Professional Documents
Culture Documents
Tapinakcilar Siyonistler Ve Masonlar Ucu
Tapinakcilar Siyonistler Ve Masonlar Ucu
Üçüncü Kitap
1. Karbonariler 9
2. Rennes 21
3. Saint Sulpice 33
4. Asmodeus 45
5. Johann Salvator 61
6. Altın 75
7. Parzival 83
8. Gizli Dosyalar 93
9. Plantard 103
2
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
KİTAPLAR
Altındal, Aytunç
Gül ve Haç Kardeşliği
İstanbul, 2004
Erol, Halit
Sion Tarikatı ve Tapınak Şövalyeleri
İstanbul, 2004
Kaya, Yalçın
Hıristiyanlık 2000 Yaşında
İstanbul, 2000
3
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Knight, Stephen
The Brotherhood – The Secret World of the Freemasons
Worcester, 1984
Robinson, John J.
Born in Blood
New York, 1989
Tourniac, Jean
Paradoxes, énigmes et Curisiotes Maçonniques
Paris, 1993
İNTERNET
4
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
5
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
6
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
www.priory-of-sion.com The Corbu Family; The First Plantard Reference to Rennes-la-Château; The
Last Word: The Da Vinci Con; The Message of a Sacred Enigma Being an extract from Jean-Luc
Chaumeil’s book, The Table of Isis, Part 2, The Templars of the Apocalypse; The Myth of Bérenger
Saunière Dying a "Rich Man"; The New Knighthood; The Oration of Chevalier Ramsay; The Original
Priory of Sion Documents; The Political and Royalist Sacred Heart of the Abbé Bérenger Saunière;
The Real Historic Origin of the Priory of Sion; The Real Truth About Saunière’s Last Rites; The Real
Truth About the 'Parchments', Nicolas Poussin, Sacred Landscape Geometry and Auguste de Labouisse-
Rochefort; The Secret of the Priory of Sion; The Tomb at Les Pontils - The Real Truth; The True
Freemasonry; Thomas Wright Chronology; Two Chronologies - Elias Ashmole and Sir Robert Moray;
Two Secret Service Reports about the Alpha Galates
Nisan, 2004
www.rennes-discovery.com Abbé Gélis; Berénger Saunière; Blanchefort Headstones; Boudet - La
Vraie Langue Celtique; Boudet - Unification Theory, Gélis, etc; Eugene Stublein; Examination of
Parchment 1; Origins of the Parchments; Parchment 1 - Codes, Personal Theory 1, Personal Theory 2,
Personal Theory 3; Parchment 2 - Introduction to Codes; Saunière’s Chasuble; Saunière’s Maquette; The
House on Rennes-le-Château Hill; The Magdala Tower; Nisan, 2004
www.rennes-la-chateau.com A Strange Text From Father Bigou; Archaeological Research 1956;
Berénger Sauniere; Carte de 1893; Characters; Coded Scrolls; Emma Calve, Superieur Inconnu;
Excursion to Rennes-le-Chateau, 1905; Family Tree; Father Boudet; Father Gélis; Inside the Church;
L'histoire du Presbytère; Magdala Tower; Marie Denarnaud; Noel Corbu's Text; Rennes-le-Château,
The Story; Reversed N, Saint Sulpice, Paris; Stars of David; Stenay and the Myth; Story – Second
Part; Story – Third Part; Story – Fourth Part; The Cholet Report; The Church; The Grail in the Church
of Rennes le Chateau; The Lords of Rennes's Tomb; The Way of the Cross; Villa Bethania
Mart, 2004
www.rpi.edu Order of the Solar Temple; Rise and Fall of the Knights Templar; Templar Lore in
Modern Times; The Mysteries of the Knights Templar; Who Were the Knights Templar;
Haziran, 2004
www.shroud.com Book review of "The Turin Shroud: In Whose Image?”; How Leonardo Did Not
Fake the Shroud of Turin; Shrouded in Deceit
Şubat 2005
www.sria.org Authorised Instruction in Rosicrucian Philosophy
Şubat, 2005
www.templarchronicle.homestead.com Introduction to the Antiquities of the Illuminati; The
Enduring Enigma Of Rennes-le-Chateau; The Tomb of God, the Grail Castle and the German Miners
Ağustos, 2004
www.templarhistory.com 1 December 1312; A Slaughter of Innocents; Accusations Against The
Templars; Ad Providam May 2; Baphomet - Abufhimat Theory, Atbash Cipher Theory, Mystery
Solved; Bernard of Clairvaux; Chronology of The Kings of Jerusalem; Considerantes - 6 May 1312;
Did The Templars Possess The Holy Grail; Do The Templars Still Exist?; Eliphas Lévi: The Man
Behind Baphomet; Garments of the Knights Templar; Hugues de Payens; In Praise of the New
Knighthood; Jacques de Molay; King Richard I; Lament for the Templars; Masonic Knights
Templarism; Militi Templi Scotia; Nuper In Concilio; Organizational Structure of the Knights
Templar; Philip IV; Pope Boniface VIII; Pope Clement V; Pope Urban II; Rosslyn Chapel; Scottish
Templars; Shroud of Turin; Templar Gold; Templar Punishment; Templars and the Grail; Templars
Secret Island; The Arcana of the Grail Angel; The Baphomet and the Freemasons; The Baphomet
Mythos; The Battle of Hattin; The Bearded Head of the Templars; The Cistercians; The Council of
Troyes; The Fall of Acre; The Knights Hospitaller; The Relic of the True Cross; The Seal of the
Knights Templar; The Sovereign Military Order; The Templar Beauséant; The Templar Grand
Masters; The Templar Hierarchy; The Templar Rule Of Order; The Templars & Ark of the Covenant;
The Templars And Cyprus; The Templars In Portugal; The Teutonic Knights; Vox In Excelso; Who
Were The Knights Templar
Mart, 2004
7
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
www.theunjustmedia.com A Masonic Explanation of the Markings on the U.S. One Dollar Bill;
European Crusades, Christianisation, and Colonisation; Freemasons in Turkey; From Templars to
Freemasonry; Templars, Revolutions, Murders, and the Mafia; The Dark History of the Templars; The
Knights Templars; The Myth of the Extermination of the Jews
Haziran, 2004
www.timelessmyths.com Age of Chivalry; Arthurian Legends; Grail Legends - Origin of the Grail;
King Arthur; Knights of the Round Table; Merlin; Minor Arthurian Characters; Timeless Myths
Eylül, 2004
www.users.zetnet.co.uk/ahamilton/sinclair Earl Henry Sinclair’s Fictitious Trip to America
Ekim, 2004
www.vincentbridges.com Arthur and the Fall of Rome; The Gnostic Science of Alchemy; The High
History of the Holy Grail; The Holy Grail: Hermetic Testimony in Stone; The Secrets of Rennes-la-
Chateau
Mayıs, 2004
www.watch.pair.com/new-israel Heeding Bible Prophecy
Ağustos, 2005
www.wikipedia.org Anti-semitism; Bernard of Clairvaux; Cistercians: Conspiracy Theory; Emanuel
Swedenborg; First Crusade; Fraternal and Service Organisations; Godfrey of Bouillon; Holy Roman
Empire; Illuminati; Kingdom of Jerusalem; Knights Hospitaller; Knights Templar; Merovingian; New
World Order; Occult; Pope Clement V, Priory of Sion; Rosicrucian; Second Crusade; Secret Society;
Solomon’s Temple; Thule Society
Şubat, 2005
8
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 1
Karbonariler
Üç kitaptan oluşan bu çalışmanın ikinci kitabının son bölümünde artık 20. yüzyıla gelmiştik
ama şimdi yine 18. yüzyıl sonlarına döneceğiz. Bu kez İtalya’dan başlayacağız.
1770’li yıllarda İtalya’nın Napoli kentinde bir gizli örgüt oluşturulmuştu; tam anlamıyla bir gizli
örgüt: Karbonariler. [Fransızcada “Charbonniers”, İngilizcede “Carbonaris”. Sözlük anlamı
uyarınca Türkçede “odun kömürü yakanlar” demektir.]
O sıralarda ve ilk kez orada kurulduğu, amaçları, nasıl çalışmalar yaptığı, ancak sınırlı düzeyde
öğrenilebilmiştir. Baştan sona politik bir nitelik taşıdığı biliniyor. Amaçları da şöyle belirtiliyor:
“Birçok ayrı krallığın bulunduğu İtalya başta olmak üzere, Avrupa’daki her ülkede ulusallık
bilincini geliştirmek, halkların özgürlüklerine sahip çıkmasını sağlamak, toplumları kral ve
imparatorların baskısı altından kurtarmak, bunun için her yerde demokratik rejimi yerleştirmek.”
Karbonariler hakkında elde edilebilmiş bilgilere göre; başlıca iki kurumdan esinlenmişler: Biri
Masonluk, diğeri bu çalışmada daha önce sözü edilmiş olan Fransa’daki “Compagnie de Saint-
Sacrement” adlı örgüt.
Masonluktan, kullandıkları simgeleri belirlemek, diğerinden ise genel yapılanma tarzı bakımından
yararlanmışlar. Ezoterik kurumlar gibi dereceleri olması ve öğretilerinin kapsamında simgeler
kullanmaları ile de Masonluktan esinlenmiş olduklarının kanıtı sayılamazsa da onlardan söz
edildiğinde hemen masonlar ile bağlantıları da gündeme giriyor. Bunun, daha sonra görülecek olan
ve akla yatkın görünen bir gerekçesi de var.
Bu örgütü kimin kurduğu, kimlerin yönettiği ise bilinmiyor. Adı üstünde, bu bir “gizli örgüt...
Tarih içinde, sık sık değindiğimiz Siyon Örgütü gibi birtakım gizli örgütlere ilişkin belgeler
sonradan ele geçmiş ve bunlar hakkında sınırlı da olsa bilgi edinilebilmiş. Fakat Karbonariler
ile bağlantılı böyle bir belge henüz bulunamamış.
Sadece üyelerinin “ne gibi kişiler” olduğu biliniyor: Toplumun orta tabakasından insanlar.
Bürokratlar, köylüler, askerler, birtakım serbest meslek sahipleri... Ünü olmayan hatta
toplumda pek tanınmayan ama kendilerince “önemli” sayılan kişiler.
9
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Aralarına aldıkları yeni üyeleri kendilerine özgü bir inisiyasyondan geçirdikleri, dört dereceli
bir sistem uyguladıkları biliniyor.
Hepsi bu kadar.
Örgütün her üyesi “kömür”, toplantı yeri “kömürcü dükkânı” anlamına gelen bir terimle
anılırmış. Ancak dükkânlarının nerede olduğuna ilişkin hiçbir bilgi yok.
Karbonariler hakkında bir diğer bilgi var ki işte o pek ilginç. Şöyle:
Her kömürün yanması, “ısı vermesi” yani örgütün amaçlarına uygun bir işi gerçekleştirmesi
gerekirdi. Fakat kendisine umut bağlanarak örgüte alınmış üyelerden kimileri etkin olarak
doğru dürüst bir şey yapmıyor, sadece lâf üretiyordu. Örgütün simgesel deyişiyle, sadece
duman çıkarıyor, başka bir işe yaramıyorlardı. Böyle üyeler, “marsık” olarak anılırdı.
Bu örgütün en önemli niteliği, her bir kömürcü dükkânının sadece merkeze bağlı ve
diğerlerinden habersiz olarak çalışması... Böylece örgütün her üyesi sadece kendi dükkânında
bulunanları tanıyor. Bu da salt politik nitelik taşıyan bir gizli örgüt için zorunlu sayılmış bir
önlem. Herhangi bir dükkân ele verilecek ya da göçertilecek olursa, diğerleri bundan hiç
etkilenmiyor. Merkez göçertilecek olsa bile diğerleri varlığını ve çalışmalarını sürdürebiliyor.
* * *
İtalya’daki Karbonarilerin kendi ülkelerini öncelikli tutmuş olmalarına karşın, bu örgütün başta
Fransa olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde de etkinlik göstermiş olduğu anlaşılıyor. Büyük
Fransız Devrimi’nin oluşumunda payları bulunduğunu düşünmemek hemen hemen olanaksız.
Bu nedenle de o devrimin ileri gelenlerinden kimilerinin hem mason hem Illuminati üyesi
olduğu gibi, birer “kömür” olması da beklenir.
Zaten bu nedenle Karbonariler ile masonların sıkı bir iş birliği kurdukları söylenmiştir. Hatta
bunun aslında bağımsız bir örgüt olmayıp, Masonluğun yan kollarından biri olduğu da ileri
sürülmüştür.
Bir de bunun tam tersini ileri sürenler var. Onlara göre ise Masonluğu aslında Karbonariler
kurmuş.
Bu iddianın ise bir ön yargıya dayandığı belli: Masonluğun, dünyanın her yerinde devrimler
düzenleyerek, politik rejimleri yıkmak amacını taşıdığına ilişkin suçlama.
Büyük Fransız Devrimi bir yana bırakılırsa, Karbonarilerin 18. yüzyılda neler yapmış, ne gibi
işlere bulaşmış olduğu bilinmiyor. Gerçi her nerede amaçlarıyla bağdaşan bir politik eylem
görülmüşse, o işin içinde bu örgütün üyelerinin de parmağı olduğu düşünülebilir ama bunun ne
derecede doğru olacağını da göz önüne almak gerekir. Karbonariler de birçok bakımdan ama
sadece politik alanda olmak üzere masonlar gibi bir “günah keçisi” sayılmış, belki de hiç ilgileri
olmayan birçok olay üzerlerine yıkılmıştır.
10
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Fransa’da monarşinin geri getirildiği 1815 yılından sonra, Karbonarilerin tam o sırada
Avrupa’da yer yer beliren küçük krallıkları devirmeye uğraştığı, sonradan elde edilmiş olan
sınırlı bilgilerden derlenebiliyor. Özellikle küçük küçük krallıklar ile uğraşmış olmaları,
herhalde birbirinden bağımsız çalışan kollarının gücünün ancak o kadarına yetmesindendir.
Fransa’da krallık geri gelince, Siyon Örgütü de umutlanıp hemen elini kolunu sıvamış olabilir.
Ancak bu noktada dikkatli olmak gerek: Karbonariler ile Siyon Örgütü arasında bağlantı olduğu
varsayılamaz. Çünkü Siyon Örgütü monarşiden yanadır, Karbonariler ise her türlü antidemokratik
rejime karşı.
* * *
Karbonariler de Siyon Örgütü gibi, gösterdikleri eylemlere doğrudan katılmayıp, başka kurum
ve dernekleri kullanmayı öngörmüş... 19. yüzyıl sonlarına doğru Fransa ve Batı Trakya’da adı
hayli duyulmuş olan Jön Türkler, bu tür örgütlerin arasında gösteriliyor.
Bunda bir tarih uyumsuzluğu görünüyor ama olsun!... Bir toplumdaki insanların tarihe ilişkin
genel bilgi birikimi yetersiz ise bu gibi tutarsız iddialarda bulunanlar da «Nasıl olsa farkına
varmazlar.» diye düşünerek bu çelişkileri önemsemiyor.
19. yüzyıl sonlarında, başta Selânik olmak üzere Batı Trakya’da etkinlik göstermeye başlayan
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de Karbonariler ile yakın bağlantısı olduğunu ileri sürenler
çıkmıştır. Bu iddia belli ki bir art niyet üzerine kuruludur. Amaç, Karbonarilerin masonlar ile özdeş
tutulması üzerine, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni de Karbonarilere bağlamaktır. Masonluğun
çok kötü bir şey olduğu zaten bilindiğine göre, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de kötülenmesini
sağlamak amaçlanmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti, doğrudan masonların bir ürünü de sayılmıştır
ama o ayrı. Fazla mal göz çıkarmaz!
Burada tüm bu kurumların hiçbirinin savunmasını yapmakta değiliz ama İttihat ve Terakki
Cemiyeti ile Karbonariler arasında doğrudan bir bağlantı kurmanın tarihsel gerçekler ile
çeliştiğini de belirtmeliyiz.
* * *
Karbonarilerin tarihteki örgütsel varlığı, 19. yüzyıl ortasında sona ermiş görülüyor. Elbette
sonradan çeşitli ülkelerde aynı amacı benimseyen başka kişi ve gruplar oluşmuştur ama onların
Karbonariler olduğunu ileri sürmek ancak komplo teorileri yaratmaya pek meraklı olanların
kurgularından biri olur.
Buna benzer bir yanlışlığın, İtalya’daki Karbonariler için de yapılmış olduğu görülüyor.
11
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
12
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Masonlukta Devrim
Masonluğa karşıt yazarlardan kimileri, hep masonların her zaman ve her yerde devrimleri
desteklemek için hatta bunlarda doğrudan pay almak üzere kurulup, bu doğrultuda çalıştığını
ileri sürüyor ya!... Bir de kimi masonların, bu kurumun kendi içinde gerçekleştirmiş olduğu bir
devrim var. İşte bu devrim de Masonluğa karşıt yazarlar tarafından masonları suçlamak amacıyla
kullanılmış ama bu kez bambaşka bir açıdan.
Konuya kimi masonların açısından bakılırsa buna “devrim” değil, çağın gereği olarak “evrim”
demek daha doğrudur. Masonluk, ancak bundan sonra asıl kimliğini edinebilmiştir.
Kimilerine göre ise bu dehşetli bir yozlaşmadır. Öyle ki bu işi yapanların artık Masonluk ile
hiçbir ilgisi kalmamıştır. Masonluğun adı kirletilmiştir.
Biz burada, sadece olan biteni özetleyerek anlatalım, yorumunu siz yapın.
* * *
18. yüzyılın ikinci yarısını bölünmüş olarak geçiren İngiliz Masonluğu kendi içindeki birlik ve
bütünlüğü, 1813 yılında İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın kuruluşuyla sağlamıştı.
Kimi mason yazarlara göre, dünya yüzündeki Anglosakson Masonluğu işte böylece doğmuş
oldu. [Anglosakson Masonluğu: İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın Masonluktaki “ana
büyük loca” olduğunu benimseyen mason kuruluşlarının genel adı.]
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın ilk büyük üstadı olan Sussex Dükü Frederick Augustus,
1820 yılında 4. George adını alarak İngiltere kralı oldu.
Bundan sonra, İngiliz Masonluğu’nun uluslararası politikasında belirgin
bir değişim başgösterdi. 4. George, Masonluğu ülkesinin uluslararası
boyuttaki ekonomik ve politik çıkarlarının etkili olanaklarından biri
olarak değerlendirdi. İngilizlerin ulaşabildiği hemen her yerde,
Anglosakson Masonluğunun ilke ve yöntemlerine uygun, doğrudan
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın güdümü altında olmak üzere birçok
loca ve büyük locanın kurulmasına girişildi. Bunlar, İngiltere’nin
ekonomik ve politik amaçlarına uygun çalışmalara yönlendirildi.
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın bu girişimi, İskoçya ve İrlanda başta olmak üzere diğer
büyük locaları telaşlandırdı. Onlar da aynısını yapmaya girişti, ama hiçbiri İngiltere Birleşik
Büyük Locası kadar güçlü değildi ve o denli etkili olamıyordu. İngiliz diplomasisi, diğerlerinin
hepsinden daha başarılıydı. Dolayısıyla, Masonluktan söz edilince, dünyanın her yerinde bunun
sadece Anglosakson Masonluğuna uygun tarzda olduğu sanılıyordu. İngiltere Birleşik Büyük
Locası, bu bağlamdaki en büyük desteği Amerika Birleşik Devletleri’nden alıyordu.
Fransa’nın en büyük ve en güçlü mason örgütü niteliğini taşıyan Fransa Büyük Doğusu (Grand
Orient de France), bu bağlamda kendi tarzını ve anlayışını açıkça ortaya koymaya karar verdi.
Gerçi bu örgütün 1773 yılındaki kuruluşuyla birlikte, İngiliz Masonluğuna karşıt ve İskoç
Masonluğundan da farklı bir Fransız Masonluğu oluşmuştu ama o tarihte ilkeleri bakımından
nasıl bir çelişki sergilediği açıkça belli değildi. Fransa Büyük Doğusu, kendi çatısı altında
değişik mason ritlerinde çalışmakta olan locaları barındırıyordu, hepsi o kadar... Belki Fransız
Masonluğuna özgü farklı ilkeleri de o tarihlerde ortaya koymaya da girişirdi ama Büyük Fransız
Devrimi buna fırsat bırakmamıştı.
Masonlukta yaratılmış devrim de işte bundan yüz yıl kadar sonra, hazırlığı 1849 yılında
başlamakla birlikte aslında 1877 yılında oluştu.
* * *
13
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bu devrimin nasıl bir şey olduğunu anlayabilmek için önce Anglosakson Masonluğunun
ilkelerinden bir bölümüne bakmalıyız.
Bunu ikiye ayırabiliriz. Birine “bir masonun niteliği”, diğerine de “bir locanın çalışma tarzının
kaçınılmaz koşulu” diyebiliriz.
Anglosakson Masonluğunda, bir kişinin mason olabilmesi için, öncelikle “teist nitelikli bir
dinin inançlısı olmak” yani “evreni yaratan ve yöneten, kaza ve kadere egemen olan, insanlara
buyruklarını peygamberler aracılığıyla ileten bir Tanrı’nın varlığına inanıp ona tapınmak”
zorunlu görülür. Masonluktaki en önemli kavramlardan biri olan “Evrenin Ulu Mimarı” da
bu nitelikteki Tanrı kavramının karşılığı sayılır.
Masonluk bir din olmayıp, çalışmalarındaki simgeleri de öncelikle eski inşaatçılık mesleğinden
almış olduğu için, doğrudan “Tanrı” yerine Evrenin Ulu Mimarı diye bir kavram kullanılır.
Gerçi bazı mason kuruluşları “Evrenin Ulu Mimarı = Tanrı” görüşüne karşı çıkar; ritüellerinde
bu kavrama yer veriyor olmakla birlikte, bunu ille de Tanrı kavramıyla özdeşleştirmez ama o
bir başka konu.
Anglosakson Masonluğunda, bir locanın toplandığı yerde bu kurumun en önemli simgeleri olan
“gönye” ve “pergel” ile birlikte “kutsal yasa kitabı”nın açık olarak bulundurulması zorunludur.
[Fransızcada “Livre de la Loi Sacrée”, İngilizcede “Volume of Sacred Law”.]
Gönye ile pergel Kutsal Yasa Kitabı’nın üzerine yerleştirilir.
Şimdi buradaki şu “kutsal yasa kitabı” kavramıyla ne denilmek istendiğine bakmak gerekiyor.
Bu da Masonlukta kullanılan terimlerden biri... 20. yüzyıl öncesinde bu Tevrat’ı da içermekte
olan İncil idi yani Kitab-ı Mukaddes. Fakat Tevrat hariç olmak üzere sadece İncil’in kullanıldığı
yerler de vardı. Ancak Müslümanların da Masonluğa alınması söz konusu olunca, gerektiğinde
buna Kuran-ı Kerim de katılır oldu. Bu kavramın kapsamına başka din kitaplarının eklenmesi de
var ama o daha sonraki bir tarihte yapılmış olan bir değişiklik.
İşte Fransa Büyük Doğusu’nun 19. yüzyılda yaptığı devrimde, gerek mason olacak kişilerin
niteliği gerekse locaların çalışma tarzı bakımından yukarıda belirtmiş olduğumuz kuralların
tümü alaşağı edildi. Burada bunu o yüzden “Masonlukta devrim” olarak nitelendirdik ama
masonlar böyle bir deyişi kabullenmez.
Hele Anglosakson Masonluğuna göre bu tümüyle düzensizlik yani Masonluğun dışına çıkmış
olmak demektir.
* * *
Masonluğun 1723 yılında Londra Büyük Locası’nda yürürlüğe konmuş anayasası, Fransa’da da
benimsenmişti. Fransa’daki masonlar, İngiltere’de bu anayasa üzerinde sonradan yapılmış olan
değişikliklere aldırmamıştı. Yaşanılan dönemin gereklerine uygun olsun ya da olmasın,
Fransa’da bu anayasa geçerli olmayı sürdürmüştü.
14
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Fransa Büyük Doğusu, bu anayasanın kendi örgütü içindeki geçerliliğini 1849 yılında kaldırdı
ve kendine özgü yeni bir anayasa oluşturdu.
Bu girişimin gerekçesi özetle şöyle ortaya kondu:
“Masonluğun 1723 tarihli anayasasında yer alan ve değişik anlamlara çekilebilecek ya da farklı
şekillerde yorumlanabilecek konular, artık açıklığa kavuşturulmalıdır. Uygulanma alanı kalmamış
öğeler kaldırılıp, Masonluğun çağdaş gereklere uygun ilkeleri belirlenmelidir.”
Bu tutumla yeniden belirlenen anayasanın ilk maddesi şöyle düzenlenmişti:
“Masonluk, töresel eğitim ve dayanışma uygulamasıyla, gerçeklerin araştırılmasını amaçlayan,
kesinlikle hümanist, felsefi ve evrimsel bir kurumdur. Maddî ve manevî gelişme, bireysel
olgunlaşma ve insanlık toplumu için çalışır. İlkeleri şunlardan oluşur: Karşılıklı tolerans,
bireyin hem başkalarına hem de kendisine saygısı ve mutlak bir vicdan özgürlüğü.
Metafizik kavramlar üzerine tüm üyelerinin kendilerine özgü bireysel değer yargıları
bulunabileceği nedeniyle, Masonluk her türlü dogmatik benimseyişin tümüyle karşısına çıkar.
Bunun için özdeyişi Özgürlük – Eşitlik - Kardeşlik olarak belirlenmiştir.”
Burada bir parantez açalım: İşte, Büyük Fransız Devrimi’nin sloganı olan bu özdeyişin, Fransız
Masonluğu’nda kullanıldığı, üstelik yasa kapsamına alınmış olduğu görülüyor. Masonluğa ön
yargıyla karşıt girişimlerde bulunmuş olanların eline vermek üzere bundan âlâ kanıt mı olur?
Fransa Büyük Doğusu’nun bu yeni anayasayı düzenlemekteki gerekçesine bakılınca, bundan
sonraki maddelerinin de gerek İngiliz Masonluğu’nda gerekse 19. yüzyılda onu izleyen
Anglosakson Masonluğunda benimsenmiş anayasadan çok farklı olması pek doğal.
Bu değişikliğin tarihi dikkatinizi çekti mi?... Fransa’da ikinci cumhuriyetin ilan edilişinden
hemen sonra.
Ancak Fransa Büyük Doğusu, yürürlüğe koyduğu bu anayasa uyarınca yapmak istediği
değişiklikleri hemen gerçekleştiremedi çünkü iki yıl sonra ilan edilen imparatorluk, masonları
duraksamaya sürükledi. İmparator 3. Napoléon, hem Katolik Kilisesi’ne olabildiğince ödün
veriyor hem de masonlara açıkça ters davranıyordu. 1870 yılında artık kalıcı olmak üzere
üçüncü cumhuriyet dönemi gelince, masonlar da rahat nefes aldı.
* * *
Fransa Büyük Doğusu’nun anayasası, pratikte de birtakım değişiklikler getirmişti.
Her şeyden önce, Masonluğa alınacak kişilerin nasıl bir dinsel inancı olduğuna hatta bir dinsel
inancı olup olmadığına bakılmıyordu. Eğer Masonluğun asal amacı yeryüzündeki tüm insanların
ve tüm toplumların barış ve mutluluğunun sağlanması ise kesin bir ayırımsızlık yapılması
gerekiyordu.
Bu benimseyiş doğrultusunda, hiçbir dini, dinsel nitelikli hiçbir inancı olmayanların da
Masonluğa alınmasına başlandı.
15
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
16
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Katolik Kilisesi, hep monarşiden yana olmuştur. Kendi gemisinin yelkenlerini ancak öyle bir
rüzgârın dolduracağını öngörmüştür. Özgürlük ve demokrasi yelleri, öteden beri ona pek ters
gelmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısında, aforoz edilmeyi ve üzerine şimşekler çekmeyi göze alan yürekli
biri Katolik Kilisesi’ni şöyle uyarabilirdi:
«Kendi zümresel çıkarlarınız için çeşitli ülkelerdeki krallıkları korumak uğruna, elinizde
tutmakta olduğunuz şu din gücünü kullanarak politikaya bulaşmayı artık terk edip, sadece kendi
asal işlevinizi yerine getirmeye baksanız çok iyi olacak. Yoksa varlığınızı bile yitirebilirsiniz.»
Nitekim Giuseppe Garibaldi’nin önderliğinde İtalyan birliği kurulurken, Roma, özellikle bu
eylemin dışında tutulmuştu. Bunun nedeni de Fransa imparatorunun papayı desteklemekte
oluşuydu.
Giuseppe Garibaldi, Fransa ile olmadık bir çatışmaya girmek istemedi. Bu nedenle Roma’ya
dokunmadı. Fakat 1870 yılında Fransa’da imparatorluk ortadan kalkınca, Roma’ya da girerek
İtalya’nın birliğini bütünledi. Ancak dine karşı değildi. Katoliklere saygı gösterdi ve Kilise
Devleti’nin sadece Vatikan çerçevesinde kalmak üzere bağımsız olarak varlığını sürdürmesine
göz yumdu.
Katolik Kilisesi, devlet sahipliği bakımından Vatikan’da sıkışıp kalmakla yetinmek zorunda
kalmış olmasına karşın uslanmadı. Kendisini aslında hiç de ilgilendirmeyen konulardan, özellikle
Avrupa ülkelerinin iç politikasından elini eteğini çekmedi.
Nitekim 19. yüzyılda papaların gerek Masonluk gerek Karbonariler gerekse Avrupa’daki
politik değişimlerle bağlantılı olmak üzere yayımladığı çeşitli bildirgeler var.
* * *
Masonluğun 1751 yılında Papa 14. Benedict tarafından ikinci kez aforoz edilişinden sonra,
Katolik Kilisesi, bu gibi konularda tam 70 yıl suskun kaldı. Bu suskunluğu, 1821 yılında Papa
7. Pius bozdu.
Bu, beklenmedik bir tepki değildi. O sıralarda Karbonarilerin etkinliği hızlı bir artış göstermiş
olduğu gibi, adları da duyulmuştu. Fakat papanın konuyu ele alış açısı bambaşkaydı. Karbonariler
ile Masonluk arasında bağlantı kurduktan sonra, bu kişilerin amacının, dinsel inançlardaki
umursamazlığı toplumlarda yaygınlaştırmak, böylece kendi görüşlerine uygun bir din
oluşturup, Kilise’nin kutsallığı ve saygınlığı üzerine kuşku kondurmak olduğunu ileri sürdü.
1826 yılında Papa 12. Leo tarafından yayımlanan “Quo Graviora” başlıklı
bildirgede de, masonlar ile birlikte Karbonarilere yüklenilmekteydi. Bu
bildirgede, biraz da yakınma vardı. Papa, krallar ile prenslerin,
kendinden önceki papaların uyarılarına pek aldırış etmediğini,
gerektiğince etkili önlemler alınmadığını belirtmişti. Aforoz yinelendi,
elbette masonlar ile birlikte Karbonarileri de içermek üzere... Üstelik
bu kez papa, yalnızca o sırada varlığını sürdüren bu gibi örgütlerin
değil, ileride kurulabilecek tüm benzerlerinin de sonsuza dek aforoz
edildiğini bildirdi. Bir de papazların lehine bir duyuru yaparak şöyle
dedi:
«Bu tür kuruluşlara girmiş olan kimselerin, sır saklama üzerine vermiş
olduğu yeminler geçersizdir.»
Bunun ne denli olabileceği, papanın bir kişinin yeminini geçerli sayıp sayamayacağı başlı
başına bir soru işareti ister. Ancak Papa 12. Leo, bildirgesinin sonunda âdeta bir yumuşama
göstererek, aforoz edilmiş gizli örgütlere girmiş olanlara bir pişmanlık olanağı tanımıştı.
17
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Buna göre, kilisede günah çıkararak açıklamada bulunanlar ile bu kuruluşlara ilişkin bilgisi
olmakla birlikte, daha önce bildiklerini saklamış ama şimdi bu gibi örgütlerin üyelerinin
adlarını verecek olanların bağışlanacağını duyurdu.
Olaya bakın!... Doğru olsun olmasın, bilgi veren bağışlanacak.
* * *
1832 yılında Papa 16 Grégorius, “Mirari Vos” başlıklı bildirgesiyle
Masonluk ve benzer örgütlerin Kilise’nin sarsılmaz tanrısal otoritesine
saldırıda bulunduklarını belirterek Kilise’yi “dünya işleri” ile uğraşmak
zorunda bıraktıklarından yakınmaktaydı.
Papa, o tarihlerde giderek yaygınlaşan özgürlük akımlarına ve yenilik
eylemlerine olanca gücüyle karşı çıkmaktaydı. Ona göre, masonlar
Katolik dogmalarına dolaylı olarak bile değil, doğrudan ve açıkça
saldırıda bulunmaya başlamıştı; ortaya atmakta oldukları yeni ve
korkunç düşünüler, eğitim ve öğretim kurumlarını sarmaktaydı. Bu
yüzden hükümdarlıkların otoritesinin sarsılmakta olduğunu, kamu
düzeninin yozlaşmaya yüz tuttuğunu ileri sürüyordu.
* * *
Papaların masonlar, Karbonariler, diğer ezoterik örgütler ve ulusal nitelikli girişimlerde bulunanlar
ile bağlantılı bildirgeleri, 19. yüzyıl boyunca her biri birkaç yıl aralıkla böyle sürüp gitti.
1878 yılında, 13. Leo adıyla papa olan Vincenzo Pecci, artık Kilise Devleti yitirilmiş olduğu
için çok zor koşullar altında kalmış bir Vatikan devralmıştı. Kendinden önceki papaların
birçoğundan farklı, çok geniş kültürlü bir kişiydi. Bir yandan tüm kiliselerde sıkı bir eğitim
programını gözetirken, diğer yandan din öncelikli sayılmak koşuluyla, Kilise’nin bilim ile
barışmasını öngörüyordu. Bu bakımdan, “reformist bir papa” olarak nitelendirilmiştir.
13. Leo, tam 25 yıl süren papalık dönemi boyunca 117 bildirge
yayımladı. Bunlardan dokuzu Masonluk ile ilgilidir. En önemlisi, 1884
yılında “Humanum Genus” (İnsan Türü) başlığını taşımak üzere
yayımlamış olduğu bildirgedir.
O da masonları suçladı. Ancak bunu yaparken önceki papalardan hayli
farklı bir taktik kullandı. Öyle ki masonlar gerek bireysel bakımdan
kendileri gerekse üyesi oldukları bu kurum hakkında her ne diyorsa,
o da onları aynı bakımdan yermekteydi. Masonlar neyi savunuyorsa,
onlara karşı çıkıp tezlerini çürütmeye girişiyordu. Masonlar neye karşı
çıkıyorsa, Papa ondan yana bir tutum sergiliyordu.
Örneğin masonlar, her ülkede din ile devlet işlerinin mutlaka birbirinden ayrı tutulması
gerektiğini ileri sürüyordu. Papa bu tutumu şiddetle eleştiriyor, kendine göre masonların
yanılgılarını ortaya seriyordu. O sırada Fransa’da iktidarı ele geçirmiş olan cumhuriyetçilerin de
bu bağlamda bazı girişimleri vardı. Papa, Fransa’daki tüm cumhuriyetçileri mason olmak ya da
masonların emellerine çanak tutmakla suçladı. (Papa 13. Leo’nun bu konuda nasıl bir girişimde
bulunduğuna sonraki bir bölümde değineceğiz.)
Masonlar insanların din ve vicdan özgürlüğünü, yasalar karşısında herkesin eşit olması
gerektiğini savundukça, Papa buna şiddetle karşı çıkıyor, böyle bir şeyin niçin olamayacağını
ve olmaması gerektiğini anlatıyordu. Papanın görüşü uyarınca; birbirlerinden çok farklı inançları
olan kimselerin bir araya gelerek aynı çatı altında toplanması, dinsel inançların öneminin
yadsınmasıyla özdeşti.
18
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Nitekim burada bir parantez açarak Osmanlı Devleti’nde masonlar ile ilgili bir duruma
değinmekte yarar var...
O sıralarda Sultan 2. Abdülhamit, genel olarak Masonluğa karşı ise de yabancı masonların
etkinliklerine göz yumuyordu. Ancak Türklerin mason olmalarına şiddetle karşı çıkıyordu.
Bunun göstermelik nedeni de çok ilginç: «Bir Müslüman, gayrimüslimler ile aynı çatı altına
giremez.»
Papaya dönelim...
Masonlar, Doğalcılık (Natüralizm) ve Gerçekçilik (Realizm) akımlarına ne kadar önem verirse,
Papa da bunlara o kadar karşı çıkıyor ve şöyle diyordu:
«Böylece insanların “öteki dünya”ya ilişkin umutlarını yok etmeye, onları Tanrı ve maneviyata
değil, sadece maddî nitelikli ve sonlu şeylere bağlamaya çalışıyorlar.»
* * *
Bir kez daha Sezar’ın hakkı Sezar’a...
Papa 13. Leo, Masonluğa karşı çıkan ve onlara suçlamalar yönelten bir kişi olarak, o tarihe
kadar Masonluğun amaç ve ilkelerini, locaların çalışmalarını en iyi inceleyen, öğrenip
anlamaya çalışan papa olmuştu.
Yayımladığı bildirgelerde, bunları eleştirip yanlışlıklarını ortaya sermeye
girişmeden önce, birçoğunu uzun uzun anlatmaktaydı.
Elbette onun da yanılgıları ve konuya tek yönlü bir bakışı vardı. En
önemli yanılgısı ise Fransız Masonluğunu örnek alması, dünya yüzünde
başka türlü bir Masonluk yokmuş gibi davranması, özellikle Anglosakson
Masonluğunu göz ardı etmesiydi. Oysa o tarihlerde Masonluktaki farklı
anlayışların dünya yüzündeki yaygınlığı bakımından Fransız Masonluğu,
tümünün pek küçük bir oranını oluşturuyordu.
Bu noksanlığına ya da yanılgısına karşın, Papa 13. Leo’nun yayımladığı “Humanum Genus”
başlıklı bildirgenin kapsamı öyle güçlü, öyle doluydu ki sonradan şöyle etkiler yarattı:
Sadece Katolikler değil, Protestanlar arasındaki birçok din adamı da papanın
anlattıklarını doğru sayıp, masonlara karşı açıkça cephe aldı. Üstelik bu bağlamdaki
etkiler sadece Kıta Avrupası’nda değil, İngiltere ve Amerika’da bile görüldü. Anglosakson
Masonluğunun özelliklerini bilmeyen din adamları, onu da Fransız Masonluğu gibi sandı.
Değil Katolik, Hıristiyan bile olmadıkları halde ön yargılar ya da art niyetlerle
Masonluğa karşıt girişimlerde bulunmayı kafalarına takmış olanlar, Papa’nın anlattıklarını
kendilerine göre uyarlayarak kullandı.
20. yüzyılda Komünizm, Faşizm ve Nazizm gibi totaliter rejime geçilen ülkelerde
Masonluk yasaklanırken, -aslında o rejimlerde buna hiçbir gerekçe göstermek
gerekmemesine karşın- Papa 13. Leo’nun anlattıklarından yararlanıldı. O rejimlerde de
Masonluk, özellikle özgürlükçü tutumu nedeniyle dışlandı.
Papa 13. Leo tüm bunları kendinden öyle emin, öyle inanmış bir tarzda yapmıştı ki Fransa’da
Leo Taxil takma adını kullanmakta olan bir şarlatanın ağına düşmekten kaçınamadı ve 1895
yılında dünya kamuoyu önünde çok zor bir duruma düştü. (Bu olaydan bu çalışmanın birinci
kitabında “Güzel Filip” başlığını taşıyan bölümde de söz etmiştik.)
Papa bundan bu bozumdan sonra Masonluk ile ilgilenmemeyi yeğledi. Ta ki kimi masonlar,
1902 yılında Masonluğun tarihinde ilk kez olmak üzere uluslararası nitelikli bir mason örgütü
kurmak üzere girişime başlayana kadar.
19
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
İşte o zaman Papa 13. Leo, “Annum Ingressi” (Yeni Yıl) başlığı altında
Masonluk ile ilgili son bir bildirge daha yayımlayıp, bu girişimi de
kınadı.
Bu girişimin en büyük karşıtının aslında İngiltere Birleşik Büyük Locası
olduğunu ya hiç bilmiyordu ya da onun alıp veremeyeceği sadece
Fransız Masonluğu ileydi.
* * *
Bu çalışmanın başından beri Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar ile birlikte onların çevresinde
dolaşanlar üzerinde özetle durarak bu aşamaya geldik.
Artık 20. yüzyıla girelim. Günümüze çok daha yakın olaylar ve konular üzerinde duralım.
20. yüzyılda Tapınak Şövalyelerinin yepyeni bir tarzda canlandığını göreceğiz. Masonlukta da
öncekilerden farklı oluşumların baş gösterişine tanık olacağız.
Siyonistlerin, şimdi dünya kamuoyunun indinde Siyonizm terimi bambaşka bir anlam kazanır
biçime dönüşmüş olsa bile kendi özgün adlarını taşımayı sürdürüp, kendi ülküleri peşinde
koşarken bayrak açışlarını izleyeceğiz.
Tüm bunların yanı sıra, nasıl 18. yüzyıldaki aydınlanma eyleminin etkisi ile birçok ezoterik
örgüt doğmuşsa, bir benzer olgunun 20. yüzyıldaki politik ve toplumsal yapılanmanın değişimiyle
oluştuğuna tanık olacağız.
Fakat onlara gelmeden önce anlatmamız gereken biraz uzunca bir öykü var.
Bu öykü, başlangıcında konumuzla ilgisiz gibi görünüyorsa da sonradan çok önemli bir bağlantı
kuruyor. Hatta odak noktalarından birine yerleştiği bile söylenebilir.
20
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 2
Rennes
Fransa’nın güneyinde, Pirene Sıradağları ile Akdeniz kıyısı köşesindeki Languedoc adlı
bölgeye, bu çalışmanın önceki kitaplarında birkaç kez değinildi.
Öteden beri, Languedoc’taki gömülerden, hazinelerden söz edilip durur. Bu bölgeyi böylesine
çekici yapan etkenlerden biri de bu olsa gerektir.
Kimilerine göre, buralarda gerçekten de saklı olan bir hazine vardır ama bu öyle bildiğimiz ya da
düşündüğümüz gibi değildir; manevî bir nitelik taşır. Hatta kimileri bunun “tüm maddî
hazinelerden daha önemli bir bilgi” olduğunu söyler. Fakat maneviyat ile bilgi ne denli önemli
olursa olsun, maddî bir değer taşıyan hazine, insanların ilgisini hep daha çok çekmiştir.
Hazinenin yerini belirlemek için, duyumlara dayanarak bir sürü geometrik çizim ve hesap
yapılıp açılar ve mesafeler belirlenir. Belli noktalar arasında ilişkiler kurulur. Özellikle 20.
yüzyılda, yaşamını buradaki hazineyi bulmaya adayanlar olmuştur.
Birisi çıkar, daha önce yapılmış çizim ve hesapların yanlış olduğunu ileri sürer. Kendine göre
doğrusunun nasıl olduğunu anlatıp, gerekçesini gösterir.
Sonra bir başkası da onun yanılgılarını ortaya sererek tezini çürütür.
Bu, yıllardan beri yinelenip gelmiş bir zincirleme varsayımlar dizisidir.
* * *
Şimdi gelin Languedoc’taki belirli bir çevreye odaklanalım. Carcassonne kentinin 40 km kadar
güneyindeki Couiza kasabasının yakınlarına...
21
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Buradaki ilgi alanımız tüm çevreyi değil, başta Rennes-le-Château olmak üzere Coustassa,
Rennes-les-Bains ve Espéraza adlı köyler ile Le Bézu, Pech Cardou, Serres ve Bugarach
tepelerini kapsayacak.
5. yüzyılda Vizigotlar, günümüzdeki Rennes-le-Château köyünü “Rhedae” adıyla merkez
edinmiş. Eskiden çok büyük bir kent olan, nüfusunun 30 bine vardığı söylenen Rhedae, 19.
yüzyıla gelindiğinde olsa olsa 200 kadar nüfuslu, sapa kaldığı için de pek az kimsenin uğradığı
küçük bir köye dönüşmüş.
İnsan hep önceki yapıların üzerine bir yenisini inşa ettiği için, bu köyde o tarihlerden kalma
yıkıntılar belli belirsiz.
Ancak burada özetlenerek anlatılacak olanlar 20. yüzyılın ikinci yarısında dünya çapında öyle
bir yankı yaptı ki bu köy ile çevresi araştırmacılarla dolup taşmaya başladı; turistlerin de hayli
rağbet ettikleri bir yer olup çıktı.
Rennes-le-Château ile bir zamanlar bu köyün rahipliğini yapmış olup âdeta bir efsane kahramanı
gibi ün edinen Bérenger Saunière hakkında anlatılmış olanlar, romanlara, filmlere, televizyon
programlarına konu oldu.
* * *
22
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bu çevrede, her yılın belirli günlerinde birtakım atmosferik ve astronomik olaylar izlenir.
(Böyle olaylar başka ülkelerin belirli bölgelerinde de vardır.)
Bu doğa olaylarını hayli yadırgayanların yanı sıra, bunlara hem hayranlık duyanlar hem çok
önemli bulanlar vardır. Yerel halkın çoğunluğu bunları “Tanrı’nın işi” olarak nitelerken,
kimileri de gizemci bir eğilimle açıklamaya girişir.
Anlatılanların çoğu, öteden beri dillerde dolaşan söylentiler üzerine kurulu varsayımlardır.
Belirgin sayılabilecek tek olgu, coğrafi özellikler ve geometrik ilişkilerdir.
Burada birçok geometrik ilişki vardır ama bunların içinde en ilgi çekmiş ve üzerinde en çok
durulmuş olanı şudur: Bu çevredeki tepelerden beşinin doruk noktası, bir eş kenar beşgenin
köşelerini oluşturur.
Söz konusu tepelerden birinin belli bir adı yoktur. Üçü Rennes-le-Château, Serres ve Bugarach
köylerinin kurulu olduğu tepeler, sonuncusu ise üzerinde Tapınakçı Şövalyelerinin bir kalesinin
yıkıntılarının görüldüğü Le Bézu tepesidir.
Bunlar aslında birer doğal tepe değildir. Çok eski çağlarda bu bölgede, beş ayrı ziggurat
(basamaklı piramit) yapılmış. Niçin birbirlerine aşağı yukarı eşit uzaklıkta yapılmış oldukları,
hele yapanların bu beşgeni nasıl tutturduğu henüz çözümlenememiştir. (Eş kenar beşgen, kağıt
üzerine çizimi bile çok zor olan bir geometrik şekildir.) Piramitlerin basamak ve köşeleri
zamanla aşınmış, üstlerini toprak kaplamış, geride birer tepe görünümü kalmıştır.
Üstelik burada böyle bir tek değil, birkaç eş kenar beşgen oluşturur tarzda tepeler vardır. Biz
sadece birinden söz ettik. Bunun daha ötesi, konuyu bambaşka bir mecraya sürükler.
Kimilerince bu olgu öyle önemli sayılmıştır ki yerel mitolojide burası “yeryüzünün merkezi”
olarak nitelenmiştir.
Bu olgu ile bağlantılı bir açıklamada, tarih öncesi çağlardaki varsayımsal Atlantis kıtası
gündeme getirilerek, özetle şöyle denir:
“Atlantis, batı yarımkürenin büyük bölümünü kaplamış bir uygarlıktı. Bir doğal afet sonucunda
jeolojik bakımdan göçtü. Bu tepeler, özgün biçimiyle birer piramitti. Kozmik etkilerden
korunmak için yapılmıştı. Her birinin altına, barınmak amacıyla derin mağaralar oyulmuştu.”
Bu çevreyi Atlantis ile bağdaştıranların bir diğer varsayımı da şöyle:
“Atlantis krallarından kimisi denizlerin hâkimi, kimisi karaların hâkimi olarak bilinirdi.
Birçoğu, başı boğa, kuyruğu ise balık gibi olan bir tasarımla simgelenmişti. Bu krallar, sonraki
kültürlerde birer tanrı olarak nitelendi. Nitekim Merovenjler ile ilgili efsanede değinilen
Quinotaur adlı varlık, bu hanedanın kökünün Atlantis krallarına kadar uzandığını vurgular.”
[Bu çalışmanın birinci kitabında “Merovenjler” başlığı altındaki 5. bölümde bu konu ayrıntılı
olarak anlatılmıştı.]
23
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Tam görevine başlayacaktı ki devlete karşı Kralcıların düzenlediği bir eylemi desteklediği için
hakkında soruşturma açılması söz konusu oldu. Carcassonne Piskoposu Félix Arsène Billard,
onu Narbonne kentinde düzenlenen bir dinî seminere gönderip, bir süre uzaklaştırdı. Ortalık
durulduktan sonra geri çağırdı.
Bérenger Saunière sonunda köyüne gittiğinde, rahip lojmanının, epeydir kullanılmadığı için
perişan bir halde olduğunu gördü. Kullanılabilecek duruma getirtene kadar, Dénarnaud ailesinin
konuğu oldu. Lojmanına geçtikten sonra da ev işlerini görmesi için ailenin genç kızı Marie’yi
yanına aldı.
* * *
Böyle küçük köylerde rahibin her gününü doldurabilecek iş yoktur.
Bérenger Saunière genç ve dinamik bir adamdı. Her gün vaktinin bomboş geçmesinden çabuk
sıkıldı. Çoktan beri bakımsız kalmış kiliseyi onarmayı düşündü. Carcassonne’daki piskoposluğun
onayını aldı hatta bu onarım için bir miktar ödenek bile koparttı. Birkaç işçi tuttu.
Çalışmalar sırasında kilisenin sunak taşının da elden geçirilmesi gerektiği görüldü. Çok
yıpranmış olmasının yanı sıra oynaktı.
İşçiler taşı yana doğru itince, altının boş olduğu ortaya çıktı. Sunak taşı, döşeme ile aynı hizada
olmayan, eski tapınaktan kalma iki sütun üzerine oturtulmuştu. Oynaklığı bundan ileri geliyordu.
Ancak o sırada beklenmedik bir olay oldu.
24
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Üzerindeki ağır sunak taşının yana itilmesine dayanamayan sütunlardan biri dibinden kırılıverdi.
İşçiler, kırılan sütunu çukurdan çıkardı. Ötekini de çıkarmak istediler ama kıpırdatamadılar bile.
Belli ki hayli derine doğru uzanıyordu. Diğeri ise buraya sonradan, bir başka yerden getirilip,
öylesine konmuştu.
Bérenger, çıkarılan sütuna şöyle bir göz attı. Yüzyıllar öncesinden kalma olduğu belliydi.
Kilisenin yapımından çok daha eski bir tarihten... Vizigotlar dönemindeki eski tapınağın
kalıntılarından biri.
Sütunun başlangıçta kırıldığı sanılan alt ucunda, ortasının oyuk olduğunu gördü. İçine ağaç
parçaları tıkıştırılmıştı. Herhalde diğeriyle aynı düzeye getirmek için... Ağaçlar zamanla çürüyünce
denge yitirilmişti.
Ancak o dolgunun arasında bir başka şey daha vardı. Ağaç parçalarını dışarıya çektiğinde,
aralarında reçine ile kaplanmış üç ahşap tüp buldu.
Anlaşılan, birisi buraya bir şey saklamıştı.
İşçilere belli etmeden tüpleri giysisinin altına sokuşturup beline sıkıştırdı. Lojmanına götürdü.
* * *
Ahşap tüplerden, rulo halinde sarılmış dört el yazması çıkmıştı. İki ayrı tüpe konmuş olan
belgelerden birinin üzerinde 1244, birinde 1644 yazılıydı. Diğer tüpten çıkan iki parşömen ise
1780 tarihini taşıyordu.
Şimdi bu belgelerin geçmişini şöyle bir özetleyelim... Ancak öncelikle şunu da eklemeliyiz:
Bérenger, o sırada bunları bilmiyordu.
1644 yılında, Blanchefort ailesinin babası François-Pierre d’Hautpoul, Espéraza köyündeki
notere giderek vasiyetnamesini düzenletmişti. Yanında getirmiş olduğu eski bir belgenin de
buna eklenmesini istemişti. [Hautpoul, Blanchefort ailesinin bir diğer adıdır. Aslında Vizigotlar
dönemindeki soyadıdır ama ailenin kimi bireyleri daha sonraki tarihlerde de zaman zaman bu
eski soyadını kullanmayı yeğlemiştir.]
25
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
26
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bérenger lâfı geveleyerek, âdeta kaçamak bir yanıt vermeye kalkışınca, Henri «Bak, dostum...
Gel anlaşalım. Birbirimize karşı saklamasız olalım. Eğer sen bana ne bulduğunu açıkça söylersen,
ben de sana bildiklerimi anlatırım. Bu ikimiz için de çok daha yararlı olur.» dedi.
Bu deyişi galiba yeterince etkili olamamıştı ki Bérenger hemen açılıp bulduklarını anlatmadı.
Henri de üzerine gitmedi; sabırlı davrandı. Ona biraz ipucu verirse, sonrasının daha kolay
gelebileceğini düşündü.
* * *
Henri Boudet, “La Vraie Langue Celtique et le Cromlech de Rennes-les-Bains” (Gerçek Kelt
Dili ve Rennes-les-Bains’teki Kromlek) adlı bir kitap yazmıştı. [Kromlek: Çevresinde dikme
taşlar olan anıt.]
Bu kitapta hayli garip sözler etmişti. Keltlerin dilinin Anglosakson kökenli olduğu, hatta
Tevrat’ta sözü edilen ünlü Babil Kulesi yapılmadan önce dünyadaki tüm insanların İngilizce
konuştuğu gibi... [Tevrat’ın “Tekvin” adlı ilk kitabının 11. bölümünde, Tufan’dan sonra
insanların Mezopotamya’daki Şinar ovasında Babil yakınlarında bir kule yapmaya giriştiği,
bunun üzerine Tanrı’nın kızarak tüm insanların dillerini birbirine karıştırdığı, aralarında konuşarak
anlaşamayınca dağılmak zorunda kaldıkları anlatılır.]
Kitabını bastırdıktan sonra, çoğunu bu konuyla ilgilenebileceğini umduğu belli seçkin kişilere
göndermiş, «Bakalım bunları anlayacak bilgili ve akıllı biri çıkacak mı?» diye düşünerek
beklemeye geçmişti.
Kimseden ses seda çıkmamıştı.
Bu kitaptan Bérenger’e de bir tane verdi. Bunu dikkatle okuyup
anlamaya çalışmasını, daha sonra yine görüşmeyi önerdi.
Bérenger Henri’nin kitabını baştan sona okudu. Dil hakkındaki görüşlere
aklı yatmadıysa da tanımış olduğu kadarıyla Henri Boudet saçma sapan
lâflar edecek biri değildi. Anlattıklarıyla başka bir şey demeye çalışmakta
olsa gerekti. Bir de Rennes-les-Bains köyündeki eski kromlek ile
bağlantılı olmak üzere birtakım yönler ile mesafeler belirtiyordu. Belli ki
asıl mesajın özü oradaydı ama Bérenger’in henüz bu çevre hakkındaki
bilgisi, bunları kavramak için yetersizdi.
Çaresiz, Henri’den açıklama istemek zorunda kaldı.
Birkaç gün sonra yine Rennes-les-Bains köyüne gitti. Bu kez Henri’ye daha o bir şey sormadan
keşfetmiş olduğu her şeyi açıkladı.
Buna karşılık Henri de ona kitabında dil konusunda anlattıklarının ne işe yaradığını gösterdi.
Bir tür şifreleme tekniği kullanmıştı. Önce şifre çözülüp sonra okununca, kitap daha anlamlı
oluyordu. Bu çevrede çok eskiden kalma bir hazinenin yerinin nasıl bulunabileceğini gösteriyordu.
Fakat bu kesin değildi. Sadece bir teoriydi. Dediğine göre, aramış ama hiçbir şey bulamamıştı.
Çünkü elindeki bilgi yetersizdi. Şayet başkalarının bildikleriyle bütünleştirilirse, belki bir
sonuca varılabilirdi. Bu kitabı belli kişilere göndermiş olmasının nedeni de buydu.
Şimdi ise bir umut doğmuştu. Bérenger, Antoine Bigou’nun yazmış olduğu belgeleri bulmuştu.
Onlardan yararlanarak bir sonuç elde edebilirlerdi.
Henri’ye göre vasiyetnamede işlerine yarar pek bir şey yoktu. Eskiden bunların ortaya dökülmesi
belki sakıncalı olabilirdi ama şimdi bunun üzerinden yüz yıldan çok zaman geçmişti. Gerçi soy
ağacı çizelgesi önemli bir belgeydi ama bunun değerlendirilmesi başkalarına düşerdi.
27
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Henri öncelikle Antoine Bigou’nun yazdığı parşömenleri önemsiyordu. Onlara şöyle bir göz
atıp, yazılmış olanların İncil’deki hangi pasajlar olduğunu belirtince, Bérenger de hatırlayıp o
pasajları mırıltıyla belleğinden söylemeye başladı.
Henri, «O önemli değil.» dedi. «Asıl önemli olan bunun ardında anlatılmış olanlardır. Antoine
kardeşimiz burada kötü bir Latince yazar gibi kendine özgü bir şifreleme tekniği kullanmış.»
Sonra da şunu ekledi: «Önce bu şifrenin anahtarını bulmamız gerekiyor.»
Kafa kafaya verip hayli uğraştılar... Hiçbir sonuca varamadılar.
Mezar Taşı
Rennes-le-Château köyünün eski rahibi Antoine Bigou, ayrılmadan önce vasiyetnameyi
kendisine emanet etmiş olan Marie de Négre d’Ables için bir mezar taşı yapmıştı.
Bu, görünümü bakımından sıradan bir mezar taşı gibiydi ama çok önemli bir mesaj, yeryüzünde
hemen herkesin öğrenmeye can attığı büyük bir sır içeriyordu. Henri bunu Rennes-les-Bains
köyünün önceki rahibi Jean Vie’den öğrenmişti.
O mezar taşını bulurlarsa belki bir adım daha ileri gidebilirlerdi.
Henri, bu mezar taşını Rennes-les-Bains köyü mezarlığı ile Blanchefort Şatosu çevresinde
aramış, bulamamıştı. Antoine Bigou Rennes-le-Château köyünün rahibi olduğuna göre, oraya
gömmüş olabilirdi. Henri orada da arama yapmaktan çekinmişti. Önerisi üzerine, Bérenger,
kendi köyünün mezarlığında bir araştırma yaptı. Öyle bir mezar taşına rastlayamadı.
Antoine Bigou’dan bu yana gelmiş olan bilgiye göre mutlaka olmalıydı. Marie de Négre
d’Ables öldüğünde elbette bir yere gömülmüştü ama nereye?... Henri’den önceki rahip bunun
yerini de söylemiş olsaydı ya!... Acaba o da mı bilmiyordu?
Bérenger, yılmadan, bıkmadan, usanmadan mezarlıktaki her bir taşı üst üste birkaç kez gözden
geçirdi. Köylülerin dikkatini çekmemek için bu işi genellikle geceleri yapıyordu.
Nafile!... Yoktu.
Blanchefortların şatosunun Coustassa köyüne de yakın oluşunu göz önüne alıp, oradaki
mezarlığı da incelemeyi düşündüler.
Bérenger bir gün sırf bunun için kalkıp oraya gitti. Böylece, o köyün her ikisinin de önceden
tanıdığı rahibi Antoine Gélis de konuyu öğrenmiş oldu.
Orada da hiçbir şey bulamadı.
Bérenger artık bu araştırmadan yorulmuş, üzerine bıkkınlık çökmüştü. Bu sevdadan cayıp
köyündeki olağan işine döneceğini söyleyince, Henri ona hak verdi. «Kim bilir, belki bambaşka
bir yerdedir.» diyeceği tuttu.
O anda Bérenger’in kafasında bir şimşek çaktı. «Elbette!» diye haykırdı. «Mezarlıklarda
olsaydı zaten çoktan bulmuştuk. Bunu niçin daha önce düşünemedik ki?»
Yine umutlanmıştı.
Bu kez olmadık yerleri dolaşmaya başladı. Hatta mezarın üzerine yıldırım düşmüş, parçalanmış
olabileceğini düşünerek, Rennes-le-Château köyü ile Blanchefort Şatosu arasındaki bölgede
birçok yerden taş toplamaya, bunları birbiriyle karşılaştırmaya girişti. Ancak bir mezar taşı
kalıntısına rastlayamadı.
Köylüler Bérenger’in yaptıklarına hiçbir anlam veremiyordu. Rahip çıldırmış gibiydi. Her gün
çevrede dolaşıp duruyor, bir sürü taş toplayıp getiriyor, bunları lojmanın bahçesine diziyordu.
Bahçeyi taşla süslemek istiyorsa, bu kadar zahmete ne gerek vardı ki!...
28
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Köylülere göre Bérenger gerçekten çok garip davranıyordu. Geceleri kiliseye gidip uzun süre
kaldığını, orada ne olduğu bilinmez birtakım işlerle uğraştığını görenler olmuştu. Elbette kiliseye
gidecekti ama niçin gece?... Karanlıkta mezarlığa gidip geldiğini de görenler olmuştu.
Bérenger, kulağına kadar gelen bu dedikodulara aldırış etmeden, köylülerin onu deli sanmasını
bile umursamadan, aylarca Rennes-le-Château köyünün çevresindeki her yeri gezdi; her yere
baktı. Nerede nasıl bir taş bulunduğunu âdeta ezberledi.
* * *
Bérenger’in çabası boşa çıkmadı.
Sonunda aradığı mezar taşını Couiza yolunun yakınında, yüzüstü devrilmiş, her yanını çalılar
sarmış bir halde buldu. Eğer taşın çalıların altından dışarıya doğru uzanır durumda kalmış olan
sivri ucu dikkatini çekmeseydi, görmeden geçebilirdi.
Taşı kenarından zorlukla kaldırıp çevirdi. Biraz temizleyince, üzerindeki yazının hâlâ bozulmamış,
rahatça seçilebildiğini gördü:
29
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Herhangi bir gariplik görünmüyor, değil mi?... Zaten ilk bakışta olağan dışı bir şey yok. Fakat
biraz dikkat edilirse, göze birtakım yanlışlar çarpıyor.
Örneğin, “D’HAUTPOUL” yerine ayraç ve bir harf eksik olmak üzere “DHAPOUL”,
“MARIE” yerine “M ARIE”, “D’ABLES” yerine “DARLES” yazılmış. Romen rakamlarıyla
verilen ölüm yılındaki (MDCCLXXXI) ikinci “C” yerine “O” konmuş. Bazı harfler küçük
yazılmış. Satır hizaları kaymış. Noktalamada da yanlışlar var.
Tüm bunlar özensizlik sonucu sanılabilir. Büyük harflerin arasına küçük harfler karıştırılıp,
bunların satır hizasından kaymış bulunması da bu taşı işlemiş olan kişinin el acemiliği ya da
beceriksizliği olarak düşünülebilir.
Bunun altında, dikdörtgen biçiminde bir başka taş daha vardı. Üstünü toprak kaplamıştı.
Mezarın üstüne örtülmüş olan bu taşta da birtakım yazılar vardı ama işte burada ne yazılı olduğu
anlaşılabilir gibi değildi. (Nitekim sonradan çekilmiş fotoğrafında da hemen hiçbir şey
görülemiyor.)
En üstte bir daire gibi çerçeve içine alınmış “P.S” diye bir yazı. Onun altında bir düşey çizgi.
Her iki yanında “RÉDDIS”, “RÉGIS”, CÈLLIS” ve “ARCIS” diye dört sözcük.
Her iki yanda yukarıdan aşağıya Latin ve Grek harfleriyle yapılmış anlamsız bir karışım. Daha
altta “PRAE-CUM”. Bunun sözlük anlamı “Gelmeye dua et” ama burada bambaşka bir nedenle
kullanılmış olabilir. En altta bir örümcek ya da ahtapot gibi duran bir garip figür.
Bir de en alt sağ köşede birtakım harfler. Romen rakamlarıyla yazılmış bir tarih gibi duruyor
ama aslında bu bir sayı bile değil, çünkü tutmuyor.
Taşları yüklenip buradan bir başka yere götürmek olanaksızdı. Bunun için bir araba ve en az
iki kişi gerekirdi. Bu da çok dikkat çekerdi. Üstelik hayli zamandan beri köylüler Bérenger’i
âdeta göz hapsine almış gibiydi. Taşların üzerindeki yazıların bire bir kopyasını çıkarmak en
doğrusu olacaktı.
Bir gün evinin işlerini gören Marie Denarnaud ile birlikte oraya gitti. Marie gözcülük ederken,
Bérenger de sanki orada oturmuş da İncil okuyormuş gibi taşların üzerindekileri bir kâğıda
kopyaladı. Sonra mezarın baş taşını önceki gibi çevirip bıraktılar.
Bérenger ile Henri bundan sonra sık sık bir araya geldi. Uzun uğraşılarla, çeşitli yöntemler
deneyerek sonunda şifresini çözmeyi ve yazıların ardındaki gizli mesajı çıkarmayı başardılar.
* * *
30
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Mezar taşının üzerindeki yazının hemen her satırında kasten bir hata yapılmıştı. Önce bunları
ayıklamak, sonra da rakamları bir yana ayırıp belli bir sistem izleyerek harflerin yerlerini
değiştirmek gerekiyordu.
Buradaki şifrenin nasıl kurulmuş olduğunu anlatmak çok uzun sürer. Sonucuna gelelim...
Çözümleme bittiğinde ortaya çıkan mesaj şuydu:
“Rennes’de altın. Royal Rhedae hisar deposu. Ve Arkadya’da ben.”
“Ve Arkadya’da ben”… Latince olarak “Et in Arcadia Ego”… İşte bu çok önemli… (Bu deyişe
daha sonra yine geleceğiz.)
Bu, işin yazı bölümü... Bunun yanı sıra rakamlarla, aritmetikte bölme işareti olarak da
kullanılabilen “iki nokta üst üste” gibi kasten yanlış yere konulmuş noktalamalarla açılar ve
ölçüler verilip, bir yer tarif edilmekteydi.
Tüm bunlar, Henri’nin yıllarca çalışarak yaptığı hesapların hatalı olduğunu gösteriyordu.
Kuşkusuz doğrusu buysa!... Üstelik ille de bir hazinenin yerini tarif ediyorsa... Buradaki “altın”
sözcüğü de başka bir anlama gelmek üzere kullanılmamışsa...
Kaldı ki mesaj sadece baş taşında değil, mezarın üstüne konulmuş taştaki şifreli yazı ile de
bütünlenmekte olabilirdi. Fakat onu çözümleyemediler.
* * *
Henri’ye göre, ulaşmış oldukları bilgi hâlâ yetersizdi. Parşömenlerin şifresi belki de ikinci taşta
yazılanlarla çözümlenecekti.
Bunun için Bérenger’in Carcassonne’a gidip piskopostan yardım istemesini önerdi.
Bérenger tereddüt edince, Henri «Çekinecek bir şey yok... Piskopos bizimle aynı kafadadır. Sır
saklamasını da bilir. Ben sana anlattıklarımı daha önce onunla da paylaşmıştım. Sen de öyle
yaparsan bu bir işe yarayabilir.» diyerek, onu ikna etmeye çalıştı.
Niçin kendisi yapmıyordu da Bérenger’e havale ediyordu sanki?
Bu bağlamda çeşitli yorumlar var ama en akla yatkın geleni şöyle:
“Henri’nin bu tutumu bir din adamının ahlâk anlayışını yansıtır. Taşları ve belgeleri bulmuş
olan Bérenger idi. Henri bu konuyu baştan beri biliyordu ama sahiplenemezdi. Bu işe Bérenger
başlamıştı; onun yürütüp sonuçlandırması gerekirdi.”
Bérenger, Henri’nin bu önerisini uzun uzun düşündü. Sonunda kabul etti. 1891 yılının Şubat
ayında bir gün piskoposu görmek üzere Carcassonne’a gitti.
Böylece, farkında bile olmadan bundan sonraki tüm yaşamını değiştirecek olan bir serüvenin
ilk adımını atmış oldu.
Félix Arsène Billard
Bérenger’e daha önce de politikaya karışıp da başı derde girdiğinde yardım
etmiş olan Carcassonne Piskoposu Félix Arsène Billard, Bérenger’i
dikkatle dinledi. Getirdiği parşömenleri gözden geçirdi. «İncil’den
alınma ama kötü bir Latince ile yazılmış. Bir başka mesaj içeriyorsa
bile ben anlayamadım.» dedi. Taşların üzerindekilere ise hiçbir anlam
veremedi.
Bunun üzerine Bérenger, piskoposa Henri Boudet ile birlikte mezarın
baş taşı üzerindeki yazıyı nasıl çözümlediklerini ve vardıkları sonucu
anlattı.
31
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Piskoposun ağzı açık kaldı. Ancak her ikisini de kutlamaktan başka bir şey yapamadı.
Bérenger’e bu işin kendilerinin bilgi birikimiyle olmayacağını, uzmanlık gerektirdiğini, bunun
için Paris’e gitmesi gerekeceğini söyledi.
Bérenger anlamlı bir tavırla piskoposun yüzüne baktı.
Piskopos, «Merak etme, yokluğunu birkaç gün idare ederim. Seni izinli sayarım. Yeter ki çok
oyalanma. İşini bitirir bitirmez hemen dön.» dedi.
Bérenger Paris’i hiç görmemişti. Gerekirse bu iş için dünyanın öteki ucuna kadar bile giderdi
ama Paris’te derdini anlatmak üzere kimi, nasıl bulurdu ki?
Piskopos, Paris’te papaz adaylarının eğitildiği Saint-Sulpice Kilisesi’nin Başrahibi Bieil’i
öteden beri tanıyordu. Zaten bu işi ancak o başarırdı. Yardımcı olması ricasıyla ona bir mektup
yazarak Bérenger’e verdi.
Bérenger, bir kez daha köye kadar dönüp gelmektense kentte birkaç parça öteberi satın aldı.
Paris’e dosdoğru gidemezdi; Lyon’dan aktarma yapması gerekiyordu.
Ertesi gün piskopos tren istasyonuna kadar gelerek Bérenger’i uğurladı.
32
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 3
Saint Sulpice
(Bundan sonraki anlatımlar biraz Dan Brown’un şu pek popüler olmuş “Da Vinci Şifresi” adlı
romanda anlattıklarına benzetilebilir ama o kitap bu çalışmanın kaynaklarından değildir.
Burada kendi kaynakçamızdan yararlanarak derlediğimiz anlatıma devam edeceğiz.)
Bérenger Saunière Paris’e inince, sorarak Saint-Sulpice Kilisesi’ni buldu.
Başrahip Bieil onu iyi karşıladı. Önce piskoposun mektubunu okudu; sonra parşömenleri
görmek istedi. «Çok kötü bir Latince ile yazılmış ama bu kasıtlı gibi görünüyor; çünkü bak, bir
yerdeki yanlışlık bir diğer yerde yapılmamış.» diyerek bunları Bérenger’e de gösterdi. «Bunun
bir gizli mesajı varsa önce şifresi çözülmeli. Bu biraz zaman alır. Birkaç gün beklemen
gerekebilir.»
Başrahibin dediği Bérenger’in hoşuna gitmedi ama Paris’e kadar gelmişken alabilecekse bir
sonuç almalı, eli boş dönmemeliydi.
Parası yetmeyebilirdi. Üstelik nerede yatıp kalkacaktı.
Bu tasasını belirtince, Başrahip Bieil «Yeğenim Emile Hoffet buradaki bir odada yalnız başına
kalıyor. Odasında boş bir yatak var.» deyip, bu sorunu çözümleyiverdi.
* * *
Emile Hoffet henüz 20 yaşındaydı. Pek genç olmasına karşın çok bilgili ve geniş kültürlüydü.
(Sonraki yıllarda gazetecilik yaptı; Okültizm, Rozkruacılar ve Masonluk hakkında çalışmaları
yayımlandı.)
Bérenger, Emile Hoffet ile bir oda paylaşmakla kalmadı; yaş farkına karşın aralarında kısa süre
içinde yakın bir dostluk kuruldu.
Emile çok konuşkandı. Bérenger’in daha önce hiç duymadığı, başlangıçta yadırgadığı ama sonra
ilgisini çeken şeylerden söz ediyordu. Bérenger, bunları dinledikçe şaşkınlıktan şaşkınlığa
düşmekten kendini alamıyordu. Din adamı olmak için aldığı öğrenimin ne kadar kısıtlı tutulmuş
olduğunun farkına vardı.
Emile Hoffet ile görüşmelerinin etkisiyle, birkaç gün gibi kısa bir süre içinde düşünce yapısında
değişiklikler baş gösterdi. Verdiği kitapları da okudu. Bambaşka bilgiler edindi.
Önünde yepyeni bir ufuk açılıyor gibiydi.
* * *
33
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bir hafta sonra Başrahip Bieil, Bérenger’i çağırttı. Bu arada Bérenger, Paris’e niçin gelmiş
olduğunu âdeta unutmuş, günlerin nasıl geçip gittiğinin farkına bile varmamıştı.
Başrahip, parşömenlerdeki şifreleri kendi başına çözmeyi başaramadığını, uzmanlara danışmak
zorunda kaldığını, bunun için uzun sürdüğünü söyledi.
Bérenger’in canı sıkıldı. Bu işe fazla kişi karışmıştı.
Üstelik Başrahip Bieil onu düş kırıklığına uğrattı. Çözümlemeden ne gibi bir sonuç çıktığını
açıklamaktan kaçındı. Sadece nasıl bir şifreleme tekniği kullanılmış olduğunu göstermekle
yetinip, «Bundan sonrası artık sana düşüyor. Bana daha fazla bir şey sorma.» dedi.
Bérenger, başrahibin tavrının birdenbire değişmiş olduğunu fark etti. Buna pek anlam veremedi
ama üzerinde durmadı.
Teşekkür ederek parşömenleri aldı. “İyi ki ona bir de mezar taşlarından söz etmemişim. Belki
birçok kişi onları da öğrenmiş olacaktı. Demek ki bu parşömenler ile mezar taşları bağlantılı
değil.” diye düşündü. Hiç olmazsa sırlarının bir bölümü kendisinde kalmıştı.
Şimdi ne yapacaktı?
Başrahibin tarif ettiği şifre tekniğini uygulamaya çalıştı.
Olmuyordu. Kim bilir, belki oluyordu da çıkardığı sonuçtan o bir şey anlamıyordu.
Doğru dürüst bir şey elde edememiş olsa bile Paris’te artık işi bitmişti. Gerçi eli boş dönmeyi
kendine yediremiyordu ama çaresiz!...
* * *
Emile Hoffet, Bérenger’e yanında istediği kadar kalabileceğini, her ne sorunu olursa elinden
geldiğince yardımcı olmaya çalışacağını söylemişti.
Bérenger, bu genç ve yeni dostuna takıldı. Artık olan olmuş, ok yaydan çıkmıştı. Sırlarını ona da
açtı. Üstelik sadece parşömenleri ve dayısından öğrenmiş olduğu şifre çözme tekniğini değil,
mezar taşlarını da anlattı.
Emile Hoffet konuyla ilgilendi. «İstersen, bir de birlikte deneyelim.» dedi.
Üst üste iki gün kapandılar. Gece gündüz demeden çalıştılar. Sonunda gerek taşın gerekse
parşömenlerdeki mesajların tümünü çözümlediler. Daha doğrusu Emile çözdü; Bérenger ara
sıra bir iki lâf ettiyse de aslında onu izledi.
Özellikle üzerindeki yazıların hepsi anlamsız gibi duran mezar taşındaki gizli mesajı çıkarabilmek
için, bir sürü matematiksel işlem gerekiyordu. Henri Boudet ile yaptıkları iş ve ulaştıkları sonuç,
buradakilerin yanında çocuk oyuncağı gibi kalmıştı. Üstelik bu sonuç, Henri’nin sandığı gibi
değildi. Bir bakıma hepsi birbiriyle ilgili olsa da parşömenler ayrıydı, mezar taşları ayrı.
Çalışmaları bitince ortaya öyle bir durum çıktı ki Bérenger ne yapacağını bilemez hale düştü.
Bu işi burada bırakıp dönse bir türlü, kurcalamaya devam etmek üzere biraz daha kalsa bir
başka türlü...
Carcassonne Piskoposu Bérenger’e, birkaç gün için izin vermişti. Oysa buraya geleli on günü
geçmişti. Emile ona «İstersen dön ama sonra nasıl olsa yine gelmen gerekecek. Ben olsam kalır,
bu işi bitirirdim.» dedi.
Bérenger “Ne olursa olsun!” diye düşünerek, biraz daha kalmaya karar verdi.
Bunun üzerine Emile Hoffet ona, bir Katolik din adamının hiç hoşlanmayacağı bir öneride
bulundu. Birtakım ezoterik kurumlar, belki Rozkruacılar hatta Okültistler ile ilişki kurması,
elde ettiği bulguları onlara da anlatması gerekebilirdi.
34
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Emile bu öneriyi bir hafta önce yapmış olsaydı, Bérenger buna kesinlikle yanaşmaz hatta belki
tepki bile gösterirdi. Protestan mı, sapkın mı, kâfir mi olduğu belirsiz kişilerle görüşmeye razı
olmazdı. Fakat şimdi, hayret, hiç de öyle düşünmüyordu.
Artık kendisini bu genç, bilgili ve yetenekli arkadaşının ellerine teslim etmişti. Karar verdi; o
ne derse, ne önerirse yapacaktı. Bu işin sonuna ancak böylece varabileceğini anlamıştı.
Emma Calvé
Emile Hoffet, Bérenger’e üzerindeki rahip giysisini çıkarıp sivil giyinmesi gerekeceğini,
öylesinin daha uygun olacağını söyledi.
Gidip Bérenger’i baştan tırnağa yepyeni bir giyimle donattılar.
Bunların hepsi çok pahalıydı. Parayı Emile verdi. Bir ara yüzünde apaçık bir soru işareti beliren
Bérenger’e, «Dert etme, nasıl olsa ödersin.» dedi. Üstelik bunu öyle güvence verir bir ses
tonuyla söylemişti ki... Sonra da onu alıp, özellikle sanatçıların uğrak yeri olan bir kahvehaneye
götürdü. Orada onu önce ünlü tiyatro yazarı Maurice Maeterlink ile tanıştırdı. O ise Bérenger’in
ünlü soprano Emma Calvé ile tanışmasını sağladı.
* * *
Emma Calvé’nin birçok ezoterik kurumda içli dışlı olduğu kimseler vardı. Bérenger’i kendisi
gibi Paris’in sanat çevresinde tanınan kişilerle, birtakım aristokratlarla, ünlü kompozitör Claude
Debussy ile bir araya getirdi.
Daha önce Claude Debussy’nin o sıralarda Siyon Örgütü’nün büyük üstadı olduğuna değinilmişti.
Bu ayrıntıyı unutmuş olabilirsiniz; hatırlatmış olalım.
Claude Debussy, Bérenger’i çok zengin oldukları açıkça belli birtakım üst düzey kişilerle
buluşturdu. Aralarında, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Arşidükü Johann Salvator von
Habsburg-Lorraine de vardı.
Bundan sonra Bérenger’i oradan oraya götürmeye başladılar. Gittiği her yerde yeni kişilerle
tanışıyor, çok itibar görüyordu. Artık kendisini akıntıya bırakmıştı. Olan bitene aldırmıyordu.
Emma Calvé hiç yanından ayrılmıyor, her nereye giderse geliyor, hep gözünün içine bakıyordu.
Ne yazık ki Saint Sulpice Kilisesi’ndeki lojmandan, Emile’in yanından ayrılması gerekmişti.
Şimdi bu yeni tanıdıkları onu lüks bir otele yerleştirmişti.
* * *
35
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bir gece geç bir saatte otele döndüğünde, resepsiyondaki görevli ona bir paket bırakılmış
olduğunu söyledi.
Odasına götürdüğü paketten külliyetli miktarda para çıktı.
Resepsiyona inip, bunu kimin bıraktığını sordu.
Bilmiyorlardı.
Şu son birkaç gün içinde tanışmış olduğu kişilerden biri olsa gerekti ama acaba hangisi?...
Üstelik hangi amaçla, niçin, neyin karşılığı olarak?
Düşünerek bu işin altından çıkamayınca, bunu tanıştığı herkese de teker teker soramayacağına
göre, «Adam sen de!» deyip geçti.
Böyle düşünmesine kendisi de şaştı kaldı.
Paranın ona keşiflerinin karşılığında verilmiş olduğu belliydi. Demek ki Emile ona borcunu
nasıl olsa ödeyeceğini söylerken bildiği bir şey vardı.
Bérenger ertesi gün Emile’e durumu anlattı.
Beriki hiç şaşırmadı. «Dur bakalım dostum, bu sadece bir başlangıç.» dedi. Bérenger için kendi
harcamış olduğu parayı aldı. Paketi ona kimin göndermiş olabileceğine ilişkin bir şey demekten
kaçındı. Belki biliyordu ama Bérenger onu sıkıntıya sokmamak için üzerine varmadı.
Kimilerinin iddiasına göre; Emma Calvé, Bérenger’e tutulmuştu. Bu nedenle ona hem maddî
destek sağladı hem de sonraları çok kez Paris’ten Rennes-le-Château’ya kadar gidip, her
keresinde Bérenger’in evinde birkaç gün kaldı.
Okültizme pek düşkündü. Bir Katolik rahibi olan Bérenger’den çok farklı bir dünyası vardı.
Hayli çekici bir kadındı. Kimilerine göre; ikisi arasında birkaç yıl süren bir aşk serüveni yaşandı.
Buna karşılık, kimileri Bérenger ile Emma ile arasındaki ilişkinin sadece dostluk olduğunu, bir
Katolik rahibin öyle bir kadınla düşüp kalkamayacağını ileri sürer.
Sanki artık Bérenger’in rahipliği, hatta Katolikliği kalmıştı da!...
* * *
Bérenger, Paris’ten ayrılmadan önce Louvre Müzesi’ne giderek üç tablo satın aldı.
Biri Nicolas Poussin’in “Les Bergers d’Arcadie” (Arkadyalı Çobanlar) adlı tablosunun
reprodüksiyonu idi. [Bu tablo, yakın geçmişimizde, anlatılan konunun hayli popüler oluşu
nedeniyle, dünya çapında çok tanındı. Birbirinden biraz farklı iki versiyonu var.]
İkincisi David Teniers adlı ressamın birbirine benzer bir tema üzerine yapmış olduğu “The
Temptation of St. Anthony” (Aziz Antuvan’ın Baştan Çıkarıcılığı) adlı beş tablosundan birinin
kopyasıydı.
Sonuncusu ise, Fransa Kralı 4. Philippe’in Tapınak
Şövalyeleri Tarikatı’nı ortadan kaldırmak amacıyla entrika
çevirmeye başladığı sıralarda, üzerinde kurulan baskıya
dayanamayarak istifa eden Papa 5. Celestine’in göreve
başlayışını betimleyen, çizeri bilinmeyen bir kara kalem
çalışmaydı.
Bérenger’in bu üçüncü tabloyu niçin aldığı üzerine bir
yorum yapılmamış. Fakat ilginç bağlantılar nedeniyle diğer
iki tablo üzerinde duracağız.
36
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Et In Arcadia Ego
Ünlü ressam Nicolas Poussin, uzun süre kaldığı Roma’da, yapıtlarının konusunu öncelikle
klasik mitolojiden seçmişti.
1640 yılında yapmış olduğu “Les Bergers d’Arcadie” adını verdiği tablosundaki temayı şöyle
betimleyebiliriz:
“Üstlerinde Ortaçağ öncesine benzer giysiler olan, taşıdıkları değneklere bakılırsa çoban
oldukları anlaşılan, üçü erkek biri kadın dört kişi eski bir mezar taşı önünde toplanmış...
Erkeklerden ikisi, taşın üzerindeki bir yazıyı göstererek, kadının dikkatini çekmeye çalışıyor.”
37
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
38
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Kral 14. Louis, çevresinde döndürülmekte olduğunu bildiği entrikalardan ötürü tedirgindi. En
ufak bir ihmal, Valois hanedanının Fransa tahtını yitirmesine yol açabilirdi. Bunun için hayli
geniş bir istihbarat düzeni kurdurmuştu. Özellikle devlet organlarının ve görevlilerinin gönderdiği
ya da onlara gelen her yazı, her belge, her mektup sıkı bir sansürden geçiriliyordu. Louis
Fouquet tarafından gönderilmiş mektup da sansüre takıldı.
Nicolas Fouquet, Charles de Lorraine ile ilişkisi olabileceği kuşkusuyla
ama bir gerekçe olarak yolsuzluk ettiği ileri sürülerek tutuklanmıştı.
Hapse atılmış ve ölene kadar da hiç kimseyle görüştürülmemişti.
Bu anlatıma bakılacak olursa; Nicolas Fouquet, daha önce sözü edildiği
gibi Kralın metresine kur yapmış olmasından ötürü hapse atılmış değildi.
Belki öyle bir olay da vardı ve o gerekçenin ön plana çıkarılmasıyla
Kralın politik endişelerinin örtülü tutulması öngörülmüştü.
Nitekim olaya bu yönden bakılınca, ister istemez Prieuré de Sion ile
bağlantı kurulur.
14. Louis ne yapıp etmiş, Nicolas Poussin’in “Les Bergers d’Arcadie” adlı tablosunu ele
geçirip, Versailles Sarayı’nda, kendi özel dairesinde saklamıştı.
Nicolas Poussin, bu tablonun özgün bir kopyasını daha yapmak zorunda kalmıştı. Gerçi çoğu
empresyonist ressam tablolarını iki kopya olarak yapmıştır ama bu Nicolas Poussin için sadece
bu tabloya özgü olmak üzere bir istisnaydı.
Nitekim bu iki tablo arasında belirgin farklar olduğunu görmek için uzman olmak gerekmiyor.
* * *
Konumuzun dışında kalır ama Nicolas Poussin’in bu tablosundan söz edince, İngiltere’nin
Staffordshire kentindeki Shugborough Hall denilen yerde, 1750’li yıllarda yapılmış olan ve
“Shepherd’s Monument” (Çobanların Anıtı) adı verilmiş bir mimarî yapıtın ortasındaki freske
değinmekte yarar var. Bu freskte, Nicolas Poussin’in ünlü tablosunun bir kopyası görülür.
Ancak sanki arkasından bakılarak çıkarılmış gibi sağı ve solu simetrik olarak yer değiştirmiştir.
Elbette taş üzerine oyularak yapılmış olduğundan, freskteki görüntünün ayrıntıları özgün
tablodaki kadar belirgin değildir.
39
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
40
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bérenger’in satın almış olduğu, okült nitelikli bir atmosfer yansıtan tabloyu şöyle
betimleyebiliriz:
“Bir mağaranın içinde masa gibi iri bir taşın başına oturmuş, bir kitabı dikkatle incelemekte
olan, biri ak sakallı diğeri orta yaşlı, keşiş giyimli iki kişi... Yanı başlarındaki köylü kılıklı
insanlar var ama bu ikisine oranla sanki birer cüce gibi duruyorlar... İçlerinden biri, ak sakallının
cübbesinin eteğini çekiyor. Çevrelerinde, çeşitli garip ve çirkin yaratıklar uçuşuyor.”
Niçin özellikle bu tabloyu seçip aldığı bilinemez. (Belki bir sonraki bölümde anlatılacağı üzere
daha sonra yapıp ettiklerine bakılınca bir yorum yapılabilir.)
Parşömenler
Antoine Bigou’nun yazdığı parşömenlerden birinde, Markus İncili’nin ikinci, Luka İncili’nin
altıncı ve Matta İncili’nin on ikinci bölümünde geçen bir anlatım aktarılmıştı. Ancak bu yazı
kaleme alınırken, kasten birtakım hatalar yapılmış olduğu için okunduğunda iyi anlaşılamıyor,
İncil’i iyi bilenler burada kötü bir Latince kullanılmış olduğu izlenimine kapılıyordu.
Oysa yazının anlaşılması değil, şifresinin çözülerek ardında verilen mesajın ortaya çıkarılması
gerekiyordu.
Parşömenlerin birindeki yazının orta yerine üç haç yerleştirilmişti. En üstte bir üçgen, bunun
üstünde sanki kendi içine bir “I” harfi eklenmiş gibi bir “M” harfi görülüyordu. En alta ise
“Redis bles solis saceradotibus” (Yalnızca inisiye olanlar için) diye bir söz ile “P” ve “S”
harfleri yer almaktaydı.
Buradaki “P” ve “S” harflerinin, Prieuré de Sion anlamına geldiği bellidir. Nitekim satır
sonlarındaki harfler birleştirilecek olursa, ortada düşey olarak “SION” yazılmış olduğu da
dikkati çeker.
Buradaki şifrenin nasıl çözüldüğünü, mesajın nasıl çıkarıldığını anlatmakla uğraşmayalım...
Çözümlemenin sonunda ulaşılan söz şudur:
“Hazine Kral 2. Dagobert ile Siyon’a aittir ve ölü işte orada.”
Bu açıklama üzerine yapılmış en çarpıcı spekülasyonlardan birine göre; burada “ölü” olarak
sözü edilen kişi İsa’dır.
Zaten 2. Dagobert de İsa ile özdeşleştirilmiştir.
41
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
42
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
43
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Artık Rennes-le-Château köyü çok ünlüydü. Gelen giden meraklı turistler, gazeteciler ve
araştırmacılarla dolup taşıyordu.
Bir müze kuruldu. Mezar taşları yeniden yapılarak oraya kondu. Orijinalleriymiş gibi...
Bunların kâğıda çıkarılmış kopyaları ile Antoine Bigou tarafından yazılmış olan şu parşömenlere
gelince...
İşte onlar yıllarca birtakım kimselerin elinde dolaşmış. Sonunda, Paris’teki Milli Kütüphane’de
“Gizli Dosyalar” olarak anılan arşive konmuş.
* * *
Tüm bunların anlatılmasından sonra şöyle diyebilirsiniz:
«Tamam... İlginç bir öykü... Ancak bu ne gösterir? Neye yarar?»
Haklısınız... Ancak henüz ne Rennes-le-Château ne de Bérenger Saunière ile işimiz bitti.
İzleyen bölümde, kitabımızın asal konusuyla yakından bağlantılı olan bu öykünün sonrasını
özetlemeye geçeceğiz.
44
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 4
Asmodeus
Bérenger Saunière, Rennes-le-Château’ya döndükten kısa bir süre sonra, onartmış olduğu
kilisenin iç dekorasyonunu düzenlemeye girişti. Başka hiçbir kilisede görülmemiş garip resim
ve heykeller koyduruyordu.
Rennes-le-Château yakınlarında bir yerde “lânetli” olduğu kabul edilen bir hazinenin gömülü
olduğu, öteden beri köylünün dilinden düşmezdi. Bérenger Saunière, birçok garip işinden sonra
bir süre için ortalıkta görünmeyip, sonra birdenbire hayli paralı biri olarak dönünce, köylü
rahibin o lânetli hazineyi bulmuş olduğunu sandı.
Ardından, kiliseyi dekore ediş tarzına bakınca, şeytanla ilişki kurduğunu düşündüler. Astırdığı
ne olduğu anlaşılamaz resimler, yaptırdığı hiçbir yerde görülmemiş heykeller, bunu değilse neyi
gösterirdi?... Hele kapının yanına diktirdiği şu nesne, şeytanın ta kendisinin sureti değilse neydi?
45
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bunlar yetmezmiş gibi, kilisenin kapısının üzerine, sanki Hıristiyanlığa küfür eder gibi bir söz
yazdırmıştı:
“TERRIBILIS EST LOCUS ISTE” (Burası dehşet bir yer.)
Köylü Latince bilmezdi ama Fransızca okuyup yazan bir kişi, bu sözün kendince anlamını
hemen çıkarırdı.
Yanılıyorlardı. Fransızca düşündükleri için, Latincede “dehşet” anlamına gelen “terribilis”
sözcüğünü “korkunç” sanmış, kötüye yormuşlardı.
* * *
Bérenger’in yaptıklarının ne denli doğru ne denli yanlış olduğu apayrı bir tartışma konusudur.
Ne yaptığını ve gerekçesini anlayabilmek için, bunları tek yönlü ve bağnazca bir bakış açısıyla
değil, biraz daha geniş bir bilgi desteği ve toleransla incelemek gerekiyor.
Kapının üzerindeki o söz, Tevrat’ın “Tekvin” başlıklı ilk kitabının 28. bölümünden alınmadır.
Yakup’un rüyası hakkındaki anlatımda geçer. Bir de devamı vardır: “...... Burası Tanrı’nın evi
olmalıdır; cennete açılan kapı olsa gerektir.” [Tevrat’ın Türkçe metninde şöyle yazılmış: “Bu
yer ne heybetli! Bu başka bir şey değil, ancak Allah’ın evidir ve bu göklerin kapısıdır.”]
Gerçi o da vardı ama bir başka yere, kilisenin terasının girişindeki kemerin üzerine yazılmıştı.
Köylü, bunun kaynağını ve birbirini bütünleyen bir söz olduğunu ne bilsin!
Tevrat’ın aynı bölümünde anlatıldığına göre; Yakup Babil’de iken, bir
gece dağda başını bir taşa yaslayıp uyumuş. Meğer o taş cennetten
inmeymiş. Rüyasında, yıldızlara doğru uzanan “yedi basamaklı bir
merdiven” görmüş. Yatıp uyuduğu o yer dünyanın merkeziymiş.
Bu, cennetten inmiş olduğu söylenen taş ile gökyüzüne uzanan
merdiven konusu, İslam inancındaki “Miraç” olayında da geçer.
Bir yanda “cennetten inmiş taş”, diğer yanda “dünyanın merkezi”,
sonra “yedi basamaklı merdiven”...
Bunlar birbirleriyle ilişkilendirilen simgeler.
Yakup’un rüyası Babil’de geçtiği için, “yedi basamaklı merdiven” ziggurat ile de
ilişkilendirilir. Çünkü Babil Kulesi de bir ziggurat idi. [Hep merdivenin yedi basamaklı olduğu
belirtilir ama bu konudaki tasarımsal resimlerde basamakların sayısı hep çok daha fazla.]
46
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Rennes-le-Château ile birlikte bir eşkenar beşgen oluşturacak şekilde yerleşmiş diğer dört
tepenin her birinin çok eskiden yapılmış yedi basamaklı zigguratlar olduğu belirtiliyor. İşte
burasının dünyanın merkezi olduğuna inanılması da bundan ileri geliyor.
Demek cennetten inmiş taş da buradaydı. [Latincede “Lapis exillis” olarak anılan bu taş “Kutsal
Çanak” ile de özdeşleştirilir. İslâmda Kâbe’deki “Hacer’ül Esved”e de bağlamak olanaklıdır.]
* * *
Bérenger’in, kilisenin dekorasyonu ile vermek istediği mesajlar vardı.
Köylülerin kapının hemen içinde “şeytanın ta kendisi” olarak nitelediği şey, Asmodeus adlı
ifritin bir tasarımsal heykelidir. [İfrit, ne zaman ne yapacağı belli olmayan, insanlara çoğu
zaman kötülük eden ama kimi zaman da yardımcı olan şeytan uşaklarının genel adıdır.]
Bekçi ifrit... Elbette heykelinin korkunç, hatta iğrenç olarak nitelenebilecek bir görünümü vardı.
Tıpkı David Teniers’in tablosundaki yaratıklar gibi... Bir bakıma Tapınak Şövalyeleri konusuyla
bağlantılı olan “Bafomet” adlı simgenin Eliphas Lévi tarafından yapılmış tasarımına benzer.
Bérenger, kilisenin iç dekorasyonunda birçok simge kullanmıştı. Bunları anlayıp aralarındaki
bağlantıları kurabilmek için hem ilgili konuları hem de simgecilik tekniğini iyi bilmek gerekir.
Zaten ona göre; bunları sıradan kişiler değil, anlayabilen anlardı. Anlayabilecek olanlar da
elbette nereye ve nasıl bakılacağını bilirdi.
Kimileri, kullandığı yöntemi göz önünde tutarak Bérenger’in mutlaka ezoterik nitelikli bir
kurumda inisiyasyondan geçmiş olduğu kanısına varmıştır. Birçok kaynakta, ya Masonluğa ya da
Martinizm’e girmiş olduğuna değinilir ama buna ilişkin herhangi bir delil bulunamamıştır.
Bérenger’in Rennes-le-Château kilisesini nasıl dekore ettiğini anlatmakla başa çıkılamaz.
Birçok ayrıntıya girip, uzun uzun açıklamalar yapmak gerekir. Sonra da yapılan açıklamaların
açıklanması. Aslında buna girişebilirdi ama hem konudan uzaklaşmamak hem de sizi ayrıntılara
boğmamak için sadece “özellikle dikkate değer” sayılabilecek birkaç noktaya değinelim.
Döşeme, bir satranç tahtasına benzer biçimde siyah ve beyaz kare taşlardan oluşturulmuştu.
Tıpkı Masonlukta, locaların toplandığı yerde simgesel olarak bir benzerinin yapıldığı ya da bir
tablo üzerinde gösterildiği gibi...
47
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Kimileri «Bu sadece Masonluğa özgü bir simge midir?» diye sorar.
Masonlar sanki öyleymiş gibi bir izlenim yaratır ama aslında bu simgesel düzenleme hem
Masonluktan çok daha eski hem de yansıttığı töresel kavramlar bakımından başka kurumlardan
alınmadır. Doğruluk ya da dürüstlük erdemi ile birlikte mecazî bir anlamda olmak üzere
“ölçü”... Birçok meslek ve zanaat kurumunda bu kavramlar gönye ve pergel ile simgelenmiştir.
* * *
Rennes-le-Château köyündeki kilisede günümüzde de olduğunca korunmuş olup, Masonlukta
görülenlere benzer birçok simge ve söz vardır ama bunlara bakarak bir bağdaştırma yapmak,
bu kilisede doğrudan Masonluktan alınma öğelere yer verildiğini ileri sürmek, hele bunların
Bérenger’in mutlaka bu kurum ile bağlantısını gösterdiğini söylemek doğru olmaz. Çünkü;
1. Masonlukta kullanılan simge ve özdeyişler, başka birçok kilisede görülebilir. Bunların
Masonluktan alındığını ileri sürmek yanlış olur. Çoğu, Masonluğun ortaya çıkışından
çok daha eski kaynaklıdır.
2. Bu simge ve özdeyişlerden birçoğu salt Masonluğa özgü değildir. Başka kurumlarda da
rastlanır. O kurumlar da kendi ilke ya da öğretilerine uygun düştüğü için aynı simge ve
özdeyişleri benimsemiştir.
48
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bir diğer örnek olarak, Asmodeus’un heykelinin üzerine yerleştirilmiş olan bir levhadaki söz
gösterilebilir.
Orada, -bu kez Fransızca olarak- “Par ce signe tu le vaincras” (Bu işaretle onu yeneceksin)
yazılıdır. Bunun çok daha popüler olan versiyonu Latincedir: “In hoc signe vinces”.
Bu deyiş, genellikle baş harfleri alınarak “I.H.S.V.” biçiminde kısaltılır. Bazı mason ritlerinde
kullanıldığı görülür. Ancak Masonluğa özgü olduğu söylenemez. Şövalyelik tarikatlarının
birçoğunda da kullanılmıştır.
Burada söz konusu olan “işaret” ise, “Labarum” olarak da anılan simgedir. Yunan alfabesindeki
“çi” (X) ve “ro” (P) harflerinin üst üste getirilmesiyle oluşturulur. [Bu çalışmanın birinci kitabının
“Güzel Filip” başlıklı bölümünde buna ayrıntılarıyla değinilmişti.]
Rennes-le-Château kilisesindeki simgeler ve simgesel bir nitelik taşıyan anlatımlar çok
yönlüdür. Kimisi Alşimi, kimisi Okültizm, kimisi Kabala, kimisi Tapınakçılar ile bağlantılıdır.
Siyonistlerin benimseyişlerine de rastlanır.
Anlaşılan Bérenger Saunière, Rennes-le-Château Kilisesi’nde Tapınakçılar, Siyonistler ve
Masonlar ile ilgili birçok öğeyi bir arada kullanmış. Böyle bir buluşma, Rosslyn Şapeli’nden
başka bir yerde zor bulunur. Ancak Bérenger’in yaptığı her işten ille de böyle bir anlam
çıkarmaya kalkışmak da gerekmez.
Carcassonne Piskoposu
1890’lı yılların sonlarına doğru Bérenger Saunière, bol para harcayan, davetler verip konuklar
ağırlayan, yüksek sosyeteden olmakla birlikte köyde yaşayan, gösteriş meraklısı bir mirasyedi
gibi olmuştu. Rennes-le-Château’ya onu ziyaret etmek için pek çok hatırlı kimse geliyordu.
Köy için de çok şey yapmıştı. Örneğin; Rennes-le-Château ile Couiza arasındaki yolu parke
taşıyla kaplattırıp, kış aylarında bile rahat geçit verecek bir hale getirtmişti. Onu çekemeyenlere
göre, bu işi sırf onu ziyarete gelenler için yapmıştı. Yoksullara yardım etmekten de geri
kalmıyordu ama bu hayır işleriyle kendi ayıbını örtmeye çalıştığını söyleyenler vardı.
Maddi bakımdan bir ara sıkıntıya düştü. Henri Boudet ile bozuşmuşlardı. İşte o sıralarda parasız
kalıvermişti. Birkaç yıl küskün kaldılar. Barıştıklarında, yine para edindi. Bu konuda şöyle bir
yorum yapılır:
“Demek ki para bir yerden geliyor, ya buna Henri Boudet aracılık ediyor ya ikisine birden
ortaklaşa veriliyordu. Bu ikisi darılıp da ortaklık bozulunca, araları yeniden düzelene kadar
paranın akışı da durdurulmuştu.”
Ancak bu arada Henri’nin yaşamında hiçbir değişiklik olmamıştı. Eğer dendiği gibi “ortaklık”
diye bir şey varsa, belki Bérenger’e oranla daha içine kapanık bir adam olup gösterişi pek
sevmediği, kim bilir belki de parasını gelecek için sakladığından değişmemişti.
* * *
49
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Kimilerinin ileri sürdüğüne göre; Bérenger, Carcassonne Piskoposu Félix Arsène Billard’a,
gelirinden hayli yüklü bir pay veriyordu. Ancak, anlaşıldığı kadarıyla piskopos bu paranın bir
bölümünü kiliseye bağışlamıştı.
Piskopos, 1897 yılında bir gün Rennes-le-Château köyüne geldi. Bérenger ile uzun bir görüşme
yaptı. Bu görüşmeye o gün Rennes-les-Bains’den gelen Henri Boudet de katıldı. Bundan kısa
bir süre sonra da piskopos, Marsilya’da kendi hesabına bir kilise satın aldı.
Aynı üçlü, kilisenin yenileme ve dekorasyonu sona erdiğinde yine toplandı. Piskoposun ikinci
ziyareti, kilisenin hizmete açılması için gibi gösterilmişti.
Kısa bir süre sonra, Coustassa köyünün yaşlı rahibi Antoine Gélis
durup dururken evinde öldürüldü.
Otopsi raporuna göre; cinayet, gece yarısından az sonra işlenmişti.
Oysa rahibin üstünde olağan tören giysisi vardı. Kan içinde kalmıştı.
Katilin, onu önce dövdüğü, sonra öldürdüğü belirlendi. Fakat cinayet
önceden planlanmışa benzemiyordu. Rahibin orasına burasına evdeki
şömine maşasıyla vurulmuş, sonra odun kırmakta kullandığı küçük
baltası kafasına indirilmişti.
Rahibin niçin öldürüldüğü tam bir bilmeceydi.
Antoine Gélis'in ölüm ilanı
Jandarmaya göre, öldürülmesi parasını almak için olmasa gerekti. Evin birçok köşesinde ayrı
ayrı çekmecelere konmuş para bulunmuştu. Başkaları da kolayca bulurdu. Üstelik hırsızlar
neden bir rahibin parasını çalmaya kalksın?... Gerçi son zamanlarda rahibin sıkıntıya düşmüş
kimselere hatırı sayılır tutarlarda borç verdiği biliniyordu. Demek ki çok parası vardı. Evde
bulunmuş kadarını bile kendi geliriyle biriktirmiş olamazdı. Borç verdiği paraları nereden sağlamış
olduğunu bilen yoktu. Acaba evdeki paranın büyük bölümü alınmış, birazı da göstermelik
olarak bırakılmış olabilir miydi?
İçinde birçok dosya ve belge bulunan bir bavul karmakarışık edilmişti.
Bilindiği kadarıyla Rahip Antoine Gélis hayli düzenli bir adamdı. Buna bakılınca, onu öldüren
kişinin para değil, başka bir şey aramış olduğu kanısı doğuyordu. Fakat evde başka yerlerin de
karıştırılmış olduğunu gösterir bir emare yoktu. Sadece bavul.
Anlaşılan, katil karıştıracağı yeri de biliyordu. Kim bilir, belki de aradığı şeyin orada olduğunu,
ona Antoine Gélis söylemek zorunda kalmıştı.
50
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Öldürüldükten sonra sırt üstü yere yatırılmıştı. Kolları göğsü üstünde çapraz biçime getirilmiş,
takkesi de başına geçirilmişti. Böyle yapılmış olması, aranan şeyin bulunmuş olduğunu mu
gösterirdi, yoksa bunun özel bir anlamı mı vardı? Katil, «İşin bitti. Artık tabuta yatmaya
hazırsın.» mı demek istemişti? Yoksa bu cinayet aslında kazara işlenmişti de, bu katilin
kendince özür dilemesi miydi?
Cinayet soruşturması kolay kolay sona ermedi.
Antoine Gélis son zamanlarda kendi içine kapanmış, hiç kimseyi kabul etmez, görüşmez
olmuştu. Onu sadece ara sıra ona yiyecek getiren yeğeni görüyordu. Dediğine göre; amcası son
zamanlarda âdeta bir paranoyak gibi davranıyordu. Bir şeyden korkuyordu. Kapısını ve
pencerelerin panjurlarını sıkıca kapatarak sürgülüyordu. Oysa eskiden kapısı hep açık dururdu.
Bulunan delil niteliğindeki tek nesne, yarısı kullanılmış bir sarma sigara kâğıdı paketiydi.
Antoine Gélis sigara içmediğine göre, dışarıdan gelmişti. Çok kişinin kullandığı sıradan bir
markaydı. Onu daha önceden ziyaret etmiş olan birisi de unutmuş olabilirdi.
Paketteki kâğıtlardan birinin üzerinde, adi bir kalemle “Viva Angelina” yazılıydı. Bunun
rahibin ölümü ile ilgisi olup olmadığı düşünüldü; bir anlam çıkarılamadığı için bir sonuca
varılamadı.
51
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Rennes-le-Château ile herhangi bir bakımdan bağlantısı olan her olayın ardında mutlaka bir
gerekçe hatta bir entrika arayanlar, piskoposun felç olarak ölümünü “çok iyi planlanmış bir
cinayet” olarak nitelendirir.
Carcassonne piskoposluğuna atanan Félix Beuvain de Beauséjour,
göreve başlar başlamaz, Rennes-le-Château köyünde bazı uyumsuzluklar
gördü. Belki de kimileri özellikle dikkatini oraya yöneltmişti.
Dolayısıyla, ilk işlerinden biri, Bérenger’i bir süre için köyden uzak
tutmak için bir başka kasabada düzenlenecek bir kongreye katılmasını
istemek oldu.
Bérenger, piskoposun niyetinin farkına varmış mıydı bilinemez ama
ona yazılı bir yanıt verdi. Köydeki görevinin başında ayrılamayacağını,
bu nedenle piskoposun dileğini yerine getiremeyeceğini belirterek, özür
diledi.
Yeni piskopos, önceleri Bérenger’in böyle davranışına ses çıkarmadı. Fakat dileklerinden her
biri sudan gerekçelerle geri çevrilince, nevri döndü. Hele görüşmek üzere onu Carcassonne’a
çağırdığında, Bérenger’in gelmemek için bir başka bahane uydurması üzerine sabır taşı çatladı.
Öfkelendi. Onu hizaya getirmesini bilirdi. Tutumunu sertleştirdi. Artık hiçbir konuda rica
etmiyordu. Birbiri ardınca emir yağdırmaya girişti.
İki din adamı arasında sürtüşme başladı.
Hatta buna savaş bile denebilir.
Piskopos ikide birde saldırıyor, Bérenger onun her atağını bir başka manevrayla atlatıyordu. Ne
Bérenger Carcassonne’a kadar gidip piskoposla görüşmeye razı oluyor ne de piskopos Rennes-
le-Château’ya gitmeyi kendine yedirebiliyordu.
Yazışma ile yürütülen bu uzaktan uzağa didişme yıllarca sürdü.
* * *
Piskopos Félix Beuvain de Beauséjour, bir gün Bérenger’i Carcassonne’da piskoposluğun
bulunduğu kilisede yakalayıverdi.
Hiç yüz yüze görüşmemiş olmalarına karşın hemen tanıdı. Belki de kim olduğunu sormuş,
Bérenger yalan söyleyemediği için yakayı ele vermişti. Her nasıl olmuşsa...
Bérenger’i çekip, odasına götürdü. Sıkı bir sorguya çekti. Ona niçin böyle aksilik ettiğini değil,
özellikle satın almış olduğu mülk, köy ve çevresinde yaptığı işler için harcadığı parayı nereden
bulduğunu sordu.
Bérenger şaşırdı. Bir an için şöyle düşündü: “Acaba bunu görevi gereği neler olup bittiğini
anlamak için mi, yoksa pay almak için mi soruyor?”
Piskopos renk vermiyordu.
Bérenger, asıl niyetini anlayamayınca, kendisine bir tür miras kaldığını, bu parayı istediği gibi
harcayabileceğini, aslında varlığının çoğunu kilise ve köy yararına kullandığını söyledi.
Şu son söylediği yalan değildi ama satın aldığı arsalar ve kullanmasa bile yaptırdığı kocaman
villa çok dikkati çekmişti.
Yeni piskopos aptal değildi. Bérenger’in yaptığı açıklamanın aslında doğru olmadığını
biliyordu. Bu kez görevinin gereği bakımından üzerine gitti. Köyde düzenlemekte olduğu
âyinlerin karşılığında para alıp almadığını sordu.
52
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bérenger buna diplomatik bir yanıt verdi. Ne «Evet!» dedi ne «Hayır!». Bu konunun
büyütülmesine hiç de gerek olmadığını, üstelik “din hizmeti” niteliği taşıdığını, âyinlerin de
yöntemine tam uygun olarak gerçekleştirildiğini, yanlış bir şey yapılmadığını söyledi.
Piskopos kızıp sesini yükselttikçe Bérenger’in sakin davranıp sanki ortada hiçbir sorun yokmuş
gibi davranması, hele bir de âdeta alaycı bir tavırla onu Rennes-le-Château’ya davet etmesi
katlanılır gibi değildi.
Ancak piskopos, her ne olursa olsun pes etmeyecekti. Bérenger’in canına okumaya kararlıydı.
Kim bilir, belki çok içerlemişti; belki bu tutumunun asıl nedeni, âmirinin talimatını yerine
getirmesi gereken bir memurun takındığı bu kendini beğenmiş tavırdı.
Bérenger’in foyasını meydana çıkarabilecek bir şeyi sormak, aklına bile gelmemişti. Ona o gün
Carcassonne’da ne aradığını, niçin geldiğini sormadı. Ara sıra sivil giyinerek Lyon’a gidip
geldiğini, her keresinde orada birkaç gün kaldığını hatta bu nedenle orada bir ev bile tutmuş
olduğunu, Carcassonne’dan bunun için transit geçtiğini bilmiyordu. O gün, her nedense
Bérenger’in rahip cüppesini giyip, piskoposluğun bulunduğu kiliseye uğrayacağı tutmuştu. Bir
rastlantı... Bunun sonucunda beklenmedik bir aksilik!
Bu açıklama yapılınca, şöyle bir soruyu sormak kaçınılmaz olur: «Bérenger Lyon’a niçin gidip
geliyordu?»
Kimilerine göre Martinistlerin orada çalışan bir kolunun toplantılarına katılmak için. Fakat bu
sadece bir söylenti... Bir de sonradan belgelenmiş bir olgu var: Lyon’daki banka hesabından
para çekmek için.
Piskoposun o gün için, şimdilik, böyle ayaküstü, Bérenger’e yapabileceği bir şey yoktu. Sadece
bundan böyle köyde para karşılığında âyin düzenlemeye hemen son vermesini emretti.
Bérenger ona «Fakat bunun için para yatırmış olup, sıra bekleyenler var.» demedi. Diyemezdi.
Razı olmak zorundaydı.
53
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bérenger önceleri başvuruları ajandasına yazıyor, düzenlenecek ayinler için bir plan ve
program yapıyordu. Sonraları bununla başa çıkamaz hale geldi.
54
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Piskopos, Rennes-le-Château köyüne bir başka rahip atayıp, bu sorunu bitirmek istedi.
Ancak Carcassonne Piskoposluğu’nda görevli diğer papazlar, bunun başta yapılmış olması
gerektiğini, iş bu raddeye geldikten sonra yöntem bakımından yanlış olacağını, ortaya çok daha
karmaşık bir durum çıkabileceğini belirtti. Piskoposa, öyle yapacağına kilise mahkemesine
başvurup, Bérenger hakkında soruşturma açılmasını istemesini önerdiler.
Piskopos durakladı. Öyle ya, iş bu aşamaya gelinceye kadar beklememiş olmalıydı. Şimdi
kendisi de görevinin gereğini zamanında yapmamış duruma düşüyordu.
Bérenger hakkında suç duyurusunda bulundu. Piskoposluğun bilgisi ve onayı dışında köyde
âyinler düzenlediğini, bunun için para topladığını hatta bu işi ticarete dönüştürdüğünü, üstelik
hiç söz dinlemediğini, verilen talimata uymayarak kendi bildiğini okuduğunu belirtti.
Bérenger ise hayli zamandır yürütmekte olduğu o özel âyinleri zaten durdurmuş, gönderilmiş
paraları iade edemeyeceği için de kendince güç durumda kalmıştı.
Açılan soruşturma uyarınca çağrıldığı duruşmaya gitmedi. Suçlamalara karşı yazılı bir savunma
sunmakla yetindi.
Bu sözüm ona savunmada anlattığı şeyler, yıllardan beri köyde ne gibi güzel işler yapmış
olduğuydu. Anlatıyor da anlatıyordu.
Savunmanın en ilginç yanı da her şeyi Carcassonne Piskoposu’nun bilgisi dahilinde yapmış
olduğunu ileri sürmesiydi.
İster istemez «Hangi piskopos?» diye sormak gerekiyor.
Bunu belirtmemişti ki!... Elbette yıllar önce ölmüş olandan söz ediyordu.
* * *
Mahkemenin bir sonraki aşamasında, köyde harcadığı paraları nereden bulmuş olduğuna ilişkin
ayrıntılı bilgi ve hesap vermesi istendi.
Bérenger, buna da bir yazılı yanıt gönderdi. Bu işe Carcassonne Piskoposluğu’nun vermiş olduğu
ödenek ile başladığını, bu arada Chambord kontesinin köyde yapmayı öngördüğü yararlı işleri
her nasılsa öğrenip yeterli tutarda para gönderdiğini, başka bağışlar da yapıldığını belirtti. Özel
işlerine gelince; yıllarca biriktirdiği maaşlarından, ailesinden aldığı destekten söz etti.
Bunları anlatırken, yeni piskoposun kendisini suçlar gibi bir tavır takınıp, anlattıklarına birazcık
olsun inanmadığından yakınıyordu. Kiliseye yapılmış bağışların sadece kilise için harcandığını,
kendi hesabına yapmış olduğu işler için ise borçlandığını ileri sürdü. Topladığı paraların bir
hesabını bile verdi.
Mahkemenin görüşü uyarınca bu hesap, yaptığı işler göz önünde tutulunca harcamış olması
gereken tutarın olsa olsa dörtte birini gösteriyordu.
* * *
Kilise mahkemesinde Bérenger’in davasının görüşülmesi yıllarca sürdü. Bunun uzamasında
Bérenger’in duruşmalara gitmeyişinin de etkisi vardı.
Sonunda mahkeme kararını verdi: Bérenger, geçici bir süre için rahiplikten alındı. Şayet gelip de
mahkemenin öteden beri kendisinden istediği belgeleri getirir, suçsuz olduğunu kanıtlarsa
görevine dönebilecekti.
Kilise mahkemesinin kararını alan Bérenger, bunu hiç beklemiyormuş gibi, Vatikan’a bir itiraz
dilekçesi yazdı. Hatta bunun için tuttuğu avukatı yetkili kişilerle gerektiğince görüşmesi için
Roma’ya yolladı.
55
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
56
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
İşte bu hiç olmayacak bir işti... Rahipliğine son verilmiş olsa bile Hıristiyan değil mi?... Hatta
Hıristiyan olmasa bile ne çıkar?... İsteyen herkes kiliseye alınmaz mı?... Yasaklamıştı işte! Vur
denilince öldürmenin tipik bir örneği.
Henri Marty’nin Bérenger ile herhangi bir zoru olamazdı. Tanışmıyorlardı. Herhalde bu da
Carcassonne piskoposunun emriydi.
Bérenger aldırmadı. Piskopos ile dalaşmayı sürdürmeyi gereksiz gördü.
Köyün yeni rahibine de boş verdi. Onun için “rahiplik” artık çok geride kalmıştı. “Vatikan tarzı
Hıristiyanlık” bile umurunda değildi.
O kendi kilisesini yapmış, anlayabilecek olanlara vermek istediği mesajını oraya yerleştirmişti.
Bundan böyle oraya hiç gitmese de olurdu.
Magdala Kulesi
Bérenger’in köyde yapmayı tasarladığı birçok yatırım vardı ama daha önce hayli savurgan
davrandığı için parası bitmişti.
Bu durum, Henri Boudet ile dargın oldukları döneme denk düşer.
Kredi almak için bankaya başvurdu. Banka, ipotek istedi.
Daha önce yaptırmış olduğu villanın tapusunu Marie Dénarnaud adına çıkartmıştı.
Villa ipotek edildi. Kredi alındı ama bankanın bunun karşılığında verdiği para Bérenger’in
yapmak istediği işlere yetmedi.
Bilinmeyen birtakım başka kaynaklardan da borç aldı.
İlk işlerinden biri, köyün dışına, ovaya bakan yamacın başına minyatür bir şato görünümünde
bir bina inşa ettirmek oldu. Bu, sadece dış görünümü bakımından değil, estetik ayrıntıları,
kullanım tarzı ve işlevleri bakımından da pek ilginç bir binadır.
Buna “Tour Magdala” (Magdala Kulesi) adını koydu. Kütüphanesi ile koleksiyonlarını oraya
taşıdı. Hatırlı konuklarını orada ağırlamaya başladı. [Magdala, Magdalena’nın Kudüs’ün
kuzeyindeki “Galile” adlı bölgede yer alan köyünün adıdır. 2. Dagobert’in oğlu 4. Sigebert’in
karısının adı da Magdala idi.]
Bu mini şato, günümüzde Rennes-le-Château köyünün âdeta bir simgesi gibidir.
Bérenger’in aldığı borçları nasıl ödemeyi düşündüğü bilinemez ama şansının yaver gitmiş
olduğu söylenebilir. O sıralarda Henri Boudet ile yeniden görüşüp barıştılar. Bunun üzerine
neredeyse beş yıldır kurumuş olan para çeşmesi yine akmaya başladı.
* * *
57
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Henri Boudet, 1914 yılında emekli oldu. Güneyde, Axat adlı bir köyde yaşayan ailesinin yanına
gitti. Ertesi yıl öldü.
Ancak bu kez çeşmenin suyu durmadı. Kesinti, Henri ile küs oldukları döneme özgü kalmıştı.
Tefecilerden aldığı borcu hemen kapattı. Marie adına bankadan alınmış kredinin ödemeleri ise
zaten uzun vadeliydi.
17 Ocak
Bérenger’in Rennes-la Château köyü ile ilgili olmak üzere çok daha büyük çaplı projeleri vardı.
Birini başlatmak üzere 1917 yılının ilk günlerinde bir müteahhit ile kontrat imzaladı. Ancak işe
başlandığını bile göremedi.
17 Ocak 1917 günü, Bérenger’e kim oldukları bilinmeyen iki konuk geldi. Hatırlı kişiler olsa
gerek… Bérenger onları Tour Magdala’da ağırladı.
Konuklar yeni gitmişti ki birdenbire fenalaştı. Mini şatonun bahçesindeki merdivenlerin üzerine
yığılıp kaldı. Onu Marie bularak eve taşıttı.
Kalp krizi geçirdiği söylendi ama belki de başka bir şeydi.
Yatağa düştü. Konuşabiliyordu ama ağzına lokma koyamıyordu. Pek
bitkin bir haldeydi. Zorlukla nefes alıyordu. Marie Dénarnaud ona
birkaç kaşık çorba içirene kadar akla karayı seçiyordu.
Ölecek gibiydi. Marie, “Ne olur ne olmaz!... Son görevleri yerine
getirmek üzere bir papaz çağırmakta yarar var.” diye düşündü.
Köyün rahibi Henri Marty’nin bu işe yanaşmayacağını biliyordu. O kabul etse bile, Bérenger
“Carcassonne Piskoposunun adamı” diye onu istemezdi. Hatta kendisine sorulsa, belki hiçbir
papazı istemezdi.
Espéraza köyünün rahibi Rivière’i çağırttı. Bérenger onu tanır, severdi. İtiraz etmezdi.
Rahip Rivière, Bérenger’in yanına girip uzunca bir süre onunla yalnız
kaldı. İçeriden ses seda çıkmıyordu.
Derken, kapı birdenbire ardına kadar açıldı.
Rahip Rivière, gözleri oyuklarından fırlamış bir biçimde dışarı fırladı.
Hiçbir şey söylemeden, telaşla çekip gitti.
Bu rahibin daha sonra dilinin tutulduğu, bu yüzden görevinden
ayrılmak zorunda kaldığı söylendi. Herkes onu öteden beri kanlı canlı,
güler yüzlü bir adam olarak tanırdı. Bundan böyle ise, “asık suratlı bir
meymenetsiz” oluşunu şaşkınlıkla izlediler.
Ne olmuştu ki acaba?... Bérenger ona olmayacak bir şey mi söylemişti?
İkisi arasında ne geçmiş olduğu bilinemez. Bu konuda, birçok olayı birbirine bağlayarak ne
olabileceği üzerine yorum yapanlar var. Denilenlerden birinin özeti şöyle:
“Bérenger, aralarında çıkmış bir anlaşmazlık çözümlenemediği ya da bir talimata uymaya
yanaşmadığı için, Coustassa köyünün rahibi Antoine Gélis’i tartaklamış, dövmüş, sonra da
öldürmüştü. Gerek Félix Arsène Billard, gerekse Henri Boudet için de ölüm fermanı çıkmıştı.
Son yıllarda Rennes-le-Château ile ilgili konulara ilişkin şöyle ya da böyle bilgisi olan herkes
birbiri ardınca ortadan kaldırılıyordu. Sonunda sıra Bérenger’e gelmişti.
Bérenger, ölüm döşeğindeyken rahibe ya bunları ya da buna benzer şeyleri bir çırpıda
anlatıvermiş, onu şoka sokmuştu.”
58
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Olabilir... Hatta kim bilir, belki dahası da var. Ancak “Bu konularda bilgisi olan herkesin
ortadan kaldırıldığı” düşünüsü yanlış. Çünkü en bilgili kişilerden biri Marie Dénarnaud idi.
Tüm bu olaylardan sonra yıllarca yaşadı.
* * *
Bérenger Saunière birkaç gün sonra öldü.
Bir köy rahibi için hiç de olmayacak boyutta, görkemli bir cenaze töreni düzenlendi. Töreni
Paris’ten gelen papazlar yönetti. Törene, birçok sanatçı ve ünlü Fransız soylularının yanı sıra,
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun önceki arşidükü Johann Salvator von Habsburg-
Lorraine de katılmıştı.
59
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bu tarihi ille de “olağanüstü” kılmak için aşırı çaba gösterenler çıkmış. Hatta bambaşka
yerlerde, bambaşka kişilerin hep aynı gün önemli bir olay ile karşı karşıya geldiği bile
anlatılıyor. Önce 17 Ocak tarihi seçilip, sonra «Acaba bu tarihte ne gibi olaylar görülmüş?»
diye özellikle araştırılarak...
Üstelik Marie de Négre d’Ables’in 17 Ocak günü öldüğünü kim söylüyor?
Rennes-le-Château’nun eski rahibi Antoine Bigou.
Niçin?
Bilinemez ama yorum yapılabilir: “Ölüm tarihini şu mavi elmalar olayı ile özellikle
bağdaştırabilmek, mesajını verebilmek için.” denilebilir.
Bérenger Saunière kalp krizi geçirdiği gün ölebilirdi... Bu bir rastlantı mı?
Hayır!... O gün kriz geçirmesinin nedeni, kendisini ziyarete gelenler ile yapmış olduğu görüşmede
konuşulanlar olabilir. Kim oldukları bilinmiyor. İki yabancı... Köye o gün gelmelerinin
gerekçesi, hazır oraya kadar gitmişken şu “mavi elmalar” olayını da görmek istemeleri olabilir.
Hem iş (!) görüşmek hem olayı bir kez de kendi gözleriyle izlemek.
Rennes-le-Château köyünde 17 Ocak günü ile bağlantılı olmak üzere öyle büyütülecek, birtakım
olağanüstü bağlantılar aranacak bir şey yok. Gizemci bir tutumla yorumlar yapılırsa, o başka...
Fakat bir roman yazarının ya da bir televizyon programı yapımcısının tüm bunlardan hayli geniş
bir senaryo çıkarabileceğinden de kuşku duyulamaz.
Nitekim öyle oldu. Dünya kamuoyunun ilgisi çekildi.
* * *
Bérenger Saunière ve Rennes-le-Château ile işimiz henüz sona ermedi.
Buraya kadar anlatılmış olanların sonrası da var.
Bir de madalyonun diğer yüzü.
60
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 5
Johann Salvator
61
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Şayet Bérenger’i başından beri hep beslemiş olan kişi Johann Salvator idiyse, bir yorum niteliği
taşımak üzere akla şöyle bir olasılık geliyor:
“Johann Salvator, Arjantin’de görüldükten bir süre sonra başına bir olay gelmişti. Serüvene
atılmayı severdi. Yelkenlisiyle hayli uzun yolculuklara çıkardı. Antarktika’ya kadar uzanmaya
heveslenmişti. Bir kaza geçirmiş olabilirdi. Uzun zaman ondan haber alan çıkmamıştı. Öldüğü
sanılmıştı. Bérenger’e bu yüzden birkaç yıl para gönderemedi. Kurtulduktan sonra yine para
göndermeye başladı ama bu kez banka havalesi ile değil, başkaları aracılığıyla elden nakit
olarak iletilmesini sağladı.”
Habsburg-Lorraine ailesinden bir soylunun Bérenger Saunière’i niçin böyle cömertçe beslemiş
olduğunu kestirmek pek zor bir iş değildir.
Keşifleri çok değerliydi; ödüllendirilmeyi hak etmişti. Fakat yetmezdi. Araştırmalarına devam
etmeliydi. Daha işe yarar bilgiler bulmalıydı. Bunun için desteklenmeli, teşvik edilmeliydi.
«Ne aramakta olabilirler?»
Elbette önce akla şu “hazine” gelir. Ancak asıl aradıkları başka bir şey de olabilir.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu yine eski görkemine kavuşturacak, belki de Kutsal
Roma İmparatorluğu’nun yeniden canlanmasını, Avrupa’nın tek egemen gücü olmasını
sağlayacak bir bulgu…
Bérenger’in hesabına geçirilen paranın hayli yüksek olarak nitelenişi, bir köy kilisesi rahibinin
olağan gelirine göre yapılan bir değerlendirmedir. Oysa Habsburg-Lorraine hanedanı için böyle
önemli bir amaçla harcanmış olan o para, hiç de önemli bir tutar sayılmazdı.
* * *
Kimileri, Bérenger’in Rennes-le-Château ya da yakınlarında bir yerde gömülü olduğu söylenen
hazineyi bulduğunu benimser.
Zaten köylü de öyle sanıyordu.
Ancak edinmiş olduğu varlık ve kendi çapına göre savurgan sayılabilecek bir tavırla harcadığı
paranın hesaplanmış tutarı, -günümüzün değerlemesiyle yaklaşık 4 milyon Amerikan Doları-
sözü edilen varsayımsal hazinenin olası değerinin yanında devede kulak kalsa gerektir.
Üstelik Bérenger harcamalarını hep nakit olarak yapmış. Bir hazine bulmuş olsa, bunun
kapsamındakileri paraya çevirmesi gerekirdi. Bu işi Lyon’da yapmış olsa bile gizli tutulamazdı;
mutlaka hemen duyulurdu.
Şöyle bir olasılık üzerinde duruluyor:
“Bérenger hazineyi buldu bulmasına ama ona doğrudan sahip çıkmadı.
Henri Boudet, her zaman olduğu gibi bu bağlamda da ona akıl hocalığı yaptı. «Bunu sana yar
etmezler.» dedi. O da dokunmadı. Ortalığı velveleye de vermedi. Sakin davrandı.
62
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Hazineyi alınca, bundan kendisine iyi bir pay verecek güvenilir birini aradı. Siyon Örgütü’ne
ulaştı. Büyük Üstat Claude Debussy, haberi Johann Salvator’a iletti. O da apar topar Paris’e
geldi. Bérenger ile görüşüp pazarlığı kesti.
Bundan sonra Johann Salvator birkaç kez Rennes-le-Château’ya gidip geldi. Kimseye belli
etmeden, hazineyi partiler halinde bir başka yere taşıdı. Kim bilir belki bunun için başkalarını da
kullandı. Karşılığında da Bérenger’e hatırı sayılır bir komisyon ödedi.”
Hatta buna, yine yorum niteliğinde şöyle bir açıklama daha katılıyor:
“Bérenger Paris’teyken şifreler çözülmüşse de bu çözüm hazinenin yerini bulmaya yetmiyordu.
Johann Salvator, Bérenger ve Henri ile bunun için uzun uzun çalıştı. Bérenger’in lojmanında
yapılan toplantılarda onlara hizmet eden Marie, görüşmelerine de katılıyordu. Hazinenin yeri,
Marie’nin çocukluğundan kalma duyumları sayesinde belirlendi.”
63
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
64
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
65
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bu bakış açısından, “madalyonun öteki yüzü” gibi uzun uzun anlatılanları, ayrıntılarını
ayıklayıp şöyle özetleyebiliriz:
Johann Salvator, elde edilmiş olan bilgileri yalnız başına kullanamazdı. Parşömenlerin kopyası
çıkarıldı. Şifrenin çözülmesinin bir hafta kadar sürmüş gibi gösterilmesinin asıl nedeni buydu.
O iş çoktan bitirilmişti ama Bérenger bunu bilmiyordu; bilmemesi gerekliydi. Hatta Bérenger
Paris’te gezdirilirken, Emile Hoffet bir fırsatını bulup Bérenger’e belli etmeden mezar taşlarındaki
yazıların kopyalarını da çıkarmıştı.
Bérenger Rennes-le-Château’ya dönerken, Johann Salvator Viyana’ya gitti.
66
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Konuyu önce Veliaht Prens Rudolf’a açtı. Rudolf bu konuyla ilgilendi ama babasına da bilgi
verilmesi gerektiğini söyledi.
Johann Salvator buna karşıydı. İmparator bu işi kendi pençesinin altına alıp tek başına sahip
çıkmaya kalkışırdı. O da bu tasasını ortaya koydu ama Rudolf diretip güvence verince razı oldu.
Tek bir şart ileri sürdü: İkisi arasında bir düzenek kurulacak, bir parola belirlenecekti. Başlangıçta
belgeler kesinlikle ortaya çıkarılmayacak, sadece sözünün edilmesiyle yetinilecekti. Tümü
küçük bir kasaya konup, yalnızca ikisinin bildiği, hiç kimsenin aklına bile gelmeyecek birine
emanet edilecekti. Emanetçi de kasada ne olduğunu bilmeyecekti. İşler beklendiği gibi gitmez,
ikisinden birinin başına bir iş gelecek olursa, diğeri belgeleri emanetçiden alıp işin bundan
sonrasını yürütecekti.
Rudolf bu öneriyi kabul etti.
İş kasanın kime emanet edileceğine karar vermeye gelince, Rudolf bunun için kuzeni Kontes
Marie Larisch’i önerdi. Rudolf’u daha 17 yaşındaki sevgilisi Marie Vetsera ile o tanıştırmıştı.
Böyle gizemli oyunları da pek severdi.
Kullanacakları parolayı da şöyle saptadılar: RIOU yani “Rhedae Imperare Orbi Universo”
(Evrensel İmparatorluğun Merkezi Rhedae).
67
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Tartışmalar sonuç vermez bir şekilde sürüp giderken, Prens Rudolf, bir av partisinde kazara
babasını vuruverdi. Az kalsın öldürüyordu. Bir kastı olup olmadığı bilinemez ama İmparator
Franz-Josef bu olaya çok sinirlendi. Oğlunu saraydan resmen kovdu.
Birkaç ay sonra, Prens Rudolf, Mayerling’deki av konağında sevgilisiyle birlikte ölü bulundu.
Birbirlerini vurmuş oldukları ileri sürüldü.
Yapılan açıklamaya göre; imparator oğlunu saraydan kovunca, iki sevgili çareyi bir arada
intihar etmekte bulmuştu.
Böyle bir açıklama dar bir çevrede yapılmış olmasına karşın, skandalın çok büyümemesi için
hemen örtbas edildi.
Ancak uluslararası politika kulisinde, her ikisini birden imparatorun öldürttüğü söyleniyordu.
Johann Salvator’un korktuğu başına gelmişti.
Rudolf’un cenaze töreninde, birisi Kontes Marie Larisch’in kulağına eğilip parolayı fısıldadı.
Kontes dönüp gözüyle anlamış olduğunu işaret edince, adam ona «Asıl yetkili kişi ben değilim.
Ben sadece bir aracıyım. İlgili kişi sizi bu gece evinizde ziyaret edecek.» dedi ve kayboldu.
O gece Johann Salvator, Marie Larisch’in evine gitti. Emaneti teslim alır almaz Paris’in yolunu
tuttu. Madem İmparator Franz-Josef böyle ters bir tavır takınmış hatta oğlunu bile bir kapris
uğruna feda etmişti, yine canlandırılması söz konusu olabilecek Kutsal Roma İmparatorluğu’nun
başında yer almayı hak etmiyordu. Ondan başka hak sahipleri de vardı. Aranırsa bulunurdu.
Sonra bir kez daha Viyana’ya döndü ama sadece malını mülkünü elden çıkarıp, öteberisini
toplamak için...
* * *
Bu anlatım da aslında dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyor. Kimilerine göre çok daha mantıklı
bile görünüyor.
Bu senaryoda da Henri Boudet, Félix Arsène Billard ve Emile Hoffet önemli roller üstleniyor
ama her biri biraz farklı bir konumda. Bérenger Saunière, gerek Siyon Örgütü’nün Büyük
Üstadı Claude Debussy gerekse Johann Salvator ile buluşuyor, ilişkiler kuruyor. Elbette Emma
Calvé gibi süslü figüranlar da var.
Buna göre ne Rennes-le-Château’da bulunmuş olduğu varsayılan hazine ne de ilgili belgeler
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun eline geçmişti. Kutsal Roma İmparatorluğu’nun yeniden
canlandırılmasını amaçlayan Siyon Örgütü’ne teslim edilmişti.
Fakat o sırada bunu hiç kimse bilmiyordu. Olaylar yanlış yorumlanıp, boşu boşuna kaygılananlar
olduğu için, kabak Prens Rudolf’un ölümünden sonra veliaht durumuna geçen Prens Franz
Ferdinand’ın başında patladı.
Sonrasını herkes biliyor. Farklı bir şey yok.
* * *
Bérenger Saunière hakkındaki iddialardan birine daha değinmeliyiz.
Dendiğine göre Bérenger, “Hiéron du Val d’Or” (Altın Vadisinin Kutsal Yeri) adını taşıyan
bu örgüte alınmıştı.
Rozkruacılarla bağlantısı olan bu örgüt, Masonluğa da benziyordu ama başka türlü bir şeydi.
Bir “ezoterik araştırma merkezi” gibi çalışıyor, Emile Hoffet gibi genç ve yetenekli
araştırmacıları kullanıyordu. Sonradan anlaşıldığına göre aslında bu kuruluş, Siyon Örgütü’nün
o tarihlerdeki paravanalardan biriydi.
68
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bunun doğru olup olmadığı kanıtlanamamıştır. Bérenger’in de böyle bir örgüte girmiş olup
olmamasının aslında pek önemi yoktur.
Marie Dénarnaud
Bérenger Saunière, varını yoğunu, sağlığında yanında çalışıp ev işlerini yürüten sırdaşına
bırakmıştı. Villasının tapusunu bile doğrudan onun üzerine çıkarttırmıştı. Köylüler ona
“Rahibin Madonnası” adını takmıştı. Bérenger öldükten çok sonra bile kendi aralarında onu
öyle anmayı sürdürdüler.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kentlerde hayli değişiklik baş gösterdi ama kırsal kesimde her
şey önceki gibiydi.
Pek kısa bir süre sonra patlayan İkinci Dünya Savaşı’nın öncekine oranla farklı oluşu ise
birtakım sorunlar yarattı. Naziler, Languedoc’un her yanını delik deşik ederek şu hazineyi aradı.
İkinci Dünya Savaşı’nın ertesinde doğan yüksek enflasyon ortamında para hızla değer yitirdi.
Fransa hükümeti piyasaya yeni banknotlar sürdü. Öncekileri yenileriyle değiştirecek olanlardan,
bu paranın kaynağını belgelemeyi zorunlu tuttu. Böylece kara paranın aklanmasını engelledi.
Kimi görgü tanıklarının belirttiğine göre; 1946 yılında Marie, villanın arka bahçesinde kümelerce
eski banknotu yakarak imha etti.
Artık zengin değildi. Sadece bir villası vardı. Onu da yaşam boyu iyi bir düzeyde geçiminin
sağlanması karşılığında sattı. 1953 yılına kadar hayli rahat yaşadı. 85 yaşında öldü.
* * *
Villayı hiç para ödemeden, Marie’ye yaşam boyu bakmayı kabul ederek kâğıt üzerinde satın
alan Noël Corbu, bir hafta sonu rastlantısal olarak ailesiyle Rennes-le-Château köyüne gelmiş,
çok beğenmiş, burada yerleşmeye karar vermişti. Bir yabancı olarak, köylünün pek ilgilenmediği,
hatta görünce yolunu değiştirdiği Marie’ye çok iyi davranınca, böyle bir anlaşmanın yolu
açılmıştı.
Marie Dénarnaud, Noël Corbu’ya, ölmeden önce mutlaka bir sır
vereceğini söylemişti. Bu sır onu hem zengin edecek hem de ona
olağanüstü bir güç kazandıracaktı. Yaşlanmıştı ama sağlığı yerindeydi.
Corbu ailesi ona çok iyi bakıyor, vereceği sır her neyse sabırla
bekliyordu. Belki de hazinenin yerini söyleyecekti.
Bérenger Saunière’in “lânetli hazine”yi bulmuş olduğuna ilişkin
söylentinin hiç ardı arkası kesilmemişti ki.
69
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
70
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Noël Corbu
Kimileri, Rennes-le-Château ile Bérenger Saunière hakkında anlatılanları pek önemser;
bunların “katışıksız gerçek” olduğuna inanır.
Kimilerine göre ise bunların tümü hayal ürünüdür. Birisi bir “roman” yazmış, okuyanlar da
bundan çok hoşlanmış, romantizme kapılarak inanmıştır. İnanmak istemişlerdir, tıpkı bir çocuğun
dinlediği masala inanması, hayal dünyasında onunla yaşaması gibi.
Gerçi ne köy, ne orada somut olarak görülen öğeler ne de Bérenger Saunière ile diğer kişilerin
adları uydurulmuştur. Hatta birtakım olaylar bile gerçeklerden alınmadır.
Bunların tümü, belli veriler üzerine kurulu bir “tarihsel roman” gibidir.
Bu kitapta yer verilmiş olduğu gibi tüm bu anlatılanların uydurmaca olduğunu belirtenler, genel
olarak şu görüştedir:
“Uydurulmuş olanlar, olaylar değil, bunların ayrıntılarıdır. Çevre halkının öteden beri
dilinden düşürmemiş olduğu lânetli hazine diye bir şeyin varlığıdır. Üstelik Bérenger
Saunière’in bunu bulmuş olduğudur. Bir de bu işin içine İsa’nın mezarının yerine ilişkin
olmayacak bir konunun katılması ile iş iyice çığırından çıkarılmıştır. Bu olayların Merovenjler
ile, çeşitli kurumlarla, özellikle Tapınakçılar, Rozkruacılar ve Masonlar, hatta Prieuré de Sion
ile bağlantısı diye bir şey yoktur. Bunlar sadece birer kurgudur.”
Bu anlatımların gerçek olmadığını ileri sürenler, ortaya birtakım sorular atar, tartışmayı
polemiğe sürükler. Bérenger Saunière ve Marie Dénarnaud, hatta Henri Boudet hakkında
anlatılanların kanıtını, belgesini sorarlar.
Böyle sorulara kesin yanıt verilemeyip, belge gösterilemeyip, bu bilgilerin sadece anlatımlara
dayanarak toplandığı belirtilince şöyle derler:
«O zaman tüm bunlar sadece söylentidir. Varsayımdır. Gerçek değildir.»
Diyelim ki bu karşı çıkış haklıdır ve asıl doğru olan da odur.
O zaman da bir başka soru gündeme gelir:
«Böyle bir öykü niçin uydurulmuştur? Bu kimin işine yarayabilir?»
Bunun için ille birtakım gizli ya da ezoterik örgütlerle, politik kurumlarla bağlantılar kurmaya
çalışmanın gereği yoktur. Rennes-le-Château’da 1950’li yıllarda neler olduğuna şöyle bir
bakarsak anlarız.
* * *
Marie Dénarnaud öldükten sonra, Noël Corbu mesken olarak villanın üst katına çekilip, alt katta
“Hôtel Restaurant la Tour” adlı bir restoran açtı.
71
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Önceleri gelen giden azdı. İşler iyi gitmiyordu. Ancak Bérenger Saunière hakkındaki öykü,
müşterilerin ilgisini çekmek bakımından yararlı olabilirdi.
Bunun mutlaka böyle olduğunu ileri sürenler vardır. Hatta bu bağlamda, şöyle bir delil gösterilir:
“Noël Corbu, 1943 yılında bir polisiye macera romanı yazmıştı. Roman piyasada hayli
tutulmuş, iyi para kazandırmıştı.
Rennes-le-Château ile ilgili olmak üzere anlatılanlar, o romandaki üslup ile bire bir örtüşüyor.
Nitekim Marie Dénarnaud ile nasıl tanıştığını bir anlatışı vardır ki bu bile başlı başına bir
romantik öykü gibidir.
Özellikle Marie’nin ona çok önemli bir sır vereceğini söylediğine ilişkin bölüm ile bunun
sonrası, Noël Corbu’nun kurgusudur. Farkında bile olmadan, tümüyle kendi kafasından yarattığı
bir öykü ile hemen tüm dünyanın ilgisini çekmeyi sağlamıştır.”
Elbette bu savın dayandırıldığı bir gerekçe var. O da şöyle:
Noël Corbu, restoranına gelen müşterilerine, Rennes-le-Château ile yıllar önceki rahip
Bérenger Saunière hakkında kendi kafasından uydurduğu bir öykü anlatmaya başlamıştı.
Yemek yanında ilgi çekici bir atraksiyon... Öyle güzel anlatıyordu ki müşteriler ilgiyle dinliyor,
çok beğeniyor, tanıdıklarına Rennes-le-Château’ya gitmelerini öneriyorlardı.
* * *
1956 yılının ocak ayında, hep bir arada dolaşarak dergileri için konu ve haber toplayan birkaç
gazetecinin, hazır Couiza çevresine gelmişken bir de Rennes-le-Château köyüne kadar uzanacağı
tutmuştu. Öğle yemeği için “Hôtel Restaurant la Tour”a girdiler.
Noël Corbu, tüm müşterileri gibi onlara da öyküsünü anlattı.
Muhabirlerinden biri, bu öykünün mesleğinde işe yarayacağını düşündü. Kiliseyi de gezip ilginç
dekorasyonu görünce, konuyu gazetecilere özgü tarzda allayıp pullayarak bir haber dizisi yaptı.
Dizi çok ilgi çekti. Gazetenin tirajı birdenbire arttı.
Diğer gazeteciler bunu izlemekle yetinemezdi. Rennes-le-Château, bir anda bu konudan
kendilerine de bir pay çıkarmak isteyenlerin akınına uğradı. Hele işin içine bir de hazine konusu
girince, ilgi çevresi hızla genişledi. Başka ülkelerdeki birçok gazete ve dergi de kendi yayınlarında
bu konuya geniş yer verip, muhabirlerini Rennes-le-Château’ya göndermeye başladı.
Noël Corbu’nun tasarımı tutmuştu. Artık restoran oldukça iyi çalışıyor, hemen her gün
müşterilerle dolup taşıyordu.
Gelenlerin çoğu ya gazeteci ya da televizyoncuydu. Noël Corbu ile özel röportaj yapmak
istiyorlardı.
72
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Noël Corbu, bir yandan restoranı yönetirken diğer yandan da öyküsünü anlattığı için, aşırı
boyutlara varan bu dileklere başa çıkamaz hale geldi. Önceleri amatörce zevkle anlattığı öyküyü
bu kez profesyonelce yinelemekten bıktı. Oturup baştan sona yazdı. İsteyenlere dinletmek üzere
banda aldı.
* * *
Tam o sıralarda, artık gizli kalmaktan caymış olan Siyon Örgütü de yeni tarz yapılanmasını
oturtmaya çalışıyordu. Bundan böyle benimsediği tutum, amaçlarını gerçekleştirebilmek için
son iki yüzyılda benimsenmiş olduğu üzere sanatçıları kullanarak halkı etkilemek yerine, açıkça
“dünya kamuoyunun öncelikli ilgi odağı olmak” biçiminde belirlenmişti.
Siyonistler bu olaydan da yararlanmayı öngörerek, Rennes-le-Château ve Bérenger Saunière
hakkında anlatılanları sahiplendi.
Her şeyden önce, Noël Corbu’nun anlattıklarından yararlanılarak birtakım düzmece belgeler
oluşturuldu. Bunların “Gizli Dosyalar” adı altında Paris’te Milli Kütüphane’nin arşivine
yerleştirilmesi sağlandı.
Sonra da keşfedilmeleri için araştırmacılara ipucu verildi, yol gösterildi.
Böylece, dünya çapında basın ve medyanın olağanüstü boyuttaki ilgisi bu kez Siyon Örgütü
üzerine kaydırıldı.
Siyon Örgütü’nün Noël Corbu ile ilişki kurmuş olduğu belgelenmiş bir gerçektir. Nitekim o
sıralarda örgütün sekreterliğini yürütmekte olup daha sonraki yıllarda başına geçecek olan
Pierre Plantard ile Noël Corbu arasındaki birçok yazışma hatta Rennes-le-Château’da Tour
Magdala’nın önünde yan yana çektirmiş oldukları bir fotoğraf bile vardır.
Marie Dénarnaud, ölmeden önce Noël Corbu’ya her ne diyecek idiyse demek olanağını
bulamamıştı ama Bérenger Saunière’den kalma birtakım belgeler oradaydı.
Her nasıl olduysa, bunların peşine düşen çıkmadı. Belki de önemsenmedi.
Zaten Noël Corbu da bunları iyice incelemiş, içlerinde işine yarayacak
bir şey bulamamıştı.
1988 yılında Noël Corbu’nun kızı Claire ile kocası Antoine Captier, bu
belgeleri değerlendirerek “L’Héritage de l’Abbé Saunière” (Rahip
Saunière‘in Mirası) adlı bir kitap yazıp yayımladı.
Bu kitapta, rahibin sağlığında yaptıklarını, köy ve çevresi için öngörüp
de ömrü yetmediği için bitiremediği projeleri anlattılar.
Özellikle dikkate değer bir şey yok.
73
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Müzenin satış reyonunda, kendi kitaplarını başköşeye yerleştirmişlerdi. Köy ve çevresi için
âdeta bir turistik tanıtım rehberi gibi bir şey... Ancak kapsamını öyle değil de romantik tarzda
düşünmekten hoşlananlar için tüm bu gizemli konuları ortaya seren bir kaynakça. (!)
Hemen her zaman, hemen her yerde öyle olmaz mı?
Serüvenleri anlatan kitabın satışından elde edilen gelirler çalışarak sağlanandan daha çok oldu.
Reklamlardan gelenler daha da çok.
74
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 6
Altın
Doğrudan Rennes-le-Château’da olmasa bile yakınlarında bir yerde bir hazine bulunduğuna
ilişkin bir başka varsayım daha vardır.
Ancak bu varsayımsal hazinenin ne İsrailliler, ne Kral Süleyman ne de Katharlar ile bağlantısı
kurulur.
Bu konu Tapınak Şövalyeleri ile bağlantılıdır ama bambaşka bir biçimde...
Zaten bu hazinenin neyi kapsadığı da açıkça belirtilir: Saf külçe altın.
Bunun daha önce anlatılmış olanlar ile de bir bağlantısı vardır: François-Pierre d’Hautpoul’ün
1644 yılında düzenlediği, noterin yitirdiği, 1780 yılında bir başka noterin bulup Marie Négre
d’Ables’e ilettiği, sonra da Antoine Bigou tarafından Rennes-le-Château’daki kilisenin sunağının
altındaki sütunun içine gizlenmiş vasiyetname.
Bu varsayımın öyküsünü de şöyle bir özetleyelim:
Hautpaul ailesinin arazisinde bir altın madeni damarı vardı. Bunun yeri “Rhedae yakınında”
diye belirtilirdi.
Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın 1153-1170 tarihleri arasındaki büyük
üstadı Bertrand de Blanchefort, arazisindeki madenin değerlendirilmesi
için, tarikatın örgütsel yapısında önemli birtakım düzenlemeler yaptı.
[Bertrand de Blancefort’un, büyük üstatlığı sırasında tarikatın
kurallarında hayli değişiklik yapılmış olduğu bilinmektedir.]
Özellikle bu bölgede geçerli olacak esaslı bir hiyerarşi kurdu.
Almanya’nın kuzeyinden, Prusya’dan madenciler getirtti. Onları,
tarikatın yapılanmasının paralelinde çok sıkı kurallara, âdeta bir askerî
disipline bağlayarak örgütledi.
Madencilerin uymak zorunda olduğu en önemli kurallardan biri, kapalı bir topluluk biçiminde
çalışmaları, çevre ile hiçbir ilişki kurmamalarıydı. Altının çıkarılması için kurulan şantiyeye
yetkililerden başka hiç kimsenin girmemesi için de önlemler alınmıştı.
Prusyalı madenciler burada yıllarca çalıştı. Altının hemen tümünü çıkardılar. Hepsi eritilip
işlendi; külçeler halinde döküldü. Tüm bunlar tam bir gizlilik içinde yürütüldü.
75
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın büyük üstadı bile bireysel mal varlığı edinemeyeceğinden,
tarikat büyük bir maddi varlık daha edinmiş oldu. Böylece gerek ekonomik gerekse politik
bakımdan üstün bir güç elde etti.
Bu olgu, bir bakıma dünya yüzünde Kapitalizm’in ilk örneği sayılır. Bu terimin, ekonomik bir
kavram olarak ortaya çıkışından yüzyıllar önce...
* * *
Bu olayın doğruluğunu desteklemekle birlikte konuyu bambaşka bir açıdan ele alanlar da
vardır. Onların savı da şöyledir:
“Ortada altın madeni diye bir şey yoktur. Gerçi jeologlar bu bölgede eskiden bir miktar altın
bulunabileceğini söyler ama aslında sadece yer yer pirit* damarları vardır. Tapınak Şövalyeleri
Tarikatı’nın kanatları altında orada yapılmış olan iş, mevcut bir altın madenini kazmak değil,
bilgili alşimistlerin yönetiminde çok miktarda külçe altın oluşturulmasıdır. Tapınak Şövalyelerinin
Kudüs’te arayıp bulmuş oldukları şey de tarih öncesi çağlardaki alşimistlerin başka madenleri
altına dönüştürme yöntemiydi.” [*Pirit: Doğada bir mineral olarak bulunan demir sülfür.
Görünümü bakımından altına çok benzediği için “aptalların altını” olarak da anılır.]
Filistin’de, Ölü Deniz’in kuzeyindeki Kumran’da 1950’li yıllarda yapılmış olan arkeolojik
çalışmalar sırasında keşfedilmiş olan yazıtların bazılarında, o çevrede büyük tutarda külçe altın
bulunduğuna ilişkin anlatımlar var. Oysa Filistin’de altın madeni yok. Demek ki altın, oraya bir
başka yerden getirilmiş.
76
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Hazine Avcıları
Bérenger Saunière hakkında Noël Corbu kaynaklı olmak üzere anlatılanlar arasında “en
inanılmaz” olarak görülen bölüm, yüzyıllar boyunca dillerde dolaşmış olan hazineyi bulmuş
olduğuydu.
Birçokları böyle bir hazinenin varlığına inanıyordu. Bir farkla ki onlara göre; ortaya konan
bilgiler varlığından kuşku duyulamaz bu hazinenin bulunmuş olduğunu değil, hâlâ bulunmayı
beklediğini gösteriyordu. Buralarda bir hazine gömülü olduğunu Nostradamus bile söylemişti.
1940’lı yıllarda Naziler de buralarda hazineyi çok aramış, bulamamışlardı. Bunun nedeni ise
yerini doğru dürüst bilmemeleri, şuna buna sorup, yerel halka işkence ederek bilmedikleri bir
şeyi zorla söyletmeye çalışıp, gelişigüzel kazılar yapmış olmalarıydı.
1950’li yıllarda, kendi yöntemlerinin çok daha doğru olduğunu ileri süren, mutlaka bir sonuç
alacağına kesinlikle güvenen birçok hazine avcısı, yıllarca Rennes-le-Château köyü ile çevresinde
dolaşıp durdu.
Marie de Négre d’Ables adına Antoine Bigou tarafından düzenlenmiş olan mezar taşının
üzerindeki gizli mesaj belirlenince ortaya çıkan “Royal Rhedae hisar deposu” sözü üzerine,
Vizigotlar döneminden kalma eski kale duvarlarını yer yer yıktılar. Çevrede başka her nerede
eski bir duvarın temel yıkıntısını buldularsa, hemen çevresini kazdılar.
Mezarlara girdiler. Tüneller açtılar. Kayaları söktüler.
Her yeri deştiler. Köşe bucağı didik didik aradılar.
Hiçbir şey bulamadılar.
Buna karşın gazetelerde, yürütülmekte olan araştırmalara ilişkin umut verici haberler çıkıyordu.
Filmler çekiliyor, radyo ve televizyon yayınları yapılıyordu. Hazine avcıları, artık işin sonuna
yaklaşmış olduklarını, dünyanın yüzyıllar öncesinden kalma en büyük hazinesinin bulunmasının
“an meselesi” olduğunu söyleyip duruyordu.
1958 yılında Robert Charroux adlı biri, ne denli doğru olduğu belirsiz birtakım verilere
dayanarak hesaplar yapılıp, hazinenin bulunabileceği düşünülen yerleri kazmakla bir sonuç
alınamayacağını ileri sürdü. «Daha iyisi her yeri aramaktır.» deyip, bir metal detektörü ile
Rennes-le-Château ve çevresini adım adım dolaştı. Onun da ulaştığı sonuç sıfır.
Bu konuda ciddi çalışmalar yapmak üzere bir bilimsel araştırma ekibi kuruldu. Prof. Jacques
Cholet önderliğinde oluşturulan bu ekip, önce teorik incelemeler yaptı. Mevcut bilgi ve
bulguları baştan sona, titizlikle elden geçirip karşılaştırdı. Masa başı çalışmalarını bitirince, bir
plan ve program hazırladı. 1960 yılında Rennes-le-Château’ya giderek kazılara başladı.
77
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Tüm uğraşılara karşın hazine falan bulunamadı. Kilisenin döşemesinin altında çok eskiden
kalma dar bir dehliz olduğu keşfedildi ama doğru dürüst hiçbir yere varmıyordu. Sadece toprak
altında yüzyıllar önce oyularak yapıldığı anlaşılan, yer yer göçmüş ve içine toprak dolmuş, çok
sayıda hücre görüldü. Erişilebilenlerin hepsi, hazine bakımından bomboştu.
Arkeologlara göre bu bulgunun olağanüstü hiçbir yanı yok. Languedoc’ta birçok yerde buna
benzer ve çok eski tarihlerden kalma tüneller ve yeraltı sığınakları var. Bunların geçmişi, tarih
öncesi çağlara uzanıyor. Bazısında Bronz Çağına ait çanak çömlek gibi birtakım kalıntılara bile
rastlanabiliyor. Vizigotlar döneminden kalma eski tapınağı da unutmayalım.
Bu araştırmalardan biri de 2003 yılında Bérenger Saunière’in hazineyi bulmuş ve saklamış
olduğu varsayımına dayanarak, “Tour Magdala” adını verdiği mini şatonun dibinde yapıldı.
Gene hiçbir sonuç elde edilemedi.
* * *
Tüm bu kazı ve araştırmalar sadece birtakım söylentilere, bu konuda yazılıp çizilenlere, eskiden
kalma olduğu söylenerek ortaya konulmuş belgelere dayanarak yapılmış değildi. Umutlara yol
açan olaylar da vardı.
Örneğin; 1830 yılında bir köylü, 20 kilo ağırlığında bir külçe altın bulmuş, zengin olmuştu.
1860 yılında bir çoban, Le Bézu tepesinin yakınındaki Saint-Juste-et-le-Bézu adlı köyün
yakınlarında, kaya içine gömülmüş altın paralar ele geçirmişti. Bunları kente götürdüğünde,
kuyumcular antika Arap parası olduğunu söylemişti. O da bunları satınca, bir çiftlik sahibi olup
çıkmıştı.
Şöyle düşünülüyordu:
«Demek ki buralarda saklı başka şeyler de olabilir. Bérenger Saunière, hazineyi olmasa bile
paraya dönüştürülebilecek bir şey bulmuş olabilir.»
Böylece, başka varsayımlar da kuruluyordu. Bunların tümüne karşı çıkanlar ise şöyle bir görüş
ileri sürdü:
«Bunların hepsi Bérenger’in arayıp bulduğu söylenen mezar taşları ile bunların üzerindeki
varsayımsal şifreli yazıların yorumuna dayanıyor. O çevre araştırıldığında, böyle bir mezar
bulunamadı. Bérenger Saunière arayıp bulsun diye sahte bir mezar ve sahte mezar taşları
yapılmış olduğu bile uydurma. Ortada sadece bir düzmece öykü var. Onda da bu ayrıntının
düşünülmesi unutulmamış. Bunların üzerinde şifreli yazılar olduğu, Bérenger Saunière’in bunları
kazıyıp sildiği, elde belge olarak sadece çıkardığı kopyaların kaldığı baştan sona hayal ürünü.»
* * *
Hazineyi bulmak için yapılan araştırmaların hiçbirinden dişe dokunur bir sonuç çıkmayınca,
Noël Corbu da Marie Dénarnaud’un sağlığında kendisine söyleyeceğini belirttiğinde ısrar ettiği
o “sır” ile bağlantılı umudunu kesti. 1964 yılında villayı sattı. Dört yıl sonra geçirdiği bir trafik
kazasında öldü.
Keşke birkaç yıl daha dayanabilmiş olsaydı.
Çünkü başa çıkamaz duruma düştüğünü söylediği gazeteci ve araştırmacıların ona sağlığında
gösterdiği ilgi, daha sonra ortaya çıkan durumla karşılaştırılırsa “hiç” sayılırdı.
Rennes-le-Château, 1970’li yıllarda ünlü oldu; sadece basın ve medyacılar ile değil, meraklı
turistlerle dolup taşmaya başladı.
Günümüzde bile öyle...
* * *
78
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Basit olaylara birtakım olmayacak yorumlar karıştırılıp bunların “gerçek” diye gösterilmesine
çalışıldığını ileri sürenlere göre; Bérenger Saunière boyundan büyük işlere giriştiğinde, önceki
piskopos Félix Arsène Billard, politik eğilimi nedeniyle buna göz yummuştu. Fakat ölüp de
yeni piskopos buna son verince, Bérenger hiç olmazsa başlatmış olduğu işleri bitirebilmek için
kredi kullanmak zorunda kalmıştı. Nitekim “Crédit Foncier de France” adlı finans kurumunun,
villayı ipotek alarak Marie Dénarnaud adına kredi açmış olduğu belgelenmiştir.
Ancak o paranın Berenger’e yetmediği, tefecilerden de para aldığı ortaya çıkmaktadır. Anlaşılan
borçlarını ödeyemeden ölmüştür. Bankadan alınan krediyi faiziyle birlikte ödemek de kâğıt
üzerinde asıl borçlu durumda görünen Marie Dénarnaud’a kalmıştır.
«Madem öyledir, niçin sonradan birtakım alacaklılar belirip ilgililerden paralarını istememiş?»
Kimden isteyebilirlerdi ki?... Devletten mi?... Piskoposluktan mı?... Yoksa can yoldaşı olduğu
için, Marie’den mi?... Üstelik kim bir rahibe borç verdikten sonra ödenmemiş alacağının peşine
düşer? Kim tefecilik yaptığını söyler?
Diyelim ki alacaklılardan biri bunu yaptı... Ona şu kadar borç vermiş olduğunu nasıl kanıtlar?...
Elinde bir senet ya da herhangi bir belge var mı?... Bir rahibe borç para verilirken karşılığında
belge istenir mi?
Buna karşın, bilinen bir başka şey daha var: Bérenger öldükten sonra, Marie Dénarnaud sadece
bankadan alınan krediyi ödemekle kalmadı. Kendi üzerine satın alınmış diğer bazı mülkü de
“yok pahasına” denilebilecek ucuz bir fiyatla elden çıkardı. Kimilerine göre ancak böylece
Bérenger’in borçlarını kapatmıştı.
Bir de şu soru akılları kurcalıyor: «Marie, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ister istemez yığınla
banknot yakmamış mıydı?»
Villanın bahçesinde çuvallar dolusu kâğıt yaktığı söyleniyor. Bunların enflasyon nedeniyle
değerini yitirmiş banknotlar olduğunu ileri süren Marie değil, başkaları. Sonradan Marie,
Bérenger’in binlerce mektup biriktirdiğini, kendisinin bunları yıllarca sakladığını, bir gün
sıkılıp yaktığını söylemiş.
79
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Politika Bağlantısı
Bérenger Saunière’in ya da Johann Salvator’un Carcassonne Piskoposu Félix Arsène Billard’a
rüşvet vermiş olduğuna dair anlatılanların da “boş bir iddia” olduğu hatta böylece adının kötüye
çıkarıldığı da ileri sürülür.
Dendiğine göre; Félix Arsène Billard, 1891 yılında bir mirasa kondu. Bu ona Cumhuriyetçilerin
karşıtı olup, Kralcıları desteklemesinden ötürü vasiyet edilmişti.(!) Chambord Kontesi’nin
Bérenger’e para gönderişi gibi...
Ancak Félix Arsène Billard’ın da piskopos oluşuna karşın ne denli “tam bir Katolik” olduğu
tartışmalıdır. Öyle olsaydı, kendine özgü farklı düşünceleri bulunmasaydı, Bérenger’in yaptığı
kilise dekorasyonunu yadırgaması hatta karşı çıkması gerekirdi. Oysa kiliseyi vaftiz ederek
açmıştı. Elbette bu törende köylünün gözünü boyamak için Katolik ritüeline uyulmuştu.
O törene piskoposun Marsilya’da satın almış bulunduğu kilisenin başına getirdiği rahip R. P.
Mercier de katılmıştı. Bu kişinin Saint Lazarus Tarikatı’nın etkin üyelerinden biri olduğu
biliniyor. (St. Lazarus Tarikatı’nın ne olduğunu anımsayalım: 1737 yılında Paris Büyük
Locası’nda verdiği söylev ile ortalığı birbirine katan Andrew Michael Ramsay’ın da üyesi
olduğu, o sıralarda François Fénelon’un önderlik ettiği tarikat.)
Bérenger, her ikisinin anısına bir kalvarya yaptırıp kilisenin bahçesine diktirmişti. Üzerine, bir
“çarmıha gerili İsa heykeli” koydurmuştu. [Kalvarya: Herhangi bir yapıtın gerçekleşmesinde
katkısı olan bir kişinin anısını yaşatmak için dikilen bir tür anıt.]
Ancak bu çarmıh, öyle her yerde görülenlerden değildi. Tam ortasına, “ışık saçan yürek”
biçiminde bir figür yerleştirilmişti. Bu figür, öteden beri Fransa’da Katolik karşıtı devrimciler
tarafından bir amblem olarak kullanılmaktaydı.
80
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Benzer bir haç, kilisenin içinde de vardır. Kimileri bunu “Rozkruacıların gül-haçı” olarak
nitelendirip, Bérenger’in Rozkrua Tarikatı ile de bağlantısı bulunduğunu göstermeye çalışmıştır.
Boşuna!
* * *
19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında, Fransa’da Cumhuriyetçiler, üst üste yapılan iki seçimden
daha başarıyla çıktı. Parlamentodaki koltuklarının sayısı %70 dolayından aşağı düşmüyordu.
Buna güvenerek, 1905 yılında devlet ile din işlerini birbirinden kesinlikle ayırdılar.
Vatikan, buna karşı çok sert bir tepki gösterdi... Papa 9. Pius, üst üste yayımladığı iki bildirgeyle
Fransız hükümetini resmen protesto etti. Belki de bunun etkisiyle Cumhuriyetçilerin 1906 yılı
seçimlerinde aldığı oy sayısı bir miktar azaldı ama bundan sonra uzun süre Fransa’nın iç politika
sahnesinde pek bir değişiklik olmadı. Vatikan bar bar bağırmayı sürdürdü ama boşuna.
Birinci Dünya Savaşı sırasında, Bérenger’in Rennes-le-Château’daki mini şatosunda ağırladığı
kişilerin gündeme getirdiği başlıca konu iç politikaydı. Hazır çıkmış olan savaştan yararlanarak,
Cumhuriyetçilerin iktidardan nasıl düşürülebileceği tasarlanıyordu.
Kimine göre, zaten Vatikan’ın Bérenger’e sonradan destek verişinin nedeni buydu. Sanki
Fransa’daki muhafazakâr muhalefet cephesinin bir kolu gibi Rennes-le-Château’da yapılan
toplantıları Vatikan da dolaylı olarak izliyordu. Bundan ötürü yeni Carcassonne piskoposundan
Bérenger’in görevine iade edilmesini istemişti.
Bérenger bir piyondu. Satranç tahtasının üzerinde unutulmuş, kenarda bırakılmış gibi duruyor,
zamanı geldiğinde ileri sürülüyordu.
* * *
81
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Rennes-le-Château köyü ve çevresinde yalnızca yaklaşık yüz yıl gibi yakın bir geçmişte değil,
tarih boyunca ilginç birtakım olaylar yaşandığı yadsınamaz.
82
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 7
Parzival
19. yüzyılın ünlü kompozitörlerinden Richard Wagner, yıllardan beri üzerinde çalıştığı
Parzival* adlı operasını 1882 yılında bitirdi. [*Türkçe fonetik uyarınca “Parsifal” diye okunur.
Bazı dillerde “Parceval” biçiminde yazıldığı da görülebilir.]
Operanın esin kaynağı, Bavyeralı ozan Wolfram von Eschenbach’ın aynı adı taşıyan destanıydı.
Eschenbach, 25 bin dizeden oluşan bu destanı yazmaya 1196 yılında başlamış, 1216’da
bitirebilmişti.
Yapıtın bir bölümü Rennes-le-Château’da geçer. Wagner, kendi deyişiyle “gerçeğe daha uygun
olabilmesi bakımından” önce o çevreyi gezip incelemişti.
Richard Wagner, bu yapıtta Tapınakçıların tarih boyunca çok sözü edilmiş olan hazinesinin
Rennes-le-Château yakınlarında bir yerde gömülü olduğuna ilişkin sezdirmelerde bulunmuştu.
Bérenger Saunière’in keşfi, 1950’li yıllarda ortaya kondu. Richard Wagner’in yapıtı ise daha
önce yazılmış ve hayli yankılanmıştı.
Nitekim 1940’lı yıllarda bu yapıtın Almanya’da yeniden sahneye konup oynanmasından bir
süre sonra Naziler, Rennes-le-Château ve çevresinde yoğun kazılar yaptı.
* * *
«Nazilerin Rennes-le-Château ve çevresinde aradığı acaba hazine mi, yoksa başka bir şey
miydi?... Bu, yüzyıllar boyunca hakkında birçok romantik öykü anlatılıp efsaneler yaratılmış,
12. yüzyılda Tapınak Şövalyelerinin eline geçmiş olduğu söylenen Kutsal Çanak olamaz mı?»
Zaten Richard Wagner de operasında hazineden çok onun üzerinde durmuştu.
Sadece hazine bile olsa, bunun ne gibi nesnelerden oluştuğu hep bir soru işaretinin altında kaldı.
Hiç kimse buna kesin bir yanıt veremedi. «Öyle de olabilir, şöyle de... Hatta belki hiçbiri değil de
bir başka türlü.» deniyordu.
83
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
84
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Nitekim “dul kadının oğlu” sözü, Masonluğun öğretisinde önemli bir simgesel terim olarak
kullanılır.
Tarih boyunca babası ölmüş, yetim kalmış olan kişilerden hep sitayişle, övgüyle söz edilmiştir.
Bunun açıkça ortaya konmamış olan bir nedeni vardır: Bu kişiler, ataerkil aile düzeni ortamında
babaları olmadan da üstün düzeyde bir kimlik edinmiştir. Kişinin yetim olduğundan değil
anasının dul olduğundan söz edilişi, o kişinin değil anasının yüceltilişidir. Bu, toplum içinde
kadının öneminin ve bir çocuğun kişiliğinin oluşumundaki etkisi ile değerinin vurgulanışıdır.
* * *
Şimdi soralım: «Hıristiyanlıktaki ilk “dul kadın” kimdir?»
Elbette İsa’nın ölümü üzerine dul kalmış olan Magdalena.
Sonraki soru: «İlk “dul kadının oğlu” kimdir?»
Elbette Magdalena’nın ilk oğlu İsa Yustus. İkincisi de Yusuf.
Katolik Kilisesi istediği kadar veryansın etsin hatta isterse
kıyameti koparsın, Hıristiyan toplumunda İsa’nın iki oğlu
olduğu ve Magdalena’nın onları yalnız başına yetiştirdiği
üzerinde duran bir kesim de var.
Kilise bu tarz düşünceye “sapkınlık” dese de Magdalena’nın
öne çıkarılışı sapkınlıktan falan değil geleneksel “dul kadın”
kavramından doğmuştur.
Bir Tiziano Vecellio yapıtı
Zaten Yahudilerin eski bir geleneği uyarınca soylu bir ailenin erkek çocuğu altı yaşına
gelinceye kadar babasını görmez ve annesi ile yaşardı. Psikologlar insanın kişiliğinin yedi
yaşına kadar oluştuğunu söyler. Demek ki o toplumda çocuğun kişiliğinin oluşumunda anasının
etkisi büyüktü.
* * *
Parzival’e dönelim...
Bu bir yaşam öyküsüdür. Aslında çok uzundur ve Parzival’in serüvenlerini, birçok aşamadan
geçerek olgunlaşmasını, sonra da doğanın, insanın ve yaşamın özünü kavrayışını öyküler.
Başlangıcı şöyle özetlenebilir:
“Dul anasının yanından ayrılan Parzival, şövalye olmak amacıyla yollara düşmüştü. Bir gün
tanıştığı Balıkçı Kral, onu şatosunda konuk etti.
O gece, bir hizmetçi kız ona Kutsal Çanağı getirdi. Parzival’in kıza «Bununla kime hizmet edilir?»
diye sorması gerekirdi. Fakat Parzival bunu bilmediği için sormadı. Alıp yanı başına koydu.
Böylece Kutsal Çanak onu ne yapacağını, nasıl kullanacağını bilmeyen birinin eline geçti.
Parzival ertesi sabah uyandığında, şatonun bomboş olduğunu gördü. Ne bir eşya ne herhangi
bir kişi vardı. Sadece “Kutsal Çanak”.
Onu yanına alarak şatodan çıkıp yoluna devam etti.
Çok sonraları, kendisine bu değerli nesneyi bir anı olarak bırakıp kayıplara karışan Balıkçı
Kral’ın öz amcası olduğunu öğrendi.
Demek ki Parzival’in soyu Balıkçı Kral’ın soyundan gelmeydi ve ona verilen Kutsal Çanak da
kutsal soyunun simgesiydi.”
85
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Parzival’in özgün yazarı Wolfram von Eschenbach’a göre, Kutsal Çanak kimin elindeyse kral
odur. Hatta bir ülke herhangi bir nedenle kralsız kalacak olursa; ülke halkının yapması gereken
ilk iş Kutsal Çanağa sahip olan kişiyi arayıp bulmaktır.
Burada sözü edilen kral, elbette alışagelmiş olduğumuz sözlük anlamında değil, Merovenjler
döneminde olduğu gibi kutsal kimliği olan bir manevî lider olarak düşünülmektedir.
Zaten İsa da Romalı komutanın buyruğuyla çarmıha gerilmeden önce bu anlamda Yahudilerin
kralı olduğunu benimsemiştir.
Öyküde anlatıldığına göre Parzival bunları bilmiyordu. Aslında o kraldı ama hiç kimse ondan
krallık etmesini istemediği için bunun farkında değildi.
Efsaneler
Wolfram von Eschenbach’ın destanının yanı sıra tarihte bu konuyla bağlantılı olarak anlatılmış
birçok romantik öykü vardır.
Bunlardan bazısı 1180’li yıllarda Chrétien de Troyes adlı bir tarihçi şair tarafından kaleme
alınmıştır. Bu çalışmanın birinci kitabındaki “Kral Arthur” başlıklı bölümde, Britonların bu
efsanesel kralıyla da yakından ilgilenip kahramanlıklarını uzun uzun anlatmış olduğu belirtilmişti.
Wolfram von Eschenbach, ondan esinlenmiş olabilir.
Chrétien de Troyes
Bu öykülerde anlatılanlar, Katolik Kilisesi’nin dogmalarıyla çelişkiliydi. Nitekim okunması da
anlatılması da kopyalanması da yasaklanmıştı.
1183 yılında, Chrétien de Troyes öldüğü gün Fransa’nın Troyes kentinde büyük bir yangın çıktı.
Çok sayıda ev içindeki her şey ile birlikte kül oldu.
«Acaba arada bir ilgi var mı?... Yazdıklarının ortadan kaldırılabilmesi amacıyla bir kundaklama
yapılmış olabilir mi?»
Bu sorunun yanıtı bilinemez. Çaresiz “rastlantı” olduğunun söylenmesiyle yetinilir.
* * *
Katolik Kilisesi her ne derse desin, her ne yaparsa yapsın, 13. yüzyıl başlarında bu öykülerin
birçok değişik türü yine anlatılır olmuştu.
Bu anlatımların yoğunluk kazandığı dönemin Siyonistlerden kopmuş olan Tapınak Şövalyelerinin
giderek güç kazandığı, bir de Avrupa’da Katolik Kilisesi’nin “sapkınlığın daniskası” olarak
nitelediği Kathar inancının da yaygınlaşmaya başladığı yıllar ile örtüştüğü dikkati çeker.
Bir şey daha dikkati çeker: Kutsal Çanak, bu öykülerin hepsinde, şu ya da bu şekilde gündeme
getirilmiştir.
Sonra bir şey daha dikkati çeker: Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın ortadan kaldırılışıyla birlikte
bu öykülerin de ardı arkası kesilivermiştir.
86
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Lohengrin
Kutsal Çanak hakkında bilinenlerin çoğu, özellikle Fransa'nın kuzeydoğusundaki Lorraine ile
çevresinde 12. yüzyılda halkın dilinde dolaşmış romantik öykülerden çıkmadır.
Bunlara göre Kudüs’ün ele geçirilmesinin başkahramanı sayılan Godfrey de Bouillon,
Parzival’in oğlu Kuğu Şövalyesi Lohengrin’in soyundan gelmedir.
Richard Wagner’in 1850 yılında yani Parzival’den epeyce önce yazmış olduğu “Lohengrin”
adlı bir diğer operada bir başka efsanesel öykü anlatılır. Bunu da şöyle özetleyebiliriz:
“Lohengrin bir gün Montségur’daki şatosundayken bir çan sesi duyar. Bu çan sesinin arasında,
soylu bir aileden gelme birisinin sıkıntı içinde olup, acil yardım istediğine dair bir haber
verilmektedir.
Yardım çağrısında bulunan kişi bir hanımdır. Birisi onu göle atıp boğarak öldürmek istemektedir.”
(Bazı kaynaklarda, -aslında coğrafya bakımından yeri hiç tutmasa bile- bu hanımın Bouillon
düşesi olduğu belirtilir. Bu da olayı Godfrey de Bouillon’un soyuna bağlar.)
“Lohengrin hemen bir kayığa atlayarak kadının yardımına koşar. Kuğuların çektiği bu kayıkla
kadını boğmak isteyen kişiye ulaşır. Saldırganı göle atarak kadını kurtarır.
87
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Mitoloji
Kutsal Çanak hakkındaki romantik öykülerin temelinde Pagan inançlarına ilişkin ezgiler
görülür. Yıl içindeki mevsim değişmelerine, dolayısıyla “yılın ölümü ve yeniden doğuşu”
düşüncesine özenle ağırlık verilmiştir. Doğanın özellikleri dinsel inanç ile bağlantılı olarak
açıklanmıştır. Belirgin astronomik olayların oluştuğu tarihler, kutlama yapılan ve şenlik
düzenlenen günlerdir.
Bu öyküler Batı Avrupa’da birdenbire, kendi başına ortaya çıkmamıştır. Tarihte gömülü çok
daha eski kaynakları vardır.
Oralara uzanınca, bunların köklerinin Anadolu ve Ortadoğu’nun mitolojik öykülerinde olduğu
görülür. Adonis, Attis, Eleusis, Dionysos, hatta İran’daki Mitra ve Eski Mısır’daki Osiris mitleri
gibi...
Bu tür mitlerin, çok daha sonraki tarihlerde ortaya çıkan Masonluğun bazı ritüellerinde de
önemsendiği görülüyor. Hepsinde “kötüler” tarafından öldürülen bir “iyi”, sonra da onun
“iyiler” tarafından yaşama döndürülmesine ilişkin bir anlatım vardır.
Masonların ritüellerine göre Süleyman Mabedi’nin başmimarı olarak nitelenen Hiram Abif de
kötü işçiler tarafından öldürülür; daha sonra iyi işçiler onu yaşama döndürür.
Ön yargı ile Masonluğa karşı olup kötülemeye çalışanlar, bu öyküyü örnek olarak gösterip,
masonların cinayet işlemek üzere hazırlandığını ileri sürmüştür. İster inanın ister inanmayın!...
Hem sonrasında bir de Hiram Abif’in katilinin öldürülmesi olayı var.
Kimileri de bu “yaşama döndürme olayı”nı diline dolayarak masonları saçma sapan şeylerle
uğraştıkları için alaya alır.
Oysa bu konuyu yaşanmış bir olay olarak görmemek gerekir.
Ezoterik kurumlarda, inisiyasyondan geçmemiş olan bir kimse “ölü” sayılır. İnisiyasyonu ile
asıl yaşama başlar.
Bu bir simgesel dil anlatımıdır. Anlamak için her şeye bir simge olarak bakmak gerekmektedir.
Nitekim İncil’de İsa’nın ölmüş olan Lazarus’u mezardan kaldırıp yeniden yaşama kavuşturması
anlatılır. Bu olay, sanki İsa bir mucize yaratmış gibi gösterilir ama bu işin aslı Nazarenlerin
yöntemleri uyarınca bir inisiyasyon işlemi yapılmış olmasıdır.
88
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Filozof Taşı
Daha önce belirtilmiş olduğu üzere; Kutsal Çanak kavramı aslında bir simge olarak “kutsal
kan bağı” konusuyla özdeşleşir.
Buna karşın kutsal kan bağından hiç söz edilmeksizin bu simgenin başka kavramları nitelemek
üzere de kullanılmış olduğu görülür. Simge aynıdır ama anlamlandırılması ya da yorumu farklıdır.
Bunun gerekçesi de bu simgenin nitelediği kavramı sadece belli bir soya özgü olmaktan kurtarıp,
insanlığın tümüne mâl etmektir.
Dolayısıyla bir simge olarak Kutsal Çanak salt “kutsallık” yakıştırılmış bir kâse olarak
kalmamıştır. Birçok ruhsal dönüşümleri, doğaüstü işleri sağlamaya yarayan bir gereç olarak
nitelenmiştir. “Alâaddin’in Sihirli Lambası” gibi bir şey haline dönüştürülmüştür; üstelik
kullanımı sınırsız...
Parzival’in özgün yazarı Wolfram von Eschenbach, dizelerinde, bunun aslında bir çanak ya da
benzeri bir kap değil bir taş olduğunu belirtmiştir. Kimi yerde buna “Cennet taşı” ya da
“Cennetten inmiş taş” da denir.
Yakup’un Babil’de gece başını dayayıp uyumuş olduğu söylenen taş.
Süleyman Mabedi'ni inşa edenlerin, duvarları örerken kullanacakları taşları işlemek üzere
seçmeleri sırasında bir türlü beğenmeyip ellerinden attıkları, sonra kubbeyi bağlamak üzere
uygun bir taş aradıklarında gene onu bulup bu kez tıpatıp yerine oturttukları “kilit taşı”;
sonradan mabedin yıkılması sırasında kubbenin tepesinden düşüp toprağa gömülen, böylelikle
yitirilen taş...
89
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Hamtaş Küptaş
90
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Masonlukta “taş” konusuyla bağlantılı sözler bitmez tükenmez gibidir. Bir mason, bu anlatımla
daha Masonluğa ilk adamını atmaya hazırlandığı sırada karşılaşır. Her masonun bir locaya
alındığı inisiyasyon töreni öncesinde, kendisine bir levha üzerine yazılı şöyle yedi harf
gösterilir: VITRIOL.
O anda adaya bu söz ya da yedi harften oluşan bu kısaltma üzerinde hiçbir açıklama yapılmaz.
Her mason, önceden bir başka kaynaktan yararlanıp öğrenmemişse bunun ne anlama geldiğine
ilişkin bilgiyi daha sonra edinir. Gerçi bu bilinmeyen bir şey değildir; anlamını öğrenmek için
mason olmak gerekmez. Nitekim Masonluktaki ritüellerde bu bağlamda belirgin bir açıklama
yapılmaz; «Her mason, bilgiyi kendi çaba ve uğraşılarıyla edinmeli, gerçeği kendisi bulmalıdır.»
denir.
«Bu yaklaşım sahiden işe yarar mı?»
Bunu masonlara tek tek sormalı. Kuşkusuz farklı yanıtlar verenler çıkar.
Daha önce hiç karşılaşmayan, işin içinde çıkamayan, kendi başına bir araştırma yapmayan ya da
buna olanağı bulanmayan elbette «Bu sözcük ya da kısaltma ne anlama geliyor?» diye sorar.
Belki siz de kolaya kaçıp sorabilirsiniz.
Zahmet ettirmeyelim.
Bunun açılımı Latince “Visita Interiore Terrae Rectificando Invenies Occultum Lapidem”
biçiminde verilir. Türkçedeki karşılığı şöyle: “Yerin içini ziyaret et, orada düzeltilecek olan
gizemli taşı bulacaksın”.
91
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Dolayısıyla bir simge olarak ortaya konulan bu taşın kesin ve değişmez değil, aksine değişebilir
ve gelişebilir bir nitelik taşıdığı anlaşılıyor.
VITRIOL teriminin başka alanlarda da kullanıldığını görebilirsiniz. Bu bağlamda şu çizim pek
popülerdir:
Bu okült nitelikli çizim üzerinde yapılabilecek yorumlar ise çok daha karmaşıktır.
Konuyu basite indirgeyerek “taş” kavramının insanı simgelediği benimsenirse, bu deyişteki
gizemli taş, “insanın öz benliği” gibi bir anlama gelmiş oluyor.
Bu deyiş üzerinde çok daha ayrıntılı açıklamalar yapılabilir. Bol yorum ve spekülasyon…
Ancak bu hayli derin bir felsefeye girmeyi gerektirir; dolayısıyla bu çalışmanın amacının çok
dışına çıkar.
* * *
Şu işe bakın!... Rennes-le-Château kilisesindeki bir dövizde simge niteliği taşımak üzere yer
alan “taş” kavramının Masonluk ile de bağlantısını kurarken nerelere geldik.
İyisi mi, bu noktada duralım ve bu kitabın “Rennes” başlığı altındaki ikinci bölümünde Rahip
Bérenger Saunière’in kilisenin sunak taşı altında bulmuş olduğu belgeler ile bağlantılı olayların
sonrasına geçelim.
Nitekim sonrasının öncesinden çok daha önemli olduğu bile söylenebilir.
92
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 8
Gizli Dosyalar
93
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
94
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Henri Lobineau
Gizli dosyalardan birinin başlığı şöyledir: “Les Descendants Mérovingiens ou l’Enigme du
Razès Wisigoth” (Merovenjlerin Soyundan Gelenler ya da Vizigot Razés Bilmecesi).
Bu belgenin özgün kapsamını Madeleine Blancasall’ın Almanca olarak yazdığı, Vincent Celse-
Nazaire tarafından Fransızcaya çevrildiği, İsviçre’nin en büyük mason örgütü Alpina Büyük
Locası tarafından bastırıldığı yazılıdır.
95
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bu olay ortaya çıkıp da dünya kamuoyunda yankılanınca, İsviçre’deki Alpina Büyük Locası,
konuyla hiçbir ilgisi olmadığını açıklamıştır.
«Acaba o mason örgütünün üst düzeyinde bulunan kişilerden kimileri, tıpkı Siyon Protokolleri
olayında olduğu gibi bu işin içine bulaşmış olamaz mı?»
Kim bilir!... Belki.
Bir mason örgütünün üst düzey yönetiminde yer alan kimi masonların arada sırada böyle işlere
giriştiği, bundan ötürü üyesi oldukları mason örgütünü zor durumda bıraktığı hatta o örgütün
başına iş açtığı bile oluyor.
Masonluk, bu bakımdan hiçbir yerde gerektiğince kurumsallaşamamış.
Her örgütün elbette yetkili organları, uyulması gereken yazılı kuralları var ama o organlardan
birinde yer alan bir mason olmadık işlere kalkışabiliyor.
Sonra diğerleri onun ardında bıraktığı pisliği temizlemek zorunda kalıyor.
* * *
1966 yılında ortaya çıkan “Un Trésor Mérovingien à Rennes-le-Château” (Rennes-le-
Château’da Bir Merovenj Hazinesi) başlıklı belgenin de önceki gibi Alpina Büyük Locası’nın
yayını olduğu ileri sürülmüştür.
Bu yazıda bu kitabın birçok bölümünde sözünü etmiş olduğumuz şu ünlü hazine anlatılıyor.
İsviçre’nin Alpina Büyük Locası bu belge hakkında da ilgisinin olmadığına ilişkin bir açıklama
yapmış mı, yoksa bu söylentiyi artık göz ardı mı etmiş, bilmiyoruz. Bir tepki göstermişse
araştırılıp bulunabilir ama o kadar da önemli değil. Hani “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.”
denir ya... Birisi durup dururken niçin bu yazının Alpina Büyük Locası’nın yayını olduğunu
söylesin?... Bunda bir art niyet aramak da gerekmez. Böyle bir yazının kapsamı o büyük locaya
bir suçlama getirmez ki...
Belki şu olabilir: Çoğu mason örgütü gibi, Alpina Büyük Locası’nın da bir yayın organı var:
Yılda on kez çıkarılan “ALPINA” adlı bir dergi… Belki de bu yazı o dergide yayımlanmış
makalelerden biriydi. Zaten mason örgütleri, kimi zaman ve yerde, yayın organlarında yer almış
olan birtakım yazılardan ötürü de suçlanmıştır. Sırf bu söylentinin doğru olup olmadığını ortaya
çıkarabilmek amacıyla o büyük locanın sözünü ettiğimiz yayın organının bundan çok yıllar
öncesine ilişkin eski nüshalarını araştırmadık doğrusu.
* * *
96
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
1966 yılında, öncekinden bir ay kadar sonra ortaya çıkan bir diğer belge “Pierres Gravées du
Languedoc” (Languedoc’taki Mezar Taşları) başlığını taşıyor. Avusturyalı tarihçi Eugene Stüblein
tarafından 1884 yılında kaleme alınmış olan bir kitaptan alıntı olduğu belirtilmiş.
Oysa bilindiği kadarıyla adı verilen tarihçinin böyle bir yapıtı yok.
Bu belgede bir başka bilgi daha veriliyor: Daha önceki belgelerde adı “Henri Lobineau” olarak
geçen kişinin, aslında İsviçreli tarihçi Leo Schidlof olduğu, ona bir takma ad uydurulduğu yazılı.
Bu dosyayı keşfedenler, denilenin doğru olup olmadığını araştırmak üzere Leo Schidlof’u
bulup, kendisiyle görüşmek istemişti.
Heyhat!... Geç kalmışlardı. Leo Schidlof önceki yıl ölmüştü.
Leo Schidlof’un Merovenjlerden bu yana Batı Avrupa’daki olaylarla ilgili olup, henüz yazmadığı
ve başka tarihçilerce de pek bilinmeyen çok geniş çapta bilgi birikimi olduğu söyleniyordu.
Oysa bu bağlamda ortaya koymuş olduğu pek bir şey de yoktu.
Dolayısıyla şöyle bir yorum yapıldı:
“Ya aslında Leo Schidlof’un böyle olağanüstü bir bilgisi yoktu; bu sadece bir söylentiydi ya da
bunlar onunla birlikte mezara gitti.”
Belki bir gün, beklenmedik bir yerde, bu kez gerçekten rastlantısal olarak birtakım belgeler
bulunur. Kim bilir, belki bir başka yerdeki genel ya da özel kütüphanelerin birinde Paris’teki
“Gizli Dosyalar” gibi henüz keşfedilememiş ya da kimilerinin henüz ortaya çıkarmadığı
birtakım başka belgeler de vardır.
Nitekim 1977 yılında başlığı “Le Cercle d’Ulysse” (Ulis Çemberi) olan bir başka belgeden
daha söz edildi.
97
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
İddiaya göre Bérenger Saunière’in yeğeni, doğrudan amcasının yazmış olduğu bu belgeyi
İngiltere’de Roland Stanmore ve Thomas Frazer adlı kişilere satmıştı. Onlar da bunu bir banka
kasasına yerleştirmişti.
Bu duyumu alan araştırmacılar hiç durur mu?... Hemen o bankanın adını da öğrenip peşine
düştüler.
Elbette banka bu konuda hiçbir sır verecek değildi ama umutsuz da olsa bir kez denediler.
Hiçbir şey elde edemediler.
Günümüze dek bu konuda değişen bir şey olmadı.
Dolayısıyla böyle bir belgenin sahiden de var olup olmadığı kesin bir şekilde bilinmiyor.
Diyelim ki vardır ve bir gün bulundu.
O zamanki durum da bugünkünden pek farklı olmayacak.
Yine akademik tartışmalar yapılacak.
Yine kimileri belgenin kapsamının doğruluğunu ileri sürerken kimileri de baştan sona uydurma
olduğunu söyleyecek.
Kaligrafi uzmanlarına başvurulacak. Bérenger Saunière’in el yazısı ile karşılaştırmalar yapılacak.
Sonunda da büyük olasılıkla «Olabilir de, olmayabilir de.» denecek.
Dolayısıyla, -kapsamında her ne yazılı olursa olsun- kesinlikle güvenilir bir nitelik taşımayacak.
* * *
Gizli dosyaların bir bölümünde, Siyon Örgütü ile bağlantılı bilgiler ile Bérenger Saunière’in
Rennes-le-Château köyünün kilisesinde bulduğu el yazmaları, köyün önceki rahibi Antoine
Bigou tarafından yapılmış olan mezar taşının üzerinde yazılı olanlar, bununla bağlantılı diğer
bilgiler yer alıyor.
Bu belgelerin Paris'teki Milli Kütüphane’ye gelinceye kadar elden ele dolaştığından söz
etmiştik ya...
Şöyle bir yorum yapılıyor:
“Bérenger Saunière bunları Johann Salvator von Habsburg’a, o da işi bittikten sonra Prieuré
de Sion’un Büyük Üstadı Claude Debussy’ye vermişti.
Aradan elli yıl kadar bir süre geçti. Claude Debussy’den sonra Prieuré de Sion’un büyük üstadı
olan Jean Cocteau, bu örgüte bambaşka bir çehre edindirmek istedi. Bunlara inceleyip, ortaya
derli toplu bir sonuç koyması için tarihçi Leo Schidlof’u görevlendirdi.”
Bu bir olasılıktır.
Fakat belgelerin geçirdiği serüven başka türlü de olabilir.
Bu arada bir rastlantıdan daha söz edelim:
Claude Debussy’nin büyük üstat olduğu dönem, Bérenger Saunière’in Rennes-le-Château’da
geçirdiği yıllar ile (1885-1918) hemen hemen örtüşüyor.
Şimdi birisi çıkıp, bu kronolojik rastlantı üzerine de spekülasyon kurabilir. Belki yapan
olmuştur bile. (Bu çalışmanın kaynak araştırması sırasında böyle bir şey ile karşılaşılmadı.)
Böylece, Claude Debussy’den sonra Siyon Örgütü’nün büyük üstatlığına gelen kişinin Jean
Cocteau olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. [Ondan daha sonraki bir bölümde ayrıca söz
edeceğiz.]
98
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
99
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Araştırmacılar ayrıntılı bilgi edinmek istediğinde, “Gizli Dosyalar” olarak nitelenen belgelerin
hemen hepsinde aynı durum ile karşılaşmıştır.
Herhangi bir belgeyi yazmış ya da düzenlemiş olduğu belirtilen kişinin adı ya uydurulmuş ya da
ödünç alınmış gibidir. İlgili belge ortaya çıkar çıkmaz, ya aslında öyle bir kişinin hiç olmadığı
ya da kısa bir süre önce ölmüş olduğu görülmüştür. Sanki şöyle deniyor:
«Belgeyi al ve kullan... Yazarını arama.»
Bu olay sadece dosyalarda adı geçen kişilerle de sınırlı değil.
Neden sonra bu dosyaları Paris’teki Milli Kütüphane’ye Fakhur el Islam adında bir kuryenin
topluca getirip kütüphane ilgililerine teslim etmiş olduğu öğrenildi.
Hemen bu adamın nerede bulunabileceğini araştırmaya girişenler, onun da 1967 yılında Paris’in
güneydoğusundaki Melun adlı bir kasabanın hemen dışında, demiryolu üzerinde ölü bulunmuş
olduğunu öğrendi. Bu konuda da polisin yaptığı araştırmadan hiçbir sonuç çıkmadı. Nedeni
anlaşılamayan ve faili meçhul cinayetlere biri daha eklendi.
Polisiye macera romanı yazacak olanlar için pek çekici bir tema.
Konu yalnızca kişi adlarıyla da kalmaz. Bu dosyalardaki belgelerden bazılarının kapsamında
konuyla ilgili olmak üzere birtakım adresler verilmiştir. Bunlar araştırıldığında, ya böyle bir
adresin hiçbir yerde olmadığı, bütünüyle uydurulduğu ya da konuyla uzaktan yakından ilgisinin
bulunmadığı görülür.
Ondan sonra gelin de bu belgelerde yazılı olanlara güvenin!
* * *
Kütüphanedeki “Gizli Dosyalar”, kütüphane kuralı uyarınca “salt okunur” nitelikliydi yani
bunların kütüphaneden çıkarılması yasaktı. Sadece kütüphane görevlisinin gözü önünde, orada
okunup incelenebilirdi. Araştırmacı yazarların bunların üzerindeki incelemelerini bir gün içinde
yapıp bitirmeleri olanaksızdı. Bu nedenle kütüphaneye birkaç kez gidip, orada çalışmaları
gerekiyordu.
İçlerinden kimisinin karşılaştığı ilginç bir olay var:
Bu gidiş gelişlerinde, daha önce orada görmüş oldukları bazı dosya ve belgelerin şimdi yerinde
olmadığını fark edince şaşkınlık içinde kalmışlar.
Haydi diyelim ki bu olabilir... O araştırmacılardan sonra bir başkası geliyor ve belki
kütüphanecilere belli etmeden, belki gözlerinin önünde dosyalardaki bazı belgeleri alıp gidiyor.
Açıkçası aşırıyorlar.
Fakat daha garip olanı da var: Bir önceki aşamada gözden geçirmiş olup, daha sonra bulamamış
oldukları bir dosya ya da belge, bir sonraki aşamada durup dururken yeniden ortaya çıkmış.
Hayretler içinde kalmışlar.
Baktıklarında, bu kez içindeki bilgilerin yer yer değişikliğe uğramış olduğunu görmüşler.
Üstelik bu birkaç kez yinelenmiş.
Paris’teki Milli Kütüphane’nin kuralları, bu bakımdan çok sıkıdır. Bunun nasıl olduğunu
anlamak olanaksız.
Demek ki birileri kütüphaneciler ile iş birliği etmiş. İkide bir bu dosyalara el atıyor, karıştırıyor,
kapsamlarını değiştiriyormuş.
Dolayısıyla, elde edilen hangi bilginin doğru, hangisinin yanlış, hangisinin saptırılmış, hangisinin
düzmece olduğunu anlamanın da olanağı yok.
100
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bu işlere adı karışan bir kişi aranıyor. Bu arayışın sonunda ya öyle bir kişinin olmadığı
anlaşılıyor ya da öldüğü öğreniliyor.
Konuyla bir bağlantısı bulunduğundan ötürü mü öldürülmüş, yoksa zaten ölmüş olan kişilerin
adı seçilerek mi kullanılmış, o da belli değil.
Hiçbir şey tam olarak belli değil... Hiçbir şey kesin ve güvenilir değil.
Her şey bir bilmece gibi... Ara sıra bu bilmecenin bazı halkaları çözülüyor; sonra o çözülmüş
halkalar ortaya bir başka bilmece daha çıkarıyor.
Arapsaçına dönmüş bir olay ve belgeler zinciri...
Tam polisiye macera romanı gibi.
İşte bu durum “Gizli Dosyalar” adıyla anılan bu belgelerin içindekilerin tümünün doğruluğunun
kuşkuyla karşılanmasını gerektirir.
Fakat tüm bu olgulara, üstelik olup bitenlerin baştan beri bilinip açıklanmış olmasına karşın, bu
belgeler dünya çapında hayli sansasyon yarattı.
Kapsamlarının doğruluğu kuşkulu olsa bile göz ardı edilmeleri olanaksız.
Kim bilir, belki de bu belgeleri araştırmacılara keşfettirmiş olanların asıl amacı bir sansasyon
yaratarak dünya kamuoyunun ilgisini çekmekti.
Rennes’in Altını
1967 yılında, Fransız yazar Gérard de Sède, yapıtlarına bir yenisini
ekledi: “L’or de Rennes” (Rennes’in Altını). Bu kitabı hazırlarken,
kaynakça şu mahut gizli dosyalarda yer alan belgeleri kullanmıştı.
Kitabın kapağına konulan ifriti tanıdınız, değil mi?
Kitap çok tutuldu. Uzun süre kitapçıların “çok satan” raflarından
inmedi. Üst üste birkaç kez basıldı.
Aynı sıralarda Milli Kütüphane’de bir başka dosya daha bulundu.
Bu dosya, öncekiler gibi belli bir konu üzerinde odaklanmamıştı.
Üstelik gelişigüzel şeylerle doldurulmuştu; gazetelerden kesilmiş birtakım
kupürler, mektuplar, soy ağacı çizimleri, çeşitli çalışmaların fotokopileri
gibi... Şunu bunu içeren bir tür koleksiyon.
Bu koleksiyon Pierre Plantard de Saint-Clair adlı kişiye aitti.
Bu yeni dosya, yukarıda değinilmiş olan bir konuyu yine gündeme getiriyordu: “Henri Lobineau
diye birisi yoktur. Bu, uydurulmuş bir takma addır; Paris’te Saint-Sulpice Kilisesi’nin de
bulunduğu mahallede Rue Lobineau adlı bir sokağın adından esinlenilerek konmuştur.”
«Ayrıntıları bir yana dursun, bunu öğrenmiştik. Yine gündeme getirilmesinin ne gereği var?»
Gereği, bu bilgi değil... Bu bilgiyi kimin getirmiş olduğu... Pierre Plantard adlı kişiye ait
belgelerin arasından çıkması.
«Ne olmuş öyleyse?... Bu neyi değiştirir?»
Değiştirdiği bir şey yok ama değiştirdiği bir durum var.
O kişinin adının özellikle gündeme getirilmesini, kamuoyunun onunla daha yakından
ilgilenmesini sağlar.
* * *
101
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
1996 yılında, İngiliz BBC televizyonu, Rennes-le-Château köyü hakkında bir program yaptı.
Bu konuda ortaya konmuş olan bilgi ve bulguların tümü, saçma sapan ve uyduruk olarak
nitelendirildi.
Ortaya konulan görüş, özetle şöyleydi:
“Bérenger Saunière tarafından bulunmuş olduğu ileri sürülen, sonra da Paris’teki Milli
Kütüphane’ye yerleştirilmiş belgeler sahtedir. Bunlar, Philippe de Chérisey adlı biri
tarafından düzenlenmiştir.”
Bu programda anlatıldığına göre yazar Gérard de Sède, başından beri bu belgelerin sahte
olduğunu biliyordu. Sırf para kazanabilmek amacıyla kitabında bunları gerçek gibi yansıtmıştı.
Bu konuyla bağlantılı gerçekleri ortaya çıkarabilmek için uzun süre yılmadan didinen araştırmacı
yazarların, boşuna zaman ve emek harcamış oldukları ileri sürüldü.
İzlemek isterseniz, adresi şöyle: https://www.youtube.com/watch?v=LD8d8q9HTrc
BBC televizyonunun yayınında belirtilenler doğru olabilir.
Ancak bunun değiştiremeyeceği bir gerçek var:
Rennes-le-Château köyünde insanı şaşkınlıktan şaşkınlığa sürükleyen ve hiç de olağan
sayılamayacak birtakım olaylar yaşanmıştır.
Bu olayların uzantısında, gerek uluslararası politika gerekse Tapınakçılar, Siyonistler ve
Masonlar ile birtakım bağlantılar vardır.
* * *
2000 yılında, Guy Patton ve Robin Mackness adlı iki yazar, “Web of
Gold – The Secret Power of a Sacred Treasure” (Altın Ağı – Bir Kutsal
Hazinenin Gizli Gücü) adlı bir kitap yayımladılar.
Bu kitapta, Rennes-le-Château ile bağlantılı bilmece gibi konularda
Nazilerin de parmağı olduğunu ileri sürdüler. (Milli Kütüphane’de
bulunmuş belgelerde parmağı olduğu anlaşılan Pierre Plantard, bir
zamanlar etkin bir Nazi yandaşıydı.) Prieuré de Sion hakkındaki her
şeyi Pierre Plantard’ın uydurduğunu, bunların tümünün, ayrıntıları
inceden inceye düşünülerek ayarlanmış bir “düzmece öyküler dizisi”
olduğu ileri sürdüler.
Martha Neyman adlı araştırmacı yazar ise “The Horse of God” (Tanrı’nın Atı) adlı çalışmasını,
2001 yılında bir kitap olarak değil de CD biçiminde piyasaya sürdü. Rennes-le-Château
köyündeki varsayımsal hazinenin, parasal karşılığı olan bir şey değil, İsraillilerin Ahit Sandığı
olduğunu iddia etti. Ancak bu iddia Bérenger Saunière’in durup dururken niçin zengin bir adam
olup çıktığını açıklayamıyordu. Bunu yanıtlayamayınca, beklediği ilgiyi göremedi.
* * *
Tüm bu olayların ardında elbette bir gerçek var ve günümüzde hâlâ bilinmezliğini koruyor.
Belki hep öyle kalacak.
Ancak, Pierre Plantard, yazar Gérard de Sède ile şimdiye dek adı tek bir kez geçmiş olan
Philippe de Chérisey arasında bir ilişki var.
Birtakım soruların yanıtlarını bulmak için ona da bakmak gerekli.
102
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 9
Plantard
1918 yılında Prieuré de Sion’un başına geçen Jean Cocteau, 20. yüzyılın tanınmış Fransız
sanatçılarından biriydi. Çok yönlü bir kişiydi; hem ressam ve dekoratör hem şair ve yazar...
Yapıtları Gerçeküstücülük (Sürrealizm) akımının tipik örneklerinden sayılır.
Jean Cocteau bir Protestan iken 1925 yılında mezhebini değiştirip Katolik oldu. Onu yakından
tanıyanlar buna çok şaşırdı. Katolikliği sadece görünüşte benimsemiş olduğu söylendi. Çünkü
dünya görüşü buna hiç uymazdı. Üstelik Hıristiyanlık, hele İsa ile bağlantılı çalışmalarına bir de
Katolik Kilisesi’nin dogmaları açısından bakılırsa, kolayca bir sapkın olarak nitelendirilebilirdi.
Papalık öteden beri Prieuré de Sion’un hedeflerinden olduğuna göre hiçbir Siyonistin Katolik
olmaması beklenir ama bu uğurda tarihte kardinal olanların bile bulunduğunu unutmayalım.
Herhalde onun da bir düşündüğü, bir tasarımı vardı.
1940’lı yıllarda sıkı bir Nazi yandaşı olduğu gayet iyi bilinir ama politika sahnelerinde
görünmedi.
Buna karşılık Almanların İkinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkacağı anlaşılınca, Fransız
direnişçileri savunan ateşli bir yurtsever oluverdi. Nitekim bu yüzden sonradan bir onur nişanı
bile almıştır.
Okültizm, astroloji ve alşimiye düşkün olduğu, günümüzde “alternatif tıp” olarak anılan alanda
birtakım çalışmalar yaptığı bilinir. Bunları yapıtlarından izlemek olanaklıdır. Birtakım insanüstü
yetenekleri bulunduğu hatta dünya ötesi varlıklarla ilişki kurmayı başardığı da söylenmiştir.
* * *
103
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Jean Cocteau, 1956 tarihli bir belgede “23. Jean” olarak anılıyor.
1958 yılında Papa 12. Pius öldüğünde, yerine seçilen Angelo Roncalli de aynı adı aldı: 23. Jean.
Kimilerine göre papanın bu adı alması yanlış bir işti çünkü 1415 yılında Kardinal Baldassare
Cossa kendisini bu ad altında papa olarak ilan etmişti. Vatikan ise onun Katolik Kilisesi’nin
yönetiminde anarşik bir olay yarattığı gerekçesiyle papalığını benimsemez; dolayısıyla yeni
papanın bu adı almasında bir sakınca yoktur.
Jean Cocteau’nun niçin bu adla anıldığını bu çalışmanın ikinci kitabının “Siyonistler” başlığını
taşıyan bölümünde anlatılmış olanlardan biliyoruz; örgütün erkek büyük üstatlarının sıralaması
uyarınca 23'üncü Jean.
Bu konuyu bir komplo olarak yorumlayanlar da oldu. Onlara göre yeni papa ile Jean Cocteau
arasında gizli bir ilişki vardı. Hatta Papanın bu adı Jean Cocteau onu büyüleyip öyle istediği
için aldığı bile söylenmiştir.
Papa 23. Jean, Katolik Kilisesi’ni elinden geldiğince çağdaşlaştırmaya
girişti. Yüzyıllarca korunmuş, mantığa aykırı dogmalardan birçoğunu
kaldırdı. Tevrat ve İncil’in bilimsel gerçeklere ters düşen yorumlarına
karşı çıktı. Bu kitaplardaki çoğu sözün simgesel anlamları olduğunu
belirterek, çağın bilgi ve gerekleriyle olabildiğince uyumlu açıklamalar
getirmeye çalıştı. 12. Leo’nun Masonluk üzerine kondurduğu en dehşetli
aforozu göz ardı ederek, «Katolik inancında olan bir kimse isterse
Masonluğa girebilir.» bile dedi.
Papanın bu sözü üzerine, masonik çevrede «Acaba aforoz kalkıyor mu?» diye bir umut doğdu.
Fakat Papa o kadar da ileri gitmedi. Ancak bir başka bakımdan neredeyse tüm kardinalleri
çıldırtacaktı; 1960 tarihli bir bildirgesinde Hz. İsa’dan “insan” olarak söz etti.
İşte Papanın bu gibi girişimleri, kimilerince Jean Cocteau’nun artık onu iyice pençesine almış
olduğunun göstergeleri sayılmıştır.
Komplo teorileri üretmeye meraklı olan çok... Jean Cocteau ile Papanın ilişkisi bakımından ileri
sürülen bu iddia doğru olsaydı, Prieuré de Sion’un tarih boyunca peşinde koşmuş olduğu
amaçlardan biri gerçekleşme yoluna girmiş sayılabilirdi. Jean Cocteau’nun Papaya çok yakın
olması, arada sırada onunla görüşmesi de beklenirdi. Fakat bambaşka işler yaptı. Yaptıkları da
düzenlediği komplonun gereği ya da bir parçası sayılırsa, diyecek yok!
* * *
1950’li yıllarda Prieuré de Sion “gizli” olmaktan çıkıp, “ezoterik” nitelikli bir tarikata dönüştü.
9 dereceli bir sistem kuruldu. Bunlardan ilk ikisine topluca “13 Rozkrua Kemeri”, sonrakilere
ise “9 Tapınak Komandörlüğü” denmişti. Her derecede bulunacak olan üyelerin sayısı da
sınırlandırılmıştı. Bu sınırlandırma ise gelişigüzel değildi; bir “sayısal simgecilik” uygulamasına
dayanıyordu.
Prieure de Sion’un bu yeni biçimini Masonluğa benzetenler var.
Tüm ezoterik örgütler, dışarıdan bakıldığında birçok bakımdan benzerlik gösterir. Aralarında
en çok Masonluğun adı duyulmuş olduğu için, her örgütün Masonluktan esinlendiğini ya da
onu taklit ettiğini söylemek yanılgıdır. [Daha sonraki bir bölümde, çağımızdaki bazı örgütlerden
söz edecek, Masonluk ile benzerliği ya da ilişkisi olanların birkaçını göreceğiz.]
Yenilenen Prieuré de Sion’nda kullanılan tüm unvanlar Masonluktan çok Tapınak Şövalyeleri
Tarikatı’nı andırıyordu. Ancak bu arada “büyük üstat” unvanı kaldırılıp, yerine “nautonnier”
(gemici ya da dümenci) getirilmişti.
104
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bu değişiklik, kurumun öğretisinde denizcilik ile bağlantılı simgelere yer verildiğini göstermez.
Neyin vurgulanmak istendiğini anlamak için ise ritüellerini baştan sona incelemeye gerek
yoktur; Balıkçı Kral!
Jean Cocteau tarafından yenilenen Prieuré de Sion için oluşturulan öğreti, öncelikle antik
mitler, dolayısıyla ölüm ve yeniden doğuş felsefesi, bunun üzerine sayı simgeciliği, Filozof
Taşı ve Kutsal Çanak gibi kavramlar üzerine oturtulmuştu. Öğreti kapsamı bakımından öyleydi
ama Prieuré de Sion başka ezoterik kurumlardan hayli farklı, sürrealist bir tutum
benimsenmişti.
Tam Jean Cocteau’nun tarzı.
Sion Derneği
1956 yılında, Fransa’nın İsviçre sınırına pek sınırına pek yakın bir yerde olan St. Julien-en-
Genevois kentinde, ilgili devlet organına bir dilekçe verildi.
Bu kente bağlı Annemasse adlı kasabada, amacı sosyal nitelikli çalışmalar yapmak olan bir
dernek kurulduğu belirtilerek, bunun tescili istendi. Dilekçeyi, dernek başkanı André Bonhomme,
başkan yardımcısı Jean Delaval, genel sekreter Pierre Plantard ve sayman Armand Defago
imzalamıştı. Derneğin yasal adresi olarak da Pierre Plantard’ın kasabadaki evi gösterilmişti.
Derneğin adı “Prieuré de Sion” olarak belirtilmişti.
Bu dilekçenin ekinde sunulan tüzükte, toplam üye sayısının o sırada 1093 olup, en çok 9842’ye
çıkabileceği yazılıydı.
Tüzüğün en önemli sayılabilecek maddesi ise şöyle diyordu:
“Yahudiler ve Masonlar dernek üyesi olamaz.”
Derneğin bir de yayın organı vardı: CIRCUIT adlı, daktiloyla yazılmış, elle teksir edilip
zımbalanmış birkaç sayfadan oluşan pek basit bir bülten... [CIRCUIT bir kısaltmadır. Açılımı
şöyledir: Chevalerie d'Institution et Règles Catholiques d'Union Indépendante et Traditionaliste
(Bağımsız ve Gelenekçi Birliğin Katolik Kuralları ile Kurumunun Şövalyeliği).]
Fransa’nın Türkiye’deki “Resmî Gazete”nin karşılığı olan yayınında bu derneğin tescili ilan
edildikten sonra, bültenin birkaç sayısı üst üste çıkarıldı. Burada küçültülmüş bir görselini
verdiysek de konumuz bakımından kapsamında kayda değer bir şey yok.
105
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
* * *
Prieuré de Sion adı altında bir dernek kurulmuştu kurulmasına ama daha bir yıla varmadan
hiçbir yerde sesi sedası çıkmaz oluverdi. Galiba üyeler arasında bir uyuşmazlık doğmuş, tüm
yöneticileri derneği terk edip gitmişti.
Derneğin kurulurken sözü edilmiş diğer üyelerine ilişkin hiçbir bilgi yok. Jean Cocteau’nun bu
dernekle ilişkisi olup olmadığı da belli değil.
Buna karşın dernek tüzel bakımdan ortadan kalkmamıştı. Nitekim 1960 yılında Pierre Plantard,
derneğin yayın organı olan bültenin 9. sayısını çıkarıp, içeriğinde uzun uzun kendisinden söz
etti. Derneği tek başına sahiplenmiş gibiydi. Sonraki olaylara bakılınca, aslında derneğin hiçbir
zaman belirtildiği kadar çok sayıda üyesi olmadığı izlenimi doğuyor.
1960’lı yıllarda Pierre Plantard, “Prieuré de Sion” adını öyle işlere bulaştırdı ki aradan yıllar
geçtikten sonra hâlâ bu derneğin resmen üyesi olduğunun farkına varan kurucu başkan André
Bonhomme, noter aracılığıyla istifa ettiğini bildirmek gereğini bile duydu.
Korkmuştu. Niçin korktuğu da açıkça ortada... Olayların bir bölümü “Gizli Dosyalar” başlığını
taşıyan bölümde anlatılmıştı. Dahası da var.
Basın ve medya ikide birde bu konuyu gündeme getiriyordu.
André Bonhomme basın ve medyadan kaçıyordu ama sonunda yakalandı. 1996 yılında kendisiyle
röportaj yapan BBC muhabirlerine şöyle dedi:
«Prieuré de Sion artık yoktur. Biz, o derneği kurarken hiçbir politik amaç gütmüyorduk. Dört
arkadaş eğlenmek için bir araya gelmiştik. Derneğin adını yakındaki bir dağdan aldık. Sonra
ben ayrıldım. Pierre Plantard’ı 20 yıldan beri hiç görmedim. Onun çok geniş bir hayal gücü
vardı. Galiba olmayacak şeyler yarattı. İnsanların niçin hiçbir şeyden büyük bir olay
çıkarmaya çalıştığını anlayamıyorum.»
İsviçre’nin batısında, Fransa sınırına yakın bir noktadaki “Sion” adlı tepe
André Bonhomme, basına yaptığı açıklamayı, 1994 yılında Jean-Luc Chaumeil tarafından
yayımlanmış bir kitaptan şöyle bir alıntıyla bitirdi:
«Prieuré de Sion 1956 yılında kuruldu. Bu oluşumun önceki üyeleriyle görüşmeyi başardık.
Onlara Rennes-le-Château’dan söz ettiğimizde, hep bir ağızdan kahkahalarla güldüler. Önceki
başkanlarına göre o sıralarda bu kurum bir tür izci kulübüydü; başka hiçbir şey değil.»
Bu deyişte değinilen şu “izci kulübü” terimi de hayli ilginç doğrusu... Böyle bir yakıştırma
yapmış olan kişi, Prieuré de Sion’un 20. yüzyılın ikinci yarısında benimsediği ambleme mi
takıldı acaba?
106
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Burada sözünü ettiğimiz amblem görülüyor. Üst ortada bir gemici dümeni üstüne yaslanmış
gibi duran figür, -tıpatıp aynısı olmasa bile- uluslararası boyutta izci örgütlerinin amblemini
andırıyor.
Fakat buna bakıp Prieuré de Sion’un izcilikle de bağlantısını kurmaya kalkışırsak hem yanlış
hem çok abartılı bir iş yapmış oluruz.
Günümüzde bu tezi tutan, Prieuré de Sion ile ilgili çapraşık konuların aslında hiç anlatıldığı
gibi olmayıp, bu kadar basit olduğunu savunanlar var.
Onlara göre tarih boyunca Prieuré de Sion diye bir şey hiç var olmamıştı. Bunun, baştan sona
Pierre Plantard’ın uydurduğu bir fantezi olduğunu ileri sürüyor, şunu da ekliyorlar:
«Eğer Prieuré de Sion diye bir örgütün eskiden var olması gerçekten söz konusu ise Pierre
Plantard bunun adını kullanarak köklü ve esrarengiz bir tarihçe yaratmaya girişmiştir.»
Çok sayıda kaynaktan yararlanarak oluşturulmuş bu çalışmadaki tüm anlatımlara karşın, böyle
bir iddiayı ön yargılı ya da saçma sapan bir şey olarak nitelendirmek zor...
Bu çalışmanın ikinci kitabındaki “Büyük Loca” başlıklı bölümünde, 18. yüzyılda Stuartistler
ile iş birliği eden Rozkruacıların kurduğu derneğe Masonluk adını verdikten sonra, nasıl eski
inşaatçılık mesleğinin âdeta mirasına konup, oluşturdukları bu yeni kurumun köklü bir tarihsel
geçmişi varmış gibi bir izlenim yarattıkları anlatılmıştı. Elbette o apayrı bir konu ama toplumlarda
buna benzer bir tarzda uyduruk bir tarihçe yaratma olayları çok görülür.
Şayet bu iddia doğruysa 20. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da etkinlikler göstermiş olan
Prieuré de Sion adlı dernek ile bu çalışmada sık sık sözünü ettiğimiz ve şu aşamaya kadar
anlattıklarımızın yarısından çoğunu doldurmuş olan Prieuré de Sion’un (Siyon Örgütü’nün)
hiçbir ilgisi yok demektir.
Paris’teki Milli Kütüphane’de güya keşfedilmiş olan “Gizli Dosyalar” kapsamındaki belgelerin
doğruluğuna ilişkin bir türlü giderilemeyen kuşkular bu iddiaya destek veriyor.
Anlaşılan birileri oldukça büyük bir oyun oynamaya girişmiş. Şarlatanlık ederek dünya
kamuoyunun ilgisini üzerine çekmeyi başarmışlar. Kim bilir, belki asıl niyetleri zaten buydu:
İlgi odağı olmak... Günümüzde, sosyal medyada “fenomen” diye adlandırılan kişiler gibi…
* * *
Öyle gibi görünse de bir kere başlamışken olayların sonrasını da anlatmak zorundayız.
Bundan ötürü bu konuyu romanlarından bazılarının ana teması olarak alıp işleyen Dan Brown da
hayli eleştiriye uğradı. Oysa Dan Brown bir roman yazarıdır; kitaplarında gerçek olayları
anlatmak zorunda değildir. Dilediğince kurgulayabilir. Anlattıklarının şurasında ya burasında
gerçeğe aykırılıklar ve mantıksızlıklar bulunduğuna ilişkin suçlamalar açıkça ona haksızlık
etmektir. Belki de yazdıklarının araştırmalara ve belgelere dayandığını ileri sürmeseydi böyle
haksız eleştirilere uğramazdı.
107
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
108
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Gençlik ateşiyle kalkıştığı bu ilk atılımdan sonra, 1941 yılında “Rénovation Nationale
Française” (Fransız Ulusal Yenilenmesi) adlı bir örgüt kurdu.
Fransa, Alman işgali altına girmiş durumdaydı ve yetkililer elbette böyle bir örgütün kurulmasını
hiç de hoş karşılamadı. Pierre Plantard, aldırış etmeyip kurduğu örgütü etkinliğe sokmaya
kalkışınca tutuklandı ve dört ay hapis yattı.
1944 yılındaki üçüncü girişiminde ise önceki deneyiminden aldığı dersle önlemli davrandı. Bu
kez “Alpha Galatès” (İlk Keltler) adlı bir dernek kurdu ve ilgili devlet organına gerektiğince
başvurup, tescil ettirdi. Tüzüğüne bakılırsa bu derneğin amacı, Alman işgali sırasında ailesi
varını yoğunu yitirmiş olduğu için şimdi zor duruma düşmüş gençlere yeni olanaklar
sağlamaktı. Bir de yayın organı vardı: Özellikle Yahudilere ve Masonluğa karşıt yazıların yer
aldığı “Vaincre” adlı bir dergi.
Tüzüğünde her ne yazılmış olursa olsun, Alpha Galatès adlı derneğin asıl amacı, merkezi Fransa
olmak üzere bir tür “Avrupa Birliği” kurulmasını sağlamaktı. Ancak bu tasarımsal birlik,
günümüzdeki gibi demokratik ülkelerin üye olduğu, ekonomik ilişkilerin öncelik taşıdığı bir
ortaklık değil tümüyle politik, rejimi de monarşi üzerine kurulu bir bütünleşmeydi...
Avrupa’nın bir kral egemenliğinde tek bayrak altında toplanması...
Bir diğer deyişle Kutsal Roma İmparatorluğu’na yeniden can verilmesi.
Adı bile konmuştu: “Avrupa Birleşik Devletleri”.
Bayrağının nasıl olacağı bile tasarlanmıştı.
109
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bu bayrağın ayrıntıları, Vaincre adlı dergide 1946 yılında yayımlanmış bir kara kalem çizimde
gösterildi.
Bu resimdeki bayrakta görülen yedi yıldız, Avrupa Birliği’nin özgün bayrağındaki gibi yedi
ülkeyi temsil ediyor.
Hangi ülkelerin tasarlanmış olduğunu söyleyebilmek zor; bu konuda bir açıklama yapılmamış.
Bayrağın ortasındaki figürler ile Prieuré de Sion’un ambleminde yer alanlar arasındaki
benzerlik de dikkat çekici...
Atın yürüdüğü yol üzerinde “Etats-Unis d’Occident” (Batının Birleşmiş Devletleri) yazılı.
Baştaki E harfinin içinde 1937 tarihi var; Pierre Plantard’ın girişimlerine başladığı tarih...
Ufuktaki ışık kaynağında 1946 tarihi görülüyor.
At ile bağlantılı olmak üzere de dergide şöyle bir söz geçiyor:
“Bu haç ve Tanrı’nın atıyla, öğle vaktinde İblis’i yok ederim.”
Buna pek benzeyen bir söze daha önce de değinilmişti. Rennes-le-Château köyünün rahibi
Bérenger Saunière’in bulmuş olduğu mezar taşlarından birinin üzerindeki yazının şifresi
çözülünce ortaya çıkan mesaj...
* * *
Vaincre adlı derginin aynı sıralarda yayımlanmış sayılarından birinde şöyle bir tez ileri sürüldü:
“Aslında bir Alman Yahudisi olan Adam Weishaupt, Wilhelmsbad’da 1782 yılında düzenlenen
bir mason kongresinde, Masonluğa akılcılık ilkelerini soktu. Bu girişim Fransa’yı da etkiledi
ve Fransa’daki mason örgütünün gelenekçilikten uzaklaşıp yozlaşmasına yol açtı. Mareşal
Pétain, Fransa’da Masonluğu ortadan kaldırmak üzere 1940 yılında başlattığı girişiminde çok
haklıydı.” [Mareşal Pétain: İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da Nazi yanlısı Vichy
eylemini yaratanların başında yer alan ünlü asker ve politikacı.]
Bu pek basit bir düşünce gibi görünüyorsa da bunun ardında Fransa’daki Masonluğun gelişimi
ve güçlenmesiyle bağlantılı kaygılar yatıyordu. Asıl hedef Masonluktu ama bu Antisemitizm
ile de birleştirilmişti.
Söylenenlerin kapsamında birtakım yanlışlar olduğu görülüyor. Ancak Pierre Plantard’a göre
ne önemi vardı ki!... İşin içine gerçek dışı iddialar katılmış olması bir şey değiştirmez;
etkilenmesi öngörülen kimseler nasıl olsa bu konuda doğru dürüst bilgi sahibi değildir!
110
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Nitekim 1880’li yıllarda Joseph Alexandre St. Yves d’Alveydre adlı biri, Fransa halkına daha
üstün düzeyde töresel değerler kazandırabilmek üzere “sinarşi” dediği bir yöntem önermişti.
Buna göre nasıl Ortaçağda Tapınak Şövalyeleri Avrupa toplumunun bir değişim göstermesinde
etkili olmuşsa, aynı yöntem bugün de kullanılabilirdi. Bu amaçla, bir inisiyasyon uygulamasından
geçirilecek olan seçilmiş kişilerin toplumun değişik katmanlarındaki halkı etkilemesi gerekliydi.
Etkilenenler kendi çevrelerindeki diğer kişileri etkiler, böylece olumlu bir sosyal düzenin
kurulması yolunda ileri adımlar atılırdı. Bavyera’daki Illuminati adlı örgütte öngörülmüş
yöntemin benzeri... [Illuminati, bu çalışmanın ikinci kitabının 12. bölümünde anlatılmıştı.]
Bu tasarım Fransa’da bir şekilde yürürlüğe konmuş olsa gerekti ki 20. yüzyıl başlarında hâlâ
krallıktan yana olanlar bu bakımdan korkuya kapılmıştı. Toplum içinde ezoterik kurumların üyeleri
giderek artıyordu. Hele 1920’li yıllarda ülke genelinde mason olan kişiler hayli çoğalmıştı.
* * *
«Neden genel olarak ezoterik örgütler ve topluca hepsinin üyesi olanlar değil de, özel olarak
Masonluk ile masonlar hedef alınıyordu?»
Çünkü 1877 yılından İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen yaklaşık yarım yüzyıl boyunca
Fransız hükümetlerinde hep çok sayıda mason yer almıştı. Fransa’yı masonların yönettiğine
inananlar vardı.
Masonluğa karşıtlığı olmayanlar şimdi şunu sorabilir: «Bunun ne zararı olabilir ki?»
Masonların tutumundan, olası işlerinden çekinilir hatta korkulur. Devlet içinde devlet yarattıkları
gibi bir paranoya bile oluşur.
Aslında bunun masonlara zararı dokunur. Çünkü iyi, doğru ve yararlı işler yapıldığı sürece belki
sorun çıkmaz ama yanlış işler yapılır ve zararlı sonuçlar doğarsa, bunun faturası masonlara hatta
kurumsal olarak Masonluğun tümüne çıkarılır.
Nitekim 1917 yılında Rusya’daki ilk devrimden sonra, başbakanlığa gelen Alexander Feodorovich
Kerensky, tümüyle masonlardan oluşan bir hükümet kurmuştu. Ülkeyi masonların kurtaracağına
inanıyordu. Üstelik bunu ilan da etmişti. Fakat işler hiç de iyi gitmedi. Bu yüzden, Ekim
ayındaki Bolşevik devriminden sonra, Rusya’da Masonluk tümüyle yasa dışı ilan edildi.
İkinci Dünya Savaşı’nın kapıda olduğu sıralarda artık Komünizmin beşiği sayılan Sovyetler
Birliği’nde Masonluk kesinlikle yasak hatta en kötü şey sayılırken, Fransa’da masonların halka
solcu eğilimler aşıladığı söyleniyordu.
Komünizmin egemen olduğu diğer ülkelerde de Masonluğa göz açtırılmıyordu ama Fransa’da
bunun tersi yaşanıyordu. Bu durumdan Fransa’nın günümüzde bile en büyük mason örgütü olan
Grand Orient de France (Fransa Büyük Doğusu) sorumlu tutuluyordu. Diğer mason örgütlerinin
tutumu ise ya bilinmiyor ya da bilerek ve önemsiz bulunarak göz ardı ediliyordu.
Böyle düşünenler, aslında pek de haksız sayılmazdı.
Fransa Büyük Doğusu sadece Masonluk ile ilgilenmekle kalmıyordu ki... Doğrudan ve açıkça
iç politikaya bulaşan, solcu bir tutum benimsemişti.
Bunun üzerine birtakım sağcı örgütler, masonlar gibi etkili olabilmek için kendilerini mason
localarıyla doğrudan bağlantılı gibi göstermeye girişmişti. Antisemitizmin Avrupa’da giderek
yaygınlaştığı bu dönemde aşırı sağcılar, masonlar ile Yahudileri aynı kefeye koymakla kalmadı;
kendi örgütlerini Fransa Büyük Doğusu’na karşıt bir başka tür Masonluk izlenimi vermek üzere
“Grand Occident” (Büyük Batı) olarak anmaya bile giriştiler.
Fransa’da sanki bir iç savaş vardı.
Aslına bakarsanız vardı da...
111
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Günümüzde bile sona ermemiş olan bir gizli savaş: Solcular ile sağcılardan çok, Cumhuriyetçiler
ile Kralcıların savaşı.
* * *
İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler, Almanya’da olduğu gibi işgal etmiş oldukları ülkelerde de
sadece mason örgütlerinin değil, ezoterik nitelikli tüm kurumların liderlerini birer ikişer
tutuklayıp toplama kamplarına gönderdi. Örgütlerin belgelerine ve mallarına el kondu.
Fransa’daki Nazi yanlısı Vichy hükümeti de Gestapo’ya elinden geldiğince yardım etti.
İşte bu ortamda Pierre Plantard’ın başında olduğu Alpha Galatès adlı örgüt, bir başka amaç ve
eğilim ile olsa bile Vichy hükümetinden yana çıktı.
Savaştan sonra ise işin rengi değişti; Pierre Plantard’ın tutumu da...
1950’li yıllarda, Pierre Plantard’ın yaptığı işler ikide birde tutuklanıp sorgulanmasına yol
açıyordu. Paris polisindeki dosyası hayli kabarmıştı. Fakat çok sonraları Pierre Plantard, 1946
yılında kendisine François Ducaud-Bourget tarafından Prieuré de Sion’ne katılmak üzere davet
iletildiğini, bu nedenle Alpha Galatès ile ilişkisini kestiğini ileri sürdü.
İlişkisini kestiği doğru olabilir ama gerekçesinin bu olup olmadığı kuşku ile karşılanır.
Kim bilir, belki de kendisine bir başka oyuncak bulmuştu. Nitekim savaş ertesinde Fransa’da
kurulmuş olan sivil savunma komitelerinde görev aldığı biliniyor.
Polisteki dosyasında görülen bir diğer olay, 1953 yılında dolandırıcılık suçu ile tutuklanıp 6 ay
hapis yatmış oluşudur. Bu konu Sion Derneği’nin kuruluşuna ilişkin resmî belgelerde de yazılıdır.
Pierre Plantard, Prieuré de Sion’un resmen bir dernek olarak kuruluşunun gerekçesini ise
kendince şöyle açıkladı:
«1956 yılında Jean Cocteau Prieuré de Sion’a yeni bir biçim verirken, üyeler arasında bir
anlaşmazlık başgösterdi. Bu soruna, aynı zamanda Malta Şövalyeleri Tarikatı’nın da üyesi olan
Amerikan yandaşları yol açtı.
Örgütün korunması gerekiyordu. Bunun için önce bazı belgelerin Paris’teki Milli Kütüphane’ye
yerleştirilmesi uygun bulundu. Ardından, devletin yetkili organlarına gerektiğince başvurulup,
Fransa’da resmen tescil edilmiş, ulusal nitelikli bir dernek olması sağlandı. Böylece, gelecekte
örgütün Amerikalıların eline geçmesi önlenmiş oldu.»
112
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
113
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
114
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 10
Hangisi Doğru?
115
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
116
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Pierre Plantard’ın bu kez anlattıklarının bir bölümü hayli dikkat çekiciydi. Özeti şöyle:
«Prieuré de Sion’nün öncelikli amacı, tarihteki Merovenjlerin yenilenmesi falan değil Avrupa
Birleşik Devletleri’nin oluşturulmasıdır. Böylece Avrupa ülkelerinin hem ABD karşısında
ekonomik bağımsızlığı sağlanmış olacak hem de Sovyetler Birliği’ne karşı bir güç birliği
oluşturulacaktır.»
Sırf bu sözlere bakarak, Avrupa Birliği’nin kurulması tasarımını tarihte ilk kez Pierre
Plantard’ın düşündüğünü söyleyenler bile çıkmıştır.
Bu röportajında Pierre Plantard, bir de yüzyıllardan beri herkesin ilgisini çekmiş olan hazinenin
yerini de söyledi. Dediğine göre hazine Languedoc’ta Blanchefort Şatosu ile Péch Cardou
arasındaki “Roco Negro” adlı tepenin yakınlarında bir yere saklanmış.
Araştırmacılar, artık Pierre Plantard her ne diyecek olursa olsun bunun mutlaka kuşkuyla
karşılanması gerektiğini öğrenmişti.
Buna karşın, sözü edilen çevrede bir inceleme yaptılar.
Ortaya şöyle bir durum çıktı: Pierre Plantard, 1969 ile 1972 yılları arasında bu çevrede birçok
yer satın almıştı ve özel mülk statüsünde olan bu yerlere hiç kimsenin girmesine izin verilmiyordu.
1984 yılında yazar Jean-Luc de Chaumeil, önceki kitabının kapsamını
biraz genişletip biraz da değiştirerek, “Le Trésor des Templiers”
(Tapınakçıların Hazinesi) başlığı altında yeniden yayımladı. Ancak bu
kez Pierre de Plantard’ın tüm kirli çamaşırlarını da ortaya döktü.
Neden öyle yaptığı bilinmiyor. Belki daha iyi kazanç getireceği için
belki şu Roco Negro çevresindeki varsayımsal hazine konusunda Pierre
Plantard ile aralarında bir uzlaşmazlık çıkmış olmasından ötürü...
Bu olay üzerine Pierre Plantard, Sion Derneği’nden istifa etti. Sonra da
basına bir demeç verdi ve bu kez Jean-Luc de Chaumeil’in elindeki
belgelerin sahte olduğunu, Languedoc’ta belli yerde bir hazine
bulunduğuna ilişkin her şeyi kendisinin uydurduğunu söyledi.
Bunu fırsat bilen Gérard de Sède, hemen kalemine sarıldı.
“Rennes-le-Château, Le Dossier, Les Impostures, Les Phantasmes,
Les Hypothèses” (Rennes-la-Château, Dosya, Sahtekârlar, Fanteziler,
Varsayımlar) adı altında bir kitap daha yayımladı.
Bu kitapta, elde etmiş olduğu bilgileri şundan ya da bundan almadığını,
Bérenger Saunière’in Paris’te dostluk etmiş olduğu Emile Hoffet’in
günlüklerinden çıkarmış olduğunu ileri sürdü. Bir bakıma, «Pierre
Plantard, bunların tümünü kendi kafasından uydurduğunu bildirirken
yalan söylüyor. Benim elimde sağlam ve güvenilir belgeler var.»
demeye getirdi.
117
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
118
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
“Tüm bu olup bitenleri, aynı çevrede Château de Lys adlı yerde yaşayan, Philippe de Chérisey’in
büyük dayısı Monsieur de Saint-Hillier yakından izliyordu. Belgeler onun eline geçmişti.
1939 yılında bu belgeler Nazilerden kaçırılıp Barselona’ya götürüldü. Özel bir kasaya saklandı.
Sonra Philippe de Chérisey, bunları alıp geri getirdi.”
Haydi bakalım...
İsterseniz daha önce anlatılmış olanların hepsini bir yana bırakıp, buna inanın.
Bütün bunların arasında, üzerinde durulmamış olmakla birlikte tek bir doğru bilgi var: Pierre
Plantard ile Philippe de Chérisey bir ara Rennes-le- Château köyüne gederek orada bir süre
kalmış, birtakım araştırmalar yapmışlardı.
* * *
Bu açıklama ile birlikte örgütün kuruluşundan sonra büyük üstadı olan kişilerin yeni bir listesi
verildi. Şöyle başlıyor:
1681-1703: Jean Timoléon Negri d’Ables
1703-1726: François d’Hautpoul
1726-1766: André Hercule de Rosset
Bu çalışmanın ikinci kitabında örgütün tarihteki büyük üstatlarının adları konunun akışına bağlı
olarak belirtilmişti. Yukarıdaki 1681-1766 yılları arasında Prieuré de Sion’un büyük üstatlığını
yürütmüş olanlar, Robert Fludd – Johann Valentin Andreä – Robert Boyle – Sir Isaac Newton –
Charles Radclyffe – Charles de Lorraine biçiminde sıralanmıştı. Bu yeni listede onların yerine
farklı üç kişi konmuş. Sonrasında ise daha önce adlarını belirtmiş olduğumuz kişilere dönülüyor.
Uyumsuzluk sadece bu dönemde görülüyor.
119
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
«Acaba özellikle bu kişilerin adlarının değiştirilip, yerlerine başka adlar getirilmiş olmasının
bir özel nedeni olabilir mi?»
Bu konuda kesin bir şey söylenemez ama şöyle bir yorum yapılabilir:
Daha önce adları verilen altı kişiden ilk dördü hem birer bilim adamı hem Rozkrua Tarikatı
üyesi... Rozkruacılar, daha sonra Masonluğun doğuşunda önemli rol oynadı. Beşincisi zaten bir
Stuartist mason politikacı, sonuncusu ise Töton Tarikatı’nın büyük üstadı...
1960’lı yıllardan önce bu kişilerin Prieuré de Sion’un büyük üstatlığını yapmış oldukları
bilinmiyordu. Zaten yüzyıllar boyunca böyle bir gizli organizasyonun varlığı, çeşitli politik
oyunlarda parmağının bulunduğu da bilinmiyordu. Tüm bunlar Paris’teki Milli Kütüphane’de
“Gizli Dosyalar” olarak anılan arşiv keşfedilince öğrenildi. Onları oraya koydurtan Pierre Plantard.
Üstelik bulunmaları için araştırıcılara yol göstermiş olan da o!
Bu durumda, 1960’lı yıllardaki ve 25 yıl sonraki tutumu arasında bir çelişki görülüyor.
Bunun nedenine ilişkin üç seçenek düşünülebilir:
1. Dosyaları oraya yerleştirirken bunun farkında değildi;
2. Farkındaydı ama bu bağlamda bir değişiklik yapamazdı ya da o tarihte bu konuyu pek
önemsememişti;
3. Sonradan, Prieuré de Sion’nün kendi yön verdiği yeni tutumu uyarınca bunu sakıncalı
buldu ve değiştirmeye girişti.
Hangisi doğru?...
Önceki mi, sonraki mi?...
Yoksa hiçbiri mi?
Bu şarlatanın sözlerinin hiçbirine inanılamaz ki!
* * *
Bu son listede sıra Jean Cocteau’ya geldiğinde, ondan da “büyük üstat” olarak söz edilmişti.
“Nautonnier” unvanı hiç kullanılmamıştı.
Zaten Jean Cocteau öldükten sonra, sağlığında kurmuş olduğu o ezoterik çalışma sisteminin de
işleyip işlemediği belli değil. Galiba o da kurucusu ile birlikte tarihe gömüldü.
Pierre Plantard, kendisini Prieuré de Sion’a François Ducaud-Bourget adlı bir din adamının
davet ettiğini, Jean Cocteau ölünce de büyük üstatlığa onun geçmiş olduğunu belirtmişti. Bu
sözünden ötürü sert bir tepkiyle karşılaşmıştı.
Şimdi bu listede artık onun adı yok. 1963 yılı sonrasında büyük üstat olduğu söylenen kişilerin
adları şöyle sıralanıyor:
1963-1969: François Balphagon
1969-1981: John Drick
1981-1984: Pierre Plantard de Saint-Clair
1984-1985: Philippe de Chérisey
1985-1989: Roger-Patrice Pelat
1989- …… Pierre Plantard de Saint-Clair
Bundan anlaşıldığına göre, artık büyük üstatlık yaşam boyu sürmüyordu. Zaten seçim yapıldığı da
belirtilmişti. Tüm bu bilgiler, “Vaincre” adlı derginin 1989 yılı Haziran sayısında yayımlandı.
120
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Pelat Davası
1980’li yılların sonuna doğru, Fransa’da devletin güvenliği ile bağlantılı büyük bir skandal
doğdu. Buna, Cumhurbaşkanı François Mitterrand’ın yakın dostlarından Roger-Patrice Pelat’ın da
adı karıştı.
Açılan kamu davasının ilk duruşmalarının akışı sırasında kendisini temize çıkaramayacağını
anlayan Roger-Patrice Pelat, 1989 yılında intihar etti.
Pierre Plantard Siyon Derneği’nden yine istifa etmek zorunda kaldı. Yerine oğlu Thomas
Plantard geçti.
* * *
121
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Pierre Plantard’ı salıveren yargıç, elindeki dava ile doğrudan ilgili olmasa bile bu konuyu hayli
ciddiye alıp, derin bir araştırma yaptırdı.
Jean-Luc Chaumeil’in elinde bulunan belgeler de mahkemede delil olarak nitelenip, uzmanlara
inceletildi.
Bu incelemeden hiç de beklenmedik bir sonuç çıktı.
Milli Kütüphane’de “Gizli Dosyalar” adı altında arşivlenmiş belgelerden çoğunun sahte
olmadığı anlaşıldı.
Demek ki asıl yalan olan Pierre Plantard’ın yalanlamalarıydı.
Birbiri ardınca söylediği yalanlar, önceki yalanını bir başka yalanla kapatıp değiştirmeye
kalkışması, bu olayı karmakarışık bir bilmece biçimine sokmuştu.
Bu konuda günümüzde bile yorum yapılması sürüyor.
Anlatılmış olanlardan hangisinin ya da tümünün olmasa bile ne kadarının gerçek olduğunu
söylemek, günümüzde bile zor...
* * *
Pierre Plantard’ın oğlu Thomas Plantard’ın daha sonra ne yaptığı, Prieuré de Sion’un başına
kimlerin geçtiği bilinmiyor.
Pablo Norberto adlı bir İspanyol hukukçudan söz edenler var.
Kimileri de örgüt merkezinin şimdi Brüksel’de olduğunu söylüyor.
İngiltere’deki bir banka kasasında birtakım önemli belgeler saklanmakta olduğuna ilişkin söylenti
bir yana dursun, Prieuré de Sion’u sahiplenmeye hevesli olanlar günümüzde bile henüz sona
ermedi.
Bir diğer deyişle Prieuré de Sion’u varlığı devam ediyor.
Nasıl olduğunu bu kitabın sonunda göreceğiz.
122
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 11
20. Yüzyılda Masonlar
İnsanlar, her yeni yüzyıla iyi dilek ve umutlarla girer. Önceki yüzyılın acılarının, çekilmiş
sıkıntıların, yaşanmış felaketlerin o yüzyıl ile birlikte artık sona ermiş olması dileğinde bulunulur.
Herkes, kendisiyle ilgili dileklerinin yanı sıra genel olarak insanlığın da yeni yüzyılda barış,
iyilik, birliktelik ve mutluluğu kucaklamasını bekler.
Nitekim 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerken de öyle oldu.
Bu bağlamda masonlar insanların genelinden soyutlanamaz. Ayrıca onların bir de kendi kurumları
bakımından umut ve dilekleri vardı, her kurumda olduğu gibi…
* * *
1902 yılında İsviçre’nin Alpina Büyük Locası, dünyadaki tüm mason kuruluşları arasında yakın
ilişkiler sağlanması amacıyla “Bureau International des Relations maçonniques” (Uluslararası
Masonik İlişkiler Bürosu) adı altında bir örgütlenme oluşturdu. Bir tür “sekreterlik” niteliğini
taşıyacak olan bu örgüt, Masonlukta dünya çapındaki ayrılık ve karşıtlıkların, kuruluşlar arasında
öteden beri süregelen iletişimsizliğin giderilmesine çalışacaktı. Çoğu mason kuruluşunun ilgi
göstereceği, destek vereceği, birbirlerine tolerans ve anlayışla yakınlaşmaları yolunda somut
adımlar atılabileceği düşünülmüştü.
Heyhat!... Olmadı... Pek az sayıda ilgi gösteren çıktı... Birkaç bülten yayımlanması dışında bir
şey yapılamadı. Yeni bir yüzyıla girerken beslenmiş olan umut yitirildi. Bu ilk uluslararası
mason örgütünün çalışması, iki yıl sonra yayımlanan bir bildirge ile sona erdi.
Bu girişime en büyük desteği Fransa Büyük Doğusu vermiş, öte yanda İngiltere Birleşik Büyük
Locası dolaylı bir biçimde kösteklemişti.
İngiltere Birleşik Büyük Locası’na göre; Masonluğun yeryüzündeki tek egemen gücü, patronu
kendisiydi. İletişim isterse bunu o düşünür ve gereğini yapardı. Ona sormadan, danışmadan,
onayını almadan böyle işlere kalkışanlar, Masonluğu yozlaştırmaya çalışıyordu.
Kendi açısından bakıldığında haksız da sayılmaz. (Bunun gerekçesine, “Karbonariler” başlığı
altındaki bölümde değinmiştik.)
* * *
123
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Ancak İngiltere Birleşik Büyük Locası her ne derse desin, tutumu her nasıl olursa olsun, ortada
belirgin bir gerçek daha var: Diğer mason kuruluşlarından kimileri, İngiliz masonların ileri
sürdüğü şu “dünya çapında tek egemen otorite” kavramını benimsemiyordu. Olumlu bir sonuç
alınabileceğine ilişkin umutları olmasa bile, «Gelin bu konuyu görüşelim. Uyuşma sağlayalım.»
diyorlardı. İngilizler ise buna yanaşmıyordu.
Bunun nedeni de çok basit.
Masonların, İngilizce kitaplarında yer yer “royal art” diye bir terim geçer. Bu, Masonluğun
“krallığa özgü bir sanat” olduğunu vurgulamak için kullanılır. Söz konusu krallık ise Birleşik
Krallık’tır; kolay olsun diye “İngiltere” deyip geçiverdiğimiz krallık; bir başkası değil. Böylece,
onlara göre Masonluğun gerçek sahibi İngiliz krallık ailesi oluyor.
Nitekim İngiltere’deki Masonluk 18. yüzyılın ikinci yarısını kendi içinde bölünmüş olarak
geçirdikten sonra, birlik ve bütünlüğünün yeniden oluşması için, krallığın bu işe el koyması
gerekmişti. 19. yüzyıl boyunca bu büyük locayı hep İngiliz kral ailesinin en üst düzeyindeki
soylulardan biri yönetti.
20. yüzyıl başında İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın büyük üstadı, tahtın varisi Prens Albert
Edward idi. 1901 yılında 7. Edward adını alıp kral olunca, büyük üstatlığı kardeşi Connaught
Dükü Arthur’a bıraktı. O da 1942 yılında ölene kadar büyük üstatlığı sürdürdü. Ondan sonra da
bir değişiklik olmadı.
İngiltere’deki krallık ailesi, bu ülkedeki Masonluk ile özdeş gibidir.
Üstelik 20. yüzyılın başında Birleşik Krallık, sadece Britanya ile sınırlı değildi. Sömürge ve
dominyonları sayesinde, “üzerinde güneşin hiçbir zaman batmayışı” ile gurur duyardı; âdeta bir
“dünya imparatorluğu” gibiydi. Elbette Masonluk da bu büyük gücün egemenliği altında olacaktı.
İsviçre gibi küçücük bir ülkede, üstelik düzeni bakımından “tanınmamış bir örgüt” çıkmış, güya
uluslararası boyutta bir masonik girişimde bulunmuştu.
Olacak iş değil!
İngiltere Birleşik Büyük Locası, elbette böyle bir şeye göz açtırmazdı.
* * *
Masonlukta “düzen” (intizam) kavramına çok önem verildiği daha önce de belirtilmişti. Bu
bakımdan dünya çapında gerek “düzenli” (muntazam) gerekse “düzensiz” (gayrimuntazam)
olarak nitelenen mason örgütleri var. Böylece bu kavram, yeryüzündeki mason kuruluşları
arasında bir “tanıma” ya da “tanışma” uygulaması yaratıyor.
Herhangi bir mason örgütü bir diğerini düzenli sayarsa, onu tanımış oluyor, tıpkı uluslararası
ilişkilerde bir devletin bir diğerini tanıyıp, onunla diplomatik ilişkiler kurması gibi.
İşte İngiltere Birleşik Büyük Locası, bundan ötürü o tarihte İsviçre’deki Alpina Büyük Locası’nı
“tanınmamış bir örgüt” olarak görmekteydi.
Tanımadığı, düzensiz saydığı bir örgüte yüz verecek değildi ya!
Uluslararası Masonluk Birliği
Birinci Dünya Savaşı, tüm Avrupa ülkelerini allak bullak etti. Sonunda, öyle ya da böyle barış
sağlandı. Ortalık durulunca, masonlar yine umutlandı.
Alpina Büyük Locası, 1921 yılında Cenevre’de bir uluslararası kongre düzenleyip, tüm büyük
locaları davet etti.
Büyük locaların pek azı ilgi gösterip, temsilcisini gönderdi.
124
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
125
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
126
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Uluslararası Masonluk Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Masonlukta temel olarak iki kanat
oluştuğu görülüyor:
1. Anglosakson Masonluğu... Bu toplulukta yer alanlar, İngiltere Birleşik Büyük
Locası’nın tanıma koşullarına uymayanları “düzensiz” olarak görmeyi sürdürdüler.
Hatta “zararlı” bile buldular. Onlarla herhangi bir nedenle ilişki kurmaktan kaçındılar.
2. Liberal (özgürlükçü) ya da adogmatik (dogmalara karşı) olduklarını söyleyenler...
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın egemenliğini kabul edenlere “tutucu” (muhafazakâr)
ancak daha ileri giderek, onlara “dogmatik” sıfatını takanlar da çıktı. Kendi doğru
bildikleri yolda yürümeye devam ettiler.
Aslında bu ikisinin dışında, ortalarda kalan bir grup daha var. Masonluğun eski geleneklerine
bağlı olduklarını ileri süren ama İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın direttiği koşulların tümünü
kabul etmeye yanaşmayanlar... Ancak onların kitlesel gücü, diğerlerine oranla hayli zayıf.
Liberal Masonluk kanadındaki büyük localardan birkaçı, 1961 yılında yine bir araya gelerek
yeniden örgütlenmeye girişti. Bu kez, “Centre de Liaison et d’Information des Puissances
Maçonnique Signataires de l’Appel de Strasbourg” (Strazburg Çağrısını İmzalayan Masonik
Güçlerin İletişim Merkezi) adı altında olmak üzere, kısaca CLIPSAS diye anılan, Uluslararası
Masonluk Birliği’ne pek benzer bir örgüt kurdular.
Uluslararası Masonluk Birliği ile CLIPSAS arasında önemli bir fark vardı.
Öncekinin kurallarından biri, örgüte katılan büyük locaların üyelerinin
erkek olmasıydı. Sonraki ise Masonlukta cinsiyet ayırımına kesinlikle
karşı çıktı ve gerek kadın gerekse karma mason örgütlerini de sinesine
aldı. 1980’li yıllardan sonra dünya çapında hızlı bir büyüme sergiledi.
Anglosakson Masonluğu cephesinde ise değişen bir şey yok.
* * *
Masonlar, kurumsal yapı içinde galiba özgürlüğü iyi kullanamıyor. Her kafadan bir ses çıkıyor.
Elbette öyle olacak... Demokratik yönteme güvenmek ve saygı göstermek gerekir ama anlaşılan
bunu beceremiyorlar. Çoğunluğun eğilimini ve kararını benimseyemeyip, ille de kendi
dediğinde diretmeyi sürdürenler görülüyor.
CLIPSAS, 1996 yılında bunun tipik bir örneğini verdi.
Başta en kocaman üyesi Fransa Büyük Doğusu olmak üzere, bazı büyük localar, işte böyle bir
nedenden ötürü örgütten ayrıldı. Yeni arayışlara giriştiler. Birbiri ardınca değişik adlar altında
birtakım uluslararası mason örgütleri kurdular. Bu sanki moda gibi bir şey oldu.
Günümüzde Masonluğun bu cephesinde tam yeni bir örgüt daha kurulmuş olduğu duyuluyor ki
bir türlü yürümediği için onun da kapatılıp bir başkasının kurulmasına girişildiği duyuluyor.
CLIPSAS varlığını koruyor ama günümüzde artık liberal kanattaki masonların tek örgütü değil.
Sadece kadın mason örgütlerinin, sadece Latin Amerika büyük localarının, Akdeniz’deki büyük
locaların, Balkan ülkeleri büyük localarının ayrı ayrı uluslararası örgütleri var. Ancak bunların
üyelerinden birçoğu aynı zamanda CLIPSAS’ın da üyesi…
«Amaçlarının aralarında hiçbir ayırım gözetmeden tüm insanların barış ve mutluluğunu sağlamak
olduğunu ileri süren masonlar, daha kendi kurumlarında birlik ve bütünlük sağlayamazken, onu
nasıl gerçekleştirecek ki?»
Elbette!... Bu sorgulama çok haklı!
Masonlar böyle yüce bir amaç güttüklerini ileri sürerken, 21. yüzyıla girilmiş olmasına karşın
daha henüz kendi yollarını bile bulamamış gibi görünüyor.
127
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Kadınlar
Kadınların mason olup olamayacağına ilişkin tartışmalar, daha 18. yüzyıl ortalarında başlamıştı.
Çoğu masonlara göre bu kurum erkeklere özgüydü; kadınlara yer yoktu. Fakat kocası ya da
kardeşi mason olan kadınlar, hiç de o görüşte değildi.
Kadınlar bu konuda öylesine diretti ki sonunda erkekler dize geldi.
Bu işe bir çözüm bulmaları gerekiyordu. Öyle bir çözüm ki kadınlar mason olduklarını sansın
ama aslında olmasın!
Bunun için Fransa’da sadece kadınların üye olabildiği birtakım localar kuruldu. Masonlar,
bunlara “üvey localar” diyordu. Mason localarına benzer tarzda örgütlenmiş ama sosyal nitelikli
çalışmalar yapıyorlardı. [Fransızcada “loges d’adoption”, İngilizcede “adoptive lodges”]
Kadınlar önceleri buna pek sevinmişti ama kandırılmış olduklarının farkına varmaları da pek
uzun sürmedi. Böylesini değil, erkekler ile aynı haklara sahip, aynı tarzda çalışma yapmak,
“mason” olarak anılmak istiyorlardı. Bunun için, kendilerinden yana çıkacak masonlar gerekliydi.
Bu konu, yüz yıl kadar bir süre sadece tartışıldı; uygulamaya konması hep sürüncemede kaldı.
* * *
19. yüzyıl ortalarında, Fransa’da sık sık gündeme gelen konulardan biri “insan hakları” idi.
Masonluğa girmek isteyen kadınlar, özellikle bu kavrama tutundu. «Masonluğun temel ilkeleri
özgürlük, eşitlik ve kardeşlik olduğuna göre, cinsiyet ayırımı da yapılmaması gerekir.» tarzında
bir tutum benimseyip, bunu savunmaya giriştiler.
Masonlar arasında kadınları haklı bulanlar çıkmaya başladı. Buna göre, sırf kadınlar için localar
kurulması da yanlıştı; erkekler ve kadınlar bir arada ve eşit haklara sahip olmalıydı.
İşte bu eğilim, Masonlukta “karma localar” denilen bir olgunun doğmasına yol açtı. Önce şu
üzerinde hayli durmuş olduğumuz Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nden esinlenilerek, “Rite
Mixte Internationale - Le Droit Humain” (İnsan Hakları Uluslararası Karma Riti) adlı bir
rit oluşturuldu. 1901 yılında, Fransa’da bu rit uyarınca çalışacak bir örgüt kuruldu. Kadınların
tam anlamıyla Masonlukta gözlerini açışı, yeni yüzyılın girişiyle birlikte gerçekleşmiş oldu.
Ancak kadınlar sonradan bu işi bozdu. Nasıl sadece erkeklere özgü localar varsa, onlar da
sadece kadınlara özgü localar da olmasını istedi.
Tutkular ve ayırımcılık sona ermiyor ki...
Kısa bir süre sonra o da oldu. Kadınlar da birçok ülkede kendilerine
özgü büyük localar da kurdu. Nitekim Türkiye’de de 1991 yılında
kurulmuş olan “Kadın Mason Büyük Locası” adlı bir örgüt var.
* * *
128
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Fransa başta olmak üzere, bazı Avrupa ülkelerinde gerek sadece kadınlara özgü gerekse karma
mason locaları kurulur da Anglosakson Masonluğunun egemen olduğu çevrelerde masonların
yakını olan kadınlar susar mı?...
Elbette onlar da Masonluğa girmek, kendi localarını kurmak istiyordu. Bunun başını ise “özgür
ülke” olmak iddiasındaki ABD kadınları çekmekteydi.
Amerikalı masonlar kara kara düşünür oldu.
Anglosakson Masonluğunun güçlü olduğu diğer ülkelerde masonlar, eşleri için birtakım sosyal
dernekler kurmuş, kadınların oyalanmasını sağlamışlardı. Fakat Amerika’da işler öyle yürümezdi.
Şayet bir an önce bu soruna bir çözüm bulamazlarsa Amerikalı kadınlar gidip kendi başlarının
çaresine bakıverirdi. Kadınlar için de bir sistem kurulmalıydı; hem de ivedilikle... Masonluk
değil ama Masonluğa pek benzer, ezoterik bir sistem olmalıydı bu... Bir an önce öyle bir sisteme
yöneltilirlerse, mason olma sevdasından caymaları sağlanabilirdi.
Daha Fransa’da kadınların da mason olup olamayacağı tartışılıp
dururken, Amerika’da “The Order of the Eastern Star” (Doğu Yıldızı
Tarikatı) adını taşıyan bir ezoterik örgüt kuruldu. Masonluğa pek benzer
bir tarzda, 5 dereceli bir sistem oluşturuldu. Ancak localarının yönetimi
sırf kadınlara bırakılmadı; “matron” denilen kadın başkan ile birlikte
mutlaka “patron” denilen bir erkek başkanın da bulunması öngörüldü.
Doğu Yıldızı Tarikatı, Anglosakson Masonluğunun benimsendiği ülkeler başta olmak üzere
dünyanın her yanına yayıldı. Örgütsel bakımdan neredeyse Masonluğa yakın bir gelişme sağladı.
Kadınların mason olamayacağını benimseyerek bunda direnmekte olan masonlar da böylece
derin bir «Oh!» çekti.
Amerikanvarî İşler
Masonların kitaplarında verilen istatistiklere göre; 20. yüzyıl sonlarında dünya yüzünde toplam
altı milyon kadar mason olduğu anlaşılıyor. Gerçi son birkaç yıl içinde Masonluk biraz gözden
düştüğü için eksilme olmuş ama genel toplama göre bunun önemli olmadığı söyleniyor. Toplam
sayının yaklaşık üçte birinin, ABD’nde olduğu belirtiliyor.
Ancak ABD için belirtilen sayı, sadece beyazlardan oluşuyor. Amerikalılar siyah renkliler ile
melezlerini, hatta ülkenin asıl sahibi olan kızıl derilileri bile adamdan saymayıp, onların da
mason olabileceğini kabul etmeye yanaşmıyor. Anglosakson Masonluğu’nun yaygın olduğu diğer
ülkelerde de durum farklı değil. Sadece Amerika’da 300 bin kadar da siyah mason var.
Eğer masonların kendilerinin ortaya koyduğu evrensel amaçlarına ve her yerde geçerli
olduğunu söyledikleri ilkelerine bakılacak olursa; bu tutum sırf Amerikalı masonlara özgü olsa
bile büyük bir ayıp sayılır. Masonların kendi amaç ve ilkeleri ortaya konunca, hele “eşitlik”
kavramı söz konusu olunca, örgütün kendi içinde ırk ayırımcılığını çoktan gidermiş olması
beklenir.
Fakat yapamamışlar... Gerçi 20. yüzyılda kuzeydeki eyaletlerin bazılarında buna kalkışanları
olmuş ama karşılarında ırkçı terör örgütü Ku-Klux-Klan’ı bulmuş, onunla baş edemedikleri için
geri adım atmışlar.
Demek ki masonlar çoğu kimsenin sandığı kadar güçlü değil.
İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın şu “Tanıma Koşulları” olarak anılan kurallarına bakılınca,
burada “ırk” konusundan hiç söz edilmediği görülüyor. Nitekim “asıl patron” yani İngiltere
Birleşik Büyük Locası, Amerika’daki siyah masonların büyük localarını düzenli örgütler olarak
tanıyor. Bu da bir başka çelişki... Elbette Amerika’daki büyük locaları zorlayamaz; haddine mi
düşmüş onlara diş geçirmeye kalkışmak!
129
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Ancak çelişki bu kadarla kalmıyor. Zaten İngiltere’de de siyah masonların kendilerine özgü
locaları var. Siyahlar ve beyazlar, birbirlerinin toplantılarına katılamıyor. Siyahlar sadece örgütsel
bakımdan düzenli sayılıyor, o kadar...
Kimilerinin öteden beri şöyle bir iddiaları var: «Bir kişi “mason” olduğu zaman, tüm kapılar
ona açılır; köşeleri kolayca döner.»
Oysa görüyoruz ki birtakım mason localarının kapısı bile her masona açık değil. Amerika’daki
masonların “köşeleri dönebilmek” için ne yaptığını ise az sonra göreceğiz.
* * *
Yukarıda belirttiğimiz genel mason nüfusu, loca çalışmalarına sürekli bir biçimde katılan
masonların değil, kayıtlı üye statüsünde olmayı sürdürenlerin toplam sayısını gösteriyor.
Genellikle bir mason, yıllık ödenti yükümlülüğünü yerine getirdiği sürece locasında kayıtlı kalıyor;
locada kendini gösterip göstermemesi önemsenmiyor. «İsterse gelebilir; bu hakkını kullanabilir.»
deniliyor. Tek bir kerede toplu ödeme yapıp, “yaşam boyu üyelik hakkı” elde edenler bile var.
«Demek ki Masonlukta da parayı veren düdüğü çalıyor, öyle değil mi?»
Amerikanvarî Masonlukta öyle gibi görünüyor. Elbette bir mason locasında kayıtlı üye olmak
“düdüğü çalmak” sayılabilirse...
Aslında bunu yüksek dereceler için «Parası olan mason yüksek dereceleri kolayca alır.»
biçiminde söylemek daha doğru olabilir.
Ancak, yanlış anlaşılmasın!... Bu da sadece Amerika için geçerli.
Genelde bir mason, simgesel derecelerde çalışan bir locada üstat olduktan sonra, bulunduğu
yerdeki yüksek derecelere geçme hakkını elde eder. Her bir üst derece için belli bir ödeme
yapması gerekir. Bu dünyanın her yerinde, her mason ritinde böyledir. Amerika’nın farkı ise
şöyle: Toplu bir ödeme yaparak, kısa bir sürede en yüksek dereceyi almak olanağı var.
* * *
Amerika, dünya yüzündeki mason ritlerinin hemen hepsinin uygulanma alanı bulduğu bir ülke...
Buna karşın, iki mason riti diğerlerinden daha yaygın. Biri Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti,
diğeri ise Amerikalıların kendilerine göre uyarlamış olduğu York Riti.
Amerika’da Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 32. derecesi ile York Riti’nin son derecesi
eşdeğer tutuluyor. Bu başından beri olan bir şey değil; sonradan çıkarılmış. Gerekçesi de var.
İşte, parayı verenin çalmayı hak ettiği asıl düdük bu.
Amerika’da ayırımsız olarak her masonun öyle yaptığı söylenemez ama yapanların sayısı da
küçümsenemez.
«Böyle olunca, önceki derecelerin kapsamındaki öğretiler, her bir derecede geçirilmesi gereken
asgari süre, toplantılara katılma gereği gibi konular ne oluyor?»
Onları geçiniz!... Amerika’da ve Amerikan etkisinin bulunduğu yerlerde bu gibi şeyler önemli
sayılmıyor. İlgili mason örgütü için öncelikle önem taşıyan parayı almak, ilgili mason için ise
bundan sonrası.
«Şu halde kimilerinin söylediği gibi Masonluğun en üst derecesinin bir sonrası, daha yukarısı da
var; öyle mi?»
Amerika’da ve özellikle Amerikan etkisinin güçlü olduğu diğer bazı ülkelerde sonrası var ama
bunu Masonluk ile özdeşleştirmek doğru olmaz. Şimdi oraya gelecek, onu anlatacağız. Ancak
Masonluğa bu bakımdan yüklenmelerde bulunanların ileri sürdüğü gibi değil.
130
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Şrayner Örgütü
Masonluk, 18. yüzyıl ortalarından 20. yüzyıl ortalarına kadar Amerikan halkının gözünde
“önemli bir kurum” niteliği taşımaktaydı. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise durumu hayli sarsıldı.
Onun yerini bir başka kurum aldı.
Bu diğer kurum, “Ancient Arabic Order of Nobles of the Mystic Shrine” (Gizemci Türbe
Soylularının Antik Arap Tarikatı) adını taşır. Kısaca AAONMS diye anılır. Üyelerine “Shriner”
(Şrayner) denmektedir.
Bu kuruma girebilmek için, önce ya Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 32. derecesini ya da
York Riti’nin son derecesini alıp Tapınak Şövalyesi unvanını kazanmak gerekmekteydi. Bu
nedenle yüksek dereceleri sonuna dek almak çok önemliydi. Fakat yakın geçmişimizde bu kural
değiştirildi; şimdi üstat derecesini almış tüm masonlar bu örgüte girmek için başvurabiliyor.
Bu kurum Masonluğun bir üst kuruluşu falan değil, bambaşka bir örgüttür. 1872 yılında Walter
Millard Fleming adlı bir masonun önderliğinde kurulmuştu.
Fleming’in bu örgütü kurarken amacı, localarda hep ciddi çalışmalarda bulunan masonların,
daha hafif sayılabilecek ama kapalı bir ortamda bir araya gelip, basit bir öğreti ile sosyal
ilişkilerde bulunmalarını sağlamaktı. Bu öğreti, o tarihlerde Fransa’daki bir Bektaşi tekkesinin
yürüttüğü ritüelik çalışmalardan esinlenilerek düzenlenmişti.
Başlangıçta birkaç mason ile yola çıkan Şraynerler, sayıları hayli artınca kendilerine özgü
tapınaklar kurmaya başladı. Bunlara özellikle birer Arap kentinin adı verildi. En ünlüsü “Mekke”.
Sosyal yardımlaşma, örgütün kuruluşundan beri temel işlevlerinden biriydi. Ancak 1920 yılı
sonrasında özel bir boyut kazandı. O sırada Amerika’da pek yaygın olan çocuk felci hastalığına
çare bulmanın peşine düştüler.
Bir vakıf kuruldu. Önce hastanelere destek sağlanıyordu; sonra doğrudan kendi yönetimleri
altında ortopedi hastaneleri kurmaya giriştiler. Bir sonraki aşamada, her türlü bedensel rahatsızlık
vakfın ilgi alanına alındı.
Günümüzde Amerika’da Şraynerler tarafından işletilmekte olan 22 hastane var. Bunlara bir de
tıpta başlı başına önemli bir alan olarak görülen yanık tedavileri ile genetik konusunda çalışan
bilimsel araştırma kurumları eklendi.
* * *
Şraynerler, öyle yararlı ve başarılı çalışmalar yaptı ki Amerika’nın en çok saygı gören kişileri
olup çıktılar. Yakasında Şrayner rozeti taşıyan bir kişiye her kapı açılır oldu. Hatta bir Amerikalı
için bu örgütün üyesi olmak, meslek ya da politika alanında ilerlemenin, bu arada olumlu sosyal
ilişkiler kurmanın anahtarı haline geldi.
Amerika’da hiç kimse, bir Şraynerin önce mason olduğunu umursamıyor. Belki bilmiyor da...
İşin pek ilginç yanı, bir Şraynerin bile bu örgüte girmek için Masonluktan geçtiğinin bile
farkında olmayışı... Nitekim zaten birçok kişi Masonluğu sırf Şrayner olabilmek için giriyor.
«Siyahi Şraynerler de var mı?»
131
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Evet ama aynı ayıplı terane... Beyazlar ayrı, siyahlar ayrı. Siyahîlerin Şrayner örgütü “Ancient
Egyptian Arabic Order of the Nobles of Mytic Shrine” Gizemci Türbe Soylularının Antik Mısırlı
Arap Tarikatı) adını taşıyor.
Elbette bu durum sırf Masonluk ya da Şraynerlik için değil, Amerika’daki hemen her kurum için
söz konusu...
«Şraynerler aralarına kadınları alıyor mu?»
İşte bunun yanıtı olumlu değil... Amerika’da kadınlar mason olamıyor ki Şrayner olabilsin.
Fakat Amerikalılar bunun da çaresini bulmuş.
Şraynerlerin etkinliklerde, kadınların erkeklerden hem daha hevesli hem daha becerikli olduğu
izleniyordu. Onları Şrayner tapınaklarından uzak tutmak için, örgütlenmeleri sağlanmalıydı.
“Ancient Egyptian Order of Princesses of Sharemkhu” (Şrayner Haremi Prenseslerinin Antik
Mısır Tarikatı) adı altında bir diğer kurum daha oluşturdular. Buna üye olarak ise sadece
Şraynerlerin eş ve yakın akrabaları olan yetişkin hanımlar kabul ediliyor.
Amerika’da bunlara benzer daha birçok kurum var. Aralarında gençlerin mason olmak ya da
sonradan bu benzer kurumlardan birinde çalışmak üzere hazırlandığı dernekler de sayılabilir.
Kimilerine göre böyle işler Masonluğun yozlaştırılmasıdır.
Ancak masonlar için asıl sorun, üyesi oldukları kurumun değil, doğrudan masonların yozlaşması...
«Tüm kardeşlerimiz töremize uyarsa, hiçbir sorun çıkmaz.» diyorlar.
Burada dolaylı bir yakınma olduğuna göre, kimilerinin uymadığı anlaşılan şu “töre” acaba neyi
kapsıyor?... Aykırılık nerede ve nasıl oluşuyor?
İzleyen bölümde o konuya bakacağız.
132
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 12
Masonların Töresi
Mason örgütleri arasında çeşitli uyuşmazlıklar bulunduğu, Masonluğun yeryüzünde bir bütün
olmayıp parçalanmalara uğradığı anlaşılıyor.
Elbette “sokaktaki adam” bu ayrıntıları bilmiyor.
Bilse de bu gibi konular onu pek ilgilendirmiyor; o, Masonluğu bir bütün olarak görüyor ve hangi
tür örgütün üyesi olursa olsun, masonların tümünü aynı kefeye koyuyor.
Haklı!... Masonların, “Kol kırılır, yen içinde kalır!” diyen atasözündeki gibi, bu kurumun
kendine özgü sorunlarını kendi aralarında tutması gerekir.
«Hangi kanatta olursa olsun, masonların ortak yanı yok mu?»
Var!... Masonluğun sözü edilen düzen kavramı, örgütsel egemenlik sorunu ve dinsel inanç
konusu ile hiçbir bağlantısı olmayan töresel ilkeleri...
Bu kapsamdaki ilkeler toplamına bakılınca; bunların bir mason locası ya da örgütünün kuralları
değil, bireysel olarak bir masonun tutum ve davranışlarının nasıl olması gerektiğini belirttiği
görülüyor. Buna göre; bağlı olduğu rit ya da büyük loca, almış olduğu derece ve unvan her ne
olursa olsun, bir masonun şöyle nitelikler taşıması gerekiyor:
Temiz yürekli bir insan olup, doğru ve dürüst bir tutum edinmek;
Alçak gönüllü, sabırlı, tok gözlü olmak;
Tolerans ve hoşgörü ile davranmak;
Yurtsever ve insansever olup, esirgemezlik ve fedakârlık göstermek;
Onurlu, sözüne bağlı, mert, samimi ve haksever olmak.
Nitekim mason localarının toplantılarında uygulanan ritüellerde, ilgili kuruluşun öğretisinin
diğer öğeleri her ne olursa olsun, kişinin bu nitelikleri edinmesi ya da geliştirmesi telkin ediliyor.
«Bunlar zaten her insanın edinmesi beklenen güzel nitelikler değil mi?»
Evet, öyle!... Zaten masonlar da bu ilkeleri sırf kendilerine mâl etmiyor. Bunları mason
olmayanların edinemeyeceğini de ileri sürmüyorlar.
Hatta loca toplantısında her mason beline yandaki gibi bir önlük
bağladığı için, -bu desenli de olabilir- yukarıda sayılanlar gibi olumlu
niteliklerle bezenmiş ama Masonluğa girmemiş kişileri “önlüksüz
mason” olarak nitelendiriyorlar.
133
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
134
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Zaten yıllardan beri söz konusu başmüfettişlerin birtakım karanlık işler çevirdiğinden
kuşkulanılıyor ama delil olmadığı için bir şey yapılamıyordu. Ne gibi dolaplar döndürdükleri
anlaşıldığında, atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmişti.
Bizi söz konusu olaylardan çok bu işin perde arkası ilgilendiriyor.
* * *
1975 yılında, Londra Emniyet Müdürü Sir Arthur Young durup dururken emekli olmak istemişti.
İçişleri Bakanlığı emeklilik dileğini erteleyememiş, yerine kimin atanacağı da bir sorun olmuştu.
Sir Arthur Young bekleyemedi; görevini William Page adlı yardımcısına devredip ayrıldı.
Siciline bakılacak olursa, William Page iyi bir polisti. Birçok yararlık göstermiş, nişanlar almıştı.
Hayli babacan bir adam olduğundan, Londra polis örgütünde pek sevilirdi.
Buna karşın İçişleri Bakanlığı, onu emniyet müdürlüğü görevine getirmek bakımından kararsızdı.
Çünkü içkiye ve eğlenceye pek düşkündü. Dostları için sabahlara kadar süren partiler düzenlerdi.
Nükteleriyle çevresindeki herkesi kırar geçirirdi. En alt düzeydeki acemi bir memurun bile
sağlığıyla, kişisel sorunlarıyla ilgilenir, elinden gelen yardımı esirgemezdi. Ancak bilgisi,
otorite sağlaması, hızlı ve doğru karar vererek uygulamaya koyabilmesi bakımından, pek yetersiz
görülüyordu. Özetle, iyi bir adamdı ama Londra polis örgütünün başına geçecek, emniyet
müdürü olabilecek biri değildi.
Fakat oldu!
Ertesi yıl, Sir Arthur Young emekli olmadan önce kendisine tavsiye etmiş olduğu iki polis
memurunu, olağan hiyerarşik uygulamayı göz ardı ederek başmüfettişliğe yükseltiverdi.
Soygunları düzenleyenler işte bu iki başmüfettişti.
«William Page, selefinin tavsiyesine uyup böyle bir atama yaptığı, sonra da o kişiler soygun
düzenledi diye suçlanabilir mi?»
Onu suçlayan yok... Söz konusu soygun olayları da onun başının altından çıkmamış. Olayın
odak noktası bambaşka…
Böyle uzun boylu bir anlatıma girişmiş olduğumuza göre, elbette masonlar ile de bağlantısı var.
* * *
Sir Arthur Young masondu. Öyle önemli bir mason değil, çoğu mason gibi sıradan bir mason.
Emekliye ayrılmadan önce William Page de onun önerisiyle Masonluğa girmişti. Rütbelerini
birdenbire yükseltmiş olduğu o iki polis memuru, girmiş olduğu locanın üyesiydi.
William Page, Masonluğu çok sevmiş, locaya birdenbire kanı kaynamıştı. Sir Arthur Young da
ona «Sana bu mutluluğu kazandırmış olanlara borcunu ödemelisin. Hem bu işin bu kadarla
kalmadığını göreceksin. Onlar senin emniyet müdürlüğüne getirilmeni de sağlayacaklardır.
Dolayısıyla sen de bu yardımın karşılığını vermeli, onları mesleklerinde yükseltmelisin. Masonluk
bir dayanışma kurumudur. Herkes mason, kardeşi için elinden geleni yapar. Sen de öyle
yapmalısın.» demişti.
«William Page, aslında hak etmediği, üstelik gerektiğince beceremeyeceği bilindiğine göre
nasıl olmuştu da emniyet müdürlüğüne getirilmişti?»
Bunu anlayabilmek için müneccim olmak gerekmez... İçişleri Bakanlığı’nın üst düzeyindeki
birtakım kişilerin -onların da mason olup olmadığı bilinmez- gerektiğince kulağı bükülmüştü.
Nitekim William Page de kendisine söylenmiş olduğu üzere bir masonun üzerine düşen görevi
yerine getirmişti.
«Bir masonun gerçekten de böyle bir görevi, bir sorumluluğu var mıdır?»
135
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Hayır ama Masonluğa yeni giren birisine böylesi telkin edilirse, ona uyabilir.
Nitekim bu iki başmüfettiş de yeni görevlerine başlar başlamaz güvendikleri ve kendileriyle iş
birliği edeceğine inandıkları polis memurlarını, -özellikle mason olanları- belli kilit noktalara
geçirivermişlerdi.
Ardından planladıkları soygunları gerçekleştirdiler.
Üstelik sonradan yakalanan diğer soyguncular da masondu.
Bu soygunları yapışları da başlı başına bir olaylar dizisi… Tam bir polisiye roman gibi... Bunlar
kimi becerikli araştırmacıların eline geçmiş olan resmî soruşturmalarda belgelenmiş olaylar…
Ancak işin o yanına girmeyeceğiz.
* * *
William Page, Londra Emniyet Müdürlüğü’nü yedi yıl yönetti. Masonluğu çok sevmiş, iyi niyetli
bir adamdı. Ona göre diğer masonların hepsi de kendisi gibiydi. Hiçbiri kötü bir işe karışmaz,
hiçbirinden kötülük gelmezdi.
Dolayısıyla görevde bulunduğu süre boyunca Londra polis örgütündeki tüm masonlar olağanüstü
düzeyde kayırma gördü. Çeşitli ayrıcalıklar elde ettiler. Tehlikeli görevlerden genellikle uzak
tutuldular.
William Page, birkaç kez İngiltere Birleşik Büyük Locası’nın üst düzey yönetiminde görevli
olan masonlarla görüştü. Belli bir konuda nasıl bir tavır takınmasının uygun olacağına ilişkin
önerilerini aldı. Kim bilir, belki de o iki başmüfettişin soygunlara katıldığını da biliyordu. Belki
polis olup, görevini kötüye kullanmış ya da bir başka suç işlediği için yakalanmış masonlar ile
ilgili olarak büyük loca yetkililerinin yönergesini alma gereğini duymuştu.
Nitekim emniyet müdürü olduğu dönemde, mason olan polislerin karışmış olduğu rüşvet ya da
haraç alma, suçlularla iş birliği etme, kimi masonların suç işlemesine göz yumulması,
yakalananların salıverilmesi gibi, sonradan ortaya çıkmış ve belgelenmiş bir sürü olay var.
Masonlar ile bağlantısı olduğu düşünülen ama kesinlikle kanıtlanamadan kalmış olanlar ayrı.
Bu arada bir de savcılığa verilen hatta yargıç karşısına çıkan zanlı masonlar görülmüş. Çoğunun
dosyası alelacele kapatılıvermiş. Mahkemede yargılanıp suçlu bulunarak hüküm giymiş olanlarının
sayısı pek az.
William Page gibi düşünülecek olursa, «Onlar suçlu değildi ki... Beraat etmeleri pek doğal...
Masonlar iyi, doğru ve dürüst insanlardır. Yasalara karşı gelmez, suç işlemezler. Çünkü Mason
Töresi öylesini gerektirir.» denebilir.
Denebilir ama yanlış olur.
Sonradan yine açılarak yürütülmüş soruşturmalara göre; 1980’li yıllarda İngiltere’de mason
olan polislerin, savcı ve yargıçların masonlar lehine yaptığı yolsuzlukların haddi hesabı yok.
Elbette ceza yasası uyarınca beraat etmiş olanlar yeniden yargılanamazdı. 1997 yılında Tony
Blair hükümeti İngiltere’deki masonlar ile ilgili bir yasa çıkarana kadar bu konuda hiçbir şey
yapılamadı.
Yeni yasa ile mason olan devlet görevlilerine, bu kurum ile bağlantılarını açıklamak zorunluluğu
getirildi.
Bunun üzerine kimi masonlar istenilen açıklamayı yaptı ama kimileri ya devletteki görevinden
ya da Masonluktan istifa etti.
Diğer kimi devlet görevlileri ise bundan böyle Masonluğa yanaşmaktan kaçınır oldu.
136
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bu olay, başta polisler ve yargı kurumları olmak üzere İngiltere’deki devlet çarkı çerçevesinde
kalmadı. Genel olarak İngiliz halkının Masonluğa gösterdiği ilginin belirgin ölçüde azalmasına
neden oldu. Diğer endüstrileşmiş ülkeleri de etkiledi. Masonluğu dünya çapında gözden düşürdü.
İngiltere’deki birçok mason locası, üyelerinden birçoğunu yitirmiş olmanın yanı sıra, aralarına
katılacak yeni üye adayları bulmakta zorlanmaya başladı. Bunun üzerine «Mason olmak ister
misiniz?» diye gazetelere ilan vermeye bile giriştiler.
* * *
İngiliz masonların töre dışı davranışlarıyla bağlantılı olarak anlatılabilecek daha çok şey var
ama burada keselim.
Bir de İtalya’ya bakalım.
P2 Locası
1960’lı yıllarda, İtalya’da kimi politikacılar ile devletin önemli sayılan mevkilerinde yer alan
birçok kişi Masonluğa girmeye heveslenmişti. Fakat o sıralarda ülkede Masonluk hakkında
hayli olumsuz söylentiler dolaştığı için, “mason” olmaları durumunda bunun kesinlikle gizli
tutulmasını istiyorlardı.
Grande Oriente d’Italia (İtalya Büyük Doğusu) adlı mason örgütünün o tarihteki büyük üstadı
Giordano Gamberini, bu amaçla sırf “özel kişiler” için yeni bir loca kurulmasını, adının da
“Propaganda” olmasını istemişti.
Örgütün geçmişinde bu ad altında kurulup çalışmış, sonradan çalışmalarını tatil etmiş bir başka
loca vardı. Bu nedenle, büyük üstadın özel isteği üzerine kurulan bu yeni locaya “Propaganda
Due” adı verilmişti.
Kısaca “P2” diye anılan bu locanın, kimliği bilinmeyen ve özellikle kayıtlara geçirilmeyen
üyelerine “Piduisti” (P2’ciler) deniyordu.
Bu loca sadece kendi üyeleriyle toplanıyor, hiçbir konuk kabul etmiyordu.
Nasıl konuk kabul etsin ki!... O zaman Pidustilerin kimliği açığa çıkardı.
Gerçi masonlar, localarında gördükleri ve yaptıkları işlerle ilgili olmak üzere hiç kimseye hiçbir
bilgi vermeyecekleri üzerine ant içer. Katolik Kilisesi zaten öncelikle bu nedenle Masonluğu
aforoz etmiştir. Ancak localarda neler olup bittiği, hiç de gizli tutulamamıştır. Bu da bir bakıma
masonların törelerini yeterince gözetmeyişinin sonucudur. Bunu İtalyan büyük üstat da biliyor,
işte bu nedenle P2 adlı locaya hiçbir konuk kabul edilmiyordu.
* * *
1969 yılında bu locanın başına Lucio Gelli getirildi.
Lucio Gelli, İtalya’nın 1940’lı yıllardaki iç savaş döneminde Faşistlerin
yanında yer almıştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arjantin’e
göçmüş, çifte vatandaşlık edinmişti. Masonluğa orada girmişti.
Cumhurbaşkanı Juan Perón ile yakın dostluk kurmayı başaran Lucio
Gelli, İtalya’ya Arjantin’in ticaret ataşesi olarak dönmüştü.
Lucio Gelli, başına geçtiği P2 Locası’nı dilediğince, sanki bağımsız bir loca gibi yönetmeye
girişti. İtalya Büyük Doğusu’nun üst düzeyi ile ilişkisini âdeta kesmişti. Kendi bildiğini okuyordu.
Ne yaptığı da belli değildi.
Bu loca hakkında ileri geri birtakım sözler dönmeye başlandı. Masonluk ile ilgisiz, özellikle
kişisel yararlanma ve maddi yardımlaşmaya yönelik etkinlikler gösterdiği söyleniyordu.
137
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
P2 Locası, İtalya Büyük Doğusu için çok önemliydi. Üyelerinin kimlikleri kayıtlı değildi ama
hepsinin ülkenin en üst düzeyindeki kişiler olduğu çok iyi biliniyordu. Zaten bunun için
kurulmuştu. Fakat ortaya çıkarılan söylentiler mide bulandırıyordu.
Bu konu iyice dile düşmeden, dallanıp budaklanmadan araştırma yapılması gerekli görüldü.
Örgütün üst düzey görevleri, Lucio Gelli’yi çağırıp sorguya çekti.
Lucio Gelli, kaçamak yanıtlar vermekle yetindi. Doğru dürüst bir açıklama yapmadı ve şöyle
bir gerekçe de gösterdi: «Siz de biliyorsunuz ki bu locanın üyeleri çok önemli kişilerdir. Bu
konuda ben bile açıklama yapamam.»
Bu durum böyle giderse başlarına iş açabileceğinden çekinen üst düzey görevlileri, her şeyi
göze alarak, 1976 yılında P2 Locası’nı resmen kapattı.
* * *
Lucio Gelli açısından değişen bir şey olmadı. Bildiğini okumayı sürdürdü.
Locanın içinde 17 ayrı birim oluşturmuştu. Bunların her biri diğerleriyle bağlantısız çalışıyor,
birinin üyeleri ötekileri tanımıyordu, tıpkı 19. yüzyıldaki Karbonariler gibi... P2 Locası’nı,
Masonluk kisvesi altında gizli bir amaç güden, birtakım karanlık işler çeviren bir örgüte
dönüştürmüştü.
Fakat bu durum o tarihte henüz bilinmiyordu. Çok sonra ortaya çıktı.
1976 yılı sonrasında P2 artık bir “mason locası” olma niteliğini yitirmişti hatta belki çok daha
önceden yitirmişti ama ne İtalyan yargıçlar ne de kamuoyu bu konuya öyle baktı.
Kabak dönüp dolaşıp İtalya’daki tüm mason örgütlerinin başında patladı. Tüm masonlar da
benzer işlere bulaşmakla suçlandı.
Olay dünya çapında yankılandı.
Sadece İtalya’da değil, bu olayın basın ve yayın organlarında yer aldığı diğer birçok ülkede de
masonlar, gizli kapaklı ve zararlı işlerle uğraşan kötü niyetli kişiler olarak tanındı.
Şimdi olan bitenlerin pek kısaltılmış bir özetini yapalım.
Skandallar Zinciri
İlk skandal, 1970’li yılların sonlarında İtalya’da patlak verdi.
Michele Sindona adlı bir banker, çok sayıda kişiyi dolandırıp, -son yıllarda dilimizde kullanılan
bir deyimle hortumlayıp- Amerika’ya kaçtı.
Dolandırıcılık yapmakla suçlandığı için, İnterpol aracılığıyla New York polisinden yardım istendi.
Michele Sindona hemen yakalandı ama bir süre sonra İtalyan polisine kaçırılmış olduğu
bildirildi. Yalan değildi. Bir gerçek adam kaçırma senaryosu düzenlenip, yürürlüğe konmuştu.
Lucio Gelli, locasının hatırlı üyelerinden biri olan Michele Sindona’yı kurtarmak için ABD’ye
uçarak, gerekli organizasyonu yapmıştı. Onun bir suçu olmadığını, Komünistlerin çevirdiği bir
dalavereyle tuzağa düşürüldüğünü ileri sürmüştü. O sıralarda Ronald Reagan’ın seçim
kampanyasını yönetmek üzere hazırlık yapan politikacı Philip Guarino’nun desteğini sağlamıştı.
Michele Sindona’nın New York’ta da bir bankası vardı. Ertesi yıl onu da batırdı. Bunun kasıtlı
bir batırma olayı olduğu, paraların bir başka yere transfer edilmiş olduğu saptandı. “Monorata
Derneği” adını taşıyan Mafya örgütüne verildiğini söyleyenler var.
Michele Sindona bu işten yakasını sıyıramadı ve tutuklandı. 25 yıl hapis cezasına çarptırıldı.
Bu kez onu ne Lucio Gelli ne de Philip Guarino koruyabildi.
138
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
İtalyan polisi, Michele Sindona’nın yakın ilişkisi olduğunu saptadığı Lucio Gelli’nin Milano
yakınlarındaki villasına bir baskın düzenlemişti.
Orada İtalya’nın gerek politik, gerekse askerî bakımdan milli güvenliği ile bağlantılı bir sürü
belge bulundu.
Bunların çoğu, P2 Locası ile de bağlantılıydı. Zaten Michele Sindona’nın Mafya ile ilişkisi de
orada bulunan belgelerden anlaşıldı.
Lucio Gelli hakkında tutuklama kararı çıktı ama o evinin aranmış olduğunu duyar duymaz
soluğu Arjantin’de almıştı. Sonra kayıplara karıştı.
Philip Guarino ise kendi politik geleceğinin peşindeydi; böyle pis bir işe burnunu bir kez daha
sokup kendisini tehlikeye atmazdı.
* * *
Lucio Gelli’nin villasında, P2 Locası’nı nasıl organize ettiğini gösteren çizelgeler ile üyelerinin
listesi de bulunmuştu.
139
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Özellikle onun ölümüyle birlikte, Vatikan Bankası da büyük bir sarsıntıya uğradı.
Masonların töresine bakılınca gerçekten “mason” olduğu tartışılabilir bir mason, neredeyse tüm
dünyayı birbirine katmış oldu.
* * *
Elbette masonların hep böyle kötü işler yarattığı, hep bırakın töreye uymayı töresiz davranışlara
giriştiği söylenemez.
Ancak “Güneş balçıkla sıvanmaz.” deyişini de unutmayalım.
Masonların bulaşmış olduğu böyle çirkin işler de bulunduğunu bilelim.
Kendileri de bilsin.
Şimdi bunları burada bırakıp, kendi aralarında ve aslında hiçbir kötülüğü ya da uygunsuzluğu
olmayan çalışmalarına da şöyle bir göz atalım.
140
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 13
Loca Toplantıları
Masonlar her ülkede farklı çalışmalar yapıyor. Kimilerinin diğer masonlar ile ilgisi sadece üyesi
oldukları loca toplantılarıyla sınırlı kalıyor; kimileri arasında sosyal ilişkiler de kuruluyor.
Kimisi loca toplantılarına sık sık katılıyor, kimisi arada sırada ya da o gün yapacak daha önemli
bir işi olmadığında gidiyor.
“Mason” niteliğini korumakta oluşuna karşın, loca toplantılarına hiç ilgi göstermeyenler de var.
Kimi masonlar, bu kurumun aslında hiçbir toplu eylemde bulunmadığını, sadece masonların
bireysel olarak eylemde bulunabileceğini söylüyor. Bu sözle demek istedikleri şu olsa gerek:
«Masonluk ya da bir mason örgütü, kendi çerçevesi dışında hiçbir etkinlik göstermez. Masonların
bireysel olarak gösterdiği etkinlikler ise kendi sorumluluklarıdır; ne herhangi bir örgütü ne de
genel olarak Masonluğu bağlar.»
Bu deyiş kimi masonların, bireysel ya da üyesi oldukları büyük locanın görüşü olsa gerek...
Çünkü birçok ülkede, locaların hatta büyük loca ya da benzeri örgütlerin birtakım etkinlikler
gösterdiği görülüyor.
Aslında bunlar hiç de kötü şeyler değil... Başta sağlık ve hayır kurumlarına destek vermek hatta
doğrudan kurup işletmek, gerektiğinde sosyal yardım kampanyaları açmak gibi işler...
Özellikle Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Kanada ve İngiltere’de bunların birçok örneği
var. Aslında diğer ülkelerdeki mason örgütlerinin hiçbirinin bu gibi çalışmalarda bulunmadığı da
zor söylenir. Türkiye’deki mason örgütleri de bundan soyutlanamaz.
Ancak bizim buradaki ilgi konumuz, loca toplantılarında neler yapıldığı...
* * *
Loca toplantıları, masonların “tapınak” olarak andığı bir yerde yapılıyor.
Pardon!... Türkiye’de masonlar “tapınak” değil, “mabet” diyor. Bunun gerekçesi üzerinde daha
önce durulmuştu.
Madem Türkçesi böyle benimsenmiş, biz de “mabet” diyelim.
Mason mabetleri arasında büyük farklar var. Bunların bazısı yüzlerce kişiyi alabilecek kadar
geniş; bazısı 25-30 kişinin ancak sığışabileceği küçücük bir salon...
141
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bazısı, masa ve sandalyeler ile birkaç platform dışında pek de özelliği olmayan bir yer;
masonlar, toplantıda kullandıkları öğeleri sonra getiriyor. Bazısının ise “mason mabedi” olduğu
belli; Masonluğa özgü çeşitli simgelerle donatılmış. [İnternette birçok değişik mason mabedi
resmi görme olanağı var.]
Masonlar, mabette yapılacak olan bir loca toplantısına ciddi bir giyim ile geliyor ve içeriye
girmeden önce bellerine bir önlük bağlıyor.
Hepsinin önlüğü aynı değil... Başta loca görevlileri olmak üzere kimileri üzerinde birtakım
simge ve süslemeler bulunan, daha şatafatlı önlükler takıyor.
Birer çift beyaz eldiven giyiyorlar. Kimileri boynuna madalyon gibi bir takı asıyor.
Gene loca görevlileri başta olmak üzere, kimileri birtakım ek giyim öğeleri kullanıyor; bunlar,
bir Batı ülkesinde askerî ve sivil erkânın önemli törenlerde ya da resepsiyonlarda taktığı süsleri
andırıyor.
İngilizlerin Masonluğu “royal art” (krallık sanatı) olarak andığından söz etmiştik... Masonların
toplantılarında kullandığı giyim öğeleri de bu terimle uyum sağlıyor. Zaten dünyanın her yerinde
bunlara topluca “regalia” deniyor yani “krallık giyimi”.
Masonluğa karşıt girişimlerde bulunanlardan kimileri, bunları şu “krallık giyimi” anlamına
gelen terim nedeniyle, kimileri de çocuksu ya da komik bulduğu için eleştiriyor.
Masonlar ise toplantılarının sadece kapsamına ve yapılan çalışmaya değil, bu giyim
öğelerine de pek önem veriyor.
* * *
Çeşitli mason ritüellerine karşılaştırmalı olarak bakılınca, “loca toplantısı tarzı” diye standart
bir şeyden söz edilemeyeceği anlaşılıyor. Gerek mason ritleri gerekse rit söz konusu olmadan
mason kuruluşları arasındaki farklar, benzerliklerden daha çok.
Üstelik her ülke halkının kendine özgü yaşam tarzının, değer kavramları ve kültürünün
masonların ritüellerine yansımış olduğu da anlaşılıyor. Bunlardan bazısı, -özellikle Anglosakson
Masonluğu topluluğunda uygulanan ritüeller- neredeyse bir dinsel âyin gibi görünüyor. Bazısı ise
hiç de öyle değil.
Konuyu basite indirgeyebilmek için Masonluğun yüksek derecelerini bir yana bırakıp, sırf
simgesel derecelerde çalışan localara bakalım.
Bir loca toplantısı, -hangi derecede olursa olsun- ritüelik bir girişle başlıyor ve benzer bir tarzda
son buluyor.
Ritüelin en önemli bölümünü bir adayın o dereceye alınışında uygulanan tören oluşturuyor.
Bunu tıpkı bir tiyatro oyununa benzetenler olduğu gibi, -özellikle Masonluğa karşıt çevrelerde- çok
saçma hatta gülünç olarak niteleyenler de var.
Oysa Masonlar bu törenleri çok önemsiyor hatta Masonluğun özünün bu törenlerde olduğunu
ileri sürüyor.
* * *
Bazı localar, toplantılarında sadece yeni bir üyenin alınması ve masonların derecelerinin
yükseltilmesi ile bağlantılı işlerle yani yönetimsel konular ve törenler ile ilgileniyor. Bazıları ise
konferanslar verilmesi, tartışma açılması, düşünce alış verişi gibi düşünsel çalışmalar da
yapıyor; bazıları bu gibi işleri mabette değil, bir kültürel etkinlik biçiminde dışarıda düzenliyor.
«Loca toplantılarında sadece doğrudan Masonluk ile ilgili konular mı görüşülüyor?»
142
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Hayır!... Çeşitli konular gündeme getirilebiliyor. Bilim, sanat, edebiyat, tarih, felsefe, sağlık,
güncel sorunlar vb... Fakat hepsi ciddi ve önemli konular; eğlence yok. Din ve politika ile
bağlantılı konular ise genellikle yasak.
Bazı localar, toplantılarından sonra bir de “kardeş sofrası” diye anılan bir yemek düzenliyor.
Buna çok önem veren, her toplantıdan sonra mutlaka böyle bir sofra çevresinde bir araya
gelmeyi gelenek edinmiş olanları da var.
Locaların sofradaki tutumu da birbirinden çok farklı. Kimileri bu sofra başını sadece karın
doyurup, içki içerek hoşça vakit geçirme ortamı olarak görüyor; kimileriyse sofrada bile ciddi
konular üzerinde görüşüyor.
Ritüeller
Masonluk ile bağlantılı olarak en çok merak edilen konulardan biri de kuşkusuz şu törenlerin
nasıl yapıldığı ve neleri içerdiği...
Masonlar bunları yüzyıllarca “büyük bir sır” gibi saklamış... Üstelik daha önce birkaç kez
değinilmiş olduğu gibi her mason, daha bu kuruma ilk adımını atarken bunları hiç kimseye
anlatmayacağına ant içmiş, yemin etmiş. Yineleyelim: Katolik Kilisesi’ni asıl çılgına çeviren
işte bu yemin... Masonluğa karşıt girişimlerde bulunanların de en çok yakındığı konu.
Gelin görün ki “çok gizli” (!) olduğu sanılan bu törenlerin ritüelleri yazılı olarak bulunabiliyor.
Hem sadece eski masonlardan arta kalıp sonra sahafların eline geçmiş olması nedeniyle değil,
birçok kitapta ayrıntılı bir tarzda yazılmış olmasından ötürü... Masonluk ile ilgili birçok Türkçe
kitapta da yer alıyor. Batı ülkelerinin birçoğunda belli kitap dükkânlarından satın alınabiliyor.
O kitapçılara gidip bunları almak isterseniz, hiç kimse size “mason” olup olmadığınızı sormuyor.
Üstelik bu konu sadece simgesel dereceler için değil, çoğu yüksek dereceler için de geçerli. Bu
ritüeller internette de bulunabiliyor.
Demek ki masonların ritüellerin bir gizliliği-saklılığı var idiyse bu artık tarihte kalmış bir olgu.
Şimdi her şey ortada…
O halde bu ritüellerin kapsamının hiçbir öneminin kalmadığı, herkesin bunları okuyup
öğrenebileceği, böylece Masonluğun öğretisini edinebileceği düşünülebilir. Fakat masonlar bu
görüşe katılmıyor ve şöyle diyor:
«Bir törenin nasıl yapıldığını, bir ritüelin içeriğini okuyarak öğrenmek başka, onu yaşayarak
ve tekrar tekrar izleyerek sindirmek başka şeydir.»
Böyle olunca, törenlerde nasıl bir ritüel uygulandığını anlatmak aslında gereksiz gibi bir
duruma düşmüş sayılır ama hiç olmazsa gelin simgesel derecelerde uygulanan törenleri şöyle
bir özetlemeden de geçmeyelim.
* * *
Masonluğun ilk derecesindeki tören, masonların “düşünme odası” (tefekkür hücresi) olarak
andığı küçük bir karanlık bölmede başlıyor. Burada çeşitli simgeler görülüyor. Bir parça ekmek
ve su, kum saati, Alşimistlerin çok önemsediği cıva, kükürt ve tuz, bazısında bir insan iskeleti
ile bir tırpan, bazısında bir tabut, bazısında bir horoz resmi ve daha önce değinmiş olduğumuz
şu VITRIOL biçimindeki kısaltmayı içeren bir levha...
Burası, bir bakıma temsili bir mezar gibi bir yer.
Aday bir süre orada tutuluyor; önceki yaşamının simgesel olarak orada sona erdiği benimseniyor.
Sonra, henüz karanlıkta olduğunu simgelemek üzere gözleri bağlanıp, asıl törenin yapılacağı
mabede götürülüyor.
143
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Tören sırasında adaya birçok soru yöneltilip yanıtlaması isteniyor. Aslında bu sorulara nasıl
yanıt vereceği pek de önemli değil. Asıl önemli olan, aday her ne derse desin, ardından yapılan
açıklamalar... Adayın bunları can kulağıyla dinlemesi bekleniyor; gözlerinin bağlanmasının bir
nedeni de bu.
Bundan sonra aday, mabet içinde dolaştırılıyor. Simgesel olarak sırasıyla ateş, su ve toprak ile
tanışması sağlanıyor. Bu üç simge ile bağlantılı olarak, insanın çocukluk, gençlik ve olgunluk
çağlarına değiniliyor ve toplumlardaki dayanışmanın önemi vurgulanarak birtakım öğütlemelerde
bulunuluyor. Mason Töresi kapsamındaki bireysel niteliklerin çoğu yansıtılıyor.
Sonunda aday, gözleri bağlı olarak ant içiyor (yemin ediyor).
«Niçin gözleri ant içmeden önce açılmıyor?»
İki gerekçeden ötürü...
Birincisi, törenin tüm aşamalarından geçmiş olmasına karşın, ant içmeden önce Masonluğa
girmekten cayarak gidebilir.
İkincisi de kendisine simgesel olarak “ışık” verilmediği için, daha henüz karanlıkta sayılır. Işık
alabilmesi için önce ant içmesi gerekli görülüyor.
Nitekim bundan sonra gözleri açılıyor ve simgesel olarak ışık veriliyor.
* * *
İkinci dereceye gelince...
Bu derecenin töreni de öncekine pek benzer ama elbette düşünme odası ve gözlerin bağlanması
yok. Sorular, yanıtlar ve bunları izleyen açıklamalar yine var. Aday yine mabette dolaştırılıyor
ama bu kez verilen öğütlemeler farklı. Özellikle gerek para, gerek mevki gerekse kaba gücün
toplumları dağıttığı anlatılarak, kişinin bunlara karşı nasıl bir tutum takınması gerektiğine ilişkin
öğütler veriliyor. Sonra kendisini bir ayna karşısında değerlendirmesi, böylece karakterine daha
olumlu bir yön vermeye çalışması öneriliyor.
Üçüncü derecenin töreninden ise daha önce hayli söz ettik. Anımsatalım: Süleyman Tapınağı’nın
mimarı olarak kabul edilen Hiram Abif’in öldürülmesi, cesedinin bulunması ve yeniden yaşama
kavuşturulmasına ilişkin alegori, kısa bir tiyatro oyunu gibi canlandırılıyor.
Burada ritüelin en çarpıcı yanı, üstatlığa yükseltilecek olan masonun Hiram Abif’in yerine
konup tabut içine yatırılması.
İşte özetle hepsi bu... Başka bir şey yok. Ötesi sadece ayrıntı.
* * *
Masonlar ile ilgili genel anlatımlarımıza burada son veriyoruz.
Ancak şunu da eklemeliyiz: Nasıl Amerikalı masonlar, başta Avrupalılar olmak üzere dünyanın
diğer yerlerindeki masonlardan hayli farklı nitelikler taşıyorsa, Türkiye’deki masonlar da
hepsinden farklı.
Dolayısıyla sizin için kaleme alınan bu çalışmada Türk masonlardan özel olarak söz etmeden
geçilemez.
144
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 14
Türk Masonlar
Türkiye’de Masonluktan söz edilmesine kalkışıldığında, bu hemen çok duyarlı bir konu haline
geliveriyor.
Öyle oluşunun nedeni belli: Türk halkının büyük çoğunluğu, Masonluğun ne olduğunu bilmiyor.
Çeşitli nedenlerle Masonluğa karşıt olanlar, neredeyse yüz yıldan beri olur olmaz iddialar ileri
sürmüş. Bu bağlamda objektif bir tavırla davranan pek görülmemiş. Masonlar ise hep sessiz
kalmış, «Nasıl olsa bir gün gerçek ortaya çıkar.» diye kendilerini avutmaktan başka pek bir şey
yapmamışlar. Ötekiler de hazır bu fırsatı yakalamışken, «İşte, görüyorsunuz. Masonların
kendilerini savunacak hiçbir sözleri yok. Sükût ikrardan gelir.» demişler. Beyin yıkamayı
sürdürmüşler. Bol bol duygu sömürüsü yapmışlar. Masonların dinsizliğinden dem vurmuş,
Türk halkının büyük bölümü zaten Yahudilerden pek hoşlanmadığı için masonların “Siyonist”
olduğundan söz etmişler. Kendilerince bunun kanıtlarını göstermişler. Çelişkiye aldırmaksızın,
masonlara dinsizlik ile Siyonistliği bir arada yakıştıranlar bile çıkmış. Kimisi Masonluğun
Komünistlik ile aynı şey olduğunu söylerken, kimileri Kapitalizm ile bir tutmuş. «Bizim halkın
çoğunluğu nasıl olsa hepsini kötü sayar.» diye düşünüp, Masonluğu her ikisiyle birden
özdeşleştirmiş olanlar bile görülüyor. Masonluğun kökünün dışarıda, ulusal olmayan (gayri
milli) bir örgüt olduğu üzerinde özenle durmuşlar; «Zaten Atatürk de Türkiye’de Masonluğu
yasak etti ve localarını kapattı.» diyenler de var.
Sonuç olarak, Türk halkının gözünde “Masonluk çok kötü bir şeydir. Masonlar da çok kötü
insanlardır.” tarzında bir kanı, bir ön yargı yerleşmiş.
Mason olmadığı halde tek tük öyle düşünmeyen de var ama bir azınlık...
En çok merak edilen de Masonluk değil, hangi ünlü kişilerin mason olduğu…
* * *
Yakın tarihlerde, Türkiye’de Masonluk hakkında objektif bir tutum benimseyerek ya da bir
başka konuyla birlikte Masonluğu da içermek üzere yayımlanmış birkaç kitap var. Ayrıca yakın
geçmişimizde birkaç televizyon programı yapıldı ama bir teki hariç olmak üzere gerçekler yine
tam ve doğru olarak ortaya konmadı. Çünkü galiba öyle bir program yapılacak olursa yeterince
ilgi çekmeyeceği düşünülüyor. Televizyon izleyicilerinin büyük çoğunluğu, salt bilgi vermeye
yönelik ciddi programları değil, bir sansasyon içeren magazinleri yeğliyor.
145
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Masonluk hakkında söylenenler ile bunların doğru ve yanlış yanlarını incelemek, bu kitabın
konu kapsamı dışındadır. Bu nedenle uzun anlatımlara girmeyecek, sadece yurdumuzdaki
masonların 20. yüzyıldaki tutumlarından söz etmekle yetineceğiz.
İşe Masonluğun Türkiye’deki tarihine ilişkin kısa bir özetle başlayalım.
* * *
Osmanlı Devleti’nde mason localarının kurulmasına daha 18. yüzyılda başlandı. Bu localar,
Avrupa ülkelerindeki mason kuruluşlarına bağlı olup, üyelerinin çoğu da yabancıydı.
(Dolayısıyla, Türkiye’deki Masonluk için o dönemde yani 20. yüzyıl öncesinde “kökü dışarıda”
denilmesi yanlış sayılmaz.)
Zamanla bu locaların üyeleri arasında Türklerin sayısı arttı. 19. yüzyıl sonlarına doğru Türk
masonlar, kendi localarını da kurmaya başladı.
1909 yılında, ilk ulusal büyük loca oluşturuldu: Maşrık-ı Âzam-ı Osmanî... Cumhuriyetin
ilanından sonra ise adı Türkiye Büyük Maşrıkı oldu. [Büyük maşrık, güncel dilimizdeki “büyük
doğu” (grand orient) anlamına gelir. Osmanlı Devleti döneminde, “büyük” yerine “âzam” sıfatı
kullanılıyordu.]
Tümüyle ulusal nitelikli Türk Masonluğu’nun oluşumundan sonra yabancı localar birer ikişer
çalışmalarını tatil etmeye başladı. Ancak, Türkiye’deki tüm localar, 1935 yılında topluca kapandı.
Türk masonlar, 1948 yılında yeniden etkinliğe geçti. Yeni bir büyük loca kurulması ise bu kez
1957 yılını buldu. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası adını alan bu örgüt, masonlar
arasında 1965 yılında çıkan tartışmalar sonucunda bölündü. Kimi masonlar bir araya gelip,
Özgür Masonlar Büyük Locası adını taşıyan yeni bir örgüt kurdu. [Özgür Masonlar Büyük
Locası adı 1993 yılından bu yana kullanılıyor. Bu büyük locanın kuruluşundaki adı “Büyük
Mason Mahfili” olarak konmuş. Mahfil ise, eski dilde loca anlamına gelmekteydi.]
1991 yılında, kadınların da Masonluğa alınmasına başlandı ve “Kadın Mason Büyük Locası”
adlı bir büyük loca daha oluşturuldu.
* * *
146
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Türkiye’de Masonluğun simgesel derecelerinde çalışan locaların yanı sıra, 1909 yılından bu
yana Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin önceleri Şûrayı Âliyi Osmanî, sonra Türkiye Yüksek
Şûrası adını taşıyan bir yüksek konseyi de vardı. 1966 yılı sonrasında o da ikiye bölündü. Türk
masonlarca biri Süprem Konsey diğeri Yüksek Şûra diye anılan iki ayrı yüksek konsey oluştu.
Onlara 2016 yılında Kadın Süprem Konseyi de eklendi.
Nitekim biz de bu bölümde anlatacaklarımıza şu Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti ya da İskoç
Masonluğunun bize göre Türkiye’deki sorunundan söz ederek başlayacağız.
Ancak önce şu kısa tarihçeyi tamamlayalım.
Türkiye’deki Masonluk, 1909 yılındaki kuruluşundan beri hep “liberal” denilen Masonluğun
doğrultusundaydı. Ancak Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, 1970 yılında İngiltere
Birleşik Büyük Locası tarafından tanınıp, Anglosakson Masonluğu topluluğuna katıldı. 1999
yılında Türk Masonluğunun 90. yıldönümü nedeniyle Masonluğu halka tanıtmak üzere Ankara,
İstanbul ve İzmir’de birer sergi açtı.
Özgür Masonlar Büyük Locası ise, 1980’li yılların sonlarında CLIPSAS adlı örgüte üye oldu.
2001 yılında, örgütün olağan yıllık toplantısı İstanbul’da düzenlendi. 2004 yılında Masonluğa
kendi bakış açısını anlatan bir broşür yayımlayıp, bunu basın organları ile devletin tüm ileri
gelenlerine gönderdi.
İskoç Masonluğu Sorunu
Türkçedeki “İskoç” sıfatı İngilizceden dönüştürmedir. “İskoçlara özgü” ya da “İskoçya’ya
ilişkin” demektir.
Türkiye’deki masonlardan kimileri ise, “İskoç” sıfatının başındaki şu “İ” harfinden pek
hoşlanmıyor. Bunun yerine “Skoç” diye bir sıfat kullanıyor.
Belki de öylesi daha doğru ama Türk halkı iki sessiz harfin üst üste geldiği böyle dönüştürme
sözcükleri dile getirmekte genellikle güçlük çektiği için, Türk Dil Kurumu’nca bunların başına
bir sesli harf eklenmiş; “istasyon”, “İskandinavya” tarzında sözcüklerde olduğu gibi… “Skoç”
denilince akla öncelikle bir viski türü geliyor. İyisi mi biz “İskoç” demeyi sürdürelim.
* * *
Türkiye’de Masonluğa karşıt yayınlardan bazısında İskoç riti konusunun da hayli dile dolanmış
olduğu görülüyor. «Türkiye’deki Masonluğun ulusal değil, İskoçya’ya bağlı olduğu, adından
bile belli.» gibi sözler edilmiş.
Bu çalışmanın ikinci kitabında Masonluktaki “İskoç” sıfatının nereden kaynaklandığını gördük.
Yeryüzündeki hem en yaygın hem de masonların her ülkede kendi kültür ve anlayışlarına göre
uyarlayarak bağımsız olarak uygulayabildiği tek ritin Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti
olduğunu da belirttik. O gibi sözlerle, ancak yeterli bilgi ve kültür sahibi olmayan kişilerin
zihinlerinde Masonluk hakkında bir yanlış ön yargı oluşması sağlanır. Zaten bu sözleri
edenlerin amacının da okuyucuyu bilgilendirmek değil, kötüleme yoluyla bir olumsuz tutum
oluşmasını sağlamak olduğu belli.
147
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Türk halkı İskoçları pek tanımaz. Tanısa da İngilizlerden ayrı tutmaz. Bu çalışmada, tarih
boyunca İngilizler ile İskoçların birbirlerine ters düşmelerine ilişkin birçok örnek verdik. Bunun
günümüzde bile sürdüğünü belirttik.
Türkiye’deki masonlar ikiye bölünmeden önce aralarında sert tartışmalar yaparken, o sıralardaki
olayların başoyuncularından biri olan Enver Necdet Egeran adlı ünlü bir mason, -Anglosakson
Masonluğu’na eğilimli olduğu için olsa gerek- bir demecinde şöyle demiş: «İskoç Masonluğunun
içinde olmaktansa, Masonluğun dışında kalmayı tercih ederim.»
Zaten Türkiye’deki masonların bölünme olayının, Enver Necdet Egeran’ın çevresinde döndüğü
anlaşılıyor.
Kimileri Türkiye’deki Masonluğun bölünmesine Süleyman Demirel’in yol açtığını söylüyor
ama o sadece bir ayrıntı... Aslında, 18. yüzyılda İngiliz-İskoç çekişmesinden başlayarak
yeryüzünün hemen her yerinde oluşmuş bulunan “Anglosakson Masonluğu ile Liberal
Masonluk uyuşmazlığı”, sonunda Türkiye’ye de yansımış. Ancak işte bunun tam olarak
gerçekleşme tarihine bakılınca, Türkiye’de Masonluğun bölünmesinden dört yıl kadar sonra
olduğu görülüyor. Demek ki Türkiye’deki Masonluğun bölünmesinin nedeni İskoç Masonluğu
ile İngiliz Masonluğu arasındaki çekişme de değil.
Ancak o konuya yani Türkiye’deki Masonluğun niçin bölündüğüne daha sonra geleceğiz.
Şimdilik şu “İskoç Masonluğu” konusuna dönelim.
* * *
1950’li yıllarda bu ritin adında “İskoç” yerine “Rus” sıfatı olsaydı, kıyametler kopar fakat
“Amerikan” sıfatı olsa alkışlayanlar çıkardı. Çünkü o tarihlerde halkımız, bir salata türü olan
“Rus salatası” sözünü bile yadırgayıp bunun yerine “Amerikan salatası” diye hiç ilgisi olmayan
bir terim yaratmış. Şimdi “Rus Riti” diye bir şey olsa, ancak “İskoç Riti” kadar yadırganır ama
yerine “Amerikan Riti” gelse, Masonluğa karşı hayli sert tepkiler doğar.
Nitekim böyle bir tepki yaratılıyor. Masonluk “küresel emperyalizm” ile bağdaştırılıyor. Onun
baş sorumlusu ABD olarak gösteriliyor ki zaten o da “Yahudilerin politik ülküsü” anlamındaki
Siyonizmin bir numaralı yardakçısı sayılıyor; Masonluk yine Siyonizm ile özdeşleştiriliyor.
* * *
Türkiye’deki Masonluk hakkında öteden beri ortaya atılmış bir soru var.
Öyle bir soru ki bunu mason olmayanlardan çok masonlar sormuş:
«Ülkemizde niçin öteden beri İskoç riti uygulanıyor da bunun yerine kendi kültürümüze uygun
bir Türk riti düzenlenmiyor?»
Geçmişte Türk masonlar böyle bir işe girişmeyi düşünmüş ama caymışlar. Gerekçesini de
«Adından başka değişecek bir şey yok.» tarzında göstermişler. Zaten Masonlukta “rit” sözü
edildiğinde, bu sadece yüksek derecelerle ilgili bir konu oluyor; simgesel dereceleri, dolayısıyla
büyük locaları bağlamıyor. Gerçi yüksek dereceli bir masona soracak olursanız, şöyle der:
«Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nde 33 derece vardır.» Bunun anlamı şu: “Yüksek konsey,
birinci dereceden otuz üçüncü dereceye kadar ritin yönetimine egemendir.” Bu tarz bir tutum,
zaten dünya yüzünde zaman zaman büyük localar ile yüksek konseyler arasında uyuşmazlığa
yol açmış. Yüksek konseyler Masonluğun simgesel derecelerinden elini eteğini çekince, sorun
kapanmış. (Aynı sorunun Türkiye’de nasıl bir olay yaratmış olduğunu az sonra göreceğiz.)
Türk masonların gerek simgesel derecelerde gerekse Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin
yüksek derecelerinde uyguladıkları ritüeller ile başka ülkelerde masonların aynı derecelerde
uyguladığı ritüelleri karşılaştırıldığında, şöyle bir olgu ile karşılaşılıyor:
148
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Ritüeller birçok bakımdan birbirine pek benziyorsa da birçok bakımdan aralarında birtakım
önemli farklar var. Türkiye’deki masonlar, bunların içeriğini kendi kültür ve benimseyişlerine
göre uyarlamış.
Eski tarihlerde uygulanmış ritüeller ile günümüzde yürürlükte olanlar karşılaştırılınca, bunların
zaman içinde de birtakım değişikliklere uğratılmış olduğu görülüyor.
Demek ki Türkiye’deki Masonlukta bir “Türk riti” yok ama Türk masonlar, batı ülkelerinden
aldıkları ritüelleri Türkleştirmişler.
Bu da salt Türkiye’ye özgü bir durum değil. Benzeri hemen her ülkede görülüyor.
* * *
Günümüzde Türkiye’de altı ayrı mason kuruluşu var.
Bunlardan üçü simgesel derecelerde çalışan büyük localar; diğer üçü Eski ve Kabul Edilmiş
İskoç Riti’nin ayrı birer yüksek konseyinin yönetimi altında çalışan örgütler...
Her büyük locanın uyguladığı ritüellerin, diğerlerinden farklı olduğu da görülüyor.
Türkiye Yüksek Şûrası ile süprem konseylerin yönetimindeki yüksek derecelerin ritüelleri için
ise “birbirlerinden farklı” demek yetersiz kalabilir; belki yer yer benzerlikleri olduğunu söylemek
daha doğru olur.
Her örgüt, kendi ritüellerini kendi tutum ve anlayışına göre düzenlemiş.
«Bu durum, bir yabancı mason Türkiye’ye geldiğinde ya da Türk masonlardan biri yabancı bir
ülkeye gidip oradaki bir toplantıya katıldığında, şaşkınlık ya da yadırgama yaratmaz mı?»
Kim bilir!... Yaratır herhalde... Ancak böyle farklar bulunduğunu bilen bir mason, herhalde
anlayışlı davranır. Yabancıları bilemeyiz ama bizim töremize göre nasıl herkes konuk olduğu
evin kurallarına, o ev halkının gelenek ve göreneklerine uyum gösterirse, Türk masonların da
bu bağlamda saygılı bir tutum takınacağı gönül rahatlığı ile söylenebilir.
“İskoç riti” teriminin Türkiye’de yadırganışıyla bağlantılı olmak üzere, Türk masonlar bir de
şunu ekliyor:
«Bu terim yurdumuzda yadırganmaktadır ama başka ülkelerde -hatta İngiltere’de bile- bu
bakımdan önemli bir yadırgama ya da karşı çıkış yoktur. Herkes bu terimin Masonluğun
tarihçesinden kalma, o tarihlerde geçerli olan anlamını çoktan yitirmiş, sadece anısal olarak
kullanılması sürdürülen bir sıfat olduğunu bilir. Yeterince bilgi sahibi olmayanlar ise her zaman
ve her yerde zaten kandırılacaktır.»
Masonlara arka çıkmakta değiliz ama doğru söze de can kurban!
Siyonizme Hizmet
Masonlar, dünyanın birçok yerinde Siyonizmin emellerine hizmet etmek ile suçlanmıştır. Gerçi
Türk masonlar bu konuda çok duyarlı davranıyor ve böyle bir şeyin kesinlikle söz konusu
olamayacağını savunuyor ama herkes sadece kendi hesabına konuşmalı...
Konuya dünya genelinde bakıldığında, böyle yüklenmeleri haklı çıkaran kanıtlar bulunduğu
görülüyor.
Örneği Fransa’dan alalım.
19. yüzyılın sonlarında, birtakım loca ve büyük locaların toplantılarında «Masonluğun amacı
Siyonizmin utkusunu sağlamaktır.» gibi sözler edilmiş, bu bağlamda demeçler bile verilmiştir.
Böyle konuşmalar loca toplantılarının tutanaklarına geçirilmiş, dergilerde yayımlanmış,
dolayısıyla belgelenmiştir.
149
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
150
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Onlar da bunun üzerine «Madem öyle, haydi bakalım!... Açın tapınaklarınızı, gösterin
ritüellerinizi, her şey ortaya dökülsün.» diyecekti.
Türk masonlar ise kafalarını Masonluğun şu “ezoterik” niteliğine takmıştı. Nasıl olur da mason
olmayanlara toplantılarını yaptıkları yerleri, ritüellerini gösterebilirlerdi!... Böyle bir şey,
Masonluğun öz niteliğini yitirmesine, tüm sırların açığa çıkmasına yol açardı.
Zaten birçok masonun en büyük yanılgısı budur.
Mason olmakla başka insanların bilmediği çok önemli birtakım sırlar edindiklerini sanıyorlar.
Kendi gözlerinde bunları olduğundan da büyütüyorlar. Yaptıkları iş kendilerini toplumdan
âdeta soyutlayıp, içlerine kapanmaktan başka bir şey değil.
* * *
Türk masonlar, öteden beri şöyle bir ilke benimsiyor ve bunu sık sık dile getiriyor:
«Masonluk, amaçlarını gerçekleştirme yolunda bir kurum olarak hiçbir eylemsel etkinlikte
bulunmaz. Sadece masonlar, bu doğrultuda bireysel nitelikli çalışmalar yapar.»
Bu da nereden çıktı?
Şayet bunu Türkiye’deki Masonluk için söylüyorlarsa, o kendi bilecekleri iş ama genel olarak
Masonluk ve yeryüzündeki tüm masonlar adına böyle bir şey söylemeye hakları yok.
Şayet böyle bir ilkede diretmeyip, Amerika’da, Avustralya’da, Kanada’da ve birçok Avrupa
ülkesinde olduğu gibi sosyal nitelikli organizasyonlara girişselerdi, Türkiye’deki konumları da
hayli farklı bir boyut kazanabilirdi.
Oysa Türkiye’deki Masonluğun gerek tarihinde gerekse yakın geçmişinde böyle girişimler hiç
görülmemiş gibi, kendilerini localarına hapsetmişler.
Ne çabuk unutmuşlar daha 1921 yılında, o tarihte Himaye-i Etfal Cemiyeti adını taşıyan Çocuk
Esirgeme Kurumu’nun doğrudan Türk mason localarının ortaklaşa girişimiyle kurulmuş
olduğunu!...
Niçin göz ardı ediyor ve belgeleriyle açıklamıyorlar 1923 yılında Türkiye Hilâl-i Ahmer
Cemiyeti yani Kızılay’ın kuruluşunu desteklemiş olduklarını?
Başkaları da var ama hep eskilerde kalmış.
Gerçi bu kurumların resmî tarihçesinde bunlardan söz edilmez ama nedeni belli. Nasıl bir
zamanlar Katolik Kilisesi Merovenjlerin 2. Dagobert diye bir kralı olduğunu tarihten silmişse,
bu kurumların tarihçesinden de masonların adı bilerek silinmiş.
Ancak masonların arşivlerinde bunların belgeleri olmalı.
Sonra, 1930’lu yıllarda yurdumuzdaki politikacılar, her türlü sosyal ve kültürel etkinliği de
kendi kontrolleri altına almaya, Halk Partisi bünyesine bir tekel oluşturmaya girişmiş. 1935
yılında Türkiye’deki tüm mason localarının apansız kapanması da işte o politik tutumun yan
ürünlerinden biri.
Bundan hayli zarara uğrayınca, süt içerken ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemeye başlaması
gibi bir genel tutum takınmışlar.
Yukarıda belirttiğimiz deyişleri de galiba bundan ileri geliyor.
Böyle olunca, Türkiye’de Masonluğa karşıt olanların Türk masonlardan çekineceği hiçbir şey
kalmıyor. Hatta Masonluğa karşıt girişimlerde bulunmayı sürdürmelerine bile gerek kalmıyor.
Baksanıza masonlara... Ne kokuyor ne bulaşıyor, ne suya dokunuyorlar ne sabuna.
151
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
152
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Locası’nın 1950’li yılların sonlarındaki büyük üstadı Ahmet
Salih Korur, ritüellerdeki “Kâinatın Ulu Mimarı” terimi yerine “Kâinatın Ulu Yaratanı”
teriminin konmasını istemiş. Masonların karşı çıkması üzerine, «Ya kabul edersiniz ya da ben
çeker giderim.» demiş.
Ahmet Salih Korur gerçekten de çekip giderse masonlar ne yapardı!... Kolay iş mi? O tarihte
Başbakanlık müsteşarıydı. «Anan yahşi, baban yahşi!... Dediğin gibi olsun. Yeter ki sen kal!»
diyerek razı olmuşlar.
1960 yılındaki askerî darbede Ahmet Salih Korur da tutuklanınca, önceki terime dönülmüş.
* * *
Bundan sonra sıra, Türkiye’de Masonluğun bölünmesi olayına geliyor.
1964 yılında başlayan bu olaylar zincirini şöyle özetleyebiliriz:
Süleyman Demirel, Adalet Partisi’nin genel başkanlığına aday olmuştu. Hakkında “mason”
olduğu gerekçesiyle karşıt propaganda yapılıyordu. Büyük locanın büyük üstat yardımcısı olan
Enver Necdet Egeran, sözlü bir rica üzerine, dernekte kaydının bulunmadığına ilişkin bir belge
imzalayarak verdi. O da bunu herkese gösterip, politik kariyerinin önünü açtı.
“Böyle bir belge nasıl verilebilir?” konusu, büyük locanın genel kurulunda büyük tartışmalar
çıkmasına neden oldu.
Enver Necdet Egeran, Türkiye’deki Masonluğun Anglosakson Masonluğu topluluğuna katılması
için öteden beri girişimlerde bulunuyordu. Bunlar, işte tam bu sırada meyvesini verdi. Büyük
loca kendi iç sorunları ile boğuşup dururken, bir ara bu iş ile bağlantılı bir tören uygulanıverdi.
Ardından, yapılan seçimlerde Enver Necdet Egeran bir de büyük üstatlığa gelince, tartışmalar
iyice ateşlendi.
Yüksek Konsey, Enver Necdet Egeran’ı Masonluktan ihraç etti. Büyük loca buna şiddetle
itirazda bulundu. (Bir de yüksek konseyin o tarihteki büyük komandörü Hazım Atıf Kuyucak
ile Enver Necdet Egeran’ın daha önce aynı şirkette çalıştığı, biri Adalet Partisi, diğeri
Cumhuriyet Halk Partisi yandaşı olduğundan, öteden beri aralarında bir uyuşmazlık olduğu,
kişisel sorunlarını Masonluğa taşıdıkları söylenir.)
Enver Necdet Egeran büyük üstatlıktan çekildi. Yerine seçilen Hayrullah Örs, açıkça Egeran’dan
yana çıktı ve büyük locayı bir yıldan beri işgal eden tartışma konusu üzerinde görüşülmesini
yasakladı.
Kimi masonlar Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’ndan ayrıldı. Kendi başlarına
yeni localar, bunların bir araya gelişiyle de “Türkiye Büyük Mason Mahfili” adını verdikleri
bir diğer büyük loca kurdular.
Yüksek Konsey, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası ile ilişkisini kesti. İlişkilerini
yeni büyük loca ile sürdürdü.
Kimi yüksek dereceli masonlar, yüksek konsey üyeliğinden ayrıldı. Kendi aralarında bir başka
yüksek konsey kurdular. (Türkiye Yüksek Şûrası)
Acaba bunların hangisi şu “Mason Töresi”ne uyuyor?
* * *
1973 yılında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası, birkaç yıl önce ayrılmış
üyelerinden isteyenlerin geri dönebileceğine, doğrudan Türkiye Büyük Mason Mahfili’ne
girmiş olanların da kabul edilebileceğine ilişkin bir bildirge yayımladı.
153
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Türkiye Büyük Mason Mahfili, buna çok sert bir dille yanıt verdi. Buna karşın, Hür ve Kabul
Edilmiş Masonlar Büyük Locası’na geçenler oldu.
Sonraki tarihlerde de zaman zaman şu ya da bu nedenle üyesi olduğu büyük locadan ayrılıp,
diğerine geçmiş olanlar görülüyor.
«İnsan beğenmediği ya da mutlu olmadığı bir derneğin üyeliğinden ayrılıp, diğerine geçebilir.
Hiç kimse, kişinin bu özgürlüğünü engelleyemez.» diye düşünülebilir.
Bu doğru ama Mason Töresi açısından iş o kadar basit değil. Her mason, Masonluğa girerken,
üyesi olacağı büyük locayı tek otorite olarak kabul ediyor. Bir kez böyle bir söz verdikten sonra,
öteki yana geçmesinin Mason Töresi’nin gerekleriyle ne denli bağdaştığı sorulmaya değer.
* * *
Bölünme olayı Türkiye’deki masonları öylesine etkiledi ki kimileri Anglosakson Masonluğu
yandaşı, kimileri Liberal Masonluktan yana olmanın ötesinde her iki taraftakilerden diğerinin
âdeta düşmanı olup çıktı.
Hepsi de sonradan kendi localarına giren genç masonların beyinlerini iyice yıkadılar. Genel
olarak «Biz bağnazlığın her türüne karşıyız.» derken, kimileri Masonluğun kendi içinde
bağnazca tutumlar sergiledi.
Bununla birlikte, ulusal bir sorun doğduğu zaman Türk masonların aynı tarzda davrandıkları
görüldü. Örneğin, 1994 yılında Refah Partisi Milletvekili Hasan Mezarcı TBMM kürsüsünde
Atatürk’e dil uzattığında, 2001 yılında Paris’te bir “Ermeni anıtı” dikilmesine kalkışıldığında,
Türkiye’deki birçok kurum gibi her iki büyük loca birden aynı tepkiyi verip, ayrı ayrı ama
içerikleri pek benzer protesto bildirgeleri yayımladı. Ancak Fransızların çıkardığı şu “Ermeni
Soykırımı Yasası” konusunda pek bir şey yapamadılar. Fransız masonlar, Masonluktaki aynı
kanatta olsalar da Türk masonlardan yana değil, kendi ülkelerindeki Ermeni masonlardan yana
çıkarak bu konuyu iç politikada kullandılar.
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası ile Özgür Masonlar Büyük Locası’nın kimi
büyük üstatlarının arada sırada buluştuğu, Masonluğun ortak sorunları üzerinde görüştükleri
söyleniyor ama ara sıra ve sadece üst düzeyde yürütüldüğü duyulan bu ilişkilerin yakın
gelecekte iki yüzyıl önce İngiltere’de görülmüş olduğu gibi “Türkiye Birleşik Büyük Locası”
tarzında bir bütünleşme sağlayacağına ilişkin şimdilik pek bir ışık yok.
Masonlar, şu “ışık” kavramına çok önem veriyor.
Türk masonların, galiba gerek dünya gerekse ülkemizin gerçeklerini çok daha iyi kavramak ve
buna göre bir tutum benimsemek, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmek için çaba gösterirken
öncelikle Türk ulusuna karşı üstlerine düşen görevleri yerine getirmek bakımından eyleme geçmek,
bunun için de kendi kendilerini biraz daha aydınlatmaları gerekli gibi görünüyor.
İngiltere’deki Masonluğun ülke yararlarına birleşmesini krallık otoritesi sağlamıştı. Anlaşılan
Türkiye’de bu konuda bir yasa çıkması gerekli.
Bunun için ise önce neyin gerektiğine hiç dokunmayalım.
154
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 15
Çağdaş Tapınakçılar
Önemli bir not: Bu bölümdeki yazılar, bu çalışmanın özgün olarak yapıldığı dönemden
kalmıştır. Aradan 20 yıla yakın süre geçti. Bazı değişiklikler olabilir. Yenileme yapılmadı.
Günümüzde genel olarak Masonlukta Tapınakçılar konusu ikinci planda kalmış gibidir.
Bu, yüksek derecelerinin bazılarında Tapınak Şövalyelerine yer veren Eski ve Kabul Edilmiş
İskoç Riti’nde de böyledir. Özellikle Amerika’da yaygın olarak uygulandığı görülen York Riti’nin
son derecesinin “Tapınak Şövalyesi” adını taşıması bile pek bir şey değiştirmemektedir.
Masonluk ile hiçbir bağlantı ya da benzerliği olmayıp, özgün Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nı
yaşattığını ileri süren örgütler de var. Bunlardan bazısı, 1804 yılında Bernard Raymond Fabré-
Palaprat’ın Fransa’da kurduğu tarikatın izini sürerek günümüze dek gelmiş. Bazısı ise kökeninin
çok daha eskiye dayandığı iddiasında. Örneğin içlerinden biri 1314 yılında İskoçya’da Robert
Bruce tarafından kurulan tarikatın devamı olduğunu savunuyor. Diğerlerinin de kendilerine göre
bir tarihçe tezi var.
Bu örgütlerden bazısı ezoterik bir nitelik taşıyor. Bazısı için -kendisini çağımızın gereklerine
uyarlamış oluşundan ötürü- belki de “yarı ezoterik” diye bir sıfat kullanılabilir. Bazısı ise ezoterik
bile sayılmaz. Aralarında amaçları, örgütlenme biçimi ve öğreti kapsamı bakımından belirgin
farklar da var.
Bunun böyle oluşuna karşın, ara sıra birileri ortaya çıkıp, «Tapınakçılar, perde arkasından tüm
dünyayı yönetiyor.» diye bir yaygaradır koparıyor. Gerek basılı olarak gerekse internet ortamındaki
yayınlarda, bu bağlamda bir sürü komplo teorisi görülüyor.
Fakat bu iddialarda “Tapınakçılar” denilirken, hangi örgütten söz edilmekte olduğu belli değil.
İyisi mi, günümüzde yeryüzünde hayli geniş çapta örgütlenmesi olan Tapınakçı tarikatlarından
önde gelenlerini şöyle bir gözden geçirelim.
Avrupa Prensler Konseyi
Tapınakçıların tüm dünyayı yönetmekte olduğu ileri sürülüyor ya!...
Gelin önce şu “tüm dünya”yı Avrupa boyutuna indirgeyelim.
Sonra da ilginç bir kişiden söz edelim: Prens Michael Stewart.
Prens Michael Stewart, bu çalışmanın ikinci kitabında hayli değinmiş
olduğumuz İskoç asıllı Stuart hanedanının bir kolundan gelme
soylulardan biri... Ailesi nesillerden beri Belçika’da yaşıyor. Bizim
açımızdan aslında pek önemli olmayan birçok unvanı var; “İskoçların
sürgündeki kralı”, “7. Albany kontu” gibi...
155
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Prens Michael Stewart Avrupa Prensler Konseyi adlı bir topluluğun başkanı. Asıl önemli olan da
bu. Çünkü bu konsey, Avrupa Birliği kapsamından yer alan önemli bir danışma kurulu niteliğini
taşıyor. Üstelik etkin bir kurul. [İngilizcede “European Council of Princes”]
Prens Michael Stewart, birçok çağdaş şövalyelik tarikatı olduğu gibi bir de İskoçya kökenli
Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın da etkin üyelerinden biri...
Ona göre bu pek doğal bir olgu; çünkü İskoçların özellikle Seton, Sinclair ve Stuart ailelerinden
gelenler, zaten doğuştan birer Tapınak Şövalyesidir. Onlar için bu sonradan katılmayla ya da
inisiyasyon yöntemiyle edinilen bir nitelik değildir; kendiliğinden öyledir. Böyle özel bir
niteliği olmayan kişiler Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’na katılmak üzere davet edilir.
* * *
Michael Stewart’a göre; günümüzde birçok Tapınak Şövalyesi örgütü var ama sadece üçü
geçerlidir. Biri İskoçya’daki “Order of the Knights Templar of St. Anthony” (Aziz
Antuvan’ın Tapınak Şövalyeleri Tarikatı) adlı örgüt... Diğer ikisinden biri, Portekiz’deki
“Ordem dos Cavalieros de Cristo” (İsa Şövalyeleri Tarikatı); sonuncusu da İspanya’daki
“Orden de Santa Maria de Montesa” (Monteza’nın Aziz Meryem Tarikatı). Ötekiler ise
sonradan oluşturulmuş, aslında doğru dürüst bir tarihsel kökeni bile bulunmayan taklitçi
örgütler...
19. yüzyıldan beri bu gibi tarikatların yüzlerce benzerinin sayılabileceğini belirten Prens
Michael, şöyle bir tez ileri sürüyor:
«14. yüzyıl başlarındaki gerçek Tapınak Şövalyelerinin, tarikatın Fransa kanadı çökertilince
varlıklarını İskoçya dışında nerede sürdürmüş olduğunu söylemek olanaksızdır. Portekiz ve
İspanya’daki iki tarikat, daha başından beri doğrudan bu iki ülkenin krallarının yönetimi altına
alınmıştır.
Nitekim bunun İskoçya’da da öyle olması gereklidir. Günümüzde İskoçyalı Tapınakçıların
başlıca uğraşısı, Stuart hanedanının eski durumuna kavuşabilmesini sağlamaya yöneliktir.»
* * *
Günümüzde Avrupa Prensler Konseyi’ni 33 prens oluşturuyor.
Sakın bunu Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin herhangi bir yüksek konseyindeki üye sayısı
ile bağdaştırmayın. Bu sayı sadece bir rastlantı.
Bu prenslerin hepsinin soyu ya Merovenjlere ya da doğrudan tarihteki İsraillilerin özgün kral
ailesine uzanıyor.
Dolayısıyla hepsinin kutsal soy bağını taşıdığı ileri sürülüyor.
Hani Yahudilerin sadece kendi aralarında evlenişi, Yahudi olmayan biri ile evlenen çıkarsa onu
toplumlarından dışlayışları hep eleştiri konusu edilir ya!... Bu durum, Avrupa’nın “soylu”
olarak anılan aileleri için de geçerli. Üstelik soyluluk dışı doğan bir çocuk gayri meşru sayılıyor.
Acaba onların da İsraillilerin Yahuda ya da Benjamin ailelerinden birine hatta belki de her
ikisine birden, dolayısıyla İsa ile Magdalena’ya dayanan bir soyu arınmış tutarak sürdürmek
için böyle bir kuralı benimsemiş oldukları söylenebilir mi?...
Ancak unutmayın, bu aileler arasında birlik ve bütünlük içinde olma düşüncesi yok. Her biri
sadece kendi ülke ya da bölgesinde kendi egemenliğini korumanın peşinde… Gerekirse bir
diğerinin gözünü oyabilir.
* * *
156
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
157
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
158
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Daha önce bir Rozkruacı olan Joseph di Mambro ile birlikte tarikatın 53 üyesi, 1994 yılında
İsviçre ve Kanada’da aynı anda topluca kendilerini yakarak intihar etti.
Bu olay, dünya çapında hayli yankılandı. Örgüte Satanist damgası vuruldu. Tarikat üyeleri ise
şöyle bir görüş ileri sürdü:
«Onlar intihar etmedi... Ruhları Siriüs’e iletildi. Orada bedenlendiler.»
Bunu söyleyen tarikat üyeleri de 1995 yılında intihar etti.
Kimilerine göre bu ölümlerin hiçbiri intihar değil, çok iyi düzenlenmiş ve intihar süsü verilmiş
bir organize toplu cinayettir. Bu tarikatın yaptıklarından rahatsız olan birilerinin, onları topluca
ortadan kaldırdığı ileri sürülüyor.
O “birileri”nin kim olabileceğine ilişkin ise hiçbir söz edilmiyor; herhangi bir ipucu verilmiyor.
Uluslararası Birliktelik
2001 yılında İngiltere’de, Tapınak Şövalyesi olduklarını ileri süren
birkaç kişi “International Knights Templar Association” (Uluslararası
Tapınak Şövalyeleri Birliği) adlı bir örgüt kurdu.
Bu girişim, amaç ve çalışma tarzı bakımından diğer çağdaş Tapınakçılar
tarafından çok olumlu ve yararlı bulunarak desteklendi. Örgüt hızla
gelişti.
Bu örgüt, aslında herhangi bir öğretisi olmayan, bir tür “şemsiye” niteliği taşıyor. Aralarına
sadece çağdaş Tapınakçılar değil, herhangi bir tarikatın üyesi olmayan tarihçiler, hukukçular
ve Tapınak Şövalyeleri konusuna özel bir ilgi duyan araştırıcılar da katılabiliyor.
Nitekim bu örgütün amacı, gerek tarihteki gerekse günümüzdeki Tapınak Şövalyeliğini
incelemek, bilinçle kavramak, bu bağlamdaki bilgileri toplumsal katmanlara aktarmak, bu arada
çeşitli Tapınakçı tarikatları arasında iletişim sağlamak olarak belirtiliyor. Örgütün misyonunun
gereği olarak, gelecekteki dünya barışı ve insanların genel bilgi düzeyinin gelişimi bakımından
eğitim ve iletişimin kaçınılmaz olduğunu savunuyorlar.
* * *
Bu örgütün benimsediği ilkelere göre, tüm tarikatlar için topluca geçerli olmak üzere çağdaş
Tapınak Şövalyelerinin amacı şöyle özetlenebilir:
Yaşamda gerçek inancı aramak;
Topluma sevgi ve saygıyla bağlanmak;
Yoksullara, hastalara ve haksız yere suçlananlara yardımcı olmak;
Hıristiyanların kutsal yerleri ziyaret etmelerini ve Kutsal Ülke’nin varlığının korunmasını
sağlamak;
Her türlü baskıya karşı çıkarak, düşünce özgürlüğünü savunmak;
Şövalyeliğin soylu ideallerinin yine yaygınlaşmasını teşvik etmek;
Tapınak Şövalyelerinin tarihini, belgelerini ve yapıtlarını korumak.
Tapınak Şövalyesi olacak bir kişinin yükümlülüklerini de şöyle sıralıyorlar:
Gerçeği kendi benliğinde aramak;
Onurlu insan olup, söz verirken dikkat etmek ve verilen sözü tutmak;
Adaletten yana ve haksever olup, adaletsizliklere karşı çıkmak;
159
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
160
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
161
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Ritin 28., 29. ve 30. derecelerinde de Tapınak Şövalyeleri’ne değinmeler var. Gerçi Tapınak
Şövalyelerinin Paris’te 1314 yılında yakılarak idam edilen son büyük üstadı Jacques de Molay’ın
anısının hep canlı tutulması ritin son derecesine bırakılmış ama 29. derecede Tapınakçıların 14.
yüzyıl ve sonrasında İskoçya’daki gelişimi üzerinde özenle duruluyor. Böylece Tapınakçılığın
günümüze kadar gelen uzantısı İskoçya’ya bağlanmış oluyor. Bunun Prens Michael Stewart’ın
tarikatının benimseyişiyle daha yakın düştüğü söylenebilir.
York Riti’nin son derecesiyle özdeş tutulan 32. derecede, ritin önceki tüm derecelerinde geçen
öğretiler özetlenir ve masonlar simgesel olarak bir kampta toplanır. En etkileyici vurgulama da
işte burada...
Tapınak Şövalyelerinin masonlara özgü bir tarz ile düzenlenmiş olan kampında, asker ve
şövalyelerin çadırları en dışta bir dokuzgen, onun içinde yedigen, daha içte beşgen oluşturacak
biçimde yerleştirilmiş. Onun da ortasında bir üçgen var. Üçgenin içindeki çemberin ortasında,
Tapınak Şövalyelerinin büyük üstadının çadırı yer alıyor. (Şimdi bunun karşılığı “büyük
komandör” olsa gerek.)
Tüm bunlara genel olarak bakıldığında, az önce sözünü etmiş olduğumuz çağdaş Tapınakçıları,
«Bizim Masonluk ile hiçbir ilgimiz yok.» deyişlerinden ötürü haklı görmek gerekir. Hatta
günümüzün gerçek Tapınakçıları onlar ise Masonluğun sadece yüksek derecelerde Tapınak
Şövalyelerinden esinlenmiş olduğu söylenebilir; Ortaçağ Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın
devamı olma iddiası yok.
* * *
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlardan söz ederken, bunların ortalık yerine bir de Rozkruacılar
oturmuştu.
«Acaba sonra onlar da çağdaş Tapınakçılar gibi gerek Siyonistler gerekse Masonlardan
bağımsız olmak üzere varlıklarını sürdürdü mü?»
Böyle bir sorunun soruluşu bile öyle olduğunu gösteriyor.
162
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 16
Çağdaş Rozkruacılar
163
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Avrupa’da Naziler ortalığı darmadağın ederek ezoterik örgütlerin tümünü ortadan kaldırınca,
diğer birçokları gibi bu tarikat da Amerika’ya taşındı. Günümüzde, 9 dereceli bir sistemle
çalışmalarını sürdürüyor.
Aleister Crawley, Altın Şafak Tarikatı’nın büyük üstadı iken Okültizm’i aşırı boyutlara
vardırdı. Bundan rahatsız olan tarikat üyeleri, büyük üstatları bile olsa onu tarikattan ihraç etti.
Aleister Crawley ise bunu pek umursamadı; sadece, tarikatının üyelerine kendine göre doğruları
anlatamamış oluşundan ötürü biraz üzüldü. Üzüntüsünü giderince de kendi başına “Astrum
Argentum” (Gümüş Yıldız) adı altında bir başka tarikat kurdu.
Altın Şafak Tarikatı ise kendi yoluna devam etti.
Avrupa’da doğmuş olan birçok örgüt gibi o da Amerika’ya geçtiğinde,
elbette Amerikanlaştı; tarz değiştirdi. Öylesine ki kısa süre içinde
ezoterik niteliğini bile yitirdi. 1937 yılından bu yana, özellikle
Hermetizm ve Kabala üzerine gizemci çalışmalara hevesli herkes, on
dereceli bu tarikatın ritüellerini topluca alabiliyor ve tüm derecelerini
reçetesini izlemek suretiyle kendi başına çalışarak edinebiliyor.
* * *
Beri yanda Rozkrua Tarikatı Amerikanlaştığında öncülüğünü üstlenen Harvey Spencer Lewis,
1909 yılında tarikatın merkezini California eyaletinin San Jose kentine taşıdı. Bundan sonra da,
tarikatın 17. yüzyıldaki özgün geleneğine dönüldü. Örgütün her 108 yılda bir (bu kez 106 değil)
kendisini yenilemesi öngörüldü.
Tarihlerde bir hesap karışıklığı olduğunu söylemiştik.
Nitekim 1909 yılı, Christian Rosenkreuz adlı varsayımsal ya da efsanesel kişi ile bağlantılı
öykünün tarihleriyle uyuşmaz.
Çağdaş Rozkruacılar, o tarihin aslında pek önemli olmadığını, tarikatın M.Ö. 1350 yılında
Mısır’da kurulduğunu, 108 yıllık yenilenme dönemlerinin o tarih esas alınarak hesaplanması
gerektiğini ileri sürüyor. Dediklerine göre; Harvey Spencer Lewis, 1908 yılında Languedoc’taki
Toulouse kentinde bu tarikata alınıp, Amerika’daki canlanmayı sağlamak üzere yetkilendirilmiş.
Çağdaş Rozkruacıların dediğine göre; Harvey Spencer Lewis, tarihteki gelmiş geçmiş en büyük
alşimisttir. Kimilerine göre ise olsa olsa bir sihirbaz hatta göz boyayıcı, açıkça bir şarlatan...
Böyle nitelendirilmiş olmasının nedeni, oldukça büyük bir topluluğun gözü önünde çinkoyu
altına dönüştürme gösterisi yapmış olması. Bu da bir başka Amerikanvarî uygulama...
* * *
Çağdaş Rozkruacılar, hep bu tarikatın gelecekteki yenilenmesinden söz ederken, kapalı bir dille
bir devrim beklentisi içinde olduklarını belirtiyor.
20. yüzyıl ortalarında bu tarikatın uygulama tarzında hayli değişiklik, âdeta bir çağdaşlaştırma
yapılmış. Şöyle ki tarikatın ilk üç derecesindeki öğreti, üyelere yazışma yoluyla iletiliyor yani
toplantılara katılmak gerekmiyor. Bir tarikat üyesinin böylece aldığı derece öğretisi üzerinde
çalışması, kendi yazılı üretimini yapıp bir tez sunması isteniyor. Yapmış olduğu üretimde yani
ödevinde başarılı olursa, bir üst dereceye yükselme hakkını elde ediyor.
Bu yöntem, tarikatın 3. derecesinin sonuna kadar böyle ama 4. dereceye geçen bir üye daha da
ilerlemek isterse, tarikatın belirli yerlerde “kolej” diye anılan birimlerinden birinin toplantılarına
katılmak zorunda. Bu toplantılara, çoğu kez tarikat üyesi olmayan, kendi alanında uzman bir
kişi konuk konuşmacı olarak davet ediliyor.
164
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Derecesinin daha da yükselmesini isteyen bir Rozkruacının, yazılı çalışmalarının yanı sıra, bu
toplantılarda bilgi ve görüşlerini ortaya koyarak sözlü katkıda bulunması da gerekiyor.
* * *
Bu tarikatın örgütlenme tarzından da kısaca söz edelim.
Örgüte hem kadın hem erkek ama sadece Hıristiyanlar üye olabilir.
Her Rozkruacının bağlı olduğu bir kolej vardır. Kolej başkanı olmak için, tarikatın ilk üç
dereceden sonra gelen 9 yüksek derecenin sonuncusunu alıp, “Chief Adept” (Baş Uzman)
unvanını edinmiş bulunmak gereklidir. Kolej başkanlarının bir araya gelişiyle, tarikatın en
yetkili organı olan “yüksek konsey” oluşur. Bu konseyin başkanı “imperator” unvanını taşır.
[Sözlük anlamı bakımından “imparator” ile özdeştir ama bu tarikatta bunun olağan İngilizce
karşılığı olan “emperor” kullanılmamaktadır.]
* * *
Zaman içinde bu çağdaş Rozkrua tarikatından doğma daha birçok tarikat oluştu. Bunlardan biri de
1987 yılında imperator olan Gary L. Stewart’ın, 1996 yılında kurduğu “Confraternity of
Rosae Crucis” (Rozkrua Üst Kardeşliği) adlı örgüttür.
Bu örgüt, Rozkruacılığın aşırı ölçüde çağdaşlaştırılmakta oluşunu, böylece öz niteliğinden
uzaklaşma hatta yozlaşma olarak görmektedir. Oysa kimileri de tam tersine tarikatın yeterince
çağdaşlaşamadığı hatta tarikat üyesi olabilmek için Hıristiyan olma koşulunun da kaldırılması
gerektiği görüşündedir.
Son zamanlarda bu tarikatın pek sesi soluğu çıkmıyor. Demek oluyor ki çağımızdaki Rozkrua
Tarikatı 2017 yılında kendisini bir kez daha yenileyecek. [Bu çalışmanın yeniden derlendiği
2022 yılında bu yenilemenin gerçekleşip gerçekleşmediğine ilişkin bir araştırma yapılmadı.]
Kabalist Rozkruacılar
1889 yılında Paris’te Stanislas de Guaïta, “L'Ordre Kabbalistique de la Rose-Croix”
(Rozkruanın Kabalistik Tarikatı) adlı yepyeni bir Rozkrua tarikatı daha kurdu.
12 kişiden oluşan bir yüksek konseyin yönetimde çalışan bu yeni örgütün özellikle Kabala’ya
dayanan pek yoğun bir gizemci öğretisi vardı. Bu yüzden pek kısa bir süre sonra örgütün ileri
gelenlerinden çoğu, hem öğretinin çok ağır oluşu hem aşırı ölçüde Katolik karşıtı bir tutumla
Budizm’e dayandığını ileri sürerek ayrılmaya başladı.
Ayrılanlardan biri olan Joseph Aimé Pedalan dit Joséphin, kendi başına doğrudan Okültizm
üzerinde çalışmak üzere bir başka örgüt kurmaya girişince, Stanislas de Guaïta onu resmen
aforoz etti.
Bunu hangi yetkiyle yapmış olduğu bilinemez ama yapmıştı işte...
Ona karşı çıkanlara göre; Stanislas de Guaïta, Katolik Kilisesi’ni kötülüyor ama kendisini papa
gibi görüyordu.
* * *
Bu iki örgüt arasında sıkı bir didişme başladı.
Joseph Aimé Pedalan dit Joséphin, Stanislas de Guaïta’yı kara büyü ile uğraşmakla suçladı.
Şöyle bir tez ileri sürdü: «Okültizm ile din birbirini bütünler. Ölüm, sadece bedenin ruhu artık
özgür bıraktığı bir biçim değiştirme olayıdır.» Bu tutumuyla, Fransa’da özellikle entelektüellerin
kendi tarikatına ilgi göstermesini sağladı.
165
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Aynı sıralarda, Stanislas de Guaïta’nın tarikatı Fransa’da mali yönü de olan geniş çaplı bir seks
skandalına bulaştı. Bu olay, kısa bir süre içinde örgütün sonunu getirdi.
Ortalık ötekine kalmış gibiydi ama o da çok dayanamadı.
19. yüzyılın sonlarına doğru Fransa’da hemen her ezoterik tarikata burnunu sokmuş olan Gérard
Encausse, etkin üyelerinden olduğu bu tarikatı da kendi hesabına kullanarak Martinizm’i
yeniden oluşturmaya girişti.
Fransa’daki kabalistik nitelikli Rozkrua Tarikatının üyesi olan okültistlerden çoğu, onun peşinden
gitmeyi yeğledi. Kim bilir, belki de başka bir seçenek bulamadıklarından...
Çağdaş Martinizm
Bu çalışmada daha önce de sözünü etmiş olduğumuz Martinizm akımı, 20. yüzyılda birbirinden
farklı yönlerde olmak üzere yeniden geliştirildi.
Aslında hepsi de genelde Kabala ve Hermetizm üzerine yoğunlaşıyordu ve öğretileri bakımından
Rozkruacılar ile de örtüşmekteydi. Fakat biraz çevre edinen herkes, kendi borusunu farklı bir
tonda öttürmek eğilimiyle bir başka tarikat kurdu.
Avrupa’da 18. yüzyılın ikinci yarısında görülmüş olan o gizemci
tarikatlar enflasyonu, 20. yüzyıl başlarında âdeta hortladı. Gérard
Encausse tarafından kurulan “L’Ordre Martiniste” (Martinist
Tarikatı) bunlardan sadece biriydi.
Bu tarikat, “Papus” takma adıyla anılan kurucusunun 1916 yılında ölümüyle birlikte önceki
gücünü yitirip, yürümez oldu. “Evrensel Gnostik Kilise” adlı bir dinsel kuruma dönüştürüldü.
[Fransızcası “église gnostique universelle”, İngilizcesi “Universal Gnostic Church”]
Bundan hoşlanmayan üyeler, yeni tarikatlar kurmaya yöneldi.
* * *
1968 yılında, tümüyle dinsel nitelikli kurumun başına Papus’un oğlu
Philippe Encausse geçti.
Martinist tarikatı, dinsel kisveye bürününce, ezoterik niteliğini de
yitirmiş oluyordu. Bundan ötürü, tarikatın birçok üyesi ile Philippe
Encausse arasında sonuç vermez bir tartışma çıktı. Kendi istediğini
dilediğince yapamayan Philippe Encausse istifa etti; sonra geri döndü;
sonra yine istifa etti. Sadece o değil... Kimileri Philippe Encausse
yandaşı, kimileri karşıtı olup çıkmıştı. Birbirlerini yiyip duruyorlardı.
Bu çekişmenin sonucunda tarikat parçalandı. Birçokları, kendi çevrelerinde özgün Martinist
tarikatının yeni kollarını kurdu. Belçika’da Gustave-Lambert Brahy, Hollanda’da Maurice H.
Warmon tarafından kurulmuş, günümüzde de varlığını ve çalışmalarını sürdüren çağdaş
tarikatlar gibi...
* * *
1930’lu yıllarda Fransız Rozkruacılardan Augustin Chaboseau, Martinizm ile Rozkruacılığı
birleştiren bir diğer ezoterik örgüt kurmuştu.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin ezoterik örgütler üzerinde kurmuş olduğu amansız
baskı üzerine işleri zora girince Avrupa’dan kaçanlar, örgütün Amerikan kolunu oluşturdu.
166
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
167
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Fakat görmüş olduğumuz üzere, Masonluk da yeryüzünde tek bir örgüt değil. Farklı Masonluklar
var. Nitekim kimi masonlar, örgütlenme ve çalışma yöntemleri bakımından kendileriyle
uyumlu olmayan mason örgütleri için de “paramasonik” sıfatını kullanıyor.
Böyle olunca, anlaşılan çağdaş Tapınakçıların örgütlerinden hangisinin de asıl olduğunu
söylemek hemen hemen olanaksız...
* * *
Bu kitapta yer yer komplo teorilerinden de söz ettik.
Böyle teorilerin olması, dünya yüzünde birtakım kişi ya da kurumların adı ya da niteliği her ne
olursa olsun “komplocular” olarak görülmesi demektir.
Görülüyor ki, bu gibi teorileri ya da varsayımları üretenler her ne demekte olursa olsun,
Masonlar, Tapınakçılar, Rozkruacılar ve Martinistler komplo düzenleyenlerden değil... Bu
bağlamda olsa olsa Prens Michael Stewart’ın doğal üyesi sayıldığı tarikat ile Avrupa Prensler
Konseyi istisna tutulabilir.
«Peki o zaman kimlerden söz etmek gerek?... İlle de şu Siyon Örgütü’nün üyesi olan
Siyonistlerden mi?»
İlle de değil...
Bakalım komplocular arasında başka kimler görünüyor.
Bölüm: 15
Çağdaş Tapınakçılar
Önemli bir not: Bu bölümdeki yazılar, bu çalışmanın özgün olarak yapıldığı dönemden
kalmıştır. Aradan 20 yıla yakın süre geçti. Bazı değişiklikler olabilir. Yenileme yapılmadı.
Günümüzde genel olarak Masonlukta Tapınakçılar konusu ikinci planda kalmış gibidir.
Bu, yüksek derecelerinin bazılarında Tapınak Şövalyelerine yer veren Eski ve Kabul Edilmiş
İskoç Riti’nde de böyledir. Özellikle Amerika’da yaygın olarak uygulandığı görülen York Riti’nin
son derecesinin “Tapınak Şövalyesi” adını taşıması bile pek bir şey değiştirmemektedir.
Masonluk ile hiçbir bağlantı ya da benzerliği olmayıp, özgün Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nı
yaşattığını ileri süren örgütler de var. Bunlardan bazısı, 1804 yılında Bernard Raymond Fabré-
Palaprat’ın Fransa’da kurduğu tarikatın izini sürerek günümüze dek gelmiş. Bazısı ise kökeninin
çok daha eskiye dayandığı iddiasında. Örneğin içlerinden biri 1314 yılında İskoçya’da Robert
Bruce tarafından kurulan tarikatın devamı olduğunu savunuyor. Diğerlerinin de kendilerine göre
bir tarihçe tezi var.
168
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bu örgütlerden bazısı ezoterik bir nitelik taşıyor. Bazısı için -kendisini çağımızın gereklerine
uyarlamış oluşundan ötürü- belki de “yarı ezoterik” diye bir sıfat kullanılabilir. Bazısı ise ezoterik
bile sayılmaz. Aralarında amaçları, örgütlenme biçimi ve öğreti kapsamı bakımından belirgin
farklar da var.
Bunun böyle oluşuna karşın, ara sıra birileri ortaya çıkıp, «Tapınakçılar, perde arkasından tüm
dünyayı yönetiyor.» diye bir yaygaradır koparıyor. Gerek basılı olarak gerekse internet ortamındaki
yayınlarda, bu bağlamda bir sürü komplo teorisi görülüyor.
Fakat bu iddialarda “Tapınakçılar” denilirken, hangi örgütten söz edilmekte olduğu belli değil.
İyisi mi, günümüzde yeryüzünde hayli geniş çapta örgütlenmesi olan Tapınakçı tarikatlarından
önde gelenlerini şöyle bir gözden geçirelim.
Avrupa Prensler Konseyi
Tapınakçıların tüm dünyayı yönetmekte olduğu ileri sürülüyor ya!...
Gelin önce şu “tüm dünya”yı Avrupa boyutuna indirgeyelim.
Sonra da ilginç bir kişiden söz edelim: Prens Michael Stewart.
Prens Michael Stewart, bu çalışmanın ikinci kitabında hayli değinmiş
olduğumuz İskoç asıllı Stuart hanedanının bir kolundan gelme
soylulardan biri... Ailesi nesillerden beri Belçika’da yaşıyor. Bizim
açımızdan aslında pek önemli olmayan birçok unvanı var; “İskoçların
sürgündeki kralı”, “7. Albany kontu” gibi...
Prens Michael Stewart Avrupa Prensler Konseyi adlı bir topluluğun başkanı. Asıl önemli olan da
bu. Çünkü bu konsey, Avrupa Birliği kapsamından yer alan önemli bir danışma kurulu niteliğini
taşıyor. Üstelik etkin bir kurul. [İngilizcede “European Council of Princes”]
Prens Michael Stewart, birçok çağdaş şövalyelik tarikatı olduğu gibi bir de İskoçya kökenli
Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın da etkin üyelerinden biri...
Ona göre bu pek doğal bir olgu; çünkü İskoçların özellikle Seton, Sinclair ve Stuart ailelerinden
gelenler, zaten doğuştan birer Tapınak Şövalyesidir. Onlar için bu sonradan katılmayla ya da
inisiyasyon yöntemiyle edinilen bir nitelik değildir; kendiliğinden öyledir. Böyle özel bir
niteliği olmayan kişiler Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’na katılmak üzere davet edilir.
* * *
Michael Stewart’a göre; günümüzde birçok Tapınak Şövalyesi örgütü var ama sadece üçü
geçerlidir. Biri İskoçya’daki “Order of the Knights Templar of St. Anthony” (Aziz
Antuvan’ın Tapınak Şövalyeleri Tarikatı) adlı örgüt... Diğer ikisinden biri, Portekiz’deki
“Ordem dos Cavalieros de Cristo” (İsa Şövalyeleri Tarikatı); sonuncusu da İspanya’daki
“Orden de Santa Maria de Montesa” (Monteza’nın Aziz Meryem Tarikatı). Ötekiler ise
sonradan oluşturulmuş, aslında doğru dürüst bir tarihsel kökeni bile bulunmayan taklitçi
örgütler...
19. yüzyıldan beri bu gibi tarikatların yüzlerce benzerinin sayılabileceğini belirten Prens
Michael, şöyle bir tez ileri sürüyor:
«14. yüzyıl başlarındaki gerçek Tapınak Şövalyelerinin, tarikatın Fransa kanadı çökertilince
varlıklarını İskoçya dışında nerede sürdürmüş olduğunu söylemek olanaksızdır. Portekiz ve
İspanya’daki iki tarikat, daha başından beri doğrudan bu iki ülkenin krallarının yönetimi altına
alınmıştır.
169
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
170
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
171
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
1952 yılında Jacques Breyer adlı bir okültist, eskiden Beaujeu ailesine ait olup, Fransa’nın
hemen ortasındaki Anginy adlı kasabada, kendine göre Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nı yeniledi.
Bu yeni tarikatın benimseyişine göre; Hugues de Payen, “İsa’nın Yoksul Askerleri” adını
taşıyan özgün tarikatı zaten burada kurmuştu.
Bu tarikat diğerlerinden hayli farklı...
Dediklerine göre; tarikatın o saklanmış eski belgeleri aransa da bulunması olanaksızdı. Bunun
için, Tapınak Şövalyelerinin ruhları ile medyumlar aracılığıyla ilişki kuruldu. Belgelerin yeri
öğrenildi. Tarikatı yeniden örgütlemek üzere onlardan onay alındı. Böylece yenilenen tarikatın
“L’Ordre Souverain du Temple Solaire” (Güneş Tapınağının Egemen Tarikatı) adıyla
anılması uygun bulundu.
Anlaşılan o ki, Jacques Breyer’in kurduğu bu tarikat, diğerlerinden hayli farklı olarak bir de
halk ağzında “ruh çağırma” denilen özel bir işlem gibi, kimilerinin “Parapsikoloji” adı verilen
bir alanda saydığı birtakım doğaüstü uğraşılarla haşır neşir oluyor.
Bilindiği kadarıyla, bu örgütün en önemli başarılarından biri, Monako Prensi 3. Rainier ile eşini
(eski sinema aktristi Grace Kelly) tarikata almak olmuştu. Ancak sonradan bu örgütün, özellikle
Julien Origas adlı bir Fransız politikacının etkisiyle kendi içine kapanık olmaktan çıkarılarak,
uluslararası düzeyde politikaya bulaşan sağcı bir kurum olmaya dönüştürüldüğü görülüyor.
Julien Origas, 2. Dünya Savaşı sırasında Gestapo ile iş birliği etmiş olduğu için, savaş ertesinde
yargılanarak hapis cezasına çarptırılmıştı. Bu tarikatı, İtalya’da patlamış olan P2 Locası
skandalına da bulaştırdı. Bundan ötürü pek yıpranan tarikatı, 1980’li yıllarda Joseph di Mambro
yeniden toparladı.
Daha önce bir Rozkruacı olan Joseph di Mambro ile birlikte tarikatın 53 üyesi, 1994 yılında
İsviçre ve Kanada’da aynı anda topluca kendilerini yakarak intihar etti.
Bu olay, dünya çapında hayli yankılandı. Örgüte Satanist damgası vuruldu. Tarikat üyeleri ise
şöyle bir görüş ileri sürdü:
«Onlar intihar etmedi... Ruhları Siriüs’e iletildi. Orada bedenlendiler.»
Bunu söyleyen tarikat üyeleri de 1995 yılında intihar etti.
Kimilerine göre bu ölümlerin hiçbiri intihar değil, çok iyi düzenlenmiş ve intihar süsü verilmiş
bir organize toplu cinayettir. Bu tarikatın yaptıklarından rahatsız olan birilerinin, onları topluca
ortadan kaldırdığı ileri sürülüyor.
O “birileri”nin kim olabileceğine ilişkin ise hiçbir söz edilmiyor; herhangi bir ipucu verilmiyor.
Uluslararası Birliktelik
2001 yılında İngiltere’de, Tapınak Şövalyesi olduklarını ileri süren
birkaç kişi “International Knights Templar Association” (Uluslararası
Tapınak Şövalyeleri Birliği) adlı bir örgüt kurdu.
Bu girişim, amaç ve çalışma tarzı bakımından diğer çağdaş Tapınakçılar
tarafından çok olumlu ve yararlı bulunarak desteklendi. Örgüt hızla
gelişti.
Bu örgüt, aslında herhangi bir öğretisi olmayan, bir tür “şemsiye” niteliği taşıyor. Aralarına
sadece çağdaş Tapınakçılar değil, herhangi bir tarikatın üyesi olmayan tarihçiler, hukukçular
ve Tapınak Şövalyeleri konusuna özel bir ilgi duyan araştırıcılar da katılabiliyor.
Nitekim bu örgütün amacı, gerek tarihteki gerekse günümüzdeki Tapınak Şövalyeliğini
incelemek, bilinçle kavramak, bu bağlamdaki bilgileri toplumsal katmanlara aktarmak, bu arada
172
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
çeşitli Tapınakçı tarikatları arasında iletişim sağlamak olarak belirtiliyor. Örgütün misyonunun
gereği olarak, gelecekteki dünya barışı ve insanların genel bilgi düzeyinin gelişimi bakımından
eğitim ve iletişimin kaçınılmaz olduğunu savunuyorlar.
* * *
Bu örgütün benimsediği ilkelere göre, tüm tarikatlar için topluca geçerli olmak üzere çağdaş
Tapınak Şövalyelerinin amacı şöyle özetlenebilir:
Yaşamda gerçek inancı aramak;
Topluma sevgi ve saygıyla bağlanmak;
Yoksullara, hastalara ve haksız yere suçlananlara yardımcı olmak;
Hıristiyanların kutsal yerleri ziyaret etmelerini ve Kutsal Ülke’nin varlığının korunmasını
sağlamak;
Her türlü baskıya karşı çıkarak, düşünce özgürlüğünü savunmak;
Şövalyeliğin soylu ideallerinin yine yaygınlaşmasını teşvik etmek;
Tapınak Şövalyelerinin tarihini, belgelerini ve yapıtlarını korumak.
Tapınak Şövalyesi olacak bir kişinin yükümlülüklerini de şöyle sıralıyorlar:
Gerçeği kendi benliğinde aramak;
Onurlu insan olup, söz verirken dikkat etmek ve verilen sözü tutmak;
Adaletten yana ve haksever olup, adaletsizliklere karşı çıkmak;
İyi ve doğru olan her şey için cesaretle savaşmak;
Yürek temizliği ile ruhunun soyluluğunu sağlamak;
Alçak gönüllü olmak ve özeleştiri yapmak;
Her zaman ve her konuda en iyisini yapmaya çalışmak;
Tarikatın amaçlarına ve diğer üyelerine içtenlikle bağlı olmak;
İnancına sahip çıkarak onu her şeyin üstünde tutmak.
Bunlar mason ritüellerinde yer alan öğeler ile karşılaştırılırsa, pek yakın benzerlikler görülür.
Nitekim bu bireysel nitelikler, masonlarca “şövalyelik erdemleri” olarak anılıyor.
Bu bağlamda çağdaş Tapınakçılar hayli duyarlılık gösteriyor. Hepsi de ayrı ayrı ama ağız birliği
etmişçesine Masonluk ile hiçbir ilgileri olmadığını, öğretilerinin masonların ritüellerinde
Tapınak Şövalyeleri ile bağlantılı olmak üzere yer alan derecelerdeki öğretilerden çok farklı
olduğunu ileri sürüyor.
* * *
Uluslararası Tapınak Şövalyeleri Birliği, 2002 yılından bu yana her yıl, uluslararası düzeyde
bir kongre düzenliyor.
2005 yılında düzenlenen kongreye, yaklaşık 80 ülkeden 300 kadar delege katılmış olduğu
belirtiliyor. Kendi dediklerine göre, bu kongrelerde Tapınak Şövalyeliği konusunda akademik
nitelikli görüşmeler yapılıyor.
Komplo teorileri üretmeye meraklı olanlara göre ise; işte bu toplantılarda Tapınakçılar,
dünyanın nasıl yönetileceğini, kimin ortadaki pastadan ne gibi bir pay alacağını, Üçüncü Dünya
ülkelerinin nasıl sömürüleceğini tezgâhlıyor.
173
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
174
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
* * *
Tüm bunlarda dikkati çeken ilginç bir olgu var.
Hiçbiri Tapınak Şövalyelerinin tarihteki bilimsel ve ticari nitelikteki etkinlikleriyle ilgilenmiyor.
Varsa yoksa askerlik...
Herhalde askerlik ile bağlantılı birtakım öğelerin de simgeleştirilmesi için.
Örneğin; Eski ve Kabul Edilmiş İskoç Riti’nin 27. derecesindeki ritüelik uygulamalardan biri,
bu derecedeki masonların bir çember biçiminde toplanıp, ellerine aldıkları kılıçların uçlarını
birleştirmeleridir. Bu iş yapılırken, şöyle bir dilekte bulunulur:
«Böylece hepimiz zihinlerimizi ve enerjimizi tek bir amaçta topladık. Kılıçlarımızı özgürlük
davasına, gönüllerimizi Tanrı’nın şanına, aklımızı insanlığın aydınlanmasına, ellerimizi acı
çekenlere yardıma adıyoruz.»
Ritin 28., 29. ve 30. derecelerinde de Tapınak Şövalyeleri’ne değinmeler var. Gerçi Tapınak
Şövalyelerinin Paris’te 1314 yılında yakılarak idam edilen son büyük üstadı Jacques de Molay’ın
anısının hep canlı tutulması ritin son derecesine bırakılmış ama 29. derecede Tapınakçıların 14.
yüzyıl ve sonrasında İskoçya’daki gelişimi üzerinde özenle duruluyor. Böylece Tapınakçılığın
günümüze kadar gelen uzantısı İskoçya’ya bağlanmış oluyor. Bunun Prens Michael Stewart’ın
tarikatının benimseyişiyle daha yakın düştüğü söylenebilir.
York Riti’nin son derecesiyle özdeş tutulan 32. derecede, ritin önceki tüm derecelerinde geçen
öğretiler özetlenir ve masonlar simgesel olarak bir kampta toplanır. En etkileyici vurgulama da
işte burada...
Tapınak Şövalyelerinin masonlara özgü bir tarz ile düzenlenmiş olan kampında, asker ve
şövalyelerin çadırları en dışta bir dokuzgen, onun içinde yedigen, daha içte beşgen oluşturacak
biçimde yerleştirilmiş. Onun da ortasında bir üçgen var. Üçgenin içindeki çemberin ortasında,
Tapınak Şövalyelerinin büyük üstadının çadırı yer alıyor. (Şimdi bunun karşılığı “büyük
komandör” olsa gerek.)
175
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Tüm bunlara genel olarak bakıldığında, az önce sözünü etmiş olduğumuz çağdaş Tapınakçıları,
«Bizim Masonluk ile hiçbir ilgimiz yok.» deyişlerinden ötürü haklı görmek gerekir. Hatta
günümüzün gerçek Tapınakçıları onlar ise Masonluğun sadece yüksek derecelerde Tapınak
Şövalyelerinden esinlenmiş olduğu söylenebilir; Ortaçağ Tapınak Şövalyeleri Tarikatı’nın
devamı olma iddiası yok.
* * *
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlardan söz ederken, bunların ortalık yerine bir de Rozkruacılar
oturmuştu.
«Acaba sonra onlar da çağdaş Tapınakçılar gibi gerek Siyonistler gerekse Masonlardan
bağımsız olmak üzere varlıklarını sürdürdü mü?»
Böyle bir sorunun soruluşu bile öyle olduğunu gösteriyor.
176
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 17
Komplocular
Yakın geçmişimizde yayımlanmış birçok kitap ve dergide, -hele internette- dünya yüzünde
oynanmakta olan çeşitli oyunlardan, komplolardan söz edilip duruluyor. Birtakım teoriler
üretiliyor; senaryolar yazılıyor.
Tarih boyunca olduğu gibi, günümüzde de geniş halk kitlelerine egemen olmak, üstün bir güç
elde etmek, bunu hep elinde tutmak isteyenler var.
Kimisi sınırlı olan doğal kaynaklara sahip çıkmaya, kimisi dünya çapındaki sermaye piyasası ile
küresel ekonomiyi kontrol altına almaya çalışıyor. Kimisi insanlığın geleceğine yön verecek asal
bilgiyi elde edip kendisine saklayarak, gelecekteki üstünlüğünü de güvenceye almak istiyor.
Hepsini birden yapanlardan da söz edilebilir.
Kimileri, aralarında çekişerek bundan topluca zarar etmektense, salt çıkar üzerine kurulu bir
dayanışma oluşturuyor.
Bunların yanı sıra bir de kendi derdinin, kendi davasının peşinde koşan gruplar var.
20. yüzyılın ikinci yarısında,-özellikle soğuk savaş durulduktan sonra- halk dilinde genellikle
“lobicilik” diye anılan etkinlikler aldı yürüdü. Lobicilerin yaptığı da güçlü olanları kendilerini
desteklemeleri için ikna etmek. Bu amaçla komplocuları da kullanmakta ya da tersine kendilerini
onlara peşkeş çekerek, bundan kendi hesaplarına bir yarar sağlamaya çalışmakta olabilirler.
Siyonistleri bir yana bırakırsak, bunların çoğu bu çalışmanın konu kapsamı dışında kalır. Fakat
aynı komplo teorileri ve senaryolarıyla bağlantılı ileri sürüşlerde sözünü ettiğimiz kurumlarla da
bağlantılar kurulunca, bu konu elbette bizim de ilgi alanımıza girer.
Bu bağlamda tarihteki Tapınakçıları, Siyonistleri ve Masonları anlattıktan sonra, bir de bazı
çağdaş örgütlerden söz ettik. Bunlardan her birinin neyin peşinde olduğunu, bir zamanlar
Almanya’da Sıkı İzleyiş adlı mason ritini kuran Baron von Hund’un “Bilinmeyen Üstler” diye
diline doladığı varsayıma benzer bir üstün bir güç oluşturma peşinde koşmadıklarını ortaya
koyduk. Bu arada Avrupa Prensler Konseyi gibi toplulukların bulunduğunu da belirttik.
Şimdi de uzun boylu bir tarihsel geçmişi olmayışı nedeniyle hiç sözünü etmemiş olduğumuz
diğer bazı örgüt ve topluluklara şöyle bir göz atacağız. Bunların Tapınakçılar, Siyonistler ve
Masonlar ile bir ilişki ya da bağlantısı olup olmadığına da bakacağız. Ancak «İşte şurada bir
bağlantı olduğu açıkça görülüyor. Onlar da bu işin içinde.» gibi kesin yargılardan kaçınacağız;
çünkü bu tarz bir iş, komplo teorileri ve senaryoları üretenlerin işi olmalı.
* * *
177
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Türkiye’de, tek amacı Masonluğu yıpratmak ve kötü göstermek olan bir yayında, Masonluk
birtakım uluslararası komplo örgütlerinin etkin bir kolu olarak gösterilmişti. Bunun nasıl
yürütüldüğü de, üçgen biçiminde şöyle bir çizim ile anlatılmıştı:
178
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Oysa tek bağlantı, olsa olsa kimi masonların aynı zamanda bu derneklerden birinin hatta belki
ikisinin birden üyesi olmasıdır. Ne amaçları, ne etkinlikleri ne de çalışma tarzları Masonluk ile
uzaktan yakından bağdaşır.
Kaldı ki bu kurumlara benzer çalışmalar yapan başka dernekler de var. Masonluğun herhangi
bir alt organı bulunmayışına karşın bu çizelgeye ille de üç alt kurum yazma gereği duyulmuşsa,
belki Rozkruacılar, Şraynerler ve Tapınakçılar daha çok yakışırdı.
B’nai B’rith
B’nai B’rith (Beni Berit), uluslararası nitelikli bir Yahudi örgütüdür.
Batıda yukarıdaki gibi yazılıyor. Aslı İbranice olduğu için, Latin harfleriyle tıpatıp karşılığını
bulmak olanaksız. “Ahdin Çocukları” anlamına geliyor. Burada söz konusu edilen ahit ise
elbette “Eski Ahit” olarak da anılan Tevrat.
1843 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde, Fransa’daki Alliance Israélite Universelle adlı
birlik ortaya çıkmadan önce kurulmuştu. Siyonizmin adını kapan örgütün oluşmasına daha çok
var. O tarihteki amacı, Yahudilerin Amerikan toplumu ile kaynaşmasını, Amerikalıların Yahudileri
hoş karşılamasını sağlamaktı.
Kurucuları arasındaki birkaç mason bulunduğu bilinir. Hatta gerek Amerika’da gerek Kanada’da
tüm üyeleri Yahudilerden oluşan mason locaları vardır. Üstelik bu localardan bazısının adında
“B’nai B’rith” terimi bile geçer. Bundan ötürü B’nai B’rith, kimi Yahudi karşıtlarınca bir mason
örgütü olarak nitelenir.
Kimi mason karşıtları da Masonluğu uzaktan ve üst düzeyden yöneten bir gizli örgüt olduğunu
ileri sürmüştür.
«Biri öyle diyor, biri öteki türlü... Hangisi doğru?»
Galiba hiçbiri...
* * *
Zaman içinde Yahudi toplumunun Amerikalılar ile kaynaşması diye bir sorun kalmadı. Diğer
ülkelerde ise bu kaynaşma olanağı, doğrudan ilgili ülke halkının genel tutumuna bağlıydı.
Dolayısıyla bu örgütün asal amacı da “çeşitli ülkelerde yaşamakta olan Yahudilerin can
güvenliğini ve kendi etnik toplulukları içindeki sürekliliğini sağlamak” biçiminde bir değişime
uğradı. Çünkü özellikle Avrupa’daki bazı ülkelerde yaygınlaşmış olan Antisemitizm durulacağa
benzemiyordu. İnsan haklarını savunmak, bilgisizlik ve özellikle Antisemitizm akımı ile savaşmak,
bu arada sosyal yardım hizmetleri üretmek, örgütün temel uğraşı alanı kapsamına alındı.
Ancak örgütün sosyal yardım alanındaki çalışmaları, özellikle ABD’nde Yahudi topluluğu ile
sınırlı kalmadı. Bu tutumun da topluma şirin görünmek ve sempati kazanmak için uygulanan
bir strateji olduğu söylenebilir.
ABD’nin çeşitli eyaletlerinde yaşlılar evlerinin desteklenmesiyle bağlantılı olmak üzere yakın
geçmişimizde yapılmış bir istatistiğe göre; bu kurumlara en büyük finansmanı B’nai B’rith
örgütü sağlamaktadır. Bunun için de, öncelikle Amerikalı Yahudilerden para toplanmaktadır.
Örgütün sosyal yardım niteliğindeki etkinlikleri bu kadarla sınırlı değildir; daha birçok
çalışması vardır. Bir açık beyan niteliği taşımasa da bu örgütün benimsediği felsefe şöyle dile
getiriliyor:
“Komşuna önce sen, o istemeden yardımcı ol ki ihtiyacın olunca o da sana yardım etsin.”
* * *
179
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
180
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
181
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Herkes bu simgenin Masonlukta çok önemli bir yer tuttuğunu biliyor. Bunu kimileri “üçgen
içinde göz”, kimileri “içinde göz yer alan eş kenar üçgen” kimileri de “her şeyi gören göz”
tarzında adlandırıyor.
Nitekim bu bölümün başında bu simgeyi Masonluğun orta yerinde yer aldığı şu saçma sapan
komplo çizelgesinin en tepesinde gördük.
Illuminati hakkında öyle fantastik iddialar var ki... Üstelik bunlar öyle kandırıcı bir tarzda
ortaya konuyor ki sokaktaki adamın bunlara kolayca inanıp kapılması işten bile değil, hele bir
de dünya yüzünde mutlaka her şeye egemen olan birtakım gizli güçler bulunduğuna ilişkin
kaygıları varsa...
Burada bu iddiaların hepsini ayrıntılarıyla anlatmaya girişecek olursak da sayfaları doldurmuş
oluruz. Sadece bazılarını seçip özetlemekle yetineceğiz. Ayrıntıları merak eden okuyucular için
piyasada birçok kitap, internette bir dolu bilgi var.
* * *
Bu konuyla bağlantılı olmak üzere aşağıda sıralayacağımız iddialardan bazıları için «Olabilir!»
diyebilirsiniz. Bazılarını abartılmış bulabilir ya da «Böyle bir şey olamaz... Bu düpedüz
saçmalamaktır.» da diyebilirsiniz.
Biz yorum yapmadan şunu da ekleyelim:
Bu iddialardan birçoğu, aynı anda aynı kaynakta (örneğin aynı kitapta) yer alabiliyor.
Illuminati, şeytanî masonik sırlar, İslam gizemciliği ve Cizvit mantığı ile kurulmuş,
insanları uyuşturucu kullanmaya yönelterek bunun yolunu açan çok tehlikeli bir
örgüttür.
Illuminati, “aydınlanma” olarak adlandırdığı bir inanç sisteminin geniş çapta
benimsenmesi için propagandasını yapmaktadır. Bu inanç sistemi, Antik Mısır, Babil
ve Keltlerin Druid inançları üzerine kuruludur. Çoğu puta tapar ve Şeytan’ı Tanrı’ya
karşı yüceltmeye çalışır.
182
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Yeryüzündeki tüm mason kuruluşlarının üst düzeydeki yöneticileri, özellikle 32. ve 33.
derecelerden sonraki dereceleri almış masonların istisnasız hepsi Illuminati üyesidir.
Karl Marx, 1848 yılında yazdığı Komünist Manifestosu’nu Illuminati tarafından
verilmiş olan bir yönerge üzerine hazırladı. Aynı sırada bir diğer grup Illuminati
üyesinin talimatıyla, Frankfurt Üniversitesi profesörlerinden Karl Ritter de buna bir
antitez yazdı. Bunun böyle yapılmasının gerekçesi, insanları birbirine karşıt doktrinlere
bağlamak, beyinlerini yıkamak, böylece birbirlerine saldırmalarını sağlamak, bu yöntemle
yeryüzündeki tüm politik ve dinsel kurumları yıkmaktı. Karl Ritter’in çalışmaları,
Friedrich Wilhelm Nietsche tarafından sürdürüldü. Onun ortaya koyduğu doktrinler ile de
önce Faşizm, sonra da Nazizm akımının doğması sağlandı.
20. yüzyılda Illuminati, Viyana’da düzenlediği bir kongrede bir “dünya hükümeti”
kurma girişiminde bulundu. Rus çarı bunun farkına vardı ve bu girişimi baltaladı. Bunun
üzerine Illuminati, Rusya’yı ilk hedefi olarak aldı. Çarın bu girişime karşı çıkmış
olmasının sonucunda, 1917 yılında Rusya’da düzenlenen devrimle çarlık ortadan kaldırıldı.
Illuminati’nin tüm dünyaya egemen oluşu anlaşılıyor ama bazı amaçları anlaşılamayan
şeylerden oluşuyor. Bu örgütün bir transandantal aydınlanma yöntemi var. Bu yöntemle,
üyelerin tüm dünyevî etki ve sınırlamalardan sıyrılmaya çalışması öngörülüyor.
Böylece, ruhsal yeteneklerini geliştirerek ölümsüzlük yolunda ilerlemeleri isteniyor.
Dünyanın yönetimini an az yarım yüzyıl elinde tutmuş olanlar, birtakım büyü
yöntemleriyle ve düşüncelerini enerji ile bağdaştırarak, genetik bir değişime uğrayıp
insanüstü bir özellik edinebiliyor.
Illuminati’nin büyük üstatlarından kimisi ölümsüzdür; ancak bu pek seyrek bir olgudur.
Sadece yeryüzünde yaptıkları henüz “tam ve kesin bir başarı” sayılmayanlar gözle
görülen etkinliklerini sürdürmektedir.
Illuminati’nin en üst düzey yönetim organı, “Yüksek Aydınlanmışlar Konseyi” adını
taşır. Beş kişiden oluşan bu kurula, gene beşer kişiden oluşan beş alt konsey bağlıdır.
Bu otuz kişi, örgütün büyük konseyini oluşturur. Dünyanın yönetimi, işte bu otuz kişinin
elindedir.
Illuminati, genel olarak 6 gruptan oluşur:
1. Bankacılık ve Finansman Grubu: Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası bu
grupta yer alır.
2. Gizli Örgütler Grubu: Bu grup, Masonluk, Tapınakçılar, Rozkruacılar ve Siyon
Örgütü gibi kurumlardan oluşur.
3. Politik Grup: Birleşmiş Milletler, Uluslararası İşçi Birlikleri ve Bilderberg gibi
örgütler bu gruptadır.
4. İstihbarat Grubu: CIA, KGB, Mafya ve İnterpol gibi örgütlerden oluşur.
5. Dinsel Grup: Bu grupta, Vatikan başta olmak üzere Malta Şövalyeleri, Dünya
Kiliseler Konseyi, Dünya Dinler Parlamentosu gibi örgütler vardır.
6. Eğitim Grubu: Bu grupta UNESCO, Dünya Barış Birliği gibi örgütler yer
almaktadır.
İngiltere’deki örgütü “The Royal Institute of International Affairs” (Krallık Uluslararası
İşler Enstitüsü) adı altında çalışır.
ABD’deki Illuminati, “Council of Foreign Relations” (Dış İlişkiler Konseyi) adını
taşımaktadır.
183
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
ABD yedi coğrafi bölgeye ayrılmıştır. Her birinde Illuminati’nin bir gizli askerî üssü
kurulmuştur. Buralarda Illuminati üyelerine özel savaş teknikleri üzerine eğitim
verilmektedir. Çünkü Illuminati’nin amacı, önce dünyayı bir maddî iflasa sürüklemek,
sonra da askerî güçlerle her yerde her şeyi ele geçirmektir.
Dünyadaki tüm medya ve basın gruplarını, Illuminati yönetmektedir.
Dünyadaki bankaların çoğu, Illuminati’nin kontrolü altındadır.
Günümüzde Illuminati, Ortadoğu’da Siyonistler ile Müslümanları çatıştırarak üçüncü
dünya savaşını çıkarmaya çalışmaktadır.
Nasıl?... Beğendiniz mi?... Illuminati’nin tüm bunları yapmakta olduğunu daha önce hiç
düşünebilir miydiniz?
Kuşkusuz bunlar, yukarıdaki gibi salt birer tümcelik ve mesnetsiz boş lâflar gibi ortaya atılmış
iddialar olmakla kalmıyor. Özellikle 20. yüzyılın birçok politik ve ekonomik olaylarıyla
süsleniyor. Konu edilen olayların sorumlusu döndürülüp dolaştırılıp Illuminati adlı bu dehşetli
gizli güç odağına bağlanıyor.
* * *
Günümüzde doğrudan “Illuminati” adıyla çalışan birtakım örgütler de var.
Bunların arasından gerek en geniş çapta örgütlenmiş gerekse en yaygın olduğu görülen, üstelik pek
ilginç bir çalışma tarzı bulunan ezoterik nitelikli bir çağdaş kurumu kısaca anlatmakta yetinelim.
Tarihteki en ünlü Illuminati örgütü olan ve Masonluk ile de bağdaştırılarak “Bavyera
Aydınlanmışları Riti” adını almış topluluk, Büyük Fransız Devrimi Avrupa’yı allak bullak
etmeden önce dağılmıştı ama Adam Weishaupt’un önderlik etmiş olduğu bu akım Amerika’da
kendine destek bulup, bazı mason localarında uygulamaya kondu. Bunlardan biri, 1785 yılında
New York’ta kurulmuş olan “Columbia” adlı bir bağımsız locaydı. Bu locaya sadece dönemin
kalburüstü kişileri alınıyordu, tıpkı çok sonra İtalya’da kurulmuş olan P2 Locası gibi...
Columbia Locası zamanla büyüdü ve genişledi. Ondan yeni localar doğdu. 20. yüzyıl başlarında
bu localar bir araya getirilip, bir büyük loca oluşturuldu. Buna “Rockefeller Büyük Locası”
adı verildi. Ancak Amerika’daki Bavyera Aydınlanmışları Riti elbette Avrupa’da olduğu gibi
bırakılmamış, 19. yüzyılda Amerikalı masonlar, bunu da Amerikanlaştırmıştı. Nitekim Rockefeller
Büyük Locası da bu ritin derecelerini üçe indirmişti.
Rockefeller Büyük Locası’nın dereceleri, Masonluktaki diğer tüm büyük localardan farklıdır.
Aslında bu bir Illuminati örgütü olduğu için, birinci derecede “çırak” yerine” “aydınlanmış”,
ikinci derecede “kalfa” değil “aydınlanmış rahip”, üçüncü derecede ise “üstat” karşılığında
“aydınlanmış büyük üstat” anlamına gelen unvanlar kullanılır.
* * *
Rockefeller Büyük Locası, Amerikanvarî Illuminati sistemini Avrupa’da yerleştirmek amacıyla
1995 yılında İspanya’da Gabriel López de Rojas’a yetki verdi. Ona gereken desteği de sağladı.
Bu atılım hızla gelişti ve günümüzde 25 ülkede kolları bulunan bir boyuta ulaştı.
Avrupa’daki bu yeni Illuminati örgütü, Rockefeller Büyük Locası’nın yanı sıra başka mason
kuruluşlarıyla da ilişki kurdu.
Bu kez iş tersine döndü ve Amerikan tarzı Avrupalılaştırıldı. Bir yandan özgün Bavyera
Aydınlanmışları Riti’ndeki 13 dereceli özgün sistemin, diğer yandan daha önce sözünü etmiş
olduğumuz ve OTO kısa adıyla anılan ezoterik örgütün öğretisinin uygulanmasına başlandı.
Bunlara Memfis-Mizraim Riti’nden seçilmiş on derecenin kapsamı katılıp, bir harman yapıldı.
184
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Böyle olunca şimdi bu kimine göre bir mason örgütüdür, kimine göre Illuminati. Kimine göre
her ikisi birden...
Kimine göre ise aslında her ikisi de değil, olsa olsa iyice yozlaştırılmış karmakarışık bir sistem;
bir çorba...
* * *
Bu arada, adından daha önce de söz etmiş olduğumuz ve birçok ezoterik örgütte parmağı
görülen Theodor Reuss, 1880 yılında Almanya’daki Illuminati tarikatını da yeniden canlandırmıştı.
Dendiğine göre bu kez Illuminati öğretisinin temeli Arap ve Hint kültürü üzerine oturtulmuştu.
Bunların yanı sıra masonik ve hermetik nitelikli bilgileri, seksüel büyü yapma tekniğini,
simgeciliğin kullanımını ve tüm dinsel sistemlerin kavranmasını da içeriyordu.
1893 yılında ise Leopold Engel, Berlin’de “Weltbund der Illuminaten” (Dünya Illuminati Birliği)
adlı bir diğer örgüt kurmuştu.
İşte bu iki örgütten, adı Latince “Ordo Illuminatorum” olarak konmuş bir diğer tarikat doğdu.
Ordo Illuminatorum, 1970’li yıllara kadar hayli etkinlik gösterdi ama sonra her nedense
varlığından bile haber alınamaz oldu.
Başta Almanlar olmak üzere birçok Avrupalı, kurdukları ezoterik nitelikli bir örgütü
“Illuminati” olarak anmaya pek meraklı... Nitekim günümüzde Almanya’da bu gibi birkaç ufak
tefek tarikat var. Hepsi de “Illuminati”…
Thule
Nazilerin Almanya’da tüm ezoterik örgütleri hedef aldıklarına, hepsinden önce de Masonluğu
ortadan kesinlikle kaldırmaya yöneldiklerine daha önce yeri geldiğinde değinilmişti.
Öyle oluşuna karşın, Nazi Partisi’nin oluşumunda çok önemli bir işlev
üstlenmiş olan Rudolf Glandeck von Sebottendorff’un, ezoterik
nitelikli birçok kurum ile yakından ilgili bir Okültist, İslam gizemcisi,
Alşimist, Rozkruacı, tüm bunların ötesinde bir de mason olduğu biliniyor.
Rudolf Glandeck von Sebottendorff, yıllarca Türkiye’de kalmış ve
tasavvuf ile yakından ilgilenmişti. Masonluğa ne zaman ve nerede
girmiş dersiniz?... 1901 yılında, Fransa Büyük Doğusu’na bağlı olmak
üzere Memfis-Mizraim Riti’nde Bursa’da çalıştığı söylenen bir locada.
Yurduna döndükten sonra, 1918 yılında “Studiengruppe für germanisches Altertum” (Alman
Eski Değerleri Üzerine Çalışma Grubu) adlı bir topluluk oluşturdu. Akademik araştırma yapmak
üzere oluşturulmuş bir grup izlenimini veren bu topluluk, aslında baştan sona politik bir amaç
taşıyordu.
Pek kısa bir süre sonra bu topluluğun adı “Thule Gesellschaft” (Thule
Kurumu) olarak değişti ve asal amacı açıkça Komünistler ile didişmek
oldu.
Bu örgütün aşağıda gördüğümüz amblemi birçok çağrışım yaratır.
(Bunun, örgütün etkin üyelerinden biri olup, daha önce adına değinmiş
olduğumuz Rudolf Hess tarafından tasarımlandığı, ilk “Gamalı Haç”
figürünün de onun kafasından çıktığı söylenmiştir.)
1920’de “Die Deutsche National-Sozialistische Arbeiterpartei” (Alman
Ulusal Sosyalist İşçi Partisi) adını alan bu örgüt, 20. yüzyıla damgasını
vuracak olan Nazi Partisi’nin temelini atmış oldu.
185
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Kimine göre, Adolf Hitler, hemen hemen kuruluşundan beri bu örgütün üyesiydi. Kimine göre
ise değildi. Ancak örgütün kurucusu Rudolf Glandeck von Sebottendorff ile aralarında bir
uyuşmazlık olduğu bilinir.
Nitekim Rudolf Glandeck von Sebottendorff 1930’lu yıllardaki bireysel etkinlikleri nedeniyle
Gestapo tarafından tutuklanıp Türkiye’ye sürüldü. 1945 yılında ölene kadar İstanbul’da yaşadı.
* * *
Komplo senaryocuları, Thule Örgütü’nü “Yeni Dünya Düzeni” atılımının Almanya’daki
karşılığı olarak görür. Bu kurumun asal düşünsel yapısının Masonluktan kaynaklandığını, her
ne kadar Naziler mason localarını ortadan kaldırmışsa da aslında Hitler’in tüm girişimlerinin
ardında Masonluğun yer aldığını belirtir.
Demek ki şu “Yeni Dünya Düzeni” denilen şeyin ya da kavramın ne olduğuna da bir göz atmak
gerekiyor.
186
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bölüm: 18
Yeni Dünya Düzeni
Komplo teorileri kuranların üzerinde en çok durdukları terimlerden biri de “Yeni Dünya
Düzeni” anlamına gelen bir kavramdır. [İngilizcede “New World Order”]
Hangi kurumdan söz edilmekte olursa olsun, emelinin yepyeni bir toplum düzeni kurup başına
geçmek olduğu ileri sürülür.
Bunun bir numaralı sorumlusu olarak ABD gösterilir.
Bu bağlamda kimler suçlanmaz ki... Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere, kurulmuş olan tüm
çalışma grupları, komiteler ve diğer alt gruplar... Özellikle ABD ve İngiltere’de uluslararası
ilişkiler ile bağlantılı konularda çalışan devlet kurumları... En başta Dünya Bankası ve IMF
(Uluslararası Para Fonu) olmak üzere büyük finans kurumları... Dünya Kiliseler Konseyi gibi
örgütler...
Elbette bunlarla birlikte Illuminati, Masonluk, Tapınakçılar, Rozkruacılar ve birer “gizli örgüt”
olarak nitelenen diğerleri...
Batı ülkelerinde bu bağlamda koparılan yaygaralara bakılınca, bir tek Siyonistlerden pek söz
eden görülmüyor, her nedense!..
Bunların hepsinin temeli ya da başlangıç noktası, üstelik açık seçik kanıtı olmak üzere, ortaya
1 Amerikan doları banknotu konur.
Değişik kupürde Amerikan dolarlarına üstlerindeki rakamları seçemeyecek kadar uzaktan
bakarsanız, aralarında fark göremezsiniz. Dünya yüzündeki diğer banknotların boyları ve
renkleri değişiktir ama Amerikan dolarlarının hepsi aynı boy ve aynı renktedir. Rakamları
seçecek kadar yakınlaştırdığınızda, her birinin ön yüzünün ortasında eski bir ABD başkanının,
arka yüzünün ortasında ise bir bina resminin bulunduğu görülür.
Ancak 1 dolarlık banknotun arka yüzünde bambaşka bir düzenleme vardır. Ortada kocaman bir
“ONE” (BİR) ile bunun solunda bir kesik piramit, sağında gövdesinde bir kalkan olan bir kartal
grafiği.
Bu iki grafik üzerine yapılan uzun spekülasyonlar var... Üstelik bu çalışmada üzerinde
durduğumuz konularla bağlantısı da kuruluyor.
187
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Sırf arka yüzünü incelemek için 1 dolarlık bir banknot bulma zahmetinden sizi kurtarmak için,
buraya bir kopyasını yerleştirelim.
Buradaki iki çember, Amerika Birleşik Devletleri bağımsızlığını ilan ettikten altı yıl sonra,
kongre tarafından benimsenerek onaylanmış olan mührün iki yüzünü yansıtır.
Bir yüzünde piramit, diğerinde kartal…
Banknotun arkasındaki grafiklerin resmî açıklaması, özetle şöyle yapılıyor:
Piramidin bitmemiş halde oluşu, devletin çok sağlam bir şeklide inşa edilmesine karşın henüz
tamamlanmamış olduğunu gösterir. Tepesindeki göz, devletin bütünlenmesinin Tanrı’nın
sağgörüsü altında sağlanacağını simgeler. Bu genç devletin geleceğine ilişkin iki Latince özdeyiş
belirlenmiştir: “Annuit Coeptis” (Tanrı girişimimizi onaylıyor) ve “Novus Ordo Seclorum”
(Dünya için yeni bir düzen).
Mührün diğer yüzünde bağımsızlık ve zafer kavramlarının simgesi olan kartal, yüzünün dönük
olduğu yöndeki pençesi ile “barış” kavramının simgesi olan zeytin dalını, gerideki pençesi
ile de savaşı simgeleyen bir demet ok taşır. Buraya da Latince bir özdeyiş konmuştur:
“E Pluribus Unum” (Birçok halktan oluşan tek bir ulus).
Birçoklarınca 13 sayısının uğursuz sayılmasına karşın, 13 eyaletin bir araya gelmesiyle kurulmuş
olan ABD, bu batıl inanca karşı çıkmıştır. Nitekim bu mühürde de piramitte 13 kat, kalkan
üzerinde 13 çift şerit, kartalın her kanadında 13 tüy ile başı üzerinde 13 yıldız, 13 oka karşılık
zeytin dalında 13 yaprak vardır.”
Yukarıdaki resmî açıklama...
Komplo teoricileri ise, bu simgelerin tümüyle hem Yahudiliği hem Masonluğu yansıtmakta
olduğunu ileri sürmektedir. Şöyle:
Piramidi içeren düzenlemenin açıkça belli altı noktası birleştirilince, ortaya Yahudi Yıldızı
çıkar. Bunun en üst noktası hem A harfi biçimindedir hem de gerek Illuminati’nin gerekse
Masonluğun en önemli simgesi olan “üçgen içinde göz” figürünü içerir. Altı kollu yıldızın uç
noktalarında yer alan harfler birleştirilince “A MASON” (BİR MASON) sözcüğü çıkmaktadır.
188
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Bu bağlamdaki deyişlerin kapsamında rastlayamamış olduğumuz bir şey daha var. Oldu olacak,
onu da biz ekleyelim:
Bu AMASON sözcüğünün harfleri bir başka sıraya göre dizilince “AAONMS” olur. Bu da bu
kitabın “Yirminci Yüzyılda Masonlar” başlığı altındaki 11. bölümünde sözünü edilmiş olan
Şrayner Örgütü’nün İngilizce adının kısaltmasıdır.
Ancak biz de kendimizi böyle bir komplo teorisi parçacığına kaptırmayalım. Çünkü Şrayner
Örgütü o tarihte henüz ufukta bile yoktu.
* * *
Diğer tarafta yer alan ve ABD’nin asıl mührü olarak benimsenip birçok yerde görülen simgesel
düzenleme için ise şöyle iddialarda bulunuluyor:
“Buradaki mavi, kırmızı ve beyaz renkler, Masonluktan alınmadır. Bunlar, Masonluğun
özgürlük, eşitlik, kardeşlik biçiminde belirtilen üçlemesinin karşılığıdır. Nitekim Fransız
bayrağına da bu kaynaktan girmiştir.
Kartalın başının üzerindeki on üç yıldız, Yahudi Yıldızı gibi bir altıgen oluşturacak biçimde
yerleştirilmiştir.
Kartalın kanatlarında, bir yanda 32, diğer yanda 33 tüy vardır ve bu Masonluğun 32. ve 33.
derecelerinin karşılığı olmaktadır.
Buradaki Novus Ordo Seclorum sözü de Masonluğun oluşturmak istediği Yeni Dünya Düzeni
kavramını yansıtır.”
Bu konuda çok daha uzun, çok daha ayrıntılı yorumlar yapılıyor ama biz bu kadarıyla yetinelim.
Malta Şövalyeleri
Komplo teoricileri Tapınakçılar gibi birçok kurumdan söz eder ama her nedense Malta
Şövalyeleri’nin adı pek az geçmektedir.
Oysa bu kurumun bilinmemesi olanaklı değil...
Üzerinde durulması unutulmuş mu acaba!
Bu çalışmada Malta Şövalyelerine birkaç kez değinilmişti. 13. yüzyıl sonunda Kudüs’ü terk
etmek zorunda kalan Hastanecilerin Akdeniz’de biraz dolaştıktan sonra sonunda onlara katıldığı,
Tapınak Şövalyeleri Tarikatı kapatılınca kimi Tapınakçıların onlara sığındığı belirtilmişti.
* * *
Hastaneciler (Hospitaliyeler), Malta Şövalyelerini hayli etkiledi. Bu
tarikat, yüzyıllarca Avrupa’nın birçok yerinde hastane işletmeyi
öncelikli uğraşısı olarak uyguladı.
Napoléon Bonaparte’ın Malta’yı işgal etmesiyle birlikte, hazinesinin
büyük bölümünü elinden kaçırdı. Ancak o hazine Napoléon’a da yar
olmadı. Mısır açıklarında Akdeniz’in sıcak sularına gömüldü.
Hastaneciler, bundan ötürü öyle bir moral çöküntüsüne uğradı ki tarikat az kalsın örgütsel
varlığını yitiriyordu.
1813 yılında Napoléon’un imparatorluğu göçünce, yeniden umutlandılar.
Ancak imparatorluğun çöküşü üzerine yapılan Paris Anlaşması, Malta’yı İngiltere’nin
egemenliğine vermişti.
Öte yandan, Katolik Kilisesi de bu tarikatın yakasını kolay kolay bırakacak gibi değildi.
189
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
190
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
1950’li yıllarda Malta Şövalyeleri için hastanecilik yapmak, artık ikinci planda kalmış olmakla
birlikte gelenekselliği nedeniyle yürütülen bir uğraşıydı. Şimdi tarikat, tümüyle politik bir örgüt
olma yolunu tutmuş, her Batı ülkesiyle doğrudan diplomatik ilişkiler kurmaya bile yönelmişti.
1960’lı yıllarda Malta Şövalyeleri artık bağımsız bir devlet gibi olmuştu. Çeşitli ülkelerde
elçilikler oluşturdu. Üyelerine kendi pasaportunu verdi. Avrupa Konseyi’nde ve kökenindeki
hastanecilik nedeniyle Dünya Sağlık Örgütü’nde sürekli bir temsilci bulundurması kabul edildi.
Gerçi kendine özgü toprağını çok önce yitirmiş ve bir daha geri alamamıştı ama diğer birçok
devlet ile âdeta eşdüzey sayılıyordu.
İngiltere, 1979 yılında Malta’daki askerî gücünü çekti. Aynı yıl kurulan Malta Cumhuriyeti,
2004 yılında Avrupa Birliği’ne alındı.
Ancak, Avrupa’nın bu genç devleti ayrı, Malta Şövalyeleri Tarikatı ayrıdır. Tarikatın merkezi
hâlâ Roma’dadır. Dünya çapındaki hayli üstün politik ve ekonomik gücünü ise öncelikle
ABD’ndeki örgütünden sağlıyor.
* * *
21. yüzyıla girerken, artık dünyanın en büyük politik güçlerinden biri
haline gelmiş olan Malta Şövalyeleri Tarikatı, dinsel bakımdan hâlâ
Vatikan’a bağlı gibi görünmekteyse de bağımsızdır. Uluslararası değil,
uluslar üstü bir örgüttür. [Aslında bu tarikatın adı İngilizce olarak ve
biraz uzun bir biçimde şöyle geçiyor: “Sovereign Military Hospitaller
Order of St. John of Jerusalem of Rhodes and of Malta” (Aziz Yahya,
Kudüs, Rodos ve Malta Egemen Askerî Hastaneci Tarikatı)]
Özellikle tarikatın törenlerinde kullanılan giyim öğelerinde ve diğer
birçok yerde, tarihteki Malta Şövalyelerinin haçı kullanım dışı
kalmıştır. Tapınak Şövalyeleri’nin “Crux Pattée” diye anılan pençeli
haçının daha narin görünümlü bir benzeri benimsenmiştir.
* * *
Bu tarikata üye olmak isteyen bir kişi, önce en az 12 aylık bir “adaylık” döneminden geçirilir.
(Aslında bunun için “çıraklık” anlamına gelen bir terim kullanılıyor.) Bu süre içinde, örgüte
yararlı çalışmalar yapması beklenir. Başarılı görülürse, tarikata bağlılık andını içip Malta
Şövalyesi olur.
Çoğu Malta Şövalyesi bu kadarıyla yetinir ama tarikatın ikinci ve üçüncü dereceleri de vardır.
Yönetim aşamalarında da yer almak isteyen bir Malta Şövalyesi’nin ikinci dereceye geçmesi
gerekir. Bunun için, bekâr ya da dul olması zorunludur. Eğer daha sonra evlenirse, bu derecenin
kendisine tanıdığı hakları yitirir.
Üçüncü ve son aşamaya çıkabilmek için ise koşullar daha ağırdır: Önce
kendi geçimini ölene dek kesin bir güvence altına almış bulunması,
sonra da tüm mal varlığını tarikata bağışlaması gereklidir. Böylece,
tarikat olağanüstü düzeyde mal varlığı sahibi olmuştur; tıpkı tarihteki
Tapınak Şövalyeleri gibi.
Tarikatın kimilerinin dikkatini çeken yönlerinden biri de kullanmakta
olduğu arma... Bu armanın “Çağdaş Tapınakçılar” başlığı altında sözü
edilmiş örgütün arması ile benzerliği de pek ilginç doğrusu...
Ancak bu konuda yorum yok.
* * *
191
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Malta Şövalyeleri Tarikatı, günümüzde dünyanın en zengin örgütü olduğu gibi, politika ve
diplomasinin çekirdeğinde yer almaktadır. Uluslararası her işe, her ilişkiye burnunu sokar. Bu
etkinliklerden, özellikle en üst derecede olan Malta Şövalyeleri yararlanır.
Bir de sempatizan oluşturma uygulaması vardır. Kimi politikacı, devlet başkanı, asker, soylu
ve önemli iş adamlarına törenle bir nişan verilir. Onlar da “Malta Şövalyesi” olarak kabul ve
ilan edilir. 1990’lı yılların başlarında Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a da Amerika Birleşik
Devletleri’nde bu nişan verilip, Malta Şövalyelerine özgü cübbe giydirilmişti.
Ya Siyonistler?
Fantastik tasarım ve girişimleriyle 20. yüzyılda dünya basını ve
medyası aracılığı ile kamuoyunun gündemine oturmayı başarmış olan
Pierre Plantard, 2000 yılında öldü.
Hemen ardından, Amerika’da ortaya John Paul Pirolli adlı bir adam
çıktı. Siyon Örgütü’nün büyük üstadı olduğunu ileri sürdü. Örgütün
artık kimlik değiştirip, gnostik ve hermetik bir tarikat olma yolunu
tuttuğunu söyledi.
John Paul Pirolli’nin, kendisiyle uzun bir röportaj yapmış olan araştırmacı yazar Tracy
Twyman’a vermiş olduğu demecin en önemli bölümü şöyle:
«Siyon Örgütü artık üçe bölünmüştür. Bir yanda tek bir kralın yönetiminde olmak üzere
dünyada monarşiyi egemen kılmak isteyenler var. Diğer bir yanda tüm dünya bankalarını ve
politik kurumları pençelerine almaya çalışan güç heveslileri bulunuyor. Biz ise üçüncüyü, rahip
sınıfını temsil ediyoruz. Kralın ya da başkanın kim olduğu beni hiç ilgilendirmez. Ben Tanrı’ya
daha yakın olmaya bakarım. Aileme yardımcı olmak isterim. Ailem ise tüm dünyadır.»
Anlaşıldığına göre, John Paul Pirolli’nin sözünü ettiği bu yeni tarikat, “Siyon Örgütü” (Priory
of Sion) adını taşımakta oluşuna karşın önceki gibi Antisemitist değil. Nitekim Yahudilere karşı
herhangi bir ters tutumu yok.
* * *
Tarikatın iki aşaması var. İlk aşamada üç dereceli bir sistem uygulanıyor. Bunlara topluca “kılıç
ve kalkan” deniyor. Bu eğitimi alan bir kişi, isterse rahip olma yolunda ilerleyebiliyor.
Günümüzün bu diğer Siyon Örgütü’nün -hatta şimdi buna “Siyon Tarikatı” demek belki daha
doğru olur- büyük üstadı olduğunu söyleyen John Paul Pirolli, tarih boyunca herkesin çok
ilgisini çekmiş olan şu “hazine” konusunda şöyle bir görüş ileri sürmekten geri kalmamış:
«O hazine Vatikan Bankası’ndadır.»
Araştırmacı yazar Tracy Twyman hemen sormuş: «Vatikan ile Siyon Örgütü öteden beri
birbirine karşıt olduğuna göre, nasıl olur da o banka örgütün parasını emanete alır?... Papa buna
karşı çıkıp, engel olmaz mı?»
John Paul Pirolli’nin bu soruya verdiği yanıt pek ilginç:
«Bu konuyu papanın bildiğini kim söylüyor ki!... Az kalsın öğrenecek olan 1. Jean Paul,
birdenbire ölüverdi. Örgütün hesabını temizlemeye kalkıştığı için ortadan kaldırıldı. Banker
Roberto Calvi’nin başına gelenleri de anımsayın; Londra’daki Blackfriars Köprüsü’nde asılı
bulunmuştu. Onu ortadan kaldıran Siyon Örgütü’nün bir diğer koludur.»
Bu açıklamayı yaparken, özellikle İtalya’daki P2 mason locası skandalına değinip, sözü edilen
ünlü hazinenin o olay ile bağlantısı olduğunu ileri sürmüş.
* * *
192
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
John Paul Pirolli’nin dediğine bakılacak olursa; Siyon Örgütü bir “dünya imparatorluğu”
kurmayı başardığında tüm insanları ve tüm inançları içeren bir “evrensel kilise” oluşacak ve bu
kilisenin bağlanacağı felsefe de bu tarikatın savunduğu dünya görüşü olacak.
Örgütün boyutu hakkında da özetle şöyle bir bilgi vermiş:
«Şimdilik bu tarikatın ilk üç derecelik aşamasında yaklaşık 500 üyesi var. Rahiplik aşaması ilk
aşamada ABD’nin Massachusetts eyaletinde kuruldu. Kimi üyeler, orada rahiplik eğitimi
görerek hazırlanıyor. Tarikatın kapısı Katoliklere, Protestanlara, herkese açıktır.»
Herkese açık olduğunu söylemiş ama bu bağlamda Müslüman, Yahudi, Budist, Hindu ya da bir
başka dine bağlı olanlardan, herhangi bir inancı olmayan ya da nasıl bir inanç benimseyeceğine
kendi akıl ve buyrultusuyla karar verenlerden hiç söz etmemiş.
Kim bilir, belki bir gün onlara da sıra gelir.
* * *
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar ile ilgili olmak üzere dünyadaki en geniş çaplı
araştırmalardan birini yürütmüş olan Tracy Twyman, tüm bunların üzerine Siyonistler hakkında
şöyle bir yorum yapıyor:
“20. yüzyılın ikinci yarısında Siyon Örgütü, dünya kamuoyunun başta gelen gündem
konularından biri olmayı becerdi. Hakkında yüzlerce kitap yazıldı; televizyon programları
yapıldı; filmler çekildi. Bu, önümüzdeki yıllarda da böyle sürecek ve hiç kimse bunun böyle
olmasını durduramayacak gibi görünüyor.”
Galiba haklı...
Siyonizmin tanımı her nasıl yapılırsa yapılsın; Siyonistlerin, dünyada çevrilen çeşitli komplo
senaryolarının kapsamında mutlaka rol aldığı, bunun yakın gelecekte de böyle süreceği
anlaşılıyor.
Dolayısıyla bu konu bitmiş sayılmaz.
Üstelik yakın geleceğimizde de bitmeyecek gibi görünüyor.
* * *
Ya Tapınakçılar ile Masonlar?
Siyonistler gibi profesyonel oyuncuların yanında, hele dünyada çevrilen diğer politik ve
ekonomik entrikaların sergilendiği, B’Nai B’rith, Bilderberg, Malta Şövalyeleri gibilerinin
oynadığı bu sahnede onlara pek yer yok gibi görünüyor. Onlar, ancak kendilerine özgü amatör
sahnelerde oynadıkları çoğu masum ritüeller ile oyalanmayı, gelecek için tüm insanların barış
ve sürekli mutluluk içinde bir arada olacağı bir ortamın pembe bulutlar üzerindeki düşünü
kurmaya devam edecekler.
Bu umutlarını koruyacaklar elbette; çünkü umut sona erdiğinde yaşam anlamını yitirir.
193
Tapınakçılar, Siyonistler ve Masonlar
Üçüncü Kitap
Fakat bunun için de özellikle masonların çağdaş Tapınakçılardan birazcık olsun ders alarak,
önce kendi aralarındaki uyuşmazlıkları ve kendi belirlemiş oldukları ilkeleriyle olan çelişkilerini
gidermeleri gerekiyor.
Masonlukta günümüzde bile kadın-erkek ayırımı var.
Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde günümüzde bile siyah-beyaz ayırımcılığı sürüyor.
Kuşkusuz Tapınakçıların da aralarına alacakları yeni üyeler bakımından ille de Hıristiyan
olmalarında diretmeyi bir yara bırakıp, daha geniş görüşlü bir tutumla din ve inançlarını göz
önüne almaksızın tüm insanları kucaklamaya eğilim göstermesi beklenir.
Bu çalışmada pek az yer verebilmiş olduğumuz diğer tüm ezoterik ya da yarı-ezoterik örgüt ve
kurumların da bunlardan pek farkı yok.
Ne yazık!
Belki gelecekte, şimdilerde “Z kuşağı” denilen gençler tüm bunlardan çok daha doğrusunu,
iyisini ve güzelini oluşturmayı başarır.
Bu çalışmaya hiç olmazsa böyle bir umudu koruyarak son verelim.
194