You are on page 1of 15

RAPORLAR

9. Senfoni Beethoven

Dış Gözlem: 

1770 yılında Almanya’nın Bonn şehrinde doğan Beethoven, alkolik bir babanın oğludur.
Annesi Rengi hastası 3 kardeşi sağır, 2’si kör ve 1’i zekâ özürlüdür. Tüm bunlara rağmen 9.
çocuğu olan Beethoven’ ı dünyaya getirir. Belli bir yaşa kadarda çocuğunun sağlam
görünmesinden memnundur. Adı da Ludwig Van Beethoven ‘dir. Saray müzisyeni
olan babası Beethoven’a zorla piyano çaldırmayı öğretmiştir. Ne kadar isteksiz ve zorlanarak
çalmayı öğrense de genç yaşta annesini ve kardeşlerini kaybetmek istemese de geçinmesi için
kilisede müzik çalarak para kazanmaya gitmiştir. 

Belli bir süre sonra Beethoven işitme zorluğu yaşamaya başlar, sesleri duymakta güçleşir
ve dahada hırçınlaşır. Şehirden uzaklaşarak dinlenmek ve kaplıcalarınında meşhur
olduğu Heiligenstadt bölgesine gelir. Burada iyileşmediği gibi tamamen sağır olup iyice
yalnızlaşan Beethoven 20 yıl kimseyle konuşmayarak sadece bir defter üzerinden anlaşmayı
kabul eder. Beethoven 9. Senfoni yi sağır olarak bestelemiş ve hiç duyamamıştır. Hayatında
hiç evlenmemiş yalnız yaşayan ve uzun uzun yürüyüşler yapan Beethoven gündüzleri ise
bestelerine yoğunlaşarak 3’e kadar çalışırmış. Müziğine ilham olması açısından oturduğu
bölgede 2-3 saat süren yürüyüşlere çıkarmış. Şimdi ise o yıllarda yürüdüğü o yol Beethoven
yolu olarak bilinmektedir. 

L.WBeethoven’ın yaratıcılığı Viyana klasikleri dönemindeki müzik anlayışıyla sınırlı


kalmamıştır. Bestecinin müziği Haydn, Mozart ile benzerlikler gösterse de onun kişiliği
eserlerine yansımış, kendine özgü bir karakter kazanmıştır. Beethoven için mükemmellik,
parçalanmış bir yapı ve bütüne varabilmenin dışında özellikle sadelik ve gereklilik anlamına
gelmektedir.30 Onun müziğinin zirvesi yazdığı son kuartetlerinde görülmektedir. 
9. Senfoni, Beethoven'ın 9. Senfonisi (9. Sinfonie in d-Moll op. 125) ilk defa 1824 yılında
Viyana'da Karntnerthor-Theather'da seslendirildi. Senfoninin sonu koro ile
birlikte Schiller'in "Neşeye Övgü"sü ile sonlanır. Bu sonlanma, "Neşeye Övgü"yü çok ünlü
bir hale getirmiştir. Senfoni, Kral Friedrich Wilhelm'e ithaf edilmiştir. Ayrıca Dokuzuncu
Senfoni, insan sesinin kullanıldığı ilk senfonidir ve eser süresinden dolayı uzun süren
senfoniler arasında yer alır. 

9. Senfoni insan akıl, bilinç, duygu ve esininden doğan en yüce eserlerden biridir. Beethoven,
bu Senfoniyi ancak iki yılda tamamlayabilmiş ve bizleri müziğin doruklarına ulaştırmıştır. 
9. Senfoni, ilk üçü yalnız orkestra, sonuncusu orkestra, koro ve solistler olmak üzere
dört bölümden kuruludur. 

Senfoni yarılandığında, bir anda herkes ayağa fırlamış, müthiş uğultular arasında salonu bir
alkış tufanı doldurmuştur. O anda Beethoven kendi sessiz dünyasında alkışları hiç
duymamıştır. Hala orkestraya bakıyor, alkış tufanı karşısında susup kalmış orkestranın neden
çalmadığını anlamaya çalışıyordu. Biri koştu. Onu kollarından tutup, yönünü ve bakışlarını
alkış tufanına doğru çevirdi… O şimdi ancak, eserini izleyenlerin birbirine inip kalkan el
vuruşlarından alkışlandığını anlamıştı… Nefesini tutmuş, bu hareketlerin bitmesini
bekliyordu. Eser kaldığı yerden sürdü. Ve muhteşem final: Beethoven, eseri bittiği yerde,
gözyaşları içinde, kendini tutamayarak, bayılır gibi orkestranın en önüne kendini
bırakıvermişti. Zaferinin gücü, onun bile ayaklarını yerden kesmiş, yüreğini duracak ölçüde
heyecanlandırmıştı. Başarmıştı… Kendi sessiz dünyasında yaşadığı duyguları, çağın en
önemli senfonilerinden biriyle notalar üzerinden aktarmıştı. Zafer, bu işitemeyen dev
kahramanındı. 

Chicago Senfoni Orkestrasının Youtube videosunun altındaki yorumlarında ise eseri


izlemenin Beethoven’i hissetmenin bir yolu olduğunu yazanlar ve yansıtılan duyguları
derinden hissetmişlerdir. Kimisi ise müzikteki bu insan basarisinin aya çıkılmasına eşdeğer
olduğunu vurgulamış ve bu sözüyle eserin o derece mühim bir eser olduğunu dile getirmiştir.
Genellikle jaz, rock ve elektronik müzik dinleyen fakat klasik müzik dinlemeye de başlamış
ve bu kadar geniş bir orkestranın senkronize bir şekilde eseri canlandırmasının inanılmaz
olduğunu ve bir şaheser yarattıklarını yorumlayan birinin sözleri dikkatimi çekmişti. 
 
İç Gözlem: 

Başlı başına akıl almaz bir şey olan bu senfoninin, Beethoven tarafından sağırken
bestelenmesi açısından müzik tarihindeki gelmiş geçmiş en önemli ve gizemli birkaç olaydan
birisidir. Bu eserini izleyip, dinlerken Beethoven’a ve yeteneğine duyduğum hayranlık
duygum daha da kabarıyor. Bu eserin sağırken bestelenmesi, aynı gözleri bağlı birisinin,
gelmiş geçmiş en önemli birkaç heykelden birisine imza atması gibi bir şey olsa
gerek... Beethoven nüans karşıtlıklarını belirginleştirmiş, bu da müziğine ayrı bir ihtişam
katmıştır. Bu ihtişam 9. senfoni’de koronun katıldığı son bölümde açıkça kendini ortaya
koymaktadır. Aynı ihtişamı keman-piyano sonatlarında da görmek mümkündür. Diğer
taraftan Beethoven, sonatlarını adeta bir orkestra için yazıyormuş gibi tasarladığından bu
eserler de ayrı bir derinlik kazanmıştır. 
 
Chicago Senfoni Orkestrası tarafından Beethoven’i anmak için düzenlenen konserde de bu
eseri birbirinden iyi orkestra üyeleri ve şefiyle muhteşem bir şekilde tam da laikine göre,
canlandırmıştır. Yaylı, üflemeli ve vurmalı çalgıların ayni ayni tınıda buluşmasıyla eserin
büyüsü daha da artıyor. Eserin çeşitli yerlerinde farklı şekillerde tekrar tekrar kullanılan giriş
motifine ve birinci bölümün o görkemli kapanışına iyice konsantre olarak anlamaya
çalıyorum.  

Karanlık bir kaosun habercisi gibi yansıyan sesler, bir “kreşendo (seslerin gittikçe
güçlenmesi)” ile ana temaya ulaşıyor. Birinci bölüm; kader ve evrenin kesin emrini anlatıyor.
Sisli ve esrarlı bir “giriş” ile başlamakta, yan temalarında ise huzurlu ve neşeli tınıları, adeta
ana temadaki karanlığı aydınlatmaktadır. Notalar parlak ve net bir şekilde duyurulmaya
çalışılmaktadır. Buradaki notaların başında yer alan Staccato notalar
belirginleştirilmiştir. Allegro temposundadır. Orta bölümün girişi son derece lirik ve duygusal
bir karaktere sahiptir. İlk varyasyonda piyanodaki temaya keman eşlik eder. Adeta acılı,
ölümü özlemişçesine iniltili gölgeler gittikçe kaybolmakta ve yaşama isteğinin güçlü tepkisini
ön plana çıkarmaktadır. 1. sonatın 2. bölümündeki giriş temasına bağlı Staccato’larda her bir
sesin yayın tel üzerine düşürülerek çalınmıştır. Beethoven müziğinde forte’yi tam anlamıyla
ve güçlü bir şekilde kullanmıştır. 

İkinci bölüm; fizik, titreşim ve enerji dolu tipik bir “scherzo (nükteli, canlı çalınan)” dur.
İki nüansı birbirine bağlayan Crescendo’lar akıcı bir biçimde uygulanmıştır. Senfoninin genel
anlamı gölgelenmeden, neşe ve canlılık iki ayrı hareketli temayla
sürdürülmektedir. Senkoplardan oluşmuştur. Kemanın zengin bir melodiyi sunduğu
bölümlerden birisidir. 
Üçüncü bölüm ise İtalyan operasının etkileri görülmektedir. Bölümün atmosferi son derece
sakin ve kemanın şarkı söylercesine gibi olan solosuyla süslüdür. Adagio tonunda
baslar; İtalyanca'da hız terimi olarak parçanın “çok yavaşa yakın” okunacağını gösterir. Daha
sonra ise Andante (İtalyanca ağırca, “ağıra yakın” anlamına gelmektedir) moderato (orta)
temposundadır. Aşkı, huzur dolu sakin bir şarkıyı andıran ana tema ile başlar, gene onun
kadar duygulu ve zarif bir ikinci tema ana temaya eşlik eder. Bu çeşitlemeler trompet ve
kornoların katılımlarıyla birden kesilir, artık sükûn sona ermektedir. 

Dördüncü bölümde neşe anlatılır. İlk üç bölümün ana temalarıyla örülü geçişlerle başlar.
Önce neşeyi hazırlayan coşkulu bir müzik, sonrasında baritonun şu sözleri duyulur: 
“Dostlar, olmaz bu seslerle! Bırakın bizi, neşeyle ve daha güzel seslerle seslenelim size!” 
Bu davetle, aniden türlü çalgılar ve insan sesiyle güçlendirilmiş son kısım başlar. Ziller ve
vurma çalgıların katıldığı “Türk Mehter Marşı” eşliğinde, koro ve
solistler Schiller’in “Neşeye Övgü” şiirinin ölümsüz mısralarını seslendirirler. Eseri dinlerken
ruhuma dokunmuş, beni derinden etkilemiş bir konser olmuştur. 
 
Opera: La Serva Padrona Raporu

Dış Gözlem:

Türkçe adı “Hanım Olan Hizmetçi” olan La Serva Padrona, birçok opera kritikleri tarafından
Barok dönemi operası ile Klasik opera dönemi arasında bir sınır taşı olarak görülmektedir.
Napolili İtalyan besteci Giovanni Battista Pergolesi tarafından bestelenmiş olan 2 sahnelik
intermezzo buffo janrında bir operadır. Librettosu "Gennaro Antonio Federico" tarafından
"Jacopo Angello Nelli"'nin bir oyunundan uyarlanarak hazırlanmıştır. Opera sadece tek bir
perdelik eser gibi 45 dakika sürmekte ve bir başka opera eserinin temsili sırasında oynanmak
üzere, yani intermezzo olarak bestelenmiştir.

Oyuncular:
* Uberto Pandolfo: ev sahibi doktor
*Serpina: hizmetçisi,
*Vespone: uşağı (konuşma rolü)

Giovanni Battista Pergolesi: La Serva Padrona youtube videosunda ise Uberto’yu Donato Di
Stefano, Serpina’yi Patrizia Biccirè, Vespone’u ise Stefano Di Lucca canlandirmaktadir.

La Serva Padrona yine Pergolesi’nin Il Prigioniere Superbo (Mağrur Tutuklu) adlı opera
seria janrındaki eserinın perde arasında oynanmak için bestelenmiştir. 18. yüzyıl opera
eserlerinin gösterisi sırasında uzun ve ağır operaların aralığında intermezzo denen kısa
müzikli komediler oynanmakta idi. Bu iki opera eserinin 5 Eylül 1733'te Napoli'de prömiyer
temsili yapılmıştır. Bu tarihten hemen önce Napoli büyük bir deprem geçirmiş ve bütün
tiyatrolar bundan sonra kapanmıştı. Bu temsil tarihi hem tiyatroların yeniden açılmasını hem
de Hapsburg hanedanın imparatoriçesinin doğum gününü kutlamak uzere seçilmiştir.

Prömiyeri 28 Ağustos 1733'te yine Pergolesi’nin Il Prigioniere Superbo (Mağrur Tutuklu)


adlı opera seria janrindaki operasının perde arasında "Teatro San Bartolomeo", Napoli de
sahnelenmiştir. Avrupa'da ilk temsili 1746'da Fransa'da yapılmış ve çok popüler olmuştur.
Eserin konusu, her yerde ve her zaman rastlanan beceriksiz ve rahatına düşkün ama yaşı
ilerlemekte olan bekar bir erkek ile güzel ve kurnaz ama aşağı sınıftan bir genç kadın
arasında geçenlerin serüvenidir.

Il Prigioniere Superbo (Mağrur Tutuklu) operası zamanında da sevilmedi ve günümüzde hiç


yapımlanamaktadır. La Serva Padrona’nın ilk temsilinde henüz 23 yaşında bulunan besteci bu
kısa oyunuyla belki müzik tarihinde elde edeceği yerin farkında bile değildi. La Serva
Padrona İtalya dışında ilk defa yeni bir final konulup revize edilerek 1746’da Paris’te temsil
edilmiş, büyük bir ilgi ile karşılanmıştır. Avrupa'da temsiller için bu iki eser birbirinden
ayrılmış ve La Serva Padrona kendi başına temsil edilen bir opera eseri olarak sahnelenmiştir.
Bu intermezzo olarak hazırlanmış eserin opera tarihinde çok büyük yeri vardır. Karakterleri
ve konusu her yerde her zaman bulunabilen insancıl bir gerçeği ele almaktadır. Müziği de
çekicidir. 1746da Fransa, "Querelle des Bouffons" tiyatrosunda Paris'te revize edilip bir final
eklenmiş ilk temsili ve 1752’deki ikinci sahnelenmesi opera tarihinde önemli bir çağ açtığı
bildirilir.

18. yüzyılın başından itibaren Fransa’da yaygın olarak yapımlanan "İtalyan Operası" bazı
Fransız muzikseverleri tarafından yabancı olmakla itham edilmekte ve bir Fransiz seyircisi
için bu yabancı etkilerin elenmesi istenmekte idi. La Serva Padrona’nın başarısı "İtalyan
Operası"'nın üstünlüğunu göstermiş ve egemenliğinin sürmesine neden olmuştur.

Çağın bazı tanınmış bestecileri da bu eserin etkisinde kalmışlardır. Fransız düşünür Jean
Jacques Rousseau aynı zamanda bir müzisyen olarak yeni İtalyan "opera buffa" janrı yolunda
deneme yapmış ve hazırladığı "Le Devin du Village" adlı eser ile Fransız Opera Comiquei
için bir örnek vermiştir. La Serva Padrona’nın etkileri yalnız Fransa’da değil, tüm batı
Avrupa’da hissedilmiştir.
Basit, zarif ve melodik müziği, her çağa uyan konusu ile La Serva Padrona, "opera bufa"
janrının ilk önemli örneği olduğu ve Pergolesi'nin de bu janri ortaya koyan ilk bestecisi
olduğu kabul edilir. Zamanla, resitatifler türlü değişimlere uğramış ve bu opera için klavsen
ve yaylı sazlardan kurulmuş bir orkestra kullanılmıştır.
Youtube video yorumlarında ise ne kadar beğenildiğine ve hayran duyulduğuna dair naçizane
yorumlar bulunmaktadır.
İç Gözlem:

Jean Jacques Rousseau: “Barok müzik, armoninin açık seçik olmadığı, uyumsuzlukla dolu
tonlamaları güç ve hareketi zor olan müziktir” diyerek bu dönemin müzik anlayışı ile ilgili
açıklayıcı bir yorum yapmıştır. Barok Dönem genel olarak soylulara hitap eden bir çağdır.
Dönemin görkem ve şatafatı müziklere de yansımıştır. Dönem müziği yoğun bir yapıya
sahiptir. Zıtlıklar, enstrüman grupları arasındaki karşılıklı atışmalar, ses yüksekliklerinin
kullanılması dönemin başlıca özelliklerinden bazılarıdır.

1. Sahne:

Zengin ve bekar olan Uberto Pandolfo doktor ev sahibi kahvaltı masası önünde otururken
durumundan şikâyet etmeye başlamaktadır. Ses tonu ve mimikleriyle hayattan zevk
almadığını ve neşesiz olduğunu anlamak mümkündür. Hizmetçisi Serpina yine ortadan
kaybolmuş ve sabah kahvaltıda içtiği sıcak kakoasını getirmemiştir. Serpina çok alımlı bir
güzel kızdır ama inatçıdır ve hizmetçilik görevine odaklanmamaktadır. Stecatto çokça
kullanılmıştır. Çok kere sanki evin sahibesiymiş tavırları takınmakta; Uberto'ya hizmetten
kaçınmakta ve onu kızdırmaktadır. Uberto bas, Serpina ise sopranoyla seslendirir. Dönemin
başlıca özelliklerinden olan ses yükseklikleri bu eserde oldukça fazla kullanılmıştır.
Çok geçmeden Serpina yanında uşak Vespino ile sahneye girer. Uberto'nun kakoasının
gelmemesinden şikâyete başlayacağını anlayıp hemen hücuma geçer. Eğer efendisi
kokaosunu istemekteyse bunun için beklemesi gerektiğini söyler. Eserde çokça crescendo ve
decrescendo’ya rastlarız. Opera boyunca ses sürekli olarak giderek artar ve azalır. Uberto
buna çok sinirlendiğini hissediyoruz. Ses (crescendo) giderek yükselir. Hizmetçisini kendi
başına buyruk olmakla suçlar ve hemen odasına çekilerek sabah yürüyüşüne hazırlanacağını
bildirir. Serpina bundan hoşlanmadığını gayet net bir şekilde görebiliyor ve hissedebiliyoruz.
Kendisinin bu evde ne isterse yapması hakkı olduğunu ve neden böyle hakları olduğunu
sıralayıp dökerek sinirlerini yatıştırmaya çalışır. Uberto tekrar odaya geri gelir ve Serpina'ya
bu durumun doğru olmadığını ve evin sahibi olarak kendinin kim olursa olsun bir kadın eş
bulup evlenip onu evin efendisi yapacağını bildirir. Buna inat olarak Serpina da asıl
evlenecek kişinin kendisi olacağını söyler. Uberto sinirleri bozuk olarak evden çıkar gider.

2. Sahne:
Serpina doktorla evlenmeye kesinlikle kararlıdır. Bunu başarmak için bir plan yapar. Önce
ona kendisini açındırmakla başlar. Doktor evlenip de fakir hizmetçisi yanından ayrılırsa onu
unutmaması için yalvarır. Sonra Serpina sanki kendine bir yeni eş seçmiş gibi davranır ve
işten ayrılmak için hazırlıklara başladığını açıklar. Kendine seçtiği eş adayı bir subaydır; ama
Serpina bu subay nişanlısını sevip sevmediğini iyi bilmemektedir. Bu sırada (önceden yapılan
bir düzenle) bir subay gelir ve Serpina onu Pandolfo'ya tanıştırır. Doktor birden Serpina'yi
nişanlısından kıskanmaya başlar; onu sevdiğini anlar ve Serpina'ya evlenme teklif ederek
kendisinin yanından ayrılmamasını istediğini açıklar. Bu da mimiklerden ve tavırlardan
anlaşılan o ki; Serpina’nın istediğidir. O zaman Serpina Uberto'yu kandırdığını itirafa başlar.
Ona tanıştırdığı kişi nişanlısı değil, subay kıyafetine girmiş uşak Vespone'dir. Eser çok neşeli
ve kıvrak bir ikili ile sona erer. Hizmetçi arzusuna erişmiş ve evin hanımı olmuştur. Müzik ve
sahne birbirini muhteşem bir şekilde tamamlıyor. Ambiyansın büyüsüyle zevk alarak opera
bir müzikal tiyatro izlercesine coşkuyla izleniyor.
SWAN LAKE BALESI RAPORU

Dış Gözlem:

Türkçe adı Kuğu Gölü olan eser Pyotr İlyiç Çaykovski tarafından 1875-76 yıllarında
bestelenmiştir. Dört perdelik bale eseridir. Moskova'daki Rus Kraliyet Tiyatrosu’nun (şimdiki
adıyla Bolşoy Balesi) 1875 yılında verdiği sipariş üzerine bestelenen eserin ilk temsili 1877
yılında Moskova'da Julius Reisinger koreografisi ile yapılmıştır.

Eserde, bir büyücü tarafından arkadaşları ile birlikte kuğuya dönüştürülen ve ancak bir
erkeğin aşkı ile tekrar insan kılığına dönüşebilecek olan Odette ile Prens Siegfried arasındaki
aşk ve büyücünün, kızı Odil'i prenses Odette kılığına sokarak prensi kandırması anlatılır.

İlk sahnelenişinde başarılı bulunmayan eser, 1882-1883 sezonundan sonra repertuvardan


kalkmış ve besteci başarısızlıktan kendi müziğini sorumlu tutarak 12 yıl boyunca başka bale
eseri bestelememişti.

Bestecinin 1893'te ölümünden sonra ilk balesi olan Kuğu Gölü, ünlü koreograflar Petipa ve
Ivanov'un koreografisi ile yeniden sahnelenmeye başlamıştır. Birinci ve üçüncü sahneleri
Petipa, ikinci ve dördüncü sahneleri İvanov koreografilemiştir. Petipa ve İvanov’un yarattığı
yeni Kuğu Gölü'nün ilk sahneleniş tarihi 27 Ocak 1895'tir. Günümüzde yetmişe yakın değişik
varyasyonu vardır; neredeyse hepsi Petipa ve İvanov’un koreografisinden esinlenmiştir.

Çoğu yapımda Odette ve Odile rollerini aynı dansçı üstlenir. Gelmiş geçmiş en ünlü
balerinlerden Perina Legnani'nin 1895'te Sankt-Peterburg'daki Mariinski Tiyatrosu'nda
Odette/Odin çifte rolündeki performansı, sıradışı teknik başarısı ile efsaneleşmiştir. Leganini,
32 fouetté dönüşü yapabilen ilk balerin idi. Koreograf Petipa, teknik olarak çok zor bu
dönüşü eserin “Siyah sahne” olarak bilinen üçüncü sahnesine yerleştirmiştir. Odette/Odile
rolü gerek teknik zorluğu gerekse hem saflığı hem de şeytanlığı aynı başarıyla canlandırmayı
gerektirmesi açısından günümüzde bir balerinin repertuvarındaki en zor rol olarak kabul
edilmektedir.
Eserin librettosunun kime ait olduğu konusunda kesin bilgi yoktur. Libretto, Alman yazar
Johann Karl August Musäus'un "Der geraubte Schleier" (Çalıntı Duvak) adlı öyküsünü temel
alsa da bu öykü Kuğu Gölü'nün yalnızca genel hatlarını oluşturmaktadır. "Beyaz Ördek" adlı
Rus halk öyküsü de balenin öyküsüyle benzerlikler gösterir ve Kuğu Gölü'ne kaynak olmuş
olabileceği düşünülmektedir.

Prens Siegfried, göl kenarında dolaşırken kuğuların arasından ortaya çıkan biri, ona prenses
Odette olduğunu, büyücü Rothbart’ın onu ve arkadaşlarını kuğu şekline soktuğunu; ancak
gece yarısı insan kılığına geri dönebildiklerini sabah karşı yeniden kuğuya dönüştüklerini
anlatır. Büyünün bozulması için bir erkeğin kızlardan birisine âşık olup –sadece onun- aşkına
yemin etmesi gerekmektedir. Prens, Odet’i yanında alıkoymak ister ama o kuğuya dönüşüp
göle geri döner. Ertesi gün 21. doğum günü nedeniyle onuruna verilen baloda Prens,
kendisine tanıtılan kızlardan birini evlenmek için seçmek durumundadır. Baloya baron
kılığına girmiş büyücü Rothbart yanında Odette’in yüzünü kullanan kızı Odile ile gelir.
Prens, Odile’in Odette olduğunu zannederek onu sevdiğine dair yemin eder. Buna tanık olan
Odette, ihanete uğradığı için ölmek ister. Durumu fark eden ve bağışlanmak için göle gelen
prens, Odette’e yalvarıp aşkını kabul ettirir. Bu sırada büyücü Rothbart çıkagelir ve prense
kızıyla evlenmek için ettiği yemini hatırlatır. Odette’ten ayrılmak istemeyen prens, sevgilisi
ile ölmeye karar verir ama iki sevgilinin fedekârlığı büyüyü bozar. Büyücü ölür; kuğular
insana dönüşür, Pens Siegfired ile Prenses Odette birbirine kavuşur.

Tchaikovsky: Swan Lake – The Kirov Ballet Youtube videosunun altina yapilmis yorumlarda
ise birçok olumlu yanıtlara rastlıyoruz. Her bir yorum izlerken buyuk bir hayranlık duyan
insanların yorumlarıydı. Dünyada böyle büyüleyici eserlerin de var olduğundan, evde her
yalnız kaldığında bu eseri açıp izleyenlerden tutun, ders çalışması gerekirken bu bale eserini
izleyen insanların yorumları vardı. Kimisi reenkarnasyona inanmaya çalışmakta ve tekrar
dünyaya balerin olarak gelmek isteme arzusunu kimisi ise Black Swan filmini izledikten
sonra bu esere ayni gözle bakamadığını dile getiriyor. Müziğin dansta çok etkili bir rolü
olduğundan, kuğu kostümlerinin ne kadar uyumlu ve harika olduğundan söz ediliyor.
İzlerken kendini Paris’te Chanel’de alışveriş yaptığını hissedenler bile mevcuttu.

Iç Gözlem:

Act I, Scene 1 A park near Prince Siegfried's castle


İlk olarak Prens Siegfried’in kalesinin yakınlarındaki yerde sergilenen gösterinin
dansçılarının büyüleyici kostümleri bir hayli ilgi çekiyor. “Allegro giusto” sahnesiyle eser
başlıyor. Dansçılar çabucak ancak durgun bir deyiye uygun olarak başlıyor. Ses yoğunluğu
mezzoforte olarak başlıyor daha sonra ise giderek alçalarak pianissimoya kadar düşüyor.
Fakat daha sonra yine ses yoğunluğunda sik sik yükseliş ve düşüş oluyordu. Accelerando
dediğimiz müzikte giderek hızlanma mevcuttu. Daha sonra bir waltz gösterisi “Tempo di
Valse” izliyoruz. Kimi zaman allargando; yani müzik hızı azaltıp genişleyerek ilerliyordu
kimi zaman da animando; giderek tempoda canlanma sergileniyordu. Aşk konulu romantik
bir canlandırma yapılıyordu. Hemen ardından “Pas de trois” sahnesiyle andante temposu
hâkim olan Prens ve Odet’in dansını izliyoruz. Müzik genelde neşeli tonda ilerliyordu.
Ardından “Pas d’action: Andantiono quasi moderato- Allegro” orta bir allegro yani orta rahat
bir tempoda biraz yürük bir hızda gösteri sahneleniyor. Daha sonra da “Dance with Goblets:
Tempo di polacca” yla ilk sahne sona ediyor. Mezzo forte tonunda muhteşem dans gösterisini
izlemeye devam ediyoruz. Her dansçı alabileceği en yüksek fiziksel sekli alınabilecek
performans sergiliyor, adeta danslarıyla büyülüyordu.

Act 1, Scene 2 Beside a lake

Gol kenarında gerçeklesen tek kişilik dansla ikinci perde kısmı başlıyor. Ses giderek
yükseliyor ve daha sonra ses giderek alçalıyor biz ise bu terimlere müzikte sırasıyla;
Cresendo ve decresendo olarak isimlendiririz. Bu perde genellikle bu şekilde ilerliyor. Erkek
ve kadın balerinin; Prens ve Odette’in romantik ancak daha sonra büyücü Rothbart’in da
prense yeminini hatırlatmak üzere dansa dahil olduğunu ve modun düştüğünü görürüz. Prens
kaybolur ve birçok balerin kuğular olarak senkronize şekilde danslarını yaparlar. Ve onlara
prens yeniden dahil olur. Tempoda artış görülürken bir anda tekrar modun düştüğünü
gözlemleriz. Müzikte kemanin ve viyolonselin de verdiği duyguyla prens ve kuğunun dansı
oldukça göz alıcıdır. “Dance Of little Swans” sahnesiyle 2. Perdenin sonlarına doğru
yaklaşırken kulağa oldukça tanıdık ve güzel gelen müzikle beraber, küçük kuğuların el ele
yaptığı asil bale dansıyla coşuyor, hayranlıkla izliyorum.

Act II - The ballroom in Siegfried's palace


3. Perde ise Siegfried’in sarayının balosunda gerçekleşiyor. “March - Allegro giusto”
sahnesiyle coşkulu bir tonda başlayan gösteride balerinler eşli şekilde sahnede tur atıyor,
daha sonra ise coşkulu balo danslarını sergiliyorlardı. “Ballabile: Dance of the Corps de
Ballet and the Dwarves: Moderato assai, Allegro vivo” orta hızlı saray topluluğunun bir
dansıydı. Daha sonra ise misafirlerin baloya girişi ve waltz vardı. Daha sonra İspanyol
dansıyla daha da coşkulu bir dans sergileniyordu. Bu sırada da kostümler değişilmiş, konsept
uzun İspanyol elbise ve kıyafetleriyle, taç ve yelpazelerle tamamlanmıştı. Adeta insanın
ruhunu okşayan cinsten bir ton hakimdi. Üflemeli çalgıları ağırlıkla duyabiliyorduk. Alçalan
ton “Hungarian Dance: Czardas” ile bir hayli yükseliyor. Ayni melodi tonu yükselerek
tekrarlanıyor. Ardından “Mazurka” dansıyla mezzoforte; en kuvvetli tona ulaşılıyor.

Act III - Beside The lake

Son perdede ise beyaz ve siyah kugularin(a.k.a. Waltz for White and Black Swans, orch. by
Drigo from Tchaikovsky's Op.72 for Piano -No.11 "Valse Bluette")nCygnes Waltz’ini,
Durağan ve andante bir performans seyrediyoruz. Daha sonra ise allegro agitato tonuna
geçiliyor ve canlılık artıyor. Ardından yine andanteye geçiş oluyor. Sona doğru yaklaşırken
“Un poco di Chopin”le Dansante sahnesi sergileniyor. Finalde ise allegro moderatoyla tüm
kuğuların dansı oynanır. Büyücü ölür; kuğular insana dönüşür, Pens Siegfired ile Prenses
Odette birbirine kavuşur.

DÜNYANIN BÜTÜN SABAHLARI


Dış Gözlem:

Fransız edebiyatının önde gelen yazarlarından Pascal Quignard'ın, çağdaş edebiyatın


unutulmazları arasında yer alan romanı Dünyanın Bütün Sabahları, Orçun Türkay'ın
çevirisiyle Sel Yayıncılık'tan çıkmıştır. Yirmi yedi kısa bölümden oluşan Dünyanın Bütün
Sabahları, kısa metinler okumaktan hoşlanan okuru çabucak kendine çekiyor.

Dünyanın Bütün Sabahları, bir gerçek hikâyeyi konu etmektedir. On yedinci yüzyılın
ortalarında yaşamış ve bugünden bakıldığında Barok müziğin büyük isimleri olarak anılan bu
iki müzisyenin kesişen hayatları, birbirine taban tabana zıt karakterleri ve müzik anlayışlarına
rağmen bir hikâyeye konu olmaya yetiyor. Tam da burada, bir yazar için hayli zor bir iş olan
fakat Quignard’ın büyük bir ustalıkla kotardığı bir nokta var: Üç asır önceyi yazmak.
Quignard’ın 1991’de yayımlanan eseri, on yedinci yüzyıl ortaları Fransa’sında geçiyor. Üslup
ve imgelem konularında Quignard’ın bir hayli başarılıydı. Dünyanın Bütün Sabahları
eserinde masalsı bir anlatımı çağrıştıran bir dil kullanılmıştır. Yazarın edebiyat adına çok
farklı türlerde eserler verdiğini biliyoruz, masal da bunlardan birisi. Dünyanın Bütün
Sabahları’nda, Quignard, masal yazınındaki tecrübesini kullanmış ve böylelikle bir “geçmiş
zaman algısı” yaratmayı da başarmıştır.

Dünyanın Bütün Sabahları 1991’de Alain Corneau tarafından filme de uyarlanmış, Jean-
Pierre Marielle ve Gérard Dépardieu gibi usta oyuncular da rol almıştır. Filmin müziklerini
ise Jordi Savall yapmıştır. Dünyanın Bütün Sabahları Çağdaş edebiyat kadar sinema tarihinin
de unutulmazları arasında yer alır.

Karısının ölümüyle içine, müziğe kapanan bir usta olan Sainte Colombe'un gölgelere ağıt
yakması, gölgelere övgüsünün hikayesinin anlatıldığı, Fransız edebiyatının önde gelen
yazarlarından Pascal Quignard'ın Dünyanın Bütün Sabahları romanı okurla ve daha sonra
izleyenleriyle buluşur.

Kendisinden çok şey beklenen, geleceği parlak lise öğrencisinin yalnızca iki seçeneği vardır:
ya tüm arzularına ve hayallerine aykırı bu küçük burjuva eğitim sistemine katlanmaya çalışıp
en sonunda intihar edecek, ya da tüm beklentileri boşa çıkararak tam ters yöne gidecektir.
Bir sabah okula giderken aniden gerisin geriye döner ve yoksul mahallesindeki bir bakkalda
çıraklık yapmaya başlar. Şekillendirilmeyi, yetiştirilmeyi reddedişin, kendi yolunu seçme
mücadelesinin hikayesidir.
Bu eserinde Bernhard, büyük bir yazar olmanın taşlarının nasıl döşendiğine dair ipuçlarını
vermeye başlıyor. Dedesinden öğrendiği teori ve felsefe bilgisine, çıraklık yaparken edindiği
yaşam tecrübesinin eklenmesiyle dünyasının nasıl bir renklilik ve çeşitlilik kazandığını
görüyoruz.

Film yorumlarında ise birçok olumlu geri dönüşe rastlarız. Filmin her anlamda mükemmel
olduğuna dair çeşitli yorumlamalar ve hayranlık dolu ifadeler mevcuttur. Yeniden izlense
bıkılmayacak, her izlendiğinde farklı bir detay farkedilen bir sinema filmidir.

Ic Gözlem:

Orijinal adi “Tous les matins du monde”; “Dünyanın Bütün Sabahları filmi” nde, viyola
enstrümanın yeni yeni duyulmaya başladığı, 17. yüzyılın ortalarında klasik barok müziğinin
önem kazandığı bir dönemde, karısının ölümüyle inzivaya çekilen ve müzik çalışmalarını ona
yönlendirerek muazzam yeteneğine ödül olarak önerilen şöhreti tepen bir müzisyenin
anlatıldığı müthiş bir hikâye canlandırılıyor.

Colombe karısının ölümünün yarattığı yoksunluk sonrası kendini müziğe adamıştır.


Madeleine ise annesiz büyüyen bir çocuk olarak babasının yarattığı sevgisizlikten kaçmak
için kendini Marin’e adar, Marin geçmişinin verdiği eziklik ve kompleks yüzünden sanatını
krala adar. Bütün bu adanmışlıklar ise tek bir kazanananda buluşur; o da sanattır!
Bir usta, Sainte Colombe’nin çalgısıyla insan sesindeki tüm tınıları çıkarabildiği
söyleniyordu. Karısının ölümüyle iyiden iyiye içine, müziğine kapanan bu adam, köşesinde
iki kızıyla birlikte yaşıyordur. Bir gün kapısını bir öğrenci çalar. Öğrenci dediği de adam
Marin Marais, fakat daha gencecik ve kendisi Sainte Colombe’dan müziğinin gizemini
öğrenmek istiyor. Sainte Colombe onu yanına alacaktır. Büyük kızı da bu çocuğa
vurulacaktır.
"Gölgelere bir övgü, gölgelere ağıt" olarak nitelenen Dünyanın Bütün Sabahları, ulu bir dut
ağacının dalları arasına kurulmuş, viyola sesinin eksik olmadığı derme çatma bir kulübenin
altında biten, yaşayan, ölen ve dirilen gölgelere adanmıştır.
Filmin bana göre en etkileyici sahnesi; Marais saray orkestrasına katılması nedeniyle hocası
Saint Colombe tarafından evden kovulur ve akabinde bir süre sonra sevgilisi olan hocasının
kızını terk eder, kız buna dayanamaz ve acısından ölür.
Ama Marais hocasının tüm bildiklerini henüz öğrenememiştir, o bestelere karşı inanılmaz bir
açlık besler yıllarca saraydan gece çıkıp hocasının kulübesinin altında onun yeniden çalmaya
başlamasını bekler. Çünkü bilir ki eğer öğrenemezse hocası tüm bildiklerini mezara
götürecektir. Sonunda bir akşam hocası boşluğa beni anlayabilecek kimse yok mu diye
yakarır ve bunun üzerine Marais tüm yüzsüzlüğüyle kulübeye girer. Konuşurlar sonra da
karşılıklı çalarlar, aralarındaki nefret ve sevgi ilişkisini çok güzel anlatan bu sahnede, yapılan
müzik ise adeta mükemmeldir.
Film, sanatçının kendine ve dünyaya karşı sorumluluğunu müzik üzerinden böylesine
sorgularken, aynı zamanda bir aşk hikâyesini de kısa ama etkili sahnelerle seyirciye aktarıyor.
Sainte-Colombe’un karısına olan derin aşkı da aslında bir sanatçı olarak duyduğu sorumluluk
ve duyarlılıktan pek farklı değildir. Sanat anlayışı kadar, aşkı da ilkeler üstüne kuruludur,
derindir ve vazgeçilmezdir. Zaten genç sanatçının hem ilkesel düzeyde hem de aşk alanında
sergilediği ölümcül ihanet de aşk ve sanat arasındaki benzerliği göstermektedir.

Ve bu filmle biz bir kez daha görürüz ki sanat her anlamda, insanların ruhlarıyla beslenir…

You might also like