Professional Documents
Culture Documents
iletişimdir. İletişimin toplumlar tarafından sağlanabilmesi için ortak dil gerekli hale gelmiştir. Bir
toplumun millet olması için diğer unsurlar ne kadar önemliyse de ortak ve milli bir dilin oluşumu
da bir o kadar önemlidir. Ortak dil bir köprü vazifesi görmektedir. Nasıl ki bir resmi kuruma
girdiğimizde oradaki insanlar tarafından anlaşılmak istiyorsak, ortak dil de bu işlemi bize bir
köprü aracılığı olarak sağlamaktadır.
Dilbilimin kendi başına tarihsel süreç içerisinde ilerlemesiyle birtakım başka bilim dalları
da ortaya çıkmaktadır. Karşılaştırmalı dilbilim bunlardan bir tanesidir. Karşılaştırmalı dilbilim,
iki ya da daha fazla dilin arasındaki farkların, benzerliklerin, kimi durumlarda çeşitli alt
dallardan da faydalanarak araştırıldığı bir bilim dalıdır. Tabi ki bu kadar kısa bir tanım yapmak
uygun olmayacaktır. Her şeyden önce bu alanı araştırmak istiyorsak öncelikle bu çalışmaların
nasıl başladığına ve tarihsel süreç içerisinde nasıl geliştiğine ve gelinen son noktaya değinilmesi
gerekir. Diller arasında ortak, aynı ya da benzeri kelimeler bulunmaktadır. Karşılaştırmalı
dilbilim ile uğraşan insanlar ise dillerin birbiriyle benzer olup olmadığına, hangi kelimelerin
ortak ya da benzer olduğunu araştırırlar. Günlük hayatımızda bile karşımıza çıkan etki -
etkilenme meselesi tarih boyunca da birçok bilimin ortaya çıkmasına neden olmuş bir durumdur.
Dil üzerine çalışmalar yapan insanlar önce kendi dillerini keşfetmiş daha sonra da diğer dillerle
bir ilişki bulunup bulunmadığını incelemiştir. Bu sebepten dolayı araştırmacılar, diğer dillerden
etkilenmiş, benzer olacağını düşünmüş ve çalışmalara başlamışlardır.
İlk Karşılaştırmalı Dilbilim Çalışmaları Üzerine
İlk karşılaştırmalı dilbilim çalışmaları belirli bir kişi üzerinden değil de etki etkilenme
sonucu, birçok dilbilimcinin sayesinde ortaya çıkan bir alandır. Her bilim alanında olduğu gibi
kimileri temellerini atmış ve zamanla diğerleri onun fikirleri ve çalışmaları üzerine ekleyerek
devam etmiş ve karşılaştırmalı dilbilim oluşmuştur. Araştırmacılar birbirlerinden etkilenmiş,
beraber çalışmalar yaptıkları alanlar olmuş ve bu alanı günümüzde bile etkisini asla yitirmeyen,
çalışmaların hala devam ettiği bir konuma getirmişlerdir.
Franz Bopp karşılaştırmalı dilbiliminin temellerini atan Alman dilbilimcisidir. Zaten, Almanlar o
dönemde dil, üslup, dilbilim, edebiyat ve karşılaştırmalı dilbilim alanlarına en çok yönelen
toplumlardandır. Karşılaştırmalı dilbilimin temelleri da Almanya’da atılmıştır. Hocasından
etkilenmesiyle başlayan bu süreç onda büyük bir heyecan uyandırmıştır. Doğuya özgü dillere ilgi
göstermeye başlamış, hocasıyla beraber Friedrich Schlegel’in ‘Hindistanlı’nın Dili ve Bilgeliği
Üzerine’ isimli eserini incelemiştir. Bu eserle birlikte daha çok araştırmaya ve çalışmaya
başlamıştır. “Bir süre sonra çığır açan ‘Sanskritçe Fiil Çekim Sisteminin Yunan, Latin, İran ve
Alman Dilleriyle Karşılaştırması’ isimli eserini hocası Windischmann’ın önsözüyle birlikte 1816
yılında Frankfurt’ta yayımlamıştır.”1 Bu eseriyle birlikte Bopp, karşılaştırmalı Hint-Germen
dilbiliminin kurucusu olarak kabul edilmiştir.
Eserinde birden fazla dilin sistemine girerek onları incelemiş, karşılaştırmış, benzerliklerini ya da
farklılıklarını bulmuş, fiil çekiminin köklerinin hangi dilden geldiğini, nasıl oluştuğunu ve
birbirleriyle nasıl etkileşim sağladığını, genetik akrabalık olup olmadığını açıklayarak
karşılaştırmalı dilbilim dünyasına sağlam bir giriş yapmıştır. Humboldt ile yaşadıkları dönem
neredeyse birbirine çok yakındır. Bu yüzden Bopp ve Humboldt beraber bilgilerini pekiştirmişler
ve çalışmalar yapmışlardır. “Fiil çekim sistemini kapsamlı İngilizce makalelerin de çekimi ile
birleştirerek geliştirmiştir.”2 Çalışmalarıyla karşılaştırmalı dilbilimini geliştirmiş ve diğer
araştırmacılara da etki etmiş bir dilbilimcidir.
“Diller tamamlanmış bir yapıt -ergon- değil, bir etkinliktir -energeia-.” Sözüyle tanınmakta olan
Wilhelm von Humboldt, 1767 Almanya doğumlu filozof ve dilbilimcidir. Bu cümlesiyle bize
anlatmak istediği şey ise basittir. Dillerin bitmiş, ölmüş, hareketliliğini yitirmiş ve artık
geliştirilemez olduğunu düşünmemeli tam aksine dillerin hareketli, canlı ve insanoğlu var
oldukça dillerin de gelişeceğini, şekilleneceğini ve renkli hallere geleceğini belirtmek istemiştir.
Humboldt sadece kendi dilinin özelliklerini ve kendi toplumunun özelliklerini değil, aynı
zamanda dilin ulusla ya da kültürle arasında bir bağlantı olup olmadığına bakarak farklı bir bakış
açısıyla dilbiliminin karşısına çıkmıştır. Bir toplumun kültürünün o toplumun diline de etki
edeceğini, ulus bütünlüğünün yine o toplumun diline etki edeceğini düşünmektedir. Kültürel
unsurlar, ulus bütünlüğü dili etkilemektedir. Ulus bütünlüğü olmadığında araştırmalar dağınık bir
çerçevede yapılır, dil sürekli ödünç kelimeler alır, ortak dil kendi benliğini koruyamaz olur ve bir
dil bütünlüğü oluşmaz. Zaten bir toplumu da millet yapan unsurların başında dil de gelmektedir.
Böyle bir farklı pencereden bakmaya uğraşarak insanları etkilemesi onu, en önemli 19. Yüzyıl
dilbilimcilerinden biri olarak anılmasını sağlamıştır. Yazı dilinden ziyade kültürün dil ile olan
ilişkisine ağırlık vermiştir. Humboldt’un görüşü sosyal çevrenin, aktivitelerin, kültürün dili
şekillendirdiğini söylemektedir. Örneğin sosyal aktivitelerin içerisinde büyüyen bir insan yeni
alanlara yönelmeye başlar. Yöneldiği alanın terimlerini ve bilgilerini öğrenir ve böylelikle
kendisini geliştirir. Sosyal aktivitesi olmayan, kültürel unsurların içerisinde büyümeyen birisi ise
hem kelime haznesi bakımından hem de anadilini geliştiremeyeceğinden çevresini de etkiler. Bu
yüzden sosyal çevrenin de dil oluşumunda etkisi büyüktür.
August Schleicher, Alman dilbilimcisi ve karşılaştırmalı dil araştırmalarında “Stammbaum”
Teorisi’nin kurucusudur. Schleicher, dilleri yine kendi teorisi olan evrim teorisiyle bağdaştırmış
ve Hint Avrupa dil ailesinin soyağacını geliştirmeye yönelmiştir. Dillerin köken bakımından tek
bir dilden ortaya çıktığını evrim teorisiyle yani biyolojik türlerin evrimine benzer şekilde ortaya
çıktığını desteklemektedir. Franz Bopp ile birlikte çalışmış ve Hint- Avrupa Dil Ailesi’nin
öncüleridir. “Schleicher, Hint Avrupa dil ailesindeki dillerin ilişkilerini araştırmıştır.” (3)
Dilbilimini, doğa bilimlerinin alanı olarak görmüştür. Bu da demek oluyor ki Schleicher, dili
hayatın normal bir parçası olarak tanımlamıştır. Dilin değimini ise evrime dayandırarak nasıl ki
insan biyolojik yapıda değişiyorsa dilin de insanın evrimleşmesiyle geliştiğini düşünmektedir.
Temel eseri olarak kabul edilen eseri ise “Compendium” isimli eserdir. Schleicher, bu eserde
Hint-Avrupa dillerini karşılaştırmalı dilbilgisi bakımından ele almıştır. Tabiatçı ve felsefi alanlar
konusuna hakim olmasından kaynaklı bu alanlarla dil araştırmalarını destekleyerek belirli fikirler
ortaya koymuştur.
Dillerin kelime yapılarına doğanın ve felsefenin etkilerini de belirtmektedir. Böylece, tek heceli
dillerin köklerinde sadece anlamlı kelimelerin olduğunu, eklemeli dillerin ise köklerinin sonuna
getirilen eklerin anlamı sağlamlaştırdığını, kaynaşık yapılı dillerin ise köklerin ve eklerin
birbiriyle kaynaşarak sentez kelimeleri meydana getirdiğini söylemektedir. Schleicher’e göre
dillerin doğuşu süresinde dillerin yapısının aynı olduğunu savunur. Daha sonra dillerin tarih
öncesi dönemlerde yazıdan önce gelişim sağlarlarken, hepsi farklı hızlarda ilerleme
kaydettiğinden dolayı aralarında farklılıkların geldiğini söylemektedir. Bütün dillerin önce tek
heceli yapılardan geçtiğini daha sonra ayrımlaşarak dil özelliklerini meydana getirdiğini
söylemektedir. Gelişmeye devam eden dillerin kaynaşık yapıda olanlar olduğunu, duraklayan
dillerin eklemeli diller olduğunu, tek heceli dillerin de ilk baştaki haliyle takıldığını
söylemektedir.
Schleicher’in öncüsü olduğu Soyağacı teorisi, genç bilimciler tarafından reddedilmiş, yerine
Johannes Schmidt’in öncüsü olduğu Kaynaşım teorisini desteklemişlerdir. Schmidt, Kaynaşım
teorisi ise bu teoriye tamamen zıt bir biçimde ilerlemektedir. Hint-Avrupa dillerini tek tek
bölmenin basit bir şekilde olmayacağını kanıtlarla göstermiştir. “Dil gruplarının iletişim
içerisinde birbirlerinden etkilenmelerini karşıt görüş olarak sunmuştur.” (4) Yani Schmidt, dil
gruplarının oluşumunu etki etkilenmeye bağlamış, dillerin böylece meydana geldiğini ve
arasında benzerlikler farklılıklar olduğunu ve böyle ilişkilerin de tamamını bir soyağacına
dayandırmanın mantıksız olabileceği görüşündedir. Schleicher’in dilbilime katkısı büyük
birisidir. Her ne kadar eleştiriler ve karşı tepkiler alsa da dilbilimi tek bir alandan incelemek
yerine başka alanların da etkisi olacağını düşünerek onlarla birlikte harmanlamış ve ortaya bu
teoriyi sunmuştur.
Schmidt de dalga teorisi ve kaynaşım teorisiyle dilbilimini destekleyen dilbilimcilerden biri
olmuştur. Dalga teorisine göre ise bir dalga misali dillerin de birbirlerinden o şekilde
etkilendiklerini açıklamıştır. Dillerin birbirleriyle benzerlik kurduğunu daireler içerisinde
oluşturduğu şemanın arka planında açıkça belirtmiştir. Arka planda oluşan boşluk, lehçe
sürekliliğini temsil etmektedir. Diller arasındaki benzerlikle arka planda gösterilen boşluk
tarafından temsil edilmektedir. Bu çalışmasıyla birlikte rasyonel bir bakış açısı sunmuştur.
Amerikan Yapısalcılığı olarak adlandırılan yaklaşımın öncülerinden olan Leonard Bloomfield,
dilbilimini davranışsal açıdan ele almış ve bu gidişatıyla birçok araştırmaların temelini de
oluşturmuştur. Karşılaştırmalı dilbilimine katkılar sağlamış ünlü dilbilimcidir. Morfoloji ve
sözdizimi arasındaki farkları inceleyerek, Kızılderili Amerikan dillerine bu farkların
uygulanmasını sağladı. Alman dili uzmanlığının harici, Yunan ile Slav ve Hint dil grupları
üzerine de araştırmalar yapmıştır. Birçok dilin yapısını birbirleriyle karşılaştırma yapmıştır.
Amerika’nın yerli dilleri olan Cree, Menomini, Fox ve Ojibwa dillerini ele alarak çeşitli
incelemeler yapmıştır. Menomini dilinde yaptığı araştırma bugün de geçerliliğini korumakta olan
bir araştırmadır. Bu yaptığı çalışma ile amacı, Ural dillerinin fazla edebi kıymetini kaybetmeden
karşılaştırmaya alınmasını sağlamaktır. Bloomfield’a göre sesbilim, biçimbilim, sözdizim gibi
çalışmalar birbirinden ayrı değildir. Birisi tamamlanmadan diğerinin tamamlanamayacağını
savunmaktadır. Bu çalışmaları ile birlikte günümüze de ışık tutmuş, dilbilimin önde gelen
isimlerinden birisi olmuştur.
Dillere yönelik bir yetenek sahibi olduğu o dönemlerde anlaşılan Rasmus Christian Rask,
Danimarkalı dilbilimcidir. Günümüz dilbilimine çok büyük katkıları olmuş birisidir. 1811 yılında
“İzlandaca ve Diğer Antik Nors Dillerinin Gramerlerine Giriş” adlı bir kitap yayımladı. Bu kitabı
yazarken tarihsel yöntemi de kullanarak el yazmalarından faydalandı. Dillerin gramer yapılarını
inceledi ve arasındaki farkları belirledi. Doğu dilleri merakı ve ülkesine el yazmalarını
kazandırmak amacıyla Danimarka’yı terk etti. Anglo Saksonca Dilbilgisi adında İsveççe bir kitap
yayınladı. Dillerin kökenleri üzerinde durmayı hedefleyerek Antik İskandinavca ve İzlandacanın
kökenlerine yoğunlaştı. Bu kitabında diğer dillerin Latince ve Yunanca ile bir ilişkisi olup
olmadığını inceleyerek karşılaştırmalı dilbilimine de büyük katkılar sundu. Rask, 25 dil
bilmektedir. Bu da onun karşılaştırmalı dilbilim alanında ne kadar başarılı ve yetenekli
olduğunun göstergesidir. Çeşitli dillerde eserler ortaya çıkarmış, başka milletlere faydalı olmuş
ve kendisini de bu konuda geliştirmiştir.
Alman Dil ve Edebiyat Bilimi’nin kurucusu olarak kabul edilen Jacob Grimm Alman
dilbilimcidir. Alman edebiyatındaki gelişimler üzerine yoğunlaşmasıyla dikkat çekmeye
başlamaktadır. Daha sonra Eski Alman Edebiyatı’na yönelmiştir ve üzerine çalışmalar yapmıştır.
Eski Alman şiirleri ve dil üzerine de çalışmalar yaparak hem ailesine fayda sağlamış hem de
kendisini dilbilimde geliştirmekten geri kalmamıştır. Slav dillerine de merak göstermiş ve bu
diller üzerine çalışmalara başlamıştır. Kardeşi, Wilhelm Grimm ile Alman Sözlüğünü çıkarmış ve
kendi ülkesine katkıları sayılamaz hale gelmiştir. 1822 yılında ortaya çıkardığı Ünsüz Değişimi
olarak adlandırılan kuramı, Alman Dili için Fonetik Kanunu olarak şekillendirmiştir.
Karşılaştırmalı dilbilimine katkısı ise ülkesinin içinde bulunan dilleri inceleyerek başlamıştır.
Yabancı dillerin aksine kendi ülkesinin dillerini incelemeyi ve gramerini oluşturmayı tercih
etmiştir.
Rasmus Rask ile Jacob Grimm’in yaptığı çalışma Grimm yasası ya da Rask Kuralı olarak da
bilinmektedir. Bu yasa ya da kural, Germen dillerindeki belirli durdurma ünsüzleri ile Hint
Avrupa orijinalleri arasındaki ilişkiyi tanımlar; bu ünsüzler, telaffuz edilme şekillerini değiştiren
kaymalara maruz kaldı. Temel ilkesi Rask tarafından keşfedilmiş, daha sonra da Grimm
tarafından detaylı şekilde özetlenmiştir. İlk başlarda teori olan çalışma, bugün dilbilim alanında
köklü bir yasa olmuştur. Tarihsel fonolojinin de oluşumuna yol açmıştır. Latince p harfi ile
Germen f harfi arasındaki farklılık ilk olarak Friedrich von Schlegel tarafından incelendi. Daha
sonra Rasmus Rask bu çalışmayı tüm ünsüzlerle genişlettirmiştir. Bu yasaya göre p,t,k
titreşimsizleri İngilizcedeki f,th,h titreşimsizlerine ve Almancadaki f,d,h seslerine dönüşmüştür.
b-d-g < p-t-k İngilizce hali, p-t-k<f-ts-kh Almanca halidir. Yani buna göre İngilizcede iki
anlamına gelen two kelimesi, Almanca’da zwei (okunuş tsvai) haline gelmiştir. Alman dil
birliğinin oluşumu Jacob Grimm sayesindedir.
Grimm yasası olarak karşımıza çıkan dildeki değişmelerin neden kaynaklandığını araştıran ilk
insan Friedrich Schlegel olmuştur. Böylelikle de zaten karşılaştırmalı dilbiliminin kuramsal
temellerini atan dilbilimcilerden birisidir. Morfoloji alanında da öncü sayılmaktadır. Schlegel,
Sanskritçe’yi Latince, Yunanca, Farsça ve Almanca ile karşılaştırdı. Bu çalışmasının içeriğinde
kelime bilgisi ve gramer yapısındaki birçok benzerliğe değindi. P harfinin f harfine dönüşmesini
ise ilk inceleyen Schlegel’di.
Bu çalışmasıyla diğer dilbilimcilerini de etkileyerek günümüze de katkılarını hala sürdürmekte
olan bir çalışma düzenlemiştir. Morfoloji alanındaki yeteneklerini kullanmak istemiş ve birden
fazla dili karşılaştırmıştır. Dillerin yapısını, köklerini, eklemeli ya da tek heceli olduğunu, gramer
eklerini, birbirleriyle benzerliklerini araştırmıştır.
Alman gramerci ve filolog olan Johann Christoph Adelung filoloji araştırmalarına kendini
adamış birisidir. Mükemmel olarak adlandırılan gramer çalışmaları, Alman üslubu üzerine
yaptığı çeşitli çalışmaları sayesinde, yazımın düzeltilmesinde, lehçeler üzerinde Alman dilini
arıtmış ve ana dilinin standardını sabitlemesine büyük katkılarda bulunmuştur. Yazı dili ile
konuşma dilinin eşleşmesi gerektiğine büyük ölçüde inanıyordu. Yazı dilinde ne yazılıyorsa onu
konuşma diline düzgün bir üslupla aktarabilmek onun için en önemli şeylerden birisiydi.
“Konuştuğunuz gibi yazın ve yazdığınız gibi okuyun” diyerek konuşma dili ile yazı dilinin
farklılık olmaması gerektiğini, kelimeleri ya da harfleri yutmadan, tam anlamları verilerek
yazılması gerektiğini düşünmektedir.
Alman dilbilimci olan ve karşılaştırmalı dilbilim okuyan Hermann Osthoff, Osthoff yasasını
formüle etmesiyle tanınmaktadır. Osthoff yasasına göre bir m, n, l, r, y, w gibi uzun sesli
harflerin bir yankı tarafından takip edildiğinde başka bir ünsüze dönüştüğünü açıklayan bir
yasadır. Bu incelemeleri de Hint-Avrupa dillerinde yapmıştır. Hint-Avrupa dil ailelerinin
kelimelerin oluşumu ve morfolojisi üzerine geniş çapta araştırmalar yapmıştır. Genç Gramerciler
akımının başta gelen isimlerindendir. “Genç gramerciler, akraba diller arasındaki ses
denkliklerinin kurallı, bu kuralın da istisnasız olduğunu, istisnaların ancak ödünçlemelerle ortaya
çıkabileceği teorisini ortaya atmıştır. Ses değişmelerindeki denkliklerin kurallılığını göstermek
için farklı dillerin akraba kelimelerini karşılaştırma metodu, tarihi-karşılaştırmalı metot olarak
tanınır. Bu metot, dil ailelerinin keşfini sağlamıştır.” (5) Dillerin tarih bilimi açısından
incelenmeleri gerektiğini savunmuşlardır. Başka metotlardan da yararlanarak bu akımı
başlatmışlar, harflerin çıkardığı seslerin akraba diller arasında ortak olması gerektiğini
düşünmüşler ve bu konuda hiçbir istisna gösterilmemesi gerektiğini savunmuşlardır.
Karşılaştırmalı dilbilim profesörü olan ve genç gramerciler akımının önde gelen isimlerinden biri
olan Karl Brugmann, Brugmann yasası ile de bilinmektedir. Brugmann yasasında incelemeleri
ise Sanskrit dili üzerine olmuştur. Çoğul eklerin her kelimede uygulanmadığını, bazı durumlarda
ise durumun tamamen değişmesinin üzerinde durmuştur. Kelimelerin yapıları üzerine ve
eklerinin neden kelimeden kelimeye değiştiğini açıklayarak bu çalışmaları ortaya çıkarmıştır.
Modern dillerde önemli bir dilbilimsel faktör olarak analojinin gerekli olmasını vurgulamıştır.
Analoji ise ortak yönleri bulunan iki şey arasında benzeşme durumu olduğuna göre, Brugmann,
karşılaştırmalı dilbilim yeteneklerini çalışmalarına da yansıtmıştır. Türkçeye Hint Germen
Dillerinin Karşılaştırmalı Dilbilgisinin Ana Hatları olarak geçen eseri, fonoloji, morfoloji ve
kelime oluşumu üzerine katkılar yapmıştır. Brugmann’ın bu çalışması birdenbire ortaya çıkan bir
durum değildir. O, Franz Bopp’un çalışmalarından etkilenerek ve onun yöntemlerine
dayandırarak bu çalışmayı ortaya çıkarmıştır. Gramer üzerine yaptığı çalışmalar hala daha
kullanışlı olarak ele alınıp referans olarak gösterilmektedir.
August Leskien Baltık ve Slav dilleri üzerine yoğunlaşmış, karşılaştırmalı dilbilim alanında
çalışmalar yapmış bir Alman dilbilimcisidir.
Yeni gramerciler akımının önde gelen isimlerindendi. Bu grup, dilbilime bilimsel açıdan
yaklaşmaya çalıştı. Leskien’e göre dildeki fonetik kaymalar rastgele veya gelişigüzel bir şekilde
meydana gelmez, onun yerine doğrudan gözlemlenebilir koşulların ürünü olduğunu
belirtmektedir. Modern karşılaştırmalı dilbiliminin kilit kurucusu olarak görülmektedir. Leskien
Yasasını şekillendirdi. Bu yasaya göre ikili ve uzun ünlüler, ie ve uo, aşırı tonlamayla hecelere
kısaltılmıştır.
Atom teorisine göre dillerde istisna olmadığı, her dilin kesin kuralları olması gerektiği
savunmaktadırlar. Atom teorisiyle bağdaştırılması ise nasıl ki atom parçacıkları bir araya
geldiğinde bir bütünü temsil ediyorsa, dil de aynı şekilde almış oldukları ekler, değişimler
sayesinde bir bütün olduğunu teorisini ortaya çıkarıyorlar. Dillerin oluşumunu, yani harf, hece ve
kelimelerin oluşumunu atom çekirdekleriyle bağdaştırıyorlar. Bu teoriye göre dillerin insana
doğuştan verilmiş bir yetenek olduğunu söylüyorlar. Zaman zaman yapısalcılarla görüşleri
birleşiyor fakat yapısalcıların sprache dedikleri konuşma kısmıyla kesinlikle bağdaştırılamıyor.
Bunun sebebi ise teoriye inananların dillerin kesin kuralları olması gerektiğini savunurlar. Yani
buna göre konuşma dilinin de yazı dili gibi olması gerektiğini düşünmektedirler.
İsviçreli, 20. Yüzyılın dilbiliminin ‘babası’ olarak bilinen Ferdinand de Saussure yapısalcılık ve
göstergebilim alanında adını duyurmuştur. Hint Avrupa dillerinin karşılaştırılması alanında
profesörlük yapmıştır. Karşılaştırmalı dilbilimine de büyük katkıları olan ve dünyaca tanınan bir
dilbilimcidir. Kendisinden sonraki gelen dilbilimcilere etki etmiş ve günümüze kadar yaptığı
çalışmalarıyla dilbilim alanında büyük sesler uyandırmıştır. Hint Avrupa ses sisteminin yeniden
şekillendirilmesi boyunca kaybolan ses katsayılarının varlığını kuramsal olarak talep etmiştir.
Dillerin morfolojik yapısını inceleyerek yeteneklerini öne sundu. Hint-Avrupa Dillerindeki
Ünlülerin İlk Dizgesi Üstüne İncelemesi adlı eserini yayımladı. Cesaretiyle ve bilgeliliği ile
tarihsel dilbilimindeki en büyük ve en temel soruna el attı. Saussure, anlaşılması zor olan
konuların üstünde durmadığını, sadece o konuların kaybolup unutulup gittiğinde nedensiz ve
belirsiz kalacağını sorguluyordu. Bu durumda Saussure, felsefi düşünceyi de işin içine katmış, o
konuların neden kaybolduğunu, üzerine araştırma yapılmadığını ya da yapılmasına rağmen
neden hala daha belirsiz olduğunu sorgulamaktaydı.
Dili üç şekilde sınıflandırdı. “İnsanların konuşmasını ifade eden “Langage” kavramı, soyut
kurallar sistemini ifade eden “langue” kavramı ve konuşmayı ifade eden “parole” kavramıdır.”(6)
İnsanın konuşma yetisini biyolojik olarak var olan yetiye bağlamaktadır. İnsanların konuşma
yetisi olan dil sistemini işaretlere dayandırmaktadır. Mesela bilgisayar kelimesindeki bütün
harflerin hepsi onun kafamızda canlanışını ifade etmektedir. Bilgisayar kelimesi bir işarettir, biz
bu işaretlerle kafamızın içerisinde sessel resim meydana geldiğini anlarız. Tabi ki de burada
önemli bir soru da bilgisayarın önce ağzımızdan çıkıp daha sonra beyinde canlanması mı yoksa
önce beyinde canlanan görüntünün dile aktarımı olduğu mu söz konusudur. Dilin toplum için
olduğunu ve parole diyerek adlandırdığı konuşma dilinin ise bireysel olduğunu düşünmektedir.
Örneğin birisi çıkıp bu Türk Dili benim diyemez fakat konuşma dili bireyseldir. Yazı dili tekrar
edilebilir, ezberlenir ve üstüne çalışmalar yapılabilir fakat konuşma dili yani sözlü dil tekrar
edilemez.
Serbest bir konuda konuştuğumuz zaman ses tonumuz, vurgulamalarımız, konuşma tarzımız ve
kullandığımız üslup tekrar edilemez, kesinlikle aynı şekilde yansıtılamaz.
“Dilsel göstergenin zihinsel ve ses bilimsel yanı gösterilen ve gösteren olarak
sınıflandırmaktadır.”(7) Saussure, dilsel göstergelerin kelimenin anlamını işaret ettiğini
söylemektedir. Yani harflerden oluşan hecelerin, hecelerden oluşan kelimelerin hepsinin birer
gösterge olduğunu, zihnimizde bu harfler yan yana bir bütün olarak belirdiğinde bahsedilen
kelimenin görselinin kafamızda resmedildiğini söylemektedir. Ona göre işaretlerle oluşan
kelimeler de bir anlamı ortaya koymaktadır. Hangi anlamın hangi işaretle belirleneceği ise nesne
ile sözcük arasında girerek birbirine karşı iç bağlantılar oluşmasıyla belirlenmektedir. Yani, bir
kelime mesela masa, masa kelimesi ve fotoğrafı kafamızda net bir şekilde canlanmaktadır. Yani
masa, kendi özelliklerini taşımakta, dört ayaklı, üzerinde yemek yenilen bir masa olduğunu biz
bu harflerin yan yana gelmesiyle anlarız. Burada işaretler yani harfler serbest bir özellik
taşımaktadır. Saussure bu duruma arbitrar yani keyfilik ilkesi ismini vermiştir. Bu duruma göre
işaretlerin serbestliğinden ötürü, işaretlerin anlamlarının zamanla değişmesinin mümkün
olacağını, farklı dillerin farklı işaretleri aynı anlam için kullanmasının da mümkün olacağını
söylemektedir.
Noam Chomsky’e göre Dil Yeterliliği (Kompetenz)
Doğuştan gelen dil bilgisi kuramlarına göndermede bulunur. “Chomsky’e göre yeterlilik,
konuşmacıların kendi dillerinde sonsuz sayıda cümle üretip anlamalarını ve dilbilgisi cümlelerini
dilbilgisi olmayan cümlelerden ayırt etmelerini sağlayan ideal dil sistemidir.” (8) Chomsky, bu
kavramını ya da görüşünü üretken dilbilgisi kuramında daha net ifade etmektedir. Üretici
dilbilgisi kuramına göre, bir insan içsel bilgi dünyasını açıklığa kavuşturduğunda cümlelerin
ardışık olarak sıralanacağını ve böylelikle sonsuz kombinasyonlar meydana geleceğini
söylemektedir. Dildeki kelimeler sınırlı olabilir fakat kuracağımız cümleler sonsuzdur. Şöyle bir
durum vardır ki bu sonsuz sıralanan cümleler anlamlı cümleler oluşturmaz. Chloe Loves Jules
adlı cümleyi değişik biçimlerde göstermiş, fakat kelimeler yer değiştirdiğinde o dilin gramer
yapısına uyulmadığını, yani o cümlenin o dile ait olmadığını açıklığa kavuşturmuştur. Fakat yine
de böyle bir çalışmanın insan beyninde yapılması, insanın kendini buna zorlaması onu geliştirir
ve bu sefer anlamlı ve dilde yeterli bir kıvama gelir. İnsanın gelişmesinde zihnin sürekli
çalışması ve onu sürekli şaşırtmak ve zorlamak çok önemli bir süreçtir Chomsky de bunu
yapmıştır. Beyin sürekli zorlandığında ilk başta anlamsız cümleler kursa da daha sonra belki yine
sınırlı kelimelerle sınırsız kombinasyonlar yapılabilir ve bu kombinasyonların anlamlı olacağı
savunulabilirdi. Öte yandan bu cümleler sadece anlama indirgenmemelidir. Gramer açısından
mantıklı kelimeler yan yana sıralandığında yine anlamsız cümleler ortaya çıkabilmektedir. “Bu
cümleler anlama göre değil, dilsel yasalara göre üretilmiştir.”(9) Böylelikle Chomsky, bir insanın
cümle üretme kapasitesinin dil yetisiyle; anlam/düşünce üretme kapasiteninse zihinsel yetilerle
ilgili olduğunu düşünmektedir. Dillerin belirli yasaları, uyulması gereken kuralları vardır.
Chomsky, insanın ana dilinin zenginliğinin dilsel yeterliliği ortaya çıkaracağını düşünmektedir.