You are on page 1of 19

1.

İnsan Bilgisinin Ayırıcı Nitelikleri


İnsanlar hem organik varlıklarla hem de cansız fiziksel nesnelerle büyük ortaklıklar barındırır. Ancak insan olmak onu
diğer canlılardan ayıran önemli özelliklere sahip olmak demektir. İnsan yeteneklerini kullanarak kendini ve dünyayı
önemli oranda değiştirebilir.
İnsan denen canlıyı insan yapan en önemli özelliklerden biri bilgi kavramındadır. Bilmek, bilgiyi işleyerek yeni
bilgiler ve dünyevi değişimler yaratmak insanın temel işlevleri arasındadır.
Bazı durumlarda diğer canlıların da bilgiye sahip olup olmadığı düşünülür. Örneğin bir hayvanın karnının acıktığının
farkındalığı bir içgüdüsel farkındalık mıdır yoksa bilgi sahibi olduğundan mıdır? Kuşların belirli yöne doğru
sapmadan göç edebilmeleri de aynı şekilde bilgi sahibi olduklarından mıdır? Ancak bu, içgüdüsel bir farkındalık
sahibi olan hayvan türünün ‘bilgi’ sahibi olup olmadığı kesin bir tarzda saptanması anlamında çetrefilli bir konudur.
Diğer bir konu bedensel bilmedir. Örneğin bisiklete binmeyi öğrenen bir insan bedensel bir öğrenme gerçekleştirmiş
olur. Bu bilgi türüne de öğrenilmiş bedensel bilme denir. İç hallere dair farkındalık, dünyaya/doğaya yönelik
içgüdüsel farkındalık ve öğrenilmiş bedensel bilme basit diye nitelenebilen üç farkındalık tipidir.
İnsanı bu noktada ayıran konu yaptığı şeyin bilgisine sahip olması ve bunu kavramlarla ifade edebilmesidir. Örneğin
bir köpek su içme eylemini gerçekleştirebilir ancak su içme eyleminin kavramına sahip değildir.
Dünyaya ilişkin bilgiler kavramlar ile ortaya çıkmaktadır. İnsanları diğer canlılardan farklı kılan dilsel, kavramsal ve
akıl yürütmeye ilişkin yeteneklerle donatılmış olmasıdır. Bu yeteneklerin veya kapasitelerin tümünü kısaca ‘logos
sahibi olma’ ifadesiyle betimleyebiliriz.
Bilgi ve Logos
Yukarıda anlatıldığı üzere kavramsallaştırma gerektiren ve sözel dolaşıma giren bilgi türü, ‘farkındalık’ veya
‘bedensel bilme’ hallerinden oldukça farklıdır. Kavramsal ve sözel bilgi insana özeldir ve onun bilişsel farklılıklarını
yansıtır. İnsanın bu özelliklerini betimleyen felsefi deyimlerden biri logos'’tur. Logos en gelen anlamıyla, akla ve
akılcılığa ait olan ile ilintilendirilmiştir. Logos kavramı insan bilgisinin ayırt edici yönlerinin tanımlanmasında
kullanılır.
Yunanca bir deyim olan logos, biyo-loji, psiko-loji, epistemo-loji gibi disiplin adlarında son ek olarak da yer alır ve
‘açıklama’, ‘gerekçe’, ‘sebep’, ‘mantık’, ‘bilim’, ‘kelam’ gibi değişik anlamlara gelir.
Buradaki akılcılığın mutlak insan aklına dair olması gerekmez. Buna felsefe tarihinden bir örnek vermek gerekirse;
Ünlü Alman felsefeci G. W. F. Hegel, biz insanların ‘ akla sahip ’ canlılar iken, bizim kavramaya çalıştığımız varlık
alanının ‘akılcılıktan’ nasibini almamış olmasının bütünüyle saçma olduğunu düşünmüş ve bilenbilinen ayrımının
kesin hatlarla yapılmasına karşı çıkmıştır. Bu düşünceye göre, hem bilen özneler hem de bilinen nesneler aynı akılcı
süreçsel büyük düzenin içinde yer alırlar.
Kısacası, insanın dışında kalan evren için de akılcı bir düzen (veya bir logos) çerçevesinde işliyor diyebiliriz. Burada
önemli olan nokta logos kavramının insanın ayırt edici özelliklerinin tanımlamasında nasıl kullanılabileceğidir.
İnsanın Tarih İçindeki Bilgisel Serüveni
İnsan zihinsel veya işlevsel becerileri sayesinde tarihsel bir yol kat ederek taş devrinden internet çağına kadar farklı
yenilikler gerçekleştirmiştir. Bilgiyi bedenin dışında biriktirmenin yollarını keşfetmiştir. Bir hayvan yavrularına
deneyimlerini aktırma şansına sahip değilken, dünyaya gelen her bebek bir dünya bilgisi okyanusunda doğmaktadır.
Bu şekilde gelişmeyi sağlayan simgesel yapılar, insanın neredeyse ikinci doğası haline gelmiştir. Modern insan, bu
haliyle, kavramsallığın ve bilginin bir ürünü ya da sonucudur .
Eğer fizik, kimya, matematik ve diğer pek çok alanda biriktirilen bilgi ve sanat, felsefe gibi alanların yaşamımızda
sunduğu kavramlaştırmalar veya simgesel derinlikler yaşamımızdan çekilip alınsaydı, tahminen insan yalnızca doğada
ayakta kalmaya çalışan birer basit memeliye dönerdi.
Böyle bir süreçten geçerek ilerleyen ve yaşamı boyunca dünyaya sürekli kavramların penceresinden bakan modern
insanın ‘bilgi’ olarak aldığı şey, diğer canlıların sahip olabileceği bilgilerden niteliksel ve kategorik olarak
ayrılmaktadır. Buradaki amaç kavramsallıktan yoksun olduğu düşünülen hayvanın bilgi açısından ne durumda
olduğunu saptamak değildir. Farklı konulardan yola çıkıp kafa yorarak fikirler üretip, kavramsal (veya içinde logos
barındıran) bilginin önemine dikkat çekmektir. Tüm bunları anlamak açısından bilgi türlerine ve onların iç
dinamiklerine ışık tutmak önem taşımaktadır. Bu kavramlardan biri de enformasyondur.
Bilgi ve Enformasyon
‘Bilgi’ ile onunla ilintili bazı kavramlar birbirleriyle karıştırılmaktadır. Bunlar arasında en önemlisi ‘enformasyon’
kavramıdır. Enformasyon kavramının Arapçası ‘malumat’tır (malum olan, yani bilinen şeyler anlamında).
Yaşadığımız çağ için bazen ‘Bilgi Çağı’ bazen ‘Enformasyon Çağı’ denilmektedir. Oysa bu iki kavram birbirlerinden
farklıdır.
Enformasyon toplumsal olarak dolaşımda bulunan ve farklı iletişim birimleri arasında aktarılabilen unsurlardır. Bilgi
ise, enformasyonla ortak özellikler taşımasının yanı sıra, ‘bilmek’ kelimesinin gösterdiği gibi en temelinde fiil veya
eylem kipinde ifade edilebilecek bir zihinsel durumdur.
Enformasyon daha çok bir tür bilişsel hammaddedir ve insan bilgisine temel oluşturabilir. Örneğin bir konu hakkında
haberleri, yazıları, gazeteleri incelemek o konu hakkında bilgi sahibi olma ve bilgi edinilme yolunda ilerleme
sağlayacaktır. Bilgi peşinde koşan insanlar genelde gözlerini enformasyon parçalarının ötesinde bir hedefe dikerler.
Bu onların oldukça karışık, zahmetli ve logosun üst düzeyde kullanımını gerektiren işlere girmelerine neden olur.
Bilgi ve Nesnellik
Bilgi, nesnellik kavramıyla da ilişkilidir. Yaşama dair edinilen bilgiler bireyin zihninde barınırlar, yani özneye ait
unsurlar olurlar. Dolayısıyla her zihinsel durum, tikel bir zihinde veya zihinlerde barınabilir. Bu durum, ‘bilme’ye dair
kişisel bir keyfiyet ekliyor olduğu anlamına gelmez. Çünkü bilgi, içeriğinin veya doğruluğunun
belirlenmesi/kanıtlanması ile öznellikten ayrılması anlamına gelir. Örneğin Dünya ile Ay arasındaki ortalama
uzaklığın 384400 km olması, öznellikten uzak, nesnel bir şekilde belirlenmiş bir bilgidir. Ancak Dünya’nın Ay’dan
daha güzel olduğunu söylemek veya Dünyanın bir tepsi gibi şekle sahip olduğuna inanmak öznel düşüncelerdir.
Bilginin Değeri
‘Bilginin değeri’ üç ana başlık altında incelenecektir. Ancak şu da bilinmelidir ki bu ayrım mutlak olmadığı gibi
konuyla ilgili olarak herkes bu ayrımı kabul etmeyebilir.
Türsel veya Biyolojik Nedenler
Bilginin değeri konusunda en temel düzeyde belirtilebilecek bir nokta şudur: Dünyaya dair sahip olunan bilginin en
kritik işlevlerinden biri, dış etkenlerle baş etme, doğadan gelecek tehditlere karşı bireyin yaşaması ve türün devamının
sağlanması yönünde etkin rol oynamaktadır. ‘İnsan Bilgisinin Ayırıcı Nitelikleri’ başlıklı bölümde, iç hallere dair
farkındalık, doğaya yönelik içgüdüsel farkındalık ve öğrenilmiş bedensel bilme olarak adlandırılan üç farklı
farkındalık tanımlanmıştı. Bu ‘ ilkel ’ ya da ‘ temel ’ diyebileceğimiz bilgiler yaşamın devamına hizmet eder. Örneğin
bir ceylanın ‘çevredeki sıra dışı devinimleri tehdit olarak algılayabilme’, ceylan türünün yok olmadan devam
edebilmesi anlamında kritik öneme sahiptir. Bununla birlikte, basit bir pusuladan tıp bilimi sayesinde ileri düzeye
getirilmiş tedavi yöntemlerine kadar pek çok buluş insan türünü tehlikelerden koruma, yaşam süresini arttırma ve
yaşamı niteliksel olarak iyileştirme amaçlarına hizmet etmektedir.
Gündelik veya Pratik Gerekçeler
Bilgi, hem gündelik hem de bilimsel bağlamlarda işe yaraması nedeniyle değerlidir. İnsanın sahip olduğu bilgilerin
büyük bir kısmı, eylemsel boyutta yarattıkları sonuçlar ve nedensel ilişkileri nedeniyle değerlidir. Yani bilgiyi edinme
nedeni önemli bir etmendir.
Bilginin pratik veya pragmatik gerekçelerden dolayı değerli olması, ‘türsel veya biyolojik nedenler’den kaynaklanan
değerden daha farklı bir dinamiğe sahiptir. Bilgiyi insan için değerli kılan nedenlerin çoğunluğu, doğal koşullar ve
biyolojik yapıdan ziyade, insanın bilinçli olarak ortaya koyduğu tasarlama ve eyleme girme süreçlerinin sonuçları ile
ilgilidir. Bu küme içine giren gerekçeler yani kavramsallaştırmayı gerektiren, toplumsal yapı içinde sözel dolaşıma
giren, logos barındıran unsurlar, pratik anlamda teleolojik (ereksel) diyebileceğimiz bir kimliğe sahiptirler.
Yani bilgi edinme isteğinin nedeni çoğunlukla bilgiye duyulan saf arzu değildir. Günlük yaşamda ve
bilimsel/teknolojik bağlamlarda bilgi bu kadar insan işine yarayan –yani araçsal nitelikte- bir olgu olmasaydı, insan
için değeri bu denli yüksek ve kritik olmazdı.
Bilginin Öz Değerine Dayanan Gerekçeler
Bilgi yalnızca ‘ doğal ’ ve ‘ araçsal ’ gerekçelerle değil, kendi içinde ve kendinden dolayı da değerli bir kavramdır.
Bu yaklaşım, önemli bir ölçüde felsefi bir temele dayanır.
Sanal veya yalan bir dünyanın sunduğu zevkler ve mutluluklar ne olursa olsun, insan, sürekli kandırılma halinde
yaşamaktansa, gerçek dünyanın kendisini deneyimlemek ister. O yüzden, yukarıda betimlenen tarzda ‘mükemmel
ancak sanal’ bir yaşam sürmekte olan bir insan, içinde yaşadığı dünyanın gerçek olmayabileceği şüphesi karşısında
bilgilenmeyi ve gerçeği öğrenmeyi isteyecek ve kandırılmakta olduğu şüphesiyle yaşamaya katlanamayacaktır. Bu
durum bize, bilginin zaman zaman rahatsız edici sonuçlar doğurma olasılığına rağmen kendisi için arzu edilebilecek
bir şey olduğunu gösterir. Ancak buradaki seçim, yani bilgiyi arzulama, evrensel olmayıp herkes için geçerli
olmayabilir.
Bilginin kendisi için istenilen olması, bilgi kavramına felsefi ilgilerle yaklaşan insanlar açısından önemli bir noktayı
gündeme getirmektedir. İnsanlar bilgi gibi kritik bir kavrama sadece düşünsel veya felsefi bir merak yüzünden ilgi
duyabilirler. Bu durumu, bir anlamda, insanın logos sahibi veya logos içinde yer alan bir varlık olmasıyla
açıklayabiliriz.
‘Merak etme’ yeteneği hayvanlarla paylaşılan bir özelliktir. Ancak bir kedinin merakından farklı olarak, insanın
merakının nitelikleri ve karmaşıklık derecesi onu değişmeye ve dönüşmeye yatkın, kendi varlıksal sınırlarını her
zaman zorlamaya eğilimli bir canlıya dönüştürmüştür. Ayrıca insan bu merakı gidermek için yalnızca harekette veya
eylemde bulunmaz; aynı zamanda hareketlerine üst düzey bir yorum getirme isteği de geliştirebilir. Bu yorumlama ve
anlama isteği/yeteneği, bilim, felsefe, din, sanat gibi insana özgü üst düzey eylem kiplerinin veya toplumsal alanların
oluşmasına neden olmuştur.
Felsefi merak bu anlamda çok önemlidir. İnsan olmanın bir parçası olan ‘merak etme’ kapasitesinin bir uzantısı, bu
bağlamda, bilgiye dair daha üst düzey bilgi edinme ve kavrayışa ulaşma arzusudur.
2. Kurumsal Bir İşlev Olarak Epistemoloji
Epistemoloji bilgi kavramı üzerine geliştirilen kuramsal bir çalışma türüdür. Bilgi kavramının kendisine kuramsal bir
bakış açısı getirmeyi hedefler. Epistemoloji bilgi dağarcığımıza yeni bilgiler eklemek yerine, bilgiyi felsefi açıdan
inceler. Bu ifadeler, felsefe metinleriyle ve felsefi sorunsallarla ilk kez karşılaşan kişiler için kafa karıştırıcı ve
açıklanması gereken bir durum sunar. Sorgulama ve açıklama yapmanın ilk aşamasında epistemolojinin tam olarak
nasıl bir kuramsal çaba olduğunu sorabiliriz.
Epistemolojinin kuramsal çabası tek bir sınıf altında toplanmaz. Çünkü bilgi üzerine yürütülen felsefi çalışmalar
çeşitlilik ve kuramsal renkler içerir. Ancak öncelikle, kuram diğer bir anlamıyla teori kavramını felsefi olarak
inceleyelim. Theoria Yunancada ‘theorein’ (bakmak, izlemek) kökünden gelir. ‘Theorein’ fiilindeki ‘bakma’,
‘karışmaksızın uzaktan ilgiyle izleme’ gibi bir anlam taşır.
Kuramsal veya teorik deyimine bu bilgi ışığında yaklaşımda bulunabiliriz. Günlük yaşamda teorik kelimesini
“gözlenebilir olgulardan uzak” veya “soyutluk derecesi nedeniyle anlaşılması zor” gibi anlamlarda kullanırız. Ancak
kelimenin kökenindeki anlamından yola çıkarsak; kuramsal bakış kavramının “belli bir uzaklıktan ilgiyle izleme”
kavramıyla ilişki olduğu söylenebilir.
Felsefe açısından bakıldığında, “kuramsal ilgi” ya da “kuramsal araştırma” aslında felsefenin olanaklı olmasının en
temel koşuludur. İnsanım en önemli özelliklerinden biri algının ötesine geçerek kuramsal düşünebilmesidir. Örnek
verecek olursak sıradan bir insan çatala baktığı zaman o nesneyi algılanabilen özellikleri ile kavrar. Aynı çatalı
mikroskobik ölçülerde inceleyebilen bir bilim insanı için çatal, atomaltı parçacıklardan oluşan bir şeydir. Bu tarz
düşüncenin felsefe alanında kullanımı ise; felsefenin alt alanlarında, çeşitli bilimsel disiplinlerde olduğu gibi,
nesnelerden oluşan dünyaya farklı bir bakış getirilmeye çalışılması şeklindedir. Bu anlamda felsefenin kuramsal
perspektiflerinin yöneldiği dünya, üzerinde var olduğumuz ve nefes aldığımız somut dünyadır. Felsefeci
deneyimlenen dünyaya farklı bir yaklaşımda bulunabilir. Felsefi irdelemeler dünyaya ilişkin derin bir bakış içerir; bu
da insanın ‘logos’ unun üst düzey uygulamasının bir sonucudur.
Kuramsal düşünmenin veya logos’un üst düzey uygulanmasının felsefede karşımıza çıkan çarpıcı örneği tanımsal
işlevlerdir. İnsanların gündelik yaşamda bilgi ve kavramları somut anlamlarıyla düşünürler. Soyut bir kavram
sorulduğunda somut örneklerle o kavramı açıklamaya çalışırlar. Ancak bu açıklamalar tanım değildir. Platon ve
Aristoteles’in üzerinde durduğu gibi, bir kavramın tam anlaşılabilmesi ile o kavramın örneklerini başarıyla
saptayabilme farklı türde yeteneklerdir. Felsefeciyi diğerlerinden ayıran özellik kuramsal ilgilerinin olması ve
özellikle de kavramların kendileriyle ilgilenmesidir.
Bilgi kavramı konusunda kuramsal bir ilgi beslemenin sebebi, insanın bilişsel gelişmişlik açısından diğer
hayvanlardan farklı bir canlı olduğu gerçeğinde yatmaktadır. Felsefenin diğer konularında olduğu gibi, yaşam ve
dünya üzerinde kuramsal düşünce geliştirme insanın bilincini daha üst bir düzeye çıkarır.
Epistemolojinin Temel Konuları ve Sorunları
Epistemolojinin kendisine sorun olarak aldığı temel konuları gözden geçirip, epistemoloji alanını daha somut bir
tarzda anlayalım.
İnsan Bilgisinin Kaynakları
Bilgi sahibi olmak bizim için en sıradan görünen olgulardan biridir ancak bilginin kaynakları üzerinde çok fazla
düşünmeyiz. “Kaynak” kavramı, dar bir şekilde anlaşıldığında, toplumsal yaşantımız içinde yer alan “enformasyon
kanalları” şeklinde açıklanabilir. Örneğin, yakın çevremiz, olaylara tanıklık eden insanlar, internet bilgi edindiğimiz
kaynaklardır. Felsefi açıdan bakıldığında, “kaynak” sorusunu, insanın bilgilenme kapasiteleri veya yetileri bağlamında
ifade edilebilir.
Beş duyumuz aracılığıyla evrene açılıyoruz. O yüzden, algısal olarak “açık olmak” bizim en temel özelliğimizdir. Bu
noktadan sonra, epistemolojik açıdan bir tartışma başlar; Algısallığımız, bize bilgi sağlayan tek kaynak türü müdür?
Gördüklerimiz, duyduklarımız, dokunduklarımız, kokladıklarımız ve tattıklarımız dışında bilgilenmenin başka yolu
var mıdır? Eğer ben yalnızca görme veya duyma gibi algılar aracılığıyla bilgilenen bir varlıksam, örneğin, “erdem”
kavramının bilgisini nasıl edinebiliyorum? Bu, üzerinde düşünmeye değer bir sorudur çünkü biz davranışları
gözleyebilsek de, etik nitelikleri duyular aracılığıyla algıladığımızı söylemek garip bir iddia olur. Bu soruların özü şu
şekilde ifade edilebilir: Duyulardan önce ya da duyuların ötesinde bir bilgilenme yolu veya yöntemi var mıdır? Bu
türden sorular, epistemoloji ile uğraşanların üzerinde durduğu ve yanıtlamaya çalıştıkları önemli sorunsallar olarak
ortaya çıkmışlardır.
Bilginin Tanımı ve Kavramsal Unsurları
Bilgi kavramını açık hale getirirken, bilginin tanımına ek olarak, kuramcılar kavramsal çözümlemelerini üretme
yönünde de akıl yürütmüşlerdir. Kavramsal çözümlemeler genelde, ele alınan önemli bir düşünsel kavramın başka
kavramların bileşiminden nasıl oluştuğunu göstermeyi hedefler. Örneğin, “aşk” kavramının çözümlemesi
yapıldığında, bu kavramın “sevgi”, “ilgi”, “tutku”, “cinsel çekim”, “özlem” gibi bazı diğer kavramları barındırdığı
savlanabilir. Çözümlemeler önemli ve yararlı zihinsel eylemlerdir çünkü bu tür işlevlerin sonucunda ele alınan kavram
daha anlaşılır bir hâle gelir ve kavramın unsurları belirgin bir şekilde ortaya çıkar.
Bilginin Olanaklılığı
Felsefeciler, bilginin olanaklılığı konusunda da irdelemelerde bulunup, genelde sormaya alışık olmadığımız soruları
sorarlar. Bilginin olanaklılığı konusu “üst düzey bilişsellik” veya “bilgisellik” bize insanın olmanın özünde yatan bir
özellik gibi görünür. Felsefi sorgulamaların derinliğinin ve çapının önceden belirlenebilecek düşünsel bir sınırı
bulunmamaktadır. Elbette insanlar için düşünsel sınırlar zihinsel, dilsel ve kavramsal olanaklar veya yetiler tarafından
istemsiz olarak belirlenebilir; ancak bu “verili” sınırların içinde felsefecinin sorgulamadan kabul etmesi gereken
değişmez ilkeler veya doğrular yoktur. Felsefeyi diğer düşünme ve araştırma dallarından ayıran en önemli
özelliklerden birisi budur.
Epistemolojik çalışmaların üst düzey bir uygulaması da, bilginin gerçekten olanaklı olup olmadığı konusunda
derinlikli sorgulamalar yürütmektir. Bu sorunun önemini kavrayabilmek için, felsefenin diğer pek çok alanında olduğu
gibi, günlük alışkanlıklarımızı bir parça terk etmek, kesin gözüyle baktığımız doğruları geçici bir süreliğine de olsa
askıya almak ve sorgulamayı başka bir gözle yürütmek gerekebilir. Çağlar boyunca felsefi düşünmeyi seven insanlar
bu tür düşünsel çabalara girme cesareti göstermişlerdir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, ünlü Fransız düşünür
Descartes’ın felsefi sorgulamalarına “hiçbir şeyi peşinen bilgi olarak kabul etmeden” başlamaya karar vermesidir.
Bunun nedeni, Descartes’ın, daha önce “bilgi” olarak kabul etmiş olduğu düşünce parçalarının önemli bir kısmının
yanlış olduğunun farkına varmasıdır.
Descartes’ın yaptığı gibi, kesin ve güvenilir bilginin olup olmadığı konusunda sorgulamaya girmek son derece kökten
ve sıra dışı bir irdeleme örneğidir. Bilginin kavramsal ayrıntılarını irdelemek, bilginin olanaklılığı gibi bir konuda akıl
yürütme ve tartışma üretimi yapabilmesi mümkün hâle gelmektedir.
Bilginin Toplumsal Boyutu ve Epistemolojinin Yeni Kimliği
20. yüzyıl felsefesinde kendine yer edinmiş olan bir sorunsal, bilgi kavramı ve bilgi edinimi süreçleri ile toplumsallık
arasındaki ilişkinin saptanması ile ilgilidir. Felsefenin tarihinde epistemoloji alanında yürütülen çalışmalarda,
toplumsal unsurlar genelde tartışmalara yansımamış ve bilgi konusundaki araştırmalar neredeyse “yalıtılmış” bireysel
girişimler olarak kimliklerdir. Bu durum epistemoloji alanına sınırlı bir olgu değildir.
Eski Yunan’da, insan aklının en temel ilkeleri veya doğruları bilme kapasitesine sahip olduğu düşüncesi hâkimdi.
Platon “yurttaşlar” arasında filosofia yani “bilgelik sevgisi” işlevini yerine getirenlerin hakikati bir şekilde
kavrayabileceğinden emindi. Başlangıcında Descartes’ın yer aldığı Yeni Çağ boyunca da felsefecilerin çoğunluğu
insan aklının yapabilecekleri konusunda derin bir güven taşıyorlardı. Descartes dogmatizmden, otoritenin etkisinden,
yanlı bakış açılarından, eski alışkanlıklarından, irdelenmeden benimsenen fikirlerden etkilenmeyen bir sorgulama
yürütme hedefi taşır. Descartes’ın “düşüncenin üzerindeki olumsuz etkiler” olarak gördüğü bu unsurların çoğu
toplumsal örgütlenmeden veya toplumdaki diğer bireylerin fikir ve yönelimlerinden kaynaklanmaktadır. Böylece,
felsefeci, akılcı kapasitelerini kullanarak, çevreden kaynaklanan ve bilgiyi kirleten unsurları filtreden geçirir ve bilgiye
erişimi gerçekleşir.
Toplumsallığın bilgiye ulaşmada aşılması gereken bir engel olarak görülmesidir. Özne, bilme kapasitesine sahiptir.
Ancak, güvenilir bilgiye ulaşım için, bilişsel kapasitelerin veya bilgisel unsurlarının saflığın gerekmektedir.
Descartes’ın büyük projesini özel kılan temel neden, bu saflık arayışıdır. Bu örnekte, saflığın arandığı yer zihinselliğin
içi, saflığı bozan yer ise zihnin dışındaki dünyadır.
Ancak, epistemoloji de dâhil olmak üzere, felsefenin alt dallarının çoğunda artık oldukça farklı bir yaklaşım vardır.
Modernizmin veya Aydınlanma’nın ideallerinin büyük çapta eleştirilmekte olduğu günümüzde, felsefecilerin eski
çağlarda benimsemiş olduğu bilgisel, düşünsel veya kavramsal normların belli oranlarda yerinden oynadığını
söylenebilir. Felsefe ve özelde epistemoloji, eski alışkanlıkların çok köklü olduğu disiplinlerdir. Bu anlamda,
felsefenin alt alanlarında gerçekleşen dönüşümlerin veya düşünsel devrimlerin çoğu zaman süreçler olarak ortaya
çıkmaktadır. Günümüzde olan değişim ise, felsefenin temel alanlarında, özellikle toplumsallık ve tarihsel konularında,
yeni bir bilincin gelişmesidir. Epistemoloji de son yüz yıldır bu değişim ve dönüşümlerden büyük oranda etkilenen bir
alan olmuştur.
Felsefe Tarihi ve Epistemoloji
Epistemoloji, geçirmekte olduğu değişimlerle birlikte, Eski Yunan’da ortaya atılan sorunsallar ışında iş görmektedir.
Öyleyse: Eğer epistemoloji gibi bir alanın kuramsal görünümü önemli oranda bir değişimden geçiyor, geleneksel
sorunlar ve geleneksel felsefe yapma biçimleri yerini yenilerine bırakıyorsa, bizim çağlar önce ortaya atılmış ve
tahminen günümüzde geçerliliğini yitirmeye başlamış sorunsallarla vakit harcamamızın veya felsefenin geleneksel
yapılma biçimlerini öğrenmeye çalışmamızın tam olarak yararı nedir? Eski Yunan’ın veya Yeni Çağ’ın bilgi
kuramcılarının kafa yorduğu sorunların bir kısmı günümüzde ilginçliğini koruyor olabilir. Buna karşın felsefenin
geleneksel konularının belli bir bölümünün bizimle ve bizim içinde yaşadığımız dünyayla olan ilgisi son derece
şüphelidir. Bu durum da felsefe tarihinin yakından incelenmesi ve eskinin felsefi sorunları üzerine eğilinmesi
konularında bazı soru işaretlerinin ortaya çıkmasına neden olur.
Buna karşı çıkış, ciddiye alınması gereken bir düşünce içermektedir. Eskiye ait metinlerin tartışmaların başka bir
çağın ilgilerini yansıtmakta olduğu gerçeğinden, bizim bu tartışmalardan öğrenecek bir şeyimizin olmadığı tezinin
çıkartılamayacağıdır. Felsefe tarihinin büyük düşünürlerinin irdelediği konular ve hatta kullanılan dil zaman zaman
tuhaf ve uzak görünse de, bu konuların çoğunun günümüzün felsefi problemleri açısından önemli ipuçları taşıdığı bir
gerçektir. Bu konuda yararlı olabilecek bir yaklaşım, bazı felsefecilerin “varsayımsal sempati” adını verdikleri bir
tavır benimsemektir. Varsayımsal sempati, eserini okumakta olduğumuz büyük bir düşünürün söylediklerinin
tahminen önemli bazı noktalar içerdiği ve yazarın önemli bir fikri aktarma çabasında olduğu konusunda bir tavır
geliştirip ona bir “şans vermek” demektir. Tam terine, felsefe tarihine bakmayı reddederek, örneğin, “bilgi” üzerine
felsefi fikirler üretmeye çalışan bir kişi, geçmişte üretilen düşünceleri ve argümanları bilmediği için belli çözümleri
kendisinin yarattığı izlemine rahatça kapılabilir.
Epistemolojik Çözümlerin Bazı Anahtar Kavramları
Üst düzey kavramsal bir etkinlik olan epistemoloji kapsamında kullanılan merkezcil ve kritik kavramların önemli bir
kısmı günlük dilden devralınan bildik kavramlar olsa da, zaman zaman felsefeciler bu kavramları daha açık hale
getirerek ve bazen de belli bir oranda dönüştürerek kullanırlar. Bilgisel irdelemelere girmeden önce, epistemolojinin
sıkça kullandığı kavramlardan bazılarından bahsedelim.
Norm ve Normatiflik
Felsefenin çeşitli alanlarında yapılan sorgulama ve çözümlemelerde sık sık gündeme gelen bir konu “norm” ve
“normatiflik” kavramları ile ilgilidir. “Norm”, en genel haliyle, “düzenleyici ilke veya kural” kavramına işaret eder.
Etik kurallar normatif önermelerin en bilinen örnekleridir. Normatif önermelerin işlevlerini ve önemini iyi anlamanın
bir yolu, bu tür önermeleri normatif olmayan ifadelerle karşılaştırmaktır. Betimleyici, tasvir edici veya anlatıcı
nitelikte olan yani yalnızca bir durumu veya olguyu ileten cümleler, normatif olmayan ifadeler arasında sayılabilir.
Epistemoloji alanı içinde norm ve normatiflik konusu önemli bir yer tutmakta, ancak tartışmaya açık yönler de
taşımaktadır. İnsan bilgisinin nasıl olduğu epistemolojinin esas uğraşı alanlarından biridir. Bilginin iyi veya doğru
örnekleri epistemoloji konuları arasında yer alır. Gerekçelerle desteklenmiş inançlar, desteksiz veya kanıtı zayıf
inançlardan daha iyi ve daha tercih edilir durumdadır. Fakat açıktır ki; daha iyi ve daha tercih edilir olma,
değerlendirmesel veya normatif ifadelerdir.
Önermesel Bilgi
Bilgi kavramı epistemolojinin temel irdeleme konusu olsa da, bilginin her boyutunun epistemoloji alanı içinde eşit
ölçüde ilgi görmez ve irdelenmez. Logos içeren veya logos ’un içinde yer alan bilgi türleri içinde felsefecileri en çok
meşgul eden bilgi türü önermesel bilgidir. “Önerme” deyimi, kısaca ve kabaca “bir iddiada bulunan bir cümlenin
içeriğinde barınan düşünce veya fikir” olarak tanımlanabilir. Her cümle bir önerme değildir.
Bir önermenin bilinebilmesi felsefe tarihinde Platon’dan bu yana en büyük felsefi sorunlardan biri olarak
algılanmıştır.
Önermesel Doğru
Pek çok Batı dilinde ‘doğru’ ve ‘yanlış’ deyimlerinin normatif ve betimleyici kullanımları için birbirinden ayrı
kelimeler kullanırken, Türkçede farklı bir durum gözlenir. Dilimizde “doğru” ve “yanlış” hem normatif hem de tasvire
yönelik anlamlar barındırmaktadır. Etik kullanımda “doğru”nun ve “yanlış”ın farklı bir kavram olduğu da açıktır. Bu
kullanım kendisini betimleyici bağlamda gösterir. Betimleyici bağlamda ortaya çıkan bu kullanım kapsamında, bir
önerme için “doğru” nitelemesini kullanmak, onun dünyada olan olgularla uyum içinde olduğunu belirtme anlamını
taşır. Örneğin, “Tavuklar uçabilir” önermesinin “doğru” olmadığını söylediğimiz zaman söz konusu olan durum
budur.
Bilişsellik
Yalnızca felsefeciler değil, birçok alanda kullanılan bir deyimdir. Bu kavram, zaman zaman “bilgesel” ile eş anlamlı
olarak kullanılmakta ve “bilgi” ile olan yakın ilişkisi nedeniyle kafa karışıklıklarına neden olmaktadır. ‘Bilişsel’ sıfatı,
genelde, bir “üst düzey zihinsel işlevler yelpazesi” için kullanılır. Bu yelpazenin kapsamındaki işlevlerin en önde
gelenleri duyular aracılığıyla algılama, bellek işlevleri, akıl yürütme ve bilgilenmedir . Bu işlevlerin tümü, üst düzey
zihinselliği gerektiren süreçler içerir.
Bellek, akıl yürütme ve bilgilenmeye ek olarak algının da üst düzey bir zihinsel işlev olduğu iddiası şüpheyle
karşılanabilecek bir savdır. Ancak 1960’lardan itibaren psikolojide egemen olan bilişsel ekole göre, algı, yalın
duyulardan farklı olarak, bilinç dışı ve hızlı karar verme mekanizmalarının içine girdiği karmaşık bir zihinsel süreçtir.
Sonuç olarak, bilişsellik, bilgi kavramını da içine alan daha geniş bir kümedir.
İnanç
“İnanç” ve “inanmak” kavramları denildiğinde akla ilk gelen dinsel bağlamlardır. “İnanç sahibi olmak” deyiminin ilk
çağrıştırdığı kavram “Tanrı”dır. Tanrı inancı düşüncesine ek olarak, “inanç” kavramı, “güven” ve “kararlılık”
kavramları ile ilintili olarak da sıkça kullanılır.
Dünya bilgimiz açısından bakıldığında, inanç bilgiyi hedeflemenin ve bilgiye yönelmenin bir parçasıdır. Öncelikle, bir
inanç, “inanç” etiketini hak edebilmek için, doğru olmak zorunda değildir. İnançlarımızın bir kısmı doğru, bir kısmı
ise yanlıştır. Eğer bir insan “Güneş’in Dünya’nın etrafında döndüğüne inanıyorum” gibi yanlış bir inancı samimiyetle
ifade ederse, onun cahil veya akılcılıktan uzak olmakla suçlayabiliriz; ancak bu, insanların yanlış inançlara da sahip
olabilecekleri gerçeğini değiştirmez. İkinci olarak, her ne kadar hem doğru hem de yanlış inançlar edinmemizin
önünde bir engel olmasa da, insanlar genelde dünyaya veya evrene dair inançlarının doğru olmasını arzu ederler.
Kanıt
‘Kanıt’ deyimi günlük yaşamda seyrek olarak ve yalnızca belli bazı bağlamlarda karşımıza çıkar. Bu bağlamlara
verilebilecek tipik örnekler, polisiye ve hukuksal durumlardır. Suçluların peşine düşen polisler kanıt toplamaya çalışır,
mahkemede savcılar tutuklanan kişilerin aleyhine kanıtlar sunarlar.
Ancak, “kanıt”ın epistemolojik çalışmalar kapsamında önemli bir işlevi bulunmaktadır. Bu kavram, insanın bilgisel
durumlarının felsefi irdelemesi sırasında sıkça kullanılır. Örneğin, benim “Ay’ın üzerinde çok sayıda krater
bulunmaktadır” gibi bir inancım var. Bu inancımın epistemolojik konumunu irdelediğimizde ilginç bir durumla
karşılaşırız. “Ay’ın üzerinde çok sayıda krater bulunmaktadır” inancımın oluşma nedeni benim kişisel olarak gidip Ay
üzerinde gözlemde bulunmam değildir. Buna karşın bu inancın doğru olduğuna sanki ben olguyu doğrudan
algılamışım gibi güçlü bir şekilde inanırım. Bunun nedeni, benim “Ay’ın üzerinde çok sayıda krater bulunmaktadır”
önermesini kanıtlama veya “siciline” duyduğum güvendir. Söz konusu inancıma destek sağlayan kaynak, örneğin,
komşularım arasında geçen konuşmalar değil, bilimsel çalışmaların sonuçlarını açıklayan kitaplardır. İnsan bilgisi,
fakında olalım ya da olmayalım, ağırlıklı olarak kanıt olgusu üzerinde kurulur.
Ancak her kanıt doğru olmayabilir. Bazı kanıtlar bizi yanıltsa da “kanıt” kapsamında yer alır. Gündelik bir sohbet
sırasında yanlış bir önermeyi duyan birey bu duyumu temel alarak yanlış inanç oluşturabilir. Ancak, bu yanlış
önermeye inanan insanın da kanıtsal bir zincir içinde inanç oluşturduğunu söylemeliyiz. Kanıtın kavramsal
betimlemesi ile kanıtının yeterliliği veya yetersizliği konuları birbirinden ayrıdır.
Epistemolojik Gerekçelendirme
“Gerekçe” kavramı aslında logos’un esas anlamlarından biridir ve tahmin edileceği gibi, insanı diğer canlılardan
ayıran özelliklerin başında yer alır. Bizim sahip olduğumuz bilgilerin ezici bir çoğunluğu, bir gerekçelendirme süreci
veya yapısı sayesinde yaşam bulur. Tersinden düşünürsek, hiçbir gerekçesi olmadan edindiğimiz inançların önemli bir
kısmı epistemolojik açıdan ciddi sorunlar arz eder. Eğer bir kişi Mars’ta bitki ve hayvanların bulunduğunu iddia eder
ve ardından bu inanca sahip olma nedeni sorulduğunda tatmin edici bir yanıt veremezse, biz o kişinin inancını fazlaca
ciddiye almayız. O yüzden, insan için “bilgi sahibi olmak” büyük oranda “bilgisel gerekçelendirme süreçlerinin içinde
yer almaya yakın olmak” anlamına gelmektedir.
3. Sokrates Öncesi Dönemde Varlık Sorunsalının Ortaya Çıkışı
Eski Yunan’ın ilk düşünürlerinin özellikle varlık sorunsalı üzerinde kafa yorduğunu ve çözüm üretmeye çalıştıklarını
görürüz. Günlük yaşantımızda somut nesnelerle çevrili olduğumuzdan varlık konusunun felsefi tartışmaya yol
açmasını anlamak zor olabilir.
Felsefenin Başlangıcı: Merak Duygusu
Bilimin, incelediği nesneleri gizemli varlıklar olmaktan çıkarıp bildik nesnelere dönüştürebilmesinin bir sonucu
olarak, dünyaya ilişkin genel algımızın kökten bir şekilde dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz. Evrene dair inceleme ve
araştırmalar hâlen kesintisiz bir şekilde devam ediyor olsa da, kozmos artık bizim için görece olarak epeyce bilindik
ve anlaşılır durumdadır. Bununla birlikte, bilim ve teknolojinin gerçekleştirdiği başarıların biz insanlarda doğaya
yönelik çok yaygın bir aşinalık ve bilindiklik duygusu uyandırmıştır. Bilimsel gelişmişlik açısından ilkel olduğunu
düşündüğümüz uygarlıklardan farklı olarak, modernleşmiş insan toplulukları, şaşkınlık ve hayret duygularını belli bir
oranda yitirmiş durumdadır.
Eski Yunan felsefesinin ilk dönemlerine dönelim ve o dönemde yaşayan insanlar açısından evrenin nasıl bir görünüm
sunduğunu anlamaya çalışalım.
Diyelim ki, fiziksel bilimlerin çok gelişmediği ve sizi saran evrene ilişkin fazlaca bilgi sahibi olmadığınız bir zamanda
yaşıyorsunuz. Astronominin kritik bulgularının henüz ortada olmadığı ve örneğin, teleskopla gökyüzünü inceleme
olanağınızın bulunmadığı bir dünyada olduğunuzu düşünün. Dahası, böyle bir durumda, bilim insanlarının dünyayı
“dışarıdan” izleme olanağı da olmadığı için, Ay ve Güneş gibi gökcisimleri ile dünyamız arasındaki konumsal ilişkiyi
de tam olarak anlamış değilsiniz. Çevrenizde meydana gelen doğal olaylara dair gündelik algınız ve genel tepkiniz
nasıl olurdu? Bütün bunların ardında neyin yattığını anlama yönünde, hikâyeler ve söylenceler üretmenin dışında,
yapabileceğiniz fazlaca bir şey olmazdı.
Bunlardan yola çıkarak, eski dönem insanlarının Güneş’e ve Yıldızlar’a bakarken bizden oldukça farklı bilişsel ve
duygusal konumda olacağını tahmin etmek zor değildir. Bunlara ek olarak, eski çağlarda yaşayan insanın doğanın
içinde gerçekleşen değişimleri de ilgiyle izlediğini düşünebiliriz. Eski çağlarda yaşayan insanlar, çevrelerindeki
canlıların önce doğup sonra gelişmelerini ve nihayetinde ortadan kalkmalarını gözlemledikten sonra, bu olgunun
gizemi üzerine varsayımlar üretmeye başlamışlardı. Elbette değişim yalnızca canlılar için değil, cansızlar için de
geçerlidir. Fiziksel nesnelerin tümü zamanla aşınır ve yıpranır. Sonuç olarak, içinde yaşadığımız dünyada değişim
evrensel bir kural olarak görünür.
Değişimin Felsefi Açıdan İrdelenmesi ve Varlık Sorunsalının Ortaya Çıkışı
Eski Yunan’ın ilk düşünürleri doğal meraklarını yalın gözlemlerle birleştirerek önemli bazı sorunlar gündeme
getirmişlerdir. Gözlemledikleri olgular ve onlardan çıkardıkları sonuçlar basit görünmekle birlikte, çok kritik felsefi
noktalar içermektedir.
Doğada var olan şeylerin hepsi geçicidir, bitimlidir. Bizi saran evrende “sürekli değişimin” dışında kalıcı veya sabit
hiçbir şey yoktur diyebilir miyiz? Bu soruya “evet” yanıtı vermek kolay değildir çünkü her şeyin gelip geçici olması
fikri bizim kozmos anlayışımızla tam olarak örtüşmemektedir. Tüm değişimlerin ardında değişmeyen unsuru veya
unsurların olması gerektiği düşüncesi Eski Yunan’ın erken dönem felsefecilerinde ilk ifadelerini bulmuştur.
O hâlde, Batı Felsefesi’nin başlangıç noktasında sorulan temel soru, doğadaki değişimlerin ardında yatan ve
değişimlere temel teşkil eden “değişmeyen unsurların” veya “açıklayıcı ilkelerin” ne olduğuyla ilgilidir. Eski
Yunan’da karşımıza çıkan bu düşünsel çabayı, “açıklama potansiyeli taşıyan” diğer toplumsal/düşünsel işlevlerden
tam olarak ayıran nedir? Eski uygarlıkların mitolojileri ve efsaneleri de dünyevi olguların ardında yatan nedenleri
açıklamaya yönelik ifadelerle doludur. Kısacası, mitoloji de bir tür anlamlandırma ve açıklama çabasına karşılık gelir.
Öyleyse, felsefeyi ayrıcalıklı kılan özellik nedir?
Değişim içinde değişmeyenin ne olduğunu saptama çabasına giren ilk felsefeciler, var olan şeylerin ardında yatan
temel unsurun veya ana ilkenin ne olduğuna ilişkin farklı görüşler ileri sürmüşlerdi. Thales her şeyin kaynağının “su”
olduğunu, Anaksimenes ise “hava”nın en temel element olduğunu savlamıştı. Bu düşünce Empedokles ile bir aşama
ileri gitmiş ve nesnelerin ve değişimin temelin dört elementin yattığını iddia etmişti: toprak, su, hava ve ateş. Bu
örneklerle ilk olarak, erken dönem düşünürlerin tümünde dünyasal olguları açıklayacak genel nitelikteki ilkeleri
ulaşma çabalarını görebiliriz. İkincisi, bu düşünürler açıklamalarında çoğunlukla doğaüstü veya mitolojik unsurlara
başvurmadan, insanın dünyasına ait kavramları kullanmayı tercih etmişlerdir. Bu düşünürlerin fikirlerinin hem bilimin
hem de felsefenin başlangıç noktasında yer almalarının esas nedeni budur.
Fiziksel nesnelerin dünyasında meydana gelen “oluşumlar” ve “değişimler” bizim doğrudan gözlemlediğimiz
olgulardır. Bu bilimsel veya felsefi düşüncenin kökeninde, Eski Yunan’ın “değişendeğişmeyen sorunsalı”
yatmaktadır. Doğadaki nesneler oluşur ve yok olurlar; nesnelerin temel elementleri veya varlıksal ilkeleri ise kalıcı
niteliktedir.
Her ne kadar insanlar kendilerini değişen dünyanın bildik nesneleri ve olguları ile sarılmış durumda buluyorlarsa da,
insan aklı felsefi bir sorgulama yürütüp, değişimin ardında yatan ilkeleri ve gerçekten var olan şeyi anlamaya da
yönelebilir. Bu çaba, felsefede metafizik olarak bilinen alanın çıkmasına neden olmuştur.
Platon ve Aristoteles’in Felsefelerinde Varlık Sorunsalı
Antik dönemin ilk düşünürlerinin ortak bir özelliği, doğanın düzeninin anlaşılması sorunsalına gösterdikleri özel
ilgidir. Sokrates’le gelen etik varlığı ve yaşama biçimi konuları Platon ve Aristoteles için de büyük önem taşır.
Platon ve Tümeller Kuramı
Bir kavramın örneklerinin o kavramın kendisine eşlenik olmadığı düşüncesidir. Kavram, algıyla değil akılla anlaşılır.
Platon’un temel amacı yalnızca düşünsel sorgulamayı sürdürmek ve kavramlar konusunda insanların cahilliklerini
sergilemek değil, onun da ötesinde, büyük çapta bir felsefi kuram veya model sunmaktır. Atinalıların son derece
haksız bir yargılama sonucu hocasını ölüme mahkûm etmelerinde çok etkilenen Platon’un savunduğu kuram, tümeller
kuramı olarak bilinir.
Platoncu bir gözle bakarsak, çevremizde algılamakta olduğumuz nesneleri belli kategoriler altında toplayabilmemiz,
oldukça ilginç ve açıklamayı gerektiren bir yön içermektedir. Çevremizdeki fiziksel nesnelerin her biri kendi başlarına
var olan ayrı nesneler olsa da, onların ne oldukları sorusu gündeme geldiğinde “tek tek nesnelerin kendilerinin
ötesinde” bazı unsurlara bakmamız gerektiği açıktır.
Diyelim ki, canlı ve cansız nesnelere özel isimler verdiğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Böyle bir durumda iletişim son
derece zor olurdu. Örneğin, kırmızı karanfil ifadesini kullanan birinin nasıl bir nesneden bahsettiği hemen anlaşılır.
Bu örnekleri daha iyi anlayabilmek için, tikel ve tümel kavramlarını net bir şekilde tanıyalım. “Tikel”, nesnelerin
tekliğini ve kendileri olma durumunu ifade etmek için kullanılır. “Tümel” kavramı ise, tikelleri tanımlayan tür adları
ve tikellerin edindiği nitelikler kullanılmaktadır. Örneğin, bu satırları okuyan insanların her biri, bahçemdeki ceviz
ağacı, vazomdaki kırmızı karanfil tikel birer nesnedir. “İnsan”, “ağaç”, “karanfil” ve “kırmızı” ise tümellerdir. Felsefi
çözümleme ve açıklama çabalarının bir parçası olarak, tümellerin ve tikellerin varlıksal konumlarını veya işlevlerini
kavramsal olarak ayırıp irdeleyebiliriz. Platon ve Aristoteles’in bu alanda yaptığı irdelemeler çok kritik önem taşır ve
kendilerinden sonra gelen düşünce biçimlerini çok büyük alanda belirlemişlerdir.
Bu konuyu daha derinlemesine incelersek; nesnelere verilen isimler söz konusu olduğunda biz hem tikel hem de tümel
boyutta hareket ederiz. Özel isimler konusu olduğunda biz hem tikellere özgüdür ve evrende bulunan tek bir nesneye
yöneliktir. Buna karşın birden çok nesneye kırmızı, ağır, uzun gibi nitelemeler kullanabiliriz. Tek olan bir şeyin aynı
zamanda çok olması, Platon’un dikkatini çekmiştir.
Platon’un bu sorunsala verdiği yanıt ise: Örneğin, bizim “domates” olarak bildiğimiz farklı nesneler için aynı cins
ismi (domates) kullanmamız o nesnelerin “domates olma” adını verebileceğimiz evrensel bir özelliği içlerinde
barındırmaları yüzünden olanaklıdır. Doğal olarak, tek tek domatesler ayrıntılarda birbirlerinden farklı olabilir. Ancak
ayrıntıda birbirlerinden çok farklı olan domatesler, her şeye rağmen, “domates olma” kıstasına uydukları için bu adı
almışlarıdır. Bizim farklı nesnelere ‘domates’ adını vermemize olanak sağlayan “domates olma”nın tanımı veya
kavramı ise değişmez. Ancak Platon’a göre, insan aklının “bilgi” ve “kavrama” adına gerçekleştirebileceği esas başarı,
dünyada domateslerin ve diğer nesnelerin esas başarı, dünyada domateslerin ve diğer nesnelerin hangi durumda ve ne
özelliklerde olduğunu gözlemlemek değil, tümellerin veya kavramların bilgisine ulaşmaktır.
Bilgisine ulaşılacak tümellerin gözlemlenen dünyanın içinde olamayacağı açıktır. Dünyamız üzerinde, daha önce de
üzerinde durduğumuz gibi, değişim ve bitimlilik esastır. Fakat bir “kavram” bozulup yaşamını sonlandırabilecek bir
şey değildir. İnsan bilgisine ve anlayışına temel teşkil eden bu değişmezler için Platon ‘idea’ ve ‘form’ deyimlerini
kullanmıştır. İdea hem varlıksa hem de bilgisel anlamda belirleyicidir. Aynı zamanda tikel nesnelerin belli türden
şeyler olmalarının varlıksal koşullarını sunarlar. Bu, işin ontolojik tarafıdır. Eğer biz doğadaki bir nesneyi “domates”
olarak niteleyebiliyorsak ve ona dair bilgilendirme çabasına girebiliyorsak, bunun da nedeni domates ideasının var
olması ve bizim bilgisel olarak ona yönelmemizdir. Bu da işin epistemolojik boyutudur.
Platon’un varlık tasarımında çarpıcı olan bir nokta, onun varlıksal hiyerarşiyi kurgularken, irdelemeyi “asıl” ve
“kopya” kavramları üzerinde yürütmesidir.
Platon’a göre, herhangi bir şeyin ideası ile onun dünya üzerindeki örneklerini karıştırmak da bu türden bir hatadır. O
yüzden Platon varlık hiyerarşisinde en alta “kopyaları” koymuştur. Varlıksal değer sıralamasında bunların bir üstünde,
fiziksel dünyanın algılar aracılığıyla kavranabilecek nesneleri gelmektedir. En tepede ise akıl yoluyla kavranabilecek
“ideal” ve “değişmeyen” varlıklar, yani matematiksel nesneler ve idealar bulunmaktadır. Bir insan fiziksel bir nesneyi
algıladığında belli bir bilgilendirme durumu içindedir. Ancak bilginin nihai hedefi kopya değil, asıl olan varlıktır.
Platon felsefesinin en çarpıcı sonuçlarından biri budur.
Platon ve Epistemoloji
Epistemolojiyi sistematik bir şekilde uygulayan ve bir alan olarak kimliklendiren ilk düşünür olan platon açısından
bakıldığında, “bilgi”nin diğer bilişsel hâllerden ayrılması hassas bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Platon, bizim gündelik kullanımımızdan oldukça farklı bir şekilde, “bilgi” sözcüğünü “ideaların bilgisi” olarak ayrı bir
statüde tutmuş ve normal algısal yollardan edinilen bilgi için ‘kanı’ (doksa) deyimini kullanmıştır. Her insan bakma ve
görme yoluyla kanı sahibi olabilir. Ancak Platon’a göre yalnızca bilgelik arzusu olanlar, yani felsefeciler, episteme’ye
ulaşmaya çalışırlar. Tümellerin veya ideaların bilgisi gerçek bilgidir.
Platon’un varlıksal ve bilgisel kuramı, Thales gibi Eski Yunan’ın ilk felsefecilerin el yordamıyla başlattıkları felsefe
serüveninin olgunlaştığı çok temel bir noktayı temsil eder. Platon’un devleti yönetecek kralların, yöneticilik
yapabilmeleri için, epistemoloji yeteneklerinin olması gerektiğini düşünmektedir. O yüzden, “bilgi” kavramı
bağlamında yaptığımız tartışmaların felsefi olarak çok daha geniş ve önemli sonuçları olduğunu söylemeliyiz.
Aristoteles’in Platon Üzerine Yorumu ve Töz Kavramı
Aristoteles hocası Platon’u yakından izlemiş ve onun tümellerin önemi konusunda savladığı fikirleri özünde
benimsemiştir. Aristoteles’in karşı çıktığı nokta, nesnelere kimliklerini veren özsel unsurların “değişen dünyanın
içinde olamayacağı” yönündeki Platoncu düşüncedir. Aristoteles’in kuramı bu noktada Platon’dan belirgin bir şekilde
ayrılır. Aristoteles’in önde gelen amaçlarından biri “varlık” kavramının bir sınıflandırmasını yapmak ve varlık
hiyerarşini sergilemektir. “Var olmak” ilginç bir kavramdır çünkü bu kavram evrende karşılaşabileceğimiz her şeye
uygulanabilir. Var olan şeylere örnekler; toprak, hava, tavşanlar, şarkılar, üzüntüler. Bunların bir şekilde var olduğunu
söyleyebiliriz, ancak bu var olma biçimlerinin birbirinden çok farklı olduğu da açıktır.
Aristoteles, Platon’dan farklı olarak, kendi başına var olabilme olgusunu dünyanın içinde arar. Başka herhangi bir
varlığa bağlı olmaksızın var olabilen şeylere verdiği isim “töz” veya “cevher”dir. Aristoteles her tözün iki temel
özelliği olduğunu söyler. İlk olarak, tözler bir “bu” olarak gösterilebilir. İkincisi, tözler “ayrı durabilme” özelliğine
sahiptirler.
Aristoteles’e göre, tikel her nesne bir tözdür. Bir insan, bir papatya, bir tencere töz statüsünde olan şeylerdir. Sıradan
her nesnenin maddesi (veya materyali) ve bir biçimi (veya formu) vardır. Nesneleri belli bir türe ait kılan “unsur” veya
“sebep” Platon’da değişen dünyanın dışındayken, Aristoteles’te nesnelerin içindedir.
Platon ve Aristoteles’in ortak noktası, farklılıklarından daha önemlidir. Her iki düşünür için de bilginin olanaklılığı
tümellerden veya genel karakterlerden geçmektedir. Aristoteles de tikel bir nesnenin bilinebilir tarafının onun biçimi
veya özü olduğunu kabul eder. Biçim ve öz, bir türün tüm üyelerinde bulunan unsurlardır. İnsanın özü, diyelim ki,
“akıllı hayvan” olmasıdır. İnsanlar sarışın, esmer, uzun, kısa, yaşlı, genç olabilirler. Fakat insan olmanın özü her
insanda aynı olmak durumundadır. Özetlemek gerekirse, Aristoteles de bilginin tümeller aracılığıyla olanaklı
olduğuna ancak, bununla birlikte, tümellerin fiziksel nesnelerin kavramsal parçalarından biri olduğuna inanır
Metafizik, Ontoloji ve Epistemoloji
Günlük yaşamda bu kavram çoğunlukla ruhsallık, uzaydan gelen canlılar, gizemli doğaüstü güçler gibi konularda
ilintilendirilse de, felsefecilerin uğraştığı metafizik, esas olarak, gerçekliğin yapısının akılcı yöntemlerle ortaya
konulması, “varlık” kavramının aydınlatılması ve varlık alanında egemen olan temel ilkelerin açığa çıkarılması gibi
düşünsel işlevleri kapsar. “Metafizik” ile ilgili bir diğer deyim “ontoloji”dir. “Ontoloji” felsefede “varlıkbilim” veya
“varlık kuramı” anlamlarında kullanılmaktadır.
Felsefenin Batı dünyasında şekil aldığı Eski Yunan’da felsefecilerin metafiziksel veya ontolojik ilgileri çok merkezcil
bir yer işgal etmişti. Sokrates, Platon ve Aristoteles gibi büyük felsefeciler bilgi konusunda önemli fikirler üretmiş
olsalar da, özellikle Platon ve Aristoteles’in epistemolojik görüşleri onların metafizik tasarımlarına sıkı sıkıya
bağlıydı. Bu anlamda, felsefenin Batı’nın düşünsel ufkunda belirdiği çağda “varlık” sorusunun alana egemen
olmuştur.
Hem Platon hem de Aristoteles için tümeller nesnelerin ne olduğunun normunu verir, onların ne olduğunu belirler.
Benzer şekilde tümeller bilgiyi de olanaklı kılan şeylerdir çünkü insan tikel nesneleri tümeller olmaksızın bilemezler.
Tümeller hem nesnelerin kimliğini hem de insan bilgisinin olanaklı olmasını sağlar.
Gerçeklik, Hakikat ve Epistemoloji
Eski Yunan’da hem Sokrates öncesi dönemde üretilen kuramlar hem de Platon ve Aristoteles çizgisinde öne sürülen
tezler açısından bakıldığında, görünen dünyanın ardındaki gerçek varlığı bulma çabasının belirleyici olduğunu
gözlemleriz.
Pek çok felsefi kavramda olduğu gibi, “gerçek” ve “hakiki” kavramlarının da günlük dildeki kullanımları kuramsal
sorgulamalar için ipuçları taşır. Örneğin, “gerçek altın” ve “hakiki dost” gibi deyimler bir nesnenin veya varlığın
kavramına uygun olduğu veya kavramın karşıladığı gerçeğini vurgular. Ancak felsefi olarak tartışmalı kavramlar, bu
deyimlerin isim hâlleri olan “ gerçeklik ” ve “ hakikat ”tir.
“Hakikat nedir?” gibi geniş bir felsefi soru sorulduğunda, insanların aklında olan şey, genellikle metafizik veya
ontolojik kaygıların biraz ötesinde olan bir durumdur. “hakikat sorgulaması” bazen ölümlü bir yaşamın anlamı ve
gizemi, ölümden sonra bizi neyin beklediği, en derin yaşamsal sorularımızın nihai yanıtı gibi varoluşsal bir boyut
içeren irdelemelere gönderme yapan bir sorgulama türü olarak alınır. Buna karşın “gerçeklik nedir?” sorusu
çoğunlukla, ontolojik ağırlığı olan bir soru olarak görülebilir. Gerçekliğin tersi, bu anlamda, görüntü veya görünendir.
Eğer “gerçeklik” denen şey bizim karşımıza doğrudan çıkan dünyada farklı olabilecek bir varlık alanı ise, o zaman,
bizim ona dair nasıl bilgileneceğimiz sorusu da önemli bir tartışma konusu olarak kendini gösterir.
4. Descartes’ın Kökten Epistemolojik Sorgulamaları
Felsefecilerin bazıları varlık ve bilgi noktasında önemli konulara işaret ederler. Örneğin Eski Yunan felsefecilerinden
Platon ve Aristoteles bilinebilen gerçeklik ve görünen dünyanın temelinde yatan tözsel varlıkların bilgisine
ulaşılabileceğini öne sürmüşlerdir. Şüphe ise felsefe tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Şüpheci düşüncenin adım
adım nasıl ilerleyebileceğini en iyi gösteren felsefecinin ise Rene Descartes olduğu genel olarak kabul edilir.
Şüpheci Sorgulamaların Motivasyonu ve Descartes Örneği
Descartes’in şüpheciliğini anlamak için onun içinde bulunduğu toplumsal ve tarihsel konumu anlamak gerekir.
Descartes’i kapsayan tarihsel dönem, Ortaçağ’dan çıkışı ve kilise örgütlenmesinin düşünce üzerine koyduğu
kısıtlamaların çözülmeye başlamasını temsil eden 16.ve19.yüzyıllar arasında Modern Dönem’dir. Modern Dönem
düşünürlerinin çoğu, kendileri oldukça dindar kişiler olmakla birlikte insan aklının kavrama ve keşfetme yeteneğine
büyük bir güven duymaktalardır. Ancak dünyanın anlaşılmasında dinsel kabullerden ziyade matematik ve fizik öncül
olarak kabul edilmiştir. Descartes bu anlamda yaşadığı çağdan bağımsız düşünülmemelidir.
Sıradan Bilgiye Dair Sıra Dışı Düşünceler
Descartes Düşünceler adlı yapıtında önemli şüpheci düşünceler sergiler. Descartes, aldığı eğitimin ve eleştirmeden
benimsediği fikirlerin sonucu olarak, kişisel bilgi dünyasının güvenilirlikten oldukça uzak bir yapıda oluştuğuna
ilişkin inancı açık yüreklilikle ifade eder. Ayrıca inandığı önermeler arasında ne kadar çok yanlışın bulunduğunu
görmenin kendisini düşünmeye sevk ettiğini belirtir. Descartes’in sorgulama sistemine bir örnek olarak onun şu
ilerleyişi örnek verilebilir:

 Benim kabul ettiğim inançlarım veya önermeler algı yoluyla edindiğim bilişsel unsurlardır.
 Kesin ve mutlak olarak kabul edilirler. Peki gerçekten de böyle kabul etmeli miyiz?
 Algılarımız bizi çeşitli durumlarda yanıltabilirler.
 Ancak bu algılarımızın büyük oranda gerçeklikten uzak olduğunu düşündürmeyebilir.
Hatta gerçeğin rüya veya rüyanın gerçek şeklinde karıştırmalar yapabileceğimiz üzerine düşünür. Burada önemli olan
‘gerçeğe yakın rüya’ türünden deneyimler yaşarken o deneyimin içinden baktığımızda yaşananların rüya mı yoksa
gerçek mi olduğunu saptayacak bir ölçütümüzün olmayışıdır.
Bu tartışmanın epistemolojik açıdan önemi; uykuda rüya görürken algıladıklarımızın ‘gerçek’ olduğundan o an emin
olmamıza karşın, rüyada ‘algıladıklarımız’ aslında var olmayan durumlardır. Benim ‘gerçek olmayan bir şeyleri
deneyimlemekte olduğumu’ rüya içinde bilmem genelde olanaksız bir durumdur. Eğer bu dediklerimiz doğruysa,
‘algıların’ ve ‘gözlemlerin’ dünya bilgimizin yanılmaz temelini oluşturduğunu iddia etmek zordur
‘Kesin bilgi’ için iyi bir aday aritmetik ve geometrik bilgidir. 2+3=5 rüyalarda sonucu 9, 100, 355 gibi aynı sonucu
veren bir işlem olmayabilir. O halde, güvenilirliği algısal bilgiden çok daha fazla olan matematiksel bilginin, bilgimize
temel teşkil edecek kesinliğe sahip olduğu savlanabilir.
Yine de Descartes bu tür deneyimlerde bile yanılsama olabileceğini söyleyerek şüpheciliğin bırakılmaması gerektiğini
söyler. Kötü niyetli bir varlığın belki de 7 olması gereken sonucu bize daima 5 olarak göstermesi de mümkün olabilir.
Dolayısıyla hiçbir zaman tam bir garanti verilemez.
Yöntemsel Şüphe
Bir önceki konuyla ilgili olarak Descartes’a iki önemli eleştiri getirilir. Öncelikle, eğer kafamızın içinde kötü niyetli
bir varlık veya insanları sürekli aldatan güçlü bir varlık varsa bu durum, kozmik varlığın Tanrı’da değil onda olduğunu
gösterir. Bu da Tanrı inancı güçlü olan Descartes için çelişkili bir düşüncedir. İkincisi ise, matematiğin ve bilimin
bulgularına büyük bir güven duyuyorsa nasıl oluyor da şüphe kavramıyla birlikte anılıyor?
Dolayısıyla Descartes için şüphe, akıl yürütmenin yöntemidir. Bu şüphe yöntemsel şüphe olarak bilinir. Buna göre
Descartes’ın fikirleri üzerine bahsedilen iki eleştiri noktası, çelişkilerin olmadığı bir durum da olabilir. Birincisi için
Descartes’ın yaptığı şey, Tanrı’nın varlığını ve gücünü doğrudan kabul edip felsefi sorgulamasını sonlandırmak yerine
sahip olduğu tüm inanışları askıya alarak şüphesine ve sorgulamalarına devam etmektedir. İkinci eleştiri için de
denilebilir ki Descartes matematiksel ve bilimsel bilgi tiplerinin güvenilirliğini varsayarak değil, onlara kritik bir test
uygulayarak başlamaktadır.
Şüphecilik her zaman yöntemsel olmak zorunda değildir. Felsefe tarihinde, Descartes’tan farklı olarak, şüpheciliğe
samimiyetle sonuna kadar savunan düşünürler çıkmıştır. Radikal anlamda şüpheci olan kişiler genel olarak bizim
gerçekliği sınırlı bilgisel yollarla kavrayabileceğimize ilişkin şüphe duyarlar. Şüphecilere göre pratik yaşamda işlerin
yolunda gidiyor gibi görünmesi ile insanın varlık alanının kendisine dair bilgi sahibi olması birbirinden ayrılması
gereken durumlardır.
Olgusal Düzenlilik Konusunda Şüphecilik
Dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, Descartes şüpheci akıl yürütmenin önemli ve güzel örneklerini sergilemiş
olsa da, kendisi şüpheci fikirlere sahip bir düşünür değildi. Descartes’tan sonra şüpheci eğilimleri en belirgin olan
düşünür David Hume’dur (1711-1776).
Şüpheciliğin en kökten hali, gerçekliğin bilinebilmesine ilişkin sorgulamalar içerir. Ancak bunun dışında günlük
durumlarda da daha az metafizik gerektiren, olgusal düzenlilikler ya da olgusal düzenliliklerin gözlemlenmesine
dayanan tümevarımsal çıkarımlar da mevcuttur. Konuyla ilgili olarak bilinmesi gereken kavramlar şu şekilde
sıralanabilir:

 Çıkarım, en az bir öncülden hareket edilen ve bir sonuca varılan düşünce zincirine verilen addır.
 Tümdengelim (veya tümdengelimsel çıkarım) öncüllerden sonucun %100 kesinlikle çıktığı durumlardır.
 Tümevarım, öncüllerden sonucun kesin bir şekilde çıkmadığı durumlar için kullanılır.
Tümevarımsal çıkarımlar gündelik bağlamlarda daha sıkça ortaya çıkmaktadır. Gerekçeler, varılan sonuçları zorunlu
kılmaz, ancak olanaklı ve akılcı hale getirir. Dünya bilgimizin çoğu, gerekçelendirilmiş ancak kesinlikten uzak bilişsel
unsurlardan oluşur.
Olgusal düzenlilikleri bilme, sahip olunduğu düşünülen bilginin temelinin aslında sanıldığından daha az sağlam
olduğunun ortaya koyulmasıyla ilgilidir. Örneğin her sabah güneşin doğması sebebiyle ertesi gün de doğacağını
biliriz. Bu bilgi, önceki deneyimlerden gelir. Ancak bu bilgi kesin değildir, bir gün güneşin doğmaması ihtimali de
vardır. Burada dikkate alınması gereken iki kavram vardır:

 Fiziksel olanaksızlık : Bir durumun fiziksel olarak olanaksız olması, o olgunun yaşanılan ve anlaşılan fiziksel
dünyanın görünen yapısıyla çelişmesidir.
 Mantıksal olanaksızlık : Evrenin mantıksal yapısıyla çatışan durumlar için kullanılır. Bir örnek olarak,
üçgenin dörtkenarlı olması durumu verilebilir. Mantıksal olanaksızlık, diğer olanaksızlık türünden daha güçlü
bir olanaksızlık türüdür. Çünkü fiziksel olanaksızlıklardan farklı olarak, mantıksal açıdan olanaksız bir
durumu kafamızda bile canlandıramayız.
Şüpheci Düşüncelere Tepki: Moore’un Sağduyusal Yanıtı
Şüpheciliğin rahatsız edici sonuçlarıyla ilgilenen ve çözüm üretmeye çalışan düşünürlerden biri George Edward
Moore’dur(1873-1958). Onun önemli argümanı ‘ sağduyusal argüman ’dır.
Sağduyusal tavır, genelde pratik ve işe yarar sonuçlar verebilen kararlar alma ya da yargılarda bulunma eğilimi ile
ilintilidir. Şüphecilik, sağduyu ile ciddi oranda çatışmaktadır. Ancak önemli olan ‘düşünsel sorumluluk’tur. Yani
kişiye uygun bir düşünce olmadığı zaman bu düşünceyi bertaraf etmek değil, o görüşün neden zayıf olduğunu
anlatma, üzerine düşme çabasıdır. Moore’un şüpheciliğe yanıtı ve karşı çıkışı da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Argümanın Arka Planı: Kesin Olarak Bilinenler ve Nesnelerin ‘Var Olmasının’ Anlamı

 Moore, kanıtlama işinde birden dazla yöntem yolunun olabileceğini söyler.


 Gündeme getirdiği önemli konulardan biri ‘nesnelerin varlığı’ kavramının açıklamasıdır.
 Moore için nesneler, öznelerden bağımsız olarak fiziksel özelliklere sahiptir. Bu görüşü ile, nesnenin özneden
bağımsız olmadığını düşünme eğiliminde olan düşünürlerle ters düşerler.
 Moore’a göre, biz ‘varlık’ kavramını zihinden ve özneden bağımsız şeyler için kullanırız.
Şematik Haliyle Moore’un Argümanı ve Çıkarımın Değerlendirmesi
Argümanların çıkarımsal biçime uygun olmaları için şu adımlar ile irdelenmelidir:

 (1) öncüller iyi bilinen önermeler olmalıdır.


 (2) sonuç önermesi öncülleri bilgisel olarak aynen tekrarlamamalıdır.
 (3)öncüller sonucu yeterince güçlü bir düzeyde desteklemelidir.
Böylece sonuç, öncüllerden kesin bir şekilde çıkabilir hale gelir. Ancak bu yöntemde Moore’a çeşitli eleştiriler
getirilir.
Öncelikle, özellikle şüpheci bir tavırla yaklaşıldığında, Moore’un gösterilmeye çalışılan noktayı’ baştan varsaydığı,
yani döngüsel bir açıklama yaptığı söylenebilir. Döngüsel açıklamalar veya akıl yürütmeler, felsefi açıdan çok değerli
değildir. Moore kendi argümanının döngüsel olmadığını iddia etse de bu tartışmalıdır.
Sağduyu Kavramına İlişkin Notlar
Dünyanın anlaşılması çabası ve dünyaya yönelik yargılara genellikle sağduyu egemendir. Buna karşın, fizikçilerin
sözünü ettiği fotonlar veya algılanan dünyaya yönelik felsefi şüpheler sağduyuya çok yakın şeyler değillerdir. Bu iki
kesim arasında bir zıtlık olduğunun düşünülmesi çok sık karşılaşılan bir durumdur. Ancak bu durumun incelenmesi
gerekmektedir.
W.V.O. Quine gibi 20.yy. Amerikan pragmacılarının vurguladığı önemli bir nokta, bilimin sağduyudan türediği ve
ikisi arasında bir uçurum değil sürekliliğin olduğudur. Bilim ve felsefe, üst düzey bir logos’un sonucudur. Ancak bu
durum ‘bilim ve felsefeyi var eden canlı’ ile ‘hareket eden, beslenen, üreyen ve yaşamını sürdürmeye çalışan canlı’nın
farklı varlıklar olduğunu göstermez. Fizik ve felsefe, insanın gelişiminin bir sonucudur ve bu işlevleri gerçekleştiren
‘zihin’ bu dünyaya ait bir şeydir.
Felsefi tartışmalar ve argümanların karşısına hemen sağduyuyu yerleştirmek ve ‘sağlamlık testi’ yapma eğiliminde
olma iki açıdan sakıncalı olabilir:

 Birincisi, sağduyu kavramının her durumda ve her bağlamda aynı sonucu vermesi beklenemez. Yani
sağduyunun bir sorun karşısında verdiği tepki, bağlamsal ve görece yönler içerebilir.
 İkincisi, sağduyunun genelde kabul gören sonuçları bazen son derece yanıltıcı olup, bu sonuçları düzeltmek
için bilim ve felsefe gibi alanların işlevlerine ihtiyaç olabilir.
Dolayısıyla denilebilir ki sağduyu, en üst epistemolojik merci veya kapasite olarak görülmemelidir. Aklın kritik
kullanımı hem önemli hem de değerlidir.
Şüpheci Tavrın Felsefi Değeri
Felsefi ‘tavırlar’ ile sonu –izm ile biten ‘akımlar’ arasında, önemli bir fark vardır. Bu farkı anlamak için şüpheci-lik ile
şüpheci tavır arasındaki ayrım incelenmelidir.

 Şüphecilik , felsefede bilginin olanaklılığı konusunda sunulan çok kökten ve sıra dışı bir görüş veya akımdır.
 Şüpheci tavır , anlaşılması için tersi olan kavramlara değinilmesi gereken kavramdır. Şüpheci tavrın zıttı olan
bir kavram dogmatizmdir. Yani belli bir kişi veya topluluk tarafından benimsenen, tartışmadan ve
sorgulamadan kabul edilmesi beklenen inanç ya da inanç kümesidir. Ancak burada önemli olan bir nokta,
dogmatiklik karşıtı duruşun insanlar için tahminen ancak belli bir dereceye kadar olanaklı olabileceği
gerçeğidir. Sürekli şüphe halinde olmak insanların kolayca yapabileceği şeyler değildir.
Şüpheci tavır için önemli bir sonuç da şudur: Şüpheci yönleri olan kişiler, kendilerini karşı görüşlere ve akıl
yürütmelere çekinmeden açmalarından ve radikal sorgulama alışkanlığı edinmelerinden dolayı, inanç sistemlerini
darbelere daha dayanıklı ve daha iyi gerekçelendirilmiş bir konuma çekeceklerdir.
5. Deneyimcilik Nedir?
Bilgimizin tek kaynağının duyu verileri ve algılar olduğunu savlayan epistemolojik görüşe deneyimcilik adı verilir.
Ancak Türkçe’de felsefe kitaplarında bu akım için sıkça ‘deneycilik’kullanılır. Kökü ‘deney’dir. Oysa ‘deneyim’ sözü
yukarıda verilen bilgimizin tek kaynağının duyu verileri veya algılar olduğu görüşünün içeriğine daha iyi uymaktadır.
Deneyimciliğe en yakın olan akımlardan birisi pozitivizmdir. Pozitivistler de bilgisel bağlamlarda olgusal deneyime
önem verirler.
Deneyimcilik için, İngiliz deneyimciliği olarak da bilinen akımın temsilcileri önemli bir yere sahiptir. Bunlar, John
Locke, David Hume ve George Berkeley’dir.
Deneymciliğin Arka Planı: Descartes’ın Epistemolojik Mirası
Deneyimcilik Kartezyen felsefeden aldığı miras, inceleme açısından değinilmesi gereken bir husustur.
Maddesel Dünyanın Bilinmesi ve Temsil Epistemolojisi
Descartes’ın metafizik görüşüne göre, zihin (veya ruh) ile maddenin alanları birbirinden bağımsız olarak vardır.
Bunlar tözdür. Buna karşılık eğer bilen özne ve bilinecek nesne varlıksal açıdan özerk konumdaysalar, bu iki alan
arasında nasıl bir köprü kurulması gerektiği sorusu sorulur. Descartes’ın yanıtı: ‘Zihnin içindeki ‘idea’lar gerçekliğin
unsurlarına ilişkin bilgi taşırlar; bu da bizim dünya bilgisi sahibi olmamıza neden olur’.
İdeaların hem gerçeklik içinde olan hem de gerçekte olmayan şeyleri temsil edebileceği düşünülür. ‘ Temsil etme ’
kavramı felsefenin alt alanlarında yaygın bir şekilde kullanılan, oldukça kritik kavramlardan biridir.
‘ Temsil etme ’ zihinsel bir işlev, ‘ idea ’ ise temsil süreci sırasında oluşan zihinsel durum veya soyut nesnedir.
Descartes ve onu izleyenlerin insan bilgisi konusunda yaptığı araştırmalar, temsil epistemolojisi olarak da bilinen bir
düşünme ve sorgulama alanının açılmasına neden olmuştur.
John Locke
Locke (1632-1704) Modern Dönem düşünürüdür. Onun ortaya attığı fikirler liberalizm ve demokrasi konuları
üzerinde önemli temeller oluşturur. Tabula rasa onun önemli fikirlerini içerir.
Tabula Rasa ve Bilginin Oluşumu
Locke’ın genel felsefi amaçlardan biri, Tanrı’nın yarattığı sonlu ve sınırlı bir varlık olan insanın bilebileceği ve
anlayabileceği şeyleri bulup ortaya çıkarmaktır. Daha özel olarak da, Locke, insan aklının nasıl bir öğrenme
mekanizmasına sahip olduğunu ve zihnin sahip olduğu düşünce içeriklerinin hangi kaynaklara dayanabileceğini
araştırmayı hedeflemektedir.
Locke’ın epistemolojik perspektifine göre, bu karmaşık ideaların her birinin zihinde oluşabilmesi görece daha basit ve
temel olanların varlığına bağlıdır. Örneğin zihnimizde bulunan ‘düğün’ gibi karmaşık bir idea, ‘gül’, ‘gelin’, ‘pasta’
gibi daha basit idealardan oluşmak durumundadır. Dolayısıyla duyu verilerinden yoksun olan bir insan, basit veya
karmaşık hiçbir idea oluşturamayacaktır. Öyleyse denilebilir ki ‘bilgi’ adını verdiğimiz her bilişsel durumun o temele
yaslanması gerektiği fikri, Locke’ın felsefesinin ana düşüncelerinden biridir.
Locke’a göre insanın zihni doğum anında ‘boş bir levha’(tabula rasa) gibidir. Yaşadığımız deneyimler bu boş
levhanın üzerine zaman içinde ‘yazarlar’ ve böylece dünya bilgisi birikimsel bir şekilde oluşur.
İnsanın bilgisel yapısı temel olarak iki ana unsurdan oluşur. Birincisi deneyim ile elde edilenlerdir. Diğeri ise bu elde
edilenlerin daha önce deneyimlenmiş diğer parçalarla birleştirilerek işlenmesidir.
Sonuç olarak Locke doğuştan ideaların olamayacağını savlar. Bilgi tümüyle deneyim alanına aittir.
Locke’ın Ontolojisi
Locke’un görüşü Aristotales’in metafiziği ile benzerlikler taşıdığı söylenebilir. Locke da tözsel bir ontoloji tasarlamış
ve tözlerin nitelikler veya özellikler taşıdığını düşünmüştür. Ancak onun felsefesinin önemli farklarından biri, kendi
döneminin söylemsel havasına uygun bir şekilde, temsil epistemolojisinin düşünsel gereçlerini kullanmasıdır.
İki tip ‘nitelik’ olduğunu savunur.
 Birincil nitelikler , maddesel gerçeklik içinde yer alan ve bizim zihnimizde de temsil edilebilen özelliklerdir.
 İkincil nitelikler ise nesnelerin birincil nitelikleri nedeniyle bizim zihnimizde oluşan etkilerdir. Örneğin bir
masanın kapladığı uzam birincisine, onun rengi, şekli ikincisine dâhil olmaktadır.
Locke, nitelikleri barındıran zemine ‘tözsel taban(substratum)’ adını verir. İnsanlar epistemolojik açıdan yalnızca
nitelikleri bilebilir; ‘tözsel taban’ ise bilgi nesnesi olabilecek bir şey değildir. Ancak Locke, bilinebilir olmasa fa,
insan aklının bunun varlıksal gerekliliğini akılcı bir şekilde öne sürebileceğini ve bu gerekliliği kavrayabileceğini
düşünür.
Locke’ın Epistemolojsinin Genel Felsefi Görünümü
Locke kesinlik veya kesin bilgi gibi konularda Descartes’ın iyimserliğine sahip değildir. Zihnin gerçekliği bilme
süreçleri her zaman kesinlikten uzak olmak zorundadır. Locke, Tanrı’nın insanları bilme yeteneği ve ahlaki doğruları
bulma kapasitesiyle yarattığı düşüncesindedir. Buna karşın bu bilginin kayda değer epistemolojik sınırlarının olduğu
da açıktır.
David Hume
Felsefe tarihinde insan bilgisinin ‘nesnel’ temellerine duyulan sağlam inanç konusunda en keskin eleştirel görüşü
geliştiren ve sonuçta da en büyük epistemolojik yıkıma neden olan düşünür Hume’dur.
Nesnelerin Bağımsız Varlığı Sorunsalı
Hume’a göre, algı sırasında karşımıza bir ‘nesnenin’ çıktığı açıktır. Asıl soru şudur: Nesnelerin nesnel olarak (yani
özneden ayrı olarak) var olduğuna inanmamıza neden olan şey nedir? Diğer bir ifadeyle nesnelerin zihinden bağımsız
ve sürekli olarak var olduklarına ilişkin inanç veya idea nereden kaynaklanmaktadır?
Bir nesnenin bağımsız ve sürekli olarak var olduğu konusundaki ideamızın kaynağı algının kendisi olamaz. Hume’a
göre, duyular aracılığı ile dışımızdaki dünyaya dair uyarımlar alma ile diş ağrısı arasında özsel bir fark yoktur.
İnsanlar diş ağrısının kendi benlikleri veya varlıkları içinde olup bittiğini, fakat ‘ağaç algısı’nın zihnimizin dışındaki
nesnelerden kaynaklandığını düşünür. Nesnelerin zihnimizin dışında ve sürekli olarak var olduğu bilgisine, duyusal ve
algısal boyutta ulaşamayız.
Bir diğer seçenek, algıladığımız nesnelerin ve niteliklerin bağımsız ve sürekli olarak var olduğu konusundaki
fikrimizin veya bilgimizin, insan aklının felsefi bir tarzda çalışması sonucu oluştuğunu söylemektir.
Hume’a göre sorunun asıl yanıtı imgelem veya imge oluşturma yetisidir. Bir bebek, bir cisim ona gösterilmediği
takdirde onun sürekliliği hakkında bilgiye sahip değildir. Ancak ‘olgunun veya nesnenin tutarlı bir şekilde
tekrarlanması’ ile süreklilik kabul edilir. Ancak Hume’un iddiasına göre, belli tür algıların tekrarlandığı gerçeğinden
nesnelerin zihnin dışındaki gerçek varlıksal durumlarına dair bir çıkarım yapmamız olanaksızdır.
Nedenselliğin Deneyimci Çözümlemesi ve Hume’un Metafizik Karşıtı Duruşu
Hume’un düşüncelerinin etkisinin en önemlisi olarak görüştüğü felsefi konulardan biri de nedensellik olgusudur.
‘Nedensellik’ yani bir olgunun başka bir olguya neden olması durumunun, bizim gözlemleyebildiğimiz dünyanın
temelinde yattığı kesindir. Evrende belli fiziksel nedenler her zaman belli fiziksel sonuçlara neden olur. Bu durum da
bizim zihnimizden tamamen bağımsızdır ve evrenin kuruluş yapısıyla ilgilidir.
Kritik soru, insanlarda ‘nedenselliğin zorunlu ideası’nın olup olmadığı değil, bu ideanın nereden kaynaklandığıdır.
Nedenselliğin zorunlu olduğunu düşünmemizin kökeninde ne yatmaktadır? Bunun, Hume’a göre tek bir yanıtı olabilir:
Benzer etki-tepki örneklerinde aynı sonucun tekrarlandığını gözlemlemek. Gözlemlenen olgu aslında yalnızca
‘düzenli bir şekilde tekrarlanma’dır. ‘Zorunluluk’, tekrarlamalar sonucu zihnimizde türeyen bir ideadır.
Eğer Hume haklıysa, metafizik bilgi olanaksızdır. Yani insan, zihninin içeriksel sınırlarından sıyrılıp, onlardan
bağımsız bir tarzda gerçekliğe ilişkin iddiada bulunamaz. ‘Nesnel sebep sonuç bağıntıları’ bilgisine ulaşabileceğimiz
olgular olamaz.
Hume ve Locke arasında iki önemli benzerlik vardır:

 Her iki düşünüre göre de, doğuştan getirilen bir idea yoktur.
 Dünya bilgisinin tümü duyulardan gelen basit uyarımlar ve onlardan türetilen karmaşık idealara dayanır.
Farklılık ise, Hume, birincil nitelikler konusunda iddiada bulunulamayacağını savunur. İki tür bilgi vardır: (1)olgusal,
(2)biçimsel. Bunların dışına çıkan iddialar tamamen anlamsızdır.
George Berkeley
İdeacılık ve Deneyimcilik
Maddecilik ve ideacılık, metafizik görüşlerdir. Deneyimcilik ise epistemolojik bir görüş veya akımdır. Berkeley’in
görüşünü ilginç kılan, ontolojik anlamda ideacılığı ve epistemolojik açıdan da deneyimciliği açıkça savunmuş
olmasıdır. Hume’un Berkeley’den ayrıldığı nokta, Hume herhangi bir metafizik veya varlıksal perspektifi
savunmamaktadır.
Berkeley’e göre maddesel tözün veya zihinden tamamen bağımsız maddesel nesnelerin varlığına inanan düşünürler,
aslında farkında olmadan çelişkili bir görüş ileri sürmektedirler. Bir nesne içindeki algılara veya ideaya ilişkin
unsurlar ayıklandıktan sonra nasıl tasarlanabilir? Bu doğal olarak, olanaksızdır. İdea veya zihin tarafından müdahale
edilmemiş, kendi nesnelliği içinde var olan madde bizim için anlaşılır bir varlık parçası değildir.
Var Olmak Algılanmaktır
Berkeley’e göre, bir idea, yalnızca bir ideaya benzeyebilir; idea zihinsellikten arınmış maddeyi temsil edemez.
Düşünce, içinde düşünsel unsurlar olmayan varlığı kavrayamaz.
Onun ifadesiyle ‘var olmak, algılanmaktır’. Bu şu anlama gelmemektedir, hiç kimsenin algılamadığı taşlar, ağaçlar,
yıldızlar yoktur. Berkeley bu sağduyuya aykırı görüşü savunmamaktadır.
Deneyimciliğin Genel Felsefi Değerlendirmesi
Deneyimcilerin, büyük oranda, Descartes ile başlayan bilgi sorunsalı üzerine eğildikleri ve o çerçevede fikir ürettikleri
gözlemlenebilir. Deneyimciler bizim sınırlı bir bilişsel varlık olduğumuz gerçeği üzerine yoğunlaşmamışlardır. Bunun
doğal sonuçlarından biri, zihnimizin içeriğinden hareketle ‘zihnin dışındaki gerçekliği’ bilmeye giden epistemolojik
yolların kesinlikten uzak olmasının gerektiğinin ortaya çıkmasıdır.
6. Usçuluk Nedir?
‘Us’ kelimesi Arapça kökenli bir kelime olan ‘akıl’ın Türkçesidir. ‘Usçu’ olarak bilinen felsefeciler bilgimizin tek
kaynağının duyu verileri ve algılar olmadığını düşünürler. Güvenilir veya kesin bilginin temelinde insan aklının yattığı
veya gerçekliğin kavranmasının ancak akıl yoluyla olabileceği tezini ileri süren akıma usçuluk denir. Diğer bir
ifadeyle usçuluk, deneyimcilikten farklı olarak, insan aklının kendisinin bilginin temel bir kaynağı olduğunu veya
bilginin ortaya çıkmasında insan aklının yapısının özsel ve şekillendirici rol oynadığını savunur. Usçular epistemolojik
tablonun merkezine ‘deneyim parçalarını’ değil aklı yerleştirir.
Usçuluğun Arka Planı: Eski Yunan’daki Nous Kavramı
Eski Yunan’da nous kavramının incelemesini sıralamak gerekirse:

 Sokrates öncesi felsefede ‘ nous ’ kavramının kullanımı pek çok kez ‘öznel bir zihinsellik’ düşüncesinden
uzak bir tarzda gelişir.
 Anaksagoras, nous ’un evrenin başlangıcındaki kaosu düzenleyen ve evrenin düzen içinde bir başlangıç
yapmasını sağlayan bir güç olarak düşünür.
 Platın nous ’u ‘ruhun ölümsüz ve akıl içeren kısmı’ olarak tanımlar ve bizim gibi sonlu varlıkların işlevleri
arasında ‘tanrısallığa yakın olan işlev’ olarak niteler.
 Aristoteles, hem sonlu hem de ölümsüz yönleri olduğuna inandığı nous’u bizim anladığımız ‘akıl’ kavramına
yakın bir şekilde alır ve bu kavramı ‘algı’dan ayırır. Aristoteles’e göre, insanlarda bulunan nous ’un ölümden
sonra da varlığını sürdürebilen kısmı, anlama ve bilme işlevlerini olanaklı kılar ve bizi diğer canlılardan farklı
bir konuma getirir.
Hepsinin ortak tavrı, bilginin ve anlamanın düzeyini algının düzeyinden farklı bir yerde konumlandırmalarıdır. Bu
tavır, farklı biçimlerde, Modern Çağ usçularının görüşlerinin de temelini oluşturur.
Descartes
Descartes, önde gelen usçulardan biridir. Diğer usçular gibi o da insan zihninin doğum anında belli ‘içeriğe’ sahip
olduğunu düşünmektedir.
‘Düşünüyorum’dan Nesnelerin Bilgisine Giden Yol
Descartes’a göre, algı ve matematik de dahil olmak üzere, bize en güvenilir görünen bilgi türlerinin doğruluğundan
bile şüphelenme olasılığı bulunmaktadır. Örneğin insan bildiğini sandığı her konuda yanılmakta ve yanıldığını
düşünmektedir. Böyle bir durumda, evrende yanıltılan bir şeyin olması gerekir. İşte bu şüphe duyulmayan gerçektir.
Burada kastedilen varlık, etten ve kemikten bir varlık değil, zihinsel boyutta bir var olma durumudur. Başka bir
deyişle kastedilen, zihinsel tözdür. Bu yüzden Descartes ‘düşünüyorum, o halde varım’ demektedir. Bu bilgi Tanrı’yı
bilmemizden de daha önce gelen bir bilme türüdür.
Descartes’ın bir sonraki adımı, zihnin içerikleri olan ideaları incelemektir. Bu idealardan ilginç bir tanesi ‘Tanrı
ideası’dır. Tanrı; tanım gereği, sonsuz olan ve içinde sınırsız özellikler barındıran bir varlıktır; buna karşın insan zihni
sınırlıdır. Eğer Tanrı varsa, O’nun bizim bilgilenme süreçlerinde sistematik ve sürekli bir şekilde yanılmamıza izin
vermesi beklenemez.
Algısal Bilginin Sınırları
Descartes’ın mum örneği deneyimcilik ile usçuluk arasındaki farkı anlatır. Yanan bir mumun sürekli olarak değişim
halinde olmasını duyular ile algılarız. Ancak başından sonuna kadar, mum değişmesine rağmen, aynı nesneyi algılıyor
olduğumuzun da farkında oluruz. ‘tüm değişimlere karşın aynı nesneyi algılamakta olduğumuz’ bilgisini bize sağlayan
kaynağın algılar olması olanaklı mıdır?
Descartes’ın bu soruya cevabı olumsuzdur. Nesnedeki değişimleri duyular aracılığı ile biliyor olduğumuz doğrudur.
Ancak tüm değişimlerin ardında, varlığını kesintisiz olarak sürdüren, belli bir nesnenin yatmakta olduğu bilgisini akıl
yoluyla ediniriz. Bu bilgileri algılar veremez.
Descartes’un argümanı doğruysa, değişimlerden geçerken ‘kendisi’ olarak kalan nesnenin kavranması için duyu
algıları yeterli değildir. Bu bakış açısını daha iyi anlamak için Kant’a değinmek gerekir.
Kant
Descartes, ‘maddesel’ ve ‘zihinsel’ olmak üzere iki farklı tip öz tanımlar. Immanuel Kant(1724-1804) da fiziğin ve
etiğin alanlarını ayırır.
Varlık alanında fiziksellik dışında bir kuralın veya kanunun olmadığı düşünülseydi, adaletsizliklerin veya zalim
insanların eylemleri de bu şekilde açıklamak zorunda kalınırdı. Özgür iradenin veya tercihlerin olmadığı yerde, etik,
anlamını tümüyle kaybeder. Akıl sahibi bir varlık olan insan, ahlaki olarak seçim yapma ve karar verebilme
kapasitesine de sahiptir. Bu yüzden Kant, aynı Descartes gibi, ‘ikicilik (düalizm) olarak bilinen akımla da
ilişkilendirilir.
Deneyimciliğin Hakıını Vermek ve Deneyimciliği Eleştirmek
Kant usçu bir düşünür olsa da, özellikle Hume’un deneyimciliğinden oldukça etkilenmiştir. Kant’ın Hume’a katıldığı
en önemli nokta, ‘insan aklının deneyime hiç başvurmaksızın bazı evrensel veya metafizik doğruları keşfedebileceği’
tezinin kabul edilemez bir düşünce olduğudur.
Kant’a göre, bu tür çabalar, ya insan bilgisine ilişkin şüpheciliğin güç kazanmasına ya da dogmatik düşünce
sistemlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kant’ın temel amaçlarından biri, bu karamsar tablo karşısında yapıcı bir
perspektif sunabilmektir.
Hume’a göre biz temel olarak iki türlü bilgi sahibi olabiliriz: Duyu verilerine dayanan deneyimsel bilgi ve mantıksal
(veya biçimsel) bilgi. Kant, deneyimciliğin bu yönüne karşı çıkar ve felsefenin (veya metafiziğin) olanaklı olduğunu
savlar. Bu tavır Kant’ı epistemolojik açıdan deneyimcilerden ayıran en önemli noktadır. Özetle, Kant’ın felsefesinin
önemli bir sentezi hedeflediğini söyleyebiliriz.
Epistemolojik Devrim ve Kant’a Göre İnsan Zihninin Etken Yapısı
Felsefe tarihi boyunca epistemolojik sorunsal belli bir eksen etrafında şekillenmektedir. Bu eksen, eldeki sınırlı
zihinsel veya bilişsel verilerden hareketle, zihin tarafından yaratılmamış bir gerçekliğe ilişkin nasıl bilgi sahibi oluna
bilineceği konusudur. Eldeki konunun veya sorunun hem ontolojik hem de epistemolojik boyutları olduğunu
düşünmek olasıdır. Ontolojik açıdan, nesnel varlık alanı zihinden tamamen bağımsız ve dışsal bir şekilde vardır.
epistemolojik açıdan, zihin tamamen edilgen bir işleve sahiptir ve zihnin esas bilgisel işlevi nesnel olanı
‘kopyalamaktır’.
Kant’ın önerisi, daha önce denenmemiş bir ‘düşünsel deney’ yapmakla ilgilidir. Bu deney, aynı Kopernik’in dünya
merkezli astronomik sistem yerine güneş merkezli sistemi önermesi gibi, nesne merkezli metafizik projeler yerine,
öznenin bilişsel rolünü merkeze alan bir kuramı öne sürmektir. Kant’ın devrimsel görüşüne göre, bilen özne edilgen
değil etkendir.
Hume’un ve diğer deneyimcilerin haklı olduğu yer, bilginin malzemesinin algı verileri yoluyla geldiğidir. Ancak o
hammaddeyi işleyecek olan bilişsel mekanizma doğuştan gelir. Dolayısıyla Kant’a göre Locke’ın benzetmesi yanlıştır:
zihin insanın doğduğu andan itibaren ‘boş levha’ olamaz. Başka bir deyişle, zihnimiz organize edeceği ham maddeyi
dışarıdan alabilir ancak organize eden zihinsel sistemin işleyiş ilkelerini deneyimsel yollardan öğrenilemez.
Kant’ın Ontolojisi: Bilişsel Sınırların Varlıksal Sonuçları
Kant’ın ‘Kopernik Devrimi’nin önemli bir yönü, varlık alanının yeniden tasarlanmasıyla yani ontolojiyle de ilgilidir.
Çünkü ‘bilgi’ varlığa bağlı bir kavramdır, biz var olanları bilmeye yöneliriz.
İnsanlar bilişsel açıdan sınırlı varlıklardır. Bu anlamda, hem duyu organlarının hem de aklın işlevlerine, türsel
kısıtlamalar ve sınırlar çerçevesinde yaklaşmak gerekir. İnsanlar genellikle sınırlı bilişsellikte olduğunu gözden
kaçırmaya ve algısallığı mutlak bir durum gibi almaya eğilimlidir. ‘Nesne’ biz insanlara nasıl görünüyorsa, aslında
öyledir türünden bir varsayımla yaklaşırız. Kantçı açıdan biraz derin düşünürsek, alışılmış düşüncelerle çelişen şöyle
bir sonuca varabiliriz: Sınırlanmış olan yalnızca bilgimiz değil, aynı zamanda bize nesne olarak görünen şeylerdir.
Kant’ın görüşüne göre, bizim sınırlanmış varlıklar olmamız yalnızca bilgi konusunda değil varlık konusunda da
önemli sonuçları olan bir olgudur. Kant’a göre, bize görünen dünya ve onun nesneleri bizim bilişsel sınırlarımız
tarafından şekillenmiş ve sınırlanmış olarak karşımıza çıkmak durumundadır. Yani Kant’ın kastettiği, aslında varlık
alanının kendisi olarak var olduğu, ancak bizim onu ‘olduğu gibi’ anlayamayacağımızdır.
Sentetik A Priori Olanaklı mıdır?
Kant öncelikle analitik ve sentetik cümleler arasında ayrım yapar.

 Analitik cümlelerde, cümlenin yüklemi öznede zaten var olan bilgilere yeni bilgi katmaz. ‘Bekârlar evli
olmayan insanlardır’ analitik cümledir.
 Sentetik cümlelerin yüklemleri öznede içerilen bilginin ötesine geçer. Tahmin edileceği gibi, günlük dilde
kullandığımız cümlelerin çoğu analitik değil sentetiktir. ‘önümde duran kedi siyah renklidir’ önermesi
sentetiktir, çünkü ‘siyah’ özelliği –genel olarak düşünülürse- ‘önümde duran kedi’ kavramının içinde
bulunmaz.
O halde özetlersek, sentetik cümleler bizim dünyaya ilişkin bilgimizi genişletirler; analitik cümleler ise ya içeriksel
olarak boşturlar ya da kavramlar arası ilişkileri ortaya koyarlar. Başka bir deyişle, deneyimsel olarak yeni bilgi
taşımazlar.
Diğer önemli ayrım da a priori ve a posteriori ayrımıdır. Analitik-sentetik çifti cümlelerin yapısını ilgilendirir; a
priori ve aposteriori ayrımı ise bilginin edinilme tarzına ilişkindir.

 A priori bilgi evrensel olarak doğrudur ancak tek tek deneyimler yoluyla kazanılmaz.
 A posteriori bilginin kazanılması için somut deneyim parçaları gerekir. Gözlemsel bilgilerin tümü
a posteriori’dir .
Belirtilmesi gereken önemli bir nokta: her ne kadar ‘analitik’ kavramı ‘ a priori ’ye, ‘sentetik’ kavramı
‘a posteriori ’ye benzese de, bunlar bütünüyle aynı kavramlar değillerdir. Yukarıda da açıklandığı gibi, analitik
cümleler ‘deneyim boyutunda yeni bilgi içermeyen önerme’ olarak, a priori ise ‘evrensel ve kesin nitelikteki bilgi
türü’ olarak tanımlanır. Kant’ın bu kavramları kullanmasındaki asıl amaç, Hume’un bilginin yalnızca iki çeşidinin
olduğu yönündeki argümanına karşı çıkabilmektir.
Bir karşılaştırma yapılacak olursa analitik a priori önermeler ve sentetik a posteriori önermeler Hume’un olanaklı
olduğunu düşündüğü iki bilgi tipine karşılık gelmektedir. İlki, mutlak bir şekilde doğru önermeleri, ikincisi ise
dünyaya dair gözlemsel bilgileri oluştururlar. Hume’cu açıdan bakılırsa, bilgi ya basit şekilde deneyimseldir ya da
mantığa aittir.
Diğer iki olasılığa bakıldığında, Kant, analitik a posteriori ’nin olanaksız olduğunu söyler. Çünkü analitik cümlelerin
doğruluk değeri, tikel deneyimlere bağlı olmaksızın belirlenir. Diğer karşılaştırma ise bizi Kant’ın kritik epistemolojik
sorusuna götürür: Deneyimcilerin kabul ettiği iki bilgi türüne ek olarak sentetik a priori de olanaklı mıdır? Yani hem
doğruluğu kesin ve evrensel olan hem de bilgi içeriği boş olmayan bir önerme tipi var mıdır? Kant’a göre, metafizik
bilginin olanaklılığı bu tip önermelerin varlığına bağlıdır.
Kant’a göre aritmetik ve geometri sentetik a prioridir. Benzer şekilde, doğrudan gözlemin ötesine geçmeyi gerektiren
‘her doğal olgunun doğal bir nedeni vardır’ türü metafizik önermeler de sentetik a priori niteliktedir.
A priori önermeler tek tek olgulardan ziyade genel geçerliği olan ilkelerle ilgilidir. Sentetik önermeler ise bilgimize
katkı yapan, yalnızca kavram çözümlemesinin ötesine geçmeyi gerekli kılan cümlelere karşılık gelirler.
Kant’ın ‘Kavram’ Kavramı ve Usçuluk
Platon’dan başlayarak, usçu eğilimleri olan düşünürler her zaman bilginin algısal malzemesi ile bilginin norm sunan
ve biçimlendiren temel unsurlarını ayırma eğiliminde olmuşlardır. Kant’ın usçu görüşüne göre, bilginin oluşması için
dışarıdan ‘duyusal malzeme’ alınması yetmez. Bu malzemenin kavramsal olarak şekillendirilmesi veya
anlamlandırılması gerekir
Kant’a göre ‘nedensellik’ tek tek deneyimler yoluyla edinilebilecek bir kavram değildir. ‘Neden’, sentetik a priori bir
kavramdır. Yani, ‘mavi’ gibi öğrenilmiş kavramlardan farklı olarak, sıradan deneyimin olanaklı olmasını sağlayan
düzenleyici bir normdur. Algıladığımız dünya bize nedensel bir yapıda görünür, çünkü nedensellik insan aklının
evrensel kategorilerinden biridir. Epistemolojide Kopernik devriminin bir başka ifadesi de budur.
Usçuluk-Deneyimcilik Tartışması Üzerine
Deneyimci düşünürler sürekli olarak bilginin temeline algı verilerini veya deneyimi yerleştirirken, usçular bu felsefi
tablonun yetersizliklerine işaret ederler. Usçular bilginin biricik kaynağının algılar olamayacağını savunurlar. Özetle
usçulara göre; her kavram veya kategori aynı nitelikte değildir. Usçular açısından deneyimciliğin en büyük eksikliği
algı verilerinin karmaşık dünya bilgisine nasıl dönüştüğünü tatmin edici bir şekilde açıklayamayacak olmasıdır.
Usçuluk-deneyimcilik tartışması hala süregiden bir tartışmadır.
7. Giriş
İnsan bilgisinin kaynakları ve oluşumsal yapısı konusunda önemli tartışmalar yapan deneyimciler ve usçular, algıların
bilgisel bir önem taşıdığı konusunda uzlaşım içindedirler. Ayrıldıkları nokta ise bilginin bilgisel dünyamız içinde ne
büyüklükte bir yer kapladığı ve epistemolojik işlevinin tam olarak ne olduğudur.
Deneyimciler algı parçalarının ve algılama süreçlerinin kendilerinin bilginin tümünün oluşumunun açıklanmasında
yeterli olabileceğini savlarken, usçular bu görüşü reddeder. Şüpheciler de algı konusunda farklı şeyler savunurlar.
Bunlardan en önemlisi, algılardan gelen bilginin en güvenilir bilgi olduğu yönündeki inancın tartışılmasıyla ilgili
olandır. Felsefecilerin öne sürdüğü temel kuramları incelemek, algı konusunun anlaşılması bakımından büyük önem
taşımaktadır.
Algı Psikolojisi
‘Algı’yı incelemeye geçmeden önce, bu kavramın ‘duyum’dan farkına değinmek gerekir. Beş duyu aracılığıyla duyu
verileri almak bizim zihinselliğimiz açısından bilinçli süreçler değillerdir. Bu süreçler bütünüyle fizyolojik düzeyde
gerçekleşir. O yüzden, ‘duyusal yollardan dünyadan veri alma’ kavramı için günlük dilde bazen ‘algı’ kavramı
kullanılsa da, bu durum yanıltıcı bir yön içermektedir. Deneysel psikolojinin bilişsel kanadında yer alan kuramcılara
göre algı, duyulardan gelen verilerin zihinsel yapımız tarafından seçilmesi, organize edilmesi ve yorumlanması olarak
anlaşılmalıdır. Başka bir deyişle; görsel, işitsel ve diğer algılar, duyulardan farklı olarak, beynin etken işlevlerini
gerekli kılar.
Varsayımlar ve inançlar algı süreçlerinin içine sıklıkla dâhil olmaktadırlar. Biz genellikle nesneleri ‘anlamlandırarak’
algılama eğilimindeyizdir. Dahası, bir nesneye bakarken içinde bulunduğumuz ‘beklentiler’ de algımızı etkiler. 20.
yüzyılda J. Gibson gibi deneysel psikologlar algının özellikle bu yönünü vurgulamışlar ve algısal süreçlerin önemli bir
oranda yukarıdan-aşağıya (yani genelden-tikele veya varsayımdan-olguya) diyebileceğimiz bir özellik taşıdığını
savlamışlardır. Böyle durumlarda, bağlamsal dünya bilgisi (yani ‘genel olan’), algının nesnesini (yani ‘özel durumu’)
tanımlamada işlevsel olmaktadır.
Algı Süreçlerinin Gizemine Bir Örnek: Göz Yanılsamaları
Felsefecileri en fazla düşünmeye sevk eden algısal durumlardan biri göz yanılsamaları veya illüzyonlardır.
Yanılsamaları epistemolojik açıdan ilginç kılan temel bir neden, öznelerin belli bir algısal durumun yanılsama olduğu
bildikleri halde bile, o yanılgının üstesinden gelip ‘gerçek durumu’ algılamayı başaramamalarıdır. Bu durum, algının
kendine özgü bir çeşit iç mantığı olduğunu ve bizim bazen düşünsel yollarla onun işleyişine etki edemeyeceğimizi
göstermektedir. Bilişsel bilimcilere göre, algısal mekanizmalarımız sürekli olarak algı verilerinin ne anlama geldiğini
çözmeye ve nesneleri tanımlamaya çalışırlar. Bilincimizin dışında otomatik olarak gerçekleşen bu süreçler iç çelişkiler
barındırdığında ise, yanılsama gibi sıra dışı durumlarla karşılaşılır.
Bulgular bilginin yapısına, algının gerçeklikle olan ilişkisine ve insanların gerçeği bilme olanaklığına yönelik kritik
sonuçlara işaret etmektedir.
Algı Felsefesinin Temel Kuramları
Felsefecilerin algı konusunu gündeme getirdikleri temel sorun, algı sırasında epistemolojik ve ontolojik açıdan tam
olarak neyin gerçekleştiğidir. Yani felsefecilerin bu çerçevede ilgilendiği konu, algılar ile gerçekliğin bilinmesi
arasındaki ilişkidir. Buna göre üç görüş ele alınacaktır: temsilcilik , görüngücülük ve gerçekçiliktir.
Temsilcilik
Algı bağlamında temsilcilik görüşünün ana tezi şu şekilde ifade edilebilir: Algı adını verdiğimiz olgu veya süreç
esnasında, insanların zihinsel durumları zihinden bağımsız gerçekliği temsil eder.
Temsilcilik akımının savunucuları, algılarımızın kaynağının veya hedefinin algılardan ve bilgiden bağımsız bir şekilde
var olan gerçeklik olduğunu iddia ederler. Algı zihinsel bir olaydır, ancak algının nesneleri zihnimizin işleyişinin
ürünleri değillerdir. İkinci olarak belirtilmesi gereken nokta, algı süreçleri sırasında zihinsel olanın zihinsel olmayanı
temsil etmekte olduğudur.
Temsilcilik görüşüne göre, algının oluşması için üç ayrı şey gerekmektedir. Birincisi, algının oluşması için algılayan
bir insanın varlığı gerekir. İkincisi, algı ancak öznelerce algılanan gerçek bir nesne ile mümkündür. Ve son olarak da,
algının olması temsil işlevini gerçekleştirecek olan zihinsel durumların veya algısal verilerin dolayımını gerekli kılar.
Temsilciliğin en bilinen savunucularından bazıları John Locke ve Bertrand Russell’dır.
Görüngücülük
‘Görüngü’ (‘fenomen’) , bizim deneyimlediğimiz dünyaya ait olan olgulara verilen genel addır. Yani metafizikteki
‘gerçekliğin kendisi’ kavramından farklı olarak bizim gibi sonlu varlıklara ‘görünen’ dünyanın betimlemesidir.
Epistemolojik ve ontolojik bağlamlarda görüngüler dünyası üzerinde yoğunlaşan ve onun önemini ön plana çıkaran
görüş için görüngücülük deyimi kullanılabilir.
Görüngücülüğün en önde gelen savunucusu David Hume’dur. Hume’cu perspektife göre biz, bir anlamda, algısal
deneyimden gelen görüntülerin oluşturduğu zihinsel bir sinema perdesini izleyen seyircilere benzeriz. Bizim zihinsel
verilerin düzeyini aşarak varlık alanında ne olup bittiğini görmemiz akılcı bir tasarım değildir.
Günlük yaşamda üzerinde fazlaca düşünmesek de, algı sonucunda zihnimizde beliren bir görüntüden hareketle,
zihinsel olarak yaşadığımız deneyimin ötesinde bir varlık olduğunu varsaymak aslında büyük bir ontolojik adımdır.
Hume’a göre bu adımı günlük yaşamda düşünmeden atıyor olmamız normaldir. Ancak felsefe açısından bu
irdelenmesi gereken bir durumdur.
Temsilcilik görüşünü savunan Locke gibi felsefeciler ile görüngücülüğü destekleyen Hume gibi düşünürlerin ortak
noktası, algı yoluyla bilgi edinilebilmesi için, zihinsel durumların veya zihinsel deneyimlerin aracılığına gerek
olduğuna inanmalarıdır. Başka bir deyişle, bu iki düşünür de algı sırasında deneyimlerimizle yüzleştiğimizi veya
onları algıladığımızı düşünmektedirler. Ayrıldıkları nokta, Hume’dan farklı olarak Locke’ın deneyimlerin önemli bir
kısmının arkasında zihnin yaratmadığı ve fiziksel anlamda gerçek olan nesnelerin yarattığını savlamasıdır.
Gerçekçilik
Temsilcilik ve görüngücülük, algıda deneyimlediğimiz şeylerin zihinsel olduğunu, yani nesnelerin kendileriyle
dolayımsız bir ‘karşılaşmanın’ olanaksız olduğunu savlamışlardır. Doğrudan gerçekçilik ise bu fikre net bir şekilde
karşı çıkar. Gerçekliğe göre, biz algı sırasında deneyimlerimizi algılamayız. Algı esnasında algılanan şey fiziksel
gerçekliğin içindeki nesnelerin kendileridir. Algı bağlamında bu görüşe ‘gerçeklik’ adı verilmesinin nedeni de budur.
Çağdaş Bir Örnek: Searle’ün Gerçekçi Yaklaşımı
Temsilci ve görüngücü felsefeciler zihinsel durumlar ve temsil olgusu üzerinde dururken, doğrudan gerçekçi
felsefeciler zihinsel temsilin ve zihinsel içeriklerin abartılmaması gerektiğine inanırlar. Gerçekçiler için dikkat
etmemiz gereken şey algının nesnesidir. Doğrudan gerçekçiliğe göre, temsilci ve görüngücü felsefeciler deneyimin
nesnesiyle deneyimin sürecini karıştırmaktadırlar.
Searle gibi doğrudan gerçekçilerin perspektifinden bakıldığında, geleneksel görüşlerin hata yapma nedenlerinden biri,
‘zihin’ ve ‘gerçeklik’ tartışmaları bağlamında yanıltıcı bir iç -dış ikilemi varsayarak hareket etmeleridir. Serale’ün
doğrudan gerçekçiliğini ilginç ve farklı kılan bir yön, onun bilginin ‘zihinsel’ veya ‘temsil’ yönünün ötesini görmeye
çalışan bir felsefi tavır sergilemesidir. Serle, zihinsel durumlarımızın ve temsil kapasitelerimizin ardında zihinsel
temsilleri önceleyen bedensel kapasitelerin olduğunu vurgular.
Algısal mekanizmalar aracılığıyla bilgi sahibi olabilmemiz iki ana gerçeğe sıkı sıkıya bağlıdır. Birincisi, zihinsel bir
durumun anlamlandırılabilir bir deneyimsel olgu olması için o tür bir deneyimi yaşayan öznelerin pek çok başka
zihinsel durumlara veya temsillere de sahip olması gerekir. İkincisi, temsil etme veya zihinsel resimler oluşturma gibi
kapasitelerden veya bilgi türlerinden daha temel bir bilme türü, zihinsel temsilden ziyade bedenin işlevlerine ve
bedenin öğrenmesine dayanan bilmelerdir.
Searle’e göre, geleneksel felsefeciler genelde bilginin zihinselliği üzerine yoğunlaştıkları için, bilginin eylemselliğe
ilişkin boyutlarını gözden kaçırmışlardır. Oysa bu iki bilme türü arasındaki ilişkiler ve hatta geçişimler, bilgiye farklı
bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır.
Doğrudan gerçekçi görüşe göre algılanan şey nesnedir. Ancak Searle bu fikir üzerinde önemli bir değişiklik yaparak,
dünyada algıladığımız şeylerin yalın olarak nesneler değil de olgular ve durumlar olduğunu savlar.
Searle’ün çarpıcı iddialarından biri, insanın algısal yapısının deneyimsel inancın yapısıyla benzerlikler gösterdiğidir.
Deneyim söz konusu olduğunda; örneğin, ‘bir kediye inanıyorum’ eksik ve hatalı bir ifadedir. ‘Bahçemdeki kedinin
siyah olduğuna inanıyorum’ ise daha doğru ve anlaşılabilirdir.
Şimdiye kadar söylediklerimizi özetlersek; Searle zihnimizin içini değil nesneleri algıladığımızı iddia etmekte ancak
nesneleri yalın bir şekilde değil onların ‘yönleri’ veya ‘durumları’ açısından algıladığımızı belirterek gerçekçi kırama
farklı bir kimlik ve nitelik kazandırmaktadır. Temsilcilerin ve görüngücülerin bu fikre itirazına göre ise, ‘algıda
görülen şey nesnedir’ savı geçersizdir çünkü bir insan sanrıya kapıldıysa, örneğin uçan kurbağalar görebilir. Yani,
fiziksel dünyada gerçekten olması beklenemeyecek şeyleri de algılayabiliriz. Bu da şunu gösterir: Algılanan şey
zihinsel durumlardır, dışımızdaki nesneler değildir. Serale’ün bu itiraza yanıtı, bu tür durumlarda aslında hiçbir şeyin
algılanmadığıdır.
Algı Tartışmasının Değerlendirmesi
Temsilci veya görüngücü bir felsefecinin gerçekliğe belli itirazlar getirmesi olasıdır. İlk akla gelebilecek karşı çıkış,
Searle’ün, algılayan öznenin nesne ile ‘karşılaşmasına’ ilişkin çok fazla şey varsaydığıdır.
Searle bir deneyimin ‘algı’ sıfatı taşıyabilmesi için dünyada öyle bir olgunun olması gerektiğini düşünmektedir; ancak
bir öznenin algılarından hareketle algı-gerçeklik karşılaştırması yapması ve algılıyor olduğunu bilmesi olanaklı mıdır?
Bu karşı çıkış oldukça önemli bir noktayı işaret etmektedir. Ancak bu iiraza Searle’ün yanıtı şudur: Bilgi sorunsalı ile
uğraşan bir felsefecinin ortaya koyabileceği bir işlev, algının koşullarını sergilemektir. Ama bu mutlaka ve er zaman
algısal bir bilgi ediniyor olduğumuzu göstermez. Örneğin belli bir olguyu gerçekten algıladığımızdan emin olduğumuz
bir anda bile tamamen yanılmamız olasıdır.
Searle’ün vardığı sonuç açıktır: Algı fiziksel bir süreçtir ve bu sürecin epistemolojik koşulları zihnin içini değil gerçek
dünyada olanları gündeme getirerek ifade edebilir. Bununla birlikte Searle’e göre insanın bilişsel sistemi dinamik ve
etken bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bir insanın bir nesneyi veya olguyu algılaması esas olarak bir
‘problem çözme’ etkinliğidir.
Bu etkinlik önemli bir oranda insanın sahip olduğu dünya bilgisini kullanmayı da gerektirir. Algı, basit bir
‘kopyalama’ değildir. Algı sisteminin, gerçekliği kavrama girişimleri sırasında belli durumlarda zorlanmasının ve iç
mantığının çelişik bilgi parçalarını anlamlandırmakta başarısız olması sonucu fiziksel gerçekliği çarpıtmasının nedeni
de budur. Buna karşın, Searle’e göre, algı süreçlerini en iyi açıklayan ve en az felsefi sorun içeren görüş gerçekçiliktir.
8. Giriş
‘Doğru’ kavramı felsefenin genelinde büyük bir öneme sahip olduğu için üzerinde durulması gerekir. Bu yüzden
‘önerme’ ve ‘doğru/yanlış’ kavramlarının arasındaki ilişkiye değinilecektir.
Önermesel Doğrunun Felsefi Önemi
‘Önerme’, doğru veya yanlış olabilen bir cümlenin içerdiği düşüncedir. ‘Doğru’nun felsefi olarak araştırılabilmesi için
birkaç alanda birden irdeleme yapmak gerekmektedir. Çünkü bu kavramı, diğer kavramlar gibi belli bir felsefi
kategori içinde incelemek olanaksızdır. Doğru, metafizik veya ontolojik araştırmaları ilgilendirebilir.
Doğru önermelerin veya doğruluğun var olacağını söylemek tartışmaya oldukça açık bir felsefi iddiadır. Her durumda,
doğrunun yalnızca metafizik alanına ait olmadığını, dil felsefesini ve semantik çalışmaları ilgilendiren bir yönünün
olduğunu söylemek olanaklı görünmektedir.
Dünya bilgimiz önermesel doğru kavramıyla yakından ilişkilidir. Deneyimsel bilgimizin en ilginç ve kritik bölümü
doğru önermeleri içerir. Bu durum doğrunun yalnızca metafizik ve semantik kapsamında değil, epistemoloji açısından
da çok büyük önem taşıdığını gösterir.
Doğru kavramını epistemoloji kapsamında ciddiye alan felsefecilere göre, bu kavramı bilgi açısından kritik kılan en
temel neden, bizim etrafımızdaki dünyaya dair düşünce ve inançlarımızın doğal olarak doğruya yönelmiş olmalarıdır.
Burada kastedilen, dünyaya yönelik sonradan deneyimsel inançların normal şartlar altında gerçekliğe iyi bir uyum
gösterdiği ve hatta uyum göstermeye yönelik bir tarzda oluştuğudur. Deneyimsel inançlar, gerçekliği algılayıp
anlamaya çalışan öznelerce oluşturulur.
İnsanlar dünyaya yönelik deneyimsel inançların mümkün olduğunca doğru olmasını tercih ederler. Yani bütün
yararlarından ve getirebileceği avantajlardan bağımsız olarak, doğruyu kendisi için de isteyebilirler.
Temel Doğruluk Kuramı
Doğruluğun felsefe için öneminin ne olduğuna değindikten sonra ele alınması gereken diğer önemli konu doğruluk
kuramlarının neler olduğudur. Doğruluk kuramları önermesel doğrunun ne olduğunu veya felsefi anlamda nasıl
oluştuğunu aydınlatmayı hedefler.
Bir kavramın insanlar tarafından yaygın bir şekilde kullanılması o kavramın ne olduğunun ve nasıl oluştuğunun iyi
anlaşıldığını göstermez. Bu sebeple doğrunun yapısının veya doğasının da felsefi yöntemlerle açıklanması gerekir.
Dolayısıyla sorunun çözülmeye çalışılması konuyla ilgili olarak kuramlar üretmiştir.
Karşılık Kuramı
Doğruluğun iki unsurun birbirine uygun düşmesi, örtüşmesi veya birisinin diğerine karşılık gelmesi sonucu ortaya
çıktığını öne sürer. Doğruluğun ortaya çıkması için hangi iki unsurun uyum içinde olması gerektiği sorusuna verilen
yanıtlar arasında, nesne-özne, idea-gerçeklik, dildünya ve önerme-olgu sayılabilir. Doğruluk ilişkisinin bir tarafında
özneye veya öznelliğe ait olan şeyler, diğer tarafında ise nesneye veya nesnelliğe ait olan unsurlar yer alır. O halde
bizim inanç ve cümle gibi önermesel unsurlarımızın doğru olmasının nedeni, bu unsurların gerçekliğin unsurlarına
karşılık gelmesidir.
Konunun gündeme gelişinde Aristoteles’in etkisi büyüktür. Metafizik adlı kitabında konuyla ilgili fikirlerinden
bahsetmiştir. Ona göre ‘doğru’ kavramını, söylenenlerin onlarla uygunluğu şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak bu
muğlak bir tanımdır.
Aristoteles’ten sonra Aquino’lu Aziz Thomas, doğruluğu ‘var olan şeyle zihnin uygun olması’ şeklinde tanımlamıştır.
Bazı belirsizliklerin ve soruların yol açtığı bu tanıma karşı, Aristoteles mantığına alternatif bir mantık ortaya çıkmış ve
bununla ilintili olarak yeni bir metafizik tasarımının şekillenmesi ile olanaklı olmuştur.
Bağdaşım Kuramı
Karşılık kuramının en büyük rakibinin bağdaşımcılık olduğu söylenebilir. Karşılık kuramına göre daha yakın çağlara
ait olan bir düşüncedir. Bağdaşımcı kuramın ana fikrinin ortaya çıkması Modern Çağ’da gerçekleşmiştir. Kuram,
nesnelci yaklaşımın çok büyük bir sorun içerdiğini iddia etmektedir.
Bağdaşımcılık F. H. Bradley ve B. Blanshard gibi düşünürlerce savunulmuş önemli bir felsefi görüştür. ‘Bağdaşım’ ile
‘mantıksal tutarlılık’ birbirine oldukça yakın kavramlardır, ancak aralarında önemli bir felsefi fark vardır. Eğer bir
önerme kümesi aralarında çelişki sergilemiyorsa bu küme tutarlıdır.
Bağdaşımın ortaya çıkması için, ortada bir tutarsızlığın veya çelişkinin olmaması yetmez. Bağdaşımı olan bir kümenin
elemanlarının birbirlerini içeriksel olarak az çok desteklemesi beklenir.
Bağdaşımcılığa göre, belli bir inancın veya önermenin doğru olması onun diğer inançlarla veya önermelerle
bağdaşmasına, onlara uymasına bağlıdır. Bağdaşımcı doğruluk kuramı, önermelerin doğru değeri kazanabilmesi için
onların zihinden bağımsız bir gerçekliğe karşılık gelmesi gerektiğini ileri süren karşılık kuramının hatalı bir felsefi
görüşe dayandığını söyler.
Karşılık kuramı, doğruluk bağlantısının nesnel ucunu insanlardan ve onların zihinlerinden bağımsız bir alan olarak
tasarlar. Bağdaşımcı düşünürler ise basit sapmaların ciddi sorunlar yarattığını söyler. Bir önermenin gerçekliğin nesnel
ve maddesel unsurlarına ‘karşılık gelmesi’ kabul edilemez bir düşüncedir.
Bağdaşımcılara göre, önermesel doğruluk nasıl oluşur sorusuna verilebilecek en iyi yanıt, Berkeley’in ‘bir idea
yalnızca ideaya benzeyebilir’ fikriyle önemli bir benzerlik gösterdiğini söylemekle elde edilebilir. Bağdaşımcı
felsefeciler, bir önermenin doğru değeri kazanmasının diğer önermelerle bağdaşım içinde olmasıyla olanaklı olduğunu
savunurlar. Doğru bir önerme, bağdaşımı yüksek bir önermeler sisteminin bir parçası olduğu için doğrudur. Yani,
doğruluk ancak zihinselliğin, düşüncenin veya dilsel yapıların varlığında ve onların çerçevesinde anlaşılabilir.
Bir önermenin bağdaşım sonucu doğru değeri kazanması şüpheli gözükebilir. Doğrunun ortaya çıkması için nesnel
dünyanın unsurlarına gereksinim olduğu düşüncesi hem sağduyusal anlamda çekicidir hem de pek çok felsefeciye
oldukça mantıklı gelir. Ancak buna yanıt olarak, karşılık kuramının da bazı önemli felsefi zorlukları olduğuna işaret
edilebilir. Bağdaşımcılığın şüpheli görünmesinin başka bir nedeni ise, bir sistem içinde bağdaşım sergilemenin
‘doğru’ özelliğinin ortaya çıkması için yeterli olmadığı yönündeki sezgidir.
Bağdaşımcılık tezi başka bir açıdan da yorumlanabilir. Her ne kadar karşılık kuramı doğruluğun maddesel veya nesnel
dünyadan kaynaklandığını öne sürse de, maddi dünyanın önermeleri nasıl doğru yaptığı açık değildir. Karşılık
kuramını savunan olgucular yani gerçekçiler, önermelerin olgusal karşılıklarının nesnel dünyada olduğuna inanırlar.
Buradan ortaya çıkan sorunların karşılık kuramından ziyade bağdaşımcılık kuramıyla önemli bir sonuca varılacağı
görüşebilir.
Gereksizlik Kuramı
Çağdaş doğruluk kuramları arasında gereksizlik kuramı önemli bir yere sahiptir. Frank Ramsey ve Peter Strawson gibi
20.yüzyıl düşünürleri tarafından savunulmuş olan gereksizlik kuramının diğer kuramlardan en büyük farkı, doğru
konusunda yeni bir seçenek sunmaktansa, doğrunun ‘gereksiz’ bir niteleme olduğunda ısrar etmesidir.
Gereksizlik kuramına göre, doğru nitelemesinin bir önermenin anlamına herhangi bir katkısı yoktur. Bir önermenin
dile getirdiği düşünce veya yargı için ‘doğrudur’ dediğimiz zaman o düşünceye bir katkı yapılmış olmaz.
Eğer gereksizlik kuramı temelde haklıysa ‘doğru’ gibi önemli bir yüklemin ve kavramın ne işe yaradığı sorunu ortaya
çıkar. Gereksizlik görüşünü savunanların bazıları bu soruya yanıt verirken ‘doğru’nun doğal diller kapsamında nasıl
kullanıldığına dikkat çekmişlerdir. Bu kuramı savunan düşünlerin çoğu, ‘doğru’ kavramının felsefi olarak
abartılmasından rahatsız olurlar. Karşılık veya bağdaşımcılık kuramını savunan felsefeciler doğrunun bir yapısı ya da
en azından değişmez bir özü olduğunu varsayarlar. Gereksizlik görüşünün savunucuları ise bu noktaya karşı çıkarlar.
Pragmacılık
Pragmacılık 19.yüzyılın sonlarından itibaren felsefe sahnesinde yerini almıştır. Deyimin Yunanca kökenine
inildiğinde ‘pratik, somut işlevler, eylem’ gibi anlamlarla karşılaşılır. Pragmacı bir perspektiften bakıldığında karşılık
kuramı gerçekliği kavramaya çalışan özneleri temelde edilgen bir konumda tasarlamaktadır. Bilmek esas itibariyle,
nesnel gerçekliği zihne veya dile kopyalamaktadır. Nesneler özneleri etkiler ancak bilgisel süreçlerde öznelerin nesne
üzerinde bir etkisi olamaz.
Pragmacılığın önemli düşünürleri arasında Charles Sanders Peirce, William James ve John Dewey vardır. bu pragmacı
düşünürlere göre, bizim önermenin veya yargının doğruluğundan söz etmemiz, yaşadığımız dünya içinde
gerçekleştirdiğimiz eylemlerden, nesneleri anlama ve dönüştürme yetilerimizden kopuk olamaz. ‘Bilgi’ adını
verdiğimiz zihinsel durum ve ‘doğru’ adını verdiğimiz nitelik, doğa ve toplum içinde eylemde ya da işlevde bulunan
insanların ilgileri ve beklentileri tarafından belirlenir ve şekillendirilir.
Pragmacı görüşe göre, doğruluk ve karşılık ancak bireylerin eylemlerinin sonuçları yoluyla anlaşılabilir. Yaşayan
insanlarla ve onların eylemleriyle ilintilendirilmeyen ‘karşılıklar’ içi boş felsefi soyutlamalar olmaktan öteye
gidemeyecektir.
Gerçekçi bir felsefecinin ilgilendiği konu, bir önerme ve nesnel gerçeklik arasındaki varlıksal/bilgisel ilişkidir. Ve bu
ilişki soyut bir bağıntıdır. James’e göre ise, eğer olguönerme uyuşması sonucunda bir ‘doğru’ bağıntısı oluşuyor ancak
bu doğrunun insanların pratik yaşamlarını etkileyecek herhangi bir sonucu olmuyorsa, o doğrunun varlığından
bahsetmek anlamsızdır.
James, insandan bağımsız gerçekliğin doğruları ontolojik bir şekilde oluşturup evrene dağıtmasının olanaksız ve hatta
anlamsız olduğunu söylemektedir. James’in pragmacı görüşlerinden çıkarmamız gereken en önemli derslerden biri şu
şekilde ifade edilebilir: İçinde yaşadığımız dünyada insanlar olmasaydı, doğruluk bağıntıları ya da doğruluk niteliği de
olmayacaktı. James, doğru önermeler bağlamında, geleneksel karşılık kuramını ve onun varsaydığı varlıksal gerçekçi
bakışı açıkça reddeder. Ona göre, zihinsel veya öznel olanla nesnel olan arasında gerçekten bir örtüşüm veya karşılık
bağıntısı var ise, bu bağıntı ancak deneyim içinde ve etkileri gözlemlenebilecek bir şekilde olmalıdır.
Doğruluk Kuramlarının Değerlendirmesi
Dört kuramdan en bilineni ve felsefeciler arasında en tartışılmış olanı karşılık kuramıdır. İlginç bir şekilde, diğer üç
kuramın esas itibarıyla karşılık kuramını hedef alarak ortaya çıktığı söylenebilir. Karşılık görüşünü benimseyen
düşünürler rakiplerinin yönelttiği ağır eleştirilerin ışında belli ödünler vermiş ve diğer üç görüşün belli fikirlerini
kabul etmişlerdir. Bu durum özellikle 1980’lerden bu yana üretilen karşılık kuramlarında kendisini göstermektedir.

You might also like