You are on page 1of 39

Determinist → sebep sonuç

Antik Yunan’ da neden felsefe başladı? → cevabı kolonizasyonda

Bir insanın bir yerden bir yere yerleşmesi → kolonizasyon

Dorlar → Toprak → Daha iyi şartlar (besin)

Yunan halkı özellikle Ege kıyıları, Fenike, Mısır, Samsun-Trabzon bölgesinde yerleşim alanı
kurdular.

Dorlar yukarıdan aşağıya inip günümüz Yunanistan’ını işgal etti. Oradaki insanlarda aşağıya
doğru inmeye başlayıp yeni yerler aradılar. Zorunlu olarak denizci oldular, zeytin ve üzüm
yetiştirip, amforalara doldurarak tüm Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz’de sattılar. Oradan
ürünleri kendi ülkelerine getirdiler ve yoğun ticaret yaşandı. Ekonomik birikim yoğunlaştı.
Lokal-bölgesel küreselleşme yaşandı. Tüm bunlar felsefe yapmaya başlanmadan önceki
şartlardır.

Toplulukta büyük zenginlik ortaya çıkarsa amele düzeyindeki akıl ve zekalar bunu lükse,
şatafata, yeme-içmeye vermektedir.

Kendini yontan adam → Kişi insanoğlu olursa, insan var olduğundan beri kendini
yonttuğunu, yeni bir felsefenin genel tanımı olarak varlık, bilgi, değer (insanı kuşatan 3
önemli unsur) unsurlarıyla kendimizi yontmamızdır. Bedensel ya da ruhsal kendimi nasıl
oluşturabilirim? Bilgi anlamında neyi ne kadar bilebilirim? Değer yargılarım ne?
Belirttiğimiz üç temel unsur felsefenin temel disiplinidir.

● Varlık → Ontoloji
● Bilgi → Epistemoloji
● Değer → Etik

Dünyadaki her tek bir özne (biz, Ayşe, Ali gibi) var ise bu 3 temel kavram tarafından
kuşatılmıştır ve her tek özne bunlara dair kendisini oluşturmak, yontmak durumundadır. Yani
bir şekilde kendimi var edebilmem için bunları bilmem, etrafımdaki tüm kaba saba duran
kaya kütlesini bir şekilde kendim çekiçle vura vura yontmalıyım. Varlığa, bilgiye ve değere
dair her ne varsa, bunu ortaya çıkarmalıyım. Kendini yontan adam olarak düşündüğümüz
budur.

Varlık derken (ontoloji) → ben bedensel olarak varım (ruhsal yapım var) ama nereden kaynak
benim var olmam ya da dış dünyaya açılırken bu kadar var olan şey neden var. Doğada düzen
varsa bu düzen nasıl kuruldu? Düzen bozulabilir mi? Kurucusu kim?

Değer → Kökeni ne? Sosyal toplum içinde yaşıyorsam bana yüklenen ve benden yapmamı
istenen davranış ve söz kalıpları neler ve ben neden bunları yapıyorum? Ahlaki bağlamda
kendimin bir şekilde bağlı olmak ya da olmamak çerçevesinde itiraz kim olan ya da olmayan
değer yargılarımız var iken neden bunlara uymak zorundayım?

Bilgi → Neyi ne kadar biliyorum? Ne kadar bilebilirim?

1
Bu üç şey felsefenin temel hammaddesi olan, temel motor gücü olan, hareket ettiricisi olan,
merak dediğimiz duygudan kaynaklanıyor. Çekicin çalışma hızı ve kabiliyeti insanın merak
duygusundan hareketle bulur.

Kendini yontan adam, insanlık tarihinin ta kendisidir. Özellikle aydınlanma denilen süreçte
insanın yoğun şekilde teknoloji, bilgi de geliştiği bir süreçtir.

Her kuşak her dönem bir sonraki kuşağa büyük bir gelişme, büyük bir bilgi birikimsel
aktarımda bulunuyor. İnsanoğlunun asla vazgeçemeyeceği tek şey merak duygusudur.

Antik Yunan’ da neden felsefe başladı?

Alt yapısında kolonizasyon var. Doğu Akdeniz de ciddi ticari bir hareketlilik var. Gemilerin
gidip gelmesi bulunmaktadır. Ancak dönem itibari ile Antik Yunan’da karşımıza ticaret
yaptım, çok zenginim ve merak duygusuna sahip kişiler çıkıyor. Tüm bu gelişmeler
sonucunda ekonomik zenginlik ortaya çıkmıştır. Fakat bu bağlamda ekonomik zenginliğin
merak duygusunun giderilmesi çerçevesinde daha fazla şey öğrenmek isteyen entelektüel
kemsin bu sofistleri dinlemesi ile felsefe başlar.

Çok zenginim fakat bana edebiyat anlamında bilmediğim şeyleri öğreten birisi lazım. Ancak
piyasada bilgeyim diye dolaşan sofistler (günümüz dershaneleri) var. Başka şeyler olduğunun
farkında olup merak duygum yüksek olduğunda para karşılığı ders alınmaya başlanıyor.
Onlardan edinilen bilgiyle kendimizi sürekli geliştiriyorsak “kendimi yontuyorsam” , buna
dönem itibariyle felsefe hareketinin, felsefi düşüncenin başlangıcı olarak yorumlanır.
Günümüzde ekonomik anlamdaki zenginlik ülkelerin ya da toplulukların entelektüel
anlamında, bilgi anlamında gelişeceği anlamına gelmiyor. Şartların bunu uygun kılması
gerekecektir. Dönem itibariyle baktığımızda ekonomik şartların uygunluğu anlamında Antik
Yunan’ da bir de özgür ortamdan bahsedilmeli. Yani bir şekilde merak eden, bilgisini arttıran
insan, bir şekilde o dönemin topluluğunu ve iktidarını rencide edecek durumda değil. İnsanlar
rahatlıkla düşünüp tartışabiliyor. O anki ortam özgür düşünme ve tartışmaya uygun olmalıdır.
Bu şekilde felsefe yeşerir.

Yunan adaları ve Ege kıyıları dışındaki yerlerde de zenginlik olsa da neden


özellikle buralar? → Mezopotamya dediğimiz dönemde totaliter rejimler var. Yani en
küçük bir şey söylendiğinde iktidarın hoşuna gitmeyecek durumda kelle gidebilmektedir.
Yoğun bir totaliter baskı olan imparatorluk ve ülkelerde felsefi düşüncenin, başka başka
şeyleri soruşturmanın dikkat çekici olup kellenin omzundan gitme olasılığı yüksek
olduğundan diğer bölgelerde zenginlik olsa bile düşünce dünyasının yeşermemesine neden
olmuştur.

2
SOFİSTLER

Tales →su Retorik → hitabet sanatı

felsefe→ hakikati, değişmezi hep aynı kalanı arar.

İnsanların yaşamlarına dair ihtiyaçları ne ise aradıkları zaman karşılarında sofistleri


buluyorlar. Sofistler dönem itibariyle insanlara para karşılığı bir şeyler anlatan kişilerdir.
Sofistler; hakikat kavramına yaklaşımı felsefeden farklıdır. Sofistler, hiçbir zaman hakikat
denen yeri değişmez olanın bilgisine ulaşılamayacağını söylemektedirler. Bu konuda
Hereklotes; her şey bir değişim dönüşüm halinde, her şeye akar (panterey) hiçbir şey aynı
kalmaz, her şey değişim dönüşüm halinde ise hakikat arayışı boşunadır der ve her şeyin
relatif (göreceli) olduğunu sürecekler ve yaşamın anlamı ana madde mutluluk, adalet,eşitlik
vs her türden kavran her tek öznenin bu tür kavram ya da sorulara yaklaşımı tamamen
relatiftir. Kimse aynı şekilde düşünemez. Her tek özne dünyayı kendince yorumlar. Bu
nedenle hakikat aranmamalıdır.

Protogoras → Hiç doğaya yönelmemiş. Çünkü her şey değişim halinde. İnsan her şeyin
ölçüsüdür, der.

Gorgias → Varlığın bilgisine ulaşamayız. Her şey retoriktir, der. Önem olan belagattır
(konuşmaktır). Aynı zamanda varlığa dair herhangi bir şekilde yöneldiğimiz bir varlık
araştırması yapmak anlamsızdır. Çünkü hiçbir şey yoktur. Ki bir şey olsaydı da biz onu
bilemezdik, bilsekte aktaramayız.

SOKRATES

Sofistlere karşıdır. Dönem itibariyle kendisini at sineği olarak değerlendirir. Dönemin


iktidarını at olarak düşünüyor. At sineği de Sokrates oluyor. Çünkü dönemde Sokrates hakikat
var diyor. Değişmez olan şey mutluluktur, der. Mutluluğa ulaşmak için erdemli olmalıyız,
erdemli olmak da bilgili olmaktan geçer, der. Genel çerçevede felsefi soru ve kavramları o
dönem itibariyle sokakta gezen her insana soruyor. İnsanları sorgulamaya sevk eden bir
Sokrates var. Dolayısıyla adalet nedir sorusu yöneltilen kişi bu durum hakkında düşünmeye
başlayıp, sorgulamaya ve insan zihnini zorlayan bir dürtükleme durumu yaratmaktadır. Yani at
sineği olmak böyle bir şeydir. Tüm yurttaşlar, yönetimi sorgulamaya başlıyorsa ve sembolik
olarak at olarak gösterilmişse, Sokrates’ in sorduğu sorular iktidarı rahatsız ediyor. O yüzden
bir şekilde Sokrates’ in susturulması gerektiğini düşünüyorlar. Dolayısıyla Atina’ ya yeni
dinler getirmek, gençleri yoldan çıkarmak gibi suçlamalarla 500’er meclisinde yargılanıyor ve
küçük farkla ölüme mahkum ediliyor. Çünkü bir şekilde yurttaşları harekete geçirip iktidarın
sorgulanıyor hale getirilmesi, iktidarı rahatsız ediyor. Dolayısıyla baldıran zehri içerek idam
ediliyor. Sokrates bilgili olmak, erdemli olmaktandır diye hareket ediyor. Bir insan kötülük
yaptıysa bu onun bilgisizliğinden, cahilliğinden kaynaklanmaktadır. Bir toplum ne kadar
cahilse o kadar kötü durumdadır. Çünkü erdemlerden uzaktır. Yani günümüzde bilmiyordum
demek, bizlerin erdemsiz olduğunu bilginin peşinde koşmadığımız anlamına geliyor. Doğru
eylem, doğru bilgiyle yapılan şeydir. Bu da bizi iyiye, mutluluğa götürür (Eudamonto)

Doğru bilgiye mauetika (doğurtma) denilen yöntemle ulaşılır.

3
Sokrates’ e göre bilgi → esasında öğrenmek diye bir şey yok, anımsamak vardır.

Ayaklı kütüphane → çok okuyup araştırmışsa da bu onun öğrendiği anlamında değil.


Amennesis (hatırlama) dediğimiz şu; öğrendiğimiz tüm bilgiler kayıtlı yani doğduğumuzda
zihnimizde tüm bilgiler kayıtlıdır. Biz buna idea imate (doğuştan gelen bilgiler) deriz. Ne
kadar çok öğrenmek istiyorsak o kadar anımsama yaşarız. Bir insan cahil ya da bilmiyorsa
onun anımsamaktan kaçındığı, araştırmaktan kaçındığı anlamına geliyor.

İnsanlar yeni şeyler öğrenmez. İnsanlar sadece öğrendiğimiz dediği şeyi zihninde kayıtlı olan
o bilgileri aydınlığa çıkarması anımsamaktan ibarettir.
Sokratik yöntemde birinci aşama diyalog, ikinci aşama ironi ve üçüncü aşama ise etik eylem
(iyiye yönelme) ‘ dir. Köleye soru sormak olayı vardır. Köleye üçgen nedir diye soruluyor,
bilmediğini söylüyor; doğru nedir, bilmiyorum; nokta nedir, noktayı bildiğini söylüyor. Bunun
üzerine tahtaya bir nokta koyduruyorlar, daha sonra bir nokta daha koyduruluyor. İkisini
birleştirdiğinde bu bir doğrudur diyorlar. Köleye doğruyu bildiğini, doğurttuklarını
söylüyorlar. Başka yere üçüncü noktayı koyduruyorlar ve bu üç noktayı birleştirmesi
isteniyor. Yani üç doğrudan bir üçgen olduğu gösteriliyor. Köleye bu bilgileri bildiğini sadece
doğurttuklarını söylüyorlar.

PLATON →soyadı eğitimdir.

MÖ 420 yılında doğmuştur. Ünlü “Akademia” okulunun kurucusudur. Okulun kapısında


“matematik bilmeyen giremez” yazar. Platon’ un gerçek ismi Aristokles’tir. Platon adı, yapılı
vücudundan (Herkül gibi) kaynaklı bu isim verilmektedir. Platon soylu aileden gelmektedir.
Annesi ünlü kanun yapıcı Solon soyundan, babası da bir kral soyundandır. Aristokrat bir
aileden gelmektedir. Zenginlik, iyi eğitimli, 4-5 kuşak ailesi bu şekilde ve kendi ailesi de aynı
özelliği taşıyacak şekilde devam eder.

Sokrates’ in öğrencisi. Bilgi görüşü olarak Sokrates’ ten etkilenmiştir. Hakikati bilmek
anlamında relatizme karşı olduğunu belirtir. Yani kendisinden önce sofist olanlara, hakikate
ulaşılmaz denilen genel düşünceye karşı gelmektedir. Hakikat nedir sorusuna; hakikat
erdemlerdir demiştir. Erdemlere ulaşmanın yolu da kademe kademe olmaktadır. Yani episteme
etkinliği denen şeydir. Rasyonalist şeklinde gerçekleştirilen Platon, noesis (nous) – akıl
yürütme der. Bu da diyalektik şeklinde gerçekleşmektedir.

Platon denilince bizim bir soyad verdiğimizi ve bununda eğitim anlamında geldiğini asla
unutma. Yani hocasının “Bilgili olmak, erdemli olmaktır. Bilginin peşinde koşmalıyız ve
bilginin peşinde koştukça, bir şey biliyorum o da bir şey bilmediğimdir.” dediği yani bilginin
her defasında anımsama ile sürekli arttığı anlamında bir sofistin bahsettiği gibi artık biliyorum
ben yetkinleştim diye bir şey yoktur. Bu Platon için erdemlere ulaşmak, erdemleri bilcek
anlamında karşımıza çıkacak. Bu da diyalektik olarak karşımıza çıkacak. O zaman eğitim
dediğimiz şey, Platon’ un soyadı olacaksa →eğitim ancak insanları erdemlere ulaştırır.

Platon’un görünen dünyası, her şeyin hiçbir şekilde aynı kalmadığı anlamını yaşadığımız
dünyasıdır. Bedenimiz görünür dünyaya aittir. Beden ve düşünce olarak aynı kalmıyoruz,
dolayısıyla her şeyi değişim dönüşüm halinde olan yer görünür dünyadır. Değişim, dönüşüm
ve öznellik hakimdir. Kavrayış dünyası ise soyut dünyadır. Akıl ve düşünmenin hakim olduğu

4
olandır ve burada son aşamada tam aydınlık denilen erdemler kısmı vardır. Burada aklın
işleyişi söz konusudur. Akıl ile erdemler bilinir. En yüksek erdem iyi ideasıdır. Her bir erdem
ideadır; düşünce, zihinde var olandır. Bunların aydınlanması episteme ile yani bilmek-
anımsamakla olmaktadır. İyi ideası mağara alegorisinde güneşe karşılık gelmektedir, en
yüksek ideadır. Erdemli olmak bilgili olmaktır, bilgili olmak iyi olmaktır. Bir güneş tüm
evreni aydınlatıp tüm canlılara hayat vermekte ise en yüksek ideada iyi ise tüm yaşamı mutlu
kılacak şeyde iyiye göre eylemektir.

Görünür dünyadan kavranan dünyaya geçerken diyalektik yol nasıl izlenecek?

→ Erdemlerde neler var diye bakacağız; en yüksek idea olan iyi ideası var, mezotes denilen
ölçülülük var, güzel kavramı var, adalet kavramı var, ölçülülük hatta özgürlük gibi kavramlar
bir erdemdir. Bunlar gerçekleştirilmeli.
Görünen dünya ile kavranan dünya arasında pay alma-yansıma söz konusudur. Aralarındaki
ilişki kavranan dünya ki erdemler yani asıl şekiller görünür dünyaya yansırlar. Görünür
dünyada var olan somut dediğimiz şeyler erdemlerin, düşünülen şeylerin birer yansıması,
birer pay almasıdır.

Platon’un eğitim anlayışıyla beraber onun siyasi, etik, varlık ve bilgi görünüşü her şeyi eğitim
kavramı ile temellendirmektedir. O zaman eğitim nedir? Her çocuk devlete aittir. Devlet her
çocuğa sahipse bunların eğitim sürecini de devletin kendi düşünce sistemine göre
uygulanacaktır. Çocuk ruhen ve bedenen devlete aitse ve ideolojik olarak aile kavramı yok
sayılmaktadır. Antik Yunan’ daki temel bir düşünce, bir yurttaşın erdemli iyi olması, devletin
iyi olmasına bağlıdır. Devlet ne kadar iyiyse nasıl yönlendirirse yurttaşları o kadar yurttaşlar
erdemli ve iyi olurlar. Platon’ da bu düşünce ile çocuklar devletinse iyi ideasına göre temel
hedef erdemli iyi yurttaş yetiştirmeyi düşünen devletin yapması gereken iyi yurttaşları seçmek
yani doğa seleksiyon var. Bedenen en iyileri seçmek görünür dünya aklımıza gelir, dolayısıyla
tüm çocukları sporlara tabi tutup bedenen en sağlıklıları seçiyor. Görünür dünyada iyi
ideasının bedenlere yansımış halini arar bu şekilde. Ayrılan çocuklar varsayımsal alana
getiriliyor. Bunların zihin dünyası nasıl diyerek yarı aydınlık kısma tabi tutuyor. Burada soyut
düşünceyi oluşturan bilimler vardır. Yıllarca burada eğitim vererek burada da en iyileri arıyor.
Varsayımlardaki bilimleri öğrenen çocuklar ve sınava tabi tutulan çocukların kral filozof
olacağını söylemektedir. Yani yönetici olacaklar, bu zihinler bedenen ve zihnen en iyiler
olduklarına göre akılları yani ideaları- erdemleri de en iyi uygulayacaklardır. İyi bir yönetici o
topluma iyi olan ne varsa onları vermeye çalışır, onları uygular. En tepedekiler bedensel ve
zihinsel olarak en iyisi ise uygulayacakları yasalarda en iyi olacağına göre o toplumda genel
bir huzur genel bir mutluluk sağlanır der.

Platon her şeyi eğitimle açıklar. Ne kadar eğitim o kadar erdemli toplum. Çünkü bu görüşlerin
her biri doğal olarak hep Sokrates’ ten etkilendiğini, Sokrates’ in düşünceleri olduğunu sürekli
fark edilmektedir.

Sokrates → Platon → Aristoteles (Tilmizler – hoca ve öğrenci)


(Ardışık olarak gelirler)

5
Platon’ un mağara alegorisi nedir?

Mağaraya zincirlenen insanlar vardır. Bu mağara toplumu ifade ediyor. Zincirlenen insanlar
ise bireyselleşmemiş, kendi kişiliği oluşmamış kişilerden oluşmaktadır. Çünkü zincirler onları
bağlıyor. İçine doğduğu toplum yani mağarada hazır olarak sunulan, gölge, inanç, sanılar
dediğimiz şeyler yani değer yargıları denilen kalıplar bulunmaktadır. İçine doğduğumuz
toplumun tüm değer yargılarını doğrudan doğruya yükleniyoruz ve ona uygun davranmamız
bekleniyor. Bu da bizim zincirlerimiz olup ellerimizi kollarımız bağlı tutuyor. Çünkü hazır
kalıpların içine doğduk. Gölgeler, sahteler dünyasına yansımanın içine doğuyoruz. Zincir
dediğimiz ise toplumdaki kalıplar, dogmalar ve kurallardır. Bunlar kişinin kendi zihninin
özgürleşmesini engellemektedir. Kişinin kendi değer yargılarını oluşturmasını ya da
sorgulamasını engelliyor. Yaşam böyle sanıyoruz. Gün gelir birinin zincirleri kopup
mağaranın dışına çıkar. İlk çıktığında güneş ile sembolize edilen iyi ideası ve diğer hakikatler
ve erdemler karşısında gözleri kamaşır.Yıllardır sanı ve noksanları yaşıyormuşuz dediğindeki
zaman dönüp aşağıdaki- mağara içindeki topluma sahte hayat yaşandığını, kendi değer
yargılarımızı oluşturmalıyız ya da erdemlere uygun yaşamalıyız diye anlatır. Ancak tüm
toplum onu yargılayıp onun topluma uygun olmadığını söylerler. Genel olarak soyun- düşünür
dünya da 2 gruba ayrılır; yarı aydınlık- tam aydınlık. Sonuçta burada soyut düşünmenin içinde
episteme dediğimiz felsefe yapmak hakikate ulaşmak dediğimiz erdemleri bilmek ve onlara
uygun yaşamak anlamında eğiliyorsak biz o zaman hakikate ermiş olacağız, mutlu olmak
denen şey budur diyor. Çünkü Antik Yunan felsefesinde en önemli unsur, kavram mutlu
olmaktı (Eudoimanya). Hem bireysel siyasal bağlamda devlerin asli görevi erdemli yurttaşlar
yani mutlu olan yurttaşlar yetiştirirsek genel bir huzur genel bir mutluluk sağlanır anlayışı
vardır.

Gölgeler dünyasında- somut dünyada yaşıyorsak duyu verileriyle yönümüzü bulmaya


çalışıyorsak bu sorgulanmamış hayatı, sorgulanmamış doğruları, bağnaz düşünceleri akıl
süzgecinden geçirmek anlamında kendini gösterecektir. Mağara alegorisinin genel ifadeleri
bunlardır.

Ruh görüşü; id hayvani yan yani arzu, istek, bedenin tatmin olması için ne varsa. Bu
dediğimizi görünür dünyaya yerleştiriyoruz. İd, ruhun bir yanı. Ruh görünür dünyayı gördüğü
için 2 evreni de bilir. Ruhun, İd yani bedene karşılık geliyor. Kavranan dünya ise süperego
olarak düşünülmelidir. Mezotes = dengeli olmak. Yani hem bedensel hemde ruhsal yanımızı
dengeli bir şekilde yaşamalıyız. Her zaman için filozofların büyük çoğunluğu ölçülü bir
yaşam önerirler. Mezotesle erdemlerden, idealardan biridir. Dolayısıyla ruh ve bedenin temel
ihtiyaçları var ise bunları ölçülü bir şekilde tatmin etmem gerekiyor.

Platon; bilgi görüşünü mağara alegorisi ile anlattıysa da ruh görüşünü de alegori ile
anlatmıştır. Bu alegoride diyor ki; bir at arabası düşünün, bu at arabasına iki tane at
koşulmuş olsun. Bu atlardan biri beyaz biri siyahtır (Freud’ da dengeyi sağlayan iki uç
arasında ego’dur. Bu da irade, akıl dediğimiz şeydir.) . Buradaki aracın sürücüsü ego’ dur.
Siyah ve beyaz at (id ve süperego) eğer tamamen siyah atın (idin) ya da tamamen beyaz atın
(süperegonun) gitmek istediği yola doğru yönelirsek yani tamamen bedenlerimizin
isteklerinin peşinde ya da tamamen ruhumuzun soylu istekleri dediğimiz onların peşinde
gidecek bir yan çizersek bu at arabası yoldan çıkar. Tamamen bedenimizin ihtiyaçlarının
peşinde koşarsak siayh at bizi yolun kenarına atacaktır. Bunları reddedip tamamen soylu
istekler (şan, şeref, onur, gurur gibi) peşinde koşarsak beyaz at da bizi yoldan çıkaracak. Ama

6
yaşamın anlamı ikisinin dengeli bir şekilde tatmin edilmesi, yoldan çıkmamak şeklinde bu iki
atın dengeli bir şekilde düz bir şekilde sürülmesiyle mümkündür. Dolayısıyla bu iş sürücü
(ego) ‘ya düşecektir. Bu da irade dediğimiz şeydir (akla düşecek). Bizden tamamen görünür
dünyaya siyah atın bize sembolize ettiği, 5 duyumuzun istek arzu tutkularının peşinde koşmak
anlamında bir yaşam önermiyor ya da tam tersi bir askerlik gibi bir inzivaya çekilen bir
mümin dindar gibi tamamen dünyanın nimetlerine sırtını dönen yönen ya da tasavvuf
dediğimiz; yani içimizdeki idealar, soyut idealler, iki üç noktayı irade- akıl denen şeyle
dengeli bir şekilde olabilir, onları da tatmin edeceksin; mutluluk, onur, şan, şeref, gurur
duymak vs bunların her biri dengeli olacak. Bu ikisinin bir aradalığı ruhun daha önce Hades’ i
görmesinden kaynaklanmaktadır. Ruh bir nedenle iki evreni de bilmektedir. Ne tamamen bu
dünyayı ne de tamamen soyut dünyayı reddedeceğiz, ölçülü şekilde yaşayacağız. Yani
mezotes (dengeli olmak) ile hep bu söylenmek istenmiştir. (ruh görüşünü, at arabası ile
anlatmıştır.)

ARİSTOTELES

Platon’ un en sevdiği öğrencilerinden biridir. Platon’ un “Akademia” sına giriyor. Orada iyi
bir öğrenci, sonra iyi bir hoca oluyor. Beklentisi, bu okulun başına kendisinin geçeceği iken
Platon böyle bir şey yapmıyor. Aristoteles’ te bunun üzerine “Likiyon” denen kendi okulunu
kuruyor. Bu okulda farklılık vardır. Okulun diğer adı “Peripatoscular” dır. Peripatos,
yürüyerek ders anlatmak, yürüyerek bilgilenmektir. Aristoteles’ in ders anlayışı budur. Soylu
aileden gelmektedir. Büyük İskender’in hocalığını yapmıştır. İskender ölünce ortalığın
karışması nedeniyle orayı terk ediyor. Çanakkale’ de Asosyani (Behramkale) köyünde bir süre
yaşamıştır.

Aristoteles’ in eserlerine baktığımızda siyaset, hitabet, sanat, etik anlamında, varlık üzerine,
mantık üzerine farklı alanlarda bir çok kitap yazmıştır.

Aristoteles ve Platon arasındaki temel fark en başında işleyiş tarzıdır; yazmak anlamında, bir
konuyu irdelemek anlamında. Platon diyaloglarında her zaman için bir şekilde farklı farklı
konulardan geçerek geniş yayılımlı bir şekilde derdini anlatmaya, analiz yapmaya çalışırken,
Aristoteles’ in temel özelliği her eserinde temel bir konu bulup onun üzerine yoğun bir şekilde
işleyerek çalışmıştır. Organon, sadece mantıkla ilgili olan mantık kitabıdır. Sofistlerin yanlış
çıkarımları, nasıl ki zamanında Sokrates ile Platon sofistlerle mücadele etmişti (sofistler;
hakikat aramaya gerek yoktur, oluş vardır, dolayısıyla oluş denen şey sürekli aynı kalmamak
değişime uğramak demeyi savunur). Aristoteles’ te benzer şekilde hakikat aranmaz diyor
sofistlerle hakikatin varlığı çerçevesinde uğraşmıştır. Sofistlerin Yanlış Çıkarımları Üzerine
isimli eserinde de sofistlerin “safsata, relativizm” denen kavramla mücadele etmiştir.
Metafiziki ve Fizik eserlerinde ontoloji yani varlıkların ne olduğu üzerine 2 temel eserdir.
Fakat metafizik derken, metafizik kitabına ismini veren öğrencisidir (metafizik → fizik
sonrası demek). Temelde bu iki kitabı Aristoteles’ in varlık üzerine, ontoloji üzerine, var
olanlar üzerine yazılan bir kitaptır. Zooloji; hayvan, bitki, canlıların anatomik ve fizyolojik
yönlerini inceliyor. Ruh Üzerine; psike denilen yahut psikoloji dediğimiz, psike ruh üzerine
adlı eseridir. Sadece ruhu inceliyor. Nikomakhosa Etik, Eudomos (mutluluk) Etik ve
Büyük Ahlak kitapları da etik üzerine yazılan kitaplardır. Tamamen politika üzerine olan
Politika, Politeia ve Atinalılar Devleti eserlerini yazmıştır. Retorik ise hitabet sanatı, Poetik
ise sanat öğretisi üzerine yazılmıştır. Sanat öğretisi kitabı sanat felsefesi ile ilgilidir.

7
Bunlardan çıkardığımız üzere Aristoteles çok yönlüdür, her ilgilendiği konuyu, kavramı, alanı
sadece onun üzerine giderek ve onun üzerine yazarak çalışmıştır. Bu yüzden de onun
büyüklüğü karşımıza çıkar. Genel olarak, tüm felsefe tarihi Aristoteles ve Platon’ un
yazdıkları üzerine yapılan atıflardan başka bir şey değildir, denilmiştir (Whitted). Yani
esasında söylenebilecek olan, yazılabilecek olan her ne varsa Platon ve Aristoteles tarafından
söylenmiş ve yazılmış demektir. Çünkü her ne kadar alanımız olmasa da bir makale
incelediğimizde muhakkak Aristoteles ve Platon’ a atıflar vardır.

Aristoteles’ i Aristoteles yapan temel özelliklerden birisi bilimsel etkinlik, bilimsel düşünce
dediğimiz şeyin ön plana çıktığını görmekteyiz. Yani deney ve gözleme yoğunlaşmıştır. Bir
şekilde tekrar eden, çevresinde var olan, her defasında aynı şekilde sonuçlanan, bir şekilde
nedensellik zincirlerini bulmaya çalışan ve her etkinliğin özüne de akıl, düşünme, akıl
süzgecinden geçirme denen şeyi merkeze almaktadır. Bu nedenle de organan (alet), bir şekilde
bilimsel düşünme, bilimsel etkinlik denen şeyin aleti (izlenen yol olarak düşün) mantık ile
olacağı, zihin gücünün çalıştırılmasıyla olacağını ön plana çıkıyor. Düşünmenin ilkelerini
ortaya koyuyor, Organan kitabıyla. Çünkü bilimsel etkinlik demek aklın işleyişini, mantığını
kavrayabildikten sonra ancak gelişecektir. Ve özellikle de deney ve gözlem anlamında da ön
plana çıkar. Bu, Aristoteles’ in bilimsel düşünce anlamındaki temel özelliğidir.

Aristoteles’in kendi okulunu kurması dolayısıyla hocasını geçmek istemektedir. Bunu da


görüşleriyle, ileri sürdüğü bilgi zincirinde farklı bir şeyler söylemek durumundadır. Ancak
çoğu eseri özellikle siyaset anlamında, pek de farklı şeyler söylememiştir. Aynı şekilde etik
konusunda da farklı şeyler söylememiştir.

Hakikat denen şey Platon’ da idealar, kavramlardı. Ve ideaların, kavramların numen yani
düşünce dünyasında olduğunu söylemekteydi. Bunları yansıması görünür dünyada olduğunu
söylemekteydi. Platon bunu yaparak 2 farklı dünya ortaya koymuştu. Yani somut nesnelerin,
oluşun olduğu görünür dünya ayrı bir dünya, bir de soyut diyebileceğimiz düşünür olanların,
kavramların, ideaların iki farklı dünyada yaşadığını söylemiştir. Hakikat denen şeyin de
diyalektik bir süreç izleyerek, görünür dünyadan yani mağaradan çıkıp güneşin ışığına,
hakikate giden bir süreç olduğunu söylemiştir. Bunu da herkesin başaramayacağını
söylemiştir. Nesnenin somut olarak kendisi görünür dünyada, ideadası başkada , iki farklı
dünya. Biz buna özle görünüşün iki ayrı alanda var olduğunu söylüyoruz, Platon adına.
Aristoteles ise burada keskin bir ayrım ortaya koymuştur. Çünkü hakikat arayışında özle
görünüş denen şeyin iki ayrı dünyada değil, bir arada olduklarını söylemiştir, Aristoteles.
Temel farklılık budur. Yani her somut nesne özünde formunu, ideasını, kavramını kendi
içerisinde taşımaktadır. Çevremizdeki somut nesneler bir şekilde, şekil-form almış yani kendi
özünü içinde taşıyandır. Var olan dediğimiz şey şekil-form ile maddenin bir aradalığıdır. Biz
buna hilemorfik yapı diyoruz. Morf → şekil, form, idea demek. Hile → yunanca madde
demek. Yani her şekilde Platon’ un dediğinin tam tersi özle görünüşün yani madde ve formun
(madde ve ismin) (madde ve kavramın) (madde ve ideanın) bir arada olduğunu söyler.
Esasında var olan dediğimiz şey oluş halinde olandır, der. Şu anlama geliyor; oluş halinde
olan dediğimiz şey olmakta olan, başka bir şey olma olanağını da yani potansiyelinde kendi
içerisinde taşıyan demektir. Mesela bardak kırılabilir, eritilebilir yani silisyum ya da silis
dediğimiz camın ana maddesi olan madde kül tablası, pencere camı olabilir. Yani görünüş-
form oluş halindedir ama olmakta olan dediğimiz şey yada oluş dediğimiz şey nedenleri
bilmektedir. Nedenlerin de 4 aşaması vardır. Bunlar ortaya konulunca oluşu anlayabiliriz
diyecek. Bu 4 unsur; (oluşun nedenleri)
8
1. Maddi neden → Ortada somut olarak bir şey olmalı. Toprak mesela. En başta maddi
unsur olmalıdır. Çünkü, hilemorfik madde ve formun bir arada olma özelliği oluşu
karşımıza çıkarır.
2. Formal neden → Formu, şekli olmalı
3. Eleksellik → Bu ne için yapılıyor, bir amaç için yapılıyor.
4. Fail (Etkin) → Bu işi yapan kişi aranıyor.

Örnek → 40 kg kum alınması, maddi bir nedendir. Fakat formu ne? Burada sanatçı
dediğimiz, etkin kişi olan vatandaş ortaya çıkacak. Bu nesnenin form kazanması gerekiyor. Bu
bir heykel olabilir. Sanatçı formun ne olacağını en başta zihnimde düşünüp biliyor. Ona şekil
verecek. Bir ereği (amacı) var. İsterse ün isterse para amacı olsun. Sonuçta oluş denilen bu 4
unsur bir araya gelince kendi gösteriyor. Çünkü özellikle bilimsel etkinlik nedir diye
sorduğumuzda deney ve gözlemde bahsettik (Aristoteles için), nedenleri bilmek demek
bilimsel etkinliktir diyecek. O yüzden de oluş dediğimiz şey yani özle görünüşün bir aradalığı
olarak karşımıza çıkan şey de 4 neden üzerinden ete kemiğe büründüğü söyleniyor. Biraz
daha açarsak; her madde kendi içerisinde bir potansiyel taşımaktadır, bir şey olabilmek, bir
şeye değişebilme yani durumdan duruma geçebilme, özü değişmediği halde formu değişiyor.

Biraz daha açarsak; her birimiz insanız. Fakat geri dönük olarak biyolojik olarak dahi
baktığımızda yani doğduk, yeni doğan deniliyor. İsim, kavram ya da şekil, form bebek var.
Bebek maddi olarak küçük, 2.600 gr vs karşımıza somut olarak çıksa da kavram olarak bebek
diyoruz. Biraz büyüyünce içine taşıdığı, çocuk olma potansiyelini taşıyor. Zaman geçince
çocuk deriz. Biraz daha zaman geçiyor o beden genç oluyor. Daha sonra orta yaşlı, daha sonra
ölüyor. Ama her defasında öz dediğimiz insan olma özü her defasında kendi içerisinde taşıyor,
fakat formu değişiyor (ismi değişiyor).

Ya da toprağı düşün. Toprağın her defasında biz ya da ustanın en başta form olarak düşünüp
tuğla, heykel, çanak- çömlek yapacağım diyip onu form- şekil yapacaksak bunu en başta
zihinde düşünüp ona verdiğimiz form söz konusu. Fakat o toprak olma hali, cam olma hali
yani öz değişmiyor. Ama her defasında özle görünüş bir aradadır. İşte temel fark dediğimiz
budur.

Platon iki ayrı evren çizerken Aristoteles ise bu ikisini bir araya getiriyor. Madde ve form bir
aradadır, der. Biz buna hilemorfik’ tir diyoruz.

Aristoteles’ in ahlak anlamındaki görüşleri; (pek farklılık yok) merkezde iyi ideasını alıyor.
Nikomokhossa Etik ve Eudomos (mutluluk) (Eudomanya) Etiği. İnsanların mutlu olması
doğrudan doğruya yine hocasının söylediği iyi kavramına karşılık geliyor. Burada iyi
dediğimiz şey esasında mutluluk (Mutluluk =iyi ideası). Platon’ dan farklı bir şey demiyor,
burada. Mutluluk bir şekilde aklın işleyişi ile ilgilidir. Ben aklımı nasıl kullanırsam o kadar
mutluluğa yani iyiye ulaşabilirim der. Fakat akıl denilince aklı 2 kısma ayırmaktadır. Etkin ve
edilgin akıl vardır. Etkin akıl, Tanrısal bir pay almayla ilgilidir diyor. Etkin akıl aynı zamanda
doğrudan doğruya, bizlerin düşünce erdemleri dediğimiz şeyle ilgilidir. Bu ayrımı Aristoteles
şöyle yapmaktadır; esasında mutlu olmak etkin akılla ulaşılabilecek bir şeydir. Fakat mutlu
olmanın çok farklı öğesi vardır. Mesela mutlu olmaya şanslı doğum diye bir etken koyuyor.
Sadece akıl kapasitesinin yeterli ya da güçlü olma anlamında, iyiye yani mutluluğa ulaşmak
kimi zaman yetersiz kalabiliyor. Şu anlama gelir; şanslı doğum derken→Kanada’ da
doğsaydık yahut ailemiz iki kuşak önce oralara gitseydi ya da Sabancı ailesinde doğabilirdik.
O zaman mutlu olmak, iyi olmak illa ki maddi bir şey olmasa da diyelim ki insan hakları ve
9
hukuk, temel hak ve özgürlüklerin sağlam yasalarla korunduğu kendimizi iyi hissetmek
dediğimiz, mutlu olmak dediğimiz ortam da şanslı doğum ile ilgili olabilir. Fakat Çad,
Uganda, Moğolistan’da da değebilirdik. İşte mutlu olmanın bir unsuru da şanslı doğumdur
derken bu kast ediliyor. İçinde doğduğumuz sosyolojik yapı, ekonomik yapı her ne ise bir
ölçüde bizim mutluluğumuzu belirleyen unsurlardan biri budur. Ya da zeka anlamda
düşünürsek; ana baba IQ’ su yüksek olsaydı onların genlerinden zeka ortamında iyi olacak
etkilenecektir. Bu da ana-babaya, aileye, içinde doğulan topluma, toplumun
eko-sosyal-kültürel yapısına göre doğduğumuz ortam aynı zamanda iyiyle mutlu olmayla
doğrudan bağlantılıdır, der. Fakat etkin akıl dediği şey tanrısal pay alanı akıl dediği şey benim
bir şekilde iyi olana doğru yönlendirilmesi de gerekecektir. Her ne kadar şanslı doğum ya da
talih denen şeye etkin akılında yoğun şekilde kullanması gerektiğini söyleyecektir. Biz buna
diyonatik etik yani düşünce erdemleriyle ulaşmak diyeceğiz. Bir de alışkanlıklar, yapa yapa,
tekrar ede ede kazanılanlar var. Bunlarda bizlerin karakter, etik erdemler dediği unsurlar
olarak karşımıza çıkar. Burada yata yata, tekrar ede ede dediğimiz şey şudur; bir şekilde
tecrübe edinerek ve burada da temel bir kavram olan “altın oran” denen şeyi yakalamak
önemlidir. Altın oran her zaman geçmişte bir çok filozofun söylediği gibi ya da Platon’ un ya
da Sokrates’ in söylediği gibi yine orta olmayla, ölçülü olmayla ilintili bir şeydir. Yani diyor
ki; karakter erdemi yapa yapa, tekrar ede ede, alışkanlıklarla, yatkınlıklarla ilgilidir diyor. O
zaman altın oranı nasıl bulabilirim? Altın oran; mutlu olmaksa hedefin, iyi olmaksa bildiğin
kavramlar arasındaki ortayı bulmaktır. Yani ne çok cimri ne de çok müsrif olacağım, cömert
olacağım. Çünkü cömert kişi nerede, ne kadar, nasıl harcamasını gereken, bilen kişidir. Ya da
aşırı atılgan, her şeye zıplayan gösteren şey cesaret midir ya da ucuz kahramanlık mıdır?
Ortayı bulmak, yaşama tecrübesi ile ortaya çıkacak olan bir şeydir. Diyonetik denilen düşünce
erdemi ile ortaya koyamayız, yaşayarak deneyim ede ede kazanılan şeylerdir. O yüzden bir
köle ya da kadına “aklı yetersiz” denilen edilgin akla sahip olan kişilerin bir şekilde etkin akla
sahipçiler tarafından yönlendirilmesi, eğitilmesi hep ön plana çıkacaktır.

Tecrübe → altın oran, orta olma hali, mezotes (ölçülülük) denilen erdemi kazandıracak. Ama
tecrübe edinilerek. Aristoteles için deney ve gözlemi ön plana çıkarmıştır, dedik.

EPİKÜR

Hedonizm = Haz , Acısızlık

Epikür mutsuzluğun sebebini ölüm olarak görüyor.

Ölüm beni bulacaksa ona doğru gidiyim ki korkularım geçsin. Aksi halde bu korku beni
mutsuzluk ediyor.

Ölüm ve Tanrı korkusu mutsuzluk nedeni diyor.

Okulu → Kepos (Yunancada bahçe)

Epikür, hedonizmi acısız olarak değerlendiriyor. Aç kalmamak, üşüşümemek ve susamamak


olarak düşünüyor.

İhtiyaca baktığında doğal ve zorunlu olanı karşıla. Bedenin ne kazanıyorsa o seni mutlu eder.

10
Böyle bir yaşam ilkesini benimseyerek yaşıyorlar. Toplumdan kopuklar.

Manevi anlamda → ruhsal olarak tatmin edenin dostluk olduğunu söylüyor ve bu dostluğun
karşılıksız olduğunu söylüyor. Beklentiye girmiyor, bahçedeki kimse.

Fatalizm = Kadercilik

Epikür, kader anlayışına karşı. Kaderi biz değiştirebiliriz diyor.

İndeterminizm = keder anlayışına karşı

Epikür → irade varsa, benim ruh dinliğini bozacak ne varsa kaçarım. Tanrı için o kadar büyük
bir kavram senin peşine düşmez diye düşünüyor.

Az yetinmenin yolundalar.

STOA

Zenon aklımıza gelecek. Mutlu- huzurlu- bilgece yaşam nasıl sağlanır.

Apati → Duygusuzluk halinin mutlu olmak olarak değerlendiriyorlar. Burada duygusuzluk ile
kast edilen iç huzur, dinginliktir.

Patatik → aradıkları şey Duygu demek.

Başımıza gelen her neyse doğal ve Tanrı kaynaklıdır. Bu nedenle bundan mutlu olacağım.

Arzu ve nefret bağlamında apaticiler bunlardan uzak durmak ister, ancak bu kadercilik
bağlamındadır.

(Arzu derken; haz, güzellik-çirkinlik, zenginlik-yoksulluk)

Stoacılıktan Romalılar çok etkilenmektedir. Romada Cicero var. Roma uygarlığı tarihinde
zenginlik, savaş, yol, mimari, kölelerde var.

Akıl dışı olandan uzak durmak gerektiği söylenir.

Stoacılık → apati kavram (duygusuzluk)


Epikür → ateraksiya kavramı (acısızlık)

11
YENİ PLATONCULUK- PLOTİNOS

Yeni Platonculuk dendiğinde aklımıza ünlü düşünür Plotinos gelecek. Plotinos’ un fikirleri;
yeni Platonculuk denilen durumla ilgili. Platon, görünür ve düşünür dünyadan bahsediyordu.
Görünür dünyanın oluşum, değişimin, dönüşümün yani somut dünyanın varlığı olduğu
anlamına geliyordur. Düşünür dünya dediğimizde ise soyut bir dünya dediğimiz diyonenya ve
epistemanin felsefe yapmanın ya da düşünme üzerine düşünmenin olduğu yer olarak bize
ifade etmiştir. Asil olanın, gerçek olan hakikat olan erdemlerin olduğu, felsefe yapmak.
Epistema yapmak dediğimiz en üst basamak olan idealar düzeni olduğundan bahsetmiştir. En
yüksek idea iyidir. Bu da mağara alegorisinde sembol olarak güneşe benzetilmiştir. Bu iki
evren arasında ciddi bir şekilde pay alma dediğimiz temel bir kavram ile ifade ettiğini, böyle
bir bağın olduğunu söyledik. Genel çerçevede bir şekilde oluşum, değişimin olduğu yerin
kötü, düşünmenin ideaların aklın hakimiyetinin olduğu düşünülür dünyanın da daha makul
olduğunu kısaca söyleyebiliriz (Platon için).

Plotinos’ da doğal olarak Platon’ un genel bilgi ve görüşünden hareketle, varlık görüşünden
hareketle, buna benzer şeyleri yoğun şekilde kendi sisteminde de kullanmıştır. Dolayısıyla
Plotinos’ tan bahsediyorsak, Plotinos’ un varlık hiyerarşisinin Platon’ un bilgi –varlık
görüşüyle doğrudan bağlantılıdır. Plotinos, 1’ den bahseder. 1’ de Yunanca da “hen” demektir.
1 derken Plotinos, Platon’ un varlık hiyerarşisinde uygun bir varlık anlayışını geliştirdiğini
fark ediyoruz. Buradaki hen yani bir (1) Platon’ un güneşine karşılık geliyor, sembolik olarak.
Plotinos, Tanrı ilk neden, en iyi olandır yani 1’ dir, der. Ve bu 1 asla akılla kavranabilen bir
şey değildir. Niteliksiz, zaman ötesinde, cisimsiz, şekilden bağımsız olarak karşımıza çıkar.
Çünkü, Tanrıya karşılık geldiğine göre tanımlaması da böyle olmalıdır. Bu hen, her şeyin
üstündedir. Hiçbir şeye yönelmiyor, hareket ettiren yoktur. Bir hareket ettiren olsa Tanrı
niteliğini kaybedecektir. Bu Tanrı, Plotinos’a göre sezgi ile bir iç dünyamız ile kavranan bir
şeydir. Ancak onu sevgi sezgisiyle bilebiliriz → ekstaz (kendinden geçme). Eğer bu ekstaz
dediğimiz, kendinden geçme dediğimiz şey, bir arınma ise (katarsiz) böyle bir Tanrı’yı
hissetme, iç dünyamızda sezgi ile bilmek, sevgi ile bilmek anlamında bir sona ulaşıyor.

Plotinos, hen denilen Tanrıya karşılık gelen şeyden türüm dediğimiz taşma durumu söz
konusudur. Bu taşmada, yetkinlikten, üstün olmadan, bir olmadan (Tanrının kendisinden),
onun yetkinliğinden bir şeyler taşmaktadır. Burada asla bir eksilme söz konusu değildir.
Sonuçta bu hen’ den türüm dediğimiz taşmadan ilk oluşan şey noose yani akıl olarak
karşımıza çıkıyor. Noose, dediğimiz şey dünyadaki nesnelerden dediğimiz şey hep var ve
onlara kaynaklık yapıyor. Platon felsefesinde olduğu gibi dünyadaki tüm maddelerden,
idealardan yani noosedan pay alıyorlar. Noose bizi seyrederek kendini tanıyor. Noose, ideları
birleştiriyor ve kendisinden aşağı olan tek tek ruhlara ham kaynaklık ediyor hem de onları
örgütlüyor. Noose burada Platon’un bahsettiği düşünülür dünyadır (soyut dünya). Noose,
ideaların kendisini görmesidir. Noose hakikat dediğimiz (Platon → idea) doğru bilgiler olarak
karşımıza çıkıyor. Fakat varlığın ta kendisi değil. Çünkü asıl varlık Tanrı (hen- bir) ‘ dır.
Noosedan sonra ondan kaynaklanan ruhlar ortaya çıkmaktadır. Ruhun tanımı; bedenden önce
var olduğunu söyler. Bedeni etkileyen ve bedene yaşam veren bir güç olarak tanımlanır. Ruh
hareket ettirici, derleyen, toplayan, birlik yapan bir güç olarak ifade ediliyor. Ruh ölümsüz,
kendi kendine var. Ruhtan sonra bir taşma olarak (hiyerarşik varlık sistemine göre) madde
gelir. Yani doğa denilen, bilinçten yoksun olarak en altta olan varlıktır. Bu Platon’ a göre
görünür (somut) dünya dediğimiz somut nesnelerin olduğu oluşum, değişim, dönüşümün
olduğu madde ortaya çıkar. Plotinos’ a göre madde algılayamaz ve bilemez. Maddelerin

12
olduğu yerde zamanda söz konusudur. Zaman içinde olan madde akış, oluş, değişim, bozuluş
ve yok oluş kapsamındadır. Bu nedenle madde bölünebilir bir özelliğe sahiptir.

Hen →en üstte


(Tanrı, bir)
→ HİYERARŞİK VARLIK SİSTEMİ

Madde → en altta
(en kötü)

*Taşma- türüm, İslam felsefesinde İbn-i Sina ve Farabi’ de sudur kavramına karşılık gelir.

Plotinos ifadesine göre saf kendinde olan varlık Tanrı’dır. Madde yani kötü olan ise saf
yokluk olarak ifade edilir. En iyiden (Platon’ a göre yarı-tam aydınlık bölgesi) iyi ideasına
karşılık gelen birden, noose (akıl) oluşmaktadır. Akıldan ise ruhlar oluşmakta daha sonra ruh
taşması ile madde oluşmaktadır. Ama hiyerarşik olarak baktığımızda bir, Platon’ un bahsettiği
en yüksek idea iyiye karşılık gelmekte; en aşağıda ise madde olmakta. Bir dediğimiz şey ilk
nedendir, bu da Tanrı’ ya has özelliktir.

Noose ise okul ve idealar arasında bağlantı kurandır.


Ruh ise yaşamla bağlantılı olma halimizdir.
Madde ise doğa yani hilenin olduğu yerdir.

Plotinos’ un varlık hiyerarşisinde sürekliliği görürüz (aşamalı varlık anlayışı).

Plotinos’ un varlık sıralaması Platon’ un güneş benzetmesi ve idealar kuramı öğretisinin


değişik bir versiyonudur. Bu nedenle de bu felsefeye Yeni Platoncu felsefesi deniyor.

ORTAÇAĞ

Ortaçağ felsefesinin genel bilgi bakışı olarak 2 temel Credo’ dan bahsedilecek. “Credoqua
Absurdum Es” derken akılın alamadığı, akıl almak için inanıyorum anlamına gelen bir
credodur. Diğeri ise “Credo Udintelligam” derken birinci ilkeyi tamamlayan bu ilke, bilmenin
ilk koşulu inanç olarak gösteriyor.

Genel Özellikleri

1) Ortaçağ felsefesi, Antik Çağ, Renaissance ve modern felsefe arasında bir ara köprüdür.
Felsefe tarihi kesintisiz bir süreçtir. Ortaçağ da bu kesintisiz sürecin modern çağa olan
uzun geçişini oluşturmaktadır. Bu nedenle, Ortaçağ felsefe tarihi içinde önemli bir ara
süreçtir.

2) Ortaçağ felsefesi theosenirik bir felsefedir. Din temelli bir felsefe olup, dinsel
kavramların ışığında dinin önerme ve dogmalarını akıl yoluyla açıklayan bir
etkinliktir.

13
3) Ortaçağ felsefesinde zaman zaman duraklamalar olsa da veya felsefe dinin etkisinde
olsa da karanlık bir felsefe değildir.

4) Ortaçağ din felsefesi ve kültürü (Hristiyan ve İslam) , klasik (Helen veya Antik
Yunan) felsefeye ve kültürüne bir karşı çıkıştır.

5) İlkel ve aşağı bir kültürün, ileri ve yukarı bir kültüre karşı çıkışıdır.

6) Tanrı devletinin, yeryüzü devletine egemen olmasıdır.

7) İnancın, bilgiye üstün geldiği bir dönemdir.

8) Din adamının, bilim adamının yerine geçtiği bir dönemdir.

9) Doğa bilimlerinin araştırılmadığı bir dönemdir.

10) Düşünmenin skolastik yapıya büründüğü çağdır.

11) Felsefenin, tanrı bilimin hizmetine girdiği dönemdir. (Philosophia ancilla theologiae)

12) Yoktan varolmanın kabul edildiği dönemdir. (Ex nihilo esse)

13) İnsanın bireyselliğinin ve özgürlüğünün yok olduğu çağdır.

14) Kurtuluşun, ölümden sonraki sonsuz yaşamda arandığı çağdır.

15) Devlet adamının yerine din adamının (papa veya halife) geçtiği zamandır.

16) Kuramsal olanın yerini pratiğin aldığı çağdır.

17) Felsefenin statikleştiği dönemdir.

DESCARTES

Modern felsefenin kurucusu olarak yapıtaşı, başlatıcısı olarak Descartes Cartesian Dualism
(Cartezezus) diyeceğiz.

Hakikat nedir? Antik Yunan’ dan beri başlayıp gelen, genel geçer, değişmeyen, herkes
tarafından kabul edilen, değişmeyecek olan hakikat arayışı. Bunu arkhe arayışı, arke sorunu
çerçevesinde duyduk, gördük. Birçok filozof ana madde budur, yani her şeyin ondan türediği
şeydir dediler. Bir şekilde hakikat denen şey arayışı sürekli arandı. Özellikle Epistemolojik
olarak bakıldığında Epistemolojik olarak bu bilgi nedir, diye sordular. Ama Antik Yunan’ da
relativizm (göreceli olma) ile karşılaşılmaktadır. Durumdan duruma her şey değişiyor.
Herakleitos; bir ırmakta iki kez yıkanılmaz diyerek her şeyin değişmesi, dönüşmesinden
bahsetmiştir. Ama aradığımız şey değişmeyen aynı kalan şey, yani hakikattir. Dolayısıyla

14
relativizm beş duyunun karıştığı her şey değişim, dönüşüm halinde. Bunu filozofların bilgi
felsefesinde de işlendi.

Descartes, Antik Yunan şüpheciliğinden farklı olarak metodik bir şüpheci olduğunu
söylememiz gerekir. Descartes ‘i yapan en önemli şeylerden biri; hakikat arayışında bir metod
olması gerektiği bu metoda uygun şekilde hareket edildiğinde bir şekilde hakikatin
bulunabileceği kanısında olan bir filozoftur. Ve merkeze aklı koyduğu için de rasyonalist
olarak da bilindiğine göre bu hakikat arayışı duyulardan daha çok aklın rehberliğinde olan bir
şey olarak karşımıza çıkacaktır.

Antik Yunan’ da var olan görecelik, durumdan duruma herkese göre duyuların hakimiyetinde
olduğundan dolayı hakikat arayışının yersiz olduğunu söylendi, pragmatizme yöneldi,
dolayısıyla biz buna Antik Yunan Şüpheciliği diyeceğiz. Descartes ise metodik bir şüphe
(günümüzde bilimsel şüphecilik) olduğunu belirtir.

Filozofu filozof yapan nedir? → Descartes ; büyük bir matematikçi (kartezyen çarpımı),
filozof, hukukçu, asker, doktor kadar tıp bilgisine sahip, diyoptri denilen ışık fiziğine
hakimdir. Bu da Descartes’ in yetkinliğini göstermektedir. Uzun süre askerlik yapıyor, bu da
içinde bulunduğu aristokrat sınıfından kaynaklanmaktadır. Descartes sürekli okumuştur
(Atatürk gibi). Descartes’in Metod (Yöntem) Üzerine Konuşma kitabı “Hakikat nedir?” diye
başlamaktadır. Daha sonra kitabın 3, 4 ve son bölümlerinde bir tıp kitabı okuduğumuzu
düşünürüz.

Descartes’ in Meditasyon, Metod Üzerine Konuşma, Ruhun Tutkuları gibi kitapları


bulunmaktadır.

Ortaçağ felsefesinde tamamen göksel bir kaynağa dayanıp tüm yaşamı kutsal metinlerden ya
da ötedünyaya çalışılması gerektiğini düşünen inanç, iman kaynaklı bir felsefe tarihini geride
bırakarak aklın ışığında doğaya insana yönelip buralarda olup biteni hakikati bulmaya çalışan
bir felsefe sisteminin başına Descartes’ i koyacağız.

“Düşünüyorum o halde varım.” önermesine nasıl ulaştı? Hakikati nerede buldu


ve nerede bulacak?

Benden önce tüm felsefe tarihine baktığımda, tüm filozofların hakikat arayışına, epistomoloji
yani bilgi görüşlerine, ontoloji yani varlık görüşlerine, etik yani ahlak görüşlerine, sanat
felsefesine, siyaset felsefesine, her ne alandaki disiplin olan bu felsefelerin her birine
baktığımda birbiriyle çelişen, uyan ya da benzer olan ayrılan bin bir türlü görüş var. İlk soru
şu; benden önce ne söylenmiş? Hakikat konusunda yazılmış her ne varsa bunları okumak
gerekiyor ki benimde bu alanda araştırma yapacaksam benden önce ne söylendiğini bilmek
gerekiyor. Uzunca bir süreyi hakikat arayışı bağlamında filozofların neler dediğini okumakla
geçiriyor. Ve o sırada diyecek ki; fark ettiğim bir şey var ki o da Antik Yunan’ dan günümüze
kadar gelindiğinde hakikat konusunda bir türlü uzlaşın sağlanamamış. Herkes farklı yönlerden
bir şekilde temellendirmelerde bulunmuş. O yüzden yöntemin gerekli olduğunu söylemiştir.
Hakikat arayışında bir yöntem olmalı. Yöntem sağlam oturtulursa hakikat arayışı da sağlam
şekilde adım adım yürüyecektir, diyor. Önce filozoflar ne söylemiş kısmını değerlendirdikten
sonra Descartes şunu söyler; hakikat arayışında ciddi bir yöntem problemi vardır. Öncelikle
yöntem tespit edilmelidir. O yüzden Metod Üzerine Konuşma isimli kitabında yönteminin

15
dört adımlı bir …. (bağlantı koptu) Hakikat denen şey sağlam, tutarlı, geçerli, akli, mantıklı
bir yöntem ortaya konulursa hakikat arayışına girişilebileceğini söylemiştir. Descartes
yönteminin dört basamağı olduğunu demiştir. (Bu metodik şüphecilik dediği şeydir.)
Bunlardan birincisi şu ana kadar yaptığım okumalarda herhangi bir tutarlılık görmediğimden
dolayı bundan sonra izleyeceğim her adımda bana sunulmuş olan her ne kadar bilgi varsa
hakikate dair hiç birini doğru olarak kabul etmeyeceğim diyor. Bu birinci adımıdır. Yani
okuduğu şey üzerinde şüphe duyacağını (metodik şüphecilik- bilimsel şüphecilik), onu
incelemeden doğru kabul etmeyeceğini belirtmiştir. Dolayısıyla yapmam gereken, algı
dünyamı düşünce dünyamı mümkün olduğu kadar odaklanarak yapmam gerekiyor, küçük
parçalara ayırmam gerekiyor. Ki dikkatim, yoğunluğum, akli bakışım daha net olsun (ormana
bakarak ağacı görmek). Daha sonra bütünü oluşturmak için en küçük parçalardan tek tek
doğruluklarına emin olduktan sonra bütünü tekrar oluşturacağım. Ve daha sonra yine bilimsel
şüphecilik çerçevesinde her adımımda düşüncemin, eylemimin, doğru olup olmadığında emin
olmak üzere her defasında geriye dönüp tüm adımlarımı tekrar gözden geçireceğim
(laboratuvar ortamının her adımında tek tek geri dönüp kontrol edilmesi). Nedeni, emin olmak
istenmesidir. Çünkü hakikat arayışındayız.

1.adım → metodik şüphecilik


2.adım → inceleyeceğim konu her ne ise onu en küçük parçasına kadar ayırması
(bütünü parçalara ayırmak)
3.adım → bütünü tekrar oluşturması
4.adım → tüm adımların tekrar kontrol edilmesi, gözden geçirilmesi

Metod Üzerine Konuşma adlı kitabında; sağduyu eşit dağıtılmıştır ama herkes farklı farklı
kullanır demiştir.

“Düşünüyorum o halde varım.” (Cogito Ergo Sum)

Dönem itibariyle 17.yy felsefesinin başlangıcında olan demirbaş iki filozoftan biri Fransız
Bacon diğer ise Descartes’ tir. 17.yy felsefesi insan, özne odaklı bir felsefedir. Bu şu anlama
gelir bir şekilde Rönesans’ ı yaşayan insanlar (homolar) artık teosentrik (Tanrı merkezli) değil
homosentrik (insan merkezli) bir düşünce sisteminin hakim olduğu bir dönemden
bahsedilmektedir. Çünkü Ortaçağ’ da insanın yaşamı, insanın anlamı, evrenin yaratılışı, Tanrı
vs akla gelen her türlü insanın zihnini zorlayacak her ne ise bunu teolojik kaynaklarla
anlamlandırılan bir dönemden bahsediyoruz. Fakat Ortaçağ bitipte Rönesans’ ta yaşandıktan
sonra özellikle 17.yy felsefesi artık homosentrik felsefedir. Bu şu anlama gelir; insan akıl
sahibi bir varlık olarak ortaya çıkacak. Aklı ile dünyayı, evreni, yaşamı, kendini tanımak ve
tanımlamak durumda kalacaktır. Akla gelecek her türlü soruyu herhangi bir hazır kaynaktan
yani teolojik kaynaktan aldığı cevapla yetinmeyip aklı ile sorgulayıp buna bir cevap arama
düşüncesi 17.yy felsefesinin temel özelliğidir.

Özellikle hakikat kavramı ve arayışı Descartes’ te önemlidir. Çünkü insanın var olduğunda
beri en çok aradığı şey budur. Antik Yunan felsefesinde de yapılacak şey bu olsa da dönemin
Sofistlerin ve filozoflarını ön plana çıkardığımızda hakikat arayışının yersiz, anlamsız ve
gereksiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü karşılarına koskoca bir oluş kavramı vardır. Oluş
denilen şey olmakta olan, değişen, dönüşen, hiçbir şekilde aynı kalmayan idi. Ama aranılan
şey hakikat ise; hakikatın anlamı hep aynı kalan, değişmeyen, herkes tarafından kabul edilen
idi. Herakleitos ya da Sofistlere baktığımızda hiçbir şey aynı şekilde kalmaz, herşey

16
değişmektedir, bir ırmakta iki defa yıkanılmaz gibi örnekler verilerek bunu temellendirmeye
çalıştılar. Yani oluş varsa hakikat yoktur dediler. Özellikle Platon’ un bilgi görüşünde; onun
fenomen (görünür dünya) denilen dünyada sürekli bir oluş kavramı olduğundan bahsetmişti.
Orada sadece yansımaların olduğu, hakikatlerin yansımış olduğunu söylediği aynı ev kavramı
gibi herhangi bir fiziki nesnenin aynı kalmadığından bahsetmiştir.

Özetle; 17.yy felsefesi de hakikati ararken farklı olarak ne olduğunu çözmeye çalıştılar. Fakat
şuan iki kavram arasında olduğumuzu fark ediyoruz. Antik Yunan şüpheciliği ile Descartes’ in
şüpheciliği nedir diye sorduğumuzda diyeceğiz ki; Antik Yunan şüpheciliğinde oluş kavramı
varsa hiçbir şey üzerinde emin olamıyorsak her şey değişip dönüşmekte ise herşeye şüpheyle
bakıyoruz yani septisizm dediğimiz şey. Ama yöntem şüpheciliği dediğimiz şey Descartes ve
17.yy a aittir. Yöntem şüpheciliği derken, 17.yy homosentrik yani insan odaklı, özne odaklı,
aklın merkeze alındığı rasyonalist bir felsefe ise aradığımız şey akla doğru yolu gösterecek
bilimsel bir yöntemin olması gerekiyor ve biz buna metodik şüphe deriz ve bunu Descartes ile
başlatıyoruz. Yöntem şüpheciliğin de akıl doğal olarak bilimsel bir işleyiş içerisinde olmalı.
Dolayısıyla da bilimden, araştırmadan, gözlemden bahsediyorsak bunun metodik bir şekilde
yapılması gerekiyor. İşte hakikat arayışında metodun olması gerekliliğini savunan Descartes
bunu yapmaktadır. Descartes diyecek ki; hakikat arayışında en başta bilimsel diyebileceğimiz
bir metodun izlenmesi gerekiyor, bilimsel şüphecilik adı altında. Ve biz buna metod
şüpheciliği diyeceğiz. Bu düşünceye Descartes şu şekilde varmıştır; ben askerdim, yıllarım
askeriye de geçti, pek de üzerime kimse gelmedi ve yıllarımı okuyarak geçirdim, madem ben
hakikat arayışı içerisinde olacam benden önce hakikat konusunda ne söylendiğine dair tüm
eser ve bilgileri okuması gerektiğini düşünmüştür, o yüzden yöntem şüpheciliği ya da bir
yöntemin gerekliliği anlamında düşünceye varıyor. Bu şu anlamda okuduğum tüm filozoflarda
görüyorum ki kendi düşüncelerini ifade ederken herhangi bir yöntemden yoksun olduklarını,
bir yöntem kullanmadıklarını fark ediyor, her biri kendince düşüncesini temellendirmiş ama
bu savuruk bir şekilde herkesin kendi düşüncesini söylemesinin ötesindedir hakikat arayışı. O
yüzden hakikat ciddi bir şekilde bir yöntem aracılığı ile ortaya konulmalı. O zaman yukarıda
da bahsettiğimiz şekilde Descartes’ in yöntemi dört adımdan oluşmaktadır.

Her filozofun kendisinden beklenen 3 temel kavramın açıklanması söz konusudur. Bunlar ;
İnsan, Tanrı ve Doğa. Bunlar üzerine düşünmeden felsefe de yapılmaz. Filozofunda bunlara
dair açıklama yapması yani temellendirme yapması gerekmektedir. İnsan; düşünendir,
düşünen bir canlıdır. 17. yy özne merkezli ve rasyonalisttir. Tanrı ve Doğa da çözümlenmeli,
bunları temellendirmek durumunda kalınacaktır. Descartes; idelerden hareketle

Descartes’ in üç tane idesi vardır. Ama bu ideleri hakikati bulmak için kullanmıştır.
İdeler; (yazımları yanlış olabilir)
1. İdea İnnate
2. İdea Adventitia (dışa dünya, doğa)
3. İdea Ame İpso Facto

Descartes; bu ideler üzerinden hareketle hakikatin nerede olduğunu nasıl bulabilirim diye
soracak. (İdea İnnate daha önceki kısımlara anlattığında bu kısmı atladı) İdea Adventitia; dış
dünya, doğa demektir. Ben bir hakikat arıyorsam ve tanımımda değişmen olan, aynı kalan,
herkes tarafından kabul edilen, hep öyleydi ve hep öyle kalacak olansa; hakikat doğal
kaynaklı elde edilebilir mi, doğada hakikat var mı diye adventitia ‘ a Descartes adıyla
soruyoruz. Doğaya baktığımızda aynı Platon'un söylediği gibi fiziki dünyada her şey oluş
halinde ancak doğaya baktığımızda hakikatin tanımına aykırıdır. Hiçbir şey aynı kalmazken
17
doğaya hakim olan şey oluş ise, hakikatin doğadan kaynaklı ya da doğada bir hakikat
arayışının anlamsız, yersiz ve tutarsız olduğu kanaatine ulaşıyor. Bu durum kendi kitaplarında
uzaktan gördüğümüz kule var, o kuleyi daha önce gördük ancak çok uzaktan baktığımızda
oval şekilde görürüz, dolayısıyla adventitia’ ya yöneldiğimizde hakikati orada bulmaya
çalıştığım da duyularımın yanlış çalıştığını, farklı farklı olduğunu görüyorum. Dolayısıyla da
hakikat doğada aranmaz demiştir. İdea Ame İpso Facto dediği şey ise madem rasyonalist bir
dünya, evrende yaşıyoruz; diyecek ki acaba fikirleri, ideleri ben zihnimden kendim üretmiş
olabilir miyim ve özellikle bunu Tanrı kavramına soruyor. Madem Tanrı’ nın soruşturması söz
konusu, Tanrı denen kavramı ben zihnimden üretmiş olabilir miyim? Çünkü insan zihni
kavram üretiyor. Ünlü John Locke’ un tabula rasa dediği şey insan zihni bomboştur yani idea
innate ‘ nin tam tersi. İnsanlar dünyaya geldiklerinde tüm bilgilerle donanmış olarak doğarlar
ve bu veri amemnesis (anımsama) şeklinde ortaya çıkan şey idea innate’ dir. Ama tabula rasa
denilen şey boş levha ; zihin bomboştur, duyum kaynaklarından gelen bilgiler, bileşik ve basit
ideler şeklinde…(konu değişince cümlesi yarım kalıyor.) . İdea Ame İpso Facto’ da; bu
dünyayı evreni kurarken bazı kavramları da kendi zihnimden üretmiş olabilir miyim ? Fakat
burada Tanrı’ ya yöneldiği zaman şu fark ediliyor; diyecek ki Tanrı kavramına dair
anlamdırmaya baktığımda külli irade denilen en yetkin, en güçlü ya da başka bir ifade ile
söylenirse omnisens omnipotens dediği şey, sens bilim demek her şeyi bilen her şeye gücü
yeten Tanrı’ dan bahsediyor. İnsanı da cüzi irade yani yetersiz, kısıtlı bir iradesi var olarak
tanımlıyor. Her ne kadar insan akıl sahibi olsa da Tanrı gibi üstün bir kavramı yetersiz bir
zihin üretemez diyor, İdea Ame İpso Facto ideasında yani kendi yetersiz, kısıtlı bir zihin çok
yetkin bir ideyi, fikri, Tanrı kavramını üretemez diyor. O zaman birinciye yani idea innate’ ye
dönüyor. Tanrı o kadar mükemmel, o kadar yetkin, o kadar güçlü, herşeyi bilen, herşeyi gücü
yeten Tanrı’ nın kavramı idea innate’ dir diyor. Doğuştan kendisinin bilgisini benim zihnime
doğduğumda yerleştirmişti çünkü onun mükemmel olması ancak bunu bize gösterir diyor.
Dolayısıyla bir şekilde hakikat denen şeyin kavranmasını sezgiyle olduğunu söyleyecek.
Çünkü herhangi bir inançlı insandan bahsedersek hangi dine mensup olursa olsun Tanrı
sevgisini, inancını iç dünyasında, kendi iç ruhuyla doğrudan doğruya hisseder.

BEN → TANRI → DOĞA

Mantıksal ve Rüksiyon

Tüm 17.yy felsefesinin özne odaklı yani rasyonalist olduğunu söyledik. Hakikat
soruşturmasında yoluma devam etmek istiyorsam; aradığımız şey şu üzerinde hiçbir şekilde
şüphe etmediğim hep olduğu gibi kalan hiç değişmeyen bir hakikat unsuru arıyorum. O
zaman tüm bu zihin aktiviteleri, tüm bu soruşturların sonunda doğadan şüpheleniyorsa (idea
adventitia ile irdelendi) , kimi fikirlerin zihnimden üretip üretilmediği konusunda da
ilgilendim , bir de Tanrı’ yı buldum sadece ama hakikat kavramını ben nasıl üreteceğim kendi
kafamda . Dolayısıyla tüm bu zihinsel aktiviteleri yaparken fark ettim ki düşünmekte
olduğumdan asla şüphe duymadım. Buradaki BEN ifadesi; akıl, zihin, bilinç anlamına
gelmektedir. Bu ben, cogito ergo sum önermesindeki ben’ den bahsi geçen kişi. Her tek kişi
düşünüyorum o halde varım demek durumundadır. O halde düşünüyorum o halde varım
önermesi bir hakikattir. Düşünmüyorum demek bile bir düşünmedir.

18
Mantıksal ve rüksiyon nedir? → Üzerinde emin olunan kesin bir önermeden
(düşünüyorum o halde varım önermesi) çıkarılacak önermelerde kesinlikle doğrudur.

Düşünüyorum o halde varım önermesi ile Descartes sağlam bir dayanak bulmuştur. İnsan yani
ben düşünme özü ile var olan bir hakikatim, beni farklı kılan hakiki yönümü gösteren şey
düşünüyor olmam yani bilinç sahibi akıl sahibi olmamdır. Düşünüyor olmam da Tanrı
kavramını da bir şekilde kanıtlıyor olması gerekecek. Dolayısıyla Tanrı bir şekilde idea innate
olarak mükemmel olan (mükemmel Tanrı fikri) Tanrı kendisinin bilgisini benim zihnime
yerleştirdi; Tanrı’ yı da böyle biliyorum çünkü sezgisel olarak biliyorum. Düşünüyor olduğum
sezgisel olarak kanıtlandı, doğrudan doğruya düşünmek halindeyiz. Doğrudan doğruya da
Tanrı inanmak bağlamında içimde hissediyorum ya da iman kavramı çerçevesinde biliyorum.
Dolayısıyla mantıksal ve rüksiyon bir şekilde Descartes’ in söylediği gibi ilerliyor anlamına
geliyor. Hatta şu da olabilir; Tanrı hala idea ame ipso facto olabilir mi, Tanrı kavramını
zihnimden üretmiş olabilir miyim? Orada bir açık kapı bıraktı bu bağlamda olmamazlığı
anlamında, benim aklım yetersiz, kısıtlı dedi; o yüzden mükemmel olan bir Tanrı fikrinin
kısıtlı, yetersiz bir aklın üretmesi de zor demiştir. Ancak şu da var; dönem itibariyle geriye
dönüldüğünde yakılan Giordano Bruno var ya da dünya dönüyor Galileo var ki Galileo aforoz
edilmemek için dünyanın dönmediğini söylemiştir. Bu bağlamda BEN, TANRI, DOĞA ‘ da
doğa da bir şekilde benim zihnimde, dünyamda yerimi bulması gerekecek. Diyecek ki ben
Tanrı kavramı aracılığıyla doğayı tanıyor ve biliyor olacağım. Tanrı’ nın mükemmel
olmasından dolayı doğayı da bana sunan O’ dur diye doğa üzerinde de insan zihnini yoran
soruların cevabını almış olacağımızı söylemiştir.

Cogito Ergo Sum denen şey; düşünüyorum o halde varım önermesi Descartes ‘in hakikat
dediği ilk basamaktır. Herhangi bir ortalama zihinsel sağlığa sahip her tek kişi düşünmeden
yapamaz, düşünmek bizim en temel özelliğimizdir. Bu reddedilirse, yanlış sanırsa hakikat
olmaktan çıkar ama bu bir hakikattir diyor, Descartes.

Descartes’ in aradığı şey, üzerinde hiçbir şekilde şüphe duymayacağım şey düşünmekte
olduğumdur. Sürekli düşünme halindeyiz.

Descartes ruh- beden konusunda ne söylemiştir? → Descartes, düalizm (ikilik, ikicilik)


kavramının yaratıcısıdır. Yani ruh ve bedendir. İnsan ruh ve bedenden ibarettir. Ama töz (öz,
varlık) anlamında düşündüğümde sonlu ve sonsuz bir tözden bahsediyor. Sonsuz töz Tanrı’
dır. Tüm pozitif anlamdaki ifadeler Tanrı’ ya atfedilir (mükemmel, herşeyi bilen, herşeyi
yaratan vs) ve bu onu sonsuz töz olarak karşımıza çıkarmaktadır. Sonlu töz ise insandır; ruh
ve bedenden oluşur. Düalizm dediğimiz şey budur. Descartes’ in ruh olarak dediği şey, BEN
kavramına gönderilen akıl, zihin ve bilince karşılık geldiğine göre buradaki ruh res cogitans
denen şey cogito düşünmek yani insan, ruh olarak bahsediyorsak bu akıl, bilinç kavramına
karşılık gelir ve onun özü de düşünmektir. Res ekzantema dediği şey bedenime karşılık
geliyor, yer kaplayan şey, varlık, var olan anlamındadır. Bu genel çerçevede bu ikili hala
düalizm diyoruz.

→ Descartes düşünüyorum o halde varım önermesi bir hakikattir dedi. Ünlü filozof Gassendi
Descartes’ e mektup yazarak “Yürüyorum o halde varım.” önermesi de bir hakikat midir diye
soru soruyor. Üzerinde hiç bir şekilde şüphe etmediğim, o anda akli, zihni, bilinçli olarak
düşünmekte olduğumun farkındayım bu bir hakikattir diyor ise, ikinci önerme yürüyorum o
halde varım önermesinden yürüdüğümüzün bilincinde miyiz değil miyiz? Bilinçsiz bir şekilde
19
yürümeyiz, bu nedenle de düşünüyor olman ile yürüyor olman arasında hiçbir farkın
olmadığını söylüyor Descartes. Çünkü o anda bilinçli bir haldesin o anda, adım atıyoruz ve
bunu bilinçli bir şekilde yapıyoruz. Aynı şekilde düşünürken de bilinçli bir durumdasın,
farkındasın doğrudan doğruya. Kendisi buna apaçık bilgi diyor. Apaçık bilgi; hiçbir duyu
verisi ile karışmamış olmak, doğrudan doğruya biliniyor olmak, sezgisel olarak bilmek
demektir.Yani yürüyor olmak, uçuyor olmak, içiyor olmak gibi her ne yapıyorsak bu o anda
bilincimizde sezgisel olarak biliyorsak, farkındaysak, hiçbir farkı yoktur diyerek cevap
yazıyor.

SİYASET FELSEFESİ

Siyaset felsefesi denilince aklımıza iki temel soru gelir ve bu soruların analizi üzerine yapılır.
Siyaset felsefesinde birinci soru her zaman şudur; devlet nedir, devlet gerekli midir, devletsiz
toplum mümkün müdür? İkinci soru ise; kimler, neden, neye dayanarak bizler hakkında karar
alırlar? Yani doğrudan doğruya iktidar soruşturması. Bu şu anlama gelir; eğer ki bir devlet
yapılanması varsa yönetici var demektir, yöneticinin oraya nasıl geldiğini merak ederiz;
demokratik yolla mı geldi, darbe yapıp kendisi mi geldi, diktatör mü, krallık mı, teokratik mi
gibi doğrudan doğruya iktidarın soruşturulmasıdır. Neye dayanarak bizler hakkında bir karar
alır, yani bir anayasal düzen midir, ferman benim fermanım mıdır diyordur? Bir şekilde
toplumun yönetilmesine dair kararlar alır. O zaman bu iki soru devlet nedir, devletsiz toplum
mümkün müdür sorusundan sonra kimler, neden, neye dayanarak bizler hakkında karar alırlar,
iki temel sorunun bir de felsefenin işleniş tarzı olarak diyeceğiz ki buradaki kavramlar nedir?
Günlük dilde sürekli ihtiyacını duyduğumuz ya da olması gerekir diye düşündüğümüz temel
kavramlar var. Bunlar adalet, eşitlik, özgürlük, mülkiyet, temel haklar vs. Bu kavramların
incelenmesi, tartışılması da siyaset felsefesinin özünü oluşturuyor. Platon, Hobbes, Locke,
Rousseau ve Lozik diye filozofları işleyeceğiz. Her birinde bu temel sorularını, kavramların
nasıl nitelendirdiklerini anlamaya çalışacağız.

PLATON

Siyasi görüşlerinin de eğitim kavramı çerçevesinde gelişmiştir. Devlet denen şey doğal mıdır,
yapay mıdır sorusu vardır. Platon buna en başta şöyle cevap veriyor; devlet denen bu bir
şekilde ne geniş, en etkin, en güçlü kurumsal yapı dediğimiz devlet doğal bir oluşumdur diyor.
Çünkü neden, onu da insan doğasına bakarak söylüyor. İnsanlar ihtiyaçlarını karşılamak üzere
bir araya gelirler. Çünkü insanoğluna baktığımızda yaşama dair tüm ihtiyaçlarını tek başına
karşılayamaz bu nedenle insanlar bir araya gelirler ve o toplumda iş bölümü oluşur. Bu şu
anlama gelir; yaşamımızda giyimden kuşama, yemeden içmeye herşeye dair tüm ürünleri
başka insanlar yapıyor.

Buradaki en önemli kavramlardan biri, adalettir. Adalet nedir sorusuna baktığımızda, Platon
için adalet herkesin işini en iyi şekilde yapmasıdır diye tanımlar. Yani yokluğundan
bahsettiğimiz şey. Platon’ un tanımındaki “en iyi” derken, Platon’ un bilgi görüşüne
baktığımızda en yüksek idea iyi ideasıydı ve iyi ideasının yansıması önemliydi.

Platon’ un siyasi görüşlerini öğrenmek için iki tane demirbaş kitabı olan, DEVLET ve
YASALAR (Nomoi) kitapları okunmalıdır. Devlet kitabının özelliği; siyasal tarihte ilk örnek,
ilk prototip komünist sisteme karşılık geliyor. Fakat Devlet kitabı ile Nomoi kitabı

20
karşılaştırdığımızda Platon’ un yaşamının 30-40 senesini bu iki kitap arasına yerleştiriliyor.
Devlet kitabını gençlik dönemi kitabı olarak düşünürsek, Nomoi’ de yaşlılık-olgunluk dönemi
bir eseri olarak düşünürsek iki kitap arasında düşünce olarak ciddi değişiklikler olduğu
görülecektir. Çünkü bu iki kitap arasına önemli bir kavram giriyor; İNSAN DOĞASI
kavramı. Bu yaşam süresi içerisinde Platon diyor ki; ben insanı daha iyi tanıdım, insanın
doğasını daha iyi çözdüm bu yüzden Devlet ‘te söylediğim görüşlerimi Nomoi’ de
değiştiriyorum. Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, hem kendimiz için hem de diğer tüm
insanları gözlemlerken her zaman bu kavram göz önüne alınmalıdır. Geriye dönüp
baktığımızda İlkçağ filozofları “ insan her şeyin ölçüsüdür” diyordu; insan her şeyi yapabilir.

Platon’ un eğitim kavramını ön plana çıkarırsak, bir şekilde eğitime çok önem veren, bilgiye
çok önem veren Platon toplumsal sınıfları da insanların eğitim durumlarına göre belirler.

Platon kral filozofu nasıl ortaya çıkardı? → Bir toplumda zihinsel ve bedensel olarak en
iyileri nasıl seçerim diye bakıyor. Çünkü bir toplumun yönetilmesi, iyi yönetilmesi en bilge
kişiler tarafından yapılması gerektiğine göre diyecek ki, en iyileri nasıl seçebilirim. Bunun
için önce insanları koşturuyordu (olimpiyatlar bu nedenle Antik Yunanda başlıyor) ve en başta
fiziken bedenleri en iyi olanları bulmak gerekiyor. Bedensel olarak en iyileri alıp, zihinsel
güçlerine zeka düzeylerine bakarız. Bunları alacak yarı aydınlık dediğimiz alanda matematik,
astronomi, geometri gibi soyut bilimleri öğrettikleri uzunca bir süreç oluyor. Burayı da
geçenler kral filozof oluyor. Yani o toplumda zihinsel ve bedensel olarak en iyileri kral filozof
yani yönetici yapıyor. Diyeceğiz ki güvenlikle ülke çok önemli olduğuna göre şu anda
güvenliği sağlamak üzere ne yapılabilir? Biraz önce bahsedilen bedensel olarak en iyileri
vardı, bunları zihinsel eğitime tabi tuttum ancak bunu başaramadılar, doğal olarak o toplumda
bedensel olarak en iyileri de koruyucular sınıfına ayırıyor. Güvenlik her durumda her şartta
insanın ya da bir devletin en çok ihtiyaç duyduğu temel kavramdır.

Şu ana kadar yöneticileri yani kral filozofu belirlemenin, bedensel olarak en yetkin kişilerin
koruyucu olarak belirledik. Yukarıda bahsettiğimiz toplumun tüm ihtiyaçlarının üretilmesi söz
konusu olduğuna göre üreticileri de belirleyeceğiz. İşte oluş dediğimiz dünya da yani fenomen
dediğimiz kısımda yığınlar kitleler var dedik ya sayısal olarak çok olanlar yani esnaf ve
zanaatkarlar yani tarımla uğraşanlar, işte bu kısımda da üreticiler sınıfı ortaya çıkıyor. Fakat
unutmamamız gereken bir şey var; Antik Yunan da neredeyse yüksek oranda sayısal oranda
büyük bir köle sınıfı vardır. Her ne kadar sınıfların ayrımı kral filozof (yönetici), koruyucular
(güvenliği sağlayanlar), üreticiler (toplumun genel olarak temel ihtiyaçlarını karşılayan sınıf
yani kalabalık sınıf) var olmasına rağmen genel olarak da sayısal olarak çok yüksek oranda
Antik Yunan toplumunda köle sınıfı da mevcuttur. Sınıflar belirlendi ve burada karşımızda
şöyle bir şey çıkıyor; özellikle Devlet kitabına baktığımızda kral filozofların ve koruyucuların
evlenmesini ve mülk edinmesini yasakladığı görülmektedir. Daha sonra bunu Nomoi
kitabında kaldırıyor, çünkü insan doğasına bakınca bunun böyle olmaması gerektiğini
düşünüyor. Bu iki sınıfın evlenmesini yasaklamasındaki temel hedef şu; bu sınıflar evlenirse
temel amacı olan nepotizm ‘i engellemek için bunu yapmıştır. Yani günümüzde torpil denen
ya da adam kayırma dediğimiz durumu ortadan kaldırmak için yapıyor. Diyor ki; yöneticiler
evlenip çocukları olursa elbet ki bunlar devletin makamlarına kendi çocuklarını kendi
soybağından olan kişileri getirecektir. Ve bunun insan doğasına uygun olduğu düşünülebilir.
Amaç burada yöneticilerin ve koruyucuların evlenmesindeki temel yasaklamasının nedeni
nepotizm dediğimiz torpili önlemek. Amaç meritokrasi’ dir yani liyakat esasına göre
insanların makamlara gelmesidir. Ve diyecek ki, ben meritokrasi’ yi savunduğum için Devlet
kitabından kral filozofun ya da koruyucuların evlenmesini yasaklıyorum. Bu iki sınıfın
21
mülkiyet edinmesini yasaklamasının nedeni ise yolsuzluktur. İktidarda olduğu için elinde bir
sürü yetki var ve yakınlarına ihale verebiliyor ya da rüşvet alabilmektedir. Bu nedenle onların
mülk edinmesini yasaklıyor. Fakat insan doğasına tekrar dönmek zorunda kalıyor. Bu
bahsedilen ikinci kitap yani Yasalar kitabında bu iki sınıfın evlenmesini ve mülk edinmesini
serbest bırakıyor. Çünkü ben ne kadar engel olmaya kalksam da insan yapısı yasalar
dediğimiz pozitif yasalarla bunları bunları yasaklasam da insanın doğası gereği bunları yine
yapıyorlar. Nedeni evlenmek yasak olsa da insanoğlu seviyor ve sevdiği insana kavuşmak
istiyor; duygularımız ve bedenimiz bu yasağı dinlemiyor ve sonuçta insanlar gizlide olsa
evleniyor. Ayrıca mal mülk hırsımız her zaman mevcuttur. Tüm bunlar insan doğasına uygun
olduğu için Nomoi’ de bu yasakları kaldırıyor. Platon ayrıca madenler konusunda bunu
açıklamaya çalışıyor. Diyor ki; kral filozof yani yöneticilerin doğasında altın vardır, onlar
değerlidir. Koruyucuların doğasında gümüş vardır diyor. Bir şekilde sınıfları madenlerin
değerine göre sınıflandırıyor. Fakat bu evlenmek ve mülk edinmek konusunda yasakların
aşıldığını, dinlenmediğini düşündüğünde ise madenler birbirine karıştı diyor. Madenlerin
karışmaması gerekirken karıştığı için bu yasakları Nomoi’ de kaldırıyor. O zaman şuna
geliyoruz; acaba hepimizin isteği fakat kimi zaman maruz kaldığımız ya da bizim
yapmadığımız eşitlik kavramını nasıl tanımlıyor? Onun tanımına göre eşit olmayanlara
eşitmiş gibi davranmak eşitsizliktir diyor. Yani doğrudan doğruya bir şekilde insanların eşit
olmadığını söylüyor. Çünkü doğadan gelen bir eşitsizlik var. Bunu da iki sebeple bizim
karşımıza çıkaracak. Diyecek ki; bazı insanları koşturdum, yüzdürdüm, bedensel olarak en
iyileri bulmaya çalıştım, sonrada en bilgeleri en akıllıları en zekileri kral filozof yani yönetici
yaptım, dolayısıyla doğadan gelen bir eşitsizlik söz konusudur. Kimimiz çok uzun boyluyuz,
kimimiz çok yakışıklıyız, kimimiz güzeliz, kimimiz zekiyiz. Ama eşitlik anlamında Platon'un
demek istediği şu; doğadan gelen bir eşitsizlik var iken insanları eşitlemeye çalışmak
eşitsizliktir diyor. Eşitlik kavramı bağlamında Platon diyor ki, insanlar eşit değildir. Doğuştan,
doğumla gelen bir eşitsizlik varken biz bunları neden eşitleyelim ki der. O yüzden eşitlik
kavramı bağlamında, sayısal ve oranlı eşitlik söz konusu olduğunu söyler. Sayısal derken, bir
toplumda 80 kişi varsa ülkenin 80 lirası varsa herkese birer birer vermem diyor. Onun
önerdiği ve sevdiği eşitlik oranlı eşitliktir. Yani insanların bedensel ve zihinsel yetilerine göre
uygun makamlarına gelirler ya da uygun kazançları olur. Günümüzde asgari ücret ile iş yapan
birinin kazandığı ile uzman bir doktorun kazandığı aynı olamaz; her ikisine de aynı maaşı
veremem diyor. Platon’u öğrenmek istiyorsak Platon’un soyadı eğitim kavramıdır.
Dolayısıyla en iyi eğitimliler en iyi makamlara ve o makamın ona getirdiği en iyi ücreti
almalıdır. Bu da onun adil bir yapılanmaya adil bir şekilde yerleştirileceği anlamına geliyor.

Mümkün olduğu kadar da adaleti, eşitliği gözetmemiz gerekir. Fakat insanlar eşit değildir der
Platon.

Diyelim ki temmuz ayındayız Çukurova’da pamuk hasat zamanı başladı, adam sabahın
beşinden akşam yediye sekize kadar belimi büküp tüm gün pamuk topluyorum diyor, Öteki
ise sahilde soğuk içeceğini yudumluyor, bronzlaşıyor bu nasıl bir adalet diye kral filozofa yani
bilgeye sorsa nasıl cevap verecek? → Platon; pamuk toplayan kişinin doğduğu ortamdaki
eğitim araçlarını falan konuşmayacak şu an. Diyecek ki, zekana baktık vasat, vücuduna baktık
vasat ne olacaktı sanki pamuk toplayacaksın tabiki. O yüzden sana yevmiye veriyorum
diyecek. Öteki kişi misal genel cerrah ve çok da iyi kazandı şimdide tatilini yapıyor diyecek.
Ya da bunu teolojik olarak da cevaplıyor Platon; Tanrı seni yaratırken maden olarak hamuruna
bakır koymuş ve senin değerin bakıra karşılık geliyor, ben ne yapabilirim ki diyor.

22
Günümüzde uğradığımız ya da karşılaştığımız adaletsizlik ya da eşitsizlik gibi konularda çoğu
zaman iktidarlar teolojik kaynakları gösterirler. Ya da biz insanlar zihnimizde kavramlarla
bunu çözeriz (kaderim böyle napayım gibi→savunma mekanizmamız). İçinde bulunduğumuz
olumsuz şartların bir şekilde psikolojik olarak da rahatlamak üzere kullanırız.

PLATON'DA YÖNETİMLERİN DÖNGÜSELLİĞİ

Platon burada yönetimleri inceliyor, özelliklerini irdeliyor, olumlu olumsuz yönlerini


söylüyor. Bu yönetimler arasında olabilecek en iyiyi de en kötüyü de söylüyor. Böylece
Platon’da yönetimlerin döngüselliği nasıl oluyor anlamaya çalışacağız.

Platon eğitim kavramını merkeze almıştır. Bilgili kişilerin en önemli kişiler olduğunu, lazım
olan kişiler olduğunu her zaman belirtmiştir. Yönetimlerin döngüselliğin de arka arkaya hangi
yönetimlerin birbirini izleyeceğini söylediği sıralamayı özellikleriyle beraber işleyeceğiz.

Platon yönetimlerin döngüselliğini şöyle sıralıyor; en başta patriarşi vardır, daha sonrasında
monarşi ya da aristokrasi, daha sonra askerlerin yönetimi olan timarşi geliyor, daha sonrasında
oligarşi, daha sonra demokrasi, daha sonrasında tiranlık geldiğini söylemiştir. Bunların
özellikleri nedir diye baktığımızda,

● Patriarşi yönetimi: Birinci aşamada bize neredeyse bize ilk insanın, ilkel-komünal
yaşam diyebileceğimiz ya da mezra köy gibi küçük bölgeli küçük nüfusları yerlerin
yönetiminden bahsediyor. İlk yönetim şekli Patriarşi’dir. Kavramsal olarak da
anlaşılacağı gibi “patri” burada “babadan gelen, babanın yönetimi” olarak karşımıza
çıkıyor. Bu şu anlama geliyor; bir köyde bir mezrada bir komda ne vardır diye
düşündüğümüzde, aşağı yukarı 85 kişi yaşasın, bunun 30 u kadın 30 u kadın 25 çocuk
olsun. Yani nüfusu az olduğu, geçimlerini hayvancılık ve tarım olarak sağlayan grup
düşünün. Diyecek ki, burada her zaman bilgeliğin ön plana çıktığını söylemiştik ama
bu bilgelik şuradan kaynaklanacak; bu kabilenin bu boyun bu aşiretin en yaşlı
üyesinden bahsediyor. Adam 75-80 yaşındaysa 75-80 yıllık ömrünün kendisine
kazandırdığı yaşam tecrübesini tüm bu kabileye aşirete boya uyguluyor. Adamın
bilgisi nedir diye merak edersek, diyeceğiz ki bu adam 75 yıl boyunca oranın
coğrafyasına oranın iklimine, hayvan yetiştirmek hayvan sağmak hayvan üretmek,
bitkinin ne zaman ekileceği ne zaman hasat edileceği bunlara dair hastalık ilaçlama iyi
bakım vs. Sonuçta bilge kişiler bu mezrayı aşireti yönetiyor, yaşam tecrübesiyle.
Kendisinin gördüğü, duyduğu bildiği her ne varsa orada uyguluyor. Kısaca şunu
söylemek gerekir, eski Türklerde Şaman denilen tipler, Şaman o kabilenin o boyun
hem doktorudur hem veterineridir hem sağlık memurudur hem evlendirme memurudur
hem dini yetkilisidir hem de başkanıdır, oradaki her şeye o karar verir. Ama en önemli
şey şudur, en klanda o boyda en ahlaki yaşanması gereken değerleri yaşatmak
anlamında bir şey sergiler. Bu şu anlama gelir; kimin kiminle evleneceği, ne zaman
hangi törenlerin yapılacağı, büyük ve küçüğün görevleri vs. Bir delikanlıya bir genç
kıza o toplumda öğretilmesi gereken hangi değer yargıları varsa bunları o kollar,
düzenler ve uygulanmasını sağlar. Ve hatta uymayanları aşiretten kovmak gibi şeyler
başlarına gelir. Ancak bu her kabilenin her boyun kendisine dair ahlaki değerler
olduğunu söyleriz.

23
Patriarşi derken şunu bileceğiz; o mezranın o klanın o boyun en yaşlı üyesinin
yaşanmışlıktan gelen tecrübesini bilgilerini ve her alandakini o koma o aşirete
uygulamak ve kendisinin de daha sonra bunu en yaşlı kişiye devretmesidir. Platon
Patriarşi böyle açıklıyor. Bilgelik önemli, yaşam tecrübesinin bilgeliği olarak
karşımıza çıkıyor. Ve ahlaki değerlerin yaşatılması ile sorumlu bir kişi.

● Monarşi ya da Aristokrasi yönetimi: Platon bu yönetim şeklini çok beğendiği ve


önerdiği yönetim şeklidir. İkinci yönetim şekli Monarşi ya da Aristokrasi’dir.

Monarşi → tek kişinin yönetimi


Aristokrasi → seçkinlerin yönetimi

Bunun önemi, yine Platon’ un soyadı olan eğitimle ilgili olan bir yönetim şeklidir. O
toplumdaki en bilge kişilerin yönetimi önemli, onlar yönetmeli, kuralları yasaları onlar
belirlemeli.

İlk aşamaya baktığımızda aşiret kabile boy düzeyindeki küçük küçük yönetim şekilleri
ya da coğrafi bölgeler olarak düşünün. Dolayısıyla demin saydığımız unsurlar,
zamanla nüfus olarak arttığını düşündüğümüzde, bunlarda tarım ve hayvancılıkla
geçiniyordu. Dolayısıyla nüfus artınca daha çok besine ve gıdaya ihtiyaçları olacağı
için daha çok tarlaya ihtiyaçları olacağı için zamanla bunlar genişlemeye ve
birbirlerine temas etmeye başlıyorlar. Mera için birbirine giren iki aşiretin yaşadığı
sorunlar gibi bu tür sorunlar ortaya çıktığında, işte bu aşamada karşımıza monarşi ya
da aristokrasi çıkmaktadır. Bu şu anlama gelecek; eğer ki bu klan boy aşiret dediğimiz
sosyolojik unsurların patriarşileri (pederleri, yaşlı yöneticileri) bir araya gelipte
yaşanılan sorunları nasıl çözebiliriz gibi bir konsey bir grup oluşturuyorlarsa biz buna
aristokrasi diyeceğiz. Çünkü neden yine bilgelik ön planda, yaşlı insanların yaşam
tecrübesi ortada, çatışmaları gerginleri önlemek üzere ortak bir çözüm bulmak için bir
araya geliyorlarsa, yani elitlerin seçkinlerin bir araya gelipte ortak kararlar almasına
biz aristokrasi diyeceğiz.

Monarşi nedir diye baktığımızda monarşi de şöyle ortaya çıkacak; bu bir araya gelen
yaşlı yöneticiler kendi aralarında ya sen bizden daha bilgesin daha tecrübelisin biz
sana uyum göstereceğiz, senin aldığın kararları biz uygularız diyorlarsa biz buna
monarşi diyeceğiz, tek kişinin yönetimi. Ama bu tek kişinin en temel özelliği yine
bilge olmasından kaynaklanan bir yönetim şekli. Hep bilgelik ön planda fakat bir
şekilde timarşi yani askerin yönetimi dediğimiz bir yönetim ortaya çıkıyor.

● Timarşi yönetimi: Bir şekilde bilgeliğin ikinci plana düştüğü durumlarda askerler ön
plana çıkıyor. Sonuçta asker dediğimiz kişiler savaşlara giden, şan şöhrete meraklı yani
rütbelere çok önem veren bir meslektir. İçlerindeki bu şan şöhret merakı ve savaşçı bir
grup olmasından dolayı askerleri ne diye düşünürüz; ya savunma durumunda oluyor ya
saldırı durumunda oluyor. Özellikle de ikinci planda saldıran, yeni topraklar ele geçiren,
yeni ganimetler elde eden askerler zamanla zenginleşecektir. Çünkü özellikle bu
yönetim için Platon diyecek ki, içinde zehirli bir tohum taşımaktadır. Çünkü ister
istemez eğer bir savaş durumu söz konusuysa ve zafer elde edilmişse bu askerler
rütbeleri şan şöhret ve rütbeleri arttığı kadar gelirleri de artıyor, toprak artıyor. İşte bu
aşırı zenginleşme durumu paranın ön plana çıktığı, zenginliğin ön plana çıktığı bir

24
yönetime doğru evrilmeye başlıyor. Sonuçta oligarşiye doğru gelen bu yol zenginliği
karşımıza çıkarıyor. Tek geçer akçe, zenginlik.

● Oligarşi yönetim: Artık bilgeliğin ikinci plana düştüğü bir durumda her zaman için
karşımıza oligarşi çıkıyor. Oligarşi demekte şu; eğer ki 100 birimlik bir toplum
düşünürsek bu toplumda yüzde 5 denen aşırı bir zengin grup vardır. Problem bu aşırı
zengin grubun tüm yüzde 95, kendileri de dahil olursa yüzde üzerinde kesin karar alma
güçleri vardır. Neden, para güçleri var. o toplumdaki o ülkedeki tüm ekonomik sosyal
kültürel tüm düzenlemeleri kendi çıkarları doğrultusunda yaparlar. Biz buna kısaca
oligarşi diyoruz. Yani paranın hükmettiği, para sahiplerinin tüm yönetimde söz sahibi
olduğu bir yönetime oligarşi diyeceğiz.

(Timarşi ile oligarşi birleştirilemez. İkisi arasında geçiş var. Askerlerin zaferler sonucunda en
başta psikolojik şan şöhret merakı kazandılar. Dolayısıyla savaş kazanan askerler, ganimet
dediğimiz şeyler ellerine geçiyor. Ülkeyi ele geçiriyor, başka toprak ele geçiriyor, hatta onları
vergiye bağlıyor, sürekli altın gümüş para kazanıyor. Dolayısıyla askerleri elinde demin
bahsedilen timarşinin içinde zehirli bir tohum vardır o da para hırsıdır diyen Platon’un
söylemek istediği budur. Timarşi paranın yoğunlaşmasından, paranın belli ellerde
birikmesinden dolayı yani askerlerin elinde birikmesinden dolayı yavaş yavaş timarşi
oligarşiye dönüşüyor demek istiyor, Platon. Para kimin elinde toplanıyorsa siyasal gücü de
ekonomik gücü de kültürel gücü de her şeyi kendi elinde topluyor. )

Buradaki en önemli unsur da şu; yine aynı timarşi de olduğu gibi bilgeliğin ikinci plana
düşmesi önemli. Çünkü asker bir adamın bilgece davranması beklenemez. Asker bir
adam bildiği tek şey disiplin, savaş, öldür, eğitim, tatbikat. Oturupta bir filozof bilgisine
sahip olmasını bekleyemiyoruz. Adamın bildiği o. O nedenle de askerler, zaten yasal
anlamda bilgelik olmadığı için halkı da şiddet ve kaba kuvvetle yönetecektir. Ama bu
askerlerin elinde yine para biriktiği için yavaş yavaş bu timarşi, oligarşiye dönüşüyor.
Yani küçük bir azınlığın o toplumdaki tüm ekonomik gücü ellerinde tutması diye
tanımlayabiliriz. Dolayısıyla ne dedik, tüm ekonomik güç kimdeyse her türlü o
toplumdaki düzenlemeye de onlar karar veriyor. Oligarşi dediğimiz şey bu.

● Demokrasi yönetimi: Demin bahsettiğimiz üzere böyle bir zenginlik var, toplumun
yüzde 95 i yoksulluk sınırında yaşıyor. Dolayısıyla bu yüzde 95 in büyük bir
hoşnutsuzluğu söz konusu olacaktır. Zamanla bir şekilde bu büyük kitle, bu büyük
yığın, yani yüzde 95 dediğimiz şey; biz açlıkla sefillikle yoksullukla uğraşıyoruz birileri
de vur patlasın çal oynasın olarak yaşıyor diye düşünmeye başlarlar. Dolayısıyla böyle
bir durumda karşımıza çıkacak olan şey, bu geniş halk kitlesinin bir şekilde ayaklanıp
bu oligorpları yani zenginleri öldürmesi ya da kovması sonucunda şu anda çok popüler
olan, doğduğumuzdan beri sürekli bize üflenen, çok iyi çok iyi denen demokrasi ortaya
çıkar diyor. Çünkü en basitinden tanımımız olarak baktığımızda demokrasi, halkın
kendi kendisini yönetmesidir. Demin bahsettiğimiz yoksul, yüzde 95 lik halk kitlesi bir
şekilde oligarşiyi yıkıyor ve demokrasi kuruluyor. Fakat problem ne? Platon’un hiç
sevmediği yönetim şekli, demokrasidir. Çünkü kendisinin sürekli bahsettiği bilgeliğin,
kral filozofun yani en iyilerin en bilgelerin yönetimi olması gereken aristokrasi ve
monarşi bir kenara itilmiş, cahil dediğimiz geniş kitle yönetimi ele geçirmiş.

25
Platon’un eşitlik tanımında eşitlik diye bir şey yok diyordu. Çünkü doğadan gelen bir
eşitsizlik var ve hatta Tanrı böyle uygun görüyor demektedir. Bu şu anlama gelir;
zihinsel olarak baktığımızda insanların IQ’ su farklı, bedensel olarak baktığımızda
kimi insan artı durumunda kimi insan eksi durumunda dolayısıyla bu insanları neden
eşitleyelim diyordu. Doğadan gelen bir eşitsizlik varken eşit olmayanları eşitmiş gibi
kabul etmek, zaten kökensel olarak eşitsizliktir diyordu. Ama burada problem, geniş
bir cahil kitleyi demokrasi yönetimi ile ön plana çıkarması. Fakat demokrasinin iki
temel problemi vardır. Demin bahsettiğimiz herkesi eşit ve özgür kılmasıdır.

Dolayısıyla şöyle düşünün; aynı günümüzdeki gibi adam magandadır cahildir ama
hep dilinde ‘ne var gardaşım demokrasi var memlekette’ demektedir. Yani sınırsızca
eylemektedir, sınırsızca pervasızca konuşmaktadır, aklına gelen her şeyi yapmaktadır,
‘neden yapıyorsun, bu yanlış’ denildiğinde de ‘ne var gardaşım demokrasi var,
demokrasi özgürlük eşitlik’ demektedir. Bir tek bunu biliyor. İşte bir şekilde cehaletin,
bilgisizliğin yönetimi olarak değerlendirdiği bu demokrasi yönetimi, Platon’a göre bir
panayır yeri gibidir. Renk renk, karman çorman, her insanın her istediğini
yapabildiğini, şu yanlış denildiğinde de bir şekilde saçma sapan cevap verdiğini
gördüğümüz yönetim şekli demokrasidir, diyecektir. Ya da şöyle düşünün; popülist ya
da geniş halk kitlelerini kandırmaya, manipüle etmeye yönelik partilerin olduğunu
kişilerin olduğunu düşünün, onları bir şekilde yönlendirebiliyor. Ve bir de düşün,
diyelim ki bir toplumdaki en bilge kişiyle en cahil kişi sandık önüne geldiği zaman
ikisininde birer oy hakkı var. Dolayısıyla bu durum o toplumda idealize edilmiş olan
en bilge kişinin yönetimi anlamındaki yani kral filozofu ortaya çıkaracak olan sistemin
dışında olan bir şey bu. Sonuçta insanlar, büyük halk kitleleri bir şekilde kendi
başlarını yakacak olan, kendilerine kaba kuvvet şiddet zorbalık kullanacak olan tiran’ı
ortaya çıkaracaktır diyor. Çünkü demokrasiye baktığımızda, demokrasinin kendisinin
cehalet başta olmak üzere yani demokrasi içerik olarak bir yozlaşmışlık, özgürlükte
sınırsızlık ve diyecek ki adam yav öyle bir şey ki bu sanki sokakta atlar eşekler anıra
anıra dolaşıyor, her şey birbirine karışmış durumda. Mesela bu kitlenin bu halkında
şöyle bir şeyi var; yasalara uymamak. Nedeni; özgürüm ben buna uymak zorunda
değilim ki diyor. Hatta bu kızgınlıkları ayaklanmaya gider diyor. Ve daha önemli bir
problem ortaya çıkaracak Platon ve diyecek ki yav arkadaş ben adaletin tanımını nasıl
yaptım; herkesin üzerine düşen işi en iyi şekilde yapması şeklinde tanımladım. Ama
insanlara sen şunu yapacaksın diyorsun yapmam diyor; nedeni ise özgürlük var
yapmak zorunda mıyım ben diyor. Dolayısıyla o bir şekilde uyum dediği toplumdaki
genel uyumun sağlanması dediği şey, adalet kavramıyla olacağına en başta diyecek
demokrasi adalet kavramını katleder, adaletin ortadan kalkmasına yol açar diyor.
Dolayısıyla adalet ortaya yoksa; yöneticiler (kral filozof), koruyucular (askerler),
üreticiler ve köleler sınıfsal ayrımın her biri eğitim kavramı, bilgelik üzerine
kurulmuştur ama demokrasi ortaya çıkınca biri ben üretici olmayacağım diğeri ben
asker olmayacağım diyor nedeni ise biz özgürüz eşitiz neden olayım ki diyor, kral
filozof başta değil çünkü bilgelik diye bir şey yok herkesin cahil olduğu bir toplum bu
demokrasi. Fenomen dünyası; oluşun olduğu, kitlelerin, yığınların yaşadığı yer
dediğimiz dünyada yaşayan insanlar bunlar yani nideleriyle(?) yaşayan insanlar.
Dolayısıyla gündelik yaşayan, kısa vadeli, kısa kazançlar düşünen bir geniş kitle yani
demokrasinin olduğu bir toplumda bir uyum bir adalet ortadan kalkacaktır. Böyle bir
durumda karşımıza, bir şekilde özellikle partiler varsa kişiler varsa bu yüzde 95 lik
kesime retorik dediğimiz konuşma, hitabet olarak onlara vaatlerde bulunacaklardır ve
bir şekilde bir iç savaş ortaya çıkacaktır. Bu iç savaş daha doğru en özgün şekilde
26
söylemek gerekirse aşırı özgürlükler, aşırı zorbalığı aşırı şiddeti doğurur diye genel bir
durum var. Dolayısıyla bu demokrasinin sunduğu, eşitlik ve özgürlük aşırılığı,
Platon’da diyecek ki demokrasinin handikapı-sorunu aşırı eşitlik ve özgürlük
olmasından dolayı. Bu nedenle de karşımıza bu bol özgürlük bol şiddeti ortaya
çıkaracaktır, diyor. Çünkü içte bir karışıklık var, adalet bozuldu, uyum bozuldu. İşte bu
durumda karşımıza tiran çıkar.

● Tiran (Destop) yönetimi: Demin söylediğimiz gibi onlara büyük vaatlerde bulunan
kişi ya da kişiler (özellikle sadece kişi oluyor, çoğu zaman), tiran karşımıza çıkıyor.
Bu kişi ne yapacak; adam bir şekilde bir sürü vaatte bulundu bunların yerine
getirilmesini istiyor. Fakat yerine kolay getirmek mümkün olmadığına göre bizim
tiran’ da aşırı özgürlükten gelen bu toplumu bir şekilde zapturapt altına alacaktır.
Zorbalıkla, despotlukla yönetmeye başlayacaktır. İşte bu aşırı özgürlüğün sonunda da
o toplum aşırı bir köleliğe kavuşmuş oluyor. Nedeni ise biz seni seçtik, vaatlerde
bulundun, ama sonuçta bunlar gerçekleşmeyeceğine göre bu toplumu şiddet altında
yönetmesi gerekecektir.

O zaman nereye geliyoruz? Deminden beri bir şekilde geçişleriyle beraber sunmaya
çalıştığımız Platon’un yönetimlerin döngüselliği dediği şey patriarşi ile başladı, monarşi
aristokrasi ile devam etti, daha sonra timarşi dediğimiz askerlerin yönetimi ortaya çıktı, daha
sonra oligarşi, daha sonra demokrasi en sonda da tiran’ lık karşımıza çıktı.

Döngüsellik nerede? → Platon en son diyecek ki; tiran yani kabaca şiddetle yöneten kişi eğer
az çok bilgeyse biraz kafası basıyorsa, bir toplumu uzun süre şiddet ve baskıyla
yönetemeyeceğinin farkındadır. Ne yapacak; ya yavaş yavaş mantıklı tutarlı bilgelikle
yoğrulmuş bir düzene doğru adım atmak gerektiğini bildiği için bu yönde kararlar alacaktır ya
da çevresine zamanla bilge olduğunu düşündüğü danışabileceği kişileri toplayacaktır. Bu
söylemlerden sonra karşımıza, ikinci basamakta saydığımız yani patriarşiden sonra geldiğini
söyleyen Platon’un deyişiyle monarşi ya da aristokrasiye dönülmüş oluyor. Çünkü uzun süre
şiddetle zorbalıkla yönetemiyorsam düzenlemeleri yapmam gerekiyor. Bunu tek başıma
yapacaksam Monarşi; çünkü sistemli, düzenli ve bilgelikle yoğrulmuş bir şey düzene
geçeceksem monarşinin kararı oluyor bu. Çünkü bilgelik var işin içinde. Ama bir gruptan,
kişilerden oluşan, bir danışmanlardan oluşan, elitlerden oluşan yani ve bu da bir bilgelik
çünkü danışıyorsan bilgisini danışıyorsundur. Bunları yapıyorsan bu sefer de aristokrasiye
dönüşmüş oluyor. Platon da işte benim bahsettiğim döngüsellik bu, daha sonra ardışık olarak
bu her yönetim birbirini takip edecektir diyor.

Fakat burada şöyle bir soru karşımıza çıkıyor; birinci sırada patriarşi sayıldı yani en yaşlı
üyenin küçük coğrafi bölgede, küçük nüfuslu bölgenin yönetiminde olan en yaşlı üyeden
bahsettik. Ama tiranlıktan, patriarşiden sonra gelen monarşi ve aristokrasiye dönüş yapıldı.
Platon bu soruya şöyle cevap veriyor; günümüzden örnek verirsek birden bire interneti,
televizyonu, arabaları vs tüm teknolojik gelişmeleri yaşamımızdan birdenbire çıkarabilir
miyiz? Çünkü biz adamı neredeyse insanlık tarihindeki ilk basamağa koyduk, yani bir şekilde
mağara da yaşayan üç beş hayvan besleyen sayısal olarak küçük bir gruptan bahsediyoruz
patriarşi derken ya da göndermek yaparsak antropolojik olarak, ilkel-komünal yaşam
dediğimiz bir düzeyden bahsediyoruz patriarşi olarak. Tüm uygarlığı silip biz tekrar mağaraya
mı döneceğiz diyor. Yazı bulunuyor, tekerlek bulunuyor, günümüze değin yaşanmış tüm
teknolojiyi tüm uygarlığı düşünün, bunları silipte oturup mağaraya dönecek halimiz yok der
ve o yüzden monarşi ya da aristokrasiye dönüldüğünü söylemiştir.
27
Mesela günümüzdeki Ege kıyılarında EKOKÖYler var. Zenginsin ama entelsin, jeep’ ine
atlıyorsun, Gökovaya Sarıgermeye Didimin koylarında ekoköyler var. Tüm teknoloji dışarıda
bırakılıyor ve kurulan bu köyde 15 gün orada kalınıyor. Üzerinde sadece saf pamuktan
yapılmış bir elbise veriliyor, kulübe veriliyor, televizyon dahil hiç bir şey yok, sabah erken
kalkılıyor, sabun yapılıyor, tarla da ekin toplanıyor, onlardan salça reçel yaptırıyorlar, halı
dokuyorlar. Bu şekilde uygarlık dediğimiz şeyden uzak bir şekilde yaşam sürülüyor. Buna
ekoköy deniliyor.

THOMAS HOBBES

Platon gibi bir siyaset filozofudur.

Ünlü olduğu lafı “Homo Homoni Lupus (İnsan insanın kurdudur.)” dur. İnsan insanın
kurdudur derken, çok çok ciddi önemli bariz bir şeyler söyleyecek ve pek insana güvenmeyen
bir yapısı var. Tüm insanlar ilişkilerinde birbirlerine benzetme olarak bir kurt yaklaşımında
bulunuyorsa, durum bayağı vahim olsa gerek. Ama Hobbes dendiğinde önce şunu
düşüneceğiz, bu adamın hangi kitabı okunmalı? Leviathan denen bir kitabı vardır, canavar
demek; Tevrat’ta geçen bir canavarın ismi. Ama hocanın asıl önerdiği, Yurttaşlık Felsefesinin
Temelleri isimli kitabıdır. Leviathan kitabının 70-80 sayfasından sonra bir İncil okunuyor gibi
düşünülmektedir, bol bol Tanrı Tanrı diye geçer. Ama Yurttaşlık Felsefesinin Temelleri
kitabında düşünceleri net olarak görünmektedir.

Hobbes denildiğinde çok orjinal bir tarafı var, diyecek ki insana baktığımızda insanın
hesaplayan planlayan bir yönü olduğunu görüyoruz. Bu çok önemli bir şey. Çünkü neden
dersek; diyecek ki akıl kavramını merkeze aldığımızda akıl sahibi olan bu insan önemli iki
şeyinde farkındadır. Bunun birincisi ölüm, ikincisi de zaman kavramıdır. Yani bir zaman sonra
öleceğinin farkındadır. Dolayısıyla ölüme doğru gitmekte olan bir yaşam sürecinden
bahsediyorsam ve bunun bilincindeysem hesaplar yapmak durumundayım. Bunuda her tek
kişi yapacağına göre ve yaşamda cazip olan şeyi elde etmek üzere herkes o zaman dilimini
yani ölüme doğru gitmekte olan zaman dilimini en iyi şekilde değerlendirmek ya da iyi şeyler
elde etmek isteyecektir. Dolayısıyla hesaplayan insan her tek kişi üzerinden ortaya çıkacaksa
diyecek ki o zaman bunu çok iyi değerlendiren bir insan var.

Leviathan kitabını yazıpta krala armağan etmesinin nedeni; Hobbes bir İngiliz filozofu,
dolayısıyla onun pratik yaşamda yaşadığı dönemde İngiltere'de iç savaş var, mezhep savaşları,
dolayısıyla bu iç savaşın önlenmesi yönünde bir düşünce kuruyor ve bunu kitaplaştırıyor ve
krala armağan ediyor. O zaman diyeceğiz ki, her filozofun düşüncesi doğal olarak o dönemki
pratik yaşamında büyük bir yansımasını gösterir. O zaman bir benzetme olarak bir tasvir
olarak o dönem ki İngiltere’nin iç savaş durumunu doğal durum olarak bize gösteriyor. Doğal
durumda, insanlar sınırsızca eşit ve özgürdürler yani her şeyi yapmakta özgürdürler. Çünkü
orada doğa yasaları yani orman kanunları geçerlidir. Kimse kimsenin güvenliğini, adaletini
şu’sunu bu’sunu düşünmez. Tek bir düşüneceği kişi vardır, kendisidir. Bu da onun genel savaş
hali dediği şeydir. Çünkü herkes sınırsız bir eşitlik, sınırsız bir özgürlüğe sahiptir. O zaman
insana baktığımızda insanda üç temel unsur olduğunu görüyorum ben diyor. Böyle bir
yaşamda genel güvensizlik ciddi bir sorundur, diyor. Hesaplayan insan varsa, cazip olan

28
şeyler azsa dolayısıyla karşımıza rekabet diye bir kavram çıkacak. Üç unsurdan birincisi
rekabet. Dolayısıyla orman kanunlarının geçerli olduğu bir yerde de genel güvensizlik söz
konusudur. Hobbes üçüncü olarak şan şöhret merakından bahsetmiştir. Biz insanların
psikolojik iç dünyasını düşündüğümüzde de bizler tanınmak, bilinmek, saygı duyulmak,
beğenilmek anlamında bir ruhumuzun okşanmasını isteriz sürekli. Bu üç unsur insanların,
doğal durumda bir genel savaş halinde olmasına yol açar diyecek. Özellikle cazip olan
şeylerden bahsediyorsak, cazip olan şeylerin elde edilmesi için insanoğlu ya zekasını kullanır
ya da kaba kuvvet kullanır, tuzaklar kurar diyor. Ya zeka ya kaba kuvvet, hatta ikisini birden
kullanır diyor. Çünkü biz öleceğiz, ölüme doğru gidiyoruz, dolayısıyla biraz önce
bahsettiğimiz gibi cazip olan şeyler , bunları herkes istiyor, dolayısıyla rekabet var, genel
savaş hali var. Yani İngiltere’nin genel hali olarak bunu bize gösteriyor. İngiltere şu anda
böyle diyor. İç savaş nasıl önlenecek diye düşündüğümüzde, diyecek ki doğal hak kavramı
olan yani doğal durumda her tek kişinin kendi can güvenliğini sağlamak üzere her şeyi
yapmak anlamında sınırsız eşitlik ve özgürlüğe sahip olduğu bu durumda insanoğlunun
yaşamına baktığımızda kısa berbat ve çirkin bir yaşam karşımıza çıkar diyor. Hiçbir
düzenleme hiçbir yaptırım gücü olan ortada hiçbir şey yok, kaba kuvvet var zeka var tuzak
var. Dolayısıyla böyle bir yaşam kısa berbat ve çirkindir diyor. Ne olacak? → İnsanlar bir
şekilde yine akıl sahibi olmaktan dolayı böyle bir yaşamı değerlendirdiklerinde uygarlık adına
hiçbir şeyin çıkmayacağı aşikardır. Yani her an ölümle burun buruna yaşayacaksam, elimdeki
herhangi bir mülkü her an bir başkasına kaptıracak iken ya da her an öldürülecekken bu doğal
hak ne işe yarayacak ki; dolayısıyla ölüm korkusunun yoğun şekilde yaşandığı bu durumda
uygarlık adına hiçbir şey ortaya çıkmaz. Yani oturupta ölüm korkusuyla yaşarken şiir
yazamam, kitap yazamam, roman yazamam, edebi anlamda hiçbir şey ortaya çıkmaz ya da
çiftçisin buğday ektin bu tarlanın bende kalacağının buğdayın yeşerip de hasat edeceğimin
hiçbir garantisi yok, çünkü birileri öldürebilir birileri çalabilir. Dolayısıyla bir şekilde can ve
mal güvenliğinin olmadığı bu durumda insanlar doğal haklarını, kitap üzerinden söylersek
monarka (yani krala) devredecekler. Bu şu anlama geliyor; sahip olunan sınırsız eşitlik ve
özgürlük bağlamında doğal haklarını bir kişiye devredilmesi, devletin ortaya çıkışı dediğimiz
şey bu. Her birimizin sahip olduğu bu doğal hakkı biz sana devrediyoruz, bizim üzerimizde
bu doğal hakkı sen kullan.

Her tek kişinin sahip olduğu doğal hak yani sınırsızca eşitlik ve özgürlük kullanmak
bağlamında doğal hakkı, hocanın paylaştığı resimde görülen adam yani kral (monark) a
devrediyoruz. Resme dikkatli bakıldığında onun bedeni, sizlersiniz, her birinizin devrettiği
doğal hak bu kralı ortaya çıkarıyor. Bu beden sınırsız kafalardan oluşuyor. Kralı siz ortaya
çıkardınız yani Leviathan’ı yani devleti siz ortaya çıkardınız. Devletin asli görevi her zaman,
genel güvenliği sağlamak. Resme sembolik olarak bakıldığında; kralın sağ elinde kılıç var, bu
kılıç sembolik olarak pozitif yasayı yani insan yapısı yasaları bize ifade ediyor, kralın yaptığı
yasalar, sol elinde ise bir asa var, aynı zaman da bu dini gücü ifade ediyor. Hobbes şunu
demek istiyor; bu doğal hakların devredilerek ortaya çıkmış olan devlet yani kral iki gücü de
elinde bulundurmalı. Hem kendi yaptığı yasalar ve bu yasaları destekleyecek olan da kutsal
gökyüzünden gelen Tanrısal gücü de bir arada kullanmalı. Resmin aşağılarına doğru
baktığımızda kasaba köy gibi bir yer var, orayı ülke olarak düşünün orayı burada genel huzuru
genel güvenliği sağlamak istiyorsan bu toplum üzerinde kendi yasalarını ve Tanrı yasalarını
uygularsan bu İngiltere’deki iç savaşta ortadan kalkar, çünkü zaten köken olarak mezhep
savaşı vardı, yani kiliseye de bir düzen getirmiş oluyorsun diyor. Aynı zamanda toplumsal
huzuru sağlamak üzere de bu gücü kullanabilirsin diyor.

29
Burada tüm bu toplum, tüm bu ülke üzerinde iki gücü kullanan kralın sembollerine bakalım:
kılıcın hizasındaki resimlere bakarsak bir şato var saray var (yeryüzünde senin gücünün
sembolü bu), taç var, ordun var (ister ülke içindeki iç karışıklıkları önlersin ister bir ülkeye
savaş açarsın ya da sana saldıran olursa savunursun- resmin aşağılarında savaş sahneleri var);
resmin sağ tarafına baktığımızda kilise var ya da dini bir liderin sembolü olarak şapkası var,
şimşekler var (dini gücü kullanarak sana sorun çıkaran isyan eden kişileri aforoz etme
yetkisine sahipsin der). Daha sonra diyecek bu insanoğlu düşünüldüğünde pozitif yasalara
karşı gelebilir. Örneğin, bir insanın bir insanı öldürmesi TCK’ ya göre 24 yıl diyelim. Bir
insan bir insanı öldürebilir, 24 yıl hapiste yatmaktan korkmayabilir, ama Tanrısal bir emir olan
‘kimse kimsenin canını alamaz, benim verdiğim canı ben alacam’ diye Tanrısal bir güç varsa
insan bunu duyupta imanına inanan biriyse bir insanı öldürmekten kaçınabilir. Dolayısıyla iki
gücü bu yüzden kullanıyor. Ve zaten monark dediğimiz bu kralın en temel söylediği cümlede
şu; toplum, sevgili halkım benim kılıç olarak gösterdiğim pozitif yasalar yani insan yapısı
yasalar aynı zamanda Tanrısal yasalarla uyumludur diyor, neredeyse Tanrı ne emrettiyse bu
pozitif yasada insan yapısı yasa da aynıdır, birbirini destekler. O yüzden genel huzuru
sağlamak üzere bu iki gücü kullan diyor. Ama sistem korku üzerine kurulu, insanlar hem
Tanrısal güçten hem de insan yapısı yasadan korktuğu durumda genel savaş hali ortadan
kalkacaktır diyor. Yani genel güvensizlik hali, her an ölüm korkusu, şiir yazamamak, çiftçilik
yapamamak ya da uygarlık adına insanlık adına yapılması gereken her ne varsa bunlar artık
genel güvenliğin sağlandığı için yani onun ifadesiyle İngiltere’de iç savaşın bitipte bir kralın
egemenliğinin ortaya çıktığı durumda genel güvenlik, genel huzur sağlanmış olacaktır.

JOHN LOCKE

John Locke dendiği zaman liberalizmin babası diye bunu bileceksiniz. Liberalizmin kurucusu.
Liberalizm denen ideolojik ya da siyasal artık ekonomik nasıl bir düşünce sistemi ise
liberalizm dendiği zaman John Locke akla gelecek.

John Locke dendiği zaman Hükümet Üzerine İkinci İnceleme, Hoşgörü Üzerine Mektuplar
eserleri bulunmaktadır.

John Locke nasıl bir doğal durum tasviri yapmış? Doğal durum tasvirine baktığımızda şöyle
bir şeyle karşılaşıyoruz; John Locke'un doğal durumda tüm insanlar eşit ve özgürdürler. Fakat
bu eşit ve özgür olma hali şu anlama gelecek; liberalizmde temelde önemli bir kavram var ki
bu da akıl denen kavram, akıl sahibi her insanın sahip olduğu bu eşitlik ve özgürlük bilincini
aynı karşısındaki insanlara bakarak yerine getirmesi gerekiyor. Benim eşitliğim ve
özgürlüğüm aynı karşımdaki insanın da eşitliği ve özgürlüğü konusunda söz konusudur. Ben
onun eşitliği ve özgürlüğüne müdahale edemem, onun sınırlarını zorlayamam anlamında bir
bilinç şeklinde olması gerekiyor. Yani Hobbes’ tan temel farkı bu. Hobbes’ ta sınırsız eşitlik
özgürlük vardı ve orman kanunları geçerliydi fakat John Locke’ ta temel fark olarak şunu
görüyoruz; karşımdakinin de eşitlik ve özgürlüğe sahip olduğunun bilincinde olmam
gerekiyor, John Locke demirbaş olarak bunu söyler. Şimdi o zaman diyecek ki, bunun
Protestan olduğunu sıkı inançlı biri olduğunu kabul edersek o zaman bunun doğal tasvirinin
de Tanrısal yansımalar olduğunu kabul edeceğiz. Diyecek ki doğa yasaları vardır, hazırdır.
Doğa yasalarının kaynağı nedir? Doğa yasalarının kaynağı olarak bize Tanrı’ yı gösterecek.
Bu doğa yasalarının varlığının kanıtları nelerdir diye sorulduğunda ise; doğa yasalarını
kanıtları vardır, bunlardan birincisi akıldır diyecek. Yani doğrudan doğruya insanı rasyonel,

30
akılcı, düşünen, planlayan olarak kabul ediyoruz. Ama şöyle bir şey, bu aklın varlığı şu
anlama gelecek; bu akıl aynı zamanda benim tüm yaşamımı belirleyen düzenleyen bir
mekanizma ise Tanrı tarafından bana verili ise o zaman Tanrı beni ahlaki olarak da sorumlu
tutmaktadır. Yani iyi ve kötüyü ayırt edebilen, günah ve sevabı ayırt edebilen bir akıl
sahibiyim bu da doğa yasalarının kanıtıdır. Dolayısıyla ahlaki bir sorumluluğa beni sürükler.
İkinci doğa yasasının kanıtı olarak da karşımıza vicdan kavramını çıkaracak. Dolayısıyla
her tek kişi de ortalama sağlıklı insan da akıl varsa her insan da vicdan da vardır diyecek. Bu
şu anlama geliyor, insanın kendi kendisini mahkemeye çıkarmasıdır. Akıl varlığından dolayı
tercihlerde bulunabiliyorsak bu tercihlerde iyi ve kötü anlamında ayırdında ise vicdan da bu
yapıp eylemelerimizin kendi kendimizi sorguya çekmesi anlamına geliyor, vicdan herkeste
vardır diyor. Çünkü neden, günlük yaşamımıza baktığımızda geçmişimize baktığımızda
birçok eylemimizi sadece kendimiz bilmekteyiz, günlük cümlelerde kurduğumuz gibi
vicdanen rahatım ya da vicdanen akşam yastığa kafayı koyduğum zaman kan ter içinde
kalıyorsam, sayıklamaya çalışıyorsam, o yaptığım eylemden sorumlu olmuşumdur, kendimi
kötü hissetmişimdir. O eylemden dolayı kimse seni kınamamıştır, ayıplamamıştır hatta suç
olan bir şeyse yakalanmamışsındır. Fakat kendi vicdanında kendini mahkemeye çıkardığın
için kendini suçlu görüp kendini yargılayabilirsin. İşte vicdan dediğimiz şey bu. Üçüncü doğa
yasasının kanıtı olarak var olanların var olma nedeni üzerine düşünmektir. Bu zaten tüm
kutsal metinlerde hep geçer hiç bakmaz mısınız ki, hiç görmez misiniz ki, şu var olanlar
neden var. Yani bu kadar börtü böcek, hayvanat vs gibi, senin yaşaman için beslenmen için vs
vs. Tüm var olanların nedenlerini, varlık nedenini, akıl ile düşündüğün zaman bir şekilde
bunların hem sunulmuş olduğunu hemde bunların işlenmesi, dönüştürülmesi gerektiği
anlamında bir şey gerekiyor; bizde buna doğa yasalarının kanıtının üçüncüsü diyeceğiz.
Dolayısıyla insanı da toplumsal olarak düşündüğümüzde dördüncü kanıt daha sonra erdem-
erdemsizlik, suç ve ceza, ödül ve ceza bunlarda her biri doğa yasalarının kanıtlarıdır diyecek.
O zaman doğa yasaları var ise, bunların kanıtları da var ise Locke'un temel kavramlarına
bakmamız gerekiyor.

Diyeceğiz ki, en başta Hobbes’ta ve Rousseau’da genelde iktidarın yurttaşlarım vatandaşlarım


ya da Hobbes’ un ağzıyla konuşursak uyruklarım diye bir ifade kullanan iktidarın liberalizm
bağlamında temel kavram olarak BİREY kavramını kullandığını düşünürüz. Bireyi özel kabul
eden, bireyin temel hakları ve özgürlükleri olduğunu düşünen yapıya biz liberalizm diyoruz
ve birey kavramını kullanır. Birey kendi başına özeldir demek istiyoruz kısaca. Şimdi o zaman
diyeceğiz ki özgürlük, liberte, liberalizm oradan geliyor. Özgürlük kardeşim demek ki bu
ideolojinin özünde özgürlük var ama özgürlük kavramının John Locke ile geldiği nokta çok
önemli. John Locke’ a kadar mülkiyet dendiği zaman insanın canı ve malı söz konusu idi.
Fakat John Locke ile beraber onun düşünce sistemi, onun kitaplarında gördüğümüz şu
karşımıza çıkacak; özgürlük de insanın artık mülkiyetindedir; temel dokunmazlarının
arasındadır artık. Mülkiyet dendiği zaman canı, malı ve özgürlüğü olarak düşünülecek, John
Locke doğrudan doğruya bunu bize anlatır. Peki o zaman soru şu; mülkiyet bir insanın mülkü
nasıl haline gelecek? Bir nesnenin, bir eşyanın kazanımı nasıl olmalıdır diyen Locke
baktığımızda diyecek ki iki tane temel neden olması lazım; bunlardan birincisi (sol tandansın)
sol ideolojinin her zaman kullandığı temel bir kavram var, emek kavramı. Diyecek ki bir şeyin
senin olmasını istiyorsan o şey üzerinde alın terin olacak, emeğin olacak. Onu değiştirdiğini,
dönüştürdüğünü ve bu eylem sonucunda kazancın olacaksa o zaman senin olacaktır eğer
emeğin varsa. Bu şu anlama gelecek; tarladan bağdan bahçeden bahsediyorsak oranın
sürülmesi, gübrelenmesi, ekin ekilmesi ya da ağaç dikilmesi, budanması, ilaçlanması bunların
her birini yapıyorsan dolayısıyla oradan çıkacak ürün senindir. Emek verdiysen senindir diyor
kısaca. İkinci bir madde gerekiyor bir şeyin senin olması için ve diyecek ki senin düşünce
31
sisteminde şöyle bir şey olması gerekiyor; doğa yasalarının üçüncü maddesine göre var
olanların var olma nedenine baktığımda ve bunun Tanrısal bir şey olduğunu düşündüğümde
Tanrı’nın tüm evreni tüm insanlara verdiğinin bilincinde olmam gerekiyor. Dolayısıyla mülk
edinmek bağlamında birinci gereklilik emek vermek ise ikinci gereklilik bu evrenin tüm
insanlığa verildiğini kabul ederek bencilce uçsuz bucaksız, dağları, ovaları, bayırları kendi
mülkiyetine geçirmek için uğraşmayacaksın diyor, sana yetecek kadar yeri kendine
çevireceksin diyor. Ama günümüzde tabii ki böyle bir şey yok, çünkü değil dünya üzerinde
uzayda bile artık hiç böyle başıboş sahipsiz bir yer yok. Uzayda bile uzay haritaları
çıkartılıyor, uzay üsleri kuruluyor vs. Sonuçta insanın bir şekilde bencil olduğundan herhalde
dem vurmaya çalışıyor. Ama demek istediği şu; mülk edinmek demek emek vermen gerekiyor
ve bir inanç sistemi üzerinden tüm evrende her şeye sınırsızca bencilce sahip olmana gerek
yok tüm insanlığın hayatta kalması yaşaması içinde tüm bunların insani bir şekilde
paylaşılması gerektiğini bize söyler.

Doğa yasalarına, doğal duruma bir daha dönersek John Locke’tan soru şu;
demin bahsettiğimiz gibi insanların bilinçli bir düzeyde eşit ve özgür olduklarını
söylüyorsak neden devletli hale geçiliyor? → Ne güzel herkes eşit ve özgür. Ama
diyecek, doğal duruma baktığımızda doğal hak olarak karşımıza bir şey çıkıyor. Bu da şu,
insanların doğal durumda mağdur olmaları halinde mağduriyete sebep olan kişiyi
cezalandırma hakkı var. John Locke’un doğal durumunda devletli hale geçmekte ki temel
unsurlardan biri nedir diye sorduğumuzda diyeceğiz ki; doğal bir hak olarak kendisini mağdur
duruma düşüren sebep olan kişiyi cezalandırma hakkımız var, bu bir. Diyecek ki cezalandırma
hakkım var ama cezalandırmada ki ölçü nedir, problem bu. Devletin temel olarak ortaya
çıkmasının sebebi bu cezalandırmaya bir ölçü getirmesidir. Çünkü neden diyelim ki yolda
Cengiz Hoca gidiyor Furkan da Cengiz hocaya kızmış gidip hocaya tekme atıyor, hocada
Furkan’a diyor ki Furkan ben biraz John Locke biliyorum doğal bir hakkım var sen bana
tekme attın yere düştüm ayağı kırıldı vs seni cezalandırma hakkım var, bunu tanzim etmem
gerekiyor bu benim doğal hakkım, bu arada hoca Furkan’ın kafasını bıçakla kesiyor, diyor ki
bakın John Locke’u dinledim John Locke dedi ki cezalandırma hakkın var bende Furkan’ı
cezalandırdım, hoca da aaa pardon diyor ve tekrar Furkan’ın kafasını yerine dikiyoruz o tekrar
öğrenciliğine devam ediyor ( tabii bu işin esprisi). Fakat şöyle düşünün herhangi bir tekme
atmanın karşılığı durumunda mağdur olan kişi oturupta karşıdaki adama ceza vermek
anlamında 14 tane mermi sıkmıyor ya da kafasını kesmiyor. Artık temel neden TCK
dediğimiz (Türk Ceza Kanunu) ya da her devletin bir şekilde uyguladığı ceza yasalarının
varlığı ortaya çıkıyor, Devletle beraber. Tekrar ediyorum; doğal durumda devletli hale neden
geçiliyor diye sorulduğu zaman diyeceğiz ki cezalandırmada ki ölçüsüzlük. Devlet
cezalandırmaya bir ölçü getirmek için ortaya çıkmıştır. Bu şu anlama geliyor; hırsızlık 3
aydan 6 yıla kadar, adam öldürme 24 yıldan müebbete kadar vs bir şekilde farklı farklı her
cezanın parasal cezası ya da hapis cezası anlamında her eyleme bir ölçü getiriliyorsa biz işte
bunun sebebi olarak da şunu göstereceğiz; doğal durumda cezalandırmada ki ölçüsüzlük
olduğu için devlet ortaya çıktı. Diğer bir neden ne olabilir sorusuna diyeceğiz ki; 3Y
dediğimiz yasama, yürütme, yargının ortaya çıkması. Neden, doğal durumda bir insan
mağduriyete uğrayabilir, mağduriyete uğrayan kişinin doğal hakkı vardı, doğal hak
karşıdakinden tazmin etme hakkı yani onu cezalandırma hakkı var. Fakat hem güçsüzse hem
mağdursa ne olacak? Özetle, mağdur olan kişinin güçsüz olduğu düşünülürse onun
çaresizliğine bir çözüm olarak 3Y olarak karşımıza çıkacak. Yani yasama, yürütme, yargı.
Mağdurun başvurabileceği bir makamın olması gerekliliğinden dolayı devlet ortaya çıktı.
Diyelim ki Furkan 1.90 boyunda karate taekwondo judo biliyor geldi gene Cengiz hocaya

32
çelme taktı, hoca bir dönüp bakıyor adam zebellah gibi, ben bunun neresini cezalandırıyım
diyor, zaten güçsüzüm, ama hoca polisi arayacak savcılığa gidecek bu kişi bana çelme attı
ayağı kırıldı ondan şikayetçiyim mağdurum diyecek, dolayısıyla savcılık kanalıyla kolluk
kuvvetleri kanalıyla hakimin karşısına çıkarılan Furkan adam yaralama darp vs dolayı 1 yıl 2
ay hapis cezası aldı, işte benim güçsüz olan mağdurun bir şekilde mağduriyetinin giderilmesi
için onun başvurabileceği bir makamın olması gerekliliğinden dolayı devlet ortaya çıkmıştır.
Toparlarsak; John Locke’da doğal durumdan neden devletli hale geçiliyor dendiği zaman
diyeceğiz ki cezalandırılmada ki ölçüsüzlüğe bir ölçü getirmek ile mağdur olanın ve
güçsüz olanın başvurabileceği bir makamın olması onun haklarının savunulabilmesi için
3Y dediğimiz yasama yürütme yargının devlet olarak kendini göstermesi, bu nedenle
devletli hale geçilmektedir.

Liberalizmde hoşgörü kavramı çok önemlidir. Çünkü Hoşgörü Üzerine Mektuplar’ a


baktığımızda özellikle Hobbes’a dair sürekli gönderme yapan bir John Locke vardır; onun
düşüncelerini reddeden yani monarşiye karşıdır, tek kişinin kralın yönetimine, özgürlüklerin
bir şekilde geniş yelpazede hayat bulmasını istemektedir. Çünkü monarşiye bakıyoruz,
Hobbes’a bakıyoruz, korku üzerine kurulu bir sistemi bahsediyordu bize. Ama John Locke
bunun tam tersi, özgürlüklerin yaşanması gerektiğini söyleyen bir düşünür olarak karşımıza
çıkıyor. Hoşgörü kavramına tekrar dönersek, diyecek ki Hobbes’a baktığımızda hem pozitif
yasa olarak kılıcı gösteriyordu hem de Tanrısal güç olarak kiliseyi kullanıyordu. John Locke
diyecek ki, eğer ortada bir mutluluk kavramından bahsedeceksek bu dünyada şu anda
yaşıyorken ki mutluluk ile öte dünyaya ilişkin düşündüğümüz mutluluk kavramlarını vücut
bulma hali, oluşma haline baktığımızda iki farklı düşünceye sahip olmak gerekiyor. Diyecek
ki bu dünyada bir insan mutlu olur, atıyorum sağlıklı olmak beslenmek vs vs. Bedenen
fenomen dünyasında yani bu dünyada yaşar iken bizi mutlu edecek şey devletin görevi
(istihdam, iş güvencesi, sağlık güvencesi, eğitim güvencesi, can güvenliği vs.) bu dünya da
insanları mutlu etmek üzere hareket etmelidir. Ama inanç sistemi dediğimiz teoloji ya da
Hobbes’a gönderme yaptığı için kiliseyi kastedeceksek genel olarak da teolojiyi
kastedeceksek diyecek ki siyaset ile din birbirine karışmayacak; devlet bu dünyada iken
yurttaşlarına ne yapması gerekiyorsa onları mutlu etmek anlamında onları yapacak, teoloji
denen kilise ve diğer inanç sistemleri de insanları öte dünyada mutlu etmek anlamında onların
ne yapması gerektiği anlamında yani ibadet şekli vs, bu anlamda onlarla ilişki kuracak.
Yeryüzündeki siyasi eylemlerde ya da devletin kendi içerisinde inanç sistemine yer
vermeyeceğiz diyecek. Bu ikisinin çalışma alanı, etkinlik alanı farklıdır; çünkü bu dünyada
yaşarken devletin görevi bu bireylerin genel mutluluğu, huzuru, özgürlüğü için çalışmaksa
teolojinin unsuru ve kişileri de yani din adamları da insanların öte dünyada nasıl mutlu
olacaklarına dair etkinlikte bulunmalı. Özetle; inançlara hoşgörülü yaklaşım söz konusu hatta
o toplumda ateistlere dahi hoşgörü de bulunuyor ama onlarda pek sesini çıkarmasın diyor,
ama asıl vurgu yapmak istediği şey devlet ve din işlerinin birbirine karıştırılmaması
anlamında laik diyebileceğimiz bir düzeni önermekte bize. Çünkü Hobbes kilisenin gücünü de
kullan diyordu krala. Genel olarak hoşgörü dendiği zaman birinci adımda bir şekilde
teolojinin, inanç sisteminin her tek insanın nasıl inanıyorsa nasıl düşünüyorsa onu yapması ve
söylemesi gerekliliği, çünkü özgürlük var işin içinde inanç özgürlüğü bağlamında söylüyoruz,
ateistlere dahi hoşgörülü davranabileceği fakat onlarda pek sesini çıkarmasın demeye getiren
bir hoşgörülü yaklaşım var. Ama özünde inançlara özgürlük anlamında ve teolojinin bu
dünyadaki siyasal bağlamda etkinliğinin azaltılması yönünde fikirleri var.

33
John Locke biraz ilginç bir adam, her ne kadar sürekli liberalizmin babası ya da
özgürlüklerden dem vurmasına rağmen yaşadığı dönem itibariyle bu arada köleliği evetleyen
köleliğe ses çıkarmayan biridir.

John Locke hakkında protestan mezhebinden bahsettik. Çünkü dönem itibariyle baktığımızda
ünlü bir kitap var, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” isimli Max Weber’ in. Bu kitapta
aynı günümüzde yaşanan serbest piyasa ekonomisi ya da kapitalizm dediğimiz şeyin protestan
ahlakıyla ya da protestan mezhebiyle uyumlu olduğunu gösterir. Yani sürekli çalışmak,
üretmek, kazanmak anlamında. Bir şekilde asla tembelliğe yer vermeyen bir görüş bu, hemde
inanç. Dolayısıyla John Locke da protestan mezhebinin ön plana çıkardığını düşündüğümüzde
özellikle mülk edinmek anlamında sürekli bir çalışmanın gerekliliğinden bahseder.
Miskinliğe, tembelliğe yer vermez. O yüzden de şunu söyler; emek ver, çalış, ter dök, o mülk
senindir. O zaman şunu söyleyeceğiz işte; John Locke’un hem dönemine hem de düşünce
sistemine baktığımızda ve Amerika’nın keşfine baktığımızda bir şekilde İngiliz, İspanyol,
Hollandalı, Portekiz, bu insanların zamanında Amerika’yı keşfedip de orada Azteklerin
Mayaların kültürlerini bir yana, bozguna uğrattıkları, onların altın ve gümüşlerini Avrupaya
taşımalarının alt yapısında da yav bunlar zaten tembel zaten bunlar buraya çok çalışmamışlar
deyip bahane bulup onları çalıştırmak köleleştirmek ya da altın ve gümüşlerini çalmak
anlamında temel sebeplerden biri de onların tembel olmalarından kaynaklandığını
düşünmeleri.

Genel olarak John Locke’u tekrar etmek gerekirse diyeceğiz ki; doğa yasaları vardır, verilidir
hazırdır kaynağı da Tanrı’dır, doğa yasalarının kanıtlarına baktığımızda birincisi akıldır
ikincisi vicdandır üçüncüsü var olanların var olma nedenleri üzerine soru sormadır
düşünmektir dördüncüsü toplumsallıktır, toplumsallık olduğuna göre erdem-erdemsizlik
ödül-ceza anlamında unsurlarda doğa yasalarının kanıtlarıdır diyeceğiz, mülkiyetin nasıl
edinmesi gerektiğini anlattık, hatta mülkiyet o kadar ön plana çıkıyor ki örneklerinde diyecek
ki bir insan orduda ise komutanı bunu cephede ölüme dahi gönderebilir onu canından edebilir
ama o komutan o askerin cebinden bir kuruşu dahi alamaz isteyemez diyecek.

JEAN-JACQUES ROUSSEAU

Jean-Jacques Rousseau’nun hangi kitaplarını okuyalım diye baktığımızda; Toplum


Sözleşmesi, İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı, Emile gibi kitapları okunabilir. Fakat
hangisi önemlidir, ne okunmalıdır diye düşünüldüğü zaman temel bir kitap olan hocaya göre
İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı ve Bilim ve Sanatlar Üzerine Söylev isimli kitapları
okunmalıdır Rousseau’yu anlamak için.

O zaman Rousseau denildiğinde aklımıza ilk gelmesi gereken şey şu; aydınlanma dönemi
filozofu olmasına rağmen aydınlanmaya karşıdır. Ne anlamda karşıdır dersek, o zaman
aydınlanma kavramına ilk baktığımızda düşünülmesi gereken şu var; aydınlanma dendiği
zaman insanın aklın rehberliğinde sürekli ilerlemesi, gelişmesi, çağdaşlaşması vs gibi bir
anlam çıkar. Çünkü filozoflardan Kant’ın söylediği gibi aydınlanma dönemi, insanın aklını
kullanma dönemidir. Daha öncesine baktığımızda olgunlaşmamış, ergin olmamış aklın artık
olgunlaşıp onun ışığında yol alması gerektiğini söyler, aydınlanma felsefesi dediğimiz şey bu.
Aydınlanmanın aklı Rousseau için hiç de hoş bir akıl anlamına gelmemekte; onun öykündüğü,

34
olması gerektiği, düşündüğü akıl Antik Yunan aklıdır. Çünkü Antik Yunan’da erdemli insan
söz konusuydu. Sokrates’i, Platon’u, Aristoteles'i düşünürsen erdemli yaşa diyordu, yani
ölçülü yaşa, idealara göre yaşa, iyiye göre yaşa, güzele göre yaşa, bunlar birer ideadır
erdemdir, böyle bir yaşam mutluluk getirir sana diyor. Fakat aydınlanma dendiği zaman onun
aklına baktığımızda sürekli bir hızlı gitme, koşuşturmaca, başkalarını geçme, onları yenme
gibi bir durum söz konusu yani şu anda yaşadığımız durum, hep bir sınav var hep biz
kazanmalıyız çok çalışmalıyız diğer insanları geçmeliyiz gibi. Hacettepe Üniversitesi Beytepe
Kampüsü girişinde şöyle bir yazı vardır; “İleriye daima ileriye.” İşte bu aydınlanma aklının
şifresi budur, hep ileriye hep koş sürekli hızlı git sürekli onları geç. Dolayısıyla aydınlanma
aklına karşı olmak dediğimiz şey Rousseau bağlamında bu. Çünkü onun sevdiği istediği şey
Antik Yunan aklının ölçülü yaşam önerisi idi. Rousseau ya baktığımızda o zaman diyeceğiz
ki, Rousseau bence insan psikolojisini insanı en iyi analiz eden filozoflardan biridir dedim
(hoca her zaman bunları savunuyormuş). O zaman diyeceğiz ki, bir filozofu anlamak için
onun temel kavramları ne idi? Rousseau’nun doğal durum tasvirine baktığımızda çok ilginç
bir tipleme ile karşılaşıyoruz. Tek başına yaşayan, doğasıyla konuşmayan, yani dil ile iletişim
yok, kültürel aktarım yok çünkü tek başına, ahlaki bir yapılama yok çünkü tek başına bir insan
oturupta iyi ve kötü değerler üzerinde bir şey yapacak hali yok. Dolayısıyla ve özellikle bu
özgür, çok sınırsız bir özgürlüğe sahip olduğunu söylüyor Rousseau doğal durumda. Bu
durumda kültürel aktarım yok, birikim yok çünkü tek başına; yani o tek kişinin bir şekilde
kendisinin ölümüyle tüm öğrendiği bildiği şey toprağa gidiyor. Bu bir şekilde aylak aylak,
tesadüfen orada burada dolaşan, orada burada karnını doyuran, nerede akşam orada sabah
yatan, belli bir yeri olmayan kişi,nasıl oluyorda bir şekilde kalabalık hale gelecek ya da onun
Toplum Sözleşmesi denen duruma nasıl geçilecek?

Dört tane temel kavramı Rousseau bağlamında asla unutmayacağız;


1. Kıyaslama ve yetkinleşme
2. Tarım ve demir

Bu dört temel kavramı Rousseau üzerinden açıklarsak, Rousseau’yu çok iyi anlamış kabul
edebiliriz. Kıyaslama ve yetkinleşme çok önemlidir; insanın özellikle psikolojik yapısını,
kendi iç dünyasını bize çok iyi açıklayan iki temel kavramdır. Kıyaslama derken; doğal
durumda tek başına dolaşan oldukça özgür olduğu düşünülen herhangi bir kültürel aktarım
yaşamayan, aylak aylak dolaşan, bu insan tesadüfen biriyle karşılaşır diyor Rousseau. Bu
karşılaşmada ilk yapılan şey kıyaslamadır. Hepimizin günlük yaşamda, biriyle tanışırken,
sokakta yürürken, kampüse ilk geldiğimiz gün, ilk öğrenciliğimizin yıllarında karşısındaki
insanın giyiminden kuşamından konuşmasından onun nasıl bir kültüre nasıl bir yapıya sahip
olduğunu anlamaya çalışırız; dolayısıyla kendimizle karşımızdaki insanları her zaman
kıyaslarız. İster istemez zihnimiz böyle çalışır. Giyimine göre zengin olup olmadığı,
konuşmasına göre nereli olup olmadığı, bir sürü unsur; bunlar hep kıyaslamadır, ister istemez
insanın psikolojik yapısı budur. İşte kıyaslama da Rousseau bağlamında ilgilendiren taraf şu
olacaktır; çok keskin net bir durum var, bunu asla unutmayacağız, diyeceğiz ki doğal durum
tasvirinde Rousseau’nun insanında gizil, örtük, uyuyor, yatışmış dediğimiz insana has istek
arzu beklenti anlamında ne kadar şey varsa tatmin edilmesi istenen arzulanan bunların her biri
uyuyor durumda, doğal durumda çünkü tek başına, demin söylediğimiz kıyaslama kavramı ile
bunların her biri uyanıyor, atağa geçiyor. Bir insanın yapısında olan istek arzu beklenti
anlamında ki ne kadar tatmin edilmesi gereken maddi manevi ihtiyaç var ise bu kıyaslama
kavramı ile uyanıyor, harekete geçiyor. Ve o ünlü insanların arasındaki en büyük probleme yol
açan şey; bende niye yok, onda niye var sorusu aydınlanmanın aklıyla jet hızıyla harekete

35
geçiyor. Kıyaslama kavramı ile yani bir insanın diğer insanla karşılaştığı anda karşıdaki
insanın sahip olduklarına bakarak bende niye yok onda niye var sorusundan hareketle onu
geçmeliyim, ondan daha güzel olmalıyım, daha çalışkan olmalıyım, onun arabasından daha
lüks bir araba sahibi olmalıyım, onun sevgilisinden daha güzel bir sevgili edinmeliyim vs.
Aydınlanmanın aklı böyle bir akıl işte, özünde insanın psikolojik iç dünyası var, kıyaslama
yapıyor onu geçmeliyim diyor. Kıyaslama kavramı Rousseau için önemlidir, o zaman
kıyaslama üzerine konacak yetkinleşme kavramı ortaya çıkıyor. Esasında biraz önce
bahsettiğimiz her şey yetkinleşme; onu nasıl geçmeliyim, onun sahip olduklarından daha
iyisine nasıl sahip olabilirim diye modern akıl dediğimiz aydınlanmanın aklının sürekli bizi
kamçılaması ile hırs ya da onu geçme istediği, uyuyor dediğimiz istek arzu beklenti her ne ise
tatmin edilmesi için aydınlanmanın aklı sürekli bir kamçı haline geliyor, planlar kuruyor, daha
çok çalışıyor ya da yıpranıyor ama hiç bir zaman doymuyor. Beytepe Kampüs girişindeki
kocaman yazı gibi, daima ileriye hep ileriye; bitmiyor, ileri bitmiyor. Şükür ki ölüp
kurtulacağız. Ama aydınlanmanın aklı işte böyle bir şey. Ya da günümüzde şöyle düşünün,
diğer insanları geçmek için özellikle ekonomik olarak baktığımızda kendi gücümüze göre
giyimimizi, kuşamımızı daha düzgün göstermeye çalışıyoruz, çünkü psikolojik bir üstünlük
bu sonuçta. Ama bunların edinilmesi anlamında aklın köleleştirildiği söz konusu,
aydınlanmanın aklıyla. Çünkü burada bir ölçü yok. Başta söylediğimiz ölçülü yaşamak, şiari,
zemini paydası Antik Yunan’da vardı, ölçülü yaşa diyor. Ama biz en iyiye sahip olmak
istiyoruz çünkü diğer insanlar üzerinde psikolojik olarak üstün olmak istiyoruz. Bizi
kıskansınlar bizi beğensinler istiyoruz. O yüzden banka kredileri çekiliyor, önündeki 5 ya da
10 yıllık yaşamı ipotek altına almış oluyor ama ne olacak, Fatma teyze Ayşe teyzeyi geçmiş
olacak, daha iyi bir eve geçiyor daha sonra. Bunu yapıyor çünkü bu elimizde olan bir şey
değil, insanın doğasına uygun olarak görülüyor çünkü bu psikolojik olarak kıyaslama ve
yetkinleşme kavramı üzerinden açıkladığımız şey hep bu aydınlanmanın aklı bize bunu
yaptırdı; onu geç ondan daha çok şeye sahip ol dediğimiz şey.

Tarım ve demir mevzusuna geldiğimizde özellikle Bilim ve Sanatlar Üzerine Söylev adlı
eserine baktığımızda, bu zaten Dijon Akademisi’nin açtığı bir yarışma sonucunda kendisinin
kazandığı bir kompozisyondur. Dijon Akademisi diyor ki, bilim ve sanatlar insanın ahlakını
geliştirir mi yozlaştırır mı? Ama Rousseau, bilim ve sanatların uygar insanı ortaya çıkardığını,
uygar insanın da yozlaşmış insan olduğunu söylüyor. Çünkü neden, şu anda günümüzde
ortalama kime mikrofon uzatırsak bilimlerin sanatların insanı geliştirdiği çok önemli olduğu,
bilimsel çalışmaların hep olması gerektiği vs şeklinde hep bu düz mantık söylenir. Fakat
Rousseau der ki, bilim ve sanatlar uygar insanı ortaya çıkarır fakat bu insan yozlaşmış
insandır. Neden diye sorduklarında diyor ki; bilim ve sanatlar sahtekarlıklar yalanlıklar
düzenbazlıklar üzerine kuruludur. Rousseau şöyle der, sayılarla matematikle bankayla
uğraşanlar ya da mesleği bu olanlar cimridir. Matematik bir bilimse bu insanlar cimri olur
çünkü cimrilik Antik Yunan’ da sevilen bir şey değil. Yani orada altın oran derken Aristoteles,
Platon ölçülü ol der, ne cimri ol ne müsrif savurgan ol, ölçü ortayı bul diyordu. Ama
matematikle uğraşanlar, bir bilim alanı ise cimri olurlar diyordu. Bu iyi bir şey değil diyor. Ya
da kimya bilimini düşünün, fiziği düşünün. Uygar insan kimyada, şunda bunda çok ileri,
fizikte, astronomide. Ama şu anda gıdaya bakarsanız, gıda da sabitleştiriciler varya, bir yoğurt
alıyorsun 6 ay dolapta duruyor, dışarı bıraksan bozulmuyor, her birinin içerisinde E216, E15
bir sürü böyle sabitleyiciler var ya da koruyucu dediğimiz şeyler var. Bir de seralara bakalım,
her biri kimyasallarla yetiştiriliyor, diyoruz ki şunda kanserojen varmış bunda şu varmış,
sonuçta bu kimya biliminin ortaya koyduğu şeyler. Ya da biyolojiye bakalım, moleküler
biyoloji genetik bilim okuyanlarda, genetik bilim genlerle oynuyor. İlk yapay olarak üretilen
Dolly isimli koyun vardı, ya da günden olan pitbull var. Farklı hayvanların genlerini bir araya
36
getiriyor, farklı bir canlı yaratıyor ve bunun adı bir şekilde bilim oluyor. Fakat yozlaşmış
dediği insan ortaya çıkıyor, genlerle oynayan bir insan var; bırak bitkileri hayvanların ve
insanların genleriyle oynayan bir bilim, moleküler biyoloji genetik bilim vs denen şey.
Bunların her birini ne için konuşuyoruz, Rousseau'nun bilim ve sanatların insanı
yozlaştırdığından bahsediyor, bu uygarlık falan değil diyor, uygarlıksa da uygar insanın
yozlaşmış halidir diyor. Ya da edebiyat diyor; edebiyat esasında yalan söylemektir diyor, hani
günümüzde düşünün retorik kavramını merkeze alalım hitabet, konuşma; siyasetlerin her biri
oy almak için sürekli bir şeyler söylüyor bize, esasında tek dertleri oylarımız almak,
dolayısıyla bazen abartı şeyler söylüyor (çok laf yalansız olmuyor). Edebiyatında bir şekilde
hani sanat kolu olarak düşündüğümüzde, edebiyatında insanı yozlaştırdığından bahseder.
Nerede; Bilim ve Sanatlar Üzerine adlı eserinde. O zaman ne dedik, İnsanlar Arası Eşitsizliğin
Kaynağı, Bilim ve Sanatlar Üzerine Söylev okunması gereken iki temel kitaptır. Daha sonra
Toplum Sözleşmesi okunabilir, Emili daha sonra okunabilir, Emili zaten bir çocuğun nasıl
eğitilmesi gerektiğine dair bir kitap. Bu arada işin magazin tarafına bakarsak Rousseau’da pek
temiz bir adam değil; hırsızlık, kapkaç, bir sürü gayriresmi çocuk var vs. Ama biz her zaman
bizim için filozofların özel yaşamı, magazin tarafı değil yazdıkları önemlidir diyeceğiz.
Toparlarsak diyeceğiz ki; böyle bir insan tiplemesi çizdik; derdimiz tarım ve demirin nasıl
işlendiği, ne anlama geldiği, Rousseau tarafından. Çünkü demin bahsettiğimiz Bilim ve
Sanatlar denen şey özellikle bu tarım ve demir dediğimiz unsurlarla çok yakından ilgili. O
zaman tarım konusuna bakarsak Rousseau nasıl açıklamış diye; diyeceğiz ki bu aylak aylak
boş boş tek başına dolaşan doğal durumdaki insan tesadüfen (tesadüfen Rousseau’nun çok
sevdiği bir kavram, çok sıkışık ya da çok böyle sorunlu bir yer olduğu zaman tesadüfen
olmuştur der) ikinci insanla karşılaşır. Yine bizim bu tesadüfen dolaşan bu adam şunu fark
edecek, işte daha önce geçtiği yer vardı orada bir elma ağacı vardı orada üç beş buğday
parçası vardı ekin vardı, bunu fark etti ve artık nereye gittiğine dahi düşünmeden sürekli
hareket halindeki insan bu ağacın dibinde beklemeye başladı. Çünkü yeterince elma var
burada, beslenme konusunda pek uzaklara gitmesine gerek yok. Buğdayda var tesadüfen
büyümüş ve uygarlık tarihinin en önemli adımlarından biri olan insanın yerleşik hayata
geçmesi denen şey başlıyor, yani tarım hayatı. Niye; artık bir bahçe var bir bağ var bir ağaç
var onun yanında duruyor artık, hareket halinde değil. Tarımın başlanması insanın yerleşik
hayata geçmesi işte uygar insanın esasında en önemli adımlarından biri olarak karşımıza
çıkacak. Dolayısıyla en önemli sorun olan mülkiyet konusu burada karşımıza çıkıyor, tarım
ile. Bir şekilde artık kendini sabitleyen, tarıma başlayan insan her sene her ürün sonrasında
her hasat sonrasında elinde artık sürekli mülk birikmekte. İlk sene 10 kg buğday daha sonra
50 kg buğday daha sonra bin ton buğday daha sonra on ton buğday, özetle birilerinin elinde
yoğun şekilde mülkiyet birikmekte ve insanlık tarihinin en büyük problemi ve her zaman
devam edecek problem mülkiyettir. Birilerinin elinde yoğun şekilde mülkiyetin birikmesi
başkalarının elinde hiçbir şey olmaması anlamına gelir. Demin düşündüğümüz kıyaslama
kavramını da düşündüğümüzde, bende neden yok ben açlık düzeyinde yaşıyorum öteki 50 ton
buğdayın üstünde yaşıyor, ya da çevremizde ki zenginleri düşünün yediği içtiğine bakın
giydiğine bakın benim bir ayda kazandığımı bir günde kazanıyor ya da harcıyor, böyle bir
saçmalık olur mu olmaz, olmaması lazım. Dolayısıyla en önemli sorunlardan biri olan
mülklerin kimin elinde biriktiğine bakarak diyecek ki, toplumsal sınıflar ortaya çıkar; bir
şekilde Marx öncesi Marksizmi müjdeleyen düşünce bu. Sınıf savaşı, sınıf farkları ortaya
çıkıyor yani mülklerin kimin elinde biriktiğine bakarak efendi-köle, işçi-işveren, mülk
sahipleri- mülksüzler gibi temel ayrımlar temel sınıflar ortaya çıkıyor. Fakat burada ciddi bir
şey daha çıkacak, Toplum Sözleşmesi kavramı burada ortaya çıkıyor. Toplum Sözleşmesi
dediğimiz şey nedir; etat, devletçi bir yapıya sahiptir, etatist dediğimiz şey. Bunu Rousseau
söylüyor. Fakat işin özünde ne var, mülk kimlerin elinde ve kimlerin elinde yok. Demin
37
saydığımız sınıfları düşündüğümüzde Toplum Sözleşmesinin, akıllı zeki ve zengin insanlar
tarafından yoksul insanlara götürülen bir öneri olduğunu söyleyecek. Niye; en önemli şey
ortaya çıkıyor, dersimizin ilk başında söylediğimiz şey güvenlik ve mülkiyet ikizdir asla
birbirinden ayrılmaz demiştik ya bu kadar mülk birilerinin elindeyse bu mülk sahipleri bir
şekilde bu mülklerinin elinden alınabileceğini, çalınabileceğini, saldırıya uğrayabileceğini
düşünüyor; dolayısıyla can ve mal güvenliği söz konusu. Güvenliğin sağlanması anlamında
zenginler daha tedirgin olur. Ve demin söylediğim zengin akıllı olan zeki olan insanlar yoksul
olan insanlara Toplum Sözleşmesini önerirler. Ne anlamda; klasik bir toplum sözleşmesi aynı
bir anayasa gibidir, insanların temel hakları vardır, kimse kimsenin canına kast etmeyecek,
kimse kimseyi öldürmeyecek, kimse kimsenin malına el koymayacak vs vs, böyle bir yasal
düzenleme yani bir toplum sözleşmesi yapılınca kimler daha çok karlı çıkar, kimlerin daha
çok faydası daha çoktur burada → tabiki zenginlerin. Diyeceğiz ki, hocam bu adam zengin ve
zeki yoksul adama bu öneriyi götürdü, toplum sözleşmesini onlarda kabul etti, ee tabi kabul
edecek çünkü zaten kaybedecek bir şeyi yok ki; hiç değilse yoksullarda mülk sahibi olmaya
da şunu düşünecek zaten dipteyim hiç değilse yasalar önünde ben ve o eşit olacakmışız, bu
yüzden kabul ederler. Demir mevzusuna gelirsek; diyecek ki tesadüfen bir şekilde
volkanlardan çıkan demir, işte bir oluğa bir oyuğa gelip donar, düşünün ki 1-1.5 metrelik 10
cm genişliğinde bir demir çubuk buluyorsunuz tesadüfen. Demirin işlenmesi de işte uygar
insanı, yozlaşmış insanı ortaya çıkarır diyor. Çünkü demiri işleyen insan iki şey yapabilir;
canının ve malının güvenliği anlamında silah yapabilir. Çünkü demin zenginler tedirgin oldu
ya, ama demirden silah yaparsa kendini koruyabilir ya da demirden yoksullar silah yapabilirse
zenginlere saldırabilir. O yüzden demirin gelişimi üretimi, daha doğrusu çelik olarak da
kendini göstermesi en başta silah olarak, iki tarım aletlerinin ortaya çıkması anlamında
verimin arttırılması üretimin arttırılması anlamında önemlidir diyecek.

İşte demin saydığım, en başta söylediğim kıyaslama yetkinleşme, Antik Yunan aklı,
aydınlanmanın aklı, demir, tarım bunların her biri Rousseau’yu bize gösteriyor. Ama işin
özünde uygar insan yozlaşmış insandır diyen bir Rousseau vardır.

——————————————————————————————

John Locke eşit ve özgürlük demesine rağmen köleliğe karşı çıkmamış olmasının
nedeni? → John Locke’da eşit ve özgür olmak şöyle; akıl kavramı merkezinde düşün. Biz
akıl sahibi bir varlık olarak eşit ve özgürüz şu anda ama aynı zamanda benim eşit ve özgür
olmam diğerlerinin de eşit ve özgür olduğunun bilincindeyim. Onların özgürlüklerine,
özgürlük sınırlarına asla ben müdahale etmemem gerekiyor çünkü ben akıl sahibiyim. Eşit ve
özgür olduğumuzun bilincindeyim o yüzden sınırlarımı biliyorum onların sınırlarını da
biliyorum. Birbirimizin can güvenliğine sağlığına malına canına müdahale etmemeliyim.
Onlarda bu bilinçteler. Hobbes’tan farkı nedir diye sorarlarsa; ikisinde de doğal durumda eşit
ve özgür olduğunu söylüyoruz, Hobbes’ta eşit ve özgürlük sınırsız tam bir orman kanunu
düzeyinde kesip biçme öldürme anlamında, ama John Locke’ta bana verilen akıl ve bu akılla
sahip olduğumuz düşündüğüm eşitlik ve özgürlüğün diğer her tek bireyin de sahip olduğunun
bilincinden hareketle diğer insanların da canına malına sağlığına dokunmamam anlamında bir
bilinç bu, fark bu. Köleliğe karşı çıkmaması, zaman itibariyle yaşadığı dönem ona uygun artı
protestanlıktan bahsettik ya çalışmak üretmek üzerine kurulu bir şey bu. Bunu şöyle
yorumlayabiliriz; “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya yarın ölecekmiş gibi öte dünyaya çalış”
diye bir laf vardır ya bize bu dünyada miskinliğe tembelliğe asla yer yok diyor. Yani sürekli

38
üretim sürecinde olunması gerektiğini söyleyen bir şey bu. Amerikan iç savaşının ya da kuzey
güney savaşının özünde, köleliği kaldıran eyaletler ile köleliği savunan eyaletlerin savaşıdır.
Bir tarafın uçsuz bucaksız pamuk tarlaları var zenciler tarafından bunların üretilmesi,
yetiştirilmesi, toplanması gerekiyor o yüzden bir iç savaş çıkıyor. Yani köleliğe ihtiyacımız
var, emeğe ihtiyacımız var. Ama John Locke her ne kadar özgürlükten, eşitlikten, temel
haklardan bahsediyor önemli değil, günümüzde de farklı değil. Amerikanın özgürlüğü , bir
Amerikan vatandaşının özgürlüğü daha mı önemli, bir tane Afrikalının mı Asyalının mı daha
önemli. Yani reel politik dediğimiz şey çok farklı. Bir felsefeci olarak ben de şu an tüm insan
haklarından saatlerce konuşabilirim ama reel politika böyle değil. O yüzden de John Locke’da
tüm Amerikanın Afrikanın zenginliklerinin Avrupaya doğru akması sürecinde haklılık ortaya
çıkarıyor. Niye; Afrikalılar tembel diyor, Amerikalılar tembel diyor o dönem için. Hatta şöyle
bir şey var; İspanyol, Hollandalı, Portekiz ilk sömürge uluslarını düşündüğümüzde gemilere
atlayıp, onlara gidip diyorlar ki, ünlü bir kağıt var ( hiç bilmediğimiz dil Japonca olsun, bir
Japon gelip bana diyor ki biz seni Şinto dinine davet ediyoruz, Şinto dinini kabul etmezsen
elindeki tüm mal varlığına el koyacağız, bir kere Japonca zaten bilmiyorum mel mel
bakıyorum, ama bu benim suratım okunuyorsa ve ben bir şey anlamadığım için cevap
veremiyorsam demek ki tüm mallarımın elden çıkarılmasına göz yumuyorum), işte demin
saydıklarımız gittikleri yerlere bunu yaptılar; İspanyol, Hollandalı, Portekiz gidip Aztek ve
Mayalara dediler ki sizi hristiyanlığa davet ediyoruz, dine davet ediyoruz bu dini kabul
etmezseniz bizden değilsiniz, şöyle düşün elindeki malı almak istiyorsam din bir alet
olabiliyor, işte bizim demin sömürge devletleri dediğimiz şeyler bunu yaptılar, yani Japonun
bana yaptığı gibi. Politika, günümüzde de geçerli bu, düşün Türkiye’de insan haklarına dair
birçok mahkeme vardır, Avrupa Birliği seni mahkum eder, sen onlara sende şunu yapıyorsun
dediğin zaman kimse seni tınmaz. Her şey ne kadar güçlü olduğuna geliyor. Ne kadar
güçlüysen o kadar sözün geçiyor.

39

You might also like