Professional Documents
Culture Documents
Benim kabul ettiğim inançlarım veya önermeler algı yoluyla edindiğim bilişsel unsurlardır.
Kesin ve mutlak olarak kabul edilirler. Peki gerçekten de böyle kabul etmeli miyiz?
Algılarımız bizi çeşitli durumlarda yanıltabilirler.
Ancak bu algılarımızın büyük oranda gerçeklikten uzak olduğunu düşündürmeyebilir.
Hatta gerçeğin rüya veya rüyanın gerçek şeklinde karıştırmalar yapabileceğimiz üzerine düşünür. Burada önemli olan
‘gerçeğe yakın rüya’ türünden deneyimler yaşarken o deneyimin içinden baktığımızda yaşananların rüya mı yoksa
gerçek mi olduğunu saptayacak bir ölçütümüzün olmayışıdır.
Bu tartışmanın epistemolojik açıdan önemi; uykuda rüya görürken algıladıklarımızın ‘gerçek’ olduğundan o an emin
olmamıza karşın, rüyada ‘algıladıklarımız’ aslında var olmayan durumlardır. Benim ‘gerçek olmayan bir şeyleri
deneyimlemekte olduğumu’ rüya içinde bilmem genelde olanaksız bir durumdur. Eğer bu dediklerimiz doğruysa,
‘algıların’ ve ‘gözlemlerin’ dünya bilgimizin yanılmaz temelini oluşturduğunu iddia etmek zordur
‘Kesin bilgi’ için iyi bir aday aritmetik ve geometrik bilgidir. 2+3=5 rüyalarda sonucu 9, 100, 355 gibi aynı sonucu
veren bir işlem olmayabilir. O halde, güvenilirliği algısal bilgiden çok daha fazla olan matematiksel bilginin, bilgimize
temel teşkil edecek kesinliğe sahip olduğu savlanabilir.
Yine de Descartes bu tür deneyimlerde bile yanılsama olabileceğini söyleyerek şüpheciliğin bırakılmaması gerektiğini
söyler. Kötü niyetli bir varlığın belki de 7 olması gereken sonucu bize daima 5 olarak göstermesi de mümkün olabilir.
Dolayısıyla hiçbir zaman tam bir garanti verilemez.
Yöntemsel Şüphe
Bir önceki konuyla ilgili olarak Descartes’a iki önemli eleştiri getirilir. Öncelikle, eğer kafamızın içinde kötü niyetli
bir varlık veya insanları sürekli aldatan güçlü bir varlık varsa bu durum, kozmik varlığın Tanrı’da değil onda olduğunu
gösterir. Bu da Tanrı inancı güçlü olan Descartes için çelişkili bir düşüncedir. İkincisi ise, matematiğin ve bilimin
bulgularına büyük bir güven duyuyorsa nasıl oluyor da şüphe kavramıyla birlikte anılıyor?
Dolayısıyla Descartes için şüphe, akıl yürütmenin yöntemidir. Bu şüphe yöntemsel şüphe olarak bilinir. Buna göre
Descartes’ın fikirleri üzerine bahsedilen iki eleştiri noktası, çelişkilerin olmadığı bir durum da olabilir. Birincisi için
Descartes’ın yaptığı şey, Tanrı’nın varlığını ve gücünü doğrudan kabul edip felsefi sorgulamasını sonlandırmak yerine
sahip olduğu tüm inanışları askıya alarak şüphesine ve sorgulamalarına devam etmektedir. İkinci eleştiri için de
denilebilir ki Descartes matematiksel ve bilimsel bilgi tiplerinin güvenilirliğini varsayarak değil, onlara kritik bir test
uygulayarak başlamaktadır.
Şüphecilik her zaman yöntemsel olmak zorunda değildir. Felsefe tarihinde, Descartes’tan farklı olarak, şüpheciliğe
samimiyetle sonuna kadar savunan düşünürler çıkmıştır. Radikal anlamda şüpheci olan kişiler genel olarak bizim
gerçekliği sınırlı bilgisel yollarla kavrayabileceğimize ilişkin şüphe duyarlar. Şüphecilere göre pratik yaşamda işlerin
yolunda gidiyor gibi görünmesi ile insanın varlık alanının kendisine dair bilgi sahibi olması birbirinden ayrılması
gereken durumlardır.
Olgusal Düzenlilik Konusunda Şüphecilik
Dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, Descartes şüpheci akıl yürütmenin önemli ve güzel örneklerini sergilemiş
olsa da, kendisi şüpheci fikirlere sahip bir düşünür değildi. Descartes’tan sonra şüpheci eğilimleri en belirgin olan
düşünür David Hume’dur (1711-1776).
Şüpheciliğin en kökten hali, gerçekliğin bilinebilmesine ilişkin sorgulamalar içerir. Ancak bunun dışında günlük
durumlarda da daha az metafizik gerektiren, olgusal düzenlilikler ya da olgusal düzenliliklerin gözlemlenmesine
dayanan tümevarımsal çıkarımlar da mevcuttur. Konuyla ilgili olarak bilinmesi gereken kavramlar şu şekilde
sıralanabilir:
Çıkarım, en az bir öncülden hareket edilen ve bir sonuca varılan düşünce zincirine verilen addır.
Tümdengelim (veya tümdengelimsel çıkarım) öncüllerden sonucun %100 kesinlikle çıktığı durumlardır.
Tümevarım, öncüllerden sonucun kesin bir şekilde çıkmadığı durumlar için kullanılır.
Tümevarımsal çıkarımlar gündelik bağlamlarda daha sıkça ortaya çıkmaktadır. Gerekçeler, varılan sonuçları zorunlu
kılmaz, ancak olanaklı ve akılcı hale getirir. Dünya bilgimizin çoğu, gerekçelendirilmiş ancak kesinlikten uzak bilişsel
unsurlardan oluşur.
Olgusal düzenlilikleri bilme, sahip olunduğu düşünülen bilginin temelinin aslında sanıldığından daha az sağlam
olduğunun ortaya koyulmasıyla ilgilidir. Örneğin her sabah güneşin doğması sebebiyle ertesi gün de doğacağını
biliriz. Bu bilgi, önceki deneyimlerden gelir. Ancak bu bilgi kesin değildir, bir gün güneşin doğmaması ihtimali de
vardır. Burada dikkate alınması gereken iki kavram vardır:
Fiziksel olanaksızlık : Bir durumun fiziksel olarak olanaksız olması, o olgunun yaşanılan ve anlaşılan fiziksel
dünyanın görünen yapısıyla çelişmesidir.
Mantıksal olanaksızlık : Evrenin mantıksal yapısıyla çatışan durumlar için kullanılır. Bir örnek olarak,
üçgenin dörtkenarlı olması durumu verilebilir. Mantıksal olanaksızlık, diğer olanaksızlık türünden daha güçlü
bir olanaksızlık türüdür. Çünkü fiziksel olanaksızlıklardan farklı olarak, mantıksal açıdan olanaksız bir
durumu kafamızda bile canlandıramayız.
Şüpheci Düşüncelere Tepki: Moore’un Sağduyusal Yanıtı
Şüpheciliğin rahatsız edici sonuçlarıyla ilgilenen ve çözüm üretmeye çalışan düşünürlerden biri George Edward
Moore’dur(1873-1958). Onun önemli argümanı ‘ sağduyusal argüman ’dır.
Sağduyusal tavır, genelde pratik ve işe yarar sonuçlar verebilen kararlar alma ya da yargılarda bulunma eğilimi ile
ilintilidir. Şüphecilik, sağduyu ile ciddi oranda çatışmaktadır. Ancak önemli olan ‘düşünsel sorumluluk’tur. Yani
kişiye uygun bir düşünce olmadığı zaman bu düşünceyi bertaraf etmek değil, o görüşün neden zayıf olduğunu
anlatma, üzerine düşme çabasıdır. Moore’un şüpheciliğe yanıtı ve karşı çıkışı da bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Argümanın Arka Planı: Kesin Olarak Bilinenler ve Nesnelerin ‘Var Olmasının’ Anlamı
Birincisi, sağduyu kavramının her durumda ve her bağlamda aynı sonucu vermesi beklenemez. Yani
sağduyunun bir sorun karşısında verdiği tepki, bağlamsal ve görece yönler içerebilir.
İkincisi, sağduyunun genelde kabul gören sonuçları bazen son derece yanıltıcı olup, bu sonuçları düzeltmek
için bilim ve felsefe gibi alanların işlevlerine ihtiyaç olabilir.
Dolayısıyla denilebilir ki sağduyu, en üst epistemolojik merci veya kapasite olarak görülmemelidir. Aklın kritik
kullanımı hem önemli hem de değerlidir.
Şüpheci Tavrın Felsefi Değeri
Felsefi ‘tavırlar’ ile sonu –izm ile biten ‘akımlar’ arasında, önemli bir fark vardır. Bu farkı anlamak için şüpheci-lik ile
şüpheci tavır arasındaki ayrım incelenmelidir.
Şüphecilik , felsefede bilginin olanaklılığı konusunda sunulan çok kökten ve sıra dışı bir görüş veya akımdır.
Şüpheci tavır , anlaşılması için tersi olan kavramlara değinilmesi gereken kavramdır. Şüpheci tavrın zıttı olan
bir kavram dogmatizmdir. Yani belli bir kişi veya topluluk tarafından benimsenen, tartışmadan ve
sorgulamadan kabul edilmesi beklenen inanç ya da inanç kümesidir. Ancak burada önemli olan bir nokta,
dogmatiklik karşıtı duruşun insanlar için tahminen ancak belli bir dereceye kadar olanaklı olabileceği
gerçeğidir. Sürekli şüphe halinde olmak insanların kolayca yapabileceği şeyler değildir.
Şüpheci tavır için önemli bir sonuç da şudur: Şüpheci yönleri olan kişiler, kendilerini karşı görüşlere ve akıl
yürütmelere çekinmeden açmalarından ve radikal sorgulama alışkanlığı edinmelerinden dolayı, inanç sistemlerini
darbelere daha dayanıklı ve daha iyi gerekçelendirilmiş bir konuma çekeceklerdir.
5. Deneyimcilik Nedir?
Bilgimizin tek kaynağının duyu verileri ve algılar olduğunu savlayan epistemolojik görüşe deneyimcilik adı verilir.
Ancak Türkçe’de felsefe kitaplarında bu akım için sıkça ‘deneycilik’kullanılır. Kökü ‘deney’dir. Oysa ‘deneyim’ sözü
yukarıda verilen bilgimizin tek kaynağının duyu verileri veya algılar olduğu görüşünün içeriğine daha iyi uymaktadır.
Deneyimciliğe en yakın olan akımlardan birisi pozitivizmdir. Pozitivistler de bilgisel bağlamlarda olgusal deneyime
önem verirler.
Deneyimcilik için, İngiliz deneyimciliği olarak da bilinen akımın temsilcileri önemli bir yere sahiptir. Bunlar, John
Locke, David Hume ve George Berkeley’dir.
Deneymciliğin Arka Planı: Descartes’ın Epistemolojik Mirası
Deneyimcilik Kartezyen felsefeden aldığı miras, inceleme açısından değinilmesi gereken bir husustur.
Maddesel Dünyanın Bilinmesi ve Temsil Epistemolojisi
Descartes’ın metafizik görüşüne göre, zihin (veya ruh) ile maddenin alanları birbirinden bağımsız olarak vardır.
Bunlar tözdür. Buna karşılık eğer bilen özne ve bilinecek nesne varlıksal açıdan özerk konumdaysalar, bu iki alan
arasında nasıl bir köprü kurulması gerektiği sorusu sorulur. Descartes’ın yanıtı: ‘Zihnin içindeki ‘idea’lar gerçekliğin
unsurlarına ilişkin bilgi taşırlar; bu da bizim dünya bilgisi sahibi olmamıza neden olur’.
İdeaların hem gerçeklik içinde olan hem de gerçekte olmayan şeyleri temsil edebileceği düşünülür. ‘ Temsil etme ’
kavramı felsefenin alt alanlarında yaygın bir şekilde kullanılan, oldukça kritik kavramlardan biridir.
‘ Temsil etme ’ zihinsel bir işlev, ‘ idea ’ ise temsil süreci sırasında oluşan zihinsel durum veya soyut nesnedir.
Descartes ve onu izleyenlerin insan bilgisi konusunda yaptığı araştırmalar, temsil epistemolojisi olarak da bilinen bir
düşünme ve sorgulama alanının açılmasına neden olmuştur.
John Locke
Locke (1632-1704) Modern Dönem düşünürüdür. Onun ortaya attığı fikirler liberalizm ve demokrasi konuları
üzerinde önemli temeller oluşturur. Tabula rasa onun önemli fikirlerini içerir.
Tabula Rasa ve Bilginin Oluşumu
Locke’ın genel felsefi amaçlardan biri, Tanrı’nın yarattığı sonlu ve sınırlı bir varlık olan insanın bilebileceği ve
anlayabileceği şeyleri bulup ortaya çıkarmaktır. Daha özel olarak da, Locke, insan aklının nasıl bir öğrenme
mekanizmasına sahip olduğunu ve zihnin sahip olduğu düşünce içeriklerinin hangi kaynaklara dayanabileceğini
araştırmayı hedeflemektedir.
Locke’ın epistemolojik perspektifine göre, bu karmaşık ideaların her birinin zihinde oluşabilmesi görece daha basit ve
temel olanların varlığına bağlıdır. Örneğin zihnimizde bulunan ‘düğün’ gibi karmaşık bir idea, ‘gül’, ‘gelin’, ‘pasta’
gibi daha basit idealardan oluşmak durumundadır. Dolayısıyla duyu verilerinden yoksun olan bir insan, basit veya
karmaşık hiçbir idea oluşturamayacaktır. Öyleyse denilebilir ki ‘bilgi’ adını verdiğimiz her bilişsel durumun o temele
yaslanması gerektiği fikri, Locke’ın felsefesinin ana düşüncelerinden biridir.
Locke’a göre insanın zihni doğum anında ‘boş bir levha’(tabula rasa) gibidir. Yaşadığımız deneyimler bu boş
levhanın üzerine zaman içinde ‘yazarlar’ ve böylece dünya bilgisi birikimsel bir şekilde oluşur.
İnsanın bilgisel yapısı temel olarak iki ana unsurdan oluşur. Birincisi deneyim ile elde edilenlerdir. Diğeri ise bu elde
edilenlerin daha önce deneyimlenmiş diğer parçalarla birleştirilerek işlenmesidir.
Sonuç olarak Locke doğuştan ideaların olamayacağını savlar. Bilgi tümüyle deneyim alanına aittir.
Locke’ın Ontolojisi
Locke’un görüşü Aristotales’in metafiziği ile benzerlikler taşıdığı söylenebilir. Locke da tözsel bir ontoloji tasarlamış
ve tözlerin nitelikler veya özellikler taşıdığını düşünmüştür. Ancak onun felsefesinin önemli farklarından biri, kendi
döneminin söylemsel havasına uygun bir şekilde, temsil epistemolojisinin düşünsel gereçlerini kullanmasıdır.
İki tip ‘nitelik’ olduğunu savunur.
Birincil nitelikler , maddesel gerçeklik içinde yer alan ve bizim zihnimizde de temsil edilebilen özelliklerdir.
İkincil nitelikler ise nesnelerin birincil nitelikleri nedeniyle bizim zihnimizde oluşan etkilerdir. Örneğin bir
masanın kapladığı uzam birincisine, onun rengi, şekli ikincisine dâhil olmaktadır.
Locke, nitelikleri barındıran zemine ‘tözsel taban(substratum)’ adını verir. İnsanlar epistemolojik açıdan yalnızca
nitelikleri bilebilir; ‘tözsel taban’ ise bilgi nesnesi olabilecek bir şey değildir. Ancak Locke, bilinebilir olmasa fa,
insan aklının bunun varlıksal gerekliliğini akılcı bir şekilde öne sürebileceğini ve bu gerekliliği kavrayabileceğini
düşünür.
Locke’ın Epistemolojsinin Genel Felsefi Görünümü
Locke kesinlik veya kesin bilgi gibi konularda Descartes’ın iyimserliğine sahip değildir. Zihnin gerçekliği bilme
süreçleri her zaman kesinlikten uzak olmak zorundadır. Locke, Tanrı’nın insanları bilme yeteneği ve ahlaki doğruları
bulma kapasitesiyle yarattığı düşüncesindedir. Buna karşın bu bilginin kayda değer epistemolojik sınırlarının olduğu
da açıktır.
David Hume
Felsefe tarihinde insan bilgisinin ‘nesnel’ temellerine duyulan sağlam inanç konusunda en keskin eleştirel görüşü
geliştiren ve sonuçta da en büyük epistemolojik yıkıma neden olan düşünür Hume’dur.
Nesnelerin Bağımsız Varlığı Sorunsalı
Hume’a göre, algı sırasında karşımıza bir ‘nesnenin’ çıktığı açıktır. Asıl soru şudur: Nesnelerin nesnel olarak (yani
özneden ayrı olarak) var olduğuna inanmamıza neden olan şey nedir? Diğer bir ifadeyle nesnelerin zihinden bağımsız
ve sürekli olarak var olduklarına ilişkin inanç veya idea nereden kaynaklanmaktadır?
Bir nesnenin bağımsız ve sürekli olarak var olduğu konusundaki ideamızın kaynağı algının kendisi olamaz. Hume’a
göre, duyular aracılığı ile dışımızdaki dünyaya dair uyarımlar alma ile diş ağrısı arasında özsel bir fark yoktur.
İnsanlar diş ağrısının kendi benlikleri veya varlıkları içinde olup bittiğini, fakat ‘ağaç algısı’nın zihnimizin dışındaki
nesnelerden kaynaklandığını düşünür. Nesnelerin zihnimizin dışında ve sürekli olarak var olduğu bilgisine, duyusal ve
algısal boyutta ulaşamayız.
Bir diğer seçenek, algıladığımız nesnelerin ve niteliklerin bağımsız ve sürekli olarak var olduğu konusundaki
fikrimizin veya bilgimizin, insan aklının felsefi bir tarzda çalışması sonucu oluştuğunu söylemektir.
Hume’a göre sorunun asıl yanıtı imgelem veya imge oluşturma yetisidir. Bir bebek, bir cisim ona gösterilmediği
takdirde onun sürekliliği hakkında bilgiye sahip değildir. Ancak ‘olgunun veya nesnenin tutarlı bir şekilde
tekrarlanması’ ile süreklilik kabul edilir. Ancak Hume’un iddiasına göre, belli tür algıların tekrarlandığı gerçeğinden
nesnelerin zihnin dışındaki gerçek varlıksal durumlarına dair bir çıkarım yapmamız olanaksızdır.
Nedenselliğin Deneyimci Çözümlemesi ve Hume’un Metafizik Karşıtı Duruşu
Hume’un düşüncelerinin etkisinin en önemlisi olarak görüştüğü felsefi konulardan biri de nedensellik olgusudur.
‘Nedensellik’ yani bir olgunun başka bir olguya neden olması durumunun, bizim gözlemleyebildiğimiz dünyanın
temelinde yattığı kesindir. Evrende belli fiziksel nedenler her zaman belli fiziksel sonuçlara neden olur. Bu durum da
bizim zihnimizden tamamen bağımsızdır ve evrenin kuruluş yapısıyla ilgilidir.
Kritik soru, insanlarda ‘nedenselliğin zorunlu ideası’nın olup olmadığı değil, bu ideanın nereden kaynaklandığıdır.
Nedenselliğin zorunlu olduğunu düşünmemizin kökeninde ne yatmaktadır? Bunun, Hume’a göre tek bir yanıtı olabilir:
Benzer etki-tepki örneklerinde aynı sonucun tekrarlandığını gözlemlemek. Gözlemlenen olgu aslında yalnızca
‘düzenli bir şekilde tekrarlanma’dır. ‘Zorunluluk’, tekrarlamalar sonucu zihnimizde türeyen bir ideadır.
Eğer Hume haklıysa, metafizik bilgi olanaksızdır. Yani insan, zihninin içeriksel sınırlarından sıyrılıp, onlardan
bağımsız bir tarzda gerçekliğe ilişkin iddiada bulunamaz. ‘Nesnel sebep sonuç bağıntıları’ bilgisine ulaşabileceğimiz
olgular olamaz.
Hume ve Locke arasında iki önemli benzerlik vardır:
Her iki düşünüre göre de, doğuştan getirilen bir idea yoktur.
Dünya bilgisinin tümü duyulardan gelen basit uyarımlar ve onlardan türetilen karmaşık idealara dayanır.
Farklılık ise, Hume, birincil nitelikler konusunda iddiada bulunulamayacağını savunur. İki tür bilgi vardır: (1)olgusal,
(2)biçimsel. Bunların dışına çıkan iddialar tamamen anlamsızdır.
George Berkeley
İdeacılık ve Deneyimcilik
Maddecilik ve ideacılık, metafizik görüşlerdir. Deneyimcilik ise epistemolojik bir görüş veya akımdır. Berkeley’in
görüşünü ilginç kılan, ontolojik anlamda ideacılığı ve epistemolojik açıdan da deneyimciliği açıkça savunmuş
olmasıdır. Hume’un Berkeley’den ayrıldığı nokta, Hume herhangi bir metafizik veya varlıksal perspektifi
savunmamaktadır.
Berkeley’e göre maddesel tözün veya zihinden tamamen bağımsız maddesel nesnelerin varlığına inanan düşünürler,
aslında farkında olmadan çelişkili bir görüş ileri sürmektedirler. Bir nesne içindeki algılara veya ideaya ilişkin
unsurlar ayıklandıktan sonra nasıl tasarlanabilir? Bu doğal olarak, olanaksızdır. İdea veya zihin tarafından müdahale
edilmemiş, kendi nesnelliği içinde var olan madde bizim için anlaşılır bir varlık parçası değildir.
Var Olmak Algılanmaktır
Berkeley’e göre, bir idea, yalnızca bir ideaya benzeyebilir; idea zihinsellikten arınmış maddeyi temsil edemez.
Düşünce, içinde düşünsel unsurlar olmayan varlığı kavrayamaz.
Onun ifadesiyle ‘var olmak, algılanmaktır’. Bu şu anlama gelmemektedir, hiç kimsenin algılamadığı taşlar, ağaçlar,
yıldızlar yoktur. Berkeley bu sağduyuya aykırı görüşü savunmamaktadır.
Deneyimciliğin Genel Felsefi Değerlendirmesi
Deneyimcilerin, büyük oranda, Descartes ile başlayan bilgi sorunsalı üzerine eğildikleri ve o çerçevede fikir ürettikleri
gözlemlenebilir. Deneyimciler bizim sınırlı bir bilişsel varlık olduğumuz gerçeği üzerine yoğunlaşmamışlardır. Bunun
doğal sonuçlarından biri, zihnimizin içeriğinden hareketle ‘zihnin dışındaki gerçekliği’ bilmeye giden epistemolojik
yolların kesinlikten uzak olmasının gerektiğinin ortaya çıkmasıdır.
6. Usçuluk Nedir?
‘Us’ kelimesi Arapça kökenli bir kelime olan ‘akıl’ın Türkçesidir. ‘Usçu’ olarak bilinen felsefeciler bilgimizin tek
kaynağının duyu verileri ve algılar olmadığını düşünürler. Güvenilir veya kesin bilginin temelinde insan aklının yattığı
veya gerçekliğin kavranmasının ancak akıl yoluyla olabileceği tezini ileri süren akıma usçuluk denir. Diğer bir
ifadeyle usçuluk, deneyimcilikten farklı olarak, insan aklının kendisinin bilginin temel bir kaynağı olduğunu veya
bilginin ortaya çıkmasında insan aklının yapısının özsel ve şekillendirici rol oynadığını savunur. Usçular epistemolojik
tablonun merkezine ‘deneyim parçalarını’ değil aklı yerleştirir.
Usçuluğun Arka Planı: Eski Yunan’daki Nous Kavramı
Eski Yunan’da nous kavramının incelemesini sıralamak gerekirse:
Sokrates öncesi felsefede ‘ nous ’ kavramının kullanımı pek çok kez ‘öznel bir zihinsellik’ düşüncesinden
uzak bir tarzda gelişir.
Anaksagoras, nous ’un evrenin başlangıcındaki kaosu düzenleyen ve evrenin düzen içinde bir başlangıç
yapmasını sağlayan bir güç olarak düşünür.
Platın nous ’u ‘ruhun ölümsüz ve akıl içeren kısmı’ olarak tanımlar ve bizim gibi sonlu varlıkların işlevleri
arasında ‘tanrısallığa yakın olan işlev’ olarak niteler.
Aristoteles, hem sonlu hem de ölümsüz yönleri olduğuna inandığı nous’u bizim anladığımız ‘akıl’ kavramına
yakın bir şekilde alır ve bu kavramı ‘algı’dan ayırır. Aristoteles’e göre, insanlarda bulunan nous ’un ölümden
sonra da varlığını sürdürebilen kısmı, anlama ve bilme işlevlerini olanaklı kılar ve bizi diğer canlılardan farklı
bir konuma getirir.
Hepsinin ortak tavrı, bilginin ve anlamanın düzeyini algının düzeyinden farklı bir yerde konumlandırmalarıdır. Bu
tavır, farklı biçimlerde, Modern Çağ usçularının görüşlerinin de temelini oluşturur.
Descartes
Descartes, önde gelen usçulardan biridir. Diğer usçular gibi o da insan zihninin doğum anında belli ‘içeriğe’ sahip
olduğunu düşünmektedir.
‘Düşünüyorum’dan Nesnelerin Bilgisine Giden Yol
Descartes’a göre, algı ve matematik de dahil olmak üzere, bize en güvenilir görünen bilgi türlerinin doğruluğundan
bile şüphelenme olasılığı bulunmaktadır. Örneğin insan bildiğini sandığı her konuda yanılmakta ve yanıldığını
düşünmektedir. Böyle bir durumda, evrende yanıltılan bir şeyin olması gerekir. İşte bu şüphe duyulmayan gerçektir.
Burada kastedilen varlık, etten ve kemikten bir varlık değil, zihinsel boyutta bir var olma durumudur. Başka bir
deyişle kastedilen, zihinsel tözdür. Bu yüzden Descartes ‘düşünüyorum, o halde varım’ demektedir. Bu bilgi Tanrı’yı
bilmemizden de daha önce gelen bir bilme türüdür.
Descartes’ın bir sonraki adımı, zihnin içerikleri olan ideaları incelemektir. Bu idealardan ilginç bir tanesi ‘Tanrı
ideası’dır. Tanrı; tanım gereği, sonsuz olan ve içinde sınırsız özellikler barındıran bir varlıktır; buna karşın insan zihni
sınırlıdır. Eğer Tanrı varsa, O’nun bizim bilgilenme süreçlerinde sistematik ve sürekli bir şekilde yanılmamıza izin
vermesi beklenemez.
Algısal Bilginin Sınırları
Descartes’ın mum örneği deneyimcilik ile usçuluk arasındaki farkı anlatır. Yanan bir mumun sürekli olarak değişim
halinde olmasını duyular ile algılarız. Ancak başından sonuna kadar, mum değişmesine rağmen, aynı nesneyi algılıyor
olduğumuzun da farkında oluruz. ‘tüm değişimlere karşın aynı nesneyi algılamakta olduğumuz’ bilgisini bize sağlayan
kaynağın algılar olması olanaklı mıdır?
Descartes’ın bu soruya cevabı olumsuzdur. Nesnedeki değişimleri duyular aracılığı ile biliyor olduğumuz doğrudur.
Ancak tüm değişimlerin ardında, varlığını kesintisiz olarak sürdüren, belli bir nesnenin yatmakta olduğu bilgisini akıl
yoluyla ediniriz. Bu bilgileri algılar veremez.
Descartes’un argümanı doğruysa, değişimlerden geçerken ‘kendisi’ olarak kalan nesnenin kavranması için duyu
algıları yeterli değildir. Bu bakış açısını daha iyi anlamak için Kant’a değinmek gerekir.
Kant
Descartes, ‘maddesel’ ve ‘zihinsel’ olmak üzere iki farklı tip öz tanımlar. Immanuel Kant(1724-1804) da fiziğin ve
etiğin alanlarını ayırır.
Varlık alanında fiziksellik dışında bir kuralın veya kanunun olmadığı düşünülseydi, adaletsizliklerin veya zalim
insanların eylemleri de bu şekilde açıklamak zorunda kalınırdı. Özgür iradenin veya tercihlerin olmadığı yerde, etik,
anlamını tümüyle kaybeder. Akıl sahibi bir varlık olan insan, ahlaki olarak seçim yapma ve karar verebilme
kapasitesine de sahiptir. Bu yüzden Kant, aynı Descartes gibi, ‘ikicilik (düalizm) olarak bilinen akımla da
ilişkilendirilir.
Deneyimciliğin Hakıını Vermek ve Deneyimciliği Eleştirmek
Kant usçu bir düşünür olsa da, özellikle Hume’un deneyimciliğinden oldukça etkilenmiştir. Kant’ın Hume’a katıldığı
en önemli nokta, ‘insan aklının deneyime hiç başvurmaksızın bazı evrensel veya metafizik doğruları keşfedebileceği’
tezinin kabul edilemez bir düşünce olduğudur.
Kant’a göre, bu tür çabalar, ya insan bilgisine ilişkin şüpheciliğin güç kazanmasına ya da dogmatik düşünce
sistemlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kant’ın temel amaçlarından biri, bu karamsar tablo karşısında yapıcı bir
perspektif sunabilmektir.
Hume’a göre biz temel olarak iki türlü bilgi sahibi olabiliriz: Duyu verilerine dayanan deneyimsel bilgi ve mantıksal
(veya biçimsel) bilgi. Kant, deneyimciliğin bu yönüne karşı çıkar ve felsefenin (veya metafiziğin) olanaklı olduğunu
savlar. Bu tavır Kant’ı epistemolojik açıdan deneyimcilerden ayıran en önemli noktadır. Özetle, Kant’ın felsefesinin
önemli bir sentezi hedeflediğini söyleyebiliriz.
Epistemolojik Devrim ve Kant’a Göre İnsan Zihninin Etken Yapısı
Felsefe tarihi boyunca epistemolojik sorunsal belli bir eksen etrafında şekillenmektedir. Bu eksen, eldeki sınırlı
zihinsel veya bilişsel verilerden hareketle, zihin tarafından yaratılmamış bir gerçekliğe ilişkin nasıl bilgi sahibi oluna
bilineceği konusudur. Eldeki konunun veya sorunun hem ontolojik hem de epistemolojik boyutları olduğunu
düşünmek olasıdır. Ontolojik açıdan, nesnel varlık alanı zihinden tamamen bağımsız ve dışsal bir şekilde vardır.
epistemolojik açıdan, zihin tamamen edilgen bir işleve sahiptir ve zihnin esas bilgisel işlevi nesnel olanı
‘kopyalamaktır’.
Kant’ın önerisi, daha önce denenmemiş bir ‘düşünsel deney’ yapmakla ilgilidir. Bu deney, aynı Kopernik’in dünya
merkezli astronomik sistem yerine güneş merkezli sistemi önermesi gibi, nesne merkezli metafizik projeler yerine,
öznenin bilişsel rolünü merkeze alan bir kuramı öne sürmektir. Kant’ın devrimsel görüşüne göre, bilen özne edilgen
değil etkendir.
Hume’un ve diğer deneyimcilerin haklı olduğu yer, bilginin malzemesinin algı verileri yoluyla geldiğidir. Ancak o
hammaddeyi işleyecek olan bilişsel mekanizma doğuştan gelir. Dolayısıyla Kant’a göre Locke’ın benzetmesi yanlıştır:
zihin insanın doğduğu andan itibaren ‘boş levha’ olamaz. Başka bir deyişle, zihnimiz organize edeceği ham maddeyi
dışarıdan alabilir ancak organize eden zihinsel sistemin işleyiş ilkelerini deneyimsel yollardan öğrenilemez.
Kant’ın Ontolojisi: Bilişsel Sınırların Varlıksal Sonuçları
Kant’ın ‘Kopernik Devrimi’nin önemli bir yönü, varlık alanının yeniden tasarlanmasıyla yani ontolojiyle de ilgilidir.
Çünkü ‘bilgi’ varlığa bağlı bir kavramdır, biz var olanları bilmeye yöneliriz.
İnsanlar bilişsel açıdan sınırlı varlıklardır. Bu anlamda, hem duyu organlarının hem de aklın işlevlerine, türsel
kısıtlamalar ve sınırlar çerçevesinde yaklaşmak gerekir. İnsanlar genellikle sınırlı bilişsellikte olduğunu gözden
kaçırmaya ve algısallığı mutlak bir durum gibi almaya eğilimlidir. ‘Nesne’ biz insanlara nasıl görünüyorsa, aslında
öyledir türünden bir varsayımla yaklaşırız. Kantçı açıdan biraz derin düşünürsek, alışılmış düşüncelerle çelişen şöyle
bir sonuca varabiliriz: Sınırlanmış olan yalnızca bilgimiz değil, aynı zamanda bize nesne olarak görünen şeylerdir.
Kant’ın görüşüne göre, bizim sınırlanmış varlıklar olmamız yalnızca bilgi konusunda değil varlık konusunda da
önemli sonuçları olan bir olgudur. Kant’a göre, bize görünen dünya ve onun nesneleri bizim bilişsel sınırlarımız
tarafından şekillenmiş ve sınırlanmış olarak karşımıza çıkmak durumundadır. Yani Kant’ın kastettiği, aslında varlık
alanının kendisi olarak var olduğu, ancak bizim onu ‘olduğu gibi’ anlayamayacağımızdır.
Sentetik A Priori Olanaklı mıdır?
Kant öncelikle analitik ve sentetik cümleler arasında ayrım yapar.
Analitik cümlelerde, cümlenin yüklemi öznede zaten var olan bilgilere yeni bilgi katmaz. ‘Bekârlar evli
olmayan insanlardır’ analitik cümledir.
Sentetik cümlelerin yüklemleri öznede içerilen bilginin ötesine geçer. Tahmin edileceği gibi, günlük dilde
kullandığımız cümlelerin çoğu analitik değil sentetiktir. ‘önümde duran kedi siyah renklidir’ önermesi
sentetiktir, çünkü ‘siyah’ özelliği –genel olarak düşünülürse- ‘önümde duran kedi’ kavramının içinde
bulunmaz.
O halde özetlersek, sentetik cümleler bizim dünyaya ilişkin bilgimizi genişletirler; analitik cümleler ise ya içeriksel
olarak boşturlar ya da kavramlar arası ilişkileri ortaya koyarlar. Başka bir deyişle, deneyimsel olarak yeni bilgi
taşımazlar.
Diğer önemli ayrım da a priori ve a posteriori ayrımıdır. Analitik-sentetik çifti cümlelerin yapısını ilgilendirir; a
priori ve aposteriori ayrımı ise bilginin edinilme tarzına ilişkindir.
A priori bilgi evrensel olarak doğrudur ancak tek tek deneyimler yoluyla kazanılmaz.
A posteriori bilginin kazanılması için somut deneyim parçaları gerekir. Gözlemsel bilgilerin tümü
a posteriori’dir .
Belirtilmesi gereken önemli bir nokta: her ne kadar ‘analitik’ kavramı ‘ a priori ’ye, ‘sentetik’ kavramı
‘a posteriori ’ye benzese de, bunlar bütünüyle aynı kavramlar değillerdir. Yukarıda da açıklandığı gibi, analitik
cümleler ‘deneyim boyutunda yeni bilgi içermeyen önerme’ olarak, a priori ise ‘evrensel ve kesin nitelikteki bilgi
türü’ olarak tanımlanır. Kant’ın bu kavramları kullanmasındaki asıl amaç, Hume’un bilginin yalnızca iki çeşidinin
olduğu yönündeki argümanına karşı çıkabilmektir.
Bir karşılaştırma yapılacak olursa analitik a priori önermeler ve sentetik a posteriori önermeler Hume’un olanaklı
olduğunu düşündüğü iki bilgi tipine karşılık gelmektedir. İlki, mutlak bir şekilde doğru önermeleri, ikincisi ise
dünyaya dair gözlemsel bilgileri oluştururlar. Hume’cu açıdan bakılırsa, bilgi ya basit şekilde deneyimseldir ya da
mantığa aittir.
Diğer iki olasılığa bakıldığında, Kant, analitik a posteriori ’nin olanaksız olduğunu söyler. Çünkü analitik cümlelerin
doğruluk değeri, tikel deneyimlere bağlı olmaksızın belirlenir. Diğer karşılaştırma ise bizi Kant’ın kritik epistemolojik
sorusuna götürür: Deneyimcilerin kabul ettiği iki bilgi türüne ek olarak sentetik a priori de olanaklı mıdır? Yani hem
doğruluğu kesin ve evrensel olan hem de bilgi içeriği boş olmayan bir önerme tipi var mıdır? Kant’a göre, metafizik
bilginin olanaklılığı bu tip önermelerin varlığına bağlıdır.
Kant’a göre aritmetik ve geometri sentetik a prioridir. Benzer şekilde, doğrudan gözlemin ötesine geçmeyi gerektiren
‘her doğal olgunun doğal bir nedeni vardır’ türü metafizik önermeler de sentetik a priori niteliktedir.
A priori önermeler tek tek olgulardan ziyade genel geçerliği olan ilkelerle ilgilidir. Sentetik önermeler ise bilgimize
katkı yapan, yalnızca kavram çözümlemesinin ötesine geçmeyi gerekli kılan cümlelere karşılık gelirler.
Kant’ın ‘Kavram’ Kavramı ve Usçuluk
Platon’dan başlayarak, usçu eğilimleri olan düşünürler her zaman bilginin algısal malzemesi ile bilginin norm sunan
ve biçimlendiren temel unsurlarını ayırma eğiliminde olmuşlardır. Kant’ın usçu görüşüne göre, bilginin oluşması için
dışarıdan ‘duyusal malzeme’ alınması yetmez. Bu malzemenin kavramsal olarak şekillendirilmesi veya
anlamlandırılması gerekir
Kant’a göre ‘nedensellik’ tek tek deneyimler yoluyla edinilebilecek bir kavram değildir. ‘Neden’, sentetik a priori bir
kavramdır. Yani, ‘mavi’ gibi öğrenilmiş kavramlardan farklı olarak, sıradan deneyimin olanaklı olmasını sağlayan
düzenleyici bir normdur. Algıladığımız dünya bize nedensel bir yapıda görünür, çünkü nedensellik insan aklının
evrensel kategorilerinden biridir. Epistemolojide Kopernik devriminin bir başka ifadesi de budur.
Usçuluk-Deneyimcilik Tartışması Üzerine
Deneyimci düşünürler sürekli olarak bilginin temeline algı verilerini veya deneyimi yerleştirirken, usçular bu felsefi
tablonun yetersizliklerine işaret ederler. Usçular bilginin biricik kaynağının algılar olamayacağını savunurlar. Özetle
usçulara göre; her kavram veya kategori aynı nitelikte değildir. Usçular açısından deneyimciliğin en büyük eksikliği
algı verilerinin karmaşık dünya bilgisine nasıl dönüştüğünü tatmin edici bir şekilde açıklayamayacak olmasıdır.
Usçuluk-deneyimcilik tartışması hala süregiden bir tartışmadır.
7. Giriş
İnsan bilgisinin kaynakları ve oluşumsal yapısı konusunda önemli tartışmalar yapan deneyimciler ve usçular, algıların
bilgisel bir önem taşıdığı konusunda uzlaşım içindedirler. Ayrıldıkları nokta ise bilginin bilgisel dünyamız içinde ne
büyüklükte bir yer kapladığı ve epistemolojik işlevinin tam olarak ne olduğudur.
Deneyimciler algı parçalarının ve algılama süreçlerinin kendilerinin bilginin tümünün oluşumunun açıklanmasında
yeterli olabileceğini savlarken, usçular bu görüşü reddeder. Şüpheciler de algı konusunda farklı şeyler savunurlar.
Bunlardan en önemlisi, algılardan gelen bilginin en güvenilir bilgi olduğu yönündeki inancın tartışılmasıyla ilgili
olandır. Felsefecilerin öne sürdüğü temel kuramları incelemek, algı konusunun anlaşılması bakımından büyük önem
taşımaktadır.
Algı Psikolojisi
‘Algı’yı incelemeye geçmeden önce, bu kavramın ‘duyum’dan farkına değinmek gerekir. Beş duyu aracılığıyla duyu
verileri almak bizim zihinselliğimiz açısından bilinçli süreçler değillerdir. Bu süreçler bütünüyle fizyolojik düzeyde
gerçekleşir. O yüzden, ‘duyusal yollardan dünyadan veri alma’ kavramı için günlük dilde bazen ‘algı’ kavramı
kullanılsa da, bu durum yanıltıcı bir yön içermektedir. Deneysel psikolojinin bilişsel kanadında yer alan kuramcılara
göre algı, duyulardan gelen verilerin zihinsel yapımız tarafından seçilmesi, organize edilmesi ve yorumlanması olarak
anlaşılmalıdır. Başka bir deyişle; görsel, işitsel ve diğer algılar, duyulardan farklı olarak, beynin etken işlevlerini
gerekli kılar.
Varsayımlar ve inançlar algı süreçlerinin içine sıklıkla dâhil olmaktadırlar. Biz genellikle nesneleri ‘anlamlandırarak’
algılama eğilimindeyizdir. Dahası, bir nesneye bakarken içinde bulunduğumuz ‘beklentiler’ de algımızı etkiler. 20.
yüzyılda J. Gibson gibi deneysel psikologlar algının özellikle bu yönünü vurgulamışlar ve algısal süreçlerin önemli bir
oranda yukarıdan-aşağıya (yani genelden-tikele veya varsayımdan-olguya) diyebileceğimiz bir özellik taşıdığını
savlamışlardır. Böyle durumlarda, bağlamsal dünya bilgisi (yani ‘genel olan’), algının nesnesini (yani ‘özel durumu’)
tanımlamada işlevsel olmaktadır.
Algı Süreçlerinin Gizemine Bir Örnek: Göz Yanılsamaları
Felsefecileri en fazla düşünmeye sevk eden algısal durumlardan biri göz yanılsamaları veya illüzyonlardır.
Yanılsamaları epistemolojik açıdan ilginç kılan temel bir neden, öznelerin belli bir algısal durumun yanılsama olduğu
bildikleri halde bile, o yanılgının üstesinden gelip ‘gerçek durumu’ algılamayı başaramamalarıdır. Bu durum, algının
kendine özgü bir çeşit iç mantığı olduğunu ve bizim bazen düşünsel yollarla onun işleyişine etki edemeyeceğimizi
göstermektedir. Bilişsel bilimcilere göre, algısal mekanizmalarımız sürekli olarak algı verilerinin ne anlama geldiğini
çözmeye ve nesneleri tanımlamaya çalışırlar. Bilincimizin dışında otomatik olarak gerçekleşen bu süreçler iç çelişkiler
barındırdığında ise, yanılsama gibi sıra dışı durumlarla karşılaşılır.
Bulgular bilginin yapısına, algının gerçeklikle olan ilişkisine ve insanların gerçeği bilme olanaklığına yönelik kritik
sonuçlara işaret etmektedir.
Algı Felsefesinin Temel Kuramları
Felsefecilerin algı konusunu gündeme getirdikleri temel sorun, algı sırasında epistemolojik ve ontolojik açıdan tam
olarak neyin gerçekleştiğidir. Yani felsefecilerin bu çerçevede ilgilendiği konu, algılar ile gerçekliğin bilinmesi
arasındaki ilişkidir. Buna göre üç görüş ele alınacaktır: temsilcilik , görüngücülük ve gerçekçiliktir.
Temsilcilik
Algı bağlamında temsilcilik görüşünün ana tezi şu şekilde ifade edilebilir: Algı adını verdiğimiz olgu veya süreç
esnasında, insanların zihinsel durumları zihinden bağımsız gerçekliği temsil eder.
Temsilcilik akımının savunucuları, algılarımızın kaynağının veya hedefinin algılardan ve bilgiden bağımsız bir şekilde
var olan gerçeklik olduğunu iddia ederler. Algı zihinsel bir olaydır, ancak algının nesneleri zihnimizin işleyişinin
ürünleri değillerdir. İkinci olarak belirtilmesi gereken nokta, algı süreçleri sırasında zihinsel olanın zihinsel olmayanı
temsil etmekte olduğudur.
Temsilcilik görüşüne göre, algının oluşması için üç ayrı şey gerekmektedir. Birincisi, algının oluşması için algılayan
bir insanın varlığı gerekir. İkincisi, algı ancak öznelerce algılanan gerçek bir nesne ile mümkündür. Ve son olarak da,
algının olması temsil işlevini gerçekleştirecek olan zihinsel durumların veya algısal verilerin dolayımını gerekli kılar.
Temsilciliğin en bilinen savunucularından bazıları John Locke ve Bertrand Russell’dır.
Görüngücülük
‘Görüngü’ (‘fenomen’) , bizim deneyimlediğimiz dünyaya ait olan olgulara verilen genel addır. Yani metafizikteki
‘gerçekliğin kendisi’ kavramından farklı olarak bizim gibi sonlu varlıklara ‘görünen’ dünyanın betimlemesidir.
Epistemolojik ve ontolojik bağlamlarda görüngüler dünyası üzerinde yoğunlaşan ve onun önemini ön plana çıkaran
görüş için görüngücülük deyimi kullanılabilir.
Görüngücülüğün en önde gelen savunucusu David Hume’dur. Hume’cu perspektife göre biz, bir anlamda, algısal
deneyimden gelen görüntülerin oluşturduğu zihinsel bir sinema perdesini izleyen seyircilere benzeriz. Bizim zihinsel
verilerin düzeyini aşarak varlık alanında ne olup bittiğini görmemiz akılcı bir tasarım değildir.
Günlük yaşamda üzerinde fazlaca düşünmesek de, algı sonucunda zihnimizde beliren bir görüntüden hareketle,
zihinsel olarak yaşadığımız deneyimin ötesinde bir varlık olduğunu varsaymak aslında büyük bir ontolojik adımdır.
Hume’a göre bu adımı günlük yaşamda düşünmeden atıyor olmamız normaldir. Ancak felsefe açısından bu
irdelenmesi gereken bir durumdur.
Temsilcilik görüşünü savunan Locke gibi felsefeciler ile görüngücülüğü destekleyen Hume gibi düşünürlerin ortak
noktası, algı yoluyla bilgi edinilebilmesi için, zihinsel durumların veya zihinsel deneyimlerin aracılığına gerek
olduğuna inanmalarıdır. Başka bir deyişle, bu iki düşünür de algı sırasında deneyimlerimizle yüzleştiğimizi veya
onları algıladığımızı düşünmektedirler. Ayrıldıkları nokta, Hume’dan farklı olarak Locke’ın deneyimlerin önemli bir
kısmının arkasında zihnin yaratmadığı ve fiziksel anlamda gerçek olan nesnelerin yarattığını savlamasıdır.
Gerçekçilik
Temsilcilik ve görüngücülük, algıda deneyimlediğimiz şeylerin zihinsel olduğunu, yani nesnelerin kendileriyle
dolayımsız bir ‘karşılaşmanın’ olanaksız olduğunu savlamışlardır. Doğrudan gerçekçilik ise bu fikre net bir şekilde
karşı çıkar. Gerçekliğe göre, biz algı sırasında deneyimlerimizi algılamayız. Algı esnasında algılanan şey fiziksel
gerçekliğin içindeki nesnelerin kendileridir. Algı bağlamında bu görüşe ‘gerçeklik’ adı verilmesinin nedeni de budur.
Çağdaş Bir Örnek: Searle’ün Gerçekçi Yaklaşımı
Temsilci ve görüngücü felsefeciler zihinsel durumlar ve temsil olgusu üzerinde dururken, doğrudan gerçekçi
felsefeciler zihinsel temsilin ve zihinsel içeriklerin abartılmaması gerektiğine inanırlar. Gerçekçiler için dikkat
etmemiz gereken şey algının nesnesidir. Doğrudan gerçekçiliğe göre, temsilci ve görüngücü felsefeciler deneyimin
nesnesiyle deneyimin sürecini karıştırmaktadırlar.
Searle gibi doğrudan gerçekçilerin perspektifinden bakıldığında, geleneksel görüşlerin hata yapma nedenlerinden biri,
‘zihin’ ve ‘gerçeklik’ tartışmaları bağlamında yanıltıcı bir iç -dış ikilemi varsayarak hareket etmeleridir. Serale’ün
doğrudan gerçekçiliğini ilginç ve farklı kılan bir yön, onun bilginin ‘zihinsel’ veya ‘temsil’ yönünün ötesini görmeye
çalışan bir felsefi tavır sergilemesidir. Serle, zihinsel durumlarımızın ve temsil kapasitelerimizin ardında zihinsel
temsilleri önceleyen bedensel kapasitelerin olduğunu vurgular.
Algısal mekanizmalar aracılığıyla bilgi sahibi olabilmemiz iki ana gerçeğe sıkı sıkıya bağlıdır. Birincisi, zihinsel bir
durumun anlamlandırılabilir bir deneyimsel olgu olması için o tür bir deneyimi yaşayan öznelerin pek çok başka
zihinsel durumlara veya temsillere de sahip olması gerekir. İkincisi, temsil etme veya zihinsel resimler oluşturma gibi
kapasitelerden veya bilgi türlerinden daha temel bir bilme türü, zihinsel temsilden ziyade bedenin işlevlerine ve
bedenin öğrenmesine dayanan bilmelerdir.
Searle’e göre, geleneksel felsefeciler genelde bilginin zihinselliği üzerine yoğunlaştıkları için, bilginin eylemselliğe
ilişkin boyutlarını gözden kaçırmışlardır. Oysa bu iki bilme türü arasındaki ilişkiler ve hatta geçişimler, bilgiye farklı
bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır.
Doğrudan gerçekçi görüşe göre algılanan şey nesnedir. Ancak Searle bu fikir üzerinde önemli bir değişiklik yaparak,
dünyada algıladığımız şeylerin yalın olarak nesneler değil de olgular ve durumlar olduğunu savlar.
Searle’ün çarpıcı iddialarından biri, insanın algısal yapısının deneyimsel inancın yapısıyla benzerlikler gösterdiğidir.
Deneyim söz konusu olduğunda; örneğin, ‘bir kediye inanıyorum’ eksik ve hatalı bir ifadedir. ‘Bahçemdeki kedinin
siyah olduğuna inanıyorum’ ise daha doğru ve anlaşılabilirdir.
Şimdiye kadar söylediklerimizi özetlersek; Searle zihnimizin içini değil nesneleri algıladığımızı iddia etmekte ancak
nesneleri yalın bir şekilde değil onların ‘yönleri’ veya ‘durumları’ açısından algıladığımızı belirterek gerçekçi kırama
farklı bir kimlik ve nitelik kazandırmaktadır. Temsilcilerin ve görüngücülerin bu fikre itirazına göre ise, ‘algıda
görülen şey nesnedir’ savı geçersizdir çünkü bir insan sanrıya kapıldıysa, örneğin uçan kurbağalar görebilir. Yani,
fiziksel dünyada gerçekten olması beklenemeyecek şeyleri de algılayabiliriz. Bu da şunu gösterir: Algılanan şey
zihinsel durumlardır, dışımızdaki nesneler değildir. Serale’ün bu itiraza yanıtı, bu tür durumlarda aslında hiçbir şeyin
algılanmadığıdır.
Algı Tartışmasının Değerlendirmesi
Temsilci veya görüngücü bir felsefecinin gerçekliğe belli itirazlar getirmesi olasıdır. İlk akla gelebilecek karşı çıkış,
Searle’ün, algılayan öznenin nesne ile ‘karşılaşmasına’ ilişkin çok fazla şey varsaydığıdır.
Searle bir deneyimin ‘algı’ sıfatı taşıyabilmesi için dünyada öyle bir olgunun olması gerektiğini düşünmektedir; ancak
bir öznenin algılarından hareketle algı-gerçeklik karşılaştırması yapması ve algılıyor olduğunu bilmesi olanaklı mıdır?
Bu karşı çıkış oldukça önemli bir noktayı işaret etmektedir. Ancak bu iiraza Searle’ün yanıtı şudur: Bilgi sorunsalı ile
uğraşan bir felsefecinin ortaya koyabileceği bir işlev, algının koşullarını sergilemektir. Ama bu mutlaka ve er zaman
algısal bir bilgi ediniyor olduğumuzu göstermez. Örneğin belli bir olguyu gerçekten algıladığımızdan emin olduğumuz
bir anda bile tamamen yanılmamız olasıdır.
Searle’ün vardığı sonuç açıktır: Algı fiziksel bir süreçtir ve bu sürecin epistemolojik koşulları zihnin içini değil gerçek
dünyada olanları gündeme getirerek ifade edebilir. Bununla birlikte Searle’e göre insanın bilişsel sistemi dinamik ve
etken bir yapıya sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bir insanın bir nesneyi veya olguyu algılaması esas olarak bir
‘problem çözme’ etkinliğidir.
Bu etkinlik önemli bir oranda insanın sahip olduğu dünya bilgisini kullanmayı da gerektirir. Algı, basit bir
‘kopyalama’ değildir. Algı sisteminin, gerçekliği kavrama girişimleri sırasında belli durumlarda zorlanmasının ve iç
mantığının çelişik bilgi parçalarını anlamlandırmakta başarısız olması sonucu fiziksel gerçekliği çarpıtmasının nedeni
de budur. Buna karşın, Searle’e göre, algı süreçlerini en iyi açıklayan ve en az felsefi sorun içeren görüş gerçekçiliktir.
8. Giriş
‘Doğru’ kavramı felsefenin genelinde büyük bir öneme sahip olduğu için üzerinde durulması gerekir. Bu yüzden
‘önerme’ ve ‘doğru/yanlış’ kavramlarının arasındaki ilişkiye değinilecektir.
Önermesel Doğrunun Felsefi Önemi
‘Önerme’, doğru veya yanlış olabilen bir cümlenin içerdiği düşüncedir. ‘Doğru’nun felsefi olarak araştırılabilmesi için
birkaç alanda birden irdeleme yapmak gerekmektedir. Çünkü bu kavramı, diğer kavramlar gibi belli bir felsefi
kategori içinde incelemek olanaksızdır. Doğru, metafizik veya ontolojik araştırmaları ilgilendirebilir.
Doğru önermelerin veya doğruluğun var olacağını söylemek tartışmaya oldukça açık bir felsefi iddiadır. Her durumda,
doğrunun yalnızca metafizik alanına ait olmadığını, dil felsefesini ve semantik çalışmaları ilgilendiren bir yönünün
olduğunu söylemek olanaklı görünmektedir.
Dünya bilgimiz önermesel doğru kavramıyla yakından ilişkilidir. Deneyimsel bilgimizin en ilginç ve kritik bölümü
doğru önermeleri içerir. Bu durum doğrunun yalnızca metafizik ve semantik kapsamında değil, epistemoloji açısından
da çok büyük önem taşıdığını gösterir.
Doğru kavramını epistemoloji kapsamında ciddiye alan felsefecilere göre, bu kavramı bilgi açısından kritik kılan en
temel neden, bizim etrafımızdaki dünyaya dair düşünce ve inançlarımızın doğal olarak doğruya yönelmiş olmalarıdır.
Burada kastedilen, dünyaya yönelik sonradan deneyimsel inançların normal şartlar altında gerçekliğe iyi bir uyum
gösterdiği ve hatta uyum göstermeye yönelik bir tarzda oluştuğudur. Deneyimsel inançlar, gerçekliği algılayıp
anlamaya çalışan öznelerce oluşturulur.
İnsanlar dünyaya yönelik deneyimsel inançların mümkün olduğunca doğru olmasını tercih ederler. Yani bütün
yararlarından ve getirebileceği avantajlardan bağımsız olarak, doğruyu kendisi için de isteyebilirler.
Temel Doğruluk Kuramı
Doğruluğun felsefe için öneminin ne olduğuna değindikten sonra ele alınması gereken diğer önemli konu doğruluk
kuramlarının neler olduğudur. Doğruluk kuramları önermesel doğrunun ne olduğunu veya felsefi anlamda nasıl
oluştuğunu aydınlatmayı hedefler.
Bir kavramın insanlar tarafından yaygın bir şekilde kullanılması o kavramın ne olduğunun ve nasıl oluştuğunun iyi
anlaşıldığını göstermez. Bu sebeple doğrunun yapısının veya doğasının da felsefi yöntemlerle açıklanması gerekir.
Dolayısıyla sorunun çözülmeye çalışılması konuyla ilgili olarak kuramlar üretmiştir.
Karşılık Kuramı
Doğruluğun iki unsurun birbirine uygun düşmesi, örtüşmesi veya birisinin diğerine karşılık gelmesi sonucu ortaya
çıktığını öne sürer. Doğruluğun ortaya çıkması için hangi iki unsurun uyum içinde olması gerektiği sorusuna verilen
yanıtlar arasında, nesne-özne, idea-gerçeklik, dildünya ve önerme-olgu sayılabilir. Doğruluk ilişkisinin bir tarafında
özneye veya öznelliğe ait olan şeyler, diğer tarafında ise nesneye veya nesnelliğe ait olan unsurlar yer alır. O halde
bizim inanç ve cümle gibi önermesel unsurlarımızın doğru olmasının nedeni, bu unsurların gerçekliğin unsurlarına
karşılık gelmesidir.
Konunun gündeme gelişinde Aristoteles’in etkisi büyüktür. Metafizik adlı kitabında konuyla ilgili fikirlerinden
bahsetmiştir. Ona göre ‘doğru’ kavramını, söylenenlerin onlarla uygunluğu şeklinde tanımlanmaktadır. Ancak bu
muğlak bir tanımdır.
Aristoteles’ten sonra Aquino’lu Aziz Thomas, doğruluğu ‘var olan şeyle zihnin uygun olması’ şeklinde tanımlamıştır.
Bazı belirsizliklerin ve soruların yol açtığı bu tanıma karşı, Aristoteles mantığına alternatif bir mantık ortaya çıkmış ve
bununla ilintili olarak yeni bir metafizik tasarımının şekillenmesi ile olanaklı olmuştur.
Bağdaşım Kuramı
Karşılık kuramının en büyük rakibinin bağdaşımcılık olduğu söylenebilir. Karşılık kuramına göre daha yakın çağlara
ait olan bir düşüncedir. Bağdaşımcı kuramın ana fikrinin ortaya çıkması Modern Çağ’da gerçekleşmiştir. Kuram,
nesnelci yaklaşımın çok büyük bir sorun içerdiğini iddia etmektedir.
Bağdaşımcılık F. H. Bradley ve B. Blanshard gibi düşünürlerce savunulmuş önemli bir felsefi görüştür. ‘Bağdaşım’ ile
‘mantıksal tutarlılık’ birbirine oldukça yakın kavramlardır, ancak aralarında önemli bir felsefi fark vardır. Eğer bir
önerme kümesi aralarında çelişki sergilemiyorsa bu küme tutarlıdır.
Bağdaşımın ortaya çıkması için, ortada bir tutarsızlığın veya çelişkinin olmaması yetmez. Bağdaşımı olan bir kümenin
elemanlarının birbirlerini içeriksel olarak az çok desteklemesi beklenir.
Bağdaşımcılığa göre, belli bir inancın veya önermenin doğru olması onun diğer inançlarla veya önermelerle
bağdaşmasına, onlara uymasına bağlıdır. Bağdaşımcı doğruluk kuramı, önermelerin doğru değeri kazanabilmesi için
onların zihinden bağımsız bir gerçekliğe karşılık gelmesi gerektiğini ileri süren karşılık kuramının hatalı bir felsefi
görüşe dayandığını söyler.
Karşılık kuramı, doğruluk bağlantısının nesnel ucunu insanlardan ve onların zihinlerinden bağımsız bir alan olarak
tasarlar. Bağdaşımcı düşünürler ise basit sapmaların ciddi sorunlar yarattığını söyler. Bir önermenin gerçekliğin nesnel
ve maddesel unsurlarına ‘karşılık gelmesi’ kabul edilemez bir düşüncedir.
Bağdaşımcılara göre, önermesel doğruluk nasıl oluşur sorusuna verilebilecek en iyi yanıt, Berkeley’in ‘bir idea
yalnızca ideaya benzeyebilir’ fikriyle önemli bir benzerlik gösterdiğini söylemekle elde edilebilir. Bağdaşımcı
felsefeciler, bir önermenin doğru değeri kazanmasının diğer önermelerle bağdaşım içinde olmasıyla olanaklı olduğunu
savunurlar. Doğru bir önerme, bağdaşımı yüksek bir önermeler sisteminin bir parçası olduğu için doğrudur. Yani,
doğruluk ancak zihinselliğin, düşüncenin veya dilsel yapıların varlığında ve onların çerçevesinde anlaşılabilir.
Bir önermenin bağdaşım sonucu doğru değeri kazanması şüpheli gözükebilir. Doğrunun ortaya çıkması için nesnel
dünyanın unsurlarına gereksinim olduğu düşüncesi hem sağduyusal anlamda çekicidir hem de pek çok felsefeciye
oldukça mantıklı gelir. Ancak buna yanıt olarak, karşılık kuramının da bazı önemli felsefi zorlukları olduğuna işaret
edilebilir. Bağdaşımcılığın şüpheli görünmesinin başka bir nedeni ise, bir sistem içinde bağdaşım sergilemenin
‘doğru’ özelliğinin ortaya çıkması için yeterli olmadığı yönündeki sezgidir.
Bağdaşımcılık tezi başka bir açıdan da yorumlanabilir. Her ne kadar karşılık kuramı doğruluğun maddesel veya nesnel
dünyadan kaynaklandığını öne sürse de, maddi dünyanın önermeleri nasıl doğru yaptığı açık değildir. Karşılık
kuramını savunan olgucular yani gerçekçiler, önermelerin olgusal karşılıklarının nesnel dünyada olduğuna inanırlar.
Buradan ortaya çıkan sorunların karşılık kuramından ziyade bağdaşımcılık kuramıyla önemli bir sonuca varılacağı
görüşebilir.
Gereksizlik Kuramı
Çağdaş doğruluk kuramları arasında gereksizlik kuramı önemli bir yere sahiptir. Frank Ramsey ve Peter Strawson gibi
20.yüzyıl düşünürleri tarafından savunulmuş olan gereksizlik kuramının diğer kuramlardan en büyük farkı, doğru
konusunda yeni bir seçenek sunmaktansa, doğrunun ‘gereksiz’ bir niteleme olduğunda ısrar etmesidir.
Gereksizlik kuramına göre, doğru nitelemesinin bir önermenin anlamına herhangi bir katkısı yoktur. Bir önermenin
dile getirdiği düşünce veya yargı için ‘doğrudur’ dediğimiz zaman o düşünceye bir katkı yapılmış olmaz.
Eğer gereksizlik kuramı temelde haklıysa ‘doğru’ gibi önemli bir yüklemin ve kavramın ne işe yaradığı sorunu ortaya
çıkar. Gereksizlik görüşünü savunanların bazıları bu soruya yanıt verirken ‘doğru’nun doğal diller kapsamında nasıl
kullanıldığına dikkat çekmişlerdir. Bu kuramı savunan düşünlerin çoğu, ‘doğru’ kavramının felsefi olarak
abartılmasından rahatsız olurlar. Karşılık veya bağdaşımcılık kuramını savunan felsefeciler doğrunun bir yapısı ya da
en azından değişmez bir özü olduğunu varsayarlar. Gereksizlik görüşünün savunucuları ise bu noktaya karşı çıkarlar.
Pragmacılık
Pragmacılık 19.yüzyılın sonlarından itibaren felsefe sahnesinde yerini almıştır. Deyimin Yunanca kökenine
inildiğinde ‘pratik, somut işlevler, eylem’ gibi anlamlarla karşılaşılır. Pragmacı bir perspektiften bakıldığında karşılık
kuramı gerçekliği kavramaya çalışan özneleri temelde edilgen bir konumda tasarlamaktadır. Bilmek esas itibariyle,
nesnel gerçekliği zihne veya dile kopyalamaktadır. Nesneler özneleri etkiler ancak bilgisel süreçlerde öznelerin nesne
üzerinde bir etkisi olamaz.
Pragmacılığın önemli düşünürleri arasında Charles Sanders Peirce, William James ve John Dewey vardır. bu pragmacı
düşünürlere göre, bizim önermenin veya yargının doğruluğundan söz etmemiz, yaşadığımız dünya içinde
gerçekleştirdiğimiz eylemlerden, nesneleri anlama ve dönüştürme yetilerimizden kopuk olamaz. ‘Bilgi’ adını
verdiğimiz zihinsel durum ve ‘doğru’ adını verdiğimiz nitelik, doğa ve toplum içinde eylemde ya da işlevde bulunan
insanların ilgileri ve beklentileri tarafından belirlenir ve şekillendirilir.
Pragmacı görüşe göre, doğruluk ve karşılık ancak bireylerin eylemlerinin sonuçları yoluyla anlaşılabilir. Yaşayan
insanlarla ve onların eylemleriyle ilintilendirilmeyen ‘karşılıklar’ içi boş felsefi soyutlamalar olmaktan öteye
gidemeyecektir.
Gerçekçi bir felsefecinin ilgilendiği konu, bir önerme ve nesnel gerçeklik arasındaki varlıksal/bilgisel ilişkidir. Ve bu
ilişki soyut bir bağıntıdır. James’e göre ise, eğer olguönerme uyuşması sonucunda bir ‘doğru’ bağıntısı oluşuyor ancak
bu doğrunun insanların pratik yaşamlarını etkileyecek herhangi bir sonucu olmuyorsa, o doğrunun varlığından
bahsetmek anlamsızdır.
James, insandan bağımsız gerçekliğin doğruları ontolojik bir şekilde oluşturup evrene dağıtmasının olanaksız ve hatta
anlamsız olduğunu söylemektedir. James’in pragmacı görüşlerinden çıkarmamız gereken en önemli derslerden biri şu
şekilde ifade edilebilir: İçinde yaşadığımız dünyada insanlar olmasaydı, doğruluk bağıntıları ya da doğruluk niteliği de
olmayacaktı. James, doğru önermeler bağlamında, geleneksel karşılık kuramını ve onun varsaydığı varlıksal gerçekçi
bakışı açıkça reddeder. Ona göre, zihinsel veya öznel olanla nesnel olan arasında gerçekten bir örtüşüm veya karşılık
bağıntısı var ise, bu bağıntı ancak deneyim içinde ve etkileri gözlemlenebilecek bir şekilde olmalıdır.
Doğruluk Kuramlarının Değerlendirmesi
Dört kuramdan en bilineni ve felsefeciler arasında en tartışılmış olanı karşılık kuramıdır. İlginç bir şekilde, diğer üç
kuramın esas itibarıyla karşılık kuramını hedef alarak ortaya çıktığı söylenebilir. Karşılık görüşünü benimseyen
düşünürler rakiplerinin yönelttiği ağır eleştirilerin ışında belli ödünler vermiş ve diğer üç görüşün belli fikirlerini
kabul etmişlerdir. Bu durum özellikle 1980’lerden bu yana üretilen karşılık kuramlarında kendisini göstermektedir.