You are on page 1of 8

Mustafa Pala

Acıların Kırdığı İki Şiir Filizi


Ölüm duygusunun önüne yaşama sevincini koyarak 2 Aralık
1942’de, henüz 22 yaşında hayata veda edip imgelemimizde hep
genç kalmayı başaran sevgili Rüştü Onur’un adı, aynı kahrolası
verem nedeniyle 24 yaşında aramızdan ayrılan Muzaffer Tayyip
Uslu’yla birlikte anılır. Ve onların yolu 13 Aralık 1979’da
yitirdiğimiz modern Türk şiirinin önemli adlarından, edebiyat
öğretmeni Behçet Necatigil’le 1941’de Zonguldak’ta kesişir. İşte
bu üç güzel isim, bizi doğrularıyla yanlışlarıyla Yılmaz Erdoğan’ın
çektiği Kelebeğin Rüyası filmine götürür.

BİR PARADOKS

Felsefesi “Hayatımız sınırlı ama öğrenebileceklerimiz sınırsızdır.”


düşüncesine dayanan, MÖ 4. yüzyılda Çin’de Savaşan Beylikler
Dönemi’nde yaşamış filozof Zhuang Tzu; bir gece kendini rüyasında bir kelebek olarak gördü.
Uyandığında, rüyasında kendini kelebek olarak gören bir insan mı, yoksa düşünde kendini insan
olarak gören bir kelebek mi, olduğuna karar veremedi.

Çin uygarlığını, dilini, kültürünü, tarihini araştıran Sinolog Herbert Allen Giles’in 1899 yılında
yayımlanan “Zhuang Tzu” adlı yapıtından, ‘büyülü gerçekçilik’ akımının önde gelen şair ve yazarı
Arjantinli Jorge Luis Borges aktarıyor bu paradoksu “Düşsel Varlıklar Kitabı”nda. Descartes’ten çok
daha önce gerçekliğimizle ilgili felsefi bir soru oluşturan bu paradoks, yüzyıllar boyunca birçok edebi
ve felsefi yapıtta kullanıldı ve sonunda kuantum fiziğinin belirsizlik ilkesiyle ilişkilendirildi.

KELEBEĞİN RÜYASI

Konumuz, adını bu paradokstan alan


2013 yapımı “Bir Yılmaz Erdoğan filmi”:
Kelebeğin Rüyası. Hiçbir adlandırma,
adlandıranın amaç ve niyetinden
vareste değildir. Kelebeğin düşüyle
değilse de ömrüyle
ilişkilendirebileceğimiz, edebiyatımızın
biri 22, diğeri 24 yaşında, çok sevdikleri
yaşamdan kopan iki şiir filizinin, hayatta
kalma kavgası, yaşama sevinci ve ölüm
kaygısına paralel bir örgü içinde 1941-
1942 Türkiye’sinin İkinci Dünya Savaşı’nın kıyısında yoksullukla mücadelesinin ve modernleşme çabası
üzerinden kurulan bir amaç ve niyetle karşı karşıyayız bu “rüya”da. Birbiriyle paralel iki “çarpıtma”:
Biri, genç Cumhuriyet’in yaşadığı sosyal, siyasal ve tarihsel gerçeklere ilişkin; diğeri, genç yaşta hayat
ve şiire veda eden iki şairimiz Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’ya.

Kelebeğin Rüyası, aynı anda çok tavşan kovalayan bir sanatçının imzasını taşıyor: Oyuncu, yazar, şair,
seslendirme sanatçısı, tiyatrocu, film yönetmeni… Yılmaz Erdoğan. 54 yaşına, sayabildiğimiz kadarıyla
7 oyun, 3 TV dizisi yazarlığı, 4’ü şiir 13 kitap, 10 film senaryosu, 2 dizi, 16 film oyunculuğu ve 8 film
yönetmenliği sığdırmış. İmzaladığı filmlere aralarında Avustralya Sinema ve Televizyon Sanatları
Akademisi (AACTA) En İyi yardımcı Erkek Oyuncu ödülü de bulunan ayrı dallarda toplam 13 ödül
verilmiş. “Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?” adlı oyunu nedeniyle Afife Tiyatro Ödüllerinden Cevat
Fehmi Başkut Özel Ödülü’ne layık görülmüş.

Yılmaz Erdoğan, Kelebeğin Rüyası’nda da üç tavşan kovalamış, yönetmen koltuğuna oturmakla


kalmamış, hem senaryosunu yazmış hem de filmin ana karakterlerinden Türk edebiyatının “cebinde
kelimeler”i olmayan, onları yüreğinde taşıyan önemli şairi Behçet Necati/gil’i canlandırmış. Başka
oyun, dizi ve filmlerinde bildiğimiz karakter yaratma ve dramatik kurguyu yan karakterlerle, alt
hikâyelerle zenginleştirme yeteneğine tanık olduğumuz Erdoğan, Kelebeğin Rüyası’nda da gözlem
gücünün ürünü olan sinemasal malzemeyi bir araya getirmekte hiç cimri davranmamış; hatta dizi
yazarlığından gelen cömertliği hikâyenin yer yer sarkmasına ve filmin gereksiz uzamasına bile neden
olmuş.

GERÇEĞİ “ÇARPITMAK“

Yılmaz Erdoğan, İbrahim Tığ’ın Kaynak


Yayınları için hazırladığı, Rüştü Onur’un
mektuplarından oluşan “Mektubun
Avcumda” adlı kitaba yazdığı önsözde
Kelebeğin Rüyası’yla ilgili, “Ben bir
senarist olarak, gerçeğin tamamının
anlatılamayacağını bilerek, ‘başınıza
gelenleri’ araştırarak ama daha çok ruhunuzun başına gelenlere odaklanarak yedi yıl
geçirdim.” diyerek filmde Garip şiirinin iki genç şairi Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun bireysel
yaşamlarına, Mediha ve Suzan’la yaşadıkları aşklara odaklandığını söylese de filmde, kendini yüksek
sesle duyuran yeni bir dünya savaşının kıyısında var olma savaşı veren genç Türkiye Cumhuriyeti’nin
sanayileşme, kentleşme ve aydınlanma mücadelesinde ödediği bedeller, çektiği acılar da var.

Var ama bizim de yönetmenin 1940’lı yılların başlarındaki bu acılı Türkiye’yi neoliberal okuma
biçimine itirazımız var! Zira söz konusu önsözde Erdoğan, yukarıda alıntıladığımızı izleyen, paranteze
aldığı cümlede, gerçekliğin temsili konusunda izleyiciyi yanılttığı itirafı da yer alıyor: “(Bu arada
öykünüzün “çarpıttığım” bölümleri için beni anladığınızı ve bağışladığınızı biliyorum.)” Yönetmen
burada her ne kadar “çarpıtmak” eylemini tırnağa alarak okuru, “çarpıtma”nın sanatsal yaratmanın
ve dramatik kurgunun bir gereği olduğuna; iki şairin kişisel yaşamlarıyla sınırlı kaldığına ikna etmeye
çalışsa da yapılanın söylenmek isteneni aştığını, İkinci Dünya Savaşı kıyısında açlık, yoksulluk içinde
bağımsızlığını koruma ve modernleşme kavgası veren, tek parti yönetimindeki genç Cumhuriyet’in
yumuşak karnını savunmasız bıraktığını, bu nedenle hiç de masum bir çarpıtma olmadığını söylemek
zorundayız!

Zorundayız, çünkü filmin açılışında bir tren yolculuğunda Behçet Necati/gil’in dış sesle okuduğu ama
kime yazıldığını bilmediğimiz mektubu, yine giriş jeneriğinde “Gerçek bir hikâye” biçiminde uyarı
yazısı ve “… Zonguldak vilayetine bağlı tüm köylerdeki 15-65 yaş arası erkek vatandaşlar maden
ocaklarında çalışmakla mükelleftir… İş Mükellefiyet Kanunu (Türkiye, 1940)” gibi resmi kaynakları
tanık gösterme çabası, az ileride “Zonguldak, Türkiye 1941” biçimindeki tarihlendirme, (çıkışta tekrar
Necati/gil’in mektubuna dönüş, çıkış jeneriğinde filmin gerçek karakterlerinin hayatlarına ilişkin
bilgiler)… izleyicide gerçekliğe sadık bir yansıtma beklentisi oluşturmaktadır.

Oysa film, görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin siyah-beyazın yarattığı çağrışım gücünden de
yararlandığı ve sinemasal olanakları ustalıklı kullandığı, etkili bir sekansla açılıyor: Trenin girdiği
tünelin karanlığından, ölümün ağzından çıkar gibi çıkan bir madencinin doldurduğu kadraja küçük
kaydırmalarla, askerlerce itile kakıla madene getirilen elleri zincirli köylüler giriyor. Ve biz henüz filme
yabancılaşmamışsak, kendimizi Nazi toplama kamplarından birinde buluyoruz adeta!
İlki Osmanlı’da uygulanan, İngiltere’den aldığı düşünülen “İş Mükellefiyeti”nin (zorunlu çalışma), ikinci
paylaşım savaşı koşularında ikinci kez uygulandığından ve bunun da belirtilmediği için “ücretli
çalıştırma” olduğundan habersiz izleyicinin Nazi toplama kamplarıyla İnönü yönetiminin bu
uygulaması arasında bir özdeşlik kurmasının amaçlandığı gözden kaçmamaktadır. Sonraki bir sekansta
genç Cumhuriyet’in otoriterliğini tek parti iktidarı üzerinden pekiştirmek için, madene elleri kelepçeli
olarak getirilen işçiler, halka korku salarcasına kentin caddelerinden geçirilirken Türkçe ezan
okutulması da unutulmamıştır!

Yılmaz Erdoğan’ın filmin açılış sekansında ve sonrasında da sürdürdüğü bu tür bir sunum tercihi,
tarihsel bir olguya getirdiği neoliberal yorumu, bir sanatçı masumiyeti hoşgörüsüyle okuyabilirsiniz!
Nihayet olgusal gerçeklerin yorumunda katılmadığımız tek sanatsal yaklaşım değil bu. Sinema
kurmaca bir sanattır, ama izleyicide tarihsel belgelere bağlı kaldığınız izlenimi verip Malkoçoğlu
serisinde Cüneyt Arkın’a kol saati takamazsınız! Takarsanız, sanatçının aydın niteliğiyle bağdaşmaz bu
yaptığınız, hem de acıklı duruma düşersiniz!

“Çarpıtma” ne yazık ki jenerikte gösterilen tarihi belgenin adından başlamakta, içeriğiyle devam
etmektedir. Her şeyden önce söz konusu kanunun adı “İş Mükellefiyet Kanunu” değil, “Milli Korunma
Kanunu”dur. Bu kanuna dayanılarak çıkarılan genelgenin ikinci maddesi ise jeneriğe yazılan gibi değil,
şöyledir: “Madde 2 — Birinci maddede yazılı iş mükellefiyeti, Zonguldak Vilâyeti ahalisinden, kömür,
işlerinde az çok çalışmış olan-veya bu işlerde çalışmayı adet edinmiş ailelere mensup olup çalışma
yaşına gelmiş bulunan veya hiç bir işle meşgul olmıyanlarla diğer vilâyetler halkından maden işlerinde
mesai ve bilgilerinden istifade edilebilecek ihtisas erbabı, san’atkâr ve işçi bilûmum vatandaşlara
tatbik olunur (26 Şubat 1940 tarih 2/12899 Sayılı Kararname 1940).” Sanatta kurmaca, gerçekliği
saptırmak değil, yeni bir gerçeklik yaratmaktır!

GENÇ CUMHURİYET’İN GAYRETİ

Bir sanat olarak sinema dili filmin anlamını, seçtiği müzik, karakterlerin
jest, mimik ve davranışları, giysileri, renk, ışık, hareket vb. sayısız işaret
ve sembolle inşa eder. Tarihsel bir olay karşısında yönetmen filmin
anlamını yapılandırırken ya lehte/aleyhte tarihsel belgelere bağlı
kalarak, kendi yorumunu gizleyip seyirciyi özgür kılarak “yansıtmacı”
bir tavrı seçecek ya da var olan belge ve bilgiyi, amacı doğrultusunda
yapılandıracaktır. Dünya savaşının en yoğun yıllarında Cumhuriyet’in
ekonomik ve sosyal sıkıntılarının oluşturduğu bu “art hikâye”yi, Rüştü
Onur’un yazdığı bir tiyatro aracılığıyla ana hikâyeye de eklemesinden
anlaşılmaktadır ki Yılmaz Erdoğan, Kelebeğin Rüyası’na koyduğu sosyal
arka planla ülkenin yönetimi konusunda izleyicinin düşüncelerini
manipüle etmektedir.

Bu sosyal/tarihsel arka planında film, bir değerbilirlik örneği göstererek edebiyatımızın fazlaca
kenarında kalmış, yaşam ve şiir tutkunu iki genç şairi Rüştü Onur (Mert Fırat) ve Muzaffer Tayyip
Uslu’yu (Kıvanç Tatlıtuğ) odağına alıyor. Filmin merkez mekânı olan Zonguldak, Cumhuriyet
kurulduktan sonra il yapılan ilk şehirdir. Cumhuriyet kentleşme/modernleşme sınavının ilkini dünya
savaşı koşullarında bu kentte vermektedir. Bu nedenle ikinci emperyalist paylaşım savaşıyla birlikte
devlet denetimli kapitalizm ve milli burjuvazi yaratma sürecinde toplumda emek eksenli bir
ayrışmanın ortaya çıkması sosyal gerekircilikle açıklanabilir. Bir tarafta yönetim bürokrasisi ve
nispeten varsıl aileler; diğer tarafta yoksulluktan, hastalıktan kırılan çalışanlar, köylüler. Bir yanda
Cumhuriyet Baloları, bale ve dans dersleri, tenis maçları, geniş bahçelerde düzenlenen yemekli
eğlenceler; diğer yanda kıt kanaat geçinen çalışanlar, boğazına doğru dürüst bir şey girmeyen
çocuklar, karneye bağlanmış ekmek, yazacak
kâğıt bulmakta zorlanan memurlar ve verem.

O yıllarda verem çok yaygın bir hastalıktır ve bir


“ince hastalık” olarak en çok sanatçıya
musallattır. İnce hastalığa tutulanlar, ince
duyarlıklara sahip, kırılgan ve naif insanlardır çünkü. Romantik Keats, klasik Moliere, ekspresyonist
Kafka veremden ölür mesela. Byron, Maupassant, Çehov, Camus, Istrati, Éluard, Gorki de ince
hastalığa yakalananlardan. Bizde Cahit Sıtkı, Mahmut Yesari, Peyami Safa çok çekmişlerdir veremden.
İşte bu hastalığın son kurbanları da üç sıkı arkadaş Rüştü Onur, Kemal Uluser, Muzaffer Tayyip
Uslu’dur. İkisi şiirdeş, üçü veremdeş bu sonuncular, aynı sırayla 22, 29 ve 24 yaşlarında, çok sevdikleri
yaşama veda ettiler. (Filmin çıkış jeneriğinde Muzaffer Tayyip Uslu’nun “1946 yılında, 26 yaşında
hayata veda ettiği” yazılmış, oysa 1922 doğumlu olan Uslu 1946’da 24 yaşındadır!)

Yılmaz Erdoğan’ın birkaç yerde gereksiz tekrarlanan diyalog ve uzatmalarından kaynaklanan


sarkmalar (138 dakika) dışında senaryonun sağlam örülmüş bir olay örgüsüne, rahat izlenebilen bir
diyalog yapısına sahip olduğu söylenebilir. Öte yandan Kelebeğin Rüyası’nın asıl artısı, Nuri Bilge
Ceylan gibi ustalarla da çalışmış olan görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin usta işi
çerçevelemeleridir. Sanat yönetiminde Hakan Yarkın’ın, kostümde Gülümser Gürtunca’nın ve diğer
teknik ekibin ustalıklı işleri, bu dönem filmini her tür teknik ayrıntıda başarılı kılmaya yetmiştir.
Nihayet 46. Sinema Yazarları Derneği Ödülleri’nde Gökhan Tiryaki En İyi Görüntü Yönetimi, Hakan
Yarkın En İyi Sanat Yönetimi ve Rahman Altın En İyi Müzik dalında ödüle layık görüldüler; En İyi
Kurgu’ya ise Bora Gökşingöl adaydı.

Devrekli şair Rüştü Onur’la İstanbul doğumlu olup babasının görevi nedeniyle Zonguldak’ta yaşayan
şair Muzaffer Tayyip Uslu’nun Zonguldak’ta kesişen yaşamlarının bir yılına (1941’den 1942’ye)
odaklanan 2013 yapımı Kelebeğin Rüyası’nda filmin teknik ekibi, Yılmaz Erdoğan’ı sinema kariyerinin
doruğuna taşımıştır. 7 yıl süren bir ön çalışmanın ürünü olduğu söylenen film, ne yazık ki şiiri söz ve
sözcük oyunlarından ibaret sanan ve bu “estetik”te şiir deneyimi bulunan bir yönetmenin elinden
çıkınca, bir bütün olarak şiiri ve tabi Garip şiirini de salt bir “nükte”ye indirgemesi kaçınılmaz oluyor.
Oysa teknik ekibin sinema deneyimi, Kelebeğin Rüyası’nı naif karakterler üzerinden masumiyet
duygusunun anlatımında popüler Türk sinemasının üst düzeylerine taşıyabilirdi.

FİLMİN ODAKLANDIĞI ATMOSFER

Zonguldak Mehmet Çelikel Lisesi Edebiyat öğretmeni, şair Behçet Necati/gil’in desteğiyle edebiyat
dünyasına, daha çok Garip şiirinin konuşma dilinin yalınlığına yaslanan, içtenlik dolu şiirleriyle
tutunmaya çalışan iki genç şairin, bir yandan dönemin getirdiği yokluk, yoksulluk ve yoksunluk içinde
hayatta kalma mücadeleleri, diğer yandan yakalandıkları verem illetinin getirdiği ölüm karşısında
yaşama arzularını koruma dirençleri filmin ana izleğini oluşturuyor. Hastalıkları nedeniyle lise
eğitimlerini yarıda bırakan Rüştü Onur (Mert Fırat) ve Muzaffer Tayyip Uslu (Kıvanç Tatlıtuğ)
Zonguldak’ta Ereğli Kömür İşletmeleri’nde memurdurlar. Bütün dertleri, dönemin etkili edebiyat
dergisi Yaşar Nabi’nin Varlık’ında şiirlerinin yayımlanması ve böylece edebiyat dünyasına adım
atmaktır. Şiirden aldıkları güçlü bir yaşama sevinci içinde herkese şiiri sevdirmek hevesindeki bu genç
şairler, Belediye Başkanı’nın (Ahmet Mümtaz Taylan) kızı Suzan Özsoy’un (Belçim Bilgin) Zonguldak’a
geri gelmesiyle ilgi, sevgi ve şiirlerini bu varlıklı ailenin kızına yöneltirler.

Bu arada Cumhuriyet’in aydınlanma kurumlarından olan Halkevlerinin müzik, dans, tiyatro gibi çeşitli
kültürel etkinliklerin mekânı olarak ülkenin modernleşmesinde önemli bir rol oynadığına tanık oluruz.
Film, Halkevleri’ni sosyal ayrışmanın bir göstergesi olarak ele alsa da Kent merkezinde bale, tango
kursları açan, okuma odaları kuran bu kurumların, tiyatroyu köylere kadar götürerek Cumhuriyet
yönetiminin Anadolu’da kültürel düzeyin yükselmesine katkıda bulunduğunu görürüz. Acılı 40
kuşağının iki şairi Rüştü Onur ve Muzaffer Uslu da bir yandan yazdıklarıyla halktan insanları edebiyatla
tanıştırarak bir yandan da yazdıkları ve yönettikleri tiyatro metinleri ve oyunlarıyla Cumhuriyet’in
aydınlanma mücadelesinin içindedirler.

Rüştü Onur

MEMNUNİYET
Benden zarar gelmez
Kovanındaki arıya
Yuvasındaki kuşa;
Ben kendi halimde yaşarım
Şapkamın altında.
Sebepsiz gülüşüm caddelerde
Memnuniyetimden;
Ve bu çılgınlık delicesine
İçimden geliyor.
Dilsiz değilim susamam
Öyle ölüler gibi
Bu güzel dünyanın ortasında
(Yeni Zonguldak, sayı 34,1942)

RÜŞTÜ ONUR 3 Ağustos 1920’de Zonguldak’ın Devrek ilçesinde dünyaya geldi. İlkokul öğretimini
bu ilçede, ortaokul öğretimini Kastamonu’da tamamladı. Zonguldak Mehmet Çelikel
Lisesi’ndeyken ikinci sınıfta vereme yakalandı ve okulu bırakmak zorunda kaldı. Memur olarak
Ereğli Kömür İşletmeleri’nde çalışmaya başladı. Lisede tanıştığı edebiyat öğretmeni Behçet
Necatigil, memur arkadaşı Muzaffer Tayyip Uslu ile birlikte kendini edebiyat çalışmalarına verdi.
İstanbul’da yayımlanan Değirmen’de ve Zonguldak’ta yayımlanan yerel dergi ve gazetelerde şiirleri
ve yazıları yayımlandı. Hastalığı ilerleyince Zonguldak’ta ve Heybeliada Sanatoryumu’nda tedavi
gördü. İstanbul’dan Zonguldak’a dönerken vapurda Mediha Sessiz ile tanıştı ve evlendiler.
Evliliklerinin 18. gününde karın zarı iltihabından mustarip olan Mediha yaşamını yitirdi. Ardından
Rüştü Onur’un da hastalığı ağırlaştı. Bir ay sonra 2 Aralık 1942’de çok sevdiği yaşama veda etti,
Ortaköy Mezarlığı’nda Mediha’sının yanına defnedildi. Rüştü Onur, asıl ününü kısacık İstanbul
yaşamında Gündüz, Varlık, Ses, Yeni İnsanlık ve Servetifünun dergilerinde yayımladığı şiirleriyle
kazandı. Günlük yaşamın duyarlıklarını, tanıklıklarını konu edindiği şiirlerinde Garip’in açık izlerinin
görüldüğü; sıcak, samimi bir söyleyişle derin biçimde hissettiği yaşama sevincini ve ölüm
tedirginliğini dile getirdi. Onur’un yaşıyorken yayımlamak istediği, ama sağlığı ve yoksulluğu
nedeniyle yayımlayamadığı edebiyat dergisi “Şehir”, 2004’ten beri aylık olarak Devrek’te şair-yazar
İbrahim Tığ yönetiminde yayımlanmaktadır. Şiirleri ölümünden sonra,1956’da Salah Birsel
tarafından toplanıp kitaplaştırıldı ve Rüştü Onur adıyla yayımlandı. İbrahim Tığ’ın hazırladığı Rüştü
Onur, Yaşamı-Eserleri-Şiirleri’ni 2011’de Kurgu Kültür Yayınları ve Rüştü Onur/Mektubun
Avucumda’yı (mektupları, şiirleri) 2013’te Kaynak Yayınları yayımladı.

Rüştü Onur’un hastalığı ilerler ve Behçet Necati/gil Hoca’nın yardımıyla Heybeliada Sanatoryumu’na
yatırılır. Burada tanıştığı Mediha Sessiz’e (Farah Zeynep Abdullah), o da hastalardan biridir, âşık olur.
Çok geçmeden Muzaffer Uslu da öksürük nöbetlerine tutulur, yine Hoca’nın girişimiyle aynı
sanatoryuma yatırılır. Mediha’nın hastalığına yanlış teşhis konduğu anlaşılıp taburcu edilince iki
arkadaş da hastaneden kaçarlar. Suzan’da (Belçim Bilgin Erdoğan) gönlü olan Muzaffer, Zonguldak’a
döner; Rüştü, İstanbul’da Mediha ile evlenir. Suzan’ın İstanbul’a geri gönderildiğini duyan Muzaffer
de İstanbul’a gider.

Muzaffer Tayyip Uslu

ARKADAŞLIK
II Sevgili insan kardeşlerim
Size bütün kalbimle teşekkür ederim
Elleriniz yardımıyla
Saçlarımı tarıyorum
Her sabah
Siz kitaplara yazmasaydınız
Ben nerden bilecektim
İki kere ikinin dört ettiğini
Ve gökyüzünün yatağımdan
Seyredebilir miydim böyle
Aklınıza gelmeseydi
Bu pencereyi açmak odama
Ah biliyorum
Biliyorum bir gün gelir de ölürsem
Omuzlarınızda gidecek cenazem
Size teşekkür ederim şimdiden
(Şimdilik, 1945)
MUZAFFER TAYYİP USLU 1922’de İstanbul’da doğdu. Memur olan babasının mesleği nedeniyle ilk
ve ortaokul öğretimini Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde tamamladı. Zonguldak Mehmet Çelikel
Lisesi’nde edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil’le tanıştıktan sonra şiir ve edebiyat çalışmaları
yoğunluk kazandı. Liseden sonra girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe
Bölümü’ndeki öğretimini yoksulluk nedeniyle tamamlayamadı. Zonguldak’a döndü, memur olarak
çalışmaya başladı. Ancak o da şair arkadaşı Rüştü Onur gibi verem oldu. İlgisizlik ve yoksulluk
nedeniyle bir sanatoryumda tedavi göremedi. 3 Temmuz 1946’da yaşama veda etti. Şiirleri,
Zonguldak Halkevi’nin çıkardığı Kara Elmas ile Yaşar Nabi’nin Varlık dergisinde yayımlandı. Garip
şiirinin içtenliği ve konuşma dilinin yalınlığı onun da şiirine sinmişti. Bu dille yaşamın acılarını ve
üstünü örtmeye çalıştığı hüzünle yaşamın güzelliklerini dile getirdi. Ölüme çok fazla
direnemeyeceği telaşıyla yer yer acemiliklerini gizleyemediği şiirlerini bir an önce yayımlama
arzusundaydı. Bu arzuyla şiirlerini, yakın arkadaşı Muzaffer Soysal’ın önsözünü yazdığı Şimdilik
adıyla yayımladı (1945). Şiirlerinde temiz ve yalın bir dili, duygu yüklü söyleyişiyle taşranın küçük
adamını, yani “büyük insanlığı” hiç yitirmediği yaşama sevinci izleğinde anlattı. Turgut Uyar’ın
deyişiyle “Bu çeşit şiirlerde ‘parasızlık’ bir ‘leit motive’dir. Karşılık görmeyen sevgi, vazgeçilmez bir
durumdur; el ele tutuşmak büyük bir mutluluktur; hüzün, ilkel bir alaycılığa dönüşür…” (Bir
Şiirden, 1982) Ölümünden on yıl sonra, 1956’da Necati Cumalı, şairin bütün şiirlerini ve onun için
yazılanları Muzaffer Tayyip Uslu başlıklı küçük bir kitapta topladı.

“OYUNCU GİBİ OYNAMAK”

Ne var ki filmin oyunculukla ilgili sorunları peşimizi bırakmaz. Filme tarihsel bir olgusallık verilmek
istenmese bir sorun olarak algılanmayacak olan karakterlerin temsili, gerçeğe bağlılık iddiasında
bulunan bir filmde göze de sinema estetiğine de batıyor maalesef. Ünlü Rus film yönetmeni Vsevolod
Pudovkin’in “’Oyuncu gibi oynamak’, kamera karşısındaki sinema oyuncusu için en büyük tehlikedir.”
dediği sorun şu: Film hikâyesinin zamanı 1941-1942 yılları olduğuna göre, bu yıllarda tarihsel
karakterlerden 1920 doğumlu Rüştü Onur 21-22, 1922 doğumlu Muzaffer Tayyip Uslu 19-20, 1916
doğumlu Necati/gil ise 25-26 yaşındadır. Oysa bu karakterler kendilerinden en az 10, en çok 20 yaş
büyük oyuncularca canlandırılırlar. Zira film çekildiği tarihte Mert Fırat 32, Kıvanç Tatlıtuğ 30 ve
Yılmaz Erdoğan 46 yaşındadır. Öte yandan 1983 doğumlu 30 yaşındaki Belçim Bilgin Erdoğan, liseli
Suzan’ı canlandırmaktan çok onun canına okur!

Oyuncuların, Belçim Bilgin ve Yılmaz


Erdoğan dışında, gösterdikleri
olağanüstü performansla önemli ölçüde
Pudovkin’in belirttiği tehlikenin
üstesinden geldikleri söylenebilir. Mert
Fırat’ın Rüştü Onur’da sergilediği
oyunculuk yadırganmaz, Kıvanç
Tatlıtuğ’un jönlüğünden geçtiği, 20 kilo
vererek hazırlandığı ve karakter yaratma eğilimli oyunculuğu da birkaç ödülle takdir edilir ve Farah
Zeynep Abdullah’ın Mediha Sessiz’deki rolü göz doldururken Belçim Bilgin’in yaş farkını aşıp liseli
zengin kızın hafifliğine ulaşamadığını ve Yılmaz Erdoğan’ın Behçet Necati/gil’i değil, kendisini
oynadığını, hatta yer yer Mükremin Çıtır’ı gizlemekte zorlandığı söylenebilir!

DÜŞÜNMEK, VAR OLMAK


Orhan Veli’den Nazım Hikmet’e, Enver Gökçe’den Attila İlhan’a Rıfat Ilgaz’dan Hasan Hüseyin’e,
Memed Kemal’den Şükran Kurdakul’a oldukça geniş bir yelpazeye yayılan 1940 Kuşağı edebiyatının
Garip şiiri tarafında yer alan Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu, yaşama bağlılıklarıyla, ölüme
hazırlıklarıyla, yaşama sevinçleriyle ama ölüm kaygılarıyla da halkın içindeydiler. Yazdıkları ve
yaşadıkları şiirleriyle bir filme konu olmayı çoktan hak etmişlerdi. Eleştiriye açık olmak koşuluyla,
bütün “çarpıtma” ve saptırmalara karşın değerbilirlik önemlidir.

“Bir parçacığın momentumu ve konumu aynı anda tam doğrulukla ölçülemez.” diyen Kuantum
fiziğinin belirsizlik ilkesinden, modernizme ve aydınlanma atılımına karşı çıkma gerekçeleri üreten
post modern yaklaşımın pek sevdiği, yazımızın giriş sekansında sözünü ettiğimiz Kelebeğin Rüyası
paradoksuna dönelim. Paradoksu modern felsefenin kurucusu sayılan Descartes, idealizmin
gölgesinde tersinden çözmüş; bu düşü bir insanın mı veya bir kelebeğin mi gördüğü üzerine düşünen
bir öznenin var olduğuna dayanarak şunu söylemişti: “Düşünüyorum, öyleyse varım!”

Biz de ters çevirelim ki ayaklarının üstünde dursun: “Var olduğum için düşünüyorum!”

You might also like