You are on page 1of 13

3.

HAFTA

(s. 257 - 269)

1
Güneş-Dil Teorisi

• Güneş-Dil Teorisi, dünyadaki bütün dillerin Türkçe kökenli olduğu iddiası ile
başlamıştır. Atatürk de bu teoriyi desteklemiş ve bu konuda araştırmalar yapılmasını
istemiştir. Atatürk’ün bu teoriyi desteklemesinde daha önce okuduğu kitapların
etkisinin olduğu düşünülmektedir. Bu kitaplar arasında Leon Cahun’un “Fransa’da Ari
Dillere Takaddüm Eden Lehçenin Turanî Menşei” ve Sümerolog Halaire de
Barenton’un yeryüzündeki bütün dillerin Sümerceden çıktığına dair fikirleri, Etrüsk dili
üzerine Avrupa’da yapılan araştırmalar önemli bir yer tutmaktadır.
• Güneş-Dil Teorisi genel olarak dünyadaki bütün dillerin Sümerceden türediği temeline
dayanıyordu. 1930’lu yıllarda Sümerlerin Türk olduğuna dair görüşler ortaya çıkmıştı.
Sümerlerin Türk olduğu fikrinden yola çıkılarak birçok uygarlığın Sümerlerden
etkilendiği, Sümerlerin Türkçe konuştuğu tezi üzerinden Türkçenin bütün dillere
kaynaklık ettiği iddiasında bulunuluyordu.
• 1936’da düzenlenen Türk Dil Kurultayı’nda Güneş-Dil Teorisi tartışılmış ve bu teoriye
kaynaklık eden Avrupalı bilim insanları Dr. Kvergic ve Sümerolog Hilaire de Barenton
da bu kurultaya katılmışlardı. 1945 yılına kadar tartışılan ve bu konuda eserler verilen
Güneş-Dil Teorisi, bu tarih­lerden itibaren yanlış olduğu gerekçesiyle terk edilmiştir.

2
Türk Harflerinin Kabulü (1 Kasım 1928)
İlk Çağdan itibaren insanoğlunun en büyük buluşlarından biri yazıdır. Hiçbir iletişim
aracı yazının yerini tutamaz. Türkler, tarihin çok eski dönemlerinden itibaren kendi yazı
sistemlerini kurmuşlar ve kullanmışlardır. Türkler, bilinen tarihleri boyunca 13 alfabe
kullanmışlardır. Bunlar; Göktürk, Soğd, Uygur, Mani, Brahmi, Süryani, Arap, Fars,
Grek, Ermeni, İbrani, Latin, Slav alfabesidir. Göktürk ve Uygur yazısı denilen yazılar
Türklerin buluşudur. Türkler, çeşitli nedenlerle dünyanın değişik bölgelerine yayılmışlar;
kullandıkları bu yazıları yerleştikleri bölgelere taşıyamamışlardır. Bunun yerine
bulundukları yerlerdeki alfabeyi benimsemişlerdir.
XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı dillerinden Türkçeye çeviriler başlayınca,
imlâ sıkıntısı ortaya çıkmıştır. Meşrutiyet Döneminde alevlenen tartışmalar
doğrultusunda 1878'de bu sıkıntılara çare bulunması için Maarif Nezaretliği’nde bir
komisyon oluşturulmuştur.
Bu düşünceler sonuçsuz kalmıştır. Latin harflerinin kabul edilmesi yönündeki öneriye
Şeyhülislâm Hasan Fehmi Efendi karşı çıkmıştır (1910). Kur'an'ın Latin harfleriyle
yazılamayacağını bildiren Şeyhülislâm, Arap harf­lerinin ıslah edilerek Türkçeye uygun
hale getirilmesine de muhalefet yapmış ve bunun uygun olmadığını bildirmiştir.

3
27 Haziran 1928’de Mustafa Kemal'in emriyle, alfabe sorununa ilişkin araştırma
yapmaya başladı. Önce yüksek okullarda fizik, kimya, matematik derslerinde Latin
işaretleri kullanımı başladı. Aynı yıl posta pullarında da Latin harfleri kullanıldı. 9
Ağustos 1928 günü İstanbul'da, Sarayburnu Parkı'ndaki bir halk toplantısında Harf
İnkılâbı'nı müjdeleyen Mustafa Kemal, ilk yeni yazımızın özelliklerini açıkladı. Türk
halkı bu yeniliğe hızlı bir şekilde uyum sağladı. İmzalar değişti, mektuplar, dilekçeler bu
yeni harflerle yazıldı. Kışlada, camide, okulda, resmî dairelerde kurslar açıldı. Yeni
harfle ilk gazete 20 Ağustos 1928'de Mardin adıyla Mardin'de basıldı. Atatürk yeni
harfleri halka kendisi öğretmek için seyahate çıktı. Tekirdağ'da ilk dersi verdi. 1 Kasım
1928'de TBMM'nin kabul ettiği Türk Harfleri Hakkındaki Kanun ile Harf İnkılâbı
başladı.
Yeni Türk harfleri okuma-yazma seferberliği sayesinde kısa sürede geniş kitleler
tarafından benimsenmiştir. 1927’de Türkiye’de okuma-yazma oranı %8.5 civarındaydı.
Millet Mekteplerinin açılmasıyla birlikte 1935’te okuma-yazma oranı %20,4 olmuştur.
Bu dönemde okuma-yazma oranı Almanya, Avusturya ve Baltık ülkelerinde %99,
Amerika’da %94, Sovyet Rusya’da ise %67 civarındaydı.
Yeni Türk harflerinin kabulüyle Arap alfabesi ile 600 dizgi harfi kullanılarak yapılan
baskı 70 harfe indirilmiştir.
Yeni harflerle yazım kuralları basitleştirilmiştir. Batı toplumunun kullandığı yazım ku­
ralları benimsenmiştir.
Osmanlı Devleti’nde matbaanın kullanılmaya başlamasından itibaren 30.000 civarında
yayın yapılmışken 1928-1977 yılları arasında 182.000 yayın yapılmıştır. 4
Halkevlerinin Kuruluşu ve Faaliyetleri
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra inkılâplar, 1930 yılına kadar aralıksız olarak
devam etmiştir. Atatürk önderliğinde hayata geçirilen bu inkılâplar tepeden inme
olarak yapılmıştır. Anayasa ve kanunlarda yapılan değişikliklerle yürürlüğe konulan
inkılâpların halka benimsetilmesi amacıyla Halkevleri, Köy Enstitüleri, Türk Tarih
Kurumu, Türk Dil Kurumu vb. kurumlar kurulmuştur. Halkevleri, 1912’de kurulan
Türk Ocakları’nın devamı niteliğinde faaliyete geçmiştir. Halkevleri, CHP’nin eğitim
ve toplumsal çalışmalarına temel oluşturacak politikalar çerçevesinde çalışmalar
yürütmüştür. Türk Ocakları, İslâm kavimlerinden birisi olan Türklerin millî terbiye,
ilmi, toplumsal ve iktisadi seviyeleri ile Türk ırkı ve dilinin gelişmesine yönelik
faaliyetler yürütmek amacıyla kurulmuştu.
Halkevleri vasıtasıyla yürütülmesi kararlaştırılmıştır. Bu karar doğrultusunda Ankara,
Samsun, Diyarbakır, Eskişehir, İzmir, Konya, Denizli, Van, Aydın, Çanakkale, Bursa
ve İstanbul’da Halkevleri açılmıştır. Ayrıca Türkiye’deki Halkevleri dışında Londra’da
da Halkevi açılmıştır.

5
Halkevleri ülkenin her yerinde kurulduktan sonra amaçlarının hem bilimsel aleme
hem de halka duyurulabilmesi için Ülkü Dergisi çıkarılmıştır. Ülkü Dergisi,
Halkevlerinin amaçları doğrultusunda yayınlar yaparken aynı zamanda CHP’nin parti
ideolojisini de yaymaya çalışmıştır. Bu dergide köy hayatı, halk bilimi, tarih, halk
bilgisi, antropoloji konuları yoğun olarak işlenmiştir. Halkevleri, Ülkü Dergisinin
yanında ülkede açıldıkları her yerde o şehre özgü dergiler çıkartarak faaliyetlerini
yürütmüştür.
Halkevleri ve Halkodaları işleyiş olarak birbirine benzemekle birlikte kuruluşları
farklılık göstermiştir. Buna göre Halkevleri büyük şehir merkezlerinde kurulurken
Halkodaları genelde köylerde, kasabalarda ve mahallelerde kurulmuştur.
TOPLUMSAL ALANDA İNKILÂPLAR
Türk milleti, Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış, bu savaşın sonunda yeni bir millî devlet
kurmuştur. Yeni kurulan bu devletin, çağdaş ve medeni devletler seviyesine
çıkarılması, bir ideal olarak kabul edilmişti. Bunun gerçekleşmesi, ancak eski
kurumların bırakılıp, yerine millî ve medeni kurumların kurulmasıyla mümkün
olabilirdi.

6
Tekkelerin, Zaviyelerin ve Türbelerin Kapatılması
1925 yılında Mustafa Kemal Atatürk, Kastamonu gezisi sırasında yaptığı
konuşmada, tekke ve zaviyelerin kaldırılması gerektiğini belirterek şöyle dedi:
“Efendiler ve ey millet; biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, müritler memleketi
olamaz. En doğru, en hakiki yol medeniyet yoludur... Tekkeler mutlaka kapanacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti, her alanda doğru yolu gösterecek, uyaracak güce sahiptir.”
Cumhuriyet Hükümeti, 30 Kasım 1925 tarihinde çıkardığı bir kanunla tekke ve
zaviyeleri kapattı. Bu yerlerin sahiplerinin mülkiyet haklarına dokunulmadı. Cami
yahut mescit olarak kullanılan ibadet yerleri olduğu gibi bırakıldı. Aynı kanunla o
güne kadar kullanılan; şeyhlik, dervişlik, dedelik, seyitlik, müritlik, çelebilik, babalık,
emirlik ve türbedarlık gibi tarikat unvanları da kaldırıldı. Bu insanların o güne kadar
giydikleri kıyafetler yasaklandı. 30 Kasım 1925'te aynı kanunla türbelere de
düzenleme getirildi. Bu konuda Atatürk «Ölülerden yardım istemek medenî bir
sosyal toplum için lekedir» demiştir. Çünkü bazı türbeler, halkın yardım dilemek
amacıyla dualar ettikleri ve adaklar adadıkları yerler hâline getirilmişti.

7
Kıyafette Değişiklik
Padişah II. Mahmut, giyimlerine düzgün bir görünüm vermek amacıyla asker ve
memurlar için setre ve pantolonu kabul etmiş; fesin giyilmesini sadece asker ve memura
zorunlu kılmıştı. Müslümanlıkla hiçbir ilgisi olmayan fes, zamanla Osmanlı Devleti’nin
simgesi hâline geldi. Fesin kökeni Frigyalılara kadar dayanmakta ve daha çok o dönemde
Fas, Tunus, Cezayir vb. ülkelerde giyiliyordu. Fes giyilmesi başta dönemin Şeyhülislâmı
olmak üzere ulema tarafından reddedilmişse de zamanla bu uygulama benimsendi. 1903
yılında II. Abdülhamit, topçu ve süvari birliklerinin fes yerine kalpak giymelerini emretti.
Fakat bu sefer de fesin artık dinî bir sembol olduğunu ileri süren ulema kalpağa karşı
kampanya başlattı. Bu örnekler giyim ve kuşam konusundaki düzenlemelerin toplumda
yerleşmesinin zaman aldığını açıklamaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sürerken Enver Paşa, askerlere güneşten de koruyan “kalabak”
yahut “enveriye” adı verilen bir başlık giymelerini emretmiştir. Millî Mücadele
döneminde sembol giysi olarak “kalpak” kullanılmıştır.
Atatürk, kılık kıyafet konusunda yapılacak değişiklikleri anlatmak amacıyla Ağustos
ayında Kastamonu-İnebolu yöresine geziye çıktı. 24 Ağustos 1925’te Kastamonu'ya
geldi. Ulu önderi ilk kez görecek olan halk, heyecanla onu bekliyordu. Atatürk başındaki
“Panama şapka” ile halkı selamladı. Bunu gören halk da heyecanla kendisine karşılık
verdi.

8
Atatürk'e şapka inkılâbını neden Kastamonu'da yaptığını sorduklarında şöyle cevap
vermişti: “Kastamonu ve dolaylarına ilk kez gidiyorum, halk benim başımda ne
görürse onu kabullenecekti. Hâlbuki örneğin İzmir'de bu işi yapsaydım yalnız
şapkamı göreceklerdi.” Bu sözler, Atatürk'ün Türk halkını ne kadar iyi tanıdığını
göstermekteydi. Kastamonu'dan İnebolu’ya geçen Atatürk burada yaptığı konuşmada
da Türklerin Orta Asya’daki atalarının kıyafetlerini araştırarak onları tercih etmelerinin
yersiz olduğunu ve Türk milletine uluslararası kıyafetlerin daha uygun olacağını dile
getirdi.
1934'te çıkarılan bir kanunla, hangi dinden olursa olsun din adamlarının dinî
kıyafetlerini sadece ibadet yerlerinde giyebilecekleri kararlaştırıldı. Bundan her dinin
başkanları (Patrik, Hahambaşı, Diyanet İşleri Başkanı) muaf tutuldu.
Osmanlı Döneminde, Müslüman kadınlar çarşaf ve peçe ile dolaşırken diğer dinlere
mensup kadınlar farklı elbiseler giyerlerdi. Osmanlılarda son dönemlerde çarşafın
yerini ferace, peçenin yerini de iki parçalı olan yaşmak almıştır. Tanzimat Döneminde
kadınların giyim kuşamında değişimler yaşanmış, feraceler; Paris modasına uygun
dikilmiş, elbiselerin üzerine giyilmeye başlanmıştır. Osmanlı Devleti’nin son
dönemlerinde Avrupa’nın da etkisiyle bir kısım bayanlar da şapka giymişlerdir. Bu
giyim kültürü tamamen dönemin Paris modasından etkilenmesine bağlı şekillenmiştir.
Cumhuriyet Döneminde kadınlar için giyim-kuşam hakkında herhangi bir yasa
çıkarılmamıştır. Kadınların giyim ve kuşamı dinî inançlarına, kültürlerine, işlerine
uygun biçimde şekillenmiştir.
9
Soyadı Kanunu’nun Kabulü
Osmanlı Devleti'nde soyadı zorunluluğu yoktu. Bu durum, toplumsal ilişkiler için
büyük bir eksiklikti. İnsanlar yalnız ilk adları ile anıldıklarından toplumsal ilişkilerde
karışıklıklar doğuyordu. Evlilik birliğinin soyadsız olması çok sakıncalıydı. Nüfus
kayıtları düzgün değildi. Askere alma işlerinden, ekonomik ilişkilere kadar tüm
işlemlerde soyadı bulunmaması nedeniyle büyük zorluklar yaşanıyordu. İnsanlar,
doğdukları yere yahut aile lakaplarına göre adlandırılıyordu.
Bütün bu devlet ve toplum hayatındaki karışıklıkları önlemek amacıyla, 21 Haziran
1934'te Soyadı Kanunu çıkarıldı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türk milletine hizmetlerinden dolayı Mustafa Kemal'e
24 Kasım 1934'te çıkarılan bir kanunla Atatürk soyadını verdi. Başka bir kanunla da
bu soyadın başkaları tarafından kullanılması yasaklandı. Atatürk adı, Türk milletinin
ilerleme, çağdaş uygarlığa ulaşma ve onu geçme isteğinin ve iradesinin bir simgesi
olarak kabul edildi.
Atatürk, İsmet Paşaya da İnönü Savaşlarındaki başarılarından dolayı İnönü soyadını
verdi. Aynı yıl, Osmanlı toplum yapısını devam ettiren, canlandıran eski unvanlar
(ağa, hacı, hafız, hoca, molla, efendi, bey, beyefendi, paşa, hanım, hanımefendi,
hazretleri, zade gibi) kaldırıldı. Yalnız bugün kullandığımız beyefendi, hanımefendi
gibi kelimeler artık toplumsal bir yapının ifadesi değil, bir incelik ifadesi olduğu için
günümüzde de devam ettirilmektedir.

10
Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik
Türkler tarihte mevsimlere bağlı, yılları sayı ile değil de 12 hayvan adıyla ifade ettikleri
kendilerine özgü bir takvim kullanıyorlardı. Bu takvime göre bir tarih “At yılının 11.
Ayının, 8. Günü” olarak söylenirdi. Türklerin İslamiyet’i kabulünden sonra başlangıç
olarak Hz. Muhammed (SAV)’in Mekke’den Medine’ye göç edişinin 67 gün öncesinin ilk
gününü yılın başlangıcı olarak kabul eden (16 Temmuz 622, Muharrem ayının ilk günü)
Hicri-Kameri (ay yılı) takvimi kullanmaya başlamışlardır. Bütün resmî işlemlerde,
haberleşmede ve kitaplarda bu takvim kullanılmıştır.
Batılı ülkelerle olan ilişkilerimizi düzene koymak, ticarî ve malî konulardaki karışıklıkları
gidermek amacıyla takvim konusundaki ilk girişimler İttihat ve Terakki Döneminde
yapıldı. 1917 yılında çıkarılan bir kanunla iki takvim arasındaki 13 günlük fark ortadan
kaldırıldı. Yılbaşı Mart ayından Ocak ayına alındı. Fakat Hicrî yıl ile başlayan yıl sayısı
aynen korundu. Cumhuriyet Döneminde ise Miladî Takvim 26 Aralık 1925 tarihinde kabul
edilerek 1 Ocak 1926'dan itibaren kullanılmaya başlandı.
Günümüzde Osmanlı Döneminden kalma belge, mezar taşı vb. okurken iki takvim
arasındaki farkı gidererek günümüze şu biçimde uyarlamak mümkündür:
Miladi yıl=Hicri yıl/67+621.5
Rumî tarihi Miladiye çevirmek için ise: Miladi yıl=Rumi yıl+584
Rumî tarihlerin 1256 yılı öncesi yoktur. Bu nedenle 13 Mart 1900 tarihine kadar 12 gün,
sonraki yıllar için de 13 gün sonuca eklemek gerekmektedir.
1945 yılında yapılan bir düzenlemeyle bazı ay isimleri de değiştirilmiş ve Teşrin-i
Evvel=Ekim, Teşrin-i Sani=Kasım, Kanun-u Evvel=Aralık, Kanun-u Sani: Ocak olmuştur
11
Hafta Tatilinin Düzenlenmesi
Osmanlı Devleti Döneminde dinî bayramlar tatil günü olarak biliniyordu. Osmanlılarda
hafta sonu tatili geleneği bulunmuyordu. Cuma günleri resmî olarak bir kanunla
düzenleme yapılmamasına rağmen tatil olarak kabul ediliyordu. Cumhuriyet Döneminde
2 Ocak 1924 tarihinde kabul edilen bir kanunla Cuma günleri resmî tatil günü olarak
belirlenmiştir. Fakat zamanla batılı ülkelerle olan ekonomik ilişkilerde bu durumun
sıkıntılara sebep olduğu ileri sürülerek 1935 yılında kabul edilen bir kanunla 35 saatten
az olmamak kaydıyla Cumartesi günü saat 13.00’ten başlamak üzere her haftanın ilk
günü yani Pazar gününün resmî tatil olması benimsenmiştir. Bunun dışında dinî
bayramların yanında 29 Ekim, 30 Ağustos, 23 Nisan, 1 Mayıs, 31 Aralık ve 1 Ocak
tarihleri de resmî tatil olarak kabul edilmiştir.
Kadın Haklarının Kabulü
Eski Türk toplumlarında kadın kurultaylara da katılmıştır. Bu kurultaylarda hakanın eşi
hatun, Türklerce kutsal olarak görülen hakanın sol yanına oturtulmuştur. Eski Türklerde
kadın devleti yönetebildiği gibi, elçilik ve komutanlık görevlerinde de bulunmuştur.
İslamiyet’in kabulünden sonra Osmanlı Devleti'nde kadın, sosyal, ekonomik, kültürel
yaşamını İslâm hukukuna göre düzenlemeye başladı. Bu dönemde birden fazla evlilik,
kadının tek yönlü boşanması istismar edilmiş ve kadının aleyhine kullanılmıştır. Kadın,
miras konusunda erkeğe göre yarım hak alırdı. Mahkemelerde ise bazı durumlarda iki
kadının şahitliği bir erkeğin şahit­liğine denk sayılırdı. Kadının, İslâm hukuku gereği
erkek topluluklarına katılması hoş karşılanmazdı.
12
Atatürk, sözlerinde de ifade ettiği gibi kadınların sosyal, siyasi ve ekonomik hayatta
rollerini arttırmak için Cumhuriyet Döneminde yasalar yapmıştır. 1913 yılında İsviçre’de
hazırlanan Medeni Kanun örnek alınarak Türk Medeni Kanunu kabul edilmiş ve bu
kanunda kadınların rolleri açıkça ifade edilmiştir.
Sosyal Haklar
Medeni Kanun'un kabulü ile kadının erkek karşısındaki eşitsizliği ortadan kaldırıldı. Türk
kadını resmî nikâh, boşanma, çocukların vesayeti, mirasta eşitlik, meslekte çalışma
haklarına ka­vuştu. Böylece Türk kadını, Cumhuriyet’le birlikte toplumsal, kültürel ve
ekonomik hayatta er­kekle eşit düzeye getirildi.
Siyasi Haklar
Medeni kanunla birçok hakka kavuşan kadınlar demokratik haklarından olan seçme ve
seçilme hakkına 3 Nisan 1930 yılında kabul edilen bir kanunla belediye seçimlerine
katılma hakkım, 26 Ekim 1933’de çıkan Köy Kanunu ile muhtar ve 5 Aralık 1934’de
kabul edilen milletvekili se­çimi konusundaki kanunla da seçme ve seçilme hakkına
kavuşmuşlardır
Böylece demokrasinin önemli bir eksikliği de tamamlanmıştır. 1935 yılında yapılan
milletvekili seçimlerinde 18 kadın milletvekili meclise seçilmiştir. Kadınlara seçme ve
seçilme hakkı birçok Avrupa ülkesinden önce Türkiye’de verilmesi demokratik hedeflerin
amacını açıklaması açısından iyi bir örnektir.

13

You might also like