You are on page 1of 44

İLKÇAĞ FELSEFESİ

Felsefe Sözcüğünün Anlamı


Felsefe sözcüğünün sahip olduğu anlamı kavramak için, bu sözcüğün Antik Yunan
insanları için taşıdığı ilk anlamı incelemek faydalı olacaktır. Tam karşılığı philosophos
olan bu sözcük aslında sevgi demek olan philo ve bilgelik demek olan sophos
sözcüklerinin bir birleşimidir. Yani, bugün bu terimin tam karşılığının, bilgi sevgisi ya
da bilgelik sevgisi olduğunu söyleyebiliriz. Bir etkinlik olarak felsefe ilk olarak MÖ 600
yılları civarında İyonya kenti olan Milet’ te Thales öncülüğünde başlamıştır. Felsefe
sözcüğü daha sonraki dönemlerde Pythagorasçılar tarafından kullanılmaya
başladığından, Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’ in dahil olduğu Milet Okulu
yaptıkları çalışmalara felsefe değil de doğa araştırmacıları anlamına gelen physikoi
adını vermekteydiler. MÖ 800’lerden MÖ 500’lere gelindiğinde mitolojik düşünce şekli
Eski Yunan dünyasındaki düşünme şeklini ve ufkunu etkilemeye başlamıştı. Bunun
bir sonucu olarak, felsefe büyük oranda mitolojinin etkisi altında kaldı. Dahası,
mitolojik düşünce yapısının kendine has akli yönü, ilk Yunan filozoflarının mitolojik
kavramları akılcı bir yöntemle ele almaya teşvik etti.

Mitolojik Düşüncenin Ana Hatları


Mitolojik Düşüncenin Ana Hatları Mitolojik düşünme her şeyden önce köken
sorunlarına, yani evrenin, insanın, canlıların kökenleri sorununa bir takım açıklamalar
getirme çabasıdır. Mitoloji evrendeki oluşumlar ve varlıkları anlama ve bu oluşumlar
arasında bağlar kurmaya çalışmıştır. Ancak, mitolojinin kurmaya çalıştığı bu bağların
bugünün bilimsel nedenselliği ile kıyaslandığında daha güçsüz olduğu görülür.
Mitoslar evrendeki her şeyi kişileştirerek dünyayı ve evreni açıklamaya bu
nedensellik bağlarını kurmaya çalışmıştır.

Mitolojik düşüncede nedenler fazla sorgulanmasa da, düşüncenin temelini içinde


bulunduğumuz evrene ve evrenin beraberinde doğa ve çevreye hatta bireylere saygı
duymak oluşturmuştur. Mitoloji sadece evreni değil insanının varlığını da açıklama
işlevi görmüştür. Ancak, her ne kadar düşünen ve hem evreni hem kendini
sorgulayan insan aklının ürünü olmalarına rağmen, nedensellik bağlamındaki
yetersizlik gibi bir takım nedenlerden dolayı, mitoloji evren ve insana dair soruları
cevaplamada zamanla yetersiz kalmıştır. Diğer bir deyişle, mitosların evreni ve insanı
açıklarken kullandığı cevaplar zaman içerisinde insan aklını ikna etmede başarısız ve
yetersiz hale gelmiştir. Bunun sonucunda, Eski Yunan insanı bu türden soruları
cevaplamak için yeni yöntem ve araçlar arayışına girmiştir. Mitolojinin yetersiz kaldığı
bu durumda “Varlık nedir?” ya da “Hayatın anlamı nedir?” gibi daha doğrudan sorular
soran ve bunları açıklamaya çalışan felsefe devreye girmiştir. Özellikleriyle MÖ 8.-5.
yüzyılları dolaylarında, mitolojinin bir zamanlar ki gücü kalmamış, mitoloji için adeta
çöküş süreci başlamıştır.

Bu esnada, diğer yandan Yunan devletlerinde yeni gelişmeler ortaya çıkmıştır. Bu


süreci daha iyi anlamak için, o dönemde meydana gelen toplumsal değişimlere
bakmak gereklidir.
Sabit bir zemin izleyen mitolojik düşünce özellikle toprak sahibi aristokratlar
tarafından kanıksanmıştı. Onların şairi ise Homeros’tu. Ne var ki artık Homeros’un
dünya görüşü ve fikirleri insanlara yeterli gelmiyordu. Öte yandan toprak eski önemi
yitirmeye başlamış ve zenginliğin önemli bir ölçütü olmaktan çıkıyordu. Toprağın
yerine geçen yeni güç paraydı. Zanaatkarlık yaparak para ve mal biriktiren işçiler
gemicilik yapmaya başlamışlardı ve zenginleşmekteydiler. Arsitokrat sınıfı artık güç
kaybediyor, ciddi toplumsal ve siyasal değişimler meydana geliyordu. Felsefenin
doğuşu da bu sosyal ve siyasal değişimlerin bir neticesi olarak bu döneme denk
gelmektedir

Düşünce yöntemindeki bu değişimde gemiciliğin önemli bir payı vardır. Öncelikle


değişik toprak ve kültürlere seyahat anlamına geldiğinden dolayı, gemicilik yeni
medeniyetlerdeki farklı inanış ve dünya görüşüyle tanışma ve onlardan haberdar
olma fırsatı vermiştir. Ayrıca, gemicilikle uğraşan tüccarlar rüzgarlar ve gökyüzü
konusunda daha bilimsel ve pratik bilgilere ihtiyaç duymaktaydılar

Kültürden kültüre büyük farkların gözlemlenebildiği mitolojide, kültürler arası benzer


yönler de mevcuttur. İçerikte gözlemlenen farklılıklara rağmen, yapısal anlamda bir
evrensellikten söz edilebilir. İşte kültürden kültüre değişen bu farklılıklar felsefenin
doğmasına sebep olmuştur. Bu bağlamda, Eski Yunan dünyasında iki önemli figür
öne çıkar; bunlar Homeros ve Hesiodos’dur. Yaklaşık MÖ 800’lerde yaşadığı bilinen
Homeros’un MÖ 1200’lü, 1100’lü yılları anlattığı destan ve öyküleri, Eski Yunan
dünyasının temel yapıtaşlarını oluşturur. Homeros’un yapıtlarından yola çıkarak, o
dönemde tek tanrılı dinlerde görülen vahye dayanan din algısının yerine, esinlenme
üzerine kurulu bir din anlayışı olduğu gözümüze çarpar. Bu bağlamda, Eski Yunan
dünyasında, kurumsallaşmış bir dinden söz edemeyiz. O dönemde farklı yapılarda
din anlayışı karşımıza çıkar. Bunlardan biri, halkın yaşadığı dindir. Buna göre her
evin her klanın kendine özgü bir tanrısı bulunur, bu türden din anlayışlarında vahiy
yerine çokça mantike (esinlenme) bulunmaktadır.

Eski Yunan’da o dönemeler görülen bir diğer din çeşidi ise özel kapalı bir şekilde
yapılan ibadetler içeren tarikat şeklinde dinlerdir. Farklı şekillerde ortaya çıkan bu
dinler, özellikle orta sınıf ve alt tabaka tarafından ilgi görmüştür. İşte Eski Yunan’da
felsefenin oluştuğu dönemde toplumda bu türden din üzerine kurulu temel yapılar
görülmektedir.

Eski Yunan düşüncesinin yapıtaşlarını şu kabuller üzerine kuruludur: başlangıçta var


olan madde hem ebedi hem de ezelidir. Canlı olan bu başlangıç maddesi zamanla
belli bir düzene sahip olan evrene yani cosmosa dönüşmüştür

Eski Yunan dünyasında can sözcüğü psykhe ile ifade edilir. Bu ruh ilahi bir ruh
olmaktan öte, bir meteordur. Homeros’ ta ise temel madde sürekli bir hareket halinde
olan okeanos. Ancak; burada da hareketin kaynağı sorgulanmamıştır. Temel madde
Hesiodos’a göre ise farklıdır. Ona göre temel madde khaos’tur ve hareketin kaynağı
ise eros’a atfedilmiştir. Homeros’ a baktığımız da sudan cosmosa geçişin nasıl
olduğunu görememekteyiz ama buna rağmen Homeros bizi evrenin yapılışı hakkında
bilgilendirmektedir.

Eski Yunan mitoslarında söz konusu evrenin başlangıcı ve doğaya bakış olduğu
zaman karşımıza şu manzara çıkmaktadır: Canlı ve kutsal olan temel madde
başlangıçta sınırsız ve belirsiz bir haldedir. Diğer bir deyişle, başlangıçta evrene
kargaşa ve karışıklık yani khaos hakimdir. Zamanla bu madde belli bir düzene sahip
olan evrene dönüşmüştür. Bu evren yani cosmos, khaostan farkı olarak düzenli ve
sınırlıdır. Doğal olaylar arasındaki ilişki ise nedensellikten öte mitolojik olarak
açıklanmaktadır. Dahası, doğadaki her varlığın nedeni doğa-üstü bir güçtür. Artık
belli bir düzeni olan cosmosta, düzeni bozan her şey de cezalandırılmaktadır.

Homeros’un yapıtlarına göz attığımızda Eski Yunan toplumuna dair önemli veriler
görmekteyiz. Onun dünyasında toplumsa hayat hiyerarşiktir ve toplumu soyları
tanrıya dayanan soylular yönetmektedir. Dahası, Homeros sayesinde gördüğümüz
bu dünyaya karamsarlık hakimdir ve adalet de çok işlememektedir. Ayrıca öbür
dünyada olduğuna inandıkları bir cennet kavramı da yine toplumda yer edinmemiştir.

Bu destanlar bize iki farklı bilgiden söz ederler. Bunlar ilahi ve tanrısal bilgi ile insan
bilgisidir. İlahi ve tanrısal bilgi sınırsızdır, geçmişi ve geleceği kapsayan her şeyin
bilgisidir. Öte yandan, insan bilgisi ise sınırlı bir bilgidir.

Homeros gibi Hesiodos da bize Eski Yunan’a dair ışık tutan isimlerdendir.
Hesiodos’un kurguladığı dünyada da yine belli bir karamsarlık hakimdir. Hesiodos’un
dünyasında kavga ve adaletsizlik vardır; ancak, erdem anlayışı artık değişmiştir.
Savaşçılık ve cesaret yerine artık çalışkanlık, düzenlilik ve yasalara itaat yeni
erdemlerdir haline gelmişlerdir. Sonuç olarak, Hesiodos ve Homeros’un düşünceleri
Eski Yunan felsefesine şu görüşleri kazandırmıştır.

1. Homeros’un doğuştan erdem fikri


2. Hesiodos’un kötümser tarih anlayışı
3. İnsan bilgisi ile tanrısal bilgisi ayrımı
4. Doğada bir düzenlilik olduğu fikri
5. Kulaktan duyma bilgilerle doğrudan görmenin bilgisi arasında ayrım yapılması
6. Evrenin temel maddesinin ezelî ve ebedî olduğu fikri
7. Bu maddenin belli bir zaman içinde, oluşum ve dönüşümlerle, kosmos hâline
geldiği fikri
8. Ana maddenin canlı olarak tasavvur edilmesi, böylece onun dönüşüm
nedeninin ne olduğuna ilişkin sorunun belli bir biçimde cevaplanmasının
sağlanması
9. Başlangıçta var olduğu kabul edilen belirsiz, sınırsız, şekilsiz maddenin belirli,
sınırlı, şekilli kosmos hâline dönüşmüş olduğu fikri

Eski Yunan Mitosunun Genel Bir Değerlendirmesi ve


Felsefe ile İlşkisi
Mitolojik düşünce ile felsefedeki düşünce arasındaki farklardan biri, ilkinde var olan
kabuller neredeyse hiç sorgulanmazken, ikincisinde hemen her şey
sorgulanmaktadır. Buna rağmen, felsefede de bir takım kabuller vardır. Bu kabuller
içinde yaşanılan toplumundan gelirler. Eksi Yunan felsefesi başlamadan önce mevcut
olan bu kabullerin başında evrenin ana maddesinin ezeli ve ebedi olduğu düşüncesi
gelir. Diğer bir değişle, yoktan var etme ve var olan bir maddenin yok olması
düşünceleri o dönemde kendine yer bulamamıştır.
İlk başlarda kaos olarak tanımlanan bu madde zamanla belli yasaların ve düzenin
hüküm sürdüğü kosmosa dönüşmüştür. Madde kutsaldır ve aynı zamanda canlıdır.
Evrendeki tüm varlıkların malzemesinin kaynağı da yine bu maddedir.

Daha sonraki kaynakların ışığında, Eski Yunan dünyasında insanın yaratılışın iki
farklı öykü ile betimlendiğini görüyoruz. Bunlardan biri, insanların doğada kendi
kendine topraktan var olduğunu anlatır. Diğer bir öykü ise insanın yaratılışını şöyle
anlatıyor:

Dionysos adlı sevinç, çılgınlık ve şarap tanrısını titanlar bir gün yutuyorlar. Buna
sinirlenen Zeus ise titanları yakıp kül ediyor. Titanlardan kalan bu kül ile suyun
birleşmesiyle ise insan ortaya çıkıyor.

Başlangıçta, Homeros ve Hesiodos’ta ceza ve ödül bu dünyada veriliyordu. Öç olma


bu dünyada gerçekleşiyordu. Bu durum aslında önemli bir konuya işaret etmektedir.
Yani ölümden sonra da bir hayatın olduğu düşüncesi burada kendini gösteriyor.

Homeros ve Hesiodos’ta ölümden sonra ikinci bir hayatın daha olduğu inancı çok
güçlü bir şekilde kendini göstermemektedir. Ancak bu inanç Eski Yunan felsefesinde,
insan ruhunun yaptıklarından sorumlu olduğu fikrinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor
ve bu fikir, aslında Mısır’dan gelmiştir. Bu fikirler, insanın dünyadaki hayatına dikkat
etmesi gerektiğini belirtmektedir. Bunun sonucunda Eski Yunan dünyasında arınma,
ahlakta temiz olma anlayışı ortaya çıkacak ve böylece, bu dünya ve öbür dünya gibi
çifte bir ruh anlayışına gelişecektir. Bunlardan birisi, ruh göçüyle ilgilidir. Ruh göçü,
Hint’ten gelen bir anlayıştır. Ruh göçünde, insanın bu dünyada yaşadığı hayatın tam
anlamıyla simetrik bir hâlinin diğer hayatında başına geleceğine dair bir inanç vardır.

Sonuç olarak; Eski Yunan dünyasındaki mitolojilerden anladığımız kadarıyla insanlar


başlangıçta diğer canlı varlıklar gibiydi ve zamanla evrimleşip bir kültür varlığına
dönüşmüştür. Yani kötü bir vaziyetteyken iyi bir konuma gelmiştir. Bir başka görüş ise
bunun aksini dile getirmektedir. İnsanın başlangıçtaki üstün durumdan uzaklaşıp
zamanla aşağılaştığı düşünülmekteydi. İşte felsefe bu anlayışla birlikte doğmuştur.

2. Giriş
Bu dönem filozofların Natüralist olarak adlandırılmasının nedeni evrenin kökenini
araştırmaya yönelik düşünsel faaliyetlerde olmalarıdır.

Bu filozoflar doğadaki çokluğun ardından yer alan ve herşeyin kendisinden meydana


geldiği konusuna yanıt aramaktadırlar.

Miletos Okulu
Aristoteles Metafizik kitabından da bahsettiği gibi Tholes ve öğrencisi Anaksimandros
ve Anaksimenes’in ortaya attığı fikirler felsefe tarihinin başlangıcıdır ve yarattıkları bu
ekol Miletos Okulu olarak anılmaktadır.

Filozoflar evrenin düzenini anlama ve açıklama sırasında doğaüstü varlıklara


değinmeden doğal nedenlerle açıklamaları onların filozofluklarının yanı sıra doğa
bilimci olmaları ile açıklanmaktadır. Miletos Okulu’nda bilgi, tanrıların onayını almak
düşüncesinden yola çıkarak yalnızca bilgilenme için kullanılmaya başlamıştır.
Miletos’lu filozoflar evrendeki çokluğun arkasında yatan arkheyi neyin teşkil ettiği
sorusunu aramaktadırlar.

Thales (MÖ 640-550)

Bugünkü İzmir’in güneyinde Söke Milas yolunun batısında yaşadığı düşünülmektedir.


Bugünkü Felsefenin Başlatıcısı Thales kabul edilir. Mitolojiden ayrılan düşünce yapısı
sebebiyle hem Bilimsel hem de Felsefi düşüncenin öncüsü kabul edilmektedir.
Thales bilgiyi soyuttan teorik bilgiye dönüştürmüş ve bu ona geometrinin kurucu kişisi
ünvanını sağlamıştır.

Thales doğayı doğru biçimde gözlemleyerek ortaya koyduğu bilgilerle, doğanın


düzeninin (güneş tutulması, ayın hareketleri gibi) olduğunu ispatlamıştır.

Thales su her şeyin kendisinden meydana geldiği maddedir, demektedir. Bu görüş


hiçbir şeyin yoktan var olmayacağı bilgisini de vermektedir. Thales’in suyu arkhe
olarak seçmesi hem mitolojik, hem pratik hem de akılcı gerekçeler içerir.

Anaksimandros (MÖ 610-545)

Miletos Okulu’nun ikinci temsilcisidir ve coğrafya alanında önemli çalışmalar


yapmıştır. Dünya, gökyüzü ve Karadeniz’e gelen denizciler için haritalar yapma
çalışmaları olmuştur. Anaksimandros Thales’in öğrencisi olsa da onun en büyük
eleştirmenlerinden biridir. Aristoteles “sonsuz” kavramını ilk kez Anaksimandros’un
kullandığını ifade etmekte ve sonsuz kavramının doğa bilimleri için kaçınılmaz bir
başlangıç olduğunu kabul etmektedir. Anaksimandros apeironun bir kütlesinin var
olduğunu da iddia etmektedir. Sonsuz bir şeyin bir kütleye sahip olduğu yönündeki bu
düşünce, konu ile ilgili bir çelişki doğurmaktadır (Apeironun tanımı tüm karşıtların
birliği gibi tanımlanan, aslında bir tanımsızlıktır ve bu tanımsızlık var olanların tüm
niteliklerini içinde barındırabilmesini sağlar).

Thales’in arkhe olarak düşündüğü suyun üzerinde bir tepsi gibi duran dünya
düşüncesine karşılık, Anaksimandros dünyayı eni boyundan büyük olan bir silindir
biçiminde düşünür. Onun Mitolojiden arınmış bu görüşleri, bilimsel düşünce olarak
tanımlanabilmekte ve Miletos Okulu’nun son temsilcisi Anaksimenes’in yolunu da
belirlemiş olmaktadır.

Anaksimenes (MÖ 585-525)

Anaksimenes’in hocası Anaksimandros yerine düşünce olarak Thales’e daha yakın


görüşte olduğu düşünülmektedir. Anaksimenes’e göre hava aynı zamanda soluk
anlamına gelmekte, soluk da canlılık, yaşam ve ruhu tanımlamaktadır.

Anaksimenes tüm canlılarda ruhun olduğunu kabul etmesiyle, felsefe tarihinde canlı-
cansız ayrımı yapan ilk filozof olmuştur. Canlıları ayakta tutan ruhlarıdır, ama
buradaki ruh soyut değil, somut olan solunan hava anlamını taşımaktadır.
Anaksimenes’in ünlü biri olmasını astronomi alanında yaptığı çalışmalar sağlamıştır.
Tek gerçek ışık kaynağının güneş olduğunu varsayarak günümüz astroloji bilgisine
döneminde erişmiş olmaktadır. Güneş ve ay tutulmasını da doğru biçimde
açıklamıştır.

Miletos Okulu’nun Genel Değerlendirilmesi

Miletos Okulu’nun bilimsel gelişmelerin başlangıcı sayılmasının nedeni ham bir


rasyonelizme yönelmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu okulda tanrılara ve
mitolojik hikayelere yer vermemiş olsalar da mitolojiden ve dinsellikten büsbütün
ayrılmış da sayılmazlar. Miletos Okulu’nun Persler tarafından işgaliyle son bulan okul,
bu dönemin ardından felsefe çalışmalarının yoğunluğunu Güney İtalya’daki Yunan
kentlerine taşımıştır.

Pythagoras (MÖ 570-495) ve Ardılları


Pythagoras Anaksimenes’in çağdaşıdır. Doğum yeri olan Samos’dan (Sisam MÖ
529) İtalya’nın güneyindeki Yunan kolonilerine göç etmiştir. Buradan da kaçtığı
Kroton’a yerleşip dini-politik bir birlik oluşturmuştur. Erdemli bir politika için ahlaksal
bir eğitimin zorunluluğundan bahseder, bunun okulunu kurar ve ahlaki öğretisini takip
edenlerle siyasal bir nüfuz da kazanır. Pythagorasçılarda felsefe ile ilgilenmenin
amacı, anlamak, öğrenmekten çok arınmak, bilgi yoluyla sağlamak, evrenin ruhuyla
birleşmektir. Böylece Yunan’da Felsefenin iki tarzda geliştiği söylenebilir. Biri bilimsel
felsefe, ikincisi mistik eğilimlerin öne çıktığı metafiziktir. Pythagoras’ın felsefesinde;
madde yerine formun, nitelik yerine niceliğin, fizik yerine matematiğin ön plana çıktığı
görülmektedir.

Miletos Okulu’nun maddi nedene Pythagorasçıların ise, formel nedene yönelmiş


olduğu gözlemlenmektedir.

Pythagorasçı Felsefede Bilgelik ve Ruh Anlayışı

Pythagorasçı felsefenin insana bakış açısını belirleyen formel neden ruh kavramıdır.
Evrenin bütününe yayılan ve yaşamın kaynağını oluşturan nicelikçe sınırsız bir
havayla kuşatıldığını öne sürmektedirler. Ruhun doğru eyleme yöneltilmesi
düşüncesi bireyselliğe yol açarken, bireysel eylemlerin sorumluluğuna ilişkin ahlaki
tartışmanın zeminini de hazırlar. Filozof sözcüğünü ilk kez kullanan Pythagorasçılar,
felsefe etkinliğini de insani etkinliklerin en üstünü ve doğru yaşamın yolu olarak
tanımlamaktadırlar.

Pythagoras’ın ruhun göçüyle ilgili ulaştığı ikinci önemli sonuç ise; ruhun insandan
hayvana geçebileceğine dair iddiasıdır.

Pythagorasçıların Sayılar Öğretisi (Varlık Anlayışı)

Evreni anlama ve anlak öğretilerinde Pythagorasçı Felsefeye hakim olan temel motif
“uyum-harmonia” dır. Pythagorasçılar, müzik konusunda, teli uzatıp kısaltarak sesin
çeşitli perdelerini yakalayıp gamın mucidi olmuşlardır.

Uyumlu seslerle sayısal oranlar arasındaki bağlantının uyumu sağlayanın sayı


olduğu kanısına varmış, bu nedenle de evrendeki düzenin “arkhenin” sayı olduğu
görüşüne ulaşmışlardır.
Pythagorasçıların bugünkü kozmosa mantıksal düzeni oluşturan sayılarla ulaştıkları
düşünülmektedir. Modern geometrinin giderek modernleşmesine karşılık onlar
matematiği somut bir geometriye dönüştürme çabası göstermişlerdir. Sonsuz bir
madde sınırsız olmakla birlikte ancak sınırları belirli olduğunda yani form olduğunda
bilinebilir olur. Pythagoras sınırsız olan havayı cisme dönüştürenin ateş olduğunu
varsaymaktadır.

Pythagorasçıların Evren Tablosu

Pythagorasçı kuramda nesneler düzeni 1-2-3-4 sayılarının toplamı 10 sayısı bütün


sayılar içinde en değerli mükemmel sayı olarak kabul edilmektedir. Merkez ateş adını
verdikleri ve evrendeki tüm cisimlerin etrafında döndüğünü iddia ettikleri şey
günümüz güneş sisteminin adlandırılışıdır.

Pythagorasçı Felsefenin Genel Değerlendirilmesi

Mistik Felsefenin önünü Pythagorasçılar açmışlardır. Siyaset, matematik, astronomi


ve müzik gibi pek çok alanda çalışmalar yapmışlardır. Bu dönemde insanların
sorumluluk sahibi oldukları ve bilgi düzeylerini geliştirerek kötülüklerden
arınacaklarına dair yaklaşımlar felsefelerinde en önemli olarak işlenmiştir.
Pythagoras ve yanındakiler mistik ve bilimsel gelişmenin zeminini hazırlamışlar,
modern fizik bilimin temellerini atmışlardır. Matematik alanında özgün kuramlar
geliştirerek matematiği bilimin temeline yerleştirmişlerdir. Evrenin matematiksel
olarak ifade edebilecek bir düzeni olduğunu savunmuşlardır.

Değişim ve Hareket Sorunu


Miletos Okulu ve Pythagorasçılar ana-maddenin mahiyetini sorgularken tekten
çoğulluk, nasıl meydana gelir sorusunu önemsememişlerdir.

Herakleitos (MÖ 535-457)

Herakleitos İyonya felsefesinin sonuncu filozofudur. Herakleitos’a göre


düşünemeyen, aklını kullanmak ve sorgulamak yerine kendilerine verilenle yetinen
insanlardır. Çocuklarla oyun oynamanın devlet yönetmekten daha iyi olduğu
düşüncesindedir. Doğa üzerine olan kitabını okunması için, Artemis tapınağına
bıraksa da, bu tapınağa giren tek sınıf Aristokratlar kitaba erişmişlerdir.

Herakleitos’un Evrenin Ana-Maddesi Üzerine Düşünceleri

Miletos Okulu’nun arkheyi durağan bir madde olarak seçmeleri üzerine Herakleitos
arkheyi ateş olarak seçen Ateş ona göre tüm var olanların ilk gerçeğidir.
Herakleitos’a göre ateş, her şeyin niteliksel olarak değişimine yol açan bir ilkedir.

Herakleitos’un Değişim Üzerine Düşünceleri

Herakleitos’a göre gerçeklik, hiç durmadan akıp giden bir ırmak gibidir. Kısaca her
şey Akar cümlesi ona ait olmasa da ardılları tarafından onun yorumlanışıdır. Buna
göre hiçbir şey aynı kalmaz ve her an her şey değişir anlamı çıkmaktadır.
Bu değişim hızlı olsa da yine de kurallara bağlı düzen ve ölçü içermektedir.
Herakleitos’a göre tüm değişenlerin oranlı bir biçimde değiştiği düzene logos adı
verilmiştir. Logos Yunancada akıl, düşünce, ölçüt gibi anlamlara gelmektedir.

Herakleitos’un Logos Öğretisi

Herakleitos’un öğretisinde değişmeyen iki şey bulunur. Bunun ilki arkhe (ateşin aynı
kalan miktarıdır)’nin miktarı hep sabittir. İkincisi ise, Logos’tur Logos evrende egemen
olan yasadır, düzendir, akıldır. Böylece Herakleitos hem evrenin hem de aklın
yönetimi ilkesi olan logos’a tanrılık niteliğini yüklemiş olur.

Herakleitos’un Bilgi Kuramı ve Ruh Öğretisi

İnsanı beden ve ruhtan oluşan ikili bir yapı biçiminde tanımlayan Herakleitos için
evrendeki kozmik ateş, insanın ruhunda da varlığını sürdürür. İnsan her nefeste ateşi
içine çeker ve böylece akıl sahibi olur. Böylece tanrısallığın akılla kavranabileceğini
öne sürmektedir. Böylece Tanrısal akıl ve insan aklı arasındaki ortak düzeni anlatmış
yani logos’u ifade etmiş olmaktadır.

Elea Okulu
İtalya’da Elea Kenti’nde kurulması sebebiyle adını burdan alır. Parmides tarafından
kurulmuştur. Elea Okulu üyeleri duyuların hakikati göstermemesi nedeniyle
reddederken, felsefelerini deneyden bağımsız bir biçimde akıl yürütmeye dayandırır.
Böylece okuldaki genel düşünme biçimi, ileride Platon’un görünüşler ve fikirler
dünyasını birbirinden ayrı kılacaktır.

Parmanides (MÖ 515-460)

Duyguların doğal bir çıkış noktası olduğunu ve doğruluğun kaynağı olamayacağını


düşünmektedir. Felsefede mantığa ve ona dayalı çıkarımlara önem vermektedir.
Kendi içinde giderek daha tutarlı bir metafizik sisteme dönüşür. Hareket var olan bir
şeyin var olmayan bir şeye dönüşmesi anlamına gelir.

Zenon (MÖ 490-430)

Parmanides’in öğrencisi olmuştur. Hakkındaki bilgiler Aristoteles’in Fizik kitabından


edinilmektedir. Zenon’un yarattığı paradokslar, özellikle değişimin ve çokluğun
olanaksızlığını ortaya koymaya yöneliktir.

Paradoks; karşıt çelişen anlamındadır. Zenon sonsuz kavramının araştırmacısıdır.


Zenon paradokslarının tek amacı hareketi kabul etmenin yol açtığı mantık hatalarını
göstererek Parmenides’in çelişkisiz, açık, net kavramlarına ulaşmada takip edilecek
yolu gösteren öğretisini doğrulamaktadır.

Ksenophanes (MÖ 570-480)

Yaşadığı dönemde yaygın bir kabul gören insan biçimci tanrı anlayışını ve çok
tanrıcılığı eleştirmektedir. İnsanların tüm özelliklerini tanrılara yüklemektedir. Oysa
insani dünya ve tanrıların dünyası iki ayrı gerçeklik oluşturmaktadır.
3. Giriş
Arkhe kavramı ilkçağ doğa felsefesinin temel kavramlarından biri olmuştur. Arkhe
anlamı içinde su, ateş, toprak, hava gibi unsurların tamamı yer almaktadır.

Plüralist Dönem
Plüralist dönemin ilk düşünürü Empedoklestir (MÖ 495- 435). Evrenin temelinde dört
unsur belirlemiştir. Bunlar; hava, ateş, toprak ve sudur.

Empedokles’in dört unsur teorisi: Empedokles’in eklektik bir düşünceye sahip olduğu
düşünülmektedir. O kendisinden önce yaşamış Pythagoras, Herakleitos ve
Parmenides’in fikirlerini kendi sistemine uygulamıştır. Bunlardan bir sentez
yaratmıştır. Empedokles’e göre insanların varlık dedikleri şey dört temel unsurun
birbiriyle karışması, yokluk dedikleri şey ise bu karışımın ortadan kalkmasıdır. Başka
bir anlatımla dört unsur ezeli ve ebedidir. Empedokles dört unsuru tanrısal varlıklar
olarak görmektedir. Ona göre bir sorunun cevabını verebilmek için evrendeki maddi
gerçekliği iki etkin neden gerçekleştirmektedir. Bunlar Sevgi (Sempati), Nefret
(Antipati)’dir. Empedokles’e göre canlı varlıklar, önce kafa, el, ayak gibi organlarının
oluşumuyla ortaya çıkmışlardır. Hayatta kalmalarını sağlayacak şekilde birbirileriyle
birleşen canlılara dönüşmüşlerdir. İnsan kafası insan vücuduyla buluştuğu zaman
hayatta kalmayı başarmıştır, düşüncesinde olduğu gibi. İnsanın bedensel oluşumu
dört unsurun çeşitli oranlarda karışımının bir sonucudur, düşüncesini benimsemiştir.
Empedokles’e göre Sevgi ve Nefret evrende dönüşümlü olarak hüküm
sürmektedirler. Birbirini sonsuza kadar takip eden dört dönemin var olduğunu
düşünmektedir, sevginin hakim olduğu döneme kozmoz, nefretin hakim olduğu
dönemse kaos olarak adlandırılmıştır.

Empedokles’in Bilgi Anlayışı

Empedokles’in Bilgi Anlayışı: Herakleitos ve Parmenides’in fikirlerine dayanarak


oluşturmaya çalıştığı bir sentezdir. Herakleitos’un evrende daimi bir değişimin mevcut
olduğu iddiasına karşılık. Parmenides hiçbir şeyin değişmediği düşüncesindedir, iki
filizof pek çok bakımdan birbirine zıt iki epistemolojik düşüncenin takipçisi olarak
görülebilir. Biri çağdaş düşüncedeki empirizmi (Empirizm bilginin kaynağının duyu
verileri olduğu düşüncesine verilen isimdir), diğeri ise rasyonelizmi (Rasyonalizm ise
bilginin akla dayandırılmasıdır) hatırlatmaktadır.

Empedokles’in cevaplamaya çalıştığı sorulardan biri; cisimlerin nasıl olup da birbirini


etkilediğidir. Empedokles’e göre cisimlerin birbirini etkilemesi şöyledir; nasıl ki
güneşten ışık yayılıyorsa cisimlerden de ışınlar yayılmaktadır. Düşünce gücünün
kana ait olduğunu düşünmektedir. Kan insani varoluşun esas taşıyıcısı ve
düşüncenin merkezidir. Empedokles’in Doğa Üzerine ve Arınmalar adlı iki kitap
yazdığı bilinmektedir.

Empedokles’in Düşüncesinde Din ve Reenkarnasyon

Yayınladığı kitaplarda yeniden doğuşun dini ve mistik duygularına hakim olduğu


görüşüne sahip olduğu anlaşılmaktadır. Reenkarnasyon teorisine göre maddi
dünyanın üzerinde ikinci ve daha yüksek bir ruhlar dünyası vardır. Ruhlar ölümsüzdür
ve işledikleri günahlar sebebiyle ikinci kez dünyaya gönderilmektedirler. Bir ruhun kaç
bedene girmesi gerektiği konusunda hiçbir sınır çizilemez. Ruh böylece dünyaya
yeniden gelişleri sırasında kötülüklerden arınmış olmaktadır.

Ksenophanes, insanların tanrıları kendilerine benzettiğini söylemekte ve bunu


eleştirmektedir. Bu eleştiri aslında monoteizme doğru atılmış önemli bir adımdır.
Empedokles Tanrının başının ve ayaklarının olmadığını yalnızca kutlu ve anlatılmaz
bir zekasının bulunduğunu ve hızlı düşünceleriyle evreni dolaştığını düşünmektedir.
Antropomorfizme yakın bu düşünce “insanbiçimcilik” olarak adlandırılmaktadır.

Anaksagoras

Anaksogoras (MÖ 500-428) plüralist dönemin bir diğer temsilcisidir. Oda arkhe
sorunu ile ilgilenmiştir.

Anaksagoras’ın Arkhe Anlayışı

Ona göre evreni oluşturan dört unsur (hava-ateş-toprak-su) çeşitli oranlarda değil,
sonsuz sayıda unsurun bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Anaksagoras evrenin maddi
yapısını açıklamak üzerine kullandığı bu unsurlara sperma (tohum) adını
vermektedir. Anaksagoras arkhenin cansız olduğunu düşünmekte ve onun kendi
kendine hareket geçemeyeceğini kabul etmektedir. Bunu harekete geçiren unsurun
Nous (Akıl) olduğunu iddia etmektedir.

Kozmosun Rasyonel İlkesi Olarak Nous

Anaksogoras “Evrenin Oluşumu” adlı eserinde evrenin oluşumunu detaylı olarak


anlatmaktadır. Evrenin kaos karışıklığından kozmos düzenine geçebilmesi için
Nous’a yani Akıla ihtiyacı vardır, fikrini savunmaktadır. Nous’u yaratan madde ise
yaratılandır. Anaksagoras’a göre bir şey ne ise odur, onun başka bir şeye
dönüştüğünü çelişkiye düşmeksizin iddia etmekte mümkün değildir.

Teleoloji ve Deizm

Teleoloji erek-bilim olarak tercüme edilmektedir. Herhangi bir nesne ya da evrenin


tamamında gözlenen bir değişim ya da hareketin belirli bir amaç doğrultusunda
gerçekleştiğine dair düşünceyi ifade etmektedir.

Deizme göre Tanrı evrenin hammaddesini hazır bulmuş, ona biçim ve hareket
vermiş, sonra ada onu kendi haline bırakmıştır. Bu aşamadan sonra Tanrının onunla
kesintisiz bir şekilde müdahale etmesi düşünülemez. Evrende bütünüyle mekanik bir
işleyiş vardır.

Anaksagoras güneşin tanrı olmayıp bir taş parçası olduğunu iddia ettiği için
yargılanmıştır ve ölüm cezasına çarptırılan ilk filozof olmuştur.

Duyu Algısı ve Bilgi


Anaksagoras insanın Nous’tan pay aldığı ve doğadaki en akıllı varlık olduğu
fikrindedir. Ona göre nasıl olupta algılayabildiğimiz konusu (Duyu Algısı) önemlidir.
Buna göre Algılamak demek seçmek ve ayırmak demektir. Nesneden özneler
tamamen ayrı olduklari için algılanmaktadırlar.

Demokritos

Plüralist dönemde MÖ 460-371 yılları arasında yaşamıştır. Atom öğretisini geliştirdiği


ve bir okul kurduğu düşünülmektedir.

Arkhe Olarak Atom

Demokritos evreni oluşturan temel unsurun sonsuz sayıdaki Atom olduğunu


savunmaktadır. Ona göre, her cisim kendisinden geriye gidilmesi mümkün olmayan
küçük parçalara dek bölünebilir. Artık bölünemeyecek olan nihai unsura atom
demektedir. Atomlar yaratılmamışlardır ve ezeli-ebedidirler. Atomlar hareketlerini
mekanik bir zorunluluktan almaktadırlar. Bu zorunluluk iki unsurun mevcudiyetini
kabul etmektedir. Bunlar Atomlar ve Atomların içerisinde hareket ettiği boş uzaydır.
Atomla ilgili Birincil Nitelik ağırlık, yoğunluk ve sertliktir. İkincil Nitelik ise; ses, sıcaklık,
renk gibi niteliklerdir. Atomlar boş uzay içinde hareket ederken aynı zamanda uzayda
yerde kaplamaktadırlar. Yer kaplamayan bir şey gerçek anlamda var olamaz
düşüncesinin hakim olması bu sebeptendir. Evrenin ortaya çıkmasına neden olan
şey benzer atomların bir araya toplanmasıdır. Demokritos’un materyalizmi kendi
içinde tutarlı bir düşünsel çizgiyi temsil etmektedir.

Duyu Algısı ve Bilgi

Demokritos’un algı ve bilgi teorisi de atom teorisinden türetilmiştir. Ona göre algı
şeylerden ileri gelen ve duyu organlarımız aracılığıyla bize ulaşan akıntı ve
cereyanların ruhumuzda meydana getirdiği değişikliktir. Bu tanımla algı ancak
atomların hareketiyle duyu organlarımıza ulaşabilmektedir demek istemiştir.

Bilgimiz ise duyular ve aklın işbirliği ile meydana gelmektedir. Duyular eşyanın
sadece hayalini yansıtmaktadır. Bu bilgi teorisini Demokritos’un sadece gözlemle
gerçekleştirdiği düşünülmektedir. Onun kendisi için belirlediği en önemli misyon
doğadaki nedensellik ilişkilerini keşfetmektir. O kadar ki evrende mevcut olan bir
neden-sonuç ilişkisini keşfetmeyi Pers Kralı olmaya tercih edeceğini sürekli olarak
dile getirmiştir. Nedensellik Demokratios açısından evrende egemen olan
zorunluluğun bir ifadesidir. İnsanlar hadiseler arasındaki nedensellik ilişkisini
çözemedikleri zaman tesadüflerden bahsederler demektedir.

Ahlak

Demokritos doğa filozofu olmasının yanı sıra bir Ahlak filozofudur da. Onun Ahlak
anlayışı Akla dayalıdır. Ahlakın amacı ise, insanı ruh dinginliğine ulaştırmaktır fikrini
savunmuştur (Ruh dinginliğine euthymia denmektedir). Bu kavram şenlik, şen oluş
olarak açıklanmaktadır. Demokritos ahlakın amacı olarak belirlediği ruh dinginliğini
tanımlamak amacıyla çeşitli kavramlar kullanır. Bunlar; eusteo (esenlik), athambia
veya athaumastia (hayranlığın olmayışı), ataraxia (dinginlik), harmonia (uyum),
summetria (simetri), cudaemonia (mutluluk) vb. bazılarıdır. Demokritos, hazzı
(hedonizm) reddetmez ama hazcı da değildir. Hedonizm; Yunanca hedon (haz)
kavramından türemiş bir isimdir. Türk Dil Kurumuna göre hazcılık; zevki insan
hayatının tek değer ve amacı sayan, haz veren her şeyin iyi olduğunu kabul eden
öğretidir. Ruhtaki dinginliği yaratanın, doğru düşünmek, doğru konuşmak ve doğru
davranmak olduğunu savunan yine Demokritos’tur.

Din

Demokritos’a göre Tanrılarda tıpkı insanlar gibi atomlardan meydana gelmişlerdir.


Onların ölümsüzlüğü ise, insana göre sadece daha uzun yaşıyor olmalarından
ibarettir. Tanrılar insanlardan daha güçlü ve daha akıllıdırlar, bu nedenle saygıyı hak
etmektedirler.

Demokritos’un din ve tanrı anlayışının bütünüyle materyalist bir mahiyete sahip


olduğu görülmektedir.

Antropolojik Dönem
Demokritos’tan sonra gelen filozoflar doğa felsefesini tartışmaya bir kenara
bırakarak, konuyu insan ve insan ile ilgili meselelere getirmişlerdir. Bu döneme
Antropolojik Dönem denmektedir.

Antropoloji: İnsan bilimi anlamına gelmektedir. Antropolojik dönemin ilk temsilcileri ise
sofistlerdir.

Sofistler

Felsefe tarihi kaynaklarında antropolojik dönemin ilk temsilcilerinin yani ilk insan
felsefecisinin Sokrates olduğu düşünülmektedir. Sokrates Felsefeyi gökten yere
indiren ve yaşam-ahlak konuları üzerine düşünceyi getiren ilk filozoftur. Sofistlerin
varlığı bu noktada devreye girse de, Sofistlerin felsefeci olup olmadığı konusu
günümüzde hala tartışılmaktadır.

Sofistlerin Ortaya Çıkışı

Sofistler, bilgelik ve öğreten kişi anlamında kullanılan Yunanca Soophistai


kavramından türemişlerdir. Fakat bilge olarak geçen bu grubun tek olumsuzluğu
bilgeliği para karşılığı bilgi öğretme olarak kullanmalarından kaynaklanmaktadır.
Sofistler ortaya çıkıncaya kadar filozoflar arasında hiçbir konuda fikir birliği olduğu
düşünülmemektedir.

Sofistlerin Etkili Silahı: Retorik

Retorik kelimesi iyi ve etkili konuşmak, güzel söz söylemek, belagat sahibi olmak gibi
anlamlara gelmektedir. Dönemin siyasi ve kültürel koşullarına göre iyi konuşmak
kişiyi büyük bir saygınlık kazandırmaktadır. Sofistlere para karşılığında yaptıkları bu
işte gezici öğretmenler de denmektedir. Ayrıca o dönemde bedensel anlamda
çalışılarak yapılan işlerin olumsuz düşünce yaratması da sofistleri etkilemiştir.
Sofistlerden günümüze yazılı bir eser kalmamıştır. Yalnız Platon’un çok sayıdaki
eserinde sofistlerden kalan ayrıntılı fikirler tasvir edilmektedir.
Başlıca Sofistler

 Protogoras (MÖ 481-411),


 Gorgias (MÖ 483-375),
 Prodikos (MÖ 465-399),
 Antiphon, Thrasy Machus (MÖ 459-400),
 Kallikles, Kritias (MÖ 460-403),
 Hippias (MÖ 460-399)

meşhur sofistler arasında sayılmaktadır.

Sofistlerin Belli Başlı Düşünceleri

Onlara göre doğru ve yanlışı birbirinden tam olarak ayırt edecek özelliklerinin
olmayışı tartışma konusu olmaktaydı. Onlara göre toplumun içerisinde insanlar belirli
uzlaşımlara dayalı olarak üretilen kanunlara tabidirler ve doğru olan bu kanunlara
uymak ve insanların da bu kanunlara uymasını sağlamak esas amaçtır. Fakat yine
de doğanın kendisini öncelemek gerekmektedir. Kanunların buyrukları keyfi
belirlenirken, doğanın kanunları zorunluluktur.

4. Giriş
Sokrates düşünce tarihinin en önemli filozoflarından biridir. Sokrates öncesi dönemin
filozoflarının presokratikler diye adlandırılmasının sebebi de bu önemidir. Düşünceleri
ve ölümü ile Antik Yunan düşüncesini radikal bir biçimde dönüştürmüştür. Fakat yine
de gerçek olan Sokrates’in ardında bir yazılı kaynak bırakmadığı için kendisine ait
düşünceler su yüzüne tam olarak çıkamamış ve hayatındaki sis perdesi kalkmamıştır.

Sokrates’in Hayatı ve Bilgi Anlayışı


Sokrates M.Ö. 5. Yüzyılda doğmuştur (MÖ 470). Dolaşmak ve sokaklardaki
insanlarla konuşmak onun için çok önemlidir. Onun bu konuşmalarının amacı
insanları düşüncesizlikten uyandırmak ve hayatın anlamı ve kendileri için düşünmeye
sevk etmektir.Sokrates inandığı gibi yaşayan ve inançları uğruna ölen ilk büyük
filozoftur.

Sokrates’in Bilgi Anlayışı

Sokrates’in doğduğu yıllarda Atina refah düzeyi yüksek bir merkezdi. Pek çok
düşünür o dönemde burada yaşamayı tercih etmekteydi. Savaş ve Spartalıların
egemenliğini kabul ettikten sonra bir de veba salgını ile yara almıştı. Bu değişiklikler
sırasında inanç sistemleri de sarsılan halk Sokrates’in düşünce sistemiyle tanışmıştı.
Oda felsefeyi doğadan çıkararak insan temeline alan amaçlara yönlendirmişti.
Sokrates’in bilgi anlayışının temelini; evrensel bilgi ve hakikat arayışı olarak
özetleyebiliriz. Bilgi onun için çok önemlidir. “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir”
demiştir. Kişileri bilgi edinmeye ve edindikleri bilgileri kullanmaya yönlendirmek
istemiştir. Sokrates’in bilgi edinme yöntemleri arasında kuşkucu olmak yani “aporetik”
olmaktır. Sokrates yine “çürütücü” olarak kabul edilmiş bilgileri sorgular ve mevcut
inançları da eleştirmektedir. Sokrates’in yöntemi kuşku uyandırıcı ve çürütücü olsa da
sıkıcı değildir, yapıcıdır.Onun yönteminde bilgi bulunmaktan çok hep aranması
gerekendir.

Sokrates’in Ahlak Anlayışı

Sokrates, doğa felsefelerinin dogmatikliği ve yararsızlığını dikkate alarak, tıpkı


sofistler gibi insana ve onun hayatına yönelir. Fakat ahlak felsefeleri bakımından da
derin farklılıklar söz konusudur. Sofistler, faydacıdırlar ve bireysel yararı önemserler.
Maddi yaşamdaki başarı onlar için önemlidir. Oysa Sokrates tümüyle bir ahlakçıdır.
Amacı; insanların ruhlarına özen göstermeleri konusunda uyarmak ve ahlaki
bakımdan onları erdemli kılmaktır. İnsanın geleceğini düşünen Sokrates için
gelecekle ilgili amaç cevap mutluluktur. İnsanın mutlu olabilmesi için her şeyden önce
kendisi ile uyumlu olması gerektiği fikrini de savunmaktadır. Sokrates’e insanların
ruhlarını düzeltme adına verilen görevin kendisine Daimon tarafından verilmiş olduğu
düşünülmektedir. Daimon ahlaki olarak yol gösterici rol oynayan tanrısal bir varlıktır
(Vicdanıyla özdeşleştirilmiştir). Sokrates erdemi ele alırken kullandığı çok basit bir
formül vardır: Bilgi erdemdir. Aynı zamanda bilgi erdem için hem bir gereklilik hem de
yeterliliktir. Erdem olan bilgi insanı iyi kılmalıdır. Erdem tüm meslekler ve hayatlar
içinde iyi ve kötüyü birbirinden ayırt etmeye yarayan bilgi olarak tanımlanmaktadır.

Sokrates’in Bilgi-Ahlak İlişkisi Hakkındaki Görüşleri

Hakkındaki Görüşleri Sokrates ruhun yetkinleştirilmesini kendisi için temel hedef


olarak belirlerken, ahlaki bir zemine yaslanmakta ve bununda ancak bilgi ile
erişilebilir bir hedef olarak görmektedir. Sokrates’in bilgi, erdem ve ahlakı kopmaz bir
biçimde birbirine bağlayan görüşleri, siyasal düşüncelerinde de tamamıyla
görülmektedir. Demokrasinin bilgi sahibi olanlar ve olmayanlar, sıradan halk ile
bilginleri ayırt etmeye izin vermemesi sebebiyle, demokrasi yanlısı bir tutum içinde
olamamıştır. Atina Demokrasisini çok makul bir rejim olarak görmemektedir.

Sokratesçi Okullar
Sokrates’in yazılı bir eseri olmadığı gibi bir okul kurma çabası içinde de olmamıştır.
Sokrates’in dostları ve öğrencileri arasında dördü önemlidir ve Atinalı’dır. Bunlar
Antisthenes, Aeschines, Platon ve Ksenophon’dur. Sayısız eser bırakmalarına
rağmen günümüze Platon ve Ksenophon’un eserleri ulaşabilmiştir. Platon ve
Aristoteles’in kurdukları okullar “Büyük Sokratik Okullar” olarak adlandırılmaktadır.
Küçük Sokratik Okullar ise Megara Okulu, Elis-Eretria Okulu, Klinikler Okulu ve Kirine
Okulu’dur. Okullar kendi aralarında ortak bir felsefi düşünce zemini
oluşturamamışlardır.

Megara Okulu ve Elis-Eretria

Megara Okulu’nun kurucusu Eukleides’tir. “Bir olan iyidir” biçiminde özetlenebilecek


bir düşünce erdemine sahiptir. Tek varlık Tanrıdır. Akıl ve İdrak ile özdeş olan iyidire
inanmaktadır.

Elis-Eretria Okulu diğer Sokratesçi Okuldur, Kurucusu Elisli Phaidon’dur. Phaidon


Sokrates’in en sevdiği öğreğncileri arasındadır. Felsefeyi ruhsal hastalıklara karşı bir
ilaç ve hakiki özgürlük için bir kılavuz olarak görmektedir. Sokrates’in izinden giden
tüm okullar gibi ahlak felsefesini baş köşeye yerleştirmiştir.

Kinikler Okulu

Bu okulun kurucusu Atinalı ‘Antisthenes’tir (MÖ 444-368 yılları arasında yaşamıştır).


Bu okulun insanları saldırgan tavırlar içindedir. Kinikler hiçbir töreye hiçbir nezaket ve
edep kuralına saygılı değillerdir. Yoksul bir hayat sürmeyi tercih etmişlerdir.
Sokrates’in düşüncelerinden çok hayat tarzından etkilendikleri düşünülmektedir.
Onlar için hayatın yegane amacı, Erdem’dir. Kinikler’de tıpkı Sokrates gibi insanın
mutluluğa nasıl ulaşabileceği meselesi ile ilgilidirler. Erdem, bilgi mutluluk arasında
kurdukları bağ Kiniklerde derin bir Sokrates etkisi tespit edilmesini mümkün
kılmaktadır. Öte yandan, Kinikler, Antisthenes’in öğretmeni Gorgias’ın da etkisi
altında kalmışlardır. Gorgias’ın birlik öğretisi, yani “var olan birdir” anlayışının bir
benzeri Antisthenes’te de karşımıza çıkar. Şöyle ki, Antisthenes, “ilk varlık”; yani
arkhe için bir tanım olamayacağını iddia eder. İlk varlık dışında tüm diğer varlıklar
hep bileşik şeylerdir. Her ne kadar bu bileşik şeylerin tanımı yapılabilse de, bu
tanımlar ancak parçaların sayılmasından ibaret olacaktır. Bunun da pek bir değeri
yoktur.

Kiniklerin çileci, toplumsal değerlerle kavgalı ve bireyci tutumları bir yönüyle


özgürleştirici bir stratejiyi yansıtır. Bireyin sınırlanmasına, belirlenmesine yol açan her
türlü değer ve nesnenin dışlanması bireysel bir özgürlük vesilesi olarak düşünülebilir.
Fakat bu türden bir düşüncenin ya da pratiğin mevcut statükoyu, örneğin yoksul ile
zengin arasındaki sınıfsal eşitsizliği yeniden üreten bir boyutu da olduğuna dikkat
etmek gerekir. Kinikler bir toplumsal kurtuluş reçetesi önermezler. Toplumsal bir iyinin
peşinde değillerdir. Bu anlamda kurulu düzeni değiştirmek gibi bir dertleri yoktur.

Kirene Okulu

Kirene Okulu Aristippos (MÖ 435-335) tarafından kurulmuştur. Aristippos Sokrates


öldükten sonra öğretmen olarak hayatını sürdürmüş, Kirene’de Kirene Okulunu diğer
adıyla Hedonist Okulu’nu kurmuştur.

Kiniklerin öncüsü Antisthenes gibi Aristippos da, bilginin değerini salt pratik
kullanışlılığı esasında değerlendirmiştir. Onun için neyin yararlı neyin zararlı
olduğunu söylemediğinden ötürü matematik işe yarayan bir uğraşı değildir. Benzer
bir biçimde fizik ile iştigal etmek de amaçsız ya da değersizdir. Aristippos’u sadece
etik sistemini inşa edeceği bir temel sundukları nispette epistemolojik meseleler
ilgilendirmiştir. Aristippos, Protagoras’ı takip ederek algılarımızın ancak bize
duyumlarımıza dair bilgi verdiğini; fakat ne şeylerin doğasına ne de başka insanların
duyumlarına dair bir şey söylemediğini iddia etmiştir.

Aristippos, hazzı iyi ile özdeşleştiriyor. Oysa selefi Sokrates, hatırlanırsa, iyinin
içeriğini kesin olarak belirlemekten kaçınmıştı. İyi ile hazzı aynı şey olarak
belirlemekle, Aristippos, hedonizmin ya da hazcılığın kurucusu olmuştur. Onun için
yaşamın asli hedefi hazzın peşinde koşarak mutluluğa erişmektir. Burada Sokrates
bir kez daha karşımıza çıkar. Ama Aristippos hocasının mutluluğu nihai hedef olarak
belirleyen görüşü ile uyumlu bir bakış açısına sahipse de, son kertede hazzı
mutluluğun yegâne ve asli kaynağı olarak kabul etmesi itibariyle ondan
farklılaşacaktır. Sokrates için mutluluk ruhun esenliği ve sağlığıdır. Oysa Aristippos
haz deyince, belli bir sürekliliğe sahip bir ruhsal durumu ima etmez. Onun için haz
anlıktır. Hazzın nereden geldiğinin ve türünün bir önemi yoktur.

Aristippos’u kendisine referans alan bir hazcılığın bireyin kendi kendisini inkâr ederek
içinde yaşadığı hayattan kaçmasına ve hatta intiharı doğru bir eylem olarak
görmesine yol açabilme ihtimali yüksektir. Nitekim Kirene Okulu’na mensup olan
Hegesias hazcılıktan yola çıkarak son derece kötümser bir dünya görüşü geliştirmiş
ve öğrencilerine intihar etmelerini önermiştir. Bu türden bir öneriyi dile getirirken çıkış
noktası ise şu şekildedir:

Haz en yüksek iyidir. Fakat insanların çoğu yoksulluk, hastalık ve çeşitli hayat
meşakkatleri sebebi ile hazza erişemezler. Yani mutlu olamazlar. Bu durumda
hayatın yegane gayesine ulaşamayan insan için en makul seçenek, Hegesias için
intihardır. Aslında Hegesias’ta bulduğumuz bu düşünceler aşırı bir hazcılığın ne
türden kötü sonuçlar üretebileceğini göstermesi bakımından manidardır.

Kinikler ve Kirene Okulu’nun mensupları topluma ve devlete özgü değerleri


reddederler. Fakat bu reddediş onların toplum ve devletle kurdukları bağın sadece bir
yönünü yansıtır. Öte yandan her iki okul mensuplarının toplum ve devlet hayatında
herhangi bir sorumluluk üstlenmekten kaçındıklarını görürüz. Bu özellikleri bireysel
mutluluğun peşinde koşmaları ile çok ilgilidir. Örneğin Kirene Okulu’nun kurucusu
Aristippos’un Sokrates ile bir diyaloğuna Sokrates’ten Anılar adlı eserinde yer veren
Ksenophon’un anlattıklarını dikkate alırsak, Aristippos yönetici sınıfı içinde yer
almaya ya da devlet yönetimi ile ilgili herhangi bir sorumluluk üstlenmeye kesinlikle
karşıdır.

Bilgiye verdikleri değer bakımından Kirene Okulu mensupları ve Kinikler, ustaları


Sokrates ile görece uyumlu bir tutuma sahiplerse de, insan hayatının nihai ereği olan
mutluluğa erişme yolları bakımından hem kendi içlerinde hem de Sokrates ile derin
bir farklılığa sahiptirler.

5. Giriş
Platon, en önemli ilk çağ felsefecilerinden biridir. Sokrates gibi önemli bir düşünürün
öğrencisi, Aristoteles gibi bir başka büyük düşünürün ise öğretmeni olması itibariyle,
ilk çağ felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Doğduğu şehir olan Atina’nın dışına
çıkarak Kuzey Afrika, Mısır ve İtalya gibi ülkelerde bulunduğu için, düşünceleri yerel
sınırların ve küçük toplum etkilerinin dışına çıkabilmiş, kendi zamanının düşünceleri
ve felsefecileri kadar kendisinden önceki düşünceleri ve felsefecileri tanıma fırsatı
bulmuştur. Tarihteki ilk akademik kurum olan Akademi’yi kurduğu için, felsefi
düşünceleri kurumsal bir şekilde yeni nesillere öğretilmiştir.

Platon’un Hayatı

Platon (Türkçe diğer adıyla Eflâtun), milattan önce 427 yılında doğdu ve milattan
önce 347 yılında öldü. Kimi kaynaklar doğum yerini Atina olarak, kimileriyse, Aegina
adası olarak belirtir.
Platon, önemli ilk çağ filozoflarının öğrencisi oldu. Ancak hiç şüphe yok ki Platon’u en
fazla etkileyen filozof, yirmi yaşında öğrencisi olduğu Sokrates’dir.

Platon, 30’lu yaşlarının başında ülkesinin dışına çıkarak Kuzey Afrika’yı, Mısır’ı ve
İtalya’yı gezdi. Bu ülkelerde gördüğü şeyler, onu değişim, durağanlık, tarım, ticaret,
zenginlik ve yüksek kültür gibi konularda düşünmeye sevk etti. Yazdığı diyaloglar ona
şöhret getirdi.

Yaşadığı ülkenin siyasal sorunları ile ilgilenen Platon, hocası Sokrates’in idamından
sonra pratik siyasetle olan bağını tamamen kopardı. Siyasetle ilişkisi teorik düzeyle
sınırlı olarak kaldı. Buna rağmen onun “ideal devlet” görüşü, siyasal düşünceler
tarihinde, önemli bir yaklaşım olarak bugün bile yerini korumaktadır. Felsefî
düşünceyi siyaset, ahlak, estetik, varlık ve bilgi felsefesi gibi alanlarda temellendiren
Platon, kurduğu Akademi adlı kurumla bu düşüncelerin sistematik olarak
derinleştirilmesini ve öğretilmesini sağladı. Platon’un kurduğu Akademi adlı eğitim
kurumu, günümüz üniversitelerinin bilinen en eski atasıdır.

Platon, maddeci felsefeye karşı idealist felsefeyi savunmuş ve idealizmin temellerini


atmıştır. Platon, Sokrates’in öğrencisi, Aristoteles’in ise hocası olması itibariyle,
kuşaklar arasında felsefi düşüncenin aktarılmasında önemli yere sahiptir. Etkisi
günümüze kadar gelen görüşleri, diyalog biçiminde yazılmış 30’dan fazla eserinde
anlatılmıştır.

Platon’un Eserleri

Akademi’yi kurduktan sonra Platon, zamanının önemli bir kısmını yazı yazmaya
adamıştır. Kendisinden önceki pek çok yazarın aksine Platon’un eserlerinin hemen
hemen tamamı bugüne kadar ulaşmıştır.

Bugün Platon’a atfedilen 30’dan fazla diyalog söz konusudur ve bu diyalogların


25’inin Platon’un eliyle kaleme alındığı kesin olarak bilinmektedir.

Platon eserlerini diyalog biçiminde yazmıştır. Diyalog biçimindeki eser, tiyatro


senaryolarına benzer biçimde karakterler arasındaki tartışmaların sırayla, konuşma
formatında ifade edilmesine dayanır. Böylece felsefî olduğu kadar edebî niteliklere de
sahip eserler çıkar ortaya.

Platon’un eserlerini, gelişim evrelerine ve Platon’un kişisel yaşamındaki dönemlere


göre iki genel kategoriye ayıran yazarlar vardır.

a. Erken ve orta dönem diyaloglar,


b. Geç dönem diyaloglar.

Platon’un eserlerinin tamamı göz önüne alındığında şöyle bir genelleme yapmak
mümkündür: Erken dönem eserlerde diyalogların baş aktörü Sokrates’tir. Bu
diyaloglarda ortaya atılan düşüncelerin Sokrates’e mi ait olduğu, yoksa Platon
tarafından Sokrates karakteri aracılığıyla mı dile getirildiği, yalnızca diyaloglara
bakılarak kolaylıkla karar verilebilecek bir konu değildir. Diğer yandan, Platon’un, orta
dönem (Meno, Phaedo, Symposium ve Devlet gibi) diyaloglarından itibaren kendisine
ait görüşleri dile getirmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu nedenle Platon’un erken
dönem fikirlerinden söz ederken, sıkça Sokrates’ den söz etmek kaçınılmazdır.
Ancak erken dönem yapıtlarına bu tür göndermeler yapıldığında, tarihsel bir figür
olarak Sokrates’e mal edilen görüşlerin gündeme getirildiğini söyleyebiliriz. Bununla
birlikte, orta ve geç dönem eserlerinde, Sokrates dâhil hangi karakter konuşturulursa
konuşturulsun, Platon’un kendi görüşlerine doğru bir geçiş olduğu da söylenebilir

Platon’un Varlık Anlayışı

Platon’un varlık hakkındaki düşüncelerini anlamak için onun Türkçe’ ye “biçim” veya
“form” olarak çevirebileceğimiz “idea” veya “eidos” kavramına bakmamız gerek.
Platon, eski Yunanca olan “idea” ve “eidos” kelimelerini birbirinin yerine kullanır. Her
iki kelime de eski Yunanca’ da “görmek” anlamına gelen “idein” kelimesinden
türetilmiştir. Platon’a atfedilen “idealar dünyası” tabiri, bazen “idea” sözcüğünün
İngilizce’ deki karşılığı (fikir, düşünce) ile karıştırılarak “fikirler dünyası” olarak
Türkçeleştirilmektedir. Türkçede ki bu kullanım yanlıştır. Doğrusu, “biçimler dünyası”
veya “şekiller dünyası”dır. Hatta “formlar dünyası” tabiri de kullanımdadır ve bu
kullanım da doğrudur.

Platon düşüncesinde “gerçek varlık” ile “oluş” (yahut maddi varlık) birbirinden
farklıdır. Bu ikisi arasındaki farkı anlamak için Platon’un temel düşüncelerinden birini
hatırlamak gerek: Platon’a göre, duyularımıza konu olan şeylerle, formlar
dünyasındaki şeyler birbirinden mahiyet itibariyle farklıdır. Formlar dünyasındaki
şeyler bilgiye (episteme) konu olurken, fenomenler (phainomena) dünyasındaki
şeyler kanaatlere (doxa) konu olurlar.

Platon’un epistemolojik düşüncesindeki bu ayrım, ontoloji anlayışında da benzer bir


şekilde yer alır: Formlar dünyasındaki varlıklar gerçek varlıklardır. Oysa fenomenler
dünyasındaki varlıklar, formlar dünyasındaki gerçek varlıkların duyularımıza konu
olan basit yansımalarıdır. Nasıl ki “bilgi” (episteme) “kanaat” (doxa) karşısında
üstünlüğe sahipse, “gerçek varlık” (to ontos on) da “maddi varlıktan” (ousia) veya
“oluştan” üstündür.

Platon’un Bilgi Anlayışı

Platon’a göre, içerisinde yaşadığımız dünyanın ötesinde bir dünya var. Bu dünyaya
onun tabiriyle kısaca “formlar dünyası” diyebiliriz. Platon, bilginin ortaya çıkması için,
ona zemin teşkil eden formların varlığının elzem olduğunu öne sürer. Platon’un bilgi
anlayışı ile ilgili önemli bir noktayı, onun Phaedo adlı eserindeki şu sözü
özetlemektedir: “Bilmek, hatırlamaktır”. Bu sözden açıkça anlaşılan, bilginin belirli
formlar halinde zaten var olduğu, insanın belirli yöntemler izleyerek bilgi sahibi
olmasının ise, yalnızca bu bilgileri hatırlamaktan ibaret olduğudur.

Platon her bir eşya, varlık ve olayla ilgili özel niteliklerin insan beyninde zaten yer
aldığını ve “bilme” nin bu nitelik ve nicelikleri hatırlamak olduğunu söylemez. O,
formlar şeklinde insan zihninde muhafaza edilen bilginin, eşya ve varlıkla her
karşılaştığında onlar aracılığıyla beyinde yeniden canlandığını söyler. Yani
“hatırlamanın” konusunun eşya hakkındaki çok özel bilgiler değil, formlar olduğunu
söylersek Platon’u daha iyi anlamış oluruz.
Devlet adlı eserinde Platon, bilginin nesnesinin sonsuz Varlık, yani “formlar”
olduğunu, buna karşılık doxa’nın nesnesinin ise duyulara konu olan varlıklar ve
değişim olduğunu söyler. Başka türlü söylersek bilginin (episteme) konusu Varlık,
kanaatin konusu ise varoluş (yahut ‘oluş’)tur.

Platon (Sokrates’in diliyle), eğitilmiş insan ile eğitilmemiş insan arasındaki farkı
anlatırken, meşhur mağara benzetmesini geliştirir. Platon bu noktada, doğduğu
andan itibaren bir mağaranın duvarına yüzü dönük şekilde zincirlenmiş insanları
kafamızda canlandırmamızı ister. Bu insanlar, arkadan gelen ışığın etkisiyle
duvardaki gölgelerden başka bir şey görememektedir. Işık kaynağı ile bu insanlar
arasında hareket eden nesnelerin de gölgesi doğal olarak bu duvara yansımaktadır.
Doğduğu andan itibaren, çok uzun yıllar bu şekilde nesneleri algılayan bir insanın,
günün birinde zincirden kurtularak gölgelerin sahibi olan gerçek nesnelerle
karşılaşması durumunda, bu nesneleri algılamasının çok zor olacağını söyler. Bizim
algıladığımız dünyadan uzak bir yerde, formlar dünyasının bulunduğunu ve
zihnimizin bu basit algı dünyasının ötesine geçerek, formları akla konu etmesinin de
aynı derecede zor olduğunu belirtir. Platon, ilerleyen zamanlarda, bilgi ve kanaat
arasındaki farkı biraz daha netleştirir ve bilginin ortaya çıktığı yeri akıl (nous),
kanaatin ortaya çıktığı yeri ise duyular olarak gösterir. Platon, gerçek anlamda bilgi
sahibi olmak için (yani formları akla konu edinebilmek için) sarf edilen en üst düzeyde
zihinsel çaba ile daha düşük düzeydeki aklî çabalar (yani öncüllere dayanarak
matematiksel çıkarımlar yapma) arasında, yani “sanat” ve “zanaat” (techne)
arasında, fark gözetir. En üst düzeydeki aklî işlemler diyalektiğe dayanırken, aşağı
düzeydeki aklî işlemler mantıksal çıkarımlara dayanır.

Platon’un Ruh Anlayışı

Platon’un ruh anlayışı, felsefî literatüre önemli bir kavram olarak girmiş olan “Platonik
düalizm” (Platonik ikilik) düşüncesine dayanır. Bu düalizme göre ruh ve beden
birbirinden mâhiyet itibariyle farklı iki varlıktır. Platon’un metinlerinde “ruh” tabirine
karşılık kullanılan orijinal kelime “psuche” dir (okunuşu: psühe). Bu kavram, zaman
içerisinde Avrupa dillerine “psyche” olarak geçmiştir. Psyche sözcüğü modern
sözlüklerde “ruh” olarak tanımlanmaktadır. “Psikoloji” (ruh bilimi) sözcüğü de bu
kökten türetilmiştir. Diğer yandan Platon’un eserlerinde geçen “psuche” sözcüğünün
batı dillerinde çoğunlukla “akıl” anlamına gelecek şekilde tercüme edildiğini de
hatırımızda tutmalıyız. Platon’un “psuche” kavramına Türkçe en uygun anlamsal
karşılığın “akıl” ve “can” kavramlarının karışımı olduğu düşünülebilir. Zira Platon
felsefesinde “psuche”, yalnızca insanların değil, bitki ve hayvanların da sahip olduğu
bir şeydir.

Platon’un düalizmi, ister istemez onu şu soruya da yanıt vermeye zorlamaktadır: Ruh
ve beden birbirini etkileyebilir mi? Platon’a göre ruh ve beden birbirini etkiler. Bedenin
ruhu etkilediği iddiasına en kolay gözlemlerle ulaşılabilir. Bu nedenle Platon
felsefesinde bedenin ruh üzerinde etkili olduğuna dair iddiayla karşılaşmak, beklenen
bir durumdur. Ancak Platon düşüncesini çarpıcı kılan, ruhun beden üzerinde etkili
olduğunu iddia etmesidir. Platon’a göre ruh, beden üzerinde etkiye sahiptir. Platon’un
bu düşüncesini modern bilimin verileri ışığında şöyle örneklendirebiliriz: Âşık
olduğumuz insanı gördüğümüzde heyecanlanırız. Heyecan anında vücudumuzda
adrenalin salgılanır. Böylece ruh halimizdeki bir değişiklik (heyecanlanma),
bedenimiz üzerinde bir değişikliğe (kandaki adrenalin miktarında artışa) yol açmış
olur. Böylece Platon düşüncesinde ruhun bedenden mahiyet itibariyle farklı, bağımsız
bir varlık olmakla kalmayıp, bedeni etkisi altına alabilen bir varlık olduğu iddiası
ortaya çıkmaktadır.

Platon’a göre ruh, her ne kadar bütüncül bir şekilde görünüyorsa da, parçalı bir
yapıya sahiptir. Başka bir deyişle, işleyiş itibariyle bakıldığında ruhun kendi içerisinde
parçalardan oluştuğu görülecektir. Bu parçalar Platon’a göre üç tanedir: Sağduyu
(reason), öz (spirit) ve iştah (appetite).

Ruhun ölümsüz olduğu ve bir bedenden başka bir bedene geçtiği düşüncesini
Pythagoras ortaya atmıştır. Platon bu düşünceyi daha ileri götürmüş ve kimlik,
hayatta kalma, dirilme ve ruhun bedenden ayrılması fikirlerini geliştirmiştir. Hatta
Platon’a göre ruh, bir bedenden ayrıldıktan sonra insan bedenlerine yerleşebileceği
gibi, insan harici bedenlere de yerleşebilir. Ruhun belirli bir zamanda belirli bir
bedende yerleşik olması, onun bu bedenden önce ve sonra da var olmayı
sürdürdüğünü düşünmemize engel olmamalıdır.

Platon’un Ahlak Anlayışı

Platon’un ahlâk anlayışı, onun bir dizi kavrama nasıl başvurduğuna ve bu kavramları
birbiri ile nasıl ilişkilendirdiğine bakarak anlaşılabilir. Bunlar, erdem, hedonizm
(hazcılık), mutluluk, iyi-kötü ve eylem kavramlarıdır.

Platon felsefesinde erdemin farklı görünümleri vardır: Cesaret, ölçülülük, bilgelik,


dindarlık ve adalet. Platon’a göre, erdem tüm eylemlerin yegâne amacı olmalıdır.
Başka türlü söylersek erdem, eylemin kendisine içkin değildir. Meselâ içerisinde
öldürme olan veya bir başka insana zarar verecek olan bir eylemin, yalnızca eylem
şekli nedeniyle kötü olduğunu söyleyemeyiz. Eylemin iyi ya da kötü olduğunu ayırt
etmenin yolu, eylemle amaçlanan şeyin erdem olup olmadığına bakmaktan geçer. Bu
şekilde Platon, erdeme eylemler üstü bir konum verir.

Platon’un ahlâk anlayışını ortaya koymak için söz edilmesi gereken bir başka kavram
“hedonizm” ve onunla ilişki içerisinde olan “mutluluk” kavramlarıdır. Hedonizm,
eylemlerin nihaî amacının haz duymak olduğunu söyler. Bu haz, doğrudan eylemin
kendisinden kaynaklanabileceği gibi, eylemle birlikte belirli bir amaca ulaşma
neticesinde de hâsıl olabilir.

Platon’un hedonist olduğunu (yani tüm eylem ve ahlâki ilkelerin ardında bir tür haz
arayışı vardır dediğini) iddia etmek doğru olmaz. Platon genel olarak hazzın önemli
bir motivasyon aracı olduğunu kabul etmektedir. Fakat hazzın her zaman ve her
yerde yegâne veya en büyük motivasyon kaynağı olduğu/olması gerektiği yönündeki
bir iddiayı Platon’un diyaloglarında bulamayız. Platon, hazzı bir varlık veya olay
olmaktan ziyade bir tür “süreç” olarak görür.

Platon’un ahlâk anlayışı ile ilgili tespitler yaparken üzerinde durmamız gereken bir
diğer konu “iyi ve kötü” kavramlarıdır. Platon’un iyi ve kötü ile ilgili düşüncelerinin
(özellikle “iyi” hakkındaki düşüncelerinin) en açık biçimde görüldüğü eseri Devlet’tir.
Her ne kadar Devlet adlı eserinde adalet kavramını işlemeyi vadediyor olsa da,
Platon’a göre, adalet kavramı başta olmak üzere hemen tüm kavramları anlamak için
öncelikle “iyi” kavramını anlamak şarttır. Bu yalnızca kuramsal bir beklenti değildir
çünkü Platon’a göre devleti yönetenlerin tam anlamıyla liyâkat sahibi olması için “iyi”
kavramını tam anlamıyla öğrenmiş ve içselleştirmiş olmaları gerekir. Platon Devlet
adlı eserinde “ideal” bir devleti tanımlamaya koyulur. İdeal bir devlet, iyi bir devlettir.
Haliyle, devleti yönetenler de iyi insanlardır. Peki, “iyi devlet” ve dolayısıyla “iyi insan”
ne demektir? Platon’a göre, iyi bir devlet şu dört vasıfla kurulmuştur: Bilgelik, cesaret,
ölçülülük ve adalet. Tıpkı ideal devlet gibi, onu yöneten insanlar da bu dört vasfı taşır
ve bu nedenle “iyi” olarak tanımlanırlar.

Platon’un iyilik anlayışını ortaya koyduktan sonra, onun kötülük ile ilgili düşüncelerini
anlamak kolaylaşır. Zira onun kötülük anlayışı, iyilik anlayışına benzer bir felsefi
yaklaşımla tanımına kavuşur. Platon düşüncesinde kötülük (kakia), “iyiliğin olmaması”
veya eksik olması ile tanımlanır.

Platon’un Estetik İle İlgili Görüşleri

Platon’un estetik ile ilgili felsefesi, şu esaslar üzerinde ve temalar etrafında şekillenir:

 Temelinde “ölçü” (veya “ölçüm”) olan zanaat (techne)


 Taklide dayalı olan sanat (mimesis)
 Şiirsel yaratıcılığın temel şartı olarak görülen coşku,
 Erotik delilik ve bunun güzellikle ilişkisi.

Platon’a göre, ölçü, iyiliğin ve güzelliğin temelidir. İyi ya da güzel bir şey yapmak
isteyen zanaatkâr, daha en baştan neyi nasıl, hangi ölçülere ve hangi oranlara göre
yapacağına karar verir. Zanaat ürünü olan şey ortaya çıktığında, zanaatkâr en baştan
koyduğu ölçülere ne derecede uyduğuna bakar, böylece hedefine ne kadar ulaştığına
karar verir. Bu ilke, edebî ürünler (şiir, resim) kadar el sanatları ürünleri için de
geçerlidir. Burada sanatsal olan şey, ölçüleri tutturabilmek, daha doğrusu uygun
ölçüleri uygulayabilmektir.

Platon felsefesinde, taklide dayalı sanat (mimesis) için de ölçü son derece önemli bir
ilkedir. Yalnız burada Platon’un taklit (mimesis) kavramını çok geniş anlamda
kullandığını bilmeliyiz. Ona göre, en yüksek düzeyde sanatsal icra, kutsal icracı
(Demiurgos) tarafından ortaya konandır. Zira kutsal sanat icracısı, evreni ve tüm
varlığı, “ideaların” veya “değişmez formların” taklidi olarak meydana getirmiştir.

Platon her ne kadar insanî yaratıcılığın en yüksek düzeyini devlet adamının tasarım
ve uygulamalarında görse de, techne’ den farklı olan bir yaratıcılık türünden daha söz
eder. Bu, yine insana özgü olan, şairane yaratıcılıktır. Şair, sıradan bilginin ötesine
geçerek kutsal şeylerle temas kurar. Böylece şair, duyulara konu olan dünyanın
içerisinden yazıyor olmakla birlikte bu dünyanın ötesine geçerek, bir tür meczupluk
hâli içerisinde, kutsal alandan ilham alarak şiirini yazar. Platon’a göre, şiir yalnızca
biçimsel ölçüleri yerine getirerek bir zanaat icra etmek şeklinde görülemez. İçerisinde
kutsal alana ait şeyler de barındırdığı için bu sanat şekli, techne’ den farklıdır. Şiirsel
delilik, ne basitçe kelime ve gramer üzerindeki ustalık, ne de bunun ötesinde ilahî
yaratıcılıktır. Her ikisinin arasında bir yerde bulunmaktadır.

Platon, şiirsel deliliğin dört farklı delilikten yalnızca biri olduğunu söyler. Diğer üçü
kehânet, meczubiyet ve erotik deliliktir.
Platon, modern zamanlardakinin aksine, sanatı özerk ve bağımsız bir alan olarak
görmez. Ona göre, sanat, bir şeyler (temsiller) oluşturmanın bir aracıdır ve kendi
içerisinde bir değer taşımaktan çok, oluşturduğu şeylerin değeriyle ölçülür. Platon’a
göre, yaratıcı ve üretici sanat, bir site devletinde yeni nesilleri sağlıklı, uyumlu ve akla
uygun biçimde yaşamaya teşvik etmenin yollarını aramalıdır. Buradan anlaşılacağı
gibi Platon sanata açıkça eğitsel bir işlev yüklemektedir. Sanatın bu eğitsel işlevi,
gerek içerik gerekse biçim bakımından bazı (yasal) düzenlemeleri de beraberinde
getirir. Düzenlemeler olmadan sanat, insan ruhuna, akla ve iyiliğe uyumlu bir nitelik
gösteremez.

Platon’un Siyaset Hakkındaki Görüşleri

Platon’un siyaset ile ilgili görüşlerini ihtiva eden başlıca üç eseri vardır: Devlet (ideal
devlet), Devlet Adamı (Politicus) ve Yasalar (Nomoi).

Platon’un siyaset felsefesini, devletin ve toplumun kuruluşu ile ilgili olarak öne
sürdüğü ilkelerde aramak doğru olacaktır. İdeal devletin kuruluş ilkeleri hakkındaki
görüşleri, Platon’un Devlet adlı eserinde yer alır. Diğer görüşleri ise büyük oranda
Devlet Adamı ve Yasalar adlı eserlerinde serdedilmiştir. Her şeyden önce, devlet ve
toplum kurmak, siyasi olduğu kadar etik bir konudur da. Dolayısıyla, idealist
felsefenin de gereği olarak siyaset, Platon düşüncesinde etikten bağımsız olamaz. İyi
tasarlanmış ve düzenlenmiş bir devletin başında, erdem ve bilgelik sahibi bir yönetici
bulunur. Bu yönetici, sıra dışı bilgeliği sayesinde, toplumun yararına olan şeyleri
herkesten daha fazla bilir. Elbette, bilgelik ve erdem konusunda onunla aynı seviyede
olan başka kişiler de olabilir. Ahlâk sahibi bu filozof-yöneticinin en büyük kılavuzu,
kendi özgür ve olgun vicdanıdır, ancak gerek duyduğunda, kendisi kadar erdemli ve
bilge olan diğer kişilerle de görüş alış verişinde bulunabilir. Platon, devleti yönetmeye
aday olabilecek diğer kişilerin de her zaman eğitimden geçirilerek böyle bir görev için
hazır hale getirilmelerinin gerekliliğini vurgular. Bu eğitimin amacı, kişinin kendisine
olduğu kadar topluma da yararlı olacak bilginin, becerilerin ve erdemlerin
aşılanmasıdır. Böylece iyilik, siyasetin nihai amaçlarından biri olarak tanımlanmış
olur.

Devlet bu şekilde kurulduktan sonra, yönetim önem kazanır. Platon’a göre,


yönetebilmek için, öncelikle devletin yurttaşları belirli açılardan sınıflandırması
gerekir. En alt düzeydeki sınıf, el emeği ile üretimde bulunan ve belirli fiziksel
ihtiyaçlara bu şekilde cevap veren insanlardır. Bu insan grubu, hacim itibariyle
toplumun en geniş tabanını meydana getirir. Bunun bir üzerinde koruyucu sınıf yer
alır. Bu sınıf, ideal toplumudevleti korumakla ve barışı egemen kılmakla görevlidir.
Platon’un sınıflar arasında çizdiği ayrım keskin çizgilere dayanır ve hiçbir sınıf
diğerinin işine karışmaz. Diğer yandan Platon’un siyasi görüşlerinde, savunma sınıfı
yalnızca savaşma, savunma, öldürme gibi işlerle uğraşmaz; entelektüel yönlerini de
geliştirir ve bu yönleriyle de toplumun kuruluşuna destek olurlar. Platon’un bu
işbölümü bir tür kast sistemi olarak anlaşılmamalıdır. Tam tersine Platon, örneğin
asker sınıfından birilerinin, uygun özellikler taşımak ve belirli eğitimlerden geçmek
kaydıyla, otuz yaşından sonra yönetici sınıfına geçebileceğini (hatta geçmesi
gerektiğini) söyler.

Platon, kendi tanımladığı ideal devlet ve toplum sistemini ortaya koyarken pek tabii ki
bunun ideal bir sistem olduğunun farkındandır. Platon kendi zamanının devlet
türlerini inceleyerek, büyük eksiklikler ve yanlışlar içeren dört farklı devlet türünü
tanımlamıştır: Timokrasi, plütokrasi, demokrasi ve tiranlık. Bu rejimlerin her birinde
akıl, erdem, ahlâk, ölçülülük ve bilgelik gibi ilkelerin yerine farklı ilkeler yönetim şeklini
ve sürecini belirler.

Timokrasi, şeref ve görev ilkelerine göre yönetilen devletlere işaret eder. Cömertlik ve
bol ikram sahibi olma gibi ilkelere sahip askeri yönetimler, bu türden devlet biçimine
karşılık gelir. Sparta, Platon zamanında bu timokrasi biçimindeki yönetimin tipik
örneğidir.

Bir tür oligarşik yönetim çeşidi olan plütokrasi, ekonomik güce dayalı ayrıcalıkları
elinde bulunduran sınıfın, yönetimde olduğu sistemlere işaret eder.

Demokrasi, özgürlük ve eşitlik ilkeleri ile halkın oy kullanarak yönetime dâhil olduğu,
kuralların belirlenmesinde yer aldığı sistemdir. (Platon’un zamanındaki demokrasi ile
büyük farklılıklar gösterse de bugün en gelişmiş ve arzu edilen politik sistem
demokrasidir ancak Platon, eşitlik ve özgürlük fikirlerini aydınlanmacı ve modern
politik felsefenin aksine kusur olarak kabul eder).

Tiranlık, Platon’a göre, demokrasinin sonucunda toplumda bozulma ve çürümenin


meydana gelmesi; demokratik yönetimdeki özgürlüklerin bir tür yozlaşmaya neden
olması ile oluşan sistemdir. Toplumda kaos ve kuralsızlık baş gösterince, gücü bir
şekilde eline geçiren tiran, büyük kötülükler işlemek zorunda kalır.Bu kötülüklerin
neticesinde de mutlaka bir gün yok edilir.

Platon, “Aristokratik” olarak isimlendirebileceğimiz ve kendisi tarafından tanımlanan


“ideal devlet” i bu sistemlerin tamamının üzerinde bir yere koyar. Aristokraside iyi
eğitilmiş, vasıflı insanların yönetimi söz konusudur.

6. Giriş
Aristoteles, selefleri olan Sokrates ve Platon ile birlikte batı düşüncesinin kurucu
figürleri arasında yer almaktadır. O, batı felsefesinin temellerini döşeyen sistem
sahibi ilkçağ filozoflarının da sonuncusudur. Aristoteles’in felsefesi yalnızca Batı
düşüncesini etkilemekle kalmamış, İslam düşüncesinde de derin izler bırakmıştır.
Kurucusu olduğu mantık disiplini yüzyıllar boyunca medrese müfredatının
vazgeçilmez dersleri arasında yer almıştır. İslam filozofları Aristoteles’e Muallim-i
Evvel (ilk öğretmen) unvanını layık görmüşlerdir. Aristoteles’in düşünce tarihi
açısından sahip olduğu önem yalnızca görkemli felsefi sisteminden ya da kurduğu
mantık ilminden kaynaklanmaz. O, aralarında biyolojinin de bulunduğu çeşitli bilim
dallarının gelişimine sağladığı katkılar dolayısıyla da fevkalade önemli bir
düşünürdür. Aristoteles, engin merakı ve bilgi edinmeyi insan yaşamının gayesi
sayan ahlaki tutumu ile felsefe tarihinin vaz geçilmez düşünürlerinden biridir.

Aristotales’in Hayatı

Aristoteles MÖ 384’te Batı Trakya’daki Halkidiki yarımadasının doğu sahilinde


bulunan Stagira’da doğmuştur.
Stagira’da geçirdiği 17 yılın ardından MÖ 367’de Aristoteles, Atina’ya gelerek
Platon’un Akademi’sine katılmış ve Platon’un ölümüne dek -19 yıl- burada kalmıştır.

Platon öldüğünde Assos ve Aterneus kentlerinin (Çanakkale ilimizin güneyindeki


yerleşimler) kralı olan Hermias Aristoteles’i davet etmiş ve Aristoteles burada üç yıl
kalarak çalışmalarını sürdürmüştür. MÖ 342’de Makedonya Kralı Philip, oğlu
İskender’in eğitimi için Aristoteles’i Pella’ya davet etti. Makedon sarayında bulunduğu
sürenin ve Büyük İskender ile olan münasebetlerinin ufkunu genişlettiği ve önemli
imkânlar sağladığı kabul edilmekle birlikte Büyük İskender ile zannedildiği kadar
yakın düşünceler içinde olmadığı da anlaşılmaktadır. Aristoteles, Büyük İskender’in
imparatorluk hülyalarına karşın, şehir devletinin en uygun yönetim biçimi olduğunu
düşünüyordu.

Aristoteles MÖ 335-323 yılları arasında ikinci kez Atina’da bulundu ve burada ünlü
okulu Lykeion’u (Latincesi: Lyceum) kurdu. Ders verirken yukarı aşağı yürümesi
sebebiyle Peripatos ya da peripatetikler olarak anılan okulunda, büyük bir kütüphane
ve fen bilimlerinin gerektirdiği bazı temel araçlar da bulunuyordu. Bu kütüphane
İskenderiye ve Bergama’daki kütüphanelere örneklik etmişti.

Yurttaşı olmadığı Atina’da, Aristoteles siyasi gerginliklerden çabuk etkileniyordu.


Büyük İskender’in ölümü üzerine Atina’da yükselen Makedonya karşıtlığı Aristoteles’i
töhmet altında bırakmış ve kendi deyimiyle “felsefeye karşı ikinci bir cürüm
işletmemek için” Atina’yı terk etmek zorunda kalmıştı (ilk cürüm Sokrates’in idamıdır).
Atina’dan ayrıldıktan sonra Eğriboz’a giden Aristoteles burada annesinden kalan bir
mülke yerleşti. Yaklaşık bir yıl sonra MÖ 322 yılında 62 yaşında hastalık sebebiyle
öldü.

Aristotales’in Eserleri

Aristoteles’e atfedilen eserlerin tamamının ona ait olup olmadığı, metinlerin özgün
yapılarını koruyup korumadıkları gibi meseleler tartışılmakla birlikte genel olarak
eserleri aşağıdaki gibi kümelemek mümkündür.

1. Mantık ve münazaraya dair eserler.


2. Tabiat bilimlerine dair eserler.
3. Metafizik ile ilgili eserler.
4. Ahlak ve siyaset ile ilgili eserler.
5. Şiir ve belagate dair eserler.

Aristotales’in Mantık Anlayışı

Aristoteles’in kurduğu mantık ilmi, iki bin yıl boyunca önce Yunan felsefesinde, sonra
İslam dünyasında, oradan da Ortaçağ Avrupa’sına taşınarak okullarda temel bir bilim
olarak okutulmuş ve ancak XIX. yüzyıldaki çalışmalarla eksik tarafları ve yetersizliği
gösterilebilmiştir. Aristoteles’in kurduğu mantık disiplininin üç temel ilkesi vardır.
Bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Bir şey kendisi ile aynıdır. Örneğin A=A ifadesi bu duruma işaret etmektedir.
Buna özdeşlik ilkesi denir.
2. Bir şey aynı şartlar altında ve aynı anda hem kendisi hem de kendisinden
başka bir şey olamaz. Buna çelişmezlik ilkesi denir.
3. Bir şey ya kendisidir ya da kendisinden başka bir şeydir. Üçüncü bir ihtimal
yoktur. Buna üçüncü halin imkânsızlığı ilkesi denir.

Aristoteles mantığı bir önermeler mantığıdır. Önerme, bir iddiayı kanıtlamaya çalışan
bir ifade bütünü ya da eşya hakkında verilen kısa hüküm olarak tanımlanabilir. Her
önermede bir süje (özne) ve bir yüklem vardır. Önerme, süje ile yüklem arasındaki bir
bağı ifade ettiği için bu bağı oluşturacak bir unsura ihtiyaç vardır. Bu bağa “kopula”
(bağ) adı verilmektedir. Kopula diye tabir edilen şey Türkçe ifadelerin sonunda yer
alan ve hüküm belirten “… dir/dır” koşacıdır. Kopula olmaksızın önermelerin anlamlı
bir hüküm teşkil etmesi mümkün değildir. Örnek olarak “Jüpiter” ve “gezegen”
kelimelerini ele alalım. Bu iki kelime birbirinden bağımsızdır ve bu halleriyle bir hüküm
ifade etmezler. Anlamlı bir önerme oluşturabilmek için bunları bir kopula ile
bağlamamız gerekir. Bunu yaptığımızda “Jüpiter bir gezegendir” ifadesi ortaya çıkar
ki, bu, Aristoteles’in mantığını teşkil eden en küçük birim olan önermenin bir örneğini
teşkil edecektir.

Bir önermede kanıtlanmaya çalışılan ifadeye netice veya sonuç diyecek olursak, bu
neticeye götüren kanıtlayıcı nitelikteki ifadelere de öncül denir. Aristoteles neticesini
veya sonucunu esaslı bir farklılıkla kanıtlamaya çalışan iki tür önerme gösterir.
Bunların ilki tümdengelim yöntemini teşkil eder. Tümdengelimde netice zorunlu
olarak öncüllerden çıkarsanır. Tümdengelimsel önermelere geçerli önermeler denir.
Tümdengelime bir örnek verelim:

Tüm insanlar ölümlüdür.


Sokrates bir insandır.
O halde Sokrates de ölümlüdür.

Diğer önerme biçimi tümevarım yöntemini oluşturur. Bu önermelerde tek tek


hadiselerden genel ilkelere ulaşılmak istenir. Şu önerme biçimini tümevarıma örnek
olarak gösterebiliriz:

Sokrates’in iki ayağı vardır.


Platon’un iki ayağı vardır.
Aristoteles’in iki ayağı vardır.
Demek ki, tüm insanların iki ayağı vardır.

Tümevarıma dayalı akıl yürütmeleri çürütmek için öncüller arasına uygun bir karşı
öncül bulmak yeterlidir. Örneğin “Monosceles insandır ve tek ayağı vardır” gibi bir
öncül bulunacak olursa tüm insanların iki ayaklı olduğu önermesi geçersiz kılınmış
olur.

Gottlob Frege ve çağdaşlarının mantık alanındaki çalışmaları ile klasik mantığın


eksiklikleri ve yetersizlikleri açığa çıkarılmış ve bulanık mantık gibi bu sahada farklı
anlayışlara yönelinmiştir

Aristotales’in Bilgi Anlayışı


Aristoteles’e göre, akla dayalı tüm öğretim ve öğrenim (bilgi diyelim) önceden mevcut
olan bir bilgiden doğar. Aristoteles’in bu anlayışı aslında mantık anlayışını da izah
etmektedir.

Eğer (kanıtlanabilir) bilgi daha önce mevcut olan bir bilgiden doğmaktaysa bu
durumda önceden var olan bilginin 1- doğru, 2- ilksel-aslî-iptidaî, 3- dolaysız olması,
elde edeceğimiz bilginin 4- sebebi ve 5- öncülü olması ve de 6- elde edeceğimiz
bilgiden daha bilinir olması gerekir. Aristoteles’in “sistemli olarak yapılandırılmış bilgi”
anlamında bilim anlayışının temelini bu ilkeler oluşturmaktadır. Bu önceden var olan
bilgilere aksiyom diyelim. Bunların;

1. Doğru (aksi halde herhangi bir bilgiye temel olamazlar),


2. Daha aslî,
3. Dolaysız olmaları gerekir (aksi halde bunların da arkasında mevcut bir başka
bilginin varlığını var saymak gerekir ki bu durumda bunları aksiyom olarak
kabule gerek kalmaz).
4. Daha genel olmaları beklenir.

Bunları kabul edince aksiyomların neden bilginin “sebebi” ve “öncülü” oldukları da


kavranabilir. Çünkü bizi bilgiye götüren akıl yürütme yöntemi bu aksiyomlardan
hareketle bilgiye ulaşmaktadır.

Aksiyomların aslî ve iptidaî olmaları gerekir demiştik. Bunu şöyle izah edebiliriz: Eğer
X’ in sebebi Y ise ve Y’nin sebebi nedir diye sorulacak olursa burada içinden çıkılmaz
bir kısırdöngüye (ad infinitum) düşeriz. Ancak Aristoteles’e göre, her şeyi sonsuza
dek geri götürmek, başka bir deyişle bir bilginin sebebini sonsuza dek takip etmek
gerekmez zira bazı şeyler kendi kendinin sebebidir.

Onun biyoloji alanında söylediklerinden bir örnekle konuyu açıklamaya çalışalım:


“Neden ineklerin boynuzları vardır?” diye sorulacak olursa buna dişlerinin eksikliğini
sebep olarak gösterebiliriz. (Yani diş oluşturacak maddeler diş yerine boynuz
oluşturmuştur). “Neden dişleri eksiktir?” sorusunun cevabı dört bölümlü midelerinin
olmasıdır deriz. Yani çok çiğnemeye ihtiyaç duymadan sindirebilirler. “Neden dört
mideleri vardır?” diye sorulacak olursa buna çünkü inekler geviş getiren hayvanlardır
diye cevap veririz. “Peki, inekler neden geviş getiren hayvanlardır?” sorusunun
cevabı artık bir son noktasıdır; zira inekler inek olduğu için geviş getiren hayvanlardır.
Yani artık burada kendi kendini izah eden bir noktaya geliriz: inekler geviş getirirler
çünkü inektirler. Burada kendi kendini izah eden noktaya varınca bir tanıma ulaşmış
oluruz. Bu tanımlar, Aristoteles’e göre, bir şeyin neliğini açıklar. (Yani inek olmak belli
bir tür geviş getiren hayvan olmak demektir.) Aristotelesçi bilim anlayışı nesnelerin ne
olduğundan başlayarak ilerleyecek, diğer özelliklerini bununla izah edecektir. Örneğin
hayvan biyolojisi hayvanların özelliklerini tespit edecek, aksiyomlardan teoremler
oluşturacak ve bu özelliklerin hayvanların öz niteliklerine (neli- ğine) bağlı olduğunu
gösterecektir.

Aristotales’in Ruh Anlayışı

Ruh ve beden arasındaki münasebetleri araştıran Aristoteles ruhun bedenden ayrı


düşünülemeyeceği kanaatindedir. Ruh bedenden ayrılamayacağı için beden
öldüğünde ruh da varlığına devam edemez. Burada ruhun varlığı konusunda hemfikir
olduğu hocası Platon’dan farklı olarak Aristoteles ruhun ölümsüz olduğu ve
bedenden ayrı olarak var olabildiği kanaatinde değildir.

Ruh bedenin biçimi (morphe) ve beden de ruhun maddesidir (hyle). Aristoteles ruhu
canlılığın sebebi ve alameti saydığından ona göre tüm canlıların ruhu vardır; ruhu
olmak ile canlı olmak bir yerde aynı anlama gelmektedir, yalnızca canlı varlıkların
ruhu vardır. Ruhu olan, olmayandan yaşaması bakımından ayrılır. Yaşamak ise türlü
türlüdür; bir amip ile bir öküzün yaşaması farklıdır.

Ruh bedenin bütünlüğünü ve bir aradalığını temin eder. Ancak belli bedenlerin ruhu
olabilir. Aristoteles’e göre, ancak organik bedenlerin ruhu olabilir. Burada organik
kelimesini gündelik anlayıştan uzak olarak açıklamamız gerekiyor. Organon kelimesi
araç, alet anlamına geliyor; yani beden bir yerde ruhun aletidir Aristoteles’e göre.
Bedenin formu, biçimi olarak ruh bir cevherdir (ousia) ve bedenin edimselliğidir
(energeia); ama burada form derken bedenin şeklini anlamıyoruz. Ruh olmadan
gövdenin bir yaşayan nesnenin bedeni olması mümkün değildir; ölü bir bedenin de
şekli vardır. Form olarak ruh yaşayan insanın varlık biçimidir. Zira yaşayan şeyler için
varlık hayattır. Dolayısıyla bir varlığa sunulan hayat o varlığa verilen ruhun nasıl
olduğuna göredir. Düşünebilen bir ruh bir insan bedenine edim kazandırır, böylece
uygun bir bedeni insan bedeni yapar. Burada ruh ve beden aynı şey olmamakla
birlikte birbirlerine bağlıdırlar; ruh olmadan beden ancak bir ceset olur, beden
olmadan da ruhtan söz edilemez.

Aristoteles, ruhu yaşayan nesnelerin yaşam formu olarak düşünmekte, canlı


varlıkların hayatiyetlerini ve bedensel bütünlüklerini temin eden ve bedene edimsellik
kazandıran bir şey olarak tasavvur etmektedir. Ona göre, bedenden ayrı bir ruh
düşünülemez. Yani bedenin yok olmasıyla ruh da yok olur. Beden ruh için bir araç,
bir alettir. Bedene edimsellik, eylemsellik kazandıran ruhun kendisidir. Demek ki
Aristoteles ruhu edilgen bir şey olarak tasavvur etmiyor. Ona göre, ruh ve bedeni ayrı
olarak düşünemeyiz, ruhun ayrılmasıyla bedenin hayatiyeti son bulur -ruhun da
varlığı sona erer. Yine görüyoruz ki Aristoteles kendisinden önceki Sokrates ve
Platon’un düşündüklerinin aksine ruhu ebedi olarak görmemekte, bedenin ölümüyle
birlikte son bulduğunu savunmaktadır.

Aristotales’in Ahlak Anlayışı

Aristoteles’in ahlak üzerine yazdığı kitaplarının ikisi ‘ethika’ başlığını taşımaktadır.


Türkçede de ahlaki konulara atfen kullanılan etik kelimesi kökeninde karaktere dair
meseleleri işaret eder. Yine Aristoteles’in kullandığı ve çoğunlukla mutluluk diye
tercüme edilen eudaimonia kelimesi serpilmek, inkişaf etmek, gelişmek, muvaffak
olmak anlamlarını barındırır ve mutluluk kelimesi ile dolaylı ilgisi vardır. Yine erdem
diye tercüme edilen ‘aretê’ kelimesi ‘mükemmellik’ ve ‘iyi olmak’ anlamları taşır.
Aristoteles’in pratik felsefesini yani hayat anlayışını anlamak için bu kelimeleri doğru
anlamak önemlidir.

Eudaimonia yaşamımızın gayesidir. Demek ki kişi serpilmek, inkişaf etmek, insan


olarak tekemmül etmek emeli taşır.

Eudaimonia, Aristoteles’e göre, ruhun mükemmellik ile uyumlu faaliyetidir. Onun


tanımından şunu anlayabiliriz: Başarı, inkişaf, serpilme, tekemmül etme bir hal değil
bir faaliyet ya da faaliyetler dizisidir. Dolayısıyla tekemmül etmek, başarılı olmak bir
takım faaliyetleri mükemmel olarak ya da çok iyi icra etmek demektir. Bir kimse
insanoğluna has ayırt edici melekelerini yeterince iyi düzeyde faaliyete sokmadıkça o
kimsenin inkişaf ettiğini, başarılı olduğunu söyleyemeyiz.

İnsanoğlu diğer varlıklardan aklı ve düşünme gücü ile ayrılır. Aristoteles’e göre,
insanoğlunun zihni, onun içindeki ilahi şeydir. İnsan diğer varlıklardan aklı sebebiyle
ayrıldığına göre en iyi bir biçimde icra ederek inkişaf edeceği, serpileceği, tekemmül
edeceği husus da aklı ya da bir diğer ifadeyle zihinsel melekeleri olmalıdır.
‘Eudaimonia’ ya da başarı zihinsel olgunluklarla elde edilebilir. Demek ki
Aristoteles’in temel tezi şöyle ifade edilebilir: Mükemmel zihinsel faaliyet başarı getirir
ve insanın tekemmül etmesini, gelişmesini sağlar.

Aristotales’in Siyaset Anlayışı

Aristoteles için devlet bir yurttaşlar topluluğudur; devletin faaliyetleri doğrudan


yurttaşları tarafından yürütülür. Anlaşılıyor ki yurttaşlık Aristoteles için yargısal
faaliyetlere ve kamu hizmetlerine iştirak etmek anlamı taşımaktadır. Her yurttaş o
toplumun yasama meclisinin üyesidir ve tüm kamu görevlerine atanma salahiyetini
haizdir. Aynı zamanda yurttaşlar yargı meclisinin de üyesidir. Burada bir açıklama
ihtiyacı doğmaktadır. Eski Yunan’da yargı meclisi bir tür jüri gibi tüm yurttaşların üye
olduğu bir mahkemeydi; jüriden ayrı bir yargıca gerek görülmüyordu.

Aristoteles’in devletinde görüldüğü üzere tüm yurttaşlar tüm devlet faaliyetlerine


iştirak etmektedirler. Bu gibi bir devletin çok büyük sayıda yurttaştan oluşmasının
imkânsız olduğu açıktır. Aristoteles “on kişiden devlet olmaz -100.000 kişiden fazlası
da artık devlet değildir” demektedir. Demek ki bir şehir devleti için yurttaşların
sayısının bir sınırı olması gerekmektedir. Ancak bilindiği üzere kadınların ve kölelerin
yurttaşlığından söz etmek eski Yunan’da söz konusu değildi. Yurttaş dediğimizde
belli bir zenginliği olan veya köle olmayan erkeklerden söz ediyoruz.

Bir yurttaşın ne kadar siyasi güce sahip olacağı, devletin anayasasına bağlı olacaktır.
Aristoteles anayasaları inceler ve üç gruba ayırır. Bunlar yönetim biçimi olarak
monarşi, aristokrasi ve demokrasiyi benimseyen anayasalardır. Aristoteles bir kişinin
ya da bir hanedanın olgunluk, mükemmellik anlamında herkesten üstün olduğu bir
toplumda o kişi ya da hanedanın tek başına yönetmesinin ve tüm meselelerde hüküm
sahibi olmasının adil olduğu görüşündedir. Bununla birlikte Aristoteles böyle bir kişiyi
bulmanın her zaman mümkün olamayacağının da farkındadır. Bu sebeple aristokrasi
ve demokrasiye de bir alan tanımıştır: Ona göre, bir kaç iyi adama nazaran bir
çoğunluğun egemenliği de belki doğru olabilir. Bu çoğunluğun her ferdi iyi olmasa da
bir araya geldiklerinde toplu olarak daha iyi olabilirler.

Devlet toplumun zarar görmesini engellemek ve ticaret yapmak gayesiyle paylaşılan


bir mekân olmanın ötesinde iyi bir yaşamın paylaşılmasıdır. Buradan hareketle
Aristoteles kendi ideal devletini tasavvur eder. Ancak görülüyor ki Aristoteles’in ideal
devleti oldukça müdahaleci bir anlayışa sahiptir. Ona göre, devlet daha doğumdan
önce bireye müdahaleye başlar. Sağlıklı nesiller için devlet kimlerin bir biriyle
evlenebileceğini belirlemelidir. Yine genç nesillere verilecek eğitimin ortak ve
kamusal nitelikte olması gerekir, zira tüm şehir aynı ortak amacı paylaşmaktadır.
Devlet tüm alanları düzenler çünkü yurttaşlar devlete aittir, kendilerine değil.
Aristoteles ahlak ve siyaset anlayışını insanın ve toplumun en olgun, en başarılı bir
biçimde yaşadığı bir hayatın nasıl bir hayat olması gerektiği sorusu etrafında
şekillendirmiştir. Dolayısıyla insan doğasının malûl olduğu kusurlara ve eksiklere bir
alan tanıyan özgürlük anlayışına pek sıcak bakmadığı söylenebilir.

Aristotales’in Estetik Anlayışı

Aristoteles’in şiir ve genel olarak şimdilerde edebiyat dediğimiz saha üzerine yazdığı
Poetika’ sı bugün sadece yarısı mevcut olan kısa bir kitaptır. Bu eserde Aristoteles’in
tragedya üzerine yazdıkları Aristoteles araştırmacılarının üzerinde en çok durdukları
konudur.

Şiirin amacı kalondur (güzel olmak ya da mükemmellik); tragedya kalonu belli bir
mimesis (taklit) biçimi ile hedefler. Sanat insan hayatını bilhassa insan edimlerini
taklit eder; insan edimleri de farklı farklıdır. Aristoteles’e göre insan edimlerinin kötü
olanlarını komedi, iyi olanlarını ise tragedya taklit ediyor. Tragedya vakur ve tam, bir
azameti olan edimlerin mimesisidir. Peki, tragedya bu mimesis (taklit ya da temsil
diyelim) ile neyi hedeflemektedir? Tragedya acıma ve korku vasıtası ile duygularda
bir arınmaya yol açar. Bunun nasıl gerçekleştiği hususunda farklı yorumlar olmakla
birlikte genel olarak şunları söyleyebiliriz: Taklit, Aristoteles’e göre, insan doğasında
var olan bir öğrenme biçimidir. Benzerlik insanların hoşuna gider ve taklit yoluyla
öğreniriz. Zira sadece filozoflar değil tüm insanlar meraklı tabiatları gereği bilgiyi
severler ve öğrenmekten hoşlanırlar. Demek ki mimesis haz veriyor ve de
anlamamızı sağlıyor. O halde, tragedya, mimesis ile izleyicide bir haz uyandırmakta
ve de izleyicinin bir anlayış edinmesini sağlamaktadır. Bunu nasıl yaptığı sorusunun
cevabı acıma ve korku duyguları uyandırarak bir duygusal arınma sağlamak şeklinde
olacaktır.

Mimesis kelimesinin nasıl anlaşılması gerektiği üzerine farklı yorumlar getirilmiştir. En


genel manada mimesisin tabii süreçlere bir müdahale olduğu anlayışı kabul
görmektedir. Yani mimesisin doğanın bir taklidi ya da doğanın taklit edilmesi olduğu
söylenebilir. Bunu şöyle bir örnekle açıklamak mümkündür. Bizi tabiat sağlıklı
kılmaktadır. Ancak hastalandığımızda bir hekim de tabiatı taklit ile bizi sağlığımıza
kavuşturabilir. Yani bir biçimde hekim bedenimizde doğal sürecin bir benzerini, bir
taklidini oluşturarak sanatını icra eder. Demek ki, tragedya izlerken, aslında gerçek
bir olaya şahitlik esnasında uyanacak olan duygular, bizde mimesis ile
uyandırılmaktadır. Yani, tragedya, mimesis sayesinde duygulanmaya yol açacak
şekilde yaşama benzemektedir.

Tragedyanın acıma ve korku duyguları uyandırarak bir duygusal arınma


sağlamktadır. Burada duygusal arınma diye kullandığımız kavramın Yunancası olan
katharsis kelimesinin anlamı üzerine de pek çok yorum getirilmiştir.

Bu kelimeyi Aristoteles’in ne anlamda kullandığı üzerine getirilen yorumları şöyle


tasnif edebiliriz:

 Didaktik . Yani tragedya bize kötü örnekleri göstermek suretiyle aşırı


duygulanmaların yol açtığı eylemlerin sonuçları hakkında ahlaki bir ders
vermektedir.
 Etik . Yani sahnede tragedya izlemek iyi bir ahlaki karakter oluşturmamıza yol
açacak duygusal davranışlara sebep olur. • Terapötik. Yani tragedya sağlıklı
bir biçimde duygusal boşalmalara imkân tanır. Görüldüğü üzere bu izah
tamamen tıbbi bir yorumdan oluşmaktadır.
 Entelektüel . Yani tragedya temsil edilen hadisenin izleyici tarafından sağlıklı
bir biçimde anlaşılmasına imkân tanır. Bu yorumcular katharsis ile entelektüel
arınmanın kastedildiği görüşündedirler.
 Dramatik . Yani tragedya temsil ettiği hadiseleri öyle bir biçimde düzenler ki bu
olayların lanetli ya da başka bir biçimde söyleyecek olursak, ahlaken iğrenç
olduğuna dair izleyicide var olan duyguları gidermek suretiyle arınma sağlar.

Genel hatlarıyla bakıldığında Aristoteles’in temel prensipleri onun estetik anlayışına


da hâkimdir: Öğrenmenin verdiği haz, mutluluğun ya da başarının sebebi olan bilme
edimi, bilgilenme yoluyla insanın yücelmesi. Aristoteles’in sanat ve estetik anlayışını
da bunların belirlediğini görüyoruz. Elimizde mevcut olduğu kadarıyla Poetika kitabı,
bilhassa tragedya üzerine söyledikleri, bilgilenmenin verdiği haz ve anlayış ile bunun
getirdiği duygusal arınmanın sanatın hedefi olduğunu vazetmektedir.

7. Giriş
Helenistik felsefe “ahlaki” ve “dinî” dönem olarak kendi içinde kabaca iki döneme
ayrılmaktadır. Ahlaki dönemde Platon’un Akademisi ve Aristoteles’in Lisesine
ilaveten adından söz ettiren üç düşünce akımı göze çarpmaktadır. Bunlar Stoacılık,
Epikürosçuluk ve Şüpheciliktir. Dini dönemde ise, “Yeni Platonculuk” etkilidir.

Stoacılık

Stoacılık Kıbrıslı Zenon (MÖ 334-262) tarafından kurulan okula verilmiş bir isimdir.
Felsefe tarihinde Zenon adlı çok sayıda filozof vardır. Bunlardan özellikle ikisi
oldukça meşhurdur. İlki paradoksları ile tanınan Elealı Zenon’dur. Stoa ekolünün
kurucusu olan Zenon’a, Parmenides’in öğrencisi olan Zenon ile karıştırılmaması için,
Kıbrıs’ın Kition kentinde doğmuş olması münasebetiyle “Kıbrıslı” önadı verilmiştir.

Kıbrıslı Zenon milattan önce yaklaşık 300 yılında kendi okulunu kurmuştur. Zenon’un
öğretisi başlangıçta Zenonculuk olarak isimlendirilmiş ve öğrencilerine de Zenoncular
adı verilmiştir. Fakat ekol, zamanla, Zenoncuların toplandığı mekâna atfen kullanılan
bir tabirle Stoacılık olarak tanınmıştır. Zenon’un öğrencileri Atina’nın merkezî
yerlerinden birinde, rengârenk boyanmış bir galeride toplanarak felsefî meseleler
üzerinde tartışmışlardır. Stoa Yunancada yüksek sütunlu galeri, sundurma anlamına
geldiği için, Stoacılık tabiri buradan gelmiştir.

Stoacılık, Kıbrıslı Zenon tarafından kurulduğu milattan önceki 300 yılından, son
temsilcisi Marcus Aurelius’un ölümüne (yaklaşık olarak milattan sonra 180 yılına)
kadar çeşitli evrelerden geçmiştir. Felsefe tarihinde bu evreler kabaca üç başlık
altında toplanmaktadır. Stoacılığın birinci evresi genellikle “eski Stoa” ya da “eski
Stoacılık” olarak anılmakta, Stoacılığın ikinci evresi “orta Stoa” olarak
isimlendirilmekte, üçüncü evre Stoa düşüncesi ise “yeni Stoa” veya “Roma Stoası”
olarak adlandırılmaktadır.

Eski Stoa
Stoacıların özellikle “doğaya uygun yaşam” olarak özetlenebilecek ahlaki öğretileri
büyük oranda Kinik okulunun etkisi altında biçimlenmiştir. Fakat Zenon Kinik
öğretilerini aynen benimsemiş değildir. Kinikler, erdemin doğal bir yaşam sürdürmeyi
gerektirdiği iddiasına dayanarak, toplumdan uzak durmayı salık vermişlerdir.
Stoacılık ise doğaya uygun yaşam fikrini benimsemekle birlikte, toplumsal hayattan
uzak durmayı zorunlu görmemiştir. Bu itibarla, eski Kiniklerin öğretisini geniş kitlelerin
yadırgamayacağı bir biçime sokmuştur. Onlar bilgiye ve bilgili olmaya büyük önem
vermiştir. Hem Kiniklere benzeme hem de onları aşma çabası daha en başta Kıbrıslı
Zenon’un yetişmesi ve gelişmesi sırasında beliren bir eğilim olarak karşımıza
çıkmaktadır.

Stoacılar tıpkı Kinikler gibi insanın özgürlüğünü, onun erdemliliği ile


özdeşleştirmektedirler. Yalnız şu kadarını eklemek gerekir ki Stoacılar Kiniklerde
olduğu gibi bütün uygarlık unsurlarını katı bir şekilde reddetme taraftarı değildirler.
Özgür insan erdemli insandır ve onlara göre özgürlük kayıtsızlığı gerektirir. Özgürlük
duygulardan, arzulardan bağımsız olmak, bunlara karşı kayıtsız kalabilmek demektir.
Bununla birlikte, Stoacıların özgürlüğe atfettiği anlama dikkat etmekte fayda vardır.
Onlar kadercidirler. Kader, sonsuza değin kendi kendini tekrar eden kozmik bir
döngünün ifadesidir. İnsan değiştiremeyeceği kadere itaat ederek, en azından onun
karşısında kayıtsız kalarak özgürlüğe, dolayısıyla da mutluluğa ulaşabilir.

Stoacılar materyalisttirler. Materyalizmi benimsemiş olmaları Demokritos’ un etkisine


işaret etmektedir. Bununla birlikte, onların Demokritos’ tan ayrıldıkları önemli noktalar
var. Örneğin Demokritos’ a göre evrendeki tüm hadiseler zorunluluğun bir sonucudur
ve zorunluluk evrende bir amacın (telos) olmadığını göstermektedir. Bu nedenle
Demokritos evrenin teleolojik bir yöntem dâhilinde açıklanmasına karşıdır. Stoacılar
ise zorunluluğu kabul etmekle birlikte ona kader adını vermektedirler. Bunu,
şüphesiz, zorunluluğun bir amaç doğrultusunda mevcut olduğu şeklinde yorumlamak
gerekecektir. Buna göre, Tanrı her şeyi önceden belirlemiştir. O tümel akıldır ve her
şeyin gerekçesi O’nun bilgisinde mevcuttur. Hiçbir şey keyfi ve rastlantısal bir şekilde
ortaya çıkmaz. Stoacıları kadere rıza göstermeye iten şey, belki de, bu bilginin
mevcudiyetine olan inançlarıdır. Duyular bize çok dar bir bilgi alanı sunmaktadır ve
biz şeylerin nihai sebeplerini keşfedemediğimiz için neyin niçin gerçekleştiğini tam
olarak bilemeyiz. Her şey Tanrı tarafından, bir amaç ve bilgi doğrultusunda
belirlenmiştir. Bize düşen, sahip olmadığımız için hadiseleri anlamakta ve
açıklamakta zorlandığımız bu Tanrısal bilgiye teslim olmaktır.

Eski Stoacıların Mantık ve Bilgi Anlayışı

Stoacılar, Kıbrıslı Zenon’u takip ederek, felsefeyi üç başlık altında incelemiştir:


mantık, fizik ve ahlak. Mantık, doğru bilgiye ulaşmanın aracı olarak tasarlanmıştır.
Fizik, evrenin yapısı ve temel yasaları ile ilgili sorunları çözüme kavuşturma
çabasındadır. Ahlak ise insanı mutluluğa götürecek olan yolu bulmaya çalışmaktadır.
Bu üç alan birbirinden farklı gibi görünse de birbiriyle bağlantılıdır. Stoacılara göre,
bilgi olmadan evreni kavramak, evreni kavramadan da ahlaklı bir yaşam sürdürmek,
dolayısıyla da mutlu olmak imkânsızdır.

Zenon’un bu üçlü ayırımına sonraki dönemde öğrencisi Kleanthes tarafından bazı


ilaveler yapılmıştır. Örneğin Kleanthes mantık alanına retoriği, fizik alanına teolojiyi,
ahlak alanına ise politikayı eklemiştir. Bununla birlikte eski Stoanın üç düşünürü
(Zenon, Kleanthes ve Khrysippos) açısından yukarıdaki ayırım geçerlidir.

Kleanthes’in ilave ettiği retorik ile inceleme alanı genişleyen mantığın diğer kısmı
diyalektiktir. Retorik cümle yapısı, dilbilgisi, müzik ve şiir teorilerini araştırır. Diyalektik
ise felsefî açıdan daha önemli olup psikolojik temele dayandırılan bir tür bilgi
teorisidir. Diğer bir açıdan bakıldığında, diyalektik kanıtlayıcı bir bilimdir ve şeylerin
gerçek yapısını konu edinmektedir. Retorik ise pratik bir disiplindir ve temel araçlarını
dil ve akıl yürütme oluşturmaktadır.

Eski Stoacıların Fizik ve Metafizik Anlayışı

Stoacıların fizik anlayışları materyalizme dayanmaktadır. Onlar, tıpkı Demokritos gibi,


evrendeki tek gerçekliğin madde olduğu kanaatindedirler. Fakat materyalist
olmalarına karşın amacı dışlayan, mekanikçi bir doğa görüşünden uzak durmaya
çalışmaları, muhtemelen, panteizmi benimsemiş olmalarından kaynaklanmaktadır.
Panteizm Tanrı ile evreni (doğayı/fiziği) bir ve aynı gören dinî düşüncedir. Stoacılar
doğa ile Tanrı’yı özdeş kabul etmektedirler. Tanrı, bu düşüncede, evrenin dışında
bulunan, aşkın bir varlık değildir. O evrene nüfuz etmiş, içkin bir varlıktır. Stoacılar
Tanrı’yı maddeye şekil verme konusunda usta bir zanaatkâra benzetirler. Onlara
göre, Tanrı, büyük bir organizma olan evrenin çeşitli parçalarını amaçlı ve mükemmel
bir şekilde düzenlemiştir. Bu nedenle, evren her bir parçası diğerine organik olarak
bağlı bulunan canlı bir bütündür. Özünü Tanrı’nın teşkil ettiği böyle bir bütünün
cansız ve atıl bir madde yığını olarak görülmesi ve onun salt bir zorunluluğun neticesi
olarak ortaya çıkması Stoacılar açısından kabul edilebilir bir fikir değildir.

Stoa fiziğinin ana ilkelerinden biri, evrenin kendisini var eden ateşe sürekli olarak geri
döndüğünü ve yeniden kurulduğunu ifade etmek üzere kullanılan kozmik-döngü
fikrine dayanmaktadır. Buna göre, doğa nasıl ki ateşten (dolayısıyla Tanrı’dan)
türemişse, yine ona dönmektedir. Yalnız bu döngü sonsuz bir şekilde cereyan
etmektedir. İlginç olan, ateşten gelen ve ateşe dönen evrenin her defasında yeniden
ortaya çıkışının yeni (farklı) bir kozmik gerçeklik üretmeyişidir. Başka bir deyişle,
Stoacılar, evrenin sonsuz bir şekilde yeniden ortaya çıktığı ve yok olduğu
kanaatindedirler. Bu ortaya çıkış ve yok oluş arasında geçen süreç tamamen aynı
içerikten oluşmaktadır. Bunun anlamı evrende cereyan eden her hadisenin önceden
belirlenmiş olduğudur. Yani evrende sıkı sıkıya belirlenmiş bir kader hüküm
sürmektedir. Kader hem kozmik gerçekliğin her defasında yeniden üretildiği hem de
onun içerisinde cereyan eden hadiselerin tamamı tamamına öncekilerin aynısı
olduğu anlamına gelmektedir.

Eğer her şey belirlenmişse ve her şey bu dairesel hareket içerisinde sürekli kendi
kendini tekrar ediyorsa, mevcut olanı iyileştirmenin imkânsızlığı tebarüz eder. Bu,
yapabileceğimiz en iyi şeyin onu mevcut haliyle sürdürmek olduğu anlamına
gelecektir. Başka bir deyişle, evrensel kader karşısında yapabileceğimiz tek şey,
payımıza düşeni kabul etmek, ödevimizi eksiksiz yerine getirmek, olana ağırbaşlılıkla
ve sebat içerisinde rıza göstermektir. Nitekim Stoacılar ahlak anlayışlarını tamamen
bu fikir üzerine inşa etmişlerdir. Madem müdahale edemiyoruz, madem hadiselerin
akışını değiştiremiyoruz, o halde rasyonel varlıklar olarak makul bir tercihte bulunmalı
ve olana rıza göstermeliyiz.
Eski Stoacıların Ruh Anlayışı

Zenon Tanrı ile evren arasındaki ilişkinin insan açısından ruh ile beden arasındaki
ilişkiyle özdeş olduğunu düşünmektedir. Nasıl ki Tanrı evrenin ortaya çıkmasını ve
hareketini sağlayan rasyonel ilke ise, ruh da insanın davranışlarını belirleyen ilkedir.
Ruh bedene tamamen egemendir. O sıcak bir nefestir (pneuma) ve bedeni bir arada
tutmaktadır. Pneuma Yunanca bir kelimedir ve nefes anlamına gelmektedir.
Zenon’un düşüncesine göre, ruh bir nefes gibi bedene yayılmıştır. Tanrı da tıpkı ruh
gibi evrene yayılmış bir sıcak nefestir.

Eski Stoacıların Ahlak Anlayışı

Stoacılar tıpkı Sokrates gibi entelektüalist bir ahlak anlayışına sahiptirler. Yani, onlara
göre erdem ile bilgi özdeştir. Erdem ruhun aklî bünyesine dayanır. Onu elde etmenin
ilk şartı, yapılması ve uzak durulması gereken şeyler hakkında doğru bir görüşe
sahip olmaktır. Bu nedenle, erdem, Stoa düşüncesinde, bilgi ile kaimdir. Erdem bilgi,
kötülük ise cehalet olarak tanımlanmalıdır. Erdeme ancak bilgeler sahip olabilir.
Bilgelik doğa kanunlarını tanımak, fizik hakkında gerekli bilgiye sahip olmak, doğa
içerisindeki yerini kavramak ve buna rıza göstermek anlamlarına gelmektedir. Bilge
kişi doğayı tanımakla kalmaz, aynı zamanda onunla uyumlu bir yaşamı sürdürür.
Başka bir deyişle ahlak doğaya uygun bir yaşamı gerektirir ve bunu
gerçekleştirebilecek olanlar yalnızca bilgelerdir. Bilgelik için çizilen çerçeve, bilgi ile
bağlantılı yaşam biçiminin zorunluluğu ve bu tür bir hayatın çetinliği, mutluluğun
genel bir amaç olarak hayata geçirilmesini güçleştirmektedir.

Stoacıların ahlak tartışmalarına sağladıkları en önemli katkılardan biri, onların “doğal


olan” ile “doğaya aykırı olan” arasında yaptıkları ayırım ve “doğal olan” a dayalı
olarak gündeme getirdikleri “ödev” kavramıdır. Doğal olan ile doğaya aykırı olan
arasında bir karşıtlık vardır. Doğaya aykırı olan şey, insanın eylemlerini belirleme
görevini içgüdülerin üstlenmesidir. Doğal olan ise aklın egemenliği eline almasıdır.
Doğal olan akla uygun olandır. Dolayısıyla ahlak akla uygun bir yaşam, erdem ise
akla uygun yaşam hakkındaki bilgi ve bunun hayata aktarılmış halinden ibarettir.

Stoacılar başta Herakleitos ve Kinikler olmak üzere çeşitli kaynaklardan


beslenmişlerdir. Fakat kendilerinin de sonraki dönemler açısından bir ilham kaynağı
teşkil ettiğini hatırlatmakta fayda vardır. Örneğin Hıristiyanlık dayandığı pek çok
unsuru Stoacı düşünceye borçludur. Stoacılık azla yetinmeyi salık vermekte, dünya
nimetlerinin peşinde koşmamayı öğütlemekte, nefis mücadelesine büyük bir önem
atfetmekte, Kleanthes Zeus’a İlahi adlı eserinde Tanrı’ya “baba” diye seslenmekte,
ülke sınırlarını aşan bir “insan sevgisi” ne vurgu yapmaktadır. Tüm bu unsurlar
Hıristiyanlığın bilhassa Katolik yorumunun da ayırt edici vasıflarıdır. Dolayısıyla
Hıristiyanlığın tarihi kaynaklarından birinin de Stoa düşüncesi olduğu söylenebilir.

Eski Stoacıların Din Anlayışı

Stoacılar din anlayışları bakımından Yunan halk dinine yakın durmakta, en azından
halk dininin bazı unsurlarını benimsemektedirler. Örneğin kehanet ve astroloji
Stoacılara göre de kendilerinden beklenen sonucu vermesi muhtemel olan birer
araçtır.
Stoacılar dindarlığın tanrılara tapınma ve onları yüceltme bilgisi olduğuna
inanmaktadırlar. Fakat özü itibariyle din, tanrılar hakkındaki doğru görüşlere, onların
iradelerine itaat etmeye, mükemmeliyetlerini taklide, kalp ve irade saflığına, tek
kelimeyle bilgelik ve erdeme dayanır.

Eski Stoacıların Devlet ve Toplum Anlayışı

Stoacıların ulus devlet fikrine uzak durarak bir dünya devleti fikrini desteklemelerinin
nedeni, onların sahip oldukları bütünlüklü evren anlayışından çıkarsanabilir.
Stoacılara göre, insana ve evrene aynı akıl hâkimdir. İnsan, tabiatı gereği, akla uygun
davranmak zorunda olduğu için akla dayalı kanunlarla işleyen bir dünya düzeni
kurulabilir. Örneğin aklın ortaya koyabileceği temel bir yasa, aynı akla sahip olan
bütün insanlar tarafından kabul görecek ve geçerli olacaktır. Bu nedenle ulusların
sürekli rekabet etmesine neden olacak ulus devletler yerine, herkesin hakça eşit
olduğu bir yapı olarak dünya devleti fikri onlara daha makul görünmüştür.

Orta Stoa

Orta Stoanın en önemli temsilcileri Panaitios ve Poseidonios’ tur.

Panaitios: Panaitios eski Stoa’ya çeşitli açılardan karşı çıkmaktadır. Eski Stoacılar


ideal bir insan tiplemesinden bahsetmektedirler. Onlara göre, insan ya zeki ya da
aptaldır. Panaitios ise insanları tek bir tipe göre tanımlamanın doğru olmadığı,
evrensel (ideal) bir insan tipinin olamayacağı kanaatindedir. Onun eski Stoacılara
karşı çıktığı ikinci husus ise, onların benimsediği “dünya devleti” anlayışıdır. Panaitios
ulus devletlerin ve milletlerin mevcudiyetini anlamlı ve gerekli bulması bakımından
eski Stoa okulundan ayrılmaktadır. Nasıl ki her birey kendi kişiliğinde taşıdığı ideali
gerçekleştiriyorsa, her millet de kendi tarihsel sınırları dâhilinde, kendine has idealleri
hayata geçirir ve görevleri yapar.

Eski Stoa, evreni belirli aralıklarla yok olup yeniden ortaya çıkan bir niteliğe sahipmiş
gibi tasavvur etmektedir. Panaitios ise bunu kabul etmez. Ona göre, evren sonsuz
(kesintisiz) bir yapıya sahiptir. Eski Stoacılar, Pythagorasçılığın da etkisiyle ruh ve
bedeni birbirinden ayrı iki unsur olarak kabul etmektedir. Onlara göre, beden ölünce
ruh ölmez ve tümel ruha geri döner. Panaitios ise ruh ve bedenin Tanrı tarafından
bütünleşik bir formda, bir arada yaratıldığını, bu ikisinin birbirinden ayrı olmadığını
düşünmektedir. Beden ölünce ruh da ölmüş olur. Bu, ruhun bedenden önce var
olmadığı gibi, ondan sonra da mevcut olamayacağı anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla, Panaitios ruh-beden ilişkisi konusunda monist bir yaklaşımı benimsiyor
gözükmektedir.

Panaitios’un, eski Stoacılardan ayrıldığı bir diğer nokta ise halk dinine yönelik
tutumudur. Eski Stoacılar, halk dinine yakın durmakta ve ondaki unsurları
benimsemektedir. Panaitios ise halk dini karşısında daha özgür bir yaklaşım
benimser. Ona göre, biri şairlerin ve filozofların, diğeri ise devlet adamlarının olmak
üzere iki din vardır. Kendisi ikincisini tercih etmektedir

Poseidonios: Poseidonios bir fizikçi, coğrafyacı, astronom ve tarihçidir. Çok yönlü bir


filozoftur. Bu alanlarda önemli çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Örneğin dünyanın
büyüklüğünü ilk defa Poseidonios’ un ölçmeye çalıştığı rivayet edilmektedir. Fakat o,
bu ölçüm neticesinde dünyayı olduğundan daha küçük hesaplamıştır. Böyle olmakla
birlikte, yaptığı ölçüm de bilimsel ve tarihsel bir değere sahiptir. Zira Kristof Kolomb
Poseidonios’ un bu ölçümüne dayalı olarak dünyayı küçük bir gemiyle
dolaşabileceğini düşünmüş ve bu vesileyle Amerika’yı keşfetmiştir.

Poseidonios’un felsefî düşüncesini dayandırdığı kanıtlar rasyonel olmaktan ziyade


empirik bir karakter arz etmektedir. Bu, Poseidonios’un felsefeyi bilimlerle sıkı bir
bağlantı haline getirmek, felsefeyi pozitif bir bilgiye dayandırmak istediğini göstermesi
bakımından önemlidir.

Yeni Stoa (Roma Stoası)


Roma Stoasının başlıca üç temsilcisi vardır. Bunlar Seneca, Epiktetos ve Marcus
Aurelius’tur. Epiktetos bir köle, Marcus Aurelius ise Roma’nın muzaffer bir
imparatordur.

Bu üç ismin ortak ve farklı pek çok yönlerinden bahsedilebilir. Ortak yönleri üçünün
de birer ahlak filozofu olmasıdır. Onlar eski Stoacılara kıyasla mantık ve fizik
meselelerine az zaman ayırmışlardır. Her üçünün de başlıca ilgi alanını ahlak teşkil
etmektedir.

Epiküros ve Epikürosculuk

Helenistik felsefenin ikinci büyük düşünce ekolü Epiküros (MÖ 341-271) tarafından
geliştirilen fikirlere dayanmaktadır. Epiküros Helenistik dönemin tipik bir düşünürüdür.

Epiküros derslerini Atina civarındaki bir bahçede vermiştir. Bu nedenle


Epikürosçulara “bahçe filozofları” adı da verilmektedir. Söz konusu bahçenin
müdavimleri arasında, diğer ekollerde rastlanmayacak bir şekilde, köleler ve kadınlar
da yer almaktadır.

Epikürosçu Felsefenin Kısımları

Epiküros felsefeyi üç kısma ayırmaktadır. Bunlar kanonik, fizik ve ahlaktır. Epiküros’


un kanonik adını verdiği alan, doğruluğun ilkelerini arayan bilim olarak tanımlanabilir.
Kanon Yunancada ölçüt, kriter anlamlarına gelmektedir. Kanonik, Epikürosçuların
mantığa verdiği isimdir. Bu açıdan bakıldığında, Stoacılarla Epikürosçular arasındaki
benzerlik dikkat çekicidir. Hatırlanacağı üzere, Kıbrıslı Zenon da felsefeyi mantık, fizik
ve ahlak olarak üçe ayırmaktadır.

Bu alanlar birbirine bağlıdır ve yapılan ayırım rasyonel bir gerekçe taşımaktadır.


Stoacılarda olduğu gibi Epikürosçularda da asıl istikamet ahlaki alandır. Başka bir
deyişle, Epiküros bu ayırımı ahlak öğretisini temellendirebilmek amacıyla yapmıştır.
Kanonik ve fizik ahlak için bir giriş kapısı işlevi görmektedir.

Epiküros felsefî kariyeri boyunca teorik meselelerle zorunlu olmadıkça ilgilenmemiş


ve bütün mesaisini pratik mevzulara hasretmiştir. Söz gelişi, fiziğin Epikürosçu
öğretide bir yer bulmasının nedeni boş kuruntulardan, örneğin tanrılar ve ölüm
karşısında hissettiğimiz korkulardan kurtulabilmek için, şeylerin doğal nedenleri
hakkındaki bilgiye muhtaç olmamızdır. Fizik, doğal nedenler hakkında vereceği bilgi
vasıtasıyla gündelik hayatımızda bir yere sahip olmaktadır. Başka bir deyişle, fiziği
felsefenin tamamlayıcı bir parçası haline getiren şey onun ürettiği pratik değerdir.

Epiküros’ un Bilgi Anlayışı

Epiküros genel olarak felsefeyi, özel olarak ise bilgiyi, mutluluğa ulaşmanın bir aracı
olarak görmektedir. Bu aracın kendisinden beklenen işi yaptığını, yani bizi hakikate
ulaştırdığını, bize iki kriter göstermektedir. Teorik düzeydeki kriter duyu algısı ve
bunun ruhumuzda yarattığı genel tasavvurlar, pratik düzeydeki kriter ise haz ve acı
duygularıdır.

Epiküros’ un Fizik Anlayışı

Epiküros, dünyamızın ve onun dâhil olduğu fiziğin evrende atomların çarpışmasından


doğan, sonsuz sayıdaki dünya ve fiziğin sadece biri olduğunu düşünmektedir.
Sonsuz sayıda dünyalar vardır. Söz konusu dünyalardan bir kısmı bizim dünyamıza
benzemekte, bir kısmı ise tamamen farklı nitelikler arz etmektedir.

Epiküros’un Ahlak Anlayışı

Epiküros tıpkı Sokrates gibi, erdem ve bilgiyi özdeşleştirir. Ahlakın amacının da


mutluluk olduğunu düşünür.

Epiküros’ a göre, bilgi bizi boş ve temelsiz inançlardan, kuruntulardan kurtarır.


İnsanın mutluluğa ancak felsefe ile ulaşabilmesinin nedeni budur. Felsefe, insanları
kuruntulardan kurtarır ve böylece onların mutlu olmasını sağlar. Epiküros’ un kuruntu
olarak nitelendirdiği şey bilhassa ölüm ve tanrılar karşısında hissedilen korkudur. Bu
iki korku insanın doğru ile yanlışı ayırt etmesini engelleyecek şekilde, bilgi ve erdemli
yaşam sürecine müdahale ederler. Epiküros bu korku ve kuruntuların temelsiz
olduğunu göstermek için büyük çaba harcamıştır. Ona göre, ölüm ve tanrılar
karşısında hissettiğimiz korku, bütünüyle yanlış tasavvurlardır. Bilgi unsuru
olmadıkları için de bunlara dayalı bir hayat baştan sona yanlışlarla dolu olacaktır. Bir
yaşam rehberi olarak felsefenin görevi, bizi bu yanlışlardan kurtarmaktır.

Epiküros’un Devlet ve Toplum Anlayışı

Epiküros bireyci bir yaklaşıma sahiptir. Bu yaklaşım onun devlet ve toplum anlayışına
da sirayet etmiştir. O, Aristoteles gibi insanları toplumsal varlıklar olarak tasavvur
etmemektedir. Ona göre, insanların bir arada bulunmaları, toplum halinde
yaşamaları, sırf onların bunun böyle olmasını istemelerinin bir sonucudur. Onlar
kendilerini güvende tutmak, korunma ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla toplumsal bir
sözleşmeyi, devleti ortaya çıkarmaktadır. Bireyin dışındaki yapma varlıklar, yani
devlet ve toplum, yalnızca bireyin mutlu olmasını temin etmesi beklenen araçlardır.
Toplumsal, siyasi ve hukuki bir sistem, yalnızca azami bireysel hazzı hedeflediği ve
bunu temin ettiği oranda “iyi” olabilir. Bunların, temin ettikleri bireysel hazlar dışında,
herhangi bir anlam ve önemlerinin olduğu söylenemez

Şüphecilik
Helenistik dönemin üçüncü ve son okulu şüpheciliktir. Şüphecilik ekolüne septisizm,
skeptisizm ya da kuşkuculuk kavramları ile de işaret edilmektedir. Pyrrhon (MÖ 365 –
275) şüpheciliğin teorisyeni ve ilk temsilcisidir.

Pyrrhon ve Pyrrhonculuk

Pyrrhon’ dan geriye yazılı hiçbir eser kalmamıştır. Bunun nedeni, muhtemelen,
fikirleri yazıya dökmenin bilgi sahibi olarak yorumlanabileceği endişesi, başka bir
deyişle tutarlı olma kaygısıdır. Pyrrhon, öğretisi ile çelişeceğini düşündüğü için
fikirlerini birer yargı olarak yazıya aktarmak istememiştir. Şüphecilikle ilgili ilk yazılı
dokümanları öğrencisi Timon (MÖ 320-230) hazırlamıştır.

Genel olarak şüphecilerin ortak kanaati bizim eşyanın gerçek yapısını


bilemeyeceğimiz istikametindedir. Duyularımız bize yalnızca onların görünüşleri
hakkında bilgi vermektedir. Onların gerçekte ne oldukları hakkında asla bilgi sahibi
olamayız. Örneğin Pyrrhon’a göre, doğruyu yanlıştan ayırt etmemizi sağlayacak bir
ölçüte sahip değilizdir. Epikürosçular doğruluğun ölçütü olarak her algıyı kabul
etmektedirler. Stoacılar ise yalnızca aklın onayladığı algıları ön plana
çıkarmaktadırlar. Ancak bu ölçütlerin hiçbiri güvenilir değildir. Algı sürekli olarak bizi
yanıltır. Bu nedenle algı doğruya ulaşmak için yeterli değildir. Sokrates, Platon,
Aristoteles, Stoacılar ve Epikürosçular şu görüşte birleşiyorlardı: erdem bilgisiz
olamaz. Başka bir deyişle, varlık hakkında doğru bilgi elde edilmeden erdemli
olunamaz. Mutluluk erdemli olmaya bağlı olduğu için bilgi olmadan mutlu da
olunamaz. Felsefe pratik bir bilgelik öğretisi olmaya doğru gittikçe mutlu bir hayatın
kaçınılmaz konusu olan bilgi ile daha yakından ilgilenmek gerekmiştir. Şüphecilerin
yaptığı da tam olarak budur. Onlar da mutluluğa giden yolu bulmak ve mutlulukla bilgi
arasındaki ilişkiyi irdelemek istemişlerdir. Fakat onlar, görüleceği üzere, bilgi ile
mutluluk arasında negatif bir ilişki kurmuşlardır. Bilgi sahibi olmaya çalışmak bizi
mutlu etmez, aksine mutsuzluğumuzun en önemli kaynaklarından birisini teşkil eder.
Zaten eşya hakkında gerçek bir bilgiye ulaşmamız imkânsızdır. Bu nedenle,
imkânsızın peşine düşmekten ve kendimizi gereksiz bir yükün altına sokmaktan
vazgeçmeliyiz.

Şüpheciler kesin onaylamaktan olduğu gibi mutlak inkârdan da çekinmektedirler.


Onlar, böylelikle, hem bilginin varlığını iddia eden dogmatiklerden hem de bunun
imkânsızlığına kanaat getiren sofistlerden ayrılmaktadırlar.

Pyrrhon’un Bilgi ve Ahlak Anlayışları

Pyrrhon’ a göre ahlakın amacı mutluluktur. Bu bakımdan o da selefleri gibi


eudaimonisttir. Demokritos’a benzer şekilde Pyrrhon da mutluluğu dirlik ve gönül
şenliği (euthymia) içinde geçen bir yaşamda bulmaktadır. Buna erişmek için de
felsefeye dayanmak gerekmektedir. Felsefenin ödevi, hayatı, son amacı olan
mutluluğa göre düzenleyebilmektir. Bu amaçla, ilkin, bilginin bu işi görüp
göremeyeceğini anlamak gerekmektedir.

İkinci dayanak, her konuda birbirine tamamen zıt olan iki görüşün öne
sürülebilmesidir. Örneğin evrenin tümüyle maddi olduğunu savunmak mümkün
olduğu gibi onun bütünüyle ideal bir varlığa sahip olduğu da aynı güçle savunulabilir.
Benzer şekilde, Tanrı’nın var olduğunu iddia etmek mümkün olduğu gibi var
olmadığını da iddia etmek pekâlâ mümkündür. Bu iddialardan hangisinin doğru
olduğunu belirlememizi mümkün kılacak bir ölçüt yoktur. Bu nedenle, takınılması
gereken en doğru tutum yargıyı askıya almaktır (epokhe). Epokhe “yargıyı askıya
almak” ya da “yargıdan kaçınmak” gibi anlamlara gelmektedir.

Pyrrhon ve takipçilerine göre, her iddiaya aynı güçte başka bir iddiayla cevap
verilebilir. Bu iki iddiadan hangisinin niçin doğru olduğunu belirleyecek bir ölçüt
yoktur. O halde, yapılacak en doğru şey yargıdan kaçınmaktır.

Pyrrhonculara göre, yargıyı askıya alan kişi her türlü mutlak nitelikteki
değerlendirmeden kaçınmış, dolayısıyla nesnenin kendisine yönelen her türlü istek
ve duygudan da uzak durmuş olan kişidir. Bu nedenle, epokhe salt epistemolojik bir
tutum değildir. O aynı zamanda ahlaki bir araçtır.

8. Giriş
İlkçağ felsefesinin son ve büyük akımı YeniPlatonculuktur. Yeni-Platonculuğun
kurucusu Plotinus’ tur. Yeni-Platonculuk felsefe tarihi kaynaklarında YeniEflatunculuk
veya Neo-Platonizm gibi isimlerle de anılmaktadır.

Yeni-Platoncular etkilendikleri kaynakları bire bir tekrar etmek yerine, bunları özgün
bir sistematik yapı dâhilinde yoğurmuştur. Daha da önemlisi, söz konusu kaynakların
pek çok fikrini ya yeniden yorumlamışlar ya da bütünüyle reddetmişlerdir. Örneğin
Yeni-Platoncu ekolde Stoacılıktan kimi izler gözlenmekle birlikte iki ekol arasındaki
farklılıklar yadsınamaz boyuttadır. Stoacılar materyalisttir. Yeni-Platonculuk ise anti-
materyalist (madde karşıtı) bir yaklaşıma sahiptir. Yeni-Platoncuların en fazla bağlılık
gösterdiği Platon’un düşünceleri dahi bu dinî ve mistik sistemin gerekleri
doğrultusunda yeniden yorumlanabilmiştir. Örneğin Platon’un toplumsal yapı
karşısında ikinci plana ittiği birey Yeni-Platonculukta merkezî bir rol üstlenmiş
gözükmektedir.

Yeni-Platonculuğun Genel Çerçevesi

Yeni-Platonculuk felsefî olduğu kadar dinî bir yapıya sahiptir. Onun dinî karakterini
dönemin sosyokültürel şartlarında aramak da gerekmektedir. Bu noktada karşımıza
çıkan en önemli etken Hıristiyanlık olacaktır.

Yeni-Platonculuğun kendisini Hıristiyanlığa karşı bir rakip olarak konumlandırdığı


dahi söylenebilir. YeniPlatonculuk hızlı bir şekilde yayılan Hıristiyanlığa karşı verilmiş
dinî ve felsefî bir cevaptır.

İlkçağ felsefesinin genel itibariyle dinî inanca yabancı olduğu hiçbir şekilde iddia
edilemez. Hemen hemen bütün ilkçağ filozoflarının şu veya bu şekilde dinî bir inanca
sahip oldukları söylenebilir. O kadar ki, en tutarlı materyalist filozoflardan biri olan
Demokritos’un düşüncesinde bile dinî bir takım referansların mevcudiyetine şahit
olunmaktadır. Hatta ilkçağ düşünürlerinin hem filozof hem de teolog oldukları iddia
edilmektedir. Buna karşın, Hıristiyanlık ilkçağ felsefesi için tamamen yabancı bir
unsurdur. Her şeyden önce, Hıristiyanlık monoteist bir dinî geleneği temsil
etmektedir. Monoteizm, dönemin yerleşik çok tanrıcı inanç biçimleri açısından bir risk
teşkil etmektedir. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından resmi din olarak
kabul edilmesini müteakip paganist inançlara karşı verdiği kanlı mücadele göz
önünde bulundurulduğunda bu riskin ne denli hayati olduğu kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır. Monoteizm kavramı Yunanca mono (tek) ve theos (tanrı)
kavramlarından türemiş olup “tek tanrıcılık” anlamına gelmektedir. İlk monoteist (tek
tanrıcı) din Yahudiliktir. Hıristiyanlık ve İslam monoteist dinî geleneğin devamıdır.

Esasen monoteist gelenek Yahudilerle birlikte ortaya çıkmıştır. Yahudilerin başlıca


dinî metinleri Septuagint adıyla milattan önce üçüncü yüzyılda Yunancaya tercüme
edilmiş, böylece ilkçağ filozofları Yahudi dinî inancıyla erken denebilecek bir
dönemde tanışmışlardır. Fakat monoteizmin tehdit olarak görülmesi Hıristiyanlığın
yükselişinden sonraki döneme rastlamaktadır. Muhtemelen bunun en önemli nedeni
Yahudiliğin kendi içine kapalı bir yapıya sahip olmasıdır. Yahudiliğin evrensellik
iddiası yoktur. Başka bir deyişle Yahudilik, ırk temelli bir din olduğu için yayılmacı
değildir. Bu bakımdan, Yahudi düşüncesi, büyük oranda paganist bir nitelik arz eden
yerleşik ilkçağ dinî inançları açısından bir risk teşkil etmemiştir. Hıristiyanlık ise
yayılmacı bir karaktere sahiptir. Bu yayılmacı yeni dinî inanca karşı gerek kitlelerin
gerekse düşünürlerin endişelerini giderecek bir cevaba ihtiyaç duyulmuştur ki
YeniPlatonculuk tam da böyle bir cevap olarak ortaya çıkmış gözükmektedir. Bu
durum, Yeni-Platonculuğun felsefî olduğu kadar dinî bir karaktere sahip olmasının
temel gerekçelerinden birini teşkil etmektedir.

Plotinus’ un Hayatı ve Eserleri

Plotinus’un doğum yeri Mısır’ın Lykopolis şehridir. 270 yılında İtalya’nın Campania
şehrinde ölmüştür. Ölüm nedeni difteridir.

Plotinus son derece sade ve dünyevî kaygılardan uzak bir yaşam sürdürmeye
çalışmıştır. Porphyry’ nin aktardığına göre, bir beden içerisinde bulunmaktan utanç
duyarmış. Bu hissiyat, Plotinus’ un ileriki sayfalarda ele alınacak olan maddeye
yönelik negatif yaklaşımı ile beraber düşünüldüğünde daha bir anlamlı olacaktır
şüphesiz. O, resmini veya heykelini yapmak isteyen sanatçıları sürekli reddetmiş ve
şu cevabı vermiştir: “Tabiatın bizi hapsettiği bu kopyayı taşıyor olmak yeterli değil
midir? Ardımda bu kopyanın bir kopyasını bırakmam gerektiğine gerçekten inanıyor
musunuz?”

Plotinus, maddî yaşama dair ilgisizliğine karşın, insani ilişkilerde son derece nezaketli
biri olarak tanınmıştır. Diğerkâmlığı, dürüstlüğü, asil karakteri ve ahlaki temizliği
nedeniyle çok yaygın bir saygı görmüştür.

Plotinus’ un başyapıtı olan Enneadlar onun ölümünü müteakiben öğrencisi Porphyry


tarafından bir araya getirilmiştir. Plotinus’ un hayatta iken bir eser yayımlamamış
olması onun dünya yaşamına karşı olan mesafeli tutumuna bağlanabilir. Nasıl ki bir
resminin ve heykelinin yapılmasını istememişse eserler bırakmayı da tercih
etmemiştir. Enneadları teşkil eden yazılarını ise Porphyry’ nin teşvik ve ısrarları
neticesinde kaleme aldığı bilinmektedir.

Plotinus’ un Düşüncesinde Varlık Hiyerarşisi

Yeni-Platonculuk, temelde varlıklar arasında gözetilen hiyerarşik bir sıralamaya


dayanmaktadır denilebilir. Bu hiyerarşi, bir ucunda Tanrı’nın, diğer ucunda maddenin
bulunduğu bir mükemmelliyet skalası üretmiştir. Tanrı, ya da Plotinus’ un kullandığı
tabirle “Bir”, mükemmeliyetin pozitif tarafını teşkil etmektedir. Tanrı evrenin tek ve
gerçek nedenidir. Madde ise “yokluk” tur. Madde hiçbir niteliğe sahip değildir.
Dolayısıyla ondan bahsederken aslında yokluktan bahsedilmiş olmaktadır. Tanrı ve
madde arasında ise yukarıdan aşağıya doğru Nous, Evren Ruhu ve bireysel ruhlar
yer almaktadır. İnsan ruhu için nihai hedef, maddeden uzaklaşmak, Tanrı ile
bütünleşmektir. Yeni-Platonculuk bu varlık katmanlarının temel niteliklerine dair
yoğun bir tartışma yürütmüştür.

Tanrı: Plotinus Tanrı’yı her şeyin ilk nedeni olarak görürken aslında Platon’un
yürüttüğü bir muhakemeyi kullanmaktadır. O da tıpkı Platon gibi maddi dünyanın
sürekli bir değişim halinde bulunduğu, dolayısıyla da bir gerçekliğe sahip olmadığı
kanaatindedir. Sürekli değişen bir şeyin gerçek anlamda var olduğu söylenemez. Bu
nedenle, değişmeyen gerçekliğin maddi dünyadan farklı ve ayrı bir gerçeklik olarak
mevcut olması gerekir. Bu da Tanrı’dır. Peki, her şeyin ilk ve tek nedeni olan Tanrı
hakkında olumlu ifadeler kullanılamıyor oluşunun nedeni ne olabilir? Plotinus negatif
teolojisini hangi gerekçeye dayandırmaktadır? Bu soru, genellikle din felsefesinin
önemli mevzularından biri olan “din dili” başlığı altında tartışılmaktadır. Negatif
teolojiye dair tartışmalar oldukça eskidir.

Tanrı’nın ne olduğundan çok ne olmadığı üzerinde duran söylem apofatik teoloji


olarak nitelendirilmektedir. Tanrı’nın niteliklerinin olduğu ve bunlar hakkında
konuşulabileceği düşüncesine ise katafatik teoloji denilmektedir. Apofatik teoloji
negatif, katafatik teoloji ise pozitif birer söylem olarak nitelendirilebilir.

Yeni-Platoncu öğreti Tanrı’dan taşan şeylerin O’na yakın veya uzak oluşlarına göre
bir değere sahip olduklarını iddia etmektedir. O’na yakın olan varlık değerli, ondan
uzak olan ise değersizdir. Işık kaynağı olan güneşten ne kadar uzaklaşılırsa
karanlığa (maddeye) o denli yaklaşılmış olur. Varlık hiyerarşisinde ne denli aşağıya
inilirse, o denli yetkin olmayana, çoğulculuğa, değişime ve ayırıma ulaşılır. Daha
sonraki her evre, bir önce gelenin gerekli etkisidir- onun kopyası, gölgesi ve ilineğidir.
Ancak sonraki her evre, daha yüksek seviyeye ulaşma çabası içindedir, kaynağa
geriye doğru dönüş çabası yaşanmaktadır.

Plotinus evreni tasvir etmekle yetinmemiştir. Evrenin kaynağı, insanın bu evrendeki


yeri, insanların karşı karşıya bulundukları ahlaki ve manevi güçlüklerin üstesinden
nasıl gelecekleri gibi hususlara dair de açıklamalar sunmuştur. Başka bir deyişle,
Yeni-Platonculuk Bir’i hem felsefî bir ilke, hem de dinî tecrübenin nihai objesi olarak
tasavvur etmiştir. Bir sadece eşyanın nedeni olarak var değildir; o aynı zamanda
dönüş yeridir. İnsanın nihai hedefi Tanrı ile bir olmaktır. Ruhun dünya üzerinde
geçirdiği her macera aslında Tanrı’ya dönüşün bir adımıdır.

Nous: Yunanca bir kelimedir ve “akıl”, “zihin”, “düşünce” ya da “sezgi” anlamlarına


gelmektedir.

Plotinus sudur sürecinin üç aşamalı olarak gerçekleştiği kanaatindedir. İlk aşamada,


Tanrı’dan Nous türemektedir. Bu bir yaratma değildir elbette. Zorunlu olarak
Tanrı’dan ortaya çıkan ilk varlıktır Nous. Nous’un Tanrı’dan sudur etmesiyle birlikte,
birlik çokluğa dönüşmeye başlar.
Plotinus’a göre, Nous, duyusal ya da fenomenal dünyada ne kadar şey varsa
bunların tamamının ayrı ideasını barındırmaktadır. O aynı zamanda kendisinden
sonra var olacak şeyler açısından da bir kaynak teşkil etmektedir.

Ruh: Sudur sürecinin ikinci aşamasını Ruh teşkil etmektedir. Cisimsel olmayan ve


bölünemez bir varlık olarak ruh, manevi gerçeklikle maddi gerçeklik arasında bir
köprü, duyular üstü dünya ile duyusal dünyayı birbirine bağlayan halka görevi görür.
Nous’ tan daha az yetkin bir varlık, Nous’ un bir sureti olan ruh, düşünce gücüne
sahiptir.

Monoteizmin iddia ettiği biçimiyle “yaratma” fiili Plotinus’ un tasarladığı sisteme


aykırıdır, bu nedenle Yeni-Platonculukta yaratma doktrinine rastlanmaz. Fakat bu
Yeni-Platonculuğa has bir durum değildir. Esasen Antik Yunan düşüncesi bütünüyle
“yoktan var etme” anlamındaki “yaratma” fikrine yabancıdır. Antik Yunan düşünürleri
hiçten ancak hiçin çıkacağı, başka bir deyişle bir şeyin yoktan var edilemeyeceği
kanaatine sahiptirler. Bu bakımdan Plotinus geleneğe uygun bir yorumda
bulunmuştur.

Tanrı, Nous ve Ruh, Plotinus felsefesinde hipostaz, başka bir deyişle “gerçek varlık”
ya da varlığın temel dayanağı olarak isimlendirilmektedirler. Tanrı, ya da Bir, Plotinus
tarafından varlığın ötesinde konumlandırıldığı için hiyerarşiyi Nous ile başlatmak
gerekmektedir. Nous’ un ardı sıra varlık hiyerarşisinin ikinci aşaması ruhtur. Madde
ise mutlak yokluktur. Fakat ruhun cisimlere bir mevcudiyet sağlayabilmesi için de
madde zorunludur. Bu bakımdan, madde varlık hiyerarşisine ancak cisimleştikten
sonra girebilir. Bu durumda bile o ancak hiyerarşinin son basamağını teşkil edebilir.

Madde: Plotinus’ un varlık hiyerarşisi içerisinde en aşağı tabakayı madde teşkil


etmektedir. Salt madde, antik Yunan düşüncesinin genelinde olduğu gibi Yeni-
Platoncu düşüncede de yokluk olarak kabul edilmektedir. O mutlak yokluk ve
karanlıktır. Maddenin mutlak yokluk olması onun herhangi bir niteliğe sahip
olmamasından kaynaklanmaktadır. Karanlık olmasının nedeni ise Tanrı’ya uzak
olmasıdır. Tanrı’nın Plotinus tarafından bir güneşe benzetildiği hatırda tutulacak
olursa maddeye atfedilen bu nitelikleri anlamak daha kolay olacaktır.

Plotinus’un düşüncesinde madde ile cisim arasında bir ayırım yapılmaktadır.


Maddenin yokluğu evrendeki cisimlerin yokluğu anlamına gelmemektedir. Maddenin
yokluk olduğu şeklindeki düşünce ilkçağ filozoflarınca genel olarak
benimsenmektedir. Plotinus’ a göre, madde herhangi bir niteliğe sahip değildir.
Maddenin bir nitelik edinmiş hali ise cisimdir. Bu açıdan bakıldığında, her cisim
zorunlu olarak maddîdir. Fakat bunun tersi geçerli değildir. Maddenin mutlak anlamda
cisimsel olması gibi bir durum söz konusu değildir.

Birbiriyle mücadele halindeki iki sistem olarak Hıristiyanlık ve Yeni-Platonculuk düşüş


ve kurtuluş teorilerine sahiptir. Her iki sistem açısından da insanın “düşmesine”
neden olan şey maddî bir unsur olarak bedendir. Gerek Hıristiyanlık gerekse Yeni-
Platonculuk açısından beden, yani madde insanı aşağıya çekmekte, onu
düşürmektedir. Bu iki sistem arasındaki ilişkide hangisinin baskın olduğu mevzuu ayrı
bir tartışma konusudur. Bununla birlikte, Hıristiyanlığın yer yer paganist unsurlar
içerdiği göz önünde bulundurulacak olursa Yeni-Platoncu düşüncenin baskın
karaktere sahip olduğu sonucu çıkarsanabilir. Yeni-Platoncu düşünce paganist
niteliğinden hiçbir zaman taviz vermemiştir. Antik pagan felsefenin son nefesi, adeta
son çırpınışı olan YeniPlatonculuk Aziz Augustinus ile birlikte Hıristiyan felsefesinin
ilk basamağı halini almıştır. Bu açıdan bakıldığında, iki sistem arasında bir
etkileşimde baskın rolün büyük oranda Yeni-Platoncu gelenekte olduğu söylenebilir.

Plotinus’ un Bilgi Anlayışı

Plotinus belirlediği varlık hiyerarşisine uygun olacak şekilde birbirinden farklı bilgi
yolları öngörmektedir. Ona göre, cisimler dünyasını bilmenin yolu duyulardır. Ruhu
bilmek insanın kendi özü vasıtasıyla mümkündür. İnsan ruhu, varlık hiyerarşisinde
merkezi öneme sahip evren ruhunun bir parçasıdır. Dolayısıyla onu bilmek, insan
açısından ancak kendi ruhu aracılığıyla mümkündür. Onun Tanrı’yı bilmesi ise, vecd
yolu ile olmaktadır. Yukarıda ayrıntılı olarak ele alındığı üzere, Tanrı’yı evrendeki
herhangi bir nesne gibi bilmek imkânsızdır. Çünkü Tanrı varlığın ötesindedir. O’nun
hiçbir niteliği yoktur. Kendisi niteliksiz olmakla birlikte her şeye kaynaklık teşkil eden
Bir’in klasik bilgi vasıtalarıyla bilinmesi bu bakımdan mümkün değildir. Onu, doğasına
uygun düşecek şekilde, ancak mistik bir tecrübe vasıtasıyla bilmek mümkündür. Bilgi
araçları da tıpkı varlık mertebeleri gibi belirli bir hiyerarşi içerisinde yükselmekte ve
Tanrı hakkındaki bilgi ile sonlanmaktadır.

Plotinus’ un Ahlak Anlayışı

Yeni-Platoncu kurtuluş öğretisinin aynı zamanda başlı başına bir ahlak teorisi
olduğuna işaret etmek gerekmektedir. Plotinus’ a göre, kendisini arındıran ruh artık
başka bir bedenle dünyaya dönmez ve tümel ruha, yani Tanrı’ya kavuşup çileli süreci
geride bırakır. Başka bir deyişle, ahlaki bir problem olarak ortaya çıkan
reenkarnasyon süreci, ancak ahlaki bir adımla son bulabilir. Ahlak kurtuluşun zorunlu
bir unsurudur zira ruhun yükselişi kişinin ahlaki ve entelektüel erdemler geliştirmesini
gerekli kılmaktadır. Burada önemli olan, duyusal dünyadaki şeylerin ve bedenin,
ruhun daha yüksek amaçlarını gerçekleştirmesine engel olmasını önlemektir. Ruh,
sahip olduğu doğanın zorunlu bir sonucu olarak, daha yüksek bir dünyaya aittir ve
onun en yüksek hedefi ancak böyle bir dünyada yaşamak olabilir. Bunun için de
ruhun duyumsal dünyaya duyduğu eğilimden kendisini kurtarması gerekmektedir.
Ahlakın nihai hedefi olan mutluluk, mükemmel hayata, o da düşünceye dayanır.
Dolayısıyla, mutluluğun ilk şartı bedenden azade kalmak ve onunla bağlantılı
şeylerden kendimizi arındırmaktır.

Plotinus eudaimonisttir. Başka bir deyişle, o, ahlakı mutlulukla özdeşleştirmekte ve


ahlakın amacını insanın mutluluğa ulaşması olarak belirlemektedir. Peki, mutluluk
nedir? Enneadlar’ın 1. cildinde, Plotinus mutluluk ile kastettiği şeyi açıklarken kendisi
ile Aristoteles, Epiküros ve Stoacılar arasındaki belirgin farklılıklara işaret etmektedir.
Ona göre, Aristoteles, Stoik düşünürler ve Epikürosçu filozofların benimsediği
mutluluk tanımları eleştiriye açıktır. Zira, mutluluğun ön koşulu olan “iyi yaşam” ın,
Aristoteles ve takipçilerinin iddia ettiği gibi “kendi özel amacını gerçekleştirme” ye,
Stoacıların iddia ettiği üzere “doğaya uygun bir yaşam sürdürmeye” veya
Epikürosçulukta benimsendiği biçimiyle “huzurlu olma” ya ve “sarsılmazlığa”
(ataraxia) bağlı olması, mutluluğu yalnızca insanla ilgili bir ilke olmaktan çıkaracak ve
bütün canlıları kapsayan bir hale sokacaktır. Bu son durumda, söz gelimi bitkilerin de
“iyi yaşam” sürdürdüğü iddia edilebilecektir. Böylesi bir iddia bitkilerin de pekâlâ mutlu
olabileceği anlamına gelecektir. Oysaki bu pek de makul bir iddia değildir. Plotinus’ a
göre, mutluluk canlı varlıkların ulaşmak istediği bir şeydir. Fakat onu tüm canlı
varlıkların nihai amacı olarak belirlemek doğru olmaz. Mutluluk yetkin ve gerçek bir
yaşama bağlıdır. Bu yaşam ise ancak aklın uygun bulacağı bir yaşam olabilir. Bu
nedenle canlı varlıklar içerisinde mutluluğu kendisine amaç edindiği söylenebilecek
tek varlık insandır.

Bütün insanların amacı mutluluktur, fakat onların hepsinin buna ulaştığını söylemek
de akla uygun değildir. Mutluluk ancak akıllı ruha özgü bir imtiyaz olarak
nitelendirilebilir. Plotinus’ a göre, ruhun irrasyonelliğe, rasyonelliğe ve tinselliğe yakın
üç kısmı vardı. O, bu ayırıma uygun düştüğü söylenebilecek üç insan tipolojisinden
bahsetmektedir. Bazı insanlar gerçekliği duyusal evrene, dolayısıyla maddeye
atfederler. Şu halde, onların akla özgü bir imtiyaz olarak mutluluktan pay almaları
mümkün değildir. İkinci türdeki insanlar ara bir kategori olarak rasyonelliğe
yakındırlar. Onlar sıradan duyu nesnelerinin üzerine yükselebilirler. Fakat bunların
tekrar maddî olanın çekiciliğine kapılmaları da mümkündür. Üçüncü türdeki insanlar
ise tinselliğe yakın olanlardır. Bu insanlar ahlakın nihai amacına, Tanrı gibi olmaya en
yakın türü teşkil etmektedirler.

Ahlak erdemi gerektirir. Erdemler ise dörde ayrılır. İlk kısım erdemler “medenî” (civic)
erdemlerdir. İkinci kısım erdemler “arınmayı sağlayan” erdemlerdir. Üçüncü kısım
erdemlerin Plotinus’ un terminolojisindeki karşılığı “arınmış ruhun erdemleri” dir.
Dördüncü kısım erdemlere ise o “ibretlik erdemler” adını vermektedir. Bu dört grup
erdem Platon’un benimsediği erdemlerin (basiret, adalet, cesaret ve ölçülülük)
gittikçe daha rafine bir hal alan biçimlerinden ibarettir. Bunlar ahlakın nihai amacı
olan “Tanrı gibi olmak” veya “Tanrı’ya benzemek” hedefi doğrultusunda bir üst
aşamaya geçtikçe asıl anlamlarına kavuşmaktadırlar. Plotinus’ a göre Tanrı’nın
kendisi erdeme sahip değildir. Bu nedenle Tanrı’ya medenî erdemler atfedemeyiz.
Fakat bu erdemlere sahip olmak yine de bizi Tanrı ile birleşme hedefine
ulaştırabilecek yegâne araçlardır. Ruh ancak erdemler vasıtasıyla arınabilir ve nihai
amacına ulaşabilir.

“Tanrı’ya benzemek” ya da “Tanrı gibi olmak” Plotinus’ un ahlaka biçtiği temel


işlevdir. Fakat bunun problemli bir iddia olduğuna işaret etmek gerekmektedir. Zira
Tanrı, Yeni-Platoncu düşünceye göre, hiçbir niteliğe sahip değildir. O,
belirlenemeyecek kadar aşkın bir varlıktır. Hatta Tanrı varlığın ve iyiliğin ötesindedir.
Peki, insan “Tanrı gibi olduğunu” nasıl iddia edebilecektir? Bundan emin olmanın bir
yolu var mıdır? Plotinus’ un negatif teolojisi akılda bulundurulduğunda bunun
imkânsız olduğu söylenebilir. Yeni-Platonculuğun buna vereceği cevap muhtemelen
yine mistik tecrübeye gönderme yapacaktır. İnsan ruhu arındıkça, kendisini dünyevî,
dolayısıyla da maddî olan şeylerden bütünüyle temizledikçe Tanrısallaşır. Bunun
tecrübesi de ancak vecd halinde mümkündür. Başka bir deyişle, Plotinus’ un ahlak
anlayışı, genel sistemine uygun bir şekilde, apriori bir ilkenin sübjektif bir şekilde
temellendirilebileceği fikrini üretmektedir.

Plotinus’ un Estetik Anlayışı

Plotinus, tıpkı Platon gibi, insanların evrende gözlemledikleri güzellik vasıtasıyla


duyu-üstü dünyaya ulaşabileceği kanaatindedir. Bu kanaat, Platoncu bir fikir olan
“pay alma” anlayışına dayanmaktadır. Plotinus’ un ahlak teorisi ile kıyaslandığında
onun estetik teorisi maddî olana yönelik tutum bakımından belirgin bir farklılık
sergilemektedir. Ahlaki yaşam için beden bir risktir. Zira, o, maddî bir unsur olarak
insanı daima aşağı çekmektedir. Fakat estetik açısından bakıldığında insanlar maddî
bir unsur olarak fenomenal varlıklar vasıtasıyla bir yükseliş yaşayabilmektedir. Elbette
ki, bu, Plotinus’ un antimateryalist teorisinde özsel bir değişiklik olarak görülemez.
Estetik tecrübe vasıtasıyla ideal olan hakkındaki bilgiye ulaşmanın kendisidir teşvik
edilen, fenomenlerin bizzat kendisi değil. Güzellik cisme içkin değildir. Başka bir
deyişle cisim özü itibariyle güzel değildir. Plotinus’ un Platoncu bu yaklaşımından
çıkarsanabilecek sonuçlardan biri nesnedeki güzelliğin “temsilî” olduğudur. Güzel
olan nesneler bizi etkiler, fakat bu etkinin nedeni nesnenin bizzat kendisi değil, onun
arkasında bulunan şey, yani güzel ideasıdır. Nesne o ideadan pay aldığı oranda
güzelleşir. Haricî gerçekliği örgütleyen güç ve bizzat bir idea olarak ruhun etkinliği
olmaksızın güzelliği açıklamak imkânsızdır.

Güzellik nesnenin özünden kaynaklanıyor olsaydı onda hiçbir zaman çirkinleşme


temayülünün bulunmaması gerekirdi. Oysaki tecrübelerimiz bize bunun tam tersini
söylemektedir. Bir nesne güzel iken pekâlâ çirkin olabilmektedir. Güzel duygusunun
temeli, ruhun güzeli görünce onunla kendisi arasında bir yakınlığın mevcudiyetini
tecrübe etmesidir. Çirkinlik ise bunun tam tersi bir durum olarak nitelendirilebilir. Bu
hiç şüphesiz Platon’un eros hakkındaki yorumlarını akla getirmektedir. Güzel
karşısında hissettiğimiz cazibe bizlerin, özce, güzel olanla aynı mertebeden, aynı
dünyadan geliyor oluşumuza delâlet etmektedir. Bu bakımdan, Plotinus’ un Platon’u
en azından estetik anlayışı itibariyle sıkı sıkıya takip ettiği söylenebilir. Platon’un
Yeni-Platoncu estetik anlayışı üzerindeki bir diğer etkisi mimesis (taklit) kavramı
vasıtasıyla takip edilebilir. Ana hatlarıyla belirtmek gerekirse, Platon görünüşler
evrenindeki estetik nesnelerin güzel ideasının ancak taklitleri olabileceğini
düşünmektedir. Plotinus da benzer bir kanaate sahiptir. Bu, nesnenin özce güzel
olmadığı, onun güzelliğinin ancak temsilî olduğu düşüncesini tamamlamaktadır.
Nesne ancak güzel ideasını temsil ve taklit ettiği kadarıyla estetik bir nesne olarak
değerlendirilebilir.

Plotinus’ un ahlak ve estetik anlayışları arasında bir bağlantı olduğuna da işaret


etmek yerinde olur. Ona göre, güzel ya da çirkin olan şey yalnızca nesne değildir.
Güzellik veya çirkinlik nitelemelerini hak eden başka bir unsur daha vardır. Bu,
Plotinus’ a göre, ruhtur. Çirkin ruh, kendisini maddeye kaptırmış, tiksinti duyduğumuz
ruhtur. Ruhu güzel yapan, cisimden uzak durması; akla, ruhsal olana yönelmesidir,
erdemlerdir. Cisim güzel ideasından pay almak suretiyle güzelleşirken ruh kendisini
maddeden arındırmak suretiyle güzel olmaktadır. Şimdi, açıktır ki ruhun güzelliği
veya çirkinliği onun sürdürdüğü yaşama göre tebarüz etmektedir. Başka bir deyişle
nesnedeki güzellik estetik, ruhtaki güzellik ise etik bir mahiyet arz etmektedir. Bu
demektir ki etik ve estetik birbirinden bağımsız alanlar olarak değil, insanın nihai
kurtuluşunu mümkün kılan güzergahın zorunlu bileşenleri olarak YeniPlatoncu
teorideki yerini almıştır.

You might also like