You are on page 1of 69

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ YAYINLARI NO:.

1576

ÜZERİNE SEKİZ KONFERANS

Yazan : Arnold GEHLEN


Çeviren : Rifat DÖVER

İSTANBUL
1970
BUL ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ YAYINLARI NO:. 1576

ÎNSAN
ÜZERİNE SEKİZ KONFERANS

Yazan : Arnold GEHLEN

Çeviren : Rifat DÖVER

İSTANBUL
1970
İÇİNDEKİLER

Sayfa

Önsöz.................................................................................. q

I. İnsanın Kaynağı ........................................................ 9__

II. İnsan Morphologisinin Biricikliği ......................... 17__ 24

III. Eylem ve Zekâ........................................................... 25__ 32

IV. İnsanın İnstiktleri Var mıdır? .................................33__ 41

V. Dil ve Algı.................................................................. 42__ 49

VI. İnsan ve Kültürün Başlangıçları ............................ 50__ 58

VII. İnsan ve Teknik........................................................ 59__ 66

VIII. Hayat Standardı ve Uygarlık .............................. 67__ 75


I. İNSANIN KAYNAĞI

İnsanın kaynağı problemini eğer bilim açısından ele ala­


cak olursak, bunun tabiat bilimlerini ilgilendiren bir problem
olduğunu görürüz. Biologi, türlerin geçirdiği değişiklikler konu­
sunda bir yığın bilgi sağlamıştır. Yeryüzünün her yanında bu­
lunmuş olan fosilleşmiş insan iskeleti kalıntılarım bu bilgilere
dayanarak incelemek gerekir. Şüphe götürmez genel bir sonuç
olarak şunu söyleyebiliriz: İnsana benzeyen büyük maymunla­
rın, çok eskiden insanla ortak bir kökü olması gerekiyor. Bu,
özellikle Afrika’daki goril ve şempanze türleri için doğrudur.
Doğrudan doğruya bugünkü insanın gelişme çizgisi içinde
bulunan bütün türlere, bugünkü insan türlerini de buna katarak,
«Hominid» 1er diyoruz. Soyu tükenmiş türleri ile birlikte insa­
na benzeyen maymunlara da «Anthropoid» 1er adı veriliyor. Bu­
gün geçerlikte olan görüşe göre : Hominid’ler ve anthropoidler
çoktan kaybolmuş ortak bir kökten türemişlerdir. Bu tür bizce
bilinmiyor; Üçüncü Zamanın ortalarında, aşağı yukarı 15-20
milyon yıl önce yaşamış olmalı.
insana benzeyen şimdiki büyük maymunlar yahut Anthro-
poıdler sık ormanlarda yaşayabilecek şekilde özelleşmişlerdir.
Bunlar ağaca tırmanır, ağaçtan ağaca sallanabilirler. Bu yüz­
den kollan bacaklarından daha uzundur. Elin başparmağı ge-
10
lişmemiştir. Kesici dişler öne doğru eğiktir, büyük köpekdişlen
vardır. Afrika’da, Victoria gölü dolaylarındaki sayısız bulunfcı-

s-*
yaşayacak şekilde, aar * kabuı etmemız gere.
gelişmenin ortak başlangıç mümkündür. Gelişme, bu
ken, hipothetık tipe yakın o birbirinden uzaklaşan iki
hipothetik tipten yönlerinden birisi dik yürüme-
ayrı yönde olmuştu . g tır öyleyse insanın ağaç
ye ve böylece de insana öteki gelişme çizgisi ise
üzerinde yaşamış bkk bugünkU büyük anthro-
atlayıcı, tırmanıcı ozeınge j
poidlere varmıştır. fricanus’tan sonraki 15-18 milyon
Yazık ki, Proconşul Afncanu^ hominidler ortaya
yıldan hiçbir kalıntı y2aman arabğl geçip gitmiştir. So-
çıkmadan önceki bu çok buy Afrikadaki tanınmış bü­
zü edilen ilk gerçek
luntulardır. Fakat bu a a V
^“^dldeğildir; çünkü <gü-
maymun değil, m-

Z »-
rmda 5 yaşlarında bir çocuğuı f karşllaşW1lırsa,
Bu kafatası aynı yaştaki bir g görülür. Çene kafa-
orantılarının insanınkme: a y Anthropoidlerin

;= SS
11

büyük köpekdişlerinin olmamasıdır. Dişlerin dizilişi insan­


daki gibidir. Kafatası kaidesinin şekli, kafatasının ağırlık mer­
kezi tarafından taşındığını, yani bu tipin dik yürüdüğünü göster­
mektedir. Daha o zamanlar Johannesburg’lu Dr. Dart bu bulun­
tunun. insanın gelişme tarihi için taşıdığı öneme işaret etmişti.
Daha sonra, 1951 de ölen Prof. Robert Broom büyük başarı ka­
zanan kazılar düzenledi. 1936 dan beri 30 kadar tekin kalıntı­
ları bulunmuştur. Bugün bu buluntulardan yararlanarak, Aust-
ralopithecus’u yeniden kurabiliyoruz. Hatta, bu tipin dik yü­
rüdüğünü şüphesiz bırakan, leğen kemiği parçaları bile bulun­
muştur. Bugün bunlardan 3 tür biliniyor: «Plesianthropus»,
«Paranthropus» ve «Australopithecus Prometheus». Kafatası­
nın içi, yani beynin büyüklüğü 480 - 700cm3 arasındadır. İmdi
beyin 3 - 400 000 yıl önce yaşamış olan Buz Devri Hominidleri-
nin beyin büyüklüğünün en aşağı sınırına varmıştır. Yetişkin
teklerin kafataslarının genel orantıları da, büyük maymunla-
rınkini andırmaktadır. Çene güçlüdür ve beynin bulunduğu bö­
lüm büyük maymunlara göre daha küçüktür. Fakat ayrıntıların
bütününde, insana daha çok benzeyen özellikler göstermektedir;
herşeyden önce dik yürüdüklerinden şüphe edilemez. Çiğneme
yüzünden azıdişlerin aşınmış olması, insan gibi, yavaş bir diş
değişimi geçirdiklerini de göstermektedir. Bu nokta önemlidir;
çünkü o zaman gençlik devresi, insanda olduğu gibi, uzun ola­
caktır. Gelişmenin ve teklerdeki büyümenin yavaşlamış olması
insanın en önemli özelliklerinden birisidir. Bu konuya ileride ye­
niden döneceğiz.
Australopithecus’un hemen yanıbaşında, fosilleşmeden ön­
ce parçalanmış, sayısız küçük hayvan kemiği bulunmuştur. Özel­
ikle birçok şebek kafatasının hepsi parçalanmıştı. Bu yüzden bu
üplerin et yiyici oldukları ve büyük memeli hayvanları avladık-
12

lan sanılıyor. Fakat bu da ancak plânlı ve toplu olarak yapılmış


olmalı. Oxford’dan Prof. Le Gros Clark’la birlikte diyebiliriz
ki: Australopithecus’ları bugünkü insanın kökü dışında bırak­
mak için ciddi hiçbir neden yoktur. Fakat Australopithecus’tan
geriye doğru 15-18 milyon yıla ait hiçbir buluntu olmadığmı
ve bu zaman üstüne hiçbir şey bilmediğimizi de hatırlatırım.
Özetlersek : Büyük maymunlar ya da anthropoidler ile ho-
minidler, çok muhtemel olarak, Üçüncü Zaman ortalarında ya­
şamış, çok eski, ortak bir tipten türemişlerdir. Proconsul, belki
de, bu tipe yakın olan bir türdür; fakat o, öncelikle anthropoid-
lere varan gelişme çizgisi içinde yer alır. İnsana varan gelişme
çizgisi, öteki çizgide tırmanıcı ve atlayabilen büyük maymunlar
daha ortaya çıkmadan önce, bu çizgiden ayrılmıştır. Bundan do­
layı bugünkü büyük maymunlara benzeyen hiçbir tür insanın ge­
lişme çizgisi içinde yeralmaz. Australopithecus’un 2-3 milyon
yıl önce yaşamış olan üç türü, doğrudan doğruya bugünkü insa­
nın kökü olarak kabul edilebilir.
Bugün, insanın kaynağı üstüne, 30 ya da 50 yıl öncekinden
daha çok bilgimiz var. Fakat soyu tükenmiş hominid türlerinin
düşünce yetenekleri üzerinde çok az şey biliyoruz. Bu yetenek­
lerin beynin büyümesi ile doğrudan doğruya ilgili olması gere­
kir. Australopithecus’tan bugüne kadar beden büyüklüğü 130
cm. den 160 yahut 170 cm. ye çıkarken, beynin büyüklüğü iki
katından daha çok artmıştır. Ancak biz. dik yürümenin beyin
büyüklüğünün önemli ölçüde artmasından önce olduğunu bili­
yoruz.
Burada şu önemli teze dikkatinizi çekerim: Soyu tükenmiş
bütün insan türlerinin düşünce yeteneklerini ancak dolaylı ola­
rak ortaya çıkarabiliyoruz. Onlarla karşı karşıya geçip konuşma­
mız elbette söz konusu değildir. Onların ne gibi yeteneklere sa­
13

hip olduklarını da, onlardan kalan kültür izlerinden çıkarmamız


gerekiyor. Australopithecus herhalde ateşi bilmiyordu ve onun
yanında taştan yapılmış hiçbir alet de bulunmamıştır; ancak bü­
yük memeli hayvanların parçalanmış kemikleri bulunmuştur.
Fakat insan, Taş Devri kültüründen önce, hiçbir izi kalmamış
olsa da, ağaç ve kemiği alet olarak kullanmış olmalı. İşlenmiş
bir alet, şekillendirilmiş bir taş, hayvanınkinden daha çok ve da­
ha yüksek bir zekânın en kesin belirtisidir. Fakat böyle işlenmiş
taşlar ve ateş külleri ancak çok sonraları, Çin’de bulunmuş olan
Homo Sinensis’in yanında bulunmuştur. Homo Sinensis
3-400 000 yıl kadar önce yaşamıştır; büyük hayvanları avlı­
yor ve hatta kendi türünden olanları da yiyordu, çünkü yanında
bulunmuş olan kafatası ve kemikler, beyni ve iliği çıkarmak için,
ustaca açılmıştı. Pithecanthropus ise Sinanthropus’tan daha es­
kidir. Ona ait, hepsi Java’da bulunmuş, 4 kafatası vardır elimiz­
de. Bu kalıntılar yontmataş Devrine aittirler. Bu devirde insan­
lar ateşi ve taştan yapılmış, kaba aletleri biliyorlardı. Gerçi hiç­
bir süs ve ustaca yapılmış resim bulunmamıştır, ama Yontma­
taş Devrinin, hiç olmazsa sonlarında ölülerini gömüyorlardı.
Fransa’da La Ferrasie dolaylarında 100 000 yıl öncesine,
Mousterien Devrine, ait büyük bir mezarlık bulunmuştur.
Bunlara değiniyorum; çünkü kültür gelişmesinin son dere­
ce yavaş olduğu göze çarpmaktadır. Australopithecus’a ait hiç­
bir alet ele geçmemiştir; o belki taşı işlemeyi daha bilmiyordu.
Bunu izleyen kültür devresi olan Yontmataş Devri 400 000 yıl
kadar önce başlamış ve 25 000 yıl önceleri Cilâlıtaş Devrinin
başlaması ile sona ermiştir. Anormal ölçüde uzun olan bu za­
man aralığına ait, İngiltere’den Güneyafrika’ya, Ispanya’dan
Hindistan’a kadar hep aynı aletlerle karşılaşıyoruz : Burgular,
bıçaklar, okuçları vbg. 25 000 yıl önceleri birdenbire çok yük-
14
sek bir kültür başlıyor. Ayrn zamanda Yontmataş Devrinde ya-
savan bir tür ilke insan kayboluyor ve bugünkü insan, zengm
Nr kültür ile birlikte, ortaya çıkıyor. Daha madenle.

hayvan ve insan, oze d oyma)arl çok gü-


boynuz üzerine işlenmiş , }nsan çoğun.
zel süs eşyaları ve geometri y P Birdenbire olan
hıkla avcı olarak, kendi resmmı de bii.
bu kültür sıçraması ancafc^ insanınkinden daha çok elmas,
yüklüğünün Yontma ş eIişmesinde görülen son adım

Pithecanthropus arasındaı da dilşUncelerimize gelelim. In-


Şimdi de insanın beyni - a , bunu beynin ve
t
beyinle ilgili olarak da zekŞ unIarda gördügu yer de­
miştir. Fakat dik yürüme * elleri boşta bıraknnştır.
ğiştirme işini artık insanda g Y Ue tırmanmaktad.rlar.
Inthropoidler bile daha.e 1 ve y a|(mda aletle r -
İnsanın boşta kalan eller ze£. „ ye yapısına bag-

hayvanların gelişmesi genel b S Devekuşunun yapısı


Organların özelleşmesi kan r ° ®az. çiinkü h.zlı ve bu-
steplerde yaşayabilecek şek.lded.r.
15

yük uzaklıkları koşabilecek şekilde özelleşmiştir, artık sık or­


manlarda ya da yüksek dağlardaki hayata uyamaz. Bunun tersi­
ne şempanze steplerde yaşayamaz; onun organları da sık orman­
larda yaşayabilecek şekilde özelleşmiştir. Onda ağaçta yaşayan
büyük bir hayvanın uzun kolları vardır. Antiloplar hızlı koşabi­
lecek şekilde özelleşmişlerdir, çünkü kaçmak zorunda oldukları
büyük yırtıcı hayvanların yakınlarında yaşarlar. Gergedan ve fi­
lin güçlü silâhları vardır, hiçbir hayvanın saldırısına uğramaz­
lar; bu yüzden ağır ve hareketsiz olabilirler. Bu ikisi Buz Dev­
rinde, soğuk hava şartlarına uymak zorunda kaldıklarında, uzun
tüylü postlar geliştirmişlerdir.
Burada şu kanunu koyabiliriz: Her hayvan türünün özelleş­
miş organları, her türün kendine has belirli bir çevreye uyması
demektir. Bir hayvanın organlarına bakarak, onun çevresini, bu
çevrenin iklimini, yeryüzü şartlarını, çoğu zamanda o hayvanın
düşmanlarmı çıkarabiliriz. Hiçkimse Beyazayıyı sık ormanlarda,
fili Kafkaslarda aramağa kalkmaz.
İnsan beyninin aykırı olduğunu söylemiştik. Aykırıdır:
Çünkü o, ellerle birlikte hertürlü organ özelleşmesini yersiz kıl­
mıştır. Bunun yanında, her özelleşmiş organ belirli bir çevreye
bağlı olarak gelişir. Beyin ve el ise insanı çevre olaylarının her­
türlü niteliklerine bağlı olmaktan kurtarır. Buz Devri insanının
kendi postu yoktu. Bunun yerine, düşünceye dayanan method-
larla, beyin ve elin yardımı ile edindiği hayvan postlarını giyin­
miştir. İnsanın bütün hayvanlardan ayrılığı şimdi açıkça görüle­
bilir: Hayvanlar organlarının özelleşmesi ile, değiştiremedikleri,
özel bir çevreye uyarlar. Buna karşılık insan, herhangi bir çevre­
nin unsurlarını, zekâsı ile değiştirerek, kendisine uydurur. Eğer
uygun düşerse; aletler, insanın değişken, yapma organlarıdırlar,
diyebilirim. Taştan, odundan, kemikten ya da çevrede rastgele
1

16

ne varsa, ondan, insan kendine aletler, bıçak, balta, çekiç vbg,


yapabilir. Böylece o, sandallar yaparak ırmaklar üstünde, sık
ormanlarda ya da dağlarda, hemen hemen her iklimde yaşayabi­
lir. Su ve çok az bazı özel gıdaların bulunduğu heryer onun için,
yaşanabilir yerdir.
İnsanın bütün yeryüzüne dağılmış olması ve daha Taş Dev-
rinde bile bütün kıtalara yerleşmiş olması buna dayanır. Buna
karşılık bütün hayvan türleri belirli geografik bölgeler içinde ka­
palı kalmışlardır; ancak orada yaşayabilirler.
Bazen denir ki: İnsanın özelleşmiş organı da beyindir.
Böyle denilebilir. Ancak bu durumda «özelleşme, nın hayvan-
lardakinden başka bir anlama geldiğini de bilmek gerekir ir­
fanların özelleşmesi her hayvan türünü belirli bir çevreye bag-
Jar. Buna karşılık beyin ve el ise insanı çevre şartlarının
özel düzeninden bağımsız yapar, insan bu şartları değiştin:
bilir ya da kendisini onlara karşı koruyabilir; tabiat ile: savaşır

di, I--™»
dir. Üçüncü bir aan <la fco™şle .,

lann rolü buradadır.


II. İNSAN MORPHOLOGİSİNİN BİRİCİKLİĞİ

Bu ikinci konferansda da yine tabiat bilimlerine dayanan


açıklamalar yapmamız gerekiyor. Gelecek konferansda ise psi-
kologik problemleri ele alacağız.
Bütün canlı varlıklar gibi, insanın da arkasında çok uzun
bir gelişme devresi bıraktığını gördük. Hominidlerin aşağı yu­
karı 2-3 milyon yıl önce başladığı söylenebilir. İnsan hiçbir za­
man ağaç üstünde yaşamamıştır. Dik yürüme beynin büyü -
meşinden önce olmuştur. İnsanın prensibi zekâya dayanan
eylemdir. İnsan zekâya dayanan ve bir amaç güden davra­
nışları ile herhangi bir çevrede hazır bulduğu rastgele ob-
iektleri değiştirir. Bu yüzden onda özelleşmiş organların geliş­
mesi gerekmemiştir. İnsan zekice yaptığı değişiklikler ile realite­
yi kendi ihtiyaçlarına uydurur. Buna karşılık hayvanlar özelleş­
miş organları ile özel bir çevreye uymuşlardır. Örneği, Buz Dev­
rinde uzun tüylü bir fil tipi vardı, iklim ısındığında onun soyu
tükenmiştir.
imdi insanı, özelleşmemiş ve bu yüzden de zekî bir varlık
olarak adlandırabiliriz. İnsanın zekâsı, eylem yeteneği ve özel­
leşmiş organlarının olmaması bir ve aynı gerçeği ifade eder.
Bugün bu düşünceleri daha başka verilerle tamamlayacağız.
Yalnız insana has özellikler arasına, herşeyden önce, tek-
Sekiz Konferans — Forma: 2
18

lerin gelişmesindeki gecikmişlik girer. Gecikmişlik kanunu mo­


dern anthropologide çok önemli bir rol oynar. Bu konuda aşa­
ğıdaki verilerden de sözetmek gerekir. İnsan tekleri doğumdan
ancak bir yıl sonra yürümeğe ve konuşmağa başlarlar. Bütün
hayvanlar ise birkaç gün ya da birkaç hafta sonra hareket ede­
bilir ve kendilerini gösterebilirler. İnsanın boy ve ağırlığının ilk
yılda önemli ölçüde arttığını, özellikle gözönünde bulundurmak
gerekir. Bu artış daha bir yıl süresince, embrional devredeki
ağırlık ve boy artışının gösterdiği dik eğriyi izler. Yavaş ve ge­
cikmiş büyüme ise ancak bir yıl sonra başlar, 18 yaşlarında so­
na erer. Gelişmenin 2. yaşdan başlayarak son derece yavaş ol­
ması, çocuğun 12- 14 yıl yahut daha uzun süre ana-baba tara­
fından bakılmasını gerektirir. Bu evlilik kurumunun, biologi
açısmdan, bir temel şartıdır.
Embrional devre ve doğumdan sonraki ilk yıl boyunca ge­
lişme kanunu aynıdır. Bu yüzden İsviçreli Zoolog Portmann
(Basel), insanın doğumunun normalleşmiş bir erken doğum ol­
duğu tezini öne sürmüştür. İnsan doğumdan sonra daha bir yıl
boyunca embrioya benzeyen bir durumda kalır; yer değiştirme
ve insana has anlaşma vasıtalarını yönetemez; ancak embrional
hayatta olduğu gibi, hızlı gelişmeyi devam ettirir. Bir yıldan
sonra ise çok yavaş ilerleyen bir gelişme başlar. Şempanze 11,
orangutan 12, at ise daha 2 yaşında gelişmesini tamamlar. İnsa­
nın gelişmesi 18-19 yaşlarında çoğu zaman daha da sonra, ta­
mam olur. Önemli bir gelişme olan erginlik çağı insanda,
anthropoidlerin olgunlaşmış oldukları yaşlarda başlar. Türün ço­
ğalma funktionu, şempanzelerde 8-10, atta 3-4, insanda ise
15 yaşlarında başlar. Goril ve şempanze 30 yıl, insan 60 - 70 yıl
yaşar. Yalnız gelişme ve çoğalma olayları değil, yaşlanma olayı
da gecikmiştir.
19

Başka bir gecikmişlik örneği de dişlerin değişmesi olayında


•• iilür Bilindiği gibi, dişler birbiri ardından ve iki dizi olarak
g lar Maymunlarda ilk diş dizisi hemen doğumdan sonra çık-
^ağa başlar. Bu dizi tamam olur olmaz değişme başlar ve ilk
kalıcı dişler çıkmağa başlar. Bu olaylar insanda çok geç kalmış­
tır İlk diş dizisi 2. yaşın sonlarında tamamlanır. Bundan sonra
5 6 yaşlarına kadar bir duraklama olur. Ancak bu yaşlarda ilk
kalıcı dişler çıkmağa başlar ve ikinci dizinin tamamlanması 14
yaşına kadar ya da daha uzun sürer.
Bütün bu olaylar şöyle özetlenebilir: Biologi görüş açısın­
dan teklerin gelişmesinin genel olarak gecikmiş olması, insanın
biricikliğini teşkil eder. Yalnız insana has anlaşma ve yer değiş­
tirme vasıtaları o kadar geç ve öyle bir yaşda tamam oluyor ki,
doğumun zamanından önce olması gerekmiştir denilebilir. Bu
yüzden ilk yıl yarı embrional bir durum gösterir. Dişlerin ve
çoğalma yeteneğinin gelişmesi çok gecikmiştir. Hayatını çalışa­
rak kendi kendine sürdürme yeteneği de aynı durumdadır. Bü­
tün yaşama süresi aşırı ölçüde uzamıştır; imdi ölüm de aynı şe­
kilde gecikmiştir.
Gecikmişlik olayları son derece önemlidir, çünkü yalnız in­
sana has birçok özellik bu kavram yardımı ile anlaşılabilir. Aşa­
ğıdaki veriler araştırmalarımızı daha ilerilere götürecektir.
İnsanın göze çarpan başka bir özelliği de, onun çıplaklığı,
bir kıl örtüsünden yoksun olmasıdır. Kıl örtüsü gecikmişliğinin
gittikçe arttığını gösteren bazı olayları şöyle sıralayabiliriz :
1 — Küçük maymunlar : Yeni doğmuş maymun bütün
kılla kaplıdır.
2 — Şebek : Doğduğu zaman yalnız başı ve sırtı kıllıdır,
doğumdan kısa bir süre sonra kıl örtüsü tamamlanır.
20

3______ Anthropoid’ler: Şempanze çıplak d°ğar, ancak iki ay


sonra bedeni kili anır.
4 — İnsan: İnsan çıplak doğar, dişi cins bu durumda ka
lir, erkekte ise 15 yaşlarında, erginlikten sonra, az bir kıllanmâ
görülür.
Kıl örtüsü gelişmesinin gittikçe yavaşladığı ve sonunda or­
tadan kalktığı burada görülebiliyor. İmdi aşırı gecikmişlik elen­
meyi, (eliminationu) doğurmaktadır. İkinci dizi dişlerin gecik­
mesi sonunda, bazı insanlarda üçüncü azıdiş hiç çıkmaz; çene
kemiğinin içinde kalır. Bir özelliğin elenmesinden şunu anla­
mak gerekir: İnsan, bu özellik bakımından, doğduğu zamanki
durumunu korur. İmdi çıplaklığı bakımından ele alındığı za­
man, insan bütün ömrü boyunca embrional yahut fetal özelliğini
korur. Kıl örtüsü gelişmesindeki gecikmişlik daha anthropoidler-
de başlar. İnsanda ise elenmeye kadar varır. Gecikmişliğin aşırı­
lığı elenmedir.
Biz, embrional durumun yahut ilk çocukluk durumunun
daha başka önemli özelliklerini de koruruz. Önce kafatası oran­
tılarını ele alıyorum : Yeni doğmuş şempanze, yeni doğmuş in­
sana çok benzer. Yüz ve çene, kubbemsi kafatasının altındadır.
İnsan bu embrional durumu hayatı boyunca korur. Fakat
anthropoidlerde, çene hemen anormal şekilde öne doğru geliş­
meğe başlar ve yaşlanan şempanze gittikçe insana olan benzerli­
ğini yitirir.
HollandalI anatom Luis Bolk (Amsterdam), süreklilik ka­
zanmış, fetal ya da çocuksu özellikler olarak kabul edilmesi ge­
reken birçok özelliği incelemiştir. Bunların hepsinden burada
sözedemeyiz. Bu araştırmalar, özellikle şu önemli noktayı gös­
termiştir: İnsan, leğen kemiğinin öne doğru eğik olması özelli­
ğini de doğuştan sonra korur. Bu özellik anthropoid embriosun-
21

da da vardır, fakat sonradan kaybolur. Leğen kemiği ekseninin


eğik oluşu insanda kalıcıdır ve dik yürüme de doğrudan doğru­
ya bununla ilgilidir. İnsandaki dik yürüme bütün hominidlerin
temel özelliğidir. Öyleyse dik yürüme de, gecikmişlik ve fetal
kalma kanununun bir sonucudur. Aşırı gecikmişlik, fetal du­
rumda kalmak demektir; bu gözönünde bulundurulursa heriki
prensip de kolayca anlaşılabilir. Bir özellik geç gelişebilir, yani,
örneği, çoğalma yeteneğinde olduğu gibi, gelişmesi sonraya kal­
mış olabilir. Aşırı gecikmede ise özellik artık hiç ortaya çık­
maz; kıl örtüsünde olduğu gibi. Bu durumda embrionun yahut
yeni doğmuş çocuğun taşıdığı özellik olduğu gibi kalır; bu ise
fetal kalma demektir.
Böylece, Luis Bolk tarafından bulunmuş olan ve bugünkü
insan felsefesinin, ya da anthropologinin orta noktasında yer
alan gecikmişlik prensibini tanıtmış oldum. Ancak bu theori yal­
nız beden özelliklerine uygulanmaz.
Aynı şekilde saklı kalmış bir gençlik durumu olarak anla­
şılması gereken, önemli bir psişik özellik de vardır. Bu da yeni
tecrübeler edinebilme, yani öğrenme ve denemeler yapabilme
yeteneğidir. Düşüncenin en çok esnek olduğu çağ, ilk gençlik
çağıdır. Yaşlandıkça bu esneklik azalır. Fakat bu yeteneği ömür­
lerinin sonuna kadar yitirmeyen insanlar çoktur. Buna benze­
yen, yeni alışkanlıklar edinme yeteneğini de birçok insan ileri
yaşlara kadar korur. Şempanze öğrenme yeteneğinin sınırına 5-6
yaşlarmda varır. Bu yeteneğin çokyanlılığı azalsa da, insan ya­
şadığı sürece öğrenir.
Dünyada doğru bir düzene inanma, iyi yüreklilik ve mutlu
bir iyimserlik, belki de, birçok insanın saklayabildiği, çocuk­
luk çağından kalma yetenekleridir. İmdi gecikmişlik prensibi
beden ve de düşünce özelliklerine uygulanabilir ve heriki alan­
22

da da çok temelli olan özellikleri açıklar. Bu kanun fizik ve


şik ayrımı karşısında indifferent olan çok az kanundan biridi'
Şimdi de, gecikmişlik ve fetal kalma kavramları ile tanım
ladığımız ve gözümüzün önünde duran bu olayların nedenleri
problemi ortaya çıkıyor. Prof. Bolk tek mümkün olan şu hi-
pothesi öne sürdü : Gecikmişliğin nedeni fisiologik gelişmenin
engellenmesidir; bu da içten bir engellenmedir. İmdi ge­
lişmenin gidişini yavaşlatan, biologik bakımdan engelleyici bir
etken vardır. Engelleme bazen aşırıya kaçar, elenmeye kadar
varır. Bu durumda engelleyici etken özelliğin hiç görünmemesi­
ne yolaçar. Eğer bu engellemenin yapısı araştırılacak olursa;
böyle engellemelerin ancak iç salgılar düzeninden ileri gelebile­
ceği, açığa çıkar. İç salgıların ürünlerine hormon diyoruz. İmdi,
örneği, insanın büyümesini yavaşlatacak ya da kıl örtüsünü büs- '
bütün ortadan kaldıracak şekilde, engelleyici ya da yavaşlatıcı
etkileri olan hormonlar vardır.
İnsanın ortaya çıkışında biologik bakımdan önemli olan
olay, bir mutationlar dizisidir. Bu mutationlar hormonların funk-
tionuflu da değiştirmiştir. Hormon funktionlarmm değişmesi de,
daha sonra insanın morphologisinde ve fisiologisinde başka de­
ğişikliklere yolaçmıştır. Bunları bugün araştırdık.
Bildiğiniz gibi, hayvan ve bitkilerdeki bütün tip değişmele­
ri, çoğalmayı sağlayan özel hücrelerdeki mutationlarm sonucu­
dur. Bu gibi mutationlar birdenbire ve bilinmeyen nedenlerden
ortaya çıkıyorlar. Öteki mutationlar deneylerle araştırılabilirler.
İmdi insanın, özel engelleyici hormonların çoğalması yüzünden
ortaya çıktığını sanıyoruz. Hayvanlar ve bitkilerde de gelişmeyi
hızlandıran yahut yavaşlatan hormonlar olduğunu biliyoruz, in­
sanda kıl örtüsünün ortaya çıkması sürekli olarak engellenmek­
tedir. Bu artık normalleşmiştir. Bu engeli kaldıran hastalıklar
23

da vardır. O zaman kıl Örtüsü yeniden ortaya çıkar. Bu, insanın


daha insan olmadığı zamanlardan içimizde kalmış bir potenz,
bir yatkınlıktır. Fakat onun ortaya çıkmasının engellenmesi
normalleşmiştir. Yeteneklerin gecikmesinden sorumlu olan en­
gellemenin. hastalık yüzünden, ortadan kaldırıldığı da ol^ur. O
zaman, örneği kız çocuklarında çoğalma yeteneği 5-6 yaşların­
da başlar ki, bu da ağır bir hastalıktır.
Son olarak : Hormon funktionlarmın bu değişikliği ile bey­
nin büyümesi arasında da bir ilişki olduğunu kabul etmemiz ge­
rekiyor. 3 - 400 000 yıl önceleri Java’da yaşamış olan Pithe-
canthropus’un beyni bugünkü insan beyninin yarısı büyüklüğün­
de idi. Bu büyüklüğün iki katma çıkması da, yine mutationlar
yüzünden olmalıdır. Bir dizi mutation gecikmişliğe ve fetal kal­
maya, dik yürümeye, gelişme hızının yavaşlamasına vbg. götür­
müştür. Başka bir dizi mutation da beynin iki katı büyümesine
yolaçmıştır.
Bu ilk iki konferansı toparlarsak, yeni bir insan görüşü­
nün ayrıntıları kendini göstermeğe başlar. Hayvanların izlediği
özelleşme yolundan insanın kaçındığını görmüştük. İnsan, ken­
dini çevreye uydurmak için, organlarını yeniden ayarlama yete­
neğini yitirmiştir. İmdi görüyoruz ki, insanda hiçbir yeni organ
yahut fizikî özellik gelişmez; çünkü gecikmişlik kanunu ancak
engeller ya da ortadan kaldırır, ama yeni organların meydana
gelmesine izin vermez. Böylece insan soğuğa, bir kıl örtüsü (ha
ir skin) geliştirerek uymaz. Çünkü gecikmişliğin süreklilik ka­
zanması yüzünden bu özellik artık görünüşe çıkmaz, fetal du­
rumunu korur. Öte yandan, bu özellik artık yersizdir de, çünkü
insan zekî davranışlarla kendine hayvan postları edinir ve soğu­
ğa karşı bunlarla korunur. Özelleşmiş bir hayvanda ınsanınkı
kadar büyük bir beyin ve zekâ gelişmesi mümkün olamazdı.
24

Zaten, her hayvan çoktan çevresine uymuş bulunduğundan


onun özelleşmesi de budur - böyle bir özellik gerekmez bile '
Beynin niçin düşünebildiğini bilmiyoruz. Bu irrational k-
sorudur. Fakat bütün bedene oranla beynin büyü
ça, hayvan zekâsının da arttığı bilinmektedir. Y " k'
Morfologisi bakımından insan, özelleşmemiş, gelişmesi a,
la hr m bir Var‘lk °,arak tanımIanabilir. Hayvfn-
karşılaştırıldığında, bunlar negativ özelliklerdir. Positiv olarak
lardT^unar^rlıktT O^he/’İ^

kültür biologik bir kavramd.r- rb v ■ 113 6 arificielle>- İmdi


sinden temelden apayrı olan’ kendi'neT”’"^ hayVanin biolo8‘-

tıracağız. dayanan eylemi araş-


III. EYLEM VE ZEKÂ

İnsanı anlamaya yarayan prensibin eylem olduğunu birçok


kez söyledik; çünkü yalnız insan dış dünya olaylarını zekâya
dayanan eylemlerle değiştirmektedir. Bugün bu problemi ele ala­
cağız.
Prof, de M aday ile birlikte eylemleri iki gruba ayırabiliriz:
1 — Vasıta olarak olayların meydana getirilmesine
yarayan eylemler. Bu olayların da yine insanın gelecekteki ih­
tiyaçlarında kullanılabilir olmaları gerekir.
2 — Doğrudan doğruya kendileri bir doyurulma ya da
zevk sağlayan eylemler. İmdi bu eylemler bir vasıta değildirler,
amaçlarını kendi içlerinde taşırlar. Bunlar belli bir şekilde irra-
tionaldırlar. Önemli bir başka nokta da, bir guruba giren ey­
lemlerin, öteki guruba giren eylemlere dönüşebilmeleridir, öyle
ki:
$ ’ olarak, heriki gurup arasındaki geçişlerden sözede-
biliriz.
Önce bu eylemlerin birinci gurubundan sözedeceğiz. Bura­
da, karşılaşılan şeyleri alet olarak kullanmak ile böyle aletleri
yapmak arasında bir ayırım yapacağız. Prof. W. Köhler’in de
gösterdiği gibi şempanzeler, elleri ile erişemedikleri bir muzu al-
ma için bir sopayı kullanabilirler. Ya da kendilerine verilen bir
26

örtüye sarınırlar. Fakat bu gibi obiektleri yapmayı denemezler.


İnsanlar ise, daha 3-400 000 yıl önceleri bile, bıçak ve balta
yapmak için, bir amaç güden davranışlarla çakmak taşını par­
çalamışlar ve yontmuşlardır.
Bir alet yüksek bir abstraktion yapabilme yeteneğini gerek­
tirir. Bıçak, gelecekte karşılaşılabilecek herhangibir durumda
kullanmak üzere, abstrakt bir kesme eylemine şekil vermedir.
Aynı zamanda abstrakt bir taşıyıcı yahut kullanıcıya da şekil
verir. O belli, şu ya da bu, kişiye ait değildir.
İnsanların her zaman denemeler yapmış olduklarını kabul
etmek zorundayız. Belirli bir niyet gütmeden şeyleri yoklamışlar,
gözlemişler ve işlemişlerdir. Çocuklarımızda daha böyle bir oyun
devresi olduğunu görüyoruz. Bu, çevrede bulunan obiektlerle,
denemelerle ilgi kurma devresidir. İnsanlar önce, hayvan ke­
mikleri, taş ve ağaç parçaları gibi, buldukları herşeyi alet ola­
rak kullanmışlardır. Yine aynı şekilde çok önceleri, şeylerle de­
nemeler yapmışlar ve, örneği, ateş yakmayı bulmuşlardır. Aynı
yoldan, çakmak taşından bıçak ve çekiç yapmayı bulmuşlardır.
Biraz önce gördüğümüz gibi, böyle denemeler yapma davranı­
şı oyuna çok yakındır. Bu tür davranışlar, kendileri ile birlikte
bir doyurulma sağlayan 2. grup eylemlere girer. Fakat bu ey­
lemlerin sonuçları alet ve silâhlar olmuştur. Bu alet ve silâh­
lar daha sonra I. gruba giren, bir amaç güden eylemlerle yapıl­
mağa başlanmıştır.
Zekânın, ancak eylemlerle olan ilişkisi içinde anlaşılabilir
olması önemlidir. Aşağıdaki düşünme methodlarını gözönünde
bulundurduğumuzda, bu daha açık olarak görülür : Zekâ ayırır
yahut analiz yapar - yani parçalara ayırır -; kurar ya da sentez
yapar -yani parçaları birleştirir-; düzenler ve değişik şekillere
sokar, düşünceler arasında yeni bağıntılar kurar - yani parçaları
27

değişik şekillerde yeniden düzenler; ve tanımlar - yani gerçek­


leştirdiği tecrübeyi, daha gerçek olmayan, fakat mümkün olan
şeyler hakkında tasarlanan yeni tecrübeleri içine alacak şekilde
genişletir.
Bu yüzden temel buluşlar zekâ ve düşünce izlerini taşırlar;
hiçbir zaman yalnızca tabiatın taklit edilmesi değildirler. Bu bu­
luşlar, deneme yoluyla bulunmuş fenomenlerin hayal gücü ile
tamamlanması sonunda ortaya çıkmışlardır. Tekerleğin prensibi
olan, duran bir eksen çevresinde dönme, tabiatta görülmez. Ger­
çi yükler, uzun süre yuvarlanan ağaç kütükleri üstünde taşın­
mıştı, fakat denemeye dayanan bu tecrübeyi, duran bir eksen
çevresinde dönme idesi ile tamamlamak gerekmiştir. Aynı şe­
kilde, ok ve yay yahut kayık da zekâya dayanan hipotheslerdir.
Bu hipothesler tecrübe tarafından yalnız uyandırılırlar, fakat ya­
ratılamazlar. Deneye dayanan tabiat bilimleri ancak 17. Yüzyıl­
dan beri ortaya çıkmağa başlamışlardır. Tabiat bilimlerinin
ve kimya olaylarının şartları ve durumları, sistemli ve niyetli
prensibi sistemleştirilmiş deney’dir. Bu bilimlerde bütün fizik
ve kimya olaylarının şartları ve durumları, sistemli ve niyetli
bir şekilde değiştirilmekte dirler. Böylece bütün fenomenle­
rin ve fenomen kanunlarının, gözlenebildikleri kadarı ile, tam
bir bilgisi elde edilmektedir. Fakat aynı zamanda, yine aynı şe­
kilde sistemli olarak, hipothesler de kurulur, yani tecrübe dü­
şüncede tamamlanır. Daha sonra da bu hipothesler yeni deney­
lerle, değiştirilir ya da reddedilir. İmdi tabiat bilimlerinde aynı
davranışla bilinen olaylar açıklanmakta, yeni olaylar yaratıl­
makta ve yeni hipothesler kurulmaktadır. Deney mekanismi bu­
lları da mekanikleştirmektedir.
ele de, amaçları kendi içlerinde olan 2. grup eylemleri
e alalım. Bunların sayısı çoktur. İnstinkt’ler tarafından uyarı­
28

lan eylemler, çoğalma ve yeme-içme gibi, bu sınıfa girer. Bun­


dan başka sosial ilişkiler, eğlenceler, dans ve sporlar, oyunlar da
böyle eylemlerdir. Bütün bu eylemler, öncelikle, bir amaca ya­
hut bir faydaya yönelmemişlerdir. Öte yandan, ethik ve sosial
disiplin açısından bakıldığında, bunlar çoğunlukla problema-
tiktirler. Fakat bu eylemler insanın vital ihtiyaçlarını da karşı­
larlar. İnsanda, yalnız bir amaç güden çalışmalarda kullanıl­
makla tükenmeyen, bir güç fazlalığı vardır. Bu gibi eylemlerin
prensibi: Doğrudan doğruya duyulara dayanan bir hoşlanma
ya da hoşa giden bir energi harcamadır.
Esthetikle ilgili eylemler de bu guruba girerler. 1. gruptaki
eylemler 2. gruptaki eylemlere dönüşebilirler. Örneği, büyük bir
ustalık kendi kendisinden zevk duyabilir. Taş Devri sonların­
da, okuçları, bıçaklar, baltalar vbg. aletler daha zarifleşmişti;
bunlar cilâlanmışlardı ve çok güzel idiler. Bu durum, işçinin
son derece ustalaşmış olmasından başka şeyle açıklanamaz. Bu
ustalık kendisini obiektin mükemmelliğinde yansıtmaktadır. Ça­
lışmanın böyle kendi kendisinden zevk alması da sevindiricidir.
Özellikle çok güzel silâhlar artık bir amaca hizmet etmiyor, an­
cak gösterişe yarıyordu. Sanat böyle doğmuştur. Usta elişçisi, sa­
natçı olmuş, bütün topluluklarda saygı gören bir yer kazanmış­
tır.
Önemli olan başka bir nokta da : 1. gurup eylemlerin an­
cak belli ölçüde 2. grup eylemlere dönüşebilmeleridir. Subiektiv
söylenirse bu, ancak çok dolaylı eylemlerden doğrudan doğruya
bir zevk duyulabilir, anlamına gelir. Çağdaş endüstride bu bü­
yük bir problemdir. Fabrika işi bütünüyle 1. guruba giren ey­
lemlerdendir. Bu türden çalışmalar, amacı kendi dışında olan
eylemlerdir. Bundan başka bu türden çalışmalar, çoğunlukla
can sıkıcıdırlar. Bu yüzden işçiler asıl hayatlarını mesleklerinin
29

dışında, sporda ya da politikada ararlar. Endüstri sosiologisi bu


ilişkilerin nasıl düzeltilebileceğini, doğrudan doğruya işten zevk
almanın yeniden nasıl sağlanacağını araştırmaktadır.
Gördüğünüz gibi anthropologik felsefenin, kendilerinden
birçok sonuçlar çıkarılabilecek, basit prensipleri vardır. Zekânın
ve iki gurup eylemin tarifini yaptık, buradan da tabiat bilimle­
rinin deneylerini, sanatları ve endüstriel çalışmayı çıkardık. Sa­
nat üstüne birkaç şey daha söyleyelim.
Sanata götüren üç yol vardır. Birincisine biraz önce değin­
dik. Orada hareket noktası elişi idi ve sanatçı, Prof. John De-
wey’in de dediği gibi, alışılmış tecrübede karşılaşılan nitelikleri
ideleştiriyordu. Bu tür sanatlar pratik faydadan ayrılamazlar.
Yüksek sanat değeri olan yapılar, mobilyalar, silâhlar, kap-
kacak vbg. vardır. İkinci yol : algının muhtemel olmayan izle­
nimlerinin geliştirilmesi, değiştirilmesi ve rationalize edilmesidir.
Uyarıcı sesler değiştirilir ve düzenlenir; bu müziktir. Ya da gö­
rülmemiş renk düzenlemeleri ile simetrik ve geometrik örnekler
yaratılır; bu da süsleyici sanatları doğurur. Halılarınızın çok gü­
zel örneklerini gözönünde bulundurunuz. Üçüncü yol da, haya
tm tasvir edilmesi, gösterilmesidir. Burada da heykel, yapı ve
edebiyat sanatı gibi sanatlar karşımıza çıkar. Plâstik sana
fayda gözetmeyi bir yana bırakmışlardır. Onlar yalnız oşa gı
melidirler. Bu sanatı doğuran eylemler, bütünü ile 2. gurup ey­
lemler arasına girerler. .
Şimdi de heriki gurup arasındaki geçişleri araştıra ım. -
sıta olan eylemlerin, kendi kendilerinin gayesi o nn e?1. .
dönüştüklerini görmüştük. Çalışma belli bir ölçüde en 1S1 Ç
bir gaye olmalıdır. Özellikle bilimsel çalışma fenomen en e
dileri için araştırmalıdır. Bilimsel bir hakikatin yahut ıimse
bir buluşun faydalı olması ancak ikinci plânda kalır, n one
30

yeni buluşlar herhangibir çıkar gözetilmeksizin yapılan çalışma­


larla ortaya çıkmıştır. En önemli araştırmalar, araştırma zevki
sayesinde başarıya ulaşmışlardır. Bazı bilimlerin, bilim olarak
öteki bilimlerden daha yararlı olduğu tabiîdir. Fakat araştırma­
yı, araştırma olarak sevmeksizin, ruh dolu bir buluşun ortaya
çıktığı çok az görülmüştür.
Özellikle önemli olan, bir başka nokta da şudur : Belirli
amaçlar için kurulmuş olan kurumlarm, kendileri bir amaç ola­
bilirler. Bu. Almanya’da üzerinde çok tartışılan, bürokrasileş-
tirme problemidir. Bir resmî daire kendi kendisini mükemmel­
leştirir; istatistikler, telefon, telsizde olduğu gibi, yönetim araç­
ları gittikçe daha iyiye doğru geliştirilirler. Daha iyi duruma ge­
tirilmiş yönetim araçları yeni yeni ödevler yapma imkânı sağ­
larlar. Resmî daire gittikçe büyür, ödevler çoğalır, problemler
daha ilgi çekici olur. Tarif edilebilir oldukları için ortaya çıkan
problemler bile vardır. Böylece bazen bir resmî daire kendisi
için bir amaç olabilir. Savaş sonrası, 1944 de, Almanya’da 1936
Olimpiyatlarını yöneten bir daire daha duruyordu. Bu gerçekler
şu önemli soruyu doğururlar : Acaba devlet yalnız bir vasıta mı,
yoksa kendisi için bir gaye midir? Bu anthropologik felsefenin
değil, politika bilimlerinin bir sorusudur. Biz ancak şu kadarını
söyleyebiliriz : İnsanlar bu soruya değişik zamanlarda değişik
cevaplar vermişlerdir.
Şimdi de öteki türlü dönüşmeleri, kendisi için amaç olan
eylemlerin bir araç olan eylemlere dönüşmesini ele alalım. Bu­
rada da son derece önemli olan rationalleştirme problemi ile
karşılaşırız. Ethik fenomenlere de, rationalleştirme bakış açı­
sında bakılabilir. O zaman ethik, toplumun zekâ ve aklıdır de­
nilebilir. İkinci gurup eylemlerin belli ölçüde irrational da ol­
duklarını söylemiştik. Cinsiyet instinkti irrationaldir. Onun do
31

yurulması kendi başına bir amaç olarak yaşanır. Fakat toplum


bu davranışı kendi denetimi altına alır. Toplum cinsî davranışı
kabul ya da reddettiğini gösteren şartlar ortaya koyar. Bu dav­
ranışı başka yönlere çevirir ve böylece de evlilik, aile gibi so-
sial kuramların temelini atmış olur. Toplum kendi düzenini,
sağlamlığını ve sürekliliğini ister. Bunun için de çoğalma instink-
tini bu amaçları için bir araç olarak kullanır. Eğer biz de toplu­
mun bir unsuru isek, toplumun bu çıkarlarını kendimiz için de
kabul ederiz. Biz de cinsî davranışlarımızı toplumun şartlarına
uydururuz. Bu durumda bu davranışı rationalleştirmiş oluruz.
Genellikle diyebiliriz ki, toplumun amaçları bizim ruhumuz­
da yansır. Bu yankılar da disiplin ve vicdan adını alır. İnsan so-
sial bir varhk olarak dünyaya geldiği taktirde, disiplin ve vicdan
obiektleri bulmaya ihtiyacı vardır. Bu obiektleri yahut hedefleri
ona toplum verir. Toplum bizim davranışlarımızın bazılarını ah­
lâk, bazılarını hukuk, bazılarını da din ile düzenler. Bu görüş
açısından din, toplumsal bir fenomen olarak ortaya çıkıyor. Bu­
na karşılık din, kendisini mutlak bir hakikat olarak kabul eder.
Empirik bilim için de bu fenomeni, onu reddetmeksizin, kabul
etmemekten başka geriye birşey kalmıyor. Ancak, herzaman
*Çİn, disiplin ve vicdan kuralları, 2. gurubun irrational eylemle­
rinin rationalleştirilmesidirler. Bu kurallar irrational eylemlere
engel olurlar ya da şartlı olarak ve ancak belirli motivler içinde
<zın verirler.
Bilimlerde değişme iki türlü olur. Bilimsel zekâ önce
^maçlar için bir ara çolarak iş gören genel bir zekâdır. Demin,
imsel düşünmenin çıkar gözetmekten kendini kurtararak, ken-
ka^abT b'rJımaç olabileceğini gördük. Bu olay çok aşırıya da
dev^ * Eğirimin sağladığı yararın büsbütün horgörülmesinin,
etın yıkılmasına yol açtığı da görülmüştür. Eski Çin’de böy­
32

le olmuştur. Çin uzun yüzyıllar boyunca, yalnız felsefe ve şiir


öğrenmiş memurlar tarafından yöneltilmiştir. Memur olabilmek
için, felsefe klâsiklerinin hepsini ezbere bilmek ve mükemmel
şiir yazabilmek gerekiyordu. Bu memurların batı kültürüne uy­
ma yetenekleri yoktu. Kültürlerinin rationalleştirilmesi gerekiyor­
du. Çin’de bu devir ancak 1911 de ve tabiîdir ki, büyük devrim-
lerle, sona erdi.
İrrational davranışların rationalize edilmesi yahut 2. gurup
eylemlerin 1. gurup eylemlere çevrilmesi için birçok yollar var­
dır. Önce ethikleştirme den sözettik. Bir başka yol da politik­
leştirme dir. Çinlilerin eski moda eğitimlerini politik sebepler­
den rationalize etmeleri gerekmişti. Burada şunu da eklemek
isterim: Arkeologi, tarih, dilbilim gibi bilimler, bir milletin
kendisini daha iyi anlayabilmesi gibi, dolaylı bir fayda da sağ­
lamalıdırlar. Rationalleştirmenin bir üçüncü yolu da, ticaretleş-
tirme dir. Bu yolda da problemler eksik değildir.
Sporlar önceleri dinî motivler taşıyordu. Şair Homeros
önemli kişilerin gömülme törenleri sırasında düzenlenen büyük
yarışmaları tasvir eder. Geçen yüzyılda ise sağladığı zevk için
spor yapılır oldu. O zamanlar daha büsbütün 2. gurup eylemler
arasına giriyordu. Fakat son yıllarda bir ticaret konusu oldu.
Sporcu olmak kazançlı bir meslek oldu. Büyük düzenleyiciler
sporculara para ödeyerek yarışmalar düzenliyorlar ve kitle de
bu ikisinin birden masrafını çekiyor. O kadar büyük yetenekler
de isteniyor ki, ancak çok az insan bu yetenekleri kazanmak için
zaman bulabiliyor. Milyonlarca kişi, kendileri spor yapmadan,
sadece seyrediyor. Bu sevindirici bir gelişme değil, ancak bu­
nun önüne geçilmez gibi de görünüyor.
Bugünkü söylenilenlerden gördük ki; mantığın beslendiği
kaynak önce ethiktir. İkincisi politikadır ve savaş yönetimi de
buraya girer. Üçüncüsü de ticaretleşme yahut ekonomidir.
IV. İNSANIN İNSTİNKTLERİ VAR MIDIR?

Son kez, eylemlerle ilişkisi içinde, zekâdan sözetmiştik. Ge­


lecek kez de, dil ve algı ile olan ilişkisini araştırırken, yine ze­
kâdan sözedeceğiz. Bugün instinktler problemini ele alıyoruz,
insan görüşünde instinktlerin önemi büyüktür. Burada da insa­
nın kendine has özelliklerini görebilmek için, yine insanla hay­
vanı karşılaştırmamız gerekir.
Son 20 yıl içinde «hayvan davranış - fisiologisi» adında il­
gi çekici, yeni bir bilim doğdu. Bu bilim, özellikle Almanya,
Hollanda ve İngiltere’de ortaya çıktı; Amerika’da daha bilinmi­
yor. Önde gelen kişileri: Almanya’da bu bilimin Buldern’deki
ük araştırma kurumunu yöneten Prof. Konrad Lorenz ve Ox-
ford’da Prof. N. Tinbergen’dir.
Bu bilimin en önemli başarısı, yüzyıllardan beri araştırılan
ınstınkt kavramının tam bir tanımını yapmış olmasıdır. Hayvan*
*arın instinktleri deneylerle araştırılmış ve tanımlanmıştır. Bu­
gün bildiğimize göre instinktler, duygular yahut psişik olaylar
eğildirler. Psikologi değil fisiologi alanına girerler. İnstinktler
aktiv davranış şekilleridirler ve her hayvan türünde irsî bakım-
an değişmezlik kazanmışlardır. Öğrenilmezler ya da tecrübe ile
Sekiz Konferans — Forma: 3
34

kazanılmazlar. Bu davranış şekilleri her hayvan türünde başka


başkadırlar; fakat bir türün tekleri arasında başkalıklar göster­
mezler. İrsî olan bu davranış şekilleri, hayvanın çevresinde bu­
lunan çok özel ve yalnız bu davranışı ilgilendiren boşandırıcılar
tarafından başlatılırlar. Boşandırıcılar birer sinyaldirler; bu sin­
yalin algılanması, doğuştan ve belli amacı olan bir davranışı
başlatır. Basit bir örnek vermek isterim : Yavru kartavuklan ilk
kez uçan bir atmaca görüyorlar ve atmacanın kenar çizgileri do­
ğuştan bir davranış için boşandırıcı oluyor. Yavru kartavuklan
hemen saklanıyorlar. Bir ördeğin kenar çizgilerini gördükleri za­
man ise hiçbir tepki göstermiyorlar. Elbette bu gibi olayları de­
nemelerle araştırmak mümkündür. Yavru hayvanlara ilk kez, çe­
şitli kuşların kenar çizgilerinin yapma aldatıcıları gösterilir. O
zaman instinktiv davranışın özelleşmiş olduğu görülür; çünkü bu
davranış ancak, kendi çevresinde bulunan tehlikeli kuşların ke­
nar çizgileri tarafından boşandırılabilmektedir.
İnstinktleri araştırmak için yüzlerce hayvan türü ile sayısız
denemeler yapılmıştır. Bütün vital durumlarda, hayvanın davra­
nışlarının instinktler ve boşandırıcılar tarafından belirlenmiş ol­
duğu bir hipothes değil, ispat edilmiş bir gerçektir. Hayvanın
davranışları, kendi türünden olan hayvanlar, av, gıda ve kendi
yavruları karşısında, instinktler yüzünden, değişmezlik kazan­
mıştır. Cinsî davranışın da bu alana gireceği tabiîdir. Denebilir
ki; erkek hayvanda göze çarpan, alışılmamış dış özellikler di­
şi hayvanın cinsî davranışı için birer boşandırıcıdırlar. Birçok
kuş ve balıkların parlak renkleri, garip şekilleri böyle açıklana­
bilir. Örneği, tavus kuşunun şaşılacak şekli, birçok hayvanın
kuryapma davranışlarındaki garip, düzenli ve değişmez hareket­
ler, sığır ve geyiklerin boynuzları vbg. Optik boşandırıcıların ya­
nında bütün özel koku ve seslerin de boşandırıcı etkileri olduğu­
35

nu gözönünde bulundurunuz. Hayvanlarda dil yoktur. Fakat her


türün boşandırıcı değeri taşıyan özel ses ve gürültüleri vardır.
Örneği, kaz palazları ilk 9 hafta boyunca, saklanmak için, yal-
mk ana-babalarının çıkardığı özel, uyarıcı seslere karşı tepki
gösterirler. Çeşitli türlerin tipik sesleri, instinktiv davranış şekil­
lerinin de, yeniden boşandırıcı olabileceklerini göstermektedir.
Tedirgin edici bir algı sırasında hayvan, instinktiv olarak, bir
ses çıkarır. Bu ses de yavruların, yine instinktiv olan bir davra­
nışı için, yani kaçmak ya da saklanmak için, boşandırıcı yerine
geçer.
Çiçeklerin renk ve kokuları da çok yaygın bir örnektir. Bu
renk ve kokular gıda arayan hayvanlar için boşandırıcıdırlar.
Özel boşandırıcılarm neler olduğunu görmek için, değişik renk
ve kokusu olan yapma çiçekler kullanılmaktadır.
Doğuştan, instinktiv davranışların hayvan için taşıdığı
önem yanında, onun zekâsının önemi çok azdır. Zekî davranış
tek’in öğrenme yeteneğidir. Bu yetenek de esas olarak şu alan­
larda ortaya çıkmaktadır:
1 — Yer değiştirme hareketlerinde,
2 — Şartlı davranışlarda. Eğer bir köpek kapı açmayı öğ­
reniyorsa, bu deneme ve yanılma ile belirlenmiş olan, öğrenilmiş
bir davranıştır. Sık sık tekrarlanan öğrenilmiş davranışlar alış­
kanlık şeklini alır. Alışkanlıklar bir sonraki nesle devredilmez­
ler, tekle birlikte ölürler. Oldukça zekî olan köpek ve maymun­
ların birçok öğrenilmiş alışkanlıkları vardır.
Yeni kurulan bu instinktiv davranışlar bilimi yardımı ile,
insanın bu alanda da biricikliğini tam olarak tanımlayabiliyoruz.
Hayvanlarda da şu temel kanun bulunmuştur: İnstinktiv davra­
nışlarla öğrenilmiş davranışlar birbirleri ile ters orantılı olarak
gelişirler. Köpek ve fare gibi en zekî hayvanların instinktleri
37

ğişkendir ya da hiç ortaya çıkmayabilir. İnstinktlerin böyle ge­


rilemesi, yahut değişken hareketlerin iç emotionlardan ayırd
edilmesi, psişik bir iç hayatımız olmasının temel şartıdır. Hay­
vanlarda emotionlar, instinktiv davranışlarla birlikte yürürler.
Fakat biz iç ve dış gerçekliği tam olarak birbirinden ayırdede-
riz.
Cinsiyetle ilgili boşandırıcılarda da durum buna benzer. Bir
cinsin karakteristik şeklinin öteki cins için boşandırıcı değeri
taşıdığı doğrudur. Burada da yine aynı şekilde, instinktiv kay­
naktan gelen boşandırılmış emotionlar söz konusudur. Fakat
gerçek davranışın nasıl olacağı önceden tam olarak söylenemez.
Çünkü davranış yalnız boşandırılmış duygulara değil, sosial, et-
hik ve düşünceye dayanan motivlere de bağlıdır.
Şimdi, yalnız insan için geçerlikte olan, iki başka prensibi
sıralayabiliriz. Daha önce, zekâ yüzünden instinktlerin gerile­
mesinden sözetmiştik. İrsî bakımdan değişmezlik kazanmış dav­
ranışın yerini zekâya dayanan, esnek ve çok yönden tayin edilmiş
davranış almaktadır. İç itkiler boşandırılmaktadır. Bunlara ins-
tinkt yerine itki demek daha doğru olur. Daha kaybolmamış it­
kileri, instinkt kalıntıları olarak adlandıralım. Bu durumda in­
sanı anlama bakımından temel olan şu prensipler geçerliktedir.
1 — Bu instinkt kalıntıları esnektirler, birbirleriyle kay­
naşarak bir bütün meydana getirirler.
2 — İnsanın gerçek davranışı bu bütün tarafından ancak
kısmen tayin edilir. Çünkü insanın davranışı ayni şekilde sosial,
ethik ve düşünceye dayanan etkenler tarafından da tayin edilir.
Alışkanlıklar, gelenekler, örnek olan başka insanlar da aynı de-
terminationa katılırlar. İnsanın bütün gerçek davranışları aşırı-
determine edilmişlerdir.
38

Birinci kanunu açıklayalım.


Çoğunlukla, duygularda, emotionlarda ve ihtiraslarda daha
çok instinkt kalıntısı vardır. Örnek olarak hırsı alalım. İnstinkte
benzeyen itkiler yahut mücadele etme, güçlü olma, kendini yük­
seltme, eylem alanını genişletme, prestige ve başkaları tarafın­
dan saygı görme ihtiyacı vbg. nin kalıntıları vardır. Bu kalıntı­
lar birbirleri ile kaynaşırlar ve hırs denen şeyin vital gücünü
meydana getirirler.
İkinci kanuna gelince: Bu durumda da hırsın, hangi ey­
lemleri doğuracağı daha kesin değildir. Ortaya çıkacak davra­
nış. tekin tecrübelerine ve sosial çevrenin şartlarına da bağlıdır.
İmdi davranışı belirleyen bir çok motivlerle karşılaşıyoruz. Hırs­
lı Kızılderili ün kazanmak için bir düşman öldürmek, hırslı Çin­
li edebiyat sınavını başarmak ve mükemmel şiirler yazabilmek,
hırslı fizikçi Nobel ödülünü kazanmak ister. Eski Çağda Grek
devlet adamı başarıları, aynı şehirde yaşayan künik filosof da
politikayı hor görmesi yüzünden beğenilmek ister. İmdi arkasın­
dan zıt eylemler ortaya çıkabiliyorsa, bu durumda bir ihtiras
instinktinden sözetmenin anlamı yoktur.
Kültür şartları, sosial değerler ve bu türden daha başka mo-
tivler insanın gerçek davranışını, komplex iç itkilerden daha az
tayin etmezler. Ve instinkt kalıntıları yalnız, gerçek ve aktiv il­
gilerin içinde bulunan ve değişik şekillerde birleşebilen unsur­
lardır.
Eğer türün çevresinde bulunan tabiî boşandırıcılar bilinirse,
aynı türden olan bütün hayvanların muhtemel davranışları önce­
den söylenebilir. İnsanın muhtemel davranışları ise ancak, kül­
tür situationları, değerler, kurumlar ve töreler bilindiği zaman,
önceden hesabedilebilir. Fakat bu şartlar da ancak çok az insan­
da aynıdırlar. Bu çok az insanda bile yanılmak mümkündür.
39

çünkü individuel ayrılıklar vardır. İnstinkt kalıntıları son derece


değişkendirler. Bereket versin, hiçbir ihtirası olmayan insanla­
rın olduğu da söylenebiliyor.
Ancak çok küçük çocuklarda, özellikle hayatın ilk ayların­
da, oldukça birbirine benzeyen davranışlar görülebiliyor. Onlar­
da itki ve emotionlar aşağı yukarı aynıdır. Fakat hemen öğren­
meğe başlarlar. Eğitim ve tecrübe kısa zamanda etkisini göster­
meğe başlar; alışkanlıklar kazanılır ve dil ile birlikte de ideler
ve değerler dünyası önlerinde açılır. Konkret ilgiler geliştikten
sonra, ancak psikolog bu ilgilerde instinkt kalıntılarından bir-
şeyler bulabilir. Çünkü davranış hemen, toplum kurumlan ve
töreler bilinmeden anlaşılmasına imkân olmayan, belirli alışkan­
lıklar şeklinde değişmezlik kazanır. İnsanın alışkanlıkları ve il­
gileri konusundaki bu theori milletlerarası psikologi ve sosiologi
alanında, heryerde kabul edilmiştir. Özellikle Prof. John Dewey,
kazanılmış alışkanlıkların ve instinktiv unsurların esnek olması­
nın büyük önem taşıdığına değinmiştir.
İlk üç konferansı göz önünde bulundurursanız, insandaki bu
motivlerin yapısını daha iyi anlayabilirsiniz. İnsanda özelleşmiş
organlar ne kadar az ise, gerçek instinktiv, özelleşmiş davranış
şekilleri de o kadar azdır. Eğer insanın instinktiv davranışları
olsaydı, o zaman bu davranışlar, hayvanlarda olduğu gibi, tek
tip boşandırıcılara sıkı sıkıya bağlı kalırdı. Böyle olunca da
bütün insan türü ancak aynı çevre içinde yaşayabilirdi. Ancak
insan kadar zeki bir varlıkta, insinktler son derece gerileyebil-
miştir. Bu instinkt kalıntıları, insan davranışlarının bu sonsuz
değişkenliği için, özelleşmemiş, hareket ettirici bir güç sağlarlar.
Bergson bu gücü «elan vital» olarak adlandırıyordu. Yalnız,
cinsî davranış sözkonusu olduğu zaman, davranış gerçek ins-
tinktlere daha çok benzer; fakat burada da davranış çok değiş­
40

kendir ve sosial motivler tarafından geniş ölçüde belirlenmiştir.


Fakat itkilerin bu yapısı yine de büyük tehlikeleri birlikte
taşır. İnsan kendi kendisini tehlikeye sokan bir varlıktır. Hay­
vanlarda, deneylerle gösterilebilecek dizginlemeler vardır. Örne­
ği, sırtüstü yatan ve boynunu ileriye doğru uzatan bir köpeğin
görünüşü başka bir köpeğin saldırmasını hemen ve otomatik ola­
rak dizginler. Bu görünüş dizginleyici instinktler için bir boşan-
dırıcıdır. İnsanda instinktlerin gerilemesinin, bu türden birçok
dizginlemeleri de aynı şekilde gerilettiğini, yazık ki, kabul et­
mek zorundayız. Ethikin, sosial disiplinlerin, kanunların ve eği­
timin, sunî olarak, kaybolmuş olan bu gibi dizginlemelerin ye­
rini almaları gerekir. Bunların da herzaman başarıya ulaşma­
dıklarını biliyoruz. Suçlularda ve katillerde öteki insanlardan da­
ha az sosial dizginleme ve belki de daha az tabiî dizginleme var­
dır. Fakat normal kültür şartları sona erer ve aşırı yoksulluk or­
taya çıkarsa insanların çoğunun nasıl davranacağı da önceden
bilinemez. Aşırı yoksulluk ve felâket anlarında insanlar hayvan­
lardan daha kötü, daha korkunç, daha vahşi ve zalimce davra­
nabiliyorlar. Eğer Taş Devri insanlarında yamyamlık gösterile-
biliyorsa, bundan, bu insanların sürekli açlık tehlikesi ile karşı
karşıya yaşadıkları sonucunu çıkarmamız gerekir. Oysa ki, ba­
şıboş yaşayan hayvanlar arasında, birbirlerini yiyen hiçbir hay­
van yoktur. Kültür o zamanlardan beri büyük gelişmeler göster­
miştir; fakat itkilerin yapısında bir gelişme olmamıştır. Bu ya­
pı son derece büyük çabalara ve positiv amaçlara göre düzenlen­
miştir. Bu gibi durumlarda insan, kendi «elan vital» ini ve bir
energi fazlalığı gösterir. Fakat itkilerin bu yapısı sosial çökün­
tülere ve vital yoksunluklara göre ayarlannıamıştır. Bu çöküntü
ve yoksunluklar kendi varlığını sürdürme sınırını tehlikeye düşü­
recek kadar ileri gitseler bile, durum değişmez. İslâmlık. Hristi-
41

yanlık ve özellikle Hint dinleri gibi büyük dinlerin insan hak­


kında karamsar bir görüşleri vardır; insan büyük yoksunluklara
dayanamaz, fakat aşırı lükse de dayanamaz. Sosial dizginleme­
ler aşırıya kaçtığı zaman da itkilerin azgınlaşma özellikleri var­
dır. İnsan orta ölçüde şartlara göre yaratılmış bir varlıktır. Bu­
nun bir işareti; yüksek kültürün ilkönce kutuplarda ya da ekva­
tor bölgelerinde değil, ılıman iklimlerde ortaya çıkmış olmasıdır.
Bu yüksek kültür 5000 yıl kadar önceleri, Mısır ve Suriye’den,
Türkiye ve Kafkaslar üzerinden geçerek Mezopotamyaya ka­
dar uzanan «verimli yarımay» içinde ortaya çıkmıştır. Bütün
öteki kültürler, belki de, bu ilk kültürün devamıdırlar.
V. DİL VE ALGI

Hayvan davranışları üzerinde yapılan araştırmalar, hayvan­


larda algıların öncelikle instinktiv tepkiler ve yer değiştirme ile
ilgili obiektleri kapsadığını göstermiştir. Geri kalan herşey ya hiç
algılanmaz ya da, algılansa bile, hayvanın dikkatini çekmez. Ör­
neği, kedi bir farenin çıkarabileceği hafif gürültüye hemen tepki
gösterir; severek üstünde yattığı sandalyeyi, girip çıktığı pencere
ve kapıları tanır; fakat duvardaki resimlere ve bizim kullandığı­
mız öteki şeylere karşı kayıtsızdır. Kuşların tünediği ağaçları da
tanır; fakat yabancı insanlar onun için yalnız engeldir; onlar­
dan sakınır. Önemli bir başka yan da şudur : Hayvanların ma­
nevî yetenekleri algı alanının sınırı dışına ancak, bu alana yem­
den dönebilmek için çıkar. Bir hayvanın öğrenmiş olduğu, bu
hayvan daha önceden tanıdığı algılara daha etkili bir şekilde
tepki gösterdiği zaman, belli olur. İmdi hayvanların hayatı, bu
türün bütün tekleri için hemen hemen aynı olan, bir çevre için­
de kapalı kalmıştır. Çoğu hayvan teklerinin hayatı da yine bit
sıra birbirine çok benzeyen durumlara bağlıdır. Hayvan, kendi
bölgesinde av arayan bir hayvan olarak, bu durumlar içinde bu
amaca uygun olarak hareket etmeyi öğrt?ir.
43

Buna karşılık insan dünyaya açıktır. Bu da, konumuzla il­


gisi bakımmdan, şu demektir: İnsan biologik bakımdan hiçbir
önemi olmayan, bir yığın duyu verileri algılar. Bulutları ve yıl­
dızları, sayısız taşları, ağaç ve çimenleri, kuşları ve böcekleri ve
üstelik bir de bütün bunların gölgelerini görmek, biologik görüş
açısmdan bakıldığında, bütünüyle yersizdir. İmdi insanın algı
alanı, imkân bakımından, sonsuzdur. Bu olayı da instinktlerin
gerilemiş olmasına dayandırmamız gerektiği açıktır. Algılarımız,
yalnız instinktleri boşandıran yahut mekândaki hareketlerimizin
yöneltilmesi için zorunlu olan obiektler alanının sınırları içinde
kalmaz, tersine biologik bakımdan anlamsız birçok uyarımın du­
yu organlarımıza üşüştüklerini söyleyebiliriz. Yeni doğmuş ço­
cuklarda algılanan uyarımların çoğunun acı verici ve hoş olma­
yan bir şekilde duyulduğu, gözlenmiştir. Çocuklar bu yarı em-
brional durumlarında ışık ve gürültüden çok çabuk tedirgin ol­
maktadırlar.
İmdi insanın ilk ödevi, kendisini bu aşırı uyarımlardan kur­
tarmaktır. İnsan bu izlenimler kaos’unu düzenlemek ve onlar
arasında yönünü bulmak zorundadır. Küçük çocuk bunun için
daha yeterli değildir. Bu yüzden o sakin bir çevreye konularak,
aşın izlenimlerden korunur. Yoksa çocuk sinirli olur. Sinirlilik,
Çoğunlukla, işenilmeyen uyarımlarla fazla yüklenilmiş olmanın
bir belirtisidir.
izlenimler kaos’unda yön bulmanın, aktiv ve özel davra­
nış şekilleri ile sağlanması son derece önemlidir. Bu davranış şe-
$ eri ile, aynı zamanda şeyler üzerinde hakimiyet kurarız. İn­
anın, bu duyu izlenimleri yığınını düzenlemesinin ve algılana-
dif1^63^ üzerinde hakimiyet kurmasının iki temel yolu var-
zen ’ er^ meth°d da belirli bir davranış şeklidir. Önceleri çok
n8ln olan ve çok ağır basan bu algılar arasında theorik ve
44

pratik bakımdan yön bulmanın aynı tarzda yapıp-etmelerle ol­


ması, özellikle insana hastır. Bu aktiv eylemlerin birinci dizisini
oyun, İkincisini de dil olarak adlandırıyoruz. Heriki eylem dizi­
sinde de aynı yapının olduğunu gösterelim.
Çocuk ilk yıldan sonra oyun oynamağa ve aynı zamanda
konuşmağa başlar. Önce oyunu ele alalım. Çocuk eline geçire­
bildiği herşeyle oynar ve yürümeye başlar başlamaz da oynaya­
bileceği şeyleri aktiv olarak kendisi arar. Bu çağda çocuğun her­
şeyle bir bağ kurduğunu söyleyebiliriz. Bu arada ne gibi olaylar
olduğunu araştıralım.
Önce bütün duyuların birlikte çalıştıkları göze çarpar. Ço­
cuk şeyleri görür, onları tutar, elinde hareket ettirir, ağzına so­
kar ve çoğu zaman da onu bozar. Elinin erişebildiği herşeye kar­
şı böyle davranır. Bu arada elbette, zamanla şeylerin kendi dav­
ranışı karşısmdaki tepkilerini öğrenmeğe başlar. Başlangıçta ço­
cuğun bu hareketleri beceriksizcedir ve çok az ayrılıklar göste­
rir. Fakat çocuk hareketlerini, mükemmelleşecek ve çok az bir
güç harcama ile başarıya ulaşacak şekilde, düzenlemeyi öğrenir.
İkinci yılın hemen sonlarında birkaç zarı, dengeli durabilecek
şekilde, üst üste koyabilir. Oyunun, farkına varmadan, amaç gü­
den eylemlere ve basit çalışma şekillerine dönüştüğünü öne sü-|
rersek, yeni bir şey söylemiş olmayız.
Oyunun bir başka başarısı daha vardır: bu daha az bilinen
bir başarıdır. Çocuk oyun sırasında şeylerin temel duyu nitelik­
lerini ayırdetmeyi öğrenir. Başlangıçta hiçbir ayrım yapmadan
şeyleri beş duyusunun hepsi ile yoklar; şeyleri görür, onlara do­
kunur, çıkardıkları sesi duymak için onları birbirine çarpar, kok­
lar ve ağzına sokar. Fakat kısa zaman sonra bazı ayrımlar yap'
mağa başlar; madenden olan şeyler, renkleri ne olursa olsun, Ön­
celikle ağırdırlar; su genellikle ıslak, buz soğuk, çıngıraklar seslb
45

çiçekler renkli ve güzel kokuludur vbg. Böyle ayrımlar yapma


çok büyük önem taşır. Bu ayırdetme, theorik bakımdan, bir
abstraktion demektir; çünkü bir obiektin bazı temel izlenimle­
rini seçip çıkarmak için mümkün izlenimler yığını bir yana bıra­
kılmaktadır. Bu ayırdetmenin pratik bakımdan da önemi bü­
yüktür; çünkü gelecekteki bütün çalışmalarda şeylerin ancak
belirli ve bazı özellikleri teknik bakımdan önem taşır. Bir kur­
şun kalemin görünüşünün yeşil yahut kırmızı olması, bir küllü­
ğün camdan ya da madenden olması, pratik bakımdan önem­
sizdir.
Heriki başarıyı da birlikte ele alacak olursak: Çocuk şeyle­
rin tepkilerindeki hangi değişikliklerin, kendi hareketlerindeki
hangi değişikliklerle ilgili ve birbirine göre nasıl düzenlenmiş ol­
duklarını öğrenir. Bir tabak ele alınır ve el açılırsa, pek drama­
tik bir tepki gösterir. Buna karşılık bir ayakkabı hiçbir zarar
vermeden yere fırlatılabilir. Çekiçle çiviye yanlış bir şekilde vu­
rulursa, çivi eğilir. Pratik bakımdan bir şeyin temel özelliklerini
gözönünde bulundurmak ve bu özelliklerin eylemlerimize ne gi­
bi tepkiler göstereceklerini bilmek zorundayız.
Oyundan edinilen bu tecrübeler sırasında üçüncü bir temel
başarı daha ortaya çıkar. Bu başarı istenmeden, bilinmeden or­
taya çıkan, görme apparatında fisiologik bir yan başarıdır. Bu
da: Ellerin ve dokunma duyusunun hareketleri ile ilgili olarak,
gözün yük azaltıcı bir funktion kazanmasıdır, yani biz şeylerin
ıslak ya da kuru, ağır yahut hafif, sert yahut yumuşak olup ol­
madıklarını görürüz. Fakat bu duyumlar önceleri el ve dokunma
duyusunun tecrübeleri idiler. İmdi göz, bilgi bakımından, elin ve
dokunma duyusunun funktionunu kendi üzerine almaktadır
Başka türlü söylersek : El bilgi edinme ödevinden kurtularak,
iş görme ve eyleme ödevi için boşta kalmaktadır. Küçük çocuk-
46

lann oyunlarında, öteki duyular yanında, elin de öğrenme funk­


tionu vardır. Daha sonra göz öteki duyuların görevini de kendi
üstüne alır. Erimiş demirin sıcak, bir parça kurşunun ağır, tü-
yün hafif, kumun ıslak ya da kuru olduğunu görerek, biliriz. Bi­
liriz; çünkü göz önceleri uzun süre öteki duyularla birlikte ça­
lışmıştır. Bu birlikte çalışma da oyun idi. Atlarda ve köpeklerde
duyular arasında böyle aktiv bir birlikte çalışma yoktur. May­
munların bile, şeylerin değişmeyen, temel özelliklerini, ağırlık ve
denge gibi, göremediklerini biliyoruz.
Fakat insan gözü ile situationu kavrayabilecek durumdadır.
Çok değişken hareketlerin sahibi olarak insan, eylemleri için ya­
rarlı bir ödevin nerede olduğunu görebilir. Görme sırasında bir
şeyin temel özelliklerinin ne olduğu, hatta elin en uygun şekil­
de nereden tutabileceği konusunda şey ile optik bir bağ kurulur.
Bir fincanın nasıl tutulması yahut bir kitabın nasıl açılması ge­
rektiği, görülür.
Duyular arasında gözün yönetici funktionu şu görüş açısın­
dan yargılanmalıdır: Önceleri kaotik ve aşırı bir bollukla ortaya
çıkan uyarımları, göz düzenler. Temel sonuç da şudur : Gözün
funktionu, elin ve öteki duyuların yükünü azaltmaktır. Şeylerin,
öteki duyu niteliklerini de içine alan, optik görünüşlerini sem­
boller olarak adlandıralım. Yetişkin insanın gördüğü, semboller
Je dolu, açık bir dünyadır. Biz şeyleri, ancak belli bir açıdan ve
bir yanlarını, çoğunlukla ön ve üst yanlarını, görürüz. Buna rağ­
men pratik bakımdan önemli olan bütün özellikleri de birlikte
görürüz. Birşeyler yapmağa başladığımız zaman, şeylerin ne gi­
bi tepkiler göstereceğini önceden biliriz.
Optik dünya, neutral şeylerden temizlenmiş bir dünyadır
Bu da şu demektir : Bu şeyler artık, kendilerine karşı tepki gös­
terilmesi gereken uyarımlar değildirler, tersine mümkün bir ey
47

lemin obiektleridirler. Optik dünyanın bu nitelikleri kendi akti


vitemizin yanbaşarılarıdır.
Şimdi de aynı görüş açısından dili araştıralım. İnsan, izle­
nim doğuran uyarımlara, özellikle optik uyarımlara, doğuştan
olan bir tepki gösterir. Bu tepkiyi de ağzın ses çıkarıcı hareket­
leri ile ifade eder. Çocuğun bunu öğrenmesi gerekmez. O bazı
izlenimlere karşı bazı sesler çıkarır. Çocuğun öğrendiği şey ise
1. seslerin özel söyleniş biçimi, 2. belirli seslerin belirli şeylere
göre düzenlenmesidir. Bu ses çıkarma hareketi, gerçek fizikî bir
tepki olarak anlaşılmalıdır. Bizim açıklayamadığımız, düşünce­
nin bu özel hareketlere neden bağlı olduğudur. Gelişme görüşü
açısından bakılırsa, düşünme ile konuşmanın önceleri aynı şey
olduklarını kabul etmek gerekir. Belki de çok uzun zaman önce­
leri, konuşulduğu sırada düşünülüyordu. Sessiz düşünme ancak
çok sonraları gelişmiş olmalı.
Konuşma gerçi aktivdir, fakat etkisizdir de. Bunun özel
bir anlamı vardır: Konuşma şeylerde, doğrudan doğruya bir de­
ğişiklik yapmaz. Önemli bir başka olay da, bir uyarıma sesle ve­
rilen cevabın, bu uyarımın etkisini iki katma çıkarmasıdır; çün­
kü görülen uyarım, konuşanın kendisinin de işittiği bir sesle ta­
mamlanmaktadır. Bu özel aktivlik sayesinde görülen sembollerin
yerine işitilen sembolleri koyarız. Görülen dünya bizim kendi
aktivitemizin bir sonucudur. İşitilen dünya da aynı şekilde akti-
vitemizin sonucudur ve işitilen dünya görülen dünyayı şart ko­
şar. Buradan da bazı temel gerçekleri çıkarabiliriz.
1 — Dil dışarıya ve esas bakımından da görülen dünyaya
yönelmiştir. İmdi subiektiv durumlarımıza tam uygun gelen söz­
lerimiz yoktur. Onları dış dünyanın kavramları ile tanımlamak
zorundayız. Örneği, bir korku duygusunu tanımlayanlayız, an­
cak bu korkuyu doğuran durumu tanımlamamız gerekir.
48

? — Sözler, yani görülen semboller yerini tutan işitilen


semboller dışarıdan gelen belirli bir nedeni olmasa da. istenildi­
ği zaman söylenebilir. Şeyleri sözlerle düşündüğümüz için, her
türlü şeyi, bunlar var ve görülebilir olsunlar olmasınlar, düşüne-
biliriz. . ..... .. .... .
3 İmdi geçmişteki ve gelecekteki şeyleri düşünebiliriz,
onlar üstünde konuşabiliriz. Aynı şekilde, mekânda çok uzakta
olan şeyleri de düşünebiliriz. Zaman ve mekânı bize açan yalnız
dildir. . , , ... •••
4 _ Daha önce görme duyusunun öteki duyuların yükü­
nü hafiflettiğini görmüştük. Şimdi de dil, bir kez daha, daha
yüksek hafifletici bir funktion ekler. Biz konuşma ve düşünme
sırasında görülen dünyanın doğrudan doğruya izlenimlerinden
kurtulur ve geçmişteki, gelecekteki, çok uzaktaki şeylerden soz-
edebiliriz. . I
Şimdiye kadar dilden sözederken. insanların birbirleri ne]
konuşmalarını daha gözönünde bulundurmadık; dilin, yalnız,
herbirimiz için hafifletici funktionunu, yani ikinci bir semboller
dünyasının yapısını araştırdık. Şimdi de insanların birbirleri e
konuşmaları ile ilgili iki gerçeği ekleyelim.
5 — Görme subiektiv bir olaydır. Bir başka insan, nıe
kânda başka bir yerde bulunduğu için, hiçbir zaman benim gör­
düğümün aynısını göremez. Fakat sözlerimiz başkaları tara ın
dan işitilir ve biz de başkalarının sözlerini işitiriz. İmdi düşün­
celerimizi söylediğimizde, öteki insanların da aynı düşünce eri
anladıklarından emin olabiliriz. Başka insanlara kendi gördü e
rimizi de söyleyebiliriz. Dil benim gördüğüm dünyayı başka a
rmın düşüncelerine aktarır.
6 — Temel sonuç şudur: Biz başka insanların tecrübe e
rine dayanarak eyleyebiliriz. Başka insanların yapmış oldukları
49

tecrübeleri yeniden yapma yükünden kurtuluruz. Bildiğimiz şey­


lerin çoğunu başkalarından öğrenmişizdir; çünkü başkaları o
şeyleri bize söylemişlerdir. Bütün kültürün ve gelişmenin şartı
budur. Hayvanlar ise binlerce yıldan beri kendilerinden önceki
hayvanların yapmış olduğu tecrübelerin aynısını yaparlar ve
edindikleri bu tecrübeler de kendileri ile birlikte ölür. Dil ol­
madan hiçbir nesil, kendinden önceki neslin bildiğinin ötesine
geçemezdi.
Burada da size algı ile dil arasındaki yapı ilgisini göstermiş
oldum. Yük azaltıcı Funktionların, birisi ötekisini gerektiren,
iki dizisi vardır. Fakat adı geçen yapı ilgisini tam olarak anla­
yabilmek için, daha önce eyleyen bir varlık olarak insan hak­
kında söylediklerimizin kabul edilmesi gerekir.
Dil sayesinde serbestçe sözler üretebilir ve onları serbestçe
birleştirebiliriz de. Bu arada karşımızdaki görülen dünyada ne
gibi obiektlerin bulunduğu önemli değildir. İmdi şeylerin kendi­
lerini değiştirmeden, onlar karşımızda olmasalar da, onları dü­
şüncede değiştirebiliriz. Karşımızda olmaları gerekmeden ve
kendilerini pratik bakımdan değiştirmeksizin, situationları da de­
ğiştirebiliriz. Onları yalnız düşüncede değiştirmemiz yeter. Bü­
tün yaptığımız değişiklikleri de öteki insanlara bildirebiliriz. Bu
gelecek için plânlar yapma yeteneğidir. Eğer şimdiki durumlara
üstün tuttuğumuz, gelecek durumlar tasarlayabilirsek, bunlar
hakkında plânlar kurarız. Bu plân yapma, yapıp-eden bir var­
lık, yani yaşayabilmek için tabiî realiteyi değiştirmesi gereken
bir varlık için temel zorunluluktur. Düşünme maddî olmayan bir
deneme-eylemdir. Dil, algıların aktiv bir şekilde düzenlenmesi­
nin ve birleştirilmesinin aktiv bir devamıdır. Özelleşmiş instinkt-
lerimiz olmadığı için dünyayı ele geçirmemiz gerekir. Bu yüzden
biologik bakımdan gerekli olandan daha çok şey algılıyoruz. İn­
sanın yaşamasını sağlayan da, bu çokluğun düzenlenmesidir.
Sekiz Konferans — Forma: 4
VI. İNSAN VE KÜLTÜRÜN BAŞLANGIÇLARI

Şimdiye kadarki 5 konferansın hepsinde insanı, abskrakt


bir eyleyen insan modelinde ele aldık. Bu yerinde bir astraktion
idi; çünkü her ilim obiektinin izole edilmiş belirli bir yanını
araştırır. Fizikçi de böyle yapar; şeylerin değeri yahut güzelliği
ile değil ölçülebilen özellikleri ile ilgilenir. Bu yüzden şimdiye
kadar yalnız bütün insanlarda ortak olan, önemli özellikleri araş­
tırdık; insanların realite içinde varlıklarını sürdürmelerini sağ­
layan konkret şartları gözönünde bulundurmadık. Bunlar ise so-
sial ve tarihî şartlardır. Son derece çok ve çeşitlidirler. Sosiologi
ve tarih gibi bilimler belli insan guruplarının eylem ve düşünce­
lerinin bağlı olduğu real ilişkileri araştırırlar. Bu ilimler de
abstrakt’dırlar, yalnız felsefî anthropologiden başka bir anlamda.
Onlar da bazı şeyleri alır, bazılarını bir yana bırakırlar. Ulysses
adlı romanında James Joyce, modern bir insanın 24 saatlik ha­
yatını anlatmıştır. Romanını hayatın kendisi kadar konkret yap­
mak istiyordu. Bu da 1000 sayfa tutmuştur. Bunu okumak için
birçok gün harcamak gerekir.
Eğer anthropologi, sosiologi ve tarihin methodlarını da uy­
gulamağa kalkarsa, çok yanlı bir bilim olur ve Kültür-Anthropo-
51

logısı (cultural anthropology) adını alır; ilgi zorunlu olarak, en


eski zamanlarda insan kültürünün nasıl bir yapısı olduğu soru­
suna kayar. Bu durumda da, bugün ilkel durumlarını daha ko­
ruyan toplumlarm araştırılması özellikle önem kazanır. Bu top­
lumlar, yüksek kültürün etkilerinden uzak ve çoğunlukla da kü­
çük toplumlardır; devletleri yoktur ya da devletin ancak başlan­
gıçları vardır; yazıları ve makineleri yoktur; ancak ilkel bir ta­
rımları vardır. Avustralya’daki ve Brezilya ormanlarındaki yerli-
ler buna örnektirler, özellikle Amerikan «cultural anthropo­
logy» sı bu gibi toplumları başarı ile incelemektedir. İnsanın
eğışık şartlara aktiv olarak uyma yeteneği ve esnekliği üstünde
daha önce durmuştuk. Kültür-Anthropologisi birçok gerçekler­
le bunu doğrulamaktadır.
100 000 yıl ve daha öncesinin en eski kültürleri ne tarla ta­
rımım, ne de hayvan terbiye etmeyi biliyorlardı ve tabiî ki ma­
denleri de yoktu; avlanarak ve yenebilecek bitkileri toplayarak
yaşıyorlardı. Buz Devri sonlarında, 20 000 yıl kadar önce ver
leşine yerlerinin oluşu dikkate değer. O zamanlar büyük av’ hav­
yan arı özellikle mamutlar, çok boldu. Rusya’da ve Sibirya’da
özellikle Irkutsk yakınlarındaki Malta’da mamut kemikleri de­
posu ve tahtadan yapılmış büyük evlerin kalıntıları bulunmuştur
u önemlidir çunku av kültürüne sahip olan bugünkü toplum­
larm hepsi ıklım ve ekonomi bakımından en uygun yerle^ kivi
bölgelere itilmişlerdir. Bugünün en ilkel toplumları çöllerde ya
Hayan AvustralyalIlar ve Afrika’daki Buşmen’lerdir. İkinci ola
Brt 1°Plk.Çengîllerde ve anlarda yaşayan Afrikalı Pigmeler
rezı ya içlerinde ve Malaya’daki kabileler gelir. Üçüncü ola
Al t’ ı b°,ge,erİnde yWan’ Kuzey Amerika’daki kuzey
gonkınler ve Eskımolar gelir. Bütün bu bölgelerin şartları son
erece uygun olmayan şartlardır ve buralarda yaşayanlar, Buz
52
Devri avcılarından farklı olarak, gittikçe daha çok açlık tehlike­
si karşısında bulunuyorlar. Herzaman sis, yağmur ve soğuğun
hüküm sürdüğü Güney Afrika'nın en ucundaki Magellan Boğazı,
dolaylarında yaşayan, Ona ve Yaghan’larda da durum böyledır.i
Bu gibi toplumlar böyle bölgeleri gönüllü olarak seçmiş Olamaz­
lar; daha güçlü ve gelişmiş kabileler tarafından, daha önce bu­
lundukları yerlerden buralara sürülmüş olmalılar. İmdi bu top­
lumlar kültürlerini en az uygun olan şartlara göre geliştirmek
zorunda kaldıkları için, çok eski toplumlardaki ilişkiler için tam
bir örnek olamazlar. Şüphesiz onlar önceleri daha iyi bir seviye-।
de idiler ve bir kültür kaybına uğramışlardır. Buna rağmen on-
ların bu kötü şartlara uyma çabaları dikkate değer bir durum­
dur. Hiçbir maden ve hemen hemen hiç tahta olmadan da Es-
kimolar buz bölgelerinde yaşayabiliyorlar; kayıkları Fokbalığı
derisinden ve kemiklerindendir; ateşi balıkyağı ile yakarlar; aynı
şekilde silâhları da kemiktendir; evler ise kar bloklarından ya-
pılmıştır.
Sosiologi görüş açısından bu toplumlann temel problemi, j
sürekli bir sosial düzen sağlayabilme problemidir. Onlarda dev- ■
let, sürekli yerleşme yerleri yoktur. Ne gıda maddelerini birlikte .
taşıyabildikleri, ne de gelecek için birşeyler yapabildikleri için» ;
geçmişten geleceğe uzanan bir ekonomileri de yoktur. Böyle bit
ekonomi ancak daha sonra, tarla tarımı ve hayvan terbiye etme ı
sayesinde mümkün olmuştur. İmdi sürekli kurumlar kurmanın <
biricik imkânı, bu kabilelerin üyeleri arasındaki karşılıklı ilişki- ,
lerin düzenlenmesindedir. Bu problem ilkel toplumlann temel]
problemidir.
Evliliğin çeşitli şekillerinin düzenlenmesi, kardeşler arasın­
da evlenme yasağı ve aile dışından evlenme (exogami) kanunu
bu toplumlarda ortaya çıkar. Ailelerden kurulmuş, «elan» ola­
L

53

rak adlandırılan daha büyük birlikler de bu gibi toplamlardan


doğarlar. Bu daha büyük birlikler arasında da yine belirli kar­
şılıklı ilişkiler kurulur. Bu şekilde kurulmuş ilişkiler boyunca da
hukuk gelişir. Bazı malların miras bırakılabilmesi, av bölgeleri
üzerindeki haklar, yakınlarını koruma görevi, evlilik ve soy iliş­
kilerine göre düzenlenir. Bu yapılar çoğunlukla, Avustralya’da
da olduğu gibi, şaşılacak kadar karmaşıktırlar. Bu yapıların
araştırılması Kültür-Anthropologisinin özel ve çok güç bir dalı­
nı teşkil eder. Bu dalda son zamanlarda matematik method da
uygulanmaktadır.
Bundan sonraki kültür gelişmesi, yenilebilen bitkilerin bile­
rek yetiştirilmesidir. Bunun Buz Devri sonlarında, yani 20 000
yıl önceleri olması ilgi çekicidir. Fransa’da Lourdes yakınların­
da, o zamana ait, ren geyiği boynuzları üstünde başak oymaları
bulunmuştur. La Verrier yakınlarında bir mağarada da taş üs­
tünde bitki oymaları bulunmuştur. Bu buluntular bitkilere, hat­
ta bitki köklerine karşı duyulan ilgiyi ve keskin gözlemciliği gös­
termektedirler; aynı zamanda bitkilerin yetiştirildiğini de kabul
etmek gerektir. Fakat bitki yetiştirilen alanların çok geniş olma­
dıklarını kabul ediyoruz. Kadınlar tarafından işlenen bahçeler
vardı. Erkekler yine av ile uğraşıyorlardı. Bahçe tarımının bu­
lunması ile kültürel durum büsbütün değişmiştir. Avda başarı
herzaman rastlantılara bağlı idi ve erkekler çoğu zaman boş el­
lerle dönüyorlardı. Buna karşılık kadınlar stoklar hazırlayabili­
yor ve beslenmeyi güvenlik altına alıp düzenleyebiliyorlardı. Bu
durum kadınlara, daha önce sahip olmadıkları, büyük bir eko­
nomik önem ve toplumsal etki sağlamış olmalı. Gerçekten bugün
bile, çocukların ana tarafına daha yakın sayıldığı birçok ilkel
toplum vardır. Bu durumda, baba, karısı ve çocuklarından çok,
ana ve kızkardeşine yakındır. Çocuklara babadan çok dayının
54
। un hu durum «soyun ana çizgisi üze-
sözü geçer. Bilimsel açı , jlinea] dcscent» olarak adlan-

S***"'1iaveAltınsahille-
arasında ta-
konuda öne
sürülen görüşler küUürel ilişkilerin sonucudurlar.
Stadı de hayvan .erbiye ermenin bulunuşuna golcün , Bu

bizimle birlikte olan köpektir. En esk. kopuk ve tavu


vprlesme yerlerinin çevresinde binken yiyecek artıklan yuz
den insanın çevresine kendiliklerinden gelmiş olmaları nuıı
X ve^sığırlarda ise durum başkadır vo­
landan, hızlı koşan, tehlikeli büyük hayvanlardı. Fakat n
eleştirildikleri bilinmiyor. Bu konuda birçok the
hayvanların çok uzun süre, en önemli av hayvanlan ° ‘ ‘
bir kült konusu olduklarını çok muhtemel sayıyorum. Fra .
Ispanya’daki mağaralarda bulunmuş olan birçok sığır, va ş *
ve mamut resimleri başka türlü açıklanamaz. Daha sonralar y
ne kült ve törenlerle ilgili olarak, resmini yaptıkları hayvanlı y
rine canlısını koymayı denemiş olmalılar. İmdi bu goruş og
ise, dinî amaçlar için önceleri tek tek hayvanlar bir yere
tılmıştır. Kesin olan bir nokta var ki, yararlanacak bir nay
olarak atı terbiye etmeyi ilk önce Batı ve Orta Asya step erin u
yaşayan Türk boyları başarmışlardır. Bu en geç 6000 y* at‘
önce yapılmış olmalı; çünkü. Doğu Mezopotamya’da, Ku e
5000 yıldan daha eski, üzerinde üç atlı bir araba resmi olan
kil çanak bulunmuştur. Anau (Türkistan) kazılarında da at
55

mikleri bulunmuştur. Sığırları terbiye etmenin bulunuşu hakkın­


da ise daha az bilgimiz var. Bir theoriye göre, sığır ilk önce Ti­
bet’te terbiye edilmiştir. Ben bunu mümkün görmüyorum. Vi-
yanalı Prof. Mcnghin’in theorisine göre ise bu, ilk önce Batı
Türkistan’da başlamıştır. Sığır, attan daha önce terbiye edilmiş­
tir.
Şimdi de yüksek kültürlerin ne zaman başladıkları sorusu­
nu ele alalım. Daha önce en eski kültürün, Mısır’dan başlayıp,
Suriye ve Anadolu üzerinden geçerek Mezopotamya’ya, bugünkü
Irak’a kadar uzanan «verimli yarımay» içinde doğduğunu söyle­
miştim. Bu kültürün şartları, nüfusun çok olması, sürekli yerleş­
me yerlerinin ve yaygın tahıl tarımının oluşu idi. Suriye’de, ağız
kısmında çakmaktaşı kırıkları olan kemik oraklar bulunmuştur.
Bunlar 9000 yıllıktır ve o zamanlar da önemli bir tarla tarımı ol­
duğunun işaretidirler. Bu devreye Nahif - Devresi denir. Bunun
arkasından da Tahunc - Devresi gelir. Bu adlar buluntu yerleri­
nin adlarıdır. Daha Tahune Devresinde sığır, domuz, koyun ve
keçilerin kilden yapılmış figürleri görülmektedir. Bunlar en azın­
dan 7000 yıl eskidirler. Natuf Devresine ait, çanak-çömlekçilik
ve ev kalıntıları daha bulunmamıştır.
Yüksek kültürün başlangıçları böyle idi; o zamanlar daha
şehirler yoktu. Büyük yerleşme yerlerinde yapılan kazılar şu so­
nuçları vermiştir: Musul dolaylarındaki Tepe Gawra’da 7000
yıl, İran Çölünün batı yakasındaki Tepe Siaik ve Kuzey Suriye’­
de Ras Shamra’da, 6500 yıl öncelerine kadar inilmiştir. Mısır
kültürü, Türkistan’daki Anau ve Dicle ile Fıratın aşağı havza­
sındaki kültürler 5000 yıllıktır. Sümer kültürü olan, bu sonuncu­
su çok karışıktır ve o zamanlar bile eski olmalıdır. İlk yazı 5200
yıl önce Sümerlerde ortaya çıkıyor. Bilinen en eski 5 şehir kül­
56

türü şunlardır : Mısır kültürü, Sümer (Mezopotamya) kültürü,


İndus ırmağının aşağı havzasındaki Hint kültürü, Hoang-Ho ır­
mağının aşağı havzasındaki Çin kültürü ve Türkistandaki Anau
kültürü. Bu 5 kültürden, Anau kültürü dışındaki, dördü nehir
kültürüdür, yani büyük ırmakların taşmalarını düzenleme prob­
leminden doğmuşlardır. Hint ve Çin kültürleri öteki üçünden da­
ha yenidir; ancak 4500 yıl kadar eskidir. Hint kültüründe Hitit
etkisi de görülür. Yalnız Anau kültürü nehir kültürü değildir; bu
kültür at ve sığırın ilk terbiye edildiği bölgelerin yakınlarındaki
tarla kültürü idi. Irmakların düzenlenmesi problemi de, yıllık su
baskınlarını, kanal ve setler yaparak engellemeye çalışmaktan
başka bir şey değildi. Böylece suyu bütün araziye dağıtmak
mümkün oluyordu. Bu da kollektiv tesislerin bir merkezden yö­
netilmesini şart koşuyordu. Böylece, daha önce bulunmuş olan
yazının, Mısır’da kralın memurlarının tekelinde toplandığını gö­
rüyoruz.

Kültürün gelişmesi için yazının taşıdığı önemi fazla büyüt­


memelidir. Geçen defa dilin yük azaltıcı funktionunu anlatmış­
tım. Dilin bizi, doğrudan doğruya olan algılardan nasıl kurtar­
dığını da göstermiştim. Yazı bu olayı bir kez daha tekrarlar; ya­
zı bizi konuşmaktan kurtarır. Yazılmış bir cümle ile söylenmiş
bir cümlenin anlamları aynıdır, fakat yazı gelişigüzel bir zaman­
da rastgele insanlara yöneltilmiştir. İmdi yazı abstrakt bir haber­
leşmedir. Abstrakt düşünmede de yazıdaki özelliklerin aynısı ile
karşılaşırız. Herikisi de emotionlardan, kesin kararlardan ve
duygulardan temizlenmiştir. Herikisi de idrak edilemezler ve
inia.'’.lar kulIanmadan İŞ görürler. Abstrakt düşünme ve yazı, her
düşünen kişi için genel değeri olan iddialar ortaya koyarlar. Git­
tikçe yazının daha çok kullanılması ile insanın düşüncesi de da­
57

ha rationalleşmiştir. Yazıyı bilen kültürün 5000 yılı içinde, bili­


nin de yapısı değişmiştir. Felsefe bugün şu görüştedir: Bilinin
yapısı, çok uzun zaman içinde değişebilir. Yalnız bilinin içinde­
kiler değil - çünkü bu tabiîdir - , onun yapısı da değişmektedir.
Bugün biz 1000 yıl ya da 100 yıl önceki insanlardan çok başka
obiektler düşünüyoruz. Onların düşünmüş olduğu bir şeyi dü­
şünsek bile, yine de onlardan başka bir şekilde düşünürüz. Bu
yüzden geçmiş kültürleri en iyi şekilde, onların düşündüğü gibi
rational düşünerek, anlayabiliriz. Aynı zaman içindeki başka bir
milleti anlamak sözkonusu olduğu zaman da durum böyledir.
Kültürün en çok rational olan alanları, ekonomi, bilim, teknik,
harple ilgili işler ve politikadır. Aynı çağdaki milletler arasında
ve eski milletleri ilgilendiren konularda yeterli bir anlayışı an­
cak bu alanlar yardımı ile sağlayabiliriz. Başka milletlerin sana­
tını, şiirini, müziğini ve özellikle dinini anlamak çoğu zaman da­
ha güçtür.
Bu konferanslarda, rational bir insan theorisini size tanıt­
mağa çalıştım. Başka bir milletin felsefesini anlamak genellikle
güçtür. Fakat belki bu kez bu başarılmıştır. Subiektiv görüş ve
değerleri bir yana bırakıp, yalnız fenomenleri ve fenomenlerin
sonuçlarını göstermeğe çalıştım. İnsanın kendisi hakkmdaki so­
rularının bir çoğunun bu şekilde cevaplandırılamayacağını da
burada eklemek gerekir. Bu sorulardan bazılarını dinler cevap­
landırır. Fakat bu cevaplar da çeşitli kültürlerde ve milletlerde
değişik şekiller alır. Bazı soruları da, bilimsel olmalarına rağ­
men, cevaplandıramıyoruz; belki de, hiçbir zaman cevaplandıra-
mayacağız. Örneği, biologik gelişme nıekanisminin nasıl oldu­
ğunu, neden bugün, bir milyon yıl öncekinden başka türden in­
sanlar, hayvanlar ve bitkiler olduğunu bilmiyoruz. Beynin dü­
58

şünmeyi nasıl sağladığını, neden hayat diye birşey olduğunu da


bilmiyoruz. Geçen yüzyılda olduğu gibi, bilimden herşeyin bek­
lendiği bir devir olmuştur. Ancak biz artık sonsuz bir mükem­
melleşmeye inanmıyoruz. Belki de, insanlar artık ayaklarını sı­
nırlı bir dünyaya göre uzatmağa başlıyorlar ve bu durumda da
artık tam olmayan, mükemmel olmayan değerli sayılacaktır.

I
a

VII. İNSAN VE TEKNİK

Teknik de, insan kadar eskidir. En eski insan fosillerinin


yanında taştan yapılmış aletler bulunmuştur. En eski teknik,
aletler tekniğidir. En eski aletlerin, gerçek anlamıylc buluşlar ol­
ması, yani bu aletlerin tabiatta bir örneği bulunmaması, dikkate
değer. Örneği, bıçak yarım milyon yıl kadar önce bulunmuştur.
Keskin kenar uzunlamasına sürtülürse, herhangibir şey kesilebi­
lir. Bu tabiatta olmayan bir olaydır ve aynı durum öteki temel
aletler için de sözkonusudur. Tabiatta çivi ya da düğüm yoktur;
tekerlek, yani kendi ekseni çevresinde dönebilen yuvarlak levha
da yoktur. İmdi bu aletler, motor ya da buharlı makina gibi, ta­
biî örneği olmayan buluşlardır.
Bu ilk buluşlar, anthropologik felsefenin görüş açısından,
çok ilgi çekicidir. İlk aletler, silâhlar ve soğuğa karşı korunma­
ya yarayan ateş olmuştur. İmdi bu aletler insanda eksik olan fi­
zikî organların yerini tutmaktadır. İnsanların boynuzları ya da,
şebek gibi, dişleri yahut postları olsaydı, o zaman ne silâh, ne
de ateş gerekecekti. Oysa ki, özelleşmiş organların ve instinktle­
rin gelişmemiş olması, insanın temel özelliğidir. İnsan, organları­
nın eksikliğini aletler, instinkt yokluğunu da zekâsı ile karşılar.
60

Böylece karşımıza organ eksikliğinin giderilmesi prensibi çıkıyor.


Örneği, kartal gibi kanatlarımız yok, ama uçaklarımız var. Ek.
sikliğin giderilmesi prensibine iki başka prensip daha ekleyebilj.
riz: Birisi organların yükünün azaltılması, ötekisi de organla­
rın görebildiği işin aşılması prensibidir.
Bu prensipleri açıklayalım : Aletlerin, eksik organların ye-
rini tuttuğunu görmüştük. İkinci olarak: Organlarımızın yükünü
azaltan, alet ve makinalar vardır. Örneği, arabalar olduğu için,
yürümemiz ya da yük taşımamız gerekmez. Bir çark akan su ile
döndürülürse, elle döndürmemize ihtiyaç kalmaz. Asansör, mer­
diven tırmanmayı yersiz kılar. Yay, bir mızrağı fırlatmağa çaba­
lama yükünden bizi kurtarır.
Üçüncü prensip de, organ funktionlannm aşılması prensi­
bidir. Bir taş ile, yumruktan daha etkili olarak vurulabilir; bir
dürbün ile, gözün gördüğünden çok daha iyi görülür; telefon ile,
sesin yettiğinden çok daha uzaklarla konuşulabilir.
Tekniğin bu üç prensibini, insan bedeni ile olan bağıntıları'
içinde ele aldık. Teknik uzun süre, insanın organlarının yerini I
tutmak, organların yükünü azaltmak ya da organ funktionl arını I
daha etkili duruma getirmek yönünde gelişmiştir. Çok önemli.
olan yan, gelişmenin dışa doğru olmasıdır. İmdi, aynı anlamda,
teknik, organik hayatı insanın organlarının erişebildiği alanın dı­
şına çıkarır; gittikçe organik tabiatı elimine eder, yani organik
tabiatın ürünlerinin yerini teknik başarılar alır. Ağacın yerini
önce madenler, sonra yapma maddeler; yakacak olarak odunun
yerini kömür; deri ya da kendirin yerini çelik teller; balmumu .
ile aydınlatmanın yerini elektrik; çivit ve erguvan gibi tabiî renk'
maddelerinin yerini sentetik boyalar alır. Motorlu araçların sa-j
yısı arttığı için, atların sayısının azaldığı da unutulmamalıdır. ,
Çağdaş kültür artık, hayvanları çekme ya da yük taşımaya ya­
61

rayan güç kaynakları olarak kullanmaz. Çünkü hayvanların ya­


pabilecekleri işleri, kat kat fazlasıyle makineler yapmaktadır.
İmdi diyebiliriz ki, tekniğin, organik hayatın ürünleri yerine,
mümkün olduğu kadar kendi ürünlerini koymak eğilimi vardır.
Tarif bakımmdan, alet ve makine arasında bir fark vardır.
Bu fark da, otomatik hareket prensibidir. Bu prensip önce yel
değirmeni ve su değirmeninde, belki çömlekçi çarkında da, kul­
lanılmıştır. Buğdayı elle öğütmek gerektiğinde, çevirme hareke­
tini elle gerçekleştirmek gerekiyordu. Sözkonusu prensip burada,
döndürme hareketini bedenden dışarıya aktarmakta ortaya çı­
kar. Burada da yine yük hafifletmeden sözedilebilir; insan, yap­
ması gereken organik hareketlerden kendisini kurtarmaktadır.
Buğdayı elle öğütme yahut çömleği elle döndürme hareketleri,
otomatikleşmiş hareketlerdir, alışkanlığa bağlıdırlar ve, yürüme
de olduğu gibi, otomatikleşirler ve bir gayeye uygunluk taşırlar.
İmdi insan, makine yardımı ile, kendi yapacağı işten kendisini
kurtarıyor; makineyi çalıştırıyor ve kendisi yalnız gözetleyici
olarak kalıyor. Böylece işin verimi son derece artıyor.
Şimdi söyleyebiliriz : İnsan eyleyen, dünyayı değiştiren bir
varlıktır. Dünyayı değiştirir; çünkü başka türlü hiç yaşama şansı
olmayacaktı. İnsan zekîdir; çünkü özelleşmiş organları ve davra­
nışlarının doğuştan olan bir formu yoktur. Bunları daha önce
görmüştük. Şimdi de şunu ekliyoruz : İnsan, kendisi için yeni or­
ganlar yaratacak yahut organlarının gördükleri işi arttıracak ya
da kendi eylemlerini dış dünyaya yaptıracak şekilde, dünyayı
teknik bakımdan değiştirir ve bunun sonucunda da makineler
doğar. Makine sayesinde insanlar, ağır işleri görmekten gittikçe
kurtuluyorlar ve düşünebilmek için serbest kalıyorlar. İmdi ta­
biat, insanın gelişmesinde, onun organlarını ve instinktlerini.
zekâsı yararına, geriletmek yolunu seçmiş ise- diyebiliriz ki:
62

Teknik kültürün gelişmesi de, tabiî gelişme olayını devam et­


tirir. Teknik de, tabiatın, insanın gelişmesinde izlediği yönü iz­
ler! Teknik felsefesinin açıklaması gereken ilk kanun budur.
Fakat inkâr edilemeyecek bir başka nokta da şudur: Bir­
çok insan, tekniğin imkânları karşısında belirli bir tedirginlik
duymaktadır. Bunun nedeni, aşağı yukarı 150 yıldan beri tekni­
ğin gelişmesinin büyük sıçramalar göstermesidir. Bu konuda da
bazı şeyler söylememiz gerekiyor.
Teknik bakımdan tabiata hakim olma, birçok binyıllar çok
yavaş ilerlemiştir. Taş Devrinden sonra önemli bir gelişme, ma­
denlerin işlenmesi idi. En eski bronzdan eşyalarla, Önasya ve
Mısırda 4500 yıl kadar önceleri karşılaşılıyor. Bronzdan silâh ve
aletler, taştan olanların yerini çok yavaş almışlardır. Kuzey Av-
rupada daha 3500 yıl öncelere kadar taştan aletler görülür. Da­
ha sonra demir elde etme tekniği öğrenildi. 2500 yıl önceleri
demir heryerde biliniyordu. Yeni bir çağ demek olan teknik bu­
luşlar, bundan sonraki uzun bir süre için daha ortada yoktur.
1400 yıllarında, yani 550 yıl önce kâğıt, aynı zamanda saat ve
önemli bir buluş olarak da barut yapılmağa başlandı. Deniz pu­
sulası hakkında ilk haberi 1195 yıllarından alıyoruz. Pusula, saat
ve daha iyi denizcilik aletleri sayesinde. 1400 yılına doğru, açık
denize açılma cesareti gösterildi. 1492 den sonra yeni kıta ve ül­
kelerin bulunması arka arkaya geldi. Demek istediğim şudur:
Ateşli silâhlar ve açık deniz yolculukları, birçok yüzyıllardan be­
ri, en önemli iki teknik ilerleme olmuştur. Bunlara 1440 larda
bulunan matbaayı da katmak gerekir.
Şu konuda emin olmak gerekir: Ateşli silâhların kullanıl­
ması bir yana bırakılırsa, 1800 yılında Napoleon’un savaş yöne­
timi, teknik bakımdan, kendinden 2000 yıl önce Caesar’ınkinden
pek farklı değildi. Süvari ve piyade birlikleri, birliklerin ihtiyaç­
63

larını karşılayan uzun allı arabalar konvoyu vardı; berikisi de


arkalarında aynı yolları bıraktılar; berikisi de yazılı emirlerini,
sağa sola süvarilerle gönderiyorlardı. Yalnız deniz savaşı, Eski­
çağdan beri önemli ölçüde değişmiştir; kıyılardan açıklara geç­
miş ve uzun mesafelerden top atışları ile yapılmaktadır. Buna
karşılık karada adam adama savaş daha önemini yitirmemiştir.
O zamanlara kadar teknik gelişme böyle yavaş bir hızla git­
tiğine göre, o zamandan bu yana gelişmenin hızlanmasının ne­
denlerini aramamız gerekir. Önce, James Watt tarafından, 1769-
1790 yılları arasında buharlı makinenin bulunuşu karşımıza çı­
kar. Bu buluşla yeni bir çağ başlıyor denilebilir. Bu buluşu da,
1880 lerde, parlayıcı maddelerle çalışan motorun bulunuşu ile
birlikte ele almak gerekir. Bu buluşlarda tamamen yeni ve başa­
rılı olan yan, insanlığın ve kültürün ilk kez, yetişmesi yıllar alan
şeylere bağlı olmaktan kurtulmasıdır. O zamana kadar, güç kay­
nağı olarak, karada ancak hayvan gücü biliniyordu. Karadaki
araçlarda daha yelden yararlanılmıyordu. Oysa ki, şimdi bü­
yük yeraltı kaynaklarından yararlanılabiliyor. Büyük bir kömür
ve petrol yığını, güce dönüştürülmek için, yeraltında hazır bekli­
yor. Ağacın yetiştirilmesi çok zaman aldığı için, odunla çalışan
buharlı makineler çoktan işlemez durumdadırlar; hayvan gücü
de çok sınırlıdır. İmdi yeryüzündeki organik hayata bağlı ol­
maktan kurtulup, yeraltına inilmiştir. Orada, kömür ve petrol
olarak bulunan, milyonlarca yıllık hayat kalıntıları güce dönüş­
türülebilir! Uygarlığın gelişmesinin bu kadar hızlı bir tempo tut­
turmasının nedeni budur. Önceleri ise bir atın yürüyüş hızına ve
bir ağacın büyüme hızına bağlı kalmıyordu. Tekniğin çekirdeği
olarak bildiğimiz, canlı tabiattan kendini kurtarma, bütün kültür
olaylarını hızlandırmıştır.
Modern Çağ başka bir görüş açısından ve ikinci bir yönden
64

de karakterize edilmiştir. Bu da tabiat bilimleri ile tekniğin or­


tak çalışmasıdır. Modern tabiat bilimleri eski değildirler; hepsi
de 17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkmışlar, önceleri teknikten ba­
ğımsız olarak yürütülmüşlerdir. Bu durum bugün değişmiştir.
Her makinede ve her teknik araçta fiziğin en modern imkânları
birlikte bulunur. Öte yandan, tabiat bilimleri ile uğraşanların da
daima yeni teknik cihazlara ihtiyaçları vardır. Tekniğin, tabiat
bilimlerinin uygulanması olduğunu söylemek, artık bir kehanet­
te bulunmak değildir. Bunun tersi de söylenebilir : Tabiat bilim­
leri uygulanan tekniktir. Bugün theorik fizik, fizikçilerin kafa­
sında yapılmaktadır; fakat elektronik makinalarda da yapılmak­
tadır. Demek istediğim şudur: Tabiat bilimi ve teknik iki ayrı
alan değil, aynı tabiata hâkim olma ve onu bilme olayının iki
ayrı yanıdır. Tabiata hâkim olduğumuz sürece onu bilir, onu bil­
diğimiz sürece de ona hâkim oluruz. Bu yüzden, büyük fabrika­
ların kendilerini ilgilendiren konuları araştıracak, araştırma ku­
rumlan kurduklarını görüyoruz. Birçok önemli buluş, özellikle
kimya alanında, artık yüksek okullarda değil, fabrika laboratu­
arlarında olmaktadır.
Şimdi insan ile ilişkisi yönünden şunları söyleyebiliriz : Bi­
rinci nokta buharlı makine ve motorun bulunmasıdır. İnsan or-
ganisminin ve organik tabiatın sınırları içinde kalmaktan kur­
tulma, tekniğin en eski themasıdır. Bunun da, tabiatın tempo­
suna bağlı olmaktan kurtulma anlamını, ancak 200 yıldan beri, *
kazanabildiğini biliyoruz. Ve tabiat bilimleri ile tekniğin birliği,
ortak çalışmaları, belli bir bilgi theorisinin doğru olduğu anla­
mına gelir. Bizim rational bilgimiz, başarılı eylemlerimizin uzan­
dığı yere kadardır. Önceleri ekonomi, mantığın beslendiği kay­
nak idi. İlk önce ekonomi alanında, amaç ile araç arasındaki
orantıyı tam olarak hesap etme öğrenildi. Daha sonra tabiat ka- i
65

nunlarını bilmenin yolu öğrenildi; bu kanunlar denenebildikleri


। ölçüde biliniyordu. Fizik, kimya, biologi vbg. nin deneyleri, şey­
lerin tepkilerini ve kanunlarını öğrenmemizi sağlayan birer ey­
lemdirler. Son zamanlarda da, tabiatı kendi kendisi ile denediği-
, miz söylenebilir. Tabiatta 20 milyon elektrovoltluk elektrik ge-
rilimleri yoktur. Oysa biz, teknik bakımdan bunu yaratabilir ve
tabiatın bu gerilim karşısında nasıl bir tepki göstereceğini gözle­
yebiliriz; böylece herzaman yeni kanunlar öğreniriz.
İnsan, bu bakımdan, kendi yerine tabiatı ne kadar çok ça­
lıştırırsa, o derece güçlü olur. Bu ise başlangıcından beri tekni­
ğin prensibidir.
Tekniği öğrenmek için, anorganik tabiatın dilini öğrenmek
gerekir ve bu dil de matematiktir. Matematik her türlü millî ka­
rakteristiklerden bağımsız olan bir işaretler sistemidir; aynı şey
fizik ve kimya kavramları için de geçerliktedir. Bu yüzden tek­
nik bütün dünyaya yayılmaktadır. Fakat teknik gelişmenin son­
suza kadar sürüp gideceği de pek muhtemel değildir. Oldukça
kısa zaman sonra son duruma varacak kadar hızlı ilerlcnmekte-
dir. Otomobil bulunalı ancak 80 yıl oldu; fakat prensip bakı­
mından bir değişiklik artık düşünülemiyor. Aynı şey demiryolu
ve hatta telsiz haberleşme tekniği için de söylenebilir. Görüle­
bildiği kadarı ile, ancak atom tekniği gelişme eğilimi göstermek­
tedir. Temeli atom tekniğine dayanan, yeni güç kaynaklan, yeni
araştırma araçları ve yeni silâhlar bulunacaktır. Öte yandan
atomun iç yapısı, anorganik tabiatın daha bütünüyle araştırılma­
mış son alanıdır. Atom energisi hakkında daha yeni bilgiler edi­
nebilecek, yeni denemeler ve yeni buluşlar görebileceğiz; fakat
çok uzak olmayan bir zamanda da sonuna yaklaşacağız. Bu
alanda da gelişme çok hızlı olmaktadır; daha 40 yıl kadar önce
Sekiz Konferans — Porma: 5
66

atom, birçok bilginlerce, bir gerçek değil, ancak bir hipothes sa­
yılıyordu.
Buna karşılık şunu da unutmamalıdır: Canlı bir maddenin
sentezini yapmaktan daha oldukça uzağız. Organik kimya, 1828
de ilk organik maddenin sentezinin yapılmasından bu yana, bü­
yük gelişmeler göstermiştir. Fakat hayatın ne olduğu sorusunun
cevabına bir adım bile yaklaşılamamıştır. Biologik alanın böyle
son derece irrational olması dikkate değer bir olaydır. Açıkçası:
Hayat bilinmek için değildir; onu yaşamak gerek. Bilgi yalnız
eylemlerimizin alanı içinde vardır. Bu eylemler de. tecrübeler
edinmemizi sağlayan tabiî eylemlerimiz ya da bizden dışarıya
yönelmiş olan, teknik denilen eylemlerimiz olabilir. Çünkü in­
san, yaşayabilmek için, dünyayı değiştirmek zorundadır ve onun
bilgisi de bu gerçeğe dayanır. Bilgi ve dil dışa yönelmişlerdir ve
bilinin temelini teşkil ederler. Felsefe, insanın kendi kendisini
daha iyi bilip tanıması için, çalışabilir. Teknik de, onun eylem­
lerini daha kolaylaştırmağa, çalışabilir. Fakat ne felsefe, ne de
teknik, bizi hayatın tehlike ve zahmetlerinden kurtarabilir.
VIII. HAYAT STANDARDI VE UYGARLIK

Fransız millî ekonomisti Jean Fourastier. ilgi çekici bir ki­


tapçıkta (La Civilisation de 1960 Paris 1947) bir Fransız tarla
işçisinin 1850 yılındaki gelirini hesaplamıştır. Bu gelir, aşağı yu­
karı ailenin her kişisi başına, günde 1 kg. ekmeğin değeri karşı­
lığı idi. Bu çağ nüfusun % 80 inin köylerde yaşadığı bir çağ idi.
O zamanlar tarla işçisi günde 1 Franc alıyordu. Kadın da çalı­
şıyordu, ev yönetimi için bazı giyecek, çamaşır ve kap-kacak ala­
bilecek kadar ancak para kazanabiliyordu. Yılın birçok günü
bayram idi ve ancak 290 iş günü vardı. Bu da, bir erkeğin yıl­
lık geliri 290 Frs. idi demektir. Bu parayla çiftçiden (tüccardan
değil) 1300 kg. tahıl alınabilirdi. Şimdi, bu ailenin 3 çocuğunun
hayatta olduğunu kabul edelim. O zamanlar çocuklarda ölüm
oranı yüksek olduğundan, kadın 5 ya da 6 doğum yapıyordu.
Bu durumda erkeğin geliri kişi başına günde 750 gr. ekmeğin de­
ğeri karşılığı oluyor. Elbette kadının geliri çok daha azdı. Böyle-
ce yukarıda tahmin edilen 1 kg. ekmeğin karşılığı olan gelir
sayısına varıyoruz. Böyle durumlar çoğu zaman elbette açlık de­
mektir. Fourastier bize kendi büyük babasından sözediyor. Bü­
yük babası sabah ve akşamları çorba içiyor, tarlaya da bir par­
68

ça ekmek ve bir soğan ile gidiyormuş. Yine de o kendi nesli için­


de. düğün günleri dışında, doyarak yemek yemiş olan ilk insan
imiş.
Son 100 yıl içinde Fransada, kişi başına tahıl tüketimi
% 40, patates tüketimi iki katı artmıştır. Fakat bunlar ucuz be­
sin maddeleridir. Ne kadar iyi yaşadığımızı bilmek için daha pa­
halı olanlarmı gözönünde bulundurmamız gerekir. Fransada şe­
ker tüketimi 10 kat, Almanyada et tüketimi, 150 yıldan beri, ay­
nı şekilde 10 katı artmıştır. Amerikada 1750 - 1790 yıllarında
işçinin harcamalarının 10 katı arttığı sanılmaktadır.
Hayat standardının ne demek olduğunu bilmek istersek, bu
gibi olayları gözönünde bulundurmalıyız. İkinci olarak şunu
söyleyebiliriz : Gelirimizin ne kadar az bir kısmını beslenme için
harcarsak, hayat seviyesi o kadar yüksektir demektir. Besin mad­
deleri, giyecek, oturacak yer, aydınlanma, yolculuk, kitap ve si­
gara vb. için harcadığımızın dışında ne kadar çok para harcar­
sak, bu seviye o kadar yüksek demektir. Fakat konumuz bu ka­
darla bitmiyor.
Yüksek bir hayat standardına esas olan boş zamandır. To­
rununun bize anlattığına göre, Fourastier’nin büyük çabası güne­
şin doğuşundan batışına kadar çalışmak zorundaymış. 80 yıl ön­
ce 12, 14 hatta 16 saatlik günlük çalışma normaldi. 1887 yılın­
da Alman parlamentosu çalışma zamanını 11 saat olarak tesbit
etmek istedi, fakat bu reddedildi. Bugün Amerika’da belki İn-
gilterede de, haftada 40 saat, yani haftanın yalnız 5 günü ve 8
er saat çalışılmaktadır. Haftanın geri kalan 128 saati tekin ken­
disine aittir; bu zaman içinde uyunabilir, spor yapılabilir ya da
sinemaya gidilebilir. Fakat yalnız çalışma süresinin kısaltılmış
olması değil, bunun yanında 40 ya da 48 saatlik çalışmanın da­
ha kolaylaşmış olması da önemlidir. Bunun nedeni de, gittikçe
69

daha çok makine kullanılmağa başlanmasıdır. Yapılarda ağır


taşlar, yukarıya artık sırtta taşınmıyor, taşıyıcı bir band, bir mo­
tor yardımı ile bu işi görüyor. Tarla işleri de, makineler sayesin­
de, öncekinden daha az zordur ve iş de daha çabuk görülür.
«Hayat standardı» konusunda bir başka thema da eğitim­
dir. Bugün birçok insanın, az bir ücret karşılığı okula gitme im­
kânı vardır, hatta gitmek zorundadırlar. Çocuklar okulda, daha
önce olduğu gibi, tarla ya da fabrika işleri görmek zorunda de­
ğildirler; onların işi düşünce işidir ve bu da daha az yorucudur.
Bundan başka onlar, bir işçininkinden daha az yorucu olan bir
meslek elde etme imkânı bulurlar. Entellektüel sınıfına geçen
biri ağır beden işinden kurtulur. Birçok ülkelerde de, öğrenimin
bir kısmının parasını devlet verir. Bunun yanında, öğrenim yap­
mış bir kimsenin daha yüksek bir gelire sahip olma şansı da
vardır.
Son kez, bu konu ile ilgili olarak sağlığı da düşünmek zo­
rundayız. Tıbbî bakım için, daha başarılı olması yanında, daha
az para ödenmelidir. Hollandada, 1881 den bugüne kadar olan
zamanı içine alan, bir istatistik göstermektedir ki, ölüm oranı
yılda 1000 kişide 21 den 7,4 e düşmüştür. Önceleri oranı çok
büyük olan çocuk ölümleri azalmıştır. 200 yıl önce küçük ço­
cukların en az % 30 u ölüyordu. Şimdi ise Almanyada bu oran
% 4 e kadar düşmüştür. Öte yandan yetişkin insanların hasta­
lıkları ile de son derece etkili bir şekilde savaşılmaktadır. Ha­
yat süresinin uzatılabileceği umulabilir; fakat bu süreyi daha iyi
bir duruma getirmek mümkün değil. 20 yaşına gelmiş insanların
yarısından çoğunun 70 yaşına kadar yaşama şansları vardır. Bu­
na karşılık Roma İmparatorluğu zamanında, yani 2000 yıl önce­
leri, yaşama ortalamasının 30-35 yıl olduğu sanılıyor. Öncelikle
şunu da bu arada hatırlamak gerek : Birçok endüstri devletlerin­
70

de, birisi hasta olduğu zaman yapılacak harcamaların büyük bir


kısmını devlet ödemektedir. Çoğu zaman bu sigortalar yoluyla
olur. Her ay birkaç Mark ödenir, hastalık zamanında da tıbbî
bakım harcamaları ya çok azdır, ya da hiç para ödenmez. Al-
manyada kanun, işçi ya da memur olmak istenildiğinde, kendini
sigorta ettirmeyi şart koşar. Fakat biz, bütün halkın sigortalı ol­
duğu, İngiltere kadar ilerde değiliz. İngilteredc yeni doğan ço­
cuğa 4 Steri, yardım yapılır; bütün hayatı boyunca, hemen he­
men ücretsiz denecek şekilde, tıbbî yoklama ve bakım garanti
edilir ve öldüğünde de tabutu başında 20 St. sayılır.
Gerçekler böyle; şimdi de sosiologi ve felsefî anthropologi-
den bu konuda ne söyleyeceklerini soralım. Sosiologi açısından,
hayat standardının toplum tabakaları arasında yeni bir sınıf ya­
rattığı söylenebilir. Autobahnlarda dört yol şeriti vardır : Moto­
siklet, küçük, orta ve çok büyük arabası olanlar için birer şerit.
Sonuncu gurup arabaların içinde bir işçi de oturabilir. Geçen­
lerde Almanyada bir işçi, piyangodan 600 000 Mark kazandı ve
hemen büyük bir araba satın aldı, bütün gazeteler bunun resmi­
ni yayınladılar. Bu sınıflar arasında kin de yoktur. Şöyle ki, bu­
gün motosikleti olan birkaç yıl sonra küçük bir arabaya sahip ol­
mayı, küçük arabası olan daha büyüğünü umabilir. Çünkü son
100 yıldan beri, hayat standardı devamlı yükselmiştir. Bazı ke­
sintilerle de olsa, niçin yükselmeğe devam etmesin? Yeni sınıfın
aristokratları, arada bir mesafe de bırakır. Yine şaşılacak bir-
şey : Bu mesafe de kabul edilir. Küçük arabası olan, büyük ara­
bası olana hayrandır. Tıpkı daha önceleri, çiftçi ile şehirlinin,
kendi aralarındaki asillik mesafesini kabul etmeleri gibi.
Öte yandan endüstri de bu yönde çalışıyor. Bugün pahalı
bir lüks eşyası olan birşey, yarın çok ve öbürgün pek çok in­
sanın satın alabileceği birşey oluyor. Küçük bir bayan memur,
71

çok az bir para ile bugün. 30 yıl önce ancak zengin bir bayanın
giyinebileceği kadar iyi giyinebilir. Endüstrinin, insanları, sahip
oldukları paradan daima daha çoğunu harcamaya alıştırma eğili­
mi vardır. Hemen ödenemeyecek birçok şey de taksitle alınır;
her ay belirli bir kısmı ödenir. Görülen şu sayısız arabalardan
kaçının parasının tamamen ödendiğini bilmek isterdim. Radyo,
televizyon, giyecekler, kürkler, mobilya, evler, çamaşır makine­
leri, buz dolaplar vb. herşey için, aynı durum değişmez. Daha
yüksek bir hayat seviyesme duyulan ihtiyaç, hakim bir etki şek­
lini almıştır.
Anthropologik problemlere yönelmeden önce, sosiologi gö­
rüş açısından bazı tahminler yapmayı deneyelim. Çağdaş uy­
garlığın sağladığı yararların herkesçe, doğrudan doğruya kabul
edileceği açıktır. Yine de dünyada birçok yoksulluklar, hastalık
ve açlık var. Eğer çağdaş uygarlık bunları ortadan kaldırma yol­
larını bulamazsa, bunlar durdurulamayacak şekilde genişleye­
ceklerdir. Önceden birşeyler söylemek çoğu zaman güçtür. Fa­
kat aşağıdaki noktalar mümkün sayılabilir.
1 — Daha endüstrileşmemiş milletler de endüstrileşecek-
lerdir. Çünkü verimin ve böylece de hayat standardının nasıl
yükseltilebileceğinin bir method olduğu açıktır. Böyle bir geliş­
menin olduğu da, her yerde görülüyor.
2 — Modern devlet, vatandaşların gelecekteki hayatını ha­
zırlamak görevini gittikçe daha çok yüklenecektir. Bir toprak
parçasına daha yerleşilmeden, devlet, hizmetlerini oraya kadar
götürmek zorunda kalacaktır. Daha bir ev yapılmadan, yollar,
gaz, su ve elektrik şebekesinin yapılması gerekecektir. Heryerde,
geleceğin yollarının ve şehirlerinin nasıl olacağını, gelecek yıl
çalışması gereken iş gücünün nasıl düzenleneceğini araştıran
herhangi bir büro iş başındadır. Daha başka bir takım bürolar
72

da, yol ve park yerlerinin daha çok yük taşıyabilecek şekilde na- 1
sil düzenlenmesi gerektiğini düşünmektedirler. Yönetimler, va- ’
tandaşların hayatını kolaylaştırmak için, gelecekdeki durumlara
göre problemler ortaya koymaktadırlar. Bu da, devletin yetkileri ।
azalmamakta, gittikçe çoğalmaktadır, demektir. Bunun da
iki nedeni vardır: Vatandaşlar, devletten, gelecekteki hayat
problemlerini hemen şimdiden çözmesini istemektedirler. İkinci
olarak: Tarihde, vatandaşlar arasında eşitliğin artması, o devle- i
tin gücünün de artacağı, anlamına gelmiştir.
3 — Belki de, «ilerici» ve «tutucu» görüşler zamanla bir­
birlerine benzeyecektir. Eğer kültür gelişmesi 100 yıldan beri
daha iyi bir hayat standardı yönünde gidiyorsa, ilerleyici sayılır.
Fakat insan, bütün insanlar gibi, kendisini bu gelişmeye uydu­
rursa, o zaman babaların ve dedelerin davrandığı gibi davranmış
olur. Şunu söylemek artık bir aykırılık sayılamaz : Kim gelecek­
ten yeni ilerlemeler bekliyorsa tıpkı insanların çok zaman önce­
leri davranmış oldukları gibi davranıyor demektir, yani tutucu
davranmaktadır. Eski endüstri ülkelerindeki çeşitli politik yön­
ler de, bu görüş açısında, hemen hemen hiç ayrılık göstermezler
gibi görünüyor.
Buraya kadar, hayat standardı bakımından toplumun ge­
lişmesinde fayda ağır basar görünüyor. Yine de bazı şüpheleri
doğrulayan nedenler vardır ve bu şüphelerin geçerliliğini göster­
mek de felsefî anthropologiye düşer.
Daha yüksek b:r hayat standardına duyulan ihtiyaç, daha
çok tüketim maddesine duyulan ihtiyaç demektir. Burada şu for­
mül uygulanmaktadır: Daha çok tüketim maddesi, daha çok eğ­
lence, daha az iş ve daha uzun bir ömür. Bugün bile, yüksek ha­
yat standardı olan ülkelerde, halkın tüketim mallarına karşı dik­
kate değer bir eğilim artışı göze çarpmaktadır. Bu eğilim alkol
73

yahut tütün alışkanlığına (irresistible passion) benzemektedir.


Bu alışkanlık, gittikçe daha çok niceliklere alışma şeklinde
abstrakt bir alışkanlıktır. Tüketim maddesi artık özel bir doyu­
rulma sağlamamaya başlar ya da doyurulma çok kısa zaman sü­
rer ve o zaman bir başkasına karşı yeni bir ihtiyaç duyulmağa
başlanır. Sigara içmede olduğu gibi, daima daha çok tüketmek
tutkusunun artık doyurucu, psişik bir etkisi yoktur. Herkes iler­
lemeğe çabalarken, durmak ve erişilen seviye ile yetinmek, im­
kânsızdır.
İtkilerinin azgınlaşma özelliği taşıması insanın yapısında
vardır. Bu eğilim, cinsiyet, güç kazanma ve mal-mülk edinme it­
kilerinde her zaman görülebilir. Toplum bu itkileri denetleyen
kurumlar ve ahlâkî engeller geliştirmiştir. Ahlâkı, itkilerin lükse
kaçma ihtimaline karşı yönetilmiş engelleyici bir etken olarak
anlamak gerekir. Öteki konferanslarda, instinktlerin gerilemesi­
nin insanın gelişmesinde çok önemli bir olay olduğunu göster­
dim. Zekânın gelişmesi sonucu insanın instinkte benzeyen itkileri
de kararsızlaşmışlardır. Biraz önce, çok önemli olan şu theori
öne sürülmüştü : İnstinktlerin gerilemesi sırasında, doğuştan olan
bazı dizginlemeler de kaybolmuştur. İhtiyaçlar karşısında, onla­
rı hep aşmak isteme özelliğinin insanda büründüğü bu tipik gö­
rünüşün temeli bu olsa gerek. Ahlâkî engeller, instinktiv dizgin­
lemeler gibi kesin iş görmezler; bilindiği gibi onlar, bir dereceye
kadar, kesin değildirler.
Hayvanlarda, aynı türden yahut aynı guruptan olanların öl­
dürülmesini engelleyen, güvenilir, instinktiv dizginlemeler oldu­
ğunu görebiliyoruz. Fakat tarihin başlangıcından beri, adam öl­
dürme olagelmiştir. Bizde, Almanyada, cennetten kovulma hak­
kında dinî bir mythos vardır; burada bir adam öldürme olayı
vardır; bir kardeş öteki kardeşini öldürmektedir. Bu instinktiv
74

dizginlemelerin .kaybol
u m .x..mı Gösteren ivi
gumg»te^ Ahlâkî
? bir örnektir.hırsm da
dizginlemelere ~ jse bu çot
“Pn^,'g,n'h'^'r ZAlmanya ve Amerika’daki baz, filosoflar,
Xe?m maU^rma duyulan ihtiyacumz.n aş.n ö.çüde artm, o!-

* temeÎbir durom olabilir. Çünkü toplumun maddî te-


meli endüstridir ve endüstrinin prensibi ise yem War
maktır Endüstriel toplum daima yem mallar, mallar ve y
Xg.Xrle de. yeni ihtiyaçlar üretir. Fakat bu yoldaş
hiçbir ahlâkî prensip üretemez. Bu şu noktada goru
önce sözettiğim, yüksek hayat seviyesi olan insanlar aus
^inin ahlâkî hiçbir otoritesi yoktur. Bu aristokrasininı a .
erişilebilen ve herkesin de erişmeğe çalıştığı hayat stan ar
bir örneği olan aldatıcı bir otoritesi vardır.
Bu gibi düşünceler erken gibi görünebilir. Bizim de n
„ ribi, dünyada daha pek çok yoksulluk ve eks klikle
varfTve yoksulluğun ortadan kald.rılmasmda bu kadar den g
dileceğini söylersek, bu biraz alaycı gibi görünür. Fakat s
nün değil, bugünün felsefî düşüncelerim tasvir etmem g
yor ve bugünün felsefesinde de bazı filosofların bu yon
şünceler öne sürdükleri bir gerçektir. ............
Şöyle genel bir inanç vardır: İnsan endüstriel kulturu Ş
larına uymayı başaramamıştır, denir. Örneği, fabrikalardaki
noton çalışma, çiftçilerin ummadığı, bir psişik bozuklu
nirlilik doğuruyor. Almanya ve Amerikada bu durumun ■
düzeltilebileceği araştırılmaktadır. Henüz başarılanınmış
uymanın bir başka problemi de, çok dolu ve hareketli bir y
yüzünden sinir hastalıklarının yayılmasıdır. Bu problem
gili olarak bizim problemimizi de söylememiz gerekir: Endüs
75

toplumun hayat şartlarına ahlâkî bakımdan uyma da daha tam


olarak başarılmamış tır. Bu uymanın daha çok uzun yıllar, ke­
sinlikle birçok yüzyıllar süreceğini sanıyoruz. Tüketim malla­
rının değerinden daha yüksek değerler de vardır, fakat insanlar
bu değerlere daha tam olarak ihtiyaç duymuyorlar. Gelecekte,
tüketim malı ihtiyaçlarının nasıl düzenlenebileceği, nasıl sınır­
landırılabileceği problemi ortaya çıkacaktır.

You might also like