You are on page 1of 170

YENİ VE YAKINÇAĞ AVRUPA TARİHİ

RÖNESANS AVRUPA'SI
Rönesans Dönemi Avrupa (15. ve 16.yy.lar)

Rönesans, tartışmalı ve -şüphesiz- tartışılabilecek bir kavramdır. Bu dönemin


tüm belirgin özellikleri Ortaçağ’da mevcuttur. Yine de ressam ve sanat
eleştirmeni Giorgio Vasari’nin izindeki çağdaşların, gerçek bir yenilenme
yaşandığı yönündeki düşüncelerini göz ardı etmemek gerekir. Bu dönemde
Rönesans yeni yapılara ilişkin bir “duygu” ve bunların gerçekleştirilmesi
olarak tanımlanabilirdi. 1450-1550 arasında, Avrupa ekonomik olduğu kadar
siyasi üstünlüğünün de temellerini atacaktır.
• Nekahet döneminden kalkınmaya
• Avrupa’da Ortaçağ’ın sonuna, üst üste gelen iki felaket damgasını vurdu: kıtlıklar, savaşlar ve hortlayarak kıtayı sarsan veba.
Dolayısıyla Rönesans dönemi, nüfus açısından olduğu kadar ekonomik açıdan da bir canlanma dönemidir. Sözgelimi Yüz Yıl Savaşları
’nın sonunu izleyen bu çağda on milyon kişiyi ancak bulan Fransa’nın nüfusu, iki katına çıktı ve bunalımlar öncesindeki yaşam düzeyine
kavuştu. 1485’te iki milyon kalan İngilizler 1550’de üç milyona ulaştı.
• “Nüfus bolluğu” (Seyssel), bunalımlardan en fazla etkilenen kırsal kesimde bir yeniden doğuşa yol açtı: işlenmeyen topraklar ve
boşalmış köyler eski canlılıklarına kavuştu. Bundan dolayı da tarımsal üretim arttı. Geleneksel tahıl ekimi yine birinci sıradaydı ama
yeni bir bitki olan mısır dışında verimde bir artış söz konusu değildi. Amerika’dan getirilmiş olan mısır, bu dönemde ancak İspanya’da
ekiliyordu. Bununla birlikte bağcılık veya hayvancılık gibi çiftçiliğe ilişkin tüm kesimler gelişiyordu. Danimarka’dan Hollanda’ya
birçok bölgede hayvancılık, çok önemli bir geçim kaynağıydı. Kıta ölçeğinde, XIV. yy’dan sonra et tüketimi belirgin bir biçimde arttı,
ama kısa süre sonra, nüfus patlaması dolayısıyla, beslenmede ağırlığın tahıllara verilmesi yüzünden yeniden düştü. Artık nadas
uygulamasının bile kalktığına tanık olunan Flandre gibi kimi ileri bölgeler dışında, tarım teknikleri köklü bir değişikliğe uğramadı.
• Özellikle dokumacılık alanında giderek artan bir taleple birlikte, sanayide de aynı atılım yaşandı. Ama bu alanda da henüz belirgin bir
değişim yoktu. Yine de tarımdakinden daha dikkate değer nitelikte birçok yenilik gerçekleştirildi. Bu yeniliklerin simgesi, kuşkusuz
dönemin büyük “sanayi”leri arasında yerini alan matbaanın kullanılmaya başlanmasıydı.
• Beyaz cam yapımının gelişmesiyle camcılık, yüksek fırınların ortaya çıkışıyla metalürji ve daha birçok kesim, teknik bakımdan
belirgin bir gelişme gösterdi. Madencilikte iskeletler, havalandırma ve pompalama düzenekleri yetkinleştirildi ve üretim patladı:
1460’tan 1530’a değin Orta Avrupa’da bakır ve gümüş üretimi beşe katlandı.
• Yatırımların giderek artan bir önem kazanması nedeniyle “sanayi” alanında büyük sermaye sahipleri varlıklarını giderek daha fazla
hissettirir oldu. Yeni üretim biçimleri de onların öncülüğünde ortaya çıktı. Örneğin atılım içindeki hafif kumaşçılık kesiminde, loncaların
elinde bulunan eski dokuma merkezlerini yavaş yavaş bırakan büyük sermaye sahipleri, bu kesimi rekabetin daha serbest olduğu, bunun
da işçi ücretlerinin en düşük düzeyde kalmasına yol açtığı kırsal kesime yaydılar. Bu değişim, uzun vadede, ön sanayileşmenin
atılımlarını ve çelişkilerini taşıyordu.
• İlk aşamada şehirli oligarşilerin belirleyici rolü kendini kabul ettirdi: bu dönem, her yolu mubah sayan tacirlerin üretim
devresini ellerine geçirdiği ticari kapitalizm dönemiydi.
• Rönesans’ın simgeleşmiş kişileri Medici, Fugger, Coeur veya Ruiz adlı büyük tüccarlardır. Bazıları karmaşık bir yapı gösteren
firmalar, tek bir ad çevresinde toplanmış acentelere sahip olan şirketler veya (ana kuruluşun sermayeye katılmakla yetindiği)
şubelerden oluşan şirketler söz konusuydu. Hansalar’ın tasarladığı ticaret ağı gibi birçok yapı henüz eski niteliklerini
koruyordu.
• Büyük ticaret alanında “modernlik” denizcilik sigortalarının kurulduğu (Cenova’da XIV. yy’dan sonra) İtalya’da ortaya çıktı.
Hansa birliği bu uygulamaya ancak iki yüzyıl sonra geçecektir. İtalya yarımadasında muzaaf muhasebe usulü yüz yıldan beri
yaygın olarak uygulanırken, Fuggerler bu yöntemi kullanmadılar.
• Monarşiler daha da belirgin bir gecikme içindeydi: bu alanda önceliği elinde bulunduran Castilla bile ancak 1592’de monarşiye
geçti. Buna karşılık, para ve kredi dolaşımı alanında, XIII. yy’ın sonunda ortaya çıkan poliçe geniş biçimde yayıldı ve büyük
ticaretlerinde gerçek paranın yerine geçme eğilimi gösterdi. Parasal sorunların karmaşıklığı ve acentelerin, özel girişimcilerin
ve devletin kredi gereksinimi büyük tacirleri, aynı zamanda büyük bankacılar haline getirdi. Bu zengin tacirler, çeşitli
etkinliklerin sıradan bir dalı olarak para ticareti de yaptılar.
• Rönesans, uzak bölgeler arasındaki ticaretin büyük canlanma gösterdiği bir dönemdir. Her ne kadar Akdeniz, yüzyıllık
örneğini koruyor idiyse de (Venedik’in Doğu ile ticareti XVI. yy’ın ortasında yeniden canlandı), denizaşırı ticaret tüm Atlantik
Okyanusu cephesine hareket getirdi: Hansaların yeni gelenlerle, özellikle İngiliz ve Hollandalılarla baş etmek zorunda kaldığı
Baltık’ta da belirgin bir gelişme görülüyordu. Avrupa’nın ortasında, zengin şehirleriyle Güney Almanya ticaretin kavşak
noktasıydı. Şehirlerin çoğu elverişli ekonomik konjonktürden payını alıyordu. Bu arada toplumsal düzenler değişti ve Lyon
(fuarlar), Anvers (borsa) gibi yeni öncü şehirler ortaya çıktı. Amerika’ya açılan liman olan ve nüfusu XV.yy’dan 1560’lı yıllara
kadar geçen süre içinde 40 binden 100 bine çıkan Sevilla gibi bazı şehirler göz alıcı bir biçimde büyüdü. Şehirlerin egemenliği
arttı ama Avrupa henüz kırsal niteliğini koruyordu.
Toplumsal Düzen, Sınıflar Ve Gerilimler
Ortaçağ’ın sonunda, Avrupalı toplumlar şiddetli sarsıntı geçirdilerse de, temel toplumsal sınıflar bunalıma direndi. Bunların
başında senyörlük gelir. Zaman zaman gerilemekle birlikte tımar sahipliği güçlü bir biçimde varlığını hissettiriyordu. Senyörlük
arazilerinde çiftlik kirası ve ortakçılık uygulamaları yayıldı ve üretici sınıflar ortaya çıktıktan sonra büyük toprak sahipleri giderek,
kendileri için daha elverişli olan kısa süreli kiralama yöntemini benimsediler.
Yaklaşık olarak XV. yy’a denk düşen (yeniden kalkınmanın getirdiği) daha ehven bir darlık döneminden sonra, Finans baskısı arttı.
Toplum içinde öncelikli bir konuma ulaşmak için «nüfusun az olduğu iyi dönemlerden yararlanmasını bilen kimi köylüler artık
oldukça güçlü bir konumdaydı. Ama çoğunluğu oluşturan öteki köylü kesim, yeniden ağır sorunlar karşısında kaldı. Senyörlük
tepkisinin en sert biçimde ortaya çıktığı bölge Doğu Avrupa’ydı. Batı Avrupa’daki köylü kesim uzun bir süreden beri kesin olarak
serflikten kurtulmuşken, nüfus yoğunluğunun düşük olduğu Doğu’da serflik büsbütün kök saldı. Büyük senyörlük arazilerinin
işletimine olanak sağlamak için hem bu nüfusu yerleşik düzene geçirmek hem de onla ağır yükümlülüklere zorlamak gerekiyordu.
Bu, 1496-1532 arasında Polonya’da uygulandı. Macaristan ve Moskova prensliklerinde de aynı durum söz konusuydu. Polonya’da
şehirli burjuvalar da toprak sahibi olmak hakkını elde etti.
Oysa Batı’da giderek azalan ve değer kazanan topraklar, aynı zamanda toplumsal gruplar arasında artan kavgalara da yol açıyordu.
Geleneksel senyörler arazilerini kaybetmemeye çalışırken şehirli burjuvalar güç kullanarak bu piyasaya girdi, köylüler mallarını
elinden çıkarmamaya çalıştı. Tümü de işletmecilerle toprak rantiyelerine eşit olmayan kazançlar sağlayan besin maddelerindeki
fiyat artışlarından yararlanmayı amaçlıyordu (bu düşünce, Amerika’dan madenlerin getirilmesinden öncesine değin uzanır). Buna
karşılık, değişmeyen gelir kaynaklarına sahip olan ücretliler, enflasyonun etkisiyle satın alma güçlerinin yavaş yavaş eridiğine
tanık oluyordu. Rönesans’ın sağladığı refah, toplumun her kesimine eşit olarak dağılmıyordu.
Rakam ve yazının büyük önem taşıdığı, kesinlik ve ölçüye duyarlı bir tüccar kültürü varsa da, soyluların model alınmadığı kesindi. Bu dönemde
soylular sınıfı, görece açık, yenileşme içinde ve gerek tüccar olan gerekse prenslerin hizmetinde bulunan burjuva seçkinleri üzerinde güçlü etkisi
olan toplumsal bir gruptu. Burada da toprak sahipliği ve senyörlük kendini hissettiriyordu: sınıf değiştirmenin en kolay yolu, bunlara sahip
olmaktan ve soylu bir yaşam sürmekten geçiyordu. Soylular sınıfı büyük bir farkla Rönesans’ın egemen toplumsal grubuydu.
Toplumsal sınıflaşma, genellikle Kilise’nin kutsaması ve devletin desteğiyle kendini göstermekle birlikte, bu düzen her zaman sağlam bir
dayanağa sahip değildi. Başkaldırılar kıtlıklardan (Lyon «büyük başkaldırılara, 1529) ağır vergilerin konmasına uzanan çeşidi gerekçelere
dayanıyordu.
Din de çok önemli bir etmendi: din sorunlarının yol açtığı bunalım dönemleri sırasında, Bundschuh köylüleri bir reform önerisini ortaya attılar
ve 1514’te isyancı Macarlar Osmanlılara karşı haçlı seferine çağrıda bulundular. Ama toplumsal çıkarlar genellikle belirleyiciydi ve başkaldırı,
kendilerini ezilmiş gören toplumların direniş hakkı olarak görülüyordu. Senyörlük tepkisine karşı sürdürülen kavga, bir Köylüler Savaşı (1524-
1525) boyutuna ulaştı. Serflik sorunu ve kişisel yükümlülükler, Katalonya’dan Macaristan’a karışıklıklara yol açtı. Castilla’da dönemin en büyük
şehirli başkaldırısı olan comuneros hareketi (1520-1521) hem aristokrasinin tecavüzlerine hem de krallık otoritesine yönelikti. Özellikle şehirlerde
devletin ağırlığının giderek daha fazla hissedildiği bir gerçekti.
Devletlerin İlerlemesi
Siyasi bakımdan, genel durum şuydu: ulusal monarşiler yayılıyordu. Büyük coğrafi keşiflerin öncüsü Aviz hanedanı dönemindeki Portekiz’den,
1520’li yıllarda Danimarka’yı ele geçiren Vasalların İsveç’ine değin genel bir eğilim söz konusuydu. Bu eğilim, Moskova büyük düklüğüne değin
kendisini hissettiriyordu. Hansalardan Töton şövalyelerine kadar çeşitli güçlerin dayattığı kimlik talepleri yoğunlaşıyordu. Daha küçük çaplı olsa
da İtalya’da birleşme hareketi, bazı büyük bölgesel oluşumlarla (Venedik, Milano, Floransa, Roma, Napoli) sonuçlandı. Birliğin bulunmaması
“ulus bilinci”ne engel oluşturmuyordu. Bu bilinç, ortaya çıktığı İtalya yarımadasında kültürel bir üstünlüğün güvencesi altındaki seçkin sınıf
içinde belirgindi. Yine de her yerde ulusal kültürler, özellikle diller yüceltiliyordu. İspanyolca, Fransızca, İngilizce, Almanca hatta İsveççe
saygınlık kazandı; yetkililer bu duruma ilgisiz kalamadı.
İber yarımadasında, 1469’da Castilla’lı İsabel ve Aragonlu Fernando’nun evlenmesi çok önemli bir olaydır.
Katolik Krallar Birliği’nin salt kişisel bir nitelik taşıdığı tartışma götürmez: çeşitli bölgeler özerkliklerini geniş
ölçüde korudular. Bununla birlikte, Castilla’nın öncülüğünde gerçekleştirilen İspanyol birliği başarıyla
yürüyordu. İlk aşama, Müslümanların İspanya’dan uzaklaştırılmasına rastlar: Batı Avrupa’nın son Müslüman
devleti olan Granada Krallığı 1492’de düştü. Yahudi ve Müslüman kökenli olup din değiştirmiş birçok kişi
Ortodoksluk sorununu tüm canlılığıyla gündeme getirdi. 1478’den sonra özel bir “engizisyon”un kurulmasının
nedeni buydu: zaman zaman sertlik gösterseler de militan Katolikler, ülkenin birliğini kazanmasında önemli rol
oynadı.
İngiltere, uzun sürmüş Yüz Yıl Savaşları’ndan yenik çıktı ve hemen ardından patlak veren bir iç savaşla
sarsıldı. Bu iç savaş 1485’te bitince tüm gücünü, otoritesini sağlamlaştırmaya ve tutkularını gerçekleştirmeye
yarayacak mali veya siyasi olanakları ele geçirmeye adayan yeni bir hanedan, Tudor Hanedanı ortaya çıktı. VIII.
Henry’nin boşanmasının yol açtığı sorunlar, İngiltere ile Roma arasındaki ilişkilerin kopmasına neden oldu.
Zaten Papalık da bir reformu sonuçlandırabilecek niteliklere artık sahip değildi. Kralın başında bulunduğu
ulusal bir Kilise’nin kurulması monarşinin etkilerini daha da perçinledi.
Otuz Yıl Savaşları Şimdi öncesi de dahil döneme özet bir bakış atalım; Hem
17. Yüzyılın en önemli olaylarından Kutsal Roma İmparatorluğu’nun içindeki hem de Avrupa
biri de 30 Yıl Savaşlarıdır. (1618- devletleri arasındaki gerilimlerin bileşimi 1618’den 1648’e
1648). Bizim tarih kitaplarımızda dek sürüp “Otuz Yıl Savaşı” diye anılan bir dizi çatışmaya yol
derinlemesine yer almayan bu savaşlar açacaktı. Bunlar imparatorluğun içinde mezhep bölünmeleri,
bugünkü modern Avrupa’nın taşra eyaletlerinde yerel yöneticilere karşı ayaklanmaları,
biçimlenmesinde çok önemli rol bölgesel prenslerin imparatorluğun iktidarına karşı direnmesi
oynamıştır. ve Alman toprakları üzerinde savaşıp böylece Almanlara ait
çekişmelerin ağına yakalanan Alman olmayan devletlerle
yaşananlar da dahil birçok çatışmayı içeriyordu. Bu çatışmalar
arasında İspanya ve Hollanda, İsveç ve Polonya, Fransa ve
Habsburg arasındaki çatışmalar da yer alıyordu….
Almanya’nın Kısa Tarihi, Mary Fulbrook, Boğaziçi Üni.
Yayınları
YENİÇAĞ başlarında Avrupa halkının yaşamında dinin çok önemli bir yeri vardı. Doğum ve
vaftizden, ölüm ve gömme törenine dek yaşamın bütün bellibaşlı olaylarını yücelten ve
değerlendiren, öte yandan kurtuluş umudunun dayanağı olan, dindi. Ölümden sonraki yaşamı
güvence altına alma isteği, 1500 dolayındaki yıllarda özellikle keskinleşmişti.
Bu manevi canlanma başta, varolan mezheplerin bünyesinde görülüyordu: bunlar batıda
Roman Katoliklik, doğuda da Grek Ortodoksluk’tu; ikisini ayıran sınır Polonya-Litvanya’dan
(beşte ikisi Ortodoks), Macaristan’ın güneyine, oradan da Ragusa’nın hemen güneyinde
Adriyatik’e değin uzanıyordu.
Bu iki yekpare topluluğun dışında kalan önemli öbekler, Yahudiler,
Lollard’lar (küçük ve parçalanmış mezhep ayrılıkçıları), Bohemya ve
Moravya’nın nüfuslarının yarısını oluşturan Hus’çular ve Güney
İspanya’daki az sayıda Faslılardı. Bu bakımdan ‘sapkınlık
(heterodoksi)’ 1500 dolayında neredeyse büsbütün ortadan kalkmış ve
önemli bir rakiple karşı karşıya bulunmayan Katolik kilisesi,
durumundan pek hoşnut kalarak, servetini 16. yüzyıl başlarındaki
«manevi açlığı» giderecek yeterlilikte dağıtmayı savsaklamaya
başlamıştı.
Din adamları arasında, örneğin, göreve devamsızlık alışkanlığı gitgide
yayılıyor, cahil ve ahlaksız rahipler Kilisenin halkın gözünden düşmesine yol
açıyordu.
Kırk yıl içinde Avrupalıların yaklaşık yüz de 40’ı ‘Reform’ görmüş bir
tanrıbilimle karşı karşıya kaldılar. İlk reformcular Almanya’dan ve İsviçre’nin
Almanca konuşulan kesimlerinden çıktılar: öncüleri, Saksonya ve Kuzey
Almanya’da Martin Luther (1483- 1546) ile Zürih (Roma’ya bağlılığı ilk
reddeden- l520’de - devlet) ve onu çevreleyen Güney Almanya kentlerinde
Huldreich Zwingli’ydi (1484-1531). 1570 yılına gelindiğinde Kutsal Roma
Germen İmparatoru’nun her on uyruğundan yedisi Protestan’dı. İskandinavya,
Baltık Avrupa’sı ve İngiltere daha o zamandan Protestanların elindeydi.
Sonra, yeni bir Protestanlık dalgası doğdu: bu hareketin öncüsü, düşüncelerini 1541’den
itibaren Cenevre kent-devletinde uygulamaya koyan Fransız Jean Calvin’di (1509-64).
Calvin’cilik hızla ilerledi: Fransa’da 1559’da yüzü aşkın Calvin’ci kilise vardı, 1562’de bu
sayı belki 700’ü bulmuştu.
Hollanda’da 1559’da yirmi dolayında olan Calvin’ci kiliseler 1566’da 150’den fazlaydı:
Almanya’da birçok Luther’ci devlet (özellikle Pfalz ve Brandenburg) resmi dinlerini
Calvin’ciliğe çevirdiler; İskoçya’da da 1560’ da Parlamentonun çıkardığı yasayla tümüyle
reforma uğramış yeni bir yönetim biçimi kuruldu. Calvin mezhebi, Doğu Avrupa’da da,
özellikle, Unitarianlar, Bohemyalı Kardeşler, Anabatistler ve Yahudiler gibi belli sayıdaki
başka azınlık öbeklerini hoşgörüyle karşılayan Polonya ve Transilvanya’da (Erdel) çarpıcı
başarılar elde etti. Macaristan’da ve Osmanlı denetimindeki öteki bölgelerde Katolik
tapınma yasaklandı ve Calvin’cilik resmen korundu. Calvin’cilik, gerek soylu gerekse orta
sınıftan Slavlar arasın da, Luther’cilikten fazla tutuldu gitmek isteyen kişilerin tümü
Papa’nın yet kesme karşı değildi.
Cizvit tarikatını kuran Az. Ignatius Loyola (1491-1556), kurtuluşa
ulaşmanın en iyi yolunun Roma’ya bağlı kalmak ve başkalarını da bu
biçimde davranmaya inandırmak olduğunu savunan birçok kişiden
biriydi. 1540’tan sonra, Papalık bile birtakım reformlara gerek olduğunu
kabul etmeye başladı ve Kilise Genel Konsili’ni, İtalya-Almanya
sınırındaki Trent’de toplanmaya çağırdı. Üç oturumda (1545-47. 1551-
52 ve 1562-63) ortaya üç şey kondu: din adamlarının ağır kötüye
kullanımları (göreve devamsızlık ve benzeri) kınandı; Kilise’nin doğru
öğretisi (professio fidei tridentina) tanımlandı ve din adamları
zümresinin dinsel ölçülerden ayrılmaması için gerekli etkin kilise
gözetim sistemi kuruldu.
Yeniden yaşam verilen bu düzenlemenin de yardımıyla Katolik Kilisesi yitirdiklerinin bir bölümünü yeniden
kazanmaya başladı. Avrupa kıtasında Protestanların ‘payı’ 570 ile 1650 arasında yüzde 40’tan yüzde 20’ye
düştü. Doğu Avrupa’nın en geniş ülkesi olan Polonya’da, ardarda başa geçen Katolik krallar Katolikliği etkin
biçimde kayırdılar ve ülkede 1560’dan 1572’ye kadar olan Protestan kiliselerinin sayısı 1650’de yalnızca 240’a
düştü. Daha güneydeki Habsburg topraklarında da hemen hemen aynı şey oldu. Protestanlar Avusturya’dan
(1597) ve Stiriya’dan (1600) kovuldular. Fransa’da krallık onyıllarca Protestanlığa karşı savaştı. Fransa’da
1562’de belki 11/4 milyon Protestan varken, 1629’da 1 milyon kalmıştı; 1685’de, Katolikliği benimsemekle
kovulmak arasında seçim yapmaya zorlanmalarının ardından bu sayı 500.000’e düştü.
o zaman kararlaştırılan dinsel ve siyasal sınırları yüz yıl değişmeden kaldı.
Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu, Protestanlarla Katolikler arasındaki mücadelenin belirleyici evresine
sahne oldu. Mücadele 1618-21 yıllarında, İmparator II. Ferdinand’ın, İspanya, Alman Katolikleri ve Papalığın
asker ve hazine yardımlarıyla Bohemya Protestanlarını yenilgiye uğratmasıyla başladı. Çok geçmeden
Bohemya ve Moravya’da izin verilen tek mezhep Katoliklik oldu. Bu başarısından yüreklenen imparator,
Almanya’daki Protestan prenslerin gücünü azaltmaya çalıştı. İngiltere, Danimarka ve Hollanda’nın prenslere
yardım etmelerine karşın, İmparator’un güçleri 1629 yılında zafere ulaştılar ve çıkarılan Geri Verme
Fermanı’yla (Restitutionsedikt) Protestanların elinde bulunan Kilise’ye ait geniş toprakları Kiliseye geri
verdiler.
Alman Protestanları, İsveç Kralı Gustaf Adolf’dan gelen büyük askeri
yardımla çökmekten kurtuldular; İmparator’un güçleri Breitenfeld
(1631) ve Lützen’de (1632) yenilgiye uğratıldı. Kısa süre sonra İspanya,
İmparator’un yardımına geldi; Fransa ise İmparator’un düşmanlarına
yardıma koştu. Savaşa her kes katılmış, çarpışmalar neredeyse bütün
kıtaya yayılmıştı. Yüzyılı aşkın bir sürenin dinsel olduğu kadar siyasal
rekabeti, Nördlingen (1634), Wittstock (1636), Rocroi (1643) ve
Jankow (1646) savaşlarıyla bunları izleyen Münster-Vestfalya barışında
çözüme bağlandı. Avrupa’nın
Vestfelya Barış Antlaşması din ile siyasetin ayrılması anlamında
sekülerleşmeye yönelik bir adım oldu. Çekişmeler sürecinde, dinsel
ve siyasal çıkarların hep düzgün bir şekilde örtüşmediği anlaşılmıştı:
Bölgesel nüfuz sahipleri ve prensler bazen imparatorluğun hırslarına
direniyor, mezhep işbirliğine katı bir şekilde bağlı kalmıyorlardı.
Avrupa’da gelecekte yaşanacak çekişmelerde güç dengesi, potansiyel
müttefik veya düşmanların mezhebe dayalı bütününden daha önemli
olacaktı. (Paralı askerler, paralarını aldıkları sürece kimin için
savaştıklarına aldırmazken; köylüler de haşatı mahvedenin, evlerini
yakıp kadınlarına tecavüz edenin kimin ordusu olduğunu
önemsemiyordu.)

Daha geniş bir anlamda belirtirsek, 1648 yılı mezhepçilik çağının


sonunu belirlemişti. Devletler arasında birbirlerine paralel şekilde
ilerleyen yönetimin merkezileşip bürokratikleşmesi, dinsel ve
kültürel tanımlamaların önemini azaltmıştı.

Almanya’nın Kısa Tarihi, Mary Fulbrook, Boğaziçi Üni. Yayınları


Otuz Yıl “Dünya Savaşı”
Bohemya İsyanı, Otuz Yıl Savaşlarının (1618-1648) açılış safhasını teşkil eder. Otuz Yıl Savaşları umumiyetle din
savaşı olarak kabul edilse de herhangi bir sınıfa dâhil edilmesi zordur. Tüm büyük harpler gibi Otuz Yıl Savaşları
da her biri kendine has hedefleri olan farklı çatışmalar bütünüdür. Her bir safhası bünyesinde bir sonraki
çatışmanın tohumunu barındırdığından çağdaşları bu çatışmaları ardı ardına devam eden tek ve büyük bir savaş
olarak kabul etmişti. Çatışmaların çoğu Kutsal Roma İmparatorluğu topraklarında yaşansa da zamanla Alçak
Ülkeler, İngiltere, Danimarka, Fransa, İspanya, Portekiz, Macaristan, Transilvanyı, Kuzey İtalya, İsveç,
Lehistan ve Lehistan ile İsveç vasıtasıyla da uzaktaki Rusya bile bu savaştan nasibini almıştı.
İngiliz diplomasisinin sultanı Protestan davasını desteklemeye ikna etmesine ramak kalmış olmasına rağmen
Osmanlı İmparatorluğu bu harbe dâhil olmadı. Bu istisna haricinde Otuz Yıl Savaşları, Avrupa kıtasının
tümünün dâhil olduğu ilk savaştı. Fakat rakipler Afrika, Hint ve Pasifik Okyanusu ve Batı Hini Adalarında da
mücadele ettiklerinden aynı zamanda da küresel bir savaştı. Alman tarihçiler, Otuz yıl Savaşlarının yabancı
devletlerinin müdahalesi yüzünden süresi ve şiddetinin arttığından ve “Alman toprakları üzerinde cereyan eden
beynelmilel bir harbe dönüştüğünden şikâyet ederler -Almanlar arasında çıkan bir ça­tışmayken önce Avrupa sonra
da tüm dünyaya yayılmıştı.
Habsburg İspanya’sı ile Hollanda Birleşik Eyaletleri arasındaki mücadele Otuz Yıl Savaşlarını
küresel bir mücadeleye dönüştüren paratoner vazifesini gördü. 1560’larda II.Philip döneminde Alçak
Ülkelerde başlayan savaş Otuz Yıl Savaşlarının da parçası haline geldi. Fakat Alçak Ülkelerdeki savaş
genel itibarıyla kuşatma ve açmazlardan ibaretken İspanya ile Birleşik Eyalet arasındaki deniz
mücadelesi birkaç geniş cephede devam etti. İspanya'nın deniz aşırı sömürgeleri Hollanda’nın
saldırılarına hedef oldu. 1580’den itibaren II. Philip ile varisleri tarafından yönetilen Portekiz
sömürgeleri de aynı akıbete uğradı. Hollanda'nın ana amacı ganimet elde etmek olduğu kadar
İspanya’nın gelir kaynaklarına da darbe vurmaktı. O tarihte durumdan haberdar bir gözlemcinin tabiriyle
“İspanya kralının bıçağını boğazımızdan uzak tutarak Avrupa’da savaşmasını mümkün kılan can
damarlarını kesmek istiyorduk.” Fakat Habsburglar açısından Hollanda’nın faaliyetleri sadece ticaret
yollarını tehlikeye atmakla kalmayıp hanedanı da felakete sürüklüyordu. İspanya sarayın­da revaçta olan
bir varsayıma göre Habsburg toprakları öylesine iç, içe geçmişti ki bir yerdeki yenilgi tüm yapının bir
bütün olarak çökmesine neden olabilirdi. Habsburg gücünün küresel kenetlenmesi Otuz Yıl Savaşlarını
küresel bir savaş haline getirdi.
1625’ten sonra Hollandalılara, İngiliz bayrağı çekerek (korsanların kırmız siyah bayrağı haricinde
herhangi bir bayrak da olabilirdi) kendi menfaatleri için savaşan müteşebbis ve korsanlarla birlikte
İngiliz müttefikleri de katıldı. Güvenilmez müttefikler olan İngilizler, Habsburg İspanyasıyla barışçı
ilişkiler tesis edebilmek için çok geçmeden Hollandalıları terk etti. Buna rağmen Batı Hint Adalarındaki
St. Kitts adasında kalıcı bir üs elde edip oradan yola çıkarak da Leeward adalarını ele geçirdiler. Bu
adaları üs olarak kullanan İngiliz korsanlar 1640’larda Karayiplerdeki İspanyol mülklerine saldırıp
1643’te Jamaika’nın büyük bölümünü ele geçirdi. İngilizlerin oradan ayrılması için üç asır geçmesi
gerekecekti.
Hollanda’nın ihtirası daha da büyüktü. Hollanda hükümeti ile States General (Lahey’deki
meclis) İspanya ve Portekiz sömürgeleriyle savaşma vazifesini Doğu Hindistan Şirketi
(kuruluşu 1602) ve Batı Hindistan Şirketi’ne (kuruluşu 1621) tevdi etti. Bu iki şir­ket donanma
inşa etmek için hisse satacak, kolonileri ele geçirip idare edecek ve kendi ticaret
imparatorluklarını kuracaktı. Kurulmasından kısa süre sonra Batı Hindistan Şirketinin “On
Dokuz Beyefendisi” bir “büyük plan” (Groot Desseyn) tasarladı. Bu plan mucibince
Brezilya’daki Portekiz kolonisine saldırılarak Brezilya’daki şeker çiftlikleri ve Orta Afrika köle
ticareti ele geçirilecekti.
Yeni Dünyadaki Habsburg, İspanyol ve Portekiz sömürgeleri hızla Batı Hindistan Şirketinin
eline geçmeye başladı. 1628’de Küba açıklarında bir İspanyol hazine filosunun tümü ele
geçirildi; bundan kısa süre sonra da Brezilya’nın yaklaşık yarısını ele geçiren Hollandalılar
New Holland kolonisini kurdular. Fakat Hollandalı göçmenlerin sadakatini kazanmayı
başaramadığı Portekizli çiftlik sahipleri 1645 tarihinde onlara karşı ayaklandı. Hissedarlarının
kâr elde etmeyi beklediği Batı Hindistan Şirketi’nin yeterince desteklemediği New Holland
kolonisi 1654 tarihinde Portekiz tarafından geri alındı, idareleri esnasında Hollandalılar nispi bir
din hürriyeti sağladığından New Holland’da kalabalık bir Yahudi cemaati oluştu. New
Holland’ın yerli olmayan nüfusunun yaklaşık yarısı muhtemelen Yahudi olup başkent
Mauritsstad (günümüzde Recife) Amerika kıtasında sinagog inşa edilen ilk yerdi. Brezilya’nın
tekrar Portekiz’in elini geçmesini de dini baskının hortlaması takip etti.
İspanyol Habsburgları Portekiz vasıtasıyla günümüz Angola’sındaki merkezi
Luandaolan küçük bir kıyı yerleşimine de sahip oldu. Kuzeyindeki Kongo krallığı da
Portekiz kültürü­nün etki alanı dâhilindeydi. On yedinci asırda Kongo, Kongo Nehri’nin
ağzında kurulmuş güneyde Angola’ya kadar uzanan ve başşehri Sao Salvador
(günümüzde Mbanza Kongo) olan bir yerdi. Konumuna rağmen kültürel olarak karmaşık
bir devlet olan Kongo, Katolikliği kabul etmesine ek olarak Portekiz isimleri, rütbeleri ve
hanedan armalarını da kullanan tahsilli bir seçkin sınıfı tarafından yönetiliyordu.
Fakat 1620’lerde Luanda'nın Portekizli valileri Kongo’yu hedef almaya başladı. Komşu
Ndongo krallığına boyun eğdirdikten sonra Kongo krallığı üzerindeki Portekiz kültürel
hâkimiyetini siyasi hâkimiyete dönüştürmeye karar verdiler. Ürkütücü Imbangalaları da
kendi saflarına çektiler. Güneybatı Afrika’nın Spartaları olan Imbangalalar yamyam ve
bebek katili olup sadece yabancıların çocuklarını aralarını alarak onları iyi tasarlanmış
kabul törenleri vasıtasıyla itaatkâr hale getirirlerdi. Krallığının yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya olduğunu gören Kongo Kralı II. Pedro, Hollandalılardan yardım isteyerek onlara
yardım karşılığında altın, gümüş, fildişi ve köle sözü verdi. Böylece Kongo Krallığı da
Protestanların safında Otuz Yıl Savaşlarına katılmış oldu.
Pedro’nun talebine cevaben bir Hollanda filosu 1624’te Lunidayı topa tutsa da kralın erken ölümü
müteakip askeri faaliyetleri engelledi. Kongo Kralı II. Garcia, bir Batı Hindistan Şirketi görevlisine
dert yandığı üzere, Portekiz’in siyasi ve askeri müdahalelerinden “zarar görmeye” devam ettiği için
Pedro’nun siyasetini devam ettirdi. Bunun üzerine Batı Hindistan Şirketi’ne ait bir filo Luanda’yı ele
geçirip Portekizleri oradan kovarak orada bir Hollanda kolonisi inşa etmeye başladı. Luanda’nın ele
geçirilmesini takip eden çarpışmalarda hem Hollandalı hem de Portekizliler yerel kabileleri kullanarak
toplarla desteklenen mev­cutları otuz bine yakın ordular kurarken yüzlerce köy de ortadan kalktı.
Sıradan bir didişme olmayan Kongo’daki savaş Habsburgların Roma generali ve sözde Habsburg
atası, Kartaca fatihi ve İspanya emperyalist gücünün efsanevi kaynağı, Scipio Africanus’un (M.Ö.
236-183) Afrika’daki mirasını ihya etmeyi ihtiva eden küresel heveslerini yeniden canlandırdı.
Bu arada Hint ve Pasifik Okyanuslarındaki Habsburg toprakları da Hollanda Doğu Hindistan
Şirketinin hedefi oldu. Molucca Adaları ve Hindistan sahilinde üslenmiş Hollanda gemileri İspanya
ve Portekiz baharat ticaretini baltaladı. Hollanda Doğu Hindistan Şirketi, Pasifik Okyanusunda
modern Endonezya’nın bir kısmını işgal ederek günümüzde Cakarta olarak bilinen Batavia’yı kurdu.
Burada üslenen Hollanda gemileri Manila’yı ablukaya alıp İspanyol gemilerine saldırdı. Fakat asıl
mücadele 1620’lerde hem İspanyol hem de Hollandalılar tarafından neredeyse aynı zamanda işgal
edilenTayvan’da (Formosa) yaşandı. İspanyol valisi San Domingo’da (günümüzde New Taipei)
Tayvan’daki ilk taş bina olarak kabul edilen bir kale inşa etti. Yekpare taştan kırmızı cephenin tuğla
kemerleri Herkül Sütunları ve Habsburg gücünü simgeleyen ikiz sütunlarla desteklendi.
• İspanyolların amacı Tayvan’ı Çin’e gidecek mallar için bir konaklama
noktası ve Manila’yı Hollanda saldırılarından koruyacak bir üs olarak
kullanmaktı. Fakat hem İspanyol hem de Hollandalılar aynı zamanda
insanları kendi dinlerine çekmek, Japonya’yla ticaret yapabilmek ve
Tayvan’daki şeker çiftliklerinde çalışacak Çinli işçiler için de rekabet
halindeydi. Han hanedanının yönettiği Çin’den gelenler geçmişte
çoğunluğunu kelle avcısı yerlilerin teşkil ettiği Tayvan’ın etnik dokusunu
değiştirdi. Hollandalıların San Domingo kalesini topa tutmasını müteakip
İspanyol kolonisi 1642’de terk edildi. Yine de Tayvan’ın kaderinin Otuz
Yıl Savaşlarınınkiyle iç içe geçtiği bu yılların demografik yapıya olan
tesiri günümüze kadar siyasi bir çekişme kaynağı olarak kalmaya devam
etti.
Avrupa
Otuz Yıl Savaşları Avrupa’da coğrafi olarak daha dar bir bölgede cereyan ettiğinden buna bağlı olarak küresel
sonuçları da daha önemsiz oldu. Ama çok daha kanlı olduğu kesindi. Sadece Kutsal Roma İmparatorluğu’nda
nüfusun yüzde 20’sine tekabül eden 5 milyon kişi öldürüldü ya da savaşın yol açtığı nedenler yüzünden öldü. En
ağır darbeyi yiyen Aşağı Avusturya’ydı. 1600’de 600.000 olan nüfusu elli yıl içerisinde yüzde 25 azalarak
450.000’e indi. İşgalci ordular geçtikleri yerleri yağmalayıp halka dehşet saçtığından, su kaynaklarını
zehirlediğinden, şehirleri ayırım gözetmeksizin topa tuttuğundan ve kimi zaman arsenik ve ban otundan
kaynaklı zehirli gazlar taşıyan mermiler kullandığından asıl zayiatı siviller verdi.
En büyük katliam 20 Mayıs 1631 tarihinde imparatorluk ordusu Saksonya’daki müstakil Lütheryen kalesi olan
Magdeburg’a saldırdığında yaşandı. Çıkan yangınlar ve sergilenen vahşetin neticesinde tahminen otuz bine
yakın insan hayatını kaybetti. Hayatta kalan bir görgü şahidi imparatorluk askerleri “çocukları mızraklarla
dürterek koyun gibi ateşe sürdü; Türkler ve barbarlar dahi onların yaptıklarını yapmazdı,” demişti. Muzaffer
komutan Pappenheim soğukkanlılıkla şöyle ifade etmişti: “Tahminimce yirmi binden fazla kişi öldü. Kudüs’ün
yerle bir edilmesinden beri böyle bir vahşet ve ilahi cezalandırmanın yaşanmadığından eminim. Askerlerimizin
tümü zengin oldu.” Magdeburg’un düşmesiyle Almancaya yeni bir kelime eklendi -Magdeburgisierung,
“Magdeburg’a benzetmek.”
Magdeburg’un yağmalanması yüzlerce kitapçık, el ilanı ve vaazda tekrar tekrar anlatıldı. Katolikler
yağmayı ilahi bir intikam olarak tasvir edip şehri mahveden yangını (haklı olarak) Magdeburg’un
kendi halkının başlattığını söylediler. Habsburgların vahşet ve zulmünün “Kara Efsanesiyle”
lekelenen II. Ferdinand’ın itibarı da zarar gördü. Ferdinand’ın komutanlarından birinin izah ettiği
üzere Magdeburg’dan sonra Katolik davası siyasi açıdan tecrit edildi ve kendi ürünü olan bir
labirente sıkışıp kaldı. Yapılan hataların en büyüğü olarak kabul edilebilecek Magdeburg’un
yağmalanması neredeyse Habsburgların Otuz Yıl Savaşlarını kaybetmesine neden olacaktı.
Bohemyalı asilerin mağlup edilmesinin akabinde savaşın ilk on yılı II. Ferdinand açısından gayet
güzel gitti. Kış Kralı olarak bilinen Palatinate dükü Frederick bozguna uğratıldı ve Danimarka
müdahalesi, Katolik Birliği tarafından durduruldu. Kendisini Bavyera önderliğindeki birliğe bağımlı
olmaktan kurtarmak isteyen Ferdinand yüzünü Bohemyalı Asil Albrecht Vâclav Eusebiusz
Valdstejna’ya çevirdi. Ana dili Çekçe olsa da Valdstejna, isminin Almanca karşılığı, Wallenstein
olarak bilinir. Wallenstein orta halli bir aileden geliyor olsa da zengin bir dulla evlenmesi, para
spekülasyonu ve sürgün edilen Protestan mallarını ucuza sa­tın alması sayesinde kısa sürede zengin
oldu. Burcunu hazırlayan Kepler birkaç hata yapmış olduğundan Wallenstein’ın mizacına dair
tahminlerini (çevik, faal, merhametsiz ve benzeri) göz ardı etmek daha yerinde olur. Onunla ilgili en
iyi bilgiyi Pragda inşa ettirdiği sarayın bahçesinden alabiliriz. Çiçek yataklarının geometrik ve
simetrik düzenlemesi, yanında Wallenstein’ın baykuş koleksiyonunun da yer aldığı, kaba sarkıtlar ve
pis pis bakan suratlardan oluşan devasa damla taştan yapılma duvarla tezat teşkil etmektedir
1625 tarihinde Wallenstein, Ferdinand’a bir asilden beklenebilecek bir jest olarak, tek bir alay
yerine koca bir ordu teklif etti. Ordu el koyma sistemiyle beslenecek ve diğer masrafları da
tahvil olarak satılıp teminat altına alınacak kredilerle ödenecekti. Cephanenin bir kısmını
Wallenstein’a ait olan dökümhane ve imalathaneler tedarik edecekti. Ferdinand’ın onayını alan
Wallenstein (sonunda) yüz bin kişilik mevcuda erişen bir ordu kurarak önce Danimarkalıları
savaş dışı etti sonra da uzaktaki Pomeraniada yer alan Stralsund’u kuşattı. Wallenstein’ı Kuzey
ve Baltık Denizleri Amiralliğine terfi ettiren Ferdinand böylece ondan yeni zaferler beklediğini
de ima etmiş oldu. Ferdinand, Wallenstein’ın masraflarını karşılamak için 1628 de ona Kutsal
Roma İmparatorluğunun kuzeyindeki, Ferdinand’ın Danimarkalıları destekledikleri
bahanesiyle yöneticilerinden aldığı, Mecklenburg dukalığını verdi.
Mecklenburg, Ferdinand’ın verdiği ikinci dukalıktı; ilki Ferdinand’ın Palatinate Dükü
Frederick’ten alarak Bavyera dükü Maximilian’a verdiği Palatinate’ti. Ferdinand bu
müsadereleri haklı göstermek için Roma kanunlarını değil de derebeylik ka­nunlarını emsal
gösterdi. Ferdinand’ın açıkladığına göre Mecklenburg dükü, tıpkı Palatinate dükü Frederick
gibi, “ahlaksız bir kişi,” olduğundan tüm mülküne ek koyma hakkına sahipti. Ama hu doğru
değildi. Müsadere edilen toprağın en yakın akrabaya verilmesi gerekirdi ki o kişi de Wallenstein
değildi. Üstelik iki dukalıkta da el konulan araziler sahibi belli tımar ve eski malikâ­neler olup
devri mümkün değildi. Ferdinand tüm bu mülkleri aynı kefeye koyarak kanunları pek de
umursamadığını göstermiş oldu.
Ferdinand bu hukuki üçkâğıda ek olarak 1555 tarihli Augsburg Barışını da tekrar ele aldı. Maddelerini kendi
lehine yorumlayarak 1552 tarihinden (asıl barış anlaşmasındaki yürürlüğe girme tarihi) beri Protestanların
işgali altında olan tüm kilise arazilerinin Katolik kilisesine iade edilmesini emretti. 1629 tarihli Tazminat
Fermanı, Katolik kilisesine kaybettiği tüm mülk­lerin iade edilmesini şart koşarak geçen dönemde
imparatorluk bünyesinde en az iki başpiskoposluk, on üç piskoposluk ve beş yüz kadar manastır arazisine el
koyan Protestan yöneticileri de mahvetmekle tehdit etti. Ferdinand geri adım atmayı reddedince Saksonya
dükü önderliğindeki Protestan liderler “savunma maksadıyla” bir araya gelmeye başladı. Akabinde 1630
tarihinde İsveç’in Lüteryen kralı Gustavus Adolphus, Pomeraniaya çıktı. Bu noktada Gustavus’un ana
hedefi muhtemelen sadece Baltık kıyısını ele geçirmekti çünkü yanında iç kesimlere dair harita getirmemişti.
Fakat büyük Protestan intikamcısı ve yeni Kuzeyli Gece Yarısı Aslanı olarak yere göğe sığdırılamayan
Gustavus Adolphus kendisine biçilen bu kaftanı giymeyi kabul etti.
Ferdinand, Tazminat Fermanıyla Kutsal Roma İmparatorluğu bünyesinde Katolik kilisesini tekrar ihya etmeyi
amaçlasa da Fermanı Magdeburg’un yağmalanması takip ettiğinden tüm avantajını kaybetti. Mevzubahis
vahşet ve tüm topraklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olan Protestan liderler artık tarafsız kalamazdı.
Gustavus’un meşru sahiplerine iade ettiği Brandenburg, Saksonya ve Mecklenburg’un dükleri İsveç kralını
desteklemek için bir araya geldi. Birkaç çarpıcı zaferi müteakip müttefikler Bohemya, Silezya ve Bavyeraya
girerken Wallenstein durumu toparladı. Başarılarından rahatsız olan Ferdinand tarafından emekli olmaya
zorlanıp sonra tekrar göreve çağrılan Wallenstein, Protestan kuvvetleri geri püskürttü. 1632 tarihindeki
Lützen Muharebesinde Gustavus Adolphus’un ölmesi, varisi altı yaşındaki bir kız olduğundan, İsveç’te
siyasi bir krizin patlak ver­mesine yol açtı. Fakat vazgeçmeye niyeti olmayan İsveç şansölyesi ve naibi
Oxenstierna bu krizi Fransa ve Protestan yöneticilerinin İsveç ordusunu mali açıdan desteklemelerini
sağlamak için baskı aracı olarak kullandı.
Oxenstiernanın mücadeleye devam etmeye kararlı olduğunu gören Wallenstein silahlı
kuvvetlerle yapılacak güç gösterisine diplomatik bir hamlenin de eşlik etmesi gerektiğini
düşünerek düşmanıyla müzakereye başladı. Wallenstein’ın ne yapmaya çalıştığını haber alan
Ferdinand, Wallenstein’ı “azılı asi” ilan ederek Şubat 1634’te idamını emretti. Bir hafta sonra
Wallenstein, Ferdinand’ın talimatı üzerine idam edildi. Ferdinand’ın adamları “İhanetin
Zararları ve Bir Nankörün Akıbeti” başlıklı bir kitapçıkla onun yaptıklarını mazur göstermeye
çalışırken en mantıklı yorumu XIII. Louis’nin başvekili Kardinal Richelieu yaptı:
“Wallenstein’ın ölümü efendisinin gaddarlığının feci bir misali olarak kalmaya devam
edecektir.”
Ferdinand sonunda oğlu Ferdinand’ı (müstakbel imparator III. Ferdinand) Wallenstein’ın
halefi olarak imparatorluk güçlerinin başkomutanı olarak tayin etti. Genç Ferdinand feraset
sahibi bir taktisyen, mahir bir kumandan ve kabiliyetli bir diplomat olduğunu ispat etti. Fakat
imparator çok geçmeden Wallenstein’ın haklı olduğunu fark etti. Müzakeresiz savaşı sona
erdirmek mümkün değildi, imparatorluk merkezinde İspanyol ordusu kullanmak bile, genç
Ferdinand ile İspanyol Kardinal-Infante Ferdinand’ın birlikte 1634te Nördlingen’de kazandığı
zafere rağmen, Habsburgların durumunu değiştirmedi. 1635 tarihinde Alman prensleriyle Prag
Barışını imzalayan II. Ferdinand, Tazminat Fermanını geri çekti. Anlaşmanın metni maksadının
açıkça göstermektedir: “Kan dökme derhal sona erecek ve anayurdumuz yüze Alman Ülkesi
tümüyle harap olmaktan kurtarılacaktır.”
II. Ferdinand 1637’de geçirdiği felç yüzünden öldü. Kalbi Loreto Şapeli’ndeki bir kupaya konurken bedeni de,
kendisini bekleyen mozolenin yirmi yıldan uzun süredir inşa halinde ol­duğu, Graz’a nakledildi. Yerine, zaten
Romalıların kralı olarak seçilmiş olan, genç Ferdinand geçti ve babasının yolundan gidip savaşı sona
erdirmenin yollarını aramaya başladı. Prag Barışından sonra Habsburglara karşı yürütülen savaşta önderliği
İsveç’le ittifak yapan Fransa aldı. Savaş büyük ölçüde dini vasfını kaybe­dip Fransa ile Habsburglar arasındaki
siyasi bir çekişmeye dönüştü. Savaşın bu safhasında Fransa, Katalonya’da İspanya kralı IV. Philip’e karşı
başlatılan isyanı ve 1640’ta Portekiz’in ayrılmasını destekleyerek İspanyol Habsburgların kolunu kanadını
kırdı.
Beklenenin tam tersine 1630’larda başlayan barış görüşmeleri, taraflar masada ellerini güçlendirecek kısa
yoldan kazanılacak zaferlerin peşine düştüğünden, savaşı daha da alevlendirdi. Bu görüşmelere katılan bir elçi
“kışın müzakere edip yazın savaşırız,” demişti. Savaşın son senesinde bir İsveç ordusu Prag Şatosunu işgal etti
-otuz yıl önce savaşın başlamasına neden olan camdan atılma hadisesinin yaşandığı yer. İsveçliler, II.
Rudolf’un Harikalar Salonundan geriye kalanları topladılar, Prag’ın manastır kütüphanelerindeki kıymetli
kitapları aldılar ve ganimeti Stockholm’e gönderdiler. Fakat Rudolf’un meşhur “Buhtunnasır tacını” aramaları
fayda vermedi çünkü taç Viyana’daydı.
1648’e gelindiğinde Habsburglar askerî açıdan tükenmişti. Prag düştüğü gibi İsveç ordusu Viyana’yı da tehdit
ediyordu. III. Ferdinand şehirde alelacele bir mermer Meryem sütunu inşa ettirdi. Böylece Meryem’in
İsveçlilerin dikkatini başka yöne çekeceğini ummuştu. Bavyera 1648’e kadar iki kez Fransızlar tarafından işgal
edildi. Bu arada Kutsal Roma İmparatorluğundaki kale ve tahkimli garnizonların dörtte ya da beşte biri düşman
eline geçmişti. Fakat Stockholm ve Paris’teki hükümetler strateji hususunda sürekli tartışıp birbirine
güvenmediğinden düş­manları da bölünmüş haldeydi. Ferdinand, Fransa Kralı XIV. Louis’ye İspanya’yla olan
savaşma karışmayıp Pirenelerde süren savaşta tarafsız kalacağı sözünü vererek baş düşmanını müzakereye razı
etti. İsveçlileri ikna etmeye de ödenecek yüklü miktar­daki para yeterli oldu.
• 1648 tarihinde Otuz Yıl Savaşlarını sona erdiren Vestfalya Barışı genelde teferruatlarla alakalıdır -sınırlar
nasıl çizilecek, hangi bölge kimin eline geçecek, Bavyera dükleri, 1623 tarihinde II. Ferdinand’ın onlara
bahşettiği, elektör unvanlarını kullanmaya devam edebilecekler mi gibi. Diğer taraftan Kutsal Roma
İmparatorluğu’na bağlı prenslerin diledikleri dini seçebilmesi ve Kalvinizm’in bir seçenek olmasını kabul
ederken onların tebaalarının kendi dinlerinin gereklerini yerine getirme hakkını da (bazı hudutlar dâhilinde)
tanıdı. Gelecekte kilise mülkleri ve dini hürriyetin sınırları hakkındaki tartışmaların karara bağlanması mah­
kemelerin vazifesi olacaktı -imparatorluğun merkezi mahkemesi sırf bu maksatla yenilenip eşit sayıda
Protestan ve Katolik hâkim atandı. Kendine ait olan topraklarda din hürriyeti tanımakla mükellef olmayan
III. Ferdinand ise önemli bir muafiyet hakkı elde etmiş oluyordu. Böylece Bohemya ve Avusturya
topraklarında insanları Katolikliğe döndürmek için sarf edilen gayretlerin boşa çıkmasına mâni olunmuştu.
• Vestfalya Barışı “Hıristiyan dünyasında umumi sulhu” temin etmeyi başardığından Avrupa’nın ilk
anayasası ve modern Avrupa’nın evriminde hayati bir adım olarak kabul edildi. Diğer taraftan Habsburg
İspanya’sı ile Hollanda Birleşik Eyaletleri’nin “denizde ve diğer sularda, karada... Doğu ve Batı Hint
Adalarında, Brezilyada, Asya, Afrika ve Amerika kıyılarında,” savaşmasına son verdiğinden küresel bir
barış da sayılırdı. O tarihe kadar ele geçirilen topraklar tanındı ve Hollandalılara İspanyol kolonileriyle
ticaret yapmada imtiyazlar verildi. Anlaşmanın akabinde Hollanda Batı Hindistan Şirketi, Orta Avrupa köle
ticaretini çabucak ele geçirip genişletti. Vestfalyadan sonraki yarım asır içerisinde güney Karayiplerdeki
Curaçao’da bulunan Hollanda “işleme tesisi” üzerinden elli bin kadar Afrikalı köle İspanya’nın Yeni
Dünyadaki ve Pasifik okyanusundaki topraklarına gönderildi. Vestfalya Barışı, Otuz Yıl Savaşlarını sona
erdirmekle birlikte nihayetinde on iki milyon insanın canına mal olacak dünya çapındaki Afrikalı köle
ticaretini de alevlendirdi.
• Habsburglar, Martyn Rady, Kronik Yayıncılık
• Fugger ailesi
• 1367’de Augsburg’a yerleşen Fuggerler, önce ticaret ve
dokumacılıkla uğraştılar. «Zengin II. Jakob döneminde
tek şirket olarak etkinlik gösteren aile atılım yaptı.
Jakob, maden ticaretine girişti. Prenslere ödünç para
vererek bunun karşılığında Tirol gümüşü veya
Slovakya bakırı gibi büyük işletme tekelleri elde etti.
Bu madenler, öncelikle Anvers’de pazarlanıyordu. Kısa
süre sonra Jakob, Habsburglar’ın bankacısı durumuna
geldi: V Karl imparator seçilmesini bir ölçüde ona
borçludur. Bu dönemde Fuggerler’in, Avrupa’nın en
büyük ticaret ve bankacılık şirketini yönettikleri
tartışma götürmez. Amcasının yerine geçen Anton da
aynı yoldan yürüdü. 1547’de şirketin aktifleri 7 milyon
flor üstüne çıkmıştı. Anton, gösterişli bir hayat sürdü ve
sanatçılar için büyük bir koruyucu oldu. «Tüccarların
prensi olarak tanınan Anton’un, Habsburglarla
sürdürdüğü yakın ilişki iki yanı keskin bir bıçak
gibiydi: konumlarını ve alacaklarını korumak için,
giderek artan oranlarda verdikleri ödünç paralar
Fuggerleri bir kısır döngü içine düşürdü. II. Felipe’nin
1557’deki ilk hileli iflası, onlar için büyük bir darbe
oldu. Bundan kısa bir süre sonra, 1560’ta Anton öldü.
Jakob’dan beri soyluluk unvanı taşıyan ve birçok
senyörlüğü ellerinde bulunduran Fuggerler, XVII.
yy’da artık sıradan soylular durumuna düşmüşlerdi.
Rönesans’ta savaş
Sürekli birlikler henüz çok az sayıdaydı. Ayrıca, ordu kurmak, feodallerin ve özellikle de İsviçre ile
Almanya’dan gelen paralı askerlerin silah altına alınmasını gerektiriyordu. Piyade sınıfı, sayısal (atlı
birlikler piyadeye oranla giderek azalıyordu) ve taktik düzlemde de (sözgelimi İsviçrelilerin mızraklı
askerleri) gözlemlenen, büyüyen bir önem kazanıyordu. Ateş gücü artmıştı; artık emekleme çağından çıkmış
bulunan topçu sınıfı, yalnız kuşatmalarda değil, meydan savaşlarında da (Marignano, Mohaç) önemli bir rol
oynuyordu. Önceleri daha güçlü topların kolayca yıkabildiği surlar, kısa süre içinde bu duruma daha uygun
bir biçimde ve toprağa gömülü olarak yapılmaya başlandı. Askeri birliklerin iç düzenleri de yetkinleştirildi.
Alayların ilk biçimi olan birliklerin belirlenmesi, manevraları kolaylaştırıyordu. Her ne kadar hareket henüz
önemli bir rol oynuyorsa da kuşatma ve çarpışmadan kaçınma gibi yöntemlerin örneklendirdiği yıpratma
savaşı stratejisi de zaman zaman gerekli oluyordu.
Fransa’da VII. Charles’ın başarısının ve krallığın yeniden ele geçirilmesinin ardından son büyük
prensliklerle sürtüşme dönemi başladı. Aralarında zengin Bourgogne’un da bulunduğu bu prenslikler artık
güçlü bir monarşiye karşı koyabilecek çapta değildi. Böylece XI. Louis ve VIII. Charles otoritelerini
Dijon’a, Marsilya’ya, Nantes’a kadar yayacaklardır. Valois’da istikrar hüküm sürdü ve uzunca bir dönemde
hiçbir karışıklık çıkmadı.
Ulusal bilinç yayılmakla birlikte bunun dönemin tek siyasi değeri olmadığı kesindir. Bireyler arasındaki ilişkiler klasik
Ortaçağ’a göre nitelik değiştirdi. Ama canlılığını hiç yitirmediği gibi, bu yandaşlık ve «partiler» döneminde eskisinden
daha hareketliydi. Ancak hanedana bağlılık her şeyden önce geliyordu. Zaman zaman krallar aile çıkarlarını ulusal
çıkarların üstünde tutuyordu. Geleneksel bakımdan süzeren kabul edilen ve bu niteliğiyle feodal rejime bağlanan prens,
siyasi bir yönetim ilkesinin somutlaşması niteliğindeki devlet içinde egemen olma eğilimindeydi. Bu bakımdan, kişisel
senyörlüklerin ve prensliklerin İtalya’sı, bir anlamda en eski monarşilerin vatanıdır. Hükümdarın çevresinde
olduğu için daha sıkı denetlenen danışma meclisi güçlendi ve bazı monarşilerde özel görevler üstlendi. Papazlık
olgusunun gelişmesi de bir ölçüde, otoritenin görkemini ortaya koyma arzusunu, daha çok yararlanabilmek ve
denetleyebilmek için seçkinleri kendi yanına çekme kaygısını yansıtır. Ortaçağ’ın sonunda olağanüstü bir gelişme
gösteren temsilci meclislerinin yazgıları farklıydı. Fransa’da olduğu gibi, birçok ülkede açık bir biçimde geriliyorlardı:
Castilla Cortesi’nin hatta Ingiliz parlamentosunun bile rolleri son derece de küçüldü. Bununla birlikte, imparatorlukta
veya Polonya’da diyet meclisleri son derecede önemli bir yer tutuyordu.
Devletlerin (artık bu kelime günümüzdeki anlamını edinmiştir) büyüyen olanaklara kavuştuğu tartışma götürmez. Devlet
görevlileri güç kazandı: Fransa’dan alınan krallık hizmetlisi kişiliği (parayla tutulmuş ve son derece sadık görevli)
İngiltere dışında tüm Avrupa’da yayıldı. Buna paralel olarak görevlerin para karşılığı satın alınması uygulaması gelişti:
sakıncalarına rağmen, krala, ceplerini doldurma ve ciddi bir bunalım sırasında, görevlilerin kendisine sadık kalmalarını
kesin olarak güvence altına almasına olanak tanıdı. Bu bakımdan Venedik örneğini izleyen Fransa ve Papalık, XVI.
yy’da bu uygulamada en ileri gitmiş iki devlettir.
Düzenli kaynak araştırmasının bir saplantıya dönüştüğü de bir gerçektir: ödenekli fonları serbestçe kullanabilme kaygısı
gibi, vergilendirme de her yerde yayılıyordu. Bu hareketin en uç örneği Fransa ve Castilla’ydı. Toplanan vergilerin
düzensizliği ve yetersizliği karşısında, halk kredisi uygulaması önem kazandı. Genellikle otoriteden veya tüccar
bankacılardan sağlanan kısa vadeli ödünç parayla ranta dayalı uzun vadeli kredi uygulaması bir arada ortaya çıktı.
Giderek daha masraflı olan askeri harekatların gerektirdiği gibi masrafların durmadan artması, istekleri de durmadan
artırıyordu. XIV. yy’dan sonra iyice oturmuş olan savaş-vergilendirme ikili uygulaması devletlerin ilerlemesinde temel
öğelerden birisiydi.
İmparatorluklar arasındaki denge
İtalya bir kez daha örnek oldu. İtalya yarımadasının denetim altına almak için Napoli ve Milano’nun gösterdiği
çaba zorlu bir direnişle karşılaştı. Birliğin güç kullanılarak sağlanması isteklerine, yerel özgürlüklerin
savunulması kaygısı karşı çıktı. Lodi Barışı’ndan (1454) Sonra, büyük devletler arasında sağlanan gerçek bir
denge düzeni, yarımadaya göreceli bir barış getirdi. Bu barışı uygulayabilmek için karmaşık bir diplomasinin
geliştirilmesi zorunluydu: bu konuda da İtalya bir deney alanı gibi kullanıldı; kısa sürede tüm Avrupa’ya
yayılacak olan sürekli elçilikler kuruldu. Ama İtalyan devletlerinin yalnızca kendilerinin uygulayabileceği
yanılgısına düştükleri bu hassas düzen, onları iç dengeleri koruyabilmek için barbar, daha açık bir deyişle
yabancı güçlere başvurmaya yöneltti; bu da onlar için yıkım oldu.
Bu arada Avrupa’da önemli değişiklikler oluyordu: XV. yy’da Balkanlar tümüyle Osmanlı egemenliğine girdi.
1453’te İstanbul’u almayı başaran Osmanlılar, böylece uzun bir süreden beri can çekişen Bizans
İmparatorluğu’na son verdi.
Aynı sırada Doğu Avrupa’da Jagellonların büyüyen üstünlüğü dikkat çekiyordu: XV. yy’ın sonunda
Jagellonlardan biri Litvanya ve Polonya’da, diğeri de Bohemya ve Macaristan’da egemen oldu. Ama
aristokratların gücü (zaten seçime dayalı monarşi söz konusuydu) onları sağlam bir siyasi yapı oluşturmaktan
alıkoydu. Ayrıca 1526’da Macar Krallığı Mohaç’ta Osmanlılar karşısında çöktü. Polonya bütünü, varlığını
sürdürmekle birlikte, Macar ve Bohemya tahtları evlilikler yoluyla Habsburglara geçti; Habsburglar kendilerini
Osmanlılar’ın karşısında ön cephede buldular. Viyana kuşatmasını (1529) püskürtmek ve daha sonra
Osmanlıları Macaristan’da durdurmak bu yeni imparatorluğa düştü.
Yükün büyük bir bölümünü Venedik’in taşıdığı Akdeniz’de, gidişin tersine dönmesine tanık olmak için Malta
kuşatmasının (1565) başarısızlığa uğramasını ve İnebahtı Deniz Savaşı’nı (1571) beklemek gerekmiştir.
REFORM VE KARŞI REFORM
Luther ve Calvin
Rönesans, Reform hareketiyle birlikte yeni yönetimsel düşüncelerin de temelini atar: Protestan Reformu'nun yarattığı rüzgâr
belirleyici bir biçimde derin dönüşümlerin yaşanmasına katkıda bulunur; zira Reform Kilise'nin otoritesine değil, tek tek her
bireyin aklına ve vicdanına seslenir.
Sona ermekte olan Ortaçağ aynı zamanda Rönesans'a damgasını vuran güçlü bir tinsellik ihtiyacıyla doludur. Bütün bu dönem
boyunca, ölüm saplantısı insan ruhunun duyduğu ihtiyacı güçlendirir. İnsanların yaşadığı bu bunalımlara ve onların arzularına
din nasıl cevap verebilirdi? Özellikle kendi maddi çıkarlarıyla meşgul olan Kilise sınıfının umursamaz ve kimi zaman yoldan
sapmış göründüğü bir ortamda, din zayıf ve duygusuz bir hal alır. Dahası, nominalizmin zaferi evrensel değerleri veya Özsel
nitelikleri değil de dilsel göstergeleri önemli ve ayrıcalıklı hale getirmiştir. Eğer gerçeklik nüfuz edilemez bir şey ise, dindeki
gizemler nasıl açıklanabilir? Erasmus gibi hümanistlerin reform mantığının ve aynı zamanda Luther veya Calvin'in yenilik
arayışlarının temelinde yatan şey budur.
Almanya'nın Saksonya eyaletinde doğan Martin Luther (1483 -1546), 1 5 1 5 yılından itibaren, Aziz Pavlus'un Mektup/alına
dair yorumlar geliştirmeye ba§lar; bu durum Luther'i yalnızca imana dayanan kurtuluş öğretisine götürür ve 1 5 1 7 yılının
ekim ayında, Aziz Pavlus bazilikasının inşasını finanse etmek için sunulan endüljanslar karşısında duyduğu kaygıyı dile
getirir. O dönemde, günahkâr ruhların kefareti için, belli miktarda paralar karşılığında cezalarda indirimler yapılır. Luther bu
endüljans satışlarına karşı çıkar ve bu amaçla ünlü 95 Tez'ini Wittenberg Kale Kilisesinin kapısına asar.
1520 yılında, Luther yalnızca İncil'in otoritesini tanıyacağını ilan eder. 1 5 Haziran 1520'de aforoz edilen, Worms Diyeti (1521
) tarafından İmparatorluk topraklarından kovulan Luther, Thomas Müntzer'e bağlı köylülerin isyanı patlak verdiği zaman -bu
isyan bir tür Hıristiyan komünizmini savunuyordu- Prensler'in tarafında yer alır. Luther ölümüne kadar Roma Katolik
Kilisesi'ne karşı Reform'u savunacaktır.
Luther'den çok daha radikal olan Jean Calvin (1509- 1564) Hıristiyanlığı daha içsel bir inanç haline getirir. 1533 yılında
Reform hareketine katılır; fakat Cenevre'de çok daha arı nitelikte bir Kilise kurar. Calvin ile Roma Kilisesi düşüncesi arasında
yaşanan kopuş, Luthercilik'te görülen kopuştan daha bütünlüklüdür. Kuşkusuz her iki öğretinin çıkış noktaları aynıdır: İncilin
önceliği, Kutsal Metinler'e dönüş, kurtuluşun yalnızca imana ve Tanrı'nın lütfuna bağlı olması, gelenekten uzaklaşma, inancın
odağını oluşturan mümin insan ile İsa'nın buluşması; Calvin radikal bir biçimde tinsel alanda yaşanan kırılmayı ifade eder.
Sonuç olarak, Reform'un ikinci önemli ismi olan Calvin, taşıdığı radikalizm doğrultusunda özgün bakış açıları üretecek ve
Luthercilik'ten mantıksal çıkarımlar elde edecektir.
Birey Düşüncesinin Oluşumu
Reform hareketi temel bir düşünceye varacaktır: İman yoluyla İsa'ya ulaşmak; iman insanın varlığını meşrulaştırır ve
Tanrı'nın insanda varolduğunu gösterir; yalnızca iman Tanrı'nın lütfuna erişebilir ve kalbin derin bağlılığı sayesinde
kurtuluşu getirebilir. Buradan hareketle Reform, Hıristiyan yaşamını yeniden anlamlandırarak, onu bireysel iman ve
Tanrısal lütufla aydınlatarak, birey düşüncesinin oluşumuna katkıda bulunur. Hiç kuşkusuz, birey kavramının
kökenleri Yahudi-Hıristiyan mirası ve İsa'nın öğretisi içerisinde mevcuttur; zira bireyin ruhu, Tanrı'yla olan ilişkisi
üzerinden ebedi değerine kavuşur. Dinsel bireycilik ve birey düşüncesi, bu Hıristiyanlık bağlamı içerisinde, Reform
öncesindeki bütün bir dönem boyunca gelişim halindedir. 1420- 1 430 yılları arasında Alman mistik
Thomas Kempis tarafından kaleme alınan ve XV. yüzyılın en çok okunan eserlerinden biri olan İsa 'ya Öykünme, bir
insan ruhunun güncesini, bireyci bir dine gönderme yapan kişisel bir deneyimi anlatır. Calvin sürecin vardığı noktayı
temsil eder: Calvin'le birlikte birey Kilise'nin bir adım önüne geçer, çünkü Tanrısal irade bazı insanlara seçilmiş olma
lütfunda bulunur. Bu noktadan itibaren, seçilmiş insanlar Yeryüzünde Tanrı'yı yüceltmek için çalışırlar. Henüz
dünyadayken yapılan eylemlerle, özel bir iradenin sergilediği deneyimlerle değilse, Tanrı nasıl onurlandırılabilir? Bu
yöndeki etkin çabalar Tanrı'nın gücüne ve ihtişamına işaret eder. Böylelikle, Luther'de gördüğümüzden çok daha
güçlü bireycilik biçimleri ortaya çıkar; eyleme geçen birey bu şekilde kendini değerli kılar:
Böylece Calvin'in Tanrı'yla bir olma yönündeki etkin çabasını, temaşaya dayanan ve Luther'de de karşımıza çıkan
geleneksel çabalarla karşılaştırabiliriz. Bu öyle bir şeydir ki, dünyanın sahip olduğu yetersizliklerle idare etmemize
olanak verecek bir yaşamı bu dünyada aramak yerine, bu dünyada yaptığımız bilinçli eylemlerle başka bir dünyayı
kendi başımıza yaratmaya karar vermiş gibiyizdir.
Calvin ne Kilise' de, ne toplumda veya cemaatte, ne de Cenevre cumhuriyetinde ya da Sitesinde bireyciliğin değerini
sınırlandırabilecek bütünsel nitelikte hiçbir ilke görmez. ; O halde, diğer kişilerden ayrı bir insan olarak, bağımsız,
kendi başına hareket eden ve kendi iradesine bağlı olan birey Kalvinist Reformla ortaya çıkar: Toplumsal olana
indirgenemeyen bu birey düşüncesi bizi ahlaki bir varlığa götürür. Avrupa Düşüncesinin Serüveni, Jaqueline Russ
Karşı Reform
Karşı Reform adını, bu hareketin Protestan reformlarına karşı çıkmak için doğduğunu düşünen Protestan
tarihçilere borçludur. Katolik tarihçiler ise hareketi on dördüncü yüzyıl sonlarındaki uzlaşmacılardan, Tarento
ruhani meclisine kadar sürekli bir tarihe sahip olan Kilise reformu hareketinin ikinci aşaması olarak ele
aldıklarından, durumu farklı görürler. Ancak Karşı Reformun yalıtılmış durumda işleyen ve bir tür bağımsız
ekonomi politikası güden tarihsel bir motor olmadığı belirtilmelidir. Rönesans ve Reformasyon gibi, bu hare-ket
de çağın diğer bütün büyük olaylarıyla etkileşim içindeydi.
Katolik Kilisesinin merkezinde hüküm süren felç durumu, III. Paulus'un (Alessandro Farnese, 1534-1549) görev
süresinde hafifledi. "Eteklik Kardinal" olarak bilinen III. Paul, rezil bir akraba kayırıcısı, bir papanın metresinin
kardeşi ve Michelangelo ve Tiziano'nun müsrif hamisiydi. Yine de aynı zamanda değişimin acilen yapılması
gerektiğini anlamıştı. Kutsal Koleji yeniden canlandırdı, Kilise reformunda en önemli soruşturmayı, Consilium
de emendanda ecclesia'yı (1537) başlattı, Cizvitlere hamilik yaptı, Engizisyonu kurdu ve Tarento Ruhani
Meclisini başlattı.
1530'lara kadar Papaları seçen Kardinallerin Kutsal Koleji, Kilisenin en zayıf direklerinden biriydi. Ancak
bütçesinin kesilmesi ve bazı parlak atamalarla üyelerinin artmasıyla, Vatikan'ın değişim için motor durumuna
geldi. Önde gelen adları arasında Kardinaller Carafa (sonraki IV. Paulus, 1555-1559) ve Carvini (sonraki II.
Marcellus, 1555) ve 1550'de seçimleri bir oyla kaybeden İngiliz Reginald Pole bulunuyordu. Bundan sonra
gelen pa-palar kuşağı farklı bir karakter taşıyordu. IV. Pius (1559-1565), selefinin suça eğilimli yeğenlerini
ölüme mahkûm etmekten çekinmedi. Bir zamanlar Roma'ya çıplak ayak yürüyen Engizisyon Başkanı olan Sofu
ve fanatik V. Pius (1566-1572), sonraları azizlik mertebesine yükseltildi. St. Barthélémy katliamını sevinçle
karşılayan XIII. Gregorius (1572-1585) tümüyle politikti.
İsa'nın cemaatine Katolik Reformunun corps d'elile'i deniliyordu. Basklı kurucusu, Ruhani
Araştırmaların yazarı (1523) lnigo Lopez de Recalde'nin (Sı Ignatius Loyola) aşırı dindarlığını ve
askeri yaşam tarzını kendinde birleştirdi. 1540'ta III. Paulus'un Regimini Miliianiis Ecdesiae
Fermanı tarafından onaylanarak doğrudan papalığın emrinde varlığını sürdürdü. Üyeleri
generallerinin emrinde çeşitli rütbeler halinde örgütlenmişlerdi ve kendilerini "İsa'nın arkadaşları"
olarak görmek üzere eğitilmişlerdi. Amaçları putperestleri dine döndürmek, günah işleyenleri
yeniden dine kazandırmak ve her şeyden önce eğitmekti. Oluşumlarından sonraki birkaç on yıl
içinde, misyonerleri Meksika'dan Japonya'ya kadar tüm dünyayı gezmeye başladılar. Okulları ise
Braganza'dan Kiev'e kadar Katolik Avrupa'nın her köşesine yayıldı. "Ben orduyu hiçbir zaman terk
etmedim" diyordu St Ignatius, "sadece Tanrı hizmetine adandım." Bir başka yazıda da: "Bana yedi
yaşında bir oğlan verin, sonsuza dek benim olacaktır." Aziz rütbesine yükseltilmesi sırasında
"lgnatius'un evreni kaplayacak kadar büyük bir kalbe sahip olduğu" söylenmişti.
Cizvitler, kazandıkları başarıya rağmen, Protestanlar arasında olduğu kadar Katolikler arasında da
oldukça fazla korku ve kızgınlık doğurdular. Anlaşmazlık konusu olan ahlak kurallarını kendi
çıkarlarına göre yorumlamalarıyla ünlüydüler ve genellikle "sonuca ulaştıran bütün yollar
mubahtır" düşüncesine inandıkları düşünülüyordu. Sonunda Kilisenin hiç kimseye karşı sorumlu
olmayan gizli polisi olarak görüldüler. 1612'de Krakov'da basılan sahte Monitct Secrcia, korkunç
General Acquaviva, "Kara Papa"nın idaresi altında dünya çapındaki fesatlık talimatlarını açığa
çıkartmayı amaçlıyordu. Cemaat 1773'te lağvedildi, fakat 1814'te yeniden kuruldu.
.
• Kutsal Makam 1542'de dinsel sapkınlık konularında Baş Temyiz Mahkemesi olarak kuruldu. Önde gelen
kardinallerle çalışarak Engizisyonun denetlenmesini üstlendi ve 1557'de ilk yasak kitaplar listesini
yayımladı. 1588'de Roma Cuncî'sının yeniden örgütlenen dokuz kurulundan veya yürütme daire-sinden biri
haline geldi. Dinsizlerle sapkınları dine döndürmekle görevli İnancın Yayılması Dairesi ile birlikte çalıştı
1545-1547, 1551-1552 ve 1562-1563'te yapılan üç oturumda toplanan Tarento Ruhani Meclisi, Kilise
reformcularının yıllardır gerçekleşmesi için dua ettikleri Genel Ruhani Meclisti. Roma Kilisesinin yeniden
canlanmasını ve Protestanların meydan okumasına karşılık vermeyi sağlayan öğreti tanımlamalarını ve
kurumsal yapılanmaları oluşturdu. Öğretinin üzerine aldığı kararlar daha çok tutucu nitelikteydi. Kutsal
Yazıları sadece Kilisenin yorumlayabileceğini ve dini gerçeğin Kitabı Mukaddes'ten olduğu kadar Katolik
gelenekten türetilebileceğini onayladı. Geleneksel ilk günah, bağışlanma ve erdem görüşlerini yüceltti ve
Missa sırasında ekmek ve şarabın İsa'nın et ve kanına dönüşmesine ilişkin çeşitli Protestan seçeneklerini
reddetti. Örgütlenme konusunda verdiği hükümler kilise emirlerine yeni bir şekil kazandırdı, piskoposların
atanmasını düzene bağladı ve her piskoposluk bölgesinde seminerler düzenledi. Yeni bir ilmihal ve gözden
geçirilmiş günlük dua kitabında yer alan Missa ayininin yapılışı üzerine verdiği hükümler sıradan
Katoliklerin yaşamlarını en dolaysız yoldan etkiledi. 1563'ten sonra aynı Tarento Ruhani Meclisinde
kararlaştırılan Lalin Missa'sı tüm dünyadaki Roma Katolik kiliselerinde duyulabilirdi
• Tarento Ruhani Meclisinin kararlarını eleştirenler, pratik ahlak kurallarını ihmal etmesine, Katoliklere
Protestanlarınkiyle baş edebilecek ahlaki bir yasa vermedeki başarısızlığına dikkat çekmişlerdir. "Kilisenin
üzerine hoşgörüsüz bir çağın damgasını vurdu" diye yazmıştı bir İngiliz Katolik, "dahası katı bir
ahlaksızlık anlayışını güçlendirdi." Protestan tarihçi Ranke ise papalığı bir düzene koymak niyetinde olan
bir Ruhani Meclisin paradoksunu vurgulamıştır. Bunun yerine bağlılık yeminleri, ayrıntılı yönetmelikler ve
cezalarla tüm Katolik hiyerarşisi Papanın emrindeydi. "Disiplin tekrar sağlandı, fakat bununla ilgili tüm
yetkiler Roma'da toplandı." Böylece İspanya kralı II. Felipe dahil birkaç Katolik monarşi Tarento Ruhani
Meclisi hükümlerinden o kadar korktular ki, bunların yayımlanmasını engellediler.
• Karşı Reformla teşvik dinsel ethos (ahlak), inançlı olanların disiplinini ve kolektif
yaşamını vurguladı. Hiyerarşiye tanınan güçlendirme iktidarı, tatbik ettirme güçlerini
ve artık inananların sergilemek zorunda oldukları dışsal uygunluk gösterisini
belirliyordu. Bir teslim olma işareti olarak düzenli günah çıkartma üzerinde ısrar
ettiler. Ve bunlar geniş kapsamlı cemaat uygulamaları (hacca gitmeler, törenler ve
resmi geçitler) ve buna eşlik eden sanatın, mimarinin ve müziğin hesaplanmış
teatralliği ile desteklendi. Bu dönemin Katolik propagandası mantıklı tartışmalarda
zayıf, fakat duyuları etkileyen yollarda güçlüydü. Mihraplar, sütunlar, heykeller,
melekler, altın yapraklar, ikonalar, kutsal ekmek kapları, işlemeli şamdanlar ve
tütsülerle tıka basa dolu olan çağın Barok kiliseleri, cemaatin özel düşüncelerine hiç
yer bırakmayacak şekilde tasarlanmıştı. Bireysel vicdan ve bireysel doğruluğa önem
veren Protestan vaazların tersine, görünüşe bakılırsa Katolik ruhban sınıfı izleyenlerini
kör bir itaate zorluyordu. (Avrupa Tarihi, Norman Davis, İmge Kitabevi)
17.YÜZYIL
XVII. yüzyıl, açıkça bir «bunalım» yüzyılıdır Avrupa’da; iktisadi, sosyal, siyasal, kültürel, toplumun hemen her
kurumunu içine alan bir bunalım. Uzun zamandan beri bir arada yaşayan, birbirine karıştığı kadar, birbiriyle de
çatışan, yığınla uzlaşmaz eğilimler; her devletde, her sınıf ve zümrede ve hemen her inanda görülen bu.
Yoğunluk derecesi, yerine ve zamanına göre değişse de süreklidir bu bunalım.
Yeni bir denge, yeni bir düzen aranışı içindedir dünya.
Nedir aslında olan?
Kapitalizmin yükselen sınıfı burjuvazinin zenginliği ve etkinliği; feodal üretim ilişkilerinin bağrında kapitalist
üretimin öğeleri önem kazandığı ölçüde artıyordu. Kapitalizmin iyiden iyiye kök saldığı ülkelerde, burjuvazi,
mutlak feodal monarşinin kendisini koruyup gözetmesiyle yetinmek istemiyordu artık. Gözü iktidardadır;
devleti, yani asıl baskı aracını ele geçirip, kapitalist rejimin hizmetine sokmak ve asalak bir sınıfı, feodalleri
iktidardan yoksun bırakmak: Gündemindeki baş madde budur. Aslında, daha XVI. yüzyıldan beri, gözü
iktidardadır burjuvazinin.
Reform ve Almanya’daki köylü savaşları, bu anlamda ilk girişimleriydi onun; Pay-Bas’daki devrim de. Her
iki halde de söz konusu olan, iktidarın feodallerden burjuvaziye geçirilmesiydi; yeni kapitalist rejimin eski
feodal rejime karşı bir zaferi, geride kalmış bir düzenden daha ileride bir başka düzene devrimci yoldan bir
geçişti görülen.
XVII. yüzyıldaki İngiliz burjuva devrimi ile kesin sonuç alınmış olur. Bu bakımdan, İngiliz devrimi yalnız
İngiltere ve Avrupa tarihinin değil, insanlık tarihinin de en önemli olaylarından biridir. Ne var ki, kapitalist
ekonominin ve burjuva egemenliğinin, Avrupa’da bile genel bir olgu haline gelebilmesi için, daha hayli
zaman gerekecektir.
Yalnız siyasal ve sosyal alanda değildir ileriye doğru sıçrayış; felsefe, feodal değerlere karşı “kuşku”sunu
açıkça ilan etmiştir ve bilimde devrim olmaktadır gerçekten Descartes’ın, Galilei’nin, Newton’un
çağındayız Yalnız doğa bilimlerinde de değildir köklü değişme; siyasal ve sosyal düşüncenin de ufku
değişmiştir: Bir Locke gelmiştir ve hemen bütün bir XVIII. yüzyılın arkasından yürüyeceği bir miras
bırakacaktır geriye. Daha da önemlisi, Avrupa düşüncesinin çok önemli bir buluşu vardır: İlerleme
düşüncesi Özetle, sürekli bir başkaldırı içine giriyordu insan aklı; XVII. yüzyıl, bir düşünceler kasırgası
içinde biter Avrupa’da.
Michelet, «Büyük Yüzyıl» diyordu XVII. yüzyıl için; haklıydı.
Avrupa için Yeni Bir Dönem
Çoğu zaman klasik akılcılık ve düzenle özdeşleştirilen, fakat aslında genellikle birbiriyle çelişen dönüşümler ve
mutasyonlar yüzyılı olarak karşımıza çıkan XVII. yüzyılda düşünce alanında büyük zaferler elde edilmiştir.
Yeni bir denge ve yeni normlar için verilen mücadele ileriye doğru büyük bir sıçramayla sonuçlanmıştır. Öte
yandan, metot, düzen ve kurallar, sürekli dönüşümler nedeniyle patlamaya hazır olan barok aklın varlığıyla
birleşmiştir.
O halde, XVII. yüzyıl ve onun yarattığı düşünceler basit bir imgeye indirgenemezler: XVII. yüzyıl Descartes'ın
yüzyılıdır, fakat aynı zamanda sanatın ve barok düşüncenin, Bernini'nin, Poussin'in, "doğanın sahibi ve efendisi
olan insanın" ve nihayetinde, Yunanlarınkine yakın bir natüralizmin ifadesi olan "Deus sive naturanın"
yüzyılıdır. Değişken ve hareketli bir yüzyıl olan XVII. yüzyıl açıklık, kesinlik ve ölçülülüğün hâkim olduğu
klasik ideali zirveye taşır; fakat aynı zamanda Aufklarung düşüncesinin doğuşuna kaynaklık eden krizler ve
çelişkilerle sonuçlanır. Düşünce dünyasının derinden yenilenmesiyle birlikte, kısa zamanda Aydınlanma çağı
başlayacaktır.
Her ne olursa olsun, düşünce dünyasında yaşanan olağanüstü kaynaşmalar, XVII. yüzyılı takip eden üç
yüz yıllık sürecin dayandığı düşünsel temellere varmamıza olanak vermiştir -en azından XX. yüzyılın
sonlarında bazı şeylerin yeniden sorgulanmasına kadar. Uygarlıkve kültür artık hukuk, insan ve yurttaş
hakları, toplumsal ahlak, tarih, Yeryüzü mutluluğu, ilerleme ve bilim düşünceleri üzerine kurulu olacaktır.
İnsanlık sınırsız bir ilerleme gösterecektir.
Öte yandan, bütün bir XVII. yüzyıl boyunca, Tek Avrupa düşüncesi oluşmaya başlar. Çek yazar
Comenius, gerçek adıyla Jean-Amos Komensky (1592- 1670) , bütün halklardan oluşan bir federasyon
halinde insanların birleşmesini amaçlayan hümanist düşünceler geliştirmiştir.
Comenius şöyle diyor:
Biz Avrupalılar kendimizi aynı gemide yol alan yolcular olarak görmeliyiz" (Praefatio ad Europeos,
1645) . Leibniz'e gelince, Avrupa Devletlerini bir araya getirmeyi hayal etmiştir. Her zaman olduğu gibi,
filozoflarla Avrupa'nın yolu birleşir.
Kısaca söylemek gerekirse, Avrupa' da çok temel nitelikte değişimler yaşanmıştır. Her şey hazırdır.
Voltaire ve Rousseau'nun gelme zamanıdır artık; tıpkı Fransız Devrimi gibi. (Avrupa Düşüncesinin
Serüveni, Jacquelin Russ, Doğu Batı Yayınları)
İNGİLTERE 17.YÜZYIL
• İngiliz Devrimi
• 1648 İngiliz devriminde din öğesi, devrimin ideolojik temelini oluşturur. Kralın değişik eğilimler taşıyan
düşmanlarının birleştikleri tek nokta, Anglikan kilisesine karşı olmalarıdır.
• Püritenler için, piskoposluk kurumu, İncil'in eşitlikten yana olan ruhuna aykırı olduğu gibi, bir kilise
hiyerarşisinin varlığı da Hıristiyan düşüncesinin özüne ters düşen bir durumdu.
• İngiltere'de iç savaş bir yandan gittikçe gelişen ve zenginleşen orta sınıf (burjuvazi) ile, saray ve aristokrat
sınıf arasındaki siyasal güç mücadelesinin bir sonucuydu.
• Bir başka yanıyla iç savaş, ya İngiltere' de dinin, kilisenin, piskoposlar ve başpiskoposlar tarafından
yönetilmesi gibi otoriter, ya da kilisenin, cemaatin seçilmiş üyeleri tarafından yönetilmesi gibi temsili bir
nitelik taşıması sorunuydu.
• Burjuva devrimi sonunda; mutlak monarşinin, feodal beylerin ve doğrudan doğruya krala bağlı kilisenin
nüfuzu ortadan kaldırıldı; kapitalizmin gelişmesini önleyen engeller yokedildi. İngiltere'de devrimden sonra,
tarımın ve ücretli el emeğine dayalı sanayin ve özellikle demir ve yünlü imalathanelerin hızla geliştiği
görüldü
• James Stuart
• Kraliçe Elizabeth yaklaşık elli yıl hüküm sürdükten sonra 1603 yılında öldü ve İngiltere tahtı, otuz beş yıl boyunca İskoçya
kraliçeliği yapmış olan İskoç Kraliçesi Mary'nin oğlu ve I. Elizabeth'in kuzeni James Stuart'a (1566-1625) miras kaldı. James daha
bebekken İskoç tahtına çıkmıştı;
• Calvin'ci teolojiyi benimsemiş ve İskoç Presbiteryen kilise yapısını (bu yapıda güç, atanmış piskoposların değil, seçilmiş konsüllerin
elindeydi) destekleyen danışmanlar tarafından eğitilmişti. James, çok mükemmel bir eğitim aldı, ama aynı zamanda kralların kutsal
hakkı konusunda güçlü bir inanca sahipti; yukarıda gördüğümüz gibi, tahta çıktıktan kısa bir süre sonra İngiliz parlamentosuna
yaptığı konuşmada, kendisini onların "doğal babası" olarak tanımladı; o sadece Tanrı'ya karşı sorumluydu. Parlamentodaki
dinleyiciler, özellikle de Avam Kama­rası aynı görüşte değildi. Elizabeth'in hükümranlığı boyunca vergileri tartışıp onaylamanın
ötesine, başka siyaset konularını tartışmaya geçmişlerdi ve rollerinde herhangi bir azalmayı kabul etmeye kesinlikle razı değillerdi.
• James, Elizabeth'in sorunlarını devralmıştı, ama onun taktik siyasi becerilerinin hiçbiri kendisinde yoktu. Diğer tüm erken modern
dönem hükümdarları gibi Elizabeth de hamiliği çok şaşaalı bir şekilde kullanmış, gözdelerini hizmetleri karşılığında unvanlara ve
makamlara ve çoğunlukla makamların gelirlerine boğmuştu. Yükselmek isteyenler, daha sonraları Fransız aristokratların Versailles'a
akın ettikleri gibi, akın akın Londra'ya ve saraya geliyordu, Hükümdarın hamiliğinden yararlanmak isteyenler arasında Lordlar
Kamarası üyesi önemli soylular bulunuyordu; ama aynı zamanda, genellikle eşraf (gentry) adı verilen küçük unvanlı soylular, zengin
tüccarlar ve profesyoneller de vardı ve hepsi Avam Kamarasında temsil ediliyordu. Fransa ve İspanya'nın tersine, İngiliz soyluları ve
eşrafı ticareti küçümsemiyorlardı ve vergiden muaf değillerdi. Hem eşraf hem de şehirli tüccarlar İngiltere'nin denizaşırı ticaretinden
ekonomik çıkar sağlıyor ve ülkede yeni ticari girişimlerde bulunuyorlardı. Sonunda yüksek soylulardan çok daha fazla toprağa ve
servete sahip oldular. 17. yüzyıla gelindiğinde, Avam Kamarası üyeleri hem daha eğitimli hem de daha varlıklıydı ve ödemek zorunda
oldukları vergileri ve diğer kamu politikalarını belirlemede söz sahibi olmaya kararlıydılar.
• I. Charles (1625-1649)
• Bu anlaşmazlıklar James'in oğlu I. Charles (hsd 1625-1649) döneminde de sürdü ve Charles ülkeyi tek başına yönetmeye karar vererek 1629
yılında parlamentoyu dağıttı. Hükümetin finansmanını mevcut vergileri çoğu kişinin yasadışı olarak nitelendirdiği şekillerde (örneğin, liman
şehirlerinin yanı sıra, kıyıda olmayan bölgelerden de "gemi parası" denilen bir savunma vergisi alıyordu) artırarak sağladı. Canterbury
Başpiskoposu William Laud (1573-1645) bütün İngiliz kiliselerini daha şatafatlı törenler yapmaya ve din hizmetleri sunmaya zorluyor,
uymayanı yeni kurulan "Yüksek Komiserlik Mahkemesi" aracılığıyla cezalandırıyordu.
• İngiltere'nin birçok bölgesinde Laud'un önlemlerine karşı büyük tepki vardı; ama Laud'un yetmiş beş yıldan daha fazla bir süredir Calvin'ci
teolojiyi benimsemiş olan İskoçya kilisesine yeni bir dua kitabı kabul ettirmeye çalışması daha büyük bir tepkiye yol açtı. İskoçlar ayaklanıp
İngiltere'yi işgal ettiler; Charles 1640 yılında İskoçlarla savaşacak bir ordu oluşturmak amacıyla para temin etmek için parlamentoyu
toplamak zorunda kaldı.
• On üç yıl boyunca toplandığı için "Uzun Parlamento" denilen bu parlamentoda ağırlığı olanlar, kraldan uzun zamandır şikâyetçi olanlardı
ve bu insanlar, kralın orduyu kullanma gücüne çok büyük ölçüde sınırlama getirmeden, onun bir ordu oluşturmasına izin vermiyor ­lardı.
Parlamento kralın en az üç yılda bir parlamentoyu toplamasını zorunlu kılan ve parlamentonun onayı olmaksızın kralların parlamentoyu
dağıtmasını yasaklayan bir yasayı kabul etti. Parlamento, Yüksek Komiserlik Mahkemesi ile diğer kraliyet mahkemelerini de feshetti ve
Başpiskopos Laud'u görevden aldı; Lordlar Kamarası'nda oy kullanma haklarını piskoposların elinden almayı ve hatta piskoposluk sistemini
tamamen ortadan kaldırmayı görüştü. Charles bu talepleri kabul etti; çünkü hem İskoç istilasıyla hem de İrlanda'da başlayan bir isyanla
(İrlanda'daki isyanda İngiliz Katolikler, Galli dindaşları ile, Protestan İskoçlara ve yeni gelen İngiliz göçmenlere karşı birleşiyorlardı) karşı
karşıyaydı. Ancak bazı Avam Kamarası üyeleri daha da ileri giderek ordunun, kilisenin ve tüm yargıçların ve memurların kontrolünü
parlamentoya vermek istediler. Charles bunu reddetti ve aynı zamanda daha önce kabul etmiş olduğu bazı uygulamalardan geriye dönmek
için manevralara başladı. Kendisine sadık soylularla eşraf arasından yeni bir ordu toplamaya başladı ve ülke yavaş yavaş iki kampa bölündü;
Parlamento taraftarları ile kral taraftarları, arada da ılımlılar bulunuyordu.
• İngiltere 17. yüzyılda Avrupa'daki tek büyük çaplı devrimi getirecek iç savaşa doğru sürükleniyordu. İngiltere tarihindeki bu dramatik dönemi
inceleyen tarihçiler, insanların hangi tarafı seçeceklerine nasıl karar verdiklerini belirlemeye çalıştılar. Çizgiler genellikle kafa karıştırıcıydı,
ama bazı kesin eğilimler var. Din önemli bir etmendi; monarşiyi destekleyen bazı Püritenlerin bulunmasına karşın, İngiltere kilisesinde daha
fazla reform yapmak isteyen Püritenler genelde parlamento taraftarıydı, Çoğu insan kralın ülkeyi yeniden Roma'ya bağlamayı planladığından
kaygılanıyordu. Bölge de önemli bir rol oynuyordu; Londra şehri dahil olmak üzere, İngiltere'nin güneyi ve doğusu parlamentoyu
desteklerken, kuzey ve batı krala destek veriyordu. Bu, ülkenin daha kozmopolit, daha zengin ve daha yoğun bir nüfusa sahip olan bölgelerinin
krala muhalif olduğu anlamına geliyordu. Aynı zamanda parlamento taraftarları yaşça daha büyüktü; "iyi Kraliçe Bess" yönetimindeki hayatı
özlemle hatırlıyorlardı (veya düşlüyorlardı) ve "yabancı" Stuart'ların "İngiliz" kraliyet geleneklerinden uzaklaştığını düşünüyorlardı. Bazen
ayrımlar, yerel ve kişisel çatışmaları da yansıtıyordu; Reform'da olduğu gibi, çeşitli bölgelerdeki rakipler karşıt taraflarda yer alıyor ve her iki
taraf da karşı taraf kaybettiğinde toprak ve güç kazanmayı umuyordu. Yine Reform'da -ve dünyada daha sonra gerçekleşen devrimlerde-
olduğu gibi, broşürlerle taraftar toplanıyor ve taraflar birbirlerini budala veya şeytan olarak gösteriyordu. 1640'ların karmaşa ortamında
yayınlar üzerinde sansür ve benzeri kısıtlamalar uygulanmıyordu ve çok sayıda yazar başka zaman yasaklanabilecek olan siyasi ve dini
yapıtları yayımlama fırsatını kaçırmıyordu.
• Bu yapıtların arasında, birçoğu aynı zamanda işyerlerinde, evlerde ve diğer toplantı mekânlarında tartışılan köklü değişiklik planları
bulunuyordu. Kendilerine Leveller'lar (Eşitlikçiler) diyen ve çoğunluğu asker olan bir grup, Lordlar Kamarası'nın feshedilmesini ve oy
kullanma hakkının sadece belli büyüklükte mülkü olanlara değil, tüm yetişkin erkeklere verilmesini savunuyordu. Bu siyasi eşitlik parlamento
üyelerinin çoğunu rahatsız ediyordu. Ranter'lar gibi radikal dini gruplar Tanrı'nın herkesin içinde olduğunu, bu yüzden insanların kilise
binalarındaki papazları dinlemektense kendi içlerindeki İsa Mesih'i dinlemeleri gerektiğini vaaz ediyorlardı. George Fox (1624-1694) ile karısı
Margaret Fell Fox'un (1614-1702) liderliğindeki Dostlar Derneği de-"ruh içlerine girdiği" zaman sallandıklarından, karşıtları onlara
"Quakerlar (Sallananlar) diyordu- Hıristiyanlar arasında eşitliği vurguluyor ve eğer içlerinde ruh varsa, kadınların da başkalarına vaaz etme
ve din hizmeti verme hakkına sahip olmaları gerektiğini söylü­yorlardı. Bu fikirler, Quakerlarin vaizleri ve Levellerların hatipleri kavşaklarda
ve şehir meydanlarında konuştukça ve aynı zamanda posterler, risaleler ve ucuz kitaplar aracılığıyla iletildikçe ağızdan ağza yayılıyordu.
• Savaş 1642 yazında başladı ve ilk birkaç yıl kesin bir sonuç elde edilemedi.
1645 yılında eşraf sınıfından biri ve Avam Kamarası liderlerinden olan
Oliver Cromwell (1599-1658), parlamentoyu baştan aşağı yeniden
düzenlenmiş bir ordu (New Model Army) kurmaya ve komutasını da
kendisine vermeye ikna etti. Cromwell askerlere vaazlarla ve ilahilerle şevk
verdi, iyi ücret ödedi ve onları korkunç bir savaş makinesine dönüştürdü.
Charles teslim olmak zorunda kaldı; ancak Avam Kamarası bundan sonra ne
yapacağı konusunda anlaşmazlığa düştü. Cromwell kralı esir aldı ve
kendisine karşı çıkan parlamento üyelerini görevden uzaklaştırdı.
Parlamentonun (bazen buna Rump Parlamentosu denir) geri kalan üyeleri
Lordlar Kamarası'nı feshetti, Charles'ı vatana ihanetten yargıladı ve idam
etti. Avrupa ve İngiltere'de halkın çoğu bu durum karşısında dehşete düştü.
• Oliver Cromwell
• Bu gelişme Oliver Cromwell'i İngiltere'nin efendisi, orduyu da en güçlü siyasi kurum yaptı. Yönetim Belgesi (1653,
Instrument of Government) adıyla çıkarılan anayasa, parlamentoyu en yüksek kurum olarak kabul ediyordu. Ama
CromwelPe Lord Protector (Kral Vekili) makamı ile yürütme erki veriyordu. Cromwell duru­mun acil olması
nedeniyle daha fazla güç sahibi olması gerektiğini söyledi; parlamentoyu feshetti, kısmi sıkıyönetim ilan etti ve tam
bir askeri diktatör gibi davranarak ülkeyi generaller tarafından yö­netilen on iki bölgeye ayırdı. İrlanda'daki isyanı çok
acımasız bir şekilde bastırarak İrlandalıların İngilizlere duyduğu nefreti daha da artırdı. 1659 yılına gelindiğinde
Katoliklerin İrlanda'da sahip olduğu toprakların oranı yüzde 10'un altına düşmüştü. Cromwell resmi olarak din
konusunda hoşgörü gösterdi; bütün Protestan Hıristiyanlara serbestçe ibadet etme hakkı verdi ve yüzyıllar süren bir
sürgünden sonra Yahudilerin İngiltere’ye dönmelerine izin verdi. Ancak pratikte tiyatroları kapatmak ve her türlü
sporu yasaklamak gibi Püritenler tarafından desteklenen önlemler aldı. Radikal gruplar arasındaki değişim
tartışmaları ve başka toplumsal çalkantılar Cromwell’i düzeni koruma ve kontrolü kaybetme me konusunda daha
kararlı yaptı. Gazeteleri yasakladı, hancıları muhbir yaptı ve posta idaresinden tüm mektupları açıp okumalarını
istedi. Bu tür önlemler onun egemenliğine karşı muhalefetin artmasına yol açtı ve I. Charles'ın Fransa'da güvenli bir
şekilde yaşayan oğlu genç Charles'ın etrafında komplocular toplandı, Cromwell oğlu Richard'ı -halk ona
"Tumbledown Dick" (Titrek Dick) adını takmıştı- vârisi ilan etti.
• Erken Modern Dönemde Avrupa, Merry E. Wiesner - Hanks, Çeviri Hamit Çalışkan, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları
• II.Charles (1660-1685)
• 1658 yılında Cromwell'in ölmesiyle ne yapılması gerektiği konusunda hizipleşmeler oldu ve parlamento Stuart
monarşisinin yeniden kurulması düşün­cesini destekledi. Çoğu insan yıllar süren karışıklıktan bıkmıştı ve Charles,
1660 yılında Fransa'dan II. Charles olarak döndü. Mo­narşinin yanı sıra, Lordlar Kamarası, piskoposlar hiyerarşisiyle
Anglikan kilisesi ve mahkemeler yeniden kuruldu. Dini muhalefet bastırıldı ve İngiltere kilisesinde komünyona
katılmayı reddedenler, oy kullanamaz, devlet memuru olamaz, üniversiteye gidemez veya vaizlik yapamaz oldular.
Charles, doğal olarak dönmesini sağlayan parlamento ile iyi ilişkiler içindeydi; düzenli olarak toplanmasını kabul
ederek parlamentoyu toplama hakkını yeniden eline geçirdi. Ülkeyi bir grup parlamento üyesi danışmanla
yönetiyordu. Adlarının ilk harflerinden dolayı "Cabal" olarak adlandırılan bu grup, daha sonra bakanlar kurulu adını
alacak bir başdanışmanlar grubu oluşturdu.
• Parlamento, vergileri onaylama hakkına karşılık, Charles'a krallığı yönetebilecek kadar gelir sağlamayı gayri resmi
olarak kabul etti, ama bu geliri vermedi; Charles da aradaki farkı karşılamak için Avrupa'nın en zengin ülkesi
Fransa'dan yardım istedi. Charles, XIV, Louis ile gizli bir antlaşma yaparak Hollandalılara karşı Fransa'yı destekleme
ve İngiltere'yi yavaş yavaş Katolikliğe geri döndürme sözü verdi ve karşılığında her yıl çok büyük miktarda parasal
destek almaya başladı. Anlaşma çok uzun süre gizli kalmadı ve İngiltere'yi Katoliklik karşıtı bir isteri kapladı. Bu
isteri Charles'ın yasal vârisi olmaması ve bu yüzden de o öldükten sonra tahtın koyu bir Katolik olan kardeşi James'e
geçeceği gerçeği nedeniyle daha da arttı. Parlamento tahtın bir Katolik’e geçmesini engelleyecek bir tasarı hazırladı,
ama bu tasarı hiçbir zaman yasalaşmadı.
• II.James (1685-88)
• James kardeşinden sonra tahta çıktı, Katolikleri önemli makamlara atadı ve farklı dinden olanlara dini hoşgörü tamdı. Kral ile
parlamento arasındaki erk belirleme savaşı yeniden başladı. James'in ikinci karısı bir erkek çocuk doğurunca ve böylelikle Katolik
bir hanedan kesinleşince, Avam Kamarası'nın ileri gelenlerinden bazıları tahtı James'in Protestan kızı Mary ile kocası William'a
teklif ettiler. William, Orange-Nassau hanedanından Hollandalı bir prensti ve aynı zamanda I. Charles'ın torunuydu. William,
1688 yılında İngiltere'yi küçük bir kuvvetle işgal etti; II. James, karısı ve küçük oğluyla Fransa'ya kaçtı ve Mary ile William,
parlamento tarafından ortak hükümdar ilan edildiler.
• Mary II (1688-94) III.William (- 1702)
• Mary ile William egemenliğin hükümdar ve parlamento tarafından paylaşıldığını açıkça kabul ettiler; aynı zamanda bir İnsan
Haklan Beyannamesi'ni de onayladılar. Beyanname, başka koşulların yanı sıra, yasaların yapılmasına veya uygulanmasına kralın
müdahale etmesini ve kralın barış zamanında bir daimî ordu oluşturmasını yasaklıyordu. Mary ile William sınırlı dini hoşgörü
sağladılar; ama gelecekteki tüm hükümdarların İngiliz Protestan kilisesinin üyesi olmalarını zorunlu kılan ve sadece Protestanların
ateşli silah sahibi olmalarına izin veren yasalarda, Katolik düşmanlığı açıkça bulunuyordu.
• İngiltere'de kansız ama İskoçya ve İrlanda'da kanlı bir şekilde gerçekleşen bu darbeye, daha sonraları "Şanlı Devrim" (Glorious
Revolution) adı verildi. Devrim çok az sayıdaki yüksek soylu ile toplumun geri kalanı arasında bulunan ve nüfusun yüzde 2'sini
oluşturan eşrafın (gentry) siyasi gücünü perçinledi. Lordlar Kamarası'nın yeniden kurulmasına karşın, artık Avam Kamarası
parla­mentonun en güçlü grubuydu. Avam Kamarası'nda çoğunluğu, eş­raftan kimseler, eşraf aileleriyle evlilikler kuran tüccarlar,
avukatlar ve profesyoneller oluşturuyordu. Bu küçük elit sınıf, 20. yüzyıla kadar İngiltere siyasetini ve kurumlarını elinde tuttu.
• William, İngiltere'yi XIV. Louis'ye karşı çeşitli ittifaklar içine soktu; 1694 yılında kurulmuş
olan İngiltere Bankası (Bank of England) tarafından finanse edilen savaş harcamaları,
ulusal borcu ödemek için düzenli bir programın oluşturulmasına yol açtı. Yapılan savaşlar
arasında İrlanda'ya yapılan birkaç sefer de bulunuyordu.
• Bu seferler sonunda, II. James'in destekçileri yenildiler ve Katoliklere karşı bir dizi sert
ceza yasası çıkarıldı. Bu yasalar toprak sahibi olan Katoliklerin sayısını daha da azalttı.
William aynı zamanda İskoç klanlarından birinin reislerinin öldürülmesini de onayladı ve
İskoçya'da İngiliz hâkimiyetine karşı muhalefet giderek şiddetlenmeye başladı. Ancak iki
ülke, Parlamentoların Birleşmesi yasası ile 1707 yılında resmen birleşti. Yasa İskoç
Parlamentosu'nu ortadan kaldırdı; artık İskoçya Londra'daki Lordlar Kamarası ile Avam
Kamarası'na üye yollayacaktı. (İskoçya 2000 yılında yeniden ayrı bir temsilciler meclisi
kurdu.) İskoçya, İngiltere ve İrlanda "Büyük Britanya Birleşik Krallığı" adını aldı.
• Erken Modern Dönemde Avrupa, Merry E. Wiesner - Hanks, Çeviri Hamit Çalışkan,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
AYDINLANMA
• Henüz 19. yüzyıl akademiciliği tarafından üstün bir 'saf', aşağı bir 'uygulamalı' dal ayrımına uğramamış olan
bilimler, kendilerini üretimdeki sorunların çözümüne adadılar: 1780'lerin en gözalıcı ilerlemeleri, geleneksel
olarak endüstrinin gereksinimlerine ve atölye uygulamalarına en yakın konumdaki kimya alanında
gerçekleşti.
• Diderot ile d'Alembert'in Büyük Ansiklopedisi, salt ilerici toplumsal ve siyasal düşünceyi değil, teknolojik
ve bilimsel ilerlemeyi de içeren bir özetti. Çünkü, gerçekten de onsekizinci yüzyılı derinden biçimlendirmiş
olan insan bilgisinin, ussallığın, zenginliğin, uygarlığın ve doğa üzerinde kurulan denetimin ilerlemekte
olduğu inancı, yani 'Aydınlanma', gücünü esas olarak üretimden, ticaretten ve her ikisiyle kaçınılmaz olarak
ilişkisi olduğuna inanılan ekonomik ve bilimsel ussallıktan almıştı. Bunun yanında, Aydınlanmanın en büyük
savunucuları, ekonomik bakımdan en ilerici sınıflar, zamanın elle tutulur ilerlemeleriyle doğrudan ilgisi
bulunan tüccar çevreleri ve ekonomik olarak aydınlanmış toprak lordları, bankerler, ekonomide ve toplum
yaşamında idari konumda bulunan bilimsel düşünen yöneticiler, eğitimli orta sınıf, imalatçılar ve girişimciler
gibi sınıflardı.
• Bu insanlar, matbaacı ve gazeteci, mucit, girişimci ve dirayetli bir işadamı olan Benjamin Franklin'i,
geleceğin etkin, kendi kendini yetirtirmiş ussal yurttaşının bir simgesi olarak selamladılar. Bu tür yeni
insanlar, okyanusun öte yakasından gelecek somut örneklere gereksinmesi olmayan İngiltere'de, taşrada gerek
bilimsel ve endüstriyel gerekse siyasal ilerlemelere kaynaklık eden dernekler kurdular. Birmingham'daki
Lunar Society'de [Ay Derneği], çömlekçi Josiah Wedgwood, modern buharlı makinenin Mucidi James Watt
ve iş ortağı Matthew Boulton, kimyacı Priestley, biyolog ve evrim kuramının öncüsü küçük soylu Erasmus
Darwin (büyük bilgin Darwin'in büyükbabası), büyük matbaacı Baskerville bulunmaktaydı.
• Bu insanlar; her yerde, sınıfsal ayrımların gözardı edildiği ve çıkar gözetmeyen bir şevkle Aydınlanma
ideolojisinin propagandasının yapıldığı Farmason localarına doluştular.
• Çifte devrimle ilgili düşünceler (hatta bunlar, İngiliz fikriyatının Fransız yorumu oldukları hallerde bile) en
geniş uluslararası geçerliliklerine, Fransızların formülasyonları sayesinde ulaşmış olmakla birlikte, bu
ideolojinin önde gelen iki merkezinin (İngiltere'nin ve Fransa' nın) aynı zamanda çifte devrimin de merkezleri
olmaları anlamlıdır. 'Aydınlanmış' düşünceye, laik, ussal ve ilerici bir bireycilik egemen olmaktaydı. Bireyi,
zincirlerinden; hala dünyanın dört bir köşesine gölgesi düşen Ortaçağın cahil gelenekçiliğinden, ('doğal' ve
'ussal' dinden ayrı olarak) kilisenin hurafelerinden, insanları doğuma ve ilgili başka ölçütlere göre alt ve üst
olarak hiyerarşiye ayıran usdışılıktan kurtarmak, Aydınlanmanın başlıca amacıydı.
• Özgürlük, eşitlik ve (bunları takiben) bütün insanların kardeşliği, onun sloganlarıydı. Zamanı geldiğinde
bunlar, Fransız Devrimi'nin sloganları oldular. Bireysel özgürlüğün hâkim olmasıyla, en hayırlı sonuçları
yaratmak mümkün olabilecekti. En olağanüstü sonuçlar, bireysel yeteneğin ussal bir dünyada engelsiz bir
biçimde uygulanmasından beklenebilirdi; aslında bunu çoktandır görmek de mümkündü. Tipik bir 'aydınlanmış'
düşünürün ilerlemeye duyduğu tutkulu inanç, yansısını, çevresindeki bilgide, teknikte, zenginlikte ve uygarlıkta
görebileceği ve belli bir haklılıkla da kendi düşüncelerinin durmadan ilerlemesine varabileceği gözle görülür
artış ta bulmaktaydı. Aydınlanma düşünürünün yaşadığı yüzyılının başlarında cadılar hala yakılmaktaydı; aynı
yüzyılın sonlarındaysa Avusturya gibi aydınlanmış devletler, sadece işkenceye izin veren yasaları değil, köleliği
de kaldırmışlardı. Feodalitenin ve kilisenin yerleşik çıkarlan gibi, ilerlemenin önüne dikilmiş geriye kalan tüm
engeller de süpürülse, kimbilir daha neler olabilirdi?
• Özgür toplumun kapitalist bir toplum olacağını doğallıkla varsayan pek çok aydınlanmacının varlığına, üstelik
bunların siyasal bakımdan da belirleyici kimseler olmalarına karşın, 'Aydınlanma'ya bir orta sınıf ideolojisi
demek, tam olarak doğru değildir. Kuramsal olarak Aydınlanmanın amacı, bütün insanları özgür kılmaktı.
Bütün ilerici, ussalcı ve hümanist ideolojiler onun içinde örtük olarak bulunmaktaydılar; aslında onlar
Aydınlanmadan çıkmaktaydı. Ne var ki, uygulamada Aydınlanma’nın gerektirdiği özgürleşimin önderlerinin,
soylulardan çok toplumun orta tabakalarından gelen yetenek ve liyakat sahibi ussal insanlar olmaları ve onların
etkinliklerinin ortaya çıkardığı toplumun da 'burjuva' ve kapitalist bir toplum olması anlaşılır bir durumdu.
• - Pek çoğu -1780'lere kadar- aydınlanmış mutlak monarklara inanmış
Aydınlanmanın kıta Avrupası'ndaki savunucularının siyasal bakımdan
ihtiyatlı ve ılımlı tutumlarına karşın, 'Aydınlanma' nın devrimci bir ideoloji
olduğunu belirtmek çok daha doğru olur. Çünkü Aydınlanma, Avrupa'nın
pek çok yerinde hakim olan toplumsal ve siyasal düzene son verilmesini
ima etmekteydi. Anciens Regime'lerden kendini gönüllü olarak feshetmesini
beklemek çok fazla olurdu. Tam tersine, daha önce gördüğümüz gibi, bu
rejimler bazı bakımlardan yeni toplumsal ve ekonomik güçlere karşı
kendilerini tahkim etmekteydiler ve (İngiltere, Birleşik Eyaletler ve çoktan
yenildikleri başka birkaç yer dışında) tutunabildikleri kaleler, tam da ılımlı
aydınlanmacıların belbağladıkları monarşilerdi. (E.Hobsbawm, Devrim
Çağı, Dost Kitabevi)
18.YÜZYIL
• 18. Yüzyıl Genel Görünüm
• “Aydınlıklar Yüzyılı”. İşte, XVIII. yüzyıl deyince ilk akla gelen niteleyiş! «Aydınlıklar»! O devrin kültür
adamlarının başlıca kaygısı da budur; «Aydınlıkların artması», «Aydınlıkların yayılması» Michelet, buna
bakıp «Büyük Yüzyıl» diye adlandıracaktır o devri; ama Voltaire için XVII. yüzyılın yaptığı, bir öncekinin
yarattığını çoğaltmak, yaymak ve kitlelere ulaştırmaktır bir bakıma.
• Kim haklı? Michelet mi, Voltaire mi?
• Aslında, modern tarihin büyük devrimci yüzyılı XVII yüzyıldır; XVII. yüzyıldadır ki insan soyunun
düşüncesinde köklü bir değişim olmuştur: Galilei, nesnelerin düşüşü kanununu, dinamiğin bu ilk kanununu
bulup dile getirdiğinde gerçekliğin ölçülür, hesaplanır olduğunu gözler önüne serdiğinde, insan aklının önüne
yeni bir yol açar; modern bilimi kanatlandırır, giderek yeni bir dünya koyar insanoğlunun karşısına.
• Evet, gerçekten XVII. yüzyıldır «Büyük Yüzyıl»; Voltaire doğruyu görmüştür.
• Ne var ki, bunu söylemek, XVIII. yüzyıl insanlarının yaptıklarını hiç de küçültmez ve o devrin önemini azaltmaz.
Gerçekten, XVII. yüzyılın başlarında bir dere olan akış, o yüzyılın sonlarında sel haline gelir ve XVIII. yüzyılda bir
ırmak olup çıkar. XVIII. yüzyıl, akılcılığa yürekten bağlanışı, deneysel yöntem kaygısı ile, XIV ve XV. yüzyılın büyük
nominalistlerinin, Ockham’lı Guilaume’un, Paris Okulu’nun, Jean Boudian’ın, Saxe’li Albert’in başlattığı eseri
tamamlamış; Aristoteles’in büyük yorumlarının, XV ve XVI. yüzyılda Padus Okulu’nun, İbni Rüştçülerin ve
Pomponazzi’nin akılcı çabalarını bir sonuca erdirmiştir.
• Hala feodal düzenin kalıntılarıyla sıkboğaz, hareketsiz gibi görünen bir yapının mirasçısı olan XVIII. yüzyıl Avrupası,
eski düzenden yavaş yavaş sıyrılır ve eleştirici düşünceyle bilimsel ilerlemecilerin yanı sıra, ticari yayılışın ve fatih bir
ekonominin, yani kapitalizmin genişlettiği bir dünyaya açılır. Coğrafi durumları, yaşadıkları tarihin ağırlığı ya da
iktisadi düzey bakımından, eşitsiz bir gelişme hızı içindeki toplumların Avrupasıdır bu. Direnen yığınla öge vardır
sosyal düzende; dahası, uzun yüzyılların biriktirip koyulaştırdığa anlayışlar direnmektedir. Öyle de olsa, toplum
derinden derine kımıldanmakta, hukuksal çerçeveler çatırdamakta, giderek karanlıklar gerilemektedir.
• Y e n i b i r d ü z e n oluşmaktadır özetle.
• Gerçekten, XVII. yüzyıldakinden pek farklı bir hızlanış içindedir toplumdaki değişme. Gerçi, XIV. Louois’nin ölümünü
izleyen ilk otuz yılda, olayların hızında -gözle görünür- bir yavaşlama vardır; 1715 ile 1748 yılları arasında, Avrupa’nın
siyasal yaşamında sonuçları çarpıcı pek az olaya rastlanır. Ne var ki, aynı dönemde -çağdaşları farkına varmamış da
olsa- alttan alta önemli değişmeler olmaktadır. Başta iktisadi durumda 1640 yılında başlayan -uzun süreli- fiyatlarda
düşüş ve iktisadi durgunluk döneminin arkasından, fiyatlarda yükseliş ve refah dönemi gelir.
• Bir demografik devrim vardır: Nüfusun yüzyıllardır süren eski durumunda, çok doğumun yanı sıra, büyük bir ölüm oranı -
dikkat çekici- bir denge içindeyken, onun yerine artık yeni bir süreç geçmiştir; doğumların sayısı yine pek yüksek kalırken,
ölüm oranı hızlı bir azalış içindedir; bütün Avrupa ülkelerinde, insan yaşamının ortalama süresindeki artış bakımından halkın
sayısı hızla çoğalmaktadır.
• Tarımda bir devrim vardır XV ve XVI. yüzyıllardaki coğrafi buluşla arkasından Avrupa’ya getirilen yeni bitkiler, tarıma
girerler, giderek beslenmede kullanılırlar; onların ekilip biçilmesi, doğaldır ki, demografik devrimin hem nedenlerinden
biridir, hem de sonuçlarında, biri. Bilimsel gelişmeler ve teknik ilerleme sayesinde, Sanayi Devriminin başlarındayız.
• İşte bütün bu köklü oluşumlar, insanlar farkına varmaya başlar başlamaz, düşünceyi harekete getiren bir etken olup çıkarlar;
XVIII. yüzyılın ikinci yarısındaki -o gerçekten görkemli- parlaklık bunun sonucudur. Öte yandan, Avrupa’daki bu gelişme,
yaşlı kıtayı, dünya hakkındaki bilgisine çeki-düzen vermeye, giderek dünya üzerindeki egemenliğini sağlamlaştırmaya
götürür; bir başka deyişle, XVI. yüzyılın sonlarında başlamış olan bir gelişim tamamlanmaktadır. Söylemeye hacet yok:
Bütün, bu değişiklikler, içiçedirler ve sıkı sıkıya bağlıdırlar birbirlerine ve, yine bütün bu değişiklikler, XVIII. yüzyılın ikinci
yarısında, 1770’ten 1815 yılına değin sürecek bir siyasal ve sosyal devrimler dönemini açıp, damgasını vuracaktır onlara.
• 1789 Fransız Devrimi, en çarpıcı örneğidir bunların.
• Önemli olduğu için hatırlatalım: Bütün bu oluşumlarda, başta İngiltere ile Fransa arasında bir farklılık vardır; Fransa,
Aydınlıklar Avrupa’sına damgasına vuracak denli sanatta ve felsefede üstünlük içindedir; İngiltere ise, daha çok iktisadi
alanda dizginleri eline geçirmiştir ve öyle olduğu için de, “Sanayi D e v r i m i “önce orada başlayacaktır. Öte yandan,
Avrupa’nın ortasına ve doğusuna doğru gidildikçe, özellikle iktisadi bakımdan durgunluk da artar.
İNGİLTERE 18.YÜZYIL
• Anne (1702- 1714)
• Çocuklarının hiçbiri hayatta kalmayan William ile Mary'den sonra, Mary'nin, on sekiz kez hamile kalmasına rağmen hayatta kalan
bir çocuğu olmayan kız kardeşi Anne (hsd 1702-1714) tahta çıktı.
• I.George
• Anne ölünce taç, parlamentonun onayıyla, Anne'nin kuzenlerinden, küçük Alman prensliği Hannover'in hükümdarı George'a
geçti. II. James'in Fransa'da büyüyen, genç bir adam olan oğlu James'i destekleyen gruplar İskoçya'da isyan ettiler. Stuart
yandaşlarının bu isyanı (James'in adının Latincesinden dolayı "Jacobite" adı verilmişti) bastırıldı; aynı şekilde James'in oğlu
Charles'ı, "Yakışıklı Prens Charlie”yi tahta çıkarmak için 1745 yılında başlatılan benzer bir isyan da bastırıldı.
• Hepsinin adı George olan Hannover kralları İngiltere'yi 19. yüzyıla kadar yönettiler; ama bu sırada yürütme erki giderek
başdanışmanların eline geçti ve bu kişilere başbakan denmeye başlandı. Bu modeli oluşturan kişi, hem I. George hem de II.
George'un başbakanlığını yapan ve son derece parlak bir devlet adamı olan Robert Walpole’du (16764745). I. George (hsd 1714-
1727) ile oğlu II. George (hsd 1727-1760) İngiltere'den çok Hannover’in çıkarları ile ilgileniyorlardı ve zamanlarının çoğunu
kıtadaki askeri seferlerde geçiriyorlardı. Walpole ile aralarında zor bir ilişki vardı, ama her ikisi de yetenekli ve pragmatikti; bu
gelişmeler iki rakip siyasi parti (Whig ve Tory) de dahil olmak üzere çeşitli siyasi yapıların kurulmasına yol açtı. II. George'un
egemenliğinin sonuna doğru, milli politika Yedi Yıl Savaşı'ndan İngiltere'nin zaferle çıkmasını sağlayan Baba William Pitt
tarafından (1708-1778) yönlendirilen İngiltere, Pitt'in liderliğinde Kuzey Amerika ve Güney Asya'da egemen Avrupa ülkesi haline
geldi. İngiltere, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’da, Kuzey Amerika'daki topraklarının bir kısmını kaybetti ama İngiliz deniz gücü
karşı konulmazlığını hâlâ sürdürüyordu. (Erken Modern Dönemde Avrupa, Merry E. Wiesner - Hanks, Çeviri Hamit Çalışkan,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)
• 17.Yüzyıl Fransa
• Fransa XVI.yy.da din savaşları nedeniyle büyük bir tehlikeyle yüzyüze geldi. Kalvinciler Le Havre şehrini İngiliz kraliçesi
Elizabeth’e vermekten çekinmezken, Katolikler de İspanya ile anlaşmanın yollarını aradılar. Sonuçta sağduyulu danışmanlar
ve aydınların etkisiyle Kral uzlaşma çabalarına girişti. Protestanlara hoşgörüyü tanıyan Nantes fermanı bu çabaların sonucu
oldu.
• Daha sonra, inanç alanına da hükmetmek isteyen ve iman birliğini krallığın siyasi birliğinin ayrılmaz parçası olarak gören
XIV.Louis, bu fermanı geçersiz ilan ederek, büyük bir insan ve yetenek kıyımına neden oldu. Bu kıyımdan diğer mezhepler de
paylarını aldı. Krallıkta yaşayan protestanların takip edilmesi, onları başkaldırmaya itti. Böylece mutlakiyetçi rejim dini görüş
altında, XVIII.yy.daki özgürlük patlamalarını besleyecek şartları yaratmış oldu.
• 17. Yüzyılın İlk Yarısı
• Tahta geçtikten sonra Katolikliğe dönmesine karşın Huguenot'lara dinsel özgürlüğün yanı sıra varlıklarını koruyacak
güvenceler de veren IV. Henri, barış ortamından yararlanarak kral­lık otoritesini yeniden kurmaya yöneldi.
• Henri'nin yönetimde geniş yetkiler verdiği Sully dükü, öncelikle tahtın alacaklarım toplayarak mali durumu düzeltti. Ardından
kapsamlı değişikliklere gitmeden mali yönetime işlerlik kazandırdı. 1604'te memurlukların babadan oğula geçmesini sağlayan
paulette adlı yeni bir vergi koydu. Yol, kanal ve köprü gibi bayındırlık işlerine girişti. Sully'nin muhalefetine karşın ekonomide
müdahaleci bir tutum benimseyen Henri, işçi ücretlerini sabit tutarak özellikle dokuma sanayisinin gelişmesine destek oldu.
İngiltere ve İspanya ile yaptığı ticaret antlaş­malarıyla tarım ürünlerinin ihracatını geliştirdi. 1602'deki bir ayaklanma girişimini
şiddetle bastırdıktan sonra, intendant denen mülki yöneticiler aracılığıyla sıkı bir denetim kurdu.
• Henri'den sonra genç oğlu XIII. Louis'nin (1610-43) tahta geçmesiyle yeniden çekişmeler baş gösterdi. Bu ortamda önce
Ana Kraliçe Marie de Médicis'nin, ardından kralın güvenini kazanarak sarayda etkili bir konum kazanan Kardinal
Richelieu, krallık otoritesinin pekiştirilmesinde önemli rol oynadı. 1624'te üstlendiği başbakanlık (premier ministre)
görevi boyunca tahta ve kendisine yönelik saray komplolarım ustalıkla boşa çıkardı. Giderek bağımsız bir güç odağı
durumuna gelen Huguenot'ların askeri gücünü kırdı. Ekonomide kendine yeterliliği sağlamak amacıyla çeşitli imalat
dallarını geliştirdi.
• Denizaşırı ülkelere açılan kumpanyalara ayrıcalıklar tanıdı ve sömürge ticaretini ko­rumak üzere güçlü bir donanma
kurdu. Sınırlardaki kilit noktalan ele geçirerek Fran­sa'nın sınırlarını güvence altına aldı. Otuz Yıl Savaşları(1618-48)
sırasında Habsburgları zayıflatmayı hedef alan başarılı bir dış politika izledi.
• 1635'te Habsburglarla başlayan savaşta önemli askeri zaferler sağladı. Elinde topladığı iktidarı acımasız ve keyfi bir
biçimde kullanmakla birlikte krala bağlı kalan Richelieu'nün ölümünden (1642) bir yıl sonra yönetimde otorite boşluğu
doğdu. Aynı yıl XIII. Louis de öldü.
• Küçük yaştaki XIV. Louis'nin (hd 1643-1715) naibeliğini üstlenen Anne d'Autriche, başbakanlığa Richelieu'nün
yardımcılarından Kardinal Mazarin'i getirdi. Savaşın getirdiği mali sıkıntıları çözmek için baskıcı önlemlere başvuran
Mazarin, önce Parlementların, ardından soyluların giriştiği Fronde çatışmalarını (1648-53) siyasal manevralarla boşa
çıkarmayı başardı.
• Fransa'nın bazı topraklar kazanmasını ve Louis'nin IV. Felipe'nin kızı Marie Therese ile nişanlanmasını sağlayan Pirene
Antlaşmasıyla (1659) İspanya ile savaşa son verdi.
• XIV.Louis Dönemi. Merkezi yönetimin gelişmesi. Yönetim yapısında köklü bir değişikliğe gitmeyen XIV. Louis, Mazarin'in
ölümünden (1661) sonra başbakanlık unvanını kaldırarak devlet işlerini kendisine sıkı sıkıya bağlı az sayıda bakan aracılığıyla
yürüttü. Bu bakanlardan Michel Le Tellier, asker sayısı 400 bine ulaşan düzenli ve disiplinli bir krallık ordusu kurdu. Birçok görevi
elinde toplayan Jean-Baptiste Colbert, uyguladığı mali politikalarla hazineye büyük miktarda gelir sağladı. Gümrük vergisi
sisteminde korumacı önlemler getirdi. Sanayi­lerin gelişmesini destekleyerek çeşitli devlet işletmeleri kurdu. Ticaret filosunu
güçlendirdi ve kumpanyalar aracılığıyla sömürge ticaretini korudu.
• XIV. Louis, birlikte çalıştığı dar kabinenin dışında yönetim, maliye ve yargı alanların­daki kurumlan denetleyen ve yönlendiren
konseyler oluşturdu. Merkezi yönetim ka­rarlarının uygulanmasında doğrudan kendi­sine bağlı ve geniş yetkilerle donatılmış
kurumlara dayandı. Soyluları sıkı bir dene­tim altına alırken, Parlementların da hare­ket yeteneğini kısıtladı.
• Din politikası ve mutlakiyetçilik. Huguenot'ları devletin birliği için bir tehdit olarak gören XIV. Louis, Protestan Felemenk
Cumhuriyeti'yle savaşın sona erdiği 1678'den sonra ağır baskılara girişti, 1685'te de Nantes Fermanı'nı iptal etti. Bunu izle­yen
kitlesel sürgünler ticaret, sanayi ve as­kerlik alanlarında ülkeye ağır darbeler in­dirdi. Louis'nin resmi öğreti dışına çıkan Jansencilik
akımına karşı papalıkla ittifaka girmesi, Fransa Kilisesi içinde bölünmelere ve kendisinden sonra da devam eden dinsel
huzursuzluklara yol açtı.
• XIV. Louis döneminde doruğuna ulaşan mutlak monarşi, bütün yetkileri elinde toplayan kralın kişiliğiyle bütünleşen bir noktaya
ulaşmakla birlikte, sınırsız bir üstünlüğe dayanmıyordu. Krallığın kurumsal çerçevesi yerleşmiş hukuksal kurallara ve dinin
buyruklarına bağlı kalmayı ve belirli kurumlar aracılığıyla onay almayı gerektiriyordu. Merkezden uzak bölgeler özerklik­lerini bir
ölçüde koruyordu. Soyluların, din adamlarının ve kentlerin küçümsenmeyecek ayrıcalıkları vardı. Bunlardan daha önemli bir etken
de mali sıkıntılardı; gerekli kaynakları elde etmek için uzlaşmalara gitmek kaçınılmazdı. Mutlak monarşiyi ayakta tutan toplumsal
tutuculuk, aynı zamanda bu sorunların ortadan kaldırılması önünde bir engel olarak dikiliyordu.
• Dış politika. Mazarin'in ve XIV. Louis'nin izlediği dış politika Avrupa'da üstünlüğü ele geçirmeye yönelik olduğundan, Fran­sa'yı
bir dizi ittifakla karşı karşıya getirdi. Başlangıçta Habsburglann aleyhine deği­şen güç dengesinden yararlanarak durumu­nu
güçlendiren Fransa, aynı dönemin sonla­rına doğru gerilemeye başladı. Avrupa'da 17. yüzyıl başlarındaki genel savaşlara son veren
antlaşmalar çerçevesinde imzalanan Münster Barışı (1648), Fransa'nın kuzeydo­ğu sınırındaki Metz, Toul ve Verdun
piskoposluklarını resmen topraklarına katmasını ve Alsace'ta bazı feodal haklar elde etmesini sağladı. Bu topraklarını genişletmek
ama­cıyla İspanya'yla sürdürülen savaş, 1655'te İngiltere'yle kurulan ittifakın da yardımıyla Fransa lehine sonuçlandı.
• Pirene Antlaşması Fransa'yı Avrupa'nın en önemli devleti durumuna getirdi. İspanyol Felemenki'ne karşı 1667'de başlatılan saldırı,
Felemenk Cumhuriyeti, İngiltere ve İsveç arasında kurulan Üçlü İttifak nedeniyle sonuçsuz kaldı. Bu ittifakın dağılmasından
sonra, Fransa en büyük ticari rakip olarak gördüğü Felemenk Cumhuriyeti'ne savaş açtı (1672). Kutsal Roma-Germen
İmparatorluğu ile İspanya'nın Felemenk safında yer aldığı bu savaştan üstün çıkan Fransa, Nijmegen Antlaşmalan sonucunda
(1678-79) Flandre'ın bir bölümü ile Lorraine ve Franche-Comté'yi resmen kendisine bağladı.
• Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu'nun Osmanlılarla savaşmasından yararlanmak isteyen XIV. Louis, 1680'lerde Alman prensleri
üzerinde nüfuz kurmaya yönelik bir politika izlemeye başladı. Fransa'nın Pfalz'a girmesiyle patlak veren Büyük İttifak Savaşı
(1689-97) hızla genişleyerek uzun ve yıpratıcı bir nitelik kazandı. Fransa'nın denizlerde üstünlüğünü yitirmesinde bir dönüm
noktası olan, ama iki tarafın da üstünlük sağlayamadığı savaşa, sorunlara kesin çözüm getirmeyen Rijswick Antlaşması'yla son
verildi.
• XIV. Louis'nin torunu V. Felipe'nin 1701de İspanya tahtına geç­mesiyle başlayan İspanya Veraset Savaşı (1701-14), önceki
çatışmaların bir uzantısı olarak gelişti. Başlangıçta ağır yenilgiler alan Fransa'nın 1710'dan sonra dengeyi sağlaması ve karşı
ittifakın iç sorunlar nede­niyle sarsılması Utrecht Antlaşması’nın (1713) imzalanmasını kolaylaştırdı. Fransa bu savaş sonunda eski
toprak kazanımlarını korumakla birlikte Avrupa'daki üstünlüğünü İngiltere'ye kaptırdı.
• 17.yy. Fransız Kültürü
• Fransa 17. yüzyılda kültür, edebiyat ve sanat alanında parlak bir dönem geçirdi. IV. Henri özenli kent planlaması ve büyük yapılarla yeni bir görünüm kazandırdığı
Paris'i soylularla edebiyat çevrelerinin kaynaştığı bir merkez durumuna getirdi. Mimarlara ve ressamlara kanat geren Richelieu, 1634'te Académie Française'i kurdu
ve tiyatronun gelişmesini destekledi. Onun ardılı Mazarin de sanatçılan koruma geleneğini sürdürdü. Versailles Sarayı'nı monarşinin görkemini yansıtan bir anıta
dönüştüren XIV. Louis, bahçe düzenlemesinin yanı sıra müzik ve tiyatroya büyük önem verdi. Genelde hükümdarların, bakanların ve soyluların koruması altında
gelişen sanat dallarında düzenliliği ve yalınlığı temel alan klasik bir üslup egemen oldu. Bilim ve felsefede ise usçu bir yaklaşımın filizleri boy atmaya başladı.
• Devrim Öncesi Fransa
• 18. yüzyıla girerken Fransa'da görünüşte uyum ve düzenin egemen olduğu güçlü bir monarşik yapı vardı. Devlet ve toplumun iç içeliğini belirtmek için ancien
régime (eski rejim) olarak nitelendirilen bu yapı, gerçekte belirli çıkar çevrelerine dayalı bir denge üzerinde durmaktaydı. Bu yapının ekonomik, toplumsal ve
düşünsel gelişmelere ayak uyduramayan hantallığı, Fransız monarşisinin Ortaçağ’dan modern çağa geçme şansını yitirmesine ve reform kapısını araladığı
1770'lerden kısa bir süre sonra şiddetli bir devrim dalgasıyla yerle bir olmasına yol açtı.
• Ancien régime'in odak noktasında yer alan kral, merkezi ve mutlak bir otoriteye sahip olmakla birlikte, dayandığı toplumsal çevrelerin çıkarlannı gözetmek
zorundaydı. 1614'ten beri toplanmayan États-Généraux ile bazı yerlerde ayakta kalmış olan yerel meclislerin gücünün kırılmış olmasına karşın, Parlementer kralın
gücünü sınırlayan önemli bir kurumsal yapı oluşturuyordu. Makamların babadan oğula geçmek üzere satın alan Parlement üyeleri, aristokrasiyi temsil ediyordu.
Toplumsal değişime karşı direnişin örgütlü bir kalesi olan Parle-mentların siyasal gücü vergi ve yasa değişikliklerini onaylama yetkisinden kaynaklanıyordu. Öte
yandan kiliseye tanınan haklar ve mülk sahiplerine verilen ekonomik ayrıcalıklar da dokunulmaz bir nitelik taşıyordu.
• 18. yüzyılda özgür düşüncenin ve ticaretin hızla geliştiği kentler, geleneksel yapıyla ça­tışan ve ancien régime'in bütünlüğünü sar­san merkezler durumuna geldi.
Kırsal ke­simde yargı sisteminin de desteğiyle topraklarını ve feodal haklanm genişleten aristok­ratlar, 1720'lerden sonraki hızlı fiyat artışla-nyla varlıklannı daha da
artırdılar. Buna karşılık topraksız köylüler ve tarım işçileri başta olmak üzere köylülerin çoğu giderek artan bir yoksulluğa itildiler. Kentlerin bu işgücü fazlasını
eritebilecek bir düzeyde ol­maması, kırsal kesimdeki çatışmayı daha da yoğunlaştırmaktaydı
• 17. ve 18. Yüzyıllarda savaş dışında Avrupa siyasetinde hiç değişmeyen bir şey de Fransa’nın büyük gücüydü. Fransa coğrafi açıdan, Rusya ve Osmanlı
İmparatorluğu’ndan sonra Avrupa’daki en büyük devletti ve nüfus açısından Osmanlı İmparatorluğu’ndan sonra en kalabalık ülkeydi. Nüfusu 1620 yılında yaklaşık
20 milyondu.
• IV.Henri
• 1598 yılında IV. Henri, Nantes Fermanı'nı çıkardı; Henri fermanda Fransa'nın Katolik bir ülke olduğunu resmen ilan ediyordu, ama
Calvin'ci Protestanlara (Huguenot) kendi dinlerinin gereğini yerine getirme hakkı verdiğini ve 150 kentte askeri garnizon
bulundurabileceklerini bildiriyordu. IV. Henri, Protestan başdanışmanı Sully Dükü Maximilian de Bethune'ün (1559-1641)
yardımıyla kamu düzenini kurmak, hükümetin harcamalarını denetlemek köylülerin üzerindeki vergileri bir miktar düşürmek ve
ticareti teşvik eden önlemleri desteklemek gibi diğer sorunlarla da uğraştı. Kendinden öncekiler tarafından başlatılan makam
satışlarını arttırdı ve kraliyet memurlarına makamlarının miras yoluyla intikal etmesini istiyorlarsa, ödemeleri gereken paulette adı
verilen yıllık bir vergi koydu.
• Bazıları için Henri'nin Protestanlara gösterdiği hoşgörü çok fazlaydı; bu yüzden kral 1610 yılında fanatik bir Katolik suikastçı
tarafından Paris caddelerinde yürürken hançerlendi. Krallık henüz sekiz yaşında olan oğlu XIII. Louis'ye (hsd 1610-1643) geçti. Fiili
güç IV. Henri'nin ikinci karısı ana-kraliçe Marie de Medici (1573-1642) ile bazı yüksek unvanlı soyluların elinde bulunuyordu. Çeşitli
hizipler göze girip etkili oluyor veya gözden düşüp etkisini yitiriyordu; ama 1620'lerdeki en güçlü sima, bir soylu piskopos olan ve
sonra Kardinal Richelieu (1585-1642) adını alacak Armand-Jean du Plessis idi. Kurnaz ve son derece yetenekli biri olan Richelieu
başbakan oldu ve krallığın gücünü tehdit eden güçleri dengede tutma konusunda başarı kazandı. Her zaman kral adına hareket
ediyordu; yüksek soyluların bağımsız güçlerini daha da kısıtladı ve kendisini destekleyenleri yüksek makamlarla, askeri görevlerle ve
avantajlı evlilik ittifaklarıyla ödüllendi, kendisine muhalefet edenleri ise sürgüne gönderdi, hatta idam ettirdi. Sonunda sürgüne
gönderilen soylular listesine, oğlundan Richelieu'yü azletmesini isteyen, ama onun yerine yaşamının geri kalan kısmını Fransa
dışında geçirmek zorunda kalan ana-kraliçe de girdi. Richelieu kültürel hamilik yoluyla kralın gücünü arttırmak için dergilerde,
gazetelerde ve tarih kitaplarında kraliyet politikalarını savunacak yazarlar tuttu. 1635 yılında Fransızcayı standartlaştırrnayı
amaçlayan yazar ve filologlardan oluşan bir emek olan ve merkezileşme yolunda alınan siyasi önlemlere kül­türel açıdan katkıda
bulunacak Academie Française'in kurulmasına resmi destek verdi.
• Richelieu intendant adı verilen, doğrudan kral tarafından ata­nan, bu yüzden makamlarını
satın almayan ve çoğunlukla noblesse de robe üyesi olan kraliyet memurlarının gücünü
artırdı. Her intendant belli bir bölgede vergi toplamaktan, orduya asker bulmaktan,
askerler için ailelerin yanında konaklama tezkeresi çıkarmaktan, ekonomik aktiviteleri
düzenlemekten, yerel mahkemeleri yönetmekten ve kralın fermanlarını uygulamaktan
sorum­luydu. Intendant'lar faaliyet gösterdikleri bölgenin halkından olamazlardı;
dolayısıyla bağımsız bir güç temelleri yoktu; çalışmaları merkezi devletin gücünü
artırmaya ve bölgesel soyluların gücü­nü daha da zayıflatmaya yönelikti. İşin çoğunu
yapan ve yerel güç ilişkilerini anlayan yardımcıları vardı; ama onlar da kraliyetin
çıkarlarına yönelik olarak kullanılabiliyordu. Louis ile Richelieu aynı zamanda,
Huguenotlar üzerinde de daha sıkı bir denetim kurdular, onlara ibadet özgürlüğü
tanımaya devam ettiler, ama şehirlerini tahkim etmelerini yasakladılar. Atlas
Okyanusu'nda bir liman şehri ve bir Protestan kalesi olan La Rochelle'de yaşayanlar bunu
kabul etmeyince şehri kuşattılar ve surları yıkıp şehir yönetimini azlettiler.
• Louis ile Richelieu yönetimindeki Fransız dış politikasına damgasını vuran şey, Habsburglara muhalefetti;
bu, Fransa'nın İtalya ve İspanya ile savaşmasına ve önce İsveç'i destekleyerek, daha sonra da taraf olarak
Otuz Yıl Savaşları'na müdahil olmasına yol açtı. Bu savaşların maliyeti son derece fazlaydı; yükselen
vergiler ve tahıl sıkıntısı halk arasında isyanlara ve şehirlerde ve kırsal bölgelerde toplu şiddete yol açtı.
• Krallığa ve politikalarına karşı başlatılan isyanlar, 1642 yılında Richelieu'nün, ertesi yıl da XIII. Louis'nin
ölümünden sonra 1640'larda arttı. Durum bir kuşak önceki duruma çok benziyor­du.
• XIV.Louis
• Yeni Kral XIV. Louis bir bebekti ve gerçek güç ana-kraliçe Avusturya Prensesi Anne (1601-1666) ile
kardinal ve başbakan olan Jules Mazarin'in (1602-1661) elinde bulunuyordu. 1648 yılında Anne ve
Mazarin, Fransa'nın en prestijli ve etkili mercii olan Paris parlamentosuna yeni vergileri kabul etmesi için
baskı yaptı. Üyeler bu isteği reddetti, kraliçe parlamentonun bazı liderlerini tutuklattı ve Paris halkı buna
şiddetle karşılık verdi. Asayiş tamamıyla bozuldu ve halk zorla saraya girerek kraliyet ailesini şehirden
kaçmaya zorladı. Birkaç ay sonra kraliçe Parisli asilerle anlaş­tı ve böylelikle şehir bir süreliğine sükunete
kavuştu; ancak birçok vilayette durum çok istikrarsızdı. Yerel parlamentolar başkente vergi yollamayı
reddettiler ve 1648 yılından 1653 yılına kadar bir dizi isyan ve iç savaş çıktı. Bu isyanlara Fronde adı verildi.
İsim, yoksul çocukların zenginlerin arabalarına çamur atmak için kullandıkları sapan anlamına gelmektedir.
• Frondeur'ler arasında yüksek vergileri protesto eden şehirli yoksul işçilerle köylüler vardı, ama aynı zamanda
sapan ve çamurdan çok daha fazlasıyla silahlanmış birçok başka grup da bu­lunuyordu. Kraliyet memurlarına
karşı vilayetlerde çıkarılan isyanların çoğunu, iktidar yapılarını Richlieu'nun reformlarından önceki haline
geri dönüştürmeye çalıştıklarını söyleyen yüksek soylular yönlendiriyordu. Mutlakıyeti uygulamaları gereken
kraliyet intendantları da, kraliyetten çıkarlarını daha çok göz önünde bulundurmalarını isteyerek direnişin bir
parçası oldular. Köylüler tarafından değil, iyi eğitimli siyaset yazarları tarafından yazılan binlerce risale, bir
İtalyan olan Mazarin'i ihanetle suçluyordu; bazıları da şeytan olarak nitelendirdikleri yabancıların etkisini
eleştirirken buna, İspanya'nın Habsburg kralının kızı olan Ana kraliçeyi de dahil ediyordu.
• Ancak, çok geniş bir kesime yayılmış olması ve asilerin planlarını veya hedeflerini hiçbir şekilde bir bütün
haline getirememeleri, Fronde'un başarısızlığının nedenlerinden 'biriydi. Mazarin hizipleri birbirleriyle
çatıştırdı ve genç krala sadakati, asilere karşı bir araç olarak kullandı. Ancak, Fronde'un dramatik ve korkutu­
cu olayları, isyanlardan ve Paris'ten nefret eden ve düzeni koruyan ve kral olarak kendi gücünü artıran her
şeyi seven Louis'yi derin den etkilemişti. Mazarin'in ölümünden sonra ülkeyi başbakansız idare etmeye karar
verdi ve Avrupa tarihinin en uzun hükümranlığı boyunca hükümetin günlük çalışmalarını kendisi yönetti.
• Louis çalışkan, kuşkucu ve dikkatliydi; hukukta ve pratikte çok daha fazla tek tiplilik olmasını
sağlayan önlemler alıyordu. Elçilerin, memurların ve casusların yolladıkları bilgileri okuyor,
askeriyenin her yönüyle ilgileniyor, albaylığa ve daha üst rütbelere atanacak bütün subayları
kendisi belirliyordu. Soylulara ve diğer güçlü bireylere kendisi yokken bir araya gelme fırsatı
vermemeye özen gösteriyor ve Etats-Generaux'yu hiç toplantıya çağırmıyordu. Ancak, kanal
yapımı gibi kraliyet ile soyluların çıkarlarının kesiştiği projeleri destekliyordu. Fransa'nın
parasal sorunlarının en mantıklı çözümünün -soyluları vergilendirmenin- siyasi bakımdan
olanaksız olduğunu görmüştü; bu nedenle ülkeye para getirecek ticari faaliyetleri
destekliyordu. Mali kontrolörü Jean-Baptiste Colbert (1619-1683) ile birlikte kumaş, çelik ve
ateşli silah üretimini sübvanse ediyor, gemi yapımcılarına prim veriyor, ticaret filosunu
genişletiyor, birçok sanayi kolunda loncalar kuruyor, ticari şirket­ler açıyor ve göç, ithalat ve
ihracatla ilgili öncelikli politikalar oluşturuyordu. Colbert, Kuzey Amerika'daki New France'a
göçmen olarak köylüler yolladı ve Amerika'nın içlerine düzenlenen keşif gezilerini destekledi.
Robert la Salle (1643-87) bu gezilerden birinde, 1684 yılında, Mississippi ırmağı deltasına
Fransa adına sahip çıktı ve bölgeye "Louisiana" adını verdi.
• Louis'nin ülkesinde arzuladığı birlik ve beraberlik dini konuları da kapsıyordu. Huguenotlar giderek siyasi
haklarından yoksun bırakıldılar, birçok mesleği icra etmekten menedildiler, evlerinde daha fazla asker
barındırmak zorunda bırakıldılar, bazen de Katolik inanışına göre vaftiz edilmeye zorlandılar. Huguenotlarn
New France'a göç etmeleri resmen yasaklanmıştı, ama buna rağmen bazıları göç ediyordu. Bu politika,
Püritenler ve Quakerlar gibi, dini nedenlerden dolayı mutsuz olan insanların ülkeden gitmelerine izin veren
İngiliz krallarının politikasıyla çelişiyordu. Louis 1685 yılında Nantes Fermanı'nı resmen iptal ederek
Protestan kiliselerinin ve okullarının kapatılmasını ve Protestan din adamlarının ülkeyi terk etmesini emretti.
Protestan halktan dinlerini değiştirmeleri istendi ve göç etmeleri yasaklandı ancak on binlercesi göç ederek
Kuzey Avrupa'da Louis’e duyulan nefreti körüklediler. Ancak Louis bu tutumundan dolayı Fransa içinde,
özellikle de soylular arasında, çok büyük övgüler aldı. Fransa'nın bazı bölgelerinde Huguenotların göç
etmesi, çok sayıda vasıflı insanın (ve onların vereceği verginin) kaybedilmesi anlamına geliyordu, ancak
genelde bu durum, ekonomik gelişmeyi fazla etkilemedi.
• Fransız ekonomisi Huguenotların bilgi ve becerilerinin yok olmasına göğüs gerebilirdi, ama XIV. Louis'nin
savaşlarının sürekli olarak artan maliyetleriyle baş edemezdi.
• Louis, kuzeydoğuya doğru ilerleyerek İspanyol Hollandası'nı ve Birleşik Vilayetler'i işgal ederek bazı Flaman
kentlerini ve Franche-Comte bölgesini ele geçirdi. 1680'lerde Strasbourg şehrini aldı ve ordularını Lorraine
vilayetine gönderdi. Ordusunun devasa ve iyi eğitimli olmasına karşın; muhaliflerinin çabaları ve kendisinin
de vergilendirilebilir Fransız nüfusundan daha fazla para sızdıramaması, ülkesine başka topraklar katmasını
imkânsız kıldı. Üst üste birkaç kötü hasat mevsimi Fransa'da açlık ve hastalığa yol açtı, birçok bölgenin
boşalmasına neden oldu ve 1690'larda köylü isyanları yeniden çıktı. Bu sorunlar Louis'nin askeri maceralarını
sadece kısa bir süre durdurdu; çünkü çocuksuz Habsburg kralı İspanya Veraset Savaşı diye bilinen savaşta
ölünce, Louis hükümranlığının son yıllarını torunu Felipe'yi İspanya tahtına çıkarmaya çalışmakla geçirdi.
(XIV. Louis'nin annesi ve dolayısıyla Felipe'nin büyük-büyükannesi İspanya'nın Habsburglu kralının kızıydı;
Felipe'nin büyükannesi olan XIV. Louis'nin karısı da bir başka Habsburg kralının kızıydı.) Louis bu
girişiminde başarılı oldu ve uzun bir savaştan sonra ve Fransa ile İspanya taçlarını aynı anda, Bourbon
hanedanına mensup tek bir kişinin giyemeyeceğini belirleyen bir barış antlaşması sonunda, Felipe İspanya'nın
ilk Bourbon kralı oldu. Bu antlaşma aynı zamanda Avusturyalı Habsburglara Fransa'ya oldu­ğundan daha fazla
toprak veriyordu. Louis'nin askeri çabaları görece az toprak kazandırmış ve ülkeyi parasal olarak tüketmişti;
tebaası ölümünü sevinçle karşıladı. (Erken Dönemde Avrupa, Meery E.Wiesner-Hanks, Çeviri: Hamit
Çalışkan, İş Bankası Kültür Yayınları)
FRANSA 18.YÜZYIL
• Louis XV.
• Louis XIV’ün torununun oğlu, öksüz bir çocuk olan yeni kral beş yaşında tahta çıktı. Amcaoğlu Orleans dükünün naiplik
süresi, önceki hükümdarın zamanına nispetle ahlâkî ve siyasî alanlarda bir tepki devridir. Yüksek zümre bir bayram havası
içindeydi, İskoçyalı Law çok fazla miktarda kâğıt para süren kraliyet bankasının yardımıyle batık devlet mâliyesini
yüzdürmeğe, iktisadî durumu düzeltmeğe çalışıyor, ticarî ortaklıkları destekliyordu. Ateşli bir spekülasyon döneminden sonra
Law’ın malî sistemi çöktü (1720). Atlantikötesi ticaretin gelişmesi ve fiyatların yükselmesi kalıcı olmakla beraber Fransa’nın
morali bozulmuş, bankalarla kâğıt paraya güveni kalmamıştı. Geleceğe ait sorunlar bir yana bırakıldı ve mevcut refah
sayesinde Louis XIV’ün siyasetine dönüldü. Naibin ölümünden sonra (1723), Bourbon dükü, Louis XV’i Polonya prensesi
Marie Lcszczynska ile evlendirdi. Kardinal Fleury’nin (1726-1743) gayretiyle barış, düzen ve refah hüküm sürdü. Fleury,
Paris parlement’ının ve Jansenius’çuların çıkardığı ayaklanmaları bastırdı; Polonya Veraset savaşına isteksizce sürüklendi.
• Monarşinin zayıflaması. Eskisinden daha güçlü ve daha titiz olan kamuoyu, kralın devlet işlerini ele almasını beklemekteydi.
Zeki, fakat gevşek ve bencil tabiatlı Louis XV, bu bekleyişi boşa çıkaracaktır. Metresleri, kültürlü ve zarif Pompadour
markizi, sonra Barry kontesi devlet siyasetini yönettiler. Maliye genel murakıbı Machauld d’Arnouville (1745-1754)
imtiyazlılara yirmide bir vergisini kabul ettiremedi. Paris parlement’i Jansenius’çuları temizlemek amacıyle ortaya atılan
günah çıkarma kâğıtları olayında Monseigneur de Beaumont’un gösterdiği müsamahasızlıktan yararlanarak dini gülünç
duruma düşüren ve halkı krallık iktidarına karşı ayaklandıran bir buhran yarattı (1752-1757). Krallığa Lorraine (1766) ve
Korsika’yı (1768) kazandıran usta siyasetçi Choiseul, kamuoyunun desteğiyle idareyi ele almak istedi. Fakat parlement
Cizvitlerin ortadan kaldırılmasını (1762) krala kabul ettirdi ve devleti denetleme iddiasında bulundu. Kral, Choiseul’ün
görevine son verdi ve yerine Maupeou, Terrav ve d’ Aiguillon üçlüsünü getirdi (1771). Paris parlement’inin yargı yetkisi altı
yüce konseye bölüştürüldü. Yeni yargıçlar kral tarafından atanıyor ve maaşları krallıkça ödeniyordu. Filozoflar bu tedbiri
sevinçle karşıladı, fakat kralın ölümü sırasında (1774) halkın hoşnutsuzluğu son haddini bulmuştu.
• Birbirini kovalayan savaşlar sarayın israfları, imtiyazlıların hâlâ ödemekten kaçındığı vergilerin kötü dağılımı yüzünden
doğan malî güçlüklere rağmen, XVII. yy. sonunda Fransa hiç de perişan durumda değildi. Büyük kıtlıkların ortadan kalkması
sayesinde artan nüfus XVIII. yy. içinde 18 milyondan 26 milyona yükselmişti; 1726’da para değerinin dondurulması Antiller
ile ticaretin artması sayesinde özellikle liman bölgelerinde kazançların düzenli bir şekilde yükselmesini sağladı.
• Devletin yoksul kaldığı, buna karşılık ülkenin zenginleştiği bu Fransa’da toplum, geleneksel üç sınıf
içinde aşamalanmıştı. İlk iki sınıfı meydana getiren rahiplerle soylular, siyasî ve iktisadi hayata,
sayılarıyla ters orantılı bir rol oynamaktaydı. Bu iki sınıf zaten büyük güçlüklerle karşı karşıya
bulunuyordu. Emlâk bakımından zenginliği, siyasî teşkilâtının güçlülüğü (karşılıksız bağışın rahipler
kurullarınca kabulü), hukukî teşkilâtının sağlamlığı (özel mahkemeler) sayesinde devletin en önde gelen
sınıfı olan rahipler ağır bir buhran geçirmekteydi: özellikle fiilî görev almış rahiplerde görülen meslekî
istidatsızlık, yalnız yüksek rütbeli rahiplerin büyük soylular arasına alınması olaylarının gittikçe
çoğalması yüzünden bunlarla aşağı dereceli rahipler arasında artan düşmanlık, öte yandan, soylular sınıfı
bünye değişikliğine uğramaktaydı; asker soyluların, rahip soylular tarafından soğutulması veya ortadan
kaldırılması; geçim darlığı içinde bezgin yaşayan küçük taşra soylularının yararlanamadığı gelir
kaynaklarının (görevler, şeref yıllıkları) saray soylularınca kapışılması. Soylular sınıfı birtakım kastlar
halinde dondurulmuştu (subay rütbelerini alabilmek için gerekli soyluluğun dört bölümü hakkında
buyrultu, 1781); bu sınıf, yüksek soylular arasında beliren bazı geçici hürriyet heveslerine rağmen, bütün
imtiyazlarını korumakta ve bunları genişletmek istemekteydi.
• Buna karşılık, zenginliği, kültürü ve çalışkanlığıyla üstünlüğünün bilinci içinde olan burjuvalık, rakip
sınıfı ortadan kaldırmağa hazırdı; halkın üstünde bir seviyeye yükselmişti. Şehirlerde zanaatçılık safhasını
aşan sanayi tesisleri kuruyordu; bunların bünyesinde sayısı gittikçe artan işçi yoldaşlar, bir ayaklanma
için hazır bir ordu meydana getiriyordu. Nüfusun yüzde 99'u köylü idi. Bu köylü, zengin çiftçiden kıtlık
zamanlarında korkulu gezgin bir topluluk yaratan gündelikçiye kadar değişik yaşama şartlarına sahipti.
Fakat genel olarak durumları biraz düzelmişti. Bu köylü imtiyazlarının toprağına göz dikmişti ve
derebeylik rejimine toptan düşmandı. Yani burjuvaların yönettiği bu «Tiers états» (halk sınıfı) eski sosyal
düzene karşı onlarla birlikte bir cephe kurmağa hazırdı.
• Louis XVI’nın saltanatı (1774-1789)
• Böylece, kendini halka sevdirememiş son hükümdarın daha da ağırlaştırdığı oldukça gergin bir siyasî hava
içinde, bunun torunu olan Louis XVI tahta çıkıyordu. Bu dürüst bir kraldı, fakat ne tecrübesi vardı ne de
iradesi. Bir Avusturya prensesi olan kraliçe Marie Antoinette de, kralın kardeşleri Provence ve Artois
kontları gibi reformlara karşı koymaktaydı. Kralın amcaoğlu Orléans dükü ise hürriyetçi fikirlerin kahramanı
durumundaydı. Hükümdarın danışmanı Maurepas, efendisine çok iyi bakanlar buldu. Bunların başta geleni
genel murakıp Turgot idi. Tarımı tek zenginlik vasıtası sayan fizyokratların yetiştirmesi olan
Turgot,vakitsizce bir İktisadî liberalizm denemesine girişti; hattâ derece derece birtakım meclisler
aracılığıyla kamunun iktidarla iş birliği sağlaması hayali peşindeydi (1774). Zarar gören menfaatler birleşti.
Turgot görevinden atıldı ve köklü reformlardan vazgeçildi (1776). Turgot’nun yerine gelen banker Necker,
Amerika’daki bağımsızlık savaşının doğurduğu*masrafları birtakım borçlanmalarla karşıladı, bu hizmeti
yüzünden de çok sevildi. Fakat krallık bütçesinin yayımlanması, imtiyazlıları kızdırdı ve Necker’in
atılmasına sebep oldu (1781).
• Genel murakıp Calonne 1783 ile 1786 arasında ordunun donatımını sağlamak ve Fransa’nın prestijini kurtarmak
için bir dizi borçlanmalara girişti. Etkin bir dış siyaset küçük devletleri Fransa’nın çevresinde topladı. Fakat
Amerikan Bağımsızlık savaşında İngilizlere karşı kazanılan zafer (Versailles antlaşması, 1783) Fransa’da
hürriyet fikirlerinin yayılmasına ve bütçe açığının artmasına yol açtı. Calonne vergi eşitliğinin sağlanmasını
teklif ettiyse de (1786) geç kalmıştı. Danışılan büyük imtiyazlıların bu tasarıyı reddetmeleri üzerine Louis XVI
Calonne’u görevinden aldı. Bu malî buhran, Eden ticarî antlaşmasının (1786) sanayi alanında meydana getirdiği
diğer bir buhran yüzünden daha da ağırlaştı. Bunun sonucunda işçi ücretlerinin düşürülmesi ve işsizlik, üstelik
mahsulün de çok kötü oluşu, işçileri ilk fırsatta ayaklanacak duruma getirdi. Calonne’un yerine geçen Brienne,
selefinin malî projelerini Paris parlement’ından geçiremedi. Parlement, Etats généraux’ya başvurdu.
Lamoignon’un hukukî reformları parlement’ların kapatılmasına imkân verdiyse de imtiyazlılar halkı kralın
memurlarına karşı isyana çağırdılar (1788).
• Ordu ayaklanmaları gönülsüzce bastırdı. Vizille’de isyan bayrağı altında toplanan Dauphinx eyalet meclisleri
ülkeye bir anayasa verebilmek için Tiers Etats temsilcilerinin iki misline çıkarılması şartıyle Etats generaux’nun
toplanmasını istediler. Brienne, états généraux’nun toplanacağını vaad etti (8 ağustos), Devlet ödemelerini
durdurdu, fakat işten el çektirilerek yerine Necker (25 ağustos 1788) getirildi. Artık savaş, gelecekteki Etats
généraux’nun kuruluşu konusunda soylularla Tiers Etats arasında başlamıştı. 1788 Kasımında hükümet Tiers
Etats’nın iki misline çıkarılmasını kabul ettiyse de oylamanın sınıf veya kişi çoğunluğuna göre yapılmasını
reddetti. Seçimler, 1789 ilkbaharında açların ayaklanmasıyle meydana gelen huzursuz bir hava içinde yapıldı.
• Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısı Avrupa'nın eski rejimleri ve ekonomik sistemleri için bir bunalım çağı oldu; son on yıllarıysa zaman
zaman isyana varan çalkantılarla, sörnürgelerin bazen ayrılmaya varan özgürlük hareketleriyle doludur: Bunlar yalnızca ABD' de
(1776--83) değil, aynı zamanda İrlanda (1783-4), Belçika ve Liege (1787-90), Hollanda (1783-7), Cenevre ve hatta bazı iddialara göre
İngiltere'de de (1779) yaşandı. Siyasi huzursuzlukların üst üste gelişi öylesine çarpıcıdır ki günümüzde bazı tarihçiler, içlerinde en
heyecan verici ve etkileri en uzun soluklu olmakla birlikte Fransız Devrimi'nin aralarından ancak biri olduğu bir 'demokratik devrimler
çağı'ndan söz etmişlerdir.
• Eski rejimin bunalımının salt Fransa'ya ait bir görüngü olmadığı düşünülürse, bu gözlemin belli bir ağırlığı vardır. Aynı biçimde,
çağımızda buna paralel bir önemi olan 1917 Rus Devrimi'nin, yaşlı Türk ve Çin imparatorluklarına son veren bütün benzeri hareketler
öbeği içinde yalnızca en heyecan vericisi olduğu da ileri sürülebilir. Yine de bu, nirengi noktasını kaybetmek anlamına gelmektedir.
• Fransız Devrimi, başlı başına yalıtılmış bir olgu olmayabilir; fakat zamanındaki diğer olaylardan çok daha özlüdür ve bu bakımdan çok
daha köklü sonuçları olmuştur.
• Her şeyden önce, Rusya'yı bir kenara bırakırsak, Avrupa'nın en güçlü ve en kalabalık devletinde ortaya çıktı. 1789'da her beş
Avrupalıdan biri Fransız'dı.
• İkinci olarak, kendinden önceki ve sonraki devrimler içinde kitlesel nitelikteki tek toplumsal devrimdi ve benzeri herhangi bir
başkaldırıdan çok daha radikaldi. Siyasi sempatileri gereği Fransa'ya göç eden Amerikalı devrimciler ile İngiliz 'Jakobenler'in
kendilerini Fransa'da ılımlı buluvermeleri rastlantı değildir. İngiltere'de ve Amerika'da aşırılık yanlısı olan Tom Paine, Paris'te)
Jirandenlerin en ılımlıları arasında yer alıyordu. Amerikan devrimlerinin sonuçları, ülkelerin büyük ölçüde daha önceki durumlarını
sürdürmeleri oldu; sadece, üzerlerindeki İngiliz, İspanyol ve Portekizilierin siyasi denetimleri ortadan kalkmıştı. Fransız Devrimi'nin
sonucuysa, Madam Dubarry çağının yerini Balzac çağının alması oldu.
• Üçüncü olarak, tüm çağdaş devrimler içinde yalnızca Fransız Devrimi dünyayı kapsama niteliği taşıyordu.
Orduları, dünyayı devrimleştirmek için yola koyuldu ve bunu gerçekte yapan fikirleri oldu. Amerikan devrimi,
Amerikan tarihinin can alıcı olayıydı; fakat içinde yer alan ve yanına kattığı ülkeler dışında, pek önemli bir iz
bırakmadı. Oysa Fransız Devrimi bütün ülkelerde bir dönüm noktası oldu. 1808'den sonra Latin Amerika'nın
bağımsızlığını kazanmasına yol açan ayaklanmalara kaynaklık eden, Amerikan devriminden çok Fransız
Devrimi'nin yankılarıdır. Fransız Devrimi'nin doğrudan etkisi Bengal'e kadar yayıldı. Burada Ram Mohan
Roy, ilk Hindu reform hareketini oluştururken ilhamını Fransız Devrimi'nden aldı ve modern Hindu
milliyetçiliğinin babası oldu (1830'da İngiltere'yi ziyaretinde, Fransız Devrim ilkelerine tutkunca bağlılığını
göstermek için ille bir Fransız gemisiyle yolculuk etmek istemişti).
• Pek güzel dendiği gibi, Fransız Devrimi, "Batı Hıristiyan dünyasında, İslam dünyası üzerinde herhangi gerçek
bir etkiye sahip olan ilk büyük fikir hareketidir" ve bu etki neredeyse dolaysızca gerçekleşmiştir.
Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında, o zamana dek yalnızca kişinin doğduğu ya da yaşadığı yeri anlatan Türkçe
'vatan' sözcüğü, Fransız Devrimi'nin etkisiyle 'patrie' gibi bir anlama bürünmüştü. 1800'den önce, 'köleliğin'
zıddı bir durumu anlatan esasen hukuki bir terim olan 'özgürlük', yeni bir siyasal içerik kazanmaya başlamıştı.
Devrimin dolaylı etkileriyse evrenseldir; çünkü onu izleyen tüm devrimci hareketler için bir model oluşturdu;
verdiği dersler, (beğeniye göre yorumlanıp) modern sosyalizmin ve komünizmin bünyesine katıldı.
(E.Hobsbawm, Devrim Çağı, Dost Kitabevi)
• Jakoben Cumhuriyeti
• Baldırıçıplaklar, haklı olarak karşıdevrimin ve yabancı müdahalenin ancak bu yolla mağlup edilebileceğini düşündüklerinden değil sadece,
böyle bir hükümetin yöntemleri insanları harekete geçireceği ve toplumsal adaleti daha yakınlaştıracağı için de devrimci bir savaş
hükümetini memnunlukla karşıladılar. (Hiçbir etkin modern savaş girişiminin, onca aziz tuttukları merkezsiz gönüllü doğrudan demokrasiyle
bağdaşmayacağı gerçeğini gözden kaçırdılar).
• Öte yandan Jirondenler, geminden çözdükleri savaşla kitle devriminin biraraya gelmesinin yaratacağı siyasal sonuçlardan korkuyorlardı.
Solla rekabet edebilecek donanıma sahip değillerdi. Kralı yargılamayı ve idam etmeyi istememekle birlikte, devrimci hamiyetin simgesi
haline gelen bu konuda rakipleri 'Montagnardlar'dan Jakobenler) geri kalmamak zorundaydılar; sonunda bu işin şanı Montagnardların oldu,
onların değil. Öte yandan savaşı genişleterek, özgürleşme yolunda genel ideolojik bir haçlı seferine ve büyük ekonomik rakip İngiltere'ye
doğrudan bir meydan okumaya dönüştürmek istiyorlardı. Bu amaçlarında başarılı da oldular. 1793 Mart'ına gelindiğinde Fransa neredeyse
bütün Avrupa ile savaş halindeydi ve yabancı toprakları ilhak etmeye başlamıştı (Bu ilhaklar, yeni icat edilen Fransa'nın 'doğal sınırları'
öğretisiyle meşrulaştırılmaktaydı). Fakat savaşın genişlemesi, üstelik kötü gitmesi, sadece solun elini güçlendirmeye yaradı ve savaşı bir tek
o kazanabilirdi. Sonunda geri çekilen ve ayak oyunlarına başvuran Jirondenler, çok geçmeden taşrada Paris' e karşı bir ayaklanmanın
örgütlenmesine dönüşecek olan, sola karşı yanlış yargılarla dolu saldırılara giriştiler: Baldırıçıplaklar, ani bir darbeyle 2 Haziran' da
Jirondenleri devirdi. Böylelikle Jakoben Cumhuriyeti başlamış oldu.
• Meslekten tarihçi olmayan eğitimli kişiler, Fransız Devrimi'ni düşündüklerinde, akıllarına gelen başlıca şey, 1789'daki olaylarla II. Yıl'ın
Jakoben Cumhuriyeti'dir. Resmiyet düşkünü Robespierre, babayiğit ve çapkın Danton, soğuk devrimci zarafetiyle Saint-Just, kabadayı
Marat, kamu esenliği komitesi, devrimci yargılamalar ve giyotin, en açık seçik gördüğümüz imgelerdir. 1789'da Mirabeau ile Lafayette
arasında yer alan ılımlı devrimcilerin, 1793'ün Jakoben önderlerinin isimleri, tarihçiler dışında herkesin belleğinden silinmiştir. Jirondenler
sadece bir grup olarak ve belki de Madam de Roland veya Charlotte Corday gibi siyaseten önemsiz ama romantik kadınların onlara
gösterdiği yakınlıktan ötürü anımsanmaktadır.
• Uzman çevrelerin dışında kim, Brissot, Vergniaud, Guadet ve geri kalanların isimlerini olsun bilir ki? Muhafazakarlar, Terör döneminin,
zincirinden boşanmış isterik bir kana susamışlık ve diktatörlük olduğu yolunda kalıcı bir imge yaratmışlardır. Oysa yirminci yüzyılın
ölçütleriyle, hatta 1871 Paris Komünü sonrasındaki katliamlarda olduğu gibi, muhafazakarların toplumsal devrimi bastırırken sergiledikleri
rakamlara kıyasla, ondört ayda 17.000 resmi infazla Devrim'in toplu kıyımları nispeten makul sayılırdı. Devrimciler, özellikle Fransa'
dakiler, Terör dönemini ilk halk cumhuriyeti ve izleyen tüm başkaldırıların esin kaynağı olarak görmüşlerdir. Bu nedenledir ki zaten, her
günkü insani ölçütlerle değerlendirilmemesi gereken bir çağdı o.
• Bu doğrudur. Ancak Terör'ün arkasında duran kararlı orta sınıf Fransızlar için, o ne hastalıklı bir şeydi ne de
kıyamet habercisiydi; en başta ve her şeyden önemlisi ülkelerini korumanın tek etkin yöntemiydi. Jakoben
Cumhuriyeti'nin yaptığı buydu ve başarısı insanüstüydü. 1793'ün haziranında, Fransa'nın seksen vilayetinden
altmışı Paris' e karşı ayaklandı; Alman prenslerinin orduları, kuzeyden ve doğudan Fransa'yı işgal ediyorlardı;
İngilizler, güney ve batıdan saldırmıştı; ülke çaresiz ve tükenmiş bir haldeydi. Oysa ondört hafta sonra bütün
Fransa üzerinde denetim sağlanmış, işgalciler kovulmuştu. Bu kez Fransız orduları Belçika'yı işgal etti;
neredeyse kesintisiz ve zahmetsiz kazanılacak olan yirmi yıllık bir askeri zaferler dönemine girmek üzereydiler.
Oysa, 1794 Mart'ına gelindiğinde eskisinden üç kat daha büyük olan ordu, 1793 martındaki maliyetinin
yarısıyla çekip çevrilmekteydi. Fransız parasının (ya da büyük oranda onun yerini almış assignatların) değeri,
önceleri ve sonraları olduğunun tam tersine, hemen hemen sabit tutulmuştu. Sıkı bir cumhuriyetçi olmasına
karşın sonradan Napaleon'un en etkili valilerinden biri olan Kamu Esenliği Komitesi'nin Jakoben üyesi Jeanbon
St Andre'ın, 1812-1813 yenilgileri altında kıvranan imparatorluk Fransası'nı küçümseyerek izlemiş olması hiç
şaşırtıcı değildir. II. Yıl'ın Cumhuriyeti, üstelik çok daha az kaynakla, çok daha beter bunalımların üstesinden
gelmişti.
• Jakoben rejimin ilk işi, Jirondenlerin ve taşra ilerigelenlerinin muhalefetine karşı kitle desteğini harekete
geçirmek ve Paris'in baldırıçıplaklarının önceden seferber edilmiş kitlesel desteğini muhafaza etmek oldu.
Parisli baldırıçıplakların diğer taleplerinin başa dert olacağı ileride görülecekti, ama genel askerlik yükümlülüğü
('levee en masse'), 'hainler'e karşı terör ve genel fiyat denetimi gibi devrimci bir savaştan yana kimi talepleri,
Jakobenlerin ortak duyusuyla örtüşen taleplerdi.
• O ana dek Jirondenlerin geciktirdiği, az çok radikalleştirilmiş yeni bir anayasa ilan edildi. Bu soylu ama
akademik niteliktekte belgeye göre, halka genel oy hakkı, başkaldırma, çalışma ya da hayatını idame ettirme
hakkı veriliyordu. Hepsinden önemlisi, herkesin mutluluğunun hükümetin hedefi olduğunun ve halkın
haklarının yalnızca sözde kalan değil, kullanılır nitelikte haklar olduğunun resmi ifadesiydi.
• Bu, modern bir devletin ilan ettiği gerçekten demokratik nitelikteki ilk anayasaydı. Daha somut olarak Jakobenler, tazminat
öngörmeksizin feodal haklardan geriye kalanları kaldırdılar; küçük alıcıların, yurtdışına kaçanların ellerinden alınan toprakları
satın alma olanaklarını artırdılar ve birkaç ay sonra da San Domingo Zencilerinin cumhuriyet için İngiltere'ye karşı
savaşmalarını teşvik etmek üzere Fransız sömürgelerinin tümünde köleliği kaldırdılar. Alınan bu önlemlerin uzun erimli bir sürü
sonucu oldu. Bu sayede Amerika'da Toussaint-Louverture'in şahsında ilk bağımsız devrimci önderin ortaya çıkması mümkün
oldu. Fransa'daysa, o günden bu güne ülke yaşamına egemen olan; ekonomik olarak geriye dönük, ancak kendilerini Devrime
ve Cumhuriyete tutkuyla adamış küçük ve orta köylü mülk sahipleri ile küçük esnaf ve dükkan sahiplerinden oluşan
zaptedilmez bir kale kuruldu. Hızlı ekonomik kalkınmanın temel koşulu olan tarımın ve küçük yatırımın kapitalist yönde
dönüşümü, emekleyecek kadar yavaşlatıldı; onunla birlikte kentleşme hızı, iç pazarın genişlemesi, işçi sınıfının çoğalması,
dolayısıyla proleter devriminin görünmez ilerleyişi de yavaşladı. Fransa'da uzun süre hem büyük iş çevreleri hem de işçi
hareketi, köşebaşı bakkalları, küçük köylü mülk sahipleri ile kahvehane sahiplerinin oluşturduğu bir denizin çevrelediği adalar
gibi, bir azınlık olgusu olarak kalmaya mahkum edildi.
• Jakobenlerle baldırıçıplakların yaptığı ittifakı temsil eden yeni hükümetin merkezi, bu yüzden belirgin biçimde sola kaydı. Bu
durum, hızla Fransa'nın en etkin savaş kabinesi haline gelen, yeniden oluşturulan Kamu Esenliği Komitesi'nde yansısını buldu.
Güçlü, sefih, belki yiyici ama göründüğünden daha ılımlı olan (son krallık idaresinde bakanlık yapmış) son derece yetenekli bir
devrimciyi, Danton’u kaybetti ve en etkili üyelerinden biri haline gelen Maximilen Robespierre'i kazandı. Kimsenin tarafsız
kalamayacağı korkunç ve görkemli II. Yıl'ı hala şahsında somutladığı için, erdem sanki kişisel tekelindeymiş gibi aşırı bir
duyarlığa sahip olan bu züppe, tez canlı, ateşli avukatın karşısında pek az tarihçi serinkanlı olabilmiştir. Cana yakın biri değildi;
bugünlerde onun haklı olduğunu düşünenler bile, genç Saint Just'ü, yani Sparta cennetleri mimarının ışıltılı matematik
keskinliğini ona yeğleme eğilimindekiler. Büyük bir adam değildi, hatta yer yer sığ biriydi. Ancak Napoleon sayılmazsa,
Devrimin kutsadığı ve hakkında bir tapı geliştirilmiş tek kişiydi. Böyle olmasının nedeni, Jakoben Cumhuriyet'in, tarih için
olduğu gibi kendisi için de bir savaş kazanma aygıtı değil, bir ideal olmasından kaynaklanıyordu. Tüm iyi yurttaşların ulusun
nazarında eşit olduğu ve halkın, hainlerin hakkından geldiği, adalet ve erdemin korkunç ve görkemli hükümranlığıydı bu ideal.
• Bu gücü ona Jean-Jacques Rousseau ve billurlaşmış bir haklılık inancı vermekteydi. Resmen diktatörlük yetkilerine sahip
olmadığı gibi, resmi bir görevi bile yoktu; kendisi de Konvansiyon'un -bütün yetkileri elinde toplamasa da, en güçlü- alt
komitelerin. den biri olan Kamu Esenliği Komitesi'nin bir üyesiydi sadece. Onun iktidarı, halkın, Paris kitlelerinin iktidarı;
onun terörü, halkın terörü demekti. Nitekim onu terk ettiklerinde, o da düştü. (Devrim Çağı, Eric Hobsbawm, Dost Kitabevi)
NAPOLYON DÖNEMİ
• Napolyon Savaşları
• 1793-4'te Fransızların amacı Devrimi korumaktı. 1794-5'de, Alçak Ülkeleri, Ren bölgesini, İspanya'nın bir
bölümünü, İsviçre'yi ve Savoy'u (ve Ligurya'yı) işgal ettiler. 1796'da Napoleon'un ünlü İtalya seferi, onlara
bütün İtalya'yı kazandırdı ve Fransa'ya karşı kurulan ilk koalisyonu kırdı. Napoleon'un, Malta'ya, Mısır'a ve
Suriye'ye yaptığı keşif seferleri (1797-9), İngiltere'nin deniz gücü karşısında başarılı olamadı ve Napoleon'un
yokluğunda kurulan ikinci koalisyon, Fransa'yı İtalya'dan çıkartarak Almanya'ya kadar sürdü.
• Müttefik ordularının İsviçre'de yenilmesi (1799 Zurich savaşı), Fransa'yı istiladan kurtardı ve bir süre sonra
Napoleon'un geri dönmesi ve iktidarı almasıyla Fransa bir kez daha saldırıya geçti. 1801 'de kıta
Avrupası'ndaki geri kalan müttefikleri, hatta 1802'de İngiltere'yi barış masasına oturttu. Ondan sonra, 1794-
8'defethedilen ya da kontrol altına alınan bölgelerde Fransa'nın üstünlüğü, sorgusuz sualsiz devam etti.
• 1805-7'de Fransızlara karşı yeni bir savaş başlatma girişimi, sadece Fransa'nın nüfuzunu Rus sınırlarına kadar
yaymasını sağladı. 1805'de Moravya'daki Austerlitz savaşında Avusturya yenildi ve ona da barış dayatıldı.
Ayrı olarak ve sonradan savaşa giren Prusya, 1806'daki Jena ve Auerstaedt savaşlarında darmadağın oldu ve
parçalandı. Auerstaedt'te yenilmesine, Eylau'da (1807) tokatlanmasına ve Friedland'da (1807) bir kez daha
yenilmesine karşın, Rusya askeri bir güç olarak dokunulmaz kaldı. Bu anlaşma sayesinde İskandinavya ve
Türkiye Balkanları dışında kıtanın geri kalanı da Fransa'nın hegemonyasına girmekle birlikte, Tilsit
Anlaşması'nda (1807) Rusya'ya haklı olarak saygılı davranıldı. 1809'da Avusturya'nın özgürlüğü sarsma
girişimi, Aspern-Essling ve Wagram savaşlarında boşa çıkartıldı. Ne var ki 1808'de, Napoleon'un kardeşi
Joseph'in başlarına kral olarak getirilmesine karşı İspanyolların başlattığı isyan, İngilizlere bir manevra alanı
açtı ve bu yarımadada, İngilizlerin zaman zaman uğradıkları yenilgilerden ve ricatlardan (örneğin 1809-10'da)
etkilenmeyen sürekli bir askeri faaliyetin başlamasına neden oldu.
• Ancak Fransa, bu dönemde denizde tam anlamıyla bozguna uğradı. Trafalgar savaşından (1805) sonra, sadece
kanalı geçerek İngiltere'yi istila etme değil, denizaşırı temaslar kurma şansı da ortadan kalktı. Ekonomik baskı
dışında İngiltere'yi yenmenin başka bir yolu yok gibi görünüyordu; Kıta Avrupası Sistemi'ni (1806) kurarak
Napoleon'un da yapmaya çalıştığı buydu. Bu ablukayı etkin biçimde dayatmanın ve sürdürmenin önündeki
güçlükler, Tilsit anlaşmasının yarattığı istikrarı da zedeledi ve Rusya ile aranın açılmasına neden oldu; bu,
Napoleon'un geleceği açısından dönüm noktasıydı. Rusya istila, Moskova işgal edildi. Napoleon'un
düşmanlarının çoğunun benzer koşullar altında yaptığı gibi Çar da barış yapmış olsaydı, kumarı kazanmış
olacaktı. Fakat Çar bunu yapmadı. Napoleon da, ya kesin kazanma ihtimali olmayan bitmeyecek bir savaşı
sürdürmek ya da geri çekilmekten birini seçmek durumunda kaldı. Her ikisi de aynı oranda bir felaketti. Daha
önce gördüğümüz gibi, Fransız ordusunun yöntemleri, yeterince zengin ve insanların yoğun olarak yaşadıkları
bölgelere hızla baskın vermeye ve hayat damarlarını kesmeye dayanıyordu.
• Fakat ilk kez geliştirildiği Lombardiya'da ve Ren bölgesinde işleyen, hatta orta Avrupa'da da uygulama şansı
bulan bu yöntem, Polonya ve Rusya gibi muazzam genişlikte, boş ve kıraç yerlerde tümüyle başarısızlığa
uğradı. Napoleon, Rusya'nın kışından çok, Büyük Ordu'ya yeterince ikmal yapamadığı için yenildi.
Moskova'dan çekilmek, Ordu'yu yıktı.
• Rusya'ya giren 610.000 kişiden ancak 100.000 kadarı Rusya' dan çıkabildi. Bu koşullar altında, Fransa'ya karşı
kurulan son koalisyona yalnız Fransa'nın eski düşmanlarıyla kurbanları değil, kazanan tarafta olmaya can atan
herkes katıldı; sadece Saksonya kralı, Napoleon'a bağlılığından çok geç vazgeçti. Yeni ve son derece toy
Fransız ordusu, Leipzig'de (1813) yenildi ve müttefikler, Napoleon'un hayranlık verici manevralarına rağmen,
Fransa'ya doğru amansız ilerleyişlerini sürdürdüler; İngiltere ise İberik Yarımadası'ndan Fransa'ya ilerledi.
Paris işgal edildi ve İmparator 6 Nisan 1814'de tahttan çekildi. 1815'te iktidarını geri almayı denedi, ama
Waterloo savaşı (Temmuz 1815) onun sonu oldu.
• Devrim Çağı, Eric Hobsbawm, Dost Kitabevi
• Napolyon
• Napoleon, barbar memleketi olan Korsika ölçülerine göre kibar bir aileden gelmiş olmakla birlikte, tipik bir
kariyeristti. 1769'da doğdu; kraliyet ordusunun teknik yeterliliğin vazgeçilmez olduğu ender dallarından birinde,
topçuluk alanında yavaş yavaş yükseldi; hırslı, zor beğenen biriydi ve devrimciydi. Devrim ve bilhassa tüm gücüyle
desteklediği Jakoben diktatörlüğü zamanında son derece önemli bir cephede yerel bir komiser tarafından oldukça
yetenekli ve gelecek vaad eden bir asker olarak fark edildi. Komiser de raslantı eseri Korsikalı'ydı, ancak bu durum
görüşlerini olumsuz yönde pek etkilememiş olmalı. II. Yıl, onu general yaptı. Robespierre'in düşüşünden sağ salim
yakayı sıyırmayı başardı ve Paris'te işe yarar bağlantılar geliştirme yeteneği, bu sıkıntılı günlerden sonra ona yardımcı
oldu.
• Kendisini sivil otoritelerden bağımsız hareket eden Cumhuriyet'in birinci asker kişisi yapacak olan 1796 İtalyan
Seferi'nde şansı yaver gitti. 1799 yılının yabancı işgalleri Direktuvar'ın güçsüzlüğünü ve kendisinin de
vazgeçilmezliğini ortaya koyunca, iktidar yarı yarıya kendisine teslim edilmiş, yarı yarıya da kendisi tarafından ele
geçirilmiş oldu. Birinci Konsül oldu; ardından ömür boyu Konsül ilan edildi; ardından İmparatorluğa getirildi.
Kendisinin gelmesiyle birlikte, sanki bir mucize olmuş gibi, Direktuvar'ın çözülmeyen sorunları çözülür hale geldi.
Birkaç yıl içinde Fransa'nın bir Medeni Kanun'u oldu, kiliseyle anlaştı ve hatta burjuva istikrarının en çarpıcı simgesi
olan Merkez Bankası'nı kurdu. Böylelikle dünya ilk laik mitine kavuştu.
• Yaşlı okurlar ya da eski adetlere bağlı ülkelerdeki okuyucular, Napoleon mitinin yüzyıl boyunca nasıl yaşadığını
bilirler: Orta sınıftan hiçbir ev, onun büstü olmadan tamam sayılmazdı ve nüktedan, zeki broşür yazarları şaka yollu
da olsa onun bir insan değil, bir güneş-tanrı olduğunu ileri sürerlerdi. Bu mitin olağanüstü gücü, ne Napoleon'un
zaferleriyle, ne Napoleoncu propagandayla, hatta ne de Napoleon'un şüphe götürmez kişisel dehasıyla açıklanabilir.
Bir insan olarak iktidar onu oldukça çirkinleştirmişse de, hiç tartışmasız son derece parlak, çok yönlü, zeki ve düş
gücü olan biriydi. Bir general olarak benzersizdi; bir yönetici olarak son derece etkili bir tasarımcı, şef, idareci, icracı
ve kendisine bağlı olanların yapmakta olduklarını kavrayıp yol gösterebilecek çok yönlü bir zihinsel yeterliliğe
sahipti. (Devrim Çağı, Eric Hobsbawm, Dost Kitabevi)
• 1792'den 1812'ye kadarki yirmi yılda, Avrupa haritası ve devletler sistemi geniş ölçüde yeniden düzenlendi.
Fransız Devrim orduları üç çeşit ülkesel ve siyasal değişim getirdiler.
• İlk olarak ve çeşitli zamanlarda Alçak Ülkeler, Almanya'nın, İsviçre ve İtalya'nın büyük bölümlerini
doğrudan ilhak etmek yoluyla Fransa'nın öz ülkesini genişlettiler. Cumhuriyetin seksen üç olan il sayısı
1810'da imparatorlukla kırk dört milyon nüfuslu, yüz otuz departmana çıktı. Aisne, Allier, Aude... serilerine,
"Bouches de l'Elbe" (Hamburg), "Sımplon" ve "libre" gibi yenileri eklendi. Fransa imparatorluğunun
Fransızlığı her bir ilhakla azalıyordu.
• İkinci olarak, her biri Fransa'ya sıkı şekilde bağlanmış olan koskoca bir yeni devletler takımı oluşturulmuştu,
bunların her biri kendi anayasa modellerine ve Fransız usulü yönetime sahipti. Bu devletler, Hollanda
Krallığına çevrilen (1804-1810) Batavya Cumhuriyetini (1795-1804), Etruria Krallığını (1801-1805), Ren
Konfederasyonunu (1806-1813), Berg Büyük Dükalığını (1806-1813), Westphalia Krallığını (1807-1813),
Varşova Büyük Dükalığını (1806-1813), beş İtalya cumhuriyetini ve sözde (Kuzey) İtalya Krallığını
kapsamaktaydı.
• Üçüncü olarak, Napoleon'un daha sonraki işgallerinin ardından, eski zamanlarda kurulmuş birkaç devletin
varlığını sürdürmesine izin verildi, fakat büyük ölçüde değiştirilen sınırlar ve sıkıca denetlenen iç
düzenlemelerle. Bunlar Avusturya, Prusya, İspanya, Napoli ve Portekiz'di.
• Napoleon'un devrimci açıdan yeniden biçimlendirilen aydın despotluğundan kurtulan Avrupa
bölgeleri sadece Britanya Adaları, İskandinavya, Rusya ve Osmanlı nüfuz alanlarıydı. Bu
istisnalarla Avrupa, geleneksel düzeni yok eden, ancak insanlarına kısaca tamamen farklı bir
şeyin tadını tattıran radikal değişikliklere bağlı kaldı.
• Yerel nüfusun değişikliklere ne derece kucak açtığı ya da bunları başlattığı biraz karmaşık
bir konudur. Bazı yerlerde açıkça sevinçten uçtular. Örneğin Fransız müdahalesini öteden
beri isteyen Hollanda'da ve İsviçre'de derinlere kök salmış cumhuriyetçi unsurlar mevcuttu;
Brüksel, Milano ya da Varşova gibi bazı kentlerin açıkça istek göstermeleri için iyi nedenler
vardı. Diğer yerlerde, Fransızların kabulü karmadan düşmancaya dek derecelendirilebilir.
Napoleon kurtuluş söyleminde güçlüydü, fakat bunun pratik uygulamasında zayıftı. Serflerin
azad edilmelerinin ve cumhuriyet yönetiminin yararlarını artan vergilerin ve amansız zorunlu
askerliğin getirdiği sıkıntılarla tartmak gerekir. Birçok ülkede ve özellikle İspanya'da,
Fransızların gelişi şiddetli savaşları kışkırttı. Avrupa'da kuramsal olarak devrimi destekleyen
birçok insan, bunu pratikte oldukça baskıcı bulacaktı. (Norman Davies- Avrupa Tarihi)
• 1799 yılı önemli bir noktalama işareti gibidir. Bu tarihte gerçekleştirilen darbeyle Direktuar yönetimi ortadan
kaldırılırken Napolyon Bonapart iktidara geldi. Cumhuriyetin bir generali olan Napolyon'un kısa sürede kurduğu
diktatörlük 1814'e kadar sürerken dış ilişkileri bir kez daha altüst edip süreç içinde Avrupa haritasını yeniden
oluşturdu. Yeni rejimde Birinci Konsül olarak göreve başlayıp kısa sürede Fransa İmparatoru oldu.
• Çağının önde gelen şahsiyetleri gibi Bonapart da genç yaşta iktidara geldi. Olağanüstü dehaya sahip amansız askeri
kişiliğini daha önce sergilemişti. Kazandığı zaferlerde kurnaz politik sağduyusunu isyankar bir tavır içinde hareket
etmeye hazır olmasıyla birleştirmesi ona göz kamaştırıcı bir ün sağladı. Birçok bakımdan 18. yüzyılda görülen
"serüvenci" tipinin örneğiydi. 1799'da başarılı generalliği ve görkemli fetihleri sayesinde kazandığı büyük bir kişisel
itibara ve popülerliğe sahipti. Bu durumdan bertaraf ettiği politikacılar dışında kimse şikayetçi değildi. Kısa sürede
orduya geri dönüp Fransa'ya karşı yeni bir savaş ittifakı yapan Avusturya'yı yenerek Fransa açısından zaferle dolu bir
barış imzalaması bu itibarı pekiştirdi. Bu durum devrime yönelik tehdidi ortadan kaldırdı.
• Birinci Konsül'ün devrime bağlılığından kimsenin kuşkusu yoktu ama bu ne anlama geliyordu? Kısa sürede monarşiyi
yeniden kuran Napolyon (artık resmen sadece bu adla anılacaktı) 1804'te imparatorluğunu ilan etti. Bu asla eski
monarşinin restorasyonu değildi. Aksine sürgündeki Bourbon Hanedanı'nı küçük düşürmek için her fırsatı kullanıp
(hatta hanedana mensup prenslerden birini öldürttü), herhangi bir uzlaşmanın imkansız olduğunu gösterdi.
İmparatorluğunu sağlama almak için aradığı halk desteğini düzenlediği halk oylamasıyla buldu. Fransızların
onayladığı bu yeni monarşi halkın egemenliğine, yani devrime dayanıyordu. Resmi açıdan bir cumhuriyet rejimi olan
Konsüllüğün başlattığı devrimin sağlamlaştırılma sürecini üstleniyordu.
• 1790'larda gerçekleştirilen büyük kurumsal reformlar ya pekiştirildi ya hiç dokunulmadı. Kilise mallarının tasfiyesi ardından haşlayan
arazi satışlarına hiçbir müdahalede bulunulmadı. Eski meslek loncaları canlandırılmadı, eski hukuk sistemi yeniden yürürlüğe konmadı.
Kanun önünde eşitlik ilkesi asla sorgulanmadı.
• Bunların dışında yeni adımlar atıldı. Devlet memurlarının uzun zamandan beri gerçekleşmesini beklediği kanunların çıkarılması,
günümüze kadar gelen Fransız hukuk sisteminin temelini oluşturdu. Bunun gerçekleşmesi Napolyon'un girişimciliği ve kararlılığının
sonucuydu. 1789'dan beri her Fransızın ümide beklediği bu kanunlar, büyük ölçüde devrim meclisi üyelerinin eseri olmasına rağmen
1790'1ı yılların çalkantısı içinde meclisten geçirememişlerdi. Her ilin (departman) başına yönetici olarak bir vali (prefect) atandı. Bu
valiler yetkileı;i bakımından Terör Döneminin olağanüstü hal temsilcilerini andırıyordu (eski devrimcilerin birçoğu prefect olmuştu).
İmparatorluk hükümetinin günlük işleyişinde devrim ilkelerinin sık sık ihlal edildiği bir gerçekti. 1793'ten itibaren iktidara gelen tüm
Fransız hükümetleri gibi Napolyon da basını cezalandırıcı bir sansür sistemiyle kontrol altına aldı. İnsanlar yargılanmadan hapsedilirken
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi fazla dikkate alınmadı. İşkenceyle sorgulama yasaklanmasına rağmen Napolyon'un gizli polisi bu
uygulamayı sürdürdü. Konsüllük ve imparatorluk döneminde temsil organları bulunmasına rağmen pek dikkate alınmadı. Bununla
birlikte görünüşe bakılırsa, tüm bunlar Fransız halkının arzularına uygundu. Napolyon'un gerçekliği son derece uyanık biçimde kabul
etmesi de onların desteğini arttırmıştı. Napolyon'un papayla yaptığı anlaşma sonucu Fransa'da kilisenin konumundaki değişikliğin
hukuken tanınması, Katoliklerin rejimle yeniden barışmasını sağladı.
• Sonuçta tüm bunlar devrimin yurtta despotizmle, yurtdışındaysa askeri ve diplomatik güçle, güçlü biçimde pekiştirilmesini sağladı.
Sonunda tüm bu kazanımlar Napolyon'un dev askeri hamleleriyle zarara uğradı. Aslında bu hamleler Fransa'ya Avrupa'da bir süre
üstünlük sağladı. Fransız orduları doğuda Moskova'ya, batıda Portekiz'e ulaşırken, güneyde Atlantik kıyısındaki Coruna'dan kuzeyde
Stettin'e kadar garnizonlar kurdu. Ne var ki bu yayılmanın maliyeti çok ağırdı. İşgal edilen ülkelerin amansızca sömürülmesi bile
Fransa'nın askeri hegemonyasını, Napolyon'un küstah saldırganlığının yarattığı Avrupa koalisyonuna karşı sonsuza kadar sürdürmesini
sağlayamadı. (Avrupa Tarihi, J.M. Roberts, İnkulap Yayınevi)
Viyana Kongresi sonucu Avrupa'nın görünümü
19.YÜZYIL
• 19. Yüzyılın İkinci Yarısı
• On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Avrupa düşüncesi, edebiyatı ve sanatı burjuvazi egemenliği altına girmişti. Almanya'nın
birleştiği dönemde burjuvazi, ilelebet hayatta kalacağını düşündüğü bir dünya kurmuştu. Demiryolları kıtanın dört bir tarafına
yayılmış; kablolar insanların kıtalar arasında iletişim kurmalarına olanak sağlamış; yeni tasarlanmış şehirler manzaraya benekler gibi
serpilmişti; büyük buharlı gemiler Avrupa'da üretilmiş malları dünyanın her yerine taşıyordu.
• Ulus devlet, siyasal yaşamı egemenliği altına almıştı. Bilim, doğanın önemli gizlerini açığa çıkarmış ve doğayı insanlığın hizmetine
sunmuştu. Aslında Avru­palılar, T. H. Huxley'in "bilim tarafından olguları temel alarak yaratılmış yeni bir doğa" dediği şeyin içinde
yaşıyorlardı.
• Ne var ki bu yaşam biçiminin sunduğu yüzeysel konfor yanıltıcıydı. Avrupa genelinde burjuvazi kaygı ve hatta korku içindeydi. Peter
Gay'in bir zamanlar işaret ettiği gibi, bu dönemde "tedirginlik" genel bir tutum ve hastalık emare­si olarak belirmişti. Orta sınıf,
sosyalistlerden korkuyordu. Ayrıca aristokrasiye yönelik saygısını da kaybetmemişti. Ulus devletin içinde ya da dışında ırkçı bir bakış
açısıyla kendine düşman arıyordu. Orta sınıf dünyasının konforunu yaratan sanayi devrimi, aynı zamanda askeri güçlere yeni yıkıcı
yetenekler de kazandırmıştı. Orta sınıf için bağış yapmaktan çok daha fazlasını ifade eden Hı­ristiyanlık, bilimsel ve tarihsel
çalışmaların kuşatması altındaydı. Liberal siyaset pek de beklenildiği gibi işlemiyordu. Seçmen sayısının artışı sadece sosyalistlere
yardımcı olmakla kalmadı, aynı zamanda muhafazakârlara da yarar sağladı. Ki­lise, aristokrasi ve sonrasında da antisemitistler
demokrasinin kurumlarını kendi amaçları için kullanabildiler. Ancak, en azından geriye dönülüp bakıldığında, belki de en rahatsız
edici ve etkileyici olanı, yüzyılın ikinci yarısına damgası vuran burjuva yaşamının düşünsel eleştirisiydi. Özellikle, Joseph
Schumpeter' yarım yüzyıldan daha uzun bir süre önce işaret ettiği gibi, bu eleştirilerin çoğunun burjuva kültürünün kendisinden
kaynaklanıyor olması önemliydi. Batı kültü: daima özeleştiriye yönelik bir eğilim taşımıştır ve bu kültür içerisinde hiçbir gri bu
eğilimi orta sınıftan daha fazla göstermemiştir.
• Örneğin, bilimin yöntemlerini edebiyata uyguladıkları iddia edilen yazarların ortaya koyduğu gerçekçi
roman, burjuvazinin bilime inancını orta sınıf kültürünü eleştirmek için kullandı. Ayrıca, bu eleştirinin
aracı -edebi tür olarak roman- belki de tüm edebi tarzların en burjuva olanıydı. Geleneksel kurumları
otoritelerini reddetmeye yönelik liberal burjuva eğilimi, salonların geleneksel otoritelerini -genellikle alkış
ve zengin orta sınıf destekçilerin himayeleri için-reddeden, kendilerine ait resim sergileri ve galerileri
açacak sanatçılar tarafından da taklit edilecekti.
• Burjuva kültürünün kendisine karşı tavır alışının en önemli örneklerinden birisi, yüzyılın ikinci yarısında
aklı ya rasyonel olanı itibarsızlaştırmak ya da akıldışı olanı keşfetmek için kullanmalarıydı. Bunlar
oldukça farklı iki eğilimdi. Bunlardan ilki akıldışı olanın yüceltilmesi anlamına geliyordu ve ırkçı düşünce
içinde bunu görmek mümkündü, ikinci eğilimse çok daha karmaşıktı. Akıldı­şı olanı rasyonel araçlarla
keşfetmek akıldışı olanın yüceltilmesine yol açabilir ama bu şart değildir. Sadece rasyonel-olmayanın
öneminin kabul edilmesine ve rasyonel-olmayanın rasyonel sınırlar içerisinde tutulmasına yönelik bir
girişim de mümkündür. Ya da akıldışı olanın ortaya çıkarılmasına ve rasyonel olanla yan yana gelişmesine
olanak sağlamak için bir çaba da doğurabilir. Yahut bazı durumlarda rasyonelliğin yarasız olduğuna, bu
alternatiflerden birinin burjuva kültürüne ve daha da önemlisi Aydınlanma mirasına meydan okuduğuna
yönelik bir inanca da yol açabilir. (Avrupa Düşünce Tarihi, Frank M.Turner, Kafka Yayıncılık)
FRANSA 19.YÜZYIL
• 19.yy. Fransa’sı.
• Restorasyon.
• (Napolyon savaşları sonunda) Müttefiklerin Yüz Gün sonrasında dayattığı yeni Paris Anlaşması (1815), Saar ve Savoie gibi toprak
kayıplarına ve ağır savaş tazminatının ödenmesine değin Fransa’nın doğusundaki işgalin sürdürülmesine yol açtı. XVIII. Louis ülkede
Beyaz Terör estiren aşırı kralcı Ultralar’ın baskılarına karşın meşruti bir monarşiyi öngören 1814 Anayasası’nı korudu. Ağustos 1815’te
yapılan seçimlerde Ultralar’ın çoğunluğu ele geçirdiği Temsilciler Meclisi dışında ılımlı kralcıların ağırlıkta olduğu bir hükümet oluşturdu.
• Eylül 1816’da dağıtılan Temsilciler Meclisi’nin yeni bir seçimle ılımlı kralcıların denetimine girmesi, bir istikrar dönemi başlattı. İngiliz ve
Hollandalı bankerlerden alınan borçlarla savaş tazminatı ödendi ve Müttefik işgali kaldırıldı. Yeni siyasal saflaşmada liberaller giderek
güçlendi. Şubat 1820’de kralın yeğeni Berry dükü Charles-Ferdinand’ın suikasta uğraması, ılımlı Decazes hükümetinin düşmesine ve
Ultraların iktidara gelmesine yol açtı. Gericiliğin yükselmesi üzerine yeraltına geçen bazı liberallerin 1822’deki ayaklanma girişiminin
bastırılmasından sonra baskılar daha da yoğunlaştı. 1823’te İspanya’daki liberal ayaklanmaya son vermek için öteki Avrupa devletlerinin
desteğinde girişilen müdahale, Ultraların konumunu sağlamlaştırdı. Ertesi yıl Louis’nin ölümü üzerine katı bir monarşiden yana olan X.
Charles tahta geçti.
• Devrim sırasında mülklerine el konan soylulara tazminat ödeyen ve kilisenin yetkilerini genişleten Charles, liberallerin ve ılımlıların 1827
seçimlerinden güçlenerek çıkması üzerine sertlik yanlısı Ultralara dayanma yoluna gitti. Kuzeni Orleans dükü Louis Phillipe çevresinde
toplanan ve daha örgütlü bir hale gelen muhalefetin hükümeti istifaya zorlaması karşısında, Mart 1830’da Temsilciler Meclisi’ni dağıttı.
Temmuzda yoğun baskı altında yapılan seçimler muhalefetin zaferiyle sonuçlanınca, bir dizi kararnameyle monarşiye dönüşü sağlayacak bir
darbe hazırlığına girişti. Sokaklarda barikatlar kurarak ayaklanan Paris halkı, bazı ordu birliklerinin de desteğiyle kısa sürede duruma
egemen oldu. Cumhuriyet isteyen radikallerin burjuva liberal önderlerin peşinden gitmesi, tahttan çekilen Charles’ın yerine Louis-
Philippe’in başa geçirilmesine ve toprak sahibi aristokrasi yerine büyük burjuvaziye dayanan bir meşruti monarşinin kurulmasına yol açtı.
• Temmuz Monarşisi
• Yeni kral Louis Philippe, Fransız kraliyet hanedanının küçük dalı olan Orleans ailesinin reisiydi.
Muhafazakarlara göre devrimin yeniden vücut bulmuş hali olsa da radikalleri bu yönüyle pek etkilememişti.
Oysa babası XVI. Louis'nin idamı lehinde oy kullanmıştı (kendisi de kısa bir süre sonra darağacını boyladı).
Louis Philippe de cumhuriyet ordularında subay olarak görev yapmış, hatta 1790'larda ünlü Jakoben kulübün
üyesi olmuştu. Liberaller için cazip bir isimdi çünkü devrimi, monarşinin istikrarıyla uzlaştırmıştı.
• Emrindeki hükümetler on sekiz yıl boyunca meşrutiyete uygun davranıp zenginlerin çıkarlarına uygun düşen
hayati siyasal özgürlükleri korudular. 1830'1arda yoksulluğun yüzünden şehirlerde yaşanan huzursuzlukları
şiddet kullanarak bastırmaları, rejimi solun gözünden düşürdü. Önde gelen bir politikacının yurttaşlarına
zengin olmalarını tavsiye etmesi yanlış anlaşılıp alaylarla karşılandı. Oysa onun bütün yapmaya çalıştığı, oy
elde etmenin yolunun, yüksek bir gelirin sağladığı imkanlardan geçtiğini söylemeye çalışmaktı
• (“Temmuz Monarşisi'nin başlangıcında ulusal seçimlerde oy kullanabilen Fransızların sayısı İngilizlerin üçte
biri kadardı oysa Fransa'nın nüfusu İngiltere'nin yaklaşık iki katıydı). Buna rağmen rejim teoride 1789'un
devrimci ilkelerinden biri olan halk egemenliğine dayanıyordu. (Avrupa Tarihi, J.M.Roberts, İnkılap
Yayınevi)
• Siyasal özgürlüklerde sınırlı bir genişleme sağlayan Temmuz monarşisiyle
birlikte, değişim sürecini daha ileri götürmek isteyen merkez sol ile yeni yönetim
yapısını yeterli gören merkez sağ arasındaki çekişme öne çıktı. Bu durumdan
yararlanmak isteyen Lejitimistlerin (eski Ultralar) 1832’de Vendae’de başlattığı
ayaklanma halktan destek görmedi. Bununla birlikte büyük kentlerde işçilerden
destek gören cumhuriyetçi ayaklanmalar ancak sertlikle bastırılabildi. 1836’dan
sonra Napolyon’un yeğeni Louis Napolyon’un öncülük ettiği Bonaparte’çılar
etkili bir güç durumuna geldi. 1840’ta karışıklıklara son veren François Guizot
başkanlığındaki hükümet, içeride yönetimi sağlamlaştırmaya çalışırken, dışarıda
da genelde büyük devletlerle çatışmaktan kaçınan ılımlı bir politika izledi.
1830’da başlayan Cezayir’i sömürgeleştirme girişimini daha ileriye götürdü.
1846’da İspanya’yı nüfuz altına alma çabası, İngiltere’yle ittifakın bozulmasına
yol açtı
• İkinci Cumhuriyet.
• Temmuz Devrimi’nin yarıda kalmasına büyük tepki duyan cumhuriyetçiler arasında 1840’larda sosyalist düşünceler yayılmaya başladı. Öte yan
dan burjuvazi içinde de siyasal katılımın genişletilmesi yönünde talepler ortaya çıktı. Özellikle edebiyat çevrelerinin etkisiyle yeni kuşaklarda
Büyük Devrim’e karşı güçlü bir sempati gelişti. Bu ortamda 1846’daki kötü hasadı izleyen ekonomik bunalım ve yönetici çevrelerin yolsuzlukları
halk arasında da yaygın hoşnutsuzluklar doğurdu. 1847’den sonra liberal reformlar için hükümeti zorlamaya başlayan muhalefet önderleri,
yasaklanmış olan siyasal toplantıları “ziyafet” görüntüsü altında yaymaya yöne lik bir kampanyaya girişti. 22 Şubat 1848’de kampanyanın son
aşaması olan büyük bir ziyafetin hükümetçe iptal edilmesi, sokak çatışmalarına neden oldu. Hızla genişleyen hareketin hedef aldığı Guizot’nun evi
önünde göstericilere ateş açılması, olayları toplu bir ayaklanmaya dönüştürdü. İç savaş tehlikesiyle karşılaşan Louis-Philippe 24 Şubat’ta tahttan
çekilerek İngiltere’ye kaçtı.
• Ayaklanmacıların Temsilciler Mecisi’ni işgal etmesi üzerine oluşturulan ve Louis Blanc gibi radikal önderlerin de yer aldığı geçici hükümet,
cumhuriyet ilan etti. Bunu izleyen günlerde radikal kanadın baskısıyla herkese iş sağlamaya yönelik ulusal atölyeler sistemi kuruldu. Genel oy
hakkı tanınarak yeni seçim hazırlıklarına girişildi. Bir süre sonra ılımlı ve radikal kanatlar arasında çatışmalar baş gösterdi. Hızla bozulan
ekonomik durumu düzeltmek için emlak vergi sinin artırılması köylüleri devrimden uzaklaştırdı. Böylece seçimler sonunda Kurucu Meclis’te ılımlı
ve tutucu adaylar çoğunluğu oluşturdu. Ulusal atölyelerin dağıtılması üzerine ayaklanan Parisli işçilerin bastırılmasıyla radikal kanadın gücü kırıldı.
Meclis altı aylık görüşmelerden sonra yetkili cumhurbaşkanlığı kurumuna da yer veren, temsili demokrasiye dayalı bir anayasayı kabul etti.
• Aralık 1848’dekl seçimlerde cumhurbaşkanlığına değişik çevrelerden destek gören Louis-Napolyon Bonaparte seçildi. Mayıs 1849’dakl Yasama
Meclisi seçimlerinde ise ılımlı cumhuriyetçiler büyük bir gerileme gösterirken, monarşi yanlıları ile radikal sol güç topladı. Monarşi yanlıları
çoğunlukta olmakla birlikte, iki ayrı hizbe bölünmüştü. Monarşi yanlılarını karşısına almaktan kaçınan Louis-Napolyon, oy hakkını ve siyasal
özgürlükleri daraltan ve kiliseyi yeniden güçlendiren yasaları direnmeden onayladı. İkinci kez cumhurbaşkanlığına seçilemeyeceğini görünce,
Aralık 1851’de bir darbeyle monarşi yanlılarını tasfiye etti. Bunu izleyen direnişi kırıldıktan sonra, cumhurbaşkanlığına geniş yetkiler veren yeni
bir anayasayı plebisite sundu. Halkın büyük çoğunlukla otoriter yönetimi onaylamasından cesaret alarak, 2 Aralık 1852’de Senato kararıyla
kendisini imparator ilan ettirdi.
• Louis Napoleon
• Fransa'da, çalışan sınıfın Haziran'daki ayaklanmasının bastırılmasından sonra meydan, toplumsal devrimi alt
etmiş olmasma karşın kitlelerden, hatta 'düzen' i savunurken o sırada iş başında bulunan ılımlı cumhuriyetçiliğin
bir kolu haline gelmek istemeyen pek çok muhafazakârdan fazla destek bulamamış güçlü bir 'düzen partisi'ne
kaldı. Halk, hala sınırlı seçimlere cevaz vermesi için seferber edilmekteydi: “Aşağılık kalabalık”ın önemli bir
kısmı -yani Fransa'nın yaklaşık üçte biri, radikal Paris'inse yaklaşık üçte ikisi- seçimin dışında tutuldu. Ama
1848 aralığında: Fransa, Cumhuriyetin yeni başkanlığına ne bir ılımlıyı ne de bir radikali seçti (Adaylar arasında
monarşi yanlısı yoktu.) Seçimi ezici bir çoğunlukla- 7,4 milyon geçerli oyun 5.5 milyonunu alan- büyük
imparatorun yeğeni Louis Napoleon kazandı. İleride hayli kurnaz bir politikacı olduğu anlaşılacak olmakla
birlikte, eylül sonunda Fransa'ya girdiğinde, saygın bir ad ve sadık bir İngiliz metresin mali desteği dışında
hiçbir varlığı yok gibi görünüyordu. Kesinlikle bir toplumsal devrimci olmadığı gibi, muhafazakâr da değildi;
aslında onu destekleyenler, gençken Saint-Simonculara duyduğu ilgiyi öne çıkarmış ve yoksullara yakınlık
duyduğunu ileri sürmüşlerdi. Ama Napoleon, seçimi temelde ona şu slogandan dolayı oy veren köylüler
sayesinde kazandı: 'Artık vergi yok, kahrolsun zenginler, kahrolsun Cumhuriyet, yaşasın İmparator'; başka
bir deyişle, Marx'ın da belirttiği gibi, işçiler ona zenginlerin cumhuriyetine karşı oldukları için oy vermişlerdi;
çünkü onların gözünde Napoleon, "[Haziran ayaklanmasını bastıran] Cavaignac'ın azledilmesi, burjuva
cumhuriyetçiliğinin reddi, Haziran zaferinin iptal edilmesi" anlamına geliyordu. Küçük burjuvazi ise, büyük
burjuvaziyi tutmuyor gibi göründüğü için onu seçmişti.
• Louis Napoleon'un seçilmesi, devrimle özdeşleşmiş bir kurum olarak genel oya dayalı
demokrasinin bile toplumsal düzenin idamesiyle uyuştuğunun işaretiydi. Ezici bir
çoğunluk oluşturan hoşnutsuzlar kitlesinin dahi, kendini 'toplumu yıkmaya' adamış
kimseleri seçmesi beklenemezdi.
• Fakat, bu deneyimden ders çıkarmak ·hemen mümkün olmadı; zira iyi çekip çevrilmiş
bir genel oyun sağlayacağı siyasi avantajları hiçbir zaman unutmasa da ve yeniden
gündeme getirecek olsa da, Louis Napoleon çok geçmeden Cumhuriyeti feshederek
kendini imparator ilan etti. Sadece silahlı güçle değil, başka herhangi bir yerden çok
devletin tepesinden yönlendirilmesi daha kolay olan bir tür halkla· ilişkilerle ve
demogojiyle hükümet eden ilk modern devlet başkanlarından biriydi. Yaşantısı,
'toplumsal düzen'in 'sol' u destekleyenlere de çekici gelebilecek bir güç/iktidar kılığına
girebileceğinin yanı sıra, yurttaşların siyasi yaşama katılmaları için seferber edildiği bir
ülkede ve çağda bunu yapmak gerektiğini de gösterdi. (Sermaye Çağı, E. Hobsbawm,
Dost Kitabevi)
• İkinci İmparatorluk
• İngiltere’nin yanında Kırım Savaşı’na (1853-56) katılarak Fransa’nın saygınlığını yeniden artırdı. Haziran 1858’de
Avusturya’nın İtalya’daki egemenliğine son vermek için Piemonte ile yapılan anlaşma bu ülkenin Nisan 1859’da Fransa’ya
savaş açmasına yol açtı. Avusturya’ya karşı önemli başarılar kazanan Louis-Napolyon, yeni dış politikayı onaylamayan
tutuculara karşı liberal ve radikal muhalefetin desteğini almaya yöneldi. Daha önceki başarılarla sağlanan istikrara da
güvenerek, liberalleşme yönünde adımlar atmaya başladı. Siyasal kısıtlamaları yu-caktı. İki meclisin yedi yıllık bir dönem için
seçeceği cumhurbaşkanı devletin birliğini temsil eden bir makam olacaktı. Anayasa Napolyon döneminde biçimlenen merkezi
yönetim ve yargı sistemini büyük ölçüde koruyordu.
• Toplumsal desteğini köylülerden, iş çevrelerinden, yerel eşraftan ve kiliseden alan Louis-Napolyon, 1859’a değin demokratik
kurumları göstermelik bir duruma getiren baskıcı bir yönetim sürdürdü. Düzeni korumanın reform kaygısının önüne geçtiği
bu dönemde ekonomi büyük bir canlanma gösterdi. Sanayi üretimi iki, dış ticaret üç, buhar enerjisi kullanımı beş,
demiryollarının uzunluğu ise altı kat arttı. Yatırımlar Fransa sınırını aşarak bütün Avrupa’ya yayıldı. Bu gelişmede denizaşırı
ülkelerden gelen altının etkisiyle dünya ekonomisinin düzelmesinin yanı sıra özel girişime sağlanan elverişli koşulların da
önemli bir etkisi oldu.
• Louis-Napolyon, imparatorluğa dönüş yapan Fransa’ya karşı Avrupa’da duyulan kuşkuları dağıtmak için ılımlı bir dış
yumuşamanın ve Yasama Meclisi’nin yetkilerini artırmanın yanı sıra İngiltere’yle gümrük antlaşması imzalayarak ekonomide
korumacılığa son verdi. İşçilere örgütlenme hakkı tanındı; eğitim sistemini modernleştirdi. Yumuşama politikasından
yararlanarak güçlenen muhalefet, 1863 ve 1869 seçimlerinde önemli başarılar elde etti. Bu arada Meksika’da imparatorluk
kurma girişimi ve Prusya’yla baş gösteren çatışma dış politika da yönetime güçlükler çıkarmaya başladı.
• Liberal muhalefetle uzlaşma yolunu seçen Louis-Napolyon, yarı parlamenter bir sisteme geçmek amacıyla
Mayıs 1870’te yeni bir anayasayı halkoylamasına sundu. Bu anayasayla Yasama Mecisi’ne dayanan hükümet
yürütme mekanizmasında önemli bir rol üstlendi.
• Bu gelişmeler sırasında Danimarka’yı (1864) ve Avusturya’yı (1866) yenerek Avrupa’daki güç dengesini
değiştiren Bismarck yönetimindeki Prusya, Fransa için ciddi bir tehdit durumuna gelmişti. Temmuz 1870’te
İspanya tahtının veraseti konusunda patlak veren anlaşmazlık çok geçmeden Fransız-Alman Savaşı’na
dönüştü. Hantal Fransız ordularını yenilgiye uğratan Prusya kuvvetleri Louis-Napoldon’u tutsak alarak
Fransa içlerine ilerlemeye başladı. Yenilgi haberinin Paris’e ulaşması üzerine 4 Eylül’de kansız gösteriler
arasında cumhuriyet ilan edildi.
• Üçüncü Cumhuriyet
• Teslimiyet ve Paris Komünü. Savaşı sürdürmek için oluşturulan geçici hükümet, Paris’in kuşatılmasından
sonra Tours’a çekilerek sürdürdüğü direnişin sonuç vermemesi üzerine, 28 Ocak 1871’de ateşkes antlaşması
imzaladı. Barış görüşmelerini yürütmek için oluşturulan Ulusal Meclis’te çoğunluğu ele geçiren monarşi
yanlıları, yürütme gücünün başına Louis-Napolyon’un önde gelen muhaliflerinden Adolphe Thiers’i getirdi.
• Thiers 1 Mart 1871’de yüklü bir savaş tazminatı ile Alsace’ın ve Lorraine’in yarısının Almanya’ya bırakılmasını
öngören Frankfurt Antlaşması’nı onayladı. Hükümetin antlaşmaya tepki gösteren Paris’i denetim altına almak için
gönderdiği birlikler sert bir direnişle karşılaştı. Çarpışmalar sonunda hükümet kuvvetlerini püskürten Paris halkı, 26
Mart’ta yönetimi üstlenmek üzere bir meclis seçti. Paris Komünü adını alan meclis çeşitli radikal ve sosyalist
akımların temsilcilerinden oluşuyordu. Komün içindeki ayrılıklar, girişilen toplumsal reformlarda uyumsuzluklara
yol açmanın yanı sıra etkili bir silahlı örgütlenmeyi de önledi. Aynı dönemde Lyons, Marsilya ve Toulouse gibi
kentlerde oluşturulan komünler kısa sürede bastırıldı. Almanların desteğinde savaş tutsaklarından yeni bir ordu
oluşturan Thiers, 21 Mayıs’ta Paris’e karşı saldırıya geçti.
• Kenti sokak sokak savunan Komüncüler son bireyine kadar çarpıştı. Tarihe Kanlı Hafta olarak geçen bu
çarpışmalarda 20 bin Komüncü öldürüldü. Daha sonra binlercesi de ceza adalarına sürgün edildi.
• Düzenin biçimlenmesi (1871-1905). Paris Komünü’nün acımasızca bastırılması, Fransız toplumunda cumhuriyet
eğiliminin güçlenmesi sonucunu doğurdu. Ulusal Meclis’te hala çoğunluğu oluşturmakla birlikte Bourbon ve
Orleans hanedanları arasında bölünmüş olan monarşi yanlıları, bir anlaşmaya varamadıklarından Thiers’yi başta
tutma yoluna gittiler. Thiers’nin bir süre sonra cumhuriyetçi saflara geçmesi üzerine, Mayıs 1873’te yerine
Başkomutan Patrice de Mac-Mahon’u geçirdiler. Ulusal Meclis’in 1875’te kabul ettiği bir dizi temel yasayla yeni
yönetim yapısı belirlendi. Buna göre yasama yetkisi Senato ve Temsilciler Meclisi’nin elinde olacak, Bakanlar
Kurulu Temsilciler Mecisi’ne karşı sorumlu olan politika izlemeye özen gösterdi.
• 1876’da Temsilciler Meclisi’nde çoğunluğu ele geçiren cumhuriyetçiler, 1879’da Senato’da da
üstünlük sağlayarak Mac-Mahon’u istifaya zorladılar. Daha sonra başa geçen cumhurbaşkanları
genelde ikinci planda kaldılar. Siyaset sahnesine egemen olan cumhuriyetçiler çok geçmeden
Radikalier ve Oportünistler olarak bilinen iki kanada ayrıldılar. Kendilerini Jakoben geleneğinin
uzantısı olarak gören Radikaller güçlü ve merkezileşmiş bir yönetim, kararlı bir kilise karşıtlığı,
atak bir diş politika, anayasanın monarşik kalıntılardan arındırılması ve çalışma yaşamı ile vergi
sisteminde toplumsal reforma dayanan bir program savunuyordu.
• Gevşek bir örgütlenme yapısı olan Oportünist kanat ise devlet müdahaleciliğinin sınırlanmasından
ve her alanda liberalleşmeden yanaydı. 1889’a değin süren dönemde genellikle Oportünist
kanadın ağırlıkta olduğu kararsız ve kısa ömürlü hükümetler birbirini izledi. 1880’lerde
Marksistlerin öncülüğünde gelişen sosyalist hareket bölünmelere uğramakla birlikte önemli bir
muhalefet odağı durumuna geldi. 1884’te yasal olarak örgütlenmeye başlayan ve 1895’te Genel İş
Konfederasyonu (CGT) adı altında toplanan sendikalar, genel grev yoluyla toplumu dönüştürmeyi
savunan devrimci sendikalizm çizgisine yöneldi. 1890’ların başlarında anarşistler giriştikleri terör
eylemleriyle adlarını duyurmaya başladılar.
• 1880 sonrası dönemin bir başka özelliği de birbirini izleyen siyasal bunalımlardı.
1885’te cumhuriyetçiler arasındaki bölünmeden yararlanarak siyaset sahnesinde
öne çıkan General Georges Boulanger, Bonaparte’çılara ve kralcılara dayanarak
otoriter bir yönetim kurmaya girişti. Boulanger’nin manevraları 1899’da boşa
çıkarıldı. Aynı yıl Fransız Panama Kanal Kumpanyası’nın iflas etmesiyle çok
sayıda hisse senedi sahibi güç duruma düştü. 1892’de kumpanya yöneticilerinin
bazı milletvekili ve senatörlere rüşvet verdiğinin açığa çıkmasıyla bir skandal
patlak verdi. Bu olay Oportünist kanadın önderlerine önemli bir darbe vurdu.
• 1894’te casuslukla suçlanarak ömür boyu hapse mahkum edilen Alfred Dreyfus
adli yüzbaşının haksızlığa uğradığının anlaşılmasıyla 1898’de açılan kampanya,
siyasal ve toplumsal güçlerin yeniden saflaşmasına yol açan bir çalkantıya neden
oldu.
Dreyfus olayı, casuslukla suçlanan Yahudi bir kurmay subayın askeri mahkemede yargılanmasıyla
ortaya çıkmıştı. Olay, büyük romancı Emile Zola'nın cumhurbaşkanına gönderdiği açık mektupla
karara karşı çıktığı ve daha sonra kendisinin de orduya iftira etmekten suçlu bulunduğu 1898 yılında
bir cause celebre'ye [çok önemli dava] dönüşmüştü. Dreyfus'a karşı öne sürülen deliller oldukça
şüpheliydi, fakat muhafazakârlar açısından bu davayı sürdürmek, kendileri adına ülke içinde otorite
ve düzeni, ülke dışındaysa vatansever girişimleri temsil eden kurum olan ordunun onurunu
korumakla aynı anlama geliyor[1]du. Kendilerini tek gerçek vatanseverler olarak gören
muhafazakârlar, kendi şovenliklerini sorgulayan tüm "kötü" Fransızlara düşmanlardı ve özellikle
toplumsal reformu finanse edebilmek için ürkütücü gelir vergisi teklifleri getiren Caillaux gibi
Radikalleri, sosyalistleri, sendikacıları, Yahudileri kınamaktaydılar.
Aşırı sağın düşünsel önderleri olan Deroulede, Barres ve özellikle Maurras, mistik bir Katoliklik
ile şiddetin ve savaşın yüceltilmesi adına, cumhuriyetin eşitlikçi değerlerini reddediyorlardı. Jeanne
d'Arc kültü, din ve vatanın ruhani birliğini simgeler hale geldi. Sağ, devrimci cumhuriyetin
Marseillaise, üç renkli bayrak ve elbette ordu gibi eski sembollerini kendine mal etti. Geleneksel
muhafazakarlığın kadrolarını ve ideallerini büyük ölçüde kendi bünyesine katan bu yeni sağ,
1870'lerden beri bilindiği şekliyle muhafazakarlıktan daha kudretli bir siyasal güç yarattı; bu, siyasal
ve toplumsal "hizipçiliğe" son verecek kuvvetli bir yürütme gücü talep eden, temelinde anti-
demokratik ve parlamento karşıtı olan bir siyasal güçtü.
Émile François Zola (2
Nisan 1840, Paris – 29 Mayıs 1900'de gerçekleştirilen Paris belediye seçimlerinde 80 sandalyeden 45'ini kazanmasında
Eylül 1902) olduğu gibi, birtakım dikkat çekici başarılar elde eden bu karışım, modern toplumun evrimiyle
kendisini tehdit altında hisseden din adamlarının -önde gelen Katolik gazete La Croix tarafından
temsil edilmekteydiler- yanı sıra geleneksel seçkinlerin ve küçük işadamlarının içinde bulunduğu
gruplar arasında elbette ciddi bir destek buluyordu. Yaygınlaşan sözlü, hatta fiziksel saldın olayları
antisemitizmin gizli gücünü ortaya koymaktaydı.
Fransa’nın Kısa Tarihi, Roger Price
• Bu bunalımların etkisiyle toplumda geleneksel kurumlara karşı güçlenen tepki, 1899’dan sonra radikal,
sosyalist ve merkez grupların oluşturduğu Cumhuriyetçi Blok’un istikrarlı bir yönetim kurmasını sağladı. Bu
dönemde ordu ve kiliseyi sivil yönetimin denetimi altına almaya yönelik sert önlemler alındı. Dinsel
tarikatların çoğu dağıtılarak devlet ve din işleri resmen birbirinden ayrıldı. Eğitim sisteminde köklü
değişiklikler yapıldı. 1900’den sonra J. Guesde ve J. Jaurés öncülüğündeki iki partide toplanan sosyalist
gruplar, 1905’te de İşçi Enternasyonali Fransa Bölümü (SFIO; Sosyalist Parti) adı altında birleşti.
• Dış politikada 1880’den başlayarak sömürgecilik yarışına etkin biçimde katılan Fransa 1885’e doğru Tunus,
Annam ve Tonkin üzerinde protektora kurmanın yanı sıra Kongo Havzası ve Madagaskar’a girdi. Avrupa’da
Bismarck’ın oluşturduğu Üçlü İttifak’ı bozma yönündeki çabalar, 1891’de Rusya, 1902’de de İtalya ile
varılan antlaşmalarla sonuca ulaştı. Sömürge rekabeti nedeniyle özellikle Güney Afrika Savaşı(1899-1902)
sırasında İngiltere ile başlayan çekişme, Almanya’nın giderek artan tehdidi üzerine yerini işbirliğini öngören
Entente Cordiale’e (1904) bıraktı. Bu yeni ittifak Fransa’nın Fas üzerinde protektora kurma yönünde önemli
adımlar atmasını sağladı.
DEVRİMLER AVRUPASI

 Napolyon'un düşüşünü izleyen 15 yıl içinde, her ülkede atılımlar ve tepkiler, reformcu girişimler, hatta anayasal özgürlük
unsurları görüldü. Ama sonuç olarak, yeniden kurulan devletlerin dayandığı temeller sağlamlaştırıldı. Bu devletler savaşlardan
ve didişmelerden yorgun düşen bir toplumun çelişkilerini ve zıtlıklarını denetleyebilecek gücü kazanmış gibiydiler.
 Fransa'nın yenilgisinden sonra, kapitalist ilişkiler Avrupa'nın birçok ülkesinde gelişmeğe devam etti. İmalathanelerin
sayılarının çoğaldığı, işçi kentlerinin yükseldiği görülüyordu, ama köylerde, yoksul köylülerin yoksullukları gittikçe
koyulaşmaktaydı.
 İtalya ve İspanya'da, yığınların eskiden beri kötü olan yaşam koşulları; iktidarı tekrar ele geçiren soylu ve rahip sınıflarının
ayrıcalıklarını yeniden işler duruma getirmeleri, devrim sırasında kapatılmış olan manastırları yeniden açmaları ve engizisyon
mahkemelerini yeniden kurmaları ile acınacak duruma geldi.
 Fransa’da, X.Charles(1824-1830), başa geçer geçmez, ihtilalde kaçan göçmen asillere büyük tazminatlar verdi, daha sonra
dine karşı kiliselerde işlenen suçlar için ölüm cezasını kabul etti. Bununla yetinmeyerek, başta üniversiteler olmak üzere, daha
aşağı derecedeki okulları dahi kilisenin denetimine soktu.
 Temmuz monarşisi döneminde (Louis Philipe 1830-1848) iktidar; yüksek burjuvazinin yani bankacıların, demiryolu
işletmeciliğine yatırım yapan işadamlarının, demir ve kömür madeni sahiplerinin elindeydi. Bu gruba, çoğunluğu eski ulusal
mülkleri elinde bulunduran toprak sahiplerinin bir kesimi de katılıyordu.
 Özellikle 1840’tan sonra Louis Philipe ülkenin siyasal ve toplumsal sorunlarıyla ilgileneceği yerde, başkaldırmaları bastırmak
için sert tedbirler alma yoluna gitti.
• 1815-1830 DÖNEMİ
• Restorasyon döneminde (1815-30) reaksiyonun örtüsü, ona karşı olan herkesi aynı ölçüde örttü ve bu örtünün altındaki karanlıkta
Bonapartistlerle Cumhuriyetçiler, ılımlılarla radikaller arasındaki farklılıkları ayırt etmek hemen hiç mümkün değildi. 1830'lara doğru Owencı
'kooperasyon'un himayesinde siyasette ve ideolojide bağımsız bir proleter eğilimin ortaya çıktığı İngiltere dışında, öz-bilinçli işçi sınıfı
devrimcileri ya da sosyalistler hiç değilse siyasi yaşamda henüz ortada görünmüyordu.
• İngiltere dışındaki kitlesel hoşnutsuzlukların çoğu, henüz kötülükten ve kargaşadan başka hiçbir şey getirmediği görülen yeni topluma karşı
siyasal olmayan ya da lejitimist ve klerik görünümlü sessiz bir protesto niteliği taşımaktaydı. O nedenle birkaç istisna dışında kıta
Avrupası'ndaki siyasal muhalefet, hala aynı anlama gelen bir avuç zengin ve eğitimli grupla sınırlıydı; çünkü Ecole Polytechnique gibi solun
kalesinde bile öğrencilerin sadece üçte biri -ki hayli yıkıcı bir gruptu-, küçük burjuva kökenliydi (çoğunun ailesi, ordunun ve devlet
görevlerinin alt kademelerinden gelmekteydi); yalnızca 0.3'ü 'halk sınıflarından geliyordu.
• Yoksulların bilinçli olarak solda yer alan bu kesimi, ılımlı yorumundan çok radikal-demokrat biçimiyle de olsa, orta sınıf devriminin klasik
sloganlarını benimsemişti; ancak bu sloganlar, toplumsal bir meydan okuma tınısından yoksundu.
• Bu dönemde ne toplumsal, hatta ne de ulusal ayrımlar henüz Avrupa'daki muhalefeti uzlaşmaz kamplara bölebilmişti. 1820'lerin başlarına
kadar Jakoben karşıtı bir isteri tarafından engellenmiş olmasına karşın, düzenli bir kitle politikası biçimini yerleştirmiş İngiltere ile ABD'yi bir
yana bırakırsak, bütün Avrupa ülkelerinin muhaliflerini birbirine çok benzer bir siyasal gelecek beklemekteydi. Ayrıca –mutlakçılığın birleşik
cephesi, Avrupa'nın bütününde barışçıl reform seçeneğini neredeyse tamamen dışlamış olduğundan- devrimi gerçekleştirme yöntemleri de
birbirine son derece benzerdi. Bütün devrimciler kendilerini (belli bir haklılıkla), bir kez geldiğinde özgürlüğe tereddütsüz kucaklarını açacak
olmalarına rağmen, özgürlük mücadelesine katılmaları beklenemeyecek cahil ve yanlış yönlendirilmiş sıradan halkın oluşturduğu o devasa ve
atıl kitle arasında ve nihai olarak onların yararına çalışan özgürleşmiş ve ilerici küçük bir seçkinler grubu olarak görmekteydiler: Hepsi de
(hele hele Balkanların batısındakiler), tek bir düşmana, Çarın önderliğinde birleşmiş mutlakçı prenslere karşı savaştıklarını düşünüyorlardı.
• O nedenle devrimi birleşik ve bölünmez bir şey olarak; ulusal ya da yerel özgürlüklerin bir toplamı olmaktan çok, tek bir Avrupa görüngüsü
olarak kavrıyorlardı. Hepsinde de aynı devrimci örgütlenme tarzını, hatta aynı örgütü benimser gibi bir eğilim vardı: Asilerin gizli kardeşlik
cemiyet(ler)i.
• Son derece renkli törenleri ve hiyerarşileri olan bu kardeşlik cemiyetleri, Napoleon döneminin sonlarında ortaya çıkan masonik örgütleri
kendilerine örnek aldılar ya da taklit ettiler. En fazla uluslararası niteliğe sahip olduğundan aralarında en iyi bilineni, 'iyi kuzenler' örgütü ya
da Carbonari idi. (Devrim Çağı, E. Hobsbawm, Dost Kitabevi)
• Bu dönemde ne toplumsal, hatta ne de ulusal ayrımlar henüz Avrupa'daki muhalefeti uzlaşmaz kamplara bölebilmişti. 1820'lerin başlarına
kadar Jakoben karşıtı bir isteri tarafından engellenmiş olmasına karşın, düzenli bir kitle politikası biçimini yerleştirmiş İngiltere ile ABD'yi
bir yana bırakırsak, bütün Avrupa ülkelerinin muhaliflerini birbirine çok benzer bir siyasal gelecek beklemekteydi. Ayrıca –mutlakçılığın
birleşik cephesi, Avrupa'nın bütününde barışçıl reform seçeneğini neredeyse tamamen dışlamış olduğundan- devrimi gerçekleştirme
yöntemleri de birbirine son derece benzerdi. Bütün devrimciler kendilerini (belli bir haklılıkla), bir kez geldiğinde özgürlüğe tereddütsüz
kucaklarını açacak olmalarına rağmen, özgürlük mücadelesine katılmaları beklenemeyecek cahil ve yanlış yönlendirilmiş sıradan halkın
oluşturduğu o devasa ve atıl kitle arasında ve nihai olarak onların yararına çalışan özgürleşmiş ve ilerici küçük bir seçkinler grubu olarak
görmekteydiler: Hepsi de (hele hele Balkanların batısındakiler), tek bir düşmana, Çarın önderliğinde birleşmiş mutlakçı prenslere karşı
savaştıklarını düşünüyorlardı.
• O nedenle devrimi birleşik ve bölünmez bir şey olarak; ulusal ya da yerel özgürlüklerin bir toplamı olmaktan çok, tek bir Avrupa görüngüsü
olarak kavrıyorlardı. Hepsinde de aynı devrimci örgütlenme tarzını, hatta aynı örgütü benimser gibi bir eğilim vardı: Asilerin gizli kardeşlik
cemiyet(ler)i.
• Son derece renkli törenleri ve hiyerarşileri olan bu kardeşlik cemiyetleri, Napoleon döneminin sonlarında ortaya çıkan masonik örgütleri
kendilerine örnek aldılar ya da taklit ettiler. En fazla uluslararası niteliğe sahip olduğundan aralarında en iyi bilineni, 'iyi kuzenler' örgütü ya
da Carbonari idi. (Devrim Çağı, E. Hobsbawm, Dost Kitabevi)
• 1830
• 1830 devrimleri son derece genel vahim bir dönemin, yaygın ekonomik ve toplumsal rahatsızlığın ve hızla
değişen toplumsal koşulların ilk ürünleriydi. Bunu ba§lıca iki sonuç izledi. Birincisi; 1789'u örneğine uygun
olarak, kitlelerin siyasi yaşama girmesi ve kitle devrimi bir kez daha olanaklı hale geldi, dolayısıyla yalnızca
gizli kardeşlik cemiyetlerine bel bağlamak bir zorunluluk olmaktan çıktı. Ekonomik çöküntünün halkta yol
açtığı rahatsızlık. ile Restorasyon monarşisinin politikalarının sonuçsuz kalmasının birlikte yarattığı tipik bir
bunalım durumu yüzünden Paris'teki Bourbonlar devrildi. Kitlelerin oldukça hareketli olduğu 1830
Temmuz’u Paris 'i ne öncesinde ne de sonrasında görülmedik sayıda ve yerde barikatlar kurulduğuna tanık
oldu (Gerçekten de ı830, barikatı halk ayaklanmasının simgesi haline getirdi. Barikatın Paris'teki devrimci
tarihi en azından 1588'e kadar uzanmakla birlikte, 1789-94 arasında önemli bir rol oynamamıştı). İkinci
sonuç; kapitalizmin ilerlemesiyle 'halk'ın ve 'çalışan yoksullar'ın -yani barikatları kuranların-, giderek 'işçi
sınıfı' olarak endüstri proletaryasıyla özdeşleşmeleriydi. O nedenle, ortaya bir proleter-sosyalist devrimci
hareket çıktı.
• ı830 devrimleri aynı zamanda solcu siyaset tarzına iki değişiklik daha soktu. Ilımlılar radikallerden ayırdı ve
yeni bir uluslararası durum yarattı. Bunu yapmakla da hareketin yalnızca farklı toplumsal değil, ulusal
kesimlere de ayrılmasına yardımcı oldu.
• Uluslararası bakımdan ı830 devrimleri, Avrupa'yı iki büyük bölgeye ayırdı. Ren'in batısında birleşmiş
reaksiyoner devletlerin nüfuzunu bütünüyle kırdı. Ilımlı liberalizm, Fransa, Belçika ve İngiltere'de zafer
kazandı.
• Liberalizmin daha radikal tipi, halk desteğine sahip liberal ve liberalkarşıtı katolik hareketlerin birbiriyle
zıtlaştığı İberik Yarımadası'nda ve İsviçre'de tam anlamıyla zafer kazanamamakla birlikte, Kutsal İttifak'ın
artık bu bölgelere müdahalesi olanaksızlaştı (Oysa Kutsal İttifak bunu Ren'in doğusunda her yerde hala
yapabiliyordu).
• 1830'ların Portekiz ve İspanyol iç savaşlarında mutlakçılarla ılımlı liberal güçler, karşılıklı olarak kendi
taraflarını desteklediler (Liberaller bu konuda biraz daha enerjikti ve belli belirsiz 1930'ların İspanyol
severliğinin ipuçlarını verecek biçimde yabancı radikal gönüllülerden ve sempatizanlardan yardım
görmekteydi). Fakat bu ülkelerdeki sorun, güçler arasındaki yerel dengelerin kararına kalmıştı. Yani, kısa
ömürlü liberal zaferlerle (1833-7, 1840-3) muhafazakâr toparlanma arasında gidip gelmelere, kararsızlığa
terkedilmişti.
• Ren'in doğusundaki durum, bütün devrimler (Alman ve İtalyan ayaklanmaları Avusturyalılar tarafından ya
da onların desteğiyle; çok daha ciddi olan Polonya ayaklanmasıysa Ruslar tarafından) bastırıldığından,
yüzeysel bakımdan 1830 öncesindeki gibi kaldı. Bunun yanında bu bölgede ulusal sorun, diğer bütün
sorunların önünde gitmeye devam etti. Birleşememiş ulusların üyeleri ya küçük prensliklere bölünmüş
olduğundan ya da tersine (Habsburg, Rus ve Türk imparatorlukları gibi) çok uluslu imparatorlukların
içersinde bulunduklarından ya da her iki özelliği de gösterdiklerinden, bütün halklar ulus olma ölçütüne
göre ya çok küçük ya da çok büyük olan devletler altında yaşamaktaydılar. Büyük oranda mutlakçı
olmayan bir kuşakta yer almakla birlikte, Avrupa'nın geri kalanında cereyan eden dramatik olayların
dışında görece sakin bir yaşam sürdüren Flamanları ve İskandinavları hiç hesaba katmasak da olur.
• 1848 devrimlerinin, her iki yakanın her yerinde olmasa da Ren'in her iki yakasında patlak vermiş
olmasının da gösterdiği gibi, bu iki bölgede meydana gelen devrimler arasında ortak pek çok yan
bulunmaktadır. Ancak devrimci ate§, her iki bölgede de aynı değildi. Batıda İngiltere ve Belçika genel
devrimci ritimden ayrılırken, İspanya, Portekiz ve daha az ölçüde de İsviçre, bulaşıcı iç savaşlara
sürüklendiler ve (1847 İsveç iç savaşında olduğu gibi) buralardaki bunalım, rastantılar dışında artık
Avrupa'nın diğer yerlerindeki bunalımla da çakışmaz oldu. Avrupa'nın geri kalanında etkin 'devrimci'
uluslarla edilgen ya da coşkusuz olanlar arasında keskin bir ayrım doğdu. (…)
• Aynı türden olmasa da devrimin sorunları Doğu'da da Batı'da da birbirine benzerdi: Ilımlılarla radikaller arasında artan bir
gerilime yol açmaktaydı. Batıda ılımlı liberaller, Restorasyon döneminin ortak muhalefet cephesinden çıkarak (ya da ona
duydukları büyük yakınlığı yitirerek), hükümet ya da potansiyel hükümet dünyasına girdiler. Üstelik radikallerin çabalarıyla -
barikatlarda radikallerden başka kim savaşabilirdi ki? - iktidarı ele geçiren ılımlı liberaller, hiç gecikmeden radikallere ihanet
ettiler. Onlar için demokrasiyle ya da cumhuriyetle alış verişe girmek kadar tehlikeli bir şey olamazdı. ''Artık meşru bir
dava olmadığı gibi" diyordu Restorasyon döneminin muhalif liberali, Temmuz Monarşisi'nin Başbakanı Guizot, "bunca
zamandır demokrasi bayrağı altında yer verilmiş ilkeler ve duygular konusunda yanıltıcı bahanelere de gerek yoktur. Bir
zamanlar demokrasi olan, şimdi anarşi demektir; demokrasi ruhu, bugün devrim ruhundan başka bir şey değildir, uzun zaman
da öyle kalacaktır. "
• Bunun da ötesinde, kısa bir hoşgörü ve şev k arasından sonra liberaller coşkularını başka reformlarla ılımlılaştırmaya ve
radikal solu, özellikle de işçi sınıfı devrimcilerini bastırmaya yöneldiler. İngiltere'de 1834-5 Owencı 'General Union' ile
Chartistler, hem Reform Yasası'na karşı çıkanların hem de destekleyenlerin düşmanlığıyla karşılaştılar. 1839'da Chartistlerin
üzerine sürülen askerlerin komutanı, bir orta sınıf radikali olarak Chartistlerin isteklerinden birçağuna yakınlık duymuş, fakat
yine de Chartistleri kontrol altında tutmaktan geri durmamıştı. Fransa'da 1834 cumhuriyetçi ayaklanmasının bastırılması, bir
dönüm noktası oldu: Aynı yıl bir tarım işçileri sendikası kurmaya kalkan altı dürüst Wesleyanlı işçiye verilen gözdağı
('Tolpuddle Şehitleri' olayı), İngiltere' de de işçi sınıfı hareketine karşı benzer bir saldırıya geçildiğini gösteriyordu. O yüzden
radikaller, cumhuriyetçiler ve yeni proleter hareketler liberallerle safları ayırdılar; hala muhalefette yer alan ılımlılar, artık
solun sloganı haline gelen 'demokratik ve toplumsal cumhuriyet' şiarından rahatsız olmaya başladılar.
• Avrupa'nın geri kalanında hiçbir devrim başarılı olamadı. (…) (Devrim Çağı, E. Hobsbawm, Dost Kitabevi)
• 1848 Devrimi
• Modern dünyanın tarihinde bundan çok daha büyük ve kesinlikle çok daha başarılı yığınla devrim olmuştur; ancak hiçbiri,
sınırları, ülkeleri, hatta okyanusları aşan bir orman yangını gibi bu denli hızla ve alabildiğine yayılmamıştır. Avrupa devrimlerinin
doğal merkezi ve ateşleyicisi konumundaki Fransa’da 24 Şubat günü Cumhuriyet ilan edildi. Devrim, 2 Mart'ta Güneybatı
Almanya'ya, 6 Mart'ta Bavyera'ya, 11 Mart'ta Berlin' e, 13 Mart'ta Viyana'ya ve hemen ardından Macaristan'a, 18 Mart'ta
Milano'ya, dolayısıyla (Sicilya müstemlekesinde çoktandır bağımsız bir ayaklanmanın baş gösterdiği) İtalya'ya sıçradı. O
zamanlar birilerinin (Rothschild Bankası'nın) elindeki en hızlı haberleşme servisi, Paris'ten Viyana'ya beş günden önce haber
taşıyamıyordu.
• Bugün on devletin topraklarının bulunduğu Avrupa'nın bir bölgesinde, hiçbir hükümet birkaç haftadan fazla dayanamıyordu
(Bunun, başka yerlerde ve ülkelerde yarattığı etkileri saymaya ise gerek bile yoktur).
• Öte yandan 1848, doğrudan etkisi Pernambuco'da (Brezilya) 1848 ayaklanmasında ve birkaç yıl sonra Kolombiya'da
hissedilebilecek dünya çapında olma potansiyeli taşıyan ilk devrimdi. Bir anlamda, asilerin bundan böyle hayalini kuracakları ve
çok nadir anlarda, örneğin büyük savaşlardan sonra gerçekleşebileceğini düşündükleri bir 'dünya devrimi' paradigması
sunmaktaydı. Aslında bu tür kıta Avrupası ya da dünya ölçeğinde kendiliğinden ortaya çıkan patlamalar, son derece nadir
vakalardır.
• Avrupa'da 1848, kıtanın hem 'gelişmiş' hem de geri kalmış bölgelerini etkisi altına almış tek olaydır. Hem son derece yaygındı
hem de bu tür devrimler arasında en az başarılı olanıydı. Patlak verişinden sonraki altı ay içerisinde yenileceği ayan beyan
ortadaydı ve on sekiz ay içinde alaşağı ettiği rejimler, biri dışında yeniden kuruldular; tek istisna olan Fransa
Cumhuriyeti de varlığını borçlu olduğu ayaklanma ile arasına olabilecek en fazla mesafeyi koydu.
• Yine de bu devrimlerin ortak yanlarının, neredeyse aynı anda meydana gelmiş olmaktan; yazgılarının iç içe geçmiş olmasından, ortak bir
ruha ve biçeme, garip bir romantik-ütopyacı iklime ve benzer bir belagata (Fransa bunun için guarante-huitard sözcüğünü bulmuştu) sahip
olmaktan ibaret kalmadığı belirtilmelidir. Hiçbir tarihçi, bu devrimi şu görüntülerinden tanımakta zorlanmayacaktır: Sakallı militanlar;
sarkık boyun bağları; geniş kenarlı, üç renkli şapkalar; her köşe başına kurulmuş barikatlar; özgürleşme, yoğun bir umut ve iyimser bir
kafa karışıklığının ilk duyguları. O, 'halkların baharı'ydı; ama bahar gibi geçmedi. Şimdi bu devrimcilerin ortak özelliklerine kısaca
bakalım.
• İlk adımda hepsi de başarılı oldu, ama sonra hızla ve çoğu yerde toptan yenildiler. İlk birkaç ay içerisinde devrimci kuşakta yer alan
yönetimlerin tümü temize havale edildi ya da iktidar edemeyecek hale getirildi. Neredeyse hiçbir direniş gösteremeden düştüler ya da geri
adım attılar. Ancak devrim (Viyana'da, Macaristan'da ve İtalya'da [devrimci] hareket, karşı saldırıya geçme yeteneğini bir ölçüde
korumuşsa da), görece kısa bir zamanda neredeyse her yerde; Nisan sonunda Fransa’da, yaz boyunca da devrimci Avrupa'nın geri kalan
bölgelerinde inisiyatifini yitirdi. Fransa'da muhafazakâr canlanmanın ilk belirtisi, nisan ayında yapılan seçimlerde kendini gösterdi. Genel
oyla yapılan bu seçimlerde (monarşi yanlıları azınlıkta kalmış olsalar da) muhafazakarların büyük çoğunluğu, tamamen kentli düşünen
solun henüz nasıl sesleneceğini bilemediği, tutucu olmaktan ziyade siyasi deneyimden yoksun bir köylülüğün oylarıyla Paris' e gönderildi
(Gerçekten, -Fransa'nın ilerideki siyasi yaşamını inceleyenlerin bildiği gibi- 1849'da Fransa taşrasında 'cumhuriyetçi' ve solcu bölgeler
yok değildi ve 1851'de Cumhuriyet'in kaldırılmasına karşı en sert direniş de buralardan-örneğin Provence'tan- gelecekti).
• İkinci belirti de,· Haziran ayaklanmasında yenilen Parisli devrimci işçilerin uğradığı bozgun ve tecrit oldu Mayısta imparatorun
kaçmasıyla manevra özgürlüğü artan Habsburg ordusunun, yeniden toparlanarak haziranda Prag'ta patlak veren -Çek olsun Alman olsun
ılımlı orta sınıflardan .da destek gören- radikal bir ayaklanmayı bastırmasına göz yumulması, Orta Avrupa için dönüm noktası oldu.
Böylelikle İmparatorluğun ekonomik çekirdeğini oluşturan Bohemya yeniden fethedildi; Habsburg, kısa bir süre sonra Kuzey İtalya'nın
da denetimini yeniden eline geçirdi. Tuna prensliklerindeki geç kalmış ve kısa ömürlü olmuş devrimse, Rusların ve Türklerin
müdahalesiyle bastırıldı.
• Eski rejimler, aynı yılın yaz ayları ile son günleri arasında Almanya'da ve Avusturya'da iktidarı yeniden ellerine
geçirdiler (Ekim ayında, giderek devrimcileşmekte olan Viyana'yı dört bin kişinin canı pahasına silah zoruyla ele
geçirmeleri gerekmişti). Bunun ardından Prusya kralı, otoritesini hiçbir güçlükle karşılaşmadan asi Berlinlilere
yeniden kabul ettirecek cesareti topladı ve Alman parlamentosunu ya da daha ziyade ümitvar bahar günlerinde
seçilmiş anayasal meclisiyle daha radikal Prusyalılarla öteki meclisleri kendi tartışmalarıyla (dağılmayı bekler
halde) başbaşa bırakarak, (güneybatıdaki belli bir muhalefetin varlığı dışında) Almanya'nın geri kalanını süratle
hizaya soktu. Kış geldiğinde, devrimin elinde yalnızca iki bölge kalmıştı: İtalya'nın bazı bölgeleri ile Macaristan.
1849 halkların baharında daha ılımlı bir devrimci eylem uyanışının ardından, aynı yılın ortalarında buraları da
yeniden fethedildiler;
• Macarların ve Venediklilerin Ağustos 1849’da silahları bırakmaları üzerine, devrim de son nefesini verdi. Tek
istisnayı oluşturan. Fransa dışında, bütün eski yöneticiler -Habsburg İmparatorluğu'nda olduğu gibi, bazı
durumlarda eskisinden daha büyük bir güçle- iktidara yeniden geldiler ve devrimciler sürgüne gönderilerek
dağıtıldılar. Yine tek istisna olan Fransa dışında, 1848 baharının bütün siyasal ve toplumsal düşleri, neredeyse
bütün kurumsal değişiklikler, çok geçmeden tümüyle silindi; hatta Fransa'da bile Cumhuriyet ancak iki buçuk yıl
daha yaşayabildi. Geri döndürülmesi mümkün olmayan yalnızca bir tek değişiklik gerçekleşmişti: Habsburg
İmparatorluğu'nda serfliğin kaldırılması. • Önemli olmakla birlikte bir tek bu kazanım dışında, Avrupa'nın modern
tarihinde 1848, vaatlerin en büyüğünü, toprak olarak en geniş alanı ve en dolaysız ilk başarıyı, en mutlak ve hızlı
başarısızlıkla bir araya getiren bir devrim olarak boy göstermektedir.
• Komün
• Ele aldığımız dönemin devrim tarihinin büyük bölümünde olduğu gibi, Paris Komünü de başardıklarından ziyade habercisi olduğu şey bakımından önem
taşımaktaydı; bir olgu olmaktan çok bir simge olarak daha zorluydu. Komünün gerçek tarihinin üzeri, gerek Fransa' da gerekse (Marx aracılığıyla)
uluslararası sosyalist harekette yol açtığı son derece güçlü bir söylen (bugün de, özellikle Çin Halk Cumhuriyeti'nde yankısını sürdüren bir söylen)
tarafından örtülüdür. 0 Olağanüstü, kahramanca, çarpıcı ve trajikti; fakat en büyük başarısı olan işçilerin tek bir kentte kurdukları ayaklanma hükümeti
kısa ömürlü oldu (iki aydan daha kısa) ve en ciddi gözlemcilerin kanaatine göre akıbeti belliydi. 1917 Ekimi'nden sonra Lenin, muzaffer bir edayla
Şunları söyleyecekti: "Komün'den daha fazla dayandık."
• Ne var ki, tarihçilerin, geriye baktıklarında Komün'ü azımsama ayartısına kapılmamaları gerekir. Burjuva düzenine ciddi bir tehdit yöneltmiş olmasa
bile, salt varlığıyla korkudan aklını başından almıştı. Yaşamının da ölümünün de üzerinden panik ve isteri hiç eksik olmadı; özellikle uluslararası basında
komünizmi kurumlaştırmakla, zenginlerin mallarını kamulaştırmakla, karılarını paylaşmakla, terörle, toplu kıyımla, kaosla, anarşiyle, saygıdeğer sınıfları
taciz eden kabuslarla suçlandı ve tabii söylemeye bile gerek yok, bütün bunlar Enternasyonal'in bilinçli oyunlarıydı. Dahası, hükümetler, düzene ve
uygarlığa yönelik bu uluslararası tehdide karşı harekete geçme gereği duydular. Polisin uluslararası işbirliği ve firari Komüncülere siyasi mülteci statüsü
tanımama eğilimi (ki o günlerde bu, bugün olduğundan çok daha büyük bir skandaldı) dışında, -kendini paniğe kaptırmayan biri olan Bismarck'ın
desteklediği Avusturya Şansölyesi, kapitalist bir karşı-Enternasyonal kurulmasını önerdi. Enternasyonal'in hızla gerilemesi, [Birlik anlaşmasının]
imzalandığı dönemde bu hedefi acil olmaktan çıkarmış olsa da, 1873'te "bütün tahtları ve kurumları tehdit eden Avrupa radikalizmine karşı" yeni bir
Kutsal İttifak olarak görülen Üç İmparatorun (Almanya, Avusturya, Rusya) Birliği'nin kurulmasında en büyük etken devrim korkusuydu.
• Bu evhamın asıl nedeni, hükümetlerin genelde toplumsal devrimden değil, proletarya devriminden duydukları korkuydu. Bu anlamda Enternasyonal' i ve
Komünü özünde bir proleter hareket olarak gören Marksistler, aslında hükümetlerle ve zamanın 'saygıdeğer' kamuoyuyla aynı çizgideydi. Gerçekte de
Komün işçilerin ayaklanmasıydı (Bu sözcük, fabrika işçilerinden çok, 'halk' ile 'proletarya' arasında bir yerlerde bulunan insanları betimlediği kadar, aynı
zamanda bu dönemde her yerde varolan emek hareketinin eylemcilerine de uygun düşmekteydi). Tutukların 36.000 Komüncü, Paris'in çalışan
kesimlerinin bir kesitini sunmaktaydı: %8 beyaz yakalı işçi, %7 hizmetli, %10 küçük esnaf ve benzeri. Ama geri kalanı, ezici bir oranla -inşaat ve maden
işkollarında çalışan- işçilerdi; onları aynı zamanda orantısız bir ağırlıkla [Komün'ün] kadroları[nı] da sağlayan-daha geleneksel vasıflı zanaatkarlar -
mobilya, lüks mallar, matbaa ve giyim kuşam- ve tabii her zaman radikal olan ayakkabıcılar izlemekteydi.
• Fakat, Komün' e sosyalist bir devrim denebilir mi? Her ne kadar Komünün sosyalizmi hala 1848 öncesine ait, özünde üreticilerin kendi
kendilerini yönettiği kooperatif ve korporatif birimlere ilişkin (şimdi aynı zamanda hükümetin radikal ve sistemli müdahalesini
gerektiren) bir hayal olsa bile, bu sorunun yanıtı kesinlikle evettir. Komünün pratik kazanımları ılımlı olmanın çok ötesindeydi, ama
onun kusuru bu değildi. Çünkü Komün, kuşatılmış bir rejim, savaşın ve muhasara altındaki Paris'in çocuğu, [yabancı devletlere]
teslimiyere karşı verilmiş bir karşılıktı. 1870'te Prusyalıların ilerlemesi, III. Napoleon imparatorluğunun boynunu vurdu. III. Napoleon'u
deviren ılımlı cumhuriyetçiler, savaşı gönülsüz bir biçimde sürdürdüler ve kitlelerin devrimci bir şekilde seferber edilmesinin (yeni bir
Jakoben ve toplumsal cumhuriyetin) geriye kalan tek direniş olasılığı olduğunu düşünerek, daha sonra savaşmaktan vazgeçtiler.
• Kendi hükümeti ve burjuvazisi tarafından kuşatılmış ve yüzüstü bırakılmış Paris'te, asıl iktidar Milli Muhafızlar'ın ve
arrondissernentlerin (bölge valilerinin), yani pratikte halkın ve çalışan sınıfın mahallelerinin eline geçti. Devrimi tahrik eden silah
bırakışmasından sonra Milli Muhafızları silahsızlandırma girişimi, Paris'in bağımsız bir yerel yönetim olarak örgütlenmesi ('Komün')
biçimini aldı. Ama Komün derhal (o zaman Versailles'de bulunan) -müdahaleden kaçınan muzaffer Alman ordusu tarafından sarılmış-
ulusal hükümet tarafından kuşatıldı. Komünün iki ayı, Versailles'in ezici güçlerine karşı neredeyse kesintisiz olarak sürdürülen bir savaş
dönemiydi: 18 Mart'ta ilan edilmesinden sonraki on beş günde inisiyatifini kaybetti. 21 mayısta düşman Paris' e girdi ve son hafta şunu
gösterdi ki Paris çalışanlarının yaşamları kadar ölümleri de kolay olmayacaktı. Versailles'ın ölü ve yaralı olarak kaybı 1100 kişiydi;
Komün de yüz kadar rehineyi idam etmişti.
• Bu kavgada Komüncülerin ne kadarının öldüğünü kim bilebilir? Binlercesi katledildi: Versailles, bu rakamın 17.000 olduğu itiraf etti,
ama bu gerçeğin olsa olsa yarısıdır. 43.000'den fazla insan tutuklandı; lO.OOO'i mahkûm edildi ve bunların yaklaşık yarısı New
Caledonia'da sürgüne, diğer yarısı da hapishanelere gönderildi. Bu, “saygıdeğer insanlar”ın intikamıydı.
• O tarihten sonra Paris'in işçileriyle 'tuzu kurular'ı arasında oluk oluk kan aktı. Ve yine o tarihten sonra toplumsal devrimciler, şayet
iktidarı ellerinde tutmayı beceremezlerse başlarına neler gelebileceğini öğrendiler. (Sermaye Çağı, E. Hobsbawm, Dost Kitabevi)
ROMANTİZM
SANAYİ DEVRİMLERİ
• Sanayi devrimleri
• Sanayi, devrimlerle doğmadı. Devrim öncesinde de vardı; işçiler, mesela dokumacılıkta, imalatçı tacirler
hesabına evlerinde çalışıyorlardı; demirciler, dökümhanelerde de dışarıdan sipariş alıyorlardı. Ama bütün
bunlar zanaat düzeyindeydi.
• Oysa, XVIII. yüzyıl sonlarına varıldığında bu konuda büyük değişiklikler ortaya çıktı. Bu değişimler, üretim
araçlarını hem nicelik hem de nitelik olarak etkiledi. Makinelerin gelişimi ve dolayısıyla maliyetlerinin
yükselişi, artık işçilerin bunlara tek başlarına sahip olamayacaklarını gösteriyordu. Buharın kullanımı da bu
makineleri bir araya getirme, yani fabrikada bir bina içinde toplama zorunluluğu getirdi. Böylece ekonominin
verilen, aynı zamanda da günlük yaşamın çerçevesi değişti. Ayrıca taşımacılıktaki ilerlemeler de bazı
dönüşümlere neden olacaktı.
• Bu arada teknik yenilikleri belirtmek yerinde olur: makinelerde buharın kullanımı, kömür ve demir sektörünü
etkileyerek et birinci» sanayi devrimine damgasını vurdu; taşımacılık alanında, demiryolu, deniz ulaşımı ve
karayollarında teknik gelişmeler görüldü; dokumacılık gelişti, nihayet petrol ve elektrik gibi yeni enerji
kaynaklarının kullanımı, ikinci sanayi devrimini getirdi. Kuşkusuz bu yenilikler hemen yaygınlaşmadı.
Nitekim İngiltere’de odunla çalışan son yüksek fırın ancak 1809 yılında söndürüldü.
• Fransa’da, yeni ve geleneksel sektörler iç içe geçerek uzun süre varlıklarını korudular. Mulhouse de
pamuk fabrikada eğiriliyor, ama kumaş -fason işçilikle- evler de dokunuyordu.
• Bu dönemde meydana gelen ekonomik dönüşümlerin tümünü sadece teknik gelişmelere bağlamak
doğru olmaz. Tarihçilere göre bu gelişim, bir talebe verilen cevaptır. Onlar daha çok tarım
alanındaki gelişmeler üstünde dururlar: söz konusu olgu, kırsal alandan kentlere doğru göçe neden
olmuş, dolayısıyla potansiyel bir pazarın ve el emeğinin doğuşuna yol açmıştır. Bu yazarlar iç
sınırların ortadan kalkmasıyla tutarlı ulusal pazarların oluşumuna, böylece işletmecilik
düşüncesinin ortaya çıkışına ve sermaye birikimine önem verirler.
• 1789-1848 büyük devrimi, 'endüstri' olarak endüstrinin değil, kapitalist endüstrinin; genel olarak
özgürlüğün ve eşitliğin değil, orta sınıfın ya da burjuva liberal toplumun; 'modern ekonomi'nin
veya 'modern devlet'in değil, merkezinde, birbirine komşu ve rakip Büyük Britanya ve Fransa
devletlerinin bulunduğu dünyanın özgül bir coğrafi bölgesindeki (Avrupa'nın bir bölümündeki ve
Kuzey Amerika'nın birkaç bölgesindeki) devletlerin ve ekonomilerin zaferiydi. 1789-1848
dönüşümü, bu iki ülkede ortaya çıkan ve oradan bütün dünyaya yayılan özünde ikiz bir kargaşadır.
E.Hobsbawm, Devrim Çağı, Dost Kitabevi
• İkinci Sanayi Devrimi
• Çelik sanayii 1856 yılından itibaren çok büyük bir gelişim gösterdi. Henry Bessemer, dökme demiri
ekonomik olarak çeliğe dönüştüren bir yöntem buldu; böylece çelik, demire karşı bir zafer kazanmış oldu.
Ama ikinci sanayi devrimi, petrol ve elektrikten kaynaklandı.
• Antikçağ’dan beri bilinen «yer yağı», Amerika Birleşik Devletleri’nde XIX. Yüzyılın ortasında işletilmeye
başladı.
• Albay Drake ilk petrol kuyusunu 1859 yılında açtı; ardından Rusya devreye girdi. Petrol önce aydınlanmada
kullanıldı. Sonra, 1866 yılından sonra Avrupalı mühendisler iIiiI1i motQ icat ettiler. Bu buluşu, Alman Rudolf
Diesel’in geliştirdiği içten yanmalı motor izledi. 1914 yılında trafiğe çıkan iki milyon taşıt, henüz
demiryolunun üs tünlüğünü tehdit etmese de hiç şüphesiz yepyeni bir çağı başlatıyordu.
• Elektriğe gelince, bu enerji tam yüz yıldan beri incelenme konusuydu. Ancak sanayide üretimi ve kullanımı,
Belçikalı Zenobe Gramme’ın jeneratörü buluşundan ve Fransız Aristide Berg bunu 1869 yılında bir su
çavlanına yerleştirmesinden sonra gerçekleşti. Aristide Berg bu enerji kaynağına «beyaz kömür» adını verdi.
• 1882 yılında fizikçi Marcel Deprez elektriği yüksek gerilimli akıma dönüştürdü. Bu gelişim
elektriğin iletimi için gerekli koşuldu ve hemen pratik sonuçlar verdi: Gramme’ın tersinir makinesi
ilk elektrik motorunu oluşturdu. Amerikalı Thomas Edison 1878 yılında akkor lambayı buldu.
Bunları kısa süre içinde diğer buluşlar izledi; yeni bir sanayinin temelini oluşturan elektroliz
bulundu; dolayısıyla elektrolize dayanan elektro metalürji, alüminyum üretimini sağladı.
• Bütün bu buluşlar, Isveç, Norveç, İsviçre, İtalya ve Güneydoğu Fransa gibi kömürü bulunmayan
dağlık ülkelerin ekonomilerinin gelişmesine olanak verdi. Aynı dönemde petrol, Amerika Birleşik
Devletleri’nin ilerlemesini kolaylaştırdı. Öte yandan Almanya yeni buluşlara uyum sağladığından,
sanayinin haritadaki dağılımı İngiltere aleyhine değişti. Yeni enerji kaynakları olmayan bu ülke,
donanımlarının eskimesi sonucu nispi bir gerilemeye uğradı.
• Kapitalist ekonomi dört önemli açıdan değişti. Öncelikle, artık birinci Endüstri Devrimi'nin
yöntemlerinin ve icatlarının belirlemediği yeni bir teknoloji çağına; (elektrik ve petrol, türbinler ve
içten patlamalı motorlar gibi) yeni güç kaynaklarının, (çelik, alaşımlar, demirsiz metaller gibi)
bilimsel temelli yeni endüstrilerin (örneğin giderek genişlemekte olan organik kimya endüstrisi)
çağına giriyoruz.
• İkincisi, öncülüğünü BirleşikDevletler'in yaptığı, yalnızca kitlelerin gelirinde ortaya çıkan artışın değil, her şeyden önce
gelişmiş ülkelerdeki yalın nüfus artışının beslediği yeni bir iç pazar ekonomisine girmekteyiz. Avrupa'nın nüfusu
1870--.1910 arasında 290 milyondan 435 milyona, Birleşik Devletler'inki 38.5 milyondan 92 milyona çıktı. Başka bir
deyişle, bazı dayanıklı tüketim malları dahil, kitlesel üretim dönemine giriyoruz.
• Üçüncüsü, -bazı açılardan en belirleyici gelişme buydu- şimdi, paradoksal olarak bir tersine dönüş ortaya çıktı. Liberal
zafer çağı, İngiliz endüstrisinin de facto uluslararası tekel oluşturduğu, (bir iki önemli istisna dışında) küçük ve orta
ölçekli girişimlerin hemen hiç bir zorluk çıkarmadığı, karın garanti olduğu bir çağdı. Liberalizm sonrası çağ ise, rakip
ulusal endüstri ekonomileri -İngiliz, Alman, Kuzey Amerika- arasında, bu ekonomilerdeki şirketlerin, çöküntü
döneminde yeterli kan elde ederken karşılaştıkları güçlüklerin şiddetlendirdiği uluslararası rekabetin yaşandığı bir
çağdı. Bu yüzden rekabet, ekonomik yoğunlaşmaya, pazann kontrolüne ve manipülasyona yol açtı.
• Dünya, (ekonomik örgütlenmenin yapısındaki değişiklikler, örneğin 'tekelci kapitalizm' dahil) sözcüğün en genel
anlamıyla, ama aynı zamanda en dar anlamıyla (yeni bir olgu olarak, 'azgelişmiş' ülkelerin, 'gelişmiş' ülkelerin
egemenliğindeki bir dünya ekonomisiyle bağımlılar sıfatıyla bütünleşmesi) emperyalizm dönemine girdi. Devletlerin,
kendi işadamları için yeryüzünü resmi ya da gayrı resmi olarak pazar veya sermaye ihracatı açısından yedekler
biçiminde paylaşmalarına yol açan rekabetin itici gücü dışında, bu durum, (iklimden ya da coğrafi nedenlerden dolayı)
gelişmiş ülkelerin çoğunda bulunmayan hammaddelerin öneminin artmasından kaynaklanmaktaydı. Yeni teknolojik
endüstrilerin, petrol, bakır, demirsiz metal gibi maddelere ihtiyacı vardı. (Sermaye Çağı, Eric Hobsbawm, Dost
Kitabevi)
İNGİLTERE, VİCTORİA DÖNEMİ
• Victoria Döneminde İngiltere.
• Ekonomik üstünlüğüyle, denizlerdeki hegemonyası ve kurduğu imparatorlukla, ayrıca sanayi devrimini ilk
gerçekleştiren ülke oluşuyla, fikirlerinin diğer ülkeler üstündeki etkisi, dilinin, parasının ve kurumlarının parlaklığıyla
İngiltere, XIX. yy’da tarihinin doruk noktasına ulaştı.
• Devrimleri takip eden ve 100 yıldan uzun süre devam eden bu dönem, İngiltere’yi dünya devletleri arasında birinci
sıraya yükseltti ve XIX. yy İngiltere’nin yüzyılı oldu.
• Ayrıca, sömürgelere yapılan seferler ve 1854-1856 arasındaki kısa süren Kırım Savaşı dikkate alınmazsa, bu yüzyıl
aynı zamanda bir barış dönemi oldu. (Sömürge savaşlarını savaştan saymıyor Thema Larousse-anlamak) Pax
Britannica İngiltere’yi uluslararası dengeyi belirleyen, gerektiğinde çıkarlarını ve saygınlığını korumak için
diplomatik müdahaleye her an hazır, ama daima « görkemli yalnızlığı » ile kendini korumayı bilen bir devlet haline
getirdi.
• Döneme adını veren Kraliçe Victoria, bu görkemin sembolüydü. 18 yaşında tahta çıkan ve 81 yaşında ölen kraliçe,
pek zeki ve kültürlü olmamakla birlikte, gözden düşmüş İngiliz monarşisine eski prestijini kazandırmayı ve tebaasını
şaşırtıcı bir biçimde kendine bağlamayı başardı. Onun politik dehası, monarşiyi orta sınıfın istekleri ve değerleriyle
bağdaştırabilmesine dayanıyordu. Ayrıca milliyetçilik hareketlerinin doruğa çıktığı bir dönemde, Büyük Britanya ve
İrlanda’nın yanı sıra Avrupa, Asya, Afrika, Amerika ve Avustralya’daki kolonilerin kraliçesi ve Hindistan
İmparatoriçesi olan 1. Victoria, ulusun ve imparatorluğun onurunu görkemli bir biçimde temsil ediyordu.
• Demokrasiye Doğru.
• Meşruti bir model olarak benimsenen XIX. Yüzyıl İngiltere’si, özgürlük ile otoriteyi, istikrar ile ilerlemeyi
günlük hayat içinde bağdaştırabilmiş olmaktan gurur duyuyordu. Politik sistem beş temel üstüne kurulmuştu.
Başta Avam Kamarası’nın Parlamento’daki işlevinin sürekli artmasıyla belirginleşen parlamenter rejim
geliyordu. Öte yandan hükümet, XVIII. yüzyıldan beri bakanlar kuruluna başkanlık eden baş bakanıyla
gerçek bir kabine hükümetiydi (Victoria döneminin iki önemli başbakanı Gladstone ve Disraeli’ydi). Üçüncü
olarak muhalefet, bir «goige hulwmet » etrafı örgütlenmiş bir güç haline gelmişti. Dördüncü unsur partilerin
rolünün her geçen gün biraz daha artmasıydı. Eski Tory ve Whig adlarının yerini 1882 yılından sonra
Muhafazakârlar ve Liberaller aldı. Bunlar, iki partili sistem sayesinde sırayla iktidar oldular. Meşrutiyetin
son çarkı ise monarşiydi. Gücünün gitgide azaldığının farkında olsa da krallık, kraliçe Victoria’nın
kullanmakta hiç tereddüt etmediği imtiyazlarına sahip çıkmayı sürdürüyordu.
• Ancak demokratikleşme süreci ağır işliyordu. Önce 1832 yılında burjuvazi lehine, sonra 1867 yılında ve
tekrar 1884-1885’te işçi sınıfı yararına oy verme hakkını yaygınlaştıran seçim reformlarına rağmen, İngiltere
bir oligarşi tarafından yönetilmeye devam etti. Bu durumun nedeni sadece genel oy hakkının olmaması
değildi; parlamento ve partiler, yarı aristokrat yarı burjuva olan belli bir siyasi zümrenin elindeydi. Nihayet
sonunda İşçi Partisi’nin kurulması, işçi sınıfının, egemen iki partiden bağımsız politik bir temsil gücüyle
kendi haklarını ifade etmek istemesinin doğal sonucuydu
• Dünyanın atölyesi.
• Sanayi devriminin öncüsü İngiltere’nin ekonomik üstünlüğü XIX. Yüzyılda iyice belirginleşti. Teknik ve ekonomik açıdan
gösterdiği ilerleme, İngiltere’nin sahip olduğu en önemli kozdu. XVIII. yy’daki sanayi devrimine öncülük eden devletlerden
biri olduktan sonra İngiltere, üstünlüğünü görkemli bir biçimde ispat etti. Ulusun dinamizmi, peşpeşe gerçekleştirilen
yenilikler, başarılı girişimcilik anlayışı İngiltere'ye sadece yadsınmaz bir üstünlük vermekle kalmadı, aynı zamanda
yurttaşlarına kendine güven ve gururlu bir yurtseverlikle güçlenmiş bir üstünlük duygusu da kazandırdı.
• İlerlemesini koruyarak olgunluk çağına ulaşan İngiliz ekonomisi, nüfuz alanını tüm dünyaya yaydı. Bir yandan büyük karlar
sağlarken, öte yandan da imalat ve teknoloji, ticaret ve yatırım gibi alanlardaki başarısını artırdı. Avrupa ve Asya’nın yanı
sıra yeni yeni önem kazanmaya başlamış kıtaların pazarları da gitgide made in England damgalı ürünlere açılmaya başladı.
• Her şey İngiliz üstünlüğünün daha da artmasına yardımcı oluyordu: doğal kömür ve demir kaynakları, sermaye birikimi,
teknik üstünlük, 1846’da benimsenen serbest mübadele, Londra şehir merkezi sayesinde banka ve finans kurumlarının
güçlenmesi, Artık kapitalizm, acımasız rekabet ortamı içinde eşi görülmemiş bir atılımla bütün dünyayı yayılabilirdi.
• Sanayi alanında tekstilin egemenliğinden sonra, yüzyılın sonuna doğru elektriğin ve kimyanın gelişmesiyle «ikinci sanayi
devrimi» başladı. Bu evrede üstünlük, metalürjiye ve mühendislik bilimlerine geçti (pamuğun krallığını demiryollarının
üstünlüğü izledi). Ama bu dönemde İngiliz üstünlüğü artık tehlikedeydi. Geçmişteki atılımlarına rağmen İngiltere, diğer
ülkelerin (özellikle Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri) hızla sanayileşmeye başlamasıyla, etkinliklerinin bir bölümüne
yeni bir yön vermek zorunda kaldı; özellikle de hizmetler sektörüne yöneldi. Ekonominin yıprandığını söylemek çok abartılı
olsa bile, güven ve refahın üstünlük çağı artık sona ermişti.
• Toplum ve Kültür
• Güçlü ve geleneksel aristokrasinin karşısında muzaffer bir burjuvazi yükselirken işçi hareketleri de gelişti.
• Uzun süre, 1832’den itibaren, aristokrat İngiltere’nin yerini burjuva İngiltere’nin aldığı öne sürüldü. Aslında Victoria İngiltere’si,
gerek sosyal, ekonomik, politik açıdan, gerek zihniyet bakımından aristokrat bir ülke olarak kalmıştı. Ancak güçler dengesinin orta
sınıf lehine ve toprak sahipleri aleyhine yavaş yavaş değiştiği de bir gerçekti. Öte yandan, bu toprak sahipleri de kendi aralarında
ikiye ayrılıyordu: unvanın babadan oğula geçtiği yaklaşık 300 aileden oluşan, kendi içine kapalı yüksek soylular sınıfı ile yaklaşık
3000 aileden oluşan taşralı küçük soylular sınıfı (gentry).
• Bu sosyal yapının merkezini oluşturan orta sınıf, tükenmek bilmez bir dinamizmle gelişmeye ve ele geçirdiği üstünlüğü daha da
arttırmaya devam etti Nüfusun yaklaşık yüzde 20’sini temsil eden bu orta sınıf, ülkenin ilerlemesine ve refahına katkıda bulunduğuna
inanıyordu. Bu sınıf, ticaret dünyasından olsun serbest meslek sahibi, din adamı veya entelektüeller çevresinden olsun, saygın,
sebatkar ve çalışkan kişilerden oluşuyordu. Victoria döneminin emek, saygınlık ve erdem gibi ideallerinin somut bir örneğiydi.
• Halk kitleleri, yani “aşağı sınıflar” nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Disraeli, ünlü romanı Sybil’in bir bölümünde İngiltere’yi
«iki ulus» arasında bölünmüş bir ülke olarak tasvir eder: bunlar, zenginlerle fakirlerdir. Aslında Disraeli’nin çağdaşları da toplumu
ikiye ayırma eğilimindeydi: bir yanda imtiyazlıların oligarşisi, öte yanda «nasırlı elleri» ve «kötü tıraşlı yüzleri» yle tehlikeli halk
yığınları. İmalathane bölgelerinde çalışan işçilerin yaşamı, iş kazaları, uzun çalışma saatleri, iş güvenliğinden yoksun çalışma
ortamları, sağlık koşullarına aykırı konutlar, fabrikalardaki sıkı disiplin, kadın ve çocuk işçi sayısının gün geçtikçe artmasıyla
belirgindi.
• Bununla birlikte yavaş yavaş bir işçi bilinci oluştu ve işçi hareketi, 1836-1848 arasındaki reformcu çartist işçi hareketleri ile,
sendikacılığın gelişmesi ve 1880’den sonra da sosyalizmin yeniden güçlenmesi ile atılım yaptı.
• 19. yüzyıl, İngiliz ihtişamının doruğuna çıktığı ve dünyaya damgasını vurduğu bir dönem olmuştu. Buhar gücünden, ilerleme ve gelişmeye
karşı duyulan büyük inanca kadar, bu yüzyılın insan hayatına getirdiği yenilikler, her zaman ilk olarak, İngiltere'de ortaya çıkardı.
• Memleketlerinin endüstri alanındaki öncülüğünü temsil eden İngilizler, sanki laik birer misyoner gibi, çeşitli ülkelere dağılmışlar ve oralardaki
toplumların da İngiliz modeline göre biçimlenmesine yardımcı olmuşlardı. Örneğin, İngiliz mühendisleri, Avrupa ülkelerindeki demiryollarını,
trenlerin soldan gideceğine göre kurmuşlardı. Aralarında Fransa ve İtalya'nın da bu­lunduğu bazı ülkelerde trenler hâlâ İngiltere'den gelen bu
geleneği devam ettirmektedirler. 1884 yılından bu yanâ, bütün dünyada zaman, Greenwich saat ayarına göre tâyin olunmaktadır. Bü­tün
haritalar da, yine Greenwich meridyeni esas alınarak hazırlanmaktadır.
• 19. yüzyılda İngiltere'nin diğer ülkeler üzerindeki etkisi yalnız teknik alanda görülmekle kalmamıştı. Hemen bütün Avrupa ülkeleri, para
değerlerini Bank of England tarafından konulan altın standardına göre ayarlıyorlardı. Modern Avrupalıların oynadıkları tenis, golf, futbol gibi
oyunların hepsi de ilk önce İngiltere'de geliştirilmişti.
• Batı Avrupa ülkeleri sosyal hayatının genel bir özelliği olarak görünen, şehirlerin köylerden ağır basması olgusu da ilk önce İngiltere'de ortaya
çıkmıştı. İngiltere'de ayrıca, Avrupa ülkelerinin çoğunluğunca izlenen ve benimsenen politik bir sistem modeli de doğmuştu. 19. yüzyılın
başlarında, demokrasi korku ile bakılan bir kavramdı. Demokrasinin ardından politik ve sosyal ihtilâlin geleceği endişesi yaygındı. Fakat bütün
bu korku ve endişelere rağmen, İngiliz hakim sınıfı, «taviz verme» politikasını başarı ile yürütmüş, oy hakkını yavaş yavaş genişletmişti.
• Bu dönemde, endüstri işçilerinin meydana getirdiği sınıflar, eğer isteselerdi, kesin bir etkiye sahip olabileceklerdi. Fakat, olaylar onların böyle
bir istekte bulunmadıklarını gösteriyor. 1900 yılında, Avam Kamarasına sadece 2 İşçi Partili üye girmişti. İki geleneksel parti, yâni
Muhafazakârlar ve Liberaller, kendi aralarında sıra ile iktidara gelme oyununu hep sürdürüp gidebileceklerine kesin olarak inanıyorlardı.
Böylece, hâkim sınıf, hâkimiyetini yine devam ettiriyordu. İngiltere'ye hâkim olanlar, eski bir doktrine bağlıydılar: Akıllıca verilmiş tavizler,
onları verenlere zarar getirmez; tam tersine, çoğu zaman yarar sağlar. Böylece, liberal-anayasal yönetim, İngiltere'de ortaya çıkıyor ve bu
ülkede mutlu sonuçlar veriyordu. Bu durumda, birçok Avrupa ülkesinin, İngiltere'de başarılı sonuçlar veren politik düzeni benimseyip kopya
etmeleri­ne şaşmamak gerekiyordu.
• Üstünlük Sarsılıyor
• Bütün bunlar, İngilizler'e haklı bir güven duygusu ve rahatlık kazandırmıştı. Ama 19. yüzyılın sonlarına doğru, İngilizlerin bu
üstünlüğü sarsılmaya başladı. Bir zamanlar, bütün dünyanın «atölyesi» olarak bilinen İngiltere artık, endüstri alanında tek başına
egemenlik sürdüremez olmuştu.
• Almanya, giriştiği sıkı bir rekabet çabasından sonra, ihracat alanında İngiltere’nin önüne geçmeyi başarmıştı. İngiltere'nin
üstünlüğünü bütün dünyaya ispatlamak amacıyla 1851 de düzenlediği Büyük Sergi, gerçekte tam tersi bir sonuç vermiş ve bu
üstünlüğün artık ortadan kalkmaya başladığını göstermişti. İngiltere, pamuk ve kömür alanlarında, eski başarılı üstünlü­ğünü
sürdürüyordu; ama, elektrik ve kimya endüstrisi gibi yeni gelişen alanlarda diğer ülkelerden ve özellikle Almanya'dan geri kalmıştı.
• Bu durum, birçok İngiliz’in, serbest ticaret ilkesine olan inancını yitirmesine yol açıyordu. Serbest ticaret yerine, devletin koruyucu
tarifeler uygulaması ve tedbirler alması yolunda istekler ileri sürülmeye başlanmıştı.
• İngilizler, endüstri malları ihracı alanındaki üstünlüklerini ve umutlarını yitirdikleri bu sırada, yeni bir zenginlik ve güç kaynağı
keşfettiler; sermaye ihracı. Artık, ihracatçıların yerini, yabancı ülkelere yatırım yapan iş adamları alıyordu. Daha doğrusu, kapital
sahipleri bu iki rolü kendi kişiliklerinde birleştirmeye çalışıyorlardı. Bu yeni gelişmenin sonucunda, yabancı ülkelere yapılan
yatırımların getirdiği kâr, ihracatın azalmasından doğan açığı fazlasıyla kapatmaktaydı. Bu yoldan elde edilen fazla kârlar da, her yıl
yeni, yeni yatırımlara gidilmesini sağlamaktaydı.
• 19. yüzyılın başlarında tipik İngiliz kapitalisti, fabrika sahibi veya demiryolu kralı idi. 1901 yılında ise, bunun yerini şirket hisse
senetleri yoluyla yatırım yapan, finans kapitalisti almıştı. İleri görüşlü kimseler, bu gelişmenin ekonomik veya malî emperyalizme
varacağını, İngiliz İmparatorluğunun geniş bir yatırım şirketi haline geldiğini söylüyorlardı. Bunlara göre, impara­torluk birkaç zengin
kişinin zenginliğini artıracak yollar aramaya yönelmişti. Ne olursa olsun, herkes İngiltere'nin geleceğini «imparatorluk» ta görüyordu.
• İngiliz İmparatorluğu
• 19. yüzyıl, İngiliz İmparatorluğunun dünyadaki tek imparatorluk olarak kalmayı başardığı bir dönem olmuştu. 19. yüzyıldan önce, İngilizler başka
imparatorluklarla mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Bu alanda, önceleri İspanya ve Hollanda daha sonra da Fransa, İngiltere'nin rakibi olmuşlardı. Ancak
İngiltere bu mücadelede bütün rakiplerini saf dışı bırakmıştı. İngiliz İmparatorluğu içinde, çeşitli statülere bağlı ülkeler vardı. Bunların başında, çok eski
tarihlerde ele geçmiş bulunan koloniler geliyordu. Buralarda oturan beyazların çoğunluğu İngiliz aslından insanlardı ve bunlar kendi kendini yöneten
topluluklar kurmuşlardı. Koloniler, hukuken İngiliz tahtının emrindeydiler ama, bu ülkelerle, anavatan arasındaki bağlılık hukuktan çok duyguya dayanıyordu.
Kendi kendini yönetme ilkesine dayanan bu koloniler, İngiliz İmparatorluğuna klasik anlamıyla bir imparatorluk olmaktan çok, işbirliğine dayanan bir hava
veriyor ve daha sonraları ortaya çıkacak olan İngiliz Uluslar Topluluğunu (Com-monwealth) hazırlıyordu. İmparatorluğun başka bir parçası olan Hindistan ise,
bunun tam zıddı olan bir yönetim biçimine bağlıydı. İngiltere'nin Hindistan üzerindeki egemenliği, Roma İmparatorluğundan bu yana, bir ülke halkının başka
bir ülke halkını tarihin yazmadığı bir biçimde buyruğu altına aldığını gösteriyordu. Hindistan'daki bütün İngilizler, başta Genel Vali olmak üzere, bu ülkeyi tam
bir despotlukla yönetiyorlar, Londra'daki hükümet ve parlamentonun uzaktan yaptığı göstermelik denetim ise bu despotluğu hiç de yumuşatmıyordu. İngiliz
ordusu­nun yarısı, Hindistan'da yerleşmişti. Tabii bu askerî gücün bütün masrafları, Hint halkının sırtından çıkıyordu. Ayrıca, İngiliz subaylarının buyruğu
altında, Hintlilerden meydana gelen kalabalık bir ordu daha vardı.
• Öte yandan, serbest ticaret ilkesinin üstünlüğü yolundaki iddialar, Hindistan söz konusu olunca bir yana bırakılıyor ve bu ülke sadece İngiliz mallarına açık
emin bir pazar olarak kabul ediliyordu. İşin doğrusu, Hindistan üzerindeki İngiliz egemenliği Doğu Hindistan Kumpanyasının ticarî faaliyetinin bir sonucuydu
ve oradaki İngiliz görevlileri bütün ticarî işlerini İngiliz firmalarıyla yürütüyorlardı. Kısacası Hindistan, İngiliz İmparatorluğunun hem en büyük kâr kaynağı
hem de gücünün dayandığı bir temeldi. Bunun sonucu olarak, imparatorluğun bütün stratejisi Hindistan'ın ve Hindistan'a ulaşan yolların güvenlik altında
bulundurulmasına dayanıyordu.
• İngiliz imparatorluğu için en büyük güvenlik, karşısında ciddi bir rakibin olmamasıydı. Kraliyet donanması, denizlere ve okyanuslara hâkim durumdaydı ve
hiçbir Avrupa devleti bu kuvvete karşı çıkmaya cesaret edemiyordu. İngilizlerin güvenlik içinde olmalarının bir başka sebebi de kendilerini Avrupa işlerinden
tamamıyla sıyırmalarıydı.
• Avrupa'daki üç «muhafazakar monarşi» yani Rusya, Prusya (sonra, Almanya) ve Avusturya (sonra Avusturya-Macaristan) Fransa'nın karşısına dikilmişler, onun
yeniden bir Napolyon macerasına girişmesini engelliyorlardı. Buna karşılık, Fransa'nın gücü de onlarda uyanabilecek böyle bir isteği önlemeye yetiyordu.
• Rusya gücünü ve etkisini biraz fazla artırmaya başlayınca İngiltere, Fransa ile birleşerek Kırım savaşına girişmiş, istediği sonucu elde etmişti. Fakat, bir
zamanlar müdahale yapılması için bir sebep olarak görülen «kuvvet dengesinin sağlanması», artık müdahale yapılmamasının sebebi olmaya başlamıştı.
Çünkü, İngilizler artık bu «denge»nin kendiliğinden sağlandığına ve müdahalenin gereksiz olduğuna inanıyorlardı.
• İngiliz Egemenliğindeki Bölgelere Yeni Gözler Dikiliyor Ama, 19. yüzyılın son yirmi yılı içinde, İngilizlerin dünya üzerinde egemenlik kurmaktaki
rahatlıkları son buldu. Bunun sebebi, Avrupa'daki kuvvet dengesinin biraz fazla başarılı olmasıydı. Böylece, rahatlayan Avrupa devletleri gözlerini Avrupa
dışındaki ülkelere de çevirmeye başlamışlardı. Bu yeni gelişme ise, Avrupa devletleri için İngilizlerle çatışmayı kaçınılmaz bir hale getiriyordu. Çünkü göz
dikilen büyük Afrika kıyıları, İngilizlerin Hindistan ulaşım yolları üzerindeydi. Öte yandan, Rusya'nın Orta Asya'ya doğru yayılması, Hindistan'ın kuzey-
batı sınırları için, Fransa'nın Çin Hindi'ne yerleşmesi ise, güney-doğu sınırları için, bir tehditti. İngilizlerin kendilerini özellikle zayıf ve tehlikede
hissettikleri bir nokta vardı: Mısır. İngilizler, daha Süveyş Kanalı açılmadan ön­ce bile Hint okyanusuna çıkan bir arka kapı olarak gördükleri Mısır'ı güven
altında bulundurmaya önem veriyorlardı. Süveyş Kanalı açıldıktan sonra ise, bu problem çok daha büyük bir önem kazanmıştı. İngilizler 1882 yılında, biraz
da rastlantıyla,
• Mısır’ı ele geçirmişlerdi. Fakat bu ülkeyi açıkça ilhak etmekten çekiniyorlar ve kendilerinin, büyük devletlerin vekili olarak davrandıklarını ileri
sürüyorlardı.
• İngiliz Kraliyet Donanmasının üstünlüğü, tartışmasız olarak devam etmekteydi. Alman başbakanı Bismarck, 1884’te bütün Avrupa devletlerinin
donanmalarını, İngiliz donanması karşısında bir araya toplayacak bir birlik kurmayı düşündüğünü açıklamıştı. Fakat, kısa bir süre sonra bu düşüncesinden
vazgeçti. İngiltere, 1889'da başladığı yeni bir gemi inşa hareketiyle, bütün rakiplerini yeniden çok gerilerde bırakmıştı. İngiliz donanması için yeni bir
tehlike, ancak 1900 yılında sözkonusu oldu. Bu tarihte Almanya, kabul ettiği İkinci Donanma Kanunu ile, İngiltere'yi kendi sularında açıkça tehdit etmek
istiyordu. Fakat, 20. yüzyılın başlangıç yıllarında Alman donanması, sadece bir idealdi. Üstelik de İngilizler, denizaşırı problemlerinin bir çoğunu çözmüş
bulunuyorlardı. Bütün bu işlerin planlanmasında, donanmalarının güçlü oluşunun yanı sıra İngilizlere yardım eden bir başka nokta daha vardı. İngilizler,
diplomatik bakımdan da avantajlı durumdaydılar. Çünkü, karşılarındaki devletlerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklar nedeniyle, İngiltere'ye karşı
birleşmelerine imkân olmadığına emindiler. Öte yandan, İngilizler Almanya'yı hâlâ kendi «tabii müttefik»leri sayıyorlardı. İngilizlere göre Almanya,
gerektiği anda, İngiliz İmparatorluğunun savunulması için yardıma koşmaya hazırdı. Ama bu varsayımın gerçeğe uygun düştüğü de pek söylenemez.
Çünkü, Avrupa'daki kuvvet dengesi burada da İngiliz çıkarlarının aleyhine işliyordu. Fransız-Rus ittifakı yüzünden, Almanya'nın İngiltere'nin yardımına
koşması kendisi için hayli tehlikeli bir hale gelmişti. Üste­lik, Almanya böyle bir yardımda bulunmaya hiç de istekli görünmüyordu.
• Almanlar, İngiliz İmparatorluğuna yardım edecekleri yerde, kendileri için denizaşırı topraklar elde etmek niyetindeydiler. Bu alanda,
küçük çapta da olsa, kuvvetli ihtirasları vardı. Sömürgelerin paylaşılmasında kendilerine de bir pay düşmesini istiyorlardı. İngilizler,
Almanların bu isteğine rıza gösterdiler ama, Almanlar İngilizlere karşı diğer devletlerle ve özellikle Fransa ile işbirliğine girişince durum
kötüleşti.
• İngiltere'de ortaya çıkan yeni bir düşünceye göre, Almanya geleceğin en tehlikeli devletiydi. Fakat, herşeye rağmen, bu düşünceye
yaslananlar henüz azınlıktaydılar ve İngiliz devlet adamlarının çoğu, Almanya ile uzlaşmanın bir kolayı bulunacağına inanmaya devam
ediyordu. Bu inançla harekete ge­çen Sömürgeler Bakanı Chamberlain, 1898 yılında Almanya ile bir ittifak kurmaya teşebbüs etmişti.
Fakat bu ittifak gerçekleştirileme­di ve İngiltere yine yalnız kaldı.
• Liberalizmin Kıtasal standartlarına bakıldığında, Büyük Britanya, esas rakiplerine oranla hem daha fazla hem de daha az ileriydi.
Britanya, bir yandan "Parlamentolarının Anasının", hukukun üstünlüğünün, Haklar Bildirgesinin ve serbest ticaretin yurdu olduğunu haklı
olarak iddia edebilirdi. Britanya toplumu uzun süredir Avrupa'daki en modern, sanayileşmiş toplumdu ve tahminen liberal fikirlere en açık
olanıydı. Diğer yandan, İngiliz kurumları asla devrim veya işgal şoku deneyimi geçirmemiş olma konusunda istisnaydı. Hüküm sü-ren
politik yaklaşımlar, yoğun bir biçimde paragmatik kaldı. Monarşi, Fransız Devrimi sanki hiç olmamış gibi, on yedinci yüzyılın sonunda
üzerinde anlaşılan kural ve adetler uyarınca hüküm sürmeye devam ediyordu. Kraliçe Victoria Dönemi (1837-1901) ve geniş ailesinde
monarşi, parlamenter yönetim için ideal aracı, istikrar için bir gücü ve yurtdışında gizli etki için kanalı bulmuştu. Britanya'da
cumhuriyetçi sempatiler vardı, ancak monarşiyi kaldırmak veya bir anayasa getirmek için ciddi bir hareket yoktu,
• Britanya'nın çok eski kurumları reform yapmakta yavaştı. Radikal reformcular, genelde on yıllar boyu başlarını duvarlara vurmak zorunda
kaldılar. 1832'ye dek yaşayan reformsuz parlamento, Temmuz monarşisi yönetimindeki Fransız dengi gibi inanılmaz bir tarih hatasıydı.
Serbest ticarete karşı konulan Tahıl Yasaları 1846'ya dek yürürlükte kaldı. Medeni evlilik ve boşanma ancak sırasıyla 1836 ve 1857'de
mümkün oldu. Evrensel oy hakkı için talepler ilk defa Chartistler tarafından 1838-1848 arasında dile getirildi ve asla tümüyle yerine
getirilmedi.
Londra Emekçiler Derneği 1838'de bir bildirge [charter] yayımladı. Onlara Chartistler unvanını kazandıran da
bu oldu. Bildirgede altı talep dile getirilmişti:
( 1 ) erkekler için genel oy hakkı,
( 2) parlamentonun yılda bir yenilenmesi,
( 3) gizli oylama,
( 4) seçim bölgelerinin eşit biçimde belirlenmesi,
( 5 ) parlamenterlerin mülk sahibi olması koşulunun kaldırılması ve
( 6 ) parlamento üyelerine ücret ödenmesi.
Chartizm başarılı olamadı. En azından 1886 yılının sonuna dek Chartistler siyasette orta sınıfla aristokrat
seçkinler tarafından yönetilmeye göz yummuşlardı, ancak bunun fazla sürmeyeceğine dair işaretler vardı.
• İngiliz Kilisesi, İrlanda (1869) ve Galler (1914) dışında hiçbir zaman devletten ayrılmadı. Lordlar
Kamarasındaki feodal ayrıcalıklar bile 191l'e dek azalmadı. Dini hoşgörü asla tüm olmadı Çok eski Liberal
ve Muhafazakâr takımların yeniden süslenmiş halini barındıran iki partili sistem, güçlü bir sosyalist hareketin
ve toplumsal yaşamının gelişimini geciktiriyordu. Yüzyılın üçüncü çeyreğinde sahneye egemen olan ve her
ikisi de liberal eğilimlere sahip W. E. Gladstone (1809-1898) ve Benjamın Disraeli'nin (1804-1881)
yönetiminde, imparatorluğun çıkarları yerel reformlara sık sık gölge düşürmüştü. Galler, imparatorluğun idari
bir parçası olarak kaldı. Iskoçya, ikinci dercceden bir bakan olan kendi müsteşarına 1885'te kavuştu, İrlanda
asla kendi yönetimini elde edemedi. İngilizce konuşan dominyonlarda liberal siyasetler izlense de, bunları
sömürgelere tümüyle yaymak için pek bir istek yoktu. İngilizler, hoşgörü ve liberalizmleriyle gururlanmayı
seviyorlardı, ancak bu gururları artık eskide kalmıştı. Sonraki on yıllarda, yerel demokraside Fransızlardan,
toplumsal yaşamda Almanlardan ve ulusal siyasette Avusturya-Macaristan'dan geride kaldılar. (Avrupa Tarihi-
Norman Davies)

You might also like