You are on page 1of 116

KİŞİLİK GELİŞİMİ

DR. ŞENNUR GÜNAY AKSOY


Kişilik, bireyin belli uyaranlara karşı uyum sağlamak için geliştirdiği düzenli ve sürekli davranış
örüntüleridir.
Kişilik, bireyi başkalarından ayıran, doğuştan getirilen ve sonradan kazandığı özelliklerin
oluşturduğu dinamik bir bütünlüktür.
KİŞİLİKLE İLGİLİ KAVRAMLAR
Huy (mizaç)
Karakter
Tutum
İstidat (Yatkınlık)
Benlik
İdeal benlik
Benlik saygısı (Özsaygı)
Huy (mizaç): Kişiliğin biyolojik ve fizyolojik yönüdür. Kişiliğin bu yönü doğuştan getirilir ve
değiştirilemez. Sinirlilik, neşelilik, içe dönüklük, dışadönüklük, soğukkanlılık gibi.

Karakter: Bireyin toplumun sosyal değerlerine uygun davranış gösterme özelliğidir. Yani kişiliğin
ahlaki/toplumsal yönüdür. Yaşantıyla çevreden kazanılır ve eğitimle şekillenir. Dürüstlük,
sevecenlik, sahtekârlık, sorumsuzluk gibi.
Tutum: Bir kişinin herhangi bir nesneye veya duruma karşı genel bir duygusunu, değerlendirmesini
veya belirli şekilde tepki göstermesini ifade eder. Bu tepki veya değerlendirme olumlu da olabilir
olumsuz da olabilir. Tutumlar kişiye özgüdür.

İstidat (Yatkınlık): Bireyde doğuştan var olan ama ortaya çıkmamış özellikleridir.

Yetenek: Doğuştan insanda var olan istidatların çevrede işlenerek işe yarar hale getirilmesidir. Yani
istidatların ortaya çıkmış halidir.
Benlik: Bireyin kendisine ilişkin düşünceleri ve algılarıdır. Bireyin kendisini değerlendirmesidir.

İdeal benlik: Bireyin olmayı istediği benliktir.

Benlik saygısı (Özsaygı): Bireyin gerçek benliği ile ideal benlik arasındaki farktır.
KİŞİLİK KURAMLARI
Psikoanalitik kişilik kuramı (Sigmund Freud)

Psiko-sosyal gelişim (Erikson)

İnsancıl yaklaşıma göre kişilik (Rogers, Maslow)


Kişilik ve Tanımlar
Kişilik denildiğinde herkes ne anlama geldiğini bilir ancak; formel bir tanım noktasında iş
oldukça zorlaşır. Yine de en genel tanımı ile kişilik, bireyin iç ve dış çevresiyle kurduğu, onu
diğer bireylerden ayıran, tutarlı ve yapılaşmış bir ilişki biçimi olarak tanımlanmaktadır.
 
Kişiliğin tanımını yaptığımızda diğer bireylerden ayırt edici terimini kullandığımıza göre bireyin
kişiliğini tanımlarken o bireyi diğer bireylerden farklı kılan özellikleri ile tanımlamak
gerekmektedir. Örneğin Ali’ yi tanımlarken sabah kahvaltı yaptığını, kahvaltıda çay içtiğini
söylersek Ali’ yi diğer insanlardan ayıran özelliklerinden bahsetmiş olur muyuz? Ali’ yi diğer
insanlardan ayıran ayırt edici özelliklerinden bahsedersek Ali’ nin kişiliğinden bahsetmiş oluruz.
 
Tanımda kullanılan bir diğer terim ise tutarlılık kavramıdır. Tutarlılık kavramıyla ise kişinin
zaman içerisinde benzer durumlarda aynı davranışı sergilemesi ifade edilmektedir. Yani
genellikle yardımsever kişilik özelliği sergileyen bir kişinin sinirli olduğu bir anda yardım etmeyi
reddetmesi sonucunda bu kişi ile ilgili ”yardım etmeyi sevmez” olarak tanımlama yapmak
doğru değildir. Çünkü bireyin sık gösterdiği davranışlar kişiliğinin bir parçasıdır.
Yapılaşmış kavramıyla ise kişiliğin birbiri ile ilişkili birçok örüntüden meydana geldiğini
ve bu örüntünün sistemleri arasında bağ olduğu ifade edilmektedir. Örneğin bir birey
“iyi kalpli, yardımsever, sakin, uysal, ailesine düşkün” olarak tanımlandığında bu
tanım içerisinde herhangi bir çelişki bulunmamaktadır. Ancak birey “iyi kalpli, huysuz,
uysal, geçimsiz, son derece saygılı ve saldırgan” olarak tanımlama yapmak ise oldukça
zordur. Böyle bir tanımlama sağlıklı bir kişilik örüntüsü değildir.
 
Kişilik tanımında kullanılan bir diğer özellik ise iç ve dış çevre ile ilişki kurma biçimidir.
Çünkü bireyin hem kendi duygu ve düşünceleri ile hem de çevresinde meydana gelen
olayları, insanları ve nesneleri algılama biçimi ve bunları değerlendirme biçimi de
kişiliğinin bir parçasını oluşturmaktadır.
 
Kişiliğin tanımından da anlaşılacağı üzere kişilik, doğuştan getirilen genetik özellikler
ile sosyal, kültürel ve psikolojik çevrenin etkileşimi ile oluşan karmaşık bir bütündür.
Kişiliğin oluşmasında kalıtım ile çevrenin etkisini birbirinden ayırmak neredeyse
olanaksızdır. İnsanların saç renkleri ve göz renkleri ile cinsel ve duygusal özellikleri
kalıtımla gelmektedir.
Zekâ, müzik ve resim gibi özel yetenekleri de kalıtımla doğuştan gelmektedir. Doğuştan
gelen bu özellikler çevre ile etkileşerek gelişir ve kişiliği şekillendirir.
 
Anne baba tutumları da yine bireyin kişiliğini oluşturan diğer bir önemli faktördür.

Ayrıca ailenin ve bireyin içinde yaşadığı toplumsal ve kültürel yapı da kişiliği


şekillendirmektedir.

Kişiliğin şekillenmesinde bir diğer önemli faktör de okuldur. Okulun bu işlevi nedeniyle
öğretmenin öğrencinin olumlu kişilik özellikleri ve istenilen davranışları geliştirmesi için
uygun eğitim ortamı hazırlamalı ve çocuğun kişilik gelişimi desteklemelidir.
 
Karakter, huy veya mizaç, tutum ve benlik gibi kavramlar da kişilik kavramı ile birlikte
kullanılmaktadır. Kimi zaman ise kavramlar kişiliğin yerine kullanılmaktadır. Bu kavramlar
da kişiliğin ayrılmaz birer parçasıdır.
Yapılaşmış kavramıyla ise kişiliğin birbiri ile ilişkili birçok örüntüden meydana geldiğini ve bu
örüntünün sistemleri arasında bağ olduğu ifade edilmektedir. Örneğin bir birey “iyi kalpli,
yardımsever, sakin, uysal, ailesine düşkün” olarak tanımlandığında bu tanım içerisinde herhangi bir
çelişki bulunmamaktadır. Ancak birey “iyi kalpli, huysuz, uysal, geçimsiz, son derece saygılı ve
saldırgan” olarak tanımlama yapmak ise oldukça zordur. Böyle bir tanımlama sağlıklı bir kişilik
örüntüsü değildir.
 
Kişilik tanımında kullanılan bir diğer özellik ise iç ve dış çevre ile ilişki kurma biçimidir. Çünkü bireyin
hem kendi duygu ve düşünceleri ile hem de çevresinde meydana gelen olayları, insanları ve nesneleri
algılama biçimi ve bunları değerlendirme biçimi de kişiliğinin bir parçasını oluşturmaktadır.
 
Kişiliğin tanımından da anlaşılacağı üzere kişilik, doğuştan getirilen genetik özellikler ile sosyal,
kültürel ve psikolojik çevrenin etkileşimi ile oluşan karmaşık bir bütündür. Kişiliğin oluşmasında
kalıtım ile çevrenin etkisini birbirinden ayırmak neredeyse olanaksızdır. İnsanların saç renkleri ve göz
renkleri ile cinsel ve duygusal özellikleri kalıtımla gelmektedir.
Zekâ, müzik ve resim gibi özel yetenekleri de kalıtımla doğuştan gelmektedir. Doğuştan
gelen bu özellikler çevre ile etkileşerek gelişir ve kişiliği şekillendirir.
 
Anne baba tutumları da yine bireyin kişiliğini oluşturan diğer bir önemli faktördür.

Ayrıca ailenin ve bireyin içinde yaşadığı toplumsal ve kültürel yapı da kişiliği


şekillendirmektedir.

Kişiliğin şekillenmesinde bir diğer önemli faktör de okuldur. Okulun bu işlevi nedeniyle
öğretmenin öğrencinin olumlu kişilik özellikleri ve istenilen davranışları geliştirmesi için
uygun eğitim ortamı hazırlamalı ve çocuğun kişilik gelişimi desteklemelidir.
 
Karakter, huy veya mizaç, tutum ve benlik gibi kavramlar da kişilik kavramı ile birlikte
kullanılmaktadır. Kimi zaman ise kavramlar kişiliğin yerine kullanılmaktadır. Bu
kavramlar da kişiliğin ayrılmaz birer parçasıdır.
Karakter: Kişiliğin ahlaki ve sonradan edinilen boyutudur ve bireyin toplumun değerlerine uygun davranış
gösterme özelliğidir. Yani kişiliğin ahlaki/toplumsal yönüdür. Karakter doğuştan getirilmez ve yaşantıyla
çevreden kazanılır ve eğitimle şekillenir. Dürüstlük, sevecenlik, sahtekârlık, sorumsuzluk gibi.

Huy (mizaç): Kişiliğin biyolojik ve fizyolojik yönüdür. Kişiliğin bu yönü doğuştan getirilir ve değiştirilemez.
Sinirlilik, neşelilik, içe dönüklük, dışadönüklük, soğukkanlılık gibi.

Tutum: Bir bireyin belli bir objeye veya bir kimseye karşı zihinsel açıdan hazır oluş durumu veya belli bir
biçimde vaziyet alışıdır. Başka bir deyişle bireylerin belli objelere, durumlara, kişilere ve olaylara karşı
geçirdiği çeşitli deneyimler sonucu düzenli bir tavır alışları ve davranış biçimleridir. Çeşitli nedenlerden ötürü
bir kimse bir sanatçıyı, bir şarkıyı, bir siyasi partiyi veya bir restoranın yemeklerini beğenmeyebilir. Bu kişinin
bu söz konusu tutumunun tutarlılık göstermesi gerekmektedir.

Benlik: İnsanın kendi kişiliğine ilişkin kanılarının bütünü, insanın kendisini tanıma ve değerlendirme şeklidir ve
kişiliğin öznel yanıdır.

Benlik kavramını daha iyi anlamak için, insanın kendisine sorduğu sorulara yine kendisinin içtenlikle cevap
vermesi gerekir.
•Ben neyim?
•İnsanın kendisini tanıması için öncelikle bu soruya cevap araması gerekir.
(Ör: Çirkinim, Akılsızım, Güzelim, Akıllıyım)

•Amaç ve Hedefim Nedir?


Bu soru ile kişi toplumsal yaşamdaki statüsü, rolü ve saygınlığını tespit
etmektedir. Yani benliğinde kendisini nasıl görmek istediğini, kendisine
nasıl bir değer biçtiğini belirlemeye çalışmaktadır.

•Ne yapabilirim?
Bu soruyla kişi kendi kapasitesini belirlemeye çalışır. (Ör: İyi koşarım,
yüzerim, çok çalışırım, iyi espri yaparım, Kriz durumlarında çözüm
üretmekte başarılıyımdır vb.)

•Doğru ve Yanlış Olanlar Nelerdir? Değer Yargılarım Nedir?


İnançlarım Nelerdir?
Bu sorulara verilen cevaplarla kişi içinde yaşadığı sosyal çevreden
kendisine göre edindiği değerler sistemini tanımaya çalışır.
Benliğin günlük davranışlarımızın ve yaptığımız işlerin üzerinde
önemli etkileri vardır. Çünkü benlik içimizde bizi denetleyen,
gözetleyen, yargılayan, değerlendiren ve bunların sonucunda
nasıl davranmamız gerektiğini belirleyen içsel bir güçtür.

İnsanın ruh sağlığı için, benlik tasarımı (ideal benlik) ile gerçek
yaşantılar arasında bir dengenin sağlanması gerekir.

İnsan ideal benliğe ne kadar uygun hareket ederse, o derece


sosyal yaşamında huzurlu olacaktır.
Kişiliğin ve kişilik bileşenlerinin pek çok tanımı yapılmış ve kişilik gelişimine ilişkin birçok kuram ileri sürülmüştür.
Kişilik gelişimi açısından psikolojiye en önemli katkıyı psikanalizin kurucusu Freud yapmıştır.
8.2. Freud ve Tografik Kişilik Kuramı
Sigmund Freud 1856-1939 yılları arasında yaşamış Avusturyalı nörolog ve psikiyatristtir. Freud kişiliğin yapısına ve
gelişimine ilişkin açıklamaları psikoanalitik kuram, geliştirmiş olduğu ruhsal tedavi yöntemi ise psikanaliz olarak
isimlendirmiştir. Freud’ un kuramı ve geliştirmiş olduğu ruhsal tedavi yöntemi geliştirildiği yıllarda ve sonrasında
fazlasıyla eleştirilmiş olmasına rağmen pek çok kişilik kuramcısına da ilham vermesi açısından çok önemli bir
kuramdır.

Freud kişilik gelişimi bakımından ilk çocukluk yıllarındaki yaşantıların önemini vurgulamıştır.

Bu kurama göre gelişim dönemlerinin kendine özgü temel ihtiyaçlarının ebeveynler ta ya da bakım verenler
tarafından zamanında ve uygun düzeyde karşılanıp karşılanmaması sağlıklı kişilik gelişiminde önemli bir faktördür.
Özellikle yaşamın ilk yıllarında bu ihtiyaçların karşılanmaması neticesinde ilerleyen yaşlarda normal olmayan
davranış biçimlerinin ortaya çıkması söz konusu olmaktadır.
Freud’a göre insan, Eros ve Thanatos olmak üzere iki temel dürtüyle dünyaya
gelmektedir. Eros, yeme, içme, cinsellik gibi yaşamı devem ettirmeye yarayacak bedensel
bütün ihtiyaçları karşılayan aktiviteleri yönetir ve hayatta kalmayı sağlar. Thanatos,
dövüşme, öldürme, mazoşizm (kendine acı ve zarar verme) gibi davranışlarla ifade edilen
yok edici bir güçtür.

Bu iki temel güdü bireyin toplum içerisinde uyumunu güçleştirdiği için; çocuğun
sosyalleşmesinde etkili olan başta ebeveynler olmak üzere yetişkinler tarafından sürekli
baskı altında tutulur. Toplumca onaylanmayan bu güdülerin bilinç düzeyinde durması
bireyde rahatsızlık yaratacağı için bu güdüler bilinçdışına itilir. Bilinçdışına itilmiş bu
cinsellik ve saldırganlık içerikli süreçler burada kaybolmaz ve bireyin davranışlarını
etkilemeye devam etmektedirler.

Freud kişiliği önce bilinç, bilinçöncesi ve bilinçdışı kavramları ile açıklamaya çalışmış yani
aslında bir tür bilinç sınıflaması yapmıştır. Topografik Kişilik Kuramı adını verdiği bu
kuramda kişiliğin bilişsel etkinlikleri ön planda yer almıştır.
SİGMUND FREUD ve PSİKOANALİTİK
KİŞİLİK KURAMI
Freud; kişiliğin yapısını ve gelişimini topografik, yapısal ve psikoseksüel gelişim dönemleri
kuramlarıyla açıklamıştır. Freud’un kişiliğe ilişkin kuramları, günümüz psikoloji alanında çok
bilinen kuramlardır.
TOPOGRAFİK KURAM
Freud’un Topografik Kuramı, ruhsal yapıyı bilinç, bilinç öncesi ve bilinçdışı gibi belirli bilinçlilik
düzeylerine ayırmıştır. Bu bilinçlilik düzeyleri, beyinde yer alan anatomik yapılar olmayıp,
bireylerin gerçekleştirdikleri zihinsel etkinliklerin ne derece farkında olduğunu ifade eden
kavramlardır
Bilinç: Bilinç, bireyin farkında olduğu yaşantıları içeren düzeydir. Bireyin çevresinden ya da
kendisinden gelen uyaranların farkında olduğu, tanıdığı, algıladığı yaşantılar bilinç düzeyinde
yaşanır.

. Dolayısıyla gerçeklikle uyum sağlayan ve mantıksal düşüncenin baskın olduğu


bölümüdür.
Bilinç öncesi: Bilinç öncesi, şu anda bilincinde olunmayan ancak, biraz düşünüldüğünde ve
dikkat gösterildiğinde hatırlanarak bilinç düzeyine getirilebilen, zihinsel olayları ve yaşantıları
içeren düzeydir.
insanın ruhsal yapısının derinliklerinde kapalı bir anı deposu olarak da kabul
edilen, artık işe yaramayan unutulmuş yaşantıların bulunduğu bilinç ile bilinç
dışı arasındaki ara bölümüdür. Freud bilinçdışı kavramını ortaya koyduktan
sonra, farkında olamadığımız ancak biraz uğraşsak tekrar bilinç düzeyine
getirebileceğimiz yaşantıların olduğu bölümü bilinç öncesi olarak tanımlamıştır.
Bilinç öncesinde yer alan yaşantıların hatırlanabilmesi için biraz üzerinde
düşünülmesi gerekmektedir.
Örneğin ilkokul yıllarının ilk gününün detaylarını şu an tam olarak
hatırlayamayabiliriz, çünkü bu bilgiler bilinç öncesinde depolanmaktadır. Ancak
biraz uğraşırsak bu bilgileri tekrar bilinç düzeyine çıkarabiliriz. Ya da en son on
beş yıl önce gördüğünüz bir mahalle arkadaşınıza rastladığımızda onun adını
hatırlamakta zorlanabiliriz. Ancak biraz üzerine düşündüğümüzde
hatırlayabiliriz
Bilinçdışı (Bilinçaltı): Bilinçli algılamanın dışında kalan tüm zihinsel olayları içerir. Kişinin kendi
özel çabası ile bilince çağrılamayan, bilinçlenmesi yasaklanmış yaşantıların tümünü kapsar. Bu
yaşantılar ancak özel yöntemlerle (hipnoz, serbest çağrışım, rüyaların incelenmesi) açığa
çıkarılabilir. Bilinçdışında davranışlarımızı etkileyen dürtüler, bastırılmış istek ve yaşantılar yer
alır.
Biz farkında olmasak da bilinç-bilinç öncesi ve bilinçdışı sürekli etkileşim
halindedir ve Freud'da göre gündelik yaşantıların birçoğunun kaynağı yani
davranışlarımızı yönlendiren güçler bilinç dışında yer almaktadır.
Bunlar arasında sürekli bir etkileşim vardır. Freud’a göre, bilinçdışında bulunan istek ve anılar zaman
ve yer tanımaksızın eski güçlerini ve enerjilerini sürdürmektedirler ve çeşitli biçimlerde davranışlar
üzerinde etkili olmaktadırlar.

Freud, kişiliğin büyük kısmının bilinçdışında oluştuğunu belirtir. Psikanalist yöntemle kişinin
bilinçdışındaki sorunlarını gün ışığına çıkararak çözümlemeye çalışmıştır.

Mesela; uzun yıllar evlenemeyen ve annesini bırakamayan bir erkek, evliliğe karşı birçok akılcı gibi
görünen bilinçli düşünceler ileri sürebilir. Fakat bunların altında, bilinçdışındaki bir Oedipal saplantı
evlenemeyişinin gerçek dinamik kaynağı olabilir.
YAPISAL KURAM
Freud; kişiliğin belirlenmesinde, bilinçdışı güçlerin ve içsel çatışmaların önemli bir rol oynadığı
temel düşüncesinden hareketle, yapısal kişilik kuramını geliştirmiştir.

Freud, zaman içinde tek başına bu modelin kişiliği açıklamaya yetmediğini


düşünmüş ve bu modelin destekleyicisi olarak, “yapısal kişilik kuramı”nı
geliştirmiştir. Yapısal kişilik kuramına göre, kişilik üç birimden oluşmaktadır.
Bunlar, id (alt-benlik), ego (benlik) ve süperego (üst-benlik) dur.
İd (Alt benlik): Kişiliğin temel sistemidir. Ego ve Süperego ondan ayrımlaşarak gelişir. Diğer iki
sistemin çalışması için gerekli olan gücü id sağlar. İd, İnsanın biyolojik yönüdür. İd, doğuştan
getirilen (kalıtımsal dürtüleri: açlık, susuzluk, cinsellik, saldırganlık, acıdan kaçma, korunma
gibi) dürtüleri kapsar.

kişiliğin doğuştan var olan bölümüdür. İdin işleyişi ile ilgili en belirgin
örneklere bebeklerde karşılaşılmaktadır. Bebekler, belli bir aydan sonra,
herhangi bir nesneyi gördüklerinde onu almak isterler. Elleriyle tutmak için o
nesneye uzanırken, gerçeklik ilkelerine henüz yabancı olduklarından,
kendilerine zarar verebilecek bir durum oluşup oluşmayacağı konusuyla ilgileri
yoktur, yalnızca idden gelen dürtüleri tatmin etmek üzere hareket ederler.
Birey büyüdükçe, ego ve süperego oluşmaya başlar. Ancak idden gelen
dürtüler yok olmaz, yalnızca farklı biçimlerde ortaya konmak üzere bireyin
denetimi altına girer.
İd haz ilkesi’ne göre hareket eder. İd hiç geciktirilmeden tüm isteklerinin anında yerine
getirilmesini bekler. Düşünce bu kısımda etkili değildir. İd’in kaynağı bilinçaltı dürtülerdir. Kişi
çoğu kez bu dürtülerinin etkisinin farkında değildir. Bireyde doğuştan bulunan iki temel güdü
cinsellik (libido/yaşam) ve saldırganlık (thanatos/ölüm) güdüsü id’den doğar. Bunlar ruhsal
enerji kaynağıdır.
Ego (Benlik): Kişiliğin ikinci oluşan bölümüdür. İd’in isteklerini yerine getiren ve onu denetim
altında tutmaya çalışan kişiliğin psikolojik yönüdür.

Ego, kişiliğin “yönetici” kesimini oluşturur. Yani kişiliğin karar (yürütme) verme organıdır. Bu
karar işlemlerini gerçekçi ilkesine göre yürütür. İd’in karşı konulmaz istekleri ile ve süperego’nun
sınırlayıcı tutumları arasında arabuluculuk yaparak uzlaşma sağlar.
Ego’nun bilinçli ve bilinçdışı olmak üzere iki yönü vardır. Bilinçli yönü ruhsal yapının yürütme
organı, karar verme işlevini üstlenirken, bilinçdışı yönü sorunlarla baş edemediği zaman
savunma mekanizmalarına başvurma işlevini gerçekleştirir.
Çocuk büyüdükçe ve dış dünyanın gerçeklikleri ile yüzleştikçe hazza ulaşmada bazı kuralların olduğunu
öğretir. Egonun asıl görevi düzenlemedir. Bu nedenle "düzenleyici dizge" adını da bazıları uygun
görmektedir.

Ego, insanoğlunun dış dünya ile uyum içerisinde yaşamasını sağlayan zihinsel işlevler bütünüdür. Bir
anlamda ego, dış dünyanın gerçekleri ve iç dünyanın haz arayışı arasında dengeyi sağlayan araçtır. Bu
dengenin sağlanması için ego bazı yetilerle donanmıştır:

1) Dürtülerin farkına varılması, algılanması (açlık, cinsellik)


2) Dış dünyadaki koşulların farkına varılması (yiyecek nerede, nasıl ulaşılır; cinsellik nerede nasıl ulaşılır) 
3) Dürtülerin üstbenliğin baskısıyla koşullara uyacak niteliğe getirilmesi (ekmek almak için para verilir,
çalınmaz; cinsellik için toplumsal kurallara uyulur ve gelişi güzel yaşanmaz) 
4) İstemli ve uyumcul davranışın eyleme geçirilmesi.
Süperego (Üst Benlik): Kişiliğin en son oluşan bölümüdür. Kişiliğin sosyal/ahlaksal yönüdür.
Çocuğa anne-babası tarafından aktarılan, ödül ve ceza uygulamaları ile şekillenen ve pekiştirilen
değerler sistemi süperego’yu oluşturur. Bu değerler sistemi toplumsal kurallar, gelenek ve
görenekler, vicdan ve ahlak kurallarıdır. Ego’yu gerçekçi amaçlar yerine ahlaki amaçlara
yöneltmeye çalışır. Süperego hazdan çok kusursuzluğa ulaşmak ister.
Süperego İd’in isteklerini toplumsal kurallara ve yasalara göre değerlendirir ve çoğu zaman
bunları reddeder. Yani bir şeyin doğru veya yanlış olduğuna karar verip, toplum tarafından
onaylanmış değer yargılarına göre davranmayı esas alır.
Süperegonun başlıca işlevleri:
1) İd'den gelen içgüdüsel dürtüleri (cinsellik ve saldırganlık dürtüleri) bastırmak ve
yönlendirmektir.
2) Egoyu gerçekçi amaçlar yerine ahlaki amaçlara yönelmeye ikna etmek.
3) Kusursuz olmaya çabalamaktır.
Kişiliğin bu üç yönü normal şartlarda birbirine karşıt çalışmaz. Ego’nun önderliği altında bir ekip
olarak birlikte hareket ederler. Böylece kişilik bir bütün olarak işler. Sağlıklı bir kişilik yapısı için
denetimin egonun elinde olması gerekir.
Bu üçünden biri daha kuvvetli veya zayıf olduğu zaman farklı kişilik türleri ortaya çıkar. Yani
kişilik, bu birimlerden hangisinin baskın olduğuna bağlıdır. Örneğin id’i baskın olan bencildir,
zevklere düşkündür. Egosu baskın olan, mantıklıdır, hem kendisini hem de başkalarını düşünür.
Süperegosu baskın olan, utangaç, içine kapanık ve toplumsal değerleri öne çıkaran bir kişilik
sergiler.
BAZI BİREYSEL DURUMLAR
ENGELLENME:
ÇATIŞMA:
ENGELLENME
Herhangi bir davranışın içsel ya da çevresel bir nedenle yapılamamasıdır. Güdülerin veya
gereksinimlerin giderilmesinin önlenmesine veya yavaşlatılmasına engellenme denir.

İki türlü engellenme olur.


a) Çevreden (dışsal) Kaynaklanan:
b) Bireyden (içsel) Kaynaklanan:
a) Çevreden (dışsal) Kaynaklanan: Bu engellenme fiziki ve sosyal koşullardan kaynaklanır.
Mesela; film izlerken elektriklerin kesilmesi sonucu filmi izleyememe bir fiziki engellemeyken,
çok kızdığı halde babasına karşılık vermemek toplumsal engeldir.
b) Bireyden (içsel) Kaynaklanan: Bireyin organik veya psikolojik durumundan kaynaklanır.
Mesela; ayağından sakat olan birisinin koşucu olamaması organik nedene örnek olurken, aşırı
heyecan nedeniyle sınavda cevabını bildiği halde soruyu yanıtlayamaması ise psikolojik nedene
örnektir.
ÇATIŞMA
Bir kişinin kendisi için aynı önem derecesine sahip iki farklı istek, duygu, düşünce veya ihtimal
karşısında kalması sonucu bunlardan hangisini seçeceğine karar verememesi durumudur.
Çatışmanın olabilmesi için kişinin seçim yapmada kararsız kalması ve iki ihtimalin de önem
derecelerinin aynı olması gerekir. İki ihtimalin önem dereceleri farklı ise ve de bireyin karşısına çıkan
seçeneklerin ikisine de ulaşma imkânı varsa çatışma durumu yaşanmaz. Üç türlü çatışma vardır

Yaklaşma – Yaklaşma
Yaklaşma – Kaçınma
Kaçınma - Kaçınma
Yaklaşma – Yaklaşma Çatışması: İstenen iki durumdan birini seçmek zorunda kalma halimizdir.
Mesela; bir kişinin, beğendiği 2 parfümden birini seçmek zorunda kalması ya da televizyonda
aynı saatlerde, iki ayrı kanalda yayınlanan seyretmek istediğiniz filmlerden biri seçmek zorunda
kalınması.
Kaçınma – Kaçınma Çatışması: İstenmeyen iki durumdan birini seçmek zorunda kalma
halimizdir. Mesela; bir kişinin hem hasta olup hem de iğne vurulmaktan korkması ya da
“yağmurdan kaçarken doluyu tutulmak” , “yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal”
atasözleri örnek verilebilir.
Yaklaşma – Kaçınma Çatışması: Aynı durumun bir istenen bir de istenmeyen özelliğe sahip
olması nedeniyle o durumu tercih yapmak zorunda kalması halidir. Mesela; bireyin çok sevdiği
pastayı yemek istemesi fakat pasta çok kalori içerdiği için kilo almaya neden olabileceği için
kararsızlık yaşaması. Bireyin yüzmek istemesi fakat hasta olmaktan da korkması nedeniyle
kararsızlık yaşaması.
EGO SAVUNMA MEKANİZMALARI
Engellenme ve çatışmanın oluşturduğu hayal kırıklığı, gerginlik ve kaygının etkisinden kurtulmak
isteyen bireyin, benliğini korumaya yönelik gösterdiği tepkilere savunma mekanizması (uyum
mekanizması) denir. Sorunlarla baş edemeyen ego, bilinçdışı yönü sayesinde savunma
mekanizmalarına başvurmaktadır.
Savunma Mekanizmalarının Özellikleri
1. Bu tepkilerin bir kısmı normal bir kısmı anormal tepkilerdir.
2. Savunma mekanizmasını kullanan birey bu davranışın gerçek işlevinin farkında değildir. Bu
nedenle bilinçsiz davranışlardır.
3. Herkes tarafından kullanılır.
4. Problemlere geçici çözüm getirir. Kesin çözüm götürmez.
5. Bu mekanizmaların sürekli kullanılması durumunda, nevroz ve psikoz adı verilen bir takım
psikolojik bozukluklar ortaya çıkabilir.
Savunma Mekanizmasının İşlevleri
1. Bireyde oluşan kaygıyı ve stresi azaltır.
2. Bireyin benliğini tehditlerden korur.
3. Bireyi çatışmalardan uzak tutar.
4. Hayal kırıklıkların etkisini azaltır.
5. Kişinin kendine olan güveninin azalmasını önler.
6. Bazı sanat ve bilim ürünlerinin ortaya çıkmasına kaynaklık eder (Yüceltme mekanizması).
C- Savunma Mekanizması Çeşitleri
1-) Bastırma (Güdülenmiş Unutma)
Kişinin kendisini rahatsız edici bir duyguyu, düşünceyi veya bilgiyi bilinçaltına bastırarak
unutmasıdır. Kişi rahatsız eden bu şeyler; ürkütücü nesne ve olaylar, acı veren, utanç duyulan
anılar, suçluluk duyguları, kişinin kendisiyle ilgili değersizlik düşünceleri vb. dir. Bunlara ancak
özel teknikler (rüya analizi, hipnoz, serbest çağrışım) kullanarak ulaşılabilir.
Mesela; İnsanın alacağı borcunu değil vereceği borcunu unutması. İstenmeyen bir randevunun
unutulması.
2-) Bahane Bulma (Mantığa Bürüme)
Kişinin başarısızlığını, gerçek nedenin dışındaki nedenlerle açıklaması veya mantıklı gösterme
çabasıdır. Kendini haklı çıkarma temeline dayanır.
Mesela; Derse geç kalan bir öğrencinin trafiğin yoğun olmasını örnek göstermesi. Verilen ödevi
yapamayan bir öğrencinin evde elektriklerin kesik olduğunu söylemesi. “Kedi uzanamadığı ciğere
mundar der.” atasözü bu mekanizmaya bir örnektir.
3-) Yansıtma (Başkasını Suçlama)
Yansıtma mekanizmasının 2 şekli vardır: Birinci şekilde; kişi kendisindeki olumsuz özellikleri veya
suçluluk duygusu uyandıracak düşünce ve isteklerini başkasında görmesi veya başkasına
yüklemek istemesi. Yani kişi kendisinin kötü özelliklere sahip olmadığını bu özelliklerin
başkalarında olduğunu söyler.
Mesela; Hırsızlığı alışkanlık haline getiren birisinin başkasını hırsızlıkla suçlaması. Yalan
konuşmayı alışkanlık haline getiren birisinin başkasını yalancılıkla suçlaması.
3-) Yansıtma (Başkasını Suçlama)
Yansıtma mekanizmasının ikinci şeklinde ise; kişi yetersizliğinin, başarısızlığının nedenlerini
başkalarında arar, yani burada kişi başkalarını suçlar.
Mesela; Gol yiyen kalecinin savunmadaki arkadaşlarına “bir adamı tutamıyorsunuz” demesi. Bir
futbol maçını kaybeden takımın başkanının suçu hakemlerde araması.
4-) Yadsıma (İnkar etme, Reddetme)
Benlik için tehlikeli olarak algılanan, sıkıntı ve bunaltı yaratabilecek bir gerçeği yok saymak veya
görmezlikten gelmektir. Birçok olumsuz deneyimlerimizi bilinçaltına atmakla kalmayız, aynı
zamanda bunları hiç yaşanmamış gibi yok sayarız. Öfke, kızma en çok yadsınan duygulardır.
Mesela; Öfkesi beli olduğu halde bireyin öfkeli olmadığını söylemesi. Bireyin ölüm döşeğindeki
annesinin öleceği fikrini kabul etmemesi. Sınavda kopya çekerken yakalanan bir öğrencinin
kopya çekmediğini söylemesi.
5-) Gerileme
Kendisi için olumsuz sayılabilecek bir durumla karşılaşan bireyin yaşına uygun olmayan ve
kendisinden beklenmeyen tepkilerde bulunmasıdır.
Mesela; Küçük kardeşini kıskanan bir çocuğun kardeşinin oyuncaklarıyla oynaması veya altını
ıslatması. Yaşlı bir kadının genç kızlar gibi giyinmesi, aşırı makyaj yapması. Birinden borç isteyen
ancak alamayan bireyin küsmesi.
6-) Özdeşim Kurma (Özdeşleşme-Taklit
etme)
Kişi kendisinde olmasını istediği özellikleri (başarı, dış görünüş vb.), bunlara sahip kişilerle
özdeşim kurarak sağlamaya çalışması veya başka kişi, kuruluşların başarısından kendine pay
çıkarmasıdır.
Mesela; Gençlerin ünlü kişilere özenerek onları taklit etmesi. Bir kardeşin abisinin gösterdiği bir
başarıyla övünmesi.
7-) Kaçma (Önemsememe)
Rahatsız edici durumlar karşısında, o olayı görmezden, bilmezden gelme halidir. Bu savunma
mekanizmasını sürekli kullanan kişinin kendine güveni kalmamıştır. Kişi aşırı duyarsızdır.
Mesela; Bir gencin, yer vermemek için otobüste yaşlı kadını görmezden gelmesi. Bir öğrencinin
derslerine karşı duyarsız olması. Yaramazlık yapan bir çocuğun annesinin kendisine seslenmesini
duymazdan gelmesi
8-) Karşıt Tepki Geliştirme
(İkiyüzlülük)
Gerçek duygularımızı göstermek için, içinde bulunduğumuz ortam uygun değilse, ortama uygun
davranışlar sergilememiz olayıdır. Yani bir kişinin gerçekte hissettiği duyguların tam aksi davranış
göstermesidir.
Mesela; Kardeşini kıskanan birinin çevrede onun koruyucusu gibi davranması. Nefret ettiği
patronuna işten atılma korkusu nedeniyle iltifatlar yağdırması. Bir üvey annenin komşularının
önünde çocuğuna sevmediği halde sevgi gösterileri yapması.
9-) Hayal kurma (Fantezi)
Ulaşılamayan arzulara hayal kurma yoluyla ulaşılarak bir bakıma ödünleme, telafi etmedir. Kişi
düş kurma yoluyla kendini olmasını istediği gibi düşler.
Mesela; Avukat olamayan birisi, avukat olmayı hayal eder, mahkemelere gider, duruşmalar
yapar. Bir gencin kendini ünlü bir pop sanatçısı olarak hayal etmesi.
10-) Ödünleme (Telâfi)
Kişinin kendisindeki bir eksiklikten dolayı veya bir alandaki başarısızlığından dolayı hissettiği
eksikliği, ezikliği başka bir alanda başarılı olma çabasıyla telâfiye çalışmasıdır.

Mesela; Derslerinde başarısız olan birinin okul takımında başarılı olmaya çalışması. Âşık Veysel’in
körlük nedeniyle hissettiği eksikliği ozanlıkla kapaması.
11-) Polyannacılık (Tatlı limon-Aşırı
İyimserlik)
Her başarısızlıkta başarılı yanlar arama, olayın iyi taraflarını görmedir.
Mesela; Kitap okuma alışkanlığı olmayan birinin gözlerinin bozulmaktan kurtulduğunu
söylemesi. Trafik kazası sonucu arabası zarar gören birisi “cana gelen mala gelsin” demesi.
12-) Yüceltme

Yüceltme de toplumca onaylanmayan ilkel nitelikteki dürtü ve istekler (saldırganlık ve cinsellik)


doğal amaçlarından çevrilerek, toplumca onaylanan etkinliklere dönüştürülür. Burada toplumca
onaylanan etkinliklere yönelilenen alan ile doyurulmamış asıl motivler (dürtüler) arasında bir
bağ vardır. Yani asıl güdüye benzer bir alan ile bu güdüler doyurulmaya çalışılır.
Mesela; Konuşma özrü olan birinin, düşüncelerini edebi eserlerle ortaya koymaya çalışması.
Kendisi iyi eğitim almayan bir babanın çocuklarını en iyi şekilde okutmak istemesi.
Saldırganlıktan hoşlanan birisinin gidip asker, polis gibi meslekleri veya boks, judo, karate gibi
spor dallarını seçmesi.
13-) Yön Değiştirme (Yer Değiştirme)
Kişinin, öfkesini ve tepkisini olayın gerçek sebebi olan kişiye değil de başka hedeflere
yöneltmesidir.
Mesela; Hakeme kızan sporcunun formasını yırtması veya topa vurması. Telefonda babasına
kızan gencin telefon avizesini yere atması. “Eşeğini dövemeyen semerini döver” , “Kızım, sana
söylüyorum gelinim sen anla/işit” atasözleri.
Yön değiştirme küfür, yıkıcı eleştiri veya dedikodu şeklinde simgesel bir şekle dönüşerek çıkabilir.
Mesela; Bireyin sevmediği kişi için “Onun hakkında şöyle böyle diyorlar, Aaaa!” şeklinde
dedikodu yapması.
14-) Çarpıtma
Birey kendi iç dünyasının gereksinimlerine göre, kendi dışındaki olayları ve olguları gerçekçi
olmayan bir şekilde değişikliğe uğratarak açıklama eğilimidir. Bireyin olayları ve olayların
sonuçlarını kendi işine geldiği gibi yorumlaması ve anlamasıdır.
Mesela; Kötü alışkanlıkları nedeniyle sevilmeyen bir kişinin, “ben çok güzelim, akıllıyım, o
yüzden meyve veren ağacı taşlarlar.” diyerek sevilmediğini belirtmesi gibi.
BOWLBY’NİN DUYGUSAL
BAĞLANMA KURAMI
Bowlby’e göre özellikle bebekler yakın çevresindekilere bağlanma eğiliminde olmaktadırlar. Bu
bağlanma ile bebek kendini daha güvende hissedecektir. Çocuk ve bakım veren kişi arasında
karşılıklı duygulanımı içeren fiziksel yakınlığı sürdürme isteğine bağlanma denir. Öğrenilmemiş
bir sosyal davranıştır. Bebeğin başlıca bağlanma davranışları emme, sokulma/uzanma, bakış,
gülümseme ve ağlamadır. Üç türlü bağlanma vardır.
Bebekler bu dönemde anneleri yanlarından uzaklaştıkları zaman ayrılık kaygılarının bir
göstergesi olarak ağladıkları gözlemlenmiştir. Bu da çocuktaki bağlanma eğilimini gösteren bir
delildir.
Ayrılık Kaygısı
Bakım veren kişi yanlarından uzun süre
ayrıldığında ağlayarak kaygılarını belirtirler.
Bağlanma ile bu durum yakından ilişkilidir.
Güvenli Bağlanma:
Bebeğin bağlandığı bireye esas olduğu,
sağlıklı duygusal bağlanmadır. Çocuk
etrafta bağımsızca dolaşabilir,
yabancılarla iletişim kurabilir.
Bağlandığı kişiyle zaman zaman ayrı
kalabilmekte ve onun tekrar geri
döneceğini bildiği için duyduğu gerilim
normal seviyede olmaktadır.
Güvensiz – Kaçınan
Bağlanma: Anneleri onları terk
ettiklerinde bir sorun yaşamazlar, onlar
ortamda olmadığı için tepki de göstermezler.
Anneleri tekrar ortama girdiğinde, bir tepki ya
da onunla gitme eğilimi de göstermezler.
Yabancıların varlığına aldırış etmez. Kendi
kendine yetebilmeye aşırı önem verir.
Çocukla ilgilenilmemesi, ihtiyaçların
karşılanmaması sonucu gelişir. Çocuk artık
iletişimin gerekliliğine inanmaz.
Kaygılı Bağlanma : Yabancı
ortamlarda bağlandığı kişilere sımsıkı
sarılırlar, ayrılmak istemezler.
Bağlandığı kişiler ortamdan ayrılırken
aşırı üzüntü duyarlar, döndüğünde ise
ya ona sımsıkı sarılırlar ya da onu
iterek, döverek, huzursuzluk çıkarak
tepkilerini gösterirler. Yani çocuk
fiziksel teması eş zamanlı olarak hem
ararlar, hem de buna direnirler.
Mesela; kucağa alındığında bebek
ağlayabilir, aşağıya inmek içinde
öfkeyle tepinirler. Çocukların
ihtiyaçlarının zamanında
karşılanmaması bu bağlanmayı
doğurur.
YETİŞKİNLİKTE BAĞLANMA
(HOROWİTZ ve
BARTHOLOMEW)
Bireyin çevresindekilerle kurduğu duygusal yakınlık ilişkilerini incelemişlerdir. Yetişkinler de farklı
bağlanma süreçleri yaşarlar. Kişilerin kendi benliği ve başkalarına karşı olumlu ve olumsuz
görüşleri temeldedir.
a) Güvenli Bağlanma: Bu bağlanma stilinde çocuk “olumlu benlik” ve “olumlu başkaları” modellerini
esas alarak bakıcısıyla güven temelli bir ilişki yapılandırır. Güvenli bağlanma stili, kişinin ileri
yaşamında içten ve samimi ilişkiler kurabilme, tutarlı davranışlar sergileme, doğal olma, iyi niyet ve
yaşama karşı pozitif bir bakış açısı takınmak gibi beceriler olarak kendini gösterir. Bu bireyler
karşılaştıkları problemler karşısında baş etme becerilerini etkin olarak kullanmakta, sağduyulu
hareket edebilmekte ve gerektiğinde başkalarından destek almakta sorun yaşamamaktadırlar. Bu
bağlanma stiline sahip olan bireylerin sağlıklı bir kişilik yapılanmasına sahip olduğu söylenebilir.
Güvenli bağlanan bireylerin, başkalarıyla kolaylıkla yakınlık kurdukları ve bu konuda daha az kaygı
yaşadıklarını, başkalarının onayına daha az gereksinim duyduklarını ve dolayısıyla da özerk kalmayı
başarabildiklerini belirtmişlerdir.
b) Saplantılı Bağlanma: Bu bağlanma stilinde çocuk; “olumsuz benlik” ve “olumlu başkaları”
modelleri esas alarak bir bağlanma gerçekleştirir. Saplantılı bağlanma stiline sahip bireyler
başkalarına karşı olumlu duygular beslemesine rağmen aynı duyguları kendi benliğine göstermeme
gibi ilişki modelleri çerçevesinde ilişkilerini yapılandırır. Eksik olan güven duygusunu başkalarına bağlı
kalarak, başkalarının boyunduruğunda onlara hizmet ederek tamamlamaya çalışırlar. Reddedilmek
ve terk edilmek bu tarz bireyler için katlanılması güç bir hal alır.
Saplantılı bağlanma stiline sahip kişilerdeki en belirgin özellik kendine güven eksikliğidir; hem
reddedilmekten hem de terk edilmekten korkarlar. Bu nedenle bu tür kişiler ilişkilerinde kendilerini
kanıtlama eğilimi gösterirler, ilişkilerinde takıntılıdırlar ve ilişkileri ile ilgili gerçekçi olmayan
beklentilere sahiptirler.
c) Kayıtsız Bağlanma: Bu bağlanma stilinde çocuk; “olumlu benlik” ve “olumsuz başkaları”
modellerine esas alarak bir bağlanma gerçekleştirir. Kayıtsız bağlanma stiline sahip kişiler
özerkliklerine oldukça önem verdikleri gibi başkalarıyla kurulan ilişkilerde bağımlı kalmayı
reddederler.
Kayıtsız bağlanan insanlar, edilgen olarak yakın ilişkilerden kaçınırlar. Bağımsızlığa fazla değer
verirler ve yakın ilişkilerin önemsiz olduğunu ifade ederler. Hayatın kişisel olmayan alanlarında
(iş gibi, hobiler gibi) aynı durum söz konusudur.
d) Korkulu Bağlanma: Bu bağlanma stilinde çocuk; “olumsuz benlik” ve
“olumsuz başkaları” modellerine esas alarak bir bağlanma gerçekleştirir.
Güvenli bağlanmanın tersine korkulu bağlanma stiline sahip bireyler kurduğu
ilişkilerde hep güven sorunu yaşarlar. Reddedilmek ve incinmek gibi
duygulardan kaçma amacıyla ilişkilerine hep bir mesafe koyma ihtiyacı
duyarlar. Duygularını karşısındakine ifade etmekten, içten ve samimi ilişkiler
kurmaktan kaçınırlar.
Korkulu bağlanma stilindeki bireyler, kaçınmacı stildeki çocuklar gibi
bağlanma ihtiyacına ket vurmaktadırlar. Sosyal temas ve yakınlık
istemektedirler, ancak kişiler arası güvensizlik ve reddedilmekten
korkma deneyimleri yaygındır. Huzursuz olan sosyal ilişkileri sosyal
onaya karşı aşırı bir duyarlılıkla kendini belli eder. Bu bireyler,
reddedilme ihtimalini ortadan kaldırmak için sosyal durumlardan ve
yakın ilişkilerden kaçınırlar, kendilerini reddedilmeye karşı hassas olarak
algılamaktadırlar.
Bağlanma Kendisi Başkaları

Güvenli Olumlu Olumlu

Saplantılı Olumsuz Olumlu

Kayıtsız Olumlu Olumsuz

Korkulu Olumsuz Olumsuz


ERİK ERİKSON’UN PSİKOSOSYAL
GELİŞİM KURAMI
Temel Güvene Karşı Güvensizlik (0 – 2 Yaş)
Özerkliğe Karşı Kuşku ve Utanç (2 – 3 Yaş)
Girişimciliğe Karşı Suçluluk (4 – 6 Yaş)
Başarıya Karşı Aşağılık (Yetersizlik) (6-12 Yaş)
Kimlik Kazanımına Karşı Rol Kargaşası (12-18 Yaş)
Yakınlığa Karşı Yalıtılmışlık veya Uzaklık (18 – 30 Yaş)
Üretkenliği Karşı Durgunluk (30 – 60 Yaş)
Benlik Bütünlüğüne Karşı Umutsuzluk (60 Yaş – Ölüm)
Temel Güvene Karşı Güvensizlik (0 – 2 Yaş)
Anne bebeğini sevip, korur, onu beslerse bebek kendini güvende hissedecektir. Bu sayede temel
güven duygusu oluşacaktır. Ancak tam tersi bir durum olursa güvensizlik duygusu oluşacaktır.

Yani güven duygusu, özellikle annelerin bebeklerin beklenti ve gereksinimlerini düzenli olarak
gidermeleri halinde oluşur. Çocuk hem kendine hem çevresine güven duyacaktır. Çocuk bu
güven duygusunu daha sonradan tüm yaşamına genelleyecektir. Güven duygusu yaşamın ilk bir
yıllık süreci için kritik dönemdir.
Özerkliğe Karşı Kuşku ve Utanç (2 – 3 Yaş)
Bu dönem oyun dönemi olarak da adlandırılmaktadır. Çocuğun yürümeye ve konuşmaya başlaması
ile annesine olan bağımlılığında azalma olur. Çocuk özerk bir şekilde davranıp bağımsız eylemlerden
zevk almaya başlar.

Çocuğa kendi eylemlerini kontrol etme imkânı verilmesi ve bu tür eylemlerinden dolayı çocuğun ağır
şekilde cezalandırılmaması çocuktaki özerklik duygusunun gelişmesini sağlayacaktır. Anne-baba,
çocuğun bu eylemlerinde destekleyici ve yönlendirici olmalıdır. Kendi kendine yemek yeme,
eşyalarını toplama, giyinme ve soyunma, giysisini seçme gibi davranışlarda çocuk teşvik edilmelidir.
Böylece çocukta bağımsızlık duygusunun temelleri atılır. Anne-babanın aşırı kontrolcü olması,
çocuğun kendi kapasitesi hakkında kuşkuya düşmesine ve utanç duymasına neden olacaktır.
Girişimciliğe Karşı Suçluluk (4 – 6 Yaş)
Bu dönemde çocuk çevresindeki olanlara daha duyarlı hale gelmiştir. Çocuk çevresindeki olayları
anlayabilmek için sık sık sorular sorar. Çocuk enerjisini çeşitli etkinliklerle ortaya koymak ister.
Fakat ciddi düzeyde artan girişkenlikle birlikte, problemli davranışlarda da aynı oranda ciddi bir
artış görülür. Çünkü bu dönemde çocuğun kas-zihin koordinasyonu ve ahlaki sistemi yeterince
sağlanamamış ve gelişmemiştir. Bu nedenle çocuğun var olan enerjisinin olumlu hedeflere
yöneltilmesi önemlidir.
Çocuğu sorduğu sorular yüzünden azarlamak, cezalandırmak ve araştırma çabalarının önüne
geçmek çocuktaki girişimcilik duygusunu köreltecek ve kendini suçlu hissetmesine neden
olacaktır.
Başarıya Karşı Aşağılık (Yetersizlik) (6-12
Yaş)
Bu dönemde çocuk oyun oynamak yerine, bir şeyler üretmek, yaptığı işlerde başarılı olmak
isteyecektir. Yaptığı işlerde beğeni toplamak, arkadaşları ve yetişkinler tarafından takdir edilmek
isteyecektir. Yaptığı işlerde başarılı oldukça kendisine güven duyacak, kendisine olan güveni
arttıkça da çalışma ve başarılı olma güdüleri artacaktır. Aksi halde aşağılık ve yetersizlik
duygularına kapılacaktır.
Bu dönemde çocuğu evde veya okulda başkalarıyla kıyaslamak (çalışkan veya tembel),
çocuklardan yetenekleri üzerinde başarı talep etmek olumsuz benlik gelişimine sebep olur. Bu
nedenle sonuca değil, çocuğun yaptığı çabaya vurgu yapmak ve çocuğa yetenekleri ölçüsünde
sorumluluklar vererek cesaretlendirmek gerekmektedir.
Kimlik Kazanımına Karşı Rol
Kargaşası (12-18 Yaş)
“Ben kimim” sorusunun sorulduğu ve kimlik arayışının yoğunlaştığı dönemdir. Birey kendi ilgi ve
yetenekleriyle ilgili uyumlu bir kimlik duygusu geliştirmişse, gelecek yaşamıyla ilgili kararlarını
başarılı şekilde vermeye başlamış, kendine özgü bir değerler sistemi oluşturarak kişisel ve
mesleki planlar oluşturabilmiş demektir. Kimlik krizi ise, bireyin bu türden kararlar alamamış ve
gelecekle ilgili herhangi bir plan yapmamış olmasını betimler.
Ergen birey, kimlik kazanma sürecinde bir yandan toplumca genel kabul görmüş değer ve
amaçlarla karşı karşıya kalması, diğer yandan vücudundaki hızlı fizyolojik gelişimin sebep olduğu
değişimlerle baş etmek zorunda olması, öte yandan aileden bağımsızlık kazanma isteği ve
cinsiyetine-yaşına uygun yeni roller edinmesi, ergen için önemli sorun teşkil etmektedir. Bütün
bunlar ergenin düşünsel ve duygusal yapısında, köklü bir değişime sebep olur.
Ergen birey, kimlik kazanma sürecinde sık sık çevresinde güvendiği kişiyi kendisine model alır.
Ergenin sağlıklı bir şekilde kimliğini kazanmasında, çevresinde uygun özdeşimler kurabileceği
(model alabileceği) yetişkinlerin bulunması önem taşır. Ayrıca ergen birey, kendini toplumda
kabul ettirmek amacıyla akran arkadaş gruplarına yönelir. En yoğun ilişki kurduğu kişiler akran
gruplarıdır. Bu nedenle akran grupları içinde sevilen ve yetişkinler tarafından onaylanan
ergenler, kimlik gelişiminde başarılı olurlar. Aksi halde birey, kimlik/rol kargaşası yaşar.
Yakınlığa Karşı Yalıtılmışlık veya
Uzaklık (18 – 30 Yaş)
Bu dönemde birey kimlik arayışı çabalarını aşmış, artık çevresindeki kişilerle yakın ilişkiler
kurmaya, dostluk ve sevgi ilişkilerine girmeye ve sorumluluk almaya hazır hale gelmiştir.
Ergenliğe göre çevresiyle daha iyi ilişkiler kurabilme seviyesine gelmiştir.
Bu dönemde birey karşı cins ile geleceğe ve evliliğe yönelik yakın ilişkiler kurmayı ister. Aynı
zamanda bu yaşta kendi kişiliğine ve yeteneğine uygun meslek seçme eğilimi de vardır.
Eğer birey evlilik, arkadaşlık kurma veya meslek seçimi gibi konularda başarısız olursa ve yakın
ilişkilere geçemiyorsa yalnızlığa düşer. Bu nedenle diğer insanlarla bütünleşme ve toplumsal
kabul görme bu dönemin kritik özelliğidir. Yalnızlık (yalıtılmışlık) karmaşası kalıcı ve güvenilir
dostluklarla aşılabilir.
Üretkenliği Karşı Durgunluk (30 – 60 Yaş)
Bu dönemde birey, üretken ve yaratıcıdır. Birey gerek kendisi için (anne-baba olmak, çocuk
yetiştirmek), gerekse çevresi ve toplum için yararlı işler yapmak ister. Bu dönemde bireyin
üreticilik işlevini yerine getirmesinde, genç kuşaklara rehberlik etmesi önemli bir yer tutar.
Üretkenlik işlevini yerine getiremeyen bireyde hiçbir işe yaramama duygusu gelişir. Böylece
birey de durgunluk dönemine girer, çevrelerine karşı kayıtsız kalır ve aşırı bireyselleşir.
Benlik Bütünlüğüne Karşı Umutsuzluk (60 Yaş – Ölüm)
Daha çok emeklilik dönemine denk gelir. Bu dönemde birey geçmişini, yani tüm hayatını gözden
geçirir; bir nevi yaşam muhasebesi yapar. Verimli ve dolu bir yaşam geçirmiş, yaşamsal
amaçlarına ulaşmış olduğunu hisseden bireyler benlik bütünlüğünü muhafaza ederler. Bu sayede
birey güvenli, mutlu, çevresine ve kendine faydalı, sevgi dolu bir yapıya sahip olurlar. Böylece
birey ölümü kabullenebilmektedir.
Aksi durumda ise, hayatını boşa geçirdiğine inanan birey, hayatında değişiklik yapmak için çok
geç olduğunu düşünür. Bu nedenle kendine güvensiz, uyumsuz, sevgiden mahrum bir yapıya
sahip olurlar ve ölümü kabullenmede zorluk çekerler.
JAMES MARCİA’NIN KİMLİK
GELİŞİMİ KURAMI
Marcia, bireyin ergenlik döneminde dört kimlik statüsünün olduğunu
söyler. Statüleri belirleme kriteri ergenin karar verme gücüdür.
a) Başarılı kimlik statüsü: Başarılı kimlik statüsündeki birey,
kimlik krizini atlatmış ve bir kimliğe bağlanmayı
gerçekleştirmiş bir ergendir. Bu ergen, verdiği kararların
doğru olduğuna inanan ve kararlarından dolayı memnun
olan bir bireydir. Diğer insanların da kendilerini kabul
ettiklerine inanırlar. Net karar alırlar. Demokratik aile
ilişkileri vardır.
b) Ertelenmiş veya Askıya alınmış (moratoryum) kimlik: Kimlik
krizini atlatamamış (kimlik bunalımı yaşayan) ve çözüm yolu
bulamayan bireylerin sahip olduğu kimlik statüsüdür. Ergen
değişik kimlikler arasında bocalamaktadır. Kimlik oluşumunun
askıya alındığı, bir kararsızlık ve bekleme dönemidir.
Birey kalıcı tercihlerde bulunmadan önce bazı sosyal rolleri
denemiş veya sosyoekonomik nedenlerle kimlik tercihlerini
ertelemişlerdir. Bu nedenle kim oldukları, ne yapmak
istedikleri ve nelere önem verdikleri belirsizdir. Mesela; genç
kızların erken yaşta evlenmek istemeleri, erkeklerin askere
gitmek istemeleri, bireyin okulu bırakıp işe girmek istemeleri
c) Bağımlı (İpotekli, Erken Bağlanma) kimlik: Bu kimlik
statüsüne sahip birey, kendisiyle ilgili hayati önem taşıyan
konularda karar alma girişiminde bulunmaz. Kimlik
konusundaki tüm kararları anne-baba veya otorite olarak kabul
edilen diğer kişiler alır. Ergen birey, kendisiyle ilgili başkasının
verdiği kararları kabul etmiştir ve benlik arayışına girmez. Birey
kendisi için belirlenen kimliğe girer. Mesela; bireyin istemediği
halde babasının istediği siyasi partiye oy vermesi, sevmediği
halde anne-babasının seçtiği kişi ile evlenmesi
d) Dağınık (Kargaşalı) Kimlik: Bu kimlik statüsüne sahip bireyler, bir kimliğe
bağlanmaktan kaçınırlar. Kimlik edinme konusunda bir girişimleri olmadığı gibi,
bu durum onları rahatsız da etmez. Bu kimlik statüsündeki bireyler, bir kimlik
krizi yaşamazlar, bağlanma da gerçekleşmemiştir ve meslek seçimleriyle ilgili bir
güdüleri ve endişeleri de yoktur. Özellikle yönlendirmenin ve etkileşimin zayıf
olduğu aile tiplerinde bu kimlik görülür.
Olumlu Olumsuz

Başarılı Moratoryum Dağınık İpotekli

Kriz
(Bunalım)
+ + - -
Çözüm
(Bağlanma)
+ - - +
SANDRA BEM’İNCİNSİYET
ROLLERİ
Cinsiyet rolleri insanların sahip oldukları cinsiyete kadın ya da erkek olmalarına göre toplum
tarafından belirlenen rollerdir. Cinsiyet biyolojik olarak, rol ise kültürün etkisini temsil eder.
Sandra Bem (1981) bireyleri kadınsı ve erkeksi özellikleri barındırma bakımından dört gruba
ayırmıştır.
a) Kadınsı: Kadınsı özellikleri daha çok, erkeksi özellikleri daha az
taşıyanlardır.

b) Erkeksi: Erkeksi özellikleri daha çok, kadınsı özellikleri daha az


taşıyanlardır.

c) Androjen: Hem kadınsı hem de erkeksi özellikleri taşıyanlardır. Her iki


cinsiyet özelliklerini yüksek taşıyanlardır.

d) Belirsiz (farklılaşmamış): Ne kadınsı ne de erkeksi özellikleri


taşıyanlardır. Yani her iki cinsiyet özelliklerini belirgin olarak
taşımayanlardır.
İNSANCIL YAKLAŞIMA GÖRE
KİŞİLİK GELİŞİMİ
İnsanın özünde iyi olduğunu ve her insanın doğuştan getirdiği bu iyi potansiyelle
çevresindekilerle işbirliğine yatkın, yapıcı ve güvenilir bir etkileşime girdiğini ve bu şekilde
gelişimini sürdüğünü savunur.
Ayrıca hümanist yaklaşım bireysel özgürlüğe önem verir ve öğrenci merkezli eğitimi savunur.
Birey çevrenin isteklerine göre değil, kendilerini gerçekleştirme eğilimlerine göre eğitim
görmelidir.
Hümanist yaklaşımın temelini benlik kavramı oluşturur. Benlik gelişimi bireyin kendisini,
farklılıklarını algılaması ve değerlerini hissetmesi sürecidir. Kişinin kendisini değerlendirme
sürecidir.
CARL ROGERS’IN KİŞİLİK
GELİŞİM KURAMI
Rogers kişilik kuramını benlik üzerinden açıklar. Benlik kavramının akademik, sosyal, duygusal ve
bedensel olarak dört bölümü vardır.
1-) Özben (Gerçek benlik): Benliğin merkezini oluşturur. Biyolojik kökenli gerçek içsel yaşantıların
kaynağıdır. İnsanların tümü özbenleri açısından bazı yönleri ile birbirlerine benzerlerken bazı yönleri
ile de birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Yeme, içme cinsel gereksinmeler gibi fizyolojik özellikler,
sevilme, güven duyma, başarılı olma gibi psikolojik özellikler açısından tüm insanlar birbirlerine
benzerlerken, müzik, resim, sözel yetenekleri gibi kişisel güçler açısından da birbirlerinden farklılık
gösterirler.

Özben, yapı olarak "iyi"ye yöneliktir. Kötü olarak nitelendirilen tutum, düşünce ve davranışlar temel
ihtiyaçların doyurulmaması ve engellenmesi sonucu oluşur.
2-) Benlik bilinci (Benlik tasarımı): Kişinin kendisi hakkındaki düşünceleri ve algılamalarıdır.
Benlik tasarımı kişinin kendi görüşüne göre özelliklerinin, yeteneklerinin, duygu, düşünce, inanç
ve tutumlarının dinamik bir görüntüsüdür.
Benlik tasarımı dinamik bir yapıya sahiptir, yani kişinin yaşantılarına bağlı olarak değişebilir.
Kişinin benlik tasarımı gerçek yaşantılarına uygun olduğu sürece kişi kendisiyle uyumludur.
3-) İdeal Benlik: Bireyin olmak istediklerine ilişkin görüşleri onun ideal benliğini oluşturur. İdeal
benlik bireyin sahip olmak istediği özellikleri anlatır.
4-) Benlik saygısı (özsaygı): Benlik bilinci ile ideal benlik arasındaki fark bize bireyin benlik saygısı
hakkında bilgi verir. Eğer bu fark yüksekse benlik saygısı düşük, bu fark az ise benlik saygısı
yüksektir.
5-) Ayna benlik (ayna teorisi): Kişinin kendi benliğini başkalarının ona ilişkin düşünceleri,
değerlendirmeleri ve ona yönelik tepkileri temelinde algılamasıdır. Bu teori “Başkalarının
gözünde neysem, oyum!” şeklinde ifade edilir.
Rogers öz saygının gelişmesi için çocuğun olduğu gibi kabul edilmesi gerektiğini söylemektedir.

Rogers ’a göre tek bir güdü vardır bu güdü de kendini gerçekleştirme güdüsüdür. Kendini
gerçekleştiren kimse kapasitesini tam olarak kullanan kimsedir.

Kendini gerçekleştiren birey yaşantılara daha açıktır, varoluşsal bir hayat sürer, güven duygusu
yüksektir ve kendindeki bütün özellikleri tam olarak kullanır
MASLOW’UN KİŞİLİK GELİŞİM
KURAMI
Maslow her insanın değerli, kendine özgü, duyarlı ve iyiye yönelik bir özbene sahip olduğunu
savunur.
Olanaklar sağlandığında, her insanın doğuştan getirdiği gizil güçlerinin farkına varacağını ve
eninde sonunda kendini gerçekleştireceğini savunur.
Temel Özellikleri:
İhtiyaçlar evrenseldir, her yerde aynıdır.
Hiyerarşik sıra gösterir.
Üst seviyedeki ihtiyaçların çıkması için nispeten alt seviyedeki ihtiyaçların doyurulması gerekir.
Kendini gerçekleştirme yaşam boyu devam eder.
Alt düzey ihtiyaçlar insanların hayatlarında daha çok yer kaplar.
Kendini Gerçekleştiren Kişinin Temel Özellikleri
Kendini ve başkalarını olduğu gibi kabul eder.
İnsanlığın ortak mutluluğu için sarf eder.
Gerçeği olduğu gibi anlar ve ona göre davranışlar sergiler.
İçten ve dürüst davranışlar sergiler.
İnsanlarla sağlıklı iletişim kurar.
Kültürel değerlerin sorgulanmadan benimsenmesine karşıdır.
ANNE – BABA TUTUMLARI
Anne – babaların çocuklarını yetiştirirken gösterdiği tutumlar çocukların kişilik gelişimlerini
etkiler.
İtici (Reddedici) Tutum: Çocuklarını istemeyen, çocuklarına kötü davranan
ve düşmanca davranışlar sergileyen anne babalardır.

İtici aile ortamında büyüyen çocuklar sevgiden yoksun bir ortamda büyüdükleri için
çevrelerinde bulunan insanlara karşı da sevgi duymayı bilmezler. Her an kin ve nefret duyguları
yaşarlar. İnsanlara karşı hoşgörülü olmazlar. Kendilerine iyi davranan ve sevgiyle yaklaşan
insanlara karşı hep şüpheyle yaklaşırlar. İnsanlarla iyi ilişkiler kuramazlar ve arkadaş bulmakta
zorlanırlar.
Yetkinci (Mükemmeliyetçi) Tutum: Çocuklarına başarılı olmaları
için aşırı baskı yapan ve çocuklarının herkesten başarılı olmalarını isteyen anne babalardır.

Mükemmeliyetçi aile ortamında büyüyen çocuklar ya aşırı titiz ya da aşırı dağınıktırlar.


Kendilerine güvenleri yoktur. Yanlış yapmaktan çekinirler ve korkarlar. Başarısızlıkta kolayca
hayal kırıklığı yaşar.
Aşırı – Koruyucu Tutum: Çocuklarını aşırı korurlar, onların ağlamalarına, hasta
olmalarına dayanamazlar ve sık sık hastaneye götürüp onların kendi ihtiyaçlarını karşılamalarına izin
vermeyen anne babalardır.

Aşırı koruyucu aile ortamında büyüyen çocuk, aşırı bağımlı ve özgüveni gelişmemiş bir kişilik sergiler.
İç denetimi gelişmemiştir, daha çok dışsal denetime tabidir. Yani tek başına kararlar alamaz, nerede,
ne zaman, ne yapacağını bilemez. Sosyal ortamlara kendini kabul ettirmekte zorlanır.
Aşırı Hoşgörülü ve Şımartıcı Tutum (İzin Verici
Tutum): Çocuklarına karşı aşırı hoşgörü ve şımartıcı olurlar. Aşırı koruyucu anne
babalardır.

İzin verici aile ortamında büyüyen çocuklar genellikle tutarsız, bencil ve şımarıktırlar. Devamlı
birilerinden hizmet beklerler. Her isteklerinin yapılmasını beklerler.
Tutarsız Tutum: Dengesiz ve tutarsız anne babalardır. Anne ve babalarının görüş
ayrılığından dolayı çocuklarına karşı değişken davranışlarda bulunmasıdır.

Böyle bir aile ortamında büyüyen çocuklar, tutarsız bir kişilik sergilerler. Karar vermede güçlükler
yaşar. Kaygılı ve kendine güvensiz bir kişilik sergiler. Ya aşırı isyankâr ya da aşırı boyun eğici olurlar.
Otoriter (Baskıcı) Tutum: Anne ve babalar belirlediği kuralları çocuklarına
çok katı bir şekilde uygulatır. Çocukların istekleri göz ardı edilir.

Otoriter aile ortamında büyüyen çocuklar kendine güveni olmayan, çekingen, pasif, korkak,
mutsuzdur. Dıştan denetimlidirler, yani başkalarının kendisini yönlendirmesini beklerler.
Başkalarına güvenmezler.
Demokratik Tutum: Çocuğa karşı demokratik bir yaklaşım içerisinde bulunan sağlıklı
bir anne baba tutumudur. Bu anne babalar çocuklarına hoş görülü, güven verici ve destekleyici bir
tutum içerisindedirler.

Demokratik aile ortamında büyüyen çocuklar kendilerinden memnun, kendine güvenen, girişken,
bağımsız, gerçekçi, arkadaş canlısı, sosyal ve kendilerine saygıları yüksek bir kişilik sergilerler.

You might also like