You are on page 1of 10

Agota Kristof'un üçlemesi: Sürgün,

nostalji ve yas
"Ülkemi terk etmeseydim hayatım nasıl mı olurdu?
Sanırım daha zor, daha yoksul ama daha az yalnız, daha
az parçalanmış ve belki daha mutlu.”
- Kardeşim olduğunu sana kim söyledi?

- Kimse. Onunla konuştuğunu duydum. Onunla konuşuyorsun, hiçbir yerde ve her yerde
o, demek ki ölmüş.

Ads by Kiosked

- Hayır ölmedi. Başka bir ülkeye gitti. Geri dönecek

... - Ölenler ile gidenler arasındaki tek fark bu, değil mi? Ölmeyenler geri döner.

***
Bir sürgün ile ilgili olarak dile getirilen "ölmeyenlerin geri döneceği" düşüncesi,
yazar Agota Kristof'un üçlemesinde, ancak altı yaşlarındaki bir çocuğun ağzına
yakıştırılan imkânsız bir düşüncedir.

Kendisi de bir sürgün olan Agota Kristof için, hâlbuki, sınır sadece bir kez aşılır. Ve bir
kez aşılınca, sürgün artık "giden" ve "kalan" diye kalıcı olarak ikiye bölünür.

Sürgün hem giden, hem kalandır. Ve bu ikisinin zamanla birbirinden uzaklaşan eş


zamanlı hayatı, birleşik bir anayurt fikrini ortadan kaldırır. Artık anayurt yoktur. Peki
anayurt yoksa, "dönüş" yine de mümkün müdür?
Agota Kristof (1935-2011)

Dönüşü mümkün olmayan bu gidişler Agota Kristof'un eserlerinde sürekli bir temadır.
Ama bu tema, aynı zamanda yazarın kendi hayat hikâyesidir.

Macar asıllı yazar, Sovyetler'in 1956'da Macar Devrimi'ni bastırmasıyla, ailesiyle


birlikte bir gecede siyasi sürgüne dönüşür. Kocası devrime katılanlardan biridir. Ve
devrimin bastırılmasının ardından, tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Agota 21 yaşındadır. Kocası ve dört aylık bebeğiyle, mecburen ülkesini terk eder.
Küçük bir mülteci grubuyla birlikte, sınırı yürüyerek geçerler. Avusturya'yı aşarlar. Ve
sonunda İsviçre'nin -hakkında hiçbir şey bilmediği fakat ömrünün kalan 55 yılını
geçireceği- bir şehrine, tamamen tesadüf eseri yerleşirler.

Dilini - Fransızca - bilmediği bu şehirde Kristof, kendisi gibi Macar sürgünlerle birlikte
bir saat fabrikasında işe girer. Beş yıl boyunca çalıştığı bu fabrikada, çalışırken
işçilerin birbirleri ile konuşmaları yasaktır. Gerçi makineler gürültülü, konuşmak zaten
pek mümkün değildir. Sadece sigara molalarında, o da bir iki kelime etme şansları
olur.

Fabrika dışında Kristof neredeyse dilsizdir. Dili öğrenmesi, bu nedenle yıllarını alır.
Ancak beş yıl sonra Fransızcayı doğru düzgün konuşmaya başlar. Ama okuma ve
yazması halen yoktur. Fransızca yazabilmek, 12 yılını alır.
Anadilinde 'tavşankanı bir çay', yabancı bir dilde
sadece 'çay'dır.
Bu dildeki ilk yazı denemeleri, 14 yaşlarındayken yazdığı kendi Macarca şiirlerinin
çevirileridir. Bu çevirilerde Kristof, 12 yaşındaki oğlunun Fransızca
ev ödevlerinden yararlanır. Ve ancak bir çocuğun kuracağı düzeyde basit cümle
yapıları kullanır.

Kristof, eserlerini Macarca yazmak istemez. Bunu da açıkça belirtir. Bunun dürüst bir
nedeni, bu dilde yazılan eserlerin uluslararası tanınırlığa kolay erişemeyeceğidir. Ama
daha önemlisi, geçmişte anadilinde yazdığı şiirleri fazla coşkulu ve duygusal
bulmasıdır. Onun aradığı "daha kuru ve objektif" bir biçimdir.

Ama tıpkı herhangi bir anadil gibi, kendi anadili de bu "sınırlı" biçim için fazlasıyla
zengindir. Anlatmak istediği bir renk için, örneğin, anadilinde aklına çok sayıda tarif
gelir. Oysa anadilinde 'tavşankanı bir çay', yabancı bir dilde sadece 'çay'dır.

Yabancı bir dilde yazmak, bu anlamda, renk spektrumunu daralttığı gibi


anlatılabilecek duyguları da azaltır. Ki bu da Kristof'un tam da ihtiyaç duyduğu türden
bir "sınırlanmadır." Bu nedenle yazar, aradığı biçimi ancak yabancı bir dilin "sınırları"
içinde bulur. Yabancı bir dilin soğukluğu içinde, süsleme ve metaforlardan
arındırılmış, kelime kullanımında ekonomik ve gramer bakımından son derece basit
bir anlatıma yönelir. Ve sonuçta, doğrudanlığıyla vurucu bir düzyazı tarzı geliştirir.

Dili tıpkı bir göçmenin veya bir sürgün/göçmen olarak kendisinin, yabancı bir ülkedeki
hali gibidir. Yabancılaşma ve aidiyetsizlik nasıl sürgün ile yabancı ülke arasına bir
mesafe koyarsa, Kristof'un dili de anlattığı hikâyeyle arasına aynı mesafeyi
koyar.Yabancı bir ülkede etrafında olup bitenleri eşit uzaklıktan anlamaya çalışan bir
sürgün gibi; bu dil de etrafına mesafeli, soğukkanlı ve duygusal bağlılıktan
yoksundur.

Yazarın ilk ve en iyi bilinen eseri 'Büyük Defter'in bir bakıma sürgün hayatı yaşayan
yedi-sekiz yaşlarındaki ikizlerinde, örneğin, dil ve sürgün ilişkisine dair bu
eğilim özellikle belirgindir (1).

Ads by Kiosked
'Büyük
Defter'

İkizler, savaş nedeniyle ailelerinden ayrılmış ve kendilerini birdenbire hayatın çok zor
ve acımasız olduğu bir yerde bulmuşlardır. Fakat burada onları işittikleri küfür ve
hakaretlerden çok, artık yanlarında olmayan annelerinin "Canlarım" gibi şefkatli
sözcüklerini hatırlamak incitir.

Bununla yaşayamazlar. Ve sonunda, kendi aralarında bir alıştırmaya girişirler.


Kendilerine bu ifadeleri yasaklamazlar. Fakat birbirlerine o kadar çok tekrar ederler ki
ifadeler sonunda anlamlarını yitirir. "Canlarım" hâlâ duruyordur. Ama üzerindeki anne
şefkati, artık kalkmıştır.

Tıpkı ikizlerin veya sürgünün yeni hayatında olduğu gibi, Kristof'un hikâyelerinde
de "anne şefkatine" yer yoktur. Tasarlanmış bir etki midir bilinmez, fakat koruyucu bir
şefkatin yokluğunda, eylemin soğukkanlı sonuçları kendiliğinden ön plana çıkar.
Duygu yok değildir. Fakat kelimelerdense, duygu, olaylarda yüklüdür.
35'ten fazla dile çevrilen ve ödüller getiren ilk
eseri: Büyük Defter - Le Grand Cahier
'Büyük Defter', 1986 yılında yayımlanır. 'Kanıt' (1988) ve 'Üçüncü Yalan' (1991)
şeklinde devam eden üçlemenin ilk romanıdır. Ve yazarı uluslararası üne kavuşturan
ilk eseridir. 35'ten fazla dile çevrilir ve prestijli edebiyat ödüllerine layık görülür.

Romanda yer ve insan isimlerine yer verilmez. Olayların hangi zamanda geçtiğine
dair, sadece ipuçları vardır. Yaşanan bir savaş nedeniyle, tek yumurta ikizi iki erkek
kardeş, anneleri tarafından, yaşadıkları Büyük Kasaba'dan alınıp, anneannelerinin
yaşadığı ve sınıra yakın Küçük Kasaba'ya bırakılır.

Anneannenin küçük bir bahçesi ve birkaç hayvanı vardır. Sebze-meyve yetiştirip, et,
süt ve yumurta satarak kendine yeten bir hayat sürüyordur. Ama yine de yıllardır
görüşmediği kızını karşısında görünce, torunlarını eve kabul etmek istemez. Oysa
yaşadıkları şehir her gün bombalanırken, kızının ikizlerini bırakabileceği başka
kimsesi yoktur.

Kocasını zehirlediği söylentisiyle kasabadaki herkesin cadı diye bildiği anneanne,


sonunda istemeye istemeye de olsa ikizleri kabul eder. Ve anne ortalıktan kaybolur.
Agota Kristof'un eyleme ve olguya dönük dili, zorunluluğun belirlediği bu ilişkilerde de
aynı soğuklukla kendini gösterir.

Zira, ikizler anneannelerini ilk kez gördükleri bu anı daha sonra "Biz ona anneanne
diyorduk…" diye hatırlar, "O da bize itoğlu itler."

2013 yılında sinemaya uyarlanan Büyük Defter - A Nagy Füzet'ten bir sahne

Hikâyedeki hiç kimsenin ismi bilinmez. İkizlerin hayatındaki işlevlerine göre anne,
baba, papaz veya komşu olabilirler. Yer ve insan isimlerinin olmaması, öte yandan,
ikizlerin etraflarındaki herkese eşit uzaklıkta durdukları fikrini pekiştirir. Ve
tıpkı Shaun Tan'ın resimli romanında (The Arrival) kelimeler olmayınca
görüntünün önem kazanması gibi, bu eşit uzaklık da insanların kimliği yerine onların
eylemleri, seçimleri ve tavırlarını ön plana çıkarır.

Bu aynı zamanda, ikizlerin zamanla geliştirdikleri "gerekeni yapmak, ama


bağlanmamak" şeklindeki gündelik yaşam etiğinin de temeli olur. Ormanda
rastladıkları asker kaçağının, örneğin, hangi tarafta olduğunun bir önemi yoktur. Açtır.
Ve bir parça ekmeğe muhtaçtır. Bu ise, ikizlerin ona yemek taşıması için yeterlidir.

İsimlerin kullanılmayışı, yanı sıra, esere masalsı bir hava verir. Zaten, Grimm
Kardeşler masallarıyla çok sayıda ortak nokta belirtilmiştir. Anneanne, örneğin, yaşlı,
çirkin, açgözlü ve zalimdir. Yani, tam bir "cadı"dır. İkizler de, masallardaki
gibi öksüzdür. Ve anneleri ortalıktan kaybolunca, büsbütün anneannenin
merhametine kalır. Ama anneannede merhamet yoktur. Sürekli azarlar, hakaret eder
ve çalıştırır. Üstelik, çocukların yaşamsal ihtiyaçlarını da doğru düzgün karşılamaz.
İkizler banyo yüzü görmez. Kıyafetleri döküntüdür. Dahası, acımasızlık anneanneyle
de sınırlı değildir. "Cadının" torunları, kasabada da iyi karşılanmaz. İkizler, istismara
ve hakarete maruz kalırlar. Ve büyük çocuklardan dayak yerler.

Masallardakinin aksine fakat ikizler talihlerinin kendiliğinden dönmesini beklemezler.


Onu, kendi ellerine alırlar. Ve kendilerini hayata hazırlamak için, bir dizi alıştırmaya
girişirler. Hayatta açlık vardır. Açlığa dayanıklı olmalıdır. Ve açlık alıştırmasına
başlayıp, ikizler kendilerini günlerce aç bırakırlar. Acıdan ve duygulardan
arınmadıkça, bu küçük kasabadaki hayata katlanamayacaklarını bilirler. Mutfak
masasına karşılıklı oturup, her defasında biraz daha ileri giderek, birbirlerini en ağır
hakaretlere alıştırırlar. Soyunurlar. Ve birbirlerinin sırtına kemerle vururlar. Ellerini
ateşe uzatıp, bıçakla etlerini çizerler. İhtiyaç duyduklarından değil, fakat yoksulluğu
anlamak için dilenirler. Hırsızlık ve şantaj yaparlarlar. Hayvanlara ve insanlara
zulmederler. Ve gerektiğinde bir insanı bile rahatlıkla öldürebilecek bir duruma
geldiklerinde, bu okuldan artık mezun olmuş sayılırlar.

'Büyük Defter' filminden bir sahne

Gerçi, onların sınır tanımayan bu "ahlaksızlığı" yine de en yalın haliyle etik bir saflığı
temsil eder (2).
Zira ikizler, en vahşi eylemlerinde dahi bir etik anlayışına bağlıdırlar. Birileri ölmek için
yalvarıyor mu? "Eğer bunu gerçekten istiyorsanız…" diye sorarlar, "Sizi öldürebiliriz".

İkizler okula gitmez ama evde kendi kendilerini eğitirler. Gördükleri, duydukları ve
yaptıkları her şeyi, örneğin, bir deftere kaydederler. Romanın adı da olan 'Büyük
Defter' adını verdikleri bu deftere yazabilmek için fakat yazılacak şeyin doğru ve
nesnel olması gerekir. Kesinlikten yoksun hiçbir ifade, bu deftere giremez.

Bu şekilde yazabilmek için, yazı alıştırmaları yaparlar. Örneğin "Anneanne bir cadıya
benziyor" yazmak yasaktır. Benzemek, çünkü belirsizdir. Ama "İnsanlar, anneanneye
cadı diyor" yazılabilir.

Yazarın kendi yazı anlayışından izler barındıran bu alıştırmalar sonucunda ikizler,


yazılarını neredeyse hayatlarını yaşadıkları gibi yazmayı öğrenirler.

Mesafeli, duygusuz ve "olduğu gibi"…

İlginçtir… İkizler, eylemleri, yazıları ve hatta konuşmalarında bile iki ayrı değil fakat
hep tek bir çocuk gibi davranırlar. İsimleri yoktur. Ve daima, "biz" diye konuşurlar.

"Biz hediye almayı sevmeyiz."


"Neden?"
"Çünkü teşekkür etmeyi sevmeyiz."

Bu sayede kimin kim olduğu bilinmez. İki ayrı kişi oldukları bile neredeyse şüphelidir.
Ancak birinci kitabın sonunda ve birinin sınırı aşıp komşu ülkeye kaçmasıyla, sürpriz
bir şekilde ayrılırlar.

Giden ve kalan

İkizler ayrıldığına göre, isimlerini öğrenmenin de zamanı gelmiştir.

Giden Claus, kalan Lucas'tır. Artık "biz" yoktur. Giden ve kalan vardır. Ve üçlemenin
ikinci kitabı 'Kanıt', sadece geride kalanın hikâyesiyle devam eder. Giden, gitmiştir.
Gidenin hayatı hakkında hiçbir şey bilinmez. Kitabın ortalarına kadar adı dahi
geçmez. O kadar ki Claus'un varlığı şüpheye düşer.

Belki de giden, kalanın sadece bir hayal ürünüdür? Veya sınırı aşmak "kurtulmak"
anlamına geldiğine göre, o zaten kurtulmuştur. Ve bir kurtuluş hikâyesi ancak
kurtuluşa kadar ilginç olduğuna göre, geride kalanın hikâyesi dururken
gidenin "mutlu" hikâyesinin artık bir önemi yoktur.

Claus'un gidişiyle evde tek başına kalan Lucas yalnızlığa alışmakta zorlanır. Hayat,
onun için durmuştur. "Ölümcül bir yalnızlık içindedir." Günlerce evden dışarı çıkmaz.
Yemek yemez. Bahçe ve hayvanlarıyla ilgilenmez. Ama yazmaya Claus'la birlikte
başladıkları 'Büyük Defter'e - ki okuduğumuz romanın kendisidir - yaşadığı her şeyi
kaydetmeye devam eder. Claus'un yokluğunda yaşanan her şey yazılmalıdır. Çünkü
giden bir gün geri döndüğünde, geride kalanın neler yaşadığını eksiksiz öğrenmelidir!

Claus ve Lucas buluşur

40 yıllık bir sürgünün ardından Claus gerçekten de geri döner. Ama bu sırada, geride
kalanın yazdığı sanılan ve onun varlığının kanıtı olarak gösterilen el yazmalarının
- üçlemenin ilk iki kitabı - esasında giden tarafından yazıldığı anlaşılır. Geride kalanın
bütün hikâyesini, o halde, giden anlatmıştır.

İkinci kitapta gidenin hayatından hiç bahsedilmemesi de gidenin kendi tercihidir. Belli
ki giden, büsbütün "gidememiştir." Ve kendisinin geride kalandan ayrı bir hayatı
yokmuş gibi, üstelik anlatılacak bir hikâyesi de yoktur.

Sonunda, Claus doğduğu kasabaya döner ve arayıp da varlığına kimseyi ikna


edemediği kayıp kardeşini tam 50 yıl sonra bulur.

Claus: Seni arıyordum. Senin için geri döndüm.

Lucas: Benim için mi? Benim yalnızca bir rüya olduğumu biliyorsun. Bunu kabul
etmelisin.

Kalan, gideni inkâr eder. Ve karışıklık sürer. O kadar ki, üçlemenin son kitabında
anlatılan hemen hiçbir şey, ilk iki kitapla uyuşmaz.

İkizler gerçekte var mıdır? Claus ve Lucas iki kardeş midir? Öyleyse, kim kimdir?
Anlaşılmaz.

Öyle ki giden ve kalanın isimleri bile birbirine karışmıştır. Giden, meğer gittiği ülkede
yeni kimliğini Claus ismiyle çıkartmıştır. Hâlbuki, gerçekte Lucas'tır. Geride kalan ise,
şiirlerini Lucas - tam olarak Klaus Lucas - ismiyle imzalar. Hâlbuki, gerçekte
Claus'dur.

Kristof'un kontrollü olarak yerleştirdiği bu karışıklık Claus ve Lucas'ı birbirinden ayırt


etmeyi iyice zorlaştırır. Ki bu da bu ikisinin ayrılmaz bir bütün olduğu fikrini pekiştirir.
Öyle ki giden ve kalan, sürekli birbirlerini hatırlatan ayrılmaz bir bütündür!

Gerçi, Lucas'ın daha sonra "Neden böylesine geç kaldı? 50 yıllık bir aradan sonra
neden?" diye kendi kendine düşünmesi, kardeşini inkârında sahici olmadığını kanıtlar.
Zaten ortaya çıktığı andan itibaren Claus'la buluşmaktan kaçar.

Peki giden geri dönerken, geride kalan buluşmaktan neden kaçar?


İmkânsız dönüş

"Ülkemi terk etmeseydim hayatım nasıl mı olurdu?


Sanırım daha zor, daha yoksul ama daha az yalnız,
daha az parçalanmış ve belki daha mutlu."

Agota Kristof

İlk 21 yılı hariç, ömrünün neredeyse tamamını - 55 yıl - İsviçre'nin hep aynı şehrinde
geçirmesine ve en önemli eserlerini bu ülkenin dilinde, Fransızca yazmasına karşın,
Agota Kristof yine de hayatının sonuna kadar kendini bir sürgün olarak tanımlar.

Ölümünden sadece birkaç yıl önceki bir röportajda dahi açıkça belirtir,
Macaristan'dan ayrıldığına halen pişmandır.

Hâlbuki, sürgündeki ilk 12 yılın ardından ülkesine geri dönüşün önündeki yasal
engeller kalkar. Macaristan pasaportunu geri alır. Ve ülkesini ziyaret eder. Ama geri
dönüşü düşünmez. Ve geri dönmez.

Peki, neden geri dönmez? Kendisi de bir sürgün olan Edward Said, sürgünün bu
durumunu "Geçmişte kalmış ve herhalde daha istikrarlı bir nitelik arz eden evde olma
durumuna geri dönemezsiniz" diye tarif eder. "Maalesef yeni evinize de asla
varamazsınız (3)."

Agota Kristof (1935-2011)


Belki de bu gitmek ama varamamak nedeniyle Kristof, dönmekten çok gitmeye takılır.
Ve neden geri dönemediğini açıklamak yerine hep en başa, sınırı aştığı o güne döner.
O gün o sınırı hiç aşmamış olmayı diler. Çünkü sınır, sadece bir kez aşılır. Ve bir kez
aşılınca, sürgün Claus ve Lucas diye ikiye bölünür. Dönebilmek için, o halde, ancak
gitmemiş olmak gerektir!

Bu "imkânsız dönüş" bir sürgün olarak Kristof'un giden ve kalan yanlarını temsil eden
ikizlerin 50 yıl sonraki son buluşmalarında da kendini apaçık gösterir. Geride kalan,
geri dönenden boşuna kaçmaz. Ve sürgünün aynı anda hem giden hem kalan olarak
yaşayamayacağını kanıtlarcasına, buluşma sadece ölüm getirir!

You might also like