Professional Documents
Culture Documents
Eski Yunan’da o dönemeler görülen bir diğer din çeşidi ise özel kapalı bir şekilde
yapılan ibadetler içeren tarikat şeklinde dinlerdir. Farklı şekillerde ortaya çıkan bu
dinler, özellikle orta sınıf ve alt tabaka tarafından ilgi görmüştür. İşte Eski Yunan’da
felsefenin oluştuğu dönemde toplumda bu türden din üzerine kurulu temel yapılar
görülmektedir.
Eski Yunan dünyasında can sözcüğü psykhe ile ifade edilir. Bu ruh ilahi bir ruh
olmaktan öte, bir meteordur. Homeros’ ta ise temel madde sürekli bir hareket halinde
olan okeanos. Ancak; burada da hareketin kaynağı sorgulanmamıştır. Temel madde
Hesiodos’a göre ise farklıdır. Ona göre temel madde khaos’tur ve hareketin kaynağı
ise eros’a atfedilmiştir. Homeros’ a baktığımız da sudan cosmosa geçişin nasıl
olduğunu görememekteyiz ama buna rağmen Homeros bizi evrenin yapılışı hakkında
bilgilendirmektedir.
Eski Yunan mitoslarında söz konusu evrenin başlangıcı ve doğaya bakış olduğu
zaman karşımıza şu manzara çıkmaktadır: Canlı ve kutsal olan temel madde
başlangıçta sınırsız ve belirsiz bir haldedir. Diğer bir deyişle, başlangıçta evrene
kargaşa ve karışıklık yani khaos hakimdir. Zamanla bu madde belli bir düzene sahip
olan evrene dönüşmüştür. Bu evren yani cosmos, khaostan farkı olarak düzenli ve
sınırlıdır. Doğal olaylar arasındaki ilişki ise nedensellikten öte mitolojik olarak
açıklanmaktadır. Dahası, doğadaki her varlığın nedeni doğa-üstü bir güçtür. Artık
belli bir düzeni olan cosmosta, düzeni bozan her şey de cezalandırılmaktadır.
Homeros’un yapıtlarına göz attığımızda Eski Yunan toplumuna dair önemli veriler
görmekteyiz. Onun dünyasında toplumsa hayat hiyerarşiktir ve toplumu soyları
tanrıya dayanan soylular yönetmektedir. Dahası, Homeros sayesinde gördüğümüz
bu dünyaya karamsarlık hakimdir ve adalet de çok işlememektedir. Ayrıca öbür
dünyada olduğuna inandıkları bir cennet kavramı da yine toplumda yer edinmemiştir.
Bu destanlar bize iki farklı bilgiden söz ederler. Bunlar ilahi ve tanrısal bilgi ile insan
bilgisidir. İlahi ve tanrısal bilgi sınırsızdır, geçmişi ve geleceği kapsayan her şeyin
bilgisidir. Öte yandan, insan bilgisi ise sınırlı bir bilgidir.
Homeros gibi Hesiodos da bize Eski Yunan’a dair ışık tutan isimlerdendir.
Hesiodos’un kurguladığı dünyada da yine belli bir karamsarlık hakimdir. Hesiodos’un
dünyasında kavga ve adaletsizlik vardır; ancak, erdem anlayışı artık değişmiştir.
Savaşçılık ve cesaret yerine artık çalışkanlık, düzenlilik ve yasalara itaat yeni
erdemlerdir haline gelmişlerdir. Sonuç olarak, Hesiodos ve Homeros’un düşünceleri
Eski Yunan felsefesine şu görüşleri kazandırmıştır.
Daha sonraki kaynakların ışığında, Eski Yunan dünyasında insanın yaratılışın iki
farklı öykü ile betimlendiğini görüyoruz. Bunlardan biri, insanların doğada kendi
kendine topraktan var olduğunu anlatır. Diğer bir öykü ise insanın yaratılışını şöyle
anlatıyor:
Dionysos adlı sevinç, çılgınlık ve şarap tanrısını titanlar bir gün yutuyorlar. Buna
sinirlenen Zeus ise titanları yakıp kül ediyor. Titanlardan kalan bu kül ile suyun
birleşmesiyle ise insan ortaya çıkıyor.
Homeros ve Hesiodos’ta ölümden sonra ikinci bir hayatın daha olduğu inancı çok
güçlü bir şekilde kendini göstermemektedir. Ancak bu inanç Eski Yunan felsefesinde,
insan ruhunun yaptıklarından sorumlu olduğu fikrinin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor
ve bu fikir, aslında Mısır’dan gelmiştir. Bu fikirler, insanın dünyadaki hayatına dikkat
etmesi gerektiğini belirtmektedir. Bunun sonucunda Eski Yunan dünyasında arınma,
ahlakta temiz olma anlayışı ortaya çıkacak ve böylece, bu dünya ve öbür dünya gibi
çifte bir ruh anlayışına gelişecektir. Bunlardan birisi, ruh göçüyle ilgilidir. Ruh göçü,
Hint’ten gelen bir anlayıştır. Ruh göçünde, insanın bu dünyada yaşadığı hayatın tam
anlamıyla simetrik bir hâlinin diğer hayatında başına geleceğine dair bir inanç vardır.
2. Giriş
Bu dönem filozofların Natüralist olarak adlandırılmasının nedeni evrenin kökenini
araştırmaya yönelik düşünsel faaliyetlerde olmalarıdır.
Miletos Okulu
Aristoteles Metafizik kitabından da bahsettiği gibi Tholes ve öğrencisi Anaksimandros
ve Anaksimenes’in ortaya attığı fikirler felsefe tarihinin başlangıcıdır ve yarattıkları bu
ekol Miletos Okulu olarak anılmaktadır.
Thales’in arkhe olarak düşündüğü suyun üzerinde bir tepsi gibi duran dünya
düşüncesine karşılık, Anaksimandros dünyayı eni boyundan büyük olan bir silindir
biçiminde düşünür. Onun Mitolojiden arınmış bu görüşleri, bilimsel düşünce olarak
tanımlanabilmekte ve Miletos Okulu’nun son temsilcisi Anaksimenes’in yolunu da
belirlemiş olmaktadır.
Anaksimenes tüm canlılarda ruhun olduğunu kabul etmesiyle, felsefe tarihinde canlı-
cansız ayrımı yapan ilk filozof olmuştur. Canlıları ayakta tutan ruhlarıdır, ama
buradaki ruh soyut değil, somut olan solunan hava anlamını taşımaktadır.
Anaksimenes’in ünlü biri olmasını astronomi alanında yaptığı çalışmalar sağlamıştır.
Tek gerçek ışık kaynağının güneş olduğunu varsayarak günümüz astroloji bilgisine
döneminde erişmiş olmaktadır. Güneş ve ay tutulmasını da doğru biçimde
açıklamıştır.
Pythagorasçı felsefenin insana bakış açısını belirleyen formel neden ruh kavramıdır.
Evrenin bütününe yayılan ve yaşamın kaynağını oluşturan nicelikçe sınırsız bir
havayla kuşatıldığını öne sürmektedirler. Ruhun doğru eyleme yöneltilmesi
düşüncesi bireyselliğe yol açarken, bireysel eylemlerin sorumluluğuna ilişkin ahlaki
tartışmanın zeminini de hazırlar. Filozof sözcüğünü ilk kez kullanan Pythagorasçılar,
felsefe etkinliğini de insani etkinliklerin en üstünü ve doğru yaşamın yolu olarak
tanımlamaktadırlar.
Pythagoras’ın ruhun göçüyle ilgili ulaştığı ikinci önemli sonuç ise; ruhun insandan
hayvana geçebileceğine dair iddiasıdır.
Evreni anlama ve anlak öğretilerinde Pythagorasçı Felsefeye hakim olan temel motif
“uyum-harmonia” dır. Pythagorasçılar, müzik konusunda, teli uzatıp kısaltarak sesin
çeşitli perdelerini yakalayıp gamın mucidi olmuşlardır.
Miletos Okulu’nun arkheyi durağan bir madde olarak seçmeleri üzerine Herakleitos
arkheyi ateş olarak seçen Ateş ona göre tüm var olanların ilk gerçeğidir.
Herakleitos’a göre ateş, her şeyin niteliksel olarak değişimine yol açan bir ilkedir.
Herakleitos’a göre gerçeklik, hiç durmadan akıp giden bir ırmak gibidir. Kısaca her
şey Akar cümlesi ona ait olmasa da ardılları tarafından onun yorumlanışıdır. Buna
göre hiçbir şey aynı kalmaz ve her an her şey değişir anlamı çıkmaktadır.
Bu değişim hızlı olsa da yine de kurallara bağlı düzen ve ölçü içermektedir.
Herakleitos’a göre tüm değişenlerin oranlı bir biçimde değiştiği düzene logos adı
verilmiştir. Logos Yunancada akıl, düşünce, ölçüt gibi anlamlara gelmektedir.
Herakleitos’un öğretisinde değişmeyen iki şey bulunur. Bunun ilki arkhe (ateşin aynı
kalan miktarıdır)’nin miktarı hep sabittir. İkincisi ise, Logos’tur Logos evrende egemen
olan yasadır, düzendir, akıldır. Böylece Herakleitos hem evrenin hem de aklın
yönetimi ilkesi olan logos’a tanrılık niteliğini yüklemiş olur.
İnsanı beden ve ruhtan oluşan ikili bir yapı biçiminde tanımlayan Herakleitos için
evrendeki kozmik ateş, insanın ruhunda da varlığını sürdürür. İnsan her nefeste ateşi
içine çeker ve böylece akıl sahibi olur. Böylece tanrısallığın akılla kavranabileceğini
öne sürmektedir. Böylece Tanrısal akıl ve insan aklı arasındaki ortak düzeni anlatmış
yani logos’u ifade etmiş olmaktadır.
Elea Okulu
İtalya’da Elea Kenti’nde kurulması sebebiyle adını burdan alır. Parmides tarafından
kurulmuştur. Elea Okulu üyeleri duyuların hakikati göstermemesi nedeniyle
reddederken, felsefelerini deneyden bağımsız bir biçimde akıl yürütmeye dayandırır.
Böylece okuldaki genel düşünme biçimi, ileride Platon’un görünüşler ve fikirler
dünyasını birbirinden ayrı kılacaktır.
Yaşadığı dönemde yaygın bir kabul gören insan biçimci tanrı anlayışını ve çok
tanrıcılığı eleştirmektedir. İnsanların tüm özelliklerini tanrılara yüklemektedir. Oysa
insani dünya ve tanrıların dünyası iki ayrı gerçeklik oluşturmaktadır.
3. Giriş
Arkhe kavramı ilkçağ doğa felsefesinin temel kavramlarından biri olmuştur. Arkhe
anlamı içinde su, ateş, toprak, hava gibi unsurların tamamı yer almaktadır.
Plüralist Dönem
Plüralist dönemin ilk düşünürü Empedoklestir (MÖ 495- 435). Evrenin temelinde dört
unsur belirlemiştir. Bunlar; hava, ateş, toprak ve sudur.
Empedokles’in dört unsur teorisi: Empedokles’in eklektik bir düşünceye sahip olduğu
düşünülmektedir. O kendisinden önce yaşamış Pythagoras, Herakleitos ve
Parmenides’in fikirlerini kendi sistemine uygulamıştır. Bunlardan bir sentez
yaratmıştır. Empedokles’e göre insanların varlık dedikleri şey dört temel unsurun
birbiriyle karışması, yokluk dedikleri şey ise bu karışımın ortadan kalkmasıdır. Başka
bir anlatımla dört unsur ezeli ve ebedidir. Empedokles dört unsuru tanrısal varlıklar
olarak görmektedir. Ona göre bir sorunun cevabını verebilmek için evrendeki maddi
gerçekliği iki etkin neden gerçekleştirmektedir. Bunlar Sevgi (Sempati), Nefret
(Antipati)’dir. Empedokles’e göre canlı varlıklar, önce kafa, el, ayak gibi organlarının
oluşumuyla ortaya çıkmışlardır. Hayatta kalmalarını sağlayacak şekilde birbirileriyle
birleşen canlılara dönüşmüşlerdir. İnsan kafası insan vücuduyla buluştuğu zaman
hayatta kalmayı başarmıştır, düşüncesinde olduğu gibi. İnsanın bedensel oluşumu
dört unsurun çeşitli oranlarda karışımının bir sonucudur, düşüncesini benimsemiştir.
Empedokles’e göre Sevgi ve Nefret evrende dönüşümlü olarak hüküm
sürmektedirler. Birbirini sonsuza kadar takip eden dört dönemin var olduğunu
düşünmektedir, sevginin hakim olduğu döneme kozmoz, nefretin hakim olduğu
dönemse kaos olarak adlandırılmıştır.
Anaksagoras
Anaksogoras (MÖ 500-428) plüralist dönemin bir diğer temsilcisidir. Oda arkhe
sorunu ile ilgilenmiştir.
Ona göre evreni oluşturan dört unsur (hava-ateş-toprak-su) çeşitli oranlarda değil,
sonsuz sayıda unsurun bir araya gelmesiyle oluşmuştur. Anaksagoras evrenin maddi
yapısını açıklamak üzerine kullandığı bu unsurlara sperma (tohum) adını
vermektedir. Anaksagoras arkhenin cansız olduğunu düşünmekte ve onun kendi
kendine hareket geçemeyeceğini kabul etmektedir. Bunu harekete geçiren unsurun
Nous (Akıl) olduğunu iddia etmektedir.
Teleoloji ve Deizm
Deizme göre Tanrı evrenin hammaddesini hazır bulmuş, ona biçim ve hareket
vermiş, sonra ada onu kendi haline bırakmıştır. Bu aşamadan sonra Tanrının onunla
kesintisiz bir şekilde müdahale etmesi düşünülemez. Evrende bütünüyle mekanik bir
işleyiş vardır.
Anaksagoras güneşin tanrı olmayıp bir taş parçası olduğunu iddia ettiği için
yargılanmıştır ve ölüm cezasına çarptırılan ilk filozof olmuştur.
Demokritos
Demokritos’un algı ve bilgi teorisi de atom teorisinden türetilmiştir. Ona göre algı
şeylerden ileri gelen ve duyu organlarımız aracılığıyla bize ulaşan akıntı ve
cereyanların ruhumuzda meydana getirdiği değişikliktir. Bu tanımla algı ancak
atomların hareketiyle duyu organlarımıza ulaşabilmektedir demek istemiştir.
Bilgimiz ise duyular ve aklın işbirliği ile meydana gelmektedir. Duyular eşyanın
sadece hayalini yansıtmaktadır. Bu bilgi teorisini Demokritos’un sadece gözlemle
gerçekleştirdiği düşünülmektedir. Onun kendisi için belirlediği en önemli misyon
doğadaki nedensellik ilişkilerini keşfetmektir. O kadar ki evrende mevcut olan bir
neden-sonuç ilişkisini keşfetmeyi Pers Kralı olmaya tercih edeceğini sürekli olarak
dile getirmiştir. Nedensellik Demokratios açısından evrende egemen olan
zorunluluğun bir ifadesidir. İnsanlar hadiseler arasındaki nedensellik ilişkisini
çözemedikleri zaman tesadüflerden bahsederler demektedir.
Ahlak
Demokritos doğa filozofu olmasının yanı sıra bir Ahlak filozofudur da. Onun Ahlak
anlayışı Akla dayalıdır. Ahlakın amacı ise, insanı ruh dinginliğine ulaştırmaktır fikrini
savunmuştur (Ruh dinginliğine euthymia denmektedir). Bu kavram şenlik, şen oluş
olarak açıklanmaktadır. Demokritos ahlakın amacı olarak belirlediği ruh dinginliğini
tanımlamak amacıyla çeşitli kavramlar kullanır. Bunlar; eusteo (esenlik), athambia
veya athaumastia (hayranlığın olmayışı), ataraxia (dinginlik), harmonia (uyum),
summetria (simetri), cudaemonia (mutluluk) vb. bazılarıdır. Demokritos, hazzı
(hedonizm) reddetmez ama hazcı da değildir. Hedonizm; Yunanca hedon (haz)
kavramından türemiş bir isimdir. Türk Dil Kurumuna göre hazcılık; zevki insan
hayatının tek değer ve amacı sayan, haz veren her şeyin iyi olduğunu kabul eden
öğretidir. Ruhtaki dinginliği yaratanın, doğru düşünmek, doğru konuşmak ve doğru
davranmak olduğunu savunan yine Demokritos’tur.
Din
Antropolojik Dönem
Demokritos’tan sonra gelen filozoflar doğa felsefesini tartışmaya bir kenara
bırakarak, konuyu insan ve insan ile ilgili meselelere getirmişlerdir. Bu döneme
Antropolojik Dönem denmektedir.
Antropoloji: İnsan bilimi anlamına gelmektedir. Antropolojik dönemin ilk temsilcileri ise
sofistlerdir.
Sofistler
Felsefe tarihi kaynaklarında antropolojik dönemin ilk temsilcilerinin yani ilk insan
felsefecisinin Sokrates olduğu düşünülmektedir. Sokrates Felsefeyi gökten yere
indiren ve yaşam-ahlak konuları üzerine düşünceyi getiren ilk filozoftur. Sofistlerin
varlığı bu noktada devreye girse de, Sofistlerin felsefeci olup olmadığı konusu
günümüzde hala tartışılmaktadır.
Retorik kelimesi iyi ve etkili konuşmak, güzel söz söylemek, belagat sahibi olmak gibi
anlamlara gelmektedir. Dönemin siyasi ve kültürel koşullarına göre iyi konuşmak
kişiyi büyük bir saygınlık kazandırmaktadır. Sofistlere para karşılığında yaptıkları bu
işte gezici öğretmenler de denmektedir. Ayrıca o dönemde bedensel anlamda
çalışılarak yapılan işlerin olumsuz düşünce yaratması da sofistleri etkilemiştir.
Sofistlerden günümüze yazılı bir eser kalmamıştır. Yalnız Platon’un çok sayıdaki
eserinde sofistlerden kalan ayrıntılı fikirler tasvir edilmektedir.
Başlıca Sofistler
Onlara göre doğru ve yanlışı birbirinden tam olarak ayırt edecek özelliklerinin
olmayışı tartışma konusu olmaktaydı. Onlara göre toplumun içerisinde insanlar belirli
uzlaşımlara dayalı olarak üretilen kanunlara tabidirler ve doğru olan bu kanunlara
uymak ve insanların da bu kanunlara uymasını sağlamak esas amaçtır. Fakat yine
de doğanın kendisini öncelemek gerekmektedir. Kanunların buyrukları keyfi
belirlenirken, doğanın kanunları zorunluluktur.
4. Giriş
Sokrates düşünce tarihinin en önemli filozoflarından biridir. Sokrates öncesi dönemin
filozoflarının presokratikler diye adlandırılmasının sebebi de bu önemidir. Düşünceleri
ve ölümü ile Antik Yunan düşüncesini radikal bir biçimde dönüştürmüştür. Fakat yine
de gerçek olan Sokrates’in ardında bir yazılı kaynak bırakmadığı için kendisine ait
düşünceler su yüzüne tam olarak çıkamamış ve hayatındaki sis perdesi kalkmamıştır.
Sokrates’in doğduğu yıllarda Atina refah düzeyi yüksek bir merkezdi. Pek çok
düşünür o dönemde burada yaşamayı tercih etmekteydi. Savaş ve Spartalıların
egemenliğini kabul ettikten sonra bir de veba salgını ile yara almıştı. Bu değişiklikler
sırasında inanç sistemleri de sarsılan halk Sokrates’in düşünce sistemiyle tanışmıştı.
Oda felsefeyi doğadan çıkararak insan temeline alan amaçlara yönlendirmişti.
Sokrates’in bilgi anlayışının temelini; evrensel bilgi ve hakikat arayışı olarak
özetleyebiliriz. Bilgi onun için çok önemlidir. “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir”
demiştir. Kişileri bilgi edinmeye ve edindikleri bilgileri kullanmaya yönlendirmek
istemiştir. Sokrates’in bilgi edinme yöntemleri arasında kuşkucu olmak yani “aporetik”
olmaktır. Sokrates yine “çürütücü” olarak kabul edilmiş bilgileri sorgular ve mevcut
inançları da eleştirmektedir. Sokrates’in yöntemi kuşku uyandırıcı ve çürütücü olsa da
sıkıcı değildir, yapıcıdır.Onun yönteminde bilgi bulunmaktan çok hep aranması
gerekendir.
Sokratesçi Okullar
Sokrates’in yazılı bir eseri olmadığı gibi bir okul kurma çabası içinde de olmamıştır.
Sokrates’in dostları ve öğrencileri arasında dördü önemlidir ve Atinalı’dır. Bunlar
Antisthenes, Aeschines, Platon ve Ksenophon’dur. Sayısız eser bırakmalarına
rağmen günümüze Platon ve Ksenophon’un eserleri ulaşabilmiştir. Platon ve
Aristoteles’in kurdukları okullar “Büyük Sokratik Okullar” olarak adlandırılmaktadır.
Küçük Sokratik Okullar ise Megara Okulu, Elis-Eretria Okulu, Klinikler Okulu ve Kirine
Okulu’dur. Okullar kendi aralarında ortak bir felsefi düşünce zemini
oluşturamamışlardır.
Kinikler Okulu
Kirene Okulu
Kiniklerin öncüsü Antisthenes gibi Aristippos da, bilginin değerini salt pratik
kullanışlılığı esasında değerlendirmiştir. Onun için neyin yararlı neyin zararlı
olduğunu söylemediğinden ötürü matematik işe yarayan bir uğraşı değildir. Benzer
bir biçimde fizik ile iştigal etmek de amaçsız ya da değersizdir. Aristippos’u sadece
etik sistemini inşa edeceği bir temel sundukları nispette epistemolojik meseleler
ilgilendirmiştir. Aristippos, Protagoras’ı takip ederek algılarımızın ancak bize
duyumlarımıza dair bilgi verdiğini; fakat ne şeylerin doğasına ne de başka insanların
duyumlarına dair bir şey söylemediğini iddia etmiştir.
Aristippos, hazzı iyi ile özdeşleştiriyor. Oysa selefi Sokrates, hatırlanırsa, iyinin
içeriğini kesin olarak belirlemekten kaçınmıştı. İyi ile hazzı aynı şey olarak
belirlemekle, Aristippos, hedonizmin ya da hazcılığın kurucusu olmuştur. Onun için
yaşamın asli hedefi hazzın peşinde koşarak mutluluğa erişmektir. Burada Sokrates
bir kez daha karşımıza çıkar. Ama Aristippos hocasının mutluluğu nihai hedef olarak
belirleyen görüşü ile uyumlu bir bakış açısına sahipse de, son kertede hazzı
mutluluğun yegâne ve asli kaynağı olarak kabul etmesi itibariyle ondan
farklılaşacaktır. Sokrates için mutluluk ruhun esenliği ve sağlığıdır. Oysa Aristippos
haz deyince, belli bir sürekliliğe sahip bir ruhsal durumu ima etmez. Onun için haz
anlıktır. Hazzın nereden geldiğinin ve türünün bir önemi yoktur.
Aristippos’u kendisine referans alan bir hazcılığın bireyin kendi kendisini inkâr ederek
içinde yaşadığı hayattan kaçmasına ve hatta intiharı doğru bir eylem olarak
görmesine yol açabilme ihtimali yüksektir. Nitekim Kirene Okulu’na mensup olan
Hegesias hazcılıktan yola çıkarak son derece kötümser bir dünya görüşü geliştirmiş
ve öğrencilerine intihar etmelerini önermiştir. Bu türden bir öneriyi dile getirirken çıkış
noktası ise şu şekildedir:
Haz en yüksek iyidir. Fakat insanların çoğu yoksulluk, hastalık ve çeşitli hayat
meşakkatleri sebebi ile hazza erişemezler. Yani mutlu olamazlar. Bu durumda
hayatın yegane gayesine ulaşamayan insan için en makul seçenek, Hegesias için
intihardır. Aslında Hegesias’ta bulduğumuz bu düşünceler aşırı bir hazcılığın ne
türden kötü sonuçlar üretebileceğini göstermesi bakımından manidardır.
5. Giriş
Platon, en önemli ilk çağ felsefecilerinden biridir. Sokrates gibi önemli bir düşünürün
öğrencisi, Aristoteles gibi bir başka büyük düşünürün ise öğretmeni olması itibariyle,
ilk çağ felsefesinde önemli bir yere sahiptir. Doğduğu şehir olan Atina’nın dışına
çıkarak Kuzey Afrika, Mısır ve İtalya gibi ülkelerde bulunduğu için, düşünceleri yerel
sınırların ve küçük toplum etkilerinin dışına çıkabilmiş, kendi zamanının düşünceleri
ve felsefecileri kadar kendisinden önceki düşünceleri ve felsefecileri tanıma fırsatı
bulmuştur. Tarihteki ilk akademik kurum olan Akademi’yi kurduğu için, felsefi
düşünceleri kurumsal bir şekilde yeni nesillere öğretilmiştir.
Platon’un Hayatı
Platon (Türkçe diğer adıyla Eflâtun), milattan önce 427 yılında doğdu ve milattan
önce 347 yılında öldü. Kimi kaynaklar doğum yerini Atina olarak, kimileriyse, Aegina
adası olarak belirtir.
Platon, önemli ilk çağ filozoflarının öğrencisi oldu. Ancak hiç şüphe yok ki Platon’u en
fazla etkileyen filozof, yirmi yaşında öğrencisi olduğu Sokrates’dir.
Platon, 30’lu yaşlarının başında ülkesinin dışına çıkarak Kuzey Afrika’yı, Mısır’ı ve
İtalya’yı gezdi. Bu ülkelerde gördüğü şeyler, onu değişim, durağanlık, tarım, ticaret,
zenginlik ve yüksek kültür gibi konularda düşünmeye sevk etti. Yazdığı diyaloglar ona
şöhret getirdi.
Yaşadığı ülkenin siyasal sorunları ile ilgilenen Platon, hocası Sokrates’in idamından
sonra pratik siyasetle olan bağını tamamen kopardı. Siyasetle ilişkisi teorik düzeyle
sınırlı olarak kaldı. Buna rağmen onun “ideal devlet” görüşü, siyasal düşünceler
tarihinde, önemli bir yaklaşım olarak bugün bile yerini korumaktadır. Felsefî
düşünceyi siyaset, ahlak, estetik, varlık ve bilgi felsefesi gibi alanlarda temellendiren
Platon, kurduğu Akademi adlı kurumla bu düşüncelerin sistematik olarak
derinleştirilmesini ve öğretilmesini sağladı. Platon’un kurduğu Akademi adlı eğitim
kurumu, günümüz üniversitelerinin bilinen en eski atasıdır.
Platon’un Eserleri
Akademi’yi kurduktan sonra Platon, zamanının önemli bir kısmını yazı yazmaya
adamıştır. Kendisinden önceki pek çok yazarın aksine Platon’un eserlerinin hemen
hemen tamamı bugüne kadar ulaşmıştır.
Platon’un eserlerinin tamamı göz önüne alındığında şöyle bir genelleme yapmak
mümkündür: Erken dönem eserlerde diyalogların baş aktörü Sokrates’tir. Bu
diyaloglarda ortaya atılan düşüncelerin Sokrates’e mi ait olduğu, yoksa Platon
tarafından Sokrates karakteri aracılığıyla mı dile getirildiği, yalnızca diyaloglara
bakılarak kolaylıkla karar verilebilecek bir konu değildir. Diğer yandan, Platon’un, orta
dönem (Meno, Phaedo, Symposium ve Devlet gibi) diyaloglarından itibaren kendisine
ait görüşleri dile getirmeye başladığını söyleyebiliriz. Bu nedenle Platon’un erken
dönem fikirlerinden söz ederken, sıkça Sokrates’ den söz etmek kaçınılmazdır.
Ancak erken dönem yapıtlarına bu tür göndermeler yapıldığında, tarihsel bir figür
olarak Sokrates’e mal edilen görüşlerin gündeme getirildiğini söyleyebiliriz. Bununla
birlikte, orta ve geç dönem eserlerinde, Sokrates dâhil hangi karakter konuşturulursa
konuşturulsun, Platon’un kendi görüşlerine doğru bir geçiş olduğu da söylenebilir
Platon’un varlık hakkındaki düşüncelerini anlamak için onun Türkçe’ ye “biçim” veya
“form” olarak çevirebileceğimiz “idea” veya “eidos” kavramına bakmamız gerek.
Platon, eski Yunanca olan “idea” ve “eidos” kelimelerini birbirinin yerine kullanır. Her
iki kelime de eski Yunanca’ da “görmek” anlamına gelen “idein” kelimesinden
türetilmiştir. Platon’a atfedilen “idealar dünyası” tabiri, bazen “idea” sözcüğünün
İngilizce’ deki karşılığı (fikir, düşünce) ile karıştırılarak “fikirler dünyası” olarak
Türkçeleştirilmektedir. Türkçede ki bu kullanım yanlıştır. Doğrusu, “biçimler dünyası”
veya “şekiller dünyası”dır. Hatta “formlar dünyası” tabiri de kullanımdadır ve bu
kullanım da doğrudur.
Platon düşüncesinde “gerçek varlık” ile “oluş” (yahut maddi varlık) birbirinden
farklıdır. Bu ikisi arasındaki farkı anlamak için Platon’un temel düşüncelerinden birini
hatırlamak gerek: Platon’a göre, duyularımıza konu olan şeylerle, formlar
dünyasındaki şeyler birbirinden mahiyet itibariyle farklıdır. Formlar dünyasındaki
şeyler bilgiye (episteme) konu olurken, fenomenler (phainomena) dünyasındaki
şeyler kanaatlere (doxa) konu olurlar.
Platon’a göre, içerisinde yaşadığımız dünyanın ötesinde bir dünya var. Bu dünyaya
onun tabiriyle kısaca “formlar dünyası” diyebiliriz. Platon, bilginin ortaya çıkması için,
ona zemin teşkil eden formların varlığının elzem olduğunu öne sürer. Platon’un bilgi
anlayışı ile ilgili önemli bir noktayı, onun Phaedo adlı eserindeki şu sözü
özetlemektedir: “Bilmek, hatırlamaktır”. Bu sözden açıkça anlaşılan, bilginin belirli
formlar halinde zaten var olduğu, insanın belirli yöntemler izleyerek bilgi sahibi
olmasının ise, yalnızca bu bilgileri hatırlamaktan ibaret olduğudur.
Platon her bir eşya, varlık ve olayla ilgili özel niteliklerin insan beyninde zaten yer
aldığını ve “bilme” nin bu nitelik ve nicelikleri hatırlamak olduğunu söylemez. O,
formlar şeklinde insan zihninde muhafaza edilen bilginin, eşya ve varlıkla her
karşılaştığında onlar aracılığıyla beyinde yeniden canlandığını söyler. Yani
“hatırlamanın” konusunun eşya hakkındaki çok özel bilgiler değil, formlar olduğunu
söylersek Platon’u daha iyi anlamış oluruz.
Devlet adlı eserinde Platon, bilginin nesnesinin sonsuz Varlık, yani “formlar”
olduğunu, buna karşılık doxa’nın nesnesinin ise duyulara konu olan varlıklar ve
değişim olduğunu söyler. Başka türlü söylersek bilginin (episteme) konusu Varlık,
kanaatin konusu ise varoluş (yahut ‘oluş’)tur.
Platon (Sokrates’in diliyle), eğitilmiş insan ile eğitilmemiş insan arasındaki farkı
anlatırken, meşhur mağara benzetmesini geliştirir. Platon bu noktada, doğduğu
andan itibaren bir mağaranın duvarına yüzü dönük şekilde zincirlenmiş insanları
kafamızda canlandırmamızı ister. Bu insanlar, arkadan gelen ışığın etkisiyle
duvardaki gölgelerden başka bir şey görememektedir. Işık kaynağı ile bu insanlar
arasında hareket eden nesnelerin de gölgesi doğal olarak bu duvara yansımaktadır.
Doğduğu andan itibaren, çok uzun yıllar bu şekilde nesneleri algılayan bir insanın,
günün birinde zincirden kurtularak gölgelerin sahibi olan gerçek nesnelerle
karşılaşması durumunda, bu nesneleri algılamasının çok zor olacağını söyler. Bizim
algıladığımız dünyadan uzak bir yerde, formlar dünyasının bulunduğunu ve
zihnimizin bu basit algı dünyasının ötesine geçerek, formları akla konu etmesinin de
aynı derecede zor olduğunu belirtir. Platon, ilerleyen zamanlarda, bilgi ve kanaat
arasındaki farkı biraz daha netleştirir ve bilginin ortaya çıktığı yeri akıl (nous),
kanaatin ortaya çıktığı yeri ise duyular olarak gösterir. Platon, gerçek anlamda bilgi
sahibi olmak için (yani formları akla konu edinebilmek için) sarf edilen en üst düzeyde
zihinsel çaba ile daha düşük düzeydeki aklî çabalar (yani öncüllere dayanarak
matematiksel çıkarımlar yapma) arasında, yani “sanat” ve “zanaat” (techne)
arasında, fark gözetir. En üst düzeydeki aklî işlemler diyalektiğe dayanırken, aşağı
düzeydeki aklî işlemler mantıksal çıkarımlara dayanır.
Platon’un ruh anlayışı, felsefî literatüre önemli bir kavram olarak girmiş olan “Platonik
düalizm” (Platonik ikilik) düşüncesine dayanır. Bu düalizme göre ruh ve beden
birbirinden mâhiyet itibariyle farklı iki varlıktır. Platon’un metinlerinde “ruh” tabirine
karşılık kullanılan orijinal kelime “psuche” dir (okunuşu: psühe). Bu kavram, zaman
içerisinde Avrupa dillerine “psyche” olarak geçmiştir. Psyche sözcüğü modern
sözlüklerde “ruh” olarak tanımlanmaktadır. “Psikoloji” (ruh bilimi) sözcüğü de bu
kökten türetilmiştir. Diğer yandan Platon’un eserlerinde geçen “psuche” sözcüğünün
batı dillerinde çoğunlukla “akıl” anlamına gelecek şekilde tercüme edildiğini de
hatırımızda tutmalıyız. Platon’un “psuche” kavramına Türkçe en uygun anlamsal
karşılığın “akıl” ve “can” kavramlarının karışımı olduğu düşünülebilir. Zira Platon
felsefesinde “psuche”, yalnızca insanların değil, bitki ve hayvanların da sahip olduğu
bir şeydir.
Platon’un düalizmi, ister istemez onu şu soruya da yanıt vermeye zorlamaktadır: Ruh
ve beden birbirini etkileyebilir mi? Platon’a göre ruh ve beden birbirini etkiler. Bedenin
ruhu etkilediği iddiasına en kolay gözlemlerle ulaşılabilir. Bu nedenle Platon
felsefesinde bedenin ruh üzerinde etkili olduğuna dair iddiayla karşılaşmak, beklenen
bir durumdur. Ancak Platon düşüncesini çarpıcı kılan, ruhun beden üzerinde etkili
olduğunu iddia etmesidir. Platon’a göre ruh, beden üzerinde etkiye sahiptir. Platon’un
bu düşüncesini modern bilimin verileri ışığında şöyle örneklendirebiliriz: Âşık
olduğumuz insanı gördüğümüzde heyecanlanırız. Heyecan anında vücudumuzda
adrenalin salgılanır. Böylece ruh halimizdeki bir değişiklik (heyecanlanma),
bedenimiz üzerinde bir değişikliğe (kandaki adrenalin miktarında artışa) yol açmış
olur. Böylece Platon düşüncesinde ruhun bedenden mahiyet itibariyle farklı, bağımsız
bir varlık olmakla kalmayıp, bedeni etkisi altına alabilen bir varlık olduğu iddiası
ortaya çıkmaktadır.
Platon’a göre ruh, her ne kadar bütüncül bir şekilde görünüyorsa da, parçalı bir
yapıya sahiptir. Başka bir deyişle, işleyiş itibariyle bakıldığında ruhun kendi içerisinde
parçalardan oluştuğu görülecektir. Bu parçalar Platon’a göre üç tanedir: Sağduyu
(reason), öz (spirit) ve iştah (appetite).
Ruhun ölümsüz olduğu ve bir bedenden başka bir bedene geçtiği düşüncesini
Pythagoras ortaya atmıştır. Platon bu düşünceyi daha ileri götürmüş ve kimlik,
hayatta kalma, dirilme ve ruhun bedenden ayrılması fikirlerini geliştirmiştir. Hatta
Platon’a göre ruh, bir bedenden ayrıldıktan sonra insan bedenlerine yerleşebileceği
gibi, insan harici bedenlere de yerleşebilir. Ruhun belirli bir zamanda belirli bir
bedende yerleşik olması, onun bu bedenden önce ve sonra da var olmayı
sürdürdüğünü düşünmemize engel olmamalıdır.
Platon’un ahlâk anlayışı, onun bir dizi kavrama nasıl başvurduğuna ve bu kavramları
birbiri ile nasıl ilişkilendirdiğine bakarak anlaşılabilir. Bunlar, erdem, hedonizm
(hazcılık), mutluluk, iyi-kötü ve eylem kavramlarıdır.
Platon’un ahlâk anlayışını ortaya koymak için söz edilmesi gereken bir başka kavram
“hedonizm” ve onunla ilişki içerisinde olan “mutluluk” kavramlarıdır. Hedonizm,
eylemlerin nihaî amacının haz duymak olduğunu söyler. Bu haz, doğrudan eylemin
kendisinden kaynaklanabileceği gibi, eylemle birlikte belirli bir amaca ulaşma
neticesinde de hâsıl olabilir.
Platon’un hedonist olduğunu (yani tüm eylem ve ahlâki ilkelerin ardında bir tür haz
arayışı vardır dediğini) iddia etmek doğru olmaz. Platon genel olarak hazzın önemli
bir motivasyon aracı olduğunu kabul etmektedir. Fakat hazzın her zaman ve her
yerde yegâne veya en büyük motivasyon kaynağı olduğu/olması gerektiği yönündeki
bir iddiayı Platon’un diyaloglarında bulamayız. Platon, hazzı bir varlık veya olay
olmaktan ziyade bir tür “süreç” olarak görür.
Platon’un ahlâk anlayışı ile ilgili tespitler yaparken üzerinde durmamız gereken bir
diğer konu “iyi ve kötü” kavramlarıdır. Platon’un iyi ve kötü ile ilgili düşüncelerinin
(özellikle “iyi” hakkındaki düşüncelerinin) en açık biçimde görüldüğü eseri Devlet’tir.
Her ne kadar Devlet adlı eserinde adalet kavramını işlemeyi vadediyor olsa da,
Platon’a göre, adalet kavramı başta olmak üzere hemen tüm kavramları anlamak için
öncelikle “iyi” kavramını anlamak şarttır. Bu yalnızca kuramsal bir beklenti değildir
çünkü Platon’a göre devleti yönetenlerin tam anlamıyla liyâkat sahibi olması için “iyi”
kavramını tam anlamıyla öğrenmiş ve içselleştirmiş olmaları gerekir. Platon Devlet
adlı eserinde “ideal” bir devleti tanımlamaya koyulur. İdeal bir devlet, iyi bir devlettir.
Haliyle, devleti yönetenler de iyi insanlardır. Peki, “iyi devlet” ve dolayısıyla “iyi insan”
ne demektir? Platon’a göre, iyi bir devlet şu dört vasıfla kurulmuştur: Bilgelik, cesaret,
ölçülülük ve adalet. Tıpkı ideal devlet gibi, onu yöneten insanlar da bu dört vasfı taşır
ve bu nedenle “iyi” olarak tanımlanırlar.
Platon’un iyilik anlayışını ortaya koyduktan sonra, onun kötülük ile ilgili düşüncelerini
anlamak kolaylaşır. Zira onun kötülük anlayışı, iyilik anlayışına benzer bir felsefi
yaklaşımla tanımına kavuşur. Platon düşüncesinde kötülük (kakia), “iyiliğin olmaması”
veya eksik olması ile tanımlanır.
Platon’un estetik ile ilgili felsefesi, şu esaslar üzerinde ve temalar etrafında şekillenir:
Platon’a göre, ölçü, iyiliğin ve güzelliğin temelidir. İyi ya da güzel bir şey yapmak
isteyen zanaatkâr, daha en baştan neyi nasıl, hangi ölçülere ve hangi oranlara göre
yapacağına karar verir. Zanaat ürünü olan şey ortaya çıktığında, zanaatkâr en baştan
koyduğu ölçülere ne derecede uyduğuna bakar, böylece hedefine ne kadar ulaştığına
karar verir. Bu ilke, edebî ürünler (şiir, resim) kadar el sanatları ürünleri için de
geçerlidir. Burada sanatsal olan şey, ölçüleri tutturabilmek, daha doğrusu uygun
ölçüleri uygulayabilmektir.
Platon felsefesinde, taklide dayalı sanat (mimesis) için de ölçü son derece önemli bir
ilkedir. Yalnız burada Platon’un taklit (mimesis) kavramını çok geniş anlamda
kullandığını bilmeliyiz. Ona göre, en yüksek düzeyde sanatsal icra, kutsal icracı
(Demiurgos) tarafından ortaya konandır. Zira kutsal sanat icracısı, evreni ve tüm
varlığı, “ideaların” veya “değişmez formların” taklidi olarak meydana getirmiştir.
Platon her ne kadar insanî yaratıcılığın en yüksek düzeyini devlet adamının tasarım
ve uygulamalarında görse de, techne’ den farklı olan bir yaratıcılık türünden daha söz
eder. Bu, yine insana özgü olan, şairane yaratıcılıktır. Şair, sıradan bilginin ötesine
geçerek kutsal şeylerle temas kurar. Böylece şair, duyulara konu olan dünyanın
içerisinden yazıyor olmakla birlikte bu dünyanın ötesine geçerek, bir tür meczupluk
hâli içerisinde, kutsal alandan ilham alarak şiirini yazar. Platon’a göre, şiir yalnızca
biçimsel ölçüleri yerine getirerek bir zanaat icra etmek şeklinde görülemez. İçerisinde
kutsal alana ait şeyler de barındırdığı için bu sanat şekli, techne’ den farklıdır. Şiirsel
delilik, ne basitçe kelime ve gramer üzerindeki ustalık, ne de bunun ötesinde ilahî
yaratıcılıktır. Her ikisinin arasında bir yerde bulunmaktadır.
Platon, şiirsel deliliğin dört farklı delilikten yalnızca biri olduğunu söyler. Diğer üçü
kehânet, meczubiyet ve erotik deliliktir.
Platon, modern zamanlardakinin aksine, sanatı özerk ve bağımsız bir alan olarak
görmez. Ona göre, sanat, bir şeyler (temsiller) oluşturmanın bir aracıdır ve kendi
içerisinde bir değer taşımaktan çok, oluşturduğu şeylerin değeriyle ölçülür. Platon’a
göre, yaratıcı ve üretici sanat, bir site devletinde yeni nesilleri sağlıklı, uyumlu ve akla
uygun biçimde yaşamaya teşvik etmenin yollarını aramalıdır. Buradan anlaşılacağı
gibi Platon sanata açıkça eğitsel bir işlev yüklemektedir. Sanatın bu eğitsel işlevi,
gerek içerik gerekse biçim bakımından bazı (yasal) düzenlemeleri de beraberinde
getirir. Düzenlemeler olmadan sanat, insan ruhuna, akla ve iyiliğe uyumlu bir nitelik
gösteremez.
Platon’un siyaset ile ilgili görüşlerini ihtiva eden başlıca üç eseri vardır: Devlet (ideal
devlet), Devlet Adamı (Politicus) ve Yasalar (Nomoi).
Platon’un siyaset felsefesini, devletin ve toplumun kuruluşu ile ilgili olarak öne
sürdüğü ilkelerde aramak doğru olacaktır. İdeal devletin kuruluş ilkeleri hakkındaki
görüşleri, Platon’un Devlet adlı eserinde yer alır. Diğer görüşleri ise büyük oranda
Devlet Adamı ve Yasalar adlı eserlerinde serdedilmiştir. Her şeyden önce, devlet ve
toplum kurmak, siyasi olduğu kadar etik bir konudur da. Dolayısıyla, idealist
felsefenin de gereği olarak siyaset, Platon düşüncesinde etikten bağımsız olamaz. İyi
tasarlanmış ve düzenlenmiş bir devletin başında, erdem ve bilgelik sahibi bir yönetici
bulunur. Bu yönetici, sıra dışı bilgeliği sayesinde, toplumun yararına olan şeyleri
herkesten daha fazla bilir. Elbette, bilgelik ve erdem konusunda onunla aynı seviyede
olan başka kişiler de olabilir. Ahlâk sahibi bu filozof-yöneticinin en büyük kılavuzu,
kendi özgür ve olgun vicdanıdır, ancak gerek duyduğunda, kendisi kadar erdemli ve
bilge olan diğer kişilerle de görüş alış verişinde bulunabilir. Platon, devleti yönetmeye
aday olabilecek diğer kişilerin de her zaman eğitimden geçirilerek böyle bir görev için
hazır hale getirilmelerinin gerekliliğini vurgular. Bu eğitimin amacı, kişinin kendisine
olduğu kadar topluma da yararlı olacak bilginin, becerilerin ve erdemlerin
aşılanmasıdır. Böylece iyilik, siyasetin nihai amaçlarından biri olarak tanımlanmış
olur.
Platon, kendi tanımladığı ideal devlet ve toplum sistemini ortaya koyarken pek tabii ki
bunun ideal bir sistem olduğunun farkındandır. Platon kendi zamanının devlet
türlerini inceleyerek, büyük eksiklikler ve yanlışlar içeren dört farklı devlet türünü
tanımlamıştır: Timokrasi, plütokrasi, demokrasi ve tiranlık. Bu rejimlerin her birinde
akıl, erdem, ahlâk, ölçülülük ve bilgelik gibi ilkelerin yerine farklı ilkeler yönetim şeklini
ve sürecini belirler.
Timokrasi, şeref ve görev ilkelerine göre yönetilen devletlere işaret eder. Cömertlik ve
bol ikram sahibi olma gibi ilkelere sahip askeri yönetimler, bu türden devlet biçimine
karşılık gelir. Sparta, Platon zamanında bu timokrasi biçimindeki yönetimin tipik
örneğidir.
Bir tür oligarşik yönetim çeşidi olan plütokrasi, ekonomik güce dayalı ayrıcalıkları
elinde bulunduran sınıfın, yönetimde olduğu sistemlere işaret eder.
Demokrasi, özgürlük ve eşitlik ilkeleri ile halkın oy kullanarak yönetime dâhil olduğu,
kuralların belirlenmesinde yer aldığı sistemdir. (Platon’un zamanındaki demokrasi ile
büyük farklılıklar gösterse de bugün en gelişmiş ve arzu edilen politik sistem
demokrasidir ancak Platon, eşitlik ve özgürlük fikirlerini aydınlanmacı ve modern
politik felsefenin aksine kusur olarak kabul eder).
6. Giriş
Aristoteles, selefleri olan Sokrates ve Platon ile birlikte batı düşüncesinin kurucu
figürleri arasında yer almaktadır. O, batı felsefesinin temellerini döşeyen sistem
sahibi ilkçağ filozoflarının da sonuncusudur. Aristoteles’in felsefesi yalnızca Batı
düşüncesini etkilemekle kalmamış, İslam düşüncesinde de derin izler bırakmıştır.
Kurucusu olduğu mantık disiplini yüzyıllar boyunca medrese müfredatının
vazgeçilmez dersleri arasında yer almıştır. İslam filozofları Aristoteles’e Muallim-i
Evvel (ilk öğretmen) unvanını layık görmüşlerdir. Aristoteles’in düşünce tarihi
açısından sahip olduğu önem yalnızca görkemli felsefi sisteminden ya da kurduğu
mantık ilminden kaynaklanmaz. O, aralarında biyolojinin de bulunduğu çeşitli bilim
dallarının gelişimine sağladığı katkılar dolayısıyla da fevkalade önemli bir
düşünürdür. Aristoteles, engin merakı ve bilgi edinmeyi insan yaşamının gayesi
sayan ahlaki tutumu ile felsefe tarihinin vaz geçilmez düşünürlerinden biridir.
Aristotales’in Hayatı
Aristoteles MÖ 335-323 yılları arasında ikinci kez Atina’da bulundu ve burada ünlü
okulu Lykeion’u (Latincesi: Lyceum) kurdu. Ders verirken yukarı aşağı yürümesi
sebebiyle Peripatos ya da peripatetikler olarak anılan okulunda, büyük bir kütüphane
ve fen bilimlerinin gerektirdiği bazı temel araçlar da bulunuyordu. Bu kütüphane
İskenderiye ve Bergama’daki kütüphanelere örneklik etmişti.
Aristotales’in Eserleri
Aristoteles’e atfedilen eserlerin tamamının ona ait olup olmadığı, metinlerin özgün
yapılarını koruyup korumadıkları gibi meseleler tartışılmakla birlikte genel olarak
eserleri aşağıdaki gibi kümelemek mümkündür.
Aristoteles’in kurduğu mantık ilmi, iki bin yıl boyunca önce Yunan felsefesinde, sonra
İslam dünyasında, oradan da Ortaçağ Avrupa’sına taşınarak okullarda temel bir bilim
olarak okutulmuş ve ancak XIX. yüzyıldaki çalışmalarla eksik tarafları ve yetersizliği
gösterilebilmiştir. Aristoteles’in kurduğu mantık disiplininin üç temel ilkesi vardır.
Bunları şöyle sıralayabiliriz:
1. Bir şey kendisi ile aynıdır. Örneğin A=A ifadesi bu duruma işaret etmektedir.
Buna özdeşlik ilkesi denir.
2. Bir şey aynı şartlar altında ve aynı anda hem kendisi hem de kendisinden
başka bir şey olamaz. Buna çelişmezlik ilkesi denir.
3. Bir şey ya kendisidir ya da kendisinden başka bir şeydir. Üçüncü bir ihtimal
yoktur. Buna üçüncü halin imkânsızlığı ilkesi denir.
Aristoteles mantığı bir önermeler mantığıdır. Önerme, bir iddiayı kanıtlamaya çalışan
bir ifade bütünü ya da eşya hakkında verilen kısa hüküm olarak tanımlanabilir. Her
önermede bir süje (özne) ve bir yüklem vardır. Önerme, süje ile yüklem arasındaki bir
bağı ifade ettiği için bu bağı oluşturacak bir unsura ihtiyaç vardır. Bu bağa “kopula”
(bağ) adı verilmektedir. Kopula diye tabir edilen şey Türkçe ifadelerin sonunda yer
alan ve hüküm belirten “… dir/dır” koşacıdır. Kopula olmaksızın önermelerin anlamlı
bir hüküm teşkil etmesi mümkün değildir. Örnek olarak “Jüpiter” ve “gezegen”
kelimelerini ele alalım. Bu iki kelime birbirinden bağımsızdır ve bu halleriyle bir hüküm
ifade etmezler. Anlamlı bir önerme oluşturabilmek için bunları bir kopula ile
bağlamamız gerekir. Bunu yaptığımızda “Jüpiter bir gezegendir” ifadesi ortaya çıkar
ki, bu, Aristoteles’in mantığını teşkil eden en küçük birim olan önermenin bir örneğini
teşkil edecektir.
Bir önermede kanıtlanmaya çalışılan ifadeye netice veya sonuç diyecek olursak, bu
neticeye götüren kanıtlayıcı nitelikteki ifadelere de öncül denir. Aristoteles neticesini
veya sonucunu esaslı bir farklılıkla kanıtlamaya çalışan iki tür önerme gösterir.
Bunların ilki tümdengelim yöntemini teşkil eder. Tümdengelimde netice zorunlu
olarak öncüllerden çıkarsanır. Tümdengelimsel önermelere geçerli önermeler denir.
Tümdengelime bir örnek verelim:
Tümevarıma dayalı akıl yürütmeleri çürütmek için öncüller arasına uygun bir karşı
öncül bulmak yeterlidir. Örneğin “Monosceles insandır ve tek ayağı vardır” gibi bir
öncül bulunacak olursa tüm insanların iki ayaklı olduğu önermesi geçersiz kılınmış
olur.
Eğer (kanıtlanabilir) bilgi daha önce mevcut olan bir bilgiden doğmaktaysa bu
durumda önceden var olan bilginin 1- doğru, 2- ilksel-aslî-iptidaî, 3- dolaysız olması,
elde edeceğimiz bilginin 4- sebebi ve 5- öncülü olması ve de 6- elde edeceğimiz
bilgiden daha bilinir olması gerekir. Aristoteles’in “sistemli olarak yapılandırılmış bilgi”
anlamında bilim anlayışının temelini bu ilkeler oluşturmaktadır. Bu önceden var olan
bilgilere aksiyom diyelim. Bunların;
Aksiyomların aslî ve iptidaî olmaları gerekir demiştik. Bunu şöyle izah edebiliriz: Eğer
X’ in sebebi Y ise ve Y’nin sebebi nedir diye sorulacak olursa burada içinden çıkılmaz
bir kısırdöngüye (ad infinitum) düşeriz. Ancak Aristoteles’e göre, her şeyi sonsuza
dek geri götürmek, başka bir deyişle bir bilginin sebebini sonsuza dek takip etmek
gerekmez zira bazı şeyler kendi kendinin sebebidir.
Ruh bedenin biçimi (morphe) ve beden de ruhun maddesidir (hyle). Aristoteles ruhu
canlılığın sebebi ve alameti saydığından ona göre tüm canlıların ruhu vardır; ruhu
olmak ile canlı olmak bir yerde aynı anlama gelmektedir, yalnızca canlı varlıkların
ruhu vardır. Ruhu olan, olmayandan yaşaması bakımından ayrılır. Yaşamak ise türlü
türlüdür; bir amip ile bir öküzün yaşaması farklıdır.
Ruh bedenin bütünlüğünü ve bir aradalığını temin eder. Ancak belli bedenlerin ruhu
olabilir. Aristoteles’e göre, ancak organik bedenlerin ruhu olabilir. Burada organik
kelimesini gündelik anlayıştan uzak olarak açıklamamız gerekiyor. Organon kelimesi
araç, alet anlamına geliyor; yani beden bir yerde ruhun aletidir Aristoteles’e göre.
Bedenin formu, biçimi olarak ruh bir cevherdir (ousia) ve bedenin edimselliğidir
(energeia); ama burada form derken bedenin şeklini anlamıyoruz. Ruh olmadan
gövdenin bir yaşayan nesnenin bedeni olması mümkün değildir; ölü bir bedenin de
şekli vardır. Form olarak ruh yaşayan insanın varlık biçimidir. Zira yaşayan şeyler için
varlık hayattır. Dolayısıyla bir varlığa sunulan hayat o varlığa verilen ruhun nasıl
olduğuna göredir. Düşünebilen bir ruh bir insan bedenine edim kazandırır, böylece
uygun bir bedeni insan bedeni yapar. Burada ruh ve beden aynı şey olmamakla
birlikte birbirlerine bağlıdırlar; ruh olmadan beden ancak bir ceset olur, beden
olmadan da ruhtan söz edilemez.
İnsanoğlu diğer varlıklardan aklı ve düşünme gücü ile ayrılır. Aristoteles’e göre,
insanoğlunun zihni, onun içindeki ilahi şeydir. İnsan diğer varlıklardan aklı sebebiyle
ayrıldığına göre en iyi bir biçimde icra ederek inkişaf edeceği, serpileceği, tekemmül
edeceği husus da aklı ya da bir diğer ifadeyle zihinsel melekeleri olmalıdır.
‘Eudaimonia’ ya da başarı zihinsel olgunluklarla elde edilebilir. Demek ki
Aristoteles’in temel tezi şöyle ifade edilebilir: Mükemmel zihinsel faaliyet başarı getirir
ve insanın tekemmül etmesini, gelişmesini sağlar.
Bir yurttaşın ne kadar siyasi güce sahip olacağı, devletin anayasasına bağlı olacaktır.
Aristoteles anayasaları inceler ve üç gruba ayırır. Bunlar yönetim biçimi olarak
monarşi, aristokrasi ve demokrasiyi benimseyen anayasalardır. Aristoteles bir kişinin
ya da bir hanedanın olgunluk, mükemmellik anlamında herkesten üstün olduğu bir
toplumda o kişi ya da hanedanın tek başına yönetmesinin ve tüm meselelerde hüküm
sahibi olmasının adil olduğu görüşündedir. Bununla birlikte Aristoteles böyle bir kişiyi
bulmanın her zaman mümkün olamayacağının da farkındadır. Bu sebeple aristokrasi
ve demokrasiye de bir alan tanımıştır: Ona göre, bir kaç iyi adama nazaran bir
çoğunluğun egemenliği de belki doğru olabilir. Bu çoğunluğun her ferdi iyi olmasa da
bir araya geldiklerinde toplu olarak daha iyi olabilirler.
Aristoteles’in şiir ve genel olarak şimdilerde edebiyat dediğimiz saha üzerine yazdığı
Poetika’ sı bugün sadece yarısı mevcut olan kısa bir kitaptır. Bu eserde Aristoteles’in
tragedya üzerine yazdıkları Aristoteles araştırmacılarının üzerinde en çok durdukları
konudur.
Şiirin amacı kalondur (güzel olmak ya da mükemmellik); tragedya kalonu belli bir
mimesis (taklit) biçimi ile hedefler. Sanat insan hayatını bilhassa insan edimlerini
taklit eder; insan edimleri de farklı farklıdır. Aristoteles’e göre insan edimlerinin kötü
olanlarını komedi, iyi olanlarını ise tragedya taklit ediyor. Tragedya vakur ve tam, bir
azameti olan edimlerin mimesisidir. Peki, tragedya bu mimesis (taklit ya da temsil
diyelim) ile neyi hedeflemektedir? Tragedya acıma ve korku vasıtası ile duygularda
bir arınmaya yol açar. Bunun nasıl gerçekleştiği hususunda farklı yorumlar olmakla
birlikte genel olarak şunları söyleyebiliriz: Taklit, Aristoteles’e göre, insan doğasında
var olan bir öğrenme biçimidir. Benzerlik insanların hoşuna gider ve taklit yoluyla
öğreniriz. Zira sadece filozoflar değil tüm insanlar meraklı tabiatları gereği bilgiyi
severler ve öğrenmekten hoşlanırlar. Demek ki mimesis haz veriyor ve de
anlamamızı sağlıyor. O halde, tragedya, mimesis ile izleyicide bir haz uyandırmakta
ve de izleyicinin bir anlayış edinmesini sağlamaktadır. Bunu nasıl yaptığı sorusunun
cevabı acıma ve korku duyguları uyandırarak bir duygusal arınma sağlamak şeklinde
olacaktır.
7. Giriş
Helenistik felsefe “ahlaki” ve “dinî” dönem olarak kendi içinde kabaca iki döneme
ayrılmaktadır. Ahlaki dönemde Platon’un Akademisi ve Aristoteles’in Lisesine
ilaveten adından söz ettiren üç düşünce akımı göze çarpmaktadır. Bunlar Stoacılık,
Epikürosçuluk ve Şüpheciliktir. Dini dönemde ise, “Yeni Platonculuk” etkilidir.
Stoacılık
Stoacılık Kıbrıslı Zenon (MÖ 334-262) tarafından kurulan okula verilmiş bir isimdir.
Felsefe tarihinde Zenon adlı çok sayıda filozof vardır. Bunlardan özellikle ikisi
oldukça meşhurdur. İlki paradoksları ile tanınan Elealı Zenon’dur. Stoa ekolünün
kurucusu olan Zenon’a, Parmenides’in öğrencisi olan Zenon ile karıştırılmaması için,
Kıbrıs’ın Kition kentinde doğmuş olması münasebetiyle “Kıbrıslı” önadı verilmiştir.
Kıbrıslı Zenon milattan önce yaklaşık 300 yılında kendi okulunu kurmuştur. Zenon’un
öğretisi başlangıçta Zenonculuk olarak isimlendirilmiş ve öğrencilerine de Zenoncular
adı verilmiştir. Fakat ekol, zamanla, Zenoncuların toplandığı mekâna atfen kullanılan
bir tabirle Stoacılık olarak tanınmıştır. Zenon’un öğrencileri Atina’nın merkezî
yerlerinden birinde, rengârenk boyanmış bir galeride toplanarak felsefî meseleler
üzerinde tartışmışlardır. Stoa Yunancada yüksek sütunlu galeri, sundurma anlamına
geldiği için, Stoacılık tabiri buradan gelmiştir.
Stoacılık, Kıbrıslı Zenon tarafından kurulduğu milattan önceki 300 yılından, son
temsilcisi Marcus Aurelius’un ölümüne (yaklaşık olarak milattan sonra 180 yılına)
kadar çeşitli evrelerden geçmiştir. Felsefe tarihinde bu evreler kabaca üç başlık
altında toplanmaktadır. Stoacılığın birinci evresi genellikle “eski Stoa” ya da “eski
Stoacılık” olarak anılmakta, Stoacılığın ikinci evresi “orta Stoa” olarak
isimlendirilmekte, üçüncü evre Stoa düşüncesi ise “yeni Stoa” veya “Roma Stoası”
olarak adlandırılmaktadır.
Eski Stoa
Stoacıların özellikle “doğaya uygun yaşam” olarak özetlenebilecek ahlaki öğretileri
büyük oranda Kinik okulunun etkisi altında biçimlenmiştir. Fakat Zenon Kinik
öğretilerini aynen benimsemiş değildir. Kinikler, erdemin doğal bir yaşam sürdürmeyi
gerektirdiği iddiasına dayanarak, toplumdan uzak durmayı salık vermişlerdir.
Stoacılık ise doğaya uygun yaşam fikrini benimsemekle birlikte, toplumsal hayattan
uzak durmayı zorunlu görmemiştir. Bu itibarla, eski Kiniklerin öğretisini geniş kitlelerin
yadırgamayacağı bir biçime sokmuştur. Onlar bilgiye ve bilgili olmaya büyük önem
vermiştir. Hem Kiniklere benzeme hem de onları aşma çabası daha en başta Kıbrıslı
Zenon’un yetişmesi ve gelişmesi sırasında beliren bir eğilim olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Kleanthes’in ilave ettiği retorik ile inceleme alanı genişleyen mantığın diğer kısmı
diyalektiktir. Retorik cümle yapısı, dilbilgisi, müzik ve şiir teorilerini araştırır. Diyalektik
ise felsefî açıdan daha önemli olup psikolojik temele dayandırılan bir tür bilgi
teorisidir. Diğer bir açıdan bakıldığında, diyalektik kanıtlayıcı bir bilimdir ve şeylerin
gerçek yapısını konu edinmektedir. Retorik ise pratik bir disiplindir ve temel araçlarını
dil ve akıl yürütme oluşturmaktadır.
Stoa fiziğinin ana ilkelerinden biri, evrenin kendisini var eden ateşe sürekli olarak geri
döndüğünü ve yeniden kurulduğunu ifade etmek üzere kullanılan kozmik-döngü
fikrine dayanmaktadır. Buna göre, doğa nasıl ki ateşten (dolayısıyla Tanrı’dan)
türemişse, yine ona dönmektedir. Yalnız bu döngü sonsuz bir şekilde cereyan
etmektedir. İlginç olan, ateşten gelen ve ateşe dönen evrenin her defasında yeniden
ortaya çıkışının yeni (farklı) bir kozmik gerçeklik üretmeyişidir. Başka bir deyişle,
Stoacılar, evrenin sonsuz bir şekilde yeniden ortaya çıktığı ve yok olduğu
kanaatindedirler. Bu ortaya çıkış ve yok oluş arasında geçen süreç tamamen aynı
içerikten oluşmaktadır. Bunun anlamı evrende cereyan eden her hadisenin önceden
belirlenmiş olduğudur. Yani evrende sıkı sıkıya belirlenmiş bir kader hüküm
sürmektedir. Kader hem kozmik gerçekliğin her defasında yeniden üretildiği hem de
onun içerisinde cereyan eden hadiselerin tamamı tamamına öncekilerin aynısı
olduğu anlamına gelmektedir.
Eğer her şey belirlenmişse ve her şey bu dairesel hareket içerisinde sürekli kendi
kendini tekrar ediyorsa, mevcut olanı iyileştirmenin imkânsızlığı tebarüz eder. Bu,
yapabileceğimiz en iyi şeyin onu mevcut haliyle sürdürmek olduğu anlamına
gelecektir. Başka bir deyişle, evrensel kader karşısında yapabileceğimiz tek şey,
payımıza düşeni kabul etmek, ödevimizi eksiksiz yerine getirmek, olana ağırbaşlılıkla
ve sebat içerisinde rıza göstermektir. Nitekim Stoacılar ahlak anlayışlarını tamamen
bu fikir üzerine inşa etmişlerdir. Madem müdahale edemiyoruz, madem hadiselerin
akışını değiştiremiyoruz, o halde rasyonel varlıklar olarak makul bir tercihte bulunmalı
ve olana rıza göstermeliyiz.
Eski Stoacıların Ruh Anlayışı
Zenon Tanrı ile evren arasındaki ilişkinin insan açısından ruh ile beden arasındaki
ilişkiyle özdeş olduğunu düşünmektedir. Nasıl ki Tanrı evrenin ortaya çıkmasını ve
hareketini sağlayan rasyonel ilke ise, ruh da insanın davranışlarını belirleyen ilkedir.
Ruh bedene tamamen egemendir. O sıcak bir nefestir (pneuma) ve bedeni bir arada
tutmaktadır. Pneuma Yunanca bir kelimedir ve nefes anlamına gelmektedir.
Zenon’un düşüncesine göre, ruh bir nefes gibi bedene yayılmıştır. Tanrı da tıpkı ruh
gibi evrene yayılmış bir sıcak nefestir.
Stoacılar tıpkı Sokrates gibi entelektüalist bir ahlak anlayışına sahiptirler. Yani, onlara
göre erdem ile bilgi özdeştir. Erdem ruhun aklî bünyesine dayanır. Onu elde etmenin
ilk şartı, yapılması ve uzak durulması gereken şeyler hakkında doğru bir görüşe
sahip olmaktır. Bu nedenle, erdem, Stoa düşüncesinde, bilgi ile kaimdir. Erdem bilgi,
kötülük ise cehalet olarak tanımlanmalıdır. Erdeme ancak bilgeler sahip olabilir.
Bilgelik doğa kanunlarını tanımak, fizik hakkında gerekli bilgiye sahip olmak, doğa
içerisindeki yerini kavramak ve buna rıza göstermek anlamlarına gelmektedir. Bilge
kişi doğayı tanımakla kalmaz, aynı zamanda onunla uyumlu bir yaşamı sürdürür.
Başka bir deyişle ahlak doğaya uygun bir yaşamı gerektirir ve bunu
gerçekleştirebilecek olanlar yalnızca bilgelerdir. Bilgelik için çizilen çerçeve, bilgi ile
bağlantılı yaşam biçiminin zorunluluğu ve bu tür bir hayatın çetinliği, mutluluğun
genel bir amaç olarak hayata geçirilmesini güçleştirmektedir.
Stoacılar din anlayışları bakımından Yunan halk dinine yakın durmakta, en azından
halk dininin bazı unsurlarını benimsemektedirler. Örneğin kehanet ve astroloji
Stoacılara göre de kendilerinden beklenen sonucu vermesi muhtemel olan birer
araçtır.
Stoacılar dindarlığın tanrılara tapınma ve onları yüceltme bilgisi olduğuna
inanmaktadırlar. Fakat özü itibariyle din, tanrılar hakkındaki doğru görüşlere, onların
iradelerine itaat etmeye, mükemmeliyetlerini taklide, kalp ve irade saflığına, tek
kelimeyle bilgelik ve erdeme dayanır.
Stoacıların ulus devlet fikrine uzak durarak bir dünya devleti fikrini desteklemelerinin
nedeni, onların sahip oldukları bütünlüklü evren anlayışından çıkarsanabilir.
Stoacılara göre, insana ve evrene aynı akıl hâkimdir. İnsan, tabiatı gereği, akla uygun
davranmak zorunda olduğu için akla dayalı kanunlarla işleyen bir dünya düzeni
kurulabilir. Örneğin aklın ortaya koyabileceği temel bir yasa, aynı akla sahip olan
bütün insanlar tarafından kabul görecek ve geçerli olacaktır. Bu nedenle ulusların
sürekli rekabet etmesine neden olacak ulus devletler yerine, herkesin hakça eşit
olduğu bir yapı olarak dünya devleti fikri onlara daha makul görünmüştür.
Orta Stoa
Eski Stoa, evreni belirli aralıklarla yok olup yeniden ortaya çıkan bir niteliğe sahipmiş
gibi tasavvur etmektedir. Panaitios ise bunu kabul etmez. Ona göre, evren sonsuz
(kesintisiz) bir yapıya sahiptir. Eski Stoacılar, Pythagorasçılığın da etkisiyle ruh ve
bedeni birbirinden ayrı iki unsur olarak kabul etmektedir. Onlara göre, beden ölünce
ruh ölmez ve tümel ruha geri döner. Panaitios ise ruh ve bedenin Tanrı tarafından
bütünleşik bir formda, bir arada yaratıldığını, bu ikisinin birbirinden ayrı olmadığını
düşünmektedir. Beden ölünce ruh da ölmüş olur. Bu, ruhun bedenden önce var
olmadığı gibi, ondan sonra da mevcut olamayacağı anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla, Panaitios ruh-beden ilişkisi konusunda monist bir yaklaşımı benimsiyor
gözükmektedir.
Panaitios’un, eski Stoacılardan ayrıldığı bir diğer nokta ise halk dinine yönelik
tutumudur. Eski Stoacılar, halk dinine yakın durmakta ve ondaki unsurları
benimsemektedir. Panaitios ise halk dini karşısında daha özgür bir yaklaşım
benimser. Ona göre, biri şairlerin ve filozofların, diğeri ise devlet adamlarının olmak
üzere iki din vardır. Kendisi ikincisini tercih etmektedir
Bu üç ismin ortak ve farklı pek çok yönlerinden bahsedilebilir. Ortak yönleri üçünün
de birer ahlak filozofu olmasıdır. Onlar eski Stoacılara kıyasla mantık ve fizik
meselelerine az zaman ayırmışlardır. Her üçünün de başlıca ilgi alanını ahlak teşkil
etmektedir.
Epiküros ve Epikürosculuk
Helenistik felsefenin ikinci büyük düşünce ekolü Epiküros (MÖ 341-271) tarafından
geliştirilen fikirlere dayanmaktadır. Epiküros Helenistik dönemin tipik bir düşünürüdür.
Epiküros genel olarak felsefeyi, özel olarak ise bilgiyi, mutluluğa ulaşmanın bir aracı
olarak görmektedir. Bu aracın kendisinden beklenen işi yaptığını, yani bizi hakikate
ulaştırdığını, bize iki kriter göstermektedir. Teorik düzeydeki kriter duyu algısı ve
bunun ruhumuzda yarattığı genel tasavvurlar, pratik düzeydeki kriter ise haz ve acı
duygularıdır.
Epiküros bireyci bir yaklaşıma sahiptir. Bu yaklaşım onun devlet ve toplum anlayışına
da sirayet etmiştir. O, Aristoteles gibi insanları toplumsal varlıklar olarak tasavvur
etmemektedir. Ona göre, insanların bir arada bulunmaları, toplum halinde
yaşamaları, sırf onların bunun böyle olmasını istemelerinin bir sonucudur. Onlar
kendilerini güvende tutmak, korunma ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla toplumsal bir
sözleşmeyi, devleti ortaya çıkarmaktadır. Bireyin dışındaki yapma varlıklar, yani
devlet ve toplum, yalnızca bireyin mutlu olmasını temin etmesi beklenen araçlardır.
Toplumsal, siyasi ve hukuki bir sistem, yalnızca azami bireysel hazzı hedeflediği ve
bunu temin ettiği oranda “iyi” olabilir. Bunların, temin ettikleri bireysel hazlar dışında,
herhangi bir anlam ve önemlerinin olduğu söylenemez
Şüphecilik
Helenistik dönemin üçüncü ve son okulu şüpheciliktir. Şüphecilik ekolüne septisizm,
skeptisizm ya da kuşkuculuk kavramları ile de işaret edilmektedir. Pyrrhon (MÖ 365 –
275) şüpheciliğin teorisyeni ve ilk temsilcisidir.
Pyrrhon ve Pyrrhonculuk
Pyrrhon’ dan geriye yazılı hiçbir eser kalmamıştır. Bunun nedeni, muhtemelen,
fikirleri yazıya dökmenin bilgi sahibi olarak yorumlanabileceği endişesi, başka bir
deyişle tutarlı olma kaygısıdır. Pyrrhon, öğretisi ile çelişeceğini düşündüğü için
fikirlerini birer yargı olarak yazıya aktarmak istememiştir. Şüphecilikle ilgili ilk yazılı
dokümanları öğrencisi Timon (MÖ 320-230) hazırlamıştır.
İkinci dayanak, her konuda birbirine tamamen zıt olan iki görüşün öne
sürülebilmesidir. Örneğin evrenin tümüyle maddi olduğunu savunmak mümkün
olduğu gibi onun bütünüyle ideal bir varlığa sahip olduğu da aynı güçle savunulabilir.
Benzer şekilde, Tanrı’nın var olduğunu iddia etmek mümkün olduğu gibi var
olmadığını da iddia etmek pekâlâ mümkündür. Bu iddialardan hangisinin doğru
olduğunu belirlememizi mümkün kılacak bir ölçüt yoktur. Bu nedenle, takınılması
gereken en doğru tutum yargıyı askıya almaktır (epokhe). Epokhe “yargıyı askıya
almak” ya da “yargıdan kaçınmak” gibi anlamlara gelmektedir.
Pyrrhon ve takipçilerine göre, her iddiaya aynı güçte başka bir iddiayla cevap
verilebilir. Bu iki iddiadan hangisinin niçin doğru olduğunu belirleyecek bir ölçüt
yoktur. O halde, yapılacak en doğru şey yargıdan kaçınmaktır.
Pyrrhonculara göre, yargıyı askıya alan kişi her türlü mutlak nitelikteki
değerlendirmeden kaçınmış, dolayısıyla nesnenin kendisine yönelen her türlü istek
ve duygudan da uzak durmuş olan kişidir. Bu nedenle, epokhe salt epistemolojik bir
tutum değildir. O aynı zamanda ahlaki bir araçtır.
8. Giriş
İlkçağ felsefesinin son ve büyük akımı YeniPlatonculuktur. Yeni-Platonculuğun
kurucusu Plotinus’ tur. Yeni-Platonculuk felsefe tarihi kaynaklarında YeniEflatunculuk
veya Neo-Platonizm gibi isimlerle de anılmaktadır.
Yeni-Platoncular etkilendikleri kaynakları bire bir tekrar etmek yerine, bunları özgün
bir sistematik yapı dâhilinde yoğurmuştur. Daha da önemlisi, söz konusu kaynakların
pek çok fikrini ya yeniden yorumlamışlar ya da bütünüyle reddetmişlerdir. Örneğin
Yeni-Platoncu ekolde Stoacılıktan kimi izler gözlenmekle birlikte iki ekol arasındaki
farklılıklar yadsınamaz boyuttadır. Stoacılar materyalisttir. Yeni-Platonculuk ise anti-
materyalist (madde karşıtı) bir yaklaşıma sahiptir. Yeni-Platoncuların en fazla bağlılık
gösterdiği Platon’un düşünceleri dahi bu dinî ve mistik sistemin gerekleri
doğrultusunda yeniden yorumlanabilmiştir. Örneğin Platon’un toplumsal yapı
karşısında ikinci plana ittiği birey Yeni-Platonculukta merkezî bir rol üstlenmiş
gözükmektedir.
Yeni-Platonculuk felsefî olduğu kadar dinî bir yapıya sahiptir. Onun dinî karakterini
dönemin sosyokültürel şartlarında aramak da gerekmektedir. Bu noktada karşımıza
çıkan en önemli etken Hıristiyanlık olacaktır.
İlkçağ felsefesinin genel itibariyle dinî inanca yabancı olduğu hiçbir şekilde iddia
edilemez. Hemen hemen bütün ilkçağ filozoflarının şu veya bu şekilde dinî bir inanca
sahip oldukları söylenebilir. O kadar ki, en tutarlı materyalist filozoflardan biri olan
Demokritos’un düşüncesinde bile dinî bir takım referansların mevcudiyetine şahit
olunmaktadır. Hatta ilkçağ düşünürlerinin hem filozof hem de teolog oldukları iddia
edilmektedir. Buna karşın, Hıristiyanlık ilkçağ felsefesi için tamamen yabancı bir
unsurdur. Her şeyden önce, Hıristiyanlık monoteist bir dinî geleneği temsil
etmektedir. Monoteizm, dönemin yerleşik çok tanrıcı inanç biçimleri açısından bir risk
teşkil etmektedir. Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından resmi din olarak
kabul edilmesini müteakip paganist inançlara karşı verdiği kanlı mücadele göz
önünde bulundurulduğunda bu riskin ne denli hayati olduğu kendiliğinden ortaya
çıkmaktadır. Monoteizm kavramı Yunanca mono (tek) ve theos (tanrı)
kavramlarından türemiş olup “tek tanrıcılık” anlamına gelmektedir. İlk monoteist (tek
tanrıcı) din Yahudiliktir. Hıristiyanlık ve İslam monoteist dinî geleneğin devamıdır.
Plotinus’un doğum yeri Mısır’ın Lykopolis şehridir. 270 yılında İtalya’nın Campania
şehrinde ölmüştür. Ölüm nedeni difteridir.
Plotinus son derece sade ve dünyevî kaygılardan uzak bir yaşam sürdürmeye
çalışmıştır. Porphyry’ nin aktardığına göre, bir beden içerisinde bulunmaktan utanç
duyarmış. Bu hissiyat, Plotinus’ un ileriki sayfalarda ele alınacak olan maddeye
yönelik negatif yaklaşımı ile beraber düşünüldüğünde daha bir anlamlı olacaktır
şüphesiz. O, resmini veya heykelini yapmak isteyen sanatçıları sürekli reddetmiş ve
şu cevabı vermiştir: “Tabiatın bizi hapsettiği bu kopyayı taşıyor olmak yeterli değil
midir? Ardımda bu kopyanın bir kopyasını bırakmam gerektiğine gerçekten inanıyor
musunuz?”
Plotinus, maddî yaşama dair ilgisizliğine karşın, insani ilişkilerde son derece nezaketli
biri olarak tanınmıştır. Diğerkâmlığı, dürüstlüğü, asil karakteri ve ahlaki temizliği
nedeniyle çok yaygın bir saygı görmüştür.
Tanrı: Plotinus Tanrı’yı her şeyin ilk nedeni olarak görürken aslında Platon’un
yürüttüğü bir muhakemeyi kullanmaktadır. O da tıpkı Platon gibi maddi dünyanın
sürekli bir değişim halinde bulunduğu, dolayısıyla da bir gerçekliğe sahip olmadığı
kanaatindedir. Sürekli değişen bir şeyin gerçek anlamda var olduğu söylenemez. Bu
nedenle, değişmeyen gerçekliğin maddi dünyadan farklı ve ayrı bir gerçeklik olarak
mevcut olması gerekir. Bu da Tanrı’dır. Peki, her şeyin ilk ve tek nedeni olan Tanrı
hakkında olumlu ifadeler kullanılamıyor oluşunun nedeni ne olabilir? Plotinus negatif
teolojisini hangi gerekçeye dayandırmaktadır? Bu soru, genellikle din felsefesinin
önemli mevzularından biri olan “din dili” başlığı altında tartışılmaktadır. Negatif
teolojiye dair tartışmalar oldukça eskidir.
Yeni-Platoncu öğreti Tanrı’dan taşan şeylerin O’na yakın veya uzak oluşlarına göre
bir değere sahip olduklarını iddia etmektedir. O’na yakın olan varlık değerli, ondan
uzak olan ise değersizdir. Işık kaynağı olan güneşten ne kadar uzaklaşılırsa
karanlığa (maddeye) o denli yaklaşılmış olur. Varlık hiyerarşisinde ne denli aşağıya
inilirse, o denli yetkin olmayana, çoğulculuğa, değişime ve ayırıma ulaşılır. Daha
sonraki her evre, bir önce gelenin gerekli etkisidir- onun kopyası, gölgesi ve ilineğidir.
Ancak sonraki her evre, daha yüksek seviyeye ulaşma çabası içindedir, kaynağa
geriye doğru dönüş çabası yaşanmaktadır.
Tanrı, Nous ve Ruh, Plotinus felsefesinde hipostaz, başka bir deyişle “gerçek varlık”
ya da varlığın temel dayanağı olarak isimlendirilmektedirler. Tanrı, ya da Bir, Plotinus
tarafından varlığın ötesinde konumlandırıldığı için hiyerarşiyi Nous ile başlatmak
gerekmektedir. Nous’ un ardı sıra varlık hiyerarşisinin ikinci aşaması ruhtur. Madde
ise mutlak yokluktur. Fakat ruhun cisimlere bir mevcudiyet sağlayabilmesi için de
madde zorunludur. Bu bakımdan, madde varlık hiyerarşisine ancak cisimleştikten
sonra girebilir. Bu durumda bile o ancak hiyerarşinin son basamağını teşkil edebilir.
Plotinus belirlediği varlık hiyerarşisine uygun olacak şekilde birbirinden farklı bilgi
yolları öngörmektedir. Ona göre, cisimler dünyasını bilmenin yolu duyulardır. Ruhu
bilmek insanın kendi özü vasıtasıyla mümkündür. İnsan ruhu, varlık hiyerarşisinde
merkezi öneme sahip evren ruhunun bir parçasıdır. Dolayısıyla onu bilmek, insan
açısından ancak kendi ruhu aracılığıyla mümkündür. Onun Tanrı’yı bilmesi ise, vecd
yolu ile olmaktadır. Yukarıda ayrıntılı olarak ele alındığı üzere, Tanrı’yı evrendeki
herhangi bir nesne gibi bilmek imkânsızdır. Çünkü Tanrı varlığın ötesindedir. O’nun
hiçbir niteliği yoktur. Kendisi niteliksiz olmakla birlikte her şeye kaynaklık teşkil eden
Bir’in klasik bilgi vasıtalarıyla bilinmesi bu bakımdan mümkün değildir. Onu, doğasına
uygun düşecek şekilde, ancak mistik bir tecrübe vasıtasıyla bilmek mümkündür. Bilgi
araçları da tıpkı varlık mertebeleri gibi belirli bir hiyerarşi içerisinde yükselmekte ve
Tanrı hakkındaki bilgi ile sonlanmaktadır.
Yeni-Platoncu kurtuluş öğretisinin aynı zamanda başlı başına bir ahlak teorisi
olduğuna işaret etmek gerekmektedir. Plotinus’ a göre, kendisini arındıran ruh artık
başka bir bedenle dünyaya dönmez ve tümel ruha, yani Tanrı’ya kavuşup çileli süreci
geride bırakır. Başka bir deyişle, ahlaki bir problem olarak ortaya çıkan
reenkarnasyon süreci, ancak ahlaki bir adımla son bulabilir. Ahlak kurtuluşun zorunlu
bir unsurudur zira ruhun yükselişi kişinin ahlaki ve entelektüel erdemler geliştirmesini
gerekli kılmaktadır. Burada önemli olan, duyusal dünyadaki şeylerin ve bedenin,
ruhun daha yüksek amaçlarını gerçekleştirmesine engel olmasını önlemektir. Ruh,
sahip olduğu doğanın zorunlu bir sonucu olarak, daha yüksek bir dünyaya aittir ve
onun en yüksek hedefi ancak böyle bir dünyada yaşamak olabilir. Bunun için de
ruhun duyumsal dünyaya duyduğu eğilimden kendisini kurtarması gerekmektedir.
Ahlakın nihai hedefi olan mutluluk, mükemmel hayata, o da düşünceye dayanır.
Dolayısıyla, mutluluğun ilk şartı bedenden azade kalmak ve onunla bağlantılı
şeylerden kendimizi arındırmaktır.
Bütün insanların amacı mutluluktur, fakat onların hepsinin buna ulaştığını söylemek
de akla uygun değildir. Mutluluk ancak akıllı ruha özgü bir imtiyaz olarak
nitelendirilebilir. Plotinus’ a göre, ruhun irrasyonelliğe, rasyonelliğe ve tinselliğe yakın
üç kısmı vardı. O, bu ayırıma uygun düştüğü söylenebilecek üç insan tipolojisinden
bahsetmektedir. Bazı insanlar gerçekliği duyusal evrene, dolayısıyla maddeye
atfederler. Şu halde, onların akla özgü bir imtiyaz olarak mutluluktan pay almaları
mümkün değildir. İkinci türdeki insanlar ara bir kategori olarak rasyonelliğe
yakındırlar. Onlar sıradan duyu nesnelerinin üzerine yükselebilirler. Fakat bunların
tekrar maddî olanın çekiciliğine kapılmaları da mümkündür. Üçüncü türdeki insanlar
ise tinselliğe yakın olanlardır. Bu insanlar ahlakın nihai amacına, Tanrı gibi olmaya en
yakın türü teşkil etmektedirler.
Ahlak erdemi gerektirir. Erdemler ise dörde ayrılır. İlk kısım erdemler “medenî” (civic)
erdemlerdir. İkinci kısım erdemler “arınmayı sağlayan” erdemlerdir. Üçüncü kısım
erdemlerin Plotinus’ un terminolojisindeki karşılığı “arınmış ruhun erdemleri” dir.
Dördüncü kısım erdemlere ise o “ibretlik erdemler” adını vermektedir. Bu dört grup
erdem Platon’un benimsediği erdemlerin (basiret, adalet, cesaret ve ölçülülük)
gittikçe daha rafine bir hal alan biçimlerinden ibarettir. Bunlar ahlakın nihai amacı
olan “Tanrı gibi olmak” veya “Tanrı’ya benzemek” hedefi doğrultusunda bir üst
aşamaya geçtikçe asıl anlamlarına kavuşmaktadırlar. Plotinus’ a göre Tanrı’nın
kendisi erdeme sahip değildir. Bu nedenle Tanrı’ya medenî erdemler atfedemeyiz.
Fakat bu erdemlere sahip olmak yine de bizi Tanrı ile birleşme hedefine
ulaştırabilecek yegâne araçlardır. Ruh ancak erdemler vasıtasıyla arınabilir ve nihai
amacına ulaşabilir.