Professional Documents
Culture Documents
Roman Dizisi
5
5. Basım - Aralık 1977
MAY YAYINLARI
Babıâli Caddesi, No: 19
Cağaloglu/İSTANBUL
Telf.: 27 71 61
HAŞAN İZZETTİN DİNAMO
KUTSAL İSYAN
( 2)
Millî Kurtuluş Savaşının Gerçek Hikâyesi—
MAY YAYINLARI
İ Kİ NCİ BÖLÜM
—1 —
— 5 —
mal, bu muhteşem kapının altından her geçişinde anıla
rının saldırısına uğrar ve bu anılar bir oğul arı uğultu
suyla benliğini doldurur, sarsardı.
En büyük rakibi Enver paşanın çalımlı-galımlı bu yol
dan gelip gittiğini görür gibi oluyordu. Osmanlı İmpara
torluğunu Almanya'nın yanında savaşa sokarak Türklü
ğün başına umulmaz belâlar açan bu atak, bu zeki, bu
yürekli genç paşa’nm kurduğu saltanatın yerinde yeller
esiyordu.
Evet, sel gider, kum kalırdı. O da gitmiş, arkada anı
diye bir avuç bulanık tortu bırakmıştı.
Mustafa Kemal’in her türlü yükselme çabasını kös
tekleyen Enver paşa, tarihini yaparak gitmişti; şimdi, ta
rihini yapmak sırası Mustafa Kemal’deydi. Enver paşa,
onu gölgelemek için Çanakkale’nin en kötü savaş bölge
sine vermişse de, o, burda Çanakkale destanının altın şay
ialarını yaratmış, hiç olmazsa İstanbul’u kurtarmıştı. Şim
diyse yalnız bir kenti değil, koca bir Türkiye’yi kurtara
caktı.
Gerek büyük zekâsı, gerekse talih, ona bu fırsatı ver
mişe benziyordu.
Yalancı ünlerin çok uzun yıllar mahmuz şakırdattığı
bu meydan, şimdi bomboştu ve o burdan anılarının mah
şeri içine gömülmüş ilerliyordu. En son diktirdiği paşa
lık giyneği. Mayıs güneşi altında daha çok saran genç
paşayı pırıl-pırıl bir erkek güzeli haline getirmişti. Göğ
sünün sağ yanında kordonlar, bunların altında güneşte
kıvılcımlanan bir beş köşeli yıldız-nişan, sol göğsünde, kal
binin üzerinde bir madalya vardı.
Harbiye Nezaretine gidip gelen Türk ve ecnebi su
bayları bu umut dolu sarışın yüzdeki iyimserliğe ve ener
jiye şaşkınca bakıyorlardı. Türk subayları, onu selâmlı
yor, işgalci subaylarsa selâmlamadan geçiyordu. Onun
bunlara hiç de aldırış ettiği yoktu. O, daha çok kafası
nın içinde yürüyordu. Elinden gelse bu pis yere bir da
ha hiç uğramayacaktı, ne yazık ki en sevgili arkadaşla
rından biri, Ali Fethi, yine Bekırağa bölüğü hapishanesi
— 6 —
ne tıkılmıştı- Bu ikinci tutuluşuydu. Zavallıcığı har halde
uzun bir mapusane ya da sürgün ve gurbet bekliyordu.
Harbiye Nezaretinin sarı boyalı hantal yapısını döne
rek arkaya doğru ilerlemeğe başlamıştı. Kafasındaki anı
şimşekleri bütün hıziyle çakıp geçiyordu. Vatan Partisi
ni özgürlüğünü isteyen partinin tek adamı halinde değil
miydi?
Harbiye Nezareti’nin arkasındaki sarı taştan yapı ile
burun buruna gelice bir an duraladı. Gerçi bundan önce
Fethi’yi görmek için buraya bir iki kez daha uğramıştı;
yalnız şu anda siyasal Türk düşünürlerinin ve hürriyet
çilerinin Bastil’i olan bu yapının anlamsal dehşetine de
meydan okumak zamanı gelmişti. O, «Vatan P artisin in
yöneticisi olarak yakalanınca, Bekirağa-bölüğü denen ha
pishanenin bodrum katındaki zindanlarından birine tıkıl-
mıştı.
Beyazıt kulesi karşısındaki bu san yapı, yüz yıl Be
kirağa bölüğü adı ile tatsız bir görev gördükten sonra
yıktırılıp sahneden çekilmiştir: Bekirağa bölüğü, adını ta
nınmış eski bir savaşçıdan, bir askerden almıştı.
Bayındırlı zeybek Bekirağa, birçok savaşlarda bulun
muş ve bu savaşlarda büyük yararlıklar göstermiş, rü t
bece Binbaşılığa dek çıkmıştı. Totrakan, Karadağ savaş
larında gösterdiği yararlıklar ününü saraya ulaştırmıştı-
Son kerte sert, otorite sahibiydi. Saray, onun b u 'k ah ra
manlıklarına ilgisiz kalamamış ve onu Serasker daire Mü
dürlüğüne (Harbiye Nezareti) ve askeri cezaevi müdür
lüğüne getirmişti. İşte, ünlü Bekirağa-bölüğü, adını burdan
alıyordu-
Binbaşı Bekirağa’nın zamanında Türk ordusunda he
nüz Yeniçerilik geleneği kalıntıları yaşamaktaydı. Zorba-
balık, kabadayılık, hâlâ yiğitlik savılıyor ve böyle asker
lerin varlığı da ordunun disiplinini kökünden sarsıyordu.
Bekirağa, Serasker kapısına atanıncaya dek bu gibi
zorbalarla başa çıkabilecek kıratta bir kimse bulunama
mıştı. Bekirağanın bölüğüne düşen kabadayı askerleri
— 7 —
analarından doğduklarına pişman olmaya başladıktan son
radır ki Bekirağa’nın ünü büsbütün yayılmıştı.
Bekirağa’nın cezaevi yarım yüz yıl Osmanlı İmpara
torluğunun en korkunç mapusanesi olarak kalmıştı. Ara
bistan’ın, Afrika’nın en korkunç sürgün yerlerinde «İslah
olmayan» erler, subaylar, paşalar ve mareşallerle sayısız
siyaset adamı, bur da terbiye edilmişti!.. Bunlarla ancak
Bekiraga başa çıkabiliyordu. Saray, Bekirağa’nın kişiliğin
de eşsiz bir destek bulmaca başlamış!:.
Bekirağa, karşısında Sadrazamların ayağa kalktığı ef
sanevi bir insan haline gelmişti. Onun buyruğunun geç
mediği bir yer yok gibiydi; «Bu esnada iktisap ettiği mev
kii takdir edememek gafletinde bulunan bir Seraskerin
huzuruna çağırarak, rütbesini hat’rlatıp nvae'r kalkma
mak suretiyle madun muamelesi» edişine: «Ben buna ta
hammül edemem! Gayrı bu ocakta durulmaz!» diye isyan
ederek emekliye ayrılmasını istediğinde Sultan Hamit
«ancak bölükle alâkasını kesmemek, gene yönetimi elinde
tı-!m°k kosuluvla bu arzusunu yerine getrmiş» t i..
Meşrutiyetten önce hürriyetçileri bu hapishaneye tı
kan devlet adamları, Meşrutiyetten sonra onların eliyle
kendileri buraya tıkılmıştı.
Bu hürriyetçiler, yine tutulup buraya sokulmuştu. İş
te bu cezaevi bu hürriyetçilerle doluydu. Bunlar arasın
da Mustafa Kemal’i ilgilendiren yalnız bir kişi vardı. İz
zet Paşa kabinesinin dahiliye nazırı, en eski ve en yakın
arkadaşı Ali Fethi ile buraya tıkılan yeni sanıklar, en
ağır biçimde suçlandırılmaktaydı. Ali Fethi fceyinki hiç te
onlarınkine benzemiyordu. O, Dahiliye Nazırlığı süresin
de Sadrazam Talât Paşa, Enver Paşa, Cemâl Paşa ve Dok
tor Nazım beyin kaçışlarında «teşkilâta yakın müsama-
hakârane hareketinden dolayı,» tutuklu idi-
Hikâye bir sinema şeridi gibi anılarını sürükliyordu:
Bu yapıdan bütün anlamıyla tiksiniyordu. İçinde kayna
şan yaratma, vatan kurtarma, yükselme hırsları ve heye
canları başarıya ulaşıncaya dek onu hep bu iğrenç tuza
ğın kenarında köşesinde dolaştırıp duracaktı. Kendisi gi
— 8 —
bi düşünenler için burası sürekli bir «mekân» sayıhrdı-
•Onun ruhu ilk önce batı Makedonya’nın m erke/i v?
ihtilâlcilerin yatağı olan Manastır’da ateş almıştı. Zulme
ve istibdada karşı coşup taşan duygularla kaynayan kal
bi onu ateşli özgürlük şiirleri okumağa ve aynı zamanda
yazmağa zorlamıştı.
Bu ihtilâlci ruhu onda yaratmasa bile besleyen çok
sevgili arkadaşı Ali Fethi idi.
Ali Fethi, Erkân-ı Harbiye’de Mustafa Kemril elen iki
sınıf ilerdeydi. Şahsen tanışmıyorlardı. Asıl yakın tanış
maları, Selânik’te müşiriyet dairesinin bir odas'tıda ve bir
masa başında çalışmağa başladıktan sonra idi ve buıdn
birbirlerine iyice bağlanmışlardı.
Ali Fethi,"iyi Fransızca bildiğinden batı kül.(.ürünün
getirdiği özgürlük kaynaklarına birçoklarından daha ya
kındı. Onun elinin altında Fransız ihtilâlini yaratan bü
tün büyük Fransız düşünürlerinin kitapları bulunmaklay
dı. Montesquieu, Rousseau, Voltaire, bütün O m: vi İm
paratorluğunda birer zındık olarak kabul ediliyordu. Ki
tapları da şiddetle yasak edilmişti. Yalnız Fethimin kuv
vetli Fransızoası sayesinde Mustafa Kemal’in ateşli ru
hu bu kutsal özgürlük kaynaklarından gizlice doya-doya
içiyordu. Bu yazarların kitaplarını okuyanlar, hafiyelereo
yakalanır yakalanmaz doğruca bu uğursuz Bekir ağa bölü
ğü zindanını boyluyorlardı.
Mustafa Kemal, Rousseau’nun ve Voltaire’nin fikirle
rindeki lâiklik eğilimlerini bütünüyle benimsiyor, Stuart
fMiH’in ekonomi politik kitabından iktisadi kavgaları bi
lim gözüyle görmeğe alışıyor, Robespierre’iıı yaşayışında
idealist bir ihtilâlci ve inkılâpçı buluyor, Mirabeau’nun
nutuklarını kendi hatiplik eğiliminin gelişmesi için ör n ok
olarak alıyordu. Henüz okulda iken kendi kendine bu işi
beceremeyeceğini anladığından «inşat» dersleri almağa
bağlamıştı.
Hatiplik egzersizleri yapmak için kışlanın yemekha
nesindeki masaların üzerine sıçrıyor, en tehlikeli konular
üzerinde, oyun oynar gibi yiğitçe nutuklar veriyordu:
— 9 —
— Haydi, uyanın artık; harekete geçmek için daha ne
bekliyorsunuz? Görmüyor musunuz Türkiye’nin zincire
vurulduğunu? Türkiye, yabancı kan içicilerden,, onu yağ
ma edilsin diye bırakan vicdansız, mesuliyetsiz devlet
adamlarından kurtarılmağa muhtaçtır!
Gizli gazeteye yazdığı makaleler ve şiirler de hep bu
hava ile doluydu. Bol-bol harcadığı bu ihtilâlci enerji,
onun sınıfının en başında gidenler arasında bulunan en
parlak öğrencilerden biri olmasına da engel olmuyordu.
Okul kumandanı onun üstüne şöyle bir not karalamıştı:
«Son derece kabiliyetli, haşin tabiatlı bir genç. Kendisiyle
samimî dostluk ve yakınlık kurmağa imkân yok.»
Manastır’daki okulunu bitirince onu İstanbul’daki
Harp Akademesine gönderdiler.
Burasını da büyük bir başarı ile bitiren Mustafa Ke
mal, Yüksek Harp Akademisine gönderildi.
Mustafa Kemal, Yüksek Harp Akademisinde eski ih
tilâlci yaşayışım aratmayan olgun bir ortam bulmuştu-
Artık burda, öyle derme-çatma kafalar arasında bulun
madığını anlıyordu. Burda, siyasetle askerlik iki uzlaşmaz
arkadaş gibi; yine de iç-içe kol kola yaşıyordu. Artık, o,
çoluk-çocuk arasında değildi. Çevresinde en aşağı kendi
sin inkine eşit başlar ışıldıyordu. Hepsi de bütün varlık-
lariyle yurt ve Özgürlük sorunları üzerine eğilmiş almla-
lannda düşünce çizgisi belirmiş genç ve dinç kişilerdi.
Mustafa Kemal, burda ihtilâlin gerçek çekirdeğine daha
çok yaklaştığını anlıyordu. En aşağı kendisin inkine eşit
zekâların yurt sorunlarını bu denli olgun anlayışı ve kav-
rayşı, ilkin onu şaşırtmıştı bile. Şundan ki o, kendisini
bu alımda eşsiz şampiyonlardan sayıyordu. Yalnız, bu şaş
kınlık, umut kırıcı bir şey değil, tersine daha çok umut
vericiydi.
Bütün hu asteğmen kalabalığı, ayrı-ayrı birer değer
di, rastgele bir sıra eri değildi. İçerden ve dışardan mem
lekete gelen, gelmekte olan ve gelecek olan bütün kötü
lüklerin türlerini ölçüp biçebiliyor; bunları gerçeğe uy
gun oiarak değerlenil irebiliyorlardı- Hepsi, ayrı-ayrı birer
■ 10 —
barut fıçısına benziyordu. Her subay, ister istemez siya
sete de bulaşmak zorunda olduğundan, her asteğmen ken
dini yarının en büyük askeri, belki de başı olarak görü
yordu- Sallantıdaki kokmuş bir rejimin yıkılmasıyla, ister
istemez, dizgini ellerine onlar alacaklardı. Bugünün deh
şetini ve bunun giderilmesi çarelerini bilineli olarak du-
yabilen ve düşünebilen yalnız onlardı.
Erkâm-Harbiye-i Şahâne’nin birçok öğretmenleri de
memleketin dertleri üzerine aynı üzüntü ve bilinçle eğil
miş bulunmaktaydılar.
Böylece Mustafa Kemal'in, içine yeni karıştığı bıı pek
değerli, seçme kafalarla dolu ocak, bir özgürlük meşalesi
gibi istibdat gecesinin karanlıkları içinde ışıldayıp duru
yordu.
Erkân-j Harp Okulunda genç Mustafa Kemal’i en çok
büyüleyen şey «çalışma kulübü»ydü. Bu, gerçekte bir ih
tilâl örgütünden başka bir şey değildi. İlk kurucuları ona,
Namık Kemal’in bir fetiş haline getirdiği «Vatan» adını
koymuşlardı. Dış görünüşüyle bir dersane olan bu kulüp
te «Vatan» adlı bir de gazetemsi bülten yayımlanıyordu.
Gizlice toplantılar yapan üyeler, bültenlerini onfceş
günde bir çıkarmaktaydılar. Bu bültenleri dolduran ya
zılar, Osmanlı İmparatorluğundaki her türden zulüm bi
çimlerine, sakatlıklara, geriliklere saldırmakla ve bunla
rı gençliğin affetmez ateşli ruhiyle yermekteydi.
Hele softalığa, gericiliğe karşı ateş piiskürüyarlar
dı; gericilerin, her tür ilerlemenin ve gelişmenin önünü
kestiğini ve eski düzeni, istibdadın her biçimini destek
lediklerini yakından biliyorlardı. Yarın da ilk safta kar
şılarına çıkacak en azılı düşmanların bu gericilik ve geri
ciler olacağını da seziyorlardı. Genç ve ateşli kafalardan
çıkan bu yazılar, tekkeleri, her türlü tarikatı da ilerleme
nin düşmanı olarak görmekte ve insafsızca neşterlemek-
teydiler; onların düşüncelerine göre bütün bu Örgütler,
birer parazittiler ve zavallı ulusun kanını emmekteydiler.
«Kur’ana dayanan şeriatı», fıkhı safsata halinde hüküm
ler kapsadığından dolayı hor görüyorlardı. Bu kurula üye
— 11 —
olanlar, Sul tan m istibdadını yıkmağa, yerine meşrutî bir
hükümet kurmağa, yeryüzüııdeki başka örneklere göre
Meclis toplamağa, halkı dinin baskısından kurtarmağa ve
en sonra, halk içine çarşaf s.z çıkmalarını yasak eden dü
zenleri yok ederek kadım azat etmeğe ant içiyorlardı- En
sonra korkusuzca: «Padişahla, aylıklı kaatilleri memleke
tin iliklerini kurutuyorlar. Şayet damarları yeni fikirler
le alevlendiriimezse, Türkiye, er veya geç ölmeğe mah
kûmdur» diye bar-bar bağırıyorlardı.
Genç Mustafa Kemal, «Vatan» derneği üyelerinin bu
ant içişlerinde on sekiz yaşından beri edinmiş olduğu bü
tün ihtilâlci düşüncelerin altın çekirdeğini buluyordu.
Bu yüzden de bütün «Vatan Kulübü» üyeleriyle sar
maş dolaş oluvermişti. Ar ık bu «Çalışma Kulübü» nün
en sağlam, en ateşli üyesiydi.
Manastır’dan getirdiği eski ihtilâlci şiirlerini hüllen
de birer birer yayımlamağa başlamıştı. Bu arada durmak-
sızın bir sürü de makale yazıyordu. «Vatan Kulübü» ar-
kadaşlariyle yaptığı şiddetli ve çetin tartışmalarda mantı
ğının gücü, inanının ateşi ve derinliğiyle çabucak göze
Çarptı ve kalburüstü üyelerin en iyilerinden biri olarak
görünmeğe başladı. Kızıl Sultan ve onun hükümeti aley
hinde kullandığı şiddetli ve tehlikeli sözler, arkadaşlarını
bile ürkütecek hale geliyordu.
Bütün bu ihtilâlci çalışmaların yine de çocukça, saf
ça bir yanı vardı; hiç konspirasyon gözetilmeden, gizli
likten büsbütün uzak bir biçimde çalışıyorlardı. Hafiye
örgütünün o korkunç salgını içinde nasıl olup da böyle
yakalanmadan çalışabildiklerine şaşan genç ihtilâlciler, bir
gün elin elden üstün olduğunu acı bir biçimde anladılar.
Sultan Hamit'in ünlü hafiyeleri, bu saf ihtilâlcilerin
arasına sokulmuşlardı bile. Abdülhamit, Erkân-ı Harbi-
yei şahanedeki ihtilâlciler üstüne aldığı jurnalle heyecana
kapılmış, kızmış, köpürmüş, sorumluları iyice haşlanıştı.
Bütün bu ıhıilâlci davranışlardan haberi olupda gör
memezlikten gelen okul kumandanı, elbette başlananla-
rm başında geliyordu.
— 12 —
Sultan Abdülhamit, hemen «Tedrisatı Askeriye Umum
Müdürü» İsmail Hakkı Paşa’yı huzuruna çağırtmışiı. Olup
biteni padişahın ağzından İşiten Hakkı paşa, çok güç du
rumda kalmış; o da okul müdürünü çağırtarak güzelce baş
lamıştı.
Bu olaydan sonra, kışla içinde en küçük toplantılar
bile yasak edilmiş ve aktif siyaset oyunları Erkânı Harp
Okulunun sahnesinden silinip gitmişti.
BÖylece de bir çalışma kulübü gibi maskelenen ihti
lâlci topluluk, İstanbul’un gizli köşelerine kaydı ve orda
daha ihtilâlcilere yakışır bir gizlilik havası içinde çalış
maya başladı.
, Ne yazıkki bir kez mimlenen üyelerin arkasında ha-
fiyeler vızır vızır dolaşıyor ve onları «dört başı mamur»
bir iş üstünde kıstırmak için fırsat kolluyorlardı.
Mustafa Kemal, smıvlarmı vermişti. Bu, başarılı bir
sınav olmuştu. 11 Ocak 1905 te kurmay okulunu otuz ye
di kişilik sınıf içinde beşincilikle bitirmişti. Yirmidört
yaşında tığ gibi bir kurmay subaydı. Okulu bitirince ilk
işi Beyoğlu’ndaki fotoğrafçılardan birine koşup bir resim
çektirmek olmuştu. Bu resim, çabucak Selânik'teki anne
sinin eline ulaşmış ve onu dünyaîarea sevindirmişti. Ne
yazık ki zavallı ananın sevinci pek uzun sürmeyecek kor
kunç bir felâket, körpe oğlunun yalnız geleceğini değil
dirimin i de tehlikeye düşürecekti.
Mustafa Kemal, artık, bütün öbür arkadaşları gibi
bir piyade birliğine atanmasını bekliyordu.
İstanbul’dan ayrılmadan önce güzel birkaç gün ge
çirmek istedi- Son olarak güzelim İstanbul’un altından gi
rip üstünden çıkacaktı. Nitekim, Manastır’dan buraya ilk
geldiğinde epeyce güzel gençlik günleri geçirmişti. Sahip
siz genç kız ve kadınlar onun güçlü kolları arasında kıv
randıklarını uzun zaman unutmamışlardı. Balık Pazarın
daki Ermeni'nin meyhanesi, onun en sık uğradığı yerler
den biri olmuştu. Hatta buraya sonradan ödemek zorunda
kaldığı birçok borç taktığı da olmuştu. Bir kez görmüş
olmak için en bayağı yerlerden de gençlik merakiyle geç
— 13 —
mekte kendini küçültücü bir neden görmemişti.
işte, şimdi de felekten böyle birkaç günceğiz olsun
çalmak, ondan sonra da yurt görevine koşmak istiyordu.
Tersliğe bakınız ki o, artık birkaç yıl önceki delikan
lı değildi, en büyük yurt görevi saydığı ihtilâlcilik mes
leği, terazide ağır basmıştı. Artık, gizli ve tehlikeli bir
.kuruluş haline gelen «Vatan» m yönetimini üzerine ala
rak bu fırsattan yararlanmağa çalıştı. Kuytu bir odayı
partinin merkezi haline getirdi. Bülteni bodrumda teksir
makinesiyle basıyordu- Ateşli ihtilâlci arkadaşları, onun
Çevresinde sık sık toplantılar yapıyordu. «Vatan» m şefi
durumuna gelmişti. Arkadaşlarını toplayan, kontrol eden
ve yöneten oydu. Ali Fuat (Cebesoy) ile Manastırlı Kâzım
(Özalp) ta onun en yakın ihtilâl arkadaşlarıydı.
Ne yazık ki, okulda mimlendikleri günden beri Ab-
dülhamid’in hafiyeleri, gölgeleri gibi arkalarında dolaş
maktaydı. Onlar, gözleri bağlı çalışıp duruyorlardı. Ka
fiyeler, işin kıvama gelmesipi bekliyorlardı. îşin en kötü
lü , okuldan ahlâksızlığı yüzünden koğulmuş eski bir ar
kadaşları, hafiye ve provokatör olarak içlerine karışmış
tı...
Gerek Mustafa Kemal, gerekse arkadaşları, henüz bir
ihtilâlciye gereken gizli ve çok tedbirli çalışma unsurım-
dan yoksundular. Kaşarlanmış İmparatorluk hafiyeleri-
nin karşısında birer acemi çaylak olduklarını bilmeden ve
yakalanmayı hiç akıllarına getirmeden çalışıyorlardı. Ara
larına ateşli bir ihtilâlci gibi giren bu provokatör hafiyeyı
sezinlediklerinde artık, iş işten geçmişti. Provokatör, bir
akşam bütün üyelerin toplu bulunduğu bir anda «kanun»
neferleriyle kafiyeleri getirtti ve bodrumda teksir edilen
suç belgeleriyle birlikte basılıp yakalanan Mustafa Kemal’
le arkadaşları, Abdülhamid’in hafiye örgütünün gücünü
ilk kez anladılar.
Şaşkınlıkları büyük olmuştu. Artık, bu kez bittikleri
ni anlamışlardı. Suç belgeleriyle birlikte «kanlı istibdadın»
pençesine düşmüşlerdi.
Mustafa Kemal, b ir an, geleceğin parlak düşlerine
— 14 —
.veda etmek gerektiğine inanır gibi olmuştu. Artık her şe
yi yitirir gibi olduğuna inanıyordu; kimbilir, belki onu
d a birçok tıbbiyeli gibi bacağına ağır bir taş bağlayarak
Marmara’nın dibine indiriverirlerdi. «Kızıl Sultan,» tah
tın ı korumak için hiçbir kanlı çareye başvurmaktan çe
kinmiyordu. Cezaların en yeğniği imparatorluğun uzak ve
yaşanmaz ülkelerine sürgündü. Dirimini yitirmektense böy-
Je bir sürgün bile bir nimetti.
. Mustafa Kemal, yakalanınca Osmanlı İmparatorlu
ğunun Bastil’i demek olan Bekirağa- bölüğü hapishanesi
ne götürülmüş ve arkadaşlariyle bir koğuşa kapatılmış
tı. Hafiyeler, onun üstüne koca bir dosya hazırlamışlar
dı. Manastır’dan ilk İstanbul’a gelişiyle başlayan bu dos
ya, kara bir dosya sayılabilirdi. Onun ilk gençlik ateşiyle
toplumun aşağı katlarına dek inerek en masumca eğlen
ce âlemlerinde geçirdiği bir kaç sayılı gün bile rezilce bir
yaşayış örneği olarak gösteriliyor, nerdeyse adı bir bohe
me, bir berduşa çıkarılıyordu, kentin aşağı mahallelerin
de kafa tütsülediği, eıı bayağı orospularla düşüp kalktığı,
gemicilerle kâğıt oynayarak vakit öldürdüğü, dik kafalı,
itaatsiz bir genç olduğu uzun uzadıya sayılıp dökülüyor
du. T3u dosyayı görenler, artık onun bu çamurdan çıkıp
iyi bir asker olamayacağına hükmediyor, bir yandan dâ
jinüthiş zekâsına acıyorlardı. Mustafa Kemal ise hiç de bu
^dosyadaki genç adam değildi. Sağlığım bile tehlikeye dü
şüren o hoyrat delikanlıyı çok arkada bırakmış ve baştan
başa karakter kesilmiş bir ihtilâlci örneğiydi. Biricik ama-
,çı da çalışmak ve yükselmek, en yüce doruklarına dek yük
selmekti. Çok hırslı ve güçlü bir tabiata sahip olduğun
dan bir kez bulaştığı işin içine adamakıllı dalıyor, gırt
lağına dek bu işe gömülüyordu... Gençlik taşkınlıkları da;
ihtilâlciliği de hep böyle açıklanabilirdi.
Bu ihtilâlci genç subay grubunun yakalanıp sorguya
çekilmesi, bütün gençlik çevrelerince duyulmuştu ve her
kes onlara acıyordu. Bu işin sonunda Marmara denizinin
dibi de görünüyordu. Boynuna bir taş bağlanıp denize bir
kova çöp gibi atılmış hürriyetçilerin korkunç, serüvenleri,
— 15 —
kulaktan kulağa dolaşıp durmaktaydı.
Sultan Abdülhamit, Mustafa Kemal’in ihtilâlci gru
buyla herkesten çok ilgilenmişti. Kafaları, patlayıcı ihti
lâl maddeleriyle dopdolu bu genç adamlar, onun tahtının
altına konmuş birer kocaman bombadan başka bir şey de
ğildi. Yıldız’da Mithat Paşa’nm sorguya çekildiği Çadır
Köşkü’nün salonunda sorgulan başlayınca Abdülhamit
Mithat Paşa’nın yargılanmasını gözetlediği küçük bir de
likten mahkeme salonunda bocalayıp duran bu zıpır deli
kanlıları kaygu ile gözetlemeğe ve dinlemeğe gelmişti.
Bu grubun elebaşısı olan sarışın, mavi gözlii ve gl-r
çatık kaşlı genç subayı Abdülhamit öfkeden çok, merakla
gözetliyordu.
Mustafa Kemal’in yakalanıp hapsedildiğini, belki ete
idam edileceğini işiten annesi Zii beyde han imla ki.?!: evde
şi Makbule, koşarak Selanik’ten İstanbul’a gelmişlerdi. İs
mail Hakkı Paşaya birkaç kez çıkmışlar, Bekir ağa-küî Lü
ğünün merdivenlerini boş yere aşındırmışlar, bu sarışın
ihtilâlciyi bir türlü görememişlerdi. Mahkemede de dik baş
lı davranan bu genç asker, büsbütün «tecrit» edilmek ge
rektiğinden bir küçük ve karanlık hücreye atılmıştı, kon
seyle görüştürülmüyordu.
Hücresinin biricik penceresi, küçümencik bir hava de
liğiydi. Orada zor hava alıyor, daralan ciğerlerini oksijen
le doldurabilmek için ağzını çoğu zaman küçük hava de
liğine yapıştırıyordu.
Duyduğu «manevi» boğuntu oksijensizlikten çok da
ha korkunçtu. Koca Osmanlı ülkesini dar bulup patlama
kertesine gelen ruhu, bu küçücük hücrede çatiadak çat
layabilirdi. Doğadaki alışma kanunu onu bu öldürücü du
rumdan kurtarmıştı. Şimdi, ağır-ağır, genç bir arştan g -
bi hücresinin serin taşları üzerinde volta vuruyor ve dü
şünüyordu. Askerlik gitti gider, bari dilimini kurtarabil
meydi. Şimdi, bir tek düşündüğü buydu. Yaşamak, aziz
di, güzeldi ve o da daha çok gençti. Sultanın şerrine uğ
ramadan burdan kurtulabilse yine her şey düzelebil iidi.
İhtilâlin eli kulağındaydı- Nasıl olsa bir gün patlayacaktı.
— 16 —
Ne varki gelecek için kurduğu bütün parlak hayal
lerden bir boy vazgeçmek gerekiyordu.
Günler, haftalar birbirini kovalıyor, bu küf kokan pis
hücreden kurtuluş müjdesini verecek hiçbir ışık gözük
müyordu. Yalnız, her saat başında asker gardiyanlar ve
kanunlar küçük hava deliğine gözlerini uydurup onu kont
rol ediyorlardı.
Onun bulunduğu bu tek kişilik hücre, yapının bod
rum katmdaydı. Bu hücrelere ancak çok tehlikeli, çek
önemli sanıklan atıyorlardı- Buralara tıkılanlara her v"r
aşağılama ve işkence yapılıyor, söyletmek için yapılan hu
işkenceler, mubah sayılıyordu- Gazete ve kitap ok oma
da yasaktı.
Gündüz neyse ne de akşam olup da hücre zifiri krrn**-
lığa gömülünce şimdiye dek hiç duymadağı bir kork uy?,
kapılıyordu: ölüm korkusu. Gece yarısı apansız*--! ,d " . :
denizin soğuk ve korkunç derinliklerine gönder iimci:- is
tibdat, her şeyi gizli yapıyordu. Mithat Paşa’nm Ta-f zin
danında boğdurularak Öldürülmesinden epeyce ders almı
şa benzeyen istibdat, şimdi tanınmamışları tereyağından
kıl çeker gibi kolayca ve rahatça canlılar arasından uzak
laştırıyordu.. Gürültüsüz-patırtısızca bir gidiş ki hiçbir
kahramanın istemediği bir şeydi. Her kahraman, ölümü
nü pahalıya satmak, hiç olmazsa böylece ölümüyle özgür
lük propagandası yapmak isterdi.
İşte, Mustafa Kemal’in buna benzer bin bir türlü şey
ler düşünerek bir tavşan uykusu kestirdiği günlerden be
rinde kapının önünde apansızın iki kanun neferi belirnüş-
ti. Çok şükür, gündüzdü. Gece uyuyamadığı uykuyu kes
tirmeğe çalışmaktaydı.
— Mustafa Kemal sensİn, değil mi?
— Benim! Bir yere mi gideceğiz?
— İsmail Hakkı paşa istiyor, oraya gideceksin.
Mustafa Kemal, iki kanun erinin arasında bodrum -.
dan aydınlığa götürülen merdivenleri heyecanla tırman
mış, güneşe çıkınca şaşırmıştı. Sakalları uzamış giyneği
buruşmuş, kir pasak içinde kalmıştı-
— 19 —
İsmail Hakkı paşanın dairesi, öndeki hantal ve sarı
boyalı Harbiye Nezareti yapısındaydı.
Kanunların arasında bir sürü merdiven tırmanıp ko
ridorlar geçtikten sonra İsmail Hakkı Paşa’mn dairesine
.varmıştı.
' İsmail Hakkı Paşa, sakallıydı- Altın çerçeveli gözlük
lerinin arkasında pusu kurmuş olan gözlerinin bakışında
genç Mustafa Kemal, pek Öyle tehlikeli bir anlam bulma
mıştı. Bürosunun arkasında tıpkı otoriter bir okul müdü
rünün azarlayıcı bakışlariyle kendisine bakıyordu. Bu ba
kışlarda atlattığı büyük tehlikeyi anlatan ve karşısında
ki genç adama: «Haydi, geçmiş olsun, delikanlı!» demek
isteyen bir anlam açıkça göze çarpıyordu- Genç ihtilâlci,
birden bire umuda kapılmıştı- Demek ki dirimi olsun
kurtulmuştu. Hazırol durumunda duruyor, kendisini sü
züp duran paşanın gözlerine pişmanlık ve iyi maskelen
miş bakışlarla bakıyordu.
İsmail Hakkı Paşa’nm otoriter sesi duyulmuştu:
— Büyük bir tedbirsizlik yapmışsınız; önünüzde gü
zel bir istikbal vardı. Hizmet-i Şahâne’de Şeref-i askeri-
yenizi kaybettiniz. Ne idüğü belirsiz kimselerle düşüp kalk
tınız! İhtiyatsızca oyunlara kalkıştınız. Kendinizi kumara,
içkiye, ismi ağıza alınmayacak yerlerde sefahate verdi
niz. Daha da beteri, asla tasvibine imkân olmayan siyası
faaliyetlere cüret ettiniz. Efendimiz aleyhinei, bazı kend'nî
bilmezlerin iğfalatma kapıldınız. Arkadaşlarınızı İnzibat-
sızlığa sevk ve isyana teşvik ettiniz. Tabiî, bütün bunlum
vahametini idrak edersiniz,
Haşmetmeabımız, merhamet-i şahanelerini hakkınızda
ibzal buyurarak, her şeye rağmen merhamet-i şahanele
rine mazhar. olmanızı tensip buyurdular. Genç ve ateşli
bir mizacınız var. Muhtemeldir ki bizzat kötü olmaktan
ziyade iğfal edilmişsin izdir. Şam’da bir süvari livas’na ta
yin olundunuz. İstikbaliniz, orada kumandanınızın bize ir
sal edeceği ihbaratın hakkı hareketiniz hakkındaki iş’aratı-
na bağlıdır. Şu andan itibaren böyle abesle iştigalden kati
surette vaz geçerek kendinizi hizmeti askeriyeye vakfet-
18 —
riyet» cemiyeti olarak Şam’da kurulmasını kolaylaştır
mıştı.
Genç bir kurmay subay olarak sözde staj yapmak
üzere Şam’daki beşinci ordu merkezine sürüldüğünde l-ıav-
ran’da da bir Dürzi isyanı patlak vermişti. Süvari alay:
süratle hazırlanmış, yürüyüşe geçmek üzereydi. Mustafa
Kemal, kımsenüı kendisine hazırlanması için bir şey deme
diğini görünce çok üzülmüş ve Öfkelenmişti.
Birliğiyle birlikte götürülmesini istemek için alay ku
mandanına baş vurdu. Alay Kumandanı:
— Siz, bu alayda stajyersiniz, dedi, Kumanda etliği
niz asıl bölüğün kumandanı vazife başına geçmiştir. Ha
rekâta o gidecektir. Zaten siz iurkân-ı Harp zaDİİlsiniz.
Böyle çetin işlere gelemezsiniz. Biz, sizi is.ırahal edebi
niz diye Şam’da bıraktık. Merak etmeyin, maaşınız veri
lecektir.
Bu söz, Mustafa Kemal’i çileden çıkardı. Bunun üze
rine kendi kendine emir vererek arkadışı Müfit’ie bera
ber atlarına atladılar, âmirlerinden habersizce Kavrarda
vardılar ve orada yararlıklar göstemekten geri kalmadı
lar.
Mustafa Kemal, birliğiyle birlikte Şam’a dönmüştü.
Amirlerinin kendisine yaptıkları bu kabalığı bir türlü af-
fedemiyordu. Bu memleketi ancak bir ih.ilâlin temizle
yeceğine bir kez daha inanmıştı.
Bir gün çarşıda dolaşıyordu. Rastgele girdiği bir dük
kânda sahibiyle birden bire ahbap oldular: Bu, kurtuluş
savaşından sonra Çorum mensubu oian Doktor Muştala
Cantekin’den başkası değildi. Doktor da siyar.î sürgün
lerdendi. Mustafa Kemal, onun şu sözlerine çek tevhi
tti işti:
— İhtilâl yapmak lâzım. Bu idareden başka ünlü
kurtulamayız. Ben, Tıbbiyenin son sınıfındayken bu eme
li takip ettiğim için hapse atıldım, sonra işte böyle sürül
düm. Benim kafamda birçok arkadaşlar var. Melısmchal
ihtilâli yapmak lâzım. Bu yolda ölmekten bile çekinmem.
Mustafa Kemal, ona şu yanıtı vermişti:
— 20
— Hayır, mesele Ölmekle bitmez. Asıl, ölmeden evvel,
idealimizi yaratmak, tahakkuk ettirmek ve yerleştirmek
şarttır.
1905 yılının bu güzel gecesinde Mustafa Kemal, üç
ateşli arkaaaşiyle «Va.an» Cemiyetini biraz daha genişle
terek «Vatan ve Hürriyet» cemiyeti olarak böylece kur
muştu.
Yine o sıralardaydı- Havran bölgesindeki Dur si kuv
vetleri Osmanlı askerleri üzerine sık-sık akınlar yapmak
taydılar.
«Talim ve tatbikatla» uğraşan Türk askerleri güç du
rumda kalmıştı. Sıkışan biriik kumandam genç Kurmay
subayı Mustafa Kemal’e:
— Bunlara karşı ne yapalım? Diye sormuştu.
— Tâlim ve tatbikaanıza devam ediniz.
— Fakat, görmüyor musunuz, durmadan hücum edi
yorlar.
— Evet, görüyorum. Ben onları iyi bilirim. Onlar na
muslu adamlardır. Kendilerine silâh kullanmayanlara kar
şı silâh atmazlar.
Kumandan, Dürzilere silâh atılmamasını emretti. Ken
dilerine silâh atılmadığım gören Dürziler, şaşırıp kalmış
tı.
Mustafa Kemal’in bu psikolojik siiâlu ereğe isabet et
mişti. Dürziler, bunun üzerine kendileriyle konuşacak bi
rini istediler. Mustafa Kemal, onlarla konuşmak için ileri
Çıktı, Dürzilere doğru ilerledi. Onlarla konuştu. Belileriy
le arkadaş olmakta gecikmedi. Bu hadisenin ertesi gönü
Şam’a ve nıürettep kuvvetlerin, bulunduğu yeıe bir jan
darma albayı gelmişti. Kumandan Lûtfi bey, jandarma
albayı ile konuşurken Mustafa Kemal’i de yanlarına ç«-
girdi.
Şam jandarma Kumandam Mustafa Kemal’in yanın
da, Dür zil eri püsküttüğünden dolayı, kutladı. Ne varki,
doğru bir asker elan Lûtfi bey:
Hayır, biz püskürtmedik. Dürziler kendileri gitti
ler, dîye yanıt verdi.
— 21 —
— Fakat, meseleyi Zat-ı Şahaneye arzederken <-.püs
kürtüldü» diye yazmak lazımdır.
Bundan sonra Mustafa Kemal’e dönen jandarma ku
mandam:
— Yazılacak telgrafın müsveddesini lûtfeıı kaleme alı
nız, dedi.
Mustafa Kemal’in gür ve sarı kaşları birden bire ça-
tılıvermişti:
— Ben, böyle sahtekârlığa âlet olamam, diye hırçın
bir sesle bağırdı; esasen ortadan galip ve mağlûp da yok
tur. Fakat, hakikati söylemek lâzım gelirse onlar kazandı*
lar.
Albay dudaklarını büktü:
— Sen, henüz cahilsin.'Sen, Zai-ı Şahaneyi anlama
mışsın, dedi.
Mustafa Kemal, tok ve cesur sesiyle ona şöyle dedi:
— Ben, cahil olabilirim. Fakat, Zat-ı Şahane olan za
tın cahil olmaması ve sizin gibilerin mahiyetini anlayabil
mesi lâzımdır.
Mustafa Kemal, örgütünü kurup da gizli oturumlarda
ateşli nutuklariyle birçok hayranlar toplamağa başlayınca
bu çöl ikliminden de bayağı hoşlanır olmuştu.
Kendisi gibi ateşli subay arkadaşları «Vatan ve H ür
riyet» i vahadan vahaya yayıyor, örgütü hergün biraz
daha genişletiyordu. Yüksek rütbeli subaylar da bu hür
riyetçi ve memleketçi düşüncelere karşı ilgisiz değiller
di* Mustafa Kemal, bu sinsi ihtilâlci, az zamanda, düşün
düğünden daha çok başarı kazanmış bu da o ^ a b"vük
hamleler yapmak düşüncesikıi uyandırmıştı: Bütün Suri
ye’deki askeri birlikleri kendi elinde toplayarak İstanbul
üzerine yürümek, «Kızıl Sultan» ı tahtından İndirip bek
lenen hürriyet ihtilâlini yapmak. Yalnız, ilk heyecanların
sarhoşluğu çabuk geçmişti. Burada da gerçek, o kırmızı
granit yığını, hayalcilerin kafalarını yarmak üzere ideal
yolunun üzerine dikilmiş duruyordu. Suriye garnizonla
rından İstanbul’a karadan da denizden de gitmek için bin
lerce kilometrelik yol gerekiyordu. Bu aylarca sürecek bir
— 22 —
yolculuk demekti ki, bir ihtilâl ordusunu y a n yola var
madan eritir, yıpratır ve dağıtırdı.
Kendisi, yakın olması gereken deniz yolundan Beyrui’a
seksen günde gelmemiş miydi? İhtilâllerin yolu kısa ve
kendileri şimşek gibi hızlı ve kesin olur. Sürekİi isyanlara
jse Arabistan halkının kaygusuz psikolojisi ve uyuyan
Anadolu halkının çoğunluğunun durumu uygun değildi. Bu
nun için bir süre kendisini pek ateşlendirmiş ve heyecan
landırmış olan Suriye’den başlayan özgürlük için isyan
projesini az zaman sonra bırakmak zorunda kalmıştı. Os
manlI İmparatorluğunun diş bileyen halklara dayanarak
bir ihtilâl yapmanın sakatlığını çabuk anlamıştı-
Mustafa Kemal, Suriye’ye gönderildiğinde artık, yı
lan hikâyesine benzeyen Dürzi isyanlarından biri daha
patlak vermişti. Dürzi isyanının bastırılmasından sonra
piyade hizmetini görmek üzere Yafa’ya gönderilen Mus
tafa Kemal, bir kez daha denize kavuşmuş ve hayalini
yoklayıp duraıı ihtilâl kıvılcımları yine bu genç kafayı
ateşler içinde bırakmıştı. İhtilâl düşünceleri ve heyecan
ları, artık Mustafa Kemal’in ruhunda kasırgalar koparı
yordu. Çok sevdiği askerlik mesleği de ancak ihtilâl uğ
runda bir basamaktan, değersiz bir araçtan başka bir
nesne değildi. Onda bu değişikliği meydana getiren neden
lerden en önemlisi arkadaşı Ali Fethi’den aldığı şöyle bir
mektuptu. «Şam’da kalmakla hata ettin. Orada boşuna va
kit kaybediyorsun. İhtilâlin beşiği olsa-olsa Balkanlardır.
Kendini Selânik’e naklettirm e^ çalış. Suriye hiç bir cid
di hareketin kendini gösteremeyeceği bir bölge, İmpara
torluğa mülhak bir yerdir. Asıl iş, hükümetin bulundu
ğu yerde, yani İstanbul’da kopabilir.»
Mustafa Kemal Yafa garnizonunda kendini Avrupa
kıtasına düşen Türk kentlerinden birine naklettirmek için
uğraşmağa başlamıştı. Bütün lütuf kapılarının yüzüne ka
palı olduğunu görüyordu. O, denizin dibini boylamaktan
ancak bir mucize olarak kurtulmuş bayağı bir sürgünden
başka bir şey değildi. Onun için kim şefaat etmeye cesa
ret edebilirdi? Harbiye nazaretindeki bütün bildikleri, onun
— 23 —
yalvaran mektup ve haberlerini görmezlikten ve işitmez-
İlkten geliyorlardı.
Bir ara, artık Ali Fethi’nin salıkladığı, Avrupa gar
nizonlarından birine nakletmenin olanaksız bir şey oldu
ğunu sanarak umutsuzluğa düştü.
Şimdi, Selânik’e kanunsuz yollardan varmanın düşün
cesi. üzerindeydi. Sonradan Balkan savaşında Edirne ka
lesine kapanıp düşmana karşı aylarca dayanacak olan
topçu kumandanı Şükrü Paşa’ya bir mektup yazmayı dü
şündü. Şükrü Paşa, Selanik’te bulunuyordu. Hürriyetçiler,
onu da kendilerinden sayıyorlardı. Bu sanıya kapılan Mus
tafa Kemal, ondan medet umdu ve ona bütün güzü düşün
celerini açıklayan bir mektup yazdı. Kendisini Selânik’e
aldırması için yalvarıyordu. Şükrü Paşa, ona umut verici
bir cevap gönderdi, bunda, eğer Selânik’e gelir se bir çare
düşünebileceğini yazıyordu.
Selanik’e varmak içinse kaçmaktan başka ç;rd yok
tu. İşte, buna karar veren Mustafa Kemal, beşinci ordu
nun zata bölgesinde göreviyuuiı‘kliği sırada haberli ekm
bir-iki ark adaş iyle helâllaştı ve kılık değiştirerek bir va
pura atlayıverdi.
Bindiği gemi, Mısır’a uğradıktan sonra Yunanistan'a
doğru yol almış, Pire’den de Selânik’e varmıştı. Karaya bin
türlü heyecan ve korku ile çıkan Mustafa Kemal, annesi
nin evine varınca düş kırıklığına uğrar gibi olmuştu. An
nesi Zübeyde hanım, onun kanunsuz yolda olduğunu anla
dığından kayguya ve tasaya kapılmıştı. Üvey babası Ra-
gıp bey ise daha soğukkanlı ve uzlaştırıcı bir rol oynu
yordu. Henüz İstanbul’da Bekirağa bölüğü serüvenini unut
mayan Zübeyde hanımın ne kar te korkuya ve kayguya
kapıldığı kolayca anlaşılabilirdi. Oğlu, yine kendisini affe
den padişaha karşı baş kaldırmıştı; bunun sonu elbette
hayır olamazdı. Mustafa Kemal’in bu kaygular pazarından
azat olabilmesi için Şükrü Paşa’mn bir panzehir sunma
sı gerekiyordu. Bütün umudu da oııdaydı. Gizli bir ihtilâl
ci (!) olan paşa, elbette ona bir çıkar yol gösterecekti.
Şükrü Paşa'yı gidip evinde gördü ve korkunç bir düş kı-
— 24 —
nklığı içinde kös-kös geri döndü. Paşa, oımıı için hiç bir
şey yapacak durumda değildi, mektuplaştıklarını kimsenin
bilmemesi için ona yalvarmıştı da üstelik. Bu adamın yu
muşak ve vaat dolu mektubuna kapılarak nasıl kalkmış
da buraya gelmişti?
Evde kuşku içinde ve diken üstünde geçen birbirinin
benzeri tatsız günler, başlamıştı. Annesi, korku ve kaygu-
dan kalb hastalığına yakalanmak üzereydi. Her saat evi
basıp oğlunu yakalayabilirlerdi. Bu da büyük bir rezalet
olurdu; onun da yüreğine inerdi. Mustafa Kemal, eski Öğ
retmenlerinden birini bularak birkaç aylık bir tebdili ha'
va koparabildiyse de bu da derde deva olamazdı. Yine her
şey onun sorumlu birliğinde çözümlenecekti. İşte, evde
kaygularm, tasaların biri bin parayjf olduğu günlerde Mus
tafa Kemal, «Vatan ve Hürriyeti» canlandırmak üzere
yine davranmıştı:
illegal çalışmağa karar vermişti. Artık, bu yolda ça
lışmaktan başka bir umar kalmadığını anlamıştı. Bıçak ke
miğe dayanmıştı. Yakından tanıdığı ve güvendiği ve hep
si de eski hocalarını başına toplayarak «Vatan ve Hür
riyet» in bir şubesiııi de orada açmağa ve bu hareketi el
den geldiğince hızlandırmağa çal.ştı. Bütün Balkanlar kay
nıyordu. Sokakta rastlanan hemen herkese ihtilâlci dam
gası vurulabilirdi. Selanik, bu tehlikeli durumu yüzünden
de İstanbul'dan gönderiien bir yığın hafiye ile dolmuştu.
Her dertleşen iki kişinin yanı başında peydahlanan üçün
cü gölge, bir hafiye idi.
O, bu haliyle klâsik bir Balkan komitecisinden başka
bir şey değildi. Bekirağa-bölüğünün zindanlarında geçirdi
ği korkunç günlerin öcünü bir an önce alabilmek için sa
bırsızlanıyor, kabına sığamıyordu.
, Kaçak olarak Selânik’te bulunuşu, onu biran önce so
nuç almağa zorluyordu. Güvendiği arkadaşlarından en iyi
lerini, en sonra, bir araya getirebilmişti: Askerî Rüşti
ye Müdürü Tahir bey, Şair Ömer Naci, Hüsrev Sami, Mus
tafa Necip, Askerî Rüştiye öğretmenlerinden yüzbaşı Hak
— 25 —
kı Baha (Pars), Öğretmen Okulu Müdürü Mahir bey bun
ların belli başlıcalarıydı.
Yüzbaşı Hakkı Baha ile anlaşarak bu arkadaşları bir
gün onun evinde topladı. Eski «Vatan Cemiyeti» ni şim
di «Vatan ve Hürriyet» adiyle yine kurmak için tartıştı
la r . Vakit geceydi. Bir petrol lâmbası, bu genç ihtilâlci
lerin yüzünü türlü yanlarından aydınlatıyor ve duvardaki
gölgeleriyle onları daha kalabalıklaştırıyordu. Bu tehlike
li konuşmaların geçtiği odanın havasını sürükleyen Mus
tafa Kemal’den başkası değildi. Hepsinin gözleri, onun
gür kaşlarının altında tuhaf bir sıtma ile parlayan mavi
gözlerindeydi. ihtilâl toplantısını şu sözleriyle yine o aç
mıştı:
— Arkadaşlar!
Bu gece burada sizleri toplamaktan maksadım şudur:
Memleketin yaşadığı vahim anları size söylemeğe lü
zum görmüyorum. Bunu cümleniz müdriksizin. Bu bed
baht memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır. Onu
'kurtarmak yegâne hedefimizdir. Bugün Makedonya’yı ve
tekmil Rumeli kıtasını vatan birliklerinden ayırmak isti
yorlar. Memlekete yabancı nüfuz ve hâkimiyeti kısmen ve
fiilen girmiştir. Padişah zevk ve saltanatına düşkün, her
türlü zilleti iktisap edecek menfur bir şahsiyettir. Millet
zulüm ve baskı altında mahvoluyor. Hürriyet olmayan bir
memlekette ölüm ve çöküntü vardır. Her ilerlemenin ve
kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlâtlarına
bazı büyük vazifeler yüklüyor. Ben, Suriye’de bir cemi
yet kurdum. Baskı rejimi ile mücadeleye başladık. Buraya
da bu cemiyetin esasını kurmağa geldim. Şimdilik, gizli
çalışmak ve teşkilâtı kurmak zaruridir. Sizden fedakârlık
lar bekliyorum. Kahredici bir baskı rejimine karşı ancak
ihtilâl ile cevap vermek ve kökleşmiş olan çürük idareyi
yıkmak, hülâsa, vatanı kurtarmak için sizi vazifeye davet
ediyorum.
Odada derin bir sessizlik meydana gelmişti. Lâmba
nın solgun ışıkları içinde Mustafa Kemal’in erkek ve hey
betli sesinin yankıları hâlâ dalgalanıyordu. Sevimli ve ateş
— 26 —
li şair Ömer Naci ki, Mustafa Kemal’in şiirde hocasıydı,
ayağa kalkarak, onun konuşmasına karşı tatlı şivesiyle:
f — Mustafa Kemal, arkandayız, seni takip edeceğiz,
ölümler, cellâtlar, işkenceler bile bizi bu azmimizden çe-
virmiyecektir. Hürriyet verilmez, o ancak alınır. Zulüm
ve istibdat altında inleyen bu masum ve biçare milleti kur
taracağız. Yaşasın hürriyet ve ihtilâl!
Diye caşkun bir konuşma yapmış; sanki bir meydan
da soyleniyormuşcasına gırtlak dolusu söylenen bu kü
çük nutuk, bayağı hepsini ürkütmüş yalnız, Mustafa Ke
mal’i sonsuz sevindirmişti.
Mustafa Kemal, her zaman beraber gezip dolaştığı
ve beraber içip eğlendiği Ömer Naci’nin kendisine bu den
li inanışısından ve bir umut gibi arkasına takılışından çok
.hoşlanmıgtı. Gerçek ve katıksız bir ihtilâlci subay olan
Mustafa Necip, Hüsrev Sami’nin güçlü ve frenlenmiş he
yecanı yanında gizli hıçkırıklarla sarsılıyor ve gözyaşları
nı tutmak için kendini sıkıyor, dudaklarım ısırıyordu. Ağ
lamayı erkekliğe yediremiyordu.
Mustafa Kemal, işin kıvamına geldiğini anlayınca yi
ne söze başlamıştı:
— Arkadaşlar!
Gerçi bizden önce birçok teşebbüsler yapılmıştır. Fa
k at onlar muvaffak olamadılar. Çünkü teşkilâtsız işe baş
ladılar. Biz kuracağımız teşkilât ile bir gün mutlaka ve
behemehal muvaffak olacağız. Vatanı, milleti kurtaracağız.
Bu nutuktan sonra örgütün ne biçim yapılacağı üze
rinde bir süre konuşup tartışmış ve bir sonuca varmışlar
dı. Örgüt üzerine konuşma sona erince, Mustafa Kemal,
yanı başında oturan Hüsrev Sami'ye dönmüş ve bir çete
reisi edasiyle:
— Hüsrev, demişti, tabancanı çıkar, şu masanın üze
rine koy; kararımızı yemin ile de teyit edelim.
Hüsrev Sami, hemen küçük browning tabancasını çı
karıp masanın üzerine koyarak Ölünceye dek bu kutsal
dava uğrunda çalışacaklarına ant içmişlerdi.
Mustafa Kemal, bu illegal çalışmanın büyük tehlike
— 27 —
sini az zamanda sezmişti. Bu kez ele geçerse artık bir
«aff-ı şahane» de beklenemezdi. Çevresinde çemberlerin
daraldığını anlar anlamaz yine Suriye’ye doğru yola çıktı.
Selanik’te kaçak olarak dört ay kalmıştı.
Kendi Garnizonuna döndükten sonra, Selânik’e nakil
işini temelli olarak ele aldı, en inatçı bir insan bile tu t
turduğu bir isteği ancak bu denli izlerdi. Bütün bir yıl
geceli gündüzlü İstanbul’dakilerin başmı ağrıttı. İstanbul-
dakiler de başka çıkar yol bulamıyarak onu Selanik’teki
üçüncü ordu Erkân-ı Harbiyesine verdiler.
Artık Mustafa Kemal, sevinçten kabına sığattryor-
du. Hem doğduğu o güzel kente, hem de çok sevdiği ve
çok cefalar çektirdiği sevgili annesi Ziibeyde ile kızkar-
deşi Makbuie’ye kavuşmuştu. Bu da bir şey değildi. Asıl
ihtilâlin beşiğine ve en çok canlı ihtilâl malzeme ve kad
rosunun bulunduğu yere düşmüştü- Artık, O.'manh İmpa
ratorluğunun ve Türk ulusunun en büyük adamı olabil
mek için bu karmakarışık malzemeyi güçlü elleriyle yoğu-
rabilecekti. (1907).
Mustafa Kemal, Selânik’e varır varmaz annesinin cn
işlek bir cadde üzerindeki cumbalı evine yerleşmişti. An
nesinin şimdiki yaşayışı rahat ve mutluydu- 1903 te yine
evlendiyse de kadıncağızın kocadan yana talihi yoktu. Mus
tafa Kemal’in bu üvey babası da ölmüştü. Selân'k’in en
işlek ve hareketli bir mahallesinde Zübeyde’ye yeni ve gü
zel bir evle biraz da para bırakmıştı. Mustafa Kemal,
Selânik’i çok değişik bulmuştu. Bu değişiklikle biraz da
aldanma payı vardı: Kendisinde de büyük bir değişiklik
ve olgunluk meydana gelmişti: Selanik askeri Rüst>ye’sin-
den Manastır Askerî İdaresine gittiği günlerle bugün ara
sında dağlarca ayrılık bulunuyordu.
Anasının evinde ilk yorgunluğunu çıkarır çıkarmaz,
yine paçalar: sıvamış, pek hızlı akmaya başlayan ihtilâlci
davranışlar seline dalıvermişti. Yine ilk el attığı malzeme,
askerî okullardan tanıştığı karakter sahibi genç subaylar
oldu. «Vatan ve Hürriyet» in Selanik şubesini açmak için
dolu dizgin çalışmaya koyuldu.
— 28 —
Artık, iyimser günler başlamıştı. Yarının er. büyük
bir talihlilik ve İyimserlik havası da ruhunu büsbütün
kaplamıştı. Talihsizlikleri ve tehlikeleri kolayca yenebil
mesi ondaki bu «en büyük olmak» tutkusunu daha çok
besleyip büyütüyordu. Hapisten kolayca kurtulup Şaın’a
sürgün edilmiş, işte ordan da yine kendi çabalamalariyle
kurtulup ihtilâlci düşüncelerin beşiği Selânik’e gelmişti.
Artık, büyüklük huylarını meydana dökmüş, açığa
vurmuştu. Yakın arkadaşlarına olduğu gibi, annesine de
inan halindeki bu düşüncelerini açmaktan çekinmiyordu.
Artık, bir okul çocuğu değildi. Bayağı bir iş peşinde koş
muyordu. Varlığında kaynayıp köpüren yüksek güçleri,
içinde yaşadığı çevrenin en yüksek sanılan güçleriyle öl
çerek bu kanıya geliyordu.. Kolağasıydı. Artık, iş yapa
bilecek yaş ve rütbedeydi. İhtilâlci arkadaşlariyle durma
dan gizli toplantılar yapıyordu. Çoğu zaman Beyaz Kule'
de meydana getirdiği lokalde Yon yo, Olimpos Gazino \e
Birahanelerinin kuytu köşelerinde ateşli fısıltılarla konu
şup görüşüyor, daha gizli toplantıları da annesinin en İş
lek cadde üzerindeki evinde yapıyordu. Bir akşam, anne
si Zübeyde hanım, oğlunun odasında oturup sigara içen
ve coşkun-coşkun konuşan; hepsi de pırıl pırıl genç su
baylara, kapıdan kahve tepsisini uzatınca tümü de sustu.
Kapıyı kapayıp çekilir gibi yapınca yine yüksek sesle ateş
li konuşmalar başlamıştı. Kulağını anahtar deliğine ya
pıştırıp konuşulanları dinleyen Zübeyde hanım, her za
manki gibi yine ürkmüştü. Oğlan, hükümeti devirmeğe
hazırlanıyordu. Hapishaneden, ölüm tehlikesinden kurtu
lalı şunun şurasında ne kadar zaman geçmişti ki!.. Bu oğ
lanın ıslâh olacağı yoktu.
Anahtar deliğinden içeri bakınca büsbütün ürkmüştü.
Ortadaki masanın üzerinde bir tabanca duruyor, bütün
subaylar ellerini bu tabancanın üstüne koyarak sözlerin
de duracaklarına ant içiyorlardı.
Zübeyde hanım, kapıdan çekilip yatağına girmişse de
gözünü uyku tutmuyordu.
Bu sevgili oğlucuğun başı üzerinde eskisinden daha
— 29 —
büyük bir tehlikenin dönüp dolaştığım anlıyordu. Padi-
şahın hiç şakası yoktu. Koca Mithat Paşayı Taif zindanın
da boğdurmamış mıydı? Onun yanında Mustafacığımn
serçeden ayırdedilir yanı var mıydı?
Konuklar çekilip gittikten sonra Zübeyda Hanım, kal
kıp oğlunun odasına gitti:
— Oğlum, dedi, haydi, gizli konuştuğunuzu anladım,
fakat, o silâh üzerine yemin ne demek?
— Hükümeti devireceğiz, anne! Ve ben büyük bir
adam olacağım.
— İnşallah, oğlum, elbet bir gün paşa olacaksın-
— Daha büyük, anne!
— İnşallah, yavrum, birgün Sadrazam da olursun.
— Daha büyük, anne!
İhtiyar kadın artık taşmıştı:
— Haşa! artık, Padişah da olacak değilsin ya!
Diye bağırarak eliyle oğlunun ağzını kapamıştı.
Bu son toplantılarda bir olay Mustafa Kemal’in gö
zünden kaçmamıştı: Kendisi «Vatan ve Hürriyet» in can
landırılması için bunca ateşli diller döktüğü halde bir tü r
lü arkadaşlarını ateşlendiremiyordu. Bu serinkanlılık hat
ta tasasızlık, ilgisizlik kalbini acıyla buruyordu.
Yoksa arkadaşları onu güvenilmez bir palavracı mı
sanıyorlardı? Onu anormal, hatta deli bulmadıkları mey
dandaydı. Söylediği acı gerçekleri anlayışlı-anlayışlı din
lediklerini görüyorsa da bununla yetiniyor, «evet ve ha
yır» demeğe gelince yalnız susuyorlardı. Bu susuşları da
dostçaydı.
Mustafa Kemal, pasif bir direnmeye benzeyen bu bi
linçli ilgisizliğe bir süre anlam veremedi. Ne diyeceğini bi
lemiyordu. Bu bilmece, ruhunda bir umutsuzluk fırtınası
koparmak üzereydi ki, içten bir arkadaşı, aslında pek açık
olan durumu ortaya attı ve onu aydınlattı. İş, anlaşılmış
tı; Selânik’te rakip bir parti daha kurulmuş ve çok dal-
,budak salmıştı. Bu, bütün hürriyetçileri ve ihtilâlci ruh
ları bir mıknatıs külçesi gibi kendine çekiyordu. Bu yüz
den bu gizli partiden çok daha güçlüsünü yaratmalıydı ki,
30 —
üyeler ondan koparak bu yana gelebilsin. Sonra, Manas-
tır’da bulunan Albay Sadık bey, ordunun içindeki İttihat
ve Terâkki örgütünün kurucusu ve en büyük şampiyonuy
du, Bu tanınmış örgütçünün yanında Mustafa Kemal’in
künyesi mi okunurdu?
Mustafa Kemal, yine Selanik’ten kaçak olarak geldiği
Suriye’ye döndükten sonra, «Vatan ve Hürriyet Cemiyeti»
kurucularından Hatip ve Şair Ömer Naci, Hüsrev Sami,
Hakkı Baha, kurulur kurulmaz şimşek gibi yayılma eği
limi gösteren gizli «Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti»
ne girmişlerdir. Bu yakın arkadaşları Mustafa Kemal’i de
1907 de bu yeni ve gizli kuruluşa almakta gecikmedi
ler.
O sıralarda Manastır’da Rum ve Bulgar çetelerini ko
valamakla görevli Enver bey de Selânik’e çağırılarak par
tiye alınmış ve ona Manastır’da çalışması görevi verilmiş
ti...
1906 yılında ordunun en atak, en yürekli ve aydın
elemanlariyle birçok sivil ihtilâlcinin el ele vererek bu ku
ruluşa yeniden kurulmuşçasına bir güç aşılamalariyîe ger
çek İttihat ve Terakki Partisi meydana gelmiş ve çok
hızlı bir gelişme göstermişti. Manasür’da albay Sadık
bey, bütün genç ihtilâlci subayları yönetmeğe başlamış'ı.
İttihat ve Terâkki gizli kuruluşunun ilk temeli 1889
mayısının 21 inci günü İstanbul’da Tıbbiyenin bahçesinde
atılmıştı. İlk adı da «İttihadı Osuıanî Cemiyeti» idi. Dok
tor Abdullah Cevdet, KafkasyalI Mehmet Reşit, Bakûlu
Hüseyin Zade Ali, Diyarbakır’lı İshak Sükuti, Doktor Nâ-
£im ve daha birkaç genç tıbbiyeli kurucu arasında bulunu
yordu. Ne var ki bu kuruluş, henüz romantik günlerini
yaşarken yine 1889’da Bursa Ziraat Mektebi Müdürü Ah
m et Rıza bey, Paris’e bîr görevle gitmiş, orda kalmış ve
yurt dışında gerçek İttihat ve Terâkki kurumunu kurarak
eyleme geçmişti. «Meşveret» gazetesini çıkararak istibda
da ve Abdülhamzd’e karşı cephe almış, padişaha kızdırıcı
yazılar göndermeğe başlamıştı. Gizli demeklerini bir tü r
lü harekete geçiremeyen İstanbul’daki Tıbbiyeli gençler,
— 31 —
Ahmet Rıza beyin Paris’teki çalışmalarından büyük heye
cana kapılmışlar ve hemen adamlardan Ahmet Ver d anî,
Dr. Nâzım ve Ali Zühtü beyleri gizlice Paris’e, Ahmet
Rıza beyin yanına kaçırmışlardı.
Bunların da katılmasıyle meydana gelen Ahmet Rıza
bey grubu, genç Türkler grupları içinde büyük bir ün
sağladılar ve memlekete döktükleri ihtilâlci yayın organ
lar ıyie Abdiilhanıid’i çok terlettiler. Bir güçlü grup da
Prens Sabahattin’in çevresinde toplanmıştı. Bunlar da Ab-
dülhamid’in diş bilediği güçlü bir gruptu.
Ne var ki Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa kıtasın
daki büyük kentlerin ve aydın subay kadroların: n kur
duğu ihtilâlci örgütler, çok daha işe ve eyleme bağlıydı
lar, bu yüzden de Avrupa’daki grupların çalışmalar.ndan
daha çok etkili bir yolda çalışıyorlardı. Attıkları her k ur
şun kolayca yerini bulabilirdi. İhtilâlci bir ordu kadar
amaca yakın hiçbir ihtilâl örgütü olamazdı.
ittihat ve Terâkkinin başlangıçları, Avrupa’da Fran
sa ve Ingiltere’de ilk ihtilâlci geleneği kuran Ziya Paşa,
Namık Kemal ve Ali Suavi’ye dek dayanıyordu. Demek
oluyordu ki istibdada karşı gelen devrimci gelenek, sivil
aydınlarca kurulmuş ve daha çok Avrupa'da beslenip b ü
yümüş dal-budak salmış ve sonra temelli olarak Osmanlı
İmparatorluğunun sınırları içindeki silâhlı kuvvetler ara
sına yayılmağa başlamıştı. Silâhlı ihtilâlci düşüncenin el
ele vermesi, çoğu zaman, başarının kalbine çok yaklaşıl
dığının işaretidir.
Bu yüzden de Osmanlı İmparatorluğunun en büyük
birkaç Avrupa kenti, büyük orau merkezleri de olduğun
dan hızla birer tehlikeli ihtilâlci yatağı olmuştu. Manastır,
.Selanik v e Kdime, silâhla ihtilâlci düşüncelerin sarmaş -
dolap olduğu iiç büyük kentti.
Silâlı ve ihtilâlci düşüncenin kardeş olduğu bu kent
ler, Avrupa’daki ihtilâlci çalışmaları ikinci dereceye dü
şürmüş ve unutturmuştu. Eline silâh almış ihtilâlci dü
şüncesi, artık, herkesten çok amaca yakındı.
Böylece, Osmanlı İmparatorluğunu saran ihtilâl dü
— 32 —
şüncesi, orduya girerek büyük bir zafer şansı kazanmış
oluyordu. Şu var ki, ihtilâl kıvılcımı, ordunun cephaneliği
ne düşmeden önce sivil ihtilâlcilerin elinde parlamıştı.
İkinci ordu merkezi Edirne’de sivil ihtilâlcilerle asker ih
tilâlciler el ele vererek bir gizli ihtilâl komitesi kurmuşlar
dı. Bunda birkaç askeri doktor, subayla birlikte türlü
mesleklerden sivil devlet memurları yer almıştı. Hızlı bir
tempo ile çalışıyorlardı; en çok ordu safları arasında iş
liyorlardı. Abdullah Cevdet’lerin İstanbul Tıbbiye Mekte
binde kurduğu ilk örgütün adamlarından İpekli Hafız İb
rahim Hoca, elindeki propaganda alanının çok geniş olma
sından yararlanıyor, Selimiye Camiine namaza giden as
ker ve subaylara istibdada karşı direnme tohumları saçı
yordu.
Ne yazık ki bu çiçeği burnunda dernek, provokatör
teğmen Sait’in jurnali sonucunda baskına uğradı ve içle
rinde posta memuru Talât beyin (Paşa) de bulunduğu ih
tilâlciler, yaka-paça cezaevine tıkıldılar. Ağır bir hüküm
ve sürgün beklerlerken affa uğradılar ve kendilerine İs
tanbul ile Edirne’den başka herhangi bir kentte oturma
larına göz yumulacağı bildirildi.
İhtihat ve Terâkkinin büyük başı posta memuru Ta
lât, bir buçuk yıllık mahpusluğu arkada bırakarak Selâ-
nik’e varmıştı. Selânik, onun gibi göz hapsinde bulunan
binlerce kişiyle kaynıyordu. Kafiyesi, polis gibi ihtilâlci
de çok olan Selânik çok çetin, işsiz, aç günler geçirdik
ten sonra güçlükle bulduğu bir gezici postacılıkla ekmeğe
biraz olsun yaklaştı ve ihtilâl düşncelerine yoldaşlık et
mek için vakit bulabildi.
Burda da çok ilginç bir şey olmuştu: Edirne’de Su
baylarla çalışan Talât, Selânik’te de onların araşma düş
tü; şundan ki subaylar, sivil devlet memurlarından ve si
lâhsız aydınlardan çok daha yürekli ve disiplinliydi. Ta
nıştığı subaylardan biri Mustafa Kemal’in Fransızca öğ
retmeni Naki beydi ki gizli kımıldanışlarda adının geçme
diği yer yoktu, öbürü de Redif tümeni mülhakı Kemal’
di. Talât’ın bahtı öğretmenlerle açılmıştı. Başta Bursalı
K utsal İsyan ( 2) — 33 — F: 3
Tahir bey olarak birçok öğretmenlerle dost olmakta ge
cikmedi. Genç Talât’ın büyük zekâsı, kendini göstermiş
hemen ihtilâlci atmosferin yan yana getirdiği dostluklar
dan bir ihtilâl derneği doğu vermişti. İşte, çekirdeğinde
^Talât beyin boy verdiği bu ihtilâlci kuruluş, Abdülhamid’
in çanına ot tıkayacak gerçek ihtilâl gücünün ta kendisi
olmuştu. Talât beyin katılmasiyle sivil-asker karması ge
nel ihtilâl merkezi Selanik’te 1906 yaz aylarında kurulmuş
ve hızlı bir tempo ile çalışmağa başlamıştı.
îhtihat ve Terâkkinin Selanik genel merkezini mey
dana getirenler askeri Rüşdiye Müdürü Bursalı Mehmet
Tahir, bu okulun Fransızca öğretmeni Naki, PTT. Mü
dürlüğü Başkâtibi Talât, sonradan İzmir Valisi olan Rah
mi, sonradan ittihat ve Terâkki Partisi Genel Sekreteri
olan Mithat Şükrü. Yüzbaşı Kâzım Nâmi (Duru), yüzba
şı Hakkı Baha Hatip, Şair Ömer Naci, İsmail Canbo-
lat, Edip Servet beylerdi.
— 34 —
n ordaydı. Mustafa Kemal’le haberleşiyorlardı. Fethi de
birçok İttihat ve Terâkki’ci subaylar ve siviller gibi Ma
son localarından birine girmek zorunda kalmıştı- Loca
lardan birine kapılanmış bir Türk ihtilâlcisi, Yahudi ev
lerinde yapılan gizli toplantılara daha kolayca girip çı
kabiliyordu.
*
— 35 —
lardı. Avrupa kültürünün bütün sol eğilimleri üzerinde
derin bilgi sahibiydiler. Onların akademik konuşmalarını
Mustafa Kemal, hayretle dinliyordu. Mustafa Kemal, ken
dilerine bir yurt edinemeyen Yahudilerin, insanlığın böy
le çok soluna geçmiş olmasını doğal görüyordu. Ne olursa
olsun, kendisini bu kozmopolit çevrede tedirgin buluyor
du. O, bu tipte aydınları kendi milli dâvası için sürükleye
meyeceğini iyice anlıyordu.
Türkiye’deki azınlıklardan İttihat ve Terâkkiye’ye gi
renlerin her birinin hürriyet düşünüşü, kendi çıkarma gö
re ayarlanmıştı. Yalnız, hepsinin yıkmak istediği şey is
tibdattı. Salt, bunda biri eşiyor lardı. Yoksa, bir Ermeni
yurttaş, bu yıkımın sonunda kocaman bir Ermenistan ko
parmayı hayâl ediyor, bir Rus ya eski Bizans hülyası
peşinde koşuyor, ya da Pontos’u hortlatmak istiyordu. Ya
hudi’nin tek düşüncesi ise «adanmış toprak» tı.
O toprak ta Osmanlı İmparatorluğunun küçük bir
parçasıydı. Kürtler, bir Kürdistan, Arşplar da bir Ara
bistan peşindeydiler. Mustafa Kemal’in biricik düşünce
si, her türlü rejim altında payına ezilmekten başka bir
*jey düşmeyen Türk çoğunluğunu kurtarmaktı. Aslında Zi
ya Gökalp’in Türkçülüğü de İmparatorluğun bu korkunç
kaosu içinde sahipsiz kalmış Türk yığınlarını saf bir Türk
ülkesine kavuşturmaktı. Her gerçek aydın, bu karışık or
tamda kendini sahipsiz ve tedirgin buluyordu. Almanla
rın ve Enver Paşa’nm etkisi, Turan’ı Türkiye sınırların
dan dışarı taşırıyordu. Mustafa Kemal, Kürklerin, Arna
vutların ve Çerkeslerin Panturanizm akımını körükleme
Ierine şaşıyor ve onlarla her yerde uluorta alay ediyordu.
Bu bulanık ihtilâlciler seli içinde artık büsbütün te
dirgin olmağa başlamıştı. Eylem yok, yalnız çenebazlık
vardı. Bütün ağızlar, yeldeğirmenleri gibi, durmadan ih
tilâlci nutuklar öğütüyordu. Bundan başka ihtilâlci kadro
ları sürükler görünen kalburüstü kişilerden de hoşlanmı
yordu.
Kurmay Okulundan tanıdığı ve kendisinden bir y>I
önce çıkan Enver’e oldum olası ısmamamıştı.
— 36 —
Bunları, nasılsa ortamlarında göze çarpmağa başlamış
gerçek değerden yoksun kof kişiler olarak görüyordu-
Cemâl, Talât ve Niyazi beyler de onun aradığı adamlar
değildi. İhtilâl dâvasını yürütmeğe bir tek kendini lâyık
görüyor, bu yüzden de bu dâvada parlamağa başlayan
herkese küçümseyerek bakıyordu.
Bu liderimsi kişileri birkaç kez dinlemiş, dişine vur
muş ve tın tın Öttüklerini görmüştü. Yalnız, bu kanısını
kendisine saklayacağına ulu orta şuna buna anlatmağa
başlamıştı. Yeni girmiş olduğu bu çevrede îhttihat ve Te
râkki liderini yerip durması, kendi ihtilâlci mesleği için
tehlikeli bir serüvendi. Talât, Enver, Cemâl, Niyazi bey
ler için yapjfr durduğu küçültücü konuşmalar, yeni edin
diği bütyrMjPstlarını ürkütmeğe başlamıştı. Bütün kal-
ilciler ve kentin ileri gelenlerinin
kıraathanesinde bir gün bir olay
^ , Kemal’in ne kerte sert prensiple
re sahip olduğunu göstermişti: Erkân-ı Harp Kolağası
.ve‘»genç ihtilâlcilerin en iyi başlarından sayılan Cemâl
bey jçin hayranları bir yığın övücü lâf etmişlerdi. Yon-
yo’nun arkasındaki gözden uzak salonda geçen bu konuş
maları Mustafa Kemal de dinlemekteydi. Onun Cemal bey
üstüne verilmiş bir yargısı vardı. Cemâl’i büyük adam sa
yan top kafalara bir ders vermek gerekiyordu: Söz alan ,
Mustafa Kemal, gerçek yurtseverliğin ve büyüklüğün ne
demek olduğunu onlara anlatabilmek İçin iki saat konuş
muşsa. da onları düşüncelerinden ayıramamıştı. Birçokla
rı, onun bu yenilmez yutulmaz lâfları Cemal beyin yüzü
ne söyleyemeyeceğini sanıyorlardı. Ertesi gün onların bu
sanılanm da boşa çıkarmıştı: Üçüncü Ordunun bir alayı
nı Teftiş için Yenice’ye giderken drende Cemal beyle kar
şılaşmış ve diin onun arkasından söylediği bütün sözleri
olduğu gibi yüzüne karşı da bir solukta ışi^ley ivermişti.
Mustafa Kemal, onlara bir züppe gözüyle b ak ıy o r, onlar
da Mustafa Kemal’i bir büyüklük budalası sayıyorlardı.
Mustafa Kemal’in, yüzlerine çekinmeden safsatacı, bü
yüklük budalası olduklarım söylediği bu genç elematılar-
— 37 —
sa gerçekte o günkü toplumun süzme insanları sayılabilir
di. Onların birbirlerine taviz vermeyişlerinin bir tek ne
deni vardı: «Herbiri kendini geleceğin en büyük adamı
olarak görüyordu* Mustafa Kemal, öbür ihtilâlcilerin d.e
en aşağı kendisi gibi büyük işler peşinde ve en büyük
adam rolünü oynamaya can atan kişiler olduğunu düşün
meğe bir türlü yanaşmıyordu-
Bunun için de hepsiyle ayrı-ayrı çelişmeye düşmüş,
yalnızlığa doğru kaymağa başlamıştı.
Siyonist Yahudilerle tıklım - tıklım dolu mason loca
larının her türlü desteklediği ve tuttuğu İttihat ve Terak
ki örgütünün elebaşılariyle düştüğü çelişme, Mustafa Ke
mal’i Yahudilerle de çelişmeye sürüklüyordu. İttihat, ve
Terakki’nin büyüyüp gelişmesinde Siyonizmtn büyük
«menfaatti vardı. Bütün Yahudiler «Kızıl Sııtan»m basın
da kopacak kıyameti babalarının hayrına beklemiyorlardı.
«Adanmış toprak» Filistin, ancak böylece ellerine geçecek
ti. Bu «Ana Yurt»un kurtuluşu için oluk oluk altın akı
lıyorlardı. Yahudiler, ilkönce Filistin’i Sultan Abdiilha-
nıiL’ten para İle satın alabileceklerini sanmışlar, bir kez
ona başvurmağa karar vermişlerdi. Siyonizm in uluslar
arası kurucusu Teodor Hertzi kalkıp İstanbul’a gelmiş,
Hahambaşı yi da beraberinde alarak Abdülhamid’in huzu
runa çıkmıştı. Onları Yıldız Sarayı’tıda kabul eden Abdül-
hamit, ne istediklerini sormuştu. Teodor Hertzi, dileğini
açıkça söylemişti: Dünya Yahudi!eri için bir yurt istiyor
lardı. Bâbil Köleliğinden beri, ellerinden alınmış olan ana
yurtlarına bir türlü dönememişlerdi. İnşallah «Save-i a-
hâne»de bu dileklerine erişeceklerdi.
Uzun, acıklı ve haklıya benzer bir konuşmada bulu
nan Teodor Hertzi en sonra bu isteklerinin bedava yerine
getirilmesini de düşünmediklerini, onun pahasını bütüniy-
le ödeyeceklerini söyledikten sonra konuşmasını şu söz
lerle bitirmişti:
— Zat-ı Haşmetpenahilerine arzedeyim ki Kudüs için
kaç milyon altın tensip buyurursanız derhal takdime ama
deyiz.
— 38 —
Abdülhamit, bu rüşvet önerisi karşısında öfkesinden
küplere binmiş:
- - Yıkılın, gidin karşımdan, vatan para ile satılmaz!
diye bağırmıştı. O da Filistin’i kendi vatanının bir parça
sı olarak düşünüyordu.
Gürültüye koşan saray adamları onları yaka paça sa
raydan dışarı atmışlardı.
İşte, «Arzı Kenan-»ı rüşvet ve altınla ve barış yoluy
la koparamayacağını anlayan dünya Siyonizmİ, Sultan’m
baş düşmanı kesilmiş ve onun yıkılması için her çareye
başvurmağa başlamıştı. Siyonizm, Osmanlı İmparatorlu
ğunun yıkılıp parçalanması İçin en önemli araç olarak
hürriyet parolasını kullanmayı daha yararlı görüyordu.
Bundan dolayı Türkiye’yi istibdattan kurtarmak İçin ça
lışan her türlü örgütle el ele vermişlerdi- Türkiye’de an
cak bir azınlık olan Ermenileri de «ittifaklarına almış
lardı. Ermen iler, hem iyi birer döğüşçii idiler, hem de
Rusya’ca desteklenmekteydiler. Rusya, onlara Ormanlı
İmparatorluğu topraklarından büyük bir yurt koparma
ğa söz vermişti: Çarlık politikacıları bu işte, Ermeııiîer-
den daha sabırsızdılar. Bunun için de İstanbul’u terör-
cü Kafkasya Ermenileriyle dolduruyor ve Ermeni kilise
lerini silâh deposu fialine getiriyorlardı. Kumkapı’daki bü
yük Ermeni Kilisesinde toplanan Ermeni ihtilâlcileri de
tıpkı Yahudiler gibi Osmanlı İmparatorluğunu bir an ön-
,çe parçalamak kararını vermişlerdi. Bundan sonra da
Rusya’nın işareti ile ilk «vukuat»ı çıkarmak4a gecikme
mişlerdi. Asın milliyetçi, Taşnak Partisiyle sosyalist eği
limli Kmçak Partisi üyeleri bu olayda aynı rolü oynamış
lardı. Bir gün bir grup silâhlı ve terörcü Ermenin in Ba-
.bıâliyi baslığı görüldü. Bu anda başka silâhlı bir Ermeni
grubu da Galata’daki Osmanlı Bankası’nı basmıştı. Me-
rrkkı caddeyi dolduran hal km üzerine de bir bomba sa-
v urmuş v? onları çil yavrusu gibi d a İhtın ıslardı. Her za
man çetin bîr adam olan Sadrazam Sait Paşa Babıâli’yi
basan Ermeni ihtilâlcilerini en vakm jandarma birlikle
riyle çevirtmiş bu ara, olayı işiten gümrük hamalları da
— 39 —
eli ar ine geçirdikleri kalın, sopalarla olay yerine yetişmiş
lerdi. BabIâli’yi basan Ermenileri, sırık hamalları elle
rindeki sopalarla kovalamışlar, ellerindeki silâhlan topla
mışlardı- Abdiilhamit, Ermenilerin üzerlerinde yakalanan
silâhlarla bunları teslim alan hamalların sopalarını Yıl
dız Sarayına istetmiş ve birer susturucu belge olarak za
manında kullanılmak üzere iki ayrı odaya istif ettirmiş
tir...
Kumkapı’daki Kilisede saklanan ihtilâlcilerse kendi
lerini çeviren jandarmalara kargı tabanca ve bomba kul
lanarak savunmağa çalışmışlardı. Çatışma saatlerce sür
müştü. İhtiâlcİler, teslim olunca araya giren Rus elçisi,
Rus tebaası olan Ermenilerin Rus bandralı bir vapurla
Türkiye’den çıkarılmasını istemiş, buna da müsaade al
mıştı
Bu, olaydan birkaç gün sonraydı. Merakla Abdülha-
ıııit’i ziyarete giden büyük devletlerin elçileri yemeğe otur
muş olan Padişahı ivedi olarak yemekten kaldırmışlar ve
bu olay üzerine ondâü açıklama istemişlerdi. Abdülhsmit,
hiç istifini bozmadan sefirlerin önüne düşmüş, onları bir
odaya götürmüştü. Bürda pek çok silâh ve tabanca rast-
gele yığılmış duruyordu. Elçilerin tercümanlarına padişah
şunları demişti:
— Bu efendilere şunu söyleyiniz ki, Rusya teb’ası
Ermeniler, teb’ai şahâne’m olan müslümanlara bu silâh
larla tecavüz etmişlerdir. Bunların fabrikası Memâlik-i Şa
hanemizde yoktur.
Padişah, konukları bir sürprizle daha karşılaştırmak
için başka bir odaya götürmüştü. Bu oda da tıklım - tık
lım uzun sırıklar ve kaim sopalarla doluydu- Bir saray
odasında garip bir «manzara teşkil eden» bu sopa yığı
nına elçiler şaşkın - şaşkın bakarlarken, Abdülhamit, şu
sözleri söylemişti:
-— Kendilerine şunu da anlatınız ki teb’am da bu so
palarla müdafaayı nefiste bulunmuştur. Bu sopalar, bizim
ormanlarımızdan tedarik edilmiştir.
40 —
Bu alaylı açıklama karşısında elçilere köskös çekilip
gitmek düşmüştü.
İşte, bu olaydır ki, Ermenilerle Yahudilerin ayııı dâ
va uğrunda, yani Abdüljjamid’i ortadan kaldırmak için el-
ele vermelerini kolaylaştırmıştı. £
Gerek Yahudiler, gerekse Ermeniîer, Jon* Tiirkler’-
den de İttihatçılardan da hayır çıkmayacağını anlayarak
Abdülhamıd’i kendileri el birliği ile ortadan kaldırmak ka
rarını verince İsviçre’de son bir toplantı yapıp suikast işi
ni görüşmüşlerdi. İşte, Hertzl’in Abdülhamit’ten para ile
yurt istemesi de bu sıraya rastlıyordu.
Her hafta, Cuma namazını kılmak üzere Abdülhamit,
Hamiçliye Camiine gidiyordu. Cami, Yıldız Köşkünün yö
resinde, köşkü çeviren yüksek duvarların dışındaydı. Her
Cuma sabahından başlayarak Camiin çevresinde çok sıkı
tertibat alınıyordu. Atlı ve yaya askerler, fedailer ve ha-
fiyeler. Sultanlarına kem gözle bakacak olanlar için öl
dürücü darbeler vurmağa her an hazır duruma geçiyor
lardı.
İstanbul’da Singer Makinaları Şirketinde çalışan Bel
çikalı anarşist Jores, suikastı en ince ayrıntılarına dek ha
zırladı. Rusya Ermenilerinden Hristofer Mikaelyan, yine
Rusya Ermenilerinden Konslantin, kıziyle birlikte Jores’-
in yardımcısıydı.
Patlayıcı madde olarak seksen kilo melinit kullanı
lacaktı. O zamanın en güçlü patlayıcı maddesi olan bu me
linitin içine yirmi kilo tutarında çelik parçalarını kapsa
yan bir de bomba yerleştirdiler. Bu saniyesi saniyesine
hesaplanarak ayarlanmış bir saatli bombaydı.
Suikastçılar, padişahın nasıl dakika şaşmaz bir tna-
kina gibi camie gelip gittiğini birkaç kez Cuma selâmlı
ğına giderek öğrenmişlerdi.
Onun gelip gidişini yabancılar seyretmek için araba-
lariyle selâmlığa giderlerdi. Suikastçılar, bundan yarar
lanarak saatli bombayı ayarladılar ve birer seyirci gibi
arabalariyle camiin önüne vardılar- Arabalarını camiin
kapısmda bırakıp gittiler.
— 41
21 Temmuz 1905 Cuma günü padişah namazdan kal
kıp da Şeyhülislam Cemalettin efendi ile ayakta hiç de
olağan olmayan konuşmasını yaparken dışarda yeri gö
ğü inleten bir gürültü ile saatli bomba ve seksen kiloluk
melinit patladı-
Padişah, Başkâtip Tahsin Paşa'ya:
— Ne oluyor? Diye sordu.
Sonra hızla dış kapıya doğru ilerledi. Şöyle bir bak
tı: Yerde yirmi altı kişinin parçalanmış gövdeleri yatı
yordu. Başka bir ölü elindeki ekmek çıkını ile uzanıp kal
mıştı. Birkaç çocuk, ciğerleri dışarı fırlamış olarak ora
cıkta kalmıştı. Parmaklıkların dışında saf tutan bir yığın
asker, üst üste devrilmiş, kanlar içinde yatmaktaydı. Bom
banın etki alanında uzakta kalan süvariler ve piyadeler
ağızlan şaşkınlıktan bir karış donmuş duruyorlardı.
Korkunç bir sessizlik, çevredeki şaşkınlığın derecesi
ni gösteriyordu.
Sonradan Machine İnfernale — Cehennem makiııası
adını alan ünlü suikast bombası, zamaııin en büyük top
larından daha korkunç bir gürültü çıkarmıştı; gürültüsü
kentin en uzak yerlerinden işitilmişti.
Padişah camiden dönerken dış kapıya dek uzanan yo
lu 42 saniyede alıyordu- Cehennem makinesinin saati
de buna göre kurulmuştu. Abdülhamit, pek korkunç bir
suikast düzeninin karşısında bulunduğunu anlamışsa da
hiç istifini bozmamış ve korku izi göstermemişti. Hızla
arabasına ilerleyerek dizginleri alıp Yıldız’a doğru sür
düğünde Camiin kapısında saf tutmuş Arap Zuhaf ala
yından bir asker havaya bir el ateş etmiş, bu padişahı çok
sinirlendirmiş ve öfkelendirmişti.
Araba saraya doğru bütün hıziyle uçar gibi giderken
set üzerindeki tören köşkünde bulunanlar hep bir ağız
dan:
— Çok yaşa!
Diye haykırarak ona geçmiş olsun dernek istediler-
Onu alkışlayan ve «çok yaşa» diye bağıran bu kalabalık,
yabancı memleket elçilikleri kolonisinden başkası değil
— 42 —
di. Padişah, onlara gülümseyerek ve selâmlarına teman-
nalarla karşılık vererek bu at ve insan mezbahasından
uzaklaşıp gitmişti.
Abdülhamit, yarım saat sonra Avrupa devletlerinin
elçilerini çağırtarak görüştü. Bir kovuşturma komisyonu
kurulmasını buyurdu- Suikastçılar çoktan ellerindeki pa-
şaportlarla kaçıp gitmişlerdi. Yalnız Anarşist Jores ya
kalanmıştı. Jores’in açıkladıkları Abdülhamit’i ve dinle
yenleri olanlardan daha çok korkuttu: Suikast, bir sıra
sabotajla bir anda yapılacaktı. Yabancı elçilikler, Tünel,
Galata köprüsü, Babıâli ve Osmanlı Bankası hep birden
havaya uçurulacak ve bu kargaşalık yüzünden büyük Av
rupa devletleri, karışıklığı bastırmak için işe karışacak
lardı.
ölüme mahkûm edilen Belçikalı Jores ile bütün bu
işle ilgili olanlar sonradan affa uğradılar.
Bu suikastın de ancak bir yararı görülmüştü. Ş iir
Tevfik Fikret, etkisi bu bombanın dehşetinden daha uzun
süren bir şiir yazmış ve Hürriyetçi Türk gençliğine ar
mağan etmişti. Bu şiirin adı «Bir lâhzai teahlıurûdu- Bü
tün ihtilâlci subaylar gibi Mustafa Kemal de bu şiiri ba
ğıra bağıra okuyordu.
Bomba olayı Abdülhamit’le daha önce de yapılan sa
vaşları su yüzüne çıkarmıştı. Herkes, fısıltı halinde bom
baları konuşuyordu:
Abdüiaziz tahttan indirilerek yerine çevresi açık dü
şünceli dostlarla kuşatılmış beşinci Sultan Murat getiril
mişti. Ne yazık ki genç padişahta akıl bozuklukları gö
rülmeğe başladığından işe yaramayacağı pek çabuk anla
şılmıştı. Çağın yeni düşünceli devlet adamı Mithat Paşa,
çaresiz V. Murat’ın kardeşi Abdülhamit Efendi’yi tahta
çağırmak zorunda kaldı.
Veliaht Abdülhamit, Mithat Paşayı Kâğıthane’deki
Musluoğlu Çiftliğinde kabul etti. Veliaht, meşrutiyeti be
nimsediğini ve daha geniş hürriyetler vermeğe hazır ol
duğunu da söyledi:
— 43 —
— Meşrutiyet temellerine dayanmayan bir hükümeti
kabul edemem!
Diyecek kerte meşrutiyetçi göründü.
Mithat Paşa, yeni devlet düzeninin dayanacağı temel
leri anlattıktan sonra yine padişaha birkaç ad salıklamış-
tı: Buna göre mâbeyn başkâtipliğine Sadullah bey, kâ
tipliklerine de Ziya bey ile (paşa) Şair Namık Kemal ge
tirilecekti. Abdülhamit, Mithat Paşa’y1 büyük bir anla
yışla dinler göründükten sonra 1876’da talıt’a çıkınca he
men dişlerini göstermiş, mâbeyn başkâtipliğine Sadullah
bey yerine Sait Paşayı atamıştı.
«Cülus hattı humanyunu»nu yazmakla görevlendirilen
Mithat Paşa, bunda yapılması gerekli bütün yenilikleri bir
- bir sayıp dökmüştü: Sarayın giderleri azaltılıp bir dü
zene bağlanacak, teb’aya eşit davranılacak, adaletle ve
mâliyede devrim yapılacak türlü okullar açılacaktı. «Cü
lus H attı Humâyunu» böylece yenileştirilmek istenen bir
ülke içiıı bir dilekler listesine benzemişti-
Padişah, bunu aldıktan sonra hemen Kanunu Esasi’-
nin hazırlanması için bir komisyon kurulmasını buyur
muştu. Yalnız, genç padişah. Anayasanın temelini meyda
na getiren bu dilekler listesini açıkça yok farzetmişti. A-
nayasa tasarı siyle kedi fareyle oynar gibi oynadı. Tasarı
yı kendi dileklerine göre değiştirerek kuşa benzetti. Tasa
rıya bütün karşı koymaları önleyecek çok tehlikeli bir mad
de koydurdu: Padişahın, istediği kişiyi sınır dışı edebil
me yetkisiydi bu. İşte Mithat Paşa bu maddeyi kabul et
mek zorunda kalarak korkunç sonucunu elinde olmayarak
böyle hazırladı. Bu ileri görüşlü büyük devlet adamının
bir tek isteği vardı. O da, Anayasa’nın kör topal da olsa
biran önce kabul edilmesi ve Meclisi Mebusan’m biran önce
toplanmasıydı. Bunun için Abdülhamid’in bütün kaprisle
rine boyun eğiyordu. Bu yüzden 113 üncü sürgün maddesi,
ister-istemez Anayasa'ya girivermişti. Yalnız, gerek Mit
hat Paşa gerekse öbür Anayasacılar padişahın bu madde
de düşündüğü domuzluğu pek iyi seziyorlardı. Kim bilir
belki de kendileri daha atik davranır, ileride padişahın ya
— 44 —
pacağı bir hınzırlığı demokratik cambazlıklar sayesinde
önleyebilirlerdi. Bu salt bir umuttu.
Ordu, Sırbistan’da Sırp ayaklanışiyle uğraşıyordu. Sa
vaş talihi Türklerden yana ağır basmaya başlamıştı ki bü
yük Avrupa devletleri bu boğuşmaya bir son vermek için
davrandılar; İstanbul’da yapılan toplantıda Avrupalı dev
letlerin azgın kararlarını göğüsleyebilecek bir devlet ada
mı gerekiyordu. Bundan dolayı, Padişah, Sadrazam Küştü
Paşayı sadaretten uzaklaştırarak yerine Mithat Paşayı ge
tirmek zorunda kaldı. Padişah, büyük ve güçlü devletlerle
İstanbul’da konferansın açılacağı günü birinci meşrutiye
tin ilân edileceği gün olarak kararlaştırdı. Böylece de Av
rupalI devletlere karşı bir jest yapmış olacaktı.
23 Aralık 1876 günü BabIâli’nin denize bakan geniş
bahçesinde toplanıldı. Mithat Paşa’nm görevlendirdiği A-
metçi Mahmut bey «Meşrutiyet Hattı Humanyunu»nu oku
du. Çiseleyen yağmur altında bunu dinleyen Mithat Paşa
ve arkadaşları, Türkiye’yi yeni bir hürriyet döneminin eşi
ğine getirdiklerine seviniyorlardı. Selimiye kışlasından ve
gemilerden atılan top sesleri bu sırada ıslak havayı döğü-
yor ve yeni bir dönemin müjdesini veriyordu.
Tersane Kasrı’nda toplanan konferansta da Türk de
legesi Saffet Paşa, pek uzun nutkunu okumaktaydı ki bir
den bire her yandan top sesleri gelmeğe başlamış, Avru
palI devlet delegeleri ilgiyle kulak kabartmışlardı. Harici
ye Nazırı Saffet Paşa’nın sözleri, konferans üzerinde bü
yük bir ilgi uyandırdı. Saffet Paşa bu ilgi üzerine şu açık
lamayı yaptı:
«— Efendiler, işittiğiniz top sesleri bu topraklarda A-
ııayasanın ilânım haber veriyor. Bu dakikadan itibaren
Türkiye, hükümeti meşruta sırasına giriyor.»
Ne var ki bu bir gösteriş olarak kaldı. Abdülhamit
Meclisi Mebusan’ı toplantıya çağırmadı. Bu büyük ve şe
refli işin, Mithat Paşa’nm eseri olmadığını göstermek ka
rarında olduğundan, bu şerefli ortaktan kurtulmak isti
yordu.
Mithat Paşa’dan, onun çok tamnmışlığmdan korku
— 45 —
yordu. Memlekette tek başına hüküm sürmek için de bu
adama rahat yüzü göstermedi; Onu memleket dışına sü
rüp yıllarca diyar-diyar dolaştırdı. Sonra yine Avrupa’
daki ününden korkarak memlekete çağırdı. Girit adasında
oturmaca zorladı ve daha sonra şöyle-böyle bir sürgün
yeri olan Suriye’ye vali yaptı.
Orda da bağımsız devlet kurar da başına geçer diye
onu daha s:kı göz altında bulundurabileceği bir yere, İz
mir’e aidırdı ve zavallı Mithat Paşa için burası son ser
best gezinti yeri oldu. Bir gece Vali Konağı bir iki tabur
askerle sarıldı ve Mithat Paşa tutuklandı.
Mithat Paşa, tutuklandıktan sonra hemen İstanbul’a
götürülmek üzere İstanbul vapuruna bindirildi. Vapurda
sorgu heyeti hazırdı. Hemen adımn-sanmın sorulmasına
başlandı. Vapur, İstanbul yolunda ilerlerken Mithat Pa
şanın sorgusu da yapılıyordu. İzmir limanından 3 Mayıs
günü demir alan vapur, Mayıs’m 11 inci günü sabaha kar
şı İstanbul limanına demir attı. Abdülhamiî’in silâhlı
adamları tutukluyu aldıkları gibi Feriye Sarayı iskelesine
çıkardılar, ordan da bir arabaya kapayarak Yıldız’a gö
türdüler ve Yıldız Korusu içindeki Çadır Köşkünde bir
odaya hapsettiler-
Mithat Paşanın sorgusu burda da sürdü ve Padişah
mahkeme salonuna açılan gizli bir delikten yargılamayı
sonuna dek kontrol etti.
Mithat Paşanın, daha İstanbul vapuru İzmir limanın-
dayken 8 Mayıs’ta başlayan sorgusunu Adliye Nazırı Cev
det Paşanın «nezareti» altında yapanlar, sorgu savcısı Lâ
tif beyle başkâtip Emrullah, sorgu yargıcı Haşan Sıtkı,
Fındıklı Mehmet Efendilerdi.
Mithat Paşa, bu soruşturmalarda Abdülaziz’in ne gi
bi nedenlerden taht’tan indirildiğini açıkça anlattığı halde
Abdülhamit, onu amcası Abdülaziz’in kaatili olarak suç
lamak ve mahkûm ettirmek istiyordu. Belki de bu, buna
inandığından değil salt onu mahkûm ePirmek ve ondan
sonsuz olarak kurtulmak içindi. Mithat Paşanın kocaman
varlığı, padişah için kara bir düş gibiydi.
— 46 —
Arabistan’ın korkunç Taif zindanı, Mithat Paşanın
son uğrağı oldu. Bu büyük rakibinin ordan da kurtulup
kendisine zarar vereceğini hesaplayan Abdülhamit, adam
cağızı cellâtlarına boğdurtup gömdürdü.
Yalnız, padişah, Paşa’nm öldürülmeyip kaçırıldığı ku
runtusuna kapılmıştı. Birgün yine başında ekşiyeceğini
düşünüyor, uykuları kaçıyordu. Mithat Paşanın Şerif Av-
nürrefik Paşaca kaçırıldığını işitince küplere binmiş, he
men oraya durumu incelemek üzere iki güvenilir adam
göndermişti. Verdiği emir üzerine Mithat Paşanın meza
rı açılmış ve başı kesilerek bir kutuya konmuş, kutuda
ne olduğu anlaşılmasın ve Süveyş kanalından kolayca geç
sin diye üzerine «Zatı Hazreti Şehriyarî’ye takdim edil
mek üzere fildişi mamulatıdır» diye yazılmıştı.
Kesik başın yerleştirildiği kutuyu İstanbul’a getiren,
Çerkeş Hasan’m adamlarından biriydi. Yolda tifoya tutu
lun ölen bu adamın cenazesi başla birlikte İstanbul’a geti
rilip padişaha teslim edildi.
Abdülhamit, Mithat Paşanın başını hemen tanıdı ve
bu mutsuz başa dik dik bakarak:
— Gördün ttıii, paşa, dedi, netice nasıl oldu?..
Sonra çevresindekilere:
— Götürün, emrini verdi.
— Ne yapalım, nereye götürelim?
Diye ilgililer arasından biri padişahın gözüne girmek
için:
— îrade buyurulursa lâğıma atalım, dedi.
Padişah:
— Yok, yok, günün birinde lâğım açılır da meydana
çıkarsa bana iftira ederler, dedi, en iyisi Rıfat’ın tabutu
na koymaktır.
Rıfat, başı getirirken yolda ölen adamdı.
Abdülhamit için yıllarca karadüş olan bu büyük baş,
şimdiki durumiyle bile onu kuşkulandırıyordu.
Mithat Paşa’dan böylece kurtulduktan sonra 19 Mart
1877 de Meclisi toplantıya çağırdı. Zavallı Mithat Paşa,
unutulmuş, Abdülhamit, hürriyet kahramanı kesilmişti!
— 47 —
Ulus hep onu alkışlıyor, şanını göklere çıkarıyordu.
Dolmabahçe sarayında, padişahın huzuru ile yapılan
ilk toplantı bütün aldatıcı yanlariyle pek parlak olmuş
tu. Meclisin açılışı bayramlaşma salonunda yapılmıştı. Pro
tokole giren bütün büyük devlet adamları ve kişiler, bu
salonda yer almıştı.
Altınla süslü taht’m arkasında ulu-din adamları sıra
lanmış, karşısında da ayan ve mebuslar yer almıştı. Şey
hülislâm Hayrullah efendi ile temyiz mahkemesi üyeleri
taht’m sol yanında dikiliyordu. Yabancı devlet elçileriyle
Türk Kara ve Deniz kuvvetleri kumandanları yine taht’m
arkasında ve din adamlarının gerisinde dizilmişlerdi.
Sadrazam Ethem Paşa, nazırlarla birlikte tahtı’ıı ya
nında durmaktaydı.
Yüz on beş mebus ve yirmi altı senatörden meydana ge
len bu mutsuz meclisin seçilişi de bir tuhaf olmuştu: Üye
ler genel oylama ile değil, vilâyet yönetim meclislerince
seçilmişlerdi: Meclis Ahmet Vefik Paşanın başkanlığında
toplanmıştı.
Abdiîlhamit, Reisin çağrısı üzerine yanında mareşal
üniforması giymiş olan kardeşleri Reşat ve Kemaletiin
Efendilerle birlikte salona girdi. Padişah, kara, sade bir
giynek giymiş, bunun üstüne de kara bir pelerin atmıştı-
Çıktı, taht’ma kuruldu. Elindeki açılış nutkunu Sadrazam
Ethem Paşa’ya o da mabeyn başkâtibi Sait beye verdi.
Sonradan Küçük Sait Paşa diye nam alan Sait bey, nut
ku öpüp başına koydu ve sonra okumaya başladı, nut
kun okunuşu yarım saat sürmüştü. Nutuk bitince dua
lar edildi ve kentten bunu kutlayan top sesleri geldi. Ab-
diilhamit, nutku ayakta dinlemiş ve kendisi bir tek söz
söylememişti.
Meclis ilk toplantısını, Ayasofyanın karşısında sonra
dan Adliye olarak kullanılan daha sonra da yanıp kül olan
yapıda yaptı. Açılış nutkunu Abdülhamit, bu kez kendisi
okudu ve bu işin bütün onurunu dikkatle sahiplendikten
sonra ulusların kardeşçe birbirine kenetlenmesini öğiitle-
— 48 —
di. Meclisin ilk ve son toplantısı işte böyle oldu, sonra da
şöylece kapandı:
1878 yılında Türk - Rus savaşı Osmanlı ordularının
yenilgisiyle sona ermişti. Zihinler çok ağır Ayastefanos bı-
rakışmasiyle ve bunların meydana getirdiği genel bir boz
gun, felâket havasiyle yüklüydü. Henüz altın tahtından
hevesini alamayan Abdülhamit ise bunu yitirmek korku
su içindeydi.
Gerçi, Anayasayı ilân ederek Avrupa devletlerinin ağ
cını kapamışsa da şimdi basına ekşimiş bulunan bir mec
lisle karşı karşıyaydı. Eğer, bu meclis toplanacak olursa
büyük bir sorumlu arayacaktı. Bu da elbette kendisin
den başkası olmayacaktı. Ondan sonra ilk elde güzelim al
tın tahtı çektikleri gibi altından alacaklar ve buna sarı
şın kardeşi Reşad’ı oturtacaklardı. İşte bu olamazdı. Bu
na meydan vermemeliydi. Osmanlı İmparatorluğunda bir
tek kişinin sözü geçecekti, o da kendisi olacaktı-
Abdülhamit, bu kanıya vardıktan sonra ilk iş olarak
meclisi sonrası/, olarak dağıtmaya karar vermişti. Bunun
üzerine sarayda kendi güvendiği adamlardan bir «tasfiye»
meclisi topladı.
Bu arada dört de meclis üyesi çağırmıştı. Başkan Ah
met Vefik Paşa uzun-uzun konuştuktan sonra meclisin
temsilcilerine Ruslarla yapılan barışı onaylayıp onayla
mayacaklarını sordu. Mebuslardan Astarcılar Kethüdası
Ahmet Efendi, heyecanla ayağa fırlayıp Padişahın karşı
sına dikildi ve Abdülhamit’i irkiltircesine şöyle bağırdı:
— Siz, bizim düşüncelerimizi çok geç soruyorsunuz.
Felâketin Önünü almak henüz kaabil iken bize ciddî şekil
de başvurmalıydınız.
Abdülhamit, gazaba gelerek Ahmet Efendiye çok sert
yanıt verdi ve hiçbir sorumluluk yüklenemeyeceğini söy
ledi.
Padişahtan sonra söz alan Sait Paşa da Abdülhamid’i
destekleyerek konuştu. Ne var ki bu sözler Ahmet Efendi
yi kandıramadı. Padişah ta, çevresindeki «evet efendimci-
ler» de bu esnaftan kişinin bir padişaha kafa tutmasına
— 50 —
lerir> j çok değer veriyor, gerek öğretmen arkadaşlarıyle
ve gerekse yöneticileriyle sert tartışmalar yapıyor, onlar
la /'mi çevresiyle günden güne daha çok büyüyen çe
lişmelere düşmekten kendini alamıyordu.
m yüzden Bursa’da çok duramayarak İstanbul’a sı
ğınmak zorunda kalmıştı. Burda talih ona güler yüz gös
termişti: Büyük zekâ gücü gösteren herkesi korumayı iş
erimmiş olan ünlü Sami Paşa, Ali Suavi’yİ «himayecine
almış ve ona konağında bir oda vermişti.
Bmıuli epeyce toparlanan Ali Sııavi, kalkıp Filibe'
ye gitmişti. Oradaki Rüştiye’de öğretmen olan genç adam
medrese’deki bilgisine dayanarak vaazlar da veriyordu.
Bunlara yarı vaaz yarı konferans denebilirdi. Böyloec az
r.:.manda lıalktn sevgisini kazanıp tanınan Alı Suavi, ora
mutasarrıfı olan Enderun Tarihi yazarı Atâ beyle takış
mış ve az zamanda işinden atılarak yeniden İstanbul’un
viilıımı tu'muştu. 1806 da «muhbir» diye bir gazete çı
karmağa başladı. Bu gazetede zamamnın sıkı idaresince
v'idifiraıvm bir yığın ateşli yazılar yazıyordu. Hele, bü
yük camilerde verdiği yurtseverce, yeni anlamlı vaazlar
Padişah Abdülaziz’in sarayınca kuşkuyla izleniyordu.
Abdülaziz, onu Kastamonu’ya sürdürdü. Oradan 1869
da kaçan Suavi, kapağı Avrupa’ya attı. Avrupa’da ken
disi gibi yeni düşünceli birçok insan buldu ve böylece
«Genç Osmanlılar Cemiyeti»ne girdi. Bu kurumu para
ca besleyen Mısırlı Mustafa Fazıl Paşaydı- Suavi de he
men bu yardımdan payım almağa başlamıştı- Londra’ya
giderek «Muhbir»i orda da çıkardı. Sonra, yine Paris’e
döndü ve orda Türkçülük akımının ilk organı olan «Ulûm»
gazetesini yayımladı. Bu sırada Fransa - Almanya sava
şı, en kızgın dönemindeydi. Alman orduları Paris’i kuşat
mıştı. Paris’ten uzaklaşan Suavi, Lyon’a yerleşti ve or
da «Muvakkaten» adlı bir dergi çıkardı. Sonra, ilk Türk
çe Ansiklopedi olan «Kamus-ül Ulûm»u yayımlamağa baş
ladı.
Burada Namık Kemal ve Ziya Paşa ile bir arada bu
lunuyordu. Yalnız, kişilik sahibi herkesle çatıştığı gibi
— 51 —
bunlarla da sık-sık çelişmelere düşüyordu, aralarında kı
rıcı geçimsizlikler sürüp gidiyordu. Bunlar eski arkadaş
larıydı! Ne var ki çelişme çok temelli bir prensip soru
nuna dayanıyordu. Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa, Avrupa'
dan dönerken İstanbul’a u la y a ra k geçmişti- Paşanın bu
davranışı Aİi Suavinin hoşuna gitmemişti. Memleketine
dönen paşa. Ziya ile Namık Kemal’e yine eskisi gibi yar
dım ediyordu, işte, Ali Suavi, onların bu yardımı alma
larını ihtilâlcilik karakter ve prensiplerine uygun bulmu
yordu. Bu yüzden de hem Ziya Paşa ve Namık Kemal
gibi ilk sıradaki ihtilâlcilerle hem de öbür arkadaşlarıy-
le ilgisini kesmişti. Bununla da yetinmeyerek onların bu
davranışlarını utanç verici bulduğunu her yana yaydı. Bu
sert tutum, bütün bu yardımı alanları gücendirdi, kızdır
dı ve hepsini ondan uzaklaştırdı.
Artık, hepsi İstanbul’a dönmüştü. Onlardan bir süre
sonra Avrupa’dan dönen Suavi ortada sipsivri, yalnız ba
şına kaldı. Eski arkadaşları, artık, ona dostluklarının ka
pılarını kapamışlardı- Abdülhamit döneminin hürriyetçi
gibi görünen ilk yıllarıydı. Abdülhamit, serbest düşünce
lere karşı sempatiyle davranır görünüyor, Abdülaziz dö
neminin Avrupa’dan yeni dönen hürriyetçi edip, şair ve
düşünürlerine karşı büyük bir ilgi gösteriyordu. Bunun da
tek nedeni şuydu: Sultan Murat’ın hürriyetçi düşünceler
üzerinde kendisini tutanlarla bağlantı kurmağa çalıştığı
nı görerek enuıı Önünü kesmeğe çalışıyordu- Namık Ke
mal’le Ziya Paşayı Yıldız Sarayına çağırarak onlarla bir
«Cemiyeti Üdebâ — Edebiyatçılar Derneği» kurmak iste
di. Dernek üyeleri belli olduktan sonra bunların arasında
pek tanınmış bir ad olan Ali Suavi’yi göremeyen Abdülha
mit aralarına Ali Suavi’yi de almalarını salıkladıysa da
Ziya Paşa ile Namık Kemal onu aralarına almamakta di
rendiler.
t
— 52 —
dedi-kodu dönmeğe başlamıştı. Bundan midesi bulunan
Padişah da onu müdürlükten uzaklaştırdı.
Ali Suavi, Sultan Hamid’in kendisini maskara eden
bu davranışını hiçbir vakit affetmedi. Temel sorun ise
şuydu; doğuştan özgür düşîkıceye ve ileriye doğru bir eği
lim taşıyan Ali Suavi, Abdülhamid’in «Anayasayı — Kanu
nu esasi» yi boğup istibdada doğru yöneldiğini görünce
çileden çıkmış ve ona diş bilemeğe başlamıştı.
Bullan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve yerine Ab-
düllıamid’in geçirilmesiyle hürriyete kavuştuklarını sanan
ve İs lan bul’a koşup harıl-harıl yeni düşüncelerini yayma
ğa başlayan bütün Genç OsmanlIlar gibi Ali Suavi de
düş kırıklığına uğramıştı- Birkaç yıl hürriyetçilik oyunu
oynayan Abdülhamid, «Meclisi Mebusan»! dağıtmış ve bü
tün yeni düşünceler, büyük Fransız devriminden izler ta
şıyan kafaları tutup birer yana sürgün etmiş, bütün bu
politik düşüncelerin en büyük temsilcisi olan Mithat Pa-
:,ay: Tu;l zindanında boğdurmuş ve demir gibi bir müs
tebit olduğunu güdermiş i. Paris’te, İngiltere’de bulun
duğu sürece Türkiye’deki siyasal durumun karanlığını da
ha iyi anlayan Ali Suavi, bu rejimin yıkılarak yerine en
.-çnğı meşrut! bir rejimin getirilmesi kanısına varmıştı.
Gerek Fransa’da ve gerekse İngiltere’de özgürlük uğruna
ne kocaman kelleler gitmiş ve ııe kelleler gitmek üzere
bulunuyordu. Ruhundaki isyancı rüzgâra böylece bir dü
şünsel yön veren Ali Suavi, Türkiye’ye döndüğünde ar
tık iktidar peşinde gizli eğilimler taşıyan bir aydındı. Ru
hunda iktidara her an gelmek üzere bulunan bir ihtilâl
cinin heyecanını taşıdığından herkese ve her zayıf şeye
karşı sert, diktatörce ve hoşgörüsüz davranıyor, böylece
de içinde boy atacağı ortamı dağıtıyor ve yalnızlığa doğ
ru gidiyordu. Ne var ki o, yalnızlığa doğru gittikçe ikti
dara daha çok yaklaştığını duyuyor ve bu sırada gerek
Padişahın ve gerekse aydınların kokusunu alamadıkları
bir ihtilâlin tohumlarını ekmeğe çalışıyordu. Üsküdar’da
ki Rumeli göçmenleri kahvelerinde kırmızı kuşaklı yiğit
— 53 —
Rumeli çocukları onun ihtilâl komitesinde avangart üye
ler olarak bulunuyordu. .
Sonra, Ali Suavi, en Önemli ihtilâl sorununu çözüm
lemişti: Taşkışla’dakİ askerler, onun yapacağı i.h ilâlde
rol almayı kabul etmişti. Kurmuş olduğu ihtilâl komite
sinde zamanın birçok tanınmış adamlarının bulunduğunu
gösteren belli - belirsiz işaretler de vardı.
İttihat ve Terâkki döneminde Sadrazam olan Mah
mut Şevket ve Paşa’nın babası Bağdatlı Süleyman Bey de
onun İhtilâlci müritleri arasındaydı. Süleyman bey, Bağ
dat’a yerleşmiş bir Gürcü ailesinin çocuğuydu-
Iş'e, Ali Suavi, ihtilâlci çalışmalarının en yüksek nok
tasına geldiğini anladığı bir gün, 20 Mayıs 1378 pazarte
si günü saat on bir sularında Rumeli göçmeni kılıklı yüz
elli kişilik bir toplulukla Çırağan Sarayım denizden ve k a
radan kuşattı. Şundan dolayı ki ihtilâlin püf noktası or-
daydı: Orda yıllardır deli diye kapatılmış obn Murat. V
kurtarılıp Padişah ilân edilecek, böyiece Abdİiîhamit, pal
dır -k ü ld ü r tahtından yuvarlanacak, belki de kardeşi De
li Murat’la yer değiştirecekti. Bu arada, Ali Suavi de b ;r-
denbire Osmanlı ülkesinin en büyük adamı olarak boy gös
terecekti.
Ali Suavi ihtilâlcilerle Çırağan Sarayının caddeye ba
kan hüv“'k kapısına çullanmıştı.
— Yasak!
Diyen süngülü bir nöbetçiyi bir kurşunda yere sere
rek acılan kapıdan Sarayın bahçesine dalmıştı. Bu ge
lenlerin. Sultan Murad’m canına kıymak istediklerini sa
nan bekçiler, uşaklar ve bahçıvanlar, ellerine geçirdik1eri
türlü vurucu ve öldürücü araçlarla, gelenlere karsı koy
mağa çalışmışlarsa da çokluk karşısında bunu başara
mamışlardı. Biitün bu gözü dönmüş kalabalığın önünde
ilerleyen üç kişi, Sultan Murad’m oturduğu dairenin ka
nısına dek dayanmışlar:
—- Sultan Murad’ı isteriz!
Diye bağırmaya başlamışlardı. Kapının her iki varım
daki dikilen iki mehmetçik bunları içeriye koymamış, bun
— 54 —
lar da nöbetçileri tabanca kurşunuyla yere sererek içeri
girmişler ve Sultan Murat’la burun-buruna gelmişlerdi.
Şimdi, V. Sultan Murad’m karşısına dikilen üç kişi
den Ali Suavi’yİ şöyle-böyle bildiğimizden Öbür iki ihtilâl
ciyi tanıyalım: Bunlardan biri 1876’daki Sırp savaşına
gönüllü milisiyle katılmış ve gösterdiği yararlıklar sonu
cunda muavene — Milis Binbaşısı rütbesini almış olan
Niş’li Salih, öteki de onun kadar arkadaşı Nazi idi 1877
de Rus orduları önünde durulmaz büyük sayıda askerle
Balkanlara sarkmış ve çok önemli Şıpka geçidini kanlı
savaşlardan sonra geçmişler, memleketin kalbine doğru
İlerlemeğe başlamışlardı. Fedekârlık, kahramanlık isteyen
bir dönem gelip çatmıştı.
1876 nm tanınmış milis kumandanı Salih’le arkadaşı
Nazi bu kez de savaşta boy göstermeyi kurmuş ve Edir
ne’ye giderek Vali Ali Paşa’nm karşısına dikilmiş ve yine
gönüllü toplayarak savaşa katılmak istediğini söylemişti-
Ali Paşa, seve-seve onlara savaşa katılma buyruğunu ver
mişti. Rus ordularının ansızın Şıpka geçidini aşması bü
yük bir tehlike yaratmıştı. Onları karşılayabilecek birlik
ler de Süleyman Paşa’nın kumandasında ve Işkodra’da bu
lunuyordu. İşte, bu birlikler, çabucak deniz yoluyla Dede-
ağaç'a getirilmiş, Rus ordularının önüne çok zayıf bir
savunma, daha çok oyalama perdesi olarak konmuştu. Mi
lis Binbaşası Salih’le Nazi başlarına üç yüz gönüllü top
layarak Süleyman Paşa’nm kumandasına girdiler. Şıpka
Balkanlarının kaderini belli edecek çok çetin savaşlar ve
riliyor, üstün Rus ordusu karşısında umutsuzca savaşan
Süleyman Paşa kuvvetleri, tereyağı gibi eriyordu.
Savunmanın sol kanadı çökmüş, Kazak atlıları hur
dan bir sel gibi akmağa başlamıştı. Altı gündür sürüp gi
den kanlı savaşların en korkunç boğuşması bu 24 Ağus
tos günü yapılmaktaydı. Binbaşı Salih’le Nazi’nin başında
bulunduğu üç yüz süvari, Çerkez eğerleri kuşanmış atlar
üzerinde ve Çerkez kılığmdaydılar. Bundan dolayı bu mi
lis taburuna çerkez deniyordu. Oysa Salih Sırptan dönme
bir müslümandı.
— 55 —
Yalın kılıç kazak süvarilerini milis taburunun üzeri
ne çullanınca tabur sökülüp kaçmağa başlamış, önüne ge
leni de kaçmaları için kışkırtarak ta gerilerdeki ihtiyat
ların bulunduğu yere dek gitmişler, orda da boş durma
yarak askerleri, cepheyi bırakıp kaçmağa kışkırtmışlar
dır.
Geride, tarihin dediğine göre, yalnız bir tabur kal
mıştı, o da Kilis taburuydu. Cephe Kumandanı Hulûsî Pa-
şa’nııı bütün bu askerleri umutsuzca kırdırmak kararı
belki de Salih ve arkadaşlarını umutsuzluğa düşürmüş,
isyana sürüklemişti. Sonradan da görüldüğü üzere düş-
. man, sanki kollarını sallayarak Edirne'ye dek dayanmış
tı...
Hulusi Paşa’nın askerlerini kaçmağa kışkırtan Salih’
le arkadaşı Nazi, bir subayca kırbaçlanarak kumandanl i-
ğa da şikâyet edilmişti. Ne var kİ Salih kendisinin kır
baçlandığın' söyleyerek Süleyman Paşaya yakındığında
çok suçlu görülmüş elleri ve kolları bağlanarak Nazi ile
birlikte yargılanmak üzere Edirne hapishanesine gönderil
mişti. Rus ordusunun doludizgin Edirne’ye gelişi, mahpus
kafadarların hapisten kaçıp kurtulmalarına yaramış, k a
pağı doğruca İstanbul’a atmışlardı. İşte, bugün Ali Suavi’
nin arkasında Çırağan Sarayım basanlar bu Salih, Nazi ve
Cepheden kaçmış ve ölümden kurtulmuş olan Çerkezler ve
Rumeli göçmenleriydi.
Ali Suavi, V. Murad’ın karşısına bu iki milis kuman-
daniyle dikilmişti. Silâh seslerinden, bağırtı-çığırtılardan,
dairenin kapısı önündeki askeri yere seren kurşunlardan
hiçbir şey anlamıyan Sultan Murat, bu uzun boylu, aydın
ve sert yüzlü efendiden adamla askeri kumandanlara ben
zeyen öbür iri-yarı, sağlam yapılı adamlara şaşkınca b a
karak:
— Ne oluyor, kuzum, diye sormuştu, ne istiyorsunuz,
sizin ne işiniz var burda?
Ali Suavi:
— Padişahım, diye bağırmıştı, millet sizi hükümdar
— 56 —
görmek istiyor, sarayın kapılarında pek çok insan, toplan
dı- Buyurun, sizi götürelim, buradan kurtaralım. Kardeşi
niz Abdülhamit, siz şifa bulunca yerini yine size vermek
üzere imza vererek tahta çıkmıştı. Bu hakkınız gaspedil-
miştir. Zalimler saltanatınıza hükmediyor.
Sultan Murat, kendisini kurtarmağa gelenleri şaşırtan
ve düş kırıklığına uğratan şu sözleri söylemişti:
— Rica ederim, devlet işlerine karışmayınız. Her şe
yin fevkinde Cenabı Hak var. O, âdili mutlaktır. Mukad
deratımıza razıyız.
İhtilâlciler, dut yemiş bülbüle dönmüşlerdi. Ne ya
pacaklarını bilemiyorlardı, işin bu yanım hiç mi hiç dü
şünmemişlerdi. Padişah namzedine başka bir öneride bu
lunamıyor, çekilip gidemiyorlardı. Geriye dönülemeyecek
adımlar atmışlardı. Çırağan Sarayının ta dış kapısından
V. Muradun dairesinin kapısına dek bir kan şeridi uzuyor
ve biniuıı üzerinde bir yığın Ölü yatıyordu. Bu duraksama
çok tehlikeliydi; geçen dakikalar pek çok değerliydi. Taş-
kışla'dan da hiçbir haber yoktu. İhtilâl için hazırlanan ta
burlar neredeydi? İhtilâlin üç başı, bir deli Murad’a bir
de şaşkın-şaşkın birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı.
Sultan Mu ra d’ı sürükleyerek götürmekten başka ça
re yoktu.
Ali Suavi ile adamları V. Murad’ı zorla sürükleyerek
dışarı çıkarmağa çalışırken uzun boylu, güçlü-kuvvetli bir
kadın onu sürükleyenlerden birine şiddetli bir tokat aşke-
derek yere serdi. Bu V. Murad’ın kadınlarından Rüftarı
Dil’di.
Sultan Murad ölünceye dek bu olayı unutmamıştı ve
ikide bir:
— Bizim kadın pehlivandır!
Diye onunla şakalaşırdı.
Bu haber, çabucak Yıldız Sarayına ve Beşiktaş mu
hafızı Yedi-Sekiz Haşan Paşa’ya uçurulmuş, Haşan Paşa,
Muhafız askerlerinin başında atını doludizgin sürerek olay
yerine yetişmişti. Daha cümle kapışma gelmişti ki muha
fızlara süngü tak emri vermiş ve önüne geleni süngüden
57 —
geçirmeğe başlamıştı. Böylece Sultan Murad’m oturduğu
dairenin kapısına dek varan Yedi-Sekiz Haşan Paşa, iri -
yarı gövdesi ve sert yüzüyle üç ihtilâlcinin karşısına diki-
livermişti. Şaşkınlıkları henüz geçemeyen Ali Suavi île
arkadaşları, bu korkunç adamı karşılarında görünce hapı
yuttuklarım anlamışlardı. Saray bağlılığı ve son kerteye
varan yürekliliği sayesinde Paşalığa dek yükselen Merzi-
fonlu Haşan Çavuş, zafer vuranındır deyip Sultan Murad
ın önünde, elindeki demir topuzlu sopasını kaldırmış ve
bütün gücüyle Ali Suavi'nin başına in diri vermişti.
Kafası parçalanan Ali Suavi, yerde debelenirken onu
ayaklariyle çiğnemiş ve tekmeleyerek öldürmüştü. Sultan
Abdiilhamid’e tahtın-n kurtulduğu mü idesi hemen uçurul
muştu. Yedi-Sekiz Haşan Paşanın muhafızları yüze yakın
ihtilâlciyi süngüden geçirmişti. İhtilâlciler, bosuna zaman
öldürdüklerinden kaçmağa vakit bulamadan Yıldız’dan yar
dımcı taburlar yetişmiş Çırağan’m önünde yatan donan
madan da deniz erleri çıkarılarak Saray büsbütün kuşatıl
mıştı. Kurtulmak için denize atlayanlar da boğulup git
mişti.
Öldürülmeyen göçmenlerle daha birçok kişi yakalanıp
a nar-topar Yıldız’a götürülmüş, orda işkence edilerek sor
guları yapılmıştı. Bu konuya yine dönm.ek üzere Sultan
Murad'ın daha önce de birkaç kez nasıl kaçırılmak istendi
ğini anlatalım: ilkönce Sultan Murad’m hapsedildiği Cı-
kağana Rus elçiliğinde tercüman olarak çalışan çok yakı
şıklı bir Rum genci kadın kılığına girerek, hemen de birkaç
kez eşki padişahın kaçırılmasına yard’m etmek İsV itüssç
de sonunda yakalanmış, ancak Rus elçisinin yardımiyle
kurtulmuştu. Ruslar, Sultan Murad’ı kurtarıp tohf’a otur
tarak belki de Rusya’ya eğilen bir Türk dış siyaseti yarat
mak istiyorlardv
Sultan Murad’ı Çırağan’dan kaçırmak için bir başka
teşebbüs daha yapılmıştı kî şuydu: Sultan Murad’m şeh
zadeliği günlerinde Beyoğlu’nda sık-sık görüşüp konuştu
ğu avukat Kleanti Skalyeri ile Ali Şefkati bev. hir İtalyan
işçisinin yardımiyle üç saat kanalizasyon içinden yürüye
— 58 —
rek Çır ağan Sarayına ulaşmış ve V. Murad’ııı dairesine
varıp kendisiyle görüşebilmişler di. Sultan Murat, bu za
manlar daha serbestçe bir mahpusluk çilesi doldurmaktay
dı; bütiin yakın adamları da Çırağan’da, yanında otur
maktaydılar. Sultan, bu iki ahbabını hiç umulmadık bir
zamanda karşısında görünce şaşırmışsa da yine de kendi
ne egemen, akıllı ve serinkanlı bir adam gibi şöyle konuş
muştu:
■- Benim sadık ve vefakâr dostlarım, hoşgeldiniz, Al
k il sizi eri korusun.
Avukat Skalyeri:
— Ah. efendimiz, son abesimiz, demişti, size ne ol
muş, gençliğiniz kaybolmuş, saçlarınız ağarmış, yüzünüze
çizgiler inmiş!
Sultan Murat:
— A' ' b dostlarım demişti, beni birbuçuk sene evvel
görmüştünüz. Aradan on beş ay geçti. Evet, saçlarım biraz
astardı. fa km hiç bîr zaman Marie Ant oî nette gibi birkaç
gece içinde çökmedim. Esasen merhum amcam Abdiilaziz’-
iıı ölümünden sonra da başımda birkaç beyaz saç vardı. O
zaman annem telâş ederek Beyoğlu’ndan bana bir saç ilâ
cı almıştı. Bunu başıma sürer, saçlarımı karatırd;. Fakat,
0 zaman da başağr darından kurtulamazdım. Doktarlarım,
bu suyun içinde nitrat darjan olduğunu söylemişlerdi. Şim
di, elhamdülillah bu suyu saçlarıma dökmüyor um. Saç
larım ağardı, ama başağrılarım da geçti. Varsın şekil ha
ricimiz ihtiyar görünsün, bizim içimizde neşe ve zindelik
mevcuttur.
Avukat Kleanti Skalyeri ve arkadaşları bu sözleri söy-
1eyerim aklı başında bir kişi olduğunu hemen anlamışlardı.
Ne var ki yerine oturan Abdülhamit onu deli olarak
tanımakta ve bunu akıl doktoru raporlariyle her zaman
çevresine ispatlamağa çalışmaktaydı.
*
— 59 —
yapmıştı. Abdülhamit, aydınları sindirmek, özgür düşün
ceyi büsbütün baskı altına almak için bundan çok yarar
dandı. Çırağan’m içinde ve dışında Öldürülen göçmenlerden
sağ kalanlarla iki yüz kişi zaptiyeleree tutuklanıp Yıldız’a
götürüldükten sonra İstanbul’da bir insan avı başladı va
yeni bir terör dalgası kenti titretti. V. Murad’ın yakınla
rından sayılan bir yığın insan yakalanarak Yıldız’a götü
rüldü. Olayın incelenmesi için padişah bir komisyon ku
rulmasını buyurdu. Mâbeyn başkâtibi Sait bey (Paşa) in
başkanlığında kurulan komisyonda Sadrazam Sadık Paşa,
vükelâ heyeti ve kimi müşirler de bulunuyordu.
Basiret Gazetesinde Ali Suavi’nin küçük bir yazasım
yayınlayan Basiretçi Ali, olaydan yirmi dört saat sonra
iki «hafiye» nin ortasında Yıldız’a götürülmüştü. Ali bey
beraet ettiği halde Kudüs’e sürgün edildi. Bu olaydan ölen
bağrı yanık Rumeli göçmenlerinden başka yüzlerce kişinin
ocakları söndürülmüş, yığınlarla insan sürgün edilmiş, Ab
dülhamit, daha uzun yıllar sürecek olan padişahlığını pe
kiş, irmek ve perçinlemek için bu olaydan sonuna dek ya
rarlanmış, daha korkunç bir müstebit olup çıkmıştı.
Rus orduları, zayıf kadrolu ve sayıca az Türk ordu
larını önüne katmış, İstanbul’a dek sürmüştü. Ordunun
önünde yerinden - yurdundan kopmuş yüzelli bin de göç
men İstanbul’a doğru kaçıyordu. Çok soğuk bir kış ta İs
tanbul’un ufuklarına çökmüş, bu talihsiz kenti, yaşanamaz
bir duruma sokmuştu. Yiyecek, yakacak namına hiçbir
şey kalmamıştı. Mezarlıklar, açlık, yoksulluk ve kara kış
kurbanlarım harıl-harıl yutmaktaydı. Halk, devlete, hükü
mete ve Padişaha karşı dönüktü.
İstanbul'un kenar mahallelerinde ordugâh kurmuş
olan Rus ordusu artık her an İstanbul’a girmek ve Ayasof-
ya'ya Rus bayrağını asmak için fırsat bekliyordu. Rus
ların, İstanbul’u ele geçirmesinden korkan İngilizler, Ak
deniz donanmasını getirip İstanbul Limanında demirlet-
ınişlerdi.
İngilizlerin, bu kocaman ve yağlı lokmayı Ruslara
kaptırmamak için direnişi yemişlerini vermiş, Abdülha-
— 60 —
mit’le görüşen Grandük Nikola isteklerinde çok ılımlı dav
ranmak zorunda kalmıştı.
Yalnız az zaman sonra Rusya’ya dönen Grandük Ni
kola yerine Plevne kuşatmasını yapan general To'lebeıı’i
bırakmıştı. Çok sert tabiatlı bir adam olan bu general,
buraya gelmişken İstanbul'u mutlaka ele geçirmeyi kur
muşa benziyordu. Karadeniz Boğazının Rumeli yakasına
yerleşmek için kuşatma ordusunun bir tümenini Bahçe-
kcy’e doğru ilerletti. Burdan Büyükdere’ye inecekti. Bu
nu gören İngiliz donanması demir alıp Büyükdere önleri
ne vardı ve orda demir atarak Rus ordusunun çekilişini
bekledi. Bu meydan okuyuşun nerelere varacağım gören
Rus başkumandanlığı, Totleben’i durdurdu. İstanbul da
kurtulmuş oldu.
1877 yılı Mayıs aymın 18’inci Cumartesi günü akşam
üstüne doğru, Basiret Gazetesi sahibi Ali bey, Ali Suavi’
nin uşağı eliyle bir yazı almıştı. Ali Suavi, ahbabı ve dos
tu olan Basiretçi Ali beyden bu küçük yazının gazetesin
de çıkmasını rica ediyordu. Basiretçi Ali yazıyı gazetesine
koymakta bir sakınca görmemişti. Yazı şÖylsydi: «Osman
lI devletinin harici politikası şu sırada birtakım müşküla
ta tesadüf etmiş ise de bunun iyi bir surette tesviyesi
çaresi imkânsız değildir. Pazartesi günü gazateniz ile neş
redeceğim makalenin okunmasını evliyayı umura ve umum
ahaliye tavsiye ederim.»
Ali Suavi, bu küçük yazı ile Pazartesi günü ihtilâl
yapacağını örgütüne haber veriyordu. Temel sorun da dış
siyasetin iyi yönetilmeyişiydi. Abdülhamid’in sonradan
düşündüğü gibi bunun arkasında daha çok İngiltere elçi
liği ve dolayısiyle İngilizlerle anlaşmak isteği vardı. İngi
liz rekabeti, Rusların iştahası önünde alınmaz bir kale gi
bi durmasaydı İstanbul çoktan Grandük Nikola’nm yada
General Totleben’in çizmeleri altında çiğnenmemiş miydi?
Bir tek Kıbrıs lokmasiyle İngiliz arslanım duyurarak onu
bir bekçi gibi boğazlarda bekletemez miydik? Kim bilir,
belki de bir ihtilâle dek gidecek olan olaym çekirdeğinde
bu basit bahane yatıyordu- Ne var ki belki de Ali Suavi
— 61 —
İngilizlerle genel bir andlaşma yaparak yanıbaşımızda ek
şiyen hır sİ: Rus Çarını, uzaklardaki dostun sopasiyle dur
durmayı düşünüyordu.
*
— 62 —
Bunlar arasında bir de «Meşveret» vardı.
O zamanlar subaylar için özel toplantı yerleri olmadı
ğından sivil aydınlarla subayların fikirle uğraşanları genel
yerlerde toplanıyorlardı. Bunların en başlıcalarından biri
Yonyo idi ki, onun gözden uzak arka salonunu bir fikir
mahfeli haline getirmişlerdi. Yalnız, bu genel kahveler ve
gazinolar ne subaylar ne de genç yazar ve aydınlar için
hiç te uygun toplantı yerleri değildi.
Mustafa Kemal, bu derbederliğe çok üzülüyordu. Bu
nun için de Hamidiye Bulvarındaki Beyaz Kule’yi subay
lar için bir askerî mahfel haline getirmekte ön ayak ol
du. Buna sonraları askerî kulüp adını verdiler. Mustafa
Kemal, burda cevval zekâsının özelliklerini göstermekte
gecikmedi- Harita üzerinde savaş oyunları oynanmasına
başlandı.
Bu strateji ve taktik oyunlarında yalnız subaylar de
ğil birçok sivil aydın da bulunuyordu. Selanik’te çıkan «Ru
meli Gazetesi» nin başyazarı Yunus Nadi ile şair Ali Ca
nip de çoğu zaman Mustafa Kemal’in yanı başında bu
oyunları büyük bir ilgi ile seyrediyorlardı.
Mustafa Kemal, bu biraz ciddi eğlencelerin dışında,
sık sık Olimpiya birhanesine de uğruyordu. Buraya hep
belli bir arkadaş grubu İle gidiyordu.
Bir akşam yine yaranından sağlık müfettişi doktor
Tevfik Rüştü, Salih (Bozok), Nuri (Conker) le bu meş
hur birahaneye uğramışlardı. Hem içiyor, hem de her za
man olduğu gibi doludizgin siyasetten, memleket sorunla
rından konuşuyorlardı. Memleketin yürekler acısı olan dış
siyaseti, bu konuşmada ağırlık merkezi idi.
Bu konuda en acı eleştirileri yapan da Mustafa Ke
mal’di. Sözlerinden ve gözlerinden ateş saçarak yaptığı acı
eleştirilerden sonra birdenbire gülmüş ve Tevfik Rüştü’-
yü göstererek:
— Bu sakim siyaseti bir gün doktor vasıtasiyle düzelt
tireceğim, deyivermişti.
Arkadaşları buna hem şaşmış, hem de gülmüşlerdi.
— 63 —
Teklifsiz arkadaşı Nuri (Conker) ise ona küçümsarcesine
şöyle bir soru sormuştu:
— Ne... Ne, sen mi düzelteceksin?
— Evet, ben doktoru hariciye nâzın yapacağım. Bü
tün falsoları ona tamir ettireceğim.
Nuri (Conker) alay ederek yine sorusunu sürdür
müştü.
— Demek, sen, doktoru Hariciye Nazın yapacaksın
ha? Ya beni ne yapacaksın?
— Seni de Vali ve kumandan yaparım.
Salih (Bozok), Bu şakadan nasibini almak için:
— Herhalde bu arada beni de bir şey yaparsın! De
mişti.
•— Salih, seni yaver yapacağım ve yanımdan ayırma
yacağım.
— Allahını seversen sen ne olacaksın ki hepimize şim
diden böyle bir takım mansıplar veriyorsun?
Mustafa Kemal’in ciddileşerek verdiği yaflıt şuydu:
— Bu memuriyetleri, bu mansıpları veren ne olursa
işte ben de o olacağım.
*
— 64
— Kemal, dedi, ben senin ne düşündüğünü biliyorum*
— Ne düşünüyorsun?
— Neden ben çıkmayayım, diyorsun?
Mustafa Kemal bu söz üzerine birden bire dalgın
lığından uyandı ve şöyle bir silkinerek:
— Evet, niçin bir Mustafa Kemal çıkmamalı? diye
bağırdı.
Bundan sonra, konuşma konusu hep bu minval üzerine
uzayıp gittiğinden oraya eğlenmek için gelmiş olan arka
daşların canlan sıkılmağa başlamıştı; burdan kalkıp da
ha eğlenceli bir yere gitmeğe can atıyorlardı. Fethi be
yin önderliğiyle masadan kalktılar ve eğlenceli bir içkili
yer aramak için dışarıya çıktılar.
Bu çalgılı ve içkili gazinoda da Mustafa Kemal, eski
nakaratı yinelemeğe başlamıştı:
— Evet niçin bizden de çıkmamalı?
Bu sefer, yine Fethi bey, baş çekerek kalkıp danslı
bir yere gitmelerini önerdi. Gittiler yine içtiler; birer ka
dın bulup dansettiler. Kimi kendinden geçip bir yanda
yarı sızmış halde dünyaya boş verdi.
Yalnız, Mustafa Kemal, Ali Fuat beyin yakasını bir
türlü bırakmamıştı:
— Niçin çıkmamalı? Deyip duruyordu, bu millet Yu
nanlılardan da mı cansızdır? îranlılardan da mı aşağı
dır?
Konu, böylece yılan hikâyesi halini aladursun dışarı
da şafak atmıştı. Sabahleyin de görevlerine gitmek zorun
daydılar. Fethi bey, hemen müsaade alıp kalktı ve uzaklaş
tı. Ali Fuat beyin koluna sımsıkı girmiş olan Mustafa Ke
mal:
— Sen bize gel, anam bir şeyler hazırlamıştır, kahval
tı eder, yıkanıp traş olur daireye gideriz, dedi.
Ali Fuat beyin evi de uzakça olduğundan bunu kabul
etti ve Mustafa Kemal’le kol-kola meyhaneden çıktılar.
Mustafa Kemal’i tetikte bekleyen annesi hemen kapı
yı açtı ve onları içeri aldı.
— 67
İngiltere kralı yedinci Edward ile Rusya çarı ikinci Niko-
Ia Sen Petersburg’ta birleşip konuştular ve anlaştılar. E-
rekleri Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak İçin el ele
vererek birlikte çalışmaktı. Abdülhamit hükümetinin Re-
val konuşması diye adlandırılan bu komploya karşı göster
diği tepki, hiç de ordunun genç subaylarını doyuracak güç
te değildi.
Bu yüzden İttihat ve Terâkki, ve devletin bütün so
rumluluğunu kendinde duyarak harekete geçmişti. İngil
tere hükümetiyle Rusya çarının bu komplosunu protesto
etmek üzere Manastır’daki İttihat ve Terâkki «Heyeti Mer
keziye» si bir beyanname hazırladı ve büyük devletlerin
konsolosluklarına dağıtmaya başladı.
Kolağası Resneli Niyazi’nin Resne dağlarına çıkışı da
bu sırada olmuştu. Resne taburunda Bulgar ve S:rp eş
kıyasını kovalamakta gösterdiği yüreklilik ve fedakâr
lıkla tanınmıştı. Özellikle, Bulgar komitecileri ondan çok
korkuyordu. Niyazi beyin halk arasında da nüfuzu çoktu.
Reval konuşmasının duyulması, daha çok Niyazi beyi çıl
gına döndürmüştü. Bu konuşmanın, İngiliz Hariciye Nazı-
ri ünlü Edward Grey’ce hazırlandığım herkes öğrenmişti..
Ingİlizler, Rumeli’nin paylaşılmasını Özellikle istiyorlardı.
*
— «8 —
lan ve Arnavut olan Şemsi Paşa, mabeyinden Tahsin Pa-
şa’dan aldığı telgraf ve Selâm’ı Şahane üzerine emrindeki
alayı şimendifere bindirerek Metroviçe’den yola çıkmıştı.
21 Haziran 1324 tarihinde saraya çektiği telgrafta Niyazi
melununun mutlaka hakkından geleceğini söylüyordu. Fa
kat, Şemsi Paşa’nm evdeki hesabı çarşıya uymadı. 7 Tem
muz 1908’de Manastır’a vardığında saraya bir telgraf da
ha çekti ve Erkânı Harp binbaşısı Enver beyin de «teb
dili kıyafet» ederek «Cemiyeti fesadiye» ye katıldığını, fa
kat, yakında ikisini de ölü ya da diri olarak ele geçire
ceğini bildirdi.
Ne var ki çektiği telgrafın dumanları üzerindeyken
postahanenin kapısı önünde acar bir teğmen olan Atıf bey,
göğsüne boşalttığı kurşunlarla onu yere serdi. Bu olay,
sarayı zangır-zangır titretti.
Şemsi Paşa, devrin en korkunç ejderhalarından sayı
lıyordu. Çanakkale’li Atıf bey, bu ejderhayı yere serdik
ten sonra kaçmış, arkasından atılan kurşunlarla ayağın
dan yaralanmış, hemen Siirtli Mahmut beyin evine sığın
mış ve bütün aramlara karşın ele geçirilmemiştir. İşte,
Abdülhamid’in umudu da bu Şemsi Paşa ejderhasiyle bir
likte yere serilmişti.
— 69 —
ramanlara gebeydi. Her anı bir kahraman yaratacak ka
dar zengin ve hareketli zamanlar, OsmanlI İmparatorluğu
toprakları üzerinden bir kasırga gibi geçiyordu-
Mustafa Kemal, istibdadın böyle kolay yıkılışına çok
şaşmıştı ve bu şaşkınlığı en azılı İttihat ve Terakki baş
k a la rın ın şaşkınlığından hiç de aşağı değildi. Hürriyet,
Adalet, Müsavat avazeleri ortasında kendini çok yalnız
buluyordu. Bu kanlı çağın yakılmasında ufacık bir emeği
bile geçmemişti. En çok üzüldüğü de buydu. Birden bire
çoban yıldızı gibi parlamağa başlayan eski rakiplerinin ışı
ğında bir hiç olarak dolaşıyordu.
Ne var ki ne o çoban yıldızlarının sevinci, ne de Mus
tafa Kemal’in bir hiç olarak gölgede kalmak üzüntüsü
uzun sürdü. Pek az zaman içinde garip olaylar geçmeğe
başlamıştı- Abdülbamit döneminin eski politika kaçkınları,
yaşlı - başlı bir yığın eski devlet ve politika adamı, Avru-
panın tiirlü merkezlerinden ve Osmanlı İmparatorluğunun
sürgün cehennemlerinden payitahta üşüştüler ve az zaman
İçinde bütün köşe başlarını tuttular. İstanbul caddelerinde
birbirine karşıt düşüncelerle dolu hürriyetçi yığınları kay
naşıyordu. İstanbul bir ana - baba günü yaşıyordu. Genç
ve saf ihtilâlcilerle eski tecrübeli politika kurtları, İs
tanbul sokaklarında köşe kapmaca oynuyorlardı. Bu tec
rübeli kurtlar, ihtihat ve Terâkki Cemiyetinin bütün kilit
noktalarım da ellerine geçirdiler.
Ayan ve Mebusan Meclisi seçimlerinde bütün yönetim
rnekinizmasına yine bunlar kene gibi yerleştiler ve her
kesi titreten gerçek bir güç haline girdiler.
Niyazi bey, atının üzerinde, yanında kocaman geyi
ğiyle, İstanbul sokaklarında bir süre dolaşarak alkışlan
dığı ve kendisine, alkıştan başka bir şey de kalmadığını
görünce yine Besne’ye döndü.
31 Mart karşı devrim hareketi başlamak üzereydi.
Payitahtta gerilim birdenbire artmıştı. İkinci meşrutiyeti
devirmek için bir yığın hoca bir ramazan günü Fatih ca
miinden «huruç» etti- Eylülün otuzuncu günü kör Ali
hoca, Fatih camiinde hürriyet - müsavat - kanunu esa-
— 70 —
sî, meclis-i mebusan aleyhinde ‘ coşkun bir vaaz verdi.
Bununla kalsa iyi; halkı bir karşı devrim için harekete
zorladı, hepsine yemin ettirdi, hepsine sarıklar sardı. Öm
ründe hocalıkla hiç ilgisi olmayan bir yığın insan, kocaman
lahana gibi sarıklar sardılar; silâhlanarak Fatih camiin
den sokağa döküldüler.
— Allahını seven arkamızdan gelsin! diye haykırıyor
lardı.
Cemaat, Beyazıt’a doğru ilerlerken bir çığ gibi büyü
meğe başlamıştı.
Köprüyü geçip de Beşiktaş’a vardıklarında korkula
cak çılgın bir sürü haline gelmişlerdi. Yıldız sarayına çık
tılar: meşrutiyetin kaldırılması için Abdülhamid’e baş
vurdular.
Bu çılgın sarıklı kalabalığı, Padişaha isteklerini bil
dirdikten sonra yolda sadrazam ile Şeyhülislâma rastla
dılar, onlara saldırdılar ve bir hayli tartakladılar. O za
mana dek görünmeyen inzibat kuvvetleri neden sonra kör
Ali hoca ile en ileri gelen arkadaşı İsmail Hakkı’yı yaka
ladılar. Böylece Hüseyin Cahit Yalçın’m «31 Martın pro
vası» adım verdiği bu ufak oyun kolaylıkla önlendi. An
cak arkasından daha büyük ve daha kanlısı hazırlanıp or
taya sürülmekte gecikmedi.
Bu oyunun arkasındaki rejisör Abdülhamit’ten başka
sı değildi. Zeki padişah, istibdadı boş yere elden kaçırdTğı-
m anlamıştı ve daha karanlık bir istibdada hazırlanıyor
du. O kerte korktuğu hürriyet ihtilâlini yakından görüp
bütün çizgileri ile tanıdıktan sonra erken karar verdiğini
anlar gibi olmuştu. Uzaktan uzağa ejderhaya benzeyen bu
ihtilâlcilerle daha yakından temasta bulundukça hepsini
nakavt edecek olduğunu anlamıştı.
Provadan önce, müstebit rejisör, gazetelerde şöyle bir
havadis de yayımlatmıştı:
*
— 71 —
yulmakta olduğundan derin tetkikat ve tarafsız icraatla
hakikatin meydana çıkarılması ve müşevviklerin her kim
olursa olsun cezalandırılmaları tarafı hazreti padişahiden
sadrâzam paşaya emir ve ferman buyurulduğu müstah-
berdir.»
Bu birinci karşı devrim provasında çokça direnme
görmeyen ve gericiliğe doğru bir eğilim sezen Abdülhamit
gerçek karşı devrim için davranmakta gecikmedi.
*
— 72 —
Jıi şayan buyurulduğu gibi devletimiz Allah’a şükür ılev-
Jeti islâmiye olup kıyamet gününe kadar bakî ve âli olan
.ahkâmı şeriyenin bıindan böyle her tarafça ahkâmı celi-
lesine bir kat daha itina olunması tekiden emir ve fer
man buyuruiduğundan muazzam halife ve padişahımız ve
büyük kumandanımız efendimiz hazretleri asakiri şahane
lerinin Kemâli emnîi rahatla kışlalarına ve ahalinin dahi
işlerine, güçlerine dönmeleri hususunun kendilerine anla
tılmasına ve hepsinin selâmı şahane ile taltif buyurulduk-
lannm tebliğine zatı samii meşihatpenâhî memur buyu
rulmuş ve işbu emir ve fermaıı-ı hümâyunu hazreti padi
şahın meclisi mebusanda okunduktan sonra bastırılarak
neşir ve ilân ettirilmesi irariei seniyei cenabı hilâfet pe-
nalı i iktizası bulunmuş olmakla ol bapta.»
Meşrutiyet, işte bu irade ile silinip süpürülüyordu.
Bütün ittihat ve Terâkkİcilerin etekleri tutuşmuştu-
Özgürlük kuşunu bir kez kaçırırlarsa, kimbilir bir daha
ne zaman tutabileceklerdi? Korkunç felâket kapıyı çalmı
yor, yumrukluyordu. İstanbul sokaklarında kan gövdeyi
götürüyordu. Caddelerde askerlerden ve beyaz sarıklı
lardan başka kimse görülmez olmuştu. Herkes korkudan
beyaz bir sarık sarıp sokağa Öyle çıkıyordu. «Allah» ve
tevhit sözcükleri ağızlardan çağlayan gibi dökülüyordu.
Bütün İttihatçılar bütün namuslu insanlar, evlerine kapan
mış, tirtir titriyorlardı. Yalnız, Yıldız sarayında bir tek
adam, sakalını sıvazlıyarak gülümsüyor ve bir çocuk gi
bi seviniyordu. Koca bir hürriyet devrimini birkaç saatte
yenmişti. Hürriyet kahramanı olduklarını sanan acemi
çaylakları ufak bir çaba ile yere sermişti. Artık, Niyazi
ile Enver’i Makedonya dağlarında bayağı birer eşkiya gibi
kovalatacak ve altında yakalandıkları ilk ağacın dallarına
astıracaktı.
Fesatçılara kapılan eski hürriyetçi, askerler, başla
rındaki subayları ya öldürmüşler, ya da Taksim’deki taş-
kışla’ya hapsetmişlerdi. Caddeleri dolduran bembeyaz bir
sarıklı kalabalığı, iktidar tacını yine Abdülhamid’in ba
şına oturtacağa benziyordu. Bir yıl içinde kurulan hürri
— 73 —
yet kurumlarmın yerinde yeller esiyordu.
Karşı devrim haberi Selanik ve Manastır’da duyul
duğunda korkunç diş gıcırtıları işitildi. Genç subaylar is
tibdat devini kendi elleriyle şişlemek için and iştiler, it
tihat ve Terâkkıciler Makedonya’daki ordunun İstanbul’a
yürümesini islediler. Ne var ki bu kuvvetlerin kuman
danı Mahmut Şevket Paşa, ittihatçılar kadar Abduihamit
düşmanı değiidı. Su istek karşısında duraksaraıştı. Zaten
^dönemin bütün yüksek rütbeli subayları tutucuydu. Yal
nız, Mahmut Şevket Paşanın komutası altındaki ateşli su
baylar, ki içlerinde Mustafa Kemal de vardı, onu sıkış
tırıp, mahmurluğundan uyardılar.
Enver bey, karşı devrim olayı sırasında Berlin’de ate-
şemiliterdi. Hareket ordusu kumandanı Hüsnü Paşa ve
Kurmay Başkanı Mustafa Kemal, Selanik’teki Fedif tü
menini bütün güçleriyle hazırlamışlar, İstanbul’a doğru
geceli - gündüzlü yürüyerek bu uzun ve çamurlu yolla
rı çabucak eritmişler ve İstanbul kapılarına dayanmış
lardı- Hareket ordusunun başında bir öncü süvari müfre
zesi gidiyordu ki bunun kumandanı ölümüyle adını ölüm
süzleştiren ünlü Kurmay Binbaşı Şehit Muhtar beydi. İs
tanbul’daki «Hürriyet-i Ebediye» abidesi, gericilerin Öldür
düğü bu yiğit subayın adına dikilmişti. Mustafa Kemal’in
«Armee d’operation» diye adlandırdığı hareket ordusu İs
tanbul’a varmıştı ki, Mahmut Şevket Paşa da Berlin’den
çabucak dönen Enver beyle birlikte Selanik’ten İstanbul’a
varmak üzere yola çıkmıştı.
Sak'allı, uzun boylu, namuslu, zeki ve sert bir asker
olan Mahmut Şevket Paşanın kumandasındaki ikinci ve
üçüncü ordu birlikleri, Edirne’ye varınca oradaki kuvvet
leri de emrine alarak zorlu yürüyüşle İstanbul kapıla
rına dayandı. Hareket ordusu adını alan Hürriyetçi or
du birlikleri ilkin İstanbul sokaklarında caka satan sa-
nklıkları topladılar- Elebaşlarmı yakaladılar. Taş kışlayı
kurşunlarla çiçek bozuğuna çevirdiler. Ayaklanan padi-
şahcı askerlerin bir kısmını götürüp Büyükdere çayırın
da onar - onar kurşuna dizdiler.
— 74 —
Hürriyet ordusunun Resne taburları, Niyazi beyin
kumandası altında İstanbul caddelerinden bir kez daha
geçtiler. Hareket ordusunun üç başı: Mahmut Şevket Pa
şa Enver ve Niyazi beyler bir kez daha caddeleri doldu
ran halkça alkışlandılar ve «Hürriyeti Ebediye» tepesine
varıp sivri ak çadırlarını kurdular. Artık, «Kızıl Sultan»
m işi bitikti. Onu tuttukları gibi Selânik’e sürdüler ve
oradaki güzel Alâtinİ köşküne kapadılar. Fethi beyi de
oranın muhafız kumandanlığına bıraktılar.
*
— 75 —
mek zorunda kaldı. Enver bey de daha Önce gitmişti. Par
tinin bütün acar delikanlıları birer bahane ile oraya gön
derilmişti. Talat beyin bütün isteği, parti içinde birer di
ken ve rakip gibi sivrilen bütün üyeleri Selanik’ten uzak
laştırmaktı. Bunda da bütün bir başarı sağladı. Mustafa
Kemal’in yanma, partinin iki fedaisi Sapancalı Hakkı Ya-
kup Cemil ile birlikte uzun kara sakallı şair arkadaşı O-
mer Naci de katılmıştı. Sivil bir giynek giyerek İzmir’
den «Tanin gazetesi muhabiri Şerif bey» takma adiyle bir
Rus vapuruna binmişti. Kıbrıs’a da uğrayan vap«r onu ve
arkadaşlarını Mısır’a çıkarmıştı. Mustafa Kemal, Kâhi-
fe’de Rauf beyle karşılaşmış, kucaklaşıp öpüşmüşlerdi. Ra
uf bey de Enver Paşanın karargâhına ulaşmak üzere yo
la çıkmıştı.
*
Mustafa Kemal’in bu gözüpek arkadaşlarını Rauf
bey, pek yadırgamış, bunu Mustafa Kemal’in yüzüne kar
şı söylemekten de çekinmemişti:
— Kemal, birader, böyle adamları neden alırsın ya
nına?
Oysa bunlar, Mustafa Kemal için gerçekten çok temiz
ve iyi çocuklardı. Rauf Bey, Mustafa Kemal’in her şeye
karşın biraz da MakedonyalI olduğunu unutmuş gibiydi.
Mustafa Kemal, Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşaya baş
vurarak kendilerini en kısa yoldan Derne cephesine ulaş
tırmasını diledi. Hıdiv, yedi yüz kilometrelik çetin bir çöl
yolunun aşılmasında Mustafa Kemal ve arkadaşlarına bü-j
yük yardımlarda bulundu.
Trablus’ta cephe kumandam Enver’di. Şundan ki rüt
bece Mustafa Kemal’den üstün olduğu gibi okulda da on
dan iki sınıf Önceydi. Bu pncelik hiç bir vakit bozulma
mıştı. Bunun için Mustafa Kemal ister istemez Enver’in
Jcumandası altına girmişti.
Mustafa Kemal, Derne’ye yollanmadan önce Mısır’da
Önemlice bir hastalık geçirmiş, cepheye oldukça takatsiz
varmıştı. Deme'de bu sefer de gözlerinden hastalanmıştı.
— 76 —
Libya’nın kör edici yalın güneşi, bu duru mavi göz
leri hırpalamışa benziyordu. Hastaneye yatmak istemiyor
du. En sonra yakın arkadaşlarının direnişiyle menzil has
tanesine yatmaya razı oldu-
Daha Abdülhamit zamanında Italyanlar, eski Roma’
yı diriltmek üzere İtalya'yı genişletmeğe heveslenmişler ve
bu arada en kolay lokma olan Trablusgarb’a göz dikmiş
lerdi. O dönemin devlet adamları bunu bildiklerinden* ora
yı boş bırakmamış, yerli kuruluşlarla Türk ordu birlik
lerinden karma bir savunma gücü meydana getirmeğe ça
lışmışlardı. Bundan dolayı îtalyanlar, başlarına dert aç
mamak için bu lokmaya uzaktan bakıyor ve gününü bek
liyorlardı.
Ne varki meşrutiyet döneminin parti politikasına bat
mış devlet adamları bu uzak sömürge üzerinde eski du
yarlığı gösterememişler, orayı kendi haline bırakmışlar
dı. Eski savunma kuruluşları yüz üstü bırakılmış ve dar
madağın olup gitmişti. Bu türlü sürüp giden savaş bir
yılı doldurmuştu.
1911 yılının şubat ve haziran aylarında Roma ve Vi
yana elçilerimizle gizli Alman kaynaklan îtalyanlann Lib
ya'ya saldırmak üzere olduğunu bildirmişti. Bu açık uyar
malar da kulak arkası edilmiş ve hiçbir savunma düze
ni alınmamıştı. Yeni devlet adamları bununla da kalma
yarak ordaki Kuloğlu askerî kuruluşunu dağıtmışlar ve
40 - 50 bin tutanndaki Martin ve Şnayder tüfeğini îs-
.tanbul’a getirterek mavzer’e çevirmek kararı almışlardı.
Daha kötü bir şey yapmışlar Trablusgarp’ı valisiz ve ku-
mandansız da bırakmışlardı.
îtalyanlann beklediği gün gelmişti: 29 Eylül 1911 de
İtalyan donanması Trablus ve Bingazı’yi almak için kum
çöllerine eski Romalıların kültürüyle yetiştirilmeğe çalışıl
mış onbinlerce asker döktüler.
En modem silâhlarla araçlanmış bu düşmanın kar
şısında eksik kadrolu 42 inci tümenden başka güç yoktu.
Kısa bir süre önce iki süvari alayından birisi, 38 inci
süvari alayı kaldırılmış, yetişkin erat ve subaylardan ku
— 77 —
rulu iki nişancı taburu üe bir piyade taburu Yemen’e
götürülmüştü- Hem vali hem de kumandan müşir İbra
him Paşa, İtalya’nın Trablus konsolosuyla geçinemediğin-
den merkeze alınmıştı. Oysa, halk ve asker bu adamı çok
,sevıyor ve tutuyordu.
Valilik, defterdar Besim beye, kumandanlık vekilliği
de Kurmay Başkanı Albay Neşet beye verilmişti. Bütün
bu tehlikeli işleri perde arkasından çevirenin Metr Salem
olduğu kulaktan kulağa dolaşan söylentilerdendi.
İtalyanların saldırısı yine de hem bütün Türkler hem
de Araplar üzerinde büyük bir tepki yapmıştı. Trablus’
tâki Türkler ve Arap ileri gelenleri İttihat ve Terâkki ku
lübünde toplandılar. Ateşli, yurtseverce nutuklar söylen-
di. Bir karara vararak bunu İstanbul'a bildirdiler: Hükü
metten silâh isteniyor ve memleketin sonuna dek savunula
cağı söyleniyordu. Italyan büyük elçisinin hükümete verdi
ği ültimatom üzerine Hakkı Paşa kabinesi düşmüş, yerine
Sait Paşa kabinesi gelmişti. Mahmut Şevket Paşa, bu ka
binede karamsardı, umutsuzdu. Eski hürriyetçi albay Sa
dık beyin kurduğu gerici Hürriyet ve İtilâf Partisi, İttihat
ve Terâkki ile kıyasıya bir savaşa girmişti; bütün gerici
zümreler perde arkasından onları destekliyordu.
Hükümet, Trablus’tan çekilen bir telgrafa bir gemi
dolusu cephaneyle karşılık verdi. İtalyan donanması, Ak-
denizi haraca kestiği halde küçük Derne gemisi, her şeyi
göze alarak yola çıktı; Sultan Reşad’ın direnmesiyle yola
çıkarılan bu gemicik, İtalyan-donanmasının barajım aş
mış, yükünü Trablus savaşçılarının umutsuz ellerine bo
şaltmıştı.
İşte, yiğit Derne gemiciğinin götürdüğü mavzer ve
cephaneler, İtalyan ihtirasının yüzüne uzun zaman ateş
ve demir piiskürerek onları deniz kıyısına mıhladı. Ku
mandan N e şe t bey, elindeki kuvveti deniz kıyısından 20
25 kilometre geriye, çöl ortasındaki Suani bin Adem’e
çekmiş, lliııga/.i ve Derne’deki birlikler de Kûne’ye çekil
mişti. hülyalılar buralara kolayca ayak basmıştı.
Demi' vapuruyla gelen silâhlar, kabile reislerinin ku
*- 78 —
mandası altındaki gönüllülere dağıtılmış, yeni gelenlere
verecek bir şey kalmamıştı. Bunlar da cephede boy gös
termekten çekinmemişlerdi. Ellerinde dolma ve çakmaklı
tüfekler, eski kılıçlar, taş çağı sopalan bulunuyordu. Bu
gönüllülerin tutarı 25 bindi- 7 bin kişilik Türk tümeniyle
birlikte 32 bin savaşçı ediyordu.
Bu çelimsiz ordunun karşısında 150 bin İtalyan aske
ri dikiliyor ve kum çöllerindeki vahalara doğru ilerleme
ğe çalışıyordu. Her saldırıda sapır - sapır dökülen savaş
isteğinden yoksun düşman askerlerinin sıcak kumlara bı
raktığı kız gibi mavzerler, tabancalar ve türlü silâhlar,
çakmaklı tüfekler ve sopalarla savunan Arap gönüllüleri
ni istedikleri gibi gereçlendiriyordu.
Trablus’ta İtalyanlarla ilk çatışma, kentin kenar ma
halleler halkının sakladıkları silâhlarla birden ayaklana
rak saldırıya geçmesiyle başlamıştı. Kentte kuzu kuzu du
ran yoksul halktan hiçbir şiddetli davranış beklemeyen
seçme Berzagliyeri alayı olduğu gibi kılıçtan ve kurşun
dan geçirilmişti. Alayın bütün subayları da Ölüler arasın
daydı.
Şaşkına dönen ve öfkeden Küplere binen Italyan ku
mandanlığı, kentin dolaylarındaki bahçelerde oturan bü
tün suçsuz halkı kestirdi, biçtirdi ve kurşuna dizdirdi, öç
alma hırsıyla toplayabildikleri yüzlerce kişiyi san'at okulu
arkasındaki mezarlığa götürüp kurşunladıkları gibi bir
çok kent ileri gelenini de darağaçlarında sallandırarak!
geri kalanlara göz dağı vermek istediler. Ostica adasına
sürgün edilen genç - yaşlı pek çok kişi orda ölümle baş
başa bırakıldı.
İtalyan ordusunun egemenliği ancak savaş gemilerinin
top menzillerine dek geçiyordu. Uzun hazırlıklarla daha
ileri gitmek için yaptıkları saldırı dalgaları Türk aske
rinin ve çöl çocuklarının çıplak göğsünde kırılıyordu. Yi
ne, top mermilerinin büyük çukurlar açtığı kumsala çe
kiliyor ve orda yine hız almağa çalışıyorlardı.
Trablus ordusu da boş durmuyor, istihkâmlarına çöl
deki siperlerine türlü akınlar yaparak onları adamakıllı
— 79 —
tedirgin ediyorlardı. İtalyanlar, ardı arkası kesilmeyen bu
baskınlardan çok yılgındı.
İtalyan ordusu bir adım ilerleyemediği gibi pek ga
rip bir iş de yapmış, çölden gelecek baskınlardan koru-
nabilmek için kentin çevresine yüksek bir duvar ördür-
müştü. Trablus savaşı İtalyanlar gibi bütün dünyâyı da
şaşırtmıştı: Türk’e düşman koskoca bir Avrupa’nın yüzün
de bilmecemsi gülümsemeler geziniyordu- Gazeteler, bu
^kahramanlık destanı karşısında kaygusuz kalamamış, sem
p a ti dolu yazılar yazmağa başlamışlardı-
Ne yazık ki bu sırada îtalyanlar Arnavutluk’u ayak
landırdılar. Bu Balkan savaşı salhanesinin kapılarım ar-
jjına dek açmak için bir parola olmuştu. Osmanlı İm
paratorluğuna bağlı Balkan ulusları millî kurtuluş sava
şma başlamışlardı. Artık binlerce kilometre uzaktaki bir
sömürgede savaşmak çocukça ve romantik bir iş olurdu-
Beri yanda yangın bacayı sarmıştı. Oşi anlaşmasiyle Lib
ya İtalya’ya bırakıldı ve bu çöl destanı da böylece bir
denbire beklenmedik biçimde bitiverdi.
Genç ve atak Türk subay kadrosu Trablus’tan ayrı
lıp yeni görevler için İstanbul’a döndükten sonra Türk
askerleri orada kalmış ve Ahmet.Elsünusi’nin emrinde
İtalyan ordusuyla savaşı sürdürmüştü. Trablus savaşla
rındaki Türk subay kadrosundan iki yıldız parlamıştı:
Bunlardan biri Enver bey öbürü de Mustafa Kemal bey
di. Savaştan sonra Bingazi’li bir savaşçı bu iki Türk su
bayı üstüne izlenimlerini şöyle anlatmıştı:
— Enver bey muharebe esnasında, muharebeyi ka
zanmak için her şeyi tehlikeye koyar, hamiyetli, yurtse
ver bir zattır; Mustafa Kemal bey, az konuşur, çabuk ka
ra r verir. Muharebeyi asgari zayiatla kazanmak yolunu
bilir büyük kumandandır.
İtalyanlar mıhlandıkları çizginin gerisinde arpacı
kumrusu gibi düşünürken bütün Balkanlı milletler İtti
hatçı ve itilâfçı diye iki siyasal gruba ayrılan Türk ordu
sunun üzerine çullamvermişti. Artık, uzak bir somiirge-
— 80 —
.yi savunmağa çalışmanın, bir yararı yoktu. Ana vatan el
den gidiyordu.
Derne cephesinde karargâhını doğal bir mağarada ku
ran Mustafa Kemal, Libyanm güneşliyle bir türlü dost ola
mayacağını anlamıştı. Ufak bir iyileşme döneminden sonra
yine gözlerinden tedirgin olmaya başlayınca artık, ken
disine Türkiye’ye doğru yol göründüğünü anlamış ve öte
ki arkadaşlarından önce çölden ayrılmak zorunda kal
mıştı. Mustafa Kemal, fala, falcılığa benzer şeylere inan
madığı halde Trablus’tan hiç bir vakit unutamadığı bir
falcılık anisiyle dönmüştü: Bir Arap falcı, hançeriyle kum
ları karıştırarak ona gelecek üzerine büyük bir haber ver
mişti:
— Ne görüyorum, beyefendi ne görüyorum.
— Ne görüyorsan aynen söyle.
— Aman, beyim, bu olamaz, sizin bir gün taht yıka
cağınızı görüyorum. Osmanlı hanedanı yıkılıyor, bu nasıl
olur?
Mustafa Kemal bir kahkaha atarak şöyle demişti:
— Biz, o tahtı 1909 da devirdik, sen o maziden mi,
yoksa istikbalden mi bahsediyorsun!
— Hayır, b e y i m h a y ı r , b u n d a n sonra, h e m d e Os
m a n lI h a n e d a n ın ın so n u n c u su n u !
Mustafa Kemal, bu olayı birçok dostlarına zaman za
man anlatmıştı. Emri akındaki birkaç arkadaşiyle Mısır’a
dönmüş ve Kahire’deki bir dostunun evine konuk olmuştu.
Mustafa Kemal’in sarış.n yüzü, kızgın çöl güneşi al
tında esmerleşmiş gözlerinin mavisi soluk bir gökyüzü
parçasına dönmüştü. Çöl, bu ılık iklim çocuğunun güzel
liklerini adamakıllı sömürmüşe benziyordu. Üzerinden yor
gunluk akıyordu. Yüzü Trablus’a koştuğu zamanki idealist
heyecan izlerinden yoksundu artık.
Otuz üç yaşındaki bu subayda şimdi çetin bir yaşa
yış ve çalışma içinde kavrulmuş çetin bir direnç kemik
ve sinirden yapılmış insanlara benzer bir görünüş mey
dana gelmişti.
. Kahire’nin geceleri, savaştıkları çöl yaşayışının kor
— 82 —
uzaktan kendisine gülümseyen Tevhide’yi kalkıp başiyle
selâmladı ve garsona:
— Tevhide’ye altı şişe şampanya götürünüz! Diye em
retti.
O zamanın geleneğine göre birisine ısmarlanan şam
panya şişeleri onun ayakları dibine sıralanıyordu.
Garson da altı şampanya şişesini sahneye azametle
kurulmakta olan Tevhide'nin ayaklan dibine sıraladı-
Bütün masalardan alkışlıyorlardı- Bu ara, Liza, ilkin
^somurtmuş, sonra yerinden fırlayarak masadan uzaklaş
mak istemişti. Tevhide’nin rakibesi olan Liza, ona akı şişe
şampanya ikram edilmesine çok Öfkelenmişti.
Mustafa Kemal, Liza’nın meramını anlayınca garson
getirip şişeleri güzel oyuncu kızın ayakları dtbine dizin
ce o da onlara en güzel hünerlerini göstererek çılgınca
oynamağa başladı.
Mırsl.aTa Kemal, çölde göğsüne tıktığı yaşamak hır
sını «Elf leyle vol loy!e»de bol bol harcadı.
Itıı felekten çaldığı giizel gençlik gecelerinden biriydi.
Mustafa Kemal, İskenderiye’ye varmıştı. Vatan yol
culuğu başlamak üzereydi. Vapur bekliyordu. Birgün can
sıkıntısı içinde caddede dolaşırken güzel bir Rum kızıyla
karşılaştı. Bu tâ Selanik’ten tanıdığı ve ara sıra buluştuğu
kızlardandı. Mustafa Kemal, hiç umulmadık bir yerde ve
zamanda bu tatlı Rum kızıyla karşılaşmaktan çok hoşlan-
mıştı. Güzel Rum kızı ise Mustafa Kemal’i görmekle da
ha çok şaşırmış ve sevinmişti:
— Aaa... Kemal bey, siz burada mısınız? demişti.
— Evet... Gördüğünüz gibi buradayım. Vapur bekli
yorum. Birkaç gün daha kalacağım.
Tanıdık güzel Rum kızının varlığı Mustafa Kemal’i
kurşun gibi düşüncelerinden ayırmıştı. Gurbette eski, şi
rin bir hertışehrisiyle karşılaşmak az şey miydi? Hem de
bu hemşeri, şirin bir kadın olunca!..
Kız da bu sarışın erkek güzelini gördüğüne gerçek
ten çok sevinmişti. Hemen koluna asılmış, onu evine sü
rüklemişti.
— 83 —
Mustafa Kemal, kızın sunduğu likörü minnetle içmiş
ti. öteden - beriden konuşuyorlardı.
Kız, birdenbire damdan düşer gibi:
— E... Kemal bey, dedi, en sonra bizimkiler Selânik’i
de aldılar ha?
Mustafa Kemal şaşırmıştı; Daha Türkçesi, onun ne
dediğini anlayamamıştı.
— Hangi Selanik'i? diye haykırır gibi sordu. Rum
kızı onun bu kükreyen sesinden ürkmüştü.
Haberleşme araçlarının azlığı dolayısiyle Mustafa Ke
mal gibi herkes büyük bir haber kıtlığı ve bilgisizliği için
de bulunuyordu. Bu yüzden Selanik kentinin, o güzel ken
tin Yunanlılarca ele geçirildiğini bilmiyordu.
Şaka mı ettiğini anlamak için kaşlarını çatarak kızın
gözlerine dikkatle baktı:
— Yani Selânik’i Yunanlılar mı işgal etti?
Mustafa Kemal’in yüreği cız etmişti. Ömrünün en bü
yük acısını şimdi sol yüreğinde değil, varlığının her zer
resinde duyuyordu.
Demek Seiânik, o aziz kent mavi gözlerinin açıldığı
o güzel kent, o güzel doğa harikası, artık çileli vatanın
bir parçası olmaktan çıkmıştı. Demek, o cumbalı evceğiz-
lerinitı önünden geçen, o sevgili caddenin kaldı nallarım
da yabancı askerlerin kabaralı ve nalçalı postallarından
çıkan sesler seslenecekti artık!..
Güzel Rum kızının gözlerine baktı.
Orda bir zafer duygusunun gizli ışıltılarını görür gi
bi oldu. O bakışlar ona hiç de küstah gelmedi. O, kızın bu
işgalden gizli bir alayla ışıklanır gibi olduğunu görmüş
tü. Çok karışık duygular içinde bir ara bocaladı.
Ne söyleyeceğini, ne biçim davranacağım bilemiyor
du.
— Ne dedin, ne dedin, Selanik de mi işgal edildi?
diyebildi.
Söylediği sözler kulağında korkunç yankılarla çınlı
yordu. Söylediklerine, kulağına çarpan bu sözlere bir tü r
lü inanamıyordu.
84 —
O zaman artık Rum kızı, bu acıdan deliye dönmüş
Türk subayının derin acısını hiç anlamağa çalışmadan:
—■Elbette dedi, böyle olacağı zaten belli değil miydi?
Mustafa Kemal, birden bire güzel yemekler, meze
ler ve içki ile donanmış küçük masanın başından hışım
la kalktı. Rum kızına ve sofraya bir kez daha bakmadan,
kapıyı açarak sokağa fırladı.
Yolda rastgele yürüyor ve öfkesini yenmek için yum-
ruklarmm altında bir şeyler ezmek, bir şeyler tuzbuz
etmek istiyordu. Hiç o güzel Selanik düşmana verilir miy
di? Kimlerdi o güzel kenti bir kadeh içki gibi düşmana
ikram edenler? O kent öyle güzel bir kentti ki onu savu
nan yiğitlerin ve silâhların avaze ve gürültüsü ayyuka
çıkmalıydı. Oysa kendisi bu haberi zavallı bir Rum kızın
dan Öğrenebilmişti. O da alaylı ve küçümseyici bir bi
çimde! Birkaç gün sonra vapurda İstanbul’a doğru yol
alırken hep İstanbul’da bu kenti düşmanın kucağına atan
ları bulup dişleri ile parçalamak hırs ve isteği ile dop
dolu bulunuyordu.
*
Balkan savaşı başlamış, Bulgar ordusu Çatalca’da is
tihkâmlara girmiş, İstanbul’u tehdit ediyordu. Enver bey
de en sonra çölü bırakarak Türkiye’ye döndü, ötekiler de
arkasından geldiler.
Mustafa K£mal, Türkiye’ye dönüşünde, Viyana’da kal
mış, orda gözlerini tedavi ettirmişti.
Gözlerini tedavi ettirip de İstanbul’a dönünce, hemen
yeni bir göreve atanmıştı.
Kuva-yı Mürettebe Kurmaylığı görevi, onu Balkan sa
vaşının ikinci döneminde Bulgarlarla karşı karşıya getir
mişti. Gelibolu yarımadasının özelliklerini bu savaş ay
ları içinde iyice incelemişti. Birinci Dünya Savaşında Gene
ral Hamilton’u yeneceği bu yerleri savaş gürültüleri için
de gezmiş, görmüş tanımıştı. Edirne’nin kurtarılışını gö
rüp yaşamış, bu zafer de Selânik’in acısını onun gönlün
den bir türlü silememişti.
— 85 —
Viyana’dan, döndüğü günlerde Meserret kıraathane
sinde oturan birçok subay arkadaşına sesinin en lirik tau
nuyla şöyle çıkışmıştı:
— Nasıl bıraktınız, o güzel Selâniği, nasıl düşmana
terkettiniz ve bu, hele bu kadar ucuza nasıl terkedebil-
,diniz?
Gerçekten de Selânik muhafızı Haşan Tahsin Paşa
bir tek kurşun atmadan güzel Selânik’i düşmana 1eslim
etmişti.
Enver beyin, Niyazi beyle birlikte Rumeli dağlarında
İhtilâl ve Hürriyet bayrağını açtığından beri yıllar geç
mişti. H er geçen yıl onun genç ve güzel başının çevresin
deki hayranlık uyandıran altın efsane halesini daha çok
parlatıyor, büyütüyor, güzelleştiriyordu. Mustafa Kemal,
hâlâ gölgeden kurtulamamıştı. Pek ucuza mal edildiğini
gördüğü bu kahramanlıklar, onun ruhunda çok derin et
kiler bırakıyor; yalnız sabır ağacının altın çekirdekli acı
yemişlerini birer - birer kopararak bölgede tiksintiyle ısır
mağa çalışıyordu.
Ali Rıza Paşanın mahiyetinde büyük Pieardie ma
nevralarında bulunmak üzere Fransa’ya gitti; Paris’in hs-
yâllediği güzellik ve zenginliklerini gezdi, dolaştı. Büyük
Fransız îhtılâli’nin ve hürriyetin bu beşiğinde tatlı hayâl
lerle sallandı durdu. Manevralarda yüksek rütbeli subay
ları şaşırtan bir aslftrı bilgi ve zekâ eseri göstermekten de
geri durmadı.
Enver, Talât ve Cemal beyler artık triyumviralarım
kurmak yolundaydılar ve yanlarına sala vatla gidilmeğe
başladığı bir dönemin ilk basamaklarından güvenle tır
manmaktaydılar. Cavit bey, Paris elçisi olmuş ve Fransa'
mdan elli milyon altınlık bir borç koparmayı başarmıştı.
Mustafa Kemal’in kulağına gelen fısıltılara göre de cebine
okkalı bir komisyon indirmişti.
Berlin ataşemiliterl iğinden bir cermanofil olarak dö
nen Enver bey, oradan getirttiği birçok Alman askeri mü
tehassıslarıyla orduyu doldurmuş ve yönetimi de onların
eline vermişti.
— 86 —
Zaten daha Önce de Türk ordusunu düzeltmek için
Sultan Hamİt’çe getirilmiş bir askeri eksperler heyeti,
Türkiye’de yıllardır görevlendirilmiş bulunuyordu.
Goltz paşa, bunların başmdaydı. Bunların eliyle yeni
jandarma subay ve erat talimgahları ve ordu örnek ta
burları meydana getirilmişti.
Alman - Türk dostluğunu Alman elçisi Baron Von
Marschal yürütüyordu. Ta Bismarck zamanından beri Al
manlar Osmanlı İmparatorluğuna karşı eşsiz bir ilgi duy
maya ve bunu gerçek alanda da denemeğe başlamışlardı.
1898’de Almanya’da yayımlanan «Almanya’nın Türk
mirasındaki haklan» adlı korkunç beyannameyi yeni dev
rin kahramanları görmezlikten mi geliyorlardı? Bu Türki
ye’nin mirasına konmak isteyen Alman politik iştihasmın
açıkça ilânından başka birşey miydi?
1898’de Kudüs’ü ziyaret eden II. Wilhelm, Halifenin
dostu ve İslâmm koruyucusu olduğunu ilân etmişti. Bir
çok Alman yazarlar, Berlin - Bizans demiryolunun yapı-
ıniyle beraber Hamburg - Bağdat demiryolu üzerinde Al
manya için siyasal ve İktisadî yönetim hakkı istemektey
diler-
Çarlık Rusyası ile Almanya kendi aralarında anla
şarak yakın doğuyu İki nüfuz bölgesine ayırmışlardı: İran
ve Ermenistan Rus nüfuzu alanına Anadolu ile Mezopo
tamya da Alman nüfuz alanına giriyordu.
Mustafa Kemal, çağının olaylarım pertavsızla inceli
yor ve onlardan kesin yargılar çıkarıyordu. Ona göre Tür
kiye’nin ufuklarında yeni karanlıklar birikmekteydi, bu
.da hep o kendini birşey sanan megalomanların yüzünden-
di.
Nazım Paşa’nın vurulmasından sonra Hareket Ordu
su kahramanı Mahmut Şevket Paşa Harbiye Nazırı olmuş
tu. Bu namuslu ve yurtsever insan Bağdat’ta oturan bir
Gürcü ailesinin çocuğuydu; İttihatçıların en inanmışların
dan biriydi ve Türkiye'nin ancak subaylarca okunup kur-
tarılabileceğine ve ideal yönetimi onların elinde bulaca
ğına inanıyordu. Balkan savaşının en civcivli ve sonuca
— 87 —
doğru giden bir zamanında Sadrazam olmuştu. Edirne’nin
Enver Paşa’ea Bulgarlardan geri almışı ve Balkan savaşı
nın ikinci yarısının bize gülümsediği iyiliğe doğru giden
günlerde muhaliflerin kiraladığı iki kaatil, koca askeri Be
yazıt meydanında otomobilinin içinde kurşunlarla delik
deşik etti. Bu komiteciliği yapanların Prens Sabahattin’in
örgütünden olduğu söylenmişse de yakalanan kaatillerin
Hürriyet ve İtilâf Partisi’nin adamları olduğu meydana
çıkmıştı. Böylece Hürriyet ve İtilâfçılar biraz da Prens
Sabahattİn’ciler Babıâli baskınının, Nâzım Paşanın öldü
rülüşünün ve Kâmil Paşanın Sadaretten kovuluşunun öcii-
jıü almışlardı. Yansız olarak nitelenen Kâmil Paşa, Prens
Sabahattin’cilerin yoğun propagandası sonucunda o ma
kama getirilmişti.
Mahmut Şevket Paşanın öldürülmesi Enver Paşa’mn
işine yaramış, yeni kurulan İttihatçı kabinede Harbiye
Nazırı olmuştu. Bu göreve atanan Enver Paşa, İlulıai ve
Terakki’nin genel merkez üyeliğinden ayrılmak zorunday
dı. Bu işin görüşüldüğü toplantı dağıldığı sırada Doktor
Nâzım bey, yarı şaka - yan ciddi Enver Paşa’ya şöyle
demişti:
— Bu vaziyet böyle devanı ederse seni de belki vu
rurlar. Bari şimdiden bir halef tayin et-
Enver Paşa’nm verdiği yanıt şu olmuştu:
— Mustafa Kemal!
Aynı Enver Paşa, Mustafa Kemal’i Yıldırım Ordu
ları Grup Kumandanlığına gönderdiğinde aynı Doktor
Nâzım'ın şöyle bir uyarmasiyle karşılaşacak:
— Mustafa Kemal’i bu orduya gönderme, sonra başı
mıza belâ olur.
Enver Paşa da ona şunu diyecekti:
— Ne çare ki ondan büyük kumandan bulamıyorum!
Birinci Dünya Savaşı hazırlıkları durmadan yapılıyor
ve savaş, dev adımlariyle ilerliyordu. Alman İmparatoru
Wilhelm, yakm adamı Enver bey eliyle Türk ordusunun
kilit noktalarına değerli Alman kumandanlar yerleştir
meğe .başlamıştı. Mustafa Kemal, sonraları birçok kez ka~
— 88 —
der beraberliği yaptığı Liman Von Sanders’in Önemli bir
askerî heyetin başında Türkiye'ye geldiğini ve bir ordu
müfettişliğine atandığını öğrenmiş ve küplere binmişti.
Goltz Paşa, Karadeniz Kolordusu Kumandanlığına, Albay
Von Iressenstein Kurmay Başkanı olarak Cemal Paşanın
yanma, Bronsart Von Schellendorff teknik müşavir olarak'
Enver Paşanın yanma yerleşmişti.
1913 yılının sonları gelmişti. Wi!helm, savaş patlar
patlamaz Türkiye’yi yerinden oynatacak manivelayı mem
leketin altına yerleştirmiş, bıyıklarını burarak sevinçle gü
lümsüyordu.
Mustafa Kemal, Fethi beyle kader ortaklığını sürdürüp
gidiyordu. İttihat ve Terakki’nin genel sekreterliğini ya
pıyordu- Partiyi ele alınca sıkı bir disiplin kurmuştu.
Partiyi herkesin rastgele at oynattığı bir meydan olmak
tan kurtarmış ve toplu bir güç haline getirmişti. Partinin
genç elemanlarına daha sempatik görünen bir adamdı ve
partinin üzerinde sözü geçen güçlü bir adam olarak diz
ginleri lonlamağn da başlamıştı.
Talât Paşa, partide kendisinden başka birinin böyle
tehlikeli bir güç sahibi olmasından ve elindeki genç ve de
ğerli partilileri birer koz olarak kullanmaya çalışmasın
dan kuşkulanmıştı. Gençler içinde en ataklardan biri olan
Yakup Cemil, onu bürosunda sıkıştırmış ve sanki ona ülti
matom vermişti. Bunların beyni Fethi ile Mustafa Kemal’
den başkası olamazdı. Bunun için bunların çaresine bak
mak gerekti. Talât Paşa, komploya benzeyen bu genç ele
manlar topluluğunu dağıtıp yerine tek başına partiyi yü
rütebilmek için davranıvermişti.
Enver Paşa’ya şöyle demişti:
— Bunlar devlet içinde devlet olmak istiyorlar. Ya
kup Cemil’in makamından bana bir ültimatom verişi, bir
meydan okuyuşu vardı, bir görmeliydin. Bu kadar pata
vatsızlık olur mu? Kaldı ki daha yapılacak çok işler var.
Şu kâğıda bir göz gezdir. Burada partimizin selâmeti nâ
mına derhal tekaüde şevkleri icap eden kimseler var.
Bunlardan biri Mustafa Kemal’dir- Ben, bu adamı hiç be
89 —
ğenmiyorum. Fırkanın her şeyine itiraz ediyor. Sonra İs
met bey (paşa), Albay Mahmut Kâmil Galip paşa; bun
lar kaldıkça ne sen ne biz hiçbir şey yapamayız. Bütün
bu tasfiyeler yapılmalı ki sen Harbiye Nazırı ben de Da
hiliye Nazırı olarak çalışabilelim.
Talât Paşa’nm, kimi değerli kumandanların emekliye
ayrılmalarım isteyen konuşması, her yandan duyulmuştu.
JBirgün Sapancalı Hakkı bey, Enver Paşa’nın karşısına di
kilmiş ve ondan bu işin aslını - astarını öğrenmek iste-
Inişti:
— Enver, senin için işittiklerim cidden feci, sen or
duyu gençleştirmek bahanesiyle önüne geleni tekaüde sevk
ediyormuşsun. Bu meyanda çok değerli erkânı askeriyenin
isimlerinden bahsediliyor. Mustafa Kemal’i, Galip Paşayı,
Miralay Mahmut Kâmil’i, Erkânı Harp Kaymakamı İsmet
beyi ilk hamlede sayıyorlar. Kuzum, bütün bu duydukla
rımız doğru mu?
— Hepsi yalan, hepsi uydurma. Vakıa ben Mustafa
Kemal’i sevmem, fakat, değerli bir asker olduğuna da ina
nırım. Diğerleri de yerleri kolay kolay doldurulamaya
cak kimselerdir. Mesele şu: Sana anlatayım da dinle. Ta
lât bey bana Harbiye Nazırlığı teklif ederken elinde bir
liste ile geldi. Bu isimler orada vardı. Bunlarla çalışamaz
sın; bunlar herşeye itiraz ederler; rahat olmak istiyorsan
bunları ordu kadrolarından uzaklaştır, tekaüde şevket »
Fakat muvaffak 'olamayacak, çünkü, bu zevatın hiçbirine
dokunulmayacak.
*
Balkan Savaşının dumanları artık tütmez olmuştu..
Balkanlardaki devletler hızlı bir kuruluş içindeydiler. Bul
garistan’la barış yapılmıştı. Sofya’ya bir elçi gönderilmesi
gerekiyordu. Talât Pasa, hemen birini huluvermişti. Bu
güzel sürgün yerine Ali Fethi’den başkası gönder ilemezdi.
Gerçi, Sait, Halim Paşanın kabinesinde Talât Paşa, salt
bir Dahiliye Nazırı ise de, İttihat ve Terakki’nin bütün
gücünü elinde topladığından Sadrazam ister istemez bü
— 90 —
tün önemli işlerde ona danışmak zorunda kalıyordu. Onun
kişiliğinde İttihat ve Terakki’nin dediği oluyordu.
Fethi beyin derleyip toplayarak gerçek bir güç haline
getirdiği partiye şimdi başlı başına Talât Paşa sahip ol
mak istiyordu. Onun amacı hem partinin hem de hüküme
tin en güçlü adamı olmaktı.
Talât Paşa kabine toplantısında bu atamayı haklı gös
termek için şu yolda savunmuştu:
— Bugünlerde Safya’ya tayin edeceğimiz sefir mesele
si fevkalâde mühim bir mesele halini almıştır. Bulgarlar
harbin birinci safhasını kazanmışlardır. Fakat, ikinci dev
resinde müttefiklerin ihanetine uğradılar. Biz de bu saye
de Edirne’yi istirdat ettik. Ancak, barıştan sonra Bulgar
ların bize karşı besleyeceği his mühimdir. Ben Bulgarları
yakından tanırım. Fırsat bulurlarsa intikam alırlar. Sofya
sefirliğine Fethi beyi namzet gösterirken en çok sevdiği
miz, itimadımız bulunan bir zatı sizlere göstermiş oluyo
ruz. Esasen evvelce de bunu düşünmüş ve bu hususta ko
nuşmuştuk.
Sadrazam Sait Halim Paşa, Talât Paşanın önerisini
ister istemez doğrulamış, Enver ve Cemal Paşaların da
aklı bu atamaya yatmakta gecikmemişti.
Böylece Fethi beyin genel merkezdeki büyük görevi
ne son verilmiş oluyordu.
Enver Paşanın zihninde de bu ara bir şimşek çakmış
tı. Kimbilir, bu belki de çok önceden çakmış bir şimşe
ğin aldatıcı parıltısıydı. Sözü Enver Paşa almış ve dü
şüncesinin doğrulanmasını istemişti:
— Biz, Harbiye Nezareti bakımından Sofya’ya, gü
zide bir erkanı harp zâbitini ateşemiliter olarak gönder
mek isteriz. Bulgarların hakiki maksadını sefirden ziyade
bize o bildirecektir. Arkadaşlarım muvaffık görürlerse
buraya hareket ordusunun Erkânı Harbiye reisini, Tobruk
.galibi Erkânı Harp binbaşısı Mustafa Kemal beyi müna
sip ğörüyoruz.
Talât Paşa, Enver’in amacım hemencecik anlamıştı.
Kendisi tehlikeli rakibi Fethi beyi nasıl yürütüyorsa En
— 91 —
ver de oldum olası sevmediği ve geçinemediği ezeli raki
bini bu fırsattan yararlanarak yürütmeye karar vermiş
görünüyordu.
İki iktidar sahibi, rakiplerini yürütmekte karşılıklı
anlaşmışlardı. Bıyık altından gülerek bu zaferlerini kut
ladılar. Talât Paşa doğrulamakta acele etmişti:
— Doğrusu fevkalâde bir tayin bu- Mustafa Kemal,
lisan bilir, zeki, kabiliyetli, mükemmel bir askerdir. Bun
dan daha iyisi can sağlığıdır. Sonra Fethi beyle de çok
eskiden beri arkadaştırlar. Gayet muvafıktır-
Kabine, bu iki atamayı toptan doğru bulmuştu. Mus
tafa Kemal’in Fethi beye, henüz üzerlerinde buram - bu
ram düşmanlık tüten bir memlekete bir an önce yollan
maktan başka yapacak iş kalmıyordu. Mustafa Kemal’le
Fethi bey, burda bir tek şeyle avunuyordu. Hiç olmazsa
iki kafadar, iki candan ve anlaşmış arkadaş bir zaman
için olsun yan yana düşmüşlerdi. Yalnız, olayların ala
bildiğine hızlandığı bir zamanda memleketten uzaklaştı
rılmanın korkunç üzüntüsünü bir gizli ur gibi içlerinde-
taşıyarak yola çıktılar.
*
Mustafa Kemal, Türklere karşı pek kanlı bir millî
kurtuluş savaşı vermiş olan Bulgaristan’a varınca doğru
Türk Elçiliğine gitti ve arkadaşı Fethi’den bir oda istedi.
Fethi bey Bulgaristan’daki bu görevine Mustafa Kemal’
den önce gitmişti.
— Yahu, dedi burası elçilik, sen git kendine yatıp
kalkacak başka bir yer bul.
En iyi, en içten arkadaşının bu acı sözleri, bütün öm
rü boyunca Mustafa Kemal’in kulaklarında çın - çın üte
cektir.
Mustafa Kemal, elindeki bavullariyle gidip Bulgar-
ya Oteîi’ne yerleşti. Sobranya’da hatırı sayılır kalabalık
ta bir Türk mebusları azınlığı vardı. Hemen onlarla ta
nışmak yolunu aradı ve bunlar arasında değerli dostlar
da edindi. Türk mebuslarla arkadaşlığı ilerletince o za
— 92 —
mana göre Bulgaristan’ın en modem oteli sayılan Splen-
dide Palas’a taşındı-
Bu otelde bir süre kaldıktan sonra burdan kurtulma-
nın çarelerini aramağa başlamıştı. Otel yaşayışında iste
diği huzur ve sessizliği bulamıyordu. Her saati ve her anı
resmî bir davranış isteyen otel yaşayışından bıkmış, usan-
mıştı. Kendisine huzur ve sessizlik içinde düşünmek ve din
lenmek olanağı bağışlayan evi, en sonra candan arkada
şı mebus Zümrezade Şakir beyin yardimiyle bulabildi. Bu
önü çiçek tarlalariyle süslü iki katlı güzel bir evdi. Mus
tafa Kemal, evi çok beğenmişti. Artık, burada sere serpe
uzanıp dinlenebilir ve yüksek sesle istediği gibi konuşabilir,
görüşebilirdi-
Ev için İstanbul’dan ödenek istedi ve Enver Paşa evin
döşenmesi için hemen üç yüz lira gönderdi. Bu para bile
evi oturulacak bir duruma getirmeğe yetmedikten başka
masraflara Şakir bey de yardım etmişti. Mustafa Ke
mal, böylece Şakir beyle birlikte bu eve yerleşti.
Evden en çok şunun için hoşlanıyordu, bir kez ev
Sofya’nın en yeni, en İşlek caddesinde, «Ferdinand Bul
varım üzerindeydi. Sonra, gerek kralın sarayına gerekse
Bulgar Millî Meclisi «Sopranyamya pek yakın bir yerdey
di. Hayvanat bahçesi de evin yöresindeydi. İri yarı çam
yarması gibi bir adam olan Adliye Nazırı Popof, Musta
fa Kemal’in yakın komşularmdandı. Evin demir parmak
lıkları kaim ve sağlamdı. Yoksa bu netameli Balkan
memleketinde sudan ucuz olan dirim, başka türlü koru
namaz ve İnsan gece yatak odasında gönül rahatlığiyle
yatıp uyuyamazdı.
Mustafa Kemal, çalışma odasını kalın perdelerle loş
bir hale getirmiş, dışarının gürültüsünü elden geldiğince
azaltmağa çalışmıştı. Kocaman bir masanın çevresindeki
rahat koltuklar, duvardaki haritalar ve tablolar odanın,
göze çarpan başlıca eşyasıydı.
îlk günler ve aylarda yabancı bir memleketteki yal
nızlığım, birinci sınıf birahanelerde ve çalgılı gazinolarda
gidermeğe çalışmıştı.
— 93 —
Bulgaristan'ın sert kışı, onu nasıl birahanelerin du
manlı havasına sürüklüyorsa pek güzel ilkbahar ve yaz
aylarının zengin doğal güzellikleri de sık sık arkadaşla-
riyle Boris Parkı'na ve Çamkoru gezinti yerine çağırıyor
du.
Mustafa ^Kemal’i Sofya’da ilk anda etkileyen çok Ö-
nemli bir olay geçmişti. Henüz Bulgaristan’ın bir hafta
lık konuğu iken Bulgar aydınlarını heyecana getiren mut
lu bir olay onu da büyük bir heyecana ve şaşkınlığa dü
şürmüştü: Bulgaristan'ın ilk operası açılmak üzereydi ve
oynanacak Opera yapıtı da tanınmış Karmen Operasıydı.
Millî Kurtuluş savaşını daha yeni yapmış, yüzlerce yıl
süren kölelikten yeni kurtulmuş bir memlekette ilk ope
ranın açılması ne demekti? Onun bu şaşkınlığı süredur-
sun bir yandan da ilk açılış gecesi için harıl - harıl bir
koltuk aramağa başlamıştı. Bulana aşk olsun! Bulgaris
tan’ın bir haftalık konuğunu kim tanır, kim düşünürdü?
Yine imdat Ziimrezade Şakir beyden geldi. Maarif encü
meninde üye olan Şakir bey, iki koltuk bulabilmek muci
zesini göstermişti.
Mustafa Kemal, operanın bu gala gecesine gereken
Önemi vermek için üstüne tıpatıp gelen ve sarışın yüzü ve
altın sarısı saçlariyle çok tatlı bir kontrast yapan parlak
smokini giymişti.
Şakir beyle Operaya vardıklarında perdenin açılma
sına yirmi dakika kalmıştı.
Birinci perdeden sonra Opera alkıştan yıkılmıştı. Mus
tafa Kemal, yaşayışında hiçbir şey için eline kolay ko
lay alkış görevi gordürmemişken Primadonna Profola’-
yı bol bol ve heyecanla alkışladı. Ruhunun derinliklerinde
biraz kıskanmaya daha çok imrenmeye benzeyen tedirgin
edici bir ateş yanıyordu. Zavallı Türkiye kimbilir daha
nice zamanlar bu güzel ve uygar eğlenceden yoksun ka
lacaktı? Aralıkta Kral Ferdinand’m yanından gelen bir
yaver, Türk elçisiyle ateşemiliterini locaya çağırdı.
Fethi beyle Mustafa Kemal, kralın locasına vardıkla
rında saçlarına biraz kır düşmüş uzun boylu, sakallı ve
— 94 —
tatlı bakışlı bir adamla karşılaştılar. Açık ve güzel bir tu
valet giyiniş olan Kraliçe, onun sağında oturmuştu. Gelen
leri tatlı gülümseyişiyle karşıladı.
Kral gelenekten olarak her ikisine de tatlı ve nazik
sözler söyledi, sonra yüzünde bir kültür zaferinin mimik
leriyle her ikisine de şöyle sordu:
— Artistleri nasıl buldunuz?
Mustafa Kemal sözcüklerini kolayca buldu ve rahat
ça söyledi:
— Fevkalâde ekselans, hakikaten fevkalâde!
, Ne var ki sözünü bitirir bitirmez yaptığı büyük gafı
hemen anladı. «Sör* diyecek yerde koca bir krala ekse
lans demişti. Bunu Alman İmparatoru Wilhelm’e karşı
b ir daha tekrarlayacak ve bir kez daha sıkılacaktır.
Mustafa Kemal yerine oturduktan sonra perdeler açı
lıp perdeler kapanmıştı; ona bir dalgınlık, bir efkarlan
ma gelmişti. Sahneye yağan çiçeklerin arasından artist
leri silik hayaletler gibi görüyordu. Bu gala gecesi, onun
eski üzüntülerini daha derinden depreştirmiş ti. Ufukların
da yüzlerce yıldır yalnız gök gürültüsü gibi kös sesleri
duyulmuş bir memleketin çocuğu olarak üzülüyordu. Bu
memleketin çocukları, köslerin coşturucu gürültüleri' için
de yeni ufuklara ilerlerken kültür alanında ya yerlerinde
sayıyor ya da geriliyorlardı.
Operadan çıktıklarında Mustafa Kemal, hâlâ kendi
ni bir düşte sanıyordu. Zümrezade Şakir bey, Bulgarya
Otelinin salonlarında bir supe hazırlatmıştı- Operadan
çıktıklarında General Kovaçef, General Fiçev ve Mebus
lardan Totefle beraber oraya gittiler.
Salona girdiğinde Mustafa Kemal, artık operadaki o
hırsından ve üzüntüsünden kendi kendini yiyen dalgın
ve somurtkan adam değildi. Gözlerinin mavisi üzerinde
sevinç, mutluluk ve umursamazlık pırıltıları şehrayin ya
pıyordu. Şundan ki masada karşısında Balkan güzellikle
rinden parlak ve sıcak bir demet oturuyordu:
General Kovaçef'in pek güzel kızı Mara, o akşam bü
yülü güzelliğinin yıldırımiyle onu bir anda çarpı vermişti-
— 95 —
Bulgarlar, Mustafa Kemal’i bu gece büsbütün fethetmişti.
Gece saat ikide Splendide Palas’a döndüler. Şakir bey,
ayni kattaki odasına çekilmişti, Mustafa Kemal’se dop-
doluydu, dertleşmek istiyordu, dertleri yeniden depreş
mişti.
Ayaklan odasına doğru zorla sürükleniyordu. Oda
sında üç aşağı - beş yukarı dolaşıp duruyor, konuşmak
durmadan konuşmak istiyordu- Bir türlü soyunup yatağına
giremiyordu. En sonra odadan çıktı. Şakir beyin odasının
kapısını çalmağa başladı. İçkili ve yorgun arkadaşı derin
uykulardaydı.. Kapıyı daha şiddetle gümleterek çaldı...
içerden korkulu bir ses:
— Kim o? Diye sordu.
— Benim Şakir, uyudun muydu?
Saat ikide rastgele kapı açılamazdı- Yalnız, Mustafa
Kemal’in sesi Şakir beyi rahatlatmıştı.
Şakir bey, kapıyı açtı, karşısında gecelik kılığiyle Mus
tafa Kemal’i görünce şaşırmıştı. Acaba bir şey mi ol
muştu?
— Uyku tutmadı, biraz konuşalım diyerek geldim, Şa
kir!
Oturdular. Şakir bey, Mustafa Kemal’in alnında endi
şeden çok sakin düşünce kırışıklıkları görmüştü.
Şehla gözleriyle uzak boşluğa bakar gibi arkadaşının
yüzüne bakarak söze başladı:
Şakir kim ne derse desin, şimdi Balkan harbinde mağ
lup olmamızın sebebini daha iyi anlıyorum. Ben bu adam
ları çoban diye bilirdim. Halbuki, baksana Operaları bile
var. Operada oynayacak sahne sanatkârları, müzisyenleri,
dekoratörleri, hepsi yetişmiş. Opera binası dahi yapmış
lar.
Mustafa Kemal'in Öyle bir hali vardı ki, dokunsalar ağ
layacaktı. Başını sallayarak:
— Ah dedi, bizim memleketimiz acaba operaya ka
vuşacağı günleri görecek mi? Bir gün o seviyeye çıkabi
lecek miyiz?
iki arkadaş Bulgarların nasıl olup da bu düzeye ulaş
tıklarının nedenleri üzerinde bir süre daha konuştular.
Mustafa Kemal odasına döndüğünde sabah horozları b ir
birlerine karşılık vererek ötüşüyorlardı. Bu gece yeni bir
şey öğrenmiş olarak başını yastığa koymuştu. Avrupalı
laşmak, Türk kalarak sonuna dek Avrupalılaşmak gere
kiyordu. Şakir beyin odasından çıkarken artık birkaç saat
o.ıceki mutsuzluğundan bîr iz yoktu- Şimdi, gerek içi, ge
rek dışı, bir karara varmış insanların rahatlığıyle doluy
du...
*
— 98 —
üzerine yürüyerek Hareket Ordusu’na katılmış olduğu için
de Türklerce daha yakından tanınmıştı. Federal Makedon
ya hizbinin lideriydi.
Mustafa Kemah burada Makedonya komitesinin sıkı
dostlariyle çoğu zaman Batenberg birahanesinde, ya da
Kova Amarıka çalgılı gazinozunda buluşuyor, hem konu
şuyor, hem de kafaları tütsülüyorlardı.
Kimi akşamlar, bu komiteci dostlardan biri Mustafa
Kemal’in kulağına eyilerek şöyle bir sır fısıldıyordu.
— Bu akşam şu semtten geçmeyiniz, binbaşım. Ora
da temizlik yapılacak.
Gerçekten de ertesi gün o sokakta işlenmiş korkunç
bir cinayeti gazeteler ballandıra - ballandıra yazmaktay
dılar.
Sofya polisi, bu siyasal cinayetlere karışmamayı mes
leğine daha uygun bulduğundan öldürülen kimse kim vur-
duya gidiyordu. Oysa herkes, bu igi yapanları aşağı - yu
karı bilmekteydi.
Makedonya İhtilâl Komitesi, Mustafa Kemal’in başı
nın üzerinde gezinen tehlikeleri sezerek onu evinin kalın
demir çubuklarla Örtülü pencerelerinden daha iyi koruyor
du...
id e, Mustafa Kemal’in general Prologerof ve Voy
voda ile oturduğu masanın çevresinde de böyle tehlike
lerden biıi belirmiş ve Mustafa Kemal’in atak bakışları
bu tehlikeyi hemen kavroyıvermişti.
Üç ahbabın masalarından birkaç masa ötedeki bir
masada iri yarı bir adamla birkaç kişi oturmuş, içiyor ve
bu adam, Mustafa Kemal’i göz hapsine almış, yer gibi ona
bakıyordu.
Mustafa Kemal, Protogerofun kulağına edildi:
— Genaral, dedi, şu karşıdaki masada oturan başı
kalpaklı adamı tanıyor musunuz? Kıyafeti Makedonya
lIya benziyor.
General dikkatle gösterilen adama bakarak:
— Evet, dedi. Bizim komiteden.
— Eh, mesele yok Öyleyse.
99 —
— Yoo, bizim komiteden ama bize muhalif. H attâ
bir süre var kİ, konuşmuyoruz. Muhtariyetçi o. Bana düş
man sanki. Ne var, niye dikkatinizi çekti?
— Benden hoşnanmamış gibi bakıyor da.
— Herhalde benimle aynı masada oturmanıza içerîe-
miştir. Sizi tanıyor olmalı.
Bu Sofya Hâl’inde toptan turşu alım - satımı yapan
zengin bir tüccardı ve gerçekten de Mustafa Kemal’i ta
nıyor d u-
Kafayı adamakıllı çeken turşu tüccarı, Mutafa Ke
mal’in masasına lâf atmağa, işi azıtmağa başlamıştı. Dur
madan domuz gibi homurdanıyordu.
Genaral Protogerof’un kafası kızmıştı; bir olay, çık
ması an sorunuydu- Yalnız, Mustafa Kemal, böyle bir
skandali istemediğinden arkadaşlarının öfkesini dindirme
ğe çalışıyordu.
Mustafa Kemal’in soğukkanlılığı ve akıllıca davranı
şı hiçbir işe yaramamıştı. Meydan okumaya bir karşılık
göremeyen turşu tüccarı, elindeki bira şişesini bütün gü
cüyle Mustafa Kemal’e fırlattı.
Bira şişesi, Mustafa Kemal’i hafifçe sıyırmış ve pen
cerenin camlarını büyük bir şangırtıyla parçalayarak so
kağa düşmüştü.
Eski iki azılı komiteci olan General Protogerof’la
Voyvoda yerlerinde fırladı. Yeni bir saldırıya karsı he
men davranıvermişlerdi. Protogerof un eli şimşek gibi ta
bancasını bulmuştu. Bir anda bütün masadakileri delik
deşik etmek için tetiği kurcalayan parmaklarının davra
nışını, Mustafa Kemal, koluna asılarak durduruverdi. Karşı
masadakiler de silâhlarına davranmışlardı- Bur da öldür
mek de vardı, ölmek de... Mustafa Kemal:
— General, çıkalım, dedi.
Kalktılar. Caddeye çıktıklarında Protogerof Öfkeli:
— Binbaşım dedi, Niye elimi tuttunuz sanki? Herifi
temizleseydim de aniasaydı size hakaretin cezasın-.
Mustafa Kemal, ona bunun kendisi için siva«al bir
skandal olacağını kaba bir Makedonya şivesiyle anlatma
— 100 —
ğa çalıştıysa da Protogerofun öfkesi geçmemişti:
— Bu, onun yanma kalmayacak! dedi.
Mustafa Kemal, turşu tüccarlarının canının cehenne
me yolcu olacağını hemen anladıysa da yine işi şakaya vu
rarak anlamamazlıktan geldi:
— idam cezası mı verdiniz yoksa, genaralim? Diye
sordu.
Protogerof, hiç de şakaya kaçmayan bir tonla:
— Evet, dedi.
O gün, MakedonyalI ahbapları kendisine şişe fırla
tan turşu tüccarının Pozitano sokağında öldürüldüğü ha
berini Mustafa Kemal’e ilettiler.
Mustafa Kemal, Pozitano sokağı cinayetini gazete
lerde okumuş ve Protogerofun şaka ile işi olmadığını bir
kez daha anlamıştı.
A
Makedonya Komitesinin başkanlarından ve gerek Mus
tafa Kemal’in gerekse Türklerin gerçek dostu Dimo Aç-
kof bir gün heyecanla Mustafa Kemal’in yanına gelerek
ona berbat bir haber vermişti.
Açkof, avukattı. Radoslavof Partisinden mebus çık
mıştı. Mustafa Kemal’le dostluğu gerilere dek uzanıyor
du. Daha Osmanlı döneminden: Pirlepe ve Manastır’dan
tanışıyorlardı.
Türk elçiliğinde Mustafa Kemal’i bulan Açkof hemen
boş bir odaya çekilerek baş - başa konuşmaları gerekti
ğini söyledi. Böyle bir odada yalnız kaldıklarında hemen
cebinden bir mektup çıkarıp Mustafa Kemal’e uzatmıştı.
Mektup Makedonya Komitesinin Filibe şubesinden geliyor
du. Bundan Mustafa Kemal’i öldürmek için düzen alındığı
bildiriliyordu. Suikasti hazırlayan Trakya Komitesiydi.
Suikasti yapacak olan Naşef’ti. Bu adam Edirne’deki
Bulgar okulunun Öğretmenlerindendi. Aynı zamanda
Edirne’deki Bulgar istibarat servisinin de şefliğinde bu
lunmuştu. Enver Paşa ordusu Edirneyi geri alınca Sofya’
ya kaçmış ve bu hınçla Trakya komitesini kurmuştu.
— 101 —
Korkunç öç gününü bekliyerek Bulgaristan’ın öç hırsım
kamçılıyordu.
Suikast, Sofya’da yapılacaktı- Mektup, inceden inceye
bilgi veriyordu. Mustafa Kemal, Açkofun yüzündeki kay-
gudan pirelenin işti- Bu işte, yabana atılmayacak bir ger
çek korkusu vardı. Bir an önce alınacak düzeni almak, el
bette en akıllıca işti.
Mustafa Kemal, evine gidip gelirken dikkatle yolları
dikizliyor ve evin çevresinde kıpırdayan gölgelere hep o-
lumsuz anlamlar vererek tetikte bulunuyordu. Tabancası
yastığının altında, uyku sersemi, elini atsa bulabileceği
bir yerdeydi. Balkan komitecileri eskidenberi cinayetlerini
hep kahpece işliyorlardı. Nerden gelip nerden vuracakları
nı bilmek her zaman bir giz olarak kalıyordu-
Mektubun gelişinden bir iki gün sonraydı ki, Mustafa
Kemal’in gözlerine evin karşismda nöbet tutar gibi dola
şan iki gölge ilişti. Demek ki evini göz hapsine almışlar,
atacakları kurşunun, ya da savuracakları bombanın vakit
ve saatini bekliyorlardı.
İşin ciddiye bindiğini gören Mustafa Kemal, elçi Ali
Fcüıi beye açıldı. Elçi, buna gerçekten pek sinirlendi:
— Dur hele sen, dedi. Onlara bir oyun edeyim de al
tından kalkamasınlar-
— Ne yapmak fikrindesiıı?
— Ne faydası var?
— Bak görürsün.
— 102 —
— Buyrun, oturun, bendeni2im.
— Ben Sadık - İstanbul’dan geliyorum. Cemal bey bu
nu size yolladı.
Bunu söylerken cebinden çıkardığı bir mektubu E t
hem beye uzatmıştı. Bu mektup İstanbul muhafızı sakallı
Cemal bey (paşa) dan geliyordu.
Mektupta Mustafa Kemal’e yapılmak istenen suikast
ın İstanbul'ca haber alındığım ve bunun önlenmesi için
hemen harekete geçildiğini ve bu iş için de ünlü «Bulgar»
Sadık’m gönderildiğini yazıyordu* Trakya Komitesi Lider
lerinden ikisi öldürülecekti. Gerek kendisini gerekse Ta
lât beyin Sadık beye bütün bir güvenleri olduğunu söy
lüyordu.-
O zaman Ethem Ruhi bey, karşısında oturan ciddi
yüzlü adama biraz ürperti, biraz sempati ile bakarak. «De
mek o meşhur Bulgar Sadık bu imiş!» diye düşündü.
Ethem Ruhi bey, Sadık beyden kendisine ne gibi yar
dımı dokunabileceğini sordu. Bulgar Sadık, ondan gerekli
biraz bilgi istedi ve hazırlıklarını bütünlüyerek iki gün
sonra ortadan sır oldu.
Ethem Ruhi bey, bu korkunç komitecinin serüven
lerini şöyle - böyle hep dinlemişti. Kendisi de aslında bir
komiteci olduğundan Bulgar Sadık’m serüvenlerini öğren
mek daha kolay olmuştu. Bulgar Sadık, Hürriyetin ilâ
nından beri Ittihak ve Terâkki’nin baş fedaisiydi. Ve kor
kunç işler başarmaktaydı.
Ethem Ruhi, onun birden bire ortadan kayboluşun
dan sonra bir çeşit iç tedirginliğiyle sonucu beklemeğe
başlamıştı. İşin ucunda kan vardı. Onu kaygulandıran da
buydu.
O, böyle üzüntü ve merak içinde beklemekteyken bir
gün akşamüstü alacakaranlıkta Bulgar Sadık’m Balkan
gazetesi idarehanesine girdiğini gördü. Ethem beyin eli
ni sıkarak karşısına oturan Bulgar Sadık, henüz onun bir
şey sormasına meydan vermeden:
— Beyim, dedi, benim işim tamam. Artık, İstanbul’a
dönüyorum, hakkını helâl et.
— 103 —
Ruhi bey, meraktan ça'lıyordu. Bu mühiş adamın
ağzından bir iki lâf olsun almak istiyordu. Biraz bir şey
ler anlatmasını istediyse de Bulgar Sadık sapma dek ko
miteciydi*.
— Kokusu nasıl olsa çıkar, öğrenirsin!
Diyerek onun elini sıktı ve idarehaneden geldiğini
gibi çıkıp gitti.
*
Bulgar ve Türk gazeteleri üç gün sonra işlenen kor
kunç cinayeti yazdılar. Trakya Komitesinin iki lideri, tıp
kı öteki cinayetlerde olduğu gibi, kim vurduya gitmişti.
Bövlece Mustafa Kemal’in evinin karşısında nöbet
bekliyen iki komiteci de yok olmuştu.
Bulgar Sadık, Ruhi beyin yanından ayrıldıktan son
ra Bulgar kalabalığına karışmıştı. Trakya göçmenlerini
ve bunların ihtilâl komitesi üyelerini bulmak onun için
çocuk oyuncağı gibi bir şey olmuştu. Zaten kendisi de
Bulgar olduğundan hiç kimse kendisinden kuşkulanma
mıştı. Üstelik, kendini bir Trakya göçmeni olarak da ta
nıtmıştı. Bütün korkusu eski korkunç komitecilik döne
minden kendisini tanıyanlarla karşılaşmaktı. Tehlike ile
karşılaşmadan Mustafa Kemal’e kıymağa hazırlanan cel
lâtları bulmuş ve ikisini de yaşayanlar arasından uzak
laştırmıştı. Etlıem Ruhi bey, yıllarca sonra bu olayın kah
ramanını şöyle anlatıyordu: «Hayatımda birçok cinayet
ler gördüm. Komiteciler arasında bulundum. Fakat, bu Sa
rf k bey gibisini ne gördüm, ne de işittim. Çok tetik, kur
naz, zeki ve cesur bir cellâttı.»
*
Mustafa Kemal, bir gün her zaman olduğu gibi ya
nında Alp adlı iri köpeği olarak trenle Filibe’ye gidiyor
du. Üzerinde Çetine, Bükreş ve Belgrad ek ateşem ili ter
likleri de vardı. Birinci Dünya Savaşı yaklaştıkça Avru
pa ulusları, ordularına çeki düzen vermeğe ve onları stra
tejik noktalara yerleştirmeğe başlamışlardı. Bulgaristan,
— 104 —
Türkiye için şu sırada koskocaman bir soru işaretinden
başka bir şey değildi. Bunun için Mustafa Kemal'e çok iş
düşüyordu. Bulgar ordusunun memlekete dağılışını yakın
dan görmek için sık - sık geziler yapıyordu. İşte, bir Türk
çoğunluğu ile göze çarpan Filibe’ye gidişi de salt bu amaç
la idi. Filibe garına vardığında ağır ağır doğruımuş, va
gonun açık penceresinden dışarı bir göz atmış, bir anda
binlerce Türk’ün birden:
— Mustafa Kemal!
— Yaşa Türk!
— Kemal!
Sesleri kulaklarını çınlatınca şaşırmıştı. Şaşırdığı ka
dar da sevinmişti. Demek ki onun Filibe’ye gideceğini ha
ber almışlar ve böyle bir karşılama töreni yapmışlardı -
Kentin ileri gelen Türklerî, ayağmı değdirmeden onu
aldıkları gibi Filibe’nin en büyük ve lüks oteli olan (Molle
o teli) ne götürdüler. Mustafa Kemal için bu otelin en lüks
dairesi ayrılmıştı. O gece bu otelin büyük salonunda onu
btiyük bir şölen de bekliyordu. Filibe Valisiyle askerî ku
mandan ve Belediye Başkanınm da bulunduğu şölende
Mustafa Kemal, o akşam ırktaşlarının garda başlayan sev
gi gösterileri onu da coşturmuştu. Yüzünden ve davra
nışlarından iyimserlik akıyordu. Bunun İçin de çok konu
şuyor, gülüyor, nükteler savuruyor ve öğütler veriyordu.
Yemek bitmiş, bütün çağrılanlar rahatçrt salonun du
varları boyunca sıralanmış sedirlere ve minderlere ku
rulmuşlardı. Mustafa Kemal, hâlâ konuşuyor ve kalaba
lık, yüzleri sevinçten parlayarak onu dinliyordu. O Fi
libe’ye gelirken aklında bir de «Fes ve Şapka» sorunu var
dı. Bu işi kışkırtanlarla yüz yüze gelip herkesin içinde
konuşmak ve onları azarlamak istiyordu. Şimdi de sıra-
sıydı. Bu işi körükleyen ve çığrından çıkaran, Bulgaris
tan’da bir milyon iki yüz bin Türk arasında bir sorun ha
line getiren Balkan gazetesi sahibi Ethem bey de hazır
karşısındaydı. Evet, ona şuracıkta fikirce bir meydan da
yağı atmanın sırasıydı. Bu iş de böylece çözümlenir bi
ter giderdi.
*
— 105 —
Mustafa Kemal, Sofya'ya ayak bastıktan sonra ilk
işi, Türkçe yayınlanan gazetelerle ilgilenmek olmuştu. Bu
gazetelerden en Önemlileri Ethem Ruhi beyin günlük «Bal
kan» gazetesiyle, Sofya’da yayınlanan Ahmet Fazıl beyin
«Türk Sadası» gazetesiydi- Ethem Ruhi bey, gazetesi
ni Filibe’de çıkarıyor ve bunda coşkun ve sert yazılar ya
zıyordu. işlediği konular hep güçlü Türk azınlığının hak
larıydı. Onun koruyucıısuydu. Bu işi yaparken de gözü
nü daldan - budaktan sakınmıyordu. Mustafa Kemal, bu
iki önemli gazeteyi dc kontrol altına almak ve daha ya
rarlı olmaları için daha disiplinli çalışmalarım istemişti.
Hele Sofya’da çıkmakta olan «Türk Sedası» gazetesini
büsbütün kontrolü altına almıştı. Gazeteye girecek yazı
lar bile her sabah onun Ferdİnani caddesi üzerindeki evin
de sansüre tabi tutuluyordu. O sırada Edirne’de okuyan
Arif Oruç’un gönderdiği yazılar, hergün bu gazetede baş
makale olarak çıkıyordu. Mustafa Kemal, Arif Oruç’un
yazılarını da her sabah alıyor, gözden geçiriyor, sivri ve
gereksiz yanlarını atıyor, gereğince eklemeler yapıyor,
yine getiren çocukla matbaaya gönderiyordu- Bu demek
ti ki «Türk Sedası» gazetesinde Mustafa Kemal’in doğru
bulmadığı hiçbir düşünce yer alamaz, hiç bir yazı çıka
mazdı. Ethem Ruhi beyin Filibe’de çıkardığı Balkan ga
zetesi ise daha serbest bir hava içinde çıkıyordu. Ruhi
bey, orda keyfince yazılar yazıp tozu dumana katıyor,
böylece kimi zaman haklarım korumağa çalıştığı Türk-
leri kırıyor, kimi zaman da Mustafa Kemal’le üzerinde
anlaştıkları prensiplere aykırı şeyler yazıyordu. Hele son
günlerde Fethi beyle Mustafa Kemal’in giydikleri şapka
işini, küçük bir kalabalık bilmekte ve yermekte iken bu
nu gazetesinde makale konusu yapmış, bütün Bulgaristan
Türklerine duyurmuş ve içinden çıkılmaz bir iş haline ge
tirmişti. işte, Mustafa Kemal, Filibe’ye giderken bu so
runu da çözümlemeğe niyetliydi. Ethem Ruhi bey, bir İs
tanbul çocuğuydu. Jön türktü. Bu yüzden Avrupa’da sür
tüp durmuştu.
Tıbbiye’de ittihat ve Terâkkinin ilk çekirdeğini mey
— 106 —
dana getirenlerden biri de Karagümrüklü Ethem Ruhi
beydi. Tıbbiye, üç yıl ihtilâlci düşüncenin merkezi olarak
kalmıştı-
istibdat karanlık bir döneme girmişti. Yalnız, düşün
ce ve romantik örgütlerle istibdadın hakkından gelineme
yeceğine inanan Ethem Ruhi bey, işi terörcülüğe ve sa
botaja dökmeğe karar vermişti. Kurulacak terör örgüt
leriyle ve çok sert bir balkan komiteriliğiyie istibdadı
durmadan vurmak ve yıldırmak gerekiyordu. Bunun için
£id!p Bulgaristan’da Filibe’ye yerleşmiş, hem basın hem
de komitccilik yoluyla istibdadı hırpalama işine girişmiş
ti. işte, Ethem Ruhi bey İstibdat devrildikten sonra da
hurda çalışmayı uygun bulmuştu.
Bulgaristan’da gazete çıkarırken mebus olmuş, Türk
Oku’înn Genel .Müfettişliğinde bulunmuştu. Bu çok kez
riyasal nedenlerle hapse atılmış, ileri düşünceli, yobazlık
tan uzak bir aydındı. Böyle olduğu halde yobazlığa giden
bîr fikri savunur duruma ve Mustafa Kemal’le bu yüzden
çelişmeye düşmüştü.
iki Avnıpalı kafa taşıyan elci Ali Fethi beyle Mus-
t.ri'a K’-'mal, Bulgaristan’da şapka giymeğe başlamışlar
dı. AH Fethi beyin, resmî ziyaretlerde, hattâ özel gezin
tilerde bile başında şapka bulunduğu dillere destan olmuş
tu. Sofya’daki Türkler onu kınıyorlardı. Onun şapka giy
mesi yetmiyormuş gibi genç Türk ateşesi Mustafa Ke
mal de sivil giyindiğinde hep şapka giyiyor ve Boris Par
kı’» da dostlariyle gezip dolaşırken gösteriş yapar gibi şap
kayı başından çıkarmıyordu.
Hayır, böyle bir şey olamazdı. Türkler Müslümanth
ve bu gâvur icadını hiçbir vakit başlarına koyamazlardı;
neuzubillâh kâfir olurlardı- Sonra hem koca Osmanlı Dev
letinin temsilcilerinin bu mel’un serpuşu giymeleri dine,
Allah’a meydan okumak değil de neydi?
Bir Müslüman elçi, başına şapka giyemezdi. Ethem
Ruhi bey, ufaktan başlayan bu dedikoduya kendisi de ka
rışmış ve bu uğurda makaleler döşenmeğe başlamıştı. Bu
makalelerden sonra Fethi beyle Mustafa Kemal’in çevre
— 107 —
sinde incinmiş ve asık Müslüman yüzlerinden bir du^ar
meydana gelmişti-
ÎŞte, Mustafa Kemal, Filibe’ye doğru yola çıktığında
biraz da Ethem Ruhi beyden, işlediği bu büyük suçun acı
sını çıkarmağa gidiyordu.
Mustafa Kemal’in fese karşı duyduğu düşmanlık ye
ni değildi. Kolağalığı zamanında, bütün akranları gibi kır
mızı fes giyiyordu, işte, bu devrede Avrupa’da başından
geçen iki olay onu fese, bu aşağılık başörtüsüne düşman
etmişti:
*
Mustafa Kemal Viyana’da ve Paris’te caddelerden ge
çerken, başındaki kıpkırmızı ciğer gibi fesi gören Avru
pa çocukları önce şaşırmışlar, sonra bunu komik bularak
gülmeğe başlamışlar kahkahalar atarak, bağırıp çağırarak
onu rezil etmişlerdi.
Mustafa Kemal, o giin, bugün bu rezil serpuştan tik
siniyordu.
İşte, bu şapka - fes işine, dedikodunun gözünde bir
son verebilmek için, daha çok Ethem Ruhi beye bakarak
şöyle konuştu:
— Efendiler, devlet-i âliye’nin vaziyetindeki nezaket
malum-u âlinizdir. Bugünlerde hepimiz elbirliğiyle devle
te yardım etmekle mükellefiz- Ben, resmi bir memur ola
rak vazifemi yaparken sîzlerin de müzaheretinizi talep,
ederim. Fakat, bu husus göz önünde bulundurulmuyor.
Bir müddetten beri bir fes meselesi zuhur etti. Böyle bir
münakaşaya girişmek abes, abes olduğu kadar da tehli
kelidir. Fes veya Şapka veya Kalpak hangisi olursa ol
sun, mesele bunda değildir. Hepimiz el-ele vererek dev
letimizin menafii için çalışmalıyız. Bu cihetle böyle müna
kaşalardan içtinap edilmesi kanaatindeyim.
Bunları söyledikten sonra fesle şapkanın mukayese
sini yaptı; fesin tarihçesi üzerinde bilgi vererek bunun
Müslümanlık ve Türklükle hiçbir ilgisi olmadığını ve ola
mayacağını tok sesi ve keskin mantığiyle açıklamaya ça
lıştı. Bu arada Ethem Ruhi beye de, hazırladığı iğneler
— 108 —
den bir haylisini saplamaktan geri durmadı. Ona öğütler
verdi. Küçük bir sorunu bir gericilik olayı halinde hortla
tan onun düşüncesiz kalemiydi.
Açıklamasını yaptıktan sonra sözlerinin doğrulanaca
ğım umarak dinleyicilerin yüzünde gözlerini gezdirince
şaşırdı. Sarıklı, külâhlı, fesli bu temiz, ne yazık ki cahil
Rumeli çocukları, başları önlerine eğik gözleri yerde, dilsiz
ve hareketsiz duruyorlardı.
Mustafa Kemal geleneklerin korkunç gücü önünde
yenildiğini anlamıştı. Yapacak başka bir şey yoktu-
Ne var ki insan, inandıktan ve güvendikten sonra
her şeyin bir zamanı gelecekti. O, bu rezil, aşağılık fes:
ten öç almağa bu yenilgi anında bir kez daha ant İçti!
— 109 —
rince Mustafa Kemal ilkin bir prova yaptı- Giynek tıpa-/
tıp ona goreydi- Ancak başlık ile yatağan değme nabayı-
ğitin taşıyamayacağı kadar ağırdı: Mustafa Kemal, "başının
üstünde kocaman bir yük taşıyormuş gibiydi. Büyük boy
aynasının karşısına geçip de şöyle bir kendine goz atınca
bunun gerçekten pek görkemli bir giynek olduğunu anladı.
O, evde bu provayla uğraşırken henüz yirmi dokuz
yaşında, pek yakışıklı, bir seksenden daha uzun boyıu ar
kadaşının büyük bir paketle içeri girdiğini gördü.
Varna mebusu oian güler yüzlü Zümrazade Şakir bey,
paketi açıp da baloda giyeceği kılığı meydana çıkarınca,
Mustafa Kemal, baloda en zorlu rakip olarak karşısında
candan arkadaşım bulacağını hemen anladı.
Şakir beyin getirdiği bir Deliorman giyneğiydı. Bu
giyneği bütün dünya tanıyordu. Gerçekten çok görkemli
bir gıynekti. Bu, Koca Yusuf’un sırtında Avrupaya geç
miş, ta Amerika'lara gitmişti. K ara Ahmetler ve daha
irili ufaklı yüzlerce pehlivan, bu giynek içinde nam ver
mişti. Şakir bey, heyecanla kendi giyneğini çıkarıp bunu
prova etmeğe kalkışınca büyük bir hayâl kırıklığına uğ
ramıştı. Ne yazık ki onun eski pehlivanlarımızı andıran
iri gövdesine bu güzel giynek dar gelmişti. Bunu gören
Mustafa Kemal, rakipsiz kaldığını anlayarak bir zafer jes
tiyle gülümsedi.
( Bayram da doğa’nın en güzel ayma dek gelmişti. Mus
tafa Kemal, Mayıs’ın on birinci günü akşamı arkadaşıyle
doğruca askerî kulüb’e gitti. Konut bahçesinin karşısına
düşen bu büyük yapının dört köşesinde birer geniş kule
vardı. Yapının birinci katındaki geniş balkonda her ak
kanı askerî bando, askerî, millî marşlar ve havalar çal
maktaydı.
Mustafa Kemal, merdivenlerden çıkarak salonun geniş
Jtapısında göründüğünde içeriyi dolduran bütün Sofya sos
yetesi, başlarını bir kez çevirerek ona baktı. Herkeste bir
jaşkınlık vardı. Korkunç Osmanlı tarihi bir sembol halin
de işte karşılarındaydı. Bu kılığı hepsi tarihten biliyordu.
Mustafa Kemal’in başındaki yüksek ve ilginç serpuşla elin-
— 110 —
\
deki kocaman yatağan, bu kılığın büyüsünü ve korkunç
luğunu büsbütün arttırıyordu. Mustafa Kemal salonu şöy
le ^ ir gözden geçirdi: Bütün Avrupa kordiplomatiği. Sob-
rariya üyeleri, Nazırlar, Kral Ferdinand ve Kraliçe ordaydı
ve Hepsi büyülenmiş gibi sevrilmiş gözbe bekleriyle kendi
sine bakıyorlardı. Dans durmuş, Yeniçeri’nin geçmesi için
ortada kendiliğinden bir yol açılmıştı.
^ Havada uçan bir kaç şaşkınlık çığlığından sonra Mus
tafa Kemal’in yakın ahbaplarının toplu bulunduğu masa
dan birkaç ikircikli alkış işitildi. «Onu alkışlayanlar Bul
gar Başvekili Radoslavofun, Harbiye Nazırı Kovaçef’in
ve mebus Açkof un güzel ve kültürlü kızlarıydı.»
Artık bütün gözler, sarışın Yeniçeri’nin üzerindeydi.
.Alkışlar birer ikişer, derken, çoğaldı ve korkunç bir takdir
bombası gibi patladı. Eli yatağanına dayanmış bu heybetli
Yeniçeri’nin adı bütün salonu fısıltı gibi dolaştı:
— Mustafa Kemal!
— Türk Ateşesi!
Mustafa Kemal, salonun ortasına doğru yürürken bü
tün dostları ve tanıdıkları öbek öbek çevresine üşüştü.
Avusturya Hariciye Nazırının kardeşi ve Avusturya*
nm Bulgaristan elçisi Von Massov, Almanya’nın, Sofya el
çisi Von Hohn herkesten Önce Mustafa Kemal’in yanına
seğirttiler.
İngiliz, Fransız ve Rus elçileri Mustafa Kemal’i uzak
tan uzağa seyretmekten ileri geçmemişlerdi.
Mustafa Kemal, bu müthiç ilgiyi bir zafer gibi değer
lendirip, sevmiyor, yüzü sevinç ve dostluk ışıklariyle par
layarak yanma yaklaşanın elini sıkıyor, hatırını soruyor
du- Hele Balodaki bütün kızlar için gecenin Don Juan’ı ha
line gelen Mustafa Kemal, bu güzel ve tatlı Bulgar kızla
rının birini bırakıp öbürünü dansa kaldırıyor, yüzünden
ateş ve ter fışkırıyordu.
Kadril dansında özel bir beceriklilik gösteren sarışın
Yeniçeri, orkestra bu havayı çalışmağa başlayınca hemen
ayağa fırlıyor, gözüne kestirdiği en güzel kızın önünde eği
liyordu.
— 111
Gece yarısı olmuştu. Maskelerin çıkarılması için
elektir ikler söndürülerek işaret verilmişti. En güzel kıjik
üzerinde yapılan kısa tartışmadan sonra sonuç anlaşıl
mıştı. Kıyafet balosunun birincisi genç Türk ataşesi bin
başı Mustafa Kemal’di. Hemen - hemen oy birliği ile se
çilmişti.
Kral Ferdinand onu yanına çağırdı ve onun bu kü
çük zaferini birkaç tatlı ve güzel sözle değerlendirdi.
Şampanya su gibi akıyordu. Msutafa Kemal, gece ya
kısından sonra içkinin meydana getirdiği mutlu insan ye
ğiniyle birlikte içti ve çılgınca eğlendi.
— 112 —
, Perdelerle yapılan bir fon önünde Mustafa Kemal poz
yerdi ve o ünlü Yeniçeri resmi böyle çekildi.
Mustafa Kemal, bir sabah, Ferdinand Caddesini boy-
dan boya dolduran kalabalığın gürültüsüyle uyandı. Ge
belik kılığiyle, keten gecelik entarisiyle, kalın demir par
maklıkların böldüğü camların arkasından baktığında iirk-
(tü: Garip bir halk yığını, gözlerini onun evine dikmiş ve
yumruklarını havaya kaldırmış haykırıyordu. Bu bakışlar
ve yumruklar, Öç isteğiyle doluydu. Bu gösteriyi yapanla
rın kim olduklarını ve ne istediklerini hemen anlamıştı.
Bunlar, Balkan savaşında Türklerle savaşmış ve sakatlan
mış Bulgar asker ve subaylarıydı. Büyük çaba lama İtriy
le Sobranya’ya on yedi Türk mebusunun girmesini : ağ
layan ve bu mebusları Türk dostu MakedonyalI doktor Ru-
doslavof’un partisinden çıkararak onu iktidara getiren Mus
tafa Kemal, bütün Türk düşmanı Bulgarları karşısında
bulmuştu.
Hatipler, Türkler, Radoslavof! Yaşasın onun güzel kı
zı! Selanik’te Makedonya Bulgarcasım öğrenip Sobranya’
ya bir mebus kadar sadakatle gidip oturumları dinlemek
ten yorulmayan Mustafa Kemal, ince Sofya Bulgarcasım
da şöyle böyle sökmeğe başlamıştı. Bunun için Caddede
hatiplerin söylediklerini oldukça anlıyordu. «Demek ki,»
diye düşündü, «Radoslavof Partisinin parolası olan «Yaşa
sın doktor Radoslavof, yaşasın onun muzaffer siyaseti»
bu biçime sokulmuş!»
Evet, Türk düşmanı halk, bu değişik şarkı parçasıy-
le hem doktor Radoslavof’u, hem de kendisini neşterleme-
ğe çalışıyordu.
«Bulgar Subaylar Teşkilâtı» ve «Trakya Komitesi» bu
gösteriyi körükleyerek iktidardaki Radoslavof Partisini
zayıflatıp düşürmek ve yaklaşan Birinci Dünya Savaşında
Bulgaristan’ın Türkiye safında yer almasına engel olmak
istiyorlardı.
Mustafa Kemal, kaim demir çubukların arkasından
biraz ürperti, biraz hınç, biraz güvenle bu düşmanca gös
teriyi seyrederken yakm dostu Bulgar Başvekilinin güzel
— 114 —
sevdiğini bir türlü anlayamıyorlar, bu ortaklaşa flörtten
üçü de hoşlanıyorlardı.
Kimi zaman Kovaçef, Radoslavof ve Açkof aileleri
birlikte gezintiler düzenliyor ve sık sık Çamkoru denen
çok güzel bir gezinti yerine gidiyorlardı. Oraya giderler
ken aralarına almayı unutmadıkları bir yakın ahbapları
vardı ki bu da Mustafa Kemal’di.
Balkan dağlarının çok güzel bir yerinde romantik ye
şillikler arasına gömülen bu kuytu yer, Mustafa Kemal’
in gözünde bir hayâl cenneti gibi güzelleşirdi. Uç genç kız.
da onun çevresini îuır, onunla saatlerce konuşur, görüşür
ler, ayrı - ayrı daha üstün olduklarını ona göstermeğe ça
lışırlardı. Böylece Çamkoru’da geçen saatlerin eliyle Mus
tafa Kemal’in yaşayış defterine en tatlı anılar yazılmak
taydı. Bunları ömrü oldukça, sayfaları çevirip gönlü cız
.ederek okuyacaktı.
1914 yılı hızlı adımlarla ilerlemeğe ve dünyayı ateşe
verecek devlet grupları, saflarını daha çok sıklaştırma
ğa başlamıştı. Mustafa Kemal de bir Türk ateşesi olarak
Bulgaristan’ı, bir savaş mukadderse, Osmanlı devletinin
yanı başında görmek kaygusundaydı.
Bunun için çoktan saldırıya geçmişti. Radoslavoi’un
Partisindeki 17 Türk mebusu ilk koz olarak elinin altın
daydı. Zaten Bulgaristan partileri Cermanofil, Rusofil di
ye ikiye ayrılmıştı. Hangisi daha güçlü çıkarsa Bulgaris
tan o yana geçecekti. Ferdinand, katıksız, Alınanlardan ya
naydı. Kanında Cermen kanından damlalar yüzüyordu. O
da başına bir kuvvet sayılamazdı. Halk yığınlarının is
teklerine karşı gelirse, bu komiteciler memleketinde o saai
dirimi tehlikeye girebilirdi. Yalnız, saray, artık ortada sal
lanıp durmaktan bıkmıştı. Onun temsilcileri açıkça şöyle
haykırabiliyordu:
— Efendiler, kararımızı vermeliyiz, ya orası ya bu
rası. Artık yansız kalınamaz.
Bulgaristan’da savaşa şu, ya da bu yanda katılmak,
isteyenlerin çoğunlukta olduğunu şu olay pek güzel gös
termişti:
— 115 —
Çiftçi Partisi Lideri Istanbuliski sarayın temsilcisine
şöyle bir yanıt vermişti:
— Bulgaristan’ı savaşa sürükleyecek olursanız bunun
cezasını kellenizi vermekle ödeyeceksiniz!
Barıştan yana olan Çiftçi Partisi lideri, beş dakika
sonra hemen tutularak hapisaneye gönderilmişti-
İşte, dünya savaşı yaklaştıkça Harbiye Nazırı Kova-
.çefin güzel kızı Mara, hemen Mustafa Kemal’in katında
öteki rakiplerinden üstün bir yer almağa başlamıştı. Bu
romantik ilgiye şimdi bir de siyaset karışmış, bu her iki
sini birbirine daha çok yaklaştırmıştı- Artık, Mara, Mus
tafa Kemal’in siyasal amacına göre içten bir çalışmaya
koyulmuştu. Bir yabancı ateşemilitere gerekli her şeyi se
ve - seve yapıyordu.
Bulgarlar, artık yansızlık politikasını sürdürecek di
renç gücüne sahip olmadıklarını göstermekteydiler. Bir
yana yanaşmak istiyorlardı, yalnız en büyük lokmayı ner-
den koparabileceklerse oraya yanaşacaklardı. Bunun için
bütün Bulgar devlet adamları ve politikacıları kimisi İn
gilizlerle kimisi de Ruslarla harıl - harıl pazarlık yapmak
taydılar.
— 116 —
görüşüne daha yatkın olan Cemal Paşa, savaşı aklından
bile geçirmiyordu.
Ne vardı ki Türk devletinin savaşa girmesini Alman
imparatoru II. Wilhelm istiyordu. Osman lı siyasal ve as
kerî mekanizması içinde gerekli Örgütlerini de çoktan ya
pıp bitirmişti. Savaşa katılmamız için Berlin’den ateşle
me düğmesine parmağını dokundurması yetmişti. Tiirk
donanmasında görevli amiral Suşon Paşa, imparatorunun
isteğini sevinçle yerine getirmişti. Bu Alman amirali, sa
vaştan sonra yayınladığı anılarında şöyle diyecekti:
«— Ben, bu bombardımanı yapmak zorundayım. Ö-
tede vatandaşlarım ateş ve kan içinde ana - vatanı savu
nurken, ben, burada Bosforun mavi sularına, güzel ay ışık
larına bakarak koskoca savaş yıllarını elbette bos geçire
mezdim. Benim isteğim, anavatanın yükünü hafiflet
mekti. işte, bu da ancak böylece yapılırdı, Türkleri yanı
başımızda savaşa zorlamakla olurdu.»
Odesa ve Sivastapol limanlarının durup dururken bom-
bordıman edilmesi Türkiye’yi Almanların yanı başında
savaşa girmek zorunda bırakmıştı. Ne var ki Başkuman
dan vekili Enver Paşa da bu savaşa Türkiye’nin katılma
sını en az Wılhelm, Suşon ve Liman Von Sanders kadar
istiyordu. Yalnız, Rusya’ya eğilimli görülen Bulgaristan’ı
da Almanya’nın ve Türkiye'nin safma çekmek için birkaç-
sabotaj canbazlığı yapılmasını düşünmüştü. Teşkilâtı malı-
susa’nın başı Süleyman Askeri’yi bürosuna çağırarak şu
emri vermişti:
— Askerî bey, hemen Sofya’ya hareket edeceksiniz.
Sefirimiz Fethi beyefendi’ye ve ateşemiliterimiz erkânı
harp binbaşısı Mustafa Kemal bey, Bulgaristan’ın bizim
tarafta mevki alması hususunda ellerinden gelen bütün
gayret ve teşebbüsü sarfetmeleri için hükümetin ısrarlı ar
zusunu tekrarlayacaksınız!
Süleyman Askerî bey, bunun üzerine Sofya’ya me
kik dokumaya başladı. Gerek Fethi bey ve gerekse Mus
tafa Kemal’in Bulgar devlet adamlariyle yaptıkları tören
sel görüşmelere tanık oldu. Bunu haber alan Rus ajan-
— 117 —
lan , Bulgar hükümeti üzerinde büyük bir Rus baskısr
yaptılar. Bulgaristan, Rusya’nın yanında savaşa katılır
sa doğu Trakya onlara bırakılacaktı. Bu, Bulgarların ulu
sal dâvalarından biriydi. Enver Paşanın ajanları, bu ha
beri ona uçurunca, Paşanın etekleri tutuştu. Teşkilâtı
Mahsusanın yaman adamlarından biri olan Çolak İbrahim
beyle birlikte Sofya’ya bir sürü sabotajcı. Çeteci ve kap
tan gönderdi. Bu korkunç ekipin Sofya’ya varması Mus
tafa Kemal gibi elçi Fethi beyi de çok ürküttü. Enver Pa
şa, Amiral Şoşon’un Rusya kıyılarında yaptığı olupbitti
yi, bu gözü pek ekip eliyle Sofya’da yapmak istiyordu
Türk ve Bulgar çetecileri el - ele vererek Valandova’daki
Sırp köprüsünün temellerine biryığın dinamit yerleştirdi
ler. Bir gece korkunç gürültülerle koca köprü uçtu. Bu
işi, Bulgarların yaptığını sanan Sırplar Bulgaristan’a savaş
açtılar. Bu sabotaj işinde ünlü «Bulgar Sadık» da büyük
jDir rol oynamıştı.
Arlık, Bulgaristan, Türk ve Alman Ordularının saf
larında çarpışmağa hazırlanıyordu.
Bulgari ar,’ Fethi beyin karşısında en sonra baklayı
ağızlarından çıkarmışlardı. Türklerle yan yana savaşa ka
tılmak için Doğu Makedonya’yı, Meriç’te Bulgar sınırın>ıı
Cesri Mustafapaşa’ya dek uzatılmasını, Edirne’deki Ka
raağaç kasabasiyle İstasyonun kendilerine verilmesini isti
yorlardı. Filibe’den Sofya’ya dönen Mustafa Kemal, bu
korkunç istekler karşısında şaşırıp kalmıştı. Bundan baş
ka Balkan savaşında Bulgaristan’a göç etmiş olan bütün
Bulgarların yine eski yerlerine dönmesi şart koşuluyor
du-
Gerek Harbiye Nazırı General Kovaçef gerekse Ge
nel Kurmay Başkanı Jekof, bu koşullar yerine getirilme
dikçe Bulgaristan’ın, Türklerin safında savaşa katılama
yacağını açıkça söylediler. Bulgarların Balkan savaşında
Türklere karşı duydukları düşmanlık duyguları ve anii-
pati, ancak böyle bir cömertlik sayesinde yok edilebile
cekti. Evet, Bulgar devlet adamlarının düşünceleri boy-
le y d i...
— 118 —
Kral Ferdinand, bu ağır koşulların yerine getirilme
si üzerinde şiddetle direniyordu. Fethi beyle Mustafa Ke
mal, Bulgarların Türklere karşı İleri sürülen pazarlık ko
nularını öğrenmişlerse de öbür yandan İngiliz, Fransız ve
Ruslarla yaptıkları pazarlık konuları üzerinde hiçbir ha
ber alamamışlardı. Gerek Fethi bey gerekse Mustafa Ke
mal, arpacı kumrusu gibi düşünmeğe başlamıştı. Ellerinde
böyle yukarılara tırmanabilecek hiçbir «istihbarat» aracı
yoktu.
Mustafa Kemal, zora gelince, elindeki romantik flört
lerinden en Önemlisini harekete geçirmekten başka çare
bulamadı. Güzel Mara, Harbiye Nazırının bu tatlı kızı bu
çetin soruyu aydınlatabilirdi. Düş gibi geçen ve tatlı anı
larla dolup taşan hızlı bir sosyete yaşayışının yemişlerin
den en sonra kendi ulusunu yararlandırmak kararını ver
mişti: Matmazel Mara ile sevgi ve flört sahnelerini sık
laştırmak ve bu tatlı sahneleri böyle dekgelişe bırakma
mak gerekiyordu. Mara’nm Mustafa Kemal’e gösterdiği
gönül yakınlığının tek anlamı olabilirdi, bu da ancak aşk
tı. işte, Mustafa Kemal bu saf ve temiz aşkı vatan hiz
metinde de olsa kullanmaktan hoşlanmıyordu. Yalnız, bu
yüksek görev için romantik üzüntülere saplanıp kalmanın
anlamı da yoktu.
— 119 —
Bu tatlı genç kızın sevgisi ona mutluluklar veriyordu. Bu
mutlu yakınlıktan elde edeceği yemişlerin, siyasal yemiş
lerin yakınlığı da ayrıca onu sevinç içinde bırakıyordu.
Zaman gittikçe sıkıştırıyordu. Mustafa Kemal işin sü
rüncemede kalmasını istemediğinden hemen o gün büyü
lediği genç kıza Ferdinand caddesindeki 17 No. lu evde
iki gün sonrası için randevu verdi. Genç kız bunu kabul
etmekten çekinmedi. Verilen randevuya dakikası dakika
sına geldi. Mustafa Kemal, ömrünün en ince ve en bec.!>
rikli konuşmalarından birini, belki de birincisini Mara ile
yaptı. Türk ve Bulgar uluslarının dost olmaları ve gele
cek büyük felâkette kader birliği yapmaları gerekiyordu.
Evet, savaş bir felâketti. Bir kez buna sürüklendikten
sonra da dost olmalarını sağlamak için kader iki kişi seç
mişti. Bunlardan biri Mara öbürü Mustafa Kemal'di.
Senıy’m adamları acaba İngilizier ve Ruslarla ne gi
bi bir pazarlık üzerindeydiler? Genç kız, böyle bir pazar
lığın olduğımıı evele işitmişti- Pazarlığın maddeleri üze
rinde, önemsemediği için, bir şey öğrenmemişti. Bunları
öğrenmekten kolay ne vardı!.
İngil izler ve Ruslar, meclisin dağıtılmasını ve yeni
seçimlere gidilmesini istiyor ve bundan Rus yanlısı bir
meclis meydana getirebileceklerini umuyorlardı.
Savaş kazanıldıktan sonra karşılık olarak Doğu Trak
ya’yı Bulgarlara vereceklerdi. Bulgar ordusunu kendileri
silâhlan di raeakîardı; ayrıca elli milyon Frank da vermeyi
vadediyorlardı.
— Saint George piyadesi» adı verilen İngiliz altınları,
bu sırada oluk gibi Bulgaristan’a akıyor; Aiman ve Türk
düşmanı örgütleri ve halk yığınlarım kuşatıyorlardı.
Bu diplomatik savaşı Matmazel Mara ile sarışın Türk
ataşem il iteri kazandı. Bulgaristan, ileri sürdüğü ağır ko
şulların bir bölümünden vazgeçti. Karaağaç kasabasiyle
İstasyonu Bulgarlara bırakılarak iş tatlıya bağlandı ve
Bulgar hükümeti «İttifak» uluslarının yanı başında yer
aldı. Mustafa Kemal’in bu işte gösterdiği beceriklilik En
— 120 —
ver ve Talât paşaların çok hoşuna gitmişti. Hemen onu
yarbaylığa terfi ettirdiler.
Sofya’da diplomatik savaş bütün şiddetiyle sürüp git
mekteydi. Ne var ki artık, son günlerde terazinin bir gö
zündeki Sobranya’nın Türk mebusları, Mustafa Kemal,
Kral Ferdinand, Başvekili Radoslavof ağır basmağa baş
lamıştı. İtilâf devletleri temsilcilerinin hırçınlığı ve umut
suzluğu gittikçe daha çok artıyordu, tik toplar Sırbistan’a
doğru gürlemek üzereydi. Bulgar Ordusu, sinir içinde ve
rilecek işareti bekliyordu.
Birgün, Bulgar Başvekili Radoslavof Zümrezade Şa-
kir beyi yanma çağırarak şöyle dedi:
— Şeker, (Şakır demek istiyor) biz birkaç gün sonra
seferberlik ilân edeceğiz. Mebusları seferberlik işleriyle
meşgul olmaları için seçim çevrelerine yolladık. Duyuyo
ruz ki İstanbul’da yiyecek sıkıntısı varmış. Hemen gidip
Talât beyi gör; bu birkaç gün içinde onlara iki yüz bin
torba un yollayabilirim. Seferberlik ilân edilince ithalât
ihracat yasak edilecek, o zaman bu fırsat kaçmış olur.
O günlerde İstanbul açtı. Bu Öneri, gökte aranırken
yerde bulunan bir nimet demekti. Sobraııya’da Divan kâ
tipliği yapan Şakir bey, sevinç içinde koşarak bu güzel
haberi Mustafa Kemal’e iletti. Mustafa Kemal de hemen
İstanbul’a telgraf çekerek durumu anlattı, Şakir beyin de
hükümete yakından açıklamada bulunmak üzere İstanbul
yolunda olduğunu bildirdi.
Şakir bey, Sirkeci’de trenden iner inmez Talât beyin
gönderdiği adamca karşılanarak ona götürüldü. Talât bey.
sempatik yüzüyle Şakir beyi heyecanla karşılamış ve
onun getirdiği habere çok sevinmişti.
İstanbul’a yollanacak iki yüz bin torba unun getiril
mesi için ulaşım hazırlıklarının hemen yapılması gereki
yordu.
Talât bey, sevinçten uçarak Şakir beyi de yanına al
mış ve doğruca Maliye Nazırı Cavit beyin yanma gitmiş
ti- Kapıdan içeri girerken, ağzı sevinçten bir karış açıktı:
— Sevinçli bir haber, Cavit, un bulduk! Diye bağırdı.
121 —
Şakir beyi tanıttı, Önerinin nasıl yapıldığını baştan
beri anlattı. Ancak onlar kadar sevinmesi gereken Ca-
vit beyin yüzünde bir damla sevinç yoktu. Yüzü kendi
sini hiç ilgilendirmeyen bir şeyden konuşuluyormuşcası-
na kaygusuzdu. Un karşılığında para verileceği anlaşılın
ca bu kaygusuz yüz bir anda kaygu bulutlariyle kaplan
mıştı. Birden ayağa fırlayarak Talât beyi şöyle tersledi:
— Yooo! Kırk para veremem- Benden sakın para is
temeyin.
— Ama, nasıl olur?
— Kırk para veremem.
Talât bey de Şakir bey de şaşırmıştı. Böyle bir işe
şaşmamak elde değildi. Talât, ayrıca kızmıştı da. Cavit
bey, elindeki parayı kaçırmamak için aç İstanbul’a karşı
açılmış Cennet kapısını korkunç kaprisiyle bir anda ka-
payıvermiş ve Talât beyin bütün direnmeleri boşuna git
mişti.
Şakir bey, İstanbul’dan küskün küskün Sofya’ya yol
lanmıştı. Bu işe Radoslavof’un da Mustafa Kemal'in de
çok kızacağını biliyordu.
Mustafa Kemal onu karşılayarak heyecanla:
— Nasıl, Şakir, hallettin işi değil mi? Diye sordu.
— Hayır!
— Neden?
Şakir bey, Talât beyin sevincini ve Cahit beyin bü
tün direnmelere karşın Nuh deyip Peygamber demediğini
anlatınca Mustafa Kemal’in gözlerinde mavi şimşekler
çaktı ve topuklarım yere vurarak haykırdı:
— Aşmalı bu herifi, aşmalı-
— 122 -
ın yam sıra savaşa girdi. Savaşın neden olduğuna bir tü r
lü akıl erdiremeyen milyonlarca Türk çocuğu, güz yap*
rabları gibi karanlık kaderlerine doğru, karanlık emirle
rin önünde sınırlara sürüklene dursun, Mustafa Kemal de
yerinde duramamağa savaşa katılmak için can atmağa
başlamıştı. Bu, savaşı sevdiğinden değildi. Savaştan ol
dum olası tiksiniyordu. Yalnız, koskaca vatanın kaderi ku
m ara sürülmüştü. Onu kurtarmağa çalışmak gerekiyor
du. Savaşa girilmemesi için Enver’le, Talât’a ne mektup
la r yazmış, ne çok salıkta bulunmuş, bundan doğacak fe
lâketleri sayıp dökmüştü. Herifler kös dinlemişti. Cepha
nelerde kıyamet kopuyordu. Mustafa Kemal’in sabırsızlığı
son kerteye gelmişti.
Evet, genel savaşa girilmekle memleket açıkça bir
felâkete sürüklenme yoluna girmişti. Bu felâketi önlemek
için Türk ordusu ister istemez kanını dökecekti. Bundan
başka çare yoktu.
Mustafa Kemal, böyle bir zamanda Sofya’da rahat
kordiplomatik koltuklarında nasıl oturabilirdi? Bu rahat
koltuklar, onu ateş gibi yakmaz mıydı? İşte, bu heyecanlı
ve sabırsız ruh durumu içinde Enver Paşaya törensel bir
yazı ile başvurarak orduda kendi rütbesine uygun bir gö
rev istedi.
Enver Paşa ona şu nazik karşılığı verdi:
— Sizin için orduda da daima bir vazife mevcuttur.
Fakat, Sofya ataşemiliterliğinde kalmanız daha mühim
telâkki edildiği içindir ki sizi orada bırakıyoruz.
Mustafa Kemal, bunu şu yazı ile çürütmeğe çalıştı:
— Vatanın müdafaasına ait fiilî vazifelerden daha mü
him ve mübeccel vazife olamaz. Arkadaşlarım muhare
be cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’
da ataşemiliterlik yapamam. Eğer birinci sınıf zabit ol
mak liyakatinden mahrum isem, kanaatiniz bu ise, lütfen
açık söyleyiniz.
Son yazının karşılığı gecikince, bütün eşyasını top
layarak Fethi beye bıraktı ve en gerekli eşyalarını bir
bavula doldurarak ve İri köpeği Alp’i da yanma alarak
— 123 —
yola çıkmağa hazırlandı. Emirsiz gidecekti. Zaten yaşa
yış, sürekli bir serüvenden başka neydi ki? Bıı serüveni
çoğu zaman kader denen başkalarının dirençleri iterek ya
ratıyor, kimi zaman da insan bu serüveni kendi direnciy
le dizgileyerek kendi hevesine ve havasına göre meyda
na getiriyordu. Ne olursa olsun bir kez daha inisyatifi
ele alacak ve gidip İstanbul’da Enver’in karşısına dikile
cek, kendi kaderine güzel bir yol çizmek için onuıı rakip,
hasım ve düşman direncini zorlayacaktı.
İşte, bu sırada Harbiye Nazırı Enver Paşanın imza-
siyle bir telgraf aldı. Telgrafta onun 19. Tümen kuman
danlığına atandığı bildiriliyordu.
Enver Paşa, bu telgrafı, Sarıkamış bozgunundan dö
nerken Erzurum’dan çekmişti.
Mustafa Kemal, bir serüvene gittiğini biliyorsa da
bunun, yaşayışının en büyük ve tehlikeli serüveni olaca
ğını da seziyordu. Hemen o gün Türk ve Bulgar dasllariy-
le helâllaştı. Mara’nın, Elena’nm, Nikolina’nm sevgi ve sem
patiyle parlayan bakışları, onun gönlünü bir kez daha, bei-
ki de son kez bol - bol yıkadı.
İçinde sevince benzer hiçbir şey yoktu. İçine karışa
cağı savaş dalgaları, ancak bir cehennemle ölçülebilirdi.
Onun ruhu gerçi hareket, eylem istiyorsa da, Öldürmek
kan dökmek istemiyordu. O, barış içinde yaşamak ve ya
latm ak istiyordu. Kendi yurdunun zavallı çocuklarını baş
ka devletlerin çıkarları uğruna ateşe atmak, ona bir ci
nayet gibi görünüyordu. O, hiçbir vakit bir savaş tanrısı
(olmak istememişti. Salt kendi insanlarını mutlulaştıracak
büyük eylem hülyaları peşindeydi.
Karanlık bir kaderin pençesine düştüğünü anlamak
la beraber bütün dostlariyle yine görüşmek dileğiyle ve
dalaşarak trene bindi. înce bir güz yağmuru Sofya’dan
kalkan trenin üzerine melânkolik gözyaşları gibi yağıyor
du. Mustafa Kemal, yağmurun kül rengi perdesi arkasın
da Mara’nın altın çizgilerle beliren üzgün yüzünü ve gü
zel gözlerini görür gibi oluyordu. Kalbinin yarısını Sofya’
124 —
da Çamkoru güzellikleri içinde bıraktığını anlıyordu* Tren
bütün hıziyle tıkırdayarak İstanbul’a doğru uzaklaşıyordu.
♦
Başkumandan Vekili Enver Paşa, Mustafa Kemal’in
19 uncu Tümen kumandanlığına atandığını bildiren tel
grafını Erzurum’dan yollamış, Mustafa Kemal Sofya’dan
İstanbul’a gelinceye dek payitahta yetişmişti.
Diplomatik işleri becermekle beraber, her zaman ya
dırgayan Mustafa Kemal, bir tümenin başına geçebileceği
için bayağı seviniyordu. Gelir gelmez hemen Genel Kur-
may*a başvurdu, tümenini teslim almak istedi.
Herkes şaşırmıştı. Bu tümen, ancak zümrütanka ku
şu kadar gerçekti!
Mustafa Kemal, ilkin Enver Paşayı görmeğe gitmiş
ti. Nezaret odasının kapısında çağrılması için beklerken
Personel işleri Başkanı Şevki beyle karşılaştı. Bu 19 un
cu Tümene atanma işinin ne olduğunu sordu- Şevki bey
de telgrafı Eııver Paşanın Erzurum’dan çektiğini anlattı.
Demek ki bu işte bir yanlışlık yoktu. Biraz gönlü rahat
lamıştı. Enver Paşa, biraz sonra onu içeri çağırtmıştı.
Mustafa Kemal, Enver’i biraz zayıflamış, solgun gördü.
Şöyle bir konuşma kapısı açtı:
—• Biraz yoruldunuz!
— Yok, o kadar değil.
— Ne oldu?
— Çarpıştık, o kadar,
— Şimdiki vaziyet nedir?
— Çok iyidir.
Enver Paşayı daha çok konuşturmağa çalışmak im
kânsızdı. Çok lâkonik konuşuyordu. Elbette «Alagöz dağ
larında yüzbin Türk çocuğunu Sarıkamış Fatihi olmak
birsiyle dondurup öldürdüm!» diyemezdi ya. Bu yüzden
Mustafa Kemal, sözü kendi işine getirmişti:
— Teşekkür edirim, numarası 19 olan bir Tümen’e
beni kumandan tayin buyurmuşsunuz. Bu Tümen nerede
dir? Hangi kolordu ve ordunun emrinde bulunuyor?
— 125 —
Enver Paşanın da burda bir şey bilmediği anlaşılı
yordu:
— Ha, dedi, bunun için belki Erkânı Harbiyeyle gö
rüşürseniz daha k a fi malûmat alabilirsiniz.
— Peki, o halde sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim.
Erkânı Harbiye ile görüşürüm.
Erkânı Harbiye’de 19 uncu Tümen karargâhından
hiç kimsenin haberinin olmayışı Mustafa Kemal’i gerçek
ten şaşırmıştı. Sahtekâr durumuna düştüğünü anlıyor, kı
zarıp bozarıyor, ne söyliyeceğini, ne yapacağını bilmiyor
du. Erkânı Harbiye’nin patronu durumunda olan Liman
Von Sanders de Mustafa Kemal’in derdine çare bulama*
mıştı- Uzun ve çetin soruşturma ve araştırmalardan son
ra 19 uncu tümenin Tekirdağ’ında kuruluş halinde oldu
ğunu öğrendi.
Tekirdağı’na gitmek üzere hazırlık yaptığı günler
den bir gün, Enver Paşa Mustafa Kemal’i Harbiye Neza
retine çağırttı. Mustafa Kemal büroya girdiğinde Dahili
ye Nazırı Talât beyi de güler yüzüyle orda gördü. Kendi
sine yeni bir serüven önerilmek için çağrılmıştı:
Mustafa Kemal, Sofya ateşemiliterliğinin son günle
rinde bulunduğu sıradaydı. İstanbul’dan Enver Faşa’nm
bir adamı gelmiş ve bir Hindistan seferi kuvvetinin ba
şında Hindistan’a gitmek isteyip istemediğini sormuştu.
Mustafa Kemal, böyle bir görevi aklından ve hayâlinden
geçirmediğini ve geçiremeyeceğini söyleyerek adamı ba
şından savmıştı.
O zaman, Osmanlı devleti henüz savaşa katılmamış
tı. Enver paşa, Orta Asya’ya Hacı Sami’nin liderliğinde
bir grup ihtilâlci göndermiş, Rauf beyi Afganistan ordu
sunu düzeltmek üzere Bağdat ve İran üzerinden yola çıkar
mış, Kafkasya ve İran içlerinde iş görmek üzere Yakup
Cemil’in kumandasında önemli bir gerilla kuvveti gönder
mişti. Mustafa Kemal’i de bu arada Hindistan fatihliği
ne göndermeyi kafasına koyduğundan 19. Tümen kuman
danlığına atanmış olan Mustafa Kemal’i yine çağırtmıştı.
Dahiliye Nazırı Talât beyin yanında:
— 126 —
“ Kemal bey, dedi, Hindistan'a doğru bir sefer yap
mak ister misiniz?... Emrinize tam üç teçhizatlı alay ve
receğiz. İran’dan başlayarak bütün İslâm dünyasını İngİ-
lizlere karşı ayaklandıra - ayaklandıra Hindistan'a kadar
gideceksiniz.
Mustafa Kemal, biraz gülümseme, biraz alayla:
— Ben o kadar kahraman değilim, dedi.
Hemen, öteden Talât Paşa söze karıştı:
— Bu vazifeyi niçin kabul etmiyorsunuz?
Mustafa Kemal hemen karşılık vereceğine bir dün
ya haritası getirtmelerini istedi.
H arita geldi. Mustafa Kemal, Türkiye ile Hindistan
arasındaki korkunç uzaklıkları ve doğal engelleri bir bir
saydıktan sonra:
— Hem, niçin üç alay, dedi. Tek bir adam gönderiniz,
yeter. Nasıl olsa kendi kuvvetini kendi yapmağa mahkûm
değil mi?
— Bu fedailiği üstüne almalıydın!
— Eğer böyle bir imkân olsaydı sizin emirlerinizi bek
lemezdim. Kendim gider, kuvvetler bulur, Hindistan’ı fet
heder ve İmparator olurdum.
*
Mustafa Kemal, Alp adlı köpeğini de yanına alarak
Tekirdağ'ına yollandı. Tümenin kuruluşunu hızlandırdı
ve onu vurucu bir kuvvet olarak Gelibolu’da Maydos’a
yerleştirdi.
19. Tümenle Ece Limanı, Settülbahir ve Morto lima
nı arasındaki deniz kıyısını koruyacaktı. Buraları daha
Balkan savaşının son aşamasından tanıyordu. Bunun için
de düşmanın nerelerden çıkarma yapabileceği üzerinde
sağlam düşünceleri vardı: Olsa olsa bu çıkarma noktaları
Settülbahir’le Kabatepe dolayları olabilirdi. Yine, onun
rüşüne göre buraları iyi savunulursa karaya düşman aya
ğı bastırmamak olanağı sağlanabilirdi. Bunun için Mus
tafa Kemal, tümenini bu bölgeyi kıyıdan savunacak bi
çimde yerleştirdi. 1914 Şubat’ınm karlı-buzlu günlerinde
-- m —
genç yarbayın askerleri, ıslak siperlerinde titremeğe baş
lamıştı.
Mustafa Kemal’in Maydos kumandanlığı sırasındaki
jen önemli olay Mehmet Çavuş olayı olmuştu. Düşman
bir kez Settülbahir ve Kumkale’ye asker çıkarmağa yel
tenmiş ve Mehmet Çavuş adlı kahraman asker bunları de
nize döküvermişti. Mehmet Çavuş da yine Mustafa Ke
mal’in yarattığı bir kahraman tipiydi.
Düşmanın zayıf kuvvetlerle karaya çıkması salt bir
keşif içindi. Nitekim beş Martta böyle bir keşifte daha bu
lundu ki bu «dört başı mamur» bir askeri hareketti. Bu
hareket, Cevat Paşanın bölgesinde meydana gelmişse de
Mustafa Kemal, ister istemez buna karışmak zorunda kal
dı ...
Beş Mart sabahı Cevat Paşa, Mustafa Kemal’in ka
rargâhına gelmişti. Mustafa Kemal Settülbahir bölgesin
deki savunma tertibatını göstermek üzere onu yanma al
mış ve beraberce Kirte’ye gitmişlerdi. Oraya varmışlardı
ki, düşman donanması Kırte’yi ve Alçıtepe’yi şiddetle düğ
meğe başlamıştı. Denizde sıralanmış kül rengi çelik yı
ğıntıları, karaya çelik kusuyorlardı. İki kumandan, bir
şerapnel yağmuru altında kalmışlardı. Mustafa Kemal,
hemen ordaki alay kumandanına gereken talimatı vererek
çabucak karargâha dönmüştü. O gün soğuktan titreyen
Mehmetçikler, toplarının başında itilâf donanmasına dur-
mamacasına ateş açmış ve karaya asker çıkarma işini bir
kez daha suya düşürmüştü.
Mustafa Kemal, o gün de Çanakkale boğazını söktü
rüp geçemeyen İtilâf donanmasının mutlaka karaya as
ker çıkarmayı bir kez daha deneyeceğine inanmağa baş
lamıştı.
Böyle bir olaym her an meydana geleceğini hesapla
yarak birliklerine tetikte bulunmaları için şiddetle emir
vermişti. Yüksek kumandanlığa yazıp çizerek kuvvetle
rinin arttırılmasını istemiş ve bunu da başarmıştı. Ne
yazık ki Enver Paşanın rekabet duygusu, Mustafa Ke
mal’in bu Önemli kesimden kaldırılıp «İhtiyata» almma-
128 —
sına yol açtı. Enver Paşa, elbette bu eski rakibinin dün
ya savaşının daha ilk turunda ün sahibi olmasını isteme
yecekti. Başkumandan vekili, o bölgeye Halil Sami adın
da başka bir kumandan atadı.
Artık Mustafa Kemal, «Genel ihtiyat» olarak sıra
sında Gelibolu, sırasında Anadolu yakasına yardımda bu
lunmak üzere geri alınmıştı. Rumeli kıyısı bölgesi salt
yeni kumandanın emrine verilmişti.
Bu arada Mustafa Kemal’in tümeninden bir alay Ça
nakkale’ye geçirildi ise de yine eski yerine gönderildi.
Mustafa Kemal, atılmış olduğu bu kör bölgede umut
suzluğa düşmeyerek düşmanı düşman kabul etti ve umul
maz olaylarla her an karşılaşabileceğini düşünerek ona gö
re de düzenlendi.
Tümenini Bigalıköy dolaylarında topladı. Şimdi onun
tümeni, beşinci ordunun «ihtiyat» ı olarak Bigalıköy ve
onun güneyindeki Maltepe ve Mersintepe ordugâhlarına
yerleşmiş bulunuyordu. Gelecek emirlere göre yıldırım
gibi sıvasında Bolayır’a, sırasında vapurla Çanakkale’ye
yollanmağa hazır bir durumda istim üzerinde, bulunan,
tümenini sıkı bir eğitimden geçirmeğe başladı.
1915’de 12 Nisan sabahı genç kumandan portatif kar
yolasını deprem gibi sarsan top sesleriyle uyanınca cep
hede garip olayların geçtiğini anladı. General Hamilton’
un gemileri, ağır toplariyle karaya korkunç bir çelik yağ
muru kusmaktaydı. Yer gök sarsılıyordu.
Yatağından fırlayan Mustafa Kemal, tehlikenin çok
yakın olduğuna inanarak bütün tümeni hazır hale getir
di, süvari bölüğüne de haber getirmek üzere Kocaçimen
yönüne doğru yola çıkardı
Gerçekten beklenmedik bir olay geçtiğini seziyor, he
men bir haber alabilmek için boşuna kıvranıp duruyordu.
Gelibolu'daki Kolordu kumandanı Esat Paşayı telefonla
bulup bilgi almak istediyse de o da bir şey bilmiyordu. An
cak, sabahleyin saat altı buçukta Halil Sami beyden bir
rapor aldı. Bunda düşmanın Arıburnu’nda çıkarma yaptı
ğı anlaşılıyordu. Mustafa Kemal’den bu düşmana karşı
— 130 —
îafa Kemal, yanı başında Alp olarak elindeki dürbünle
denize baktı. Güneş altında savaş cinayetinden habersiz
masmavi, lekesiz, masum bir deniz, sıla özlemi veren gü
zelliğiyle uzuyor, yayılıyor ve genişliyordu. Yalnız, bunun
mavi bir çayırlığa benzeyen yüzünde yer - yer çelik yan
sımaları meydana getiren külrengi savaş gemileri sıra
lanmıştı. Bunların arasından geçen bir yığın nakliye ge
misi kıyıya asker ve malzeme boşaltmağa çalışıyordu.
57. alay - hepsi şehit olan alay - hâlâ Kocaçimen’e
doğru tırmanmağa uğraşıyordu. Doruğa erişmiş olanlar
sa giynekleri terden sırtlarına yapışmış yorgunluktan bit
kin soluyup duruyorlardı.
Mustafa Kemal, erata on dakikalık mola verilmesi
.-için kumandanlara emir verdi. Erat, denizden görülme
yen sırtta dinlenmeye geçti. Mustafa Kemal, bu mola sü
resi içinde Aptal geçidi denen, eskiden bildiği bir geçit
ten Conkbayırına gitmek istiyordu. Yanında yaveri, emir
subayı, sertabip ve orada yine bulduğu tümen Cebel top
çu taburu kumandanı ile atlı olarak yola çıktı. Arazi çok
çetindi, atları geride bırakarak yayan gitmeğe başladı
lar.
Conkbaym’na vardıklarında çok ilginç ve şaşırtıcı bir
olayla karşılaştılar. Conkbayınnm güneyindeki bir tepede
deniz kıyısını gözetlemek için görevlendirilmiş bir müf
reze, alabildiğine Conkbayırına doğru kaçıyordu. Mustafa
Kemal'in bulunduğu yere vardıklarında:
— Niçin kaçıyorsunuz? diye bağırarak sordu-
Kaçan askerler hep bir ağızdan:
— Efendim düşman! diye yanıt verdiler.
— Nerede?
Hepsi 261 rakımlı tepeyi gösterdi:
— îşte!
Gerçekten de düşmanın bir avcı hattı, gösterilen te
penin eteklerine dayanmıştı; karşılarında hiç kuvvet yok
muş gibi serbestçe ilerliyorlardı.
Mustafa Kemal, ömrünün en kritik anlarından birini
yaşadığım şimşek gibi kavramıştı.
— 131 —
Alayı on dakika mola için geride bırakmıştı. Şimdi,
düşman ona kendi askerlerinden daha yakındı, işin daha
kötüsü şuydu ki eğer düşman, Mustafa Kemal’in şimdi
bulunduğu yere gelseydi dinlenmekte olan alay bütünüy
le paniğe uğrayabilirdi. Onun sıkışan dehası, bir anda en
güzel kurtuluş çaresini buldu.
Kaçan eratın önüne dikilerek:
— Düşmandan kaçılmaz! Diye haykırdı.
Askerler:
— Cephanemiz kalmadı.
Dediler-
— Cephaneniz yoksa süngünüz var!
Bunu söylerken Mustafa Kemal, hemen askere:
— Süngü taaak!
Kumandasını verdi ve arkasından da!
— Yere yat!
Emrini vererek onları yere yatırdı. Türk askeri sün
gü takıp yatınca düşman da yere yattı.
Mustafa Kemal, bundan sonra, alaydan ilk yetişenle
rin hemen «Marş - Marş» la bulunduğu yere gelmesi için
emir subayım geriye koşturdu.
işte, onun kazandığı bu an, Çanakkale'de Conkba-
yırı zaferinin altın kalemle tarihe yazılmasına yol açmış
tır. «Bir koca muharebenin ufacık bir lâhzaya bağlı oldu
ğunu, hattâ bir memleket hayatının fena kullanılmış bir
an yüzünden tehlikeye düşebileceğini, burda olduğu gibi
kullanılmış bir anın ise bir muharebenin ve bir vatanın
mukadderatını iyileştireceğini o dakikayı görür gibi can
lanmış bir İfade île duymak insanın tüylerini ürpertiyor
du.»
Kolun başındaki bölük yetişince, Mustafa Kemal he
men ateş açmasını, bütün taburların bu bölüğü güçlendi
rerek 261 rakımlı tepe üzerinden düşmana saldırmasını
emretti. Cebel bataryası, ilk salvosuyla düşman piyadesi
nin kaynaştığı araziyi hallaç pamuğu gibi atmağa baş
ladı.
Mustafa Kemal, bu sırada bataryanın yanında dikil
— 132 —
miş, durmadan alaya saldırı yönleri veriyor ve Mehmetçik
ler «Allah - Allah» haykırışlariyle bayırdan aşağı yuvar
lanır gibi koşuyorlardı.
Akşamın alacakaranlığı Conbayırı’nm sel yatakla
rını doldururken Mustafa Kemal’in alayları, Hainilton’un
askerlerini ta deniz kıyısına dek kovalamıştı- Çıkarma san
dalları karadan kaçanlarla dolmağa bile başlamıştı. Gök
yüzünde hafif bulutların arkasında ağır - ağır ilerleyen
dolun ay bile artık Conbayırı’nda savaş yapılmasına el
verişli bir ortam yaralamıyordu. Zafere pek yaklaşan
Conkbayırı kovalamacası, böylece yarıda kalmıştı.
Mustafa Kemal’in Conkbayırı zaferi, daha çok onuıı
çok güçlü bir beyin taşımasından, eratına ölümü hiçe say-
dırabilmek gücünden meydana gelmişti. Birliklerinin ku
mandanlarına ağızdan verdiği emirler şöyleydi:
— Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeği emredi
yorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yeri
mize başka kuvvetler ve kumandanlar kaim olabilir.
Bu yüzden düşmanın üzerine atılan birlikler, subayı,
eri, salt öldürmek ve ölmek için atılmışlar ve deniz kıyı
sına eriştiklerinde karşılarında zaferden başka birşey bu
lamamışlardı.
Mustafa Kemal, A rıbum u’nda on iki Nisandan dört
Mayıs’a değin «Arıbumu kuvvetleri» kumandanı olarak
kaldı ve durmadan savaş verdi. Düşman, artık kıyıda ya
pışmış kalmıştı.
Hamilton’un bundan sonraki bütün çırpınmaları bo
şuna gitmiş ve bu kesimden iş çıkmayacağını anlayınca
saldırıların ağırlık merkezini Anafartalar kesimine kay
dırmıştı.
Yarbay Mustafa Kemal, Seddülbahir’in kuzeyinde ve
Anafartalar’ın güneyinde İngilizlere ilk şamarı atmış ve
onları Arıbumu’nda daracık bir yere mıhlamıştı. Artık
yıpratıcı ve öldürücü siper savaşları başlamıştı; H er iki
yana da usanç veren bir biteviyelikle sürüp gidiyordu. Mus
tafa Kemal, artık İngilizlerle eğlenmeğe de başlamıştı.
Onların sinirine dokunan bir püf noktalarını yakalamış
— 133 —
tı. Bunun üzerinde bir karınca gibi işliyordu. H er öğle
vakti «Cesarettepe» de erat karavanaya oturunca aske
ri rauzıkaya gür sesiyle askerî marşlar çaldırmağa başlı
yor» daha ilk notalar madeni seslerle havada uçar uçmaz
İngiliz savaş gemileri, korkunç bir yayılım ateşe koyulu
yordu. Amaçları yalnız Mustafa Kemal’in Cesarettepe’
siydi. Oradaki sarışın mavi gözlü savaş tanrısının bu sıra
da şehlâ bakışiariyle ve bıyık altından gülerek kendileri
ni gözetlediğini de biliyorlardı- Cesarettepe, Mustafa Ke
mal’in savaşı yönetme yeri olan «Kemalyeri» nin en yük
sek noktasıydı. Kendi adı buraya alem olmuştu. Savaş
tanrısının Çanakkale’deki Türk savunmasının safları ara
sına umulmadık bir zaman ve biçimde gelip karışması İn-
gilizlerin çok canını sıkıyordu-
Savaş tanrısı, altın gibi parlayan zırhları içinde an
cak İngiliz dritnotlarının kaptan köşklerine yakışmaz mıy
dı? öküzlerin çektiği dört bin yıllık kağnılariyle emri
ne gelen cephaneden daha çok hoşlandığı görülüyordu, sa
vaş tanrısının. Hektor, zırhlarını soyunmuş, hâki bir kat
giynek giymiş, toprak siperlerin içinde homurdanarak do
laşıyor ve Anadolunun yanık yüzlü çocuklarına orda yi
ğitlik masaları söylüyor, orda insanın ölümle alay ettiği
sayısız destanlar yazdırıyordu- Evet bu sarışın savaş tan
rısı, ya da bu sarışın Hektor Truva’yı yine savunmak için
Şirden bire yerden çıkmışa benziyordu.
Gelibolu yarımadasını düşmekten kurtaran mucize,
yalnız bu genç ve sarışın savaş tanrısının kalbinde ve bey
ninde ışıldıyordu.
Evet, Mustafa Kemal, Ingiliz dritnotlarında dünyayı
fethe çıkmış general Hamilton’u kahrından öldürüyordu.
Kendisi de beri yanda uykusuzluk, yorgunluk ve sıtma
dan erimeğe, bir deri bir kemik bir kahraman harabesi
haline gelmeğe başlıyordu. Onun günlük yaşayışı, her in
sanın dayanabileceği gibi değildi. Gelibolu yarımadası, Ha-
milton’un topçu salvoları karşısında sarışın bir Türk kah
ramanı yaratıyordu, ama bugünlere Türkiye’nin kara gün
leri denilebilirdi. Siperlerde çelik sağnakları altında sayı-
134 —
s; belirsiz Anadolu çocuğu dizileri sessiz sedasız eriyip gi-
.diyordu.
Yeryüzünün o zamana dek görmediği en büyük ve en
korkunç savaş donanması Çanakkale’nin kapısına dayan
dığında Türk devletinde, daha çok savaşı isteyerek kapı
mıza getirenlerde şafak atmıştı.
Bu donanma bir toslamada Çanakkale müstahkem
mevkiini hallaç pamuğu gibi atarak İstanbul limanına da
yanacaktı.
Ne olduysa oldu bu korkunç yarma da, Çanakkale’yi
yarıp geçememişti. Ancak, düşmanın hırsı sönmemişti.
Bir de bu istihkâmları arkadan vurarak İstanbul’a ulaş
mak istiyordu. Enver Paşanın ve Liman Von Sanders’in
etekleri yine tutuşmuştu. Padişah Sultan Reşad’ı Anadolu-
lu’ya kaçırmak için tertibat alındı. Sorumluların çoluk -
çocuğu ya Anadolu yakasına geçirildi, ya da geçirilmeğe
hazır bir duruma getirildi.
itilâf devletlerinin kararı kesindi: Türklerin ayağını
Avrupa’dan keserek onu Alman yoldaşlarından ayırmak.
Mustafa Kemal’in Gelibolu yarımadasının «Cesaret
tepe» sine kurşun ve gülle işlemez yeni bir dev Rodos hey
keli gibi dikilişi, itilâf devletlerinin iştahını kursağında
bıraktığı gibi, İstanbul’un kaçış hazırlığını da durdurmuş
tu...
— 135 —
inandığından hakkından dostça vazgeçmek zorunda kal
dı. Alman albayına ilk söylediği söz şu oldu:
— Karar verilmiştir. Araziyi biliyor ve düşmanı ta
nıyorum; ben kumanda edeceğim.
Alman Albayı, Mustafa Kemal’in bu direnmesini ve
dâvada onun haklı olduğunu genel karargâha kendisi bil
dirdi.
Alman albay, bir zorbanın karşısında değildi. Yarbay
Mustafa Kemal, onu gerçekten inandırmıştı.
Zaman geldi ki bütün Arıburnu kumandanlığında
Mustafa Kemal tek başına kaldı. Düşman yeni saldırı böl
gesi olarak Anafartaları seçince iş değişti. Oradaki kuman
danlık, büyük İngiliz çıkarma kuvvetleri karşısında şaşır
mış, ne yapacağını bilmez hale gelmişti. Mustafa Kemal,
cephenin boydan boya bir kumandanın, o da yalnız ken
disinin kumandası altında bulunmasını ve ancak böylecc
gelecek ani baskınlara koordine olanaklarla karşı konu
labileceğini söylüyordu. Şimdiki bu parçalanmış kuman
danlıklarla ancak bir felâkete gidildiği kanısındaydı-
Bir gün Yalova’da bulunan Genel Karargâhtan Li
man Von Sanders Paşa, Kurmay başkam Dİyarbakırlı Kâ
zım Paşa ağzıyla Mustafa Kemal’den genel durumu sor
du. Mustafa Kemal, böyle giderse durumun berbat bir so
nuca varacağı üzerinde kesin fikirler ileri sürdü. Liman
Von Sanders, buna karşı ne çare olabileceğini sorunca
Mustafa Kemal, bütün cephe kumandanlığının, yâni grup
kumandanlığının kendisine verilmesini istedi. Telin öbür
ucundan bir kahkahaya benzeyen şu karşılık geldi:
— Peki, çok gelmez mi?
Mustafa Kemal şu yanıtı verdi:
— Az bile gelir!
Oysa bütün bu kasırga içinde tek olumlu ve yüksek
beyin olarak işleyen Mustafa Kemal, henüz yarbaydı. Al
baylığa yükseltilmesi Enver Paşa katında tartışma ko
nusu bile olmuyordu.
Mustafa Kemal, hiç kimsenin lûtfunu bekleyecek kı
ratta bir asker değildi.. O, istediği başarıyı kendisi yaratı
— 136 —
yor ve onun sonucu olan altın yemişleri kendi elleriyle
uzanıp topluyordu.
istediği grup kumandanlığını da en sonra aldı. Ö y
le bir zamanda ki Anafartalarda’da kan gövdeyi götürüyor,
îngilizler Türk çocuklarını bir buğday tarlası gibi biçe
rek egemen tepelere doğru kolayca tırmanıyorlardı. Ar
tık, Hamilton’un bu yeni saldırısını da ancak bir kişinin
durdurabileceği anlaşılmıştı. Enver paşa, bu eski rakibi
nin kazandığı paha biçilmez zaferler karşısında hırsın
dan kendini yiye - yiye Hamilton’un açtığı yeni cepheye
de Mustafa Kemal’in askerî dehasını sürmekten başka ça
re bulamadı.
Artık, Çanakkale cephesinde iki kişi karşı karşıya kal
mıştı: Hamilton ile Mustafa Kemal!
Iş, böyle olduğu halde ve Türkiye’de askerlikten an
layan ve bunu birkaç kez İstanbul’u ve boğazlan kurta
rarak gösteren Mustafa Kemal, İstanbul gazetelerinde,
yaptığı işleri anlatmak olanağım güç elde ediyordu.
Daha Selanik’teki «Rumeli» gazetesinden tanıdığı Y u
nus Nadi’nin gazetesine yaveri Cevat Abbas’m eliyle mek
tuplar gönderiyor ve askerî sansür bunları kuşa benzettik
ten sonra yayımlamalarına izin veriyordu- Hele Mustafa
Kemal'in resimlerinin gazelerde çıkması bir sorundu-
Yunus Nadi, onun resimlerini gazetesinde basabilmek için
askerî sansürle al takke ver külah pençeleşip duruyordu.
AvustralyalIlar, 1910 yılı 8 Ağustos sabahı gün i5;ir
ken Kocaçimentepe ve Conkbayırı yönüne doğru pek şid
detli bir saldırıya geçtiler. İki ordunun askerleri de sapır
sapır dökülüyor ve genç insan kanlariyle Gelibolu toprak
ları bir kez daha sulanıyordu. Yaban lâleleri çoktan kuru
yup dökülmüşse de gelecek ilkbaharda daha kırmızı aça
bilirlerdi. Dünya kuruldu kurulalı bu topraklar, bunca de
ğerli gübreyle, en tatlı düşlerle süslü insan beyinlerinin
fosforuyla bu denli cömertçe gübrelenmişti. Avusturalya-
lılar Türk ordusunun yorgunluğundan yararlanarak kaç
kez püskürtüldükleri egemen tepelere en sonra tırmana
bildiler. Dağınık kumandanlar altında bütünlemesine bir
— 137 —
zafer kazanıldığı hiçbir zaman görülmemişti. Bütün bu
tümenlerin kendi emrine verilmesini istediğinde Von San-
ders Paşa telin öbür ucunda alay etmişti- İşte Çanakkale
en sonra elden gidiyordu. Yalnız, o gitse neyse, İstanbul
da elden gidiyordu. Alman ordulariyle Türkiye’nin bağlan
tısı kesiliyordu. Yalova’da yuvalanmış olan Von Sanders
çabucak Gelibolu cephesine koştu, Mustafa Kemal’i ara
dı. Onu cephe karargâhının yanında Anafarta köyünün ar
dındaki yolda cepheye koşarken buldu.
Mustafa Kemal’e:
— Bu cephedeki bütün kuvveti bir kolordu haline ge
tirmeğe karar verdim. Onun kumandanlığını almanızı isti
yorum, dedi.
Bunu daha önce verselerdi ya! Şimdi Çanakkale’de bir
itek düşman askeri kalmazdı. Zararın ne yanından dönülse
kârdır- O, bu grup kumandanlığını çok gerekli zaman:’ :,
altı hafta önce istemişti. O zaman, tehlike ile bu denli bu
run buruna değillerdi. Şimdi, yüklendiği sorumluluk o
günküne göre korkunç denilecek büyüklükteydi.
Mustafa Kemal, 26 - 27 Temmuz gecesi saat 9.50’de
yalnız Anafarta grup kumandanlığı emrini almamış, bu
nun yanı sıra düşmana 27 Temmuz günü saldırı emrini de
birlikte almıştı.
Ne yazık ki, yine hastaydı. Sırasiyle gerek sıtma, ge
rekse böbrek sancıları onu sık-sık yokluyordu. Dizlerinin
bağı çözülüyordu. Hemen o gece grup karargâhına yeti
şecek, hem de sabahleyin birlikleri saldırıya kaldıracaktı.
Artık, umut bir tek ondaydı. Tümen başhekimi ile yaveri
Kâzım beyi yanma alarak yola çıktı- Dört aydır, ateş hat
tından üç yüz metre geride Ölülerin kokmasından meyda
na gelen boğucu, korkunç bir havayı soluyup duruyor ve
bu yüzden hastalığı da büsbütün artıyordu- Gecenin saat
on birinde zifiri karanlık içinde atının üzerinde oradan ay
rıldıktan sonra ilk kez ciğerlerini oksijenle yıkayan ter
temiz bir havanın içine girmişti. Yalnız, bu güzel havanın
yanı sıra sanki zifir gibi koyu karanlığı da yutuyormuş
gibi geliyordu ona. Her ne de olsa içinde kendisini hiçbir
- 138 —
vakit bırakmayan bir yaşamak ve yaratmak sevinci vardı.
Kulakları bu sevincin tatlı çığıltılarında, ilerliyordu. En
sonra hak yerini buluyor, «liyakat», en sonra değerlendiri
liyordu. işte, yüksek kumandanlık, bir türlü bitmek bil
meyen işi onun bitireceğini anlamıştı. Bu da, yeterdi. Şim
di, bu hasta ve bitkin haliyle kendisinden bir mucize bek
lediklerini biliyordu. Vaktinde davranmayarak işi rnueî-
ırelik bir hale getirmişlerdi.
Gideceği Çamlıtekks karargâhı saatlarca uzaktaydı.
Hayvanın üzerinde baygınlık geçirmeden oraya varabil
mesi ayrı bir işti.
Atm üzerinde, yalnız yıldızların ışığını seyrederek iler
liyor, bu koyu karanlıkta, atının ayaklarından çıkan sesle
re karşı ilerlediğini anlamıyordu.
Yine de Arıburnu’nu geride bıraktı ve gecenin saat
bir buçuğundan önce Gümbiirdek bayırının güneyinde bu
lunan karargâha sağ-salim vardı.
Ömründe bu kerte sıkıştığım bilmiyordu. Saldırı şa
fakla beraber başlayacaktı. Henüz emri altındaki subaylar
ve kumandanlarla tanışmış ve «harekât» üzerinde bir tek
bilgi almış değildi. Bütün Kurmay kurulunu gece yarısı
yanına çağırarak gerekli bütün bilgiyi almağa çalıştı. Al
dığı bilgiye göre düşman, Kireçtepe, Kükürtlü pınar, fiiile-
cik, Mestantepe hattında sayısı belirsiz kuvvetler tutuyor
du. Bundan başka Conkbayırında ve Kocaçimen’de yine
sayısı bilinmeyen önemli kuvvetleri olduğu da biliniyordu.
Bilinen bir şey daha vardı ki, düşman, kemikliler’e dur
madan taze kuvvetler çıkarmaktaydı.
Mustafa Kemal, bu bilgiyi alınca yeni kuvvetlerini
buna göre düzenledi. Telefon tertibatı olmadığından emir
leri tümenlere subaylarla yolladı. Bu subaylardan birisi
de yanından oldum olası ayırmadığı tıknaz, esmer sert
yiizlü bir yüzbaşı olan Cevat Abbas Beydi.
Mustafa Kemal, telefon hatlarının çekilmesi, sıhhiye
İşimi için gereken emirleri verdikten sonra karargâhtan
ayrıldı, gün ışırken başlayacak saldırıyı yönetmek için
Çrımlıtcpc kuzeyindeki tepelere yollandı.
— 139 —
Yüzbinlerce Anadolu çocuğu, ruhunun sıcacık bir ko
desinde titizlikle sakladığı tatlı cennet düşleriyle canını
vermiş ve etleri boşalan tümenler birer iskelet halinde si
perlerde pusmuş bekliyordu. Neyse en soııra beklenen güç
lendirme kuvvetleri yetişmiş, Mustafa Kemal umutsuz
luktan kurtulmuştu. Bu kuvvet, altmış kilometrelik Bola-
yır - Anaiarta yolunu en kısa zamanda, rekor denecek
bir süratle geçmiş, yeni grup kumandanı Mustafa Kemal’
in eli altına girmişti. Zorlu yürüyüşle yüzlerinden kıvıl
cımlar saçarak Anafartalar’a yetişen bu kuvvete ancak iki
saat gibi ufacık bir mola verdirilerek saldırıya kaldırıldı.
Gözetleme yerine vardığında Türk saldırısının baş
lamış olduğunu gördü, İki tümen yan yana başarılı sal
dırılarını bütün engelleri yıkarak sürdürdüler. Böylece
Snlva doğusundaki bir düşman kolordusu ile Büyük Ana-
farta yönündeki bir tümen yenilmiş ve işleyemez hale
getirilmişti. Yenilmiş olan düşman kuvvetlerinin çoklu
ğu, Mustafa Kemal’i şaşırtmıştı. Başarı o kerte büyüktü
ki, saldırıyı durdurdu ve askerler elde ettikleri siperleri
onarmağa başladılar. Hamilton’un o kerte önem verdiği
ve kendisinin de yakında bulunduğu bu saldırının neden
yenilgiyle sonuçlandığını Mustafa Kemal çok çabuk anla
mıştı: Düşman birlikleri bayır yukarı yanaşık düzende
ilerlemekteydiler ve önlerinin de boş olduğunu sanıyorlar
dı. Türk topçusunun ve avcılarının bu arada her zaman
olduğu gibi gösterdikleri yiğitlik, yenilgiyi meydana ge
tirmişti. En Önemli etken İngiliz kumandasmdaydı. So
rumluluk korkusu, İngiliz ordusunun subaylarım felce uğ
ratmıştı. Mustafa Kemal, sorumluluk korkusunun nice
yenilgiler meydana getirdiğini bir çok kez yakından gör
müştü. 27 Temmuz zaferi, Mustafa Kemal’ce sevinilecek
bir zaferse de henüz İstanbul’u kurtarmaktan uzaktı. Düş
man, üç gündür Şahintepe ile Azman arasında başka kuv
vetlerle arkası arkasına birçok saldırılarda bulunmuştu.
Bu saldırılar, gerçekten de kanlı ve canlı saldırılardı. Böy
lece gerek Conkbayırı ve gerekse Şahintepe’de korkutucu
bir duruma sahiptiler.
— 140 —
Mustafa Kemal, kendisine yardıma geleceği bildiri
len iki taze alaya çok sevinmişti. Bu iki alayla bu gece
Hamilton’un başına yeni bir çorap öreceğini düşünerek
kıs - kıs gülüyordu. Bu alaya sıcak bir çorba hazırlama
ları için hemen gerekenlere emir vermişti.
*
— 141 —
Bütün kumandanlar, Mustafa Kemal’in karşısında
asık yüzleriyle utumsuzca düşünüyorlardı. Öbür alay gel
meden böyle az kuvvetle saldırı yapılamazdı. Hepsinin mı
rın - kırın ederek kendisine anlatmak istediği buydu- Ger
çekten de hakları vardı. Mustafa Kemal’se çok kuvvetle
İŞ görmek düşüncesindeydi- Hele, kaçırılacak zaman, düş
mana yeni avantajlar sağlayabilirdi.
Bunun için bütün kumandan ve kurmayların düşün
celerine karşı olarak saldırıya geçmeğe karar verdi.
Conkbayırı’nda ve Şahintepe’deki Türk kuvvetlerinin
arkasından yeni gelecek kuvvetler, savaş düzeninde toplu
olarak bulunacaklardı. Saldırı, gün ışırken başlayacaktı.
«Hiç bir tüfek, top ve bomba padamaksızın süngü ile düş
man üzerine» atılacaklardı.
Mustafa Kemal, o geceyi çadırında uykusuz geçirdi,
gün ışımadan önce de saldırıyı seyretmek için 4.3Ö’da gö-,
zetleme yerinde bulundu-
Nedense vakit geçiyor; saldırı hâlâ başlamıyordu. Do
ğu ufkundaki gümüş ışıklar, yavaş yavaş erguvanlaşı-
yor, yakut ve duru bir ton alarak günün altın bir top
halinde patlamasına pek az bir zaman olduğunu gösteri
yordu. Korkunç bir bunalım ânı, bütün kumandanların
emirlerini dudaklarında dondurmuşa benziyordu. Neydi
bu korkunç duraksama? güneşin altın tepsisi ıssız tepe
lerin arkasından fırlar fırlamaz düşman savaş gemileri
bu tepeleri hallaç pamuğu gibi atmağa başlayacaktı. Bir
saniyenin bile değerli olduğu bir zaman parçası içinde bu
lunuyorlardı-
Mustafa Kemal, bir kez daha işin başa düştüğünü an
lamıştı. Hemen kumandanlara işaret vererek hepsini saf
ların önüne geçirdi. Askere, düşmanın kaçmağa hazırlan
dığını söyledi, morallerini artırdı.
— Düşman kaçmak istiyor, fakat biz buna müsaade
etmeyeceğiz dedi, bunun için benim ilerden kırbaç sal
layarak vereceğim işaret üzerine hemen hepiniz düşmana
atılacaksınız.
Bundan sonra beş on adım ileri yürüdü ve kırbacını
— 142 —
havaya kaldırarak işaretini verdi.
Subaylar ve askerler bu işaret üzerine esmer bir in
san çağlayanı gibi bayırdan aşağı akmağa başlamışlardı.
Sabahın ilk ışıltılarında süngüler şimşek çakıyor ve
— Allah! Allah! Allah! Allah!
haykırışları yeri - göğü dolduruyordu.
Bu saldırıda düşmanın bütünüyle ezildiği anlaşıldı.
Düşman tek bir silah patlatmağa fırsat bulmadan süngü
den geçirilmişti. Hava ışıdıktan ve güneş boğuşma mey
danının üstünde yükseldikten sonra denizde sıralanan çe
lik ejderhalar, henüz taze kan tüten yamaçlara korkunç
bir ateş püskürmeğe başladı. Kurak temmuz havasının ku
rutarak barut haline getirdiği otlar ve çalılıklar tutuşuyor,
toz, duman, barut kokusu ve misket yağmuru altında sa
vaşta sağ kalmış olanlar da ölüler gibi talihsiz bir hale ge
liyordu. Oiıu erle yan yana uzanmış dost ve düşman yara
lıları tepeleri kuşatarak yürüyen yangın ortasında haykı
rarak, inleyerek can çekişiyorlar ve kimse onlara yardım
elini uzatamıyordu. En ağır top mermileri kocaman kaya
parçalariyle birlikte ölüleri, yaralıları ve sağ kalanları
da havaya uçuruyor ve sonra bunların hepsi yine ölüle
rin, yaralıların ve sağların üzerine yığıyordu.
Mustafa Kemal, yanı başında köpeği Alp olduğu hal
de elindeki kırbaçla savaş meydanına dikilmiş duruyordu.
Türk askerleri, süngüleri parlayarak sağından solundan
geçiyor, daiga dalga düşman siperlerine doğru iniyorlardı.
Mustafa Kemal, bu anda kendinden geçmişçesine Meh
metçiklerin süngüleriyle yazdıkları kanlı destanı seyredi
yordu. Birden bire göğsüne sert bir cismin çarptığını duy
du. Henüz ne olduğunu iyice anlamamıştı ki, o anda yanı
başında bulunan yedek subay Zeki bey ile Nuri Conker:
— Efendim vuruldunuz!
Dediler. Mustafa Kemal baktı: ceketinin sağ yanında
cep üzerinde bir kurşun deliği gördü. O zaman o da ger
dekten vurulduğunu sandı ve yaranın henüz sıcakken
acımadığını bildiğinden vurulduğuna iyice inandı.
Hemen Zeki beyin ağzını eliyle kapadı:
— 143 —
— Sus!
Dedi. Vurulduğu anlaşılırsa bu güzel zafer günü, bir
bozgun günü haline gelebilir; askerin morali birdenbire
sıfıra inebilirdi. Savaş tarihinde böyle çok olaylar vardı.
Allahtan ki Mustafa Kemal, vurulmamış, yalnız okul
dan beri bir türlü vazgeçemediği Omega saatine rastlayan
bir şarapnel misketi, bunu dağıtıp parçalamıştı. Göğsünde
ufak bir morartıdan başka birşey yoktu.
Bu okul yadigârı saat, çok değerli bir insanın haya
tını kurtarmıştı. Savaştan sonra bunu işiten Liman Vor,
Sanders, bu saatin enkazını bir hatıra olarak Mustafa
Kemal’den istemiş, kendisi de ona Omega markalı ve ar
kasında bir taçla ailesinin asalet arması «LS-'> işlenmiş
kendi saatini bir anı olarak vermişti.
Saldırıya geçen Türk askerleri, ilk haftalardaki bütün
düşman askerlerini teki sağ kalmamak üzere süngüden
geçirmişler, bunlara yardıma gelenleri de yerlere sererek
kimi noktalarda, kaygusuz şıpırtalariyle kumla üstünde
oynayan denize dek sokulmuşlardı.
Mustafa Kemal, bu küçük saldırı ile koca bir düşma
nın yenilemeyeceğini biliyordu. Bu sersemletici vuruştan
sonra yine hemen saldırıyı durdurdu.
30,5’luk savaş gemi topları, hâlâ tepeleri cehenneme
.çevirmekte ayak diriyordu. Düşman ölülerini siperlerden
çıkarıp atan Mehmetçikler, buralara kendileri yerleşmiş
bu cehennem saatlerinin geçmesini bekliyorlardı. Conkba-
yırı kurtarılmıştı.
Elbette Mustafa Kemal, bu saldırıda Yeni ZelandalI
ların yalnız kayalık çıkıntıda iki bin ölü bıraktıklarını bi
lemezdi. Siperlerden ve sığınaklardan da bin kadar düş
man ölüsü çıkarılmıştı. Bütün cephede tngilizler üç yiiz
yetmiş subayla on bine yakın asker yitirmişlerdi. 28 Tem
muzda meydana gelmiş olan Conkbayırı savaşı, Anaıar-
talar başarısının en şanh parçasıydı.
Anafartalar’ın en önemli savaşlarından sonuncusu da
3 Ağustosta Kireçtepe’de geçmişti- Kireçtepe, Anafartaîar
savaş cephesinin sağ kanadında Önemli bir mevzi idi.
— 144 —
Düşman, bîr tugaylık bir kuvvetiyle grubun sağ kanadına
2 Ağustos günü akşam üstü saldırarak Kireç tepenin kimi
yanlarım ele geçirmişti.
Mustafa Kemal’in hemen o gece yaptığı karşı saklın
ile elden çıkan yerler yine alınmıştı-
*
— 146 —
ve silâh gerekiyordu. Bu raporu alan Lord Kitchner, ken
disi kalkıp Çanakkale’ye gelmiş bütün cepheyi boydan boya
gezerek durumun kritikliğini kavramış böylece Çanakkale-
nin geçilemeyeceği düşüncesine mührünü basmıştı. Bunun
hemen arkasında 22 Kasım 1915’de Arıburnu ve Anafar-
talar cephesi, 8 Ocak 1916’da da Settülbahir cephesi boşal
tılmıştı.
Siperlerinde iliklerine dek ıslanmış, aç, yorgun, uy
kusuz ve öksürüklü zavallı mehmetçikler, bütün ceplıe;,7i
birden bire ölüm sessizliği kapladığını görünce şaşkına
dönmüşlerdi. İngiliz kumandanlığı askerlerini öyle ses
sizce çekmişti ki, mehmetçiklerin ruhu bile duymamıştı.
Bu, bir kaçıştı. Bütün siperlerde ve karargâhlarda davul
lar, zurnalar bu kaçışı bir bayram havası içinde kutladı!ar.
Mehmetçik, 200.000 şehit vererek Çanakkale’de «yedi dü
velin askerini» yenmişti. Ne yazık ki savaş salt Çanakka
le zaferiyle bitmiyordu.
«Ingiliz zaferine iki dakika kala tehlikeyi Önleyen
mavi gözlü kumandan» yeni - yeni İngiliz saldırılarım ve
onlara indirilecek yeni darbeleri hesaplarken İngilizlerin
apansız kaçışiyle birden bire uyanmıştı. îngilizler, bütün
Çanakkale zaferini, altın bir yemiş gibi onun sıtmadan
titreyen ince parmaklı zayıf ellerine bırakıp gitmişti.
Ne var ki bu kocaman zafer bile sıtmanın bir deri,
bir kemik bıraktığı bu adamı sevindiremiyordu. Şundan
ki o sonunda yine yenileceğimizi çok iyi biliyordu. Ken
disiyle konuşan bir Alman’a şöyle diyordu:
— Tam mânasıyla Ruslar gibi karaya takıldık. Kuş
lar çökmeğe mahkûmdurlar. Çünkü, boğazları kapayarak
onları Karadeniz’e tıkadım. Bu suretle müttefiklerinden
ayrı düşürdüm. Fakat, biz de aynı sebep dolayısiyle yıkıl
mağa mahkûmuz; gerçekten biz, Akdeniz, Karadeniz ve
Hint Okyanusu kıyılarına yerleşmiş bulunuyoruz. Fakat
herhangi bir Okyanusa çıkmayı göze alamayız. Deniz kuv
vetine malik olmayan bir kara devleti olmak itibariyle biz,
yarımadamızı kara kuvvetlerini hiçbir tehdide uğramaksı-
— 147 —
zın istediği sahile getirilen deniz kuvvetlerine karşı mü
dafaaya asla muktedir olamayacağız.
*
- 149 —
büyük ve sıcak bir dostluk havası içinde kuru fasulye,
pilav, piyaz, yeyip rakı içiyor, cephenin korkunç gerçeği
ni biraz hayâl biraz unutma çabası içinde arka plana at
mağa çalışıyorlardı- Bu sofra başında tartışmalar yılan
hikâyesi gibi uzuyor ve çoğu zaman yararlı bir sonuca
bağlanıyordu. Mustafa Kemal’in daha ilk gençlik yılların
dan beri keşfettiği büyük bir sır vardı- İçki sofralarında
insanlar daha kolay ve daha çabuk dost olabiliyor ve yine
bu sofra başında bu dostluklar uzuyor, perçinleniyordu.
Böylece, onun sofrasına gelen herhangi bir konuk bu si
hirli sofranın yardımiyle onun düşüncelerinin etkisi altı
na da düşüyor ve onun çömezi oluyordu-
*
— 150
tanbul’un ya da payitahtın kurtarıcısı» olarak Çanakkale-
den İstanbul’a dönmüştü. Tanıdık, tanımadık herkes elini
.sıkıyor onun paha biçilmez zaferini kutluyordu. Yeni has
talığını da az zaman içinde yenmişti. İstanbul’un içinde
«İstanbul’un ikinci Fatih’i» gibi şan ve şerefle gezip do
laşıyor ve rakiplerini kıskançlıktan öldürüyordu.
Sisli - puslu İstanbul günlerinden bir gün Pangaltı’-
da Harp Okulu karşısındaki Türk Ordusu doktorlarından
albay Luigi beyin 211 No.lu evinin önünde bir landon dur
du ve içinden kurşunî pelerine sıkıca sarınmış genç ve sa
rışın bir subay indi. Bu, albay, Mustafa Kemal’di. Pek
eski ve yakın arkadaşlarından Ömer Lütfü’nün dul eşi
madam Corinne’i ziyarete gelmişti. Apartmanın antresin
de yukardan billur su damlaları gibi dökülen bir piyano
sesi duydu, bir keman sesi bu tatlı ve melankoli dolu pi
yano damlalarına ürkek adımlarla arkadaşlık ediyordu.
Hemen evde bir konser verildiğini anladı. Madam Corinne’
in evinde bu gelenektendi. O da bu güzel ve içten kon
serlerde birçok kez bulunmuştu. Salona girdiğinde donuk
bir aydınlığın romantik tonlarla yıkadığı birçok tanıdık
yüzlerle karşı karşıya geldi. Hepsi başlarını çevirip ona
baktılar. «İstanbul’un ku rtarıcısın ı hepsi de tanıyordu,
ilkin piyano tuşlarında ince beyaz parmaklarını gezdi
ren güzel madam Corinne’in iri gözleriyle karşılaştı. Ba-
şiyle onu selâmlayarak öbür konukların yanındaki boş bir
koltuğa doğru yürüdü. Artık sakalı ağırmaya başlayan
«Şair-i âzam» Abdülhak Hamit, monoklümü düzelterek
ona çok kibar bir baş selâmı verdi. Onun yanındaki Lıi-
siyen Abdülhak Hamit hanım da genç albayı mübalağalı
bir biçimde selâmladı. Selim Sırrı (Tarean) ile zaten Se-
lânikten tanışıyorlardı. Selâmlaştılar. Serdar Kerim paşa
mın torunları, Edibe, Kerime ve Süreyya hanımlar genç
albayı başlariyle selâmlamakta acele ettiler. Namık Ke
mal’in torunu Cezmi bey, çenesine dayadığı kemanını ayır-
maksızm başmı eğerek onu selâmladı. Konsere güzel se
siyle katılan Madam Anmer de gözlerinin içi gülerek alba
ya selâm verdi.
— 151 —
Madam Corinne’in kocası ve Mustafa Kemal'in ya
kın arkadaşı Ömer Lütfü, Balkan savaşında Vize’de şehit
düşmüştü. Mustafa Kemal, Madam Corinne’in bütün aile
siyle bu yüzden ilk günden beri tanışıyor ve göriişüyordu-
Ömer Lüifü öldükten sonra da Mustafa Kemal bu aile ile
olan yakınlığım kesmemişti. Madam Coriıırıe İtalyandı.
Cenova’da doğmuştu. Sonra ailece Türkiye’ye göç etmiş ve
Türk vatandaşlığına geçmişlerdi. Babası albay Luigi Bey,
Türk ordusunda askerî doktordu. Uzun zaman devlet hiz
metinde bulunmuş, liyakat madalyası almıştı. Şimdi Bahri
ye Nezaretinde tercüman olarak çalışıyordu. Coriıme’in
amcası Ferdinaııd da Ferdi Paşa ııamiyle Türk ordusunda
görev almış bir generaldi.
Madam Corinne, Paris konservatuvarıııdan dîplomahy*
di- Piyano çalmayı orda Öğrenmişti. Türkçeyi oldukça düz
gün konuşuyor, Italyacadan başka Fransızca da biliyordu.
İnce duygulu, zeki ve kültürlü bir kadındı. Onun için de
kolayca Azdülhak Hamit’in ve Lüsiyen hanımların ara
sında bir değer kazanmıştı.
Balkan savaşında subay olan kocası ölünce İstanbul’
un yüksek sosyetesinde bir yer sahibi olduğu halde ken
dini yalnız duyuyordu.
Biricik avunmasını Mustafa Kemal’in seçkin kişiliği
ve güzel varlığı meydana getiriyordu. Mustafa Kemal, va
kit buldukça ona uğruyor, saatlerce müzikten, kadından
şiir ve edebiyattan konuşuyorlardı. Mustafa Kemal, Bal
kan savaşından sonra Sofya Ateşemiliterliğine gittiğinde
Madam Corinne kendisini çok yalnız bulmağa ve ona ay
dın bir kadın olgunluğu taşıyan özlem dolu mektuplar yaz
maya başlamıştı. Mustafa Kemal de Sofya’ya vardığı ilk
günlerde büyük bir yalnızlık duygusuyla dolu mektuplar
yazarak Mme Corinne’i gönülce olsun yalnız bırakmamış
tı. Sonra, birinci dünya savaşı patlak verince Mustafa
Kemal’in mektupları birdenbire kesilmiş ve Mme Corinne,
kendisini anlaşılmaz bir karanlıkta buluvermişti. Sofya’
ya yazılan mektuplara bir türlü karşılık gelmemişti.
Oysa Mustafa Kemal, bu sırada kendi direncinin gii-
— 152 —
cüyle Çanakkale’ye geçmiş ve orda İtalya’dan daha bü
yük, daha güzel bir altın destan yazmağa başlamıştı. Ko
caman zaferler kazanmak için Truva’ya gelmiş olan Aga-
memnon (Hamilton) ile bütün savaş ortaklarını yenmiş,
sağ kalanları da sargılar içinde anavatanlarına püskürt-
müştü- İşte, o günlerde Maydos’tan gelen bir mektup Mme
Corinne’i şaşırtmıştı. Ondan sonra Anafartalar kahrama
nı eli kalem tuttukça ona kuvvetli, güzel, berrak ve nük
teli mektuplar yazmıştı. Şimdi, artık Çanakkale savaşları
bitmiş, eski yakışıklı dost, albay olmuştu. O rütbeyi kılı
cının hakkı ve «Payitahtın kurtarıcısı» olarak almıştı- Bun
dan dolayı askerlik, onun üzerinde elmas gibi ışıl ışıl ışıl
dıyordu. Genç kızlar ve kadınlar ona baygın - baygın, er
kekler de imrenerek bakıyorlardı.
Klasik parça başar* ile çalmıyor, İstanbul sosyeleşi
nin kaymağından bu birkaç kişi, can kulağiyle dinliyor
du. Mustafa Kemal, kaçamak olarak ara sıra yüzüne ta
kılan değerlendirici bakışları anlamazlıktan geliyor, bu a-
rada Sofya’dan beri gerçekten varlığını ve yakınlığını özle
diği Mme Corinne’i derin bir İlgiyle seyrediyordu. Sofya’
da güzel Elena, Mara ve Nikolina bunun varlığını ona bir
süre unutturmuştu. Çanakkale cehenneminde onu daha
sık ve daha özlemle anmıştı. Kadından uzak tehlikeli bir
savaş bölgesinde hayalinden geçen kadınlar arasında ilk
jplanda o vardı. Fırsat buldukça da İstanbul’a gidip gelen
yakın subay arkadaşlarıyla ona mektup gönderiyordu.
Postayla gönderse ancak pek basit birkaç sözcükle ye
tinmesi gerekiyordu. Arkasında altın bir Çanakkale zafe
ri sürükleyerek İstanbul’a döndüğünden beri Corinne’i sık
^ık ziyaret ediyordu.
Konserin ortasında, dinleyenler genç albayın birden
bire ayağa kalkarak gitmeğe davrandığını görünce şaşır
dılar. Mustafa Kemal’in kendisine en yakın oturanlar
dan Ali özdeniz’in kulağına fısıltıyla bir şeyler söyleye
rek salondan çıkıp gitmesi herkesi gerçekten meraklandır
mış, Mme Corinne’i ise çok üzmüştü. Mustafa Kemal’in
apansız kalkışının nedeni şuydu: Çok önemli bir randevu
— 153 —
su olduğu aklına gelmişti. Bu önemsenmeyecek kasten
unutulabilecek bir randevu değildi. Dahiliye Nazırı Talât
beyle görüşecekti. Bu halde Mme Corinne’e bir şey söyle
nemeyeceğinden Ali beyin kendi adına özür dilemesini fı-
sıldıyarak merdivenleri hızla inmiş ve bir arabaya atlaya
rak Sirkeci’ye yollanmıştı.
Mustafa Kemal, böyle birden bire kalkıp acele ile dı
şarı çıkınca, onun yarıda kesmek istemediği konseri bu
kez Mme Corinne kesmiş, birden bire duruvermigti. Piya
noya eşlik edenler de, dinleyiciler de Mme Corinne’in bir
den bire fenalık geçirdiğini sanmışlar bunların en yaşlısı
ve centilmeni olan büyük şair Abdülhak Hamit, hemen ye
rinden fırlayarak Lüsiyen hanımla birlikte piyanoya doğ
ru koşmuştu-
— Neniz var, hanımefendi, bir rahatsızlık mı hisset
tiniz?
Bunun üzerine bir açıklama yapmak gerektiğini an
layan Mme Corinne, taburesi üstünde bütün dinleyicilere
flöndü ve gözlerini hepsinin yüzünde dalgın - dalgın gez
direrek:
— Çıkan zatı, Mustafa Kemal beyi iyice tanıyor mu
sunuz? Diye sordu, emin olunuz ki bu büyük İnsan bir
gün vnkv?. Türkiye’nin değil bütün dünyanın en ünlü ada
mı olacaktır-
*
— 154 —
Mustafa Kemal, kocaman bir maroken koltuğa gömü
lürken içinden bu babacan davranışlı adamı her zaman
bütün ittihatçıların hepsinden daha çok sevdiğini yineledi.
Bu adamda, devlet adamlığına yakışan, içten bir büyüklük
vardı.
Talât bey, henüz Sait Halim paşanın uzaklaştınlnıa-
siyle Dahiliye Nazırlığından Sadrazamlığa geçmemiş ve
kılıç takarak şatafatlı Sadrazam giyneğini giymemiş paşa
da olmamıştı.
Mustafa Kemal’den Çanakkale üzerinde enteresan bil
giler aldı. Onu herkes gibi bir kez olsun «Payitahtın kur
tarıcısı» olarak içten kutladı.
Talât bey - Mustafa Kemal konuşması olurken birin
ci dünya savaşı da iki yaşma basıyor ve her dakika dün
yadan binlerce genç insanı alıp götürüyordu. Korkunç Al
man savaş makinasımn hızı kırılmağa başlamıştı. Kitch-
ner’in Çanakkale’den alıp götürdüğü sağ kalmış Ingiliz
ve Fransız askerleri, şimdi Fransa cephesinde Alman sa
vaş makinasımn birer birer çarklarım kırıyor, en gerekli
vidalarım söküyor ve onu laçka edip işe yaramaz hale
getirmeğe başlıyordu-
Mustafa Kemal, bütün savaş cephelerinde şöyle bir
askerî gezinti yaptıktan sonra konuşmayı siyasal cepheye
getirdi ve her yerde açıktan açığa konuştuğu tehlikeli ko
nuları Talât beye de bir daha yineledi: işi getirip «Mün
ferit surh - ayrı barış» sorununa dayadı. Karşı konmaz
mantığıyle ve cephelerdeki tecrübesinin verdiği demirden
bir yüreklilikle «Ayrı barış» tezini savundu. Talât bey,
eskidenberi Mustafa Kemal’den hem hoşlanıyor hem de
çekiniyordu. Şimdiyse arkasında gerçekten boy ölçüşül
mez altm bir destan sürükleyip gelmişti. Söz sırası Talât
beye geldiğinde yumuşak ve babacan sesiyle şöyle konuş
tu:
— Kemal, dediğin bir dereceye kadar hakikat sayıla
bilir. Yalnız, bizim er ve geç harbe girmek zorunda ol
duğumuzu kabul et. Bu boğazlar bizim elimizde kaldık
ça bizi boş bırakırlar mıydı sanıyorsun? Kim ağır basarsa.
— 155 —
kim evvel davranırsa, kim daha ziyade menfaat temin
ederse bizi kendi tarafına çekecekti. Hem malî ve İktisa
dî vaziyeti bozuk olan devletlerin müstakil siyaseti ola
cağına inanıyor musun? Ben buna asla imkân görmüyo
rum ve sorarım sana, kırk yıllık düşmanımız Rusya’nın
bulunduğu tarafa mı geçseydik daha iyi olurdu? Hoş, bu
nu da düşünmedik değil, düşündük, hattâ bazı temaslara
da giriştik, olmadı. Gözü kör olsun, paraya muhtaçtık. Ca-
vid’i biliyorsun, Avrupa’ya gönderdik, bize şu an’anevî
dostumuz Fransızlar bile para vermekte yüz defa düşün
düler. Sonra da ne verdiler? Dağ, doğura doğura bir fare
doğurdu. Bu para ile bir imparatorluk uzun müddet bita
raf kalabilir mi? Zamanına gelince, bundan daha iyisini
bulamazdık. Harbe girecek idiysek, iş yapacağımız zaman
da girmek gerekti. İşte, Çanakkale zaferimizle Rusya’yı
ta kalbinden vurduk. Herifler açlıktan, cephanesiziikten
kınlıyorlar. Yakında görürsün, bu koskoca memleket na
sıl çatır çatır çökecektir.
Mustafa Kemal:
— Çok şeyler yapacaksınız bunu anlıyorum, fakat kor
karım ki, bütün bunlar memleketi içinden çıkılmaz bir
hale sokmasın! Eğer ben ,ve benim gibiler o zaman hayat
ta bulunursak, sizin bu sözlerinizi herhalde takdir etmeye
ceğiz. Temenni ederim kİ biz görüşlerimizde yanılmış çıka
lım!
Talât Paşa, Anafarlalar kahramanına, konuşmayı kı
sa kesmek ister gibi şu yanıtı verdi:
—* Merak etme kardeşim!
Bu konuşmadan birkaç yıl sonra yine o «San paşa»
Türkiye Cumhurreisi bulunurken Talât Paşa için şu sözle
ri söyleyecekti:
— Zavallı Talât Paşa! Kendisinin bir Ermeni kurşu
niyle Berlin sokaklarında yere serildiğini işittiğim za
man ne kadar müteessir olmuştum. Evet, Talât Paşa bü
yük adamdı. Bir memlekete uzun yıllar bu tip insanların
gelmesini beklemek lâzımdı. Fakat, milliyetperverliği, he
yecanı, kafasına koyduğu şeyi behemehal yapmak arzusu,
156 —
onu acele kararlar almaktan da alıkoyamamıştı. Aynı hüs
nüniyet ve aynı heyecan İttihat ve Terâkki’nin diğer erkâ
nında da vardı.
«Enver Paşa, Cemal Paşa, Halil bey, Cevat bey tek
tek birer kıymet idiler. Fakat, hepsi hayalperest idiler.
Daha istikrarlı, daha olgun bir dış siyaset takibine mu
vaffak olamadılar. Bu devlet adamlarının hayâllerin pe
şinde koşan ideolojilerini biraz da yine İttihat ve Terâk
ki’nin meşhur mütefekkiri Ziya Gökalp bey körüklüyor
du^
*
— 157 —
düzenli ve mutlu bir yaşayışın gerektiğini düşünen İsmail
Hakkı beyle karısı onu dünya evine sokmayı kararlaştır
dılar. Onun şan ve şerefine uygun bir kız aradılar ve bu
nu da bulmakta güçlük çekmediler. Bu, tanıdıkları Mısır
Hidıv’i Abbas Hilmi paşanın küçük kızlarından biri olabi
lirdi. Hidivin üç kızı vardı- Bunlardan en küçüğü Lütfiye
ile ortancası Fethiye, Paşa için uygun olabilirse de daha
Ç ok Lütfiye üzerinde duruyorlardı- Lütfiye, 1900 doğum
luydu. Mustafa Kemal’in yaşının yarısından daha küçük
se de evlenecek çağda sayılabilirdi.
Bir gün, tatlı bir söyleyişi sırasında İsmail Hakkı bey
le karısı Mustafa Kemal’e bu düşüncelerini açtılar:
— Paşa, sizin gibi değerli bir insanın böyle tek başı
na yaşaması doğru değildir. Biz, karı - koca aramızda bir
karar verdik. Paşayı evlendirelim, dedik. Yüksek şahsiyet
lerden birinin kızını da namzet olarak düşündük. Bilmem,
kendi başımıza böyle gelin - güvey olmamız doğru mu?
Fakat, zati alinizi ne kadar çok sevdiğimizi bilirsiniz. Bu
arzumuzu bir şuç sayarsanız eski dostluğumuza bağışla
manızı rica ederız-
Bunları tatlı ve biraz da düşünceli bir gülümseyişle
dinleyen Mustafa Kemal:
— Ben, evlenmeyeceğim, çünkü, harp seneleri içinde
bulunuyoruz dedi, harp cephelerinden birinde düşmanı
mağlup ettik ama, öteki cephelerde harp şiddetle devam
ediyor. Ben, askerim. Bugün İstanbul’da isem yar m cep
hedeyim. ölürüm , kalırım, belli olmaz- Fakat, benimle ev
lenecek kız mesut olamaz.
Ne var ki İsmail Hakkı bey bir kez onu evlendirmeyi
aklına koymuştu. Bin dereden su getirip evliliğin erdem
lerinden, gerekliliğinden söz etti durdu- Mustafa Kemal
ona bir kez olsun evet, demediyse de kırmamak için sesini
de çıkarmadı.
Yalnız, son söz olarak:
— Peki, ne yaparsanız, yapınız! Dedi.
Bu sözü senet kabul eden İsmail Hakkı Bey ona çok
— 158 —
soylu bir ailenin çok güzel ve çok terbiyeli kızını isteye
ceklerini de söyledi.
— Kimin kızı?
— Hidiv Abbas Hilmi paşanın küçük kızı.
Abbas Hilmi paşa adını işiten Mustafa Kemal, onu
ta Mısır'dan ve Sofya’da Ataşemiliterken nasıl tanıdığını
andı. Mustafa Kemal’in Sofya’dan Hidiv’le tanıştığını İs-
paail Hakkı bey de biliyordu. Mustafa Kemal, Hidiv’le da
ha Trablus’a giderken Mısır’da tanışmıştı. Yedi yüz kilo
metrelik yakıcı bir çöl üzerinden onu ve arkadaşlarını
'Trablus’a gönderen Hidiv Abbas Hilmi paşa değil miydi?
Aradan ne civcivli günler geçmişti. Bunun için de Hidiv’i
yüzyıl önceden tanıyor gibiydi.
İsmail Hakkı beyle karısı, bu değerli askeri Kavalalı-
Jar soyuna bağlayacaklarından hoşnut görünüyorlardı. Bu
işe artık olup bitmiş gözüyle bakıyorlardı. Hidivden bir
pundunu getirerek kızı istemek kalıyordu.
Mustafa Kemal’in Abbas Hilmi paşayla Sofya’da kar
şılaşması anısı bir işle ilgiliydi: Bir Avrupa gezisinden dö
nen Hidiv, Bulgar sınırları içinde kalan dedelerinin kenti
Kavala’yı görmek istiyordu.
Bu çok aziz anılar canlandıran dedeler kentinde bir
bilim kurumu kurarak Balkanlardaki Türk çocuklarına ya
rarlı olmak istiyordu. Yalnız, bu kuruluşu meydana getir
mek için Bulgar Hükümetinden izin almak gerekiyordu-
Ancak Hidıv’in Sofya’ya gelişinde Mustafa Kemal’le ah
baplık kuracak vakti olmamıştı.
Ev sahibi, hem bu tanışıklığı, hem de Mustafa Ke
mal’in Anafartalar’da sağladığı büyük ünü göz Önüne ala
rak büyük bir yüreklilikle Hidiv’e başvurdu.
Hidiv, cesaret kırıcı bir durumda İsmail Hakkı beyi
dinledikten sonra küçümseyen bir mimikle:
— Olamaz, dedi. Böyle bir evlilik an’ane ve âdetle
rimize aykırı gelir. Biz, hanedandan olmayanlara ne kız
veririz, ne de onlardan kız alırız.
İsmail Hakkı beyle karısı bu belâlı işe burunlarını
soktuklarına bin kez pişman olmuşlardı. Ne var ki paşa o
— 159 —
yanlarda değildi. Bu evlenme işinin sonucunu İsmail Hak
kı beyden on yıl sonra 1926 da soracaktı.
*
Anafartalar destanmı altın harflerle tarihe yazan Mus
tafa Kemal’i artık büyük insaf sahipleri paşa görmek is
tiyordu. Yalnız, bu paşalık, nedense bir türlü gelmiyordu.
Şundan ki paşalığın yolu Enver Paşanın ülkesinden ge
çiyordu. Bu iş, ona bakıyordu. Talât paşa başta olarak
bütün partinin ileri gelenleri, artık Mustafa Kemal’in pa
şalığı haketıiği kanısındaydılar ve bunu açıkça söylemek
ten çekinmiyorlardı-
Birgün, Enver paşa, İttihat ve Terâkki genel merke
zine girdiğinde konuşmakta olanların birden bire kendi
sini görünce sustuğunu görmüştü.
Talât paşa, Mustafa Kemal’in bunca büyük hizmet
ten sonra hâlâ neden paşalığa yükseltilmediği üstüne ko
nuştuklarını anlattı.
Enver Paşa, hemen şu cevabı verdi:
— Mustafa Kemal’in mirlivarlığa terfi iradesi ce-
bimdedir. Ama, siz onu bilmezsiniz. O hiçbir şeyle mem
nun olmaz. General olur müşirlik ister, müşir olur, padi
şahlık ister.
Mustafa Kemal, Enver Paşanın bu sözlerini işittiğin
de şöyle demişti:
— Ben, Enver’in bu kadar zeki ve ileri görüşlü oldu
ğunu bilmezdim.
— 160 —
Subay üniformasını giymişti, bütün madalya ve ni
şanlan göğsünde parlıyordu. Yüzü sivrilmiş ve küçülmüş
tü. Mavi gözlerinde zafer duygularının çelik ışıltılariyle
derin ve köklü bir karamsarlığın melankolisi yan yana par
lıyordu. Pek yakın, dumanı üzerinde zafer duyguları, ge
lecekte olacağı apaçık görülen felâketlerin kara duygula-
riyle çoğu zaman kararıyor, gölgeleniyordu. Türkçesi, ar
kasında koskoca bir Çanakkale cephesi bıraktığı halde se
vinemiyor, biraz güler yüz biraz dostluk gördüğü h er
kese korkmadan açılı veriyordu.
Sakallı Tevfik bey, onu büyük b ir salona iletmişti.
Salonun ortasındaki uzun bir masanın her iki yanma bir
çok tanıdık yüzler sıralanmıştı. Mustafa Kemal’i, savaşın
bu öz ve biricik kahramanını merak ederek bu şölene so
kulmuş ufak tefek aydınlar ve komşular dışında ittihat
ve Terâkkinin bütün gençleri ve Talât’la Enver’in dikta
törlüğünü kemirmek isteyen idealist komitecileri şölen sof
rasını süslemekteydi.
Sakallı Tevfik bey, bu şöleni salt «Payitahtın kurta
rıcısı» ve eski arkadaşı Albay Mustafa Kemal onuruna ve
riyordu.
Mustafa Kemal, salonu nkapısında görününce herkes
ayağa kalktı ve yenilmez kumandana alkış tuttu, sonra
onu masanın onur yerine oturttular.
Mustafa Kemal, salonun kapısında görününce herkes
hep eski arkadaşlarıydı. Bu tanıdık yüzler kendisine min
netle gülümsüyorlardı- Sapancalı Hakkı, Hüsrev Sami, Ya-
kup Cemil, Mustafa Kemal’in yanı başında oturuyor ve
onun arkadaşlığını başkalariyle paylaşmak istemeyen bir
gururla gülümsüyorlardı. Mustafa Kemal, başının üzerin
de şan ve şerefin altın halesiyle Çanakkale’den döndüğün
den beri bu arkadaşlar, Le Bon’da, Perapalas’ta, Meser-
ret’te onunla sık sık görüşüyor, dertleşiyorlardı. Aslına
bakarsanız, Mustafa Kemal’i arayan onlardı.
Sakallı Tevfik bey yığın - yığın ve türlü mezelerle
yüklü masayı türlü içkilerle de süslemişti. Kadehini kal
dırarak:
— 162 —
se Türk ve Alman zaferine inanmıyordu- Çanakkale des
tanını dehasının altın kalemiyle yazmış olan Mustafa Ke
mal’se sofradakilerin en karamsarıydı:
— Arkadaşlar, diyordu, memleket çok fena idare edil
mektedir. Yolumuz, Çanakkale zaferine rağmen tehlikeli
dir. Bir uçuruma doğru sürükleniyoruz. Bu harbin, biz ve
müttefiklerimiz tarafından kazanılacağına katiyen ihtimal
vermiyorum. Türk ordusu, üzerine düşen vazifeyi son da
kikaya kadar yapacaktır, fakat, bu uğurda feda edeceği
miz gençlere, sarfedeceğimiz paraya şimdiden acıyorum.
Maalesef şunu ilâve etmeliyim ki İttihat ve Terakki umumi
merkezi ve partinin ileri gelen erkânı, gözü bağlı yürü
mektedirler. Almanların göz boyayıcı zaferlerine aldan
mış bulunuyorlar; harp uzadıkça aleyhimizde inkişaf ede
cek, hiçbir şey sonunda mağlup olmamıza mâni olama
yacaktır.
Mustafa Kemal’in bu sözlerle özetlenmiş olan konuş
ması, denebilir kİ saatlerce sürmüş, bütün sofraya sonuna
dek egemen olmuştu.
Mustafa Kemal’in konuşması, en tehlikeli bir bozgun
cu propaganda niteliğini taşıyordu. Onun sözlerini dinle
yenler, hükümete şimdiden devrilmiş gözüyle bakıyorlardı.
Mustafa Kemal, gece geç vakit, epey boşalmış ve ha
fiflemiş olarak evine gidip mışıl - mışıl uyku çekerken Ta
lât beyin kargaları geceki toplantı biçimindeki şöleni çok
tan kendisine uçurmuşlardı. Talât bey, göz Önünde ya
pılan bu yıkıcı toplantıya bir türlü akıl erdiremiyor, ulu
sun yavaş yavaş zıvanadan çıktığına inanacağı geliyor
du.
Nezaret odasında hop oturuyor, hop kalkıyordu, De^
mek ki, bir Yakup Cemil, bir Sapancalı Hakkı, bir Hüs-
rev Sami yetmiyormuş gibi şimdi başlarında bir de Mus
tafa Kemal ekşimişti. Gerçi, o, eskidenberi İttihat ve Te
rakkinin başına ekşimiş bir âsiydi. Ancak, Çanakkale’de
Hamilton kuvvetleriyle boğuştuğu sürece sesi çıkmıyor,
çıksa bile ancak Enver paşanın bürosuna dek ulaşabiliyor,
orda boğulup kalıyordu. Çanakkale zaferinden sonra İs
163 —
tanbul’a gelip boş günlere yaslandığındanberi hem kendi
siyle, hem Enver’le hem de bütün İttihat ve Terâkkinin
kaderiyle uğraşmağa başlamıştı. Eski kale ve şato kapı
larını yıkmağa Özgü bir koçbaşı gibi daha bir iki gün önce
Dahiliye Nezaretinin kapısına toslamış; müsteşar Halil
(Menteş) beyin, Hariciye Nazırı Nesimi beyin kapılarına
da aynı hızla toslamıştı.
Şimdi de İttihat ve Terakki’nin genç âsileriyle el ele
ve baş başa vermiş, onlara elebaşılık ediyordu.
Oysa Çanakkale’de zafer üstüne zafer kazandığı hal
de Enver onu bir türlü yarbaylıktan yukarı çıkarmıyor;
öbür binlerce irili - ufaklı subaya günlük tayin verir gibi
rütbe dağıtıldığı halde ona birkaç kez hakettiği albaylık
rütbesi verilmiyordu. Yine kendi yakın adamları Bahaed-
din Şakır ile doktor Nâzım kendisine hatırlatmıştı da o
da Enver üzerinde baskı yaparak onu terfi ettirmişti:
— Enver, demişti, şu Mustafa Kemal’in terfii işi ar
tık her tarafta bir mesele olmağa başladı. Onu terfi ettir
de herkesin ağzı kapansın.
Şölen gecesinde geçenleri bir rapor halinde alan Da
hiliye Nazın, sabahleyin doğruca Enver paşanın yanına
koşmuş ve ona şöyle demişti:
— Mustafa Kemal, bu zaferden sonra, orduda çok
kuvvetli bir mevki sahibi olmuştur. Bizi sevmediği ve he
pimizi tenkit ettiği en yeni misalleriyle vâkidir. Bu zatın
birgün halkın ve ordunun başında, saltanata, hükümete
karşı hareket edeceğini tahmin ediyorum. Buna meydan
vermeyelim, kendisini oldukça uzak ve zor bir vazifeye
tayin edelim.
— Terfiini imzaladık, irade-ı Seniyeye iktiran etti.
Miralay oldu. Bugünlerde onu İkinci Ordu kumandan ve
killiğine tayin ederim olur biter. Çünkü, İzzet paşa has
talanıp çekildi.
— Ziyafet sofrasındaki ateşli konuşmaları yüzünden
Mustafa Kemal, İkinci Ordunun karargâh kurduğu kar
lı - buzlu Bitlis - Muş bölgesine gitmeye hazırlanırken Sa-
pancalı Hakkı beyle Yakup Cemil beylerin çevresinde si
— 164 —
yasal bir fırtına esmeğe başlamıştı. Bu fırtınada sık sık
«Mustafa Kemal» adı geçiyordu.
İkisi de Harbiyeden mezun iki muvazzaf subay olan
Sapancalı Hakkı beyle Yakup Cemil beyin o dönemi dam
galayan pek sık olaylar içinde yakın arkadaşlıkları vardı,
İttihat ve Terakki’nin bu iki fedaisi, Trablus savaşına Mus
tafa Kemal'le birlikte gitmişlerdi. Ordan dönüldüğünde Ba-
bıâli baskını tasarlanmış ve bunda en baş rolleri Yakup
Cemil’le Sapancalı Hakkı oynamıştı. Harbiye Nazırı Na
zım Paşayı yere seren Yakup Cemil’in kurşunları, zafe
ri ilk elde olgun bir elma gibi Enver’le Talât’ın avuçla
rına düşürmüştü. Cesaretle patlayan tabancalar, Kâmil pa
şayı kuzu gibi sadaret koltuğundan uzaklaştırmış, ve ik
tidarı kayıtsız - şartsız İttihat ve Terakkinin el:ıe teslim
etmişti. Mustafa Kemal Çanakkale’den dönüşünde şimdi
ye dek karşılaştığı büyük ve görülmez tehlikelerden bi
riyle, hattâ en önemlilerinden biriyle karşılaşmıştı. Sava
şın en kızgın zamanında, en 'küçük falsonun vatan hain
liğiyle suçlandırıldığı bir zamanda, gemi azıya almış bir
Yakup Cemil, Talât’ı ve Enver’i tepeleyip hükümeti devi
receğini açıktan açığa bağırarak söylüyor:
— Peki, onların yerine kimleri getireceksin? Diye
alaylı - ciddi soranlara da şöyle yanıt veriyordu:
— Enver paşanın yerine Mustafa Kemal, başkuman
dan vekili ve Harbiye Nazırı olacak!
Bu, Talât'ın da Enver’in de kulağına gitmişti. Herkes
gibi onlar da Yakup Cemil’den hem korkuyor, hem de
onu «idare» etmeğe çalışıyorlardı.
Hele şu anda Mustafa Kemal’e ilişmek akıllarından
bile geçmiyordu. Onların elindeki en iyi koz, kendilerine
rakip ve zararlı gördükleri kişileri sürgün etmekti. Onla
rın birkaç yıl önce yıktıkları Abdülhamit de öyle yapıyor
du; hepsini maaşlı sürgün olarak Payitahttan uzaklaştırı
yordu. Fethi bey, küçük Bulgaristan’ın başkentinde çile
dolduruyordu. Genel karargâhta, askerî istihbaratın ba
şında çalışan Kâzım Karabekir, doğuya sürülmüş böylece
Enver paşa, her şeye itiraz eden ve kendisine kafa tutan
— 165 —
bir kişiden daha kurtulmuştu. Mustafa Kemal Çanakkale'
den döndü döneli zafersiz bir başkumandan vekili olan
Enver paşanın arkasından da çok düşürücü sözler edilir ol
muştu. Onu da en sonra Rus cephesine sürüp önüne kemik
gibi bir de paşa rütbesi atar, biraz daha soluk alabilirlerdi.
Yakup Cemil’in şampiyonluğunu yaptığı «ayrı barış»
tezini Mustafa Kemal çapında bir kumandanın destek
lemesi, işin propaganda değerini arttırıyor, söylenti ala
nını daha çok genişletiyordu..
Yakup Cemil, Mustafa Kemal’le konuştuğunda:
— Başkumandan Vekilliği ancak sana lâyıktır, diyor
du. Yenilmiş bir kumandan hiçbir vakit başkumandan ola
maz! Ben Enver’i de Talât’ı da temizleyerek o mevkie se
nin gelmene yardım edeceğim. Enver’i o mertebeye getir
dim ne de olsa. Bana, o kadar istediğim halde bir kay
makamlık rütbesini bile çok gördü. Onları iktidara getir
mek için hükümeti kurşunlarımızla çil yavrusu gibi da
ğıttık. Koskoca Harbiye Nazırını yıldırım çarpmış me
şe gibi kanlar içinde yere serdik. Sonra da «siz siyasete
karıştınız, adam öldürdünüz» diye bizi ordudan uzaklaş
tırdılar.
Sapancalı’ya, bana, Hüsrev Sami’ye yaptıkları bu nan
körlük hiç affedilir mi?
Mustafa Kemal bu pekgözlü adamı iyice dişine vur
muştu. Sevdiğini sonuna dek severdi. Ne yazık ki onun
zekâsı cesaretinden üstün değildi. Onun için de İttihat ve
Terâkkinin fedaisi olarak kalmıştı. Bütün kötülük de hur
daydı. Yoksa, o altın gibi bir çocuktu- Sapancalı Hakkı’yı
daha çok seven Mustafa Kemal, bu çocuğun yakınları
nın başım yakabileceğini gizlice ona anlatıyordu. Sapan-
calı Hakkı’nın bütün öğütleri, Yakup Cemil’in bir kula
ğından girip, Öbüründen çıkıyordu.
Hele, Enver’i tepeleyerek «Anafartalar Kahramanı»
nı onun makamına getirmek isteyişi, Mustafa Kemal’i gü
lümsetiyordu- Bu suikast kurbanı namzetleri, gerek Mus
tafa Kemal’in gerekse ulusun o kerte canını yakmışlardı
ve hâlâ o kerte yakmakta direniyorlardı ki onların ölümüy
— 166 —
le diritni artık onu hiç ilgilendirmiyordu.
Bir tek korktuğu şey, bu yiğit oğlanın kendi kendi
nin başını yiyeceğiydi. Dahiliye Nazırı Talât beyin hafiye-
Jeri, bütün muhaliflerin arkasında kum gibi kaynıyordu.
H atta kimi önemli kişilerin ardına beş altı kişi birden
taktığı oluyordu. Obur yandan milli casus teşkilâtı de
mek olan teşkilât-ı mahsusa da polisten ayrı olarak En
ver paşaca onları izlemekle görevlendirilmişti. Mustafa Ke
mal, oturduğu kahvehane ve pastahanelerde her Allahın
günü bunlardan birkaçının yırtıcı kuş gözüne benzeyen
gözleriyle karşılaşıyordu. Ya zavallı Yakup Cemil, ken
disi Jeşkilât-ı mahsusa’da çalıştığından dünyada hiç kim
senin kendisini izleyebileceğine İnanmıyordu.
O, bir İstanbul çocuğuydu. Yenibahçe’de doğmuştu.
H üniyetin ilânından altı yıl önce Harbiye’den mezun ol
muştu. Her genç subay gibi o da Rumeli’de eşkiya kova
lamağa gönderilmişti. Bulgar ve Rum çeteleriyle başarılı
çarpışmalar yapmış olan Yakup Cemil, çok iyi bir atıcıydı.
O da her genç harbiyeli ve her genç subay gibi Ab-
dülhamid’in istibdadına diş biliyordu. Ateşli ve isyan do
lu bir ruha sahipti. İttihat ve Terâkki örgütüne ilk giren
ler arasındaydı. İri yan gövdesi, geniş omuzları, kırmızı
yüzü kimi zaman saf ve temiz, kimi zaman sert ve ateşli
bakışları, şiddetli ve inanlı konuşmaları, en sonra ataklığı
ve atikliği, ona yoldaşları içinde Özel bir yer sağlamıştı.
Hürriyetin ilânından sonra bir süre Adana’da İttihat
ve Terakkinin sorumlu delegeliğini yapmıştı ki bu görev
bir valiyi bile etkileyecek güçteydi- Trablus savaşı patlak
verince serüven arayan ruhu ileri atılmış, Sapancalı Haki
ki ve Mustafa Kemal’le Mısır üzerinden ve yedi yüz kilo
metrelik bir çöl geçerek Trablus’a varmıştı. Elindeki ta
bancası orda da rahat durmamış, casustur diye bir zen-
,ci teğmeni, Şükrü efendiyi haksız yere yaşayanlar arasın
dan uzaklaştırmıştı. Oraya gideli henüz iki üç ay olmuş
tu ki cephe kumandanı olan Enver, bu cinayet üzerine onu
gerisin geri, İstanbul’a göndermişti.
Birinci Dünya Savaşı başlayınca yüzbaşılıktan ayril-
— 167 —
mış olan Yakup Cemil’in emrine büyük bir çete verilmiş
ve sınır boylarına gönderilmişti. Ondan gerçekten çok şey
ler bekleniyordu. Çetenin sayısı iki bine varıyordu. Hep
si de sivil olan bu geniş kadrolu çetenin çalışma alanı Kaf
kasya, Gürcistan, Ermenistan’dı. Buralara sızarak türlü
sabotajlar yapacak, Rus ordusunun gerilerine güvensizlik
salacaklardı. Bu geniş kadrolu çete, küçük çete gruplarına
ayrılıyor ve bunların başlarında da sonradan ün salacak
çete reisleri bulunuyordu. «Binbaşı Asım, yüzbaşı Halit,
Lazistan mebusu Sadi, Şakir (Kesebir, eski iktisat vekili)
Çerkeş Ethem vb.»
Yakup Cemil, çetesini vapurla Trabzon’a götürmüş
Türk ordusunun Batum saldırısına çetesiyle katılmış ve
kentin alınmasında büyük rol oynamıştı. Bunun için de
kendisine «Batum Fatihi» denmesini istemişti. Ömründe,
elde ettiği bu en büyük başarı siyle durmadan öğünüyor,
yeni zaferler peşinde koşmak için can atıyordu.
Kafkasya’da dolaşıp duran Yakup Cemil, Ruslardan
Ardahan kasabasını da almış, ününe bir Ardahan Fatih-
lıği de katmıştı.
Yakup Cemil, casus manisine kapılmıştı. Her ayak
bastığı yerde ilkin casus arıyordu. Erzurum’da Ordu Ku
mandan; Mahmut Kâmil paşanın sözü, onun katında geç
miyordu. Ordu içinde casusluğundan kuşkulandığı birçok
Türk askerini sorgusuz - sualsiz kurşuna dizdirmişti- Yi
ne Hasankale’de düşmana haber uçurduğu sanılan bir jan
darma eri ile on altı köylüyü bir tek soru sormadan kur
şuna dizdirmişti. Onunla başa çıkamayacağını anlayan
Mahmut Kâmil paşa, onu yine kendi kumandası altındaki
Bitlis - Muş bölgesi kumandanlığına sürgün etmişti. Yine
kalabalık çetesini arkasına takan Yakup Cemil, soluğu Ali
beyin (Çetinkaya) alayında almıştı.
Ali bey de çok sert bir asker olduğu halde Yakup
Cemil’e söz anlatamamıştı. Yalnız, ne etmişse etmiş bu
ele avuca sığmaz adamı Irak cephesindeki Enver paşa
nın amcası Halil paşaya göndermenin yolunu bulmuştu.
-Hâlil paşa, Altmcı Ordu kumandanıydı. Paşa, Yakup Ce
— 168 —
mil’i yine muvazzaf hizmete almış ve bir yüzbaşı ol
duğu halde emrine bir bağımsız tabur vermişti. Onun bu
taburla «haşrü neşı> olarak çevresine zararlı olmaktan
uzak kalacağını sanan Halil.paşa, çabucak aldandığını an
lamıştı. Yakup Cemil, hiç bir kaba sığmayan civa gibi
bir adamdı. İngiliz siperlerinin karşısındaki Türk siper
lerine sinmiş olan Yakup Cemil’in taburu, bir gün hiç
beklenmedik bir zamanda birden bire deliler gibi saldırı
ya kalkmış ve İngiliz makinalı tüfekleriyle bir buğday
tarlası gibi biçilmiş, gerçekler dünyasından birkaç dakika
içinde silini vermişti. Halil paşa, bu vakitsiz ve emirsiz sal
dırıyı haber alınca hem kırılan bir tabur Türk çocuğuna
acımış, hem de Yakup Cemil’e sınırsız kızmıştı.
Baştan başa hareket olan Yakup Cemil, siper haya
tından bıkmış, usanmış, çete savaşlarına benzer bir bas
kınla Ingilizleri gafil avlamağa çalışmış ve böyleoe İngi-
Hzler karşısında mıhlanıp kalmış olan Türk ordusuna da
bir örnek olmak istemişti.
Halil paşa, bu olaydan sonra doğrudan doğruya ye
ğeni Enver paşayla haberleşerek Yakup Cemil’i kendi böl
gesinden uzaklaştırmanın çarelerini aramış ve bulmuş
tu. Yakup Cemil’in İstanbul’a uzaklaştırılması çok sür-
pıemişti.
Yakup Cemil’in en sevdiği adam, Sapancalı Hakkı’ydı.
Onun Bükreş’ten getirdiği ayrı barış düşüncesini benim
seyen Yakup Cemil, artık payitahtın altını üstüne getirecek
kocaman bir bomba haline gelmişti. Hükümetin en güçlü
iki başı Talât beyle Enver paşa da onun önünde titre
meğe başlamıştı- Şundan ki her zaman bir arkadaş olarak
yanı başlarına dek sokuluyordu. Onu bürolarından uzaklaş
tırmağa, koğmağa yüzleri tutmuyordu. Bugünkü mevki
lerini.onlara bağışlayan yüzde elli Yakup Cemil’in taban-
casıydı. Ondan hem korkuyorlar, hem de ona minnet borç
lu olduklarını derinden duyuyorlardı, işte, bu canlı tehlike
de salt bu yüzden ortadan kaldırılamıyordu.
Yakup Cemil, Sapancalı Hakkı ile Mustafa Kemal’in
benimsedikleri «ayrı barış» parolasına onlardan daha bü
— 169
yük bir enerji ile sarılmıştı.
Bir gün Enver paşanın karşısına dikilmiş, ona şöyle
diklenmişti:
— Bu haliyle harbi kaybedeceğimiz yüzde yüz mu
hakkak bilmelisiniz.
Bundan sonra, son aylarda dolaştığı sınır boylarında
gördüğü faciaları uzun uzadıya anlatmıştı, bu arada Mah
m ut Kâmil paşayı, Ali (Çetinkaya) beyi, Halil paşayı in
safsızca neşterlemişti.
Enver paşadan bir tümen kumandanlığı istemiş, o da
onu beceriklice atlatarak Irak cephesine yollamıştı.
Yakup Cemil, bu arada büsbütün bir anarşist - ihtilâlci
karakteri taşıyordu. Kendini boşlukta duyuyor ve her gö
rüştüğüne, Mustafa Kemal’le Sapancalı Hakkı’dan aldığı
esine dayanarak çok tehlikeli sözler söylüyordu:
— Yok, yok, bu böyle gitmeyecek! Bu işlere bir ça
re bulmalı! Zararın ne yanından dönülse kârdır.
işte, Mustafa Kemal, koskoca bir Anafartalar yap
mış eşsiz ve yenilmemiş kumandan, bu büyük zaferin bi
le geçici bir avunmadan başka bir şey olmadığını söylü
yordu.
*
— 170 —
hazırlanan imparatorluk uluslarına karşı eşkiya avına
çıktı.
Hakkı bey, ilk görevini yaptığı Selanik'teki Redif ala
yında ittihat ve Terakkinin başlariyle tanıştı. Bir partili
olarak göze çarpmaya başladı. Mustafa Kemal’le yakın
arkadaşlık kurması da bu zamana rastlıyordu.
Sapancalı, burdan İşkodra’ya gönderilmiş, orda da
İhtilâlci çalışmalarına hemen başlamış, Kâzım (Dirik) ile
el ele ve ateşli çalışmaları İstanbul hükümetince çabu
cak haber alınmış, her ikisinin de yakalanması için hü
kümetten emir çıkmıştı. Sapancalı, bu haberi alınca he
men ordan Karadağ’a kaçmış, bir yıl orda saklanarak 1908
hürriyet devrimiyle meydana çıkmıştı. Oradan Selânik’e
gelen Hakkı bey, Redif taburunda biraz daha çalışmış,
sonra îskodra’da ittihat ve Terakki’nin sorumlu sekre
teri olarak çalışmağa başlamıştı.
Sapancalının en içten ve en yakın arkadaşları Yenı-
bahçeli Şükrü, hikayeci Ömer Seyfettin, Bandırmak Re
şit (Çerkeş Ethemin ağabeysi), Kuşçubaşızade Eşref ve
Asitaneli Nizamettin idi.
Dünya savaşı patladıktan sonra ticarî işlerini artı
ran Sapancalı, Romanya ile Osman lı hükümetleri arasın
da buğday alım - satımında Önayak olmuştu. Yalnız si
yasal hasımlarınca az kalsın lekeleniyordu. Sapancalı, par
tinin kirli işlerinden hiçbirine yanaşmamış, sonuna dek
tertemiz kalmanın yolunu bulmuştu.
Mustafa Kemal, bunun için onu çok seviyordu.
Ne var ki Sapancalı’nm kirli işlere karışmamaktaki
direnişi de bir işe yaramamıştı. Romanya’da bulunduğu
sırada Fransız >ve Ingiliz temsilcileri, onun Enver Paşanın
en yakın arkadaşı olmasından yararlanarak «ayrı barış»
düşüncelerini ona açmışlar ve böylece Enver’e doğru bir
yol bulmağa çalışmışlardı. Almanların bütün cephelerde
durakladığı bir sırada yapılan bu ayrı barış telkini, çok
güzel bir şeydi. Türkiye’de bunu isteyen bir çok düşünen
kafa vardı, hükümeti sımsıkı ellerinde tutanları bu düşün
ceye yanaştırmanın güçlüğü de meydandaydı.
— 171 —
Ayrı barış düşüncesini ilk önce Sapancalı’ya açan
onun ta Selânikten beri tanıdığı dostu Havas ajansı mu
habiri mösyö Moto olmuştu. Sapancalı her ııe kadar artık
siyasetle hiç bir türlü ilgisi olmadığını durmadan söyle
mişse de bu görüşmenin bir değil birkaç kez yapılmasını
önleyememişti.
Fransa, Mösyö Moto’nun ağziyle Türkiye’den ayrı
barış istiyordu. Hükümet de bunu dinleyecek bir tek ku
lak var mıydı.
Ondan sonra Sapancalı'ya İngiliz elçisi yanaşmış, o
da ayrı barış düşüncesini açmış, hattâ daha avantajlı bir
ayrı barış da ileri sürmüştü.
Sapancalı Hakkı bey, onları ister istemez dinlemiş,
zoraki bir aracı haline gelmişti. İstanbul’a döndüğünde
en yakın arkadaşı Enver’le Talât’a bunları şöyle üstün
körü olsun çıtlatıp düşüncelerini yoklayabilirse de, bunu
yapmadı.
Sapancalı, Romanya’dan İstanbul’a dönüşlerinde yine
«Seyfi Sefain Acentası» nın üstünde ticarî yazıhanesinde
her zamanki işleriyle uğraşmağa başlamıştı. O, İttihat
ve Terakki içinde en çok arkadaşı olan bir adamdı. Bun
dan dolayı her Allahın günü yazıhanesi İttihatçı arkadaş-
lariyle dolup taşıyordu-Ne var ki Dahiliye Nazırı Talât
bey, bu en idealist particilerle yakın dostları Sapanealı’yı
şiddetli bir göz hapsine almıştı. Onlardan önemli, hatta
Çok önemli bir tehlike kokusu aldığı anlaşılıyordu. Arka
larına yığııila sivil polis takmıştı. Sapancalı en sonra bu
nu anlamış, kendini ve çevresini kontrol etmeğe başlamış
tı. Bir gün Karlman Pasajı önünde vitrinlere bakarken
çevresinde kendisiyle ilgilenen kalabalık bir grup görmüş,
Jtuşkulannuştı.
Sonra ordan Tepebaşında bir gazinoya uğrayarak
bira ısmarlamış ve bu grup oraya da gelip karşısındaki
boş masaya oturmuştu. Altı kişiydiler.
Sapancalı Hakkı’mn kafasının tası atmıştı- Hemen Po
lis Müdürü Ahmet beye koşmuş, çıkışırcasma ona bu
durumdan yakmmıştı. Ahmet bey şaşırmış:
— 172 —
— Şu münasebetsizlere bak yahu, demişti. Sanki ben
bunlara altısının da bir arada gezmesini söylemişim gibi
heyet halinde vazife yapmışlar!
izleme emrini veren Talât beyden başkası değildi.
Ötekiler neyse ne, Hüsrev Sami ile Yakup Cemil’in de
yazıhaneye girip çıkması Talât beyi adamakıllı kuşkulan
dırmıştı. Yakup Cemil, hükümet erkânınca o günlerin en
tehlikeli adamı sayılıyordu. Kendinden önce tabancası
konuşuyordu.
Talât beyin bu korkusu boşuna değildi. Romanya’dan
gelen ayrı barış havadisini sanır sultan bile işitmişti. O*
laylar da aldatıcı karakterini bırakmıyordu.
Sapancalı Hakkı, Romanya’dan bomba gibi fikirlerle
döndüğünde, Hüsrev Sami de Trabzon’daki parti göre
vinden ayrılıp İstanbul’a gelmişti. Hükümetin aleyhinde
ulu orta atıp tutan Hüsrev Sami, Talât’ı adamakıllı ü r
kütmüştü. Bu arada bir Yakup Cemil eksilmiş gibi o da
Halil paşanın isteği üzerine İstanbul’a gelmiş, hemen can
dan arkadaşı Sapancalı’nın yazıhanesine uğramıştı. Mus
tafa Kemal’in Çanakkaleden temelli dönüşü, yeni düşün
celeri ve propagandalariyle devletin güvenini sarsan tu
tum u Talât paşayı tedirgin hale getirmişti.
Sık sık toplananların hepsi de eski tanıdık, eski bil
dikti. Hepsi de zaman zaman kodaman arkadaşlarınca gö
rev diye sürgüne gönderilmiş kişilerdi. /
Yakup Cemil'in gözü kendisine vaadedilmiş Yarbay
lık rütbesinde olmasaydı, hemencecik hükümeti allak bul
lak etmeğe hazırdı.
Enver paşa, cepheden cepheye gezerken İstanbul’da
onu dört gözle bekleyen Yakup Cemil, ömrünün en sı
kıntılı günlerini geçiriyordu. Prens Sabahattin’in yakın
dostu ve özel kâtibi Satvet Lütfi bey, onu Bursa'daki
Kaplıcalı otelinde birkaç gün dinlemesi için çağırınca çok
sevinmişti. Yönetimde «ademi merkeziyet» yanlısı olan
Prens Sabahattin’de şimdi bir de ayrı barış sloganı vardı
ve Türkiye’deki eri içten adamı Satvet Lütfi bey de Bur-
sa’da sürgün olmakla beraber onun düşüncelerinin biricik
— 173 —
temsilcisiydi, Yakup Cemil’in de bu düşüncenin şampi
yonluğunu yapması, onu ilgilendirmiş ve çaktırmadan onu
Kaplıcalara çağırmıştı. Yakup Cemil Trabzon’dan yeni
dönmüş olan ve hükümete, Talât’a söğüp sayan Hüsrev<
Sami’yi de kandırarak alıp Bursa’ya götürmüştü. Hüsrev
Sami, Yakup Cemil’in kişkırtıcıbaşısıydı.
Prens Sabahattin Sultan Abdülhamit’in kızkardeşi-
nin oğluydu. Babası: Damat Mahmut paşa İki oğlunu ya
nına alarak Avrupa’ya kaçmak zorunda kalmıştı. Birçok
genç Türkler gibi orda sultana karşı savaş açmıştı. Prens
Sabahattin, Avrupa kültürüyle yetişmiş ve Paris’te 1906
da «Terakki» adlı bir gazete çıkarmıştı- Dayandığı ideolo
ji bakımından o zamanın jöntürk’ün bir kolu onun çevre
sinde toplanmış ve onun düşüncelerini benimsemişti. Ah
met Rıza beyin çevresine toplanan grubun istediği Mit
hat paşanın rafa kaldırılan Anayasasının yine yürürlüğe
girmesiydi. Siyasal düşünceleri meşruti bir rejimden İieri
geçmiyordu. Prens Sabahattin ise bu yandan Fransız sos
yologlarının etkisinde sosyal bilgi tezine dayanırken siya
sal alanda da daha ileri görüşlüydü. Cumhuriyete ve de
mokrasiye dek gidecek bir devrim istiyordu. Prens Saba
hattin’e göre Abdülhamit’in devrilmesiyle de ulusun yok
sulluğunu meydana getiren daha derin nedenler vardı.
Müslüman Türk toplumunun asıl belini büken, genel eği
tim sisteminin bozukluğu idi. Türk halkı, birşey olarak
kişisel girişim niteliğinden yoksundu. Köylü, çiftçi vb. bil
gi sahibi olamadığından para sahibi olamıyor, böylece de
büyük işler kuramıyor ve yoksul kalıyordu.
tşte, Kanunu Esası denen anayasanın kabulünden
sonra memlekette bir sosyal bilgi ve kişisel girişim kam
panyası açmak, böylece de batı uygarlığını yürüten buhar
ve endüstri çağına girmek gerekiyordu. Sonra, geniş im
paratorluk topraklarını bir merkezden yönetmeyi bir ya
na bırakmalı ve her bölgenin kendi olanaklariyle gelişme
sine önayak olmalıydı. 1907’de jöntürk kongresinde baş
kan seçilen Prens Sabahattin, büyük bir üne ulaşmıştı.
Avrupa’dayken İttihatçılarla iyi geçinen Prens, 1908 dev-
— 174 —
riminden sonra yurda dönmüş ve İzmir’de düşüncelerini
yaymağa başlarken karşısına İttihat ve Terakki dikili-
vermişti. İttihat ve Terakki, yurtta tek siyasal kurum ve
güç olmakta direniyor, başka hiçbir örgütün yaşamasına
ve barınmasına göz yummayacağım açıkça söylüyordu.
Prens Sabahattin’in çevresinde ve etkisindeki kişile
rin «taklibi hükümet» yapacağı kanısı yaygındı. İttihat
çılar böyle düşünüyorlardı. Onların meşrutiyet hüküme
tini devirip Cumhuriyet kurmak istediklerini sanıyorlar
dı. Prens Sabahattin, aslında hiçbir vakit hükümeti bir
darbe ile devirerek başına geçmeyi düşünmemişti. Bunu,
onunla çalışan ve onu kendi dâvaları uğrunda kullanmak
tan çekinmeyen siyasal çömezleri söylüyordu.
Balkan savaşı felâketinden yararlanan siyasal çö
mezleri, bir yansız kabine kurma düşüncesini ele almış
lardı. Bu propaganda tutmuş ve henüz san gagalı olan
İttihatçıları yere vurarak Kâmil paşayı iktidar sandalye
sine oturtmuşlardı.
Prenses Sabahattincilerin Kâmil paşa kabinesi içinde
en çok güvendikleri adam olan Harbiye Nazın Nâzım pa
şa, onlara hemen dirsek çevirerek şöyle demişti:
— Artık, mesul kabine gelmiştir, dağılsınlar!
Prens Sabahattinciler, küskün - küskün dağılıp evle
rine gittiler ve Nazım Paşa da Kâmil paşa kabinesi de
günden güne ustalaşan ve hırsları artan İttihatçı avan-
gardların karşısında yalnız ve koruyucusuz kaldılar, it
tihatçılar, memlekette tabancayla post kapmak ve siya-
sal rakiplerden kurtulmak metodunu sokmuşlar, karşı
larındaki pasifist gruplara da bunu Öğretmişlerdi.
Propaganda ve fikir tartışmasiyle kurulan bir kabine
yi Babıâli baskını ile alaşağı eden İttihatçı kodamanların
karşısında ayni silahı kullanmak isteyen hasımlar türe
mişti. Son kerte insancıl ve demokratik yollardan iktidara
gelme düşüncesi üzerinde bocalayıp duran Prens Sabahat
tin, en sonra ataklaşan ve sabırsızlaşan müritlerinin- git
tiği komplo yoluna girmiş ve onlara uymak zorunda kal
pı işti. Türkçesi, bu siyasal davranış için verilen karar
onun kafasından çıkmıştı.
— 175
—
— «Takibi hükümet» suçlusu olarak Satvet Lütfi, Şalih
Mahmut ve Ahmet Kuran beyler. İzmir yoluyla Bodrum'a
sürgün edildiler. Sonradan kaçmak için planlar kuran
sürgünler, ordan da Sinop kalesine sürüldüler. Sinop sür
günleri arasmda Amasya mebusu İsmail Hakkı paşa, İl
ham gazetesi sahip ve yazarlarından Ferit ye Mustafa
Şuphi beyler (Komünist partisi lideri) doktor Celâl paşa,
Refik Halit, Refı Cevat (Ulunay), Alemdarçi kadri bey
ler, Evkafı Islâmiye müzesi müdürü, Melâmiler şeyhi Sa
lih efendi ile Şeyh Baha bey de bulunuyordu.
Bu sürgünler arasında Ziver beyle sakallı Rıfkı denen
iki vali, Osman Cemal, Nemli zade Salim, Sosyalist Hilmi,
kurmay subay Nevres, teğmen bombacı Lütfi beyler de
göze çarpmaktaydı.
işte, şimdi bütün bu düşünce adamlarının gizliden
yaptıkları ve İttihat ve Terakkici genç kuşağı da âlet et
tikleri bu «Ayrı Barış» parolası, propaganda alanından
^kurtarılarak militanların eline geçmek üzereydi. Hiç ol
mazsa durum böyle görünüyordu.
Bir haftalık Bursa gezisi Yakup Cemil’e hükümeti
jievirmek için en yeni düşünceyi vermişti.
Bursa’dan dönen Yakup Cemil, Enver Paşa’dan ne
rütbe vaadi bulmuş, ne de bağımsız bir kürt tümeninin
lâfı olmuştu.
Enver Paşaya karşı bütün güvenini yitiren Yakup
Cemil, artık tozu dumana katmanın zamanı geldiğine
inanmağa başlamıştı. Hattâ:
— Artık ben İtilâfçı oldum!
, Diyecek kerte ileri de gitti.
Sapancalı Hakkı büyük bir yanlışlık yapmış, Roman
ya’da kendisine önerilen «ayrı barış» görüşmelerini bir
çok arkadaşına olduğu gibi Yakup Cemil’e de açmıştı, iş
te, o gündenberi kendisi de Yakup Cemil gibi tehlike için
deydi. Yakup Cemil bu işi taşe Nazırı Kara Kemal’e
Sadrazam Sait Halim Paşaya, Talât Paşaya da açmıştı.
Romanya’da büsbütün gizli geçmiş olan en tehlikeli bir
konu, ondan yılandan korkar gibi korkan kodamanların
— 176 —
kılağına dek gitmişti. Şimdi, Yakup Cemil gibi Sapancah
Hakkı da topun ağzmdaydı. Gariptir ki bu tehlikeli dü
şünceyle bütün kodamanlan birer - birer dolaşan Yakup
Cemil, bayağı hepsinden ayrı - ayrı tatlı sözler bile işit
miş, sanki isteyip de yapamadıkları bir işten konuşulııyor-
muş gibi kaygusuz ve yüreklendirici görünmüşlerdi.
Yakup Cemil, en sonra Enver’in adamıydı. Bunun
için de bu kerte serbest davranabiliyordu. En sonra, teh
likenin kapıyı çaldığın sezen Enver, onu bir milis kuv
vetinin başında îran içlerine göndererek bu belâdan kur
tulmanın çaresini bulmağa çalıştı.
Yakup Cemil, sefer heyetine istediği subay ve asker
leri seçerek alacak, asker kaçaklarını, mahpusları bile is
terse alabilecek, İran içlerine dalıp serüven arayacaktı.
Enver paşa:
— Orda ne halt ederse etsin, isterse vezir olsun, ar
tık gerisine karışmam!
Diyordu. Yakup Cemil, çetesinin listesini yapmağa
başlamıştı. Seçtiği subaylarla erleri Harbiye Nezaretinin
Mercan’a açılan kapısının iki yanındaki dükkânlara yer
leştiriyordu. Artanları, Sirkeci otellerine doldurmuştu.
Karargâhını da Sirkeci’deki Meserret otelinin bir iki oda
sında kuran Yakup Cemil, birkaç gün içinde ipten - ka
zıktan kurtulmuş disiplinsiz, serüven sever bir savaşçı
yığınına sahjp olmuştu. Hükümet konağının hemen yanı-
başındaki bu silâhlı insanlarla kaynaşan karargâh bir
denbire bir kuşku kaynağı olmağa başlamıştı- Harbiye
Nezaretinin bir talimgah gibi ağaçsız ve geniş bahçesinde
Yakup Cemil’in çeteleri, kabadayıca gezip tozuyorlar, gö
renlere korku salıyorlardı- Anadolu’nun birçok kentlerin
den gözünü daldan budaktan sakınmayan gözü pek deli
kanlıların gelmesiyle liste gittikçe kabarıyor ve Yakup Ce
mil’in morali de gittikçe düzeliyordu. Hüsrev Sami, İz
mir’e gitmiş, ordan asker kaçakları devşirip gönderi
yordu.
Yakup Cemil, eline bu kuvveti geçirmeden önce ger
çekten İran’a doğru bir serüvene atılmak istemişti. Ne
— 178 —
halde hâlâ hazırlık bitmemişti. Çetesine yazılmak «şar-
tiyle» doğudaki eşkiyaya af çıkartan Yakup Cemil, her
gün bunlardan birkaçım listeye geçirip duruyordu- «Bo
yunlarında asılı Çerkeş kamaları, gümüşten fişeklikleri,
silâhları, ayaklarında garip ve renk - renk çizmeleriyle»
bu genç adamlar Yakup Cemil’in yapacağı iş için biçilmiş
kaftandı.
Gelgelelim, aydan ya da Merih’te hazırlanır gibi baskı
na hazırlanan Yakup Cemil, kıpırdanamayacak kadar ya
kından göz hapsine alınmıştı.
Talât bey, eski bir kurttu. Yakup Cemil gibi saf ve
idealist bir suikastçiyi nakavt etmek için hemen harekete
geçmişti. Polis müdürü Bedri beyle başlayan entrikası,
olumlu bir sonuca doğru çabucak gelişmiş ve Yakup Ce
mil’in üstüne kapanacak çelik ağ hazırlanmıştı.
Talât beyin sağ eli Kara Kemal, Enver Paşayı yalı
sında bulmuş ve hazırlanan koployu, Talât beyle ka
rarlaştırdıkları gibi noktası noktasına bir solukta anlatı-
vermişti:
— Yakup Cemil’in, hükmeti devirme teşebbüsü pek
hafif değil, paşa, onun yanında senin yaverin Mümtaz,
onun arkadaşları Hüsrev Sami Yenibahçeli Nail ve Sapan-
calı Hakkı da var. Maksatları seni Harbiye Nezaretinde,
bizi de merkezi umumide bastırıp katletmek, Mustafa Ke
m al’i Fethi’yi, İstanbul muhafızı Cemil’i ve İzmir Valisi
Rahmi’yi iktidara getirmek, Hüsrev Sami’yi de Hariciye
h azırı yapmaktır.
Talât beyin de bundan sonra Enver’in yanma gide
cek olay üzerinde pek heyecanlı konuşması, Enver paşayı
büsbütün şaşırtmıştı:
— Enver, kardeşim demişti, işte, uzun yıllar himaye
.etmek istediğin adamlar en sonra bizi mahvetmek üzere
dirler. Bereket, Müdüriyetin raporu imdadımıza yetişti-
Buyurun polis Müdürü Bedri beyin raporu. Bu rapor Ta
lât beyle polis müdürünün uydurduğu bir rapordu. Yine
de gerçeğe kıl kadar yaklaşmış bir rapordu. Eski yaveri
Mümtaz, beyin de raporda baş suikastçilerden biri olarak
— 179 —
gösterilmesi ve İzmit’te bulunması gerekirken bu ara İs
tanbul’da bulunması Enver paşayı çığırından çıkartmıştı.
Demek ki, suikast haberleri gerçeğe doğru hızla yol almış
tı. Umulmadık kişiler, bütün eski ve en yakın arkadaşları
suikast çetesinin ele başları idiler.
Merkez Kumandam Cevat beyi telefonda bulan En
ver paşa •
— Ben, Başkumandan Vekili Enver, şimdi hemen Ya-
kup Cemil’i tevkif edeniz! emrini verdi.
1881’de İstanbul’da doğan Enver Paşa, 33 yaşında
Harbiye Nazırı olmuştu.
Enver paşanın dedeleri Romanya’nın Kilye kasaba
sın olandı. Babası Ahmet efendi kondüktör denen yol fen
memuruydu. Ahmet efendinin büyük babası, Kilye’li Ab
dullah ağa, Kahraman ağa Killioğlu Hüseyin ağa Hacı
Mustafa Kaptan Hafız Kâmil efendi ve en sonra babası
Ahmet efendi annesi Ayşe Hanımdı. Ahmet efendi, Hür
riyetten önce Manastır Nafıa müdürlüğünde memurdu.
M anas'ır’m kenar bir semtinde Eğrideğirmen'de Kara-
köprü’de bir evleri vardı. Enver Paşanın amcası Halil Pa
şa Enver Paşanın babasiyle üvey kardeşti.
Enver beyin kızkardeşi Hasene hanım meşrutiyetten
önce Selanik merkez kumandam ve sarayın adamı Çer
kez yarbay Nazım beyle evlenmişti. Enver beyin Öbür kız-
kardeşi Mediha hanım Kâzım (Orbay) paşa ile evliydi.
Enver Paşanın babası meşrutiyetten sonra saray inşaat
nazırı olmuştu. Bırakışmada yakalanıp Malta’ya sürülecek
ler arasında bulunacaktı.
Yakup Cemil’in tutuklanması kolay olmuştu. Tutul
duktan sonra kuzu gibi Bekirağa bölüğüne götürülmüş
ve tabancaları üstünde olduğu halde küçük bir hücreye
kapatılmıştı. Durumun tehlikeli olduğunu gören Sapanca-
lı Hakkı da hiçbir şey olmamış gibi Sirkeci’den trene bi
nip Avrupa’ya yollanmak üzere iken Talât beyin sivil po
lislerince yakalanıp yine Bekirağa bölüğünün alt katın
daki küçük bir hücreye tıkıldı. Bu sırada hâlâ İzmir’de
Yakup Cemil’in çetesine asker yazmağa uğraşan Hüsrev
— 180 —
Sami’nin de hemelı yakalanarak İstanbul’a gönderilmesi
için emir çıkmıştı.
'H üsrev Sami’yi düşmanlan kurnazlıkla İstanbul'a ya
ğırdı. Galata’da vapurdan inerken yakalandı, sonra, En
ver paşanın emriyle salıverildi.
Enver Paşanın eski yaveri İzmit’li Mümtaz, Talât’ın
ilk önce yakalatmak istediklerinden biri olduğu halde ya-
kalanmamıştı; Mümtaz bey, Enver paşanın karşısına çı
kararak durumu aydınlatmayı bir namus borcu bilmişti;
— Bu Talât’ın bir tertibidir, demişti. Sapanca’lı Hak
kı, «sulhu münferit» teşebbüsünde bulunmamıştır. Ba-
hattin Şakir, Talât’ın tertibiyle Romanya’ya gönderilmiş
ti. Gerek onun gerek kâtibi mesullerinden Ali beyin ra
porları yalandır. Hüsrev Sami, Sapancalı Hakkı, sana
son derece bağlıdır. Hepimiz senin yolunda hayatımızı
fedadan çekinmeyiz; şimdiye kadar da çekinmedik. Biz-
leri senden mahrum etmek istiyorlar. Bunların başında
Talât vardır. Bunların tertibine kurban gidiyorsun.
— Mümtaz bey, peki, ama, Harbiye Nazre*inin mer
can kapısındaki dükkânların iki tarafım tahliye ettirip
oraya çetecileri iskân etmek, ne maksada mebni idi? Bu
nu bana söyle kâfi?
— Paşam, bunun ne kadar hesapsız bulunduğunu
Cemil’in ne kadar cüretkâr, akılsız olduğunu size ben mi
anlatacağım?
— Görüyorum ki sizi aldatmış; yeni kabine tasarlı-
yormuş; hepinize ayrı vazifeler verecekmiş!
— Ne yazık ki Talât’ın ve muhittinin tezvirine kapıl
mışsınız. Görüyorum ki düzme rapor sizi çıldırtmış; is
tersiniz beni de tevkif ettiriniz.
«Mümtaz bey çok gençken Selânik’te müşir İbrahim
paşanın yaverliğini yapmış. Erkânı Harp Binbaşısı Arna
vut Sedat beyi vurmuş ve müebbet hapis cezasiyle Ak-
kâ kalesine sürülmüş, hürriyen ilan edilince affedilerek İs
tanbul’a gelmişti. Çok sert, fakat çok namuslu bir insan
dı. Sözünü de kimseden sakınacak tabiatta değildi.»
— 181 —
Yakup Cemil divanı harp karşısında dosdoğru ko
nuşmuştu:
— Merkez Kumandanlığı, bölük kumandanı Yüzba
şı Nevzat, silâh ve bombaları Meserret oteline getirmişti-
Divanı harp reisi Miralay Nafiz beyin yaveri Murat, Köp
rülü Yahya kaptanı ve onyedi kişilik adamını getirmişti.
Bunlar da hazırdılar. Ben, Babıâliye girdim mi jandar
ma yüzbaşısı Haşan Hoca bana selâm verecek, hiçbir
mukavemete maruz kalmadan meelis-i vükelâya girecek
tim, fakat kaçarlarsa Paşa’dan istifasını alıp istediğimiz
kimseleri iş başına getirecektim.
— Ya Enver Paşayı ne yapacaktın?
— Allah ya ona ya da bana yaşamayı nasip edecek
ti. Herhalde vuruşacaktık.
ö rfi idare divan-ı harbi, doğruyu çekinmeden söyle
diği için Yakup Cemil’i idama mahkûm etti. Sapancalı
Hakkı uzak bir yerde hapise mahkûm oldu. Hİisrev Sami,
Yahya Kaptan, Yüzbaşı Nevzat, Teğmen Murat da türlü
cezalara çarptırıldı.
Onlar, bir süre sonra istedikleri yaşamaya ana - ba
ba ya da aile ocaklarına döneceklerdi. Yalnız, İtilâf dev
letleriyle «ayrı barış» yaparak Türkiye’yi gittiği uçurum
dan kurtarmak için kellesini veren Yakup Cemil, bir da
ha çocuklarının yanma dönmeyecekti. Kâğıthane’de bir
sırığa bağlanan Yakup Cemil, vatan hainliği suçundan do
layı göğsüne doğrulan on dört rüfek namlusundan çıkan
ondört kurşunla delik deşik olmuş ve kafasında taşıdığı
«ayrı barış» düşü, kopmuş bir filim gibi birden kesili-
vermişti.
*
— 182 —
laylarmda kurnazca bir çekiliş ve sonra saldın hareketi
yaparak orda zafer süzeüğünü unutmuş birliklerle bir
kez olsun tattırmıştı. O ikinci Ordu Kumandan Vekil
liğinde Sekerat köyündeki karargâhında askerleriyle bir
likte kışm şiddetinden titrerken, İstanbul hükümeti, Türk
.ulusuna ve Türk ordusuna yeni yenilgiler hazırlamak
üzere Almanlarla el ele, kucak kucağa çalışıp duruyor
lardı.
1916 yılının yağmurlu ve soğuk güz ayları, Anadolu’
nun doğusundaki yüksek dağları ve tepeleri karla ağart
mağa başlarken cephede yalnız ufak tefek hareketler ol
maktaydı. Ruslar da Türkler de kışın şiddetinden korun
mak için tedbirler düşünüyorlardı.
İkinci ve üçüncü ordulaıca tutulan Kafkas cephesi
nin sağ kanadında Mustafa Kemal’in ikinci ordusu bulu
nuyordu. Çapakçur boğazının kuzey ve doğusundaki yük
sek dağlar üzerinde mevzilenen ikinci ordu ve subayla
rı, düşmandan daha korkunç bir kara kışın tehdidi altın
da umutsuzca titreşip duruyorlardı. Hepsi de bu dağlar
üzerinde kışlarlarsa bahara sağ çıkmayacaklarını biliyor
ve çaresizlik içinde kıvranıyorlardı. Mustafa Kemal, da
ha ilk günlerde bu Ölüm mevzilerini gördü ve kimsenin
yapamıyacağı bir şeyi yapmağa karar verdi.
Yalnız, bu pek çok tehlikelerle dolu bir işti; ama
bunu yapmak zorundaydı, ikinci orduyu göz göre göre
öliime bırakamazdı. Enver Paşa’nın 1914 kışında Alla-
huekber dağlarında dondurarak öldürdüğü yüz bin kişi
lik vatan kuzularından meydana gelmiş bir ordu gözleri-
rin önünde mavi uçurumlara doğru kayıp gidiyor gibiy
di. Bu çocuklar, buraya öldürülmek için değil savaşmak
için getirilmişti. Savaş ise ancak onlar yaşadıkça yapı
labilirdi.
Bu ordunun, bu kış, bu sivri buz dağlarına bezeyen
kel tepeler üzerinde ölüme mahkum olduğunu başkuman
dan vekili Enver paşa da görmüştü. O da, evet, o da bun
ları daha sıcak barınaklara çekmek yürekliliğini göstere
memişti. Şundan ki bu çekilmeyi sezen Ruslar, büyük
— 183 —
bir saldırıya geçerlerse çok kötü bîr durum yaratabilir
ler ve pek çok şeyi tehlikeye sokabilirlerdi.
Mustafa Kemal, yalnız bir şey biliyordu: Büyük ve
yiğitçe düşünceler, çoğu zaman başarı sağlamamağa aday
dı. Çanakkale zaferini sihirli ve parlak yemişler gibi dev
şirirken kullandığı metot hep buydu. Büyük ve yürekli
davranışlar karşısında ortalamla düşünüşlerin dili tutu
luyordu.
Evet, bu aç, soğuktan titreyen yataksız giyııeksiz
orduyu yüzbinlerce kuduz ve ak tüylü kurt gibi saldı
ran doğu kışının dişlerinden kurtaracaktı. Büyük kuman
dan, her zaman kendini bir risk çenberi içinde bulan
adamdı. Riskten kaçan hiçbir asker, biiyiik kumandanlık
rütbesine ulaşamazdı.
Mustafa Kemal, hemen oturdu, ikinci orduyu daha
elverişli korunaklara çekeceğini ve sorumluluğu bütünüy
le üzerine alacağını yüksek makamlara bildirdi ve hemen
yarı donmuş askercikleri dağların doruklarından sıcak
ordugâhlara indirdi. Çapakçur boğazının kuzey ve doğu
sundaki dağlar üzerinde güven müfrezerleri bırakmakla
yetindi.
Mustafa Kemal artık paşa olacaktı, olmalıydı. Bir
türlü bu rütbeyi ona vermiyorlardı. Neyse en sonra bu
soğuk sürgün yerinde hiç olmazsa biraz gönlünü ısıtabil
mek için ona bir mirlivalık (Tuğgenerallik) rütbesi gön
derdiler. Çok şükür, Türk ordusunun en büyük askeri,
en sonra paşa olmuştu. Enver paşa, onun büyük bir as
ker olduğunu birçok kez kendi arkadaşlarına da söyleyip
durmuştu. Ne var ki ondan bu lâyık olduğu rütbeleri kıs
kançlıkla esirgemişti.
Yakup Cemil, Kâğıthanede kurşuna dizildiğinde Mus
tafa Kemal, İstanbul'dan çoktan uzaklaştırılmıştı. Yakup
Cemil'in kurşuna dizilme haberini Yakup Cemil’le yakın
ahbaplığı yüzünden tutuklanmaktan korkarak Diyarba
kır’a kaçıp giden doktor Hilmi’den öğrenebilmişti. Yakup
Cemil olayında adı bayrak gibi kullanılan Mustafa Ke
mal’e gerek Enver paşa, gerek Talât bey, ufak bir fiske
— 184 —
bile vurmağa cesaret edememişti. Ne var ki tutuklanıp
asılmak korkusiyle doğuya kaçıp Mustafa Kemal’e sığı
nan doktor Hilmi yüzünden Mustafa Kemal, bir kez da
h a rastgele adam asılmasına karşı kükremek fırsatım
bulmuştu. İstanbul hükümetinin adam asmaktan vazgeç
mesi için «fiili bir ihtarda» bulunmağa karar vermişti.
Enver paşaya ve Talât beye kendisine sığınan doktor Hil
mi beyi savunmağa ve korumağa karar verdiğini bildir
di. Onlardan hiçbir ses çıkmadı. Ondan da doktoru asmak
için hiç kimse istemedi. Mustafa Kemal, pek dışarı vur
mamıştı. İlkönce, o, Mustafa Kemal’i bayrak yaparak, hat
tâ bu davasına inanarak gitmişti. Sonra onu yakından ta
nıyordu. Onunla içten ahbaplıkları olmuştu. Trablus’a,
şair ve hatip Ömer Naci, o ve Sapancalı Hakkı ile birlikte
gitmişti. O belki küçük bir adamdı yalnız büyük şeylere
doğru hırslı bir atılışı vardı ve herşeyden önce de mem
leketini ve ulusunu candan seven bir askerdi.
Mustafa Kemal, ikinci ordu kumandanı ve paşa ol
duğu bu sırada kolordularından birine atanan bir kuman
dan arkadaşına Yakup Cemil işi için tazesi tazesine şöyle
demişti:
— Yakup Cemil asılmış, (Kurşuna dizildiğini henüz
bilmiyordu) sebebi de «Mustafa Kemal, Harbiye Nazırı
ve Başkumandan vekili olmadıkça kurtuluş yoktur.» de
miş. Sana bir şey söyleyeyim; bu adam, faraza muvaffak
olsaydı ve ben işitseydim ki Yakup Cemil İstanbul’da
Mustafa Kemal Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili
olsun diye isyan etmiş ve muvaffak olmuş, benim bunu
kabule tenezzül edeceğimi tasavvur edebilir misin? Evet,
vaziyeti derhal kabul ederim; fakat, İstanbul’a gidip Ya
kup Cemil’i cezalandırmak suretiyle.. Eğer ben, o ve em
salinin tavsiyesiyle mevkii iktidara gelecek b ir adamsam,
adam değilim!
Mustafa Kemal, Harbiye Nezaretinin bahçesinden
J3ekirağa Bölüğünün dış merdivenlerine varıncaya dek
bütün başkalarının direncine bağlı ömrünün hareketli
destanını bir yıldırım gibi anılarının filminden geçirmişti.
— 185
Bu birkaç yıllık ömre nice - nice olaylar sığmıştı. Şimdiye
dek başkasının heveslerine göre düzenlenmiş olan yaşayı
şı, bundan sonra yalnız kendi direncine bağlı olacaktı. Ar
tık, ne Enver paşadan, ne de padişahtan emir alacaktı.
Artık, kutsal Anadolu topraklarında yalnız kendi diren
ci at oynatacak yalnız, halk konuşacaktı.
Başkalarının direncine bağlı yaşayışının destanı bur-
da bitiyordu.
Üç kişi Bekirağa Bölüğünün dış merdivenlerinden
yukarı çıkmağa başladılar. Önde Mustafa Kemal, arkasın
da da Rauf beyle Cevdet Abbas çıkıyordu. Merdivenlerin
dibinde ve başında bekleyen kanun erleri gelenleri alıp
müdürün odasına götürdüler. Müdür, namuslu ve iyi bir
insan yüzü taşıyan eski bir askerdi. Mustafa Kemal’i ve
arkadaşlarını büyük bir saygı ile karşılayarak oturttu:
— Ali Fethi beyi göreceksiniz, değil mi, paşam?
— Evet, onu göreceğim. Bu eski ve yakın arkadaşı
mın bu vaziyeti beni çok üzüyor, Ali bey.
— Kader, paşatn. Hepimiz o kaderin kurbanı değil-
miyiz?
Ali bey gerçekten de kaderin kurbanlarından bîriy
di. Çanakkale’de Mustafa Kemal’in alay kumandanların
dan biri olan bu iyi ve namuslu adam, Buğlan ged i W ba
tısında, kumandanının onu ivice avdmlatmaması vîizû ti
den onu açığa çıkartmıştı. Mustafa Kemal. Bekira»a Bö
lüğüne İlk (relisinde karsısında kendisine kırmn ve k»7»m
olması gereken bu eski yirminci alay kumandanım körün
ce enev ürkmüşse de çabucak adamın altın gibi bir yüre*
ği olduğunu anlamıştı.
Mustafa Kemal ile arkadaşları oturduğu halde Ali
bey hâlâ savgı ile ayakta bekliyordu.
— Oturunuz, Ali bevl
Dedi. Ali bev oturduktan sonra:
— Paşam, haber aldık, Anadolu’ya gîdîvormussunuz,
Ne vakit emrederseniz mevkuflardan istediğinizi yanıma
alarak sîze eeleceğim!.
Dedi. Mustafa Kemal buna çok sevindi ve heyecan
— 186 —
landı; ayağa kalktı. Ali beyin elini tuttu:
— Bana muvaffakiyetimin ilk müjdelerini veriyor
sunuz. teşekkür ederim, dedi; ben şoylece koğuşları ser
bestçe dolaşmak istiyorum. Siz benimle gezmek zahmeti
ne katlanmayınız.
Mustafa Kemal, Rauf beyle beraber koğuşları dolaş-ı
inak üzere koridora çıktı. Koğuşlardan koridora bir uğul
tu taşıyordu. Serin taş koridorlarda yürümeğe başlayınca
bir kez daha o bahtsız Yakup Cemil’i andı. Buraya kapa
tılmış, sonra alınıp ölüme götürülmüştü. Suçu da Mustafa
Kemal'i iktidara getirmek isteğiydi. «Zavallı Yakup Cemil
diye düşündü, seni ölüme gönderen o insafsız çarkın
adamları da şimdi burada kasaplık koyun gibi sıralarını
bekliyorlar.»
Mustafa Kemal, bir koğuşa daldı. Burda, müdüriyet
te gördüğü yüzlerle beraber yeni gelenler de vardı. Kısa
kır sakalları birden bire ağarmışa benzeyen Sadrazam Sa
it Halim paşa, demir karyolasının üzerinden atlayarak
Mustafa Kemal’in elini sıktı. Yatakların üzerinde dama,
satranç ve kâğıt oynayanlar oyunlarım bırakarak Balkan
savaşiyle dünya savaşının yetiştirdiği iki kahramanın,
Mustafa Kemal’le Rauf beyin çevresini aldılar. İktidar
dayken Mustafa Kemal’e hiç de dostça davranmayan Ha
riciye Nazın Ahmet Nesimi bey de duraksayan adımlarla
İlerleyerek onun elini sıktı Mustafa Kemal, yakın dostla
rından Mebusan Meclisi Reisi Halil beyle de el sıkıştı.
Kara Kemal, İsmail Canbolat beyler de tedirgin bakışla-
riyle Mustafa Kemal’den medet umar gibi yaklaştılar.
Bütün koğuşlar, tıklım - tıklım doluydu. Demir kar
yolalar arasında hemen - hemen geçecek yer yoktu. İçer
de tütün, ter, yaş duvar kokuları yüzüyordu.
B ir koğuşta gürbüz, eski ve heyecanlı bir arkadaşı
Mustafa Kemal’in üstüne atıldı. Bu, Selânik’ten beri ihti
lâlci düşüncelerinde beraberlik kurduğu arkadaşlarından
Hiisrev Sami’ydi. Yakup Cemil dâvasında kelleyi güçlük
le kurtaranlardan biri de oydu. Şimdi de Hürriyet ve İti-
.lâfçılarla Ingilizlerin eline düşmüştü.
— 187 —
Sonra, Mustafa Kemal'le Fethi bey küçük bir odada,
baş başa verip konuştular. Mustafa Kemal, çok heyecan
lıydı. Ona 16 Mayısta Bandırma vapuriyle Samsun’a yol
lanacağını ve ondan sonra neler yapmak istediğini şema
tik olarak anlattı. Fethi beyin heyecandan yüreği ağzına
gelecek gibi oluyordu. Mustafa Kemal’in yapmak isteyip
de yapamayacağı şey yoktu. Konuşmaları bitince:
— Haydi şimdi koğuşa git, pek candan arkadaşlar
dan başka kimseye bir şey anlatma, dedi. Ben Samsun’a
ayak bastıktan sonra isterseniz top atabilirsiniz. Sonra,
monşer, hapishane müdürü Ali beyin benim alay kuman
danlarımdan biri olduğunu daha evvel sana söylemiştim.
Şimdi, kendisiyle esaslı olarak konuşup anlaşacağım- İs
tediğim zaman, istediğim mevkuflarla kaçıp Anadolu’ya
gitmeyi teklif etti- Benim tayinimi de daha önce işitmiş
Gerekirse Ali beyle bir tertip yaparak istediklerimizi bu
radan çıkarmak mümkün.
Fethi bey, ikinci kez Bekirağa Bölüğüne düştüğünden
birkaç gün sonra merkez kumandanlığı dairesinden çağ
rılmıştı. Koğuşta herkes buna kulak kabartmıştı. Ali Fet
hi bey kadar öbür tutuklular da merak içindeydiler. Her
saati değil, her dakikası sürprizlerle dolu bir zaman yaşı
yorlardı. Fethi beyi bir kaygıdır almıştı. Çabucak pijama
larını soyunup giyneğinİ giymiş, kıravatını takmış, as
ker gardiyanının arkasından uzun boyuyla koşar gibi yü
rüyüp gitmişti. Geçen sefer tehliye edildiğinden bu sefer
de tahliye edileceğini umuyor, hattâ koğuş arkadaşları da
öyle sanıyordu. Fethi beyin Birinci Dünya Savaşında ken
disini buraya sürükleyecek gibi bir sorumluluğu olma
mıştı. Bir tek nokta vardı ki o da izzet paşa ile el ele verip-
Ittihat ve Terakki’nin kodamanlarını sınır dışına kaçırma
sı kuşkusuydu. Bunun için tutulup buraya getirilebilece
ğini hiç sanmıyor, çıkmak için çırpınıp duruyordu. Birin
ci tutuluşundan sonra «tahliye» edilmişse de dışarıda an
cak üç gün kalmış, yine tutularak buraya getirilmişti.
— 188 —
Fethi bey, gardiyanının yam sıra yürürken, İki üç
gün önce Divan-ı Harb-i Örfi’ye verdiği bir tahliye istida
sına karşılık geldi sanıyordu- Bunun için de hem heyecan
lı hem de iyimserdi.
Yarım saat sonra dönmüştü. Herkes bir ağızdan:
— Hayırdır inşallah, ne var, ne imiş?
Diye onu soru yağmuruna tutmuştu.
Fethi beyse onlara her zamanki serinkanlılığı ve a-
ğırbaşhlığiyle şöyle yanıt vermişti:
— Hiçbir şey değilmiş, beni bir arkadaş görmeğe gel-
İniş de onun için oraya çağırmışlar.
Demiş ve gelen arkadaşın Mustafa Kemal olduğunu
da ancak yatak komşusu gazeteci Yunus Nadi, doktor
Tevfik Rüştü gibi pek yakın ve denenmiş arkadaşlarına
söylemişti.
Akşamleyin, biraz da gazetecilik merakiyle Yunus
Nadi bey ona sokulmuş ve onu bir iyice deşmişti. Bugün
Fethi daha iyimserdi. Gözlerinin içi umut doluydu- Mus
tafa Kemal, kendine uygun bir memuriyetle Anadolu’ya
geçmek için doğan bir fırsatı kovalamaktaydı. Sonra da
şöyle sözler etmişti:
— Bu hal böyle devam edemez, merak etmeyin, el
bet buna bir çare bulunacaktır.
Bu sözler, yakın birkaç arkadaşı öyle sevindirmişti
kİ hepsi hapishane gerçeğini unutmuş, ilk kez rahat bir
uyku çekmişti.
Yunus Nadi, o gece Mustafa Kemal’i Bekİrağa Bö
lüğü mapushanesinin üzerine kanat germiş bir koruyucu
melek gibi görmüştü.
Gerek Fethi, gerekse Yunus Nadi beyler için Mus
tafa Kemal’in birincisinden üç - dört gün sonra hapisha
neye ikinci ve son gelişiydi ki, büyük heyecanlara sebep
olmuştu. O gün bu müjdeyi koca hapishanede ancak beş
ııttı eski arkadaş almış ve sevinçlerini nasıl saklayacak
larım bilememişlerdir. îşte, bu ikinci gelişte, bu beş-altı
arkndaş, gelenin kim olduğunu artık bütünüyle biliyordu.
Fethi’nin bu ikinci görüşmesi daha uzunca sürmüş-.
— 189 —
tü. Koğuşa döndüğünde yüzünde ve davranışlarında bir
durgunluk ve normal bir hava vardı- Yine bütün koğuş,
merakla ne olduğunu sordu- Fethi bey kaygusuz görün
meğe çalışarak:
— Hiç canım, yine Mustafa Kemal ziyarete gelmiş
de!..
Diye yanıt verdi.
— Bu işlere Mustafa Kemal paşa ne diyor, kendisi ne
•île meşgul?
— Bu işlere Mustafa Kemal paşa ne desin? Onun,
vaziyeti hayretle görmekten başka dediği yoktur; merali
etmeyin, elbet bu da geçer, diye teselli vermeğe çalışıyor.
— Neler konuştunuz, bakalım?
— Neler konuşalım, biraz da dereden tepeden lâf et
tik o kadar.
Fethi bey, sorulanlara sudan yanıtlar veriyordu. Yor
gunmuş gibi ceketini çıkarıp yatağına sırt üstü uzan
mış, gözlerini tavana dikmişti. Sonra yüzünü duvardan
yana çevirmiş, böylece hiç kimseyle konuşmamış olmak
için en iyi çareyi bulmuştu. Yunus Nadi, onun uyku nu
marası yaptığını çok iyi biliyordu. Herhalde bu seferki
haberler çok sevindirici olmalıydı ki, Fethi bu kerte ka
muflajı gereksiyordu.
Yunus Nadi de olsa akşama hepsini dinleyeceğini bil
diğinden Fethi'nin yanından uzaklaştı ve onunla ilgilen
mez gibi görünmeğe çalıştı-
Geniş ve çıkık alnı, zeki yüzü ve tombulca gövdesiyle
koğuştan koğuşa dolaştı durdu. Akşamı iple çekiyordu.
Her halde çok önemli haberler vardı. Koğuşlarda kara -
kara düşünen yüksek memur tiplerini, savaş zenginlerini,
her şeye boş vermeğe çalışan bir yığm kaygusuzu seyre
de ede en sonra yorularak yatağına döndü.
Baktı, Fethi, yine yatağında arka üstü uzanmış ya
tıyorsa da uyumuyor, salt dinleniyor, hayâl kuruyordu.
Yunus Nadi’nin geldiğini görünce gözlerini açtı. El
lerini başının altına almış olan eski elçinin gözlerinin
içinde taze düşler okunuyordu. Koğuştakilerin çoğu can
— 190 —
sıkıntısından oyun oynamak, çene çalmak, dertleşmek
için Öbür koğuşlara gitmişti. Artık, Fethi’ye kimsenin al
dırış ettiği de yoktu. Yunus Nadi de aklında hiç bir heye
canlı soru engereği kıvrılmıyormuş gibi gitti kendi yata
ğının ucuna ilişerek Fethi ile bir iki sudan laf etti.
Fethi, Öyle çok sabretmişti ki sırdaşı olan zeki ga
zeteci yetişmeseydi az kalsın patlayacaktı:
— Monşer, dedi, vaziyet çok mühim! Ah, bir netice
si gelebilse!
Sonra, yatağında doğruldu ve duvarların kulağı ol
duğu gerçeğini de unutmamağa çalışarak arkadaşının
kulağına eğildi:
— Paşa, yarın buradan hareket ediyor, Samsun’a çı
kacak: Buradan Samsun’a gitmek için koskoca üç gün lâ
zım. Bir kere bu üç günü selâmetle atlattık mı, üst tarafı
inşallah bütün - bütün selâmet olacaktır. Ah, şu üç gün...
— Paşa gizli mi gidiyor?
— Hayır, Şark mıntıkası orduları müfettişi olmuş,
resmen gidiyor. Şu kadar ki, tabii işin zahirisi böyle, ba
tmışı ise bambaşka. Herifler paşanın kurduğu dolaba gaf
letle sürüklenmişlerdir. O, ne dediyse yapmışlar. Mese
leden îngilizlerin haberi yok gibidir. Eğer paşanın Ana
dolu’ya gitmekte olduğu bir iki cin fikirlinin nazarı dik
katini celbederse, Allah etmesin yoldan çevirmeğe kalkı
şabilirler.
îşte, bu üç gün zarfında paşa kadar belki daha ziya
de burada biz, âdeta çocuk doğururcasma ıstırap ve azap
çekeceğiz. Mesele fevkalâde mühimdir. Aman, ilk iş ola
rak nazarı dikkati celbedeyim, meselenin burada dahi mev
zuu bahis olması caiz değildir. Deminden beri ne hallere
girdiğime elbette dikkat etmişsindir. Zaten kendim müte-
hcyyicim. Kısa kesmek için yatıp uyumak manevrasını
İhtiyar mecburiyetinde kaldım.
— Paşanın kendisi ne diyor?
— Onun dediği, hemen - hemen şu üç günün atlatıl
ması endişesi etrafında hülâsa olunabilir. O, kararım ver
miştir; bir kere Samsun’a ayak attıktan sonra bu işlerin
— 191 —
kaffesini düzeltmeyince bir daha buraya gelmem, diyor
ve işleri düzeltebileceğinden en kat'i surette emindir.
O, işlerin düzeltilebileceğine enine - boyuna tetkik et- -
miş, her şekil ve suret için bir tarz-ı hal bulmuştur. Dü
şün ki icabında rütbe ve memuriyetlerini üzerinden ata
rak teşkil edeceği millî ihtilâl ordularının başına geçme
ği bile şimdiden derpiş etmiştir. Hikâye uzun. Bu buraya
gelinceye kadar İstanbul'u, sarayı, BabIâli’yi ve itilâf
devletlerini hüküm ve iradesine ram etmek için planları
var. Bunların hepsini kullanacak ve vatanın bu sahibini ,
katiyen bertaraf etmek neticesini temin hesabına kadar
vaziyetin icap ettiği her şeyi sonuna kadar tatbik ve icra
edecektir. Bu bahisler üzerinde sonra konuşuruz. Hülâsa
şu; yarından itibaren geçirilecek üç gün selâmeti. Ah, o
üç gün! O üç gün!
Fethi bey, heyecandan ayağa fırlamış, Yunus Nadi
de onu taklit etmişti. Artık, o da işin aslını - astarını Fet
hi kadar biliyordu.
İkisinin de heyecandan ağızları kilitlenmişti. Dudak
ları titriyor, konuşamıyor, söz söyleyemiyorlardı. Sanki
şu ara doğmakta olan bir mucize karşısında gibiydiler.
İkisinin de kafasının içi yepyeni, taptaze bir aydınlık
la kamaşmış gibiydi. Harbiye Nezareti yapısının ağır göl
gesi, hepashanenin üstüne abanmış, sanki onu derinlere
çökertmiş gibiydi. Koğuşta külrenkli yüzler dolaşıyordu.
Mustafa Kemal, sarışın bir umut ışığı gibi gizli bir yer
den koğuşa vuruyordu-
— 192 —
— 2 —
— 194 —
jıing tabancası olarak bütün tıkırtılara ve kapı çalmışla
rına kulak kabartıyordu. Hele ağabeysi yandaki küçük
odasında şekerleme kestirirken bir Türk askeri gibi nö
bet tutuyordu.
*
— 195 —
altın gözlüklerin arkasındaki bir çift iri göz/sevinçle par
lıyordu. Bütün yüzü hoşnut olduğunu gösteriyordu. Mus
tafa Kemal’e şımartırcasına iltifatlarda bulundu:
— Size çok güvenim var, dedi, sizden çok şeyler bek
lediğimi saklamağa lüzum görmüyorum. Ordaki bütün
pürüzlü işleri'az zamanda yoluna koyacağınızdan eminim.
Mustafa Kemal, bu güvene lâyık olduğunu anlatabil
mek için en gerekli ve can alıcı sözcükleri arayıp bulmak
ta güçlük çekmedi.
Damat Ferit, ona en büyük yetkileri vermiş olduğu
nu anlatmak İçin birçok dolambaçlı sözler söyledi. Ayrı
lırken, sadrazam yine ayağa kalkarak onun elini sıktı:
— Her arzunuzu doğrudan doğruya bana yazabilirsi
niz, dedi, derhal yapılacağından emin olunuz!
— Çok teşekkür ederim, doğrudan doğruya zâtı âli
leriyle muhabere etmek göreceğimiz işler için büyük ko
laylıklar sağlayacaktır.
Sadrazamın yüzünde gördüğü hoşnutluk, Mustafa Ke
mal’i çok sevindirmişti. Bu, henüz, kaderin iplerini çeken
lerin uyanmadığını gösteriyordu.
Sadrazamın odasından çıkmışlar, koridorda yürüyor
lardı. Şakır paşa:
— ister misiniz, Dahiliye Nazırı Mehmet Ali beyle
sizi konuşturayım?
Diye sordu. Mustafa Kemal:
— Çok münasip olur, efendim; vazifemin o makam
la alâkası vardır, dedi.
Mustafa Kemal, Mehmet Ali beyle daha önceden ta
nışmakta olduğunu her nedense söylemek istememişti.
Dahiliye Nazırının odasına girdiklerinde Mehmet Ali
bey, Mustafa Kemal’i görünce sempati ile gülümsedi. Şa-
kir paşa ise böyle yararlı ve güzel bir kombinezonda ken
di emeği de olduğunu bilmekten doğan bir hoşnutluk
jçindeydi. Bu tertibi asıl bulamn Mehmet Ali bey ve ol
masını irade edenin de padişah olduğunu bilmiyordu. Da-
haliye Nazırının bürosunda Şakir paşa; Mustafa Kemal’i:
— 196 —
— Samsun’daki vak’anm tahkikine memur Mustafa
Kemal papa!
Diye tanıştırdı. Mehmet Ali bey:
— Sizi tebrik ederim, dedi, çok isabetli bir intihapta
bulundunuz; ben, zaten paşayı tanıyıp taktir etmiştim.
Kanaatime siz de iştirak etmiş olduğunuz için bahtiya
rım!
Bu sözlerden sonra koltuklara oturdular. Mehmet Ali
bey de Dahiliye Nazlrığmı ilgilendiren işlerde Mustafa Ke
mal’e her türlü kolaylığı göstereceğine söz verdi. Ve ken
disiyle doğrudan doğruya muhabere edebileceklerini söy
ledi. Paşaya pek çok başarılar dileyerek kırk yıllık ahbap
gibi elini sıktı; ayrıldılar.
#
— 197 —
— Hele bizi misafir odasına al, bir taraftan da be
yefendi hazır olur!
Diye diretti.
Kızcağız, konuk odasının kapısını açarak onları buyur
etti.
Henüz oturmamışlardı ki İsmet bey, yüzü sevinç sa
çarak göründü.
Mustafa Kemal’in sevinç ve mutluluk fışkıran yüzü,
İsmet beyi pek meraklandırmış tı. Hararetle el sıkıştılar.
— Ne haber? Ne haber? Bu ne baskın?
— Vaktim dar, ismet! Sana hikâyeyi kısaca söyle
yeyim.
Diyen Mustafa Kemal, dokuzuncu ordu müfettişliği
hikâyesini özetleyerek anlattı ve sonra sözlerine şunları
kattı:
— Ben yerleşinceye kadar sen de burdan bana yar
dım edeceksin ve iş başladığı vakit yanıma geleceksin.
Bunları söyleyerek ayağa kalktı. İsmet bey, esmer,
kemikli ve ince parmaklariyle onun sarışın ellerini yaka
lamıştı:
— Biraz daha konuşsaydık!
— İstanbul’da bulunduğum müddetçe benimle ne ka
dar az alâkadar olursan o kadar iyi olur.
Sonra sarılıp öpüştüler.
Biraz sonra, sarışın paşa ile yaveri, üstü açık otomo
bille mahallenin dindar sessizliğini makina gürültüsü ile
ikiye biçerek uzaklaştılar. Büyük başlı, kara, zeki bakışlı
ve genç kurmay albay İsmet bey, kalbi bir serüven heye-
caniyle çarparak arkalarından bakıyordu.
Lando, Nişantaşı’nda büyük bir konağın Önünde dur
du. Mustafa Kemal en yeni diktirdiği paşalık üniforma
sını giymişti. Yaveriyle arabadan indiğinde yoldan geçen
ler durup ona baktılar. Onu hiç kimse tanımıyordu. Ne
var ki paşa gıyneği, mavi gözleri, sarı saçları ve levent
gibi vücudu, başları zorla kendisine döndürüyordu. Mus
tafa Kemal, ağır - ağır ilerleyerek konağın kapısını çal
dı. Burası Sadrazam Damat Ferit Paşanın konağıydı ve
198 —
dokuzuncu ordu müfettişi burda akşam yemeğine çağrıl
mıştı.
Salonda kendisini yalnız Damat Ferit paşa karşıla
dı. Mustafa Kemal, ilk önce onun yüzünde ve gözlerinde
eski hoşnutluğun barınıp barınmadığım anlamak istedi.
Harbiye Nazırı Şakir paşa ile kendisini gördüğü zaman
ki sevinçten eser yoktu. Altın çerçeveli gözlüklerinin ar
kasından kendisine araştırıcı bakışlarla bakan iri ve zeki
gözlerinde donuk gölgeler yüzüyordu.
Karşılıklı oturdular. Kısa birkaç sözden sonra ses
sizlik başladı ve uzadı. Mustafa Kemal, onu kendisiyle
yalnız kalmaktan sıkıldığını seziyordu. Aralarından kara
kedi geçmiş gibiydi-
Sanki konuşacakları hiç bir şey yoktu.
Sadrazam, sabırsızlık gösteren bir davranışla köstekli
saatini çıkararak baktı:
— Acaba nerde kaldı?
Diye ortaya sordu.
— Birini mi bekliyordunuz, efendim?
— Evet, Cevat paşa hazretleri gelecekti.
Yine aralarından kara kedi geçti.
Damat Ferit paşa, türlü yalanlar uyduran ve bu tatlı
yalanlarla öğünen bir adamdı. Bu yalanlarla daha çok
kayınbiraderi Vahidettin’i kandırmağa çalışırdı.
Vaktiyle elçi kâtibi olarak bulunduğu Londra’da o za
man Veliahd olan VII- Edward ile içli - dışlı olduğunu an
latırdı. Mondros Bırakışmasına kendisinin gönderilmesini
istemiş ve bunun nedenlerini de şöyle açıklamıştı: Bu bı
rakışma ile hem Birinci Dünya Savaşına son verdirecek
hem de VII. Edward'la yakın dostluğu olduğunu Kral
George’a ihtar edecekti. Bu palavraları birçok kişinin ya
nında atıp durmuştu. Uydurduğu yalanlarla Öğünmekten
hoşlanan ve bunları devlet kademelerinde sonuna dek yük
selebilmek için koz olarak kullanan Damat Ferit paşa,
birisini yererken de aynı aşın pozlarla konuşur, yerdiği
kişiyi yerin dibine batırmaktan çekinmezdi, öm rünün en
aşırı ve korkunç yergilerini kayınbiraderi Abdülhamit için
— 199 —
yapmıştı. Kendisini başkonsolosluktan nazırlığa ve da1
matlığa dek yükselten Abdülhamit, tahtından indirilerek
Selanik’teki Alâtini köşkünde hapsedildikten sonra Da
m at Ferit'in çenesi müthiş açılmıştı. Ona, kendisini bü
yük elçiliğe ve sadrazamlığa yükseltmediğinden dolayı ve
riştirip duruyordu. 10 Temmuz devriminden sonra, Abdül-
hamid’e söğmek moda olmuştu. Damat Ferit de bu moda
ya kapılmıştı: Sözde Sultan Hamit’in kendisine armağan
ettiği Balta - Limanı sarayının Boğaziçi’ne bakan pence
relerinde otururken Padişahın hürriyet kahramanlarını
çuvallara doldurarak denize attırdığım pek çok kez gör
müştü. Onların çığlıklarını ve iniltilerini duyduğuna bile
üstelik yeminler etmişti.
Mustafa Kemal, onun şimdi daha da tehlikeli oldu
ğunu biliyordu- Çünkü, iç ve dış düşmanların tek temsil
cisiydi. Biraz sonra Cevat paşa, salona girdi. Onun gir
mesiyle Sadrazam doğruldu ve onları yemek salonuna bu
yur etti. Sofrada salt, belirsiz ağız şapırtıları, çatal, bıçak
ve tabak gürültüsü vardı.
Mustafa Kemal, bu koyu ve inatçı sessizliğin arka
sından tatsız bir şey çıkacakmış gibi korkuyordu. Pusuda
o kerte çok korkulacak şey vardı ki, acaba Sadrazamın
yüzüne bu ekşi ve tatsız çizgileri çizen hangi gizli neden
di? Yoksa bin bir konbinezonla elde ettiği ve ömrünün en
büyük mutluluğu saydığı bu kutlu Anadolu yolculuğu
böyle yarı yolda torpillenmiş miydi? Düşmanlar, bu kerte
çabuk mu uyanmıştı?
Genç paşa, kendi içinden böyle ve buna benzer bir
yığın soru geçiriyor ve sonra bunlara karşılık bulmağa
çalışıyordu. Bütün bu karşılıklardan hiç biri de kendini
doyurmuyordu-
«Mutlaka çok ehemmiyetli meselerler vardı, bunları
yemeğin sonuna saklıyor!» diye düşünüyordu. Lokmalar
boğazına dizilmeğe başlamıştı. Ne olacaksa bir an Önce
olsundu! Allahtan yemeğin sonuna da gelmişlerdi.
Sadrazam, birden bire çatalım bıçağını bırakarak ka
fasını yemekten kaldırdı ve Cevat paşa ile Mustafa Ke
— 200 —
mal’in gözlerine bakarak:
— Yemekten sonra biraz görüşelim!
Dedi.
Mustafa Kemal, bu söz üzerine gizli bir «Oh!» çekti:
— Emir buyurursunuz!
Salona geçtiler: Bu «ortasında genişçe bir masa bu
lunan çok dar, yine de hoş bir salon»du.
Henüz ayaktalarken Sadrazam:
— Bir harita getirsek de Müfettiş paşa onun üzerinde
izahat verse.
Dedi.
«Kiprert’in atlası geldi; Anadolu paftasını buldular.
Mustafa Kemal, Sadrazamın yüzüne baktı:
— Ne cihetten izahat emir buyurulur?
— Meselâ Samsun ve havalisinde ne yapacaksın?
Sözcükler sanki Mustafa Kemal’in ağzından dökülme
ğe başlıyordu. Bu kerte kolay yalan söyleyebildiğine ken
disi de şaşırıyordu:
— Efendim, Ingiliz raporlarına göre Samsun ve ha
valisinde bazı karışıklıklar varmış. Biraz mübalağalıdır
zannediyorum. Ne de olsa bunlar basit şeyler. Yerinde
yapacağımız .tetkikat ile hallederiz. Şimdiden isabetli bir
şey söyleyememekten korkarım.
Sadrazam, bundan sonra Cevat paşaya döndü:
— Siz ne dersiniz?
Cevat Paşa, Mustafa Kemal’in sırat köprüsünün kıl
dan ince kılıçtan keskin çizgisini geçmekte olduğunu ça-
Jbucak kavramıştı. Sadrazamın ufacık bir kuşkusu, sırat
^köprüsü yolcusunun sonunu berbat edebilirdi. Bunun için
de elden geldiğince doğal ve tasasız görünmeğe çalışarak:
— Öyledir efendim, dedi, bu gibi işler yerinde hal
lolunur.
Sadrazamın kafası hâlâ kanmamıştı. Mustafa Ke
mal’in kafasının içini bulandıran kaygı dumanı, Sadra
zamın kafasında da bir kuşku engereği gibi kıvrılıp du
ruyordu. Sadrazam, içini karartan kayguları elbette mey
dana vurmazdı; ne de olsa bunu sezdirecek bir soru sor
— 201 —
maktan kendini alamamıştı. Heyecanlı bir sesle:
— Pekala, siz bana harita üzerinde nerelere kadar
kumanda edeceksiniz, gösterir misiniz? Dedi.
Mustafa Kemal, Sadrazamın kaygulandığı noktayı
şimşek gibi kavramıştı.
— Efendim, henüz ben de pek iyi bilmiyorum, belki
takriben (Kiprert’in küçük haritasına elini koyarak) şu
kadar ufak bir parça.
Onun gösterdiği noktada ancak birkaç önemsiz vilâ
yet vardı. Sözünü bitirir bitirmez de yardım istercesine
Cevat paşa’nm yüzüne baktı.
Cevat Paşa, anlamıştı; Mustafa Kemal, haritadan eli
ni kaldırırken imdada yetişti.
— Efendim, dedi, paşa tabii o mıntıkadaki kuvvet
lere kumanda edecek. Zaten nerede kuvvet kaldı ki?
Bu sözüyle işin hiç de önemli olmadığını anlatmak is
temişti; Cevat Paşa, işi o denli umursamaz görünüyor
du ki bu sözleri söyler söylemez de masadan uzaklaşır gi
bi yaptı.
Mustafa Kemal, içinden Cevat Paşaya binlerce teşek
kür etti. Nerdeyse boynuna sarılıp şapur şupur yanakların
dan öpecekti.
Bundan sonra üçü de koltuklarına çökerek kahveleri
ni höpürdetmeğe başladı.
Mustafa Kemal’in mavi kurt gözleri uzamış, çizgi-
leşmiş, hep Sadrazamın yüzünden çizgileri şavulluyordu.
En sonra, bu çizgilerde bir gevşeme bir rahatlama gördü.
Koca gövde kuşku engereğinin ağusundan kurtulmuş, şi
fa bulmuş gibiydi. Kolalı yakasının üzerinden taşan ger
danı üzerinde gülümsemeğe başlayan pos bıyıklarla süslü
kocaman bir yüz yükseliyordu.
— Ne vakit hareket edeceksiniz?
— Ne vakit emir buyrulursa. Ben hazırım, arzu eder
seniz, yarın veya öbür gün.
— Zatı Şahaneyi ziyaret ettiniz mi?
— Hayır, efendim.
— Ziyaret etmeden mi gideceksiniz?
— 202 —
— İrade buyrulmadı.
— Ben iradei seniyeyi tebliğ ediyorum, yarın kendile
rini ziyaret ediniz.
— Peki efendim!
Mustafa Kemal, kendisine başarılar dileyen Sadraza
mın kocaman parmaklı etli elini sıkarak Cevat Paşa ile
sokağa çıktı. Gece karanlığı çökmüştü. Köşe başlarındaki
lambalar yanıyordu. Mayıs olduğu halde caddeler ıssızdı,
ince bir yağmur çiseliyordu.
Sadrazamın konağından biraz uzaklaşınca kol kola
giren Mustafa Kemal’le Cevat paşa, Nişantaşı caddesin
den Teşvikiye’ye doğru sık ve dinamik adımlarla ilerle
meğe başladılar.
Cevat paşa, artık daha çok sabredemeyerek çok içten
çok dostça ve çok sırdaşça:
— Birşey mi yapacaksın, Kemal?
Diye sordu.
— Evet, paşam, bir şey yapacağım.
— Allah muvaffak etsin!
Mustafa Kemal, bir belâyı daha kolayca savdığı için
çok seviniyor, seviniyor değil, sanki sevincinden uçuyor
du. Bu heyecanın mutluluğu içinde Cevat paşayla uzun
uzun yürüdü.
*
— 203 —
ğe gitti. Orda Cevat paşa ile karşılaştı; Fevzi paşanın ye
rine o atanmıştı. Mustafa Kemal’in oraya bugün gidişi
bir taşla iki kuş vurmasına yardım etmişti: Fevzi paşa
da görevini teslim etmek üzere orada bulunuyordu.
Cevat paşa, bürosuna oturdu. Fevzi paşa ile Mustafa
Kemal de yan yana onun karşısındaki koltuklara oturdu
lar. Fevzi paşanın görevinden neden uzaklaştırılmak is
tendiğini yukarı sayfalarda açıklanmıştı. Onu görevinden
söküp atmak için de ciddî bir neden gerekmişti. İzmir’e
çıkmağa hazırlanan Yunanlılar, adalara asker yığmağa
başlamışlardı. Erkânı Harbiye’ye bu hususi raporlar gel
dikçe, Fevzi paşa, böyle bir teşebbüse ateşle karşı koy
mak gerektiğini Harbiye Nazırı imzasiyle bildiri olarak
yayınlıyordu.
İzmir’in işgalinden bir ay önce Yunanlılara karşı di
renmeyi emreden şu telgrafı çok yiğitçeydi:
57. fırka kumandanlığına:
Ahvali mahalliyeyi musevver telgrafınıza cevaptır:
1 — Ahali tarafından Yunanlıların hüsnü kabul gör
mesi Aydın vilâyetinin akıbeti için gayri kabul telâfi za
ra r tevlit edecektir. Bunu ahaliye pek seri bir surette an
latmanızı rica ederim. Bununla bir kıtal yapılmasını arzu
etmiyorum; fakat, her halde o havalideki itilâf zabitanı
ile ecnebiler bizim Yunan Ordusunu katiyen istemediği
mizi anlamalıdırlar. Ahvali mahalliyeye göre yapılması lâ
zım gelen işleri siz daha iyi taktir edersiniz.
2 — Askerin dağılması vahameti pek büyük fena akı
betlere yol açar. Heyeti zabitan işe çok ehemmiyetle sarıl
malıdır.
Bu telgrafta verilen emir, milyonlarca ton dinamit
karşılığında bir enerji ve canlılık taşıyordu- Bundan do
layı anlaşılınca elbette şiddetli bir tepki yapacaktı. Nite
kim: Birgün Harbiye Nazırı Şakir Paşa, İzmir kolordu
kumandanı Ali Nadir paşaca telgrafhaneye çağrılmıştı.
Şakir paşa, o güne dek bu gibi çağrılara hep Fevzi paşayı
da yanına alarak giderdi. O gün Erkânı Harbiyei Umumi
ye reisine haber vermeksizin yalnız başına gitmişti. Tel
— 204 —
graf haberleşmesi başlayınca Ali Nadir paşa:
— Amiral Galtrop mütareke şartlarına göre İzmir’e
çıkıp Kadifekale’yi işgal edeceğim, diyor ne buyuruyorsu
nuz? diye sormuştu.
Harbiye Nazın da: —Böyle şey olur mu? Hayâl edi
yorsun, vehmediyorsun karşılığını vermişti. Muhabere
nin sonuna doğru Fevzi paşayı da çağırmışlar, yukarıda
söylenen telgraflaşmanm dosyasını da eline vermişlerdi.
Fevzi paşanın İlk verdiği emirlerle Hafbiye Nazırının ver
diği emirler birbirine karşıttı.
İşte, bu yüzden Fevzi paşa, yerinde kalamazdı. Onun
yerine gelen Cevat paşa da en azdan onun gibi sağlam ve
idealist bir yurtseverdi. Fevzi paşanın yolu onun da yo
luydu ■
Uç dost paşanın başında oturdukları masanın üzerin
de yayılmış bir harita vardı- Mustafa Kemal baktı: göz
lerini bu haritaya dikmiş olan Fevzi paşa, bir sağnak bu
lutu halindeydi; şimdi, gürleyecek, şimşeklerini saçacak,
yıldırımlarını savuracak gibiydi. Geniş alnı çizgilenmiş,
gözleri kızarmış, yumruklaşmış ellerindeki damarlar ka
barmıştı. Mustafa Kemal, bu iki arkadaşının da şu ara en
azından kendisi gibi idealist ve içten olduğunu duyuyor
du. Cevat paşa ile dün akşamki yemekten sonra Nişantaşı
caddesinde yürürken en geniş anlamiyle anlaşmışlardı.
Fevzi paşayı da deşmek isteyerek:
— Paşam, vaziyeti nasıl görüyorsunuz? Diye sordu.
Fevzi paşanın yüzü kızardı, gözleri büyüdü ve kara, gür
kaşını kaldırdı, sağ elinin şahadet parmağiyle haritada
İstanbul’u göstererek gök gürültüsü gibi bir sesle:
— Anlamıyorum ki efendim, dedi, buradaki rahatımı
zı feda etmemek için koskoca memleketi veriyoruz, bu ne
akıldır?
Mustafa Kemal’i bu söz kadar hiçbir şey sevindire*
mezdi.
Cevat paşa da onu doğrular gibi bakıjyordu. Mjusta-
fa Kemal de dudaklarına dek gelmiş olan şu birkaç sözü
söylemekten kendini alamadı:
— 205 —
— Hakikat, sizin bildikleriniz ve düşündüklerinizdir.
Ben bunu ispat etmek için Anadolu’ya gidiyorum. Ara
mızda uzun görüşmelere lüzum olmadığını da görüyorum.
Yalnız, sizlerden bir şey bekliyorum: Bana yardım ede
ceksiniz.
— Tabiî!
— Evet!
Cevat paşaya döndü:
— Bilhassa siz, paşam! Asıl salâhiyet makamında şim
di siz bulunuyorsunuz. Beraber yürüyebilecek miyiz?
— Elbette!
— O halde ilk olarak, Ulukışla taraflarında bulunur
ken şimendiferle nakillerine müsaade olunmayan yirmin
ci kolordunun yürüyerek Ankara’ya hareket etmelerini e-
mir buyurunuz!
Cevat paşa, önündeki bloknota işaret etti:
— Emir vereceğim!
— Sonra, sizinle şahsen muhabere edebilmek üzere
hususi bir şifre isterim.
— Şimdi!
Zile bastı, gerekenleri söyleyerek bu şifreyi Mustafa
Kemal’e sağladı. (Bu şifre, Mustafa Kemal’in tuzağa dü
şürülmek için Ferit Paşa ve Padişahça daha sonraları İs
tanbul'a çağrıldığında çok işe yaramıştı.)
*
206 —
— Allah, Allah ne küstahlık! İşittiniz mi efendim?
Yunanlılar İzmir’e çıkıyor?
Bu sözleri Bahriye Nazırı da doğruladı-
Mustafa Kemal sadece:
— Ya... Dedi, bu da mı oldu?
— Evet!
Mustafa Kemal memleketin başına gelecekleri çok
önceden düşünmüş ve durmadan söylemiş, kimseciklere
dinletememişti.
Şimdi, şu nazırların telâşlı, şaşkın hallerine gülmeli
mi ağlandı mıydı kestiremiyordu.
İzmir'in Yunanlılara işgal ettirileceği hemen olaydan
bir hafta önce öğrenilmişti, biliniyordu. 9 Mayıs günü he
nüz kargalar kahvaltı etmeden evin kapısı üst üste vurul
muştu.
Cevat Abbas, Alman İmparatoru Wilhelm’in Alman
ya gezisinde Mustafa Kemal’e armağan ettiği Kippert’in
haritasını büyük salondaki masanın üzerine yaymış ya
mamağa çalışıyordu. Böyle erken gelen kim olabilirdi ki?
İçindeki tedirginliği yenmeğe çalışarak aşağı indi, taban
casını yokladı, sonra sokak kapısını açtı. Mustafa Kemal
de günlerdir İçini gizli bir kurt gibi kemiren kaygının et
kisiyle merdiven başına dek gelmiş, ordan ilgiyle aşağı
ya bakıyordu. Aşağıdan sevilen bir tanıdıkla konuştuğu
anlaşılan Cevat Abbas’ın güven veren sesi, Mustafa Ke
mal’in içini rahatlatmıştı:
— Cevat bey, ziyaretçi kimdir?
— Miralay Kâzım beyefendi teşrif ettiler, paşam; ya
bancı değil.
Mustafa Kemal, hemen aşağı inmiş ve taşlıkta sıh
hatli, güleryüzlü, gürbüz bir subayla, kendi kurmay baş
kanı albay Kâzım (Dirik) beyle yüz yüze gelmişti. Elini
sıktıktan sonra ilgiyle:
— Hayrola bu kadar erken? Diye sormuştu.
. Çâzım bey, getirdiği haberin çok tedirgin edici, kay-
gulandırıcı anlamını hafifletmek için:
— Sakin olunuz, paşam, demişti; bu, acı bir haber
— 207 —
dir. Döveli muazzama İzmir’in Yunan kuvvetleri tarafın
dan işgaline müsaade etmiş.
— Haber resmî mi?
— Hayır, paşam, fakat, mevsuk ve muhakkak. İtal
yan işgal makamları Lloyd George’la Venizelos arasında
varılan anlaşmayı hükümete mahrem kaydı ile bildirmiş
ti. İngiliz donanmasına da İzmir sularına hareket emri ve
rilmiş.
Mustafa Kemal:
— Sadrazamı görmeliyim! Diye mırıldanmıştı.
Kâzım bey:
— Sadrazamı görmekten ne çıkacağını umuyorsun,
paşam? i
— Hiç! Hiçbir şey! Fakat, bir an önce Samsun’a gi
debilmek imkânlarım temine gayret edeceğim, sizler de
hazır olun. Artık, kadroda yapılacak tayinler tamamlan
dı, değil mi? Kuzum, Kazım bey, mahrem olarak bilmeni
zi isterim ki belki İstanbul’dan ayrıldıktan sonra bize en
basit yardımları bile yapmayacaklardır.
İşte sanki bu haberi yeni almış gibi bütün nazırlar
yapmacıktan ağlamaklı görünmeğe çalışıyorlardı. Bu ha
beri onlar bal gibi biliyorlardı. Bunu kendisinden bile ön
ce aldıkları meydandaydı. Bu bir hafta içinde ne yapmış
lardı?
Zavallıların bu durumları Mustafa Kemal’e gülünç ge
liyordu. Şeytan onu dürtüp duruyor şu şaşkınlara ağzını
aç gözünü yum da güzel bir zılgıt geç diyordu. Bunun
için kendini zor tutuyordu. Hiç güvenmeğe gelmezdi. Se
rinkanlılıktan şaşmamalıydı-
Başına toplanmış olan nazırlara:
— Peki, ne yapmağı tasavvur ediyorsunuz?
Diye sordu.
Hepsi bir ağızdan:
— Protesto edeceğiz! Diye yanıt verdiler.
— Bu lâzımdır, doğrudur. Ancak böyle bir protesto
ile Yunanlıların İzmir’den geri çekileceklerine ihtimal ve
riyor musunuz?
— 208 —
Nazırlar, bir şey anlamamış gibi onun yüzüne bak
tılar:
— Fakat, başka ne yapabiliriz?
— Belki de daha k a fi tedbirler düşünülebilir.
— Meselâ, ne gibi?
O zaman Dahiliye Nazırlı Meihmet AH beyin sesi bu
na karşılık verdi:
— öyle hareketlere kalkarsak bize ne yaparlar, bilir
misiniz?
Mustafa Kemal, konuşmanın tehlikeli bir gidiş aldığı
nı görerek sıyrılmak üzere Bahriye Nazırı Avni paşanın
elini tuttu:
— Bizi Anadolu’ya götürecek vapur hazırdır, değil mi?
— Çoktan tertiplemiştim. Bandırma vapuru emriniz-
dedir.
— Hay hay!
Mustafa Kemal, yaveri Abbas'a:
— Paşa hazretlerinin bir emirleri var, not ediniz! De
di. Yaver hemen kurşun kalemle Bandırma vapuru kapta
nına bir emir yazdı ve imza edilmek üzere Avni Paşaya
uzattı.
Mustafa Kemal, BabIâli’yi şaşkın Nazırlariyle baş ba
şa bırakarak onlardan daha şaşkın bir halde Yıldız’da ken
disini bekleyen Padişahla vedalaşmak üzere yaveri Cevat
Abbas’la ordan kaçar gibi uzaklaştı.
— 210 —
Yıldız korusunun derin gölgelikler yaratan bakımlı
ağaçları insana yalnızlık ve inziva duyguları veriyordu. Ne
v ar ki bütün bu romantik ve pastoral şiir havasını yara-
Jtan ve besleyen yeşil ve mavi güzellikleri hiçe indiren kor
kunç bir gerçek, çelik parıltılariyle gözleri ve ruhu tedir
gin ediyordu: «Birbirine muvazi hatlar üzerinde düşman
zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız sarayına doğ-
rulmuş»tu.
Padişah da Mustafa Kemal de bir süre susarak otur-
dula- Doğa güzellikleri bir süre bir kurtarıcı olarak on
ları oyaladı. İlkönce Vahidettin, gözlerini dışarıdan aldı.
Bağındaki bir masaya dirseğini dayamıştı, bu masanın
üzerinde mahsustan konulmuş olduğu anlaşılan bir de ki
tap vardı.
Gözlerini ilk kez paşanın yüzünde gezdiren padişah»
teatral bir jestle şöylece söze başladı:
— Paşa, paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin.
Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir.
Bunu söylerken elini masadaki kitabın üstüne bastır
dı ve şunları ekledi:
— Tarihe geçmiştir. Fakat, bunları unutun. Asıl şim
di yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, dev
leti kurtarabilirsin!
Mustafa Kemal, masadaki kitabın bir tarih kitabı ol
duğunu anladığı için onun bu son sözlerinden de şaşırmış
tı. Acaba Vahidettin, onunla içten mi konuşuyordu? Tah
tından, tacından başka hiçbir şey düşünmeyen bu adamın
ruhunda yoksa bir mucize mi meydana geliyordu? Acaba
(şimdiye dek -yaptıklarına pişman mıydı? Bu adama nasıl
güvenebilirdi? Onu her türlü tartmış, her türlü anlama
mış mıydı? Yo! Artık ona eskiden olduğu gibi açılamazdı.
Yoksa bir anda her şeyi berbat edebilirdi. En iyisi yine
maskelenerek konuşmaktı:
— Hakkımdaki teveccüh ve itimadı arz-ı teşekkür ede
rim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet
buyurunuz.
Onun amacı vatan-millet değildi. Her şeye karşın îs-
— 211 —
taııbul’da padişah olarak kalmak ve saltanat sürmekti.
Vahidettin’deki «İttihatçı» kompleksi hâlâ şifa bulma
mıştı.
Benim namağlûp kumandanım, dedi, her şeyden
evvel en büyük emelim İttihat ve Terakki mensuplariyle
Teşkilât-ı mahsusacılarm şahsıma karşı kalplerinde taşı
mış oldukları husumetten' sizin haberdar olmanız ve ona
göre hareket eylemenizdir. Vilayat-ı Şarkıyenin temiz ve
saltanat-ı sen iyemize sadık, saf halkım aleyhimize tahrik
eden bu komitecilerin en seri bir şekilde ve çok kısa bir
zamanda ortadan kaldırılmaları esbabına tevessül etme
nizi sizden istemekteyiz. Hafazanallah, bu tahrikat ve bu
teşevvüş fazla devam ederse düvel-i itilâfıyenin bundan
bilistifade henüz işgal görmemiş bu mıntıkaya da asker
sevketmeleri vaki olabilir. O zaman memaliki mahrusa-
,mızın en kudretli bir mıntıkası da elimizden çıkmış olur.
'Büyük devletlerin bu sahada tesis etmek istedikleri Er
meni ve K ürt devletlerinin kurulmasına yol açılmış olur.
Buna meydan vermemenizi sizden bekliyorum.
— Zat-ı Şahaneleri mutmain bulunsunlar ki bu ha
valide kurulması muhtemel bir Ermenistan ve Kürdistan’-
m teşekkülüne sebep ve bahane addedilecek en küçük bir
hususa meydan vermeyeceğim. Bunu size arzı bir vazi
fe bilirim.
Vahidettin, Ferit Paşanın bütün direnmesine karşm
bu müfettişliğe Mustafa Kemal’in gitmesini istemişti. Sad
razam, içinde sekiz on paşanın adı yazılı bir liste getirip
padişaha göstermiş ve bunlardan birini müfettiş olarak
seçmesini istemişti. Listenin en başında başarısız paşalar
dan biri olan Gazi Ahmet M uhtar Paşa’mn oğlu Mahmut
Muhtar Faşa’nm adı yazılıydı. Mustafa Kemal’in adı liste
nin sonlarına doğruydu. Vahidettin listeye şöyle bir göz
gezdirmiş:
— Bu!
Diyerek şahadet parmağını Mustafa Kemal’in adı üze
rine basmış, sonra şöyle demişti:
— 212 —
— Mustafa Kemal, ordunun en kudretli kumandanıdır,
onun gitmesini istiyorum.
Boyiece Mustafa Kemal’in müfettişliği perçinlenmişti.
Mustafa Kemal, bütün bu geniş bir örgüt isteyen ça
lışmaları için bir tahsisatın verilip verilmeyeceğini sorun
ca Padişah:
— Muktazi her türlü masrafın iş’arınız ve tensibinizle
yerilmesi hususunda Sadrazam paşaya derhal irade ede
ceğim, dedi.
Mustafa Kemal, gerek Sevkiyatçı Rıza’dan gerekse
îskeçeli A rif ten Enver Paşa’nın memleketin doğusunda
neler yapmak istediği üstüne yeterli bilgi almıştı. Mus
tafa Kemal’in büyük bir kaygusu vardı; teşkilât-ı mah
susa artıklarından edindiği yeni bilgiler, bu kaygusunu
besleyip büyütüyordu: Enver paşanın kendisinden önce
davranarak Anadolu’yu ele geçirmesi tehlikesi büyüktü.
Vahidettin’le son konuşmasında onun da bu kayguda ol
duğunu anlamıştı. Evet, Kafkaslar’da, Azerbercan ve Kars
bölgesinde kurulan örgütlerde onun parmağı vardı. Kars
Şuralar hükümeti, Anadolu Şuralar hükümeti olmak yo
lundaydı. «Şûra» Arapça « Sovyet» anlammdaydı. Müslü
man ve Türk halkm ürkmesi için «Sovyetler» sözcüğü
«Şûra» sözcüğüyle değiştirilmişti.
Sovyetler, kimi koşullarda Kars Şûralar devletçiliği
ni destekliyordu. «Anadolu Ş ûralar Hükümeti var olsun»
diye şarkılar çıkanmış ve öğretmenlerce orta Anadolu
okullarında, örneğin Sivas’ta bile söyleniyordu.
Mustafa Kemal, gerçekten kaygulanıyordu. Olaylar
Çok hızlanmıştı. İtilâf devletlerinin Pontosçuların korun
ması için Anadolu’ya göndertmek istedikleri adam, pa
dişahça da doğuda örgütlenmeğe başlayan Enver’cilerin
ve İttihat ve Terakkinin hakkından gelmesi göreviyle gö
revlendirilmek isteniyordu. Bu sonuncu durumdaydı.
Enver paşanın memlekete herhangi bir yanından el
atması, yeni bir sürü serüven zincirleme başlaması de
mekti. Padişahın kaderiyle oynanacağı gibi Mustafa Ke
mal’in ve bütün memleketin kaderiyle de bir kez daha
— 213 —
oynanacaktı. Kâzım Karabekir, bu yeni hırslara bir ba
raj olabilecek miydi? Enver’in en yakın arkadaşlarından
biri olan Kâzım Karabekir, savaşa katılmamızı istemedi
ğinden savaş başladıktan sonra doğudaki kolordu kuman
danlıklarından birine sürülmüş ve ikinci orduda Mustafa
Kemal’in emrine verilmişti. Ne varki Enver paşaya düş
man değildi. Belki de onunla işbirliği yapabilirdi, kimbi-
lir?
Sorun şuydu ki, İskeçeli Arif beyle, sevkiyatçı Ali
Rıza beyin verdikleri haberler, hiç de yabana atılacak gi*
pi değildi.
Enver Paşa doğuda, hâlâ büsbütün Ölmemiş olan ge
niş prestijine dayanarak ordular kurabilir, Sovyetlerle an
laşmalar yapabilir ve Kuzeyden Anadolu’ya girerek mem
leketin başına yeni belâlar açabilirdi. Bunun için de uça
rak, kanatlanarak, Anadolu’ya geçmek ve memleketin kö
tüleşen kaderine bir an önce el koymak istiyordu.
Vahİdettin’in karşısında öyle yumuşak ve tatlıydı ki,
Padişah onun adının üstüne parmak bastığına şimdi çok
seviniyordu. Evet, doğudaki Enver tehlikesinin hakkından
ancak onun «namağlup kumandan» i gelebilirdi. Padişah,
kapalıca sözlerle bu doğu tehlikesini açmış ve doyurucu
karşılığını da almıştı:
— Merak buyurmayın, efendimiz, nokta-i nazar-ı Şa-
hâne’nizi anladım, trade-i seniyeniz olursa hemen hareket
edeceğim ve bana buyurduklarınızı bir an unutmayacağım.
Vahidettin, ayağa kalkarken:
— Muvaffak ol!
Dileğinde bulundu. Altın çerçeveli gözlüklerinin altın
daki sarımtırak bakışlarında minnet tonları parlıyordu.
Mustafa Kemal de kalkmıştı. Padişahın uzun parmak
lı kemikli elini sıkıp kapıdan çıkarken eski hocası ve şim
diki başyaver Naci bey, ona sokuldu ve gülümseyerek, elin
deki bir küçük kutuyu uzattı:
— Zat-ı Şahâne’nin ufak bir hatırası!
Dedi. Mustafa Kemal, kutucuğu açtü İçinde Vahİdet
tin’in inisyalleri işlenmiş güzel bir saat vardı.
— 214 —
— Peki, teşekkür ederim!
Yaveri Cevat Abbas, hemen bu armağanı aldı.
Mustafa Kemal kendisini dış kapıya dek uğurlayan
hocası Naci beyle kaşla göz arasında anlaştı. Naci bey za
manı gelinceye dek Vahidettin’in sarayında kalacaktı.
Mustafa Kemal, merdivenlerden hızlı - hızlı inerken
sarayın bir odasında bir panjur hafifçe aralandı ve or
da kumral saçlarla çevrelenmiş genç ve güzel bir kızın
yüzü parladı- Bu, Sabiha sultandan başkası değildi.
Mustafa Kemal'in, gururuna indirdiği korkunç tokat,
onu genç paşayla daha çok ilgilendirmişti. Ona karşı duy
duğu bir aşk değil, keskin bir ilgiydi. Bu ilgi, kurtuluş sa
vaşının sonuna dek değinecekti.
Mustafa Kemal, cümle kapısından çıktıktan sonra da
pencerede kaldı ve dalgın dalgın mayıs göğünün koyu
mavi yüzeyi üzerinden top top yuvarlanarak geçen kar
gibi ak bulut yığınlarını bir süre için düş kırıklığı nüans-
lariyle kaynaşan güzel ve iri gözlerinin uzun bakışlariyle
kovaladı;
— Sanğül! Sarıgül! Diye söylendi.
Bu ad; ona Enver paşanın karısı Naciye Sultan tak
mıştı.
— 215
—4 —
GURUBUN GÖZYAŞLARI
— 216 —
sosyete dedikodularında adt sık - sık duyulan Prenses Şi-
vekâr, Rauf bey, Mustafa Kemal, onun en yakın ve içten
arkadaşlarından kurmay yarbay Mehmet Arif (Ayrıca)
bey gibi kalburüstü askerleri salonlarında görmekle her
zaman mutluluk duyuyorlar. Bu askerler, yıllardanberi-
dir onun salonunun süsü, şerefi durumundaydılar. Pek
çok yüksek aile kadın ve kızları bunları görebilmek için
::ık - sık Prenses Şivekâr’m salonlarını ziyaret etmek
teydiler.
Prenses Şivekâr, saat on birde paganın neden geldi
ğini çok merak etmişti. Yalnız, bunun üzerinde çokça ka
fa yormasına vakit kalmadan paşa, yeni diktirdiği pırıl
- pırıl paşalık giyneğinin içinde bir masal prensi gibi sa
lona girdi. Prenses, her iki eliyle paşanın iki elini yaka
layıp salona buyur ederken merakla onun gözlerine bakı
yordu- Paşa:
— Biliyorum, böyle erken ve zamansız gelişimi me
rak ettiniz, dedi, ben de bunu size anlatmağa geldim.
Mustafa Kemal, içeri girerken, Prensesin yanında
c t uran genç kız utancından kaçıp piyanonun önündeki
tabureye oturmuştu. Piyanonun arkası salona dönük ol
duğundan genç kızı saklıyor ve salonda prensesle paşa
dan başka kimse yokmuş gibi görünüyordu. Üzeri yeşil
bir örtüyle örtülü olan piyanonun biraz ötesinde karşı
lıklı iki koltuğa oturan prensesle Mustafa Kemal konuş
maya daldılar: Yalnız, Mustafa Kemal, söze başlamadan
önce gizli bir iş peşindeki bir insan kaygusiyle ilkin ka
pıya doğru bir göz attı, sonra elden geldiğince alçak ses
le:
— Size Allahaısmarladık, demeğe geldim, hanım efen-
, di! dedi.
— Hayrola, nereye böyle?
— Gitmem, çoktanberidir hesapta vardı, fakat iş ta-
mamiyle olgunlaşıncaya kadar kimseye söylemedim. Çün
kü, çok mühim. Aylardır, hattâ yıllardır bugünü bekle
dim. Sizinle çok zamanlar dertleştik, bilirsiniz. Bir mem
leket işi. Padişah ve hükûmetçi Anadolu’ya gitmem ten-
— 217 —
sıp edildi. Bildiğiniz gibi, onların benden umdukları iş
için değil, bilâkis vicdanımdan aldığım emirle yurdun
bağrından doğacak o büyük kurtuluş ateşini tutuşturmak
için gidiyorum.
Paşa, bunları kimse işitmesin diye her ne kadar se
sini kısarak söylediyse de piyanonun arkasındaki utan
gaç genç kız, Meziyet, hepsini can kulağiyîe dinlemiş ve
belleğine yerleştirmişti. Çok yıllar sonra bunları gazete
cilere anlatacaktı.
Prenses Şivekâr da çok duygulanmıştı. Paşanın var
lığına bayağı alışmıştı. Sonra, onun bu düşüncelerini yıl
lardır dinliyordu. Demek ki paşa, bu sefer düşüncelerin
den kurduğu o altın köprüden eylem alanına, pek çok ola
naklar taşıyan yoksul, güzel Anadolu topraklarına geçi
yordu.
Bu, koskoca bir ulus uğruna göze alınan bir altın se
rüvendi ve buna atılmak her babayiğitm kârı değildi. Hi
kâyenin başını bildiğinden prensesin gözleri yaşarmıştı.
Ufacık esans kokulu mendiliyle önce gözlerinin, sonra bur
nunun kenarını kuruladı. Arkasından koskoca bir Çanak
kale destanı sürükleyip getiren bu genç ve güzel adam,
toplumun ve kadınların kendisine vereceği bütün cennet
tatlarım ve zevklerini elinin tersiyle bir yana iterek Ça
nakkale'de yarattığından daha büyük ve daha tehlikeli
yeni bir destanın ufuklarına atılıyordu. Padişahın kızım
reddederek sarayın prestijini beş paralık etmiş ve her güç
lü sanılan kader kırıntısına rest çekmiş gidiyordu.
Prenses Şivekâr, Mustafa Kemal’le saray arasmda
oynanan dramı yakından biliyordu. Güzel Sabiha Sultan,
son bir umutla bu salona dek gelmiş ve şimdi kendisinin
oturduğu koltukta oturarak karşısında oturan Mustafa
Kemal’e güzelliğinin, zekâsının ve iyi yetişmiş!iğinin çi
çeklerini göstermek için ne çocukça ve sevimli çabalar
harcamıştı. Mustafa Kemal - Sabiha Sultan hikâyesinin
sonu şÖyleydi:
Mustafa Kemal, Münire Sultam eli boş geri gönder
diği akşam, Selma Fansa, hemen bir lândoya atladığı gi-
— 218 —
bi soluğu Zübeyde hanımlarda almıştı. Zübeyde hanımı
her zaman olduğu gibi yatağında oturmuş, kuran okur
bulmuştu. Zübeyde hanım, oğlunun Selma Fansalar’da
oturduğunu biliyordu. Selma Fansa, ara - sıra gelip ona
oğlundan selâm ve haber getiriyordu. Ne var ki bu kez
£>elma hanımı heyecandan soluğu kesilmiş görünce o da
heyecanlanmıştı:
— Sakın heyecana kapılma, teyzeciğim. Bir şey değil.
Yalnız beni üzen bir haberi getirdim size-
Zübeyde hanım, ak yaşmağını heyecandan bir kez da
ha çözüp bağlayarak:
— Meraklandırdın beni, Selma hanım kızım.
Dedi.
Selma hanım, bir koltuğa ilişerek:
— Teyzeciğim, dedi. Padişah oğlunuza kızını vermek
istiyor.
Zübeyde hanım, bir kez yerinde doğrulur gibi yaptı,
sonra oturup başını öne doğru uzatarak kulak kesildi,
öm rünün en ilginç olaylarından biriyle karşılaştığını an
lamıştı:
— Ey, sonra?'
Bu sırada kapı açıldı ve Makbule hanım hızla içeri
girdi.
— Ne var, ne oluyor anneciğim? Hoş geldiniz, Selma
hanım, dedikten sonra o da merakla Selma hanımın ağ
zına bakmağa başladı.
— Biraz dur da dinle mühim bir şeyler oluyor.
Selma Fansa:
— Bugün, ikinci defa olarak bizim eve padişahın kız-
‘ kardeşinin kızı yani Vahidettin’in yeğeni Münire Sultan
geldi. Padişahın, körpecik kızı Sabiha Sultam Mustafa Ke
m al’e vermek istediğini söyledi.
Zübeyde hanımla kızının yüzü büyük bir sevinçle ay
dınlanmıştı.
— Eyyy, sonra? dediler.
— Sonrası fena! Paşa, Sabiha Sultanla evlenemeye
ceğini, hiç evlenmeğe niyeti olmadığını söyledi. Münire
— 219 —
Sultan .da acı acı gülümseyerek çıkıp gitti.
— Bak şu oğlanın ettiği halta? Ayol, bir padişah kı-
zıyle evlenmez mi insan? Ne akıl gezdirir bu oğlan, an
lamadım gitti.
Makbule hanım, acı acı gülerek:
— Ben biliyorum bunun sebebini, dedi, o şıllık, o Fik
riye denen kaltak ağabeyimi büyülemiş olacak. Yoksa,
ağabeyim hiç bir padişah kızını reddedecek kadar akıl
sızlık eder mi? Evet yediğim ekmek gibi biliyorum, bü
yülemiş o şırfıntı ağabeyciğimi benim!
Zübeyde hanım, kızının çokça ileri gittiğini görerek:
— Fikriye de kim ki oğlumu büyüleyecek, dedi. Onun
kendine göre düşünceleri vardır. Fikriye-mikriye vızge-
lir ona. Oğlum, bir sarsıntı geçiriyor. Bu siyasi durum
onun aklını perişan etti. Sonra, oğlum oldum olası padi
şahları sevmez. Bilirim onu ben. Ama, kızım, siz yine bı
rakmayın bu işin arkasını. Oğlumu kandırmağa çalışın.
Padişahın kızıyle evlendirin onu. «Annen evlenmeni isti
yor» deyin ona. Padişahın kızını alıp Halifeye damat ol
mak bulunur nimet mi? Enver Paşa bir damat oldu, on
dan aldığı güçle dünyayı fethe çıktı.
Selma Fansa, birkaç saat bu konu üzerinde Zübey
de hanımla konuştuktan sonra eve döndü ve annesinin di
leğini o akşam Mustafa Kemal’e korka korka açtı. On
dan da şu yanıtı aldı.
— Annem rahatını düşünerek sarayda yaşamak isti
yor, fakat, annem bu milleti kim kurtaracak onu hiç dü
şünemiyor.
Saray, inatla evlenme işi üzerinde duruyordu. Miini-
re Sultan, bir gün Selma Fansalara uğrayarak Sabiha
Sultanın yeni çektirdiği anlaşılan bir resmini bıraktı. Yal
nız, Paşa gördükten sonra bu resmi yine gelip alacağını
söyledi. Sabiha Sultanın yarım profilden görünüşü pek
güzeldi. Üzerinde zamanın en son modasına göre hazır
lanmış bir giynek göze çarpıyordu.
Mustafa Kemal, resme uzun - uzun baktıktan sonra:
— Çok güzel bir kız, çok güzel. Fakat, hem bir pa-
— 220 —
dişah kızı, hem de benim evlenmeğe niyetim yok, dedi.
*
— 221 —
Ellerini yüzünden çektiğinde, sarımtrak ışıklar için
de iki iri gözyaşı gibi yüzen bu gözlerde ablasını pek çok
üzen bir umutsuzluk parlıyordu.
Sabiha Sultan, bir süre, yaşlarla ağırlaşan uzun ve sık
kirpiklerinin arasından, boşluğa daldı. Sonra ablasının
gözlerine bakarak:
— Peki, şimdi ne olacak? Dedi.
Ulviye Sultan da ne olacağını bilmiyordu.
Yine Sabiha Sultan:
— Ama, ablacığım, dedi paşa beni hiç görmedi ki.
Sonra, Münire ablanın anlattığına göre beni görmek is
temiş. «Gelsin göreyim, beğenirsem alırım» demiş- Fa
kat, bir padişah kızı herhangi bir eve gidemiyor. O da Sa
ray'da gelip beni göremiyor. Paşa, beni değil, yemin ede
rim ki benim bir resmimi bile görememiştir. Ona bir resmi
mi göstermek imkânını bulamaz mıyız acaba?
— Evet, paşa, senin güzel mi, çirkin mi olduğunu bil
mez. Gözleri kapalı olarak da böyle yüksek bir adam, pa
dişah kızı bile olsa evlenmek istemez.
— Ben güzel sayılır mıyım abla?
— Ne demek, sen İstanbul’un en güzel kızlarından bi
risin. Ben buna yediğim ekmek gibi inanıyorum.
— Öyleyse, Paşa’ya güzelliğimi göstermenin çareleri
ni araştıralım.
— Doğru söylüyorsun, Sabiha. Paşa’ya bir vasıta ile
ilkin güzel bir fotoğrafını göstertiriz. Sonra da onun sık
sık gittiği kimi sosyete salonlarında birden bire görünür,
onu güzelliğinle şaşırtır, tuzağa düşürürsün.
— En çok nereye devam ediyor o?
— Prenses Şivekâr’m Tepebaşı’ndaki salonlarına. Ora
ya Rauf Bey de onunla birlikte sık - sık uğruyormuş; bi
zim İsmail Hakkı enişten söylüyor.
— Peki, oraya nasıl gideriz?
— Babamızdan izin alırız, sen, ben, Münire Sultan
beraberce gideriz. Prenses Şivekâr'ı ziyaret için gideriz.
Mutlaka ona rastlarız orda. Ama ilkin güzel fotoğrafla
rından birisini Paşa’nın eline mutlaka ulaştırmakyız.
— 222 —
— Ablacığım, biz yine Selma Fansa’lara Münire Sul
tanla benim güzel bir resmimi göndeririz. Ne hacet var
Prenses Şivekâr’a kadar gitmeğe. Eğer bu resim de onun
gönlünü çelmeğe yetmezse Münire Sultanı Prenses Şive
kâr’a yolla, onun çöp çatanlık yapmasını isteriz. Yâni, sa
ray ister. Seninle benim işim değil bu-
— Bu düşünce hiç de fena değil, kardeşim. Sonra, Şi-
vekâr hanımefendi de bir prenses olduğundan onun evi
ne pek âlâ bir saat beş çayına gidebiliriz. Yalnız, bizim
oraya gideceğimiz bir günde Mustafa Kemal, bu iş ken
disine bildirilmeden çağrılır. Böylece birbirimize orada
rastlamış gibi oluruz.
— Çok doğru, Sabiha Sultancık. Bu işi oldu say. Şim
di, bu işi babamıza, Münire Sultan’a açar ve onların bir
tertip yapmasını bekleriz. Sonra, güzel bir saç tuvaleti
yaptırırsın- Bir kat misafir elbisesi diktiririz. Sarı gül, ye
ni düşünceli bir adam olduğundan ona Parisli bir genç
kız gibi görünmelisin. Yoksa uzun saçlı şark sultanlarına
o adam pabuç bırakmaz. Fakat, içimden öyle gelir ki se
nin güzelliğin karşısında apışıp kalacak ve hemen Saray
dan seni isteyecektir.
Sonra sana bazı şeyler daha salık vereyim: Büyük
bir askeri avlamak için yalnız güzellik yetmez, onun me
rak sardığı şeyler üzerinde de biraz bilgi sahibi olmalı
sın. Meselâ, o Çanakkale’yi kur.arınıştır. Bunun Mkk-n-
da biraz bir şeyler öğrenmeğe bak. Ona, hoşuna giden iş
ler üzerinde soracağın sorular, derin sorular ona senin
bir de parlak zekân olduğunu gösterir. Erkekler, güzel ka
dınları da zamanla unutur, çiğner geçerler, fakat, kendi
dünyalarına işlemiş kendilerini derinden anlamış kadın
ları kolayca çiğneyip geçemez ve unutamazlar. Karşısına
geçtiğinde onun seni deşmesini beklemeden sen onu deş
meğe çalış, meselâ Conkbaym’m sizden önce neden ko-
ruyamamışlar? Bu zaferi kazanmanın püf noktaları ne
lerdir? Anafartalar grup kumandanlığını daha önce size
verselerdi, Çanakkale zaferini birkaç ay önce kazanabilir
miydik? Eğer Alman kumandanları başımızda olmasaydı,
— 223 —
biz harbi daha iyi idare edebilir miydik? Diye bir sürü
sorular akla gelebilir. Enişten İsmail Hakkı, hergün bun
lardan konuşup durmasaydı ben bunları nereden bilecek
tim! Ben ondan Çanakkale savaşları üzerine bilgiler alır,
sana öğretirim; Paşa’nın hoşuna gidecek sorular hazırla
rız. Paşayı bir defa deşip söylettik mi dâvayı kazandık de
mektir. Nasıl olsa, güzelsin, bu sefer seni zeki de bula
cak ve sana hayran olacaktır, anladın mı, Küçük Sultan?
*
— 224 -
Kemal, pırıl - pırıl paşa giyneği içinde, Rauf Bey de de
niz albayı üniforması içindeydi.
Teşrifatçı, evin gedikli konuklan olan bu iki büyük
askeri alıp yukarı çıkardı; salonun çift kanatlı kapısını
açarak:
— Mustafa Kemal Paşa Hazretleri ve Miralay Rauf
beyefendi hazretleri!
Diye seslendi.
Mustafa Kemal, kapının eşiğinde bir iki saniye du
rarak salonu şimşek gibi gözden geçirdi; çok kalabalık
tı. Sosyeteden kimi erkeklerle, Mustafa Kemal’in tanıdı
ğı birkaç subaydan başka yığınla kadın vardı. Hepsi de
fakmış takıştırmış ve son moda giyinmiş, Paris'in alagar-
son saç modasına ayak uydurmağa çalışmışlardı. Pren
ses Şivekâr, hemen onlara doğru koşmuş, sağ eliyle Mus
tafa Kemal’in sol eliyle Rauf Beyin elini yakalamış, on
ları salonun ortasına dek getirmişti. Onlar içeri girince
salondaki cıvıl - cıvıl hava susmuş, herkes gözlerini onla
ra dikmişti. Osmanlı İmparatorluğunun son on yılı, yara
la - yarata ancak bu iki kahramanı yaratmıştı: Ünlü Ha-
midiye Kahraman iyle, Anafartalar Kahramanı.
Mustafa Kemal, kendisine yakın olanların ellerini sı
kar ve uzaktaki tanıdıklara başiyle selâm gönderirken
gözleri, pencerenin önünde iki tanımadığı güzel kız ara
sında oturup büyük, araştırıcı bir ilgiyle biraz da gülüm
seyerek kendisine bakan Münire Sultan’a ilişti. Münire
Sultanın burada ne işi vardı? Yanındaki kumral ve pek
güzel kızla öbür güzel kadın kimdi?
Bu sırada Prenses Şivekâr, iki değerli konuğunu yi
ne ellerinden tutarak Münire Sultanla iki arkadaşının he
men karşısında boş duran iki koltuğa doğru götürdü. On
ları birbirleriyle tanıştırdı:
— Mustafa Kemal Paşa hazretleri, Rauf beyefendi
hazretleri Zatı Şahâne’nin yeğenleri Münire Sultan, Za
tı Şahânenin büyük kerimeleri Ulviye Sultan ve Küçük
Kerimeleri Sabiha Sultan!
Demek kİ aylardır hikâyesi sürüp giden ünlü Sabi-
— 226 —
dıi. İkisi de yakışıklı ve güzel erkek tipiydi. Her ikisi de
her kadının güzel diyeceği tiplerdendi.
*
Saray, Sabiha Sultan - Mustafa Kemal evlenmesin
den umudunu kesmiş gibiydi. Yalnız, Fansa’larda Musta
fa Kemal’in Sabiha Sultan gelsin bir kez göreyim, bun
dan ne çıkar diye diretince kızı ona göstermenin yolları
aranmış ve ancak bunun rastgele halktan bir kimsenin
evinde değil de hiç olmazsa bir prensesin evinde olabile
ceği akla yatmış, bu mizansen de böylece hazırlanmıştı.
*
— 227 —
ayrıca geçmişteki deftere yazılı öç hesaplarının acısını çı
kardığını duyuyor, mutlu ve güzel bir zaman parçası için
de kendini çok güçlü buluyordu.
Bu sırada, demindenberi yeşil örtülü piyanoda biri
sinin çaldığı bir klasik parça duymuştu, tabureden kalkıp
meydana çıkan genç bir kadını salondakiler alkışlıyor
lardı. Konuklarının arasında güleryüzüyle dolaşıp duran
Prenses Şivekâr ortaya:
— Muhterem hanımefendiler, beyefendiler, dedi şim
di, Zatı Şahânenin Küçük Kerimeleri Sabiha Sultan bize
piyanoda Chopin'in noktürnlerini çalacaklar.
Sabiha Sultan belini sıkan ipek giyneği içinde aya
ğa kalkınca bütün gözler ona dönmüştü. İnce, uzun vücu
du ile pek güzeldi. Gülümseyerek epeyce de heyecanlı
Mustafa Kemal'le Rauf beye sürtünerek geçti. Salonun
öbür ucundaki piyanoya doğru ilerlemeğe başladı.
Bütün başlar, ona dönüktü; ağızlar yarı açık hay
ran ona bakıyorlardı. Yalnız, biraz sonra, piyanonun ar
kasından gözden uzaklaşmış ak, pembe kara incilerden di
ziler halinde piyano sesleri İşitilmeğe başlamıştı. Sabiha
Sultan piyanonun arkasında kalmış hiç görünmüyordu.
Uzun parmaklariyle kımıldattığı tuşlar, onun heyecanla
rınca ve Chopin’in gönlünce dinlendirici bir müzik yara
tıyor, salonda çıt çıkmıyordu. Müzikten anlayanların gü
zel ve başarılı bulduğu müzik şöleninin bitiminden sonra
Sabiha Sultan, alkışlar arasında yerine döndü. Mustafa
Kemal onun ipek gibi ince parmaklı elini yakalayarak
kutlamakta gecikmedi. Pastalar yenilip çaylar içildiği sü
rece ancak havadan - sudan konuştular.
Sonra, birden bire padişahın iki kıziyle yeğeni yerlerin
den doğruldu. Mustafa Kemal’le Rauf beyin ellerini sık
tılar; öbür konukları da başlariyle selâmlayarak Prenses
Şivekâr’la beraber salondan çıktılar; Dışarda bekleyen ka
n a l ı sarav arabasına bindiler. Şivekâr, el sallayarak k»1
kan arabada onları uğurladı. Münire Sultan, Sabiha Sul
tana:
— 228 —
— Mustafa Kemal’i büyüledin, dedi, durmadan sana
bakıyordu.
Ulviye Sultan da:
—■Evet, bu gelişimiz iyi oldu, dedi, şimdiki zamanın
insanları artık Sultan da olsa görmeden kimseyle evlen
miyorlar. Önce görüp beğenmek istiyorlar.
Sabiha Sultan:
— Peki şimdi beni beğendi mi diyorsunuz?
Diye sordu- Ulviye Sultan:
— Beğenmek ne demek, sana bayıldı bile! Dedi.
— Bayılır da evlenmek istemez, bu da olmaz mı?
Ötekiler, buna bir karşılık bulamadılar. Şundan ki
Mustafa Kemal’in prensip olarak evlenmek istemediği
ni kimi kaynaklardan işitmişlerdi. Arabacı duymasın di
ye fısıldaşarak konuşa - konuşa Yıldız’a vardılar. Gerçek
ten güzel birkaç saat geçirdiklerine İnanıyorlardı.
Sabiha Sultan’sa pek mutluydu. Ömründe kendisinin
de Türk Ulusunun da çok değer verdiği iki yakışıklı er
keğin karşısında pek güzel bir sınav vermiş, yalnız padi
şah kızı değil güzel ve yetenekli de olduğunu onlara gös
termişti.
Mustafa Kemal, hava karardıktan sonra Rauf bey
le Prenses Şivekâr’ın salonundan ayrılarak bir lândoya
bindiler. Şişli’deki eve giderlerken Mustafa Kemal:
— Raufcuğum, dedi, sence bu, bir tesadüf miydi?
— Bilmem üzerinde hiç düşünmedim.
— Bence değildi. Bu «tesadüf» sarayca hazırlandı. Ne
güzel kız değil mi? îlk âşık olduğu erkek de şendin bu kı
zın bildiğimize göre. Onu red de ettin. Şimdi benim üze-
rimdeler. Çok güzel bir kız. İyi de yetiştirilmiş. Bir er
keği mesut edebilecek bir tip. Fakat, ne yazık ki bir padi
şah kızı! Hem de nasıl bir padişahın. Onun için acıyorum
bu güzel kızcağızın talihine. Gel, yine seni evlendirelim
bu güzel kızcağızla Raufcuğum!
Rauf bey, ciddi mi - şaka mı olduğunu anlamak için
dikkatle Mustafa Kemal’in yüzüne baktı. Orda bekledi
ği şaka izlerine rastlayınca rahatladı. Araba ana - cadde
— 229 —
den geçerken baktılar: gazinoların, lüks kahvelerin ışıklı
lam ları arkasında İngiliz ve Fransız subayları oturuyor,
yaya kaldırımlarda işgal kuvvetleri devriyeleri geziyor-
du- İkisi de susarak bu durumu seyrediyor ve düşman bir
memleketin caddelerinden geçiyormuş gibi içleri ürperi-
yordu.
¥
Mustafa Kemal'in Anadolu'ya gideceği haberi hare
mi karıştırdı. En başta Vahidettin bozum olmuştu. Kızı
nın yüzünü ona göstermeye razı olduktan sonra da «Ars-
lan Yeleli Paşa», evlenmeye yanaştığını bildirir bir haber,
bir işaret göndermişti. Demek ki bu evlenme Önerisi sa
rayın şerefiyle oynanmasına meydan vermişti. Bunu dü
zeltmek ve Sarayın şerefini kurtarmak gerekiyordu.
Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçmek için harıl - ha
rıl hazırlanırken İstanbul sosyetesinin kulağı delikleri, bir
birlerine şöyle fısıldıyorlardı:
— Biliyor musunuz, Mustafa Kemal Paşa, Padişahın
küçük kızı Sabiha Sultanla evlenmek istemiş, fakat Sa
ray razı olmamış. Paşa, çok işaret ediyor, onun için bir
sarhoşa saraydan kız veremeyiz diyerek paşanın isteğini
geri çevirmişler!
Bu dedikodu son günlerde döndü dolaştı Mustafa Ke
mal’in kulağına geldi, o da gülerek:
--- Elbette, dedi, tilki erişemediği üzüme koruk dlje-
cek-
230 —
şal kahramanının bütün gerçek duyguları onu boyundu
ruğu altına almıştı.
Son olarak Prenses Ş'vekâr’m elini tuttu:
— Allahaısmarladık Hanımefendi, dedi şimdiye ka
dar size çok zahmetler verdik. Bakalım bir ölüm - dirim
savaşına gidiyoruz. İnşallah sağ kalır da dönersek yine
şu rahat salonda çene çalmak imkânını buluruz. Prenses
Şivekâr’m gözleri sulanmıştı:
— Size, Çanakkale’dekinden, Anafartalar’dan daha bü
yük zaferler dilerim. İnşallah, bu zavallı memleketi kur
tarmak size nasip olacaktır, yolunuz açık olsun!
Mustafa Kemal, Prensesin elini öperek merdivenler
den hızlı - hızlı indi.
Mustafa Kemal, Beyoğlu’nun göbeğinde demir gibi
güçlü apartmanların omuz omuza verdiği Bursa sokağın
da bir apartmanın Önünde arabadan indi; geniş merdiven
lerden çıktı. Bir dairenin zilini çaldı. Burası, Mustafa
Kemal’in Balkan savaşında şehit düşen çok içten subay
arkadaşı Ömer Lütfü’nün dul karısı Madam Corinne’in
eviydi.
Kapıyı, doğrudan doğruya madam Corinne açtı. Bu,
yirmi beş - otuz yaşlarında görünen m at esmer tenli gü
zel bir kadındı. Yüzünde büyük bir üzüntü okunuyordu.
İlk sözü:
— Oû etes Vous, Kemal?
Oldu. Evet, her Allahın günü buraya Şişli’den son
ra bu ikinci savaş karargâhına uğrayan Mustafa Kemal,
dündenberi nerdeydi?
— Şimdi, Prenses Şivekâr’dan geliyorum. Biliyorsun,
yumurta kapıya geldi. Eşle - dostla vedalaşıyorum. Evde
kimse var mı ?
— Yok.
Madame Corinne bunu der demez. Mustafa Kemal’
in göğsüne düştü. Hızlı - hızlı soluyordu. Mustafa Ke
mal, başım geriye doğru itti onun iri güzel gözlerine bak
tı; kadın ağlıyordu.
Fransızca konuşmağa başladı:
— 231 —
— Demek, o gün, o gitmeni istediğim, fakat hiçbir
vakit gelmesini istemediğim gün geldi. Yine gideceksin.
Sofya’ya gittin bekledim. Suriye’ye gittin bekledim. Şim
di de Anadolu’ya gidiyorsun, bekleyeceğim. Demek, öm
rüm hep böyle beklemekle geçecek. Seni ne çok sevdiğimi
bilirsin, Kemal. Dünden beri heyecanla, sabırsızlıkla seni
bekliyorum. Bir yandan bu itilâf devletlerinin sana son
günde bir oyun etmeleri aklıma geldikçe kalbim duracak
gibi oluyor. Hayatımızda seveceğimiz insan öyle az ki. On
ları da felek, ancak bir kaç gün, bir kış güneşi gibi gös
terip sonra kalın bulutların arkasında yitiriyor. Gidiş ya
rın mı?
— Evet, yarın vapura binmiş olacağım.
Halâ kapının önündeydiler. Kadıncağızın kolları h a
lâ Mustafa Kemal’in boynundaydı.
Mustafa Kemal:
— Kapının önünde durmayalım, ansızın birisi gelir,
dedi. îçeri boş bir salona girdiler- Karşı duvarda M usta
fa Kemal’in btf resmi vardı. Bu yeni diktirdiği paşa giy-
neğiyle çektirip Rauf beye de «Kardeşim Rauf beye» di
ye yazarak verdiği resmin bir eşiydi. Madame Corinne’ce
agranidsman yaptırılmıştı.
Salonda bir kanapeye yan yana oturdular. Mustafa
Kemal, bu eve öyle alışmıştı ki birden bire buradan na
sıl ayrılıp gideceğini düşünmeğe başladı- Adsız bir acı
nın, içini ateşten bir kurt gibi gizliden gizliye kemirdiği
ni duydu. Şişli’deki eve taşındığından beri dinlenmek,
.gözden ırak olmak için hep buraya geliyor* akşamlara ge
ce yanlarına dek burda oturup gizli bir karargâhta çalı
şır gibi çalışıyordu. Kendisini delice sevdiğini bildiği gü
zel bir kadının huzur verici bakışları karşısında oturmak
gevşemek ve düşünmek ne güzel şeydi. Gelgelelim yarın
artık onu da yitiriyordu.
Kadın uzun parmaklı san’atçı ellerini avuçlarına al
mış, okşuyordu.
Corinne, gözlerinde birikip kirpiklerini ağırlaştıran
yaşlan silebilmek için İlcide bir elinin birini kurtarıyor,
— 232 —
parmaklarının tersiyle yaşlan siliyor, gözleri Mustafa
Kemal’in gözlerinde, başını onun omuzuna yaslayarak ya
vaşça hıçkırıyordu:
— Savaş savaş, savaş! Bıkmadı mı insanoğlu artık
bu kanlı oyunlardan? Kocamın başını Balkan Savaşı ye
di. O günden beridir dünya yeni - yeni savaşlar içinde
çalkandı durdu. İnsanoğlu ana kuzuları şöyle bir salon
da, bir ağaç altında, bir akar su başında rahat ve kay-
gusuz oturarak sevişmedi, işte tam seni yanı başımda
duyduğum sırada kanlı yolculukla yine almış götürüyor
seni. Ama biliyorum ki bu kez haklı bir dâva için, yurt
ve millet kozları için gidiyorsun. Fakat, biz zavallı ka
dınlar arkada ne yapacağız? Hangi cılız mutluluklarla
avunacağız? Öyle anlıyorum ki bu, son görüşmemizdir
Felek bize bu birkaç günü de çok gördü.
— Gitmeliyim, aziz Corinne gitmeliyim. Vatanın bu
korkunç ve ümitsiz hali, senin tatlı güzelliğini bile çoğu
zaman bana unutturuyor. Senden uzakta bulunduğum
günler hep seninle kaçamak da olsa yaşadığımız güzel
saatleri düşüneceğim ve bunları birer mutluluk demeti
olarak kalbimin en gizli köşelerinde kıskançlıkla sakla
yacağım. Sen şimdiye kadar hayatıma girmiş olan en
gerçek, en kültürlü ve ince kadınsın. Nasıl unuturum seni
ben, sevgili Corrinne?
Bu sırada zil çaldı. Madame Corinne çabucak saçı
nı - başım toplayarak fırladı. Gelen küçücük oğlu Re
şat’tı. Mustafa Kemal, hemen onu dizine oturtarak cebin
den çıkardığı kocaman bir çukulatayı eline sıkıştırdı- Bu
sırada Madame Corinne, piyanonun başına geçti ve tuş
lardan acı çığlıklar çıkarmağa başladı. Paris konserva
tuarında çok ustalaşmış olan bu on parmak, şimdi acıklı
ve isyan dolu notalara değil, feleğin başına birer darbe
gibi iniyordu sanki. Mustafa Kemal, onu bir süre arkadan
seyrettikten sonra kalkıp yanma gitti. Genç kadının mü
ziğe kattığı ruhunun ateşli dalgalarını kendi ruhunun
boşluğunda da duydu. Bu bir veda müziğiydi ve ancak
sevilen ve yitirilmek üzere olan insanlar için çalınırdı.
— 233 —
Biraz sonra Madame Corinne’in babası Luigi Paşa
annesi ve kızkardeşi Edith de geldi. Hepsi de kendileri
gelmeden önce geçmiş olduğunu anladıkları acıklı sahne
yi sezdiler ve sessizce birer yana oturdular. Metapsişik ve
teozofi meraklısı olan Edith - sonradan Müslüman olup
Edibe adını alacaktır. - Mustafa Kemal’in yanına giderek
elini sıktı:
— Yolculuk yarın mı?
— Yarın.
— Tanrı hayırlı etsin! Sizi hiç mi hiç unutamaya
cağız.
— Ben sîzleri unutur muyum sanıyorsunuz?
Daha çok kalmadı. Epeyce görüşeceği kimse vardı.
Corinne onu kapıya dek götürdü. Mustafa Kemal gözle
rinde bir sıra yaş parlayan kadına büyük bir özlemle bir
daha baktı ve iki eliyle tuttuğu her elini de Öperek ko
şar gibi merdivenleri indi. Merdivenlerin dibine vardığın
da kulaklarına kadın hıçkırığına benzer bir ses ilişti- Son
ra bir araba bulmak üzere caddeye doğru yürüdü. Bu
uzun süren lirik hikâye de burada bitmişti.
întelliceııs Servis, Mustafa Kemal’in, madame Co-
rinne’in Bursa Sokağındaki evinde kimi işler çevirdiğini
elbette biliyordu. Ancak, Mustafa Kemal, Samsun’a ayak
basıp da bütün düşman dünyaya karşı ayaklanınca ma
dame Corinne’in evinin bir kuvayı milliyeci yuvası oldu
ğunu sanan îngilizler burasım basacaklar, Mustafa Ke
mal’in duvarda asılı büyük resmini indirmesi için mada
me Corinne’i sıkıştıracaklar yalnız bunu başaramayacak
lardır. Ingiliz subayları, Mustafa Kemal’le herhangi bir
bağlantı kurarsa durumunun çok fena olacağını söyleye
rek genç kadım tehdit edecekler, yinelenen bu tehdit ve
tedirginliklere dayanamayan Madame Corinne, İtalya’ya
kaçmak zorunda kalacak Mustafa Kemal’in ölümünden
sonra 1941’de yine Türkiye’ye gelecek ve 1946’da İstan
bul’da ölecektir.
*
—234 —
Mustafa Kemal Bekirağa Bölüğündeki ziyareti bi
tirmiş Rauf beyle yan yana kurulmuş, Cevat Abbas’ı kar
şılarına almış bir lando ile Şişii'ye dönüyordu. Araba,
Dıvanyolu’r.dan inmiş Sultanahmet tramvay durağına
varmıştı ki Mustafa Kemal’in gözleri, orda, elinde bir
demet leylakla bekleyen genç bir kadının gözleriyle kar
şılaştı. Bu Bikri ye idi. Harbiye - Aksaray tramvayını bek
lediği anlaşılıyordu. Mustafa Kemal arabacıya:
— Biraz durur musun, ahbap!
Dedi. Araba, Fiknye'nin önünde durdu. Mustafa Ke
mal eliyle arabayı işaret ederek:
Durmayın, binin, eğer bizim eve gidiyorsanız!
Dedi. Fikriye bu bulunmaz dekgelişe şaşırmıştı:
— linet. size gidiyorum.
— Haydi, bin, öyleyse.
Fikriye, Cevat Ab bas Beyin yanındaki boş yere otur
mak isteyince Rauf Beyle Mustafa Kemal de yerlerinden
doğruldular ve başköşeyi ona vermek istediler. Mustafa
Kemal kendi yerini vermek istediği halde Rauf Bey, Ce
vat Abbas Beyin yanma oturmakta direndi, böylece Fik
riye de Mustafa Kemal’in yanına düştü. Araba köprüye
vardığında Rauf Beyle Cevat Abbas Bey indi. Mustafa
Kemal, onun elini sıkarken:
— Kauicuğum, dedi, yarın sabah eve uğra da rıhtı
ma birlikte otomobille iner ayak üstü olsun son defa bir
kaç lâf ederiz.
— Hay - hay, paşam!
— Cevat Bey, sen tabi akşama evdesin!
— Evet, paşam!
— Haydi, şimdi ikinize de uğurlar olsun. Çek, ara
bacı Şişli’ye.
Lando, atların ayaklarından çıkan ritmik gürültüy
le Bankalar Caddesinden geçerek Şişhane’ye doğru iler
liyordu. Mustafa Kemal de, Fikriye de susuyordu. Yal
nız, Fikriye’nin yüzünde tatlı bir mutluluğun tonları, de
rinden gelen üzgünlüğün ateşten çizgiler bırakan izleriy
le birbirine karışıyordu. Sözü ilkönce Mustafa Kemal aldı:
235 —
— Eee Fikriye hanım, kim bilir bir daha ne zaman
görüşeceğiz. Askerlik bu işte- Bakarsın bir gideriz, gidiş,
o gidiştir.
— Allah etmesin, paşa ağabey! Öyle demeyin!
— Fakat, inanın ki benim içimin dediğine göre işler
yine de benim istediğim gibi olacak ve biz bir daha, bir
çok defa daha görüşmek imkânını bulacağız. En çok
korktuğum, annem. Kalbi de zayıf. Bari, ayrılık saatin
de kadıncağıza bir şey olmasa. Biliyorum, yüreğine ine
cek ama biz de gitmek mecburiyetindeyiz. Sen de bu ge
ce bizde kal da anneme bir şey olursa bir yardımın olur.
— Zaten kalmağa gidiyordum. Fakat, paşa ağabey,
siz de çok iyi biliyorsunuz ki Ziibeyde Hanım teyzem ben
den hiç hoşlanmıyor. Makbule Hanım ablamsa bana hiç
yüz vermiyor.
— Her zaman dediğim gibi sen annemin surat e*me
şine bakma. Onların bütün korktuğu seninle evlen m em
dir. Halbuki, böyle zamanlarda insan evlenmenin rüyasını
bile göremez. Nerde ölüp nerde kalacağım belli olmazken
evlenmeyi nasıl düşünebilirim ben? Fakat anneme sorar
san Padişahın kızı Sabiha Sultanla evlenmeliymişim. Bir
padişahın kızı reddedilmezmiş. Biliyorsun, saraydan ba
na gelen teklifi. Çok şükür, onu da başımıza yeni bir iş
açmadan kapayabildik. Şimdi, bütün düşüncemiz kapağı
Anadolu'ya atabilmek. Gitme saatleri yaklaştıkça içtiğim
sigarada, yediğim yemekte tat - bulamaz oldum. İçtiğim
sular bile zehir geliyor bana.
Araba, Beyoğlu'nun ana caddesini geçmiş Şişli’ye
doğru yol alıyordu. Taksim’in yüksek duvarlarla çevrili
futbol sahasından bağırıp çağırmaların yarattığı büyük
bir uğultu geliyordu. Demek ki orda maç vardı. Kapıda,
içeri girememiş bir sürü seyirci ve polisler bekliyordu.
Fikriye, Şişli’deki eve yaklaştıkça daha çok heyecan
lanmaya başlamıştı. Bir şeyler söylemek istiyorsa da hep
si boğazında düğümlenip kalıyordu. Mustafa Kemal, onun
kendisine tatlı - tatlı sokuluşunu, solurken heyecanla göğ
sünün İnip kalkışını, kumral saçlar püsküren başını usul
— 236 —
ca omuzuna yaslayışım büyük bir mutlulukla izliyordu.
— Fikriye, yine evlenmeyi düşünüyor musun? Böy
le bekâr yaşayamazsın.
— Çok da güzelsin. Senin mesut olmanı ne kadar is
terdim. Hiç güvendiğim bir kimse yok ki seni evlendire
rek bu koca şehirde böyle yalnız başına bırakmayayım.
— Ben, hiçbir vakit, hiçbir kimseyle evlenmeyece
ğim, paşa ağabey. Siz bunu yakından biliyorsunuz. Be
nim zarım atılmıştır. Kalbimde hiçbir erkeğe yer yok
tur. Ben bundan sonra hiçbir erkeği mesut edemem. Bek
leyeceğim. Belki bir gün kalbimin buzlan çözülürse biriyle
evlenirim.
Araba eve yaklaşıyordu. Mustafa Kemal, arabacıya
durmasını söylemedi. Araba, Şişli’yi geçti. Arabacı, dö
nüp Mustafa Kemal’e baktı. O:
— Hürriyeti Ebediye tepesine!
Dedi. Araba iki yanı küçük gazinolarla dolu yoldan
ilerleyerek mermer âbidenin bulunduğu meydanda durdu.
Mustafa Kemal arabacıya:
— Bekle!
Dedi; sonra Fikrİye'yi elinden tutarak abidenin bu
lunduğu yere götürdü. Gözleri bulutlanmıştı.
— işte, şu timsalini gördüğün hürriyet uğruna ne
belâlar savuşturduk. Şimdi, o hürriyeti yine kaçırdık. Hem
adamakıllı kaçırdık, Fikriye hanım Anadolu dağlarına
doğru kaçıp gitmiş olan o beyaz kanatlı hürriyet ve sulh
güvercinini bulmağa gideceğim.
— Beni de götürün, paşa ağabey! Sizin bir hizmeti
nizde bulunurum. Size savaşta hemşirelik yaparım.
— Ne diyorsun, Fikriye Hanım, hani, bir yere bir
mekâna gidip yerleşeceğimi bilsem seni de istedikten
sonra alıp götürebilirim. Fakat biz bir yığın bilinmezlik
lere tehlikelere, uçurumlara doğru gidiyoruz. Çok çe
tin mücadele yıllan var önümüzde. Eğer bir şehirde biraz
karar kılar gibi olursak haberleşiriz, seni yanıma alırım.
Senin bana aileden gelme bir bağlılığın da vardır. Yoksa,
başka hiçbir kadını yanıma sokmağa cesaret edemem.
— 237 —
Sen, ahnemleri hiç yalnız bırakma, biliyorsun yine Aka
retlerdeki eve taşınacaklar. Bizim Enişte Mecdi Bey iyi
adamdır. Daha çok ona sığınırsın. Ben enişteyle hep ha
berleşeceğim. Bana o kanalla haber, selâm gönderebilirsin.
Bir yere yerleşir yerleşmez de hemen seni aldırırım. Ah,
keşke hayatta evlenebilsem! Senin gibi güzel, ahlâklı ve
.iyi yürekli bir kadından başkasını mı düşünürdüm? Fa
kat, dediğim gibi Türkiye meselesini istediğim biçime
sokmadan evlenmeyi katiyen aklıma getiremem. İşte, yine
söylüyorum; hayatta evlenmem mukadderse yalnız ve
yalnız seninle evlenirim.
Bu sırada çevrelerine bakınca çingene karısının gü
lerek kendilerine baktığını gördüler.
— Ne istiyorsun, kız?
Biri yayvan sesiyle sırnaştı:
— Güzel paşacığım, falınıza bakayım. Allah bağışla
sın, nişanlınız mı, sevgiliniz mi? Ne güzel ne şirin bir
de kız bulmuşsunuz. Haydi ver beş kuruşcağız da hemen
falınıza bakayım.
Mustafa Kemal cebinden bir gümüş beş kuruşluk çı
karıp çimenlerin üzerine attı:
— Haydi, bak, bakalım ne diyor falımız?
Kadın çiçekli şalvarının verdiği rahatlıkla hemen ye
re oturdu. Kirli bir mendilin üzerine bir avuç fasulye dö
kerek fala bakmağa başladı.
— Sen bîr kumandansın, belli, ama kumandanların
da paşasına benzersin. Senin falın, bu fasulyelerin söy
leyeceği en güzel fal. Sen devlet kapılarının en büyüğün
den girip çıkacaksın. Şu güzel kız, eğer karm değilse eğer
sevgilinse bil ki benim güzel fasulyelerim ona hem imre
niyor, hem de acıyor. Seni dünyada şu güzel hokka ağızlı
kızcağızdan daha çok seven bir kadın çıkamayacak!
Fikriye, yüzü mutluluktan parlayarak Mustafa Ke
mal’in yüzüne kaçamak bakışlar fırlatıyor, onun da hoş
nut bir gülümseyişle falcıya baktığını görüyordu.
Mustafa Kemal:
ı — Haydi, gidelim, Fikriye, dedi fal filân dinleyecek
.vaktimiz kalmadı.
\ Çingene karısını fasulyeleriyle baş başa bırakıp ara
baya atladılar. Fikriye başını Mustafa Kemal’in omuzu-
ita yaslamış çevresindeki yeşillikleri, kol - kola, yan - ya
na gezen sevgilileri seyrediyor, gözlerindeki acı mutluluk
parıltısı, çoğu zaman gözyaşlarını andırıyordu.
Eve yaklaşmışlardı:
— Ben sizi hiç unutmayacağım ve her zaman araya
cağım, paşa ağabey! Sizinle nasıl haberleşeceğiz?
— Günü gelince ben sana işaret salarım. İlerde ka
dınların korkusuzca oturabileceği bir yer yaratabilirsek
seni aldırtmağa çalışırım. Kim bilir memlekette bundan
sonra ne gümbürtüler kopacak. Bu arada her şey, benim
hayatım bile tehlikeye girebilir. Gerek annemler gerekse
genin için şimdilik en elverişli ve tehlikesiz yer İstanbul-
dur. Aklın başında olsun ben istemedikçe katiyen kalkıp
Anadolu’ya geçme.
— Peki, geçmem, sizin işaretinizi beklerim paşa ağa
bey, eve geldik birkaç adımlık yer kaldı. Ben inip yürü
yeyim siz eve yalnız gidiniz.
Fikriye indi kalabalığa karıştı. Lândo ilerledi.
— 5 —
ANADAN AYRILIŞ
— 240 —
\\
\ tan çatlayan kız kardeşi, ona kapıyı açarak içeri buyur
' etti.
' Sokağa bakan bu aydınlık, şahnişli odaya kapıdan
girince annesinin karyolası sola düşüyordu. Odada bu
karyoladan başka bir küçük masa ile bir de kanape ta
bımı vardı ki, odanın bütün eşyası da hemen hemen bun
lardı. Zübeyde Hanım, gündüzleri çoğu zaman şahnişteki
rahat minderinde oturarak caddeyi seyreder eğlenirdi.
Yalnız bugünlerde keyfi pek yerinde değildi. Bir zaman
dır kalp hastalığından rahatsızdı-
Mustafa Kemal, odaya girince hemen gitti, annesinin
elini öptü; Makbule’nin hatırını sordu ve sonra m ir de
rine rahatça bağdaş kurup oturdu. Yemeğini yemeğe baş
ladı. İştahsız görünüyordu. Yemeğe çataliyle şöyle kena
rından dokunuyor, lokmalar sanki ağzında büyüyordu.
En sonra yiyemiyeceğini anlamış olacak ki, çatalını elin
den bıraktı. Kız kardeşiyle annesinin gözleri merakla orm
süzüyordu. Paşanın «gözleri alev alev yanıyor, çok heye
canlı olduğu halinden anlaşılıyordu.»
Belki sonrasız ayrılacağı annesinin karşısında birden
bire çocukluk, ilk gençlik, ve gençlik anılarının saldırısına
uğradı. Annesinin karşısında bu anıları bir kez daha yıl
dırım gibi yaşadı:
Vodina kasabasının batısındaki dağlık yerlere Tesal-
ya’nın fethinden sonra Anadolu’dan Türkmen aşiretleri
götürülüp yerleştirilmiş, oraların Türkleştirilmesine çalı
şılmıştı. Bunlar Konya Türkmenleri olduğu iyice anla
şılmış gibidir.
Yerliler, sonradan otuz köylü geniş bir alanı kapla
yan bu göçmenlere «Konvalı» nm bozulmuş biçimi olan
Konyar adını vermişlerdi. Bir söyleyişe göre de bu ılar
Söke dolaylarından göç etmişlerdi. Bu Türkmen aşiretle
rinin yerleştikleri yerler Sarıgöl bucağı ile dolaylarıydı.
İşte, bu Sarıgöl Türkmenlerinden birkaç aile kalkıp
Selanik toprağına varmış, oraya atla iki saat çeken Lan-
gaza kasabasına yerleşmişti.
Selanik’e yerleşen bu aileler, eski Anadolu kılıklarım
— 242
na özgü düğün giderini nerden bulup yapabilirdi?
En sonra, Zübeyde’nin üvey dayısını bularak onun
aracılığıyla Ayşe’nin gönlünü edivermişti. Zübeyde, ken
disinden yirmi yaş büyük olan Ali Rtza Efendiyle evlen
miş, mutlu bîr yuva kurmuşlardı.
Zübeyde’nin Mustafa, Fatma, Ahmet, Makbule, Na
ciye adlarında beş çocuğu oldu. Mustafa ile Makbuleden
başkası birbiri ardınca öldü-
Zübeyde Hanım bu yüzden Mustafa’sını her şeyden,
herkesten kıskanır oldu. Ona gözbebeği gibi bakıyordu.
Küçük Mustafa, teninin ve saçlarının rengini olduğu
gibi dedesiyle babasından almıştı-
Mustafa Kemal’in doğduğu ev, Selanik’in en işlek bir
yerinde «Sanayi mektebi» nin karşısında, «Islahhane Cad
desi» üzerinde büyük bahçeli bir evdi.
Bu evi Ali Rıza Efendi yaptırmıştı. Ali Rıza efendi
nin bundan başka beşevi daha vardı. Bu evlerin dördü
Mustafa Kemal’in doğduğu evin yakınında, beşincisi ise
Ahmet Subaşı mahallesindeydi.
Ali Rıza, evlendikten sonra bağırsak veremine yaka
landı, üç yıl çekti, sonra Zübeyde’yi genç yaşında dul bı
rakarak gitti. Makbule İle Naciye Ali Rıza’nm bu has
ta yıllarında dünyaya gelmişti.
Selanik, Mustafa Kemal’in çocukluğunun unutulmaz
cennetiydi. Yaşayış zincirini meydana getiren anı halka
ları, her zaman altın değildi. Bununla beraber yine de al
tın değerindeydi. Şimdi, annesinin karşısında bu yer sof-
ıasınm başında çocukluğunun ve ilk gençliğinin filmi,
korkmadan yürüdüğü geleceğin, korkunç uçurumlar giz
leyen tuzaklarında yitip gidebilirdi. Bu yüzden karşısın
daki annesine bağlı çocukluğu, o zaman geride kalan tek
hazine olacak, anneciği onun cephe yaşayişiyle değil an
cak bunlarla avunacaktı. Bu bir avuç çocukluk anısı, şu
sırada belki de bunun için gözlerinin önünü lirik ve ıslak
bir dumanla perdeliyordu. Biricik kızkardesi Makbule de
şu sırada ruhunda kaynayan lirik ılıcayı meydana getiren
aziz varlıklarından biriydi. Bütün çocukluk anıları, he
men - hemen onunkilerle birleşiyordu.
— 243 —
Mustafa Kemal’in unutulmaz anılarından ilki, okul
sorunuydu. Zübeyde ile Ali Rıza Efendi her allahın günü
okul sorunu için yanında sert tartışmalar yapıyorlardı.
Bunlara tartışma değil de çekişme demeliydi. Zübeyde
hanım, oğlunun «mahalle mektebine» gitmesini, İlâhilerle
okumağa başlamasını istiyor, bunun için de diretip duru
yordu. Babası Ali Rıza Efendi ise yeni açılan modern
«Şemsi Efendi» okuluna gitmesini istiyordu. Bu okul
Avrupa usulü okutuyor, uyanık ana - babalar, çocuklarını
hep buraya gönderiyordu. Ali Rıza Efendi, en sonra bir
düzenle karısının inadını kırdı. Böylece Mustafa da nor
mal bir okurna yaşayışına girdi. Babası birgün küçük
Mustafa’yı elinden tutup geleneksel «mahalle mektebi»
ne götürdü, İlâhilerle derse başlattı. Birkaç gün sonra da
ovdnn alıp «Şemsi Efendi» ilkokuluna yazdırdı.
Ali Rıza Efendinin ölümü, henüz büyük bir birikirr-
me yapamamış olan aileyi çok güç durumda bırakmıştı.
Zübeyde hanımın eline çok az bir emeklilik maaşı geçi
yordu. Bu, geçimlerini sağlayabilmek!en çok uzaktı. Mus
tafa’nın okul giderleri de işe barışınca dayanılmaz bir
durum meydana gelmiş, Zübeyde Hanım tası - tarağı top
layıp erkek kardeşi Hüseyin’in, Langaza dolaylarındaki
Rapla köyünde kâhya (subaşı) olarak çalıştığı çiftliğe
taşındı.
Burada bütün anlamiyle köy yaşayışı içindeydiler.
Hele yaz günleri, Küçük Mustafa, bir köy çocuğundan a-
yırt edilmez görevler görüyordu. Büyük bir bakla tarlası
nın ortasındaki küçük bir kulübede kızkardeşi Makbule
ile akşamlara dek karga kovmağa çalışıyordu. Ne var kİ
bu iki yavrunun çaldığı tenekeler, attığı çığlıklar zaman
la işe yaramaz olmuş, zeki kargalar, tarlayı haraca kes
miş kulübeyi kaplamışlardı. Bir akşamüstü, baklanın bol
luğuna, tüneyecek damın rahatlığına dayanamayan bir
sürü karga iki çocuğa meydan okurcasına kulübenin çev
resini ve damını sarmışlardı- Mustafa, zorba hayvanları
koğmak için davranınca kulübenin damı çöktü, Makbule-
cik altında kaldı. Mustafa, bir yandan elindeki deyneği ve
— 244 —
ceketiyle kargaları kışlamağa bir yandan da çöküntü al
tında ağlayıp çığlıklar atan kardeşini kurtarmağa çalışı
yordu. Böylece yaşayışının başlangıç yıllarında sevdiği
bir insanı kurtarışın unutulmaz tadını tatmıştı.
Ne var ki burda da hem kendi geleceği hem de Mus
tafa’nın cahil kalacağı kaygusu Zübeyde’nin yüreğine çö
reklendi. Selanik’te oturan teyzesinin evine sığınmayı
uygun buldu. Mustafa, bu kez hacı Şükrü Efendi Rüş
tiyesine yazdırıldı. Burda Kaymak Hafız denen bir öğret
men, bir arkadaşıyle gürültü ettiğini bahane ederek Mus
tafa’yı vücudundan kan çıkıncaya dek patakladı. Bu olay,
ölünceye dek Küçük Mustafa’nın aklından çıkmayacak ve
bunu andıkça içten bir öfke duymaktan kendini alama
yacak, bu hocayı ömrü oldukça affetmeyecekti.
Mustafa, bu dayak olayından sonra bu okula gitme
mek için ayak diremiş, Fatma Hanım da onun bu 'sva-
nını haklı bulmuş onu hemen okuldan alıvermişti.
Mustafa, Bu okula giderken giymek zorunda kaldığı
giynekten de hiç hoşlanmıyordu: Selânık kılığı olarak
«Elifiye» denen bir şalvar giyiyor, beline kırmızı bir ku
şak sarıyor, başına da ciğer gibi kıpkırmızı bir fes geçi
riyordu. Askeri okul öğrencilerinin ve subayların giydiği
fiyakalı ve süslü giyneklere bayılıyor, bunları günün bi
rinde giymeğe can atıyordu.
Bu güzel giyneğe en kestirme yoldan kavuşmak için
askeri Rüştiyeye girmenin gerektiğini anlamıştı. Annesi
ne de yalvarıp duruyordu. O da oğlunun asker olmasını
istemediğinden onun yalvarıp yakarışlarına kulak asmı
yordu. Onu bir bakkalın yanma çırak vermeyi düşünü
yordu. Küçük Mustafa, evlerinde kiracı olan Binbaşı Kad
ri Beye yalvardı. O da onun askerliği çok sevdiğini göre
rek askeri Rüştiyeye girmesini sağladı. Zübeyde Hanım
buna çok üzüldü. Yalnız, o günlerde gördüğü güzel bir
düş onu bu üzüntüden kurtardı. Zübeyde Hanım, güya
elinde bir altın tepsiyle bir minareye çıkar. Düşten anla
yanlar bunu Mustafa’nın parlak bir geleceğe aday oldu
ğu biçiminde yorumladılar. Zübeyde Hanım, buna çok so-
— 245 —
vindi. Çocuğun asker olmasına razı olçhı.
Mustafa, artık dünyada kavuşulması en zor saydığı
nesneye, parlak askerî Öğrenci üniformasına kavuşmuştu*
Şimdi, bu göz kamaştıran parlak giynek onu her yandan
mutluluk gibi sarıyordu. «Lâcivert Çuha’dan göğsünde
tek sıra ay yıldızlı sarı düğmeler parlayan dar bir ceket,
ceketin kol kapaklarının üzerinde birer parmak kalınlı
ğında üç sıra yeşil şerit, dar ve yeşil zırhlı bir pantalon,
sol kaşının üstüne doğru eğilmiş top püsküllü askerî bir
fes», bu düşlerine giren givneğin ta kendisiydi. Mustafa,
ârtık, Selânık’in sokaklarında Önemli bir insan gibi yürü
yordu. İdeal bir giynekle birleşen gençlik gururu yanın
da çok yakışıklı oluşu ona imrenilen bir özellik veriyor
du. Eski okul ve mahalle arkadaşlarının gözünde o, erışi-
lemeyene erişmiş bir talihliydi. Bu okulda bütün yaş;yı-
şınca yanı başında görmekle mutluluk duyacağı geleceğin
şu ünlü insanları da okuyordu: Salih (Bozok), Demir Ali,
Nuri (Conker), Fethi (Okyar) Fuat (Bulca) ve İsmail
Sait.
Okulda üç ayda bir özel sınavlar yapılıyor, sınıf bi
rincilerinden beş öğrenciye çavuşluk rütbesi veriliyordu:
Bu sınavı da kazanıp koluna üç sıra çavuş nişanı taktık
tan sonra Mustafa Paşalığa şunun şurasında ancak bir
kaç adımlık yol kaldığı kanısına varmıştı.
Zübeyde Hanım, işler yoluna girer gibi olduğu sırada,
yaşayışlarına bir destek olsun diye emekli albay Ragıp
Beyle evlendi. «Morali Lord Abbas» diye tanınan ve çok
zengin bir aileden olan Ragıp Bey, sürekli göçler yüzünden
zenginliğini yitirmiş gibiydi. Bu evlenme, Mustafa’ya bir
şamar etkisi yapmıştı. Hem annesine hem de üvey baba
sına karşı sanki kin beslemeğe başlamıştı. Durmadan so
murtuyor, söz dinlemiyor, hem kendi yaşayışını, hem de
onlarınkini zehir ediyordu. Annesini Ragıp Beyden bütün
gücüyle kıskanıyordu- Bu tatsız ve güçlü duygu Mustafa-
çığı bütün yaşayışı boyunca bırakmıyacaktı,
İşte bu aşırı duygular, Mustafa’yı öyle boyunduruk-
ladı ki bir gün yeni evliler, çocuğun pılı - pırtısını topla-
— 246 —
yıp halasının evine kaçtığını gördüler- Mustafa ondan
sonra bir süre orda kaldı.
1895 yılında henüz ondört yaşında Rüştiyeyi bitiren
Mustafa Manastır askerî idadisine gönderildi. Orada mut
lu bir okul yaşayışı başlamıştı. Bursa askerî idadisinden
sürgün olarak gelen ilerinin ünlü hatip ve şairi Ömer Na
ci ile can - ciğer arkadaş olmuşlardı. İkisi de yer gibi ki
tap okuyordu. Yalnız, ilk günlerde sahip oldukları kitap
hazînelerini karşılaştırdıklarında Mustafa Kemal, yenik
düşmüştü. Şundan ki kendisindeki Ahmet Mithat Efendi
nin saçma - sapan romanlarına karşılık Ömer Naci’de bir
yığın değerli klasik vardı. Ömer Naci, ona ilk dersi şöy
le vermişti:
— Öyle şeyler okumak ayıptır, tarih oku!
Ömer Naci’nin etkisi altında kalan Mustafa Kemal,
Türkçede tercümelerini bulamadığı klasikleri aslından o-
kuyabilmek için Fransızca öğrenmeğe karar verdi. Yaz
günleri tatilini Selanik’te annesinin yanında geçiriyordu.
Bu da ona ordaki Frere’ler Fransız okuluna gidip Fran
sızca dersi almak olanağını sağlıyordu- O yaz öyle sıkı ça
lışmıştı ki yeni yılın dersleri başladığında okuduğunu
nerdeyse anlar bir duruma gelmişti. İdadiye o yıl atanan
bir Türkçe öğretmeni, Mustafa Kemal’le Ömer Naci’nin
edebî kitaplar ve şiirlerle uğraştığını görünce kaşlarını
çatttuş ve:
— Siz, asker olacaksınız, demişti, edebiyat ve kitabet
size göre değildir.
Böylece iki arkadaş boş günlerde kuytulara, ıssız
yerlere çekilip birbirine sürekli sözler söyleyerek hatiplik
egzersizleri yapmak zorunda kalıyorlardı.
Abdülhamit, okulu hafiyelerle doldurmuştu. Sık - sık
«muzır» yaymlar okuyanlar yakalanıp okuldan atılıyor,
hem de pek uzak yerlere sürgün ediliyordu. Buna bakma
dan geçenler, korkusuzca en korkulacak davranışlarla, ale
ve atılan pervaneler gibi atılıyorlardı. Korku, bu genç in
sanlarda hiçbir vakit sürekli konuk olamıyordu.
1897’de patlak veren Türk - Yunan savaşında Mus-
247 —
tafa Kemal henüz on yedi yaşında bir askerî lise öğren
cisiydi. îki ulus arasındaki bu savaş, sanki dişle - tırnak
la yapılıyordu. Yunanlılarda olduğu gibi Türklerde de bü
yük bir kaynaşma vardı, her iki yanda da kutsal savaş
ilân edilmiş gibiydi. Bu sırada orduda olduğu gibi askerî
ortaokul ve liselerde de ulusal duygular, kontrolün dışına
çıkmak üzereydi. Yunanlıların Girit adasına asker çıkar
mış oldukları haberi bütün gençliği çığrından çıkarmıştı-
Ufacık çocuklar bile askere yazılmak için gönüllü bürola
rına koşuyorlardı. Mustafa Kemal, caddeden uzun diziler
le geçen ve yüzleri gülen gönüllülere bakarken içi gidi
yordu. Ah yaşı uygun olsaydı da o da onların arasına ka
rışarak gitseydi.
Bir cuma günüydü. Mustafa Kemal, Ömer Naci ile
istasyona gitmişti. O gün istasyonda yapılacak törenle
gönüllüler cepheye uğurlanacaktı.
îki kafadar istasyona varınca şaşırmışlardı. Türlü
kılıklara bürünmüş, türlü renkte külâhlı, sikkeii, tekkeli
takım - takım insan sıralanmış başlarında tarikatlerin
şeyhleri törene hazırlanmışlardı. Kentin bütün halkı on
ları çevrelemiş, merakla bakıyorlardı. Tören başlayınca
kıyamet kopmuştu: Coşkun tarikat âyinleri başlamıştı.
Her tarikat, kendi geleneklerine göre ayin yapıyordu. Bir
yanda neyler çalınıp Mevleviler meydanda fır dönüyor,
bir yanda davullar, dümbelekler, zurnalar çalmıyor, bir
yanda da kor olmuş kömürle tepelenmiş toprak mangal
larda nar gibi kızarmış lâle denen uzun sivri demirleri
alan yarı çıplak iri - yarı rufailer bunları dilleriyle yalı
yor yine kızgın şişleri vücutlarının şurasına - burasına
daldırıp çıkarıyorlardı- Ya Allah, bu Allah sesleri gökgii-
rültüsü gibi patlıyordu. Coşkunluğun son kertesine çıka
rak bayılıp kaskatı kesilerek yerlere uzanan gönüllü mü
ritleri ayıltmak için şeyhler, eğilip avuçlarının içini on
lara koklatıyorlar ve bu sırada mürit ve dervişlerine birer
tanrı gibi böbürlenerek, büyüklenerek hükmediyorlardı.
Hele bu son sahneler, Mustafa Kemal’i tiksindirin iş-
248
ti. Ömer Naci de onun gibi bu davranışlardan tiksinmişti.
Mustafa Kemal'e:
— Mustafa, ne dersin bu hasreti pir uğruna çarpış
maya gidenlere, bu şişlere, zikirlere?
— Ne diyeyim yüz kızartıcı bir hal, insanın askerlik
«nuruna dokunuyor. Bunları defetmeli, geldikleri yere
çevirmeli- Şu bayılanlar, bir daha ayılftıasalar da millet
bu mahlûklardan kurtulsa! Bunlar harp etmeğe değil, ça
pula gidiyorlar. Bu pislik kolay temizlenmez. Ordudan
başlamak lâzım. İlkönce, çanta sistemi sökülüp atılmalı.
— Kadro işi bu Kemal, kadro gençleştikçe çantalar
boşalır, tıpkı benim para çantam gibi.
Bu şakaya gülümseyen Mustafa Kemal, yine ağır
başlıca:
— Hayır, dedi. Bütün yapı çürük, bugünkü vaziyet
te ufak bir sarsıntı yeter. Evet, her şeyi ordu yapacak,
bu muhakkak. Fakat vatan vazifesi, yalnız sınır boyla
rında değildir. Vazifelerin yalnız bir kısmını yapmakla
iş bitmez. Vatan, bir bütündür. Vatanın içi de bizim için
bir sınır boyu sayılmalıdır ve bu olacaktır. Biz, günü ge
dince imkânları, şartları hazırlayacağız. Her şeyin başın
da teşkilât gelir. Bak, şu şeyhlere bir kere Teşkilâtlı bir
avuç insan, bir lâhza da bunların hakkından gelir. Bar
dak dolmuştur. Taşmak için birkaç damla bekliyor.
Mustafa Kemal, o gün istasyondaki rezilce töreni
gördükten sonra okula döndüğünde içi içine sığmıyordu.
B ir şeyler yapmanın gerektiğine inanıyordu. Savaş, an
cak askerlerin işiydi. Böyle çapulcularla savaş kazanıla
mazdı. Hemen o gece kararını verdi, okuldan bırakmadık
ları için kaçarak cepheye gidecek, bir er olarak çarpışan-
lariyle helâllaşarak Yunan sınırına doğru yola çıktı. Issız
dağ yollarına düştü. Yunan sınırını geçti, akşama doğru
bir köye vardı. Hem biraz birşey yemek, hem de geceyi
geçirmek için rastgele bir kapıyı çaldı. Kapıyı açan orta
yaşü bir kadın lâmbanın ışığında bu askeri lise Öğrenci
sine şaşkınca baktı ve sonra ona sarılarak:
— Mustafa, diye bağırdı, sen ne arıyorsun burda!
— 249 --
Mustafa Kemal de şaşırmış, sonra kadıncağızı tanımıştı.
Bu. Selanik’te kendi evlerinin yanında oturmuş Zübeyde
Hanımla komşuluk etmiş bir Bulgar kadınıydı.
Kadıncağız, yine sordu:
, — Ne arıyorsun burda? Nereye gidiyorsun?
— Cepheye, Yunanlılarla harbetmeğe.
Mustafa Kemal’in karnını doyurup o gece onu evin
ce konuk eden iyi yürekli Bulgar kadını, geri çevirmek
için çalıştı, bunu da başardı. Mustafa Kemal, okuia dön
dükten sonra bir çocukluk yapmış olduğunu iyice anlamış
ye iyi kadıncağıza içinden binlerce teşekkür etmişti. Yok
sa gitseydi hem cephede gereğince işe yaramayacak hem
de bayağı bir sinek gibi kırılıp gidecekti.
*
— 250 —
Diye uzun zaman bu saate yanıp duracaktı. Zavallı Mus
tafa Kemal, başında ne oyunların döndüğünü bilseydi, o
zaman bu saate o kerte yanmağa vakit bulamazdı.
O günlerde Zübeyde hamm’gillere garip bir konuk
geldi. Evdekilerin hiçbiri bu gözleri fıldır - fıldır dönen
adamı tanımıyordu. Adam, Mustafa Kemal’in babalığı
Ragıp Beyle bir odaya kapanmış, kahvesini içtikten sonra
baklayı ağzından çıkarmıştı:
— Efendim, mahdumunuz Mustafa Kemal efendi Ma
nastır askerî idadisinde okuduğu halde. Allah ömürler
versin, bir de Fransız mektebine ne maksatla gidiyor?
— Demek, İstanbul, bunun yanıtını istiyor.
Ragıp bey de:
— Ne maksatla olabilir efendim, dedi başkaları Fran
sız mektebine veya diğer mekteplere ne maksatla gidiyor
larsa o da öyle gitmiştir. Mustafa Kemal’in Fransizcası
zayıf, gelişi güzel ders alacağına Fransız mektebine gitmiş.
Bunda anlaşılmayacak ne var?
Ragıp bey, böylece uzun uzadıya konuşmuş kafiyeyi
en sonra kaııdırabilmiş, bu işi de tatlılıkla kapayabilmişti.
Mustafa Kemal, Manastır askerî idadisinde kimi öğ
retmenlerce çok seviliyordu. Bunlar, onda büyük ve alı
şılmamış bir zekâ görüyorlardı. O, aritmetik öğretmeni
yüzbaşı Mustafa, Fransızca öğretmeni yüzbaşı Naki, jim
nastik öğretmeni yüzbaşı Hasip beylerin en gözde öğren
cisiydi. Hele Mustafa bey, onun aritmetikte gösterdiği
yeteneği olağanüstü buluyordu. Birgün sınıfta ona:
— Oğlum, demişti, ikimizin de adı bir. Bu, böyle ol
mayacak. Arada bir fark bulunmalı. Bundan sonra senin
adm Mustafa Kemal olsun.
*
— 251 —
Aranızda kendine kimler güveniyorsa kalksın, on
ları müzakere yapacağım.
Öğretmenin gözüne girmek için, işi, fedakârlık iste
yen askerce görevlerden biri olarak alan yeteneksiz bir
sürü arkadaşı ayağa kalkınca Mustafa Kemal, bu çerden
Çöpten kişiler arasında bulunmamak için ayağa kalkmadı.
Ne var ki bu Abdurrahman Çelebiler arasında görün
mek utancına katlanmaktan çekinen Mustafa Kemal, bun
ların en kötülerinden birinin müzakeresi altına düşünce
yaptığı yanlışlığı hemen anladı ve ayağa kalkarak:
— Ben, bundan daha iyi müzakerecilik yaparım.
Diye bağırdı ve müzakereciliği hemen üzerine aldı.
Yatılı okulda okuyan gençlerin aşklarına olanaksız
lıklardan çokça hülya, düş ve sevmek hırsı karıştığından
böyle bir ortamda bir sevgi olayı bu tutkuya yaklana-
nı her zaman aşırılıklara sürükler. Manastır askeri ida
disinin yatılı Öğrencisi Mustafa Kemal, tatilde Selânik'e
döndüğünde on sekiz yaşının doyumsuz ve gürbüz heye
canlarına tatlı tatlı karşılık veren ak tenli güzel bir Rum
kızına tutuldu. Türk kızlarının son kerte kapalılığı, onu
cennet hazları ararken daha gerçekçi olmağa zorlamış,
Rum kızını, kafes arkalarından kendisini gözetleyip gö
ğüs geçiren bir yığın kıza üstün tutmuş ve onunla evlen
meğe karar vermişti. Selânik’in o güzel ve ay ışıklı yaz
gecelerinde güzel, sıcak kanlı Rum kızının ona ikram et
tiği gerçek tatlarla dolu öpüşler, başını döndürmüştü.
Şimdiye dek Cennete bu kerte yaklaştığını hiç duyma
mıştı- Yalnız kendi mahallesinde oturan bu güzel kızla o-
nu birbirinden ayıran aşılmaz gelenek uçurumları vardı.
Mustafa Kemal de genç kız da bunları ay7rt edebilecek
durumda değildi. Yalnız vücutlarının ve gönüllerinin dil
leri konuşuyor, gerek Rum ve gerekse Türk ailelerin yap
tıkları dedikodulara boş veriyor, Ölünceye dek birlikte ya
şamak için dudak dudağa ant içiyorlardı.
*
— 252 —
yaya meydan okuyarak bu subay adayı Türk genciyle
Rum kızı evlenecekti. Bir akşam, bir kuytuda en ateşli
antlarla kararlarını verdiler. Mustafa Kemal, kızı Manas
tırdaki en yakın arkadaşlarına haber salarak bir oda tu t
malarını bildirdi ve bu oda da tutuldu. Şimdi, Selanik’te
tatilin bitimini bekleyerek Rum kızının 'gerçeğin tatlı sı-
caklığiyle ürperen güzelliği karşısında sabırsız saatler
geçiriyordu. Rum - Türk bütün mahaleliler bu serüveni
biliyor ve sonucunu ilgiyle bekliyorlardı. Hele Zübeyde Ha
nımla Ragıp Bey Mustafa Kemal’in dayısı Hüseyin Ağa,
bu kaçış hikâyesi üzerinde titizlikle duruyor ve tetikte
bulunuyorlardı. Mustafa Kemal’in dayısı, genç kızın evine
gidip kaçış işini açtı ve bunu engellemek için birlikte ted
bir almalarını istedi.
*
— 253 —
rüvenini bile otuz - kırk yıl akimda tutan son kerte duy
gulu ve hırslı bir gencin kendini vererek âşık olmasını
bu kıza adamakıllı yangın olduğunu anlamıştı; ne var ki
önleyen Övünç herhalde lânetlenmeğe değer bir engeldi.
Bu, son kerte kendini beğenmişlik, biraz doğuştan geli
yorsa daha çok da bir erkek kendi gibi yalnız ve münzevi
yaşamayı sevmesinden ya da böyle yaşamak zorunda ka
lışından geliyordu. Doğuştan da onda bunu besleyen bir
nitelik vardı: herkesi kendinden aşağı görüyordu. Eğer,
öbür insanları da kendisiyle denk görebilmenin sınıfları
na birazcık yaklaşmış olsaydı yine de ateşli ilk gençlik ve
gençlik aşklarının o bulunmaz cennetinde imrenilecek
günler ve saatlar yaşayabilirdi. Onda bu saatları ve gün
leri sürükleyecek hem güçlü bir dış güzellik, hem de sür
atli atılımlar yaparak yükselen bir iç güzellik vardı.
İşte, bunca zengin niteliklere karşı gururunun kale
sinde bir gedik açmaması yüzünden mahallesinden ken
disine açık birer estetik bahçe gibi bekleyen bir sürü güzel
kızı ellere bırakmak zorunda kalmış ve yaşayışı süresince
ancak o günlerin ufacık - tefecik kırıntı serüvenleriyle
doyunmuştu.
Bir tanrı yavrusu gibi güzel, yakışıklı ve çalımlı Mus
tafa, askerî Rüştiyede okumağa başladıktan sonra yakın
komşulardan birinin kızı Müjgân, türlü bahanelerle, as
lında Mustafa’sını görebilmek üzere sık - sık Zübeyde
Hanımlara girip çıkıyordu. Onun kendisine vurgunluğun
dan habersiz, onunla salt kendisi ilgileniyor sanıyor ve
onun iri - kapkara gözlerinin yumuşak, baygın bakışlı
uçurumlarında çok tatlı serüvenler arıyordu. Rüştiye ar
kadaşı Nuri'ye (Conker) her Allahın günü bu güzel göz
lerden söz ediyor, onun başını şişiriyordu. Nuri, oğlan n
bu kıza adamakıllı yangın olduğunu anlamıştı; ne var ki
kurumun dan, çalımından da geçilmiyordu. Nuri, en son
ra ona akıt verdi:
— Mustafa, dedi. Zübeyde teyzem gitsin de Müjgân’ı
sana istesin. Şimdiden nişanlanırsınız; zabit çıktıktan son
ra da evlenirsiniz.
— 254 —
Mustafa hemen gururuna belki inebilecek bir darbeyi
hesaplayarak arkadaşına şu yanıtı verdi:
— Ben, onu beğendim, ama; bakalım; o beni beğenip
sevecek mi? Birbirimizle anlaşabilecek miyiz? Şimdiden
böyle bir işe kalkışmak doğru değil. Belki reddederler,
işte, Müjgân hikâyesi de böylece bitmişti.
— 255 —
kendisi için çırpınan düş dolu yürekleri akima bile getir
miyordu.
Günlerden birgün, Hatice, annesiyle birlikte Zübey-
de Hanım’lara oturmağa gelmişti. Hatice ile Mustafa Ke
mal, yüzce tanışıyorlardı. Ne var ki yan yana baş başa bir
çift laf etmiş değillerdi. Karşılaştıklarında birbirlerine
gülümseyerek geçerlerdi; Mustafa Bey'in onu çok sempatik
bulduğu belliydi.
Hatice aklında «Nadire Abla» nın elçiliği diken üs
tünde oturuyor, «Mustafa Bey» i nasıl ve nerde kıstıra
rak istenilen lafları ona ileteceğini bilemiyordu. Gerek
kendi annesinin gerekse Zübeyde teyzenin yanında böy
le bir elçiliğin sözü bile olamazdı. Nasıl? Nasıl?
îşte, o, böyle kıvranıp dururken fırsat, tıpış - tıpış
yürüyerek kendi ayağiyle onun yanına gelmişti.
Annesi Zübeyde Hanımdan bir şey istemiş o da is
tenen şeyin üst katta olduğunu söylemişti. Elbette, söy
lenen şeyi yukarı kattan gidip getirmek te Hatice’ye düş
müştü.
Hatice, Mustafa Kemal’in üst kattaki odalardan bi
rinde oturduğunu biliyordu. Şimdi de mutlaka ordaydı
Merdivenlerden sanki uçarak yukarı çıktı. Mustafa Kemal
in odasının kapısı ardına dek açıktı. Orda değildi. Ne ak
si iş? Aklına bir şeytanlık geldi. Sofradaki karanfil saksı
larından birinden bir sap karanfil kopardı. «Mustafa Bey»
m odasına girdi. Ve bunu gidip açık tarih kitabını üstüne
bıraktı. Oda sanki «Mustafa Bey ile dolu gibiydi. Çevre
sine dikkatlice baktı. Mustafa Kemal'in battaniyesi bu
ruşuktu. Demek ki yoruldukça giynekleriyle bunun üstü
ne uzanıyordu. Karyolanın baş ucundaki tahta masada
.defterleri, kalemleri, kitapları duruyordu. Şimdi, sandal
yenin hemen önündeki tarih kitabının üzerinde de kıpkır
mızı bir karanfil! Bu karanfili buraya koymak sakm bir
suç olmasındı! Bunun üzerinde daha çok düşünemedi is
tenen şeyi alarak b ir karaca çevikliğiyle merdivenleri at
layarak indi; sanki birisi arkasından kovalıyor gibiydi.
— 256 —
Annesi Hatice’nin böyle soluk soluğa geldiğini gö
rünce:
— Neden koştun o kadar, deli kız! dedi-
Aradan çok geçmeden Mustafa Kemal, sokak kapısı
nı açarak geldi. Konuk odasına girerek annesiyle konuk
bayanın ellerini öptü- Haticenin elini sıktı ve genç kızın
elini elinin içinde bir akça kavak yaprağı gibi çırpınır bul
du- Bunu, bir çok mahalleli kızın kendisine karşı duymak
ta olduğu o gizli ve söylenmeyen sempatiye yordu- Doğal
bir şey bu.
— Kusura bakmayın, dedi, ben yukarı çıkıp biraz ders
çalışacağım.
Mustafa Kemal, biraz sonra geri döndü yüzünde giz
li bir gülümseme ve sağ elinde kırmızı bir karanfil kapı
nın aralığında duruyordu. Hatice’nin yanakları da utan
cından karanfil gibi kızardı. Yalnız, bunun ayırt edebilen
bir tek Mustafa Kemal oldu-
Hatice’nin vicdanına bir ateş düşmüştü: O bilmeden
Nadire Ablaya çalışacağına kendi hesabına çalışmıştı- Üze
rine aldığı elçilik görevini pek kötü yaptığını düşünüyor,
ağlamaklı oluyordu. Neyse ki «Mustafa Bey» kapının eşi
ğinden bir arkadaşını göreceğini söyleyerek çekilip gitti
de Hatice de biraz kendine gelebildi.
«Mustafa Bey» «Nadire Abla»nın evinin ününden ge
çerken hoşnut, elindeki karanfili kokluyor ve Hatice’yi
düşünerek gülümsüyordu.
Hatice, ertesi gün başından geçenleri Nadire Abla'ya
anlattı, ondan özür diledi, arkadaşlarına da bir daha ken
dini böyle çok nazik işlere koşmamalarını söyledi. Bir şey
değil «Mustafa Bey» den çok hoşlandığı halde artık onun
bulunabileceği hiçbir yere sokulamıyordu. Birgün Zübey
de Hanımın evlâtlığı Vasfiye’den çok ilginç bir haber al
dı. Zübeyde Hanım, onu «Mustafa Bey» e istemiş, annesi
de vermemişti. Hiç böyle anlı - şanlı bir delikanlıdan kız
esirgenir miydi? Esirgenmişti işte.
Karanfil işini kendi kendine pek büyüten ve süsle
yen «Mustafa bey» artık, İstanbul'dan «Harbiye» den Ha-
— 258 —
firen bu üç kafadar, akşam karanlığı bastıktan sonra kol
kola ava çıkıyor, Mithat Paşa caddesi ile Kasımiye Ca
mii arasındaki piyasa bölgesinde gece yarılarına dek bir
aşağı bir yukarı dolaşıp duruyorlardı. Günler, ramazan
ayma rastladığından teravih namazım cumbur - cemaat
kıldıktan sonra sokağa fırlayan üç arkadaş, hemen Odeon
tiyatrosunun bitişiğindeki Kafeşantan’a damlıyorlardı. Bu
üç gencin bu uzun yaz geceleri repertuarını genel olarak
bu çalgılı kahvede çalışan üç RomanyalI güzel kızkardeş
dolduruyordu. Mustafa Kemal’le arkadaşları, bu tatlı es
merleri aralarında bölüşmüşlerdi. En büyük kızkardeşi
Fani, Mustafa Kemal’e; Toni, Asaf’a; Janet de Ahmet Nu-
man’a düşmüştü. Bu seçimi gençlerden çok kızlar yap
mıştı.
Üç kafadar sık - sık Kafeşantan’a geliyor, kimi za
man saatlerce burda kalıp kızlarla eğleniyor, kimi zaman
da onları kollarına takıp piyasa bölgesinin karanlıklarına
dalıyor ve orda aşkın gerçek şöleninde romantik aşk duy
gularına,hasta ve veremli aşk serüvenlerine meydan oku
yorlardı. Yolların karanlığı ve boşluğu ondokuz yaşın
daki insanlara bir gerdek odası gibi «lütufkâr» davranı
yordu.
Bu içkili, aşklı ve mutlu gençlik şöleninde birden bi
re yer boşalmıştı. Yaşamağa karşı en hırslı bir çömez
sevgisi ve bağlılığı duyan Mustafa Kemal, bir akşam gel
memişti. Ramazan da, tatilde bitmek üzereydi. Gençler,
bardaktaki son damlayı bile içmek için büyük bir susuz
luk duyuyorlardı. Bu dâvanın su katılmamış örneği olan
Mustafa Kemal neredeydi? Çok merak etmeğe başlamış
lardı. Hasta olup olmadığını anlamak isteyen arkadaşları
Zübeyde hanım’lara uğradılar.
Zübeyde hanım da onların derdine deva olamadı. Yal
nız bildiği şuydu: Oğlan gündüz geç vakitleri evden çıkı
yor ve geç vakit dönüyordu. Kadıncağız, bu süre içinde
onun nerde bulunduğunu bilmiyordu.
iki arkadaşı sevindiren şey, Mustafa Kemal’in hasta
filan olmayışıydı.
— 259 —
İki arkadaş» Mithat Paşa caddesinde ona rastlamak
umuduyla birkaç gön daha dolaştılarsa da görünmedi.
Bir akşam, yine Teravih namazından sonra Asaf’la
Ahmet Numan, Kasımiye Camiine doğru gidiyorlardı.
«Osman Hoca» okulun karşısındaki sokak başında duyduk
ları bir kılıç şakırtısı, kalplerini umutla çarptırdı. Mus
tafa Kemal, gezintilere kılıcını takarak çıkıyordu. Ger
çekten Mustafa Kemal, biraz sonra karşılarına dikilmişti.
Durgundu. Bu durum arkadaşlarının ilgisini daha çok
kamçılamıştı. Kol kola girdiler:
— Yürüyelim, arkadaşlar. Dedi.
Vardar kapısı dolaylarındaki kafeşantanlardan birine
gitmek üzere bir arabaya bindiler.
Konuşmaksızın gidiyorlardı.
Ahmet Numan, bu uğursuz sessizliği bozmak isteye
rek:
— Yahu, ne oluyoruz, dedi; bu sessizlik neden? Hiç
beklemediğin bir zamanda karşına çıkışımız suç mu oldu?
Anlat, bakalım bu karanlık sokakta ne işin var? Ne arı
yorsun? Senin başından bir şeyler geçti galiba?
Mustafa Kemal, zoraki gülümsedi:
— Bir yere oturalım da anlatırım-
RomanyalI kızkardeşlerin çalıştığı kafeşantana gitti
ler. Onlar içeriye girince üç güzel kızkardeş, hemen koşup
masalarında yerlerini aldılar. Fani Mustafa Kemal’e so
kulmuş, bu neşesizliğin nedenini sorup duruyor, ötekiler
fıkır - fıkır kaynıyorlardı.
Bu sırada kafeşantana, arkasında iki Arnavut fedai
ile bir binbaşı girdi; doğruca Mustafa Kemal’lerin masa
sına gitti. Türkçe ve Arnavutça karışığı bir dille:
— Lakırdı yok, gitmek var heyde!
Diye bağırdı.
Delikanlılar, onun ne demek istediğini güçlükle anla
dılar:
— Bu kızlarla konuşmayacaksınız ve buradan çıkıp
gideceksiniz?
Demek istiyordu.
— 260 —
Ahmet Numan da onu öykünerek:
— Niçin be beyim?
Diye sordu-
— Yok, var başka lâf.
Delikanlılar, sırtlarındaki bu resmi giyneklerle bir
olay çıkarmaktan çekiniyorlardı-
Binbaşı da bu durumu bildiğinden bindikçe dallarına
biniyordu.
Yanlarındaki masalardan birinde sivil bir zenci otu
ruyordu. Bu, Selanik jandarma alay kumandanıydı. O da
bir «vukuat» çıkmaması için delikanlılara sessizce çekilip
gitmelerini salıkladı. Bu kez de Mustafa Kemal horozlan
dı:
— Bir şartla arzunuza uyarız, dedi, o da buradan çı
kıp gitmelidir. Padişahın yaveri resmî kıyafetle Kafeşan-
tan’da oturamaz.
Jandarma Kumandanı kanun erleri aracılığiyle Ar
navut binbaşıyı da buradan uzaklaştıracağını söyledi.
Mustafa Kemal’le arkadaşları homurdanarak çıkıp gittiler.
Padişahına da, istibdadına da, yaverine de okkalı okkalı
söğüp sayarak yüreklerini yelpazelemeğe çalıştılar.
Sonra, her zamanki piyasa yerinde, Mithat Paşa cad
desiyle Kasımiye camii arasında canlan sıkkın gezmeğe
başladılar. O zaman Mustafa Kemal’in merak ettikleri hi
kâyesini dinlediler. Bu bir gönül serüven ivdi.
Mustafa Kemal, taa Rüştiye’den beri kafeslerin ar
kasında ak bir güvercin gibi çırpınarak kendisini gözet
leyen bir komşu kızıyla onun ağabeysine ders veriyordu.
Bu, Şevki Paşanın kızıydı. Paşa, A saflann da aile dostuy
du. Demek ki durum buydu. İki arkadaşı da bu kızı tanı
yordu:
— Hayırlı olsun!
Dediler.
Artık, evlerine dönüyorlardı. Ahmet Numan:
— Yarın akşam, nerede bulaşacağız?
Diye sordu.
Mustafa Kemah
— 261
— Galiba geceleri bulaşamayacağız artık, dedi, zaten
gidilecek yer de pek yok. Çalgılı kahvelerde de tat kalma
dı. Gündüzleri buluşuruz.
O gece iki arkadaşı da Mustafa Kemal’in burnundan
yakalandığını anlamışlardı.
Asaf’la Ahmet Numan, ertesi hafta Mustafa Kemal’i
ancak bir-iki kez görebildiler. Mustafa Kemal’in iftar ye
meklerini Öğrencilerinin evinde yiyip sahur vaktine dek
orada yanladığını da Öğrenince yalnız kaldıklarını anla
dılar. Yalnız ortada tek bir gerçek vardı: Mustafa Kemal,
seviyordu ve mutluydu. Taa Ortaokul günlerinden beri
kafes arkasından görmeğe çalıştığı sevgilisinin dizi dibine
dek sokulabilmişti-
Tatil, hızla geçiyordu- Serbest günlerin ucu okul gün
lerine değmek üzereydi. Mustafa Kemal, yıllardır plato
nik bir özlem içinde uzaktan seyrettiği birkaç gündür de
soluğunu yüzünde duyarcasına yanına sokulabildiği sev
gilisiyle baş başa bir gün yaşamayı kurmuş ve kızı da kan
dırmıştı. Ramazan bayramından Önce anlaşmışlardı. Bay
ram gürültüsünden uzak sevişeceklerdi.
Bayramın üçüncü günü Telliçeşme karşısındaki «Yük
sek kahve» gazinosunda buluşmak üzere hazırlanan Mus
tafa Kemal günleri iple çekiyordu. «Yüksek kahve» de
nen bu ağaçlar içindeki gazino, «Islahhaneden inerken»
«îdadî mektebi»nin dolaylarında «îdadi çeşmesi» denen
yerdeydi. Ünlü «beyaz kule»nin yanında ve kenarına «Em
lâki şahane» yapılarının sıralandığı geniş caddenin baş
langıcında bulunmaktaydı.
Gazinonun ıssız bir köşesinde bir ağaç altında bir
masanın başında oturan Mustafa Kemal, kalbi küt küt
atarak sevgilisini bekliyordu. Gelmemesi değil de gelme
si bir sürpriz olacaktı. Şundan ki bu genç kız çok sıkı
bir göz hapsinde yaşıyordu ve şimdiye dek hiç bir deli
kanlıya böyle randevu vermiş değildi. O, ancak hülyala
rında ve düşlerinde sevgilisiyle buluşup sevişen romantik
ye platonik sever tiplerdendi.
Mustafa Kemal’in kaygusu boşunaydı. Kız, bir cana
— 262 —
varın önünden kaçar bir insan gibi dal - dal titreyerek
Mustafa Kemal’in yanma geldi ve hemen:
— Mustafa, bırak ben eve gideyim, çok korkuyorum
diyerek yalvarmağa başladı. Genç kızın tanıdık biri gö
recek diye ödü kopuyordu. Durmadan çevresine ve geldi
ği yola bakıyor, hep eve dönmek istiyordu.
Ne var ki, Mustafa Kemal, yıllarca Özlemini çektiği
bu güzel kızı bir kez olsun Öpüp koklamadan, kolları ara
sında sıkmadan bırakmak istemiyordu. Bin dereden su
getiriyor, bayramın son gününün bir iki saatçiğini baş
başa geçirmelerini istiyordu. En sonra onu kimsenin gör
meyeceği kapalı bir yere götürmeğe karar verdi.
Genç kızı, arabaların durduğu meydana götürdü, ka
palı bir arabaya bindirdi. Mustafa Kemal, arabacıya Fla-
ko gazinosuna çekmesini söyledi. Bu gazino, sonradan
Abdülhamit Il’nin hapsedildiği güzel Alâtini köşkünün
yanında bulunuyordu.
Mustafa Kemal, garsonlarla görüşerek gazinonun kü
çük bir odasını kendilerine ayırttı ve hemen genç kızı
praya götürdü- İşte, en sonra körpecik bir ortaokul Öğren
cisi olduğu günden beri özleyip durduğu bu güzel kızla
şimdi baş başa ve iç içe gibiydi. Onu canına sokmak is
tiyor, sözlerini şaşırıyordu. Tatil de, bayram da kırk yıl
da bir gelen öğretmenlik de işte bitmişti. Belki bir daha
hiçbir vakit ele geçiremeyeceği bir fırsat şimdi bir altın
yemiş gibi avucunun içindeydi.
Genç kız Mustafa Kemal’in öpme-sıkma isteği karşı
sında birden bire bir granit gibi direnmişti. Hayır, ancak
evlenmeleri koşuliyle sevişebilirlerdi.
Evlenmekse genç Mustafa Kemal’in aklının kıyısından
bile geçmiyordu. Evlenmek, bir Harbiye öğrencisi İçin
ölüm değil de neydi? Bunca büyük ve sonsuz gelecek düş
leri olan bir genç nasıl olur da evlenerek bunların hepsini
ölüme mahkûm edebilirdi? O, evlenmek değil yalnızca
dev gibi sevişmek istiyordu. Aşk, dünyada her şey değil
di. Aşk ancak ideal yolunda yürürken dinlenilecek serin
— 263 —
bir su başıydı. Bu serin ve tatlı su başı için de bütün bir
yaşayış feda edilemezdi.
Şu sırada evlenemeyeceği, evlenmeyi hiç düşünme
diğini söyleyince genç kız, ağlamağa başlamıştı. Evlen
mek istemeyen bir genci anlayamıyordu. Evlenmek her şey
değil miydi? Hele uzun yıllardan sonra ona bu kerte ya
naşmışken!
Mustafa Kemal’in bütün mantığı genç kızın yumuşa
cık ve temiz evlenme duygularının duvarında kırılıyordu.
Mustafa Kemal, subay çıkıncaya dek o, nasıl beklerdi?
Mustafa Kemal’in günlük yaşama formülü genç kızın aşk
tan önce evlenme isteyen granitten isteği karşısında ye
nilmişti. Genç kız içinde çapraşık duyguların ve düşün
celerin boğuştuğu Mustafa Kemal’e ıslak kirpiklerinin a-
rasmdan içinin olanca dargınlığı ve güzel düşlerinin olan
ca kırıklığıyla bakarak elini uzattı:
— Allahaısmarladık!
Sonra, koşarcasına odadan çıkıp gitti.
Mustafa Kemal, ölünceye dek bir daha geri dönmeye
cek olan sevgilisinin arkasından doluksamış gözlerle bak
tı. Sevmenin bu korkunç güzelliği önüne dikilmiş ve ye
nilmesi güç engeller ne aşılması güç duvarlar vardı. En
güzel bir sevgiye ve sevgiliye mal olan evlenmeye karşı
büyük bir tiksinti duydu. Onu sık sık yenmeğe çalıştığı
halde bu tiksinti yaşayışının sonuna dek bir ideale ulaş
ma çabasının perde arkasından sürüp gidecekti.
Bu kızcağız, daha sonra büyük bir kaza geçirmiş yü
zünün yarısı berbat olmuştu. Mustafa Kemal, onu böyle
görünce içinde acı bir büyüklük canlanmış ve onunla ev
lenmek önerisinde bulunmuş bu kez de güzelliğini yitir
miş olan eski sevgili, onunla evlenmeyi kabul edememiş
ti. Bu bir acıma jestinden başka birşey değildi. Mustafa
Kemal, genç kızın dünyasına doyamadan ölüp gittiğini öğ
renmek acısına da katlanmak zorunda kaldı.
*
— 264 —
lânik’e annesinin yanma dönmüş; İstanbul’a, Harbiye’ye
gitmeğe hazırlanıyordu- Akşamlara dek odasına kapanı
yor, durmadan okuyor; yazıp çiziyordu- Eskisinden daha
ağırbaşlı olmuştu. Annesiyle kızkardeşi de onun bu duru
muna şaşıyordu. Yalnız, akşamları odasından çıkıp aşağı,
annesinin odasına iniyor beraber oturuyorlardı. Bir a k
şam böyle oturup konuşurken sözü bir ara siyasete getir
miş, taze bir yara gibi kanayıp duran Girit adası trajedisi
üzerinde söz açmıştı.
— Hocalarımızdan biri Girit’i kaybedişimizin millet
hayatında bir dönüm noktası teşkil ettiğini ve bunun baş
ka hadiselere yol açacağını, çünkü, bu felâketin devletin
temelini sarstığını söylemişti. Bu lâf boş değil!
Sonra bu sözlere şunları katmıştı:
— Anlıyorum ki, Türk milleti birçok haksızlıkla uğ
raşmak mecburiyetindedir. Bizim başka mîlletlerden hiç
bir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız; yüksek
maksatlar uğruna ölmesini biliriz. Fakat zamanını bek
lemek, mutlaka kuvvetlenmek lâzım.
Mustafa Kemal, en sonra 1899 yılı martının 13’üncii
günü annesinin kaygulu bakışları ve acı gözyaşlariyle u-
ğurlanarak İstanbul’a yollandı. Artık Harbiye Öğrencisiy
di.
Zübeyde Hanım, kaygular, tasalar içinde oğlunun ilk
mektubunu bekliyordu. İstanbul; korkunç netameli bir
kentti. Hele Harbiye’nin barut fıçısı olduğu söylentileri,
zavallı ananın uykularını kaçırıyordu. Oğlunun orda boş
duracağını hiç aklı kesmiyordu. Yalnız, oğlunun, hava
dan sudan sozederek yazdığı mektuplar onun yüreğine
soğuk su serpiyordu. Oğlan, minarelerden; kubbelerden,
adalardan sozederek bayağı İstanbul’un güzelliklerine
hayran bir şair gibi mektuplar yazıyordu- Hiç olmazsa
Erkânı Harb okuluna dek annesine rahat bir soluk aldır
mayı kurmuşa benzemiyordu.
—Ne var bu haviî mektupların arkasında yoğun bir
ihtilâle hazırlık çalışması Harbiye’de Mustafa Kemal’in
bütün boş zamanlarını yutuyordu. Askerî okullar miifet-
— 265 —
tişi Zülüflü İsmail Paşa, Zübeyde’nin sevgili oğlunu pek
yakından göz hapsine aldırmış, hürriyetçi düşünceleri hoş
görüyor diye okul müdürü Ali Rıza Paşayı da, Padişaha
yakmmıştı. Mustafa Kemal, okulda adım - adım izleniyor
du. Daha sonra Erkânı Harbiye’yi bitirdiğinde bir pansi
yonda hafiyelerin baskınına uğrayarak tutuklanıp hapse
atılacak ve üç ay çok kötü bir hapislik süresi geçirecek
olan Mustafa Kemal için ufak ölçüde uyarıcı ilk olay Har-
biye’de geçti: Bir gün Ömer Naci ve bir arkadaşları daha
boş buldukları veteriner sınıfına girmiş, Paris’ten yeni
gelmiş Fransız gazetelerini okuyorlardı. Bu sırada sını
fın kapısı birden bire açılmış ve okul müdürü Rıza Paşa
palas-pandıras içeri girmişti. Önlerindeki gazeteleri top
lamağa vakit bulamayan gençler ayağa fırlayıp dikilmek
ten başka bir şey yapamamışlardı. Rıza Paşa, onların ö-
nündeki ecnebi gazeteleri daha uzaktan görmüş, arkasın
dan gelenleri elinin bir işaretiyle oldukları yerde durdur
muş ve gençlerin yanma sokularak gazeteleri şöyle bir ka
rıştırmış, hepsinin de yasak gazeteler olduğunu görmüş
tü. Üç arkadaşa:
— Sizin dersiniz yok mu, neden böyle havai şeylerle
uğraşırsınız? Dedikten sonra nöbetçi subayına da:
— Bunlara birer izinsiz veriniz!
Diyerek çıkıp gitmişti.
Rıza Paşa, gazeteleri almadığından Mustafa Kemal
ve arkadaşları bunları arkadaşlarına dağıtmışlardı. Rıza
Paşa, cumartesi günü Mustafa Kemal’i çağırtmıştı:
— Oğlum, demişti geçen gün mekâtibi askeriye mü
fettişi İsmail Paşa, beni Padişahın huzurunda tahtie etti.
Güya bu mektepte ahrarane neşriyat almış yürümüş. Ben,
böyle bir şeyin vücudunu külliyen inkâr ettim. Sizleı* de
mektep dahilinde kitaplarınızdan başkasının görünmeme
sine mukayyet olun.
Mustafa Kemal:
— Emredersiniz. Bir daha böyle şeyleri kimse gör
mez demiş, dışarı çıkmağa hazırlanırken Rıza Paşa, arka
sından şöyle seslenmişti:
— 266 —
— Geçen günkü izinsizinizi affediyorum!
Mustafa Kemal; ilerde dünyayı birbirine katan büyük
işler başardıktan sonra bile bu dokunaklı sahneyi anacak
ve şu güzel sözleri söyleyecekti;
— İnkilâpları yapanlar kendilerini hazırlayan isimsiz
kahramanlan inkâr ederlerse bir gün gelir Öbür nesiller
de onları inkâr edebilirler.
*
— 267 —
Mustafa Kemal ile Makbule, kalkıp tutuncaya dek
anneleri bayılmıştı bile. Bu sırada dışardaki arkadaş ka
dınları ve Fikriye içeri koştular. Hemen pencerleleri aç
tılar, Zübeyde Hanımı kucaklayarak sofaya çıkardılar.
JMustafa Kemal, heyecanlı konuşmasının bu sonucu veri
şine pek üzülmüştü. Neredeyse bütün soğukkanlılığım yi
tirmek üzereydi. Sözlerinin anlamını yeğnikîetmek için
boşuna uğraşıyordu:
— Anne diyordu, merak etme; bu kadar üzülme. Ben
size en kötü ihtimali anlattım. Muvaffak olmak ihtimali
sde kuvvetlidir. Tekrar buraya dönerim. Sizi yanıma al
dırırım. Üzülme! Üzülme!
Hemen emireri Halid’i evin eski gediklisi doktor Ra-
sim Ferid’e koşturdu.
Doktor Rasim Ferid Bey, zamanında yetişti ve bu
şiddetli krizi tehlikeli bir hal almadan önleyebildi. Zübey
de Hanım, biraz kendine gelip de rahat soluk almağa baş
ladığında mayıs sabahının ilk ışıkları pencereleri tatlı bir
maviye boyamıştı. Böylece ayrılık zamanı da gelip çat
mıştı.
Mustafa Kemal, ayrılık dakikalarının acısını şefkatin
ve sevginin şiirinde boğmak için annesinin yatağına otur
du. Onu iki koluyla sardı. Ellerini ve yüzünü birçok kez
öptü, öptü:
— Anne, bana hakkını helâl et.
Diye yinelerken Zübeyde Hanımın gözlerinden yaşlar
akıyor ve bu yaşlar, oğlu için hayır dualar eden ihtiyar'
dudaklarını ıslatıyordu.
Makbule artık hiçbir şey söyleyecek, konuşacak du
rumda değildi. Annesiyle ağabeyinin yarattıkları b j yük
sek sevgi ve şefkat tablosunu sessizce seyrediyordu-
Mustafa Kemal, artık kalkmıştı. Gitmek üzereydi.
Yine annesinin ellerine sarıldı; onları üst üste birkaç, kez
öptü. Annesi, oğlunun boynuna sarılmıştı. Sanki onu hiç
bırakmak istemiyordu. Çaresiz, en sonra kolları aşağı
düştü. Mustafa Kemal bu andan yararlanarak hemen ka
pıya doğruldu.
— 268 —
Makbule, alt kata inmekte olan ağabeysinin arkasın
dan fırlayınca, Mustafa Kemal merdiven başında duru-
vermişti. ikisinin gözleri bir an karşılaştı. İkisinin gözle
rinde de sıtmalı ışıklar yanıyordu.
Mustafa Kemal:
— Niçin konuşmuyorsun Makbuş, dedi. Niçin bana
öyle bakıyorsun?
Kızkardeşi yaşlı gözleriyle ona bakıyordu:
— Ağabeyciğim, ne konuşayım? Muharebeye gider
din, bilirim. Terfian giderdin bilirdim. Bir vazifeye gi
derdin, bilirdim- Fakat, bugün ne için gidiyorsun? Nere
ye gidiyorsun? Benim aklım durdu bu gidişe?
Mustafa Kemal; kızkardeşini bağrına basarak:
— Evet Makbuş, dedi, merak etme. Bunu da bilirsin,
inşallah!
Sonra merdivenleri sanki atlayarak indi. Kızkardeşi
ait katta, merdiven başında dura kalmıştı. Erkek arka
daşları varken aşağı inmemesi evin geleneklerindendi.
Mustafa Kemal, arkadaşlariyle üstü açık otomobilde
uzaklaşırken annesiyle kızkardeşi ve öbür ev halkı, pen
cerelere üşüşmüş yaşlı gözlerle onları uğurluyorlardı. Ev
de herkes ağlıyordu. Zübeyde Hanım, birden bire değiş
mişti. Gözyaşlarını ak başörtüsünün uçlariyle kuruladık
tan sonra Makbule’ye döndü ve sert bakışları ve emreden
sesiyle ona şöyle dedi:
— Sen asker kardeşisin; ayıp, ağlanır mı hiç askerin
arkasından? Üzüntünü kimseye belli etme. Misafirlere
şerbet ez. Memleketi için giden insan Ölse bile ardından
ağlanmaz!
Makbule’nin hıçkırıkları, bu sözlerden sonra daha
çok sürmedi. Kalktı, akşamdan beri evde bulunan yakın
dostların, hanım ve akrabalarına yürek serinletici şerbet
ezmek için dışarı çıktı. Çevresini alan kadınlar arasında
kuru gözleriyle sessizce oturan Zübeyde Hanım, oğlunun
gideceği yere sağ-salim gitmesi için içinden dualar edi
yor, dudakları kıpır-kıpır kıpırdıyordu.
— 269 —
— 6 —
BANDIRMA VAPURU
YA DA
YENt ARGONATLARIN SEFERt
— 270 —
zı bekliyorlarmış, yolda bindiğiniz Bandırma vapurunu ba
tıracaklarmış. Yalan, doğru bilmem. Ben de başkasının
yalancısıyım- Fakat çok dikkatli olmalısınız paşam.
Mustafa Kemal'in gözleri kısıldı, dişleri sıkıldı, ya
naklarının kasları oynamağa başladı, yüzü ağardı, sonra
kıpkırmızı kesildi ve yakın arkadaşlarına şöyle dedi:
~ Dün akşam da ismini bildirmeyen bir dost oldu
ğunu bildiren birisi bana telefon ederek ayni şeyleri söy
lemişti. Burada esir gibi yaşamaktansa Karadeniz’de bat
mayı tercih ederim!
— Yalnız Kaptana tavsiye ediniz, bir rota üzerinde,
ya da alışılmış bir rota üzerinde gitmesin.
Şimdi de rıhtımda bir kenara çekilmiş bu haber üze
rinde konuşuyorlar, Mustafa Kemal bütün soğukkanlılı
ğına karşı kaygulu görünüyordu.
Rauf Beyden b a ş k a rıhtımda b i r ç o k uğurlayıcı d a h a
vardı. Hepsinin akraba, aile ve arkadaşı gelmişti. Hepsi
nin yüzünde gizli bir korkunun saklanamayan izleri göze
Ç a r p ı y o r d u - Bunlar, yolcuların nereye gittiğini biliyordu.
Mustafa Kemal ile arkadaşları, uğurlamaya gelenle
rin ayrı - ayrı ellerini sıkıyor ve hepsini yakm zamanda
Anadolu’da beklediklerini söylüyordu.
Bu sırada ince uzun boylu mavi parlak gözlü genç
bir adam koşarak Mustafa Kemal’in yanma geldi:
— Ne o Nevzat?
— Şu paketi getirdim, Paşam, evde unutmuşsunuz.
Bu, gerçekten; Mustafa Kemal için çok değerli bir
paketti.
Nevzat (Tandoğan) Bey o sırada Amavutköy komi
seriydi. Ve Mustafa Kemal’in yakın adamları arasınday
dı.
*
271 —
gazetesinden Selâhattin Güngör, «İdrâk»ten Sadettin, «Ye
niğim »den Kemal Ragıp ve Kemal Salih, «Sabah» gaze
tesinden iri yarı esmer, genç ve yakışıklı Nizamettin Na
zif bunlar arasındaydı.
Mustafa Kemal, bir ara Rauf Beye, bir ihtilâlci kay-
gusiyle:
— Raufcuğum, dedi, şimdi neredeyse Mehmet Ali
(Dahiliye Nazırı) gelir. Sen, hemen git!
Rauf Beyle sarılıp Öpüştüler ve Rauf Bey ayrılıp git
ti. Biraz sonra da Dahiliye Nazın geldi.
Uğurlayıcıların hem kaygulu hem umutlu, bakışları
altında motora binip Rızkulesi açıklarında demirleyen
Jtüçük Bandırma vapuruna yollanan bu idealist yolcular
grubu, emirlerine verilen bu cılız, «köhne» ve zavallı va
pura yaklaştıklarında düş kırıklığına uğradılar. Mus'afa
Kemal, bir denizci değil ise de bu «köhne» geminin Mar
mara'nın dalgalarına bile dayanamayacağını ilk bakışta
anladı. Hiç kimseye birşey söylemedi. Arkadaşlarının ce
saretini kırmaması gerekti.
Vapura binerek eşyalarını kamaralarına yerleştirmiş,
güverteye çıkmışlardı. Güzel, güneşli bir mayıs ikindisiy-
di. Boğazın hiç kesilmeyen rüzgârı, denizi yeğnik ak kö
pükleriyle Marmara’ya doğru sürüyordu.
Mustafa Kemal vapurun bir an önce kalkması için
can atıyordu. Akşam suları kararmadan boğazdan çıkmak
gerekiyordu. Ne varki, bir süre daha bekleyeceklerdi. Bu
sırada vapura itilâf subaylarını taşıyan bir motor yanaş
mıştı; subaylar çevikçe gemiye tırmanıyorlardı. Bu itilâf
kontrol heyeti idi. Mustafa Kemal, ilkin kim olduklarını
anlamadığından içinden: «işte, Rauf Beyin dediği çıktı.
Karadeniz’e kadar sabredemediler. Herhalde hizi tevkife
geliyorlar» düşüncesini geçirerek yüksek sesle bunların
,niçin geldiklerini ve ne istediklerini sordu. Heyetin, silâh
ve cephane aramağa geldiğini anlayınca da içi rahatladı ve
onlara:
— Vazifenizi yapın, neticesinden beni haberdar edin!
dedi ve olayı merakla izleyen arkadaşlarına Dolmabahçe
— 272 —
önünde demirlemiş savaş gemilerini göstererek şunları
söyledi:
— Bunlar, işte, böyle. Yalnız demire, çeliğe ve silâh
kuvvetine dayanırlar. Maddeden başka bir şey bilmezler,
istiklâl ve hürriyet uğruna mücadeleye azmetmiş bir mil
letin kudret ve kuvvetini idrakten âcizdirler. Biz silâh ve
cephane değil, ideal ve iman götürüyoruz.
Kontrol heyeti, bütün gemiyi araştırdıktan sonra Mus
tafa Kemal’i selâmlayarak vapurdan ayrıldı; vapur da
kalktı. Müfettişlik Kurmay Başkanı Kâzını (Dirik), Yar
dımcı Kur. Yarbay Arif (Ayıcı), Harekât Şubesi Şefi si
yasal ve millî propaganda ile görevli Hüsrev (Gersde),
Topçu Kumandanı Binbaşı Kemal (General Kemal Doğan),
Sıhhiye Başkanı Dr. İbrahim Talî ve yardımcısı Yüzbaşı
Dr. Refik (Saydam), Erkânı Harbiye müihaki Yüzbaşı
Mümtaz ve İsmail Hakkı, Üsteğmen Arif Hikmet, Era;r-
subayı Üsteğmen Hayati, Yüzbaşı Ali Şevket, Başyaver
Cevat Abbas, Yaver Muzaffer (Kılıç), Karargâh Kuman
danı Yüzbaşı Mustafa, İaşe subayı Abdullah, şifre kâtip
leri Faik ve Memduh beyler, bir de karargâh doktoru.
Yalnız bu değerli insan grubundan başka vapurda iki
kişi daha vardı ki kaderleri bunlarla at başı bir gidiyor
du. Bunlardan birisi Sinop’a yeni mutasarrıf olarak atan
mış genç yönetici Mazhar Tevfik, öteki de vapur kalktık
tan sonra ambara inerek yaver Mazhar’m keşfettiği albay
Rafet (Bele) idi.
Yaver, arıbara indiğinde yarı karanlık içinde bîr sü
rü atm dönüp kendisine baktığını görmüş ve bu atların
kimin ve neyin nesi olduğunu bilmediğinden meraka düş
müştü. Biraz ötede bacak bacak üstüne atmış ufak tefek
sivil giyinmiş bir adamın fosur fosur sigara içtiğini gö
rerek ona doğru ilerleyince şaşkınlığı daha çok artmıştı.
Bu, Albay Refet Beyden başkası değildi. Burada ne işi
vardı? Hikâye şu idi:
Refet Bey, Mustafa Kemal’in eski tanıdığı arkadaş
lardandı. Gerek Perapalas’ta gerekse Şişli’deki evde
— 274 —
li bölgelere silâh ve cephane göndermeğe başlamıştı. Bu
işi açıktan açığa yapıyordu- İtilâf devletleri, Jandarmadan
o kerte korkmuyorlardı; jandarmanın tensikine kendile
ri de karıştıklarından bu kuvveti dejenere etmek yolun
daydılar. Böylece Jandarma örgütü kimi bölgelerde ulusal
düşünceye aykırı kişilerin katılmasiyle düşman bir güç
halini almak tehlikesini gösteriyordu. Refet bey, bu psi
kolojik durumdan yararlanıyor, istediği bölgeye istedi-
ğince silâh gönderebiliyordu.
Vapur kalktıktan sonra anbardan çıktı Mustafa Ke
mal’in yanına gitti- Mustafa Kemal, bu değer verdiği ar
kadaşının sözünde durarak geldiğini görünce çok sevin
mişti. Hele anbarda atların yamda gizlendiğini öğrenin
ce keyifli - keyifli gülmekten kendini alamadı.
Vapur, Üsküdar Önünde yatan ve örme direkleriyle
bütün öbür düşman savaş gemilerinden ayrılan Kılkaş’ın
yanından geçerken bütün idealist yolcular, bu Yunan sa
vaş gemisine hınçla ve kinle baktılar. Dolmabahçe’nin
önünden geçerken uzun kurşuni namluları saraya çev
rilmiş dev gibi İngiliz dritnotlarım meydan okur gibi
süzdüler. Hemen hepsi biraz önce Mustafa Kemal’in bun
ları göstererek söylediği güzel sözleri anmıştı. Evet, bu
çelik külçelerine karşı kafa ve imanla döğüşülecekti. Yol
cuların gözleri sapsarı ikindi güneşinin aydınlattığı bo
ğaz tepelerindeki top top yeşilliklerde, bütün güzelliğiyle
açmış mor erguvar ağaçlarında dinleniyordu. Bütün bo
ğaz tepeleri alabildiğine yeşillikle örtürmüştü. Masmavi
gökyüzü sıcak tonlariyle bu tepeleri çevreliyor, durgun
bir doğa tablosu halinde gittikçe geriliyor, arkada kalı
yordu.
Bu eşsiz doğa dekoru içinden geçip Karadenize doğ
ru uzaklaşan yolcuların içleri, gereğince durgun değildi.
Hemen hepsinin düşünceleri arasında, Rauf beyin getir
diği kötü haber, engerekler gibi kıvranıp duruyordu- Bey
koz önünde yatan kocaman Ingiliz tron Duke zırhsı üze
rinde Ingiliz denizcileri karınca gibi kaynaşıyor ve arala
rında Buldog köpekleri dolaşıyordu.
— 275 —
Refet bey, Mustafa Kemal’in kafasını adamakıllı
kurcalayan vapurun Karadenizde hatırlaması düşüncesi
ne büsbütün ortak olmuyordu. Onun düşüncesine göre
yolculuğun en tehlikeli bölümü boğazdan çıkıncaya dek
geçirilecek olanıydı. Karadenize çıktıktan sonra iş daha
kolaylaşacaktı. Gemi, Anadolu kıyısına yakın olarak git
meli ve bîr kişi de dürbünle arkayı durmadan gozetleme-
liydi. Uzak-yakm bir savaş gemisi tehlikesi baş gösterin
ce gemiyi hemen baştan kara edip karaya sığınmalıydı.
Mustafa Kemal, Refet beyin bu düşüncesini çok doğ
ru bulmuştu. Rauf bey de aşağı yukarı benzer düşünceyi
salıklamıştı.
Gemi, Beykoz burnunu döndüğünde Karadenizin ha
tırı sayılır serinlikteki rüzgârı yüzlerine çarptı. Hiç kim
se boğazdan çıkıncaya dek kamarasına girmeğe istekli
değildi.
Küçük Bandırma teknesi, Karadeniz boğazına yak
laştıkça akşam olmağa, sular kararmağa başlamıştı. Ana
dolu Kavağı’nda İtilâf Kontrol Heyeti bir kez daha vapu
ru durdurup silâh aradı, bulamayınca da yol verdi. Bütün
idealist yolcular, bu ikinci araştırmada titremişti. Acaba
burda tutuklanıp götürülecekler miydi? Böyle bir şey ol
madı. Tekne, ırmak gibi akan boğazın mor, hattâ mü
rekkep gibi kararan hışıltılı sularını göğüsleyerek Kara
denize çıktı.
Saat akşamın sekiz buçuğuydu. Vapur iyice sallanı
yordu. Karadenizin serin rüzgârı şimdi soğumuş, fırtına
ya dönmüş, dalgalar kabarmağa ve «Bandırma» yı bir
fındık kabuğu gibi oynatmağa başlamıştı. Artık Anadolu
yakası bile biçimsiz bir koyu karanlık yığını gibi görünü
yordu- Hava, güvertede oturulmayacak kerte soğuduğu
halde lıiç kimse kamarasına girmek istemiyordu.
Hemen hepsi, kalın asker kaputlarına sarındılar ve
boyun atkılarını boyunlarına atarak gece yarısına dek
güvertede oturup dertleştiler. Gece yarısından sonra hem
fırtına ve soğuk daha çok arttı, hem de yolcuların mide
leri sallantıdan alt üst olmağa başladı. Birçoğu kusuyor,
— 276 —
sonra kamarasındaki yatağına sığmıyor ve orda korkunç
bir bulantı ile boğuşmaya hazırlanıyordu. En dayanıklı
olanlar bile daha çok dayanamamış, yataklarına serilmiş
lerdi.
İçlerinde kusmayan, denizin bütün bu korkunç zul
müne dayanan yalnız Mustafa Kemal kalmıştı. Gece ya
rısına doğru kaptanın yanma çıktı ve tatlı tatlı konuşa
rak ona gereken «talimatı» vermek istedi. Kaptan İsma
il Hakkı Dursun, küçük teknelerde çalışa - çalışa sertleş
miş, hırpalanmış, büyük umutları kalmamış, yirmi yedi
yıllık namuslu bir denizciydi. Yüzü somurtkandı. Mustafa
Kemal, onun babacanlığına sığınan tatlı ve yumuşak bir
sesle:
— Karadenizde bu kaçıncı seferinizdir, Kaptan? di
ye sordu.
— Marmara’dan dışarı ilk çıkışandır, paşam!..
— O halde, bu denizin tehlikeli noktalarını bilir mi
siniz? İcabında nerelere yanaşabilirsiniz?
— Paşam, şu Kerempe burnunu geçersek tehlikeyi
kısmen atlatmış oluruz, dedi.
— Fırtına pek şiddetli, değil mi?
— Evet, paşam.
— Peki, hangi rotayı takip ediyorsunuz?
Kaptan hâlâ somutkandı, şimdi biraz da Öfkeliydi:
— Ne rotası paşam dedi, Allaha sığındık gidiyoruz,
işte!
— Peki, ama, niçin böyle gidiyoruz?
Kaptan öfkesini belli ederek şöyle konuştu:
— Hareket için iki gün evvel emir verdiler. Gemiyi
gözden geçirdim, «Birçok noksanları var. Ben bu gemi
île yola çıkmam» dedimse de kimseye söz dinletmek müm
kün olmadı. Elde pusula yok, pareketa bozuk, böyle bir
geminin rotası olur mu?
Mustafa Kemal de bu kez daha çok ciddileşmiş ve
sertleşmişti:
— Demek devamlı tehlike içindeyiz?
— 277 —
H arita üzerinde sigaradan daha çok sararmış parma-
ğiyle gösterek kaptana şu talimatı verdi:
— Bu normal rotayı takip etmeyeceksiniz. Kayalara
çarpmamak şartiyle, mümkün olduğu kadar sahili takip
eden bir rota ile gideceksiniz ve icabında gemiyi bilâ te
reddüt sahile vuracaksınız.
— Gemiyi feda ettikten sonra istediğiniz noktaya çı
karız, paşam.
— Evet, icap ederse istediğimiz yere gideceğiz!
Mustafa Kemal’in kafasını kurcalayan sorular bit
memişti1.
— Kaç mil gidiyoruz, Kaptan?
— Paşam, sekiz, on mil havaya bakar.
— Ne havası?
— Yani, deniz olur da dalgaların üstünde bocalarken
pervane havada boşu boşuna dönerse pek yol alamayız.
Mustafa Kemal, gümüş tabakasından kaptana bir si
gara ikram etti, bir de kendisi yaktı, artık kaptanın ya
nından ayrılmak gerektiğini anlamıştı. Onun da her arka
daşı gibi başı dönüyor midesi bulanıyordu. Kaptana uğur
lu yolculuklar dileyerek kamarasına indiğinde aynaya
baktı, yüzü yorgunluktan yemyeşil kesilmişti. Kusma
mak için giyneğiyle arka üstü yatağına uzandı. Dün ak
şamdan beri midesinin bomboş oluşuna şükretti ve uyu^
mağa çalıştı-
17 Mayıs günü de, fırtına, dalgaları dağlar gibi yu
varlayarak esip durdu. O gün, akşam saat dokuz buçuk
ta inebolu’ya vardılar. Vapur burda durmadı. Dalgalar
korkunçtu inebolu’nun yürekli kayıkçıları bile vapura
yanaşamadılar-
Mustafa Keinal, vapurda ilginç bir yolcu bulmuştu.
Bu yukarıda da söylediğimiz gibi, Sinop’a yeni atanmış
olan Mahzar Tevfik beydi. Genç mutasarrıf, hukuku bi
tirmişti, Üsküdar Polis Müdürlüğü yapmış, uyanıkça bir
adamdı. Mustafa Kemal, onunla uzun-uzun konuşup gö
rüştü ve Hürriyet ve İtilâf partisinin bu adamını büyü
leyerek kendi düşüncelerine yatırdı. Daha da ileri giderek
— 278 —
ona özel bir şifre verdi ve onunla ilerde haberleşebilmek
olanağını da sağlamağa çalıştı.
18 mayıs 1919 sabahı küçük Bandırma vapuru, Si
nop limanına girdi. Şiddetli bir gün doğusu esiyordu.
Kocaman dalgalar, eline geçirebildiği her şeyi karaya at
mak, kayalara çarpıp parçalamak için iblisçe bir hevese
kapılmışa benziyordu. Limana zorla sığınmış birkaç bü
yük yelkenli, fındık kabuğu gibi dalgaların üzerinde oy
nuyor, demir tarayarak her an kıyıdaki kayalara bindi
rip parçalanmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlar
dı. Genç mutasarrıf, yeni tanıştığı ve hepsiyle de giz
li bir ideal ateşi sezdiği arkadaşlarının ve Mustafa Ke
mal'in ellerini büyük bir sıcaklıkla sıkarak güç belâ ka
raya çıktı.
Törensel, törensel olmayan Sinoplular iskeleye birik
miş yeni mutasarrıflarını bekliyorlardı. Mahzar Tevfik,
vapurdaki değerli yolcuyu Sinoplulara anlatmış ve onu,
karaya çağırmalarım istemişti. Böyle değerli bir konuğu
kaçırmak istemeyen Sinop’lular, mutasarrıfça yazılan bir
çağrı ile dışarı çağırdılar. Ne var ki Mustafa Kemal, bü
tün öbür yol arkadaşları gibi denizin hışmına uğramış,
bayağı hastalanmıştı. Dışarı çıkamadığından bir kart vi-
zitin arkasına yazdığı bir iki cümlecikle Sinoplulardan
özür dilemek zorunda kaldı. Hastalıktan başka karaya
çıkmasını önleyen önemli nedenler de vardı. Arkadan gel
mek tehlikesi olan İngiliz torpidosu, ya da torpidoları son
ra karaya bir tertiple tutuklanmak korkusu bunda rol oy
nuyordu.
Yalnız bu arada bir hevese daha kapılmıştı: Acaba
Sinop’a çıkarak karadan Samsun’a kolayca gidilebilir miy
di? Böylece de İngilizlerin şerrine uğramak korkusundan
büsbütün kurtulabilirlerdi. Yaptığı incelemede kara yol
culuğu hem çok güç, hem de çok uzun olacaktı.
Vapur, mutasarrıfı bıraktıktan sonra, yine yola çık
tı ve 19 mayıs 1919 sabahı saat altıda, direğine ordu ku
mandanlığı bayrağı çekmiş olduğu halde Samsun lima
nına demirledi. Samsun, yamaçlara tırmanmış ak badana-
— 279 —
Iı evleriyle yemyeşil tepelerin eteğinde ve masmavi bir
gök altında bir kartpostal gibi güzeldi-
Bütün idealist yolcularda şimdi hem büyük bir se
vinç» hem de korku başlamıştı. Bir yandan kentin görü
nüşünü gözden geçirip kendilerini gelip alacak motoru
beklerlerken bir yandan da Fenerburnun’dan ansızın çı
kıverecek bir İngiliz torpidosu sürprizine yakalanacaklar
diye ötleri kopuyordu. Onlar da mitolojinin Argonotları
gibi ülkelerine özgürlük getirecek tılsımı bulmak üzere
kalkıp bu kente gelmişlerdi. Yason ve arkadaşları da mem
leketin kurtuluşu için aynı deniz yolunu geçerek kurtulu
şun tılsımı olan altın yapağıyı arayıp bulmağa gelmiş
lerdi.
Samsun’daki tümenden binbaşı Mahmut Ekrem bey
vapura geldi ve yolcuları motora çağırdı- İlkin Mustafa
Kemal, kaptanla helâllaşarak motora atladı, sonra bütün
arkadaşları bindi. Durgun ve duru Karadeniz, sabah gü
neşinin serptiği altın yağmuru altında titreşiyordu. Mas
mavi bir gökyüzü ve yemyeşil Anadolu tepeleri ve bunla
rın ardında mor duman yığınlarına benzeyen Anadolu
.dağları, bu sabırsız yolcuları çağırıyor gibiydi. Bir kez
ayakları sağlam karaya bassaydı ondan sonra İngiltere’
nin bütün dritnotları onlara vız gelirdi. Motorcunun yar-
.dımiyle ilk karaya çıkan Mustafa Kemal oldu. Tuzlu su
larla ıslanmış kırık İskele tahtalarının üzerinde durarak
arkadaşlarının çıkışlarına baktı. Sonra, gözlerini yine ken
te çevirdi. Onların gelişini iskelenin ucunda bekleyen bir
kaç törensel memurdan başka hiç kimse görmüşe benze
miyordu. Öyle ya, buradan ne paşalar gelmiş, ne paşalar
gitmiş. Enver paşayı da Alman paşalarım da bardan
geçerken çok görmüşlerdi. Mustafa Kemal, bu tatsızlığa
yüreği sızlayarak bakıyordu. Hiç kimseye kızmıyordu-
Halk, ona düşman olmasın, onu taşlamasın yeterdi. O, bu
halk, bu kutlu Anadolu halkım kutsal bir hamur gibi yo
ğurarak, ona yeni bir ruh, bir ölmezlik katacak ve onu
korkunç düşmanlar üzerine yürütecekti.
Mustafa Kemal’in gözleri, ışıl ışıl yanıyordu. Hepsi
— 280 —
.dışarı çıktıktan sonra:
— Hadin, arkadaşlar, dedi. A rtık karada bize ölüm,
yok.
Yirmi yaşında bir delikanlı gibi yürümeğe başladı.
Bütün arkadaşlarının yüzlerinden de sevinç saçılıyordu.
Kutlu Anadolu toprağına ayaklarını basmışlardı. Artık
korkmuyorlardı; bundan sonra korkacak olan düşmanlar
dı.
Mustafa Kemal’in özgürlük düşü, artık gerçeğin kır
mızı granit kayalıklarına ilk adımını atmıştı. Burada ka
zanacağı zaferlerle onun özgürlük düşleri, etten kemik
ten, kandan ve candan yeni bir ulus gerçeğine ulaşacaktı.
SAMSUN TRAJEDİSİ
— 282 —
Osman bey, bu işin içinden çıkabilmek için bütün ge-
ce düşünmek zorunda kalmış, en sonra buna bir çâre bu
labilmişti.
Bu teftiş heyeti için en uygun yer, olsa olsa, Mıntıka
Palas oteli olabilirdi. Sabahleyin erkenden yataktan fırla
yan Osman bey, hemen gidip otelin sahibini bulmuş ve
onunla bir anlaşmaya varmıştı. Gelgeldim, bu otelde de
bu önemli heyeti ağırlayacak hiç bir eşya yoktu.
Oteli kiralayıp anahtarlarını cebine indiren «muha-
sebe-i hususiye» müdürü, bütün memurların evlerinden
karyolalar, yataklar, yorganlar, mutfak takımları topla
yarak orasını oturulacak hale getirmiş ve dairelerden de
masalar, sandalyeler ve başka gerekli eşyayı taşıtarak yü
zünün akiyle işin içinden çıkı vermişti.
Çilekeş Samsun halkı, elbette gelenlerin kim olduğu
nu bilmiyordu, bilemezdi de. Samsun’da bir İngiliz yüz
başısının emrinde bir işgal kuvveti vardı. Bu yabancıla
rı kentten kovmağa gücü yetmeyen Türk paşalarının ne
anlamı vardı? isterse, bir yerine bin tane gelsindi!
Hiçbir Samsun’lu artık böyle şatafatlı paşa giynek-
lerine pul vermiyordu. Kentin sokaklarında dişinden tır
nağına dek silâhlı Pontosçu Rum çeteleri dolaşıyor ve bun
lara hiç kimse bir şey yapamıyordu. Bu yüzden deniz kı
yısında işleriyle güçleriyle uğraşan yarı aç balıkçılar, ka
yıkçılar ve hamallar bu sarışın paşaya ve arkadaşlarına
dikkatle bakmayı düşünmediler bile.
Mıntıka Palas, iskeleye çok yakın olduğundan Mus
tafa Kemal önde, arkadaşlariyle karşılayıcılar arkada ol
duğu halde oraya dek yayan yürüdü.
Otelde hepsi soyunup dökündüler, yıkandılar ve ken
dilerini bekleyen daha güç görevler için elden geldiğince
dinlendiler. Mustafa Kemal, ilk iş olarak annesine bir telg
raf çekecek sağ-selim Samsun’a ayak bastığını ve sıhhat
te olduğunu bildirdi- Aradan ancak bir saat geçmişti ki,
Mustafa Kemal’in Şişlimdeki evden beri yanında getirdiği
ve çok güvendiği emireri Halit, koşarak paşanın kapısını
çaldı.
— 283 —
— Ne var Halıt?
— Torpido gelmiş paşam.
— Hangi torpido, çocuk?
— Zahar, sizi yakalamak isteyen torpido!
Mustafa Kemal, hemen dürbününü alarak balkona
koştu. Gerçekten de kıçında kocaman bir İngiliz bayrağı
görünen bir Ingiliz savaş gemisi, Samsun limanına demir
atıyordu. Baktı: Vefalı küçük Bandırma teknesi, Rafet
beyin on sekiz atiyle öbür yüklerini boşaltmış Çaltı Burnu
açıklarında dumanlar savurarak Trabzon’a doğru yol alı
yordu.
Şimdi, bütün Argonotlar, onun çevresini almış, garip
duygularla torpidoyu seyrediyorlardı.
Anafartalar kahramını Mustafa Kemal’in Samsun’a
doğru yola çıkışı İngiliz İntellicens Servisi’nce haber alın
dığında sorumlu Ingiliz Kumandanları haklı olarak heye
cana kapılmışlardı. Çanakkale’de General Hamilton’u boz
gundan bozguna uğratanın o olduğunu pek iyi biliyorlardı.
İstanbul’da Karadeniz ordusu başkumandanı General
Milne’in etekleri tutuşmuştu. Hemen Harbiye Nezaretine
bir mektup göndermişti. Bu mektup, Mustafa Kemal’in
Samsun toprağına ayak bastığı 19 mayıs’a rastlıyordu. Ge
neral Milene, bu mektubunda şöyle diyordu: «Harbiye Ne
zaretine, 19 mayıs 1919. Devletlû efendim hazretleri, do
kuzuncu ordunun bir teşkilât icabı olarak lâğvedildiği an
laşılmışken dokuzuncu ordu kıtaatına bir müfettiş-i umu
mi ve dokuzuncu ordu için dahi bir erkân-ı Harbiye Reisi
ile büyük izam olunmakta olduğunun anlaşılmadığını zat-ı
âlinize iş-ar eylemekle mubahıyım.
Bu zabitinin ne gibi vezaifi ifa edeceklerinin ve mu
tasavver tensikat mahiteninin neden ibaret olduğunun lüt
fen izah buyurulmasmı istirham eylerim.
Karadeniz Ordusu
Başkumandanı
General Milıte»
— 284 —
duğu Cevdet ve Kâzım paşalarla Basrî adlı birinin imza
ladığı bir yanıt da General Milne’in miğde bulantısını geçi
recek durumda değildi: «General Milne cenaplarına: H ar
bin devamı esnasındaki ordu kumanda teşkilâtı memle
ketin her tarafında lağvedilmişti. Fakat, vâsi bir m ıntı
kaya dağılmış bulunan Kıtaatın Nezaret-i âcizi namına ola
rak her türlü hallerini teftiş ve verilen evamirin derece-i
tatbiklerini görmek için tıpkı Konya’daki Yıldırım kıtaa
tı müfettişliği gibi olmak üzere üç ve on beşinci kolordu
lar için de dokuzuncu ordu kıtaatı müfettişliği ihdas olun
muştur. Bu müfettişlik fazla olarak o havalideki esliha
sürgü kollariyle kamaların sürat-i şevkine ve hiç bir asa
yişsizliğin meydana gelmemesine gayret edilecektir, işbu
vezaifi ifa için uzunca seyhatler yapacak olan bu müfet
tişliğe tezkirelerinde zikir buyrulduğu gibi ne Sivas ve ne
de ahar ve daimi bir mevki gösterilmediğini arz ile kesb-i
şeref eylerim.
«Basri - Kâzım - Cevat»
Bu yazışma - çizişme haziran ayında ve daha sonra
ları da sonuçsuz olarak sürüp gidecektir.
Karada tutuklanmak korkusuna kapılan kimi arka
daşlarına Mustafa Kemal, kandırıcı sözlerle bu işin olama
yacağını anlattı. Durum, kritikti. Kentte küçük Ingiliz
kuvvetinin yanı sıra evlere gizlenmiş silâhlı Pantos çete
leri ve henüz hiçbir şeyden haberi olmayan Kaygusuz bir
Türk kalabalığı vardı- Bir an önce işe koyulmak ve kent
teki askeri ve sivil örgütleri ele geçirip güvenlerini koruya
cak b :r hale getirilmeliydi. Ufak bir kahvaltı edip hükü
met dairesine gittiler. Mutasarrıf Ethem bey, odasında on
ları alıkoydu ve Mustafa Kemal’in Türk-Rum kavgası üze
rine sorduğu sorulara hiç de Türkleri kayırmayarak yanıt
verdi. Bütün anlamiyle İzmir’in Kanbur îzzet’i tipinde bir
eskimiş memurdu. Samsun gibi önemli bir yerde bu adaı
m iD zararlı olacağını anlayan Mustafa Kemal, hemen İs
tanbul’a bir yazı yazarak Dahiliye Nazırı Mehmet Ali bey
den onun yerine daha genç birinin gönderilmesini istedi,.
Genç yönetim adamları, hangi partinin adamı olursa ol
— 285 —
sun kolay yola geliyordu. İlk örnek, Sinop mutasarrıfı
Mahzar Tevfik’ti.
Mustafa Kemal, işlerin sağlam adımlarla ilerlemesi
için ilk önce en yakın askeri birliğin ele geçirilmesi gerek
tiğine inanıyordu. Samsun’da bulunan on beşinci Tümen
kumandanının, kendi düşüncelerine karşıt düşünceler taşı
dığını hemen anlamış ve Sivas Kolordu kumandanlığı için
getirdiği albay Rafet beyi Tümen Kumandanlığı makamı
na oturtuvermişti. Böyleee Samsun, şu anda onların elin
de demek oluyordu.
Bundan sonra, Samsun’un asayişiyle ilgili kişileri yok
ladı. Bunlardan polis Müdürü Refik beyle, hükümet dokto
runun çok uyanık ve kendi istediği biçimde insanlar oldu
ğunu gördü. Refik bey (Koraltan) arkadaşlariyle Pontos
tehlikesine karşı bir örgüt kurmağa çalışıyor ve Müdafaa-i
Hukuk cemiyetini destekliyordu. Mustafa Kemal, bu keşfi
ne ne kerte sevinmişse polis Müdürüyle arkadaşları da
genç paşanın istedikleri gibi çıkınca sonsuz sevinmişler
ve onun yanından ayrılmaz olmuşlardı. Mustafa Kemal,
Samsun limanında kendisini yakalamağa gelen İngiliz tor
pidosunu gördükten sonradır ki sevgili arkadaşı Rauf’un
ne kerte doğru söylediğini anlamış ve artık, açıktan açığa
ulusal propagandasına başlamıştı.
Artık, hemen bütün arkadaşlar, ok yaydan çıkmış ol-
.duğundan, onun gibi inanlı sözlerle karşısındakilere umut
aşılamağa çalışıyorlardı.
Refik bev. mutasarrıf Ethem ve Tümen Kumandanı
üzerinde Mustafa Kemal’i uyarmış ve Batum’dan Sinop’a
dek Pontosçuluğun nasıl bir yaygın gibi yayılmağa baş
ladığını, pek yakın bilgisine dayanarak anlatmıştı.
Samsun, güzel Samsun, eskiden beri çileli bir kentti.
Buğday yetiştirecek tarlaları kıttı. Mısır yetiştirecek su
yu yoktu. Doksan üç savaşında Kırım’dan gelen göçmen
Tatar’lar, bu kenti ilk kez adamakıllı darlığa düşürmüştü.
Deniz kıyısının gümüş kumsallan üzerine kurulan şerit
gibi bir sıra tahta barakada barınan Kırımlılar, halleri
vakitleri biraz düzelince Samsun’un yamaçlarındaki Rum
— 286 —
ve Ermeni mahallelerine yakın yerlerde küçük tuğla ev
ler yapmış, deniz kıyısını boşaltıp gitmişlerdi. Arkasından
Balkan savaşı çıktı. Samsun, bir kez daha göçmen kafile
leriyle dolup taştı. Bu aç, yoksul kırmızı kuşaklı, yeldir
meli, sarışın Avrupalı kardeşler, yoksul Samsun’un güzel
görünüşüne bir türlü doyamadılar. Tatar kardeşlerinin
boşaltıp kaçtığı evlerde açlıktan ve hastalıktan kırılıp gi
derken birinci dünya savaşı çıktı. İşte, o zaman çileli Sam
sun, en korkunç günlerini yaşamaya başladı. Rus ordula
rının eline geçen Trabzon bölgesi insanları, göçmen olup
yollara düştüler. Tifüsten, Koleradan, Veremden ve Sıt
madan kırıla-kırıla Samsun’a vardılar. Öldürücü hastalık
lar, açlıktan bir deri bir kemik kalmış Samsunluları si
nekler gibi kırıp geçirmeğe başladı. Rumlar ve Ermemler,
Samsun’un bu mutlu ve zengin insanları, daha önce İti
lâf hükümetlerince kötü yollarda Türkiye aleyhinde kul
lanılmak istendiklerinden yerlerinden oynatılmışlardı.
Kentin nüfusu çoğalır gibi oluyorsa da, hergün yüzlerce-
ölü taşıyıp kazılmış çukurlara atan çöp arabaları, bunla-
rm sayısını azaltıp duruyordu. Yeni doğmuş yavrular,
sütsüzlükten çabukça dönülmez yolculuğa çıkıyor, erkek
ler cephelerde can veren ev kadınları, ölü çocuklarını,
bahçelerinde, ya da sahipsiz topraklarda kazdıkları çukur
lara gömüyorlardı. Takatsiz mezar işçileri, derin çukur
lar kazamadığından ölüler aç köpeklerin pençeleriyle çı
karılıp parçalanıyor ve iştahla yeniyordu. Issız mezarlık
larda sahipleri kaybolmuş sürülerle kopek, karanlık gece
leri korkunç ulumaları yİ e dolduruyor, mezbahanın dolay-
larıda yuvarlanmış serseri köpekler, kudurarak hem bir
birlerini, hem de ordan geçen yolcuları parçalıyorlardı.
Ormanlarda da kudurmuş Kurt, Çakal ve Tilkiler dolaşı
yor, yolları kente uğrayınca köpeklerle bir ölüm-dirim
savaşma tutuşuyorlardı.
— 287 —
nınm ve köpek ulumalarının ardı arkası bir türlü kesilmi
yordu.
Bu da yetmiyormuş gibi Rus savaş gemileri, çileli
Samsun’u kaç kez topa tutmuş, birçok cana kıymış ve
yoksul halkın yüreğini ağzına getirmişti.
Birinci dünya savaşının sonlarına doğru Samsunlu
lar, bütün anlamiyle bitkin haldeydiler. Rusya’da pat
layan Bolşevik ihtilâli, Trobzon bölgesinde Rus ordu
sunun çekilip gitmesini sağlamıştı ve ordan gelmiş olan
göçmenlerin sağ kalanları memleketlerine dönmüşlerdi.
'Yalnız dağlarda Pontosçu Rum çeteleri kuvvetlenmeğe
.başlamış, kenti çepçevre sarmışlardı. Suyu, Murat ırma
ğının kaynaklarına yakın yerlerden kapalı arklar yoluyla
gelen Samsun halkı, yeni bir korkuyla karşı karşıya kal
mıştı. Halk, aç olduğu gibi susuz da kalmağa mahkûm ol
manın yolu üzerindeydi. Hergün, halkın ağzında dolaşan
söylentilere göre Rum ve Ermeni çetelerinin, suları ze
hirleyeceğinden korkuluyor, bu yüzden birçok günler
halk, susuz kalmak pahasına çeşmelerden su doldurmak
tan çekiniyor şuradaki-buradaki su sızıntılarından yararla
narak su gereksinimini gidermeğe çalışıyordu. Kentin bü
tün işe yarar erkekleri Enver paşanın Allahuekber dağ
larından aşırmağa çalıştığı o yüzbin kişilik «meşhur» or
du ile kar fırtınaları içinde, ta da Muş’ta, Iran, Ermenis
tan sınırlarında ve karlıbuzlu Erzurum yaylalarının kor
kunç soğuğu altında donmuş, mutlu güzelliklerinden yok
sun bir karanlığa gömülüp gitmişlerdi. Kentin bedel ve
rebilen varlıklı bir kaç bin kişisinden gayrı her ev, er
keklerinin en yiğitlerini o sonsuz karanlığa yolcu etmiş,
şimdi de kimsesiz ve umarsız, açlığın, hastalıkların, ze
hirlenmek - dağda - bayırda tutulup öldürülmek korku
sunun elinde yardımsız kalmış inleyip duruyorlardı. Cep
helerde, ancak çoluk-çocuklarmı felâketlere emanet ede
bilmek için can veren yiğit Samsun erkeklerinin çocukla
rı, sokaklardan toplanarak Ermeni mahallesinin boş okul
ve evlerinde kurulan Darüleytam atlı öküz yurtlarına
doldurulmuş, bu kez de orada açlık ve yoksulluktan öldü
— 288 —
rülmek üzere yüzüstü bırakılmışlardı. Ayrı ayrı iki Darü-
leytam’da kız ve erkek olarak iki bin çocuk kapatılmış,
salt umutla yaşatılmağa çalışıyordu. Açlıktan ne yapa
cağını şaşırmış bu çocukların en güçlüleri, en acar afa
canları duvarlardan atlayarak hırsızlıkla karnını doyur
mak için kente dağılıyor, tutularak yine getiriliyor, ya
d:ı açlık şehitlerinin çocukları Darüleytamlılarm sayısını
artırmak üzere toplanıp buraya depo ediliyordu. Bin ök
süz kızın sayısı son günlerde hızla azalmağa başlamıştı.
Kentin paralı erkekleri için bunlar ucuz birer zevk mata
hı haline geldiğinden bol-bol evlâtlık alınıyordu. Gözü açık
kimi kadm ve erkek kişilerin elinde bir gelir kaynağı ha
line getiriliyorlardı. Savaş bitip de hükümet büyükleri sı
nır dışına kaçtıktan sonra Darüleytamlar birden bire bir
maden ocağı gibi çökmüştü. Bin kızdan kala kala yirmi
otuz kişi, erkek öksüzlerden de yüze yakın çocuk kalmış
tı. Ancak Darüleytamları besleyen tahsisat birdenbire
kesilmiş, İstanbul’dan, Rusya’dan ve dağ başlarından dö
nen Rumlar ve Ermeniler, eski evlerine, Kiliselerine, okul
larına sahip çıkmağa Türk öksüzlerini kapı dışarı ederek
buralara Rum ve Ermeni öksüzlerini yerleştirmeğe baş
lamışlardı.
İşte Mustafa Kemal, Samsun’a ayak bastığında, dört
korkunç savaş yılında can veren sayısız Türk askerinin
öksüzlerinden arta kalan birkaç kız ve erkek çocuk, Be
lediyenin karşısındaki medreseye kapatılmış, açlıktan ve
ölümden kurtarılmağa çalışılıyordu.
*
290 —
rak îstanbuldan yeni mutasarrıf Hamit bey gelinceye
dek onun makamına da vekil olarak yine Refet beyi ge
çirdi.
îki-üç gün içinde Mustafa Kemal’in Samsun'a neden
geldiği her yana yayılmış umutsuz başlar doğrulmaya
başlamıştı. Müdafaa-i Hukuk üyeleriyle de sıkça görü
re:? Mustafa Kemal ve arkadaşları, İç Anadolu’ya geç
mek için gerekli Örgütlerini hızla ilerletmeğe çalışıyor
lardı. Bu kıyı kenti, kendileri için her an umulmadık teh
likeler yaratabilir ve bütün um utlan, iş haline gelmeden
boğup öldürebilirdi. İlk alâmetler de görünmeğe başla
mıştı:
Albay Refet beyin, makamında gidip oturduğu 15. Tü
men Kumandanının sonradan Mustafa Kemal’in yolunda
yürüyenlere katıldığı ve Kurtuluş savaşında Generalliğe
yükseldiği halde o günlerde ona ve arkadaşlarına karşı ol
duğu ve emrindeki birliklerle yakın birlikleri ona karşı
ayaklandırmağa çalıştığı haber alınmıştı. Refet beyin tü
mene el koyması, bu kötü tehlikeyi ortadan kaldırmıştı.
Hemen bunun arkasından yeni bir tehlike kapıyı çalıver-
mişti. Ertesi gün, Samsun limanında yeni bir Ingiliz tor
pidosu demir atmış ve motorla karaya çıkan bir İngiliz
Binbaşısı tümen kumandanlığında Refet beyin karşına di-
kilivermişti. Mustafa Kemal’le arkadaşlarının Anadolu’
ya neden geçtiği artık İstanbul hükümetince de İngiliz
Binbaşısı, Mustafa Kemal’le birlikte hepsinin İstanbul’a
dönmelerinin kendileri için hayırlı olduğunu söyledikten
sonra torpidonun kendilerini götürmeğe hazır olduğunu
da sözlerine katmıştı. Refet bey, herşeyi göze almış bir
ihtilâlci olarak konuşmanın artık görevi olduğunu anla
mıştı:
— Gösterdiğiniz alâkaya çok teşekkür ederim, ama
ben deniz yolculuğunu hiç sevmem ve rahatsız olurum. Zi
ra biliyorum ki, evvelâ İstanbul’a oradan da Malta’ya gön
dereceksiniz!
Ingiliz Binbaşısı, Türk Albayının verdiği bu yanıta
şaşmıştı:
— 291 —
— Galiba siz benimle alay ediyorsunuz!
Refet bey ayak ayak üstüne atmış olarak dudakla
rında ağu gibi bir gülümsemeyle:
— Ne sandındı, tabiî alay ediyorum!
Sonra daha ağır başlı, hattâ korkutucu bir ses ve yiiz
mimikleriyle sözlerini şöyle sürdürdü:
— Bana bak, Binbaşı, derhal burasını terkedecek, ve
gemine binerek geldiğin yere gideceksin. Yoksa hemen se
ni tevkif ederim ve asarım.
Refet bey, blöf yapmıyordu. Artık, onu hiç kimse alı
koyamazdı.
— 292 —
devlet aaamlariyle padişah ve İngiliz de öğrenmişti.
Bunun için Mustafa Kemal’in karargâhının yerleştiği Mın
tıka Paİas otelinin çevresinde kuşkulu gölgeler dolaşma
ğa başlamıştı. Damat Ferit’in Hürriyet ve İtilâf partisin
den hafiye kılıklı adamlar ve İngiliz casusları, Mustafa
Kemal’le adamlarını adamakıllı göz hapsine almışlardı. Onu
Samsun’dan öteye sağ geçirmemek için de karanlıkta ki
mi hazırlıklar yapılmakta ya da düşünülmekteydi. îlkin İs
tanbul hükümetince diplomatik yollardan onun İstanbul’a
çağır ilip ele geçirilmesi için sıtmalı bir çalışma başlamıştı.
Böyle Önemli bir görevle Mustafa Kemal çapında bir
General’in Anadolu’ya gönderildiğini öğrenen Îngilizler,
büyük bir telaşa kapılmışlar, hemen işe koyulmuşlardı.
Mustafa Kemal’in arkasından yola çıkarılan İngiliz Tor
pidosu, elleri boş geri dönünce, îngilizler Bâbıâli’yi adam
akıllı sıkıştırmağa, hırpalamağa başladılar. Gerek Vahidet-
tin, gerekse onun nazırları, şekerlemeye benzer tatlı dil
lerle Mustafa Kemal’i İstanbul’a çağırıyorlardı. Telgraf
üstüne telgraf geliyor, hepsinde de avlayıcı bir dil kulla
nılıyordu. Mustafa Kemal, gelen telgrafları acı acı gülüm
seyerek okuyordu. Bu paçavralara yanıt vermeyi aklından
bile geçirmiyordu. Yine de bu telgraflar gelip durdu.
Mustafa Kemal, o Kurtuluş ufkuna doğru atılmış al
tın ok, Akdeniz’e değinceye dek şaşmadan yoluna gide
cekti
Samsun'a ayak basar basmaz Erzurum’daki 15- Ko
lordunun Kumandanı olarak kendisinden bir ay önce Ana-
doluya geçip görevi başına gitmiş olan Kâzım Karabe-
kir’e bir telgraf çekti ve Türkiye’nin genel durumunun
almakta olduğu tehlikeli gidişten pek çok üzüldüğünü,
ulusa ve yurda borçlu olduğumuz en son vicdan görevini
yakından, ortaklaşa çalışma ile en iyi yapabileceği kani
siyle bu son memuriyeti kabul ettiğini, yalnız Samsun böl
gesinin durumu asayişsizlik yüzünden kötü bir sonuca git
mek tehlikesi gösterdiğinden orda birkaç gün kalacağını
bildirmiş, sonra da orada kendisini ilgilendirecek haber
ler varsa bunları hemen bildirmesini dilemişti.
— 293 —
Bundan sonra, Ankara’da Yirminci Kolordu ve Ku
mandanı Ali Fuat paşaya da bir telgraf çekmiş ve Sam
sun’a geldiğini ve onunla daha sıkı haberleşme istediğini,
İzmir olayları üzerinde daha kolaylıkla alabileceği haber
leri kendisine iletmesini dilemişti.
*
— 294 —
hine korkunç bir kampanya açtığını biliyordu. «Büyük
Yunanistan» ve Bizans dâvasını salt Yunan Kilisesi yük*
tenmiş gibiydi.
Yunan kilisesi, Yunanistan’da değil Türkiye’nin baş
kenti olan İstanbul’da bulunuyordu. İşte, bu yüzden de
çok etkili çalışabiliyordu. Fatih’in yaptığı tek yanlışlık,
bu kiliseyi Yunanistan'a yolcu etmeyişiydi. Bizans Kili
sesinin az zaman sonra Yunan Kilisesi haline geleceğini
düşünebilmek, elbette yirmi üç yaşında bir Fatih için bi
raz güç ve çapraşık bir sorundu. Bizans Kilisesi, Fetihten
önce müslümanlık aleyhine korkunç savaşlar açmış, fe
tihten sonra da bu savaşı Türklere karşı yöneltmişti. İş
te, bu andan beridir ki, Büyük İskender’in ele geçirdiği
ya da ancak üzerinde askerce bir yürüyüş yaptığı bütün
toprakları, Büyük Yunanistan hülyası için at oynatıla
cak bir meydan olarak ele aldılar. Bu yüzden de Bizans
Kilisesi papazları, «Büyük Yunanistan» hülyasının birer
gönüllü fedaisi haline geldiler ve ağulu, korkunç propa-
gandalariyle Küçük Asya’da rahatça yaşayan bir avuç hı-
ristiyan Türk azınlığını, z a m a n zaman m ü s l ü m a n Türkler
Ç o ğ u n l u ğ u aleyhine kışkırttılar ve ortalığı kana boyadı
lar.
Yunanistan’ın bağımsız bir devlet oluşundan sonra Fe
ner Patrikhanesi de Bizanslıktan çıkmış, bu devletin Tür
kiye’deki bir ileri mevzii, bir ileri karakolu haline gelmişti.
Bu din yuvası, 1904’den sonra hızla siyasal bir boz
gunculuk ocağı halini almağa başlamıştı. 1908 Meşrutiyet
devrimi, bu ocağın dolu dizgin çalışması için gereken or
tamı sağlamış, 1910 yılında büsbütün kötülük yapabilecek
bir güç kazanmıştı. Venizelos’un Yunanistan’da bir güç
olarak meydana çıkması, yeni Başvekil olması üzerine bir
saldın gücü olmuştu.
Artık, Patrikhane, Yunanistan'ın Türkiye’de bir koç
başı, bir vurucu kuvveti derecesine yükselmişti. Bizans
İmparatorluğunun yeniden dirilebilmesi için, Patrikhane
en önemli bir köprübaşı olarak ele alınıyordu. Patrikha
ne, Yunan devletinin kasasından beslenerek propaganda
— 295 —
gücünü günden güne daha çok arttırmış, mutluluktan baş
ka hiçbir isteği olmayan Küçük Asya insanlarının belki
de en mutlu azınlığını felâket saçan mutsuz ve tehlikeler
le çevrili birer ad haline getirmişti- Venizelos’un 1909’da
söylediği sözler çok acı, çok tehlikeli sonuçlar doğurabile
cek güçteydi: «Patrikhane, Yunanistan'ın emrine girmeli
dir, bu suretle birleşmiş bir Patrikhanenin ilerideki millî
dâvalarda rolü pek büyük olacaktır.»
Bu söz, etkisini göstermiş, Fener aşırıları, Bizans
hülyasını gerçeğe çok yaklaşmış olarak görmeğe başlamış
lardı. Artık, Patrikhane kendisine inanan zavallı insan
yığınlarını doğrudan doğruya ihtilâle çağırıyordu. Türki
ye’de henüz güçlü bir hükümet kurulmamıştı. Bunun üze
rine, yine de bu tehlikeli havayı anlayan Türk hükümeti.
Patrikhanenin çevresini askerî bir kordon altına almıştı.
Venizelos, Başvekil olmadan önce, bir kez gizlice İs
tanbul’a gelmiş, Fener Patrikhanesinin dolaylarında bir
Rum’un evinde bir süre saklanmış ve ilerde yapılacak ih
tilâl için direktifler vermişti. Başvekil olduktan sonra da
salt kurulmuş cehennem makinasmı ateşlemek için düğ
mesine basmak yetmişti.
1919 yılında, İtilâf devletleri donanması İstanbul'a gi
rince çalışma hızlanmış, ilk elde Karamanlı Patrik uzak
laştırılarak yerine Dorotes getirilmişti. Önceden elde bu
lunan bütün örgütler aktif bir hale getirilmeğe başlan
mış*.’. Patrikhanenin özel örgütü, Siîoloz kulübü, Zograf
yon ve Zapyon liseleri, Rum kulüpleriyle adalardaki okul
lar, öksüz yurtları ve hastahaneler, Rumca gazeteler se
ferber edildi.
Bu kuruluşların başlarındaki siviller uzaklaştırılarak
yerlerine asker kişiler, tecrübeli subaylar getirildi.
Bu tanınmış adlar arasında Kanelopulos, albay Kana-
makis, Konaris vardı. Bu üç asker ve politikacı, İstanbul’
daki stratejik noktalar?, gelip yerleşir yerleşmez arkala
rından milyonlarca lira sökün etti: Üç milyon lira Yunan
hükümetinin kasasından çıkarak pasaportsuz Türkiye sı
nırlarından içeri girdi, arkasından Amerika'daki Yunan a-
— 296 —
sülı milyoner ve milyarderlerin gönderdiği dört milyon
drahmi izledi. Fener Patrikhanesi, artık kendini küçük
bir devlet bütçesine sahip görmeğe ve korkusuzca silâh*
lanmağa başlamıştı. Patrikhanenin kapısına bağımsızlığı
nı gösteren Bizans’ın çifte bayrağı asıldı...
Patrikhane, artık güçlü bir Rum Ortodoks vurucu gü
cü haline gelmişti. Kolları Türkiye’nin yedi köşe - dört
bucağına erişiyordu. işte, onun gölgesinde doğan cinayet
âşıkı yaratıklardan biri de Etniki Eterya denilen kurum
olmuştu. Bunun merkezi Yunanistan’daydı: Patrikhane,
Yunanistan’ın bir ileri karakolu haline geldikten sonra
onun yardımiyle Türkiye’de de bunun bir dalı açıldı. Bu
örgüt kurulur kurulmaz Türkiye’de suçsuz insanların kan
ları akmağa başladı. Bu siyasal cinayetler 1822’den bu
yana bütün bir yüzyıl boyunca durmaksızın süregeldi.
Artık, Rumca gazeteler de bu Örgütün etkisinde, say
falarından masum kanlan sızarak çıkıyor.
Bu ölüm, kan ve cinayet örgütü 19I8’de yeniden göz
den geçirilmiş ve daha aktif hale getirilmişti. Kurul do
ğurmuş, birçok insan yiyen dev yavruları türemişti. Rum
basın kurulu, Rum Millî Savunma Kurulu, Rum Trakya
Kurulu, Rum Göçmenler Kurulu, Rum Tacirler Kurulu,
Rum Küçük Asya Kurulu, Rum Edebiyat Kurulu ve Rum
izcilik örgütü...
Bunların hepsi Patrikhane’ye bağlıydı. Yunan Kızıl-
haçı, Atina ve Selânik bankaları, bu örgütlerin kasalarını
hiç boş bırakmıyordu. Etniki Eterya’nm bu insan yiyen
yavruları, yiyecekleri başların işaretini, yukarıda adları
nı söylediğimiz üç siyasal ve askerî baştan alıyorlardı. Bu
kollar hem cinayetleri işliyor, hem de Türk aslından ge
len Anadolu hıristiyanlanna hızla Yunanca öğretiliyorlar,
askerlik bilgileri verip onlardan gizli ordunun elemanları
nı hazırlamağa çalışıyorlardı.
Gizli cinayet örgütünün en önemli kollarından biri
Basın Kurulu idi; toplantılarım çoğu zaman Yunan Kon
soloshanesinde yapıyordu. Sekiz üyesi vardı ki bunlardan
besi yerli Rumlardan, üçü de Yunanlılardandı.
— 297 —
Yerlilerden Votiras, Necoîogos gazetesinin sahibiydi;
Pandazİtis, Zografyon lisesi öğretmenlerindendi; Votiras’-
ıtı kardeşi Makridis de bunlardan biriydi- Eklisyastiki Alİt-
ya dergisi de bütün öbür siyasal gazetelerin taşkın ihti
lâlci diliyle yayın yapıyordu. Oysa, o salt Patrikhanenin
dinsel düşüncelerini yayımlaması gereken bir dinî der
giydi.
Basın Kurulu, şimdiye dek yapılmış ve yapılmakta
olan cinayet ve katilleri yeter bulmayarak Ölüm ve terör
kampanyasını yine hızlandırmağa karar vermiş ve işe ko
yulmuştu. Bu kampanya sonucunda İtilâf devletlerinin
yardimiyle İstanbul cezaevinde ve başka yerlerde mah
kûm ve tutuklu bulunan bütün Rum ve Ermen iler serbest
bırakıldı. Bunların sayısı beşyüzü aşkındı. Hemen hepsi,
cinayet gruplarına ve kurulmuş çetelere katılarak işe ko
yuldular- 191.8’den 1919’a dek yüzü aşkın cinayet işleye
rek ellerini kana boyadılar.
Basın Kurulu, bu kez, İzcilik Grubunu ele aldı ve onu
da az zamanda silâhlı ve vurucu bir güç haline getirdi-
Bölük kumandanı olarak her bölüğün başında birer Yu
nan yüzbaşısı ile üçer teğmen bulunuyordu. Zamanı geç
tikçe bu örgütler tehlikeli bir biçimde gelişti.
Patrikhanenin kurduğu en korkunç siyasal örgüt, Pon-
tos Kurulu idi- Karadeniz kıyılarını Batum’dan Sinop’a
dek kapsayan bu hayâl ülkesi için en korkunç, en vahşice
cinayetler işlemeğe başlamıştı.
Bu «Büyük Yunanistan» Megalo - İdeası’nın bir par
çası olan bir toprak parçası olarak ele alınmıştı. Kasta
monu, Çankırı, Yozgat, Sivas, Gümüşhane, Tokat, Amas
ya, Trabzon vilâyetlerini içine alan Pontos hükümeti için
de oturan Tİirk-îslâm herkesin kam helaldi. Sebil gibi içi
lebilir, akıtılabilirdi.
Pontos hükümetinin merkezi Samsun olacağından
Pontos çetelerinin en azgınları, en beceriklileri ve en iyi
kasapları hep bu bölgede toplanmış, yakıyor, yıkıyor, ke
siyor, doğruyor, öldürülüyorlardı.
Patrikhane, İzmir’in Yunanlılarca işgalinden sonra
— 298 —
Pontos devletinin sınırlarını açıkça gösteren haritayı bas
tırmış ve Anadolu’daki bütün Metropolitlere göndermişti.
Parola da hazırdı: İstanbul’da Ayasofya Kilisesinin kub
besi üzerine Yunan bayrağının asılmasından bir dakika
sonra Samsun kıyılarında da Pontos bayrağı dalgalanma
ğa başlayacaktı.
Fener Patrikhanesi’nce silâhlandırılan Rum Pontos
çetelerinin başında en korkunçları Bafra bölgesindeki Neb-
yan çeteleri geliyordu. Nebyan bölgesindeki on bir Rum
köyünde bin on iki ev vardı ve bu evlerin hepsinde altı
bin iki yüz yirmi sekiz kişi yaşamaktaydı. Bu nüfusun he
men hemen bin beş yüzü silâh tutacak durumdaydı. Bi
rinci Dünya Savaşında Türkiye’de seferberlik ilân edilir
edilmez bütün bu köyler ayaklanmıştı.
Ayaklanmada Türklerin ilk verdiği kurbanlar arasın
da Kazakçı Mermer köyünden iki köylü vardı. Çeteciler,
bu iki Türk köylüsünü sırt sırta bağlamışlar, sonra üzer
lerine gaz dökerek yakmışlardı.
Sonra, bir jandarma eri, kıtasına giden bir asker tar
lada çalışan bir kadın Öldürüldü.
Çeteciler, hem kadın ve kızların ırzına geçiyor, son
ra da onları öldürüyorlardı. Bu cinayetler, bir süre teker
teker yapılmış, sonra toplu öldürmelere geçilmişti. İlk
toplu Öldürme olayı Çağsuıı köyünde meydana gelmişti.
Bu köy, Nebyan bölgesindeki on bir Rum köyünün arası
na sıkışmış altı Türk köyünden biriydi. Bu altı Türk kö
yünde ancak iki bin kişi yaşıyordu, işte, Pontosçu çeteci
ler, ilkin bu Türk köylerinden en büyüğü olan Çağsun’a
saldırdılar- Baskın, çok ansızın olmuştu. Köy, baştan ba
şa yıkılmıştı. Bu yıkımdan bir tek ev kurtulamamıştı. Ev
lerde ele geçirdikleri bebeklerden, yatalak ihtiyarlara dek
bütün köylüleri köyün meydanına sürüp götürerek orda
korkunç bağnş-çağrışlar, yalvarışlar ve inleyişler arasın
da süngüleyerek öldürdüler. Kurşun, onlarca çok değerliy
di. Bıçak ve süngü ne güne duruyordu? O gün, Çağsun’-
dan kurtulabilenler, ancak herhangi bir iş için evlerinden
uzağa gitmiş olanlardı.
— 299 —
Pontos çetelerini artık kan tutmuş; öldürme iştahları
korkunç bir kerteye yükselmişti. Kuşça ve Boyalı, Türk-
menler köylerini de aynı biçimde yakıp yıktılar ve bü
tün ele geçirdikleri Türk köylülerini kanlı bir iştahla bo
ğazladılar; bu köylülerin bir bölüğünü süngü ve bıçakla
parça-parça doğradılar, geri kalanını gaz dökerek evlerin
de ya da meydanlarda yaktılar ve karşılarında mataralar
la şarap içtiler. Parçalanan ve yakılan köylülerin sayısı üç
yüz altmış yediydi.
Türkiye, dünya savaşından kötü bir yenilgiye uğraya
rak çıkınca Pontos çetelerine artık gün doğmuştu. Sava
şın başında henüz, bir hükümet otoritesi varken bu yü
rekliliği ve vahşiliği gösteren Nebyan çeteleri, artık büs
bütün örgütlenerek birer kasap korkusuzliğiyle meydana
atılmışlardı. Şimdiye dek yalnız Rum köylüleri çetelere
katılıyor, Bafra’nın içindeki Rumlar bunlara katılmaktan
uzak duruyorlardı. Bırakışma olur olmaz Bafra’nın için
den de üç Rum bu silâhlı çetelere katıldı. Bu bir parola
oldu: Artık, çete kurmak işi Rum köylülerinin işi olmak
tan çıktı ve bütün köylüler ve kasabalılar Nebyan Pon-
tosçu çetelerinin yanı başında yer aldılar. Hepsi, tepeden
tırnağa silâhlanan bu halk, artık Nebyan bölgesinin dı
şında da serüven aramağa başladılar. Türk hükümeti, ar
tık salt bir attan başka birşey değildi. Dayanaksız ve des
teksiz kaldığını anlayan Türk halkı, bütün anlamiyle kor
kuya kapılmıştı.
Nebyan çeteleri, bütün Bafra ve Samsun ormanlarına
korku saçıyorlardı. Karanlık gecelerde önlerine gelen Türk
köylerine yaptıkları baskınlarda bütün insanları boğaz
lıyor, yükte hafif pahada ağır ne bulursa alıp götürüyor
lardı. Her türlü işe yarar hayvan, yağma edilerek sürülüp
götürülüyordu.
Bu ilk kısa saldırıda Nebyan bölgesi dışında yirmi iki
çiftlik ve han yaktılar ve taş üstünde taş bırakmadılar. Bun
dan sonra yine yakıp yıkma dalgası geldi: Yirmi yedi Türk
köyünü yaktılar; bütün hayvanlarım ve taşınabilen bü
tün eşyalarını ahp götürdüler.
— 300 —
Kalu, Ada, Ağlar köylerinin bütün hayvanlarını, bü
tün eşya ve mallarını; înke, Garip ve Kuyumcu köyleri-,
nin bütün hayvanlarını yağma ettiler. Alaçam köyünü
bastılar, yirmi altı hayvan, yirmi beş at, ve bin üç yüz
yirmi liralık da eşya kaldırdılar.
Bunlardan başka Nebyan bölgesi dışındaki Almazsa
köyünden kırk. Çal köyünden kırk beş, Çarin köyünden
yetmiş beş, Terzili’den dört, Engiz’den üç, Ingazi’den yir
mi beş evi bütünüyle yaktılar; Nebyanlılar kısa aralıklar
la beş yüz Türk köyünü yakmış oldular.
Nebyan çeteleri, bununla da kalmadılar! Nebyan böl
gesinin batısına düşen Kapıkaya'ya indiler ve Kızılırmak’
ta Vezirköprü’den Bafra’ya işleyen kayıklardaki bütün
malları yağmaya başladılar. Hükümetin bunlarla uğraşa
cak ne jandarması, ne de askeri vardı. En sonra postun
elden gideceğini anlayan bu bölgedeki Türk köyleri, baş
larının çaresine bakmağa karar verdiler. Pek sık ve yan
jpana bulunan bu Türk köylerinin çıkardığı silâhlılar ilk
kez Pontosçu yağmacılara silâhla karşı koydular.
Bütün bu bölgeye korku salan Nebyan çeteleri, yir
mi grup halinde çalışıyordu ve hepsi de Trabzon metro
politi Hrisantos’tan emir almaktaydılar. Bu çetelerin re
isleri şunlardı: Bafra’nın Kelek köyünden îstavri, Sam
sun’un Taflan köyünden Lefter, Havza’nın Küpçüdağı kö
yünden Piç Vasil, îstavri ile birlikte çalışan Aleko, Os-
manbeyli köyünden Piço, Samsun’un Kurukökçe köyün
den Andon, Balık köyünden Endik, Karapmarlı köyünden
Piç îlya (öbür adiyle Kara İl ya), Kirazlı köyünden Taşçı-
oğlu Kara Siya, Bafra’nın Yayla köyünden Kel Sava, Sam
sun’un Eğribel köyünden Anastas ve dayısı Anastas, Ay-
mdere köyünden Balcıoğlu Deli Yani, Havza’nın Elmalıca
köyünden Eleni Çavuş, Baraltı köyünden Fali, Samsun’un
Beylik köyünden Sarı Istil, Kapıkaya köyünden Kavak-
lıoğlu Yuvan ve yeğeni Totoroğlu Agapiyus, Alaçam kö
yünden Gördükoğlu Simyon, Aynıdere köyünden Timur-
oğlu Yani, Bakırpınar köyünden îstavri, Zülmül köyünden
Totoroğlu.
301
Çete reislerinin emrinde iki bin tutarında çeteci var
dı. Bunlar gerçekten Bafra’nın ve Samsun köylerinin if-
iâhını kesmişlerdi.
*
— 302 —
na geçtikten sonra öldürüp kurda-kuşa yem olarak bırak
mışlardı, bunların ölümü de çok korkunç olmuştu: Hepsi
ni birbirine bağlayarak yakmışlardı.
Bu çeteler, evleri ve tarlaları yakmışlar, paraları soy
muşlar, bütün hayvan sürülerini alıp götürmüşlerdi.
Alıp götürdükleri bu yetmiş kişinin mücevherat ve
parasının tutarı kırk yedi bin dört yüz liraydı.
Lâdik cinayetlerinden sonra Gümüşhacıköy, Gümüş-
madeniköy, Havîa, Tokat, Erbaa, Zara da yeni bir cinayet
dalgası sökün etmişti. Rum eşkiyaları ve disiplinli Pontos
çeteleri, üç ay içinde üç bin yüz altmış Türk’ü işkenceler
içinde öldürmüşlerdi.
İşte, bütün Anadolu metropolitleri Türklerin Rumlara
yapmakta olduğu vahşice cinayetler diye İtilaf devletleri
ne bu olayları bildiriyorlardı. Mustafa Kemal de sözüm
ona, bu cinayetleri işleyen Türkleri cezalandırmak için
Samsun ve bölgesini teftişe gönderilmişti. Gerek polis mü
dürü Refik beyden gerekse Müdafaa-i Hukuk derneği üye
lerinden ve onların tanıştırdığı zulüm görmüşlerden edin
diği yeni bilgiler karşısında şaşırıp kalmıştı. Burda bir
şeyler olduğunu biliyor ise de böyle korkunç ve tüyler ür
pertici olayların geçebileceğini hiç aklından geçirmemişti-
Hazır bu bilgiyi edinmişken zulme uğramış yakın köyler*1
den birisine gidip köylüyü dinlemek isteğini gösterince
Polis Müdürü, askeri erkân ve arkadaşlariyle, bir kafile
* halinde Yeniceköyüne yollandı. Mayıs, Samsun’un taşını
toprağım sıcak bir yeşile boyamıştı. Kırlarda sürülerle
serçeler otluyor, erkek tarla kuşlan, kendisinden hiç u-
mulmaz güzellikte aşk türküleriyle esmer bir incir yapra
ğı gibi havada salınarak uçuyor ve kimi zaman kanatla
rını sık sık çarparak aşağıdaki yeşillik içinde dişisini arı
yordu. Yol kenarlan sapsarı, apak çiçek serpintileri, ya
da kümeleriyle örtülüydü. Beyaz çiçek serpintisi köylü
nün koyun gözü dediği Papatyalardı. Samsun’un bodur
meşeler ve çamlarla örtülü dağları üzerindeki mor bir du
man halindeki hava, sıcaktan tatlı dalgalarla titriyordu.
Mustafa Kemal, aldığı yeni bilgilere göre şimdi, her yeşil
— 303 —
kümenin içinde, her yeşil çamın ve meşe fidanının ardın
da bir Pontos eşkiyasmın. pusu kurduğunu düşünüyor, bu
güzel doğayı böyle ağulu bir mantar haline getirenlere la
net ediyor ve bütün bunların ayaklanıp bu güzel memle
ket doğasının temizlenmesini artık bir gün sorunu olarak
görüyordu.
Yenice köyüne arabalarla vardıklarında sıtmalı» soluk
benizli, üstleri başları paçavralar içinde insanlarla kar
şılaştı. Bir çimenlikte bağdaş kurarak oturdu. Köylüler,
jürkek-ürkek, kararmış, çürümüş meşe kütükleriyle yapıl
mış karanlık evlerinden çıktılar ve kadm-erkek onun çev
resinde bağdaş kurdular. Mustafa Kemal, tatlı sesiyle on
lara sorular soruyor, ya bir kadm ya da bir erkek, yeri
ne göre, bunlara yanıt veriyordu. Pontosçular, her köy gi
bi Yenice'nin başında da ekşimişlerdi. Tepelerde ecel gibi
dolaşıyor, onlara soluk aldırmıyorlardı- Dağdan odun ge
tiremez, hayvanlarını otlatamaz olmuşlardı. Bütün gece,
ormanlar silâh sesinden inim inim inliyordu. Kadınlar
bunları inleyerek anlatıyorlardı. Çocukların karınlarını
davul gibi şişiren sıtmadan daha korkunç bir âfetti bu gâJ
v u r eşkıyalar!
Mustafa Kemal, o kanıya gelmişti ki, bütün Karade
niz dağları bu haldeydi ve bu Türk köyleri biraz daha
sahipsiz kalırsa az zamanda içinde kökleri temelli kazına
bilirdi.
Onlara kendilerini korumak için silâhlanmalarını ve
onları, onların kullandıkları usulle yok etmeğe çalışmala
rını sal ıkladı ve çok yakın bir zamanda yine kurulacak
hükümet kuvvetlerinin bu dağbaşlanm kuzu ile kurdun
yan yana gezebileceği bir hale getireceğini anlattı. Mem
leketi her yandan boyunduruk altına almağa başlayan
düşmanlar, ne kerte güçlü olursa olsun günün birinde hep
sinin kovulacağım ve b;ı günün, bu mutlu günün başlamış
bile olduğunu anlattıkça umutsuz, sefil yüzlerde bir aydın
lık yayılıyordu. Bu, onlara kaderin pek yakınma getirir gi
bi göründüğü mutlak ölümden kurtuluşun tatlı müjdesi
gibi görünüyordu.
— 304 —
Mustafa Kemal, arkadaşlariyle kente döndükten son
ra, doğruca Mıntıka Palas’a gitmiş, yemeğini yemiş, kah
vesini içiyor, birkaç kişiyle oturmuş konuşuyordu. Beledi
yenin önünde bulup da silâhlandırdığı asker, otelin kapı
sında nöbet bekliyor, içeri sinek uçmuyordu.
Dışarıdan onun sesi:
— Yasah, diyor sana, ulan!
Diye birkaç kez yinelenince Cevat Abbas, tabancasını
çekerek kapıya koştu. Karşısında orta yaşlı, iri yarı, kara
gözlü, esmer, pala bıyıklı, halktan bir adam duruyordu-
Daha çok doğulu bir K ürt hamala benziyordu. Bıyıkları
öyle karaydı ve öyle parlıyordu ki öhları yanmış fındıkla
boyadığı samlabilirdi.
— Ne arıyorsun burada?
— Mustafa Kemal paşayı göreceğim!
— Ne yapacaksın paşayı?
— Ona söyleyeceklerim var.
—• Nedir söyleyeceklerin? Bana söyle, ben ona söyle
rim.
Konuşmasından K ürt olduğu anlaşılan adam, mutla
ka içeri girmek istiyordu. Yaver, en sonra önüne düşerek
onu Mustafa Kemal'in oturduğu odaya götürdü.
— Sizi bir vatandaş görmek istiyor, paşam.
—>Gelsin, görelim.
Bu adamm durumunda bir gariplik olduğu herkesçe
görülüyordu. Hepsi dikkatle ona bakıyor ve her davranı
şını göz hapsinde bulunduruyorlardı. Mustafa Kemal:
— Gel bakalım, evlât, bir arzun mu var?
Diye sordu.
— Var paşam, zâtınıza söyleyeceklerim var!
— Haydi, çekinme, söyle öyleyse!
Adam boğazını temizledikten sonra:
— Paşam, dedi, bana zâtınızı vurmak için vazife ver
diler.
— Peki, öyleyse, vur beni, yap vazifeni haydi.
— Aman paşam, sen vurulacak adam mısın? Sen, baş
tacı olmağa lâyıksın.
— 306 —
- 7 —
KORKU RÜZGÂRI
— 307 —
— Peki, gimdi Anadolu’ya gidiyorsunuz, orda ne ya
pacaksınız?
— Vatan neyi emrederse onu!
Bu söz üzerine Şevket Turgut paşanın gözlerinden
yaşlar boşanmağa başlamıştı. Ağlıyordu. Zayıf yüzünün
etleri oynuyor, yaşlar sigara dumanından sararmış bıyık
ları üzerinde çiğ taneleri gibi titriyordu. Elini uzatıp Be
kir Sami beyin iri ve kuvvetli elini sıkarak:
— Allah muvaffak etsin, oğlum, dedi, erleri ve su
bayları toplayınız, fakat, bir mecburiyet olmadıkça Yu
nanlılarla çarpışmamağa dikkat ediniz.
Bekir Sami bey, Nezaretten ayrılırken içinde aynı sı
cak gözyaşlarının tadını duyuyordu.
Gülnihal vapurundan Albay Bekir Sami ile birkaç ki-
$i daha inmişti. Yaveri Yüzbaşı Selâhattin Bey de yanı ba
şındaydı. Vapurda ödemiş’li avukat Inceoğlu Hamit Şev
ket ve Turgutlu askerlik şubesine yeni atanan Yüzbaşı
Süleyman Süruri ile yolculuk etmiş ve onları millî dava
da görevlendirmişti.
Hamit Şevket ince, İstanbul’da göz doktoru Esat pa
şanın kurduğu Millî Ahrar partisiyle ilgiliydi ve Ödemiş’e,
Yunan işgali aleyhinde daha zorlu işler yapabilecek du
rumdayken, bu partinin bastırdığı nüfus istatistiklerini
dağıtmağa gidiyordu.
Bekir Sami bey, onun işgal aleyhinde bir direnme ya
ratmağa çalışırsa daha büyük bir iş yapacağını söyledi.
Yüzbaşı Süleyman Süruri beye ise doğrudan doğruya ya
pılacak işler üstüne emirler verdi.
İşte, otuz beş - kırk arası görünen genç albayla arka
daşları, iskeleden ayrılıp da kente girdiklerinde gözleri
ne inanamadılar, şaşırıp kaldılar. Kasabanın epeyce kala
balık olan Rum ve Ermeni hemşerileri, evlerini baştan ba
şa kocaman Mavi-Beyaz Yunan bayraklariyle donatmış
lardı. Sıcak ve masmavi mayıs havası içinde bu mavi-be-
yaz bayrakların hışıltısından ve sokaklarda bayramlık
giyneklerini giymiş Rum ve Ermeni topluluklarından baş
ka bir şey yok gibiydi. Rum ve Ermeni gençleri sokaklar
— 308 —
dan kol kola şarkılarla geçiyor ve Bekir Sami ile arkadaş
larına alaycı bakışlarla bakıyor, ıslık çalarak uzaklaşıyor-
lardi-
Bekir Sami bey, doğruca hemşehrisi Çerkeş Haşan
beyin evine İndi. Bu çılgınlığın nedenini sordu. Meğer
İzmir’in Yunanlılarca işgali onlarda Bandırma’mn işgali
umudunu uyandırmıştı. Bu yüzden hepsi her saat, Ban
dırm anın da işgalini beklemekteydi. Gece - gündüz halkın
gözleri denizin ufuklarında dolaşıyor ve her yaklaşan sa
vaş ya da yolcu gemisini bir işgal gemisi olarak görüyor,
şapkalarım sevinçten havaya fırlatıyorlardı.
Bekir Sami Bey, hemen o gün şiddetli bir emir vere
rek yabancı ulusun bayraklarını indirtti ve buranın Türk
yurdunun bir parçası olduğunu bildirerek taşkınlıklara
bir son verilmesini istedi. Bayraklar, hemen indirildi ve
sokaklarda yine Türk - Müslüman başları görünmeğe baş
ladı-
21 mayıs gecesi, Bandırmalı Haşan Beyin evinde uzun
s'aatler yurtseverce konuşmalar yapıldı. Bekir Sami Bey,
Çerkeslerin ileri gelenlerini ve bunların arasında Ethem
Beyin ağabeysi Çerkeş Reşit beyi de çağırtmıştı. Reşit
Bey gelmemiş, eniştesi Hafız Hakkı Beyi göndermişti. Ge
rek Reşit Bey, gerekse küçük kardeşi E’hem Bey, İttihat
ve Terakki’nin «Teşkilâtı Mahsusa»smda çalışmaktaydı
lar. Bırakışma olur olmaz her militan İttihatçı gibi onlar
da yeni hükümetçe kovalanmağa başlamışlardı- Ethem
Bey, eski arkadaşlariyle dağa çıkmış, büyük bir çete kur
muştu. Savaştığı kuvvet, Ferit Paşa hükümetinin adam
ları, Hürriyet ve îtilâfçılardı. Ethem Bey Bandırma ve
Manyas bölgesinde adını duyurmuş, hatta kaymakamları
kovarak yenisini atayacak hale gelmişti.
Daha önce İzmir Valisi Rahmi Beyin küçük oğlunuı
kaçırmış ve ondan fidye olarak pek çok altın almış ve ço
cuğu babasına göndermişti. İşte, bu parayla çetesini bü
yütmeğe çalışıyordu.
Bunu Rauf Bey de Bekir Sami Bey de yakından bi
liyordu. H atta İzzet Paşa hükümeti zamanında Ethem
— 309 —
Bey için şikâyetler öyle çoğalmış ve öyle önüne geçilemez
olöıuştu ki, Rauf Bey, Ethem Beyin uslu durması için a-
racı olacağına söz vermişti. Bunun için Bekir Sami Bey,
Bandırma’ya doğru yola çıkmadan önce Rauf Beyle derin
derin konuşmuş ve bu bölgede direnme noktaları meydana
getirmek için Ethem’in çetesinden yararlanmayı da dü
şünmüşlerdi. Ethem Bey, Gerilla çalışmalarında çok tec
rübe sahibiydi. Anadolu sınırları dışında, birçok yerde yıl
larca bu yöntemle savaşmış ve Türk ordusunun genel du
rumuna yardımcı olmağa çalışmıştı.
Reşit Bey, Bandırma ve Manyas bölgesinde toplaya
cağı bütün atlıları kardeşi Ethem’in emrine vererek Mani
sa’ya göndermeğe söz verdi.
Gece geç vakit, yatmadan önce bir karar daha veril
mişti: Yarın camide bir toplantı yapılacak ve Bandırma’-
da bir direnme örgütü kurulmasına çalışılacaktı.
Bandırma’da örgütlenme düşüncesi, ilk kez Bekir Sa
m i Beyin kafasından çıkmıyordu. Burada bir süreden be
ri direnme düşüncesi çevresinde tohumlar ekilip duruyor
du. Bandırma’da bulunan Kayseri mutasarrıfı Kemal Bey
le İzmir «Şark Mektebi» Müdürü Necati Bey, (Samhan
Mebusu) halkı uyandırmağa çalışmaktaydılar.
Ertesi gün, Bekir Sami Bey ve onun gibi düşünen İle
ri gelenlerden bir grup, camide toplandılar ve toplanan
halkı uyarmağa çalıştılar.
Bekir Sami Bey, kollarını kavuşturarak beklememe
lerini, Yunanlıların ve yerli Rumların yapacağı zulüm ve
işkencelerin kucağına gözü kapalı atılmamalarım, elden
geldiğince çabuk ve hızlı bir örgütlenme ve silâhlanmanın
ük önce yapılacak akıllıca bir iş olduğunu anlattı; yoksa
hepsini İzmir’deki korkunç boğazlanmanın beklediğini
söyledi.
O konuşurken orda bulunan Bandırma Tümen Ko
mutan Vekili ve Kalem Reisi de yemedi, içmedi, tümene
döner dönmez İstanbul’a, Harbiye Nezaretine: «17. Ko
lordu Kumandan Vekili Bekir Sami Beyin memlekette fit
ne çıkardığı» üstüne bir jurnal-telgraf çekti.
— 310 —
İzmir’den gelen son tren, kimi kişiler ve bunların ağ
zından da korkulu haberler getirmişti. İzmir’den kaçıp
kurtulabilen pek az genç ve subay, yüzlerinden umutsuz
luk, kin ve tiksinti akarak Bandırma’da İnmişti. Bunlar*
dan biri de Kurmay Albay Köprülü Kâzım Beydi. Onun
anlattığına göre bin kişilik bir Yunan kuvveti 21 mayısta
Çekel ile istasyonu arasında yürüyüş halinde görülmüştü.
Bu kuvvet, bugün Menemen’i ele geçirebilirdi. Ayvalık -
Kuşadası arasında el]i - altmış kilometrelik bir bölgeni".
Yunanistan’a verilmiş olduğu söyleniyordu; ayrıca bütün
Aydın bölgesinin de Yunanlılara peşkeş çekildiği inanılır
söylentiler arasındaydı.
Bir haftadır, Yunan vapurları durmadan İzmir’e as
ker boşaltmaktaydılar. Dökülen asker sayısının yüz bin
kişiye çıkarılacağı da bu söylentiler arasındaydı. Yine bu
söylentilere göre İzmir’e Yunanistan’dan Yunan Jandar
ma Kuvvetleri de gönderilmek üzereydi.
Bekir Sami Bey, aldığı bu haberleri hemen şifreli bir
telgrafla Harbiye Nezaretine bildirdi.
Artık onun için Bandırma'da yapılacak başka iş kal
mamıştı. 23 Mayıs 1919’da Bandırma’dan ayrılarak Mani
sa’ya yollandı. Yanında birkaç da önemli yol arkadaşı
vardı-
Köprülülü Albay Kâzım (General Kâzım Özalp), ilk
okul öğretmeni Vasıf (Vasıf Çınar), ödenıiş’li Avukat
înceoğlu, Hâmit Şevket, Kara Osmanzade Hamdi, Erkânı
Harbiye birinci sınıf öğrencilerinden Emirgânlı Faruk
beyler, aydın bir yol arkadaşı grubu olarak ona katılmış
lardı.
Bekir Sami Beyle arkadaşları bir olaya daha şaşırıp
kalmışlardı. Çoğu Bum olan tren memurları, şimdiden
Yunan üniforması giymişlerdi. Yolcular, bütün yol boyun
ca gözlerine inanamayarak bakıyorlardı. Sanki yabancı
bir memleketin, topraklarından geçiyorlardı! Bütün istas
yonlara ve yollardaki önemli yapılara Yunan bayrağı çe
kilmişti. Demek ki, düşman buralarda her an beklenmek
teydi. Yol boyları, yaban lâlelerinden kıpkırmızı kesilmiş
— 311 —
ti- Doğa, insanların hırslarından ve küçüklüklerinden uzak
ta dağa - taşa en güzel halılarını sermiş, yaşıyor, soluyor
ve toprağı yaşanası güzellikleriyle beziyordu.
Hayvanlar, ağaçlar, otlar, çiçekler; akar sular; hep
kendi havasındaydı. Hepsi, Mayısın başladığı cennet sa
atlerinin sıtmalı ve kaygusuz yaşama çabası içindeydi.
Yalnız pıh-pırtısmı, eski-püskü çullarını kağnılara, göç
men arabalarına yüklemiş kadm-erkek, çoluk-çocuk te
dirgindi; korku rüzgârının buzlu soluğuyla ruhları üşü
müş, geriye doğru kaçmağa başlamışlardı. Güneş batar
ken küçük yolcu grubu Balıkesir’e varmıştı. Balıkesir is
tasyonunda heyecanlı haberler dolaşıyordu- Yunanlıların
birkaç saat önce Manisa’ya girdiği söyleniyordu. Artık,
Manisa’ya doğru yolculuğu göze almak, apaçık tehlikenin
gözüne gitmekti. En iyisi, Akhisar’da trenden inip orala
rı çabucak Örgütlenmeğe çalışmaktı. Sabaha karşı Akhi
sar'da trenden indiler. Avukat înceoğlu Hâmit Şevket’le,
Karaosmanzade Hamdi Beyler yolculuklarım ötelere dek
uzattılar. Bekir Sami Bey, Akhisar’da Manisa’nın işgali
üstüne duyduğu haberin doğru olmadığım anlayarak yeni
bir umuda kapıldı. Yalnız Manisa ile telgraf haberleşmesi
yapılamıyordu.
Akhisar istasyonu da ötekiler gibi Yunan bayrakla-
riyle kaplanmıştı. Hele kasabanın sokaklarına girdiklerin
de buranın da tıpkı Bandırma gibi yakın bir Yunan işgali
beklediğini görerek çok üzüldüler. Bütün dükkânların ve
evlerin Önyüzleri Yunan bayraklariyle süslenmişti. Yal
nız Rum evleri değil, Türk zenginlerinin ve eşrafının ev
leri de mavi-beyaza boyanmıştı. Sanki bin yıllık bir hı-
ristiyan kentine girmiş gibiydiler. Genç albaylar ve arka
daşları sersemlemışlerdi; adımları birbirine dolaşarak yü
rüyorlardı. Hele kente girilecek yerde Yunan ordusunun
altından geçeceği bir zafer takı da görünce çileden çıktı
lar. Tıpkı Bandırma'da olduğu gibi bütün Akhisar Rum
ları sokaklara dökülmüştü. En güzel giyneklerini giymiş
genç kızlar ve delikanlılar, sokaklardan dansederek geçi
yor ve bu genç ve iri gövdeli Türk subayiyle arkadaşları
— 312 —
na dik dik bakıyorlardı. Demek ki Yunan ordusunun Ak
hisar’da görünmesi de saat, belki de an sorunuydu.
Bekir Sami bey, doğruca postahaneye gitti. Telgraf
memurlarının uzun çabalarından sonra Manisa’yı bulabil
di. Manisa mevzi kumandanı Zeki beyle makina başında
konuştu. İlk iş olarak, Yunan ordusu gelmeden önce bura
da bulunan bütün değerli silâhların Salihli’ye kaçırılma
sını emretti. Zeki Bey, elde sekiz dağ obüs topu, dört ma-
kinalı tüfek, bol sayıda tüfek ve cephane bulunduğunu,
yalnız bunları Salihli’ye götürecek eratın bulunmadığını,
hepsinin savuşup gittiğini söyledi; halk korku içinde, yal
nız kendi canını koruyabilmek kaygusu içinde çırpınıyor
du. Bunun için de yardım etmelerine imkân görmüyordu.
Elde bulunan pek az sayıdaki subay, ve eratla bütün bu
silâhları kaçırmanın imkânı yoktu.
Bekir Sami Bey de ayak diredi ve bu silâhlardan en
önemlilerinin olsun geriye kaçırılması için emir verdi ve
ona ayrıca kimi kolaylıklar da salıkladı.
Bekir Sami Bey ve arkadaşları, postaneden çıkıp da
kasabaya şöyle bir alıcı gözle bakarak geçtiklerinde baya
ğı tiksinti duydular. Bütün varlıklı Türkler, Rumların kol
tukları altına sokulmuş, zoraki gülümsemelerle yaltakçı
lık edip duruyordu. Kente girecek Yunan ordusunun hış
mından, zulmünden de ancak böylece kurtulacaklarını sa
nıyorlardı. Mal ve mülkleri daha çok gayrimenkul üze
rinde olduğundan kıyıp bırakamıyor, bunları kurtarabil
mek kaygusiyle de Yunan bayrağiyle Rum hemşerilerinin
iyilikseverliğine güveniyorlardı.
Dikkat ettiler: Bütün terzi dükkânları harıl harıl Yu
nan bayrağı dikmeğe uğraşıyorlardı. Kasabanın fakir
Türk mahallelerinde Yunan bayrakları seyrekleşiyor ve
siliniyordu. Zaten çoğunun bir Yunan bayrağı alacak pa
rası yoktu. Bekir Sami Bey, akşamüstü Manisa mevki ku
mandanı Ahmet Zeki Beyden bir telgraf aldı. Bunda Har
biye Nezareti’nin yurtsever bir adamından kendisine ve
rilen emirden dem vuruyordu: Menemen’i işgal eden Yu
nan kuvvetleri, oradaki bütün silâhları ve cephaneleri
— 313 —
«hâdisesiz» ele geçirmişlerdi. Oysa, devletin Yunanlılara
kaptıracak bir tek silâhı ve fişeği olmadığı ve bu gibi teh
likeler karşısında bulunan yerlerdeki silâh ve cephanele
rin ve topların kurnazca güvenli yerlere taşınmaları ve
böylece silâhların düşmana teslimi gibi alçakça olaylara
meydan verilmemesi emrediliyordu.
Menemen’deki silâhların da Izmir’dekiler gibi düş
manın eline geçmesi, genç albayın içini öfkeli bir üzün
tüyle doldurmuştu. Şimdi, iopun ağzında Manisa vardı;
Manisa’daki paha biçilmez sayısız silâh ve cephanenin
başında kopacak kıyamet de yaklaşıyordu. Mevki kuman
danının ağlamaklı sözleri onun ruhunu acı bir kuşku ile
dolduruyordu.
Gerçekten de olan olmuştu. 24 Mayısta Bekir Sami
Beye gelen telgrafta beceriksiz mevki kumandanı Zeki
Bey, şöyle dert yanıyordu: Makinalı tüfekler ve toplar
erat azlığı yüzünden halkın yardımiyle Manisa’nın dışı
na taşınabilmişti. Manisa’daki İngiliz kontrol subayı, bu
tek varlık, bunların götürülmesini Önlemek için davran
mıştı. Bunun için de kumandan, bir sızıltıya meydan ve
rilmemesi için makinalı tüfeklerle topların yine şehre
getirilmesi buyruğunu vermişti. Geceleyin fırsat bulursa
yine bunları kaçırmağa çalışacağını söylüyordu.
Elde erat bulunmadığından halkla bu işin başarılma
sı pek güç olacaktı. Zaten yardım etse - etse birkaç sa
atlik yol İçin yardım edecekti. Bu kadarcık bir silâh ka
çın labilse bile tüfek ve milyonla fişek ve pek çok ağır
silâh olduğu yerde kalmak tehlikesiyle baş başaydı.
Ayrıca iki yüz yataklı asker hastahanesi de taşınama
yacak durumda olduğundan yerli yerinde kalacaktı.
Bunları bildiren Manisa kumandanı, ondan kolaylık
sağlayacak bir emir bekliyordu ve bu emir de görünüşe
göre hiç bir vakit verilmeyecekti. Manisa, beklendiği gibi
Yunan ordusunca işgal edilmiş ve olacaklar olmuştu.
Oradan kaçıp gelenlerden ve olayları gözleriyle gör
müş olanlardan biri Bekir Sami Beye bu yeni trajediyi
şöylece Özetledi:
— 314 —
— 21 Mayıs 1919’da Yunanlılar Manisa'yı işgal etti
ler. İlk önce bir piyade alayı ile bir süvari bölüğü geldi.
Hâdisesizce karakollara girdiler. 68. Alay m birinci tabuıu
ile 59. topçu alayı karargâhı ve erkânı kasabaya gitti
ler, oradan da Alaşehir’e geçtiler. Yunanlılar, demiryolu
nu izleyerek Menemen’den Manisa’ya geldiler. İzmir iş
gal edildiğinden beri Manisa’da halk ikiye ayrılmıştı: bir
kısmı topçu alayı ile piyade taburunu halk kuvvetleriyle
takviye ederek Menemen sırtlarında savunmaya geçilme
sini istiyordu, öbür kısmı ise «hâdisesiz» olarak memleke
tin Yunanlılara teslim edilmesini ileri sürüyordu.
Buna neden olarak da piyade taburu ile topçu alayı
nın erleri kaçıp gitmişlerdir, beş-on askerle savunma ya
pılamaz deniliyordu. İngiliz ve Fransız irtibat subayları
jöa:
— Bu işgal geçicidir, nafile yere müdafaa edip kan
dökmeyiniz; biçiminde propaganda yaptıklarından silâh
patlatmamak düşüncesinde olanlar çoğunluğu elde ettiler.
Mutasarrıf, Belediye üyelerinden Hafız ve ondan ya
na olanlar ve eşraftan Kâmil bu düşüncedeydi. Nurettin
Paşaca kurulmuş olan (Cemiyet-i Islâmiye) ve başkanlık
eden Manisa Müftüsü ise savunma yanlısıydı. Bekir Sami
Beyden ayrılıp oraya gitmiş olan İzmir’i i Vasıf (Çınar)
Bey de halkı savunmaya kışkırtmak için çalışıyordu. Va
sıf Beyin düşüncesinde olanların en ateşlisi Bahri Bey ise
işgal ordusuna tuz - ekmek götürmek ve teslim olmak is
teyen eşraf ve ileri gelenlerin saldırısına uğramış ve kent
ten kaçıp gitmek zorunda kalmıştı.
Böylece, mutasarrıf île yerli Rum ve Türk halkı, hep
.birlikte Manisa’ya giden Yunan ordusuna ellerinde beyaz
bayrak - tuz ve ekmek olduğu halde karşılayıcı çıkmış
lardı. Yunan ordusu, tıpkı kendi memleketinin kentlerin
den birine girer gibi çiçekler, zitolar ve şarkılarla karşı
lanmış ve kulakları bir başka Osman Nevres’in olsun bir
tek silâh sesini işitmemişti.
Böyle kuzu - kuzu teslim olan Manisa’da birkaç gün
sonra ilk acıklı trajedileri oynanmağa başlamış, Yunan
— 315 —
askerleri, Rumlara kötülük ettikleri söylenen birçok Türkü
sürmüşler ya da öldürmüşlerdi. Sağda - solda gizlice öl
dürülen 15 - 20 Türkün Ölüleri bulunup kentin meydanı
na getirilmiş ve îngiliz - Fransız (irtibat) subaylarının
gözleri önünde fotoğrafları çekilmişti.
tik karşı koyma, «Kasaba» kasabasının batısındaki
Ahmetli dolaylarında 68. alayın birinci taburu ile 59’-
uncu topçu alayı subaylarınca yapılmış ve Yunanlılar, bu
rada tutsak ettikleri altı Türk subayını götürüp Kasaba’-
da öldürmüşlerdi. Burada düşmana ilk kurşunu atan su
bay ve eratın başında Yüzbaşı Süleyman Süruri vardı.
*
— 316 —
Bekir Sami Beyin, Bandırma’da tohumunu serptiği
ulusal kımıldama başlamıştı. Manyas ve dolayları Çerkes-
leri Reşit, Tevfik ve Ethem beylerin işe başlamasiyle ya
vaş yavaş silahlanmağa ve atlı olarak yirmişer otuzar ki
şilik gruplar halinde genç albaya katılmağa hazırlanıyor
lardı. Ali Bey, Ayvalık’ta bir cephe tutuyordu. Bekir Sa
mi Bey, Bergama - Akhisar çizgisinin güneyine düşen as
ker birliklerinin de geriye çekilmesi için emir vermişti.
Bunların ileride çekirdek olabileceğini düşünüyordu. Böy-
lece Ayvaiık-Bergama-Salihli genel çizgisi üzerinde ilk di
renme ve karşı koyma perdesinin kurulabileceğini düşünü
yordu.
Bu güvenlik perdesinin arkasındaysa örgütlenmek o-
lanağı doğmuş olurdu.
— Çünkü, diyordu, ilk patlayacak silâh, düşmanı dur
duracak, şaşırtacak ve geride çalışmak için zaman kazan
dırabilecektir.
Bekir Sami Bey, Albay Kâzım Beyle otelde oturmuş,
böylece hayaller kuruyor ve ruhu iyimserlikle dopdolu ol
duğu halde gülümsüyordu.
Bu sırada otele doğru büyük bir kalabalığın geldiği
ni gördü. Bunların, kentin ileri gelenleri, zenginleri ve
eşrafı oldukları giyim - kuşamlarından, iyi beslenmiş, bi
raz da otoriter kişiler olduklarından anlaşılıyordu. Başla
rında da Akhisar kaymakamı vardı, iki genç albay, bir
birlerine bakarak gülümsediler ve anlaştılar: Mutlaka Ak
hisar, çoğunlukla düşmana karşı koymaya karar vermiş
ti. Kasabanın bu zengin ve ağırbaşlı temsilcileri kaymaka
mın arkasına düşerek ancak bu iş için kendilerini ziya
rete gelebilirlerdi, iki albay, bayağı seviniyordu. Kâzım
Karabekir’in doğuya gittiğini, Mustafa Kemal’in Sam
sun’a ne niyetle çıktığını, Rauf beyin birkaç gün sonra
Anadolu’ya ne niyetle çıkacağını artık ikisi de yakından
'biliyordu.
Mersinli Cemal Paşa, Konya'da aynı yurtsever dâva
uğrunda çalışmak için hazırlık yapıyordu. Ali Fuat Pa
şa, Ankara’nın göbeğine yerleşmiş, altın bir direnme çe
— 317 —
kirdeği halinde bütün kumandanlarla anlaşmaya çalışıyor
du- Anadolu'nun dört bir_,yanı kuruluşu düşünen güçlü
subay kadrosu ile örülmeğe başlamıştı. Onların kaderine
de memleketin batısı ve en tehlikeli bölgesi düşmüştü. Bu
yurtsever halk, mutlaka onlara yardım edecekti.
Akhisar’ın eşrafı ile kaymakamı, ziyarete geldiklerini
söyleyerek iki albayın çevresinde oturdular. Sigaralar sa
rıldı, kahveler, çaylar ısmarlandı. Bekir Sami Bey sözü
alarak:
— Arkadaşlar, dedi. Yunanlılar, alabildiklerine iler
leyecekler ve vardıkları yerlerdeki Türk varlığını, İslâm
varlığını yok edecekler. Buna Balkanlarda ve daha önce
Yunanistan’da terkettiğimiz Türk varlığının bugünkü ha
li şahittir. İstanbul kabinesi ve onun başındakiler haindir.
Yunanlılarla birlikte işbu işgal ve imha siyasetini terviç
ediyorlar. Bize düşen namus borcu, vatan borcu, din bor
cu, ırk borcu bu düşmana karşı koymak ve bu işe İstan
bul muhalefet ederse onu da tanımamaktır. Maamafih,
ufak bir karşı koyma, bütün mukadderatımızı kurtaracak
tır.
Kaymakam ve eşraf bu sözleri hiç bir renk verme
den dinliyordu. Bundan yüreklenen albay Köprülülii Kâ
zım Bey de İzmir’de gözünün önünde geçmiş faciaları bir
bir anlattı ve sözlerini şöylece bitirdi:
— Yerli Rumlarla uyuşmak ve anlaşmak, Yunanlılar
tarafından Türklere yapılacak zulümleri durduramayacak
tır.
Ondan sonrş Vasıf Çınar Bey, (ki Manisa’nın işga
linden sonra kaçarak yine Sami Beyin yanma gelmişti.)
Çok güzel ve dokunaklı bir konuşma yaptı ve sözlerine şu
sözle son verdi:
— Ey ileri gelenler, ey memurlar ve köylüler, sizi Al
lah yolunda cihada davet ediyorum!
Bu sözlerden sonra artık bütün dinleyicilerin arslar-
lar gibi kükreyeceğini ve Akhisar’ı bir arslanlar kalesi gi
bi düşmanın karşısına dikmek için davranacağım bekli
yordu. Akhisar’a kollarını sallayarak girmek isteyen düş
— 318 —
man, kurşun yağmurlan altında nasıl şaşıracak, nasıl gi
recek fare deliği arayacaktı! İlk yurtsever sözleri söy
leyecek ağzı dikkatle araştırıyordu. Elbette, bunu söyle
se - söylese en yaşlı, en saygıdeğer hemşeri söyleyecekti.
Gerçekten de gelen kurul arasından en yaşlı kişi, ayağa
kalktı ve konuştu:
— Efendim, bizler kararlıyız dedi, hükümet bir şey
yaparsa ne âlâ, yapmazsa, biz sizin dediklerinizi yapama
yız. Hattâ yarın Yunanlılar buraya geldikleri zaman, bu
gün buradaki görüşmemiz bile bizim için bir felâket se
bebi olacaktır.
Namus, din, vatan ve ırzı hükümet düşünsün. Bizim
alnımıza ne yazıldıysa biz ona razıyız!
Bekir Sami Bey ve arkadaşlarının başından aşağı
sanki birer teneke kaynar su dökülmüştü! Şaşırmış, don
muş kalmışlardı. Bu an, korkunç bir andı. Bir Türk va
tandaşının böyle bir söz söyleyebileceğine ölseler inan
mazlardı. Bekir Sami Beyin şaşkınlığı uzun sürmedi, öl
ke ve hışımla yerinden doğruldu ve gür sesiyle:
— Haydi, hepiniz defolun buradan! diye bağırdı.
Kaymakam, başta olarak hepsi başları önünde çeki
lip gittiler. Demek ki, korku rüzgârı buralara da yetişmiş
ve İlkin varlıklı Türkleri buzlu soluğuyla titretmeğe baş
lamıştı. Hürriyet ve itilâf partisinin, bütün subayları it
tihatçı sayan ağulu propagandaları da onları temelli fel
ce uğratmıştı. Mal - mülk ve can kaygusundan başka her
şeyi unutmuşlardı. Buraları da, yerli Rumlara ve gelecek
düşmana yaltaklanarak koruyabileceklerine inandırılmış-
lardı.
Bekir Sami Beyin düş kırıklığı büyük olmuştu. Kor
ku dağlan beklemeğe başlamıştı. Demek ki düşman ordu
sunun yaklaştığı her köy, kasaba ve her kent bu durum
daydı.
İki albay ve arkadaşları için Akhisar, bir kurt ka
panı olabilirdi. Bunun için daha güvenilir bir yer bulma
lıydı. Köprülü’lü Albay Kâzım Bey, bırakışmadan önce
bunların en önemli ve en sayılan bir adamı olan Halit pa-
— 319 —
şayi bulmaları gerektiğini anlattı. Halit Paşa, sivil bir pa
şaydı ve Minasa'nın köklü ailelerinden Karaosmanoğul-
la n ’ndandı. Akhisar - Manisa - Kasaba dolaylarında it
tihat ve Terakki partisinin en çok sözü geçen adamı olan
H alit paşa, Hürriyet ve itilâf partisi hükümetince şiddet
le kovalanıyordu. Bunun için de silahlı adamlariyle dağa
çekilmişti. Yerli Rumlar da Hürriyet ve îtilafçılar gibi düş
manıydı. Hepsi elbirliğiyle bu güçlü düşmanlarını kıstırıp
dünyadan silmeğe çalışıyordu. Burda karşı koymak için
yapılması düşünülen ulusal örgüt, ancak onun yardımiyle
yapılabilirdi.
Bekir Sami bey, Kâzım beyin aracılığıyle onu ara
tıp buldurmak için adam saldı- Genç albay, bir çıkmaz
dan kurtulmak için bir çare bulduğuna inanırken akşama
doğru Akhisar kaymakamının yapmağa cesaret ettiği bîr
alçaklık tüylerini diken - diken etti: Vasıf Çınar beyle
yüzbaşı Faruk bey, tren istasyonundaki Fransız subay
larına kaymakamca bozguncu olarak tanıtılarak tutuklat
tırılmak İstenmişti. Bekir Sami bey, forsunu kullanarak
bunu önledi ve bu iki arkadaşını İstanbul’a doğru yola çı
karmayı uygun buldu- Vasıf bey, İstanbul’da ilgililere ge
reken bilgileri de verecekti.
Bekir Sami beyle Kâzım bey, karşılıklı oturmuş, Öf
keden tir - tir titreyerek konuşmağa çalışıyorlardı. Türk
ulusundan birkaç kişinin olsun kendilerine çrkardığı bu
güçlükten tiksiniyorlardı.
Akhisar karanlığa gömülmüştü. İnce bir bulut taba
kası ardında ağır - ağır ilerleyen yusyuvarlak ay, saat-
Iar ilerledikçe kapkara bir bulut tabakasiyle örtülmüştü.
Hâlâ, oteiin penceresi Önünde oturmuş, fısıltıyla konuşu
yor, Halit paşayı bekliyorlardı. Yüzlerine serin bir rüz
gâr da çarpınca yapacağını anladılar. Gerçekten de yatsı
dan sonra çişe biçiminde bir bahar yağmuru başladı. So
kaklardan el ayak çekildi. Sinsi, düşmanca bir gece titre-
memeğe çalışarak yağmurun usul - usul yağışını dinliyor
lardı- Ay, gittikçe koyulaşan kalın bulutların arkasında se
çilmeyecek hale gelmiş, gece büsbütün zifirî bir gece olu
— 320 —
vermişti. Bir ara otelin önünde birkaç silâhlı gölge beli
rince Halit paşanın geldiğini anladılar.
Gaz lambasının sarı ışığında odaya üç adam girdi.
Üçü de tepeden tırnağa silâhlı ve göğüslerinde çapraz
fişeklikler, ellerinde mavzer, bellerinde tabancalar vardı.
İlk odaya giren Halit paşaydı. Otuz beş yaşlarında esmer
ve yiğit görünüşlü bir adamdı, öteki iki kişi de muhafız
larıydı. Giynekleri ve silâhları ıslaktı. Yüzlerinde yağmur
damlaları parlıyordu.
Oturup konuştular ve yapılacak işler üzerinde anlaş
tılar. Halit paşanın sözünü geçtiği Akhisar, Manisa, Ka
saba dolaylarından gönüllüler toplanacak, bunlar nizam?
kuvvet artıklariyle birleşerek bir vurucu kuvvet haline
getirilecek, gereken yerde Yunanlılara saldıracak, olmaz
sa savunmada iş görecekti. Bu karara vardıktan sonra
küçük bir kafile olarak bir düşman kentinden kaçar gibi
Akhisar’dan çıkmağa davrandılar. Güçlükle bulunabilen
kiralık iki ata Bekir Sami beyle Kâzım bey bindi, emir su
bayları da kağnıya kurularak yağmur altında ve vıcık-vı-
cık çamur içindeki yollarda düşe kalka İlerlemeğe başla
dılar. Yanlarında birkaç başı bozukla önlerinde atlı olarak
Halit paşa ve muhafızları gidiyordu. Yağmur, ahmak ıs
latan türünden bir yağmurdu. Saatler geçtikçe paltoların
dan gıyneklerine, iç çamaşırlarına dek işlemişti. Atlar ba
yırlarda ve çukurlarda tökezleyip yuvarlanıyordu. Kağnı
da bir iki kez tekerlendi.
Böylece sabaha dek çetin bir yürüyüş yaptılar. Ka
ranlık gökyüzünden zorla süzülen şafak, yollarını birazcık
olsun aydınlatmağa başlamıştı ki geniş bir derenin çağıl-
tısiyle birlikte bu derenin kenarına kurulmuş bir köyle
yüz yüze geldiler. Bu, Kuyucak köyüydü. Sabahla bera
ber yağmur dinmişti. Bir köy ocağı başında üstlerini -baş
larım kurutarak biraz şekerleme kestirip dinlendiler. Köy
halkı Halit paşayı pek iyi tanıyordu.
Biraz dinlenip sıcak birer çorba içtiler. Sonra, Ha
lit paşa, çevreye adam salarak bu gece Belen köyünde bu-
— 322
takırdıyor, çavuş kuşu ile guguk kuşları, uzaktan uzağa
boğuk sesli borularını öttürüyor, üveyikler, yemiş bahçe
lerinde ıhk sesleriyle dem çekiyorlardı.
Güneş, artık batıya doğru hızla kaymağa başlamış
tı- Belen köyüne varmışlardı. Köy, sanki bayram yapı
yordu- Bütün kadın, kız, erkek, çoluk - çocuk ayaktaydı.
Koca bir kalabalık toplanmış, Halit paşayla arkadaşları
nı bekliyordu. Gerçekten çok güzel, çok dokunaklı bir
karşılayıştı bu: «Yağız bir ata binmiş ve eline kırmızı -
beyaz renkli ve bu renkler üzerinde ayetler yazılı bir
bayrağı tutan bir kadın» bu kalabalığın önünde ilerliyor.
Arkasından da boğazlarına dek çaprazlama fişekler ve
silâhlarla donanmış köylü yiğitler, İlâhiler söyleyerek ge
liyordu.
Bu Türk ve savaşçılık ruhuna uygun görünüş, göz
lerini yaşanmıştı. Ne güzel şeydi. Akhisar’daki bozgun
la bunun arasında hiç bir benzerlik yoktu. Artık, savaşa
hazır olabilirlerdi.
Konuklar, köyün büyükçe bir evine indiler. Gördük
leri bu güzel davranıştan ruhları coşmuş, umutsuzluğun!
eğdiği başları dikilmişti. Bekir Sami bey, peykeye bağ
daş kurarak kalpağını çıkardı ve geniş alnındaki terleri
kocaman elinin tersiyle silerek Kâzım beye gülümsedi.
O da, İzmir trajedisi gibi korkunç bir olayı gözleriyle
gören bir adam olarak bu köyde gördüklerine Bekir Sami
bey gibi sevinmişti. Kara kaşlarının altında derine kaç
mış yeşil ve zeki gözlerinin İçinde cıvıl - cıvıl umut ve
sevinç kaynaşıyordu.
Birer sigara sarmışlardı ki, köylüler birer - ikişer
gelerek konukları selâmladıktan sonra yere bağdaş ku
rup oturdular. Yüzlerinde demin dışarıda gördükleri iyim
serlikte yiğit ve kabadayı görünüşten bir iz yoktu. Halit
paşa odada değildi- Evin dışında, çevresini sarmış olan
bir köylü topluluğuyla önemli bir şeyler konuşuyordu.
Halit paşayla odaya birkaç köylü daha girdi. Onlar da
selâm verip namaza durur gibi yerde ayaklarının üstü
ne oturdular. Güneş batmıştı. Ev sahibi küçük bir gaz
— 323 —
lambasını yakarak ocağın özerindeki çıkıntıya koydu-
O zaman, Bekir Sami bey, yeni gelen köylülerle
Halit paşanın yüzünde de karamsar bir hava estiğini gör
dü. Burda da garip bir olay geçiyordu, ama, bakalım
neydi?
Köylüler, Öteden - beriden tatsız tatsız konuşuyor,
asıl içlerini sızlatan şeyden nezaket olsun diye olacak,
hiç konuşmuyorlardı. Halit paşa, durumu öğrenmişti.
Haberin köylülerce verilmesini istiyordu. Köylülerden bi
ri:
— Miralayım, dedi, haber aldık ki Yunan gâvuru,
dün Turgutlu'yu, Kasaba'yı, Manisa’yı almış. Bu yerler
den -köyümüz ancak beş - altı saatliktir; belki de birkaç
saat sonra hurdadır.
Köylüler bu söz üzerine hep bakıştılar ve başlarını
salladılar. Bekir Sami bey ve arkadaşları, bundan şu an
lamı çıkarmışlardı: «Yunanlılar birkaç saat sonra Belen’e
gelirler de erkekleri dağa çıkmış görürlerse hem bütün
köyü yakarlar, hem de çoluk çocuğu davar boğazlar gibi
boğazlarlara
Bekir Sami beyle Kâzım bey, Halit Paşanın yüzüne
baktılar. Adamcağız, arpacı kumrusu gibi düşünüyordu.
Köylüler, içlerini dökmeye, sızlanmağa başlamıştı ki, on
ların bu ruh durumunu daha Önce dışarıda öğrenmiş olan
Halit paşa, daha çok içindekileri gizleyemedi. Köylülere
Uşak, Eskişehir ve İstanbul’a giden en kestirme yollan
sormağa başladı.
Bekir Sami beyle Kâzım bey, az kalsın şaşkınlıktan
küçük dillerini yutuyorlardı; arkadaşları aynı büyük şaş
kınlık içindeydiler. Ne diyeceklerini bilemiyor, yalnız
seyrediyorlardı. Halit paşa, ayağa kalkmıştı bile. Yüzün
den düşen bin parça oluyordu. Çok karşıt duygularla örül
müş yüz çizgileriyle örtülü yüzünde hiçbir dostluk anla
mı kalmamıştı. İlk karşı koyma gücü olarak bin piyade
ile bin atlıyı çıkaracağım söyleyen yiğit adam, bu muy
du? Bütün bu altın gibi um utlar yine suya mı düşüyor
du, artık, Anadollu’da hep bu çeşit korkup sinmeler er
— 324
meydanından kaçmalarla mı karşılaşacaklardı?
Genç albay’ın 17 inci kolordu kumandan vekili oldu
ğu gündenberi başından pek garip olaylar geçmeğe baş
lamıştı, daha da geçeceğe benziyordu.
Bekir Sami beyle arkadaşları ne diyeceklerini, ne ya
pacaklarını bilemeyerek bir köylülerle Halit paşanın bir
den bire çökmüş haline, bir de birbirlerine bakıyorlardı.
En sonra Halit paşa, Bekir Sami beyle arkadaşlarına ba
karak çok üzgün bir sesle:
— Ben gidiyorum! Dedi.
Bekir Sami beyle arkadaşları, hemen hep bir ağız
dan:
— Paşam, nereye gidiyorsunuz?
Diye sordular.
— İstanbul’a!
Bekir Sami bey, şaşkınlık içinde:
— Nasıl olur Paşam? Dedi.
Halit paşa, bitkin bir ses ve üzgün bir yüzle:
— Artık, her şey bitmiştir, dedi, başımızın çaresine
bakalım.
— Pekâlâ, siz gidebilirsiniz, bari bize Salihli’ye kadar
bir kılavuz veriniz.
Bekir Sami bey baktı: Halit paşanın bu korkuya ve
paniğe tutulmuşa benzeyen hali Belen köylüleri üzerinde
bir yıldırım etkisi yapmıştı. Hepsinin, ağızlan açılmış,
gözleri vuvarlaklaşmıştı. Hepsi, birer ikişer, başlarının
çaresine bakmak üzere savuşup gitmişti. Odada, evin sa
hibi olan köyün ağasıyle Halit Paşa, iki adam ve bir de
konuklar kalmıştı. Herkesin çekilip gittiğini gören ağa,
Bdkir Sami bey ve arkadaşlarına tehdit edici bir ses to
nuyla:
— Efendiler, dedi, buradan bir ayak önce uzaklaşı
nız! Yunanlılar, bu gece buraya gelirler. Hem sizi öldü
rürler hem de sizin yüzünüzden bizi de yok ederler. Biz
size kılavuz da veremeyiz. Siz bir ayak önce geldiğiniz
yere dönünüz, canınızı kurtarırsınız!
Bekir Sami bey ve arkadaşları, bu köy ağasının se
— 325 —
sinde hem doğal bir korkunun hem de Hürriyet ve İtilâf
partisi bozguncularının melûn propaganda korkusunu duy
dular.
Ağanın bu sözlerinden sonra Halit paşa ile adamları
gitmek üzere kapıya yönelince Bekir Sami bey atıldı:
— Nereye gidiyorsunuz, paşam? Biz bu karanlıkta
yalnız başımıza yolumuzu bulamayız. Kurda - kuşa yem
oluruz. Yunanlıların İçine düşeriz. Siz buraları karış karış
bilirsiniz. Bari bize siz kılavuzluk ediniz. Yine Akhisar’a
gidelim. Bekir Sami beyin en büyük üzüntüsü, yanların
da bir tek silâhlarının olmayışıydı.
Halit paşa, bu söz üzerine, onlara bir saatlik bir yol
culuk için kılavuzluk etti. Karanlıkta bir kez geçmiş ol
dukları bu kır yollarında güç belâ Kuyucak köyünü bu
labildiler. Köyde onları ilkin köpekler karşıladı. Sonra kö
yün bekçisi onları köy ağasının evine götürdü. Ölü gi
bi yataklara serildiler.
Sabahleyin birer tas tarhana çorbası içerek yine at
larına bindiler, Akhisar’a vardıklarında öğle olmuştu. Yu
nan bayrakları dalgalanan kasabada bir hoca yanık sesiy
le ezan okuyor ve müminleri camiye çağırıyordu.
Bekir Sami beyle arkadaşlarının gözlerine önemli bir
değişiklik çarpmıştı. Herkes onları görünce, savuşuyor,
hızlı - hızlı yolunu değiştiriyordu.
Simitçiler, kundura boyacıları, onları görünce simit
tablalarını ve boya kutularım alıp kaçıyorlardı. Bu, tıpkı
eski cüzzamlılara karşı halkın yaptığı davranışa benzi
yordu. Bekir Sami bey, arkadaşlarını doğruca hükümet
konağına götürdü. Mayısın yirmi altısı olmuştu. Bekir Sa
mi bey, hâlâ tutunacak bir dal bulamamıştı. Albay Kâzım
bey de hemen o gün gelen trene atlayarak kendini hiç
olmazsa bir tümen kumandanı olarak tayin ettirmek üze
re İstanbul’a yollandı.
Bekir Sami bey, arkadaşlariyle kaymakamın odasına
girip yerleşti. Onların hükümete geldiğini gören kayma
kamla memurlar birer yana savuştular ya da onların ya
nına hiç uğramadılar, jandarm alar bile tıpkı karan tin a-
— 326 —
ya tutulmuş vebalılarmış gibi onlardan kaçıyor, sesleniş
lerine, çağrışlarına karşılık vermeden uzaklaşıyorlardı.
Bekir Sami bey, orda bulduğu kimi küçük memurlara ve
jandarmalara parasiyle aşçıdan ekmek ve yemek getirme
lerini söylediyse de hiç biri yerinden kımıldamadı.
Çarşıdan yiyecek almağa giden yavere hiç kimse yi
yecek bir şey satmak istemedi. Onun geldiğini gören fı
rıncı, dükkâncı, bakkal ve aşçı, dükkânını çabucak kapa
yıp uzaklaşıyordu, kapamağa vakit bulamazsa dükkânın!
yüzüstü bırakıp savuşuyordu. Hiç kimse onlara parasız
ya da parayla bir şey vermek istemiyordu.
Bekir Sami bey, bütün ömrünce bundan daha acıklı
bir şeyle karşılaşmadığını düşünüyordu. Akşam olmuştu.
Hava serindi, hükümet konağının sandalyeleri üstünde
geceyi geçiremezlerdi. Kalkıp, hükümetin yanındaki bir
otele gittiler. Otelci, onları içeri alamayacağını söyleye
rek geri çevirdi. Yiyecek bir yana, yatacak bir yer bul-
salardı bari. Ne yazık ki koca Akhisar’da zorla girip otur
dukları hükümet konağından başka her yer yüzlerine ka
panmıştı. Bu, onları bütün - bütün çileden çıkarm'ştı. Ya
pılacak başka bir şey yoktu. Yüz geri edip yine hükümet
konağına döndüler.
Oturmuş, aç yorgun, arpacı kumrusu gibi düşün mek-
telerken, iyi yürekli bir memleket çocuğu, bir jandarma
eri, yanlarına yaklaşarak gizlice kendilerine yemek getir
mek istediğini söyleyince çok sevindiler. Bu er, sanki on
lara cennetin kapısını açmış gibiydi- Manisa’dan Bekir
Sami beye bir rapor getiren Yüzbaşı Hasım bey, yemekle
beraber onların sevincini artırmıştı. Sayılan, yâni kendi
leri gibi düşünenler bir kişi daha artmıştı. 26-27 Mayıs ge
cesi gelip çatmıştı. Döşemeyi yüzıerge süpürerek kaputla
rına sarınıp yattılar ve ertesi sabah hemen Salihli’ye yol
landılar.
327 —
—8 —
Birbirimize vereceğimiz
işaret ileri» daima, ileri
dir.
— ATATÜRK —
— 328 —
yere oturdu. Arkaya da dokuzuncu Ordu Kurmay Başkan i
Kâzım (Dirik), Heyeti sıhhiye başkam Refik (Saydam)
ve doktor İbrahim Talî beyler oturdu-
Şofor, en sonra otomobili çalıştırabildi. Otomobil, bü
yük bir gürültüyle bozuk kaldırımlar üzerinde sarsılıp sıç
rayarak ve içindekileri hoplatarak yaylıların biraz Önce
geçtiği yolda ilerlemeğe başladı- Samsun’luların yüreğin
de ufukta da olsa bir umut ışığı yanmağa başlamıştı. Bu
nun için o’nu tanıyanlar ya da adını işitenler, güleç yüz
leriyle selâmlıyorlar. Mustafa Kemal de onlara en sevim
li selâmlarıyla karşılık veriyordu. Samsun’un içinden kış
laya çıkan yol, dikti. Otomobil, dikçe yokuşlarda boyun
eğmiyor, binicileri oracıkta bırakmaktan hoşlanıyordu. He
men şoförden başka hepsi iniyor, iterek öksürüklü Benz’i
yokuş yukarı çıkarmağa çalışıyordu. Böyle olduğu halde
bu tek Benz’den başka birkaç tane daha bulabilselerdi atlı
arabalardan daha iyiydi. Almanlar, Samsun’da bıraka -
bıraka ancak bu külüstür arabayı bırakmışlardı.
Kışlalara çıktıklarında, san badanalı koğuşların bom
boş ve sahipsiz, oracıkta beklediğini gördüler. Bu sarı
kışlalar, dört savaş yılı içinde bir genç insan deposu gö
revi görmüş, burdan, birkaç aylık kısa bir eğitimden son
ra ne yiğit Karadeniz uşakları «taşlı Tokat yollarında»
yürütülerek Erzurum - Sarıkamış cephesine sürülmüş ve
bunlardan geriye ancak birkaç yüz kişi dönebilmişti. En
ver Paşanın Sarıkamış fatihliği uğruna AUahuekber dağ
larının kar tipileri arasında gömdüğü yüzbin delikanlının
önemli bir bölümü, bu yeşil kıyıların yeşil gözlü çocukla
rıydı. Mustafa Kemal, bu bomboş kışlalara baktıkça bir
zamandanberidir gözleri doluyordu. Düzlüğü aşmadan ön
ce bir kez daha dönüp Samsun’un panoramasını ve mas
mavi denizini gözden geçirdi. Artık, General Milne’nin sözü
bu dağlarda geçmezdi. Yolcuların önlerinde ufak tepelerle
fundalıklı, ağaçlıklı yemyeşil Samsun dağları yükseliyor
du. Gidecekleri yol, yeni yağan yağmurla çamur içindeydi.
Kırmızı topraklı yolun bir çok çukurlarında hâlâ gece
yağan yağmurdan kalmış gümüş gölcükleri parlıyordu.
— 329 —
Bu, aslına bakılırsa yoldan çok bir sel yatağını andırı
yordu. Yılankavi kıvrılarak yeşil tepeler arasından geçi
yor, derin tekerlek izleri ve at fışkılariyle damgalanmış
bulunuyordu. Hemen ormanlık bölgeye girilecek yerde
öbür arkadaşların bindikleri yaylılar mola vermişti. Bur-
dan Öteye toplu olarak gideceklerdi. Ya hep beraber öle
cekler, ya hep beraber kalacaklardı. Silâhlıysalar da, ka
labalık bir Pontos çetesinin pususuna düşerek toptan can
vermek tehlikesi her zaman vardı. Otomobille yaylılar bir
küçük konvoy olarak yemyeşil çamlar, meşeler ve pırnal
larla süslenmiş tepelerin arasından geçerken önlerinden
çığlıklarla parlak ve kara tüylerle örtülü sülün gibi uzun
gövdeleriyle Karatavuklar uçarak geçiyor ve bir Çam fi
danının körpe tepesine konarak salmıyordu. Türlü alacalı
iri kuşlar ürkek ve vahşi uçuşlariyle birden bire havala
nıyor yolcularda bir sürpriz havası yaratıyordu. Bu dağ
lar, tekin değildi. Her çamın, her kayanın ardından bir
Pontosçu grup çıkabilir ve yürekleri salt yurt kurtarma
umudunun sıcaklığıyle dolu bu sarışın kumandanla arka
daşlarını birkaç dakika içinde yeryüzü yeşilliklerinin cen
netinden sonrasız uzaklaştırıp unutulmanın karanlıklarına
gömebilirdi- Bunun için ikide bir suyu kaynayan Benz
otomobilin hırıltılarından, öksürük ve aksırıklardan baş
ka her türlü sese kulak veriyorlar ve savunma düzeni
için tetikte bulunuyorlardı. Bu tehlikeyi göz önünde tutan
genç Paşa, Havza yolculuğuna ansızın çıkı vermişti. Sam
sun’da Ingilizler, Havza’da Fransızlar, Merzifon’da İngiliz-
ler vardı. Onların himayesinde de koca bir Pontos Ölüm
Örgütü dağı - taşı haraca kesmiş, canlar almaktaydı. Mus
tafa Kemal, Samsun’da bulundukça daha çok tehlikede ol
duğunu biliyordu. Bu Pontos örgütlerinin kasıp kavur
duğu Karadeniz bölgesinden ötede artık yapacağı işleri
gönül ferahlığiyle yapabilirdi.
Aslına bakılırsa ihtilâl için yola çıkmış bir insan m
kendisi, tehlikenin ta kendisiydi. Tehlikeyi, her ayak bas
tığı yere bundan sonra o götürecekti. Otomobilin teker
lekleri şişmiş değildi, dolmaydı. Gerek Benz, gerekse yay-
— 330 —
lı] ar, saatte en çok dört kilometre yol alıyorlardı- İhtilâl
yapmak isteyen tezcanlı bir insan için bunun ne kerte az
bir hız olduğunu ancak Mustafa Kemal bilirdi-
Yaşlı Benz, içindekilerin yüreğini her an ağızlarına
getirerek Kavak bucağına doğru tırmanıyordu. İkide bir
bozulup durmak huyu olan otomobil, bir tarlanın kena
rından geçerken hırlayarak, aksırıp öksürerek birden bire
durdu- Mustafa Kemal’le arkadaşları, inerek biraz ötede
çift süren yaşlı bir köylüye yaklaştılar. Mustafa Kemal,
selâm sabahtan sonra köylüye memleketin bugün içinde
yüzdüğü derilerden söz açtı, onun bu büyük ve öldürücü
tehlikeler karşısındaki kaygu ve korku damarını deşmek
istedi. Yaşlı köylü, kös dinlemişe benziyordu. Mustafa Ke
mal’in bütün sözleri onu hiç etkilemiyordu. Yüzü, saba-
niyle devirdiği bir toprak keseği gibi heyecansız, korku
muz ve durgundu. Mustafa Kemal, sözlerini sürdürerek:
— Hemşeri, dedi, düşman Samsun’a asker çıkaracak,
belki buraların hepsini ele geçirecek, sense rahat rahat
toprağı sürüyorsun.
Köylü, en sonra Paşanın verdiği sigarayı toprak renk
li, çatlak ve nasırlı parmakları arasında beceriksizce tutup
içmeğe çalışırken şöyle dedi:
— Paşa, paşa, sen ne diyon. Biz, üç kardeştik iki
de oğul vardı. Yemen’de, Kafkas’ta, Çanakkale’de hepsi
elden gitti. Bir ben kaldım. Ben de yarım adamım. Evde
sekiz öksüz ile üç dul kalmış kadın var. Hepsi benim sa
banımın ucuna bakar. Şimdi, benim vatanım da - yurdum
da nah şu tarlanın ucu. Düşman, oraya gelinceye dek ben
den hayır yok.
Mustafa Kemal, adamın üstüne daha çok varmadı.
Onun ne demek istediğini anlayacak tecrübesi vardı.
Adamcağıza allahısmarladık diyerek yine çalışma
ğa başlayan otomobile bindi. En sonra, Kavak bucağına
vardılar. Mustafa Kemal, hükümet konağına indi. Nahi
yenin ileri gelenleriyle görüşmek istediğini söyledi. Pon
tos eşkiyasmı kovalamağa geldiğini işiten bütün Kavak
lılar, Mustafa Kemal’in çevresinde toplandılar. Ismarladığı
— 331 —
kahveyi yavaş - yavaş höpürdeten paşa, Kavak ileri ge
lenleriyle şöyle bir konuşma kapısı açtı:
— Ne haldesiniz, bakalım?
—1Sorma, paşam.
— Eziyet çekiyorsunuz, elbet?
— Eşkiyanm amaıı verdiği var mı ki?
—■Hükümetin imzaladığı mütarekeden memnun mu
sunuz?
— Hayır, paşam.
— Sebep?
— Düşman, içimizde yaşıyor ve onu tevkif eden yok.
Bizler ise bu merhametsiz ve gaddar çetelerle başa çıka
cak durumda değiliz.
— Pekâlâ, ne yapmak fikrindesinız?
—- Bizi düşünen, derdimize çare bulacak olan kuman
danlarımız, büyüklerimiz ne emrederlerse onu.
Kavaklılar arasından Akaloğlu Yusuf, şöyle haykırdı:
— Bu uğurda icap ederse dedelerimizden kalma si
lâhları da yağlar, öne atılırız.
Ekrem bey de:
— İki yüz atlı ile emrindeyim, paşam.
Dedi. Mustafa Kemal, burd ak ileri taşlı tarlasiyîe bo
ğuşan köylülerden daha başka buldu. Bu, bir ihtilâlcinin
aradığı ortamın ta kendisiydi.
Yola çıkmak için davranarak Kavaklıların elini sı
karken:
— Allahaısmarladık, dedi, burda bir Müdafaayı H u
kuk Cemiyeti kurunuz ve bana Havza’ya bilgi veriniz.
*
— 332 —
yor, birşey söylemek yürekliliğini de gösteremiyorlardı.
O, yaşlı şoförün bin bir ihtiyatla sürdüğü Benz'i bütün
hıziyie sürmeğe çalışıyor, bir ayak önce ilk amaçları olan
Havza’ya erişmek istiyordu. Böbreklerinin bıçak gibi ke
sen sancılarını unutmuşa benziyordu. Buraya gelinceye
dek araba birkaç kez ufak tefek arızalar yaparak dur
muşsa da, zor belâ çalıştırılarak epeyce yol kestirilmişti.
Bir dönemeçte direksiyon Muştala Kemal’in elindeyken
otomobil, birkaç kez fırladı, vurulmuş bir hayvan gibi
sıçradı, sarsıldı, titredi ve sonra temelli durdu, ijolor, he
men davrandı, Benz’in her yanını karıştırdı, kurcaladı,
kolu çevirerek çalıştırmak için kan - ter içinde kaldıysa
da Benz, sudan geçmek istemeyen inatçı eşek gibi bana
mısın demedi; kıpırdamadı bile. A rtık bayağı bir maki-
na leşinden başka bir şey değildi. Yaylılar, henüz çok ar
kadaydılar. Yolcuların çevreleri vahşi ormanlarla kaplıy
dı. En yakm köy yürüyüşle yarım saat çekiyordu. Bu, Ka-
rageçmiş köyü idi. Hepsi arabadan inerek yolun kenarın
da beklemeğe başladı. Artık, Havza’ya dek bir başka araç
la gitmekten başka çare yoktu. Mustafa Kemal de bu
kanıya varmıştı, incecik vücutlu, zayıf bîr adam olan
doktor Refik (Saydam) beye yaklaşarak:
— Doktor, Havza’ya kadar yürüyebilir misin? diye
şakalaştı. Sonra baş başa verip konuştular ve yarım saat
ilerideki Karageçmiş’e gidip oradan bir araba tuunayı
kararlaştırdılar.
Yokuş yukarı yürümeğe başladılar. Mustafa Kemal,
biraz sonra onlara dönerek şöyle dedi:
— Size yorulmamanız için bir çare tavsiye edece
ğim. «Dağ başını duman almış» marşını biliyor musu
nuz?
Hepsi, birbirinin yüzüne baktı. Hiçbirisi de bunu bü
tün olarak bilmiyordu. «Bunun üzerine kendi gür ve dinç
sesiyle, notasını da tekrarlayarak» söylemeğe başladı:
— 333
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar.
— 334 —
le görüşmek üzere otele gittiler .
Mustafa Kemal, gelenleri daha kapıda karşıladı ve
hepsinin ellerini sıkarak «hatırlarını» sordu. Onlardan
kasabanın nazik durumu üstüne bir çok bilgi aldı.
Havza’da Fransız askerleri vardı. Bu yüzden kasa
banın içinde bile Pontosçular güpe - gündüz dağa adam
kaldırıyorlardı. Geceleri, Havza’nın dolaylarında aralık
sız silâhlar patlıyor, halk, ancak tavşan uykusu uyuyor,
karanlıkta ansızın yapılacak bir baskında boğazlanmayı
önlemek için her şeyi göze alarak bir siperde yaşarcası-
na yaşıyordu. Pontos çetelerinin en çok at oynattıkları
bölgelerden biri de Havza’ydı.
Pontosçu Rumların çok azgınlaştığı 1919 ilkbaha
rında, Havza’ya bir izleme taburu gelmiş, baharla birlik
te gömlek değiştiren bu ağulu yılanları epeyce ürküt
müş, sindirmişti. İşte, ortalığın düzelmeğe başladığı sa
nılan bu aldatıcı günlerde İzmir’e Yunanlıların çıktığı
haberi gelmiş ve Havza’lılar üzerinde bir bomba etkisi
yapmıştı. İşin kötüsü, kasabada ve dağlardaki silâhlı ve
silâhsız Kumlar, bekledikleri günün geldiğini anlayarak
eskisinden daha beter azmışlardı. Havza’lılar, 18 mayıs
1919 günü Belediyede toplanarak Reddi İlhak Cemiyetini
kurdular ve İtilâf devletleri temsilcilerine İzmir’in işgalini
tanımadıklarını bildiren bir telgraf çektiler.
Ali Baba, Mustafa Kemal’le çabucak ahbap olmuş
tu. Kasabanın içinde bile halkı haraca kesen bu çetele
rin şerrinden kurtulmak, onun için ilk ulusal davaydı.
Birgün, Mustafa Kemal’e:
— Paşa, dedi. Vaziyeti görüyorsun, bunlar, bize çok
eziyet ediyorlar, buna bir çare düşünmüyor musun?
— Sabredin, biz onları yola getireceğiz.
“ Peki ama, ne ile?
— Her şey sırasında.
Mustafa Kemal’in Ön ayak olmasiyle 28 mayıs 1919
günü Merkez okulunda büyük bir toplantı yapıldı. Ya
pılan konuşmalar, halkın silâhlanması ve örgütlenmesi
üstündeydi. Gerek içimizdeki ve gerekse dışardan gelecek
— 335 —
«düşmanları koğmak ve yok etmek için bundan başka yol
olmadığı savunuldu,
1919 mayısının 28’ini 29’a bağlayan gecesinde Be
lediye Başkam İbrahim beyin evinde toplanan Havza ileri
gelenleri, «Müdafaayı Hukuk» derneğini kurdular ve bu
nu ilgiyle bekleyen Mustafa Kemal'e bildirdiler, Mayısın
29’unu 30’a bağlayan gecesi sıtmalı bir çalışma ile uya
nık geçti: Havza’da Müdafaayı Hukuk örgütünün kurul
duğu birçok kasaba ve kente bildirildi. Mustafa Kemal,
her yana tellenen mektupları gözden geçiriyor ve bun
ları yazanları övüyordu. Amasya’ya da ayrıca güzel bir
mektup yazılmasını salıklamıştı.
Bütün gece telgraf işiyle uğraşan Belediye Başkam
İbrahim beyi ertesi gün yanma çağırdı-
— Ne yaptın, telgrafları çektin mi?
— Çektim, efendim-
— Getir ilmühaberlerini.
İbrahim bey, telgraf ilmühaberlerini getiremedi.
Mektupları taahhütlü posta ile göndermişti. Posta ilmü
haberlerini gören Mustafa Kemal çok kızdı:
— Ben size telgrafla verilmesini söylemiştim, de
di, neden posta ile gönderdiniz? Bu memleket, uçurumun
kenarına gelmiştir. Acil tedbirler almağa mecburuz- Siz,
yanlış düşüncelerle yavaş yavaş hareket ediyorsunuz.
İbrahim bey, Mustafa Kemal’e şöyle dedi:
— Paşa hazretleri, şurada bir sessizlik görüyorsa
nız emin olunuz hep zatı devletinizin gelmesi dolay ısı yle-
dır. Geldiğiniz gündenberi biraz nefes aldık. Siz gelme
den önce burada sabahlara kadar her tarafta silâh atı
lırdı.
Heyecan ve endişe içinde yaşıyorduk. Henüz kendi
mize gelir gibi oluyoruz. Bu endişe ile kapalı yazmayı
uygun buldum.
Mustafa Kemal, bunun üzerine yumuşak, tatlı bir
sesle şunları söyledi:
— Çocuğum, kazanırsak bütün zararların giderilme
si mümkündür. Kaybedersek ne sen kalırsın ne de ben.
Hepimiz ölüme mahkûmuz. Bu sebeple açıkça savaşaca
— 336 —
ğız. Hiçbir şeyden çekinmeyeceğiz. Bu dava, bu savaş
vatan savaşıdır. Yanlış düşünüyorsun. Fakat, madem ki
bir kere olmuştur. Zararı yok. Ama, şimdi, git, Amasya
Belediye Reisine aynı şeyleri telgrafla tekrarla.
İbrahim bey, etekleri zil çalarak telgrafhaneye koş
tu. Bu bir ihtilâldi. Açıktan açığa yürütülecekti.
Mustafa Kemal, halkın nabzını iyice yoklamış. Hav-
za’lılarm millî örgütlenme için hazır olduklarını anla
mıştı. Pontos çetelerinin vahşi zulümleri, onları adama
kıllı uyarmıştı- Halkın bu uyanıklığı Mustafa Kemal’in
çok hoşuna gitmişti. Bir gün Ali Baba’ya:
— Git, baba Belediye Reisi İbrahim bayi çağır, ded;.
İbrahim bey, yarım saat sonra Mustafa Kemal’in
karşısındaydı:
— İbrahim bey, halkın sesini çıkarması zamanı gel
miştir. Ondan evvel bu halka yol göstermek icap eder.
Binaenaleyh, önümüzdeki cuma günü namazdan sonra
Büyük Cami’de İzmir şehitlerinin aziz ruhuna bir mev-
lût okutunuz. Mevlût bitince dışarıda fişek atılarak işa
ret verilsin. Böylece her üç camiden halk, ellerinde bay
raklar olarak ve tekbir getirerek alayla çıkıp miting ye
rinde toplansın. Miting yeri, bu otelle Belediye dairesi
arasındaki sahadır.
Bu emri Belediye Başkamna verir vermez:
— Dur, dedi, arada yapılması gereken bir iş daha
,var. Camide mevlût bittikten sonra, hitabeti kuvvetli bir
arkadaşınız, halka silâhlanmak lâzımgeldiğinden, zira,
düşmanlar elinde esir bulunan padişahtan *bir medet um
manın manâsız olacağından bahisle bir nutuk irat etsin-
— Miting yerinde kimin söz söylemesini münasip gö
rüyorsunuz, efendim?
Mustafa Kemal, çenesini avucuna aldı ve bir süre
dalgın düşündü, sonra, başını kaldırarak:
— Bir hoca efendinin, dedi.
Belediye Başkanı İbrahim bey, bütün ilgili arkadaş
larını topladı; halkla en güzel, en dokunaklı sözü söyle
yecek olanı birlikte araştırdılar. En güzel sözü söyleye
— 338 —
ha çok üzülüyordu. Hangi cehennemin dibinde kalmıştı
bu Sıtkı Hoca?
İbrahim bey, öteye beriye koşuyor, etekleri, zil çala
rak onu arıyor, her önüne gelene soruyorsa da hiç kimse
onun nerde olduğunu bilmiyordu. Bunca emeklerle mey
dana getirilen miting, başarısızlığa mı uğrayacaktı? Mus
tafa Kemal, gözleriyle İbrahim beyi kovalıyor, bir yan
dan da saatına bakıyordu. En sonra, Refik beyi ona gön
derdi ve nutkun hemen başlamasını istedi- O, Sıtkı Ho-
ca’nın yokluğundan Belediye Başkanın m dokuz doğurdu
ğunu bilmiyordu.
Mustafa Kemal, bütün bu insanların en tecrübelisiy
di. Sabrın en kötülerini çok denemişti; o sabredebil irdi.
Halk, sabırsızlanmağa başlamıştı ki bu, kötü bir alâmet
ti, onun sabrı çabuk tükenir, hemen dağılı verir di. İbra
him bey, bunu görünce hemen Mustafa Kemal’in yanına
koştu:
— Efendim, dedi, buyurunuz, icap eden şeyler mi
ting mahallinde söylenecektir.
Mustafa Kemal, hiçbir şey söylemeden doğruldu.
Belediye Başkanı, elinde bir bayrak tutuyor ve en önde
gidiyordu. Havza’nın en büyük Şeyhi ve Mesudiye oteli
nin sahibi Ali Baba ile bütün hacılar, hocalar, dervişler
de ağır - ağır onların ardından ilerliyorlardı. Heyecanlı
ve gür sesiyle getirdikleri tekbir ve tehliller, ortalığı
tatlı tatlı bir müziğe benzer yiğitçe bir uğultuyla doldu
ruyordu, Bu yiğit ve erkekçe uğultu, bütün Havza’dan
duyuluyor, yaşlı kadınlar, evlerin önünde başörtülerinin
ucuyla gözlerini siliyorlardı. Şimdiye dek burda böyle bir
şey görülmemişti- Bu tekbir ve tehlil sesleri, bütün yü
rekleri gizli altın tellerle birbirine bağlıyor, tepeden tepe
ye yankılanarak Pontos çetelerine «Saklanacak delik ara»
demek istiyordu. Öbür camilerden çıkan halk da bu kala
balığa karışıyor, tekbir sesleri gök gürültüsü gibi bir hal
alıyordu-
Halk, bütün anlamıyla ulusal heyecanın, din heyeca
nının en yüksek doruğuna ulaşmıştı. Ne yazık ki Sıtkı Ko
— 339 —
ca hâlâ görünürlerde yoktu,
Mustafa Kemal, Belediye başkamna:
_— İbrahim efendi ne düşünüyorsunuz. Halk, işte, ha
zır toplanmış bekliyor. Ne söylenecekse söylensin dedi.
Hep Sıtkı Hoca’ya güvenmişlerdi. Şimdi nutku ki
me söyletmeliydi? Belediye Başkanı gerçekten güç bir
duruma düşmüştü. Arkadaşlarından Fuat beye, bilinen
ateşleyici ulusal konu üstüne birkaç söz olsun söylemesini
rica etti.
Fuat bey, kürsüye çıkarak şöyle konuştu:
— işte, Yunanlıların yapt’ğı mezalimi görüyorsunuz.
Biz de burada bir istilâ tehlikesi karşısındayız. İhtiyatlı,
tedbirli, uyanık bulunmak ve hemen silâhlanıp düşmana
karşı koymak lâzımdır. Her müslüman, her ne karşılığın
da olursa olsun silâhlanmak zorundadır. Yurdumuz, tehli
keli günler geçirmektedir. Buna karşı koymak, düşman
çizmeleri altında çiğnenmemek birinci vazifemizdir. İz
mir’den sonra Samsun ve Havza’nın da işgal felâketine
uğraması muhtemeldir. Varımız - yoğumuzla silâhlanıp
iç ve dış düşmanlara karşı koyacağız.
Ondan sonra İbrahim bey, kürsüye çıkarak buna ben
zer birkaç söz söyledi ve bunlara şunu kattı:
— Burada bu Havza sokaklarında gördüğümüz Rum
çeteleri, asker kaçaklan filân olmayıp Yunanlıların es
kiden beri güttükleri siyasi maksatlarının mahsülü birer
icra kuvvetidir. Bunların emel ve gayeleri artık meydana
çıkmıştır. Bunun için canımıza kasteden düşmana karşı
alınması gereken tedbirleri almak vazifemizdir. Haksız
işgallere nihayet verilmek üzere gerektiği şekilde protes
to edeceğiz. Bizi tevkil eder misiniz?
Belediye Başkanı, bu son sözü çok kuvvetli söylemiş
ti. Halk ona, gülbank çeker gibi hep bir ağızdan:
— Hayhay! diye yanıt verdi.
Belediye Başkam, kürsüden inerken bu mitingin hiç
de başarıiı ateşleyici, coşturucu bir miting olmadığını dü
şünüyor ve üzülüyordu. Anadolu’da ulusal kurtuluş sava
şı için, Mustafa Kemal’in karşısında yapılan bu ilk mi
— 340 —
ting, böyle sönük mü geçmeliydi? Mustafa Kemal, mutla
ka bundan çok daha güzel ve başarılı bir miting bekliyor
du.
Bu sırada Mesudiye otelinin sahibi küçük Ali Baba
(babası büyük Şeyh Ali Babaydı) yanma sokuldu:
İbrahim bey, Mustafa Kemal’in yanma koştu. Mus
tafa Kemah oteldeki odasında oturmuş, pencereden dı
şarı bakıyor, dağılmakta olan cemaati yüzündeki üzgün
mimiklerle seyrediyordu. Bu miting, istediği gibi olma
mıştı. İbrahim beyi bunu söylemek için çağırmıştı. Başını
pencereden İbrahim beye çevirdi ve sert bir sesle:
— Yaptığınız işi beğendiniz mi? diye sordu.
Belediye Başkanı güç durumunu gösterir bir davra
nışla ellerini oğuşturarak:
— Efendim, dedi bu işe memur ettiğimiz hatip Ho
ca efendi, Rum eşkiyalarının tehdidine maruz kalmış ol
malıdır ki bulunduğu köyden çıkıp buraya gelmedi. Biz
de çok müteessir olduk. Fakat hatibin geleceğinden çok
emin olduğumuz için ona göre hazırlanmıştık. Bu sebeple
emrivaki karşısında şaşırdık. Affınizi dilerim.
Mustafa Kemal, birden bire yumuşadı.
Hoca Sıtkı efendinin hikâyesi de şuydu: Miting ha
berini ona Havza’lı Bayram Con bey göndermişti ve bu
çağrı, Hocaya çok geç ulaşmıştı.
— Hoca korktu da gelmedi!
Söylentisi, Sıtkı Hoca'mn kulağına gidince çok üzül
müştü buna üzülmek de denemezdi. İyi kalpli hoca, mi
tingi kaçırdığım anlayınca sanki beyninden vurulmuşa
dönmüştü. Felek bir köy hocasına böyle bir günü Ömrün
de ancak bir kez gösterirdi. Hemen cübbesini sırtına alın
ca Havza’nın yolunu tuttu. İbrahim Beyi buldu:
— Ben, korkak bir adam değilim; neler emrediyorsa
nız edin, derhal yapayım, dedi.
Belediye Başkan iyle yanındakiler:
— Önümüzdeki cuma günü miting tekrar edilecek ve
sen çıkıp halka hitap edeceksin!
— 341 —
Dediler. Enerji dolu, canlı, iri kemikli, zeki bakışlı
bir adam olan Sıtkı Hoca:
— Hazırım! dedi.
Cuma yine gelip çatmıştı. Bu kez eskisinden daha
büyük bir bağrıyanık halk yığını, yine büyük cami ile
Mustafa Kemal’in oturduğu Ali Baha’nın Mesudiye Ote
linin önüne dek olan al»mı doldurdu. Dışarı çıkamayan
hasta ve yatalaklar bile pencerelerden dışarı sarkmıştı.
Mustafa Kemal, Ali Baha’nın otelindeki odasının
penceresinde oturmuş, büyük bir sevinçle gülümseyerek
sesine koşan bu canlı halkı seyrediyordu. Sıtkı Hoca ve
Belediye Başkam, camiden çıkınca hemen cemaatin
önüne düştüler. İbrahim bey, yine elinde Türk bayrağı
nı taşıyordu. Sıtkı Hoca, geçenki başarısız mitingin acı
sını çıkarmak istercesine gür ve yanık sesiyle tekbir ve
tehlile başlayınca bütün cemaat ve halk da ona katıldı.
Meydan bir savaş yeri gibi büyük bir uğultu ile dolup in
lemeğe başladı. Kafile, ağır ağır Mustafa Kemal’in ote
line doğru ilerliyordu. Çoluk - çocuğun da katıldığı tek
bir sesleri yine bütün Havza’yı tuttu, dağa - taşa uîaşt'.
Ve yankılar hainleri titretti. Sıtkı Hoca, ortaya kurul
muş olan kürsünün yanına gelince sustu, tekbir getiren
halk da birdenbire sustu. Şimdi, alman soluklar bile du
yuluyordu. Havza, belki ömründe ilk kez böyle susmuş
tu. Sıtkı Hoca şimdi kürsüdeydi. Ateşli gözleri ve ciddi
yüzüyle halkı bir an seyretti. Bu «bağrı yanık» halk, on
dan kendisini coşturacak güzel sözler bekliyordu. O da
bir iki kez öksürdü; Boğazını temizledi. Sürahiden bar
dağım su ile doldurdu. Bir yudum içerek kuruyan dilini
damağını ıslattı. Böyle heyecanlı bir günde hangi babayi-
ğitin dili - damağı kuruyup birbirine yapışmazdı?
Sıtkı Hoca, bunca yıldır vaaz vermekteki beceriklilik
ve kolaylıkla söze başladı. Halkın yüreğini en ince telle
rinden ateşleyecek sözler söyledi. En sonra nutkunu şöy
le bitirdi:
— Ey cemaat, düşmana karşı koymak için elde sopa
lâzımdır. En gücü yetmiyen, en fakir müslüman ve Türk
342 —
bile bugünden tezi yok, birer sopa olsun edinmelidir. Bu
na da iktidarım yok, diyebilen kimse var mı?
Varsa, oda evindeki kazmayı, keseri, bıçağı, o da
yoksa yumruğunu hazırlasın. Artık, zamanı gelmiştir.
Hazreti Allah da, Peygamberimiz efendimiz de böyle em
rediyor!
Halk, en sonra coşmuştu. Sıtkı Hocayı alkışlıyor, al
kışlıyor:
—■Varol Hoca, Yaşa, Sıtkı Hoca!
Diye gürlüyordu. Mustafa Kemal’in yüzü artık iyice
aydınlanmıştı- Gerçekten de, Sıtkı Hoca sayesinde başa
rılı bir miting yapılmıştı. Belediye Başkam İbrahim beyi
yanına çağırdı:
— Memnun oldum, dedi, istediğimiz gibi bir miting
yapıldı. Hoca Efendi de pek güzel konuştu. Artık, benim
de burada vazifem tamarn oldu. Daima sizinle muhabere
edeceğim. Müsterih olun. Ben de sizin gibi bir fert olarak,
inşallah kazanacağımız zafere kadar beraber, el ele çalışa
cağız.
Sonra Sıtkı Hocayı da çağırarak hararetle ellerini
sıktı ve kutladı.
Daha geçen gün Damat Ferit’in Türkiye’yi büyük
devletlerin mandası altma koymayı amaç tutan planı için
Havza’lılara söylediği sözleri burda bir kez daha yeniledi:
— Geçenlerde de birkaç kere söyledim. Hiçbir za
man ümitsiz olmayacağız. Bizi öldürmek değil diri - diri
mezara sokmak istiyorlar. Şimdi, çukurun kenarındayız.
Sonra bir cüret belki bizi kurtarabilir. Zaten başka türlü
de olsa geri dönmek imkânı yoktur.
Bu halka söylediği sözleri bütün kumandanlara da
başka sözcüklerle telledi: «Millî istiklâli sarsan işgal, ve
ilhak gibi olayların bütün millete kan ağlattığını, millî
ıstırabın zaptedilmez bir hal aldığını, bu hallerin önlen
mesini beklediğimizin bütün dünyaya telgraflarla ilân
edilmesini» istedi.
— m —
Mustafa Kemal, Kaplıcaya daha çok sabahları giri
yor, Öğleden sonraki vakitlerini gece yarılarına dek ya
çalışma odasında çalışarak ya da posta müdürünün oda
sında çektiği ve karşılığını beklediği telgrafları kontrol
etmekle geçiriyordu.
Kimi zaman elindeki kocaman sarı kehribar teşbihi
ni çekerek kasabada dolaşıp hava alıyordu. Bu arada da
bir şeyler bekliyor gibiyse de ne beklediğini ancak bir kaç
kişi biliyordu. Herkes, benzin yokluğundan Amasya’ya
gidilemiyor sanıyordu.
— 9 —
MANGAL YÜREKLt
ADAMIN HİKÂYESÎ
— 345 —
nın çakır gözleri, kaşlarının altındaki derin yuvalarından
ocağın alevlerine dikilmiş duruyor, bir yandan da kırpık
bıyıklarının ıslaklığını parmaklarının uçlariyle kurutmağa
çalışıyordu.
— Merakla yüzüme bakıyorsun, acaba böyle korku
lu bir zamanda habu uşak ne yürekle kalkıp geldi yine
Giresun’a diye kendi kendine soruyorsun? Dayanamad.m,
uşak, daha çok dayanamadım güzelim memleketten uzak
ta kalmağa. Geldim işte. Ne olacaksa bir an önce olsun
dedim. Gurbet tak etti canıma-
Giresun’un o ünlü yağmuru, hâlâ bardaktan boşanır
casına yağıyor, kiremitleri, camları döğüp duruyor, Ka
radeniz! kıyılara doğru süren poyraz, dik kayalıklarda
yağmurun gürültüsünü bastıran sürekli bir uğultu çıka
rıyordu.
Osman Ağa, hem ev sahibinin kendisine sarıp verdi
ği saçaklı Trabzon tütününden sigarasını İçiyor, hem de
sağ bacağını oğuşturuyordu.
— Ha şu bacağın topal olması bir şey değil de böyle
yağmurlu havalarda için - için bir sızlaması var, beni ca
nımdan bezdiriyor. Bizim uşakların geldiğimden haberi
yoktur, haber ver de gelsinler görüşelim. Ne olacak bu
halimiz bir anlayalım.
Osman Ağayla türlü savaşlara ve serüvenlere katılıp
da sağ kalmış birçok savaş arkadaşı, şimdi ne yapacakla
rım şaşırmış, sonlarının ne olacağını bilmeyerek evlerin
de kaygıılu - kaygulu düşünüyor; pusmuş oturuyorlardı.
Onun geldiğini öğrenince birer - ikişer yerli Rumlara gö
rünmemeğe çalışarak, Sütlaçların evine damladılar.
Hepsi, Osman Ağanın, Giresun’un bu mangal yürek
li adamının çevresine çemberleme bağdaş kurarak otur
du. Hem onu dinliyor, hem de Giresun’da geçen en yeni
olayları anlatıyor, sonra, yüzleri asık, kara - kara düşü
nüyorlardı .
Bu sırada kapı güm - güm çalındı. Gelenin arkadaş
lardan biri olduğunu bildikleri halde yine de herkes, be
lindeki, koynundaki tabancaya el attı- Silâhlı beş adam
— 346 —
mavzerlerin mekanizmasını şıkırdattı. Osman Ağa, hiç
kımıldamadan ocakta çıtırdayan çalılara bakıyor ve dü
şünceli görünüyordu. Bu güzel kentin, güzel Giresun’un
kendisi için büyük tehlikeler sakladığını bilerek gelmiş
ti. Bundan dolayı büyük ve sürekli tehlikeler içinde ya
şamış bir adam olarak en küçük tıkırtıdan bile bir şey
ler sezinleyen bir duyuş gücü kazanmıştı. Dış kapının
giimlemesı herkes gibi onu da kulak kesilmeğe çağır
mıştı.
Gelen, Tapucu Gerdebioğlu Mehmet Efendinin kâti
biydi. Üstünden - başından sular akıyordu. Adamcağız,
ıslak elini koynuna sokarak bir mektup çıkardı ve Os
man Ağaya uzattı.
— Ağa, Tapucu Gerdebioğlu Mehmet Efendinin sana
çok selâmı var. Bu mektubu da hemen okusun ve ona
göre davransın, dedi.
Kâtip, bunu söyler söylemez, açılan kapıdan karan
lık yağmurun içine daldı ve gözden uzaklaştı. Osman
Ağa, mektubu bir solukta okudu, sonra ordakilere uzat
tı. Her okuyanın yüzünde kaygular beliriyordu.
Mektupta, Osman Ağanın yine Giresun’a geldiği ha
ber alındı, Kaymakam Nizamettin beyle jandarma ku
mandanı seni tutuklayacaklar, bir ayak önce kentten sa
vuş, deniyordu. Tutuklama emrini, Kaymakam Nizamet
tin bey, Tapucu Gerdebioğlu Mehmet Efendiye kendisi
bildirmiş ve Topal Osman’ın bir an önce kentten çıkıp git
mesine aracı olmasını söylemiş, ağanın da bunu bilmesini
dilemişti.
Mustafa Kemal, Samsun’a geçeceği sıralarda Topal
Osman, Giresun Belediye Reisiydi. Yalnız, bu görevi bi
leğinin gücüyle ele geçirmişti. Bırakışmayla birlikte taş
ra denen Anadolu kentlerinde İstanbul hükümetinin oto
ritesi kalmamıştı. Bu yüzden buralarda her iş, eskisi gibi
kanun çerçevesinde olmuyordu. Topal Osman, kentin Türk
halkınca çok sevilen ve kendisine umut bağlanan bir yerli
kahramandı. Bu yüzden, pek azgınlaşan Pontos Rum eşki-
ya ve iştahlarına karşı Türk hemşerilerini korumak üzere
— 347 —
Giresun Belediye reisliği makamına oturuvermişti. Yal
nız, kanun geleneklerine göre Belediye reislerini, yönetim
âmirleri, yâni, kaymakamlar, mutasarrıflar ve valiler ata
maktaydı. Bu yüzden de Topal Osman’la Kaymakam Niza-
m ettin Bey arasında bir soğukluk, bir geçimsizliktir sü
rüp gidiyordu. Nizamettin Bey, Osman Ağa’nın Belediye
reisliğini onaylamamıştı. Topal Osman, Damat Ferit hü
kümetince fena halde mimli bulunduğundan onun başkan
lığını onaylaması, İstanbul hükümetinin bir memuru olan
Kaymakamı da kolayca suçlu durumuna sokabilirdi. İs
tanbul’da harıl - harıl asmak için adam arayan ünlü Nem
rut Mustafa Paşa Divanı Harbi Osman Ağa’ya çoktan be
ri gözlerini dikmiş, iştahlı - iştahlı bakmaktaydı. Ermeni
ve Rum «tehciri» suçlusu olarak asılan ve asılacak olan
ların listesinde, Topal Osman Ağa’ııııı da saygılı bîr yeri
vardı. O da bunu pek iyi biliyor, ona göre tetikte bulunu
yor ve kurduğu çeteyi her an davranmak üzere elinin a l
tında hazır bulunduruyordu.
Topal Osman, Belediye Başkanlığı makamında kentin
Türk halkının koruyucu meleği olarak oturadursun 1919
ilkbaharında İstanbul gazetelerinde, Nemrut Mustafa Pa-
şa’nın başkanlık ettiği Divanı Harbi Örfi adı verilen son
kerte tehlikeli mahkemede yargılanması gereken ünlü
suçluları içeren bir siyasal suçlular listesi yayımlandı. Bu
suçlular arasında memleket dışına kaçmış olanlar olduğu
gibi, memleket içinde hâlâ görevleri başında bulunan bir
çok kiş'ı de vardı. Giresun’un Türk halkı, daha çok kendi
kentlerindeki bir iki Önemli kişinin adını bu listede gö
rünce irkildi. Şimdilik, Giresun’dan yargılanması gereken
iki kişi vardı- Bunlar da Topal Osman Ağa İle Giresun eş
rafından Sarı Mahmut Zade’ydi. Kürt Mustafa Paşa mah
kemesi, bu iki kişinin hemen yakalanıp İstanbul’a yollan
maları için «ihzar müzekkeresi» de kesilmişti.
Giresun’un genç kaymakamı Nizamettin Bey, bu rşİ
öğrenince Topal Osman'ı çağırarak:
— Osman Ağa, dedi, gazeteleri gördün, artık bura
da durma, başmın çaresine bak, ihzar müzekkeresi ge--
— 348 —
lirse seni tevkife mecbur kalırım. Bir tarafa git, uzaklaş
burdan!
Kaymakamın yanından ayrılan Topal Osman, omuz
larını silkerek yine gidip belediyedeki makamına otur
du.
Bu genç kaymakama da zaten çoktaııberi içerliyor
du. Onun Belediye Başkanlığını bütün zorlamalara aldırış
etmeyerek kabul edip doğrulamamış ve onu böyle kanun ■
suz olarak bu makamda oturtup duruyordu.
— İşte, Belediye Reisliği odasında oturuyorum. Ni-
za m et tin Bey sıkıysa gelsin beni tevkif edip İstanbul’a
göndersin!
Diyordu.
Bir gün jandarma kumandanı kaymakamın katına
giderek:
— ihzar müzekkeresi var. Topal Osman’ı tevkif ede
ceğim, bana bir komiser ver!
Dedi. Kaymakam Nizamettin Bey, Mustafa Kemal’
in Selanik’ten çocukluk arkadaşıysa da henüz bir kayma
kamdan başka bir şey değildi. Topal Osman’ın tutuklan
masını kendisi için tehlikeli bulmasaydı onu doğrudan
doğruya tutuklattırabilirdi. Şundan ki o bu kapıdan ha
lâ ekmek yemeyi düşünenlerdendi. İşte, bu yüzden arsla-
nm ağzına kendisinden daha az korktuğu bir kurban ata
rak pençeli kurbanı korkutup kaçırmak istedi ve Jandar
ma Kumandanına:
— Sen, evvelâ Sarı Mahmut Zade’yi yakala! Sonra
da Topal Osman’ı yakalarsın! dedi.
Jandarma kumandanı, gidip S an Mahmut Zade’yi
tutuklayıp Nemrut Mustafa Mahkemesine göndermek
üzere gemiye bindirdi. Bunu gören Topal Osman, bir kah
peliğe uğramak kaygusiyle adamlarını yanma alıp bir ak
şamüstü karanlık bastıktan sonra motoruna binerek Te-
peköy’e doğru yola çıktı. Topal Osman’ın dağa çıkışı,
kentte şimşek gibi yayılmıştı. Kumlar, onun dağa çıkışı
nı, kentte oturuşundan daha tehlikeli buluyorlardı.
Topal Osman için İstanbul'um Trabzon Valisi Galip
1 — 349 —
Bey’e emir üstüne emir geliyor, o da durmadan Giresun
Kaymakamını sıkıştırıyordu. Bir gün kafası kızan kayma
kam, Ali Galip’e şöyle yazı yazdı:
— Bu adamın dağda yüz elli silâhlı maiyeti var. Ya
kalanması için kuvvet gönderin. Ancak, o zaman tutula
bilir!
Bu işi böylece başından savmak istedi.
Nizamettin Bey’in de Topal Osman’ın durumuna ben
zer bir durumla karşılaşması gün sorunuydu.
Nitekim, Topal Osman, dağda çetesini güçlendire
dursun bir İngiliz vapuruyla İstanbul’a giden genç kay
makam, yine Ermeni’leri zorla göç ettirme ve öldürme su
çundan dolayı Nemrut Mustafa Paşa mahkemesine gön
derilmek üzere tutuklanıp ellerine kelepçe vurulacak, yal
nız kaçmanın yolunu bularak ölümden kurtulacaktı.
Topal Osman dağda bulunduğu sırada Nemrut Mus
tafa Paşa mahkemesi onu «gıyaben» idama mahkûm et
mişti. Artık, bu mangal yürekli adamın kanı helaldi. Gö
rüldüğü, tutulduğu yerde öldürülmesi için emir çıkmış
tı.
*
— 351 —
rın karşısında azrail kesiliyorlardı.
Salt bu kolcularla boğuşmak zevkini tatçıak için tü
tün kaçakçılığına başlayan Osman, pek heyecanlı günler
ve geceler geçiriyor, bir çeteci egzersizi yapar gibi sertle
şiyor ve pişiyordu-
Osman’ın bu heyecanlı, tehlikeli ve başıboş yaşayışı
önemli bir olayla birden bire bıçakla kesilmiş gibi duru
verdi. Çobtanberi göz diktiği, daha doğrusu gönül verdi
ği Panas İsmail Ağa’nın güzel kızı Hatun’la evlendi.
Gerçi, İsmail Ağa, zengin bir adamdı, Osman’ın sırtı
artık yere gelmezdi, ne var ki Osman, sırtüstü yatıp da
«karı» parası yiyeceklerden değildi. Doğru - dürüst bir
iş tutması gerekiyordu. Kayınpederinin yardımiyle keres
teciliğe başladı.
Bu kereste işi zamanında eline epeyce para geçen Os
man, pek eli - açık ve cömert bir insan olduğunu göster
mişti. Düşkün eşe - dosta yardım ediyor, arkadaşlariyle
yeyip içiyor, çevresinde kendisine gönül bağlayanlardan
bir grup toplanıyordu. Artık, genç Osman, Osman Ağa
olup çıkmıştı. Hemşerileri onu böyle çağırıyorlardı.
Osman Ağa, her Karadeniz uşağı gibi silâhla oyna
mayı da seviyordu. Goronik Rus tabancasının namlusun
da hedeflere uçan mermilerin sayısını kendisi de bilmez-*
di. Keskin nişancı denecek güçte bir atıcı olmuştu. Gaze
te okumasını seven ve siyasal haberleri büyük bir ilgiyle
izleyen Osman Ağa, 1908 hürriyet devrimini büyük bir
sevinç ve heyecanla karşıladı, fesini havaya fırlattı. Ar
tık, Türk’ler için bütün acıların ve kayguların sonu geldi
ğine inanıyordu. Osfnanlı ülkesinin bütün kentlerinde ol
duğu gibi Giresun’da da geceli - gündüzlü şenlikler olmuş
hürriyet türküleri söylenmiş, içkiler içilmiş, Osman Ağa’
mn baş çektiği horonlar oynanmış, bütün kötü günlerin
sonu geldiğine ulusça inanılmıştı. Dağdan bir sürü eşkiya
inmiş, silâhlarını şakırdatarak hükümet konağı önünde
dolaşıyorlardı. Genel af çıkmıştı. Bu Rum ve Türk eşkiya
larında, devrimi kendileri yapmış gibi bir de kurum - ça
lım vardı ki değmeyin gitsin.
— 352 —
Giresun’un bütün Rumları - Türkleri sevinçten sar
maş - dolaş olmuşlardı. Kurtla kuzunun dost olduğu gün
lere benzer barış ve dostluk günleri, Yeşîî Giresun'a mut
lu saatler yaşatıyordu. Birbirlerine diş bileyen Türk ve
Kumlar, silâhlarının üstünü zeytin dallariyle örtmüşlerdi.
Ne var ki Avrupa devletlerinin birer - birer Türkiye üze
rine atılarak pay isteyeceği günler de gelip çatmıştı. Bal
kan uluslarından önce Italyan’lar daha sabırsız davrana
rak Trablusgarp üzerine çullanmış, Balkan savaşı hazırlık
la n hızlanmış, Giresun Rumları da silâhlarının ve bomba
larının üstündeki zeytin dallarını kaldırmağa başlamışlar
dı. Osman Ağat dikkat ediyordu. Avrupa uluslarından biri
Türkiye’ye sataşacağı ya da sataştığı gün, bütün Rum
hemşerilerde bir bayram havası başlıyor, boylan uzuyor,
sesleri dikleşiyordu. Böyle zamanlarda Türk - Rum mahal
leleri arasındaki sapantaşı savaşını Rum çocukları ilân
ediyordu- Türk mahalleleri, aşağıda, Rum mahalleleri de
yukarı sırta sıralandığından Rum çocuklannın sapan taş
ları daha kolaylıkla yerini buluyordu.
Hürriyet devriminin getirdiği geçici dostluk havası,
artık, bir daha geri gelmemek üzere dağılıp gitmişti. Şim
di, Türk ve Rum mahallelerinde karşılıklı diş gıcırtısın
dan geçilmiyordu. Artık, hiçbir zeytin ağacı, bu kente gü
müş yapraklı dallarından göndereceğe benzemiyordu, iş
ler, öyle bozulmuştu ki sonsuz barışın kurulması için bir
kentte ya Rumlar ya da Türkler tek başlarına kalmak zo
rundaydılar.
Trablus savaşı felâketi bitmiş, arkasından beklen
mekte olan Balkan savaşı başlamıştı. Balkan kentlerinden
kopup gelen kırmızı kuşaklı, kara yeldirmeli göçmen dal
gaları, Karadeniz kıyı kentleri gibi Giresun’a da çarpmış
tı.
Kurtuluş savaşı yapan Balkan ulusları, Hıristiyan
lık çalımlariyle ve bir haçlı ordusu ruhiyle bütün Türkleri
ve müslümanları kesip biçiyor, hele Hıristiyanlıktan müs-
lümanlığa geçmiş Pomaklarla Boşnakların gözyaşlarına
hiç bakmıyorlardı.
— 354 —
ki, Balkan savaşını kendisi yitirmiş gibi utanıyor, kimse
nin yüzüne bakamıyordu.
Yarası iyi geçmeyen ve hiç bir zaman da geçmeyecek
olan Osman, evden çıktığı günler, İstanbul’dan beri taşı
dığı koltuk deyneğine dayana - dayana yürümek zorunda
kalıyordu.
Balkan savaşından hemen sonra Birinci Dünya Sava
şı patlayınca, artık anıyla - şanıyla Topal Osman diye
tanınmağa başlamış olan Osman Ağa, henüz Balkan sa
vaşında aldığı yaralar kapanmadan arkasına bir yığın
gönüllü takarak Acara dolaylarına geçti, kendini bildi
ğinden beri ittihatçı olduğundan Acar’da «Teşkilâtı Mah
susa» nm meydana getirdiği sabotoj milislerine katıldı.
Koltuk deyneğine dayanarak savaşlara girdi. Rus ordu
larının ilerleyişi sırasında ağır bir çekiliş yapan Türk or
dusuyla birlikte Yemişlik hattına çekildi. Orada tifoya ya
kalanarak memlekete dönmek zorunda kaldı. Tifoyu at
latınca yine cepheye koştu. Bayburt haltında Türk ordu
su bozgun halinde çekilirken Topal Osman, sekiz yüz kişi
lik gönüllüsüyle 37. tümen emrine girdi. Rus’larla savaşa-
savaşa Tirebolu’ya, Harşit ırmağına dek çekildi. Düşman
bu hattâ duralamak zorunda kaldı. Topal Osman’ın gönül
lü sayısı beş yüze inmişti. «Mevcudu» artırmak için yine
■Giresun'a döndü. Henüz askerlik çağma gelmeyenlerden
bir yığın gönüllü daha toplayarak cepheye götürdü ve bu
cephe hattında bir buçuk yıl düşmana göz açtırmamağa
çalıştı.
Bundan sonra, Rum ordusu birden bire elindeki köy
leri, kasabaları, ve kentleri yakıp yıkmadan, oralarda
oturan sivilleri öldürmeden, yiyecek, giyecek depolarını
cephanelikleri Türk kumandanlıklarına teslim ederek ken
diliğinden çekilmeğe başladı. Rusya’da patlak veren Bol
şevik devrimi, Rus ordusunu allak - bullak etmiş, bütün
subay ve askerleri kendi canlarının kaygusuna düşürmüş
tü. Bu kez, bozguna uğraya - uğraya memleketin en gü
zel parçalarını elden çıkaran Türk ordusu, boşaltılan top
raklan kurtarma yarışına girişti.
— 355 —
Kafkasya savaş bölgesini bir yürüyüş halinde işgal
etme yarışma Topal Osman da katıldı. Türk ordusunun
önünde yalnız, Türklere hasım ve bağımsızlık yanlısı yer
li halklarla iyi Örgütlenmiş Ermeniler vardı.
Topal Osman, Batum’un alınması için ileri atılan deli
fişeklerden biri oldu. Yakup Cemil’in sekiz yüz kişilik çe
tesiyle Topal Osman'ın yine bunun tutarındaki çeteleri
her türlü taşıtan yararlanarak Batum üzerine atıldılar.
Topal Osman, Batum’da meydana gelecek çatışma ve çar
pışmalarda gerekecek bütün cephane ve silahları kendi
motorlariyle taşıtmış ve onun gönüllüleri Batum’a koman
do birlikleri gibi çıkmışlardı.
Batum’a ilk kez Topal Osman girdi; silâhları Batum
vali ve kumandanına teslim etti. «Fatih»likleriıı armut
gibi kolayca devrildiği bu savaş döneminde Topal Osman'
m Batum fatihi olması gerekirken bunu Yakup Cemil sa
hiplenmişti. Teşkilâtı mahsusamn büyük milis kumanda
nı namını taşıdığından Topal Osman'ın çetesinin de başı
sayılmış ve kendine Batum Fatihi denmesini istemişti.
1918 yılının sonlarına doğru Bırakışma olunca cep
heler birden bire çenelerini kısmış, yeri - göğü sarsan
gümbürtüler dinmiş, gencecik insan kanları sebil gibi lı
kır - lıkır aç topraklara dökülmez olmuştu. Bırakışma ko
şullan gereğince Türk Ordusunun terhisi başlamıştı. Kur
şunların, tifonun, tifüsün, koleranın, karın - soğuğun ve
en sonra açlığın yiyemediği iskelet gibi erkekler, kör - to
pal evlerine dönmeğe başladılar.
Batum fatihliğini metozori Yakup Cemil’e bırakan
Topal Osman da sağ bacağının diz kapak bölgesindeki ya
rasından halâ irin akarak koltuk değneğiyle kendini
dört gözle bekleyen çoluk - çocuğunun yanma döndü. Gel-
gelelim zaman değişmişti. Şimdi, Giresun’a artık Pontos-
çular, Rum kabadayıları ve neşeli - neşeli çalıp duran çan
sesleri hâkimdi. Artık, yeşil Giresun, bir Pontos kenti olup
çıkmıştı. Bütün öbür kıyı kentlerine olduğu gibi buraya
da türlü yönlerden maskeli Pontos savaşçıları aktarılıyor,
yamaçtaki büyük Rum evleri, kiliselerin altındaki gizli de
— 356 —
polar ve mağaralar hep silâhla tıka - basa dolduruluyordu.
İngiliz, Fransız’lar ve Amerikalılar, bütün bu yem
yeşil kıyıları ve can yeşerten yaylaları, Pontos Devle ti’ne"
Doğu vilâyetlerini de taa Sivas’a dek Büyük Ermenistan’a
armağan ediyorlardı. Bunun kararı çoktan verilmiş, şimdi
bu kararı tereyağından kıl çeker gibi kolayca uygulamağa
Çalışıyorlardı.
Doğrusunu söylemek gerekirse Topal Osman, cephe
den dönüp de hiç tanımadığı korkunç Pontos’çu milislerin
kenti kapladığını görünce ürkmüştü. Bütün tanıdığı ve
tanımadığı bu yüzler ona karşı kapalı, dönük ve düşman
dı. Onu bir kaşık suda boğmak istiyor gibiydiler. Şu da bir
gerçektir ki Topal Osman, cepheden temelli döndükten
sonra Türkler rahat bir soluk almışlar, Rum hemşeriîerse
niyetlerinin kötülüğünce korkmuş ve bozulmuşlardı. To
pal Osman, Giresun’un bir Türk kenti olduğunu göster
mek için kendi kendine Belediye reisliği makamına otur
du. Hemşerilerini korumaya karar verdi. Damat Ferit Pa-
şa’nm buyruğu altında cayır - cayır işleyen Nemrut Mus
tafa Paşa mahkemesi, en sonra elindeki listeye göre onu
da «gıyabında» yargılamış ve meydanlarda asılmasına ka
rar vermişti. Trabzon valisi ihtiyar Galip Bey ve onun
adamı gibi görünen Giresun Kaymakamı Nizamettiıı Bey
le Jandarma Kumandanı da Giresun Rumları’nın baskısiy-
le ona cephe almışlardı. Trabzon metropoliti Hırisantos,
durmadan Topal Osman’ın yakalanıp asılması için Ingiliz-
lere Amerikalılara, Fransızlara ve Damat Ferit’e mek
tuplar yağdırıyordu.
Topal Osman’dan, savaş içinde yapılmış olan zoraki
Ermeni göçü ve bu arada kıyılan canların hesabını ver
mek üzere canı isteniyordu. Talât Paşa’nın yazdığı anıla
rında söylediği gibi bu zpraki göç ettirme işi sırasında is-
tenmiyerek pek çok kötülükler olmuş, pek çok canlara kı
yılmış, dönmeyecek olan Ermenüerin malları üzerine bü
tün zorba taşra İttihatçıları oturmuştu.
Büyük kötülükler olduğu gerçek idiyse de bunlar
olurken Topal Osman hep cephelerde, milislerinin başmda
— 357 —
uğraşmakta, koltuk değneğiyle yiğitçe savaşmaktaydı.
Yalnız, Giresun’un ileri gelen Ermenilerinden Şerik’i,
Kuşlara casusluk ettiğinden, yine bir tutsak Rus Enneni-
sinin doğrulamasiyle öldürmek zorunda kalmıştı. Asıl so
run, Ermeni öldürüşmesi değildi. Yerli Rumlar, PONTOS
davasını yürütürken Topal Osman’ın başlarında nasıl ek
şiyeceğini yakından biliyordu. O, ilk delikanlılık çağından
beri Rumlarla doğüşüp durmakta ve gözünü daldan - bu
daktan sakınmaz çok tehlikeli bir adam olarak tanınmak
taydı.
Topal Osman Pontos çetelerinin Karadeniz kıyıların
daki dağ köylerini Pontos hükümetinin yolunu aydınlata
cak kocaman meşaleler gibi yanmağa ve insanlarımızı kı
tır - kıtır kesmeğe başladıklarını görünce daha çok daya
namamış, buna bir çözüm bulmak üzere kalkıp kente gel
miş; bu yağmurlu ^ve katran gibi karanlık gecede, Sütlaç
ların kapısını çalmıştı. İki savaş boyunca kendisiyle cep
he - cephe gezmiş, vuruşmuş yiğit arkadaşlarının yatağı
yine bu kentti. Ne yapacaksa yine burda yapacaktı.
Sütlaç’ların evine konuk olduğu gece de gelişinin gö
rülmüş ve kentte tellâl edilmiş olduğunu anlamıştı.
Tehlike, kapıyı çalıyordu. Bu kaymakam Niza metlin
onun başına fena ekşimişti. Dur hele, bak, bütün düşman
ların başına nasıl kara bir düş kesilecekti. Çetesinin çe
kirdeğini kurmuştu bile. Kaymakamın dolaylı olarak gön
derdiği haber, yabana atılmazdı.
Topal Osman, ev sahibiyle ve geride kalan öbür ar-
kadaşlariyie helâllaşarak Ethem Hotmanoğlu, Kör Ab
dullah, Tomoğlu İsmail, Hüsrev, Vahit adlı gözü pek arka
daşlarını yanma alarak gecenin koyu karanlığına daldı.
Motor, aşağıda Hacı Hüseyin Mahallesinde, kayalıklar
arasında onu bekliyordu. Topal Osman’la adamları moto
ra atladılar ve İstanbul yönünde Tepeköy’e doğru uzak
laştılar. Sevgili kentleri Giresun, yağmurun, karanlığın
kara ve kalın perdesi arkasındaki son cılız ışıklariyle göz
den yitince, motordakiler, yeni ve daha büyük bir serüve
nin eşiğine ayak attıklarını anladılar. Artık, bütün anla-
— 358 —
miyle kelleyi koltuğa almışlardı.
Artık, gerek kentte gerekse dağda Pontos işi için
çalışan herkes, tehlikede demekti. İngiliz, Fransız ve Ame
rikan temsilcileri, sık - sık Giresun’a uğrayarak Rumlara
hiç bir tehlike olmadığını söylediler ve Topal Osman’ın
hakkından kolayca geleceklerini gözleri korkudan büyü
yen Rumlara vadettiler. Pontos işinin en ateşli yürütücü
lerinden Trabzon Metropoliti Hırisantos, Hıristiyanlık el
den gidiyor diye taa Paris Konferansına telgraflar çeke-
dursun. Damat Ferit hükümeti, İngiliz temsilcisinin ülti-
matcmiyie Topal Osman belâsının tez günde ortadan kal
dırılması için bütün Karadeniz kıyılarındaki jandarma ku
mandanlıklarına emir verdirdi. Topal Osman, Ölü - diri
ele geçirilmeli ve memleketin huzuru sağlanmalıydı.
Bir askerî birlikle, bir jandarma bölüğü ve bir süva
ri bölüğü, Topal Osman’ın arkasına düştü.
Bu arada Topal Osman’ın yanındaki çete eratı gün
geçtikçe artıyordu. Bir gün, Rumların ihbarı üzerine Ka-
rahisar dolaylarında jandarma bölüğünün baskınına uğ
rayan Topal Osman, jandarma bölüğü ile kumandanını
bir çete taktiğiyle tuzağa düşürdü ve jandarmaları uzak
laştırarak jandarma kumandanını rehine olarak yanında
ahkoydu. Kendisinin ne için dağa çıkmış olduğunu ona
anlatabildi. Bu jandarma kumandanı, Kaymakam Niza-
mettin Bey’le el ele vererek Topal Osman’ın bayağı bir kaa-
til olmayıp bir yurtsever olduğunu, elinde büyük bir çete
kuvveti bulunduğunu, affı Şahâne’ye mazhar olmadığı
takdirde elindeki bu gözü pek insanlarla büyük zararlar
yapabileceğini yazıp durdular ve en sonra İstanbul’dan
bir «affı Şahane» koparabildiler.
♦
— 359 —
kunç bir haber hem onun, hem bütün hemşerilerinin yü
reğini yerinden oynattı: Büyük düşmanlar, küçük düşman
Yunanlılara İzmir’i işgal ettirmişler ve orda Türkleri ko
yun gibi kıtır - kıtır kestirmişlerdi. Giresun’un içinde do
laşan en yeni habere göre de bugünlerde Giresun da Yu
nanlılarca işgal edilmek üzereydi. Averof ve Kalkış zırh
lılarının kurşun renkli hayâletlerini hergün denizin ufuk
larında arayan Rum hemşeriler, bu işe gün ve saat sorunu
gözüyle bakıyorlar, bunu Türk hemşerilerine işittirmek
ten de çekinmiyorlardı. Görünüşe göre Pontos devletinin
kurulacağı günler seğirterek yaklaşıyordu.
Giresun’a yayan iki saat çeken Kayadibi köyünün yo
lu üzerinde iki kişinin ilerlediğini gören nöbetçi:
— Dur, hemşeri, kimsiniz? diye bağırdı.
— Yabancı değil. Osman Ağa’yı görmek istiyoruz.
Yanında yabancı bir konukla birlikte gelen ve bu kar
şılığı veren, Topal Osman’ın Giresun’un içindeki yakın
adamlarından biriydi. Onun getirdiği konuk, pek önemli
bir haberle Samsun’dan geliyordu. Nöbetçi, gelenleri ya
nma katarak yemyeşil fındık bahçeleri içinde yitmiş git
miş olan iki katlı bir köy evine götürdü. Bahçede tahta
bir sıraya oturarak güneşte sağ bacağını oğuşturan sırtı
gelenlere dönük Kara Trabzon başlıklı, zıpkalı bir adam,
birden belindeki tabancaya el atarak atik ve sert bir dav
ranışla geriye döndü:
— Kimdir onlar?
Diye bavırdı. Çakır kurt gözüyle gelenlere yer gibi
bakan bu adam, Topal Osman Ağa’dan başkası değildi. Nö
betçiye:
— Sen işine git!
Diye buyurdu. Nöbetçi uzaklaştı.
Osman Ağa’nm tanımadığı konuk, Samsun Müdafaa
yı Hukuk’undan geliyordu. Koynündan çıkardığı mektubu
Osman Ağa’ya uzattı. Mektubu gözleri parlayarak okuyup
bitiren Topal Osman, onları oturttuktan sonra tabakasın
dan bir sigara sardı, tabakayı konuklarına da uzattı.
Sigarasından derin soluklar çekerken gülümsüyordu:
— 360 —
— Ha bu işler galiba düzleceğe benzer!
Diye söylendi. Sonra Giresunlu hemşehrisinin omus
na bir şaplak indirdi:
— Senin gâvurcuklar ne âlemde?
— Bildiğin gibi Ağa, hepimizi kesmeğe hazırlamy;
lar.
— Sen onlara benden selâm et, şimdiden başların
çaresine baksınlar, onların sonlarını iyi görmüyorum b<
Osman Ağa’nm yüzü gülüyordu:
— Mustafa Kemal Paşa! Mustafa Kemal Paşa! dİ
birkaç kez söylendi. Sonra Samsunlu haberciye:
— Arkadaş, dedi, Samsun’daki bütün vatanını seve
lere benden selâm söyle. Haberlerini aldım. Dedikleri o
cak, merak etmesinler.
Topal Osman’ın Kayadibi köyüne dek sokulmasın
nedenleri vardı. Padişahın kendisini affettiği günlerdi:
di. Yalnız kente girmeyi doğru bulmuyor, hızla geliş
olayları buradan izliyordu. Herhangi kötü bir iş patl
verdiğinde buradan Giresun’a bir karakuş gibi inmeğe 1
zır bekliyordu. Her ne kadar affedildiyse de hükümet tr
murlarımn hiçbirine güvenemiyordu.
Konuklan savdıktan sonra hemen adamlarını top
yarak dört - beş arkadaşiyle bir - iki gün gözden ırak o'
cağını, dönünceye dek evlerine dağılmalarını, gelir gelm
yine haber salarak kendilerini toplayacağını söyledi, t
men o akşam, yanındaki beş acar adamiyle kıyıda bek
yen motora bindi. Silâh ve cephanelerini de bir denk j
par ak bayağı bir eşyaymış gibi motorun bir yanına bir;
tılar. Samsun’a kendi hallerinde yurttaşlar gibi çıktıl.
Orada biraz dinlendikten sonra ikişer atlı üç yaylı tu"
rak Havza'ya doğru yola çıktılar. Yolda herhangi bir Pc
toslu’ya da başka bir eşkiya saldırısına karşı koyacak te
biri de almaktan uzak durmadılar. Hepsinin yanında biı
demet Alman ve Ingiliz bombası bulunduktan başka gi
neklerinin altındaki armalarda yüzlerce fişek diziliydi. 1
fekleriyse çadır bezlerine sarılmış eşyalar gibi yanı bi
larında yatıyordu.
— 361 —
Çete yaşayışının çok ince hesaplarını yakından bilen
ve her türlü puştluğu hesaplayan Topal Osman, Havza’
ya varınca adamlarıyle ilk önce bir hana inerek kendini
belli etmeden kasabayı gezip dolaştı- Mustafa Kemal’le
karargâhının bulunduğu, dışardan tas bir m erdivene at
kılan Mesudiye otelini göz hapsine aldı; girip çıkanları ta
mdı. Paşa giyneği içindeki sarışın, mavi eozlü
Kemal’i de gördü. Sonra, bunlar üzerine halktan bilgi top
ladı. Konuştuğu kişiler, Mustafa Kemal’in memleketi düş
manlardan kurtarmak için buraya geldiğini ona heyecan
la anlattılar. O zaman Topal Ösman ve adamları bu isin
doğruluğuna büsbütün inandılar ve bir aksam karanlık
bastıktan sonra kulaklı kara baslıklar, çıpka ve sîTâhla-
riyle Mustafa Kemal’in karargâh kurduğu otele gittiler.
Mustafa Kemal, böbrek sancılarını dindirmek irin
doktorların salıkladığı altı saatte bir alınması gereken
banyolardan birini yeni yapmış, yüzü alev - alev yana
rak b i r ' sandalyede oturmuş, sigara tüttürüyor, bir yan
dan da arkadaşlariyle hararetli - hararetli bir şeyler ko
nuşuyordu. Topal Osman’ın geldiğini haber verdiler. San
dalyesinde merakla doğruldu. Sağ bacağını kalçadan ata
rak odaya giren mavi kurt gözlü, orta boylu, kendi yaşın
da, kendisi gibi kırpık bıyıklı, çukur ve inatçı çeneli, silâh
lı, ünlü çete reisine sempatiyle baktı. Sonra, ayağa kal
kıp ona doğru giderek elini hararetle sıktı:
— Hoş geldin Osman Bey, dedi, buyur, otur. Sam
sun’da seni anlata - anlata bitiremediler.
Onu elinden tutarak yanındaki bir sandalyeye çökert
ti. Töpal Osman’ın adamlarının da ellerini sıktı.
— 362
Ona ünlü gümüş tabakasını uzattı. Topal Osman, bir
sigara aldı, sonra adamlarına döndü:
— Haydi, uşaklar, siz dışarı çıkın-
Mustafa Kemal, emireri Halit’e seslendi:
— Halit, çocuk, al bu arkadaşları, istirahat ettir. Çay
ver onlara, yorgundurlar.
Halit, Topal Osman’ın adamlarını alıp kendi odasına
götürdü.
Bütün karargâh personeli Mustafa Kemal’le Topal
Osman’ın çevresine toplanmıştı. Hoşbeşten sonra Mustafa
Kemal:
— Osman Bey, dedi, çok buhranlı günlerde yaşıyo
ruz, fakat ümitsiz değiliz. Senin hakkında bütün gerekli
bilgiyi aldıktan sonra seni buraya çağırttım. Biraz yor
gunluk olduysa da kusura bakma. Çünkü, bundan sonra
el ele çalışacağız, daha da çok yorulacağız. Şimdi, sen ba
na şu Pontosçu'larm Karadeniz kıyılarında neler yaptıkla
rını anlat da bu işi bir de erbabının ağzından dinleyelim.
Tcpal Osman, Giresun’da Rumların çok eskiden beri
süre gelen düşmanca çalışmaları üstüne uzun uzadıya bil
gi vererek, bırakışmadan sonra deviet içinde devlet ol
duklarını anlattı; köyleri nasıl yaktıklarını, Türk ve
müslürnanları nasıl öldürdüklerini, İstanbul hükümetiyle
onun jandarmasının ve İngilizlerin onları nasıl koruduk
larını sayip döktü. Sonra, arkasına takılan askerî birlik
leri ve rehine olarak aldığı jandarma kumandam serüve
ninden, onun kaymakamla birlikte uğraşarak nasıl kendi
sini padişaha affettirdiklerinden ne var ki bu affa inana
rak hâlâ kente inmediğinden ve inmek de istemediğinden,
her an yeni bir kahpelikle karşılaşmayı düşündüğünden
söz ederek hikâyesini bitirdi.
Mustafa Kemal:
— Bunların verdikleri söze de hiçbir vakit güvenme.
Görüyorum ki vatanperver duygular taşımaya gençliğin
de başlamışsın. Senin bugünkü yolun da o günkü açtığın
çığırdan geçmektedir. Memleket kurtuluncaya, içinde bir
tek iç ve dış düşman kalmayıncaya kadar çarpışmak zo-
— 363
randayız. Sen, bu Karadeniz koy ve şehirlerini koruya*
caksm. Çeteni derme - çatma bir kuvvet olmaktan çıka
racaksın. Bir alay teşkil edeceksin. Sen, bu alaym kuman
danı olacaksın. Sana genç ve atak subaylar da vereceğiz.
Pontoslu’lar hangi usulleri kullanıyorsa siz de o usulleri
çekinmeden kullanın. Vatan kurtarmakta bu son şansı-
mızdır. Bu mücadeleyi kaybedecek olursak tarihten silin
memiz tehlikesi bile vardır.
Pontos belâsının temizlenmesini tamamiyle senin tec
rübeli ellerine bırakıyorum, Osman bey. Seninle durma
dan muhabere edeceğiz. Belediye reisliğini bırakıp uzak-
laşmamahydın. Şimdi, yine bu mevkii elde edebilir misin?
Topai Osman güldü:
— Ne demek, paşam? Çocuk oyuncağı bu. Siz arka
mızda bulunduktan sonra evvel Allah Giresun belediyesi
ne gidip oturmamız artık gün meselesidir.
— Madem ki şehrin Türk halkı seni tamamiyle des
tekliyor. Hiç durma, teşkilâtını yap. Git, Reislik maka
mına otur. Şehir bilfiil senin ve adamlarının işgalinde bu
lunsun. Sen kaçıp dağa çekileceğine Pontosçu’lar ve Rum-
lar kaçsın. Onlar bir kere kanunsuz yolda adım atar gö
ründüler mi zamanla hepsini temizleriz.
Mustafa Kemal, Topal Osman’la Karadeniz olayları
nın bütün stratejik ve taktik olanaklarını uzun uzadıya gö
rüştü. Anlaşmışlardı- Topal Osman, en sonra gece geç va
kit istirahate çekilirken:
— Sen, hiç merak etme, paşam, dedi, ben bu Pontos
- Rumcuklarma öyle bir tütsü vereceğim ki hepsi eşek arı
ları gibi mağaralarında boğulup gidecek. Sen, başımızda-
sm ya artık, yeter! Bir-kaç gün içinde Giresun Belediye
Reisliğini yine üzerime alarak memleket kurtuluncaya
kadar da kimseye vermeyeceğim. Hemşerileriıı en yiğit
lerinden bir de «Müdafaayı Hukuk Cemiyeti» kurarım,
olur biter.
Topal Osman, ertesi sabah, Havza’dan ayrılıp Sam
sun’a doğru bir yaylının içinde sallanarak giderken Bal
kan savaşından da, «Seferberlikken de büyük ve Türkîer
— 364 —
için kutsal savaş günlerinin kapıda olduğunu duyuyor, ru
hunun derinliklerinde tükenen güçleri her an tazeleyen
gizli bir kevser kaynıyordu. Memleket, şu sırada onu eski
savaşlarda olduğundan çok daha derinden gereksiyordu.
Evet, «Seferberlimde salt Almanların dâvası uğruna sa
vaşmıştık. Şimdi, yalnız ve yalnız Türkiye ve Türk varlı
ğı ve bağımsızlığı için savaşılacaktı. Mustafa Kemal, çok
tan beri onun kafasında serseri kelebekler gibi dönüp do
laşan ve bir yana konamayan düşüncelerini nasıl da yaka
lamış ve yerine oturtmuştu. Evet, artık Türk kahraman
ları en elverişsiz koşullar içinde yedi düvele karşı yine ve
tek başına savaşacaktı. Giresun'a varınca hemen adamla
rını Kayadibi köyündeki karargâhında toplayıp savaşa gi
der gibi silâhlandıracak, en uygun bir günde de dört yan
dan silâh atarak kente girecek, boylece kenti «bilfiil» işgal
etmiş olacak, doğruca gidip belediye dairesine yerleşe
cekti.
365
— 10 —
HAVZA’DAN AYRILIRKEN
— 366 —
şey değildi. Bir yandan da, bir ihtiyat tedbiri olarak A-
masya’ya gitmeden önce orda güvenli bir ortam hazırla
mağa çalışıyordu. Amasya’lılar da onun varlığını duymuş
lar, Havza’ya bir kurul göndermeğe hazırlanıyorlardı. Bir
Bolşevik Rus heyeti, başlarında Ukrayna kahramanı al
bay Budyenni olarak kendisini görmek üzere Samsun’a
gelmiş, Havza’ya gittiğini öğrenmiş, şimdi de Havza’ya gel
mek istediklerini bildiriyordu.
Mustafa Kemal, Lenin’in kendisiyle ilgilendiğini an
lamıştı. Bolşevik Rusya, artık kendi dertleriyle uğraşan
Türkiye’nin de şu anda eıı tehlikeli düşmanları olan în-
gilizler, Fransızlar ya da onların örgütlendirdiği karşı dev
rimcilerle boğazlaşmakta olan ilginç bir ülkeydi. Yönetici
düşünceleri ne olursa olsun, onlarla şu anda sırt sırta ya
da el ele vermek, birden bire önemli bir koz elde etmek
demekti. Demek ki, Lenin bir müttefik arıyordu. Bu dü
şünce yabana atılamazdı. Gerçekçi bir kafa üzerinde dur
mak gerekti. Hemen Rus heyetinin Havza’ya gelmesi için
ilgililere emir verdi.
Budyenni, heyetin başında Havza’ya indi. Konuşup
görüşmelere başlamadan Önce karşı ziyaretler yaptılar.
Albay Budyenni, (sonradan Mareşal olmuştur) uzun boylu
pala bıyıklı yiğit gösterişli bir askerdi. Kazak süvari or
dularının başında bütün Ukrayna’yı beyaz Rus orduların
dan temizlemiş ve Amiral Vrangel ordusunu bozgundan
bozguna uğratarak Rusya sınırlarından sürüp atmıştı.
Hepsi Romanya topraklarına sığınarak canlanr.. kurtar
mıştı.
1918 yılının 6 Ocak günü Ukrayna, boydan boya Uk
rayna Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti olmuştu.
îşte, Amiral Vrangel’in yıldızını yerden yere çarpa
rak çok büyük bir ün kazanan Budyenni, Sovyet Rusya’
nın en büyük asker ve kahramanlarından biri olmuştu.
Şimdi de diplomatik görevi ile Türkiye’ye gönderilmişti.
Budyenni’in gönderilişi bir dekgeliş değildi. O, bütün bu
Türk ve İslâm uluslarının oturduğu ülkelerle çocukluğun
dan beri ilgiliydi. Türk - Rus 1293 savaşından Doğu ordu
— 367 — .
ları Rus kumandanı olan bir Rus Generalinin oğluydu.
Rus Generali Türkiye’den alıp götürdüğü bir K ürt kızı
ile evlenmiş, ondan da Budyenni dünyaya gelmişti. İşte,
bü ana - baba sorunu, onun bu topraklarda yaşayan insan
lara karşı bir sempati beslenmesine yol açmıştı.
Budyenni’nin kazak orduları önünden kaçıp Roman-
ya’ya sığman beyaz ordular, ordan da İstanbul’a aktarıl
mıştı.
Budyenni, emperyalist devletlere karşı Türkiye’nin
açacağı savaşta Bolşevik Rusya’nın onun yanı başında bu
lunacağım ve kendisine her türlü para ve silâh yardımı
yapacağını söylüyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları na
sıl olsa er meydanına atılmışlardı. Karşılarında da doğal
olarak itilâf devletleri ve onun yavruları yer almıştı. Sa
vaş, ister istemez bu emperyalist devletlere karşı yürü
tülecekti. Elbette ki Rusya, para ve silâh yardımı yapa
cak olursa bu savaş ki, şimdilik Yunanlılara karşı olacağı
anlaşılıyordu, daha kolay ve elverişli koşullar altında yü
rütülebilecekti. Acaba Sovyet Rusya, yaptığı bu yardıma
karşılık Türkiye’den yeni bir tutsaklık mı istiyordu? Bud
yenni konuşmanın biçimini birden bire değiştirmiş ve
Mustafa Kemal’in pek hazırlıklı olduğu bir alana dökmüştü.
Mustafa Kemal’in kafasında, ta, Selânik’ten beri en iyi
hükümet biçimi olarak Cumhuriyet yer almıştı. O da bel
liydi. Fransız büyük ihtilâlinin pek çok kanlı olaylardan
sonra doğurduğu bir Burjuva Cumhuriyeti vardı, onun da
öğeleri, prensipleri belliydi, herkesçe biliniyordu. Sovyet
tipi bir Cumhuriyet de olabileceği tezi üzerinde şimdiye
dek hiç bir incelemede bulunmaya vakti olmamışsa da
Bolşeviklik problemi ve bunu bir kurtuluş kozu olarak kul
lanabilme olanağı üzerinde arkadaşlariyle uzun uzadıya
tartışmalarda bulunmuştu.
— Acaba, General hazretleri, Anadolu’da kurulacak
hükümet için nasıl b ir rejim düşünüyorlar?
Bu, gerçekten yanıtlanmas.» pek güç bir soruydu. Mus
tafa Kemal, artık bir politikacı olduğunu da düşünerek
hemen şöyle dedi:
368 —
— Belki de Sovyetlerin Şûralar Cumhuriyetine ben
zer bir hükümet tarzı!
— Yani, Bolşevikliğin prensipleri üzerine kurulmuş
bir Cumhuriyet değil mi, Generalim?
— Devlet sosyalizmi demek daha doğru söylemiş olu
ruz.
— Yaniız sosyalizm, içtimai sahada hüküm süren bir
tarzdır, biz sizin komünizmi de gözden geçirmenizi istiyo
ruz. Ancak, bu suretle büyük komşunuz Rusya size elin
den gelen yardımı yapacaktır.
Budyenni, itilâf devletlerinin Türk topraklarında kur
mağa çalıştıkları Pontos, K ürt ve Ermeni devletleri üze
rinde derin biigi sahibiydi. Bolşevik Rusya bu devletlerin
kurulmasını istemiyordu. Türkiye’nin bu alanda açacağı
savaşta kendilerine yardımcı olacaklarım şu sözlerle an
latmağa çalıştı:
— Biz, Çarlık Rusya’nın öncüleri, Kafkasya’nın kun
dakçıları olaıı Ermen ilere asla yüz vermek niyetinde de
ğiliz. Hele Ermeni Taşmak ve Hınçak komitelerinin harp
sonrası faaliyetlerinden biz de hiç memnun değiliz. Onlar,
kimi kuvvetli görürlerse ona uşaklık ederler- Yarın, îngi-
lizler, Fransızlar, Amerikalılar hesabına çalışmayacakla
rını kim temin eder?
Mondros bırakışmasına uyularak ordularınız silâhtan
tecrit edilmiş, bütün silâh ve cephane depolarınıza el kon
muştur. Bu şartlar altında bir taraftan Yunanlılarla diğer
taraftan Ermeniler, Pontosçu’larla ve Anadolu’nun her ta
rafında işgal kuvvetleriyle nasıl mücadele edeceğinizi bir
türlü anlayamıyorum paşam!
Mustafa Kemal, ona şöyle dedi:
— Evet, Miralayım! Vaziyetimiz cidden naziktir. Fa
kat, işte, bizim milletin hususiyeti de böyle felâketli za
manlarda iş görmesi, harikalar yaratması olacaktır. Siz,
müsterih olunuz, müşterek düşmana karşı, bizi tahmin et
tiğinizden daha tehlikeli ve hesaba katmağa değer bir kuv
vet olarak bulacaksınız, buna da şaşmayınız.
370 —
ya gelip Mustafa Kemal’le görüşmeler yapması, İstanbul
hükümeti ile İngilizlerin kulağına da gitmişti. Havza’da
ki Fransız askerleri, son büyük mitingden sonra çok te
dirgin görünüyorlardı. Samsun’daki ve Merzifon’daki In
giliz birliklerinde gizli bir tasa başgöstermişti. Samsun’
daki İngilizlerin Mustafa Kemal’den çokça korkusu yok
sa da Merzifon’dakiler öyle değildi. Pek içeride kalmış
lardı. Mustafa Kemal’in halkı kışkırtıp sopalarla, tırpanlar
la üzerlerine yürütecek olsa hepsini perişan edebileceğini
hesapladıkları meydandaydı. Mustafa Kemal'e de kargala
rın haber verdiğine göre Merzifon’daki, tngilizler, tehli
keli bir oyun peşindeydiler. Havza’ya, Mus'afa Kemal’in
silâhsız ve askersiz karargâhına ansızın yapacakları bir
baskınla hem Mustafa Kemal’i, hem de Türkiye’nin kur
tuluş olanaklarım bir anda yok edebilirlerdi. Artık, iıet
şey suyun yüzüne çıkmıştı- Budyenni ile yapılan görüşme
İngilizlere her şeyi anlatmıştı. Onlar da bütün ol an ek! a-
rivle Mustafa Kemal’in arkasına düşmüşlerdi. Samsun’
daki suikast fırsatı elden gidince Havza’yı deneyecekleri
meydandaydı. Burada da arkasına Ingiliz casusları takıl
mıştı. Onu açıktan açığa gözetliyorlardı-
Ankara’dan, Ali Fuat Paşa’dan da bir şifreli telgraf
gelmiş, birkaç arkadaşiyle Mustafa Kemal’e ulaşmak is
tediklerini söylüyordu. Mustafa Kemal, Merzifon’daki în -
gilizlerin yapabileceğini sezdiği oyundan önce, Ali Fuat
Paşa’nın ad m söylemekten çekindiği arkad aşlar iyle doğru
Havza’ya gelmesini şifre ile bildirmişti. Şimdi, iş değiş
mişti- Hemen habersizce birden bire Amasya’ya yollan
mak gerekiyordu. Amasya, hem daha içerlek bir yer, hem
de Havza gibi iki Ingiliz birliğinin arasında sıkışmış de
ğildi. Samsun ve Merzifon’dan aynı zamanda yapılabile
cek bir baskın, umutsuz bir durum yaratabilirdi. Bunun
için son kez olarak, çelikli banyoya girerken arkadaşlarına
hemen elden geldiğince gizli olarak hazırlanmalarını bu
yurdu. Tutulacak arabaların da niçin tutulduğunu hiç
kimse bilmemeliydi. Serüven, gittikçe karışık bir durum
alıyor ve hızlanıyordu. Ertesi sabah, erkenden serçelerle,
— 371
horozlarla birlikte uyanıp Amasya’ya doğru yola düştü
ler. Mustafa Kemal, yalnız, şifreyle Amasya’daki ilgilile
re yola çıktıklarım bildirmişti. Daha önceden aldığı terti
batla Amasya'lılar uyanmıştı; onu, Amasya’nın giriş ye
rinde Gezircik’te karşılamağa hazırlanıyorlardı.
— 372 —
— 11 —
— 373 —
rer - birer uzanıp sokak fenerlerini yakan bir görevli gibi
sönüp g ilmiş özgürlük ve bağım sizlik umutlarım tutuş
turmağa çalışıyordu, ödemiş bölgesine ilk kibriti çakmış
Ayvalık bölgesine dönmüştü. Ortada sağlamca kalmış bir
alay vardı.
Bu sırada 17. Kolordu Kumandanlığına asil olarak
Yusuf İzzet Paşa atanınca Bekir Sami Bey’iıı savaş mey
danı birden bire daralıvermişti. O, bu daracık çerçeve için
de de bir şeyler yapılacağını biliyordu.
Hemen Ayvalık Bölge Kumandanı Ali (Çolinkaya) be
yi gördü. Onun alayının bu bölgede, gelecek olan işgale
karşı bir cephe tutmasını emreftîyse de Ali Bey, burada
bir cephe tutmanın sakıncaları üzerinde durarak sert bir
durum takındı. Bekir Sami Bey, 56. Tümen kumandam
cîarak, elindeki bu biric'k sağlam gücü kaçırmak niye
tinde değildi. Alay kumandaniyle tümen kumandanı ara
sındaki sert tartışma fenaya varmak üzereydi ki Ali Bey
boyun eğdi ve burada bir cephe açılmasını kabul ederek
gazeteci Osman Nevres’ten sonra düşmana ilk kurşunla
rın atılmasını emretti.
27 Mayıs 1919 günü Ayvalık’ın, her iki yan: gümüş
yapraklı zeytin ağaçlariyle süslü Dalyan boğazından bir
Yunan torpidosu ile bir Yunan şilebi süzülerek limana
girdi ve demirledi. Şimdi, limanda iki torpido ile bir yük
gemisi bulunuyordu. Bir gün önce İngiliz Epiruhi lorpi-
dosu da gelip limanda demirlemişti. Ayvalık kasabasının
Rumları, ötücü kuş sürüleri gibi kıyıya üşüşmüşler. Yu
nan çıkarma gemilerini çılgınca alkışlıyorlardı. Kıyıdaki
Türk ve Rum halkın gözlerine ilişen ilginç görünüş şuy
du: Torpido ve şilepte oğul arı gibi asker kaynaşıyordu.
H er iki halk da bunun ne demek olduğunu biliyordu: Ay
valık, bu savaş gemilerinin getirdiği Yunan askerlerince
işgal edilecekti.
Yunan torpido ve şilebi, limana' girerken, Ayvalık
Ttirk Garnizon kumandanı yanında 172’nci alayın subay
ları olarak zeytin ağaçları ile örtülü yemyeşil bir tepeden
dürbünüyle onları gözetliyordu. Bu tıknaz, güçlü bir göv-
— 374 —
de sahibi brakisefal başlı, yüzünün çizgileri sert ve çe
tin bir adamdı. Bu, Ali Nadir Paşa’nın Kolordosuna bağlı
172’nci alayın kumandam Yarbay Ali (Çetinkaya) beydi.
Ali bey, herkesin, sert duruş ve yüz çizgilerinden ürktü
ğü gerçekten de çok sert bir askerdi. Yalnız, bütün erdem
lerinin ya da eksikliklerinin üstünde büyük bir erdeme sa
hipti:
Yurtsever ve yiğitti. Subaylarına dönerek:
— İşte, en sonra geldiler! dedi. Fakat onlara verece
ğimiz cevap hazır! Şimdi, herkes vazifesi başına, marş
marş!
Ali Kadir Paşa, vatansızının ya da budalasının düştü
ğü yanlışlığa düşmemenin gerçekten sırasıydı. Bekir Sa
mi Bey’in hakkı vardı. Ali Bey, Ayvalığın da tıpkı İzmir
gibi işgal edileceğini Ayvalık Rumlarının büyük hazırlık
lara başlamasından anlamış ve tertibatını da buna göre
almağa çalışmıştı. Ayvalık, eskiden beri netameli bir yer
di. Bir kez, bütünüyle bir Rum kasabası denecek kadar
Rum halkı ile doluydu. Bunun da nedenleri vardı: Vak
tiyle Çeşme’de batırılıp yakılan ve bozguna uğratılan Türk
donanmasından kurtulanlar kara yoluyla İstanbul’a gi
derlerken yollan Ayvalığa düşmüş ve her nedense bura
nın zengin Hum eşrafı bu perişan kafileye çok büyük ko
nukseverlik göstermişti. Konuk ettikleri kişiler içinde Os
manlI donanmasının amirali de vardı- Amiral, sağ - salim
İstanbul’a dönünce Ayvalık kasabası için padişah katında
kimi imtiyazlar sağlamıştı.
Böylece, uzun zamandan beri, Ayvalık Rumları sanki
bağımsız bir hükümetmiş gibi yaşamağa ve davranmağa
başlamışlardı.
Söylendiğine göre Yunan harfleri ile çalışan ilk ba
sımevi burada kurulmuştu. Avrupa’nın merkezlerinde bü
yük sloganlarla desteklenen Yunan ulusal devrimi bile
burada hazırlanmıştı.
Rum zenginlerinin elinde burası bütün anlamiyle bir
sağmal inek halinde sağılıyor ve bunların ceplerine sor
gusuz sualsiz, vergisiz altınlar akıyordu. Kasabada işle
— 375 —
yen 40 tabakhane bütün randımanı ile çalışıyor ve her yıl
buradan Fransa’ya tonlarca İşlenmiş deri gönderiliyordu.
Da iarsa, ta.n ve nefis zeytinyağı derelerinin sanki - çağ
ladığı imrenilecek bir cennete benziyordu.
Ayvalık, Midilli adasına da çok yakındı. En küçük de
niz araçları ile iki yer arasında kolayca gidilip gelinebili
yordu.
İşte, bu mutlu Rum azınlığı, bu mutlu kasabadaki ra
hatlıklarını en sonra teptiler. Bu da Birinci Dünya Sava
şında oldu- Yunanlılar, Ayvalık’ta elde ettikleri bu uygun
gedikten her türlü askerlik bilgisi sızdırmanın yolunu bul
muşlardı. Casusluk olayları alabildiğine artmıştı. Bu yüz
den Türk hükümetinin savaş kabinesi, Ayvalık Rumları
nı yerlerinden alıp memleketin kör bir yerine sürmek z o
runda kalmıştı.
Onların boş kalan yerlerine de Balkan savaşı traje
disinin perişan ve yoksul bıraktığı Sırbistan göçmenlerin
den Boşnaklar yerleştirilmişti. Ayvalık’ın aslında bir tek
köyü vardı. O da, «Küçükköy»dü. Göçmenlerin yerleşti
rildiği yer, burasıydı.
Bütün memleket içlerine gönderilen Rumi ar, Mon
dros Bırakışmasından sonra Ayvalık’a dönmüştü. Eütiin
hınçları da Kıieükköy’e yerleştirilen Boşnak göçmenleri
ne karşıydı. Bu zengin topraklardan onları kaçırıp eski
yerlerine yerleşmek için bu zavallılara zulmetmeğe baş
lamışlardı.
Ali Bey’Ie komutasındaki bütün subaylar, Ayvalık’ı
savunmağa karar vermişler, bunu da Allah üzerine yemin
le perçinlenişlerdi. Alayın savaşçı ve savaşçı olmayan
eratının sayısı beş yüzdü.
Ali Bey, bu kuvvetinin inatçı bîr işgal kuvvetine kar
şı az olduğunu hesaplayarak bunu çoğaltmanın çarelerini
aramak zorunda kalmıştı.
Ayvalık kasabasının arkasındaki Türk köylerinin
yurtseverliğine başvurdu. Bu köyler halkı, canlı bir halk
tı. tçlerinde topraklarını silâhla korumağa kararlı olan
lar çoktu. Kozak bucağı baştan başa düşmana karşı diren-
— 376 —
inek için davranıvermişti. Yiğitlerle dopdolu olan bu bu
caktan koca bir Milis bölüğü meydana getirilmişti. Ko-
zak’ta oturan üç yedek suoay da bu bölüğün başına geç
mişti. Öbür Türk köyleri de bu yurtseverlik gösterisinden
geri kalmamışlar, Altınova, Araplar, Murateli, Gömeç,
Burhaniye ve daha başka köyler de kımıldamışlardı.
Yalnız, silâhlanmak isteyen yurtseverlere verilecek
Çokça tüfek yoktu- Bu yüzden ancak 150 kişilik bir Milis
kuvveti meydana getirilebilmişti. Ayvalık bölgesini sa
vunmağa çalışan Ali Bey, Tümen Kumandanı Bekir Sami
Bey’in emri ile alayın ağırlıklarım, ilk elde gerekli olma
yan nesnelerini gerilere, Murateli ve Kozak dolaylarına
taşıtmıştı. Ayvalık’m doğusundaki sırtlarda Birinci Dünya
ya savaşlarından kalma (tahkikatı) daha da güçlendirip
işe yarar hale koymuştu. Casusluk işlerinden dolayı Orta
Anadolu’ya gönderilen savaşın bitişiyle geri dönen Rura-
lara yardım için Yunanlıların gönderdiği Kızılhaç heyetiy
le Ingiliz temsilcisi Hatkinson da bu sırada Ayvalık’ta
bulunmaktaydı.
Hatkinson’un emri ile eezaevindeki hükümlü Rumlar
birer birer salıverilmişti. Jandarmalar, bu bölgeyi ken
dileri için çok tehlikeli bulduklarından dağılıp gitmişler
di. Jandarmaların dağılışından sonra kaymakam, Ali bey
den inzibat işlerinde kullanılmak üzere 70 asker istemiş
ti. Ali Bey, bundaki piçliği hemen anlamıştı. Demek ki,
düzenbazlıkla onu askerciklerinden etmek istiyorlardı. Ay
valığa egemen bu biricik kuvveti zayıflatıp zamanla da
ğıtmak istiyorlardı. Ali Bey, az günün adamı değildi. Bin-
gazi'de Enver Paşa ile gönüllü olarak îtalyanlara karşı
çarpışmış, Doğu cephesinde İkinci Ordunun bir alayına ku
manda etmiş ve bu arada kendi alayının emrine verilen
Yakup Cemil gibi zorba, tehlikeli ve hattâ korkunç bir
adamı bile korkutup sindirmişti, sonra da onu Irak’a sür
dürmüştü. İstanbul'da gizli kuvvetin kumandanlığını yap
mış, tecrübeli bir asker olan Ali Bey, sıradan bir alay ku
mandanı değildi. Bunun böyle olmadığım kendi subayla
rından başkası bilmiyordu.
— 377 —
İşte, her gürültüye pabuç bırakmayan Ali Bey, böl
gede yönetimi bütün anlamiyle ele almak için sıkı yöne
tim ilân etmişti.
Bekir Sami Bey’le çok sert bir tartışmaya girmişti,
ama, artık kesin olarak Ayvalık bölgesini savunmak ka
rarını vermiş bulunuyordu. Birgiin alayını alarak ıssız
bir zeytinliğe götürdü. Subay ve erlere yurt sevgilerini
coşturan çok güzel bir nutuk söyledi.
Kıtalarından ayrılıp Özledikleri memleketlerine git
mek isteyen erler ve subaylar, burada kahp gelecek düş
manla çarpışmaya karar verdiler. Böyîece, dört yıl türlü
cephelerde döğüşmüş ve hemen her biri birkaç yara al
mış bu gaziler, Ali Bey’in emriyle artık şehit de olabilmeyi
gerçekten bir zevk olarak düşünebilecek bir hale gelmiş
lerdi.
Ali Bey, bununla da kalmayarak, dağılıp da henüz
memleketlerine gidemeyen bütün jandarmaları birer birer
toplatarak görevleri başına getirmiş, kendi alayının as
kerlerinde de devriyeler gezdirerek kasabada kanunsuz
hiçbir işin yapılmaması için sıkı bir kontrol sistemi kur
muştu. işte, bunun için de Rumların bu kerte canlı, azgın
ve örgütlü bulunduğu bu bölgede kanunsuz davranışlar
kökünden kazınmış gibiydi.
Yalnız, bir gün alayın ağırlıklarını gerilere, Murat-
eli’ne taşıyan bir mekkâreci, dönüşte kasabanın içinden
geçerken Rumlarca yakalanıp elinden silâhı alınmıştı.
Bu haberi alan Ali Bey’in kafasının tası atmış, hemen
bir subay komutasında sekiz kişilik bir müfreze gönder
miş ve metropolithaneyi kuşattı rmıştı-
Subay, metropolite, ya alman silâhı geri vermesini,
ya da tutulup hapsedileceğim bildirdi. Silâhı alan Ram
lar, hemen geri vermekten başka çare bulamadılar.
Bundan başka bir gün yine bir Rum kayıkçı ile bu
kayıkta giden bir Rum müşteri, Ali Bey’in mekkârecile-
rinden birine ateş etmişti. Sıkı emir almış olan er de ate
şe ateşle karşılık vermiş ve Kumlardan birini yaralamış,
kendisine bir şey olmamıştı.
— 278
İşte, Ali Bey, sıkı yönetimi ilân ettiği günden beri,
«Vukuat» olarak sayılabilecek salt bu iki küçük olay var
dı.
Venizeîos ise bu sırada İzmir’deki olağanüstü Yunan
komiserine şöyle bir telgraf çekiyordu:
«Repolis’ten almış olduğum telgrafta, Ayvalık’taki
ırktaşlarımızın Türk ahaliye karşı kıyam etmiş olduğunu
öğrendim.
Ayvalık'ta bulunan Türklerin bizimkilerce yapılacak
tecavüzlerden korunması için Ayvalık’a bir bölük asker
ile yirmi kişilik bir jandarma takımı gönderilmesini Al
bay Zafiryos’a söyleyiniz.
Yunanlıların (ayin Rumların) taarruzundan Türkleri
korumak amaeiyle gitmekte olduklarına dair subaylara ya
zılı açık «talimat» verilmesi gereklidir.
—Venizeîos—»’
— 379 —
de bulunan afrad-ı millet namına arz-ı malûmata şitaban
olurum.
Ayvalık Mıntıka K.
A 1 İ»
Ali Bey’in bu demir gibi cevabı da Yunan işgalini
durduracak tedbirlerden değildi. Bu konunun başında da
söylendiği gibi torpido eşliğinde bir askeri taşıt gemisi,
işgal kıtalarını Ayvalık limanına getirmişti.
işte, Yunan işgal gemilerinin limana girişini dürbü
nüyle seyreden Ali Bey, kışlaya döndüğünde Kaymakam
Osman Nuri Bey’ce telefon başma çağrılmıştı. Kaymakam
telefonda şöyle diyordu:
— Şehir Yunanlılar tarafından işgal edilecektir, ben,
bunu Ingiliz mümessili Hatkİnson Cenapları nezdinde pro
testo ettim. Siz, şu hale karşı ne yapmak niyetindesiniz?
Ali Bey, ona şu yanıtı verdi:
— Vatani vazifemin icap ettirdiği müdafaayı yapaca
ğım.
Kaymakam, birkaç dakika sonra Ali Bey’i yine tele
fonla aradı:
— Epiruhi Ingiliz torpidosunda bulunan Amiral Galt-
rop’un yardımcısı Ingiliz albayının sizinle görüşmek iste
diğini ve torpidoya teşrifinizi rica ettiğini Hatkİnson ce
napları bildirmektedir.
Ali Bey*
— Ben şu anda alayımın başından ayrılamam, fakat
yerime konuşmak üzere bir Binbaşı göndereceğim, dedi.
Sonra, Binbaşı Tevfik Bey’le bir teğmeni torpidoya
gönderdi.
Ingiliz Amirali Binbaşıya:
— Kumandan^neden gelmedi?
Diye sordu ve sonra düşünerek sözlerine şunları kattı:
— Kumandanınıza bildirmenizi isterim ki, Yunanlılar
buraya yanlışlıkla gelmişlerdir. Kumandanınızı bunu bil
dirmek için çağırmıştım. İtilâf devletleri, Ayvalık’m iş
galine müsaade etmemişlerdir. Bunun için de hemen sim
di Yunan torpidoları Ayvalık’tan çekilip gideceklerdir.
— 380 —
Bunları, lütfen kumandan cenaplarına bildirmenizi rica
ederim.
Konuşma bitmişti. Binbaşıyla teğmen kışlaya döndü
ler. Ali Bey, bunları işitince:
— Zor karşısında çekilip gittiler. Ama, yine gelecek
lerdir. Hem de daha kuvvetli olarak. Çünkü, şimdi, bizim
le döğüşecek kadar kuvvetli olmadıklarını anladılar, dedi.
Gerçekten de biraz sonra limanı dürbünüyle seyreden
Ali Bey ile subayları, torpido ile asker yüklü taşıt gemisi
nin gürültü ile demir alarak limandan çıkıp gittiğini gör
düler.
Ali Bey'in gülmeyen yüzünde gülümsemeye benzeyen
çizgi kırıntıları belirdi:
— îşte, bu bir kuvvet denemesiydi. Birinci ravundu
biz kazandık, bakalım İkincisine!
Subayların ve erlerin moralinde bir yükselme başla
mıştı.
27 Mayıs 1919 günü İngiliz albayı bölge kumandaniy-
le yine görüşmek isteğinde bulundu. Ertesi gün, Ali Bey,
kendisi, bir kahpeliğe uğramak korkusundan büsbütün
kurtulmuş olmamakla beraber, Ingiliz torpidosuna gitti
ve albayla görüştü.
Albay, Ali Bey’e:
— Siz, Ayvalık’ı savunmak için yüksek makamlardan
bir emir filân aldınız mı? diye sordu.
Ali Bey, emir almadığım söyledi. Albay, yine Önceki
sözlerini yenilemekten başka bir şey yapmadı:
— Yunanlılar, Ayvalık’ı işgal etmiyeceklerdir. Çün
kü itilâf devletleri Ayvalık’m işgaline müsaade etmemiş
lerdir.
Görüşme bittiğinde Ali Bey Garnizon’a döndü. İngi
liz torpidosu da birkaç saat sonra limandan çıkıp gitti.
Torpido limandan ayrılmak üzereyken Hatkİnson, bölge
kumandanlığına şunu bildirdi:
— Albay, Türklerle Yunanlıların işine karışmaması
için Amiral Galtrop’dan aldığı emir üzerine İzmir’e hare
ket etü.
— 381 —
Şimdi, Ayvalık'ta Yunan Kızılhaç’ının gemisinden baş
ka bir nesne kalmamıştı.
Ne var ki 28 - 29 Mayıs 1919 gecesi, ada gerisine
yanaşan üç Yunan torpidosuyla iki şilep adaya sa
yısı bilinmeyen bir miktar asker çıkardı; bu askerler, ge
celeyin, yürüyerek şafak alıncaya dek Ayvalık’m kuzey
doğusunda mevzilendiler.
Bu da bir askerlik hilesi sayılıyordu. Ayvalık kıyıla
na çıkan Yunan kuvvetine silâhlı Ayvalık Rumları da
katıldı. İlerlemeğe başladılar.
Ali Bey’in alayının beş yüz kişilik kadrosu, Ayvalık’-
m girintili çıkıntılı kıyılarını tutacak güçte değildi.
Yunanlıların çıkacağı daha önceden düşünülen yere
bir müfreze yerleştirilmişti. Bunun için de ilk karaya çı
kan Yunan askerleri bir avuç Türk askerinin «Hoş geldi
niz» kurşunları ile karşılandı. Bu müfreze ilk andaki şa
şırtıcı ve oyalayıcı görevini yaptıktan sonra daha sağlam
mevzilere - çekildi.
İşte, Anadolu toprağına ayak basan düşman ordusu
üzerine ikinci kez kurşun atılan yer burası oldu. îlk kur
şunu İzmir’in işgalinde Efzon taburunun bayraktarı üze
rine atan «Hukuk-u beşer» gazetesi sahip ve başyazarı
Osman Nevres (Haşan Tahsin Recep) olmuştu, ikinci kur
şun da Ali Bey’in alayından bir müfreze eliyle Ayvalık’ta
atıldı. Kentin içinde de kısa süren sokak savaşları oldu.
Gelen Yunan gücünün kumandanı, kan dökülmemesi
için Ali Bey’in, gücünü kasabadan çekmesini istedi; bu ül
timatomu hem hükümete, hem de Ali Bey’e bildirdi.
Ali Bey, artık işgalin kesin olarak gelip çattığım an
lamıştı. Düşman gücü, kendi gücünden çok üstündü. Yine
de bu işgale sersemletici bir şamar atmak zevkinden ken
dini yoksun etmek istemedi. Savaş vere vere Kozak buca
ğındaki mevzilere doğru çekilmeyi de önceden kararlaş
tırdı- Geceleyin karaya çıkan Yunan askerleri ile Yunan
Kızılhaç eratının katılmasiyle meydana gelen güç, Ali be
yin örtü kuvvetlerine çarpmıştı. Ege’nin, mitolojik mas
mavi bir aydınlıkla yüklü şafağını ilk çekirdekler delik
— 382 —
deşik etli. Ayvalık’m Kuzey Doğusundaki örtü müfrezesi
nin savunmağa çalıştığı bölge, asıl çıkarmanın yapıldığı
noktadaydı. Kentteki savaş görünüşü, daha çok aldatıcıy
dı. Bir tuzak hazırlayıcı durumundaydı. Büyük .güçlerle
Ali Bey sağ kanadına çarpmak isteyen Yunan kumandanlı
ğının amacı onu kentin dışına atmaktı. Kent, böyiece çok
zaman savunulamazdı. Çevrilmek ya da yok olmak tehli
kesi baş göstermişti. Öyleye dek düşmanı olduğu yere
mıhlayan alay, sağdan gelen tehlikeden sıyrılmak için gü
müş bir buğu ile örtülü yüksek zeytinliklere doğru vuru
şa vuruşa çekilmek zorunda kaldı. Ayvalık kentini alan
düşman, olduğu yerde kalmış, zeytinliklerde kuvvetli si
perlere giren 172. alay üzerine varmak istememişti. Ken
tin üstündeki sırtları elde etmeği yeter bulmuştu.
Yüksek zeytinliklerde pusu kurup bekleyen Ali Bey’i
bu arada en çok üzen şey, kendi askerî bölgesinin içinde
bulunan Edremit, Bergama, Burhaniye kazalarından, bü
tün çabalarına karşın hiçbir yardım görememesiydi.
Bu kasabalar, onun feryadı karşısında, taş gibi sus
muşlardı. Artık, bundan sonra Ali Bey, Ayvalık’ı işgal
eden Yunan kuvvetinin başına ekşimeğe karar vermişti.
Burdan hiç bir yere gitmeyecek, askerinin olur olmaz iş
lerle burnunu kanatmamağa, yeni gelecek gönüllülerle sa
yısını daha çok arttırmağa çalışacaktı.
Yunanlıların -eline de bir parça erzaktan başka bir şey
geçmemişti. Bunun için de ayrıca seviniyordu. Manisa’daki
milyonlarca liralık cephane ve silâhın Yunanlılara peşkeş
çekildiğini duymuş ve içi kan ağlamıştı.
Ali Bey’in kasabadan ayrılışından sonra Kaymakam
la kimi memurlar Gömeç’e taşındılar, kimisi de Ayvalık’
ta kaldı.
Gömeç’e yerleşen Kaymakam, Ayvalık bölgesi ku
mandanı Ali Bey'e şöyle bir haber iletti:
— Şimdi, Dahiliye Nezaretinden aldığım emirde sizin
kıtalarınızın Yunanlılara karşı savunmaya geçmemesi bil
dirilmektedir. Bu emir, Harbiye Nezareti vas>tasiyle Ay
valık bölge kumandanlığına da bildirilecekti. Fakat, Dahi
— 383 —
liye Nezareti bu emrin benim vasıjamla bölge kumandan
lığına bildirilmesini emretmiştir.
Ali Bey, Osman Nuri Beye:
— Emir alınmamıştır, alınırsa düşünülür!
Diye çok keskin ve lâkonik bir yanıt verdi.
Albay Bekir Sami beyin kurtuluşu gösteren eli Ali
Bey’in mangal gibi yüreği ve beş yüz Türk askeri ile su
bayı, Ayvalık cephesini korumuştu. Yalnız, değerli bir
T ürk subayı ile birkaç yiğit mehmetçik, Ayvalık cephesi
nin toprağını altın kanlariyle suladı.
— 384 —