You are on page 1of 3

Prof. Dr. Mustafa Şeker, Eleştirel Yaklaşımlar, Anadolu Üni. Ders Notları, s.

48-50

ANTONIO GRAMSCI: KÜLTÜR, POLİTİKA, HEGEMONYA


Antonio Gramsci, 1891’de İtalya Sardinya’da, Arnavut kökenli bir ailenin üyesi olarak dünyaya
gelmiştir. İtalyan Komünist Partisi’nin bir üyesi, yöneticisi ve milletvekili olarak aktif bir şekilde
eylemlerin içinde yer almış, Sovyet Devrimi’nden sonra Moskova ile de yakın bağlantılar içinde
olmuştur. Gramsci okul yıllarında sosyalist fikirlerle tanışmış ve 1910 yılında gazeteciliğe başlamıştır.
Edebiyat fakültesinde okurken, aynı zamanda sosyalist faaliyetlerin de içinde yer alan Gramsci,
sonrasında okulu yarım bırakarak, sosyalist basında yazılar yazmış, grev gibi etkinliklerde yer almıştır.
İtalya’da 1922’de Mussoli’nin yönetime gelmesiyle birlikte, İtalyan Komünist Partisi’nin yeniden
örgütlenmesi çabalarına katılan Gramsci 1924’te milletvekili seçilmiş ancak 1926’da tutuklanarak 20
yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Zaten sağlık sorunları yaşayan Gramsci, 1935’te hastaneye
kaldırılmış, mahkumiyeti resmi olarak, hayatını kaybettiği 1937’ye kadar sürmüştür. Cezaevinde
kaldığı yıllar boyunca, Marksizm konusundaki görüşlerini ve yorumlarını 30’u aşkın deftere el yazması
olarak geçiren Gramsci’nin notları Hapishane Defterleri adı verilerek 1947’de yayımlanmıştır (Texier,
1985: s. 34; Gramsci, 1986: 335). Kültür ve Politikanın Önemi Gramsci, Marx’ın politika ve kültürü
ihmal ettiğini savunur. Marx komünizmin geliştirilmesi için siyasal strateji oluşturmamış ve bunu
gereksiz görmüştür. Aynı zamanda, devrimin gerçekleşmesi için, toplumsal hayatın değiştirilmesi,
kapitalizmin dönüştürülmesi gibi süreçlerde devletin rolü üzerinde de durmamış ve bunları
önemsememiştir. Marx, devrimin kaçınılmaz olduğunu, ekonomik koşullar olgunlaştığında
engellenemeyeceğini düşünmüştür. Ona göre yapılması gereken tek şey ekonomik koşulların
olgunlaşmasını beklemektir. Gramsci ise, Marksist bir siyasal stratejist ve aktivist olarak başka
etkenlerin devrimi etkilediğini görmüştür. Özellikle kültür ve politikanın, devrimin meydana gelişini
geciktirebileceğini, geriletebileceğini ve hatta engelleyebileceğini anlamış ve bu engellerin nasıl
aşılabileceği üzerine düşünmüştür. Gramsci’nin Ortodoks Marksizm’den temel ayrışması da bu
noktada ortaya çıkmıştır. Egemenliğin yalnızca ekonomik altyapıdan ibaret olmadığını, egemenliğin
elde edilmesine ve sürdürülmesinde kültür ve politikanın da ekonomi kadar önemli etkenler
olduğunu gören Gramsci, İtalya’da sözü edilen tüm şartlar olgunlaştığı halde devrimin neden bir türlü
gerçekleşmediğini sorgulamış ve ekonomik altyapının yanında siyasal ve kültürel unsurların da önemli
olduğunu ortaya atmıştır. Devlet, Gramsci’ye göre iktidarda gücünü artırmış ve sivil toplumu
kuşatmıştır. Bu nedenle kilise, sendikalar gibi bağımsız kuruluşların devletin kontrolüne girdiğini
savunan Gramsci, devletin sermaye ve burjuvazinin çıkarlarını temsil ettiğini ve bu çıkarları korumak
için sivil alanı da yönettiğini savunmuştur. İtalya’da devrimin gerçekleşmemesinde; devletin,
aydınların, fikirlerin, kilise, sendikalar gibi kurumların etkili olduğunu savunan Gramsci, devletin
burjuvazinin çıkarlarını temsil eden bir fiziksel güç olduğu kadar, fikirleri de denetleyen ve
yönlendiren bir güç olduğunu belirtmiştir. Devlet bu gücü baskı yanında rıza üreterek, ikna ederek
elde eder. Gramsci bunu hegemonya kavramıyla açıklamıştır (Smith, 2007: s. 61). Hegemonya
Gramsci, “devletin ve yönetici sınıfın sivil toplum içindeki inançları düzenleme yetisi” olarak
tanımladığı hegemonya kavramını Marksist terminolojiye sokmuştur. Hegemonya, bir toplumsal
grubun en- 49 Medyada Eleştirel Yaklaşımlar telektüel ve ahlâkî açıdan toplumu yönetme yetisi, yeni
bir tarihsel blok kurma gücü olarak tanımlanır (Mattelart ve Mattelart, 1998:s.86). Hegemonya, belli
güçlerin tahakkümünün ideolojik güç kullanılarak değil, kültürel liderliğin ele geçirilmesiyle
sağlandığını ifade eder (Hall, 1999: s. 119). Çoğunluğun, içinde yaşadığı ikincil konuma ikna edilmesi
için sürekli rıza üretilmesi ve bunun devamlı yenilenmesi sürecine denir. Yöneten grupların yalnızca
ekonomik bir egemenlik kurmaları yeterli değildir. Kurulan liderliğin ahlâkî ve düşünsel boyutu da
bulunuyorsa hegemonyadan söz edilebilir. Hegemonya sürekli bir mücadele alanıdır. Kamusal ilginin
dengesini kendi lehine çevirmek ve karşı tarafı yalıtmak amacıyla yapılan tüm süreç hegemonya
faaliyetidir. Hegemonya statik ya da sistematik değil, sürekli değişen, kesintisiz bir süreçtir
(Stevenson, 2008: s. 37) Yönetici sınıflar alt sınıfları kendi çıkarlarına uymaya zorlayabildiklerinde
değil, bu sınıflar üzerinde toplumsal otorite kurabildiklerinde hegemonyadan söz edilebilir. Egemen
sınıfların diğer sınıflar üzerinde egemen olmaları yetmez, bu sınıfları yönetebiliyor olmaları da gerekir.
Bu nedenle hegemonya kavramı, içinde hem güç kullanımını hem de rıza üretimini barındırır. Gramsci
liberal devletlerde rıza üretiminin önce, baskı uygulamanın daha sonra geldiğini belirtir. Hegemonyayı
kurarken üstyapı kurumları olan aile, eğitim kurumları, dini kurumlar, medya ve kültürel örgütler rıza
üretimi için katkıda bulunur. Yasalar, mahkemeler, silahlı güçler ise gerektiğinde baskı uygular. Ancak
Gramsci özellikle baskıcı olmayan, rıza üretmeye dayalı hegemonya kurma süreçlerini önemser
(Erdoğan ve Alemdar, 2005: s.351) Çünkü hiçbir egemen yapı sadece güç kullanarak ayakta kalamaz,
rızayı da üretmeli, hegemonyayı sürekli olarak yeniden ve yeniden kurmalıdır. Hegemonya eşitsizliği
güçlendiren ve eleştirel girişimleri engelleyen bir yapıdır ve egemenlerin kitleleri daha etkili bir
şekilde yönetmesini sağlar. Organik aydınlar olarak nitelediği papazlar ve gazeteciler gibi toplumsal
aktörlerin karmaşık felsefi ve siyasal meseleleri halk diline çevirdiğini belirten Gramsci, bir hegemonik
bloktan söz eder. Hegemonik blok toplumdaki egemen güçlerin bloğudur. Bu blokta sanayiciler,
aristokratlar, küçük burjuva yer alır. Hegemonik blok sınıfsal konumların üzerini örtmek için milliyetçi
ve ortak düşünüşün görünümlerini birleştiren ideoloji yayar. Bu hegemonyayı çözmek için sosyalist
eğilimleri ve devrimci bilinci hareket geçirmek gerekir. Bir başka ifadeyle devrimin kendiliğinden
gerçekleşmesini beklemek yerine toplumun dönüştürülmesi, organik aydınların yani karmaşık
konuları halka izah eden öğretmen, papaz gibi kesimlerin sosyalizme inandırılması, yeni sosyalist
aydın sınıfların oluşturulması şarttır. Köylüler ve işçiler arasında, aydınlar ve proletarya arasında
egemenlere karşı birlikte hareket edebilecek bir dayanışmacı blok oluşturulmalıdır. Devlet tarafından
bağımsızlığı elinden alınan, kontrol altında tutulan sendika, kilise gibi sivil toplum kuruluşlarının
yeniden eski özerk kimliğine kavuşturulması, devrim için örgütlenecek direnişin başarısı açısından
önemlidir. Gramsci’ye göre dönemin işçi sınıfı arasındaki en önemli gücü olarak gördüğü kilisenin
dönüştürülmesi de burjuvazinin elindeki önemli bir aracın işçi sınıfına geçmesi anlamına gelir (Smith,
2007: 63). Gramsci (1986: s.320) özellikle kentsel ve kırsal aydınlar arasında farklılıklar bulunduğunu,
kentteki aydınların sanayiyle birlikte gelişen ve sanayiden bağımsız özerk girişimleri bulunmayan ve
dolayısıyla devrim süreci açısından yararsız bir kesim olduğunu düşünür. Kırsal aydınlar ise kapitalist
sistem tarafından henüz dönüştürülmemiş, küçük merkezlerin köylü ve küçük burjuvalarına bağlı,
avukatlar, noterler gibi aydınlardır. Kırsalda yer alan papaz, avukat, noter, ilkokul öğretmeni, hekim
gibi aydınların, içinde bulundukları küçük yerlerde yaşayan köylüler ve işçiler açısından siyasal ve
toplumsal işlevleri vardır. Köylüler genellikle bu aydınların kendilerine göre yüksek olan yaşam
standardına özenirler ve çocuklarının da bu tür aydınlar olmaları için uğraşırlar. Bu nedenle köylülerin
harekete geçirilmesinde kırsal aydınların işlevinden yararlanılmalıdır. Gramsci’ye göre hegemonya
devletin veya yönetici sınıfın sivil toplumu düzenleme yetisidir. Hegemonya, yönetici sınıfın
tahakkümünün güç kullanımına değil rıza üretimine bağlı olmasını açıklar. Demokratik sistemlerde
ekonomik liderlik yeterli değildir. Aynı zamanda ahlâkî ve düşünsel boyutu da bulunan bir hegemonya
kurulduğu takdirde iktidar sürdürülebilir. 50 Kitle İletişimi, Kitle Kültürü ve Eleştirel Yaklaşımlar:
Gramsci ve ‘Hegemonya’, Frankfurt Okulu, Althusser ve Devletin İdeolojik Aygıtları Gramsci, siyasetin
modern sınıf demokrasisinde farklı konumlar arasındaki bir mücadele olduğunu savunur. Sorun bir
konumda bulunanların diğerlerini ne zaman yok edeceği değil, oyunun durumunun, güç dengelerinin
ne olduğudur. Gramsci direnç ve istikrarsızlığa dikkat çeker. İdeolojik bir mücadele olarak
konumlandırdığı hegemonya, çoğunluğu ikincil konumuna rıza göstermesi için sürekli olarak kurulmak
zorundadır. Hegemonya bir süreliğine kazanıldığı gibi kaybedilebilir de. Bir başka ifadeyle sürekli bir
hegemonya yoktur. İkincil konumdakilerin çıkarları ve deneyimleri egemen ideolojinin oluşturduğu
resimle sürekli olarak çeliştiği için daima bir direnç söz konusudur. Bu direnç hegemonyanın sürekli
olmasını engeller. Hegemonya bu yüzden istikrarsızdır ve sürekli olarak yeniden kurulmak zorundadır.
Hegemonyayı kuranlar, yönetici sınıfın isteklerini ortak duyu olarak kabul ettirmeye ve ideolojik
işleyişi gizlemeye çalışırlar. Gramsci, toplumdaki ikincil sınıfların maddi koşullarının egemen
ideolojiyle kaçınılmaz biçimde çelişmesi nedeniyle, hegemonya üretimine direncin sürekli
bulunacağını ve devrimin bu direnç sayesinde mümkün olabileceğini savunur (Hall, 1997: s. 96; Hall,
1999b: s.223; Fiske, 1996: s.225). Gramsci, Marksist kaderciliğe karşı çıkmış, kültürün içeriği yerine
işlevi üzerinde durmuş, politik ideolojilerin işleyişine ve toplumdaki etkisine dikkat çekerek, Batı
Marksizmi’ne ve takipçilerine önemli bir temel kazandırmıştır. Hall (1999b: s. 224) hegemonya
kavramının, Alman İdeolojisi’ndeki basit ve mekanik formülleştirmelere göre çok daha derinlikli
olduğunu belirtir. Gramsci, hegemonya kavramıyla ekonomik indirgemeciliğin uzağında
konumlandırdığı iktidarın, zorlayıcı olmayan, rıza üretimi ile sürdürülebildiğini, toplumsal, zihinsel ve
ahlâkî yönleri olduğunu saptamıştır. Hegemonya kavramıyla, iktidarın elde edilmesi ve sürdürülmesi
sürecinde devletin, sivil toplumun, siyaset ve ideolojinin rolünün önemini net bir şekilde sistematize
etmiştir. Konu ile ilgili İrfan Erdoğan’ın ve Korkmaz Alemdar’ın birlikte yazarlığını yaptığı ‘Öteki Kuram’
adlı kitabın ilgili bölümünü okuyabilirsiniz. İktidardakiler, sivil toplum üzerinde çeşitli yollarla bir
hegemonya kurabiliyor ve rızaya dayalı bir yönetim sürdürülüyorsa, devrim nasıl gerçekleşebilecektir?

You might also like