Professional Documents
Culture Documents
RÖNESANS AVRUPA'SI
Rönesans Dönemi Avrupa (15. ve 16.yy.lar)
Napolyon'un düşüşünü izleyen 15 yıl içinde, her ülkede atılımlar ve tepkiler, reformcu girişimler, hatta anayasal özgürlük
unsurları görüldü. Ama sonuç olarak, yeniden kurulan devletlerin dayandığı temeller sağlamlaştırıldı. Bu devletler savaşlardan
ve didişmelerden yorgun düşen bir toplumun çelişkilerini ve zıtlıklarını denetleyebilecek gücü kazanmış gibiydiler.
Fransa'nın yenilgisinden sonra, kapitalist ilişkiler Avrupa'nın birçok ülkesinde gelişmeğe devam etti. İmalathanelerin
sayılarının çoğaldığı, işçi kentlerinin yükseldiği görülüyordu, ama köylerde, yoksul köylülerin yoksullukları gittikçe
koyulaşmaktaydı.
İtalya ve İspanya'da, yığınların eskiden beri kötü olan yaşam koşulları; iktidarı tekrar ele geçiren soylu ve rahip sınıflarının
ayrıcalıklarını yeniden işler duruma getirmeleri, devrim sırasında kapatılmış olan manastırları yeniden açmaları ve engizisyon
mahkemelerini yeniden kurmaları ile acınacak duruma geldi.
Fransa’da, X.Charles(1824-1830), başa geçer geçmez, ihtilalde kaçan göçmen asillere büyük tazminatlar verdi, daha sonra
dine karşı kiliselerde işlenen suçlar için ölüm cezasını kabul etti. Bununla yetinmeyerek, başta üniversiteler olmak üzere, daha
aşağı derecedeki okulları dahi kilisenin denetimine soktu.
Temmuz monarşisi döneminde (Louis Philipe 1830-1848) iktidar; yüksek burjuvazinin yani bankacıların, demiryolu
işletmeciliğine yatırım yapan işadamlarının, demir ve kömür madeni sahiplerinin elindeydi. Bu gruba, çoğunluğu eski ulusal
mülkleri elinde bulunduran toprak sahiplerinin bir kesimi de katılıyordu.
Özellikle 1840’tan sonra Louis Philipe ülkenin siyasal ve toplumsal sorunlarıyla ilgileneceği yerde, başkaldırmaları bastırmak
için sert tedbirler alma yoluna gitti.
• 1815-1830 DÖNEMİ
• Restorasyon döneminde (1815-30) reaksiyonun örtüsü, ona karşı olan herkesi aynı ölçüde örttü ve bu örtünün altındaki karanlıkta
Bonapartistlerle Cumhuriyetçiler, ılımlılarla radikaller arasındaki farklılıkları ayırt etmek hemen hiç mümkün değildi. 1830'lara doğru Owencı
'kooperasyon'un himayesinde siyasette ve ideolojide bağımsız bir proleter eğilimin ortaya çıktığı İngiltere dışında, öz-bilinçli işçi sınıfı
devrimcileri ya da sosyalistler hiç değilse siyasi yaşamda henüz ortada görünmüyordu.
• İngiltere dışındaki kitlesel hoşnutsuzlukların çoğu, henüz kötülükten ve kargaşadan başka hiçbir şey getirmediği görülen yeni topluma karşı
siyasal olmayan ya da lejitimist ve klerik görünümlü sessiz bir protesto niteliği taşımaktaydı. O nedenle birkaç istisna dışında kıta
Avrupası'ndaki siyasal muhalefet, hala aynı anlama gelen bir avuç zengin ve eğitimli grupla sınırlıydı; çünkü Ecole Polytechnique gibi solun
kalesinde bile öğrencilerin sadece üçte biri -ki hayli yıkıcı bir gruptu-, küçük burjuva kökenliydi (çoğunun ailesi, ordunun ve devlet
görevlerinin alt kademelerinden gelmekteydi); yalnızca 0.3'ü 'halk sınıflarından geliyordu.
• Yoksulların bilinçli olarak solda yer alan bu kesimi, ılımlı yorumundan çok radikal-demokrat biçimiyle de olsa, orta sınıf devriminin klasik
sloganlarını benimsemişti; ancak bu sloganlar, toplumsal bir meydan okuma tınısından yoksundu.
• Bu dönemde ne toplumsal, hatta ne de ulusal ayrımlar henüz Avrupa'daki muhalefeti uzlaşmaz kamplara bölebilmişti. 1820'lerin başlarına
kadar Jakoben karşıtı bir isteri tarafından engellenmiş olmasına karşın, düzenli bir kitle politikası biçimini yerleştirmiş İngiltere ile ABD'yi bir
yana bırakırsak, bütün Avrupa ülkelerinin muhaliflerini birbirine çok benzer bir siyasal gelecek beklemekteydi. Ayrıca –mutlakçılığın birleşik
cephesi, Avrupa'nın bütününde barışçıl reform seçeneğini neredeyse tamamen dışlamış olduğundan- devrimi gerçekleştirme yöntemleri de
birbirine son derece benzerdi. Bütün devrimciler kendilerini (belli bir haklılıkla), bir kez geldiğinde özgürlüğe tereddütsüz kucaklarını açacak
olmalarına rağmen, özgürlük mücadelesine katılmaları beklenemeyecek cahil ve yanlış yönlendirilmiş sıradan halkın oluşturduğu o devasa ve
atıl kitle arasında ve nihai olarak onların yararına çalışan özgürleşmiş ve ilerici küçük bir seçkinler grubu olarak görmekteydiler: Hepsi de
(hele hele Balkanların batısındakiler), tek bir düşmana, Çarın önderliğinde birleşmiş mutlakçı prenslere karşı savaştıklarını düşünüyorlardı.
• O nedenle devrimi birleşik ve bölünmez bir şey olarak; ulusal ya da yerel özgürlüklerin bir toplamı olmaktan çok, tek bir Avrupa görüngüsü
olarak kavrıyorlardı. Hepsinde de aynı devrimci örgütlenme tarzını, hatta aynı örgütü benimser gibi bir eğilim vardı: Asilerin gizli kardeşlik
cemiyet(ler)i.
• Son derece renkli törenleri ve hiyerarşileri olan bu kardeşlik cemiyetleri, Napoleon döneminin sonlarında ortaya çıkan masonik örgütleri
kendilerine örnek aldılar ya da taklit ettiler. En fazla uluslararası niteliğe sahip olduğundan aralarında en iyi bilineni, 'iyi kuzenler' örgütü ya
da Carbonari idi. (Devrim Çağı, E. Hobsbawm, Dost Kitabevi)
• Bu dönemde ne toplumsal, hatta ne de ulusal ayrımlar henüz Avrupa'daki muhalefeti uzlaşmaz kamplara bölebilmişti. 1820'lerin başlarına
kadar Jakoben karşıtı bir isteri tarafından engellenmiş olmasına karşın, düzenli bir kitle politikası biçimini yerleştirmiş İngiltere ile ABD'yi
bir yana bırakırsak, bütün Avrupa ülkelerinin muhaliflerini birbirine çok benzer bir siyasal gelecek beklemekteydi. Ayrıca –mutlakçılığın
birleşik cephesi, Avrupa'nın bütününde barışçıl reform seçeneğini neredeyse tamamen dışlamış olduğundan- devrimi gerçekleştirme
yöntemleri de birbirine son derece benzerdi. Bütün devrimciler kendilerini (belli bir haklılıkla), bir kez geldiğinde özgürlüğe tereddütsüz
kucaklarını açacak olmalarına rağmen, özgürlük mücadelesine katılmaları beklenemeyecek cahil ve yanlış yönlendirilmiş sıradan halkın
oluşturduğu o devasa ve atıl kitle arasında ve nihai olarak onların yararına çalışan özgürleşmiş ve ilerici küçük bir seçkinler grubu olarak
görmekteydiler: Hepsi de (hele hele Balkanların batısındakiler), tek bir düşmana, Çarın önderliğinde birleşmiş mutlakçı prenslere karşı
savaştıklarını düşünüyorlardı.
• O nedenle devrimi birleşik ve bölünmez bir şey olarak; ulusal ya da yerel özgürlüklerin bir toplamı olmaktan çok, tek bir Avrupa görüngüsü
olarak kavrıyorlardı. Hepsinde de aynı devrimci örgütlenme tarzını, hatta aynı örgütü benimser gibi bir eğilim vardı: Asilerin gizli kardeşlik
cemiyet(ler)i.
• Son derece renkli törenleri ve hiyerarşileri olan bu kardeşlik cemiyetleri, Napoleon döneminin sonlarında ortaya çıkan masonik örgütleri
kendilerine örnek aldılar ya da taklit ettiler. En fazla uluslararası niteliğe sahip olduğundan aralarında en iyi bilineni, 'iyi kuzenler' örgütü ya
da Carbonari idi. (Devrim Çağı, E. Hobsbawm, Dost Kitabevi)
• 1830
• 1830 devrimleri son derece genel vahim bir dönemin, yaygın ekonomik ve toplumsal rahatsızlığın ve hızla
değişen toplumsal koşulların ilk ürünleriydi. Bunu ba§lıca iki sonuç izledi. Birincisi; 1789'u örneğine uygun
olarak, kitlelerin siyasi yaşama girmesi ve kitle devrimi bir kez daha olanaklı hale geldi, dolayısıyla yalnızca
gizli kardeşlik cemiyetlerine bel bağlamak bir zorunluluk olmaktan çıktı. Ekonomik çöküntünün halkta yol
açtığı rahatsızlık. ile Restorasyon monarşisinin politikalarının sonuçsuz kalmasının birlikte yarattığı tipik bir
bunalım durumu yüzünden Paris'teki Bourbonlar devrildi. Kitlelerin oldukça hareketli olduğu 1830
Temmuz’u Paris 'i ne öncesinde ne de sonrasında görülmedik sayıda ve yerde barikatlar kurulduğuna tanık
oldu (Gerçekten de ı830, barikatı halk ayaklanmasının simgesi haline getirdi. Barikatın Paris'teki devrimci
tarihi en azından 1588'e kadar uzanmakla birlikte, 1789-94 arasında önemli bir rol oynamamıştı). İkinci
sonuç; kapitalizmin ilerlemesiyle 'halk'ın ve 'çalışan yoksullar'ın -yani barikatları kuranların-, giderek 'işçi
sınıfı' olarak endüstri proletaryasıyla özdeşleşmeleriydi. O nedenle, ortaya bir proleter-sosyalist devrimci
hareket çıktı.
• ı830 devrimleri aynı zamanda solcu siyaset tarzına iki değişiklik daha soktu. Ilımlılar radikallerden ayırdı ve
yeni bir uluslararası durum yarattı. Bunu yapmakla da hareketin yalnızca farklı toplumsal değil, ulusal
kesimlere de ayrılmasına yardımcı oldu.
• Uluslararası bakımdan ı830 devrimleri, Avrupa'yı iki büyük bölgeye ayırdı. Ren'in batısında birleşmiş
reaksiyoner devletlerin nüfuzunu bütünüyle kırdı. Ilımlı liberalizm, Fransa, Belçika ve İngiltere'de zafer
kazandı.
• Liberalizmin daha radikal tipi, halk desteğine sahip liberal ve liberalkarşıtı katolik hareketlerin birbiriyle
zıtlaştığı İberik Yarımadası'nda ve İsviçre'de tam anlamıyla zafer kazanamamakla birlikte, Kutsal İttifak'ın
artık bu bölgelere müdahalesi olanaksızlaştı (Oysa Kutsal İttifak bunu Ren'in doğusunda her yerde hala
yapabiliyordu).
• 1830'ların Portekiz ve İspanyol iç savaşlarında mutlakçılarla ılımlı liberal güçler, karşılıklı olarak kendi
taraflarını desteklediler (Liberaller bu konuda biraz daha enerjikti ve belli belirsiz 1930'ların İspanyol
severliğinin ipuçlarını verecek biçimde yabancı radikal gönüllülerden ve sempatizanlardan yardım
görmekteydi). Fakat bu ülkelerdeki sorun, güçler arasındaki yerel dengelerin kararına kalmıştı. Yani, kısa
ömürlü liberal zaferlerle (1833-7, 1840-3) muhafazakâr toparlanma arasında gidip gelmelere, kararsızlığa
terkedilmişti.
• Ren'in doğusundaki durum, bütün devrimler (Alman ve İtalyan ayaklanmaları Avusturyalılar tarafından ya
da onların desteğiyle; çok daha ciddi olan Polonya ayaklanmasıysa Ruslar tarafından) bastırıldığından,
yüzeysel bakımdan 1830 öncesindeki gibi kaldı. Bunun yanında bu bölgede ulusal sorun, diğer bütün
sorunların önünde gitmeye devam etti. Birleşememiş ulusların üyeleri ya küçük prensliklere bölünmüş
olduğundan ya da tersine (Habsburg, Rus ve Türk imparatorlukları gibi) çok uluslu imparatorlukların
içersinde bulunduklarından ya da her iki özelliği de gösterdiklerinden, bütün halklar ulus olma ölçütüne
göre ya çok küçük ya da çok büyük olan devletler altında yaşamaktaydılar. Büyük oranda mutlakçı
olmayan bir kuşakta yer almakla birlikte, Avrupa'nın geri kalanında cereyan eden dramatik olayların
dışında görece sakin bir yaşam sürdüren Flamanları ve İskandinavları hiç hesaba katmasak da olur.
• 1848 devrimlerinin, her iki yakanın her yerinde olmasa da Ren'in her iki yakasında patlak vermiş
olmasının da gösterdiği gibi, bu iki bölgede meydana gelen devrimler arasında ortak pek çok yan
bulunmaktadır. Ancak devrimci ate§, her iki bölgede de aynı değildi. Batıda İngiltere ve Belçika genel
devrimci ritimden ayrılırken, İspanya, Portekiz ve daha az ölçüde de İsviçre, bulaşıcı iç savaşlara
sürüklendiler ve (1847 İsveç iç savaşında olduğu gibi) buralardaki bunalım, rastantılar dışında artık
Avrupa'nın diğer yerlerindeki bunalımla da çakışmaz oldu. Avrupa'nın geri kalanında etkin 'devrimci'
uluslarla edilgen ya da coşkusuz olanlar arasında keskin bir ayrım doğdu. (…)
• Aynı türden olmasa da devrimin sorunları Doğu'da da Batı'da da birbirine benzerdi: Ilımlılarla radikaller arasında artan bir
gerilime yol açmaktaydı. Batıda ılımlı liberaller, Restorasyon döneminin ortak muhalefet cephesinden çıkarak (ya da ona
duydukları büyük yakınlığı yitirerek), hükümet ya da potansiyel hükümet dünyasına girdiler. Üstelik radikallerin çabalarıyla -
barikatlarda radikallerden başka kim savaşabilirdi ki? - iktidarı ele geçiren ılımlı liberaller, hiç gecikmeden radikallere ihanet
ettiler. Onlar için demokrasiyle ya da cumhuriyetle alış verişe girmek kadar tehlikeli bir şey olamazdı. ''Artık meşru bir
dava olmadığı gibi" diyordu Restorasyon döneminin muhalif liberali, Temmuz Monarşisi'nin Başbakanı Guizot, "bunca
zamandır demokrasi bayrağı altında yer verilmiş ilkeler ve duygular konusunda yanıltıcı bahanelere de gerek yoktur. Bir
zamanlar demokrasi olan, şimdi anarşi demektir; demokrasi ruhu, bugün devrim ruhundan başka bir şey değildir, uzun zaman
da öyle kalacaktır. "
• Bunun da ötesinde, kısa bir hoşgörü ve şev k arasından sonra liberaller coşkularını başka reformlarla ılımlılaştırmaya ve
radikal solu, özellikle de işçi sınıfı devrimcilerini bastırmaya yöneldiler. İngiltere'de 1834-5 Owencı 'General Union' ile
Chartistler, hem Reform Yasası'na karşı çıkanların hem de destekleyenlerin düşmanlığıyla karşılaştılar. 1839'da Chartistlerin
üzerine sürülen askerlerin komutanı, bir orta sınıf radikali olarak Chartistlerin isteklerinden birçağuna yakınlık duymuş, fakat
yine de Chartistleri kontrol altında tutmaktan geri durmamıştı. Fransa'da 1834 cumhuriyetçi ayaklanmasının bastırılması, bir
dönüm noktası oldu: Aynı yıl bir tarım işçileri sendikası kurmaya kalkan altı dürüst Wesleyanlı işçiye verilen gözdağı
('Tolpuddle Şehitleri' olayı), İngiltere' de de işçi sınıfı hareketine karşı benzer bir saldırıya geçildiğini gösteriyordu. O yüzden
radikaller, cumhuriyetçiler ve yeni proleter hareketler liberallerle safları ayırdılar; hala muhalefette yer alan ılımlılar, artık
solun sloganı haline gelen 'demokratik ve toplumsal cumhuriyet' şiarından rahatsız olmaya başladılar.
• Avrupa'nın geri kalanında hiçbir devrim başarılı olamadı. (…) (Devrim Çağı, E. Hobsbawm, Dost Kitabevi)
• 1848 Devrimi
• Modern dünyanın tarihinde bundan çok daha büyük ve kesinlikle çok daha başarılı yığınla devrim olmuştur; ancak hiçbiri,
sınırları, ülkeleri, hatta okyanusları aşan bir orman yangını gibi bu denli hızla ve alabildiğine yayılmamıştır. Avrupa devrimlerinin
doğal merkezi ve ateşleyicisi konumundaki Fransa’da 24 Şubat günü Cumhuriyet ilan edildi. Devrim, 2 Mart'ta Güneybatı
Almanya'ya, 6 Mart'ta Bavyera'ya, 11 Mart'ta Berlin' e, 13 Mart'ta Viyana'ya ve hemen ardından Macaristan'a, 18 Mart'ta
Milano'ya, dolayısıyla (Sicilya müstemlekesinde çoktandır bağımsız bir ayaklanmanın baş gösterdiği) İtalya'ya sıçradı. O
zamanlar birilerinin (Rothschild Bankası'nın) elindeki en hızlı haberleşme servisi, Paris'ten Viyana'ya beş günden önce haber
taşıyamıyordu.
• Bugün on devletin topraklarının bulunduğu Avrupa'nın bir bölgesinde, hiçbir hükümet birkaç haftadan fazla dayanamıyordu
(Bunun, başka yerlerde ve ülkelerde yarattığı etkileri saymaya ise gerek bile yoktur).
• Öte yandan 1848, doğrudan etkisi Pernambuco'da (Brezilya) 1848 ayaklanmasında ve birkaç yıl sonra Kolombiya'da
hissedilebilecek dünya çapında olma potansiyeli taşıyan ilk devrimdi. Bir anlamda, asilerin bundan böyle hayalini kuracakları ve
çok nadir anlarda, örneğin büyük savaşlardan sonra gerçekleşebileceğini düşündükleri bir 'dünya devrimi' paradigması
sunmaktaydı. Aslında bu tür kıta Avrupası ya da dünya ölçeğinde kendiliğinden ortaya çıkan patlamalar, son derece nadir
vakalardır.
• Avrupa'da 1848, kıtanın hem 'gelişmiş' hem de geri kalmış bölgelerini etkisi altına almış tek olaydır. Hem son derece yaygındı
hem de bu tür devrimler arasında en az başarılı olanıydı. Patlak verişinden sonraki altı ay içerisinde yenileceği ayan beyan
ortadaydı ve on sekiz ay içinde alaşağı ettiği rejimler, biri dışında yeniden kuruldular; tek istisna olan Fransa
Cumhuriyeti de varlığını borçlu olduğu ayaklanma ile arasına olabilecek en fazla mesafeyi koydu.
• Yine de bu devrimlerin ortak yanlarının, neredeyse aynı anda meydana gelmiş olmaktan; yazgılarının iç içe geçmiş olmasından, ortak bir
ruha ve biçeme, garip bir romantik-ütopyacı iklime ve benzer bir belagata (Fransa bunun için guarante-huitard sözcüğünü bulmuştu) sahip
olmaktan ibaret kalmadığı belirtilmelidir. Hiçbir tarihçi, bu devrimi şu görüntülerinden tanımakta zorlanmayacaktır: Sakallı militanlar;
sarkık boyun bağları; geniş kenarlı, üç renkli şapkalar; her köşe başına kurulmuş barikatlar; özgürleşme, yoğun bir umut ve iyimser bir
kafa karışıklığının ilk duyguları. O, 'halkların baharı'ydı; ama bahar gibi geçmedi. Şimdi bu devrimcilerin ortak özelliklerine kısaca
bakalım.
• İlk adımda hepsi de başarılı oldu, ama sonra hızla ve çoğu yerde toptan yenildiler. İlk birkaç ay içerisinde devrimci kuşakta yer alan
yönetimlerin tümü temize havale edildi ya da iktidar edemeyecek hale getirildi. Neredeyse hiçbir direniş gösteremeden düştüler ya da geri
adım attılar. Ancak devrim (Viyana'da, Macaristan'da ve İtalya'da [devrimci] hareket, karşı saldırıya geçme yeteneğini bir ölçüde
korumuşsa da), görece kısa bir zamanda neredeyse her yerde; Nisan sonunda Fransa’da, yaz boyunca da devrimci Avrupa'nın geri kalan
bölgelerinde inisiyatifini yitirdi. Fransa'da muhafazakâr canlanmanın ilk belirtisi, nisan ayında yapılan seçimlerde kendini gösterdi. Genel
oyla yapılan bu seçimlerde (monarşi yanlıları azınlıkta kalmış olsalar da) muhafazakarların büyük çoğunluğu, tamamen kentli düşünen
solun henüz nasıl sesleneceğini bilemediği, tutucu olmaktan ziyade siyasi deneyimden yoksun bir köylülüğün oylarıyla Paris' e gönderildi
(Gerçekten, -Fransa'nın ilerideki siyasi yaşamını inceleyenlerin bildiği gibi- 1849'da Fransa taşrasında 'cumhuriyetçi' ve solcu bölgeler
yok değildi ve 1851'de Cumhuriyet'in kaldırılmasına karşı en sert direniş de buralardan-örneğin Provence'tan- gelecekti).
• İkinci belirti de,· Haziran ayaklanmasında yenilen Parisli devrimci işçilerin uğradığı bozgun ve tecrit oldu Mayısta imparatorun
kaçmasıyla manevra özgürlüğü artan Habsburg ordusunun, yeniden toparlanarak haziranda Prag'ta patlak veren -Çek olsun Alman olsun
ılımlı orta sınıflardan .da destek gören- radikal bir ayaklanmayı bastırmasına göz yumulması, Orta Avrupa için dönüm noktası oldu.
Böylelikle İmparatorluğun ekonomik çekirdeğini oluşturan Bohemya yeniden fethedildi; Habsburg, kısa bir süre sonra Kuzey İtalya'nın
da denetimini yeniden eline geçirdi. Tuna prensliklerindeki geç kalmış ve kısa ömürlü olmuş devrimse, Rusların ve Türklerin
müdahalesiyle bastırıldı.
• Eski rejimler, aynı yılın yaz ayları ile son günleri arasında Almanya'da ve Avusturya'da iktidarı yeniden ellerine
geçirdiler (Ekim ayında, giderek devrimcileşmekte olan Viyana'yı dört bin kişinin canı pahasına silah zoruyla ele
geçirmeleri gerekmişti). Bunun ardından Prusya kralı, otoritesini hiçbir güçlükle karşılaşmadan asi Berlinlilere
yeniden kabul ettirecek cesareti topladı ve Alman parlamentosunu ya da daha ziyade ümitvar bahar günlerinde
seçilmiş anayasal meclisiyle daha radikal Prusyalılarla öteki meclisleri kendi tartışmalarıyla (dağılmayı bekler
halde) başbaşa bırakarak, (güneybatıdaki belli bir muhalefetin varlığı dışında) Almanya'nın geri kalanını süratle
hizaya soktu. Kış geldiğinde, devrimin elinde yalnızca iki bölge kalmıştı: İtalya'nın bazı bölgeleri ile Macaristan.
1849 halkların baharında daha ılımlı bir devrimci eylem uyanışının ardından, aynı yılın ortalarında buraları da
yeniden fethedildiler;
• Macarların ve Venediklilerin Ağustos 1849’da silahları bırakmaları üzerine, devrim de son nefesini verdi. Tek
istisnayı oluşturan. Fransa dışında, bütün eski yöneticiler -Habsburg İmparatorluğu'nda olduğu gibi, bazı
durumlarda eskisinden daha büyük bir güçle- iktidara yeniden geldiler ve devrimciler sürgüne gönderilerek
dağıtıldılar. Yine tek istisna olan Fransa dışında, 1848 baharının bütün siyasal ve toplumsal düşleri, neredeyse
bütün kurumsal değişiklikler, çok geçmeden tümüyle silindi; hatta Fransa'da bile Cumhuriyet ancak iki buçuk yıl
daha yaşayabildi. Geri döndürülmesi mümkün olmayan yalnızca bir tek değişiklik gerçekleşmişti: Habsburg
İmparatorluğu'nda serfliğin kaldırılması. • Önemli olmakla birlikte bir tek bu kazanım dışında, Avrupa'nın modern
tarihinde 1848, vaatlerin en büyüğünü, toprak olarak en geniş alanı ve en dolaysız ilk başarıyı, en mutlak ve hızlı
başarısızlıkla bir araya getiren bir devrim olarak boy göstermektedir.
• Komün
• Ele aldığımız dönemin devrim tarihinin büyük bölümünde olduğu gibi, Paris Komünü de başardıklarından ziyade habercisi olduğu şey bakımından önem
taşımaktaydı; bir olgu olmaktan çok bir simge olarak daha zorluydu. Komünün gerçek tarihinin üzeri, gerek Fransa' da gerekse (Marx aracılığıyla)
uluslararası sosyalist harekette yol açtığı son derece güçlü bir söylen (bugün de, özellikle Çin Halk Cumhuriyeti'nde yankısını sürdüren bir söylen)
tarafından örtülüdür. 0 Olağanüstü, kahramanca, çarpıcı ve trajikti; fakat en büyük başarısı olan işçilerin tek bir kentte kurdukları ayaklanma hükümeti
kısa ömürlü oldu (iki aydan daha kısa) ve en ciddi gözlemcilerin kanaatine göre akıbeti belliydi. 1917 Ekimi'nden sonra Lenin, muzaffer bir edayla
Şunları söyleyecekti: "Komün'den daha fazla dayandık."
• Ne var ki, tarihçilerin, geriye baktıklarında Komün'ü azımsama ayartısına kapılmamaları gerekir. Burjuva düzenine ciddi bir tehdit yöneltmiş olmasa
bile, salt varlığıyla korkudan aklını başından almıştı. Yaşamının da ölümünün de üzerinden panik ve isteri hiç eksik olmadı; özellikle uluslararası basında
komünizmi kurumlaştırmakla, zenginlerin mallarını kamulaştırmakla, karılarını paylaşmakla, terörle, toplu kıyımla, kaosla, anarşiyle, saygıdeğer sınıfları
taciz eden kabuslarla suçlandı ve tabii söylemeye bile gerek yok, bütün bunlar Enternasyonal'in bilinçli oyunlarıydı. Dahası, hükümetler, düzene ve
uygarlığa yönelik bu uluslararası tehdide karşı harekete geçme gereği duydular. Polisin uluslararası işbirliği ve firari Komüncülere siyasi mülteci statüsü
tanımama eğilimi (ki o günlerde bu, bugün olduğundan çok daha büyük bir skandaldı) dışında, -kendini paniğe kaptırmayan biri olan Bismarck'ın
desteklediği Avusturya Şansölyesi, kapitalist bir karşı-Enternasyonal kurulmasını önerdi. Enternasyonal'in hızla gerilemesi, [Birlik anlaşmasının]
imzalandığı dönemde bu hedefi acil olmaktan çıkarmış olsa da, 1873'te "bütün tahtları ve kurumları tehdit eden Avrupa radikalizmine karşı" yeni bir
Kutsal İttifak olarak görülen Üç İmparatorun (Almanya, Avusturya, Rusya) Birliği'nin kurulmasında en büyük etken devrim korkusuydu.
• Bu evhamın asıl nedeni, hükümetlerin genelde toplumsal devrimden değil, proletarya devriminden duydukları korkuydu. Bu anlamda Enternasyonal' i ve
Komünü özünde bir proleter hareket olarak gören Marksistler, aslında hükümetlerle ve zamanın 'saygıdeğer' kamuoyuyla aynı çizgideydi. Gerçekte de
Komün işçilerin ayaklanmasıydı (Bu sözcük, fabrika işçilerinden çok, 'halk' ile 'proletarya' arasında bir yerlerde bulunan insanları betimlediği kadar, aynı
zamanda bu dönemde her yerde varolan emek hareketinin eylemcilerine de uygun düşmekteydi). Tutukların 36.000 Komüncü, Paris'in çalışan
kesimlerinin bir kesitini sunmaktaydı: %8 beyaz yakalı işçi, %7 hizmetli, %10 küçük esnaf ve benzeri. Ama geri kalanı, ezici bir oranla -inşaat ve maden
işkollarında çalışan- işçilerdi; onları aynı zamanda orantısız bir ağırlıkla [Komün'ün] kadroları[nı] da sağlayan-daha geleneksel vasıflı zanaatkarlar -
mobilya, lüks mallar, matbaa ve giyim kuşam- ve tabii her zaman radikal olan ayakkabıcılar izlemekteydi.
• Fakat, Komün' e sosyalist bir devrim denebilir mi? Her ne kadar Komünün sosyalizmi hala 1848 öncesine ait, özünde üreticilerin kendi
kendilerini yönettiği kooperatif ve korporatif birimlere ilişkin (şimdi aynı zamanda hükümetin radikal ve sistemli müdahalesini
gerektiren) bir hayal olsa bile, bu sorunun yanıtı kesinlikle evettir. Komünün pratik kazanımları ılımlı olmanın çok ötesindeydi, ama
onun kusuru bu değildi. Çünkü Komün, kuşatılmış bir rejim, savaşın ve muhasara altındaki Paris'in çocuğu, [yabancı devletlere]
teslimiyere karşı verilmiş bir karşılıktı. 1870'te Prusyalıların ilerlemesi, III. Napoleon imparatorluğunun boynunu vurdu. III. Napoleon'u
deviren ılımlı cumhuriyetçiler, savaşı gönülsüz bir biçimde sürdürdüler ve kitlelerin devrimci bir şekilde seferber edilmesinin (yeni bir
Jakoben ve toplumsal cumhuriyetin) geriye kalan tek direniş olasılığı olduğunu düşünerek, daha sonra savaşmaktan vazgeçtiler.
• Kendi hükümeti ve burjuvazisi tarafından kuşatılmış ve yüzüstü bırakılmış Paris'te, asıl iktidar Milli Muhafızlar'ın ve
arrondissernentlerin (bölge valilerinin), yani pratikte halkın ve çalışan sınıfın mahallelerinin eline geçti. Devrimi tahrik eden silah
bırakışmasından sonra Milli Muhafızları silahsızlandırma girişimi, Paris'in bağımsız bir yerel yönetim olarak örgütlenmesi ('Komün')
biçimini aldı. Ama Komün derhal (o zaman Versailles'de bulunan) -müdahaleden kaçınan muzaffer Alman ordusu tarafından sarılmış-
ulusal hükümet tarafından kuşatıldı. Komünün iki ayı, Versailles'in ezici güçlerine karşı neredeyse kesintisiz olarak sürdürülen bir savaş
dönemiydi: 18 Mart'ta ilan edilmesinden sonraki on beş günde inisiyatifini kaybetti. 21 mayısta düşman Paris' e girdi ve son hafta şunu
gösterdi ki Paris çalışanlarının yaşamları kadar ölümleri de kolay olmayacaktı. Versailles'ın ölü ve yaralı olarak kaybı 1100 kişiydi;
Komün de yüz kadar rehineyi idam etmişti.
• Bu kavgada Komüncülerin ne kadarının öldüğünü kim bilebilir? Binlercesi katledildi: Versailles, bu rakamın 17.000 olduğu itiraf etti,
ama bu gerçeğin olsa olsa yarısıdır. 43.000'den fazla insan tutuklandı; lO.OOO'i mahkûm edildi ve bunların yaklaşık yarısı New
Caledonia'da sürgüne, diğer yarısı da hapishanelere gönderildi. Bu, “saygıdeğer insanlar”ın intikamıydı.
• O tarihten sonra Paris'in işçileriyle 'tuzu kurular'ı arasında oluk oluk kan aktı. Ve yine o tarihten sonra toplumsal devrimciler, şayet
iktidarı ellerinde tutmayı beceremezlerse başlarına neler gelebileceğini öğrendiler. (Sermaye Çağı, E. Hobsbawm, Dost Kitabevi)
ROMANTİZM
SANAYİ DEVRİMLERİ
• Sanayi devrimleri
• Sanayi, devrimlerle doğmadı. Devrim öncesinde de vardı; işçiler, mesela dokumacılıkta, imalatçı tacirler
hesabına evlerinde çalışıyorlardı; demirciler, dökümhanelerde de dışarıdan sipariş alıyorlardı. Ama bütün
bunlar zanaat düzeyindeydi.
• Oysa, XVIII. yüzyıl sonlarına varıldığında bu konuda büyük değişiklikler ortaya çıktı. Bu değişimler, üretim
araçlarını hem nicelik hem de nitelik olarak etkiledi. Makinelerin gelişimi ve dolayısıyla maliyetlerinin
yükselişi, artık işçilerin bunlara tek başlarına sahip olamayacaklarını gösteriyordu. Buharın kullanımı da bu
makineleri bir araya getirme, yani fabrikada bir bina içinde toplama zorunluluğu getirdi. Böylece ekonominin
verilen, aynı zamanda da günlük yaşamın çerçevesi değişti. Ayrıca taşımacılıktaki ilerlemeler de bazı
dönüşümlere neden olacaktı.
• Bu arada teknik yenilikleri belirtmek yerinde olur: makinelerde buharın kullanımı, kömür ve demir sektörünü
etkileyerek et birinci» sanayi devrimine damgasını vurdu; taşımacılık alanında, demiryolu, deniz ulaşımı ve
karayollarında teknik gelişmeler görüldü; dokumacılık gelişti, nihayet petrol ve elektrik gibi yeni enerji
kaynaklarının kullanımı, ikinci sanayi devrimini getirdi. Kuşkusuz bu yenilikler hemen yaygınlaşmadı.
Nitekim İngiltere’de odunla çalışan son yüksek fırın ancak 1809 yılında söndürüldü.
• Fransa’da, yeni ve geleneksel sektörler iç içe geçerek uzun süre varlıklarını korudular. Mulhouse de
pamuk fabrikada eğiriliyor, ama kumaş -fason işçilikle- evler de dokunuyordu.
• Bu dönemde meydana gelen ekonomik dönüşümlerin tümünü sadece teknik gelişmelere bağlamak
doğru olmaz. Tarihçilere göre bu gelişim, bir talebe verilen cevaptır. Onlar daha çok tarım
alanındaki gelişmeler üstünde dururlar: söz konusu olgu, kırsal alandan kentlere doğru göçe neden
olmuş, dolayısıyla potansiyel bir pazarın ve el emeğinin doğuşuna yol açmıştır. Bu yazarlar iç
sınırların ortadan kalkmasıyla tutarlı ulusal pazarların oluşumuna, böylece işletmecilik
düşüncesinin ortaya çıkışına ve sermaye birikimine önem verirler.
• 1789-1848 büyük devrimi, 'endüstri' olarak endüstrinin değil, kapitalist endüstrinin; genel olarak
özgürlüğün ve eşitliğin değil, orta sınıfın ya da burjuva liberal toplumun; 'modern ekonomi'nin
veya 'modern devlet'in değil, merkezinde, birbirine komşu ve rakip Büyük Britanya ve Fransa
devletlerinin bulunduğu dünyanın özgül bir coğrafi bölgesindeki (Avrupa'nın bir bölümündeki ve
Kuzey Amerika'nın birkaç bölgesindeki) devletlerin ve ekonomilerin zaferiydi. 1789-1848
dönüşümü, bu iki ülkede ortaya çıkan ve oradan bütün dünyaya yayılan özünde ikiz bir kargaşadır.
E.Hobsbawm, Devrim Çağı, Dost Kitabevi
• İkinci Sanayi Devrimi
• Çelik sanayii 1856 yılından itibaren çok büyük bir gelişim gösterdi. Henry Bessemer, dökme demiri
ekonomik olarak çeliğe dönüştüren bir yöntem buldu; böylece çelik, demire karşı bir zafer kazanmış oldu.
Ama ikinci sanayi devrimi, petrol ve elektrikten kaynaklandı.
• Antikçağ’dan beri bilinen «yer yağı», Amerika Birleşik Devletleri’nde XIX. Yüzyılın ortasında işletilmeye
başladı.
• Albay Drake ilk petrol kuyusunu 1859 yılında açtı; ardından Rusya devreye girdi. Petrol önce aydınlanmada
kullanıldı. Sonra, 1866 yılından sonra Avrupalı mühendisler iIiiI1i motQ icat ettiler. Bu buluşu, Alman Rudolf
Diesel’in geliştirdiği içten yanmalı motor izledi. 1914 yılında trafiğe çıkan iki milyon taşıt, henüz
demiryolunun üs tünlüğünü tehdit etmese de hiç şüphesiz yepyeni bir çağı başlatıyordu.
• Elektriğe gelince, bu enerji tam yüz yıldan beri incelenme konusuydu. Ancak sanayide üretimi ve kullanımı,
Belçikalı Zenobe Gramme’ın jeneratörü buluşundan ve Fransız Aristide Berg bunu 1869 yılında bir su
çavlanına yerleştirmesinden sonra gerçekleşti. Aristide Berg bu enerji kaynağına «beyaz kömür» adını verdi.
• 1882 yılında fizikçi Marcel Deprez elektriği yüksek gerilimli akıma dönüştürdü. Bu gelişim
elektriğin iletimi için gerekli koşuldu ve hemen pratik sonuçlar verdi: Gramme’ın tersinir makinesi
ilk elektrik motorunu oluşturdu. Amerikalı Thomas Edison 1878 yılında akkor lambayı buldu.
Bunları kısa süre içinde diğer buluşlar izledi; yeni bir sanayinin temelini oluşturan elektroliz
bulundu; dolayısıyla elektrolize dayanan elektro metalürji, alüminyum üretimini sağladı.
• Bütün bu buluşlar, Isveç, Norveç, İsviçre, İtalya ve Güneydoğu Fransa gibi kömürü bulunmayan
dağlık ülkelerin ekonomilerinin gelişmesine olanak verdi. Aynı dönemde petrol, Amerika Birleşik
Devletleri’nin ilerlemesini kolaylaştırdı. Öte yandan Almanya yeni buluşlara uyum sağladığından,
sanayinin haritadaki dağılımı İngiltere aleyhine değişti. Yeni enerji kaynakları olmayan bu ülke,
donanımlarının eskimesi sonucu nispi bir gerilemeye uğradı.
• Kapitalist ekonomi dört önemli açıdan değişti. Öncelikle, artık birinci Endüstri Devrimi'nin
yöntemlerinin ve icatlarının belirlemediği yeni bir teknoloji çağına; (elektrik ve petrol, türbinler ve
içten patlamalı motorlar gibi) yeni güç kaynaklarının, (çelik, alaşımlar, demirsiz metaller gibi)
bilimsel temelli yeni endüstrilerin (örneğin giderek genişlemekte olan organik kimya endüstrisi)
çağına giriyoruz.
• İkincisi, öncülüğünü BirleşikDevletler'in yaptığı, yalnızca kitlelerin gelirinde ortaya çıkan artışın değil, her şeyden önce
gelişmiş ülkelerdeki yalın nüfus artışının beslediği yeni bir iç pazar ekonomisine girmekteyiz. Avrupa'nın nüfusu
1870--.1910 arasında 290 milyondan 435 milyona, Birleşik Devletler'inki 38.5 milyondan 92 milyona çıktı. Başka bir
deyişle, bazı dayanıklı tüketim malları dahil, kitlesel üretim dönemine giriyoruz.
• Üçüncüsü, -bazı açılardan en belirleyici gelişme buydu- şimdi, paradoksal olarak bir tersine dönüş ortaya çıktı. Liberal
zafer çağı, İngiliz endüstrisinin de facto uluslararası tekel oluşturduğu, (bir iki önemli istisna dışında) küçük ve orta
ölçekli girişimlerin hemen hiç bir zorluk çıkarmadığı, karın garanti olduğu bir çağdı. Liberalizm sonrası çağ ise, rakip
ulusal endüstri ekonomileri -İngiliz, Alman, Kuzey Amerika- arasında, bu ekonomilerdeki şirketlerin, çöküntü
döneminde yeterli kan elde ederken karşılaştıkları güçlüklerin şiddetlendirdiği uluslararası rekabetin yaşandığı bir
çağdı. Bu yüzden rekabet, ekonomik yoğunlaşmaya, pazann kontrolüne ve manipülasyona yol açtı.
• Dünya, (ekonomik örgütlenmenin yapısındaki değişiklikler, örneğin 'tekelci kapitalizm' dahil) sözcüğün en genel
anlamıyla, ama aynı zamanda en dar anlamıyla (yeni bir olgu olarak, 'azgelişmiş' ülkelerin, 'gelişmiş' ülkelerin
egemenliğindeki bir dünya ekonomisiyle bağımlılar sıfatıyla bütünleşmesi) emperyalizm dönemine girdi. Devletlerin,
kendi işadamları için yeryüzünü resmi ya da gayrı resmi olarak pazar veya sermaye ihracatı açısından yedekler
biçiminde paylaşmalarına yol açan rekabetin itici gücü dışında, bu durum, (iklimden ya da coğrafi nedenlerden dolayı)
gelişmiş ülkelerin çoğunda bulunmayan hammaddelerin öneminin artmasından kaynaklanmaktaydı. Yeni teknolojik
endüstrilerin, petrol, bakır, demirsiz metal gibi maddelere ihtiyacı vardı. (Sermaye Çağı, Eric Hobsbawm, Dost
Kitabevi)
İNGİLTERE, VİCTORİA DÖNEMİ
• Victoria Döneminde İngiltere.
• Ekonomik üstünlüğüyle, denizlerdeki hegemonyası ve kurduğu imparatorlukla, ayrıca sanayi devrimini ilk
gerçekleştiren ülke oluşuyla, fikirlerinin diğer ülkeler üstündeki etkisi, dilinin, parasının ve kurumlarının parlaklığıyla
İngiltere, XIX. yy’da tarihinin doruk noktasına ulaştı.
• Devrimleri takip eden ve 100 yıldan uzun süre devam eden bu dönem, İngiltere’yi dünya devletleri arasında birinci
sıraya yükseltti ve XIX. yy İngiltere’nin yüzyılı oldu.
• Ayrıca, sömürgelere yapılan seferler ve 1854-1856 arasındaki kısa süren Kırım Savaşı dikkate alınmazsa, bu yüzyıl
aynı zamanda bir barış dönemi oldu. (Sömürge savaşlarını savaştan saymıyor Thema Larousse-anlamak) Pax
Britannica İngiltere’yi uluslararası dengeyi belirleyen, gerektiğinde çıkarlarını ve saygınlığını korumak için
diplomatik müdahaleye her an hazır, ama daima « görkemli yalnızlığı » ile kendini korumayı bilen bir devlet haline
getirdi.
• Döneme adını veren Kraliçe Victoria, bu görkemin sembolüydü. 18 yaşında tahta çıkan ve 81 yaşında ölen kraliçe,
pek zeki ve kültürlü olmamakla birlikte, gözden düşmüş İngiliz monarşisine eski prestijini kazandırmayı ve tebaasını
şaşırtıcı bir biçimde kendine bağlamayı başardı. Onun politik dehası, monarşiyi orta sınıfın istekleri ve değerleriyle
bağdaştırabilmesine dayanıyordu. Ayrıca milliyetçilik hareketlerinin doruğa çıktığı bir dönemde, Büyük Britanya ve
İrlanda’nın yanı sıra Avrupa, Asya, Afrika, Amerika ve Avustralya’daki kolonilerin kraliçesi ve Hindistan
İmparatoriçesi olan 1. Victoria, ulusun ve imparatorluğun onurunu görkemli bir biçimde temsil ediyordu.
• Demokrasiye Doğru.
• Meşruti bir model olarak benimsenen XIX. Yüzyıl İngiltere’si, özgürlük ile otoriteyi, istikrar ile ilerlemeyi
günlük hayat içinde bağdaştırabilmiş olmaktan gurur duyuyordu. Politik sistem beş temel üstüne kurulmuştu.
Başta Avam Kamarası’nın Parlamento’daki işlevinin sürekli artmasıyla belirginleşen parlamenter rejim
geliyordu. Öte yandan hükümet, XVIII. yüzyıldan beri bakanlar kuruluna başkanlık eden baş bakanıyla
gerçek bir kabine hükümetiydi (Victoria döneminin iki önemli başbakanı Gladstone ve Disraeli’ydi). Üçüncü
olarak muhalefet, bir «goige hulwmet » etrafı örgütlenmiş bir güç haline gelmişti. Dördüncü unsur partilerin
rolünün her geçen gün biraz daha artmasıydı. Eski Tory ve Whig adlarının yerini 1882 yılından sonra
Muhafazakârlar ve Liberaller aldı. Bunlar, iki partili sistem sayesinde sırayla iktidar oldular. Meşrutiyetin
son çarkı ise monarşiydi. Gücünün gitgide azaldığının farkında olsa da krallık, kraliçe Victoria’nın
kullanmakta hiç tereddüt etmediği imtiyazlarına sahip çıkmayı sürdürüyordu.
• Ancak demokratikleşme süreci ağır işliyordu. Önce 1832 yılında burjuvazi lehine, sonra 1867 yılında ve
tekrar 1884-1885’te işçi sınıfı yararına oy verme hakkını yaygınlaştıran seçim reformlarına rağmen, İngiltere
bir oligarşi tarafından yönetilmeye devam etti. Bu durumun nedeni sadece genel oy hakkının olmaması
değildi; parlamento ve partiler, yarı aristokrat yarı burjuva olan belli bir siyasi zümrenin elindeydi. Nihayet
sonunda İşçi Partisi’nin kurulması, işçi sınıfının, egemen iki partiden bağımsız politik bir temsil gücüyle
kendi haklarını ifade etmek istemesinin doğal sonucuydu
• Dünyanın atölyesi.
• Sanayi devriminin öncüsü İngiltere’nin ekonomik üstünlüğü XIX. Yüzyılda iyice belirginleşti. Teknik ve ekonomik açıdan
gösterdiği ilerleme, İngiltere’nin sahip olduğu en önemli kozdu. XVIII. yy’daki sanayi devrimine öncülük eden devletlerden
biri olduktan sonra İngiltere, üstünlüğünü görkemli bir biçimde ispat etti. Ulusun dinamizmi, peşpeşe gerçekleştirilen
yenilikler, başarılı girişimcilik anlayışı İngiltere'ye sadece yadsınmaz bir üstünlük vermekle kalmadı, aynı zamanda
yurttaşlarına kendine güven ve gururlu bir yurtseverlikle güçlenmiş bir üstünlük duygusu da kazandırdı.
• İlerlemesini koruyarak olgunluk çağına ulaşan İngiliz ekonomisi, nüfuz alanını tüm dünyaya yaydı. Bir yandan büyük karlar
sağlarken, öte yandan da imalat ve teknoloji, ticaret ve yatırım gibi alanlardaki başarısını artırdı. Avrupa ve Asya’nın yanı
sıra yeni yeni önem kazanmaya başlamış kıtaların pazarları da gitgide made in England damgalı ürünlere açılmaya başladı.
• Her şey İngiliz üstünlüğünün daha da artmasına yardımcı oluyordu: doğal kömür ve demir kaynakları, sermaye birikimi,
teknik üstünlük, 1846’da benimsenen serbest mübadele, Londra şehir merkezi sayesinde banka ve finans kurumlarının
güçlenmesi, Artık kapitalizm, acımasız rekabet ortamı içinde eşi görülmemiş bir atılımla bütün dünyayı yayılabilirdi.
• Sanayi alanında tekstilin egemenliğinden sonra, yüzyılın sonuna doğru elektriğin ve kimyanın gelişmesiyle «ikinci sanayi
devrimi» başladı. Bu evrede üstünlük, metalürjiye ve mühendislik bilimlerine geçti (pamuğun krallığını demiryollarının
üstünlüğü izledi). Ama bu dönemde İngiliz üstünlüğü artık tehlikedeydi. Geçmişteki atılımlarına rağmen İngiltere, diğer
ülkelerin (özellikle Almanya ve Amerika Birleşik Devletleri) hızla sanayileşmeye başlamasıyla, etkinliklerinin bir bölümüne
yeni bir yön vermek zorunda kaldı; özellikle de hizmetler sektörüne yöneldi. Ekonominin yıprandığını söylemek çok abartılı
olsa bile, güven ve refahın üstünlük çağı artık sona ermişti.
• Toplum ve Kültür
• Güçlü ve geleneksel aristokrasinin karşısında muzaffer bir burjuvazi yükselirken işçi hareketleri de gelişti.
• Uzun süre, 1832’den itibaren, aristokrat İngiltere’nin yerini burjuva İngiltere’nin aldığı öne sürüldü. Aslında Victoria İngiltere’si,
gerek sosyal, ekonomik, politik açıdan, gerek zihniyet bakımından aristokrat bir ülke olarak kalmıştı. Ancak güçler dengesinin orta
sınıf lehine ve toprak sahipleri aleyhine yavaş yavaş değiştiği de bir gerçekti. Öte yandan, bu toprak sahipleri de kendi aralarında
ikiye ayrılıyordu: unvanın babadan oğula geçtiği yaklaşık 300 aileden oluşan, kendi içine kapalı yüksek soylular sınıfı ile yaklaşık
3000 aileden oluşan taşralı küçük soylular sınıfı (gentry).
• Bu sosyal yapının merkezini oluşturan orta sınıf, tükenmek bilmez bir dinamizmle gelişmeye ve ele geçirdiği üstünlüğü daha da
arttırmaya devam etti Nüfusun yaklaşık yüzde 20’sini temsil eden bu orta sınıf, ülkenin ilerlemesine ve refahına katkıda bulunduğuna
inanıyordu. Bu sınıf, ticaret dünyasından olsun serbest meslek sahibi, din adamı veya entelektüeller çevresinden olsun, saygın,
sebatkar ve çalışkan kişilerden oluşuyordu. Victoria döneminin emek, saygınlık ve erdem gibi ideallerinin somut bir örneğiydi.
• Halk kitleleri, yani “aşağı sınıflar” nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Disraeli, ünlü romanı Sybil’in bir bölümünde İngiltere’yi
«iki ulus» arasında bölünmüş bir ülke olarak tasvir eder: bunlar, zenginlerle fakirlerdir. Aslında Disraeli’nin çağdaşları da toplumu
ikiye ayırma eğilimindeydi: bir yanda imtiyazlıların oligarşisi, öte yanda «nasırlı elleri» ve «kötü tıraşlı yüzleri» yle tehlikeli halk
yığınları. İmalathane bölgelerinde çalışan işçilerin yaşamı, iş kazaları, uzun çalışma saatleri, iş güvenliğinden yoksun çalışma
ortamları, sağlık koşullarına aykırı konutlar, fabrikalardaki sıkı disiplin, kadın ve çocuk işçi sayısının gün geçtikçe artmasıyla
belirgindi.
• Bununla birlikte yavaş yavaş bir işçi bilinci oluştu ve işçi hareketi, 1836-1848 arasındaki reformcu çartist işçi hareketleri ile,
sendikacılığın gelişmesi ve 1880’den sonra da sosyalizmin yeniden güçlenmesi ile atılım yaptı.
• 19. yüzyıl, İngiliz ihtişamının doruğuna çıktığı ve dünyaya damgasını vurduğu bir dönem olmuştu. Buhar gücünden, ilerleme ve gelişmeye
karşı duyulan büyük inanca kadar, bu yüzyılın insan hayatına getirdiği yenilikler, her zaman ilk olarak, İngiltere'de ortaya çıkardı.
• Memleketlerinin endüstri alanındaki öncülüğünü temsil eden İngilizler, sanki laik birer misyoner gibi, çeşitli ülkelere dağılmışlar ve oralardaki
toplumların da İngiliz modeline göre biçimlenmesine yardımcı olmuşlardı. Örneğin, İngiliz mühendisleri, Avrupa ülkelerindeki demiryollarını,
trenlerin soldan gideceğine göre kurmuşlardı. Aralarında Fransa ve İtalya'nın da bulunduğu bazı ülkelerde trenler hâlâ İngiltere'den gelen bu
geleneği devam ettirmektedirler. 1884 yılından bu yanâ, bütün dünyada zaman, Greenwich saat ayarına göre tâyin olunmaktadır. Bütün
haritalar da, yine Greenwich meridyeni esas alınarak hazırlanmaktadır.
• 19. yüzyılda İngiltere'nin diğer ülkeler üzerindeki etkisi yalnız teknik alanda görülmekle kalmamıştı. Hemen bütün Avrupa ülkeleri, para
değerlerini Bank of England tarafından konulan altın standardına göre ayarlıyorlardı. Modern Avrupalıların oynadıkları tenis, golf, futbol gibi
oyunların hepsi de ilk önce İngiltere'de geliştirilmişti.
• Batı Avrupa ülkeleri sosyal hayatının genel bir özelliği olarak görünen, şehirlerin köylerden ağır basması olgusu da ilk önce İngiltere'de ortaya
çıkmıştı. İngiltere'de ayrıca, Avrupa ülkelerinin çoğunluğunca izlenen ve benimsenen politik bir sistem modeli de doğmuştu. 19. yüzyılın
başlarında, demokrasi korku ile bakılan bir kavramdı. Demokrasinin ardından politik ve sosyal ihtilâlin geleceği endişesi yaygındı. Fakat bütün
bu korku ve endişelere rağmen, İngiliz hakim sınıfı, «taviz verme» politikasını başarı ile yürütmüş, oy hakkını yavaş yavaş genişletmişti.
• Bu dönemde, endüstri işçilerinin meydana getirdiği sınıflar, eğer isteselerdi, kesin bir etkiye sahip olabileceklerdi. Fakat, olaylar onların böyle
bir istekte bulunmadıklarını gösteriyor. 1900 yılında, Avam Kamarasına sadece 2 İşçi Partili üye girmişti. İki geleneksel parti, yâni
Muhafazakârlar ve Liberaller, kendi aralarında sıra ile iktidara gelme oyununu hep sürdürüp gidebileceklerine kesin olarak inanıyorlardı.
Böylece, hâkim sınıf, hâkimiyetini yine devam ettiriyordu. İngiltere'ye hâkim olanlar, eski bir doktrine bağlıydılar: Akıllıca verilmiş tavizler,
onları verenlere zarar getirmez; tam tersine, çoğu zaman yarar sağlar. Böylece, liberal-anayasal yönetim, İngiltere'de ortaya çıkıyor ve bu
ülkede mutlu sonuçlar veriyordu. Bu durumda, birçok Avrupa ülkesinin, İngiltere'de başarılı sonuçlar veren politik düzeni benimseyip kopya
etmelerine şaşmamak gerekiyordu.
• Üstünlük Sarsılıyor
• Bütün bunlar, İngilizler'e haklı bir güven duygusu ve rahatlık kazandırmıştı. Ama 19. yüzyılın sonlarına doğru, İngilizlerin bu
üstünlüğü sarsılmaya başladı. Bir zamanlar, bütün dünyanın «atölyesi» olarak bilinen İngiltere artık, endüstri alanında tek başına
egemenlik sürdüremez olmuştu.
• Almanya, giriştiği sıkı bir rekabet çabasından sonra, ihracat alanında İngiltere’nin önüne geçmeyi başarmıştı. İngiltere'nin
üstünlüğünü bütün dünyaya ispatlamak amacıyla 1851 de düzenlediği Büyük Sergi, gerçekte tam tersi bir sonuç vermiş ve bu
üstünlüğün artık ortadan kalkmaya başladığını göstermişti. İngiltere, pamuk ve kömür alanlarında, eski başarılı üstünlüğünü
sürdürüyordu; ama, elektrik ve kimya endüstrisi gibi yeni gelişen alanlarda diğer ülkelerden ve özellikle Almanya'dan geri kalmıştı.
• Bu durum, birçok İngiliz’in, serbest ticaret ilkesine olan inancını yitirmesine yol açıyordu. Serbest ticaret yerine, devletin koruyucu
tarifeler uygulaması ve tedbirler alması yolunda istekler ileri sürülmeye başlanmıştı.
• İngilizler, endüstri malları ihracı alanındaki üstünlüklerini ve umutlarını yitirdikleri bu sırada, yeni bir zenginlik ve güç kaynağı
keşfettiler; sermaye ihracı. Artık, ihracatçıların yerini, yabancı ülkelere yatırım yapan iş adamları alıyordu. Daha doğrusu, kapital
sahipleri bu iki rolü kendi kişiliklerinde birleştirmeye çalışıyorlardı. Bu yeni gelişmenin sonucunda, yabancı ülkelere yapılan
yatırımların getirdiği kâr, ihracatın azalmasından doğan açığı fazlasıyla kapatmaktaydı. Bu yoldan elde edilen fazla kârlar da, her yıl
yeni, yeni yatırımlara gidilmesini sağlamaktaydı.
• 19. yüzyılın başlarında tipik İngiliz kapitalisti, fabrika sahibi veya demiryolu kralı idi. 1901 yılında ise, bunun yerini şirket hisse
senetleri yoluyla yatırım yapan, finans kapitalisti almıştı. İleri görüşlü kimseler, bu gelişmenin ekonomik veya malî emperyalizme
varacağını, İngiliz İmparatorluğunun geniş bir yatırım şirketi haline geldiğini söylüyorlardı. Bunlara göre, imparatorluk birkaç zengin
kişinin zenginliğini artıracak yollar aramaya yönelmişti. Ne olursa olsun, herkes İngiltere'nin geleceğini «imparatorluk» ta görüyordu.
• İngiliz İmparatorluğu
• 19. yüzyıl, İngiliz İmparatorluğunun dünyadaki tek imparatorluk olarak kalmayı başardığı bir dönem olmuştu. 19. yüzyıldan önce, İngilizler başka
imparatorluklarla mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Bu alanda, önceleri İspanya ve Hollanda daha sonra da Fransa, İngiltere'nin rakibi olmuşlardı. Ancak
İngiltere bu mücadelede bütün rakiplerini saf dışı bırakmıştı. İngiliz İmparatorluğu içinde, çeşitli statülere bağlı ülkeler vardı. Bunların başında, çok eski
tarihlerde ele geçmiş bulunan koloniler geliyordu. Buralarda oturan beyazların çoğunluğu İngiliz aslından insanlardı ve bunlar kendi kendini yöneten
topluluklar kurmuşlardı. Koloniler, hukuken İngiliz tahtının emrindeydiler ama, bu ülkelerle, anavatan arasındaki bağlılık hukuktan çok duyguya dayanıyordu.
Kendi kendini yönetme ilkesine dayanan bu koloniler, İngiliz İmparatorluğuna klasik anlamıyla bir imparatorluk olmaktan çok, işbirliğine dayanan bir hava
veriyor ve daha sonraları ortaya çıkacak olan İngiliz Uluslar Topluluğunu (Com-monwealth) hazırlıyordu. İmparatorluğun başka bir parçası olan Hindistan ise,
bunun tam zıddı olan bir yönetim biçimine bağlıydı. İngiltere'nin Hindistan üzerindeki egemenliği, Roma İmparatorluğundan bu yana, bir ülke halkının başka
bir ülke halkını tarihin yazmadığı bir biçimde buyruğu altına aldığını gösteriyordu. Hindistan'daki bütün İngilizler, başta Genel Vali olmak üzere, bu ülkeyi tam
bir despotlukla yönetiyorlar, Londra'daki hükümet ve parlamentonun uzaktan yaptığı göstermelik denetim ise bu despotluğu hiç de yumuşatmıyordu. İngiliz
ordusunun yarısı, Hindistan'da yerleşmişti. Tabii bu askerî gücün bütün masrafları, Hint halkının sırtından çıkıyordu. Ayrıca, İngiliz subaylarının buyruğu
altında, Hintlilerden meydana gelen kalabalık bir ordu daha vardı.
• Öte yandan, serbest ticaret ilkesinin üstünlüğü yolundaki iddialar, Hindistan söz konusu olunca bir yana bırakılıyor ve bu ülke sadece İngiliz mallarına açık
emin bir pazar olarak kabul ediliyordu. İşin doğrusu, Hindistan üzerindeki İngiliz egemenliği Doğu Hindistan Kumpanyasının ticarî faaliyetinin bir sonucuydu
ve oradaki İngiliz görevlileri bütün ticarî işlerini İngiliz firmalarıyla yürütüyorlardı. Kısacası Hindistan, İngiliz İmparatorluğunun hem en büyük kâr kaynağı
hem de gücünün dayandığı bir temeldi. Bunun sonucu olarak, imparatorluğun bütün stratejisi Hindistan'ın ve Hindistan'a ulaşan yolların güvenlik altında
bulundurulmasına dayanıyordu.
• İngiliz imparatorluğu için en büyük güvenlik, karşısında ciddi bir rakibin olmamasıydı. Kraliyet donanması, denizlere ve okyanuslara hâkim durumdaydı ve
hiçbir Avrupa devleti bu kuvvete karşı çıkmaya cesaret edemiyordu. İngilizlerin güvenlik içinde olmalarının bir başka sebebi de kendilerini Avrupa işlerinden
tamamıyla sıyırmalarıydı.
• Avrupa'daki üç «muhafazakar monarşi» yani Rusya, Prusya (sonra, Almanya) ve Avusturya (sonra Avusturya-Macaristan) Fransa'nın karşısına dikilmişler, onun
yeniden bir Napolyon macerasına girişmesini engelliyorlardı. Buna karşılık, Fransa'nın gücü de onlarda uyanabilecek böyle bir isteği önlemeye yetiyordu.
• Rusya gücünü ve etkisini biraz fazla artırmaya başlayınca İngiltere, Fransa ile birleşerek Kırım savaşına girişmiş, istediği sonucu elde etmişti. Fakat, bir
zamanlar müdahale yapılması için bir sebep olarak görülen «kuvvet dengesinin sağlanması», artık müdahale yapılmamasının sebebi olmaya başlamıştı.
Çünkü, İngilizler artık bu «denge»nin kendiliğinden sağlandığına ve müdahalenin gereksiz olduğuna inanıyorlardı.
• İngiliz Egemenliğindeki Bölgelere Yeni Gözler Dikiliyor Ama, 19. yüzyılın son yirmi yılı içinde, İngilizlerin dünya üzerinde egemenlik kurmaktaki
rahatlıkları son buldu. Bunun sebebi, Avrupa'daki kuvvet dengesinin biraz fazla başarılı olmasıydı. Böylece, rahatlayan Avrupa devletleri gözlerini Avrupa
dışındaki ülkelere de çevirmeye başlamışlardı. Bu yeni gelişme ise, Avrupa devletleri için İngilizlerle çatışmayı kaçınılmaz bir hale getiriyordu. Çünkü göz
dikilen büyük Afrika kıyıları, İngilizlerin Hindistan ulaşım yolları üzerindeydi. Öte yandan, Rusya'nın Orta Asya'ya doğru yayılması, Hindistan'ın kuzey-
batı sınırları için, Fransa'nın Çin Hindi'ne yerleşmesi ise, güney-doğu sınırları için, bir tehditti. İngilizlerin kendilerini özellikle zayıf ve tehlikede
hissettikleri bir nokta vardı: Mısır. İngilizler, daha Süveyş Kanalı açılmadan önce bile Hint okyanusuna çıkan bir arka kapı olarak gördükleri Mısır'ı güven
altında bulundurmaya önem veriyorlardı. Süveyş Kanalı açıldıktan sonra ise, bu problem çok daha büyük bir önem kazanmıştı. İngilizler 1882 yılında, biraz
da rastlantıyla,
• Mısır’ı ele geçirmişlerdi. Fakat bu ülkeyi açıkça ilhak etmekten çekiniyorlar ve kendilerinin, büyük devletlerin vekili olarak davrandıklarını ileri
sürüyorlardı.
• İngiliz Kraliyet Donanmasının üstünlüğü, tartışmasız olarak devam etmekteydi. Alman başbakanı Bismarck, 1884’te bütün Avrupa devletlerinin
donanmalarını, İngiliz donanması karşısında bir araya toplayacak bir birlik kurmayı düşündüğünü açıklamıştı. Fakat, kısa bir süre sonra bu düşüncesinden
vazgeçti. İngiltere, 1889'da başladığı yeni bir gemi inşa hareketiyle, bütün rakiplerini yeniden çok gerilerde bırakmıştı. İngiliz donanması için yeni bir
tehlike, ancak 1900 yılında sözkonusu oldu. Bu tarihte Almanya, kabul ettiği İkinci Donanma Kanunu ile, İngiltere'yi kendi sularında açıkça tehdit etmek
istiyordu. Fakat, 20. yüzyılın başlangıç yıllarında Alman donanması, sadece bir idealdi. Üstelik de İngilizler, denizaşırı problemlerinin bir çoğunu çözmüş
bulunuyorlardı. Bütün bu işlerin planlanmasında, donanmalarının güçlü oluşunun yanı sıra İngilizlere yardım eden bir başka nokta daha vardı. İngilizler,
diplomatik bakımdan da avantajlı durumdaydılar. Çünkü, karşılarındaki devletlerin kendi aralarındaki anlaşmazlıklar nedeniyle, İngiltere'ye karşı
birleşmelerine imkân olmadığına emindiler. Öte yandan, İngilizler Almanya'yı hâlâ kendi «tabii müttefik»leri sayıyorlardı. İngilizlere göre Almanya,
gerektiği anda, İngiliz İmparatorluğunun savunulması için yardıma koşmaya hazırdı. Ama bu varsayımın gerçeğe uygun düştüğü de pek söylenemez.
Çünkü, Avrupa'daki kuvvet dengesi burada da İngiliz çıkarlarının aleyhine işliyordu. Fransız-Rus ittifakı yüzünden, Almanya'nın İngiltere'nin yardımına
koşması kendisi için hayli tehlikeli bir hale gelmişti. Üstelik, Almanya böyle bir yardımda bulunmaya hiç de istekli görünmüyordu.
• Almanlar, İngiliz İmparatorluğuna yardım edecekleri yerde, kendileri için denizaşırı topraklar elde etmek niyetindeydiler. Bu alanda,
küçük çapta da olsa, kuvvetli ihtirasları vardı. Sömürgelerin paylaşılmasında kendilerine de bir pay düşmesini istiyorlardı. İngilizler,
Almanların bu isteğine rıza gösterdiler ama, Almanlar İngilizlere karşı diğer devletlerle ve özellikle Fransa ile işbirliğine girişince durum
kötüleşti.
• İngiltere'de ortaya çıkan yeni bir düşünceye göre, Almanya geleceğin en tehlikeli devletiydi. Fakat, herşeye rağmen, bu düşünceye
yaslananlar henüz azınlıktaydılar ve İngiliz devlet adamlarının çoğu, Almanya ile uzlaşmanın bir kolayı bulunacağına inanmaya devam
ediyordu. Bu inançla harekete geçen Sömürgeler Bakanı Chamberlain, 1898 yılında Almanya ile bir ittifak kurmaya teşebbüs etmişti.
Fakat bu ittifak gerçekleştirilemedi ve İngiltere yine yalnız kaldı.
• Liberalizmin Kıtasal standartlarına bakıldığında, Büyük Britanya, esas rakiplerine oranla hem daha fazla hem de daha az ileriydi.
Britanya, bir yandan "Parlamentolarının Anasının", hukukun üstünlüğünün, Haklar Bildirgesinin ve serbest ticaretin yurdu olduğunu haklı
olarak iddia edebilirdi. Britanya toplumu uzun süredir Avrupa'daki en modern, sanayileşmiş toplumdu ve tahminen liberal fikirlere en açık
olanıydı. Diğer yandan, İngiliz kurumları asla devrim veya işgal şoku deneyimi geçirmemiş olma konusunda istisnaydı. Hüküm sü-ren
politik yaklaşımlar, yoğun bir biçimde paragmatik kaldı. Monarşi, Fransız Devrimi sanki hiç olmamış gibi, on yedinci yüzyılın sonunda
üzerinde anlaşılan kural ve adetler uyarınca hüküm sürmeye devam ediyordu. Kraliçe Victoria Dönemi (1837-1901) ve geniş ailesinde
monarşi, parlamenter yönetim için ideal aracı, istikrar için bir gücü ve yurtdışında gizli etki için kanalı bulmuştu. Britanya'da
cumhuriyetçi sempatiler vardı, ancak monarşiyi kaldırmak veya bir anayasa getirmek için ciddi bir hareket yoktu,
• Britanya'nın çok eski kurumları reform yapmakta yavaştı. Radikal reformcular, genelde on yıllar boyu başlarını duvarlara vurmak zorunda
kaldılar. 1832'ye dek yaşayan reformsuz parlamento, Temmuz monarşisi yönetimindeki Fransız dengi gibi inanılmaz bir tarih hatasıydı.
Serbest ticarete karşı konulan Tahıl Yasaları 1846'ya dek yürürlükte kaldı. Medeni evlilik ve boşanma ancak sırasıyla 1836 ve 1857'de
mümkün oldu. Evrensel oy hakkı için talepler ilk defa Chartistler tarafından 1838-1848 arasında dile getirildi ve asla tümüyle yerine
getirilmedi.
Londra Emekçiler Derneği 1838'de bir bildirge [charter] yayımladı. Onlara Chartistler unvanını kazandıran da
bu oldu. Bildirgede altı talep dile getirilmişti:
( 1 ) erkekler için genel oy hakkı,
( 2) parlamentonun yılda bir yenilenmesi,
( 3) gizli oylama,
( 4) seçim bölgelerinin eşit biçimde belirlenmesi,
( 5 ) parlamenterlerin mülk sahibi olması koşulunun kaldırılması ve
( 6 ) parlamento üyelerine ücret ödenmesi.
Chartizm başarılı olamadı. En azından 1886 yılının sonuna dek Chartistler siyasette orta sınıfla aristokrat
seçkinler tarafından yönetilmeye göz yummuşlardı, ancak bunun fazla sürmeyeceğine dair işaretler vardı.
• İngiliz Kilisesi, İrlanda (1869) ve Galler (1914) dışında hiçbir zaman devletten ayrılmadı. Lordlar
Kamarasındaki feodal ayrıcalıklar bile 191l'e dek azalmadı. Dini hoşgörü asla tüm olmadı Çok eski Liberal
ve Muhafazakâr takımların yeniden süslenmiş halini barındıran iki partili sistem, güçlü bir sosyalist hareketin
ve toplumsal yaşamının gelişimini geciktiriyordu. Yüzyılın üçüncü çeyreğinde sahneye egemen olan ve her
ikisi de liberal eğilimlere sahip W. E. Gladstone (1809-1898) ve Benjamın Disraeli'nin (1804-1881)
yönetiminde, imparatorluğun çıkarları yerel reformlara sık sık gölge düşürmüştü. Galler, imparatorluğun idari
bir parçası olarak kaldı. Iskoçya, ikinci dercceden bir bakan olan kendi müsteşarına 1885'te kavuştu, İrlanda
asla kendi yönetimini elde edemedi. İngilizce konuşan dominyonlarda liberal siyasetler izlense de, bunları
sömürgelere tümüyle yaymak için pek bir istek yoktu. İngilizler, hoşgörü ve liberalizmleriyle gururlanmayı
seviyorlardı, ancak bu gururları artık eskide kalmıştı. Sonraki on yıllarda, yerel demokraside Fransızlardan,
toplumsal yaşamda Almanlardan ve ulusal siyasette Avusturya-Macaristan'dan geride kaldılar. (Avrupa Tarihi-
Norman Davies)