You are on page 1of 83

1.

Evren, Dünya ve Canlıların Oluşumu


Big Bang ( Büyük Patlama ) adı verilen teoriye göre evren, yaklaşık 15 milyar yıl önce
saf enerjiden oluşan küçük, yoğun ve sıcak bir noktanın giderek büyümesiyle
oluşmuştur.

Madde giderek yoğunlaşmış ve yer çekimi sayesinde dev kütleler haline gelerek
galaksileri meydana getirmiştir. Bizim güneş sistemimiz ise Samanyolu galaksisindeki
orta boy bir yıldızın etrafında oluşmuştur.

Güneş’in yörüngesindeki gezegenlerden biri olan Dünya, bir gaz ve toz bulutunun
gittikçe küçülmesiyle meydana gelmiştir. Isı ve basınç nedeniyle maddeler
katmanlaşmış ve dış yüzey zamanla soğuyarak Litosfer adı verilen yer kabuğunu
oluşturmuştur. Bu yüzeyde zamanla canlılık için uygun ortam oluşmuştur.

Yaklaşık 4 milyar yıl önce inorganik bileşimlerden ilk organik moleküller ortaya
çıkmıştır. Daha sonra ise ilk basit tek hücreli organizmalar oluşmuştur; bu organizma
yığınlarının kum ve balçıkla kaplanıp zamanla taşlaşmasıyla oluşmuş fosil kalıntıları
bulunmaktadır. Daha sonra ise çok hücreli canlılar evrimleşmiştir.

Yaklaşık 570 milyon yıl önce ( Paleozoyik Zaman ) ani ve hızlı çok hücreli organizma
artışı yaşanmış ( Kambriyen Patlama ), böylece bitkiler ve hayvanlar dünyayı
sarmaya başlamışlardır. Daha sonra ( Mezozoyik Zaman ) dinozorlar ve memeliler
evrimleşmiş, dünyaya düşen bir meteorun yarattığı iklimsel değişiklikler nedeniyle
dinozorların soyu tükenince memeli hayvanların sayısı ve tür çeşitliliğinde bir artış
olmuştur ( Senoyozik Zaman ).

Pangea olarak isimlendirilen dünya üzerindeki tek ve dev kıta yaklaşık 200 milyon yıl
önce parçalanmaya başlamış ve Laurasia ( kuzey ) ile Gondwana ( güney ) olmak
üzere ikiye bölünmüştür (S:5, Resim 1.1). Kıtaların parçalanması ile oluşan coğrafi
değişkenlik, canlıların evrimi ve çeşitlenmesi bakımından önemli bir itici güç olmuştur.

Zoolojik sınıflandırma içerisinde, temel biyolojik özellikleri ve genetik yapısındaki


benzerlikler nedeniyle insanın da üyesi olduğu primatlar, ilk önce 55 milyon yıl önce
ortaya çıkmışlar ve ortak bir kökenden evrilerek farklı türler oluşturmuşlardır.

Primatlar takımının, hominidler ailesi içerisinde bir tribus ( kategori) olan hominini,


insanı ve insanın atalarını kapsar. Homininleri diğer primatlardan ayıran en önemli
özellik bipedalizm, yani iki ayak üzerinde dik duruş ve hareket biçimidir.
İlk homininlere ait en eski fosil kalıntılar 4.4 milyon öncesine aittir ve genellikle güney,
doğu ve kuzey Afrika’da bulunmuşlardır.

Üç Çağ Sistemi ve Tarih Öncesi Çağlar


Tarih yazımı, yazının bulunmasıyla başlar ve yazının bulunuşundan önceki
toplumlara ait dönem tarih öncesi ( prehistorya ) olarak adlandırılır. Bununla birlikte,
tarih öncesi ve erken tarihi çağlarda araç gereç yapımında kullanılan ham maddeler
esas alınarak isimlendirilen Üç Çağ Sistemi isimli bir sınıflandırma yöntemi daha
bulunmaktadır. Bu çağlar şöyle sıralanmaktadır: Taş Çağı, Tunç Çağı, Demir Çağı.
Bu evrelerden Taş Çağı, Paleolitik (Eski Taş Çağı), Mezolitik (Orta Taş Çağı) ve
Neolitik (Yeni Taş Çağı) olarak üçe ayrılır. Bazı arkeolojik buluntular nedeniyle,
Neolitik ve Tunç Çağı arasına Kalkolitik (Bakır Çağı) evresinin eklenmesi gerekmiştir.

Yazının keşfinden sonraki tarihi çağlardaki yazılı belgeler önemli bilgi kaynakları
oluştururken, her zaman yeterli olmayabilirler. Bu sebeple, bazı arkeolojik ve
arkeometrik tarihleme yöntemleri geliştirilmiştir. Tabakalama ve tipoloji arkeolojik
tarihleme yöntemleri olurken, Karbon 14, Potasyom-argon ve Termolüminesans ise
arkeometrik yöntemlerdir.

Paleolitik Çağ (G.Ö 2.500.000-12.000)


İnsan eliyle yapılmış ilk ürünler olan taş aletlerin ortaya çıktığı çağdır. Bu dönemde
çakmak taşı, diğer işlenebilir taşlar, hayvan kemikleri ve boynuzlarla yapılan, el
baltası, taş bıçak, kazıyıcı, ok ve mızrak uçları gibi aletler en eski teknolojiyi temsil
eder.

Paleolitik Çağ insanları avcılık ve toplayıcılıkla geçinen göçebe toplumlardı. İlk


yerleşimlerin ortaya çıkmaya başladığı Mezolitik veya Epipaleolitik Çağ’ın
başlamasıyla sona eren Paleotilik Çağ üç evreye ayrılmaktadır: Alt Paleolitik, Orta
Paleolitik ve Üst Paleolitik .

Günümüzden yaklaşık 2.5 milyon yıl ilâ 200 bin yıl öncesini kapsayan Alt Paleolitik
dönemde Homo habilis (ve Homo rudolfensis), Homo erectus (ve Homo ergaster) ve
ilk insanlar yaşamışlardır.

Homo genusunun ilk üyesi yani ilk insan türü olan Homo habilis , günümüzden 2.5 ilâ
1.5 milyon yıl öncesinde Güney ve Doğu Afrika’da yaşamıştır. İnsan elinden çıkan ilk
taş aletleri yapmışlardır bu sebeple Homo habilis “becerikli insan” anlamına
gelmektedir. Ortalama 1.3 metre boyundadırlar ve beyin hacimler oldukça küçüktür.

Homo erectus ise günümüzden 1.9 milyon yıl öncesinden 100 bin yıl öncesine kadar
yaşamış bir insan türüdür. Afrika’da evrimleştikleri ve daha sonra Asya ve Avrupa’ya
doğru yayıldıkları kabul edilmektedir. Beyin hacimleri Homo habilislere göre biraz
daha büyüktür ve bölgesel farklılıklar göstermekle birlikte boyları ortalama 1.60-1.70
m civarındadır. Büyük beyin yapıları, gelişmiş alet teknolojileri ve büyük hayvanları
avladıkları örgütlü grup avcılığı yaptıklarına dair bulunan kanıtlar nedeniyle iletişim
becerilerinin gelişmiş olduğu düşünülmekte, hatta büyük ihtimalle konuşabildikleri
varsayılmaktadır. Homo erectuslar aynı zamanda ateşi bilinçli olarak kullanan ilk
türdür.

Günümüzden 500 bin ilâ 200 bin yıl öncesine tarihlenen Homo


heidelbergensis fosilleri Avrupa, Asya ve Afrika’da bulunmuştur. Beyin hacimleri
modern insanınki ile neredeyse aynıdır.

Günümüzden yaklaşık 200 bin ilâ 40 bin yıl öncesinde yaşanmış olan zaman
dilimine Orta Paleolitik Dönem adı verilir. Homo neanderthalensisler bu dönemde
yaşamıştır.
Homo neanderthalensis veya neandertal insanı olarak adlandırılan insanların fosilleri
Avrupa, Yakın Doğu ve Orta Asya’da bulunmuştur. Buzul Çağ’da yaşamış olan
Neandertallerin anatomik yapıları, soğuk iklime uyum sağladıklarını gösterir. Beyin
hacimleri modern insanlarınki kadar büyüktür, boylarıysa ortalama 1.55-1.60 m’dir.
Neandertaller ilk defa ölülerini gömmüş olan insanlardır. Bu davranış, yaşamı ve
ölümü düşündüklerini, ölüme bir anlam yüklediklerini ve ölen yakınlarına özen
gösterdiklerini göstermektedir. Yüksek beyin hacimli, hem alet teknolojileri hem de
manevi dünyaları gelişmiş, Buzul Çağ’ın zor koşullarında hayatta kalmış ve
günümüzden yaklaşık 30 bin yıl öncesine kadar yaşamış olan bu türün soyunun
neden tükendiği bilinmemektedir.

Fosiller üzerinde yapılan DNA’nın analizleri, Neandertal insanları ile Homo


sapiensin iki ayrı tür olduğunu ortaya koymuştur. Neandertaller ortadan
kalkarken Homo sapiensler dünyadaki tek insan türü haline gelmiştir.

Günümüzden yaklaşık 40 bin ilâ 12 bin yıl önceki döneme Üst Paleolitik Dönem adı
verilir.

Son insan türü olan Homo sapiens, bugün dünya üzerinde yaşayan tüm insanların
üyesi olduğu türdür. Sıcak iklimde yaşamaya uygun bir beden yapısına sahiptirler.
Kökenlerini açıklayan iki ayrı model bulunmaktadır: Afrika’dan çıkış modeli ve çok
merkezli evrim modeli. İlk teoriye göre Homo sapiensler yaklaşık 200 ilâ 150 bin yıl
önce Afrika’da ortaya çıkmış ve daha sonra Afrika dışına yayılmıştır. Hem anatomik
yapıları hem de kültürel özellikleri nedeniyle bulundukları ortama daha kolay uyum
sağlayabildikleri için Homo neanderthalensislerin yerini almışlardır. Çok merkezli
evrim modeline göre ise Homo sapienslerin kökeni 2 milyon yıl öncesine
dayanmaktadır. Bu teoriye göre ilk insanlar Afrika, Asya ve Avrupa’ya yayılmış ve
bulundukları yerlerde geçirdikleri bölgesel evrim süreçleri
sonunda Neandertaller ve Homo sapiensler ortaya çıkmıştır.

En eski Homo sapiens fosilleri Afrika’da bulunmuştur ve günümüzden yaklaşık 130


bin ilâ 100 bin yıl öncesine tarihlendirilmektedir. Bu buluntular Afrika’dan çıkış
modelini destekler. Ortadoğu’daki fosiller 90 bin yıl öncesine, Avrupa’dakilerse 40 bin
yıl öncesine aittir.

Homo sapiensler yaklaşık 50-60 bin yıl önce Avustralya kıtasına, 20 bin ilâ 15 bin yıl
öncesinde ise Amerika kıtasına göç etmişlerdir. O dönemde deniz seviyesinin düşük
olması bu geçişleri kolaylaştırmıştır.

Üst Paleolitik Dönem’de alet türleri ve kullanılan malzeme çeşitliliği artmıştır. Öyle ki
bunlar sanatsal ürünleri de kapsar hale geldikleri için teknolojiden çok kültür olarak
adlandırılmaya başlanmıştır.

Günümüzden yaklaşık 35 bin yıl öncesinden itibaren insanlık tarihinin ilk sanatsal
ürünleri ortaya çıkmıştır. Önemli resimlerin bulunduğu mağaralardan bazıları
şunlardır: Lascaux (Fransa), Niaux (Fransa), Trois Freres (Fransa) ve Altamira
(İspanya) . Bu mağaraların ulaşılması güç iç kısımlarına doğal ve gerçekçi biçimde
resmedilmiş av hayvanlarının yanı sıra çeşitli geometrik şekiller bulunmaktadır. Hangi
amaçla yapıldıkları ve neyi simgeledikleri bilinmemekle birlikte, bazı araştırmacılar bu
resimlerin bir tür av büyüsü için yapıldığını öne sürmektedir.
32 bin yıl öncesinden itibaren yaygın olarak üretilmiş olan fil dişinden ve kilden
heykelcikler de vardır. Göğüsleri, kalçaları ve karın kısmı abartılı biçimde betimlenen
fakat yüzleri işlenmemiş olan kadın figürlerinin (Örn; Willendorf Venüsü ve Dolni
Venüsü ) ana tanrıçaları ve doğurganlığı simgelediği düşünülse de, bu tür yorumlar
üzerinde bilim dünyasının bir fikir birliği bulunmamaktadır.

Mezolitik (Epipaleolitik) Çağ (G.Ö 12.000-10.000)


Orta Taş Çağı olarak da anılan bu dönem Paleolitik ve Neolitik arasındaki bir geçiş
evresidir. Buzul Çağları’nın bitişiyle birlikte yaşanan iklimdeki belirgin ısınma ve
bunun beraberinde gelen ekolojik değişikliklere uyum sağlayan o dönemin insanları
yerleşik hayata geçmeye başlamışlardır. Avrupa’da yaşanan Orta Taş Çağı’na
Mezolitik, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’dekine Epipalolitik adı verilir.

Mezolitik : Buzulların Avrupa’nın kuzeyine doğru çekilmesi ile açılan yeni alanlara
doğru yayılan insanlar avcı-toplayıcı olarak geçinmeye devam etmişlerdir. Özellikle
besin kaynaklarının bol olduğu su kenarlarına sabit, kalıcı yerleşimler kurulmuş,
balıkçılık gelişmiştir.

Epipaleolitik: Yaklaşık 12 bin yıl önce, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz çevresinde görülen


sıcak ve yağışlı iklim, başta arpa ve buğday olmak üzere birçok yabani tahıl türünün
bol miktarda yetişmesini sağlamıştır. Bu tahıllar önemli besin kaynakları haline
gelince, insanlar bunları toplayıp depolayabilmek için yerleşik hayata geçmek
zorunda kalmışlardır. Epipaleolitik Çap yerleşmelerinde yapılan kazılarda hem yabani
tahıl toplayıcılığını ve avcılığın sürdüğünü gösteren kalıntılar bulunmuştur.

Epipaleolitik’in en önemli aşaması, Doğu Akdeniz bölgesinde yaklaşık 12 bin ilâ 10


bin yıl öncesindeki topluluklara özgü bir kültürel evre olan Natufyen’dir. Natufyen’in
en önemli özelliği, birbirine çok benzeyen yapılardan oluşan, yaklaşık 200-300 kişilik
ilk köy yerleşimlerinin ortaya çıkmasıdır.

Neolitik Çağ (İ.Ö 10.000-5.500)


Yeni Taş Çağı veya Cilalı Taş Çağı olarak da adlandırılan Neolitik Çağ, taş
aletlerdeki yeniliklerden ziyade, tarımın başladığı ve hayvanların evcilleştirildiği bir
kültür evresi olarak tanımlanır.

Neolitik Çağ’ın ortalarında çanak çömlek yapımı başladığı için bu dönem iki evreye
ayrılır: Çanak Çömleksiz Neolitik ve Çanak Çömlekli Neolitik.

Çanak Çömleksiz Neolitik yerleşimleri, yabani tahıl toplayıcılığının ve avcılığın


sürdürüldüğü Natufyen yerleşimlerinin devamıdır. Bir geçiş dönemi olarak kabul
edilebilir.

Tarımın geliştiği ilk yer, Orta Doğu’da verimli hilal adı verilen bölge olmasına rağmen,
daha sonra dünyanın başka yerlerinde birbirinden bağımsız olarak tarıma geçilmiştir.
Günümüzden 10.000 yıl önce tarıma başlayan Ortadoğu’da arpa, buğday; 8.000 yıl
önce başlayan Güneydoğu Asya’da pirinç ve 5.000 yıl önce başlayan Amerika’da
mısır tarıma alınan ilk bitkilerdir.
Yoğun tahıl toplayıcılığına dayalı Epipaleolitik yerleşimler, yavaş yavaş tarımsal
üretime geçerek Neolitik yerleşimlere dönüşmüştür.

Yerleşik yaşam, tarımın keşfinden önce başlamıştır. Yabani tahıl toplayıcılığı


insanları yerleşik yaşama zorlamış, ilk köylerin oluşmasından sonra artan nüfusu
beslemekte yetersiz kalmış olmalıdır. Böylece insanlar besin sorununa çözüm
bulmak için yabani bitkileri denetim almayı keşfederek tahıllarını kendileri üretmeye
başlamışlardır. Yabani tahılların bol miktarda bulunması ve insanların bunları
topluyor olması, tarımın keşfinde en önemli etkendir.

Neolitik Çağ, üretici ekonomiye geçişin çağıdır. Tarım sayesinde yiyecek üretiminin
başlaması insanlık tarihinde bir devrim olarak nitelendirildiği için bu çağdaki
gelişmeler Neolitik Devrim olarak anılır.

Tarımdan hemen sonra gerçekleşen en önemli yenilik, hayvanların


evcilleştirilmesidir. Köpek ilk evcilleştirilen hayvandır ( Mezolitik Çağ ). Beslenme
amacıyla ise ilk önce koyun, keçi, domuz ve sığır evcilleştirilmiştir. Evcilleştirme
süreci, daha çok süt, daha kaliteli yün, daha fazla et veren ve kolay evcilleşebilen
uysal hayvanların seçilmesi ve üretilmesiyle gerçekleşmiştir. Evcil hayvan sayısı
artana kadar avcılık yaygın olarak devam etmiştir.

Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’ın başlarındaki, üstleri dallarla örtülüp çamurla


sıvanan dairesel yapılı kulübelerin yerine dikdörtgen planlı, içinde mutfak ve kiler
işlevi gören ayrı alanların olduğu evler ortaya çıkmıştır. Bu evlerle birlikte düzenli bir
yerleşim modeline sahip, içinde tapınak veya kutsal mekanları da olan köyler
oluşmuştur.

Bu dönemde ölüler genellikle evlerinin tabanlarına, cenin pozisyonda, çeşitli taşlar ve


süs eşyaları ile birlikte gömülüyorlardı.

Obsidyen, Neolitik dönemde alet yapımında bir ham madde olarak yoğun biçimde
kullanılmış, geniş bir coğrafyada ticareti yapılmıştır. Isıtılıp dövülerek şekillendirilen
bakır da bu dönemde kullanılmaya başlanmıştır.

Çanak Çömlekli Neolitik Çağ, artık besin üretimine dayalı ekonominin tamamen
yerleşmiş olduğunu ve avcılıktoplayıcılığın terk edildiğini ifade eder. Bu dönemde
yapılan tarım, sadece yağmura bağlı kuru tarımdır, sulama sistemi ve saban, döven
gibi tarım aletleri yoktur.

Bu dönemde taş temelli, kerpiç duvarlı, çok odalı ve yeni eklemeler ile genişletilebilen
evler ortaya çıkmıştır. Jeriko ve Jarmo gibi yerleşimlerin etrafına sur duvarları ve
hendekler yapılmıştır. Bu uygulama, gerektirdiği toplu emek gücü ve bununla
bağlantılı ileri toplumsal örgütlenmeyi göstermesi açısından önemlidir. Bu dönem
yerleşimlerinden bazıları 5 ilâ 10 bin kişilik nüfusa sahiptir. Neolitik Çağ’ın sonuna
doğru ölülerin ev tabanına gömülmesi geleneği ortadan kalkmış, yerleşim yeri dışına
gömülmeye başlanmıştır.

Çanak Çömlekli Neolitik; Um-Dabagiye evresi, Hassuna evresi ve Samarra evresi


olarak üç aşamaya ayrılır. Bunlar İ.Ö. 6000 ile 5000 arasında Kuzey Mezopotamya
bölgesinde ortaya çıkan gelişmiş köy kültürlerini temsil eder.
Kalkolitik Çağ (İ.Ö 5.500/5.000-3.500)
Kalkolitik Çağ (Bakır Çağ), yaklaşık olarak İ.Ö. 5.500/5.000 yıllarında başlar ve Tunç
Çağı’nın başlaması ile birlikte sona erer. Erken, Orta ve Son Kalkolitik olarak üç
evreye ayrılır.

Kalkolitik Çağ’ın en önemli özelliği, köylerin kentlere dönüşmesi ve tarımcı köy


toplumlarından kent devletlerin doğmasıdır. Bu dönemde bölgeler arasında
sosyoekonomik açıdan farklılaşmalar ortaya çıkmış, ekonomik çıkar bölgeleri
oluşmuştur. Ekonomisi tahıl tarımına dayalı toplumlarda kuraklık kıtlık riski
yarattığından, bu bölgelerde artı ürün üretmek ve bunları depolamak önemli hale
gelmiştir. Daha kuzeydeki Güneydoğu Anadolu bölgesine göre daha kurak ve besin
kaynakları sınırlı bir bölge olan Mezopotamya’da yapılan kuru tarım nüfusu
beslemeye yetmemiş, böylece ilk sulamalı tarıma burada geçilmiştir. Üretimin
planlaması, su kanalları yapımındaki iş gücü, elde edilen ürünlerin toplanması ve
bunların korunması büyük ölçüde bir organizasyon gerektirmiştir.

Üretilen ürünlerin dinî bir merkezde toplanıp sonra halka dağıtılması şeklinde işleyen
bir sistem olan tapınak ekonomisi, Kalkolitik Çağ’da kurumsallaşmıştır. Üretimi
tapınaklar ve rahipler kontrol etmesi, toplumda üreten ve üretimi kontrol edenler
arasındaki ayrımı belirginleştirmiş ve net bir tabakalaşma ortaya çıkarmıştır. Böylece
toplumsal hayata bir çeşitlilik gelmiş, yeni bir toplum modeli belirmeye başlamıştır.
Sulu tarım, artı ürün ve sosyal dinamizmle birlikte Mezopotamya’daki nüfus artmıştır.
Gerekli maden, taş, yün, bitki veya besin gibi maddelerin başka bölgelerden
karşılanması deniz ve akarsu ticaretini de gelişmiştir. Ayrıca bu dönemde bakır
madenciliği önem kazanmıştır.

Uygarlığın Doğuşu
Yerleşik yaşama geçiş, tarımın başlaması, artı ürünün üretilmesi ve kent devletlerin
ortaya çıkışı, uygarlığın doğuşunu hazırlayan temel nedenler olarak sıralanabilir.
Tarihsel açıdan uygarlık; devlet, üretim ve iş gücünün denetimi, toplumsal
tabakalaşma, mesleki uzmanlaşma, anıtsal yapılar, yazı ve büyük nüfuslu yerleşimler
gibi gelişmeler bütünüdür. Ekonomik, siyasal, askerî ve yasal konuların bir sisteme
oturtulmasını sağlayan ilk devlet organizasyonlarının ortaya çıkması ile uygarlığın
başladığı kabul edilmektedir.

2. Mezopotamya’nın Coğrafi Koşulları ve Tarih Öncesi


Mezopotamya, Yunanca “ara / orta” anlamındaki “mesos” ve“ırmak” anlamındaki
“potamos” kelimelerinden tu¨retilen“iki ırmak arası” anlamına gelen, kuzeyde Toros
Dağları’ndan gu¨neyde Basra Körfezi’ne , doğuda Zagros Dağları’ndan batıda Suriye
Çölu¨’nekadar uzanan alan için kullanılan bir addır (S:27, Şekil 2.1).Bölgenin bu adı
almasına neden olan iki nehir, Dicle (İdiglat) ve Fırat (Purattu) Anadolu’dan gu¨neye
inerek birleşirler ve Şattu¨larap Nehri adı yla Basra Körfezi’ne döku¨lu¨r ler.İyi yağış
alması nedeniyle Kuzey Mezopotamya’da Zagros etekleri Paleolitik Çağ’dan bu yana
insanlarayaşam alanı sunan bir bölgedir.Gu¨ney Mezopotamyaise çöldu¨r ve burada
ancak Dicle ve Fırat nehirleri sayesinde sulama kanalları açılarak tarım arazileri
sulanabilmiştir.
Paleolitik Çağ’da (Yontma/Eski Taş Çağı) Kuzey yarım ku¨renin bu¨yu¨k kısmı
buzullarla kaplı olmasına rağmen Mezopotamya bu soğuk iklimden etkilenmemiş ve
bu çağdan itibaren insanlar için uygun bir yaşam alanı olmuştur.Ku¨çu¨k gruplar
halinde yaşayan bu ilk insanlar yaşamlarını toplayıcılık ve bazen de avcılıkla
sağlardı.Musul çevresi, Kuzey Irak’ta Ku¨ çu¨k Zap Bölgesi’ndeki Barda-Balka kamp
alanı veBu¨yu¨k Zap Nehri Vadisi’nde bulunan Şanidar MağarasıPaleolitik çağ
insanlarına ait iskeletlerin ve kullandıkları taş aletlerin bulunduğu önemli yaşam
alanlarıdır.

Gu¨nu¨mu¨zden 12.000-11.000 yıl önce buzul iklimi sona ermesiyle “Ara/Orta Taş
Çağı” anlamına gelen Mezolitik ya da Epipaleolitik Çağ başlamıştır. Bu çağda
insanlar hayvanları beslemeyi keşfettiler ve evcilleştirmeçalışmalarına başladılar,
besin kaynaklarının yanında basit barınaklaryapmaya başladılar. Bu çağın
özelliklerini gösteren ku¨ltu¨rler Do ğu Akdeniz kıyısında saptanan Kebara
veNatufyen ku¨ltu¨rleridir

. Paleolitik Çağ’daki avcılık ve toplayıcılıktan İ.Ö. 10.000 yıllarında besin u¨retimine,


yani Neolitik Çağ’a(Yeni Taş Çağı-Cilalı Taş Çağı) geçiş insanlık tarihinin en önemli
aşamalarından biridir. Bu çağda ilk köyler kurulmaya başladı. Tarım ve hayvan
besiciliği başladı. Ticaret de Neolitik Çağ’da ortaya çıktı. İ.Ö. 7000’lerde ilk kez çanak
çömlek yapımına başlandı . Bu çağın önemli yerleşmeleri , Kuzey Mezopotamya
sınırında Diyarbakır’da Çayönu¨ , Şanlı Urfa’da Nevali Çori, Göbeklitepe ve Kuzey
Irak’taki Cermo (Jarmo)dur. Nevali Çori ve Göbeklitepe’de ilk dinsel yapılar,
tapınaklar ortaya çıkar . Şehirlerin etrafının surla çevrilmesi yine bu çağda
göru¨lmeye başlar.

İ.Ö. 7. binyıl sonu ile İ.Ö. 6. binyılın ilk yarısı arasında çanak çömlek tarzları gelişti.
Daha ince işçilikle boyanmış Hassuna Ku¨ltu¨ru¨, Samarra Ku¨ltu¨ru¨ gibi isimlerini
yerleşim bölgelerinden alan çanak çömlek ku¨ltu¨rleri oluştu.

Gu¨ney Mezopotamya’da gelişen Obeyd Ku¨ltu¨ru¨’nu¨n en önemli özelliği kent


merkezlerinde bir tapınak inşa edilmesi ve bunun kentin merkezini oluşturmasıydı. Bu
model Su¨mer şehir yerleşiminin öncu¨su¨du¨r.Ardından Uruk Dönemi (İ.Ö. 4000-İ.Ö.
3100) gelir. Bu dönem tarım ve ticaret gelişmiştir, ve en önemlisi ticaret kayıtlarının
tutulabilmesi için İ.Ö. 3200’lerde yazı icad edilmiştir.

Eski Mezopotamya Tarihi


Mezopotamya’da bilinen en eski devlet Su¨merlerdir. İlk olarak İ.Ö. 4. binyıl
sonlarında göru¨lu¨rler. Erken Hanedanlar Dönemi’nde (İ.Ö. 2900-2350) Su¨merler
ayrı ayrı yönetilen kent devletlerinde yaşarlardı. Şehir devletleri arasında yaşanan
çekişmeler sonucunda zayıflayan lider durumdaki Uruk kent devleti İ.Ö. 2334’te
Akkadlar’a yenildi ve Mezopotamya’da u¨stu¨nlu¨k Akkadlar’a geçti.

Sami kökenli Akkadlar (İ.Ö. 2350-2150) Su¨merler’in tersine merkezi, gu¨çlu¨ bir
yönetim sistemi kullanıyorlardı. Bu gu¨çlu¨ merkezi sistem yayılmacı bir devlet
politikasını da beraberinde getirmiştir. Ancak zamanla gu¨ç kaybeden Akkadlar
kuzeyden gelen Gutiler tarafından yıkılmıştır.
Guti egemenliğine son veren Uruk Kralı’ndan sonra Yeni Su¨mer Dönemi(İ.Ö. 2112-
2000) başlar. Yaklaşık 100 yıl su¨ren bu gu¨çlu¨ dönem ardından Mezopotamya’da
Su¨mer hakimiyeti de son bulmuştur.

İ.Ö. 2. binyıl başlarında Assurlular Mezopotamya’da yu¨kselişe geçer. Assurlu


tu¨ccarlar yoluyla Anadolu halkı da yazıyı öğrenmiş ve bu dönemde Anadolu’da tarih
çağları başlamıştır. Assurları takibeden bir diğer gu¨çlu¨ egemenlik ise Babil Su¨lalesi
(İ.Ö. 1830-1595) egemenliğidir.Babil su¨lalesinin en önemli kralı Hammurabi
döneminde Babilliler bu¨yu¨k genişleme yaşamış ancak İ.Ö. 1595’te Anadolu’dan
gelen Eski Hitit Devleti, Babil Devleti’ne son vermiştir.

İ.Ö. 10. yu¨zyılda başlayan Yeni Assur Krallığı’na kadar bölge karışık bir dönem
geçirmiştir. Assur Krallığı’nın hu¨ku¨m su¨rdu¨ğu¨ İ.Ö. 10-7 arasında bölgede
Urartular, Medler ve Babilliler de bağımsız birer gu¨ç konumundadır. Ve Medler ve
Babilliler, İskitlerle birleşerek Yeni Assur Krallığı’na son vermişlerdir.

Yeni Assurlar ardından bölgede egemenlik Yeni Babil Devleti’ne (İ.Ö. 612-539)
geçmiş, bu dönemde Yeni Babil Devleti Hammurabi döneminden bile parlak bir çağ
yaşamıştır. Babil Kulesi, du¨nyanın yedi harikasından biri olan Babil’in Asma
Bahçeleri ve İştar Kapısı (S:32, Şekil 2.3) bu dönemden kalmadır.

İran’daki Persler İ.Ö. 539 yılında Babil’i ele geçirmişlerdir. Ardından İskender
İmparatorluğu’nun, Selevkosların, kısmen Romalıların ve Sasaniler’in egemenliğine
giren Mezopotamya, İ.S. 640’larda Arap egemenliğine girmiştir.

Eski Mezopotamya’da Devlet Yönetimi


Erken Su¨mer döneminde devlet yönetimiyle ilgili net bilgiler olmasa da, En (Bey),
Ensi (Vali) ve Lugal (Kral) gibi u¨nvanlara rastlamaktayız. Akkadlarda
göru¨len merkezi krallık yönetimi Yeni Assur Devleti’nde de kullanılmıştır. Akkadların
merkezi yönetimlerini tu¨m du¨nyayı yönetmek için kullanma du¨şu¨nceleri krallarının
da “Dört Bir Yanın Hu¨ku¨mdarı, Evrenin Kralı” gibi u¨nvanlar kullanmalarına neden
olmuştur. Yeni Assur ve Pers dönemlerinde mutlak monarşi ve eyalet sistemi
göru¨lu¨r. Tanrı-Kral du¨şu¨ncesi tu¨m devletlerde yaygındır. Mezopotamya toplumu
soylular, vatandaşlar, yanaşmalar ve köleler şeklinde sınıflandırılmıştı. Tu¨ccarlar ve
zanaatkarlar da bu sınıf sistemine dahillerdi.

Eski Mezopotamya Hukuku


Hukuk devletlerin kurulmasıyla ortaya çıkmıştır ve bundan önce bu¨yu¨k olasılıkla
kuralları gelenekler belirlemekteydi. Mezopotamya’da geleneksel hukuktan yazılı
hukuka ilk olarak hangi kentte ve zamanda geçildiğiyle ilgili elimizde net bilgi
bulunmamaktadır. Su¨merler yazının icadından sonra hem ekonomik kayıtları hem de
sosyal yaşamın evlilik, miras vb. kayıtlarını yazılı olarak tutmuşlardır. Gu¨neşin
karanlıkları aydınlattığı gibi gizli işleri de aydınlatacağı du¨şu¨ncesinden çıkışla
adaleti Gu¨neş Tanrısı UTU’nun koruduğuna inanılırdı. Hakimler adaletin
yeryu¨zu¨ndeki temsilcileri olarak göru¨lu¨rdu¨. Başyargıç kraldı, vekilleri olaraksa
Sukkaller davalara bakardı. Davalar tapınağın ya da şehrin giriş kapısında
göru¨şu¨lu¨rdu¨. Mezopotamya’da kanunların yazılı olduğu çok sayıda kil tablet
bulunmuş ve bunların başlıcaları şu şekilde sıralanmaktadır:

1. Su¨merce Kanunlar:

 Urukagina Kanunu
 Ur-Nammu Kanunu
 Ana İttişu Kanunu
 Lipit-İstar Kanunu

2. Akkadca Kanunlar:

 Eşnunna Kanunu
 Hammurabi Kanunu
 Orta Assur Kanunu

Her kanun; 1) Önsöz (prolog), 2) Maddeler ve 3) Sonuç (epilog) bölu¨mlerinden


oluşuyordu. Su¨mer Kanunları’nda ağırlıkla maddi cezalar yer alırken, Sami
kavimlerinin Akkadca Kanunlarında daha ağır cezalar vardı. Kısasa kısas
Su¨merlerce uygulanmazken Hammurabi Kanunları’nda geniş yer bulurdu.

Urukagina Kanunu: Su¨mer kanunlarının en eskisi. Mu¨lkiyet ve aile hukuku ile ilgili


hu¨ku¨mler içerir.

Ur-Nammu Kanunu: Genelikle yaralama olaylarına verilen ku¨çu¨k para cezalarını


kapsar.

Ana-İttişu Kanunu: İki dilde yazılmıştır (Su¨merce/Akkadca) Aile hukuna ait


maddeler içerir.

Lipit-İştar Kanunu: Ticaret hukuku ve aile hukuku konularını içerir.

Eşnunna Kanunu :Maddi cezalar içerir, ceza hukuku, ticari hukuk, borçlar ve veraset
hukuku gibi konuları ele almıştır.

Hammurabi Kanunu :Edebi yönu¨ de gu¨çlu¨ bir eserdir. Borçlar hukuku ile halkın
çıkarları korunmuştur. Ayrıca kısasa kısa yöntemi bu¨yu¨k önem taşır ve ağır cezalar
içeren bir sistemdir.

Eski Mezopotamya Dini


Çok tanrılı din anlayışı hakimdi. Kavimlerin tanrıları birbirinden farklıydı ancak Su¨mer
dini baskındı. Mezopotamya bilinen en eski kayıtlı dinlerin beşiğidir. Su¨merlerde her
şehre ait tanrılar mevcutu; Uruk’ta İnanna, Ur’da Nanna, Babil’de Marduk bunlara
örnektir. Sayıları tam olarak bilinmemekle birlikte 600 yeraltı ve 600 gök tanrısına
inanılmaktaydı. Mezopotamya inanışında tanrıların da insanlar gibi eşleri ve çocukları
olduğuna inanılırdı.

Tanrıların tapınak-ev Zigguratların altında yaşadığı du¨şu¨nu¨lu¨rdu¨. Zigguratlar


Mezopotamyanın en önemli mimari yapılarındandır (S: 37, Şekil 2.5) Zigguratlar
tapınak olmanın yanında yazıcı okulu, ku¨tu¨phane ve arşiv olarakda
kullanılmaktalardı.

Eski Mezopotamya’da Sanat ve Kültür


İ.Ö. 3200’lere tarihlenen en erken yazılı belgeler burada karşımıza çıkar. Başlarda
resimsel (piktografik) işaretlerden oluşan kil tabletlerdeki yazılar geliştikçe ku¨çu¨lerek
resimden uzaklaşıp işaret ku¨melerine dönu¨şmu¨şlerdir. Bu ilk Su¨mer yazısı, onu
oluşturan işaretler çivi şekline benzediği için çivi yazısı olarak adlandırılmıştır. Su¨mer
yazısında işaretler kelimelere değil hecelere karşılık gelmekteydi ve yanyana gelerek
sözcu¨kleri oluşturuyorlardı.

Alman dilbilimci G. Friedrich Grotefend’in 1802’de kısmen okumayı başardığı çivi


yazısını uzun çalışmalar sonunda çözen kişi İngiliz subayı Sir Henry C.
Rawlinson’dur (1810-1895). Bu sayede Mezopotamya ku¨ltu¨ru¨ne ait binlerce
tabletin okunması ve anlaşılması mu¨mku¨n olmuştur.

Yazının icadının ardından Su¨merler ku¨ltu¨rlerine ve yaşamlarına ait herşeyi yazıya


geçirmeye başladılar. Gu¨nu¨mu¨zde tu¨m du¨nyada çeşitli mu¨zelerde korunan
Su¨merce eser sayısı 100.000’leri bulmaktadır. Assurlular ve Babilliler de pek çok
yazılı eser bırakmıştır.

Eserlerin konuları çeşitlilik gösterse de genel olarak tanrısal hayat ve insanların


maddi du¨nyası ile ilişkili konular ağırlıktadır. Bu eserler dönem hakkında ayrıntılı bilgi
sahibi olmamızı sağlamışlardır. Edebi açıdan da önemli olan bu eserler için A. Parrot,
“Yazının mucidi olan Su¨merler, edebiyatın da yaratıcısı olmuşlardır.” demiştir. Bu
çok çeşitli eserler ana olarak din için u¨retiliyorlar ve dine hizmet ediyorlardı.

Su¨mer edebi eserleri u¨ç grupta incelenmektedir:

1. Liturjik Eserler: Mitoslar, kaside ve ağıtlar.


2. Epik Eserler: Destanlar.
3. Didaktik Eserler: Du¨z yazı olarak yazılmış, almanak, sözlu¨k vb. ilmi eserler

Liturjik Eserler: Mitoslar, kaside ve ağıtlar. Tanrılara ve tanrı krallara yazılmış


övgu¨ler (kaside) bunların başlıcalarıdır. Tanrıların insanlarla olan maceralarını
anlatan edebi eserlere ise mitos denir.

Epik Eserler: Destani (Epik) şiirin mucidi de Su¨merlerdir. Su¨mer destanları kralların


icraatlarını anlatırlardı. Yaradılış Destanı, Gılgamış Destanı, Lugalbanda Destanı,
Enmekar ve Aratta Beyi Destanı, Ninurta Destanı ve Kazma Destanı bunların en
önemlileridir.

Bilimde de oldukça başarılı olan Mezopotamya’da erken dönem metinlerde 60 tabanlı


sayı sistemini kullanılmıştır. Gu¨nu¨mu¨zde de zaman ve açı ölçu¨mlerinde halen aynı
sistemi kullanmaktayız. Ayrıca Eski Mezopotamyalılar İ.Ö. 2. binyıldan itibaren
çarpım çetvelleri, ku¨p, karekök ve logaritma cetvelleri ile denklem çözu¨mleri ve
çeşitli geometrik formların alan ve hacim hesaplamalarını yapmışlardır. Babilli
matematikçiler Pi sayısının değerini gerçek değere çok yakın olarak hesaplamayı
başarmışlardır.
Su¨merler geliştirdikleri ay takvimini kullanmışlardır. Osmanlılar, Cumhuriyetimiz
kurulana kadar ay takvimi kullanmışlardı, Araplar ise halen ay takvimi kullanmaya
devam etmektelerdir.

Zaman hesaplamaları konusunda da çok başarılı olan Su¨merler zamanı 60 dakikalık


saatlere bölen ilk insanlardı. Ayrıca 7 gu¨nden oluşan 1 haftayı ve gu¨n kavramını da
Su¨merler geliştirmiştir. Gu¨nu¨mu¨zde takvimlerimizde kullandığımız ay adlarının
bazıları Eski Mezopotamya’da kullanılan ay adlarından gelmedir. Örnek olarak; Şubat
ve Eylu¨l ayları Akkad dilinde Şubatu ve Elulu; Su¨mer dilinde nisan ve temmuzise
Nisanu ve Tammuz/Dumuzi’dir.

Sabit nesnelerin gölgelerinden yararlanılarak yapılan ilk gu¨neş saatleri de Su¨merler


ve Babilliler tarafından yapılmıştır. Din ve mitolojiyle bağlantılı olarak
Mezopotamyada astronomi de gelişmiştir, İ.Ö. 700’lerde gök gözlemlerine dayanarak
burçları oluşturmuşlardır. Gök olaylarını da bu gözlemlere dayanarak
hesaplayabilmektelerdi.

Tıp konusuna yaklaşımları hakkında da geniş bilgi sahibi olduğumuz Eski


Mezopotamyalılar, hastalıkların kötu¨ ruhlar ve cinler sebebiyle oluştuğuna
inanmaktalardı. Bu¨yu¨ dışında kimi doğal tedavi yöntemleri de denemişlerse de
doğau¨stu¨ gu¨çlere olan inançları tıp konusunda gelişmelerini engellemiştir.

Yerleşik yaşama geçilmesinin ardından ihtiyaçlar dahilinde doğan, kanal yapımı,


çömlekçilik, dokumacılık, kanalizasyon sistemleri gibi pekçok zanaat ve teknik
Mezopotamya’da gelişmiştir.

Ulaşım için de deniz ve karayolu kullanılan Mezopotamya’da Basra Körfezi ve


Akdeniz’e gemilerle seferler yapılıyor, karada İ.Ö. 3500’lerden itibaren tekerlekli
araçlar kullanılıyordu.

İ.Ö. 7000’lerde başlayan çanak çömlek yapımı için elle şekillendirme kullanılırken İ.Ö.
4500’lerden sonra çömlekçi çarkının kullanılmaya başlaması u¨retimi hızlandırmış ve
kaliteyi yu¨kseltmiştir.

Heykele de önem veren Mezopotamya toplumlarının erken dönem heykeller,


kabartmalar, mu¨cevherat yapımı gibi el sanatlarıyla ve çömlekçi çarkı, araba
tekerleği, yapı kemeri, yelkenli tekne gibi teknolojik buluşlarıyla gu¨nu¨mu¨z
uygarlığına çok bu¨yu¨k katkıları olmuştur.

Su¨merlerle başlayan Zigguratlar ve saraylarla da Mezopotamya ku¨ltu¨ru¨ mimari


pek çok eser oluşturmuştur.

3. Eski Mısır Tarihinin Genel Hatları ve Devlet Örgütü


Coğrafi Koşullar

Mısır kültürü, Nil Vadisi’nde gelişmiştir. Kuzeyde Aşağı Mısır ve güneyde vadi
boyunca uzanan Yukarı Mısır olmak üzere iki ayrı bölümden oluşan eski Mısır
coğrafyası, batı ve doğuda çöllerle, doğuda kıyıya paralel olarak uzanan sıradağlarla,
güneyi çağlayanlarla ve kayalıklarla çevrilidir. Ülkenin kuzeyi saldırılara en açık
bölgeyi oluştururdu. Ülkenin bu yapısı dış dünyadan soyutlanmış homojen Mısır
kültürünün oluşmasında büyük etkendir. Bölgede iklimin yağışsız olmasından dolayı
toprağın verimi Nil Nehri’ne bağlıydı. Nil Nehri’nin taşkınlarıyla gelen miller verimli
tarım toprakları oluştururdu. Eski Mısır’da Nil nehrinin taşkınlarına göre üç mevsim
bulunmaktaydı. Nehrin mayıs ayında yükselip ekime kadar vadi üzerinden aktığı
mevsime Taşkın (akhet), kasım başında suların çekilip tarım yapılmaya başlandığı
mevsime Ekim (peret), marttan hazirana kadar olan mevsime ise Hasat (shemu)
denirdi.

Mısır Tarihi

M.Ö. 500.000’li yıllardan itibaren (Paleolitik Çağ) iklimin ekvatoral özelliklere sahip
olmasından dolayı, Mısır insan yaşamı için uygun özelliklere sahipti. Nil’in etki
alanıda tüm vadiyi kapsıyordu. Anacak günümüzden 12.000 yıl öncesinde iklimdeki
değişimlerle gelen çölleşme Nil vadisinin verimli alanlarını daraltmıştır. Verimli
toprakların bulunduğu bölgeye avcılık ve toplayıcılıkla geçinen halklar göç etmiş ve
Neolitik Çağ’da ilk köyleri kurmuşlar, tarım ve hayvancılık yapmışlardır. Köylerin
birleşmesiyle kabile niteliğindeki yönetim birimleri olan nomeler kurulmuş, sonrasında
nomeler kendi aralarında birleşerek Aşağı ve Yukarı Mısır krallıklarını
oluşturmuşlardır. İ. Ö. 3000 yıllarında Menes bu iki krallığı birleştirir. Mısır devleti
Büyük İskender’in Mısır’a gelişine kadar 31 sülaleye ayrılarak incelenir. Eski Mısır
Tarihi şu dönemlere ayrılır:

 Erken Devir
 Eski Krallık
 Orta Krallık
 Yeni Krallık
 Geç Dönem

Ayrıca üç tane de ara dönem yaşanmıştır.

 Birinci Ara Dönem


 İkinci Ara Dönem
 Üçüncü Ara Dönem

Erken Devir (İ.Ö.3000-2650) (1. – 2. Sülaller)

İlk iki sülalenin yönetime geldiği Erken Devir’de ilk kez Mısır merkezi devlet yönetimi
oluşturulmuş, ilk krallık modeli ve hiyeroglif yazı geliştirilmiştir.

Eski Krallık (İ.Ö. 2650-2134) (3.-8. Sülaleler)

İlk basamaklı piramit firavun mezarları 3.sülalenin ikinci kralı Coser’in veziri İmhotep
tarafından Sakkara’da yapılmıştır. Yine bu sülaleden kral Snefru ünlü güç simgesi
piramitleri yaptırmasıyla da bilinir. Bu nedenle bu çağa Piramitler Çağı adı da verilir
ve günümüzde dünyanın yedi harikası olarak bilinen Keops, Kefren, Mikerinos’un
Gize’de bulunan piramitleri Bu dönemde yapılmıştır. 4. ve 5. Sülalenin zamanında
güneş dini ortaya çıkmıştır. Mısır Firavunları bu tarihten sonra Ra’nın oğlu ünvanı ile
anılırlar. 6. Sülalenin son firavunu II. Pepi döneminden sonra otorite zayıflamış,
gerileme olmuş ve Birinci Ara Dönem yaşanmıştır.
Orta Krallık (İ.Ö. 2040-1640) (11-14. Sülaleler)

11. ve 12. Sülale zamanında ülkede yeniden birlik sağlanmış ve Teb kenti merkez
olmuştur. I. Amenemhet Teb kentini Yukarı Mısır’ın yönetim merkezi yapmış, Orta
Mısır’daki Lişt kentinde yeni bir başkent kurulmuş, ölümünden sonra tahtın el
değiştirmesini kolaylaştırmak için tahta oğlunu ortak ederek yeni bir gelenek
başlatmıştır. Bu sülale ülkenin sınırlarını genişletmiş, Nubya’yı almış, Girit ve Suriye
ile ticaret başlatmıştır. Göçebe toplum Hiksos’ların gelmesiyle Orta Krallık Dönemi
sona ermiş, İkinci Ara Dönem olmuştur.

Yeni Krallık (İ.Ö. 1550-1070) (18.-20. Sülaleler)

18. Sülale’den I.Ahmose’nin Hiksosları yenmesiyle Yeni Krallık başlamış, sınırlar


genişlemiş, bu dönemde ilk kez bir kadın firavun (Hatşepsut) Mısır’ın başına
geçmiştir. Yaptırdığı Deir el-Bahri mezar tapınak dönemin en önemli mimari
yapılarındandır. Daha sonraları başa geçen III. Amenofis dönemi Yeni Krallığın en
parlak dönemi olmuş, Babil Akkadçası diplomasi dili olarak kullanılmaya başlamış,
oğlu IV. Amenofis yaptığı reformla geleneksel tanrılar yerine tektanrıcılığı getirmiş,
güneşe (Aton) tapma kültürünü yerleştirmiştir. Güneş için ilk tapınak Teb kentinde
yapılmıştır. Kısa sürede rahiplerin tepkisini çeken bu durum nedeni ile kaos
yaşanmış, tekrar çok tanrıcılık geri gelmiştir. I. Ramses 19. sülalenin kurucusudur.
Sonraları yerine geçen bayındırlık faaliyetleri ile tanınan II. Ramses kuzeyde Kadeş
şehrinde Hititlerle savaşmış ve başarı sağlayamamış, Hitit Kralı III. Hattuşili ile
aralarında yapılan Kadeş Barış Antlaşması iki devlet arasındaki ilk yazılı anlaşma
olarak tarihe geçmiştir. Kuzey Suriye Hititlerde kalmıştır. Tarihteki ilk grev de onun
zamanında olmuştur. Ramses’in ölümünden sonra Üçüncü Ara Dönem yaşanmış,
Mısır küçük yönetimlere ayrılmıştır.

Geç Dönem (İ.Ö.712-332) (25.-31. Sülaleler)

Mısır’da firavunların egemenliği son bulunca Kral Piankhi kuzeye ilerleyerek Delta
Bölgesinde 25. Mısır Sülalesini kurmuştur. İ. Ö. 671’de Teb şehrini de alarak Mısır
ele geçiren Assur Kralı Esarhaddon, şehrin başına yerel bir yönetici olan
Psammetikos’u getirmiştir. Psammetikos birliği tekrar sağlayarak 26. Sülaleyi kurar.
İlk kez büyük bir donanma oluşturulmuş, Yunan kolonistlerin Sais Şehri yakınlarında
ticaret kolonisi kurmalarına izin vererek kültürel etkileşimi daha açık hale getirmiştir.
Firavun Amasis zamanı Mısır son parlak dönemini yaşamış, ölümünden sonra
Pers’ler Mısır’ı alarak satraplıklarla yönetmişlerdir. Büyük İskender’in Persleri
yenmesi yeni bir dönem başlar. İskender’in ölümüyle Hellenistik Ptolemaios Krallığı
egemenliğini İ.Ö. 30’da Roma egemenliği, daha sonra Bizans Egemenliği ve İ.S.
640’larda Arap egemenliği izler

Devlet Yönetimi

Mısır mutlak krallıkla yönetilen bir ülke olup, Firavun sözcüğünün kral anlamında
kullanılması Yeni Krallık Dönemi’nde olmuştur. Yeni Krallık zamanında Firavun,
tanrısallaştırılmış olup, toprakların, malların ve insanların sahibiydi. Orta Krallık
zamanında ise firavunlar tanrı olarak görülmezdi. Hükümdar ise, halkı beslemek,
ihtiyaçlarını karşılamak, adaleti, yasaları sağlamakla, başkomutanlıkla yükümlüydü.
Firavunluk genellikle babadan oğula ya da kardeşten kardeşe geçerdi. Firavundan
sonra yardımcısı, başyargıçlık, ekonomi, hazine ve yapı işlerinden sorumlu olan vezir
en önemli kişiydi. Valiler ise kral adına ülkeyi yöneten vezire karşı sorumluydular.
Ayrıca memurlar ve rahipler de çalışırdı. Bu dönemde ilk kez kölelik de görülmeye
başlanmıştır.

ESKİ MISIR’DA BİLİM VE YAZI


Bilim

Mezopotamyalılar matematik konusunda Mısır’lılardan daha üst seviyede olmalarına


karşın, geometride ise Mısırlılar bilgiliydi. Çünkü Nil nehrinin kenarındaki verimli
tarlaların sınır hesaplarını yapmada geometri kullanıyorlardı. Pisagor Teoremi’ni
bildikleri düşünülen Mısırlılar, Pi sayısını da 3,16 olarak hesaplamıştır. Eski Mısır’ılar
Tıp konusunda da başarılıydı. Mısırlılar Dünya Kültür Tarihi açısından önemi olan,
takvimi ilk geliştiren insanlar olmuştur. Mevsim isimleri Nil’in mevsimsel taşkınlarına
göre adlar alsa da bir yılda 365 günü hesaplayabilmişlerdir. J. Cezar bu Mısır
takvimine, her dört yılda bir, bir gün ekleyerek bu takvimi daha da geliştirmiştir. Sos
düzenlemesi İ.S. 1582’de Papa XIII. Gregor son düzenlemeleri yaparak bugün hala
kullandığımız takvim oluşmuştur. Mısırlılar ayrıca basit güneş saatleri de
yapmışlardır.

Yazı

Mısırlıların yazıyı Mezopotamyalılardan öğrendikleri düşünülse de aslında iki yazı


arasında çok büyük farklar bulunur. Mısır yazısı, Sümerlerde de olduğu gibi, eşyanın
şeklini çizmekle başlamıştır ancak farkı Mısır hiyeroglifi temelde resim biçiminde,
nesnenin resmedilmesidir. Buna piktogram denir. Hiyeroglif yazı kutsal metinlerin
taşa kazınmasında kullanılırdı. Hiyeratik yazı ise ona göre daha kısa sürede
yazılabilen, tamamen farklı el yazısı gibi olan, rahipler ve katipler tarafından
kullanılan yazı tipidir. Hiyeratik yazının halk için basitleştirilmiş hali olan demotik
denilen yazı biçimi halkla ilgili hukuki metinlerde kullanılmış, sonraları demotik
yazının yerine, Yunan alfabesine yaptıkları 6 harflik ilave ile oluşturulan kopt yazısı
kullanılmıştır. Hiyeroglif yazı ilk kez 1822’de Dilbilimci Jean-François Champollion
tarafından çözülmüş, böylece uygarlık bilgilerine ulaşmak kolaylaşmıştır. Mısırlılar
yazılarını Papirüs denen bir saz türünü kağıt haline getirip siyah mürekkep kullanarak
yazmışlardır.

ESKİ MISIR MİMARİSİNİN ÖZELLİKLERİ


Mısır Mimarisi, anıtsal örneklerine sıkça rastladığımız mezar ve tapınaklardan oluşur.
Saraylar günümüze kadar korunamamıştır.

Mezarlar

Zemin seviyesinin altında olan odacıklardan ve bunun üzerinde taş ya da kerpiçten


yapılmış basamaklı örnekleri olan dikdörtgen planlı mezarlara mastaba adı verilmiştir
(S:59, Şekil 3.4). Bu mezarlara krallar ve halktan kişiler gömülmüştür. Firavun
Coser’in ünlü basamaklı piramidi bu kral mezarlarının ilk anıtsal örneğidir. Bu piramit,
Coser’in veziri olan mimar İmhotep tarafından Sakkara’da yapılmıştır. Daha sonraları
Mısır firavunları kendilerine piramit biçiminde mezarlar yaptırmaya başlamışlardır.
Piramitler, Basamaklı ve Gerçek piramitler olmak üzere iki türlüdür. Basamaklı
piramitden gerçek piramit mezar anıtlarına geçilmiştir. Piramit mezarların erken
örnekleri Meidum ve Dahşur’da görülmektedir. Özellikle Meidum’daki eğri piramit
olarak bilinen pramit, hesaplamadaki hatadan dolayı üst kısımda eğimi arttırılarak
bitirilmiştir. Bugüne kadar yapılmış en büyük piramit olma özelliğini taşıyan Keops
Piramidi, dünyanın yedinci harikası olarak bilinir ve geometrik olarak tam bir pramittir.
Geç dönemlerde anıtsal mezarlar yerini lahitlere bırakır.

Tapınaklar

Erken devirlerin tapınakları için çok az bilgi vardır. Güneş tanrısı Ra için, Eski Krallık
zamanında yapılmış olan tapınaklar en güzel örneklerdir. En önemli özellikleri,
tapınağın içinde bir sunağın bulunması, açık avlu ve güneş tanrının simgesi dikili
taştır (S: 61, Şekil 3.5).

Orta Krallık döneminde kalan tapınakların çoğu orijinal halleriyle günümüze


ulaşmışlardır. Bu tapınaklara örnek olarak Deir el- Bahri’deki Mentuhotep Tapınağı
verilebilir.

Yeni Krallık Dönemi tapınakları iki tiptir.

1. Büyük tanrılar için yapılan tapınaklar: Karnak, Luksor (S:61 Şekil 3.6) ve Ebu
Simbel Tapınakları.
2. Ölü kültüyle ilgili mezar tapınakları: Firavun Hatşepsut’un Deir el-Bahri’de
Krallar Vadisi’nde bulunan teraslı tapınağı ve II. Ramses’in Ramseseum’u.

Saray yapılarının hemen hepsi kerpiçten yapıldığı için günümüze kadar gelememiştir.

ESKİ MISIR DİNİ VE ÖLÜ GÖMME GELENEKLERİ


Din

Mısır kültüründe din, kralların tanrılara karşı büyük görevleri olduklarını düşündükleri
önemli bir değerdir. İnanışa göre bunun karşısında tanrılar da krala ve ülkenin
insanlarına iyilik ile karşılık verirlerdi. Önemli din merkezleri Heliopolis, Memfis,
Abidos ve Teb şehirleridir. İlk dönemlerde hayvan biçimli tanrılara inanan Mısır’lılar
daha sonraları hayvan başlı insan vücutlu tanrılara inanmaya başladılar. Bu tanrılar
doğadaki bir olaya veya varlığa ilişkindir. Eski Mısır’da güneşi tek tanrı olarak kabul
ettirmeye çalışan firavun IV. Amenofis olmuştur. Firavun öldükten sonra önerdiği
Güneş Tanrı Aton dini terkedilmiş, eski Amon dinine dönülmüştür.

Ölü Gömme Gelenekleri

Eski Mısır inancında ölüm ve inanca göre ölüm sonrası yaşam çok önemli
olduğundan ölü gömme geleneklerine çok önem verilmiştir. Ölen kişinin sonraki
yaşamı için Tanrı Osiris başkanlığında bir duruşma yapılırdı. Ölümle ilgili bir diğer
tanrı olan Anubis ölen kişinin kalbini teraziyle tartar ve günahkar olup olmadığına
karar verirdi.
Sülaleler öncesi dönemde ölüler çöle açılan çukurlara gömülüyor ve sıcak kum
cesedin nemini alarak, kurumasına neden oluyordu. Bunu tesadüfen gören
Mısırlılarda, öldükten sonra ruhun bedene tekrar girip öbür dünyada yaşamaya
devam edebilmesi için, bedenin korunması gerektiğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle
cesetlerin mumyalanması geleneği ortaya çıkmıştır. Mısırlılar tarih boyunca en iyi
mumya yapan halk olmuştur. Mumyalama işlemi sırasında çıkarılan organlar, Nil
nehrinin kenarında doğal olarak bulunan kimyasal bir madde olan natron ile kurutur,
kanopik adı verilen 4 adet vazo içine koyarlardı. Mumyalama esnasında sadece kalp
vücut içinde bırakılıyordu.

4. Anadolu’nun Tarih Öncesi (Prehistorik) Dönemleri


Anadolu, Asya ile Avrupa kıtaları arasında üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımadadır
ve dağlar, platolar, ovalar ve vadilerden oluşan engebeli bir topoğrafik yapıya
sahiptir. Bununla birlikte zengin akarsu su yataklarına, ekonomik değeri yüksek
hammadde kaynaklarına ve yerleşik hayata uygun iklim koşullarına sahiptir.

Paleolitik Çağ (Eski Taş Çağı, Yontma Taş Devri) (G.Ö. 600.000-12.000/11.000):  Bu
çağ, insanlık tarihinin başlangıç evresi, Besin Toplayıcılığı olarak da bilinmektedir.
Bilecik, Adıyaman, Ankara gibi merkezlerde yapılan ön araştırmalarda bulunan
çakmak taşı, aletler ve el baltaları Anadolu’daki prehistorik dönem araştırmalarının
başlangıç noktasını oluşturmuşlardır. Anadolu’da Paleolitik Çağ’ın en eski
yerleşimleri İstanbul’da Küçük Çekmece Gölü’nün 1.5 km kadar kuzeyinde yer alan
Yarımburgaz Mağarası ile Antalya’n›n 27 km kuzeybatısında, Şam Dağı’nın
Akdeniz’e bakan yamaçlarında bulunan Karain Mağarası’dır. Yarımburgaz
Mağarası’nda yapılan arkeolojik çalışmalar sonucu mağarada 20-25 kişilik bir
topluluğun barındığı, kış aylarında ise mağaranın ayı türü hayvanlar tarafından in
olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Karain Mağarası’nda yapılan arkeolojik
çalışmalar sonucunda ise şimdilik en eski insan fosil kalıntılarının bulunmasıyla
birlikte Orta Paleolitik Çağ’a ait ocak ve odun kalıntıları bulunmasıyla insanoğlunun
ateşi kullanmaya başladığı düşünülmektedir. Üst Paleolitik evreye ait buluntular ise
Yarımburgaz ve Karain Mağaraları yakınlarında bulunan Üçağızlı Mağara’da ortaya
çıkmış Homo sapiens türü insanın yapmış olduğu aletlerdeki büyük gelişme ve
çeşitlilik dikkat çekmekte, Karain ve Öküzin Mağaralarında bulunan hayvan ve insan
figürleriyle de avcılık ilişkilendirilmektedir.

Mezolitik Çağ (Epipaleolitik Çağ, Orta Taş Devri) (G.Ö. 12.000-11.000):  Bu çağ,
Paleolitik Çağ ile yerleşik düzen ve üretim ekonomisinin gerçekleştiği Neolitik Çağ
(Cilalı Taş Devri) arasındaki geçişi hazırlayan ara evredir. Anadolu’da bu çağa ait
yerleşke Toroslar ‘ın güneyi ile Marmara Bölgesi ve Orta Karadeniz olarak
saptanmıştır. Yaşam biçimi Paleolitik Çağ’dan büyük bir farklılık göstermemekle
birlikte en önemli buluntuları mikrolit olarak tanımlanan yarım ay, üçgen ve yamuk
biçimli küçük taş aletlerden oluşmaktadır. İlk kez farklı malzemelerin bir araya
getirilmesiyle oluşturulan oraklar üretimde, biçme işleminin ortaya çıkmasına
tarihlenmektedir. Öküzini’nde ise dibek ve öğütme taşlarının kullanımı ile de tahıl
öğütme sürecine girildiği saptanmıştır.

Neolitik Çağ (Cilalı Taş Çağ, Yeni Taş Çağı) (İ.Ö. 10.000- 5.500):  Bu çağın en önemli
özelliği, yaşamını avcılık ve toplayıcılıkla sürdüren insanoğlunun üretici bir yaşama
geçişi olarak tanımlanabilir. Üretim ile birlikte yerleşik yaşama geçilmiş olup ilk
köylerin ve kentlerin kurulmasıyla gelişme gösteren bu çağda Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nde Diyarbakır ve Urfa çevresi ile Tuz gölü’nün güney kesimlerinde ve Göller
bölgesinde hareketlilik başlamıştır. Bu çağ kendi içinde 3 ana evreye ayrılmaktadır.

 Çanak Çömleksiz (Akeramik) Neolitik


 Erken Neolitik
 Geç Neolitik

Çanak Çömleksiz Neolitik Dönemi’nin en önemli merkezleri Hallan Çemi (Batman),


Çayönü (Diyarbakır), Nevali Çori (Urfa) ve Göbekli Tepe (Urfa) oluşturmaktadır.
Batman ili Kozluk ilçesi yakınlarında yer alan Hallan Çemi Höyüğü, Neolitik Çağ’ın hiç
bilinmeyen en erken evreleri konusunda yeni bilgiler sağlayan, Anadolu’nun bugüne
kadar saptanmış en eski köyüdür. Burada yapılan araştırmalar sonucu, Obsidyen ve
çakmak taşı aletlerin yanı sıra ele geçen havan, havan eli ve ezgi taşı örnekleri
tahılların öğütülmüş olduğuna işaret etmekte, bezemeli taş çanaklar, boncuklar ve
kemik olta iğneleri diğer önemli buluntu grubunu oluşturmaktadır. Bu evrenin bir diğer
önemli merkezi olan Çayönü, Diyarbakır’ın Ergani ilçesi yakınlarında yer almaktadır.
Neolitik Çağ’ın bütün evrelerinin saptandığı bu yerleşmede, baştan beri tarımın
bilindiği, buğday ekiminin yapıldığı ortaya çıkmıştır. Ergani bakır madeni ile komşu bu
yerleşme yerinin bakırı kullanmayı bildiğini göstermesi bakımından oldukça önemlidir.

Kültürel bir kesintiden sonra, İ.Ö. 7. binyılın başlarında Kilin elle şekillendirilip ateşte
pişirilmesiyle elde edilen çanak çömleklerin kullanılmaya başlandığı Erken (Çanak
Çömlekli) Neolitik Çağ’a geçilmiştir. Bu döneme ait yerleşimlerin çoğu Anadolu’nun
güney kesiminde, Toroslar’ın güney ve kuzey eteklerinde kurulmuştur. Bu döneme ait
en önemli yerleşim yeri olan Çatalhöyük, Yakın Doğu’nun bilinen en büyük
kasabalarından biridir. Burada bulunan heykeller, çanak çömlekler, bakır ve
kurşundan yapılan takılar ve bitki lifi ve hayvan kılından yapılan dokumalar
Çatalhöyük sakinlerinin yüksek uygarlık seviyesine ulaştıklarının göstergesidir. Aynı
zamanda duvarda bulunan bir panoda dünyada ilk kez bir yerleşme yerinin planı
yeralmaktadır.

Geç neolitik çağda ise Anadolu’nun gerçek üretimci köylü toplumları ortaya çıkmıştır,
hayvan besiciliği, tarım gelişmiş, çanak çömlek yapımı ise iyice yaygınlaşmıştır.
Bununla birlikte sanatta da değişiklikler kendini göstermiş ve av sahneleri yerine
tarımla değişen toplumda Toprak Ana/ Ana Tanrıça figürleri yer almıştır. Bu çağın en
iyi temsil edildiği yerlerin başında Burdur’un güneybatısında yer alan Hacılar Höyüğü
gelmektedir.

Kalkolitik Çağ (Bakır Taş Çağ) İ.Ö. 5500-3200/300: Uygarlık tarihi açısından İleri
Üretimci Topluluklar Dönemi ya da Gelişkin Köy Dönemi şeklinde tanımlanan bu
dönem; taş aletlerin giderek azaldığı madenciliğe geçildiği dönemdir ve ilk kullanılan
maden bakır olmuştur. İki evrede incelenmektedir:

 Erken Kalkolitik Çağ


 Geç Kalkolitik Çağ

Erken Kalkolitik Çağ’ın en önemli özelliği bakır kullanımın yaygınlaşması ile özgün
boya bezemeli çanak çömlek geleneğinin ortaya çıkmasıdır.
Geç Kalkolitik Çağda ise göçlerle gelen etkiler sonucu yeni çanak çömlek gelenekleri
ortaya çıkmış, Ana Tanrıça heykelleri daha soyutlaşmış, mermerden yapılan idoller
yaygınlaşmış ve maden kullanımıyla ilgili olarak da ticaret oldukça yaygınlaşmıştır.

Anadolu’nun Tunç Çağları


Çağa adını veren tunç, önceleri bakır ve arsenik, sonra da bakır ve kalayın belirli
oranlarda birbirine karıştırılmasıyla elde edilen bir alaşımdır. Bu Çağda tunçla birlikte
hemen hemen tüm madenlerin dökme ve dövme tekniğiyle kullanıldığı görülmektedir.
Bu çağda madencilikle birlikte kent yaşamı başlamış, Anadolu’da sosyal sınıfların
giderek belirginleştiği, ilk bağımsız beyliklerin, siyasal örgütlenmelerin ve merkezi
yönetime bağlı devletlerin ortaya çıktığı görülmektedir.

İlk Tunç Çağı (İ.Ö: 3200/3000-2000): Geç Kalkolitik dönemin sonlarından yazının


kullanımına kadar çok uzun bir süreyi kapsamaktadır. Bu çağda yöneticiler güçlü bir
sınıf olarak ortaya çıkmıştır, tapınak, saray ve idari binalar bu çağ için karakteristiktir.
Troya, Alacahöyük, Hasanoğlan, Mahmatlar, Horoztepe, Eskipiyar, İkiztepe ve
Aslantepe kazılarından çıkan madeni buluntular bugün Anadolu Uygarlıklarının en
seçkin örneklerinden olup, ilk kez Anadolu’da çömlekçi çarkının kullanılmaya
başlanmasıyla , kağnı biçimindeki dört tekerlekli araba bu dönemin en önemli
teknolojik buluşlarındandır.

Akkad İmparatorluğu’nun kurucusu I. Sargon ve NaramSin’e ait yazılı belgelerde


adının geçmesiyle birlikte Anadolu Ön Tarih / Protohistorik Çağı’na girmiştir ve bu
belgelerde bugün için Anadolu’nun en eski adı olarak biline Hatti Ülkesi adı geçmiştir.
Anadolu’nun zenginliğini fark eden Assurlu Tüccarlar tarafından Mezopotamya ile
Anadolu arasında yoğun bir ticaret ağı kurulmuştur ve böylelikle Assurlu tüccarlar
tarafında yazı öğrenilmiş ve Uygarlık tarihinin ikinci evresi yani Anadolu’nun tarihi
Çağları başlamıştır.

Orta Tunç Çağı (İ.Ö. 2000/1900-1500/1450): Üzeri çivi yazılı kil levhaların bir diğer
tanımla tabletlerin bulunduğu bu dönemde, tabletler üzerinde ticari anlaşmalar, evlilik
kararları evlat edinme, boşanma, köle ticareti, miras gibi konularla ilgili bulgulara
rastlanmıştır. Güçlü ticari ilişkilerin olduğu bu dönemde iki tip ticaret merkezi
kurulmuştur: bunlardan ilki ve en önemli olanı Anadolu’da bu dönemin siyasi erkleri
olan beyliklerinde yakınlarında kurulmuş olan Assurca karum denen büyük Pazar
yerleri, diğer merkez ise Assurca vebartum denen yerleşmelerdi. En çok yazılı belge
veren ve en iyi tanınan karum, Kayseri’nin 20 km kuzeydoğusunda yer alan
Kültepe’deki Kaniş (Nefla)’tir.

Assur ile Anadolu arasındaki ticaretin temelinde Assur’dan kalay ve dokuma ürünleri
dış satımı, karşılığında da Anadolu’dan gümüş ve değerli taş alımı bulunmaktaydı.

Eski Hitit Devleti: Anadolu’da beylikler halinde yaşayan ve farklı diller konuşan,


Hattiler, Luviler, Palalar ve Hurriler gibi birçok halk bulunmaktaydı. Kökeni Kuşşara
kentine dayanan Pithana oğlu Anitta, Nefla (Kültepe), Zalpa ve Hattuş (Boğazköy)’ü
ele geçirmesinden sonra kendisine verilen Büyük Kral unvanıyla birlikte, Nefla kentini
kendine başkent yapmıştır, Anadolu beyliklerini de birer birer denetim altına almıştır
ve böylelikle merkezi Hitit Devleti’nin temelleri atılmıştır. Kendisinden yüzyıl sonra
yine aynı soydan gelen Kuşşaralı Labarna tarafından da Hattuş kenti başkent
yapılmış böylelikle feodal ve teokratik Hitit devleti kurulmuştur. Yapılan fetihler
sonrası Hititler kısa süre içinde Yakın Doğu’nun etkin siyasi güçlerinden biri haline
gelmiştir.

Son Tunç Çağı (İ.Ö. 1500/1450-1200): Bu çağda Hitit ile Mısır Devletleri arasında
tarihin bilinen en büyük anlaşması olan Kadeş Antlaşması imzalanmıştır ve bu
anlaşmaya göre iki ülke arasında barış ve kardeşlik sonsuz olacaktır. Hitit devleti
olarak tanımlanan yeni evre ile birlikte Tunç Çağları sona ermiştir. İ.Ö. 2. binyılın son
yüzyıllarında Anadolu’yu olumsuz yönde etkileyen göçler ve istilalar nedeniyle
yaşanan siyasi bunalım sonucunda Hitit İmparatorluğu da yıkılmıştır.

Hitit Uygarlığı: Hitit Devleti feodal ve teokratik bir yapıya sahiptir ve devletin başında
Tabarna denilen egemen bir kral, Tavananna denilen egemen bir kraliçe yer
almaktaydı. Eski hitit Devleti dönemi’nde kralın yanında geniş yetkilere sahip
Panku(ş) adı verilen bir soylular meclisi de bulunmaktaydı. Hitit kralının görevlerinin
başında baş rahiplik, başkumandanlık ve baş yargıçlık yer almaktaydı. Kraldan sonra
en önemli şahsiyet kraliçe idi. Küçük feodal krallıklar, devlete her yıl belli bir miktar
vergi ödemek, savaş zamanlarında da asker, at ve savaş arabası yardımında
bulunmakla yükümlüydüler. Bununla birlikte halkın çoğu vergi vermekte olan soylular,
tüccarlar, zanaatkarlar ve köylüler gibi hür insanlardan oluşmaktaydı. Sosyal
tabakanın en alt grubunu köleler oluşturmaktaydı. Hitit toplumunun en küçük birimi
aile ve aile reisi de erkekti. Evlenme, boşanma, evlat edinme ve miras gibi konular
yasaların denetimi altındaydı. Çok tanrılı bir dine sahiplerdi. Devletin resmî tanrıları
Boğazköy yakınlarındaki Yazılıkaya Açık Hava Tapınağı’ndaki kaya kabartmalarında
betimlenmiştir. Tanrılara kurbanlar kesmek, adak sunmak yiyecek içecek vermek
gündelik işlemlerdi. Yeni Yıl Bayramı gibi özel günlerde de bu törenler daha kalabalık
olarak yapılmaktaydı.

Hititlerin Eski Anadolu mimarisine kazandırdığı en önemli yeniliklerin başında anıtsal


mimari örnekleri gelmektedir. Mimarideki anıtsallık Hitit İmparatorluk Çağı’nda daha
da büyük boyutlara ulaşarak görkemli kentlerin doğmasına neden olmuştur, en güzel
örneği Çorum’un Boğazkale ilçesinde yer alan başkent Hattuşa (Boğazköy)
oluşturmaktadır. Engebeli bir arazide kurulmuş olan kentte Eski Hitit evresine ait
yerleşme, Büyükkale olarak tanımlanan kayalık alan ve kuzeybatısındaki Aşağı Şehir
diye adlandırılan bölgeye yayılmıştır. Aşağı Şehir’i güçlü bir sur çerçevelemektedir ve
bu surun altında sayıca fazla potern vardır.

Birçok tapınağın bulunduğu uygarlıkta, tapınaklar hem tanrı evi olarak bir kült
merkezi hem de birer ekonomi merkeziydi. Yozgat yakınlarındaki, Alişar, Çorum’da
Ortaköy (Sapinuva) güneyde Tarsus Gözlükule (Tarzi), Mersin -Yumuktepe ve Mut
yakınlarındaki Kilisetepe önde gelen diğer Hitit merkezleridir.

Hitit yazılı belgelerinde büyük boy heykellerden söz edilmektedir, Boğazköy ve


Alacahöyük’teki sfenks heykelleri bunlara ait güzel örneklerdir. Hitit sanatının diğer
önemli sanat eserleri ise Boğazköy’de bulunmuş olan Fırtına tanrısının kutsal
boğaları, bibru olarak tanımlanan hayvanın gözyaşı biçimindeki içki kapları ve
mühürlerdir.

Hititler, çivi ve resim yazısı (hiyeroglif) olmak üzere iki tür yazı kullanmışlardır. Tarih
yazıcılığı dualar, mitos ve destan türünden eserler Hitit edebiyatını oluşturmaktadır.
Çoğu Hatti ve Hurri kökenli olan mitos ve destanlar içinde Kaybolan Tanrı, İlluyankas
Mitosu, Telepinu Efsanesi ve Kumarbi Efsanesi en tanınmış eserlerdir ve çok daha
sonraları yaratılan Eski Yunan mitolojisini de etkilemişlerdir. Surlara açılmış olan
anıtsal kapılar, sarayların dış cepheleri ortostat olarak tanımlanan kabartmalı taş
bloklarla süslenmiştir.

Anadolu’nun Demir Çağı Uygarlıkları (İ.Ö. 1200-


547/546)
İ.Ö. 12. Yüzyılın başlarında merkezi Hitit İmparatorluğu2nun yıkılmasıyla anadolu
toprakları çöküntü sürecine girmiş ve çeşitli gelişmeler sonucunda Tunç Çağı sona
ermiş ve Demir Çağı başlamıştır.

Geç Hitit Kent Devletleri: Hitit, Luvi, Arami ve bir kısım Hurri kökenli halklarca
kurulmuş olan Geç¸ Hitit Kent Devletleri ya da Suriye-Hitit Beylikleri olarak
tanımlamıştır. Orta Anadolu’dan Fırat Nehri kıyılarına kadar uzanan geniş bir sahada
yer alan Geç¸ Hitit Kent Devletleri’nin önemli yerleşmelerin başında Kargamış,
Zincirli, Malatya, Sakçagözü ve Karatepe yerleşmeleri yer alır. Aşağı ve Yukarı şehir
olmak üzere iki kısımdan oluşan kentler de saraylar, yönetim binaları ve dini yapılar,
bir iç sur ile çevrelenmiş daha yüksekteki Yukarı Şehir içinde yer almaktadır. Hilani
tipindeki saraylara kabartma bezemeli altlıklar üzerinde yükselen sütunlar arasından
geçilerek girilmekteydi. Geç¸ Hitit sanatı ve kültürünün en iyi şekilde kendisini
mimarinin bütünleyicisi olarak yapılmış kabartma sanatında yansıtır. Fil dişi ve
özellikle büyük tunç¸ kazanların yer aldığı madenî eşyalar da Geç¸ Hitit sanatında
özel bir yere sahiptir

Urartu Krallığı: İlk kez Assur Kralı I. Salmanassar (İ.Ö. 1274-1245) dağlık bölgedeki
bu ülkeden Uruatri olarak söz etmiş sonrasında da İ.Ö. 9. yüzyılın ortalarında
başkent Tuşpa (Van Kalesi ve Eski Van Şehri) olmak üzere Van ovasında merkezi
Urartu Krallığı kurulmuştur. Urartu Krallığı, birbirini izleyen baba-oğul krallarla I.
Sarduri (İ.Ö. 840-830) ile II. Sarduri (İ.Ö. 760-730) dönemlerine kadar büyüyüp
güçlenmiş ve gerçek anlamda merkezi ve bürokratik bir devlet haline gelmiştir. İ.Ö.
743 yılında Adıyaman Gölbaşı yakınlarında Assur orduları karşısında Urartu
ordularının uğradığı yenilgi ile birlikte Urartu Krallığı’nın yükselişi sona ermiş, İ.Ö. 640
yıllarında da yok olmaya başlamıştır.

Monarşik bir düzen mevcut olup, krallık babadan oğula geçmekteydi. Resmi dil
Urartuca idi. Çok tanrılı bir dine sahipti. Zengin demir, gümüş ve bakır yataklarına
sahip olan Urartular, maden işleme sanatında ileri bir toplumdu. Doğu Anadolu’nun
ilk kuyumcuları da Urartulardır.

Urartu sanatı Suriye, Anadolu ve Assur etkileriyle beslenen birleşik bir kültürdür.
Bununla birlikte ait olduğu bölgenin coğrafi ve topografik koşulları sanatın
gelişmesinde etkili olmuş, yaratılan bütün eserlerde Urartu kimliği kendini belli
etmiştir. Ayrıca ülke içinde uzak sınır noktalarıyla bağlantı sağlayan karayolları, su
kanalları, barajlar ve göletler bayındırlık alanında Urartulardan günümüze kadar
kalan en önemli tesislerdir.
Frig Krallığı: Antik batı kaynaklarındaki bilgilere göre Avrupa’da oturdukları sırada
Brygler ya da Brigler adını taşıyan Frigler, Makedonya ve Trakya’dan boğazlar
yoluyla Anadolu’ya göç eden ilk Trak boylarından biridir. Frig Devleti’nin bilinen ilk
kralı, başkent Gordion’a adını vermiş olan Gordios’tur. Yassıhöyük’te (Gordion)
köy düzeyinde, yerleşik bir düzeni benimseyen Friglerin göçebe ve köy düzeyindeki
yaşam biçiminden siyasal örgütlü bir devlet düzenine nasıl geçtiği ve bu geçişteki
aşamalar bugün için bilinmemektedir. Güneydoğu’daki ana kale kapısının hemen
içerisinde, üstü açık iki büyük avlunun çevresinde dizili dikdörtgen planlı megaronlar
saray alanını oluşturmaktadır.

Antik batı kaynaklarında Gordios’un oğlu kral Midas, İ.Ö. 8. yüzyılın ikinci yarısında
Frig tahtında egemen olmuştur. Buna göre kral Midas, bir yandan Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da Urartu, Kuzey Suriye ve Assur ile diğer yandan batıda Batı
Anadolu sahilleri ve Yunanistan ile ilişkiye giren Anadolu’nun ilk Demir Çağı kralı
olarak bilinmektedir. İ.Ö. 7. yüzyılın ilk yar›s›nda kral Midas’ın, Kimmerli istilacılara
karşıladığı yenilgiye dayanamayıp boğa kanı içerek intihar ettiği bildirilmektedir. Bu
istila ve ölümle sarsılan imparatorluğun politik gücü sona ermiş, sonrasında bir
dönem Lidya Krallığı’na bağlı, Pers istilasından sonra da iki yüz yılı aşkın bir süre
Pers İmparatorluğun bağlı olarak varlıklarını devam ettirmişlerdir ve Frig kültürünün
etkileri, bölgede Roma Dönemi’nin sonlarına kadar devam etmiştir.

Frig ekonomisinin temeli öncelikli olarak tarıma ve hayvancılığa dayanıyordu.


Friglerin Hint-Avrupa karakterli, Trak ve Eski Yunanca ile ilişkili dilleri ve Fenike
alfabesinden alınmış bir alfabeleri vardır. Frig yazıtları ve sanat eserleri, birbirini
onaylar şekilde Friglerce Matar yani Ana olarak tanımlanan tanrıçanın, Frig halkının
Ana Tanrıçası olduğunu ortaya koymaktadır. Yazılıkaya Midas Şehri’nde yer alan
Midas Anıtı, Frig fasadlarının en büyüğü ve görkemlisidir.

Friglerde inhumasyon ve kremasyon olmak üzere iki tip ölü gömme geleneği
uygulanmıştır. Frig soyluları, ya tümülüs mezarlara ya da kayalara oyulmuş oda
mezarlara gömülmekteydi. Bunlar içinde en görkemlisi son yıllarda ilk kral Gordios’a
ait olduğu düşünülen, 300 m çapında 53 m yüksekliğindeki Büyük Tümülüs’tür.

Orman bakımından zengin bir bölgede yaşayan Friglerin en özgün sanat dal›
mobilyacılıktır. Metal çivi kullanılmadan, ağaç¸ çiviler ve geçmelerle birbirine
tutturulmuş masalar, tabureler ve servis sehpalarına ait çok güzel örnekler Gordion
tümülüslerinde bulunmuştur.

Kazma, balta gibi demir aletlerin yanında tunçtan döküm ve dövme tekniğinde
yapılmış makaraya benzeyen kulpları olan kaseler, ortası göbekli taşlar, büyük
kazanlar, kepçeler, kemerler ve fibulalar Frig maden sanatının özgün örneklerini
oluşturmaktadır. Friglerde hayvancılıkla birlikte dokumacılık da söz konusudur.
Madenciliğin etkisiyle gelişmiş olan çanak çömlekçiliğinde, Kızılırmak’ın batısında ve
doğusunda farklı üretim tekniklerinin kullanıldığı görülür.

Lidya Krallığı: Anadolu’nun güçlü Demir Çağı krallıklarından biri olan Lidya Krallığı,
halkının kökeni tam olarak bilinmemekle birlikte, tarihteki yerini zengin maden
yatakları, verimli toprakları ve Kroisos gibi ünlü kralları ile almıştır.
Mermnad Sülalesinin ilk kralı Gyges (İ.Ö. 687-645)’tir Gyges’ten itibaren ülkeye
Lidya, başkente de Sardis denilmeye başlanmıştır ve bu kent antik dünyanın en
güçlü ve zengin başkenti olarak ün kazanmıştır.

Gyges; parlak bir dönem yaşamaya ve istilacı bir siyaset izlemeye başlamıştır. Gyges
Kimmerlerle yapılan savaşta ölmüş ve Sardis yakınındaki Bintepe mezarlığında bir
tümülüse gömülmüştür. Gyges ‘ten sonra sırasıyla oğlu Ardys, Sadyattes ve Alyattes
başa geçmiştir. İ.Ö. 560 yılında tahta çıkan Alyattes’in oğlu Kroisos (‹.Ö. 560- 547)
Mermnad Sülalesinin beşinci ve son kralıdır. Yunanlılar, Kroisos’u zengin, cömert ve
güçlü bir kral olarak tanımışlardır ve günümüzde kullanılan ‘Karun kadar zengin’
deyimi buradan gelmektedir.

İ.Ö. 547 yılında Persler tarafından Başkent Sardis 14 günlük bir kuşatmanın ardından
ele geçirilmesiyle birlikte Lidya Devleti’ne son verilmiş oldu.

Lidyalıların insanlık tarihine ve uygarlığına katkıları içinde en önemlisi İ.Ö. 7. Yüzyılın


ikinci yarısında parayı icat etmiş olmalarıdır. Arkeolojide “sikke” olarak geçen madeni
paranın icat edilmesinin nedeninin paralı askerlerin alacaklarının ödenmesi ile ilgili
olduğu sanılmaktadır.

Lidyalılar çok tanrılı bir dine sahiplerdi. Tanrılar içinde en büyük saygıyı “Kuvaya”
adıyla anılan ana Tanrıça Kybele görmekteydi. Lidya kralları ve aileleri de ölülerini
Friglerinkinden farklı olsa da tümülüs mezarlara gömüyorlardı. Lidyalıların dilleri Hint-
Avrupa kökenlidir ve tam olarak çözümlenememiş olmakla birlikte Likçe ve Luviceye
benzemektedir. Lidya’da kuyumculuk, dokumacılık, fildişi, çanak-çömlekçilik ve kemik
oymacılığı gelişmiştir,

Lidya Devleti’nin ortadan kalkmasından sonra Persler 200 yıl boyunca Anadolu’ya
hakim olmuşlardır ve Pers egemenliğinde Lidya’nın zenginliği devam etmiştir.
Anadolu’da Pers hakimiyeti de İ.Ö. 333 yılına kadar sürmüş olup, bu yıllarda
Anadolu’da yerli kültürlerin yerine Yunan kültürü yayılmış ve özgün Anadolu
Uygarlıkları sona ermiştir.

5. Ünite 5: Orta Asya ve İran Tarihi ve Uygarlığı


Hunlardan Önceki Orta Asya Tarihi ve Uygarlığı
Dünyanın en büyük kıtası olan Asya Kıtası; Kuzey Asya, Doğu Asya, Güney Asya,
Ön Asya ve İç Asya (Orta Asya) olmak üzere beş büyük coğrafya ve uygarlığa ayrılır.
Bu beş bölgenin sınırları,

Kuzey Asya, bugünkü Sibirya toprakları,

Doğu Asya, Japonya, Japon adaları, Kore ve Mançurya,

Güney Asya, Hindistan, Çin Hindi ve Doğu Hint Adaları,

Ön Asya, Afganistan, Ermenistan, Arabistan, Suriye ve Mezopotamya’dan meydana


gelmektedir.
Beşinci coğrafya olan İç Asya olarak da adlandırılan Orta Asya sınırları ise kuzeyde
Ural dağlarından başlayarak Altay Dağlarını aşıp Kingan Dağlarına kadar uzanır ve
Güneyde Himalayalar ve Pamir’e kadar devam ederek, Hazar Denizinin Kıyısında
son bulur.

Orta Asya’nın ilk yerleşimlerinin İ.Ö 2500 yıllarında gerçekleştiği sanılmaktadır.


Buradaki arkeolojik bulgular Minusink Bölgesinde Afenesyevo Kültürü’nü ve aynı
bölgede Andronovo Kültürü’nü göstermektedir. Bu kültürün sahipleri Türklerin
prototipi (ön tip) olan Ön Türklerdi. Arkeolojik bulgularda Karasuk Kültür’ü ve son
olarak da Tagar Kültür’ü ortaya çıkmıştır.

Orta Asya Türk topluluklarının kültürel yapısı devlet kurulmadan önce hayvancılık,
tarım ve toplayıcılıktan oluşmaktaydı.

İlk zamanlarda Türkler de her toplum gibi toplayıcı yaşam biçimini benimsemiştir.
Nüfusun az olması ve kaynakların çok olması Türklerin yaşamlarını devam
ettirmelerine olanak sağlamıştır. Ancak daha sonraki dönemler de şartların
olumsuzlaşması insanları avcılık ve yağmacılığa yöneltmiştir.

Türkler toplayıcı yaşam biçimini devam ettirirken aynı zamanda hayvancılık içinde
gerekli ortamı hazırlamıştır. Hayvancılığın ortaya çıkmasıyla Türklerin yaşam biçimi
toplayıcılıktan göçebe hayata doğru değişim göstermeye başlamıştır. Başlarda derisi
ve eti için at yetiştirmişler ama mera ve otlakların uzak olması nedeniyle atları
evcilleştirerek onların gücünden de yararlanmışlardır. O dönemlerde insanlar için çok
önemli olan atların evcilleştirilmesi arabanın kullanılmasına neden olmuş, Terek ya
da Kaoche denilen arabalar kullanılmıştır. Bu arabalar göçebe yaşayan Türklerin aynı
zamanda gezici evleri olmuştur. Türkler atların dışında sığır, deve, ren geyiği ve
küçük baş hayvanları da evcilleştirmişlerdir.

Türkler önceleri evcilleştirdikleri hayvanların beslenmesi için tarımla uğraşırken,


zamanla yerini geçim kaynağı haline dönüştürmüştür. Türklerin tarım arazilerine
Tariglak deniliyordu. Tariglaklarda hayvanlar için yonca, insanlar için de darı
yetiştirilmekteydi.

Asya Hun İmparatorluğu Kültür ve Uygarlığı


Hunlar ilk olarak Sarı Nehrin kuzeyine yerleşmişlerdir. Daha sonra Orhun-Selenga
ırmakları ile Türklerin kutlu saydıkları Ötügen bölgesi merkez olmak üzere geniş bir
alana yayılmışlardır. Devlet aşamasına gelmeden de İ.Ö. 318 yılında Çinlilerle Hunlar
tarihin ilk Türk-Çin antlaşmasını yapmışlardır. İ.Ö. 3. Yüzyılı ortasında siyasallaşma
aşamasını tamamlayan Hunlar bir topluluk olmaktan çıkarak bir devlet olmuşlardır.

Hun Devletinin kurucusu olan Teoman aynı zamanda ilk Hun İmparatorudur
(İ.Ö.220). Kuruluş döneminde Hunların etrafında Çinlilerin dışında Moğol Tunguzlar
ve Yüeçiler gibi iki güç daha vardı. Bu güçlere karşı büyüme ve gelişme sağlamak
isteyen Hunlar asıl büyümeyi Teoman’ın oğlu Mete döneminde yaşamışlardır.
Mete’nin döneminde devletin sınırları, doğuda Kore, Kuzeyde Baykal Gölü, güneyde
Çin’de Wei Irmağı, Tibet Yaylası, Karakurum Dağları, batıda Kuzey Türkistan’ın içine
kadar uzanmıştır.
Daha sonra Hun tarzında teşkilatlanan Çinliler Hunlar üzerinde egemenlik kurmaya
başlamışlardır. O dönemde Hunların başında olan Ho-han-yeh Çin’e bağlılığını
bildirse de kardeşi Çi-çi buna karşı çıkarak Hun devletinin batısında ayrı bir
egemenlik ilan etmiştir. Bu egemenlik ilanı ile Hun Devleti doğu ve batı olmak üzere
ikiye ayrılmıştır.

İ.Ö. 36 yılında Ho-han-ye Çinlilerin desteğini alarak kardeşini öldürmüş. Ancak


bundan sonra da Hun Devleti tamamen Çinlilerin etkisi altına girmiştir. Bu durumda
Hun Devleti uzunca bir süre huzursuzluklar yaşadıktan sonra İ.S. 216 yılında son
bulmuştur. Bundan sonra Hunlar dağılarak bir bölümü Çin’e geçmiştir. Yaşamlarını
Çin’de devam ettiren Hunlar tarih boyunca değişik isimler altında on altı devlet
bünyesinde yer almış, dört tanesinin de kurucusu olmuşlardır.

Hunlardan Sonraki Dönemde Orta Asya


Hun İmparatorluğunun dağılmaya başlamasıyla Orta Asya’da bazı akınlar oluşarak
bazı yeni güçler ortaya çıkmıştır. İlk olarak Sien-Pi’lerin akınına uğramış, kuzey ve
güney Hunlara baskı yaparak kuzeydeki Hunlar batıya, güneydeki Hunlar da Çin’e
göçe zorlanmışlardır. Batıya göçen Hunlar burada Akhun Devleti ve Batı Hun
İmparatorluğunu kurarak büyük başarılar elde etmişlerdir. Çine göç ettirilen güney
grubu ise 16 Krallık Dönemi denilen bir dönemi başlatmışlardır.

Bu gelişmeler sürerken Orta Asya’da Sien-Pi egemenliği Tabgaçlar (Topa) tarafından


sona erdirilmiştir. Tabgaçlar hükümdar Topa Kueyi zamanında Orta Asya’nın en
önemli gücü olmuşlardır. Tabgaç egemeliğini de Juan Juanlar tehdit etmişlerdir. Hal
böyleyken Hunların yıkılmasından sonra hiçbir topluluk tam olarak bir üstünlük
sağlayamamıştır.

Ancak Juan Juanlar dönemine son veren Gök-Türkler uzun yıllar süregelen
istikrarsızlığa bir son vermişlerdir.

Altay Dağlarının eteklerinden çıktıkları öne sürülen GökTürklerin başında bulunan


Bumin Juan Juan’lara yapılan Töles ayaklanmasını bastırmıştır. Daha sonra Çin’in
desteğini alan Bumin Juan Juan’ları büyük bir yenilgiye uğratarak, kendi bağımsız
devletini kurmak için önünde hiçbir engel bırakmamıştır. Bumin Kağan 552 yılında
devleti kurduktan sonra ülkenin batı yönetimini kardeşi İstemi Yabguya bırakmıştır.

552 yılında Bumin Kağanın ölümünden sonra önce oğlu Ko-lo ardından da kardeşi
Mukan Kağan tahta çıkmıştır. Doğuda Mukan Kağandan sonra da Tapo Kağan
devletin başına geçmiştir. Tapo Kağanın Çin hayranlığı Gök-Türk devleti tarafından
kabul görmeyerek gözden düşmesine neden olmuştur.

Tapo Kağandan sonra yerine İşbara geçince bu durumdan memnun olmayan ve


bağımsızlık isteyen Tardu İşbara’yı tanımayarak bağımsız bir devlet kurmuştur.
Sonunda Gök-Türkler Doğu ve Batı Gök-Türk devleti olarak iki farklı devlete
ayrılmıştır.

620-630 yıllarında Tardus, Bayırku ve Uygurların ayaklanması da Çin’e fırsat


yaratmış ve 630 yılında GökTürk Devleti Çinliler tarafından yıkılmıştır. Devletin
yıkılmasından sonra Orta Asya’da Çin esareti denilen yeni bir dönem başlamıştır.
Çin esareti döneminde Gök-Türkler bağımsızlık isyanları çıkartmış ancak başarılı
olamamışlardır. 681 yılında gerçekleştirilen Kutluğ ayaklanmasında başarı kazanarak
Çin’in kuzeyindeki Türklerde birleşerek II. Gök-Türk Devletini kurmuşlardır. Bu devlet
de 734 yılında Uygur, Basmil ve Karluklar tarafından yıkılmıştır.

Orta Asya’da Gök-Türklerden sonra Uygur Devleti kurulmuştur. Uygurlar da başarılı


bir döneme ulaşmışlar ancak 840 yılında Kırgızlar Uygur Devletinin varlığına son
vermişlerdir.

Asya Hun İmparatorluğu’nun Kültür ve Uygarlığı


Göçebe gruplardan oluşan Hunlar çekirdek aile düzenine önem vermişlerdir. Tarih
boyunca dünyanın dört bir yanında yaşamış olmalarına rağmen Türklerin kimliklerini
kaybetmemelerinin asıl sebebi de aile ve akraba düzenine verdikleri önemden
kaynaklanmaktadır.

Hunlarda kadın ile erkek ilişkilerinde bir eşitlik kuralları geçerli olmuştur ve o
dönemlerde kadınlar özgürce ata binebiliyor, ok atabiliyor ve spor faaliyetlerine
katılabiliyordu.

Hunlarda ailelerin ve urugların (sülale) birleşmesiyle oymaklar, oymakların


birleşmesiyle de boylar meydana gelmiştir. Sosyal düzenin korunmasında kullanılan
kurallara da töre adı verilmiştir.

Hunların ekonomilerini ise hayvancılık, tarım, balıkçılık, madencilik, dericilik ve ticaret


gibi faaliyetler oluşturmuştur. Başta Çin olmak üzere ürünlerini çevre de ki
topluluklara satarak karşılığında da onlardan kendi ihtiyaçlarını temin etmişlerdir.

Devlet yönetiminde hükümdarlara Tanbu, Han, İlteber, Kağan gibi ünvanlar


kullanmışlardır, ama Türk Tarihinde en yaygın kullanılan ünvan Kağan olmuştur.
Devlet yönetiminde, hükümdarlara devleti idare yetkisinin Gök Tanrı tarafından
verildiğine inanılır ve bu yetkiye Kutun adı verilirdi. Hükümdarlar tahta geçtikleri
zaman eşleri de Katun (Hatun) adını alır ve Katunlar da devlet yönetiminde eşleriyle
beraber söz hakkına sahip olurlardı.

Askeri açıdan bakacak olursak Hunlarda herkesin eli silah tuttuğu ve her daim
savaşa hazır oldukları için askerliği meslek olarak görmemişlerdir. Börü adı verilen
Hun ordusu, atlılardan meydana gelirdi ve daimi bir orduydu. Bu yüzden Hun
ordusunda paralı asker bulunmazdı.

Hukukta sözlü hukuk kurallarıyla oluşturulan Töre’de ağır cezalar yer alırdı. Örneğin.
Adam öldürme, zina, hırsızlık gibi suçların cezası idam iken, ordudan kaçan, vatana
ihanet edenlerin ki ölüm cezasıydı. Basit suçlar içinde hapis cezaları uygulanırdı.
Hukuk sisteminin başında Yarganlar (Yargıç) bulunurdu.

Eski Türklerde inanç olarak Totemciliğin varlığından bahsedilmiş olsa da Totemcilik


anaerkil bir yapıdır. Oysa Türkler ataerkil bir yapıya sahiptirler. Ayrıca Hunların inanç
türünde Şamanlık olduğu söylense de Hunlar doğa güçlerine inanma, atalar kültürü
ve Gök Tanrı inancına sahip olmuşlardır.
İran Tarihi
İran, Dicle Irmağı doğusundaki dağlardan Afganistana kadar uzanan kuzeyde Hazar
Gölü ve Harezm Bölgesi, güneyde Umman Denizi, güney batıda ise Basra Körfezi ile
çevrili alanda konumlanmıştır. İran topraklarında Elam, Med ve Persler gibi
uygarlıklar yaşamışlardır.

Elam, İran Platosunun Dicle Nehrine yakın olan güney batı kısmında yer alır, Akadlar
Yüksek Tepe anlamına gelen Elamtu adını vermişler, daha sonra İbraniler Elama
çevirmişlerdir. Elamlıların yerleşme merkezi ve zamanla başkent olan Susa şehridir.
Akadlılarla mücadeleye girip bir süre onların egemenliğinde yaşamış ve İ.Ö. 653
yılında Asurlular Elam Devletinin varlığına son vermişlerdir.

Medler, İran’ın batı ve kuzey batısında bugünkü Tahran, Hamedan, İsfahan’ın kuzeyi
ve Zencan civarında yaşamış eski bir İran halkıdır. Medler konusunda yeterince bilgi
yoktur. Uzun süre Asurlularla mücadele etmiş ve bunun sonunda Anadolu’ya doğru
genişlemeye başlamışlardır. İ.Ö. 550 yılında Perslere boyun eğmek zorunda
kalmışlardır. Perslerin egemenliğine giren Medler zamanla Perslileşmiştir.

Persler İ.Ö. 2000 yılında Hazar Gölünün doğusundan güneye doğru olan göçlerle
İran’a gelmişlerdir, ana yerleşim alanları İran yüksek yaylasının güney batısında yer
alan ve günümüzde Fars eyaleti olarak adlandırılan tarihi Parsa coğrafyasıdır.
Başlangıç dönemlerinde Asur’a bağımlı yaşayan Persler, zamanla Asur’dan
kurtulmuşlar ancak bu sefer de Medlerin egemenliğini kabul etmek zorunda
kalmışlardır.

İmparatorluğun kurucusu olan II. Kyros, Babil Hükümdarı ile birlik yaparak Medlerle
savaşmış sonun da Med Hanedanlığı’na son vererek Pers Hanedanlığı’nı kurmuştur.
II. Kyros başarılarıyla kısa zamanda geniş toprakları fethederek tarihte ilk dünya
imparatorluğunu kurmuştur.

Zamanla Pers hükümdarları çıkan isyanlarla mücadele etmek zorunda kalmışlardır.


Bu süreç içerisinde de Pers sülalesindeki bağlar giderek zayıflamıştır. Hükümdar III.
Darius Batı Anadolu’da çeşitli başarılar elde etse de, Perslere karşı savaş açan
Büyük İskender’e Granikos, İssos ve Gaugamela da yenilmiş ve İ.Ö. 330 yılında
öldürülmüştür. Bundan sonra İran Büyük İskender’in eline geçmiş ve Pers
İmparatorluğu son bulmuştur.

6. Minos Uygarlığı
Yunan tarihi boyunca önemini koruyan Girit Adası, Minos Uygarlığı’nın merkezi
olmuştur.

Eski Yunan Uygarlığı’nın öncüsü niteliğindeki Minos Uygarlığı 1900 yılında Knossos
Sarayının keşfedilmesiyle tüm dünyanın ilgisini çekmiştir.

İ.Ö. 2600-1450 yılları arasında varlığını sürdüren Minos Uygarlığı esas olarak deniz
ticareti ile uğraşan bir ticaret toplumudur.
Minos Uygarlığı sanatında ahşap ve tekstil ürünleri, seramiği, duvar freskoları, taş
işçiliği ve mühürleri dikkat çekicidir. Minos Uygarlığı’nın kronolojisiErken Minos-Orta
MinosGenç Minos Dönemi olarak üç evreye ayrılmıştır.

Erken Minos Dönemi seramiklerinde balık kılçığı, spiral ve dalgalı çizgiler, Orta Minos
Dönemi seramiklerinde balık, kuş, leylak figürleri görülürken, Geç Minos Döneminde
çiçekler ve hayvanlar figürleri artmış, natüralist motifler sadeleşerek geometrik
formlar görülmeye başlamıştır.

Minos Uygarlığı’nın yazı dili, Akaların Girit’i ele geçirmesine kadar Liner A,
sonrasında ise Linear B olarak bilinmektedir.

Arkeoloji dünyasının hala gizemini koruyan eserlerinden biri olan Phaistos Diski’nin
üzerinde hem Linear A, hem de Linear B ye yakın hiyeroglif karakterler
görülmektedir.

Yönetim biçimi Teokrasi olan kral ve soylular tarafından yönetilen Minos


Uygarlığı’nda erkek ve kadının eşit sosyal statülere sahip olduğu, hatta anaerkil bir
sistem içerisinde olduğu arkeologlar tarafından düşünülmektedir.

Minos kültürünün karakteristik objelerinden biri olan taş mühürlerin merkezinde hep
bir tanrıça, çevresinde de ona hizmet eden figürler bulunmaktadır.

Homeros pek çok kabileden oluşan Girit halkının yaklaşık 90 şehirde yaşadığından
bahsederken, en önemli şehir merkezinin Knossos olduğunu, diğer öne çıkan
şehirlerin ise Phaistos, Kydonia ve Gortyna olduğunu belirtir.

Yunanistan, Kıbrıs, Anadolu, Mısır, Mezopotamya ve İspanya ile ticaret yapan


Minoslular altın, gümüş, bakır, kalay gibi madenler ve seramik ticareti ile
uğraşmışlardır.

Miken Uygarlığı
Yunanistan’daki Aka / Miken Uygarlığı İ.Ö. 1600-1100 yılları arasında varlığını
sürdürürken en önemli Aka merkezi Mikenai olmuştur.

Seramiklerinin gelişimine göre Erken-Orta-Geç ve SubMiken olarak dört evreye


ayrılan Aka / Miken Uygarlığında Linear B yazısı kullanılmıştır.

Minos Uygarlığı’nın çöküşü ile deniz ticaret yollarına hakim olan Akalar parfüm
yağları, zeytinyağı, şarap, baharat,bronz, altın, bakır, kalay, fildişi, boya ve seramik
ürünlerle Kıbrıs, Mısır ve Anadolu ile ticareti ilerletmiştir.

Miken mimarisinin en karakteristik yapılarından olan Tholos Mezarlarının en


önemlileri, Mikenai kentinde bulunan ve İ.Ö. 1525-1275 tarihleri arasında yapılmış
olan 9 adet mezar ile altından yapılmış Agamemnon’un maskı, Miken Uygarlığının en
önemli eserlerinden biridir.
Ünlü ozan Homeros, konusu Akalar ve Troyalılar arasında geçen büyük savaşı
anlatan İlyada ve Odysseus isimli eserinde Miken Uygarlığı’nın efsanevi kral ve
kahramanlarını anlatmıştır.

Odysseus isimli Akalı kahramanın Troya Savaşı’nda başından geçen maceraları


konu alan eserde, 9 yıl süren savaş ve bu savaşın kazanılmasında büyük rolü olan,
içinde askerlerin bulunduğu tahtadan yapılmış at ile Akaların zaferi anlatılmaktadır.

Krallıklar arasında çıkan iç savaşlar sonucunda çöken Miken Uygarlığı’nın ardından,


Yunanistan da İ.Ö. 1100- 1050 yılları arasında karanlık çağ adı verilen dönem
başlamıştır.

Karanlık Çağ / Geometrik Çağ


İ.Ö. 1100-800 yılları arasında Kuzeybatı Yunanistan, Makedonya ve Epirus’tan gelen
Dorlar olarak adlandırılan topluluğun Yunanistan’ı işgal etmesi ve Miken Uygarlığının
çöküşü sonucunda “ Karanlık Çağ” adı verilen dönem başlamıştır. Bu dönemde daha
önceden bilinen pek çok kültürel öge kaybolmuş ve Yunanistan’ın Yakın Doğu ve
Mısır’la olan ticari ilişkileri sona ermiştir.

Bu dönemde ki en büyük gelişme kralla birlikte yönetime yardım eden hukuk


koruyucular-denetçiler gibi memurlar ile danışma meclisleri ve denetleme
kurullarından oluşan Polis adı verilen kent devletlerinin oluşmasıdır.

Karanlık Dönemde Kuzey Yunanistan’daki Aioller’in ardından Orta Yunanistan’daki


İyonların Anadolu topraklarına göçü sonucunda Midilli Adası, Biga Yarımadası ile
İzmir Körfezi arasındaki bölgede Aiolya ve Sakız-Susam Adaları, İzmir Körfezinin
güneyi ile Büyük Menderes Irmağı arasındaki bölgede İyonya olarak adlandırılan yeni
yerleşim alanları oluşmuştur.

Günümüz Batı Uygarlığının temelinde yer alan İyonya Uygarlığı Antik Yunan ve
Anadolu toplumlarının karşılıklı etkileşimi ile felsefe, tarih yazımı, biyoloji ve mimari
olmak üzere pek çok alanda kendini geliştirmiş büyük bir uygarlık olarak etki
bırakmıştır.

İ.Ö. 900 yıllarında Dorlar; Girit, Kos ve Rodos Adaları ile Güney Batı Anadolu
kıyılarına göç etmişler buraları ele geçirerek yerleşmişlerdir.

Hellen isimli bir atadan meydana geldiklerine inanan Yunanlılar, Miken Uygarlığının
çöküşü ile kaybettikleri yazı dilini, geometrik çağ boyunca ilerleyen kültür
hayatı, artan nüfus ve gelişen deniz ticareti ile birlikte kurdukları ilişkiler sonucunda,
İ.Ö. 800 yıllarında Fenike’lilerden öğrendikleri yazı dilini geliştirerek 24 harften oluşan
kendi alfabelerini oluşturmuşlardır.

İ.Ö.8. yüzyılda yaşayan Hesiodos, Yunanlılar için bir Teogonia (Tanrılar Sistemi)
yaratmış, görünüş ve karakter olarak insan gibi ancak ölümsüz, esası 12 adet pek
çok tanrıya isim vererek, yetkilerini belirlemiştir.

Tanrıların heykellerini ve kutsal eşyalarını koruyan ilk tapınaklar “Naos” olarak


adlandırılan megoran şeklinde çevresi sütun sırası ile çevrilerek görkemli hale
getirilmiş, tanrıların isteklerini öğrenebilen kahinlerin yardımlarıyla rahiplerin yönettiği
dini tören alanlarıdır.

Geometrik Dönem’i en iyi, çanak-çömleklerdeki dama tahtası, iç içe daireler,


meander, gamalı haç gibi geometrik motiflerle süslenen, insan ve hayvan figürlerinin
de köşeli ve geometrik formlarda kullanıldığı çömlekler ve İ.Ö. 8. yüzyıldan
başlayarak Yunan mitolojisindeki hikayelerin geometrik üsluplarla betimlendiği vazo
gibi seramiklerde izleyebilmekteyiz.

Geometrik Dönem heykeltıraşlığın da ise tunç, pişmiş toprak ve çeşitli taşlardan


yapılmış çoğunlukla tanrıtanrıça ve kahramanların betimlendiği küçük ebatlı
heykelciklerle karşılaşırız.

Tarıma elverişli toprakların yetersizliği, hammadde ve üretilen mallara pazar bulma


kaygısı, İ.Ö. 8. yüzyılda pek çok şehir devletinin Akdeniz, Ege, Marmara ve
Karadeniz kıyılarında koloniler kurmasıyla İ.Ö.6. yüzyılın ortalarına kadar devam
eden kolonizasyon hareketinin başlanmasına neden olmuştur.

Bu dönemde Doğu Akdeniz kıyılarındaki toplumlarla daha yakın ticari ilişkiler ve


etkileşim sonucu, Yunan sanatına özellikle vazo sanatında daha yumuşak motifler ve
aslan, panter, grifon, sfenks gibi doğu sanatına özgü çeşitli hayvan ve yaratıklar
figürleri girmeye başlamıştır.

Arkaik Çağ
Yunanistan’da demokratik gelişimin izlendiği, Atinalıların tam yetkiyle iktidarın başına
getirdiği Solon’un gerçekleştirdiği ve Nomos adı verilen Solon Kanunları ile yeni bir
sosyal düzen yaratılmış, kişiler mal mülk ve gelirlerine göre dört sınıfa ayırılmış, ait
oldukları sınıfa göre siyasal hak ve askerlik görevi tespit edilmiş, oy verme hakkı fakir
vatandaşlara da verilmiş olduğu aristotik rejimle demokratik rejim arasında bir
yönetim biçimi olan tyranlık dönemini içeren İ.Ö. 8.-6. yüzyılları Arkaik Çağ olarak
bilinmektedir.

Tyranlıktan sonra İ.Ö. 508/507 yılında iktidara gelen Kleisthenes’in reformlarıyla yeni
yönetim biçimine yön verilmiş, aristokratik teşkilatın gücünün tamamen ortadan
kaldırılarak tüm yurttaşların yönetime katılabileceği düzenli bir hükümet şekli
kurulması amaçlanmıştır.

Eski Yunan Uygarlığının yaratıcı dönemleri Arkaik Çağ ile başlamış, bilim alanında
büyük ilerlemeler kaydedilerek Thales ve Pythagoras gibi bilim adamları bu çağda
yetişmiştir.

Arkaik Çağın en önemli şehir devleti olan Atina, yeni yapılar ve kamu binalarıyla
genişlerken, Kuros ve Kore gibi, ilk kez gerçek ölçülerde yapılan heykellerle
donatılmıştır.

İlk heykellerde malzeme olarak kireç taşı kullanılmış olup, İ.Ö. 6. yüzyılın ortalarında
mermer ön plana çıkmış, heykeltıraşlar bu malzemelerle Kuros heykellerinde insan
anatomisini etüt ederken, Korelerde giysi ve giysi kıvrımlarının veriliş biçimini
incelemişlerdir.
Bu dönemde gelişen ticaret hayatı ve ekonominin giderek güçlenmesi, heykel sanatı
ve mimaride değişiklikler ile kendini göstermiş, tanrılar için kerpiç, ahşap ve taştan
tapınaklar inşa edilmiştir.

Bir Yunan kentini şehir yapan başlıca alanlardan biri akrapolis, diğerleri ise Arkaik
Çağ’dan itibaren önemli kamu yapıları ve dini yapıların çevresinde inşa edildiği agora
ile Antik Çağ’da dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen Zeus heykeli gibi içinde
altın, fildişi, mermer gibi malzemelerle yapılan devasa tanrı heykellerinin bulunduğu
tapınaklardır.

Tapınak mimarisinde, İ.Ö. 6. yüzyılında başlayıp Dor düzeni adı verilen, sütunların
kaide üzerine oturtulmadığı, sütun gövdelerinin genelde kasnakların üst üste
konulması ile meydana getirilen Ekhinos ve abakustan oluşan tek cepheli sütun
başlıkları dikkat çeker.

Arkaik Çağ’da başlayan diğer önemli bir düzen olan İyon düzeni ile yapılan tapınaklar
sütunların kaide üzerine yerleştirildiği, sütun gövdelerinde derin yivlerin olduğu, her
iki yanından volütler sarkan iki cepheli sütun başlıkları ile çok basamaklı bir podyum
üzerine yerleştirilen tapınaklardır.

Üçüncü mimari düzen Klasik Çağ’da başlayıp İ.Ö. 4. yüzyılda gelişen “ Korint Düzeni”
ise pek çok açıdan İyon Düzenine benzerken sepet biçiminde yukarı doğru yükselen
ve etrafından kevger yaprakları çıkartılan sütun başlığı ile farklıdır.

Arkaik Çağ’ın sonlarında gelişerek Klasik Çağ’da tam olarak kendini bulan kent
planlamacılığı, ilk olarak İyonya bölgesinde ızgara planı denilen ve dik açı ile kesişen
düzgün sokaklardan oluşan plan tipidir. Arkaik Çağ’ın başlarında vazo resim
sanatında “siyah figür” denilen kırmızı hamur üzerine siyah gölge olarak işlenen siyah
kazıma çizgilerle yapılan mitolojik konulu seramik sanatı gelişirken, çağın sonlarında
siyah zemin üstüne kırmızı renkli iç ayrıntıları fırça ile yapılmış çizgilerden oluşan
“kırmızı figür” öne çıkmıştır.

Klasik Çağ
İ.Ö. 5-4. yüzyılları kapsayan Yunan Klasik Çağ’ın başları Yunanlılarla Persler
arasındaki uzun savaşlarla siyasi anlamda çalkantılı geçmiştir.

Öncelikle Anadolu’yu işgal eden Perslerin Yunanistan’a girmesiyle aralarında birçok


savaş yapılmış, Yunanistan’ın Maraton Ovası’nda yapılan savaşı az sayıda askerle
kazanması Yunan sanatını etkilemiş, zafere sembolik göndermelerle her fırsatta
sanatta bunu vurgulamak istemişlerdir.

Persler İ.Ö. 480 yılında Atina Akrapolisi’ne kadar gelerek tapınakları ve kutsal
heykelleri tahrip etmiş, İ.Ö. 479 yılında ise Plataya ve Mykale’de Perslerin geri
püskürtülmesiyle, adalar ve Anadolu’daki kentler dışında tehlike bir miktar
uzaklaştırılmıştır.

Savaş sonrasında merkezi Delos Adası olan, Sparta dışındaki Yunan Şehir
Devletlerinin katılımıyla “AttikaDelos Deniz Birliği” kurulmuştur.
Perikles’in İ.Ö.461 yılında Atina Kentinin yöneticisi olmasıyla tüm Yunan Dünyası
altın çağını yaşarken Kallias Barışı ile Pers tehlikesi tamamen uzaklaştırılmıştır.

Perikles ile Yunan dünyasının lideri olan Atina, İ.Ö. 431 yılında Sparta ile ekonomik
nedenlerle başlayan 27 yıllık savaşın sonunda yenilmiş ve bir daha eski siyasi
gücüne ulaşamamıştır.

Klasik Çağ, yaşanan büyük savaşlara rağmen kültür ve uygarlıkta en büyük


gelişmelerin yaşandığı, mimari, heykeltıraşlık ve resim sanatının yüksek düzeye
ulaştığı, bilim alanında büyük ilerlemelerin kaydedildiği dönemdir.

Klasik Çağ’ın ünlü heykeltıraşlarından olan Phadias Athena Parthenos Tapınağının


heykelleri ile ünlenirken, Myron orjinali bulunamayan Roma Döneminde pek çok
kopyası yapılan disk atan atlet heykeli ile ünlenmiş, Polykletios ise mızrak taşıyan
atlet heykelinde ilk kez 1/8 oranını kullanarak sonrasında da diğer heykeltıraşların bu
oranı kullanmasına öncülük etmiştir.

Gynasiumlar Yunanlı gençlerin düşünsel ve bedensel yönden eğitilip, öğrenim


gördükleri ve spor etkinliklerinde bulundukları sosyalleşme mekanlarıyken, Paleastra
ise genelde Gynasiumlara bağlı, güreşlerin yapıldığı alanlardır.

Stadyum, 183 metrelik bir uzunlukta koşu yapılan yerler, tiyatro ise toplum
yaşantısında önemli yere sahip, mimari olarak orkestra, oturma sıraları ve sahneden
oluşan mekanlardır.

Siyaset yaşamında önemli yeri olan Bouleterion günümüz meclis binalarıyla aynı
işleve sahip kamu yapısı olup Boule ise Danışma Meclisi görevi yapan etkin bir
hükümet organıdır.

Klasik Çağ’da Yunan dünyası, mitolojiden ve çok tanrılı dinden koparak doğal
olayların yine doğal nedenlerle açıklanması gerektiği inancını benimsemiş, bilimle
felsefe bir arada gelişirken, çağın başlarında doğa felsefesi ön planda olup,
sonrasında pratik felsefe öne çıkmıştır.

Klasik Çağ’a damgasını vurmuş filozoflar Sokrates ve öğrencisi Platon’dur. Felsefe


alanında Herekleitos, Tıp alanında Hipokrat, Doğa Bilimlerinde Anaksagoras, Tarih
alanında Herodotos modern bilimlerin doğuşuna öncelik etmiştir.

İ.Ö. 5. yüzyılın sonlarında öne çıkan Sofizm akımıyla ünlenen isim Protogoras’dır.

Helenistik Çağ
İ.Ö. 338’de kurulan Hellen Birliğinin liderliği Yunan Şehir Devletlerinin arasındaki
çekişmeler yüzünden Makedonya Krallığına geçmiş, İ.Ö 330-30 arasını kapsayan
300 yıllık Helenistik Çağ’ın öne çıkan ismi Makedonya Kralı Büyük İskender olmuştur.

Büyük İskender Hellen Birliği komutanı olarak önce Anadolu’yu, ardından Pers
İmparatorluğu’nun toprakları fethederek Asya kıtasında Hindistan’ın Pencap
havzasına kadar ilerlemiştir.
Kalabalık kitleler halinde Doğu ülkelerine dağılan Yunanlıların, Yunan dilinin diğer
toplumlarda da yayılarak ortak bir dil olmasıyla Yunan kültürü ile Anadolu, Mısır, Pers
ve diğer kültürlerin önceden beri var olan ilişkilerinin iyice kaynaşıp kozmopolit bir
kültür ortaya çıkmasıyla oluşan yeni kültüre “Hellenizm” denmiştir.

Büyük İskender’in varis bırakmadan ani ölümü, yakın komutanlarının yönetimi ele
geçirmek için yaptıkları savaşlar kurduğu imparatorluğun kısa zamanda
parçalanmasına ayrıca Roma İmparatorluğunun yükselişi de sonradan kurulan tüm
krallıkların sona ermesine neden olmuştur.

Helenistik Çağ’da Yunan mimarisi ve sanatı da Ege ve Akdeniz ülkelerinin dışına


çıkarak çok geniş bir alana yayılmış, genel olarak Klasik Yunan mimarisinin Dor, İyon
ve Korint düzenlerinin kullanıldığı çağda sütunların daha yüksek ve ince, başlıkların
daha küçük yapılması gibi yenilikler de kendini göstermiştir..

Heykel sanatında ise, konularda çeşitlilik başlamış, tanrılar ve kahramanlar dışında


yaşlılar, çocuklar, köleler işçiler gibi her sınıf insan sanatın konusu olmuştur.

Bu çağda Arkaik ve Klasik Çağ’da kullanılan siyah ve kırmızı figürlü vazo sanatı
yerine başka teknikler geçmiş, boya ile yapılan motifler yerine de kabartmalar halinde
yapılan süslemeler tercih edilmeye başlanmıştır.

Helenistik Çağ’da tarihçilik, bilim ve felsefe alanlarındaki gelişmelerle birlikte sürekli


bilimsel araştırma yapan kurumlar ortaya çıkmış, İskenderiye, Bergama ve Efes’te
kurulan akademilerde bilim dallarında önemli çalışmalar ortaya konulmuş, çağın
büyük filozofu Aristotales sayesinde iç içe olan felsefe ile diğer bilimler birbirinden
ayrılmış, Epikür ve Stoa felsefesi bu çağda başlayarak uzun süre varlığını koruyan iki
önemli görüş olmuştur.

Eski Yunan dünyasında günlük yaşam ve ölü gömme


gelenekleri
Yunanlılar Antik Çağ’da güne incir, üzüm gibi meyvelerin yendiği kahvaltı ile
başlamış, esas öğünleri olan ikindi de et, balık, kabuklu deniz ürünleri ile sebze tercih
etmiş, kahvaltı sonrasında alt tabakaya mensup kişiler günlük işlerini yaparlarken
diğerleri gymnasium ve agoraya gitmiş, akşamları da evin erkeklerinin misafirlerini
ağırladığı, kadınlarının katılmadığı symposiumlar düzenlemişlerdir.

Yunanlılar günlük yaşamlarında keten ya da yünden yapılan khiton ve hymation adı


verilen elbiseler giymişlerdir.

Yunanlılarda, çoğunlukla erkek ve kadının birlikte dans etmedikleri, ruh ve fiziksel


sağlıklarını koruduğuna ve toplum hayatında önemli bir rolü olduğuna inandıkları 200
civarındaki Yunan dansı vardır.

Evlilik törenleri, karanlık çöktükten sonra başlayıp gelinin başı örtülü halde kendi
evinden damadın evine konukların meşaleleri ve çaldıkları müzikle götürülmesiyle
devam eder.
Kolonizasyon hareketinin ardından sayıları hayli artan kölelerin hiçbir politik hakları
yoktur, istenildiğinde alınıp satılırlar ve ömürlerinin sonuna kadar hizmet vermek
zorundadırlar.

Antik Yunan dünyasında var olan ölümden sonra yaşamın devam edeceği ölenlerin
baştanrı Hades’in yanına gideceği inancıyla, yaşarken sevdiği özel eşyalar, yiyecek
içecekler mezarına yerleştirilmiştir.

Mezar tipleri çeşitli olup en basit mezar, üstüne mezar sahibinin kimlik bilgileri ve
günlük yaşamını gösteren sahnelerin işlendiği, toprağa açılmış basit dikdörtgen
çukurdur.

Bunun dışında mermerden yapılan lahit mezarlar ve gösterişli anıt mezarlar da


kullanılmıştır.

7. Roma’da Kraliyet ve Cumhuriyet Dönemleri


Cumhuriyet Döneminde Romalılar önce Anadolu’nun batısını ele geçirmişler,
İmparatorluk Döneminde de doğusuna sahip olmuştur. <İ.S:330yılında
Constantinapolis (İstanbul) kentinin kurulmasıyla, Roma İmparatorluğunun Başkenti
Doğuya taşınmıştır. İmparatorluğun Batısı ise kavimler göçü ile yıkılmıştır.

Roma Kurulurken Troyalı Aeneas’ın soyundan gelen torunları Romulus ve Remus


tarafından İ.Ö.753 yılında kurulmuş Etrüsk Kökenli Krallar tarafından yönetilen bir
şehir devleti olmuş ve Latin isyanıyla Roma Cumhuriyeti Kurulmuştur. Latinler
İtalya’nın Kuzeyindeki Latium Bölgesinin yerli halkının ismidir. İ.Ö. 509. Cumhuriyet
kurulur kurulmaz çevredeki Latin kentlerinden destek alarak Etrüsk Şehir devletlerini
ele geçirmişler böylece bu bölgelerde yaşayan halka vatandaşlık hakları tanıyarak
bölgede milli bir birlik oluşturmuşlardır. Roma Cumhuriyeti İtalya Yarımadasının
tamamına sahip olmuştur.

İ.Ö.264 yılından itibaren Romalılar Batı Akdeniz’deki en önemli güç olan Kartaca ile
savaşmaya başlamışlardır. 17 yıl süren Pön savaşları döneminde Sicilya Romalıların
Olmuştur. Romalılar bu dönemde Deniz aşırı ele geçirdikleri tüm topraklara Vali
atayarak vergi ödeyen eyaletler sistemini kurmuşlardır. Kuzeye doğru savaşarak Po
vadisinin tamamı ve Adriyatik denizinin doğusuna doğru yayılmışlardır. 2.Pön
savaşından Kartacalılar galip çıksa da devamında kazanılan savaşlarda Kartaca
Generali Bütün deniz aşırı topraklarını Roma’ya bırakarak kaçmış ve 3.Pön
savaşında da Kartaca tamamen yıkılmıştır.

Bu savaşlar sırasında Makedonya da Roma eyaletlerinden biri olarak topraklara


katmış Böylece Balkanlarda Büyük bir bölgeye sahip olunmuştur. İ.Ö.133 yılında ölen
Pergoman Kralı ülkesini vasiyet yoluyla Roma Devletine Bırakınca Batı Anadolu’yu
ele geçirmiş ve Asya eyaletini kurmuş oldular. Roma’da kraliyet yönetimi yıkıldıktan
sonra yeni kurulan sistemin adı Cumhuriyet olmuştur. Bu meclis bütün devlet
görevlilerinin atamalarını yapan ve kanunlar çıkaran bir meclisti. Bu meclis içinden
seçilen 2 Konsül devlet yönetimini sağlamaktaydı. İki kişi seçilmeleri adaleti sağlamak
amaçlıydı ve bu kişiler meclis denetiminin baskısıyla çalışmaktaydılar. Ancak Devlet
önemli bir süreçten geçiyorsa biri diğerinden üstün bir konuma geçebilirdi. Bu
Diktatör meclis kontrolünde olmayan bir makamdı. Bu yetkiler tehlike ortadan
kalktıktan sonra meclise yeniden devredilirdi. Roma Cumhuriyeti Politik İç Savaşlar
Yüzünden Yıkıldığında Akdeniz’in tamamının hakimi olmuştur. Bu arada Roma
donanmasına önem verilmemesi en büyük etmenlerden birisi olmuştur.

Roma İmparatorluğu
Octavianus, Augustus’un imparator unvanını kullanması ile İ.Ö 27 yılından itibaren
Roma İmparatorluğu başlamış sayılır. Bu dönemde senatodan bahsedilse de asıl
yetki imparatordadır. Augustus iç savaşlar nedeniyle çok yıpranmış Roma
topraklarını, yeni reformlarla düzene sokmuş ve barışçıl bir siyaset izlemiştir. Bu
dönemde imparatorların kararları kanun olarak sayılmıştır. Bu dönemde Augustus
İtalya ve eyaletlerde nüfus ve servet kayıtlarını yenileyen sayımlar yaptırarak vergi
sistemini yenilemiştir. Orduyu toparlamıştır. Sonradan gelen imparatorlarda ordunun
kararlarında önemli rol oynamıştır. Barışçıl tavır artan bir refah seviyesi sağlamış bu
da Roma tarihi için altın bir dönem başlatmıştır. İmparatorluk toprakları Ren, Tuna,
Fırat ırmaklarına kadar genişletilerek muhafaza edilmiştir. Flaviuslar Dönemi,
Antoninuslar Dönemi, Hadrianuslar yine Severuslar dönemlerinde Roma Toprakları
sınırları içinde yaşayan herkes Roma Vatandaşı yapılmıştır. Ve Anadolu kentlerindeki
refah, yükseliş devam etmiştir. Özellikle Hadrianus dönemi en görkemli dönem olmuş
yönetimi sırasında uzun gezilere çıkarak topraklarındaki pek çok sorunu yerinde
incelemiş ve çözümler getirmiştir. İmparatorun bu gezileri sırasında Anadolu’daki
şehirler karşılama için mimari değişimler geçirmiş ve gelişmişlerdir.

Askeri imparatorlar döneminde Ordunun imparatorları tayin etmesi yine ordunu iç


düzeninde çıkan karışıklıklar ve yükselmeler ayaklanmalara ve kısa süreli iç
savaşlara sebep olmuştur. Bu iç savaşlar imparatorluğun güçsüzleşmesine sebep
olmuş kabileler ve çevresinin birlik olması aynı anda hüküm süren imparator
sayılarının artmasıyla Roma toprakları yağmalanmaya başlanmıştır. Bu sırada
Şehirlerin savunulması için sur inşatlarına başlanmış savunma birer kale
görünümüne dönüşmüştür. Korumasız köylere yapılan saldırılarda bu bölgeler zarar
görmüş tarımın azalmasına sebep olmuştur. Tarımsal üretimin düşmesi de sürekli
yaşanan kıtlıkları başlatmıştır. Enflasyon ve paradaki bozulma geç Roma döneminde
de devam etmiştir. Yeni tip ve birimlerde sikkeler bastırılarak paraya duyulan
güvensizlik yok edilmeye çalışılmıştır. Narb Emirnamesi bu dönemde yazılmıştır.

Kavimler Göçünün etkileriyle Germen Kabileleri de bu bölgelere yerleşmeye


başlamış Doğu Roma–Batı Roma ayrımları ortaya çıkmıştır. Constantinuslar
döneminin en önemli olayı 2. Bir başkentin ortaya çıkışıdır. Doğu Roma
imparatorluğunun başkenti Constantinapolis Batının Milano olmuştur. Bu sebeple
Constantinapolis’e taşınan pek çok kamu kurumu ve memur olmuştur. İç savaş
sırasında iyice yaygınlaşmış olan Hristiyanlara karşı hoşgörülü davranırken
insanların dinleri konusunda özgür olduğunu savunan pek çok emirname yine bu
dönemde yayınlanmıştır. Batı Roma Latince konuşan bölgelerde kurulurken Doğu
Roma imparatorluğu İstanbul’u 1453’de Fatih Sultan Mehmet’in fethetmesine kadar
sürmüştür. Doğu ile Batı arasında gelişen dil ve din farklılıkları iç huzurun
bozulmasına yol açmıştır. Ayrı başkentlerin olması kesin bir ayrılığı da beraberinde
getirmiştir. Batı Roma imparatorluğu İ.S. 476’da yıkılırken Doğu Roma imparatorluğu
ortaçağlarda da devam etmiştir. Bu devlete Tarihçiler tarafından Bizans adı
verilmiştir.
Roma Kültürü ve Uygarlığı
Din: Romalılar çok tanrılı yani paganistiklerdir. Her aile kendi koruyucu özel kültüne
önem vermekle beraber diğer tanrılara da tapıyordu. Tanrıların en önemli özelliği
savaş veya diğer resmi işlerde tanrılar tarafından mutlaka kutsanmalıydılar.

Bu nedenle kurbanlar kesilirdi. Roma İmparatorluk döneminde imparatorların bazıları


öldükten sonra bazıları ise yaşamları sırasında tanrı statüsüne erişmişlerdir. Bu çok
tanrılı dönem özellikle eyaletlerin ve sanatın gelişmesini teşvik etmiştir. Örneğin Efes
4 ayrı tanrının adına inşa edilmiştir. Romalılar ele geçirdikleri bölgelerde kendi
inançlarıyla ters düşmediği sürece yerel bölgelerin dinlerine karşı çıkmamışlardır.

Hristiyanlık imparator Augustus zamanında Hz. İsa tarafından kurulmuştur ve fakir


halk arasında Roma’da hızlı bir biçimde yayılmıştır. İ.S 4.yüzyılda Constantinus
zamanında serbest bırakılan inanç özgürlüğü sonucunda Hristiyanlık Romanın resmi
dini olmuştur.

Roma Mimarlığı: Mimarlık Roma’da Etrüsk ve Yunan temellidir. Bu gün Türkiye’de


antik kentlerde görülen mimari eserlerin büyük bir kısmı Roma dönemine aittir. Askeri
ve ekonomik anlamda önemli gördükleri merkezlerde şehirler kurmuş o bölgenin
güvenliğini sağlamışlardır. Kullandıkları yapı malzemelerinin çeşitliliği çok katlı yapılar
inşa etmelerini sağlarken daha çok Batı eyaletlerinde yaygın olan amfi tiyatrolar
yapmışlardır. Bu yapılar tam daire ya da elips planlıdır. En önemli örneği Roma’daki
Colleseum’dur. Önemli suyolları yine Roma döneminde yapılmış suyun her yere
ulaşması sağlanmıştır. Roma Hamamları Yapılmış bunlardan bazıları günümüze
kadar ulaşmıştır.

Bu dönemde yapılan konutların duvarlarını sahibinin gelir düzeyine göre değişen


resimler süslemiştir. Yine Gaziantep arkeoloji müzesinde Zeugma dan bulunan
mozaikler bu eserlerin en güzel örnekleridir. Roma imparatorluğunun pek çok
şehrinde refah döneminde yapılan görkemli kamu yapıları oluşturmuşlardır.
Basilikaların yapılması ve mahkeme ve borsa binası olarak hizmet vermeleri ile yeni
bir yapı tipi hayata geçmiştir. Bu yapılar ilk Hristiyan kiliseleri içinde model olarak
kullanılmıştır.

Roma Heykel Sanatı: Romalılar Yunan heykeltıraşlarını temel almışlardır. Özellikle


yapılan büstlerde ünlü kişiler yanında halkta işlenmiştir. Roma’da dikilen pek çok anıt
kazandıkları zaferlerin göstergesi olmuştur. Yine sık rastlanan rölyefli lahit örnekleri
önemlidir. Heykel sanatında bazen Devlet politikaları egemen olsa da o dönemde
yapılan farklı özgün eserler günümüzde etkisini sürdürmektedir.

Roma Ordusu: Lejyon adı verilen düzenli birliklerden oluşmuştur. Oldukça iyi bir
eğitimden geçen bu ordular girdikleri savaşlarda başarılar kazanmışlardır. Lejyonların
Roma vatandaşı yapılmaları toprakların korunması için önem teşkil etmiştir. Ordunu
içinde bulunan çeşitli meslek gurupları görev için gittikleri yerlerde özelliklerine göre
yol, köprü, su kemeri gibi kamusal inşaatlar gerçekleştirmişlerdir. Seramik ve cam
üretiminin de yaygınlaşmasını sağlamışlardır. Ordu aynı zamanda iç politikalarda söz
sahibi olmuştur. Bu durum imparatorların içlerinden seçilmesi aralarındaki
Seviye farklılıkları ile de iç savaşların çıkmasına sebebiyet vermiştir. Askerlerin
emekli olduktan sonra kendilerine verilen topraklarda güvenlik ve koruma
sağlanmıştır. Fakat bazen de generallerin aralarında savaşmaları iç savaşların
artmasına sebep olmuştur. Yine bu dönemde orduya alına askerlerin çoğunluğunun
yabancı kökenli olması kavimler göçü sırasında karışıklığa yol açmış ve kendi
kavimlerini kurmalarıyla göç ederek yeni devletler kurmuşlardır.

Roma Hukuku: İlk Roma kanunları krallık döneminde ortaya çıkmıştır. İmparatorların
koyduğu kurallar kanun sayılmış günümüz batılı devletlerinin uyarlamalarıyla son
şeklini almıştır. Yine avukatlık mesleği de bu tarihlerde ortaya çıkmıştır.

Ekonomi: Özellikle barışçıl dönemde ticaretin uzun mesafelerde yapılmasıyla


şehirlerarasındaki yolların gelişmesi ekonomininde gelişimine sebep olmuştur.
Böylece Şehirlerarası iletişim artmış ticaret ortamı oluşmuştur. Diğer taraftan iç
savaşların olduğu dönemlerde ekonomi çöküntüye uğramıştır para değer
kaybetmiştir. İmparatorluk kasası öncelikli olarak ordunu gereksinimlerini karşılasa da
kamu işlerinin finansmanında da kullanılmıştır.

Roma kültürünün Günümüze Etkileri: Roma kültürü günümüzde pek çok alanın
temelini oluşturmaktadır. Bilim, Mimari, Güzel Sanatlar ve Edebiyat gibi pek çok
dalda etkileşim sağlamıştır. İngilizce, Fransızca, Almanca gibi dillerin Latinceden
geliştiği gerçeği ve o dönemin pek çok yazılı kaynağının günümüzde kullanılmasını
sağlamış bilimsel verilerin alt yapısını oluşturmuştur.

Ortaçağdaki pek çok devlet kendisini Romanın devamı ilan etmiştir. Bu nedenle
kanunlar, devlet kurumları, devlet yönetim modelleri günümüze kadar gelen kuralları
kanunları oluşturmuştur. Roma sanatının günümüze ulaşan pak çok eseri edebiyatla
birleşerek Rönesans akımının doğmasına sebep olmuştur. Bu dönemden kalan resim
örnekleri batı sanatının temelini oluşturmuştur. Mimaride ki etkileşimler ve
malzemelerin yaygın kullanım teknikleri Roma’da gelişerek günümüze katkı
sağlamıştır. O dönemde oluşturulan bu sistemler günümüz sistemlerinin temel yapı
taşı olmuştur.

8. Ortaçağ Kavramı
Genel olarak, Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden, Yeniden Doğuş anlamına
gelen Rönesans Dönemine kadar sürdüğü kabul edilen ortaçağ kavramı ilk olarak
Rönesans Dönemi tarihçilerince kullanılmıştır.

Ortaçağ dönemi; Erken, Asıl ve Geç Ortaçağ olarak üç döneme ayrılabilir.

Erken Ortaçağ (5-11. Yüzyıl)


İ.S. yüzyılın başlarında İskandinavya’da yaşayan Germen kavimleri artan nüfus ve
etkileriyle birlikte, Roma İmparatorluğu sınırlarındaki Ren-Tuna hattına yığıldılar. Orta
Asyalı Hun Türkleri batıya doğru yürüyüşe geçtiklerinde karşılaştıkları Germen
kabilelerinden Doğu ve Batı Gotlarını Roma sınırlarına doğru itmiştir. Gotların bu
kaçışı bir domino etkisi yaratarak Germen kabilelerinin Roma sınırlarına girişine
neden olmuştur. Hunlarla birlikte başlayan bu göç dalgası birçok kavimi etkileyerek
uzun yıllar devam etmiş ve kavimler göçü olarak adlandırılmıştır.

Kavimler göçü sonrasında Batı Avrupa bir dönüşüme uğramış, Romalılar ve


Germenler karışıp kaynaşmıştır. Kültürel üstünlük her zaman Romalılarda kalsa da
idari üstünlük Germenlerin eline geçmiştir. Gotlar ve Franklar Galya’da
Romalılaşmışlardır.

Ortaçağın bu karanlık döneminde, Avrupa, devlet otoritesinden yoksun kalmış ve


büyük bir karmaşaya sürüklenerek, birçok Barbar krallık oluşmasına zemin
oluşturmuştur. Batı Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte idare barbar Germen
şeflerinin eline geçmiş Eski Roma eyaletlerinde Germen krallıkları kurulmuştur. Roma
idaresinin çöküşüyle yeni devlet kadrolarında Roma hukukunu kavrayıp
uygulayabilecek personelin bulunmayışı ilkel Germen hukukunun egemenliğini
getirmiştir. Siyasi düzeydeki bu değişiklik, ekonomik ve sosyal yapıyı da değiştirmiş,
Geç Ortaçağ Dönemi’ne kadar kıtanın siyasi yapısını şekillendiren feodalizm ortaya
çıkmıştır.

Feodalizm, teoride siyasi erkin feodal piramidin en üstündeki kralda toplandığı, kralın,
gücünü mutlak sadakat koşuluyla ve kontrollü olarak yerel derebeyleriyle paylaştığı
bir idare tarzıdır.

Erken Ortaçağ’da barbar devletleri arasında en uzun ömürlü olanı Frank Devleti’dir.
Avrupa ana karasında oynadığı siyasi rolle öne çıkmaktadır.

Ortaçağları betimleyen en önemli özellikler etkili bir merkezi idarenin olmayışı, her an
patlak verebilecek bir savaş ve kıtlıktır.

Feodal toplum, zayıfın daha güçlü kişilerden koruma talep ederek himayesine
girdiğini betimleyen bir terimdir. Feodal toplum güçlü savaş lordlarının güçsüz
kişilerce egemen güç olarak kabul edildiği, zayıfların kendilerini bu efendilere emanet
ederek sadakatle hizmet sözü verdikleri bir toplum yapısıdır. Feodal toplumlarda,
kralların vasalları olduğu gibi vasalların da vassalları olabiliyordu. Fakat kral
vasallarının vassallarına hükmedemiyordu.

Ortaçağ toplumundaki en geniş ve en düşük sosyal grubu çiftçi köylüler


oluşturuyordu. Üst sınıfların refahı çiftçi köylülerin emeğine bağlıydı. Köylü çiftçiler,
feodal sistemin omurgasını oluşturmaktadır. Pek çok köylü, soylu sınıfın kırsaldaki
malikânelerinde, ilkel kulübelerde yaşıyor ve çalışıyordu. Lord toprağın yanında
malikânede yaşayan köylülerin de sahibiydi. Malikâneler, lordun ve ailesinin yaşadığı
binalardan, çalışan köylülerin kulübelerinden, tarımsal ürünlerin saklandığı
depolardan, tarlalardan ve meradan oluşuyordu. Güçlü bir lordun birçok malikânesi
olabilirdi. Malikâneler özgür köylülerin ve serflerin çalıştığı malikâneler olarak iki tiptir.
Serf, hiçbir hakkı olmayan, bir eşya gibi alınıp satılabilen, boğaz tokluğuna çalışma
zorunluluğu olan köylüdür.

Asıl Ortaçağ (1000-1300)


Asıl ortaçağda Roma İmparatorluğu fikri yeniden canlandırılmıştır. 918’de Saksonya
dükü kökenli I. Heinrich Almanya’nın Frank kökenden olmayan ilk kralı oldu.
Heinrich, Almanya’daki Swabia, Bavaria, Saxiona ve Lotharingia dükalıklarını
birleştirerek güçlü bir krallık kurdu ve Almanya’nın toprak bütünlüğünü sağladı.

Krallığın başına 936 yılında, Heinrich’in oğlu ve halefi I. Otto geçmiştir. Otto, Batı
Roma İmparatorluğunu yeniden kurma programının bir parçası olarak selefleri gibi
Kilise’nin de desteğini sağlamıştır. 962 yılında Papa VII. Jean, Alman Kralı Otto’ya
İmparatorluk tacını giydirmiş ve Batı Roma İmparatorluğu yeniden kurulmuştur.

Otto, imparator olur olmaz Papalık Devleti’ni tanımış ve kendisini kilisenin koruyucusu
ilan etmiştir. Bu durum kiliseyi kraliyet kontrolüne sokmuş, piskopos ve baş keşişler,
Otto’nun atanmış memur ve bürokratları konumuna gelmiştir. Hatta hiçbir papa,
imparatora sadakat yemini etmeden makamına çıkmaz hale gelmiştir.

10. yüzyılın başlarında Fransa’da kurulan Cluny manastırının reformcu keşişleri,


kiliseyi İmparatorluk egemenliğinden kurtararak özgürleştirmeyi istiyordu.

Papa IX. Leo, Cluny keşişlerini Roma’daki başlıca idari görevlere getirmiştir.
Böylelikle 11. yüzyılın ikinci yarısında papalık iyice güçlenmiş ve Papa II. Nicholas,
1059’da papayı kardinallerin seçeceğini ilan etmiştir. II. Nicholas’ın bu hareketi,
bugün dahi papayı seçen Kardinaller Kurulu’nun temelini atmıştır. Bununla birlikte
papalık İtalya’daki yerel güçlerin ve imparatorluk gücünün etkisinden kurtulmuş olsa
da, Avrupalı hükümdarlar papa seçiminde etkili olmaya devam ettiler.

Bu mücadele, Papa VII. Gregorius’un, Kilise’nin dünyevi otoriteden özgür olması


gerektiği iddiasını harekete geçirmesiyle başlamıştır. 1075’te Papa Gregorius, ruhban
sınıfından olmayan kişilerin Kilise hiyerarşisi içindeki herhangi bir düzeyde dinsel
görevlere atanması durumunda aforoz edilme cezasına çarptırılmasına karar
vermiştir.

Bu dönemden sonra papa ve ruhban sınıfı imparatorlar tarafından atanmış memur


olmaktan çıkmışlar; papalar Kardinaller Kurulunca seçilmeye başlamıştır. Piskoposlar
da papanın yetkilendirdiği yüksek kilise otoritelerince atanmaya başlamış, Batı
Kilisesi dünyevi monarşilerden bağımsız bir güç haline gelmiştir.

Haçlı seferleri, krallar ile papaların çıkarları doğrultusunda gerektiği zaman iyi birer
dost olabildiklerinin göstergesidir. Cluny reformu, ruhban sınıfını Birinci Haçlı
Seferi’ne manevi destek vermeye, ruhbandan olmayan sınıfı da Müslümanlardan
kurtarılmak istenen Kutsal Topraklara yönlendirmiştir.

Papa II. Urbanus, Bizans İmparatoru’nun Müslüman Türklere karşı Batılılara yardım
çağrısını fırsat bilerek 1095’de Clermont Konsili’nde tüm Hristiyanları sefere davet
etmiştir.

İlk Haçlı seferi, kazanç ve çıkar peşindeki insanlar tarafından üstlenilmiştir. Yeniden
güçlenen papalık da bunda çok büyük rol oynamıştır. Papalar, ilk haçlı seferine
katılanlara savaş meydanında ölürlerse endüljans (günahların cezasının
bağışlanması) sözü vermişlerdir.
İlk üç Haçlı seferinde (1096-1099; 1147-1149; 1189-1192) Avrupalılar Antakya,
Kudüs, Akka, Urfa gibi önemli toprakları elde ettilerse de egemenlikleri uzun
sürmemiştir.

Innocentius’un dönemine rastlayan dördüncü haçlı seferinde 1202 yılında kutsal


topraklara doğru yola çıkılmış, sonrasında rota değiştirilerek 1203 yılında
Konstantinopolis ele geçirilmiştir. Bu Doğu Roma İmparatorluğu’nda Latin Dönemi’ni
başlatmıştır. İmparator VIII. Micheal Palaiologos, başkent Konstantinopolis’i,
Cenevizlilerden aldığı yardım sayesinde 1261’de yeniden ele geçirmiştir.
Konstantinopolis’in işgalinin derinleştirdiği Doğu ve Batı arasındaki politik ve dini
ayrılığı, Papanın Ortodoks Grekleri ve Slavları kazanmak için bir heyet göndermesi
de yok edememiştir. Aksine Doğulu Hristiyanların Batılılara olan düşmanlığı artmıştır.

1066 yılında Anglosakson kral İtirafçı Edward’ın ölümü İngiliz politik yaşamında
önemli değişikliklere yol açmıştır. Edward’ın çocuğunun olmaması, annesinin
Norman olması sebebiyle, Normandiya dükü, İngiliz tahtı üzerinde hak iddia etmiştir.
Kral Edward’ın ölümünden önce bu hakkı kabul etmesine rağmen, Kraliyet gücünün
kaynağı olan Anglosakson aristokrasisi buna karşı çıkarak kendi kralını seçmiştir.
Fakat Normanlar bu meydan okuyuş karşısında İngiltere’yi fethetmiş, Guillaume,
İngiliz kralı olarak taç giymiştir.

Guillaume, İngiltere’nin tamamına boyun eğdirmek için yirmi yıl süren, bir harekât
başlatarak, küçük ya da büyük tüm toprak sahiplerini kraldan toprak almış vassallar
konumuna getirmiştir. Böylece güçlü bir monarşinin temelleri atılmıştır. Norman
Hanedanı’nın 1154 yılında siyasi arenadan çekilmesiyle birlikte, Fransız Anjou dükü
Henry, (II. Henry) İngiliz kraliyet tacını giymiş, (1154-1189) İngiltere’nin yönetimi
Angevin Hanedanına geçmiştir. II. Henry ülke içinde otokratik bir hükümdar olmuş,
Clarendon Nizamnamesi ile ruhban sınıfı sivil mahkemelere tabi kılmıştır (1164);
aristokrasi ve ruhban sınıfın şiddetli direnişine rağmen Piskoposların seçiminde
kontrolü ele geçirmiştir.

İngiliz halkı; aristokrasi, ruhban ve şehirli adamların tam desteğiyle, Henry’nin


haleflerinden Kral John’a karşı ayaklanmıştır. Öfkeli halkın isyanı 1215’te kralın
Magna Carta (Büyük Sözleşme)’yı onaylamasıyla son bulmuştur. Magna Carta, kralı
ve haleflerini sonsuza dek bağlayarak, kraliyeti kanunlara dayalı bir idari sistemin
içine çekmiştir.

İngiltere’de Magna Carta ilan edilirken aynı dönemde Fransa’ya güçlü feodal prensler
egemendi. Bu durum, Capet Hanedanı’nın başlangıcından (987) II. Philip Augustus
dönemine (987-1223) kadar devam etmiştir. Philip Augustus’un büyük oğlu IX. Louis
(1226-1270), birleşik ve mutlak bir krallığı devralmıştır. Düzeni ve yerel yönetimde
adaleti sağlamak için uğraşmıştır. Louis devri, Skolastik düşüncenin Altın Çağı’dır.

12. ve 13. yüzyıllarda Fransa’da ve İngiltere’de istikrarlı yönetimler gelişirken; 13.


yüzyıl ortasında Almanya’yı, Burgundiya’yı ve kuzey İtalya’yı kapsayan Roma-Ger-
men/Alman imparatorluğumdaki gelişmeler çok farklıydı. Alman hükümdarlarının
Güney İtalya’yı imparatorluğa katma çabaları, Almanya’yı iki yüzyıl süren kanlı
savaşlara sürüklemiştir. Bununla birlikte imparatorların, atalarının taşraya birer
memur olarak atadığı Alman prenslerini bu toprakların mutlak efendileri olarak
tanıması, ülkenin 19. yüzyıl sonlarına, Alman Birliği’nin kuruluşuna kadar
parçalanmış hâlde ve güçsüz kalmasına yol açmıştır.

Asıl Ortaçağ’da Ekonomik Yapı


Geç Ortaçağ’a kadarki süreçte malikânelerin yapısında iki temel değişim olmuştur.
İlki tek aile mülkünün yükselişi ve malikânelerin parçalanmasıdır. Bu gelişmenin
sonucunda tasma şeklindeki koşum takımı, at nalı ve ürün dönüşümlü üç tarla
sistemi gibi teknolojik ilerlemeler olmuştur. İkinci değişiklik, Haçlı seferleri sonrasında
ticaretin canlanması ve şehirlerin yükselmesiyle birlikte oluşan, serfin yükümlü olduğu
hizmetleri para cinsinden ödeyebilmesidir.

11. ve 12. yüzyıllarda, Batı Avrupa nüfusunun sadece yüzde beşini oluşturan kentler,
feodal lordlar tarafından yönetiliyordu. Kentlerde yaşamayı ve çalışmayı kabul eden
gönüllülere ayrıcalıklar tanınıyordu. Bu da kırsaldaki serflerin kentlere göçüne neden
oluyordu. Kırsaldaki serf sınıfı, kentlere zanaatkârları ve ilk girişimci tacirleri
kazandırdı. Serf soyundan gelen uzun mesafe tacirleri, uzak ülkelerle ticaretin
risklerinden büyük kârlar elde etmişlerdir. Bugünkü Batı Avrupa kentleri, ticaretin
ivme kazanmasıyla ve özellikle uzak ülkelerle ticaret yapan tacirler tarafından
yaratılmıştır.

Geç Ortaçağ (1300-1400)


Geç Ortaçağda siyasi, sosyal ve dinsel alanda yaşanan gelişmeler Avrupa’yı bir kez
daha sarsmış, İngiltere ve Fransa arasında yüz yıllık bir döneme yayılan Yüzyıl
Savaşları (1337-1453) başlamıştır. Barut ve ağır topun icadı yüzünden, bu
savaşlarda ağır kayıplar verilmiştir. Kara Ölüm olarak da adlandırılan veba ticari
yolları izleyerek Doğu’dan, Avrupa ana karasına girmiştir. Veba, 1348-1350 arasında
Avrupa’nın birçok bölgesini etkisi altına almış ve nüfusun beşte ikisini yok etmiştir.

İngiliz kralları Yüzyıl Savaşları’nın harcamalarını karşılamak için halka yeni vergiler
yüklemişlerdir. Kralın vergi taleplerine parlamentonun yeni dayatmaları eklenince
yeni kanun maddeleri ortaya çıkmış, orta sınıftan halkın temsilcileri parlamentoya
girmiştir. Böylece I. Edward’ın (1272-1307) yönetiminde parlamentoya dayalı yönetim
tarzı, İngiltere’nin değişmez bir idari kurumu olarak yerleşik hâle gelmiştir. Fransız
kralları, savaşı finanse etmek için İngiliz kralları gibi vergi koymadan önce aristokratik
Kraliyet Konseyine danışırken çıkan kararlar yetersiz kalmıştır. Bu nedenle kral
Philip, bir finansman aracı olarak, ruhban, aristokrasi ve kent soylulardan oluşan, Etat
Generaux meclisini kurmuştur (1355). Bu meclisten kral sıkışık durumunlarda kendi
çıkarları doğrultusunda yararlanmış, İngiliz Birleşik Parlamentosu’nun aksine, etkin
bir yönetim aracı çıkarılamamıştır. 14. yüzyılda Fransa, İngiltere gibi birliğini
sağlayamamış ve feodal yapıdan merkezî devlete geçememiştir. Yüzyıl Savaşları, iki
ülkeye demografik ve ekonomik açıdan büyük kayıplar verdirmesinin yanı sıra her iki
tarafta da halkı kralın etrafında birleştirerek, ulusal duyguyu güçlendirmiştir.

Veba salgının Avrupa’da yayılmasıyla birlikte salgının yol açtığı özellikle serf
nüfusundaki büyük kayıplar emek gücünü azaltmış ve aristokratların mülklerindeki
üretimi düşürmüştür. Bunun sonucunda emek değer kazanarak köylü ve kalifiye
zanaatkâr ücretlerini artmıştır. Pek çok serf, angaryalardan para ödeyerek
kurtulmaya başlamış, çiftlikleri terk ederek daha kazançlı iş olanakları sunan şehirlere
akın etmişlerdir. Tarımsal ürünlere olan talebin azalması, fiyatları düşürmüş ve lüks
tüketim ürünlerinin fiyatları artmıştır. Tüm bu gelişmeler geleneksel güçlü aristokrasiyi
olumsuz etkilemiş, 14. yüzyılda İngiltere ve Fransa yönetimleri, yasaları, köylülerin
dolaşımını sınırlamaya ve vergilerini artırıp ücretlerini düşük tutarak eski dengeleri
korumaya çalışmışlardır. Her iki ülkede de köylü sınıfı bu çabalar karşısında isyanlar
çıkarmıştır. Aristokrasi, bu isyanları şiddetle, kanlı bir şekilde bastırmıştır. Kent
endüstrileri vebanın ağır etkilerine rağmen kârlı çıkmıştır. Kent meclisleri, kırsaldan
gelen göçmenlerle rekabeti düzenlemek ve göçü kontrol altına almak için yasalar
çıkarmışlardır. Lüks tüketime artan düşkünlük, üretici zanaatkâr sınıfının önemini
artırmıştır. Geç Ortaçağ’da zenginleşen zanaatkâr ve tacirler, geleneksel güç
odaklarına karşı kendi loncalarını oluşturmuşlar, böylece eski soylu sınıfla, yeni siyasi
mücadelelere girebilmişlerdir. Sonunda aristokrasi, tüccar sınıfına şehir meclislerine
girme hakkını vermek zorunda kalmıştır. Ruhban sınıfı da, veba salgınından
etkilenmiş, üyelerinden pek çoğunu bu hastalığa kurban vererek azalmıştır.
Kardinaller kurulu, 1409’da üç farklı papayı seçmek zorunda kalmış, kilise otuz altı
yıllık (1378-1415) bir kriz yaşamıştır.

Ortaçağ Kültür ve Uygarlığı


Ortaçağ Avrupa dünyasındaki bilim ve felsefenin gelişmesinde, Bizans
İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’in Osmanlı Türkleri tarafından
kuşatıldığı yıllarda Batı’ya göç eden Bizanslı âlimlerin büyük katkısı vardır. Diğer bir
önemli katkı da İspanya’daki Endülüs Emevî medreseleri aracılığıyla antik bilimin
İslam âlimleri tarafından yorumlanarak Arapça’ya çevrilmesi ve Batı üniversitelerinde
Latinceye aktarılmasıyla olmuştur.

Batı Avrupa’nın ilk yükseköğrenim kurumu olan 1008’de kurulan Bologna


Üniversitesi’ne, 1158’de Alman imparatoru Friedrich Barbarossa tarafından
ayrıcalıklar tanınmıştır. Modern üniversitenin temel taşları olan öğrenci ve hocaların
ilk resmi organizasyonları ve ilk lisans programları bu üniversitede oluşturulmuştur.

Bologna Üniversitesi, Roma Hukuku çalışmalarını canlandırmasıyla ünlüdür ve


Güney Avrupa (İspanya, İtalya ve Güney Fransa) üniversitelerindeki hukuk
çalışmaları için bir model olmuştur. Ayrıca, Paris de Kuzey Avrupa üniversiteleri ve
teoloji çalışmaları için bir esin kaynağı olmuştur.

İnanç ve bilgiyi, kiliseyle özellikle Aristo düşüncesiyle birleştirmeye çalışan Ortaçağ


Avrupa'sının felsefe anlayışına skolastik deniyordu. Avrupalı skolastikler felsefe ve
teoloji arasındaki ilişkiyi tartışıyorlardı. Aristoteles, dünyanın ezelî ve ebedî olduğuna
inanıyordu. Bu görüş, İncil’in Genesis (Dünya’nın Yaratılışı) bölümünde vurgulandığı
üzere, Dünya’nın zaman içinde yaratıldığı yönündeki Yahudi-Hristiyan öğretisiyle
çelişiyordu. Peter Abelardus, Aristoteles’in mantığıyla Baba, Oğul ve Kutsal
Ruhun Tek olanla ve Tek olanın da Baba, Oğul ve Kutsal Ruhla aynı olamayacağını
öne sürdü. Böylelikle kilisenin öğretilerine ( Teslis (Üçleme): Baba-Oğul-Kutsal Ruh)
ters düşmüş oldu.

Paris piskoposu, 219 felsefi önermeyi mahkûm ettiği zaman Aristoteles’in Hristiyan
teolojisinin temelini kazdığı yönündeki eleştiri ve şüpheler doruğa çıkmıştır.
Felsefeye, kilisenin gerçek kabul ettiği Hristiyan dogmasından daha fazla ilgi
gösterenler mahkûm edilmiştir. Hümanizmin babası kabul edilen Francesco Petrarca,
Cola di Rienzo, Dante Alighieri, Giovanni Boccaccio dönemin önemli
yazarlarındandır. Dante’nin Vita Nuova (Yeni Hayat)’sı ve Divina Komedia (İlahi
Komedya)’sı Petrarca’nın soneleriyle birlikte modern İtalyan dili ve edebiyatının
temelini oluşturur. Petrarca’nın öğrencisi ve arkadaşı Giovanni Boccaccio’da
Hümanist çalışmaların öncüsü kabul edilir.

Ortaçağ sanatı, Hristiyanlığın etkisi altında kalmış dini nitelikli bir sanattır. Roma
İmparatorluğu İ.S. 395 yılında ikiye ayrılınca, Ortaçağ sanatı da Batılı ve Doğulu
Hristiyan Sanatı olarak ikiye ayrılmıştır. Ortodoks mezhebine bağlı olan Doğu
Hıristiyan Sanatı, Katolik Roma’dan farklılaşarak Bizans’a özgü bir sanat anlayışı
geliştirmiştir.

Yahudiliğin etkisi altındaki erken Hristiyanlık, başlarda tasviri yasakladığı için ilk resim
örnekleri ancak İ.S. 3. yüzyıldaki katakomp duvarlarında görülebilmiştir. Bu dönemde
dinsel olmayan tek sanat eseri Normanların İngiltere’yi istilasını anlatan 70 metre
boyundaki Bayeux Halısı’dır. 6. yüzyılda İtalya’nın Ravenna kentinde yapılan
Ostrogot kralı Büyük Thedoric’in anıtsal mezarı Avrupa mimarîsinin erken
örneklerindendir.

Normanlar, 1066 yılında Britanya’yı işgal ettiklerinde yeni bir mimarî üslup
getirmişlerdir. Bu üslup, Britanya’da Norman üslubu, kıta Avrupa’sında ise Roman
üslubu (Romanesk) olarak adlandırılmıştır. Başlangıcı 1050’lere tarihlenen
Romanesk mimarî üslubu, Avrupa’nın değişik yörelerini etkilemiştir. En tipik ve anıtsal
örnekler daha çok Almanya, Fransa ve İngiltere’de bulunmaktadır.

Ortaçağ mimarisinin son büyük aşaması Gotik dönemdir. Başlangıcı 12. yüzyıl
ortalarına tarihlenen Gotik sanat, Rönesans dönemine kadar sürmüştür. Gotik sanat
denildiğinde akla gelen sivri çatı ve kuleleriyle göğe (Tanrı’ya) doğru yükselen, dev
boyutlu katedral yapılarıdır. Gotik mimarinin başlangıcı Paris yakınlarındaki St. Denis
Manastır Kilisesi’nin inşa edildiği 1122 yılına tarihlenir. Gotik dönemin en başarılı ve
klasik örnekleri Paris ve çevresindedir. Yapımlarına 13. yüzyılda başlanan bu yapılar
Lyon, Chartres, Rheims, Amiens ile Paris Notre-Dame Katedralleridir.

9. Bizans Kavramı
Bizans terimi ilk olarak Rönesans döneminde Batı Avrupalı tarihçilerce kullanılmıştır.
Bizans Dönemi’nde bu terim, yalnızca başkent Constantinopolis (İstanbul)’te doğup
büyümüş kişiler için kullanılmıştır. Bizanslılar kendilerini daima Romalı olarak saymış
ve devletlerini de Roma İmparatorluğu olarak tanımlayarak Roma geleneğini takip
etmişlerdir.

Roma teorik olarak bir çeşit cumhuriyet idi, fakat Octavianus (Augustus)’un idareyi
tek elde toplamasından sonra imparatorluk olarak gelişmiştir (İ.Ö.27); bu sistemde
Bizans imparatoru sadece tanrısal desteğe bağımlı olan ama kimseye bağımlı
olmayan bir otokrattır. Bu siyasi anlayış Yakın Doğu, özellikle Sasani ve Hellenistik
dönem monarşilerinden etkilenmiştir. Bu eğilim, Constantinus’un selefi Diocletianus
döneminde kabul edilmiştir. Hristiyan olan Constantinus’un bu siyasi anlayışı yeni
dinle harmanlaması doğal bir gelişmedir. Bu anlayışa göre, Constantinus ve onun
halefleri, İsa’nın yeryüzündeki vekiliydi, seçilmişti ve sadece İsa’ya karşı sorumluydu.
Hristiyan Tanrı, imparatorluğun gerçek yöneticisidir. Bu anlayışı ilk kimin ortaya attığı
kesin olarak bilinmemekle birlikte Constantinus ya da onun Caesarealı (Filistin
Caesareası) Eusebius (İ.S.263-339) gibi danışmanlarının etkili olduğu söylenebilir.

Constantinus’un Tahta Çıkışı ve Hristiyan Olması


Constantinus da çağdaşı olan diğer politikacılar gibi taht mücadelesinde dinin
yardımına başvurmakta bir sakınca görmemiştir. Galya’da, Apollo’ya ve babasının
taptığı tanrı olan Sol Invictus (Yenilmez Güneş)’a taparken; Maximianus’un ailesinin
tapındığı Hercules (Herkül) kültünün desteğine de başvurmuştur. Constantinus da bu
tanrıların ve bunlara bağlı cemaatlerin kendisine politik mücadelesinde yardım
edeceğini düşünmüştür. İmparatorluk içinde yeniden başlayan iç çatışmalardan
Constantinus galip çıkar ve bütün rakiplerini ortadan kaldırarak İ.S. 324’te Roma
İmparatorluğu’nun tek imparatoru olur. Constantinus döneminde Hristiyanlığın kabulü
ve imparatorluk merkezinin Roma’dan Constantinopolis’e taşınması, daha sonraki
tarihi gelişmeler üzerinde önemli olaylara ortam hazırlamıştır.

Constantinus’un din değiştirmesi Batı uygarlığı için çok önemlidir. Constantinus, İ.S.
313’te Licinius ile birlikte Milano Fermanı olarak bilinen belgeyi yayınlayarak
Hristiyanlara yönelik nicedir süren adli kovuşturmaya son vermiş, kiliseleri onartarak
ve Hristiyan piskoposları maddi olarak desteklemiştir. Constantinus’un Hristiyanlığa
geçişi Roma İmparatorluğu’nun politik anlayışına kesin şeklini vermiştir. Bu anlayış,
Roma İmparatorluğu ve Tanrı Krallığına paralel ve bu ikisi üzerine temellenmiş bir
oluşumdur.

Hristiyanlık, öğretilerinin mutlak doğruluğuna inanılan bir din olarak düşünce


farklılıklarını sapkın (heretik) olarak görmüştür. Dinsel sapkınlık ya da Kilise
tarafından doğru kabul edilen inanca başkaldırı Bizans uygarlığının önemli
özelliklerindendir.

Donatus, İ.S. 4. yüzyılın başlarında yaşayan ve çile çekerken dinî inancından


vazgeçenleri Hristiyan saymayan Kuzey Afrikalı bir keşiştir. Tarihte Donatistler olarak
bilinen bu grubun geliştirdiği ve Donatism olarak tanımlanan öğretiye göre, işkence
altında dini reddedenlerin yeniden vaftiz olması gerekmektedir.

Donatus’un görüşleri, kilisenin yapısına dair ciddi tartışmalar doğurmuştur. Böylece


en hakiki Hristiyan Kuzey Afrika katolikleri ile Donatistler karşı karşıya gelmişler ve
yerel ölçekte çözemedikleri sorunda hakemlik etmesi için İ.S. 313 yılında
Constantinus’a başvurmuşlardır.

Constantinus, çok açık bir şekilde dinî konulardaki anlaşmazlıklara karışmak


istemiyordu. Bununla birlikte, piskoposlar, ona doğru inancı korumasının Tanrı’ya
karşı yerine getirmek zorunda olduğu bir görev olduğunu söylediklerinde
Constantinus bunu ciddiye almak zorunda kalmıştır.

Constantinus, ilk olarak iki tarafa çatışmayı bırakmalarını, hepsinin Hristiyan


olduğunu ve yaptıklarının uygunsuz olduğunu söylemiştir. Bu fikri, Ortodoks (Katolik)
tarafı desteklemiş, Donatistlerden kilisenin geri kalanıyla yeniden birleşmelerini
istemiştir. Ancak haklı olduklarını düşünen Donatistler bunu reddetmişler, bunun
üzerine askerler, birliği sağlamak için güç kullanmışlardır. Fakat bu tam bir başarı
sağlamamış ve asî Donatist kilise, kuzey Afrika’nın 7. yüzyılda Araplarca fethine
kadar varlığını sürdürmüştür.

Teslis; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan kutsal üçlemedir. Erken Hristiyanlıkta
Tanrı’nın tek olduğu düşünülse de birçok Hristiyan Teslis kavramına da inanıyordu.
Bu iki düşüncenin bir türlü uzlaşamaması birçok teolojik çatışmaya neden olmuştur.

Arius, İsa’nın Tanrı’yla eşit kabul edilemeyeceğini düşünen İskenderiye’li bir keşiştir.
Bu düşünce, Teslis kavramını politeizmle özdeşleştiren Hristiyanların desteğini
kazanmıştır. Arius’un, Aristocu felsefeyle uyuşan bu öğretileri, Doğu’da büyük
kargaşaya neden olmuştur. Constantinus, sonunda tüm piskoposları konuyu
görüşmek üzere toplantıya çağırmaya ikna edilmiştir. Constantinus, konsili idari bir
kurul olarak görmüş, Roma Senatosunu algıladığı gibi algılamıştır. Hristiyanlık
tarihinin ilk konsili İ.S. 325’te Nikaia’da toplanmış, konsilin sonunda İsa’nın Baba ile
aynı özden olduğuna karar verilmiştir. Arius, bu öğretiyi reddetmiş ve taraftarlarıyla
birlikte, devlet ve kilise tarafından mahkûm edilmiştir. Arianism olarak tanımlanan
öğretisi sapkın ilan edilmiştir. Fakat Arianism uzun yıllar boyunca etkili olmaya devam
etmiş, süreçte yarı Ariusçu gruplar ortaya çıkarak, durum daha da karışmıştır.

Constantinus, 337’de öldü ve üç oğlu onun yerine tahta geçti. Bu da gösteriyor ki


Tetrarşi idare prensibi hala işlemektedir. Constantinus’un oğullarının ölümünden
sonra tahta, yeğenleri Julianus geçmiştir. (İ.S. 361-363).

Constantinus ailesinin son üyesi olan Julianus, eski dine dönerek paganismi
canlandırmaya çalışmış, Hristiyanlara birçok sınırlamalar getirmiştir. Julianus,
Hristiyan üst tabakaya karşı tepkili eğitimli aristokrasi sınıfınca desteklenmiştir. İran’a
karşı çıktığı seferde ölümünden sonra Hristiyan Jovianus (İ.S. 363-364) başa geçmiş,
onun da ölümünden sonra, imparatorluğun idaresi iki kardeşi Valens ve I.
Valentinianus arasında bölünmüştür. Ariusçu Valens, Doğu’ya, Ortodoks
Valentinianus ise Batı’ya egemen olmuştur. Valens ve I. Valentinianus öldükten
sonra Batı tarafının başına Gratianus geçmiştir ve Theodsius’u da Doğu imparatoru
seçmiştir. Gratianus’un ölümünden sonra, Theodosius, Batı Roma’nın işlerine
karışmaya başladı ve ölümüne kadar Roma İmparatorluğu’na tek başına hükmetti.
Bu anlamda, Theodosius, antik Roma imparatorlarının son temsilcisidir.
Theodosius’un ölümünden sonra Doğu ve Batı’nın iradesi, oğulları Arcadius ve
Honorius’a geçmiştir. Doğu ve Batı’nın ayrı yönetilmesi tam anlamıyla bir bölünme
olmasa da imparatorluk bir daha fiilen hiçbir zaman birleşmemiştir. Böylece Doğu
Roma yani Bizans İmparatorluğu ortaya çıkmıştır.

İmparator Theodosius, ortodoks doktrine inanıyordu ve İ.S. 381’de topladığı


Constantinopolis konsilinde Doğu eyaletlerine yayılan Ariusçuluğu yasaklamıştır.
Paganlara ve heretiklere karşı mücadele etmiş, Hristiyanlığın devlet dini olmasında
tarihî rol oynamıştır. Ancak, İsa’nın insanî ve tanrısal özü arasındaki ilişki sorunu
devam etmiştir.

Bizans’ın ilk imparatoru Arcadius (395-408) ile onun oğlu II. Theodosius (408-450)
dönemi Gotlar sorunu, Hun tehlikesi ve dini mücadeleler ile geçmiştir. II.
Theodosius’un çocuğu olmadığı için, ölünce imparatorluğun yönetimini kız kardeşi
Pulcheria’nın kocası, ordu komutanı Marcianus (450-457) devralmıştır. I. Leon’un
yerine geçen torunu II. Leon aynı yıl içinde (474) 6 yaşında ölünce babası Zenon
Bizans tahtına geçmiştir (474-491). Zenon döneminde, Odoakr 476’da Batı Roma
imparatorunu tahtından indirerek kendisi başa geçmiş, böylece Batı Roma
İmparatorluğu tarihe karışmıştır. Zenon’un ölümünden sonra karısı Ariadne,
Anastasius ile evlenmiş ve Anastasius imparator olmuştur. Anastasius’un erkek
çocuğu olmamış ve öldüğünde I. Justinus imparator seçilmiştir (518-527). Kısmen
Romalılaşmış bir asker olan I. Justinus köylü sınıfından gelmektedir.

İmparator I. Justinus’un yeğeni olan Justinianus’un dönemi (527-565), Erken Bizans


Dönemi’nin altın çağı olarak tanımlanmaktadır. İlk yıllardaki belirsizliklerin yerini antik
ve Hristiyan toplumun yeni bir sentezinin beraberinde getirdiği istikrar almıştır.
Justinianus, totaliter rejimi aşırı uçlara taşımış, Roma papasıyla bozulan ilişkilerin
düzeltilmesini sağlamıştır.

Nika İsyanı bir bakıma Justinianus’un baskıcı idaresine bir başkaldırıdır.


Justinianus’un vergi tahsildarı Kapadokyalı Ioannes’in suistimalleri birçok aristokratı
kızdırarak tepki toplamıştır. İsyanın doğrudan nedeni başkent hipodromundaki atlı
araba yarışı takımının tutuklanarak idam edilmesidir.

Papalığın da desteğini alan, İmparator Justinianus, Barbarların eline düşen ve


hukuken hâlâ Roma toprağı olan eski Roma eyaletlerini yeniden fethetmek istiyordu.
Justinianus, 532’de yüksek bir meblağ ödeyerek Sasanilerle ebedî Barışı garantiledi.
Komutanı Belisarius, 533’te Vandal filosunu yenmiş, 535’te Sicilya’yı ve Roma’yı ele
geçirmiştir.

6. yüzyılın karakteristiği politik, ekonomik ve askerî çöküştü. Justinianus’un idaresinin


aşırılıkları felaketin boyutlarını belirlemiştir. Justinianus’un ardılları II. Justinus (565-
578), Tiberius Constantinus (578-582), Maurikios (582-602) ve Phokas (602-6l0)’tır.

Justinianus’un Sasaniler ile yaptığı barış II. Justinus döneminde bozulmuş, iki ordu
Armenia’da savaşmıştır. Yüzyılın son çeyreğinde Avarların idaresi altında birleşen
Slavlar Bizans’a saldırmaya başlamış, doğuda Sasanilere karşı savaştığından ciddi
bir direniş gösteremeyen Bizans, Balkanlardaki siyasi kontrolünü kaybetmiştir.
Sasaniler doğudan saldırarak Khalkedon’a kadar ilerlemişler, 619’da Antiokhia’yı
(Antakya), Kudüs’ü ve Mısır’ın çoğunu fethetmişlerdir. 610 yılında Kartaca eksarhının
oğlu Heracleius ayaklanmış, halkın da desteğini alarak, bir donanma ile
Constantinopolis’e gelmiştir. Phokas tahtan indirilerek idam edilmiş ve Heracleius
tahta çıkmıştır (610).

Heracleius ve Tema Sistemi


Heracleius (610-641), tahta çıktığında ülke ekonomik ve malî bakımdan mahvolmuş,
bir harabeye dönmüştü. Devleti bu genel çöküşten sadece bir içten yenilenme
kurtarabilirdi.

Bu kritik dönemde Bizans ordu ve idare düzeni köklü değişikliğe uğramış, Thema
Sistemi denilen yeni bir idariaskeri düzene geçilmiştir. Thema sözcüğü aslında ordu
demektir. Anadolu themaları da eksarhlıklar gibi askerî nitelikte idari birliklerdir. Her
birinin başında askeri ve sivil yetkilere sahip bir komutan (strategos) bulunurdu. Bir
thema eski eyaletleri de kapsadığından, komutanlar eski valilerden de üstündür.
Themalar aynı zamanda askerî birliklerin iskân bölgeleridir.
Heracleius dönemi, siyasal ve kültürel bakımdan Bizans tarihinin bir dönüm
noktasıdır. Heracleius ile Geç Roma Dönemi sona ermiş ve asıl Bizans Devleti
başlamıştır. Heracleius dönemine kadar devlet dili olarak kabul edilen Latince yerini
Grekçe’ye bırakmış, böylece devlet batıdan koparak doğululaşmıştır. Kilisenin dili,
resmi devlet dili olmuştur. Ayrıca Roma imparatorlarına verilen imparator, caesar,
augustus unvanları yerini Grekçe basileos unvanına bırakmıştır. Bu dönemde
kullanılan en önemli savaş tekniklerinden biri Grek Ateşi denilen suda bile yanabilen
topların mancınıklar vasıtasıyla düşmana atılmasıdır. Bizanslılar bu gizli silahlarıyla
yüzyıllar boyu gurur duymuşlardır.

Heracleius 641’de ölmüş, yerine oğlu III. Constantinus geçmiştir. III. Constantinus,
aynı yıl içinde öldükten sonra taht, Heracleius’un ikinci karısı Martina’dan olan oğlu
Heraclonas tarafından işgal edilmiştir. Heraclonas 641 yılı sonlarında tahttan
indirilerek sürgüne gönderilmiş ve III. Constantinus’un küçük yaştaki oğlu II.
Constans imparator ilan edilmiştir. II. Constans 668’de öldürülmüş ve yerine oğlu IV.
Constantinos (668-685) geçmiştir. Bundan sonra sırasıyla, II. Justinianus (685-695,
705-711), Leontios (695-698), II. Tiberius (698-705), II. Justinianus Rhinometos (705-
711), Philippikus (711-713), II. Anastasius (713-715) ve III. Theodosius (715- 717)
tahta geçmişlerdir.

III. Leon Dönemi ve İkonoklasm (Tasvir Kırıcılık)


III. Leon (711-741), Bizans tahtına geçtikten sonra, iç karışıklıklara son vererek
devleti güçlü bir askerî ve siyasî temele oturtmuştur. İmparatorluğun tarihinde yeni bir
dönem başlamıştır.

III. Leon dönemindeki, Ecloga olarak bilinen kanun derlemesi ve ikonoklasm politikası
çok önemlidir. Ecloga 726’da yürürlüğe girmiştir ve ceza hükümleri oldukça serttir.

III. Leon 726 yılında çıkardığı bir emirle Aziz ve Meryem tasvirlerini tahrip etme
(İkonokalsm) hareketini başlatmıştır. Sarayının kapısında asılı olan İsa tasvirinin
indirilmesini ve yerine bir haçın asılmasını emretmiştir. Bu olay, Constantinopolis’te
ve Batı dünyasında büyük muhalefete yol açmıştır. Papalık, 726’da Bizans’ın
ikonoklast politikasını reddetmiştir.

III. Leon 741’de öldükten sonra oğlu V. Constantinus, imparator olmuştur.

751’de Ravenna eksarhlığı ortadan kalkmıştır. Papa II. Stephen, Frank saray nazırı
Kısa Pepin’in şahsında başka bir hâmî bulmuştur. Bizans yönetimi 754’teki Nikaia
konsiliyle ikonast teolojiyi savunmuştur. Büyük Karl, Papalığı tehdit eden Lombardları
etkisiz hale getirince Bizans’ın başaramadığı bir görevi başarmıştır. Bundan sonra
Roma kilisesi Frank devletinin güdümüne girmiş, bozulan ilişkiler imparatoriçe
Irene’nin 787’de Nikaia konsiliyle ikonaları serbest bırakmasıyla bile düzelmemiştir.
Papa III. Leo, 25 Aralık 800’de Karl’a başına imparatorluk tacı giydirince doğuyla
ilişkileri daha da zora girmiş, Doğu ile Batı’nın dinî ayrılığı siyasî boyuta da
taşınmıştır. Hristiyan evreni birbirinden dil, kültür, din ve siyasî bakımdan ayrılmıştır.
Irene (802) de yüksek bürokratların darbesiyle tahttan indirilmiş, yerine maliyenin
başında yer alan bürokrat Nikephoros çıkarılmıştır.
I. Nikephoros (802-811) ekonomik durumu ve bozulan maliyeyi düzeltmeyi görev
bilmiştir. Irene zamanının vergi indirimlerini kaldırmış, vergileri yükselterek, tebaayı
yeniden vergilendirmiştir. Irene’nin Abbasi halifesine ödemekte olduğu yıllık vergiyi
kesmiş fakat Halife Harun’ur-Reşid’in komutasındaki ordunun 806 yılında Anadolu’ya
girmesiyle, daha ağır koşullarda barış yapmak zorunda kalmıştır. I. Nikephoros,
Bulgarlarla savaşırken ölmüştür (811).

Yerine oğlu Staurakios geçmiş, ancak imparatorluğu bir kaç ay devam etmiştir.
Sonrasında sırasıyla, Staurakios’un kızı ile evli olan I. Mihail Rhangabe (811-813),
General (Ermeni) Leon (V. Leon) (813-820), V. Leon’u bir suikastla öldüren Mihail
(II.Mihail) (820-829), II. Mihail’in oğlu Theophilos (829-842), Theophilos’un oğlu III.
Mihail (reşit oluncaya kadar annesi Theodora) imparator olmuştur. III. Mihail, gözdesi
Makedonyalı Basilios’u 866’da evlat edinmiş, 867’de Basilios, Mihail’i öldürterek,
iktidarı ele geçirmiştir. Basilios, Makedonya Hanedanını kurmuştur.

Makedonya Hanedanı Dönemi (867-1056)


Makedonya Hanedanı ile birlikte Bizans’ta yeni bir refah dönemi başlamıştır. Bizans
imparatorluğu diğer uluslarının örnek, ilham ve destek aldığı itibarlı bir noktaya
yükselmiştir. I. Basilios (867-886), Araplara karşı bir dizi askerî operasyon başlatmış,
o sırada, iç bölünmeler ve isyanlar hilafeti zayıf düşürmüştür. I. Basilios, bundan
faydalanarak, 870’ten sonra ordularını doğuya göndermiştir. İmparatorluk kuzeydoğu,
doğu, güneydoğu yönlerinde genişlemiştir. Kısmen Sicilya’ya hâkim olan Araplar,
Güney İtalya şehirlerini ve Malta’yı ele geçirmişti. Bizans orduları İtalya’da yeni üsler
ele geçirerek Bizans’ın Akdeniz’deki gücünü perçinlemiştir.

Basilios, bir av kazasında ölünce oğlu VI. Leon 29 Ağustos 886’da imparator
olmuştur. Leon’dan sonra taht önce kardeşi ortak imparator Alexandros’un eline
geçmiştir (912-913). Onun ölümünden sonra VI. Leon’un çocuk yaştaki oğlu VII.
Constantinus Porfirogennitos (911-959) imparator olmuştur. Annesi Zoe (913-919) ve
kızını Constantinus ile evlendiren amiral Romanos Lekapinos (919-944) idareyi ele
almıştır. VII. Constantinus Porfirogennitos öldüğünde (959) Bizans Devleti
Hristiyanlığın lideriydi.

VII. Constantinus’dan sonra, Theodora’nın ölümüne kadarki süreçte Makedona


hanedanı dönemi devam etmiştir. VI. Mihail Stratiotikos’un tahta geçmesiyle (1056-
1057) Makedona hanedanı dönemi sona ermiştir.

Komnesos Hanedanı Dönemi (1081-1185)


Komnenos Hanedanı Dönemi Aleksios Komnenos’un tahta çıkmasıyla başlamıştır.
Aleksios Komnenos, başa geçtiğinde imparatorluk kötü yönetim yüzünden dağılmaya
başlamıştı. Peçenekler, Selçuklu Türkleri ve Normanlar saldırıya hazırdı. Yeni
imparator masraflı savaş finansmanını sağlayıp çok cepheli savaştan kaçınmak
zorundaydı. Kiliselerdeki altın ve gümüş eşya zorla ödünç alınıp ergitilerek altın ve
gümüş para bastırılmıştır.
Haziran 1081’de, İznik sultanı Süleyman ile bir barış yapılmıştır. Ayrıca 1081’de
Venedik, ticarî kapitülasyonlar karşılığında denizden Bizans’a yardım etmeyi kabul
etmiştir.

Kamnesos Hanedanlığı I. Manuel’in halefi, on iki yaşındaki oğlu II. Aleksios


Komnenos’un ölümüne kadar sürmüştür.

Bizans imparatorları, Komnenos döneminden sonra tehditlerle başa çıkamamışlardır.


Mevcut kargaşa içinde malikâne sahibi soylular, taht için savaşıyorlardı. 1203’teki IV.
Haçlı seferinden sonraki dönemde ülke bu sınıfın lehinde parçalanmıştır. 14. yüzyılda
bu ayrıcalıklı sınıfın iktidar ve zenginliği halkın tepkisine ve sosyal kargaşaya neden
olmuş, zayıflayan imparatorluğun dağılması hızlanmıştır.

Başkent halkı 1185’te aristokratların desteğiyle isyan etmiştir. Genel hoşnutsuzluk


yeni taht kavgaları çıkarmıştır. V. Aleksios tahta çıktığında, Latinlere kafa tutunca
başkent Latinlerce istila edilmiş, kent ve çevresinde bir Latin devleti kurulmuştur.

Palaiologos Hanedanı Dönemi ve Çöküş (12611453)


Palaiologos Hanedanı Dönemi, edebiyat ve sanatın yükselişi yanında, içerde ve
dışarda savaşlarla dolu son bir çırpınışın hikâyesidir. VIII. Mihail Palaiologos
(12611282), boyutları iyice ufalmış yeni bir devlet kurmuştur. Devlet arazisi,
Anadolu’nun kuzeybatısı, Trakya, Makedonya’nın bir bölümü, Thessaloniki ve kuzey
Ege adalarıyla Çanakkale ve Karadeniz Boğazları ile sınırlanmıştır.

Bizans Uygarlığı ve Sanatı


4. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar, Doğu Hristiyanlığının kutbu olan Bizans kültürü ve
uygarlığı, imparatorluğun başkentinin Byzantion’a taşınmasıyla birlikte zengin ve
köklü Ön Asya ve Anadolu kültürlerinden etkilenmiştir. Bizans sanatı ise, büyük
ölçüde Roma ve Yunan sanatı ile ilişkili bir sanattır. Ancak bu sanat Hristiyanlığın
hizmetinde olmuş ve bu dinin beğeni ve tercihlerinin izlerini taşımıştır.

Bizans imparatorluğu, fiilen ve hukuken bütün iktidarın kaynağı ve odağı imparator


olan monarşik bir idari yapıya sahiptir. İmparatorun Tanrı’nın iradesiyle bu makama
seçilmiş bir kişi olduğuna inanılırdı. İmparator kilisenin koruyucusu ve ortodoksluğun
savunucusuydu.

İmparatorlukta idari örgüt, merkez ve eyaletler olmak üzere ikiye ayrılmıştır.

Adalet örgütünün başı imparatordu ve yalnız onun adına adalet dağıtılabilirdi. 14.
yüzyılın başlarına kadar en yüksek mahkeme imparatorun başkanlık ettiği
mahkemeydi. Üyeleri yüksek memurlardan seçilirdi.

Bizans edebiyatı, ilk zamanlar Antik edebiyatın devamı niteliğindedir. Hıristiyanlığın


devlet dini olarak kabul edilmesinden sonra bile eski pagan edebiyat devam etmiştir.
Ancak Hristiyan düşüncesi hemen sonra edebiyatta da ağırlığını hissettirmiştir.
Şeklen eskiye bağlı kalınsa da ruhen Hristiyan bir edebiyattır.
Çoğunlukla erkek çocukların okula gönderildiği Bizans İmparatorluğu’nda eğitim
yaygın değildir. Sivil, asker, din görevlileri ile büyük toprak sahipleri ve zengin
tüccarların çocuklarının tercih edildiği ortaöğretimde antik Yunan yazarlarının
metinleri okutuluyordu. Studion Manastırı’nda toplanan bilginler Hıristiyanlık ile ilgili
doktrinlerle öğrenci yetiştirerek Magnura okuluna taban tabana zıt görüşte eğitim
vermişlerdir.

Constantinopolis’in yeni başkent olmasından sonra imparatorluğun çeşitli


bölgelerinden, özellikle Atina, Mısır ve Suriye’den gelen bilginler başkenti bir bilim
merkezi haline getirmişlerdi.

Bizans sanatı, Doğu Akdeniz çevresinde yer alan toplulukların, Hristiyan inancı içinde
meydana getirdikleri bir sanattır ve ana kaynağı Anadolu topraklarıdır.

Bizans dönemi sanatı, birbirinden farklı özellikleri olan

 Erken Bizans Dönemi Sanatı,


 İkonoklasm Dönemi Sanatı,
 Orta Bizans Dönemi Sanatı,
 Son Dönem Bizans Sanatı

olarak dörde ayrılmaktadır.

Bizans mimarisi, 4. ve 5. yüzyıllarda Hellen ve Roma kültürünün yeni bir yorumu


olarak Anadolu’da doğmuş ve Constantinopolis’te gelişmiştir. Bizans mimarisi, ilk
olarak Arap mimarisinden etkilenmiş ve onu yorumlayarak kendi amaçlarına
uydurmuştur. Doğu mimarlığının etkisi altında gelişen Bizans mimarisi, bir tuğla
mimarisidir. Ayrıca malzeme olarak taş, bazen taş ve tuğla birlikte kullanılmıştır.

10. İslamiyet’ten Önce Arabistan


Bu başlık altında incelenecek dönem, Arap Yarımadasında Cahiliye Devri olarak
isimlendirilen 4. ve 6. yüzyıl arasını kapsayan zaman dilimidir. Liderliğini Şeyh ve
Seyyid denen önderlerin yaptığı göçebe Bedevî grupların yoksulluk içinde geçirdiği
bu dönemde, kervan ticaretinin ve yağmacılığın yaygınlaştığı gözlenmiştir. Lât,
Menât, Uzza ve Hübel adlı tanrılarını yanlarında taşıma alışkanlığında olan göçebe
gruplar dışında Hanif Dini denen “İbrahim Milletinin Dini” de iz bırakmış önemli inanç
gruplarını barındırmıştır. Günümüz İslam anlayışında da yer alan Hacca gitmek,
sünnet olmak gibi dini gerekler o devirde de yaygın olarak benimsenmişti.

Cahiliye Devri olarak da bilinen bu devir İslamiyet öncesi Arap yarımadasındaki puta
tapma inancının yaygın olduğu bir dönemdir. Bu dönemde insan ya da varlıkları
Allah’a eş olarak görme anlamına gelen şirkin yaygın olduğunu söylemek
mümkündür.

İslamiyet’in Ortaya Çıkışı


İslamiyet’in Arap yarımadasında ortaya çıkışı Haşimoğulları’ndan Hz. Muhammed’in
20 Nisan 571 yılında doğumundan yıllar sonra ancak kendisine peygamberlik
bahşedildiği dönemde söz konusu olmuştur. O halde bu devri incelemeden evvel
kendisinin yaşamına kısaca değinmek doğru olacaktır.

Hz. Muhammed’in Peygamberlikten Önceki Yaşamı


Miladî 20 Nisan 571’de Mekke’de Hâşim mahallesinde doğmuştur. Babası, Mekke’nin
ileri gelenlerinden Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah, annesi ise Veheb kızı Âmine’dir.
Dedesi Abdülmuttalib’in mensup olduğu Hâşimî soyu Mekke’nin önde gelen
ailelerindendir. Yaptığı bir ticaret seferinde Hz. Muhammed’in Kureyş’in güçlü
ailelerinden birine mensup Hatice Hanım ile evlenmesine vesile olmuştur. Hz.
Muhammed’in o zamana dek sıkıntı içinde geçen hayatının refah dönemi evliliğinden
sonra başlamıştır. Hz. Hatice ile olan evliliğinden 4 kız 2 erkek olmak üzere 6 çocuğu
olmuştur. Ancak oğulları vefat etmiştir.

Hz. Muhammed’in Peygamberliği


Hira Dağı’na sıkça çekilip yalnız kalmayı tercih ettiği 40. yaşına doğru Cebrail’in ilk
emri olan “Oku” ile ilk vahiy kendisine ulaşmıştır. Kur’an-ı Kerim tamamlanıncaya dek
öncelikle yakın çevresinden ve sonrasında etrafındakilerden kendisine katılarak
Müslüman olan pek çok insan Mekke ileri gelenlerini öfkelendirmiştir. Bir kısım
Müslüman Habeşistan’a bir kısım ise Mekke’den Medine’ye göç ederek baskılardan
kurtulmaya çalışmıştır.

Hicret (622)
Hicret, Müslümanların ve Hz Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göç etmesi, Hz.
Muhammed’i dini yaymaya çalışan bir elçi durumundan siyasî, askerî ve sosyal bir
önder halini getirmiştir. Kendisi ile beraber göç eden Müslümanlara muhacirun,
Medine’de kendilerine yardım eden Medineli yerli Müslüman gruplara ise Ensar ismi
verilmiştir.

Hz. Muhammed Döneminde Yapılan Savaşlar ve


Hudeybiye Antlaşması
Hz. Muhammed döneminde yaşanan siyasî olaylar şunlardır:

Bedir Savaşı (624)


Hicret’in ikinci yılında Mekkeliler, Ebû Süfyan’ın başkanlığında çok büyük bir ticaret
kervanı hazırlamışlardı. Kureyşliler, bu kervanın, Suriye’den dönüşünde,
Müslümanlar tarafından yağma edileceğinden endişe etmişler ve Ebû Cehil ’in
kumandasında yaklaşık 950 kişilik bir kuvveti, kervanı korumak üzere harekete
geçirmişlerdi. Kervan, hiçbir hücuma maruz kalmadan Mekke’ye ulaştığı halde,
Kureyş ordusu geri dönmedi. Durumdan haberdar olan Hz. Muhammed, yaklaşık 300
kişilik bir orduyla onlara karşı koymaya karar verdi. Bedir’deki savaş, Müslümanların
galibiyetiyle sonuçlandı.

Uhud Savaşı (625)


Bedir yenilgisini sindirmekte zorlanan Mekkeliler 3000 kişilik bir ordu ile Medine’ye
yürümüş, şehrin savunmasını içerde mi yoksa dışarda mı yapmak gerekeceği
konusunda yaşanan fikir ayrılığından dolayı Müslümanlar yenilmiş; başta Hz. Hamza
olmak üzere pek çok kıymetli kişi şehit düşmüştür.
Hendek Savaşı (627)
Müslümanların Kureyşliler tarafından saldırıya uğradığı bir başka savaş da Hendek
savaşıdır. İsmini yapılan kuşatmaya direnirken şehrin etrafına kazılan hendeklerden
almıştır. Selman-ı Farisi’nin önerisi ile kazılan hendeklerin yarattığı şaşkınlık ve biten
erzak 20 gün süren savaşı Müslümanların kazanmasıyla sonuçlanmıştır.

Hudeybiye Antlaşması (628)


Hicretin 6. yılında Hz. Peygamber 1000’i aşkın sayıda Müslümanı da yanına alarak
Mekke’ye doğru yola çıkmıştır. Mekke ileri gelenleri yeni bir savaş olması
ihtimalinden kaçınmak için Mekke yakınındaki Hudeybiye’de bir araya gelerek
görüşmek istemiştir. Anlaşmada Mekkelilerin Müslümanlar ile eşitliği onanmış, 10
sene boyunca da Hac seferinde bulunma ve konaklayabilme imtiyazı sağlanmıştır.

İslamiyet’in Yeni Gelişme Dönemi


Hubeydiye Barışı etraftaki komşu kabilelerle iletişime geçilmesi için bir zemin
olmuştur. Farklı milliyetten insanlarla yaşanan siyasî ve sosyal problemler gerek
konuşarak gerekse savaşarak çözümlenmiştir. Hayber’in alınması ile Yahudiler ile
yaşanan sıkıntıların neticelenmesi gibi.

(Hayber: Şam ticaret yolu üzerinde hurma bahçeleri ve verimli toprakları bulunan,
büyük ve küçük kalelerden oluşan bir bölgedir.)

Mekke’yi ele geçirerek Kâbe’yi putlardan arındırmak isteyen Hz Muhammed 630 yılı
Ocak ayında beraberindeki İslam ordusu ile kan dökmeden Mekke’yi teslim almıştır.
Hz Muhammed’in vefatından önce yaptığı son sefer 630 yılındaki Tebük Seferi
olmuştur. Sefer savaştan ziyade kuzey sınırların güvenliğini sağlamak için yapılan bir
dizi antlaşma ile neticelenen bir girişimdir.

622-630 seneleri arası Hac görevini yerine getiremeyen Hz. Muhammed’in 632’de
son kez Hac yapacağı duyurulmuş ve bu, insanlığa gelen son peygamberin yaptığı
son hac olmuştur. Hz. Muhammed 8 Haziran 632 yılında vefat etmiştir.

Dört Halife Dönemi (632-661)


Halifelik kurumu İslam dünyasının en önemli siyasî ve dinî makamıdır.

Hz. Ebubekir Dönemi 632-634


Peygamber’in vefatı, sağlanan düzenin bozulmasını tehdit etmeye başlayınca
yönetime geçecek birinin arayışı başlamıştır. Önemli grupların önde gelenleri veya
Peygamber’in ailesine yakın olanlar, akrabaları bu konuda aday olarak düşünülenleri
arttırıyordu. Bu karışık ortamda ilk Müslümanlardan olan ve Peygamber’e yakınlığı ile
bilinen Hz. Ebubekir halife seçilmiştir.

Peygamber’in yokluğu Ridde denilen dinden dönme hareketi için ortam yaratmıştı,
yerine gelen halefi Ebubekir’in ilk icraatları bu eğilimi ve yalancı peygamber
meselesini sonlandırmak olmuştur. 633 yılında yalancı peygamber Müseylime’ye
karşı kazanılan zaferle, Medine’de hâkimiyet alanının genişlemiş ve bu sayede İslam
fetih hareketi başlamıştır. Irak, Mısır ve Suriye de Hz. Ebubekir’in döneminde
alınmıştır.

Hz. Peygamber zamanında, vahiy kâtipleri tarafından kâğıt parçaları, kürek kemikleri,
deri üzerine yazılarak ezberlenen Kur’an, Vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sâbit
başkanlığındaki bir heyet tarafından Hz. Ebûbekir döneminde kitap (Mushaf) haline
getirilmiştir.

Hz. Ömer Dönemi 634-644


Ebubekir’in ölümünün ardından Ashabdan (yani Peygamber’i görmüş onu tanımış
kişiler) oluşan bir heyet tarafından seçilerek başa geçmiştir. Suriye, Filistin, Mısır,
Kudüs, İskenderiye ve Kuzey Afrika da fetihleri olmuştur. Sınırlar Kafkaslar’dan
Azerbaycan’a, İran’a dek genişlemiştir . Kâdisiye Savaşı’nda (635), İranlılar yenilmiş
ve Müslümanlara İran’ın kapıları açılmıştır. Halid bin Velid, Ebu Ubeyde ve Amr bin
As gibi komutanlar onun döneminin komutanlarıdır. 642 yılında yapılan Nihavend
Savaşı’yla İran ordusu tamamen yenilmiştir. Bun savaştan dokuz sene sonra Sasanî
Devleti yıkılmıştır. Hz. Ömer ise Kasım 644’te İranlı bir köle olan Ebû Lülü tarafından
hançerlenerek öldürülmüştür.

Hz. Osman Dönemi 644-656


Hz. Ömer, ölüm döşeğindeyken Ashab’dan altı kişilik bir şûra atayarak, aralarından
birinin halife seçilmesini istemiştir. Şûra da 644 yılında Hz. Osman’ı halife olarak
belirlemiştir. Hem fetihler tüm hızı ile devam ettirilmiş hem de bu dönemde Kur’an’ın
değişik biçimde okunmasından ortaya çıkan ihtilafın çözülmesi için Hz. Ebûbekir
devrinde mushaf haline getirilen nüshadan istinsah (kopya) yapılmıştır.

Hz. Osman halifeliği süresince kendi akrabalarına yakınlık göstermiş başta Muaviye
olmak üzere Emevî soyundan olan valiler büyük arazi sahibi olmuşlardı. Bütün
bunlar, halkı devlet idaresinden soğutmuş ve her tarafta genel bir hoşnutsuzluk
yaratmıştı. 656 yılında memnuniyetsizliklerini ifade etmek için Mısır’dan Medine’ye
gelmiş olan bir grup, halifenin evini basarak onu ağır şekilde yaraladılar. Bu olayın
ardından Hz. Osman hayatını kaybetti. Hz. Osman’ın öldürülmesi, İslam tarihinde bir
dönüm noktası olup İslam’da birliğin ifadesi olan halifelik kurumunun dinî itibarı
zedelenmiştir.

Hz. Ali Dönemi 565-661


Hz. Osman’ın katli İslam tarihinde benzer olayların başladığı bir milat kabul edilebilir.
Bu gerilimli dönemin de bir uzantısı olarak seçilen yeni halifeye sadakat ve bağlılık
göstermekte isteksizlik yaşanmıştır. Zaten yoğun olan gruplaşma halkın daha da
ayrışmasına sebep olmuştur. O dönem itibariyle Müslümanlar;

 Muaviye liderliğindeki Emevîler,


 Hz. Ayşe’nin etrafında birleşen Talha ve Zübeyr’in de dâhil olduğu Medine grubu,
 Allah’ın emri ve Peygamberin sünnetine sıkı sıkı bağlı yaşamayı tercih eden dindar
grubu
 Hz. Ali ve onun taraftarları

olarak bölünmüş haldeydi.


Hz. Ali her ne kadar farklı grupları kendi yanına çekmeye çalışmışsa da başarılı
olamamış, o zamana dek İslam devletinin siyasî merkezi durumundaki Medine halife
buradan ayrılmaya karar verdikten sonra bu konumunu kaybetmiştir. Yine bu
dönemde ilk defa iki Müslüman ordusu birbirine karşı savaşmıştır. Hz. Ayşe’nin
bindiği deve etrafında gerçekleşen savaştan hareketle 656 yılında Cemel Vakası
adını alan bu savaş Medine’den sonra Küfeyi siyasî merkez haline getirmiştir.

Hz. Ali zamanında Hz. Osman’ın katlinden onu sorumlu tutan Emevîler ile yaşanan
gerilim sebebiyle kan davası halini alan gelişmeler yine iki orduyu 657 de Sıffin
yakınlarında karşı karşıya getirmiş, Hakem Olayı adıyla bilinen ve çözümü için Kuran
hükümlerine bakılması kararlaştırılan bir savaşla sonuçlanmıştır. Hakemler, Hz. Ali ve
Muaviye’nin halife olmaktan azledilerek, halkın oylarıyla yeni bir halife seçilmesini
kararlaştırmışlardır. Fakat durum değişmiş, Muaviye’nin hakemi Amr b. As, Hz. Ali’nin
hakemi Ebû Musa el-Eşarî’nin kararı uyarınca azledilen halifenin yerine kendi adayını
tayin ettiğini ifade etmiştir. Bu olayın ardından Hz. Ali, Suriye üzerine bir sefer daha
yapmaya karar vermiştir. Sefer hazırlıkları devam ederken Ocak 661’de, İbn Mülcem
isimli bir Hâricî tarafından Kûfe camiinde namaz sırasında öldürülmüştür . Bunun
ardından oğlu Hasan’ın halifelik hakkını Muaviye’ye devretmesi sonucu halifelik
Emevî soyundan devam etmeye başlamıştır. Bu dönemden itibaren onların halifeliği
tüm İslam dünyasında kabul görmüştür.

Emevîler Dönemi (661-750)


Dört Halife döneminden sonra Muaviye b. Ebû Süfyan, Emevîler’i biraraya toplayarak
Emevî Devleti’ni kurmuştur. Muaviye’den itibaren halifelik, babadan oğula geçen bir
kurum olarak devam etmiştir. Muaviye’nin oğlu Yezid’in halife olması ve Emevîler’in
yürütmüı olduğu siyaset, Suriye yönetimine duyulan öfkeyi arttırmış ve Hz.
Peygamber’in torunu, Hz. Ali’nin küçük oğlu Hz. Hüseyin’in etrafında, Emevî
hilafetine muhalif bir hareketin doğmasına sebep olmuştur. 680 yılında Hz. Hüseyin
ve taraftarları, Şam yönetimine son vermek amacıyla harekete geçtiler. Ancak, Hz.
Hüseyin ve ailesinden birçok kişi Emevîler tarafından Kerbelâ’da katledildi. Kerbelâ
Olayı olarak anılan bu hadise, Emevî iktidarına karşı muhalefeti güçlendirmekle
kalmayıp muhalefetin Hz. Ali ailesi etrafında toplanmasına sebep olmuştur. Nitekim,
Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesinin ardından, İran, Mekke ve Medine’de
isyanlar çıkmıştır.

Emevîler döneminde, Kuzey Afrika, Anadolu ve Türkistan yönünde önemli fetihler


yapılmış, İspanya’nın büyük bir kısmı fethedilmiş ve ayrıca İstanbul üzerine bir ordu
gönderilerek şehir kuşatılmış ancak başları elde edilememiştir. Son Emevî halifesi
Mervân döneminde tam bir çöküş yaşanmıştır.

Endülüs Emevî Devleti (756-1031)


Arap etkisi öncesi Hristiyanlığı yaşamakta olan İspanyollar, Müslüman istilasından
sonra İslam dinini kabul etmiştir. Bölgeye göç olanağı bulan Berberiler, Araplar ve
Suriyeliler zamanla halk içinde baskın konuma gelmiştir. Suriyelilerin güçlenmesi
Emevî hanedanından Abdurrahman b. Muaviye ’yi harekete geçirmiş; 756 da
Endülüs Emevî Devletini kurmasını sağlamıştır. Devlet varlık süresi boyunca
Hristiyanlık ve Müslümanlık çekişmesine ev sahipliği yapmıştır. Sık sık yaşanan iç
isyanlar ülkeyi zayıf düşürerek ülkenin dış saldırılara karşı olan direncini de
azaltmıştır.

Devletin bilim adamları, sanatçı ve yazarlarca beslenmiş olduğu barış ve huzur


dönemi Kurtuba’nın bilim ve sanat merkezi olan bir başkente dönüşmesini
sağlamıştır. Huzur yılları dışında Arap, Hristiyan ve Müslüman İspanyollar’ın
oluşturduğu kozmopolit yapı, zaman içinde çatışmalara sebep olarak çöküşe zemin
oluşturmuştur. Küçük beyliklere bölündükten sonra hükümdarın beklediği ilgi ve
saygınlığı kaybetmesi ve zamanla hilafetin de geçerliliğini yitirmesi ile devletin varlığı
son bulmuştur.

Abbasîler Dönemi (750-1258)


İranlı bir köle olan Ebû Müslim, Horasan’ın her tarafında Abbasîler’in faaliyetlerini ve
bunların Peygamber ailesine olan yakınlığını belirterek Emevîler’in zulmünü
vurgulamış, halkı ayaklanmak için cesaretlendirmiştir. Ebû Müslim’in propagandası,
kısa sürede etkisini göstermiştir. Hareketin lideri Ebû’l Abbas (749-754) halife ilan
edilmiştir. Hârûn Reşîd’in, yaklaşık 23 yıl süren halifeliği, Abbasî Devleti’nin en parlak
dönemi olarak görülmekle birlikte çöküşün ilk izlerine de bu devirde rastlanmıştır.
Abbasî Devleti’nin en güçlü dönemi, kuruluştan itibaren 120 yıl kadar sürmüş,
ardından toprak kayıpları başlamıştır. Abbasî Devleti, 1258 yılında Moğol hükümdarı
Hülâgû tarafından yıkılmıştır.

İslam Kültür ve Uygarlığı


İslamiyet’in yayılması ile birlikte Arapça, ortak bir iletişim aracı haline gelmiş ve kısa
süre içinde özellikle şiir alanında, önemli çalışmalar yapılmıştır. Ayrıca, Hz.
Peygamber’in hayatının incelenmesiyle başlayan çalışmalar sayesinde, ciddî bir tarih
birikimi meydana gelmiştir.

İslam dünyasındaki bilim ve felsefenin gelişiminde, eski Yunanca’dan yapılan çeviriler


önemli olmuş ve Emevî dönemindeki ilk çalışmaların ardından Abbasî Hilâfeti
devrinde de astronomi, fizik, matematik ve diğer konularda önemli sayılarda çeviriler
yapılmıştır. Tıp başta olmak üzere matematik, astronomi, fizik ve diğer alanlarda,
Râzî, İbn Sînâ, Bîrûnî, Harizmî ve Ebû Mâşer gibi önemli isimler yetişmiştir.
Aristo’nun eserlerinin Arapça’ya çevrilmesi ile İslam dünyasında zengin bir felsefe
geleneği oluşmuş ve Kindî, Fârâbî, Gazâlî, ve İbn Rüşd gibi büyük filozoflar ortaya
çıkmıştır.

Abbasî halifeleri Mehdî, Hâdî ve Hârûn Reşîd döneminde, bilhassa müzik alanında
parlak çalışmalar yapılmıştır. Yine Samarra’da cam ve seramik, Kûfe’de kitap ciltleme
ve süsleme sanatları gelişmiştir. Ayrıca, İbn Mukla gibi meşhur hattatlar da
yetişmiştir.

Şam’da yaptırılan Emevî Camii, Kudüs’teki Mescidü’l- Aksa ve Kubbetü’s-Sahra ile


yine Şam’daki Büyük Câmii Emevî döneminin önemli eserlerindendir. Ayrıca, Kusayrı
Amra, Kasrü’l-Hayri’l-Garbî, Mışatta gibi pek çok saray da inşa edilmifltir. Endülüs
Emevî Devleti döneminde yaptırılan Kurtuba’daki Büyük Câmii ve Gırnata
(Granada)’da bulunan Elhamra Sarayı da eşsiz mimarî örnekleridir. Abbasîler
devrinde, İslam mimarisinin daha ince bir zevke ulaştığı söylenebilir. Samarra’daki
Büyük Câmii ile Ebû Dulef Câmii örnek olarak gösterilebilir. Damgan flehrinde
yaptırılan Târı Hâne Câmii de Abbasî döneminin önemli eserleri arasında yer alır.
Câmilerin yanı sıra Ukhaydir ve Cevsâku’l-Hakani gibi önemli saraylar da
yaptırılmıştır. Ayrıca, Ribat adı verilen askerî yapılar da inşa edilmifltir. Mısır’da 250
yıldan fazla egemenlik süren Fatımîler de İslam mimarisine, Kahire’deki Mehdiye, El-
Ezher, El-Hâkim gibi câmileri miras bırakmışlardır.

11. Yeniçağ’da Batı Avrupa’da Yaşanan Ekonomik ve


Sosyal Değişim
Değişime Direniş: Amaç Düzenin Devamlılığı
Ortaçağ’ da üretim malikânelerde o malikânenin ihtiyacı kadar yapılıyordu.
Dolayısıyla Ortaçağ’da içine kapalı bir üretim yapısı vardı.

Feodal toplum yapısı içinde ayrıcalıklı sınıfları oluşturan aristokratlar ve ruhbanlar,


feodal üretim biçiminin devamından yanaydılar. Ayrıcalıklı ve avantajlı konumlarını
sürdürmeleri buna bağlıydı. Ancak sistem içinde zamanla sayıları artan ve
beslenemeyecek duruma gelen tarımsal kökenli bir kitle oluşmaya başladı. Uzun
yıllardır durumlarında bir iyileşme gözlenemeyen serfler genel bir hoşnutsuzluk
içindeydiler. Hiçbir maddi varlığı olmayan toplumun bu alt tabakası, zaman içinde
düzeni tehdit eden unsurlar olarak görüldü. Amaç düzenin devamlılığını sağlamak
olduğundan bu kitlenin Avrupa dışına çıkarılmasına karar verildi ve Haçlı
Seferleri örgütlendi (1095). Bu seferler, düzen için tehlikeli görülen işsiz güçsüz,
hiçbir maddi varlığı olmayan bu kitlenin tamamen Avrupa dışına atılmasını sağlamak
için 200 yıl sürdü. Düzenin devamı için yok edilmeleri gereken bu insanlar yüksek
dinsel ideallerle ve öbür dünya cennetiyle müjdelenerek, Müslümanlar üzerine
gönderildi. Kudüs alındı, Urfa’da, Antakya’da, Suriye’de Haçlı kontlukları kuruldu.

Üretimin Değişimi ve Burjuvazinin Yükselişi


Karayolunu güvenli görmeyen Haçlılar’ın, daha sonra seferlerini deniz yoluyla
yapmayı tercih etmeleri, aynı zamanda ticaretin gelişmesini de sağladı. Önce
Haçlılar’ı, arkadan hacıları taşıyan şövalyeler, gemicilik ve ticaretle uğraşır hâle
geldiler. Akdeniz’e kıyısı olan ticaretin tohumunu attılar. Sonuç olarak Haçlı Seferleri
denizaşırı, kıtalar arası ticareti başlatmış oldu.

Ticaret sayesinde zenginleşen, kentlerde oturan, bu yüzden kendisine kent soylu


anlamına gelen burjuvazi denilen tüccar sınıfı 15.yüzyıldan itibaren yükselişe geçti.
Ticaretle uğraşarak zenginleşen burjuvazi, ekonomik yapıda ağırlığını hissettirdi.

Değişen Aristokrasi
Ortaçağ’ın kan soyluluğuna dayalı ayrıcalıklı sınıfı aristokratlar, bu değişime ayak
uydurma çabası içine girdiler. Bir kısmı topraklarını girişimcilere kiralamaya
başladılar. Bir kısmı da topraklarındaki serfleri, özgürlüklerini de bağışlayarak
topraklarından çıkarıp, topraklarını çayır hâline dönüştürerek koyun sürüleri
beslemeye başladılar. Bu iş için birkaç çoban yeterli olduğundan, sayıları gittikçe
artan serfleri de beslemek zorunda kalmayacaklardı. Böylece elde ettikleri yünü
satıp, kendi ihtiyaçlarını karşılama yoluna gittiler. Yün, dokuma sanayii için önemli bir
ham madde idi. Doğulu sultanlar, yünlü kumaşlara büyük ilgi gösteriyorlardı. Bir malın
alım ve satım yerleri arasındaki fiyat farkı, bu işle uğraşanların yani tüccarların daha
da zenginleşmesini sağladı.

Dokuma ve Maden Sanayinin Gelişimi: İşçi Sınıfının Ortaya Çıkışı


Dokuma sanayii ilk sırada gelişen sanayi kollarından biri oldu. Bu dönemde pek çok
imalathane örgütlendi. İmalathaneler sanayileşmeye gidişte ilk adımı oluşturdular. Bu
imalathaneler, uzak pazarlara yönelik üretim yapıyorlardı. Özellikle dokumacılık
büyük gelişme gösterdi. Dokuma kumaşlara olan talep arttı. İmalathanelerde seri
üretim başladı. Kısa sürede ucuz ve standart mal üretilmeye ve bunların ticareti
yapılmaya başlandı.

İşçi Sınıfı: Yeniçağ Avrupa’sında ekonomik ve sosyal yapıda meydana gelen


değişimle birlikte ortaya çıkan ve imalathanelerde iş bölümü esasına göre çalışan,
ücret karşılığı emeklerini satarak geçinen yeni sınıfa verilen isim. Bu sınıfı
oluşturanlar serfler ve zanaatçılardı.

Bu dönemde gelişme gösteren bir diğer sanayi kolu maden sanayiidir. Madenlerin
işletilmesi sermayenin daha da artmasını sağladı. Maden sanayiinin gelişmesi ile
ateşli silahlar kullanılmaya başlandı. Feodal beylerin son sığınakları olan kaleleri top
ve tüfeklerle yerle bir edildi. Böylece feodal toplum yapısı büyük bir değişime uğradı.
Ayrıca ateşli silahlar, Batı Avrupa devletlerinin yeni coğrafyalara yayılmasına ve
sömürgecilik faaliyetlerine imkân sağladı.

Kapitalizm
Sömürgelerden gelen ham madde ve iş gücü, sermaye sahibi girişimci sınıf
tarafından zenginliklerini arttırmak için kullanıldı. Giderek zenginleşen sermayeye
yani kapitale sahip bulunan bu sınıfa kapitalist sınıf, yeni oluşan bu düzene
de kapitalizm denildi.

Avrupa’nın Sömürgecilik Faaliyetleri


Afrika, Asya ve Avrupa Kıtasından ibaret olan dünya keşifler nedeniyle büyüdü.
Siyasî istikrar ilk Portekiz’de sağlandı. Bunun sonucu olarak sömürgecilik ve coğrafi
keşifler ilk Portekiz’de başlatıldı. Bunun ardından yaşanan gelişmeler yıllara göre
aşağıdaki gibidir:

1442: Altının ve ilk Afrikalı kölelerin Avrupa’ya getirilmesi.

1497: Vasco de Gama, Afrika kıtasını güneyden geçerek Hindistan’a gitmiş Hint ve


Avrupa ilişkisini başlatmıştır.

1492 : Kristof Kolomb yeni bir kıta keşfetti. Floransalı denizci Amerigo Vespucci,
Kolomb’un bulduğu bu kıtaya kendi adını (Amerika) vermiştir.

1521: Fernandez Cortez Meksika’daki Aztek Uygarlığını sonlandırmıştır.

1531: Francisco Pizarro Peru’daki İnka Uygarlığına son vermiştir.

1519-21: Magellan ile başlayan Sabastian del Cano tarafından tamamlanan,


dünyanın çevresinde yapılan ilk gezi.
16. yüzyıl başlarında Amerika Kıtası’nı fethe başlayan İspanyollar 50 yıl içinde
Meksika, Orta Amerika ve Brezilya hariç Güney Amerika’ya yayılacaklardır.
İspanya’nın ardından İngiltere, Hollanda ve Fransa da sömürgeci yarışı içinde yerini
alacaktır.

1540 yılından itibaren sömürge ülkelerden madenler ve değerli taşlar işlenerek elde
edilmiş ürünler, Avrupa piyasasında yerini aldıkça, sınıflar arasındaki fark daha da
belirginleşti Fiyat Devrimi de denen satış fiyatlarının arttığı görüldü; ancak bu durum,
işçi ücretlerine yansımadı.

15. yüzyılın ikinci yarısı Avrupa’nın Yeniçağ’ı olarak adlandırılır. 1453’te Doğu Roma
İmparatorluğu’nun Türkler tarafından yıkılması yani İstanbul’un alınması veya bazı
kaynaklara göre 1492’de Amerika kıtasının keşfi Yeniçağ’ın başlangıcı kabul edilir.

Bunun yanında Batı Avrupa dışında kalan Rusya, Balkanlar, Hindistan, Çin, Japonya
veya Avrupa’nın doğusu ile Güneydoğu Asya adaları gibi farklı konumlar için bir çağ
değişimi hissedilmemektedir.

Avrupa’nın Yeniçağ’ı
Sözü edilen dönemde, artık öylesine önemli değişimler yaşanmıştır ki bütün bunlar,
Ortaçağ’ın karakteristik özelliklerine taban tabana zıt gelişmelerdir. Bu nedenle bu
yeni döneme Yeniçağ adı verilmiştir. Kronolojik düzenleme amacıyla Yeniçağ’ın
başlangıcı için bir tarih vermek gerekirse, genellikle kabul gören iki tarih karşımıza
çıkar: 1453 (İstanbul’un Türkler tarafından fethi ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun
yıkılması) ve 1492 (Amerika Kıtası’nın keşfi ve İspanya’daki Müslüman Devlet
Gırnata’nın tarihe karışması). Hangi tarihi Yeniçağ’ın başlangıcı olarak kabul
ederseniz edin; esas olan, artık 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, yeni bir
dönemin başladığı gerçeğidir ve bu kapitalist gelişmeler Batı Avrupa’da
yaşanmaktadır.

Yeniçağ’da Batı Avrupa’da Yaşanan Düşünsel Değişim


Yeniçağ Batı Avrupa’sında yaşanan ekonomik ve toplumsal değişim, üstyapının
değişimini de sağlayacak ve yeni bir düşünsel yapı şekillenecektir. Yeniçağ,
feodalizmden Aydınlanma Dönemi ’ne bir geçiş sürecidir. Dolayısıyla feodal yapı
çözülüp yeni bir yapılanmaya doğru gidilirken birtakım çatışmalar yaşanacak ve
Ortaçağ’ın bazı uzantıları Yeniçağ’da da görülecektir.

Yeniçağ bir geçiş dönemi olduğundan bu dönemdeki fikir akımları da eksiksiz


değildir. İdealize edilenlerle gerçekler arasında çelişkiler yaşanacak ve böyle bir
ortamda ütopik kuramlar ileri sürülecektir.

Bilimsel Siyasal Düşünüş ve Yeni Düşünce Yapısının Gelişme Koşulları


Ortaçağ’ın feodal dinsel ideolojisine karşı tepki olarak, Yeniçağ’da bilimsel siyasal
düşünüş gelişmeye başlayacak, din merkezli düşüncenin yerini, insan merkezli, aklı
ve bilimi esas alan, deney ve gözleme dayalı olan bilimsel düşünce alacaktır.

Her üretim biçimi kendi düşünce sistemini oluşturur. Bu ekonomik düzen içinde,
ekonomik ilişkileri ve faaliyetleri kontrolüne alan bir sınıfsal yapılanma ortaya çıkar.
Ekonomiyi ele geçiren ve bu yolla maddi güç elde eden sınıf (burjuvazi) bu düzenin
devamı için kendi ideolojisini oluşturur.

Değişen Siyasal Yapı


Mutlak Monarşi: Kapitalist sistemle birlikte ortaya çıkan yeni yönetim biçimine verilen
isim. Kral, burjuvazinin desteği ile feodal özerkliklere karşı iktidarını güçlendirerek,
çok başlı feodal siyasal yapılanmaya son verecek ve merkezî mutlak yönetimini
yerleştirecektir. Böylece değişen ekonomik yapıya uygun bir yönetim biçimi
oluşturulacaktır ki bu yönetim biçimi, ilk aşamada mutlak monarşi olacaktır.

Siyasal Değişim: Mutlak Monarşiyi Savunan Düşünürler


15. ve 16. yüzyıl düşünürleri Batı Avrupa merkezli olarak İtalya’ya dek yayılan bir
düşünce dalgası yaratmışlardır.

Niccola Machiavelli (1469-1527)


Avrupa’daki merkezî krallıklardan farklı olarak İtalya’daki siyasal koşullar parçalanmış
haldeydi. Coğrafi koşulların kopukluğu yönetimi de güçleştirmekteydi. Güneyde
Napoli Krallığı, ortada Papalık Devleti, Kuzeyde Venedik, Ceneviz, Milano ve
Floransa kent devletleri vardı. Böyle bir ortamda yönetimin tek elde toplanması
zordu. Machiavelli siyaseti, din ve ahlak kurallarından ayırma taraftarı idi. Miras yolu
ile el değiştiren bir iktidar değil kurnazlık ve güçle kazanılmış bir iktidarın, devleti
ayakta tutacağı görüşündedir. Kendisi mutlak monarşinin savunucularındandır. Ünlü
eseri Prens’ te amaca ulaşmak için her aracı meşru kabul eden Makyavelizm; devleti,
amaç; bireyi araç olarak gören bir rejimi yansıtmıştır.

Jean Bodin (1530-1596)


Katoliklerle Protestanların din savaşları Fransa’da dinsel ve siyasal kaygıların uzun
sürmesine sebep olmuştur. Görüşlerini Devletin Altın Kitabı isimli eseri ile anlatmıştır.
Bodin, devletin kaynağının aile olduğuna inanmaktadır. Özel mülkiyete saygı duymak
ve ailedeki baba otoritesinin krallıkta kralınkine eşit tutulması onun düşünce
yapısındaki temel 2 lokomotif fikirdir. Machiavelli’den farklı olarak, doğal hukuk ve
Tanrı buyruğunu devletin üzerinde tutmuştur.

Thomas Hobbes (1588-1679)


İngiliz düşünür görüşlerini İncil’de geçen bir ejderden esinlenerek
adlandırdığı Leviathan isimli eserinde yansıtmıştır. Yeryüzünde kimse bu ejderhaya
karşı koyamaz. Hobbes’un ejderhası, devleti simgeler. Yapay bir yaratık olarak da
nitelendirilen devlet, bir sözleşmeyle oluşturulmuştur. Hobbes, devletin ortaya
çıkışını, toplum sözleşmesiyle açıklar. Devlet öncesi yaşanan hayatın yıpratıcı ve
tehlikelerle dolu oluşuna gönderme yaparak “insan insanın kurdudur” yorumunu
yapmıştır. Savaş halinde ve korkularak yaşanan bir uygarlıkta ilerlemenin mümkün
olamayacağı inancındadır. İnsanlar bu durumu düzeltmek için sınırsız özgürlüklerini
kendileri sınırlayarak kendilerini temsil ederek yönetecek bir devleti yaratmışlardır.
Devletin kaba kuvvet kullanabilmesi ve mülkiyet hakkının üstünde güçlere sahip
olması gerektiğini savunur. Onun görüşleri Burjuva sistemine çok da uygun
bulunmamıştır. Kilisenin de devlet yönetiminde olması gerektiği savı (Anglikanizm)
onu Katolik inançla karşı karşıya getirmiştir.
Hümanizm
Latince kökenli bir kelime olan ve insancılık anlamına gelen hümanizm , döneme
damgasını vuran Rönesans’ın özüdür. Ortaçağ’daki feodal dinsel skolastizme karşı
akla dayalı bilimsel düşünme yani hümanizm ortaya çıkmıştır.

İnsanı evrenin merkezine koyan bu sistemde, sadece dinî inancıyla yönlenen insan
tipi yerine düşünen sorgulayan insan olma arzusunu yansıtan insan tipi öne çıkmıştır.

Gerçekle İdealin Çelişkisi


İnsanın tek başına önemli olduğu vurgusu ile belirginleşen dönem bir yandan da
sistemin ezdiği alt sınıfların varlığı ile çelişmektedir. Sömürgecilik ve köle
faaliyetlerinin yoğunlaştığı, ekonomik farklılıkların sınıf ayrımı yarattığı bir toplumsal
yapıda hümanist yaklaşım dayanaksız kalmıştır. Avrupa’da fiyatların artıp alış
gücünün düşmesi bu sonuca hazırlayan bir süreç oluşturmuştur. Kapitalizm
Ortaçağ’ın devamında yaşandığı için etkilerinin sürmemesi beklenemezdi. İnsanların
aldığı kültür ve yetişme ortamları yeni bir yapıya direnç oluşturmuştur. Yaratılan
bütün kuramlar bu anlamda ütopyacı olarak nitelendirilmiştir.

Thomas Morus (1480-1535)'un Ütopya ile Campanella’ (1568-1639)'nın Güneş


Ülkesi adlı eserleri sosyalist düşüncenin ilk öncüleri olmuştur. Yunan dilinde olmayan
yer anlamına gelen Ütopya kelimesi büyük ölçüde zihinde tasarlanmış, olması
istenen düşler anlamı taşımaktadır. İngilizlerin teknolojik gelişme, sanayileşme,
kapitalizm ve buna bağlı eşitsizlik dizgesinden nasibini alması sosyal dengelerin
etkilenmesine ana sebep teşkil etmiştir. Çözümü özel mülkiyetin olmaması yolu ile
sağlama fikri de yenidünya görüşleri şekillendirme arayışına itmiştir.

Hümanizmin Ortaya Çıkışı


Antik dönem eserlerini inceleyerek yeni kuram ve yöntem arayışında olan
düşünürlere Hümanist denilmiştir. İtalya’da doğmuş, hızla yayılmıştır. Petrarch,
Boccacio, Bacon, Monteigne, Erasmus hümanizmin öncüleri kabul edilir.

Rönesans ve Reform
Rönesans
Rönesans 15. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar olan dönemdir. Yeniden doğuş demektir.
Antik dönem düşünce ve sanat eserlerinin Yeniçağ’da yeni bir yorumla ele alınması
Rönesans’ı yaratmıştır. Floransa merkezli ortaya çıkmıştır.

Ekonomik ve tarihî hazır bulunuşluk, Bizans bilginlerinin Eski Yunan edebiyat


metinlerini İtalya’ya getirmesi ve halka açık kitaplıkların burada kurulup
yaygınlaşması Rönesans’ı hazırlamıştır.

Leonardo da Vinci (1453-1519), Michealangelo (14751565), Rafaello (1483-1520)


gibi sanatçılar hem düşünce hem bilim hem de sanat adamı olma özelliği taşırlar.
Portre çalışmaları, insanı aciz değil güçlü gösteren tasvirler, uluslararası nitelik
taşıyan kıymetli eserler bu dönemde yaratılmıştır.
Aynı dönemlerde sanat eserlerinde, gerçek boyutlardan uzaklaşılan, abartılı ve
özenticiliğin hâkim olduğu sanat anlayışı ortaya çıkar. Buna maniyerizm adı verilir.

Reform
Daha iyi bir duruma getirmek için yapılan yenilik anlamına gelen Reform hareketi ilk
olarak 16. yüzyıl başlarında Almanya’da ortaya çıkmıştır. Egemen sınıfın ihtiyaçlarına
cevap verecek düzenlemelerin karşısında en büyük sorun eski geleneksel yapıyı
kırmak olmuştur. Katolik kilisesinin köklü ve eski yapısı kolay alt edilemeyecek gibi
görünmekteydi. Yeni kapitalist sistemin hayata geçebilmesi ancak Protestanlığın
ortaya çıkması ile mümkün olmuştur. Protestan kilisesi ile Katolik kilisesinin ortaya
çıkışta ayrıştığı en temel fark din adamlarının değil devlet adamlarının kiliseye
hükmetmiş olmasıdır. Bu sayede feodal dinsel ideoloji Katolik kilisesini sorgulamaya
başlamıştır. Etkisi Almanya’dan yayılıp tüm Avrupa’yı etkilemiştir. Hümanist fikirlerin
halka inmesinde matbaanın kutsal kitapları ve düşünce kitaplarını basmasının rolü
büyüktür.

Reformcu Düşünürler
Martin Luther (1483-1546), John Calvin (1509-1564), Thomas Münzer (1524-1525)
bu dönemin önemli reformcu düşünürleridir.

Reformun Sonuçları
Bu hareketin sonuçları şöyledir:

1. Westfalya Antlaşması ile Protestanlık resmen tanınmıştır.


2. Katolik kilisesinin merkezi gücü yıkılmıştır. Roma Katolik kilisesinin otoritesi
çökmüştür.
3. Avrupa’da din savaşları yüzünden pek çok insan hayatını kaybeder.
4. Toplumsal çalışma ahlakı oluştu, kişisel yetenekler, bilim, sanat ve kültür önem
kazandı.
5. Protestanlık kapitalizmle iç içe geçti.

Osmanlı ve Avrupa İç İçeliği: İletişim ve Etkileşim


Osmanlı Devleti’nin Çağdaş Avrupa’nın Doğuşundaki Rolü ve Etkisi
Osmanlı ve Avrupa tarihleri birbiriyle iç içe geçmiştir; bu nedenle de bir arada
incelenmelidir. Burada amacımız Osmanlı’nın özellikle Klasik Dönemi’nde (16. yüzyıl)
Avrupa siyasetini belirleyen çok önemli bir siyasi güç olduğu ve modern Avrupa’nın
doğuşunu hazırlayan temel bir dinamik olduğu gerçeğine dikkat çekmektir. Osmanlı
Devleti kuruluşundan itibaren bulunduğu coğrafyadaki güçlerle siyasi, kültürel ve
ekonomik ilişki içinde olmuş ve 600 yıl varlığını bu şekilde sürdürmüştür.

İstanbul’un fethi (1453) ile kendisini Roma İmparatorluğunun varisi sayan Fatih
Sultan Mehmet’in şahsında, Osmanlı’nın siyasi gücü tartışmasız kabul görmüştür.
Daha önce Bizans’a tabi olan yerleri Fatih Sultan Mehmet, birer birer kendisine
bağlamış, hakimiyet alanını genişletmiş ve seferler planlı bir şekilde Güney İtalya’da
Otranto’ya kadar sürdürülmüştür. Dolayısıyla Katolik Rum Kilisesi’nin siyasi gücünü
kaybetmesinde Osmanlı ilerleyişinin ve Ortodoksların hamiliğini üstlenmiş olmasının
etkisi büyüktür.
600 yıl boyunca, üç kıtaya yayılan Osmanlı Devleti’nin uzun ömürlü oluşunun sırrı; bu
kadar geniş topraklarda farklı din, dil ve ırk mensuplarını bir arada uyum içinde
yaşatabilecek bir dahili teşkilata ve kapasiteye sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Bu çok uluslu ve çok dinli Osmanlı yapısı, sosyo etnik bir dengeyle iç tutarlılığını
kurmayı başarmıştır. Bu dengenin uzun ömürlü olması da yönetim anlayışına milli bir
ideolojinin hakim olmamasından kaynaklanmıştır.

Kapitülasyonlar, Osmanlı’da yaşayan azınlıklara ve Osmanlı topraklarında ticaret


yapmak isteyen Avrupalılara tanınmış kolaylıkları içeren ayrıcalıklardı. Siyasî gücü ve
coğrafî genişliği nedeni ile Osmanlı 16. yüzyılda Avrupa’da kuvvetler dengesini,
ekonomik ve politik ilişkilerin yönünü belirleyen taraftı. Osmanlı’nın din konusunda
baskıcı olmaması, aldığı toprakta Protestanlığın yayılmasını hızlandırmıştır. Sahip
oldukları toprakların dil ve dinlerini korumalarına izin vermesi, kültürel kimliklerin
tahrip edilmeden korunmasını sağlamıştır.

Sonuç olarak Klasik Osmanlı Devlet yönetiminin temel özelliği çokuluslu ve çok dinli


bir teşkilat yapısına sahip olması, bu yapıyı uyum içinde yaşatabilmesidir.

Osmanlı Siyasetinin Avrupa’daki İzleri


Osmanlı Devleti, 16.yüzyılda dorukta olan siyasi gücünü ve nüfuzunu müttefiki olan
Avrupalı devletler üzerinde etkin bir şekilde kullanmıştır. 1535’den itibaren Fransa’ya
daha sonrada Hollanda ve İngiltere’ye tanınan ticari ayrıcalıkların temelinde, Osmanlı
otoritesi lehine bir güç dengesi oluşturma çabası dikkat çekmektedir.

Osmanlı Devleti, 16.yüzyılda Avrupa’daki kuvvetler dengesini sağlayan önemli bir


siyasi güç olarak görülüyordu. Osmanlıların Avrupa siyaseti üzerinde oynadıkları bu
etkin rol, 1580’den sonra da İngiltere ve Hollanda üzerinden devam etmiştir. Onlar da
Osmanlı desteğine ihtiyaç duymuşlardır. Özelliklede Habsburgların üstünlük
mücadelesine karşı Osmanlı Devleti bir kurtarıcı olarak görülmüştür.

Osmanlı yönetimi, hakim olduğu coğrafyalarda yaşayan halkların din ve dillerini


koruyarak kültürel kimliklerini kalıcı kılmış, devamlılığını sağlamıştır. Bu sayededir ki
Balkan ve Ortadoğu toplumları dini farklılıklarına ve siyasi bölünmüşlüklerine rağmen
bugüne kadar yaşayabilmişlerdir.

Doğu-Batı Arasında Bir Köprü Olarak Osmanlı


Bir İslam devleti olan Osmanlılar, İslam dünyasının batıya doğru ilerlemiş uç noktası
konumundaydı. Gaza anlayışı içinde yapılan fetihlerle de Osmanlı, Doğu’nun
egemenlik anlayışının Batı’ya uzanmasını sağlayan bir devlet oldu. Doğu ile Batı
arasındaki bağ, Osmanlı üzerinden kuruldu. Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’nun
tarihi bir bakıma Doğu ile Batı’nın; bir başka ifadeyle İslam Dünyası ile Hristiyan
Dünyası arasındaki ilişkilerin bir tarihidir

İslam aracılığıyla, Batı’ya taşınan bir başka değer de, İslam dünyasında tanınan,
Yunan bilim ve felsefesidir. Batının İslam aracılığıyla yeniden keşfettiği bu felsefe,
Rönesans’a giden süreci başlatacaktır. Yine İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethi
üzerine İtalya’ya giden Rum aydınlar tarafından getirilen antik dönem eserleri de,
Roma kültürünün yeniden canlandırılmasında etkili olmuştur. Böylece antik Yunan
felsefesi ve eserleri Avrupa’ya yayılmıştır. Avrupa’daki düşünsel dönüşümün
kaynakları arasında İspanya’daki Endülüs İslam etkisini de saymak gerekir. İbn-i
Sina, İbn-i Rüşd gibi önemli İslam filozoflarının eserlerinin incelenmesi de dönüşüm
için ihtiyaç duyulan birikime katkıda bulunmuştur. Kısaca Batı Avrupa’da yaşanan bu
büyük dönüşümün temelinde Osmanlı’nın ve İslam’ın izlerini görmek mümkündür. Bu
dönüşümün ekonomik ayağı ise coğrafi keşiflerle tamamlanmıştır.

Osmanlı’da Bilim ve Avrupa Bilimi ile İlk Temas


Osmanlı’da bilim hareketleri kendine özgü bir gelişim göstermiştir. Başlangıçta eski
İslam devletlerinin birikiminden etkilenerek oluşan Osmanlı bilimi kısa bir süre içinde
eski bilim ve kültür çevrelerini etkileyen öncü bir konuma gelmiştir. Daha sonra da 17.
yy.dan itibaren Batı biliminin etkilerinin Osmanlı’da görülmesiyle birlikte yine Osmanlı
kanalıyla İslam ülkelerini etkilemiş olması da Osmanlının bu öncü karakteriyle
gerçekleşmiştir. Osmanlı üstlendiği bu rol ile Doğu ile Batı arasında kendine özgü bir
sentez oluşturmuştur.

Osmanlıda bilimsel faaliyetleri gerçekleştirmek, devlet ve toplumun ihtiyaçlarını


karşılamak amacıyla medreseler kurulmuştur. Medreseler dışında matematik,
astronomi, tıp gibi ilimlerin, usta-çırak ilişkisi içinde eğitimini veren kurumlar da
vardı. Şifahaneler ve muvakkithaneler , bunlar arasında sayılabilir. Böylece
medreselerin dışında da ilmi ve kültürel faaliyetler sürdürülmüştür. Tıp eğitimi ve
sağlık hizmeti veren darüşşifalar , zaman tayininin yanı sıra matematik ve astronomi
eğitimi veren muvakkithaneler gibi kurumlar ile aktif ve dinamik bir ilim ortamı
oluşturulmuştur.

Klasik dönem Osmanlı bilim geleneğinin oluşmasında; özellikle medreselerin


kurulması, maddi destek, eserlerin telifi gibi pek çok konuda doğrudan padişahların
ve aynı zamanda diğer devlet erkanının önemli katkıları olmuştur. İmparatorluğun en
ihtişamlı döneminde; en iyi eserlerini ortaya koyan klasik bilim geleneği, Osmanlı
eğitim kurumları ile İslam bilim geleneği üzerine kurulup gelişmiştir. Bu gelenek,
Osmanlının Batı ile teması sonrasında da yaşamış ve 19.yüzyılın ikinci yarısına
kadar bazı temel unsurlarıyla devam etmiştir.

Avrupa Biliminin Osmanlı Üzerindeki İzleri


Geniş bir coğrafi alana hükmetmesi ve Batı Avrupa ülkeleriyle sınır komşusu olması
dolayısıyla Osmanlı Devleti, Batı dünyasındaki gelişmelerin dışında kalmamıştır.
Dolayısıyla Batı Avrupa ülkelerinde yaşanan değişimin izlerini ve etkilerini Osmanlı
Devleti üzerinde görmek mümkündür.

Batı bilim ve teknolojisinin yayıldığı ilk yer Osmanlı coğrafyasıydı. Osmanlılar,


Avrupa’daki keşifler ve icatlardan haberdardı. Ancak, Osmanlılar hem askeri açıdan,
hem de sahip oldukları kültürel kimlikle manevi açıdan kendilerini Avrupalılardan
üstün görüyorlardı. Osmanlıların Batı bilim ve teknolojisi karşısındaki tutumu, “ güçlü
bir İmparatorluğun kendi nüfuz alanı dışındaki gelişmeler karşısında takındığı seçici
tavır ” şeklinde yorumlanmaktadır.

Avrupa biliminin alınması konusunda seçici davranılmasının bir nedeni de Osmanlı


eğitim sistemi ve ekonomik yeterlilikti. Doğal olarak yükselme döneminde Osmanlılar,
Batı’yı takip etme ihtiyacı duymadılar. Ayrıca Batı’daki yeniliklere karşı da tedbirli
davrandılar. Osmanlılar, ancak Sanayi Devrimi ile Avrupa’nın aşılamayan yükselişini
fark etmişlerdir. Bu seçici transfer süreci içinde Osmanlılar, 15. yüzyıldan itibaren
özellikle ateşli silahlar, haritacılık ve madencilik alanında Avrupa teknolojisinden
yararlanmaya başlamışlardır.

Piri Reis ile başlayan Osmanlı Coğrafyacılığı Cihannüma ile gelişmiş ve bu akım 19.
yüzyıla kadar devam etmiştir. Özellikle 17. yüzyıldan itibaren Avrupa dillerinden
tercüme edilen bilimsel eserler öne çıkmaktadır. Bu tercüme eserlerle, Osmanlı bilim
dünyasına, Batılı kavramlar girmeye başlamıştır.

Avrupa’daki ilmi ve coğrafi gelişmelerden haberdar olan Osmanlılar, özellikle 17. yy.
sonlarından itibaren batı bilim ve teknolojisine daha fazla ilgi duymaya başladılar.
Böylece klasik dönemde uyguladığı, seçici bilgi transferinden de uzaklaştılar. 18.
yüzyıla gelindiğinde ise Avrupa bilimi kadar, kültür ve yaşantısı da ilgi uyandırmaya
başladı.

Kültürel Etkileşim
Aynı coğrafyada yaşayan; birbirleriyle siyasi ve ticari ilişkiler içinde bulunan Osmanlı
Devleti ile Avrupa devletlerinin kültürel etkileşimi kaçınılmazdır. Ancak Klasik
Dönem’de Osmanlılar, Dar ül Harb olarak nitelendirdikleri Hristiyan dünyasının kültür
etkilemesinden mümkün olduğunca uzak kalmışlardı. Bunda siyasi güç ve otoritesinin
zirvede olmasının yanı sıra gayrimüslimleri taklit etmeyi küfürle eşdeğer gören bakış
açısının da rolü vardı. Bu anlayışın değişimi ise Karlofça Antlaşması (1699) ile
başlayacaktır. 18. yüzyıldan itibarende Batı beğenilen ve dolayısıyla da taklit edilen
bir kültür haline gelmiştir.

Ticaretle başlayan kültürel etkileşim 15.yüzyıldan itibaren kendini göstermektedir.


İtalyanlardan sonra, 16-18. yüzyıllarda Fransız etkisi görülecektir. Diğer Avrupalıların
da liman şehirlerine gelip yerleşmesiyle özellikle 19.yüzyılda giderek artan ticari
ilişkiler sonucunda Osmanlı yüksek sınıfı tarafından Avrupa yaşam tarzı taklit
edilmeye başlanacaktır. Tanzimat’ın ilanıyla (1839) Batı’nın kanunları ve idari usulleri
de Osmanlı’ya girmiştir.

Avrupa Kültüründe Osmanlı Etkisi


1482’den başlayarak 16.yy. sonlarına kadar, Avrupa saraylarını ziyaret eden Osmanlı
elçilerinin kıyafetleri ve davranışları büyük ilgi uyandırmış, bu ülkelerde bir Türk
modasını başlatmıştır. Osmanlı elçilerine Avrupalı halk da büyük ilgi göstermiştir. Bu
gösterişli elçilik alayları, Batılı ressamların tablolarına da yansımıştır

16.yüzyılda Fransız elçilerinin sık sık İstanbul’u ziyareti, Osmanlıların yaşamını ve


kültürünü tanıma ve aynı zamanda Osmanlı üstünlüğünün sırlarını öğrenme
isteğinden kaynaklanıyordu. Böylece Avrupa saraylarında bir Osmanlı-Türk modası
başlamıştır.

Osmanlı’nın Avrupa üzerindeki bir diğer etkisi de tekstilde kendini göstermiştir.


Dokuma, desen ve boyama tekniği bakımından Avrupa ipekli ve pamuklu
sanayisinde Osmanlı izlerini açıkça görmek mümkündür.

Osmanlıların 16 yüzyıldaki askeri zaferleri, Avrupalıları derinden etkiledi ve onları


Osmanlı ordusu ve savaş yöntemi hakkında araştırmalar yapmaya itti. 17. yüzyılda
bu konuda eserler verildi. Askeri alanda Osmanlıya üstünlük sağlayan bir başka
özellik ise Osmanlı ordusunun manevra kabiliyeti yüksek askeri bir güce sahip
olmasıydı.

Avrupa’ya Bir Model Olarak Osmanlı Siyasal Rejimi


Yeniçağ Avrupa’sında, siyasal yapıda gerçekleştirilmek istenen temel hedef, merkezi
monarşileri kurmaktı. Bu konuda da Osmanlı Devletinin merkezi-mutlak rejimi örnek
olmuş, incelenmiş ve çeşitli eserlere konu olmuştur. Siyaset biliminin kurucusu kabul
edilen Machiavelli (1469-1527) Prens adlı eserinde İtalya’nın siyasal birliğini nasıl
sağlayacağı sorununa çözüm önerileri getirirken Osmanlı Devletini örnek olarak
göstermiştir.

18. yüzyıla gelindiğinde ise Akıl Çağı’nın siyaset teorisyenleri, Osmanlı rejimini Doğu
Despotizmi içinde değerlendirmişlerdir. Bu siyasi rejim, Fransız Aydınlanma
düşünürlerinden Montesquieu’nun ileri sürdüğü gibi coğrafi koşulların bir sonucu veya
Ortadoğu imparatorluklarının bir geleneği değil, Osmanlı-Avrupa mücadelesinin bir
sonucu idi.

Ünlü sosyolog Max Weber ise Osmanlı rejimini determinist bakış açısıyla keyfi
sultanlık olarak nitelendirmiştir. Hükümdarın otoritesini sınırlayan bir asiller sınıfının
veya temel bir kanunun olmamasını, Osmanlı padişahını, Avrupalı hükümdarlardan
ayıran en temel fark olarak görmektedir. Oysaki 14. ve 15. yüzyıllarda uçlardaki gazi
ailelerinin varlığı; İslâm’ı temsil eden ulema; ayrıca örfi kanun rejimi ve bürokratik
kurallar padişahın otoritesini sınırlayan unsurlardı.

Osmanlı siyasal rejimine karşı bir başka bakış açısı ise K. Marx ve F. Engels’in Asya
üretim tarzı adı altındaki yaklaşımlarıdır. Askeri sınıfın köylülerin artı üretimine zorla
el koymaları biçiminde yorumlanan bu anlayış vaktiyle Osmanlı idaresi altında
bulunmuş olan milliyetçi Balkanlı tarihçiler tarafından resmi tarih görüşü olarak
benimsenmiştir.

Sonuç olarak, Osmanlı tarihi ile Avrupa tarihi birbirine paralel gelişmiş; aynı
coğrafyada bir arada yaşamış toplumların tarihidir. Bugün Balkan dillerinde yaşayan
6000’e ulaşan Türkçe kelimelerin varlığı kültürel etkileşimin açık bir göstergesidir.
Güneydoğu ve Doğu Avrupa’da yerleşmiş ve 500 yıl yaşamış bir devlet olan Osmanlı
devleti hiç kuşkusuz bu coğrafyada sadece siyasi değil kültürel anlamda da derin
izler bırakmıştır.

Dini Hoşgörü Konusunda Osmanlı ve Avrupa


Bir İslam devleti olan Osmanlı Devleti’nin sistemli fetih politikası, gaza anlayışıyla
gerçekleştirildi. Fethin hemen ardından uygulanan iskan siyaseti ile de bu toprakları
vatan olarak benimsediğini ve kalıcılığını göstermiş oldu. Fethedilen topraklarda
yaşayan gayrimüslim halkın yerlerinde kalmalarına izin verildiği gibi her türlü can ve
mal güvencesi de teminat altına alınıyordu. Ayrıca din ve geleneklerini yaşama
özgürlüğü de tanınıyordu. Bu temel hak ve özgürlükler devlet güvencesi altına
alınarak gayrimüslimler devlete zimmetlenmiş sayılıyordu. Gayrimüslimler için
kullanılan zimmi kavramı da buradan geliyordu.

Osmanlı Devleti’nde farklı din mensuplarına geniş bir hoşgörü ile inançlarını yaşama
hakkı tanınırken Batı Avrupa’da aynı dinde olanlar arasında bile kıyasıya
mücadeleler yaşanıyordu. Yeniçağ Avrupa tarihi bir bakıma mezhep savaşlarının
tarihidir. Bu tarihlerde Avrupa için din ve mezhep özgürlüğünden söz etmek mümkün
değildir. Ancak yoğun mücadelelerden sonra bazı haklar elde edilecek ve mezhep
savaşları Protestanların zaferi ile sonuçlanacaktır. Ancak bu zaferin, aslında
burjuvazinin bir zaferi olduğu da unutulmamalıdır.

Sanatta Osmanlı-Avrupa Etkileşimi


Osmanlı ve Avrupa arasındaki etkileşim sanat alanında da karşılıklı izler bırakmıştır.
Siyasal ilişkilerin yanı sıra Batı ile kültür alışverişine giren ilk Osmanlı padişahı Fatih
Sultan Mehmet olmuştur. Antik tarihe ve kültüre ilgi duyan Fatih, kütüphanesini tarih,
coğrafya, tıp, felsefe konularında yazılmış çok çeşitli dillerdeki eserlerle doldurmuştur.
İstanbul’da yaşayan gayri Müslim ve Avrupalı bilim adamlarıyla ve tüccarlarla ilişki
içinde bulunan Fatih’in kütüphanesinde, İtalyan ve Katalan haritalarıyla; İtalyan
sanatçıların mitolojik konulu gravürleri de yer alıyordu.

Kanuni Sultan Süleyman dönemine gelindiğinde fetihlerin ilerlemesi, Avrupa ile artan
siyasi ve ticari ilişkiler, kültürel etkileşimi arttırdı ve bu etkileşim sanata da yansıdı. Bu
dönemde Avrupa sanatı üzerinde Osmanlı etkisi iki şekilde ortaya çıktı. Bunlardan
biri, Osmanlı ilerleyişine ve üstün otoritesine karşı duyulan korku ve tepki ile üretilen
eserlerden oluşurken; diğeri ise Osmanlı yükselişini anlamaya ve Osmanlı kültürünü
tanımaya yönelik verilen daha nesnel ve bilimsel çalışmalar ile sanat eserlerinden
oluşuyordu.

16. yüzyıldan sonra Avrupa’yla diplomatik ilişkilerin artması, kültürel etkileşimi


hızlandırmıştır. Bunun sonucunda 17. yüzyılda Avrupa’da daha gerçekçi bir Türk
imajı oluşmuştur. Bunda Osmanlı Devletine gelen elçilik heyetine eşlik eden
ressamların yaptığı resimlerin etkisi vardır. Resmi törenler, padişah ve ailesi, Osmanlı
kıyafetleri ve günlük yaşam sıklıkla resmedilmiştir.

Özellikle Osmanlı kıyafetleri ilginin odak noktasıydı. Nitekim 1610 yılında Fransa’da
sahnelenen bir bale gösterisinde müzisyenler Türk giysileri ile sahne aldılar. Ayrıca
saraydaki maskeli balolarda da Türk giysilerini giyme modası başladı. Ünlü yazar
Moliere de eserinde Türk törenine yer verdi. Bütün bu örnekler, Avrupalıların Osmanlı
kültürüne olan ilgisini gösteriyordu.

17. yüzyıla gelindiğinde Osmanlılar da Avrupa’yı daha yakından tanıma çabası içine
girdiler. Evliya Çelebi’nin yazdığı seyahatname, bu yüzyılda bir Türk’ün Avrupa’yı
nasıl gördüğünü gösteren güzel ve renkli bir eserdir. Avrupa kültürüne ve bilimine
duyulan ilginin artmasıyla 17. yüzyılda çok sayıda eser Türkçeye çevrildi. Aynı
yüzyılda Avrupa’da Türklerle ilgili eserler de yaygınlaştı. 17. yüzyıl Avrupa
resimlerinde de Türk motifleri kullanılmaya devam edildi. Ünlü Flaman ressam Peter
Paul Rubens, Türk kıyafet çizimleri yaptı. 17. yüzyıl Hollanda resmine Türk motifler
girmeye başladı.

II. Viyana bozgunundan sonra Osmanlı Devleti, Avrupa ülkelerine gönderdiği elçileri
aracılığıyla bilim, teknik ve kültürüyle ilgili daha kapsamlı bilgi edinme yoluna gitmiştir.
18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa’ya giden Osmanlı elçilerinin yazdıkları sefaretnameler
bu amaca hizmet etmiştir. 1721 yılında Paris’e elçi olarak giden Mehmet Çelebi,
Sefaretnamesinde Fransa sarayındaki bahçeleri, örf ve adetleri anlatmış; teknik
bilgiler de vermiştir.
1735’te sahnelenen Rameau’nun operasının ilk perdesi Gönlü Yüce Türk (Le Turc
Genereux) adını taşırken Carolet’in balesindeki bir perde de İyi Türk (Le Bon Turc)
adını taşıyordu. Yüzyılın sonlarında Türk ezgileri Mozart, Haydn ve Beethoven gibi
ünlü besteciler tarafından kullanılacaktır. Beethoven’in ünlü 9.senfonisinin sonundaki
mehter ezgileri bu etkileşimin güzel bir örneğidir.

12. Aydınlanma Çağı’nın Temel Özellikleri Ve


Aydınlanma Felsefesi
Burjuvazinin siyasal yapıda etkinliğini arttırmaya yönelik isteğini kurumsal alana
taşıyan düşünürler aydınlanma dönemi düşünürleridir.

Aydınlanma Felsefesi 17. yüzyıl ortalarından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar süren,
Rönesans, Reform ve Hümanizm akımlarıyla bağlantılı bir fikir hareketidir. Bu
hareketin siyasete en büyük katkısı iktidar kaynağının tanrısal kökenli olmayıp halka
ait olduğunun kabul edilmesidir.

Aydınlanma Felsefesi İngiltere’de başlayarak Fransa’ya geçmiş ve Fransız İhtilali’nin


düşünsel yönünü oluşturmuştur. Aydınlanma Felsefesinin İngiltere’de deneyci,
Fransa’da akılcı, Almanya’da ise mistik akılcı yönü ön plana çıkmıştır.

Aydınlanma Felsefesinin özü akılcılığa dayalıdır ve amacı Katolikliğin getirdiği peşin


yargılar ile siyasal peşin yargıları yıkmaktır. Bu peşin yargılara karşı çıkış Rönesans
ve Reform hareketleriyle başlamış ve 18. yy. Aydınlanma Dönemi’nin hazırlayıcısı
olmuştur.

İnsanın aklını kullanma cesareti bu dönemin parolası olmuştur. Newton ve


Kopernik ile insanın evrene ilişkin görüşleri köklü bir değişime uğramış; Decartes ve
Kant ile bu değişimin felsefi yönü oluşturulmuştur.

Aydınlanma Felsefesi, burjuvazinin yeni dünya görüşü olarak 18. Yy.’a damgasını
vurmuş, akla dayanan ve genel yararı esas alan bu düşünce sistemdir. Amaç,
insanın mutlu olmasıdır. Nitekim İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi (1789)’nin evrensel
yönü de bunu vurgulamaktadır. İktidarın kaynağı Tanrı’dan halka indirgenmiştir.

Hedef, İnsanların doğuştan birtakım haklara sahip olduklarını kabul edip, akla dayalı
evrensel hukuk ilkelerinin geçerli kılınmasıydı.

Kan soyluluğuna dayalı birtakım ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasıyla zaten ekonomik


güce sahip bulunan burjuvazi, siyasi yapıda da güç sağlayabilecekti.

Aydınlanma Felsefesi ile akılcı ve ilerlemeye açık, insanların mutluluğunu hedefleyen


bir dünya görüşü hâkim olmaya başladı. Öte dünya mutluluğu ile avutulan insanların
bu dünyada mutlu olabilecekleri, herkesin eşit ve özgür olduğu düşüncesi, bütün
insanlığın ihtiyaçlarına cevap veriyordu. Ama bundan en çok burjuvazi yararlandı. Bu
akılcı dünya görüşünü, özgürlük fikrini, bir yandan eşitliği sağlamada, bir yandan da
ticaret hacmini genişletmede kullandı. Sonuç olarak özel mülkiyetin dokunulmazlığı,
üretimin artması, üretim araçlarının sahibi olan ve ticareti elinde tutan burjuvazinin
gücüne güç kattı. Aydınlanma Dönemi’nde ileri sürülen düşünceler de burjuvazinin
siyasal iktidarını meşrulaştırmış oldu.

Sonuçta Aydınlanma Felsefesi bir burjuva felsefesi oldu .

Aydınlanma Felsefesinin İlkeleri

1. Bilim, Doğa ve Felsefe : Bu dönemde doğa bilimlerine duyulan ilgi artmış, uygulama
ön plana çıkmıştır. Voltaire matematikle, Didero t, anatomi, fizyoloji ve kimya ile, J.J.
Rousseau botanikle uğraşmıştır. Halkın anlayabileceği eserler, sözlükler ve
ansiklopediler döneme damgasını
vurmuştur. D’Alembert ve Diderot’un Ansiklopedisi, 18.yüzyılın simgesi olacaktır.
Dönem astronomi ve fizik alanında gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Newton’un
çekim kuramı, düşünceye yenilik getirir, Lagrange ve Laplace gök mekaniği ile ilgili
önemli veriler elde ederler, Lavoisier kimya alanında önemli atılımlar
yapar, Buffon doğa bilimleriyle ilgili pozitif ve laik görüşler ileri sürer. 18.yy.filozoflar
yüzyılı olmuştur Filozofların her şeye kuşkuyla yaklaşmaları dikkat çekmektedir.
Tarihsel dinleri reddeden bir eğilim içinde olan filozoflar, görüşlerini akıl yoluyla ortaya
koymaya çalışmışlardır. Düşüncelere, çözümleme ve yararlılık egemen olmuş ve
sosyal olaylar incelenmeye başlanmıştır. Örneğin Voltaire 14. Louis’in Yüzyılı adıyla
ilk tarih kitabını yazar. Fizyokratlar , toplumun ekonomik yapısını inceleyerek, gelirin
toplumda nasıl üretildiğini ve nasıl paylaştırıldığını araştırırlar ve iktisat biliminin temel
esaslarını ortaya koyarlar. Montesquieu , iklimin ve coğrafi yapının, yönetim yapısı
üzerindeki etkisini inceleyerek sosyal bilimin olasılığını gösterir. Locke ise liberalist
görüşleri ile siyaset biliminin temellerini ortaya koyar. Bilimsel gelişmelerin ışığında,
mutlak monarşi ve geleneksel yapı sorgulanmaya başlanır. Yönetime ilişkin yeni
çözüm önerileri getirilir; bazı düşünürler aydınlardan oluşan bir yönetimi yani aydın
despotizmini savunurken, bir kısmı despotluğa şiddetle karşı çıkarak, bireyin
özgürlüğünü amaç edinir; Montesquieu, despotizmi, özgürlüğün düşmanı olarak
görür; özgürlüğün sağlanabilmesi için de yasama, yürütme ve yargı gücünü
birbirinden ayırır. Daha sonra bu ilke, güçler ayrılığı olarak kabul görecektir.
Rousseau ise eşitliği savunarak halk yönetiminden yana görüşler ileri sürer. Bu
görüşler sonraki yüzyılları da derinden etkiler ve 19.yy.da çeşitli ideolojik
mücadelelere kaynaklık eder.
2. Akıl: Bu dönemde akıl, gelenek ve Tanrı iradesinin önüne geçer. İnsanlığın ilerlemesi
ve mutluluğu ancak evrensel akıl ile sağlanabilir düşüncesi, döneme hâkim olmuştur.
3. Laiklik: Aydınlanma Dönemi’nde her şeyin aklın rehberliğinde, bilimsel bir metotla
incelenmesi ve laik temele oturtulması esas olmuştur.
4. Mutluluk: Dönemi’nin amaçlarından biri de insanın bu dünyada mutlu olmasını
sağlamaktır. Bunu sağlamak için de peşin yargılardan kurtulması gereklidir.
5. Özgürlük: Peşin yargılar ve sınırlamalar olmaksızın insanın kendini, evrendeki yerini
ve doğayı anlama çabası, akılcılığın gereklerindendir. Ayrıca Voltaire’in
formülleştirdiği; ticaretin zenginliği, zenginliğin özgürlüğü, özgürlüğün ticaretin
gelişmesini ve ticaretin gelişmesinin de devletin büyüklüğünü sağladığı inancı
döneme hâkim olmuştur.
6. Kendine Güven : Kendine güvenen, akılcı ve özgür insan, Aydınlanma Dönemi insan
tipidir.
7. Hukuk: Hukuk ilkelerini akla uygun ve eşitlikçi bir hale getirmek hukuk reformu
gerçekleştirmek amaçlanmıştır.

Doğa Yasası ve Ekonomik Liberalizm


Aydınlanma çağında yaşanan gelişmelerin temelinde, insanı ve evreni düzenleyen
doğa yasalarını bulma amacı yatmaktadır. Buna göre doğanın bir makine olduğu ve
insanın da bu doğa yasalarına bağlı bulunduğu ileri sürülüyordu.

Rasyonalizmin babası sayılan Descartes her şeyi sorgulayarak kesin bilgiye


ulaşmaya çalışmıştır. Bunu da “Düşünüyorum o halde varım!” söylemiyle ifade
etmiştir. Dğanın evrensel matematik kanunlarına bağlı olduğunu savunan
Descartes’ın bu görüşleri Newton’un düşüncelerine temel olacaktır.

Newton da genel çekim yasasını bularak tüm evreni tek bir çekim yasasının hâkim
olduğu dev bir makine olarak görecektir. Birbirine yakın iki cismin ağırlıklarıyla doğru
orantılı olarak birbirini çektiğini ileri süren Newton, böylece gezegenlerin güneş
etrafında sabit bir yörünge ile dönme nedenine de açıklık getirecektir.

Bu dönemde evrenin tam bir uyum ve düzen içinde olduğu ve bu düzenin doğa
yasaları sayesinde mükemmel bir saat gibi işlediği düşüncesi hâkim olmuştur.

Newton’un doğa yasasına ilişkin düşüncelerinin ekonomik yaşama uygulanmasıyla


yeni bir toplum bilim dalı olarak politik ekonomi gelişmeye başlamıştır.

Fizyokratlar olarak anılan düşünürler, ekonomide “Laissez-faire” (bırakınız


yapsınlar ) ilkesini geliştirdiler. Fizyokratlara göre ekonomik, toplumsal ve siyasal
tüm kurumlar, doğal yasalara bağlı bulunuyordu. Bu durumda ekonomiye dışarıdan
yapılan herhangi bir müdahale, bu düzeni bozacağından insanların mutsuz olmasına
neden olacaktı. Bu nedenle yapılacak düzenlemelerin doğal düzene uygun olması
gerekliydi ve devlet ancak özel mülkiyeti korumak için ve kamuyla ilgili bazı konularda
müdahalede bulunabilirdi. Ayrıca fizyokratlar bir ulusun zenginliğinin kaynağı olarak
doğayı görüyorlardı.

Adam Smith’de ekonomik yaşamın doğal yasalara bağlı bulunduğunu savunmuş


ancak ulusların zenginliğinin kaynağının doğa değil emek olduğunu ileri sürmüştür.
1776’da yayınlanan Ulusların Zenginliği adlı ünlü eseri kapitalizmin temel kitabı
olacaktır. Ona göre ülke çıkarlarının korunması için serbest dolaşımın sağlanması ve
gümrük duvarlarının kaldırılması gerekiyordu.

Bu düşüncelerle devletin ekonomiye müdahalesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır.

Aydınlanma Çağı’nda Edebiyat, Sanat ve Müzik


Edebiyat
Aydınlanma çağı edebiyatta düz yazı çağı olarak anılmaktadır. Matbaanın
yaygınlaşması ve edebi eserlerin ulusal dillere çevrilmesi daha geniş kitlelerin yazılı
eserlere ulaşmasına olanak sağlamıştır. 18. Yüzyıl Fransız edebiyatında Voltaire,
Condorcet ve Rousseau gibi yazarla öne çıkan isimler arasındadır.

Voltaire, Candide adlı romanında gelişmek için insanın teknolojik gelişmelere değil


kendi kendisine odaklanması gerektiğini vurgular.

Rousseau ise Emile isimli romanında eğitimin amacının yaşama sanatını öğretmek


olduğunu söyler.
Aynı dönemde İngiltere’de Jonathan Swift, Gulliver’in Gezileri isimli eserinde savaş,
kavga ve kötülüğü eleştirir.

Yine İngiliz Samuel Johnson ise hiciv, şiir ve dil bilimi alanındaki eserleri ile dönemin
önemli yazarlarından sayılabilir.

Almanya’da Gotthold Lessing ise eserlerinde akıl çağı konularını ele almıştır.

Sanat
Aydınlanma Çağı’nın sanat anlayışının hazırlık evresi Rönesans Dönemi olmuştur.
Resim sanatı daha demokratik bir içerik kazanırken, heykelde ise daha duygusal ve
hareketli figürler öne çıkmıştır. Versailles Sarayı döneme ait önemli mimari eserler
arasındadır.

Müzik
Aydınlanma Çağı’nda Rönesans’ta ortaya çıkan din dışı müzik türlerinden oper a
etkinliğini sürdürmüş, oratoryo, senfoni ve quartet müziğine ilk örnekler verilmiştir.

Georg Friedrich Handel (oratoryo müziğinin de ilk bestecisidir), Christoph Gluck, ve


Wolfgang Amedeus Mozart gibi daha çok Alman sanatçılar öne çıkmış, Johann
Sebastian Bach da orkestra, oda müziği ve sonat gibi müziğin pek çok türüne katkıda
bulunmuştur.
İlk senfoni ve quartet örneklerini veren Franz Joseph Haydn ile her türden çok sayıda
eser besteleyen Mozart, Çağ’a isimlerini vermişlerdir.

Aydınlanma Çağı’na Etki Eden Bazı Düşünürlerler


John Locke (1632-1704)
Locke 1690 yılında kaleme aldığı Hükümet Üzerine İki Deneme isimli eserinde
kapitalist sistemin oluşturulması için ihtiyaç duyulan kurumların oluşması için gerekli
burjuvazi ideallerini kaleme almıştır.

Locke da Hobbes gibi devletin oluşumunu bir sözleşmeye dayandırır. Ancak


Hobbes’tan ayrıldığı nokta, insanların doğal yaşama halinde yani devlet kurulmadan
önce tam bir eşitlik ve özgürlük içinde olduğu ve insanların temelde iyi olduğu
görüşüdür. Yani Hobbes’taki gibi “ insan insanın kurdu ” değildir.

İktidarın sınırlandırılması ve bu amaçla yasa yapan ve bunları uygulayan güçlerin


ayrı ellerde toplanması gerektiğine ilişkin görüşleriyle Locke, demokratikleşme
yolundaki önemli kilometre taşlarından biri sayılır.

Montesquieu (1699-1755)
Montesquieu, aristokratik libaralizmi savunur. “Yasaların Ruhu” adlı eserinde,
yasaların her yerde farklı olduğuna dikkat çekerek bu farklılığın nedenini, ülkelerin
coğrafi konumuna ve iklim yapısına bağlar. Bu eserinde, iklimler kuramı, yönetim
biçimleri kuramı ve kuvvetler ayrılığı üzerinde durmuştur.

Montesquieu’ya göre “ kuvvet kuvveti durdurmalı ” yoksa özgürlük olmaz. Devletin


üç ayrı görevi olduğundan söz eder; yasaları yapmak, bunları uygulamak ve suçluları
cezalandırmak. Böylece her güce bir karşı güç oluşturularak, kuvvetin kuvveti
durdurması sağlanacaktı.

Yürütme gücünün krala verilmesini, yasama gücünün ise halk ve soylulardan oluşan
iki meclise verilmesini savunan Montesquieu’nun amacı; kral, soylular ve halk
arasındaki siyasi ve sosyal dengeyi sağlamaktır. Öte yandan krala veto hakkı vermiş,
yargı üzerinde de yasamanın yetkisini tanımıştır. Aslında Montesquieu, sınırlı
yani meşruti monarşiy i savunmuştur.

Jean Jacques Rousseau (1712-1778)


Halkın iktidarını, her alanda eşitliği ve mutlak demokrasiyi savunur. Amacı eşitlikçi bir
demokrasi oluşturmak olan Rousseau, milleti, egemenliğin sahibi olarak görmüştür.
Rousseau da toplumu bir sözleşmeye dayandırmaktadır. O, insanların doğal yaşama
halinde mutlu, eşit ve özgür olduğu düşüncesinden hareket eder. Kurulan devlet
tarafından herkesin özgürlüğünün güvence altına alınmasını ister.

Doğrudan doğruya demokrasiyi savunan Rausseau’ya göre halkın vekille temsili


durumu söz konusu olduğunda, halkın direktiflerini yerine getirmeyen vekil yine halk
tarafından azledebilecektir. Rousseau’nun “ Toplum Sözleşmesi” nde bahsi geçen
ve “Emredici Vekalet ” olarak anılan bu kavram Rousseau’yu burjuvazi için tehlikeli
kılar. Çünkü bu anlayışla sınıfsal biçimlenme devlet yönetimine yansıyabilecektir.
Burjuvazi ise tamamen bağımsız milletvekillerinin temsil edildiği bir rejimi
yeğlemektedir.

Voltaire (1699-1778)
18. yüzyıl “Voltaire’in Çağı” olarak kabul edilmektedir. Feodal yapıya ve Katolik
Kilisesine karşı çıkışlarıyla, akılcı yaklaşımı ve alaycı üslubuyla tanınan Voltaire,
Fransız İhtilali’nin düşünsel yönünü hazırlayan en önemli düşünürlerden biridir.
Özellikle düşünce özgürlüğünü sağlamak için büyük mücadele vermiştir. Katolikliğe
ve kiliseye karşı savaş açan Voltaire, Katolikliği peşin yargılar, boş inançlar ve
bağnazlıkla eşdeğer görmektedir. Ancak bir yandan da dinin sosyal yararına
inanmakta ve bağnazlıktan arınmış bir dini savunmaktadır.

Voltaire’in zaman zaman ileri sürdüğü fikirleriyle çelişkiye düştüğü de görülmektedir.


Örneğin boş inançlara karşı savaş açıp öte yandan sosyal sınıflar arası hiyerarşinin
gerekliliğini savunur. Egemen sınıfın daha da zenginleşmesini hedefleyen, burjuva
mülkiyet anlayışı da bu örnekler arasında sayılabilir. Voltaire gibi başka birçok
düşünüründe burjuva ideallerini savunan görüşler bildirdiği görülür.

13. Sanayi Devrimi


Devrim sözcüğü var olan siyasal, teknolojik vb. bir düzenin ortadan kaldırılıp yerine
yeni ve köklü değişiklikler içeren bir düzenin konmasıdır. Sanayi devrimi, Avrupa’da
18. ve 19. yüzyıllarda yeni buluşların üretime olan etkisi ve kol gücü yerine buharla
işleyen makinaların üretim kapasitelerini artırmasıyla tarım ekonomisi yerine
makinelerin yer aldığı bir ekonomik yaşama geçişi ifade eder. İngiltere’de ortaya çıkıp
önce Avrupa’ya ve günümüze kadar da Dünya’ya yayılmıştır.
Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de Doğuş Nedenleri
İngiltere’de demokrasi ile birlikte kapitalizm, serbest ticaretin gelişimi ve coğrafi
keşifler sayesinde ticaret ve sömürgeciliğin sermaye birikimini artırması, nüfus artışı
ile iş gücünün artması, lonca sisteminin etkisinin azalması, artan hammadde
olanakları, tüketim mallarına talebin artması, sanayide kullanılan kömür ve demir
yönünden zengin kaynakları, Sanayi Devrimi’nin İngiltere’de doğuşunun sebepleridir.

Lonca sistemi; aynı meslek grubuna bağlı zanaatkârların oluşturduğu; rekabeti


önleyici şekilde kaynakların, üretimin, fiyatların kendi içinde kontrol edildiği ve piyasa
üzerinde devlet kontrolünü sağlar nitelikteki mesleki birliktir.

İngiliz Sanayi Devrimi


Sömürgeler sayesinde hammadde olanaklarının fazlalığına rağmen iç pazar ve
sömürge pazarları için üretimin yetersizliği, zanaatkârların üretime yönelik ilk
buluşlarını gerçekleştirmelerini sağlamıştır. Sanayi Devrimi, öncelikle dokuma ve
demir sanayiinde gerçekleşmiştir. Buluşlar sayesinde üretimin artması diğer
buluşların önünü açmıştır. 18. yüzyılda John Kay’in “uçan mekik” adlı buluşu
sayesinde daha hızlı dokunan iplik, iplik ihtiyacını artırdı. Buna paralel olarak James
Hargreaves iplik üretimini hızlandıracak bir makine icat etti. Richard Arkwright
tarafından bulunan su gücüyle çalışan makine, seri imalata olanak sağlayarak ilk
dokuma fabrikasının 1771’de kurulmasını sağladı. 1775’te James Watt’ın yaptığı bir
buhar makinası ile kentlerde de fabrikalar açıldı ve üretim daha da arttı.

Abraham Darby’nin odun kömürü yerine kok kömürüyle demir üretmesi ve daha
sonra buhar makinesinin olanakları, demir sanayiinin kömür ve kaliteli demir
cevherlerine taşınmasını sağladı. Buna paralel olarak 18. yüzyılın son çeyreğinde
inşaat, demir yolları ve pek çok alanda demir kullanılmıştır.

Buhar gücü sayesinde artan üretim ve bu üretimin, 1844’lerden itibaren Samuel


Morse’un telgrafı, 1876’dan itibaren Alexander Graham Bell’in telefonu gibi diğer
buluşlara olanak sağlaması, teknolojik gelişmeleri tetiklemiştir.

İngiltere’den sonra bu makineleşmeden tüm Batı Avrupa faydalanmaya başlamıştır.


Sanayileşen ülkeler deniz aşırı ülkelerden, ticaret ve sömürgecilik ile hammadde
alarak, üretilen maddeleri ve hizmetleri sattılar. Bu sayede artan refahla beraber yeni
toplumsal sınıflar oluştu. Sınıfsal çelişkiler ve sanayileşen ülkeler arası rekabet arttı.

Üretim süreçlerinde modern bilim ve tecrübenin sistematik olarak uygulanması,


ekonominin dış pazara yönelmesi, büyük sermayeye dayalı fabrikalaşma, işgücünün
mamul mallar ve hizmet üretiminde yoğunlaşması, Sanayi Devrimi’nin ekonomik
sonuçlarıdır.

Sanayi Devrimi’nin Sonuçları


Ortaya çıktığı tüm ülkelerde hemen hemen aynı özellikleri gösteren Sanayi
Devrimi’nin, birdenbire ve belli bir süreçte veya tek bir olayın sonunda varolduğunu
söyleyemeyiz. Ancak “Sanayi Devrimi” adıyla nitelendirilebilecek özel bir gelişme
biçimi, sanayileşen toplumların ekonomik ve sosyal yapılarında belirgin ve
gözlemlenebilir sonuçlara yol açarken, uluslararası ilişkiler açısından da dünyayı
derinden sarsan etkiler yarattı.
Amerikan Devrimi
Keşiften sonra Kuzey Amerika’da 1607’den başlayarak İngiltere tarafından kurulmuş
13 koloni krallığın sömürgeleri olmuşlardır. Diğer devletlerden farklı olarak bu
koloniler Avrupa tipi yaşantıya sahip İngiliz göçmenlerden oluşmaktadırlar.

Liberal düşünceler, İngiliz kilisesinde reform yapmaya çalışan Prütan hareketi,


demokratik ilkeler sebebiyle Kuzey Amerika kolonilerinde oluşan yönetim tarzı, daha
sonra çoğunluğa dayalı ve özerk olarak resmileşmiş olacaktı.

İngiltere siyasal açıdan bu kolonilere müdahalesinin vali ataması yapmakla sınırlı


olması Amerika Devrimi’nin sebeplerinden biridir. Atanmış valiler ve halkın seçtiği
meclis özellikle vergiler konusunda çekişmeler yaşamışlardır.

Bağımsızlık Savaşı
Fransa ve İngiltere’nin koloniler üzerindeki denetim çabaları ve bu nedenle çıkan
savaşlar, 7 Yıl Savaşları (1756-1763), İngiltere’nin üstünlüğü ile sonuçlanmış ve bu
durum İngiliz mali sisteminde sıkıntı doğurmuştur.

İngiliz Parlamentosu’nun mali sıkıntıyı çözmek için yayınladığı kanunlar; “Şeker


Kanunu”, “Kâğıt Para Kanunu” ve “Asker Konaklama Kanunu” ve koloniler ile asıl
muhalefeti doğuran “Damga Pulu Kanunu” dur. Bu kanuna göre, resmî makamlardan
verilecek belgelere damga pulu yapıştırılması zorunluluğu getiriliyordu. Samuel
Adams gibi koloni avukatlarının “temsil edilmeksizin vergilendirme” ve özgürlüğe
tehdit olarak tanımladıkları bu kanunlar, “Damga Pulu Kanunu’nun kendilerine
yönelttiği tehdidi” görüşmek üzere kolonilerin yaptığı toplantılarda “kolonilerde kendi
meclisleri dışında hiç kimsenin vergi koyamayacağı” kararının alınması sonucunu
doğurmuştur.

İngiliz Parlementosu’nun yaptığı iyileştirmeler sonrasında sağlanan geçici barış,


İngiltere maliye bakanı Charles Townshend’in Amerikan ticaretinden daha fazla vergi
alınması için oluşturduğu mali program ile kâğıt, cam, boya ve çay üzerine ihraç
vergileri konulması ve üst mahkemelere istenilen yerde arama tarama yetkisi
verilmesi ile bozulmuştur.

Önderliğini Massachusetts Kolonisi’nin yönettiği boykot, İngiltere tarafından asi ilan


edilmesini sağlamıştır. Ayrıca boykot sonrası “çay” dışında diğer ürünler üzerindeki
ithalat vergileri kaldırılmıştır.

Çay üzerine konulan vergilerin azaltılması, Doğu Hindistan Şirketi’nin eline almış
olduğu çay ihraç tekeli sayesinde çayı ucuza satması, bu sebeple darbe alan kaçak
çay ihracatçılarının bağımsızlık isteyen gruplara katılmaları gibi olaylar sonunda
gerginlikler tırmanmıştır. 16 Aralık 1773 gecesi Boston Limanı’nda demirlemiş İngiliz
gemilerine girilerek çayların denize atılması ile beraber İngiltere Boston Limanı’nı
ticarete kapatmıştır.

Bu olaylarla büyüyen İngiltere karşıtı hareket, kolonileri birleştirmiş, yapılan Kıtasal


Kongreler’de İngiltere ile ithalat ve ihracatı durdurma, ardından da George
Washington’un başında bulunduğu “Amerika Kıta Ordusu kurulması” gibi önemli
kararlar alınmıştır. İngilizlerle gerçekleşen çatışmalar ve savaş süreci ile
propagandalar, kolonilerde bağımsızlık fikrini belirgin hale getirmiştir.

7 Haziran 1776’da bağımsızlık ilkesi ve ardından 4 Temmuz 1776’da Thomas


Jefferson’un hazırladığı bağımsızlık bildirisi kongre tarafından kabul edilmiştir.
Demokrasi tarihi açısından büyük öneme sahip bu bildiride, tarihte ilk defa insanların
doğuştan sahip olduğu haklar ve özgür demokratik bir yönetimin temel ilkeleri ortaya
koyulmuştur.

Bu bildiri ile beraber kurulan “Amerika Birleşik Devletleri”ne karşılık yürütülen askeri
mücadele, İngiltere’nin yenilmesi ve bu yeni kurulmuş devleti tanıması ile
sonuçlanmıştır.

Fransız Devrimi
Fransa’da 1789-1799 yıllarını kapsayan, burjuvazinin mutlak monarşi ve feodal
yapılanmayan son vererek ülkenin siyasal ve toplumsal yapısının temellerini
değiştiren ve ülkenin birliğini kuran, siyasal ve toplumsal değişim sürecine “Fransız
Devrimi” denmektedir. Burjuvazinin iktidarı, liberalizm ile birlikte ulus devlet
düşüncesinin gelişmesi ve bugüne kadar uzanan dünyaya etkileri bakımından bu
devrim önemlidir.

Liberalizm; temelinde özgürlük kavramının şekillendirdiği, düşünce özgürlüğü


çerçevesinde bireylerin ifade özgürlüğünü sınırlamalar olmaksızın özel girişimciliğin
ve serbest piyasa koşullarının ekonomik alanda geçerliliğini sağlamayı amaçlayan ve
bu amaçların gerçekleşmesine yönelik olarak toplumsal yaşama devlet vb.
müdahalelerini en asgari düzeyde tutmayı ve hukukun üstünlüğünü esas alan bir
toplum düzenini hedefleyen öğretidir.

Fransız Devrimi’nin Düşünsel ve Sosyoekonomik Nedenleri


Devrim öncesi Fransa’da toplumsal yapıyı şu gruplar oluşturmaktadır:

 Sayıca az, toprakların büyük bir kısmına ve geniş haklara sahip, fakat vergi
ödemeyen “asiller”,
 Ülkedeki toprakların dörtte birine sahip, vergi muafiyetine sahip, yüksek gelirler elde
edebilen “ruhban sınıfı”,
 Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan, ortak özelliği tüm vergileri ödemek olan halk
ve
 Bu üçünün üstünde bulunan kral ve hanedan üyeleri.

Eşitsizlik temelinde kurulan bu feodal yapı, halk tarafından tepki çekecek bir ortam
oluşturmaktaydı.

Montesquieu, Jean Jacques Rousseau, Diderot, Voltaire gibi 18. Yüzyıl “Aydınlanma”
düşünürlerinin mutlakiyetçi yönetime karşı görüşleri, ekonomik bakımdan giderek
zenginleşen, burjuvazi ve halk tarafından benimsenmiştir. Düşünsel açıdan bir diğer
etki ise Amerikan Devrimi olmuştur.

Ekonomik nedenlere bakıldığında, sanayi alanındaki teknik gelişmeler ile tüccar ve


sanayicilerin ekonomik güçlerinin artmasına rağmen siyasal olarak söz hakkına sahip
olmamaları, bu sebeple halk ile vergileri toplayan ve siyasal düzlemde belirleyici olan
asiller ve ruhban sınıfıyla olan huzursuzluk Fransız Devrimi’nin oluşmasını
sağlamıştır.

Mali nedenlerde ise, İngiltere ile yapılan 7 yıl savaşları ve bu savaşlar sonucunda
gelen yenilgiyi telafi etmek için Amerikan bağımsızlık hareketine yapılan yardımlar,
saraya ve asillere yapılan harcamalar sonucunda, iç borçların artmasına ve bütçe
açıklarının ortaya çıkması bulunur.

Devrimin Başlangıcı ve Gelişimi


Devrimin başlangıcı ve gelişimi ise şöyle açıklanabilir:

1787’de başbakanlığa getirilen Brienne, asil, ruhban ve halk sınıfının temsilcilerinden


oluşan fakat ferdi oy yerine sınıfsal oylamanın bulunduğu sınıflar meclisini toplantıya
çağırmıştır. Kralın halk temsilcilerinin ferdi oy isteğine karşı gelmesiyle, 17 Haziran
1789’da halk sınıfı kendilerini “Ulusal Meclis” ilan etmişlerdir. Meclisin iradesi
olmaksızın hiç kimsenin vergi koyamayacağına dair kararın engellemelerine rağmen
kral, bu üç sınıfın oluşturduğu meclisi tanımak zorunda kalmıştır.

Bu gelişmelerle kendi güvenini sağlamak için yabancı askerleri Paris’e getirtmeye


çalışan krala karşılık meclis vergi konusunu bırakıp kralın yetkilerinin sınırlandırılması
için anayasa hazırlamaya başladı. 9 Temmuz 1789’da meclis, kendisini “Kurucu
Meclis” ilan etti.

Bu üç sınıf ve kral arasındaki çekişmelerden doğan gergin ortam, halk tarafından


Paris Belediyesi’nin ele geçirilmesi sonucunu doğurdu, Lafayette’in başına getirildiği
“Milli Muhafızlar adında bir ordu kuruldu. Bastille Hapishanesi, ardından asillerin
şatoları ve şehirlerin yönetimleri ele geçirildi ve Komün isimli yeni yönetimler kuruldu.

İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi (26 Ağustos 1789)


Kurucu Meclis, 4 Ağustos 1789’da asillerin ve ruhban sınıfının imtiyazlarını kaldırarak
Fransa’da feodal sistemin ve mutlakiyetçi yönetim anlayışının yıkılmasını sağladı.

26 Ağustos 1789’da yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, dünyada büyük etki
uyandırmıştır. Açık ve anlaşılır bir üslupla yazılmıştır. Evrensel değerlere sahip tüm
insanlığı kapsayan özgürlükçü bir bildiri olması bu etkinin en büyük nedenlerindendir.
İlkeleri sayesinde demokratik rejimlerin kurulmasına olanak sağlanmıştır.

Kısa sürede değişen sosyoekonomik yapıyı engellemelere karşın, halk 5 Ekim


1789’da Versailles Sarayı’na yürüdü ve Kral ve ailesi Paris içindeki Tuileries
Sarayı’na nakledildi.

1791 Anayasası
1791 anayasası ile yasama yetkisi Ulusal Meclise, yürütmenin başında olan krala ise
bir defaya mahsus veto yetkisi verilmiştir. Yargı gücü ise halk tarafından seçilen
yargıçlara verilmiştir. Bu anayasa ile birlikte meşruti monarşi rejimi yürürlüğe girmiştir.

Avrupa Devletleri ve Fransa’nın Savaşa Girmeleri


Egemenliğin millete ait olmasına dayalı Fransa’daki bu yönetim ve Kralın yetkilerinin
sınırlandırılması, Mutlak Monarşi ile yönetilen diğer Avrupa devletlerinde rahatsızlık
doğurmuştur. Kralın kaçmasına rağmen yakalanması ve görevden alınması da bu
durumu pekiştirmiştir. Avusturya ve Prusya İmparatorlarının yayınladığı Pillnitz
Bildirisi’nin ardından Göçmenler Ordusu kuruldu. Bunun sonucunda Fransa,
Avusturya ve Bohemya’ya savaş açtı. Savaş sürerken 21 Eylül 1792’de Fransa’da
Yasama Meclisi tarafından Cumhuriyet ilan edildi.

Konvansiyon Meclisi
Cumhuriyet Meclisi, Konvansiyon Meclisi olarak adlandırılmaktadır. Meclis Avrupa
halklarına yönelik yayınladığı bildiride, Fransız Devrimi’nin ilkelerini tanıtmış ve
Fransız ordusunu da bu ilkeleri yaymakla görevlendirmiştir. Kral XVI. Louis
yargılanarak 21 Ocak 1793’te giyotinle idam edilmiştir. Avrupa devletlerinden oluşan
1. Koalisyon bu duruma karşılık Fransa ile 1815’e kadar süren bir savaşa başlamıştır.
Danton, Robespierre ve Jakoben Derneği’nin Fransa’da yönetimi ele geçirmesi
ardından Konvansiyon Meclisi’nin diktatörlük yönetimi kuran bu kişileri tutuklamasının
ardından 1795 yılında kabul edilen III. anayasa, Direktuvar Dönemi’ni başlatmıştır.

Direktuvar Dönemi
Konvansiyon Meclisi 1795 yılında yeni bir Anayasayı, Fransa’nın III. Anayasası’nı
hazırladı. Yeni yönetim dönemine, Direktuvar Dönemi denmektedir.

Bu dönemde, yürütme 5 kişiden oluşan ve direktör denilen bir kurula verilmiştir.


Napoleon Bonaparte’nin gerçekleştirdiği darbe bu döneme son vermiştir.

Napolyon Dönemi (1799-1815)


Avrupa ile yürütülen savaşlarda sivrilen Napolyon, yaptığı darbeden sonra üç
konsülden oluşan bir hükümet kurmuş, kendisi de iktidarın gerçek sahibi olan I.
Konsül olarak seçilmiştir. Napolyon’un I. Konsüllük Dönemi’nde Fransa’nın bugünkü
vilayet (départemen) sistemi, merkeziyetçi bir yaklaşımla yeniden düzenlendi.
Yargıçların halk tarafından seçilmesi yerine hükümetçe tayin edilmesi, Fransız
Merkez Bankası’nın kurulması, “Codé Napoléon” denilen ilk Fransız Medeni
Kanunu’nun yayınlanması, din adamlarını devletin maaşlı görevlileri hâline getirmek
gibi reformlar, toplum hayatında devletin kontrolünü artırdı. Böylece Fransa’yı birleşik
ve bütünleşmiş bir yapıya dönüştürecek temel adımlar atılmıştır.

1804’te kendisini imparator ilan eden Napolyon, diğer devletlerle olan savaşlardaki
yenilgiler sonucu 1814’de sürgüne gönderilmiştir.

Fransız Devrimi’nin Avrupa’daki Etkileri


Fransız Devrimi’nin Avrupa’daki etkileri ile mutlak monarşiye dayalı yönetimlerde ulus
egemenliğine geçiş düşünceleri yayılmıştır. Çok uluslu imparatorlukların ulus
egemenliği ve laik bir düzene bağlı yönetimlere dönüşmesine olanak sağlamıştır.

1830 Devrimleri
Napolyon savaşları sonucunda bozulan Avrupa haritasını çıkarlarına yönelik yeniden
düzenlemek isteyen mutlak yönetim yanlısı devletler, 1815’te Viyana Kongresini
topladılar. Bu kongrede alınan kararlar ile harita yeniden şekillenmiş fakat bu
şekillenme milliyet, dil, din gibi unsurlar göz önünde bulundurulmadan yapılmıştır.
Avrupa’da 1815 1830 arasındaki bu döneme Restorasyon dönemi denilmektedir.
Kutsal İttifak (26 Eylül 1815)
Sürgünde bulunan Napolyon’un Fransa’ya dönmesi üzerine, tedirgin olan Rusya,
Avusturya ve Prusya arasında Kutsal İttifak adı verilen bir bağlaşma 26 Eylül 1815’te
ortaya çıktı. Kutsal İttifak adı verilen bu bağlaşmanın asıl hedefi, Fransız Devrimi ve
onun getirdiği düşüncelere karşı olarak, mutlakiyetçi anlayışı güçlendirmekti.

Dörtlü İttifak (20 Kasım 1815)


Bu ittifakın kurucusu Prens Meternich’tir. Bu yüzden Meternich Sistemi de
denmektedir. Kutsal İttifak’a İngiltere’nin eklenmesi ile 20 Kasım 1815’te Dörtlü İttifak
kurulmuştur. Osmanlı devletinde ortaya çıkan Yunan isyanı sonrasında Fransa ve
Rusya dışındaki devletler Osmanlı’ya karşı bir tutum sergilemişler ve kendi imzalarını
çiğneyerek ulusçu bir harekete katkı sağlamışlardır.

Ulusçuluk ve özgürlük temelindeki liberal fikirler sadece siyasal alanda kalmayıp,


dinsel ve ekonomik alanlarda da yayılarak, Avrupa toplumlarının düşünce yapısını
bütünüyle değiştirmişti. 1815’te başlayan Viyana Sistemi , Fransa’da patlak veren
1830 olaylarına kadar sürdü. 1830’da Fransa’da gerçekleşen devrim hareketi ile
Restorasyon dönemi kapanmıştır.

Fransa 1830 Devrimi


1814’te Fransa’da kurulan meşruti monarşi rejiminde yönetimi elinde bulunduran
varlıklılar ve kral yanlılarının mevcudiyeti, 18. Louis’den sonra tahta çıkan 10.
Charles’in mutlak yönetimden yana olması, Fransa’daki özgürlüklerin kaldırılması
sonucunu doğurmuştur. Bu nedenle 27 Temmuz 1830’da halk ayaklanarak, 10.
Charles tahttan indirilmiş ve yerine anayasaya göre “Fransa Kralı” yerine
“Fransızların Kralı” olarak belirtilen 1. Louis Philippe kral ilan edilmiştir.

1830 Devrim Hareketlerinin Sonuçları


1830 devrimleri ile birlikte Fransa’da ortaya çıkan kıvılcım bütün Avrupa’yı sarmıştır.
Önce Belçika Hollanda’dan ayrılmış, etkileri daha sonra Portekiz, İspanya ve
İngiltere’de görülmüştür.

1848 Devrimleri
1830 devrimleri ile gelişen siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmeler 1848 devrimlerini
ortaya çıkarmıştır. 1848 Devrimleri’nde, liberalizm yanında ulusçuluk ve sosyalist
akımlar doğmuştur. Önceki devrimlerde halkı oluşturan sınıflardan sadece
burjuvazinin güçlenmesine karşılık Sanayi Devrimi sonrası ortaya çıkan işçi sınıfının
haklarını savunmak için sosyalist partiler kurulmaya başladı.

Devrimin ortaya çıktığı Fransa’da Kral Louis Philippe’nin izlediği politikalar


sonucunda istifa etti, ardından kurulan meclis 2. Cumhuriyeti ilan etti.

1848 Devrimi ve Avrupa Devletleri


Fransa’da gerçekleşen bu son devrim, diğer Avrupa devletlerine de hızla sıçramıştır.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda, Meternich ve sistemine karşı halk
ayaklandı. Yeni bir meclis kuruldu. Avusturya, kanlı bir şekilde başlayan Macar
İhtilalini bastırarak, Macaristan’ı tekrar Avusturya’ya bağladı.
1848 Devrimi İtalya’da da liberal bir hareket olarak başlamış ve ulusal birlik
hareketine dönüşmüştür. Piyemonte Kralı Charles-Albert önderliğinde Ocak 1848’de
başlatılan hareket, Sicilya Krallığı’na sıçradı. Milano şehri de Avusturya’ya karşı
ayaklandı.

Almanya’da ise Alman birliğini kurmak için başlatılan hareket, Berlin’de halk isyanına
neden oldu. Alman birliğini sağlamak amacıyla kurulan meclis yeni bir anayasa için
çalışmalara başladı. 28 Mart 1849’da kabul edilen anayasa ile Alman birliği
konusunda önemli bir adım atılmış oldu.

1848 Devrimlerinin Sonuçları


Fransa’da önce cumhuriyet ve bir süre sonra da imparatorluk rejimi kuruldu. İtalya,
Prusya, Hollanda ve Belçika’da krallar uyruklarına birtakım haklar ve imtiyazlar
vermek zorunda kalmışlardır. Almanya ve İtalya siyasal birliklerini oluşturma yolunda
önemli adımlar atılmıştır. Liberal yönetim anlayışı yanında ulusçu ve sosyalist akımlar
Avrupa’da ağırlık kazanırken, mutlaki rejimler ya meşruti monarşiye dönüşmüş ya da
büyük oranda yıpranmışlardı.

14. I. Dünya Savaşı ve Sonuçları


I. Dünya Savaşı’nın tarihsel kökenleri 1871-1914 yılları arasında yaşanan siyasal ve
diplomatik gelişmelerde yatmaktadır. Özellikle Fransız Devrimi ile milliyetçiliğin ortaya
çıkması, Avrupa güç dengesini ve uluslararası ilişkileri derinden etkilemiştir.

I. Dünya Savaşı’nın nedenlerini genel ve özel nedenler olarak iki gruba ayırmak
mümkündür:

1. Genel Nedenler;
o Fransız Devrimi’nin yaydığı milliyetçilik düşüncesi,
o Bağımsızlık isyanlarının artması,
o Devletlerarası bloklaşma,
o Ham madde ve pazar arayışı,
o Silahlanma yarışının hızlanması,
o Sömürgecilik.
2. Özel Nedenler;
o Almanya ve İngiltere arasında ham madde ve pazar arayışından kaynaklanan
rekabet,
o Fransa’nın 1871 Sedan Savaşı’nda Almanya’ya kaptırdığı Alsas Loren’i geri
almak istemesi,
o Balkanlar’da Avusturya ve Rusya’nın emperyalist emellerinin çatışması,
o İtalya’nın Akdeniz’e egemen olma arzusu,
o Rusya’nın tarihî emellerine ulaşmak istemesi (Boğazlar-Panslavizm),
o Uzak Doğu ve Afrika sömürgelerinde yaşanan rekabet,
o Avusturya-Macaristan Veliahdı Ferdinand’ın Saraybosna’da öldürülmesi.

Savaşın Başlaması ve Gelişmeler


Avrupa’daki üçlü ittifak ve üçlü itilaf bloklarının kuruluşlarından sonra bloklar arasında
birbirlerine karşı savaş hazırlığı içindeydiler. Buna rağmen kurulan denge, savaşı
önlüyordu. Ancak dünya genelinde paylaşım süreci geliştikçe denge bozulmaya
başladı. Bu bakımdan küçük bir olay büyük bir savaşa neden olabilecekti. Beklenen
olay Saray-Bosna’da patlak verdi. Avusturya veliahdı Ferdinand ve eşi Saray-
Bosna’da 28 Haziran 1914’te Sırplı bir genç tarafından öldürüldü. Bu olay Birinci
Dünya Savaşı’na yol açan olayların başlangıcı oldu.

Osmanlı Devleti’nin Savaşa Girişi


Osmanlı Devleti başta tarafsız olmayı tercih etse de girmesinin bazı nedenleri vardır.
Bu nedenlerin başında kaybettiği toprakları geri alma arzusu olduğunu düşünebiliriz.
Ayrıca kısmen bloklaşan dünyada yalnız kalma korkusu yaşayan Osmanlı
İmparatorluğu II. Meşrutiyet’in ilanı sonrasında yapılmaya çalışılan yenileşme
hareketlerinin (idari-askerî) tam olarak gerçekleşmemiş olması da Osmanlı’yı
Almanya tarafında savaşmaya iten diğer bir önemli sebeptir.

Osmanlı Devleti’nin savaştığı cepheler ana ve yan cepheler olmak üzere ikiye ayrılır.
Bunlar;

 Ana cepheler: Kafkas (Doğu), Çanakkale, Kanal (Süveyş), Irak cepheleri iken;


 Yan Cepheler: Suriye-Filistin, Hicaz-Yemen, Galiçya, Romanya, Makedonya
cepheleridir.

Osmanlı Devleti’nin savaş süresince galibiyet sağlayabildiği tek cephe Çanakkale


cephesidir. 30 Ekim 1918 Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzalayarak savaştan
çekildi.

Avrupa Cephelerinde Durum


Almanya, çevresindeki iki büyük devlete (Rusya ve Fransa) aynı anda savaş açmıştı.
Avrupa’da İspanya, İsviçre ve İskandinav ülkeleri dışında 14 devlet bu savaşın içinde
yer aldı. Asya’dan Japonya, Amerika Kıtası’ndan ABD eylemli olarak buna katılırken,
Afrika’daki sömürgelerle Avustralya ve Yeni Zelanda gibi İngiliz dominyonları da
kendilerini bu savaşın dışında tutamadı.

Savaş Sonunda İmzalanan Ateşkes ve Barış Antlaşmaları


Savaş sonunda imzalanan ateşkes ve barış antlaşmaları şöyle sıralanabilir:

 Bulgaristan ile Selanik Ateşkesi (28 Eylül 1918) ve Nöyyi Barış Antlaşmasını (27
Kasım 1919),
 Osmanlı İmparatorluğu ile Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918) ve Sevr
Antlaşmasını (10 Ağustos 1920),
 Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile (Macaristan) Belgrat Ateşkesi (3 Kasım 1918)
ve Triyanon Barış Antlaşmasını (4 Haziran 1920), (Avusturya) Willaquiste Ateşkesi (4
Kasım 1918) ve Sen Jermen Barış Antlaşmasını (10 Eylül 1919),
 Almanya ile Redhondes Ateşkesi (11 Kasım 1918) ve Versay Barış Antlaşmasını (28
Haziran 1919) imzalamıştır.

Genel Değerlendirme

1. 28 Temmuz 1914’te başlayan Dünya Savaşı 11 Kasım 1918’e kadar 4 yıl 3 ay 14 gün
sürdü. Bu hâliyle dönemi itibarıyla tarihin kesintisiz en uzun savaşıydı.
2. Başlangıçta 3 kıtaya, daha sonra getirilen askerler açısından 5 kıtaya yayıldı.
3. Nüfuslarının toplamı 1.170.735.000’ i bulan ülkelerden, 66.058.810 kişilik ordular
karşı karşıya geldi [22.850.000 Bağlaşma (İttifak), 43.188.810 Anlaşma (İtilaf)].
4. Savaştaki insan kayıpları, 17 milyona yakını Bağlaşma, 22 milyonu Anlaşma
devletlerine ait olmak üzere 39 milyonu aştı.
5. Yapılan hesaplara göre 4 yıl boyunca toplam savaş harcamaları Bağlaşıkların 60,
Anlaşma devletlerininki 125 milyar doları aşmış olup, toplamı 186 milyar dolara
ulaşmaktaydı.
6. Bu savaş içerisinde Osmanlı Devleti’nin savaş giderleri de 1.430.000.000 dolar olarak
hesaplanmaktaydı.
7. Dünya Savaşı’nın en önemli özelliklerinden biri de bazı yeni silahların bu savaşta ilk
kez kullanılmasıydı. Bunlar arasında başta uçak olmak üzere en etkili zırhlı araç tank,
denizaltı ve zehirli gazlar vardı. Dominyon: Eskiden Britanya İmparatorluğu’na ya da
Commonwealth‘e bağlı ülkeleri belirten terim. Bu devletler Kanada, Yeni Zelanda,
Avustralya, Güney Afrika Birliği, İrlanda ve Newfoundland’dır. Bunlar yasal açıdan
özerk olmakla ve dış işlerinin yönetimini kendileri üstlenmekle birlikte, Büyük Britanya
imparatorunu hükümdar olarak kabul ediyorlardı. Dominyon teriminin yerine 1947’den
sonra, “Commonwealth üyesi” ya da “Comnonwealth devleti” terimi kullanılmaya
başlandı. 14. Ünite - 20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla Savaşlar, Barış ve Küreselleşme
Dönemi 369
8. Rusya’da Bolşevik Devrimi gerçekleşti. İktidara geçen Bolşeviklerin ilk işi 3 Mart 1918’
de Rusya ile ona karşı savaşan devletler (AvusturyaMacaristan, Almanya, Osmanlı
Devleti, Bulgaristan) arasında Brest-Litovsk Antlaşması’nı imzalamak oldu. Bu arada
yeni yönetim, savaş içerisinde Anlaşma Devletleri arasında yapılan Anadolu’yu
paylaşım planlarını (Gizli Anlaşmalar) da açığı vurdu.

İşgallere Karşı Tepkiler ve Türk Kurtuluş Savaşı


Mondros Ateşkesini imzalamasından ardından İtilaf Devletleri Anadolu’yu işgale
başladı. Osmanlı padişahı ve yöneticileri bu durum karşısında sessiz kalmış ve
Anadolu halkını yüzüstü bırakmıştı. Bu süreçte Mustafa Kemal, Kongreler yoluyla
örgütlenen halkı Sivas Kongresi’nde (4-11 Eylül 1919) bir araya getirip, İstanbul’un
işgali sonrasında Ankara’da açılan yeni Meclis (23 Nisan 1920)’te tek çatı altında
birleştirdi. Mustafa Kemal’in başkanlığındaki Büyük Millet Meclisi ile Anadolu halkı
emperyalizme ve onun iş birlikçilerine karşı mücadele verirken; Osmanlı hükümeti
Türk ulusunun yok oluş belgesini Sevr Antlaşmasını çekinmeden imzaladı. Kurtuluş
Savaşı’nda, Batı Cephesi’nde yapılan başarılı savaşlar üzerine zafere ulaşıldı.
Böylece Sevr Antlaşması, M. Kemal Atatürk önderliğindeki Ulusal Mücadelenin
başarıya ulaşmasıyla ölü doğmuş bir antlaşma oldu. İtilaf Devletleri ateşkes istedi ve
Mudanya Ateşkes Antlaşması (11 Ekim 1922) ile savaşın askerî yönü kapandı. Sıra
barış görüşmelerine gelmişti. Nisan ayında başlayan II. toplantı 24 Temmuz 1923’te
Lozan Barış Antlaşması’yla sona erdi.

I. Dünya Savaşı Sonrası Gelişmeler


Birinci Dünya Savaşı’ndan galibiyetle çıkanlar, sürekli bir barış sağlayacak
konferansın Paris’te toplanmasını kararlaştırmışlardı. Bu konferansa Bağlaşık
Devletlere karşı savaşmış ya da onlara savaş ilan etmiş olan 32 devleti çağırmışlardı.
Ancak söz konusu devletleri üç gruba ayırmışlar, böylece beş büyük devlet yetkiyi
kendi ellerinde toplamışlardı: ABD, İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya. Bu
devletlerin başbakan ve dışişleri bakanlarından oluşan Onlar Konseyi , en yetkili kurul
kabul edilmişti. Ayrıca kimi sorunlarda Japonya’nın dışında öteki devletlerin
katıldığı Dörtler Konseyi öngörülmüştü. Baş gösteren anlaşmazlık yüzünden İtalya bir
ara konferanstan çekilince de ABD Başkanı Wilson ile İngiliz Başbakanı Lloyd
George ve Fransa Başbakanı Clamenceau dünya barışı adına kararlar almaktan
çekinmemişler, böylece Üç Büyükler denen güç odağını oluşturmuşlardı.

1919 Paris Barış Konferansı’nın sonuçları şöyle özetlenebilir:

1. Avrupa’da yedi yeni devlet yaratıldı: Çekoslovakya, Yugoslavya, Finlandiya, Polonya,


Estonya, Litvanya, Letonya.
2. Wilson’un “halkların kendi kaderini tayin hakkı” (seş-determination) ilkesi
benimsenmiş, ancak sınırlar, egemen devletlerin belirlediği şekilde gerçekleşti. Ama
yine de Avrupa’da milliyetçi akımların güçlenmesine zemin hazırladı.
3. Fransa’nın ısrarları üzerine Almanya’nın ağır biçimde cezalandırılması Alman
halkında olumsuz tepkilere yol açtı ve Hitler’in iktidara gelmesinin alt yapısını
oluşturdu.
4. ABD Kongresi Versay Antlaşması’nı onaylamadı.
5. ABD’nin bu tutumu, Fransa’yı tedirgin etti ve bu nedenle Almanya’yı izole etmek için
onun komşuları ile ittifak antlaşmaları yapmaya başladı.
6. Versay antlaşmasının onaylanmaması, kuruluş fikri Wilson’a ait olan Milletler
Cemiyetini zayışattı.

ABD Başkanı Wilson ve Milletler Cemiyeti


8 Ocak 1918’de ABD başkanı kendi adıyla anılan ilkelerini ilan etti. Bu ilkelerin 14. ve
en dikkat çeken maddesi şöyleydi: “Küçük-büyük devletlere karşılıklı olarak siyasi
bağımsızlık ve arazi bütünlüğü sağlamak maksadıyla özel anlaşmalarla bir Genel
Milletler Cemiyeti teşkil olunmalıdır.” Kuruluş fikri ABD Başkanı Wilson’dan
kaynaklanan Cemiyet, dünya barışının kalıcı kılınması, anlaşmazlıkların barış yoluyla
çözülmesi, büyük devletlerin olduğu kadar küçük devletlerin de bağımsızlığına ve
toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesini sağlamak, adalete dayalı yeni bir dünya
düzeni kurmak vb. amaçlarla 1920’de İsviçre’nin Cenevre kentinde kurulmuştur.
Fakat kuruluştaki düşünce ve amaçların aksine Milletler Cemiyeti bir Avrupa örgütü
olmaktan kurtulamadı. İşleyişte de kuruluş amacına uygun hareket etmedi. İçerisinde
yer alan emperyal devletlerin söz sahibi olduğu, güçsüz devletlerin hakkının yenildiği
bir ortam oluştu. Örneğin 400 yıllık Osmanlı vilayeti olmasına ve yaşayanların büyük
çoğunluğunu Türklerin oluşturmasına rağmen, İngiltere’nin lehine kararlar verilerek
Musul İngiliz egemenliğine bırakıldı.

İki Savaş Arası Dönem


İki savaş arası dönem, Avrupa’nın ve sonra dünyanın bir dünya savaşından başka bir
dünya savaşına girişini hazırlayan dönemdir. Bu dönemin daha kolay anlaşılabilmesi
için iki alt döneme ayırabiliriz: Geçici Barış Dönemi (1919-1929) ve Barışın Yıkılması
Dönemi (1929-1939).

Geçici Barış Dönemi (1919-1929)


I. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da ve dünyanın diğer yerlerinde en çok ihtiyaç
duyulan şey barıştı. 1925’te Avrupa devletlerinin imzaladığı Locarno Antlaşmaları
bütün sınırların güvenliğini ve bütün anlaşmazlıkların görüşmeler yoluyla
çözümlenmesini karara bağlıyordu. Locarno Anlaşmaları Almanya’yı tekrar
uluslararası iş birliğine sokması bakımından iki savaş arası dönemin önemli bir
dönüm noktasıdır. Geçici barış döneminin önemli konularından birisi de
silahsızlanma meselesidir. Silahsızlanmayla ilgili yapılan ilk girişim “Washington
Deniz Silahsızlanması Konferansı” idi. Dönemin en önemli gelişmesi ise Fransa
Dışişleri Bakanı Briand ile ABD Dışişleri Bakanı Kellog’un karşılıklı teklişeri üzerine
gelişen “savaşı bir ulusal politika aracı olarak kullanmaktan vazgeçme” taahhüdünün
tüm dünya devletlerince imzalanacak çok taraşı bir anlaşmada yer alması
düşüncesiydi. Bu iki devletin girişimleri sonucunda 27 Ağustos 1928’de ilk önce 9
devlet (ABD, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve
Çekoslovakya) arasında imzalanan Briand-Kellog Paktı veya Paris Paktı’na göre; bu
ülkeler anlaşmazlıklarını savaş yoluyla çözmeyeceklerini ve her zaman barışçı
girişimleri ön planda tutacaklarını taahhüt etmekteydi. Tüm bu barışçıl gelişmelere
rağmen, çok kısa süre içinde karmaşa ve düzensizlikler belirdi ve bunun sonucu
olarak totaliter rejimlerin gelişmesi için elverişli ortam oluştu. Bunun sonucunda kısa
bir süre içinde Rusya, İtalya, Almanya ve İspanya’da totaliter rejimler işbaşına geçti.

Rusya’da Bolşevik Devrimi/Çarlıktan Sovyet Rusya’ya


3 Şubat 1917’de Rusya’nın başkenti Petrograd’da açlık çeken insanların özellikle de
kadınların öncülüğünde “Barış ve Ekmek” diye başlayan ayaklanma, kısa zamanda
ülke geneline yayıldı. 300 yıllık Rus Çarlığı, başkentinde yoğunlaşan kitle
eylemleriyle birkaç gün içerisinde yıkıldı. Şubat devriminden sonra Kerenski
başkanlığında Boşleviklerin katılmadığı geçici bir hükümet kuruldu. Ancak geçici
hükümetin kendini iktidar yapan kitlelerle giderek bağını koparması ve düzeni
sağlama adına onların karşısında yer almasıyla, Boşleviklerin önderliğinde ekim
ayındaki ayaklanma ile Paris Komününden sonra ilk kez bir sosyalist iktidar kuruldu.
1927-1937 arasındaki on yıl, politik baskının yanında dev boyutlu sosyal ve ekonomik
atılımların gerçekleştirildiği bir dönemdir. Bu dönemde üç temel kalkınma girişimi
görülür; çiftliklerin kollektişeştirilmesi, hızlı sanayileşme ve eğitimde devrim. Gelişmiş
kapitalist ülkeler 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın yıkıcı etkileriyle uğraşırken,
Sovyetler Birliği bu üç alanda şaşırtıcı bir gelişme sağladı.

İtalya’da Faşizm 1928-1939


Faşizm, bir tür sağ otoriter idare biçimidir ve İtalyanca “fascio” sözcüğünden
gelmektedir. Bu sözcüğün asıl anlamı çubuk demeti bağıdır. Mecazi olarak ise
siyasal birlik anlamında kullanılır. Aslında siyasal ilkelere dayanmamaktadır. Devlet
otoritesini sağlamlaştırmak ve zaferden elde edilen sonuçları korumak amacıyla
hareket eden siyasal bir akımdan başka bir şey değildir. Bunun dışında bağlanmak
istediği siyasal kurallar ulusalcılık ve emperyalizmdir. Politik terörün egemen olduğu
faşist düzen, iş gücü ile sermaye, endüstri ve tarımı Ulusal Uyuşum (Armoni) adı
verilen ve büyük sermaye grupları ile toprak sahiplerinin belirleyici olduğu
korporasyon örgütlerinde bir araya getirdi. Daha sonra Mussolini Aşırı Faşist
Kanunlar adıyla bilinen yasaları çıkardı. Bu yasalar bütün demokratik hak ve
özgürlükleri kaldırıyor, sansürü ve diktatörlüğü getiriyordu. İtalyan hükümeti ve Faşist
Parti birleştiriliyor; böylece Mussolini İtalya’nın tek hâkimi oluyordu.

Almanya’da Nasyonal Sosyalizm (Nazizm)


Nazizmin kurucusu Adolf Hitler’dir. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın tüm dünya
gibi Alman ekonomisini de olumsuz etkilemesi, daha Dünya Savaşı’nın olumsuz
koşullarını üzerinden atamayan Almanya’da kaos ortamı yarattı. Bu durumdan kendi
ve parti çıkarlarına yararlanmak isteyen Hitler, partide militarist bir örgütlenmeye
giderek Hücum Kıtaları (SA) ve Muhafız Kıtaları (SS) oluşturdu. Naziler, Komünist ve
Sosyal Demokrat Parti taraftarlarına, işçilere, Yahudilere, bunların binalarına, yayın
organlarına saldırarak sokak egemenliğini ellerine geçirdi. Ekonomik buhranla birlikte
ortaya çıkan işsizlik ve durgunluk, halkın Nazi Partisine destek vermesini sağladı.
Hitler, iç politikada Nazilere tam teslimiyet dışında hiçbir şeyi tanımıyordu. Ayrıca saf
Alman ırkını Yahudiler, Slavlar ve diğer düşük ırklardan temizleyerek oluşturabileceği
düşüncesiyle toplama kampları, fırınlar ve sürgünlerle amacına ulaşmaya çalışıyordu.

Japonya
Japonya I. Dünya Savaşı’ndan sonra, Uzak Doğu’nun en güçlü devleti haline geldi.
Bu süreçte İngiltere’nin desteği de önemliydi. Ancak, bir süre sonra Japonya’nın Çin
üzerindeki emperyalist istekleri/planları yüzünden İngiltere ile ilişkileri bozuldu.
Japonya’nın bölgedeki üstünlüğü ele alması, Pasifik’teki güç dengesini bozdu.
Durumdan rahatsız olan ABD başta olmak üzere Sovyet Rusya ve İngiltere, Çin’e
yardıma başladılar. Bölgedeki gerilim II. Dünya Savaşı’nın 2. yılında, Japonya’nın
ABD’nin Pasifik’teki deniz üssü Pearl Harbor’a hava saldırısıyla en üst düzeye ulaştı.

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı


İki dünya savaşı arası dönemin en önemli ekonomik gelişmesi Büyük Buhran adı
verilen ve tüm dünya ülkelerini etkileyen ekonomik bunalımdır. Ekonomik bunalımın
bazı unsurları, başta Avrupa olmak üzere birçok ülkede var olmasına rağmen krizin
başlangıcında, dünyanın birkaç önemli ekonomi ve ticaret merkezlerinden birisi olan
New York “ Wall Street Borsası ”nın çöküşü rol oynadı. Kriz ABD’den bütün dünyaya
yayıldı. Ekonomik bunalımın yarattığı işsizlik, açlık, yoksulluk geniş halk kitlelerinin
otoriter yönetimlere eğilimlerini artırdı. Bu toplumsal durumun yarattığı siyasal sonuç
ise diktatörlüklerin kurulması oldu. Böylesi ortamda halka ekmek ve iş vadeden
diktatörler, aç kitlelerin desteğini kolayca elde etmişler ve II. Dünya Savaşı’nın en
belirleyici rollerini paylaşmışlardı.

II. Dünya Savaşı


Nedenleri
Savaşın nedenleri arasında I. Dünya Savaşı sonunda yapılan ağır antlaşmalar,
çizilen yeni sınırlar, İtalya’da faşizmin, Almanya’da Nazizmin ortaya çıkışı, ırkçılık ve
saldırganlık, 1929 dünya ekonomik bunalımı, Hitler’in Almanya’yı dünyanın hâkimi
yapma çaba ve arzusu, hâkimiyet hırsı yer almaktadır.

Savaşın Başlaması
Almanya’nın 1 Eylül 1939’da Polonya’yı işgali ile savaş başladı. 1941 yılına
gelindiğinde Almanya, Avrupa’nın büyük kısmına Balkanlar’a, Doğu Akdeniz’e ve Ege
Denizi’ne egemen olmuştu.

Uzak Doğu ve Japonya


Batıda Almanya’nın genişlemesi sürerken Japonya’nın amacı, Pasifik
İmparatorluğu ’nu kurmaktı. Uzak Doğu savaşı ise Japonya’nın ABD’nin Hawaii’de
Pearl Harbour’da bulunan deniz üslerini bombalamasıyla başladı ve hızla genişledi.

Savaşın Sonucu
Müttefiklerin Normandiya çıkarmasıyla Alman düşüşü başladı. Uzak Doğu’da ise
Japonya, ABD’nin Hiroşima’ya, Nagasaki’ye atom bombası atmasıyla kayıtsız şartsız
teslim oldu.

II. Dünya Savaşı Sırası ve Sonrasında Yapılan Toplantılar


Savaş sırasında ve sonrasında yapılan şöyle sıralanabilir:
 Atlantik Demeci (Bildirisi) (14 Ağustos 1941),
 Casablanca Konferansı (14-24 Ocak 1943),
 Washington Konferansı (12-16 Mayıs 1943),
 Quebec Konferansı (11-12 Ağustos 1943),
 Moskova Konferansı (19 Ekim-1 Kasım 1943),
 Kahire Konferansı (22-26 Kasım 1943),
 Tahran Konferansı (28 Kasım-1 Aralık 1943),
 Yalta Konferansı (4-11 Şubat 1945),
 Potsdam Konferansı (17 Temmuz-12 Ağustos 1945).

II. Dünya Savaşı Sonrası Genel Durum


Dünyadaki diğer coğrafyalarda bağımsızlık hareketleri arttı ve yeni devletler kuruldu.
Bu hareketler sömürge imparatorluklarının (İngiltere, Fransa, İspanya, Portekiz,
Belçika, Hollanda vs.) sonunu getirdi ve bu devletler sömürgeleri birer birer terk
etmek zorunda kaldı.

Avrupa
II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da durum için şunlar söylenebilir: Alman ekonomisi
ve sanayisi çöktü. ABD ve Sovyet Rusya arasında ideoloji farkından soğuk savaş
başladı. En önemli gelişmelerden biri sömürgeciliğin tasfiyesidir. Türkiye’deki
kalkınma Asya ve Afrika ülkelerine örnek oldu. NATO ve buna karşılık COMECON ve
Varşova Paktı kuruldu.

Japonya ve Çin
Japonya iki atom bombasının maddi manevi sarsıntısını hızla atlatarak demokrasi ve
sanayide atılımlar yaparak dünyanın en zengin ve güçlü devletleri arasına girdi.
Çin’de ise komünist bir rejim kuruldu.

Ortadoğu
Birleşmiş Milletler’in Filistin’i ikiye ayırma düşüncesi Ortadoğu’yu iyice gerdi. 1918’de
İsrail Devleti kuruldu. İlk Arap-İsrail savaşı çıktı ve İsrail kazandı. Sovyetler Birliği de
Mısır ile işbirliğine girdi. ABD ile Sovyet Rusya Ortadoğu konusunda karşı karşıya
geldi.

21. Yüzyıl ve Küreselleşme


Günümüzde yaşanan küreselleşme; siyasal, ekonomik ve kültürel ölçülerden
oluşmaktadır. Küreselleşmenin siyasal ayağı çok kısaca ABD’nin siyasal liderliği ve
dünya jandarmalığıdır. Ekonomik ayak, küreselleşmede uluslararası sermayenin
egemenliği anlamına gelmektedir. Yani uluslararasında dolaşan, Türkiye’nin
gelirlerinin on katı bir para var. Dünyaya egemen olan bu para her şeyi belirliyor.
Kültürel ayak ise iki boyutludur: Birinci boyut, tüketim kültürünün dünyadaki
egemenliğidir. Aynı tarz beslenme, aynı markaları giyinme, aynı kanallardan benzer
şeyleri izleme. Kültürel ayağın diğer boyutu ise mikro milliyetçilik ve mikro
dincilik olarak özetlenebilir.

You might also like