You are on page 1of 389

“Sanat, insanı parçalanmış bir durumdan birleşmiş bir bütüne

dönüştürebilir. İnsanın gerçekleri anlamasını sağlar ve onları dayanılır


bir biçime sokmasında yardımcı olur.”

Ernst FISCHER, ’’Sanatın Gerekliliği’’


SANAT TERAPİSİ EĞİTİMİ
1 Genel Giriş:
Antik Yunan da sanat ve delilik arsındaki ilişkiye bakış

2 Sanat Nedir?
Tanım

3 Sanat Tarihine Kısa Bakış:


İnsanlığın var olduğu zamandan günümüze sanat

4 Yaratıcılık Süreci:
5 Nesne İlişkileri Kuramı:
6 Oyun Kuramı:
7 Sanat ve Mental Hastalıklar:
8 Sanat Terapileri:
• Tanım
• Tarihçe
9 Sanat Terapisti:
• Tanım
10 Sanat Terapisinin Amacı:
11 Yöntem:
12 Kullanıldığı Yerler:
13 Sanat Terapisi Çeşitleri:
• A Müzik Terapisi:
• A.a. Tarihçe
• A.b. Tanım

B Dans-Haraket Terapisi:
• B.a. Tarihçe
• B.b. Tanım
• C Drama Terapi:
• C.a. Tarihçe
• C.b. Tanım

• D Diğer Sanat Terapileri:


• D.a. Resim Terapi
• D.b. Yazı Terapi
• D.c. Şiir Terapi
• D.d. Fotoğraf Terapi
• D.e. Sinema Terapi
14 Yaratıcı Tedaviler ve Rehabilitasyon İlişkisi:

15 Örnek Seanslar:

16 Kaynak Önerileri
Genel Giriş:
Antik Yunan da sanat ve delilik arsındaki ilişkiye bakış

“Komşudurlar deliliğe tüm büyük dehalar


Bir fiskede yıkılıverir aradaki duvarlar.”

J. Dryden
Antik Yunan mitolojisinde, tanrıların yaratma ile delilik arasındaki gidiş
gelişleri dramatik olarak tanımlanmıştır. Zeus’un bir ölümlüden doğan
oğlu olan Dionysos, (annesi Semele’dir) genç yaşta Hera tarafından
delilikle cezalandırılıp, epizodik olarak kendinden geçme ve coşkunluk
hali ile büyük ıstıraplar arasında gidip gelmeye mahkûm edilir (vecd).
Yunan dram, dans ve müzik tanrısı Dionysos, Olimpiyalıların en
güvensiziydi ve iki kez doğmuştu… Tanrılar arasında bir tek o ölümlü bir
kadından dünyaya gelmişti.
Olimpos’a sonradan gelen biri olarak orada her zaman kendisini bir
yabancı gibi hissetti ve dünya yüzünde verimli bir yaşamı oldu.
“Dionysos törenleri", şiddet ve üreme (yaratma), ya da “delilik “ ve
“akıl“ arasında gidiş gelişlerle doludur. Bu törenler, aynı zamanda
“kendini bilmenin”, kaos, şiddet ve yıkımdan geçerek ortaya çıktığına
dayanan çok eski inanışı da sembolize ederler.
Şiddet, kan ve ölüm (insan ve hayvanların kurban edilmesi) ile başlayan
tören, çoğu kez, yaşamın yenilenmesi, canlanma, sağlık kazanma,
kehanetler ve yaratıcı esinlenmelerle son bulur: şarabın ve bazı
halüsinojen mantarların tanrısı Dionysos, insanlara delilik ve şiddet ile
acı çektirir.
O aynı zamanda da üretkenlik tanrısıdır, yani doğadaki yaradılışın özü.
Dionysos, bir ölüyü yeraltı dünyasından çıkarıp yaşama döndürebilen
çok az sayıdaki tanrılardan biridir. Ölümden sonra yeniden doğuşu
sağlar. Vahşi danslar, şiddet, ölüm ve ardından gelen vecd dolu
tapınmalardan oluşan törenler, yapıları gereği döngüsel ve mevsimlerle
bağlantılı olup, hem ölümü hem de yeniden doğumu canlandırmaktadır.
Dionysos rahibelerine, tapınmaları sırasında coşkuyla kendilerinden
geçmeleri nedeniyle, maenad’lar ya da mainade’ ler (mania: çılgınlık)
denmiş, Dionysos’ un bu sarhoş hayranları tanrıyla dolu olur (entheos)
ve acı ya da yorgunluk hissetmezlerdi.

İki kez doğan Dionysos birbirine karşıt iki ruhun babası olmuş, onu
kutsayan dithyramb ise trajedi ve komediye bölünmüştür.
Platon Sokrates
Platon ve Sokrates zamanında, rahiplerin ve şairlerin tanrı ile, “genius“
denen “cin“leri aracılığıyla bağlantı kurduklarına inanılırdı (genius
latince: koruyucu ruh, aileyi ve devleti koruyan ve sürdüren kutsal eril
güç; yetenek anlamına gelir). Bu cinler kutsal delilik (divine madness )
kavramının temelini oluşturdular ve esin in yalnızca zihnin -bilinç kaybı,
acı çekme ve çile çekme gibi -bazı özel durumları sırasında gelebileceği
düşüncesi oluştu.
Sokrates der ki: “Tanrılardan biri, hazla elemi birleştirip karıştırmak
istemiş. Bunu başaramayınca ‘bari şunları kuyruklarından birbirine
bağlayalım’ demiş. Phaedrus adlı eserinde ise Sokrates kutsal delilikten
bahsederken: “Delilik, tanrının bir lütfu olarak görüldüğünde, bize
bağışlanan en büyük kutsamadır’’ der.
Her şeye bir isim veren eski insanlar delilikte gurur kırıcı ve alçaltıcı bir
şey görmediklerindendir ki, onu tüm sanatların en yücesi ile kehanet
sanatı ile yan yana kullanmışlardır ve “manik sanat" adını vermişlerdir…
Bu demektir ki, delilik aklı başında oluştan daha yüce bir şeydir. Delilik
tanrıdan gelir, aklı başındalık ise daha çok insana özgüdür.”
Platon, sanatsal “delilik”i ya da esin perileri tarafından hükmedilmeyi
tartışırken de: “Bir insan, şiirin kapısına esin perilerince hiç
dokunulmadan geldiyse ve sadece teknik bilginin onu iyi bir şair
yapacağını düşünüyorsa, o ve onun “sağlıklı” kompozisyonları asla
mükemmelliğe ulaşamazlar ve daima “esinlenmiş delinin” yaratılarının
gölgesinde kalırlar” cümlesini kurmuştur.
Sanat Nedir?
Sanat, insanla nesnel gerçeklik arasındaki estetik ilişki olarak
tanımlanmaktadır. Nesnel gerçeklik sanatçıda estetik biçimlerde yansır.
Sanat, insana, topluma ve toplumsal yaşama sıkı bir şekilde bağlıdır.
Sanatta öz ve biçim, ulusallık ve evrensellik, soyutla somut, duyusalla
düşünsel iç içedir ve birbirinden ayrılamaz.
Sanatçının bütün bu diyalektik karşıtlıkları örgensel (organik) bir
bütünlüğe kavuşturma biçimi, içinde yaşadığı tarihsel dönemin ve
koşulların oluşturduğu dünya görüşüne bağlıdır. Auguste Rodin, sanatı
dünyayı anlamak ve anlatmak isteyen bir düşünce çabası olarak
tanımlar.
Tolstoy'un sanat tanımı ise şöyledir: “Sanat insanın bir zaman duymuş
olduğu bir duyguyu kendinde canlandırdıktan sonra aynı duyguyu
başkalarının da duyabilmesi için hareket, çizgi, renk, ses ya da
sözcüklerde belirlenmiş biçimler aracılığı ile onlara aktarmasıdır”. Sanat
yaratmaktır. Guayu'nun söylediği gibi, insanın doğa içerisinde sürüp
gitmesidir. Albrecht Dürer’e göre sanat doğanın içindedir, sanatçı bunu
oradan çıkarabilendir.
Sanatsal eylem algılamayla başlar. Sanatın doğması için algılanan varlık
yani “Ben olmayan” şarttır. Bununla birlikte sanat salt nesnellikle de
açıklanamaz. Öznellik “Ben olmayan” a etki yapmazsa sanat değil
günlük yaşam ya da gerçek varlığın kendisi ortaya çıkar. Sanat nesnelin
algılanıp öznelin algı üzerine etki yapmasıdır. Ama burada da bitmez
sanatsal eylem, öznele algıyı etkileyebilmek için de bir güç gerekir,
“Ben”in, başka bir deyişle “Ussal”ın dışında bir güç.
İşte bütün bunların toplamı olan, yani sanatsal yaratım demek olan öz,
ilk sanattan bugüne değin hep aynı özdür. Sanatta değişmeyen tek şey
odur. Onu bulabilmek için sanatın en yalın, en basit olduğu zamana
sanatın başlangıcına bakmak gerekir. Ernest Fischer sanatın büyüden
çıktığını söylemiştir. İlk sanatçı, yani büyücü, niçin vücudunu boyuyor,
ilkel şiirler söylüyor ya da bu törene katılan insanlar niçin dans
ediyorlardı?
Büyünün nedeni açıktır. Aşkın varlıktan, doğaüstünden yardım istemek.
Öyleyse başlangıcında sanatın özü şuydu: Bilmediği, bir çok şeyi
anlayamadığı, en acı şeylerle en güçlü zevkleri tattığı bir evrende
kendini bulan insan yalnızlığının, bilgisizliğinin, güçsüzlüğünün bilincine
varmış, üstün bildiği bir varlıktan güç istiyor, ona sığınıyordu.
Sanatın öyküsünü başlatan büyüsel düşünce, hekimliğin ve ruh
hekimliğinin de başlangıcında yer alır. Doğa karşısında çoğu kez güçsüz
ve çaresiz kalan ilkel insan hastalıklara, korku verici olaylara, sıkıntıya,
bunaltıya karşı büyüsel düşünceye sığınmış, bu düşünce biçimi ise,
sağaltımı üstlenen kişiler olarak büyücü hekimleri doğurmuştur. Ressam
Mondrian sanatın belki de bir gün ortadan kalkabileceğini ileri sürüyor
ve “Hayat dengeye kavuştukça sanat ortadan kalkacaktır” iddiasında
bulunuyordu.
Sanatın insanın kendi içinde ve çevresiyle ilişkilerinde bir denge
sağlaması işlevini ve gerekliliğini vurgulayan bu iddia, bireyin kendisiyle
ve çevresiyle barış içinde, sürekli bir denge, düzen, uyum çabası içinde
oluşunu hedefleyen ruh hekimliği için de geçerli olabilir belki.
Aristoteles'e göre, yalan olsun olmasın sanatın belli bir değeri vardır
çünkü sanat bir tür tedavi biçimidir ve tehlikeli duyguları uyandırıp
bunları arıttığı için sağlık açısından yararlıdır.
Tarih öncesi ilkel toplulukların mağara duvarlarına resmedilmiş
ürünleriyle başlayan sanatın uzun yolculuğu, süreç içinde farklı boyutlar
kazanmıştır. Günümüzün çağdaş sanat anlayışına uzanan yolda doğanın
olduğu gibi taklit edilmesinden kavram arayışına geçilmiş, doğayla
bağlarını koparan sanat, yaratma özgürlüğüne kavuşarak evrene açılmış,
giderek sanat yaşamla bütünleşmeye başlamış ve seyirlik müze eşyası
olma rolünün reddi ile yaşama karışma ve ona biçim verme rolünü
üstlenmiştir.
Platon'un sanatçıyı “Tanrılar tarafından kutsal bir çılgınlık verilen kişi”
olarak tanımladığı Eski Yunan'dan bu yana dâhilik ile delilik arasındaki
olası bağ en eski ve en süreğen kültürel tartışmalardan biri olma
niteliğini sürdüre gelmiştir. Susan Sontag'a göre sanatçı ızdırap çeken
kişidir. Modern bilinç açısından sanatçı (azizin yerini alarak) örnek bir
çilekeş olmuştur. Sanatçı hem acı çekmenin en derin katmanlarına
inmiş, hem de acısını yüceltmede (Freud'cu anlamda değil kelime
anlamında) profesyonel bir yöntem keşfetmiştir. Sanatçı bir insan olarak
çektiği acıyı sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş
kişidir.
SANAT TARİHİNE KISA BAKIŞ
’’Geçmiş 3000 yılının hesabını vermeyen insan, günü birlik yaşan
insandır.’’

Goethe
Sanat tarihini bilip kavramak aynı zamanda dünya tarihini anlamakta
yeni kapıların açılmasına neden olur. Sanat tarihinden bahsederken
diğer tarih yazılımlarında da olduğu gibi Avrupa-Batı eksenli bir
perspektiften olayı ele alınması gerekmektedir. Bunun nedeni İslam
toplumlarındaki tasvir yasağından kaynaklıdır. Zaten takdir edilirse İslam
dışı toplumlarda ve özellikle Batı toplumunda sanat kavramının bu
kadar gelişmesi; mimarî, heykel, genel olarak tüm plastik sanatlar ve
resim sanatı, hatta modern çağda gelişmiş̧ olan performans sanatı,
tasvir yasağının başlangıçta sadece bir takım motiflerle sınırlı olması ve
git gide tamamen ortadan kalkmasına bağlıdır.
Sanatın başlangıçta dinsel düşünce için salt araç olarak görülmesi,
hümanizm, sekülarite gibi düşünce akımlarıyla birlikteyse bu algının
tamamen değişime uğrayıp l’ art pour l’ art –sanat için sanat- algısına
dönüşmesiyle doğrudan ilintilidir. Batı toplumlarında ( ve bazı Uzakdoğu
kültürlerinde) sanat algısının değişime uğraması toplumun ekonomik,
düşünsel, dini ve algısal bir takım değişimlere uğramasıyla birlikte
sürekli bir metamorfoz yaşamıştır.
Sanatın Başlangıcı
İnsanlığın var olmasıyla birlikte Sanat eserlerinin de var olduklarını
gözlemleyebiliyoruz. Paleolitik dönemden kalma bazı mağara resimleri
insanlığın erken çağlarında dahi görsellik arayışına girdiğini
kanıtlamaktadır. Ancak bu mağara resimlerinin hangi amaçla yapıldıkları
tartışılmakla birlikte, bazıları, parmak ve basit aletlerle boyanmış olan
bu duvarların yeni avcılara örneklik ve rehberlik etme amacını
taşıdıkları, bazı araştırmacılar ise bu resimlerin daha erken dönemde
tapınma işlevini gördüklerine inanmaktadırlar.
Neolitik döneme gelindiğinde ise, insanlığın heykelciliğin en primitif hali
olarak adlandırabileceğimiz bir çeşit taş oymacılığına başladığını
görmekteyiz. Bu dönemden gelen bir takım Arco diTrento’da bulunan
tanrıça heykelleri ve Stonehenge trilithleri gibi mimari yapılar,
insanlığın, sanatını tapınma için kullandığını ve sanatın dini hayatta
önemli bir rol üslendiğini göstermektedir. Ancak bu eserlerdeki
tasvirlerin aşırı abstre (soyut) olmaları ve yazının henüz icat edilmemiş
olması, eserleri yorumlamayı zorlaştırmaktadır.
Antik Çağ’da Sanat
Mısır
Mısır antik çağda en görkemli eserlerini veren medeniyetlerden biridir. Verimli
topraklarının olması ve kireç taşlarına kolay ulaşabilmesi nedeniyle en görkemli
mimari yapıları ortaya koymuştur. Mısır’ da sanatın firavunun hegemonyasını,
kudretini ve tanrısallığını vurgulamak, tanrıları tasvir etmek ve ritüel ve dini hayatı
kayda geçirmek için kullanıldığını görülmektedir. Özellikle Plastik sanatların geliştiği
bu dönemde, Firavun ve Tanrıların vasıfları, işlev alanları ve egemenlikleriyle tasvir
edebilmek için, inanılmaz boyutlarda yapılan heykellere rastlamaktadır. Neolitik
dönemde karşımıza çıkan duvar resimleri, Mısır uygarlığında daha da geliştirilmiş,
hiyeroglifler, boyutlu insan ve cisim resimleriyle görkemli bir hale gelmiştir.
Mısır sanatında zengin bir ikonografyaya rastlanmaktadır, örneğin
başında güneşi taşıyan Hathor tanrıçası, doğan güneşin Tanrısı Khepri’
ye ait olan Skarabeus böceği, gibi. Mısır’daki sanat rahiplerin ve
firavunun katı denetimi ve kodeksine bağlıydı. Örneğin Tuthmosis III.’e
ait olan bir heykel onu firavun emareleri ile birlikte, önden, simetrik ve
kudretine yakışır biçimde statik halde gösterir. Mimarisi oldukça meşhur
olan Mısır, tanrıların hiyerarşik yapısını göğe doğru sivrilerek gösteren
Mastabalar ve daha sonra Piramitler, Obeliskler ve büyük, simetrik
yapılı, sütunlarla çevrilmiş tapınaklarıyla, mimariyi çağında en yükseğe
götürmüş olan medeniyettir.
Theben Nekropolundaki yer altı mezarları ve Piramitlerdeki duvar
tasvirleri, sanatın Mısır’da öteki dünyayı tasvir etmek ve ölülerin
selametini garanti etmek için kullanıldığını gösterir. Bu mezarların en
görkemlilerinden biri şüphesiz II. Ramses’in karısı Nefertari için yapılmış
olanıdır. Bu resimlerdeki özellik tek boyutlu olarak çizilmiş olmalarıdır ki
bu, her türlü önemli sembolik ve ikonografik önem taşıyan detayı
kaçırmamak içindir. İnsan tasvirleri genelde realist olmaktan ziyade
şematik ve bazı geleneksel kalıplara uygun biçimde tasarlanmıştır, bu
tasvirler şahısların görüntülerini resmetmektense öteki dünyada önemli
olan asıl mahiyetlerini anlatmaya çalışır.
Mısır Sanatı Örnekleri
Mezopotamya
Sümer ve Asurlular’ın eserleri günümüzde hala mevcuttur ve en az
Mısır sanatı kadar göz kamaştırıcıdır. İştar kapısından da görüldüğü
üzere hayvan motifleri ki bunların arasında aslan, yaban hayvanlar, boğa
ve ejderhalar en tercih edilenleridir, seçilmiştir. Şehirleri adeta antik
metropol görünümünde olup, kralları mutlak iktidar sahibi ve
saltanatlarını büyük ve ihtişamlı saraylarla ilan etmekteydiler.
Bu sarayların girişlerinde, Mısır’daki Sfenks’lere benzer, hayvan
gövdesiyle kralın başı birleştirilmiş heykeller bulunmaktadır. Bu
heykeller, saltanat sahibini yüceltmek için, güçlü hayvanların unsurlarını
taşımaktaydı.
Duvar rölyefleri çoğu zaman av sahneleri, tanzim sahneleri ve savaş
sahnelerini barındırmaktaydı. Mezopotamya sanatında, tıpkı Mısır’da
olduğu gibi, rölyeflerdeki resimler hiçbir detayı kaçırmamak adına tek
boyutlu olarak çizilmişlerdi. Tanrı tasvirleri, hayvan unsurları ve insan
unsurlarını birleştirmekteydi. Mezopotamya mimarisinden söz
edildiğinde ilk akla gelen Zigguratlar’ dır.
Bunlar yıldızları gözlemleme ve tapınma ritüellerini gerçekleştirmek için
yapılmış olan, terası bulunan ve Mastabalara benzeyen tapınak
kuleleridirler. Ancak piramitlerin aksine Zigguratların üstü düz olup,
dikdörtgen, oval ya da kare platformlar üzerine kurulmuş çeşitleri
mevcuttu.
Üst kısma kadar uzanan bir rampa ile en ulu tanrı Marduk’un, aynı
zamanda baş rahibi olan Kralla görüşmesi sembolik biçimde tasvir
edilmekteydi. Buradan aynı zamanda astronomi ve yıldız biliminde
temayüz etmiş olan bilim adamları yıldız gözlemlerini
gerçekleştirmektelerdi. Antik çağdan bu zamana kadar aktarılmış olan
burç tasvirleri Mezopotamya bilim adamlarının verilerini sanatsal
biçimde ifade etmelerinin ürünüdür.
Bu yıldız resimleri antik çağdan bu yana birçok sanatçının eserinde aynı
şekilde aktarılmıştır. Mezopotamya sanat mimarisinden aktarılmış olan
bir diğer önemli motif ise, Babil kulesidir. Özellikle kutsal kitapta
anılmasıyla birlikte, Babil kulesi Hristiyan kültüründe ve böylece
sanatında farklı değişimlere uğramış ve geleneksel olarak insanın ilahi
kudret karşısındaki kibrinin onun düşüşüne sebep olacağı sembolizmini
taşımıştır.
Bu antik motifi ortaçağdaki sanat algısıyla ihya edenler arasında
Hollandalı ressam Pieter Bruegel (‘’Babil kulesi’’); modern dönemde
film sanatıyla yeni bir yoruma tabi tutan bir diğer isim de John Huston
(‘’The Bible’’ 1966) olmuştur.
Mezopotamya Sanatından Örnekler
Girit Adası’nda Sanat
Girit adası sanatı Doğu Akdeniz havrasının tabiatında ortaya çıkmıştır.
Girit sanatı özellikle saraylarıyla ünlüdür. Krallarının en meşhuru olan
Minos ve onun şeceresinin mitleri daha sonra Antik yunan kültüründen
Roma’ya, oradan da Batı Hristiyan kültürünü etkilemiştir. El sanatı ve
işçiliğinde çömlekçi tornasının kullanıldığı Girit’te, deniz motifleriyle
süslenmiş zarif vazo ve kaplar yapılmaktaydı. Adalı ve maharetli deniz
tüccarları olmaları sebebiyle Giritliler, sanatlarını diğer Akdenizlilere
satmışlardır. Tanrı figürlerinde bir çeşit Magna Mater olarak
adlandırabileceğimiz bir bereket tanrıçası tasvirine rastlamaktadır.
Bu tanrıça Girit kadınlarının geleneksel kıyafeti, ellerinde zaman zaman
yılanlar, zaman zaman başaklar, göğüsleri açık ve başında bir kedi olarak
canlandırılmaktaydı. Girit sanatında bereketin bir diğer motifi de
boğadır. Bu kutsal hayvan çoğu kez kurban işlevini görmek, ritüeller,
akrobatik turnuvalarda bulunmakla, birçok sanat eserine motif
olmuştur. Girit adasıyla ilişkilendirilen ve Yunan antik mitolojisinden çok
daha eski olduğu tahmin edilen Minotaurus miti, bazı Girit rölyeflerinde
bulunmaktadır. Bu mit çağları aşmış ve modern çağda dahi bir çok sanat
eserine motif olmuştur.
Örneğin Pablo Picasso kendine has üslubu ile bu miti tekrar
yorumlamış (‘’Minotaurus’’, 1936); İspanyol boğa savaşları
(Corrida) ile irtibatlandırmış ve hatta Naziler ve Fransisco
Franco birliklerinin İspanya iç savaşı esnasında Guernica şehrinde
yaptıkları soy kırımı ele alan meşhur resminde (Guernica, 1937) boğayı
merkezi bir sembol olarak kullanmıştır.
Girit sanatı örenkleri
Antik Yunan Sanatı
Antik Yunan’da Plastik sanatlar özellikle önem
taşımaktadır. Doğunun plastik sanatlarında görülen
statiklik, durağanlık ve frontal açı erken Yunan plastik
sanatında gözlemlenebilir. İlk motiflerden biri genç,
atletik ve kaslı bir görünüm arz eden Kuroslardır. Bu
heykeller Apollon tanrısına adanır, ya da herhangi bir
savaş kahramanına atfedilir. Erken klasik dönemde Kuros
tiplemesinin yerini Epheben motifi almıştır. Daha rahat
bir pozisyon ve duruş sergileyen bu genç adam, özellikle
Olimpik oyunlar ve atletizm kültünün oluşturduğu bir
Epheben
motiftir. Kuros
Aynı şekilde Atena’ya adanmış olan ve aristokrat, neşeli,
zarif ve güzel kız tipini yansıtan Kore’ler de erken klasik
dönemin motiflerindendir. Tüm bu tasvirler, ideal, güzel,
asalet dolu bir insan tipini yansıtmaktadırlar. Yunan
Felsefesi insanı mahlukâtın en mükemmeline yükseltirken,
Yunan sanatı da insanın dış görünümünü buna uyarlamıştır.
Klasik dönem plastik sanatında ise durağanlığın ve statik
duruşun azaldığını ve hareketli pozların ele alındığını
görülmektedir.
Polyklet (yaklaşık MÖ 5.yy), heykellerdeki hareketliliğin ilk
ustasıdır ve kendisinden sonra gelenleri geç dönemlere kadar
etkilemiştir. ‘’Kanon’’ olarak adlandırdığı teorik sanat metninde,
insan vücudunun en ideal proporsyonlarını ele almaktadır.
Yunan sanatı yıllar geçtikçe insan idealini daha da geliştirmiştir.
Öyle ki sonraları Lysippos (MÖ 4.yy) gibileri heykellerinde küçük
bir anı yakalamaya çalışmışlardır. Statiği sağlayabilmek için bu
heykellerde bir destek bulunmaktadır. Bu sanatkârların
istedikleri, heykelin sadece bir açıdan önemli olması değil,
etrafında dönülüp her açıdan enteresan kılınmasıdır.
Heykellerin birçoğu kahramanlar, krallar ve ideal insanı resmetmekle
birlikte, özellikle Tanrıları ve onlara bağlı olan ikonografyayı
resmetmektedirler. Magna Mater’in yerini erkek Tanrı Zeus ile dolduran
Yunanlılar, onu ve soyundan gelen diğer tanrıları normal insanlara
benzer şekilde tasvir etmişlerdir. Bu tanrılar doğu Mezopotamya
dinlerinde olduğu gibi ürkütücü değil, şaşırtıcı biçimde insancıldırlar.
Dolayısıyla Yunan ozanları tanrılarının tasavvurlarını şiirlerinde inşa
ederken, Yunan sanatçıları da bu tasavvuru görselliğe dökmüşlerdir.
Hatta mitolojiyi anlatan bu heykel ve tasvirlerin daha sonraki dinlerde
kutsal kitabın gördüğü işlevi gördüklerini söylesek pek de yanlış
olmayacaktır. Yunan tanrılarına atfedilen bir takım vasıflar ve mitlerine
bağlı olan nesneler onların tanınmasını sağlamaktadır. Öyle ki sonraki
Batı sanatında tanrılar motifleriyle birlikte tekrar ve yeniden
yorumlanarak ele alınmaktadır. Yunanlıların sanatı insan motifi üzerine
kurmaları, sanatlarını interaktif bir hale gelmesini sağlamış ve sanat
eserine bakan kişiyle iletişime geçmesini sağlamıştır.
Chaironeia savaşındaki mağlubiyetten sonra (MÖ 338) Yunanlılar
Makedon hegemonyası altına girmişlerdir. Helenizm olarak adlandırılan
bu evrede, birçok siyasi, ekonomik ve sosyal krizle karşı karşıya
kalmışlar, kültürel hayat ve sanat merkezleri Alexandria, Pergamon,
Rhodos ve Antiochia gibi Yunanistan dışında kalan merkezlere
taşınmıştır. Büyük İskender’den sonra devleti miras alanlar onu kendi
aralarında bölüştürmüşler ve aynı zamanda farklı yerlerde birçok Sanat
ekolü/akademisi kurmuşlardır.
Helenizm’in düşünce ve kültürünü derinden etkileyen Aristoteles’in
felsefesi, duyusal algıları insanın kendisini ve çevresini idrak
edebilmesinin bir aracı olarak takdim etmişti. Şüphesiz bu kabul
kendisini Helenistik sanatta da göstermiştir. Helenistik dönem
sanatçıları insan tasvirlerini idealist olmaktan ziyade yüzlerindeki ifadeyi
ortaya çıkarmaya çalışmışlardır. Helenist düşüncede hâkim olan insanın
özgünlüğüdür. Klasik dönemde sadece özel ve ideal tipler tasvir
edilirken, Helenist dönemde her türlü insan ele alınmıştır.
Gerçekliğin doğrudan gözlemlenmesi ön plana gelmiştir. Şimdiye kadar
yaşlılık, küçük kusurlar gibi vasıflar gizlenirken Helenist dönemde
gizlenmeksizin ele alınmıştır. Yunan mimarisi denince ilk akla gelen
dorik tapınaklardır. Şehirlerdeki hayat üç önemli mekan çevresinde
düzenlenmiştir, sosyal, ekonomik hayatın olduğu Agora (meydan),
kutsal mekânı oluşturan tapınaklar ve halkın oyunlarıyla hem
eğlendirilip hem de eğitildiği tiyatrolar. Şehrin geneli basit bir görünüm
arz etse de, tapınakları ihtişamlıdır.
Yunan uygarlığının ilk şehirleri, yöneticilerin oturduğu Akropol denilen
yüksek tepelere kurulmuştur. Şehirlerin etrafı kalın ve yüksek surlarla
çevrilmiştir. Yunan sanatının esas yapı biçimi, tapınaktır. Tapınak
tanrının evi olarak sayılır. Tanrıya ait kutsal eşyaların ve tanrı heykelini
korumak üzere yapılmıştır. Bu nedenle ibadet edilecek yer değildir.
Tapınak,Megaron ev tipinden geçmiştir. Ortada bir sella ve önünde bir
sütun sisteminin üzerine gelen alınlıklı bir eğik çatıdan oluşur.
Tapınağın içinde şehrin hâmisi konumunda olan Tanrı veya Tanrıçanın
büyük heykeli bulunur. Bazı Yunanların Sicilya adasına göç etmeleriyle
birlikte Dorik tapınak türü batı Yunanistan’a kadar yayılmıştır. Yunan
tiyatroları ise tamamen profan bir yapı arz etmektedirler. Yunan
mimarisi günümüze kadar gelmiş ve Klasisizm stili olarak hala
kullanılmaktadır.
Etrüsk sanatı:

Etrüsk sanatı İber yarımadasında MÖ 8. İle MÖ 3.yüzyıllar arasında


meydana gelmiştir. Etrüsk sanatının en büyük ve aynı zamanda Roma
sanatına da intikal eden unsuru kemerli yapılarıdır. Bu ve kubbeli
Nekropol yapıları belki de onların Anadolu kökenli olmalarından
kaynaklanıyor olabilir. Etrüsklerin mahir oldukları bir diğer sanat türü de
terakota yapımıdır.
Etrüsklerin mahir oldukları bir diğer sanat türü de terakota yapımıdır.
İnsan heykellerini ölünün külünü saklamak için yapan Etrüskler, daha
sonra tabutlarda kullanılmışlardır. Etrüsklerin stili ise Yunan stiline çok
fazla benzer. Ayrıca onlar insan yüzü betimlemelerinde güleç ve
mutluluk saçan ifadeleri kullanmışlardır.
Roma sanatı:

Romalılar Etrüsklerden miras aldıkları kemerli yapıyı hemen her yapıda


kullanmışlardır. Bu kemerli yapıların binlercesinin bir diğerine
kenetlenmesiyle meşhur aequeductlar oluşmuş ve Roma’nın refahını
suları şehrin ve şehir dışına kadar her yere ulaştırmakla yaymıştır.
Her ne kadar Roma mimarisi ilk bakışta Yunan mimarisini andırsa da,
Romalıların farklı şeylere kutsallık atfetmelerinde oluşmuştur: tanrıların
yerini, kendisi kutsal olan ve Tanrıların iradesiyle kurulmuş olan Roma
şehri almıştır. Roma’daki kentsel ve kültürel hayat adeta bir ritüel ve dini
ibadet haline gelmiş ve civitas’ın birlik ve düzenini sağlamış, Roma’yı bir
ideal haline getirmiştir.
Roma’daki Colosseum ya da diğer ismiyle amphitheatrum flavicum bu
kutsallığın zirvesini yansıtmaktadır. Burada yapılan Gladyatör savaşları,
at yarışları ve olimpik turnuvalar şehrin insanını bir araya getirecek,
adeta bir cemaat şuuru yaratacak ve aynı zamanda Caesar’ın gücüne
güç katacaktı. Colosseum’un antik çağda mermer ile kaplı olması da
onun ihtişam ve dinselliğini arttırmıştır. Forum Romanum, Yunan kent
yapısında karşımıza çıkan tapınak ve meydanın merkezî olmasını
yansıtsa da, zamanla buranın işlevi azalmış ve tiyatro ve hamam gibi
eğlence mekânları Forum’da toplanan Senatus’yu bastırmaya çalışan
Caesar’lar tarafından inşa edilmiştir.
Kubbeli yapıların Roma döneminde şaheseri olarak
anılanı Pantheon’dur. Kubbenin iç kısmı, oyulmuş
dörtgenlerden oluşur ve böylelikle kubbedeki ağırlığı
hafifletmiştir. Bu teknik daha sonraları da birçok kubbeli
eserde karşımıza çıkmaktadır. Emperyal dönemdeki
mimaride pratik kullanımın ve estetik görüntünün
dışında, eserlerin güç, ihtişam ve başarıyı anlatmaları
hedeflenmişti. Belki de bu yüzden bu eserler sonraki
asırlarda emperyalist güce sahip olmayı hedefleyen
krallar ve yöneticilerin yaptırdıkları eserlerine örnek
olmuşlardır (Hitler’in Berlin rüyası ya da Napolyon’un Pantheon

yapıtları gibi).
Roma heykelcilik sanatı Yunan heykelciliğinin büyüsünde
kalmış ancak özgünleşememiştir. Ancak Romalıların
özgünleştikleri sanat türü portre olmuştur. Burada ise yine
estetikten ziyade, atalar kültüne de hizmet edecek şekilde,
kişinin konumu, duruşu, yüzündeki ifade idealize edilmiştir.
Fakat idealize edilmiş olmakla birlikte bu portre heykeller
realist biçimde resm edilmiştir. Heykellerde genel olarak
sembolik el hareketleri önem arz etmektedir. Sağ ele pozitif
anlam yükleyen Romalı heykeltıraşlar, örneğin Marc Aurel’i
atın üstünde gösteren heykelde özellikle el hareketinde titizlik
göstermiş ve yanlış anlaşılmaması için ince işçilik
göstermişlerdir.
Erken dönem Hristiyanlık
Erken dönem Hristiyanlık Roma döneminde yaşadığı baskıyla baş
etmek zorunda kalmıştır. Gizli katakomplarda buluşan ilk
Hristiyanlar, Roma yönetimine ifşa olmamak için şifre ve kodlar
kullanmak zorunda kalmıştır. Doğal olarak bu şifre ve kodların
birçoğu resimlerden oluşmaktaydı. Örneğin Zeytin ağacının dalı,
Ekmek, Balık ve Bülbül sembolizmi bu dönemde gelişmiş, sonraki
Hristiyanlık için de sembol olma işlevlerini sürdürmüşlerdir.
Resimsiz bir din olan Yahudilikten neşetmiş olan Hristiyanlık,
yayıldığı pagan toplumun resim ve tasvir düşkünlüğünden
kopamamış ve bunları Hristiyanlaştırmıştır.
Katakompların içindeki duvar resimleri basit
olmakla birlikte, anlatımsal ve dramatik bir veçhe
taşımaktaydı. Pagan kültüründen alınan ve
Hristiyanlığa uyarlanan bir takım sembolizm taşıyıcı
motifler bu devirde mevcuttu, örneğin ‘iyi çoban’
motifinin Hristiyanları kurtuluşa götüren İsa’ya
yorumlanması gibi. Bu resimlerdeki özellik bunların
sadece ve sadece Hristiyan olanlar tarafından
anlaşılabilmesi idi. Bu açıdan ilk dönem
Hristiyanlıktaki sanatın önemi kendisini
işlevselliğinde ve pragmatizminde göstermekteydi.
Tıpkı pagan toplumlarda olduğu gibi sanat sanat için değil, tanrı, tanrı
mesajı ve tanrı davası için bir araç halindeydi. Hrisityanlik’taki Plastik
sanat da ölüler kültüne hizmet etmekteydi. İlk kiliseler –Basilica’lar-
Konstantin devrinde Hristiyanlığın kabul edilmesinden sonra,
Romalıların dünyevi meseleler için toplandıkları büyük, Roma
mimarisine uygun, uzunlamasına bir dörtgen görünümünde olan, iç
kısmının uzun tarafında sütunları bulunan binalar idi. Dolayısıyla yine
pagan kültürün sanat anlayışını miras alınmıştı.
Bizans
Doğu Roma İmparatorluğunun sanat anlayışı başkenti
Konstantinopolis’ten tüm devlete yayılmaktaydı.
Bizans’ın sanat anlayışı çok gelişmiş ve çeşitli unsurları
içinde barındırmaktaydı: Batı Roma mirasını ve
oryantal sanatı bir araya getirmekteydi. Mimarisine
bakıldığında kubbeli, çok kenarlı çatılar, Roma stilinde
heykeller, sütunlar ve kemerler görünmekteydi. Bu
şekilde binaları sıkıcı olmaktan ziyade her taraftan
izlenebilen, ilgi çekici bir veçhe taşımaktaydı.
Sütün süslemelerinde Roma unsurlarından ziyade oryantal motiflerin
yer almasını doğudan gelen ustalarına borçluydu. Ancak bu ustaların en
fazla maharet gösterdikleri mozaik sanatı olmuştur. Motiflerinde dini
figürleri kullanan Bizanslı ustalar, İsa Mesih, Melekler ve Havarileri tıpkı
birer Bizanslı gibi resmetmişler, İsa’yı Romalı Sezarlar gibi dünya küresi
üzerinde oturmuş, dünya hâkimiyeti kurmuş biçimde tasvir etmişlerdir.
Mozaiklerde katı biçimde ifade, herhangi özgün tavır ve natüralizmden
kaçınan mozaik ustaları, Bizans devleti, dini ve mantalitesini yansıtması
için, kıyafet, duruş, renk sembolizmi ve eşya sembolizmi
geliştirmişlerdir. Mozaik motiflerinin natüralist olmaması, Taşların ve
altının ihtişamı ve bakışların ifadesizliği Bizans devletinin
dokunulmazlığını yansıtmak üzere kurgulanmıştır adeta.
Ortaçağ
Ortaçağın ilk yüzyıllarında istila edilmiş ve baskı altında tutulan geç
dönem antik Avrupası yıkılmış, ekonomisi ve ticareti büyük darbeler
almıştır. Böyle dönemlerde insanların yüzlerini yabancı kültürlere
çevirmeleri doğaldır ve nitekim Avrupalılar gözlerini Kuzey halklarının
sanatına ve Arapların sanatına açmışlardır. Bu sebepten dolayı, coğrafi
ve komşuluk konumuna bağlı olarak sanatta farklı kültürlerden
etkilenme meydana gelmiştir. Birinci yüzyılın sonlarında doğru ise
Hristiyan Batı dünyasında, en büyük vasıfları dini gerilim olan, bünye ve
içyapılar oluşmuştur.
Tarikatların ve Manastırların yaygınlaşması öte yandan büyük şehirlerin
kurulması bunun bir sonucudur. Sanatçılar hünerlerini göstermek için
ücra da kalmış olan manastırlardan büyük katedrallere kadar geniş bir
yelpazede alan bulmuşlardır.
Romanesk Sanat

Romanesk sanat üslubu gotik öncesi sanat olarak da


adlandırılır. Romanesk sanat, 1066 yılında
Normanları'ın İngiltere'yi fethetmesiyle başlayan
sanat akımı. İngiltere'de Norman üslubu, Avrupa'da
ise Roman üslubu – Romanesk olarak adlandırılır. Tek
taş bina olarak tasarlanan kilise ve manastırların
duvarları, masif tavanı taşıyabilmesi için kalındı ve
pencereleri oldukça küçüktü. Bu yüzden Romanesk
yapıları kaba ve nordik bir hava sergilerler.
Binalar da tonozlar kullanılmış, ağırlığını taşımak içinse köprü şeklinde
kemerler kullanılmış, ama ayakların bu ağırlığı taşıyacak kadar kuvvetli
olmaması nedeniyle kemerlere kaburga atılmış ve ortaya çıkan boşluk
daha hafif şeylerle doldurulmuştur. Bu kaburgalar sonraları Gotik’te de
karşımıza çıkacaktır. Romanesk yapıların bu kadar kaba ve süslemede
minimalist olmaları o dönemde ki çetin şartlara ve sürekli tehdit
korkusuna dayanmaktadır. Roma basilica’sının konsepti daha da
büyütülmüş ve ana binaya yan şeritler eklenmiştir. Romanesk dönemde
plastik sanat mimariden kopamamıştır ve mimariyi anlam ve sembolizm
açısından destekler mahiyettedir.
Lanfranco ve Wilgelmo gibi Sanatçılar heykel sanatında sanatsal
gerçekleştirmeye değil daha ziyade anlatılan senaryodaki dramatizm ve
ifadeye dikkat etmişlerdir. Romanesk üslubunun önemli eserlerinden
birkaçı Tournai Katedrali, Murbach Benediktin Kilisesi ve Saint Trophime
Kilisesi dir. Ortaçağ’daki plastik sanat insanı güncel işlerinde, ruhani
hayatını yansıtacak biçimde tasarlanmıştır.
Genel halk tabakası ya çiftçi ya da zanaatkâr olduğundan dolayı kilise
kapılarında realist ve aynı zamanda alegorik mevsim tasvirleri vardır.
İtalyan Romanesk sanatının en büyük ustalarından biri Bendetto
Antelami’dir. Ancak Buschetto ve Rainaldo’nun eseri olan Pisa dom’u
daha ünlüdür. Hem Pisa’da hem de Sicilya’da oluşan eserler, örneğin
Monreale Dom’u, oryantal ve Bizans unsurları taşımaktadır. Bir diğer,
çeşitli sanat tarzlarını bir arada bulunduran başyapıt da Venedik’teki
Markus Dom’udur.
Gotik

Romanesk dönemde Avrupa’daki şehirler iyice serpilmiş ve birer kültür


ve güç merkezine dönüşmüşlerdir. Gotik stil Avrupa halkalarının
milletler ve devletler olarak bir araya geldikleri bir dönemden sonra
oluşmuştur. Şehirlerdeki refahın artması, insanlardaki özgüvenin
artmasına da neden olmuştur. Bir şehrin hem koruyucusu hem de
prestij kaynağı olan Katedraller, Romanesk stilindeki kabalık, sadelik ve
pragmatizminden kurtulmuş, Gotik stiliyle ihtişamlı ve görkemli hale
gelmiştir.
Kuzey Avrupa’da ve özellikle Fransa’nın İle de France bölgesinde bina
edilen bu Katedraller, vertikal çizgiden çok horizontal çizgiyi takip etmiş,
gözleri yükseklere çevirmiştir. Uzun taşıyıcı sütunlar üzerine statiği
sağlaması oldukça güç kubbeler inşa etmek istemişler ancak statiği
sağlayabilmek için, bu kubbelerin bir kaç parçaya bölüp kaburgalar
eklemişlerdir. Bu yeni kubbe tarzı gotik stilinin en tipik örneklerindendir.
Kiliselerin içinde kora bölümüne daha fazla ihtimam gösterilmiş,
girişteki kemerler sivrileşmiş ve süslemeler daha detaylı hale gelmiştir.
Yüksek tavanlı uzun holleri aydınlatabilmek için uzun pencereler ve cam
sanatı kullanılmıştır.
Amiens Katedrali‘nde olduğu gibi artık kiliseler karanlık değil, toplumun
refahını ve yükselişini simgelemekteydi. Sanatsal anlamda kendilerini
geliştiren ustalar, göğe doğru yükselen, sanki yerçekimsiz duvarları olan,
yani kutsallığı ve mistisizmi yansıtan kiliseler ve manastırlar inşa
etmişlerdir. Katedrallerin en meşhuru ise Lombard Visconti ailesinin
prestiji, zenginliğini ve şehir üzerindeki hâkimiyetini sergileyen devasa
Milano Katedralidir.
Ortaçağ’dan Rönesans’a kadar resim
sanatının gelişimi

13. yy’ın ortalarında kilise süslemelerinde Bizans mozaiklerin kullanımı


gerilemiş bunun yerine ahşap veya duvarın üstüne resim sanatına yer
verilmiştir. İlk dönemlerde bu resimler mozaik sanatındaki canlılık ve
altın parıltılarını ihtiva etmişse de, Floransalı Cimabue’nin (Cenni de
Pelo) bu üslubunu Siena’lı Duccio di Buoninsegna (1255-1319) aşmıştır.
Bizans donukluğunu aşmış ve motif ve figürlerine doğal bir ifade
vermiştir. Bu dönemin en meşhur ustalarından biri Giotto di
Bondone’dir (1266-1337).
Bethlehem çocuk katliamı adlı resminde Filistin’de vuku bulmuş olayları
bir ortaçağ İtalyan şehrine taşımaktadır. Dönemine göre çok realist
biçimde ve olayların dramatiğini yansıtarak boyamaktadır. Giotto’nun
tasvir ettiği olaylardaki kişiler normal insan gibidirler, onlara bakan
kendisini onların yerine koyabilmektedir. Giotto’nun tarzından farklı
olarak, Floransalı Simone Martini eserlerinde motifleri daha mistik ve
idealize edilmiştirler.
14. Yüzyılda Floransa ile Siera şehirleri arasında oluşan rekabet, şehir
yönetimcilerinin güçlerini pekiştirmek için kullandıkları sanatçıları da
etkilemiştir. Bu yüzyıldan itibaren şehirleri yöneten güçlü ailelerin
rakiplerine karşı ayakta durabilmeleri, şehir için yaptıkları yatırımları
zikretmek ve sakinlerde sempati kazanmak için sanatçıları maddi açıdan
teşvik ettiklerini ve sipariş resimler yaptırdıklarını görmekteyiz.
Ambrogio Lorenzetti’nin ‘İyi ve kötü iktidar’ adlı resmi bu faaliyetin bir
ürünüdür, alegorik ve betimsel unsurlar içermektedir. Lorenzetti sanat
tarzıyla Rönesans’ı hazırlayan sanatçılardan biridir.
Rönesans

14. yüzyıla kadar sanatçılara sipariş verenin kiliselerdi. Ancak 15. ve


16. Yüzyıllarda büyük bağımsızlığa kavuşan sanatçılar, asillerin ve
zengin vatandaşların saraylarında ve binalarında hünerlerini özgün
biçimde gösterme alanı bulunmuşlardır. Bu yüzden artık sadece dini
motifler değil, profan motifler de ele alınmış, sanatçılar zanaatkâr
gibi görülmekten çok, deha ve özgün ruh olarak
değerlendirilmişlerdir. Bu dönem aynı zamanda yeni keşiflerin
dönemidir, dolayısıyla ticaret, zanaat, işçilik olsun hepsi ilham
almıştır. Batı insanı gitgide bilime, akla ve tecrübeye karşı güvenini
yakalıyordu.
Perspektifin işlevini keşfetmeleriyle birlikte mekân, önemli bir ifade
biçimine dönüşmüştür. İnsan vücuduna karşı yeniden ilgi duyulmuş,
antik çağ örneğinden istifade edilmiştir. Sanatçılar güzellik ve ahenk
arayışına girmişlerdir. Bu çeşitli gelişmelerden dolayı, kendisini
ortaçağdan ayırmak için, bu döneme ‘Renaissance’, yani ‘Yeniden
doğuş’ adı verilmiştir. Sanattaki bu gelişmelerde büyük ölçüde payı olan
aileler, Floransalı Medici ailesi yanı sıra, Urbino’lu Montefeltro,
Milano’daki Sforza ve Visconti aileleri, Mantua da Gonzaga ailesi ve
Ferrara’daki Este aileleridir. Daha sonraki dönemlerde Papalık müessesi
de sipariş vermiştir.
15. yüzyılda Rönesans

Resim sanatının ilk yenileyicilerinden biri Masaccio’dur (1401-1428).


Brancacci şapelindeki freskleri ve Floransa’daki Santa Maria del Carmine
kilisesindeki freskleri ile meşhurdur. Gotik dönem resim sanatından
tamamen kendisini uzaklaştıran Masaccio, figürlerini realist ve doğal
biçimde boyamakta, plastisiteye önem vermekte ve bu dönemde henüz
yeni bir stil olan ışık-gölge sanatını (Chiaroscuro) kullanmaktadır. 15.
yüzyılda sanat alınandaki önemli gelişmelerden biri, linear perspektifin
Filippo Brunelescchi tarafından icat edilmesi ve hemen tüm sanatçılar
tarafından etkili biçimde kullanılmasıdır.
Motif ve figürleri realiteden uzak ve mistik –spirituel bir anlama sahip
olduklarından, Ortaçağ’da mekan ve perspektif kavramı ortadan
kalkmıştı. Rönesans sanatçılarının mekân ve perspektifi dini resimlerde
dahi kullanmaları, artık Rönesans insanının rasyonelliği ve aklını hiçbir
alandan esirgemediğini göstermektedir. Okumuş hümanist edebiyatçılar
eserlerinde Antik yunan mitleri ve konularına dönüş yapıyorlar,
ressamlar da antik yunan motiflerini şehirlerin önemli profan
binalarında resmediyorlardı.
Bahar ayini

Bu konuda en meşhur sanatçı şüphesiz Sandro Botticelli’dir. ‘Bahar’ adlı


resminde Venüs tanrıçası, güzellik, iyilik, kültür, medeniyet ve son
olarak hümanizmi sembolize eden ana figürdür. Flora ve Zephyr figürleri
de Antik Yunan’ın Bahar betimlemelerinin birer unsurudur. Resim
tamamen zamanın ideallerini ve özlemlerini yansıtmaktadır: Sevgi,
güzellik, erdem ve hümanizm. Resimdeki akışkanlık ve kumaşlardaki
transparanlık sanatsal açıdan bu eseri Avrupa Sanatının gözdelerinden
biri haline getirmiştir.
Mimaride ise Filippo Brunelleschi (1377-1446) Rönesans dehalarından
biridir. Floransa’daki Santa Maria del Flore kilisesini devasa ve yenilikçi
bir kubbe ile inşa eden bu sanatçı, ilhamını Roma mimarisinden almıştır.
Lorenzo de Medici’nin en büyük projelerinden olan bu bina,
Floransa’nın simgesi ve sakinlerinin gururu haline gelmiştir. Brunelleschi
kilise mimarisini Roma yapılarına benzetmiş, geometrik berraklığı
bozacak hiçbir unsura izin vermemiştir.
16. yüzyılda Rönesans

Ressamlar linear perspektifi odalarda kullanırken, boyutlu ve


perspektife uygun bir kompozisyonu açık havada resmeden
Leonardo Da Vinci olmuştur. ‘Virgin of the Rocks’ adlı eserinde
bu tekniği kullanmıştır. Leonardo Da Vinci özellikle tabiata
önem vermiş ve ressamlığı yanı sıra aynı zamanda bilimle de
uğraşmıştır. Anatomi, Botanik, Jeoloji ile uğraşan Da Vinci’nin
hedefi, insanı olduğu gibi yani tüm gerçekliği ve plastisitesiyle
resmetmekti. Ancak bu deha, sadece figürleri olduğu gibi
resmetmekten ziyade, gözlerindeki ifadeyi ve hislerini de
yansıtmaya çalışmıştır.
Meşhur ‘Mona Lisa’sında kadın figürünün gülümsemesi
ağzından çok gözlerinin içinden gelir. Da Vinci’ye kadar hiç
kimse Physiognomi sanatıyla bu kadar ilgilenmemişti. En
önemli eserlerinden bazıları şunlardır: La Gioconda (Mona
Lisa), Son akşam yemeği, Vaftizçi Yahya, Anghiari Savaşı.
Leonardo’nun tabiat çalışmaları ve hava perspektifini icat
etmesi, Kuzey İtalya ve Fansa sanatını çok fazla etkilemiştir.
Burada yetişen ressamlar açık havaya yerleştirilmiş motiflerden
oluşan kompozisyonları resmetmişler. Georgione ve Tiziano gibi
ustalar renkleri ustaca kullanmışlardır.
16.yy’da çoğu İtalyan asil aileler güçlerini kaybetmişlerdi. Vatikan’ın yani
Papa’nın ve zengin Kardinallerin ünlü ressamlara sipariş vermeleri
sonucu sanatın merkezi Roma’ya taşınmış bulunuyordu. Papa II.
İulius’un özellikle desteklediği ve Vatikan sarayının iç kısmındaki fresk ve
süslemeleri emanet ettiği önemli ressam Raffaello Santi’dir. 1483
yılında Urbino’da dünyaya gelen bu deha, uyumlu ve mütevazi
karakterini resimlerine de yansıtan bu zât, ışık- gölge sanatını
mükemmel biçimde kullanmaktadır. Vatikan’ın Stanza della Segnatura
yani önemli evrakların imzalandığı odada bulunan ‘Athena okulu’ adlı
çalışması onun en meşhur çalışmalarındandır. Hümanist ve rasyonel
düşünceyi adeta dogmatik kilise sarayına taşımış olan Raffaello, Papa II.
İulius’un portresini de çizmiştir.
Kilise sanatçıların eserlerini eğitim ve öğretim için kullanıyordu. Ancak
Stanza’lar anıtsallığı ve harikuladeliğiyle göze çarpmaktadır. Sistina
Şapeli’nin freskleriyle görevlendiren ve belki de Da Vinci’yle birlikte
gelmiş geçmiş en büyük sanat dehası olan Michelangelo, Raffaelo’nun
tam zıddıdır aslında. Dağınık, zaman zaman şizofrenik ve kaçık olarak
anlatılan bu deha, eserinde Eski Ahit’in en önemli olaylarını
resmetmiştir. 1508-1512 yılları arası çok az bir sayıda yardımcıyla
bitirdiği bu eser, Rönesans Hümanizm’inin en çarpıcı eserlerindendir.
Michelangelo Buonarroti Eski Ahit figürlerini antik heykeller misali, kaslı
ve yapılı vücutlarla resmetmiştir. Her hikâye mimari bir unsur ile
ötekinden ayrılmıştır. Figürlerin hareketleri dinamizmin son raddesini
sergilemektedir.
Michelangelo’nun sanatsal dehası bununla da bitmemiştir.
Zira onun asıl yaratıcılığı plastik sanatlarda görülmektedir.
Medici ailesinin mezarlarındaki heykeller ona aittir.
Michelangelo’nun Plastik sanatındaki en çarpıcı özelliği
zıtlıklar ile dolu olmasıdır. Bazı eserleri tamamen son
detayına kadar işlenmişken, bazıları kaba biçimde öylece
bırakılmıştır. Mimarisinde de detay ve sadelik, hareket ve
durgunluk, ışık ve gölge gibi birbirine zıt vasıflar bir araya
getirilmiştir. Aziz Petrus Basilikası’nın yapımıyla
görevlendirilmiş olan Michelangelo, Hristiyanlığın ilk
kilisesinin kubbesini tasarlamıştır. Rönesans döneminin
diğer önemli ressamları şunlardır: Correggio, Giorgione,
Veronese, Almanya’da Albrecht Dürer.
Marten Luther

Rönesans döneminde kilise ve rasyonellik arasında bağ kurabilme


optimizmi, Kopernikus’un bilimsel kazanımları, Yeni Dünya’nın
keşfedilmesiyle birlikte yerle bir olmuştur. 16. Yy’ın sonlarına doğru
kiliseyi ciddi biçimde eleştiren Martin Luther ve buna bağlı olarak tüm
Avrupa’ya sıçrayan Reformist hareket, Vatikan ve dogmalarını gözden
düşürmüştü. Tüm bu faktörler insanlarda Roma’nın artık dünyanın
merkezi olacağı ve tüm iyi ve erdemli düşüncelerin buradan dünyaya
yayılacağı düşüncesini ortadan kaldırmaktaydı. Ayrıca bu dönem
ressamları Rönesans hümanizmi ve klasisizminde ortaya çıkan devasa
eserlerinin daha ötesine gidilemeyeceği düşüncesine kapılmışlardı.
Manyerizm akımı, natüralizm ve insanları realist biçimde resmetmekten
daha farklı stillerin var olduğunu göstermekteydi. Manyerizm’de öne
çıkan eserler ve sanatçıları başlıca şunladır: Jacopo Pontormo
‘Baltacının Portresi’, Fountainebleu okulu ‘Banyoda Gabrielle d’Estrees
ve kızkardeşi’, Tintoretto ‘Son akşam yemeği’, Giuseppe Arcimboldo
‘Vertumnus olarak II. Rudolph, El Greco ‘İsa’nın dirilişi’.
Hollanda’daki ressamlık daha farklı bir veçhe arz etmekteydi. Lineer
perspektifi benimsemektense algısal perspektifi benimseyen sanatçılar,
dünyayı bir perspektife göre düzenlemekten ziyade algılanacak tüm
şeyleri algılamak ve resmetmeye çalışıyorlardı. Pieter Bruegel’in ‘Babil
kulesi’ adlı eseri, küçük küçük detayları dahi göstermesiyle meşhurdur.
Hieronymus Bosch ‘Cehennem’ adlı eserinde adeta sürrealist sanatçıları
habercileyecek biçimde korku rüyasını andıran ve detayları esirgemeyen
bir cehennem tasviri sunmaktadır.
Barok

Siyasi anlamda sarsılan Avrupa’da itikat savaşları dünyevi hâkimiyet


savaşına dönüşmüştü. Güç dengeleri tamamen değişmekte, eski düzen
alt üst olmaktaydı. 1600’tan itibaren 1750 yılına kadar süren bu karışık
evre sanata da yansımıştır.
Ressamlar roma klasisizmine, Rönesans ideallerine özlem
duymaktaydılar. Özellikle Raffael’den etkilenen bu sanatçılar, aynı
zamanda Tintoretto’nun kompozisyonlardaki dinamizminden
etkilenerek dönemi çok farklı biçimlerde yorumlamışlardır. Bu dönemde
özellikle Hollanda’da detaylara karşı bir sempati oluşmuştu ve bunun
sonucunda Tabiat ressamcılığı ve natürmort ressamcılığı ortaya çıktı.
Fransa’daki Baroque tarzı, İtalyan Rönesans’ındaki anıtsal stilden çok
detaycı ve karmaşıklıktan sakınan, açık ve net çizgilere sahip bir sanata
dönüştü.
I
̇talya’da bu dönemde özellikle Carvaggio çok etkili olmuştur. Işık-gölge
sanatını mükemmel biçimde kullanan ve bunu kendi tarzı haline getiren
ressam aynı zamanda birçok sanatçıyı etkileyerek Carvaggi’ler okulunun
da öncüsü olmuştur. En meşhur eserlerinden biri ‘Bacchus’tur. Ondan
etkilenenler George de La Tour ve Gerrit van Honthorst’dur. Bu iki
ressamın eserlerinde de ışığın bir noktada özellikle yoğunlaşıp diğer
noktaları karanlık bıraktığını görmekteyiz. Motifler güncel hayattan
alınmadır ve başroldekiler alelade insanlardır. Bu tür yeni deneyimler
farklı sanat ifadelerinin arayışları mahiyetindeydiler ve gelecek
nesillerdeki ressamları etkileyecektirler
Fransa’da Kral Louis Absolutizm’in doruk noktasını yaşatmaktaydı ve bir
sanat akademisi kurmakla hegemonyasını bu alana da taşımaktaydı.
Ayrıca bu akademide (Academie Royale de Peinture et Sculpture)
yetişen öğrenciler Versaille sarayını da inşa etmekle görevliydiler. Kral’ın
kıyafetinden, müzik zevkine, Versaille sarayına kadar krala ait olan her
şey dönemin ‘bon gôut’ unu yani ‘iyi zevk’ini teşkil etmekteydi. Bu
baskıya boyun eğmeyen ressamlardan biri Nicolas Poussin’dir. Kral’ın
anıtsal resim isteklerini reddederek İtalya’da kalmayı tercih etmiştir.
Onun eserlerinde Antik çağın izleri ve filozofik karakter görülmektedir.
Poussin klasisizmin öncülerindendir. Son eserlerinde tabiat
ressamcılığına merak sardığını ve figürlerini git gide arka plana attığını
görmekteyiz. Poussin’in klasisist ve katı formüllere bağlı olan tarzına ve
bu tarzı benimseyen sanatçılara ‘Poussinist’ denmektedir. Bu akıma
karşı ise Peter Paul Rubens durmaktadır. Onun takipçilerine ise
‘Rubinist’ denilmiştir. Rubens tamamen anti-klasist idi. Kompozisyonda
çizgiden ziyade renklendirmeye dikkat etmiş, resimlerinde antik
dinamizme önem vermiştir.
Tarzında zamanın zevkini iyi yakalayan Rubens çok satan zengin
ressamlar arasında yerini almıştır. Anthonis van Dyck de etkili
Rubinist’lerdendir. Dönemin diğer meşhur sanatçıları başlıca şunlardır:
Diego Velazquez ve Bartolome Esteban Murillo, Jan Vermeer. Dikkat
çeken sanatçılar arasında Rembrandt (1606-1669) vardır. Rembrandt’ın
eserleri zamanının ruhunu yansıtsa da günümüzde dahi çekiciliğini
yitirmemiştir. Figürlerinde düşüncelilik, ruhsallık resmi izleyene
dokunaklı gelmektedir. Rembrandt adeta modern bir gözlemci, bazen
rejisör bazen de bir Kutsal Kitap yorumcusudur. Onun en meşhur
eserlerinden biri ‘’Dr. Tulp’un Anatomisi’’, ‘’Öz-resim’’, ‘’Belsazarın
misafir yemeği’’, ‘’Gece nöbeti’’dir. Barok döneminde natürmort’ü
eserlerinde konu alan ressamlardan bazıları Willem Kalf ve Jan
Steen’dir.
Rokoko

Barok ile Aydınlanma arasındaki geçiş evresidir. 18. yüzyıl artık


rasyonelliğin ve pragmatizmin ön plana çıktığı bir dönemdir. Fransa’da
Kral Louis’in ölümüyle, idarenin Paris’e taşınması, aristokratların da
sosyal hayatı ve bununla birlikte eğlence ve kültürün şehir merkezine
taşınmasına sebep olmuştur. Güce karşı olan eğilim yerini güzel, intim
ve dekoratif olana bırakmıştır. Bu yüzden Jean Honore Fragonard gibi
sanatçıların resimlerinde adeta bir rol paylaşımı mevcuttur. Basit olaylar
ve durumlar dekoratif ve cilveli hale getirilmiştir. Bunun yanı sıra birde
erotik ve cinsel çağrışımları bulunan figürler ve senaryolar
resmedilmeye başlanmıştır. François Boucher’ın ‘Yatan kız’ adlı resmi bu
tür resimlere örnektir.
Rokoko kısaca ‘güzel görüntü’ olarak da tanımlanabilir. Ancak Rokoko
dönemine rastlayan aydınlanma habercileri de vardır. Özellikle
İngiltere’de gelişen resim sanatı, William Hogarth, Sir Joshua Reynolds
gibileri sayesinde aydınlanmaya uygun biçimde pragmatik, ölçülü ve
makul bir veçhe kazanmıştır. Bu dönemde de Thomas Gainsborough
gibi ressamlar görülene, algılanana ve hissedilene önem vermişlerdir
Klasisizm

1770 ile 1830 yılları arasındaki bu sanatsal akım, Aydınlanma’nın artık


tüm Avrupa’da hâkim düşünce yapısı haline gelmesiyle ortaya çıkmıştır.
Ancak bu sefer sanatçılar rasyonelliğin ve akli idrak ile algılananın yanı
sıra aynı zamanda akıl tarafından hükmedilen bir sanata özlem
duymaktalardı. Bu özlemi birçok kez olduğu gibi antik sanatın eşiğinde
giderebilmişlerdi. Bunun başlıca sebeplerinden biri Pompeji ve
Herculaneum gibi önemli arkeolojik kazıların yapılmasıydı.
Johann Winckelmann’ın ‘Antik çağın sanat tarihi’ adlı eseri bu anlamda
önemlidir. Poussin’in açık ve net çizgileri, bir dönem Rubinist
hâkimiyetinden sonra, Klasisizm ile birlikte tekrar keşfedilmişti. Ancak
dini motifler artık işlenmiyordu, zira rasyonellik, sanayi devrimi ve
absolutist feodal yapının yıkılışı artık insanlığın temel yargılarını
değiştirmişti. Bu yargı değişimi ile birlikte sadece motifler değil aynı
zamanda sanatsal bakış açısı değişmişti.
Sanatçıların Antik çağ sanatından esinlenmeleri bir tesadüf değildi. Bu
resimlerde donukluk vardı ve kullanılan stil öğelerinden dolayı izleyiciyle
resim arasında belli bir mesafe mevcuttu. Dolayısıyla bu biçimsellik ve
katılık, resimlerin ifadesini daha da güçlendiriyordu. Klasisizm resimleri
bu yüzden ‘’pathos ve ethos’’un resimleridirler. Robespierre’in arkadaşı
olan Jaques Louis David’in ‘’Horatii yemini’’ adlı eseri, antik Çağ’dan bir
sahneyi resmetmektedir. Burada Horatii’nin, yanı Roma halkının, Roma
hükümdarına karşı ettikleri yemin gösterilmektedir. Bu eser devrimin
eşiğinde olan Fransa için iz bırakan eserlerden olmuştur.
1746 ile 1828 yılları arasında dönemin en meşhur ve anlaşılması güç bir
sanatçı yaşamıştır: Francisco de Goya. Goya hem bir Karikatürist hem
de bir saray ressamı olmuştur. Karikatürlerle başlayan Goya,
‘’Rasyonalite’nin uyuması canavarlar doğurur’’ adlı çalışmasında bir
yandan siyasi bir eleştiride bulunurken, öte yandan uyku fenomenini
sonraki Sürrealistlere örnek olacak şekilde ele almıştır. Goya kendisini
‘’Majoistler’’den görmekteydi. Bu tabir dönemin karışık, Napoleon
istilası altında acı çeken ve İspanya’nın önemli deniz gücü olarak
konumunu kaybettiği İspanya’sında kendisini herhangi bir kısıtlama ve
makam sahiplerinin emri altında görmeyen ve düşüncelerini özgürce
ifade edenlere has idi.
Goya’nın ‘’Giyinik maya’’ ve ‘’Çıplak maya’’ adlı iki resmi bu tabirin
resim olmuş halidir adeta. Bir kadının çıplak ve davetçi bir poz ile
boyanması o döneme kadar sıkça yapılmış bir şeydi ancak tüm
ressamlar bunu dekoratif ve sanatsal hale getirmişler, kumaşı drape
şeklinde ayarlamışlar ya da yanına bir natürmort eklemişlerdi. Ancak bu
resimde göze çarpan husus Maya’nın davetkâr ve provokatif bakışıyla
birlikte onun vücudundan başka ilgi çekici bir şeyin olmamasıdır. Bir
diğer resminde Goya Bonaparte istilasına başkaldıran İspanyollara
yapılan katliamı ele alır. Resim buğuludur ve hatta bazı yerleri yüzeysel
ve kaba bir şekilde boyanmıştır.
Modern silahlar güçsüz, çaresiz biçimde duran sivillere doğrultulmuş,
ışık da dramatiği yükseltecek biçimde sivillerin üstüne yansımaktadır.
Burada Rönesans resimlerinde olduğu gibi bir yerden tanrı inip
mazlumları kurtarmaz. Onlar artık modern silahlarla yürütülen savaşı
içinde çaresizdirler. Ne yardım eden bir Tanrı ne de mucize vardır. Goya
bu eserinde özellikle yeni bir çağın artık geldiğini göstermekte ve
Klasisizme sırt çevirmektedir.
Romantizm

1800 ile 1890 yılları arası olarak tespit edilen bu dönemde, Fransız
devriminin hazin sonu, Napoleon Bonaparte’nin işgalleri ve haritanın
Viyana Kongresi sonucu tekrar çizilmesiyle insanların şuurlarında da
değişiklikler olmuştur. Salt rasyonellik ve akla artık güvenmeyen bu
insanlar, ruhun, hayallerin ve duyguların önemini vurgulamışlardır.
Pragmatizmin ve rasyonelliğin donukluğu bir kenara bırakılıp kişisel ve
bireysel deneyim ve algı ön plana geçmiştir
Dönemin sanatçıları insanlarda eskilere yani Ortaçağ’a olan özlemi ele
almışlardır. Zira antik çağ klasisizmi onlara göre fazla idealize ve fazla
mesafeli kalmıştı. Ortaçağ insanların kendileriyle barışık bir şekilde
yaşadıkları bir evreydi, onlara göre. Caspar David Friedrich’in de
vurguladığı gibi sanat artık ‘’içimizdeki sesin dışa vurmasıydı’’. Çeşitli
mecazî anlamları tabiata yüklemek bu dönemin ayırt edici
özelliklerindendir. Örneğin bir harabe insan hayatının sonluluğunu ifade
etmekteydi. Sanatçılar artık kendilerini ‘’Dünya ruhunun bir parçası’’
olarak, tabiatla bir hissediyorlardı. Özellikle siyasi anlamda kısıtlanmış
olan Almanya’da tabiat resimleri sınırsızlığı ve hürriyeti
simgelemekteydi
Belki de bu yüzden Romantizm akımının ilk ve en güçlü temsilcileri
Almanlar olmuştur. Caspar David Friedrich, Karl Friedrich Schinkel ve
Carl Spitzweg gibi sanatçılar bunların bir kaçıdır. Fransa’daki Romantizm
daha farklı bir veçheye sahipti. Fransız devriminden doğal olarak çok
daha fazla etkilenen Fransızlar devrimin ideallerinden vaz geçemiyorlar,
ancak savaşın getirdiği acıyı da unutmuyorlardı. Fransız sanatının
Romantizm’i tam da burada yatmaktaydı.
Theodore Gericault’un ‘’Medusa’nın kayığı’’ adlı resmi, hiç görülmedik
dağınık ve dramatik biçimde kaza konusunu işlemekteydi. Bir diğer
sanatçı da Eugene Delacroix’dır. Kompozisyonda renklerin daha
etkileyici ve tanımlayıcı olduğunu savunan bu ressam, doğu gezilerinde
ışık fenomenini daha derinlemesine inceleyebilme fırsatını yakalamıştı.
Delacroix, açık hava ressamcılığına teşvik eden ressamların başında
gelmekteydi. Motiflerinde de çokça doğu unsurları ve figürleri kullanan
Delacroix, Fransız zihninin egzotik ve yabancı şeylere olan özlenimini
yansıtmaktaydı.
İngiltere’de John Constable ve William Turner Romantizm stilinin
öncüleridirler. Eugene Delacroix’ın renk teorisi ile William Turner’ın
buğulu ve sulu boyayı andıran tekniği ileride gelecek olan
Emresyonizm’in ilham kaynaklarından biridir. 1824 yılında John
Constable ‘’Samanarabası ‘’ resmini sergilemişti. Bu resimde özellikle
Naturalizm’e ve Realizm’e önem vermesi dönemin sanatçılarını
şaşırtmıştı. Camille Corot, Theodore Rousseau ve Charles-François
Daubigny ‘’Barbizon okulu’’ diye bir sanat ekolü kurmuşlar ve taşrada
açık hava ressamcılığına başlamışlardı. Onların istedikleri, Tabiatı tüm
doğallığı ile objektif biçimde resmetmekti. Ancak bu çabalarında
sonraki Empresyonistler ’de olduğu gibi ışığa ve ışığın şekil verici işlevine
yoğunlaşmışlardı.
19. yüzyılda artık sanayi devrimi tamamen hayatları ve sosyal dokuyu
değiştirmiş bulunmaktaydı. Bu durumun sanata yansıması ilk kez
Natüralist-Realistler sayesinde olmuştur. Bu ressamlar hayalperest
Romantiklerden uzaklaşmışlardı. Hayat tüm gerçekliği ve zorluğuyla
artık resmedilmeye değerdi. Uzun bir müddet sonra güncel hayat, iş ve
uğraşı süje edinen ressamların ilki Jean François Millet olmuştur.
Gustave Courbet ve Adolph Menzel gibi sanatçılar da resimlerinde
sanayi devriminin insanlar üzerindeki etkisini konu edinmişlerdir.
Empresyonizm

Empresyonizm, Claude Monet’in ‘’İmpression, soleil levant’’, adlı


eseriyle dalga geçen klasik sanat yandaşlarının taktığı bir isimdir
aslında. Klasik sanat yandaşları belli bir anı (impression)
resimlerinde yakalamaya çalışan ve burada gözün ışığı ve renkleri
algılamasına önem veren sanatçıları Empresyonistler olarak
yermekteydiler. Zira bunlar kaba bir şekilde boyuyorlar ve
renklerin arasındaki nüanslara dikkat etmiyorlardı. Skandal havası
oluşturan resimlerin ilki Eduard Manet’e ait idi.
Aslında o bir Empresyonist olarak sayılamasa da, onun ‘’Açık havada
piknik’’ adlı eseri bir sergide skandal olmuştu. İki normal vatandaş
erkeğin arasında oturan çıplak kadın, sanata değer bir motif değildi.
Halbuki Manet burada Rönesans’tan beri kullanılan bir motifi ele
almıştı. Ancak onun resminde herhangi bir kutsal figür yoktu ve kadının
çıplaklığı ve çevresi dünyevileştirilmişti. Fransız vatandaşının erdem ve
ahlak görüntüsüne, Paris civarındaki fahişelik gerçeğini anımsattığı için,
leke süreceğinden dolayı bu resmi protesto etmişlerdi. Manet
resimlerinde kent insanının ruhunu da yansıtmaktaydı.
‘’Bar aux Folies- Bergeres’’ adlı resminde barda duran bir genç kızı
resmetmiş ve yüzüne hiçbir ifade koymamıştı. Resmi seyredene boş
gözlerle bakan bu kız büyük şehir insanının kaybolmuşluğunu ve içi
boşalmışlığını yansıtmaktadır. Claude Monet, Camille Pissarro, Paul
Cezanne, Pierre-Auguste Renoir, Edgar Degas ve Berthe Morisot
eserlerini fotoğrafçı Gaspar-Felix Nadar’ın sergisinde sergilemişler ve
burada kendi stillerini sanat dünyasına bildirmişlerdi.
Empresyonistlerin tarihsel figürleri reddetmeleri, zamanın koyu renk
modasını es geçip açık ve iç açıcı renkleri kullanmaları ve resimleri
adeta tesadüf fotoğraf çekiminde olduğu gibi anı yakalarcasına ele
almaları, dönemin klasik sanatına savaş ilanı gibiydi. Fotoğrafçılığın icat
edilmesi de çok önemli bir faktördü. Zira fotoğraf artık realist ve ideal
biçimde resmediyordu. Empresyonistler’in istedikleri ise insan gözünün
ışığı algılamasında ruhun ve algının oynadığı rolü keşfetmekti.
Empresyonistler’İn arasında en etkili olanı Claude Monet’dir. Işığın
ustası olarak da tanımlanabilecek olan bu ressam, ‘’Rouen Katedralı’’
çalışmaları, ‘’Nilüfer’’ çalışmaları, ‘’Şemsiyeli Kadın’’, ‘’Gelincik tarlası’’
gibi eserleriyle meşhurdur. Uzun bir yaşam süren Monet kendisini bir
motifin çeşitli ışık nüansları altındaki değişimine adamıştı.
Empresyonistlere göre onun fırça darbeleri daha kontrolsüz ve kabadır.
Nerdeyse noktaya dönüşen fırça darbeleri ile Pointilistleri,
darbelerindeki dinamizm ve kontrolsüzlüğüyle de van Gogh’u
etkileyenlerdendir. Fotoğrafçılığın bir diğer etki alanı da Pointilistler’de
görülür. George Seurat gibi ressamlar eserlerindeki motifleri adeta
piksellere ayırıyormuşçasına ele almaktaydılar ve adının da söylediği
gibi fırça darbelerini noktalar şeklinde (le Point) yapıyorlardı.
Modern dönemin öncüleri – Paul Cezanne, Vincent van Gogh ve
Paul Gauguin

Empresyonizm’i benimsedikten sonra, kendi tarzını geliştiren ve


sanatsal yorumunu realist akımdan daha da uzaklaştıran bir takım
sanatçılar vardır. Bunların başında Paul Cezanne gelir. Her ne kadar o bir
empresyonist sayılabilse de, tarzını daha da geliştirmiş ve özellikle
modern dönemde karşımıza çıkacak olan Kubist akıma fikirbabalığında
bulunmuştur. Empresyonistler’in göz ve ışığın temasını ve burada
oluşan algıyı resmetmeye çalıştıklarını biliyoruz. Aynı noktadan
Cezanne’da hareket etmiştir. Ancak o fırça darbelerini git gide
genişleterek zamanla gördüğü renk ve cisimleri birbirine kenetlenmiş
yüzeyler olarak ele almıştır.
Sonraları Kübistler bu renk yüzeylerini daha keskin hale getirerek
dörtgenler (cubus) şeklinde boyamıştırlar. Cezanne’nın çalışmalarında
stilini ‘‘soğanlı natürmort’’den, ‘’Chateau –Noir ve Sainte- Victoire
dağı’’na ordan da ‘’Gardanne evleri’’ne kadar geliştirdiğini görmekteyiz.
‘’Gardanne evleri’’ adlı çalışmasında şekil ve ışık algısının gelişiminin son
raddesini görmekteyiz.
Paul Gauguin’de 19. Yüzyılın sonlarına doğru yaşamış bir sanatçıdır. O
van Gogh ile birlikte stilinden dolayı genel toplum tarafından
anlaşılmayan ve kabul görmeyen ressamlardandı. Paul Gauguin ana
vatanı olan Fransa’da yeterince ilham alamayınca Pasifik Deniz’de
bulunan Tahiti’ye yerleşmiştir.
Burada bulunan primitif kültürün sanat anlayışını ve hayat tarzını
incelemiş ve oldukça etkilenmiştir. Resimlerinde Tahiti kadınlarını,
doğasını ve hayvanlarını resmeden Gauguin stilinde primitif kültürü
andıran unsurlar kullanmıştır. Renkler birbirine geçiş sağlamıyor, büyük
yüzeyler üzerinde yoğun ve birbirine zıt olan renkler kullanıyordu.
Resimlerindeki kadın figürleri yerel halkın tapındıkları tanrıça
heykellerine oldukça benzerlik gösterir. Batı dünyasından ve
medeniyetinden gelip primitif hayatı yükseltmesi ve hayranlık duyması
onu bu dönemin nadir sanatçılarından biri haline getirmiştir.
Gauguin’in resimleri aslında medeniyet insanın aradığı basitliği ve
sakinliği yansıtmaktadır. Bu arayış daha sonraları modern dönemde
yoğu biçimde ele alınacaktır. Onun ‘’tabiatı çok fazla resmetmeyin,
sanat eseri bir abstraksyondan ibarettir’’ sözü, onun renklere ve
şekillere yüklediği sembolik ve duygusal anlamı yansıtmaktadır.
Gauguin’in en meşhur eserlerinden biri ‘’Arearea’’ adlı çalışmasıdır.
Gauguin’i van Gogh ile sürekli sallantıda olan bir arkadaşlık bağı vardı.
Birbirine yenilikçi ve eleştirisel olmaları açısından benzeyen bu iki ruh,
aynı zamanda sanatsal tutku açısından da benzemekteydi. Van Gogh
dindar bir insandı ancak kendi içindeki problemleri halledebilmek için
kendisini ressamlığa verdi.
Onun ilk başta önemsediği motifler basit insanların hayatıydı. Van Gogh
çiftçileri, işçileri ve fakir insanları anlatan bir düzine resim boyadıktan
sonra, Sanat akademisine yazıldı. Paris’te Empresyonistlerle ve Japon
kakma sanatıyla tanıştı. Buradaki ikameti van Gogh’un dönüm noktası
olmuştur. Güney güneşinin yoğunluğundan etkilenen van Gogh,
renklerinde git gide daha açık ve iç acıcı olanları tercih etti ve zıt
renkleri birbirine yakınlaştırdı. Bu dönemde boyadığı örneğin ‘’öz
resim’’ gibi eserlerinde, Pointilistlerin etkisi görülmektedir. Homojen
renk yüzeyleri kullanıyor ve nokta darbelerini adeta titreşiyormuş gibi
dinamik biçimde tuvale vuruyordu. Arles’de sanatsal yükselişini yaşamış
ancak aynı zamanda ruhsal olarak çöküntüye uğramıştı.
Burada van Gogh stilinin çarpıcı özelliklerini geliştirmişti: Resmine boyut
kazandırmak içn perspektifi değil, Hızlı ve cezbe halinde ki fırça
darbeleri ve kontrast renk kombinasyonları kullanıyordu. Renklerinin
ışık saçması realist boyamadan uzaklaşması anlamına geliyordu ve
kendisinden sonra gelen Expressionistleri etkilemişti. Van Gogh tıpkı
Cezanne ve Gauguin gibi Sanat’ın gerçekliğin kusursuz yansıması
olmaması gerektiği, sanatın bir ifade şekli olduğunu vurgulamaya
çalışıyordu. Kendi çağlarında tepkiye maruz kalan bu ressamlar gelecek
yıllardaki sanat algısına ışık tutmuşlardır.
Sembolizm

1880 ile 1900 yılları arasındadır. Gauguin’in izinden giden Henri


Rousseau, James Ensor ve Edvard Munch gibi ressamlar, anlam
yüklü idealist-sembolik geleneği takip etmekteydiler. Bu
sanatçıların eserlerini stil açısından bir arada toplamak zordur.
Ancak hepsine mevcut olan bir unsur vardır: Onlar ışık ve
algının teknik olarak incelenmesini iyi bulmuşlar ancak bununla
yetinilmemesi gerektiğini resmin bir anlam taşıyıcısı olduğunun
Empresyonistler tarafından göz ardı edildiğini düşünmüşlerdi.
Örneğin Edvard Munch’un ‘’Çığlık’’ adlı resmi, algı ve ışık-renk ikilisini
Empresyonist biçimde verirken aynı zamanda stiliyle, kompozisyon ve
renk seçimiyle belli başlı bir duygu ve hissi vermeye çalışır. Ruh dengesi
tıpkı van Gogh gibi labil olan Munch, resminde iç dünyasını sembolik
biçimde yansıtmayı başarmıştır.
Art noveau, Jugendstil ya da Sessesyon Sanatı
Farklı isimlerle tüm Avrupa’da yankı bulan bu akım
Natüralist-tarih ressamcılığına bir tepki olarak
gelişmiştir. Sanatçılar artık sanatın herhangi bir amaca
hizmet etmemesi gerektiği, kendisinin bir amaç olduğu
ve bu yüzden kendi ifade biçimlerinin olması gerektiğini
savunmaktaydılar. Bu konuda tıpkı sembolistler gibi
düşünene Art noveau’cular aynı düşünceyi savunan bazı
diğer sanatçılar gibi koyu ve depresif ifade biçimleri
kullanmaktan çok, estetiğe önem vermişlerdi. Onlara
göre sanatın sadece sanat için olduğu bir ifade biçimi
vardı, o da ornamental çizgiler ve süslemeler idi.
Bu yüzden art noveau eserlerinde, ister resim ister mobilya, eşya veya
mimari olsun daima bir dalga bir nakış ve ornament bulunur. Gustav
Klimt’in ‘’Öpücük’’ adlı eseri Art noveau’nun en mükemmel
öreklerindendir. Ressam kendisini resmettiği çiftin plastisitesinde fazla
kaybetmeden, onları bir nakışın içerisinde eritmektedir. Art noveau
özellikle zarif ve dekoratif olmasından dolayı günümüzde halen
çekiciliğini korumaktadır.
Fovizm
1905 ile 1915 yılları arasında modern dönemin öncüleri olarak
adlandırdığımız ressamların fikirlerini devam ettiren bir grup
oluşmuştu. Bu grup, Art noveau’nun dekoratifliği ve
Sembolistlerin resimlerde ifade ve anlam arayışına aldırmadan,
empresyonistlerin savundukları otonom resim tasarımını devam
ettirmişler ve modern dönem sanatın yolunu açmışlardır. Henri
Matisse, Andre Derain, Maurice de Vlaminck, Raoul Dufy ve
Kees van Dongen’den oluşan bu grup birbirine tamamen zıt
renkleri kullanmaları ve agresif firça darbelerinden dolayı
‘’Fauves’’ yani ‘’Vahşiler’’ olarak adlandırılmışlardı. Yine
Natüralizm’e tepkiliydiler ve resmin kendi içerisinde bir
organizma olduğunu, kendi ifade biçimleri olduğunu
savunmaktaydılar. Henri Matisse’in ‘’Madame Matisse.
Yeşil çizgi’’ olarak adlandırdığı resminde sadece renk karşıtlıklarını
kullanarak ve bu karşıtlıklar arasında nüans kurarak bir boyut elde
ettiğini görmekteyiz. Onun resimlerinde renk seçiminde dolayı adeta bir
ışıldama mevcuttur. Fauvistlerin özelliği resimlerinin gerçeğin iyi bir
kopyasının olması değildir. Sembolik bir atıf dış dünya ile resim
arasındaki irtibatı sağlayan unsur değildir. Resimler artık kendi
kendilerinde vardırlar, ve şekil ile renklerin uyumundan doğan bir ifade
biçimine sahiptirler.
20. Yüzyıl
20. yüzyıl teknik gelişim, icatlar ve bilim yüzyılıdır. Freud’un piskanalizi,
Buhar makinesinin icadı, motor icatları, tabiat bilimlerindeki yeni
kazanımlar ve Einstein’ın relativite teorisi modern çağ insanının algısını
ve dünyaya bakışını sarsmıştı. Gerçekliğin ne olduğu sorgulanmaya
başlamış, geçekliğin duyularla idrak edilenden öteye giden bir şey
olduğu düşüncesi hakim olmuştu. Sosyal dokuların değişmesi, kent
hayatının gelişmesi, teknik gelişim karşısında her şeyin daha hızlı
yaşanması sanatçılarda yeni sanat arayışlarını uyandırmıştı. Örneğin bir
otomobille bir tabiattan geçerken tabiat algısı, yavaş ve ağır ağır
ilerleyen at arabasında yaşanan algı birbirinden farklıdır.
Ekspresyonizm
Ekspresyonistler tıpkı Empresyonistler gibi çağın yeni
donanımlarına karşı sanat algılarını değiştirmeye hazırdılar,
ancak bunu empresyonistler kadar pozitif şekilde
yapmamışlardır. Onlar daha çok hayatın negatif taraflarına
anlam vermeye çalıştılar. İnsanın kalabalıklarda kendisini yalnız
hissetmesi, kendi benliğine yabancılaşması ve benlikçilik bu
sanatçıların zihnini kurcalamıştır. Hatta onların resimlerindeki
fikir ve duygusallık ile çağın insanına bu yenliklerle baş
edebilme imkânı vermeye çalıştıklarını da söyleyebiliriz. Bu
sanatçılardan bazıları ‘’Köprü’’ adında bir ressamlar topluluğu
kurmuşlardır: Ernst Ludwig Kirchner, Erich Heckel, Karl-
Schmidt-Rottluff ve Fritz Beyl.
Manifestolarında gençliğe, iyi bir geleceğe ve hürriyete hizmet etmek
istediklerini belirten bu topluluk, dönemin en meşhur eserlerini
Wilhelm döneminin katı ve donuk sanatına karşı bir tepki olarak
vermiştir. Abstraksyona doğru ilerleyen bu grup, deforme ve
aperspektifik motifler, karşıt renkler ve birbirinden kalın bir çizgiyle
ayrılmış renk yüzeyleri ile çalışıyordu. Figürleri dönemin Bohem
insanının kendisini algılamasını yansıtıyordu: Suretsiz, biçimsiz,
benliksiz. Figürler birer klon gibiler. Onlara göre ayrıca primitif sanat
yani halkın basit sanat anlayışı ve çocukların sergilediği resmetme tarzı
gerçek ve bozulmamış saf sanat idi.
Bu da belki de modern ve sanayileşmiş insanın doğaya karşı özleminin
ifadesiydi. Bir diğer sanatçı topluluğu Frank Marc, Wassily Kandinsky,
Paul Klee, Alexej Jawlensky, Marianne Werefkin, August Macke ve
Gabriele Münter’den oluşan ‘’Mavi süvari’’ idi. Bu grup ‘’Köprü’’den
daha az organizeydi. Bu topluluğun resimleri ise genelde anlamda daha
spirituel ve düşünceli idi. Ancak iki grubu da şu düşünce
birleştirmekteydi: Sanat artık görüleni gösteremezdi, zira artık
gerçekliğin karmaşıklığı buna izin vermiyordu.
Paul Klee’nin de ifade ettiğine göre, Sanat
görüleni resmetmek değil, görünür kılmaktı.
Onlar ruhta titreşim oluşturacak şeyleri
resmetmek istiyorlardı, bundan dolayı da
hepsi kendi özgün sanat tarzını geliştirmişti.
Örneğin Kandisnky’e göre ruhta titreşime
sebep olabilecek olan şey, gerçeklikten
tamamen kopmuş olması gerekirdi.
Dolayısıyla abstre olması gerekiyordu.

Paul Klee
Kübizm

1907-1925 yılları arasında tespit edilmiştir. Özellikle Paul Cezanne’in


cisimleri geniş yüzeylere ayırmasından etkilenmişlerdir.
Ekspresyonistler’de olduğu gibi anlam verme aşamasında duygu ve
seyircinin rolüne dikkat etmişler ancak bunu da analitik biçimde ele
almışlardır. Gerçekliği kavrama aşamasında onlar gerçekliği analitik
biçimde dokusuna ayırmaya çalışmışlar, yani şekillere (küp, koni, silindir
gibi) parçalayıp tekrar bir araya getirmişlerdir.
Bu akımın temsilcileri arasında Georges Braque, Pablo Picasso, Jean
Metzinger, Fernand Leger gibi ressamlar vardı. Obje parçalamakla onu
çeşitli açılardan birden resm edebiliyorlar ve böylelikle zaman kavramını
da işlemiş oluyorlardı. Çoklu perspektif dönemin İtalya’sındaki Futurist
sanatında da vardı. Marcel Duchamp’ın eserlerinde kendilerine has bir
tabiat yasası vardır. Zira simultan perspektif denilen bu teknikte bir
cismin hareket hali tek bir obje üzerinde ve resmin boyandığı o anda
hapsedilmekteydi. Kübist sanatın en meşhur ressamlarından biri Pablo
Picasso’dur. Picasso çok fazla eser vermiş ve plastik sanatlar, keramik
gibi diğer branşlarda da becerisini ustaca sergilemiştir. Kendi stilinde git
gide abstraksyona doğru ilerlemiştir.
İlk dönem eserlerinde çok aşırı derece de bir abstraksyon ve
figürlerinde parçalanma görülmez, ancak George Braque ile
tanışmasından sonra bu durum değişir. ‘’Les Demoiselles d’Avignon’’
adlı eserinde, kadın vücutları parçalanmış ve abstre olmuş şekilde
sunulmuştur. Zira Picasso bu dönemde ifadeyi daha da güçleştirecek
sanat unsurları arayışına girmişti. Bu ifadeyi o kendi şahsına Afrika
sanatında bulmuştu. ‘’Les Demoiselle d’Avignon’’ adlı eserine
bakıldığında yüzlerin Afrikan maskelerini andırdığı görülür. Fakat Picasso
asla tamamen abstre olmuş bir tarzı benimsememiştir.
O daha çok cisimleri parçalayıp kendi yasalarına göre tekrar bir araya
getiriyordu. Picasso’nun kendine has olan stili onu en özgün
ressamlardan biri haline getirmiştir. Adeta marka olan bir unsur,
boyadığı yüzlerde bir yarının frontal perspektiften diğer yarının ise yan
perspektiften ele alınmış olmasıdır (‘’Dora Maar’’). Ayrıca Picasso’ya
göre siyasi bir görüşe sahip olup bunu özgürce ifade etmek bir sanatçını
gayet tabii bir hakkı idi. Daha önce (bkz. Miken sanatı) bahsettiğimiz
gibi ‘’Guernica’’ resmi böyle bir manifestodur.
Fütürizm

Fransa’daki Kübizmle paralel şekilde İtalya’da Fütürizm


akımı ortaya çıkmıştır. Bu ressamlar tıpkı Kübistler gibi
cisimleri parçalarına ayırıyorlardı. Ancak onlar bir cismin
yanından hızlı geçildiğinde oluşan algıyı, yani zaman
kavramını da resme dâhil etmek istediler. Bu yüzden
resimlerinde bazen bir figürün üç veya alt uzvu olabiliyor,
ya da hızlı bir kemancının on iki parmağı oluşabiliyordu.
Onlar teknik kazanımlara olan hayranlıklarını bu şekilde ifade etmiş
oluyorlardı, Tommaso Marinetti’nin 1900 yılında yaptığı bir yorumda
olduğu gibi: ‘’ Bir yarış otomobili, bağıran bir araba beygiri,... bunların
hepsi Samothrake’li Nike’den çok daha güzeldirler.’’ Fütürist eserlere
örnek olarak Umberto Boccioni’nin ‘’Cadde’deki gürültü eve giriyor’’
verilebilir.
Abstraksiyonizm

Kübistler özellikle gelecek çağlar için ilham kaynağı olmuşlardır: Cisim


ve genelde kompozisyonun parçalara ayrılması Collage, Photomontage
ve Assemblage gibi tekniklerin ön ayağı olmuştur. İkinci dünya
savaşındaki tecrübelerden sonra, insanların zihni tamamen karışmış ve
ekspresyonizmin daha güzel bir dünyayı resmedebilme düşüncesine bir
ütopya olarak bakmaya başlamıştı. Bu yüzden gerçeklikten tamamen
kopmuş bir sanat algısı belki de dönemin insanlarına cazip gelmişti. Zira
artık abstraksyon daha iyi bir dünyanın ütopyasını taşır hale gelmişti.
Ancak sanat bu esnada ahenkli, berrak ve tertemiz olmalıydı. Öte
yandan da bu sanat güncel hayata nüfuz edebilmeliydi, zira toplumsal
yönü bu şekilde sağlanacaktı. Bu yüzden sanatçılar artık sanatlarını
resimlerle sınırlandırmıyorlardı, bu yeni sanat algısı mimari ve ürün
tasarımına da geçti. Hayat ve sanatın birleşmesini benimseyen ve
Hollanda’da 1917 yılında kurulan De Stijl sanatçı topluluğun yanı sıra,
birde Almanya’da 1919 yılında Walter Gropius’un öncülüğünde Bauhaus
akademisi kuruldu. Bu grupların öncelikli hedefi bütüncül bir sanat
anlayışıydı. Bu dönemin en meşhur eserleri Robert Delaunay’in
‘’Daireler Güneş’’ ve Paul Klee’nin ‘’Gemilerini kalkışı’’dır.
Dadaizm

1916 Zürih ‘’Cabaret Voltaire’’deki bir gösteri ile


başlayan bir protestodur. Bir grup genç, absürd şiirler,
hareketler ve danslarla savaşın anlamsızlığı içerisinde
insanın anlam algısını protesto etmişlerdi. Onlar artık
saçmalığın içinde bir anlam arayışındaydılar. Francis
Picabia’nın şu cümlesi Dadaizm’i güzel bir şekilde ifade
etmekteydi: ‘’İnsan kafasının yuvarlak olması
düşüncesinin seyrini değiştirebilmesi içindir’’.
Onlar insanın aptallığını ve kendini çok akıllı sanmasını protesto
ediyorlardı. ‘’Dada’’ isimlendirilmesinin hala tam olarak nerden geldiği
bilinmemekteyse de, anlamsız bir kelimedir. Anlatılana göre Hugo Ball
Fransız kelime dağarcığını açıp ilk önüne çıkan kelimeyi ‘’Dada’’ yani
‘’oyuncak at başlıklı sopa’’ almış ve bu akımın ismi haline gelmiştir.
Dadaistler sanattan çok anti-sanatı savunmaktaydılar, yani onlar gelmiş
geçmiş tüm sanat algılarını kırmak ve yepyeni bir şey ortaya koymak
istemişlerdir.
Marcel Duchamp’ın Ready-mades sergisi buna örnektir: bir idrar taşı ve bir bisikletin
ön tekerleğini sergilemekle sanat eseri dediğimiz şeyin onu nerede ve hangi sergide
gördüğümüze göre zihnimizde konumlandığını göstermekteydi. O aynı zamanda
sanat pazarına ve sanat anlayışına en ciddi eleştiri yapanların ilki olmuştu. Kurt
Schwitters’in eserleri Duchamp’ın anti-sanatı kadar sanat dışı olmasa da, Dadaistler
gibi o da zaten paramparça olmuş olan şeylerin parçalarını bir araya getirip
onlardan yeni bir şeyler yaratmaya çalıştı. Meşhur Collage’lerinde ‘’merz’’
kelimesinin sıkça ve tabi ki herhangi bir anlamı olmaksızın ortaya çıkması onun
amblemidir. Photomontage tekniği kullanan bir diğer grup da Hannah Höch, Raoul
Hausmann ve John Hartfield gibi sanatçılardan oluşmaktaydı. Ancak Dadaizm’i bu
kadar özel yapan şok etkisi zamanla etkisini kaybetmişti. Fransa’daki Dadaizm bu
yüzden git gide yerini Sürrealizm’e bırakmıştır.
Sürrealizm
1924-1945 yılları arasında psikanalizin etkileri sanatta da
görüldü. Fransa’daki Dadaistler irrasyonellik ve anlamsızlık
prensibini reisime dökmeye başlamışlardır ve bununla ruhun
derinliklerini kavramaya çalışmışlardı. Freud’un rüya tabiri
yöntemi insanın benliğinin keşfedilmemiş olan büyük
oranının rüyalarda tezahür ettiğini savunuyordu. Dolayısıyla
insanın hisleri, düşünceleri ve filleri kontrolü dışında cereyan
etmekteydi. Andre Beton’un ‘’Ben birbirine tamamen zıt
gözüken gerçeklik ve rüyanın bir üst gerçeklikte (sur-realite)
çözüldüğüne inanıyorum’’ şeklindeki ifadeleri akıma ismini
vermiştir.
Yine bir başka realite arayışına girmiş bulunan modern insan, bu sefer
tanınmadık yeni gerçekliklerin rüyalarda keşfedilebileceğini
düşünüyordu. Sürrealizm’in devasa isimleri İspanyol Joan Miro ile
Salvador Dali, Alman Max Ernst, Belçikalı Rene Magritte ve Meksikalı
Frida Kahlo’dur. Salvador Dali ve Giorgio de Chirico üst benliğin kontrol
ettiği düşünce aşamalarını, realist cisimlerin absürd biçimde bir araya
getirilmesi ve tabiata aykırı şekillere sokulmasıyla kırmayı
başarıyorlardı. Dali’nin ‘’Hafıza’nın sürekliliği (yumuşak saatler)’’ adlı
çalışması buna örnektir. De Chirico ise eserlerine ‘’pittura metafisica’’
yani ‘’metafizik ressamcılık’’ adını isabetli biçimde koymuştu.
Dali ise kendini ‘’rüyaların resim boyayan fotoğrafçısı’’ olarak
görmekteydi ve bu yüzden illüzyonist sürrealistlerdendi. Rene Magritte
yanıltıcı resimleriyle insana gerçeklik neden olduğu gibi de başka türlü
değil sorusunu sordurarak farklı bilinç mertebelerine ulaşmaya
çalışıyordu. Diğer bir sürrealist – Max Ernst- bilinç mertebelerine
ulaşmayı tesadüfe bırakıp Frottage, Grattage ya da Decalcomanie
teknikleriyle çalışıyordu. Bu teknikler tesadüfi bir görüntü elde etmeyi
ve tıpkı bir bulutun bir hayvana yahut cisme benzetilmesi gibi, zihnin
ortaya çıkmış olan bu görüntüyü kendisinin yorumlamasına izin
veriyorlardı.
‘’Büyük orman’’ adlı çalışması buna örnek gösterilebilir. Bu
teknik aslında psikolojide kullanılan ‘’Rohrschach-testine’’
çok fazla benzemektedir. Bir diğer sürrealist yorumcu Juan
Miro’dur. O ilham kaynağını çocuk resimlerinden
almaktadır. Ona göre bilinçaltını anlayabilmenin en güzel
yolu çocuk zihninin ürettiklerini mercek altına almaktır.
Resimlerinde kompozisyon olmasına rağmen, yıldızlar,
noktalar ve çizgiler bir hayal dünyasına davetiye çıkarır.
Diğer sürrealist resimler bazen ürpertici bazen de karanlık
iken, Juan Miro’nun resimleri tıpkı ‘’gök mavisinde altın’’
resminde olduğu gibi neşe ve masumiyet saçmaktadır.
Nasyonalsosyalizm’in baskısı ve sanat müdahaleleri altında çalışan bu
sanatçılar, siyasi bir protesto yahut bir karşı koyma peşinde değildiler.
Aslında onların gerçeklikten üst gerçeklik denilen hayal ve rüyalara
kaçmaları onların baskıcı unsurlarla baş edebilmelerini sağlamıştır.
Dolaysıyla sürrealizme aslında bir realiteden kaçış olarak bakabiliriz.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonrası
I

̇
İkinci dünya savaşından sonra yine dengeler değişmiş, Amerika özellikle
öncü konuma yerleşmişti. 20. Yüzyılın ikinci yarısı Abstre
ekspresyonizm, Tachizm, Action Painting, Konkre resim sanatı (Pop-art,
Colour-Field Painting ve Hard Edge), Realizm ve Aksiyon sanatı, Pop- Art
ve Fotorealizm, figüratif resim sanatı gibi türleri barındırmaktadır. Bu
sanat türleri günümüz sanatçıları tarafından hala kullanılmaktadır.
Biz bu çalışmamızda aslında çağımızın sanat türleri oldukları için
bu ifade biçimlerini açıklamadık. Belki de elli yıl sonra bu eserleri
eleştirisel bakış açısıyla tekrar yorumlamanın daha isabetli
olacağı kanaatindeyiz. Ancak şu bir gerçek ki 19. Yüzyılın ikinci
yarısından 20. Yüzyılın ikinci yarısına kadar modern insanın sanat
algısı, en azından ifade biçimlerinin yorumlanmasına izin verdiği
kadar, pek fazla değişime uğramamıştır. Abstraksyonun son
raddesine ulaşmaya çalışan modern insanı ileride neler
beklemektedir?
YARATICILIK KAVRAMI
Yaratıcılık ilk olarak felsefenin, ardından psikoloji, sosyal bilimler, güzel
sanatlar, eğitim gibi birçok farklı disiplinin üzerinde teoriler ürettiği;
tanımlanması güç, çok boyutlu bir fenomen olarak kabul görmektedir.
XV. ile XIX. yüzyıllar arasında sığ bir bakış açısı ile yalnızca güzel sanatlar
alanına ilişkin bir olgu olarak benimsenen yaratıcılık kavramı,
çoğunlukla tanrısal, olağanüstü güçlerle açıklanmaya çalışılarak mistik
bir çerçeve içinde değerlendirilmiştir. Günümüzde insanın zihinsel,
düşünsel, duyumsal ve bilişsel yapısı hakkında farklı kuramsal ve
deneysel çalışmaları destekleyen psikoloji biliminin ortaya koyduğu yeni
ve önemli bulgularla, yaratıcılık kavramı çok boyutlu olarak ele alınmaya
başlanmış ve yaratıcı düşünceye bakış açısı değişmiştir.
Artık farklı disiplinlerde hakkında teoriler üretilen yaratıcılık kavramı
interdisipliner bir kavram olarak ele alınmaktadır. Bu sebeple birçok
araştırmacı kendini kuramsal yaklaşım türlerinden birine kesin çizgilerle
bağlı görmemekle birlikte; her disiplin kendi ilgi alanına bağlı olarak
yaratıcılık kavramını farklı bakış açılarıyla ele alarak, çeşitli tanımlamalar
ve sınıflandırmalar yapmaktadır.
Sternberg ve Lubart yaratıcılık alanında yapılan çalışmaları altı temel
kategoride toplamaktadır. Bunlardan ilki yaratıcılığın orijinini mistisizme
dayandırarak daha sonraki bilimsel araştırmalara yol açan çalışmalar
iken; ikincisi temelinde psikoloji biliminden destek alan bireysel olarak
nasıl daha yaratıcı olunabileceğinin yollarını ortaya koymayı hedefleyen
pragmatik çalışmalardır. Üçüncü kategori ise yaratıcılığı, temelde teorik
ve metodolojik olarak bilimsel psikolojinin temelinden ayırarak ele alan
psikodinamik görüş altında ele alan çalışmalardır.
Yaratıcılığın kriterleri veya belirleyicileri ile ilgili karşılaşılan
problemlerden yola çıkarak, yaratıcılığı testler aracılığıyla değerlendiren
çalışmalar dördüncü grupta değerlendirilirken; beşinci grup yaratıcılığı
sıradan strüktürler veya süreçlerden, olağandışı bir sonuç elde etme
olarak ele alan çalışmalardır. Son grup ise yaratıcılığı çoklu disipliner
yaklaşımlar altında ele alarak, bütün çalışma alanı yerine kısmen
yaratıcılıkla ilgili (yaratıcılığın bilişsel süreci, yaratıcı kişilerin bireysel
özellikleri gibi) alanı ele alarak ayrıntılı olarak inceleyen çalışmalardır.
Yaratıcılık ve Yaratıcı Kişi İlişkisi
Yaratıcılığı kişilik yönüyle ele alan yaratıcılık tanımlamaları; yaratıcılık
olgusuna, yaratıcı davranışta güdülenen, yaratıcı bireylerin belirleyici
kişilik özelliklerini temel alır ve genellikle insanların yaratıcı yönlerini,
bilgisel, eğitimsel, düşünsel (zekâ) kişiliğine odaklanır. Kişiden kişiye
farklılık gösteren bu özellik çok yönlü bir düşünce ürünüdür ve bu konu
ile ilgili oldukça kapsamlı bilimsel tespitler geliştirilmiştir.
Yaratıcılık ve Kişi İlişkisine Değinen Tanımlamalar
Bilim Adamı Yıl Yaratıcılık Tanımı Alan

Bireylerin değişken miktarlarda sahip oldukları, durumlara bağlı olarak az çok ortaya çıkmaya
elverişli bir özellik, kendini göstermek için uygun koşullar gerektiren kişisel potansiyel güç;tüm
insanların doğuştan sahip olduğu, insanı insan yapan temel bir içgüdü hayatta kalmak ve hayatımızla Sanat eğitim
Lowenfeld 1959 ilgili problemlerimizi çözmek amacıyla kullandığımız bir içgüdü.

Eş ve zıt anlamları birlikte düşünme, ardından verileri akıllıca düzenleme, esnek düşünerek problemi
Guilford 1968 çözme ve bütün bu sürecin sonunda ortaya özgün bir ürün koyma yetisi, ıraksak düşünme yeteneği
Psikoloji

Ortam ve şartlara göre az ya da daha fazla ifade edilen doğal ve genel bir özellik
Bennis 1973 Edebiyat

Psikoloji Eğitim
Torrance 1974 Sorun çözme becerisi ve yetenekler dizisi

Denel 1999 Kısa sürede çok seçenekli çözümler önermek Tasarım

Toplumsal faydası olduğu kabul edilen orijinal ve güçlü ürünlerin yaratılması yeteneği
Preti Miotta 2001 Psikoloji
Yaratıcılığı kişilik yönü ile ele alan araştırmacıların başında psikoloji,
tasarım, eğitim ve sanat alanlarındaki uzmanlar gelmektedir. Bu
araştırmacılara örnek olarak Torrance, Lowenfeld, Ausubel, Guilford,
Maslow, Adorno, Getzels, Landua verilebilir.
Lowenfeld “Creative and Mental Growth” isimli çalışmasında yaratıcılığı
tüm insanların doğuştan sahip olduğu, insanı insan yapan temel bir
içgüdü olarak nitelendirmiştir.
Tüm insanların sahip olduğu bir yetenek ve düşünme aşamasında
kullandıkları doğal bir özellik olan yaratıcılık, öncelikli olarak hayatta
kalmak ve hayatımızla ilgili problemlerimizi çözmek amacıyla
kullandığımız bir içgüdüdür. Durumlara bağlı olarak az ya da çok ortaya
çıkmaya elverişli kişisel potansiyel güç olan yaratıcılık kişiden kişiye
farklılık gösterir.
Torrance, Yaratıcı Düşünme Testi el kitabında (Torrance Test of Creative
Thinking) yaratıcılığın sorunlara, bozukluklara, bilgi eksikliğine, kayıp
öğelere, uyumsuzluğa karşı duyarlı olma, güçlüğü tanıma, çözüm arama,
tahminlerde bulunma ya da eksikliklere karşı denenceler geliştirme ya
da yeniden sınama, daha sonra da sonucu başkalarına iletmek olarak
tanımlamaktadır. Torrance bu tanımlamada yaratıcılığı, kişiye ait olan
sorun çözme becerisi ve yetenekler dizisi olarak nitelendirmiştir.
Torrance (1972) diğer bir yaratıcılık tanımlamasında ise akıcı, esnek ve
özgün düşünebilme yetisine sahip kişileri yaratıcı insanlar olarak ifade
etmiştir. Ona göre akıcılık belirli bir nesnenin değişik kullanımları
sorulduğunda kişinin üretebildiği farklı düşüncelerin sayısını gösterir.
Esneklik ise kişinin yaklaşımlar arasında gidip gelebilme yeteneğidir. Tek
bir kategoride düşünceler üreten biri, çoklu kaynaklardan yola çıkarak
düşünce üreten birine göre daha az esnek olarak algılanacaktır. Kişinin
sahip olduğu özgün düşünebilme yetisi ise, bilindik ve alışılmış
düşüncelere bağlı kalmamayı, ürettiği düşüncelerdeki yeniliğini gösterir.
Yaratıcı birey, düşünmekten hoşlanır, sorgulayıcı bir tavra sahip olan
yaratıcı kişi, problemlere ve mevcut duruma duyarlı olduğundan
düşünce üretmek ister, buna ihtiyaç duyar. Sorunlara karşı duyarlıdır.
Yaratıcı insanlar problem çözücü oldukları kadar problem bulucudurlar.
Pareto’ya dayanan Young (2008); yaratıcı insanları spekülatif düşünen
insan tipi olarak belirtir. Pareto’ya göre spekülatif insanın ayırt edici
özelliği, kafasının sürekli yeni kombinasyon ihtimalleri ile meşgul
olmasıdır.
Bazı araştırmacılar yaratıcı kişilerin ana yoldan ayrılma, deneye açık
olma, kalıplardan kurtulma; bir önceki deneyimi aşma, bir anlamda ona
isyan etme; kurallara karşı gelip, denenmiş şeylere karşı kuşku
gösterebilme; alışılmış olana, standart kullanım şekillerine karşı çıkma
özelliklerine sahip olduklarını vurgularlar.
Koberg ve Bagnall ise yaratıcı kişileri alışkanlık kırıcısı olarak tanımlar.
Yaratıcı kişiler marjinaldir. Uçlarda gezinen, risk alan, risk almayı seven,
serüvenci düşünen, ayak direyen, bazen toplumun kabul görmediği
alışkanlıkları olan, serüvenci bir yapıya sahiptirler. Rutinleşmiş
eylemlerden uzak dururlar, özgün ve özgürdürler. Geleneklere uymaz,
asi davranışlar sergilerler.
Yaratıcı kişiler, bilinmeyenden, gizemli olandan hoşlanırlar, belirsiz
durumlara karşı sabırlıdırlar. Karmaşık olan şeyleri basit olanlara tercih
ederler. Bilme ve merak dürtüsüyle; sorgulayıcı davranırlar.
Yaratıcı birey kavramlarda, inançlarda, algılarda ve varsayımlarda esnek
olmakla birlikte dışa açıklık ve katılıktan yoksundur. San’a (1985) göre
Borron’un tanımlamalarıyla, yaratıcı kişiler, yaratıcı olmayanlara göre daha
çok iletişime açıktırlar. Bir anlamda zaten yaratıcılık iç ve dış dünya ile
iletişim, iç ve dış dünya ile sürekli temas halinde olma demektir. Bu görüşün
aksine kimi tanımlar yaratıcı insanların insanlar arası ilişkilerle ilgilenmediğini,
sosyal toplantılara ilişkilere düşkün olmadığını ve yaratıcı insanlara göre daha
içe dönük, bireysel ve bağımsız olduklarını vurgulamaktadır. (
Yaratıcı kişi sahip olduğu yüksek hayal gücü sayesinde herkesin gördüğü
şeyi farklı görüp, onunla ilgili farklı şeyler düşünebilen, yeni fikirler
geliştirebilen ve farklı yaklaşım tarzı geliştirebilen kişidir. Yaratıcılıkta
kişinin sahip olduğu hayal gücünün varlığı, düşünce üretimini
tetikleyerek; önceden birbiriyle ilişkisi olmayan kavram ve görsel
unsurlar arasında bağlantılar kurma yeteneğini artırır. Yaratıcı birey;
yeni, özgün ve değerli bir şeyler üretmek için veya bir şeyi başka bir
şeye transfer etmek için hayal gücünü kullanır. Yaratıcı birey imgelerle
düşünebilme, fantezi kurabilme ve imajinasyon yoluyla aklına gelen
kavram ve fikirleri zihninde canlandırma yeteneğine sahip kişidir.
Yaratıcı kişilerin yargıları ve değer eğilimleri estetiğe doğru kaymaktadır.
Kadınımsı ilgiler diye tanımlanan konularda daha özgür deyimler
kullanırken, erkekçe saldırganlıktan yoksundurlar der Blatt ve Stein.
Hargraves, yüksek düzeyde yaratıcı olan bireylerin karşıt cins rollerini
daha kolay kabul ettiklerini, yaratıcı erkeklerin daha kadınsı, yaratıcı
kadınların ise daha erkeksi ilgiler ortaya koyduğunu belirtmiştir.
Tüm bu tanımlamalar ışığında geliştirilebilen bir olgu olan yaratıcı kişilik
özelliklerine sahip bireyler, meraklı yapıları ve yüksek hayal güçleri
sayesinde eş ve zıt anlamları birlikte kullanabilme özelliğine sahiptirler.
Yetersizliklere ve eksikliklere tahammülsüz olan yaratıcı kişiler,
eksikliklere ve sorunlara esnek düşünebilme yetenekleri sayesinde kısa
sürede problemlere alışılmışın dışında ve çok seçenekli çözümler
üretebilme kabiliyetleri yüksektir.
Yaratıcılık ve Yaratıcı Süreç İlişkisi
Yaratıcılığı kişilik yönüyle ele alan çalışmaların yanı sıra, kimi
çalışmalarda yaratıcılığın süreçle ilişkisine odaklanılır. Bu ilişki;
yaratıcılığın düşünme, muhakeme etme, problem bulma, analiz etme,
sentezleme, problem çözme, yenilikçi çözümler üretme, enformasyon
işlemi gibi eylemlere dayanan, zihinsel ve bilişsel bir süreç olduğu
teması üzerinde durmaktadır.
Yaratıcılığın süreçle ilişkisi üzerine odaklanan teorisyenler genellikle
psikoloji ve eğitim alanlarında çalışmış bireylerdir. Bu kişilerin başında
Torrance, Guilford, Mednick, MacKinnon, Yavuzer, San, Amabile, Abra
gelmektedir.
Yaratıcılık anlık bir durum olmayıp, tartışmalı, eleştirel, çaba gerektiren
düşünsel süreç gerektirir. Yaratıcılık zaman içine yayılan dinamik bir
süreç olarak görülebilir. Süreç sonuca giden yolda yaratıcı kişinin
bedensel ve düşünsel çabalarının tümünü kapsar. Süreç değişkendir.
Çoğu kez yapıtın ortaya çıkışı konusundaki bilinmezliğe karşılık süreç
yaratıcı davranışı belirleyen pek çok ipucu verir. Bu nedenle yaratıcı
süreç bilinmez değildir ancak yaratıcı süreçte rastlantısal gelişen pek
çok durum söz konusudur.
*
Yaratıcılık sürecinde olası çözümler ve ilişkiler kurularak farklı, yeni bir
şeyler ortaya çıkarılmaktadır. Bu süreçte eski durumla ilişkisiz, yeni
durumla ilişkili olanın önceden görülmesi ve gizli benzerliklerin
keşfedilmesi önemlidir çünkü yaratıcı süreç geçmiş deneyimlere ve
mevcut eksikliklere dayanır. Geçmiş deneyimler, önyargılar ve inanışlar,
insan ve toplumsal yaşanmışlıklar o anki durumla ilişkilendirilir ve
gerçeklik kavramı yeniden oluşturulur ve dönüştürülür. Bu
yaşanmışlıkların yanı sıra, mevcut eksikliklerin keşfi ile kişi bugünü
değiştirme arzusu ile geleceğe bakar, bu süreçte kişi değişen gerçeklikle
ilişki kurmalıdır.
Yaratıcılığı bir sezgi süreci olarak benimsemiş olan Torrance (1966; 1990), bu sezgi
sürecinin boşlukları, rahatsız edici eksik öğeleri sezip, bunlar hakkında düşünceler
geliştirmek, varsayımlar kurmak, bunları sunmak, sonuçları karşılaştırıp,
değiştirmek, yeniden sınamak gibi aşamaları olduğunu vurgular.
Yaratıcılığın bir tür özel problem çözme davranışı olduğunu, kısa sürede çok
seçenekli çözümler önerebilme zihinde yeni ve farklı tekrarlar oluşturarak,
problemlere yeni ve alışılmışın dışında çözümler üretme yeteneği ile ürüne
dönüştürme süreci olduğunu savunan kişilerin yanı sıra kritik olanın problem bulma
olduğunu, problem çözme olmadığını ve yaratıcılığın en zor yönünün çözümü fark
etmek olduğunu savunan kişiler de vardır.
May (1994) yaratıcı sürecin özellikle ilk safhalarında kararsızlıkların
yaşandığından, problemlerin beraberinde kaygı, korku ve coşkuyu eş
zamanlı yaşattığından bahseder. Bu süreçte insanın bilinçli olarak
düşündükleri ve bildikleri gerçekler ile yeni oluşan kavrayış arasında
dinamik bir mücadele oluştuğunu ifade etmektedir. Yaratıcı süreç
konusuyla ilgili çalışan araştırmacılar tarafından yaratıcı süreç farklı
evrelere ayrılmıştır.
*
Bazı araştırmacılar yaratma sürecini beş evrede ele almaktadırlar. Birinci
aşama, sorunu tanımlama, fırsatları belirleme ve açık ve belirgin olarak
neyi çözeceğimizi tanımlama aşamasıdır İkinci aşama, konuya ilişkin
perspektif edinmek için ve konunun detaylarını öğrenebilmek için
gerçekleştirilen bilgi toplama aşamasıdır. Üçüncü aşama, fikir üretme
aşamasıdır. Dördüncü aşama ise fikri geliştirme ve değiştirme
aşamasıdır. Bu aşamada, ürün yapılmakta veya problemin çözümü
bulunmaktadır. Son aşama ise, buluşun uygulanabilirliğinin tartışıldığı
ve buluşun uygulandığı aşamadır.
Wallas (1926) yaratıcılığı problem çözme süreci olarak kabul edenler arasındadır. Bu
düşünce sürecini, yaratıcı süreç, hazırlık, tasarım/kuluçka, düşüncenin geliştirilmesi,
aydınlanması, gerçeklik denetimi evrelerine ayırmıştır. Bu evreler her zaman aynı
sırayı izlememektedir. Hazırlık evresinde yeni bilgiler toplanmakta ve karşılaşılan
problem tanımlanmaya çalışılmaktadır. Kuluçka evresinde, eski bilgilerin yenileriyle
etkileşimi ve kaynaşması sonucu bir takım zihinsel süreçler meydana gelmektedir.
Aydınlanma evresinde, yaratıcı birey problemin çözümünü birdenbire kavramakta;
düşünsel boyutta buluşu oluşturmaktadır. Son evre olan gerçekleme evresinde,
önceki evrelerde elde edilen düşüncenin geçerliliği test edilmekte ve yaratıcı ürün
ortaya çıkarılmaktadır. Bu durumda tam bir yaratıcılıktan bahsedebilmek için
yukarıda belirtilen tüm evrelerin tamamlanması gerekmektedir.
Ludwig (1989), yaratıcılığın ilk aşamasının hazırlık süreci olduğunu söylemektedir.
Bu dönem, problemin tanımlandığı, eldeki olanakların ve konu hakkında neler
yapılabileceğinin üzerinde durulan evredir ve bu dönemde problem formüle edilir.
Daha sonra problem bir kenara koyulur ve kuluçka dönemi başlar. Genelde bu
dönemde, kişiler başka bir işle meşgulken bilinçdışında fikirler oluşmaya başlar.
Daha sonra keşfetme, aydınlanma meydana gelir. Son aşamada, eldeki veriler
değerlendirilir ve fikirler bilimsel, estetik veya sosyal standartlara göre test edilir ve
birleştirilir. Bu aşamada alışılmadık benzerlikler saptanmaya çalışılır ve sahip olunan
fikirler arasında daha önce farkına varılmamış ilişkiler kurularak yeni bir bütün
oluşturacak biçimde birleştirilir. Foster ve diğerlerine göre bu süreç, problemin diğer
problemlerle olan benzerliklerinin veya farklılıklarının sorgulandığı, yaygın
kuralların, yöntemlerin yıkıldığı, farklı metotların denendiği, risk alarak daha önce
getirilmemiş şeyleri bir araya getirildiği aşamadır. En sonunda ise ana düşüncenin
ortaya çıktığı patlama aşaması yaşanır. Artık doğan fikir pratikteki kullanımları için
geliştirilerek son şeklini alır.
Yaratıcılık ve Süreç İlişkisine Değinen Tanımlamalar

Bilim Adamı Yıl Yaratıcılık Tanımı Alan

Le Corbusier 1920 Sabırlı bir araştırma Mimarlık

Belirli bir işe yarayan ya da belirli koşulları yerine getiren bazı çağrışım
Mednick 1962 öğelerini birbirine yaklaştırarak yeni bileşimler oluşturma Psikoloji

Artistik, mekanik, teorik şekillerde oluşabilecek bir eylem


Torrance 1968 Psikoloji

Guilford 1968 Esneklik ve özgünlük içeren bir süreç Psikoloji

Simon, Newell
1972 Bir tür özel problem çözme davranışı Psikoloji

Koberg, Duygularımız ve bilginin bileşimi, duyduklarımız ile bildiklerimiz arasında bir


1974 Tasarım
gidip gelme süreci
Bagnall

Yavuzer 1989 Yeniden tanımlama, düzenleme, çözümleme ve sentez Eğitim

Problem bulma ve çözümü fark etmek, tam olarak tanımlanmamış bir


alanda gerekli problemlerin bulunması, problemlere bilişsel
Benami 2002 Bioteknoloji
mekanizmalardan faydalanılarak çözüm bulunması
Yaratıcılığın süreç ile ilişkisine değinen yaratıcılık tanımlamaları
irdelendiğinde, dinamik ve değişken bir süreç olan yaratıcılık çeşitli
çağrışımlar aracılığı ile çözümleme ve sentez yaparak ortaya çıkarma
aşamasıdır. Esneklik ve özgünlük içeren yaratıcılık süreci, yeniden
tanımlamalar ve düzenlemeler yapılmasına olanak verdiğinden bir
farkındalık aşamasıdır denilebilir
Yaratıcılık ve Yaratıcı Ürün İlişkisi

Yaratıcılığın kişi ve süreç ile ilişkisine değinen çalışmalardan farklı olarak,


yaratıcılığın ürün ile ilişkisine odaklanan çalışmalar da mevcuttur. Bu tip
yaratıcılık tanımlamalarında, yeni, orijinal ürüne/fikre yoğunlaşılmış
olup, yoktan var etme esastır. Bu tanımlamalar ortaya konan yeni
ürünün yenilikçi, özgün, alışılmamış, yararcı yapısıyla ilgilenmekte,
yaratıcılığın özgün nesneler üretme yeteneği olduğunu vurgulamaktadır.
Webster sözlüğü yaratıcılığı; yapma, varlığı ortaya çıkarma süreci olarak
tanımlamaktadır (May, 1994). Yaratıcılık kişinin bir problem karşısında
problemin çözümüne yönelik yeni bir ürün ortaya koyması; yeni bir
şeyler üretmesi, yenilikçi, yararcı ve orjinal bir sonuç ortaya koyması
şeklinde yorumlanır (Torrance, 1968; Takala, 1993). Bazı araştırmacılar
tanımlamalarında yeni ürünün ortaya çıkarılmasında, var olan öğelerin
yeniden yorumlanmasından yararlanıldığının altını çizmektedirler.
Yaratıcı ürün önceleri elde olan materyal ve bilginin tekrar
bütünleşmesinden doğar. Yaratıcı ürün, gerçeklik dediğimiz bütünün
parçalarının yeni bir biçimde düzenlenmesi ve ortaya konulmasıdır.
Bir işin yeniliği de öncekilerden sapma derecesine bağlıdır. Bazı
araştırmacılar ise yeni ürünün ortaya çıkarılmasında, daha önce hiç
biraraya gelmemiş fikir, kavram ya da nesnelerin birlikteliğinin yaratıcı
sonuçlar doğurduğunun altını çizerek yaratıcılığın, birleşimi oluşturan
üçüncü bir kavram ya da nesneye dönüştürme becerisi olduğunu
belirtmişlerdir. Read (1958) ise yaratıcı ürünün her iki yaklaşımla da
ortaya çıkabileceğini vurgulamaktadır. Ona göre, yaratıcılık, önceden
biçimi olmayan bir şeyin varlık kazanması ve yoktan var edilmesidir.
Diğer yaklaşımda ise Read yaratıcılığı genellikle var olanın yeni biçimde
kullanımı, yeni baştan uyarlanması olarak ifade etmektedir.
Bruner, yaratıcı ürünün en önemli özelliğinin şaşırtıcı olmak olduğunu
iddia eder. Yaratıcı ürün, gözlemcilerde alışılmışın dışında olduğu için
şaşırma; işlevine uygun olduğu için tatmin, bilinen sınırları kırdığı için
heyecan ve zihinsel-duygusal anlam taşıdığı için ise tat-zevk alma gibi
bir takım etkiler yaratır. Preti ve Miotta (1997) ise yaratıcı ürünün
faydalı olması gerektiğine değinir ve tanımlamalarında yaratıcılığı,
toplumsal faydası olduğu kabul edilen orijinal ve güçlü ürünlerin
yaratılması yeteneği olarak ele alır.
Yaratıcılık ve ürün ilişkisine değinen tanımlamalar

Bilim Adamı Alan


Yıl Yaratıcılık Tanımı

Önceden biçimi ve hiçbir yüzü olmayan bir şeyin varlık kazanması, yoktan var etme
Eğitim
Read 1958 olabileceği gibi, var olan malzemenin yeni biçimde kullanımı, yeni baştan uyarlanması

Ausubel 1964Daha önce yapılmayanı yapmak Eğitim

Kişinin bir problem karşısında problemin çözümünde yeni bir ürün ortaya koyması Psikoloji
Torrance 1968

Takala 1993Birşeyler üretmek ve yeni bir sonuç ortaya koymak Tasarım

Bilinen şeylerden yepyeni bir şey çıkarmak, yeni özgün bileşime varmak, bir takım Güzel sanatlar
San 1993 sorunlara yeni çözüm yolları bulmak

Her alanda ve her konuda ihtiyaç duyulan; dünyayı daha sorunsuz, daha yaşanabilir, daha
Psikoloji
Feldman 1994 az sıkıcı ve keyifli hale getirmeye çalışan bir yaklaşım

Abra 1997Zihinde yeni ve farklı tekrarlar oluşturarak ürüne dönüştürme Psikoloji


Yaratıcı ürün ile ilişkili yaratıcılık tanımlamaları, yaratıcılığın yeni ile
ilişkisine dikkat çeker. Yeniden varlık kazanan, yeniden yorumlanan
yaratıcı ürün bilgilerin sentezlenmesi yolu ile bizleri alışılanın ötesine
ulaştırır. Özgün ve orijinal olan ürüne ulaşabilmek için yeniye
yoğunlaşarak bilinmeyen gerçekliklere yaşam verilmelidir. Bu yaratıcı
ürün onu algılayabilme yeteneğinde olanlarda estetik bir heyecan
uyandırmalıdır.
Bütün bu sınıflamalardan farklı olarak literatürdeki tanımlamalar
incelendiğinde yaratıcılığın süreçle, kişiyle ve nesne ile ilişkisine vurgu
yapan söylemlerin yanı sıra yaratıcılık kavramının süreç, kişi ve ürün
kavramlarının etkileşimi sonucunda ortaya çıktığını savunan
teorisyenler de vardır.
Yaratıcılık Kavramı ve Yaratıcı Süreç-Kişi-Ürün
Etkileşimi

Yaratıcılık olgusu yaratıcı kişi, yaratıcı süreç ve yaratıcı ürünün dinamik


yapısı sonucu ortaya çıkan bir güçtür. Yaratıcı süreçte problemin farklı
boyutlarda düşünülmesi ve irdelenmesi aracılığıyla farklı sentezler
yapılması bireyi yaratıcı ürüne götürmektedir. Araştıran, sorgulayan kişi,
değişen ve gelişen süreç ve beraberinde oluşan ürün; entelektüel
birikim ve deneyimlerle zenginleşir.
Bilim Adamı
Yıl Yaratıcılık Tanımı Alan

Sorunlara, aksaklıklara, bilgi eksiklerine, kayıp öğelere, uyumsuzluğa karşı


duyarlı olmak, güçlüğü tanımlayarak çözüm aramak ve kestirimde bulunmak,
Torrance 1966 Psikoloji
problemleri veya bilgideki boşlukları hissetmek, düşünce veya hipotezler
oluşturmak
Daha önce kurulmamış ilişkiler arasında ilintiler kurabilme, yeni bir düşünü
Erika 1974 şeması içinde, yeni yaşantılar, deneyimler, yeni, özgün düşünceler, yeni ürünler-
ortaya koyabilme yetisi

Sonuçtaki ürüne gidişte, geçilmesi gereken yolların fark edilmesindeki ince zeka,
Amabile 1991 Psikoloji
manevra kabiliyeti

Yapma ortaya çıkarma süreci; bilinç artışı, varlığın ifadesi, oluşun zorunlu bir
devamı, biçim için duyulan tutkunun dışavurumu, uyum ve bütünleşmeyi
May 1994 Psikoloji
doğuracak olan yeni varlık türlerinin varoluşa getirilme mücadelesi

Higgins ve Yeni değer yaratacak, özgün bir yolla bilginin yeniden üretilmesi becerisi
2000 Tasarım
Morgan

Problemleri ve durumları yeni ve farklı bir yolla görebilme ve bu durumlar


Albrechts 2005 -
karşısında özgün, yeni gelecek kurgulayabilme becerisi

1978, Daha önce kurulmamış ilişkiler arasında ilişkileri kurabilme, yeni bir düşünce
Landau şeması içinde, yeni yaşantılar, deneyimler, yeni fikirler ve yeni ürünler ortayaPsikoloji
1985
koyabilme becerisi
Sonuç olarak;
Tüm bu incelemeler sonucunda yaratıcılık, ortam ve şartlara göre daha
az ya da daha fazla ifade edilen, bütün insanların sahip olduğu,
düşünme aşamasında kullanılan, duyumlar, duygular, farkındalıklar,
düşünsel ve zihinsel yetilerin ilişkisel bütünlüğü ile ortaya çıkan doğal
bir yetidir.
Yaratıcılık, yaratıcı kişi, süreç ve ürün etkileşimi ile beslenen bir olgudur.
Bu üç farklı grupta yer alan tanımlamalarının her biri yaratıcılığın farklı
yönlerini ve dinamiklerini ortaya koyar.
Yaratıcı kişilik özellikleri ile ilişkili olan yaratıcılık tanımlamaları
incelendiğinde, yaratıcılığın doğuştan gelen, geliştirilebilen bir olgu olduğuna
dikkat çekilmektedir. Yaratıcılığa duyarlılık ve çözüm arayışları sonucunda
ulaşılabildiğine; yeniyi yakalamak adına kurulacak tüm ilişkilerin varlığı ile
ortaya çıkabileceğine vurgu yapılmaktadır. Yaratıcı kişiler; yüksek hayal
güçleri ve özgün fikir üretebilme yetenekleri olan; ilişkilendirme becerileri ile
orijinal ve esnek düşünebilen, akıcı fikirler üretebilen, yeniliklere ve
değişimlere açık bireylerdir. Alışılmış olanı reddeden yaratıcı kişi, devamlı yeni
olanı aramaktadır. Yaratıcı kişi etrafındaki yetersizliklere, eksikliklere
tahammülsüzdür. Kişi doğuştan gelen yaratıcı gücü, meraklı yapısı ve ıraksak
düşünme yeteneği ile birlikte sorunlara ve eksikliklere karşı çözümler arar. Bu
yetenek yaratıcı kişiyi yeni, farklı, özgün ve orijinal olana ulaştırır.
Yaratıcı süreçte, çeşitli çözümlere ulaşabilmek için farklı ilişkiler kurularak
yeni bir şeyler ortaya çıkarılmak amaçlanmaktadır. Yaratıcı süreçle ilgili olan
tüm yaratıcılık tanımlamalarında ortak olan, var olan eksikliklerin saptanıp,
üzerinde çalışılacak problemin tespitinin yapılması ve tanımlanması, o
probleme yönelik çeşitli ilişkilerin kurularak, çözüm çabalarının araştırılması
ve buna ilişkin hipotezlerin kurulmasıdır. Bu sürecin sonunda önerilen çözüm
yollarından birinin denenmesi ve çözümün ortaya konulması gerekmektedir.
Yaratıcı süreç, dinamik, değişken bir fikir/ürün üretme ve farkındalık sağlama
aşamasıdır. Bu süreçte kişinin keşif, değiştirme ve yenilik arzusu eski durumla
ilişkisiz, yeni durumla ilişkili olanın önceden görülmesi ve gizli benzerliklerin
keşfedilmesi önemlidir.
Yaratıcı ürün, bilinen gerçekliklerin yeniden varlık kazanması iken, bilinmeyen
gerçekliklerin ortaya çıkmasıdır. Yaratıcı ürün ile ilişkili yaratıcılık
tanımlamalarında, yaratıcılığın yeni ve orijinal olan fikre yoğunlaşmış
olduğuna ve yaratıcı üründe yoktan var etmenin esas olduğuna vurgu
yapılmaktadır. Bu tanımlamalar ortaya konan yeni ürünün yenilikçi, özgün,
alışılmamış yapısıyla ilgilenildiğini göstermekte, yaratıcılığın özgün nesneler
üretme yeteneği olduğunu vurgulamaktadır. Yaratıcı ürün var olan bilgilerin
sentezlenmesi ve yeniden özgün bir yolla yorumlanması ile yararcı ve orijinal
olanı ortaya çıkarmaktadır. Bu bakış açıları ile yaratıcılık alışılanın ötesinde
yeni bir gerçekliğe yaşam vermektir. Onu algılayabilme yeteneğinde olanlarda
estetik bir heyecan uyandırmaktır.
Nesne İlişkileri Kuramı
Nesne ilişkileri kuramı ruhsal yapılanma, olgunlaşma ve gelecekteki nesne
ilişkilerinin yapılanmasında dış dünya, özellikle anne ile ilişkilerde bebeğin
ilkel fantezi yaşamı ve bu ikili içindeki simbiyotik değişimleri temel alır. “Bir
kişi psikolojisinden”/“intrasubjektivite”den, “iki kişi psikolojisi”/
”intersubjektivete”ye geçiş sağlayan bu kuram “kendi ve ötekilerin” içsel
imgeleri ve bunların kişilerarası ilişkilerde yansımaları ile ilgilenir . Kurama
göre nesne ile ilişki kurulmaksızın, bireyin ‘öteki’ ile yaşam deneyimleri
içselleştirilmeksizin “kendiliğin” oluşması olası değildir. Buradaki "nesne",
kendiliğin dışında kalan, yaşanıp algılanan her şeyi, “ilişki” ise kişilerarası
ilişkiler sırasında bireyin üzerinde etkisi olan geçmiş yaşantıların tortularını
tanımlamaktadır.
Kişiliğin gelişiminde, geçmiş bilinçdışı çatışmalardan doğan sabit
yapılardan çok kişilerarası deneyimin önemli olduğunu vurgulayan
Sullivan, kuramın öncülü olmuştur. Daha sonra İngiliz psikanalistlerden
Guntrip ve Fairbairn, psikanalitik kuramın "dürtü" vurgusunu tersine
çevirerek nesne ilişkileri kuramına doğru bir adım daha atmışlardır.
Onlara göre insan doğuştan itibaren dürtülerini tatmin etmenin değil,
ilişkinin peşindedir. Diğer insanlarla yakınlık kurma, gerçek nesneyle
ilişki arzusu birincil bir dürtüdür. Nesnenin gerçek özellikleri ve
nesnenin sağladığı en temel ilişkisel doyumlar (aynalama, onaylama,
destekleme, takdir etme, vb.) psişik yapının oluşumundaki en temel
etkenlerdir.
İçgüdü ve dürtüler bu ilişki gereksinimini doyurmada ikincil araçlardır.
Dürtü-ilişki bağlantısına Jacobson yeni bir bakış açısı getirerek, yaşamın
başında libido ve saldırganlık şeklinde ayrımlaşmamış tek bir ruhsal
enerji olduğunu ve bu iki temel dürtünün "iyi" ve "kötü" deneyimlere
bağlı olarak sonradan ayrıştığını ileri sürmüştür. Jacobson’a göre, erken
duygusal deneyimlere, dolayısıyla çevreyle (anneyle) etkileşimlere bağlı
olarak bir kendilik ve nesne dünyası oluşur. Erken duygusal
deneyimlerden kalkarak içselleştirilen nesne ilişkilerindeki tutarsızlık,
bireyin gelecekteki nesne ilişkilerini ileri derecede tutarsız bir şekilde
algılayıp yorumlamasına yol açabilir.
Kuramın temel yapıtaşlarından birisi de Margaret Mahler’in görüşleridir.
Mahler’e göre yaşamının ilk günlerinde çocuk tümden öz severci bir varoluş
içindedir ve çevresindeki annenin varlığından haberdar değildir. İlk ayları
kapsayan bu ‘normal otizm’ döneminde bebek, dış dünya uyarılarına kendini
kapama, uyarandan uzaklaşma tavrı gösterir. 3. ayda gereksinimlerinin anne
tarafından sağlandığını belli belirsiz farkeder, ancak anne memesini varlığının
bir parçası olarak algılar. ‘Normal simbiyoz’ dönemi denilen bu dönemde
bebek anneyle tümgüçlü bir somatopsişik füzyon halindedir. Daha sonraki
aylarda ayrılma – bireyselleşme süreci ile bebek, anneyle tek bir varlık olma
durumundan çıkar. Libidosu ve motor kapasitesinin gelişimiyle de simbiyotik
yörünge dışında “nesne sürekliliği” kavramını geliştirir.
Klein’in kurama katkısı, bebeğin gelişimini ‘paranoid – şizoid pozisyon’
ve ‘depresif pozisyon’ larla açıklaması ve aynı açıklamayı psikotik
hastaların ilişkileri için de geçerli bulmasıdır. Erken dönemde bebek
henüz sentez ve bütünleştirme yeteneğine sahip değildir. İç dünya
parçalanmış, kopuk fanteziler halinde yaşanmakta, bütünlük arz
etmemektedir. Klein’in ‘paranoid – şizoid pozisyon’ olarak tanımladığı
dönemde bebek, ilkel psikoz benzeri savunmalarla kendisinin olumsuz
ve yıkıcı parçalarını anneye atfeder ve onunla birlikte tanır. Benliğin
yaşamı için temel olan ‘iyi anne’ fantezisini içe alır, kendiliğin saldırgan
‘kötü’ parçalarını böler ve diğer insana yansıtır.
Böylece benliği tehdit eden ‘kötü nesne’ bir başka insana yansıtıldığından
nesneye sahip olma ve kontrol etme mümkün olur (yansıtmalı özdeşleşme
düzeneği). Bu dönemde birey kendini dış dünyanın tehdidi altında hisseder
ve paranoid zulmedilme kaygısı taşır. Sevgiyi, ilgiyi algılamada yetersizdir. İç
dünyası dışında sevginin varlığını tanıyabilmesi için depresif pozisyona
geçmesi gerekir. Depresif dönemde bebek iyi ve kötü dış nesnelerin gerçekte
bir bütün oluşturduğunu görür. Saldırgan ve paranoid duygular beslenen
anne, sevilen anne ile bir ve aynı şeydir. Böylece nesne aşırı iyi ve aşırı kötü
yönlerinden arınıp daha gerçekçi bir tanıma kavuşurken saldırganlığın sevilen
nesneyi tahrip etmesinden kaynaklanan depresif kaygı duruma egemen olur.
İyi nesnelere karşı kendi saldırganlığını ve kötü olarak algıladığı zamanlarda
saldırdığı nesnelerin iyi yönlerini farketmekle yaşadığı suçluluk ve depresyon
duyguları, iyi nesnelerin korunmasını, benliğin korunmasından daha önemli
hale getirir.
‘Geçiş alanı’ kavramıyla Klein’dan farklı bir yol izleyen Winnicott’a göre
annenin bebeğin gereksinimlerine gösterdiği duyarlılık ’yeterince iyi’
olduğunda bebek anne üzerinde tümgüçlülük yanılsaması oluşturur. Bu ise iyi
anne işlevlerini içselleştirmesi için bebeğe yeterince güven sağlar. İç ve dış
dünya arasında koordinasyon sağlama özelliği taşıyan ‘geçiş alanı’ sayesinde
çocuk battaniyesini ya da oyuncak ayısını annesinden aldığı konforla aynı
duyguyu sağlamak için kullanabileceğini keşfeder. Bu geçiş nesnelerine sahip
oldukça, dış dünyaya hakim olabileceğini öğrenir. Alan, anne yerini geçen
geçiş nesneleri ile genişler, oyun ve kültürel yüceltmelerle gelişir. Daha sonra
annenin, bebeğin saldırganlığını azaltmayan, iyi ve kötü yanlarını
parçalamadan bir arada tutan ‘koruyucu bir çerçeve’ sağlaması ile bireyleşme
ve ayrılma gerçekleşir. Bebek kendi öfkesinin nesneye zarar vermediğini
görerek kendi tümgüçlülüğünden vazgeçer ve nesnenin ayrı bir varlık
olduğunu öğrenir.
Kuramın günümüzdeki temsilcilerinden biri olan Kernberg, doğuştan
gelen belirleyicilere çok büyük bir önem verir. Nesne dünyasının
oluşmasında erken duygusal deneyimleri temel almakla beraber, bu
deneyimlerin "iyi" veya "kötü" olarak algılanıp içselleştirilmesini
doğuştan gelen içgüdüsel eğilimlere bağlar. Kuramını insan
saldırganlığını açıklayacak bir eksene oturtur . İçgüdü, affekt ve dürtü
gibi biyolojik olguları ön plana çıkararak “hekimce” bir uslüp takınan
Kernberg psikanalizin tıpla yakınlaşmasını sağlamıştır.
İçe Alınmış Nesne
Jacobson, Kernberg ve Volkan’ın birçok psikanalitik teoriyi
bütünleştirerek geliştirdikleri “içe alınmış nesne ilişkileri” kuramında,
nesne ilişkilerinin ruhsal yapı içindeki temsillerinin, ilişkilerin
başlangıcındaki anı izlerinden, tümleşmiş, sürekli ve değişmeyen
temsillere kadar nasıl geliştiği ele alınmaktadır. Bu kuramın temelinde
yer alan bazı kavramlar ve tanımları şunlardır; “Kendilik” kavramı, dış
dünyada var olan diğer nesnelerden ayrı olarak yaşanan ve algılanan,
fiziksel ve ruhsal, bütün bir bireyi kapsar. “Kendilik imgesi”, bireyin
herhangi bir anda algılama, düşünme, duyumlar ve diğer işlevleri
kullanarak kendisi hakkında oluşturduğu yapıdır.
“Nesne imgesi” belli bir durum ve anda kendiliğin nesneyle olan
ilişkisinde, bu özel ilişkiye bağlı olarak nesne hakkında benlikte ortaya
çıkan duyumlar, düşünceler ve duyguların algılanmasıyla oluşan ruhsal
bir yapıdır. “Kendilik temsilcisi”, değişik durumlardaki kendilik
imgelerinin bir araya gelmesiyle oluşan, kendilik hakkındaki tümleşmiş,
özde pek değişmeyen ve sürekli kalan bir yapıdır. Nesnenin zihindeki
izdüşümü olan “nesne temsilcisi” ise, değişik durumlardaki nesne
imgelerinin bir araya gelmesiyle benlikte oluşan daha bütünleşmiş, özde
pek değişmeyen ve sürekli kalan bir yapıdır.
Erken gelişim dönemlerinden itibaren bireyselleşme sürecindeki
saplanmalar, sapmalar, aksamalar ruhsal gelişimde sorun yaratarak
patolojik sonuçlara neden olur. “İçe alınmış nesne ilişkileri” kuramında,
çocuğun psikolojik gelişimi ve bu gelişimdeki saplanmaların ortaya
çıkardığı tablolar şöyle açıklanmaktadır;
1 Normal otizm veya birincil ayrışmamış dönem:
Yaşamın ilk haftalarını kapsayan bu dönemde ilkel ve alt benlikten
henüz ayrılmamış benlik, yalnızca hoşnutluk ve hoşnutsuzluk
yaşantılarını ayırt edebilir. Anneyle ilişki sürdükçe bir yandan bu
yaşantıların anı izleri oluşurken, bir yandan da benlik gelişmeye başlar.
Bu döneme saplanma otistik psikozla sonuçlanır.
2 Normal simbiyoz veya birincil ayrışmamış kendilik – nesne temsilcileri
dönemi:
İlkel benlik, anı izleri üzerinde kendilik ve nesne imgesini kurmaya başlar.
Hoşnutluk yaşantılarıyla ilgili kendilik nesne imgelerini libidinal dürtülerle
“iyi” olarak, hoşnutsuzluk yaşantılarıyla ilgili kendilik – nesne imge ve
temsilcilerini agresif dürtülerle “kötü” olarak yatırır. Benliğin bütünleştirici
yetenekleri henüz gelişmediğinden bu “iyi” ve “kötü” kendilik – nesne imge
ve temsilcileri birbirinden ayrı olarak gelişir ve yarılmış gibi görülürler. Bu
dönemde saplanmanın yol açtığı simbiyotik psikozda kendilik – nesne imge
ve temsilcileri “kötü” taraftayken bu yönün dışa vurulmasında paranoid bir
durum, içte bırakılması halinde ise kendilik değerinde düşmeyle depresif bir
durum ortaya çıkar. Yarılma henüz stabilize olmadığı için bu dönemde
savunma olarak kendilik ve nesne birleşir, ayrılır, tekrar birleşir. Bu dönem 1-
2 ile 6-8 aylar arasını kapsar.
Kendilik nesne imge ve temsilcilerinin, nesne imge ve temsilcilerinden
ayırt edilmesi dönemi:
6-8 ile 18-36 aylar arasındaki bu dönemde yarılma sürer, benlik kendiliği
nesneden ayırt edilebilecek yeteneğe kavuşur. Ancak benliğin
bütünleştirici işlevleri gelişmediğinden “iyi” ve “kötü” taraftaki kendilik
ve nesne imge ve temsilcileri birleşmemiştir. Bu dönemde saplanma
sonucunda ortaya çıkan sınır olgular hem kendilerini, hem de nesneleri
bir bütün olarak, yani “iyi” ve “kötü” yanlarıyla bir arada göremezler.
Bunun yanında iyi ve kötü yanlarını da çevreye yansıtırlar.
“İyi” ve “kötü” kendilik ve nesne imge ve temsilcilerinin birleşmesi
dönemi :
Bu dönemde iyi ve kötü kendilik imge ve temsilcileri birleşip, tüm
kendilik temsilcisini, iyi ve kötü nesne imge ve temsilcileri birleşerek
tüm nesne temsilcisini oluşturur. Benliğin bu birleştirme işlemini
yapmasıyla yarılma sona erer, bastırma etkin bir savunma olarak ortaya
çıkar. 3. yaştan itibaren ödipal dönem boyunca süren bu dönemdeki
saplanmalar nörotik bozukluklar veya yüksek derecedeki kişilik
bozukluklarına yol açar.
Üçüncü dönemden dördüncü döneme geçiste bir saplanma olursa,
narsistik kişilik bozukluğu oluşur. Tam olarak ayrılmalarından önceki
kendilik-nesne ilişkisi olarak nitelendirebileceğimiz narsizmi Kernberg
şiddetli, dayanılmaz, oral sadistik öfke ve kıskançla ilgili erken
çatışmalara karşı bir korunma olarak görür. Bu dönemde çocuk ideal
kendilik ve nesne imgelerini, kendilerindeki tümgüçlü ve özel kendilik
temsilcisi ile birleştirerek büyüklenmeci kendiliği yaratır, öte yandan
engellenmiş, doyurulmamış diğer kendilik bölümünü bunun dışında
tutar. Bu dönemde hem yarılma, hem bastırma savunma mekanizması
olarak kullanılır.
Üst benliğin daha ileri bir düzeye gelişip, olgunlaşması ve kimliğin
daha ileri düzeyde bütünleşmesi dönemi:
Bütünleşmiş olan kendilik ve nesne temsilcilerinin bazı yönleri benlik ve
üst benlik içine absorbe olarak, daha olgunlaşmış bir kişilik gelişir.
SONUÇ OLARAK
Nesne ilişkileri yaklaşımı bireyin iç dünyasını ve kişiler arası ilişkilerini
anlamada psikiyatriste önemli bir araç sunar. Hasta-terapist ilişkisi,
hastanın aktarımları, yansıtmalı özdeşimleri, terapistin karşı
aktarımlarının yorumlanması aracılığı ile nesne ilişkilerini dönüştürebilir.
Hasta terapi sürecinde bu yeni kişilerarası duygusal deneyimleri
bütünleştirerek, olgun bir kendilik-nesne ilişkisine ulaşmayı başarabilir.
Oyun
Oyun; insanın var oluşundan bu yana her kültürde ve tüm zamanlarda
sürdürdüğü bir eylem, çeşitli yönlerden insanların ve hayvanların
gelişimine katkıda bulunan bir faaliyettir. Oyun, yaşamla birlikte başlar,
yaşamın her döneminde farklılaşarak ve gelişerek devam eder; farklı
ilgilerin ve gereksinimlerin doyurucu kaynağı olarak her zaman önemini
korur. Bu nedenle yazar, tarihçi, doktor, eğitimci ve psikolog gibi farklı
disiplinlerden araştırmacılar oyun ile ilgilenmiştir. Bu durum, oyunun
çok yönlülüğünü ortaya koymaktadır.
İlkçağdan günümüze kadar oyun hakkında farklı görüşler ileri sürülmüş,
farklı oyun tanımları yapılmıştır. Bu durum, oyunun ne olduğunun
bilinmesine rağmen oyunu tanımlamanın zor olduğunu gösterir. Oyunla
ilgili görüşlerden bazıları şunlardır:
• Aristotales: “Oyunlar, çocukların daha sonra ciddi olarak yapacakları
şeylerin provası olmalıdır.”
• Ouantilianus: “Çocuğa verilecek ilk eğitim oyun şeklinde olmalıdır.”
• Comenius: “Oyun önemli bir öğrenme aracıdır; disiplin ve düzen
kazanmada da önemli rolü vardır.”
• Rousseau: “Oyun çocukluk dönemindeki gelişimin doğal bir parçasıdır,
çocukları sevmeliyiz, oyun oynamalarına ve eğlenmelerine izin
vermeliyiz. Oyun ve neşe çocukların doğal hakkıdır.”
• Locke: “Derslerin daha çekici olmasını istiyorsanız çocuğun oyun
isteğinden faydalanınız.”
• Lombrosso: ”Oyun, çocuk için yetişkinlerin çalışmaları kadar ciddi, o
denli önemli bir uğraştır; çocuk için gelişimin bir yoludur ve çocuğun
oyun oynama gereksinimi vardır.”
• Fröbel: “Çocukta oyuna karşı içsel motivasyon vardır, bu nedenle
yetişkinlerin teşviğine gerek yoktur. Yetişkinin müdahalesi bu doğallığı
bozar, çocuğun oyun davranışını olumsuz etkiler.”
• Montessori: “Oyun çocuğun işidir. Daha uygun bir iş bulamadığında
oyun oynar.”
• Dewey: “Oyun, haz ve mutluluk veren, belirli bir sonuca varma amacı
olmadan yapılan faaliyetlerdir.”
Oyunla İlgili Kuramlar

19. yüzyıl itibariyle oyun ile ilgili görüşler yerini kuramlara bırakmaya
başlamıştır. Bu kuramlar ‘klasik kuramlar’ ve ‘çağdaş kuramlar’ olarak iki
ana başlık altında ele alınabilir.
Klasik Kuramlar
Çoğunlukla felsefi yorum şeklinde olan, deneysel çalışmalara
dayanmayan klasik kuramlar çocukların neden oyun oynadıklarını
açıklamaya çalışır.
• Fazla Enerji Kuramı
Şair Friedrich Schiller ve İngiliz filozof Herbert Spenser tarafından ortaya
konmuş bu kurama göre çocuk, metabolizmasının ürettiği enerjinin bir
kısmını yaşamını sürdürmek için harcar, diğer kısmını ise biriktirir.
Biriken bu fazla enerji baskıya neden olur, atılması gereklidir. Çocuk da
bu baskıdan kurtulmak, fazla enerjiyi harcamak için oyunu araç olarak
kullanır, yani oyun çocuğun enerjisini boşaltma yoludur.
Örneğin, sınıfta uzun süre hareketsiz kalan çocuklar harcayamadıkları,
biriken enerjilerini teneffüslerde oynayarak harcarlar. Çocuk, gerginlik
yaratan fazla enerjiyi atabildiği zaman sağlıklı bir dengeye kavuşur. Çok
oynayan çocuk bu nedenle sağlıklıdır. Oyunun şekli ve içeriği önemli
değildir. Bu bağlamda, oyun oynamak doğuştan gelen fizyolojik bir
gereksinim ve amaçsız bir eylemdir.

Oyun oynamak doğuştan gelen fizyolojik bir gereksinimdir.


Dinlenme / Rahatlama Kuramı
Alman şair Moritz Lazarus tarafından ortaya atılmış bu kuram Fazla
Enerji Kuramının tersini savunur. Çocuk, harcadığı enerjiyi yeniden
toplayabilmek, yorgunluğunu giderebilmek için oyun oynama
gereksinimi duyar. Bir başka deyişle, organizmanın enerjisi azaldığında
enerjiyi artırmak için oyun oynanır. Oyun, çocuğun can bulma aracıdır.
Bu kuramda da oyunun şekli ve içeriği önemli değildir.
Örneğin, çocuk derste okuma-yazma ve aritmetik gibi akademik
çalışmaları yaparken harcadığı enerjiyi teneffüste oynayarak, gerginliğini
atıp rahatlayarak yeniden toplayabilir.
• Gerginliği Giderme Kuramı
Hollandalı eğitimci Herzinger’in kuramı da Lazarus’un kuramına benzer.
Buna göre oyun, harcanan enerjiyi tekrar elde etmek üzere oynanır.
Çocuk, bedensel ve ruhsal gerginliğini oyun aracılığıyla giderir.
• Yaşama Hazırlık Kuramı
Filozof Karl Gross tarafından geliştirilmiş olan bu kurama göre, yaşam
için gerekli olan bilgi ve beceriler önce oyunda kazanılır. Bu nedenle
oyun, çocuğun yaşam kurallarını öğrenmesinde ve yaşam için gerekli
olan etkinlikleri yapmasında bir ‘alıştırma’ rolü oynar. Başka bir deyişle,
çocuk bebeklikten itibaren oynayarak gelecek yaşamına, rol ve
sorumluluklarına hazırlanır.
Gross düşüncesini “çocuk oyun yoluyla bir yetişkin olarak nasıl yaşaması
gerektiğini araştırır ve bunları uygulama fırsatı bulur” sözleri ile
açıklamıştır. Hayvan yavruları da insanlar gibi yaşama hazırlanabilmek
için çevresinde bulunan nesnelerle oyuna benzer aktivitelerde
bulunurlar.

Çocuk oyun yoluyla bir yetişkin olarak nasıl yaşaması gerektiğini


araştırır.
Bebek elleriyle ayaklarıyla değişik hareketler yapıyor ve sesler
çıkarıyorsa bunu vücudunu ileride daha kontrollü kullanabilmek için
yapmaktadır. Bebeğiyle oynayan kız çocuğu annelik alıştırması yapar.
Annesinin önüne attığı yavru geyikle oynayan bir aslan yavrusu
gelecekte nasıl avlanacağına yönelik hazırlık yapar. Pusu kuran ve ileri
atılan bir kedi yavrusu aslında bir farenin nasıl yakalanacağını
öğrenmektedir.
Özünü Bulma / Tekrarlama Kuramı
Amerikalı psikolog Stanley Hall tarafından geliştirilmiş bu kuram,
Yaşama Hazırlık Kuramının tersini savunur, çünkü bu kurama göre
oyunla gelecekteki davranışlar arasında bir ilişki kurulamaz. Çocuk
evrimsel bir süreç içinde özünü sürdürmek amacıyla oyun oynar;
oyunlarında atalarının kalıtımla geçen tarihini, yani kendi türünün tarih
öncesi yaşamını ve ilkel insanın ilgi ve uğraşlarını oyunda tekrar yaşar;
kendi ırkına özgü yaşam deneyimlerini tekrarlar. Çocukların suyla
oynamadaki istek ve sevinçleri; ağaca tırmanma, avlama, çadırdan ev
kurma gibi oyunları aslında geçmişte çadır hayatı yaşayan, avlanan
dedelerinin yaşamlarının bir tekrarı gibidir. Bu kurama yapılan
eleştirilerden en önemlisi yaratıcılığa ve yeniliğe yer vermemesidir.
• Haz Kuramı
Charlotte Bühler tarafından geliştirilen bu kuram, oyun sürecinde
yaşanan mutluluk ve hazzı, oyunun yarattığı olumlu duyguları vurgular,
yani oyunun temel özelliklerinden biri eğlenceli olmasıdır.

Oyunun temel özelliklerinden biri eğlenceli olmasıdır.


Çağdaş Kuramlar

Daha çok deneysel ve bilimsel çalışmalar sonucunda ortaya çıkan bu


kuramlarda çocukların nasıl oyun oynadıkları ve oyunun içeriği
açıklanmaya çalışılır. Bu kuramlar oyun kuramı değil, kişilik ve bilişsel
gelişim kuramlarıdır ve oyunu bu çerçevede ele alırlar.
• Psikanalitik Kuram
Sigmund Freud’a göre oyun, çocuğun iç dünyasını ve duygusal yaşamını
yansıtır. Oyun; çocuğun kişilik gelişimi sürecindeki çatışma ve engellemeler
karşısında duyduğu olumsuz duygu ve kaygıları doğrudan yaşayabileceği,
arzularını karşılayabileceği, geçirdiği travmatik olaylara hâkim olabileceği
uygun bir ortamdır. Oyun, çocuğa gerçeklerin sınırlarından kurtulabileceği ve
genellikle saldırgan dürtülerini yansıtabileceği güvenli bir ortam sunar.
Örneğin; ailesi tarafından sürekli cezalandırılan bir çocuk, oyununda bebeğini
cezalandırarak hissettiği olumsuz duygulardan kurtulur. Oyunun terapi edici
bir etkisi vardır. Freud, çocukların isteklerini özgürce ifade etmelerine olanak
veren oyun olgusunu çok kısa süreli olarak kabul eder, çünkü ona göre
mantıksal düşüncenin ve egonun gelişmesiyle oyun son bulur. Oyunun karşıtı
ciddi olan değil, gerçek olandır.
• Psiko-Sosyal Gelişim Kuramı
Erik Erikson, kuramında oyunun çocuğun kişilik gelişimine olan önemli
katkısına vurgu yapar. Psikososyal gelişiminin aynası olan oyun, çocuğun
biyolojik ve sosyal ihtiyaçlarını kaynaştırarak gelişim evrelerini sağlıklı
bir şekilde atlatmasına yardım eder. Oyunda çocuk, benliğin
belirsizliklerini, kaygılarını, arzularını dramatize eder, böylece bir
evreden bir sonraki evreye daha sağlıklı geçer. Oyun, hayal gücünün
dünyaya hakim olmak ve uyum sağlamak için kullanılmasıdır. Çocuklar
hem kendi kendilerine hem de başkalarıyla oynama ihtiyacındadır.
• Bilişsel Gelişim Kuramı
Jean Piaget’ye göre oyun, zihinsel faaliyetlerdir ve çocuğun deneyim ve
bilgilerini birleştirdiği bir olgudur. Oyun; özümlenen bilgileri sisteme
yerleştirme yolu, yani uyumdur. Oyun çocuğun bilgiyi yapılandırması
için en uygun araçtır. Piaget, çocuğun bilgiyi yapılandırma sürecine
dikkat çeker ve çocuğa dıştan bir şey öğretmenin mümkün
olamayacağını, öğrenmenin ancak çevreyle etkileşim ve zihinsel
işlemlerle gerçekleşebileceğini belirtir. Bilişsel gelişim evrelerine göre
çocuğun oynadığı oyun da değişir.
Alıştırmalı oyun (duyu-motor evresi 0-2 yaş):
Oyun uzanma, çekme, yakalama, vurma, nesneleri atma gibi davranışlardan
alınan hazdır. Bu davranışlar tekrarlanırken bebek eğlenir. Tesadüfen
keşfedilen yeni şemalar ile var olan şemaların bileşimi gerçekleşir. Yerde
yuvarladığı makarayı arabaya benzetmesi gibi. Ayrıca hareketlerin,
sözcüklerin veya nesnelerin amaçlı şekilde birleştirilmesi de görülür.
Sembolik oyun (işlem öncesi evre 2-7 yaş): Sembolik oyun temsili
düşünmenin temelini oluşturur. Çocuk, gerçekte olan önemli olayları oyunda
kullanır, ancak oyunda gerçeğe uyma zorunluluğu olmadığından olaylar
değişikliğe uğrayabilir. Sembolik oyun yaşlara göre değişir. Özellikle 2–4 yaş
civarında gerçeklerden uzak, hayali kişilerin de yer aldığı oyunlar oynanırken
sembolik oyun yaşla birlikte gerçeğe daha uygun oynanmaya başlanır.
Kurallı oyun (somut işlemler evresi 7-12 yaş): Bu evrenin daha ileri bir
bilişsel düzey gerektirdiğini düşünen Piaget’ye göre mantıklı düşünme,
çocuğun diğer çocuklarla oynaması ile gelişir. Bu evredeki sembolik
oyun kurallarla doludur, gerçekçi ayrıntılara dikkat edilir. Oyunun
kuralları ve kurallara uymayanlara verilecek ceza önem taşır. Çocuk
oyunda kurallara uyarak sosyal normlara uygun davranmaya başlar.
• Sosyo-Kültürel Gelişim Kuramı
Rus psikolog Lev Semenoviç Vygotsky’e göre oyun çocuğun yarattığı
hayali bir durumdur ve sosyokültürel etkileşimler sonucunda ortaya
çıkar. Oyun yaratılır, yani yeni bir oluşumdur. Bu oluşum gerçek hayattan
da parçalar taşır, ancak çocuk oyunda gerçek hayattaki durumun önüne
geçen ve onun kısıtlamalarından arınmış zihinsel bir durum yaratır.
Oyun, çocuğun sembol kullanma becerisinin gelişiminde önemli role
sahiptir, çocuğa bir nesne ya da davranış ile onun anlamını ayırması
konusunda yardımcı olur.
Çocuğun bu ayrımı yapabilmesindeki en önemli olay, bir nesneyi başka
bir nesnenin yerine kullanması veya bir hareketi başka bir hareketi
temsil etmek amacıyla yapmasıdır.
Oyunda önemli ve farklı olan unsur, çocuğun özgür iradesiyle önceki
yaşantılarından edindiği neden-sonuç ilişkilerini kullanarak yeni
davranışlar üretmesi ve böylece olumsuz dürtülerinden arınmasıdır.

Oyun çocuğun bilgiyi yapılandırması için en uygun araçtır.


• Sosyal Öğrenme Kuramı
Albert Bandura’ya göre oyun, çocuğun gözlemleri yoluyla elde ettiği
bilgileri ve tecrübeleri tekrarladığı, modellediği öğrenme yollarından
biridir. Çocuk oyunlar sırasında davranışlarını bir çok kez tekrarlar,
böylece davranışlarını geliştirir, yeni davranışlar kazanır. Oyun çocuk için
sosyalleşmenin en akılcı ve en doğal yoludur.

Oyun çocuk için sosyalleşmenin en akılcı ve en doğal yoludur.


Diğer Kuramlar ve Sistem Kuramı
Helenko’ya göre oyun, birey ile çevresi arasında bir ilişkidir. Birey ve çevresi bir
sistem oluşturur. Oyun ve oyun davranışı denilebilmesi için dışarıdan hiçbir zorlama
olmadan birey kendi oyun faaliyetini, oyundaki nesneleri ve oyun arkadaşını
seçebilmelidir. Çocuk oyun ortamı oluşturarak, kendi kendine bir oyun ortamından
diğerine geçerek dışarıdan gelen olumsuz etkileri ortadan kaldırabilir.
• İçten Uyarılma Kuramı
Helenko’nun söylediği gibi oyun, birey ile çevresi arasında bir ilişki ise şu soru ortaya
çıkar: “Birey çevreyle hangi açıdan ilişkiye girer?” Bu soru çerçevesinde Berlyne,
genel bir davranış modeli olan ‘heyecan arama’ kavramını ortaya koymuştur. Bu
yaklaşıma göre oyun, keşfetme davranışlarına bağlıdır ve uyarılma durumlarının
dengelenmesidir. Berlyne’ e göre hareketsiz durmak, organizmanın doğal durumu
değildir. Oyunda görülen uyarılma mekanizması, organizma tarafından kontrol edilir
ve işlem sonunda haz duygusu yaşanır.
Küçük çocuk kaydıraktan kaymaktan tedirgin olabilir, heyecanlanabilir,
ama buna rağmen kayar ve bu davranışını tekrarlar. Bir süre sonra
kayma şekli farklılıklar gösterir. Her bir farklı hareket beraberinde yeni
bir belirsizlik durumu getirir ve bunun üstesinden gelinmelidir. Kaydırak
yeni bir araç olmadığı hâlde çocuk kendi davranışlarını değiştirerek
etkinliğe yenilik ve heyecan katar. Bu oyun, çocuğun yenilik yaratacak
seçenekleri tükettiğinde ilgi çekmez olur.
Sanat ve Mental Hastalıklar
Günümüzden 300 yıl önce, John Dryden'in öne sürdüğü “Dâhilik ve
delilik benzeşiyorlar mı?” sorusu, o günden bu yana hala yeterince açık
bir biçimde yanıtlanamamıştır.
Sıra dışı olmak, yaratıcılığı tetikleyen, besleyen temel bir unsur mudur?
Dünyanın bir çok yerinde araştırmacılar, bu soruya yanıt bulmak amacı
ile çeşitli araştırmalar gerçekleştirmiştir. Sonuç olarak; sıra dışı olmak,
diğer bir deyişle; toplumun genel insan özelliğinin dışında özellikler
göstermek ile yaratıcılık arasında, bir işbirliğinin olduğu yönünde
bulgulara ulaşılmıştır.
Ancak; sıra dışılık olgusunun yanında, sanatsal beceri, algılama ve
uygulama düzeyinin de önem taşıdığı ifade edilmiştir. Bu durumda;
sanatsal beceri, algılama ve uygulama düzeyi derken ne anlatılmak
istenmiştir? Araştırmacılar bu anlatılmak isteneni, şu sözlerle
açıklamaktadır: Aleinikov ve Salehi yaptıkları çalışmalarda şu sonuca
ulaşmış ve şöyle demişlerdir;
“Kişinin/sanatçının sahip olduğu istisnai durumu (rahatsızlığı) onun
mesleği olan sanat alanına yansıtıp, oluşturduğu sanat çalışmasını
istisnai kılabilmesi”.
Sanatçının sahip olduğu istisnai durumlar (rahatsızlıklar) ile istisnai
sanat eserlerinin oluşması arasında bir bağ olduğu düşüncesi ele
alındığında; sıra dışı eserler oluşturabilmek için sıra dışı bir sanatçı
olmak şart mıdır? sorusu araştırmacıların bir diğer bir araştırma konusu
olarak ilgisini çekmiştir. Bu doğrultuda; gerçekleştirilen araştırmalar,
sanatçının sıra dışı olup olamama durumunu kendisinin seçebilip
seçemediğine odaklanmıştır. Sonuç itibarı ile; gerçekleştirilen
araştırmalarda, bir kişinin/sanatçının sıra dışı olup olamama durumunu
kendisinin belirleyemeyeceğine, bunun genelde bir rahatsızlıkla
bağlantısının olduğuna ve bu durumun kişinin kaderi ile doğrudan
bağlantılı olabileceğine dikkat çekilmektedir.
Belirtilenler göz önünde bulundurulduğunda; bir rahatsızlığa (bipolar
bozukluk, major depresif, … vb) sahip olmak, sanatçı ve sanat açısından
iyi bir şey olarak algılanabilir mi?
Bu sorunun yanıtını bulmak için; tarih sürecinde, rahatsızlıkları ile sanat
çalışmaları arasında bir bağ kurulabilen sanatçıların yaşantısına bir göz
atmak gerekir. Bu doğrultuda; bir rahatsızlığa sahip olan sanatçıların,
otobiyografileri incelendiğinde, rahatsızlıktan dolayı yaşadıklarının
onlara ıstırap verdiği, kaliteli yaşam düzeylerini engellediği, toplumdan
kopmalarına/uzaklaşmalarına sebebiyet verdiği, yalnızlaştırdığı, mutsuz
ettiği, onları bir boşluğa/ karanlığa sürüklediği görülmektedir.
Genelde; toplumdaki birçok birey, her ne kadar bu tür sanatçıların
yaşamları boyunca ne kadar çok acı çektiğini bilse de; onların,
kendilerine bir meslek alanı olarak seçtikleri sanat alanındaki
yaratıcılıklarına, sınırları zorlamalarına odaklanmakta (hayran olmakta),
yaratıcılığın arkasındaki karanlık yönü görmezden gelebilmektedir.
Ancak; gerçek şu ki! Bir rahatsızlıkla yaşama durumunda kalan birçok
sanatçı, sanatı kendine sadece bir meslek alanı olarak seçmemiş,
sığınacağı, ona acı veren duygu ve düşüncelerini yansıtabileceği,
güvenli, anlık da olsa rahatlamasına olanak veren bir kapı olarak
görmüştür.
Sanatçıların/kişilerin kaderinin değişmesine neden olan ya da onların
kaderlerine birebir etki eden rahatsızlık temelli bu tür istisnai
durumların, meslek alanı sanat olan bireylerin yaratıcılığını doğrudan
etkilediği belirtilmektedir. Ancak; psikolojik temele dayalı bu tür bir
zihinsel rahatsızlığı yaşayan tüm bireylerin yaşamları, olumsuz
etkilenebilmekte ve dolayısı ile yaşam kaliteleri düşebilmektedir. Bu
belirtilenler doğrultusunda; alanda yapılan çalışmalar incelendiğinde,
sanat alanı mesleği olan ve toplumda bir sanatçı olarak barınmaya
çalışan bireylerin, yaratıcılık unsurunu diğer meslek alanlarında bulunan
ve bir rahatsızlığı olan bireylere kıyasla çok daha etkili
kullanabildiklerine vurgu yapılamaktadır.
Bununla birlikte; sanatçı kişiliğe sahip olan bireylerin duygusal zeka
yapılarının çok daha gelişmiş olması, özdeşleyim yapabilme (empati
kurabilme) becerilerinin üst düzeyde olması, duyarlılık düzeylerinin
yüksek olması ve detayları algılama yapıları gibi özelliklerin, rahatsızlığın
bulgusal özellikleriyle birleşmesi ile; sıra dışı olarak değerlendirilen
yaratıcı unsurların ortaya çıkmasına sebebiyet verdiğine de dikkat
çekilmektedir.
Sanat ile Psikolojik Temelli Hastalıkların Tarihçesine
Kısa Bakış

Eski çağ toplumlarının yaşam kültürlerine bakıldığında; sanat ile transa


dayalı öğelerin bir arada, etkileşimli olarak kullanıldığı
görülebilmektedir. Trans haline dayalı öğeler, doğaüstü güçlerle
iletişime geçmek için kullanılırken, bir sanatsal olgunun oluşumunda da
rol oynayabilmekte idi. Bu doğrultuda; sanat ile özdeşleşerek
gerçekleştirilen eylem, yaratıcılık yapısının, hikaye, dans, müzik, görsel
anlatım (resim, heykel, … vb.) içerisinde gelişmesine katkıda
bulunmakta ve yapılan işin somutlaşmasını sağlamaktaydı.
Ancak; günümüz bakış açısı ile o döneme baktığımızda; bu tür eylemleri
yöneten ve/veya eylemlerde yer alan kişilerin, sanrı (halüsinasyon)
içerikli ritüelleri, psikolojik temelli bir rahatsızlık olarak bile
değerlendirilebilmektedir. O dönemin kaynaklarında, bu kişilerin
psikolojik durumlarının ne olduğu ve yaratıcılıkla kurdukları bağın
açılımına ilişkin somut verilerin yetersizliği, rahatsızlıklarına ilişkin
tanılamaların yapılmasını zorlaştırmakta ve bu durumun bir
varsayımdan öteye taşınmasını engellemektedir.
21. yy.’ın tanılama kriterlerine uygun olarak, rahatsızlıkla yaratıcılık
arasındaki bağın varlığına ilişkin, yazılı belgelerin oluşabilmesi için uzun
yılların geçmesi gerekiyordu. 20. yy.’ın sonlarına doğru; bu mümkün
olmuş ve ilk somut belgeler kaynaklarda ortaya çıkmıştır. Bu
doğrultuda; bipolar rahatsızlıkla yaratıcılık arasında bir bağın olduğuna
ilişkin ilk kez kaynaklarda kullanımına 1970’lerde rastlanmaktadır.
Ancak; akıl hastalığı ile dahilik arasında bir bağın olduğuna ilişkin
bilginin kökeni ise çok daha eskilere, Aristo zamanına kadar
dayandırılabilmektedir. Eski yunanlılar yaratıcılığın tanrılardan geldiğine
inanmaktadırlar; özellikle yaratıcılığı sağlayanların ilham perileri olduğu
düşünülmektedir.
Bunlar, Zeus ve Mnemosyne’nin kızı ve aynı zamanda; sanatın ve
bilimin mitolojik karakterleri olarak addedilmektedirler. Sanat eserini
ortaya çıkarmak için bilince ihtiyaç duyulmadığına ilişkin ilk düşünce
veya çaba romantikler tarafından ortaya atılmıştır. Bu doğrultuda;
yaygın bir şekilde major depresif rahatsızlığın oyun yazarları, romancılar,
biyografi yazarları ve sanatçılar arasında önemli ölçüde göründüğü
düşünülmekteydi. Ancak; ortaya çıkan bu düşünce ile birlikte; bipolar
rahatsızlıkla yaratıcılık arasında belirli bir bağın olduğu ele alınmaya
başlanmıştı.
Bu düşünceyi destekleyen birçok Psikoterapist, kapasiteyi göstermek
için romanın iç dünyasına girmek ve orijinal yolu yakalamada, özellikle
edebiyat alanında, başka kişilerin yapamadıklarını, belirli psikiyatrik
rahatsızlığı olanların daha rahat yapabildiklerine vurgu yapmaktaydı.
Hastalık, Sanat ve Yaratıcılık Arasındaki Bağlantıya
Yönelik Yapılmış Bazı Çalışmalar

Psikolog J. Philippe Rushton tarafından yapılan bir çalışmada,


yaratıcılığın zeka ve psikotisizm ile bağlantılı olduğu belirlenmiştir.
Konuya yönelik gerçekleştirilen bir diğer çalışmada ise; yaratıcılığın,
normal ya da şizofren kişilik özelliği gösteren bireylerden daha yoğun
oranda şizoid yapıdaki bireylerde bulunduğunu ortaya koymuştur.
Normal gelişim özelliği gösteren bireylerde, farklı düşünebilme yapısı/
özelliği prefrontal korteksin bilateral aktivasyonu ile bağlantılı iken,
şizotipal bireylerde, sağ prefrontal korteksin çok daha fazla aktivasyona
sahip olduğu bulunmuştur.
Bu doğrultuda; bu çalışma; şu hipotezi öne sürmektedir; bu gibi
şizotipal bireyler, beyinin her iki yarımküresine erişimde (aktif
kullanımda) daha iyi olabilmektedirler. Şizotipal bireylerin sahip olduğu
bu özellik, onların, daha orijinal çağrışımları (ilişkilendirmeleri) daha
hızlı bir oranda yapabilmelerine imkan sağlamaktadır. Bununla birlikte;
gerçekleştirilen bu araştırmada öne sürülen bu hipotez; bir diğer
bağlantının varlığını da doğrulamaktadır. Doğrulamasının yapıldığı bir
diğer bağlantı ise; iki yüzlülük özelliğinin, şizoid ve şizofren kişilik özelliği
gösteren bireyler ile ilişkili olduğudur.
Ayarıca; konuyla bağlantılı olarak; Mark Batey ve Adrian Furnham’ın
yapmış oldukları üç ayrı araştırmada da, şizoid ve hipomanik kişilik ve
yaratıcılığın birkaç farklı ölçüleri arasında; birbiri ile bağlantılı ilişkilerin
var olduğu ortaya konulmuştur. Araştırmacılar tarafından
gerçekleştirilen birçok çalışmada; yaratıcılık ve duygudurum
bozuklukları arasında, özellikle de manik-depresif bozukluk (bipolar
bozukluk) ve depresif bozukluk (tek kutuplu bozukluk) arasında, güçlü
bağlantıların olduğu tespit edilmiştir.
Bu doğrultuda; Kay Redfield Jamison’ın “Ateş ile Temas Halinde Olmak:
Manik-Depresif Hastalık ve Sanatsal Mizaç (In Touched with Fire:
Manic-Depressive Illness and the Artistic Temperament) isimli
kitabındaki yazılarında, yazarlar, şairler ve sanatçılar arasındaki
duygudurum bozukluğu oranlarını çalışmalarla özetlemektedir. Kay
Redfield Jamison araştırmasında şunu da keşfetmiştir; Ernest
Hemingway (elektrokonvüzif tedaviden sonra kendini vurarak intihar
etmişti), Virginia Woolf (depresif bir atak geleceğini hissettiğinde
kendini boğarak intihar etmişti), besteci Robert Schumann (zihinsel
rahatsızlıkların tedavi edildiği bir hastane ortamında, son günlerini
geçirerek yaşamını yitirmişti) ve hatta ünlü görsel sanatçı (heykeltıraş,
ressam, … vb.) Michelangelo gibi ünlü yazarların ve sanatçıların duygu-
durum bozukluklarını da tanımlamaktadır.
Kyaga, Lichtenstein, Boman, Hultman, Långström, Landen, tarafından;
şizofreni, bipolar bozukluk veya unipolar depresyon, ve bu hastaların
yakını olan 300.000 kişi ile; yaratıcı meslekler ve mevcut rahatsızlığın
bağlantılarına ilişkin bir çalışma yapılmıştır. Bu çalışma sonucunda,
bipolar bozukluğu olan bireylerin yanı sıra şizofreni veya bipolar
bozukluğuna sahip kişilerin tanı konmamış (tıbbi tanılaması yapılmamış)
kardeşleri için de yaratıcı mesleklerde üst düzeyde temsil edilebildikleri
belirlenmiştir.
Şizofreni tanısı almış olan bireyler arasında, sanatsal mesleklere yönelik
üst düzeyde temsil edilebilme durumları söz konusu iken; diğer
alanlarda bu temsil edilebilme durumunun, hiçbir şekilde kendini
gösteremediği de saptanmıştır. Bu doğrultuda; Unipolar depresyona
sahip bireyler veya olanların yakınları için yaratıcı meslekler ve mevcut
rahatsızlığın bağlantılarına dair tam anlamı ile net bir ilişki
bulunamamıştır.
Karolinska Enstitüsü’nde İsveçli araştırmacılar tarafından yapılan ve bir
milyondan fazla kişiyi kapsayan bir başka çalışmada ise, yaratıcı
meslekler ve ruhsal hastalıklar arasında bir bağlantının olup olmadığı
araştırılmıştır. Gerçekleştirilen araştırmanın sonucunda; yaratıcı
meslekler ve ruhsal hastalıklar arasında bir takım bağlantıların
bulunduğu belirtilmiştir. Araştırma sonucunda; yazarlar; anksiyete ve
bipolar bozukluklar, şizofreni, tek kutuplu depresyon ve madde
bağımlılığı riski en yüksek meslek alanı olarak belirlenirken; aynı
zamanda; genel nüfus yapısı içerisinde kendilerini öldürme olasılığı
neredeyse iki kat fazla olan grup olarak değerlendirilmişlerdir.
Bununla birlikte; araştırma sonucunda; dansçılar ve fotoğrafçılar da
bipolar bozukluk olma olasılığı daha yüksek görünen grup içerisinde ele
alınmışlardır. Genel olarak; gerçekleştirilen birçok araştırmada, meslek
alanı sanat olan kişilerle/sanatçılarla psikolojik temelli zihinsel
rahatsızlıklar arasında, doğru orantılı bir bağın olup olmadığı
araştırılmış, incelenmiştir. Bir grup olarak, bu tür yaratıcı mesleklerle
uğraşan bireylerin, diğer insanların psikiyatrik bozukluklardan dolayı
yaşamış oldukları acıdan daha fazla acı yaşamaları pek olası değildir.
Ancak; Psikiyatrik Araştırmalar Dergisi raporları da dahil olmak üzere,
anoreksiya ve bir dereceye kadar otizm de olmak üzere, bu kapsamda,
rahatsızlıkla ilgili yakın bir bağın olduğu da düşünülmektedir.
Kay Redfield Jamison tarafından, Royal Akademiden mezun veya bağı
olan 47 İngiliz yazarı ve görsel sanatlar alanından sanatçıyı (ressam ve
heykeltıraşı) kapsayan, bilimsel içerikli bir araştırma yapılmıştır.
Araştırma kapsamına alınan tüm katılımcıların New York ve Londra
sanat kriterlerine uygun şekilde ödüllerinin olduğu ve alanlarında
oldukça başarılı ve yaratıcı çalışmalara imza attıkları belirlenmiştir.
Ancak; katılımcılar psikolojik açıdan irdelendiğinde, katılımcıların %
38’inde duygu durum bozukluğu olduğu, dörtte üçünün ilaçla veya
hastane ortamında veya her ikisini kapsayan bir tedavi gördüğü ve
yazarların yarısının kapsamlı bir bakıma ihtiyaç duyduğu belirlenmiştir.
Amerika’da sanat alanında yazıları olan gazeteci Christopher Zara,
ıstırap yaşamış sanatçıların, basmakalıp (klişeleşmiş) şeklinde tabir
edilebilen, evrensel bir doğalarının olduğunu ifade etmektedir. Aynı
zamanda Christopher Zara; sanatçının yaşamış olduğu acı veya ıstırabı,
yaratıcılığı üst düzeyde gerekli kılan film, tiyatro, edebiyat, müzik ve
görsel sanatlar gibi disiplinlere, yansıtabildiklerinden bahsetmektedir.
Bu doğrultuda; Christopher Zara, sanat ile sanatçının kişisel acısı
arasında, doğru orantılı bir bağın olduğunu da dile getirmektedir.
Christopher Zara’nın yanı sıra; Kay Redfield Jamison’ın “Ateş ile Temas
Halinde Olmak: Manik-Depresif Hastalık ve Sanatsal Mizaç (In Touched
with Fire: Manic-Depressive Illness and the Artistic Temperament) isimli
kitabı, beraberinde bir takım tartışmaları da getirmiştir. Kay Redfield
Jamison kitabında, bipolar bozukluk ve afektif bozuklukların, genel yapı
içerisinde daha fazla görülebildiğinden bahsetmektedir. Bununla
birlikte; aktörler, sanatçılar, komedyenler, müzisyenler, yazarlar,
sanatçılar ve şairler gibi yaratıcı mesleklere bağlı kişilerde, bu rahatsızlık
düzeyinin, daha orantısız şekilde bulunabileceğini de dile getirmektedir.
2005 yılında Stanford Üniversitesi Tıp Okulu’nda gerçekleştirilen bir
çalışmada, değişen karmaşıklık ve simetri, çocuklara gösterilen
rakamlarla değerlendirilmiş ve onlara, bunları beğenip beğenmedikleri
sorularak yaratıcılıkları ölçümlenmeye çalışılmıştır. Gerçekleştirilen bu
çalışma, bipolar bozukluğa sahip veya yüksek risk altında bulunan
çocukların eğilimlerinin belirlenmesi açısından önemli bir örnek çalışma
olmuştur. Çalışma kapsamında çocuklara gösterilen örneklere ilişkin,
basit veya simetrik sembolleri sevip sevmediklerine dair sergiledikleri
eğilim, çocukların bipolar rahatsızlığa ilişkin gruplandırılmalarında veya
yüksek risk altında olup olmadıklarının belirlenmesinde temel etken
olmuştur.
Ancak bu çalışmada, Kendileri bipolar değil de ebeveynleri bipolar olan
çocukların, oldukça yüksek oranda, onlara gösterilenleri sevmediklerine
ilişkin bir eğilim gösterdikleri belirlenmiştir. Rao ve Keshavan
araştırmalarında; şizofren, bipolar bozukluk ve psikiyatrik rahatsızlığı
olan kişiler tarafından yapılmış bir takım resimleri, rastgele seçerek 12
psikiyatristin değerlendirmesini istediler. Ancak; araştırma sonucunda;
psikiyatristler, sanatçıların kim olduğunu ve onların zihinsel
rahatsızlıklarını bilmeden resimleri ayırt edemedikleri belirlenmiştir.
Daha sonra; Rao ve Keshavan bipolar bozukluğu olduğu billinen dört
sanatçının (Paul Gauguin, Edvard Munch, Vincent van Gogh, Mark
Rothko) rastgele seçilen eserlerini, 12 psikiyatrist ve vasfı olmayan 12
kişiye sorarak, yaratım sürecini tanımlamadaki kriterleri karşılaştırmaları
istendi. Bu doğrultuda; tüm resimlerin sanatçılara göre gruplandırılması
ve her bir sanatçının resimlerindeki gelişim sürecinin oluşturulması
istendi. Psikiyatristler resimleri emin bir şekilde zihinsel rahatsızlık
öncesi ve sonrası yapılma süreçlerine göre bireysel olarak
tanımlayabildiler.
Ancak; psikiyatristlerin aksine; vasfı olmayan kişiler, zihinsel
rahatsızlıkları resimlerin gruplandırılması ile tanımlayabilirken, bireysel
olarak tanımlayamadılar. Rao ve Keshavan’ın bu araştırması;
psikiyatristlerin potansiyel kliniksel önemi, zihinsel rahatsızlığın öncesi
ve sonrasına göre resimleri tanımlayabilme yetenekleri olduğunu
göstermektedir. Ancak; bir psikiyatrik rahatsızlık durumunda; ünlü
sanatçılardan başka sanatçılarla da çalışmaya ihtiyaçları bulunduğunu
da ortaya koymaktadır.
Olumlu-Olumsuz Ruh Hallerinin Yaratıcılığa Etkisi
Bazı psiklojik kökenli zihinsel rahatsızlıkların temellinde, stres (baskı)
unsurunun olduğu psikologlar, psikiyatrisiler tarafından ara ara ifade
edilebilmektedir. Alanda gerçekleştirilen birçok çalışmada/araştırmada
ise, psikolojik temelli zihinsel rahatsızlıklar ile yaratıcılık arasında bir
bağın olduğu ve yaratıcılığın ortaya çıkmasında bu bağın önemli bir
katkı sağladığı belirtilmektedir. Ancak; konuyla bağlantılı olarak; Dr.
Psikolog Robert Epstein, yaratıcılığın stres (baskı) yoluyla
engellenebileceğinden bahsetmektedir. Bu doğrultuda; stres (baskı)
unsuru, yaratıcılığın ortaya çıkmasını engelliyorsa, zihinsel
rahatsızlığının temellinde stres (baskı) olan kişilerin, yaratıcılıklarının
kısıtlanabildiği düşünülebilir.
Ruh hali ve yaratıcılığı kapsayan birçok araştırmada şu sonuçlara
ulaşılmıştır; insanlar olumlu bir ruh hali içinde olduğu zaman, en üst
düzeyde bir yaratıcılık ortaya koymaktadırlar. Ancak; depresyon veya
şizofreni gibi zihinsel hastalıklar/rahatsızlıklar aslında yaratıcılığı
azaltmaktadır. Tarih boyunca sanat alanında çalışmada bulunmuş birçok
insan/sanatçı, yoksulluk, zulüm, sosyal yabancılaşma, psikolojik travma,
madde bağımlılığı, yüksek stres ve ruhsal hastalığa neden olan ve/veya
bunların gelişimini artıran diğer çevresel faktörler ile ilgili birtakım
sorunlara sahip olmuştur.
Yaratıcılığın kendisi, pozitif ruh halleri, mutluluk, ruh sağlığı, sanat
alanında kariyer peşinde koşmakla birebir ilişkili olduğunda, stresli bir
ortam ve gelir (maddi kazanç) ile ilgili bir takım sorunlar beraberinde
oluşabilmektedir. Asırlarca; basmakalıp gibi tekrarlanarak günümüze
gelmiş bir “deli sanatçı” örnek modeli ve buna ilişkin oluşan toplumsal
beklenti ile ilgili diğer etmenler, sanatçının ne olduğu ve nasıl
davranması gerektiğine dair beklentileri bir kalıba koymuş ve/veya
koymaktadır. Oluşan bu beklenti yapısı, sanatçının muhtemel bir akıl
hastalığı ile bağlantısını kurgulayabilmiş ve sanatçıyı beklentilere yönelik
daha cazip bir hale getirmeye çalışmıştır. Ancak; sanatçı adına
kurgulanmış bu durum, toplumun bilinçaltında sanatçıya yönelik ağır bir
yükü de beraberinde getirmiştir
Psikopatolojinin Sanata ve Yaratıcılığa Etkileri

Araştırmacılar tarafından, değerlendirmede bulunulan birçok örnekte,


yaratıcılık ve psikopatoloji (psikolojik bozukluk), bazı ortak özellikleri
paylaşmaktadır. Temel olarak; “fikirlerin uçuşması” ve “kutunun
(mevcut yapının) dışında düşünmek”, belirleyici özellik yapıları olarak
ele alınabilmektedir. Bu temel özelliklerin dışında; duygu ve
düşüncelerin uçuşması ve/veya hızlanması, görsel, işitsel ve somatik
uyaranlara ilişkin algılamada artış yaşanması gibi eğilimler; bu durumu
yansıtan belli başlı yapılanmalar olarak değerlendirilmektedir
Son zamanlarda yapılmış birkaç klinik çalışmada; ikisi arasındaki ilişki
tam olarak net olmamasına rağmen, yaratıcılık ve bipolar bozukluk
arasında pozitif bir korelasyonun var olduğuna ilişkin bir görüşü öne
sürmektedir. Ancak; gerçekleştirilmiş bu araştırmalarda yaradılışın bir
istikrar sergilemediği ve yaşam süreci içerisinde değişkenlik
gösterebileceğine de vurgu yapılmaktadır. “Bipolar I” rahatsızlığına
sahip bireyler, ataklar arasındaki iyileşme dönemleri ile mani ve
depresyon bozukluğa ilişkin dönemleri şiddetli bölümler olarak
deneyimleyebilmektedirler. Manik atakların şiddeti, kişiyi ciddi bir
şekilde etkileyebilmektedir.
Bu durum, pratik bir şekilde artan algı, düşünce ve fikirlerin uçuşmasına
ve bunların ifade edilememesine sebebiyet vermektedir. “Bipolar II”
rahatsızlığına sahip bireyler, hipomaninin bozukluğunun hafif dönemleri
sırasında fikir uçuşması, hızlı düşünce süreçleri ve daha fazla bilgi almak
için yeteneği, sanat, şiir veya tasarım dönüştürerek, süreçte deneyim
elde edebilirler. Bipolar bozukluğa sahip olan pek çok kişi, hem depresif
hem de manik aşamalar esnasında oldukça yoğun duygular
hissedebilmektedirler. Ancak; bu durum, yaratıcılık konusunda
potansiyel bir yardımcıya dönüşebilmektedir.
Bu süreçte, (Hipo) mani sosyal çekingenliğin (inhibisyon) azalmasıdan
dolayı, rahatsızlığa sahip kişiler/sanatçılar genellikle girişimci ve cesur
tavırlar sergileyebilmektedirler. Sonuç olarak, yaratabilme özelliği olan
kişilerde/sanatçılarda, yaygın olarak, orijinal yaratımlarının temel
kaynağında, zihinsel bir hastalık ile ilişkili özellikler sıklıkla
görülebilmektedir. Sözü edilen bu özellikleri tanımlayan belirtilerin
sıklığı ve şiddeti, yaratıcı başarının büyüklüğü ve etkide bulunduğu
alana göre farklılık gösterebilmektedir. Aynı zamanda; bu belirtiler,
klinik manik bir durumun şişirilmiş psikopatoloji ile de eşdeğer
görülememektedir. Bu durum, daha çok sanatçının yaratıcılık oluşu-
munda orijinalliği yakalayabilmesi için anlamlı bir bozulmayı gerekli
kılan yoğun bir duygu yapısı olarak görülmektedir.
Bu tür destekleyici çalışmalar, şunu teyit etmektedir; yüksek düzeyde
yaratıcık olgusuna sahip bireyler, genel nüfus yapısı içerisindeki diğer
bireylere kıyasla majör duygudurum bozukluğunu daha sık
yaşayabilmektedirler. Kay Redfield Jamison ve Schlesinger, sözü edilen
bu durumun yaratıcılık olgusuna sahip bireylerin çalışmaları üzerinde
nasıl bir etki etmektedir ve psikiyatrik rahatsızlık gerçekte yaratıcı
başarıya nasıl bir katkı sağlamaktadır? sorularının irdelenmesi ile daha
anlaşılır olabileceğinden bahsetmektedir. Bu doğrultuda belirtilen
sorulara şu şekilde bir açıklık getirmektedir: öncelikle, bu tür bireylerde
hipomaninin genel özelliklerinin, özgün düşüncenin oluşmasını
sağlayacak şekilde yüksek göründüğünü dile getirmektedirler.
Ayrıca; bu aşamada; hastanın tanılanmasına ilişkin; “sivrilme, sıra dışı
şekilde yaratıcı düşünebilme ve verimlilikte artış” gibi birtakım
özelliklerinin, belirleyici kriterler olarak öngörüldüğüne dikkat
çekmektedirler. Bununla birlikte; belirtilen kanıtların performans
(bilmeye ve idrak etmeye yönelik yapabilirlik düzeyi) yapılarının,
hipomani (yani, geniş ilişkili düşünce ve görkemli ruh hali) ile
ilişkilendirildiğinden ve bu durumun düşüncelerin frekansına ve
akıcılığın artmasına neden olabildiğini gösterdiğinden
bahsetmektedirler.
Tanımlanmış Metal Hastalığı Olan Bazı Sanatçılar ve
Eserleri
Bazı yaratıcı kişiliğe sahip insanların ölümünden sonra bipolar veya
unipolar bozukluktan dolayı acı çektiği ve bu durumla ilgili tanı aldıkları
tespit edilmiştir. Bu kişilerin ölümlerinin ardından geriye bıraktıkları
biyografilerini içeren mektuplar, yazışmalar, günlük hesaplar, ya da
anekdota dayalı diğer malzemeler, sahip oldukları rahatsızlığa ilişkin
uzmanlara kayda değer oranda bir bilgi kaynağı sağlamıştır. Kay Redfield
Jamison’ın “Ateş ile Temas Halinde Olmak: Manik-Depresif Hastalık ve
Sanatsal Mizaç (In Touched with Fire: Manic- Depressive Illness and the
Artistic Temperament) isimli kitabında, birtakım sanatçıları
ölümlerinden sonra tanılamaya ilişkin değerlendirmiş ve bu konudaki
düşüncelerini yazıya dökmüştür.
Birçok ünlü tarihsel figür, yaratıcı yetenek açısından üstün bir yetenekle
donatılmıştır. Elde edilen bu üstün yetenek, zaman zaman bipolar
bozukluk tarafından da etkilenmiş bir yapıyı sergileyebilmektedir.
Ludwig van Beethoven, Virginia Woolf, Ernest Hemingway, Isaac
Newton, Judy Garland ve Robert Schumann gibi önemli kişiliklerin
yaşamları, birçok araştırmacı tarafından incelenmiştir. Genelde; bu
araştırmaların yapılmasındaki temel hedef, bu kişilerin sahip olduğu
veya sahip olduğuna inanılan/düşünülen duygudurum bozukluğuna
ilişkin belirtileri keşfetmek veya kanıtlarını bulabilme yönünde olmuştur.
James Joyce, birçok şizotipal özellikleri olmasının yanında
şizofreni olan bir kızı da bulunmaktaydı. Albert Einstein, biraz
şizotipal ve eksantrik özellikleri olmasının yanında şizofreni
hastası olan bir oğlu vardı. Bertrand Russell, yakın ailesinde
birçok şizofreni veya psikoz hastası vardı: Halası, amcası, oğlu ve
büyük kızı. Winston Churchill, Vincent van Gogh ve Edgar Allan
Poeare’in bipolar bozukluğa sahip oldukları düşünülmektedir.
Joanne Greenberg’in Türkçeye “sana gül bahçesi vadetmedim (I
Never Promised You a Rose Garden)” adlı ile uyarlanan romanı,
yazarın gençlik yıllarına yönelik, kestane küçük evinde (Chestnut
Lodge) Dr. Frieda Fromm-Reichmann ile gerçekleştirdiği bir
otobiyografik hesaplaşmasını yansıtmaktadır.
1981 yılında kendini tanımlamaya yönelik ifadelerde bulunduğu
bu kitapta, iki psikiyatrist Greenberg’i incelendiğinde onun
şizofren olmadığı ancak; aşırı depresyon ve somatizasyon
bozukluğu olduğunu belirtmelerine rağmen Joanne
Greenberg’e, şizofreni tanısı konulmuştu. Joanne Greenberg’de
görüldüğü gibi; hikaye/roman yapılarındaki süreğen bir anlatı,
kahramanın ruhsal hastalığı ve onun sanatsal yeteneği
arasındaki farkı ortaya koyabilmektedir. Greenberg’in yaratıcı
becerileri onun sahip olduğu olumsuz duruma rağmen
geliştiğinden, kararlı bir kişilik yapısı sergilemektedir
Genel bir kanı olarak; zihinsel bir rahatsızlığa sahip sanatçıların
yapmış oldukları resimlere zihinsel rahatsızlıklarını aktardıkları
inanışı hakimdir. Örneğin; Van Gogh’un mavi dönemi “depresyon”
ve pembe dönemi “bipolar bozukluğun manik aşaması”nı; Lous
Wain’in kedi resimleri “tam tutarsızlığın sürece bağlı kötüleşmesi,
şizofreniye paralel bir durum”u yansıttığı düşünülmektedir.
Vincent Van Gogh, 1888 yılında kardeşi Theo’ya yazdığı bir
mektupta: “Bana ne olduğunu tam anlamı ile tanımlayamıyorum.
Şimdi ve daha sonrasında, hep, korkunç bir kaygı yaşıyorum.
Açıkçası nedensiz bir şey. Diğer taraftan; kafamda bir boşluk ve
yorgunluk hissi yaşıyorum… bu aralar, melankoli ve iğrenç
pişmanlık ataklarım var” diye yazmıştı.
Van Gogh, dahilikle delilik arasında gidip geldiğini fark edebiliyordu.
Ancak; bunun ne olduğunu; neden böyle düşündüğünün, neden böyle
davrandığının mantıklı bir izahını bulamıyordu.
Kedi formu konusunda uzmanlaşmış, muhtemelen bilinen en ünlü
sanatçısı Louis Wain (1860- 1939)’dır. Louis Wain, kedilerin
antropomorfik temsillerinin oluşturulmasında, üretkenlik gösteren
istisnai bir sanatçı olmuştur. Louis Wain’in, sonbahar dönemi olarak
bilinen yılları, şizofreni (psişik ve gerçek arasındaki olağan ayrımların
yapılamadığı, çok kötü bir karmaşık bozukluk) rahatsızlığının neden
olduğu ıstırapla geçmiştir. Rahatsızlıktan dolayı ortaya çıkan
yanılsamaların yanı sıra sevdiklerine (yakın tanıdıklarına) karşı
güvensizlik ve düşmanlık da bu dönemde Wain’in hayatını karakterize
edebilmiştir. Bir kısım psikologlar, Wain’in çalışmaları üzerinde bazı
analiz çalışmaları yaparak incelemede bulunmuşlardır. Bu doğrultuda;
araştırmayı gerçekleştiren psikologlar, Wain’in hastalığının
ilerlemesinin onun resimlerindeki artan soyutlama açılımının birer
resmi tanığı olabileceği iddiasını gündeme getirmişlerdir.
Edvard Munch (1863), hayatının büyük bir kısmını hasta
olmaktan korkarak geçirmişti. Munch, hayata başladığı ilk
yıllardan itibaren en yakınlarının kayıplarına (5 yaşında
annesini, 14 yaşında kız kardeşi Sophie’yi ve ardından erkek
kardeşi ) tanık olmuştu. İskandinavya için o yıllar tüberkülozun
kol gezdiği ve yüzlerce yaşama mal olduğu yıllardı. Bu dönemde
yaşamak, Munch’un psikolojisini etkilediği gibi resimlerindeki
görselliği de etkilemişti. “Hasta Çocuk” (the Sick Child), “Hasta
Odasında Ölüm” (Death in the Sickroom) gibi çalışmaları,
günümüzde psikiyatristler tarafından incelenmekte ve
anlaşılmaya çalışılmaktadır. Munch’un yaşamı boyunca yaşadığı
dönemin acılarına tanık olması, hastalıkla mücadele eden yakın
akrabalarının kaderine ortak olması, ister istemez onda
birtakım etkiler bırakmıştır.
Antrofobi (insanlardan ve toplumdan korkma), şiddetli anksiyete
atakları, aşırı içki ve buna bağlı gelişen halüsinasyon ve hiper paranoyak
hareketler, sonunda onun hastaneye yatmasına neden olan temel
etmenler olmuştur. Edvard Munch “Çığlık (the Scream)” isimli
tablosunu şu sözlerle ifade etmişti: “Güneş batmaya başladı - birden
gökyüzü kan rengine döndü, Anksiyete ile titreyerek orada durdum ve
dosdoğru geçen sonsuz bir çığlık hissettim. Hastalığımda olduğu gibi;
yaşam korkum, benim için gereklidir. Onlar benden farksız değildir,
onların imhası benim sanatımı da yok edecektir”.
Fransız-Rus ressam Nicolas de Stael (1914-1955), 1950’li
yıllarda son derece etkili bir şekilde yükselmiş ve kendi
kuşağının önde gelen isimlerinden biri haline gelmişti. Orijinal
bir şekilde Nicolas de Stael, klasik manzara resmini, son derece
üst bir soyut form olarak yeniden oluşturdu. Onun daha
sonraki sanat çıktıları gerçeklikten hareket eden bir ruhu taşısa
da; daha geleneksel Fransız görüntüleri üzerinde durduğu
görülmektedir. Depresyon konusunda sıkıntı yaşamış de Stael,
Güney Fransa’da Antibes’de huzur bulmaya çalışmıştı. Nicolas
de Stael, bir sanat eleştirmeni ile olan başarısız bir sanat
görüşmesinin ardından, yeteri kadar bir yaşam yaşadığına
karar vermiş ve onbirinci kattaki dairesinden beton zemin
üzerine atlayarak yaşamına son vermişti.
Victoria dönemi İngiliz sanatçı Richard Dadd (1817-1886), doğu
(oriental) ve doğaüstü sahnelerin son derece detay yüklü tasvirleri
ile ünlenmiştir. Richard Dadd’in ilk kaydedilen psikotik atağı Nil
Nehri üzerinde bir teknede iken gelmişti; çılgınca etrafında
saldırmaya başlamış ve eski Mısır tanrısı Osiris tarafından zihinsel
olarak rehin alınmış olduğuna inanılmıştı. İngiltere’ye döndükten
sonra, babasının şeytan olduğuna inanmaya başlamış,
ebeveyinlerini bıçaklayarak öldürmeye çalışmış, Fransa’ya kaçmış
ve orada da bir turisti öldürmeye teşebbüs etmişti. Bu olaylar
zincirinin ardından Dadd, bilinen birçok ünlü başyapıtını
oluşturduğu bir psikiyatri hastanesine (ünlü “Bedlam”) yatırılmıştı.
Dadd’in büyük bir olasılıkla genetik olarak yatkınlıkla birlikte,
paranoid şizofreni rahatsızlığı olduğu düşünülmektedir.
Sistine Şapelin boyanmış tavanı, dünyanın en değerli sanat
eserlerinden birinin yaratıcısı, Michelangelo (1475-1564) sanat
tarihinin tartışmasız temsili figürü. Ancak, bazı yorumcu
araştırmacılar, Sistine Şapelin boyanmış tavanında
Michelangelo’nun ciddi ruhsal hastalık belirtilerini yansıttığını ve
bunun açık bir şekilde tespit edilebildiğinden bahsedilmektedir.
California Üniversitesi’nden bu konuda uzman olan Dr. Paul
Wolf, melankolinin altında yatan; depresif bir eğilimi, bipolar
bozukluğun belirtilerini, bazı çalışmaların yansıttığından
bahsetmektedir. Büyük sanatçı hakkında diğer spekülatif
anlayışlar ve ruh hali, o dönemde yaşamış diğer sanatçıların
resimlerinden de anlaşılabilmektedir. Örneğin: Raphael
tarafından yapılan bir freskoda (duvar resminde), Michelangelo,
gut hastalığından dolayı delik deşik şekilde tasvir edilmiştir.
Mark Rothko’nun (1903-1970) çalışmaları, New York’un
soyutlamacı sahnesi için büyük önem taşımaktadır. Eserlerinde,
çok kapsamlı klasik Yunan anlatılarını ve Friedrich Nietzsche’nin
felsefesini içeren etkiler görülebilmektedir. Ayrıca; Mark Rothko,
çalışmalarının ön cephelerinde iblislerin paylaşımı sergilemekte ve
hayatının erken dönemlerinde yaşadığı uzun depresyonun
dönemlerinin ıstırabını da yansıtabilmektedir. Hastalıklı ve sağlıklı
olma durumu arasında Mark Rothko, sonunda öyle bir noktaya
ulaşmıştı ki ölüm iradeye baskın hale gelmişti. Mark Rothko’nun
intiharı kaynaklara şu şekilde aktarılmıştır: “Arakasında hiç bir
açıklama bırakmadan, kendi cesedini bulmak için dünyayı terk etti,
uzun iç altlıklar ve çorap giymiş bir halde, kanlı derin havuzda, bir
ustura ile sağ kolunun arteri kesilmiş ve bunun sonucunda
yaşamını yitirmişti.
Vincent van Gogh’un iyi bir arkadaşı olan Paul Gaugin (1848-
1903), aynı zamanda resim, heykel, seramik, baskı ve diğer
sanat alanlarında çalışması sayesinde, başlı başına son derece
etkili bir sanatçı olmuştur. Fransız post-empresyonist
hareketinin yapılanmasında, Sembolizmin ve Synthetist ve
Cloisonnist stillerinin gelişiminde rol oynamıştır. Ancak;
Fransız sanatçı, hayatının bir noktasında birden bire intihar
girişiminde bulunmuştu. Gaugin’in yaşamı süresince, narsis
kişilik bozukluğu ve depresyonun zayıflatıcı şiddetli
nöbetlerinden ıstırap çektiği bilinmektedir.
Georgia O’Keeffe (1887-1986), Sanat kuruluşlarının, kadın sanatçıları
tanıması için mücadele eden öncülerinden biri olmuştur. Georgia
O’Keeffe, Amerika Birleşik Devletleri’nde en ünlü sanatçılarından biri
haline gelmiştir. Onun çalışmaları, 98 yıllık yaşamı boyunca ve
ölümünden sonra da bu önemini korumuştur. Georgia O’Keeffe, 1986
yılında yaşamını yitirdi. Ancak, tartışmasız onun ölümü, uzunca bir süre
en anılacak olay olarak görüldü. 1932 yılında, Şehir Radyosu Müzik
Salonunda O’Keeffe, oldukça yoğun bir sinir krizi geçirmişti. Bu olay,
onun hastanede bir süre yatmasından hemen sonra gerçekleşmişti. İki
yıl boyunca O’Keeffe, resim yapamamıştı. O’Keeffe, hayatını, sanat
yaratma aşkını alevlendirmeye harcamış önemli bir isimdi.
Francisco José de Goya Lucientes (1746-1828), ona tam
adını vermek için büyük İspanyol sanatının kavşağında
durmuş, eski ustalar arasındaki sınırın her iki tarafını
desteklemiş ve İspanyol resim ve baskı resminin modern
çağını başlatmıştı. Onun romantik resimlerinde Bacon,
Picasso ve Manet’i sevdiği ve ilham aldığı sezinlenmektedir.
Resimlerine bakan izleyicilerin, tutkulu istikrarsızlık
içerisinde resimlerinde yalnızlığı, korku ve yabancılaşmayı
betimleyebilmesini görmeleri, hala sanatçının kendi ruh
haline bir ağ geçidi ile bağlanılmasına olanak vermektedir.
Goya, fiziksel ve psikolojik zihinsel rahatsızlıktan dolayı ıstırap
yaşamıştır. Goya’nın bizzat kendisi işitme kaybı, denge kaybı, ilerici
sağırlık ve eşzamanlı kulak çınlaması gibi rahatsızlıklarının olduğunu
ifade etmekteydi. Tam anlamı ile hiçbir zaman temel nedeni
bilinemeyecek olsa da mevcut bulgular, Meniere hastalığından dolayı
paranoyak demansın olabileceğini göstermektedir.
Sanat Terapileri
Sanat tedavileri ilk olarak ruh hastalarının kendiliğinden yaptıkları
resimlere ruh hekimlerinin ilgisi ile başlamıştır denebilir. Günümüzden
yaklaşık yüzyıl önce Kraepelin ve Bleurler bu resimlerin tanı koymada
dikkate alınabileceğini fark etmişlerdi. 1922’de Prinzhorn’un “Ruh
Hastalarının Resimleri” adlı kitabı yayınlandı. Bu kitap gerek sanat,
gerek psikiyatri çevrelerinde büyük ilgi çekti. Daha sonra psikiyatrisiler
hastaların yaptıkları resim ve çizimlerin tanı koymada kullanılabileceği
konusunda bildirimlerde bulundular. Bunların sonucunda bugün
psikolojik testler dediğimiz projektif yöntemler gelişti.
Diğer taraftan Freud ve Kris sanatın psikanalitik ve psikopatolojik yönü
ile ilgilendiler ve bu konuda çeşitli kitap ve makaleler yazdılar. Ayrıca bu
yüzyılın ilk yarısında, başta Jung olmak üzere bazı analistler, hastanın
terapötik süreç içinde yaptığı resimlerin terapist ile arasında bir iletişim
aracı olduğunu kabul ederek sanatı bir araç olarak psikanalitik
tedavilerde kullandılar.
Jung psikanalitik çalışmaları sonucunda, hastanın sözel olarak
açıklayamayacağı ya da bilincin süzgecine takılı kalan anı, duygu veya
düşüncelerini sözel olmayan bir biçimde resimler ve semboller
aracılığıyla açıkladığı ve bu şekilde bilinçdışını canlandırdığı kanısına
vardı.
Sanat Terapisi Kısa Tarihçesi
Sanat tedavisinin bir meslek dalı olarak ilk defa 1950’lerde Amerika’da
gelişmeye başladı. Bu gelişme önceleri sanat öğretmeni olarak
çalışmakta iken sonradan psikoloji eğitimi almış olan Margaret
Naumberg’in çalışmalarıyla başladı. Naumberg öğretmen olarak çalıştığı
okullarda, daha ilk yıllarda, çocukların kendiliğinden yaptıkları
resimlerin sembolik bir konuşma dili olduğunu fark etmişti. Daha sonra
psikoloji eğitimi aldı ve Lewis’in liderliğinde New York Eyalet
Üniversitesi’nde davranış problemi olan çocuklar ile çalışırken, tedavide
sanatın kullanılması ile ilgili çalışmaları da başlattı. 1958’de aynı
üniversitede dinamik yönelimli sanat terapisi kursları verilmeye
başlandı.
Naumberg’in bu konudaki yazıları, konferans ve seminerleri ülkenin her
yerinde büyük ilgi gördü. Naumberg’i Elanor Ulman takip etti. Ulman
sanat öğretmeni olup Naumberg’den sanat terapisi kursları aldı.
1961’de Amerika’da ilk Sanat Terapisi Bülteni yayımlandı. Bu bülten
halen alanında devam etmekte olan önemli bir yayındır.
Aynı yıllarda Edith Kramer, sonradan daha çok benimsenecek olan ikinci
bir sanat terapisi tanımı yaparak, yaratıcı olmanın iyileştirmekle
eşanlamlı olduğunu ileri sürdü ve sanat terapisinin daha önce yapılan
sanat öğretmenliğinden çok farklı olduğunu belirtti. Bu sırada Don
Jones, New Jersey Eyalet Enstitüsü’nde sanat terapi programını
başlatmıştı.
1967’de sanat terapisi eğitim programı ilk mezunlarını verdi ve
Amerika’da Ulusal Sanat Terapi Derneği kuruldu. Diğer taraftan II.
Dünya Savaşı’ndan sonra 50’li ve 60’lı yıllarda, toplumda ruh
hastalarının sorunlarının psikanalitik tedavilerin yanı sıra, onlara
üretkenlik ve işlev kazandıracak resim, müzik, dans ve drama gibi
yaratıcı sanatsal tedavilerle çözülebileceğine dair büyük bir beklenti
oluşmuştu. Toplumda oluşan bu beklenti sanatsal tedavilerin birçok
şeklinin son 20–30 yıl içinde büyük gelişme göstermesini sağlamıştır.
Tanım
Sanat terapisinin bir disiplin olarak gelişmesi hızla gerçekleşmiş, yeni bir
disiplin olduğu için tanımı da birçok kez değişmiştir.
Sanat terapisinin öncülerinden Kramer 1958’de şöyle tanım yapmıştır:
“İnsanoğlu mağara dönemlerinden beri yaşam süreçlerine uygun biçim
ve şekiller yaratmıştır. Zaman içinde sanat değişik ortamlarda insan
deneyimlerini anlatma yolu haline gelerek insan ufkunu genişleten bir
araç olmuştur.” Amerikan Sanat Terapisi Birliği’nin tanımlaması ise
şöyledir: “Sanat terapisi sözel olmayan bir anlatım ve iletişim için olanak
sağlayan bir terapi biçimidir.” Bu tür psikoterapide sanat bir araç olarak
kullanılır.
Ortaya çıkan ürün, estetik olsun veya olmasın, o kişinin iç ve dış
dünyaları arasında daha uyumlu bir ilişki kurulmasına olanak sağlar.
Sanat tedavisinde yaratıcı süreç, terapistin rehberliğinde kişinin kendini
ve çatışmalarını anlatmasına ve gelişmesine olanak sağlar.
Sadece sanat eğitimi sanatsal beceri ve tekniklerin eğitimini
vermektedir. Sanatçılar sanatsal değeri olan estetik ürünler ortaya
koymak isterler ve yaratıcılıklarını kullanarak sanatları aracılığıyla diğer
insanlarla bazı ilişkiler kurarlar. Bunu yaparken genellikle kendilerine
değil de tepki almak, neşelendirmek, başarı kazanmak, hatta satmak
amacıyla geniş bir izleyici kitlesine yönelirler.
Belki özel bir mesajları olabilir; ama genel olarak tek bir kişinin tepkisini
değil, belki bir galeri, tiyatro veya konser salonunu dolduran geniş bir
izleyici kitlesinin tepkisini isterler.
Gerçi bütün sanatların onları yaratan ve icra edenlere psikolojik faydası
vardır; ama ortaya konan ürünler başkalarına yönelik ise, terapiye
gereksinimi olan kişi sanatçı da olsa, bu çalışma terapi için yeterli olmaz.
Bu nedenle sanatın terapi olarak kullanılması için bir araç haline gelmesi
gerekir.
Terapi seanslarında sanat terapisti ürünün niteliğinden çok, kişinin içsel
deneyimleriyle ilgilidir. Sanatla tedavi süreci içinde ortaya konan
ürünler, kişinin ruhsal durumuyla ilgili çağrışımlar gerektirir, kişilik
özelliklerinin belirlenmesine yardım eder ve üzerinde çalışılmak sureti
ile kişiliğin bütünlenmesine yardım eder.
Sanat terapisi öncülerinden Naumberg psikodinamik yönelimli bir
psikolog idi ve psikanalitik yaklaşımı esas almıştır. Spontane sanatsal
anlatımın, bilinçdışı materyali açığa çıkardığını ve hasta ile terapist
arasındaki transferans ilişkisinin ve resimlerdeki serbest çağrışımın
önemli olduğunu ileri sürmüştür.
Naumberg’e göre, dinamik yönelimli sanat terapilerinin amacı,
transferans ilişkisini geliştirerek hastanın içgörü kazanmasına ve sözel
olmayan alanın sözel hale, bilinçdışının bilince gelmesine yardım
etmektir.
Edith Kramer ise, daha geniş olarak benimsenen ikinci bir sanat terapisi
tanımını ifade etmiştir. Kramer, “Yaratıcı olmanın iyileşme anlamına”
geldiğine inanıyordu. Ayrıca sanatın, ruh hastalarının tedavilerinde
önemli olduğunu belirterek, sanat terapisinin, sanat öğretmenliğinden
ya da uğraşı tedavisinden çok farklı olduğunu vurguladı.
Kramer “Yaratıcı süreç iyileştiricidir” derken, aynı zamanda bu süreçte
deneyimlerin seçilebilir, değiştirilebilir ve tekrarlanabilir olduğunu ve
ortamın önemini de belirtmiştir. Yaratıcı süreç içinde çatışmanın tekrar
denenmesi, onun çözümünü, böylece kişiliğin bütünlenmesini
sağlayabilir.
Sanat Terapisti
Sanat tedavilerini uygulayanlar, konu ile ilgili psikolog ya da sanat
terapistleridir. Sanat terapistlerinin temel eğitimi sanat olup resim,
müzik, dans veya tiyatro eğitimi almış kişilerdir. Bu sanatçılar ayrıca
başta Amerika olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde (İngiltere,
Hollanda, İtalya, Almanya ve İskandinav Ülkeleri, vs.) yüksek lisans
derecesinde ya da doktora düzeyinde psikoloji ve psikoterapi eğitimi
almışlardır. Bunlar, adından da anlaşılacağı gibi, sanatın anlamı ve özü
ile ilgili yaratıcı sürecin etkinliğinin bilincinde, konuya hassas kişilerdir.
Kimler Uygulayabilir?
Psikologlar, psikolojik danışmanlar, psikiyatristler, sosyal hizmet
çalışanları, hatta doktorlar bile sanat terapiyi dışavurum yolu olarak
kullanırlar. Terapist ‘wounded healer’ yani yaralı bir iyileştiricidir. Sanat
terapisti de kendisi büyük problemler veya birtakım problemler yaşamış
ve bu problemleriyle barışmış kişidir. Kendisi problemlerle barışmayı
öğrendiği için bu yaratıcı yolları danışanın sanatsal malzeme aracılığıyla
kendi süreci içinde deneyimlemesini sağlar. Terapist öğretmen değil,
doğru soruları sorarak kişinin dışavurum sürecinde yanında ilerleyen
destekçidir.
Danışanla aynı noktada başlar ve onun yoluna ışık tutar. Örneğin otistik
bir bireyle çalışan terapist, danışan odaya girdiğinde dönmeye
başlıyorsa ona dur demez, kendisi de onunla dönmeye başlar. Önemli
olan danışanın sembolik dünyasını anlayabilmek, onun doğruları ve
yanlışlarıyla dışavurum sürecini deneyimlemesine olanak sağlamaktır.
Amaçlar
Bu alanda pek çok bireysel görüş üretilmiş olmakla beraber, kısaca tüm
sanat terapileri için benimsenen amaçları şöyle sıralayabiliriz:
•Egonun güçlendirilmesi
•Katartik deneyim
•Duyguların dışavurulması
•Dürtü kontrolü yaratmak
•İlişki kurma yeteneğinin geliştirilmesi
•Sanatın yeni bir çıkış yolu olarak kullanılması
Yöntem
Sanat terapisi yardımcı bir terapi yöntemidir. Bireysel olarak veya grup
halinde yapılır. Terapist, eğitiminde bağlı olduğu ekole yönelebilir.
Psikanalitik ekol, Rogers’ın danışana odaklı psikoterapisi, Gestalt terapi,
davranış terapisi gibi birçok ekole bağlı yöntemler kullanabilir
Kullanıldığı Yerler
Sanat terapisi ile ilgili çalışmalar bunun çocuklarda, nörotik, psikotik ve
psikosomatik hastalarda, hatta yaşlılarda kullanılabileceğini ve yararlı
olduğunu göstermektedir. Sanat terapisi şizofren hastalar için de etkili
ve yardımcı bir tedavi yöntemidir; çünkü önemli ölçüde izole ve
regresyonda olan bu hastalar kendilerini ifade etme zorluğu ve
gereksinimi içindedirler. Yıllarca hastanede kalan birçok kronik hasta
sanat tedavileri sırasında bir şeyler üretmenin kendilerine çok iyi
geldiğini söylemiştir. Bu süreç içinde hem yaratıcı aktiviteleri sayesinde
doyum sağlamışlar, hem de yeniden sosyalleşmişlerdir.
Sanat terapisi resim, müzik, dans, tiyatro gibi sanat dallarını içerir, kendi
alanında eğitim almış sanat terapistleri tarafından uygulanır. Sanat
terapisti ve psikiyatrist arasındaki ilişkiler yol gösterme ve beraber
çalışma şeklinde olmalıdır. Modern hasta bakım sistemleri bu
terapistlere ve onların tekniklerine gerek olduğunu kabul etmektedir.
Sanat terapistinin rolü tedavinin gidişi bakımından yardımcı ve
güçlendirici olmalı, ekibin bir üyesi olarak, psikolog ve sosyal hizmet
uzmanı gibi kendi alanında bağımsızca çalışabilmelidir.
Sanat Terapisi Çeşitleri
• Müzik Terapisi
• Dans-Hareket Terapisi
• Drama Terapi
• Diğer Sanat Terapileri
Müzik Terapi
Ruh hastalarının tedavisinde kullanılan en eski yöntemlerdendir. Eski
çağlarda Mısır papirüslerinde bile müzik tedavisine ait işaretler vardır.
Eski Yunan’da müzik her türlü iyiliğin kaynağı ve ruhun eğitimi için
önemli bir araç sayılıyordu. Apollon güzel lir çalması ile tanınıyordu ve
lir çalarak insanları ferahlatıyordu.
M.Ö. VI. Yüzyılda yaşayan Yunan filozof ve matematikçi Pythagoras ve
M.Ö. IV. yüzyılda yaşayan Hippocrates hastaların tedavisi için
mabetlerde ilahiler dinletirlerdi. Platon ve Aristo da müzik dinlemenin
ruha sükûn ve huzur verdiğini keşfetmişlerdi. Eski Çin’de gür ses veren
bir gongun kötü cinleri ve ruhları hastanın yanından kovduğu inancı
mevcuttu. Çinliler ruh hastalarını iyileştirmek için bu gongu çalarlardı.
İncil’de de müziğin iyileştirici etkilerine ait yazılar vardır. Protestanlığı
yayan Martin Luther (1483–1546) şeytanın müzikten nefret ettiğini
yazmıştır.
Türkler, Fatih Sultan Mehmet zamanında 200 yataklı Fatih
Tımarhanesi’nde hastalara müzik tedavisi uygulamışlardır. II. Bayezid
zamanında ise Edirne’de inşa edilen tımarhanede “hastalara deva,
delilere şifa ve divanelerin ruhuna gıda” adlı fasıl grubu tahsis edilmişti,
haftada üç gün hastalara müzik dinletilirdi.
Avrupa’da ise XVIII. yüzyılda müzikle tedaviyi ilk kez kliniğe sokmak
isteyen ruh hekimi, ruh hastalarını zincirden kurtaran Phillippe Pinel’dir.
XX. yüzyılda Amerika’da müzikle tedavide ilk adım Dr. Willer Wall
tarafından atılmıştır. Dr. Wall 1920’de New York eyaleti hastaneleri ve
hapishanelerinde müziğin insan ruhu üzerindeki sakinleştirici etkilerini
incelemiş ve gözlemlerini 1925 Londra ve Prag Hapishaneler
Kongresinde açıklamıştır. XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
Avrupa’da müziğin hastalarda duygu ve davranışlara olumlu etki ettiği
ve bir tür katarsis yaptığı kabul görmeye başlamış, ayrıca hastalara
müzik dinlettirilerek ve dikkatleri düşünce bozukluklarında
uzaklaştırılarak, müzik sayesinde gerçek ve çevre ile ilgilerinin ve
sosyalleşmelerinin artacağı düşüncesi giderek artmıştır.
Bütün olumlu düşünce ve uygulamalara karşın müzikle tedavi, psikiyatri
kliniklerine yaklaşık 50 yıl önce girebilmiş, sadece müzik dinleyerek
değil, müzik aletleriyle müzik icra etmenin tedavideki önemi
anlaşılmıştır.
Tanımı
Müzik terapisi, müziğin terapötik amaçla kullanılmasıdır. Müzik, sözsel
iletişimin getirdiği zarar görme ve incinme korkuları olmaksızın hasta-
terapist ilişkisini sağladığı gibi, diğer insanlarla ilişkilere de fırsat
sağlayan önemli bir araçtır.
Müzik aracılığı ile yapılan terapötik çalışmada, müziğin ritim, frekans,
melodi, armoni ve ses değişimi gibi elementlerinden yararlanılır.
Terapötik çalışma şarkı söyleme, şarkı yazma, enstrüman çalma, ses
taklidi yapma, müzik eşliğinde dans etme, müzik yeteneğinin
geliştirilmesi şeklinde olabilir. Bireysel ya da grup halinde yapılabilir.
Müzik terapide beş ayrı kuram yer almaktadır. Bu kuramlar
yönlendirilmiş imgelem ve müzik metodu, Nordoff-Robbins müzik
terapisi, analitik müzik terapi, Benenzon müzik terapi modeli (BMM) ve
davranışçı müzik terapidir. Yönlendirilmiş imgelem metodunda
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi ve Roger’ın danışan merkezli
modeli temelde yer almaktadır. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi
modelini kısaca hatırlatmak gerekirse... Beş basamaklı modelin birinci
temel basamağında kişinin fizyolojik ihtiyaçları yer alır. Fizyolojik
ihtiyaçlar, hayatta kalabilmek için gereken biyolojik unsurlardır; yemek
yemek, uyumak vb. İkinci basamakta güvenlik ihtiyacı yer alır. Fizyolojik
ihtiyaçları gidermek tek başına yeterli değildir, kişiler kendilerini
güvende hissetmek ister. Savaş yaşanılan bir ülkede insanlar
huzursuzdur, mutlu değildir.
Üçüncü basamak ise sevme ihtiyacı, ait olmadır. İnsanlar fizyolojik
ihtiyaçlarını giderip kendilerini güvende hissettikten sonra bağlanma
ihtiyacı hissederler. Sevilmek isterler. Bunu takiben dördüncü basamak
olan değer görme gelir. İnsanlar sadece sevilmek değil, değer görmek,
takdir edilmek isterler. Son basamak ise kendini gerçekleştirme
ihtiyacıdır. Kişi alabileceği her şeye ulaşmış ve kendisine tekrar
dönmüştür. İç dünyasında kendini tamamlama ihtiyacı hisseder. Bu
basamakta kişisel başarı, kişisel tatmin ve kişinin potansiyellerini en
yüksek düzeyde kullanması sözkonsudur.
Roger’ın danışan merkezli modeline bakıldığında altı temel unsurla
karşılaşılır. Bu altı temel unsur ilişki, hassasiyet, samimiyet, kabullenme,
koşulsuz kabullenme, empati, samimiyet algısıdır. Bu yaklaşımı
benimseyen bir terapistin, danışan ile kuracağı ilişkide bu altı unsuru
barındırması gerekir. Terapist, kuracağı ilişkide hassasiyet göstermelidir.
Terapist en samimi şekilde olmalı ve danışanda bu samimiyet algısını
oluşturmalıdır. Danışanını her şeyden önce koşulsuz bir şekilde
kabullenmesi ve buna bağlı olarak empati kurabilmesi gerekir.
Lindquist Bonny’nin yönlendirilmiş imgelem metoduna dönecek
olursak... Bu metotta üç temel unsur vardır. Birinci unsur ifade, ikinci
unsur dinleti ve imgelem ve son unsur paylaşımdır. Danışanın kendini
ifade edebileceği güvenli ortam hazırlanmalı, danışan kendisine değer
verildiğini hissetmelidir. Rahatlama egzersizinden sonra danışana bir
müzik dinletilir ve gözleri kapalıyken bir şeyler hayal etmesi sağlanır.
Üçüncü olarak danışanın paylaşımda bulunması için koşulsuz
kabullenme, içtenlik ve hassasiyet içeren bir ilişki bulunması gerekir.
Nordoff Robbins müzik terapisi, Paul Nordoff ve Clive Robbins
tarafından 1976 yılna kadar aktif müzik terapi uygulamaları olarak
devam eden, daha sonra pasif müzik terapiye dönüşen bir yaklaşım
biçimidir. Çalışmalarına engellilerle başlıyor ve herkesin doğuştan müzik
yeteneği ile doğduğunu savunuyorlar. Uygulamalarında bir müzisyen ve
terapist beraber çalışıyor. Pentatonik müzik türünde piyano ve gitar
kullanarak emprovizasyon yapılıyor. Günümüzde İngiltere’de Nordoff
Robbins Enstitüsü’nde otizmli bireylerin rehabilitasyonu için bu
yaklaşım türüyle tedavi çalışmalarına devam edilmektedir. Otizmli
bireyler üzerinde pentatonik müzikle bu yöntem kullanılarak yapılan bir
bilimsel araştırma sonucunda bu bireylerde kendine güven ve
kararlılık duygusunun arttığı tespit edilmiştir.
Analitik müzik terapi, 1970’lerde Marry Pristley’in ağırlıklı olarak
doğaçlama sesle gelen temaları bulması ile doğmuştur. Serbest
çağrışımla farkına varma amaçlanır. Müzik aracılığıyla bilinçaltında
bulunan ögelerin bilince çıkması sonucu dönüşüm olacağı öne sürülür.
Hayal kurma, ilişkisel diyaloglar, (terapötik diyaloglar) ritimle konuşma
gibi egzersizler yer alır. Benenzon müzik terapi modelinde (BMM)
enstrümantal emprovize müzikler uygulanır. El yapımı doğal ürünlerden
elde edilmiş enstrümanlar olması şarttır. En az 6 ay sürecek şekilde
terapi seansları yapılır.
Davranışçı müzik terapi, adından da anlaşılacağı üzere davranışçı
teknikler ile müziğin birleşmesinden ortaya çıkar. Bu yaklaşımda temel
amaç kişinin uyumsuz davranışını ortadan kaldırıp uyumlu olanı
edinmesidir.
Müzik Terapide Kullanılan Çeşitli Metodlar
Müzik terapide kullanılan çeşitli metotlar vardır. Reseptif teknik
rahatlama egzersizlerini, yönlendirilmiş imgelemi içerir. Bu teknikte
danışan nefes ile gevşeme egzersizleri yaptıktan sonra uzanır
pozisyonda gözleri kapalı bir biçimde müzik dinler. Genelde sözsüz
müzikler seçilir, danışan pasif konumdadır.
Rekreatif deneyim ise bir diğer tekniktir. Bu teknik müzik ile ilk
tanışmamızdan bu yana uyguladığımız bir biçimdir. Rekreatif, müziğin
eğlence amaçlı yapılmasıdır. Bu tekniği kullanma amacı danışanın yaşam
sevincini, duygu durumunu bir nebze olsun yukarıya çekmek, günlük
dertlerden uzaklaşmasını sağlamaktır.
Kompozisyon tekniğinde ise beste yapımı yer almaktadır. Bu beste,
alışılageldik beste anlayışından biraz farklıdır. Sözleri danışan tarafından
belirlenmiş şarkı, o anın gerektirdiği koşullarda beraber bestelenir.
Amaç o anda ve orada olup, önceden yaşanılan zorluklara o andan
bakabilmektir. Travma mağduru kişiler olayın dışına çıkamazlar ve anılar
parça parça, kelimeler bölük pörçük zihinlerindedir. Yalnız bu teknik
kullanılırken dikkat edilmelidir. Terapist danışan için güvenli alan
sağlamalı ve danışanın kendini güvenli alana çekebileceği kelimeler ve
imajlar bu egzersizin içinde yer almalıdır. Aksi takdirde danışan dissosiye
olabilir, dağılabilir.
Emprovizasyon tekniğinde ise terapist bir enstrümanla içinden geldiği
gibi belli kurallar çerçevesinde bir müzik oluşturur. Emprovizasyon ya da
taksim yaparken terapist genelde doğal maddelerden yapılmış
enstrümanlar tercih eder. Doğa seslerine yakın seslerin kişide rahatlama
hissi yarattığına dair pek çok araştırma yer almaktadır. Bu doğal çalgı
aletleri ney, rebap, kopuz gibi çalgı aletleridir. Kişi su sesinden de
faydalanabilir. Terapist bir çalgı aleti çalmayı bilmiyorsa bir CD’den
emprovize bir şarkı dinletebilir. Önemli olan müziğin desibel aralığı (80
desibel en üst sınırdır), kullanılan enstrümanlar ve rahatlamaya elverişli
bir ortam sağlamaktır.
Nörolojik müzik terapi, müzik ile ilişkili beyin bölgelerini ve bu
bölgelerin aktivasyonu sonucunda davranışlar üzerinde
görülen değişimi inceler. Bu modelde odiyospinal fasilitasyon, ritmik
katılım ve ritmik oditori stimülasyon, bilgi süreçleri organizasyonu,
afektif estetik tepki, differansiyel nörolojik süreç gibi mekanizmalar ele
alınır. Kişi bir müzik duyar duymaz odiyospinal fasilitasyon, bir diğer
biçimiyle omurliğinde bulunan sinirler kasları hazırlar. Stimülasyon
arttıkça motor aktivasyon artar ve buna bağlı nöral cevaplar oluşur.
Ritmik katılımda ise beden metronom ile verilen ritme uyum
sağlayabilir. Biliş öncesi düzeyde ritme uyum organize edilir, ritim
değiştikçe hareket de değişir.
Tüm bunlar gerçekleşirken aktif olan beyin bölgeleri, bazal ganglionlar,
serebellum, motor korteks, inferior kollikulustur. Bilgi süreçleri
organizasyonu, dil öğrenme süreçlerinde etkilidir. Nörolojik müzik terapide
zamanlama her mekanizma için önemlidir. Örneğin afazi hastalığı bulunan bir
kişi normalde konuşamazken bir şarkı söyleyebilmektedir. Beynin müzik
merkezinden konuşma merkezine bypass yaparak kişinin şarkı söylemesini
sağlıyoruz. Ritmik oditori stimülasyon adından da anlaşılacağı üzere ritmik ses
uyaranları ile ritmik hareketler oluşturma tekniğidir. Bu teknik daha
çok serebral palsi hastalarında kullanılmaktadır. Afektif estetik
tepki tekniğinde ise duyguları aktaran bir öge olduğu için müzik aracılığıyla
hafıza üzerinde çalışılır. Differansiyel nörolojik süreç tekniğinde ise müzik çok
yönlü olarak kullanılır. Müzik yaparken beynin pek çok bölgesi aktive olur
(motor, limbik sistem vb.).
Dans-Hareket Terapisi

“Dans, ruhun gizli dilidir.”


Martha Graham
Bilindiği gibi dans sanatın en etkili ve en temel parçalarından birisidir. Dansın
konuşma kadar eski olduğuna inanılmaktadır. Asırlar boyunca insanlar dans
yolu ile kendilerini ifade etmişlerdir. Arkeologların çalışmalarına göre dansın
5-9 bin yıllık bir geçmiş vardır ve ilkel toplumlarda sosyal bir iletişim aracıdır.
Ancak ilk dans hareketlerini kimin denediği meçhuldür. Kim ilk kez sağa sola
sallandı, kim ellerini havaya kaldırdı bilinmez. Ancak, ilkel topluluklardan
kalma oyma ve kabartma taşlar ile çanak ve çömleklerdeki dans figürleri, ilkel
toplumlarda dansın hayatın ta kendisi olduğunu, hatta toplumu koordine
etme ritüelinin bir parçası olduğunu düşündürmektedir. İnsanların tarıma
geçtiği ve toprağa yerleştiği dönemlerdeki danslarda tek sıra olunur ya da el
ele tutuşarak halka oluşturulurdu. Buğday ekme veya hasat zamanlarında
herkes toplanır, dans eder ve ertesi gün işe girişirlerdi. Yazının icadı ile dans
figürleri çanak ve çömleklerden silindi. Ama insanlar muhtemelen dans
etmeyi sürdürdüler.
Dansın terapi olarak kullanılması ilk olarak Amerika’da Marian Chace’in
çabaları ile 1940 yılında başlamıştır. Washington’daki psikiyatristler
Chace’in dans sınıfına devam eden hastaların bundan faydalandığını
fark etmişler ve Chace St. Elizabeth Hastanesi’nde hastalarla düzenli
grup çalışması yapmaya devam edilmiştir. O dönemde sözel olmayan bir
grup yaklaşımına gerek duyuluyordu ve dans terapisi bunu karşılıyordu.
Daha sonra 1966 yılında Amerika’da ilk kez Amerika Dans Terapisi Birliği
(American Dance Therapy Association, ADTA) kuruldu. Başlangıçta 15
eyalette 73 asil üyesi varken, bugün birlik 46 eyalette yaklaşık 1200
üyeye ulaşmıştır.
ADTA terapistlerin eğitiminden sorumludur. Dans terapisti yeterliliği
(Dance Therapists Registered, DTR) 700 saatlik süpervizyonlu klinik
uygulama ile alınmaktadır. Terapistler 36-40 saat içeren süpervizyonlu
uygulamayı tamamladıkları zaman ise Dans ve Terapi Akademisi
Yeterliliği (Academy of Dance Therapists Registered, ATDR) alma hakkını
kazanmaktadırlar. Bu kurum etik kurallara sahiptir; eğitim, öğretim ve
profesyonel uygulama alanında standartları belirlenmiştir. American
Journal of Dance Therapy adlı bir yayın organı vardır.
Tanım
Dans terapisi beden hareketleri ve dansın terapide bir araç olarak
kullanılmasıdır. Resim, müzik ve drama gibi, yaratıcı bir terapi
yöntemidir. Dans sırasında ruh ve beden arasında karşılıklı bir etkileşim
olduğu yaklaşımından kaynaklanan yardımcı bir psikoterapi şeklidir.
Dans ve hareket terapistleri bireyin emosyonel, fiziksel, entelektüel
bütünleşmesini sağlamak için beden hareketlerini terapötik bir
çerçevede kullanırlar. Bu terapistler hastanın iç dünyasını, onun
hareketlerini inceleyerek ikincil süreç düşünceye aktarır ve hasta ile
sözel bir çalışma içine girerler. Terapötik bileşen sözel olmayan düzeyde
de kalabilir.
Terapötik bir çerçevede yapılan bu çalışma ile kişiler arası etkileşim
sağlandığı gibi, davranışın düzenlenmesi, bilinç düzeyine çıkarılması,
sembolik anlamının incelenmesi ve kendini ifade eden hareketlerin
ortaya çıkması mümkün olur. Bu tür tedavide en önemli bileşen beden
ve düşünceyi birleştirmektir.
Dans/hareket terapisi, şizofreni, duygudurum bozuklukları, nörozlar,
otistik çocuklar, yaşlı hastalar, öğrenme güçlüğü olan çocuklar, yeme
bozuklukları, cinsel ve fiziksel tacize uğrayanlar, travma kurbanları ve
bağımlılarda uygulanmaktadır. Tüm yaş gruplarında yapılabilir. Amaç
bireyi o sıradaki işlev durumundan daha ileri bir düzeye götürmektir.
Dans hareket terapisi, dâhil etmeye yönelik, bireyin bireyselliğini gruba
verdiği ve gruptan tekrar aldığı bir süreçtir.
Bedenin hareket repertuvarını genişleterek duygusal ketlenmeleri,
sıkıntı verici durumları dışarı atabilmektir.
Genellikle grup olarak çalışılır, kişiler bireyselliğini gruba verip o
bireyselliğini dönüşmüş şekilde geri alır. Birbirlerinin hareketlerini taklit
etme, birinin hareketini alıp dönüştürme, hareketine bir başka
hareketle uyumlu cevap verebilme gibi unsurları taşır.
Dans hareket terapisinde koreografi oluşturma bir teknik olarak
kullanılır. Bu teknik yaratıcılığı içeren, sembolik anlamları olan
hareketlerin değiştirici ve bütünleştirici amaca hizmet etmesi amacıyla,
spontane ve otantik olmayı sağlayan farklı postürleri (duruşları) ortaya
koymak amacıyla kullanılır. Kişiler farklı postürlere girdiklerinde
dışarıdan gelen hareket uyaranına karşı içinde nasıl anlam verdiğini
keşfetmeye çalışır. Bir dans hareket terapisi seansında doğaçlama ve
dansın yanı sıra müzik, ritim, resim, öyküleme ve drama da kurguda
yararlanılan ögelerdendir.
Dans hareket terapisinde bir diğer yaklaşım sosyal inşacılık kuramıdır.
Bu kuram ‘hümanist’ bir diğer adıyla insanı temele alan bir kuramdır.
Dans hareket terapisinde beraber ortaya konulan bir ürün vardır. Bu
kurguda terapist meraklı ve bilmeyen bir kişi konumundadır. Bireyler
özgüven kazanarak bağımsız olabilmeyi grup dinamiği içinde
deneyimler. Ortaya konulan postür ile düşünce, duygu ve hareket
arasındaki bağı keşfeder. Hareket değişince duygular değişir ve buna
bağlı olarak bakış açısında değişim yaşanır. Bakış açısında yaşanan
değişim ile başa çıkma mekanizmalarında dönüşüm yaşanır.
Kişi yeni bakış açısı sayesinde eski yoğun düşünceleriyle farklı bir
biçimde başa çıkar ve terapiye başladığı hâliyle terapiden ayrıldığı hâl
çok farklıdır. Örneğin yanlış oturmaktan ötürü beden postürü
kamburlaşan ve sırt ağrıları olan bir kişinin sırtı gevşetecek bir postürü
terapi sürecinde deneyimlemesi, farklı duyguları beraberinde getirir.
Duyguları değişen birey için sırt ağrıları artık somutlaşmış ve alternatif
bir postür deneyimi yoluyla ağrıyla başa çıkma biçimi değişmiştir. Artık
kasılma olmaz ya da sırt kaslarını gevşetmeyi öğrenmiştir.
Drama Terapi
Drama terapisi, hastaların kendilerini açıklama ve oyun şeklindeki
etkileşimleri için yaratıcı tiyatroyu kullanmalarıdır. Psikodramaya benzer,
fakat farklıdır. Bu fark, oynayan kişinin kendi yaşantısını oynamak
zorunda olmayışıdır.
Önceleri çocuk psikiyatristleri tarafından terapide oyun oynama
kullanılmaya başlanmış, 60’lı yıllarla birlikte gelen sosyal psikiyatri akımı
drama terapisini de etkilemiş ve daha özgür, yaratıcı ve deneysel
yaklaşımlar başlamış, 1979’da Amerika’da Ulusal Drama Terapi Birliği
kurulmuştur.
Uygulamalar son 10 yılda artmış olup, halen yaygın olarak
kullanılmaktadır. Terapistin yarattığı destekleyici serbest bir oyun
ortamında doğaçlama veya metinli olarak çeşitli rollerden birini
oynaması istenen hasta, rol yaptığını bildiği için kendini açmasının
yaratacağı anksiyeteden kurtulmuş olur. Bu da hastanın daha az
savunmacı olup, kendisini farkında olmadan daha çok açmasına neden
olabilir. Psikodramada hasta kendi yaşantısından bir kesit oynadığı için
savunma ve anksiyete daha fazla olabilir.
Drama terapisinde özellikle sosyal bakımdan izole ve çekingen bireylerin
dışa açılmaları ve grup değerlerine ve kişiler arası ilişkiye verdikleri
önem artmaya başlar. Önemli olan özgeçmişleri değil, o anda olan
bitendir. Bireyler rol yapsalar bile bir süre sonra kendileri olmaya
başlayacakları için, dışarıda yaşadıkları sorunlar ve çatışmalar da oyun
sırasında görülmeye başlar. Terapistin görevi bireylerin kendilerini
anlayıp irdeleyebilmelerine yardım etmektir. Drama terapisi hem tanı
hem de tedavi aşamasında oldukça faydalı bir yöntemdir; uygulayan
kişinin tiyatro ve terapi konusunda eğitim almış olması gereklidir.
Resim Terapi
Resim terapisi yeni sayılabilecek bir tedavi yaklaşımıdır, çeşitli
biçimlerde ve modellerde 1940’lardan itibaren uygulanmaktadır. İlk
uygulama örnekleri daha çok psikoanalitik kurama odaklanmakta olup
sonrasında destekleyici ve gerçekliğe yönelik yaklaşımların geliştirildiği
görülmektedir. Resim terapisi özünde Gestalt kuramına dayanmaktadır.
Buna göre resim, duyguların başka bir deyişle iç dünyanın dışarıya
yansıyan görünümüdür.
Thomas ve Silk ve Yavuzer resmi, en genel anlamıyla düz bir yüzey
üzerindeki bir dizi işaret olarak tanımlamaktadır.
Bilinçaltı birikimlerin resimlerle anlatılmasının varolan gerilimlerin
azalmasında işe yaradığı ortak bir görüştür . Michelangelo’nun
“Yaradılış ve Ölen Tutsak” adlı eserinin içinde yer alan figürlerdeki
gergin ve sert davranışlardaki devinimin, içte yaşanan kaos ve gerilimi
de yansıtması örnek olarak gösterilebilir .
Aktarımın sanatsal bir yaratıcılığa ulaşması hiç bir zaman
beklenmemektedir. Ancak sanatsal olanla olmayan arasındaki ortak
nokta ‘resmin’o kişiye ait olduğudur: O kişi hem anladığını hem de
anlatmak istediğini ifade etmektedir.
Resim terapisini iki metot üzerinden uygulanır. Sponte ;(doğaçlama,
özgür), yapılandırılmış olarak.
Sponten olan çalışmada kullanılan malzeme çeşitliliği fazladır. Bireyin
hangi malzemeyi seçeceği ya da hangisinden etkilendiği ve çalışmak
istediği serbest bırakılır. İçgüdüler ve fantezilerden beslenir bu çalışma
ve biraz regresyon gerektirir.
Yapılandırılmış çalışma da ise belirli bir malzemeden, kurallardan ve
konudan yola çıkılarak çalışmaya başlanır (örneğin çember çizmek iki
renk kalem gibi…)
Yazı Terapisi
Yazı, bir başka sanat terapisi formudur. Danışanlar spontan olarak ya da
terapistin yönlendirmeleri ve ödevleriyle yazı yazarlar. Bu kişinin iç
sesini geliştirmesini, perspektif kazanmasını, deneyimlerini,
düşüncelerini ve hislerini süzmesini sağlar. Yazı terapisinin stresi
azaltmakta, sağlığı iyileştirmede, başa çıkma yeteneklerini geliştirmede,
olumlu yönleri artırmakta etkili olduğuna dair çalışmalar yapılmıştır.
Pennebaker çalışmalarında stresli ve travmatik olaylar hakkında
yazmanın sağlık problemlerini azalttığını ve stresli durumları gevşettiğini
ortaya koymuştur.
Pennebaker şöyle der:
“Psikolojik rahatsızlıkların ileride fiziksel hastalıklara ve başarısızlığa yol
açar. Aşk acısı çekiyorsanız, yakınınızı kaybettiyseniz ya da işsizseniz sizi
bu üzüntülerden uzak tutacak olan şey yazmaktır.”
Yazı terapisi uygulanırken danışanların (hastaların) bu terapi yöntemine
yatkınlığı büyük önem arz etmektedir. Bir başka durum ise kişinin yazı
yazma ile herhangi bir sıkıntısının olmaması gereklidir (okur-yazar
olmak).
Belirli yönergelerle uygulanır. Terapist danışana hangi konuda çalışmak
istediğini sorar ve o konu üzerine yazı yazması istenir. Tek bir amaca
hizmet eder: danışanın; düşünceler, şüpheler, arzular, hedefler, planlar,
hissiyatlar ve duygular gibi zihinsel olarak deneyimlediği şeyleri dışa
vurmaya yardımcı olmak. Çeşitli yazı yazma biçimleri kullanılarak
uygulama yapılabilir. Bunların en yaygınları: Mektup, Anı, Cümleler ve
Mantralar olarak sıralanabilir.
Şiir Terapi
Şiir terapi şiirin ve çeşitli edebiyat dallarının insanların terapötik ve
kişisel gelişim hedeflerine ulaşması amacıyla kullanılmasıdır.
Dans/Hareket, müzik terapisi gibi şiir terapi de dilin ve sesin doğal
ritminden faydalanarak kendiliğin derin yönlerine ulaşmamızı sağlar. Şiir
terapistleri şiiri, masalları, efsaneleri, romanları, günlükleri, denemeleri,
anıları, otobiyografileri, tiyatro oyunlarını ve filmleri araç olarak
kullanabilirler.
Şiirin ahenk ve kafiyeli yapısının danışan tarafından fark edilmesini
sağlamak, kişinin gündelik yaşamındaki bozulmuş düzeni tekrar
oluşturmasında somut bir örnek teşkil eder ve bu yüzden önemli bir
yöntemdir.
Film (Sinema) Terapi
Sinema (film) terapi, tanım olarak, hastanın iç görü kazanması ve
optimal iyileşmesinin sağlanmasında, filmlerin metaforlar olarak
kullanılması sürecidir. Filmlerde yaratıcı bir şekilde kullanılan ve
tekrarlanan metaforlar, davranışların değiştirilmesinde, iç görüyü
arttırma ve anlayış geliştirmede önemli rol oynamaktadır. Uygun şekilde
kullanıldığında, sinematerapinin sahip olduğu güçlü terapötik özellikleri
ile etkili bir araç olduğunun altı çizilmektedir. Sinematerapi, Carl
Meninger tarafından (1930) oluşturulan bibliyoterapi'den köken
almıştır.
Sinema terapinin genel amacı; danışanın (hastanın) yaşamını resmeden
bir film belirlemek, hastanın karakterlerle özdeşleşmesine ve problem
üzerine içgörü geliştirmesine yardım etmek, karakterlerin hatalarından
veya doğru kararlarından kazanım sağlamak, problemin çözümüne
teşvik eden stratejiler elde etmektir.
Sinema terapi üç aşamada etkilidir.
1. Identifikasyon (özdeşleşme): Hastanın filmdeki karakter/karakterlerle
kendisi arasındaki benzerlikleri görmesi veya hissetmesidir. Karakterin
davranışlarını ve düşüncelerini inceleyerek kendi davranış ve sonuçlarını
incelemeye başlamasına aracılık etmektedir.
2.Katharsis (İç boşaltma): Hastayla benzer problemi yaşayan ve benzer
duyguları hisseden karakterin/karakterlerin gözlenmesi sonucu
hastanın bastırdığı, fark etmediği duygularının ve iç çatışmalarının
ortaya çıkması (katharsis) ve böylece rahatlama ve arınmanın
sağlanmasıdır.
3. İnsight (İçgörü): Özdeşim kurulan karakter/karakterlerin duygu ve
davranışlarına, yaşadıkları problemlere ve problemleri çözüş şekillerine
bakarak (kişilerin kendi travmaları ve çelişkileri ile yüzleştiklerini
görmek), kendi yaşamındaki ilişkili durumların çözümünde farkındalık
kazanması (hastanın duyduğu yetersizlik, suçluluk ve utanç duygularının
azalması) ve benzer yöntemlere başvurması.
Sinemanın danışanların tedavisinde yardımcı bir yöntem olarak
kullanılmasını araştıran çalışmalara göre, literatürde kişilerarası ilişki
problemlerinden, depresyon, şizofreni, obsesif kompulsif bozukluk,
alkol bağımlılığı gibi hastalıklara, evlat edinme, taciz, tecavüz, kürtaj gibi
travmatik durumlara kadar uzanan geniş yelpazede bireysel ya da grup
uygulamalarında kullanılabildiği belirtilmektedir.
Örneğin, sinema terapinin alkol bağımlıları üzerindeki etkilerinin
incelendiği bir araştırmada, alkolün dezavantajları algısının ve alkolü
bırakmaya dair öz-yetkinliğin sinema terapiden sonra arttığı
bulunmuştur.
Yaratıcı Tedaviler ve Rehabilitasyonun İlişkisi
Psikofarmakolojik tedaviler ve sosyal psikiyatrinin ortak etkileri psiko-
sosyal rehabilitasyon için yeni bir çığır açmıştır. Geriye dönüp
baktığımızda 1950’lerde iş ve aktivasyon tedavilerinin, kısa bir süre
sonra da uğraşı tedavilerinin önem kazandığını görüyoruz. Esas amaç
hastaların konsantrasyonlarını artırabilmek, işlerine ve ailelerine geri
dönmelerini kolaylaştırmaktır. 60’lı yıllardan itibaren önce İngiltere ve
Amerika’da, daha sonra Batı Avrupa’da gündüz ve gece klinikleri ve yarı
denetim evleri gibi bu alanda yeni kurumlar faaliyete geçmiş ve sayıları
giderek artmıştır. Daha sonra iş ve aktivasyon tedavileri ve uzman
tedavilerinin yanı sıra, yaratıcı tedaviler de uygulanmaya başlamış ve
hastaların yaratıcı yeteneklerinin canlandırılarak kuvvetlenmesi
amaçlanmıştır.
Bu gayretlerin temelinde, danışanları (hastaları) sanat dallarında
uyararak yaşam tarzlarını yaratıcı ve yenilikçi bir biçime dönüştürme
beklentisi yatar. Hastalara bu enerjinin onların içinde olduğunu
göstermek önemlidir. Hepimiz iyi biliriz ki, bir hastanın eline kağıt kalem
tutuşturarak bir şeyler çizmesi istenirse, sıklıkla yeteneği olmadığını ve
yapamayacağını söyler. Ama yeteneğin önemli olmadığı ve estetik
amaçlı bir şey yapması gerekmediği söylenince, hayret verilecek şekilde
zengin fantezi ve semboller ortaya çıkmaktadır. Bu çizimler
psikoterapötik olarak kullanılabilecek yansımalardır. Bu ürünler
psikanalizde rüyaların kullanılmasına benzer şekilde yorumlanabilir.
Elbette, dikkatsizce ve aceleci yorumlamalar yapmak, hastada panik ve
anksiyeteye neden olarak önemli terapötik hatalara yol açabilir. Bu
bakımdan yaratıcı psikoterapilerde eğitimin önemi tartışmasız kabul
edilmektedir.
Günümüzde modern beyin araştırmalarının sonuçları ile yaratıcılığın
çoğunlukla non-dominant sağ hemisferle ilişkili olduğunu öğrenmiştir.
İki beyin yarı küresinden sol hemisfer sağ elini kullananlarda
dominanttır ve enformasyon süreçleriyle ilgilidir. Non-dominant sağ
hemisfer ise kendiliğinden oluşan sezgisel ve duygusal süreçlerle ilgilidir.
Bir başka deyişle, sol hemisfer bir bilgisayar gibidir ve “bilmek” ile
ilgilidir. Sağ hemisfer ise sezgisel ve duygusaldır, “hissetmek” ile ilgilidir.
Sol hemisferin çalışma şekli, sözel analitik, indirgeyici, rasyonel, kesintili
ve zamanla bağlantılı; sağ hemisferin çalışma şekli ise sözel olmayan,
holistik, sentetik, uzaysal, diffüz, kesintisiz, figüratif ve zamanla
bağlantısızdır.
Modern beyin araştırmalarının sonuçları, yaratıcı tedavilerin özellikle
non-dominant sağ hemisferi aktive ettiğini göstermiştir. Şüphesiz bu
sentetik düşüncedir ve yaşamın çeşitli alanlarında yeni düzenlemeler
yapılacağı zaman çok büyük önem kazanır.

Ayrıca, problem çözümü için çok önemli olan duygusal bileşenlerin


harekete geçmesini sağlar. Çünkü bu çözümler daha önceden sol
hemisferin rasyonel çalışması ile elde edilememiştir. Yaratıcılığın
cesaretlendirilmesi ve sağ hemisferin aktive olması, dünyaya tamamen
yeni bir bakış kazandırır.
Özetlersek, her yaratıcı terapi non-dominant sağ hemisfer için bir
çalışmadır. Bir taraftan duyguların uyarılması, bir taraftan sentetik süreç
işe karışır. Böylece, bu terapiler tedavi planı için değerli
tamamlayıcılardır. Özellikle, yaşamları dominant sol hemisferin rasyonel
çalışmaları ile süregelmiş hastalar için farklı bir bakış açısı sağlarlar.
Psikanalizden bildiğimize göre, bastırılmış çatışmaların çözümlenmesi
için onların sadece hatırlanması yetmez, üzerlerinde duygusal
bakımdan çalışılması gerekir. Böylece, yaratıcı terapiler psikanalitik
çalışmaların da değerli bir tamamlayıcısıdır.
Son yıllarda özellikle hastanede ergenlerle yapılan eğitimlerde resim,
heykel, müzik, şiir, tiyatro gibi faaliyetlerle yaratıcılığın canlandırılması,
heyecan verici ve değişimi sağlayan önemli bir terapötik etken olarak
bildirilmekte ve uygulanan projelerin terapötik öneminden
bahsedilmektedir.
Yaratıcı tedaviler kullanılmayan işlevleri uyarır ve uyandırır; ayrıca daha
az entelektüel ve daha çok temel duygusal değişiklikler sağlar. Aslında
duygularımızın farkında olmak sadece hastalar için değil hepimiz için
gereklidir.
İnsanların pek çoğu okullarda dominant, analitik, rasyonel sol
hemisferimizi çalıştırmak üzere eğitilmekteler. İnsanların sanata, müziğe
ait nesneleri kullanmak için yeterli zamanları kalmamaktadır. Sayıları
tehlikeli bir şekilde artan cep telefonları, bilgisayarlar neredeyse okul
öncesi yaşta çocuk odalarına konmuştur. Bu aletler daha ileri yaşlarda
bütün serbest zamanları doldurmuştur. Bütün bu oyuncaklar ev
aletlerini de kapsamıştır. Genelde, hasta olsun olmasın, gittikçe artan
sayıda insanın dominant olan sol hemisferleri aşırı çalışır ve hipertrofi
olurken, non-dominant sağ hemisferin kendiliğinden hipotrofiye
uğradığını düşünecek olursak, hastalarda yaratıcı terapilerin, diğer
insanlarda da sanatsal faaliyetlerin gerekliliğinin arttığı ortaya çıkacaktır.
Çocuk, ergen ve erişkinlerin boş zaman aktivitelerini gözlemleyecek
olursak, ilginç bir saptama ile karşılaşırız. Çocuk ve ergenler oyuncak
olarak bilgisayar kullanırken, yetişkin ve orta yaşlı insanlar tamamlayıcı
olarak resim, müzik gibi sanat dallarına daha çok ilgi göstermektedirler.
Bu eğilimin bir işareti olarak, son yıllarda süs eşyası, hediyelik eşya gibi
el sanatı ürünleri ve sanat malzemesi satan dükkânların sayısında artış
dikkat çekmektedir.
Sonuç olarak yaratıcı terapi yöntemlerinin sağ hemisferi uyararak
hastaların ruhsal rehabilitasyonuna yardım etmekle kalmayıp, dominant
sol hemisfer üzerindeki eğitimsel ve mesleksel yoğunluğa karşı da bir
denge sağladığını söyleyebiliriz.
Yapılandırılmış Sanat Terapisi Örnek Çalışma
I.Hafta
I. Oturum:
Grup üyeleri çember biçiminde yere oturur ve tanışma olur (kısa bir
özgeçmiş). Grubun neden toplandığına, amaca ve kurallarına dair
katılımcılara bilgi verilir: Oturumlara geç kalmamanın ve gelmenin önemi,
grubun tam katılımının amaca ulaşmadaki önemi anlatılir. Yapılan sanatsal
aktivitelerde estetik bir kaygıya kapılmamaları gerektiği burada herhangi bir
eleştirel mekanizmanın işlemeyeceği ve amacın içerideki bazı duyguları dışa
vurmak ve farkındalık yaratmak olduğu üzerinde konuşma yapılır. Üyelere
birer defter edinmeleri ve bu defterlere her haftanın sonunda terapiye dair
neler hissettiklerini yazmaları istenir. 8 haftalık süreç sonunda eğer isterlerse
bu notlarını grupla paylaşabilecekleri söylenir.
Isınma: Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile
çalışmaya başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve
parmak eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Derin bir nefes alınır. Sonra başlar çemberin ortasına gelecek şekilde rahat bir
pozisyonda yere uzanırlar. Gözler kapalı, burundan nefes alıp ağızdan nefes
verirler (4 kez). Dördüncüden sonra burundan 8 sayıda nefes alınır ve 4 sayı
tutulur, 8 sayıda ağızdan verilir (4 kez). Üyeler oturma pozisyonuna gelir
çemberin içene dönük olarak ve bacaklar bağdaş pozisyonundadır. Sağ el ya
da sol el yüze götürülür, işaret ve orta parmak burnun üzerine konur,
başparmakla burnun tek deliği kapatılır ve açık olandan 2 sayıda nefes alınır 2
sayı tutulur ve iki sayıda kapalı olan burun deliği açılır, açık olan işaret ve orta
parmakla kapatılır ve açılan burun deliğinden nefes verilir. Bu egzersiz iki kez
tekrarlandıktan sonra her iki setin ardından artı iki sayı eklenir ve sekize
gelindiğinde egzersiz ters yönde ilerler ve sonlanır.
Müzik: Albinoni
Ara
II. Oturum:
Grup üyelerine kâğıtlar verilir; gözler kapalı karalamalar yapılır. Sonra
gözler açılır ve kâğıdı bir yanındakine vermesi istenir. Üyenin eline gelen
kâğıda bir ekleme yapar ve her üyenin kâğıdı yine kendi eline geldiğinde
paylaşım aşamasına geçilir.
II. Hafta
I. Oturum:
Isınma: Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile
çalışmaya başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve
parmak eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Grup üyeleri eşleşirler; eşlerden biri diğerine şekil vermeye başlar, şekil
alan üye şekil veren üyenin yaptıklarını aynen korur (balmumu).
Çalışma bir süre devam ettikten sonra roller değişir. Çalışma esnasında
konuşma olmaz.
Çalışmadan sonra paylaşım aşamasına geçilir; üyeler her iki durumda da
neler hissettiklerini anlatırlar. Paylaşım yapıldıktan sonra çalışma sona
erer.
Amaç; üyelerin birbirleriyle bedensel temas etmeleri ve yaşamlarına
kendilerinin yön verdiklerini hatırlatmak.
Müzik: Leo Delibes “Lakeme Flower Duet”
Ara
II. Oturum:
Grup üyelerine resim yapmaları için gerekli malzemeler verildi.
Manzara
Yönerge: İçinde sizin ve bulunmasını istediğiniz kişilerin yer aldığı bir
manzara resmi çizmeleri istenir. Bunun için üyelere 20 dakika zaman
verilir. Ardından paylaşım aşamasına geçilir.
III. Hafta
I. Oturum:
Isınma: Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile
çalışmaya başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve
parmak eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Tüm grup üyeleri ayaktadır; üyelere o andaki hislerine uygun biçimde
yürümeleri istenir. Üyeler yürümeye başladıktan sonra oluşturdukları
yürüme biçimini abartmaları istenir ve bu abartılı yürüyüş ile hislerine
tekrar dönüp bakmaları istenir. Bir süre sonra bunun tam tersi
yapmaları istenir. Daha sonra içindeki duyguların ne yönde değiştiğine
dikkat etmeleri istenir. Çalışma sonunda paylaşım aşamasına geçilir.
Amaç; beden formu değişiklikleriyle duygu değişimlerinin
sağlanmasıdır. Bu tür çalışmalarla beden hafızasının gelişimi
hedeflenmektedir.
Müzik: Johann Sebastian Bach “Overtüre c-dur BWV1068, d-dur
BWV1069, g-moll BWV1070”

Ara
II. Oturum:
Grup üyelerinin tümünün aynı anda katılım sağlayacakları bir egzersiz.
Çember biçiminde ayakta durulur bir üye ortaya gelir. Gözleri kapatır,
dizlerini kırmadan kendini istediği bir yönde bırakır ve grubun diğer
üyeleri onu tutar ve çemberin içinde dolaştırırlar. Ortadaki üye
yeterince deneyim kazandıktan sonra diğer üyelerde sırasıyla bu
egzersizi tecrübe eder. Sonra paylaşım aşamasına geçilir. Amaç; üyeler
arasında güven oluşturmak ve aynı zamanda üyelerin günlük
yaşantılarında kurdukları ilişkilerinde güven duygusunu bedenleri
aracılığıyla anımsatmak.
IV. Hafta
I. Oturum:
Isınma:
Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile çalışmaya
başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve parmak
eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Grup üyeleri çiftler halinde karşılıklı dururlar ve üyelerden biri harekete
başlar (hareket başlangıcı ellerdir). Partneri onun yaptıklarını aynalar,
bir süre devam ettikten sonra yön veren eş değişir. Bu değişme; çiftin
kendi aralarında sözsüz olarak kendi zamanlarında yaparlar. Çalışma
bittikten sonra paylaşım aşamasına geçilir. Üyeler her iki durumda da
neler hissettiklerini anlatırlar.
Amaç; üyelerin yaşamlarında kurdukları ilişkilerde “karşı taraf”
farkındalığını yaratmak.
Müzik: Albinoni “Concerto for Trumpets Inc- Allegro Non Presto”
Ara
II. Oturum:
Bıcırca
Tüm grup üyelerinin aynı anda katılımının olduğu bir çalışma; üyeler
çiftler halinde karşılıklı ayakta dururlar ve uyduruk bir dilde birbirlerine
istedikleri bir şeyi anlatırlar. Daha sonra bıcırca konuşma bitirilir ve
paylaşım aşamasına geçilir.
V. Hafta
I. Oturum:
Isınma: Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile
çalışmaya başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve
parmak eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Tüm grup üyeleri alanda yürümeye başlar. Birbirleriyle sözsüz olarak
ilişki kurmaları istenir; önce olumlu, sonra olumsuz ilişkiler. Üyelerin
sözsüz ilişki kurma biçimleri kendi yaratıcılıklarına bırakılır. Üyeler
yeterince yaşantı biriktirdikten sonra çalışma sonlandırılır ve paylaşım
aşamasına geçilir.
Amaç; grup üyelerinin ilişki kurarken kendi tutumlarını ve güçlük
yaşadıkları noktaları spontanite içinde keşfetmelerini amaçlayan bir
egzersizdir.
Müzik: Albinoni “Sonata a Cincue Op.3-Allegro”

Ara
II. Oturum:
Kendini Anlattırma
Yönerge: Üyelere verilen kâğıdı ortadan ikiye çizgiyle ayırmaları söylenir.
Bir bölümüne kendilerinin kendilerini anlattıkları bir resim, diğer
bölüme de seçtikleri birinin kendilerini anlattıkları bir resim çizmeleri
istenir. Çalışmanın sonunda paylaşım aşamasına geçilir.
Amaç; kişilerin kendi gözlerinden ve başkalarının gözlerinden kendilerini
algılayışlarındaki farklılıklara ve benzerliklere dikkat çekmek.
VI. Hafta
I.Oturum:
Isınma: Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile
çalışmaya başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve
parmak eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Bu egzersizde grup üyelerine kendilerini temsil eden bir bitkiyi
seçmeleri istenir. Üyeler seçtikleri bitkilerin rollerine girerler ve
bitkilerin özelliklerini (adı, türü, halk arasında nasıl tanındığı, bulunduğu
yer… vb) tanıtırlar. Daha sonra üyeler bitkiler olarak neler hissettikleri
sorulur. Her bitkinin duygularını açıklandıktan sonra üyeler seçtikleri
bitkilerle kendi kişilikleri ve yakın zamanda yaşamakta oldukları şeyler
arasında bağlar kurarlar. Çalışma tamamlandıktan sonra paylaşım
aşamasına geçilir.
Müzik: Rue Du Soleil (Café Del Mar Dreams Vol.4) “In My Hearts”
Ara
II. Oturum:
Tüm grup üyeleri çember biçiminde ayaktadır. Çalışmaya nefesle
başlanır. Grup ikiye bölünür karşılıklı dururlar. Gözlerle ilişki kurmaya
başlarlar. Sonra tek sesle ve daha sonra da bilinmeyen bir dilde
konuşmaya başlarlar. Tüm bunlar olurken üyeler o andaki duyguları ile
karşılarındaki üyeyle ilişkiye geçerler. Grup yeterince deneyimledikten
sonra çalışma sona erer ve paylaşım aşamasına geçilir.
VII. Hafta
I. Oturum:

Isınma: Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile
çalışmaya başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve
parmak eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Taklit egzersizi yapıldı (Tüm grup üyeleri alanda karışık bir biçimde
yürürler, üyeler yürüme esnasında birini seçer ve onu taklit etmeye
başlar, eğer isterlerse seçtiği kişinin bu seansa kadar dikkatini çeken
özelliklerini de bulanabilecekleri söylendi. Amaç; üyelerin dikkat ve
konsantrasyon farkındalığı yaratmak.
Müzik: Nora Jones “More Than This (Roxy Music Cover)

Ara
II. Oturum:
Tüm grup üyeleri bir masanın etrafına oturur ve üyelerden “kendilerini
anlattıkları” bir öykü yazmaları istenir. Öykü yazımı bittikten sonra
istedikleri bir renkte kalem seçmeleri istenir ve öykülerini okumaları, bu
esnada da hoşlarına gitmeyen yerlerini seçtikleri renkli kalemlerle
çizmeleri istenir. Daha sonra paylaşım aşamasına geçilir. Oturum
sonunda gruba gelecek hafta yapılacak terapinin son olduğu hatırlatıldı.
VIII. Hafta
I.Oturum:
Isınma öncesinde gruba son hafta olduğu hatırlatıldı.
Isınma: Grup üyeleri ayakta bir çember olunur ve eklem ısınması ile
çalışmaya başlanır. (Boyun, omuz, sırt, bel, diz ve ayak eklemleri, el ve
parmak eklemlerinin çalıştırılması). Çember biçimi bozulur ve yürümeye
başlanır komutla üyeler durur, birbirlerinin gözlerine bakarak
selamlaşırlar (Isınma sırasında Tom Waits’ın “Just Feel Good” parçası
kullanıldı).
Üyeler kendi hayatlarını geçmiş, şimdi ve gelecek olarak grup üyeleri ile
oluşturdukları fotoğraflarla anlatmaları istenir. Paylaşım aşamasına
geçilir.
Müzik: Nora Jones “ Sunrise”
Ara
II. Oturum:
Bu oturumda geçen 7 hafta ve bugün yapılan I.oturumun
değerlendirilmesiyle ilgili paylaşım yapıldı. Grup üyelerine çalışmaya
katıldıkları için teşekkür edildi ve grup kapatıldı.

You might also like