You are on page 1of 225

DergA.

h Yaymları : 84
Türk edebiyatı inceleme dlzisi: 12

Yahya Kemal'in. yayın hakları DergA.h Yaymlan'na


aittir.
Ahmet Harndi Tanpınar

YAHYA KEMAL
/

DERGAH YAYlNLARI
Peykhane Cad. G. qtmi Sok. No: 57/1
Çemberlitaş / ISfANBUL
Tel.: 516 12 62 / 516 00 47
BİRİNCİ BASKI : 1962

İKİNCİ BASKI : 1982

ÜÇÜNCÜ BASKI : 1995

ISBN : 975-7462-79-9

Yahya Kemal, Emek Ma.tbaacılık tesislerinde


hazırlanmıştır.
KiTAP HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ

Edebi eser, yazann şahsi ha.yat tecrübesi ile· beraber,


onun yaşadığı tarihi anı, çevresini, sahip olduğu kültürü,
beslendiği kaynakları, irsiyet ve mizacından gelen anla-
şılması güç çok çeşitli unsurlan sanatkArane bir şekilde
ifade eder. Onda estetik olarak önemli olan güzellik, bü-
tünlük ve zenginliktir. Okuyucu önce onun bu ·özellikle-
riyle karşılaşır. Fakat içine girince onda, tabii görmesini
bilirse, hayatın en derin, en şaşırtıcı unsurlarıyle karşı
karşıya kalır. ·Tabii görmesini bilirse .. dedim. Tabiat gibi,
hayat gibi, edebi eser de ona bakanın şahsiyet ve kültü-
rüne bağlıdır.. Bir edebiyat tedkitçisi ne kadar zengin bir
hayat tecrübesine ve geniş kültüre sahip ise, incelediği
esere bakış tarzı o kadar derin ve onda bulduğu unsur-
lar o kadar çeşitli" olur. Edebi eserin güzellik ve zenginliği
ile onu inceleyenin şahsiyet ve kültürü, birbirine bakan
aynalar gibi, perspektifi alabildiğine derinleştirir.
Türk edebiyatında bunun en güzel örneği, çok yönlü
bir yazar olan Ahmet Harndi Tanpınar'ın, hocası ve üstadı
büyük Türk şairi Yahya Kemal Beyatlı hakkında hayatı­
nın son yıllarında yazmiş olduğu, fakat maalesef tamam-
layamadan öldüğü ve baskısını göremediği kitabıdır. Onu,
ilk baskısının sonuna koyduğu nottan da anlaşıldığı üze-
re, 1962 yılında, ölümünden sonra, Yahya Kemal'in yakın
dostu ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın arkadaşı,. Yahya Ke-
mal'i sevenler cemiyeti umumi kA.tibi, o zaman Edebiyat
Fakültesi'nin dekanı Prof. Dr. Vehbi Eralp bastırmıştır. ·

5
KiTAP HAKKINDA BıRKAÇ SöZ

Tanpınar'ın Yahya Kemal kitabı, XIX. asır Türk ede-


biyatı tarihi, Makaleler'i ve edebi eserleriyle beraber, İs­
tanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde yıllarca okutul-
muş ve incelenmiştir. Tanpınar'ın bu eserleri vasıtasıyla,
yüzlerce Türk genci Yahya Kemal ile beraber Tanpınar'ı
da yakından tanımış, sevmiş, Türk tarih, edebiyat ve kül-
türüne onların gözüyle bakmıştır.
Nesilden nesle geçen bu kültür, sevgi ve hayranlık
gerçekten güzel bir şeydir. Ben bugün yıllarca tecrübeden
sonra, şu neticeye vardım ki, Türk tarih, kültür ve sana-
tına Yahya Kemal ve Ahmet Harndi Tanpınar'ın eserleri-
ni okumadan yaklaşanlar, onun derinlik, zenginlik ve gü-
zelliğini · asla göremez ve anlayamazlar.
Aslında Yahya Kemal'in eserleri de, Türk tarih, sa-
nat ve kültürüne açılan bir penceredir. O pencereden bi-
zim bin yıllık medaniyetimiz gözükür. Yahya Kemal'i ve
Tanpınar'ı önemli yapan başlıca arnillerden biri, ferdi ben·
liklerini aşmaları, kendi şahsiyetleri ile tarih, millet, kül-
tür, sanat denilen büyük realiteler arasında derin müna-
sebetler kurmalarıdır. Tanpınar'ın Yahya Kemal kitabını
okurken, bu bakış tarzını açıkça görür ve onun insanın
ufkunu ne kadar genişlettiğini çok iyi anlarsınız.
Yahya Kemal ile Tanpınar nesli, Türk tarihinin en mü-
him dönüm noktası olan Mütareke devrinde karşılaşırlar.
Bu yıllarda Mustafa· Kemal Paşa Anadolu'da Türk halkı
ile beraber Türk ve dünya tarihinin en büyük destanını
yazmaktadır. Bu devir öyle bir devirdir ki, kendi içinden
ikiye bölünür ve kapağı açılan bir saat gibi kendisini ça·
lıştıran bütün zemberekleri ile görünür. Bu devir şuuru­
muzun en keskin ışığı altında her şeyin açık ve seçik ola·
rak göründüğü bir devirdir. Bu devir, son asır Türk tari·
hinin yetiştirdiği en büyük şahsiyetlerin memleket mese-
lelerini en derin bir heyecan ve dikkatle ele aldıkları, in-
celedikleri, bununla da kalmayarak, Türkiye'nin kaderini
çizen tercihleri yaptıkları bir devirdir. Tanpınar'ın kita-
bını dikkatle inceleyen okuyucu kendisini o devrin çeşitli
hadiseleri, akımları ve şahsiyetleriyle .kaynaşan zengin ve
heyecanlı atmosferi içinde bulur.

6
YAHYA KEMAL

Tanpınar büyük bir romancıdır. İnsana ve hayata


canlı gözlerle bakmasını bilir. Yahya Kemal kitabını okur-
ken, Yahya Kemal'i Zeynep Hanım konağında, İstanbul
kahvehanelerinde, dost evlerinde yaşarken, konuşurken,
hatıralarını anlatırken, fikrini ve nüktelerini söylerken
görürsünüz. Kitapta Yahya Kemal'in insan olarak şahsi·
yetini, mizacını tasvir eden çok canlı satırlar vardır. Yah-
ya Kemal Osmanlı ve Batı medeniyetlerini, edebiyat ve sa·
natlarını çok iyi bilen, yeni, sa~l(!.m, açık ve seçik fikirle·
re sahip bir insandır. Öğrencileri ve çevresi, eserlerinden
önce onu sohbetleriyle tanırlar. Benim de şahsen dinle-
mek saadetine nail oldu~um bu sohbetler aydın Osmanlı
toplumunun; belki de en son temsilcisi olduğu için en ol-
gun sohbetleriydi. Bu sohbetlerin güzelliği Yahya Kemal'·
in olgun hayat tecrübesiyle beraber neşesi, sevgisi ve zen·
gin kültüründen geliyordu. Tanpınar kitabında Yahya Ke·
mal'in sohbet ve makalelerinde ileri sürdüğü fikirlere ge·
niş yer ayırır, onların kaynaklarına kadar gider, mukaya-
seler yapar, Türk ve dünya tarıh, edebiyat ve fikir akım­
larının içine yerleştirerek de~erlendirir. Tanpınar sık sık
Yahya Kemal'in de düşüncelerine hakim olan ·kaynaklar
meselesi• üzerinde durur. Sanat, şahsiyet, mizaç ve hayat
tecrübesi ile beraber hazmedilmiş kültüre dayanır. Kültür,
zengin kaynaklarla beslanrnek demektir. Yahya Kemal iki
büyük kültür kaynağı ile beslenmiştir: Osmanlı tarih ve
edebiyatı ile Fransız tefekkürü ve edebiyatı. Tanpınar, ki·
tabında bu kaynaklan bütün aynntılarıyle gösterir. Bir
yazarın beslendiği kaynaklara gidilmesi, edebiyat tatkik-
Ieri bakımından da önemlidir. Fakat bunu yaparken, kay-
naklardan alınan gıdanın ·özümlenmiş· şekline de dikkat
etmek lazımdır. Bitkiler bile çevrelerinden kendi bünyele-
rine uygun olan maddeleri alırlar ve değiştirirler. Bütün
büyük sanaıcılar gibi Yahya Kemal de zengin ve çeşitli
kaynaklarla beslenmiş, bize ve kendi mizacına uygun olan
unsurlan almış ve onları eserinin içinde eritmiştir.
Tanpınar, kitabında Yahya Kemal'in. şiirlerinin tahli-
line de. önem vermiştir. Kendisi de değerli bir şair olan
Tanpınar'ııi, Yahya Kemal'in dili, şekil ve imajlan üzerin·

7
Kt'i'AP HAKKINDA BıRKAÇ SöZ

de ileri sürdü~ü fikirler çok önemlidir. Tanpınar imajlan


incelerken Freud, bilhassa Gaston Bachelard'ın görüşle­
rine dayanır. Tarihi metod ile mukayeseli edebiyat, psi-
koloji ve stilistik metodlarını birleştirriıek bir hayli güç-
tür. Tanpınar, Yahya Kemal'in şahsiyet ve ş'.ir dünyası­
nın zenginli~ini ortaya ·koymak için bu metod !ann hemen
hepsinden faydalanır. Tahlillerinde Nietsczh~'nin fikirle-
rine de başvurur, Bunlardan ·diyonizyak· ve •apolloni-
yen• terimleri Yahya Kemal'in şahsiyet ve şiirini en iyj
aydınlatan teririılerdir. Yahya Kemal'in bu kutuplardan
hangisine yaklaştı~ını Tanpınar ile uzun uzun konuşmuş­
tuk. Ben de Tanpınar gibi Yahya Kemal'in bu iki kutup .
arasında bir denge kurdu~u fikrine katılmıştım. Coşkun­
luk ile akıl arasında kurulan bu denge, Yahya Kemal'in
şiirlerinde romantik muhteva ile şekil mükemmeliyeti ara-
sındaki ahenge tekabül eder. Yahya Kemal'in eski Türk
şiirini sevmesinde ve anlamasında bu terkibin büyük rolü
vardır. Zira Osmanlı da diyenizyak yaşayış tarzına en in-
ce düzeni vermesini bilir. Türk mimarisindeki o göklere
yükselen büyük hamle ile zarafet ve salabet de bu dav-
ranış ile açıklanabilir.
Güzel Sanatlar Akademisi'nde yıllarca estetik hoca-
lı~ı yapan Tanpınar, mitoloji ile beraber resim, heykel,
mimari ve musiki kültürüne de sahiptir; Yahya Kemal'i
anlamaya ve anlatmaya çalışırken sık sık bu sanatlara da
başvurur. Tanpınar'dan önce Ord. Prof. Fuad Köprülü,
Türk edebiyatını, edebiyat ve medeniyet tarihi metodla-
rına göre . incelemiş ve· ona bugün de değerini muhafaza
eden sistematik bir anlayış getirmişti. Fakat Köprülü, bir
tahlilci de~ildi. Umumiyetle edebi eserleri dış . şartlara;
sosyal, ekonomik, politik, kültürel arniliere göre açıklama­
ya çalışırdı. Tanpınar dış şartlarla beraber, yazann şah­
siyetine; mizacına, hayat tecrübesirie, kültürüne, yaratıcı­
lık kabiliyetine, dil, üslıip ve hayal dünyasına da önem
verir. Bu bakımdan Köprülü'nün yaptıklannı tamamlar.
Tanpınar'ın tahlilleri Köprülü'nünküne nazaran çok zen-
gin ve derindir.
Tanpınar'ın d~er eserleri gibi bu eserinin de başlıca
meziyetlerinden biri, şahsi olması, sevgi ve hayranlık duy-

8
YAHYA KEMAL

guları ile sanatkarane bir deneme mahiyetini taşımasıdır


Tanpınar, tahlillerinde çeşitli ilim sahalarından gelen te-
rimlerle beraber, kendi icat ettiği güzel, orijinal ifadeleri
de kullanır. Bunlar şahsi olmakla beraber, Tanpınar'ın
dikkatlerine çok daha uygundur. E<;iebiyat araştırmaların­
da bu nevi lfadelere de ihtiyaç olduğunu sanıyorum. Zira,
tabiat hadiselerinden çok farklı ve .şahsi olan edebi eser-
leri, ilmi· terimierin dar çerçevesi içine sığdırma:ıt güçtür.
Fakat bu, bazılannın zannettiği gibi .. edebiyat üzerinde
edebiyat yapma• ya cevaz vermez. Tanpınar'ın kullandığı
şahsi ifadeler ile dikkatleri arasında hissi değil, zihni bir
bağ vardır. Onlar hissi. bir davranışa değil, bir düşüneeye
tekabül ederler. Kitabın sonuna eklenen indeksi hazırlar­
ken, genel edebiyat terimlerinin yanında bu nevi ifadelere .
de yer verdim. Fakat onlar tam değildir, onları anlamak
ve değerlendirmek için, içinde kullanıldığı cümleyi bütün
olarak ele almak lazımdır.
Tanpınar, Türkçede edebı ve fikri yazıları tekrar tek-
rar okunmaya değer, her okuyuşta insanın yeni bir şeyler
bulabiieceği nadir yazarlardan biridir. Ben şahsen onu
okumaktan ve akutmaktan bıkmadım. Benim gibi daha
birçok Tanpınar hayranı tanıyorum. Eminim ki, bu kita·
bın yeniden basılışı, benim gibi onları da sevindirecektir.
Zira bu kitap sayesinde yeni nesiller de bu değerli Türk
yazarını tanımış olacaklardır.
Ne yazık ki, Tanpınar'ın bu kitabı da XIX. asır Türk
edebiyat tarihi gibi yaniii kalmıştır. Bunların eksikliğini
tamamlamak. için makalelerine gitmek lazımdır.
Şifa, 22 Kasım 1981
Prof. Dr. Mehmet KAPLAN

9
İLK KARŞlLAŞMA

Yahya Kemal'i tanıdığım zaman, ·henüz ne yapa-


cağını pek iyi bilmeyen~ kudretleriyle ihtiraslarının
arasındaki nisbeti ölçme fırsatını bulamamış, kendi
dünyasını başkalannda arayan, müsbet iş olarak sade-
ce şiiri seçmiş bir üniversite talebesiydim. Edebiyat
zümresine, biraz da, hocalar arasında o bulunduğu
için girmiştim. Antalya'da iken birkaç şiirini okumuş­
tum. ·Leyla• sade diliyle, ·TeliJd,., ·İthaf· ve ·Mahur-
dan gazel•, •Şeref_ abad,. ses ve canlandırma kuvvet-
leriyle üzerimde büyük tesir yapmıştı. Hala bile ·Ley-
la• şiirini hatırladıkça, dilin kendi üzerinde dönüşle­
rinden doğmuş, Ingres'in ·Pınar• ını andıran bir çeşit
saf ve güzel niahhikla karşılaşmış hissini duyanm.
Onun Için Yahya Kemal'in ilk dersini vereceği günü
sabırsızlıkla bekliyordum. 1919 Kasım sabahında, son-
radan Dergahçılar adını .alan ve kırk sene evvelin
genç edebiyatçı nesli olaniann hepsi, eski Zeynep Ha-
nım Konağı'nın üst katında, şimdi Türkiyat Ens-
titüsü olan medresenin karşısında büyük sınıfta top-
lanmış onu bekliyorduk. Ali Mümtaz, Mustafa Nihat,
Mehmet Halit, Oğuz, Halil Vedat, bu asnn kapısında
doğaniann hemen çoğu, bradaydık. Mütarekenin acık-

ll
tLK KARŞlLAŞMA

lı günleriydi. Her gün yeni bir felaket, içimizdeki yaşa­


ma kuvvetini kökünden söküp koparmak ister gibi
saldınyordu. Mahkum bir· neslin çocuklanydık. Bunun-
la beraber gençtik, şiiri seviyorduk. Çok zalim ışıklar
arasında oisa bile istikbale ait büyük ümitlerimiz var-
dı.
Birdenbire kapı açıldı. Orta boylu, toplu, yuvarlak
çehreli, güzel, derin bakışlı bir adam içeriye girdi.
Herhangi bir mesleği namus ve haysiyetle kabul ede-
cek genç bir adamdı bu. İyi ve oteriteli bir memur ola-
bileceği gibi, sekiz asır cemaatimizin bel kemiği olan,
o temiz işçi ve ı::ahat vicdanlı zanaatkarlardan biri de
olabilirdi. Hususi hiçbir itinası yoktu. Temiz traş ol-
muş, temiz. giyinmişti. İlk işi fesini çıkanp masaya k<?Y-
mak oldu. Saçlan sonuna kadar, olduğu gibi ikiye ta-
ranmıştı. Güzel, tombul, işçi elleri vardı.
Evet, hiçbir harikuladeliği yoktu. Belki çehre, vü-
cut, hepsi bozulmak üzere olan bjr muvaz.ene ifşa edi-
yordu. Fakat konuşiiiaya başlayınca iş değişti. Bize o
gün Alfred de Vingy'den bahsetmişti. Bu hiç de alışıl­
mış bir ders takriri değildi. Ustası olduğunu sonradan
öğrendiğimiz cümbüşlü ve değişik konuşmalardan biri
de değildi. Çünkü, arada kürsü denen şey, onun getir-
diği ikilik,. bir dinleyici kütlesi fikri, onunla temasın
doğurduğu hususi vaziyet -ve psikoloji . vardı. Hiç de.
manasında hatib değildi. Rahat, biraz fazla jestli ve
zengindi. Bize bakarak, bize hitab ederek sanki ken-
disini anyordu. Pek az sonra herhangi bir dersi din-
lemediğiniizi, daha doğrusu bir düşüncenin solasunu
seyrettiğimizi anladık. Yahya Kemal'in düşüncesi, önü-
müzde bİr çeşit Nijinsky olmuş, «Kurdun Ölümü• nü,
daha doğrusu, arkasında bütün ·bir tarihten ve ıztı-·

12
YAHYA KEMAL

raplanmızdan bir fon, İstiklal Mücadelesinin acıldı ve


şerefli raksını yapıyordu.
Belli ki konuşurken buluyordu; ve bulduğu şey bi-
zimle beraber onu da tesiri altında bırakıyor, coşturu­
yor, kızıştınyordu. Nedim, Nef'i, Galib, Milli Mücade-
le, hürriyet ve istiklal aşkı, Aifred de Vigny'nin şiiri­
nin çerçevesinde, ıssız ormanda, ayışığında, yaralarını
yalayarak sessiz ölen kurdun etrafında çok tabü un-
surlar gibi toplanmıştı. Bir şimşek parlıyor, biz Mus-
tafa Kemal'i, Anadolu dağlannda yorgun orduyu top-
lar görüyorduk; bir başka şimşek ışığı daha, ömründe
bir kere bile gülrnek fırsatını bulmamış kadınlar ve ye-
tim çocuklar, bakımsız, viran şehirler, işgd:ı ·altında İz­
mir ve İstanbul, boynunu bükmüşler kurtancı bekli-
yorlardı. Ve böylece birbiri peşinden gelen panltılar
arasında insan talihine, insan haysiyetine, ölüme, aş­
ka açılıyor, yıkılmış imparatorluğun enkazı . arasın­
dan yaralı vatana sarılıyorduk.
Ders olarak itiraf atmeli ki biraz kanşıktı. Yahya
Kemal'in düşüncesi mekan gibi zaman da tanımıyor­
du. Daima terkibin peşinde koştuğu için bütün milli
tarih, insan evolution'u ile beraber ordaydı. Malazgirt
muharebesi İstanbul fethiyle, Milli mücadele Fransız
ihtilaliyle omuz omuzaydılar.
Zil çaldı. Sınıf boşalacağı yerde biraz daha doldu.
İki taraflı manyatizma biraz daha arttı. FillıJ[!.kika o
bizi zekasıyla, düşüncesinin yeniliği ile büyülüyordu.
Biz ona dikkatimizle, heyecanımızia durmadan istih-
lak ettiği bir çeşit ibtidai madde hazırlıyorduk. Bu ilk
derste başından itibaren not almağa hazırlanmış, eli
san kağitlı kalın dfilfterinin üzerinde, başlıyacağı nok-
tayı bir türlü bulamadan bekleyen bir arkadaşımın

13
lLK KARŞlLAŞMA

hayretini hala hatırlanm. Bu, birkaç sene evvel, ölü-


müne Yahya Kemal'in de bizler gibi yandığı, Bursa
Askeri Lisesi edebiyat öğretmeni dostumuz Zekai idi.
Bu ilk ders bilhassa biz edebiyatçılariçin kat'i ol-
muştu. Hocamızı bulmuştuk. Daha o gün koridorda kı­
sa bir konuşmamız oldu. Ertesi hafta aynı şey tekrar-
landı. Bu sefer elimde gizlerneyi unuttuğum bir Jean
Moreas vardı. Yahya Kemal kitabı elimden aldı. Genç-
liğinden bir şeye bakar gibi baktı, karıştırdı. ·Güzel
ama sizin için daha erken, dedi. Klasikleri okuyun, sı­
rasıyla okuyun. Ve her muharriri tekmil okuyun!•
Hakikatta yolumuzu kısaltınayı istiyordu. Bir iki hafta
sonra aramızdaki talebeve hoca münasebeti daha ge-
nişledi. Bugün için garip görülecek, fakat şevk ve hız
verme itibariyle belki her dersten faydalı bir seminer
çalışması başladı. Ders. biter bitmez, ya fakültede boş
bulduğumuz küçük bir odaya çekilir, yahut beraberce
bir kahveye giderdik. Nuruosmani'yedeki İkbal kıraat­
hanesini öğrenince pek sevdi. Bu kahve o zamanki
Yüksek Muallim'e yakındı. Sonra Sultanahmet'teki
setli kahvelere alıştık. Arasıra Beyazıt'ta, sonradan Ha-
san Efendi adında birinin bakkal dükkanı olan ve o
zamanlar Da~üttalim heyetinin haftada bir kere musi-
ki konseri verdiği derince bir kıraathaneye de gider-
dik. İktisadi çöküşler ve İstanbul'un bitmez tükenmez
iman, şehri henüz kahvesiz bırakmaınıştı ve genç
edebiyatçılar da bira ile sandviç yiyerek konuşmaya
alışmamışlardı.

Kız ark~daşlanmız bu kahvelerde de beraber bu-


lunamadıklan için bayağı üzülürlerdi. Daha sonralan
geceleri de aynı kahvelerde buluştuk.

14
YAHYA KEMAL

Avrupa'nın tesiri
Kahve zevki, Yahya Kemal'de Paris'teki talebeli-
ğinden kalmıştı. Zaten birçok itiyadlan, jestleri düşün­
cesi gibi oralıydı. Jestlerinde Fransız tiyatrosunun,
Fransız şansoniyelerinin tesiri vardı. Biraz kısa kolla-
nm açıp size doğru •Aziz filan• diye ilerlemesi, hitap
şekilleri, hattA şiir okuyuş tarzı, tenkit ve muhakeme,
hepsi Fransız, hatta Parisliydi. Meseleler ve heyecanın
kaynağı bizdik. Nükte çok defa eski şiirin gazetesi olan
aruzla gelmesine rağmen, arkasındaki dikka.t Avru-
palıydı.
Yahya Kemal bu Paris senelerini küçük bir şiirde
anlatb:

. . . Jaures'in gür sadası devrinde,


Tuncu canlandıran ilah'b Rodin;
Verlaine absent'i Baudelaire afyonuna
Kanşan. bir sihirli haz'dı şiir.
... Eski Paris'de bir ömür geçti.
İdeal rüzganyla hür geçti.

Bti kanşık içkide daha başka şeyler de vardı. Hugo


şiirinin şaşırtıcı ve daima muhteşem orkestrasıyla He-
redi& sonet'lerinin tunç ve altından döğülmüş madal-
yalara benzeyen kesif güzelliği, Jean Moreas'm adım
koyduğu ve nazariyasini yapbğı symbolisme•den son-
ra bizzat kapısım açbğı ve o kadar yenilik arasında
Fransız dahasım ayıklayıp benimseyen ve onunla ken-
di nostaljik ruhunu anlatan neoklasisizmi, Fransız ti-
yatrosu ve bilhassa Mounet - .Sully'nin dahası, bütün

ıs
ıLK KARŞlLAŞMA

sembolist şiir ve tesiri Yahya Kemal'de o kadar aşikar


olan impresyonist resim, Anatola France'm sat~. sep-
tik, fakat çok insani ve merhametli, müBamahalı alayı,
Octave Mirbeau'nun hırçın realizmi ve hicvi, yüzü
aşan kanşık nazariyeli edebi mektep, hür yaşamaya,
hür düşünmeye alışmış her milletten bir gençliğin mü-
sait toprağını bulı:nuş bir nebat gibi gelişen coşkun ha-
yatı ve istikbalinden henüz emin bir medeniyetin her
türlü imkanı. Hülasa, siyasi birkaç hezimete rağmen,
henüz ondokuzuncu asır sonundaki parlaklığını kay-
betmemiş Paris.
Yahya Kemal' e hangi iyilik perisi, hangi doğru yol
ilahı veya ilahesi durmadan yol gösteriyordu ki bu ka-
dar yeni ve cazip aktüelin arasında hiç şaşırmadı. Sa-
de kendisinin yapacağı şeyi değil, bize o anda en la-
zım olan şeyi yapmağa çalıştı. Filhakika Ya.hya Kemal
pekala Vedaine'in tabiri, yahut tasnifiyle bir cpoete
maudit• olabilir, yahut Apollinaire'in o devirde iyiden
iyiye yolunu açtığı modem şiiri seçebilirdi. Bilhassa bi-
rincisi için ferdi temayülleri çok mÜsaitti. İçkiyi, .azAde
hayatı çok seviyordu. Etrafında uyandırdığı alakada
bu a:z:ade hayatın da büyük tesiri vardı. Edebiyat-ı Ce-
dide şairlerinin Abdülhamid'in kapalı hayatını benim-
semiş, kerli ferli ve baştan aşağı aile içinde geçen küs-
kün, neşesiz, şikayet dolu ve can sıkıcı yaşayışlarına
mukabil, ömrünün yansmı, ltahvede veya işret masa-
sında, s~ece edebiyattan, günlük hadiselerden bahse-
derek, bl.lluşlannı ·tekrarlıyarak yaşayan bu adam ken-
dinden evvelkilerin hiçbirini hatırlatmıyordu.
Bu sığlıklara düşmemesinde, şüphesiz mizacının
başka bir tarafı kadar devrin tesıri vardı. İnsan yaptı­
ğı işi kudret ve imkanlanyla yapar. Fakat asıl hüviye-

16
YAHYA KEMAL

tini, işin kendisini tayin eden devirdir~ İdare edici fi-


kir ondan gelir. Paris seneleri, oradaki cümbüşlü ha-·
yat, birkaç koldan zengin, daima buluş halinde Av-
rupa ve Fransız fikriyatı, belli ki, bu gence tehdit al-
tında bir vatanın çocuğu olduğunu, medeniyet değiş­
mesi denen büyük krizin ortasında ve çok haklı bir iki-
liğin içinde yaşadığımızı unutturmamıştı. Cafe Vac-
hette'de, Soufflot'da, Closerie de Lilas'da iki zamam
birden yaşamıştı. Bibliotheque Nationale'de divanla-
nmızı ve müverrihlerimizi okuyor ve sade Türkçe ınıs­
ralann yam başında o kadar güzel ayıkladığı eski dil-
le gazeller yazıyordu.
Bir gün bize ·Beni edebi mektepler, Senacle'ler,
chapelle'ler, hül~sa bir nazariye etrafında teşekkül
eden küçük edebiyat topluluklan hiç çekmedi. Onlar
yaşanan zamana ait şeylerdi. Başka bir topluluğa ait
geliŞmenin neticeleriydi. Ben daima bize lazım olam
düşündüm• demişti. Bu sözlerin hakiki manası, yapa-
cağı işte yolunun açık olduğunu bilmesi demektir.
Madem ki sözü bu ıstıdra~la böldüm. Fransız şii­
rini, okuduğu Fransız . şairlerini ana hususiyatlerinde
görmekle işe başladığını da söyliyeyim. Yahya Kemal,
tesir denen şeyin· kopya olmadığını, şahsi bir nizam,
bir çeşit dersle karşılaşma olduğunu biliyordu.
Kültürümüzün çiçeği olan ve kendisi için o kadar
esaslı his ve düşünceleri anlatan o güzel gazellere, hiç
olmazsa ilk devirlerde Verlaine'in ~Les Fetes Galantes•
ının örnek olduğunu düşünün. O, okuduğu eserin be-
hemehal çizgi çizgi benzerliği değil, bir: başka dilin
içinde, o dilin hususiyetleriyle, o dili kullanan· cemaa-
tin ruh· ve sezişiyle, onun yerini tutacak olam yapmayı
düşünüyordu. Belki bunu bu tarzda ifade etmek de

17
ıLK KARşıLAŞMA

doğru değildir. Karşılaştığı ve içten seçtiği eserin asıl


idesi üzerinde düşünüyordu.,

Konuşurken düşünmek

Yahya Kemal'in .dikkati vaziyetlerin dikkatiydi.


Neyiz? Ve nerd.eyiz? Konuşmala.rının hususiyetim bu
yapıyordu. Şüphesiz çok iyi ·konuşuyordu. Konuşmayı
sanat haline getirenlerdendi. Fakat bu konuşma onda
çok mübrem bir ihtiyaca cevap veriyordu. Sohbet, dü-
şüncesinin laboratuvanyd.ı. Meselelerinin zaptettiği bu
zihin, konuşurken bulur, geliştirir, yoğururdu. Kendi-
sini tekrarlamaktan çekinınediği için aynı sohbeti ay-
n ayrı muhitlerd.e yapardı. Ve daima buluş halinde ol-
duğu için hiç de ilk şekliyle gelınezdi.
Bu konuşmalann bazılannı Milli Mücadele için
gazetelere yazdığı makalelerde aynıyle görürdük. Ba-
zan· da bize verilen bir derste geçen bir cümlenin baş­
kalan tarafından, hatta birkaç imza tarafından geliŞ-.
tirildiğine şahit olurdUk. Bu senelerd.e, İstanbul'da;
Milli Cephe matbuatı üzerinde feyizli bir rüzgar gibi
esiyor, durmadan bir yığın fikir ve duygu spermini
oradan oraya taşıyordu. En iyi devrinde rastlamıştık.
Düşüncesi realitemizle beraberdL Bütün kudretiyle ve
doğruluğuyla aktüeldi, demek istiyorum <ı>.
Bir cemiyetin hayatında şair, mütefekkir veya
devlet adamı, muayyen bir rol oynamış her insanın
ömründe böyle bir kaç senesi vardır. Hayatın .ihtiyaç-

1. Bk. RW}eD Eşref, «Anadolu'da Yakup·. Kadri Bey'le mü-


14ka.b, Derıri.b, nr. 17, (20 Kanunievvel 1337).

18
YAHYA KEMAL

!anna çok tabii şekilde cevap verdiği, bütün teklifle-


rinin ·realite ile uygun düştüğü seneler. Kaldı ki, etra-
fına karşı çok hür ve kendisine karşı çok sorumluydu.
Bir sanatkann en güzel seneleri, müstakbel eserin he-
yecanını kendinde taşıdığı, onun sancılannı çektiği se-:-
nelerdedir. Gelir gelmez birkaç mısraıyla ve düşünce­
sinin kudretiyle kendisini kabul ettiren şair bu müs-
takbel eserin tazyiki altında idi.
Türk edebiyatı ve fikriyatı Tazminat'tan beri, ken-
disini muayyen hudutlara getiren, çok defa bu taşıdığı
yerde yapayalnız ve biraz da çıplak bırakan bir yığın
teklifleri tecrübe etmiş, çoğunun· iflasını görmüştü.
Vakıa bu teklifierin sahipleri ve mürninleri henüz ara-
mızdaydı. Fikret'in ahlakçılığı ve mutlak garbçılığı,
Akif'in ona çok benzeyen, Garbın bütün ilim ve tek-
nik silahlanyla mücehhez ve Asr-ı saadet ahlakıyla
giyinmiş İslamcılığı, Türk Ocağı'nın Zjya Gökalp'a rağ­
men ağızdan ağıza o kadar değişen ve inhisarcı bir
ırkçılığa kadar giden, o birçok noktalarda meseleleri
hal etmekten ziyade hayatı güçleştiren, realitelerimiz
karşısında daima mütereddit kalınağa mecbur teklif-
leri, hepsi cemiyette henüz kuvvetle yaşıyorlardı. Bu-
nunla beraber ilerde geniş surette üzerine döneceği­
miz bu teklifierin hemen hepsinin yetersizliği az çok
görülmüştü. İşi yeniden ele almak, realitelerimize yeni-
den bakmak icabediyordu.
Edebiyat ve şiir de böyleydi. Orada da tek zaviyeli
görüşler hüküm sürüyordu. Edebiyat~ı Cedide, Tanzi-
mat artıklanyla beraber aruz veznini bir çeşit ahenk
makinesi addediyor ve her şeyi onun hususiyatıerinden
bekliyordu. Aruz onlar için şiir denen fabrikasyanun
tek imkanıydı. Onun karşısında Türk Ocağı, Türk mil-

19
lLK KARŞlLAŞMA

letinin selameti narnma bu eski aleti kurban etmeğe


karar vermiş; yalnız hece diyordu ve bütün kurtuluşu
altı- beş'de buluyordu. Dil aynı şekilde bir yığın umu-
mileştirme ve tecride maruzdu. Edebiyat-ı Cedide üç
dilin lügatine dayanmış hususi bir edebiyat dilinde ıs­
rar ediyor, karşı taraftakiler her kelimeden nüfus ka-
ğıdı soruyordu. Hiç kimse dilin kaynağı olan halka
dönmeyi düşünmüyordu. Asıl şiir dediğimiz şey, o ruh
iklimi, arayerde kaybolmuştu. Daha korkuncu, dışanyı
olduğu gibi taklitti. idesine erişmeden, sadece •saman
kağıdı· (21 üzerinden kopya. Edebiyat-ı Cedide romanı
bu kopyanın dışardan ve tek başına bakılınca daima
hayranı olmamız icab eden teknik şaheseriydi.
Tanzimat'tan beri itiyad edindiğimiz görüş tarzı
bizi ken_di tarihimizden uzaklaştırmış, yahut bizi ona,
hiçbir şeyi layıkiyle göremiyeceğimiz bir gözle bak-
ınağa alıştırmıştı. Belki tarihi her zamandan fazla
yani hiçe nisbetle biraz fazla - biİiyorduk. Fakat «his-
toricite,. denen şeyi, .tarihiliği, fert için olduğu kadar
milli hayat için de çok lüzumlu ve zaruri olan ve he-·
pimizi bir ağacın kökleri gibi asırlann içinden doğru
besleyen düşünceyi kaybetmiştik. Zaman ve hadisele-
rin okyanusunda, bir takım isimlere ve müphem duy-
gulara, müphem hatıralara tutanarak, döğüşerek yü-
züyorduk. Burada yüzüyorduk kelimesini tesadüf ola-
rak kullanmadım. Köksüz şeyler daima yüzer, daima
beyhude yere bir karşı sahil arar. Halbuki milli hayat
devamdır. Devam ederek değişmek, değişerek devam
etmektir. Çünkü yaratmanın ilk şartı devamdır, haki··

2. Bk. Yahya Kemal, «Sade bir görüş», DergAh, nr. 2, (:1


Mayıs 1337).

20
YAHYA KEMAL

ki kınlışlar ve kopuşlar ancak yaratış ucubeleri, yanın


mahluklar vücuda getirir. Çünkü hayatın ortasında
onun bir parçası gibi değil, kendi dağılmış zerrelerin-·
de devam ederler. Tıpkı ölümde olduğu gibi.
Edebiyat, layıkiyle
tahlil edemediği, ehemmiyetini
iyi göremediği
bir ·bugün.. ün emrine girmiş, çeşitli
ağız ve düşünceden onun tepkileri olmuştu. Acil zan-
nedjlen ihtiyaçlar fikir ve sanat hayatını emrinde tu-
tuyorlar, resmi makamlar ve cihazlar da kendi poli-
tikalan için bunun böyle olmasını istiyorlardı.
Yahya Kemal'in asıl büyük rolü burada oldu. in-
kar veya herşeyi olduğu gibi kabul arasında sallanan
ve sonunda kendi tereddüdünden doğan bu davranışı,
bütün bir beyhude gidip gelişi asıl hayati fonksiyonu
zanneden bu vaziyete o son verdi.
Bu ilk derslerde ve konuşmalarında en çok geçen
kelime ·İskenderiyecilik· kelimesiydi. Bununla, Yunan
ve Latin medeniyetlerinin kelime, gramer ve mantık
oyununa düştüğü devre benzer bir devir yaşadığımızı
kastediyordu. Asıl teklif ise büyük tarihi çizgiye dön-
mekti. Filhakika birkaç ders soo/a biz talebeleri onun
asıl tekliflerini anladık. Ne kendisini, ne etrafını, oldu~
ğu gibi alınıyordu. Kendisine durmadan bir takım su-.
aller soruyor ve onlann cevabını bütün hayatta an-
yordu. Biz neyiz? Ve kimiz?-

« İthaf»

Yukarda ·İthaf• manzumesinden bahsettim. Dev-


rinde, çok başka şekilde, hatta şumulünün dışında di-

21
tLK KARŞlLAŞMA

yecegım, büyük bir aksisada uyandıran bu şiir (3).


yazık ki sonradan pek az hatırlandı. Bence tek otobi-
yografik eseri odur. Hayatının anzalannı değil, ruhu-
nun susuzluğunu, zekasının macerasını nakleder:

Fer alm.ışken tulu-ı K.ibriyadan


Bugün bi-vaye kalmış her ziyadan
Bu mülkün farkı yok bir tengnadan
Niçin nur inmiyor artık semadan?

Bu şek bağnm.da her gün gah ü blga.h


Dolaştım ·Hu!• deyip derga.h dergah
Ümid ettim ki bir pir-i dil-agah
Desin ·Desttlr!• milırab-ı hafadan

Aba var, post var, meydanda er yok


Horasan ellerinden bir haber yok
Uzun yollarda durdum hiç eser yok
Diyar-ı Rum'a gelmiş evliyıldan

O yerler işte Bağdad, işte :Amid


Bugün her şu'leden mahrum; camid
O yerlerden _gelen son yolcu Ha.mid
Haberdar olmaz olmuş mavaradan

Tecelligah iken binlerce rinde


·Melamet,. söndü Şarkın her yerinde
Bu devrin gerçi son sohbetlerinde
·•Nefesler• dinledik saz-ı Riza'dan

3. Şair Mecmuası, :Dr. 5, (9 KAnunisAni 1919).

22
YAHYA KEMAL

Bu manzumenle ey Üstad-ı hoş-kam


. Ali'den doldurup iksir-i ilham
Leb-i uşşa.ka sundun öyle bir cam
Ki yuğrulmuş türab-ı Kerbela'dan

Buradaki ·dergAJı,. kelimesini kaynaklar diye ter-


cüme edin. Yahya Kemal'in araştırma susuzluğunu,
bu araştırınanın mahiyetini, hatta tabirimi kabul
ederseniz, metodunu bulursunuz.
Bizi etrafına toplamak için çıkarttığı ·Derg&h•
mecmuasının adı da bu manzumenin havasından ge-
lir. Ahmet Haşim kendisine has fantezisi ve bütün şah­
siyetini yapan rüya ve şiir havasıyla ııiecmuanın •Haş­
haş• olmasını istiyordu. Fakat Baudelaire'in ·Sun'i
Cennet• ini, Quincey'in ·Bir Opyomanın hatıralana m
henüz tanımayan ve sembolisı edebiyatın, rüya ile şiir
arasında kurduğu münasebetleri henüz bilmeyen biz-
ler ·Dergah• adım tercih etmiştik. Zaten bir ara ·Za-
viye.. adı da ortada dolaşmıştı. Bergson felsefesinin or-
tada yüzdüğü bir devirdeydik. Anadolu dışardan bakı­
lırsa biraz da istatistiğe karşı vitalitenin (hayatiyetl
harbini yapı~ordu. .
Bu iki kelime Ahmet Haşim'le Yahya Kemal ara-
sında en iyi mukayese zeminlerinden. birini verir.· Yah-
ya Kemal daima ağırbaşlı ve özlünün peşindeydi.
•İthaf• manzumesi iyi okunduğu ve bilhassa ceva-
bı olduğu Samih Rıfat Bey'in. manzumesiyle karşılaştı­
rıldığı zaman Yahya Kemal'in bize ait Şark' ı mazisiylL
ve bugünüyle nasıl ele aldığı görülür. Samih Bey'in
çok güzel .manzumesi alevi ilhamm .·son şaheserleİin­
dendi. Fakat hakikatan mükemmel olan dil ve ustalık
gibi şeylerin ötesinde, tıpkı Rıza Tevfik'in o kadar .'se-

23
:I:LK KARŞlLAŞMA

vimli koşmalan gibi öteden beri yazıldığı şekilde de-


ğilse bile, muhtevasında eskiyi tekrarlayan bir man-
zumeydi.
Yahya Kemal'inki ise nostalji ve araştırmaydı. O
artık bulamıyacağını, sanatın dışında o şekliyle hiç-
bir zaman mevcut olmadığını bile bile eski ledünni
şark'ı, Tann'nın her var olanda kendiliğinden var ol-
duğu, bütün ayrılıkiann ilahi aşkta eriyip kaybolduğu,
yaşanan hayatın sadece bir aşk neşidesi olduğu şark'ı
arıyor, onun yokluğuna sızlanıyordu. Hakikatte bu,
•Şark öldü!• demekti. Fakat çığlığın acısında yeniden
ve sadece bir ruh alemi olarak dinliyordu. Hemen he-
.pirniz bu •Şark,. kelimesinin büyüsünde Binbir Gece'-
nin eskicisine benzeriz. Yerimize oturup işimizle meş­
gul olduğumuz zaman karşımızdaİd duvar birdenbire
bütün bir hazinenin &ğırlığıyla çöker, her taraf altın
ve mücevher panltısına boğulur. Fakat ona doğru koş­
tutumuz zaman kerpiç kınntılanndan başka bir şey
göremeyiz. Şark, Baudelaire'in o güzel nesir şiirinde
anlattığı •Bitişik odalar.. gibidir. Birisinin debdebe ve
gÜzellikleri içinde uyur, öbürünün sefaletinde uyam·
rız.

Yahya Kemal bu büyülenmeyi kaybetmedi. Hatta


ona Deslinden ve daha sonra gelenlerden ÇOk fazla
kendisini verdi. Bununla beraber realitesini de gözden
kaybetmedi.
Hakikatta bütün milli hayatı bir sentez olarak gö-
rebiliyordu. Bu sentez coğrafyanın ve tarihin mahsu-
lüydü ve tabiatiyle her .ikisinin miraslannı içine alıyor­
du. Michelet'nin,. •Fransız toprağı on asırda Fransız
milletini yarattı• sözünü bir düstur gibi kabul etmişti.
Bir manzumesinde ırkı dahi coğrafya ile tarihin tabii

24
YAHYA KEMAL

bir mahsulü addettiğini biliyoruz (4). Onun içindir ki


bu son •ene'l-Hakk• şairi, Şarkın yalnız sanatta yaşa­
dığını çabuk öğrenmişti.
Bu metodik bir araştırmaya çok benziyordu. Tarih
ve dilden başlayarak, mimarimiz, musikimiz, yazı sa-
natımız, ilave ettiği muhteşem finalle bir çeşit konçar-
to haline getirdiği eski şiirimiz, peyzajımızla milli ha-
yatın her sahasını kucaklayan bu anket bütün ömrün-
ce sürdü, diyebiliriz.
Albert Sorel'in talebesi son devirlerin siyasi tarihi
kadar, cemiyet hayatının mekanizmalannı da biliyor
ve _yokluyordu.
Hakikatta bunlar çok basit ve devamlı bir dikkat-
ler silsilesi idi. Türkçe mi? Halkın ağzında idi. Bütün
ideolojilerin, ütopyalann dışında şiir dilini, orada, ya-
ni evde, sokakta aramak lazımdı. Şiirimiz çapaçul bir
estetiğin içinde asırlarca farkına varmadan bunu yap-
mıştı. Daha Yahya Efendi:

Neler çeker bu gönül söylesem şi~ayet olur


dediği gün bu programı vermişti.
Bu cemiyeti ruhunda mı öğrenmek istiyorsunuz?
Musikisine ve halk havalanna, tekke nefeslerine baka-
caktınız. O zaman bizi biz yapan, hayatla oynamaktan
hoşlanan coşkunluğu, onun sanatta ifadesi olan büyük
lirizmi keşfederdiniz. Halka ve onun aksülamellerine
bakaca,ktınız. O zaman onu kendi zamanında ve bütün
zamanlan ve aksülamelleri içinde görürdünüz. Bir
8'Ül! Yahya Kemal'e •Neydi bu eskilerin hayatı acaba?

4. «Bir Teped·en», ınsan mecmuası,· nr. 3, (15 H8.2!jran


1938).

25
ıLK KARŞlLAŞMA

Nasıl yaşarlardı?,. diye sornıuştum. Gülerek ·Gayet


basit, dedi, pilav yiyerek ve Mesnevi okuyarak. Mede-
niyetimiz pilav ve Mesnevi niedeniyetiydi.• Birkaç yıl
sonra Bağlarbaşı'ndan Karacaahınet'e doğru inen yol-
da, -kim bilir hangi vesile ile- canlanan maziyi yaka-
lama arzusuyle aynı dÜşüneeye döndü. ·Medeniyeti-
miz Mesnevi ve cihad medeniyetiydiıo dedi. Itri';nin de-
hasım o kadar iyi yakalayan adam ·bu düşünceyle es-
kiyi inkar etmiyor, sadece onu büyük realitesinde gör-
mek istiyordu. Dedelerimiz sade ruhlu ve imanlı in-
sanlardı. İnsan medeniyetinin felsefe devri. diyeceğimiz
devirden çıkar çıkmaz bu medeniyet sanatın yerine
zanaatı koyacak. kadar folklorlaşır. · İsteyenler Yahya
Kemal'in bu sözüyle Evliya Çelebi'nin Viyana'da Sa-
int Stephan kilisesinde rastladığı tarik-i dünya dolayı­
siyle bizi anlatan o güzel cümlesini karşılaştırabilir­
ler. Bu latif seyyah bizi,· medeniyetimizi tayin eden o
korkunç intellektüalite noksanının hiç farkına varma-
dan hemen hemen aynı üslupta anlatır.
Bir başka defasında da roman üzerinde konuşur­
ken cBizim· romanmuz şarkılanmızdır• demişti. Bu söz-
le hem edebiyatımızdaki tertip noksanını, hem de
halkımızın hayat ve aşk görüşünü anlatmış· oluyor-
du.
cEski İstanbul bir ud sesindedir...
mısrm, bu görüiiüşün yürüttüğü ifadelerden biri gibi
alınabilir.

'İstanbul sevgisi

Sık sık İstanbul içinde gezerdik. Camiler, eski sur-

26.
YAHYA KEMAL

lar, Boğaziçiköyleri Yahya. Kemal'in görmekten bık­


madığı şeylerdi. Kaç defa fetih muhasarasının topoğ­
rafyasını beraberce tekrarladık Fatih ordusunun geç-
tiği yoldan geçerek Beyazıt'a ve Ayasofya'ya geldik.
Bu gezintilerde rastladığımız insanlan Yahya Kemal
Adeta o tarihi günün ışığında görrneğe çalışıyordu.
Muhayyilesi, istediği anda geçmiş zamanın emrine gi-
rerdi. Bu ·acayip muhayyile hemen her dakika aslın­
da. çok basit, fakat hepimiz için çok şaşırtıcı gerçek-
ler keşfederdi. Hepimiz, Üsküdar'ın ve bütün Anadolu
yakasının, Beşiktaş'a ve Çekmecelere, hattA Davutpa-
şa'ya kadar bütün Rumeli tarafının fetihten evvel eli-
mizde olduğunu bilirdİk. Fakat üzerinde düşünmemiş­
tik. Üsküdar'ın, İstanbul'un fethini gören şehir olduğu­
nu ve muhasara toplan şehri döğerken Boğaz köyle-
rinde beş vakit ezan okunduğunu, Hisariarda ihtiyar-
larm bugünkü gibi abdastıerini tazeleyip camie gittik-
lerini ondan ·öğrenecektik.

Kaynaklan iyi yoklamak


O, tarihte veya sanatta, zaman ve mekan içine an-
cak bir takım küçük teferruatla yerleşilebileceğini bili-
yordu. HattA fazla araştırmaya gitmeden eldeki kay-
naklan iyi yoklamakla elde edilen bir bilgi dahi bu işe
ka.fiydi. Elverir ki bu bilgi sahih olsun ve onu muhay-
yilemize mal ederek yaşayalım. Yahya Kemal bugün-
kü manasiyle chistoriciteıo nin ehemmiyetini mazi kar-
şısında ruhi bir esarete düşmeden bizde ilk idrak eden-
di.
Şiiri de böyle basıt ve esaslı unsurlara indirmişti.

27
tLK KARŞlLAŞMA

Muğlak hiçbir nazariyesi yoktu. Onu dinlerken iyi ar-


tizan c.-lmak bu işe yeter zannederdiniz. Vezin ve sağ­
lam kafiye, iç-ahengini (o zamanki higatimizde ede-
nini ahenk,.> tutan ve besleyen kelimeler. Hakikatta
vezin, henüz Ziya Gökalp'ın tekliflerinin aksiyle dolu
olan bu ilk devirde onun için o kadar mühim görün-
mezdi. Dergah'ta çıkan bir makalesi bu husustaki dü-
şüncelerini çok iyi hillasa eder (5). Zaten hece vazni-
nin bu ilk zafer devrinde kendisi de bu vezinle yazma-
yı düŞünüyordu. Maalesef bitiremediği .;Fetih• man-
zumesi ile tek başına kalmış:

Dün akşam dinledim genç bir uşaktan


Budin zindanının türkülerini

beyti ve:

Birden bağırdı hür Anadolu


Ya devlet başa ya kuzgun leşe

diye başlayan yine bitmemiş bir başka manzume, bel-


ki bir marş, nihayet rahmetli İhsan Sungu'ya ithaf
edilmiş olan cOk· manzumesi Yahya Kemal'in bu ikin-
ci aleti bu devirde hiç de küçük görmediğini anlatır.
Bu tecrübelerin içinde yukanya aldığım Budin
zindam beyti tek başına bütün . bir muvaffakiyettir.
Fetih manzumesinde ise hakikatan güzel şeyler vardı.
.Buna rağmen devam etmedi..
· Yahya Kemal'in düşüncesinin hiç değişınediği id-

5. Yahya Kemal, «Vezinler», Derglh, nr. 20 (1 Şubat


1339)venr. 23 (29 :M:ar.t 1338).

28
YAHYA KEMAL

dia edilir. Hakikatta ise herkes gibi o da çok değişti.


Yalnız bu değişme kendi mahrekinde oldu. İlerde sı­
rasiyle bu değişmelerden bahsedeceğiz. Burada; yal-
nız, çok daha sonralan, ancak İspanya - Paris dönü-
şünden sonra heceye karşı aruzu açıkça tercih ettiği­
ni· söyliyelim. Bu tercihin sebebi aruzuiı dile getirdi-
ği plastik yumuşaklık, şekil alma kabiliyetiydi. Şayanı
dikkattir ki bu tercih •Şiir hecelerin istifidir,. diye
yaptığı tarifle beraberdir. Bu tarifi Valery'nin, yahut
Mallarme'nin şiir veya şiir tekniği anlayışına epeyce
yakındır. cİtri• şairi iki harb arasında Avrupa'da o
kadar velvele uyandıran, Fransız şiirindeki saf şiir
münakaşalarını tabiatiyle takip etmişti. Mallarme'nin
arasıra şiir de yazan Degas'ya •Şiir fikirle değil, keli-
melerle yazılır» cevabını sık sık zikrederdi.
Fakat aruzu tercih etmesinin başka ve daha mü-
him bir sebebi vardır. En.şuurlu sanatkann bile muh-
taç olduğu o irticali taraf, nağmenin kendisi Yahya
Kemal'e aruz olarak geliyordu. Hiçbir şair ilk mısra
denen şeyden büsbütün müstağni kalamaz. :Zeka ile
ruhun elele kuracaklan dünyanın kapısını çok defa o
açar. Bizim en büyük şairimiz şüphesiz odur.
Gün geçtikçe bu genç hocayı· daha iyi anlıyor ve
daha çok seviyorduk. Yaptığı işi biliyorduk ve bunun-
la şahsi başanmızmış gibi öğunüyorduk.
Türkçayi yeni bir iklim gibi keşfetmiş, şiire yeni
bir istikamet vermişti. Evet, bu her taraftan hücuma
uğrayan adam -en basit v·e esaslı şeylere hücum edilir.
İnsanlar tabii olanı daima güçlükle kabul ederler.
Biz kendimizi çapraşık yollardan aramaya alışmışız­
dır-, kısırlığı daima ileri sürülen şair, Türkçayi ve·
Türkçe şiiri bulmuştu. Aynca da bu sanatı, kendisiy-

29
!LK KARŞlLAŞMA

le beraber doğmuş olan, daha iyisi, doğmasını sağla­


mış, hatta vücuda ·getirmiş olan nizarnlan zorlama-
dan kendine mal etmişti. · ·
Şekiller, yarattıklan nizamlarla bize ve işierimize
imkan verirler ve, mükemmeliyetin demiyeceğim, on-
dan daha mühim ondan daha evvel gelmesi icab eden
bir şeyin, bizzat var olmanın yolunu açarlar. Yahya
Kemal, aruzla Türkçenin arasında kat'i bir uygunluk
ararken hakiki şiirin kapısını zorlamış oluyordu. Fa-
kat bununla da kalmıyordu. Çetin zevkiyle şiir dün-
yamızın yeni bir no~ını yapmıştı.
O konuşurken Yunus'tan .başlayarak yaşadığımız
güne kadar, türkçenin asır asır kaydattiği zafer mar-
halelerini ve bize ait bir duyuş tarzının teşekkülünü
adeta gözümüzle görüyorduk. Hakikatan dedelerimiz ..
bilmeden· dahi olsa, asırlardan beri Yahya Kemal'in
yaptığının peşindeydiler. O, tarihimiz gibi şiirimizi de·
kitap sahifelerinden dışanya çıkarmıştı. İstanbul Da-
rülfünununun Edebiyat Fakültesi'nde gittikçe halkası
genişleyen bir gençlik, şimdi onun sayesinde ikisini be·
raberce yaşıyordu. O karanlık Mütareke günlerinde
buna ne ~kadar muhtaçtık. Sanki bu derslere çıplak ge-
liyor ve o konuştukça giyiniyörduk.
Milletierin böyle sıkışık anlan olur. Vatan birden-
bire dilden -çünkü tarih de onun içindedir- .ibaret ka-
lır. Bizim o derslerde ve· sohbetlerde duyduğumuz,
Yahya Kemal'in birkaç makalesinde anlattığı şeyi,
1940 yıllannda Fransız edebiyatında,· Palery Larbaud'-
nun ·Domaine Français,. sini okurken, içimde çok
sevdiğim Fransa'nın felaketleri, hiç de önunkine ben-
zemeyen, ondan çok başka türlü ve asırlar boyunca
ıztıraplı Anadolu ile birleşmişti. Yahya Kemal'in dü-

sc
YAHYA KEMAL

şüncesi bize Türk iklimini, Türk dünya.Sını, cemiyeti-


mizin tarihi bir zaruret olarak yaşadığı çifte zamanla
beraber veriyordu.
Filhakika bu derslerde, Racine ve Vedaine Ne..-
dim'le, Baki ile, Şeyh Galib Baudelaire'le adeta kol ko-
la geliyordu. BektaŞi fıkrası, halk şiiri, musikimiz, es-
ki tarihçilerimiz, Balzac ve Dostoyevsky ile yanyana
idiler. Çağnları ile a.ıemin arasmda o kadar rahat gi-
dip geliyordu. Bu hiç bitmeyen gidiş gelişte yavaş ya-
vaş isimler, hadiseler çok hususi çizgiler ve kabartma-
lar kazanıyor ve kendiliklerinden aydınlanıyordu.
Bütün bunlar ve bize açtığı alem onu, o zamanın
gençleri için, biraz da sanatın ü~tünde ve ideolojik ma-
nada, bir çeşit baş yapmıştı. ·
Bize dilin, düşüncenin ve meselclerin kapısını aç-
mıştı. Hülasa, 1830 yıllannda Fransız· şiiri için Hugo,
1890 senelerinin şiir gençliği için Valery ve Gide, Pier-
re Louijs için ve daha yaşlılan için Mallerme ne ise,
Jauı·es ve Barres, Moreas daha sonraki nesiller için ne
olmuşlarsa, Yahya Kemal de bizim için oydu. Yeninin
ve milli olanın bayrağ}ydı.
İstanbul Darülfünun talebelerinin Milli Cepheye
sornurtan veya ihanet eden hocalanna karşı giriştiği
hareket esnasında, çok sevdiğimiz, fakat muhafazakar
bir arkadaşımızın, Yahya Kemal'in aleyhinde tesadü-:-
fen söylediği bir cümleye Nurullah Ataç'ın verdiği ce-
vap dikkate değer: c Yahya Kemal gençliği~ timsalidir.
Ona t~arruz edemezsin! Biz gençler, bütün nesil ona
inanıyoruz ve seviyoruz, sen bizden değilsin!•. Polislik
bir kavganın önüne ancak bu tıbbiye talebesinin tar-
ziyasi geÇti.

31
lLK KARŞlLAŞMA

«Dergah))
Dergah işte bu havada çıktı. İlk İnönü zaferi gün-
lerinde idi. Bir iki hafta evvel Yahya Kemal'le, Zey-
nep Hanım konağının konferans salonunun önünde
bir fotoğraf çektirmiştik. Bu fotoğrafa senelerden son-
ra bir dost evinde rastladım ve kendi çehreİni güçlük-
le tanıdım. Bu fotoğraftaki genç adamların bugün ya-
rısından fazlasının adları söylenince, zamanın o acı
sesi •namevcut• diye cevap verecektir.
. Oldukça geniş bir ekiptik. Necmettin Halil, Ali
Mümtaz, Yunus Kazım, Reşat, Hasan Ali aramızday­
dı. Daha sonra Kutsi ile Nurullah AtStÇ da aramıza
girdi.
Mecmuaya Yahya Kemal istika.met yermişti. Buna
rağmen bu birinci nüshayı beğenmedi. Mutad jestiyle
burnum,ı okşaya okşaya bütün başlıklarını, tertip şek­
lini, büyük harfli başlıkları, ara süslerini ve boşlukla­
rı tenkit etti. Mustafa Nihat'ın o günkü sabrına haki-
katen hayran olmuştum. Son derece sakin, bazan ten-
kitlere iştirak ediyor, bazan da imkansızlıklan söylü-
yordu. İkinci nüsha daha mükemmel oldu ve üçüncü
nüshada Dergah, bir yığın resmi imkanla çıkan Yeni
Mecmua'nın kurduğu haddin üstünde, daha ciddi, gü-
zel ve zevkli çıktı. Mecmua, yerinde şimdi Vefa lisesine
ait bir bina bulunan Evkaf-ı İslamiye Matbaası'nda
basılıyordu. Her onbeş günün sonuna doğru hepimiz
birkaç defa buraya uğrar, makinelerin uğultusunu
kendi dışımızda vuran kalbimizmiş gibi dinler, mürek-
kep kokusuyla en cins rayihalarmış gibi sarhoş olur-
duk.

32
YAHYA KEMAL

Matbaada galiba musahhihlik yapan bir Mavlevi


vardı. Şarkın tanzimini o kadar iyi bildiği o veli çeh··
ralerinden biri. Yahya Kemal, bütün vahdet felsefesiy-
le zengin sandığı bu adama, onun efendice ve daima
bir yığın tasavvuru imkansız sırra sahip görünen ses-
sizliğine, asırlık ocaktan gelmiş terbiyesine ve çelebi-
liğine hayrandı. Bize sık sık ondan bahsederek •İşte
Şarkın kemal zirvesi bu tiptir• derdi. Sonradan bu
adam için şu fıkrayı anlattı: ·Bir gün Beyazıt Camiine
uğramıştım. Bizim Mevlevi vaaz ediyordu. Kendi ken-
d,ime, işte, dedim, onu konuşurken yakaladım. Kim bi-
lir ne güzel şeyler söyliyecek ....Ve bu ümitle yaklaş­
tım. Adam koyu Üsküp ağızıyla konuşuyordu. İlk işit­
tiğim cümle, 'Roman okuyorl~r. sakın okumayımz. Di-
ninizden olursunuz .. .' cümlesi oldu•.
Bereket versin ki,
Melamet söndü Şarkın her yerinde
mısraını daha evvel söylemişti. Yahya Kemal'in bu
cinsten hayal kınldıklan çoktur ve bazılannın ani ifa-
deleri olan mısralar ve beyitler vardır. Bu anekdotun
asıl güzel tarafı Yahya Kemal'in, adaının Üsküp şivesi­
ni mükemmel taklidiydi. Bu şivede anlatmaktan hoş­
landığı bir fıkrası daha vardı ki, halk muhayyelesinin,
en fazla değerlendirdiği insanlar Vb vakıalarda bile
nasıl kendi realiteleri içinde döndüğünü gösterir.
Yine Mütareke günlerinden birinde camilerden
birine uğrar ve vaaz dinler. Vaaz, borç ve yardım üze-
rine imiş. Hoca iade şartıyla borcun ne kadar tabii ve
insani bir şey olduğunu anlatmak için Hazret-i Ali'-
nin Peygamberden «A be Muhammed var mı sende al-
ti kuruş?• ,diye borç istediğini söylüyormuş. Yahya Ke-

33
lLK KARŞlLAŞMA

mal bir taklit şaheseri olan bu anekdotu «Benim ço-


cukluğumda Üsküp'te çeyrek altı kuruşa geçerdi ve al-
tı kuruş derlerdi• diye bitirirdi.
Mecmuayı kendi neslinden en fazla benimseyen
Mustafa Şekip Tunç ile Ahmet Haşim ve Yakup Kadri
oldu. nk nüshasında, Haşim'in, _gazete fıkracılannın
diline düşmesine rağmen o kadar çok sevilen, hakika-
ten ·muamma, hakikatan güzel şiirlerinden biri çıktı.
Kozmik zaman, Haşim'in sübjektivitesi,

Altın kulelerden yine kuşlar,


Tekrannı örnrün eder ilan
.Kuşlar mıdır onlar -ki her akşam,
Aıemlerimizden sefer eyler?

gibi türkçede eşsiz birkaç mısraın tılsımlı menşurunda


bir daha aynimayacak şekilde birleşirler. Haşim ken-
dine mahsus saatleri olan şairlerdendir~
İns(:tn da şiiri kadar latifdi. Fakat doğrudan doğ­
ruya yakalanması güçtü. Bir çeşit nihilizme kadar gi-
den garip bir estetizmde bütün. meseleleri, hatta en
ıztıraplı şekilde aktüel olanlarını inkar ederek sadece
ihsaslariyle, hatta fantezisiyle yaşayan şaire varabii-
nieniz için birçok Haşim'lerin arasından geçmeniz la-
zımdı. İlk karşılaştığınız Haşim en çekilmeziydi. Pelte-
kis'te ·giyinen, öğlen yemeğini. Pandeli'de yiyen-Pande-
li'yi da~lttiğı günler Haşim bayağı kederlenirdi-, şık,
kibar -dil( gibi kıyafetinde de Edebiyat~ı Cedide titiz-
liğinden bir şeyler vardı- ve üstelik tahammül edilmez
şekilde mütearrız bu Düyun-ı Vmumiye memuriyle
anlaşaca.k nokta bulmak hakikatan güçtü. Kaldı,ki bir
münasebetsizliğiniz, yahut onun böyle sandığı bir şey,

34
YAHYA KEMAL

çünkü alıngandı, öbür Haşim'i, o acayip ve zalim hid-


detlerin Haşim'ini meydana çıkarabilirdi. Fakat miza-
cının birçok taraflan gibi hiddeti de biraz yapmacıktı,
yahut hiç olmazsa bu hiddette kendi kendisini kızıştı­
ran bir şey vardı. O zaman hakikatan acayip, en ağıza
alınmaz küfürler birbiri ardından boşanırdı. Çünkü kı­
zan Haşim derhal bir çeşit Kral Ubu oiur, onun sevdiği
kelime ile, Waterloo'da Wellington'un muhatap ol-
duğu söylenilen kelime ile, bütün bir alem kurardı. Za-
ten bu kelime ve o cinsten kokulu kelimeler konuşma
pitoreski içindeydi.
Bütün bu duvarlan aştıktan sonra asıl Haşim'in
ke~ik, tatlı, dedikoduya kendini teslimden hoşlanan,
bazan da en açık pornografiye kadar giden, fakat dö-
nüşleri ve c;ağrılan ile, müstesna hayalleriyle «Müslü-
man saati• nin (6) veya ·Gurabahane-i lakla.kan.. ın
(7) o emsıilsiz tonuna kadar yükselen konuşm~sı baş­
lardı. «Müslüman Saati,. her iki nesir kitabının birkaç
yazısı gibi Dergah'ta çıktı. Fakat Haşim'in Dergah'la
alakası bununla da kalmaz, bilindiği gibi ·Göl saatle-
ri· (8) , maalesef devam etmeyen Dergah yayınlannın
ilkidir. Haşim hemen her gününde Dergah'a ve Der-
gahçılara birkaç saat ayınrdı. Onunla ve ·Yahya Ke-
mal'le ayn ayrı saatlerde buluşurduk. İkisi de sohbeti
monolog şekline getirenlerden olduğu Için beraber bu-
lundukları zaman .hangisinin söyleyip ötekinin .dinli~
yeceğini çok merak etmiştik. Nihayet bir gün bu mü-
him hadise oldu. İkbal kıraathanesinde Haşim'in çok
--.,---
6. DergA.h, nr .. 3 (16 Mayıs 1337).
7. Gumba.hlne-i WdA.kan, (tstanbul 1928).
8. Göl saatleri, (!stanbul 1921).

35
lLK KARŞlLAŞMA

sevimli, komik mimikleri ve el işaretleriyle Yahya


Kemal'in kahkahalanyla zenginleşen bir konuşmaya
şahit olduk. İkisi de bizi unutmuşlardı.
Yahya Kemal'in «Göl sa~tleri"' için hiçbir şey yaz-
maması ve söylememesi belki de iki şairin arasında­
ki dargınlığın asıl sebebidir.
Fantezileriyle, hicve düşkünlükleri, gülüncü der-
hal yakalamaları ve hakiki güzel karşısındaki davra:-
nışlarıyla birbirlerine çok benzernelerine rağmen ara-
lannda büyük fark vardı. Yahya Kemal'de her şey cid-
diydi ve esaslıya doğru giderdi. Haşim ise daima avant
-garde kalmayı isterdi. Biri sürüklemenin, alıp götür-
menin, öbürü. şaşırtmanın peşindeydi. Yahya Kemal
vasıtalarına sahip doğıim insanlardandı. Vezne hakim-
di, bütün müzikalitesiyle kendisinde· hemeıı hemen ko-
nuşulan lisandan farksız bir şiir dili bulmuştu. Ha-
şim'de ise daima noksan daima kekeleyen bir taraf
vardı. Haşim primitifti, Yahya Kemal khisiğin peşinde
ve onun azametli tecrübeleri ile zengindi.
Her ikisinin de, danlmadan önce birbirlerini be-
ğendiklerini bilirim. Bir gün Yahya Kemal derste Ha-
şim'in ·Deniz,. (9) manzumesini methetmiş ve bilhas-
sa:
Çarparken ufk-ı zulmete bir bahr-i pür-hurüş
mısraını çok beğenmiŞti. Bilindiği gibi, bu manzume
ile deniz, Türkçede Fikret'in dar sembolizminden çok
başka şekilde ilk defa insan kaderinin timsali olur.
Haşim ise hemen her fırsatta usta dostunu öğerdi.
Kendisine Düyun-ı Urriumiye'ye kadar yol arkadaşlığı
ettiğim günlerden birinde bana, • Yahya Kemal' e kı-

9. Servet-i Fünun, XXXIX, s. 706 (1326).

36
YAHYA KEMAL

sır diyorlar, hiç öylesi adam kısır olur mu? Şiirlerini


ve makalelerini bir tarafa bırakın, sadece konuşması..»
demişti. V e bana Yahya Kemal'in bir yığın güzel sö-
zünü na.kletmişti. Bir defasında da gazellerinin güzel-
liğinden bahsetmişti.
Dergah'ta bu iki ustadan başka bir yığın genç şa­
ir de vardı. Necmettin Halil, Ali Mümtaz, Emin Re-
cep, daha sonra Ahmet Kutsi. Necmettin Halil'le Ali
Mümtaz bu kırküç nüsha tecrübesinden ellerinde bi-
rer muhteşem şiir kitabıyla ve bize sağlam bir dil an-
layışını hediye ederek çıktılar.
cBir gemi yelken açtı» (lO) ile «Çakıl taşlarh> (11)
ndan bahsediyorum. Ayn ayn istikametlerde olmakla
beraber o kadar sevdiğim ve inandığım bu iki şairi ve
eserlerini vaktinde övmemiş olmarnı kendime hiç af-
fetmedim. ·
Ahmet Kutsi Tecer çok sonra geldi ve koşma şek­
linde, Yahya Kemal'in gazelde yaptığına benzer bir
yenilikle ilk iki tecrtbeyi Dergah'ta neşretti. Nurullah
Ataç'ın da birkaç şiiri Dergah'ta çıktı.
Mecmuanın bilhassa ilk nüshalarında Yahya Ke-
mal'in .daima bir musababesi bulunurdu. «İstanbul'un
Onbeş Günü» adlı kronik sütununu da asıl idare eden
oydu. Aynca yeknesaklığı kırmak için büyük makale-
lerin arasında hususi başlıklı küçük s_ütunlar düşün­
müştü. ·Dergah,. ın köşesi bunlardan biri olacaktı.
Yahya Kemal birinci nüsha için bu sütuna konmak
üzere arkadaşımız Ahmet Muhtar'a •Rasih'in matlaı,.
adlı (Olamaz bir hanede milıman milıman üstüne) bir

10. Ali Mümtaz Arolat, (İstanbul 1920).


11. Necmettin Halil Onan, (İstanbul 1927).

37
ıLK KARŞILA.ŞMA.

fıkra mevzuu vermişti. Fakat sonra Muhtar'ın müs-


veddesini beğenmemiş, yine o:r;ıun imzasıyla kendi~i
yeni baştan yazmıştı. Arkadaşının üslübunu çok iyi bi-
len, Muhtar'ı da aramızda tanıyan Haşim, yazıyı okur
okumaz Yahya Kemal' e •Çocuğun başına öyle bir
Mevlevi sikkesi geçirdin ki göbeğine kadar indi,. diye
takılmıştı.

Yahya Kemal'in rnecmua için düşündüğü şeyler­


den biri de herkese çok iyi bildiği mevzulara dair ma-
kale ısmarlamasıydı. Yine arkadaşımız. Topkapı Müze-
si müdür muaviniyken ölen rahmetli Lütfi Bey'den de
bu saray için birkaç makale istemişti. Yazık ki Lütfi
Bey sanat aşkını, bir' türlü nefesiyle uyuşmayan ney-
de tüketiyordu. Sonradan vaz geçti. Maxim Gorki'nin
..serseri• hikayesini Mehmet Galip isminde İsviçre'de
mühendislik yapan, genç ve tehlikeli düşkünlükleri
olan çok sempatik bir dostumuz tercüme etmişti. Mau-
rice Maeterlinck'in ·Evdekiler.. piyesi yine Yahya Ke-
mal'in ilhamıyla onun tarafından tercüme edildi. Ana-
tele France'ın Thais'i Yakup'la ikisinin dostu olan Na-
suhi Baydar tarafından yapılmıştır (12). Bilindiği gibi
bu eser, İsmail Müştak Mayakon'un kalemiyle türkçe-
ye çevrilen Maupassant'ın «Ölüm kadar metin,. inden
ve Ruşen Eşref'in ·Yeni mecmua'da yaptığı Maxim
Gorki tercümelerinden sonra dil ve hiç olmazsa, tercü-
me edildiği lisandaki aslına sadakatle ilk başanlı eser-
lerdir. bnlann kurduğu haddi sonradan Yakub'un
Mareel Proust tercümesiyle (13), N urullah A~aç'ın ro-

l2. Ti:ıais, 1937.


13. *Geçmiş zaman peşinde (SWANNilann semtinden), (İs·
tanbul 1942).

38
YAHYA KEMAL

man tercümeleri ancak geçecektir.


Abdülhak Şinasi Hisar da mecmuaya başından iti-
baren sadık muharrirlerdendi. Kibar; çekingen, idaresi
güç denecek kadar nazik, titiz ve o derece de alıngan,
arasıra İkbal Kıraathanesine uğrar, ısmarladığı kahve-
ye dokunmadan oturur, bizimle konuşur ve çok defa
bir evvelki nüshanın dizi yanlışlarmdan şikayet. eder-
di.. Teknik işlerde Mustafa Nihad'a vardım eden aziz
dostumuz Hüseyin Avni Şandasonuna doğru bu yan-
lışlardan bayağı ürkmüş, onlara adeta .. kendi şahsını
hedef alan bir talihsizlik gibi bakınağa başlamıştı.
Fevzi Lütfi'nin Dergah'a iltihakı daha sonradır.
Daima sert bir· polemist . olan Fevzi Lütfi ile «İstan­
bul' un onbeş günü,. . sütunları birdenbire kuvvetlen-
mişti. Yakup Kadri'den, Fevzi Lütfi'den başka yine
Karaosmanoğullanna mensup üçüncü bir Dergahçı da
Haşim'in ·Bir gamlı hazanın seherinde,. diye başlayan
manzumesini besteleyen Cavide Hayri Hanımefendi'­
dir. Alafranga ve alaturka pek az musiki zevki olan
Haşim bu bestenin U4> heyecanıyle aylarca çocuk gi-
bi sevinmişti.
Mecmuaya asıl istikameti veren Yahya Kemal'di.
Mecmua onun müsahabeleriyle açılır, bazan da onun
kroniklerdeki. bir buluşuyla kapanırdı. Bununla bera-
ber mecmuada yalnız bir tek şiiri çıktı. Ancak beşinci
nüshada; o da zor bitmişti. ·Ses- manzumesi mecmu-
anın birinci sayısı için vadedilmişti. Ve hakikatan c;ie
yansından fazlası hazırdı. Fakat bir türlü bitmiyor-
du. Nüshalar çıkıyor, şiir bekleniyordu: Çalışma tarzı-

14. Bu beste için, De~ll. nr. 18, s. 110 (20 Kanunisini


1338). '

39
lLK KARŞlLAŞMA

nı bu şiirle öğrendik. Makalelerini çok defa gazete ida-


rehanelerinde, kendisine terkedilen odada, birkaç. saat
içinde yazan ve arkasından bizleri göndererek yerini
tasrih ettiği birkaç cümleyi değiştirten Yahya Kemal'-
in şiir çalışması büsbütün başka türlüydü. Mısra ve
manzume kafasında yoğruluyordu. Konuşma arasın­
daki uzun dalgınlıklannda, yol boyunca, bir odaya gi-
rerken, bir merdivenden inerken tamamladığı mısralar
ve ma.lızumeler. çoktur. Ömrü kalabalıkta geçen bu
adam, eserlerinin asıl kilit taşı olan kelimeleri, hayal-
leri, yine kalabalıkta kendisine icad ettiği bir yalnızlık­
ta buluyordu. •Ses• manzumesi de gözlerimizin önün-
de böyle, daussılalı ve manasının çok dışında derbeder
hayatı içinde tamamlanıyordu. Daha doğrusu bir tür-
lü tamamlanmıyordu. İşin çok uzayacağını gören
Mustafa Nihat bir çeşit emrivaki ile meseleyi halletti.
Şiirin başını nasılsa Necmettin Halil'le ele geçirmiş­
lerdi. İlk çıkacak nüshada eldeki beyitleri tab edeceği­
ni söyledi ve hakikaten de eksik Olarak dizdirdi ..•Ses•
son gecede bu tehdit altında bitti U5l . Türkçede bu
kadar güzel piyano eseri az dinledim. Fakat daima bu
ısrar olmasaydı, manzumenin alacağı şekli merak et-
mişimdir.
Dergah, aralannda büyük düşünce birlikleri olan
muharrirlerin mecmuası değildi. En fazla beraber ya-
şayan üç büyük rüknü arasında bile, Milli Mücadele'-
nin ve Balkan Harbi'nden beri ardı arası kesilmeyen
felaketierin getirdiği siyasi görüş yakınlığından, zevk
üstünlüğünden, bir evvelkilere karşı tabii aksülamel-
den ve nihayet dil meselesindeki anlaşmalanndan baş-

15. Dergi.b, nr. 6, ~· 85 (5 Temmuz 1337).

40
YAHYA KEMAL

ka bir bağ yok gibiydi. V akıa, Yahya Kemal, Haşim


ve Yakup o zamanlar çok yakın dosttular. Bununla
beraber üçünün de düşünceleri birbirinden çok ayrı
alemlerde gelişmişti. Yahya Kemal, sanatınin bütün
hususiyetini aradığı bir çeşit tarihi rasyonalizmin pe-
şindeydi. Dışardan bakılınca Ziya Gökalp'ın fikirleri-
ni tadil etmekle kalan bir sistemin sahibi gibiydi. Ha-
kikatte ise, hareket noktası olaıı tarih fikriyle ondan
da aynlıyordu. .
Çünkü Yahya Kemal bu tarihi doğrudan doğruya
Malazgirt'den başlatıyor, dilin ve milletin ondan ev-
velki macerasını asıl Türk tarihinin bir çeşit mukad-
demesi addediyordu. Diğer taraftan bu tarihi nasyo-
nalizm yüzünden tenkitleri sadece yakın zamanı he-
def alıyor ve bu tenkit hiçbir zaman bu tarihin asıl
kendisi olduğunu kabul ettiği terkibe kadar gitmiyor-
du. Yakup Kadri'nin ise bu terkibi hemen· hiç kabul
etmemiş ~ibi bir davranışı vardı. Onun için tenkitler
bütün Osmanlı tarihini değilse bile, zihniyetini içine
alıyordu. ·Rahmet• <ıs> hikayesinin dönüşüne rağ­
men cemiyet karşısında, ilk eseri olan ·Bir 8erencam•
ın ( 17) birkaç zalim hikayesindeki isyan gizli ve aç*
devam ediyordu. eKiralık konak• (18) ve «Nur baba•
(19) da bir çöküş devrinin roman sanatına verebile-
ceği her şeyi kullanmıştı. Bununla beraber sert ve yal-
··nızlığın terbiyesini almış fertçiliği ona bu çöküşün
kendisinden ve kahramaniann hayatını idare eden İu-
.
16. Yeni Mecmua, 24.20/12/1914.
17. Servet-i Fliııfuı, 1081- 2-3.
18. 1920 de ·ikelam'da 8430 dan 8491 e kadar tefrika edil-
miştir.
19. 1921 de Akşam'da terfika edilmiştir.

41
tLK KARŞILAŞMA

hi yalnız}ıktan ötesini göstermemişti. Yakup'da pole-


mistle romancı, uzak ve yeni bir hayatın hülyasını
kurduğu zaman birleşir. «Erenlerin bağından,. (20)
da bu yalnızlığın nasıl kendisine döndüğünü ve onu
hırpaladığını görmemek mümkün değildir. Bu küçük
kitap o zamanki Yakup Kadri'nin mefhumlar dünya-
sının poetik diksiyoneri gibidir. Hafızamızdan o kadar
hillyalı geçen her keli~I?-e arda zalim bir uçurum .gibi
derinleşir. Sanki içinde hep aynı yalnızlığın gülüp es-
nediği kendi üstünde kıvrand\ğı bir yığın mücevher
kadeh olur. Yakup bu kadehlerin hemen hepsini teker
teker atıp kİrarak bu ifriti öldürmek ister.
Hakikatte ise bu, yalnızlık ve acı tadla sarhoş gi-
bidir. Halbuki cErenlerin bağından,., maziye dönüş ta-
rafı göz önüne alınırsa, Yarya Kemal'in yukarda aldı­
ğımız «İthaf,. m~zumesinden başka bir şey değildi.
Bununla beraber aralannda iki insanın hayat görü-
şünden gelen bütün bir aynlık vardı. Yahya Kemal'in
nostaljisinde, aradığı şeylerin hepsi hasretin kuvvetiy-
le sanki yeniden doğarlar. O, «Bulamadım, göreme-
dim,. derken bütün bir medeniyet içimizde hiç erme-
diği bir şekilde kurulur.
Yahya Kemal'le Haşim'in, Haşim'le Yakub'un ara-
sında da hemen aynı aynlıklar vardı. Haşim'den yu-
karda bahsettik Onun yalnızlığı bügbütün başka yal-'
nızlıktı. Kabilesinden aynlmış bir primitif gibi küçük
çığlıklarla, merkezi kendisi olduğu bütün bir kozmik
alemi yaratmaya çalışıyordu. Haşim'de şiir, kaybolmuş
-'----·-
20. 14 mektubun ilk altısı 1918 yılında Yeni Mecmua'nın 38,
39, 40, 58, 601 61. sayılarında, son üçü Dergah'.ta çık­
mıştır.

42
YAHYA KEMAL

ibtidai bir tabiat dininin dağınık parçalanna benzer.


Sanki toprak altından parça parça çıkanhnış bir gü-
neş dininin kabartması gibi.
Şüph~siz bu hayret çığlıklannın ötesinde konuş­
maya razı olduğu zaman başka bir Haşim'le karşılaşır­
dık. Yukarda «Gurabahane-i laklakan· ile «Müslüman
saati,. nden bahsettim. ·Bir ecnebi ile mülakat" ı ve
cBize göre,. nin (21) bazı parçalannı da buna ilave
edebiliriz. Onun da muhayyelesini Yakup gibi, Yahya
Kemal gibi, mazi zaptetmişti. Fakat bu mazi endişesi
ferdi hasretten öteye pek gitmezdi. Haşim düpedüz ta-
rihle. alaka.Sız adamdı. Onun için Haşim'de, çocukça
bir .temellük duygusuna çok benzeyen bu hasretten
ve bir de çirkinin, köksüzün karşısındaki birkaç nefret
jestinden başka bir şeye rastlıyamazsınız. Meğer ki
fantezisiyle, zaman zaman bu fanteziyi besleyen bazı
avant-garde hamlelerle ve hakikatan saf çocuk ruhuy-
la karşılaşasınız.
Bu üç ayninsanın yanıbaşında zaman zaman on-
lardan birinin. ocağından kopmuş bir yıldız gibi göze
çarpan Falih Rıfkı vardı. Onu da eskinin yıkılışı kö-
künden sarsmıştı. Gençliğimin en ziyade şaşırdığı
eserlerden biri şüphesiz Falih'in Yeni Mecmua'da çı­
kan· ·Bende konağı• dır. Büyük Harb'le yıkılan dünya-
.mız, cins bir Arap atının cümbüş,leri gibi sade sinir ve
müteharrik adale olan bu yazıdadır. Falih, Harb-i
Umumi denen afeti cephede yaşamış adamdı. Anlata-
-cak bir hayat tecrüb~si, nesli nAmuia alacağı bir yığın
öç, ve söyleyeceği gerçekler vardı. Bu tecrübe şiirin ve
romanın dünyasına sığmazdı. İnsanlar ve hadiselerin

21. İstanbul, 1928.

43
lLK KARŞlLAŞMA

kendisini olduğu gibi anlatmak ona yetiyordu. Bu bi-


raz belki de gazeteci doğduğu içindi. Belki de rnuhay-
yele_si icat ve inşa rnuhayyelesi değildi. Buna pek ih-
tiyacı da yoktu. Bir çeşit sinema doisürnantasyonuna
benzeyen zalim intibalari ona kafi geliyordu. Şüphesiz
hikayeyi b~ tarzda sıkıştırrnak, lüzurnsuzu çıkartarak
canlı vakıa ile bizi tek başımıza bırakmak tahmin edi-
lebileceğinden fazla güçlükleri olan bir sanattı. Ancak
bir rnizaçla yapılabilirdi.
Falih'le Yakup polemikte birleşirler. Fakat_ Falih'-
de Yakub'un fertçiliği ve ondan çıkardığı acı şiir yok-
tu. Yakub'un bir şeyden bahsedebilmesi için onu ken-
di içine nakletrn.esi, psikolojik bir zaman gibi orada
bulması lazımdı. Falih için ne böyle bir ilkah devrine,
ne de onun tabiatiyle getireceği koropozisyona ihtiyaç
vardı. Ona objektivitesi yetiyordu. Bir adese ile doğan­
Jardandı.
Daha ilk nüshada ·Üç tepe• makalesiyle yeni bir
edebiyatın prograrnını veriyordu. Yahya Kemal yukar-
da da söylediğim gibi mücerret ve muğlak nazariye-
Jerden, sanat alemlerinde bir vakitler o kadar hor gö-
rülen manasıyle estetik veya felsefi spekülasyonlardan
hoşlarian adam değildi. O, fikirlerini, yeni bir göz ve
dikkatle baktığı tarih ve hayattan alıyordu. Üç tepe,
bizde bu cinsten dikkatierin bir şaheseridir. Yenileşma
devri edebiyatırnızı Narnık Kemal - Harnid ve Servet-i
Fünün nesilleriyle iki tepenin, Çamlıca ve Tepebaşı'­
nın (Narnık Kemal'in İntibah'ı, Harnid'in bazı şiirleri
ile Halid Ziya'nın Mai ve siyah'ı) etraf:inda toplayan
rnuharrlr, Milli Savaşın verdiği hızla yeni edebiyatın
artık Metris Tepe'den bütün vatan ufkuna ve kendi
ruhumuza bakacağını söylüyordu.

44
·YAHYA KEMAL

Kendinden evvel gelenlerin tenkidi ve yeninin uf-


kunu o kadar sarih surette tayin edişi ile bu musaha~
be hakikatta bir beyannarneydi ve mecmuanın hava-
sını çok belirli şekilde kuruyordu. İstediği .şey, kendi
realitelerimize geniş ve esaslı şekilde dönüş, kendimizi
ciddiye alma~ hillasa kendimiz etrafında bir edebiyat-
tı.

Bütün bunlar hakiki bir buluş olan Üç tepe müşa­


hedesinin dışında söylenınemiş şeyler değildi. Fakat
söyleniş tarzında Anadolu'da dökülmekte olan kanın
sıcaklığı vardı.

Üç tepe başlangıçtı. Yahya Kemal bu başlangıcı


birbiri peşinden Dergah'a yazdığı öbür müsahabeler,
ve gazetelerde DergAh'dan daha evvel başlayan maka-
leleriyle oldukça teferruatlı bir program haline getir-
di. Böylece teklif ettiği şey bir bakıma, Fransa'da Bi-
rinci Cihan Harbinden evvel Barres'iiı ve arkadaşlan­
nın yaptığına az çok benzeyen, fakat reaUtelerimiz-
den gelen mühim farklarla ondan aynlan yeni ve ta-
rihçi bir milliyetçilikti.

45
SANAT- KÜLTÜR- MiLLiYET

Yahya Kemal derslerinde Barres'ten çok bahset-


miştir. ilerde göreceğimiz gibi düşüncelerinin birbirle-
rine yaklaştığı noktalar vardır. Bu yakınlık çok realist.
bugünle geçmiş zamanı ancak yaşayan tarafında bir-
leştiren bir millet görüşünden ileriye gitmemiştir. Hiç
olmazsa «Culte du Moi» muharririnin romantizmine
esasında yabancı kalmıştır. Daha ileriye gitmeden şu­
nu da söyliyelim ki Barres tarihe hayattaki yerini ver-
mekle beraber aslında ferdiyetçiydi ve kendisini araş­
tırınakla meşguldü. Yahya Kemal ise etrafındakilerle
kıyas edilirse yeni baştan keşfettiği -gerek Türkçülük
careyanı ve gerek memlekette öteden beri mevcut ta-
rih geleneği- tarihin vecdi içindeydi. Bununla beraber
Barres'in ·Ölülerin yattığı toprak» fikri onun için bir
hareket noktası gibidir. Şu farkla ki, realist Yahya Ke-
mal'de hiçbir geriye alma ve öç fikrine rastlanmaz.
Bilindiği gibi onun Balkan harbi sıralannda yazılmış
hiçbir makalesi yoktur ve 1913'te yazdıklannda da el•
de kalanlar için sağlam bir istikbal düşüncesinden
başka bir şeyle derir~.den meşgul görünmez. Mütareke
yıllannda yazılanlarda ise tariıamiyle Misak-ı Milli hu-
dutlan içinde kalır. Milli davanın bütünü dışında sa-

46
.YAHYA KEMAL

dece Edirne meselesi üzerinde buyük bir ısrarla durur.


Yukarda Yahya Kemal'in bir «tekevvün,., tarih
içinde bir oluş olarak aldığı millet fikrinin daha ziyade
Michelet'ye bağlandığını gördük. Bu fikirlerin doğu­
şunda büyük müverrihin •Fransa toprağı bin senede
Fransız milletini yaptı,. cümlesinin tesiri aşikardır.
Daha 1913 senesinde Peyam-ı edebi'de yazdığı makale-
de dil meselesinden bahsederken, iklimi büyük bir
amil gibi ortaya koymuştu: «Türkçe• · makalesi «Her
memleketin iklimi• cümlesiyle bitiyordu.
Malazgirt Muharebesinin açtığı bu vatanda yeni'
bir millet, üstüste kan çatışmalanyla yeni bir ırk te-
şekkül etmiştir. Ona göre dilimiz de böyleydi. İmpar~­
torluğun terkibine giren müslüman olarak ve her biri
ana dillerinin şivesiyle · Türkçeyi konuşan :ve birbiri-
nin çocuklanyla. evlenen o kadar kavmin müşterek
hayatının neticesi olarak gerek fonetik, gerek lügat ve·
ifade bakımından öbür Türk lehçe ve şivelerinden ay-
n bir Türkçe doğmuştur. Böylece, toprağa, tarihe bağ­
lanan bir millet telakkisi meydana geliyordu. Barres'-
in, ölülerin yattığı toprak fikri 1870-71 Muharebesinin
tepkisi olan, hakikatta rejyonalist bir fikirdi. Yahya.
Kemal bunu vatana ve tarihe teşmil ediyordu. Açıl­
mış bir toprak, ancak ilk gömülen insan ve ilk doğan
çocukla vatan olabilirdi. Kendisinin bir sosyalist devir
geçirdikten sonra, evvela aşın Turancı olduğunu ve
nihayet Fransız milliyetçilerinin. fikirleriyle milletimi-
zin hakiki çerçevesini bulduğunu sık sık tekrarladığı­
nı bilmeseydik, bittabi bu benzerliklerden hiç bahset-
ınezdik. Fakat madem ki bu uzak benzerlikler üzerin-

1. Peyam-ı edebi, nr. 723, s. 2-3 (3 Mart 1330).

47
SANAT- KULTÜR- MtLLlYET

de konuşmaya başladık, Yahya Kemal'in sanatını asıl


hülasa edebileceğimiz neoklasisizm ile de yine Fransız
milliyetçilerinden muhafazakar Maurras'a az çok ya-
kın görülebileceğini söyliyelim. Filhakika Maurras,
Jean Moreas'ın açtığı izi genişletmiştir. Yahya. Kemal'-
in sanatının cLes Stances• şairine fazla bir şey borçlu
olduğunu zannetmiyoruz. Bununla beraber, eski ede-
biyatımıza o kadar seçici bir .gözle dönüşünde bu hare-
ketin bir hissesi olduğu aşikardır. Moreas o kadar çe-
şitli temayüller ve ihtiraslar dolu olan asır başı Fran-
sa'sında Fransız şiirini mükemmelliyet kaynaklanna
yeniden götüren adamdı. Moreas bu hareketini Ro-
man Mektebi adı altında kurmuş, Maurras'ın daha zi-
yade politikaya bağlı mücadeleci estetiğinde bu mek-
tep 1900 ile 1910 arasında neoklasik adını almıştı.
Y abya Kemal Dergah'taki müsababalerinde veya
gazetelerdeki çok defa ·Bend-i yeVIiıi• adı altında çı­
kan makalelerinde doğrudan doğruya Milli Mücadele
etrafında olmayanların da hayat ve tarih üzerindeki
dikkatlerini naklediyor, bizi keşfe uğraşıyordu. Bu ya-
zılarla, Birinci Dünya Harbi arefesinde yazdığı •Cam-
lar altında musahabeler•. mukayese edilirse aradaki
birkaç sene içinde düşüncesinin ne kadar derinden de-
ğiştiği görülür. Aradaki yedi sekiz sene içinde hem ta-
rihimizi ve Sa.natlarımızı, hem de medeniyet itibariyle
mensup olduğumuz Şark'ı daha yakından, tabir caizse,
ana fikrinde, yahut da ana çizgi ve kaderinde 'tam·
mıştı: Hülasa, fikirleri nerden gelirse gelsin realitele-
rimizle t~m bir uygunluk halinde ve şahsi idi. Teklif
ettiği şey cemiyet olarak kendimizi tanımak, ·sanatkar
olarak iç benliğimizi kurmak şartıyla eserimizi rç-
maktı. Şiir bu iç benliğin nağmesi, türküsü idi. Her

48
YAHYA KEMAL

şey bu tekliflerde asli olanın etrafında dönüyordu. •Bi-


ze lazım olanın peşindeydim,. sözünü muhtelif şekiller­
de sık sık ağzından işitmiştik. Yine bu musahabe ve
makalelerin bir hususiyeti de dikkatten öteye giden
mütearrız tenkidin pek az bulunmasıydı. Fikret'in oğ­
lundan bahsedilen makale istisna edilirse, ki hakikat-
te materyalist görüşe bir cevaptı, Edebiyat-ı Cedide
ve hatta Hamid'in eserleri için yaptığı ağır tenkitleri
daima konuşmalanna saklardı. Zaten Edebiyat-ı Cedi-
deciler arasında daha ziyade Cenap'la meşgCıl görü-
nür. Fikret'le çabuk dost olmuşlar ve az çok sevişmiş­
lerdi. Bu makalelerin içinde •Karanlıkta uyanan bi-
ri,. (2) bence o devrin Yahya Kemal'ini asıl kendi ışı­
ğında gösterir. Bu makalesinde Yahya Kemal hakika-
ten gözlerinden bir bağ sıynlmış bir adam gibi konu-
şuyordu.

Fakat bu yazılann bir hususiyeti daha vardı. Av·


rupa ile olan kültür alış verişimiz başladığı andan iti-
baren hiç kimse o kadar şey borçlu olduğumuz Garp
~ileminin karşısında Yahya Kemal kadar tam bir eşit·
lik içinde konuşmağa muvaffak olamamıştı.
Garbli muharrirlere olan borcu ne olursa olsun bu
makaleler bir kültürün öbür kültürle tabü münasebe-
tinden öteye geçmiyordu. Denebilir ki edebiyatımızın
Garp edebiyatlanyla olan münasebetini aile içinde bir
konuşma, tabii bir alış veriş, şekline sokmuştu. Dışan
ile olan münasebeti Servet-i Fünuncularda olduğu gibi
kendimizi inkarın arasından gelmiyordu. Kaldı ki, bu

2. Dergah, nr. 15, s. 33 (20 T~rin-isil.ni 1337).


(Hürriyet,· 3/Şub&t/1957)

49
SANAT- KttLTUR.- MlLLlYET

makalelerde hiç olmazsa şiirimizi, aradaki garb tec-


rüJ;lesine rağmen daima kendi mahrekinde · bir de~iş­
me şeklinde gösteriyor ve öyle tenkit ediyordu (eVe-
zinler• ·ve cKafiye• makaleleri).
B~nunla beraber bahsettiğimiz muharrirlerle bu
münasebet, bazı benzerlikler şeklinde olsa bile mev-
cuttu. Mesela din karşısındaki davranışı hiç olmazsa
Barres'inkine benzer. Yahya Kemal'in din meselesinde
hiç bir· teklifi veya inkan olmamıŞtır. Bir taraftan en
tabii fonksiyonunda ona cemiyetimizin büyük ve tari-
bi" düşünülürse yapıcı realitelerinden biri olarak bak-
mış, diğer tarafdan onda şiirin büyük kaynaklanndan
birini aramıştır. Bu iki noktada da· Yahya Kemal'i Ka-
tolik kilisesi tarafından o kadar tenkit edilen Barres'e
yakın görmemek mümkün değildir. Fransiz milliyetçi-
lerinden Mithouard cHıristiyanlıkdan boşanmış bir
Katolisizim garbın ta kendisidir• · der. Barres'in ·olduğu
gibi, Ernest Renan'dan başlamak üzere bütün bir nes-
lin -bazı dine dönüşler istisna edilirse- din karşısında­
ki vaziyatini bu cümle ile hillasa etmek daima müm-
kündür.. Filhakika, daha ziyade kültürün ve sır .ihtiya-
cının peşinde idi. Hıristiyanlıkta kendi benliğini hatta
düşüncesiyle kurduğu tezatlı ızdıraplarla zenginleşti­
ren büyük bir hazine görüyordu. Bir kelime ile .tarih
ve hayat üzerinde her hülya, zihinlerinde ölüm dü-
şüncesinin her kımıldanışı, ikisini de ayni şekilde dine
ve dini hayatın manzaraianna götürür. Şurası var ki
Yahya Kemal'de bu davranış Milli Mücadele seneleri·
nirt ıztırabı içinde daha bariz ve daha derin görünür.
Fakat hakikatta bu bir dine gidiş mi, yoksa o kadar
sarriı. surette muztarip olan halkımızın kendisine, mil-
li vicdana doğİıı bir yönelme mi idi? Bunu kestirrnek

50
YAHYA KEMAL

güçtür. Şurası muhakkak ki, psikoloji bakımından o


kadar tutumlu olan Yahya Kemal'de tek de:l-inleşme,
bir çeşit hasret şeklinde vermesini bildiği bu noktada-
dır.
Ezan, ltri'nin tekbiri, Bayram sabahlannın ve ü-
tar vakitlerinin ruhaİli şiiri, Üsküdar'ın ışıklarında
bulduğu çocukluk sabahlan -sanki evin içindekilerini
uykunun gurbetinden döner dönmez kucaklar gibi, bü-
tün o ışıkların altında giyinen, düşünen ve günün ağır
kaderine hazırlanan insanları şefkatle kucaklar-, hü-
lasa, saatlerimizi ve ruh manzaralanmızı ,Yapan ve
ölülerimizle olduğu kadar yaşayan kaiabalığımızla
birleştiren büyük bir unsur Koca Mustafa Paşa, Süley:
maniye'de Bayram sabahı, Atik Valide ve Üsküdar
peyzajları, Ezan-ı MuJ;ıammedi, bize hep dini, bu içti-
mai, biraz da estetik yüzüyle veren manzumelerdir.
Şüphesiz ki pütün bunlarda kendisinden çok evvel,
Haşim'in o mesut tabiriyle ·Müslüman saati,. (ara"
nırsa aşağıda sayacağımız muharrirlerde belki bu ta-
bir de bulunabiliyor> kendisinden çok evvel yakalama-
ya çalışan Frenk muharrirlerinden bazı izler görmek
mümkündür. Yahya Kemal Lamartin~. Theophile
Gautier, Henri de Regnier ve nihayet Pierre · Loti gibi
:inemleketimizi sevip beğenen, hayatımızın, peyzajımı­
zın manasını araştıran Fransız'lardan daima muhab-
betle ve hatta bir çeşit minnettarlıkla bahsetmiştir.
Bu itibarla, istenirse bu yakınlık haklı olarak ileri-
ye sürülel;>ilir. Zaten kendisi de Edebiyat-ı Cedideci-
lerin duydukları uzaklaşma davranışına karşı bu mu-
harrirlerin peyzajımız, saatlerimiz ve insaıilanmız
karşısında duydukları sıcaklığı bir misal olarak göste-
riyordu. Hakikat şu ki, romantizmden sonra ve kendi-

51
SANAT- KOLTÜR- MlLLtYET

si ırkına yabancı bulduğu şeyler karşısında şaşıran,


hatta alay eden seyyahın yerini, yabancı memleket-
lerde kendisine yaşa~acak iklim arayan şairler ve mu-
harrirler almıştı. Byron'dan başlanılması mümkün
olan bu şairler ve muharrirler Garbin gittikçe road-
dileşen hayatiyeti ile taban tabana zıt olan hayatı­
mızda muhtaç olduklan sükıin, müra.kabe ve rüyayı
buluyorlardı. Nesilden nesle halkası genişleyen bu ka-
çışta biz elbetteki tek unsur değildik. Mısır, İran, Ka-
bire ve İskenderiye gibi uzak şark memleketleri bu
dini felsefeler Leeonte de Lisle'den - · Flaubert'den iti-
baren şimali Mrika peyzajı bu hillyayı besliyordu. Bu-
nunla beraber İstanbul da bu eksik ilhamın büyük
merkezlerinden biri idi. Yahya Kemal'in yukarda bah-
settiğüniz dikkatinde mesela Gauthien'nin ilk kıya­
fet müzemizi gezdiği zaman 1826 da ölen yeniçarilere
göz yaşı döktüren bu dikkatin elbette bir hissesi vardı.
Loti nesirde, Henri de Regnier şiirde bize ait bir
edebiyatın kapısını açmışlardı: Barres de ön planda
olmamak şartiyle az çok· bunlardan biri idi. Hazindir
ki aramızda o kadar dost ve bizden Piere Loti'nin bu
muhabbet jestini sonradan bazı ideolojiler narnma al-
mak isteyenler olmuştu. Mütareke senelerinden he-
men biraz sonra çıkan meşhur bir manzume bizim
için en fel~etli anlanmızda o kadar kardeşçe çarpan
bu dost kalbini Tifüsün bitine benzetti. Bununla bera-
ber Yahya Kemal ile bu muharrirlerin arasında dai-
ma bir davranış farkı olmuştur. Filhakika o kaçış ka-
pılan arayan insan değil, yukarda söylediğimiz gibi,
eve dönen adamdır.
Sanatının bir çeşit amentüsü olan ·Yol düşünce­
si,. nin son kısmı bize bu davranışı çok iyi verir. Şair

52
YAHYA KEMAL-

bu toplayıcı parçada:
Cihan vatandan icarettir itikadımca
dedikten sonra:
İçimde dalgalı tekbiri en güzel dinin
mısraiyle dünyasının bir parçası olarak bu din anlayı-
şını sarahatle söyler. ·
Hakikatta Yahya Kemal, müslümanlığı halkımızın
saf ruhunun hem yapıcısı, hem de en sahih aynasi ad-
dediyordu. Eski şiirin havasına daha derinden girdiği
devirlerde yazdığı bir kaç gazelde bu din telakkisini
cene'l-Hakk• felsefesine doğru derirtleşmiş göreceğiz.
Bununla beraber yakında yaşamış bir insan sıfatiyle
hususi konuşmalannda camiyetirniz için daha ziyade
Sünni akideyi tercih ettiğine şahit oldum. Kaç defa
bana, •eğer tasavvuf ve Malarnilik araya girmese idi,
tıpkı İngiliz'ler gibi işinde ve ibadetinde çalışkan in-
sanlann cemaati olurduk• demişti. Kendi kendisine
zanaatka.r ve sünni, elinin işiyle geçinen bir halk tipi,
bir nalıncı Ahmet efendi tahayyül etm~şti. Ona göre
bu çalışkan, namuslu, işinde, gücünde insandı. Ve ce-
miyetjmizin asıl temeli Melamiliği ve ona kaçan, ta-
savvuf ceryanlannı, bilhassa XVII. asır sonu tarihimi-
zi tenkit ederken eEline her def alan, •ben Allahım»
diyor. Böyle bir .cemiyeti nasıl idare edersin? ve nası1
terakki ettirirsin?l diye sık sık tenkit ederdi.
Bununla beraber bir kaç güzel gazelinde hemen
hemen en büyük mutasavvıfla.rımızın an'anesinde ve
eğer geçmemişse, seviyesindedir.
Kendi hususi inancında da cDeniz,. manzumesin-
denberi· ölümü peşinde gören şairi -Benzin ölümün
şiiri yayıldıkça sarardı- bir çeşit deizme daha yakın

53
SANAT-KULTÜR-~LUYET

gördüm. Vehbi Eralp'le Bergson üzerine bir kaç ko-


nuşmasını hatırlıyorum. Hillasa edersek, Yahya Ke-
mal'in sistem halindeki öini, içinde doğduğu cemiye-
tin zaruri realitelerinden .biri· olarak aldığı aşikardır.
İster istemez burada da onuri Barres'le, daha doğrusu
Ernest R€man'dan bu muharrire geçen dav:raruşla ya-
kınlığına işaret edeceğiz.
Kainatını üst üste Hıristiyanlığın tarihi üzerinde
çalışmaları ve bu çalışmalann yol açtığı psikolojik ta-
hayyüllerle kuran şüpheci Ernest Remin bu husustaki
fikirlerini bütün nesil gibi asi tilmizine sa:dece içtimai
bir amentu gibi bırakmamış, ona kendi tahayyül has-
t~lığını ·da aşılamıştı.
Barres, Ernest Renan'ın bütün bir entellektüel
haz bulduğu şüpheleri zaman zaman kızgın bir han-
çer gibi kendine çevirir. Erenie bakılırsa Yahya Ke-
mal'de ne bu tahayyül, ne bu azap vardır. O felsefenin
ve ilahiyatın keskin suallenni kendisine hiç sorma-
.mış gibi görünür. Bu şüphesiz biraz da filozof ve ro~
mancı ile şairin arasındaki esaslı farktan gelir. Fakat
mizacının da hissesi vardır, Yahya Kemal metafizik
ve dini azap ve endişelerin adamı değildi. Sadece o,
ölüm düşüncesinin kovaladığı adamdı. Bu:r~un dışında,
zaman zaman bir veedin a~aı:nı oluyordu. Hülasa, din-
de· bütün bir hayat seviye' ve tarzının getirdiği fark-
larla ayrılmış· olduğu bir insanlığa yaklaşınanın en
asil ve sağlam çaresini buluyordu. Koca Mustafa Pa-
şa'da, Atik Valide'de, Süleymaniye'de bayram saba-
hı'nda bir çeşit vicdan azabına çok benzeyen bu eve
dönüşü buluruz. Nihayet Renan'ın kahramanı Patri-
ce'in ağzından söylediği şu cümleyi de zikrede~im: «:ı"a­
lihin beni içinde yarattığı cemiyetten ayrılmak iste-

54
YAHYA KEMAL

·mediğim
. .
ve dedelerimiz böyle itikat ve ibadet ettikle-
ri iÇin Katoliğim». Henri Matisse'in güzel etüdüne al~
dığı bu cümlenin bulunduğu parçada, Patrice, Kato-
likliği Em mükemmel din şekli değilse bile, bu cemiye-
te <Fransız cemiyetinel en uygun din şekli olarak ta-
rif eder ki, yukarda aldığımız mısraın, inkann tered-
düdünde sallanan şeklidir; Bittabi bütün bunlan Yah-
ya Kemal'le Ernest Renan arasmda-şüpheli bir müna•
-sebet kurmak için söylemiyorum, sadece dışardan ol-
sun bazı benzerlikler arzeden ruhi bir vaziyeti göster-
meye çalışıyorum.
·Din içtimai bir yapıcı olunca, Peygamber bu tari-
hin kendiliğinden bir çeşit kahramarn olacaktır. Bura-
da Selimname'nin son parçasında, ölen Padişaliı Pey~
gam berin Cennete kabul edişini · hatırlatmak yeriı;ıde
olur. Bütün bend surnameden bir minyatür gibidir.
Ganimet bayraklariyle süslenmiş Cennette, ölen padi-
şah tabii Topkapı ve Edirne Sarayında huzura kabul
edilen, seferden yeni dönmüş gazi bir vezir, bii- -çeşit
Özdemir· oğlu Osman Paşa, yahut Fazıl Ahmed Paşa
gibi kabul_ edilir, Peygamber alnından öper.

Rıhlet
1520
Bir gün çalındı nevbet-i takdir nihle~
Ukbada yol göründü Hudadan bu d.av.ete
Doldukça doldu gözleri eşk-i firak ile ·
Kudretlü Padişah veda etti millet~
Tevhid maksadiyle geçirmişti ömrünü
Ref'etti ermeganını dergah-ı vahdete-
Rayatı gölgesinde feda-yı hayat eden -

55
SANAT· KULTÜR- MtLLtYET

Ervaha pişdar olarak girdi Cennete


Yekser riyaz-ı huld-i berin oldu cilvegah
Her cenkten getirdiği binlerce rayete
Didar-ı Fahr-i .Aıem'i görmekti gayesi
Gark-İ huşü, çıktı huzur-ı risalete
Alnından öptü fahrederek Fahr-ı kainat
Şabaş sundu sarfedilen bunca himmete
Divan-ı hak'da mağfiret-i girdigardan
Şayeste gördü cürm-ü günahım şefa'ate
Dür oimasiyle böyle büyük Padişahdan
Gark oldu nas matem'i bi-haddü gaayete
Yer yer misal-ibid-i hazan oldu tüğlar
Sultan Selim'e girye-künan oldu tüğlar
.Yahya Kemal
(Hürriyet, 3/Şubat/1957)

Sanki şair ilk bantleri Türkçede eşsiz denecek kadar


mW,.teşem olan bu büyük manzumede ortalara doğru
düştüğü aksaklığı telafi etmek istermiş gibi, onu ade-
ta halk ağzından ve halk sanatlanmızın olgun bir
mahsulü addedebileceğimiz bu bentle bitirmiştir. Ha-
kikat şu ki, Yahya Kemal milli tarih narnma benim-
sediği bu kahramanda bize bu vatanı açan ila-i keli-
metullah misyonunun timsalini görüyordu. Bu desta-
nın başlangıcı" ile bitişi arasındaki zamanda yazılan
Ezan-ı Muhammedi gazelinde biz bu din anlayışının;
estetik ve epik planlan ayniyle muhafaza ettiğini gö-
rürüz. Şair:
Emr-i billandsin ey Ezan-ı Muhammedi!
diyerek itikadın payİnı verdikten sonra hemen

56
YAHYA KEMAL

Kafi değil sadana cihan-ı Muhammedi


Sultan Selim-i evveli ram etmeyib ecel
Fethetmeliydi alemi şan-ı Muhammedi.
diyerek bu fütuhat ve gaza ruhunu tebcil eder. Şiirin
sonu ise dediğimiz gibi tamamiyle estetik plandadır.
Üsküp'de kabr-i mader'e olsun bu nev gazel
Bir tuhfe-i · bedi ü beyan-ı Muhammedi.
Bu tarzda bir anlayışla Yahya Kemal'in hiç olmazsa
halkımızın tarih içindeki din ve estetik anlayışına çok
sadık oldu~nu da aynca söyleyelim. Orta çağda din
sade devletin şeklini ve politikasını tayin e~ez, bütün
estetik hayatı da idare ederdi. Mütareke devrinde yaz-
dığı •Eyüp•, cEzansız semtler•, •Yavedüdıo, gibi ma-
kalelerde bu Peygamber sevgisi daha çok bariz gö-
rülür.
Yahya Kemal'in adı geçen muharrir ve şairlere
CMoreas, Barres, Charles Maurras> devrin havasında
hiÇ olmazsa bir münakaşa ·mevzuu gibi mevcut olan
bu noktalardaki benzerliklerden başka bir şeyler borç-
lu olup olmadığını bulmak gerçekten güçtür. Bununla
beraber Moreas'ın şiirleriyle Charles Maurras'ın etra-
fındaki fikir ceryanı ile hiç olmazsa bu muharriri be-
nimseyen Akdeniz şairlerinin estetik anlayışlan ile
kendi şiir anlayışının ve tarif ve milletçilik telakkisi-
nin uzak ve yakın alakalan münakaşaya değer bir
keyfiyettir. Sembolizmin kendi tabiriyle Cmektep ta-
·rafını> reddedişi, kültürün ve şehirli halkın kabul et-
mediği veya zamanla lügatinden çıkardığı kelimelere
karşı çekingeİıliği ve hattA aksülamel, güftesiz beste-
ler yazmasına rağmen fazla ince, ifadesi imkansız

57
SANAT- KULTÜR- MtLLtYET

şeylerden kaçınması, asıl örneğini şiirim_izin gelene-


ğinde araması, onu Moreas'ın sanat telakkilerine ya-
hut bu anlayışın 1900 - 1910 senelerinde aldığı isimle
neo - classicism'e az çok yaklaştığını yukarda söyle-
dik.
Charles Maurras'a gelince, Moreas'ın estetik an-
layışinın bir nevi yayıcısı olan bu muharrir, bilindiği
gibi Fransız miliyetçiliğini, Yunan ve Hıristiyan ve
Roma'nın devamı addediyor, fakat bu medeniyetleri
de muayyen bir devre, .Avrupa'nın kurucusu mana-
siyle barbar zevklerden en uzalt olduğu katıksız ve ol-
gun devirlerine irca ediyordu. Yunan, onun gözünde
Atina'nın saf bir devri - Fidyas zamanı - Fransız Me-
deniyeti ise XIV. Louis devrinin 20-30 senesi idi. Ara-·
da Roma yani athe Moreas'ın gerek Antikite'ye, ge-
rek modern· demokrasiye karşı çıkardığı Avrupa/nın
kurucusu nıanasiyle kaynağı olan Katelik kilisesi var-
dı. Nizam, ahenk ve usllip gibi zaruri unsu:dann tam
birleşmesinden doğan klasik deha ancak bu üç had-
din üstün ve emsalsiz çiçeği olabilirdi.
Maurras bu· vetiranin doğrudan doğruya mahsulü
plan şeyleri asıl Fransız addediyor, onun· dışında Fran-
sız şiirine ve edebiyatina dışardan ve· Şimalden sızan
her şeye, başta romantizm olmak üzere •site dışı• ya-
ni barbar diyordu. Sisteminin mühim bir tarafı kadim
dahanın cenup yolu ile Fransa'ya girmiş olmasıydı.
Böylece başlangıçta klasik Akdeniz'li idi.
Charles Maurras'ın •Les Stances• şairine bağlan­
masının başlıca sebebi bu idi. Barres ise Romantiı;mi
hiç bir sure~le inkar etmediği gibi, eserinde kendisine
bir başlangıç noktası· arayan Maurras'dan rejim mese~
lesinde de aynlıyordu. Aynca ·Berenice'in Bahçesi•

58
YAHYA KEMAL

muharriri yukanda bahsettiğimiz· ·Ölülerin gömül-


düğü toprak• fikrine sonuna kadar sadık kalacaktır.
Andre. Gide'in bu rejyonalizm'e «Babam Uzes'li, An-
nem Romen'lidir. Ben nasıl köklü olabilirim?» şeklin­
deki itirazı yeni bir neslin bu düşüncelere aksülameli
idi. Maurras ona karşı ·Barres'in fikrini öbür ucundan
yakalayarak: «Herkes ölümü için bir yer düşünür,
hatta seçer. Gömülmemizi istediğimiz. yer asıl vat~nı­
mızdır» cevabını vermişti.
Şurasını söyleyelim ki Barres gibi Maurras da,
şüphesiz daha şümullü ve· keskin, daha kat'i şeklinde,
Dreyfus meselesinin ve devam ede gelen akislerinin
yarattığı bir iç harbin muharrirleri idi. Yahya Kemal
ise bu iki muharrirle arasında bir münasebet bulun-
sun bulunmasın, birden bire geniş imparatorluk coğ­
rafyasının, doğduğu ve çocukluğunun geçtiği memle-
ketler de içinde olmak üzere yansı düşman elinde ka-
lan bir milletin çocuğuydu. Yahya Kemal'in ve nesii-
nin nasyonalizmi, hangi zeminden hareket ederse et-
sin son şeklini Balkan harbinin çöküntüsü..Y:tden ve açı­
sından almıştı. Meseleye biraz daha vuzuh getirmek
için söyleyelim ki, Maurras'ın fikirleri Barres'teki nas-
.yonalist hadlerde kalmıyor, aynca rejim . meselesine
kadar gidiyordu. Bu itibarla Maurras kavlinde neo -
classicisme, aslında siyasi olan bu kökten tepkinin za-
ruri olarak ikinci planda kendisini tamamlayan este-
tik tarafıydı ..·Charles Maurras'ın siyasi fikirleriyle hiç-
bir alakası oim~yan şair Jean Moreas ise bu fikirlerin
veya sistemin tabii neticesi olan romantizm aleyhtar-
lığını reddediyordu. Nitekim neoklasisizmin asıl hare-
ket noktası sıfatıyla kendisinden Barres'in •Ispanya
seyahat• indeki fikirlerini .tutması istendiği zaman:

59
SANAT- KULTÜR -.MtLLtYET

·Biz hepimiz az çok romantikiz• cevabını vermişti. Za-


ten sadece kendi eserinin havasında yaşamayı tercih
eden Moreas'ın her hangi bir siyasi harekete katılma­
sına da imkan yoktu. Moreas için, Theophile Gautier'-
nin «Heykel için bir site lazımdır• sözünü adeta bir
düstur gibi almıştı, demek hiç de mübalağalı olmaz.
Moreas, Fransız şiirinin Troubadour'lardan başlaya­
rak bütün marhalelerinde kendisini aramış ve niha-
yet gerek eski sembolizm tecrübelerinden, gerek ro-
mantizmden gelen şeyleri La Fontaine ile Racine'e ya·
kın bir dil ve ifade ve ölçü fikrinde hafifleterek dev-
rine o kadar tesir eden ve hiç olmazsa büyük bir
zümrenin ihtiya.çlanna cevap veren eserini vücuda
getirmişti. Moreas, asıl eserini borçlu olduğu lirizme,.
oldukça geniş kavislerden. gelen, fakat geçtiği yolun
hepsinden bizzat adını . verdiği sembolizmle beraber
bir şeyler muhafaza eden şairdi. Stance'lannm pürüz-
süz dil ve ahenginden sarahat ve teksifine kadar bu
lirizmi besleyen her şey, keder ve yalnızlık duygusuy-
la romantizme bağlıydı.
Görülüyor ki, Yahya Kemal'in Fransız neoklasik
hareketinde asıl yakın olması ·gereken taraf varsa Mo-
reas'tır. Bu iki muharrirden Barres bizde en çok oku-
nanıdır. Yakup Kadri'nin Mütareke yıllarında Bar-
res'e çok yaklaşan, hatta ba~ı düşüncelerinden hız
alan yazılan vardır..
Yahya Kemal'in dönüşünü takip eden yıllarda Pe"
yarn-ı edebi'de yazdığı musahebelerin bazılannda,
Barres'e olan bu yakınlık görülür. ·Bahs ü Cidal· ve
«Çarnlar altında musahebe• ·başlıklan altında topla-
nan bu makaleler tanıdığımız şairi bize vermekten·
çok uzaktırlar. Bununla beraber bir hareket noktasJ

60
.YAHYA KEMAL

olarak alındıkları takdirde asıl vasfı olan objektif gö-


rüşe hitap eden, belirli ve elle tutulur meselelerden
<Maarif, tiyatro - Antcine dolayısıyla kadın meselele-
ri, imar, programlı kalkınma> bahsederken veya
memleketteki, mevcut edebi careyanları tenkit eder-
ken -mecmualar dolayısıyla- Süleyman Sadi, bütün
bir vuzuh ve şahsiyet sahibidir. Buna mukabil sonra-
dan tamamıyla bır~acağı şairane nesirle yazılan
Çarnlar Altında Musahebalerde bu vazıh fikirler dün-
yasından ayrılır. Orada ancak Ses şairine,. o devrede
Nev-Yunani estetiğinin diletantizmi arasında yer alan
,düşünce kırpıntıları arasında ancak rastlanır.
Bu sonuncularda Türk tarihini ve hayatını yeni
bir sentez halinde göstermek isterken hemen hemen
heveskar denebilecek bir acemiliğe düşer. Yeni dön-
düğü alemle içinde yaşadığı alemi muttasıl birleştir­
rneğe çalışır. İstanbul'da bulunmak, Moda'da veya
Büyük Ada'da yaşamak, içine girdiği kadınlı, erkekli
yeni dost muhi~leri, bize aid şarkılannda o kadar va-
zıh bir uslup, kuvvet katacağı santimantalizm, mu-
hayyelesini daimi bir heyecan halinde tutar gibidir.
Şayanı dikkattir ki, bu yazılar arasında doğduğu ana
baba yurdunun o kadar bağlı olduğunu bildiğimiz
Üsküb'ün kaybından bahseden tek bir kelimeye tesa-
düf edilemez. Sanki yarım bir kan çekilişinde, hiç ol·
mazsa yakın zamana ait olan şeyleri unuta.cak şekil­
de hafızasıİıı kaybetmiştir. Buna mukabil «Hüzal,. ke-
limesiyle ifade ett_iği bir inkıraz devrini yaşadığımızı
bilir. Bazen kİvamını bulamamış bir. üslubun büsbü-
tün müphemleştirdiği bu yazılar arasında Açık Deniz'-
in başlangıcı sayılabilecek bir tarieşi vardır ki «Su·
:suzluk.. kelimesi etrafında döner. Bir diğerinde henüz

61
SANAT- KüLTÜR- MtLLtYET

Koca Mustafa Paşa'da olduğu gibi Osmanlı terkibinin


içine alamadığı Bizans'a karşı genç Fatih'i antik esp-
rit'nin enkarnasyonu gibi gösterir. Bu yazıda sonra-
dan Yahya Kemal'in muhayyelesinde bütün tarihi re-
alitesiyle canlanan tekbir sesleriyle top seslerinin ka-
rıştığı fetih ordusu, Hıristiyanlığı bir an yıkacak gibi
olan İmparator Julien Aposta'nın ordularıyla adeta
birleşir. Bazılarında ise rönesans'ı bize mal etmek için
tarihi hakikatleri inkara kadar gider. Yahut da Bi~
.zans ve Galiee'ye inananlan Floransa'ya sürdüğü­
ınüzden bahseder. Hakikatta bütün bunlar fikir un-
surlarının üstüste yığdığı bir meydan gibidir ve mef-
humlar «Medine», site. ve barbar kelimelerinde oldu-
ğu gibi intibak noktalarını durmadan değiştirir. Yah-
ya Kemal henüz kendi realitesiyle ele almaktan çekin-
diği Türk tarihini bu yazılarda sanki bir çeşit plastik
madde gibi kalıptan kalıba dökmeye çalışır. Malaz-
gird'de muzaffer ordusunun arkasından bu vatana bo-
şanan cengaver kabileler ve üstüste istihalelerde «er-
kekler uryan ·kahramanlar, kadınlai_' da ince bir tillle
örtülü uzun sebular» bile olur. Bununla da kalmaz,
Etrüsklerin aslen Türk oldukları hakkındaki tarihi fa-
raziye de bu coşkun muhayyelede yerini alır ve böyle-
ce Roma medaniyeti menşei itibariyle az çok «ak tol-
galılar» ın geldikleri Asya'ya bağlanır. Bu acele ve
kıvamsız terkibde ve benzerlerinde Yahya Kemal'in
sonradan reddedeceği şeylerin hepsi vardır. Bütün
bunların ne Barres'in miliyetçiliğiyle, ne de Charles
Ma urras'ın ondan daha çok. dar ve sarih, bir tarafı
Auguste Comte'uiı Orta Çağ ve nizarn fikrine daya-
nan sistemiyle hiç bir alakası olmadığı aşikardır. Bu-
nunla beraber bu yazılarda, tıpkı Maurras'ta olduğu

62
YAHYA KEMAL

gibi fonksiyonları sık sık değişrnek şartıyla Medine,


site ve barbar kelimelerinin tuttuğu yer oldukça dü-
şünülecek bir meseledir. Vakıa bu devir Fustel de Co-
ulanges'ın «La cite_ antiqu~· nin garbde de çok okun-
duğu bir devirdir ve bu ]:titap bizde d~. «Medine-i ula•
diye tercüme edilmiştir.
Bu şairiri şöhretinin devam ettiğini, onu gençlik
arkadaşlan Gide ve Valery'den çok evvel tanıdığımızı
söyliyelim. Yahya Kemal'in Paris'te bulunduğu sene-
lerde bu. şöhret elbette daha yaygındı. Bazılan tara-
fından Valery'nin kaynaklan arasında sayılan Mau-
rice de Guerrin'in ·Centaure,. unu ve .«Baceontes» ını
Ernest Renan'ın çocukluk ve gençlik hatıralan gibi
Yahya Kemal'in tavsiyasiyle üniversite talebesi iken
okudum. Bu lezzetli kitaptaki cAkrapolde Dua» nın
büyük bir antikite alimi olan ve Homeres'un üzerinde
en geniş şekilde duran Barard'ın eserleri, Leeonte de
Lisle'in ·Poemes Antiques• gibi Yunahi zevkin ve do-
layısıyla neo-classicisme hareketlerinin kendisinden
çok evvel zemini hazırladığıni biliyoruz.

Yahya Kemal ve Ziya Gökalp


Yahya Kemal, ·ziya Gökalp'la efkar-ı umumi ye
karşısındaki ilk karşılaşması olan. ·Mecmualarımız•
makalesinde İstanbul'daki edebiyat hare~etirii devrin
mecmuaları üstünde bütünüyle gözden geçirirken
Türk Yurdu'nda Ziya Gökalp'ın barbar destanlar yaz-
dığıriı söyler. Yahya Kemal bu tarifi unutmayacak,
senelerden sonra bir dersinde Kızıl elma şairinin:
Bir ' sofrada yerken Oğuz beyleri. ..

63
SANAT- KULTUR- M1LL1YET

mısraını yine barbar kelimesiyle ögecek ve hemen ar-


kasından •Irk tarafı kuvvetli». tarifini kullanacaktır.
Bu tarif yukarda bahsettiğimiz eserlerle sıkı alakalı­
dır. Zaten o dersinde ·Poeme antique• şairinden bah-
sediyordu. Yine aynı senenin eserlerinden "olan Halide
Edip Hanım'ın ·Yeni Turan•'ı için yazdığı makalede
bu barbar kelimesine ve medlülüne Osmanlı medani-
yeti ve Mavlevi musikisi ile karşılaştığı için daha sa-
rih bir mana ile rastlarız.
Bu iki makale, sonuna kadar devam edecek olan
tarih sentezine ve cemiyet görüşüne daha o devirden
sahip olduğu anlaşılan Yahya Kemal'in •Ça~lar al-
tında musahebe» lerin üslup diletantizmi dışında sa-
rih vaziyat aldığı bir kaç yazının başında gelir. Her iki
makale de Ziya Gökalp'ın ölümü için yazdığı makale-
de bahsettiği, ilk karşilaşmalarından bir yıl sonra ya-
zılmış olsa gerektir. ·
Nihayet bu mühihazalar silsilesini tekrar Miche-
let'nin adı· ile kapayalım. Bilindiği gibi monarşist ve
YunaniMaurras daha ziyade Hippolyte Taine'e yakın­
dır. Hatta siyasi fikirleri için ·Bugünkü Fransa'nın
menşeleri» müverrihinin, sahibini az çok şaşırtacak
neticesidir, denebilir. Buna mukabil Barres'i hiç ol-
mazsa üslüp itibariyle daha fazla .. ihtilal-i kebir•
müveiTihine ve eSibirbaz kadın•'ın şaşırtıcı muharri-
rine bağlı bulurlar. Fransa'nın tablosunu yazan Mic-
helet, Barres kadar doğduğu toprağa bağlıdır. Yahya
Kemal'in milliyet anlayışında, meşhur cümlesiyle tesi-
rini kabul ettiği tek muharrir olduğunu da ilave ede-
lim. Yahya Kemal yukarda bahsettiğimiz Türk Yur-
(lu'ndaki makalesinde Ziya Gökalp'la yol üstünd~ki ilk

64
YAHYA KEMAL

konuşmasında kendisine aynı fikirleri söylediğini şu


cüınlelerle anlatır:
·Paris'te uzun süren gençlik hayatıını kapayıp da
lstanbul'a döndüğüm zaman garib bir tesadüf olmak
üzere. cla.lı& dostlanmı görmeden evvel, BabıaJ.i cadde-
sinin kaldınmı üstünde Paris arkadaşım Doktor Na-
zım Bey'e tesadüf ettim; yanında şişmaıi,. deyirmi
yüzlü, hal ve şanı taşralı ve çocuk gibi mahcup biri
vardı. Saint - Simon en öz ve en :p.assas bir şair olan
Racine'i tarif ederken söylüyor ki Racine'in şair oldu-
ğunu belli eden hiçbir hali yokmuş; Ziya Bey de tıpkı
böyle~di. Doktor Nazım Bey beni ona tanıttı: 'Sana
.Paris'ten gelmiş eski bir türkçü takdim edeyim, konu-
şunuz ve anlaşınız!' dedi. Ziya Bey pek ziyade sevindi,
Cağaloğlu'na doğru hem yürüyor, hem konuşuyord.uk.
l.it.kin ben artık Doktor Nazım Bey'in, Abdülhamit
devrinde, Paris'teki muhitimizde tanıdığı müfrit türk-
çü· değildim, haya.Iini türkçülüğe kaptıran her Türkün
gördüğü Turan rüyasından uyanmıştıın, ırk birliği ve
saf menşelerimize rücu gibi ilk şedid arzularımız bah-
sinde uslai:ıınıştım, bin yıl evvelini 'kablettarih' saya-
rak, bin yıldan beri kökleŞtiğimiz Anadolu ve Rumeli
topraklarında, daha küçük mikyasta bir tü.rkçülüğe
meyl etmiştim, o vakitki tabiri ile, bir Osmanlı Türk-
lüğü arzu ediyordum. Ziya Bey'e benim uslanmış dü-
şüncelerim dar ve tatsız. göründü. Mamafih çok sami-
mi bir lisanla sık sık görüşmemizi istedi.. Gerek siya-
set ve gerek sanat telakkilerinden başka muhitlerimi-
zin de farkı yüzünden bu ilk millakattan sonra sene-
lerce görüşemedik.
•Balkan Harbinden sonra Türkçülük İstanbul'da
galeyanlı ve heyecanlı bir sene geçiriyordu. Ocaklar,

65
SANAT- KüLTÜR- MILLIYET

dernekler, .yurtlar, mecmualar, bir tekevvün devrinde


olduğu gibi, kaynaşıyorlardı. Ben bütün bu hareketle-
re· uzak yaşıyordum, hatta bazı gençler arasında mua-
nz bir türkçü telakki ediliyordum, hareketi sevk edeJ?.-
ler arasında yalnız Yusuf Akçora Bey'den har bir te-
veccüh görüyordum. O sıralarda Orhan SeYfi ve Enis
Behiç gibi yeİıi Türk şiirinin mümessilleri, neşrettiğim
derme çatma birkaç eserdeki ·lisanı ve zevki Ziya Gö-
kalp'ın, butün ayrıl~klanna rağmen, pek ziyade beğen­
diğini ve gençlere nümune olarak gösterdiğini söylü-
yorlardı. Ziya Gökalp bu teveccühünü, hiç görüşme­
diğimiz halde,. Darülfünun müderrisliğine intihab edil-
diğim sırada tekrar gösterdi.• (2)
Yahya Kemal'in derslerinde Taine'in adı, sadece
sanat filozofu olarak «İngiliz edebiyatı tarihi• nin ba-
şında hülasa ettiği meşhur <Zaman, Irk, Muhit> naza-
riyesiyle, bir de nevilerin hususiyatleri hakkındaki fi-
kirleriyle geçerdi. Bu ,münasebetle söyliyelim: ki Pe-
yam-ı Edebi'deki bir kaç yazısında klasik trajedilerin,
Racine ve Shakespeare'in Türkçeye tercümesinin bir
Türk tiyatrosunun kurulması için tek çıkar yol oldu-
ğunu söyleyen Yahya Kemal, Abdullah Cevdet'in Sha-
kespeare'den yaptığı tercümeleri, daha sonra da yapı­
lan tercümelerin bir çoğu ile beraber dillerinin nev'i-
ni icap ettirdiği asalete uymadığı için bu nazariyelere
dayanarak tenkit ederdi. Bilindiği gibi bu meseleler
Yunancadan garp dillerine yapılan tercümeler dola-
yısiyle bütün Avrupa'da miliıakaşa edilmekte, bazı İn­
giliz muharrirleri Homeres'tan başlayarak, Aischilos,

2. Yahya Kemal, c:Şahst hatıraıar.. , Türk Yurdu, I, nr. 13,


s. 192.193 (KAnun-i evvel 1940).

66
YAHYA KEMAL

Sophocles ve Euripides'in günlük dille yazmış oldukla-


rını iddia etmektedirler. Böyle olsa bile Avrupa mede-
niyetinin kadim trajediyi .daha ziyade Fransız klasiz-
minin prestijiyle tamdığı düşünülürse, Taine'in bir ta-
rihi vakanın hakkını vermekten. başkı:ı- bir şey olmı­
yan nazariyesine kolay kolay itiraz edilemez. Kaldı
ki, Aischilos, Euripides ve Sophocles'in eserleri böyle
bir üslup saçişini ve üstünlüğü bizden kendiliğinden
isterler. Onlarda trajedi, kendisini doğuran akideye,
yahut dini masala doğrudan doğruya bağlıdır.
*
**
Otuz sekiz yıl evveline ait ders ve konuşmaların
hatıralanna dayanarak yaptığımız bu araştırmaya,
Yahya Kemal'e behemehal kaynaklar jcad etmek ar-
zusıyla girm~diğimizi tekrara lüzum var mı? Maksa-
dımız sadece fikir ve ideolojilerinin çetrefil ormanın­
da geçtiği yolu aramaktır. Bu yolun zaruri karışıklı­
ğı biraz daha düşünce sistemlerinin ve edebi ·telakki-
lerin -isterseniz mektep deyin- mutlak şekilde birbi-
rinden aynlm.ış, alemler olmaması, hiç olmazsa on se-
neden on seneye büyük bir ıİı uharririn tesirinin bir
yığın zıt düşüneeye zaruri şekilde bir dört yol ağzı va-
zifesini görmesidir.·
Biz Yahya Kemal'in dü~üncesine, kendine seçtiği
yolun başında, buluşlarının sevinç ve heyecanı içinde
ve fikirlerinin polemiğini yaparken rastladık. Bazan
da onu kendi meselelerinde bunalmış gördük.
Bu devirde Yahya Keinal, Cihan harbi tecrübesi-
nin ve milli mücadelenin Balkan felaketinin hatırala­
rını tazeleyen teessürü altında cÇamlar altında musa-
ha be,. ler devrinin fikir bo stanından çok uzaklaşmış-

67
SANAT-KULTÜR-~YET

tı. Bununla beraber o devrin ve eski okuduklannın iz-


ıeri, konuşma ve derslerinde uzaklaşmış bir alemin
son hatıralan gibi devam ediyordu. Hülasa fikrinin
platformunu yapmış, tabiriyle söyleyelim, tesviyesini
yapmamıştı.

ti8
MİLLİ ŞAİR

Sonradan rastladığımız Yahya Kemal'ler, bu son


ameliyeyi de tamamlamış, sentezini kurmuş, onun
emniyetinde yaşayan Yahya Kemal'ler<li. Garbden na-
dir olarak bahsediyor, her şeyi kendi edebiyatımızda
aramamızı söylüyor<lu. Hakikat şu ki tarih ve milliyet
fikri gibi büyük meseleler etrafında Atatürk'le başla·
yan hareket hiç olmazsa kısmen bu vadideki polemiği
birdenbire lüzumsuz kılmıştı. Kaldı ki, 1900 - 1910 se-
nelerinin Fransız edebiyatı şöhretleri, fikirleri, onla-
nn etrafındaki münakaşalar gibi tarihin malı olmuş­
tu. Bir taraftan sürrealizm ve diğer modem cereyan-
lar, sosyal fikirlerin emrinde olan sanat anlayışlan,
öbür yandan şiirde Valerisme, romanda Gide ve Pro-
ust'un açtığı çığırlar Fransız edebiyatında ve hatta
beynelmilel edebiyatta -şüphesiz daha başka isimler
de araya giriyordu. Mesela İngiliz romanında James
Joyce'un, Ulyssi'nin yaptığı tesir, yine harb sonrası
İngiliz romanındaki Bergsonizm careyanına Huxley'-
in aksülameli, Thomas Mann'ın Avrupacılığı, birnen-
bire inkişaf eden Amerikan romanı, nihayet Fransa'-
da Existentialisme ve onun etrafında uyanan t:debi-

69
MlLLİ ŞAİR

yat- çok yeni ve başka türlü aktüaliteler vücude getir-


mişti.
Şüphesiz Yahya Kemal bir kısmı 1914 - 1918 har-
binin dünya hayatında ve fik:irlerde yaptığı sarsıntı ve
değişikliklerin tabii neticesi olan bu . cereyanlann
hepsiyle .alakalı değildi. Bu mükemmeliyat şairi ken-
disini hudutlandırmasını çok iyi biliyord~. Bununla
beraber Fransız şiirinde Valery ve Bremond ile baş­
layan . iki kollu saf şiir münakaşalan, Baudelaire'in,
Mallarme'nin ve Nerval'in şöhretlerinin o kadar muh-
teşem şekilde yeniden doğuşlan, Hugo'nun eseri etra-
fında alevlenen heyecan onU: tabiatıyla alakadar ede-
cekti. Bunlar kendi tekniğinde şiir ve ed~biyata ait dü-
şünc;:elerinde az çok onu kuvvetlendiren ;;eyahut ufak
tefek gözden geçirmeleri zaruri kılan hareketlerdi.
Kaldı ki kendisi değilse bile etrafındakilerin bir kıs­
mı bu hareketlerle yakından alakadardı. Bu yüzden
konuşmalannda Anatole France ve Octave Mirbau
bir kaç anekdota, Gautier bir iki mısra hatırıamasına
inmiş, Pierre Loti kendi yakın mazi hasretinde erimiş,
galiba fertciliğinin, daha iyisi romantizminin şişkitı
ve yapmacık tarafını gördüğü Barres'ten büsbütün
bahsetmez olmuştu. Zaten Barres'le })azı fikirlerinden
ve bir iki ternden başka münasebeti olmamıştı. Bun-
lann içinde yukarda bahsettiğimiz musahabelerden
birinde geçen ·Susuzluk• fikri, bu kelimenin ~Açık
Deniz,. deki mühim yeri dolayısiyle belki en ehemmi-
yetlisidir. Düşüncelerinde evi, yakın aileyi, <millet ve
tarihi) gerektiği gibi -kurmuştu. Bu kurduğu şey Ma-
lazgirt'ten başlayarak tekevvün eden millet, -bazan da
ırk derdi ve ırk tekevvün eder diye tasrih ederdi ki
Taine'deki ırkın karşılığıdır- ve bu milletin kendi ya-

70
YAHYA KEMAL

rattığı dil, tarihi realitenin tam kendisine dayanıyor­


du. Bu devirde Yahya Kemal <1936 seneleri) düşünce­
sini Kültür Haftası'na ·verdiği •Mektepten memleke-
te,. (1) konuşmasıyla anlatacaktU'.
Bir makalesinde eski edebiyatımızia yenisi arasın­
daki farkı. anlatırken bugün artık hissin heyecanından
fikrin heyecanına girdiğimizden bahseden Yahya Ke-
mal'in sanatında bu fikirlerin büyük payı olduğunu
tekrar edelim. Fakat Neo -· classicisme'i,. yahut da da-
ha evvel bir kaç makalemda iddia ettiğim gibi classi-
cisme'i sadece düşüncelerinden gelmez. Zevki gibi ede-
biyatımızın umumi yürüyüşü de onu· bu noktaya, bu
davranışa getiriyordu, daha doğrusu bu davranışda
kendi meselelerine en mantıki cevabı buluyordu.
Filhakika Yahya Kemal'in memlekete döndüğü
yıllarda,hatta evvelden başlamak üzere edebiyatımız­
da, aşağıda anlatacağımız gibi,· bir kaynak meselesi
kendiliğinden tek· mesele haline gelmişti. Yahya Ke-
mal'in klasisizmi, yahut neoklasisizmi (eski şiirdel bu
meselade aldığı vaziyet şeklinde ifade edilebilir. Bu;.
nunla beraber bu bahse girmeden evvel her büyük sa-
natkar için olduğu gibi, onun için de böyle sınıflandır­
manın hiç bir zaman bir mutlakı ve behertıalı;alliği
icab ettirmediğini ve daha sarih olarak, eserinin bu
cinsten bir tayine bir yığın ayn sanat anlayışlannın
arasından cevap verdiğini söyleyelim.

1. Yahya Kemal ,«Memleketten bahseden. edebiyab, Ktil-


tür haftası, nr. ı (13 İkinci KA.nu.n 1936).

71
:M:!LLl ŞAİR

Paris'teki yıllan
Yahya Kemal 1903'te Avrupa'ya . kaçtığı zaman,
Serveti Fünun edebiyatının tesiri altında, aruzu az
çok ustalıkla kullanan genç bir edebiyat meraklısı idi.
Kendisi bu kaçışta Ahmed Şuayıb'ın ·Hayat ve kitap-
lar• 'ının verdiği heyecanm bir payı olduğunu biı:,. kaç
. defa bana söylemişti. Bu genç edebiyat mer~ldısı,
gurbette · memleket edebiyatından büsbütün uzakta
kalmadı. Gerek Abdülhamit devrinin son yıllarında,
gerek 1908 ile 1912 arasında Paris'te ve Avrupa'da bir
çok edebiyatçı vardı. Ali Kemal, Hüseyin Siret, Abdul-
lah Cevdet, daha gençlerden Hamdullah Suphi, Abdill-
hak Şinasi Hisar, Yahya Kemal'in Paris'te bulduğu
heccav dişçi Sami (Çerçöp lakabıyla anılırdı), biraz
daha eskilerden Sami Paşazade Sezai hep dışarda idi.:
ler. Bunlann bir kıspıı Paris'te oturuyor, bir kısmı da
sık sık gelip gidiyordu.
})unlardan çoğu Abdülhamit idaresine danlarak
kaçınış veya memuriyetle oraya gidip kalmıştı. Aynca
Abdilihak Hamid Londra'da Sefaret müsteşanydı. Ab-
d\Uhamit'e karşı açıktan açığa isyan eden Jön- Türk-
lerin çoğu da, edebiyatı yalnız bir silah gibi kullan-
makla kalmıyorlar, kendilerini az çok edebiyatçı ad-
dediyorlardı. Aruzun umumi terbiyedeki yeri, Namık
Kemal'in eserlerinin devam ede gelen ihtilal ve ideal
havası, o zaman en ileri şairimiz kabul edilen Fikret'-:-
in eseri ve Qilhassa dışarıya sızan bir kaç gizli manzu-
mesi, şiiri politikanın bir çeşit kardeşi, veya büyük
protesto vasıtası yapmıştı. 1908 den sonra bu kadro-
nun mühim bir kısmı memlekete dönmüş, bir kısmı
fır-lia mücadeleleri ·yüzünden tekrar gelmiş, aynca da

72
YAHYA KEMAL

hükumet tarafından tahsil için yeni gençler gönderil-


mişti. Yahya Kemal de şahsi dostları olan İttihatçılar
vasıtasıyla -bilhassa doktor Nazım'ın himmetiyle- bu
re.smi tahsisatlı talebe arasına girmişti. BÖylece genç
şair Türkçeyi ve Türkiye meselelerini daima etrafında
hazır buluyordu. Bu saydıklanmız arasında yakın dos-
tu olan ve şiirle işe başlayan Hamdullah Suphi ve Ab-
dülhak Şinasi istisna edilirse tarih ve eski şiir zevki
bakımından Ali Kemal'in en çok anlaşabildiklerinden
biri olması icab eder.
Nitekim Paris'te başladığı bir kaç gazelden bah-
sederken sık sık onu anmıştır. Bu farfara, alabildiğine
konuşkan·, hafızası kuvvetli, fakat dailna insicamsız
adamın Yahya Kemal'i .bu işte kızıştırdığı aşikardır.
Fakat asıl şahsiyetini yapan dil ve aruz mükemmeli-
yeti meselelerinde büyük bir yardımcı olamazdı. Ali
Kemal, Ruşen Eşref'e verdiği o çok etraflı, dil üstün-
de dikkatle duran mülakatından da görüleceği gibi
eskiye fazla bağlıydı.· Bu mülakatta Yahya Kemal' e
hayranlığı ile behemehal tenkit edecek bir nokta ara-
ması dikkate değer.
Yahya Kemal daha o zamanki tecrübelerinde et-
rafını şaşırtacak kadar yeniydi. Niğbolu muharebesi
için yazmaya başladığı büyük poemin bazı mısralarını
1906 da Londra dönüşünde Hüseyin Siret'e, Hamid'in
yeni eserlerinden biriymiş gibi okuduğunu ve o za-
IIlana kadar bu tecrübelerine pek kulak asrmyan ciA-
ne-i melalıo şairinin Hamid'e izafe edilince bu ·yeni
şiirleri pek beğendiğini bir kaç defa nakletmişti. Bu
mısralar Standhal'in «De l'amour• <Aşk· üzerine> da
bahsettiği Salzbourg sulanna daldınlır daldınlmaz
bü~ün bir madeni çiçeklerle süslenen o iki kafiyenin

73
MlLLİ ŞAİR

etrafında çıplak dallar gibi saf Türkçenin billurlaşma­


.sından doğan mısralardı.
Yahya Kemal; bana bir kaç defa, bu Niğbolu man-
zumesinin veya ondan kalan parçanın, Sultan Ahmet'
deki Yılanlı sütunu örnek almak isteyen büyük bir
destan tasavvurundan kaldığını söylemişti. Bilindiği
gibi, kadim Yunan'dan kalan ve Farslara karşı gale-
beyi tes'id eden hu sütun üç yılan başıiıın taşıdığı -al-
tın bir kaide ile biter ve bu kaidenin üstünde de bir
vazo bulunurdu. Böylece Yahya Kemal'in tasavvuru-
na göre, Osmanlı terkibinin .üç büyük unsuru: Mille-
timiz, İslamiyet veya hilafet ve şarki Roma bu des.:
tanda birbirine sanlacaklar ve btı günkü Türkiye'de
kendilerini tamamlayacaklardı. Bu plan belki dönüş­
ten sonra manzume yeniden ele alındığı zaman ku-
rulmuştu. Böyle de olsa tasavvurun büyüklüğü bu bit-
memiş şiiri Hugo'nuri tesiri dairesine sokar. ·Filhakika
bu devirde Hugo, Hamdullah Suphi Bey'in de bir kaç
defa söylediği gibi Yahya Kemarin sevdiği şairlerden­
di. Biz kendisini tanıdığımız zaman sık sık Hugo'dan
misal getirir, cHernaniıo, «Marion de lorriıe•, «Ruy
·blas,. gibi piyeslerini över ve bilhassa «La Legende
des siecles·deki ·Boos Endormi,. ile ·Expiation.. 'uiı
Waterloo parçasını okumaktan hoşlanırdı. Bu sevgide
Hugo'nun epik tarafının ağır bastığım da söyliyelim.
Filhakika Gules Lemaitre'in Lamartine etrafında yap-
tığı mücadele dolayısıyla Hugo o yıllarda bugün ol-
duğu gibi bütünüyle tanınmıyordu. Fransız şiirinin ha-
rikalanndan biri olan Theophile Gautier'nin ölümü
için yazdığı şiirle o muhteşem satyre manzumesini bu
asır içinde Fransız zevkinde olan değişiklik sayesinde
tanıyacak ve son on beş yıl iı;:inde yanından hiç ayır-

74
YAHYA KEMAL

madığı Andre Gida'in Antolojisinden bu İki manzu-


meyi daima okuyacak ·veya başkalarına yüksek sesle.
okutacaktır. Yahya Kemal'in Hugo sevgisi için bende
bir çok canlı hatıralar .vardır. Btmlardan birisi de Thi-
erry Maulnier'in yaptiğı o güzel mukaddemeli. «İntro­
duction a la poesie française» adlı antolojide Hugo'
dan sadece bir kaç güzel mısra almış olmasına karşı
duyduğu hiddettir. Yahya Kemal'e Thierry - Maulni-
er'iil en güzel mısralan seçtiğini ve nihayet, daha zi-
yade· eski Fransız şiiri üzerinde durduğunu bir türlü
kabul ettirememiştim. .
Bununla beraber, ~am:an zaman Hugo'nun ölçü-
süz coşkunluğunu kendisi de tenkit eder •zurna-yı
hak~mi» diyerek onu hem medh, hem zem ederdi.
. O devirde Heredia ve Leeonte de Lisle ile de rs:ok
meşgul olduğunu ve birincisinde, sanatının büyük sır­
lanndan biri olan teksifin bizim şiirimize yakın fa-
kat çok başka nizarnını öğrendiğini biliyoruz. Heredia'
nın cLes Trophees,. si bilindiği gibi ·Altın arayıcıları•
<Les Conquerants d'or> adlı bir destailla biter.
Sanatım araştırma devri olan bu ilk devir çalış­
malan arasında bitmiş denebilecek iki eseri, sonradan
yazacağı cNazar» ile beraber daha ziyade Leeonte de
Lisle ve Heredia koluna bağlanabilir. Filhakika yeni
şiirimiz.de okadar aşikar bir tesir yapan «Adonis»
manzumesi; sıkışık şekli ile daha ziyade Heredia'yı
hatırlatır. «Sicilya kızları» ise hellenistik devirde ve
Sicilya'yı alan mevzuuyla, beşlik ve tekrarlı kıt'a şek­
linin göstereceği gibi Leeonte de Lisle kanalından ge-
lir. Bana daima İngre'in «Pınar» 'ını hatırlatan, o sade-
ce kendi şekli v~ya dili «Leyla,. ile bu daire hemen he-
men kapanır. Yahya Kemal bu devirde sık sık Ecole

75
J.lıLLI ŞAİR

des Chartres'e gittiğini, antikiteye merak ettiğini, ka-


dim vazolar, kabartmalarla meşgul olduğunu, Yunan
ve lAtin ·eserlerini okuduğunu söylerdi. Ve hakikatan
bu sonunculan çok iyi tanır, sık sık Ciceron'dan mi-
saı getirirdi. En sonuncusu politikada insan psikoloji-
sini gözönünde tutan müsamahaya dairdi.
«Sicilya kızlan,. da, •Adonis• de, tarih zevki, sa-
rih çizgi ve teknik kudretinden başka Türkçede ol-
dukça telkin edici bir sansüalitenin ilk gülüşleridir.
Diline bakılacak olursa ·Sicilya kızlan• 'mn biraz da-
ha evvel olması icab eder. Fakat o zamaı:ı için •hadi-
ka-, •nevagirıo gibi, .konuşma dilinde rastlanmayan
bir kaç kelimeye rağmen bu kadar halis, Türkçe ger-
çekten mühim bir şeydi. Bu hususiyatiedir ki Fikret'i,
Yahya Kemal'in sanatından bahsederken Parnassie-
ne sıfatını kullanmaya götürmüştür. Zaten, ·Diyorlar
ki» de konuşaniann hemen hepsi bu noktada birleş­
miş gibidirler. Çok sonradan ve o kadar ·beklenmedik
şekilde biten ·Gel ey mahbube Çin'den• diye başla­
yan manzume de yine bu parnasse zevkine girebilir.
·Leyla• ile aynı senelerde olan ·Güftesiz beste• adının
gösterdiği şekilde CRomances sans paroles> daha ziy~­
de Verlaine'e yaklaşacaktır. Bütün bunlardan sonra
Yahya Kemal'i •Mehlika Sultan,. la, Maurice Maeter-
linck'in ll!_asal dünyasına kısa bir _an için gjrmiş görü-
rüz.
Bu çeşitliliğe şairin hemen her devrinde rastlanz.
·Gece», ·Kandilliıo manzumeleri senbolizmin eşiğinde­
dirler. ·Aheste çek kürekleri mehtab uyanmasın,. ga-
zeli, ·Deniz türküsü• hep aynı estetiğin tecrübelerini
toplayarak gelir. Buna mukabil ·Mohaç türküsüıo,
•Akıncılar• eski destanın parçalandır. •Erenköyünde

76
YAHYA· KEMAL

bahar,. bütün bir müzisizm'den bize hitap eder.


Bütün bunlara rağmen Yahya Kemal'e klasik ve-
ya neoklasik deyişimizin sebebi Tanzimat'tan beri ge-
len nesillerde olduğu gibi eski şiirden aynlma, uzak-
laşma imkanlan arayacağı yerde, onun arasından,
ona yaklaşma çareleri arayarak eserini vücuda getir-
mesinde, hatta. eski dilde yazdıklannda onu kendi bü-
tünlüğünde yenilemesindedir. Garip şeydir ki Yahya
Kemal bunu nesrinde de yapmış, o kadar inkar edi-
len eski nesri yenilemiştir. O kınlan zinciri yeniden
bağlamasım biliyordu. Fakat bunu iyice anlatabilme-
miz için kendisinden evvelki devri ve memlekete dön-
düğü senelerdeki edebiyatımızı gözden geçirmemiz
gerekir.

Abdulhak Hamid'in dünyası

Filhakika Tanzimat'tan sonraki edebiyatımız d~


düşünce, hassasiyet, hillasa düşünen ve duyan insan
üzerinde geniş ve de~iştirici bir ameliye gibi başladı
ve gittikçe artmak şartıyla öyle devam etti. Hepsi es-
ki edebiyattan gelen ilk yenilik adamlan, Şina.şi, Ziya
·Paşa, Namık Kemal ve her üçünün tesiri altında ka-
lanlar bu ameliyeyi ilk devirde yeninin bir yığın un-
surunu eskinin bünyesine sokarak yapıyordu. Dil iti-
bariyle eskiİıin nizamsız devamı olan ve bazan da sa-
dece nizamsız bir ·yenide kendisini arayan Hamid ise,
hakikatta higati yerinden oynatmasıyla tam bir isyan
· ve ihtilaldi. Bununla beraber •Nakafi• manzumesinin
dışında Hamid bu isyamn üzerinde pek durmaz. Belki
efkar-ı umumiyenin tazyiki, belki de eskiye zaman

77
MtLLt ŞAİR

bakımından yakınlığı, oldukça müphem, yuzu yavaş


yavaş İslam tasavvufundan garblı bir panteizme dö-
nen bir mistisizm, o kadar bağlı olduğu ve belki de
aşırı ferdiyetçiliğinin bir çeşit muvazene bulduğu şark
hikmeti, aile geleneklerine bağlılık -Abdülhak Molla-
nın dizleri dibinde geçen çocukluğu- onun kırdığı, zin-
cirin parça ve halkalarını gömüldükleri. yerden tam
söküp atmasına mani olur. Hatıratında, mülakatla-
nnda, sanatından her bahsettiği yerde daima bir kaç
eski şairimizin ve bir kaç İranlı şairin adı vardır. Ha-
mid'in eskilere olan bu bağlılığı biraz da yabancı bir
diyarda yerleşmiş olan adamın ikide bir pasaportuna
bakıp iç çekmesine benzer. Şurası var ki Hamid ko-
nuşmayan, konuşmak fırsatını bulamayan adamdı.
Yazdığı nadir makalelerden biri olan Hacı İbrahim
Efendi'ye cevapları bile ancak otuz beş, kırk sene son-
ra mektupları arasında neşredilmiştir (2). Bu riıüna­
kaşanın devam etmemesi belki de o devriri en büyük
kayıplanndan biridir. Bunu en ateşli çağında, zekası­
nın bütün hiddet ve yıkıcılığı ile görarnediğimiz için
söylemiyorum. Münakaşa sırasında . kendini elbette
daha derinden yoklayacak, fikirlerini daha sağlam­
laştıracak ve belki de kendisini yeniden inşa etmek
imkanını bulacaktı. Bilindiği gibi .. Nakafi,. şiirinin ih-
tilalci havası bu y~nm kalmış mücadelenin kraterin-
den fırlamış bir lav gibidir, fakat ancak giriştiği işin
yıkıcılığını gösterir:

Evet tarz-ı kadim-i şi'ri bozduk hercümerc ettik


Nedir şi'r-i hakiki safha-yı irfa'na dere ettik
2. Abdülhak HAmid, Mektuplar II, ıı., 144 -154 (!stanbul
1834).

78
YAHYA KEMAL

Bu yolda nakd-i vakti cem'i kuvvet birle harc ettik


Bize gelmişti zira meslek-i ecdad nakafi
Hakikatta Hamid daima yalnız, daima gurbette
yaşamıştır. En yakınlanyla devamlı teması bir .iki se-
neyi geçmez. Fatma Hanım'ın ölümünden sonra ise
ferdi macerası, ikinci bir gurbet gibi onu bir kat da-
ha etrafından ayınr. Bütün bunlar Hamid'i kl.lllandı­
ğı dil, yapmak istediği yenilik üzerinde düşünmekten
alıkoymakla kalmaz, kendisini, yahutta cüslüplarım»
dediği şeyi olduğu gibi almasına sebep olur. 'Hamid'-
in dil tasarrufu, şairliği, her şeyi, kullandığı· vezinler-
le, eserlerin uzunluk veya kısalığına, poem, hikaye ve-
ya dram oluşuna bağlıdır.' demek hiç de yanlış olmaz.
Bu vezinlerin içinde mesnevi :vezinlerinin, takti'siz he-
cenin bulundUğunu, sonunda büsbütün. vezinsiz şiire
kadar gittiğini «Mevki. Viyana•'dan evvel «Baladan
bir ses» unutmamalıyız. Büsbütün vezinsizleri bir ta-
rafa bırakalım, takti'siz hece ile veya hece' sayısı ba-
kımından aynı olan <Failatün Failatün Failünl vaz-
niyle yazdığı eserlerde, Leyla ve Mecnün vezninde
yazdıkları, arnzun öbür vezinleriyle mümteziç vazin-
leriyle .yazdıklan arasında mükemmeliyat bakımı_n­
dan çok belirli farklar vardı. Büyük, hatta ölçüsüz
eserler vermek merakı, onun yanıbaşında garib bir
ilham devamsızlığı, büyük dram ve roman tecrübele-
ri de bu farkın sebepleri arasında sayılabilir. Edebi-
yatırriızda · misli az denecek kadar güzel. yirmi otuz
9_ığlık mısraı bulunan ·Makber• i bir haşviyat yığını
haline· getiren şey, mukayyed kafiyesinin ve kullan-
dığı veznin hece sayısının azlığı kadar, biraz da kafi-·
yenin sathi telkinlerine .ltendisini birakmasıdır. Şura­
sı var ki, Hamid mesnevi vazinierine modern şiiri sok-

79
MtLLl ŞAİR

mak istiyordu. Bu iki. kısa şiirde az çok muvaffak ol-


du. Fakat bu vezinler, Türkçede tam bir lirizmi içine
alabilecek genişlikte değildiler. Nitekim Türk. edebi-
yatının mesnevi tecrübesinin yalnız Fuzuli ve Galib
gibi iki büyük şairde muvaffak olması da bunu gös-
terir.
Buna mukabil eskiye, mesnevi vezinlerinin dışın­
daki kısa dönüşlerinde, örnekleri· sayesinde Hamid dai-
ma az çok mükemmeldir. •Fatih· manzumesinde Nef'i,
lbn Musa'nın ağzından gazelinde Nabi, onu elinden
tutup yanıbaşianna kadar oturtmuş gibidirler. ·Se-
lim-i Evvel,. kasidesinde ise falan veya filan şairden
ziyade eskinin dehası bu işi görür ve onu bir çeşit mü-
kemmele ve hatta edebiyatımızda az bulunan şey, epi-
ğe eriştirir.

Hamid'in •üslliplanm,. dediği şey, belki de bir yı~


ğın imkana birden sahib olmak isteyişiydi. O dille ve
şekillerle oynamasını istemiş, fakat. oyunun nizamını
sık sık değiştirdiği için ona mağllip olmuştu.

Bir başka taraf Hamid'in, sanatının unsurlannı


daha ziyade kendisinde aramış olmasıdır. İlk ~akışta
lehinde gibi görülen bu hususiyet -bugünkü manada
ferdilik anlayışıyla demek istiyorum- muayyen hiç bir
kaynağa dayanmadığı için, tıpkı Şinasi ve Namık Ke-
mal'de old~ğu gibi, ideolojik temayüllerin dışında bu
ilhamı hemen hemen mesnetsiz bırakıyordu< Garbde-
ki okuyuşlan, romantikler, ona sade mana, ihsas ·ve
tahassüs örnekleri vermişti. Aile terbiyesiyle ve mu-
ayyeiı hocalarla yaklaştığı Şark şiirinde de -Türk ve
İran- hemen hemen aynı şey olmuş, okuduğu şairle-

80
YAHYA KEMAL

rin · sanatı üzerinde layıkıyla düşünmek fırsatını bula-


mamıştı. Nükte, tasavvufi mana ve bir de kolayca
benimsediği ve her lahza kurtulmaya çalıştığı aru-
zun ahengi ile kalmıştı. Şurası var ki zengin yaradı­
lışı, bu ~ayıf ve karışık J:ıazırlıkla, hatta tekrar ede-
lim, dilin üzerinde gereği g:bi durmadan yıktığı ale-
min enkazıyla da olsa, ona edebiyatımıza ihsas, dini
neş'e; metafizik veya teolojik azap, ferdi duygu, hari-
ci alem intibaı, bir yığın şey getirmek._ hatta az çok
eskiden kurtulmuş şahsi bir eser vücuda getirmek im-
kanını verdi. Hakikat şu ki:

Ey Şems ki hıUık-ı seherdir


Çeşmin o ama-yı nür-manzar ...
Çıktım sernevata hak ber ser
indim semevat ile beraber

Tuttum seni üstüme yıkıldın

Feryad bu gülşendeki aheng-i siyehden

cinsinden beyit ve mısraları ne düşünüş tarzı, ne de


söylenişleriyle, b]hassa soylemişleriyle eskinin çerçe-
vesine sokamayız. Bununla beraber bütünüyle yeni de
sayılamazlar. Bazılarında higat, bazılannda dile· ta-
sarruf şekli eskinin ta kendisidir. Hakikatta ikisinin
ortasında eskiye en yakın olan vizyoner tarafından
bile hiç olmazsa bize yeniyi vadeden şeylerde rnüsbet
olarak getirdiği tabiata ve ihsaslara açılma, görünüş­
lerin dünyasıyla perdenin ötesini birleştirme çabası

81
MfLLl ŞAİR

gibi şeylerin dışında, Hamid için, sadece dilde ş:razeyi


koparan adamdır, hükmünü vermek hiç de yanlış ol-
maz. Ve şüphesiz ki asıl işi, higatı yerinden oynatmış
olması, mazmuna bir kalemde son vermesidir.

Hamid'in etrafındakiler bütün bir mizaç ve isti-


dad farkı ile hemen hemen ayni yolda yürürler. He-
men hepsi, eskiyi biraz daha bozmakla yeniyi bulduk-
larını zannederler.
,.
,. "
Küçük bir divan sahibi olduktan sonra yeniye baş­
layan Recai-zade Ekrem Bey'de bu yeni aşkının yanı
başında eskiye olan bağlılık çok iyi görülür. Ekrem
Bey'de Lamartine, Musset tesiri, Hamid, Vasıf, daha
sonralan Fikret ve arkadaşlarının ve nihayet Mehmet
Emin Bey'in tesiriyle adeta içiçedir. Bu zevk kararsız­
lığına, Hamid'in ilhamını zaman zaman havalandı­
ran o gen,iş kanat darbelerinin yokluğunu da ilave et-
mek icabeder. Ekrem Bey bu kısır ilham ve imkanlar-
la, sonuna kadar nesirle nazmın, aruzla ,hecenin, eski
ile yeninin arasında çırpındı durdu. Bununla beraber
eski şiir şekillerini hiç bırakmadığı için gazeli ve eski
ilhamı asıl mahrekinden çıkaran şair odur, denebilir
Ekrem Bey duygularını, hayatının her türlü arıza ve
tesadüfünü, peyzaj zevkini ve bazan panteizm şeklini
alan, dini neşve1ini bu kendi kurduğu çerçeveye taşı­
dı.

Bütün bunlar, biraz da Hamid'de başlayan isya-


nın bir anarşi olması. demekti. Therese Raquin'i tercü-
me etmeye kadar giden Muallim Naci Efendi'nin asıl
aksiyonunu bu anarşiye karşı gösterdiği tepkide ara-

82
YAHYA KEMAL

malıdır. Filhakika uzun zaman Hamid'le beyhude bir


rekabeti tecrübe ettikten sonra, doğrudan doğruya es-
kinin safına geçti ve henüz çok yakın olan •Encü-
men-i Şuara» nın mirasına ve prestijine dayanan vel-
veleli bir şöhret yaptı. Naci'yi dilci ve gramerci gör-
mek en doğrusudur. Onu şiirde yaptığı geriye dönüş­
le değil, dilde kurduğu orta anlayış kontroluyla muha-
keme etmelidir. Yeni gelişen edebiyat nesiinin böy:Ie
"Qir muhafazakar kontrole ihtiyacı vardı. Bunun dışın­
da «Ateşpare,. şairinin, ba._zan sadece safiyetiyle güzel,
bazan bir psikozu alışılmış şekiller içinde verdiği için
şayan-ı dikkat olan, eski ananeden son zincir halkası
bir kaç güzel mısraı vardır.
Hamid'in isyan ve ihtilali bir sonraki nesilde, Ser-
vet-i Fünun'da sarih ve kat'i bir inkar şeklini alır.
Başta Fikret ve Cenab ilk gazel denemelerinden sonra
birdenbire maziyle açıkça hesaplaşırlar. Şurası var ki,
onların garb karşısındaki vaziyeti artık başka bir kül-
türe ve sanat anlayışına umumi şe~ilde hatta platonik
bir hayranlıktan çok ileriye_ gider. Edebiyat-ı Cedide
§air ve nasirleri Fransız edebiyatının muayyen bir
devrini, yahut şiirde parnasse ve symbolisme, roman
ve hikayede realisme ve naturalisme (daha iyisi fik-
riyatıyla beraber positivismel gibi merhalelerini ken-
dilerine örnek aldıkları andan itibaren bütün mevzu-
lar bitmiş, bir kapı kapanmıştı. Filhakika bu muay-
yen örnekler elbetteki teknikte, görüş ve duyuş şek­
linde ve nihayet onların zaruri olarak emrinde olan
dilde daha derin ve kökten değişmeyi isteyecek. her
dilde ve kültürde kendiliğinden mevcut olan çağrılan
alt üst edecekti. Fakat, bu yeni ekibin getirdiği degişik·
lik bununla da kalmaz; ilerde anlatacağımız psikolo-

83
MiLLt ŞAlR

jik etkiler de o zamana kadar camiyetimizde görülme-


miş şekilde işin içine girerler.

Ve diğerleri

Servet-i Fünun, ikinci derecede bir kaç unsuru-


nun getirdiği dağınıklık manzarasına rağmen edebi-
yatımızda ilk defa rastlanan şekilde tam; bir taazzuv-
du. Roman, şiir, hikaye, hatta birdenbire kendini baş­
ka şekilde idrak eden tenkit ve tecrübe aralarında an-
cak bir iki yaş fark bulunan altı büyük muharrir ve
şairinde <Fikret, Cenab, Halid Ziya, Mchmed Rauf,
Hüseyin Cahid, Ahmed Şuayi.b) daha evvelki nesil-
lerde görülmemiş şekilde birbirini cevaplandırıyordu.
Servet-i Fünuncularda bHhassa tenkit ve tecrübenin
yaratma eserleriyle yan yana 'yürüyüşü çok mühim-
di.
Ahmet Şuayıb'ın «Hayat ve kitaplar,. <Hyppolite
Taine, Ernest Lavisse, Flaubert, Nebhor, Raıike, Mom-
sen> Mehmet Rauf'~n İngiliz şiiri üzerine makalele-
ri, Cenab'ın sembolist şairler etrafında kendi estetiği­
ni kurmağa çalışan tecrübeleri, hepsinin birbirlerinin
eserlerine eğilmeleri hareketin ne kadar ciddi olduğu­
nu gösterir. Bütün bunlar sade münferid eserleri de-
ğil, Garbdeki büyük sanat hareketlerini, tenkitten fel-
sefeye kadar bütün bir fikriyatı memlekette kurmaya
çalışan hareketlerdi. Böylece Servet-i Fünun adeta bir
iki şubesiyle yarım işleyen Darülfünun'un yerini tu-
tuyor, yani bir fikir hareketi oluyordu. Vakıa göz dı­
şarda idi. Fakat hiç bir fikri hazırlığı olllladan yapı­
lan bir medeniyet .ve onun neticesi sanat değişme-

84
YAHYA KEMAL

sinde bu dışanya do~ru akış zaruri idi. Bir aileden


öbürüne gitmek için kopuyorduk. Zaruretiyle dışarı
tesir olacaktı. Kaldıki; çoğu sathi olan ve başlangıcı
üzerinde durulmadan edebiyatımıza aktanlan bu bil-
giler sayesinde edebiyatımız o güne kadar yabancısı
olduğu bir yığın problemlerle karşılaşıyor, bunların
etrafında yavaş yavaş kendimizi görmeye çalışıyor­
duk. Fakat, görüş zaviyesi Yahya Kemal'in dediği gi-
bi mektebe gidişti. Edebiyatımızın ve insanımızın me-
selelerini dışarıya olan hayranlık idare ediyordu. Ser-
vet-i Fünun koleksiyanlarına hangi zaviyeden bakı­
lırsa bakılsın çok dar bir aktüelin dışında kendi mese-
lelerimizeve bilhassa tarihimize ait her hangi bir me-
seleye tesadüf edilemez. Halit Ziya, Mehmet Rauf, Ce-
nap bu kayıtsızlığı sadece susarak, yahut «Mai ve si-
yah· taki konuşmanın cümleciliğine benzer şekilde
konuşarak yaparlar.
cAveng-i Tesavirıo de Fuzuli, Nef'i ve Nedim'e
portreler ayıran Fikret, bu bağlılık gösterisine rağ~
men, tarih karşısındaki davranışında daha ileriye gi-
der. Onun cMazi ve Ati» şiirini sadece Abdülhamit
idaresine karşı bir tepki sananlar vey~ kendi nesli n~­
mına politikada söz hakkı istiyor addedenler, aldanır­
lar..Hakikaten bu öksürüklü ihtiyar egelecek nesillere
yol göstermekten ibaret olan vazifesinden• dahi affe-
diliyordu. (manzumenin baş tarafı). Asıl dikkat edile-
cek nokt~. «Mazi ele bir taayyünü haiz midir?• suali
ile tarih, bir devam olmaktan çıkıyordu. Fikret ve ar-
kadaşları bu devam zinciri:p.i kabul etmiyorlardı. Evo~
lutianiste isyanlar şairinin bu hareketi yanmda sabır­
sız ve kavgacı Hüseyin Cahid'in bir çeşit siyasi kat'ı
münasebete benzeyen «Eskilere hiç bir borcumuz yok-

85
MlLLl ŞAİR

tur• cümlesi gerçekten çocukça kalır. Kaldı ki, Fikret


bunu tek başına yapmıyordu. Edebiyat-ı Cedide külli-
yatının bütün bir yanını yapan ahlaki protestoda bu
kendiliğinden vardı. Şüphesiz bütün bu şairler ve ro-
mancilar hakiki ilham anlarında eskiye ve milli olan
şeylere hiç dönmüyor değillerdi. Fikret'in bütün bir
mavaranın kapılarını zorlayan «Sabah Ezanı•, aruza
hakimiyeti sanatının büyük meselesi yapan şairin iki
<Müstefilatünl etrafında kendi kendisiyle giriştiği bir
bahse çok benzamesine rağmen 'rü:çkçede yazılmış na-
dir güzel dini aşerlerden biridir.
Halit Ziya baz{ hikayelerinde İstanbul'un bazı fa-
.kir iç sokaklarında bizden çok güzel şeyler yakalama-
ya muvaffak olmuştur. Tesalya zaferi Servet-i Fünun-
da geniş akisler bulur. Nihayet bu şair ve muharrir-
lerin hemen hepsi re.kamla 1908 deri sonraki devirde
Osmanlı inkırazına bir çınar veya başka bir sembo-
lün etrafında ağlayacaklardır. Fakat bütünüyle bakı­
lacak olursa zihni çalışma, çağrılar, ümitler ve niha-
yet davranışlarıyla insanın kendisi, belki zaruri şekil­
de yerli, fakat bizden uzaktırlar. Hepsinde iklim de-
ğişti:rmiş bir ağaç hali, bize ait çok esaslı bir şeyin
yokh.İğundan gelen bir tad ve sıcaklık eks'kliği vardı
ve bu eksiklik denebilir ki, hayatımızın üstüne en faz-
la eğilenierde bile bu hayatı kucaklamaya mani olu-
yordu.
Edebiyat-ı Cadide'nin kültür meselesi karşısındaki
davranışı, ·sonunda bütün hareketin intihanna benze-
yen ·Aşk-ı memnu,. da toplanmıştır, denebilir. Halit
Ziya «Kırık hayatlar• ın mukaddemesinde ve ondan
sonra bütün batıralarında bir çok Edebiyat-ı Cadide-
ciler gibi bu eksikliğe sebep olarak Abdülhamit san-

86
YAHYA KEMAL

sürünü gösterir. Bu sansürün ne kadar dehşetli oldu-


~unu ve bu nesle meselelerinin üzerine gerektiği gibi
eğilme imkanını vermediğini biliyoruz. Burada 18.
asır ansiklopedistlerinin bir çok mühim eserlerinin şu~
rada burada bir asır sonra ele geçen eserler olduğu­
nu hatıriatmağa bilmem l'Uzum varmı? Louis XV. dev-
rinin sansürü Abdülhamit devrinin sansüründen hiç
de aşağı değildi. Kaldı ki, bizim yokluğundan bah~et­
tiğimiz şey, bu meselelerio ·Rus romanında· olduğu gi-
bi açıktan açığa. münakaşası da değildir. Hayatın bu
eserlerin bünyesinde aldığı veya alamadığı şekil ve
üade tarzıdır. Zaten Türkçede muayyen meseleler üze-
rinde duran ve konuşan tek roman ·Mai ve siyah•,
Halit Ziya'nındır. Fakat o kadar asil ve temiz, yetişme
şekli ile devri ve fakirliğiyle bizden olan Ahmet Ce-
mil bile idealizasyonu ve küskünlüğü ile bizden ayrı­
lır. Şunu da söyleyelim ki, Halit Ziya'ya yapılan ten-
kitler fazla konuşmaktan, fazla tiksinmekten, etrafına
bir parataner gibi fazla yıldırım çekmekten başka ka-
bahati olmayan Ahmet Cemil'e ait. değildir. Halit Zi-
ya'nın asıl kaybı Ahmet Mithat Efendi'nin Rakım E-
f.endi'sinde o kadar tenakuz içinde başlayan ve kendi-
sinde :•Bir ölüiıün defteri• •Ferdi ve şürekası• 'ndan
beri bir kardeş, bir çeşit muammalı ve benzer gölge
gibi devam eden Ahmet Cemil'i bir yana bırakıp o
beyhude Hüseyin Nazmi'nin peşine takıldıktan sonra
başlar. Filhakika bütün ·Aşk.,.ı memnu•, ·Mai ve si-
yah• 'ta o kadar silik kalan bu kahramanın birdenbire
genişlemiş ve çağalmış hayatı gibidir. Meğer ki Bihter
Hanım'ın ve benzerlerinin -en yakın örneği Nihai ol-
mak üzere- giyinmesi için açılmış bir moda mağazası,
katlanndan birinde yerli manzaralada dansöz resim-

87
MtLLI_ ŞAİR

leri de satılan bir çeşit bonmarşe olmasın. Filhakika


'pek az roman eAşk-ı memnu,. kadar hayatı bir kaç
moda mağazasına ve eğlence yerinin uzak akislerine,
köksüz bir kaç hayal sukutuna indirmiştir. Bununla
beraber bu tomanın içtimai tenkit gayesiyle yazıldığı­
..nı biliyoruz. Sade başlangıcı değil, bütün yürüyüşü bir
boşluğu ve kaçışı göstermek içindir. Bihter, Adnan
Bey, Nihai; Behlül hepsi bir Madame Bova.ry'dir. Hiç
biri arandıklan yerde bulunmazlar. Yazık ki, bütün
bu Madame Bovary'lerin bovarizmi, Halit Ziya'nın bo-
varizmi ile birdenbire kaynaşır. Savcı her sayfada bi-
raz daha suçlulara yaklaşır ve nihayet onların sıra­
sından konuşmağa başlar. İşte Edebiyat-ı Cadide'nin
asıl karakteristiği burada, bu noktadadır. Bu hareket
Fikret'in bir şiiri ve Cahid'in bir hikayesinin adıyla
bir cCmr-i muhayyel• veya «Hayat-ı muhayyel• dir.
Asıl garibi, Gencourt ·natütalizminin ve Alphonse
Daudet realizminin, Bourget psikolojisinin Servet-i Fü-
nun romanında bu yüzden mihverinden uzaklaşması,
sadece bir üslup ve teknik meselesi haline gelmesidir.
Servet-i Fünun realizmi sahife üzerinde an ve zamana
yerleşmekten ileriye gidememiştir.
Edebiyat-ı Cedide daha en parlak devirde iken, bu
ede biyata karşı tepkiler başlamıştı. Burada eskinin ve
Muallim Nacl tantftarlannın hücumlanndan fazla
bahsedecek değiliz. Onlann gramer ve bilhassa dilin
bünyesi etrafındaki tenkitlerinde bile haksız olan bir
nokta vardır. Çünkü hakikatta onlar bu tenkitlerle es-
kinin dehasını, kültürün devam etmesi gereken tara-
fını değil, bir alışkanlıklar silsilesini müdafaa ediyor-
lardı. Kaldı ki, büyük manasında sentaks hareketi, sa-
nat kıymetini haiz geniş Türk nesri ile beraber "~;>iraz

88
YAHYA KEMAL

da Fikret ve arkadaşlannın eseriydi. Edebiyat-ı Cadi-


de'nin dil tasarrufu başka türlü bir tenkide, eskiye dı­
şardan ve içerden başka türlü bakan bir g(ızün, garb-
lı Türk gözünün tenkidine muhtaçtı. Buna ileride dö-
neceğiz. Zaten onu tenkit edenlerin çoğu, başta Ah-
met Mithat Efendi olmak üzere, mesela Fikret'in:
Sakin bir akşamın tutuk-ı. erguvanını

derken Türkçede yaptığı şeyin yabancılığını belki his-


sediyorlar, fakat hareket noktaları ayrı olduğu için sa-
dece bir kaideperestliğin müdafaasını yapıyorlar, ya-
hut güzel Türkçe narnma bir çeşit iptidailiği, ruh ba-
sitliğini istiyorlardı. Nesirde de böyleydi. Hala aramız­
da ·Ömer'in çocukluğu• nu beğenenler ve Türk nesri-
nin onun getirdiği masum hadlerde kalmasını isteyen-
ler vardır. Burada unutulan şey, aslında hiç de fena
olmayan bu eserin asıl meziyeti, Naci'nin kendi haya-
tından olduğu gibi bahsetmiş olmasıdır; Bu küçük
eserle kendisini etrafa bu kadar kabul ettiren muhar-
ririn bir de Therese Raquin tercümesine bakın! O za-
man birdenbire bayrakların ters yüzüne döndüğünil
göreceksiniz. Bu hazimetin sebebi elbetteki Türkçenin
yeter derecede işlenınemiş olmasıydı. Servet-i Fünün'-
da çıkan tercüme romanlarla -Bourget, Alphonse Dau-
det, Pierre Loti'den- Then~se Raquin'in ufak bir mu-
kayesesİ dilin iki nesil arasında yaptığı sıÇramayı en
iyi gösterecek örnektir. Servet-i Fünün eline geçme-
den evvelki Türkçe, ne dış alemi, ne de psikolojik
dünyamızı ifadeye kafi değildi. Bu bakımdan hakiki
büyük gramercinin, Hüseyin Cahit'in bu hareketin
içinde doğması kadar tabii bir şey olamaz. Ayni şeyi,
daha evvel de Türkçeye tercüme veya adaptasyon,
cAyyar Hamza,. gibi bir Şaheser kazandıran Direktör
89
MtLLt ŞAİR

!Ali 13eyin Mecmua-i Ebuzziya'da çıkan cNouvelle He-


loise,. tercümesinde görürüz. Bu tercüme belki de
tercüme edebiyatımızın okunınası en imkansız eserle-
rinden biridir.

Hüseyin Rahmi
Romanlarında natüralizmden sık sık bahsettiği
için kah Zola'ya ve kah aalzac'a benzetilerek Edebi-
yat-ı Cedide karşısına çıkanlan Hüseyin Rahmi roma-
·nı, istenirse şÜphesiz daha muvaffakiyetli gÖrülebi-
lir. Fakat Hüseyin Rahmi'yi, ne dereceye kadar Ede-
biyat-ı Cedide üslübunun tamamiyle dışında addede-
biliriz? Biraz tasvire veya psikolojiye girdiği zaman
.. ş:;.psevdi•. muharririni hemen hemen Halit Ziya'nın
~ilmizleri arasında, biraz daha süzülmüş ve biraz da-
ha Namık Xemal'e yakın bir dille konuşur görmemek
mümkün değildir. Hayat karşısındaki davranışında da
Edebiyat-ı Cedide'ninkini ancak cevaplandınr, fakat
değiştirmez. Yahya. Kemal'in dediği gibi Edebiyat-ı
Cedide yerli h~yatı idealize ediyordu, Hüseyin Rahmi
~se bu hayatın tehzili idi. İkisi de bir heykelin müs-
bet ve menfi kalıplan gibi aynı mihverin üzerinde do-
laşıyorlardı. Halit Ziya Raci'si ile eskinin döküntüleri-
ni, bu döküntüye yataklık eden Tercüman-ı Hakikat'-
in hicvini yapmiştı. Hüseyin Rahmi'nin vaktinde neş~
redilmeyen •Şıpsevdi· si bu .hicvin bütün Edebiyat-ı
Cadide'yi ve ·yenilik aşıklannı hedef alan karşılığın­
dan başka bir şey değildi. Fakat bu zalim ve itiraf ede- ·
lim ki çok eğlenceli hicvin yanında ne eskisinin mü-
dafaasını yapıyor, ne de milli hayatın her hangi bir

90
YAHYA KEMAL

güzel tarafını, bir özünü ortaya koyuyordu. Acı ka-


nun rüzgarianna benzeyen sert bir nihilizmde zengin,
fakir, eski ve yeni hep birden dağılıyordu. Bütün bun-
lan idesini gözönünde tutarak söylüyorum .. Bu hicvin·
bayağılıklanndan, orta oyunundan gelen hazır başa­
nlanndan, Balzac ve Zola şöyle dursun, Courteline'e
dahi yaklaşamayan P~ul de Cock romanıyla üçüncü
derecede vodvil ve Fars arasında sallanan mizalımdan
bahsetmiyorum. Şüphesiz Hüseyin Rahmi'nin bir ko-
nuşma dehası vardı. Ve eşhasını konuşttirurken soka-
ğı en tuhaf tarafıyla almasını biliyordu. Mesela bu
konuşmayı Parisli bir komedi muharririyle iyi bir mu-
kayese bize az çok halkımızın mizah çeşnisini, daha
doğrusu İstanbul'lu mizahı verebilir. Fakat bu kadan
büyük romancı olmak için kafi midir? Bu daima so-
rulabilecek bir sualdir.
O kadar çok sevilen ve bir devir yapan «Mürebbi-
ye,. hakiki bir vodvilden başka bir şey değildir. «Bir
muadele-i sevda,. 'yı hemen hemen aynı sanatın niza-
rnı idare eder. Ancak «Şıpsevdi» dedir ki, vodvilist
doğmuş muharrir, romancı olur. Hayata az çok yer-
leşir, hatta daha ileri giderek romancı vizyonunu ka-
zanır. Şıpsevdi'nin başındaki tramvay sahnesi lüzum-
suzluğuna rağmen, romanın bütünlüğünü çok latif
ve manalı bir komikte verir. Böylece ağlayan çocuğuy:
la, imrenen gebe kadınıyla, bir semt halkının neş'esi
ve sabırsızlığı arasında giden şey hakikatte bir tram-
vay değil, o zamanki derbeder ağır aksak hayatımızın
kendisi, uçurumun başında imparatorluktu. Hüseyin
Rahmi'nin istidadı kadar şaşırtıcı istidat yoktur. Tiyat-
ro, hareket noktası olan Mithat Efendi'ye, «Eyvah•
muharririne döner.

91
MıLLİ ŞAİR

Bütün bunlarla Hüseyin Rahmi'yi inkar etmek, ne·


de küçültmek istiyorum. Hatta edebiyatımızda sürüp
giden haksız ve lüzumsuz münakaşada popülizmi mü-
dafaa ederken verdiği cevaplara değilse bile muhak-
kak bir çeşit yanlış anlamaya dayanan natüralizmi-
ne ait masalı da bir kalemde yıkabileceğime inanmı­
yorum. Çocukluğurnun cazip hatıralan içinde cŞıp~
sevdi· nin kahramanlan, «Kuyruklu yıldız altında bir
izdivaç•'ın Emeti Hanım'ı ile beraber büyük, renkli
ve tatlı' bir orta oyunu, bir karnaval gibi zaman za~
man beni yakalar, her şeyin tuhaf ve mantık dışı ol-
masıyla, her şeyin güzel ve rahat, her şeyin kaı:ikaha­
larla sarhoş olduğu bir dünyaya, cahil kadınların şa­
irlerle münakaşa ettiği, Schopenhauer felsefesinin
Arap kalfalarla uşakların çok perde dışı münakaşala­
nna zemin teşkil ettikleri bir dünyaya taşırlar. Fakat
bütün bunlar bana Zola'nın bu kadar mesut bir dün-
yada yaşamadığını, scientiste sanatının mantık ötesi
addedilebilecek hiç bir şeyi mümkün bile addetmedi-
ğini, alkolün bu cehennemde irsiyet kadar rol oyna-
dığını, cinayetin, ölümün, hı~s ~ve kinin hal<iki ve za-
lim çehrelerini bir kerre bile bırakmadıklarını, niha-
yet ·Assomoir,. in ve •Nana• nın, «Hakikat• in, hatta
«Toprak,. ın vodvil ve Farsa hiç benzemediklerini, tam
aksine edebi nevilerinen yükseği olan destana yaklaş­
tıklarını unutturamaz.
Şüphesiz HÜseyin Rahmi'nin sapatında popülizm
esastır. Fakat· bu popülist nadir olarak halkın karşı­
sında bir kalbi olduğunu hatırlar hatta onu bulması
jçin. ta Birinci Cihan Harbi tecrÜbesine kadar bekleme-
miz lazımdır. Hakikatta insaniann kendi gülünçlükle-
rini seyretmekten hoşlanan tarafianna hitap eden bir

92
YAHYA KEMAL

!lluharrirdir. Ermeni vatandaşlarımız nasıllatü Türk-


çelerini ve şakacı mizaçlarını, seyretmek için rahmetli
Hazmi'a, yahut Naşid'e, onların bugünkü halefierine
tercihan gittilerse ve gidiyorlarsa halkımız da yoksul-
luklarını o kadar tuhaflaştıran bu muharriri öyle sev-
di.
Daha ziyade Tercüman-ı Hakikat etrafında topla-
nan bu itirazlara-Ahmet Rasim, Ali Kemal ve Namık
Kemal edebiyatının devamı olan romancılan ve orta
yerde bitiveren eski ile yeni arasındaki şairleri bir ta-
rafa bırakıyorum- İkdam'ın etrafında daha temkinli
ve daha uzak yoldan bir üçüncüsü katılır. Bu Suavi
ve Ahmet Vefik Paşa ile başlayan, Prof. Fuat Köprü-
lü'nün tabiriyle tarihçi ve dilci türkçülüğün sesidir.
Burada artık dil ve sanat meselesi ikinci derecede ka-
lır. Asıl mesele her ikisini de kendiliğinden cevaplan-
dıracak edebiyatımızda hala devam eden kaynak me-
selesidir. Ziya Gökalp'ın ve Fuat Köprülü'nün çalış­
malarına kadar Türkçede Binbaşı Necip Asım Bey'in
pembe kağıt üzerine basılmış «Türk tarihi» kadar ge-
niş ve devamlı tesir yapan bir kitap pek azdır..Kısmen
Leon Cahun'den tercüme edilmiş olması, Garblı kay-
naklannın ve müellüinin Şark menbalarına kafi dere-
cede vakıf olmamasından gelen hatalar, hiç bir şey bu
tesirin ehemmiyetini gideremez. Bu iyi kalpli hocanın
eseri, arkadaşı Veled Çelebi'nin tenkitleri· gibi yeni
bir edebi devreyi açar. Fikret'in halka mahsus bir ede-
biyat müjdesi gibi selamladığı Mehmet Emin Bey'in
hece vezni şiirleri bu hareketi hemen hemen anında
destekler · (3).

3. Türkçe şUrler (İstanbul 1900).

93
MtLLl .ŞAİR

«Fecr-i Ati» topluluğu


1908 inkılabının hemen ertesinde aynı neslin için-
de muvazi hareketler gibi olan bu tapkilere kendile-
rinden sonra gelen neslin hareketi karışır. Fecr-i Ati
beyannamesi Edebiyat-ı Cadide'ye karşı gizli ve hür-
metkar ithamlardan ileriye gitmez. Sadece hayat kar-
şısında daha ciddi ve alakah olmayı, şiiri ve edebiya-
tı daha derinden almayı, yeninin peşinde olmayı, hat-
ta bir çeşit scientisme'i vadediyor, ayrıca bazı yeni
örnekler gösteriyordu -Azası arasında bir kimyager,
bir iki dok.tor vardı- Bu çok ciddi iddialara ve edebi-
yatımıza o kadar derinden damgasını vuracak bir kaç
unsuruna rağmen, bir iki sene ancak devam eden bu
hareketi, umumi şeklinde hiç olmazsa gerek dili ve
gerek davranışı bakımından Servet-i Fünun'un deği­
şik devaını gibi görmemek mümkün değildir. Edebi·
yat-ı Cedide şiiri, biri Cenab'da, öbürü Fikret'te asıl
temsilcilerini bulmak şartıyla Parnasse'ia . Symbolis-
me'in arasında kalmıştı. Tabiatiyle her iki taraf ta
birbirinin sahasına az çok geçiyorlardı. Fikret konuş­
ma dilinin peşinde .bir taraftan manzum hikayeye gi-
derken -belki de asıl sentaksı bu nesre benzeyen şiir­
de genişlettik- birdenbire Yağmur'la sembolist şiire
o kadar yakın olan· bir empressionizme ermiş, ayrıca
da büyük istiareli bir ifade dili bulmuştu. Bizzat re-
simle meşgul olması, zaman zaman hakikatan renk ve
akis yüklü bir dil kullanmasına imkan vermişti. Buna
mukabil Cenab hiç bir zaman Fikret'in virtüozluğuna
arişmemekle beraber işlenınemiş mücevhere benze-
yen keli~elerle doldurduğu çok muntazam ve şekil ba-

94
YAHYA KEMAL

kırnından müsamahasız manzumelerde pamasse'a


yaklaşmıştı.
Halit Ziya ve arkadaşlan realizmle natüralizm
arasında idiler. Yeni gelenler de küçük hikaye ile Ma-
upassant, daima Flaubert'in ve Madame Bovary'nin
başta, bulunduğu bu örnekler arasına girecek, ayrıca
bu gençlerin hiç olmazsa Em istidatlılarından üçünün
Müfit Ratıp, $ahabettin Süleyman ve Yakup Kadri
Karaosmanoğlu'nun muhayyeles~ni İbsen, sert şiir ha-
vasıyla. ve patolojiye kaçan realizmiyle işgal edecek-
tir. Bu nasirlerden ilk ikisi bir uçan yıldız kadar ça-
buk ufkumuzdan geçtiler ve vakitsiz ölümlerindeki
kaybımızı ancak hissettirecek bir eser bıraktılar. Mü-
fit Ratıp tiyatro ve tiyatro tenkidi için bÜyük bir ümit-
tL Denemeci, polemist ve henüz baŞlangıcında drama-
türj, tenkit ve edebiyat tarihinde sezişler dolu, Şaha­
bettin Süleyman daha dinamik, daha atılgan ve daha
derin şekilde ufuk araştıncı idi. Nietzsche ile İbsen'­
den hızlanan bedbinliği, alkolizmde ve parlak bir ev-
lenmeye rağmen devam eden hayatının derbederliğin­
de kuvvetli bir zemiri. buluyordu. Haşim'in. bir maka-
lesi bize bu çok erken ölen muharririn devrini nasıl
tesiri altmda bıraktığını gösterir. Bununla beraber
Türk nesrinde asıl büyük hamle Refik Halit'le Yakup
Kadri' den, birincisi daha o devirde şahsiyetini sadece
polemikte ve politikada gösterdiğine göre, bilhassa so-
nuncusundan gelir. ·
Daha Servet-i Fünun devrinde meşhur bir maka~
leyle, (4) Fikret'in hastalığını kan azlığıyla teşhis et-

4. ·cBir müla.Iuu:u-, Servet-ı Fllnun, nr. 429, s. 195-197


(20 Ma.yıs 1315).

95
MtLLl.ŞAİR

tiği edebiyatımızı İstanbul'dan ilk çıkaran odur. Bu


hakiki bir açık hava kürüne benzer. Peyzaj, muhit,
insanlar, her şey birdenbire değişir. Daha .-Bir seren-
caın• dakf hikayelerde biz zaman zaman huzursuz
hatta ağressiv, hazperver, fakat garip şekilde zibni ve
santimantal, büyük inkarlann arkasından eşyaya ve
insana bakmasım bilen, tek bir çehrede bütün bir içti-
mai anketi tamamlayacak bir muharrirle karşılaşınz.
Biraz sonra yine ayni şekilde hazperver, itiyatlarına.
düşkün, en basit görünüşlerin akıl almaz tarafını ya-
kalayan Refik Halit, Anadolu'ya nefyedilir ve Birinci
Cihan Harbinin ortasında bir ·yığın lezzetli acılıkla
döner.
Nesirde ve bilhassa hikayedeki bu değişmenin ya-
nı başında Haşiin'le şiire gelen şey daha az mühim
değildi. O da ilk bakışta Servet-i Fünun'un bir varisi
sayılabilirdi. Hatta dilde Refik Halit'ten ve Yakup'tan
daha ziyade Servet-i Fünun diline bağlıydı.
Berikiler lügati az çok hafifletmişler, üsllibu kita-
bilikten, realizmi zihni bir icad olmaktan kurtararak
kendilerine daha yumuşak bir dil bulmuşlardı. Haşim
bunu Fikret'in ve Cenab'ın şiir dilinden, Parnasse na-
zariyelerinden ve şekil mükemmeliyeti arzusundan
gelenbütün sertlikleri hertaraf eden tatlı bir acemilik
sayesinde yapar. Fakat Haşim sade dil değild:r. O, ay
ışığından bir halı gibi irreeli örmesini biliyordu. Şa­
yan-ı dikkat bir çağnşım sistemi ve ihsaslar arasında
yer değiştirmeler oldukça malıdut bir kaç ana kelime-
nin etrafında günün bütün saat ve manzaralarını,
kendi intibaksız ruhunun hayret ve Clişişlerini yalnız~
Jığı ve sebepsiz kederleriyle bu örgüye bir peri masa-
lı gibi geçiriyordu. Bu yan uyanık bir şuur altının bir

96
YAHYA KEMAL

mınltıya çok benzeyen beklenmedik değişmelerinde


gözünde büyük lazzetler aldığı ürkek ve yer yer vah~
şi akislerle dolu musikisi gibiydi.
. Haşim daha ilk manzumelerinden biri olan •Şi'ir-i
Kamer- lerde ve edebiyatımızda o kadar yeni o dört
sonnet'nin Nietzsche'yi ·çok hatırlatan isyanında lüga~
tinde hemen hemeri hiçbir değişiklik yapmadığı Ser-
vet-i Fünun dilini sanki perdenin öbür tarafına geçir-
mişti. ·

Tevfik Fikret
Bununla beraber Fecr-i Atinin getirdiği değişiklik
devrin asıl ihtiyacını karşılayamazdı. Her akidenin giz-
li ve aşikar m üdafaasının yapıldığı otuz senelik bir
susuştan sônra hemen herkesin birden konuştuğu ve
Aristo'nun tabiriyle içtimai veya politik · mahhikun
<ilave· ede~im, iki ayaklı ve tüysüz) asıl fonksiyonunu
gerektirdiği hürriyeti kazandığı bir devirde edebiyat,
sadece bir üsllip ve edebiyat meselesi olarak kalamaz-
dı. İster istemez politika ve ideoloji işin içine girecek-
tL İlk işaret Haşim'in eDiyorlar ki· de ·Meşrutiyetle
asıl· iktidara gelenler onlar değil miydi?· diye tariz
ettiği Servet-i Fünun saflanndan, daha doğrusu Fik-
ret'ten geldi. Filhakika o, ne Halit Ziya gibi meşruti
bir idarede mabeyn başkatipliğini kabul etmek sure-
tiyle birdenbire tarafsız memur olmuş, ne de· Cahit
gibi doğrudan doğruya politikayı ve gazeteciliği be-
nimsemişti. O, bir düşüncenin adamı olmak istiyor-
du. Şurası da var ki bu içe dönük, her lahza danlma-
ğa hazır adamda bu düşünce, başından itibaren, ya-

97
MtLLt ŞAİR

hut hiç olmazsa ·Bütün bu toprakta yaşayanların ha-


li• dediği andan itibaren hazırdı. Sekiz sene süren
uzun süklit devrinde bir taraftan neşretmemek üzere
yazdığı manzumeler sayesinde eski sembolizminden
kurtulan ilhamı ·Sis•, •Hemşirem için• gibi manzume-
lerde hitabet sanatının bütün unsurlarıyla, bir yığın
dil pürüzleri, hattal aksayışlan arasından bir eski
trajedi korosu gibi döğünen yeni bir safhaya girmişti.
Öbür yandan da belki bazı dostluklar veyahut oku-
malarla bu yeni sanatın .nüvesini teşkil edecek olan
ana fikir derinleşmiş, hatta tabir caizse çatallaşmıştı.
Fikret, bütün içe dönükler gibi gözleri ve jestleriyle
bağlananlardandı. •Tarih-i kadim• in bir kurban bay-
ramı tesadüfüyle yazılmış olması hiç bir şeyi izah et-
mez. Bütün masele 1905 te Fikret'in bu isyana hazır
olmasıdır. Ebu'I-Ala Maarri'den sonra şark şiirinde
buna benzer bir isyan görülmez.
Meşrutiyeti selamıayan ilk coşkun, sevinçli man-
zumelerden sonra bu isyan, ancak çatallaşma tabiriy~
le anlatabileceğimiz şekilde geleceği gözönünde tutan
yeni bir safhaya girer.
Teknik terakkilerinin, elektrik ve diğer icatlarının
karşısında şaşırmış, zekasma tapmağa başlayan pozi-
tivist ve scientiste ondokuzuncu asırdan başka bir şey
olmayan bu davranış, ·Hallik'un amentüsü,. nde bütün
ütopyasını: oğlunun nesli adına sıralar. Gariptjr ki, bu
sarih pozitivizm Avrupa'da Aguste Comte'un, Berthe-
lot'nun, Renan ve Taine'in fikirlerine karşı spiritüalist
Boutroux'nun ve Bergson'un aksülamelinin başladığı,
~
insanlığın, gelt;ıceğin kendisine sakladığını düşünerek
ürperdiği, neoltatolisizmin ve hidayetlerin adeta moda
olduğu bir devirde başlar. Bu da .gösteriyor ki tarihte
\

98
YAHYA KEMAL

zaman bazan hususileşen bir ümit olur. Bununla bera-


ber daha «Rübab,. devrinde sakatın çalışma payının
sağlarnın üstüne düştüğünü söyleyecek kadar insan ta-
lihinin sefalet ve imkansızlıkianna eğilen şairin, 1908
deki sevinç humması geçer geçmez rasyonalist düşün­
cede selamet çaresini araması çok tabii idi. Fakat Fik-
ret sadece bu ütopinin adamı değildir. Yukarda bah-
settiğimiz şiirde «Ramazan sadakası» çalışma payın­
dan bahsetmesiyle merhameti dini zeminden kopar-
mış, içtimai bir borç arkasında vicdan azabmm ve hür
düşünce sorumluluğunun beklediği bir mükellefiyat
yapmıştır. «Ramazan Sadakası» ile «Hahik'un Defte-
ri,. arasında asıl dini isyanı olan «Tarih-i kadim» -is-
terseniz Abd-i atik veya Tarih-i mukaddes deyin daha
doğru olur- vardır. Bu manzume ile Fikret Türkçede
uhlhiyete karşı insan oğlunun büyük davasını açtı,
denebilir. Nitekim tam müslüman olan, imanını ne ta-
savvuf, ne de panteizmin şaşırtmadığı :Akif hiç aldan-'
mamış, ustasının bu son eserini en sert şekilde karşıla­
mıştı. «Tarih-i kadim» in biri Akif'in hücumuna cevap
veren, öbürü «Halıik'un defteri,. ni bitiren «Gökten ye-
re» manzumesi olmak üzere iki zeyli vardır. «Molla Sı·
rat,. 'a cevapta Fikret, Mehmet :Akif'in itharnıarına
karşı bütün bir mazlumluk tabiyesiyle cevap verir ve
sonunda inkarını kendini de yıkan şahsi bir tecrübe
gibi tekrarlar. «Gökten yere,. manzumesinde ise daha
filozof ve daha sarih şekilde ondokuzuncu asır ve He-
gelien diyebileceğimiz şekilde banşçıdır. Filhakika bu
manzume hristiyanlıkta o kadar mühim yeri olan ilk
günah fikri etrafında bütün bir ıtlak ve azadi felse·
fesidir. Bizzat Gökyüzü, yani Allah, insanlığın tecrübe-
sini yeter bulmuş, onu affetmiş, ona hakkı olan yeri,

99
MlLLI ŞA!R

sanki yine tarihi mukaddeste Adem'in ilk günahtan


evvelki yerini, fakat başka şekilde bahş etmiştir. Bu
insan oğlu narnma bir çeşit terk-i saltanata benzer.
Burada Fikret'in bu fikirlerinin kaynağını arama-
mız imkansızdır. «Tarih-i kadim» in ve zeylinin çok
hınçlı inkannda «Dieu c'est le mal» <Rab şerdir}, di-
yen anarşist Prudhomme'den başlayarak Leeonte de
Lisle'e kadar bütün ateler silsilasinin ·Halük'un defte-
ri,. inde ise bütün pozitif düşüncenin hissesi olduğunu
söylemekle yetinelim. Yalnız iki noktaya işaret etme·
miz zaruridir. Bunlardan birincisi gerek «Tarih-i ka-
dim» ve zeylinde gerek «Halük'un defteri,. nde Fikret'-
in Tf'vrati lisaru ve teolojik lügati çok iyi bilmesidir.
İkincisi de «Halük'un defteri" nin Osmanlı bayrağıyla
açılması ve meşhur çınar manzumesinin bu kitaı;>ta ol-
masıdır. Bilmem burada, Pikret •Halük'un defteri»
nin, düşüncesinin rn.uayyen bir devri olarak alınması­
nı istiyordu, demek fazla bir tefsir olur mu? Çok
mümkllndür ki Pikret'te şüphe, yetiştiği devrin ana
kitaplanndan biri olan «Hayat-ı İsa ... ile başlamış ol-
sun. «HalO.k'un amentüsü,. nde ise dolayısıyla da olsa
Renan ve Berthelot'nun tesirleri muhakkaktır. Nite-
kim Fikret'in Satı Bey'le dostluğu ve hocalığa kendist-
ni vermesi gelecek insanlığın selametini sadece bilgi-
de ve tahsilde gören «Zekfmın istikbali,. muharririne
kolaylıkla bağlanabilir. Daha Servet-i Fünun devrinde
Coppe'nin romanı için yazdığı makaleden de görülece-
ği gibi Pikret'te da.ima sosyalizan bir taraf, adalet ve
hak ineselesini daima ortaya atan bir duygulanma
temayülü vardı. ·Başka bir cemiyette Fikret belki bu
yolda daha bariz bir şekilde yürürdü .. Meşrutiyetten
sonra birbirini .takibeden milli felaketler cemiyetin

100
YAHYA KEMAL

resmi bünyesine karşı onun daha sarih vaziyet alma-


sını önlemiş olabilir. Hakikat şu ki Fikret'te iki davra-
nış birbirine karışır. •Rübab'm cevabı· ile •Ferda.»
dan itibaren cemiyette her ileri davranışı selamlayan,
etrafa şevkli ve güvenli öğütler, dilekler yağdıran şa­
ir, genç nesli kanadı alt~na alan pedagog, hemen he-
men Namık Kemal'in yerini tutmak ister gibidir. ·Ha-
luk'un defteri• nde de mühim bir yer tutan bu vatan-
perver ve terakkici santimantalizmin -Namık Kemal'-
de de terakki fikri, yani ondokuzuncu asır hakimdir,
Meşrutiyetten sonra belli başlı tek siyasi teşekkülün
adı İttihat ve Terakkidir- yanbaşmda daha «Sis• ve
cHemşirem için• şiirleriyle başlayan bir· peygamber
edası ·Tarih-i kadim• in ve ·Ha.IUk'un defteri· nin asıl
bariz tonu olur. Yukarda saydığımız manzumeler,
•Promete» manzumesi •Resmin önünde» ve ·Hilal-i
Ahmer• bu iki tonun birbirine karıştığı eserlerdir. Bu
·devirde Fikret, Camus'nün sonradan, •İsyan eden
adam,. adım vereceği edebiyata ne kadar aşinaydı,
bunu tahmin etmek güçtür. Fakat muhakkak olan bir
şey varsa, bu son tarafıyla Fikret'in bu isyana eski
devreden kalmış olan bütün bir santimantal davranış~
lar ve fikirlerle karışmış olmasıdır.
Üzerinde durulacak bir mühim mesele de bu man~
zumelerin Türkiye'de oynadığı rolün ehemmiyetidir.
Fikret'in hayatında aleni şekilde neşredilmiyen eTa-
rih-i kadim» ve •Molla Sırat'a cevab,. a karşı resmi
takibatm yapılması .şöyle dursun Akif'in sert cevabı­
nın münevver züınrede uyandırdığı tepki, bu manzu-
melerin Fransa'da mesela Renan'ın •İsa'nın hayatı ..
nın neşrine benzeyen bir rol oynadığını göst-erir. Gala-
tasaray Müdürlüğü macerasında ·Tarih-i kadim,. in

101
MlLLl ŞA!R

hissesi nedir? Bunu pek bilmiyoruz. Fakat böyle bir


tepkiyi tahmin etmek hiç de yersiz değildir. Filhaki-
ka Satı Bey'in Derg:ah'ta neşrettiği cFikret'in istifala-
n» nda Galatasaray Müdürlüğü meselesinin mecliste-
ki münakaşalanndan birinde Emrullah Efendi'nin «Be-
ni kızdırln.ayın, yoksa Tarih-i kadim'ini kürsüden okU-
rum,. şeklinde verdiğini naklettiği cevap Fikret'in res-
mi hayatında bu manzumenin büsbütün akissiz geç-
mediğini gösterir. Bu tepkiye hiç olmazsa Akif'in şid­
detli cevabına rağmen Fikret ·Tarih-i kadim» in açtı­
ğı yolda devam etmiş, aynca •Hallik'l!n defteri,. ni
bugünkü şekliyle neşretmiş, buna rağmen etrafında­
ki saygı azalmamıştır. Bu biraz da fikri hayatın layik-
leşmesi demekti.
Hiçbir şair hatta eski şiirle başlayıp sonra onu
terk eden .ve her. fırsatta aleyhinde bulunan Namık
Kemal de dahil, Fikret'in bu son devresi kadar kendi
getirdiği his ve hayal alemini bütün estetik nizamıyla
beraber yıkar görünmez. Bununla beraber bu aksüla-
mel bir bakımdan Servet-i Fünun'un yaptıklannı, bir
çok unsurlannı parantezin dışında bırakmak suretiy-
le de olsa tamamlar gibidir. Filhakika bu edebiyatı
dolduran bütün o susma suikastleri, o kaçışlar ancak
bu mütereddit inkarda manasını bulur. Bu da göste-
rir ki Servet-i Fünun büyük ve kuvvetli tarafında Fik-
ret'ti.
Fikret'i tam bir ateizmde ve tarih düşmanlığında
görebilir miyiz? l)ence Fikret daha ziyade sensitif,
anianna yapışan, onlan tüketane kadar yaşıyan
adamdı. Şiirini ömrünün tesadüflerinden çıkaran bu
şairde ihsaslar, fikirler daima birbirlerine doğru deği­
şerek genişliyordu.

102
YAHYA KEMAL

Mehmet Akif'in bu isyanı büyük bir şiddetle kar-


şıladığını söyledik. Tekrar edelim ki kelimelerin sa-
bun gibi kaydığı fikir hayatımızda yalnız onun gibi
muayyen .bir akidenin mümini olanlar bu manzume-
deki fikirlerin ehemmiyetini ölçebilirdi. Fikret Tanzi-
mat'tan beri gelen bir aynlış ve kopuşu, müphem ve
ide~list davranışlar sahasından çıkanyor, cemiyetin
temellerinden biri olan din müessesesine karşı bir si-
lah gibi kullanıyordu. Bununla beraber Fikret'le til-
roizi konuşma diline yakın, hikayenin ve hitabetin bü-
tün unsurlannı toplayan bir şiir tekniğinde çok başka
bir noktada daha birleşir, ikisi de Garbcı binaenaleyh
terakki adamıdır. Fakat tezada bakın ki, fikri terbi~
yesini biyoloji ile yapan Akifin garbçılığı daha ziyade
Cevdet Paşa'nın devamına benzer. Bu itibarla eserini
cMedeniyetçi.. kelimesi ile ifade etmek daha doğru
olur. Fikret ise henüz müphem hamlelerden ve müte-
reddid ve tekliflerden ileriye gitmemiş, ancak tercü-
meler ve küçük kitabiyat yazılanyla asıl tekliflerini
yapan ilirnci hareketi açıkça benimsemiş, son sözü ade-
ta baştan söylemişti. Asıl garbçı odur. Söylerneğe ha-
cet yok ki Meşrutiyet yıllannda Tevfik Fikret,. Abdul-
lah Cevdet'in İçtihad'ı ile Satı Bey'in Talim. ve Terbi-
ye'si arasındadır.
Akif ise 31 Mart hadisesinde tesiri bulunduğu söy-
lenen Sebilü,r-reşat'dır. Hatta onun ~ı kemiğidir. Si·
yaset dışı ahlaki bir vaız olan ve bu gazeteıle zaman·
zaman bazı hadis ve ayet tefsirleri ·etrafında ahlaki
nasihatlerini veren Mehmet J\kif'in nesir eserleri üze-
rinde henüz çalışılmaınıştır. Bu itibarla Cevdet Paşa•
nın medeniyetçiliğine tslamcılığı da ilave gerekir. Se·
bilü'r-reşad 1908 de çıkar. Abdullah Cevdet'in mecmu~

103
MtLLt ŞAİR

ası ondan çok evvel dışarda neşredilmiştir. «Tarih-i


kadim• in yazılma tarihi ise 1905 tir.
Mamafih careyana istenirse Sadullah Paşa'dan da
başlanabilir. Görülüyor ki bu iki temayülü çok uzakla-
ra götürmek daima kabildir. ·

Türkçülük ve Turancılık

Üçüncü cereyan 1911 yılında çıkmakta olan Genç


; kalemler mecmuasına Ziya Gökalp'ın katılma,sıyla
büsbütün başka şekilde kuvvetlenan Türkç~ük ve Tu-
rancılık hareketidir. Daha Abdülhamit devri zama-
nında Hüseyinzade Ali Beyin bu gizli hareketin bü-
tün siyasi gayesini hülasa eden bu sonucu kelime ·ile
bir manzume yazdığım biliyoruz. Ziya Gökalp da ha-
reketine bu kelime ile yazdığı bir şiirle başlar. Fikir
olarak Qenç kalemler başlangıcında veya ilk müteşeb_.
hislerinin düŞüncesinde Edebiyat-ı Cedide veya Fecr-i
Ati'nin yaptıklanna daha sade bir dille devamdan
başka bir şey değildi. Ali Canip terkipsiz veya nisbe-
ten ayıklanın!_ş bir dille sembolistlere yaklaşan şiirler
yazıyor, sonradan bir çeşit popülizmde ve iÇtimai hi-
civde istidatını tüketecek olan, hareketin asıl yaratı­
cısı Ömer Seyfeddin ise fazla aristokrat bulduğu ken-
dinden evvelkilerin dil ve davranışlarından aynlarak
daha saf, taşra realitelerine daha uygun, bilhassa ak-
sülameli üç vilayetteki Komiteci faaliyetinden geldi-
ğine göre daha şiddetli, oraların alıvaliyle daha yakın­
dan meşgul bir hikaye tarzının peşindeydi.
Her ikisinde'de bütünüyle dilin ve kültürün bün-

104
YAHYA KEMAL

yesine yöneltilmiş şiddetli bir polemikten başka bir


şey yoktu.
Bu polemik başta Fuat Raif Bey olmak üzere Zi-
ya Bey'in tasfiyeci dediği birkaç muharrir tarafından
dil sahasında biraz daha kuvvetleniyordu. Ziya. Gök-
alp'ın katılma~ıyla hareket birdenbire genişler ve ede-
bi olduğu kadar Osmanlı terkibine karşı yöneltilmiş
siyasi ve içtimai bir hareketin organı olur. Evvela
milliyet meselesinde belki de işi, Leon Cahuri'un kita-
bının açtığı zaviyeden aldığı için ırkla karıştırmak ve
hatta bütün Ural ve Altay kavimlerini tek bir aile
yapmak suretiyle büyük bir anakronizme sebep olu-
yor, sonra da Türkçenin Yunus'tan ve Ahmet Paşa'­
dan beri kazandığı her şey, ahenk ve şive ile beraber
dilin ve ırkın menşelerini birdenbire hatırlayan daha
doğrusu öğrenen bir nesil tarafından inkar ediliyor.
Ziya Gökalp Bey'in doğrudan doğruya mesul ol-
madığı bu sert ve realite ile uygunluğu şüpheli gö-
rüş, yahut ideoloji ile beraber· uzun zaman türlü şe-
·killerde sürüp gidecek bir kaynaklar meselesi mey-
dana çıkıyor, öbür yandan Vefik Paşa'nın «Microme-
gas,. tercümesinde düştüğü hata daha yaygın şekilde
tekrar ediliyordu. İşin garip tarafı Rusya Türkleri Kı­
nm'da ve Azerbaycan'daki neşriyatlanyla bizim Türk-
çemize doğru gelirken, biz gerisin geriye o lehçelerin
ve diğer oymak ve teşekküllerin bizim konuşma ve
yazma şivemize göre çok iptidai lüga.tine, hatta daha
fenası Orta Asya örfüne gidiyorduk.
Halide Edip Hanım gibi cins bir sanatkarın bu sıt­
ma ile yazdığı ·Yeni Turan,. kitabı bu örf narnma içi-
len kımızlarla ve giyilen elbiselerle doludur. Bununla
da kalmıyor, iş daha derine gidiyor, ideal insan fikri

105
MtLLl ŞAİR

ile değişiyordu. Filhakika Selçuk teşekkülünden son-


raki Türk tarihi için yıkıcı şekilde zararlı veya alaka-
sız olan bir yığın adın etrafında bütün bir mistik do·
ğuyordu. Atila, Cengiz Han ve Timurlenk. Bereket
versin ki Timurlenk adını tam almak kabil değildir.
Ve Timur, Demir adlan ise ötedenberi türkçede kulla~
nılıyordu. Bütün bunlar mihverin bir ucundan öbürü-
ne geçmek demektir. _
Türkçülük hareketinin bizi alakadar eden iki ko-
lu, Ziya Gökalp ile bilahare hareketi benimsedikten
sonra Türk Ocağı'nın başına geçen Hamdullah Suphi
Tannöver. kollandır. Durkheim'ci filozof ile hareket,
tarihi ve ilmi bir hüviyet alır ve öbür yandan bir çe-
şit romantizme doğru yönelir. Burada şüphesiz daha
evvel olan üçüncü birkolunda tesiri vardır. Başta ilk
·Faust,. .mütercimi Hüseyinzade Ali Bey olmak üzere
Rusya'dan gelenler beraberlerinde Lessing, Fichte,
hatta Schlegel gibi büyük filozoflanyla Alman roman-
tizminin fikriyatını ve Rus edebiyatında garpçılann
mÜcadelesinin hatırasını da getirmişlerdi. Hamdullah
Suphi Bey kolu ileride göreceğiıİıiz gibi daha sınırlı,
daha toplayıcı, kaynak meselesine fazla dokunmamak
şartıyla, halkçı, populiste idi.
İttihat ve Terakki Partisi'nin merkezi umumi aza-
lığı ile işe başlayan ve hemen Selanik kongresinden
itibaren hiç olmazsa içtimai maselelerde bu partinin
düşünen başı, hatta r~smi filozofu ve ideoloğu addedi~
lebilecek kadar nüfuz kazanan -şüphesiz bir yığın ta-
vizat mukabilinde- (5) Ziya Gökalp, herşeyden evvel

5. Mehmet Emin Erişirgil, Bir fikir adamınm romanı


(1951).

106
YAHYA KEMAL

siyasi bir şahsiyetti. Bu itibarla 1911'den 1918 yılı son-


babanna kadar devam eden fikir hayatında kanaatle-
rini, daima bir taraftanlaisizmeve modem devlet an-
layışına, öbür taraftan cemiyet hayatını yeni değerler
etrafında tanzime doğru gitmek şartıyle, hilafet, Os-
manlılık gibi memlekette mevcut ve politikada kuv-
vetle amil büyük realitelerle birleştirrneğe mecbur ol-
muş, -hiç olmazsa Osmanlılık bahsinde susar.
Ancak cTürkçülüğün esaslanıo ndadır ki açıktan
açığa reddeder- 1918'den sonra da hadiseleri sadece
uzaktan takib eden bir insan sıfatıyla fikirlerini azçok
onlara göre düzeltmiştir. Bununla beraber uzak bir
ideal olmak kaydıyle hiç o~mazsa Oğuz boylan için
bir Turan fikrinden vaz geçmemiştir. Bu itibarla Ye-
ni hayat'la Küçük mecmua, Kızıl Elma'ya başka başka
.yollardan. gelirler demek daha doğrudur. Birincisinde
cemiyet imperatifleri adeta ferdi ilga edecek kadar
ileriye giden (Allahüekber şiiri) şair, filozof Milli za-
ferdEm sonra sadece anladığı şekilde bir türkçülük
programını hillasa etmekle kalır.
Dil bahislerinde. Ziya Gökalp'ın teklifleri II. Mah·
mut devrinden beri devam eden ayıklama hareketine
hemen hemen devam eder görülür. Arap ve Acem gra-
merinin kaideleriyle Türkçede karşılığı Iiıevcu.t yaban-
_cı kelimeleri atmaktan ileriye gitmez. Hatta üzerinde
ehemmiyetle durduğu ıstilahlar (terimler) meselesin-
de kendi kültür nazariyesine sadık kalarak felsefe te-
rimlerinin din Usanından (yani Arapçadan) gelmesin-
de ısrar etmiştir. Metafizikle teolojinin sıkı münase-
beti düşünülürse teklif büsbütün yersiz değildi.
Asıl büyük aynlık edebiyat hakkındaki düşüncele~
rinden geliyordu. O destanlardan ve masallardan çı-

107
MtLLI ŞAİR

kanlacak bir Türk romantizminin peşindeydi. Gerek


Ruşen Eşref Bey'e verdiği mülakatta gerek Y~ni mec~­
mua'ya yazdığı ve sonradan bir çeşit vasiyetname gibi
Türkçülüğün esaslan adı altında topladığı makaleler-
de bu romantizmi teklifle kalmıyor, onu tek yapılacak
şey gibi göstermek için tarihi realiteleri zorlamaktan
dahi çekinmiyordu.
Milli tarih ve milli hayata ilk defa· ilmin ışığım
tutan CDurkheim içtimaiyatı>, ve bize realite fikrini.
getiren bu büyük adam, sistem'ini yaşayan hayatm
müşahedesinden çıkarma iddialanna rağmen nazari
ve kitabi idi. Bir takım kelimelere, bir kısmı benzetme
tarikiyle _kendi buluşu olan sınıflandırma ve hüküm~
lere lüzumundan fazla güveniyor, hatta adeta ısrarla
asılıyordu. Ziya Gökalp bir hadiseye bir kere isim ver-
dikten, onu tasnif ettikten sonra meselenin · e bediyen
halledildiğine inananlardandı. Edebiyat meselelerinde~
ki belli başlı hatası evvela tarihimiz üzerindeki dü-
şüncelerinden başlar. O, Auguste Comte'un teolojik,
metafizik ve müsbet ilim devirleri tasnifini ufa;k bir
değişiklikle kabul etmişti. Ona göre teolojik devir sos-
yal bakım-dan ümmet devri, metafizik devir ise mil-
let devri idi. Bu tasnifin arkasından hemen umumi'
bir hüküm geliyordu. Biz.ümmet devrinden çıkmış mil-
let devrine girmiştik.
İkinci mühim hatası da medaniyetle kültürim:
arasında yaptıgı geniş ve çok şümullü ayırma idi. Zi~
ya Gökalp'a göre kültür lügat mAnasından yani bir
medeniyetin camiasında yaşayan milletlerde o medeni~
yetin aldığı hususi çehre manasından çok ileriye gidi~
yor, adeta onunla karşılaşıyordu. İşte· içtimaiyat gibi
müsbet bir ilmi memleketimize getiren Ziya. Bey'de·

108
YAHYA KEMAL

bu noktada bir mistisizm başlıyordu. Filhakika o her


.şeyd(m evvel taşrada ve uzlette yetişmiş halk mistiği
idi. Ziya Gökalp'ı tanıyanıann bu yalnızlığın ond~ki
. tesirlerini hissetmemeleri kabil değildi. Konuşmas1
daha ziyade bir monoloğa benzerdi ve ancak karşısın­
dakilere alıştıktan, daha doğrusu iradesiyle onlan zih·
ninden sildikten sonra başlardı. Tevkifinden evvel iki
defa dersinde bulundum ve ikisinde de aynı hali gör-
düm.
Bu tecrit belli başlı kuvvetiydi. Bu tutuk adamın
konuşması onun sayesinde sanki bir vahiy cezbesi ka-
zanır, kendi naslannın etrafında bitmez tükenmez in-
ductionlar ve deductionlar silsilesi başlardı. İçtimaiyat
onuniçinbir çeşit imandı, bu yüzden hataya ehemmi-
yet vermezdi. ·Türkçülüğün esaslanı• ında bütün bir
sistemin üzerinde kurulduğu, hakikatte sade duygu-
nun ilhamı olan birçok ana fikir ve kat'i hüküm var-
dır.
Ziya Bey İslamiaşma ta:dhimizin zaruri neticesi
olan ikiliğe lüzumundan fazla inanmış yahut değer
vermişti. Bu yüzden halk tabakalarının hayatına ve
zümrelerin eserlerine, bütün asli değerlere tek başına
sahip gözüyle bakıyordu. Bu ikilik vakıa tarihi bir rea·
lite idi, fakat zannedildiği kadar kat'i değildi. İslam­
dan evvelki devre ait bir yığın reminissence veya ha-
tırayı saklamasına rağmen bir çeşit hiyerarşinin, umu·
mi manasında kültür ve hayat seviyeleşmesinin neti-
cesiydi.
Türkçülük hareketinin geliştiği ve saf Türkçe na-
roma bütün maziyi itharn ettiği bir cievirde keşfedilen
iki mühim eserin tesir payını da burada unutmamak
gerekir. Bir ansiklopedi addedebileceğimiz eDivan-ı lü·

109
MtLLl ŞAİR

gati't- Türk• ihtiva ettiği manzum örnekler, destan


veya destammsı eser parçalan, atasözleriyl~ İsla.mdan
evvelki veya ilk İslamiaşma devrine ait edebiyatın o
zamana kadar bilinen örneklerini birdenbire çağalt­
mış ve hiç olmazsa işaret ettiği dağınık noktalada ge-
niş ve çok şumullü bir saha haline getirmişti. ·Kor-
kut Ata hikayeleri• bu zemine sanki bu yeni keşfetti­
ğimiz coğrafyayı potansiyelinde kuvvetlendirrnek iS-
ter gibi düşmüştü.
Öbür yandan halk edebiyatı, aşık edebiyatı etra-
fında birdenbire gelişen çalışınahır bilhassa bu hikaye-
Jerle adeta mahiyet değiştirdiler. Kültürümüzdeki iki-
lik fikrini daha kat'i ve şumullü kildılar. Ziya Gökalp'-
m hatası bu iki kitapla bilhassa «Kitab-ı Dede Korkut•
la gelen şeyin Türkiye Türklerinde inkişaf eden ede-
biyattaki ikilikle hiçbir müna.Sebeti olmadığını fark et-
memesiydi. «Dede Korkut hikayeleri• İslamiyetin ve
Anadolu'da yerleşme keyfiyetinin yumuşatıcı ve değiş­
tirici terbiyesini henüz almamış, ~enüz aşiret haddin-
de kalmış avcı ve cengaver bir kavmi devrenin mah-
sulüydü. Anadolu'da ve Rumeli'deki halk edebiyatı ise
yukarda bahsettiğimiz reminissence'lara ve canlı ha-
tıralara rağmen doğrudan doğruya İslami devrin
mahsulü eserlerdi. Onlar ilerde niçin klasik dediğimi­
zi izah edeceğimiz edebiyatın belli tesirlerini, belli ha-
yat seviyelerinde değiştirerek devam ettiren eserler-
di. İçlerinde bu klasik kültüre aksülamel yapanlar da-
hi onun esası olan b.ir yığın vasfa bağlı idiler. c:Öede
Korkut hikayeleri• ise Aşık Paşazade gibi İslami ze-
min üstünde azçok kavmi hususiyatler muhafaza
eden ilk devir nasir ve müverrihlerimizde dahi gele~
neği devam etmeyen bir eserdi.

110
YAHYA KEMAL

Bu noktada Ziya Gökalp Bey iki mühim şeyi unti-


tuyordu. Bunlardan birincisi beş asır mutlak şekilde
unutulmuş, uzak değişmiş şekillerine ancak folklorda
tesadüf edilen ve klasik yahut yüksek zümre edebiya-
tının bir kere bile ele almadığı ve meselelerini içine
koymadığı bir mazi eserinde artık milli karakterin·
aranamıyacağı keyfiyeti idi. Türkiye Türkleri evvela
İslamlaşırk~n. sonra da bu vatana yerieşirken iki bü-
yük ve derin istihale geçirmişti. Bu İstihalelerin neti-
cesi olan çatışmalara ·Dede Korkut hikayeleri• nde te-
sadüf imkanı yoktur. Vakıa onlardan milli hayatın
mazisini yapan o büyük hazinenin sakladığİ herhangi
bir theme gibi istifade mümkündü. Fakat büyük ma-
nasında bir rönesans temin edemezdi. Unuttuğu ikin-
ci şey ise daha mühimdL Romantizm, Avrupa mede-
niyetine dahil milletlepn müştereken yaşadıklan bir
devreydi. Almaniann ve İngilizlerin ilk gelme hakkı
muhafaza edilmek· şartıyla Avrupa'da hemen hemen
aynı tarihte fışk~rmıştı. Hugo, Puşkin ve Mickievic ge-
cen asnn başında birbirlerinden bir iki sene farkla
doğarlar. Eski rejimin zayıflaması, demokrasi fikri-
nin yayılması, milliyet cereyanlannın .uyanması; Hıris­
tiyan. dinine karşı öteden beri mevcut bir aksülame-
lin mahiyet değiştirerek birdenbire bir panteizm şek­
linde tecellisi, resmin, musikinin ve felsefenin yaptı­
ğı yeni hamleler, arkeoloji ve tarihin şaşırtıcı inkişafı
ve hepsinden mühimi eski kalıplann ve çerçevelerin
yıkılmasıyla ferdin bütün bir davalar ve iddialar sil-
silesiyle doğuşu gibi medeniyetin bütününe şamil ta-
rihi ve içtimai değişiklikler yüzünden doğmuştu.
Medeniyet değiştirmeleriride, neticesi veya başlan­
gıcı olan teknik değiştirmeleri gibi ana nehre bu-

lll
MtLLl ŞAtR

lunduğu noktadan katılma zarureti vardır. İçine gir-


diğimiz Avrupa medaniyeti ve kültürü ise romantizmi
çoktan aşmıştı. Bu değişikliğin şekilleri olan bir dü-
.şünce ve sanat ikliminde yaşıyordu. Kaldı ki biz ro-
mantizmi eskitmiştik. ·
Filhakika Türk edebiyatı, Ziya Gökalp'dan kırk
sene evvel mizaçlan itibariyle romantizme çok müsait
iki büyük şairinde bu tecrübeyi · yapmıştı. İçtimai
hamlesinde ve tarih tecrübesinde romantik olan Na-
mık Kemal, Hugo'ya olan bütün hayranlığına rağmen
realist roman ve tezli tiyatronun tesiri altındaydı ve
galiba •edebiyat-ı hakikiye .. dediği şey buydu. Yine iç-
timai hamlesinde ve ölüm karşısındaki isyanında o
kadar romantik olan, Hugo ile münasebetini hiç in-
ka.r edemiyeceğimiz Hamid'in küçük şiirleri ise sem-
bolizmin tecrübeleri ile doludur.
Ziya Gökalp'ı bütün bunlara rağmen romantik
bir edebiyat telakkisine, o kadar derinden temenni
ettiği milli rönesans kadar, tarihimiz ve edebiyat tari-
himiz hakkındaki hükümleri götürüyordu. O, Osmanlı
tarihini hiç olmazsa Tanzimat'a kadar olan devrinde
bir bütün olarak alıyor ve mutlak şekilde yukarda
bahsettiğimiz tasnifteki • Ümmet devri,. çerçevesi için-
de mütalaa ediyordu. Sonra da Namık Kemal'in ak-
sülameline benzeyen bir aksülamelle eski edebiyatı
tamamiyle İran şiirinin taklidi addediyordu.
Bu noktada kendi nazariyeleri etrafında tarihi ha-
diseleri az çok zorlanmış veya ihmal edilmiş görme-
mek mümkün değildir. Filhakika Osmanlı bünyesi ev-
vela bir imparatorluk bünyesi idi. Din, bu imparator-
lukta büyük temsilci rolünü oynuyordu. Fethedilmiş
bir vatanda beş asır süren bir fütuhat neticesintle git-

112
YAHYA KEMAL

ti.kçe yerli halka karşı müslümanlık bu İmparatorlu-­


ğun tek ve zaruri politikası idi. Din elbette devlete ha-
kimdi. Fakat aynı şey Avrupa·. devletlerinde Voltaire
devrine kadar devam ettiğine göre arada büyük bir
fark yoktu. Dinin devlete hakim olması millet şuuru­
nun yokluğuna ne dereceye kadar delalet eder? Edebi..:
yatımızda bazı darb-ı mesellerde Türk kelimesine kar-
şı rastlanan davranış ise şehir ·medeniyeti olan Orta-
çağ· medeniyetinin haksız fakat her yerde rast geli-
nen bir davramşıydı. Baki'nin meşhur . mısraındaki
·Türk ehli· tabirinin yanlış bir okuma neticesi oldu-
ğu, hakikatta bu tabirin •terk .ehli· olduğunu artık bi-
liyoruz. Fakat bunun böyle olması da davranışı orta-
dan kaldırmaz. Dedidiğimiz gibi bu davranış şehir me-
deniyetinin bir dalaletiydL Fransızca'da •rustre• keli-
mesi hem köylü, hem de kaba saba adam manasma ge-
lir. Bütün bunlar milletimizin bütün tarihimiz boyun-·
ca ümmet devrinde kalması demek değildi. Ommet
olarak, din ve ümmet dili olan Arapçayı kullanmamız
icab ederdi. Edebiyatımız Türkçe idi. Tesir altında kal·
mıştı. Fakat lirizmi ile, oyunu ile, aksülamelleri ile tın­
paratorluk camiası içinde yalnız bizi ifade ediyordu
hmi, dini eserlerin dışında Türkçe yazıyo.rduk. Az ya-
zıyorduk, kötü yazıyorduk, fakat bunlar mensup oldu-
ğumuı medeniyetin noksanlan idi.
Arap nesri de Latin nesriyle ölçü~ecek fevkalade
bir nesir değildi. Acem nesri ise hiç olmazsa bizimki
kadar oyunlu idi ve moda oradan gelmişti. Orta yerde
dilin kanşık lügatli .olmasından başka bir şey kalmı­
yordu~ Bu da Arapçaya nazaran Farsçada da bulunan
bir hususiyetti. Devlet ismi olarak Osmanlı kelimesine
gelince, biz bunu Ahamenid ve Sasani, hl\lotta Hellenis-

113
MtLLl ŞAtR

tik İmparatorluklardan itibaren kendi Şarkımızda dai-


ma görürüz. Büyük İslam hükumetlerinin hemen hep-
si sülale isimleriyledir. Osmanlı kelimesinin etrafın­
daki mistik ise hiç olmazsa Yahya Bey'in birçok man-
zumelerinde rastlandığına göre büsbütün Tanzimat'la
başlayan bir keyfiyat addedilemez.
Hakikat şu ki, Ziya Gökalp bütün sistemini tarihe
bağlamakla beraber tarihçi değildi. tŞe iki medeniyet
arasındaki farklan ve bu esaslı farkiann üzerinde bir-
birine cevap veren benzerlikleri tesbit ederek girseydi,
şüphesiz hükümleri dah:a yumuşardı. O zaman Latin-
cenin Avrupa medeniyetinde oynadığı sürekli rolü
Canyedinci asnn sonuna kadar. Goethe XIX. asnn ba-
şında artık Latince yazılmadığından lizülür ve şikayet
ederJ işaret etmekle kalmaz, Katqlik kilisesinde, lto-
ına İmparatorluğu'nun ve politikasının devamını gö-
x-ür, bu politikanın bir taraftan Mukaddes Cermen im-
paratorluğu ile, öbür taraftan Garbi Avrupa devletle-
riyle nasıl çarpıştığını ve bu mücadelenin Avrupa'da
milletierin doğuşunda ve uzuvlaşmasında oynadığı
ehemmiyetli rolü başkst bir gözle mütalaa eder ve müs-
lüman Şark milletlerinin tarihinde ve bizim tarihimiz-
de Hilafet. müessesesinin şeklinin ne gibi neticeler do-
ğurduğunu tesbit ederdi.
Ziya Bey böyle yapacağı yerde Hıristiyan ve Müs-
lüman medeniyetlerinin irikan ve onlann yerine Gar-
bi Roma ·ne Şarki Roma arasında ikiye bölünen bir
Akdeniz medeniyetini kabul ile işe · başlar. Hakikatte
bir Akdeniz medeniyeti yoktur. Akdeniz denen şartlar
mecmuasının imkan verdiği azçok birbirine benzer
unsurlan bulunan, birinden öbürone daha taazzuv
ederek değişen bir medeniyetler silsilesi vardır. Vakıa

114
YAHYA KEMAL

Milad'ın birinci asnna takaddüm eden senelerden iti-


baren Roma İmparatorluğu bu medeniyetlerin bütün
mirasıarına ve potansiyeline sahip olur. Fakat adı Ak-
deniz Medaniyeti değil, Roma'dır. Kaldı ki bu Roma
Medaniyeti bütün Akdeniz havzası ile ·beraber şimaı
ve Merkezi Avrupa'yı da içine alıyordu. Şüphesiz Gar-
bi Roma ile Şarki Roma'dan evvel asıl Roma dünyası
ile Hellenistik medeniyet sahası birbirinden az çok
farklı id~. Bununla beraber bu fark bilhassa Hıristiyan­
lığın çıkışından ve kilise kavgaları başladıktan sonra
yani Aristocularla Neo-Platonjstlerin bu dini ayn ayn
işledikleri andan itibaren başlar. Bununı·a beraber
Şarki Roma dahi Hellaniste değildi. Evvela Hıristiyan­
dı. Hıristiyanlıktan sonra İslamlığın' çıkışı ile eski alem
ve bilhassa Roma ve Akdeniz büsbütün çehresini de-
ğiştirir.

Hıristiyan ve İslam medeniyetleri ayrı ayrı coğraf­


yalarda iki antite idi. Tekarnili ve taazzuvlan da çok
ayn şekilde olmuştu. Hıristiyan ·medaniyeti Garbde,
barbar istilası ve İslaın fütuhatiyle birdenbire bir top-
rak 1feodalitesi haline geçmişti. Müslüman medaniyeti
ise sonunda yıkacağı Şarki Roma'nın hudutlarını gW
tikçe sıkıştıran bir fütuhatla işe başlamıştı. İslam me-
deniyeti çöllerle bölünen Uzak Şark'ta kendisinden çok
eski ve menşeinden çok ayn büyük nüfus kesafetleri-
ne sahip medeniyetlerle hudutlu bir coğrafyada. teşek•
kül etmişti. Şimali şarkisinde ise büyük muhaceretle-
rin hareket noktası step vardı. Çöl ve step bu medeni-
yetin hakiki fatalitesi idi. Akdenize sahip olduğu n;ıüd·
detçe hayatiyatini muhafaza etti. Garbi Roma iSE} Ro-
ina medeniyetinin coğrafyasında teşekkül etmiş ve

115
MiLLI ŞAtR

onu ilk aba-yı kenisaniye'nin gayretleriyle kendisine


mal etmişti.
Binaenaleyh Ziya Bey'in iddia ettiği gibi mutlak
bir Akdeniz medaniyeti mevcut olamazdı. Aralarında
bugüne kadar devam eden mücadele de ,gösterir ki bu
iki medeniyet hiç de kardeş medeniyetler değildi. Bi-
zans'ın Osmanlı medeniyetine tesiri de böyledir. Ara-
daki münasebetler ne olursa olsun, Islam medeniyeti-
nin hiçbir devrini Bizans'a irca edemeyiz.
Fakat Ziya Bey tarihi hakikatin değil, kendi sen-
tezinin peşindeydi. O bir kere için bulanlardan ve öm-
rü boyunca bulduğunun peşini bırakmayanlardandı.
Bulduğu şey ise medeniyet ve kültür tez ve antitezi idi.
Behemehal sentezini yapacaktı. Tarihi vakıa veya rea-
lite, yahut bu adla tanıdığımız şey bu senteze hizmet
ettiği nisbette, daha doğrusu hizmet edecek şekle -gir-
dikten· sonra kıyınet kazanırdı. Safevi hanedanının
ilk ceddinin Osmanlı bünyesinden ayrılışını, Fatih sa-
rayının bir kaç devşirme mensubuna karşı duyulan
aksülamelle izah etmekten çekinmiyor, Atilla'nın Ma-
caristan'da döğüşmesini sadece (il) kelimesinin (sulhl
manasma gelmesinden faydalanarak bir sulhperverlik
nişanesi olarak gösterebiliyordu.
Tarih onun için tezinin veya sentezinin müdafaa-
sına lazım olan misaller ve deliller hazinesiydi. Fakat
böyle sebepleri ve şartları dışına çıkarılmış vakıalar
silsilesi olunca orta yerde tarihin kendisi kalmıyordu.
Ama sistem kalıyordu ve bu ona yeterdi. Ruşen Eşref'e
verdiği mülakatta (6) -ki içinde o zamana kadar s9y-
lenmemiş bir yığın hakikat vardır- kendi buluşu olan

6. Diyorlar ki, s. 205-217, (Dersaadet 1334).

116
YAHYA KEMAL

ümmet devresi fikrini desteklemek için Hıristiyanlık


aleminde bütün edebiyatı ve fikir hayatını içine alan
bir •gotik sanat• tabirini icad edebilirdi. Halbuki «go-
tik» kelimesinde bu mana yoktur. Gotik, sonunda rö-
nesansa muvazi bir şimal rönesansı vücude ·getiren
bir üshiptu.
Bununla beraber teşmil yoluyla Saint Thomas'ya
ve devamı olanlara gotik denebilirse de gotik edebiyat
tasavvur edilemez. Çünkü gotik, şimale mahsus olan
·bir şeydi. İtalya'ya ancak Rönesans devrinde geçmişti.
Edebiyatın ise adı Latinceden teşaüb etmiş <doğmuş)
dillerde Roman idi. Gotik ressam ve heykeltraşlara
mahsus, rönesanstan evvel ve kısmen rönesansın ilk
asırlarına tesadüf eden yine Şimal'de bir gotik natu-
risme'i vardı. Fakat bütün Avrupa'yı istilli eden Trou-
badour ve saray şiirlerine, «Chansonne de geste» lere,
«Yuvarlak masa masallan,. na -ki bizim Dede Korkut
hikayelerinin büyük ve entellektüel sanatkarlar tara-
fından ele alınmış garblı benzerleridir- ne derecede
gotik denebilir? Kaldı ki İran edebiyatİyla, onun mi-
mariye kıyasen gotik edebiyatı diyebileceğini söyledi-
ği edebiyat arasında bulduğu münasebet de Fuat Köp-/
rülü'nün «Umumiyat» dediği şeylerin sahasında kalır.
Filhakika dini eserden lirik şiire kadar Şark şiiri Garb
şiirinden ayndır. Birinde objektivite, öbüründe hülya
ve tecrit arasından bir çeşit realizm vardır. Ziya Bey'-
in bu millakatında edebiyat ve sanat ayınşı da şayanı
dikkattir. Daha vazılı görebilmek için cümleyi aynen
alalım: «Sanat şiirin, romanın ve tiyatronun ruh cihe-
tidir. Edebiyat, ise şekle ait meziyetlerdir._ Binaenaleyh
klasik olabilen ancak edebiyattır. Sanat daima roman-
tiktir. Mesela eski Yunan sanatı halk san~tından doğ-

117
MtLLl ŞAtR

duğu için romantiktir. Fakat bu romantik sanatm do-


ğurduğu beynelmilel şekiller edebiyattır ve bu ise kla-
siktir.» (7) dedikten sonra «Daima esas romantik, şe­
kil klasik oluyor. Romantizmin esası ise halk sanatın­
da mevcut olan, spontaneite, interiorite ve lyrisme'-
dir. Sanat halkın içtimai ruhundan kopmuş bir vecit
suretinde doğar. Sanatm klasik ve romantik devir-
leri ise edebiyata yahut sanata ehemmiyet verilen de-
virleri demektir... (8) cümlelerini ilave eder ki ferdi
cemiyet imperatiflerinin emrine vererek adeta ilga
eden bir içtimaiyat veya cemiyet görüşünün tabii ne-
ticesidir. Buradaki «edebiyat• kelimesinden kasdedi-
lan şeyin bir nevi belagat, retorik, sanat kaideleri veya
şekil olduğunu, sanatın ise bizim bugün muhteva de-
diğimiz şeye tekabül ettiğini söylerneğe hacet yoktur
zannederim.
Ziya Bey, bu suretle Yunan edebiyatının başlangı­
cı olan Homeros'u halkın ruhu addediyor, Yunan hey-
keltraşisinin şayanı dikkat gelişmesini sadece bu men-
ba ile izah ediyordu. Böylece romantizm halkın malı
ve halktan gelen bir şey olduğuna göre, bizim de halk
ruhundan gelen bir romantik edebiyatımız olacaktı
Fakat alışılan şekil, romantikten evvel bir klasiğin gel-
mesiydi. İşte Ziya Bey'i bu mülakatta güçlüğe düşüren
mesele. «Ta~zimat edebiyatı bizim rönesansımız ola-
caktı. Fransız edebiyatını model ittihaz ettiğimiz için
klasik bi~ edebiyat vücuda getirmemiz imkanı hasıl ol-
muştu. Fakat Fransızlann Yunan ve Latin edebiyatıa­
nna karşı harslannı muhafaza için aldıklan vaziyeti

7. Diyorlar ki, s. 211.


8. Diyorlar ki, s. 211.

118
YAHYA KEMAL

biz alamadık.• (g) cümleleri tarihe, peşin hükümlerle


ve kıyaslarla yaklaşınanın ne kadar zararlı olduğunu
gösterir. Tarih olduğu gibi alınır veya alınmaz. Dostu,
hocamız Fuat Bey'in eseri Ziya Bey'e verilmiş açık ve-
ya gizli cevaplarla doludur.
Ziya Gökalp üzerinde bu kadar duruşum'l!zun se-
bebi onunla edebiyatımızın bir taraftan çok lüzumlu,
öbür yandan da şümullü bir aksülameller devresine
girmesindendir. Filhakika bir taraftan milliyetçiliğin
vecit ve heyecanı memlekete getiriliyor, öbür yandan
hakiki milliyetçiliğin mesnedi olması lazım gelen tarih
düşüncesi bir diyalektiğe kurban ediliyordu. Artık fi-
lan veya falan edebi mektep tenkit edilmiyor, bütün
bir medeniyet, hayat anlayışı, asırlann biriktirdiği
her şey, hülasa bütün manevi ekonomimiz Servet-i Fü-
nun'dakinden çok başka bir inkann muterizesi içine
giriyor, yahut da tanınamıyacak şekilde çehre değişti-
riyordu. .
İlyada'nın en acıklı ve manalı sahnesi, bence, Troia
şehrinde, Athena'nın, yanan ve yıkılan mabedinden
kendi heykelini alıp kaçmasıdır. Site yıkılmıştı, bü-
tün tanrılar suçluydu. '
Türkçülüğün Hamdullah Suphi Bey kolu da Ziya
Gökalp gibi eskiyi aynı taklitçilikle itharn ediyor, Ser-
vet-i Fünun'u alafranga ve yapmacık, aruzu bize ya-
bancı buluyor, hece veznini Türk şiiri için tek alet, hal-
kı da tıpkı Ziya Bey gibi çok vecitli, milli bir edebiya-
tın kaynağı görüyordu.
Ziya Bey kendi edebiyatının örneğini kendisi ver-
mişti. Hamdullah Suphi Bey, Mehmet Emin'le ideal

9. a.g.e., s. 2ı2.

119
MtLLl ŞAtR

şairini bulur. Mehmet Emin Bey'in halk edebiyatımız·


la', folklorla, halkımızın konuştuğu dille, dünya görüşü
ile ne derece alakası vardı, bunlar düşünülmüyordu.
Yahut da yalnız meı;nlekete yeni dönen Yahya· Kemal
tarafından düşünülmüştü. Ha.kikatte ·Türk sazı• şairi,
Leh, Rus, Bulgar, Macar, Fin, bildiği tek dil olan Fran-
sızca'ya tercüme edilmiş bütün yabancı şairleri oku-
muş ve asıl Fransız şaheserlerinden başka hepsini
sevmişti. Bizde halkçılığın babası olan bu şair kadar
şiirde manadan ve iyi niyetten gayrisine ehemmiyet
verene pek az tesadüf edilir. Mamafih bu devrede ız­
tırap ve hatta esaret çekmiş milletierin edebiyatlan
daima beğeniliyordu. Rus edebiyatı gibi realiteye içten
ve .sıcak bir gözle bakılmasını hemen herkes istiyor-
du.
Türkçülüğüıi yanıbaşında doğrudan doğruya saz
şairlerini ve Bektaşi nefeslerini kaynak olarak alan
ve taklit eden Rıza Tevfik hececiliği vardır. Hamid'le
-Fikret'in arasmda bir dille ve bariz Hugo tesiriyle aruz
şiirlerle işe başlayan bu eklektik filozof, evvela tıpkı
Recaizade gibi Meh~et Emin Bey'i taklitle işe başlamış
sonra birdenbire klasik edebiyata hemen bütün tarihi-
miz boyunca muvazi giden bu yolu tutturmuş ve alı­
şılmış bir ritim ve hava içinde bazan satırı satırına pas-
tiş ve bazan da impressioniste ilhamlarla. hakikaten
dokunaklı ve güzel koşmalar yazıyordu.

ll.2.0
YAHYA KEMAL VE ESKi ŞİİR

Bütün bu tenkitlerde eski şiire karşı tepki umu-


miydi. 1914 - 1918 yıllannın belki en mühim edebi ve-
sikalarından biri olan Diyorlar ki'de yalnız bir tek şair
•Ben derim ki Şinasi'den evvelki edebiyat, Şinasi'den
sonraki edebiyattan daha az sun'i ve daha çok samimi-
dir. Şüph~ yok ki her ikisi de birer taklid edebiyatı
idi. Fakat birinin taklid ettiği bir Şark idi. Bu kav-
min hicret yollarına tesadüf etmiş aşina bir Şark ...
Şarklılar azçok birbirine benzerler. Türk, Arap ve Ace-
min mutavassıt bir numunesi olan Osmanlı Türkü ise
cümlesine birden müteşabihtir; O, rahat ve mütevazin
bir hassasiyet içinde yaşar, hayatı karışık manalarla
yüklenip düşünmekten müteneffir, mütebessim, sade
ve rind-meşrebde bir insandır. Bu sadeliği çininin üç
renginde, nakşın mükerrer hattında, şiirin mahdut
mevzulannda, musikiniiı musır, tek nağmesinde, mi-
maride mebaninin <binaların> medrese ve cami tipi et-
rafında dönüp · dolaşmasında görülmez mi? Osmanlı
Türkü için Norveçli İbsen ve dalaşık ruhlu Barres bi-
·rer aCibedirler ... Onlar samimi ve adabperver insan-
lard.ı. Adetlerine göre elbiseleri, zevklerine göre .hayat

121
YAHYA KEMAL VE ESKt ŞttR

ve muaşeretleri vardı. .. Eskilerin maşllkalan Laure ve


Beatrice tarzında levend ve şahane mahliiklardı. O
maşukalan Şinasi'den sonraki şiirin müşukalarına kı­
yas ediniz. Bu kıyastan ruhlanmız utanır ... (1).
Bütünüyle almaktan kendimi zor tuttuğum bu ko-
nuşmada Haşim'in bütün fantezisi ve yalnız cins sa-
natkarlarda görülen sarih realite duygusu adeta el ele
yürür. Haşim, Servet-i Fünun'u tenkit arzusuyla -bil-
hassa Cenap ve Halit Ziya'yı, tabii biraz da daha ev-
velkilerden Hamid ve Namık Kemal'i- meselelerin üs~
tünden atlayıp geçerken iki alemin estetiğini verir.
Bununla beraber bu yazıda Haşim biraz da, iki sahife
evvel o kadar öğdüğü Yahya Kemal'in sözcüsü gibidir.
Hiç olmazsa Fars tesirinin izah şekli Yahya Kemal'in-
dir. O dilimizde oruç, namaz, abdest gibi dini kelimele-
rin Farsça olmasını bu uzun ve toplu temasa yoruyor-
du.
Şurası da var ki bu olgunluk devrinde Haşim ya-
vaş yavaş Şark'a doğru kayıyordu. Şüphesiz bu tam
bir gidiş değildi. Asıl kültürü, ilhamın kendisi, eşya ve
'hadiselerle teması Garb'den ve daha ziyade sembolisı­
lerden geliyordu. ·Bununla be.raber köklünün peşinde
olmak istiyordu. Eskiye doğru bu zihni gidiş ·Piyale•
şiirinde çok güzel görünür. Kaldı ki dilde de biraz
YaJ:ıya Kemal'in tesiriyle hiç olmazsa konuşulan Türk-
çeye girmişti. Bu mülakattan sonra HAşim, Edebiyat-ı
Cadide'den miras dille yalnız iki manzume •Batan ayın
kenarına satırlar•'la, Dergah'daki ·Ölmek• şiirini neşr
edecektir; bunlann da eskiden kalma şiirler olduğunu
biliyoruz. Dergah'da çıkan öbür manzumeler ise yazıl-

ı. Diyorlar ki, s. 287 - 288.

122
YAHYA KEMAL

dığı gecEmin ertesi günü elimize gelirdi. Zaten, Yakup


Kadri, Yahya Kemal'le o devrin edebiyatçılan içinde
-bu harb senelerinden bahsediyorum- ayrı bir grup
teşkil edeceklerdir. Yahya Kemal ilk gazelleriyle, Ya-
kup o kadar sadeleştirdiği ve değiştirdiği eski nesrin
oyuolariyle CNesrimizin cTazarruname,. den,- ·Erenle-
rin bağından• ve ·Okun ucundan,. aynı çizgi üstünde
gelişi az hamle değildir.) tatminsiz ruhunu daüssıla ve
imkanlarıyla anlatırken, Haşim, ·Müslüman saati» nin
hayatımızı bir daha büyülemiyecek silırini aniatmağa
hazırlanırken CBu sonuncusu en geç, Dergah'da ge-
lir) bir çeşit hendesi noktada birleşmiş gibiydiler. Ya-
kub'un sonradan kazandığı imtihan, «Erenlerin bağı,.
nın çitini Yahya Kemal'le beraber aştıklarını gösterir.
Mülakatın verildiği sıralarda Haşim'le Yahya Kemal
çok iyi dosttular ve galiba beraber oturuyorlardı.
Öbürlerinden bu ayrılış meseleyi başka türlü ele
almak demekti. Filhakika bu uçü de kaynaklar mese-
lesini başka şekilde ele alıyo:flardı.
Tekrar edelim ki 1869 seneleri ile bu 1912 - 1920
seneleri ·arasında edebiyatımızda büyük bir vaziyet
değişikliği olmuştu. 1860 yıllannda behemehal eski-
nin ağından kurtulmak icab ediyordu. Edebiyat-ı . Ce-
dide tecrübesinden sonra ise yenilik aşkı ile reddedilen
bu alem şuuraltımızda kendiliğinden bir değer haddi
teşkil etmiş, oradan vetosunu kullanıyordu. İşte 1912
- 1920 yıllan arasında bu veto türlü şekillerde kendi se-
sini şiddetle duyuruyordu.
Hakikatta Türk edebiyatı bu altmış sene· içinde bir
yığın ufuk bulmuş geniş ve arızalı bir coğrafyada göl,
bataklık, çay, dere, bir nehir gibi dağılmıştı. Yeni ne-
viler girmiş, daha doğrusu işlek bir nesre sahip olmuş,

123
YAHYA KEMAL VE ESKt ŞİİR

tenkit fikri teşekkül etmiş; hayatla ve maziyle müna-·


sebetlerimiz üzerinde düşünrneğe başlamış, küçük de-
nemeler, telifçi veya inhisarcı görüşler veya tercüme-
ler şeklinde olsa bile memlekette bir felsefi hareket.
doğmuş, hillasa belki orjinalite balQ.mından zayıf, ör-
neklerine fa.Zla bağlı, fakat kendi üzerinde düşünme­
sini bilen bir edebiyat ve insanı bütünüyle kayrama-
ğa çalışan bir şiir vücuda gelmiŞti. Bütün bunlara rağ­
men ne zevk, ne realite üzerinde düşünen zeka tat-
min edilmiş değildi. Herkes asıl benliğimizi yukarda
bahsettiğimiz psikolojik had yüzünden gurbette bir
prens gibi tasavvur ediyor, yapılan işleri bir çeşit ali-
bi, arandığı yerde bulunmamak gibi telakki ediyor-
du. Bilhassa 1908 inkılabından sonraki hadiseler bu
tatminsizliği adeta koeffisiyanına çıkarmıştı. Hakikat-·
te nazariyelerin birbiriyle çarpıştığı, iyi niyetierin ·bir-
birinin -hamlesini sıfıra indirdiği mücerret bir zamari
ikliminde, hal dediğimiz o kesintide kalmıştık. Mazisiz
bir hal tasavvur· edilebilir, fakat bir gelecek tasavvuru
imkansızdır. İşte birbirine o kadar zıt düşünce, istidad
ve yetişme tarzının birleştiği nokta burası idi. Bu tat-
minsizlikte öbürleriyle beraber olan üç münzevi, Ha-
şim, Yakup ve Yahya Kemal, onu canlandırma şeklin­
de onlardan aynlıyorlardı.
Yahya Kemal'in mazhariyeti dil ve tarihte çeşitli
görüşlere kadar giden bu kaynaklar meselesinde bey-
hude serabiara kendini kaptırmaması, eski şiirimizi
kendi realiteleri içinde ve tarihi realitemiz içinde gör-
mesindedir. Bunu söylemekle Yahya Kemal'in eseri-
nin mühim bir kısmını yapan tarafıyla eski şiire ve
dile sırf bu kaynak ihtiyacı yüzünden gittiğini iddia
etmiş olmuyorum. Onda gazel tecrübesinin Paris'te

124
YAHYA KEMAL

başladığını hemen hepimiz biliyoruz. En iyisi yetişme


ve temayülleri ile, realite duygusu ve tarih bilgisi,
hatta tarih sezişi ile -ikincisi birincisinden daha mü-
himdir- bu kaynak ihtiyacına en müsbet şeklinde ce-
vap verdi, bir bölünmeden başka bir şey olmayan bu
.çabalamayı esas ve büyük çizgiye getirrneğe muvaffak
.oldu, diyelim. · ·
Filhakika gerek Ziya Bey'in hece vezni ve destan
tarzına yeni fikirlerle ve anjambımanlı mısra ile de-
·vam eden aşık tarzı, gerek Rıza Tevfik'in yansı imp-
resyonist ilham, yansı Bektaşi şakası nefes, divan ve
koşmalan, Mehmet Emin Bey'in onun yanıbaşında gi-
riştiği ritimsiz hece denemeleri ve nihayet Akif'in, Fik-
ret'in daha sade · devamından başka bir şey olmayan
.aruzla rahatça konuşma iddiası, hepsi an~ caddenin
yanında sapan yollardan başka bir şey değildi. Bütün
bunlar ancak şiirimizin b~yük geleneği yoklandıktan
sonra ve onun yanıbaşında değer kazanabilirlerdi. Kal-
dı ki asıl hüviyetimizi ancak orada arayabilirdik. Eski
şiire yöneltilen tenkillerin hepsi doğru idi. Dil, yukar-
dan beri söylediğimiz şekilde kanşık ve keyfi idi. Şe­
killer dar ve görüş zaviyesi .kısıktı. Realite ile, tabiatla
temas ancak evvelden tesbit edilmiş bir haya.I sistemi·
ve beyti kendi içinde, çözüldüğü zaman şumulü ne
olursa olsun bir oyun yapan sanatlar yolu ile olduğu
için bu imaj sistemine has bir natürizmden ve konkre-
cilikten hiçbir suretle ileriye gitmiyordu.
Fakat bunlann hepsi mensub olduğu medeniyetin
ve kültürün zaruri neticeleriydi. İslam medaniyeti mu-
ayyen bir devirden sonra her türlü entellektüel iddia-
dan sanki birdenbire vaz geçmişti. Filhakika muay-
yen bir dev.irden sonra, bu medeniyette değişme sadece

125
YAHYA KEMAL VE ESKt ·ŞİİR

canlı mahlliklarda olduğu gibi. organizmamn zaman


kanunianna uymuş gibidir. Bunun sebeplerini burada
arıyacak değiliz. Fakat bilhassa Gazali'den sonra bilgi
vasıtası olarak cezbe ve istiğrakı tercih etmesinin bu
sebeplerin başında geldiğini söyliyelim. Şüphesiz tari-
hi hadiseler de mühim rol oynamıştı. Haçlı seferleri ile
Moğol istilası arasında teşekkül eden Anadolu Türklü-
ğünde ise bütün medeniyete şamil bu çöküntünün te-
siri elbette daha bAriz şekilde görülecekti. Sırasiyle
II. Murat, Fatih ve Kanuni devirlerindeki hamlelere
rağmen medrese yavaş yavaş sadece fıkhın tedris edil~
diği bir müessese olmuştu.
Evet bütün bunlar vardı. Bununla beraber, bu şiir
bir çeşit zanaatkarlıkta kalsa bile muayyen bir mü-
kemmeliyet duygusuna erişmişti. Bize ait bir lirizmi,
bir zekperestliği, hikmeti, velveleli bir şikayeti, hicvi-
yenin bütün' gılzetine rağmen cünbüşlü bir istihzası
vardı. Bu itibarla umumi zevkin asıl büyük tamdığı
Fuzuli, Ruhi, Baki, Naili, Neşati, Nabi; Nedim, Galip
gibi şairler, muasırları garplı şairlerden pek az farklıy­
dılar. Ve cemiyet hayatında onların benzeri bir rol oy-
nuyorlardı. Halk tabakaianna muhtelif yollardan nü-
fuz ediyorlar, ve halkın dilinden karşılıklı tesir alıyor­
lardı. Şüphesiz ki bu uzun ve bize ait ortaçağda mem-
leketin her sınıf halkının dilini kullanmaları imkan-
sızdı. Fakat divanlanmız sadece rediflere bakılsa şe­
hirli ağzına yaklaşmak için sarf edilen gayretle do-
luydu. Eski şiirin bütün bir tarafını yapan nükte ko-
nuşma diline ait söyleyiş tarzlanndan gelir. Na.ili'nin,
Nedim'in, Nabi'nin, Şeyh Ga.lib'in bazı mısraı ve beyit-
leri, eğer şiir sonunda bir mükemmeliyat meselesi ise~
hiç de .Garb'daki muasırlanndan aşağı kalmaz.

126
YAHYA KEMAL

Şüphesiz ·eskinin döküntü tarafı fazla idi. Garblı


veya Greko - Latin manasında nesrin bir türlü taşek­
kül etmeyişi~ bağlı olduğu kültür ve güzel sanatlar
sisteminin hususiyetleri, onu bir türlü aşamadığı had-
Iere hapsetınişe benziyordu.
Büyük edebiyatlar daima nesirle teşekkül eder.
O arar, yoklar, keşfeder, insanı içinde ve dışında değiş­
tirir. Eski şiirimiz nesrin bu yardımından mahrumdu.
Bu iki eksiklik yüzünden hikaye rüşeym halinde kal-
mış, tenkit, Thibaudet'nin «Physiologie de la critique•
inde yaptığ~ tasnifle söyliyelim, teknik üzerinde şifahi
mülahazalardan ileriye gitmemiş, büyük sanat gele-
neklerini besleyen fikir kapıları hiç açılmamış gibiy-
di. Bu bizim için olduğu gibi Arap ve Acem edebiyat-
lan için de böyle idi. Bu saydığımız sebebler, şeklin
darlığı, hayal dilinin bir defa için etrafında teşekkül
ettiği herkese nasib olmaması, hillasa hayattan mua-
şerete kadar bir yığın amil, bu şiiri mühim bir kıs­
mında lüzumsuz bir oyun yapmıştı.

Bununla beraber, genişlik, büyüklük itibariyle


asıl gelişen Türkçe, tekke ve zümre edebiyatlannda
rastladığımız birkaç küçük şahesere rağmen, orada
idi. Kaldı ki o şaheserler de -mesela Karacaoğlan'da ol-
duğu gibi- azçok o ocaktan sıçramış kıvılcımlardan
başka bir şey değildi; yahut ona kıyasen güzeldiler.,
Kaldı ki bu şiir yukarda söylediğimiz gibi çok çapra-
şık bir yoldan olsa bile Türkçayi aramış ve onu kur-
muştu.

Konuşma dili
Bütün mesele buradadır: Türk şiirinde hakiki ko•

127
YAHYA KEMAL VE ESKl ŞİİR

nuşma dili bu şairlerde başlar. Daha onyedinci asnn


· başında Baki:
Şemşir gibi nly-i zemine taraf taraf
Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanlan
beytini, Nef'i:
Hem kadeh, hem bade, hem bir şuh sakidir gönül

Yine sen·istediğin yerde gezersin güzelim


mısralarını şöyledikleri andan itibaren şiirimizde gü-
zel Türkçe ile şiir başlamıştı. Yahya Efendi'de ise bu
dil zevki adeta Racine'i hatırlatacak bir mükemmelli-
ğe erişmişti. Filhakika:

Neler çeker bu gönQ,l söylesem şikayet olur


mısraı, Berenice'in ağzından dinlediğimiz mısralar ne
kadar güzel Fransızca ise, Hafız'ın mısralan ne kadar
mükemmel Farsça ise o kadar güzel Türkçedir, ve o
.kadar doğrudan doğruya konuşur.
Şüphesiz mesele bir veya birkaç mısraın tesadüfü
değildi. Manzumenin bütününün aym güzellikte, aym
saflığında olması idi. Bununla beraber eski şiirimiz bir
tarafıyla bu mısralann peşinde idi. Filhakika bütün
şiir tarihimiz boyunca bu çizgiyi takib etmek müm-
kündür. Naili, Nedim, sanatının en olgun devrinde,
bilhassa bu cins mısralarla veya bir iki imaleden sarfı
nazar buna yakın bir dille konuşur.
Meyhane mukassi görünür taşradan amma
Bir başka ferah, .başka letafet var içinde

128
YAHYA KEMAL

beytinin bulunduğu gazel baştan aşağı devrinin şehir­


li ağzıyla konuşan bir eserdir.
Hernan alkış sadasın andınrmış çağlayan sular.
Ve Nedim'de bu cinsten mısralar sanıldİğından fazla-
dır.

Şüphesiz bütün bu mısralar Yahya Efendi'nin ima-


lesiz mısraı kadar düzgün ve Türk ağzına uygun değil­
dirler. Fakat dil Türkçe idi. Kaldı ki imale yahut fazla
belli çekiş bu şiirin es tetiğinin içinde idi. N aili:
Lutf ü kerem- Hazret-i MevlA ile geçtik
yahut:
Niyaz ü naz meyanında güft ü taze
derken devrine göre şehirli Türkçesinden başka bir şey
konuşmuyordu. Eski şürin kabahati, tekrar edelim, dil~
deki kararsızlıktı. Aynca kendi estetiğinin fazla em-:
rinde idi. Çok defa bir sanat eşyası gibi sırnnı iyi bi-
lenler için, -okur yazariann hepsi aruzla. konuşuyor­
lardı- adeta ellerine alıp muayene edecekleri gir mü-
cevher gibi veya bir mücevher kutusu gibi yazılmış ol-
masıydı. Bununla beraber imalesiz, yahut bir iki ima-
lenin sesini biraz fazla zorladığı düz beyit ve zaman
zaman da Yahya Efendi'nin mısraı gibi bugünü bulan
mısra daima vardı. Nedim'den sonra ise bu cins mısra­
lann zevki yavaş yav~ş Adeta miyar olmuştu.
İkinci Mahmud devrinde Cevdet Paşa'nın bahsetti-
ği Cem'iyet-i felasife'nin en güzel mısra müsabakasın­
da, •Nevadirü'l-asar• toplayıcısı Cevdet Efendi'nin:
Bugün şadım ki yar ağlar benimçün

129
1
YAHYA KEMAL VE ESK! ŞİİR

mısraının · birincilik kazanmasıelbette ki bir şey ifade


eder. Bu mısraın kimin oldugunu bilmediğimiz bir
c benzerini Yahya Kemal' sık sık te~rar ederdi:

Ağ~anm hatıra geldikçe gülüştüklerimiz.

Namık Kemal ve arkadaşları, bir zevk çözülüşün­


den başka bir şey olmayan Vasıf'ın yerine, bu mısrala­
n örnek alsalar ve bu haddin berisinde kalmamayı dü-
şünselerdi, iş şüphesiz değişir, hakiki bir aruz virtü-
özu olan Fikret'in eline elbette başka bir dil geçerdi.
Naci'nin: ·
Misafirim vatanın bir harabe-zannda
gibi beğenilan mısralan elbette ki bu kanaldan gelir.
Hakikat şu ki Türkçeyi bulmak için arkaik keli-
melere gitrneğe lüzum olmadığı gibi, mutlak şekilde
hece ile yazmak da zaruri değildi.
Ziya Gökalp aruza aksülamel yaparken, Türkçü-
lük narnma eski şiir ve klasik musikimizden gayri bü-
tün sanatlarımızı öğer. İyi ama· bu sanatiann bir kıs­
mı, mesela, çinicilik, halıcılık eski geleneklerdendir ve
ister istemez, frenklerin •art mineur• dedikleri kısma
girerler. Geriye kalan mimari ve yazı sanatlannı, ·on-
iara bağlamak mümkün olmadığına göre, zümre şiir­
lerinin arasına mı koyacağız, yoksa bizi en ziyade ifa-
de .eden musikimizle ve şiirimizia beraber, zümre ve
halk şiirini. de sağlam ve .İnantıki hiyerarşisinde içine
alan bir güzel sanatlar sistemi mi kuracağız?

· Şimdiye kadar eski şiire umumi olarak yöneltilmiş


birçok tenkitler gördük. Fakat bu şiirin havasına gir-

130
YAHYA KEMAL

dikten sonra bir Fuzuli veya Baki'nin, bir Nef'i veya


Naili'nin, Nedim ve Galib'in dehalannı tasdik etmiş
tek bir yazıya da rastlamadık. İyi ama eski şiir dediği-:
miz şjir bunların kurduğu alemdi.
Saz şairleri ve zümre edebiyatlan, bizde çok belir-
li bir kültür ikiliğine dayanmakla beraber, aşağı yuka-
rı her edebiyatta rastlanan bir vakıadır. Her memle-
kette daima bu cins şiir, hatta zevk merkezinin zevkini
takib edemeyen, bir evvelkinin modasında kalmış taş­
ralı şair yetişmiştir.

Nerval, Alman fikriyatının ve romantizminin t~si­


ri altında çocukluğunu geçirdiği ~ski Capet ve Valois
topraklanndaki halk türkülerini toplayıp neşrettiği za·
man elbette ki Fransız edebiy~tı bir ürperme geçirdi.
Ernest Renan'ın çocukluk ve gençlik hatıralannda,
. Fransızca tek kelime bilmeyen Eritanyalı son halk şa­
irlerinin tatlı ve mahzun bir hikayesi vardır. Hakikat
şu ki halk edebiyatı, halka yakın edebiyat, her millette
mevcut bir şeydir; şive farklarının ve mahalli kelime-
lerin daima bulunduğu gibi. Bu cins eserler daima ho-
şa gider. Kendilerine mahsus cömert tazelikleri ile,
heyecana daha sadık olmalanyla ve bilhassa adeta di-
lin kaynağının başında doğmalanyla daima beğeni­
lider. Hatta safiyetleriyle mucizeli bulunurlar.
Burada cheyecana daha sadık,. ta biriyle, Ziya Bey'-
in içtimai rnektabinin o kadar fazla inandığı, her şe.;.
yin başlangıcını ma'şeride aramak fikrinden bilmem
yeter derecede uzaklaşmış oluyor muyum? İcadın veya
eserin bulunduğu her yerde ferdin istidadı, zekası,
ferdin kudreti ve kendisi vardır. Sanat eseri bu ferdi-
likle, o sanata ai.t geleneğin müşterek ·mahsulüdür.

131
YAHYA KEMAL VE ESKt ŞİİR

Halk şiiri bu ocak vasıtasıyla birkaç gömlek ötesinde


daima yüksek sanata bağlanır.

«Klasik» nedir?
Burada bir sual kendiliğinden bahis konusu olur.
Klasik nedir? Latince classicus kelimesi başlangıçta
seçme manasma gelirdi. Bu mana zamanla biraz geli-
şerek sınıflarda Latince ve Yunancayı layıkıyla öğret·
rnek ve iyi yazmak için okutulan örnek eseriere denil-
di. Bugün kullandığımız klasik kelimesi her iki mana-
sını muhafaza eder. Evvela Fransız şiirinin ve edebiya-
tının muayyen bir devrinde, Yunan ve Latin eserlerini
mükemmeliyet ve saflığında örnek alanOnyedinci as-
nn muayyen bir devri için kullanılır. Aristo'nun ·Poe-
tika,. sı ve onu devam ettiren Horace'ın tesbit ettiği
kaideler içinde Fransız medeniyetinin kemalini bul-
duğu bir devirde -Richelieu, Mazarin ve 14. Louis de-
virleri- vücuda gelen bu eserlerde kadim medeniyet
muharrirlerinin tesiri, hatta büyük manada taklidi
başta gelir. Bununla beraber Fransız klasisizmi sadece
bu tesir değildir. Aristo'ya, Boileau'nun v.e op.dan evvel
gelen nazariyecilerin fikirleri ilave edildiği gibi, Fran-
sız monarşisinin en yüksek noktasına vardığı devrin
kendisinin de zevkde, dilde kurduğu ideal hadierin de
payı vardır. İçten bakılınca klasik edebiyat, ferdden
ziyade umuminin üstünde duran, her türlü ihtirasa
karşı aklın müeyyidelerini çıkaran (Descartesl, insan
kaderi karşısında ne bu kaderin acılığını, ne de insanı
gi)zden kaçırmayan bir nza ile, eserin kendisinde ve
dilde, asalet ve mükemmeliyeti, bütl)nlük fikrini ara-

132
YAHYA KEMAL

yan eserdir. Bu klasiğin kendi içindeki tarifidir.


Karşıiaştığ~ romantizmle bu man.a biraz daha ge-
nişler, belirleşir. Filhakika bu sonuncusunda klasik
eseri idare eden kaideler, mükemmeliyet fikri, bunla-
rın neticesi olan bütünlük kaybolur. Klasik daima çıp­
lak ve kuvvetlerini kendisinde topladığı için, dinamik-
tir. Romantik bütün bir ferdi çizgilerle geniş ve zen-
gindir. Şekilde ve bütünlükte kaybettiğini muhtevanm
gittikçe genişleyen muterizesinde kazanınağa çalışır.
Bizi daima umumiye, binaenaleyh üslCı.ba götüren kai-
delerin yerini hududsuz olmasını isteyen benliğin is-
tekleri alır. Neviler birbirine karışır. Birdenbire başla­
yan tabiat aşkı ile tasvir, edebi eseri resme, hatta hey~
kaltraşiye doğru, onların bir taklid veya tefsiri olacak
şekilde götürür. Tiyatroda, romanda, tarihi çizgi veya
mahalli renk, psikolojinin yerini, insan kaderi karşısın­
da isyan, rızanın yerini alır <Demokrasi) .
Valery, «Edebiyat» adlı yazısında klasisizmin bir-
kaç tarifini yapar. ·Klasik, fikir çağrışımlannı gizle-
yen veya kendisine mal ederek ortadan kaldıran mu-
harrirdir.
«Bir takım acayip görünen kaideler sayesinde
Fransız klasik· ş; irinde başlangıç fikir ile sonra elde
edilen «ifade,. arasındaki mesafe mümkün olduğu ka.;
dar geniştir. 'Ceci est de consequence!' Bu mühim bir
şeydir. Dişardan alınan heyecan veya zihinde taşek­
kül eden tasavvurla bunları tesis edecek yahut benze-
ri teessürü kuracak sistem arasına bütün bir çalışma
girer.
«Buna, bu şiiri en yüksek noktasına vardıran in-
sanların hepsinin mütercim ()lduklarını, eskileri Fran-
sızcaya taşıma işinde piştiklerini ilave ediniz.

133
YAHYA J{EMAL VE ESKt ŞtıR

eŞiirieri bu çalışmainn izlerini taşırlar.


·Klasiğin daha indi olmayan diğer bir tarifi: Bir
san'at fertlere değil de, taazzuv etmiş ve (örflerindel
layıkıyla belirli bir cemiyete uygun olduğu nisbette
klasiktir ... Fransa'da evlennıe · klasikti ve hala da az
çok klasiktir.
eKiasikle ziraat birleşir: budama, aşı, seçme, ayık­
lama ve temizleme.
« Yunancanın Fransızcaya, Tacite'in Jezvit'e, Euri-
pides'in jansenist'e aşısı, 'böyledir.
«Romantikle klasik arasındaki fark pek sabittir.
Bu fark, herhangi bir işi hiç bilmeyenle, onu öğrenmiş
olanın arasında bulunan farktır. Sanatını öğrenmiş
olan romantik, klasik olur. Romantizmin pamasla bit-
mesinin sebebi budur.»
Görülüyor ki Valery bilhassa üç noktada israr edi-
yor.)Uasik, insanla münasebette, ferdiden ziyade umu-
midir. Kaide ve şartlara uygundur. Dili örneklere gö-
re işler. Sonuncu cümlede bilhassa bu kaideler ve mü-
kemmelik fikri üzerinde durur. Klasiğin yine etimoloji-
ye dayanan ikinci tarifi, yani l;>ütün insaniıkça kabul
edilmiş merhale - eser manası -her eser evvela kendi
dilinde kazanılmİş bir zafer olacağına göre- bu mü-
kemmellik fikrine kendiliğinden bağlıdır. Valery ~940
senelerine doğru yazdığı bir notda bütün bu fikirleri
genç bir şaire sor<~uğu tek bir sualde toplar: ·Mukave-
metiniz nedir?• Filhakika bu mukavemet elbette şairin
kendi iç itişlerine, fantezisine karşı gelmekle başlar.
Daha eski bii yazısında ise, sonradan birçok defa ele
almak şartıyla doğrudan doğruya ilhamın aleyhinde-
.dir. Ona göre .üzerinde çalışınağa başlandığı andan iti-
baren manzume kendi kendini idare eder ve tesadüf-

134
YAHYA KEMAL

mısraı, başlangıç olsa da, bünyesinden çıkarır. Şair,


bir kelime ile, kendisine çıkardığı güçlüklerle sanatı­
nın asıl seviyesini bulur. Bu güçlüklerin başlangıç nok-
tası umumidir, yani sanatının şart ve kaideleridir. Şu
şartla ki herkese ait olan bu yolda ilerledikçe, yahut
derinleştikçe ferdi tarafı teşekkül eder. .
Bir eserin mahsulü olduğu dilde örnek vazifesini
görebilmesi ancak bu sıkı şartların arasından süzüle-
rek meydana gelmesiyle kabil olduğuna göre, tarihi
manasındaki klasikte, mevcut kadim eserleri örnek al-
pıak azçok ortadan kalkar. Bununla beraber şurasını
da söyliyelim ki bütün bu millahazalar eski Liı.tin ve
Yunan dillerini ve eserlerini öğretimin temeli olarak
kabul etmiş olan Avrupa medaniyeti içinde söylendiği­
ne göre, bu örnekler daima mevcuttti ve aradaki ayrı­
lış ne kadar fazla olursa olsun, kadim· eserlerden gele,n
tesirin büsbütün yokluğu manasma alınaınazlar. Hıris­
tiyan medeniyetinin hemen her devrinde -hatta günü-
müze kadar- bu tesir devam etmektedir.
Burada bizim eskilerin ne derec~ye kadar klasik.
telakki edilebilecekleri münakaşa adilrneğe değer. İs­
lam edebiyatlanmn, Greko - Latin medeniyetleriıiin
edebiyatlanyla, halk hikayelerindaki bazı transpozis-
yonlar, alışlar dışında, doğrudan doğruya biçbir müna-
sebeti olmadığını iyiden iyiye biliyoruz. Bizim edebi
örneklerimiz Fars ve Arap edebiyatlanndan gelir. Bu
edebiyatıann da başlangıç noktası, şiirde Arap cahili-
ye devrinin. kasidesi, nesirde ise Kur'an ve ona takad-
düm eden pek azı zabtedilmiş ArEI.p mev'izalatıdır.
Vakıa bu edebiyatın poetikası demek olan cbedi'
ve beyan•, Aristo'dan gelme bir eserdir. Fakat bı
mevcut bir geleneği sonradan tatbikten ileriye ge\ -

135
YAHYA KEMAL VE ESKi ŞİİR

mez. Arap şairleri ile Aristo ·belagati bilhassa bir nok-


tada, akli oluşta birleşirler. Sebk-i hindi mektebinde o
kadar kapalı bir şekle bürünerek karşımıza çıkan teş­
bihler dahi çok ayn bir dini, tasavvufi, siyasi ve içti-
mai sisteme dayanmasına rağmen daima Aristocudur.
Eskilerin en hayali ve katışık mazmunlan dahi, eşya
arasında kurduğu münasebetde, iki taraflı cüz'i veya
külli bir hakikate dayanırdı. Fakat bu Aristo belaga-
tinin tıpkı hendesade olduğu gibi zihni tarafıdır. Bu-
nun dışında ne Pindar, ne Euripides, ne de Virgile,
Türk şiirine veya uzun zaman ona örnek olan iki bü-
yük ananeye tesir etmiş değildir.
Fakat bütün bunlar Müslüman edebiyatlannın
kendi içlerinde, kendi kültürünün çiçeği olan bir kla-
sik telakkisi bulunmasını elbette men' edemez. Cahili-
ye şiiri, onuncu ·asır Arap şiiri, tran şiirinde Nizami,
Hafız, biraz sonra Hayyam elbette ki bu geleneklerin
klasikleridirler. Bu kültürün sonuncu büyük malısulu
olan Türk şiiri de elbette böyle olacaktı. Bu şiirin bir
ahenk ve müzikalite endişesi, güzellik telakkisi, bütün-
lük fikri, ilhamını kontrol altınd~ tutan sıkı kaideleri,
iç insanı verirken hamlelerini idare eden bir transcan-
dantali vardı. Bütün bunlann bizde bu kültürün asıl
·zeminini yapan Arapça ögrenimin üzerine düşen tran
tesiriyle olması nihayet bir dereceye kadar manalıdır.
Asıl mesele bu örneklerden gelme şeylerin estetiğini
vücuda getiren kaidelerjn kendisinde, tabiatle, cemi-
yetle, eşya ile dilin içinde onlarla kurduğu münas.ebet-
te insanı bütünüyle veriş tarzındadır. Böyle bakılır ve
bilhassa. Tanzimat'tan sonra· gelişen edebiyatla muka-
yese edilirse eski şiire klasik demekle fazla hata işlene­
mez. Onu istediğimiz kadar Divan edebiyatı veya şiiri

136
YAHYA KEMAL

diyerek muayyen ve mahdut bir zümrey~ hasredelim,


dar çarçeveli hatta sun'i bulalım, eksiklerini ne ka-
dar sayarsak. sayalım, Yahya Kemal' e kadar insanı­
mızı ve dilimizi bütünüyle orada buluruz. Onun kar-
şısında Tanzimat'tan sonraki edebiyatımız birbiri pe•
şinden gelen bir yığın tekliften ileriye gitmez.
Nihayet büti,in .bunlara dildeki mükemmellik fik-
rini ilave edebiliriz. Yahya Kemal tiyatromuzu geliştir­
mek ve bize mahsus tani. bir telaffuzu salınemize ge-
tirmek çarelerini arayan yarı resmi bir toplantıda, ak-
törlerimizi iyi yetiştirmek için tek çare olarak eski şii­
rin büyüklerini inşaddan işe başlanmasını teklif et-
mişti. Bir yığın itiraza ugrayaın bu teklif hiç de yersiz
değildi ..
Bir dil basit tesadüflerinde değil, mufassal ve ge-
lişmiş eserlerinde öğrenilir.
Hala bile Türkçede yerine oturmuş mısra, velve-
leli, sakin, her şeklinde dilin hakkını veren mısra,
umu..mi zevkin eskilerden zamanla seçtiği birkaç yüz
mısradır. Asıl klasiğimiz kabul edilmesi icab eden bu
birkaç yüz mısraın çoğu da bilhassa başta Fuzuli, Baki,
Nedim, Galip, Nef'i, Naili, Neşati olmak üzere sekiz
doku.z şairin eserinden gelir.
Türkçe ne kadar istihale geçirirse geçirsin, büyük
şiirin, büyüğü hedef alan şiirin hareket noktası, .Ne-
dim'in:
Mest kendi güler altındaki rahş oynardı

mısraının veya benzerlerinin ölçüsünde mısralar ola~


caktır. Sadasız harflerin, sadalıların tekranna daya-
nan ahenkleriyle, tıpkı Baudelaire'in istediği gibi uf-
'ki ve şakuli hareketleriyle, velveleli cünbüşleri, sakin

137
YAHYA KEMAL VE ESKt ŞtıR

kederleriyle, hillasa şiir meselelerinde bazan, hatta


çok defa her· şey olaİı sesleriyle bu cins mısralar dili·
mizin varabiieceği en yüksek güzellik hadlerini kendi·
liklerinden kurmuş bulunuyorlar. Yine mesela Fran·
sızcanın kendi üstüne döndüğü zaman en ahenkli ve
·en güzel diye bulduğu beş on mısraa. benzer mısraı
biz bu umumi 1.evkin seçtikleri arasında bulabiliriz.
Burada Prof. Fuat Köprülü haklıdır; bizim kla.siğimiz~
eskilerdir. ·
Bununla beraber bu edebiyat yahut tam mana·
.siyle teşekkül etmiş bir nesri bulunmaJığına göre -bu-
nu söylerken ölçü olarak Fransızlardan Descartes'ı,
Pascal'ı ve Bossuet'yi ahyorum,-·bu şiir, sade Anadolu
lehçesinde seki~ asra y~kın bir zaman devam ettiği·
ne göre elbette ki bütünüyle bir tek ,tabirin hudutia-
nna sığdınlamaz. Burada V alery'nin anladıği tarzda
kaideler etrafında mükemmellik fikri, yani tam usta-
lık ve zaman kanunu, ister istemez öbüİ" mülahazala-
nn üstüne çıkar.
Necati Bey'de güzel, hatta çok güzel şeyler vardır.
Fakat bu güzellik Baki'deki güzellik değildir. Baki ile
Fuzuli şuphesiz en büyük. şairlerimizdir. Fakat Baki'·
nin dili Fuzuli'den daha düzgün~ sanatı daha ustadır.
Fakat onun dahi dili onaltıncı yüzyılın· başına ait .bir
yığın arkaizmi muhafaza eder. Oııyedinci asır şairleri·
miz aruz hatalannda bile ondan başka türlüdürler; dil
daha işlek, daha yerine oturmuştur. Yahya Efendi''de,
Naili'de, Neşati'de mevcut bazı güzel mısralar, bu so-
nuncusunda b:ütün bir gazel ve birkaç beyit, dilin gü-
zellik baddini tayin etmişe benzer. Bu asnn sonunda
yetişen Nabi'de çok güzel birkaç mısra yahut beyit
vardır. Fakat kendisinden bir iki nesil evvelkilerin dol•

138
YAHYA KEMAL

gunluğu yoktur. N~dim., Namık Kemal'in dediği gibi,


belki en orjinal şairitnizdir. FakP..t hazperverliği, tees-
süriliği klasik kelimesinden anladığımız şeyleri kendi-
liğinden inkar eder.

Aman aman sitem-i rüzigarı benden sor

BÖyle bi-halet değildi gördüğüm salıra-yı aşk


Anda.Mecnun bidler divane cülar var idi

diye döğünmesini bilen ve döğündüğü nisbette de sevi-


nen, coşan bir şairde elbette ki ferdi çizgi galebe eder.
Galib, sebk-i hindi ile münasebeti ne olursa olsun, Nai-
li'den, Neşati'den, Baki'den çok başka, daha precieux,
hatta barok ve biraz da romantiktir.
Şu halde eski edebiyatın da kendisine göre ister.
istemez bir klasiği, bu klasiğe hazırlanış devri, sonra
bu zevkin. çözüldüğü, ferdin kendisine · bazı hürriyet-
ler temin ettiği devirler, tekrar bu klasiğe dönüşleri,
hatta Galib'de olduğu gibi, daha eski kaynaklan, Mev-
lana'ya, Fuzuli'ye gitmek suretiyle kendisini tamamla-
yışlan vardır.
Hakikat şu ki klasik davası sadece Garb medeni-
yetinin muayyen bir devrine ve romantik ·sanat da ona
karşı onsekizinci asır sonunda başlayan ve nihayet on-
dokuzuncu asırda tam zafer kazanan aksülamele inhi-
sar ettirilemez. Yunan sanatı klasiktir. Euripides,
Fransız klasisizminin en mükemmel şairine, Racine'e
·örnek olmuştur. Fakat bugünün bazı edebiyat tarihçi-
leri ve münekkitleri Yunan edebiyatı içinde Sofokles'-
in yinni yaş küçüğü olan bu şairin sanatına romantik
gözüyle bakmaktan çekinmiyorlar. Bu fikri ileri süren

139
YAHYA KEMAL VE ESKt ŞİİR

garblı münekkitlerden biri Avrupa medeniyetinin


edebiyatında, Euripides devrinden başlamak üzere üÇ
romantik devir görmektedir. Azçok aynı fikirde olan
Mario Praz, «The Romantic agony,. sinde, romantiz-
min büyük tamlerinin çoğunu Ortaçağa ve antikiteye
kadar çıkanr. Filhakika Euripides'in Medea'sını veya
Miladdan evvel dördüncü asnn Laocoon'unu klasik
çerçevesi içinde görmek oldukça güçtür.
Bununla beraber Yahya Efendi'den Neşati ve Nai-
li'ye kadar olan devir de, kendi kü~tür ve medaniyeti
içinde, istersek -behemehal lazımsa- klasik tabirine
hak kazanır. IV. Murad'dan IV. Mehmed devrinin so-
nuna kadar süren bu devrin monarşisinin çocuk padi-
şahlar devrine rastlaması, sarayın ve devletin· haki-
ki bir anarşi içinde olması belki en esef ed,ilecek nok-
tadır. Çünkü, mimaride olsun, yazı ve bilhassa musiki-
de olsun, devir gerçekten zevkin kendisini idrak etti•
ği, dilin a.zçok yerine oturduğu ve söyleyişin,. yahuf
halktaki tabiriyle, ağzın ve sesin kendi kıvamını bul-
duğu devirdir.
Eski şiirden bahsederken ses unsuru üzeriri.de ıs"
rar etmemin sebebi, bu sanatın asıl zaferini onunla id-
rak etmesi, hatta kendisini onunla tarif etmesidir.
Bu şiir aruzun içinde kendisini ararken bizi bul-
muştur, denebilir. İnsan biraz da, emosyonel hayatı da.
düşünülürse, hatta fazıasiyle sesidir.

Ses unsuru ve Yahya Kemal


Yahya Kemal'in büyük mazhariyeti, eski şiirin ve
oradan hareket ederek züinre şiirlerinin asıl hususiye-

140
YAHYA KEMAL

tini veren, bize ait liiizmin esası olan bu sesi bulması­


dır.
Çok defa, Yahya Kemal'i asıl şahsiyetinin kendi-
ni idrak devri olan yıllarda -Valery'ye göre 24 yaşla­
rında <Bak: Descartes makalesi> -eski şiirimizin üzeri-
ne eğilmiş, Nesimi'den- kardeşine yazdığı mektup şek­
linde masnevi'yi kasdediyorum- Avni Bey'e kadar ge-
len bütün bir gelişmeye eğilmiş, bu sesin peşinde ta-
savvur ettim. Şüphesiz ki onu veya idesini bulduğu
anda, o da Arşimed gibi «eureka!» diye br:ı.ğırmıştır.
Çünkü Şinasi'den sonraki şiirimizin daima Batıyı göz
önünde tutan gelişmesinde bu değişme ile alaka he-
men hemen kesilmişti. Ve biraz da bu ses ortadan kay-
bolduğu içindir ki Edebiyat-ı Cedide _şiirinde dil o ka-
dar öksüz kalmış, kelimelerin elması, içlerinde panı­
dayan güneşi kaybetmişti.
Bu şiirin başlangıcının İran şiirinden gelmesi o ka-
dar mühim değildir. Asıl değişik modulation'larında
bizi vermesi mühimdir. Geç gelen daima bir evvelkin-
den bir şeyler alır. Hatta birçok şeyler alır ve alınağa
mecburdur. Fars şiiriyle olan münasebetimizde eski
şiir aleyhine kaydedilecek nokta bu başlangıç olarak
örnek meselesi değildir. Belki bir devirden sonra şiiri­
mizin kendisine muvazi olarak akan bu şiire bütün
kıvnmlannda bağlı olmasıdır. Fakat bu nokta ancak
eski şiirimizin mukayeseli bir tedkikinden sonra ka-
rar verilecek bir meseledir. Şimdilik bildiğimiz şey, dı­
şardan gelen örnek ne olursa olsun, bu sesin etrafın­
da teşekkül eden terkibin bizim en özlü tarafımız oldu-
ğu keyfiyetidir. ·
Yahya Kemal yetmiş senelik bir değişmeden, bır
kopuştan sonra bu sesi yeniden bulmuş ve iki zamanı

141
YAHYA KEMAL VE ESİ{t ŞİİR

birleştirmiştir.Bunu eskiler üzerinde yukarda söyledi-


ğimiz gibi tahlilci bir ameliye ile mi yaptı? Yoksa sa-
dece bulduğu dil üzerinde düşünerek mi? Yahut da
sevdiği Pamas şairlerinin dil mükemmeliyeti ve ahen-
gi mi onu bu araştırmaya götürdü? Bu ·suallerin hiç-
bir zaman tam cevabırtı veremeyiz. Bildiğimiz bir şey
varsa bu sesle ve bu dille yurda dönmüş olmasıdır.
Yahya Kemal bu keşfinin ehemmiyetini biliyordu.
Bir gün kendisine: «Moreas' a ne zaman kendisini
Fransız şairi hissettiğini hiç .sordunuz mu?• diye bir
sual sorrnuştum. «Evet sordum, dedi. Ve bana şu ceva-
'bı verdi: Fransızcayı duyduğumu anladığım zaman ....
Bir başka gün •Naili'ye gazel» den bahsederken
«Gazele o kadar yüksek perdeden başladım ki sonunu
getiremem diye korkmuştum.» dediğini gayet iyi ha-
tırlıyorum. Fakat niçin bu· dağınık hatıralarda .kala-
lım? Bir rübaisinde o kendi sanatını «Ses» kelimesiyle
hülasa etmiyor mu?
Yarab ne müsavatı ne hürdyeti ver
Hatta ne o yoldaı:ı gelecek şöhreti ver
Hep neşve veren aşkı terennüm dilerim
Yarab bana bir ses yaratan kudreti ver
Yahya Kemal'in bütün estetiği bu son mıs:ı;-adadır.
İyi ama eski şiirin estetiği ne idi? Cevri:
Benimdir nevbet-i ferye.c3: bülbüller hamüş olsun
derken ayni şeyi söylemiyor muydu?
Yahya Kemal Türk lirizm~ni yeniden bulan adam-
dır. Dilin tanrısı onun eseriyle tekrar dile döner.
Yahya Kemal'in şiiri için neoklasik tabirini yal-
nız eski dille yazılmış olanlannı göz önünde tutarak

142
YAHYA KEMAL

kullanmadım. Bütün eseri ve edebiyatımızda oynadı~


ğı rol ister istemez böyle bir görüşe, hatta daha ileri-
sine, yani doğrudan doğruya klasik fikrine götürür.
Hakikatte o bizim klasiğimizdir. Vezne, kafiye ve şek­
le verdiği ehemmiyet, şiirlerinde teganniye yaklaşan
ses üstünlüğü, mısra yapısı ve manzume bütünlüğün·
de bir yığın yenilik arasından olsa bile geleneğe bağlı
kalışı, ferdiden ziyade umumide duruşu bir tarafa bıc
rakılsın, her şairde mevcut olan ve eseri doğrudan doğ­
ruya veya dolayısıyla idare eden şahsi masalıyla da
klasiğin -bizim klasiğimizin- içindedir.
Filhakika her iki dille olan şiirlerinde bu şahsi ma-
sal, dolayısiyle iç jnsan, «Rind» kelim~sinin etrafında
toplanır. Burada yeni şiirlerinde bu kelimenin yalnız
iki üç manzumede geçmesi hiç de mühim değildir. Mü-
him olan bu kelimenin insanı ve büyük vaziyatlerde
davranışını vermesidir. Şüphesiz, «Hafız'ın kal:ıri» nde
olsun, «Rindlerin hayatı» ve «Rindlerin akşamı,. nda ol-
sun, bu kelimeye az çok dilinden koparılmış ve şumulü
değiştirilmiş olarak rastlarız. Bu hususi tasarrufa rağ­
men bu üç şiirde «rind" kelimesi, insan kaderi, cemi-
yet ha:yatı ve kendi iç dünyasında bütün psikolojik
fonksiyonunda, yani .stoist rıza, şev k, sessiz isyan ve
hayata üstün bakıştadır. Kaldı ki bu anahtar veya
mihver kelime konuştuğumuz dille söylenmiş şiirlerde
azçok yalnız kalınakla beraber, eski dille yazılan şiir­
lerde bütün bir sistemin unsurlarıyla karşımıza çıkar.
Şarkın yıkılışından, bütün ledünni pınarların ku-
ruyuşundan; insaiıın manevi çıplaklığından · bahseden
·İthaf, şiirini yukarda gördük. Bulamadığım söyler-
ken aradığının hepsini yaratan ve sonunda birdenbi-
re en ideal çehresiyle bize Şark'ı veren bu şiir, bilhas-

143
YAHYA KEMAL VE ESKt ŞİİR

sa bir nefes, yani tasavvufl bir eser olduğu için crind"


kelimesi tam yerindedir. Nitekim son kıt'alardan birin-
de,
Tecelli-gah iken binlerce rinde
Melamet söndü Şarkın her yerinde
feryadıyle şiirin büyük toplanış noktalanndan biri
olur.
«Abdülhak Hamid'e gazeh de, bu tasavvufi zemin
gizli kaldığı için onunla daha başka bir şekilde karşı­
laşırız. Bu gazel kadar en saf billur gibi katıksız Şark,
eski şiirimizde dahi bulunamaz kanaatindeyim:
Virane-i cihanda ne şahız ne bendeyiz
Rind-i aba-be-duş fakir-i revendeyiz
Pir ü civan bahar bahar eyleriz sefer .
Her dem otağ-ı ·cem'le diyar-ı çemendeyiz
Yattık bülend servlerin gölgesinde şad
Dehrin bu hay ü huyuna mecbul-i handeyiz
Demdir yanar remad olamaz şeb-çırağ-ı dil
Demdir ki ayş ü miş ile ifna-yı tendeyiz
Kam almadık müsaferetinden bu alemin
Cananla meyle son günü ey mevt sendeyiz
Yahya Kemal' deki düzen kudretini ve her büyük
sanatkarın belli başlı vasfı olan disponibilite'yi bun-
dan daha iyi gösteren manzume yoktur zannederim.
Birkaç edatın dışında her kelime, her terkib, her kar-
şılaştırma, her sıfat ve zarf, Şark dediğimiz o ledünnt
şevk dünyasını kurmak içindir. Bütün Hafız, Sadi,
Mevlana, Hayyam, Baki, Neşati, Naili ve Galib, onlar~
dan süzülmüş ifadelerle konuşan musikişinaslar, pey-
zaj ve kaderimiz bu hayata uzaktan gülen, ölüme razı

144
YAHYA KEMAL

olan, hiçbir şeyi istemeyen ve istemediği için hepsini


kendinde bulan on mısraın içinde, bahar bahar dola-
şan ve içten gelen şevkle kendisini tüketrneğe çalışan
bu abalara bürünmüş zengin ruhlu insanın çehresin-
dedir. Yahya. Kemal bu alemi, .saymanın tehlikesine
düşmeden bir yere topladığı yirmi motifie kurar.
Şairin Naili ile ilk. teması olan -bu sonuncunun
kendi nev'inde şaheseri, ·Gideriz• redilli ·gazelini kas-
dediyorum- •Abdülhak Hamid'e gazel», onun eserinde
.bir su terazisi gibidir. Bütün öbür manzumelerin bes-
leneceği hayallere, alkolün bu şairin hayatında tuttu-
ğu yer düşünülürse, iç a.Iemi, hatta günlük yaşayışıyla
bu hayallerin münasebetine, hülasa şahsi masalı o~an
crind•. kelimesinin manasma orada rastlanz. ·Abdül-
hak Hamid'e gazel•, bir taraftan •Kadri'ye gazel•,
•Se:tı olmasan•, •Olun dedi•, ·Kadar• redifli gazellerle,
öbür taraftan cFazıl Ahmed'e gazel• den, ~amburi Ce-
mil'in ruhuna ithaf edilen gazele kadar giden ve eski
alemi ledünni tarafı ile veren şiirlerin başlangıcıdır.
Bu ikincilerde alkolün ferdi hayatın dışına taştığıni,
eski şiirin dünyasını, o kadar sıkı surette bağlı ·oldu-
ğu Vahdet.-i vücud düşüncesi ile beraber verdiğini, bu-
na mukabil birincilerde aynı alemden büSbütün kop~
mamak, yahut ona sık sık dönmek şartıyle içkiyi ba-
zan bir kaçış, bazan da doğrudan doğruya eskilerin
Caşk-1 ilahi) temi ile dünyasının birliğini kurina vası­
tası gibi aldığını söyliyelim.
Bu iki grup bize rind masalı altında. gizlener~
ikiıiCi bir masalı, Cemşid veya Dionysos'u verirler vı:.
onunla beraber de Yahya Kemal'de şarkılar da dahil,
o kadar sık geçen cbezm· kelimesi gelir. (Bu üç kell·
ı:iıenin Servet-i Fünun lügatine hiç girmediğini hatırla--

145
YAHYA KEMAL VE ESK! ŞtıR

talım. ·Bezm,. kelimesi, Cemşid'le rind arasında bir it-


tisal noktası gibidir). ·Söylenir», «Z.evk-abad» gazelle-
riyle «İsmail Dede'nin kainatı», bu iki şeklin ve onlan
besleyen şahsi masalın tam bir transcendantal'de bir-
leştiği eserlerdir. Bu eserlerde şairin şahsi masalı an-
cak örtfuü bir ·şekilde karşımıza çıkar. Filhakika eski
dilin sonradan .gelmiş bu üç şaheserinin, Yahya Ke-
mal'in, daima yeniden ve söz kudretiyle kurmağa ça-
lıştığı Şark'ın asıl manevi yüzünü, özü olan tasavvuf
ve panteist" neşesi ile ve bütün coşkunluğu ile verdiği
aşikardır. ..;Tür'dan mülhem» de daha ziyade bu seriye
girebilir. Tarihi portrelerle kültür ve zevk tarihimizin
ve Alparslan gibi doğrudan doğruya bu tarihin kendi-
sinin belli başlı merhalelerini veren gazeller ise kendi
aralannda ayn bir daire teşkil ederler.
Başta saydığımız iki daire, ölümden o kadar cemi-
yetle bahsettiği «Erenler• redifli gazelde «Abdülhak
Hamid'e gazel• i bitiren:
Kam almadık müsaferetinden bu alemin
Cananla meyle son günü ey mevt sendeyiz.
beytiyle, bu sonuncu gazeli bitiren:
Tekrar mülaki oluruz bezm-i ezelde
Evvel giden ahbaba selam olsun erenler
beyti arasındaki fark, kendi iç meselelerini yenen şai­
rin sanatının en olgun, tabir caizse · imkanianna sade
sahip değil, hakim olduğu Goetheen devrinde yazıl­
mış olmasından gelen farktır. Bu gazelde, şair, bütün
iç didişmelerin üstünde, sanki beraberinde götürmek
için dünyasına tam sahiptir.
Şurası muhakkak ki şarap veya Cemşid bezmi

146
YAHYA KEMAL

şairi kadar ölüm şairi de olan Yahya Kemal pek az şii~


rinde ölümü yalnız başına bir macera gibi alır. Şiir
terbiyesinin mühim bir tarafını sembolizmde yapan
'bu idealist ve mutlakçı şairde ölüm, hayatın perdEmin
öbür tarafında devam eden kısmıdır. Orada sevgilisiy-
le ve şarapla, yahut bütün dostlarıyla, bazan da «Yol
düşüncesi» nde olduğu gibi vatan ve kültürle, yani
kainatıyla beraber olacaktır. Ancak «Eylül sonu»,
«Sessiz gemi» gibi şiirlerde ve

Her rind bu bezmin nedir encamı bilir


Dünyamızı ıaa-gah zalam örte bilir
Bir bitmeyecek şevk verirken beste
Bir tel kopar ahenk ebediyyen kesilir

rubaisiıide veya benzerlerindedir ki biz, onda ölümün


realist çehresine rastlanz .
. Hayattan o kadar lezzetli ve bütün bir rindlik
havasının imalarıyla şikayet ettiği, dolayısıyla rea-
list- çünkü rindin hayatını öbür ucundan, mahrumi-
yetlerin çerçevesinden görür .- «Başka» redifli gazel-
de, ölüm, hiç olmazsa «semt-i hamüşan» da (uyuyan-
lar semtinde) bir uyku olacak, hülasa yine bütün bir
kalabalıkta gelecektir.
«Abdülhak Hamid'e gazel» de ölüm bir çeşit
şarklt «Cythere adasına seyahat» e benzer. Şüphesiz
bu doğrudan doğruya Watteau ile bir temas mana-
sma gelmez. Belki daha ziyade Baudelaire veya «Fe-
tes Galantes» lanyla Verlaine kanalından gelen bir
şeydir. Bununla beraber bu coşkunluk ve neşede
Watteau'nun şaheserini hatırlatan kederli bir hava,
eşyaya vedaya benzeyen bir bakış vardır. Burada «Fe-

147
YAHYA KEMAL VE ESKİ ŞUR

tes Galantes» laz:ın, ilk gazellerinde Yahya Kemal'e


uzak bir örnek olduğunu, hiÇ olmazsa böyle bir ese-
rin ilk .fikrini verdiğini söylemek yerinde olur. Yahya
Kemal, eski dille yazdığı bu manzumelerde tarihi
zevkin şairi .olmak istemiş ve bilindiği gibi Lale dev-
rini seçmiş, sonra bunu bir taraftan tarihi p<;>rtrelere,
öbür yandan da bütün zevk merhalelerimize teşmil
etmiştL Zaten bu mühim gazelin hiç olmazsa düzeni
yukarda bahsettiğimiz gibi bizim şiirimizde rastla-
nan bir şey değildir.
· Yahya Kemal'in konuştuğumuz dilde yazdığı
man~umelerde «rind,. kelimesini çok manitlı bir şekil­
de birkaç defa kullandiğını gördük. Bu şahsi masalın
altında gizli olan Cemşid - Dionysos temine ve ona
bağlı olan alkole, en kompleks manzumelerinden bi-
ri olan ·Telaki• istisna edilirse doğrudan doğruya
hiç rastlanmaz. ·Deniz,. manzumesinde bir defa gö-
rülen Canan kelimesi ise «Erenköyünde bahar» a ka-
dar bu yeni şiirin lügatinden uzaklaştınlmış gibidir.
Ve orada da ancak muayyen bir kadına dost mecli-
sinde verilen ad şeklinde görülür. Buna mukabil cTe-
bikki· nin (bezm-i elest> imajı, ikizli çağrışımıyla çok
mühimdir. Filhakika bu şiirin ikinci kıt'asındaki:
Sen miydin o afet ki dedim bezm-i ezelde .

Bir sofrada içtik ikimiz aynı ernelde


mısralan, eskilerde sık sık rastladığımız
ezelden mu-
kadder aşkın şeklidir.
Ve tam gelenekteki ifadesiyle
söylenmiştir. Buna mukabil sevgilisinin tasvirinde iş
birdenbire değişir. Aynı kıt'adaki:

Bir kanlı gül ağzında ve m ey kasesi .elde

148
YAHYA KEMAL

mısraıyla, birinci kıt'ayı bitiren:

Gördüm dişi bir parsın ela gözleri vardı

mısraı, bu bezm-i ezel tanışıklığını büsbütün başka


bir aleme nakleder. Hiç olmazsa bu kanlı gül ve dişi
pars hayalleriyl.e azçok kadim misterierin orgie'sine
gideriz. Dionysos'un mevkibine rafakat eden hayvan-
ıann arasında kaplan ve pars vardır ve Baccanthe'lar
hiç olmazsa Euripides'in trajedisinde bu yırtıcılara
benzerler.
Gürültülu ihtiras ve iç güdülerin kapısını açan
ve bizi, Nietzsche'nin kelimeleriyle söyliyelim, «İster
vahşi,· ister insana riıuti şeklinde olsun, nizamından
çıkmış• yahut «çıldırmış· tabiatle birleştiren alkolün
ve neşesinin bulunduğu her yerde, Dionysos ve Şark
şiirindeki oldukça değişmiş çehresiyle, -araya tasav-
vufi remze mal olmanın getirdiği değişiklik giriyor-
Cemşid kendiliğinden mevcuttur.
Zaten bu C~mşid ve Dionysos ayniyetinden, Yah-
ya Kemal'in kendisi de «Şeref-abad» gazelinin
Gülerdi taht-ı zerrin üzre Cem gülşende güllerle
mısraı dola:Yısıyla bize sık sık bahsetmişti.
Bu vesileyle, uzun zaman Yahya Kemal'in kendi
gazellerinden bahsederken onlan daima yeni -g~rb­
lı manasına- telakki ettiğini ve bunun böyle olmasını
istediğini söylediğini, 1946'dan sonra, Nurullah Ataç'-
ın aynı eserler hakkındaki bu fikirlerini teyid eden
bir cümlesine itiraz ederek aksini iddia ettiğini ha-
tırlayalım. Başlangıcında bu iddiayı ben de herkes gi-
bi Nurullah'a kızgınlık yüzünden söylenmiş bir söz

149
YAHYA KEMAL VE ESKİ ŞtıR

telakki etmiştim. Fakat sonradan bu kitabı hazırlar­


ken bu gazellere tekrar döndüğüm zaman, d~ima ga-
zel nev'ini, kendi çerçevesinde dil ve imaj unsurları­
nı ayıklamak, düzeni değiştirmek şartıyla eskinin
alemini daha derinden kavradığını ve. başlangıç dev·
resine ait olan «Mahurdan gazel .. , « Şerefabad .. , «Bir
saki• gibi azçok dekoratif diyeceğimiz eserlerden
sonra ilhamının eski aleme daha fazla yaklaştığını,
onun -«rind.. kelimesi etrafında- hayatı yaşanan şiir
yapan kalb adam·i telakkisini daha kuvvetle benim·
sediğini ve nihayet yukarda saydığımız üç gazelde ol-
duğu gibi eskilerin «vahdet-i şuhüd» ve «vahdet-i
vücüd,. 'telakkilerine kadar gittiğini gördüm. l3u de-
ğişmenin bir sebebi yukarda bahsettiğimiz, sanatına
daha kuvvetle sahib olması ise, ikinci de işlerimizin
benliğimiz üzerindeki o derin ve yapıcı, yahut yıkıcı
tesiri olsa gerektir. Paris'te bir şair sıfatıyla Yahya
Kemal daima eseı ini ayıklayarak vücude getirdiğine
göre birincisinin izahı çok kolaydır. İkincisine gelin-
ce, sanat meselelerinde hiçbir zaman ihmal edilemi·
yecek olan hullil ve temessül (einfühlung) nazariye-
si bu noktada bizi teyid eder. Zaten bu nazariyede
her iki şık bjrleşir.
Bütün bunları söylemekle, gerek zevk, gerek tek-
nik itibariyle sanatının asıl sırrını Garb'dan aldığını
inkar etmiş olmtıyoruz: Tekrar edelim, bu gazelierin
düzeni, muayyen bir kafiyenin veya redifin etrafın­
da mazmun çerçevesinden çıkarılan eski hayal un-
surlarını bu tarzda seçmek ve sıralamak, mısra ve
beyitlere bu pürüzsüz ve ölçülü, daima kendisinE~ ha-
kim coşkunluğu sindirrnek ve nihayet sesini bu tarz-
da idare etmek, hülasa daima esaslının ve bütünün

150
YAHYA KEMAL

peşinde olmak Garb' dan gelen terbiyedir. , Ve biz bu


gazellerde eğer Şark dediğimiz şeyi bir bütünlük şek­
linde buluyor· ve seviy~rsak şüphesiz bu nizamın sa-
yesindedir.
Filhakika yukarda birkaç defa bahsettiğimiz dört
gazelde bile bu eskilerden ayrı nizamın emrinde ol-
manın verdiği bir değişiklik vardır. Bu değişikliğe en

.
basit misal olarak •İsmail Dede'nin kainatı• ndan:
Şeb-i lahıitda manzume-i ecram gibi
Lafz-ı Bişnevle doğan debdebe-i manayız
beytini alalım ve mesela halis Mevlevi olduğuna hiç
şüphe edemiyeceğimiz Nef'i'nin Mevbina için yazdı­
ğı kasidesinde benzeri bir hayal arayalım, hatta Fa-
sih Dede'ye, Beliğ'e ve Mavlevi ilhamda o kadar kuv-
vetli olan Şeyh Galib'e kadar gidelim, bu kadar bü-
tün unsurlarını kendinde toplayan geniş ve tam .viz-
ycna rastlamayiz. Eskinin maznun sistemi ve sanat
oyunları, şiirin büyük imkanı olan imajı, buluşa, bir
çeşit oyuna indirirdi. Şüphesiz bu iki mısrada da bu
sanat oyunlan vardır: gece ile ·yıldızlar, kelime ile
mana birbirlerini karşılarlar; fakat imaj sistemi, ya-
hut çağnşım ve seçiş ayndır. Bu itibarla
LAfz-ı Bişnevle doğan debdebe-i manayız

mısraı, eskilerden ziyade Hugo cinsinden şairleri ha-


tırlatır.
Yukarda dört gazeli öbürlerinden ayıimış ve
Yahya Kemal'in eskinin dünyasını daha d~rinden be-
nimsediğini söylemiştik. Bu katılış dahi Cemşid te-
minin, dolayısiyle içkinin ehemmiyetli yerini değiş­
tirmez. Bu itibarla ·Sansınlar.. redifli gazelle Leskof-

151
YAHYA KEMAL VE ESKİ ŞtıR

çalıGalib'in ruhuna ithaf edilen gazelin başlangıç


mısralan bizi çok iyi aydınlatır.
Bu_şeb mest ol ki tıüi, vasıl-ı yar etti sansınlar

Bu şe b mest ol ki yar etti sansınlar


tıüi; vasıl-ı
Huniş~ı neşve cam-ı vaslı i;er-şar etti sansınlar
. .

Gönül hem aşka yan hem haşr ü neşr ol şüle-i


meyle

mısralan bizı hiç olmazsa bir çeşit equivoque'da


(şüpheli vaziyette) bırakır. Ancak üçüncü mısra
Görenler sevdiğin ihraak bi'n-nar etti sansınlar

mısraıyla tamamlanıncadır ki diyonizyen neşenin ta-


savvufi neşe olduğunu anlanz. Sacre'nin üstünde çok
tehlikeli bir ameliyeye benzeyen bu. tereddüt, öbür
beyitlerin hemen hepsinde mevcuttur ve hepsi ancak
şiir cümlesip.in sonunu veren ikinci mısrada ortadan
kalkarlar. Eskilerde de azçok rastlanan bu tereddüt-
lü yürüyüşü Yahya Kemal'de psikolojik zemin besler.
Burada, ateş ve alevle dolu olan bu manzumenin adı­
mn: cZevk-abad• olduğunu da hatırlatalım.
cTür'dan mülhem•, bu şairin psikolojik portresi
olduğu için daha saklndir. Bununla beraber o da ay-
m diyonizyen neşe ile başlar:
Gördük neşat-ı cam ile birçok huniş eden
· Sendin o camı Cem gibi hakkıyle miş eden
Bilindiği gibi bu gazel Türkçenin en rahmani be-"
yitlerinden. biri ile biter:

152
YAHYA KEMAL

Bahşeylesün sükün dil-i şeydana der Kemal


Ervahı rahmetiyle sanp perde-püş eden
Bu sükün, rabmaniye bu dönüş, Yahya Kemal'in
sanatn~.ın belki de en mühim tarafıdır.
Şüphesiz bütün bu imajiann hemen hepsi, tasav-
vufun remizli diline o kadar bağlı olan eskide öteden-
beri mevcut şeylerdir. Bu itibarla, onlarda şahsiyetin
asli · ve esaslı çizgisini aramak ne dereceye kadar ye-
rinde olur, suali her zaman akla gelebilir. Faka1
öbür· gazellerle birleştirildiği zaman, manasma eski-
nin tasarrufu ne olursa olsun, Cemşid adının altında
gizli olan diyonizyen neşenin Yahya .Kemal'in şiirin­
de ,daima mühim yer tuttuğu görülür.
Fakat Dionysos, bir sanat eserinde hiçbir zaman
tek başına değildir. Yokluğu ile olsa bile yanı başın­
da daima Apollon vardır. Bu itibarla Rahmetli Mus-
tafa Şekib'in Yahya Kemal için yazdığı cGüneş şai­
riıo makalesini burada hatırlamak yerinde oiur.

Eski dil
Yukarda ilk gazellerden bazıları ıçın dekoratif
veya sadece estetik planda kalıyor demiştik. Paris'te
başladığını kendisinden birkaç defa işittiğimiz «Ma-
hur'dan gazel», «Bir saki» gazelleri, cSene 1140» şiiri
ve bir dereceye kadar «Şeref- abad» bunların içinde-
dir. Bu dört eserde cSeyfi'ye refakat» ile beraber
Yahya Kemal'in benliği yavaş yavaş eski dilin ikli-
mine alışır, denebilir. «Mahur'dan gazel,. tarihi ger-
çek itibariyle bizi. adeta boşlukta bırakır. Eski ale-

153
YAHYA KEMAL VE ESK! ŞUR

mimizde kac,lın hiçbir zaman bu derecede serbest ol-


mamış, ne de orada ·anlatılan şekilde kayığına bin-
rnek üzere saray ve köşkünün merdivenlerinden iner-
ken iki sahilde yığılmış halk tarafindan böyle alkış­
lanmıştır.
Raşid, III. Ahmed'in annesinin Üsküdar'da kendi
yaptırdığı camide ilk cuma namazını kılmak için git-
tiği zaman erkekler tarafından · görülmemesi .için
Üsküdar çarşısının kapatıldığını söyler. Yahya Kemal
bu şiirde Lale devrinin o kadar sıkı ve hatta kıskanç
şekilde efkar-ı umumiyenin kontrolü altında bulu-
nan basit eğlence ve zevklerini, şehrin veya cemiye-
tin kadın güzelliğinde ·ve giyim kuşamında kendi zev-
kini ve hayat tarzını tebcil ettiği yerlerde, görillebi-
lecek bir plana nakletmiştir. Zaten birkaç defa ken-
disinden, bu gazel için Venedik bayramlarını bize
veren tabloları düşündüğünü işittik. .
Nedim'in şarkılarının dünyasına yakın olan «Se-
ne 1140» da güzelliğin tebcili, zifaf ve düğün gibi
mahrem ve ferdi hayata nakledildiği için mazi daüs-
sılası veya zevki bize mümkünün arasından gelir. Sa-
dece üstün edası ve dil zevkiyle bize kendini kabul et-
tiren bu üç kıt'ada şair ilhamına iklim olarak seçtiği
z~mana,

Neşve yerdim cuşişimden devr-i Ahmed Han'e de


diyerek iyiden iyiye yerleşmiştir. Şüphesiz burada da
azçok dekoratif bir şey vardır. Fakat bu daha ziyade
mevzuuna yaklaşma· tarzından gelir. Tıpkı Nedim'in
gazeline yaptığı tahmisde olduğu gibi, düğün alayına
mehtabın da davet edildiği bu visal gecesinde her
şey bir suyun üstünde akan şeyler gibi hafiftir ve di-

154
YAHYA KEMAL

lin ötesini hiç zorlamadan sadece mükemmelliğiyle


bizi mes'ud eder. Aynı senede neşredilen ·Bir saki•
de, bütün zevk yine dilin etrafındadır, fakat biz bu-
rada biraz daha devrin içindeyizdir. Bu gazelin:
Lisanı şive-i Şiraz'dan nümüne idi
Acem-peresti-i Rüm'un imale devrinde
beytini, eski estetiğin şiire geçmiş en iyi ifadelerinden
biri olarak hatırlıyalım.
Fakat ancak cŞeref-abad,. dadır ki Yahya Ke-
mal'in muhayyelesi eski dille ilk büyük kaynaşma­
sını yapar. Burada cAbdülhak Hamid'e gazel• in ay-
nı sene içinde U917) neşredilmiş olması pek mühim
olmasa gerektir. Yahya Kemal birçok şairlerde oldu-
ğu gibi birkaç esere birden çalıştığı için neşir tarihle-
ri çok defa büyük bir şey ifade etmez. Şarkılann he-
men hepsinin İstanbul'da yazıldığını biliyoruz, ·fakat
Paris'te başladığı .. Mahur'dan gazel,. ile beraber ay-
nı senede neşredilirler. Bu itibarla cAbdülhak Ha-
mid'e gazeı. ile başka planda onun benzeri olan «Fa-
zı! Ahmed'e gazel,. in hiç olmazsa başlangıçlannın
aynı yıllarda, fakat şimdi saydığımız gazellerden son-
ra olduklannı tahmin edebiliriz.
cŞeref-abad» ın hususiyeti, mazi canlandırması­
nın sadece dekarda kalmaması, bir çeşit müphemiyet
içinde olsa bile bütün bir enfüsilik ile kaynaşmış ol-
masıdır. Bütün bu gazellerde olduğu gibi cŞeref­
abad" gazelinin de büyük hususiyeti hatırıamanın
şeklinden gelir. Eskilerde, Ahmet Paşa v·e Cem Sul-
tan'dan başlayarak Nedim'e ve Şeyh Galib'e kadar,
ist.er tasavvufdaki bezm-i ezelin reminisansı, ister
ferdi hatıra, bir yığın güzel hatıriama şiirine rastla-

155
YAHYA KEMAL VE ESKİ ŞtıR

nz.. Fakat bir· devri bütünüyle bu özleyiş, onu söz


kuvvetiyle böyle yeni baştan kurma Garb'dan ve bil-
hassa romantizmden gelen b~r · şeydi. Romantizme
verilen ilk adlardan birinin Mediavelizm, .cOrtaçağcı• ·
lık,. olduğunu biliyoruz. Gerçeği de bu ki romantizm,
biraz da tarih zevki idi.
Bütüne ait bu yeniliği"n yanıbaşında, cŞeref-abadıo
da azçok yenileştirilen imajiann kendisi gelir.
Birinci beyit, bir musiki cümlesi gibi şiir boyunca
değişecek temi verir ve böylece eski şiir dilinin husu-
siyatleri dolayısıyla zaruri unsuru veya kolaylığı redif,
mahiyet değiştirir, ay'nı nükteye irca edilecek dağı·
nık hayal unsurlannı bir araya toplayan mekanik
bir çağn vasıtası olmaktan çıkar. Aynı musiki cümle-
sinin varyantlannın müşterek ahenk noktası, kısa
fasılalarla dönülen bir çeşit tem olur.
Bahsedilen şuh kimdir, hangi. devirden bu harab
Lale devri köşkünü ve bahçesini hatırlar? Erkeklerin
arasında yapılan bu eğlencede bu kadınca içlenme
ne derecede ·mümkündür? Hatta Damad İbrahim Pa-
şa'nın hüviyeti lKadeh ber-kef huzur-i Hazret-i Da-
mada geldikçeJ böyle bir içlenmeye ne kadar müsa-
ittir? Yahya Kemal'in, Nedim Divanının iyi bir tab'ı­
nı selamiayan bir makalesinde, Lale devrini çok baş­
ka türlü gördüğünü, İbrahim Paşa'yı · başka t:ürlü
muhakeme ettiğini, hatta bu devir için matbaanın
icadından başka mühim bir yenilik kabul etmediğini
biliyoruz. Eski Sadabad'da harab ha.vuzlar, boş cet-
veller ve kınk merrnarler arasında yapılan bir gezin~
tinin mahsulü olan bu şiir, hakikatte daha ziyade bi-
çare bir inkıraz devrini bize birkaç beytinde. ve ş_ar­
kısında büsbütün başka bir ışıkta gösteren Nedim'&

156
YAHYA KEMAL

ithaf edilmiş gibidir. Filhakika yine aynı makalede


Yahya Kemal, hay~limizdeki Lale devrinin sadece
Nedim'in bazı şiirlerinde olduğunu söylemektedir.
fakat biz tabiilimize devam edelim. Bütün özleyi·
şi çeşmelerin ağzına nakleden ikinci beyit, bu hayalla
eski şiirde rastlanmayacak şekilde yenidir. Fakat bu
beyitte asıl yeni olan şarap ve ıaıenin beraberce akı·
şıdır ki ancak üçüncü beyitteki Cemşid kelimesi ile
tamamlanır. Buradaki Cemşid, hem Şahname'den be·
ri Şark hikayesinde ve muhtelif minyatür mekteple·
ı;-inde gördüğümüz Cemşid, beni de· biraz fazlasıyla
rönesans bir zevkle' öğülen bir Dionysos'u hatırlatır.
Bu beyitteki ·c sebu,. kelimesinin ise minyatürlerde sa-
kilerin dizi üzerinde gördüğümüz şarap surahisi. ol-
madığı aşikardır. Bizim surahilerle insan vücudunun
hiçbir nisbet benzerliği yoktur. Bununla beraber
Yahya Kemal'in bir makalesinde kadınıann sebu'ya
benzetildiğini, bir Şarkısının

Ben· gün gibi durgun o sebular gibi ince


mısraıyla aynı hayale döndüğünü biliyoruz. Bu üç
yerde de, se bu, daha ziyade klasik ·seramiğin amp-
hor'unu hatırlatır. Hakikat şu ki Yahya Kemal, Cem-
şid'in altın tahtı üstünde güllerle beraber güldüğünü
söyliyerek, yani şarap kadar da tannsı olduğu nebat
ve çiçek Alemine kanştırarak Cemşid hayalini Diony·
sos'da, sebu kelimesini de insan vÜcudunun nisbet·
lerine yaklaş~ırarak yeniliyor . demektir.
~aka~ bir lüg;ate ve onun dayandığı imaj sistemi·
ne bu mahrek Cyörünge) değiştirme kudretini, bil·
hassa birinci beytin büsbütün baş~a bir yolda ta-
mamlanmış şekli olan son beyitte görürüz:

157
YAHYA KEMAL VE ESKİ ŞttR

Hayalinden bakar plişide-i evrak olan havza


O şlih ağlar bugün kasr-ı Şeref-abade geldikçe

Bütün bir içienmeyi ve hasreti kuru sonbahat


yapraklannın arasında uyuyan birikmiş zaman ren-
gi sularda bu şekilde toplayış, bütün bir devri bu pe-
rişan manzarada arama, işte edebiyatımızda yeni olan
şey. Bu muhteşem hayalin Mallarme'nin cHerediade-
ın aynası» na olan yakınlığını burada l:ıatırlatmamız
elbette yerind~ olacaktır. Fakat ilerde görecegımız
gibi su, Yahya Kemal'de akıp giden yahut güneş al-
tında kamaşan unsur olduğu kadar, toplayan, muha-
faza eden ve hatırlayan unsurdur da. Böyle de olsa,
cHerodiade'ın aynası» veya Regnier'in ·Sular belde-
si,., Garb'la bu yakınlık mevcuttur. Bununla beraber
daima şaşırtıcı olan izzet Molla'nın devrinden şikayet
eden o güzel beytini de burada hatırlayalım:
Bir mevsim-i balıanna geldik ki alemin.
Bülbül :tıamuş havz tehi gülsitan harab
Bu beytin son misraında «Şeref-abad• ın hemen
hemen bütün unsurları,' harab bir gül bahçesinde.
Cetiışid kendiliğinden mevcut olacağına göre, toplan-
mış gibidir. Fakat beytin yapılışı, estetik nizarn ayrı~
dır. Yahya Kemal'in beytinin asıl güzelliği büsbütün
başka bir noktadan, yukarda şahsiyetini tayinde o ka-
dar tereddüt ettiğimiz şuhun adeta bir ölümün ara-
sından bu havuzu görmesinden gelir. Gerçeği de bu
ki bir tasrih unsurundan başka bir şey olmayan ha-
yalinden bakmanın bu şiire getirdiği zaman öteliği,
aslında dekoratif bir oyuna çok yakın olan bu hatır­
lamaya muhtaç olduğu psikolojik derinliği verir.

158
YAHYA KEMAL

Yahya Kemal'in ilhamı, gazellerinde her zaman


bu kadar açıkça Garb'a bağlı kalmaz. ·Mahur'dan
gazel» ve •Şeref-abad» dan sonra yazılanlar eski şii•
rin hayal dünyasını ve tahassüs şeklini şüphesiz çok
ayıklanmış bir dilde daha yakından benimserler.
•Fazıl Ahmed'e gazel» gibi ba.zılannda ise onu sade-
ce eski şiirin son büyük ustası gibi görmek mümkün-
dür. Dokusu böyle :bir benimsemeye imkan venne~
yen gazeller içinde de birçoklan, hiç olmazsa son be-
yitlerde eskilerin o kadar sevdiği dokunaklı nükteye
dönmek suretiyle, manzume gelenekteki çerçevesine.
yakl~ır. cHazan gazeli• bu cinstendir.

Hazan ki durmadan evrak-ı su-be-su dökülür


Hazinesinden eteklerle reng-ü bu dökülüt
Ne· inkıraz-ı babaran ki han-ı yağınada
Şarab mahzeni Cemden sebu sebü dökülür

Bu ilk iki beyitteki hayıiller açıktan açığa yenidir.


Daha birinci beyitte geniş bir allegoriyle minyatür
estetiğinden dışanya çıkanz· ve yaşanan bir renk dün-
yasına gireriz. İkinci beyitteki ·inkıraz-ı baharan•
terkibi, «han-ı yağma .. gibi çok yerli bir motife rağ­
men ma.nzumeyi yepyeni bir tahassüs iklimine taşır.
Yukarda gördüğümüz gibi inkıraz kelimesi, decaden-
ce'ın mukabili olarak Garbden getirdiği bir kelime
idi ve ilk yazılannda hüzal diye geçerdi. Yahya Ke-
mal Verlaine'in meşhur sonesinin birinci :mısraın­
da.n(*} itibaren sembolist şiirde o kadar yer alan bu
kelime ile yaptığı terkibde, mevsime empresyonist

• «Je suis l'empire a la fin de la decadence».

159
YAHYA KEMAL VE ESKİ ŞtıR

resmin bütün zaferlerini taşır gibidir. Fakat bu hayal


dünyası o barikulade üçüncü beyitte adeta tarafsızla­
şır; yahut şiirden beklenen. şeyin ta kendisi olur:

Neva-yı
neydir esen bad cam-ı meydir gül
Çemende eşk ile sahba misal-i cu dökülür
Dördüncü ve beşinci beyitlerde ise rindin istiğna­
sı ve edonist hasreti olur ve manzume eskilerin tam
beğeneceği bir nükte ile biter.

Bazan da erse Kemal el çeker mi canandan


Lebinden ol mehe ima-yı arzu dökülür
Bu cinsten iki alem arasında gidip gelen gazeller-
den biri de şüphesiz
Bir hayli demdir açtığı yok gonce-i gülün
Feryadı gelmez oldu bu gülşende bülbülün

beytiyle başlayan acı gazeldir. Daha ikinci beyitten


itibaren şairin görüşü Şark geleneğinin dıŞına çıkar:

Mecrası seng-zare dönen cuylar gibi


Vadi-i uzletinde hamuşuz tevekkülün
Varsın huruş-i kahnna had bilmesün felek
Yoktur hududu bizdeki sabr Ü tahammülün
Bu son beytin, sabır ve tahammülünün üzerinde
bilmem ısrara lüzum var mı? Sansitif ve kaderci .olan
eskiler hiçbir zaman bu cinsten stoik olmadılar, Hiç
olmazsa şiirde. Osmanlı İmparatorluğu dediğimiz bu
üçüncü Roma, stoizmini hiç de böyle yüksek sesle
ilan etmezdi. Başı istendiği zaman verir, ekmeği elin·
den &}ınınca sızlanır, fakat kadere karşı meydan oku-

160
YAHYA KEMAL

mazdı. Filhakika o Allah'tan sabır ve tahammül is~


terdi.
Dördüncü beyitte imaf bir daha. değişir ve Yahya
Kemal'de daima göreceğimiz yaşama kudreti - hayAl
temi olur:
Dünya biter o yerde ki mağlıib o!ur hayAl
Terndid-i ömre kudreti kalmaz tahayyülün
·Nihayet son beytin o kadar daüssılalı ve mahzun
nüktesiyle eskinin çerçevesine döneriz:
Ey bi-vefa Kemal'e şemim-i vefa yeter
Bir hayli mısraında kalan buy:-i kakülün
Bu beyit şüphesiz eskilerin sevec~ği cinstendir;
fakat burada da, ,bilhassa Baudelaire'denberi gelen
Fransız şiirinde Orta sembolistler diyeceğimiz şairler­
de bu cins hayallere sık sık rastlandığını hatırlaya­
lım. ş:.mdi, dile böyle mahrek değiştirten bu hayalle-
rin bütününe yeniden dönebiliriz. Pek az şiir bu ka-
dar bize ait Şark olur. Burada umumi estetiğin mü-
him problemlerinden biri ~lan malzeme ve dil prob-
lemi kendiliğinden ortaya gelir. Eski dil, 'zevkiyle
karşılaşan bir şey bulunmadığı için azçok yabancısı
kaldığı'" bir fikirler ve tedailer sisteminde dünyasını
rahatça ve bütünüyle kuruyor. Öyle ki Yahya Kemal~
in Garb'la münasebetinden habersiz bir okuyucu bu
gazele herhangi bir antolojide rastladığı zaman eğer
sesin büyüsünden· kurtulup da mısralann üzerinde dü-
şünürse insandaki değişikliğe şa:şınr.
Hakikat şu ki Türk edebiyatmda başındanberi
d8.i.ma bir dil meselesi vardır ve Yahya Kemal'in en
büyük rolü de bu meseleye getirdiği hal ş~ldidir O

161
YAHYA KEMAL VE ESK! ŞtıR

sadece yeni dili bulmamış, eski dili de ayıklamış, ba-


sit hayallerin zaruretiyle nesre kaçan unsurlarını ve
Türkçenin bünyesine uymayan, asırlık yürüyüşünde
dil zevkinin kabul etmediği lügat ve deyişieri atmış,
sadece zevkiyle, hatta bir çeşit dokunma, yani deri-
den gelen hisle eski Türkçayi temizlemiştir (2). Filhaki-
ka bu şiirlerde kulak, göz ve deriden gelen ihsas1ar
~deta beraberce iş görürler. Hidayetin yolu tek değil­
dir, derler. Yahya Kemal için, dilin kudretiyle·hidayete
ermiş demek daima doğrudur.

·Uyanmasın• redifli gazelinde hemen hemen aynı


şeyle, fakat başka. yoldan daha kuvvetle. karşılaşınz:
Aheste çek kürekleri mehtab uyanmasın
Bir alem~i hayale dalan ab uyanmasın
Ag\iş-i nev~baharda babidedir cihan
Sürsün sabah:-ı haşre kadar bab uyanmasın
Dursun bu musiki-i semaviiçinde saz
Leyl-i tarabda bir dahi mızrab uyanmasın
Ey gül sükuta varmayı emreyle bülbüle
Gülşende mest-i zevk olan ahbab u'yanmasın
Peğmez Kemal uyanmamız ikmal-i ömr içün
Varsın bu uykudan dil-i bi-tab uyanmasın

Türkçenin bence en modüle mısralanyla. yapılan


bti mapzumenin bir eşini ancak yine Yahya Kemal'de,

2. Na.ili'nin yukanda bahsettiıimiz gazelinin


Edince kand-ı lebln hAtır-ı mezAka hutôr
mısraındaki mezak, hutur kelimelerini Türkçe hiçbir za·
man kabul etmemiştir. Bununla beraber birincisinden
zevk kelimesi, . ikincisinin aslından hatır, hatırlamak ve
hatıra kelimeleri dilimizde yaşamaktadır.

162
YAHYA KEMAL

·Söyler• redifli gazelde de görürüz. Fakat zevkimiz


sadece kulaktan gelmez, mısralann objektif diyebile-
ceğimiz güzelliklerinin de burada hissesi vardır. Şekil
olarak hemen her mısrada bir yığın harf birbirine ce·
vap verir. Öyle ki bu güzellikte mısralara eskilerde an-
cak tek mısra veya beyit halinde rastlayabiliri~.
Mehtablı gece, eski şiirin bilhassa Galib'den sonra
yaklaştığı bir temdir. Bununla beraber hiç olmazsa
Tanzimat'tan sonra şehir hayatına biraz emniyet ge-
lir gelmez, mehtab safası yerli hayatın büyük zevk
modalanndan biri olmuştur. Şehir hayatı sükünet ve
emniyet bulur bulmaz. Boğaziçi'nin icad ettiği bu saz-
lı mehtab alemleri Abdilihak Şinasi Hisar'a bir cBo-
ğaziçi medeniyeti,. farz ettirecek kadar bize ait bir
şeydi. Daha Tanzimat devrinde bu modanın etrafında
eserv-i simin• (gümüş servil diye çok müşahhas bir
imajın teşekkül ettiğini ve Cevdet Paşa'dan Namık
Kemal'e kadar şiire belli başlı bir unsur gibi girdiğini
biliyoruz. Bu itibarla şiirin umumi havası hiç de ya-
. bancımız değildir. Hayallerinde eski zevki yadırgata­
cak, mesela istiare veya mitoloji aynlığı cinsinden, bü-
yük bir şeye rastlamayız. Fakat gazel baştan aşağı ye-
nidir. Mehtabın, bir hayal alemine dalan suyun, hatta
dünyanın. bu mehtab yüzünden ve onun kucağİnda
uykuya dalması eskinin tahayyül ettiği. şeyler değil­
dir. Zaten uykti tem olarak eski şiirde pek az görü-
lür. Şimdiye kadar hiçbir divanda uyku redifina . rast-
.
lamadık. Bununla beraber bu şiirin, hayati ebedi ger-
çekler karşısında bir rüya gibi kabul ettiğini, hatta
Hayyam'ın mısraıyla onu bölgelerin oyunu addettiği..
ni biliyoruz. Uyku ve rüya hali etrafındaki hayaller
Hamid'le edebiyatımıza girer ve Fikret'in şiirinin kü~

163
YAHYA KEMAL VE ESKt ŞİİR

çük şaheserinde tam bir objektivite kazanır. MehtAb


için kullanılan •semavi musiki· vasfına gelince, doğ­
rudan doğruya Garb musikisine ve. Hıristiyan dini res-
mine bağlı, hattA Dante'nin cennetine, belki daha ileri-
lere çıkan bir hayal olduğunu, sonradan bu hayalin
daha teknikleşerek, orgun tatlı ve dokunaklı sesine
•volx celeste• (semavi musikil dendiğini biliyoruz.
Hillyalı ay ışığının musikiye benzetilmesi keyfiye-
ti ise eskinin aklından bile geçmezdi. Bununla beraber
asıl yeni olan şey manzumenin _Adeta bütün hayatı
susturarak konuşması, onu bir uykunun içinde bize bu
uykunun bir rüyası gibi vermesidir. Bir Çin kasesinin
filigranlan gibi eşyayı bu silidinet ve uykunun arasın­
dan görürüz. ·Mihr-AbAd· da, mehtabla sazı birleştiren
ve bu beraberlikte bütün devrin saz ve eğlence Alemle-
rini hatırlayan şairin ilhamı, burada tıpkı Mallarme'-
nin mısraındaki sük\it musikişinaslanna benzer.
Bununla beraber ~azel bütünüyle Şark zevkinin
içindedir. Dil, şekil, sesten başka Aheste çekilen kürek-
ler, leyl-i tarab, mızrab (sazın cinsini tayin eder} cgül-
şende mest-i zevk ola.n ahbAb· gibi birkaç alışılmış un-
sur bu birliği t.emine yetişir. .
O kadar ki, son beyitteki yine eski şirin muhayye-
lesine o kadar yabancı olan uyku ve rüya içinde ölüme
veya ebediyete geçme vakıasının yeniliğini fark bile
etmeyiz.
Fakat dahası var. Yahya Kemal ·Kandilli• şiirin­
de, şüphesiz başka bir tarzda, aynı şeyleri tekrar eder.
Fakat dil değişik olduğu için biz bu manzumede ken-
dimizi büsbütün başka bir alemde, daha doğrusu yaşa­
dığımız günde buluruz. Vakıa gazeldeki •musiki-i se-
mavi•, bu mehtab ışığının tek başına, yani musikisiz

164
YAHYA KEMAL

dünyasını yarattığı gecede gaib musiki olur, malarme-


en manasında yokluğuyla dünyayı kavrar. Eşya ise he-
men hemen aynı uzaklıktan
Hülya tepeler, hayal ağaçlar
Durgun suda· dinlenan yamaçlar
diye aynı irrealite içinde maddelerinden s!yrılarak bize
gelirler. Ve şiir aynı uykuya ve rüyaya benzeyen bir
ölüm düşüncesinde biter:
Gitmiş kaybolmuşuz uzakta
Rüya sona ermeden şafakta.

Bu iki şiirin dayandığı estetik aynı olduğuna gö-


re -aradaki farkın,biraz da şüphesiz gazel şeklinin ge-
tirdiği değişiklikle, dilin getirdiği bir fark olduğu aşi­
kardır. Filhakika şiirde her şey eninde sonunda şekle
ve dile dayanır. Şekil çerçevesini hazırlar, dil dünya-
sını kurar. cUyanmasın• gazelinde temi idare eden
şüphesiz ki biraz da hayatı geriye, uykunun. sulanna
iten redifin kendisidir.
•Tamburi Cemil'in ruhuna gazel• ile cKadri'ye
gazelıo bu iki ayn aleme ait hayal ve estetiğin tam bir
mükemmeliyette birbiriyle kaynaştığı eserlerdir. Bi-
rincisinde eski ilhamı değiştirip tazeleyen h:çbir şey
yoktur. Şevkin sabaha kadar raks-ı mükerrerle dön-
mesi, gönül çerağı~la haz aynalannın tutuşması,
üçüncü beyitte maka.mlann Platon'un idealar alemi ve-
ya tasavvufun cayan-ı sabite» si gibi arşa kadar açı­
lışı, eski zevkin hiç yoklamadığı alemlerdir. Filhakika

Kurtulur pay-ı tarab yerden o dem ki melekut


Yere gökten süzülen halka-i şehperle döner

165
· YAHYA KEMAL VE ESKl ŞİİR

beytinin barok uruc tablolannı -hatınmda hep Rubens


var- andıran kalabalık hareketini, bu durmadan dö-
nen kanat çemberini, Mavlevi semalanndan veya ale-
lade raksdan bahseden hiçbir eski eserde bulamayız.
Halbuki raks eski dünyamızda daima mistil{, hatta di-
ni cezbeye dayanırdı.
Yahya Kemal'de kanadın esas hayal motiflerinden
biri olduğunu ilerde göreceğiz. Burada, yerle gök ara~
sında aynı cümbüşlü hareketin «Selim-name• nin ilk
beyitlerinde de bulunduğunu söyliyelim.
Eflakden o dem ki peyam-ı kader gelür
Güş-i cihana velvele-i bal ü per gelür

Ebvab-ı Ravza-i Nebevi'den firiştegfm


Cibrili gördüler nice demdir gider gelür
Derk ettiler ki merkad-i pak-i Muhammed'e
Rühü'l-kudüs'le arş-ı Hüda'dan haber gelür

Yahya Kemal son şairi olduğu alemi her taraftan


yoklamasını ve onda birbirini karşılayan bir yi.ğın uy-
g~nluklar bulması'lı biliyordu. «Tanburi Gernil'in ru-
huna gaiel• deki bütün motifler yerli olmakla kalmaz,
hatta doğrudur, eski musikimizin makam geçişlerinde
hakikatan rast mahürla, uşşak muhayyerle döner. Fa"'
kat eşyayı yoklayan göz değişiktir. Garb tecrübesi onu
geleneğin çemberinden kurtarmış, bakış hürriyetini
temin etmiştir. Bu gazelin bir hususiyeti de geniş isti-
arelerle Callegöri manasında) konuşması ve her lahza
kozmosla bizi birleştirmesidir. Son· beyitte bu Şevk fır­
tınası durulur ve şiir

166
YAHYA KEMAL

Her gelen rind ka.na.r zevke bu meclisde Kemal


CAnib-i ra.hmete son çektiği saga.rla. döner
beytiyle tam mistik bir teslimiyette biter. Şimdi bu
tarzda. biten ma.nzumenin ilk beytini okuya.lım:
Bezm-i Cemşid'de devran ki ka.dehlerle döner
Şevk şeb-tA-be-seher raks-ı mükerrerle döner
Görülüyor ki bu kadar ledünni ve rahmani biten
şiir,· şüphesiz eski dilin verdiği imkanla - çünkü hayal-
lerin hızını ve hamlesini yüklenen kelimelerin hepsi
iki had arasında. gidip gelirler ve şiirin sonunda. dahi
son çekilen saga.rla. bu devam eder - tam bir orji ola.:.
rak başlıyo:r:.· Burada. şiirin musikimizin son devirde
yetişen en· cezbeli musikişina.sı için yazıldığını da dü-
şünmek gerekir. Kaldı ki 'Nietzsche'ye göre musiki,
diyonizyen sanatıann başında gelir ve Yahya. Kemal
de içkiyi seven bir insandır. Ben pek az şa.irde ferdi
bir düşkünlüğün bu kadar derinden yenildiğini ve
Alemşümüle yükseldiğini gördüm. Bunu söyledikten
sonra onun sanatının yüksek, ideal olana., ferdi ola-
nı a.şmaya doğru durmadan bir plan değiştirme oldu-
ğunu ve tam tabiriyle ancak bir çeşit sublima.tion'da
kendisini idrak ettiğini şöylerneğe bilmem gerçekten
ihtiyaç var mı?, Daha. birinci mısrada, isterseniz kadeh-
de veya. riı.usikinin ilk mouvement'ında, kainat Cemşid'
in ma.hbesi oluyor ve ahengini kadehlerin dönüşü teş­
kil ediyor. Bu demektir ki daha. ilk mısrada kozmosla
birleşiyoruz. Böylece ilk cümlede yaşanandan ve anek-
dottan çıktıktan sonra. adım adım, sanki ideala.nn. bi-
rind,en öbürüne atlayarak cca.nib-i rahmet• e erişiyo­
ruz.'

167
YAHYA KE:MAL VE ESK! ŞİİR

·Kadri'ye gazel• in, bize Yahya Kemal'in hem ha-


yal dünyasını, hem de sanatının mahiyetini bütünüyle
gösteren ve eski şiirin hayal alemini epeyce aştığını
sandığımız ik~ci ve beşinci beyitleri üzerinde duraca"'
ğız:

Her rind-i Hak dolup boşalan bir piyaleden


Dünyayı refte refte saran bir ziya içer
Kalkıp Hüda'ya doğru açılmış safinede
Erbab-ı neşve mest gider nahuda içer
. .

Bu beyitlerin birincisinde içten gelen aydınlığın


kainatı sarması ve zaptetmesi bizi devamlı bir şafak
manzarası-veya yeniden doğuş, daha iyisi _ölüş karşı­
sında bırakır. Beytin hareketi, Turnar'in tablolannı ha-
tırlatan ışığın dinamizmi, söylerneğe hiç h,acet yok ki
sadece deyiş tarzıyla yenidir. Çünkü ilk beyitte insan
yalnızlığının sembolü olatı alkol birdenbıre değişmiş,
tasavvufdaki aşk ilahının -hiç olmazsa rind-i Hak ta-
biriyle- remzi olmuştur. Böylece insan-kainat-Allah
arasında kurulan münasebet yukariarda bahsettiğimiz
·şüpheli vı;~.ziyetin bir çeşit zaferidir. Çünkü hiç olmaz~
sa gazeli bitiren:

Derpişedip de örnr-i azizin hudlidunu


İnsangünaha girse de etmez hata içer
Gurbette dost kadrini derhatır et Kemal
Aıemde ehl-i derd ile derd-aşina içer

beyitleriı).de içki yEmiden insan hayatı içindeki tabii ve


günlük fonksiyonla~na dönece~. evvela zevk -ilk be-
yitte- sonra da unutma, teselli ve sığınma hatta. derd

168
YAHYA KEMAL

ortaklığı· vasıtası olacaktır. Böylece ikisinin arasında


-çünkü matla beyti de hem~n hemen . son beyitlerin
söylediğini söyler- bütün bir sırri transcemdantal ku-
rulacaktır. Demin ışığın yürüyüşü olan beyitle Tur-
nar'in tablolannı hatırlamıştık. Şimdi bu ikizlikle bü"
tün gazel için, dini ilhamla yaşananı, zamana ait ola-
nı, -mesela kadın güzelliği gibi- o kadar şaşırtıcı şekil­
de birleştiren, birinden sızan sır ve ralımanilikle öbü-
rünün mahiyet değiştirdiği bazı rönesans tablolarını
hatırlayalım. Gerçeği de bu ki· ilahi aşkın veya rahme-
tin kendisi olan ışığın bu aksiyonunda ferdi zevkpe-
restlik veya ıztırabın kendisi .de değişiyor, başka türlü
bize geliyor, d~a doğrusu yukarda bahsettiğimiz ·in-
san yalnızlığı fikrini, o genişliği ancak bu sayede kaza-
nıyor.

Yahya Kemal'in veya tasavvufi ilhamın «Sarhoş


gemisi• diye adlandırabileceğimiz beşinci beyitte bu
yüksek alem: transcendant fikri araya giren· mesafe
ve hareketle -Yahya Kemal'de daima bu görülür- da-
ha bir kuvvet kazanıyor, hatta en yüksek haddine eri-
şiyor. Üçüncü beyitte, sermedi bir bahar olan «cihan-ı
aşk" <içki meclisi, bezm, hatta birinci mısraa göre
meyhanel birdenbire Allaha doğru giden. bir gemi
oluyor. Fakat aldanmıyalım, böyle yolcusu, kaptanı,
tayfası sarhoş giden gemi artık meyhane .olmaktan
çıkmış, butün kozmos veya hiç olmazsa dünyanın ken-
d_isi olmuştur. Hangimiz dünyanın bir yuvarlak oldu-
ğunu öğrendikten sonra bir kerecik olsun onu feza-
da bütün ışıklanyla, insan talih{ denen acayip, muhte-
şem talihi yaşayanların ıztJrao, ümit ve neşesini yük-
lenmiş yol alır tasavvw: etmemiş ve bu küreden yük-
selen çığlıklan duyar gibi olmamıştır.

169
YAHYA KEMAL VE ESK! ŞtıR

Mekteplerdeki coğrafya dersleri hemen hemen ha-


yatımızın başından itibaren bizi buna hazırlar. Ben
çocukluğumda, Sinop rüştiyesinde, dünya yuvarlağıy­
la ilk karşılaştığım günlerden birinin gecesinde, bil-
hassa kozmoğrafyaya pek meraklı ateşli bir hoca yü-
zünden gördüğümrüyayı hiçbir zaman unutamadım.
Bütün bir gece tüten ve renk değiştiren ve benimle ko-
şan bir yuvarlağı kollanının arasında taşımış durmuş­
tum. Kaldı ki Alfred de Vigny cinsinden küremizi mu-
hayyelerinde dışından gören, insan kaderinin yalnızlı~
ğını muhteşem hayaller silsilesinde anlatan şairler de
vardır. Gerçeği şu ki Galile'denberi insanoğlunun ha~
yalinde kürenin mühim bir yeri olsa gerektir. Sade o
kadar müşahhas bilgi ile değil, sarstığı fikirler ve
inançlar silsilesi ile de. Yahya Kemal'in dostlan, Pas-
cal'ın ·Her taraf daire, her yer merkez• fikrini kendi"
sine nasıl azap yaptığı:r;ıı bilirler.

Bomboş, sonu yok daire her yer merkez


Hallak ne canibdedir insan bilemez
İdrakini yorma zevke dal gülşende
Gül-renk lebinden öpülür duhter.:.i rez

rübaisi bu azaptan doğar.


Fakat üzerinde konuştuğumuz beyit ölüm fikriyle
de alakadardır. Hemen her dilde ölüm fikrinin ifa4e
şekillerinden biri de Allahina, Rabbine gitmek, ona ka-
vuşmaktır. Ölümün bir deniz yolculuğu şeklinde tasav-
vuru ise insan muhayyelesinin en asli hayallerinden
biridir. Gaston Bachelard'ın dört unsur üzerinde yap-
tığı muhayyele tedkiklerinin Su ve Rüyalar cildi bu
husustaki bütün çalışmalan toplayan bir eser olduğu

170
YAHYA KEMAL

için orada bu hayal hakkında bilinen ve düşünülen her


şeyi bulmak mümkündur. Bizzat Yahya Kemal'de ge-
mi hayaline bazan ideal yolculuğu ve bazen de ölüm
fikri etrafında birkaç ·şiirde birden rastlarız. ·Sessiz
gemi• ve yukanya aldığımız:

Mersa-yı fenada intizar eylerken


Gahi geç eser o bad gahi erken
İklim-i ilahiye rücü etmek için
Ervah açılır engine yelken yelken

rübaisinde ölüm bir deniz yolculuğudur. ·Deniz türkü-


sü• nün hiç olmazsa cYılma korkunç uçurum zannedi-
len boşl1ıktan• mısraıyle, deniz yolculuğuyla uçuş bir-
leşir ve ideal yolculuğu olarak manzumetıin kendisi
ancak onunla asıl manasını kazanır.
Şurası var ki «Kadri'ye gazelıo in mısralarını azço.K
iasavvufun rüzgarı şişirir. Hakikatta bu güzel şiirde
ölüm ve 'ideal yolculuğu, tasavvuf neş'esine bürünmek
suretiyle ve örnrün acılığı ile beraber mevcutturlar.
. Filhakika bu gazelin bir ruhi çöküntü ve bunaltı
devrinin şiiri. olduğunu biliyoruz. Asabının çok bozuk
olduğu ve türlü vehimler içinde bunaldığı bir devirde,
Ispanya dönüşünde Paris'te rastladığı Kadri Yürükoğ­
lu ile geçirdiği birkaç gecenin birinde ona başlamış ve
sonradan dönüşte neşretmişti. Adı ve son beytin tam
eski tarzdaki iması da bunu gösterir.
Yahya Kemal'in içkiyi azçok Baudelaire gibi alan
.şairlerden olduğunu yukarda söyledik. Büyük Fransız
şairinde içki (afyonla beraber) realiteden kaçma ·ya-
hut yaşama kudreti veren rüya ve ' hayal imkanıdır.
Onun ikliminde her şey unutulur veya hiç olmazsa

171
YAHYA KEMAL.VE ESKt ŞİİR

mahiyet değiştirir.
<Bir yığın örnek arasında, mensur
şiirlerinden •Çi!te Oda•, «Les Fleurs du mal• de ·Es-
kicinin şarabı· ve nihayet fonksiyon aynı olduğuna go-
re Levdanium için yazdığı ·Sun'i cennet•>. Yahya Ke-
mal'de kaçış ve hülya daima aynı kaynaktan gelir.
Fakat eski dilin feerik alemi ve daima yanıbaşında,
hatta beraberinde taşıdığı tasavvuf neşvesi onu asıl
realitesiyle konuşmaktan alıkoymaz. Bundan şikayet•
çi olmadığımızı söyledik.
«Kadri'ye Gazel• de, bu bunaltı ve ruhi çöküntü,
ruh halinin yalnız sese emanet edildiği, hayallerin do-
layısıyla konuştuğu birinci beyitte görülür~ ·
Meyhane böyledir bir iÇen daima içer
Mahfice başlayan giderek bi-riya içer
mısraları hakikatta asıl söyliyeceği şeyi sesin tonuna
bırakan üstüste atılmış iki çığlık gibidir. Fakat bura-
daki o:meyhane• kelimesinin şümullü manası sesin dı~
şında ancak son beytin· •ehl-i derd• inde kendini gös-
terecektir. Ar.adaki beş beyit boyunca meyhaneye ait
çağnşımların içinden geçeriz. Ve meyhane imajı dur-
madan de~iştiği için arada daima psikolojik bir fasıia
bulunacak ve şai;r bizimle bir uzaklıktan ve değişme­
ler silsilesinden konuşacaktır. İşte bu uzaklıktır ki
Yahya Keınal'i evvela müStear bir aşk ve rindler dün-
yasına götürür, sonra da ferdi bunaltı değİşe değişe
insan kaderine erişir ve böylelikle dolayısıyla da olsa,
gazel, ferdiden umumi olana yükselir ve şairin psikolo•
jik bir anına karşi kazandığı bir zafer olur.
Burada Nietzsche'nin büyük buluşu, Dionysos -
Apolion karşılaşması -yahut birleşmesi- tekrar kendi-
liğinden ortaya çıkar. Dionizyen espri iç - güdülerimi-

172
YAHYA KEMAL

ze, ihtiraslanmıza veya onlara yakın ruh hallerimize


teslim olmayı ister. O hilkatin ahengine rağmen azan
tabiattır. Apolioniyen espri ise bu ahengin kendisidir
yahut bizdeki çehresiyle, akıldır. Düşüncenin hakimi-
yetini · ister.
•Kadri'ye gazel» de, Yahya Kemal'in bunaltısı;
ne de onun teselli vasıtası olan içki ortadan büsbütün
kayboİmazlar. Çünkü ikisi de gazelde kendileriiii his-
settirirler. Birinci mısraın çığlığından itibaren berabe-
rimizde gibidirler. Sadece beyhude isyanın ötesinde ga-
zelin, yahut şairin kainatını kuran unsurlar haline
gelmişlerdir. Hatta içki rolünü değiştirmiş, alelade
sarhoşluk olmaktan çıkmış, rüya olmuş, yani Apolion
kutbuna geçmiş veyahut da tam Nietzsche'nin anlat-
tığı şekilde bizi kainatla birleştiren üstün neş'enin
kendisi olmuştur. Gazelin sesi de böyledir. Örnrün acı­
lığı karşısında atılan çığlık hiç olmazsa yer .yer bir
çeşit zafer narası haline gelir ve sonunda çok ölçülü
bir sızıanma ile, nza ve kabulün ta kendisi ile biter.
Yahya Kemal'de crüyaıo kelimesinin en fazla rastla-
nan kelimelerden biri· olduğ\lnu burada hatırlatalım.
Mühim olan diğer bir nokta da; içkinin evvela bir
bahar bahçesine, sonra da gemi hayali· dolayısıyle de-
nize değişmesi ve nihayet bu geminin Allah'a doğru
açılmasıyle deniz unsurunun gökle birleşmesidir. Fil-
hakika Allah ve Arş'ı, insanlık daima gök yüzünde
tasavvur etmiş, orada aramıştır. Çok tannlı dinlerde
dahi daima semavatta sakin bir ulıihiyet mevcuttur.
Bazı dillerde ~Allah· kelimesiyle cgökyüzü,. aynı ma-
naya bile gelir. Deniz şiirlerinde bize şekilsiz unsuru
bütün heybatiyle veren Yahya Kemal'in şiirlerinde,
çok defa deniz yolculuğunun, uçuşla birleştiğini, birin-

173
YAHYA KEMAL VE ESKt Şl!R

den öbürüne hatta doğrudan doğruya geçildiğini (·De-


niz türküsü• nde böyledir. ·Uçuş• da insan kaderi viz·
yonuiıda beraberce gelirler> düşünürsek bu atlayışın
tesadüfi olmadığı, yahut tesadüf çehreli yığınlardan
biri olduğu anlaşılır. Gaston Bachelard, maddeye bağ­
lı muhayyele tatkikierinin •Hava• kısmında su yolcu-
luklannın uçuşla bittiğini adeta bir kaide gibi •"söyler;
Bu n·okta bizi Yahya Kemal'in hayal dünyasına, daha
doğrusu unsurlanna götürür." Bu unsurla~. su ve de-
niz, hava, rüzg_ar ve ışık diye şimdiden tayin edebili-
riz.
Bununla beraber rüzgar, ·Ses• şairinde daima
ikinci planda ve itici veya tahrik edici olarak görülür.
Muhayyeleyi bizzat kendisi işletmez. Denizin durma;
dan çağırdığı şairlerden olan Yahya Kemal'de, rüzga-
nn. doğrudan doğruya davetine rastlamayız.
Gaston Bachelard'ın fenomenolojik araştırmala­
nnda, alkol, su ile ateşin birleşmiş şeklidir. Filhakika
dört büyük unsurun muhayyelemizde ve. rüyalanmız~
daki esas rolünü o kadar kesin şekilde ele alan filozo-
fa göre dört unsurdan her biri ancak bir diğeriyle bir-
leşebilir, Bir çeşit evlenıneye benzeyen ve unsurların
cinsiyetini terkipte aynadıkları role göre değiştiren bti
birleşmelerde su, hava ile, ateş ve toprakla ayn ayn
terkibler vücude g~tirir. Kaldı ki öbür üç unsur gibi
su da bize tek bir şekilde gelmez. Aydınlık bahar s:ula-
n, derin ve hareketsiz sular, bunların çok yüklü şek­
li olan bataklıklar, ve nihayet denizin kendisi bulun-
duğu gibi, ışık yüklü medler, k~n ve süt gibi uzvi su-
lar, onlara yakın olan mürekkeb sular, alkoller ve ik-
sirler de vardır. Bachelard bu şekillerin ayn ayn hal
ve vaziyatlerini cevaplandınr, onlann açtığı yollardan

174
YAHYA KEMAL

klasik psikanalizmin araştırma me:vzuu olan büyük


komplekslere, yahut da şahsiyetin derin ve gizli me-
kanizmalanna gider.
Bu araştırma sistemiyle bakılırsa Yahya Kemal'de
rastlanan.ilk hm su. ve alkol haddidir. Bunu, sade su,
deniz veya alkele Yahya Kemal' de diğer unsurlada
kıyas edilmeyecek şekilde bol rastladığımız için söy-
lemiyoruz. Aynca, su unsurlannın bu şiirde çok defa
Bachelard'ın istediği şekilde bir psikolojik arnhivalan-
ce Cmuayyen bir vaziyette birbirine zıt ve birbirinden
ayniması imkansız iki teessüri halin beraber bulun·
ması) doğurduğu için söylüyoruz. ·Deniz• şiirini bu
gözle okumak bize azçok fikir verebilir.
·Deniz• şiirinde ilk rastlanan şey belki de gizli
bir intihar fikri olan ölüm korkusu, sonra da onu kar-
şılayan ve bir çeşit nefis muhafazasına benzeyen Ca-
nan'a karşı gayz (agressivite) ve nihayet son beytin
cemiyet fikrinde veya benzeri bir fikirde ferdi ilcalar-
dan sıynlmak suretiyle kurtuluş -kalbini ummana at-
mak şartıyla- olarak deniz ve suyun oldukça kanşık
bir ruh halini telkin ettiğini görüyoruz. Son beytin
manzumeyi kapayış beyti olduğunu düşünürsek eli-
mizde ölüm düşüncesiyle sevgili hayali kalır ki, tam
bir psikolojik ambivalance'dır.
Su ve dalga daima kadın vücudunu verir. Bache-
lard'da okuyucu bu hayale dair çok güzel dikkatler ve
bu dikkatlere imkan veren misaller bulur. Ve yine ge-
rek bu muharrire, gerek klasik psikanalize göre -ta
Leda masalından beri- bir su mahlüku olan kuğu, ilk
görünüşte beyazlığıyla kadın, aksiyon halinde erkek
olarak suya, dolayısıyla kadın vücuduna ve aşka ait
belli başlı sembollerden biridir. Garibdir ki YahyaKe-

175
YAHYA KEMAL VE ESK! ŞtıR

mal'in ·Sicilya. Kızlan• nda:


Gerer beyaz kuğular nazenin boyunlannı

mısraı bu mihverdedir.
Fanileri gökten ayıran perdeye değdim

diye mavaraya açılan ·Deniz,. şiirinde birdenbire dal·


gaların sesi ilahi kuğulann sesi olur ve o andan itiba-
ren yolculuk, sevgiliye karşı:
Beyninden o canan dediğin laşeyi silk at!
diyecek kadar liasmane bir da.vranışa girer.
BirinCi kısım bir intihar fikrine çok yakındır:
Kalbirn heyecandan dedi: Artık dönelim, çek!
Kafi! Ölülerden gelen ahenge kapılma.!
beytiyle ölüm fikrinin yenilmesi başlıyor ve bu sevgili-
ye karşı bir aksülaınel oluyor.
Ummana çıkar burda bugün beklediğin yol
At kalbini girdaba. açıl engine rüh ol!
beytinin sarih manasını yukarda söyledik. Bu şiirde
şayanı dikkat olan noktalardan biri de Ckuğul keli~
masinin ilahi kelimesiyle sıfatlandınlma.sıdır.
Bittabi bunlan söylerken Yahya. Kemal'in daima
şekle bağlı bir şair olduğunu, ne de vezin ve kafiye-
nin şairin muhayyelesindeki tayin edici rolünü unu~
tu yorum. Daha kısası, Ckuğul suyun kafiyesidir · ve
Garb kültüründen gelen Cilahil kelimesi de bu mısra­
da arnzun muayy~n ölçüde üç hacesini karşılar. Fa-
kat Yahya Kemal'in şekle, dile ve vezne hakim bir
şair olduğunu, hatta bu şekil yahut teknik meseleleri-

176
YAHYA KEMAL

ni, bir makalesinde, ·Galib büyük şairdi; fakat aru~u


iyi kullanan şair. değildi.• diyerek sanatın öbür mese-
lelerinden ayırdığını da biliyoruz. ·Deniz Türküsü• n-
de sonradan ideal yolculuğu olan kaçış fikri ile ölüm
düşüncesinin -İnsan alemde hayal ettiği müddetçe ya-
şar- deniz kelimesinin etrafında birbirinden ayrılmaz
bir hayal ikizliği teşkil ettiğini görüyoruz.
Mahzun hudu tlann ötesinden akan sular
ın hasretiyle başlayan •Açık deniz• de tarih ve i~san
kaderinin belki en yapıcı ve büyuk tarafı olan sonsuz-
luk ve susuzluk (daüssılal fikri birleşirler.
Yahya Kemal'de deniz daima esaslı hayaller do-
ğuran unsurdur~ Hiçbir vakit kendisi olarak, dıştan
görülen bir şey gibi kalmaz. Daima şairin iç hayatıyla
değişik terkibler yapar.
Fakat Yahya Kemal'de deniz sadece kendisi için
yazılmış manzumelerde görülmez. Aynca etrafında
kurulan hayallerle de şiirlerin örgüsünde evvela İs­
tanbul'a ait bir unsur olarak, -fenomenolojik tarıkit­
te •ambience• daima mühimdir- sonra da çok esaslı
vazifeler görmek şartıyla karşımıza çıkar. Bu vazife-
yi görürken de kadın ve anne hayaline daima yakın­
dır. Hiç olmazsa başka şiirlerin delaletiyle biz buna
geliriz.
•Ses• şiirinde, evvela manzarada •sakin koy• ola-
rak mevcuddur. Manzumenin sesi hemen hemen sa-
kin denizin sesidir. Sonra da:
Görmüş ve geçirmiş denizin kalbine sindi
mısraıyla unutulmuş hatıra, o kadar acı şekilde geri-
ye Çeviren, canlandıran bestenin malıfazası olur.

·177
YAHYA KEMAL VE ESKl ŞllR

•Geçmiş yaz• da, • Körfezdeki dalgın su•, ·Geçmiş


gecelerden biri· ni sevgilinin •en güzel aksi• ile bera-
ber bir hafıza sadakatiyle muhafaza eder. ·Maltepe,.
nin daha başında:
Güneş altın denizden alçalıyor
Nice kayserierin donanmalan
Uçurum ufka durmadan dalıyer
mısraıyla onu tarihin malıfazası olarak görüyoruz. Bu
şiirin belki de istanbul'a ilk dönüşünün hatırası olan
beyitle alakası bizim için hiç de mühim değildir; mü-
him olanı, denizin yahut suyun aynasının tıpkı haf~za­
mız gibi hiçbir şeyi kaybetmemesi, sonra ikinci üçlük-
teki •son hazin marşla,. bizi ölüm düşüncesine götür-
mesidir. ·Mihrabad,. da musiki başlar başlamaz sular-
da mazinin penceresi açılır ve geçmiş mehtablar bir-
bir uykudan uyanırlar. cltriıo de büyük sanatkarın kay-
bolmuş eserleri yine ondadır:

Belki hala o besteler çalınır


Gemiler geçmeyen bir ummanda ...
Burada, •gemiler geçmiyen umman• ın bir çeşit dur-
durolmuş veya, birikmiş zaman olduğu daha bellidir.
Hayır, Yahya Kemal' de su, ilk büyük masallarından
biri olan Narsis'in aynası dt!ğlldir. Heraklit'i.n akan ve
geriye dönmüş suyu ~a. değildir. Daha esaslı, daha
fonksiyoneldir. O açılır, alır,_ muhafaza. eder, sonra
kendi üstünde dönerek geriye verir. Bu, akan su ile
denizin arasındaki farktır.
Şüphe yok ki, Yahya Kemal Türk şiirinin denizle
ilk defa. olarak karşılaştığı şairdir. HerakUt'in suyuna
bahar suyu şeklinde Yahya '~emal'de yalnız bir defa.
rastıarız:

178
YAHYA KEMAL

Bir cüy-i baharin negamatiyle dolar güş


Dil farkına varmaz ki akan cüy-i zamandır
Garibdir ki bu beytin bulıınduğu şiirde, zaman sa-
natı olan musikinin de yeri vardır:
Her lahzası bir zamzerne-i süz-i dilara
Her saati bir fasl-ı beyati arabandır
•ltri• de ise su, kaybolanı muhafaza eder. Gazel-
lerde bu muhafaza, bu saklayış fikrine daha açık şe­
kilde sığınak ve dolayısıyle amie kucağı olarak ve aşi­
kar bir ölüm düşÜncesi' arasında rastladık. cModa'da
mayıs• şiirinin sonunda ayn ayrı kollardan yürüyen
bu iki hayal açıkça birleşir:
Hayatı rayihasiyle sindiren toprak
Bugün ne semtine baksam çiçek, çemen, yaprak
İçinde rahata varmış yatan aziz ölüler
Demek ki böyle bahar örtüsüyle· örtülüler
Çemen, çiçek, yaprakla örtülü toprak bir çeşit
bahçe oluyor ve bu olur olmaz ölümün çehresr deği­
şiyor. Hiç olmazsa ölülerimiz bir çeşit mahfuziyette
yaşıyorlar. Bahçe hayali, suyla toprağın birleşmesi­
dir. Ve bu gizli birleşme sayesinde toprak kendiliğin­
den bir çeşit anne vasfı kazanıyor, demek bilmem faz-
la bir tefsir olur mu? Kaldı ki bu iki beytin hemen üs-
tündeki: ·
Seven kadınla seven erkeğin visali gibi
Bugün .saadet olan mevsimin bu hali gibi
Sürekli sevgiyi duydukça anne topraktan
İçimde korku nedir kalmıyor yok olmaktan

mısralannda bizzat Yahya Kemal, kadın ve anne kelil


179
YAHYA KEMAL VE ESK! ŞıtR

malerini kullanıyor. Bu sekiz mısrada klasik psikana-


liz amatörleri için olduğu kadar, Bachelard metodu
arayıcılan için de cyok olmak· kelimesini, kendisinde
mevcut olan cgizlenmekıo. csa1;tlanmak· kelimeleriyle
tefsirden başka bir iş kalmıyor, demektir. Fakat yine
bu şiirin ·Sonbahar• şiirinde daha sağlam bir tefsiri-
ni buluruz. Bu şiirin:
Fani Ömür biter, bir uzun sonbahar olur:
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, tarümar olur.
beytinden itibaren bütün baş tarafı bahçenin dağılışı­
dır. Bu dağılıştan sonra ölümün çehresi ve toprakla
olan münasebeti kendiliğinden değişir:
Duymaz bu anda taş gibi kalbinde bir sızı
Farketmez anne toprak ölüm maceramızı
Buradaki •taş gibi• tabiri, toprağın annelikten
çıkmasından başka bir şey değildir. Yahut sadece do~
ğurucu sıfatiyle annedir. Fakat eviadını sevmeyen bir
anne. Bütün bunlar eyazdan kalma• herşeyin •haşr ü
n•~ olduğu devirdedir. Garibdir ki bu şiirde yaprak-
lan alıp götüren suyun ·kafiyesi ilahi kuğular değil,
uyanılmaz uykudur.
Burada ·Moda'da mayıs,. ile ·Sonbahar• şiiri bir-
birlerini gerçekten cevaplandınrlar. ·
·Sonbahar• şiirinde su, tabir caizse, menfi bir su-
dur. ·
Daha gençlik şiirlerinden biri olan ·Mehlika ..Sul·
tan• ın sonunda, suyu, sevgilinin hayali ve ölümle be-
raber görürüz:
Mehlika'mn kara sevdalılan
Vardılar çıknğı yok bir kuyuya,

180
YAHYA KEMAL

Mehlika'nın kara sevdalılan


Baktılar korkulu gözlerle suya
Gördüler: •Aynada bir gizli cihan ...
Ufku çepçevre ölüm servileri ... •
Sandılar doğdu içinden bir an
Ö, uzun gtızlü, uzun saçlı peri.
Bu hazin yolculann en küçüğü
Bir zaman baktı o viran kuyuya..
Ve neden sonra gümüş bir yüzüğü
Parmağından sıyırıp attı suya.
Su çekilmiş gibi, rüyA oldu!. ..
Erdiler yolculuğun son demine;
Bir hayal alemi peyda oldu
Göçtiller hep o hayAl alemine.

Masaıda Mehlika'nın sevdalılan suyun aynasın­


da evvela ölümün dünyasını, sonra da sevgilinin
kendisini görürler ki hemen hemen ·Deniz• şiirinin
başka tarz~a söylenişidir, denebilir. Fakat (henüz ha-
yattadirlar ve ancak su çekilince ölürler.
Bu yukarda bahsettiğimiz Maeterlinck ha-
şiirin
piyesleri de dahil, yüzük moti-
vası, -Belçikalı şairin
fi oradan gelir. Yüzük daima habercidir, uykuda bir
nişanlanmaya .benzer- esas hayal unsuru olan suyu
ve onun çağırışlannı Yahya Kemal'in bütün eserle-
rinde gördükten sonra elbette bizim için ikinci dere-
cede kalır.
Bitmemiş bir manzumede tesadüf ettiğimiz, ve
aynı imaj ailesine ait bir beyitte su, ölüm fikrine,
şüphesiz biraz da kafiyenin delaietiyle ve çok açıkça
bağlanır:

181
YAHYA KEMAL VE ESKt ŞİİR

Rüyasıolmayan uyamlmaz bir uykuda


Aynen deniz dibinde güneş görmeyen suda
Vakıa bu beyitte yukarda başlıca şart olarak
gördüğümüz çift değer yokiur; güneş görmeyen su
ölüinün tabii sembolü gibi ve tek başına bize gelmi-
yor.
Burada Yahya Kemal'in onbir yaşında iken, he"
nüz bütün güzelliği içinde ölen annesini hiç unuta"
madığım, her vesile ile hatırladığını söyliyelim. Bu
ölen anne etrafında teşekkül etmiş bir merkezleşme­
yi teessüri hayatımn bir başlangıcı olarak kabul et-
mek ne dereceye kadar mümkündür? Yalmz Şu ka·
danm söyliyelim ki, ölümün bu eserde aldığı hayata
o kadar yakın çehre, ancak böyle bir çekirdek etra-
fında teşekkül e.debilirdi. Bu takdirde «Kaybolan şe­
hir• in:
İsa Beyin fetihde açılmış mezarlığı
Hülyama ahiret gibi nakşetti varlığı
beyti, başta ·Koca Mustafa Paşa• mn, ·Hayal şehir•
in, «Atik Valide'den inen sokakta• mn, •İftar saati•
nin örgülerini yapan o güzel mısralar olmak üzere,
Yahya Kemal'in sanatının bütün bir tarafım izah
edebilir. •Üsküdann dost ışıkları» da, saydığımız
manzumeler gibi peyzajımızı ve insanlarımızı bu
hasretin ve acının ışığında gören eserlerdendir.
~Kaybolan şehir• fn ilk adı ·Üsküp• tü ve daha
biı; talebe. iken bir tasavvur halinde zihni:nde idi. Sık
sık bahs ederdi. Hatta Üsküb'ü mutlaka beyit sonun-
da düşündüğümüz için ona bir kafiye bile aradığımız
olurdu. Manzumenin gecikmesinden pek şikayet et·

182
YAHYA· KEMAL

miyelim. Eserin sonunun başlangıç beyitlerin değe­


rinde olmamasından kaybettiğimiz şeyi, ihmalli tek-
niğin imkan verdiği sarih konuşma telafi eder. Yahya
Kemal, sohbetlerinde gerek Üsküp'teki hayattan, ge-
rek annesiilin ölümünden sık sık bahsederdi. «Ben
annerne benzerim,. ·Sözü, Lamartine gibi onun da ko-
nuşmalannda geçerdi. Galiba bu benzeyişi etraf da
teyid ediyordu. Son senelerinde, aynlmaz ve feda-
kar dostu olan Asım'a -Asım bütün hastalıklan bo-
yunca Yahya Kemali bırakmamıŞ, Cerrahpaşa Hasta-
hanesinde birkaç .defa, hatta ilk defasında elli altı
gün kadar kalmıştı- anlattığına göre, Çürüksulu
Mahmut Paşa'ların evinde bir akşam yemeğinde ihti-
yar bir çerkes kalfa sofrada onu görür gönnez: c Siz·
olsa olsa Rukiye Gülsüm Hanım'ın oğlu olabilirsiniz,
ben annenizin göz kapaklannı elimle kapattım.• diye-
rek boynuna sanlmış ve ağlıyarak öpmüştür. Bu ka"
dın, Yahya Kemal'e: «Siz annenizin aynasısınız!,. der-
miş. Yahya Kemal .bu· sözü söylemişti. Annesinin
Kur'an'ını tek aile hatırası olarak sakladığını, bu din-
dar kadının Yahya Kemal'i dizlerinin dibine oturtaii
rak ona Muhammediye okuduğunu defalarca ağzın­
dan işittik. «Annem çok dindardı ve bana daima Haz~
ret-i Muhammed'den bahsederdi.· cümlesi de bu ha:
tıralar arasında sık sık geçerdi. Tıpkı Lamartine gibi
dini hislerinin başlangıcı annesinden gelir. ·
«Kaybolan şehir,., Yahya Kemal'in Üsküp için
yazdığı tek manzuıİıe değildir. Üçüncü Kosova muha-
, re besinin kahramanı Selim Giray için yazmağa baŞla­
dığı, fakat bitiremediği büyükçe bir destan parÇası
da vardır. Bilindiği gibi Sabit'in sori devir edebiyatı­
mızda tek destani eser olan Zafernamesi de, İmpara-

183
YAHYA KEMAL VE ESK! ŞİİR

torluğu muhakkak gibi olan bir yıkılıştan kurtaran


bu mübarek kumandan için yazılmıştır. Büyük Millet
Meclisi'nde mebuslann hususi mektuplan için hazır­
lanmış T.B.M.M, inisialli kağıda yazılmış olan bende:
ki iki parça:sı, yazıya, hatta kağıdın cinsine bakılırsa
•Kaybolan şehir• den evveldir. Filhakika çoğu çizil-
miş olan:

Lakin Üçüncü Kosva'da küffan bastığı


Kalkan, kılıç ve tolgayı ta arşa astığı
Bir nakledilse öğrenilir dasitan. nedir?
Bir bozgun ortı:ı,sında yiğitlik ne? Şan. nedir?

mısraları, sqnradan ·Kaybolan şehir· de:


Üç şanlı harbiri arşa asılmış silahları
Pariandı yaşlı gözlere bayram sabahlan.
şekline girecektir. Yahya Kemal'in birçok şiirleri, pek
çok şairde olduğu gibi bırakılmış manzumelerin en-
kazından çıkar. ·Selim Giray• da naivitesiyle insanı
şaşırtan, fakat aynı ·zamanda dokunaklı btrçok mısra
vardır.
Bizim için burada mühim olan doğduğu şehrin
Yahya Kemal'in muhayyelesindeki yeridir. Filhakika
o biraz da ölen annenin kendisidir.
·Şunu da söyliyelim ki tanıdığımız ve gördüğü•
müz Yahya Kemal çok muvazeneli adamdı, Büyük
-tepresyon anlan, kapanışları yok değildi. Fakat ken:
t. ·\ni yenmesini bilirdi. Hatta bütün hayatını ve c;iü•
şü:ı.. · qsini muvazeneden ötede az rastladığımız şekil:
de b~ -realite duygusunun idare ettiğini biliyoruz. Po-
litika ~ vatındaki aksayışlann ço~nun da bu rea-

184
YAHYA KEMAL

lite duygusunun, aleyhine dönen neticesi olduğu aşi­


kardır. Cemiyet hayatında -ve politikada tarih onun
için bu reslite duygusunun kaynağı gibiydi. elli. se~
lim, .hendese, istihkamcılık öğreneceği yerde siyasi
tarih öğrenseydi ne olurdu?• sözü düşüncesinin prog"
ramı g1biydi. Fakat bu muvazene ve realite duygu-
su böyle bir merkezleşmeyi ne dereceye kadar im-
kansızlaştınr?
Hazmedilmeyen kompleksierin psikolojik hayatı
çok uzaktan, hem de şahsiyetin. merkezi olarak ida-
re · ettikleri bugün kolayca itiraz edilebilecek şeyler
değildir. Eserinde, eski aleme, ölümün hazırladığı Ze"
minden hareket etmiş olabileceği gibi -geriye, anne~
ye dönüş, içkinin açıkça siğınak olması vesaire ile
beraber- epik şair sıfatıyla da yine teessüri hayatın­
daki bu başlangıç noktasından dünyaya açılmış ol-
ması çok mümkündür. Vakıa bu epik tarafJn ana
eseri, baş tarafta bahsettiğimiz büyük destan, hiçbir
zaman yazılmamıştır. Bu geniş tasavvurdan elimizde
kalan beyitler ve· mısralar, cMohaç türküsü,. gibi
parçalarda, etrafında yaşayan Türkçenin kapısını
açan dil çalışmalanndan ileriye gitmemiştir. Bunun-
la beraber ortada ·Selimname• ve bu uzun mai:ızu­
menin hakikatan dilimizde emsalsiz olan birinci ve
İkinci bendleri, ~Süleymaniye'de bayram sabahı,. nın
top sesleri ile İmparatorluğu kuran o geniş orkest-
rasyonu, milli zaferin İstanbul'un fethine Imal edil-
miş -Unutmayalım ki Milli Zaferde İstanbul gerçek-
ten geriye alınır- tebcilinden başka bir şey olmayan
gazel var.
Bu eserler, yukarda bahsettiğimiz ·Selim (Xiray•
manzumesi ve bitmemiş •Fetih• şiiri ile beraber aynı

185
YAHYA KEMAL VE ESKİ ŞılR

psişik _hamulenin dış dünyaya doğru genişlemesi ad-


dedilebilir. Mesele, teessüri hayatımı~ın başlangıcı
meselesidir; ondap sonrası hayatın tesadüfleridir. El~
bette Yahya Kemal'in eserinde, bir zamanlar genç
yaşta Selanik'te Rüfai dergahında zakirbaşılık yap-
masının, Paris'te yaşadığı, sırasına göre çalışkan ve
derbeder sanatkar hayatının, Ecole des Sciences Poli-
tiques'de Albert Sorel ve Camille Jullian gibi hocalar-
dan aldığı tarih disiplininin tesirleri olacaktı. ·Bunlara
doğduğu şehirle beraber Rumeli'nin elden gitmesini,
Birinci Cihan Harbi ve lmparatorluğun tasfiyesini ve
nihayet o kadar heyecanla iştirak ettiği Milli Müca-
d~lenin de tesirlerini ilave gerekir. Bütün bu hadise,
ler ve te~adüflerin hemen ~psi ayn ayrı birer isti~
karnet verici olsa da, hepsinin bu anne ölümünün ha-
zırladığı zemine düştükleri inkar edilemez. Kaldı ki
Yahya Kemal'de, bu .ölümden birkaç sene sonra aile
ocaklan arasında olsa da bir yerinde duramama,
aynca iki defa isim değiştirme gibi, ruhi sebebleri
üzerinde durulması gereken vakıalar da vardır. ller-
de bu. cinsten bir psikolojik araştırmaya zemin olabi-
lecek bir noktayı da işaret edelim.
Yahya Kemal'in anne ve babasının evlenmeleriy~
le aynı ailenin uzun zaman ayrılmış iki kolu birleşir­
ler. Yahya Kemal'in edebiyatımızdaki rolü de aile şe­
ceresinde gördüğümüz bu aynlma ve birleşme vakıa­
sının bir tekranna çok benzer. Bir taraftan yeniyi ve
eskiyi tıpkı bu bölünen aile kollan gibi devam ettirir,
öbür yandan da batılı şiirimizde eskiyle bir birleşme
.haddi arar. Yukarda bahsettiğimiz destanın elde ka-
lan beyitlerinden biri, annesinin dedelerinden birinin
adı olan •şehsüvar• kelimesiyle başlar:

186
YAHYA KEMAL

Şehsüvaranı kılıç koymamak azmiyle kına


Dolu dizgin koşuyorlardı akından akına

Bu beyit yazıldığı zaman Yahya Kemal yirmi-,


yirmibir yaşında, yani hayatımızın etrafında bir ma-
sal icad ettiğimiz yaşlard~ idi. XIX. asır Türk edebiya-
tı tarihi'nin basılması sıralarında bu kitabın adı üze-
rinde birkaç defa Yahya Kemal'le konuştuk. İlk defa~
sında ·Yenileşme edebiyatımız,. adını teklif etmiş;
sonra. da beğenmiyerek «Yenilenme devri edebiyatı­
miZ» olmasında israr etmişti. İki addan da kasdettiği
şey çok açıktı. Edebiyatımızda bir kesilişi kabul etmi-
yor, bu edebiyatın kendi gelişmesi içinde kendini ye"
nilemiş olduğunu söylememi istiyordu. Dergah'da
yazdığı «Vezinler ve kafiye» makalelerine dikkat edi-
lirse bunun ötedenberi üzerinde israrla durduğu bir
mesela olduğu anlaşılır. Filhakika · Garbdan gelen te-
sirlerden, hatta taklid meselesinden bahsetmesine
rağmen, bu makalelerde e~ebiyatımızı hep aynı çiz-
gide göstermek istiyordu ki, bir bakıma gayet doğ­
rudur. Teklifini kabul etmememin sebebi, evvela bul-
duğu adın bu görüşü yeter derecede belirtememesi,
sonra da kitabımda XIX. Asır edebiyatımızı baştari al-
mamdır. Hülasa fikirde azçok mutabıktık. Bir edebi-
yat dıştan gelen tesirlerle ne kadar değişirse değiş•
sin, kendisinde maziden gelen bir yığın şeyi muhafa•
za eder.
Bütün bunlan söylemekten maksadımız, Yahya
Kemal'i behemehal bir Oedipe kompleksinin, dolayı~
sıyla patalojik psikolojinin çerçevesine sokmak' değil­
dir. Bu ikisinin ayn ayn şeyler olduğu bir tarafa bı­
rak~lsın, ·gerek 'Bachelard'ın fenomenoljik psikanali-

187
YAHYA KEMAL VE ESKt Ş!tR

zi, gerek klasik psikanaliz metodlannın sanat eserle-


rine tatbiki olan Prof. Baudouin'in çalışmalan, sanat-
karda muayyen psikolojik başlangıçlan meydana' çı-
karmaktan başka bir şey yapmazlar. Kaldı ki bir
ölüm, hele çocukluk yaşlarında bir anne ölümü dai"
ma üzerinde durulacak bir vakıadır. Madem ki bu
vakıayı işaret ettik, siyah melekle bu karşılaşmamn
on bir yaş gibi büyük regresyonlara imkan verme-
yecek bir çağda olduğunu da söyliyelim.
Yahya Kemal'in, edonizmi de, arkasındaki rind
archetype'i ve Cemşid benzemesi ile yine bizi bu ölü-
mün hazırladığı zemine götürür. Bu tarzda anne mer·
kezleşmelerinde daima sonunda her türlü otoriteyi
reddeden bir baba ile karşılaşma, onun yerine geçme
keyfiyeti azçok görülür. «Türk milletinin hayatı dev-
letiyle kabildir,. diyen Yahya Kemal de bunu bahset-
tiğimiz vetira ile yapmıştır. Yeni şiirin en güzel, der-
hal farkına vanlan, sevilen, taklid edilen es~rlerini
yazan şair onlann başında, hemen yanıbaşında -be-
raberce demek istiyorum- sade eski dille yazmaya
kalkmamış, rekabet sahasını biraz da o tarafa geçir-
miştir.
Bir politikası ve ekonomisi olmayan eser yoktur.
Yahya Kemal'de bu politika eski şiirde bir çeşit salta-
nat gibi görülür. Yaşadığı güne o kadar bağlı olan,
konuşmalannda olsa bile daima bir polemikte yaşa­
yan bu realist zeka bütün bir tarafıyla kendine ikinci
bir zaman gibi ayırdığı geçmiş zamanda yaşıyordu.
Bu ikilik, geçmişe bu dönüş, ezaman perdelerinin»
adeta devamlı şekilde aradan kalkması elbette tek
başına bir dil virtüozitesinin yapacağı bir şey ola-
mazdı. Süleyman Nazü'in «Mazi daüssıİası,. formü-.

188
YAHYA KEMAL

lüyle kolayca izah edip geçtiği şey hakikatte büyük


bir psikolojik r~aliteye dayanıyordu. Filhakika •Açık
deniz• ve ·Deniz türküsü• yle Hayyam üs!übu rü'baiı
lerin arasındaki mesafe daha çok derinierde işleyen
zembereklerle izah edilebilir. Vakıa Türk şiiri bu za-
man perdelerinin böyle aradan kalkmasından kay"
betmedi; bel~i de kazandı. Biz yaşayan bir zevkin bü~
tün bir maziyi nasıl değiştirdiğini gördük. Zannede-
rim ki Yahya Kemal vakıasını dünya edebiyatında
tek yapan şey de budur. Yahya Kemal'in onbeş, yir-
mi gazeli, oh, onbeş rübaisi vardır ki gerçekten esl<.i
şiirin en mükemmel nümuneleridir. Bu eserler sade
Şark şiirinin bizdeki kolunda .. emsalsiz olmakla kal'
mazlar, belki Hafız'ın, Hayyam'ın yanıbaşında, bu
edonozmi ve lirizmi ırklannın dahasında bulaniann
arasında ona hiç olmazsa eşit yeri verirler. Bu eserin,
aynca da iki büyük kültürün, Garb'la Şark'ın birleş­
me noktalan olmak gibi bir meziyeti vardır.
·Gedik Ahmet Paşa'ya gazel• i, geçen gün Ahmet
Kutsi Tecer'le okurken ikimiz de, hafif bir mizalım
,-şüphesiz tarih renginden gelir- destanla kanştığı bu
küçük ·şahesere tekrar şaşırdık. O harikulade: ·
Çıktı Otranto'ya pür-velvele Ahmet Paşa

mısraı kadar şuurla yapılmış mısra Türkçede azdır.


Filhakika, bizim tarihlerimizde pek görülemez ama,
bu vak'anın olduğu devirden bahseden Garb tarihle-
rine şöyle bir göz atmak, Hammer'i:n bu bahsini oku-
mak, yahut son devirlerde yazılmış monografilere
bakmak -İtalyan kroniklerden bahsetmiyorum, ben
de okumadım- bu Otranto seferinin Avrupa'yı nasıl
velveleye boğduğunu, bütün İtalya'yı çan seslerinin

189
YAHYA KEMAL VE ESK1 ŞtıR

nasıl kapladığını bize anlatır. Şimdi mısraın kendisi-


ne bakın. Bu kadar velveleli uçan kuş sürüsü· görül-
memiştir. İyi ama, bütün gazel bilhassa tarih zihni-
yetini göz önünde tutmak şartıyla böyledir. cAlpas-
lan'ın ruhuna gazel,., aynı şey değil mi? Hiçbir şey
söylemeden her şeyi söyliyen, dokuz yüz senelik bir
borcu eda eden bu beş beyit beni daima şaşırtmıştır.
Bütün bu güzellikler, her şeyi yerli yerinde kullanma-
sını bilen 'bir ekonomiye borçlu olduğumuz şeylerdir.
Yahya Kemal'le Malazgird muharebasinin dokuz-
yüzüncü yıldönümü üzerinde ne kadar çok konuş·
muştuk. Ne kadar projelerimiz vardı! Malazgird'de
koşu halinde yüzlerce ·at heykeli ile. bir abide yapıla­
cak, sonra İstanbul'un denize bakan bir yerinde ge-
niş bir meydanda Fatih'in heykeli dikilecekti. Yahya
Kemal bu iki abidenin devlet eliyle değil, milletin
gönlünden kopanla yapılmasını düşünüyor, bir ·Ma·
lazgird Zaferi Cemiyeti• kurulmasını tasavvur ediyor-
du. Bu tasavvurda bizimle beraber olanıann çoğu
şimdi büsbütün başka fecirleri selamlamak sevda-
sında. On, onbeş senede ne kadar çok değiştik. Hiç ol-
mazsa burada kalabilseki
Şüphesiz bütün bunlar bilgi ile ve bilerek yapı:
lari şeylerdir. Fakat bu bilginin arkasında elbette ki
onu aşan bir şey vardı. Bu aşan şey, Üsküp'deki me-
zar, belki de onun, şairin muhayyelesinde, kaybedilen
Rumeli ve İmparatorlukla birleşen şeklidir. Ve şüp­
hesiz bu veya buna benzer, çok derinlerde çalışan bir
kuvvet, bir potansiyeldir ki Renan'ın okuyucusunu,
bu eski hayatın uyanık tenkitçisini bir yandan cSöy-
lenür,. redifli gazelin panteisti yapar, öbü;r yandan
•ene'l-hakk» felsefesine kadar götürür.

190
YAHYA KEMAL

Bu gazelin eski Türkçenin birk;aç şaheserinden


biri olduğunu söylerneğe lüzum var mı? Bahsettiği­
miz rübai ise hemen hemen aynı ayarda bir sarahat
şaheseridir:

Bir zümre odur Halik-i mutlak dediler


Bir benzeri yoktur bu muhakkak dediler
Bir kerre görenlerse o Rabb-ı ezeli
Sermest-i rü'yetle •ene'l-Hak» dediler

Yahya, Kemal'in sanatında akan suyun <Herak-


lit'in bahsettiği şekilde sul çok az olduğunu gördük.
Denebilir ki ·Mahzun hudutlann ötesinden akan su-
lar• ın aşıladığı daüssıla ·ile Bretanya sahillerine fır­
lattığı muhayyele, bir daha •Üsküdar• gazelinin meş­
hur beyti gibi birkaç tecrübeden sonra aynı mihvere
dönmemiştir. Onun muhayyelesi daha ziyade hareket
ve dalgalı deniz ile, koy ve körfezdeki durgun suların­
peşindedir. Bu sonuncular eşyanın aksini bizim için
saklayan sulardır. Bunun böyle olması Bachelard'ın
dediği gibi, ölüm ile hayatın arasında adeta plastik
bir had olmasını men etmez. Fakat daha iyisi, unsur-
lar üzeıjne kurduğu araştırma sistemine ·Essai sur
l'imagination materielle• adını veren bu muharr.irin;
suyun muhayyelemizdeki yerini hülı1sa eden satırla­
nnı (Su ve rüyalar, s. 17 - 18) ·okuyalım. ·Su hayalleri
toplayarak, madde ve cisimleri eriterek,_ eşyayı kendi
nesnelliğinden çıkarma, onu mas ve temsil etme va·
zifesinde muhayyeleye yardım eder. Aynı zamanda
bir cins sentaks, hayallerin devamlı birleşmesini te-
min eden, eşyaya bağlı hülyalı yerinden söküp kopa-
ran yumuşak bir hareket getirir... Tıpkı zeytinyağı

191
ESK! ŞURE TEPKt

gibi yumuşak, tatlı ve sessiz heraklitizmde onlan


sembolleştirir: O zaman hayatın kaybına benzeyen
bir çabukluğu kaybeder ve ölümle hayat arasında
plastik ve şekil değiştirmesi kolaylıkla mümkün mu~
tavassıt haline girer. Poe'yu okurken ölü sulann ko-
nuştukları o garib dille karşılaşırız. Bu suretle dilin
kendisi de, sentaksiann en korkuncunu, ölen şeyle·
rin, ölen hayatın sentaksını kazanır.•
Burada sade icad olan ve zihni, melekelei:'in de-
ğiştirici ve kurucu anasını ön planda tutan Ameri-
kan şairi ile Yahya Kemal arasında bir mukayese
yapaca~ değiliz .. Bu· iki şairi alkola düşkünlükleri bi-
le birbirine yaklaştırmaz. Poe daha ziyade ·karışık iç-
kileri severdi. Yahya Kemal içki karıştırmaktan hoş­
lanmazdı. Poe'nun hikaye ve şiirlerindeki sularda bu
kanşık içkinin akisleri daima mevcuttur. Fakat ara-
lanndaki ayrılık bu noktada kalmaz. Amerikan şairi,
Goethe'nin dediği gibi chakikaten kurlurmuş bir yıldı­
zın altında· doğanlardandı. Yahya Kemal ise annesi-
nin ölümüne kadar olan devrede çocuiduğuyla barı­
şık yaşa~ıştı. Ayrıca daha ziyade Goetheen bir mi"
zaçta idi. Birincisi hayatının arızalarını muhayyeles.:~
ni işgal eden (yine bu hayatın hediyesil kabuslara
değiştirerek e·serini vücuda getiriyordu. Ayrıca •Uc-
her malikanesi• nin, cUlalume• un ve «Karga .. nın
şairi, . bir yığın fela~etin b~raberce kurdukları bir şu­
uraltını riyazi denebilecek bir sarahatle verirken, ay-
nı zamanda yine riyazi denebilecek tesirierin peşin­
de bir estetiği, bir ·şilr sanatını CVarlaine'in tabiriylel
kurmağa çalışıyordu. Şunu da söyliyelim ki Baudelai!
re'den Valery'ye kadar Fransız şiirini buluşlarıyla
kamaştıran ve. bu kanaldan olsa dahi dünya şiirine

192
YAHYA KEMAL

tesir eden Amerikan şairinde daima objet'ye ·sıkı sıkı


bağlı b~r taraf vardır. V e çok defa suyun kendisini bir
objet gibi alır. Yahya Kemal'de irsiyetten gelen böyle
bir yük yoktur. Ve belki de bu yüzden bütün psikolo-
. jik anzalar ve eşya kendiliğinden bir ulvileşme ve
transcendantale doğru gider. Bu noktada bir taraftan
şiirimizin büyük geleneğinin, öbür yandan tarihi ha-
di~elerin tesiri gibi, bahsettiğimiz yaratılış ve ufak
tefek aile geçimsizliğine rağmen mes'ut çocukluğun
da payını vermek lazımdır.
Alkolün, hatta telkin ettiği ölüm fikrinde bile
şüphesiz tasavvufla iyiden iyiye yoğrulmuş olan eski
şiir dilinin verdiği imkanlarla bu ulvileşmeye nasıı
vasıta olduğunu cTanburi Cemil'in ruhuna gazel,. ve
~Tür' dan mülhem• ·gazellerinde,. «Kadri'ye gazel,. do
gördük. Fakat bu transcendantal'i sadece dildeki bu
terbiyeye yoramayız. Aslında bir agressivite ve hatta
ölüm fikri olan cDeniz,. şiiri~i bitiren: .
Uminana çıkar burda bugün bekiediğin yol,
At kalbini girdaba, açıl engine, rüh ol! ·
beyti, bütün bir arınma, sıynlış ve yükseliş hamlesi-
dir.
Şüphesiz Yahya Kemal her zaman kendi ruh hal-
lenne karşı bu zaferi temin edemez. Doğrudan doğru­
ya bir depresyon <çöküntü) veya küskünlük mahsü-
lü olan bir iki şiirde (yeni dille ·olanlar arasında, ·Dü-
şünce,., eRindierin hayatı• gibi), alkole, uzak etki ola·
rak, aynı ruh hali içinde yazılmış bazı gazelıerfnde
<bilhassa cEdilmedik• redifli gazelde> çok derinde;
alt bir taba~a gibi rastlanır. Fakat bu cins şiirlerin
çoğunda da cEdilmedik• gazelinde olduğu gibi bu

193
YAHYA; KEMA~ .VE .ESKİ ŞUR

~üskünlük çarçabuk ferdi hadden ma'şerinin mJhve-


rine geçer.
Bu ulviye, güzele, yUkseğe doğru değişmeyi, bu
idealizasyonu Bachelard'ın uzvi sular arasında tas-
nif ettiği kan motifi etrafındaki değişmeler daha iyi
gösterir.
Annesi veremden -hemoptezi olup olmadığını bil-
miyorum- kendisi bir kan hastalığından ve arnaraji-
den ölen ve bronŞiti yüzünden her an kanının tehdidi
altında yaşayan .Yahya Kemal'in büyük öksürük nö-
betlerinde beraberinde bulunanların ani bir ölümden
korkmaması imkanı yoktu. Yahya Kemal'in şiirlerin­
de kan bir an kendi realitesinde kalmaz, daima iyiye,
kıyınetliye doğru değişir, yakut, ateş, alev, gül olur.
İkinci Selim'in meşhur beytini tazmin eden gazelin
daha birinci beytinden' itibaren bu öz değiştirme gö-
rülür:
Kan aktığı günden beri can ü tanimizderi
Yakut fer almış denilir madenimizden
Daha aşağıdaki beyitlerde kan birbiri ardınca
ateş ve alev olduktan sonra:
Erbab-ı teınaşaya seher-gah-ı balıaran·
Bir levha-i hünin görünür şivenimizden

beytinde tekrar kan ve kanlı levhaya dönülür. Bura-


da tazmin edilen:
. .
· Biz bülbül-i muhrik-dem-i gül-zan firakız
Ateş kesilir geçse saM gülşeni:ı;nizden
beytinin bu değişmelere ateş ve gülşen hayaliyle im-
kan verdiğini, İkinci Selim'in içkiyi sevdiğini ve

194
YAHYA KEMAL

Benim tab' -ı Selimim bade-i gülgU.na maildir


mısraıriın onun olduğunu hatırlatalım. Bununla bera-
ber kan etrafındaki bu hayal değişmeleri her zaman
bu tazmin gazelinde olduğu gibi alkol veya şarap ta-
vassuru ile değildir. Burada kanın realitesine karşı
duyulan korku kadar annenin hastahğınm bir hedi·
yesi olabilir. Yahya Kemal'in epik tarafına, yukarda
bahsettiğimiz eski şiirin hayal dünyasına VJ3 nihayet
yine eskinin sembolizmden gelen şeylerle birleşen
idealizasyonuna da bir pay ayırmak gerekir.
«Akıncı» nın son beytinde şehitlerin kendi mace-
ralarını hatırlaması bu cinstendir:

Cennette bugün gülleri açmış görürüz de


Hala o kızıl hatıra titrer gözümüzde!
cSelimname,. nin beşinci parçasındaki:

Sahra-yı la'l-güne bakan şahid-i zafer


Görsün baharının bu yaman lale-zannı
beytinde ise Mercidabık muharebesinde dökülen kan
hem harb meydanını yakuttan bir anayol, hem de bir
lale bahçe&i yapar. Bu beytin bitmemiş eski Ş!3kli, yal-
nız lale bahçesinde kalıyordu:

ey şahid-i zafer
Seyret baharının bu yaman lale-zannı
«Kaybolan şehir,. de Üsküp, Balkanlarda dökü-
len kanın lale bahçesidir. Bu hayallerin biraz daha
değişiğine ve belki en güzeline «Bir tepeden,. manzu-
mesinde, «Belli bir coğrafyada bir tekevvün olan ırk»
nazariyesinin çok sarih ifadesi güzel kıt'anın son ınıs­
raında rastlanz:

195
YAHYA KEMAL VE ESKİ ŞtıR

lrkın seni iklimine benzer yaratırken,


Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış.
Tarihini aksettirebilsin diye çehren,
Kaç fatihin altın kanı mermerle kanşİnış.
Görülüyor ki Yahya Kemal'de ne alkol, ne de kan
kendi hususiyatlerini muhafaza edemiyor,. du,rmadan
realitesinin dışına çıkıyor, değişiyor. Bununla bera-
ber. Yahya Kemal söylediğini, söylemek istediğini en
sarih çizgis:.yle söyleyebilen şairlerdendir. Om,ın sa-
natı bütün bu asıl ve şekil değiştirmelerine rağmen
sarahatin sanatıdır. Dikkatin bu sanattaki payından
yukarda bahsettik.
Baktım konuşurken daha bir kerre güzeldin
diye sevgilisine hayranlığını hemen hepimizin şahsi
tecrübeierine hitap ederek anlatan şair, bir harb
meydanını, belki de bu vesile ile İkinci Cihan Harbin-
de küçük milletierin vaziyatini maalesef tek başı:na
kalmış olan

~·~.tlar karışırken ayak altında ka!anlar


mısraında tam bir çizgi ustası gibi anlatır. «Vuslat,.ın

Boynunda onun kollan koynunda o varsa


mısraı da, bu sanatı, İngres veya Watteau'nun çizgi-
sine yaklaştırır. «Endülüste raks,. ı için hemen hemen
Monet renkleriyle verilmiş bütün bir reıık ve hare-
ket cünbüşüdür, denebilir.. Pek az şiirde kırmızı ··En-
dülüste raks,._ şiırinde olduğu gibi kuvvetle konuşur.
Buna rağ:rp.en Yahya Kemal'de hayatına sıkı sıkıya
bağlı unsurla!J.n bu değişmesi ve bazan .da gizlenme-
si, üzerinde gerçekten durulacak bir meseledir..

196
YAHYA KEMAL

Filhakika yukarıya aldığımız parçada •suyun ha-


yalleri toplaması ve cisimleri eritmesi• ve cölüınün
sentaksı ile konuşması• . hususiyeti gibi i~i mühim
nokta vardır ki her ikisine de Yahya Kemal'in eserin-
de sık sık rastlanır. Fakat cisimleri _değiştinneyi de
ilave etmek şartıyla. Suyun muhayyeleye ekiediği bü-
yük nizarnıardan biri de budur~
Sadece ..vuslat• manzumesinin hayalleri üzerin-
de düşünerek okunulması bu hususta bize sarih bir
fikir verebilir. Vuslat'ta fıskiye ve havuz imajlan bir
tarafa bırakılırsa hemen hemen suyu gönnek müm-
kün değildir. Fakat şiiri baştan başa Hera~lit'in akan
su ile sembolize ettiği zaman fikri ve onun akışı ida-
re eder...Vuslat• c bir uyku• ile yani idrakimizin dı-_
şında akan zaın,anla başlar ve bir uyanışla, yani id-
rak edilen zamanla biter. Kaldı ki bu manzume, Yah~
ya Kemal'in, hava ve havaya ait unsurların en fazla
konuştuğu eserlerinden biridir. Bütün macerası, psi-
kanalizcilerin o kadar üzerinde durdukları uçuş rü- ·
yasıyla (dört atlı o gerdline>, düşme rüyası (birden-
bire uyanma> arasında geçer, denebi~ir.. Fakat bizim
için mühim olan bir başka hususiyat vardır: aşkın za-
feri de denebilecek bu muhteşem ve panltılı istiarede.
hemen her beytin getirdiği hayalin, öbüründe, bir
aşağısındaki hayalde eriyip kaybolmasıdır ki Yahya
Kemal' de azçok görünen bir vakıadır.
Bachelard'ın bahsettiği ölümün sentaksına gelin-
ce, yukarda bahsettiğimiz idarıtifikasyo~lar ve bilhas-
sa eski şiirin diline gülün rengi veya kokusu gibi
hakim olan, vahdet-i vücut felsefesinin arkasında ası]
gizlenen ve konuşan şüphesiz ki odur. İlk şiirlerinden
biri olan «Mehlika Sultan• dan itibaren biz bu konuş-

197
YAHYA KEMAL VE ESKİ ŞilR

maya, bazan suyun daveti, bazan sa.dece telkini ola-


rak CBachelard'ın Ofelya kompleksi: «Kandilli• şii­
rinde olduğu gibi) ve bazan da ~Deniz• manzumesip.-
de görüldüğü üzere açıkça kendi sesiyle konuşması
şeklinde rastlarız.
Yahya Kemal daha «rind• kelimesini kendisine
şahsi masal yaptığı andan itibaren bunun böyle olma-
sını istemiştir, denebilir. Filhakika bir kültürün: ağ­
zından ve onun diliyle konuşmasına rağmen, bu sen-
taks bilhassa gazellerde kendini açıkça gösterir.
Şurasını da söyliyelim ki, Yahya Kemal, her şey­
den evvel bir şekil ve mükemmeliyat şairidir. Son
şiirlerin evvelden söylenmiş birkaç mısraın etrafında
muayyen kolaylıkları kabul etmek şartıyla düşünce­
yi olduğu gibi veren dağınıklığı istisna edilirse -şekil
endişesi son zamanlannda eski dille ·olan şiirlerine
geçmişti- daima şekil titizliği ve mükemmeliyat kay-
gısı içinde eserini vücuda. getirmiştir. Buna gazelle-
rinde ve rübailerindeki bir kültl)rün dili ile konuşma
keyfiyatini de ilave edersek bu eserin bu cinsten bir
psikolojik tahlile, bilhassa ·Bachelard'ın istediği şekil­
de unsürlar araştırmasına tahammül edip atmiyece-
ği daima düşünülebilir.
Bununla beraber bu eserde ölen bir anneye ait
bir merk~zleşmenin evvela kaybolan bir şehirle, son-
ra da bütün bir vatanla ve bir başka koldan da kay-
bolmuş bütün bir alemle birleştiği aşikardır. Doğru­
d~n doğruya komplekse ait olan bu değişme çizgisi-
nin yanı başında davranışa ait ikinci bir çizgi daha
vardır ki o da rind'den Cemşid (Dionysos) 'e, Cemşid'­
dım eski alemin tek varisi olmak fikrine gider. Bu, az-
çok Nedim tahmisinin: .

198
YAHYA KEMAL

Hep eski alem eski edeb meşrebimcedir

nhsraı ile Fuat Ömer'e ithaf edilen rübainin:

Sönmez seher-i haşre kadar şi'r-i kadim


Bir meş'aledir devredilir elden ele
beytinin ihtiyariyi ortadan kaldıran yüksek ve kesin
konuşması arasındaki mesafedir.
Fakat bilhassa «Yol düşüncesi» nin sonunda, «Sü-
leymaniye'de bayram sabahı,. ndadır ki, biz bu dav-
ranışı en sarih şeklinde görürüz. _Her iki manzumede
ve «Itri» de «fethedilmiş diyarlar,. la beraber bütün
kainatımız toplanır. «Itri,. bu gözle . okununca dışar­
dan o kadar ayrı ayrı çehrelerle görünen -sembolist
ve pürist sanatın tesirleri, lirik ve epik şair- Yahya
Kemal'in sanatı birdenbire fonksiyonunu değiştirir:
O deha öyle toplamış ki bizi,
Yedi yüz yıl süren hikayemizi
Dinlemiş ihtiyar çınarlardan .

. Hakikaten Yahya Kemal'in şiirinin asıl aksiyonu


da bu toplama ve bir araya getirme değil midir? Bu
eserde sadece bugünkü vatan, dünkü İmparatorlukla
beraber değildir. Aynı zamanda cemiyetimizin, tari-
hin ve hadiselerin böldüğü iki ayrı zaman ve ikiye
bölünmüş dil de birleşir. Bazı gazellerde ·ve bilhassa
rübailerin bazılarında, Yahya Kemal dilin yüz sene-
lik tecrübesi üzerinden atlıyarak bugünkü Türkçayi
doğrudan doğruya eskiden çekip çıkarır gibidir. Bu-
rada, yeni dille yazdığı şiirlerin dili üzerinde yukarda
söylediklerimizi tekrar hatırlatalım.
«Ses,. şairinin Hamid'e ve Fikret'e olan borcu es-
kiye olan borcunun yanında hemen hemen bir hiçdir.

199
UMUMi FİHRİST

Aba-yı kenisaniye, 116 36, 38, 41, 42, 51, 93, 95,
Adonis, 75, 76 96, 122, 124
Abdulhak Hı1mid'e gazel, 145, AHMET Mithat Efendi, 87,
146, 147, 155 89
ABDULHAK Molla, 78 AHMET Muhtar, 37
ABDULHAMİD, 16, 65, 72, AHMET Paşa, 105, 156
85, 86, 87, 104 AHMET Şuayp, 72, 84
ABDULLAH Cevdet, 66, 72, AHMET Veflk Paşa, 93
103 Aischilos, 66, 67
Acem, 113, 121, 127, 155 AKÇORA Yusuf 66
Acı gazel, 161 Akdeniz, 57, 58, 114, 115, 116
Açık deniz, 61, 70, 177, 189 Akıl, 133, 136, 173
Adalet ve .h~ meselesi, 100 Akıncılar, 76
Adaptasyon, 89 Akrapolde dua, 63
Aden, 100 Aksülamel, 113
ADIVAR, Halide Edip, 64. Aktolgalılar, 62
105 Aktüel, 16, 18, 70
ADNAN Bey, 88 Alafranga ve yapmacılık, 119
Afrlka, 52 Alay, 16
Afyon, 171 Alem, 42
Agressivite, 175, 193 Alemşumule yükselmek, 167
Ahamenid, 113 ALl, Hz., 23, 33
Ahd-i Atık, 99 ALl CA.nip, 104
Aııeng, 58, 105, 173 ALl Kema.I, 72, 73, 93
Ahlakçı, 19 ALl Mümtaz, ll, 82, 37
AHMET Haşim, 23, 34, 35, Alibi, 124

201
UMUMI FtHRtST

Alkol, 92, 95, ı45, ı 74, ı 75, Arap §airieri, ı36


ı92, ı95, ı96 Arap ve Acem grameri, ıo7
ALLAH, 99, ı73 Arapça, ıo7, ıı3
Al!egori, ı60, ı66 Araştırma susuzluAıJ, 23, 24
Alman romantizmi, ıo6, ı3ı 25
ALPARSLAN, ı46 Arınma, ı93
Alparslan'ın ruhuna gazel, ı90 ARiSTO, 97, ı32, ı36
Ambience, ı 77 Aristocular, 115
Amerikan romanı, 69 Arkaik, ı30
Amid, 22 Arkaizm, ı39
Anadolu, ı3, 23, 27, 28, 30, ARŞİMED, ı4ı
45, 96 Artizan olmak, ·28
Anadolu lehçesi; ı38 Aruz, ı5, ı9, 29, 30, 72, 88
Anadolu Türkleri, ı26 ı29, ı3o, ;14ı
Anadolu ve Rumeli toprakla· Aruz hataları, ı39
rında, 65 ASlM, ı83
Anado:uda yeı1eşni.e, 110 . Asıl olan, 49
Anakronizm, ıo5 Assomoir, 92
Anarşi, 82, ı40 Asya, 62
Anarşist Prudhomme, ıoo Aşı·k edebiyatı, 110
Andre G~de'nin anatolojisi, 76 AŞlK PaşazAde, 110
Anekdot, ı67 · Aşık tarzı, ı25 ·
Anjanbımanlı, ı25 Aşırı ferdiyetçilik, 18
Anne, ı 79, ı82, ı84, ı85, ı86, Aşiret, 110
ı92, ı94, ı95, ı99 Aşk, ı42
Anne ni.erkezleşmeleri ı88 Aşk-ı na.ııı:, ı4s
Anne toprak, ı 79, ı8o Aşk-ı memnO., 86, 87, 88
Ansiklopedistler, 87 ATAÇ, Nurullah, 3ı, 32, 37,
Antalya, 11 ı49
Antik esprit, 62 Atasözleri, 110
Antikite, 58, 63, 76, ı4o ATATURK, Mustafa Kemal,
Antoine, 6ı ı3, 69
Apollon, ı53, ı 72, ı 73 ATAY, Falih Rıfkı, 43, 44
Apolioniyen espri, ı 73 Ateizm, ıo2
Arap, ı2ı, ı27 . Ateler silsilesi, ıoo
Arap edebiyatı, ı36 Ateş, ı74
Arap kalfalar, 92 Ateş ve alev, ı53
Arap nesri, 113 ~teşperest, ı3

202
YAHYA KEMAL

Athena, 119 Barbar destanlar, 63


Atik valide ve ttsküdar, 51, Barok, 139
54 Barok. uruc tabloları, 166
Atlk valide'den inen sokakta, BARRES, 31, 45, 46, 47, 50,
182 52, 53, 57, 64, 70, 121
Atina, .58 Barres•·;n milliyetçili~; 62
AT!LLA, 106, 116 Başka, 147
Avant garde, 36, .43 Başlangıç, 85
Aveng-i tesavir, 85 Batı, 141
A VN! Bey, 141 BAUDELA!RE, 15, 23, 24, 31,
Avrupa, 17, 49, 66, 67, 72, 111, 70, 138, 161, ı 72, 192
112, 113, 114, 135, 140 Bayatılik, 91
Ayan-ı s!bite, 166 Bayram,· 51
Ayasofya, 27 BEATR!CE, 122
Ayıklama hareketi, 107 Bedbin, 95.
Ayıklamak, 150, 159 Bektaşi~ik, 31, 120, 125
Ayyar Hamza, 89 Belçikalı, 29
Azadi felsefe, 99 Bende konatı, 43
Azan tabiat, 173 Benli~imiz, 124
Azerbaycan, 105 Benzetme, 108
BERARD, 63_
B!bı!li caddesi, 65 BEREN!CE, 128
BACCANTHE, 149 Berenice'nin bahçesi, 58
BACEONTES, 63 BERGSON, 23, 98
BACHELARD, Gaston, 171, Be_rgsonizm cereyanı, 69
174, 176, 187, 198 lJERTHELAT, 98, 100
Bachelard metodu, 179 Beşiktaş, 27
Ba~dat, 22 Beyanname, 45
Ba~larbaşı, 26 BEYATLI, Yahya Kemal, l l
Bahs ü cidal, 60 J.3, ı4, ı5, ıs. 11, ıs. 21, 23,
BAK!, 31, 113, 126, 128, 131, 24, 25, 26, 27, 29, 30, 32, 33.
137, 138, 139 36, 37, 3~. 39, 40, 41, 42, 43,
B!l!dan bir ses, 79 44, 46, 47, 48, 50, 51, 52, 54,
Balkan harbi, 40, 46, 59, 65, 55, 56, 57, 59, 60, 62, 63, 67
67 69, 70, 71, 72, 73, 75, 76, 77,
Balkan!a.r, 195 85, 114, 117,_ 122, 123, 124,
BALZAC, 31, 90, 91 128, 129, 138, 140, 141, 142.
Barbar, 63, 115 ' 145, 148, 149, 151, 154, 155

203
UMUMI FlHRlST

156, 157, 158, 161, 164, 166, Budin, 28


169, 171, 172, 178, 179. 182, Bugün, .21
183, 184, 185, 187, 193, 195, Bulgar, 120
196,' 197, 199 Buluşlar, 16

Beyazıt, 14, 27 Bursa, 14


Beyazıt camit, 33 Bütünlük fikri, 133, 136
Beyit, 139 Büyük harp, 43
Bezm, 146 Büyük millet, 184
Bezm-i elest, 149 Büyükada, 61
Bezm-i ezel, 156 Büyülenme, 24
Bırakılmış manzumeler, 184
:Bibliotheque nationale, 17 Catalotlu, 65
Bihter, 87, 88 Cahiliye devrinin kasidesi, 136
Binbir gece, 24 CAHİT, 88, 97
Bir ecnebi ile mülakat, 43 CAHUN, Leon, 93, 105
Bir gemi yelken açtı, 37 Camiler, 26
·Bir kültürün ·dili, 198 CAMlLLE, .Julllan, 186
Bir saki, 150, 155 Canan, 148, ı 76
Bir serencam, 41, 96 Canlandırma, 11
Birinci dünya harbi, 48, 67, 92, CANUS, 101
96, 186 CAPET, 131
Bitişik odalar, 24 CAVlDE Hayri, 39
Biz, 21, 25, 48, 86, · 113, 114, Cezbe ve istitrak, 126
167 Cedide; 122
Bizans, 116 CEM, 144, 153, 159
Bize ait lirizm, 126, 141 Cemaatin ruh ve sezişi, 17
~ize ait ııark, 162 Cemiyet, .107, 137
Bizim en öz~ü tarafımız, 142 Cemiyet-i. felA.sife, 130
BotaziÇi, 27, 163 Cemşid, 152, 153, 158, 159, 167,
BOlLEAU, 132 188, 198
BOSSUET, 138 Cemşid - Dionysos, . 148, 150
BOURGET, 89 CENAP Şahabettin, 49, 83,
Boui'get psikolojisi, 88 ~4, 94, 122
BOUTRAUX, 98 CENG!Z, 106
Bovarizm, 88 Cennet; 23
BREMOND, 70 Centaure, 63
Brita.nyalı, 131 Cerrahpaşa hastanesi, 183
Budama, 134 CEVDET Paşa, 103, 130, 163

204
YAHYA KEMAL

Cevri, 143. Decadence, 159


Chansonne degeste, ll 7 Dede Korkut hikayeleri, lll
CHAPELLE, 17 Dedelerimiz, 26, 30, 55
CtBRtL, 167 Deduction, 109
CtCERÖN, 76 Değişme, 29
Ciddi, 36 Deizm, 53
Cihad medeniyet!, 26 Dekor, 156
Closeire de Lilas, 17 Dekoratif, 150, 154, 158
COCK, Paul de, 91 Demokrasi, lll, 133
Coktafya, 24, 170 Deniz, 3'6, 53, 168, 113, 174,
COPPE, 100 175, 179, 198
COULANGES, Fustel de, 63 Deniz türküsü, 76, 171, 174,
COURTELtNE, 91 177, 189
Culte du moi, 46 Depresyon, 193
Cythere adasına seyahat, 148 Derga.h, 23, 28, 32, 37, 40, 45,
48, 102, 122, 123, 187
Çagnşım sistemi, 96 Dergahçılar, l l
Çarnlar altında musahabeler, Derinlerde işleyen zemberek-
48, 60, 61, 64, 67 ler, 189.
Çekmeceler, 27 Ders, 12, 13, 18
Çınar manzumesi, 100 DESCARTES, 133, 138
Çıplak, 133 Destan, 108, llO, 125
Çift de~er, 182 Devam zinciri, 85
Çifte oda, 172 Devir, 16, 17, 155
Çinicilik, 130 Devlet, 57, 188, 190
.Çöküş. devrinin roman sanatı, Devlet adamı, 18
41 Deyiş tarzı, 168
Çürüksulu Mahmut Paşa, 183 Dışarı tesir, 85
Dışarıya olan hayranlık, 85
Daire, 170 Dikkat, 15, 25, 44, 52
Damat tbrahim Paşa, 156 Dil, ll, 17, 20, 23, 25, 37, 40,
Darülfünun, 66, 84 41, 60, 71, 77, 82, 83, 96, 98,
Darüttal~. 14 99, 124, 125, 132, 134, 142,
DAUDET; Alphonse, 89 150, 154, 161, 162, 165
Daudet realizmi, 88 Dil ve aruz mükemmeliyeti,
. Daüssıla, 123, 161, 191 73
Davutpaşa, 27 Dil ve gramer, 83
De l'amour, 73, 97 Dil virtüozitesi, 188

205
UMUMI FlHRtST

Dlletant'zm, 6ı 186
Dllin tanrısı, 143 Edebi mektep, 16, 17
Dille ve şekille oynama, 80 Edebiyat, 19, 21, 72, 108, 118,
Din, 50, 53, 54, 55, ıo3, ıo7, 136
113· Edebiyat Fakültesi, 30
Din V"! estetik, 57 Edebiyat-ı cedide, 16, ı9, 20,
Dini eser, 117 . 34, 49, 51, 83, 86, 88, 89, 90,
Dini ilham, ı69 94, 104, ı22, 123, 14ı
Dini masal, 67 Edebiyatçılar, 11, ı4,
Dini neşve, 82 Edilmedik gazel!, ı94
Dienizyen espr!, ı 73 Edirne, 47, 55
Dion·zyen neşe, ı52, ı53, ı67 Edonizm, ı88, 189
D!onyesos, ı46, ı49, ı53, ı57, EtNFüHLUNG, 151
ı72 Eklekt'k feozof, ı20
Disponibilite, ı45 Ekonomi, 188
Divan, ı 7, 82, ı25, ı26, Existentializm, 69
Divan edebiyatı, ı37, · Expation, 74
D!van:ı lügat!'t-Türk, ıo9 Emeti Hanım, 92
Diya'ekUk, 119 EMtN Recep, 37
Diyorlar ki, 76, ı2ı Empresyonist resim, ı60
D,oktcır Nazım Bey, 65, 73 Empresyonizm, 94
Dolgunluk, ı39 EMRULLAH Efendi, ıo2
DOMAtNE, Français, 30 Enetimen-i şuara, 83
DANTE, ı64 Endülüste raks, ı96
DOSTOYEVSKt, 3ı Ene'l-Hak, 25, 53
Dört unsur, ı 71, ı 74 Enfüsilik, ı56
Dreyfus meselesi, 59 EN! S Be hiç. ( Koryürek), 66
Durgun su, ı91 Entellektüel, 54, ı25
DURKHEtM, ı06, ıo8 Epik, 56, 195
Duyuş şekli, 83 Equivoque, ı52
Dünya edebiyatı, ı89 Erenköy, 76,
Düşünce, 19, 99 Erenköyünde bahar, 148
Düşünme, 8ı · Erenler, 146
DUyun-ı umumiye, 34, 36 Erenlerin bağından, 42 ·
Ermeni vatandaşlar, 93
EBU'L-ALA Maarri, 98 ERALP, Vehbi, 54
Ecole des Chartres, 76 · ERSOY, Mehmet Akif, ı9, 99,
Ecole des sciences Pol!tiques, ıoı, 102, 103

206
YAHYA KEMAL

Esaret, 120 Fantezi, 23, 34, 36, 43, 122,


Esaslının, bütünün peşinde ol- 134
mak, 150 Fars, 74, 91, 92, 122, 135
Eski, 24, 26, 83, 186 Farsça, 113
Eski dil, 154, 155, 161, 162, FATtH, 27, 62, SO, 126
167, 172 Fatih sarayı, 116,
Eski edebiyat, 48, 77 Fatih'in heykeli, 190
Eski ile yeninin arasında, 82 FATMA Hanım, 79
Eski ıstanbul, 26 FAUST, 106
Eski musikimiz, 166 F AZIL,. Ahmet Paşa, 55
Eski nes!r, 77, 123 Fazı! Ahmed'e gazel, 145, 155,
Eski şiir, 15, 53, 73, 121, 125, 159
140, 145, 195, 197 Fecr-i Ati, 94, 97, 104
Eskicinin şarabı, 172 Felsefe, 54, 107, 114
Eskiler, 25, 85, 138 F·elsefi hareket, 124
Eskinin dehası, 80, 88 Fenemenoloji, 174, 177, 187
Eskinin yıkılışı, 43 Ferda, 101
Essai sur l'magina.tion mate- Ferdi bunaltı, 172
rielle, 191 Ferdi cemiyet imperatifleri,
Estetik, 25, 34, 44, 51, 56, 57, 118
58, 59, 122, 129, 158, 165, Ferdi çizgi, 139
192 Ferdi duygu, 81
Eşitlik, 49 Ferdi ilga, 107
E§yayı yo~layan göz, 166 Fert, 111, 132, 1.35
Etrüksler, '62 Fertçilik, 41, 44, 46, 70, 80,
EURtPtDES, 67, 134, 136, 139, 131, 133
140, 149 Fethedilmiş diyarlar, .. 199
Evdekiler, 38 Petih, 27, 28
Eve dönen adam, 52 FEVZt, Lütfi, 39
Eve dönüş, 54 Fıkıh, 126
Evkaf-ı İslamiye matbaası, 32 FEtCHTE, 106
EVLtYA Çelebi, 26 Fidyas zamanı, 58
Evo!ution, 13, 185 Fikir hareketi, 84
Eylül sonu, 147 Fikri hayat, 102
Eyüp, 57, Fikri terbiye, 103
Eyvah, 91 Fln, 120
Ezan, 27, 51, 56 FLAUB:mRT, 52, 84, 95
Ezansız semtler, 57, Floransa, 62

207
UMUMİ FnmısT

FRANCE, Anatole, 16, 10 GAZALt, 126,


Fransa, 45, 47, 101 Gl1.Zeı, 17, 37, 73, 82, 83, 124,
Fransız edebiyatı, 30, 69, 83, 129, 138, 150, 159, 173
118, 120, 131 Gazeteci, 44 ·
Fransız ihtllali, 13 Gazeteciİik, 97
Fransız klasizm~. 67, 1.32 GeÇmiş, 178
Fransız milliyetçnerl, 47, 48, Geçmiş zaman, 188
50, 58 Gedik Ahmet Paşa, ya gazel,
Fran~ız neoklasi!i, 60 189
Fransız şansonieleri, 15
Gelecek tasavvuru, 124
Fransız şiiri, 17, 31, 132, 142,
Gelenek, 58, 125, 143, 193
192
Gelene~:n çemberi, 166
Fransız tiyatrosu, 15
Gemi, 169
Fransızca, 134, 138
Genç kalemler 104
FransıZlar, 24, 32, 47, S5, 58,
GtDE, Andre, 59, 63, 69
134
Gideriz redifll gazel, 145
Friııtegan, 166
GOETHE, 114, 192
Folklor, 26, 111, 120,
Goetheen devri, 146
Fonetlk, 47,
Goncourt naturalizml, 88
FUAT Raif Bey, 105
Gotlk sanat, 117
FütO.hat ve gaza ruhu, 57, 112
Gök, 173
FUZULt~ 80, 85, 126, 131, 137,
138, "139
GöKALP, Ziya, 19, 28, 41, 63,
93, 104, 105, 107, 108, 109,
Galatasaray, 101, 102 110, 111, _112, 114, 116, 117,
GALtLE, 62, 170 118, 119, 125, 126, 130
GALtP, .13, 80, 126, 131, 137, Gökten yere, 99
139, -145, 159, 163 Göl· saatleri, 35, 36
Garp, ~9. 84, 117, 1'22, 150 Görülj, 19, 125
Garp edebiyatlarıyla olan ınü- Göz, 84
nasebet, 49 Gramer, 89
Garp muslkisl, 164 Greko-Latın medeniyet!, 135
Garp tarihleri, 189 Gurabaha.ne-i laklakln, 35, 43
Garp tecrübesi,. 50, 166 Gurbet, 79
Garpçılık, 19, 103 Güçlük, 135
Garpla şarkın birleşme nokta- Güfteslz beste, 76
ları, 189 Güneş, 43
GAUTHİER, 51, 52, 70 Güneş şalrl, 153

208
YAHYA KEMAL

GttRPINAR, Hüseyin Rahmi, Hayat~ı ısa, 100


92 Hayat-ı muhayyel, 188
Güzel, 36, 37, 136 Haz, 54
Güzel sanatlar, 127 Hazan gazeli, 159
HAZIM, 93
HACI lbra.him Efendi, 78 Hazperverlik, 139
Haçlı seferler!, 126 Hece, 20, 28, 29, 93, 119, 125,
HAFIZ Şirazt, 128, 136, 145, 130
189 Helenistik devir, 75, 114, 115
Ha.fız'ın kabri, 143 Hemşirem için, 98, 101
Haıkika t, 92 HERAKL1T, 178, 192
Halıcılık, 130 Heredia, 15, 75
HALlL Vedat, ll HERNAN1, 74
Halk, 25, 33, 50, 53, 56, 93, Herodiade'nin aynası, 158
109, 117, 118, 120, 126 Heykel, 60
H&lk edebiyatı, 110, 131 Heykeltraşlık, 133
H&lk şiiri, 31, 132 Hiciv, 16, 36, 91, 126
Halka dönmek, 20 Hidayetln yolu, 162
Halkçılık, 120 Hikaye, 84, 96, 103, 104, 127
Haluk'un Amentüsü, 98, 100 Hikmet, 126
Haluk'un defteri, 100, 101 Hilafet, 74, 107, 114
HAMMER, 189 Hilll-i a.hmer, 101
Harıcı Alem intiblu, 81 H1SAR, Abdulhak Şinasi, 39,
Harslar, 118 73, 163
HASAN .Efendi, 14 Hisarlar, 27
Hasret, 158, 160 Hissin heyecanı, 71
Haşhaş, 23 Histortcite, 20, 27
Ha.şviyat yııı,m, 79 Hitabet sanatı, 98, 103 ·
Hat, 121 Hiyerarşi, 109
Hatıra, 67 HOMEROS, 63, 66, 118
Hatırlamak, 155 Horasan, 22
Hatip, 12 Hristiyanlık, 50, 54, 58, 62, 99,
Hava, 197 115, 117, 135, 164
Hay&l, 65, 127, 145, 160, 161, HUGO, Victor, 15, 31, 70, 74,
163, 167, 168, 170, 171, 177, 111, 112, 152
178, 197 Hugo sevgisi, 75
Hayal ııehir, 182 HUXLEY, 69
Hayat, 43, 72, 124 Hüda, 167, 168

209
UMUMI FiHRtST

Hülya, ll 7, 191 İftar saati, 182


Hülyalı ay, 164: thsas, 82, 102, 162
Hürriyet, 13, 16, 97, 99, 139, thtllal, 64:, 12
14:2 lktıal kıraathanesi, 14:, 35, 39
HfiSEYİN Nazİni, 87 tki ll.lem, 160
HfiSEYtN Stret, 72, 73 tki zaman, 14:2, 199
HÜSEYtNZADE Ali, 104:, 106 tkilik, 109, 188
Hüzal, 61, 160 1klim, 4:7, 62
ilahi, 176
INGRES, 11, 75; 196 llaht aşk, 24:, 169
Irk, 24:, 4:7, 64:, 65, 105 tlahiyat, 54:
!rkçılık, 19 !lham, 79, 82
Istılahlar, 107 tlim, 19
ITRI, 26, 29, 51, 178, 179, 199 tlimci hareket, 103
Iyrisme, 1.18 ük günah fikri, 99
tlk mısra, 29
tade, 18, 20 İLYADA, ll9
tBN MUSA, 80 tmaj, 150, 151, 157, 163, 181
lBSEN, 95, 121 tmale, 129
tcad ve inşa muhayyelesl, 44: lman, 109
İç Ahenk, 28 !mar, 61
lmparatorluk, 13, 59, 91, ll3,
tç harbin muharrirleri, 59
186
tç hayat, 177 .
lmpresyonist resim, 16, 120
lçe dönüklük, 98
tnduction, 109
lçki, 16, 14:6, 151, 152, 167, 172,
İngiliz edebiyatı, 66, 69
173, 185
ıngilizler, 53, 66, lll
tçlenmek, 158 lnhllal, 13
tçtihat, 103 tnkar, 83
lçtimaiyat, 66, 88, 108, 109 lnkıraz, 61, ·156, 159
İdantifikasyonlar, 197 tnönü zaferi, 32
lde, 91, 14:1 !nsan •kaderi, 169, 172
tdeal, 15, 107 tnsan-kll.inat-Allah, 168
tdeal insan fikri, 106 !nsaıiımız, 137
ldealar illemi, 165, 167 tntellektüalite noksanlıgı., 26
tdealizasyon, 87, 194, 195 tnteriorite, ll8
İdeoloji, 25, 105 tran, 52, 80
tfade, 60 tran edebiyatı, 117

210
YAHYA KEMAL

tran şiiri, 78, 112,. 136, 141 İttihat ve Terakki, 101, 106
trrealite, 165 · tttiha tçılar, 73
trreel, 96 tyi niyet, 120
İrslyet, 92, 193 tzmir, 13
lSA Bey, i82 !ZZET Molla, 158
lsa'nın hayatı, 101
tsiın verme, 108 Jansenist, 134
ıskenderiye, 52
JAURES, 15, 31
tskenderiyecilik, 21 Jest, 15
ısıarn edebiyatı, 135
JOYCE, James, 69
tslılmiyet, 74, 78, 115, 125
Jön Tül'kler, 72
İslamcılık, 103, 109
JULYEN tmparator, 62
ıslami devir, 110
Kaçış fikri, 177, 179
tsrnail Dede'nin kainatı, 146, Kadere karşı meydan oku-
151 mak, 160
ıspanya, 171 Kadın, 61, 154, 169, 175
tspanya - Paris dönüşü, 29 Kadın ve anne, 177
tspanya seyahat!, 59 Kadınca içlenme, 156
ıstanbul, 13, 18, 26, 52, 61, 65. Kadim misterler, 149
91, 96, 155, 177, 178 Kadim Yunan, 74
ıstanbul Darulfünunu, 30, 31 Kadri'ye gazel, 145, 165, 168,
ıstanbul'un fethi, 13, 185 172, 193
İstiare, 94, 163, 166, 197 Kafiye, 28, 73, 143, 151, 176
tstif, 29 Kahire, 52
tstihza, 126 Kahraman, 55
tstikbal, 46 Kahve, 14, 15, 16
tstiklal mücadelesi, 13 Kaide, 133, 134, 136, 138
tsyan, 98, 101, 103 Kaide-perestHk, 89
tsyan ve ihtilal, 77, 82, 83 Kainat, 167, 173
tsyan eden adam, 101 Kalp adamı, 150
İş, 16, 17 Kan, 194, 195, 196
tşçi, 12 Kan çatışmaları, 47
tşlenmemiş, 89 Kanad, 166
tşlerimiz, 150 Kandilli, 76, 164, 198
!talya, 117 KANUNI, Sultan Süleyman,
ıtalyan kronikleri, 189 126
Uhaf, 11, 21, 23, 42 Kaplan, 149
tthaf §!iri, 143 Karacaahmet, 26

211
UMUMI FIHRlST

KARACAOOLAN, 127 Koca Mustafa Paşa, 51, 54,


Karanlıkta uyanan biri, 49 62, 182
KARAOSMANOOLU, Yakup Korniteel realiteleri, ı04
Kadri, 34, 38, 41, 42, 43, 44, Kompleks, ı 75, 185
60, 95, 96, 123, 124 Kongre, 125.
KARAY, Refik Halit, 95, 96 Kontrol, 136
Karga, 192 Konuşmak, 13, 18, 37, 40, 9ı,
Karışık lüga.t, 113 ıoa, 109, 128
Karnaval, 92 Kopya, 17, 20·
Katalik kilisesi, 55, 58, 114, Kosova muharebesi, 183
150 Korkut Ata hikiyeleri, 110
Kavmi hususiyetler, 110, 111 . Ko§Illa, 37, 125
Kaybolan şehir, 182, 183, 195 Kozmik Alem, 42
Kaynak, 23; 27,. 50,. 67; 71, 80, Kozmik zaman, 34
93, 105, 106, 123, 124, 125 Kozmoz, 166, 167, 169
Keder · ve yalnızlık, 60 Kök, 20
Kelime, 29, 108 Kökten de~şmek, 83
Kendini yenUemek, 187 KöPROLU, Fuat, 93, 117, 119,
Kerbeli'dan, 23 138
Kesit güzelli~, 15 Körfezdeki dalgın su, ı 78
Kımız, 105 Kral Ubu, 35
Kıriathane, 14 Kriz, 17
Kırık hayatlar, 86 Kronik, 37
Kırım, 105 Kutu, ı 75, 176
Kırmızı, 196 Kur'an, 136, 183
Kızıl elma, 63, 107 Kurdun ölümü, 12
Kilise, 26 KutsUik, · 32
Kiralık konııJt, 41 Kuvvet, 156
Kitabtrık, 96 Kuyruklu 1-ıldız· altında bir iz-
Küçük mecmua, 107 diva.ç, 92
Klasik, 14, 36, 77, 132, 134, Kültür, 50, 109, 147, ı98
135, ı39 Kültür haftası, 71
Klasik deha, 58 Kültür. ikili!i, 131
Kla.sik edebiyat, ı20 · Kültür nazariyesi, 107
Klasik pslkanaliz, 187 Küskünlük, 87
Klasik seramik, 157
Klasik . trajediler, 66 La cite antigue, 63
Klasizm, 7ı LA FONTAlNE, 60

212
YAHYA KEMAL

La legende, 74 Madam Bovary, 88, 95


Laisizm, 107 Maddeye baklı muhayyile, 174
Lale devri, 154, 156, 157 MAETERL!NCK, Maurice, 76,
LAMART!NE, 51, 74, 82, 183 ısı
Line-i melal, 73 MAHMUT Il., 107, 130
LAOCOON, 140 Mahur, 166
LARBAUS, Valery, 29, 30, 63, Mahurdan gazel, ll, 150, 154;
70, 133, 134, 138, 141, 192 155, '159
Latin, .21, 113, 119, 135 Mai ve siyah, 44, 85, 87
Latince, 114, ll7, 132 Makber, 79
LAURE •. 122 MAX!M Gorki, 38
LAVİSSE, Ernest, 84 Malazgirt muharebesi, 13, 41,
LECONTE de Lisle, 52, 63, 47, 62, 70, 190
75, 100 Malazgirt Zaferi Cemiyeti, 190
Leda masalı, 175 MALLARME, 29, 31, 70, 158,
Leh, 120 164, 165
LEMA!TRE, Jules, 74 Maltepe, 178
Les Conquerants do'r, 75 · Malzeme, 161
Les Fetes Galantes, 1:7 Mana, 80, 151
Les Fleurs du mal, 172 Mantık, 21
Les Stances, 48, 58 Mantık ötesi, 92
Les Trophees, 75 Manzum hikaye, 94
LESKOFÇALI Galip, 152 Manzume, 135, 143
Lesslng, 106 Masal, 76, 96, 107, 181
Leyla, ll, 75, 76, Ma'şert, 131
Leyla ve Mecnun, 79 Materyalizm, 49
Londra, 72, 73 MAT!SSE, Henrl, 55
LORME, Marlon de, 74 MAUPASSANT, 38, 95
Lirizm, 25, 60, 113, 189 MAURİCE, de Guerrin, 63
LU!S XIV., 58; 132 MAURRAS, Charles, 48, 57,
LU!S XV., 87 62, 64
Lügat, 47, 57, 77, sı. 82, 96, Mavera,' 22
105, 157, 162 MAYAKON, !smail Müştak,
LtrrFt Bey, 38 38
MAZAR!N, 132
Maarif, 61 Mazi, 26, 42, 43, 124, 154, 155,
Macar, 120. 187, 188
Macaristan, ll6 Mazi ve il.ti, 85

213
UMUMI FtHRtST

Mazmun, 82 Mevzua yaklaşma tarzı, 154


Maznun sistemi, 151 Meyhiine, 172
Mecmua-i Ebu'z-Ziya, 90 Mısır, 52
Medea, 140 Mısra, 19, 137, 143
Medeniyet, 17, 84, 108, lll, MtCHELET, 24, 64
ll4, ll9 M1CKtEV1C, lll
Medeniyetçi, 103 Micromegas tercümesi, 105
Mediavelizm, 156 · Mihr • abiid, 164, 178
Medine, 62, 63 Millet, 41, 46, 47, 70, 108, 113
Medine-i ula, 63 Milli cephe, 31
Medrese, 126 Milli cephe matbuatı, 18
MEHMET IV., 140 Milli dava, 46
MEHMET Emin Bey, 82, 93, Mllli hayat, 20, 24, 90, 108
119, 125 Milli mücadele, 13, 18, 40, 44,
MEHMET Galip, 38 48, 50, 67
MEHMET Halit, ll Milli rönesans, 112
MEHMET Rauf, 84, 85 Milli zafer, 107, 185
Mehlika, 180, 181 Milli tarih, 13, 56, 108
Mehlika Sultan, 76, 180, 197 MilliyetçU:k, 48, 57, 64, 105,
Mehtaplı gece, 163 lll, ll9
Mekan, 13, 27 Mimari, 25, 130, 140
Mektep, 57, 85 Minyatür, 55, 157, 159
Mektepten memlekete, 71 M1RBEAU, Octave, 16, 70
Me~amilik, 22, 33, 53, 144 Misak-ı milli, 46
Merhamet, 99 Mistisizm, 78, 109, 166, 167
Merkez, 170 Misyon, 56
M€rkezleşme, 182, 185, 198 Mİ'I'HAT Efendi, 91
Mesafe, 169 Mitoloji, 163
Mesele!er, 18, 87 Mizac, 16, 44, 54, 82, 192
Meslek-i ecdat, 78 Mizah, 91
Mesnevi, 26, 79, 80, 141 Moda, 61, ·113, 179
Meşrutiyet, 97, 98, 100, 101, Modern demokrasi, 58
103 Modern devlet, 107
Metafizik, 54, 107, 108 Modern §iir, 16
Me tris tepe, 44 Modulation, 141
Mev'iza, 136 Module mısralar, 162
MEVLANA, 139, 144 Moğol istilası 126
Mevlevilik, 33, 38, 64, 151, 166 Mohaç türküsü, 76, 185

214
YAHYA KEMAL

MOLLA Sırat, 99, 101 128, 132, 134, 137, 138, 155,
MOMSEN, 84 165, 189
Monolog, 109 Münakaşa, 78
MOREAS, Jean, 14, 15, 31, 48, Mürebbiye, 91
57, 58, 60, 142 MUsamaha, 16
Monarşi, 140 Müsa.va.t, 142
MOUNET Suly, 15 Müsbet ilim, 108
Monet, 196 Müslüman saati, 35, 43, 51,
M\ladele-i sevda, 91 123
MUALLtM Nacl, 82, 88 Müslümanlık, 53, 99, 213
Muhafazakar, 48, 83 Müşahede, 108
MUHAMMED (s.a..), 33, 166, Mütareke, ll, 30, 33, 46, 52,
183 57, 60
MUhammediye, 183 Mütearız, 49
Muhayyer, 166 Mütefekkir, 18
Muhayyile, 27, 176, 192 Müverrih, 17
Muhlt, 96 Müzikalite, 36
Mukaddes Cermen tmparator- Müzislzm, 77
lu~. 114
Mukavemet, 134 NABt, 80, 126
Mukayese, 142 NACt, 83, 89, 130
Mukayyed kafiyesl, 79 NAtLl, 126, 128, 131, 137, 138,
MUHTAR, 38 139, 144, 145
Murakabe, 52 Nailt'ye gazel, 142
MURAT Il., 126 NAKAFt, 77, 78
MURAT IV., 140 Nakş, 121
Musahabe, 37, 49 NALINCI Ahmet Efendi, 53
Musiki, 14, 25, 31, lll, 130, NAMIK Kemal, 44, 72, 77, 801
140, 156, 162, 167. 178, 179 90, 93, 101, 102, 112, 122,
MUSSET, 82 130, 139.
MUSTAFA Nihat, ll;' 32, 39, Nana, 9:2
40 Narsis, 178
MUSTAFA Şeklp, 34, 153 Na.s, 109
Muvazene, 184 Nasyona.Iizm, 59
Mücadeleci estetik, 48 NAŞİD, 93
Mücerret, 124 Natüralizm, 83, 90, 92, 95,
Mtl'FtT Ratıp, 95 125
Mükemmeliyet, 48, 70, 126, Nazart, 75, 108

215
UMUMİ FlHRlST

Nazariye, 17, 28 Nur baba, 41


Nebhor, 84 Nuruosmaniye, 14
NECAT! Bey, 138 Nükte, 15, 81, 126, 156, 160
NECtP Asım Bey, 93
NECMETTtN Halll, 32, 37, 38 Objektif, 163
NEDtM, 13, 31, 85, 126, 128, Objektivite, 44, 117
129, 131, 137, 139, 140, 154, Objet, 193
. 155, 156, 198 Ocaklar, 65
Nedim'in şarkıları, 154 Oedlpe kompleksi, 187
Nefesler, 22 Ofelya kompleksi, 198
NEF't, 13, 80, 85, 126, 128, Oğuz (lar), ll, 63, 107
131, 137, 151 Ok manzumesi, 28
Neo-katalisizm, 98 Okun ucundan, 123
Neo-klasizm, 15, 48, 58, 59, 63, Olun dedi,. 145
71, 77, 142 ·. Ondokuzuncu asır, 99, 101
Neo-Platonistler, 115 XIX. asır Türk edebiyatı, 187
NERVAL, 70, 131 Orgun, 164
Nesil, 31, 94 ORHON, Orhan Seyfi, 66
NEStMl, 141 Orji, 167
Nesir, 89, 94, 96, 103, 127 Orta Asya, 105
NEŞATl, 137, 138, 139, 140, Ortaçağ, 57, 62, 113, 126, 140
144 Ortaoyunu, 91, 92
Ne§'e, 173 Osmanlı (lar), 41, 62, 64, 65,
Neşir tarihleri, 155 86, 100, 105, 107, 112, 114,
Nev-Yunant, 61 116, 121, 161
Nevad!rü'l-li.sar, 129 Otobiyografik eser, 22
Neviler, 133 31 Mart, 103
NEtTZSCHE, 95, 97, 149, 167, Oyun, 21, 113, 125, 127, 152
172, 173 Oyunun nizamı, 80
Niğbolu, 73
Nihai, 88 öç fikri,- 46
Nihilizm, 34, 91 ölçü, 60
NİJtNSKY, 12 ölçüsüz, 75
Nizam, 17, 58, 151 ölü sular, 192
NtZAMl, 136 ölülerin gömüldüğü toprak, 59
Norveçll, 121 ölülerin yattığı toprak, 46
Nostaljik, 15, 24, 42 ölüm, 50, 54, 122, 147, 171,
Nouvelle Heloise, 90 ı 76, 178, 179, 181, 188, 193

216
YAHYA KEMAL

ölüm düııüncesiyle sevgili ha· Po6mes Antiques, 63, 64


yali, 175 Po6te ·maudit, 16
ölüm kadar metin, 38 Poetik dikslyoner, 42
öMER Hayyam, 136, 145, 163; Poetlka, 132, 135
189 Polemik," 44, 67, 9~, 105, 188
öMER Seyfettin, 104 Polemıst, 39
ömer'in çocuklutu, 89 Polltika, 95, 97, 184, 188
ömr-l ml:lhayyel, 88 Popülizm, 92, 104
örnek, 135, 142 Pozltlvlzm, 83, 98, 100
öZDEMtROOLU Osman Paşa, Prlriıltif, 36, 42
55 Program, 45, 61
'PROMETE, 1('1
Pandeli1e, 34 PROUST, Marchel, 38, 69
Panteizm, 78, 82, 99, lll, 190 Pslkanallzm, 175, 180, 197
Paris, 15, 16, 17, 63, 65, 150, Psikoloji, 51", 89, 90, 152, 158,
153, 155, 171 175, 188
PARNASStE, 76, 83, 94, 915, Psikolojik zaman, 44
98, 134, 142 Pslkoz, 83
PASCAL, 138, 171 PUŞKİN, lll
Pastiş, 120 Pürüzsüz dll ve Ahenk, 60
PataJoji, 95
PATRlCE, 54 RAct, 90
Pedagog, 101 RACtNE, 31, 60, 65, 66, 128
PELTEKtS, 34 Rahmanllik, 169
Peyam-ı edebt, 60, 66 Rahmet, 41 ·
Peygamber, 55, 57 - RAKIM . Efendi, 87
Peyzaj, 25, 51, 82, 96, 182 Ra.ks, 166
Physiologie de la critique, 127 Ramazan sadakası, 99
Pınar, 11, 75 RANKE, 84
PtERRE Loti, 51, 70, 89 Rasih'ln matlahı, 37
Pilav ve Mesnevi medeniyetl, Rast, 166
28 Rasyonallst düşünce, 99
Pindar, 136 RAŞtD, 154
Piyale, 122 Ravza-i Nebevl, 166
Piyano eseri, 40 Reıi:Iite, 18, 19, 24, 48, 50, 107,
Plastik yumuşaklık, 29 10$, 122, 125, 171, 184
PLATON, 165 Realizm, 16, 46, 95, 112, ll7,
Platonik, 83 188, 190

217
UMUMI FUIRlST

RECAtZADE Ekrem Bey, 82, Romantik sanat,. 140


120 Rönesans, 62, lll; 117
Redif, 126, 151, 156, 165 Rönesans tabioları, 169
REGNtER, Henri de, 51, 52, RUBENS, 166
158 . Ruh, 51, 89, ll 7
Rejim meselesi, 59 Ruhant !Jilr, 51
Rejyoıuı.list, 47, 59 Ruhi çöküntü, ı 71
Remlnissence, 109, 110 RuhUlk, 126
Remız, 153 ROhü'l-kudüs, 166
RENAN, Ernest, 50, 54, 55, ROm, 155
63, 98, 100, 101, 131, 190 Rumell, 27, 110, 186
Renk, ve akis, 94' Rus, 120
Renk dünyası, 159 Rus edebiyatı, 87, 108, 120
Regresyon, 188 Rusya Türkleri, 105
Resim, 94, lll, 133 Rusya'dan gelenler, 106
Resmııi önünde, 101 Rustre, 113
Retorlk, 118 RUŞEN, Eşref, 38, 73, 108
R~a. 22 Ruy blas, 74
RlZA Tevfik, 23, 120, 125 Rübab, 99
RtCHELtEU, 132. · Rübab'ın cevabı, 101
Rlf41 Dergft.hı, 188 Rübai, 147, 171
Rind, 143, 144, 145, 147, 148, R'OKtYE Gülsüm Hanım, 183
150, 1130, 167, 188, 198 Rüya, 23, 52, 163, ı 73
Rind masalı 145 Rüzgar, 174
Rlnd·i Hak, 168
Rlndler:n akşamları, 143 Saat ve manzara.lar, 96
Rindlerln hayatı, 143, 193 Sabah ezanı, 86
RODİN, 15 sabıt, ı8a
Roma, 58, 62, 114, 115, 160 SACRE, 152
R~man, 26, 33, 43, 84, 90, ll 7, S.A.Dt, 144
'133 SADULLAH Paşa, 104
Roman mektebi, 48 Saf Türkçe, 17, 74; 109
Romances sans paroles, 76 Safevi hanedanı, 116
Romancı vizyonu, 91 SAtNT Simon, 65
Romantizm, 46, 51, 58, .59, 70, SAtNT Stephan, 26
-106, 108, lll, 112, 118, 131, SAtNT Thomas, 117
133, 156 Salzbourg, 73
Romantik, 80, 118, 134, 139 Saman katJdı, 20

218
YAHYA KEMAL

SAM! .Çerçöp, 72 Sentaks hareketi, 88, 94


SAMtP AŞAZADE, Sezai, 72 Sentez, 24, 69, ll6
SAMİH Rıfat Bey, 23 Serv-I simln, 163
Sanat, ı8, 27, ll7, ı35 Servet-I fünün, 44, 72, 83, 84,
Sanatkar, ı9 88, 89, 94, 96, 97, 100, 102,
Sansınlar redifli gazel, 151 119, 122, 145
Sansitlf ve kaderci, 160 Serseri, 38
Sansüallte, 76 Ses, ll, 6ı, ı40, 142, ı64, 172;
Santimantalizm, 61, 96, 10ı ı77, ı99
Sarahat, 60 Ses manzumesi, 39, 40
Saray, ıı7, 140 Sessiz gem1, 147, 171
Sarhoş gemisi, 169 Sevgilinin hayali, ı80
Sasani, ll3 Seyfi'ye refakat, ı53
SATI Bey, ıoo, 102, ıo3 Sıkıııık, 75
Savcı, 88 Sınif, ll
Saz şairleri, 131 Sınıflandırma, 108
SCHLEGEL, ıo6 Sır ihtiyacı, 50
Schopenhauer felsefesi, 92 Sicilya, 75
Scientisme, 92, 94 Sicilya kızlan, 75, 76, ı 76
Sebilü'r-reşat," 103 Sihirbaz kadın, 64
Sebk-i bindi, ı36, ı39 Sinama dökümantasyonu, 44
Sebü, 157 Sinop rüştlyesi, ı 70
Seçmek, 48, 132, 150 Sis, 98, ıoı
Selanik, 186 Sistem, 116
Sela.nik kongresi, 106 Site, 58, 60, 63, 119
Selçuk teşekkülü, 106 Siyası tarih, ı85
SELtM, Giray, 183 Sohbet, ı8, 30, 35, 183
Selim-l evvel, 80 Sonbahar, 180
Selimname, 55, 166, 185 Sonnet, 97
Sembollzm, 15, 16, 23, 36, 57, Sonsuzluk ve susuzluk, 177
60, 76, 83, 84, 94, 98, 104, SOPHOCLES, 67
122, ı47, 159 SOREL, Albert, 25, ı86
Seminer, 14 Sosyal fikirlerin emrinde olan
Semt-ı hamüşa.n, 147 sanat anlayışlan, 69
Sen, ı45 Sosyalizm, 47
Senacle, 17 Soufflot, ı 7
Sene, 153, 154 Söylenir redlfll gazel, 146

219
t1MUMt FlHRtST

Söz, 146, 156 Şarap, 147, 157


Spiıitüalizm, 98 Şark, 22, 23, 24, 25, 33, 48, 80,
Sponta.neite, 118 93, 98, 114, 121, ~43, 144!,
STENDHAL, 73 149, 157, 160, 164, 189
Step, 115 Şarkı, 26, 61, 145
Stoik, 160 Şarkt Roma, 74, 114, 115
Stoist, 143 Şaşırtıcı istidat, 91
Su, 154, 174, 175, 178, 179, 180, Şaşırtma, 36
181, 191, 197 Şehir, 113, 129, 163
Su ve rüyalar, 170, 191 ŞehnAme, 157
SUAVl, A!1, 93 Şehsüvar, 186
Subl1mation, 168 ŞekU, 29, 30, 87, 96, 117, 127,
Suçlu, 88 133, 143, 164, 176, 196, 198
Sular beldesi, 158 ŞEKSPlR, 66
Sultanahmet, 14, 74 Şeref-AbAd, 11, 149, 150, 153,
SUNGU, lhsan, 28 155, 159, 160
Suni, 23 ŞEYH Galip, 31, 151, 155
Suni cennet, 172 Şıpsevdi, 90, 91, 92

SurnAme, 55 . Şiir, 11, 12, 15, 19, 20, 25, 27,


Susuzluk, 61, 70 29, 40, 43, 48, 50, 84, 94, 95,
SükQn, 153 117, 124, 126, 140, 167
SükQt devri, 98 ŞikAyet, 126
SükQt musikişinasları, 164 Şimal, 117
SUlale isimleri, 114 ŞİNASl, 77, 80, 121ı 141
SüLEYMAN Nazlf, 188 ş:raz, 155
SüLEYMAN Sadi, 61 Şi'r·i kadim, 199
Süleymaniye'de bayram saba· Şuh, 156, 158
. hı, 51, 54, 185, 199 Şuuraltı, 123, 192
Sünnt akide, 53 Şuurla yapİlmış mısra, 189
Sürreal:Znı, 69 Şüphe, 100

ŞAHABETTlN. Süleyman, 95 Tabiat, 43, 81, 125, 133, 136,


Şahsi masal, 143, 145, 146, 148. 173
198 TAClTE, 134
Şahsiyet, 61, 175 Tahmls, 154
Şair, 18 TAlNE Hippo!yte, 64, 66, 6'ft
Şairane nesir, 61 70, 84, _98 .
ŞANDA, Hüseyin Avnl, 39 Taklit edebiyatı, 121

220
YAHYA KEMAL

Taklltçlllk, ll9 cı, 186


Takti'siz hece, 79 Teferruat, 27
Talebe-hoca münasebetl, 14: Teganni, 143
Talim ve terbiye, 103 Tehzil, 90
Tamburl Cemil ruhuna gazeı. Tek zaviyeli görüş, 19
14:5, 165, 166, 193 Tekbir, 51, 53, 62
Tann, 24: Tekevvün, 47, 70
TANRiöVER, Hamdullah Tekke, 25, 127
Suphi, 72, 73, 74:, 106, ll9 Teknik, 19, 76, 83, 98, lll, 150,
Tanzimat, 19, 20, 77, 103, ll2, 183
114, 136, 137, 163 Teksif, 75
Tanzimat edebiyatı, llS Telaki, ll, 148
TARHAN, Abdulhak Harnido Tenkit, 45, 53, ~ı. 75, 84, 89,
22, 4:4, 49, 72, 77, 78, 79, 95, 124, 127
82, ss. ll2, 120, 122, 144, Teolojik, 81, 107, 108
163, 199 Teolo,tik lugat, 100
Tarih, 12,· 20, 24, 25, 27, 30, . Tepki, 88
46, 64, 76, 85, 102, 108, lll Terakki, .53, 101
119, 124, 125, 126, 146, 185 Tercüman-ı hakikat, 90, 93
Tarih ve hayat, 44, 50, 177 Tercüme, 38, 66, 124:
Tarih-i kadim, 98,.99, 100, 101, Tercüme roman, 89
104 Tereddüt, 1_52
Tarih-i mukaddes, 99, 100 Terk ehli, 113
Tarihi çizgi, 21 Terkip, 13, 62
Tarih! hakikat, ll6 Tesadüf, 102
Tarih! milliyetçilik, 4:1, 45, 69 Teselll, 168
Tarih! portreler, 146, 148 Tesir, 17, 85, 113
Tarih! realite, 71, 108, 124 Teslimiyet, 167
Tariht zevk, 148, 156 Teşbihler, 136
Tasavvuf, 53,. 81, 14:6, 152, 153, Tevratl lisan, 100
155, 168, 169, 171 TEYF!K Fikret, 19, 36, 49, 72,
Tasvtr, 90 76, 83, 84, 85, 86, 88, 89,
Taş, 180 93, 94, 97, 98, 99, 100, 101,
Taşra realiteleri, 104 102, 103, 120, 125, 130, 163,
TazarrunA.me, 123 199
TECER, Ahmet KUtsl, 37, 189 Tezi!' tiyatro, 112
Tecrit, 109 THA!S, 38
Teessürt hayatımızm başlangı' The Romantic Agony, 140 ·

221
UMUMI FlHRlST

THEOPH!LE, Gautier, 51, 74 Türkiye meseleleri, 73


THERESE, Raquin, 82, 89 Türkiye ·Türkler!, 110, lll
THlBAUDET, 127
THtERRY, Mauln!er, 75 uçuş rüyası, 198
THOMAS, Mann, 69 Uçuşla, 174
TİMURLENK, 106 Ud, 26
Tiyatro, 61, 95, 117, 133, 137 Ulalume, 192
Tiyatro tenkidi, 95 Ulühiyete karşı insano~lu, 99
Topkapı, 55
Ulvileşme, 193
Toplama, 199 ULYSSl, 69
Toprak, 64, 179 Umumi, 132, 134, 143
Trajedi, 67 Unsurlar, 174
Transcendantal, .146, 169, 193
unutma, 168
Troia, 119 Ural ve Altay ·kavimleri, 105
Troubadour, 60, 117 Ustalık, 23 ··
Turancılık, 47, 65, 104, 107
UŞAKLIGlL, Hal!t Ziya, 84
Türdan mülhem, 146, 193
85, 86, 88, 95, 97
Turner'in tabloları, 168
Uşşak, 166
Türk (ler), 62, 80, 112, ll3.
Uyanmasın red!fl! gazel, 163
121
Türk edebiyatı, 19, 161 Uygunluklar, 166
Türk Iklim!, 31 Uyku, 163, 164
Türk lir!zmi, 142 Uyku red!fli gazel, 163
Türk Ocag-ı, 19, 106 Uzak Şark, ll5
Türk romantızmi, 108 Uzes, 59
Türk sazı, 120
.Türk şiir!, 66, 127, 136 'tl'ç tepe, 44
Türk tarih!, 61, 62, 93 Ümmet devri, 108, ll2, ll7
Türk tiyatrosu, 66 Üniversite, ll
Türk yurdu, 63 'tl'sküdar, 27, 51, 154
Türkçe, 17, 25, 29, 30, 34, 47, 'tl'sküdar'ın dost ışıkları, 182
56, 73, 86, 87, 89, 93, 10~ 'tl'sküp, 34, 57, 61, 183, 190, 195
107, 113, 120, 130, 137 'tl'sküp a~ı, 33
Türkçülü~ esasları, 107, 108, 'tl'slüp, 58, 64, 67, 88, 96, 97.
109 133
Tüı.ıkçülük, 46, 65, 66, 93, 104 Ustün bakış, 143
106, 119, 120, 130 'tl'to.p!, 99
Türkiyat enstitüsü, ll ütopya, 25

222
YAHYA KEMAL

VACHE'M'E, Cafe, 17 Ya.Amur, 94


Vahdet-i ııuhQd, 150 YALÇIN, Hüseyin Cahid, 84,
Vahdet-i vücQd, 33, 145, 150, 85, 89, 90
197 Yalnızlık, 42, 169
Va.lerisme, 69 Yaratma, 20
Va.lois, 131 Yaşama. kudreti, 161
Va.ryantla.r, 156 YA.vedQd, 57
Va.sıf, 82, 130 Yazı, 25, 140
Vatan, 13, 30, 47, 53, 59, lll, Yazı sanatla.n, 130
112, 147 Yeni, 73
Vazıh fikirler, 61 Yeni dil, 162
Vecit, 118 Yeni hayat, l07
VEFtK Paşa, 105 Yeni mecmua., 32, 38, 43, 108
VELED Çelebi, 93 Yeni nev.iler, 123
Venedik ba.yra.mları, 154 Yeni turan, 64, 105
VERLAlN, 15, 16, 17, 31, 76, Yeniçeriler, 52
147, 159, 192 Yeniden dotıJş, 168
Vezin, 28, 36, 79, 176 · Yenllenme devri edebiyatı, 187
Vezin ve kafiye, 187 Yenileştirilen imajlar, 156
Vezne, 143 Yenilik aşkı, 123
VlNG, Alfred de, 11, 13, 170 Yerli hayatı idealize, 90
VlRGtLE, 136 Yılanlı sütun, 74
Virtüözlük, 94 Yokluk, 165
Vltaliate, 23 Yol düşüncesi 52, 147, 199
Viyana., 26 Yunan, 21, 58, 76, 117, 118,
Vizyon, 151 135
Vizyoner, 81 Yunanca, 66, 132, 134
Vodvll, 91 YUNUS, 30, 105
VOLTAİRE, 113 YUNUS Kazım, 32
Vuslat, 197 Yuvarlak maşa masalları, 117
Vuzuh, 61 Ytl'CEL, Hasan Ali 32
Yüksek mua.Ulm, 14
WELLlNGTON, 35 Yüksek zümre edebiyatı, lll
Wa.terloo, 35 Ytl'Rtl'KOOLU, Kadri, 171
WA'M'EAU, 148, 196 Yüzlerce at heykeli, 190
Yüzük motifi, 181
Yabancı kelimeler, 107
Yabancıİık, 89 ZA.fernA.me, 183

223
UJıroMl FtmUST

Zaman, 13, 17, 27, 31, 178, 179. Zevklbld, 148, 152
197 Zevk"perestlik, 189
Zaman ötelitt, 158 ZEYNEP Hanım, ll
Zanaatkir 12, 53 Zeynep Hanım konatı, 32
Zeka., 13 ZtYA Paşa, 77
Zeklnın istikbali, 100 Zola, 90, 92 .
Zevk, 30, 40, 71, 150. 168, 170 Zurnayı hlkam, 75

224
«Bir edebiyat tedkikçisi ne kadar zengin bir hayat tecrti-
besine ve geniş kültüre sahip ise, incelediği esere bakış
tarzı o kadar derin ve onda bulduğu unsurlar o kadar çe-
şitli olur. Edebi eserin güzellik ve zenginliği ile onu ince-
leyenin şahsiyet ve kültürti, birbirine· bakan aynalar gibi,
perspektifi alabildiğine derinleştirir.
Türk edebiyatında bunun en güzel örneği, çok yönlü bir
yazar olan Ah.met Harndi Tanpınar'ın hocası ve üstadı
büyük Türk şairi Yahya Kemal Beyatlı hakkında yazdığı
kitaptır.
Tanpınar'ın Yahya Kemal kitabı, XIX. asar Türk edebi-
yatı tarihi, Makale~r'i ve edebi eserleriyle beraber, is-
tanbul Üniversitesi rldebiy~t Fakültesi'nde yıllarca oku-
tulmuş ve incelenmiştir. Tanpınar'ın bu eserleri vasıta­
sıyla, }iizlerce Türk genci Yahya Kemal ile beraber Tan-
pınar'ı da yakından tanımış, sevmiş, Türk tarih, edebiyat
ve kültürüne onların gözüyle bakınıştır.»
Prof. Mehmet Kaplan

ISBN: 975-7462-79-9

You might also like