You are on page 1of 14

ALTHUSSER’DEN ZİZEK’E “İDEOLOJİ” KAVRAMI

Utku Çağlayan

ÖZET
Bu makalede Louis Althusser’in ve Slavoj Zizek’in ideoloji kavramına katkılarına
değinilmiş ve özellikle Zizek üzerinde durulmuştur. Althusser, devlet ve ideoloji teorisini
oluştururken, devletin baskı ve ideolojik aygıtlardan oluşan iki temel sacayaklı egemenlik
aygıtı olduğunu söyler. Bu makaleye referans olan İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları"
kitabında asıl üzerinde durduğu konu "devletin ideolojik aygıtlarıdır". İdeolojik aygıtlar
bireyleri yanlış tanıma/özdeşleşme yoluyla kuşatmaktadır. Althusser, ideolojinin görece
özerkliğine ve yönetmedeki önemine dikkat çekerken bu ideolojik mekanizmaları hayata
geçirmede ideoloji-birey arasındaki zihinsel ilişki ve buna bağlı pratiklere işaret eder. İdeoloji,
öznenin gerçeklikle kurduğu zihinsel düzlemin yansıdığı görünümlerle maddileşir. Devletin,
onun sınıfsal arka planının ideolojik çağrıları, öznesini çağırır. Bu aşamada özne kendini
yanlış tanır. Aslında hür iradesiyle değil, ideolojinin sınırları içinde hareket eder. Öznenin
niteliği belirlenmiştir. Bu anlamda Althusser, ideolojinin öznesinin kuruluşunda devletin
ideolojik aygıtının kuşatıcı olduğunu savunurken, öznesini sadece yanlış tanıma ile
sınırlandırır. Zizek ise, “İdeolojinin Yüce Nesnesi” kitabında Marx’tan, Althusser’e ideoloji
yaklaşımlarına eleştiriler getirmiş ve ideoloji kavramını kendi Lacancı bakış açısıyla ele
almıştır. Bu anlamda Althusser’den farklı olarak, “kuşatıcı”, “dışsal anlamlandırıcı” ideolojik
makine yerine karşısında “fantazi” üzerinden özneye de alan açar. İdeolojik söylem, fantezi
içinde ve onun aracılığıyla işler. Bu anlamda ideoloji, şeylerin gerçek durumunu maskeleyen
bir yanılsama düzeyi değil, bizatihi toplumsal gerçekliğimizi yapılaştıran bilinçdışı bir fantezi
düzeyidir. İnsanlar kapitalist toplumda yaşadıkları içsel travmalardan kaçmak için gene
alternatifini tahayyül edemediği kapitalist ilişkilere sarılırlar. Elerindekini de kaybetmekten
korkarlar. İçsel travmalar ve dışsal toplumsal hayat arasında bu anlamda birbirinden kopmaz
bir belirleyici bağ vardır. Gerçeklik, bu ideolojik yeniden üretim üzerinden kurulur. Bu
anlamda Zizek, Marx ve Althusserden farklı olarak “biliyorlar ama yapıyorlar” ya da “yanlış
tanıyorlar” yerine “biliyorlar ama gene de yapıyorlar” ifadesini kullanır.

Anahtar Kavramlar: Devletin İdeolojik Aygıtları, Semptom, Fantezi, Meta Fetişizmi, Yanlış
tanıma/yanılsama, Çağırma, Özdeşleşme

GİRİŞ
İdeoloji dendiğinde  genelde toplumsal ve siyasal anlamda yön veren bir öğreti, inanç
sistemi, estetik düşünceler akla gelmektedir. İdeoloji kavramı Marx’ta üretim tarzı sürecinde
oluşan yanlış bilinç ile(kapitalist üretim sürecinde oluşan sihir etkili), Althusser’de Marx dan

1
farklı olarak kapitalist devletin ideolojik aygıtlarının öznesini çağırarak özdeşlik kurulmasını
sağlamasıyla(Yani Marx dan farklı olarak Althusser, teorisini üst-yapısal süreç içerisinde
kurar. Devletin ideolojik aygıtlarını ideoloji teorisine ekleyerek ve aynı zamanda bilinç-dışını
da ideolojinin gerçekleşmesi sürecine ekleyerek ekonomik altyapıyı sadece bir sebep olarak
arka planda bırakır. Marx ile ortak yanı katı bir yapısalcı yaklaşımı olmasıdır. Kendi yapısalcı
yaklaşımında ise ekonomiye psikanalizi de eklemiştir). Zizek ise ideoloji alanına hazza ve
arzuya dayalı fantezileri ekleyerek öznenin toplumsal tarafından belirlenmesinin aslında
öznenin kendini belirlemesi sayesinde gerçekleştiğini söyleyerek katkı sağlamıştır. Böylece
Althusserden farklı olarak özdeşleşme sürecinin yanlış tanıma diye tanımlanan irade dışı bir
bilinç-dışı süreçte olmadığını, ideolojinin aynı zamanda; öznenin fantezileri yoluyla da
gerçekleşen bir bilinç-dışı süreç olduğunu belirtmiştir.

1.Althusser(Devletin İdeolojik Aygıtları)

Althusser, devletin egemenlik aygıtlarını ikiye ayırır. Baskı aygıtları ve ideoloji aygıtları.
Baskı aygıtları asker, polis, hükümet ve mahkemeler gibi yaptırım gücü olan, zor aygıtlarıdır.
Bu zor aygıtlarına idari aygıtlarda eklenebilir. İdeolojik aygıtlar ise: Dini, öğretimsel, hukuki,
siyasal, sendikal, haberleşme ve kültürel ideolojik aygıtlardır. Devletin baskı
aygıtlarını(DBA) ve ideolojik aygıtlarını(DİA) son kertede sömürü-üretim ilişkileri-
belirler(Althusser,s.41-42). Fakat toplumsal formasyonun üç biçimi olan ekonomik(üretim
ilişkileri), politik(DBA) ve kültürel(DİA) formasyonlar birbirinden görece özerktir. Ekonomik
formasyon tek başına diğer formasyon biçimlerini belirleyemez. Althusser, Marx'tan farklı
olarak ekonomik formasyonun üzerine (DBA) ve (DİA) kavramsallaştırmalarını eklemiştir.
DBA ve DİA 'ları üretim ilişkilerinden görece özerkleştirirken bu aygıtları birbiriyle de
görece özerk gördüğünden birbirlerinden ayırmıştır. Yani ideoloji sadece bir baskı aygıtına
indirgenemez. Baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar da üretim ilişkilerinin yansımasına
indirgenemez olduğunu belirtmiştir.

Althusser siyasi parti ve sendikaları "devletin siyasal ideolojik aygıtları" içerisinde


konumlandırsa da, komünist partileri bu ideolojik aygıtın sahibi olan burjuva devletinin
yürütücüsü olma durumuna veya burjuva devletin çizdiği parlementer sınırlar içerisindeki bir
"kukla" muhalefet olma durumuna indirgemez. Tarihin devindiricisi olan üretim ilişkileri
siyasal alanında büyük oranda sınırlarını çizer, baskılar, oluşturur. Fakat sınıf
mücadelesi( yani işçi sınıfı mücadelesi) egemen sınıfın zorlayıcı koşullarında bile kuralların
dışına çıkabilir. Egemen sınıf siyasi partilerin sınırlarını belirlediği gibi işçi sınıfı mücadelesi

2
de devletin ideolojik ve siyasal aygıtlarının içerisindeki sınıf ve sendikalara etki edip onları
dönüştürebilir. Buradan ideolojik alanda da sınıf mücadelesinin verildiği, fakat baskı aygıtları
ele geçirilmedikçe son kertede ideolojik ve siyasal alandaki sınıf mücadelesinin başının
ezileceği sonucu çıkartılabilir. Tersten bakıldığında ise baskı aygıtlarına sahip olmak tek
başına yeterli değildir. Çünkü toplumsal ve maddi koşullar egemen sınıflar tarafından yeniden
üretilmek istendiğinde devreye daha çok ideolojik aygıtlar girer. Bu ideolojik aygıtlar baskı
aygıtlarının da himayesinde ve baskı aygıtlarıyla uyum içinde itaati ve rızayı gündelik olarak
sağlar. Sömürü, rıza ve itaat gündelik pratiklerle birlikte yeniden üretilir. Althusser'in
deyimiyle "ideoloji öznesini çağırır"(Althusser,s.99). Çünkü ideoloji somut, nesnel ve
görünebilir olan ritüellerde, davranışlarda, dilde vs. gizlidir ve bu görünürlüğün pratikte
ortaya çıkmasıyla birlikte gözlemlenebilir. Bütün bu ideolojik süreç bilinç düzeyinde-bilimsel
düzeyde- değil bilinç-dışı düzeyde gerçekleşir(Althusser,s.104). Örneğin: ezan okunduğunda,
müziğin sesinin kısılması veya milli marş çalarken hazır ol da beklemek bu duruma örnek
olarak verilebilir. Ezan okunduğunda Müslüman kişi ezanın bir Müslüman olarak kendisine
seslendiğini bilir. Dine saygı ve Allah korkusu vs. nedeniyle eğlencesini yarıda bırakma
gerekliliği duyar. Müslüman kişi ezanın namaz çağrısına icabet eder.

Ulus devlet ideolojisi örneği olarak ise şu örnek verilebilir: ilkokuldan itibaren, eğitim
yoluyla epik bir milli tarihle yetişmiş kişi, milli marş okunduğunda birden hareketini kesip
hazır ol da durmaya başlar. Burada Türk milli marşı adı üzerinde Türk'e seslenir ve ondan
karşılık bekler. O esnada oradan geçmekte olan yabancı milletten bir insan bu duruma
kayıtsız kalır çünkü farklı ulus, aile, okul, iletişim kaynakları vb. nedenlerle aynı ideolojiye
maruz kalmamıştır. Bu tarz ulusalcı kişilik büyük ihtimalle ulus devletin kodladığı
düşmanlara karşı olumsuz tavırlar içerisinde olacaktır. Ya da ülke topraklarını düşmana karşı
koruduğunu düşündüğü asker cenazelerinde fazlasıyla duygulanacaktır. Milli marş
okunduğunda ve herkes hazır ol da iken durup durmama konusundaki tereddütü pek çok kişi
yaşamıştır. Çünkü ideoloji kurumlar aracılığıyla olduğu kadar insanlar aracılığıyla da baskılar.

Kısacası devletin içerisinde, devletin sınırları içerisinde kalan ve belli oranda özerk fakat
sınıf egemenliğini pekiştirmeye ve ideolojik anlamda onu yeniden üretmeye yarayan ve her
birinin hitap ettiği ve çağırdığı farklı özneleri olan ideolojik aygıtlar mevcuttur. İdeolojinin
öznesini çağırmasına verilen bu örnekler, öznenin ideolojiyi ete, kemiğe büründürmesini
temsil eder. İdeoloji, öznenin bilme ve uygulama şeklidir. Pratikte kristalleşen zihinsel bir
kurgudur. Gerçeklikle doğrudan alakalı değildir. Marx'ın dediği gibi gerçekliğin çarpık bir

3
yansıması değildir. Althusser'in tanımıyla söyleyecek olursak "öznenin gerçeklikle kurduğu
zihinsel düzlemin yansıdığı görünümlerle maddileşir( kurumlar, ritüeller, davranışlar)"
"(Althusser,s.89). Yani Althusser'de ideoloji kendi özerk belirleyici etkisi olan maddi bir
pratiktir; ekonominin(üretim tarzı) direk belirlediği bir alan değildir.

Yukarıda verilen örneklerden de anlaşıldığı gibi özne sembolik düzeyde çağırılır. Özne bu
çağrının kendisine yapıldığını anlar ve bu duruma cevap verir. Bu üzerine alınma durumu
sınıfsal anlamda yanlış bir aidiyet ve konumlanma yönlendirmesi içermektedir. Fakat özne,
sanki kendi hür inisiyatifiyle davrandığını zanneder. Althusser, imgesel anlama gelen
“kendine seslenildiğini anlama” ve “buna uygun pratikte bulunma” ile ideoloji teorisinin içine
bilinç-dışını ve özneyi de Marx dan farklı olarak yerleştirir. İdeolojinin sembolik işleyişi,
anlam ve hakikatin ideolojik deneyimi içinde başarılı biçimde içselleştirilmektedir. Bu
nedenle özne, DİA’nın çağırmalarına her seferinde karşılık verebilmektedir. Zizek’e göre ise
özne, imgeselde yanlış tanımalar boyunca değil, imgesel, sembolik ve gerçek düzenlerin
karşılıklı ilişkileri boyunca kurulur.

2.Zizek ve İdeoloji

Marx, Freud, Althusser, Lacan, Frankfurt Okulunun konuyla ilgili yaklaşımları Zizek’in bu
bölümdeki referansları olmuş ve bu yaklaşımlar üzerinden konuyu tartışıp eleştirilerini
getirmiştir.

Zizek, Marx’ın yanlış bilince karşılık gelen ideoloji kavramı ve meta analizi ile Freud un
rüya yorumu arasında bağlantı kurar. Bu iki analiz biçiminin ortak noktası biçimin arkasında
gizlenen içerik değil, tam tersine bu biçimin kendisinin sırrını merak etmeleridir. “Yani neden
çalışma, bir metanın değeri biçimini almıştır?” ya da “neden örtük rüya düşünceleri, rüya
biçimi içine taşınmışlardır?”

Rüya yapısı her zaman üç unsurdan oluşur: ”Belirtik rüya metni”, “örtük rüya içeriği” ya da
düşüncesi ve rüyada ifade edilen “bilinçdışı arzu”. Bu arzu kendini rüyaya bağlayarak kendini
örtük düşünce ile rüya metni(yüzeyde gözlemlenen hikaye metni) arasındaki ara-mekana
sokar; bu yüzden de örtük düşünceye oranla daha gizlenmiş, daha derinde değildir. Bilinç-dışı
arzu, rüyanın örtük düşüncesinin kendini başka türlü göstermeye çalışması, kendi
içeriğini/çekirdeğini rüya bilmecesine çevirerek gizleme çabası yoluyla kendini ifade eder.
Yani rüyanın gerçek konusu(bilinç-dışı arzu), kendini rüya-çalışmasında, örtük içeriğinin
işlenmesinde ifade eder.

4
Rüya yorumuyla ilgili Freud iki aşamada ilerler:

Önce, rüyayı basit ve anlaşılmaz bir kargaşa değil, yorumlama ile keşfedilmesi gereken,
bastırılmış bir mesaj üreten şeyler olarak kavramamız gerekir.

İkinci olarak, rüyanın gizli anlamına, yani örtük içeriğine yönelik meraktan kurtulup,
dikkatimizi bu biçimin kendisi üzerine, örtük rüya düşüncelerin tabi tutulduğu rüya çalışması
üzerine odaklanmamız gerekir.

Bu ikili sürecin bir benzeri Marx’ın meta biçimi ile ilgili analizlerinde de mevcuttur:

Meta fetişizmi semptomu ve ayna teorisi

Marx, metanın değerinin sırf rastlantıya(arz-talep ilişkisine)bağlı olduğu düşüncesinden


vazgeçilmesi gerektiğini belirtmektedir. Meta biçimi ardındaki gizli anlamı anlamak için bu
biçim tarafından ifade edilen imlemin kavranması gereklidir. Marx’a göre metanın gizlenmiş
değeri emek-zaman ilişkisindedir(Zizek,s.30). Oysa meta değeri görünürde iniş-çıkışlar
yaşayan, dalgalanan(Marx, burada sanki meta değerinin “kendi başına”, “doğası gereği
kendiliğinden inip çıkan”, “sürekli inip-çıkan kendinden menkul bir şeymiş gibi”
gözüktüğünü ima etmektedir) bir görüntüye sahiptir. Ama bu emek-zamanı metanın
büyüklüğünün gerçekleşme “tarzını” değiştirmez. Yani “sürecin kendisi” açıklanmış değildir.
O halde asıl incelenmesi gereken metanın oluşum sürecinden kopuk-yani tarihinden kopuk
şekilde havada asılı kalmış ve temelinden yoksun-değeri yerine onun doğuşu olmalıdır.
Burada tarihsel ontolojik bir öneri anlaşılmaktadır.

Zizek’e göre insanlar metaların gerçekliğini bilir ama gene de oluşum sürecinden
bağımsız, kendi başına bir şeymiş gibi davranırlar. Onunla fetişistçe yalıtık bir anlam
atfedermişçesine ilişkilerini kurarlar. Bir Sapığın İdeoloji Rehberi belgeselinden referans
verecek olursak; İnsanlar, ideoloji gözlüklerinin onların sisteme uyum sağlayarak getirdiği
konfor alanına bağlanırlar. Bu duruma Zizek’in kitabında verdiği örneklerden biri şudur:
“Yahudilerin de bizim gibi insanlar olduğunu biliyorum ama yine de …onlarda bir şey var”
cümlesidir. Bunun para değişkeni ile ilgili versiyonu ise “Paranın sıradan bir maddi nesne
olduğunu biliyorum, ama yine de …” tarzı paraya tözsel bir anlam katan anlayıştır.

Yani Zizek’e göre ideoloji: Sohn Rethel’den de referansla, Marx’ın söylediği gibi “yanlış
bilinç” değil, yanlış bilincinde desteği ile varlığın kendisidir. Yani “ideoloji, ideoloji gözlüğü
takılmadığında görünen değil, onun arkasında gizlenen fakat aynı zamanda yanlış bilincin

5
temsili olarak tezahür eden görüntüsünden de-ideoloji gözlüğü takılmadığında görülenden de-
destek alandır.” Burada sanki toplumsal şeylerin doğası gereği yanlış bilinçle birlikte var
olduğu anlaşılmaktadır. Zizek ileride bu durumu fetişistçe yanlış bilinç olarak tarif
etmiştir(Zizek, s.36).

Lacan’a göre Marx’ın semptomu şu şekildedir: evrensellik iddiasında olan ideoloji,


kendini yalanlayan belli bir yarık/özgül durum içerir ve patalojik bir dengesizliğin
semptomunu açığa çıkarır. Örneğin: liberal anlamda özgürlük kavramı evrensel bir
ideolojidir. Herkes emeğini özgürce satabilir, mal-mülk edinebilir, ticaret yapabilir vs. Fakat
aynı zamanda bu evrensel özgürlük anlayışının kendini yıkan ve kendi iddiasının zıttı olan bir
durumu vardır. İşçi emeğini özgürce satarak özgürlüğünü kaybeder. Bir nevi üretim tarzı
içerisinde emek ürününe, kendi yeteneklerine, doğayla ilişkisine yabancılaşır. Böylece
sermayenin kölesi durumuna düşer. Burjuva özgürlükleri bünyesinde aynı zamanda köleliği
barındırmaktadır(Zizek, s.37).

Marx’a göre meta fetişizminin asıl özelliği, insanların yerini şeylerin aldığı o ünlü yer
değiştirme değildir. Metaların değeri ancak bir başka meta ile ilişki kurduğunda ortaya çıkar.
Yani örneğin A ve B metalarının değişimi birbirinin değerini belirler. B ve A metaları
birbirlerinin değerinin aynası haline gelir. Zizek, burada Lacan’ın ayna teorisi ile benzerlik
kurar: “Ego öz kimliğine ancak, bir başka insandan yansıyarak ulaşabilir”. Bununla ilgili
olarak Zizek, Marx’dan şu alıntıyı yapmıştır: “Bir insan ancak başka insanlar onunla teba
ilişkisi kurduğu için kraldır. Ötekiler ise tersine, o kral olduğu için kendilerinin teba
olduğunu zannederler(Zizek, s.40). Fetişist yanlış tanıma bu toplumsal ilişki sürecinde
devreye girer. Tebaa, kralın zaten kendilerinden bağımsız bir şekilde zaten kral olduğunu
düşünerek hareket eder. Sanki krallık zaman-mekandan, toplumsal ilişkilerden bağımsız,
doğal ve böyle olduğu için de kutsal bir şeymiş gibidir. Lacan, kral olduğunu zanneden bir
delinin, gerçekten kral olan ve bu kutsal görevi içselleştiren bir kişiden daha az deli
olmadığını söylemektedir. Çünkü her ikisi de krallığı fetişistçe yanlış tanır(Zizek, s.40).

Zizek, meta fetişizmini ve insanlar arasındaki ilişkiler fetişizmini birbirinden ayırır: Meta
fetişizminin hüküm sürdüğü toplumlarda, “insanlar arasındaki ilişkiler” fetişizmden bütünüyle
arınmıştır(Zizek, s.40). Bu toplum türünde insanlar bireysel, bencil çıkarlarını gözeten özgür
insanlardır. Dolayısıyla diğer insanlara ancak kendi ihtiyaçlarını doğrudan ya da dolaylı
olarak karşılayacak bir şeylere/metalara sahip kişiler gözüyle bakılır. Efendi-tebaa arasındaki
himaye ve kutsallık ilişkilerinden kurtulmuşlardır. Belirleyici ilişki biçimi tahakküm ve

6
kölelik değil, yasalar önünde tüm insanları eşit ve özgür kılan “sözleşmedir”. Oysa insanlar
arasında fetişizm olan toplumlarda(yani kapitalizm öncesi toplumlarda) meta fetişizmi henüz
gelişmemiştir. Çünkü üretim, piyasa için değildir ve doğal bir biçimdedir. Fetişizmin nesnesi
meta değil, tanrı ya da kral gibi kutsallık, himaye ve güç simgeleridir. İnsanlar arasındaki
fetişizmde dolaysız bir saydamlık vardır. Oysa meta fetişizmi Marx’ın deyimiyle, kendisini
şeyler arasındaki, emeğin ürünleri arasındaki toplumsal ilişkiler biçimi altında gizler.

Kapitalist özgürlük, aslında tahakküm ve köleliğin bittiği değil, başka bir form haline
gelmesi olarak tarif edilebilir. Barındırdığı eşitlik ve özgürlük görüntüsü onu bozan bir
semptomla ortaya çıkar.

İdeolojinin bilinçte değil, eylemde gerçekleşmesi ve fantezi boyutu

Zizek, kitabında Marx ve Frankfurt Okulunun ideoloji eleştirilerini eleştirir. Onları fazla
naif ve basit bulur. Gerçekliğin, kendisini ideolojik yanılsama olmadan yeniden
üretemeyeceğini, ideolojik çarpıtma olmadığı takdirde kendini feshedeceğini söylemektedir.
Peter Sloterdjik’in tezini alternatif olarak savunur: “Ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlar, ama
yine de yapıyorlar”. Sloterdjik’e göre insanlar ideolojik evrenselliğin arkasındaki çıkarların
gayet iyi farkındadır, ama yine de onu reddetmezler. Bu ideolojik tanım, ideoloji maskesini
korumak için nedenler bulur ve belli bir ahlak inşa eden sinik anlayışa karşılık gelir. Kendini,
alt sınıfların alaycı yıkıcılığından-kinizmden- korumaktadır. Bu duruma örnek verecek
olursak: zengin bir kişi zenginliğinin arkasındaki kapitalist köleliği, emek sömürüsünü,
yabancılaşmış ilişkileri görmek istemeyip, servetini çalışmasına, aklını kullanmasına, yasal ve
özgür bir sistem içerisinde hareket etmesine dayandırır. İşte bu noktada artık, bilen ama gene
de yapan sinik akıl geçerlidir ve bu durumda ideoloji eleştirisi işe yaramaz. Bu durum
ideolojinin semptomatik okunmaya tabi tutulmasını-gizlediklerini, çelişkili noktalarının
ortaya çıkarma çabalarını-boşa düşürür. Sinik akıl daha en baştan tüm bunları akıl etmiştir ve
bu girişimlere karşı hazırlıklıdır. Bu noktadan sonra Adorno’nun “mış gibi yapan”-doğru diye
yaşanan bir yalan ya da ciddiye alınıyormuş gibi yapan bir yalan- ideoloji eleştirisinin de
ilerisine geçilmiştir. Artık egemenliği sağlayan şey doğrulukla ilgili değerler değil, basit
ideoloji dışı şiddet ve kazanç vaadine duyulan fantazidir. Zizek bu aşamada artık
“semptom’dan fanteziye” geçiş yapar(Zizek, s.43-45).

Zizek’e göre ideolojik yanılsamanın gerçekleştiği asıl yer bilme aşamasında değil, yapma
aşamasında gerçekleşir. Bireyler parayı kullanırken onun sihirli bir yanının olmadığını ve

7
toplumsal ilişkilerin bir sonucu olduğunu gayet iyi bilirler. Fakat para sanki zenginlik denen
şeyin dolaysız cisimleşmesiymiş gibi davranırlar. Bilmedikleri şey meta mübadelesi
pratiklerindeki fetişist arzularının, fantezilerinin yanılsaması içinde olduklarıdır. Burada
Marksçı yanlış bilinç Zizek tarafından reddedilmiştir(Zizek,s.45-46).

Zizek, Marx’ın bilinç düzeyindeki yanlış bilinç ve semptom kavramlarına karşı pratik
düzeydeki fantezi alternatifini getirmiştir. Onun deyimiyle “İdeolojinin temel düzeyi, şeylerin
gerçek durumunu maskeleyen bir yanılsama düzeyi değil, bizatihi toplumsal gerçekliğimizi
yapılaştıran bilinçdışı bir fantezi düzeyidir”. Böylece Marx’ın Hegel’den aldığı
tözcü/tümelci/evrensel/idealist bakış açısının yerine tikelci/özgün bir ideoloji yaklaşımı
getirir. Marx’a göre metalar dünyası bir dizi tikel cisimleşme içinden geçen bir evrensel gibi
davranmaktadır. Metalar dünyasını meta metafiziğine, gündelik hayat dinine geneller. Zizek
in Kapitalden yaptığı alıntıda Marx, bu durumu şu şekilde açıklar: Eğer Roma hukuku da
Alman hukuku da hukuktur dersem, apaçık ortada olan bir şey söylemiş olurum. Ama tersine,
hukuk, yani bu soyut şey, kendini Roma hukukunda ve Alman hukukunda, yani onların somut
yasalarında gerçekleştirir dersem, aralarındaki bağ mistikleşir(Marx 1977:132).(Zizek,s.47)

Marx a göre ortada mistik bir durum vardır. Zizek’e göre insanlar gündelik yaşamda
kesinlikle tikel içeriği evrenselin bir hareketinin ürünü olarak gören Hegelci bakış açısına
değil, evrenselin tikel olanların bir özelliği olduğunu düşünen Anglosakson Nominalistlerdir.
Yani hukuk örneği üzerinden söyleyecek olursak Alman hukuku ve Roma hukuku tek tek
tikel gerçekliğe sahiptirler. İnsanlar her iki hukukun sadece iki hukuk türü olduğunu bilir, ama
pratiğinde, sanki hukukun kendisi kendini Roma hukukunda ve Alman hukukunda
gerçekleştiriyormuş gibi davranır. Yani bu hukuk türlerini tözcü bakış açısıyla görürler. Bu
yanılsama pratik aşamasında gerçekleşmiş olur(Zizek,s.47).

Zizek’e göre inanç meselesi dışsal yansımalarda kendini gösterir. İnsanlar gündelik rasyonel
çıkarlarının peşinden koşarlarken inanç ile ilgili kısmı farklı yerlere havale etme
eğilimindedirler. İnsanlar herhangi bir etkinlikte(tiyatro, anma vs) kafasını tam anlamıyla o
etkinliğe vermez. Schultz’cu deyimle aslolan gündelik yaşamlarıyla, rutinleriyle ilgilenirler.
Onları asıl ilgilendiren iş ve ev ile ilgili sorumlulukları, ödemeleri gibi tüm toplumun varlığını
sürdürmesi için gerekli olan asli kurallar ve normlar bütünüdür diyebiliriz. Oysa sinema,
tiyatro gibi etkinliklerde onların yerine duygulanan, ağıt tutan, eleştiren, coşku yaşayan
insanlar vardır. Perde kapandığında, oyun bittiğinde insanlar tekrar gündelik hayatın
sorumluluklarına, rasyonel yaşamlarına geri dönerler. Zizek, ilkel topluluklarda ise ağlaması

8
için kiralık tutulan ağıtçı kadınları örnek verir. Böylece insanlar duygu-inanç eylemini
başkasına havale ederken bu inançların yerine daha karlı ve lüzumlu işlerine yoğunlaşırlar.
Sit-com dizilerindeki gülme efekti de aynı şekilde hem bize ne zaman güleceğimizi söyler
hem de bizi gülme eyleminden kurtararak bizim yerimize gülen ötekinin sesidir(Zizek,s.47).

İnanç, bilinç-dışıdır, dışsaldır ve toplumsal kabul görendir

Bilinçdışı, kendini otomat eylemlerimizde gösterir. Aklı da bilinçsizce kendisiyle birlikte


götürür. Dolayısıyla bilinçdışı unsur olan inanç da toplumsal alanın fiili işleyişi içinde
cisimleşmiş, maddileşmiştir. İnanç kaybolduğu zaman toplumsal alan dağılır. Bu bakımdan
toplumsal alan bilinçdışı bir inançlar inşasıdır. Zizek bu duruma örnek olarak, toplumsal
hayatta devletin “sanki” mutlak bir güç olduğu inancına göre hareket edilmesini ve bir
partinin “sanki” mutlak bir biçimde sınıf çıkarlarını temsil ediyormuş gibi hareket edilmesini
verir. Bu bakımdan yasalar, adetler birer toplumsal inanç ve etik inşasıdır. Gücünü toplum
tarafından kabul görmesinden alır. İyi, doğru, adil olması değil, kabul görmesidir önemli olan.
Eğer kabul görüyorsa adildir.

O halde itaat denen şey bilinçli bir eylem değildir. Yani otoriteye itaat etmenin akıllıca ve
ödül kazandırabilecek bir eylem olarak yerine getirilmesi gerçek itaat değildir. Eğer öyle
olsaydı bu durum itaat değil, rasyonel bir eylem olurdu. Eğer bir peygambere ya da tanrıya
sorgulayarak iyi ve doğru olduğuna kanaat getirerek inanırsak ona korkunç bir hakaret, küfür
etmiş oluruz. Aksine, onların bu üstün erdemlerini ancak onlara inanmaya başladığımız ve bu
inanç pratiklerini yerine getirdiğimiz zaman kavrayabiliriz (Pascal’ın inanç ile ilgili şu
sözlerine değinmekte yarar vardır: ”Rasyonel akıl yürütmeleri bir kenara bırak ve kendini
sadece ideolojik ayine teslim et, anlamsız jestleri yineleyerek kendini aptallaştır, sanki zaten
inanıyormuşsun gibi davran, inanç kendiliğinden gelecektir”) (Zizek,s.54) dine olan
inancımıza da rasyonel temeller arayabiliriz. Ancak asıl mesele zaten bu üstün
erdemlerin(iyilik, akıl, doğruluk gibi)kendini sadece inananlara göstermesidir. Zaten
inandığımız için inancımıza gerekçeler arıyoruzdur. Kısacası Zizek, inancın dışsal niteliğine
dikkat çekerken gerçek itaatin içsel muhakeme yoluyla değil dışsal olanın etkisinde
gerçekleştiğini belirtir. İtaat anlaşılmaz, irrasyonel, travmatik, bilinç-dışı olduğu zaman
gerçekten itaattir. Yani itaat etmemiz için bilincimiz dışında dışsal bir inancın etkisi altında
eylemler sergiliyor olmamız gerekir. Kabul görmüş olduğu için yasalara itaat bunun en tipik
örneğidir. Yasalar bu özelliği ile psikanalitik açıdan süperego niteliği gösterir(Zizek,s.52-55).

9
Zizek’in Althusser Eleştirisi

Zizek’e göre Althusser, ideolojik devlet aygıtı ile ideolojik çağırma arasındaki bağ hakkında
düşünmeyi hiçbir zaman başaramamıştır. Althusser, çağırıcı simgesel ideoloji makinasının
içselleştirilerek anlam ve hakikat deneyimine dönüşmesini sağlayan ideolojik çağırma
sürecinden bahseder. Kafka romanlarında ise çağırıcılara karşı içselleştirme,
özdeşleşme/özneleşme yoktur. Kafkaesk özne, ümitsizce özdeşleşecek bir özellik arayan
öznedir. Özne, ötekinin çağrısının anlamını anlamaz. Lacan’da ve Pascal’da ise devlet
aygıtları ideolojik makinesinin gücünü bilinçdışı ekonomisi içinde travmatik, anlamsız bir
emir olarak yaşandığı sürece uygulayabilmektedir(Zizek, s.58-59). Lacana göre bu bilinç dışı
içinde gerçekleşen ideolojik fantazi gerçekliğin kendisini yapılaştırır, gerçekliğe tutarlılık
verir. Zizek, Lacanın Freuddan alıntıladığı bir rüyaya yorumlamasından bahsederek fantezi-
gerçeklik ilişkisi ile ilgili düşüncelerini destekler. Rüya şu şekildedir:

“Bir baba çocuğunun hasta yatağı başında günler ve geceler boyu beklemişti. Çocuk
öldükten sonra, biraz uzanmak için yan odaya geçti, ama çocuğun uzun mumlarla çevrili
cesedinin konduğu odayı yattığı yerden görebilmek için kapıyı açık bıraktı. Çocuğun başında
beklemesi için tutulan yaşlı bir adam da dualar mırıldanarak cesedin yanında oturuyordu.
Baba, bir-iki saatlik uykusunda şöyle bir rüya gördü: çocuk onun yatağının yanına gelmiş,
onu kolundan yakalayıp suçlarcasına “Baba, görmüyor musun yanıyorum?” diye
fısıldıyordu. Uyandı, yan odada parlak bir ışık görünce hemen oraya koştu ve görür ki yaşlı
adam uykuya dalmış ve sevgili evladının cesedinin sargıları ve kollarından biri, üzerlerine
düşen bir mum yüzünden yanmıştı. (Zizek,s.60)”

Lacana göre baba, önce gerçekliğe uyanmasını geciktirecek bir rüya inşa eder. Fakat sonra
çocuğunun yanması ve bunun için kendisini şuçlamasına dayalı arzusunun verdiği
rahatsızlığın güçlü uyarısı onu uyandırarak gerçekliğe kaçmasını sağlar(Zizek,s.60).
Gerçeklik, arzumuzun gerçeğini maskelememizi sağlayan bir fantezi kurgusudur. Zizek
ideolojinin de benzer şekilde işlediğini belirtmektedir. İdeolojinin işlevi bize gerçeklikten
kaçılacak bir nokta sunmak değil, toplumsal gerçekliğin kendisini travmatik, gerçek bir
çekirdekten kaçış olarak sunmaktır. Burada ideolojinin, ancak bilinçdışı travmalarımızdan
kaçış sağladığı ölçüde çalışmasının(hazza ve arzuya doğru bir kaçış), çalışma prensiplerinden
biri olduğunu anlıyoruz. Öznenin içeriği, sadece dışsal anlamlandırıcı ağ tarafından(kral-teba
ilişkisi örneğinden hatırlayacak olursak kimliksel içerik bakımdan ne olduklarını karşılıklı

10
olarak birbirlerine pratik düzeyde inşa ediyorlardı) belirlenmez. Aynı zamanda öznenin kendi
tercihleri sayesinde toplumsal ideoloji tam ve tutarlı hale gelir.

Zizek, öznenin “Bir Sapığın İdeoloji Rehberi” belgeselinde Yapım yılı 1988 olan “They
Live”(Yaşıyorlar) filminden örnek verir. Filmin baş karakteri olan Nada, yani özne Los
Angeles’ta yaşayan bir işçidir. Bir gün terk edilmiş bir kiliseye girer ve orada bir kutunun
içinde güneş gözlükleri bulur. Bunlar ideoloji gözlüğüdür ve tüm reklam ve propaganda
tanıtımlarının arkasındaki gerçek mesajın görülmesine izin vermektedirler. Örneğin gözlüğü
takmadan önce gözüken “kumsalda uzanmış bikinili kadın” görselli ve “Karayiplere gel”
yazan büyük reklam afişi gözlüğü takınca “evlen ve yeniden üret” mesajına dönüşmektedir.
Nada gazete almaya büfeye gittiğinde ise büfecinin elindeki paralar ideoloji gözlüğünden
bakınca “Bu senin tanrın” yazılı kağıtlara dönüşür. Gene başka bir afişin arkasındaki mesaj
“itaat ete” dönüşür. Zizek’in deyimiyle Demokrasi ve liberalizmin arkasında diktatörlük
görünür. Filmde Nada, arkadaşına gözlüğü takması için onunla kavga eder. Sekiz dokuz
dakika süren bu kavgada anlatılmak istenen gözlüğü takmak istemeyen siyahi kişinin bu
konudaki direncidir. Aslında ideolojik bir yalanın içinde yaşadığını gayet iyi bilmekte,
sezmektedir. Gerçeğin kendisi ise karakteri huzurlu, uyumlu fakat derinlemesine
sorgulamadığı dünyasından çekerek, gerçek ve acı verici ve farkına varılmış bir dünyaya
taşıyacaktır. Böylece tüm yanılsamalar parçalanacaktır. Fakat filmdeki karakter bunu tercih
etmemektedir. Bu filmdekine benzer bir sahne “Fight Club” filminde de görülür. Jack
karakteri toplum kurallarını, yani süper egoyu temsil ederken, Tyler Durden karakteri İd’i
temsil etmektedir. Aslında aynı kişi olan bu iki karakterin uzun kavgasında da bir nevi
ideoloji gözlüğüne direnç vardır. “The Truman Show” filminde ise aksine ideoloji gözlüğünü
takmak isteyen baş karakterin mücadelesi vardır. Gene “Matrix” filminde de “mavi hap-
kırmızı hap” arasındaki tercih yapan özne vardır. Özne, “Acı verici özgürlük” ile “mutluluk
veren sahte gerçeklik ve sinik akıl” arasında tercih yapar.

SONUÇ

Zizek, ideolojiyi ne Marx’ta olduğu gibi yanlış bilinç düzeyinde ne de Althusser’de olduğu
gibi yanılsama/yanlış tanıma düzeyinde ele alır. Zizek’e göre özne, “bilir ama gene de yapar”.
Yani, insanlar Kapitalizmin kuşatıcılığının ve onun bu sömürü ve yalan üreten bir sistem
olduğunun, kendisinin de bunun bir parçası olduğunun farkındadır. Fakat kapitalizmin
tutsağıdır ve onun haricinde bir düzen düşünmek, çoğu zaman kapitalizmin ona sunduğu iyi-

11
kötü düzeni ve mutluluğu da tehlikeye atmak demektir. Yani “kapitalist sömürüyü bilirler
fakat ellerindeki konfordan olmamak için ona boyun eğerler, hatta arzularlar”.

Zizek’in ideoloji kavramına katkılarını şu şekilde maddeleyebiliriz;

1- Zizek, kuşatıcı “dışsal anlamlandırıcı” ideolojik makine yerine karşısında “fantazi”


üzerinden özneye de alan açar. İdeolojik söylem, fantezi içinde ve onun aracılığıyla işler.

2- Zizek, Althusser’ci teorideki, öznenin imgesel pratiklerini kuşatıcı karaktere sahip,


“ideolojinin nesnesini çağırma” meselesindeki özdeşleşme mekanizmasını muğlak bulur.
Özdeşleşmeyi yanlış tanıma yerine haz-fantezi üzerinden kurar. Bu fantezi düzeyi, tercih
aşamasında rasyonel bir bilinçle yapılıyor gibi görünse de bu bilinci belirleyen bilinç-dışıdır.

3- Özne, imgesel, sembolik ve gerçek düzenlerin karşılıklı ilişkileri boyunca kurulur.

4- Zizek, ideolojinin travmalardan kaçış imkanı sağladığını söyler(çünkü ideoloji hazlarımız,


fantezilerimiz tarafından işletilir). İçsel travmalar ve dışsal toplumsal hayat arasında bu
anlamda birbirinden kopmaz bir belirleyici bağ vardır. Gerçeklik, bu ideolojik yeniden üretim
üzerinden kurulur.

5- İdeolojinin işlevi bize kendi gerçekliğimizden kaçılacak bir nokta sunmak değil, toplumsal
gerçekliğin kendisini travmatik, gerçek bir çekirdekten kaçış olarak sunmaktır.

6-Althusser, Marksist altyapıyı, ideolojik üst-yapısal alana ait psikanaliz üzerinden


tamamlayarak (ideolojinin öznesini çağırması ve özdeşleşme) ideoloji teorilerine katkı
sunarken; Zizek, ideoloji alanına hazza ve arzuya dayalı fantezileri ekleyerek öznenin
toplumsal tarafından belirlenmesinin aslında öznenin kendini belirlemesi sayesinde
gerçekleştiğini söyleyerek katkı sağlamıştır.

KAYNAKÇA

 Zizek. S.(2011). İdeolojinin Yüce Nesnesi. (4.baskı). Tuncay Birkan(Çev.). İstanbul: Metis
Yayınları

 Althusser, L. (2000). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları (4.baskı). (Y.Alp-M.Özışık,


Çev.)İletişim Yayınları.

 (Bir Sapığın İdeoloji Rehberi). https://www.youtube.com/watch?


v=TVwKjGbz60k&list=PLUce3U30I0ckzSa0B8wu_V-N_ToFwmxJ7&index=6

12
13
14

You might also like