Professional Documents
Culture Documents
2 Sanat Nedir?
Tanım
4 Yaratıcılık Süreci:
5 Nesne İlişkileri Kuramı:
6 Oyun Kuramı:
7 Sanat ve Mental Hastalıklar:
8 Sanat Terapileri:
• Tanım
• Tarihçe
9 Sanat Terapisti:
• Tanım
10 Sanat Terapisinin Amacı:
11 Yöntem:
12 Kullanıldığı Yerler:
13 Sanat Terapisi Çeşitleri:
• A Müzik Terapisi:
• A.a. Tarihçe
• A.b. Tanım
B Dans-Haraket Terapisi:
• B.a. Tarihçe
• B.b. Tanım
• C Drama Terapi:
• C.a. Tarihçe
• C.b. Tanım
15 Örnek Seanslar:
16 Kaynak Önerileri
Genel Giriş:
Antik Yunan da sanat ve delilik arsındaki ilişkiye bakış
J. Dryden
Antik Yunan mitolojisinde, tanrıların yaratma ile delilik arasındaki gidiş
gelişleri dramatik olarak tanımlanmıştır. Zeus’un bir ölümlüden doğan
oğlu olan Dionysos, (annesi Semele’dir) genç yaşta Hera tarafından
delilikle cezalandırılıp, epizodik olarak kendinden geçme ve coşkunluk
hali ile büyük ıstıraplar arasında gidip gelmeye mahkûm edilir (vecd).
Yunan dram, dans ve müzik tanrısı Dionysos, Olimpiyalıların en
güvensiziydi ve iki kez doğmuştu… Tanrılar arasında bir tek o ölümlü bir
kadından dünyaya gelmişti.
Olimpos’a sonradan gelen biri olarak orada her zaman kendisini bir
yabancı gibi hissetti ve dünya yüzünde verimli bir yaşamı oldu.
“Dionysos törenleri", şiddet ve üreme (yaratma), ya da “delilik “ ve
“akıl“ arasında gidiş gelişlerle doludur. Bu törenler, aynı zamanda
“kendini bilmenin”, kaos, şiddet ve yıkımdan geçerek ortaya çıktığına
dayanan çok eski inanışı da sembolize ederler.
Şiddet, kan ve ölüm (insan ve hayvanların kurban edilmesi) ile başlayan
tören, çoğu kez, yaşamın yenilenmesi, canlanma, sağlık kazanma,
kehanetler ve yaratıcı esinlenmelerle son bulur: şarabın ve bazı
halüsinojen mantarların tanrısı Dionysos, insanlara delilik ve şiddet ile
acı çektirir.
O aynı zamanda da üretkenlik tanrısıdır, yani doğadaki yaradılışın özü.
Dionysos, bir ölüyü yeraltı dünyasından çıkarıp yaşama döndürebilen
çok az sayıdaki tanrılardan biridir. Ölümden sonra yeniden doğuşu
sağlar. Vahşi danslar, şiddet, ölüm ve ardından gelen vecd dolu
tapınmalardan oluşan törenler, yapıları gereği döngüsel ve mevsimlerle
bağlantılı olup, hem ölümü hem de yeniden doğumu canlandırmaktadır.
Dionysos rahibelerine, tapınmaları sırasında coşkuyla kendilerinden
geçmeleri nedeniyle, maenad’lar ya da mainade’ ler (mania: çılgınlık)
denmiş, Dionysos’ un bu sarhoş hayranları tanrıyla dolu olur (entheos)
ve acı ya da yorgunluk hissetmezlerdi.
İki kez doğan Dionysos birbirine karşıt iki ruhun babası olmuş, onu
kutsayan dithyramb ise trajedi ve komediye bölünmüştür.
Platon Sokrates
Platon ve Sokrates zamanında, rahiplerin ve şairlerin tanrı ile, “genius“
denen “cin“leri aracılığıyla bağlantı kurduklarına inanılırdı (genius
latince: koruyucu ruh, aileyi ve devleti koruyan ve sürdüren kutsal eril
güç; yetenek anlamına gelir). Bu cinler kutsal delilik (divine madness )
kavramının temelini oluşturdular ve esin in yalnızca zihnin -bilinç kaybı,
acı çekme ve çile çekme gibi -bazı özel durumları sırasında gelebileceği
düşüncesi oluştu.
Sokrates der ki: “Tanrılardan biri, hazla elemi birleştirip karıştırmak
istemiş. Bunu başaramayınca ‘bari şunları kuyruklarından birbirine
bağlayalım’ demiş. Phaedrus adlı eserinde ise Sokrates kutsal delilikten
bahsederken: “Delilik, tanrının bir lütfu olarak görüldüğünde, bize
bağışlanan en büyük kutsamadır’’ der.
Her şeye bir isim veren eski insanlar delilikte gurur kırıcı ve alçaltıcı bir
şey görmediklerindendir ki, onu tüm sanatların en yücesi ile kehanet
sanatı ile yan yana kullanmışlardır ve “manik sanat" adını vermişlerdir…
Bu demektir ki, delilik aklı başında oluştan daha yüce bir şeydir. Delilik
tanrıdan gelir, aklı başındalık ise daha çok insana özgüdür.”
Platon, sanatsal “delilik”i ya da esin perileri tarafından hükmedilmeyi
tartışırken de: “Bir insan, şiirin kapısına esin perilerince hiç
dokunulmadan geldiyse ve sadece teknik bilginin onu iyi bir şair
yapacağını düşünüyorsa, o ve onun “sağlıklı” kompozisyonları asla
mükemmelliğe ulaşamazlar ve daima “esinlenmiş delinin” yaratılarının
gölgesinde kalırlar” cümlesini kurmuştur.
Sanat Nedir?
Sanat, insanla nesnel gerçeklik arasındaki estetik ilişki olarak
tanımlanmaktadır. Nesnel gerçeklik sanatçıda estetik biçimlerde yansır.
Sanat, insana, topluma ve toplumsal yaşama sıkı bir şekilde bağlıdır.
Sanatta öz ve biçim, ulusallık ve evrensellik, soyutla somut, duyusalla
düşünsel iç içedir ve birbirinden ayrılamaz.
Sanatçının bütün bu diyalektik karşıtlıkları örgensel (organik) bir
bütünlüğe kavuşturma biçimi, içinde yaşadığı tarihsel dönemin ve
koşulların oluşturduğu dünya görüşüne bağlıdır. Auguste Rodin, sanatı
dünyayı anlamak ve anlatmak isteyen bir düşünce çabası olarak
tanımlar.
Tolstoy'un sanat tanımı ise şöyledir: “Sanat insanın bir zaman duymuş
olduğu bir duyguyu kendinde canlandırdıktan sonra aynı duyguyu
başkalarının da duyabilmesi için hareket, çizgi, renk, ses ya da
sözcüklerde belirlenmiş biçimler aracılığı ile onlara aktarmasıdır”. Sanat
yaratmaktır. Guayu'nun söylediği gibi, insanın doğa içerisinde sürüp
gitmesidir. Albrecht Dürer’e göre sanat doğanın içindedir, sanatçı bunu
oradan çıkarabilendir.
Sanatsal eylem algılamayla başlar. Sanatın doğması için algılanan varlık
yani “Ben olmayan” şarttır. Bununla birlikte sanat salt nesnellikle de
açıklanamaz. Öznellik “Ben olmayan” a etki yapmazsa sanat değil
günlük yaşam ya da gerçek varlığın kendisi ortaya çıkar. Sanat nesnelin
algılanıp öznelin algı üzerine etki yapmasıdır. Ama burada da bitmez
sanatsal eylem, öznele algıyı etkileyebilmek için de bir güç gerekir,
“Ben”in, başka bir deyişle “Ussal”ın dışında bir güç.
İşte bütün bunların toplamı olan, yani sanatsal yaratım demek olan öz,
ilk sanattan bugüne değin hep aynı özdür. Sanatta değişmeyen tek şey
odur. Onu bulabilmek için sanatın en yalın, en basit olduğu zamana
sanatın başlangıcına bakmak gerekir. Ernest Fischer sanatın büyüden
çıktığını söylemiştir. İlk sanatçı, yani büyücü, niçin vücudunu boyuyor,
ilkel şiirler söylüyor ya da bu törene katılan insanlar niçin dans
ediyorlardı?
Büyünün nedeni açıktır. Aşkın varlıktan, doğaüstünden yardım istemek.
Öyleyse başlangıcında sanatın özü şuydu: Bilmediği, bir çok şeyi
anlayamadığı, en acı şeylerle en güçlü zevkleri tattığı bir evrende
kendini bulan insan yalnızlığının, bilgisizliğinin, güçsüzlüğünün bilincine
varmış, üstün bildiği bir varlıktan güç istiyor, ona sığınıyordu.
Sanatın öyküsünü başlatan büyüsel düşünce, hekimliğin ve ruh
hekimliğinin de başlangıcında yer alır. Doğa karşısında çoğu kez güçsüz
ve çaresiz kalan ilkel insan hastalıklara, korku verici olaylara, sıkıntıya,
bunaltıya karşı büyüsel düşünceye sığınmış, bu düşünce biçimi ise,
sağaltımı üstlenen kişiler olarak büyücü hekimleri doğurmuştur. Ressam
Mondrian sanatın belki de bir gün ortadan kalkabileceğini ileri sürüyor
ve “Hayat dengeye kavuştukça sanat ortadan kalkacaktır” iddiasında
bulunuyordu.
Sanatın insanın kendi içinde ve çevresiyle ilişkilerinde bir denge
sağlaması işlevini ve gerekliliğini vurgulayan bu iddia, bireyin kendisiyle
ve çevresiyle barış içinde, sürekli bir denge, düzen, uyum çabası içinde
oluşunu hedefleyen ruh hekimliği için de geçerli olabilir belki.
Aristoteles'e göre, yalan olsun olmasın sanatın belli bir değeri vardır
çünkü sanat bir tür tedavi biçimidir ve tehlikeli duyguları uyandırıp
bunları arıttığı için sağlık açısından yararlıdır.
Tarih öncesi ilkel toplulukların mağara duvarlarına resmedilmiş
ürünleriyle başlayan sanatın uzun yolculuğu, süreç içinde farklı boyutlar
kazanmıştır. Günümüzün çağdaş sanat anlayışına uzanan yolda doğanın
olduğu gibi taklit edilmesinden kavram arayışına geçilmiş, doğayla
bağlarını koparan sanat, yaratma özgürlüğüne kavuşarak evrene açılmış,
giderek sanat yaşamla bütünleşmeye başlamış ve seyirlik müze eşyası
olma rolünün reddi ile yaşama karışma ve ona biçim verme rolünü
üstlenmiştir.
Platon'un sanatçıyı “Tanrılar tarafından kutsal bir çılgınlık verilen kişi”
olarak tanımladığı Eski Yunan'dan bu yana dâhilik ile delilik arasındaki
olası bağ en eski ve en süreğen kültürel tartışmalardan biri olma
niteliğini sürdüre gelmiştir. Susan Sontag'a göre sanatçı ızdırap çeken
kişidir. Modern bilinç açısından sanatçı (azizin yerini alarak) örnek bir
çilekeş olmuştur. Sanatçı hem acı çekmenin en derin katmanlarına
inmiş, hem de acısını yüceltmede (Freud'cu anlamda değil kelime
anlamında) profesyonel bir yöntem keşfetmiştir. Sanatçı bir insan olarak
çektiği acıyı sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş
kişidir.
SANAT TARİHİNE KISA BAKIŞ
’’Geçmiş 3000 yılının hesabını vermeyen insan, günü birlik yaşan
insandır.’’
Goethe
Sanat tarihini bilip kavramak aynı zamanda dünya tarihini anlamakta
yeni kapıların açılmasına neden olur. Sanat tarihinden bahsederken
diğer tarih yazılımlarında da olduğu gibi Avrupa-Batı eksenli bir
perspektiften olayı ele alınması gerekmektedir. Bunun nedeni İslam
toplumlarındaki tasvir yasağından kaynaklıdır. Zaten takdir edilirse İslam
dışı toplumlarda ve özellikle Batı toplumunda sanat kavramının bu
kadar gelişmesi; mimarî, heykel, genel olarak tüm plastik sanatlar ve
resim sanatı, hatta modern çağda gelişmiş̧ olan performans sanatı,
tasvir yasağının başlangıçta sadece bir takım motiflerle sınırlı olması ve
git gide tamamen ortadan kalkmasına bağlıdır.
Sanatın başlangıçta dinsel düşünce için salt araç olarak görülmesi,
hümanizm, sekülarite gibi düşünce akımlarıyla birlikteyse bu algının
tamamen değişime uğrayıp l’ art pour l’ art –sanat için sanat- algısına
dönüşmesiyle doğrudan ilintilidir. Batı toplumlarında ( ve bazı Uzakdoğu
kültürlerinde) sanat algısının değişime uğraması toplumun ekonomik,
düşünsel, dini ve algısal bir takım değişimlere uğramasıyla birlikte
sürekli bir metamorfoz yaşamıştır.
Sanatın Başlangıcı
İnsanlığın var olmasıyla birlikte Sanat eserlerinin de var olduklarını
gözlemleyebiliyoruz. Paleolitik dönemden kalma bazı mağara resimleri
insanlığın erken çağlarında dahi görsellik arayışına girdiğini
kanıtlamaktadır. Ancak bu mağara resimlerinin hangi amaçla yapıldıkları
tartışılmakla birlikte, bazıları, parmak ve basit aletlerle boyanmış olan
bu duvarların yeni avcılara örneklik ve rehberlik etme amacını
taşıdıkları, bazı araştırmacılar ise bu resimlerin daha erken dönemde
tapınma işlevini gördüklerine inanmaktadırlar.
Neolitik döneme gelindiğinde ise, insanlığın heykelciliğin en primitif hali
olarak adlandırabileceğimiz bir çeşit taş oymacılığına başladığını
görmekteyiz. Bu dönemden gelen bir takım Arco diTrento’da bulunan
tanrıça heykelleri ve Stonehenge trilithleri gibi mimari yapılar,
insanlığın, sanatını tapınma için kullandığını ve sanatın dini hayatta
önemli bir rol üslendiğini göstermektedir. Ancak bu eserlerdeki
tasvirlerin aşırı abstre (soyut) olmaları ve yazının henüz icat edilmemiş
olması, eserleri yorumlamayı zorlaştırmaktadır.
Antik Çağ’da Sanat
Mısır
Mısır antik çağda en görkemli eserlerini veren medeniyetlerden biridir. Verimli
topraklarının olması ve kireç taşlarına kolay ulaşabilmesi nedeniyle en görkemli
mimari yapıları ortaya koymuştur. Mısır’ da sanatın firavunun hegemonyasını,
kudretini ve tanrısallığını vurgulamak, tanrıları tasvir etmek ve ritüel ve dini hayatı
kayda geçirmek için kullanıldığını görülmektedir. Özellikle Plastik sanatların geliştiği
bu dönemde, Firavun ve Tanrıların vasıfları, işlev alanları ve egemenlikleriyle tasvir
edebilmek için, inanılmaz boyutlarda yapılan heykellere rastlamaktadır. Neolitik
dönemde karşımıza çıkan duvar resimleri, Mısır uygarlığında daha da geliştirilmiş,
hiyeroglifler, boyutlu insan ve cisim resimleriyle görkemli bir hale gelmiştir.
Mısır sanatında zengin bir ikonografyaya rastlanmaktadır, örneğin
başında güneşi taşıyan Hathor tanrıçası, doğan güneşin Tanrısı Khepri’
ye ait olan Skarabeus böceği, gibi. Mısır’daki sanat rahiplerin ve
firavunun katı denetimi ve kodeksine bağlıydı. Örneğin Tuthmosis III.’e
ait olan bir heykel onu firavun emareleri ile birlikte, önden, simetrik ve
kudretine yakışır biçimde statik halde gösterir. Mimarisi oldukça meşhur
olan Mısır, tanrıların hiyerarşik yapısını göğe doğru sivrilerek gösteren
Mastabalar ve daha sonra Piramitler, Obeliskler ve büyük, simetrik
yapılı, sütunlarla çevrilmiş tapınaklarıyla, mimariyi çağında en yükseğe
götürmüş olan medeniyettir.
Theben Nekropolundaki yer altı mezarları ve Piramitlerdeki duvar
tasvirleri, sanatın Mısır’da öteki dünyayı tasvir etmek ve ölülerin
selametini garanti etmek için kullanıldığını gösterir. Bu mezarların en
görkemlilerinden biri şüphesiz II. Ramses’in karısı Nefertari için yapılmış
olanıdır. Bu resimlerdeki özellik tek boyutlu olarak çizilmiş olmalarıdır ki
bu, her türlü önemli sembolik ve ikonografik önem taşıyan detayı
kaçırmamak içindir. İnsan tasvirleri genelde realist olmaktan ziyade
şematik ve bazı geleneksel kalıplara uygun biçimde tasarlanmıştır, bu
tasvirler şahısların görüntülerini resmetmektense öteki dünyada önemli
olan asıl mahiyetlerini anlatmaya çalışır.
Mısır Sanatı Örnekleri
Mezopotamya
Sümer ve Asurlular’ın eserleri günümüzde hala mevcuttur ve en az
Mısır sanatı kadar göz kamaştırıcıdır. İştar kapısından da görüldüğü
üzere hayvan motifleri ki bunların arasında aslan, yaban hayvanlar, boğa
ve ejderhalar en tercih edilenleridir, seçilmiştir. Şehirleri adeta antik
metropol görünümünde olup, kralları mutlak iktidar sahibi ve
saltanatlarını büyük ve ihtişamlı saraylarla ilan etmekteydiler.
Bu sarayların girişlerinde, Mısır’daki Sfenks’lere benzer, hayvan
gövdesiyle kralın başı birleştirilmiş heykeller bulunmaktadır. Bu
heykeller, saltanat sahibini yüceltmek için, güçlü hayvanların unsurlarını
taşımaktaydı.
Duvar rölyefleri çoğu zaman av sahneleri, tanzim sahneleri ve savaş
sahnelerini barındırmaktaydı. Mezopotamya sanatında, tıpkı Mısır’da
olduğu gibi, rölyeflerdeki resimler hiçbir detayı kaçırmamak adına tek
boyutlu olarak çizilmişlerdi. Tanrı tasvirleri, hayvan unsurları ve insan
unsurlarını birleştirmekteydi. Mezopotamya mimarisinden söz
edildiğinde ilk akla gelen Zigguratlar’ dır.
Bunlar yıldızları gözlemleme ve tapınma ritüellerini gerçekleştirmek için
yapılmış olan, terası bulunan ve Mastabalara benzeyen tapınak
kuleleridirler. Ancak piramitlerin aksine Zigguratların üstü düz olup,
dikdörtgen, oval ya da kare platformlar üzerine kurulmuş çeşitleri
mevcuttu.
Üst kısma kadar uzanan bir rampa ile en ulu tanrı Marduk’un, aynı
zamanda baş rahibi olan Kralla görüşmesi sembolik biçimde tasvir
edilmekteydi. Buradan aynı zamanda astronomi ve yıldız biliminde
temayüz etmiş olan bilim adamları yıldız gözlemlerini
gerçekleştirmektelerdi. Antik çağdan bu zamana kadar aktarılmış olan
burç tasvirleri Mezopotamya bilim adamlarının verilerini sanatsal
biçimde ifade etmelerinin ürünüdür.
Bu yıldız resimleri antik çağdan bu yana birçok sanatçının eserinde aynı
şekilde aktarılmıştır. Mezopotamya sanat mimarisinden aktarılmış olan
bir diğer önemli motif ise, Babil kulesidir. Özellikle kutsal kitapta
anılmasıyla birlikte, Babil kulesi Hristiyan kültüründe ve böylece
sanatında farklı değişimlere uğramış ve geleneksel olarak insanın ilahi
kudret karşısındaki kibrinin onun düşüşüne sebep olacağı sembolizmini
taşımıştır.
Bu antik motifi ortaçağdaki sanat algısıyla ihya edenler arasında
Hollandalı ressam Pieter Bruegel (‘’Babil kulesi’’); modern dönemde
film sanatıyla yeni bir yoruma tabi tutan bir diğer isim de John Huston
(‘’The Bible’’ 1966) olmuştur.
Mezopotamya Sanatından Örnekler
Girit Adası’nda Sanat
Girit adası sanatı Doğu Akdeniz havrasının tabiatında ortaya çıkmıştır.
Girit sanatı özellikle saraylarıyla ünlüdür. Krallarının en meşhuru olan
Minos ve onun şeceresinin mitleri daha sonra Antik yunan kültüründen
Roma’ya, oradan da Batı Hristiyan kültürünü etkilemiştir. El sanatı ve
işçiliğinde çömlekçi tornasının kullanıldığı Girit’te, deniz motifleriyle
süslenmiş zarif vazo ve kaplar yapılmaktaydı. Adalı ve maharetli deniz
tüccarları olmaları sebebiyle Giritliler, sanatlarını diğer Akdenizlilere
satmışlardır. Tanrı figürlerinde bir çeşit Magna Mater olarak
adlandırabileceğimiz bir bereket tanrıçası tasvirine rastlamaktadır.
Bu tanrıça Girit kadınlarının geleneksel kıyafeti, ellerinde zaman zaman
yılanlar, zaman zaman başaklar, göğüsleri açık ve başında bir kedi olarak
canlandırılmaktaydı. Girit sanatında bereketin bir diğer motifi de
boğadır. Bu kutsal hayvan çoğu kez kurban işlevini görmek, ritüeller,
akrobatik turnuvalarda bulunmakla, birçok sanat eserine motif
olmuştur. Girit adasıyla ilişkilendirilen ve Yunan antik mitolojisinden çok
daha eski olduğu tahmin edilen Minotaurus miti, bazı Girit rölyeflerinde
bulunmaktadır. Bu mit çağları aşmış ve modern çağda dahi bir çok sanat
eserine motif olmuştur.
Örneğin Pablo Picasso kendine has üslubu ile bu miti tekrar
yorumlamış (‘’Minotaurus’’, 1936); İspanyol boğa savaşları
(Corrida) ile irtibatlandırmış ve hatta Naziler ve Fransisco
Franco birliklerinin İspanya iç savaşı esnasında Guernica şehrinde
yaptıkları soy kırımı ele alan meşhur resminde (Guernica, 1937) boğayı
merkezi bir sembol olarak kullanmıştır.
Girit sanatı örenkleri
Antik Yunan Sanatı
Antik Yunan’da Plastik sanatlar özellikle önem
taşımaktadır. Doğunun plastik sanatlarında görülen
statiklik, durağanlık ve frontal açı erken Yunan plastik
sanatında gözlemlenebilir. İlk motiflerden biri genç,
atletik ve kaslı bir görünüm arz eden Kuroslardır. Bu
heykeller Apollon tanrısına adanır, ya da herhangi bir
savaş kahramanına atfedilir. Erken klasik dönemde Kuros
tiplemesinin yerini Epheben motifi almıştır. Daha rahat
bir pozisyon ve duruş sergileyen bu genç adam, özellikle
Olimpik oyunlar ve atletizm kültünün oluşturduğu bir
Epheben
motiftir. Kuros
Aynı şekilde Atena’ya adanmış olan ve aristokrat, neşeli,
zarif ve güzel kız tipini yansıtan Kore’ler de erken klasik
dönemin motiflerindendir. Tüm bu tasvirler, ideal, güzel,
asalet dolu bir insan tipini yansıtmaktadırlar. Yunan
Felsefesi insanı mahlukâtın en mükemmeline yükseltirken,
Yunan sanatı da insanın dış görünümünü buna uyarlamıştır.
Klasik dönem plastik sanatında ise durağanlığın ve statik
duruşun azaldığını ve hareketli pozların ele alındığını
görülmektedir.
Polyklet (yaklaşık MÖ 5.yy), heykellerdeki hareketliliğin ilk
ustasıdır ve kendisinden sonra gelenleri geç dönemlere kadar
etkilemiştir. ‘’Kanon’’ olarak adlandırdığı teorik sanat metninde,
insan vücudunun en ideal proporsyonlarını ele almaktadır.
Yunan sanatı yıllar geçtikçe insan idealini daha da geliştirmiştir.
Öyle ki sonraları Lysippos (MÖ 4.yy) gibileri heykellerinde küçük
bir anı yakalamaya çalışmışlardır. Statiği sağlayabilmek için bu
heykellerde bir destek bulunmaktadır. Bu sanatkârların
istedikleri, heykelin sadece bir açıdan önemli olması değil,
etrafında dönülüp her açıdan enteresan kılınmasıdır.
Heykellerin birçoğu kahramanlar, krallar ve ideal insanı resmetmekle
birlikte, özellikle Tanrıları ve onlara bağlı olan ikonografyayı
resmetmektedirler. Magna Mater’in yerini erkek Tanrı Zeus ile dolduran
Yunanlılar, onu ve soyundan gelen diğer tanrıları normal insanlara
benzer şekilde tasvir etmişlerdir. Bu tanrılar doğu Mezopotamya
dinlerinde olduğu gibi ürkütücü değil, şaşırtıcı biçimde insancıldırlar.
Dolayısıyla Yunan ozanları tanrılarının tasavvurlarını şiirlerinde inşa
ederken, Yunan sanatçıları da bu tasavvuru görselliğe dökmüşlerdir.
Hatta mitolojiyi anlatan bu heykel ve tasvirlerin daha sonraki dinlerde
kutsal kitabın gördüğü işlevi gördüklerini söylesek pek de yanlış
olmayacaktır. Yunan tanrılarına atfedilen bir takım vasıflar ve mitlerine
bağlı olan nesneler onların tanınmasını sağlamaktadır. Öyle ki sonraki
Batı sanatında tanrılar motifleriyle birlikte tekrar ve yeniden
yorumlanarak ele alınmaktadır. Yunanlıların sanatı insan motifi üzerine
kurmaları, sanatlarını interaktif bir hale gelmesini sağlamış ve sanat
eserine bakan kişiyle iletişime geçmesini sağlamıştır.
Chaironeia savaşındaki mağlubiyetten sonra (MÖ 338) Yunanlılar
Makedon hegemonyası altına girmişlerdir. Helenizm olarak adlandırılan
bu evrede, birçok siyasi, ekonomik ve sosyal krizle karşı karşıya
kalmışlar, kültürel hayat ve sanat merkezleri Alexandria, Pergamon,
Rhodos ve Antiochia gibi Yunanistan dışında kalan merkezlere
taşınmıştır. Büyük İskender’den sonra devleti miras alanlar onu kendi
aralarında bölüştürmüşler ve aynı zamanda farklı yerlerde birçok Sanat
ekolü/akademisi kurmuşlardır.
Helenizm’in düşünce ve kültürünü derinden etkileyen Aristoteles’in
felsefesi, duyusal algıları insanın kendisini ve çevresini idrak
edebilmesinin bir aracı olarak takdim etmişti. Şüphesiz bu kabul
kendisini Helenistik sanatta da göstermiştir. Helenistik dönem
sanatçıları insan tasvirlerini idealist olmaktan ziyade yüzlerindeki ifadeyi
ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. Helenist düşüncede hâkim olan insanın
özgünlüğüdür. Klasik dönemde sadece özel ve ideal tipler tasvir
edilirken, Helenist dönemde her türlü insan ele alınmıştır.
Gerçekliğin doğrudan gözlemlenmesi ön plana gelmiştir. Şimdiye kadar
yaşlılık, küçük kusurlar gibi vasıflar gizlenirken Helenist dönemde
gizlenmeksizin ele alınmıştır. Yunan mimarisi denince ilk akla gelen
dorik tapınaklardır. Şehirlerdeki hayat üç önemli mekan çevresinde
düzenlenmiştir, sosyal, ekonomik hayatın olduğu Agora (meydan),
kutsal mekânı oluşturan tapınaklar ve halkın oyunlarıyla hem
eğlendirilip hem de eğitildiği tiyatrolar. Şehrin geneli basit bir görünüm
arz etse de, tapınakları ihtişamlıdır.
Yunan uygarlığının ilk şehirleri, yöneticilerin oturduğu Akropol denilen
yüksek tepelere kurulmuştur. Şehirlerin etrafı kalın ve yüksek surlarla
çevrilmiştir. Yunan sanatının esas yapı biçimi, tapınaktır. Tapınak
tanrının evi olarak sayılır. Tanrıya ait kutsal eşyaların ve tanrı heykelini
korumak üzere yapılmıştır. Bu nedenle ibadet edilecek yer değildir.
Tapınak,Megaron ev tipinden geçmiştir. Ortada bir sella ve önünde bir
sütun sisteminin üzerine gelen alınlıklı bir eğik çatıdan oluşur.
Tapınağın içinde şehrin hâmisi konumunda olan Tanrı veya Tanrıçanın
büyük heykeli bulunur. Bazı Yunanların Sicilya adasına göç etmeleriyle
birlikte Dorik tapınak türü batı Yunanistan’a kadar yayılmıştır. Yunan
tiyatroları ise tamamen profan bir yapı arz etmektedirler. Yunan
mimarisi günümüze kadar gelmiş ve Klasisizm stili olarak hala
kullanılmaktadır.
Etrüsk sanatı:
yapıtları gibi).
Roma heykelcilik sanatı Yunan heykelciliğinin büyüsünde
kalmış ancak özgünleşememiştir. Ancak Romalıların
özgünleştikleri sanat türü portre olmuştur. Burada ise yine
estetikten ziyade, atalar kültüne de hizmet edecek şekilde,
kişinin konumu, duruşu, yüzündeki ifade idealize edilmiştir.
Fakat idealize edilmiş olmakla birlikte bu portre heykeller
realist biçimde resm edilmiştir. Heykellerde genel olarak
sembolik el hareketleri önem arz etmektedir. Sağ ele pozitif
anlam yükleyen Romalı heykeltıraşlar, örneğin Marc Aurel’i
atın üstünde gösteren heykelde özellikle el hareketinde titizlik
göstermiş ve yanlış anlaşılmaması için ince işçilik
göstermişlerdir.
Erken dönem Hristiyanlık
Erken dönem Hristiyanlık Roma döneminde yaşadığı baskıyla baş
etmek zorunda kalmıştır. Gizli katakomplarda buluşan ilk
Hristiyanlar, Roma yönetimine ifşa olmamak için şifre ve kodlar
kullanmak zorunda kalmıştır. Doğal olarak bu şifre ve kodların
birçoğu resimlerden oluşmaktaydı. Örneğin Zeytin ağacının dalı,
Ekmek, Balık ve Bülbül sembolizmi bu dönemde gelişmiş, sonraki
Hristiyanlık için de sembol olma işlevlerini sürdürmüşlerdir.
Resimsiz bir din olan Yahudilikten neşetmiş olan Hristiyanlık,
yayıldığı pagan toplumun resim ve tasvir düşkünlüğünden
kopamamış ve bunları Hristiyanlaştırmıştır.
Katakompların içindeki duvar resimleri basit
olmakla birlikte, anlatımsal ve dramatik bir veçhe
taşımaktaydı. Pagan kültüründen alınan ve
Hristiyanlığa uyarlanan bir takım sembolizm taşıyıcı
motifler bu devirde mevcuttu, örneğin ‘iyi çoban’
motifinin Hristiyanları kurtuluşa götüren İsa’ya
yorumlanması gibi. Bu resimlerdeki özellik bunların
sadece ve sadece Hristiyan olanlar tarafından
anlaşılabilmesi idi. Bu açıdan ilk dönem
Hristiyanlıktaki sanatın önemi kendisini
işlevselliğinde ve pragmatizminde göstermekteydi.
Tıpkı pagan toplumlarda olduğu gibi sanat sanat için değil, tanrı, tanrı
mesajı ve tanrı davası için bir araç halindeydi. Hrisityanlik’taki Plastik
sanat da ölüler kültüne hizmet etmekteydi. İlk kiliseler –Basilica’lar-
Konstantin devrinde Hristiyanlığın kabul edilmesinden sonra,
Romalıların dünyevi meseleler için toplandıkları büyük, Roma
mimarisine uygun, uzunlamasına bir dörtgen görünümünde olan, iç
kısmının uzun tarafında sütunları bulunan binalar idi. Dolayısıyla yine
pagan kültürün sanat anlayışını miras alınmıştı.
Bizans
Doğu Roma İmparatorluğunun sanat anlayışı başkenti
Konstantinopolis’ten tüm devlete yayılmaktaydı.
Bizans’ın sanat anlayışı çok gelişmiş ve çeşitli unsurları
içinde barındırmaktaydı: Batı Roma mirasını ve
oryantal sanatı bir araya getirmekteydi. Mimarisine
bakıldığında kubbeli, çok kenarlı çatılar, Roma stilinde
heykeller, sütunlar ve kemerler görünmekteydi. Bu
şekilde binaları sıkıcı olmaktan ziyade her taraftan
izlenebilen, ilgi çekici bir veçhe taşımaktaydı.
Sütün süslemelerinde Roma unsurlarından ziyade oryantal motiflerin
yer almasını doğudan gelen ustalarına borçluydu. Ancak bu ustaların en
fazla maharet gösterdikleri mozaik sanatı olmuştur. Motiflerinde dini
figürleri kullanan Bizanslı ustalar, İsa Mesih, Melekler ve Havarileri tıpkı
birer Bizanslı gibi resmetmişler, İsa’yı Romalı Sezarlar gibi dünya küresi
üzerinde oturmuş, dünya hâkimiyeti kurmuş biçimde tasvir etmişlerdir.
Mozaiklerde katı biçimde ifade, herhangi özgün tavır ve natüralizmden
kaçınan mozaik ustaları, Bizans devleti, dini ve mantalitesini yansıtması
için, kıyafet, duruş, renk sembolizmi ve eşya sembolizmi
geliştirmişlerdir. Mozaik motiflerinin natüralist olmaması, Taşların ve
altının ihtişamı ve bakışların ifadesizliği Bizans devletinin
dokunulmazlığını yansıtmak üzere kurgulanmıştır adeta.
Ortaçağ
Ortaçağın ilk yüzyıllarında istila edilmiş ve baskı altında tutulan geç
dönem antik Avrupası yıkılmış, ekonomisi ve ticareti büyük darbeler
almıştır. Böyle dönemlerde insanların yüzlerini yabancı kültürlere
çevirmeleri doğaldır ve nitekim Avrupalılar gözlerini Kuzey halklarının
sanatına ve Arapların sanatına açmışlardır. Bu sebepten dolayı, coğrafi
ve komşuluk konumuna bağlı olarak sanatta farklı kültürlerden
etkilenme meydana gelmiştir. Birinci yüzyılın sonlarında doğru ise
Hristiyan Batı dünyasında, en büyük vasıfları dini gerilim olan, bünye ve
içyapılar oluşmuştur.
Tarikatların ve Manastırların yaygınlaşması öte yandan büyük şehirlerin
kurulması bunun bir sonucudur. Sanatçılar hünerlerini göstermek için
ücra da kalmış olan manastırlardan büyük katedrallere kadar geniş bir
yelpazede alan bulmuşlardır.
Romanesk Sanat
1800 ile 1890 yılları arası olarak tespit edilen bu dönemde, Fransız
devriminin hazin sonu, Napoleon Bonaparte’nin işgalleri ve haritanın
Viyana Kongresi sonucu tekrar çizilmesiyle insanların şuurlarında da
değişiklikler olmuştur. Salt rasyonellik ve akla artık güvenmeyen bu
insanlar, ruhun, hayallerin ve duyguların önemini vurgulamışlardır.
Pragmatizmin ve rasyonelliğin donukluğu bir kenara bırakılıp kişisel ve
bireysel deneyim ve algı ön plana geçmiştir
Dönemin sanatçıları insanlarda eskilere yani Ortaçağ’a olan özlemi ele
almışlardır. Zira antik çağ klasisizmi onlara göre fazla idealize ve fazla
mesafeli kalmıştı. Ortaçağ insanların kendileriyle barışık bir şekilde
yaşadıkları bir evreydi, onlara göre. Caspar David Friedrich’in de
vurguladığı gibi sanat artık ‘’içimizdeki sesin dışa vurmasıydı’’. Çeşitli
mecazî anlamları tabiata yüklemek bu dönemin ayırt edici
özelliklerindendir. Örneğin bir harabe insan hayatının sonluluğunu ifade
etmekteydi. Sanatçılar artık kendilerini ‘’Dünya ruhunun bir parçası’’
olarak, tabiatla bir hissediyorlardı. Özellikle siyasi anlamda kısıtlanmış
olan Almanya’da tabiat resimleri sınırsızlığı ve hürriyeti
simgelemekteydi
Belki de bu yüzden Romantizm akımının ilk ve en güçlü temsilcileri
Almanlar olmuştur. Caspar David Friedrich, Karl Friedrich Schinkel ve
Carl Spitzweg gibi sanatçılar bunların bir kaçıdır. Fransa’daki Romantizm
daha farklı bir veçheye sahipti. Fransız devriminden doğal olarak çok
daha fazla etkilenen Fransızlar devrimin ideallerinden vaz geçemiyorlar,
ancak savaşın getirdiği acıyı da unutmuyorlardı. Fransız sanatının
Romantizm’i tam da burada yatmaktaydı.
Theodore Gericault’un ‘’Medusa’nın kayığı’’ adlı resmi, hiç görülmedik
dağınık ve dramatik biçimde kaza konusunu işlemekteydi. Bir diğer
sanatçı da Eugene Delacroix’dır. Kompozisyonda renklerin daha
etkileyici ve tanımlayıcı olduğunu savunan bu ressam, doğu gezilerinde
ışık fenomenini daha derinlemesine inceleyebilme fırsatını yakalamıştı.
Delacroix, açık hava ressamcılığına teşvik eden ressamların başında
gelmekteydi. Motiflerinde de çokça doğu unsurları ve figürleri kullanan
Delacroix, Fransız zihninin egzotik ve yabancı şeylere olan özlenimini
yansıtmaktaydı.
İngiltere’de John Constable ve William Turner Romantizm stilinin
öncüleridirler. Eugene Delacroix’ın renk teorisi ile William Turner’ın
buğulu ve sulu boyayı andıran tekniği ileride gelecek olan
Emresyonizm’in ilham kaynaklarından biridir. 1824 yılında John
Constable ‘’Samanarabası ‘’ resmini sergilemişti. Bu resimde özellikle
Naturalizm’e ve Realizm’e önem vermesi dönemin sanatçılarını
şaşırtmıştı. Camille Corot, Theodore Rousseau ve Charles-François
Daubigny ‘’Barbizon okulu’’ diye bir sanat ekolü kurmuşlar ve taşrada
açık hava ressamcılığına başlamışlardı. Onların istedikleri, Tabiatı tüm
doğallığı ile objektif biçimde resmetmekti. Ancak bu çabalarında
sonraki Empresyonistler ’de olduğu gibi ışığa ve ışığın şekil verici işlevine
yoğunlaşmışlardı.
19. yüzyılda artık sanayi devrimi tamamen hayatları ve sosyal dokuyu
değiştirmiş bulunmaktaydı. Bu durumun sanata yansıması ilk kez
Natüralist-Realistler sayesinde olmuştur. Bu ressamlar hayalperest
Romantiklerden uzaklaşmışlardı. Hayat tüm gerçekliği ve zorluğuyla
artık resmedilmeye değerdi. Uzun bir müddet sonra güncel hayat, iş ve
uğraşı süje edinen ressamların ilki Jean François Millet olmuştur.
Gustave Courbet ve Adolph Menzel gibi sanatçılar da resimlerinde
sanayi devriminin insanlar üzerindeki etkisini konu edinmişlerdir.
Empresyonizm
Paul Klee
Kübizm
̇
İkinci dünya savaşından sonra yine dengeler değişmiş, Amerika özellikle
öncü konuma yerleşmişti. 20. Yüzyılın ikinci yarısı Abstre
ekspresyonizm, Tachizm, Action Painting, Konkre resim sanatı (Pop-art,
Colour-Field Painting ve Hard Edge), Realizm ve Aksiyon sanatı, Pop- Art
ve Fotorealizm, figüratif resim sanatı gibi türleri barındırmaktadır. Bu
sanat türleri günümüz sanatçıları tarafından hala kullanılmaktadır.
Biz bu çalışmamızda aslında çağımızın sanat türleri oldukları için
bu ifade biçimlerini açıklamadık. Belki de elli yıl sonra bu eserleri
eleştirisel bakış açısıyla tekrar yorumlamanın daha isabetli
olacağı kanaatindeyiz. Ancak şu bir gerçek ki 19. Yüzyılın ikinci
yarısından 20. Yüzyılın ikinci yarısına kadar modern insanın sanat
algısı, en azından ifade biçimlerinin yorumlanmasına izin verdiği
kadar, pek fazla değişime uğramamıştır. Abstraksyonun son
raddesine ulaşmaya çalışan modern insanı ileride neler
beklemektedir?
YARATICILIK KAVRAMI
Yaratıcılık ilk olarak felsefenin, ardından psikoloji, sosyal bilimler, güzel
sanatlar, eğitim gibi birçok farklı disiplinin üzerinde teoriler ürettiği;
tanımlanması güç, çok boyutlu bir fenomen olarak kabul görmektedir.
XV. ile XIX. yüzyıllar arasında sığ bir bakış açısı ile yalnızca güzel sanatlar
alanına ilişkin bir olgu olarak benimsenen yaratıcılık kavramı,
çoğunlukla tanrısal, olağanüstü güçlerle açıklanmaya çalışılarak mistik
bir çerçeve içinde değerlendirilmiştir. Günümüzde insanın zihinsel,
düşünsel, duyumsal ve bilişsel yapısı hakkında farklı kuramsal ve
deneysel çalışmaları destekleyen psikoloji biliminin ortaya koyduğu yeni
ve önemli bulgularla, yaratıcılık kavramı çok boyutlu olarak ele alınmaya
başlanmış ve yaratıcı düşünceye bakış açısı değişmiştir.
Artık farklı disiplinlerde hakkında teoriler üretilen yaratıcılık kavramı
interdisipliner bir kavram olarak ele alınmaktadır. Bu sebeple birçok
araştırmacı kendini kuramsal yaklaşım türlerinden birine kesin çizgilerle
bağlı görmemekle birlikte; her disiplin kendi ilgi alanına bağlı olarak
yaratıcılık kavramını farklı bakış açılarıyla ele alarak, çeşitli tanımlamalar
ve sınıflandırmalar yapmaktadır.
Sternberg ve Lubart yaratıcılık alanında yapılan çalışmaları altı temel
kategoride toplamaktadır. Bunlardan ilki yaratıcılığın orijinini mistisizme
dayandırarak daha sonraki bilimsel araştırmalara yol açan çalışmalar
iken; ikincisi temelinde psikoloji biliminden destek alan bireysel olarak
nasıl daha yaratıcı olunabileceğinin yollarını ortaya koymayı hedefleyen
pragmatik çalışmalardır. Üçüncü kategori ise yaratıcılığı, temelde teorik
ve metodolojik olarak bilimsel psikolojinin temelinden ayırarak ele alan
psikodinamik görüş altında ele alan çalışmalardır.
Yaratıcılığın kriterleri veya belirleyicileri ile ilgili karşılaşılan
problemlerden yola çıkarak, yaratıcılığı testler aracılığıyla değerlendiren
çalışmalar dördüncü grupta değerlendirilirken; beşinci grup yaratıcılığı
sıradan strüktürler veya süreçlerden, olağandışı bir sonuç elde etme
olarak ele alan çalışmalardır. Son grup ise yaratıcılığı çoklu disipliner
yaklaşımlar altında ele alarak, bütün çalışma alanı yerine kısmen
yaratıcılıkla ilgili (yaratıcılığın bilişsel süreci, yaratıcı kişilerin bireysel
özellikleri gibi) alanı ele alarak ayrıntılı olarak inceleyen çalışmalardır.
Yaratıcılık ve Yaratıcı Kişi İlişkisi
Yaratıcılığı kişilik yönüyle ele alan yaratıcılık tanımlamaları; yaratıcılık
olgusuna, yaratıcı davranışta güdülenen, yaratıcı bireylerin belirleyici
kişilik özelliklerini temel alır ve genellikle insanların yaratıcı yönlerini,
bilgisel, eğitimsel, düşünsel (zekâ) kişiliğine odaklanır. Kişiden kişiye
farklılık gösteren bu özellik çok yönlü bir düşünce ürünüdür ve bu konu
ile ilgili oldukça kapsamlı bilimsel tespitler geliştirilmiştir.
Yaratıcılık ve Kişi İlişkisine Değinen Tanımlamalar
Bilim Adamı Yıl Yaratıcılık Tanımı Alan
Bireylerin değişken miktarlarda sahip oldukları, durumlara bağlı olarak az çok ortaya çıkmaya
elverişli bir özellik, kendini göstermek için uygun koşullar gerektiren kişisel potansiyel güç;tüm
insanların doğuştan sahip olduğu, insanı insan yapan temel bir içgüdü hayatta kalmak ve hayatımızla Sanat eğitim
Lowenfeld 1959 ilgili problemlerimizi çözmek amacıyla kullandığımız bir içgüdü.
Eş ve zıt anlamları birlikte düşünme, ardından verileri akıllıca düzenleme, esnek düşünerek problemi
Guilford 1968 çözme ve bütün bu sürecin sonunda ortaya özgün bir ürün koyma yetisi, ıraksak düşünme yeteneği
Psikoloji
Ortam ve şartlara göre az ya da daha fazla ifade edilen doğal ve genel bir özellik
Bennis 1973 Edebiyat
Psikoloji Eğitim
Torrance 1974 Sorun çözme becerisi ve yetenekler dizisi
Toplumsal faydası olduğu kabul edilen orijinal ve güçlü ürünlerin yaratılması yeteneği
Preti Miotta 2001 Psikoloji
Yaratıcılığı kişilik yönü ile ele alan araştırmacıların başında psikoloji,
tasarım, eğitim ve sanat alanlarındaki uzmanlar gelmektedir. Bu
araştırmacılara örnek olarak Torrance, Lowenfeld, Ausubel, Guilford,
Maslow, Adorno, Getzels, Landua verilebilir.
Lowenfeld “Creative and Mental Growth” isimli çalışmasında yaratıcılığı
tüm insanların doğuştan sahip olduğu, insanı insan yapan temel bir
içgüdü olarak nitelendirmiştir.
Tüm insanların sahip olduğu bir yetenek ve düşünme aşamasında
kullandıkları doğal bir özellik olan yaratıcılık, öncelikli olarak hayatta
kalmak ve hayatımızla ilgili problemlerimizi çözmek amacıyla
kullandığımız bir içgüdüdür. Durumlara bağlı olarak az ya da çok ortaya
çıkmaya elverişli kişisel potansiyel güç olan yaratıcılık kişiden kişiye
farklılık gösterir.
Torrance, Yaratıcı Düşünme Testi el kitabında (Torrance Test of Creative
Thinking) yaratıcılığın sorunlara, bozukluklara, bilgi eksikliğine, kayıp
öğelere, uyumsuzluğa karşı duyarlı olma, güçlüğü tanıma, çözüm arama,
tahminlerde bulunma ya da eksikliklere karşı denenceler geliştirme ya
da yeniden sınama, daha sonra da sonucu başkalarına iletmek olarak
tanımlamaktadır. Torrance bu tanımlamada yaratıcılığı, kişiye ait olan
sorun çözme becerisi ve yetenekler dizisi olarak nitelendirmiştir.
Torrance (1972) diğer bir yaratıcılık tanımlamasında ise akıcı, esnek ve
özgün düşünebilme yetisine sahip kişileri yaratıcı insanlar olarak ifade
etmiştir. Ona göre akıcılık belirli bir nesnenin değişik kullanımları
sorulduğunda kişinin üretebildiği farklı düşüncelerin sayısını gösterir.
Esneklik ise kişinin yaklaşımlar arasında gidip gelebilme yeteneğidir. Tek
bir kategoride düşünceler üreten biri, çoklu kaynaklardan yola çıkarak
düşünce üreten birine göre daha az esnek olarak algılanacaktır. Kişinin
sahip olduğu özgün düşünebilme yetisi ise, bilindik ve alışılmış
düşüncelere bağlı kalmamayı, ürettiği düşüncelerdeki yeniliğini gösterir.
Yaratıcı birey, düşünmekten hoşlanır, sorgulayıcı bir tavra sahip olan
yaratıcı kişi, problemlere ve mevcut duruma duyarlı olduğundan
düşünce üretmek ister, buna ihtiyaç duyar. Sorunlara karşı duyarlıdır.
Yaratıcı insanlar problem çözücü oldukları kadar problem bulucudurlar.
Pareto’ya dayanan Young (2008); yaratıcı insanları spekülatif düşünen
insan tipi olarak belirtir. Pareto’ya göre spekülatif insanın ayırt edici
özelliği, kafasının sürekli yeni kombinasyon ihtimalleri ile meşgul
olmasıdır.
Bazı araştırmacılar yaratıcı kişilerin ana yoldan ayrılma, deneye açık
olma, kalıplardan kurtulma; bir önceki deneyimi aşma, bir anlamda ona
isyan etme; kurallara karşı gelip, denenmiş şeylere karşı kuşku
gösterebilme; alışılmış olana, standart kullanım şekillerine karşı çıkma
özelliklerine sahip olduklarını vurgularlar.
Koberg ve Bagnall ise yaratıcı kişileri alışkanlık kırıcısı olarak tanımlar.
Yaratıcı kişiler marjinaldir. Uçlarda gezinen, risk alan, risk almayı seven,
serüvenci düşünen, ayak direyen, bazen toplumun kabul görmediği
alışkanlıkları olan, serüvenci bir yapıya sahiptirler. Rutinleşmiş
eylemlerden uzak dururlar, özgün ve özgürdürler. Geleneklere uymaz,
asi davranışlar sergilerler.
Yaratıcı kişiler, bilinmeyenden, gizemli olandan hoşlanırlar, belirsiz
durumlara karşı sabırlıdırlar. Karmaşık olan şeyleri basit olanlara tercih
ederler. Bilme ve merak dürtüsüyle; sorgulayıcı davranırlar.
Yaratıcı birey kavramlarda, inançlarda, algılarda ve varsayımlarda esnek
olmakla birlikte dışa açıklık ve katılıktan yoksundur. San’a (1985) göre
Borron’un tanımlamalarıyla, yaratıcı kişiler, yaratıcı olmayanlara göre daha
çok iletişime açıktırlar. Bir anlamda zaten yaratıcılık iç ve dış dünya ile
iletişim, iç ve dış dünya ile sürekli temas halinde olma demektir. Bu görüşün
aksine kimi tanımlar yaratıcı insanların insanlar arası ilişkilerle ilgilenmediğini,
sosyal toplantılara ilişkilere düşkün olmadığını ve yaratıcı insanlara göre daha
içe dönük, bireysel ve bağımsız olduklarını vurgulamaktadır. (
Yaratıcı kişi sahip olduğu yüksek hayal gücü sayesinde herkesin gördüğü
şeyi farklı görüp, onunla ilgili farklı şeyler düşünebilen, yeni fikirler
geliştirebilen ve farklı yaklaşım tarzı geliştirebilen kişidir. Yaratıcılıkta
kişinin sahip olduğu hayal gücünün varlığı, düşünce üretimini
tetikleyerek; önceden birbiriyle ilişkisi olmayan kavram ve görsel
unsurlar arasında bağlantılar kurma yeteneğini artırır. Yaratıcı birey;
yeni, özgün ve değerli bir şeyler üretmek için veya bir şeyi başka bir
şeye transfer etmek için hayal gücünü kullanır. Yaratıcı birey imgelerle
düşünebilme, fantezi kurabilme ve imajinasyon yoluyla aklına gelen
kavram ve fikirleri zihninde canlandırma yeteneğine sahip kişidir.
Yaratıcı kişilerin yargıları ve değer eğilimleri estetiğe doğru kaymaktadır.
Kadınımsı ilgiler diye tanımlanan konularda daha özgür deyimler
kullanırken, erkekçe saldırganlıktan yoksundurlar der Blatt ve Stein.
Hargraves, yüksek düzeyde yaratıcı olan bireylerin karşıt cins rollerini
daha kolay kabul ettiklerini, yaratıcı erkeklerin daha kadınsı, yaratıcı
kadınların ise daha erkeksi ilgiler ortaya koyduğunu belirtmiştir.
Tüm bu tanımlamalar ışığında geliştirilebilen bir olgu olan yaratıcı kişilik
özelliklerine sahip bireyler, meraklı yapıları ve yüksek hayal güçleri
sayesinde eş ve zıt anlamları birlikte kullanabilme özelliğine sahiptirler.
Yetersizliklere ve eksikliklere tahammülsüz olan yaratıcı kişiler,
eksikliklere ve sorunlara esnek düşünebilme yetenekleri sayesinde kısa
sürede problemlere alışılmışın dışında ve çok seçenekli çözümler
üretebilme kabiliyetleri yüksektir.
Yaratıcılık ve Yaratıcı Süreç İlişkisi
Yaratıcılığı kişilik yönüyle ele alan çalışmaların yanı sıra, kimi
çalışmalarda yaratıcılığın süreçle ilişkisine odaklanılır. Bu ilişki;
yaratıcılığın düşünme, muhakeme etme, problem bulma, analiz etme,
sentezleme, problem çözme, yenilikçi çözümler üretme, enformasyon
işlemi gibi eylemlere dayanan, zihinsel ve bilişsel bir süreç olduğu
teması üzerinde durmaktadır.
Yaratıcılığın süreçle ilişkisi üzerine odaklanan teorisyenler genellikle
psikoloji ve eğitim alanlarında çalışmış bireylerdir. Bu kişilerin başında
Torrance, Guilford, Mednick, MacKinnon, Yavuzer, San, Amabile, Abra
gelmektedir.
Yaratıcılık anlık bir durum olmayıp, tartışmalı, eleştirel, çaba gerektiren
düşünsel süreç gerektirir. Yaratıcılık zaman içine yayılan dinamik bir
süreç olarak görülebilir. Süreç sonuca giden yolda yaratıcı kişinin
bedensel ve düşünsel çabalarının tümünü kapsar. Süreç değişkendir.
Çoğu kez yapıtın ortaya çıkışı konusundaki bilinmezliğe karşılık süreç
yaratıcı davranışı belirleyen pek çok ipucu verir. Bu nedenle yaratıcı
süreç bilinmez değildir ancak yaratıcı süreçte rastlantısal gelişen pek
çok durum söz konusudur.
*
Yaratıcılık sürecinde olası çözümler ve ilişkiler kurularak farklı, yeni bir
şeyler ortaya çıkarılmaktadır. Bu süreçte eski durumla ilişkisiz, yeni
durumla ilişkili olanın önceden görülmesi ve gizli benzerliklerin
keşfedilmesi önemlidir çünkü yaratıcı süreç geçmiş deneyimlere ve
mevcut eksikliklere dayanır. Geçmiş deneyimler, önyargılar ve inanışlar,
insan ve toplumsal yaşanmışlıklar o anki durumla ilişkilendirilir ve
gerçeklik kavramı yeniden oluşturulur ve dönüştürülür. Bu
yaşanmışlıkların yanı sıra, mevcut eksikliklerin keşfi ile kişi bugünü
değiştirme arzusu ile geleceğe bakar, bu süreçte kişi değişen gerçeklikle
ilişki kurmalıdır.
Yaratıcılığı bir sezgi süreci olarak benimsemiş olan Torrance (1966; 1990), bu sezgi
sürecinin boşlukları, rahatsız edici eksik öğeleri sezip, bunlar hakkında düşünceler
geliştirmek, varsayımlar kurmak, bunları sunmak, sonuçları karşılaştırıp,
değiştirmek, yeniden sınamak gibi aşamaları olduğunu vurgular.
Yaratıcılığın bir tür özel problem çözme davranışı olduğunu, kısa sürede çok
seçenekli çözümler önerebilme zihinde yeni ve farklı tekrarlar oluşturarak,
problemlere yeni ve alışılmışın dışında çözümler üretme yeteneği ile ürüne
dönüştürme süreci olduğunu savunan kişilerin yanı sıra kritik olanın problem bulma
olduğunu, problem çözme olmadığını ve yaratıcılığın en zor yönünün çözümü fark
etmek olduğunu savunan kişiler de vardır.
May (1994) yaratıcı sürecin özellikle ilk safhalarında kararsızlıkların
yaşandığından, problemlerin beraberinde kaygı, korku ve coşkuyu eş
zamanlı yaşattığından bahseder. Bu süreçte insanın bilinçli olarak
düşündükleri ve bildikleri gerçekler ile yeni oluşan kavrayış arasında
dinamik bir mücadele oluştuğunu ifade etmektedir. Yaratıcı süreç
konusuyla ilgili çalışan araştırmacılar tarafından yaratıcı süreç farklı
evrelere ayrılmıştır.
*
Bazı araştırmacılar yaratma sürecini beş evrede ele almaktadırlar. Birinci
aşama, sorunu tanımlama, fırsatları belirleme ve açık ve belirgin olarak
neyi çözeceğimizi tanımlama aşamasıdır İkinci aşama, konuya ilişkin
perspektif edinmek için ve konunun detaylarını öğrenebilmek için
gerçekleştirilen bilgi toplama aşamasıdır. Üçüncü aşama, fikir üretme
aşamasıdır. Dördüncü aşama ise fikri geliştirme ve değiştirme
aşamasıdır. Bu aşamada, ürün yapılmakta veya problemin çözümü
bulunmaktadır. Son aşama ise, buluşun uygulanabilirliğinin tartışıldığı
ve buluşun uygulandığı aşamadır.
Wallas (1926) yaratıcılığı problem çözme süreci olarak kabul edenler arasındadır. Bu
düşünce sürecini, yaratıcı süreç, hazırlık, tasarım/kuluçka, düşüncenin geliştirilmesi,
aydınlanması, gerçeklik denetimi evrelerine ayırmıştır. Bu evreler her zaman aynı
sırayı izlememektedir. Hazırlık evresinde yeni bilgiler toplanmakta ve karşılaşılan
problem tanımlanmaya çalışılmaktadır. Kuluçka evresinde, eski bilgilerin yenileriyle
etkileşimi ve kaynaşması sonucu bir takım zihinsel süreçler meydana gelmektedir.
Aydınlanma evresinde, yaratıcı birey problemin çözümünü birdenbire kavramakta;
düşünsel boyutta buluşu oluşturmaktadır. Son evre olan gerçekleme evresinde,
önceki evrelerde elde edilen düşüncenin geçerliliği test edilmekte ve yaratıcı ürün
ortaya çıkarılmaktadır. Bu durumda tam bir yaratıcılıktan bahsedebilmek için
yukarıda belirtilen tüm evrelerin tamamlanması gerekmektedir.
Ludwig (1989), yaratıcılığın ilk aşamasının hazırlık süreci olduğunu söylemektedir.
Bu dönem, problemin tanımlandığı, eldeki olanakların ve konu hakkında neler
yapılabileceğinin üzerinde durulan evredir ve bu dönemde problem formüle edilir.
Daha sonra problem bir kenara koyulur ve kuluçka dönemi başlar. Genelde bu
dönemde, kişiler başka bir işle meşgulken bilinçdışında fikirler oluşmaya başlar.
Daha sonra keşfetme, aydınlanma meydana gelir. Son aşamada, eldeki veriler
değerlendirilir ve fikirler bilimsel, estetik veya sosyal standartlara göre test edilir ve
birleştirilir. Bu aşamada alışılmadık benzerlikler saptanmaya çalışılır ve sahip olunan
fikirler arasında daha önce farkına varılmamış ilişkiler kurularak yeni bir bütün
oluşturacak biçimde birleştirilir. Foster ve diğerlerine göre bu süreç, problemin diğer
problemlerle olan benzerliklerinin veya farklılıklarının sorgulandığı, yaygın
kuralların, yöntemlerin yıkıldığı, farklı metotların denendiği, risk alarak daha önce
getirilmemiş şeyleri bir araya getirildiği aşamadır. En sonunda ise ana düşüncenin
ortaya çıktığı patlama aşaması yaşanır. Artık doğan fikir pratikteki kullanımları için
geliştirilerek son şeklini alır.
Yaratıcılık ve Süreç İlişkisine Değinen Tanımlamalar
Belirli bir işe yarayan ya da belirli koşulları yerine getiren bazı çağrışım
Mednick 1962 öğelerini birbirine yaklaştırarak yeni bileşimler oluşturma Psikoloji
Simon, Newell
1972 Bir tür özel problem çözme davranışı Psikoloji
Önceden biçimi ve hiçbir yüzü olmayan bir şeyin varlık kazanması, yoktan var etme
Eğitim
Read 1958 olabileceği gibi, var olan malzemenin yeni biçimde kullanımı, yeni baştan uyarlanması
Kişinin bir problem karşısında problemin çözümünde yeni bir ürün ortaya koyması Psikoloji
Torrance 1968
Bilinen şeylerden yepyeni bir şey çıkarmak, yeni özgün bileşime varmak, bir takım Güzel sanatlar
San 1993 sorunlara yeni çözüm yolları bulmak
Her alanda ve her konuda ihtiyaç duyulan; dünyayı daha sorunsuz, daha yaşanabilir, daha
Psikoloji
Feldman 1994 az sıkıcı ve keyifli hale getirmeye çalışan bir yaklaşım
Sonuçtaki ürüne gidişte, geçilmesi gereken yolların fark edilmesindeki ince zeka,
Amabile 1991 Psikoloji
manevra kabiliyeti
Yapma ortaya çıkarma süreci; bilinç artışı, varlığın ifadesi, oluşun zorunlu bir
devamı, biçim için duyulan tutkunun dışavurumu, uyum ve bütünleşmeyi
May 1994 Psikoloji
doğuracak olan yeni varlık türlerinin varoluşa getirilme mücadelesi
Higgins ve Yeni değer yaratacak, özgün bir yolla bilginin yeniden üretilmesi becerisi
2000 Tasarım
Morgan
1978, Daha önce kurulmamış ilişkiler arasında ilişkileri kurabilme, yeni bir düşünce
Landau şeması içinde, yeni yaşantılar, deneyimler, yeni fikirler ve yeni ürünler ortayaPsikoloji
1985
koyabilme becerisi
Sonuç olarak;
Tüm bu incelemeler sonucunda yaratıcılık, ortam ve şartlara göre daha
az ya da daha fazla ifade edilen, bütün insanların sahip olduğu,
düşünme aşamasında kullanılan, duyumlar, duygular, farkındalıklar,
düşünsel ve zihinsel yetilerin ilişkisel bütünlüğü ile ortaya çıkan doğal
bir yetidir.
Yaratıcılık, yaratıcı kişi, süreç ve ürün etkileşimi ile beslenen bir olgudur.
Bu üç farklı grupta yer alan tanımlamalarının her biri yaratıcılığın farklı
yönlerini ve dinamiklerini ortaya koyar.
Yaratıcı kişilik özellikleri ile ilişkili olan yaratıcılık tanımlamaları
incelendiğinde, yaratıcılığın doğuştan gelen, geliştirilebilen bir olgu olduğuna
dikkat çekilmektedir. Yaratıcılığa duyarlılık ve çözüm arayışları sonucunda
ulaşılabildiğine; yeniyi yakalamak adına kurulacak tüm ilişkilerin varlığı ile
ortaya çıkabileceğine vurgu yapılmaktadır. Yaratıcı kişiler; yüksek hayal
güçleri ve özgün fikir üretebilme yetenekleri olan; ilişkilendirme becerileri ile
orijinal ve esnek düşünebilen, akıcı fikirler üretebilen, yeniliklere ve
değişimlere açık bireylerdir. Alışılmış olanı reddeden yaratıcı kişi, devamlı yeni
olanı aramaktadır. Yaratıcı kişi etrafındaki yetersizliklere, eksikliklere
tahammülsüzdür. Kişi doğuştan gelen yaratıcı gücü, meraklı yapısı ve ıraksak
düşünme yeteneği ile birlikte sorunlara ve eksikliklere karşı çözümler arar. Bu
yetenek yaratıcı kişiyi yeni, farklı, özgün ve orijinal olana ulaştırır.
Yaratıcı süreçte, çeşitli çözümlere ulaşabilmek için farklı ilişkiler kurularak
yeni bir şeyler ortaya çıkarılmak amaçlanmaktadır. Yaratıcı süreçle ilgili olan
tüm yaratıcılık tanımlamalarında ortak olan, var olan eksikliklerin saptanıp,
üzerinde çalışılacak problemin tespitinin yapılması ve tanımlanması, o
probleme yönelik çeşitli ilişkilerin kurularak, çözüm çabalarının araştırılması
ve buna ilişkin hipotezlerin kurulmasıdır. Bu sürecin sonunda önerilen çözüm
yollarından birinin denenmesi ve çözümün ortaya konulması gerekmektedir.
Yaratıcı süreç, dinamik, değişken bir fikir/ürün üretme ve farkındalık sağlama
aşamasıdır. Bu süreçte kişinin keşif, değiştirme ve yenilik arzusu eski durumla
ilişkisiz, yeni durumla ilişkili olanın önceden görülmesi ve gizli benzerliklerin
keşfedilmesi önemlidir.
Yaratıcı ürün, bilinen gerçekliklerin yeniden varlık kazanması iken, bilinmeyen
gerçekliklerin ortaya çıkmasıdır. Yaratıcı ürün ile ilişkili yaratıcılık
tanımlamalarında, yaratıcılığın yeni ve orijinal olan fikre yoğunlaşmış
olduğuna ve yaratıcı üründe yoktan var etmenin esas olduğuna vurgu
yapılmaktadır. Bu tanımlamalar ortaya konan yeni ürünün yenilikçi, özgün,
alışılmamış yapısıyla ilgilenildiğini göstermekte, yaratıcılığın özgün nesneler
üretme yeteneği olduğunu vurgulamaktadır. Yaratıcı ürün var olan bilgilerin
sentezlenmesi ve yeniden özgün bir yolla yorumlanması ile yararcı ve orijinal
olanı ortaya çıkarmaktadır. Bu bakış açıları ile yaratıcılık alışılanın ötesinde
yeni bir gerçekliğe yaşam vermektir. Onu algılayabilme yeteneğinde olanlarda
estetik bir heyecan uyandırmaktır.
Nesne İlişkileri Kuramı
Nesne ilişkileri kuramı ruhsal yapılanma, olgunlaşma ve gelecekteki nesne
ilişkilerinin yapılanmasında dış dünya, özellikle anne ile ilişkilerde bebeğin
ilkel fantezi yaşamı ve bu ikili içindeki simbiyotik değişimleri temel alır. “Bir
kişi psikolojisinden”/“intrasubjektivite”den, “iki kişi psikolojisi”/
”intersubjektivete”ye geçiş sağlayan bu kuram “kendi ve ötekilerin” içsel
imgeleri ve bunların kişilerarası ilişkilerde yansımaları ile ilgilenir . Kurama
göre nesne ile ilişki kurulmaksızın, bireyin ‘öteki’ ile yaşam deneyimleri
içselleştirilmeksizin “kendiliğin” oluşması olası değildir. Buradaki "nesne",
kendiliğin dışında kalan, yaşanıp algılanan her şeyi, “ilişki” ise kişilerarası
ilişkiler sırasında bireyin üzerinde etkisi olan geçmiş yaşantıların tortularını
tanımlamaktadır.
Kişiliğin gelişiminde, geçmiş bilinçdışı çatışmalardan doğan sabit
yapılardan çok kişilerarası deneyimin önemli olduğunu vurgulayan
Sullivan, kuramın öncülü olmuştur. Daha sonra İngiliz psikanalistlerden
Guntrip ve Fairbairn, psikanalitik kuramın "dürtü" vurgusunu tersine
çevirerek nesne ilişkileri kuramına doğru bir adım daha atmışlardır.
Onlara göre insan doğuştan itibaren dürtülerini tatmin etmenin değil,
ilişkinin peşindedir. Diğer insanlarla yakınlık kurma, gerçek nesneyle
ilişki arzusu birincil bir dürtüdür. Nesnenin gerçek özellikleri ve
nesnenin sağladığı en temel ilişkisel doyumlar (aynalama, onaylama,
destekleme, takdir etme, vb.) psişik yapının oluşumundaki en temel
etkenlerdir.
İçgüdü ve dürtüler bu ilişki gereksinimini doyurmada ikincil araçlardır.
Dürtü-ilişki bağlantısına Jacobson yeni bir bakış açısı getirerek, yaşamın
başında libido ve saldırganlık şeklinde ayrımlaşmamış tek bir ruhsal
enerji olduğunu ve bu iki temel dürtünün "iyi" ve "kötü" deneyimlere
bağlı olarak sonradan ayrıştığını ileri sürmüştür. Jacobson’a göre, erken
duygusal deneyimlere, dolayısıyla çevreyle (anneyle) etkileşimlere bağlı
olarak bir kendilik ve nesne dünyası oluşur. Erken duygusal
deneyimlerden kalkarak içselleştirilen nesne ilişkilerindeki tutarsızlık,
bireyin gelecekteki nesne ilişkilerini ileri derecede tutarsız bir şekilde
algılayıp yorumlamasına yol açabilir.
Kuramın temel yapıtaşlarından birisi de Margaret Mahler’in görüşleridir.
Mahler’e göre yaşamının ilk günlerinde çocuk tümden öz severci bir varoluş
içindedir ve çevresindeki annenin varlığından haberdar değildir. İlk ayları
kapsayan bu ‘normal otizm’ döneminde bebek, dış dünya uyarılarına kendini
kapama, uyarandan uzaklaşma tavrı gösterir. 3. ayda gereksinimlerinin anne
tarafından sağlandığını belli belirsiz farkeder, ancak anne memesini varlığının
bir parçası olarak algılar. ‘Normal simbiyoz’ dönemi denilen bu dönemde
bebek anneyle tümgüçlü bir somatopsişik füzyon halindedir. Daha sonraki
aylarda ayrılma – bireyselleşme süreci ile bebek, anneyle tek bir varlık olma
durumundan çıkar. Libidosu ve motor kapasitesinin gelişimiyle de simbiyotik
yörünge dışında “nesne sürekliliği” kavramını geliştirir.
Klein’in kurama katkısı, bebeğin gelişimini ‘paranoid – şizoid pozisyon’
ve ‘depresif pozisyon’ larla açıklaması ve aynı açıklamayı psikotik
hastaların ilişkileri için de geçerli bulmasıdır. Erken dönemde bebek
henüz sentez ve bütünleştirme yeteneğine sahip değildir. İç dünya
parçalanmış, kopuk fanteziler halinde yaşanmakta, bütünlük arz
etmemektedir. Klein’in ‘paranoid – şizoid pozisyon’ olarak tanımladığı
dönemde bebek, ilkel psikoz benzeri savunmalarla kendisinin olumsuz
ve yıkıcı parçalarını anneye atfeder ve onunla birlikte tanır. Benliğin
yaşamı için temel olan ‘iyi anne’ fantezisini içe alır, kendiliğin saldırgan
‘kötü’ parçalarını böler ve diğer insana yansıtır.
Böylece benliği tehdit eden ‘kötü nesne’ bir başka insana yansıtıldığından
nesneye sahip olma ve kontrol etme mümkün olur (yansıtmalı özdeşleşme
düzeneği). Bu dönemde birey kendini dış dünyanın tehdidi altında hisseder
ve paranoid zulmedilme kaygısı taşır. Sevgiyi, ilgiyi algılamada yetersizdir. İç
dünyası dışında sevginin varlığını tanıyabilmesi için depresif pozisyona
geçmesi gerekir. Depresif dönemde bebek iyi ve kötü dış nesnelerin gerçekte
bir bütün oluşturduğunu görür. Saldırgan ve paranoid duygular beslenen
anne, sevilen anne ile bir ve aynı şeydir. Böylece nesne aşırı iyi ve aşırı kötü
yönlerinden arınıp daha gerçekçi bir tanıma kavuşurken saldırganlığın sevilen
nesneyi tahrip etmesinden kaynaklanan depresif kaygı duruma egemen olur.
İyi nesnelere karşı kendi saldırganlığını ve kötü olarak algıladığı zamanlarda
saldırdığı nesnelerin iyi yönlerini farketmekle yaşadığı suçluluk ve depresyon
duyguları, iyi nesnelerin korunmasını, benliğin korunmasından daha önemli
hale getirir.
‘Geçiş alanı’ kavramıyla Klein’dan farklı bir yol izleyen Winnicott’a göre
annenin bebeğin gereksinimlerine gösterdiği duyarlılık ’yeterince iyi’
olduğunda bebek anne üzerinde tümgüçlülük yanılsaması oluşturur. Bu ise iyi
anne işlevlerini içselleştirmesi için bebeğe yeterince güven sağlar. İç ve dış
dünya arasında koordinasyon sağlama özelliği taşıyan ‘geçiş alanı’ sayesinde
çocuk battaniyesini ya da oyuncak ayısını annesinden aldığı konforla aynı
duyguyu sağlamak için kullanabileceğini keşfeder. Bu geçiş nesnelerine sahip
oldukça, dış dünyaya hakim olabileceğini öğrenir. Alan, anne yerini geçen
geçiş nesneleri ile genişler, oyun ve kültürel yüceltmelerle gelişir. Daha sonra
annenin, bebeğin saldırganlığını azaltmayan, iyi ve kötü yanlarını
parçalamadan bir arada tutan ‘koruyucu bir çerçeve’ sağlaması ile bireyleşme
ve ayrılma gerçekleşir. Bebek kendi öfkesinin nesneye zarar vermediğini
görerek kendi tümgüçlülüğünden vazgeçer ve nesnenin ayrı bir varlık
olduğunu öğrenir.
Kuramın günümüzdeki temsilcilerinden biri olan Kernberg, doğuştan
gelen belirleyicilere çok büyük bir önem verir. Nesne dünyasının
oluşmasında erken duygusal deneyimleri temel almakla beraber, bu
deneyimlerin "iyi" veya "kötü" olarak algılanıp içselleştirilmesini
doğuştan gelen içgüdüsel eğilimlere bağlar. Kuramını insan
saldırganlığını açıklayacak bir eksene oturtur . İçgüdü, affekt ve dürtü
gibi biyolojik olguları ön plana çıkararak “hekimce” bir uslüp takınan
Kernberg psikanalizin tıpla yakınlaşmasını sağlamıştır.
İçe Alınmış Nesne
Jacobson, Kernberg ve Volkan’ın birçok psikanalitik teoriyi
bütünleştirerek geliştirdikleri “içe alınmış nesne ilişkileri” kuramında,
nesne ilişkilerinin ruhsal yapı içindeki temsillerinin, ilişkilerin
başlangıcındaki anı izlerinden, tümleşmiş, sürekli ve değişmeyen
temsillere kadar nasıl geliştiği ele alınmaktadır. Bu kuramın temelinde
yer alan bazı kavramlar ve tanımları şunlardır; “Kendilik” kavramı, dış
dünyada var olan diğer nesnelerden ayrı olarak yaşanan ve algılanan,
fiziksel ve ruhsal, bütün bir bireyi kapsar. “Kendilik imgesi”, bireyin
herhangi bir anda algılama, düşünme, duyumlar ve diğer işlevleri
kullanarak kendisi hakkında oluşturduğu yapıdır.
“Nesne imgesi” belli bir durum ve anda kendiliğin nesneyle olan
ilişkisinde, bu özel ilişkiye bağlı olarak nesne hakkında benlikte ortaya
çıkan duyumlar, düşünceler ve duyguların algılanmasıyla oluşan ruhsal
bir yapıdır. “Kendilik temsilcisi”, değişik durumlardaki kendilik
imgelerinin bir araya gelmesiyle oluşan, kendilik hakkındaki tümleşmiş,
özde pek değişmeyen ve sürekli kalan bir yapıdır. Nesnenin zihindeki
izdüşümü olan “nesne temsilcisi” ise, değişik durumlardaki nesne
imgelerinin bir araya gelmesiyle benlikte oluşan daha bütünleşmiş, özde
pek değişmeyen ve sürekli kalan bir yapıdır.
Erken gelişim dönemlerinden itibaren bireyselleşme sürecindeki
saplanmalar, sapmalar, aksamalar ruhsal gelişimde sorun yaratarak
patolojik sonuçlara neden olur. “İçe alınmış nesne ilişkileri” kuramında,
çocuğun psikolojik gelişimi ve bu gelişimdeki saplanmaların ortaya
çıkardığı tablolar şöyle açıklanmaktadır;
1 Normal otizm veya birincil ayrışmamış dönem:
Yaşamın ilk haftalarını kapsayan bu dönemde ilkel ve alt benlikten
henüz ayrılmamış benlik, yalnızca hoşnutluk ve hoşnutsuzluk
yaşantılarını ayırt edebilir. Anneyle ilişki sürdükçe bir yandan bu
yaşantıların anı izleri oluşurken, bir yandan da benlik gelişmeye başlar.
Bu döneme saplanma otistik psikozla sonuçlanır.
2 Normal simbiyoz veya birincil ayrışmamış kendilik – nesne temsilcileri
dönemi:
İlkel benlik, anı izleri üzerinde kendilik ve nesne imgesini kurmaya başlar.
Hoşnutluk yaşantılarıyla ilgili kendilik nesne imgelerini libidinal dürtülerle
“iyi” olarak, hoşnutsuzluk yaşantılarıyla ilgili kendilik – nesne imge ve
temsilcilerini agresif dürtülerle “kötü” olarak yatırır. Benliğin bütünleştirici
yetenekleri henüz gelişmediğinden bu “iyi” ve “kötü” kendilik – nesne imge
ve temsilcileri birbirinden ayrı olarak gelişir ve yarılmış gibi görülürler. Bu
dönemde saplanmanın yol açtığı simbiyotik psikozda kendilik – nesne imge
ve temsilcileri “kötü” taraftayken bu yönün dışa vurulmasında paranoid bir
durum, içte bırakılması halinde ise kendilik değerinde düşmeyle depresif bir
durum ortaya çıkar. Yarılma henüz stabilize olmadığı için bu dönemde
savunma olarak kendilik ve nesne birleşir, ayrılır, tekrar birleşir. Bu dönem 1-
2 ile 6-8 aylar arasını kapsar.
Kendilik nesne imge ve temsilcilerinin, nesne imge ve temsilcilerinden
ayırt edilmesi dönemi:
6-8 ile 18-36 aylar arasındaki bu dönemde yarılma sürer, benlik kendiliği
nesneden ayırt edilebilecek yeteneğe kavuşur. Ancak benliğin
bütünleştirici işlevleri gelişmediğinden “iyi” ve “kötü” taraftaki kendilik
ve nesne imge ve temsilcileri birleşmemiştir. Bu dönemde saplanma
sonucunda ortaya çıkan sınır olgular hem kendilerini, hem de nesneleri
bir bütün olarak, yani “iyi” ve “kötü” yanlarıyla bir arada göremezler.
Bunun yanında iyi ve kötü yanlarını da çevreye yansıtırlar.
“İyi” ve “kötü” kendilik ve nesne imge ve temsilcilerinin birleşmesi
dönemi :
Bu dönemde iyi ve kötü kendilik imge ve temsilcileri birleşip, tüm
kendilik temsilcisini, iyi ve kötü nesne imge ve temsilcileri birleşerek
tüm nesne temsilcisini oluşturur. Benliğin bu birleştirme işlemini
yapmasıyla yarılma sona erer, bastırma etkin bir savunma olarak ortaya
çıkar. 3. yaştan itibaren ödipal dönem boyunca süren bu dönemdeki
saplanmalar nörotik bozukluklar veya yüksek derecedeki kişilik
bozukluklarına yol açar.
Üçüncü dönemden dördüncü döneme geçiste bir saplanma olursa,
narsistik kişilik bozukluğu oluşur. Tam olarak ayrılmalarından önceki
kendilik-nesne ilişkisi olarak nitelendirebileceğimiz narsizmi Kernberg
şiddetli, dayanılmaz, oral sadistik öfke ve kıskançla ilgili erken
çatışmalara karşı bir korunma olarak görür. Bu dönemde çocuk ideal
kendilik ve nesne imgelerini, kendilerindeki tümgüçlü ve özel kendilik
temsilcisi ile birleştirerek büyüklenmeci kendiliği yaratır, öte yandan
engellenmiş, doyurulmamış diğer kendilik bölümünü bunun dışında
tutar. Bu dönemde hem yarılma, hem bastırma savunma mekanizması
olarak kullanılır.
Üst benliğin daha ileri bir düzeye gelişip, olgunlaşması ve kimliğin
daha ileri düzeyde bütünleşmesi dönemi:
Bütünleşmiş olan kendilik ve nesne temsilcilerinin bazı yönleri benlik ve
üst benlik içine absorbe olarak, daha olgunlaşmış bir kişilik gelişir.
SONUÇ OLARAK
Nesne ilişkileri yaklaşımı bireyin iç dünyasını ve kişiler arası ilişkilerini
anlamada psikiyatriste önemli bir araç sunar. Hasta-terapist ilişkisi,
hastanın aktarımları, yansıtmalı özdeşimleri, terapistin karşı
aktarımlarının yorumlanması aracılığı ile nesne ilişkilerini dönüştürebilir.
Hasta terapi sürecinde bu yeni kişilerarası duygusal deneyimleri
bütünleştirerek, olgun bir kendilik-nesne ilişkisine ulaşmayı başarabilir.
Oyun
Oyun; insanın var oluşundan bu yana her kültürde ve tüm zamanlarda
sürdürdüğü bir eylem, çeşitli yönlerden insanların ve hayvanların
gelişimine katkıda bulunan bir faaliyettir. Oyun, yaşamla birlikte başlar,
yaşamın her döneminde farklılaşarak ve gelişerek devam eder; farklı
ilgilerin ve gereksinimlerin doyurucu kaynağı olarak her zaman önemini
korur. Bu nedenle yazar, tarihçi, doktor, eğitimci ve psikolog gibi farklı
disiplinlerden araştırmacılar oyun ile ilgilenmiştir. Bu durum, oyunun
çok yönlülüğünü ortaya koymaktadır.
İlkçağdan günümüze kadar oyun hakkında farklı görüşler ileri sürülmüş,
farklı oyun tanımları yapılmıştır. Bu durum, oyunun ne olduğunun
bilinmesine rağmen oyunu tanımlamanın zor olduğunu gösterir. Oyunla
ilgili görüşlerden bazıları şunlardır:
• Aristotales: “Oyunlar, çocukların daha sonra ciddi olarak yapacakları
şeylerin provası olmalıdır.”
• Ouantilianus: “Çocuğa verilecek ilk eğitim oyun şeklinde olmalıdır.”
• Comenius: “Oyun önemli bir öğrenme aracıdır; disiplin ve düzen
kazanmada da önemli rolü vardır.”
• Rousseau: “Oyun çocukluk dönemindeki gelişimin doğal bir parçasıdır,
çocukları sevmeliyiz, oyun oynamalarına ve eğlenmelerine izin
vermeliyiz. Oyun ve neşe çocukların doğal hakkıdır.”
• Locke: “Derslerin daha çekici olmasını istiyorsanız çocuğun oyun
isteğinden faydalanınız.”
• Lombrosso: ”Oyun, çocuk için yetişkinlerin çalışmaları kadar ciddi, o
denli önemli bir uğraştır; çocuk için gelişimin bir yoludur ve çocuğun
oyun oynama gereksinimi vardır.”
• Fröbel: “Çocukta oyuna karşı içsel motivasyon vardır, bu nedenle
yetişkinlerin teşviğine gerek yoktur. Yetişkinin müdahalesi bu doğallığı
bozar, çocuğun oyun davranışını olumsuz etkiler.”
• Montessori: “Oyun çocuğun işidir. Daha uygun bir iş bulamadığında
oyun oynar.”
• Dewey: “Oyun, haz ve mutluluk veren, belirli bir sonuca varma amacı
olmadan yapılan faaliyetlerdir.”
Oyunla İlgili Kuramlar
19. yüzyıl itibariyle oyun ile ilgili görüşler yerini kuramlara bırakmaya
başlamıştır. Bu kuramlar ‘klasik kuramlar’ ve ‘çağdaş kuramlar’ olarak iki
ana başlık altında ele alınabilir.
Klasik Kuramlar
Çoğunlukla felsefi yorum şeklinde olan, deneysel çalışmalara
dayanmayan klasik kuramlar çocukların neden oyun oynadıklarını
açıklamaya çalışır.
• Fazla Enerji Kuramı
Şair Friedrich Schiller ve İngiliz filozof Herbert Spenser tarafından ortaya
konmuş bu kurama göre çocuk, metabolizmasının ürettiği enerjinin bir
kısmını yaşamını sürdürmek için harcar, diğer kısmını ise biriktirir.
Biriken bu fazla enerji baskıya neden olur, atılması gereklidir. Çocuk da
bu baskıdan kurtulmak, fazla enerjiyi harcamak için oyunu araç olarak
kullanır, yani oyun çocuğun enerjisini boşaltma yoludur.
Örneğin, sınıfta uzun süre hareketsiz kalan çocuklar harcayamadıkları,
biriken enerjilerini teneffüslerde oynayarak harcarlar. Çocuk, gerginlik
yaratan fazla enerjiyi atabildiği zaman sağlıklı bir dengeye kavuşur. Çok
oynayan çocuk bu nedenle sağlıklıdır. Oyunun şekli ve içeriği önemli
değildir. Bu bağlamda, oyun oynamak doğuştan gelen fizyolojik bir
gereksinim ve amaçsız bir eylemdir.
Ara
II. Oturum:
Grup üyelerinin tümünün aynı anda katılım sağlayacakları bir egzersiz.
Çember biçiminde ayakta durulur bir üye ortaya gelir. Gözleri kapatır,
dizlerini kırmadan kendini istediği bir yönde bırakır ve grubun diğer
üyeleri onu tutar ve çemberin içinde dolaştırırlar. Ortadaki üye
yeterince deneyim kazandıktan sonra diğer üyelerde sırasıyla bu
egzersizi tecrübe eder. Sonra paylaşım aşamasına geçilir. Amaç; üyeler
arasında güven oluşturmak ve aynı zamanda üyelerin günlük
yaşantılarında kurdukları ilişkilerinde güven duygusunu bedenleri
aracılığıyla anımsatmak.
IV. Hafta
I. Oturum:
Isınma:
Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile çalışmaya
başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve parmak
eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Grup üyeleri çiftler halinde karşılıklı dururlar ve üyelerden biri harekete
başlar (hareket başlangıcı ellerdir). Partneri onun yaptıklarını aynalar,
bir süre devam ettikten sonra yön veren eş değişir. Bu değişme; çiftin
kendi aralarında sözsüz olarak kendi zamanlarında yaparlar. Çalışma
bittikten sonra paylaşım aşamasına geçilir. Üyeler her iki durumda da
neler hissettiklerini anlatırlar.
Amaç; üyelerin yaşamlarında kurdukları ilişkilerde “karşı taraf”
farkındalığını yaratmak.
Müzik: Albinoni “Concerto for Trumpets Inc- Allegro Non Presto”
Ara
II. Oturum:
Bıcırca
Tüm grup üyelerinin aynı anda katılımının olduğu bir çalışma; üyeler
çiftler halinde karşılıklı ayakta dururlar ve uyduruk bir dilde birbirlerine
istedikleri bir şeyi anlatırlar. Daha sonra bıcırca konuşma bitirilir ve
paylaşım aşamasına geçilir.
V. Hafta
I. Oturum:
Isınma: Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile
çalışmaya başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve
parmak eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Tüm grup üyeleri alanda yürümeye başlar. Birbirleriyle sözsüz olarak
ilişki kurmaları istenir; önce olumlu, sonra olumsuz ilişkiler. Üyelerin
sözsüz ilişki kurma biçimleri kendi yaratıcılıklarına bırakılır. Üyeler
yeterince yaşantı biriktirdikten sonra çalışma sonlandırılır ve paylaşım
aşamasına geçilir.
Amaç; grup üyelerinin ilişki kurarken kendi tutumlarını ve güçlük
yaşadıkları noktaları spontanite içinde keşfetmelerini amaçlayan bir
egzersizdir.
Müzik: Albinoni “Sonata a Cincue Op.3-Allegro”
Ara
II. Oturum:
Kendini Anlattırma
Yönerge: Üyelere verilen kâğıdı ortadan ikiye çizgiyle ayırmaları söylenir.
Bir bölümüne kendilerinin kendilerini anlattıkları bir resim, diğer
bölüme de seçtikleri birinin kendilerini anlattıkları bir resim çizmeleri
istenir. Çalışmanın sonunda paylaşım aşamasına geçilir.
Amaç; kişilerin kendi gözlerinden ve başkalarının gözlerinden kendilerini
algılayışlarındaki farklılıklara ve benzerliklere dikkat çekmek.
VI. Hafta
I.Oturum:
Isınma: Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile
çalışmaya başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve
parmak eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Bu egzersizde grup üyelerine kendilerini temsil eden bir bitkiyi
seçmeleri istenir. Üyeler seçtikleri bitkilerin rollerine girerler ve
bitkilerin özelliklerini (adı, türü, halk arasında nasıl tanındığı, bulunduğu
yer… vb) tanıtırlar. Daha sonra üyeler bitkiler olarak neler hissettikleri
sorulur. Her bitkinin duygularını açıklandıktan sonra üyeler seçtikleri
bitkilerle kendi kişilikleri ve yakın zamanda yaşamakta oldukları şeyler
arasında bağlar kurarlar. Çalışma tamamlandıktan sonra paylaşım
aşamasına geçilir.
Müzik: Rue Du Soleil (Café Del Mar Dreams Vol.4) “In My Hearts”
Ara
II. Oturum:
Tüm grup üyeleri çember biçiminde ayaktadır. Çalışmaya nefesle
başlanır. Grup ikiye bölünür karşılıklı dururlar. Gözlerle ilişki kurmaya
başlarlar. Sonra tek sesle ve daha sonra da bilinmeyen bir dilde
konuşmaya başlarlar. Tüm bunlar olurken üyeler o andaki duyguları ile
karşılarındaki üyeyle ilişkiye geçerler. Grup yeterince deneyimledikten
sonra çalışma sona erer ve paylaşım aşamasına geçilir.
VII. Hafta
I. Oturum:
Isınma: Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile
çalışmaya başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve
parmak eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Taklit egzersizi yapıldı (Tüm grup üyeleri alanda karışık bir biçimde
yürürler, üyeler yürüme esnasında birini seçer ve onu taklit etmeye
başlar, eğer isterlerse seçtiği kişinin bu seansa kadar dikkatini çeken
özelliklerini de bulanabilecekleri söylendi. Amaç; üyelerin dikkat ve
konsantrasyon farkındalığı yaratmak.
Müzik: Nora Jones “More Than This (Roxy Music Cover)
Ara
II. Oturum:
Tüm grup üyeleri bir masanın etrafına oturur ve üyelerden “kendilerini
anlattıkları” bir öykü yazmaları istenir. Öykü yazımı bittikten sonra
istedikleri bir renkte kalem seçmeleri istenir ve öykülerini okumaları, bu
esnada da hoşlarına gitmeyen yerlerini seçtikleri renkli kalemlerle
çizmeleri istenir. Daha sonra paylaşım aşamasına geçilir. Oturum
sonunda gruba gelecek hafta yapılacak terapinin son olduğu hatırlatıldı.
VIII. Hafta
I.Oturum:
Isınma öncesinde gruba son hafta olduğu hatırlatıldı.
Isınma: Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile
çalışmaya başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve
parmak eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Üyeler kendi hayatlarını geçmiş, şimdi ve gelecek olarak grup üyeleri ile
oluşturdukları fotoğraflarla anlatmaları istenir. Paylaşım aşamasına
geçilir.
Müzik: Nora Jones “ Sunrise”
Ara
II. Oturum:
Bu oturumda geçen 7 hafta ve bugün yapılan I.oturumun
değerlendirilmesiyle ilgili paylaşım yapıldı. Grup üyelerine çalışmaya
katıldıkları için teşekkür edildi ve grup kapatıldı.