You are on page 1of 28

Say ı 7 , 2014

Fiyatı : 2 –iki– TL
baslarken

Selam n’aber?

Gecikmeye devam ediyoruz. Hem zaten kim nereye tam vaktinde yetişmiş ki şu yeryüzünde değil mi?
Değil?! Bu yazıyı size yılbaşından kalma fıstıkları yerken yazıyorum. Ondan bu gecikm… Tamam
kardeşim olabilir yani kızmayın, idare edin… Hem hediyeli geldik bu sayıda, arka kapağı çevirip bakın.
Çok tatlı değil mi? Değil?! Ama siz de bir şey beğenmiyorsunuz… Beğendiniz? Hah şöyleee…

Neyse. Yeni yıla gireceğiz-giriyoruz-girdik falan derken hoop bir baktık ki ortalık karıştı düzen
bozuldu. Herkesin evinde bir ayakkabı kutusu, ceplerde milyor dolarlar. Ulan o kadar paran var abi
ayakkabı kutusu ne? Zenginlerin turşu kurma yöntemi heralde dedik kendi kendimize. (Züğürdün çenesi
yorulur…)

Boşverin onu bunu, siz yine kendi vicdanınızın rahatlığıyla yaşayıp gidin, yaşayıp giderken de bizlerle
olan bağınızı koparmayın. Bu sayımızda ceketlerimiz Tezer Özlü için ilikleniyor. İliklerimize kadar
işleyen edebiyatına saygılarımızı sunuyoruz…

(Özür diliyoruz gecikmelerimiz için. Mazur görünüz… Hem geç olsun güç olmasın değil mi?.. Tabi hız felakettir
unutmayalım… Hem tencere yuvarlanmış kapaDUFFF!)

Bu ülkede ne cevherler var da kıymeti bilinmiyor... (GENEL)


muhteviyat Muhteviyat muhteviyat Muhteviyat muhteviyat
Ahmet Keskinkılıç – Tezer Özlü’nün İzinde: Yaşamın Ucundan Sevgilerle 5

Ali Lidar – Alternatif Yalnızlık Tarifleri 6

Süleyman Sabri Genç – Kasti Gözlem Çabaları - 1 7

Payidar Zaraman – Sürç-i Lisan 8

Merve Üzel – Tezer’in Kilitli Göğü 10

Baha Öztop – Bir Mavi En Çok Nereden Bakıldığında Mavidir? 11

Alper Gencer – Annem Ağlıyor, Anne 13

Tuncay Kızılaslan – Geniş Zamanlarda Kasvet 14

Portakal Hanım – Sous le ciel de Tandoğan 16

Ahmet Keskinkılıç – Mayınlı Tebessüm 17

Güney “Saian” Erkurt – Urtuba 18

Mehmet Çiftçi – Alternatif Doğum Günü(m) Tebriği 19

Hasan Ay – İntihar Sahnesi 20

Ferhan Şensoy’dan – Varsayalım İsmail 21

Merve Üzel – Sudan Çıkmış Balık 22

Yusufhan Kol – Şiirlerde Bahsi Geçenin Anlamı Üzerine 23

Didem Eyüboğlu – Sayfaların Muhabbetleri 24

Tuncay Kızılaslan – Kazandığım Her Kayıp İçin 25


Jargon Fanzin yayınları – 7
Fanzin – 7
Kapak Tasarımı: Merve Semerci
İç Çizimler: Ecmel Sarıkaya
İmtiyaz Sahibi , Editör: Ahmet Keskinkılıç & Tuncay Kızılaslan
Redaksiyon: Tuncay Kızılaslan
Baskı: Merdivenaltı Basın Yayın. Siz basın yayın. Evet evet, siz, gidin fotokopicide basın diyoruz.
Jargon Fanzin Yayıncılık Ticaret ve Sanayi 2014
Sertifika no: Bir numaramız yok.

Bütün yayın hakları acayip bir yerde. Sakladığımız yeri bulursak saklayacağız bambaşka yerlere.
Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dahil yayıncının yazılı izni olmaksızın her türlü çoğaltılıp
dağıtılabilir. Hiç sıkıntı değil. İsim kullanmazsanız vebalimiz boynunuza!

Ankara | 2014
Jargon Fanzin
http://w w w .facebook.com/JargonDergi
http://w w w .tw itter.com/Jargon_Dergi
http://jargondergi.tumblr.com
Jargon Fanzin yayınları – 7
Fanzin – 7
Kapak Tasarımı:
Baskı: Merdivenaltı basın yayın. Siz basın yayın. Evet evet, siz, gidin fotokopicide basın diyoruz.
Jargon Fanzin Yayıncılık Ticaret ve Sanayi 2014
Sertifika no: O neamiş?
Bütün yayın hakları acayip bir yerde. Bulana veya getirene 100bin lira(eski parayla) veriyoruz.
Kaynak gösterilerek tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dahil yayıncının yazılı izni olmak sızın her türlü
çoğaltılıp dağıtılabilir. Hiç sıkıntı değil.

Ankara | 2014
Jargon Fanzin
http://www.facebook.com/JargonDergi
http://www.twitter.com/Jargon_Dergi
http://jargondergi.tumblr.com

Sevgili Leyla’cığım,

İyi olmana çok sevindim. Fatoş için dua ediyorum. Çok mutluluklara
layık bir kişi. Kendimde hastalığın neden olduğu depresyon ve
üzüntüleri yenmeye çalışıyorum. Zaman geçerse iyi olacak.
Okuyorum, yürüyüşe çıkıyorum. İstanbul’da sizlerle olsam daha
mutlu olurum, buralarda hep yalnızım. Yalnız olunca insan acı
düşüncelere saplanıyor. Ama iyi olacağına inancım büyük.
Gözlerinden öperim.

Tezer.
Ahmet Keskinkılıç

Tezer Özlü’nün
İzinde: Tezer Özlü karanlık, kaotik ve kasvetli bir
ruh halini bütün boşluklarımızı
doldururcasına damarlarımıza zerk ettiği
eserinde kelime şarjöründeki bütün
Yaşamın mermileri kullanıyor, söylemediği sözü
Ucundan kalmasın istiyor adeta. Gitmek fikrinden
Sevgilerle besleniyor ve gitmek olarak algılıyor hayatı.
Giderken okuyucusunu da götürüyor
elbette. Zaten gitmek dediğimiz eylem farklı
Şu hayatta eğer biraz insan olabilmeyi bir bilinçlenme durumu, yeni bir algılayış,
başarabilmişseniz Yaşamın Ucuna Yolculuk taze bir yorum değil mi? Trenin raylar
yaptıktan sonra eski, neşeli, güzel ya da üzerinde çıkardığı sesi Özlü’nün
karanlık, mutsuz -her neyse artık- o hayata kelimelerine kulak verirseniz siz de
geri dönmeniz çok zor. Tamamıyle yeni bir duyabilirsiniz. Güneşin bunaltıcılığını
perspektifin rüzgarına tutulup olayları, hisseder, kalabalıklar içinden geçerken
durumları ve kelimeleri bambaşka onun gibi iç hesaplaşmalar yaşarsınız.
açılardan görmeniz çok olası. Yaşamın ucunda müstakil bir ev sizin
adınıza tapulanabilir.
Kitap 1983'te Auf den
Spuren eines Selbstmords Özlü’nün kelimelerine kulak
Edebiyat adına kale
(Bir İntiharın İzinde) adıyla verirseniz siz de duyabilirsiniz.
gibi sağlam bir metin
Almanya’da yayımlandı, Güneşin bunaltıcılığını hisseder,
olmasının yanı sıra
kalabalıklar içinden geçerken onun
ödül de aldı. felsefi yaklaşımlara olan
gibi iç hesaplaşmalar yaşarsınız.
Ödüllendirilmesi iyi bir yakınlığıyla da ilgi
Yaşamın ucunda müstakil bir ev
kitap oluşunu kanıtlamadı çekici Yaşamın Ucuna
sizin adınıza tapulanabilir.
çünkü hali hazırda müthiş Yolculuk. Nihilizmin
bir kitaptı. Sonra Ferit Edgü’nün yayınevi nehrinden bir an olsun çıkmadan var oluşu
olan Ada Yayınlarından Türkçe de bir sorgulayan ve sorgulatan, pesimizm sosuna
baskısı söz konusu olunca, bulanmış kalemi ile içinize karanlık bir
mektuplaşmalarından öğrendiğimiz lezzet çizebilen sindirimi zor bir eser.
itibariyle Ferit Edgü kitap için “Yaşamın Sadece Pavese değil, Kafka, Svevo, Cohen,
Ucuna Yolculuk” ismini öneriyor Özlü’ye. Kahlo, Beckett gibi isimlere de atıflar ve
Böylece çıkıyor kitap. Yıl 1984. alıntılar mevcut.

Bütün bunların ışığında insanı yoran,


Cesare Pavese’in izine sürmekle başlayan yorarken dinlendiren, düşünmeye iten,
anlatı son cümlesine gelindiğinde insanın gezdiren, gösteren, ağlatan, umutsuzluk
var oluş sorunlarını ve dahası var oluş nedir, ne değildir’i ezberleten bir başucu
çabalarını derinlemesine irdeleyerek salt eseri kitap.
Pavese atıflarından sıyrılıp oldukça özgün
bir konuma yerleşiyor. Kitabın hayli duru
ve sade anlatımı göz önüne alındığında
algıda yarattığı yeni ufuklar, düşünmeye
sevk eden dolu cümlelerin vuruculuğu bu
sade anlatımın ne denli güçlü bir bina
oluşturduğunu ortaya koyuyor.
Ali Lidar
Lanetli Rapunzel’e…

‡ Hayal kırıklı ğının uykudaki çocuk ölümleri ‡ Ağrı kesicilerin arasına yanlışlıkla karışmış
kadar olağan karşılandığı şehirde sigara külü kadar fare zehiri kadar yalnızım…
yalnızım...

‡ Gölgesine sı ğındığım ve acımasızca içini ‡ Sarhoşken telefonuna kayıtlı bütün kadın


boşalttıktan sonra, geri dönüşüm kutusunun isimlerine coşkulu mesajlar yollayıp, ayılıp
içindeki meyveli soda şişelerinin tiksinen pişman olduğunda utancından telefonunu
bakışlarından kaçacak yer bulamayıp, kendini kendi alelacele kapatan ve günlerce açamayan eski
etiketinden yaptı ğı iple kutunun kulpuna asıp zaman artığı bir sarhoşluk edepsizi kadar
intihar etmek isteyen bir rakı şişesi kadar yalnızım…
yalnızım...

‡ Gidecek yeri olan herkesin yerine gitti ği ‡ Kendisine birazcık ilgi gösteren her kadına
saatlerde, gidecek yeri olmayan bir yersizin aşık olup, her seferinde alay edilerek yol verilen
sokulduğu kurumuş bir ağaç kovuğu kadar şaşkın bir ilgi şımarı ğı kadar yalnızım…
yalnızım...

‡ Dokuz ki şiyle defans yapan ve tek hedefi yarım ‡ Afrikalı bir anne ve Kanada'lı bir babanın
düzineden daha az gol yemek olan zavallı bir futbol Çin'deki bir cami avlusuna bıraktı ğı felçli bir
takımının tek forveti kadar yalnızım... albino bebek kadar yalnızım…

‡ Herkesin mutsuzluktan delirdiği bir yerde


deliremeyecek kadar akıllı olan bir nano-fizik ‡ Bekleyen herkesin küfür etti ği rötar yapmış
profesörü kadar yalnızım... bir trenin, kimseye yaranamayacağını bile bile bir
an önce gara ulaşmak için terleyen makinistinin
‡ Kullanılmadı ğı için tozla kaplanan unutulmuş yasak olduğunu bilmesine rağmen yaktı ğı ilk
porselen bir tabağın, işe yaradıkları için kirli ve sigara kadar yalnızım…
mutlu kullanılmış porselen tabaklarla birlikte
bulaşık makinesine atıldığında 'ne işim var lan
burda' nın şaşkınlığıyla hesaplaşması kadar ‡ Rüyasında kafası kopan ve kadın-erkek, yaşlı-
yalnızım… genç karışık iki takım kafasıyla top oynarken,
onu aralarına aldıkları için minnettar olan eski bir
‡ Bitmek üzere oldu ğu için kullanılmayan, ama Jedi emeklisi kadar yalnızım…
henüz bitmedi ği için atılamayan ve nemli bir banyo
rafında kaderine terk edilen zeytinyağlı sabun kadar
yalnızım…
‡ Özenle seçilip alındıktan sonra saçkıran
‡ Kimi arasa üçüncü hatır cümlesinden sonra ' ne yüzünden sahibinin bütün saçları dökülen fildişi
var ,niye aradın?' imasıyla karşılaşacağını saplı tarağın atıldığı çekmecedeki can sıkıntısı
bildiğinden kimseleri arayamayan unutulmu ş bir kadar yalnızım…
vicdan azabı kadar yalnızım…
Süleyman Sabri Genç
(Georges Perec’in Paris’i tüketişinden esinlenerek uyarlanmı ştır.)

Konya Tramvayı, Konya.


Herkeste büzüşmüş suratlar.
Tramvayın üçüncü kısmının en önü.
Başörtülü bir bayan, arkasından gelen başörtüsüz iki kişi, biri bayan, diğeri bay.
Cam kenarındayım.
Sakalım uzun, saçım da.
Herkes, kimseyi umursamıyormuş gibi görünüyor.
Hava kapalı.
Kapılar açılırken çok gürültü yapıyor.
Bir petrol tırı geçti.
Ben öyle diyorum.
Köşedeki belediye işçisinin belediye ceketindeki arma saçma,
tek renk ve basit.
İnsanlar tekli koltukları tercih ediyor.
Yalnızlık ilgi çekici bugün.
Meram belediyesinin etkinlik afişleri.
Tramvay, durakta durmadığı sürece çekilmiyor.
Arı kovanı saldırı marşı gibi sesler çıkartan yan şeritteki tramvay.
Ayağının birini öne kıran bayan.
Saçıyla oynuyor.
Şimdi iniyor. Koltuklar rahatsız edici.
Özürlü olduğunu düşündüğüm biri yanımdan geçti
ama yüzüne bakamadım.
Yanımda kimse durmuyor.
Hareketli bir kaleme
Eşlik etmek sıkıcı olmalı.
Kafam kaşınıyor.
Teknik Lise durağı.
Fren yapan tramvay sesi, hop.
İlahi sesiyle çalan bir telefon, sahibinin açmasını bekliyor.
Kolumda bir böcek var. Kaşınıyorum.
Dayanamadım ve öldürdüm.
Vatman kornaya bastı.
İğrenç bir ses.
Anonstaki adamın ciddiyeti hat safhada.
Güneş bulutlardan sıyrıldı.
Dişimde macun tadı var.
Çürük bölgeye hava kaçırarak anladım.
Sanayi. Durak isimleri iğrenç, hödükçe yazılmış.
Kimse kimseye selam vermiyor.
Yanımdaki orta yaşlı bay, tekli koltuğa geçti.
Tekli koltukların tamamı dolu, insanlar yalnız.
Kunduracılar.
Lanet durak isimleri.
Renault, Hyundai, Ford, Wolswagen.
Araba modellerinden anlamam.
Çarşıya yaklaşıyoruz.
Bu arada yanıma tekrar bir bay oturalı 15 dakika oldu.
Sakallı yaşlı amca, zar zor kapıya geldi.
Muhtemelen kimse yer
vermedi.
Tekli koltuklar boş.
İnsanlar kalabalığa karıştı.
Alaaddin tepesine tecavüz eden insan toplulukları.
Bekleyin.
Payidar Zaraman

Libidom yüksek evet itirazım yok.


ama beni sen yaptın, kabahat varsa fifti fifti…
bütün fetişlerimden arınamam, fena de ğil bir kısmı.
Allah’ım, ey kafa dengi Allah’ım, rakıyı sana şirk ko şmadım ayrıca, modern Uzza’lara
espri anlayışına sığınaraktan yazıyorum, hoplayım
ölüp yanına geldiğimde bu şiir başıma iş açmasın oy ki belamı veresin, marijuana da müthi ş nimet!
n’olur … bu ho şuna gider sanıyorum, en baba içki çay.
rahmansın, rezzaksın, muğnisin, canımın içisin, ve lanet olsun ki o deli fi şek şarkılardır işte
zerre yalanım varsa mürted olayım, bağrımdaki efkarı azamı açı ğa vuran…
gerekirse berbat olayım! işte burada hak ver bana biraz, sorgumu hafiflet.
vaktin malikisin, ezelin öncesi, ebedin sonrası… fena kul sayılmam hani insaniyetten yana
ey sistematiğine tav olduğum, sen ki rızkınla ne bilmekte misindir bilmiyorum ama
bolsun. enteresan biçimde aşığım sana…
bu sene kurban kesemiyorum haberin olsun…
ey Ulu Tengri’m, ciddi anlamda Ulu Tengri’m!
ya Rab, ey devamlı tölerans geçen ya Rab! seküler düşünemeyiz talimatın var
bu sigara işini ne yapacağız, şu kanser işine bi el talimatın var agnostik olamam,
atsan? nihilist sayılmam, pozitivist de ğilim,
bi de bu Amerika meselesi var bunlar hep canımızı yüzyüze konuşmayı severim,
sıkıyor. gençturkcellli hiç değilim…
göster bu puştlara, zalımlara sen kimsin! ve bize Muhammed gibi bir muhabbetle selam
şükürler olsun sana ki, bildi ğimiz üzre müntakimsin. verdin müteşekkiriz sana
hacca ihtiyarlayınca gitsem, ilham geldi ğinde namaz zalım kısmına karşı öfkemizi diri tut, gebertelim
kılsam, onları!
orucumu bazen bozsam, dilberlere çaktırmadan Tinto Brass hayranlığımızı görmezden gel,
baksam diyorum? görmezden gel gözlerimizin arkasındaki karnavalı…
seni çok seviyorum!.. Türküm, yaralıyım, yalnızım,
işsiz bir faşistim belki bir ço ğuna göre…
ayrıca beni güzele karşı savunmasız eylemişsin, bak şimdi aklıma geldi,
bütün bu şekerliklerden sana sığınıyorum, Sergio Leone şimdi senin yanında olmalı,
sana sığınıyorum işimi hallet, ona iyi muamele et, biraz da kilo versin.
işimi hallet yoksa içkiye yeniden ba şlayabilirim… mah şeri meydanda ürkünçlükler yapma, tırsıtma bizi
kudretine akıl erdirmek nafile gayret, n’olur…
Brigitte Bardot’u yaratmıştın hani bir Paris cömertlik şanındandır, cennetin varo şlarından iki
cennetinde, oda bir salon versen yeter bize
biz onu sadece televizyonda görmüştük, iyi Birkaç Madonna birkaç da Cher n’olur…
mamüldü. kulak ardı yapma bunları ver n’olur!..
birçok mamülün çok iyiydi şehadet ederiz. ve kuşkum ve sakıncam ve yamuğum yok itikattan
oysa kulluk işte, zibidilik… yana.
oysa her nisadan bir müddet sonra ayılıyorum, bütün bunlar bir yana;
yemin billah olsun sana bayılıyorum!.. fena halde hastayım sana!…
Merve Üzel

Taptaze bir yankı sızıyor . Söz kilitleniyor gökte. “Dokunan ben de ğilim, avuçlarıma kondu” diyor kadın. Ses
kilitleniyor ölüme gizlenen bir çift gözde. Eski, kırık, artık, so ğuk ne varsa sızarken odaya, kilit sarkıyor
pencereden.

Beyazını yitiren bir çift göz, çizmi ş yaşamın ucuna yolculuğu , tamamlayamamış elleriyle. Avucunda kalmı ş.
Oysa siyah çakıl taşları gibi sızlıyor. Oysa siyah cenahına gizleniyor. Siyah ayın yankısı gibi yakı şıyor yüzüne.

Nadideydi. Tekti. Gitmek anlamıydı onun. Bir sır perdesi çekmi şti yaşamının tek gözlü penceresine. Kendisine
bir türlü yer bulamayı şının resmiydi harfleri. Hükmü yoktu kendine. Tezer; her gün her şeyin sonunda olan
kadın.

Dilini, sokağını, gecesini bilmediğiniz şehirlerden geçirir gölgenizi. Duvarların arkasından seslenir, söz olur
düşer kirpiklerinizden. Ve zengindir; taptaze çayı ve yaralarına hürmetinden. Bir gece ku şu gibi kendini bekler
meyhanelerde. Ve her fırsatta fısıldar kula ğına o adam; “Ölümün olduğu yerde hiçbir şey ciddi olamaz.”
Olmamıştır.

Bir kadının gençliğinin sızısıdır Tezer. Bir babanın kadınlı ğa hükmüdür. Çocukluğun so ğuk geceleridir. Sözleri
hükmüdür gecenin. Eskiyendir, kalandır, yolculuktur. Yaşamdan çalınan renklerin yarasıdır Tezer. Gö ğü olmayan
evlerden geçer. Gö ğü olmayan pencerelerden süzer bakı şını. Ve sunar sonsuz intiharını yeryüzüne; hiçbir yerde
olmayan kadın. “Her kentin girişinde önce mezarlıklar karşılıyorsa sizi”* de, -ho şgeldiniz- ,
yalnızlığındasınız Tezer'in.

Ho şgeldiniz. Özenle toprağa ilişiniz.


Baha Öztop

Ardından Temmuz çıkışlı çocuklarla gülüştük bir süre


Sanki iklimsel bir refleksti gülmek
Elbette şımarık bir koridor vardı bizi salonlara bağlayan
Ve bitmek için kendine semt ismiyle örtü şen bir bina seçmek
Elbette.
Bak en iyi mavi bu, bundan iyisi yok
Psikolojik olarak yani, gök değil, deniz değil, kedi
Ve değil, sa değil, i değil, re
En iyi mavi bu, hadi gülmek için bir sebep
Çivit yüklü trenler devirdik de!

Fırçanın ucunu sivriltmek için kullandığımız dilimiz var


Halüsinatif kurgularımız bundan.
Durduk yere inşa ettiğimiz binalar ve
Klavyenin ucuna hapsettiğimiz anlam
Bundan işte.
Veli toplantısına katılmayan baba noksanlığı
Göçebe dürtülerle sonradan kat çıkmalar
Açılan hesap, yatırılmayan para
Ve yarım bırakılmış tahsiller, tahsilatlar ve protezlerle
Tamamlanmamışlık hissi veren her sözcük mesela;
–Ama.
Bundan işte.
Ve elbette tüm bunlara inat
Denedik en azından.

O kadar ki;
Sivrisinekler larvalara yeni aşılar fısıldarken
Ben senin adını ele vermemekte tutarlı bir şekilde
Hiç olmadık yerlere mesela aşağı ya da yukarı fark etmez
Yokuşlara kırığı gözleyen alçı kadar iştahlı binalar dikiyorum.

İlahi sancılara flaş patlatan tasarımlarla vücuda gelip


Büründüğümüz kumaşları ardı ardına açarak
Gittiğimiz yerlerde isminin sonunda polis olan
Liman yıkıntıları, balıkçı kadınlarının güçlü dudakları
Yerleşik düzene geçip Osman adını almış bir pelikan
Ve asfaltın anlamdan yoksun duru şu.
İşe bak!
Olgunlaşma tezlerine ve devlet tahvillerine
Uygun bir kılıf deriden olsun timsah ya da koyun fark etmez
Gözyaşları içinde bir kez bile boğulmadan ve suya karşı duyarsız
Dalga geçercesine küçülen sol gözümün sahnesinde
Büyüyen tamtamlarla dans eden zenciler var
Daha ne olsun.
Hazırım gibi..
Bedenimden taşabilecek her türlü mecmuaya!

Tüm bunlar teker teker tekrar yaşanırken


Mesela kullandığımız cetvel ağaçtan plastiğe
Yani isim değil de kılıf değiştirirken mesela
Yani gövde dediğimiz de kaç bünyeye cuk oturur ki
Zaten tüm bunlar yaşanırken öleceğim dakik
Deney tüplerinin dibindeki çöküntü gibiyiz
Mevsimden, aydan, günden kurtuldum saat kaç?
Anlaşılmamaktan geçiyorduk ve anlaşılacak gibi de değildik üstelik!

Oldukça reddedilmiş bir maviyim


Denizi sürün! Denizi sürün!
Geldiğim yerleri A4 ebatlarından söker sökmez
Haritalara en kuvvetlisinden boksörlerle yapıştırıp
Farklı tezleri üst üste koyup aylardan ramazan olsun
Bir hoca kalkıp ağırdan rekat tertiplesin ki
Anlamda hafif kalan beden ruhta antrenman bulsun.
Ta ta taaa!

Tanrım..
Senin bilip de başkalarının bilmediği neleri araç yaptım.
Zeplinleri uçurup trenleri kaçırdım
Peronlar dolusuydum üstelik yolculardan taştım
Bir renge tutunmuştum adı pelikan
Penguen makamından geçerken yani ayağı takılan
Trene atladığım gibi virajı alamadan dökülürken denize
Siyah renge sürgün takım elbise değil miydi bizi beyaz kılan?

Ta ta taaa!
Tanrım.

Ne dediğimin de önemi kalmadı artık..


Apsent yüklü vagonlar devirdik de!
Alper Gencer

“Bil, bul, ol.” Hacı Bayram-ı Veli

bütün değişen şeyler arasında seni sevmek kadar sabitim


darın çığılığını duydum ferman yürüdü üstüme
boynuna doyamayıp dudaklarımı yaktım
ateşimi gösterdim "yok bir şeyin!" dediler
sana inanmayan gitsin karın yağışına inansın
gayrılık namerdinse ayrılık merde dü şer
neye inanıyorsan onu sürekli sevmenden
yarimiz müşterekse derdimiz terde pi şer

eksiğin varsa söyle sana bir koli yapıp göndereceğim


yoğun bir sonsuzlu ğu kuşanıyorsun hücrelerimle
al varımı doğra yokluğum sende pişsin
sana bir seccadeyle kendilerini affettirmeye geliyorlar
henüz onlar varmadan sen kendini affet gitsin
gel açlığınla otur bu sofra derde toktur
isyan damarı olmayanın
teslimiyete kalbi yoktur!

kaderin cilvesisin ihtiyaca muhtaç edensin beni


itirazım olamaz yarini ver yarlı ğıma
anlaşmasak da olur bu efkar bize kafi
şuraya yazıyorum avucunun darlığına emeğinin narlığına
her şey büyük bir sofra halinde ilerliyor sevgilim
aslanın sofrası da bir, insanın sofrası da...
bir aldanmı şlığım var onu da sana aldanıyorum
sakilerin söndürsün yangınımı karlı ğına

sabrın atından inen vakte menzil dilenir


dinleyene konuşursun dinlersin konuşanı
alnı toprağa değen yeryüzünden silinir
affeden affeder de affolan affolmaz mı!
Tuncay Kızılaslan

Yol boyunca duraklamak ve park etmek yasakmıştı. Yol


boyunca ağlamak ve kendi kendine söylenmenin yasak olmadığı
Ben şarkı söylerken, kulaklarının arkasına ellerinle destek yapıp bir sokaktan geçtiğim için rahatça koyverdim ben de. Gece belli
beni daha iyi duyabilmek için başvurduğun hale benzemiyordu bir saatten sonra zaten her sokak böyledir. Ama o “belli bir
hiçbir güzellik ama yine de… saat”in ne olduğunu henüz bulabilmiş değilim. Hep geçtiğim o
sokağın, hep durduğum o lambasının altında, hep benim
Benimse, ellerim ceplerimde, otuz derecelik açıyla kafamı
gözyaşlarıma katlanan sokak kedileriyle geçirdim geceyi. Birkaç
devirdiğim “hoşçakal” hareketimdeki “yenildim sana” deyişim gibi
bira kutusu, tuzlu fıstık, kediler için sosis kemik falan… Ah be
de olmuyordu hiçbir mağlubiyet. San Marino’nun mağlubiyetleri kadın! Neyse, bir şey diyecektim ama vazgeçtim. Zaten bu
dahil. En alt ligin de altındayım sanki. Tek başıma bir ligdeyim, isteğimi de kabul etmeyeceksin. Evet hükmen mağlubiyeti
kimse yok, kzanacak hiçbir şeyim yok…
kabullenmek bu benimkisi… Duymayacağını bile bile, ıslak
gözlerimi kapatarak, duyacağını düşünüp söyledim yine de: Seni
Hiçbir siliş-siliniş; yazdığın her şeyi önüne koyup, ağladığındaki
ben sevdim!..
gözyaşlarını silmek gibi de olmuyordu.
Her şey bir günlük edasıyla sayfa sayfa Bak buradaki söyleyiş tarzı da önemli,
önünde… O günlükte ben yokum, onu Seni ben sevdim kadın, ben… Vurguyu bundan bahsedilmiştir şarkılarda; “ben
biliyoruz. Teselli mi, yangınıma körük mü
alıyor musun? Allah var yukarıda, seni sevdim” değil de “seni ben sevdim”
oluyor bu bilemedim ama… Teker teker
cümlelerindeki vurgu farkı… Yüklemden
yırtarak ellerine dolduruyorsun, hakkıyla sevdim. Geçmişte sevdim, şimdi önce gelen kelimeye veya kelime grubuna
doldurabildiğin kadar kağıt parçasını. –
Yaşanan onca şeye kağıt parçası demek
seviyorum, gelecekte seveceğim, geniş yapılır vurgu. Türkçe derslerim hep iyiydi
bilirsin. Sana karşı ise daha ağzından ilk
ne kadar zalimce değil mi? Tabi ben zamana yay sen bu eylemi hatta. Ben
çıkan kelimenin anne mi baba mı olduğu
yapınca zalimlik olur, sen yapınca “olması öyle yaptım… anlaşılamayan bir çocuğun Türkçe
gereken”. – Sonra Ankara Kalesi’nin en
kabiliyetinden farksız kaldım hep… Seni
rüzgarlı ve uçurumu en davetkâr yerine
ben sevdim kadın, ben… Vurguyu alıyor
geçiyorsun –kim bilir kaç ruh kendini
musun? Allah var yukarıda, hakkıyla
salıvermişti buradan aşağıya, sen kal ben giderim–, ellerini açıp
sevdim. Geçmişte sevdim, şimdi seviyorum, gelecekte seveceğim,
bekliyorsun, rüzgar ellerindeki hayatı alıp süpürsün diye…
geniş zamana yay sen bu eylemi hatta. Ben öyle yaptım…
Hiçbir yenilenme, bir çocuğun gözlerindeki umut kadar parlak
Hep geçtiğim o sokağın, hep durduğum o lambasının altında,
bir şekilde görünmüyordu insanın gözüne. Bir çocuğun
hep benim gözyaşlarıma katlanan sokak kedileriyle bekledim seni
gözlerindeki umut bir gözyaşıyla silinip gider, bir bisiklet alınması
kadın. Lamba da bozuk bu arada yanmıyor. Yirmi metre ilerideki
ihtimaliyle daha kuvvetli bir şekilde gelir yerine. Ben demiyorum ki
lambanın aydınlığının yettiği kadar oturuyoruz. Ve orada noldu
sana sen bana bisiklet al, ben diyorum ki gel beraber bisiklete
biliyor musun o gece? Biliyorsun tabii… Gelmedin… Bu sefer
binelim. Çocukluğumda hiç bisikletim olmamıştı biliyor musun?
belki, dememe rağmen gelmedin. Kendimi ne kadar
Aslında bir tane oldu, anısı derindir bir ara sorarsan anlatırım, o da
inandırdıysam geleceğine, gelmeyişine de o kadar inanamadım.
iki günde kırıldı. Mübalağa yok vallaha, iki gün… İki günlük
sevinçlerim oldu benim, sadece. Şaşkınlığıma anlam veremedi kediler. Kedi sonuçta. Bir yere
kadar anlıyorlar beni. Bir süre düşündüm. Kafamın içinde
Ve hiçbir sessizlik; seni, evinize götüren otobüsün durağına okuduğum kitaplardan cümleler, izlediğim filmlerden replikler,
bıraktığım zamanki gibi güzel bir sessizlik de olmuyordu. Senin, dinlediğim şarkılardan sözler, okuduğum şiirlerden dizeler… En
ellerini “tamam ben her şeyi kabul ediyorum” gibi tutuşturman da, keskin yerinden de Behzat Ç. vuruyordu kafama kafama. O an,
aslında olayları benim istediğim gibi kabul ettiğin anlamına hep geçtiğim o sokağa işte lambaya kedilere falana filana, kısaca
gelmiyordu. Genellikle benim istediğim gibi kabul etmiyordun yanıma gelecek kimse yoktu ama Behzat Ç. teselliyle karışık
hiçbir şeyi zaten. ağzıma sıçıvermişti işte: La oğ lum, insan sevdi ğ i adama şans
verir la, sevdi ğ i adama… Anladın mı? Ha?

Ben de böyle ağlıyorum ya, Allah da benim belamı versin.



Portakal Hanım

Siz beni severseniz, bütün sokak


lambaları sonsuza dek yanar; ışığında
gözüken kar tanelerini saymaya çalışırız
sizinle. Siz beni severseniz, ağaçlar
köklerini daha da sağlamlaştırır yerin
Hapşu!
altında, dalları daha çok uzanır
Bayım, gelmişsiniz bile! Ama kapıda yakaladım gökyüzüne.
sizi. Çok elem bir hastalık geçiriyorum. Duydunuz
hapşırığımı. Az kalsın üzerinize hapşırıyordum, af
edersiniz. Şöyle oturabiliriz, sonbahar güne şi Bu masadan kalktı ğımızda sizi ne zaman
üzerimize batsın. Size anlatacaklarım var. Türk göreceğim meçhul ama ben isterim ki sizinle
kahvesi mi içeceksiniz? Ben öyle yapacağım, yıldızları sayalım yahut bulutları nesnelere
yanında getirdikleri lokumu afiyetle yiyeceğim. benzetelim. O yüzden size yıldızlarımı ve
Hatta siz başka bir tarafa baktı ğınız esnada sizin bulutlarımı getirdim. Sözlerimi dinlerseniz,
lokumunuzu da aşıracağım. Sanırım niyetimi çok muhakkak bulacaksınız onları; sizi nice sevdi ğimi
belli ettim. Artık başınızı hiçbir yöne sayacak ve nesnelere değil duygulara
çeviremeyeceksiniz bayım. Bana bakmak benzeteceksiniz bulutlarımı.
zorundasınız, yoksa lokumunuz gider ve inanın bu
bir tehdit değil. Kendi iyili ğiniz için de benim
iyiliğim için de gözlerinizi benden ayırmayınız. Haa…ha…hapşu!

Geçen akşam işim çok uzun sürdü bayım,


karanlığa kaldım. Tandoğan’da yürümeye Burnumu sizin yanınızda çekmeyi hiç sevmiyorum
başladım. Kitapçıya uğradım, içeride çalan şarkıya bayım. Uzattı ğınız mendili kullanmaya elim
inanamazsınız! “Sous le ciel de Paris” çalıyordu, varmıyor, alıp onu kalbimin üzerinde saklamak
Edith Piaf söylüyordu. Gökyüzünü ne kadar istiyorum. “C’est l’amour” Fransızca konu şmayı
sevdiğimi biliyorsunuz, çıktığımda, yürürken unuttum “mösyö” ama yine de sizinle Fransızca bir
kendimi bu şarkıyı “Sous le ciel de Tandoğan” diye aşk yaşamak isterim. Hem kalbimiz aynı ritimde
söylerken buldum, Tandoğan göğü altında… vuruyor; anlarız hangi dilde olsa. Bayım, sevin beni.
Ben sizi saçımdaki bukleler kadar seviyorum. Sizin
Orada olmalıydınız bayım, çünkü hava çok için öreceğim saçlarımı uzadıkları zaman. Eğer
güzeldi. Sonbahar geldi ama sanki bir yaz sevmeyecek olursanız da beni, keseceğim tıpkı
akşamı rüyası yaşıyordum ben. askere giden yeniyetmeler gibi.
Dayanamadım, ara sokaklara girdim bayım.
Hani çok ağaçlık bir sokak var, anımsadınız Siz beni severseniz, çocuklar daha içten kahkaha
mı? İşte oraya. Sanki hangi köşeyi dönsem atarlar ve kuşlar daha özgür çırparlar kanatlarını.
dans edenler karşılayacaktı beni. Dans edenler Balıkların hafızası bile güçlenebilir siz beni
yoktu bayım, arabaların farları vardı, koştur severseniz! Pek tabi bunlar benim birer uydurmam
koştur durağa giden insanlar ve dükkânlarını bayım ama gerçeği duymak isterseniz eğer; siz beni
kapatan esnaflar vardı. Onları boş verin severseniz; mutluluktan elim ayağıma dolaşır, düz
bayım, o akşamki yıldızları bir görseydiniz yolda yürüyemeyebilirim ve elimden tutmanız
şayet, o gece hiç uyumazdınız! gerekebilir…
Ahmet Keskinkılıç

dişlerimi sıkıyorum. düşlerimi kısıyorum. düşüşlerimde zedelenen dişlerime küfürler sürüyorum, o bir nebze
oksijen boşluğundan akciğerlerime o kadar çok masumiyet düşüyor ki, aliterasyona gerek duymuyorum.
kulaklarım kapalı bahçe, bahçe içinde bir sessiz kuyu, hiç kuş cıvıltısı duymamaktan sıkılıyorum.

ritim kanarken dokuz ya da sekiz ne fark eder


rastlantı değil midir ne olsa avucumda biriken
kimseden ödünç aldı ğım tevazu yok hem
içime düşen kurdu ne ile beslemem gerek

tabiatıyla kahrolmak isterken içim bir tuhaf şair cesedi öpmek gibi tuhaf, gibi tuhaf, gibi absans belki
biraz anevrizma teşebbüsü tuhaf, gibi gelirken bir trenin aniden ray değiştirmesi.

içimden dışıma akseden seda, hiçbir sesli harfi barındırmıyor.


yurt belliyorum kustu ğum kederin içinde debelenmeyi.
insana mı inansam yerçekimine mi diye dü şünüyorum,
yumruğumda gizli bir atom çekirdeği.

ders gibi ezberlemişim meğer çileli gömleği giymeyi. bir komadan çıkıp diğerine kumandan oluşumuz
sahiden nerde hata yapsak da annemiz bizi azarlasa, tamamlanmasak mesela hep o dikenli telin
ardında tutsa bizi hep o çocuk kaldığımız yerde ki kibrimiz.

kimiz ki biz ısrarlı kaybeden bir avuç aylak nesil


gökyüzünden başka bir yüküm yok mesela benim
belki o yüzden sıkıntı, o yüzden ıstırap belki
tam kıvrılırken dudağım patlayan mayınlı tebessüm.
Güney “Saian” Erkurt

Umut bitti gam,


adımız kan, soyadımız intikam!
Yazgı bozdu dilimi; biz yontalım
elbet geçer zaman…

Korkmadı dilim, kimi zaman neşeyle sürçtü


kahpe mebhusta sana saldırgan cümleler kurdum
ilk bir kaçı cephede düştü!

Var mısın yok yere kafa tutmaya kainata?


şımartalım nefretimizi artık elinden ne gelirse
kime ne cüret gösterebilirsek o kadar
adına ne denirse...
Ettiğim küfürden gurur duyarak bekledim, gelmedi
ya gelirse?

Çünkü keder gövdemde açılan kızıl bayrak


kanıt: ismin bir yılımın on iki kadını,
öldüm kaç gece yatağa yatıp.

Sana bir gün bir sızıdan bahsetmiştim o biçim kalaylı


kirpiklerinle dinledin ama salt gözlerin benden
yanaydı.

Sen hangi coğrafyadan çekinsen gökyüzü nesnel


senin tenin lütuf;
benimki derdini anlatacak kadar esmer.
ben hangi direniş yüreklensem
o zaman çiçeklendin sen,
Bekle bizi güneş ülkesi hangi kanda temizlendiysen…

Pervam yok kaybetmeye seni üstüm başım kan!


orta dünyadan bana medet kalmadı umut bitti lan!
sözcükte mana patlatan idem, denizin ortasında duba,
bu sırada kentte ince bir mevsim yürür; urtuba!

Anlat onlara; hiç tamamlanmış öykülerimizi,


anlat! Yarısı şarkı yarısı çocuk insanları,
anlat! Örselenmek ne demek yumruk sıkmak ne…
Anlat onlara, yeniden yapmak için yıkmak ne.
Mehmet Çiftçi
(içimin gülen yüzüne…)

İnsan her a ş ık olduğunda on yedi ya ş ına dönüyor ve her darbe yediğinde on sekizinden gün
almaya ba şlıyor. On sekiz on yedi gibi değil , on sekiz sorumluluk demek on sekiz yenilmek demek
on sekiz ölmek–öldürebilmek hakkına bile sahip olmak demek. Erdal’ı dü ş ün...

“Beni bırakın siz kendinizi kurtarın!” dünyanın en büyük yardım çı ğlığıdır, “n’olur beni
bırakmayın” cümlesinin korkularla henüz yüzleşmemiş biçimidir ki en çok böyle anlarda korkar
insan gerçeklerle yüzleş mekten, en çok güvendiklerinin en zayıf anında seni terketmesinden.
Kısacası iç kanırtan bir yalnızlıktan…

Bir uçurumun kenarındayım ne zamandır, “gitmek ertesi” yaralarım kanıyor.


Ve doğum günümmüş bugün babaannemin ismimi kula ğımdan öpüşü aklımda çınlayıp duruyor. Beni
bırakın n’olur kendinizi kurtarın, kömür karası bir çift gözbebeğinde gördüğüm kalabalıklar üstüme
çullanıyor. Adınla yazılmı ş bütün ş iirler Kırıkkale–Ankara yolunda eski düşler taş ıyan bir
otobüste, yanaklara cam güvencesi olmaktan öteye gidemiyor. Beni bırakın siz kendinizi kurtarın bu
gece son defa bu şehirde bir adam on sekizine basıyor, ne de olsa babaannem artık beni duyamıyor.

*Gelirsen Afrika'da bir aç doyar gelirsen bir öksüz annesini koklar...


Hasan Ay

Bir yönetmenin intihar sahnesi çekmeden önceki son be ş dakikası,

Yitirmi şliğimden bu yana inançsızlığımı,


yakamozlar takip ediyor beni tüm sahil boyunca,
üzerime yıkılan tüm kristallerin altında ezilmişliğimden mi,
yoksa dünyanın kendi etrafında dönmesinden mi so ğuk,
o yüzden mi üşüyorum, adı duyulmamış filozof kabri başında ?

Sistematik bir deha yüceli ğinde kurduğum,


meczupluğun huzurunda, özlüyorum,
evvel zaman için kaybolan tüm masal kahramanlarımı,
tüm yoldaşları, bir mahalleyi bütünüyle,
kaderine terk edilmi ş tüm televizyonları, pazar günlerini,
kovboy filmlerini,
annemi,
olgunluktan önce eri ştiğim her günahı,
ve bir takım şeyler daha.

Başı ve sonu belli olup da, yarım kalan senaryolarım olmuştu vakti zamanında ve
ehemmiyetsiz geleceğimin, tabularını kurarken ben,
aforizmalarımla yaşlanırım,
bir memlekette i şsizlik oranı, kilometre başına düşen izmarit sayısıyla ölçülür,
yine aynı memlekette, tüm ayyaşlar öldürülür.

Kafayı yedi ğim öngörülürken,


aldırış etmeden karbon çalıyorum göğümdeki yıldızlardan,
ve beynim patlamak üzere olan yanardağın bacasındayken,
damlıyorsa şakaklarımdan kelimeler,
yokluk varlı ğın tezahürü müdür yoksa,
Hakikaten fakir miyiz ?

Turkuaz biliyorum,
okyanusa kıyısı olmayan bir ülkede
peki sizce de, bu beni hem zengin hem de şair kılmaz mı ?
Ferhan Sensoy’dan

– Piyango günler! Size çıktım bugün çok şanslısınız!


– Siz kimsiniz?
– Hiçkimseyim ama hiçkimseler arası çok önemliyim, pardon yani.
– Bir isminiz yok mu?
– Varsayalım İsmail, ne olacak? Neye yararı var? Siz kimsiniz?
– İşler Güçler.
– İşler dedi ğin boş işler, güçler dediğin, güç işler. Varsayalım iş yok güç var, güç neye yarar? Varsayalım
iş var, güç yok. İş gayet yaramaz.
– Ben sizi bir yerden hatırlıyorum ama Çar şambalı mısınız?
– Hayır Çarşambasızım! Çarşamba günler tatilim. Çarşamba günleri bisiklet, yoğun bakıma alınıyor.
Çünkü çok eski gayet bisik ve az biraz let. 1900 fii model, halen bisikmesi ve letmesi masalsal bir
durum. Yolum burdan geçiyor diye yanlı şlıkla gereksizce tanıştık, varsayalım tanışmadık. Amorti
günler!
– Aaaa biz sizinle Çarşambada uzun çarşıda Mahmut Semizoğlu'nun dükkanında tanışmıştık ya!
varsayalım Ferhan Şensoy abi!
– Hiç böyle bir şey hatırlamıyorum. Yolum uzun acelem var.
– Nereye gidiyorsunuz?
– Suriye'ye. Esad çağırmış, Akil İsmail olarak. Gidip, çözücem sorunu. İsmailsel ve varsayımsal bir
açılım olacak Şam’da. Soona akil akil şam baba tatlısı yiyip dönücem.
– İyi de bisikletle Şam’a gitmek biraz zor tabi.
– Bisik, let ve ben, toplu ı şınlanma yöntemini kullanıyoruz. Varsayalım yokum. Karşılaşmamız bir
düştü. Benim ne i şim var bu dizide? Sen nabar la yeğenim?

Güne bakan göz yakan, İsmail’in günleri İsmail zaman zaman, İsmail’in yarısı
Saatsiz maarifsiz, bir İsmail takvimi Çağdan çağa koşturmakta gerisi

Güne bakan göz yakan İsmail’in görevi İsmail tarafından durdurulmu ştur zaman
Cam gibi mavidir İsmail’in yüreği İsmail çok zararlı, zararlılığı yararlı

9,8,7,6,5,4,3,2,1,0 9,8,7,6,5,4,3,2,1,0
İsmail, İsmail’in kod adı! İsmail, İsmail’in kod adı!
Merve Üzel

bakışı beyaza dönük, kapkara


sudan çıkıyor balık
suyun rengi atmı ş tırnaklarına
bir gözleri vardı diyor adam
uykunun bir ucundan hatırlarım
bir baş dönmesiydi gözleri
ah ulan diyor
kar etmiyor sancılarına
durup durup bi kadın dü şüyor
düşüyor yüzü ,sabahtan akşamlarına
bir şiir oluyor kadın
bir diğerinin uykularına
şairin biri gidiyor
yeri dolmuyor ne simitle, ne
martıyla
bir şair uzun bir yolu gidiyor
düşüyor şair bir başlıktan üç kere
kadın kaldırmıyor
acıyor, kaldırmıyor
kanıyor, gözlerine bakmıyor
bir şair öyle yok olup gidiyor
bir başka kadınla
bukleleri bakı şlarına sarkmış
bir adam akıyor yıldızlardan, yanık teni
gülüyor , oynuyor sabahtan akşama
bir deniz bir martı küçük bir kabin
adamın şiirden okunuyor sesi
ne bir hikaye ne yalnızlık
bakışını seviyor adam
esmerliğine düşmüş hüznünü kadının
-gözlerine dokunmuyor-
Çizim: Charlie Mackesy dokunmuyor, ne gök denize
ne deniz kuşlara
dokunmuyor yerde ve gökte ne varsa
çıkıyor ten yoku şa
bembeyaz dikiyor kendini avluya
dokunmuyor avlu beyazlı ğına

ne güzel gülüyor gece


ne güzel renklerin senin
Yusufhan Kol

Constantin’de bir sabahtır, batıdan doğar gözlerim


ben böyle grilik görmedim anzarot
“an gelir”
İbrahim doğar yeryüzünden gökyüzüne
bütün kaybedenlerin elinden tutar
önce benim elbet
ama ama, ben seni sevdiğimde İbrahim yoktu sevgilim
bu anarşiyi az da olsa haklı çıkarır
bulutlar İbrahim’den ne istiyor
ben küçüktüm, küçücüktüm
inandım.

Caferağa’da bir gün batımıdır


-Kadıköy dahil
kuşlara en çok yakışan garipliktir elbet
o masmavi göğün altında
gri bulutlar vardır, tanrı da vardır
lakin havadan az yoğun olan ruhum
bir kuş olup havalansa gökyüzüne
bütün bulutların elinden tutup
-Leonard dahil
karanlık çağlara sardırınsamak!

dokuz ay sonra eksilen kısımlarımsın


-İbrahim dahil değil
Endülüs’te bir akşamdır, sen bi’ kez ölsen
doğudan batardı gözlerim.
Didem Eyüboglu

Koşuyorum. Susuyorum. En
çok da gidiyorum. Yüksek
bir yerden şehri izliyorum.
Işıklı şehirler hiç size göre
değildir biliyorum. Artık
ışıklı bir şehir oldum. Denizi
olan şehirlerin anılarını size
emanet ediyorum.

Ağaçlarına kelebekler dökülmüş Gamzesi martılar tarafından Yine notlarıma yöneliyorum.


evlerin. Karanlık bir çukurda çalınmış suretimden size Notlar söylemezmiş zihnimin
sessizce nefes alan Bayan merhabalar savuruyorum. bataklığına göç etmiş
Mariana’yı çıkaracağım bugün o Saklayamam duygularımı. Bekli kurbağaların hikayelerini.
delikten. Bahçemizin mor de bu yüzden yazmak istiyorum. Unutmadım demek isterdim.
çiçeklerinden bir kez daha Geçenlerde diyorum ya.
bahsetmek istiyorum. Ve Renk renk kağıtlar doldurdum Kurbağalar da göç etti,
defalarca dinlemek mor çiçekleri. defter aralarına. Notlar kuraklıktan şikayetçi.
tutuyorum. Üzerinde envanter
Ben son günlerde uykunun kayıtları olan notlar, üzerinde Ağlamanın şarkısını bırakmışlar
muhabbetine kapılmış naçizane ruhumdan fırtınalar olan notlar. beyaz bir zarfta. Okumadım
bir bedenden uyanıyorum. Her şeyi not eder oldum. efendim ne münasebet! Minik
Rüyalar görüyorum. Birçok insan Kuruyemişler doldurduğum kurabiyeler doldurdum ellerime.
görüyorum. Artık ben denizi tabaklardan sevgi sözcükleri Susam sokağından fırlamışcasına.
sadece yazılacak şiirlere tüketiyorum. Komşuluk ölmemiş diye takdirler
ekliyorum. savurdum ardından. Notlarım
Geçenlerde bir kar küresini olmasa ne yapardım diye
Sözüm söz dedim ya. sevdim. Pulları savrulurken yer düşündüm. Kime anlatırdım
Yazacağım manzarası dalgalara çekimine karşı karanfiller geliyor kurabiyeleri. Ya da ölmeyen
çıkan iki taburenin hikayesini. aklıma. Nereden çıktı karanfiller komşulukları kim bilebilirdi bu
Zamanını kolluyorum. Zamanla diyeceksiniz. Edip Amcam kadar yıl sonra. Güzel insanlar
demişti annem de. Her şey söylemiş. Sanırım edebiyatı da dedim.
zamanı bekler. Ben yelkovanı seviyorum. Bazen Dostoyevski
kovalıyorum. söylüyor ben dinleyenlerdenim. …
Hayır diye bağırmak istiyorum.
Dinlediğim gibi hikayelerinizi Yanılıyorsun sevgili dostum. Güzel insanlar var.
hepsinden bir ezgi mırıldandım.
Ben aslında biraz da hayatı Bazen sadece müdahale Kötüleri düşündüm.
kovalıyorum. Falında prensi edenlerdenim. Benim de sesim
çıkmış bir kızın mutluluğuyum duyulsun istiyorum. Her şeyi bir İstemedim düşünmek.
son günlerde. Size gülmek yakışır kenara bırakmanın ardından
demişlerdi. Ah, işte ben hiç Maria Puder dikiliyor karşıma. Çıkın aklımdan.
dişlerimi saklamıyorum. Utanıyorum. Kaçmak geliyor. Hiç
gitmeyen bir kaçmak. Çıkın efendim!
Tuncay Kızılaslan

Sağır sultan duysa dahi ben zaten göremiyorum


Ki biraz kendini göstersen zaten köreliyorum
Ya bir kör dövüşündeyiz ya da bu bildi ğin körebe
Oyunu bırak da vur hadi, vur hadi vur tepki ver!

Utanıyorum her türlü hissiyatımı bir bir dü şünüp


Üzerime kazara döktüğüm rakı damlaları kadar vahim halim
Çıplak ayakla Ankara ayazında koştuğumu da
Bir duble rakı için göz kapaklarımı organ mafyasına
Sattığımı da bilirim
-Seni misafir edebileceğim kabuslarım olmasın diye,
Bazen kabus olmuyor fakat i şimi garantiye alayım yine.-
Bir duble rakı bulabilmek için değil bak, vallahi ondan değil!
Zaten artık işe yaramıyor ne bulduğum sahte rakı
Ne göz kapaklarım, sadece gözlerime saydam birer perde…

İster açık ister kapalı, o karanlıkta ben zaten göremiyorum


Tünelin ucundaki ı şığa tapmak değil de dikkat kesilince biraz
Bir kedi mi, yoksa üstüme gelen Jedi mi?
Hiçbiri Tanrım, hiçbiri değil sen gibi yol gösterici.
Ve sen sevgilim, temennim böyle dedim diye affedersin
Nefesin, sadece nefes olarak dışarı çıkınca ben
Yaşadığına eşeğin kuyruğundaki kıllar kadar şükür elbet de
Birkaç titreşim yaratmıyorsa gırtlağından dökülen
Cümle alemden epeyce de bir tırsıyorum
Bir cümlen ile o aleme kafa tutabilirim halbuki
Çıplak ellerle Ankara ayazına tokat attı ğımı da bilirim
Babam ölmüş gibi hissettim tabi ve dahi taş ellerim
Dur ağlamayalım, babam henüz ölmemiş…

Her şey yarım her şey eksik


Ama her şeye varım fakat her şey eksik
Artık ne dersen de her şey o dediğinden
Ve değil bir duble haram
Bir tek seni seviyorum, bir tek bu tamam.
Tezer Özlü’den Ferit Edgü’ye Mektup

Ankara, Eylül, 1966

Sen trendesin şimdi. Ben de oturuyorum burada. Saat 12’ye geliyor. Gecenin bu saatlerinde insanlar
kısıyorlar seslerini. Sessizlik bürüyor ortalığı. Ben de daha iyi duyuyorum dinledi ğim müziği. Daha çok
yitiriyorum tüm dü şüncelerimi. Olmayan düşüncelerimi.
Uyuyabilmem için hiçbir neden yok. Sabah 8’de kalkmış olmam, o ilgisiz büro,ev,ben,beni yoramıyor
artık. Uyanmam için de hiçbir neden yok.
Bu kelimeleri alt alta, yan yana dizmem için de. Bir gece. Di ğerleri gibi. Bir ben. Di ğer benler gibi.
Bugün eski ben’lerimden biri olduğumu duydum. Karşılıklı gülsek…
Gülebilir miyiz dersin?
Gülebilir misin?
Bu gece okuyacak bir şey bulamıyorum. Bugün senin Bozgun’u okumaya çalıştım.Üç kelime
okuyabildim. Elim, elimden çıkan kelimeler, benden uzaklaşıyor. Bu satırlar ben değil artık. Kafamdan
geçenleri yazamam.Bir şey geçmiyor çünkü.
Geçenlerde düşümde yüksek bir yapının camının altında , bir parmak kadar dar bir yere abanıp
kalmıştım. İçeriye girsem, girmeye yeltensem, camdan odaya bir adımımı atsam, düşüp ölecektim. Ama
o cam kenarına yapışıp, boşluğun üstünde kendimi tutacak gücüm kalmamıştı. Nasıl olsa çözülecekti
ellerim. Ve ben düşecektim boşluğa.
Yarın bütün gün trende gidecek olan sen misin? Nereye? Niçin?
Yarın bütün gün büroda oturacak olan ben miyim? Neden? Niçin?
Hiç bir yerde olmak istemiyorum ki.
Belki de ben bugün ilk defa her şeyin sonundayım.
Gene bir yı ğın günler geçip gidecek ve ben kendime, i şte bugün ilk defa her şeyin sonundayım mı
diyeceğim?

Korkuyorum. Korkuyorum. Korkuyorum.

Tezer Özlü
(Ankara sokaklarında gördü ğümüz bir afiştir…Yapanın eline sağlık…)

Yok abiler yok hiç alkı şlanacak şey değil, babam da olsa halkı kazıklayanın alkışlanmasını istemem.
Bakın, bizim mahallenin başında köşede Papağan Rüştü’nün benzin istasyonu var, benzine su
katıyor. Demin bahsettim, Kasap Hayri var ya, ete neler katıyor neler… Bakkal Hacı Rüstem var,
hacı oldu dalavereyi bırakır dedik, oooohh şimdi her şeye bir şeyler katıyor…

Hava gazını açıyorsun içine hava katmı şlar… İlaç alıyorsun kireç katmışlar… Efkarlanıyorsun rakı
alıyorsun, rakı yok…

Diyeceğim herkes herkese bir kazık atıyor,sonra kendi canı şu kadarcık yandı mı veryansın ediyor,
basıyor yaygarayı. Hepimiz birbirimize bir kazık atarsak nasıl düzelir bu i şler? Ben derim ki
karşılıklı olarak saygılı olalım haklarımıza…

- Kemal Sunal, 100 Numaralı Adam -

You might also like