You are on page 1of 13

1.

BİLİMSEL ARAŞTIRMAYA GİRİŞ


İnsanlar var olduklarından beri çevrelerinde olup biteni merak etmiş, bunları anlamaya
çalışmış ve aynı zamanda da doğayı kontrol edebilmeye çabalamıştır. Ancak anlama
yöntemleri zamanla değişikliğe uğramış. İlk başlarda insanoğlu nedenini bilmediği doğa
olaylarını mitolojik öyküler yoluyla açıklamaya çalışmış. Mesela yıldırım düşmesini, Zeus’un
kızması sonucu elindekini fırlatmasıyla oluştuğuna inanmışlar. Daha sonraları felsefe, gerçeği
anlayabilme yolunda mitolojik öykülerin yerini almaya başlamış. Burada akıl ön plana
çıkmaya başlamış. Başlangıçta felsefe, bilimi de içine alacak şekilde geniş bir anlamda
kullanılmış. Daha sonra bunlar birbirlerinden ayrılmışlar. Önce fen bilimleri, daha sonra da
19.yy’ın ortalarından itibaren sosyal bilimler (tarih, ekonomi, sosyoloji, psikoloji gibi)
felsefen kopmuş.
Felsefede akıl yürütme gerçeğe/doğru bilgiye ulaşma yolu olarak kullanılırken;
bilimde gözlem yaparak bunları test etme ve sonuca ulaşma söz konusudur.
Bilim ve teknoloji alanındaki hızlı gelişmelerin olması yalnızca bilgiyi zihinde
depolayan bireylerin yerine bilgiyi araştıran, sorgulayan, analiz eden ve sonuçlar çıkarabilen
niteliklere sahip bireylerin yetiştirilmesini ön plana çıkarmaktadır. Bu niteliklere sahip
bireylerin, bilimsel bilgiye nasıl ulaşacağını ve bilimsel araştırma sürecinde neleri, hangi
aşamada yapması gerektiğinin farkında olmaları gerekir. Bunun için bireylerin bilimsel
araştırma süreci ve bu süreçte kullanılan yöntemler hakkında yeterince bilgiye sahip olması
önem arz etmektedir.
Bu dersin amacı sizlere bilimsel yollarla bir araştırmanın nasıl yapılacağını anlatmak
ve ayrıca düşünme biçiminize farklı bakış açıları katabilmektir. Bundan kasıt düşüncenizi
değiştirmek değil, düşünme tarzınızda farklı alternatifler oluşturmaktadır.
Bilim/ilimle ilgili olarak dünyanın her yerinden ve her döneminden insanın bu konuya
ilişkin sözleri bulunmaktadır. Dolayısıyla buradan şunu anlayabiliriz ki bu konu her dönemde
çok büyük öneme sahip olmuş. Çünkü insanoğlu ömrünün her döneminde gerçeği/doğruyu
bulmaya çalışmış, çabalamıştır.
Atatürk; Dünyada her şey için, uygarlık için, yaşam için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir,
fendir. İlim ve fen haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir.
Yunus Emre; İlim, ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen ya nice
okumaktır.
Hz. Ali; İlim Çin’de de olsa gidiniz.
Voltaire; Yanlış bilgi dinsizleri meydana getirir, gerçek ilim ise insanı Tanrının önünde dize
getirir.
Hz. Muhammet; İlim ile meşgul iken uyumak, cahil olarak namaz kılmaktan daha hayırlıdır.
Bilmenin Yolları/Bilginin Kaynakları
Doğal ve toplumsal çevrede olan biteni anlamak için sadece bilimden yararlanılmaz.
Yani bilgiye bilim dışında da farklı yollardan ulaşabiliriz. Kişisel veya başkalarının tecrübe ve
bilgisi (otorite), gelenekler, sağduyu, medya, uzman görüşü gibi farklı araçlardan bilgi
edinilebilir. İşte bilimle birlikte bunların hepsi bilgi edinme yollarıdır.

1
Bilgi kaynağı olarak otoriteyi kabul etmemiz bize çabuk, ucuz ve basit bir şekilde doğru bilgi
hakkında bir şeyler verecektir. Fakat bununla birlikte otorite her zaman doğru bilgi
vermeyebilir, yanlış yönlendirme olabilir. Mesela Almanlar, Rusların kendi topraklarını işgal
ettiklerini, onları şehirlerinde görünce anlayabilmişler. Çünkü otorite halkı çok farklı bir
şekilde yönlendirmiş ve sanki savaşı kendileri kazanıyorlarmış gibi göstermiş. Bu kategoriye
mesleki bilgi/tecrübeyi de koyabiliriz. Mesela savaşlarda her komutan en iyi ve en doğru
savunma ya da saldırı stratejisini uyguladığını düşünür. Ama savaşın sonunda bir tarafın
mağlup olması söz konusudur. Demek ki mesleki bilgi bir taraf için doğru işlerken diğer taraf
için yanlış bir sonuç ortaya çıkarabilmektedir. Başka bir örnek olarak ekonomistleri
verebiliriz. Her ekonomistin mesleki bilgileri ışığından geleceğe yönelik olarak yaptığı
tahminleri her zaman doğru çıkmamaktadır. Başka bir örnek olarak öğrenci danışmanlarını
verebiliriz. Biz de öyle zamanlar oluyor ki yanlış uygulamalar yapabiliyoruz. Burada bir de
kişisel deneyimler söz konusu. Bireysel olarak yaşadıklarımız, deneyimlerimiz, tecrübelerimiz
bize birçok konuda bilgi verebilir. Hepimiz uçağın sesini duymuşuz, çiçeğin kokusunu
biliyoruz, çikolatalı dondurmanın tadını biliyoruz. Mesela ben kişisel olarak bu ders
bağlamında, soyut konuların somut örneklerle desteklendiği zaman çok daha anlaşılır ve
arzulanır olduğunu fark ettim. Yani kişisel deneyimlerinden yola çıkarak daha iyiye, daha
doğruya ulaşmak için böyle bir metot izlemeye başladım. Fakat bu şekilde doğru bilgiye
ulaşmak için kendi tercihlerimizi kullanırız. Yani tecrübelerimiz neticesinde seçici bir
gözleme sahip oluruz. Bu ne demek? Yani yaşadıklarımıza göre ilgimizi çeken konular
arasında bir tercihte bulunuruz. Kimi x takımını tutar, kimi futboldan hoşlanmaz, kimi araba
yolculuğunu sevmez, kimi dünya turu ister vs. birçok farklı tercihte bulunabiliriz. Yani kısaca
canımızın istediği, bize ilgi çekici gelen bizim için doğru olmaya başlar. İşte günlük hayatta
da doğru bilgi kaynağı olarak otoriteyi tercih etmemiz durumunda yanılma ihtimalimiz
mevcuttur.
Gelenek, bir toplumda önceden beri süregelmiş olmaları sebebiyle saygı gösterilen, kuşaktan
kuşağa aktarılmış kültürel değerler, alışkanlıklar, töreler ve davranışlardır. Gelenekler bize
elbette birçok konuda önemli bilgiler verebilir. Mesela Osmanlı hukukunda da geleneklerin
yeri vardır. Fakat gelenekler önyargılar da içerebilir. Örneğin Ermeni veya Yunan
dediğimizde geleneksel olarak aklımızda çağrışım yapan kavramlar olumsuz anlamlara
sahiptir. Tabi aynı zamanda gelenekler zamanla geçerliliklerini de yitirebilir. Mesela önceleri
bayramlarda bayramlaşma merasimleri bizde önemli bir gelenekti. Ama şimdi whatsapp’tan
gönderilen otomatik mesajlar bu geleneğin yerini almaya başladı. Dolayısıyla doğru bilgi
kaynağı olarak gelenekler de bize yol gösterici olabilirler ama yanılmaz değildirler.
Bir diğer bilgi edinme yolu sağduyudur. Herkesin inandığı ve mantıklı olan bir şeye inanmak
çoğu kez başvurduğumuz bir yoldur. Her ne kadar gündelik yaşamda sağduyu yararlı olsa da
çelişkili fikirler, hatalar, yanlış bilgiler, önyargılar içerebilir. Bundan dolayı da doğru bilgiye
ulaşma anlamında tek başına yeterli bir yol değildir. Bazen de mantık bize yol gösterir ve
doğru bilgiye ulaşma imkanı sağlar. Örneğin; insanlar ölür. Ali insandır. O zaman Ali de
ölecek. Başka bir örnek; yağmurda şemsiye açılır. Sokaktaki insanlar şemsiye açmış. O zaman
dışarda yağmur yağıyor. Bu önerme ilk bakışta doğru gibi görünüyor fakat insanlar bazen de
güneşten korunmak için şemsiye kullanırlar. Dolayısıyla diyebiliriz ki mantık da bize her
zaman doğru bilgiyi vermeyebilir.
Bilgiye ulaşabileceğimiz bir baka kaynak medya araçları. Dünyada/ülkede neler olup bitiyor,
kim nerede/ne yapmış/ kiminle birlikte/ ne yemiş gibi tüm bilgilere çok hızlı bir şekilde

2
ulaşabiliriz. Fakat medya aynı zamanda doğru bilgiye ulaşma bakımından son derece
tehlikelidir de. Nitekim özellikle sosyal medya alanlarında yapılan paylaşımlara güvenmek
çok güç. Birçok insan diğerlerini manipüle etmek adına gerçekle hiç ilgisi olmayan
paylaşımlarda bulunabiliyor. Bu sebeple de her ne kadar medya araçları bize bilgi iletimi
konusunda inanılmaz hızlı olsalar da bunlara güven duymak oldukça zor.
Sonuç olarak doğru bilgiye ulaşmak için pek çok yardımcı araç olmakla birlikte, en kesin yol
bilim olarak karşımıza çıkıyor. Yani diğer yollar insanları bilim kadar doğru sonuçlara
götürmeyebiliyor.
Bilimin Anlamı ve Özellikleri
Peki nedir bilim? Ne anlama geliyor? Bilim ne içindir? Hani var ya sanat sanat için mi
yoksa halk için mi. İşte acaba bilim halk için mi yoksa bilim için mi yapılır? Mesela halk için
yapılıyorsa hangi bilim atom bombasını meşru kılabilir? Bilim için yapılıyorsa, yeryüzünde
herhangi bir halkı ilgilendirmeyen bilimin bir faydası var mıdır?
Bugün insanların bilim olarak adlandırdıkları olgu, Batı Avrupa’da Aydınlanma Çağı
ile başlayan sürecin sonucunda ortaya çıkan ürünü ifade etmektedir. Batıda aydınlanma, kilise
otoritesine karşı bağımsızlığı ve yeni bir düşünce dalgasını başlattı. Aydınlanmayla birlikte
başlayan süreç; mantıksal akıl yürütme, maddi dünyadaki tecrübelere önem vermeyi, insani
ilerlemeye olan inancı ve geleneksel dinî otoritenin sorgulanmasını beraberinde getirdi. Bu
dönemde bilimsel faaliyetler deney ve gözleme dayalı olarak doğal dünyanın incelenmesiyle
başladı ve toplumsal yaşamın incelenmesine doğru genişledi.
Burada kısa bir tanımla bilime bakalım daha sonra tekrar döneceğiz zaten. Buna göre
bilim; doğruluğu kanıtlanmış sistematik bilgiler bütünüdür.
Her ne kadar böyle kısa bir tanım yapsak da esasen bilim tanımı üzerinde fikir
birliğine varılmış bir tanımdan söz etmek pek kolay değil. Çoğu zaman bilim kavramı bir
takım yanlış anlaşılmaya yol açmaktadır.
Bunlardan biri bilim insanlarının (bilim adamı-bilim kadını) beyaz önlükle, laboratuvarda şişe
ve tüplerle çalışan biri olarak görüşmesi.
İkinci yanlış algı, bilim insanının zamanının çoğunu kendi fildişi kulelerinde geçiren,
dünyadan ve sorunlardan habersiz insanlar olarak görülmesidir.
Üçüncü yanlış algı ise bilimi mühendislik ve teknoloji ile aynı anlamda görmek. Bilim insanı
deyince, köprü yapan, otomobil yapan, bilgisayar ve telefon yapan insanlar anlaşılıyor.
İşte bu yanlış algılar insanların bilimi yanlış anlamasına yol açıyor.
Bilimi “din” gibi inanılacak bir şey olarak görmek yanlıştır. Bilimin alanıyla inancın
alanı farklıdır. Dine iman edilir ve teslim olunur, bilime ise şüpheyle bakılır. Bilimin
evrenselliğini ve objektifliğini, kültürden ve değer yargılarından arınmışlık olarak görmemek
gerekir. Nihayet bilimi üreten bilim adamı kültürel bir varlıktır. Bilim kültürün içinde belli bir
yer tutar. Bilim her ne kadar nesnel olarak ifade edilse de değer yargılarından arınmış
değildir. Bu nedenle bilim de belli ölçüde izafi (göreceli)dir. Bilim sadece olgulara değil, belli
ölçüde de varsayımlara dayanır.

3
O halde gerçek bilim nedir? Bir defa bilim bir hobi veya fantezi değildir. Bilimin
üretilmesi için çok fazla çabaya ve kaynağa ihtiyaç vardır. Dolayısıyla bilim, temelde
insanoğlunun kendisini ve çevresini daha iyi tanıması, gerektiğinde etkileyebilmesi, ona
egemen olup kendi kontrolü altına almasıdır.
Nesnel sağlamlığı olan bilgiler bütünüdür.
Neden-sonuç ilişkilerini ifade eden sistematik bilgilerdir.
Geçerliliği kabul edilmiş bilgilerdir.
Genel, güvenilir, bilinen en geçerli bilgidir.
Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlükte iki tanım yapıyor. Birincisi doğa bilimleriyle ikinci
tanım sosyal bilimlerle ilgilidir. Birinci tanım şöyle: Evrenin bir bölümünü konu olarak seçen,
deneysel yöntemlere ve gerçekliğe dayanarak yasalar çıkarmaya çalışan düzenli bilgidir.
Sosyal bilimlerle ilgili tanım ise; türlü duygusal yaşantıların mantıkça bir örnek düşünce
dizgesine uydurulması için gösterilen çabalara verilen ad şeklindedir.
Görüldüğü üzere bilimi birçok farklı yönden tanımlama tabi tutabiliyoruz. Fakat
burada özellikle iki tanım iki büyük paradigmaya yol açmış olması sebebiyle önemli. Bunlar;
Einsten’ın tanımı: Her türlü düzenden yoksun algılar (duyu verileri) ile mantıksal olarak
düzenli düşünme arasında uygunluk sağlama çabası
Russell: Gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla önce dünyaya ilişkin olguları, sonra
bu olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabası.
Einstein bir fizikçi, Russell ise bir düşünür. Her ikisi de bilimi bir çaba olarak görüyorlar ama
ayrıldıkları önemli bir nokta var. Einstein bilime konu olan evreni düzenden yoksun bir yapı
olarak tanımlarken, Russell olgular ve bunları birbirine bağlayan yasaların olduğu düzenli bir
yapıdan söz etmektedir. Bilime yönelik bu iki farklı bakış açısı iki farklı paradigmanın
temellerini oluşturmaktadır. Pozitivizm ve yorumsamacı görüş olan bu iki düşünceye ayrı bir
başlık olarak ilerde inceleyeceğiz.
Biz şimdi bilime dair özelliklerle devam devam edelim. Yani bilimi bilim yapan
özellikler nelerdir? Her ne kadar bilimin tanımı üzerinde farklı anlayışlar olsa da onun
özellikleri bakımından genel bir görüş birliği olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre;
1. Bilim bir bilgi toplama yolu değil, bir analiz yönetimidir. Bilim verilerin toplanıp bir araya
getirilmesi değil, bu verilerden bir anlam çıkarılması sürecidir. Bu anlamın çıkarılması için
toplanan/bir araya getirilen verilerin, belirlenen sorun ve amaç doğrultusunda analiz edilmesi
gerekir.
2. Bilim olgusaldır. Yani ortada bir gözlem ve deneye tabi tutulabilecek bir olgu olmalıdır.
Dolayısıyla doğa ötesi ve metafizik bilimsel alanın dışındadır. Bilimsel bir bilginin doğru
kabul edilebilmesi için olgusal kanıtlar gerekir.
3. Bilim mantıksaldır. Bilimsel bilginin mantıksal bir bilgi özelliği taşımasına iki açıdan
yaklaşılabilir. İlki, bilimin ulaştığı her türlü bilginin çelişkiden uzak, kendi içinde tutarlı
olmasıdır. Buna göre bilim birbiriyle çelişen iki önermeyi doğru olarak kabul etmez. İkincisi,
bir hipotezi doğrulama işleminde mantıksal düşünme ve çıkarsama kurallarına
başvurulmasıdır.

4
4. Bilim nesneldir. Elde edilen verilerden oluşan sonuçlar kişiden kişiye veya toplumdan
topluma değişmez. Bilimsel yollarla ortaya konulan bilgiler herkes tarafından test edilebilir,
sınanabilir. Bu durum özellikle fen bilimlerinde hiçbir tartışmaya yol açmayacak derecede
doğaldır. Çünkü fen bilimlerine ait herhangi bir yasada bireysel değer yargısı
bulunmamaktadır. Yani örneğin suyun 100 derecede kaynamasından mutlu olmayız, hüzün
duymayız, üzülmeyiz, neşelenmeyiz. Veya dünyanın güneş etrafında dönmesi bizim için
herhangi duygusal bir anlam içermemektedir. Buna karşın sosyal bilimlerde nesnellik konusu
bir hayli tartışmaya açıktır. Fen bilimleri alanındaki mutlak nesnellik sosyal bilimlerde geçerli
değildir. Çünkü bilim insanının zihni bir kamera gibi sadece gördüğünü ve duyduğunu
kaydetmez. Bilim insanı da toplumun bir parçası olması sebebiyle bir takım düşünce, inanç ve
fikirlere sahiptir. Dolayısıyla herhangi bir konu ile ilgili olarak anlam ortaya koymaya
çalışırken duygu, düşünce ve fikirlerinden mutlaka etkilenir. Sonuç olarak ortaya konan ürün
de bilim insanının bireysel düşüncelerinin sonucu olacaktır. Örneğin göç olgusu üzerine
yapılan bir çalışmada bilim insanının bu duruma karşı olumlu veya olumsuz bir takım fikirleri
olması doğaldır. Kimi için göç yeni bir başlangıç için fırsatlar yaratırken, kimi için de kurulu
düzenden zorla koparılma anlamını içerir. Bu sebeple bilim insanı da bu düşüncelerden ister
istemez etkilenecektir. Bu tartışmaya ilerde tekrar geleceğiz. Bu sebeple burada kısaca son
söz olarak şunu belirtelim. Sosyal bilim alanlarından yüzde yüz bir nesnellikten bahsetmek
mümkün değildir.
5. Bilim eleştiricidir. Her türlü bilgi eleştiriye tabi tutularak doğruluğu sınanır. Bilim işte bu
şekilde en doğru bilgiye ulaştırır. Hataları görerek her defasında bunlardan kaçınarak doğruya
ulaşmayı sağlar.
6. Bilim genelleyicidir. Bilim aynı koşullar altında aynı sonuçlara ulaşmayı gerektirir. Yani
bir olgu için doğru olarak bulunmuş bilgiler diğer olgular için de aynı derece doğrudur. Bu da
aynı nesnellik de olduğu gibi fen ve sosyal bilimler alanlarında farklılık gösterir. Fen bilimleri
alanında koşulların her zaman yaratılması mümkündür. Örneğin aynı deney ne zaman
istenilirse uygun şartlar yaratılarak yapılabilir. Fakat sosyal bilimlerde koşulların istenildiği
zaman yaratılması söz konusu değildir. Çünkü koşullar aynı kalmaz. Mesela Fransız
İhtilali’nin sebeplerini test etme imkanı yoktur. Çünkü aynı ortam, aynı koşulların tekrardan
yaratılma imkanı yoktur. İşte bu sebeple de sosyal bilim alanında genelleme yapma imkanı
olaylara/olgulara özgüdür. Yani fen bilimlerinde olduğu gibi dünyanın her yerinde aynı
koşullarda aynı sonuçlara ulaşma imkanı sosyal bilimler için geçerli değildir.
7. Bilim kayıtlıdır. Bilimsel bilgiler, bilimsel araştırma bulguları raporlaştırılarak yayımlanır.
Kamuyla paylaşılmayan bilgi, bilim değildir. Bilim insanı sadece kendisi bilsin diye bilim
yapmaz. Bilimin kayıtlı olması daha sonra aynı konuda yapılacak araştırmalara da yol
gösterici olacağı gibi, yapılan çalışmanın doğruluğunun test edilmesine de olanak sağlar. Bu
arada belirtmek gerekir ki bilimsel bilgi mutlak ve değişmez değildir. Bilimsel bilgi, daha
doğru bir gözlemle veya daha dikkatli bir akıl yürütmeyle yerini başka bir bilgiye bırakabilir.
Söz gelimi Newton’un yerçekimi hipotezi yaklaşık 200 yıl boyunca bir doğa yasası olarak
kabul görmüştür. Bununla birlikte geçen yüzyılın sonlarına doğru bu teorinin bazı olguları
açıklamada yetersiz kaldığı görülmüş ve eleştiri almıştır. Teori daha sonra yerini daha güçlü
olan Einstein’in teorisine bırakmak zorunda kalmıştır. Verilen örnekte de görülmektedir ki
bilimsel bilgi hiçbir zaman mutlak doğru, değişmez bir bilgi değildir

5
8. Bilim birikimlidir. Bilim, daha önceki bilgilerin tekrar tekrar gözden geçirilmesi sonucu
yığmalı bir şekilde oluşur. Bu eski bilgilerin üst üste eklenmesi anlamına gelmemektedir. Eski
bilgilerin yeni araştırma bulgularıyla sentezlenmesi anlamına gelmektedir. Bu sebeple bilim
birbirinden kopuk bilgiler yığını değildir. Bu durum özellikle son zamanlarda disiplinler arası
çalışmanın önemini de artırmış, bilim insanları disiplinler arası çalışmalara yönelmişlerdir.
Bunun sebebi ise bir olayın ve olgunun birçok farklı açıdan ele alınabilmesi ve doğru bilgiye
bu şekilde ulaşılabilmesidir. Söz gelimi Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili yapılacak bir
çalışmada birçok farklı bilim dalını ilgilendiren bilgiler söz konusudur. Bu bilgilerin doğru bir
şekilde bir araya getirilmesi ile Osmanlı hakkında daha doğru bilgilere ulaşılabilecektir.
Mesela İstanbul’un fethi olgusunu ele alalım. Burada mimarlık, mühendislik, din, tıbbiye,
askeriye, ekonomi, yönetim gibi birçok farklı açıdan değerlendirme yapılması mümkündür.
Dolayısıyla fetih olgusunun açıklanabilmesi için tek bir pencereden değil birçok farklı
pencereden olayın değerlendirilmesi gerekmektedir ki daha doğru bilgiye ulaşılabilsin.
Bilim bazı ön kabullerden hareket eder. Bunlar varsayımlardır. Varsayım (sayıltı)
deneyle kanıtlanmamış ancak kanıtlanabileceği umulan düşüncelerdir. Bunlar gerçekmiş gibi
kabul edilerek bir dayanak noktası oluştururlar. Böylece bu dayanak noktasından olay
açıklanmaya çalışılır. Bilim bir takım temel varsayımlara sahiptir:
- Evrende doğal bir düzen vardır, bu düzeni anlamak mümkündür. Yani her olay hakkında
eninde sonunda bilgi sahibi olacağız.
- Her olayın bir nedeni vardır.
- Tüm karmaşıklığına rağmen evrendeki her şeyin altında basit bir açıklama yatar.
- Doğada bir şey varsa bu mutlaka bir miktar oluşturur. Bir miktar oluşturan her şey
ölçülebilir.
Bilimin amacı nedir?
Bilimin amacı olguları, yani doğa olaylarını anlamak, açıklamak, sınıflandırmak ve
kontrol etmektir. Bilim sadece fiziksel olguları değil, sosyolojik, psikolojik, ekonomik,
kültürel vb. bilgi alanlarının hepsini kapsar. Kısaca insanın algı alanına giren her şey bilimin
konusu içindedir. Bilim bunları açıklamakla, bunlar arasında ilişkiler kurmakla ilgilenir.
Bilimden beklenen, daima daha fazla bilgi üretme ve bunları insanlığın yararına sunmasıdır.
Bilimin amacı, bilimsel yöntemlerle, gözlenen durumlara dayanarak gözlenmeyen
durumlar hakkında tahmin yapabilmektir. Bu yolla bilim adamı, doğayı denetim altına almaya
çalışır. Buna göre bilimin temel amacı; anlama, betimleme, tanımlama, açıklama,
sınıflandırma, ölçme, deneye tabi tutma, genelleme, yorumlama, denetim ve araştırmadır.
Peki tüm bunları niye yapar bilim? Bunları yaparak neye ulaşmaya çalışır? İşte bilimin
iki temel işlevi, yani iki nihai amacı var Bunlardan birincisi yaşamı kolaylaştırmak. İkincisi
ise yaşamın her aşamasında karşılaşılan veya karşılaşılabilecek sorunlara çözüm bulmaktır.
Bilimsel Araştırma
Araştırma, bilinmeyenlere uzanmak için tutulan yolların ortak adıdır. Araştırmacının
sistematik bir şekilde veri toplaması ve bu verileri analiz etme süreci bilimsel araştırma olarak
kabul edilir. Yani kısaca bilimsel araştırma, sistematik veri toplama ve analiz etme sürecidir.

6
Bu süreçte bilginin bulunup geliştirilmesi ve gerçeğe uygun olup olmadığının kontrol edilmesi
söz konusudur.
Bir araştırmayı bilimsel bir yolla gerçekleştirmek problemlere daha güvenilir çözümler
üretmeyi sağlar. Bu sebeple bilimsel araştırma, planlı ve sistemli olarak verilerin
toplanmasını, bunların analiz edilip yorumlanarak rapor edilme sürecidir. Böyle bir yol
izlemedeki amaç dediğimiz gibi problemlere güvenilir çözüm yolu bulmak, daha doğru
bilgiye ulaşmaktır.
Bilginin önemi, genel geçerli bir önermenin oluşturulması, doğru bir bilgi eğer geçerli
ise bunun kaynağının ne olduğu, bilgi felsefesinin (epistemoloji) temel sorunudur. Bilim ve
düşünce tarihi boyunca bu sorulara iki şekilde cevap verilmiştir: Akılcılık (rasyonalizm),
deneycilik (empirizm).
Akılcılık: Bilgi edinmede esas rol oynayan ögenin insan aklı olduğunu, aklın
duyu verilerinden bağımsız olarak bilgiyi sağlayabildiğini savunan felsefi görüştür.
Rasyonalistlere göre insan aklı çıkarımlar yoluyla en sağlam ve en keskin bilgiyi elde edebilir.
Deneycilik: Bilginin tek kaynağının tecrübe, yani deney ve gözlem olduğunu
savunur. Onlara göre akılcıların iddia ettikleri gibi deneyden önce veya doğuştan edindiğimiz
kesin bilgilerimiz yoktur. Çünkü algısal gözlemler olmadan bilgi edinme sürecinin başlaması
imkansızdır.
İki düşünce biçiminin birleştiği noktaya bakıldığında, güvenilir bilginin
ispatının, ister aklın çıkarımları yoluyla olsun; ister insanın tecrübe etmesiyle olsun,
doğrulama ilkesiyle mümkün olacağı ifade edilmektedir. Doğrulama ilkesi, bir önermenin
anlamlı olabilmesi için ya analitik ya da deneyimsel olarak doğrulanabilir olması gerektiğini
savunan bir ilkedir. Karl Popper YANLIŞLANABİLİRLİK?????????????
Bilimsel araştırmada bir takım amaçlar bulunur. Olayların tanımlanarak
sınıflandırılması, olaylar arasındaki ilişkilerin ortaya çıkarılması, olayları anlamak ve
açıklamak, olayları önceden tahmin edebilmek, olaylara sebep olan ilişkilerin sebeplerini
ortaya koymak gibi amaçlar söz konusudur.
Bilimsel araştırmanın özellikleri ise şunlardır: Bir defa bilimsel araştırma problem
çözmeyi amaçlar, aynı zamanda söz konusu problemlere güvenilir çözümler bulmalıdır.
Gözlenebilir, ölçülebilir verilere dayalı olmalıdır. Yapılan araştırmada kişisel yanlılık yok
edilmelidir. Son olarak da araştırmalar kayıt altına alınmalıdır. Kimsenin bilmediği,
anlayamadığı şekilde araştırma yapmış olmak hiçbir sonuç doğurmaz.
Bilimlerin Sınıflandırılması
Bilimleri konu edindikleri nesne ve olguların özelliklerine göre genel olarak üç sınıfa
ayırmak mümkündür. Bunlar; doğa bilimleri, formel bilimler ve sosyal bilimlerdir.
Doğa Bilimleri: Doğa bilimlerinin konuları; varlık, evren, doğa, insan, doğadaki temel
ilişkiler, bu ilişki süreçlerini açıklayan yasalardır. Doğa bilimleri ile sosyal bilimleri ayıran en
önemli fark, sosyal bilimlerin konusu olan “insan”ın serbest düşünme ve hareket etme
özelliğine sahip olmasıdır. Doğa bilimlerinde açıklanan olaylar ilgili “kanun”ların dışına
çıkmadığı hâlde, sosyal bilimlerdeki “kanun”lar insan davranışlarından etkilenmektedir. Bu
nedenle sosyal bilimlerdeki kanunlar, doğa bilimlerindeki kanunların kesinliğine ve netliğine

7
ulaşmamıştır. İnsanı anlamak, davranışlarını tahmin ve kontrol etmek, molekülleri anlamak,
tahmin ve kontrol etmekten daha zordur.
Formel Bilimler: Konusunu doğadan almayan, insan zihninin üretimlerini sembollerle ifade
eden, matematik ve mantık gibi bilimleri kapsar. Bilimsel çalışmaların disiplinlere ayrılarak
doğa bilimleri, sosyal bilimler ayrımı yapılmasının yanında, matematiğin yeri özel bir önem
arz etmektedir. Bu özel önem, hem matematiğin diğer bilimsel disiplinlerden farklı
olmasından hem de diğer bilimsel disiplinlerin matematiği kullanmak zorunda olmasından
ileri gelmektedir. Carl F. Gauss’un çok bilinen deyişi ile “matematik, bilimlerin kraliçesidir”.
Formel bilimler içinde matematik başta olmak üzere, mantık, bilgisayar gibi bilimler yer alır.
Sosyal Bilimler: Sosyoloji, antropoloji, psikoloji, dil bilimi, tarih gibi bilimlerden oluşur. Bazı
bilim adamları insan ve içinde insan olan olay ve ilişkilerin, doğa bilimleri anlamında
incelemeye tabi tutulamayacağını ileri sürer. Onlara göre sosyal dünya, değişmeyen
gerçeklerden değil amaç, niyet ve algılamaya göre değişen hareket ve davranışlardan oluşur.
Dolayısıyla, sosyal bilimler bu tür olaylarla ilgili açıklama ve tahmin yerine, bu olayların
“yorumunu” veya bu olayları anlamlı hâle getirecek açıklama denemelerini yapabilir. Bir
diğer görüş, sosyal olayların da doğa olayları gibi ve aynı şekilde incelenebileceği
yönündedir. Bu görüş, biraz da doğa bilimleri yöntemlerinin, sosyal olaylara da
uygulanabileceğini düşünmekten kaynaklanmaktadır.
Bu sınıflandırma dışında bir de UNESCO’nun sınıflandırması var.
UNESCO: United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization
(Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü)
Bu sınıflandırma şu şekilde;
Doğal bilimler; matematik, bilgisayar, fizik, kimya, çevre, biyoloji, genetik
Mühendislik ve teknoloji; inşaat, elektrik, makine, gıda
Sağlık bilimleri; tıp, eczacılık, dişçilik
Tarım bilimleri; ormancılık, balıkçılık, veterinerlik
Sosyal bilimler; psikoloji, eğitim, ekonomi, hukuk, işletme
Beşeri bilimler; tarih, coğrafya, iktisat
Buraya kadar baktığımız konularla bilim hakkında yeterli bilgiye sahip olduk. Peki
nereden çıktı bu bilim? Gelişimi nasıl oldu? Şu an ne aşamadayız acaba? İşte bu soruların
cevabını bize bilim tarihi verecek.
Bilim Tarihi
Bilimin doğayı kontrol etmek, insan yaşamını kolaylaştırmak gibi amaçlara sahip
olduğunu belirtmiştir. İnsanın doğaya hükmetme isteği ve doğayı anlama çabası da insanlık
tarihi kadar eskidir. Modern bilimin doğuşu bu iki isteğin birleşmesini beklemiştir. Bununla
beraber ilk insanın yaşamında bile bu iki isteğin tamamen ayrı olduğunu söylemek oldukça
güçtür. Çünkü, ilk insanlar insan-doğa ilişkisinde basit teknik becerilerini kullandığı kadar,
büyü türünden bir takım akıl dışı sayılabilecek yollara da başvurmuşlardır. Aslında büyünün
de amacı doğayı etkilemektir; yanında ölmekte olan hastaları iyileştirmek, beklenen doğal
8
felaketleri önlemek, düşmanların yok olmasını sağlamak vb. Aynı amacı, amacı, dünyanın
varoluşu ve düzeni ile ilgili çeşitli kültürlerde yer yer sürüp gelen efsane türünden masal veya
hikayelerde de bulabiliriz. Güneşin, ayın ve yıldızların yaradılış ve var oluş nedeni
insanoğlunun yaşam ve ölüm karşısında duyduğu korkuyu giderme, aradığı güveni ve rahatı
sağlama olarak hayal edilmiştir. Gerçi büyüde bile doğanın isteğine göre değişmediği, bazı
yasalarla boyun eğmesi gerektiği düşüncesi hep olmuştur. Ateşin daima yaktığı, suyun
ıslattığı, güneşin parlak olduğu, kışların soğuk olduğu gerçeğinden ilk insanlar da kendilerini
kurtaramayacaklarını bilirlerdi. Tabi büyü ve efsane doğrudan bilimin doğmasının nedeni de
değildir. Bilimin doğuşuna, doğayı kontrol etme çabası yanında anlama ve bilme tutkusu da
neden olmuştur.
Dünyayı anlamamıza yardımcı olan bilimin kökleri Modern Çağ’ın başlangıcı olarak
kabul edilen 1500’lü yıllara dayanır. Rönesans’la birlikte Orta Çağ Avrupa’sının dünyayı
metafizik bir gözlükten gören egemen dünya görüşü yerini eleştirel bilimsel bir dünya
görüşüne bırakmıştır. Bu dönemde Avrupa’nın birçok alanda (din, politik düşünce ve
örgütlenme, sanat, ekonomik etkinlik, felsefe, vb.) reform yaşanmış. Dolayısıyla bu durum
bilimde yeni bir bakış açısı ortaya çıkarmış. Bunu takiben 17. ve 18. yüzyıllarda yaşanan
Aydınlanma Dönemi ile birlikte Akıl Çağı denilen dönem başlamıştır. Bu akım Tanrı’nın
ellerinde olmaktan ziyade insanın aklını kullanarak kendisini geliştirilebileceğini
savunmuştur. Akıl, bilim, ilerleme, özgürlük, evrensellik, sekülarizm gibi bir takım temel
ilkelere sahip Aydınlanma düşüncesi. Aydınlanma ile özdeşleşmiş olan Martin Luther, Bacon,
Descartes, Galile, Newton, Rousseau, Locke, Hume, Kant ve Adam Smith gibi düşünür ve
bilim adamları bulunmaktadır. Bu gibi kişilerin ortaya koymaya çalıştığı Aydınlanma adı
altında toplanan bu temel düşünsel dönüşüm bugün dahi modern toplum yaşantımızın
açıklamasında kullanılmakta.
İlkçağda insanın amacı hayatta kalmak, beslenmek ve barınma. Bu sebeple savaşmak
zorunda. Ortaçağda insanın amacı dini güzel uygulamak. Çünkü artık Tanrı var. Yeni ve
yakınçağlarda insanın amacı bilimsel bilgiye ulaşmak. Bu amaçla araştırma, bilme, sorun
çözme ve üretim ortaya çıkıyor.
Önemli bir nokta var burada. Farklı dönemlerin insanlarına göre kavramlar farklı
anlama sahip oluyor. Örneğin hırsızlık veya adalet gibi kavramlar. İlkçağlarda ve daha sonra
tanrının emri adı altında ortaçağlarda bir kimsenin malını almak hırsızlık anlamına gelmiyor.
Ama günümüzde bir kimseden izin almaksızın ona ait bir malın alınması çalmak anlamına
geliyor. İşte bilim de uygarlıkların dini inanış, kültürel gelenekleri, sosyal yaşam biçimlerine
göre çok uzun bir süreden beri gelişerek ve değişerek günümüze kadar gelmiştir.
İlk uygarlıklarda günümüzdeki anlamda bir bilimsel bilginin varlığından söz edilemez.
Bu uygarlıklarda bilimsel bilgi diğer tüm bilgi türleri gibi dinsel düşünüşle birlikte ele
alınmaktadır. Bununla birlikte ilk uygarlıkların tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte
insanoğlunun zaafları, ihtiyaçları ve arayışları bilimin gelişmesini sağlamıştır.
Şimdi gelelim ilk uygarlıklardan günümüze kadar nasıl bir gelişim seyri olmuş, ona
bakalım.
İlk uygarlıklar önce göçebe sonra yerleşik hayata geçiyorlar. Bunlar Nil, Dicle, Fırat
gibi verimli topraklar etrafında yerleşiyorlar. Bunların düşünce biçimini şekillendiren konu
tapınma olarak karşımıza çıkıyor. Bunlarda günümüzdeki anlamda bir bilimsel bilgiden söz

9
edemeyiz. Burada dinsel düşünce her şeyin üstündedir. Tabi burada insanoğlunun ihtiyaçları
dolayısıyla ortaya çıkan arayışlar bir takım gelişmelere yol açmış. Mesela ürünlerin ne zaman
hasat edileceği konusunda gökyüzü incelenmiş. Yani bir nevi takvim ortaya koyma amacı söz
konusu. Toprakların ve arazilerin nasıl bölüşüleceği konusu geometriyi ortaya çıkarmış,
nehirlerin taşmasına karşı dayanıklı yapıların yapımı ihtiyacı fiziği ortaya çıkarmış veya
ilerletmiş diyebiliriz. Yani kısaca bilimsel faaliyetlerin başlangıcında pratik ihtiyaçlar rol
oynamış.
Çin, ilk insan kalıntılarının olduğu yerlerden biridir. Çin uygarlığı genellikle kapalı bir
uygarlık olarak nitelendirilmiş ve bilimsel etkinliklerin gelişmesinde doğrudan doğruya bir
etkisi olmadığı ileri sürülmüşse de, erken devirlerde komşuları Türkler ve daha sonra da
Hintlilerle yakın ilişki içinde olmuşlardır. Türklerin kullandıkları 12 hayvanlı Türk takvimini
benimsemişler. On tabanlı sayı sistemini kullanmışlar. Abaküs, çarpım cetveli gibi işlem
yapmayı kolaylaştıran basit aletler kullanmışlar. Geleneksel Çin tıbbının tedavi şekillerinden
olan masaj ve akupunktur yöntemleri günümüzde de kullanılmaktadır. Barut, kağıt ve matbaa
ilk olarak burada kullanılmış. Yakın zamanda burada ünlü bir keşif yapıldı. Bir çiftçi tesadüf
eseri bir mağara girişi buldu. Burada Toprak Askerler diye bilinen Terrakota isimli bir kralın
topraktan yapılan heykel şeklinde ordusu bulundu. Bunların M.Ö. 200 yılında yapıldığı
anlaşıldı. Bugünün teknolojisiyle inceleniyor bunlar ve kulaklarına bakılarak her birinin farklı
bir asker olduğu ortaya çıkıyor. Aynı zamanda bunların her birinin yüz ifadesi de farklı.
Gerçek insan boyutunda 8000 asker, 520 at ve 130 savaş arabası varmış burada.
Hint bilimi daha sonra Yunan ve İslam dünyasındaki gelişmelere etki etmiştir. Hintli
matematikçiler sıfırı kullanmışlar. Bu aritmetiğin gelişimini etkilemiş. Birinci ve ikinci derece
denklemlerle ilgilenmişler, sinüs-kosinüs fonksiyonlarını kullanmışlar. Hintlilerin bu bilgileri,
eserlerin Arapçaya çevrilmesiyle İslam dünyasına, buradan da Latinceye çevrilmesiyle
Hıristiyan dünyasına taşınmış. Güneş-dünya-ay mesafelerini ölçmeye çalışmışlar. İlk defa
yerin kendi ekseni etrafındaki hareketinden bahsetmişler. M.Ö. 3. yüzyılda gelişen tıpta yoga
okulu, sağlıklı olabilmek için beden disiplininin yanı sıra, zihin disiplinini de şart
koşmaktadır.
Orta Asya’da, çanak, çömlek, topuz yapımı, buğday-arpa yetiştiriciliği yapılan
kazılarla ortaya çıkmış. Hayvanları, özellikle de ayı evcilleştiren Türkler olmuşlar. Burada
yaşayan Türkler, evrenin bir kubbe biçiminde olduğunu düşünüyorlardı. Kutup Yıldızının tam
altında, yeryüzünün yöneticisi olan hakanın oturduğu yer bulunuyordu. Göktürkler Orhun
Yazıtlarını bırakmışlar. 12 hayvanlı Türk takvimi de burada yaşayanlar tarafından icat
edilmiş.
Mısır uygarlığı, Nil nehri civarında yerleşen bir uygarlık. Suların taşmasını bekleyip,
sular çekildikten sonra ekim yapıyorlarmış. Mimari harika olan piramitleri inşa etmişler.
Bugün bile hala gizemini koruyorlar. Bir yılın 365 gün ve bir günün 24 saat olması bize
Mısır’dan kalmış. Pi sayısını 3,160 değerinde kullanmışlar. Mumyalama gelenekleri sebebiyle
kimya, anatomi, fizyoloji gibi konularda gelişmiş olduklarını söyleyebiliriz.
Mezopotamya, Fırat ve Dicle nehirleri arasında kalan bölgeye verilen isim. Sümerliler,
Akadlılar, Babiller burada yaşamışlar. Bilimsel olarak zaman ölçme, alan hesaplama, sulama
kanalları gibi şeylerle uğraşmışlar. Bilinen ilk uygarlık Sümer uygarlığıdır. İlk yazı, rakam ve
notayı bunlar kullanmışlar. Cebir Mezopotamya’da çok gelişmiş. Analitik geometrinin
öncüleri sayılıyorlar.

10
Bilim tarihinin Batı kültürü üzerindeki belki de en etkili olan önemi Antik Yunan
dönemi. Antik Yunan öncesi dönemden önceki dönemde insanlar doğadaki olayları akıl
yoluyla irdelemeksizin yalnızca doğada olup bitenleri gözleyip, bir yere kaydetmekle
yetinmişlerdir. Bu nedenle Antik Yunan öncesi döneme, yalnızca gözlem verilerinin
kaydedildiği fakat yorumlanmadığı dönem anlamına gelen “Ampirik Dönem” adı verilmiştir.
Antik Yunan’da ise doğadaki olayların nedenleri ve niçinleri üzerinde durularak, önceki
dönemde olduğu gibi, doğa dışı nedenlere dayandırılarak açıklanmamıştır. Antik Yunan
deyince aklımıza mitolojik düşünce de geliyor aynı zamanda. Burada daha çok felsefi bilginin
geliştiğini görüyoruz. Bunun da sebebi kölelik kurumunun varlığı. Çünkü sosyal ihtiyaçlarla
ilgilenmek için vakit ayırmak zorunda olmayan insanlar düşünmeye başlamışlar ve bunda da
bayağı ileri gitmişler. Fakat burada da bir müddet sonra her türlü düşünceye özgürlük gibi bir
düşünce varlığını sürdürememiş. Nitekim filozofların idam edilmeleri veya sürgüne
gönderilmeleriyle karşılaşıyoruz. Yunan düşüncesi, Büyük İskender’in fetihleriyle ise Mısır
ve Mezopotamya kültürleriyle karşılaşma fırsatını bulmuştur. Yunan bilim ve felsefesi
İskenderiye kanalıyla İslam uygarlığına aktarılmış, oradan Orta Çağ sonunda gerisin geriye
Avrupa toplumunu etkilemiştir. Antik Yunan’da geometri konusunda çalışmalar olmuş.
Archimedes, suyun kaldırma kuvvetini bulmuş. Bir hamamdayken suyun üstünde tasın
yüzdüğünü fark ediyor, Eureka, Eureka diye bağırarak çıplak bir şekilde dışarda koşuyor.
Thales, Pytagoras, Heraklitos, Heredot, Socrates, Hipocrates, Platon, Aristoteles gibi birçok
önemli isin bu dönemde yaşamış.
Antik Yunan kadar parlak olmasa da bu dönemde bir de Roma dönemi var. Roma
Devleti, başarılı organizasyon yapısı, hukuksal düzenlemeleri ve bürokrasi sistemiyle tarihin
en güçlü devletleri arasında yer almayı başarmıştır. Bu dönem içerisinde, şehircilik, hukuk,
devlet yönetimi ve askerlik alanında bugün bile örnek alınabilecek başarılara imza atılmıştır.
Topraklarının büyüklüğüne rağmen Romalılar Yunanlı düşünürleri felsefe ve bilim alanında
geçememişler, bilimsel faaliyetlerden çok yönetsel faaliyetlere ağırlık vermişlerdir.
Gelelim Ortaçağa. Orta Çağ 476’da Roma İmparatorluğu’nun yıkılışı ile başlamış,
Rönesans’ın başlangıcı olarak kabul edilen 1500’lü yıllara kadar sürmüştür. Bu zaman dilimi,
aynı zamanda dünyaya egemen olan iki büyük dinin gelişimine rastlamaktadır: Hıristiyanlık
ve İslamiyet. Bu yaklaşık 1000 yıllık zaman diliminin her dönemi doğal olarak aynı şekilde
yaşanmamış. Bilimsel anlamda önemli ilerlemeler olduğu gibi özellikle Hıristiyan dünyasında
kilisenin etkisi dolayısıyla son derece dogmatik düşünceler de gelişmiştir. İslam dünyası ise
bu dönemde zengin bir birikime sahip olmuş. Çünkü burada Avrupa’daki gibi kendi
düşüncesini her ne pahasına olursa olsun kabul ettirmek isteyen kilise gibi bir kurum yok.
İslam dünyasında yürütülen ilmî ve felsefi uğraşların ürünleri, üç kanaldan Avrupa’ya akmış
ve Batı bilim ve felsefesinin biçimlenmesinde uyarıcı, besleyici ve yönlendirici etkilerde
bulunmuştur. Bu kanallar; Endülüs, Sicilya ve Haçlı Seferleri esnasında Haçlıların
ulaşabildikleri ve uzun süre tutunabildikleri Orta Doğu kentleridir. Bu kanallardan Endülüs,
diğerlerine göre daha verimli ve etkili olmuştur. Endülüs medreselerinde, Arap dili ile birlikte
bilim ve felsefe tahsili alarak yetişmiş olan Yahudi ve Hristiyan bilginler, bu sahalarda
yapmış oldukları çevirilerle 12. yüzyıl Rönesans’ı olarak adlandırılan uyanış döneminin
oluşmasında önemli roller oynamışlardır. İslam biliminin Batı’ya yaptığı en büyük
armağanlardan biri hiç kuşkusuz Arap sayı sistemi olmuştur. Avrupalılar 13. yüzyıldan
itibaren Roma rakamları yerine çok daha kullanışlı olan bu sistemi benimsemişlerdir.
Matematiğin daha sonraki büyük gelişmelerinde bu değişikliğin payı çok önemlidir. Son

11
olarak modern devletin doğuşu da Orta Çağ yıllarına rastlar. Mutlak krallıkların kurulması
modern devletin başlangıcı kabul edilir.
Bu dönemde İslamiyet’in Arap topraklarında doğmasıyla fetihler başlıyor. Kur’an
bilimin teşviki konusunda büyük bir kaynak. Birçok ayet ve hadiste ilim sahibi olmanın, yani
Allah’ı bulmanın önemi vurgulanmaktadır. Ortaçağ’da Batı karanlıktayken, İslami Doğu tam
bir aydınlıkta. Batı çöküyor, Doğu yükseliyor. Bu olguyu bugünkü durumla kıyaslayın.
İslamiyet, İspanya’nın Endülüs bölgesine yayılıyor. Burada da bilimsel anlamda büyük bir
canlılık söz konusu. 10. yüzyıldan itibaren Türkler İslamiyet’i benimsiyor.
Orta Çağ’ın sonlarına doğru yeniden uyanış, yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans
dönemi var. Neden yeniden doğuş deniyor? Çünkü bu çağ her bakımdan yepyeni düşünce ve
yaklaşımların, anlayış ve uygulamaların (sanat, felsefe, din konuları üzerinde) ortaya konduğu
ve yepyeni bir insan olgusunun tarih sahnesine çaktığı çağdır. Zamansal olarak Rönesans
Ortaçağ ve Modern Çağ arasında kalan bir zaman dilimi. Hem ortaçağ hem de modern çağ bir
takım değer yargıları, insan-doğa-evren tutumları ve zihniyet biçimleriyle kendilerine özgün
belirgin bir çağ olduklarına göre Rönesans için tarihsel bir geçiş dilimi diyebiliriz. Dolayısıyla
da her iki dönemden de biraz etkilenmiştir. Avrupa’da Rönesans’la beraber skolastik
düşüncenin yıkılması ve din hâkimiyetinden kurtulmayla beraber bilgi, bakış ve bilim
alanında ilerlemeler başlarken Osmanlı İmparatorluğu’nda aynı yüzyılda medreselerde din ve
ahlak bilgileri öğretiliyordu. Ayrıca 15. ve 16. yüzyıllarda tabii bilimler, tıp ve matematik
eğitimine de rastlanıyordu. Özellikle İslam dünyasının belli başlı bilim adamlarından İbn-i
Sina ve özellikle kuşkucu yaklaşımı savunarak felsefenin önemine değinen Farabi’nin
eserlerinden yararlanıyordu. Esasen Osmanlının 6 asırlık tarihinde görülen bilimsel gelişmeler
çoğu defa kendine has bir gelişme çizgisine sahip olmuş. Bu çizgi Osmanlı sınırları dışında
kalan diğer İslam toplumları ile tarihi miras ve gelenek bakımından birçok müşterek unsura
sahip olmakla beraber coğrafi konumu, devlet idaresinin ve toplumun dinamizmi neticesinde
bazı yönleri ile farklılıklar sahiptir. Böylece Osmanlı bilimi, kaynağı bakımından onun
dışında kalan İslam dünyası ile müştereklik içinde olmakla birlikte geçirdiği gelişmeler
bakımından öncü vasfını taşır. Ayrıca özellikle 17. Yy’dan itibaren Batı biliminin etkilerinin
Osmanlı’da yavaş yavaş görüşmesi ve Osmanlı kanalıyla diğer İslam ülkelerini etkilemeye
başlaması da bu öncü karakteri ortaya koyar. Böylesi gelişmeler, İslam dünyasını bir bütün
olarak temsil eden Osmanlıyı İslam ile modern Batı arasında kendine has bir sentez oluşturma
noktasına götürmüştür. Artık öyle bir zaman gelmiş ki Osmanlı cihana hükmetmeye başlamış.
Özellikle askeri alanda çok büyük ilerlemeler olmuş. Zaten imparatorluğun zayıflama
dönemlerinde, Tanzimat ve Islahat hareketleriyle ordunun iyileştirilmesine yönelik çabalar da
işte buradan kaynaklanıyordu. Yani ordunun gücünün tekrar eski ihtişamına kavuşturulması,
imparatorluğun eski gücüne dönme reçetesi olarak görülüyordu. Ama beklenen olmadı.
Çünkü Batı birçok alanda artık Osmanlı’dan çok ileri gitmişti. Bu defa da birçok kurum-
kavram ithal edilerek eski güce kavuşulmaya çalışıldı ancak bugün bile hala içinden
çıkamadığımız birçok sorun ortaya çıkmış oldu. Mesela bunlardan en bilineni laiklik
tartışmaları, şeri hukuk tartışmaları, idam tartışmaları, anayasa tartışmaları gibi şeyler.
Daha sonra Sanayi Devrimi yaşanmış. Bilimin ulaştığı seviyeyle üretim araçlarında
çok büyük bir dönüşüm yaşanmış. Dolayısıyla bu durum sosyal, ekonomik, politik her türlü
alanda hayatı etkilemiştir. Bilim sonucu ortaya çıkan buluşların masrafı azaltıp kârı artırması,
bilimin akademik olan boyutundan ekonomik hayatta önemli bir rol oynamaya başlayan
uygulamalı bilim boyutuna geçişini beraberinde getirmiştir. Sanayi Devrimi’ne kadar

12
teknoloji, mucitler sayesinde daima bilimden önde gitmiştir. Ancak Sanayi Devrimi’nden
sonra bilime dayalı teknolojiler dönemi başlamıştır. Zanaatkâr atölyeleri yerlerini bilim
adamının laboratuvarlarına, araştırma-geliştirme (ARGE) merkezlerine ve fabrikalara
bırakmıştır. Bu dönemde bilimin itici gücü sadece entelektüel merak değil, daha çok sermaye
olmuştur. Bilimsel gücün para demek olduğunu anlayan birçok tüccar, bilim adamları ile
yakın dostluk içerisine girerek onların çalışmalarını finanse etmiştir. Böylece Avrupa, ticari
sömürgeciliğin en iyi aracının bilim ve teknoloji olduğunu anlamış ve bilime dayalı teknoloji
çağı başlamıştır. Bu arada iki büyük dünya savaşının da bu dönemlerde yaşandığını
unutmayalım. Bunlar da toplum hayatını dolayısıyla bilimsel gelişimi çok derinden
etkilemişlerdir.
Bugün geldiğimiz noktada bilgi toplumunu yaşamaktayız. 1950’lerden bu yana
yaşanan bilgi dolaşımı, bilgi toplumu olarak adlandırılan dönemin başlangıcını oluşturur.
Öncelikle bilgisayar, internet ve iletişimin küresel hâle gelmesi bilgi toplumunun oluşumunu
beraberinde getirmiştir. 1970’lerden sonra bilgi ve uzay teknolojileri ile askeri
teknolojilerdeki yoğun atılım kısa sürede toplumsal yaşamın tüm katmanlarında etkilerini
göstermiştir. Bilgisayar, TV, iletişim araçları, yüksek hızlı ulaşım araçları, uydular, internet
vb. toplumun teknik altyapısını kuşatmıştır. Günümüzde bilgideki değişme baş döndürücü bir
hıza ulaşmıştır. İnsanlar kendi mesleki alan bilgilerinde meydana gelen değişimleri bile takip
etmekte zorlanmaktadırlar çünkü birçok meslek için güncel olarak kabul edilen bilgiler kısa
sürede güncelliğini yitirebilmektedir. İnsanoğlu başlangıçtan 1910’a kadar ürettiği bilgiyi,
1910 ile 1970 arasında ikiye katlamıştır. 1970’ten sonra 15 yılda bir bilgi ikiye katlanmıştır.
Bu hız giderek artmış ve bugün iki yıl gibi baş döndürücü bir hıza ulaşmıştır.
Bilimin tarihsel gelişimini kısaca özetleyecek olursak şöyle bir tablo çıkıyor kaşımıza.
İlk bilimsel gelişmeler önce doğu uygarlıklarında yaşanmış. İlk çağlarda Mezopotamya,
Mısır, Babil, Hint, Çin’de bilimsel gelişmeler söz konusu. Buradan Grek dünyasına geçmiş.
Gerçek anlamda bilimsel çalışmalar eski Yunan’da doğmuştur. Ortaçağ’da bilimsel
çalışmalarda bir durgunluk söz konusu olmuş. Bu dönemde İslam dünyasında bilimsel
anlamda büyük gelişmeler yaşanmış. Rönesans ile birlikte Avrupa’da bilim yeniden doğuş
sürecine girer ve 19. yüzyılda bilimin her dalında büyük ilerlemeler görülür. Bilim 20.
yüzyılda çok daha hızlı ilerler, bilimsel keşiflerin sayısı artar. Bu yüzyılda teknolojide
gözlenen dikkat çekici gelişmeler, birçok yeni alanda araştırma yapmayı kolaylaştırır. 21.
yüzyılda ise bilişim teknolojilerinin ön plana çıktığı bir dönem yaşıyoruz.

13

You might also like