Çağdaş İslam dünyasının önemli simalarından olan Muhammed Abduh “elÜstad
elİmam” unvanına sahiptir. Hakkındaki bilgileri öğrencisi Reşit Rıza’nın ona sorduğu sorular ve O’nun cevaplarından oluşan kitaptan ve kendisi hakkında yazdığı dokümanlardan öğrenmekteyiz. Mısır’ın Bahire ilinin küçük bir köyünde dünyaya gelmiştir. Ahmedi Mescidinde öğrenim görmüştür. Akli araştırmayı engelleyen eğitim sistemi karşısında öğrenimini bırakmayı düşünürken amcası Şeyh Derviş ilim ve tefekkür yolunda yol göstericisi olmuştur. Muhammed Abduh daha sonra 1866 yılında Ezher Üniversitesine kaydoldu. Burada iki yıl süren eğitim hayatında ruhi bunalımlar yaşamış ve onu bu bunalımlardan çıkaran Şeyh Derviş olmuştur. Ama onun için hayatının asıl dönüm noktası Cemaleddin Afgani ile tanışması ve Ezher Üniversitesinde görmediği felsefe, matematik, ahlak ve siyaset konuları üzerine çalışmaya başladı. Klasik Arap eserlerini farklı bir bakış açısıyla değerlendirmeye başlamış ve Arapçaya çevrilen Batılı eserlerden zevk almaya başlamıştır. Doğu siyasi hayatının tamamen değiştirilmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştır. 1876 yılından itibaren çeşitli yayın organlarında görüşlerini yazmaya başlamıştır. 1877 yılında alim ünvanını ve el-Alimiyye diplomasını almıştır. Ezher’de din, ahlak ve mantık dersleri; Darul Ulum yüksekokulunda tarih profesörü, Diller okulunda ise Edebiyat profesörü olarak görev yapmıştır. Cemaleddin Afgani’nin tavsiyesi üzerine gazetecilik hayatına başlamış Resmi gazetede editörlük yapmıştır. Buradaki yazılarında dinde ve ahlakta ıslahata gerçekleştirme düşüncesini dile getirmiştir. 1879’da başlayan hükümet darbesinin1882’de başarısız olması sonucu isyancılara destek verdiği gerekçesiyle Abduh’un sürgün edilmesine sebebiyet vermiştir. İlk olarak Suriye’ye giden Abduh Afgani’nin kendisini Paris’e davet etmesi üzerine oraya gitmiştir. Burada ilk Arap yayın organı olan Urvet el-Usta’yı çıkartmaya başlamışlardır. İngilizlerin Mısır’ı işgaline karşı mücadele veren Pan-İslamizm yanlısı olan haftalık dergidir. İlk Arap yayın organıdır. Ancak kısa süre sonra İngilizlerin müdahaleleri sonucu derginin yanını durmuştur. 1888 yılında Abduh Mısır’a geri döndü. Asli hukuk mahkemesine yargıç olarak atandı. Abduh bundan sonra bütün mesaisini bilginin yayılması, ahlaki eğitim ve geleneksel toplum kurallarının çağın ihtiyaçlarına cevap verecek yapıya ulaşması ve Mısır’ın uyanışını sağlamaya vermiştir. Ezher Üniversitesine yönetim kurulu üyesi seçildiğinde bu gayesi için çalışmaya başlamış, daha önce üniversitede okutulmayan tarih, coğrafya, matematik, felsefe gibi derslerin müfredata alınmasını ve okutulmasını sağlamıştır. 1899 yılında Abduh Mısır baş müftüsü olmuştur. Baş Müftü iken vermiş olduğu üç fetva onun diğer dinlere bakışı ve yenilikçi görüşünü yansıtmaktadır. Bu üç fetvası şöyledir: 1. Müslümanlara faiz ve kardan pay alma ruhsatı vermiştir. 2. Gayri müslim ülkelerde yaşayan Müslümanların Müslüman olmayan kişiler tarafından kesilmiş eti yeme ruhsatı vermiştir. 3. Müslümanlara gerektiğinde geleneksel olmayan giysilerle örtünme ruhsatu vermiştir. Abduh, “Müslüman hayırseverler cemiyeti” ve “Arapça eserleri canlandırma cemiyeti” kurmuştur. FELSEFESİ Skolastik düşünme biçimine karşı çıkmış, felsefi tefekkürün bizi varlığımızı kavramaya, dünyada yerimizi almaya, sorumluluklarımızı yerine getirmeye yönelteceğini savunmuştur. Abduh mantık ilmiyle ilgilenmiş, o zamanlar da çoğu el yazması olan klasik mantık eserlerini incelemeye almıştır. Eserleri şerhlerinden değil orijinalinden okunması değerlendirilmesi gerektiği görüşünü Afgani’den alarak uygulamaya başlamıştır. Ona göre akli deliller imanı zayıflatmaz aksine güçlendirir ve düşünme sanatı ve bilimi olan mantık İslam kelamının değerinin anlaşılması için zorunludur. İyi ve doğrunun tanımlamasının yapılabilmesi için sadece akıl yeterli değil, hakikat aşkı, doğruluk ve cesaret gibi meziyetlerde gereklidir. İctihad kapısının değişen dünyada ortaya çıkan sorunlara tatmin edici cevaplar verebilmek için açık olduğunu ve bireysel içtihadların önünün açılması gerektiğini savunmuştur. İctihadın dini dogmatiklerle başa çıkma da kullanılabilecek temel unsur olduğunu söylemektedir. Abduh’un dinler tarihi felsefesi İslam’ın akılcılığını dini tekamülün son aşması olarak görür. İlk dinler sert ve kesin kurallar koyarak insanların duyu organlar ına hitap etmiş ve peygamberlerde bu yönde çarpıcı mucizeler göstermiştir. Daha sonra insanların ruhuna ve kalbine hitap eden Hıristiyanlık gelmiş ve bu din dünya hayatından el etek çekmeyi isteği için insanlar tarafından tahrif edilmiştir. Son olarak akli olgunluğa ulaşan insanlık İslamiyet gelmiş ve hem akla hem ruha hitap etmiş, insanları din adamlarına bağlılıktan kurtarmıştır. Abduh hür irade konusuna paragmatist yaklaşmaktadır. Her şeyin önceden takdir edildiği varsayımını, aklın tanıklığını reddetmeye, tüm sorumlulukları yok saymaya ve şeriatın saf ve yalın olduğunu inkara götürür diyerek reddeder. Eğer kişi belli bir zorunluluğu takip etmek zorunda kalsaydı erdemden söz edilemeyeceğini, özgürlük olmadan erdemin olmayacağını söyler. İradei cüziyye yok sayılırsa kişinin kendi iradesi dışında kalan şeylerden sorumlu tutulması söz konusu değildir. Allah’ın herşeyi bilmesi ve bu bildiklerinin gerçekleşmesi tabiat ilimleri ile alakalıdır, insan için iradesini uygulayabileceği daha özgür bir alan vardır. İslam kaderciliği reddeder. Kadercilik İslam’a sonradan yamanmış ve Müslüman halkları sömürmek için kullanılmış olan bir kavramdır der. Abduh iyi ve kötü arasındaki farkın açık olduğunu bunun sağduyu ve vicdan vasıtasıyla kavranabileceğini söyler. İnsan vahye ihtiyaç duymadan zekasıyla bu ikisi arasındaki ayrımı yapabilir. Kişi akletme yoluyla Allah’ın varlığı ve sıfatlarını tasdike dip, ruhun ölümsüzlüğünü , yaptıklarının karşılığını alacağını bilir. Ancak insanoğlu kendisini yalnız aklın yönlendirmesine izin vermez ve akıl tek başına insanı mutluluğa ulaştırmak için yeterli değildir. İnsanların çoğu bu mutluluğu elde edebilmek için bir rehbere, bir peygambere muhtaçtır. Abduh sosyoloji ile ilgilenmiş ve “Mısır’ın en büyük sosyoloğu ve ıslahatçısı” ve “ tekamülü zirveye ulaştıran kişi” olarak bilinir. Tarihi, gerçek bir bilim ve felsefi çalışmalar için vazgeçilmez bir disiplin olarak görmektedir. Ona göre tarih anlayışı Allah, insanları tedrici bir şekilde belli bir dünya görüşü edinmeye doğru yönlendirmektedir. Abduh toplu halde yaşamanın insanın doğasının bir gereği olduğunu ve bu dünyada zorluk çekmeden yaşamak için başkalarına muhtaç olduğunu düşünür. Aktif işbirliğine önem verir. Birlik olamadan erdemin olamayacağını söyler. Birlik duygusu aile de verilmeye başlanır. Kadınlara ve erkeklere ailede eşit sorumluluklar yüklenmelidir. Kadınları eğitmek erkekleri eğitmek kadar önemlidir. Kadınları geri ve cahil bırakmanın bir suç olduğunu söyler. Abduh’a göre tekamül üç evredir. İlk evre insanların inançlarının animistik olduğu, ilgilerinin fiziki kaygılar olduğu evredir. İkinci evre, toplumsal hayata geçişin ve toplumsal hayatta düzenlemelerin olduğu nübüvvet evresidir. Üçüncü evre ise bizim de yaşamış olduğumuz hata çağıdır. Peygamberden uzak kaldıkça kalplerimizin katılaştığı ve insanların dinden uzaklaştığı dönemdir. Evrensel vicdanın uyandırılması ile insanlık izlemesi gereken yolu tekrar bulabilir. Abduh’un bu düşüncesi Stoacıların insan doğuştan kötü değildir, iyiye meyilli bir fıtrata sahiptir anlayışından almaktadır. İyi insanın tabiatıyla o kadar iç içedir ki sadece bir parça öğüt ya da hatırlatıcı herhangi bir şey insanın iyi olanı kavraması için yeterlidir. Eğer insanoğlu kendisinde doğuştan var olan iyiyi ortaya çıkarır ve fıtratına uyarsa insanlara temelinde barış, sevgi ve uyumluluk olan erdemli topluluğu meydana getirebilir. Abduh İslam toplumunda dini ıslahatlar yapmaya çalışmıştır. Ona göre dini ve felsefi problemlerin çoğu ahlakla ilgilidir. Bu sebepten bütün gayretini ahlaki reforma yöneltmiştir. Dinde ıslahatın amacı, insanların inançlarının kendilerinin daha ahlaklı olmalarını sağlayacak ve sosyal durumlarını iyileştirecek bir hale getirilmesidir. Müslüman ıslahatçının görevi dini inançları tahsis etmek, yanlışlara son vermek, bu yanlışların bir sonucu olan dini metinlerin yanlış anlaşılmalarını önlemektir, yani , inançlarını sahih kılmak yoluyla insanları daha ahlaklı hale gelmelerini sağlamaktır. Islahata dini kavramlarla başlanmalıdır. Kelami ya da felsefi problemlerin çoğu , iradei cüziyye, nübüvvet ve Allah’ın sıfatlarıyla alakalı problemlerde olduğu gibi ahlaki şartlardan kaynaklanıyordu. Abduh İslam ahlakının yeniden tesisi için eğitimde ıslahatı zorunlu olarak görmektedir. Abduh’a göre Kur’an dünya ve ahiret saadetini elde edebilmeleri için insanlara bir ahlak klavuzu olarak gönderilen kutsal bir kitaptır. Ona göre en önemli mesele Kur’an’ın lafzi manalarına takılıp kalmayıp özünü ve genel anlamını açıklamak gerekir. Bu yüzden lafzi manaya açıklamaya yönelik olan Kur’an tefsirlerini de boş olarak görmektedir. Abduh’a göre dil bilgisi kuralları için Kur’an’ı kriter almak gerekmektedir. Abduh müfessirler arasında ihtilaf sebebi olan konulara kendi tefsirinde yer vermemiştir. Sadece açık ve muhkem ayetlere itibar edilmesini, müteşabih ayetlerin bir kenara bırakılmasını yani görüş ayrılıkları ve hizipleşmelere neden olabilecek şeylerden kaçınılmasını söyler. Eğer yüzeysel anlamı antropomorfizm taşıyan bir metinle karşılaşılırsa metin bir kenara bırakılır ve metnin yorumlaması yapılır. Kuranda efsane hurafelerin yer alması imkansızdır. Kuran salim akılla uyum içerisindedir. Bu yüzden de kişi şahsi görüşleri ile değil mütevatir haberlere dayalı tefsir yapmalıdır. Birçok müfessirin uzun hikaye ve menkıbelerini reddeder. Bunların metnin anlaşılmasını geri plana attığını savunur. Muhammed Abduh ekolü İslam’ın tüm kültürler, tüm zamanlar ve tüm halklara uygun evrensel bir din olduğu prensibinden hareket eder. Abduh’un tefsiri Kur’an’ın manevi anlamını akla uygun bir şekilde vermeye çalışmaktır. Abduh Müslümanların dini uygulamalarına sonradan sokulmuş olan yenilikleri, bidatı şiddetle eleştirir. Özellikle ulemanın yanlış anlamış olduğu eski metinleri daha da yanlış bir şekilde tefsir ve şerh etmekten başka hiçbir şeyle ilgilenmediklerini, ülkelerinin menfaatlerine tamamen kayıtsız kaldıklarını, içinde yaşadıkları çağın ihtiyaç ve sorumluluklarından habersiz olduklarını ve neredeyse kendilerini toplumdan soyutlamış olduklarını söyler. Abduh dışta değil içte ıslahatın gerçekleşmesini istemiştir.