You are on page 1of 4

ANADOLU FAUNASI

(Yrd. Doç. Dr.Serdar MAYDA)


BÖLÜM 1:
Anadolu faunası, hayvanlar aleminin Anadolu’da yaşayan üyelerinin tümü anlamına
gelmektedir.

Anadolu yaşayan öğeleri içeren zengin bir müzedir. Avrupa kıtasının tümünde bitki
türlerinin sayısı yaklaşık 12 500 kadar olmasına karşın bugün sadece Anadolu’da saptanmış bitki
türü sayısı hemen hemen bu sayıya yaklaşmıştır (11 000 üzerinde). Bunların yaklaşık üçte biri
Türkiye’ye özgü (endemik) türlerdir. Hayvan türlerinin sayısı ise Avrupa kıtasında yaşayanların
hemen hemen bir buçuk katı kadardır (80 000’in üzerinde).

Anadolu hem jeolojik hem de iklimsel bakımdan dünyanın en hareketli bölgesini


oluşturmuştur. Ayrıca kıtalar arasında yer almasından dolayı farklı kökenli canlıların uğrak ve geçiş
yeri olmuştur. Volkanik faaliyetler, fay hareketlerine bağlı olarak kıvrılmalar, kırılmalar, arazi
yırtılmaları, buzul ve buzul arası dönemler, yükselmeler, alçalmalar, göçler ve antropolojik etkiler
Anadolu’daki canlıların gen yapısını başka bir ülkeninkiyle karşılaştırılamayacak kadar
karıştırmıştır. Bu nedenle Anadolu dünyadaki herhangi bir kara parçasından çok daha fazla
biyolojik öneme sahiptir. Bu önemin kavranması hem üzerinde yaşadığımız toprakların hem de
insanlığın ortak malı olan bu zenginliğin korunması için üzerimize düşen yükümlülüğün yerine
getirilmesi açısından çok gereklidir.

Fakat Anadolu’nun özenle korunma zorunluluğu sadece bu biyolojik zenginliğinden


gelmemekte, esas önemi bugün özellikle dünyadaki ekonomik bitki ve hayvan türlerinin
anavatanı, yani ilk evrimleştiği yer olmasından kaynaklanmaktadır. Bunların birçoğu geçmişte ve
bugün ıslah edilerek insanlığın hizmetine sunulmuştur. Örneğin kiraz, badem, kayısı, buğday,
nohut, mercimek, incir, lale, kardelen ve çiğdemin ve birçok süs bitkisinin anavatanı Anadolu’dur.
Hatta tarla bitkilerinin %30’u Anadolu’dan köken almıştır diyebiliriz. Bunun anlamı şudur; bugün
Anadolu bu evcilleştirilmiş türlerin birçoğunun yabani formunu, birçok varyetesiyle ve gen

1
bileşimiyle hala yaşatmaya devam etmektedir. Gelecekte çok daha verimli, hastalıklara dayanıklı
ırkların elde edilmesi, biyoteknolojiye gen kaynaklarının sağlanması Anadolu’daki bu yabani
formların korunmasına bağlıdır. Bu da onların yaşadığı habitatların (yaşam ortamlarının)
bilinmesine ve özenle korunmasına bağlıdır.

Bunun yanısıra kıtalar arasında göç eden kuşların kullandıkları köprülerin en


önemlilerinden biri Anadolu’dur. Kara ve su habitatlarıyla bu kuşlara yılda en az iki kez ev sahipliği
birçoğuna ise üremeleri için konaklama yeri görevi yapmaktadır. Bunun bilincine yeni yeni
ulaşmakta olan Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri uluslar arası anlaşmaların da etkisiyle bu
göçmen kuşların varlıklarını sürdürebilmesi ve özellikle sulak alanların korunması için yoğun
çalışmalar yapmaya başlamıştır.

Dünyada artık pek az bir yörede yumurtlama olanağı bulabilen deniz kaplumbağalarının
(Caretta caretta ve Chelonia mydas) ve Nil kaplumbağasının (Trionyx triunguis) soylarını
sürdürebilmesi büyük ölçüde Türkiye’nin kumsallarının ve kıyılarının korunmasına bağlıdır. Soyları
tükenmekte olan ve sayıları artık parmakla sayılacak kadar azalmış olan kelaynakların (Geronticus
eremita) kuluçkaya yattıkları yer olan Birecik de bu topraklar üzerinde bulunmaktadır.

Hayvanların yeryüzündeki dağılışlarını inceleyen bilim dalı olan zoocoğrafya dünyanın


geçmişteki jeolojisiyle yakından ilgilidir. Geçmişte ortaya çıkan birçok topoğrafik değişiklik
zoocoğrafyacılar için bilinmesi gereken şeylerdir. Örneğin iki ana kara parçası arasındaki karasal
bir köprü ya da iki su ortamı arasındaki dar da olsa bir karasal bariyer ya da su geçidi fauna tarihini
büyük ölçüde etkiler. Bu nedenle bir zoocoğrafyacı doğru yorum yapabilmek ve tanı koyabilmek
için geçmişteki coğrafik yapıyı iyi bilmek zorundadır.

KITALARIN KAYMASI TEORİSİ :

Birçok canlı grubunun yayılışını bugünkü kıta konumlandırması ile açıklamak olanaksızdır.

Yakın geçmişe (1912) kadar hiç kimse kıtaların bir zamanlar bugünkü bulundukları yerden
başka bir yerde olabileceğini düşünmemişti. Alman meteorolog ve yer bilimci Alfred Wegener
1911 yılında kütüphanede araştırma yaparken Güney Amerika’nın doğusu ve Afrika’nın batısında
bulunmuş ve birbiriyle aynı olan bitki ve hayvan fosillerini listeleyen bir bilimsel makaleye rastladı.

2
Bu bilgi ilgisini çekti ve büyük okyanuslar tarafından ayrılmış ama birbirine benzer organizmaları
araştırmaya girişti. O zamanın bilim adamları bu durumu kıtalar arasında bir zamanlar var olmuş
ve artık su altında kalmış kara köprüleriyle açıklıyorlardı. Ancak Wegener Güney Amerika’nın doğu
kıyısında bulunan dirsek şeklindeki çıkıntının Afrika’nın batı kıyısındaki girintiye tam bir uyum
içinde olmasını bir rastlantı kabul etmiyor bu iki kıtanın bir zamanlar birlikte olduğunu
savunuyordu.

Wegener 1912’de Kıta Kayması Teorisi’ni anlatan bir kitap yazdı. Başlangıçta tüm kıtaların
Pangea adlı tek bir kıta olduğunu sonradan parçalanıp dağılarak zamanla günümüzdeki yerlerine
ulaştığını varsayıyordu. Wegener’in kıtaların kayması teorisi meslektaşları tarafından ateşli olarak
tartışılmaya başlandı ve birçoğu bu görüşü reddetti. Çünkü Wegener’in bizzat kendisi de dahil hiç
kimse kıtaların magma üzerinde kaymasını sağlayacak gücü açıklayamıyordu. 1960 yılında Harry
Hess adındaki Amerikalı bir jeolog Wegener’in zamanında bulunmayan uygun araç ve
ekipmanların yardımıyla Wegener’in teorisinin doğru olduğunu ispatlamıştır.

Koskoca kıtaların altındaki yarı yapışkan sıvı üzerinde bir buzul gibi yılda birkaç santimetre
kaymasını sağlayan kuvvetin varlığı artık tartışılmamaktadır. Hem okyanus tabanları hem de su
düzeyinin üstünde kalan karalar yani litosfer, astenosfer denilen yeryüzünün bükülebilir sıcak
kısmının üstünde yüzmektedir. Dünyadaki radyoaktif elementlerin parçalanmasıyla ortaya çıkan
ısı dünyanın iç kısmında oluşan ısıya bağlı akıntıları yönlendirir. Bu akıntılar da yüzeydeki
tabakaları her yıl birkaç cm iter. Bu kuram depremlerin, volkanların, dağ sırası oluşumlarının ve
daha birçok jeolojik doğa olayının da sebebini açıklamaktadır.

Kıtaların milyonlarca yıl süren bu kayma hareketi birlikte getirdiği ya da götürdüğü


canlıların yeni ortama uyum yaparken dallanmasına ve çeşitlenmesine neden olmuş ve akıl almaz
bir tür çeşitliliği ortaya çıkmıştır. Son yıllarda yapılan bilimsel çalışmalarda dünyada her 500-750
milyon yılda bir kıtaların biraraya gelip daha sonra birbirlerinden ayrıldığı saptanmıştır.

3
Şekil 1. 225 milyon yıl öncesinden günümüze kadar değişik zamanlardaki kıtaların posizyonları

http://www.britannica.com/EBchecked/media/172046/The-location-of-Earths-continents-at-various-times-between-225

Bundan 200-225 milyon yıl önce (Permiyen sonunda) dünyada Pangea denen tek bir kıta
vardı. Bu dönemde dünyada ilk dinozorlar ve memeli öncüleri yaşıyordu. Anadolu’nun büyük kısmı
sular altında olduğu için bu döneme ait dinozor fosilleri bulunamamaktadır. Daha sonra bu ana
kıta ikiye ayrıldı. Kuzeyde kalan kısım Laurasia’yı güneyde kalan kısım ise Gondwana’yı yaptı. Her
iki kıtanın arasında ise bütün dünyayı bir kuşak gibi saran ve karasal ve tatlısu canlıları için mutlak
bir bariyer oluşturan ‘Tethys’ denizi oluştu. Ülkemiz kuzeyde yer almış ve böylece güneydeki
faunadan büyük ölçüde ayrı kalmıştır. Ülkemizin eski (Permiyen’den sonraki) canlı formlarının
Afrika’dan çok Avrupa ve Asya elemanlarına benzemesi de bu nedenledir.

Kuzeydeki kıta yani Laurasia parçalanarak Kuzey Amerika kıtasını, geri kalan kısım ise
Avrupa-Asya kıtasını yani ‘Eurasia=Avrasya’ yı yapmıştır.

Gondwana ve Laurasia, arada kalan Tetis denizini kuzey-güney doğrultusunda sıkıştırarak


üçüncü zaman yani Tersiyer başlarken çok önemli zoocoğrafik bariyerler olan Himalaya, Toros,
Kuzey Anadolu, Dinar, Alp sıradağlarının oluşumunu sağlamıştır. Bugünkü Akdeniz Tetis denizinin
bir kalıntısıdır. Anadolu bugünkü görünümüne yaklaşık 65 milyon yıl önce kavuşmuştur.

You might also like