You are on page 1of 224

Dillerin Doğuşu

İnsanoğlunun çok eski zamanlardan günümüze kadar üzerinde çok araştırma


yaptığı, çok düşündüğü ve çözemediği sorulardan birisi de dilin kaynağı ve doğuşudur. Bu
konu ile ilgili olarak gerek filozoflar gerek dil bilimciler bir çok açıklamalarda ve tahminlerde
bulunmuşlardır. Dinler ve efsanelerde de dilin ortaya çıkışıyla ilgili bir çok inanca ve
hikayeye rastlanmaktadır. “Dil ne zaman ortaya çıkmıştır?”, “Dünyada en eski dil
hangisidir?”, “Acaba konuşan ilk insan ne zaman yaşamış; insan dilinin tarihi nereye kadar
götürülebilir?”, “Diller tek bir kaynaktan mı, yoksa farklı kaynaklardan mı türemiştir?”, “İlk
konuşmalar ne biçimde gerçekleşmiş, anlaşma nasıl bir dille sağlanmıştır?” gibi sorulara
felsefenin ve bilimin getirdiği açıklamalar, ileri sürülen fikirler tahminden ileriye gidememiş
ve teori olarak karşımıza çıkmıştır.
Bunun nedeni ise elimize geçen en eski yazılı metin M.Ö. 4000
yılına ait Sümerlere ait tabletlerdir. Bu yazılı metinler ancak insanlık
tarihinin yakın dönemini aydınlatabilmektedir. Aynı durum Türkçe içinde
geçerlidir. Türkçenin ilk yazılı metini VIII. yüzyılda elimize geçmiştir.
Halbuki son yıllarda yapılan araştırmalar insanlık tarihinin bir milyon yıl
kadar öncesine gittiği göstermektedir.
Prof. Dr. Muharrem Ergin dil ile ilgili en kapsamlı tanımı şöyle
yapmıştır: “ Dil insanlar arası anlaşmayı sağlayan tabii bir araç, kendi
kanunları içinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık, milleti birleştiren
koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir kurum, seslerden örülmüş
muhteşem bir yapı, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli
antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimai bir müessesedir”
Dilin doğuşu sorununun insanbilim ve ruhbilim araştırmalarının
sonuçlarından yararlanmakta olduğu, daha çok bu bilim dallarının
yardımıyla aydınlatılabileceğidir. Dilbilim uzmanlarının, karşılaşılan
güçlükler yüzünden, uzun yıllardan beri ilgilenmemeye başladıkları, bir
yana bıraktıkları dilin doğuşu sorunu, son yıllarda insanbilim ve ruh
bilim verilerinden yararlanılarak yeniden ele alınmaktadır. Bu arada,
çocuk dili üzerindeki araştırmalar da dilin doğuşunu aydınlatmaya
yarayacak ipuçları verilmektedir.
Dili meydana getiren sözcüklerdir. Dilin doğuşunu araştırırken ilk
olarak sözcüklerin nasıl oluşturulduğudur. Biliyoruz ki sözcükler insan
zihninde yarattığı bir şeyi aktarmak için kabullendiğimiz birer ses
kalıbından oluşur. “Sesli anlaşmalar döneminde bu kalıplar nasıl
oluşmuştur?” Dilin doğuşu konusunda birçok görüşler ve varsayımlar da
bulunmaktadır. Ancak bu görüşlerden hiçbiri tek başına dilin kaynağı
olamamış, dilin doğuşu ile ilgili soruları tam olarak açıklayamamıştır. Bu
görüşlerin birkaçı şunlardır:
a- Yansımaları Temel Alan Görüş

XIX. yüzyılın sonlarıyla XX. yüzyılın başlarında Alman dilcisi W. Oehl’ün aralarında
bulunduğu kimi bilginler dilin doğuşunu ses taklitlerine dayandırmışlardır. Bütün diller
incelendiğinde, doğadaki sesleri taklit ettikleri görülmektedir. İnsan çevresindeki doğa
olaylarını, hayvanların ve ses çıkaran bütün eşyanın seslerini taklit etmek suretiyle dili
oluşturmuştur. Türkçemizdeki, miyavlamak, hırlamak, melemek, kükremek sözcükleri
hayvan seslerini taklit ederek oluşturulmuştur. İnsan seslerini taklit ederek oluşan
eylemlere de rastlıyoruz. Üflemek, horlamak, inlemek gibi. Bunun dışında yine belli bir
sesin betimlenmesinden de sözcükler ortaya çıkmıştır. Takırtı, gümbürdemek, şırıldamak,
çatırdamak.
b- Ünlemleri Temel Alan Görüş

Bazı dilbilimcilerde dilin doğuşunu ünlemlere dayandırmış; insanların


çeşitli durumlar karşısında, ruh ve bedenle ilgili duygularının etkisiyle
çıkardıkları ünlemlerin sonra sözcüklere dönüştüğünü, çeşitli kavramları
karşıladığını öne sürmüşlerdir. Ah, of, uf, ıh gibi ünlemlerden oluşan
inlemek, oflamak eylemeleri bu görüşü destekleyen örnekledir. Ancak
bu öğelerin sayısının çok az olması, dilin doğuşunu bu görüşe
bağlamanın yerinde olmadığını göstermektedir.
c- İş Kuramı

XIX. yüzyılın sonlarında L. Noiré gibi kimi bilginler, dilin doğuşunda ortak
çalışma, birlikte iş yapmanın etkili olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Bu kurama
göre, dildeki ilk sözcükler, insanların bir arada, toplu halde iş yaparken, anlaşma
amacıyla çıkardıkları seslerden oluşmuştur. İnsanların toplu halde iş yaparken;
yapılan işi kolaylaştırmak üzere birtakım ritmik sesler çıkardıkları gerçektir. İlkel
kavimlerde iş yapılırken ritmik seslerin çıkarıldığı, şarkılar söylendiği de görülen bir
olaydır. Örneğin birlikte bir şey kaldırırken hop sesini kullanmaları ya da kazmak gibi
sözcükler bu kuramı desteklemektedir. Ancak iş yapılırken iş yapılırken çıkan sesler
gibi, bu seslerinde dilin kaynağı olacağı görüşünü benimsemek kolay değildir.
ç- Jest ve Mimikleri Temel Alan Görüş

Alman bilgini Wilhelm Wundt, Völkerpsyhologie isimli eserinin ilk cildini dil
konusuna ayırmış ve dilin doğuşu sorununun bazı noktalarını aydınlatılmasını sağlayan
yargılara varmıştır. Wundt, ruhbilimin verilerinden yararlanmış, jest ve mimikleri temel alan
görüşü ortaya atmıştır. Bu görüşe göre insanlar bazı duygularını anlatabilmek için çeşitli
beden hareketlerini yapmaktadırlar. Bu hareketlerin ağızda konuşma organlarına yansıması
ile sözcükler meydana gelmiştir. Ağızdan çıkan ilk sesler önce içgüdüselken daha sonra,
zaman içinde bilinçli olarak kullanılan bir anlatım aracı olmuşlardır. Wundt’un görüşüne
katılan bir başka bilginde J. Vendryes’dir. Vendryes’e göre insan, başlangıçta doğal refleksler
biçiminde bazı sesler çıkarmışlar; bunları, belirtme değerini fark ederek sonradan bilinçli
olarak kullanmışlardır. Örneğin; kızgınlık belirtisi olan hom hom yapmasından homurdamak,
bir şeyi üflerken püf püf yapmasından üflemek sözcüklerinin çıkması gibi.
d- Müziği Temel Alan Görüş

Dilin doğuşu konusunda ortaya atılan bir başka varsayımda; dille müziğin
aynı kaynaktan çıktığıdır. Bu görüşü ileri sürenlere göre sözcükler, insanların
söyledikleri şarkılardan oluşmuştur. İlkel insanların birlikte iş yaparken, ritmik
birtakım sesler çıkararak çalışmaları ve iş yaparken söylenen şarkılar biçimine
dönüşmüştür. İşte sözcükler, bu şarkılardan türemiştir. Sözcüklerin sesleriyle
anlamları arasında ilişki bulunduğu görüşünü benimsemişlerdir.

Dilin doğuşu konusunda başka görüşler ve varsayımlar da bulunmaktadır. Ancak bu


görüşlerden hiçbiri tek başına dilin kaynağı olamamış, dilin doğuşu ile ilgili soruları
tam olarak açıklayamamıştır.
e. Ay-Dil Kuramı

Bu kuram Ay’ın birtakım mistik özelliklerinden yola çıkarak ortaya


atılmıştır. 1922 yılında Alman dilcisi Ernst Böklen “İnsanların Ay’ın
değişik biçimlerini ‘ağız’a benzetmişler ve Ay’ın konuştuğunu sanarak
kendileri de dilleri kullanarak ağızlarına biçimler vererek Ay’ı
yansılamışlardır.” diyerek dilin doğuşunda Ay’ın büyük bir rol oynadığını
söylemiştir.
f. Güneş Dil Kuramı

Monojenist bir görüş diyebileceğimiz bu kuram 1935–1936 yıllarında


Türk dilcilerle Viyanalı dil bilgini Dr. Herman Kvergiç ve Fransız Sümerolog
Hilaire de Barenton tarafından ortaya atılmıştır. Bu görüşe göre bütün dillerin
ve ulusların kökünün Sümer dini ve Sümerler olması gibi, bütün dillerin
kaynağı da Sümercedir aynı zamanda Güneş’in bütün varlıklara hayat
vericiliği yanında dili de yaratabileceğini ileri sürmüşlerdir. İnsanların taptığı
güneş, konuşma dilinin ilk fonemini oluşturduğundan kurama bu ad
verilmiştir. Bu kuram Atatürk’ün dil çalışmalarında da yer aldığı için,
Türkçenin Sümerce ile ilgisini açıklamayı hedefleyen çalışmalar yapılmıştır.
Dil Türleri

Dil adını verdiğimiz toplumsal olgu, özeliklerine ve kullanımlarına


göre değişik adlar alırlar. Kültür dili, bilim dili, ölü dil, doğal dil, yapay dil,
ana dil, standart(ölçünlü) dil, yaşayan dil, konuşma dili, resmi dil gibi.
Biz ise dil türlerini yedi başlık altında toplayacağız.
a- Ana Dili:
Başlangıçta aileden, yakın aile çevresinden, daha sonra da ilişkide bulunulan
çevrelerden öğrenilen, bireyin bilinçaltına inen ve insanların toplumla en güçlü bağlarını
oluşturan dildir. Adından da anlaşılacağı gibi, çocuk herkesten önce annesinin konuştuğu dilin
özelliklerini kazanır. Özellikle bizim toplumumuzda çocuğun anneyle ilişkisi başka toplumlara
göre daha uzun sürmekte ve yaşam koşullarının anne ve yakın aile çevresiyle olan bağlılığı ve
yakınlığı daha da arttırmaktadır. İnsan ister birden çok dilin konuşulduğu bir çevrede ya da
ülkede yaşasın, ister anne ve babası farklı uluslardan gelmiş olsun, bu dillerden ancak biri ana
dilidir. İnsan hangi dilde düşünür hangi dilde dünyayı algılıyorsa kişinin ana dili odur. Yani
çevreye ana dilimizin penceresinden bakar dünyayı ana dilimizin mantığıyla anlar ve anlatırız.
Böylece ana dilimiz bize; evrene ayrı bir bakış, farklı bir anlatış biçimi verir. Toplumla birey
arasındaki en güçlü bağı oluşturan dil, ana dildir.
b-Madde Dili:
İnsanların duygu ve düşüncelerini, konuşma yetenekleri dışında ifade
etmelerini sağlayan çiçek, renk, jesti mimik, oyalar, işlemeler, flamalar,
dumanla haberleşme, davul sesleri madde dilini oluşturur.
İnsan, duygu ve düşüncelerini konuşma yolu dışında el kol hareketleri
mimikleriyle ifade edebilir. Sevgiliye verilen bir kırmızı gülün “seni
seviyorum”, pembe gülün “gönlüm sende”, anlamına gelmesi; siyah giysilerin
matemi ifade etmesi basit iletişim araçlarıdır. Denizcilerin kullanmış oldukları
flamalar, mezar taşlarındaki şekiller de madde dilini oluşturur. Bütün bunlar,
insanlar arasında anlaşmayı sağlayan birer araçtırlar. Fakat hiçbir zaman
yeterli anlaşmayı sağlayamazlar.
c-Konuşma Dili:
İnsanları; diğer canlılardan ayıran en belirgin özelliği, düşünmesi
ve düşündüklerini konuşma yeteneği ile aktarmalarıdır. Konuşma dili
evde, sokakta günlük hayatta kullanılan dildir. Konuşma dili, yazı
dilinden farklı olarak, çeşitli söyleyiş özellikleri taşıyan ve günlük
hayatta pratik amaçlı kullanılan dildir. Dil yazıdan ayrı düşünülebilir;
ama konuşmadan ayrı olarak düşünülemez. İnsanlar, daha yazıyı
bilmeden önce yüzyıllar boyunca konuşarak anlaşabilmişlerdir. Bu
yüzden dilin yapısının kavranması, konuşmanın şartlarının bilinmesine
bağlıdır
Konuşma dili sosyal çevrelere, coğrafi bölgelere bağlı olarak farklı
şekiller gösterebilir. Bu farklar, kelimelerin söylenişiyle bazı ses ve şekil
ayrılıkları etrafında toplanır. Dilin kullanım alanı içerisinde, bir ülke
içinde bazı bölge ve şehirler ya da bir kavmin farklı kabileleri arasında
ayrı konuşma dillerine sahip olabilirler. Bu durumda dilin lehçeleri,
şiveleri, ağızları karşımıza çıkar.
Lehçe: Bir dilin, bilinen ve takip edilen tarihinden önce, karanlık
bir devrinde kendisinden ayrılmış olup, çok büyük ses(fonetik), ve
şekil(morfolojik) ayrılıklar gösteren kollarına denir. Ayrılmanın nedeni
ekonomik ve politik etkenlerdir; coğrafi ve kültürel nedenler de
lehçenin şekillenmesinde rol oynamıştır. Lehçede görülen ayrılıkların
neler olduğu konusunda dil bilimcilerin arasında tam bir birlik yoktur.
Ancak bu ayrılıkların, sözcükler arasında ses ve şekil bakımından büyük
olduğu kesindir. Lehçe, bir bakıma bir dilin yayılma alanının değişik
bölgelerde ve ülkelerde kazandığı özel şeklidir.
Çuvaşça, Yakutça, Hallaçça Türkçenin karanlık devirlerinde
Türkçeden ayrılmıştır. Bugün bu üç lehçe ayrı bir dil gibi karşımıza
çıkmaktadır. Dil bilimcilerin tasnifinde bu üç dili Türkçenin lehçeleri
olarak görmekteyiz. Çuvaşlar, Volga Nehrinin iki büyük kolunun birleştiği
bölgede otururlar. Çuvaşların nüfusu bir milyona yakındır. Dinleri ise
Ortodoks Hristiyan'dırlar. Yakutlar ise Sibirya’nın kuzey bölgesinde
otururlar. Nüfusları beş yüz bin civarındadır; Şamanist ve Ortodoks
Hristiyan'dırlar. Hallaçlar İran’da yaşayan Müslüman bir topluluktur.
Şive: Bir dilin bilinen tarihi seyri içinde ayrılmış olup bazı ses ve şekil
ayrılıkları gösteren kollarına denir. Şive, bir kavmin ayrı kabilelerinin
birbirinden farklı konuşmalarıdır. Şivedeki ayrılıklar lehçede olduğu gibi
fazla değildir. Ses, şekil ve sözcük ayrılıkları lehçeye göre daha küçüktür.

Türkçenin şiveleri hakkında kesin sayı verilememektedir. Bu


durum, dil bilimcilerin lehçe ve şivenin nasıl sınırlandırılması gerektiği
konusundaki farklı görüşlerden kaynaklanmaktadır.
Türk şive ve lehçelerinin sınıflandırılması coğrafi bölgelere, boylara, ses
özelliklerine göre yapılmıştır. En çok benimsenen sınıflandırma da yazı diline
göre yapılanıdır. Bugüne kadar yirmi iki Türk şivesi yazıya geçirilmiş; bunlarla
ilgili araştırmalar yapılabilmiştir. Bunlar aşağıdaki şekilde
gruplandırılmaktadır:
A- Güney – Batı (Oğuz) Grubu
B- Kuzey – Batı (Kıpçak) Grubu
C- Güney – Doğu (Karluk) Grubu
Azeri Türkçesi, Özbek Türkçesi, Uygur Türkçesi, Tatar Türkçesi, Türkmen
Türkçesi, Kazak Türkçesi, Gagavuz Türkçesi, Türkçenin şivelerinden bir kaçıdır.
Ağız: Bir şive içinde mevcut olan ve söyleyiş farklılıklarına dayanan küçük
kollara; bir memleketin çeşitli bölge ve şehirlerinin sözcükleri söyleyiş
bakımından birbirinden ayrılan konuşmalara denir.
Uygur Türkçesinin Lob-Nor, Hoten ağızları; Azeri Türkçesinin Baku, Gence,
Şamahı, Tebriz ağızları; Türkiye Türkçesinin Antalya, Kars, Kayseri, Trabzon,
Manisa ağızları gibi
Baba sözcüğünün Batı Anadolu ağızlarında buba, bube, babo; ağaç
sözcüğünün ağeç, ayeç; geliyorum sözcüğünün ise geliom, geliyem,
geliyorun, celim şekillerinde söylenişi yine ağızlar arasındaki ayrılıklardan
ileri gelir ve bu ayrılıklar yazıya geçmez, sadece konuşma dilinde kalır.
ç-Yazı Dili=Edebî Dil=Ortak Dil:

Bir lehçe veya şive üzerine kurulan, ortak konuşma dilinin,


yazışmalarda kullanılarak, okul kitaplarının, bilim ve sanat eserlerinin
bununla yazılması sonucu ortaya çıkan dile yazı dili ya da edebî dil
denir. Yazı diline ortak dil de diyebiliriz. Çünkü bir ülkede konuşulan
lehçe ya da ağızlar içinde yaygınlaşan ve egemen olana verilen addır.
Bir ülkenin yönetim, siyaset ve kültür bakımından önde gelen şehri, diğer bölgeler
üzerinde etkili olmaya başlar. Bu bölgede yayımlanan eserler ve resmi yazışmalar, kendi ağız
özelikleriyle kaleme alınmıştır. Bundan dolayı baskın duruma gelen bu şehrin ya da bölgenin
ağzı yazı dil olarak kullanılır. Eski Yunanda Atikte, Arkadya, Dor gibi değişik lehçeler içinde
Atikte lehçesi, bu yarımadanın kültür ve siyaset bakımından merkez oluşu, bütün ülkeye
yayılan ortak dili oluşturmuştur. Buna verilen Konie adı da dilbilimde ortak dil anlamında
kullanılır. Latince, Roma’nın da içinde bulunduğu Latium eyaletinin lehçesinin ortak dile
dönüşmesi sonucunda meydana gelmiştir.

Bizde, İstanbul ağzının durumu da böyle oluşmuştur. Yüzyıllar boyu, İmparatorluğun


başkenti olan İstanbul aynı zamanda kültür etkinliklerinin de merkezi olmuş; İstanbul’da
toplanan bilim ve sanat adamları İstanbul ağzıyla yazmaya ve konuşmaya önem
vermişlerdir.
Dil bilimciler dilden bahsederken dilin iki yönünün bulunduğunu, bu iki
yönünün konuşma dili ve yazı dili olduğundan bahsederler. Bu iki yönün
arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları ortaya koyarak karşılaştırmışlar;
konuşma dilinin temel olup yazı dilinden daha eski olduğunu belirtmişlerdir.
Dil yazıdan ayrı olarak düşünülebilir; ama konuşmadan ayrı düşünülemez.
Yazı dili ise konuşma dilinin yazıya geçirilmesinden ortaya çıkmıştır. Yazı dili
ses, şekil ve cümle bakımından konuşma dilinin işlenmiş ve geliştirilmiş
biçimidir. Üzerinde rahatça düşünmek ve işlemek mümkün olduğundan yazı
dili kuşaklar boyunca daima geliştirilir ve zenginleştirilir.
Yazı dili ile konuşma dili arasında bazı farklar vardır. Bu farklardan
biri dilin yasalarına uyulup uyulmamasıdır. Çünkü hiçbir yazı dili,
konuşulan dilin bütün özelliklerini tam olarak yansıtamaz. İnsan
karşısındaki kişiyle konuşurken seslidir; sözcükleri gelişigüzel
sıralayabilir; düşüncelerini, duygularını karşısındakine aktarırken el kol
işaretlerinden, jest ve mimiklerden yararlanabilir. Yanlış kullandığı bir
sözcüğü düzeltebilir. Örneğin konuştuğumuz dilde hecelerin belli bir
tonu ve söyleyiş şiddeti vardır. Bunları yazıda gösterebilme imkanı
yoktur.
Konuşma dili, yazı diline göre daha hızlı değişme ve gelişme içindedir.
Konuşma dilindeki değişme ve gelişmeler hemen yazı diline yansımaz. Bu
değişmede kısa anlatım, çeşitli vurgulama istekleri gibi ruhsal nedenlerin
yanında söyleyişten gelen etkenlerinde payı vardır.

Yazı dilinin, konuşma diline göre toparlayıcı bir özellik taşır. Çünkü
konuşma dili birçok lehçe, şive ve ağızlara ayrılır. Yazı dili; konuşma diline
bağlı olarak gelişmekle birlikte, tamamen konuşma diline bağlı kalmaz. Bağlı
olduğu konuşma dilinin dışındaki farklı şive ve ağızlardan gelme sözcükleri ve
şekilleri bünyesine alıp, başka kaynaklardan yararlanarak ülkenin ortak dili
haline gelir.
Yazı dilinin tarihini incelemek kolaydır; çünkü yazıya geçmiştir.
Elimizde belgeler bulunur. Bu belgelerden dildeki gelişme ve değişmeler
izlenebilir. Konuşma dilinde bu olanak söz konusu değildir. Konuşma
dilinin tarihi gelişimini; ancak, özel yazılmış kitaplardan izleyebiliriz ki,
geçmiş devirlerde bu yolda yazılmış kitap sayısı azdır.
d-Özel Dil:

Bir toplumda, kişilerin içinde bulunduğu sınıfa, yaşa, özellikle


mesleğe göre belirlenen dillerdir. Toplum içinde söyleyiş nitelikleri
üzerinde durulmasa da söz varlığı açısından birbirine yaklaşan, aynı
şeylere ilgi duyan, belli kesimlerde değer verilenlerden ayrı kavramlara
önem veren, kimi şeyleri kendine özgü biçimde dile getiren gruplar
vardır. Bu grupların başında, meslek birliğinden oluşanları saymak
gerekir. Doktor dili, denizci dili, terzi dili bunlara örnek olarak verilebilir.
Doktorların, çoğu yabancı ögelerden kurulu bir ortak dilleri vardır
ki, bunlar doktorlukta kullanılan terimlerden ve kendi alanlarıyla ilgili
sonradan oluşturulan sözcüklerden oluşur.

Alabanda, siya, baştan kara gibi sözcükleri denizciler; deniz,


rüzgâr ve gemiye ait kavramları denizcilerin dili olarak kullanırlar. Bu
kullanım biçimleri doğal olarak günlük yaşamlarında kullandıkları
konuşma diline de yansır. Terzilerin kullandığı, reglan, evaze, envelop,
kup gibi herkesin anlayamayacağı çoğu yabancı kökenli pek çok sözcük
vardır.
e-Argo:
Fransızca “argot” sözcüğünden dilimize geçmiş olan argo; her ülkede
her dilde görülen belli bir sosyal sınıf veya grubun kullandığı, farklı bir
biçimde anlaşmayı sağlayan özel dile denir.

Argo sınıf dili, meslek dili, avcı dili, asker dili, öğrenci dili, gemici dili,
tüccar dili, marangoz dili, matbaacı dili, hukuk dili gibi belli bir grup
tarafından bütün diller içinde bulunan ve kullanılan özel dil sınıfındandır.
Özellikle Fransa, İtalya, İngiltere, Almanya gibi ülkelerde bu konuyla ilgili
çeşitli araştırmalar yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir.
Genelde toplumun aşağı tabakasında kullanılan argo, hemen her
ülkede, okumuş, yetişmiş kişiler arasında da tutunabilmekte, ayrıca
bunlar arasında argonun değişik türleri de ortaya çıkmaktadır. Bundan
dolayı argo ulus sınırı tanımaz.

Argo gelişmiş, oldukça sanatlı ve çoğu kez nükteli bir dildir.


Argonun söz varlığı, ortak dilin sözcüklerine özel anlamlar vermek, kimi
sözcüklerde bilinçli değişiklikler yapmak, eskimiş öğelerden aynı dilin
lehçelerinden ve yabancı kökenli öğelerden yararlanmak yoluyla
meydana getirilir.
Argo, özel bir dil olmasına rağmen, argoya ait isimler, fiiller,
sıfatlar, deyimler gibi kelimelerin yazı diline geçtiği de görülmektedir.
Özellikle eylem çekimlerindeki küçük ayrımlar ve ufak değişiklikler
dışında, argonun dilbilgisi yönünden ana dilden ayrıldığı söylenemez.
Ancak bu özel dilin en önemli özelliği, sürekli değişmesidir. Bundan on
yıl önceki argoda geçen ögeler bugün unutulmuştur. Bugünkülerin
yerini de, zamanla yenileri alacaktır. Argo toplum içindeki modalardan,
ilişki kurulan yabancı dillerden, önem kazanan çeşitli kavramlardan
sürekli yararlanmakta ve değişmektedir.
Konuşanlar dışındaki kişilerce anlaşılmaması için sözcüklerin
bozulmuş biçimlerinden oluşturulan ve yine bir zümreye özgü olan özel
dil türü de jargon’dur. Ahmet Caferoğlu’nun Erkilet çerçileri (gezici
manifaturacıları) arasında konuşulan dili inceleyen yazısında dilce adını
verdiği dil, jargona yaklaşmaktadır. Bu gezici esnafın, kendi aralarında
alıcıların anlayamayacağı biçimde konuşma isteklerinden doğan bu dil;
ortak dilin öğelerinin değiştirilmesi ve yabancı dillerden alınan öğelerin
katılmasıyla oluşturulmuştur.
Fiziksel bir işlemi anlatan “kaynatmak” sözcüğü argoda : “1- Tatlı
tatlı sohbet etmek, muhabbet etmek, konuşmak; 2- İz bırakmadan yok
etmek; 3- Borcunu ödememek.” anlamlarında kullanılır. “Bitirmiş”
sözcüğü: “1- Tecrübeli, 2- Açıkgöz.” anlamındadır. Öğrenci argosunda
“çakmak”, “Sınıfta kalmak.”; “ineklemek”, “Çok çalışmak”; şoför
argosunda “gazlamak”, “Acele uzaklaşmak, çekip gitmek.” yaygınlaşmış
örneklerdir.
f-Yapma Diller:
Yeryüzündeki insanların farklı dilleri konuşmaları, insanlar arasında
kurulan çeşitli ilişkilerde önemli sorunlar ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple,
yeryüzündeki insanların tamamının konuşup, kullanabileceği bir yapma dili
oluşturmak için denemeye girişilmiştir.
Toplumu toplum yapan, bireyin toplumla bağlarını oluşturan ve
bilinçaltına inen, kültürün en önemli öğesi olan ana dilin yerini yapma bir
dilin alması ve benimsenmesi olanaksızdır. Dil bilginleri de yapma dillerin
tutunup, gelişme şanslarının olmadığı kanısında birleşmektedirler. Yapma
dillerin, ancak birer ikinci dil, uluslararası ilişkilerde anlaşma ve çalışmalarda
yardımcı dil, olarak yararlanılması gerektiği görüşünü savunurlar.
Polonyalı doktor L.L. Zamenhof (1878-1887) tarafından on altı kurala dayandırılan
Esperanto bu yapma dillerin en çok bilineni ve yaygın olanıdır. Zamenhof farklı
uluslardan çocukların okuduğu bir okula gitmesi ve çok küçük yaşlarda anlaşma
güçlüğü çekmiş olması, onu bu yola itmiştir. Esperanto sözcüğünün bu dildeki
anlamı “ümit eden”dir
Yapma dillerin diğer örnekleri arasında J. M. Schleyer’in 1879 yılında yaptığı
Volapük’ü; Fransız dilcisi L. De Beaufront’un, arkadaşlarıyla hazırladığı Ido’yu,
Universal ve Occidental adlı dilleri de gösterebiliriz.
Bizde de Mehmet Muhittin’in tarafından 1580’de bütün insanların, hiç
olmazsa bütün Ortadoğu uluslarının anlaşmalarını sağlamak üzere bir yapma dil
meydana getirmiş ve bu dile Bâlîbilen adı verilmiştir.
1-Dil Nedir?
Dil en basit tarifiyle bir iletişim aracıdır. İnsanlar arasındaki

ilişkilerde kullanılan jestler, mimikler, el, kol, yüz ve vücut hareketleri de

toplumdan topluma az değişen anlatım ayrılıklarına rağmen, yine basit

iletişim araçlarıdır. Bunların yanında renkler, çiçekler, çeşitli işaretler

sembolik anlamlar taşır ve toplumdan topluma farklılık gösterir.


Genel anlamda iletişim “bir bilginin, bir düşüncenin, bir duygunun ilkel ya da
gelişmiş araçlar yardımıyla bir yerden bir başka yere, bir zihinden başka bir zihne
aktarılması” olayıdır. Ancak, insanlar arasındaki anlaşmayı sağlayan en gelişmiş
iletişim aracı dildir.

Dil kavramı; felsefe, psikoloji, insan bilimi(antropoloji) gibi farklı bilimsel


disiplinlere göre ele alınıp sınırlandırılabilir. Konumuz ise şekillenerek anlam
yüklenmiş seslere dayanan dildir. Gerçekten dil ağzımızdan çıkan üç beş sesten
ibaret de değildir. Bu açıdan bakıldığında kelime ve şekilden kurulmuş olan dil,
ayrıntılara inildikçe; insan, toplum, ulus ve kültür açısından çok yönlü ve derin
anlamlar ve sistem olarak karşımıza çıkar.
Prof. Dr. Muharrem Ergin dil ile ilgili en kapsamlı tanımı şöyle
yapmıştır: “ Dil insanlar arası anlaşmayı sağlayan tabii bir araç, kendi
kanunları içinde yaşayan ve gelişen canlı bir varlık, milleti birleştiren
koruyan ve onun ortak malı olan sosyal bir kurum, seslerden örülmüş
muhteşem bir yapı, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış gizli
antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimai bir müessesedir”
1.2 Dilin Özellikleri:

a- Dil, duygu düşünce ve zekânın göstergesidir.

İnsanı, diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği düşünmesi ve


düşündüklerini aktarmasıdır. Duygu, düşünce, zekâ insanı insan yapan
öğelerdir. İnsanın iç dünyasıyla, dış dünyası arasındaki bağı kuran unsur
dildir. Düşünen, duygulanan ve hayal kuran insan bunları söz ile dışa
vurur. İnsanın kendisini dışa aktarmasında en iyi anlatım aracı dildir.
İnsan dil yeteneğiyle donatılmış olarak doğar; bu yeteneğini zaman
içinde öğrenir ve geliştirir. Yeni doğmuş bir çocuğun taklitle başlayan
sözcükleri öğrenme döneminden, kavramlar kafasında yer ettikçe dil bilinçli
bir öğrenmeye dönüşür.

Eğer insan bu yeteneğiyle donatılmış olarak var olmasaydı öteki


insanlarla bir arada olma yani toplum oluşturma; bilimde, sanatta, teknikte
oluşan gelişmelerin ve bunları kuşaklara aktarmaları da mümkün olmazdı.
Yani insanın dünyadaki değerini ve yerini belirleyen unsur dildir.
“İnsan konuştuğu için mi düşünür, düşündüğü için mi konuşur?”, “Dil
mi öncedir, yoksa düşünce mi?” gibi sorular yüzyıllardır tartışılmış ve konuya
bilimsel bir çözüm getirilememiştir. Eflatun(M.Ö 427-347), Leıbnız(1646-
1717), Wılhem Von Humbolt(1767-1835) gibi düşünürlerin görüşlerini bilmek
gerekir.

Eflatun; “Düşünme sessiz bir konuşmadır.” derken dile öncelik tanır.


Ancak sağır ve dilsizler arasında yapılan araştırmalardan anlaşılmıştır ki;
insanda zihin işlemlerinin kurulmasında zihin etkinliğinin de rolünün önemli
olduğu kabul edilmektedir.
Dilin diğer görevi de duyguları ifade etmesi; yani ruhsal işlevidir.
İnsan, üzüntüyü, acıyı, mutluluğu dil aracılığıyla başkalarıyla paylaşır;
dolayısıyla dil düşüncenin ürünü olduğu kadar duygunun da ürünüdür.

Buradan çıkaracağımız sonuç insan duygularını düşüncelerini ve


zekâsını dil sayesinde ortaya koyar ve dil sayesinde aktarır.
Dil ile düşünce arasında sıkı bir bağ vardır. Bu iki kavram birbirinden
ayrılmaz parçalardır. Dil düşüncenin kabıdır, kalıbıdır. Dil, düşünceyi
somutlaştırır. Somutlaşmayan düşünce, düşünce değildir. Düşüncenin,
düşünce değerini taşıyabilmesi için söz haline gelmesi gerekir. Biz ancak
düşüncelerimizi dil kalıplarına yani sözcüklere ve cümlelere dökerek
başkalarına aktarabiliriz. Dilde karşılığı olmayan bir şeyin insan düşüncesinde
de karşılığı yoktur. Dille karşılığı olmayan bir varlığın veya durumun insan
düşüncesinde de olmaması çok doğaldır. “Dil düşüncenin evidir.” ifadesi bize
düşüncenin varlığını sürdürmesinin; ancak dil ile mümkün olduğunu gösterir.
b- Dil canlı bir varlıktır.
Dilin canlı bir varlığa benzediği görüşü, 19. yüzyıl Alman dilbilimcilerden
August Schıleıcher (1821-1868) tarafından ortaya atılmıştır. Ancak, bu benzetmenin
yetersiz olduğu dili biyolojik canlılara benzemediği, yine 19. yüzyıl Alman
dilcilerden Johannes Schımıdt (1843-1901) tarafından iddia edilmiştir. Bu dil, bilimci
söz konusu iddianın benzetmeden öteye gitmediğini öne sürmüştür. Dilin daima
insana bağlı olması, toplumun içerisinde yaşaması, varlığını insanla beraber
sürdürmesi, bağımsız bir organizmaya sahip olmaması, biyolojik değil de sosyal ve
ruhsal duruma göre şekillenmesi Schımıdt’ın görüşünü desteklemektedir. Dilin canlı
varlıklar gibi yaşayıp gelişmediğini, dilde sadece gelişme ve değişmelerin olduğunu
bugün bütün dil bilimciler tarafından kabul görmektedir
Dil kalıplaşmış, değişmez, durgun bir yapıya değil; sürekli
hareketli bir varlığa sahiptir. Kendi yapısını, işleyişini, özelliklerini;
sosyal, tarihi, kültürel şekillenmelere bağlı olarak zaman içinde
değiştirir, geliştirir ve kendini yeniler. Dildeki süreklilik ve hareketlilik
onun canlı bir varlık olarak görülmesine sebep olmuştur.

Dilin canlılığı toplumun canlılığı ile özdeştir. İnsan toplulukları


tarafından kullanıldığı sürece dil canlı, kullanılmayan dil ölüdür.
Dil; bir ürün değil, etkinliktir. Eğer bir ürün olsaydı, bir kere oluştuktan
sonra bir daha hiç değişmemesi gerekirdi. Dildeki ses, yapı, anlam ve cümle
düzeyinde görülen değişmeler ve gelişmeler insan eli tarafından değil de dilin
tarihi akışı içinde, aynı canlılar gibi bünyelerine uygun şartlar içinde
yaşayabiliyor ve gelişebiliyorsa; dil de kendi yapısına ve bünyesine uygun
şartlar içinde gelişir, kendi doğal şartlarına uymayanları da çıkarıp atar. Tarih
boyunca oluşan değişmeler ve gelişmeler sebebiyle, dillerin tarihlerinde de
birbirinden farklı dönemler ortaya çıkmıştır. Türk Edebiyatının; Eski Türkçe
döneminden bugün kullandığımız Türkiye Türkçesi dönemine kadar geçirdiği
aşamalar; dönemlerin arasındaki farklılık, bunun göstergesidir.
Orhun Abidelerini incelediğimizde bugün kullandığımız çekim
eklerinin yerine farklı eklerin kullanıldığını görüyoruz. Bugün
kullandığımız –ecek/-acak eki yerine ; –taçı/teçi ortaç eki kişi
zamirlerini alarak gelecek zaman görevini karşılar. “Ölteçi sen=
Öleceksin gibi.

Bunun yanı sıra VIII. yüzyılda kullanılan sözcüklerin bir çoğunun


bugün kullanılmaması ya da değişmesi dilin canlı olduğunun
göstergesidir. (edgü>iyi, yabız>yavuz, yagı>düşman, budun>ulus,
ilgerü>doğu, sab>söz)
Atasözlerimize baktığımızda da bu değişikliği görüyoruz:

Yazın batıglansa kışın sevnür. = Yazın çalışan kışın sevinir.

Bilmiş yek bilmedhük kişiden yeg. = Tanınmış şeytan, tanınmadık adamdan


daha iyidir.

Böri konşısın yimes. = Kurt bile dostuna kötülük etmez.

Bu değişiklik sadece dilin sesleri, ekleri ve söz varlığı için geçerli değildir.
Yüzyıllar önce canlı yaşayan dillerden olan Sümerce, Hititçe, Aramca gibi diller,
zaman içerisinde söz varlıklarını kaybederek ölü diller durumuna düşmüşlerdir. Bu
dillerin varlıklarını da arkeolojik kazılardan elde ettiğimiz bulgulardan anlıyoruz.
c- Dil sosyal bir varlığa sahiptir.

Dil bir topluluğu toplum yapan, toplumları ayakta tutan ve


toplumların devamını sağlayan sosyal bir kurumdur. Dil insanın iç
dünyasıyla dış dünyası arasında bağlantı kuran bir araç olduğundan;
insan düşünce ve duygularını konuşma yoluyla diğer insanlara
aktarabildiğinden, dilin var olabilmesi ve varlığını sürdürmesi ancak
insan topluluklarına bağlıdır. Dili toplumdan ayrı bir varlık olarak
değerlendirip, ondan ayrı bir olguymuş gibi düşünemeyiz. Dil toplumla
birlikte yaşayıp geliştiği için topluma bağlıdır.
Dilin yani konuşmanın gerçekleşmesi en az iki kişinin varlığıyla
oluşur. Eğer insanlar topluluk halinde yaşamasaydılar, dile ihtiyaç
duymazlardı. Kişilerin; duygularda, düşüncelerde ve belirli konularda
birleşmeleri için yani anlaşması, dil sayesinde gerçekleşir. Dil insana
insan olma özelliği kazandırırken, toplumsal bir varlık olmasını
sağlayarak toplum dediğimiz yapıyı meydana getirir. En küçük topluluk
birimi ailenin ya da en büyük topluluk birimi olan ulusun oluşabilmesi
dilin varlığıyla mümkündür.
Dil, kişinin isteğine bağlı değildir. Kişi istese de istemese de dilin baskısı
altındadır. Dil kurallarını kendine göre uygulayamaz, ses kalıplarına
döktüğümüz sözcükleri kendi isteğine göre değiştiremez. Dil, ancak
kullanıldığı alanda kendi iradesine bağlıdır. Kişi kendini ifade ederken
kullanacağı sözcüğü kendi isteğine göre seçer. Dil toplumsal bir kurumdur, söz
ise kişiseldir. Ancak kişi sözünü seçme özgürlüğüne sahiptir. Eğer kişi
duygularını, düşüncelerini, hayallerini dinleyene doğru olarak aktarmak
istiyorsa, dinleyenin bildiği sözcüklere göre seçmelidir. Kişisel değiştirmeler ya
da yenileşmeler toplum tarafından benimsenirse dilin malı olur.
Dil; toplumun bütün bireyleri tarafından kullanıldığı için genel,
toplumdaki bireyler tarafından belirli kurallara göre oluşturulduğu için
sistemli ve insanların dünden bugüne getirdiği için süreklidir. İnsanlık,
dünden bugüne, bugünden yarına dilin aracılığı ile tarihi bir varlık
olmaktadır.
ç- Dilin kendine özgü yasaları vardır.

Her dilde geçerli olan kurallar ve yasalar vardır. Dil sistemli bir yapıya
sahiptir. Hangi dil olursa olsun, dili oluşturan unsurlar belirli bir sistem içinde yana
yana gelirler. Bu unsurlar, dil adını verdiğimiz bütünü oluştururlar. Ses kalıpları içine
yerleştirdiğimiz sözler dilin bütünü oluşturmaz. Bu sözcüklerin anlamı, yani duygu
ve düşünce haline gelebilmesi ancak dilbilgisi kurallarıyla gerçekleşebilir.

Türkçenin sondan eklemeli bir dil olması; yeni sözcükler oluştururken ya da


sözcükleri çekime sokarken kök de bir değişiklik olmaz. İngilizcede ise kök değişir.
Bazı durumlarda kök ile oluşan sözcük arasındaki benzerlik, birkaç sesi geçmez.
Türkçenin sondan eklemeli bir dil olması; yeni sözcükler oluştururken ya da sözcükleri
çekime sokarken kök de bir değişiklik olmaz. İngilizcede ise kök değişir. Bazı durumlarda kök ile
oluşan sözcük arasındaki benzerlik, birkaç sesi geçmez.
Git-(i)yor-um Go went gone
Kök sabit
Türkçede çokluk anlamı –lar/-ler çoğul ekleriyle yapılırken, İngilizcede çokluk-s/es ekleriyle
yapılır. Arapçada ise bu çoğul kalıplarıyla yapılmaktadır.

kitap+lar book+s kütüb

Dil kuralları dilin hayatını ve gidişini düzenler. Bu kurallar, o dilin tarihi gelişiminden, kendi
yapısından, işleyişindeki özeliklerinden ve o dili konuşan bireylerin dil anlayışından ortaya çıkar. Dili
başıboş bir varlık olmaktan kurtaran, dili yaşama ve gelişme şartlarını ortak bir düzene bağlayan bu
ölçülerdir.
d- Dil gizli antlaşmalar sistemidir.

Dil toplumdan topluma farklılık gösterir. Duygu, düşünce ve zeka


bütün insanlarda ortak olmasına rağmen, evrendeki varlıkları ve olayları
karşılayacak sözcükler bütün insanlarda aynı değildir. Evrendeki
varlıkların ve hareketlerin değişik kavimlerce farklı ses kalıplarına
dökmeleri ve evreni farklı bir biçimde isimlendirmelerinin sebebi ise
bilinmemektedir.
Canlı ve cansız varlıkları, olayları karşılayan sözcüklerin birbiriyle
ilişkileri ve düşünceleri anlatmak için yapılan sözcüklerin sırası, bir toplumun
bir ulusun kendi aralarında gizli bir antlaşma, sözleşme yaptıklarını gösterir.
Türk toplumunda biçimlenen göz kavramı g,ö,z seslerinin birleşmesinden
oluşmuştur. Bu sözcük Arapçada çeşm ç,e,ş,m; İngilizcede eye, e,y,e;
Fransızcada oeil o,e,i,l; Almancada ise auge a,u,g,e ses kalıplarına
dökülmüştür. Görüldüğü gibi bu farklılık sadece sözcükleri oluştururken değil,
cümle kuruluşlarında da karşımıza çıkmaktadır.
Dilin gizli antlaşmalar sistemi olduğunu kanıtlayacak bir çok veriye
rastlıyoruz. Her ne kadar, dil bütün insanlar için söz konusu olsa da; onu
konuşan ve yazan farklı toplumlarda çeşitli etkenler nedeniyle değişik bir
biçimde karşımıza çıkar. Değişik coğrafi çevrelerde, iklim şartlarında yaşayan
topluluklarında dilleri birbirinden farklılık gösterir. Araplarda deveyle ilgili,
Türklerde atla ilgili, Eskimolarda kar ile ilgili sözcüklerin çokça bulunması
bunun bir göstergesidir. Eski Türkçe metinler incelendiğinde at ve
madencilikle ilgili kelimeler bulunması ya da genellikle eyleme dayalı
sözcüklerin kullanılması (yap, et, kalk vs.) göçebe bir toplum olmanın etkisi
olarak karşımıza çıkar.
Bütün bunlar dillerin; toplumların duygu ve düşünce tarzına,
sosyal durumlarına, bulundukları yerlere, iklim şartlarına, tarihi
geçmişlerine, inançlarına, zaman içinde uğradıkları değişmelere,
gelişmelere ve iletişimin azlığından kaynaklanan; şekil ve işleyiş
bakımından farklı biçimlenmişlerdir. Dillerin yani Türkçeyle İngilizcenin,
Arapçayla Çincenin, Fransızcayla Japoncanın birbirinden farklı olması
dilin değişik toplumlara göre değişik biçimler almasından kaynaklanır.
Dilekçe Nedir?

Dilekçe Özellikleri ve Örneği


Dilekçe bazı kaynaklar tarafından resmi mektuplar ya da iş mektupları
kategorisinde gösterilmektedir. Ancak özellik olarak mektuplardan birçok noktada
ayrılması yönüyle farklı bir tür olarak değerlendirmek doğru olacaktır.
DİLEKÇE NEDİR?
Dilekçe, bir isteğin belirtilmesinde ya da herhangi bir şikâyetin resmi
makamlara veya özel kuruluşlara aktarılmasında kullanılan yazı olarak
tanımlanmaktadır.
Anayasal bir hak olarak her Türk vatandaşının herhangi bir konuda bir kamu
kurumuna dilekçe verme hakkı bulunmaktadır. Yetkili makamlar kendilerine verilen
dilekçeleri işleme almak ve 30 gün içinde cevap vermek zorundadır. Ancak
dilekçelerin işleme alınabilmesi için belli başlı kuralları taşıması gerekmektedir.
Dilekçelerde söz uzatılmadan söz konusu olan istek ya da şikâyet neyse kısa
ama öz bir şekilde yazılmalıdır. Gereksiz ifadelerden ve konulardan kaçınmak son
derece önemlidir.
DİLEKÇENİN ÖZELLİKLERİ
1. Çizgisiz ve temiz bir A4 kâğıdına yazılır. Kesinlikle yarım kâğıt
kullanılmamalıdır. Kâğıdın arka yüzüne geçilmemelidir, çok gerekli ise ikinci kâğıt
kullanılmalıdır.
2. Bilgisayar, daktilo veya dolma kalemle yazılabilir. Tükenmez kalemle mavi
ve siyah mürekkepli kalemler dışında başka renkli kalemlerle yazılmaz.
3. Sorun hangi kurumu ilgilendiriyorsa ona hitap edilerek başlanmalıdır.
Hangi makama sunuluyorsa o makamın ismi başlıkta yer almalıdır.
4. Yer ve tarih belirtilmelidir.
5. Ciddi, resmî, saygılı bir dil ve üslûp kullanılmalı, nesnel olunmalıdır.
6. Sorun, durum ya da dilek kısa ve açık olarak ifade edilmelidir. Gereksiz
ayrıntılara ve kişiselliğe yer verilmemelidir.
7. İstenen şey yasalara uygun olmalı; yasal çerçeve kesinlikle aşılmamalıdır.
Bir şikâyet söz konusu ise sorun mutlaka belgelere ve tanıklara dayandırılarak
açıklanmalıdır.
8. Hiyerarşik düzene dikkat edilmelidir.
9. Bir konuda üst makamın bilgilendirilmesi amaçlanmışsa "...durumu
bilgilerinize arz ederim."
Üst makamın bir sorunu çözmesi, bir işlemi başlatması isteniyorsa "Gereğini
saygılarımla arz ederim."
Yapılacak bir işlem için izin isteniyorsa " İzninizi saygılarımla arz ederim"
gibi saygı ifadeleriyle son bulmalıdır.
10. Yazım ve noktalama kurallarına dikkat edilmelidir. Dil sade ve anlaşılır
olmalıdır.
11. Dilekçe sahibi adını-soyadını ve açık adresini belirtmelidir.
12. Bir dilekçede sadece bir imza bulunması gerektiği unutulmamalıdır. Ortak
bir konuda birden fazla kişi aynı dilekte bulunacaksa bunlar da dileklerini ayrı ayrı
dilekçelerle belirtmelidirler.
13. Dilekçeye eklenecek ek belgeler yazının sonunda "Ekler" başlığı altında
maddeler halinde sıralanmalıdır. Dilekçeye eklenecek belgeler varsa sol alt tarafa
ekler yazılır ve belgeler dosyanın arkasına eklenir.
14. Sağ üst tarafa ya da sağ alta yer alan imzanın üstüne tarih belirtilir.
• Konu (İstek-Şikâyet)
• Yetkili olan makama iletilmesi amaçlanan istek ya da şikâyet konuyu
oluşturmaktadır.
• Tarih
• Kuruma verildiği günün tarihi ya sağ üst tarafa ya da hemen imzanın
üstüne yazılmalıdır.
• Ad-Soyad
• İlgili şikâyeti ya da isteği yetkili makama verecek olan kişinin ad-soyad
bilgisi sağ alt tarafta yer alır.
• İmza
• Konunun sonunun sağ alt tarafına ismin üstüne istekte ya da şikâyette
bulunan kişinin imzası yer alır.
DİLEKÇE ÖRNEĞİ 1

T.C
BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
TÜRK DİLİ BÖLÜMÜ BAŞKANLIĞINA,
GÖRÜKLE/BURSA
2019-2020 Eğitim Öğretim Yılı Güz Döneminde Bursa Uludağ Üniversitesi Senatosunun aldığı
karar doğrultusunda ilçelerdeki Meslek Yüksekokulları ve ikinci öğretim Türk Dili derslerinin UKEY
sistemi üzerinden verilmesi karara bağlanmıştır. UKEY sisteminin altyapısı yetersiz olduğu için resmi
ders programı saatlerinde yer alan bazı dersler, ders saatinde yapılamamıştır. Bu nedenle dersler boş
oda bulunan saat ve günlerde yapılmıştır. Bu derslerin yapıldığı gün ve saatler aşağıda belirtilmiştir.

Bilgilerinize arz ederim.

30.09.2019

İMZA

Öğr. Gör. Gülnaz Çetinoğlu

Adres: Bursa Uludağ Üniversitesi Türk Dili Bölümü


Başkanlığı
Görükle/Bursa
Tel:
Resmi Ders Resmi Ders Dersin Dersin
Fakülte/MYO Bölüm
Günü Saati Yapıldığı Gün Yapıldığı Saat
Orhangazi
1. Grup 28.09.2019 08.50-10.30 29.09.2019 15.30-17.00
MYO
Orhangazi
2. Grup 28.09.2019 10.30-12.00 26.09.2019 22.00-23.30
MYO
Kamu
İİBF Yönetimi 26.09.2019 17.00-18.30 29.09.2019 22.05-23.45
(II. Öğretim)
Çalışma
İİBF Ekonomisi 26.09.2019 18.30-20.00 29.09.2019 18.35-20.00
(II. Öğretim)
Uluslararası
İİBF İlişkiler 27.09.2019 17.00-18.30 29.09.2019 17.00-18.30
(II. Öğretim)
İşletme B
İİBF 27.09.2019 18.30-20.00 29.09.2019 20.05-21.35
(II. Öğretim)
DİLEKÇE ÖRNEĞİ 2

Bursa Uludağ Üniversitesi


İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanlığına,
Görükle/Bursa

Fakültenizin 021640323 numaralı İşletme A şubesi öğrenim görmekte olan Beyza


İşbaşaran isimli öğrenci 23.05.2017 tarihinde yapılan Türk Dili II (TUD 102) dersinin yarıyıl
sonu sınavına girmesine rağmen not girişinde sehven hata yapılarak notu E olarak girilmiştir,
sınav sonucu ve harf notu aşağıda belirtilmiştir. İstenilen belgeler ekte sunulmuştur.
Gereğinin yapılmasını bilgilerinize arz ederim.

16.06.2017
İMZA
Öğr. Gör. Gülnaz Çetinoğlu

Adres: Türk Dili Bölüm Başkanlığı


Görükle/Bursa
Tel:
E-posta: gulnazc@uludag.edu.tr

Ek 1. Sınav Tutanağı
2. Sınav Kâğıdı
3. Optik Formu

Numara Ad Soyad Ara Sınav YYSS Ortalama Harf Notu


021640323 Beyza İşbaşaran 80 70 74 AA
DİLEKÇE ÖRNEĞİ 3

Bursa Uludağ Üniversitesi


İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanlığına,
Görükle/Bursa

Fakültenizde 021640323 numaralı İşletme A şubesinde öğrenim görmekteyim.


23.04.2017 tarihinde yapılan Türk Dili II(TUD102) dersinin ara sınavına rahatsızlığım
nedeniyle giremedim. Türk Dili II(TUD102) dersinin mazeret sınavına girmek istiyorum.
İstenilen belgeler ekte sunulmuştur.
Gereğinin yapılmasını bilgilerinize arz ederim.

16.05.2017
İMZA
Beyza İşbaşaran

Adres: Bursa Uludağ Üniversitesi Görükle


Yerleşkesi KYK Yurdu B Blok
Görükle/Bursa
Tel:
E-posta:

Ek 1. Doktor Raporu
DİLEKÇE ÖRNEĞİ 4

T.C
BURSA ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ
GEMLİK ASIM KOCABIYIK MESLEK YÜKSEKOKULU MÜDÜRLÜĞÜNE,
GEMLİK/BURSA

Yüksekokulunuzun Bilgisayar Programcılığı Bölümünde öğrenim görmekte olan


331861044 numaralı öğrencisiyim.
15.011.2019 tarihinde yapılan Türk Dili I(TUD101) dersinin ara sınav kâğıdımın
yeniden değerlendirilmesini istiyorum.
Gereğinin yapılmasını arz ederim.

01.12.2019
İMZA
Hilal Çetinkan

Adres: Bursa Uludağ Üniversitesi Gemlik


Yerleşkesi KYK Yurdu B Blok
Gemlik/Bursa
Tel:
E-posta:
Türk Dili I(TUD101)
Türk Dili I(TUD101) dersi Yüksek Öğrenim Kanununun 5. Maddesinin (i) bendinde belirtildiği için, Türkiye genelindeki
Üniversitelerde bu derslere 5i dersleri denilmektedir. Ortak zorunlu dersler: 2547 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin birinci fıkrasının (ı)
bendinde yer alan; Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi, Türk Dili ve Yabancı Dil dersleri, kredili ders olarak en az ikişer yarıyıl olmak üzere 2 kredi-
saat/hafta olacak şekilde tercihen ilk dört yarıyıl için planlanan derslerdir.

Zorunlu bir derstir.

I. Yarıyıl/Güz döneminde okutulmaktadır.

Dersin AKTS Kredisi: 2

Teorik Ders Saati (saat/hafta): 2

Dersin Önkoşulu: Yok

Dersin Dili: Türkçe

Dersin Veriliş Şekli: UKEY


Dersin Amacı:

Çağın sürekli ilerleyen şartlarına uygun olarak farklı alanlarda


öğrenim gören gençlerimize ana dil sevgisini ve bilincini geliştirmek dil
düşünce bağlantısını vurgulamak bilimsel alanda üretken, yaratıcı ve
ana dilini doğru kullanabilen çağdaş bilgilerle donanmış bireyleri dil ve
edebiyat tarihi yönünden aydınlatmaktır.
Dersin Öğrenme Kazanımları:

1. Türkçeyi doğru ve iyi kullanabilme

2. Dil kültür -toplum ilişkisini göstererek dil bilincini geliştirebilme

3. Türk dilinin dünya dilleri arasındaki yerini bugünkü durumunu ve yayılma alanlarını örnek verebilme

4. Türk dilinin özelliklerini, işleyişini, kurallarını örneklerle uygulayabilme

5. Meslek ve bilim alan terimlerinin Türkçe karşılıklarını kullanabilme

6. Türk dilini inceleyebilme

7. Türk dili ve edebiyatına bilim açısından katkıda bulunabilme

8. Türk dilinin geçmişini ve bugünü karşılaştırabilme


HAFTA DERS İÇERİKLERİ

Teorik Uygulama

1 Dersin amaç ve hedefleri, içeriği yararlanılacak kaynaklar ve yarıyıl ders planının tanıtımı -

2 Dil nedir? Dilin özellikleri nelerdir? -

3 Dil doğuş teorileri ve dil türleri -

4 Dil kültür ilişkisi -

5 Yeryüzündeki diller ve Türkçenin dünya dilleri arasındaki yeri -

6 Türk Dilinin tarihi devreleri -

7 Dil bilgisi nedir? Dil bilgisinin konuları ve bölümleri -

8 Ara Sınav ve Ders Değerlendirmesi -

9 Türkçede seslerin sınıflandırılması, Türkçenin ses özellikleri -

10 Türkçede ses olayları, Türkçede hece yapısı, Türkçede vurgu -

11 Türkçede yapım ve çekim ekleri -

12 Türkçede sözcük türleri (İsim, sıfat, zarf, zamir) -

13 Türkçede sözcük türleri (Fiil, bağlaç, edat, ünlem) -

14 Cümle ögeleri ve çeşitleri -


Ders Kitabı, Referanslar ve/veya Diğer Kaynaklar:

Prof. Dr. Coşkun Ak, Türk Dili, Aktüel Yayınları, 2012

Prof. Dr. Mustafa Özkan, Dr. Osman Esin, Dr. Hatice Tören, Yükseköğretimde Türk Dili, Filiz Kitabevi,
İstanbul, 2001.

Prof. Dr. Kemal Yavuz, Prof. Dr. Kazım Yetiş, Prof. Dr. Necat Birinci, Üniversitede Türk Dili ve
Kompozisyon Dersleri, Bayrak Yayınevi, İstanbul,1999.

Prof Dr. Muharrem Ergin, Üniversiteler İçin Türk Dili, Bayrak Yayınevi, İstanbul, 2001.

Porf. Dr. Zeynep Korkmaz, Prof. Dr. Ahmet Ercilasun, Prof.Dr. Hamza Zülfikar, Prof. Dr. İsmail Parlatır,
Prof.Dr. Mehmet Akalın, Prof Dr. Tuncer Gülensoy, Prof Dr. Necat Birinci, Türk Dili ve Kompozisyon Bilgileri, Yargı
Yayınevi, Ankara,2001.

Prof. Dr. Şerif Aktaş, Yrd. Doç. Dr. Osman Gündüz, Yazılı ve Sözlü Anlatım, Akçağ Yayınevi, Ankara,2001.
Bir yarı yılda ara sınav, yarıyıl sonu sınavı ve bütünleme sınavı olmak üzere üç sınav yapılır. Bir dersin
ara sınavının yarıyıl/yıl sonu ham başarı notuna etkisi % 40, yarıyıl/yıl sonu veya bütünleme sınavının etkisi de
%60’tır. Bir dersin yarıyıl/yıl sonu veya bütünleme sınavına girmeyen veya girdiği halde sınavdan yarıyıl/yıl sonu
sınav limiti (YSSL) altında not alan öğrenciler başarısız kabul edilir ve başarı notu olarak doğrudan (FF) notu
verilir.

YARIYIL İÇİ ÇALIŞMALARI SAYISI KATKI YÜZDESİ

Ara Sınav 1 40
Kısa Sınav - -
Ödev - -
Yıl Sonu Sınavı 1 60
Toplam 2 100
Yıl içi çalışmalarının Başarıya Oranı
40

Yarıyıl Sonu Sınavının Başarıya Oranı 60

Toplam 100
Bir dersin sınavına girebilmek için o derse kayıt yaptırmak, devam
şartını sağlamış olmak ve derse bağlı uygulamalarda başarılı olmak gerekir.

Almış olduğunuz ders veya derslerin yarıyıl/yıl sonu sınavına girme


hakkı elde ettiği halde sınava giremeyen veya girdiği halde (FF), (FD) alarak
başarısız olan öğrenciler bu derslerden bütünleme sınavına girebilir.
Bağıl Değerlendirme Sistemi ile değerlendirilemeyecek dersler için başarı dereceleri HBAS ve YSSL sınırlarına bağlı kalınarak, dersi
veren öğretim elemanları tarafından harf notları belirlenir. HBAS ve YSSL sınırları altında not alan öğrenciler doğrudan başarısız sayılarak FF
notu alırlar.

Başarı dereceleri, harf notları, ağırlık katsayıları ve diğer işaretler aşağıdaki gibidir.

Başarı Derecesi Harf Notu Ağırlık Katsayısı

Mükemmel AA 4.00
Pekiyi BA 3.50
İyi BB 3.00
Orta CB 2.50
Geçer CC 2.00
Koşullu Geçer DC 1.50
Koşullu Geçer DD 1.00
Başarısız FD 0.50
Başarısız FF 0.00
Sınav sonuçlarına itiraz
Ara sınav, yarıyıl/yıl sonu ve bütünleme sınavlarının sayısal
notlarındaki maddi hatanın düzeltilmesi için öğrenci, sınav sonucunun
ilânını takip eden üç iş günü içinde dersin kodunun ait olduğu idari
birime yazılı olarak başvurabilir. Bu başvuru öğretim elemanına iletilir.
Eğer maddi hata mevcut ise, ilgili yönetim kurulunun onayı ile öğretim
elemanınca not düzeltilir.
1. Kültür Nedir?
Batı dillerinde 15. yüzyıldan beri bilinen kültür sözcüğü, birbirine yakın
bir çok anlamda kullanılmış, günümüze gelinceye kadar yüzden fazla tanımı
yapılmış bir kavramdır. Bu kadar çok tanımlanması onun çok geniş bir
kullanım alanı olduğunu göstermektedir.

Kültür sözcüğünün aslı, Latince’de Cultura, ziraat” toprağı ekip, biçip ürün
almak” anlamına gelmektedir. Bu sözcüğün Latince’de kullanılan mecazi bir anlamı
daha vardır; terbiye etme, yetiştirme. Bunlar, bugün gerek dilimizdeki gerekse diğer
dillerdeki kullanılan anlamlarına yakındır.
Kültürün dilimizde birkaç kullanılışı vardır:

1-Eğitim görmüş kişilerin yaşam alanı. Kültürlü aile, kültürlü çevre.

2-Bilgi, bilgili anlamında kullanılışı. Kültürlü genç, genel kültür.

3-Fen bilimlerinde, toprağı ekip biçme, yetiştirme, üretme anlamında kullanılışı. Kültür mantarı,
boğaz kültürü, bakteri kültürü.

4-Çeşitli sanat etkinlikleri karşılığı olarak kullanılışı. Kültürel etkinlikler gibi.

5-Toplumların yaşam biçimi.

Kültür sözcüğünün bunların dışında gerçek anlamı ile ilgili yüzden fazla tanımı yapılmıştır.
Bilim adamlarının farklı kültür tanımları vardır. Bizde bu kavramı ilk olarak inceleyen Ziya Gökalp’tir.
Ziya Gökalp, kültür sözcüğü yerine “hars” sözcüğünü kullanmış, kültürün milli olduğunu söylemiş,
kültür ve medeniyeti birbirinden ayırmış, maddi kültürün uygarlık ile birleştiği noktalar olduğunu
savunmuştur.
Aslında, bir topluluğa ait sosyal değerler kültürü oluştururlar, denilebilir. Bu
sosyal değerler, yüzyıllar boyunca ortak olarak yaşayan insanların var ettikleri çeşitli
davranış biçimleridir. Elbette ki bu davranış biçimlerinin oluşmasında rol oynayan
faktörler vardır. İnançlar, gelenekler, görenekler, ahlâk anlayışı, adalet sistemi, dil,
edebiyat, sanat, eğitim vb. kültürü oluşturan yapı taşlarıdır. Bunlar, o ulusun
yüzyıllar boyunca oluşturduğu, toplumu ayakta ve bir arada tutan bağlarıdır.
Bir ulusun tarihi süreç içerisinde edindiği yaşam bilgisi, deneyimleri, bilim ve
sanat alanında yaptığı çalışmaları, buluşları, eserleri, zaferleri; dil, tarih ve edebiyat
aracılığı ile bir sonraki kuşaklara aktarılır. Yeni kuşaklar, geçmişten aldıkları bu mirası
iyi bir biçimde değerlendirmeli ve üzerine kendi yaşadıkları çağın getirdiklerini
eklemelilerdir.
Ulusların varlıklarını sürdürmelerinde “kültür”ün önemi büyüktür.
Kültür değerlerini; zamanın olumlu değişiklikleri ile zenginleştiren uluslar,
dünya ulusları arasındaki yerlerini sağlamlaştırırlar. Dünyada güçlü ulus
olmanın bir yolu da kültür değerlerine sahip çıkmaktır.
İlkel ya da gelişmiş, her toplumun mutlaka bir kültürü vardır. Bir
toplumun yaşama biçimi nasıl ise; anlayışları, hukukları, inançları, değer
yargıları, çalışma biçimleri, üretim, tüketim, resim, dans vb. onların kültürünü
oluşturur. Yabancı bir ülkeye gidildiğinde insanların davranış biçimleri,
yemekleri, giysileri, arkadaşlık, dostluk anlayışları, evlilikleri, çocuklarına
verdikleri eğitim; bunların hepsinde nasıl farklılıklar olduğu daha iyi anlaşılır.
Bir topluluğu ulus haline getiren, onu diğer uluslardan ayıran,
geçmişten gelerek varlığını devam ettiren temel ögeler olan, dil, din,
gelenekler, görenekler, tarih, sanat, edebiyat, dünya görüşü, hukuk gibi
yüzyıllar boyunca bireylerin bir arada olmalarını sağlayan, o ulusa özel yaşam
unsurları bütününe kültür denir.
Kültür, maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayrılır:
Maddi kültür; ev, eşyalar, giysiler gibi fiziksel nitelikli olanlara denir.
Manevi kültür; hukuk, gelenekler, dil, değer yargıları gibi yaşamı (sosyal
yapıyı) düzenleyici nitelikte olanlara denir.
Kültürü; ögelerine, bu ögelerin oluşum noktalarına, kullanım biçim ve
alanlarına göre de şu şekilde gruplara ayırabiliriz:

1.Bireysel kültür: Bir toplumun üyesi olarak, bireyin yaşam biçimini oluşturan
kültüre denir.

2.Yöresel kültür: Ulusal kültürün temelidir.

3.Ulusal kültür: Toplumun yaşam biçimini oluşturan kültüre ulusal kültür denir.
4.Evrensel kültür: Doğrudan doğruya bir ulusa ait olmayan, genel olarak kullanılan
ögelerin oluşturduğu kültüre evrensel kültür denir. Bilim, teknik gibi.
Kültürün tanımı, çeşitleri ile ilgili olarak ortaya çıkmış olan ve kullanılan diğer
kavramları da burada açıklamakta yarar görüyoruz:

1.Kültürleme: Bireyin bir kültür içerisinde, o kültürün ögeleriyle yoğurularak aldığı


eğitim ve bu eğitimin kişiliğine yaptığı etki.

2.Kültürlenme: Eğitim kurumlarında birlikte olduğu kişiler (değişik ailelerden gelen


yaşıtları) ile olan etkileşim ve bu etkileşimin bireye kazandırdıkları.

3.Kültürleşme: Farklı kültürlerin birbirlerini etkilemeleri sonucunda ortaya çıkan değişim.

4.Kültür şoku: Yabancı bir ülkede, farklı bir kültürde karşılaşılan, kendisine çok uzak olan
davranış ve değerler karşısında bireyin yaşadığı şaşkınlık, yalnızlık, kaybolmuşluk duygusu.
Kültür Ögeleri

Dil

İnsanın toplumsallaşmasını, sosyal yaşamını dil düzenler. Kişilerin


kendilerine özel ve ortak davranışlarını sağlayan da yine dildir.
İnsanlardan uzakta, ormanda büyüyen bir çocuk konuşmayı
öğrenemediği gibi toplumsal ilişkileri de sahip olamaz. Sosyal kurumları
oluşturan, yaşamdaki bütün ögeleri birbirine bağlayan, saklayan,
taşıyan da dildir.
Dil; bir ulusun bütün özelliklerini taşıyan, yaşatan ve yansıtan
özelliğiyle kültürün en önemli ögesidir. Kültürün ögelerinin öğrenilmesi ve
yeni kuşaklara taşınması için dile gereksinim vardır. Dil, sadece kültürü
oluşturan bir öge değildir; kültüre ulaşmak, araştırmak, elde etmek için
kullanılan bir araçtır. Bir kültürün içeriğini anlamak için, o kültürün dilinin
dayandığı anlamlar sistemini bilmek gereklidir. Toplumlar, yaşamsal
gereksinimlerine uygun sözcükler türetmişlerdir. Dolayısı ile diller, ulusça
önemli görülenlere bağlı olarak gelişir, değişir ve zenginleşir. Örneğin, bizim
dilimizde tarım, toprak ve hayvancılıkla ilgili sözcüklerin çok olması Türk
toplumundaki yaşam biçimine uygun bir durumdur.
Din

Eski devirlerden günümüze toplumları etkisi altına alan en önemli


ögelerden birisidir. Bilim adamları arasında kültürün temelinde dinin
yattığını söyleyenler bulunmaktadır. Din, ilk çağlarda bazı uluslarda
zaman zaman en önde yer almış, toplumların yaşamlarını bütünüyle
kontrol altında tutmuş, zaman zaman öylesine baskılı bir şekilde
kendisini hissettirmiştir ki, diğer yaşam ögeleri onun gölgesinde ve
etkisinde oluşmuş ve gelişmişlerdir.
Dinin bu baskıcı etkisi, milliyetçilik duygularının gelişerek daha etken
rol alması ile eski önemini yitirmiştir. Ulus toplumların oluşmasıyla din de
insanlar üzerindeki eski etkisini yitirmiş ve böylece diğer kültür ögeleri de
yerine oturmuş, din toplumları yerini kültür toplumlarına bırakmıştır.

Ancak, aynı dini inançlara sahip toplumların birbirinden çok farklı


kültüre sahip oldukları da bir gerçektir. Buradan yola çıkılıp araştırıldığında
toplumların daha önceki inançlarının, yaşadıkları bölgelerin şartlarında
oluşturdukları yaşam biçimlerinin bu farklılıkta önemli rol oynadığı görülür.
Dünyada İslamiyet'i, Hristiyanlığı veya başka dinleri kabul etmiş ulusların her
birinin kültürel değerlerinin farklılığı da bunun doğruluğunu kanıtlamaktadır.
Gelenek ve Görenekler

Bir çeşit toplumsal yasalardır. Günümüzde yazılı olarak uygulanan hukuk


sisteminden başka, insanların birçok davranışlarını kontrol eden, yönlendiren,
sosyal ilişkilerini düzenleyen adetler, alışkanlıklar vardır. Toplumlar,
ilişkilerindeki düzeni sağlamak için yazılı olmayan kurallar bulmuşlar ve
uygulamışlardır. Bugün ulusların hemen hemen hepsinde yazılı hukuk sistemi
vardır. Bu sisteme geçilirken, yasalar; toplumun gelenek ve görenekleri de
dikkate alınarak hazırlanmıştır. Hukuk sistemine geçildikten sonra bu
geleneksel kurallar, yasal olarak uygulama alanından kalkmışlardır.
Bunlar da diğer kültür ögeleri gibi zaman içerisinde değişikliğe
uğrarlar. Önemli olan insanların yararına olan davranış biçimlerinin
değişikliğe uğrarken tamamen kaybedilmemesidir.

Örneğin; yitirilmemesi gereken Türk toplumunun konukseverliğinin,


yardımlaşma duygusunun, sıcaklığının günümüzün şartlarında yerini,
birbirinden yararlanmaya, menfaat sağlamaya, insanları kullanmaya
dönüştürülmesi gibi.
Tarih

Tarih, bir ulusun kültürünün oluşma sürecinde ve oluştuktan sonraki geçirdiği evredir. Bir
ulusun geçmişidir. Tarih; kültürün bütün ögelerinin oluşturulduğu bir süreç, kültürü
oluşturan bir öge ve aynı zamanda da diğer bütün kültür ögelerini içinde taşıyan özelliği ile
bireyler arasında sosyal bir bağlantı kurmaktadır.

Geçmişi olmayanın geleceği de olamaz. İnsanların bir ulus halinde yaşamalarının, ortak
duygulara sahip olmalarının en önemli sebebi, ortak bir geçmişe sahip olmaları ve bu
geçmişi birlikte oluşturmuş olmalarıdır. Sevinçleri, üzüntüleri, savaşları, barışları, zaferleri,
yenilgileri birlikte yaşayan; bir çok ortak soruna birlikte katlanan bireyler; bunlarla bir tarih
yaratmışlardır. İnsanlar, olumlu ve olumsuzlukları yaşarken geçmişte bir bağ oluşturmuşlar
ve bu da bugünkü ortak yaşamın temeli olmuştur. Ulusun geleceği söz konusu olduğunda
bireylerin aynı duygular ile hareket etmelerinin açıklaması da bu gerçekte yatmaktadır.
Sanat

İnsanın temel gereksinimlerinden biri de bir sanat dalı ile ilgili çalışmalardır. İlk çağlardan
günümüze insanlar yeme, içme, barınma, iletişim kurma gibi yaşamsal ana maddeleri
karşılamak için çareler aramış, yollar bulmuşlardır.

Maddi gereksinimler, bir insanın yaşamını tam anlamı ile sürdürmesi için yeterli değildir.
İnsan, karnını doyurduğu gibi ruhunu da doyurmak zorundadır. İnsanın ruhunu doyurmak
için başvurduğu yollar, sanat eserlerini oluşturmuş ve insanoğlu bununla da yetinmemiş
zevk ve duygularını dışarıya vuracak yolları diğer yaşamsal ögeler ile birlikte geliştirmiştir. İlk
insanların iletişim kurma biçimlerden birinin duvar resimleri yolu ile olduğunu varsayarsak;
sanat tarihinin insanın varolduğu günden itibaren başladığını söyleyebiliriz.
Edebiyat
Dil, kültürü yüzyıllar boyunca devirden devire taşıyan, onu ayakta tutan en
önemli ögedir. Dilin anlattıkları bir ulusun bütün geçmişidir. Duygular, düşünceler,
yaşanan iyi ya da kötü olaylar dil ile anlatılmış, yaşatılmıştır. Dildeki anlatım
biçimleri zamanla geliştirilerek eserlere dönüşmüştür. Böylece “edebiyat, dil ile
yaşam bulan; dil ise edebiyat ile zenginleşen bir sanattır” diyebiliriz. Şiirde bizi
heyecanlandıran, duygulandıran, coşturan, bir romanda bizi düşündüren, hayaller
kurduran ifadeler dil ile oluşturulur.
Edebiyat, yaşamın bütün yönlerini sözcükler aracılığı ile sanatsal bir anlatımla
ayakta tutar.
Hukuk

Yasalar ile uygulanan hukuk sistemi, toplumda bireyin haklı menfaatlerini


korumak için insanlar tarafından oluşturulmuştur. İlk çağlardan itibaren düzeni
korumak için birtakım

yollara başvurulmuştur. Törelerin doğuşunu da bunun ile açılayabiliriz. İlk çağlardan


günümüze kadar gelen resmi olmayan kurallar, günümüzde - geçerli olmamak ile
birlikte- gelenek görenek örgüsü içinde yerini almıştır.

Bugün adalet, hukuk ile sağlanmaktadır. Olmaması gereken, yapılması topluma,


toplumun düzenine zarar verecek davranışların önlenmesi için yasal yaptırımlar
uygulanır.
Dünya Görüşü

Toplumdaki en küçük birim olan aile içindeki ilişkilerden, genel anlamda toplumda bireylerin
birbirleri ile olan ilişkilerini ve devlet anlayışını de içine alan bir ögedir. Bir kültürün mensubu olan
birey, içinde yaşadığı kültürün etkisi altında kişiliğini geliştirir. Bu çerçevede bir dünya görüşüne
sahip olur. Bu özellik ile paralel olarak bazı konularda değişik görüşlere karşı katı bir tavır içine
girebilir. Vazgeçemediği bu davranışların altında kendi kültüründen gelen değerler (değer yargıları)
yatmaktadır.

Kahramanlık anlayışı, aşk ve sevginin yorumu, doğum ve ölümde yapılan ya da yapılmayanlar,


evlilik, düğün, eğlencelerin uygulama biçimi, askerlik, namus kavramı vb. durumlarda toplumun
bireyleri aynı tepkileri, davranışları gösterir. Bu ortak bir bakış açısıdır.
Ahlâk

Genel olarak her toplumda olmazsa olmaz olarak kabul edilen ahlâk kavramının işlevi
değişmez ancak içerdikleri farklılık gösterir. Ahlâk anlayışının kuralları her toplumda değişik
uygulanır, her toplumun günlük yaşamında yanlışlar-doğrular, ahlâksızlık olarak kabul
edilenler ve tepki gösterilen olaylar değişir.

Yukarıda verdiklerimiz kültürün asıl ögeleridir. Bu ana başlıkların altında, toplumda her
zaman kendisini çok fazla hissettirmeyen küçük ögeler; ayrıntılarda yer alırlar. Her
toplumda, basit, küçük alışkanlıklar, anlayışlar, giyim tarzındaki ayrıntılar gibi
sayamayacağımız kadar çok ikinci, üçüncü öge bulunmaktadır. Bunlar, yukarıdan aşağıya
önemlerine göre sıralanırlar.
Kültürün Özellikleri
1) Kültür millidir.

Yeryüzündeki ulus sayısı kadar kültür vardır. Farklı kültürlerden


insanları, farklı toplulukları veya ulusları bir arada toplayan bir kültür
bulunmamaktadır. Toplumları ulus haline getiren, onların var olma
sebepleri kültürlerdir. Ulus olmak kültürel değerlere sahip olmaktır.
Kültür, her ulusun kimliğini oluşturur. Ortak kültür yoktur. Ortak
edebiyat değil de Türk edebiyatı, İngiliz edebiyatı diye ifade edildiği gibi
kültürler; ayrı ayrı ulusların göstergeleridir.
2.Kültür özgündür(orijinaldir).

Kültür ögeleri, her toplumun gereksinimleri doğrultusunda


oluşturulmuş ve şekillendirilmişlerdir. Başkalarını taklit etmemişler,
hepsini ortak duygularla yaratmışlardır. Başka uluslar taklit edilerek
kültür oluşturulamaz. Taklit kültür olamaz, olmaz. Taklit olmayan bu
yaratma biçimleri ve yaratılanlar, milli olma özelliğini taşıdıkları için
orijinallerdir. Milli olma özelliği orijinalliği de beraberinde getirir.
3. Kültür tarihseldir.

Bir kültürün ögeleri, birdenbire var olmamış, zaman içinde çeşitli sebepler
ile ortaya çıkmış yavaş yavaş şekillenmişlerdir. Bunların kültür ögeleri haline
dönüşmesi uzun bir tarihsel süreçte gerçekleşmiştir. Ögeler; bilinmeyen,
tespit edilemeyen bir zaman içerisinde ortaya çıkmış, gelişmiş, değişmiş ve
yaygınlaşarak yerleşmişlerdir. Bu değişim ve gelişim kültür var olduğu sürece
devam eder. Kültür süreklilik özelliğine sahiptir, aralıksız devam eder. Bir
boşluk, duraklama söz konusu olamaz.
4) Kültür değişkendir ancak özü değiştirilemez.

Bir kültür değişebilir ancak özü değiştirilemez. Eğer kültürün özü değişirse o kültürün
tamimiyle yok olması anlamına gelir. İnsanların doğal olarak yarattıkları temelden bir değişikliğe
uğratıldığında o, kültürden söz edilemez, başka bir topluluk olarak kabul edilir.

İlk çağlardan günümüze kadar kültürlerin hiç birisi olduğu gibi kalmamış zaman içinde
değişiklik geçirmişlerdir. İnsanlar doğup büyüdükleri çevrenin özelliklerini farkına varmadan
değiştirirler. Bir sonraki kuşağa da bu değişmiş yaşam ögelerini, kendi zamanlarının şartları içinde
yaşamak kalır. Böylece yavaş yavaş davranış biçimleri ve anlayışlar farklılaşır. İlk çağlardan günümüze
kadar kültürlerin hiç birisi olduğu gibi kalmamış zaman içinde değişiklik geçirmişlerdir. İnsanlar
doğup büyüdükleri çevrenin özelliklerini farkına varmadan değiştirirler. Bir sonraki kuşağa da bu
değişmiş yaşam ögelerini, kendi zamanlarının şartları içinde yaşamak kalır. Böylece yavaş yavaş
davranış biçimleri ve anlayışlar farklılaşır.
Kültür Değişmeleri
Kültür, ulusları bir arada tutan, yaşam biçimlerini belirleyen
ögelerden oluşur. Her toplumun, kendi koşulları içerisinde
gereksinimlerine cevap veren bu ögeler ve bunların uygulanış
biçimlerinde yavaş yavaş ortaya çıkan ve yerleşen değişiklikler olur.
Toplumun yaşam biçiminin her alanında ortaya çıkan bu değişikliklere
kültür değişmeleri denilir. Kültür değişiminde uygarlığın doğuşu ve
gelişimine ilişkin öne sürülen iki kuram vardır.
A. Evrim Kuramı
Kültürün toplumların ilk vahşi dönemlerinden günümüze kadar
çeşitli aşamalardan geçerek sürekli bir ilerleme ve gelişme gösterdiği
kabul eden görüştür. Bu görüşe göre, kültürel gelişme kesin kurallara,
yasalara bağlı olarak belli ve düzenli bir aşamalar sırasına göre
kendiliğinden olmaktadır. Dolayısıyla ilkel kalmış ya da az gelişmiş
toplumların kültürlerinde söz konusu evrimin değişik evrelerini bulmak
mümkündür.
B. Yayılma Kuramı
Toplumsal ve kültürel değişmeyi bir kültürden ötekine geçen
ögelere ve bu ögelerin yaygınlaşıp tutunmalarına bağlayan görüştür.
Ögelerin geçişi yüzünden de değişik toplumlarda birbirine benzeyen
kültürel özellikler görülmektedir.

Bunun yanında kültür değişmeleri ortaya çıkışları ve


uygulamadaki yöntem bakımından da farklılık göstermektedir. Bu da
serbest ve zorunlu kültür değişmeleridir.
a. Serbest Kültür Değişmesi:

Yabancı kültür toplulukları ile ilişkide bulunan toplumlarda herhangi bir iç ya da dış zorlama
olmaksızın baş gösteren değişiklikler. Uluslar, her çağda bir şekilde birbirleri ile iletişim kurmuşlardır;
kültür, turizm, ekonomi, siyasal, dinsel konularda karşılıklı ilişkiler, alış-verişler olmuştur, olacaktır.
Hatta, buna bir noktada zorunlulardır, denilebilir. Buna, içinde yaşadığımız çağda, iletişim alanında
ne kadar hızlı bir değişim yaşandığı da eklenirse durumun kaçınılmazlığını daha iyi kavrayabiliriz.

Radyo, televizyon, internet gibi hemen herkesin değişik amaçlar ile her gün kullandıkları
medya aracılığı ile kültürler arasındaki iletişim an be an daha yoğun yaşanmaktadır. Bu, kültürler
arasındaki etkileşimi hızlandıran önemli bir faktördür. Bu etkileşim; önce güncel olayları,
alışkanlıkları değiştirmeye başlar. Doğal olarak bu değişiklik; yavaş yavaş kültürün ögelerinde
yayılmaya başlar. İnsan ilişkileri, aile yapısı, alışkanlıklar yerini yenilerine bırakır. Bu engellenemez
değişim, insanın kendini ifade etme, iletişim kurma aracı olan dilde de aynı anda kendini gösterir.
b. Zorunlu Kültür Değişmesi:

Serbest kültür değişmelerinin dışında, bir başka ulusun zorlamasıyla kasıtlı olarak ya da siyasal
iktidarların çeşitli sebeplerle uyguladıkları kültür değişiklikleri vardır.

Baskı kurmak isteyen ulusun kendi kültürlerini; yavaş yavaş ikna yoluyla , zorla-baskı ile veya
çeşitli değişik yollar deneyerek elde etmek istedikleri ulusun insanlarına kabul ettirdiği kültür
değişimleridir. Günümüzde, bazı uluslar kendi kültürlerini çeşitli yollarla yaygınlaştırarak başka
uluslar üzerinde söz sahibi olmak için her fırsatı değerlendirmektedirler. Bu iyi niyetli olmayan
karışma, toplumun tamamen yabancılaşmasına, başka toplumların esareti altına girmesine yol açar.

Saldırıya uğrayan, toprakları başka bir ulus tarafından silah gücüyle elde edilen veya çeşitli
yollarla baskılara uğrayan ulusların kültürleri büyük değişiklikler yaşar. Bu uluslar, kendi değerlerini
tamamen yitirip esaret altında yaşayıp zamanla yok olurlar.
5) Kültür işlevseldir.

Kültür, toplumda birlikte yaşayan bireylerin ortak gereksinimlerini karşılayan ögelerden oluşur.
Her bir ögenin bir görevi vardır. Karşılaşılan sorunlar çözülürken geçmişte yaşanılan benzer olaylar
örnek alınır. Yeni çözüm yolları aranırken daha önceki uygulamalar sonucunda edinilen deneyimler,
bulunan çözümler kişiyi ortak bir davranışa iter. Birey belli birtakım kurallara uymak zorunluluğu
duyar.

Kültürün toplum yaşamındaki işlevselliği bağlayıcı bir özelliği de beraberinde getirir. Toplum
içindeki davranışları, kültür yönlendirir. Birey toplumdaki bazı davranışlara, adetlere karşı çıkabilir.
Bunların yanlışlığını savunup kanıtlayabilir. Ancak birey bir gün o toplumun kurallarına uymak
gereğini duyabilir ya da bu o anda ona mantıklı gelir. Toplum ile her konuda ters düşemez; gün gelir
gittiği, yaşadığı yere uygun davranmak gereğini kendisi hisseder.
6) Kültür toplumun ortak malıdır.
İnsan olmazsa toplum olmaz; toplum olmazsa da kültür olmaz. Bireye değil,
topluma aittir. Herkes bir toplumda yaşamanın getirdiği sorumluluğu taşır, taşımak
zorundadır. Toplumun yaşadığı yer ve bir zaman içinde oluştuğundan dolayı; kültür
bir kişinin değil, topluluktaki bütün insanların ortak davranışlarını yönlendiren
birikimlerdir. Farklı kişilikler de toplumsal anlayışın içerisinde gelişir Özel yaşamında
ne yaparsa yapsın toplum içinde o toplumun belli değerlerini önemsemek
zorundadır. Zira, toplumun dil, tarih, edebiyat, sanatında yıllar boyunca toplumun
her bir bireyinin, yaşanan her zamanın ve yerin izleri vardır. Kültür, kuşaktan kuşağa
aktarılan bir mirastır. Her kuşağın kültür üzerinde hakkı ve sorumluluğu vardır.
7)Kültür ahenkli bir bütündür.
Ulus olabilmek için kültür ögelerinin hepsinin olması şarttır. Dili, gelenek
ve görenekleri, tarihi, sanatı, hukuku olmayan bir topluluğa ulus denilemez.
Bunların da bir bütünün parçaları olarak dengeli, uyumlu olması gerekir. Her
öge ölçülü olarak görevini yerine getirerek, yaşamın akışına yardımcı
olmalıdır. Kültürün ögelerinin birinde olabilecek yetersizlik veya tam tersine
aşırılık, diğer ögeleri zayıflatır, onlara zarar verir, bu da toplumda dengesizlik
yaratır, sarsıntı ve boşluklara sebep olur. Dengenin olmaması veya uyumun
bozulması kültürün ahengini bozar.
8)Kültür doğal, canlı bir varlıktır.
Kültür doğar, büyür, kendini geliştirerek yaşar. İnsanların çeşitli temel gereksinimlerini
karşılamak için kendiliğinden yavaş yavaş ortaya çıkmış doğal bir varlık olarak, geçtiği
yollarda zaman zaman daralarak veya genişleyerek yaşamını sürdürmektedir. Her kültürün
kuralları vardır. Kültürlerin tarihsel sürecinde kendisine özel birtakım kurallar oluşmuştur.
Zaman içerisinde bu kurallar değişikliğe uğrasa da genel anlamda kültür, yaşamını bu
kurallar çerçevesinde sürdürür. Kurallara ters düşen karışmalar, kültürün doğasına aykırıdır
ve ona zarar verir. Böyle bir durumda tepki doğar ki, bu da huzursuzluğa, bunalıma sebep
olur, kültürün gelişmesini engeller.

Her canlı varlık gibi değişikliğe uğrar, karşılaştığı durumlardan yarar ya da zarar görebilir.
Bir yerde olduğu gibi durmaz. Akıp giden yaşamın ta kendisidir.
9) Kültürün var olma sebebi kuşaktan kuşağa aktarılmasıdır.

Kültürün kuşaktan kuşağa aktarılması, canlı bir varlık olarak


yaşaması; kültürel ögeleri bünyesinde barındıran ve taşıyan eserler ve
eğitim aracılığıyla olur. Kültürün yaşaması için eğitim ve öğretim
sonucunda ortaya çıkan görev, kültürün oluşturulan eserlerle gelecek
kuşaklara aktarılmasıdır.
10) Kültür bireye ve topluma hizmet eder ve yol gösterir.

Kültürünü tanıyarak yetişen bireyler, kişilik sahibi olurlar. Kültürünü bilinçli olarak
sindiren, iyi eğitim almış, okuyan kişiler, doğruları, yanlışları daha iyi ayırır, uluslarına
gelebilecek zararlı durumları daha çabuk fark ederler ve daha çabuk önlem alırlar. Bilinçli,
sezgi gücüne sahip oldukları için, başka kültürlerden gelebilecek tehlikeli yaklaşımlar, hangi
biçimde olursa olsun kendilerini kaptırmazlar. Toplumdaki bazı insanlar, birtakım
güzelliklerin peşinden gidebilir ve bunun sâdece o anda yaşamın bir gereği olduğunu
düşünebilir, ardından gelebilecek düzeltilmesi zor yanlışları anlamayabilirler. Bu da kültürü
yok olma noktasına getirebilir. Böyle yanlışlara düşmemek için kültürünü tanıyan, eğitimli
bireyler yetiştirilmesi gereklidir.
11) Kültür başlangıç aşamasında kalmaz.

Kültür süreklidir. Tarihsel olma özelliğinde de bunu açıklamıştık. Ancak az sayıda da olsa bazı toplumlar;
oluştuktan sonra olumsuz koşullardan dolayı sâdece ortak bazı paylaşımlarda bulunurlar. Doğal olarak bu
toplumların sağlam bir sosyal varlık göstermeleri olanaksızdır. Dolayısıyla kültür olarak gelişemezler, ilkel
şartlarda yaşamlarını sürdüren topluluklar olarak kalırlar. Kültür sosyal, ruhsal, biyolojik bir varlıktır.

Her ulusun kültürü kendi insanına uygun olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Bu özelliğiyle bireyin
rahat etmesini, mutlu olmasını sağlamalıdır. Her toplumun bireyinin yaşama koşulları farklı olduğuna göre,
çözümlerde farklı olacaktır. Bundan dolayı iyi kültür, kötü kültür, değerli kültür, değersiz kültür şeklinde bir
değerlendirme yapmak yanlıştır. Ancak başlangıç aşamasında kalmış ve ruhsal eksiklikleri bulunan gelişmemiş
kültürler ile gelişmiş kültürlerden söz edebiliriz. Gelişmiş ve varlığını devam ettiren kültürlerde; yetişen kimlik
sahibi insan, toplumun bütün ögeleriyle varlığı, etkili, güçlü olması aranmalıdır.
Kültür ve Uygarlık
Dilimizde kullanılan kültür ve uygarlık, sözcükleri sık sık karıştırılıp birbirlerinin yerine
kullanılmaktadır. Yıllarca, uygarlık sözcüğü, genel anlamda toplumların yaşamları ile ilgili her konuyu
açıklamak için kullanılmıştır.

Bilindiği gibi uygarlık anlamında batı Avrupa dillerinde kullanılan sözcük «civilasition» doğu
İslâm dünyasında ise medeniyettir. Latince «civilis», yurttaşlara ilişkin haklar, ayrıcalıklar anlamında
olup bundan türetilen «civiliser» deyimi, «barbarlık» durumundan çıkmayı belirliyor, toplumun
genel özelliklerini ifade ediyordu. Bizde bugün de yaygın olarak uygarlık yerine kullanılan
«medeniyet» sözcüğü, Arapçadan dilimize geçmiştir. Arapça şehir anlamına gelen «medine»
sözcüğünden türetilmiştir. Şehirdeki yaşam tarzı, şehirlilik anlamındadır. Türk Dil Devrimi’nin sonra
ise uygarlık ifadesi dilimizde yerini almıştır.
Aslında uygarlık ve kültür arasında çok sıkı bir bağlılık
bulunmaktadır. Gerek kültür, gerekse uygarlık kavramları ile ilgili
birbirine yakın olmakla birlikte öncelik, sonralık, içerik, içeriği oluşturan
ögeler açısından farklı görüşler ortaya atılmış ve savunulmuştur.

Genellikle, her iki kavramı birbirinden ayırmayan, birbirinin yerine


kullananlar; insanın, toplumun yaşamında oluşturduğu ögeleri her
zaman geliştirmekte olduğunu dolayısıyla bu iki sözcüğün içeriklerinin iç
içe olduğunu savunmuşlardır.
Bilim adamlarının birçoğu tarafından kabul gören bir diğer görüş
ise; kültür ve uygarlığın farklı kavramlar olduğu, her ulusun bir
kültürünün olduğu, uygarlığın ulaşılan gelişmişlik düzeyi ifade ettiği
şeklindedir. Örneğin Amerikalı toplumbilimci Maciver, uygarlığı “insanın
kendi hayatı üzerindeki etkili koşulları denetlemek amacıyla harcadığı
çabalar sonucunda meydana getirdiği mekanizma ve örgütün bütünü”
diye tanımlamakta ve teknik buluşlarla araç ve gereçleri, okulları,
yasaları, bankacılığı dahası seçim sandıklarını, ticaret odalarını uygarlık
içinde saymaktadır.
Bizde bu görüşe katılan Ziya Gökalp, önce kültür ve uygarlığın birbirinden
kesin olarak ayrıldığını savunmuş, hars sözcüğüyle ifade ettiği kültürün milli,
değiştirilemez ve insanların duygularından oluştuğunu; uygarlığın ise, uluslararası,
değiştirilebilir ve aklın ürünü olduğunu açıklamıştır. Daha sonra Gökalp’in
düşüncelerinde farklılıklar olduğu görülmektedir. Bu iki kavram arasında içerik
açısından ortaklıklar bulunduğunu söyleyerek uygarlık ve kültür arasındaki farkı
sadece ulusal olma veya olmamaya bağlamıştır. Türk kültürünün zengin ve
değiştirilemez olduğunu; ulusal kültüre zarar vermeden, batıdan sadece bilim ve
teknolojinin alınması gerektiğini savunmuştur. Bu düşünceye destek verenler
olduğu gibi karşı çıkanlar da olmuştur.
Düşünürler, bu konuda birbirlerinden farklı görüşlere sahip olsalar bile
birçok noktada birleşmişlerdir ki bu da kültür ve uygarlığın birbirinden
ayrılmalarının olanaksızlığını ortaya koyar.

Ulusların yaşam tarzı olan kültürlerini kolaylaştıran, insanlara daha rahat


bir ortamda yaşaması için olanaklar sağlayan, birçok ulus tarafından
kullanılan ortak davranış biçimleri, araçlar vardır. Bilimsel alanda aynı görüşü
paylaşan, teknolojinin nimetlerinden aynı oranda yararlanan toplumların her
biri dilleri, tarihleri, aile yapıları, düşünceleri, inançlarını yaşama ve uygulama
şekilleri ile birbirlerinden ayrılırlar.
Uygarlığın oluşması için öncelikle kültürün olması gereklidir. Kültürlerin
yaşamı kolaylaştıran bazı davranışları, diğer toplumlar tarafından da kabul görür ve
birçok ulus tarafından ortak davranış olarak uygulanarak yerini alır. Bilim, buluşlar,
teknoloji, kısaca yararlı olan her şey bir süreç içerisinde toplumların ortak değeri
haline gelir. İşte bu ortak anlayış, davranış, ürünler uygarlığı oluşturur.
Kültür bir ulusun, uygarlık ise ulusların ortak ögelerinden oluşur. Uygarlığı
maddi kültür ile açıklayan bilim adamları var ise de manevi kültür ögelerinin de
gelişen ve değişen şartlar ile insanlara zarar veren veya gereksiz olan ayrıntılarının,
uygarlığın getirileri ile geliştirilmesi, değiştirilmesi veya tamamen bırakılması olabilir,
olmuştur, olmalıdır. Bu da göstermektedir ki uygarlık, maddi ve manevi kültür
ögelerinin hepsini kapsamaktadır.
İnsanın temel gereksinimlerini karşılamak için verdiği uğraşlar, kültürü; kültürdeki çeşitli
gelişmelerinde etkisi küçümsenemez ölçüdedir. Yavaş yavaş ortaya çıkan uluslar, kendileri için daha
iyi olanın peşine düşmüşler, araştırmışlar, çareler bulmuşlar, üretmişler, icat etmişler ve bunları
kullanmışlar. Bütün insanlar için yararlı olan maddi ve manevi değerler yükselerek başka uluslar
tarafından da benimsenmiş ve böylece ortaya çıkan ortak ögeler uygarlığı oluşturmuştur. Kültürü
oluşturan şartlar, uygarlığın da temellerini atmıştır.

1)Uygarlığın olması için, insanın ve kültürün olması gereklidir.

2)Uygarlıklar kültürlerden doğmuştur.

3)Kültürlerin ortaya çıkmasındaki önemli etkenler, uygarlığın temellerini atmıştır.

4)Uygarlık, kültürlerin gelişmiş şeklidir.

5)Kültür, bir ulusa ait ortak değerlerdir; uygarlık ise ulusların ortak değerleridir.

6)Bu değerler ; düşünce, anlayış, davranış ,yaşam araçlarıdır.


Dilin Toplum ve Ulus Yaşamındaki Yeri
Canlı bir varlık olarak insan; doğar, büyür, yaşamını sürdürebilmek için
gereken koşulları oluşturur. Her ne kadar yaşamını yalnız devam ettirse de başka
insanlarla iletişim kurma gereksinimi vardır. Bu gereksinim sonucunda birtakım
doğal topluluklar oluşur. Burada tesadüfen bir araya gelmiş kişilerden söz
etmiyoruz. Aralarında birçok yönden ortaklıklar bulunan, onları birbirine bağlayan
ögelerin bulunduğu sosyal gruplardan söz ediyoruz.
Bu doğal toplulukların temelinde, en küçük, en eski olan, en devamlı, birçok
noktada kuvvetli yakınlıkların bulunduğu bir sosyal kurum olan aile vardır. Ulus ise,
doğal toplulukların en büyüğüdür. Ulusu oluşturan bireyler de birbirlerine doğal
bağlarla bağlıdırlar.
Ulus, belli bir yerde yaşamını sürdüren, ortak kültürel ögelere sahip insan
topluluğudur. Bütün kültür ögeleri, insanların yaşadıkları koşullar içinde kurdukları iletişim
ile şekillenmiş ve bunlar da ulusları oluşturmuşlardır

Kültürün en önemli ögesi olan dil, insanların temel gereksinimlerinden birisini karşılamak
üzere kendiliğinden doğal olarak ortaya çıkmıştır. Diğer kültür ögelerinin içinde daha farklı
bir yere sahip olan, topluluğu ulus haline getiren dildir. İnsanoğlunun iletişim kurma
gereksinimi, toplulukları oluşturmuş ve zamanla bu toplulukların ulus haline gelmesinin
temelini atmıştır. Yazı dili de bütün değerlerin kuşaktan kuşağa taşınmasını sağlamıştır. Yazılı
belgeler olmasaydı geçmişimizi bilmemiz, bugünümüzü korumamız olanaksız olurdu.
Kültürün ögelerinin oluşmasında önemli bir yere sahip olan dil, aynı zamanda bu ögeleri
taşıyan, ayakta tutan bir iletişim aracıdır. Bunları farklı bir dilde anlatmak zor hatta çoğu
zaman olanaksız olabilir. Ulusların bütün değerleri dil ile yaşam bulmaktadır.
Ulus olabilmek için, ortak kültürel değerlere sahip olmak gerekir.
Bunun da birinci olmazsa olmaz şartı aynı dili kullanmaktır. Dilin, ulusun
bireyleri arasında birleştirici, bütünleştirici bir rolü vardır. Her kültür dilinin
özel söyleyiş biçimleri, atasözleri, deyimleri vardır. Toplumların acılarını,
sevinçlerini, sevgi ve saygısını anlatma tarzı birbirinden başkadır. Bir yabancı
dili öğrenip o dili kullanan ulusun insanları ile konuşabilirsiniz; fakat ortak
ruha sahip olamaz, birçok ortak duyguyu paylaşamazsınız. Dil, ortak bilinci
oluşturan, ulusun birliğini sağlayan, bütünleştirici özelliğe sahiptir. Özellikle,
her ulusun kendi diline çok iyi sahip çıkması gerekir. Zira dil, en önemli ögedir.
Çinli filozof Konfüçyus’un (MÖ.552-479) kendisine sorulan “Bir ülkeyi yönetmeye
çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu?” sorusuna verdiği yanıt, bu konunun önemini
açıklamaktadır. Konfüçyus yanıtında, ”Hiç şüphesiz, dili gözden geçirmekle işe başlardım;
çünkü dil kusurlu olursa sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz, düşünce iyi anlatılamazsa,
yapılması gerekenler doğru yapılmaz, töre ve kültür bozulur, bunlar bozulunca adalet yanlış
yola sapar, adalet yoldan çıkarsa şaşıran halk, ne yapacağını bilemez.” der.

Atatürk, milli kimliğin oluşmasındaki en önemli iki ögenin dil ve tarih olduğunu,
özellikle dilin önemini sık sık vurgulamış çıkartılan yasalar (3 Mart 1924, Tevhid-i Tedrisat
Kanunu) ile eğitim birliğini sağlamış, 12 Temmuz 1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyetini kurarak
Türkçeyi milli benliğine ve aslında bulunan güzelliklere kavuşturmayı, zenginleştirmeyi,
sadeleştirmeyi, geliştirmeyi, dilde bağımsızlığı sağlamayı amaçlayarak dil devrimini
başlatmıştır.
TÜRK YAZI DİLİNİN
TARİHİ DÖNEMLERİ

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 1


TÜRK YAZI DİLİNİN TARİHİ DÖNEMLERİ

Dil tarihi uzmanları, Türk dilinin tarihî gelişimini


dönemlere ayırırken metinlerle takip edilen
dönemden öncesi için birbirinden az çok farklı
ayrımlar ve adlandırmalar yaparlar. Bu farklılıkları bir
kenara bırakarak Türk dilinin tarihî dönemlerini şöyle
özetleyebiliriz:
2.11.2018 H. Mahru SAKARYA
2
1. Altay Dil Birliği Dönemi:
Türkçenin Altay dillerinden (Moğolca, Mançuca, Tunguzca,
Korece, Japonca) henüz ayrılmadığı karanlık bir dönem olarak
değerlendirilir.

2. En Eski Türkçe Dönemi:


Türkçenin bağımsız bir dil olarak ana Altaycadan ayrıldığı dönem
olarak kabul edilmektedir.

3. İlk Türkçe Dönemi:


Hun, Avar, Hazar, Bulgar dillerinin Türkçeden henüz ayrılmadığı
dönem olarak gösterilir.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 3


Türkçenin metinlerle takip edilebilen bu dönemleri
sırasıyla şöyledir:
1. ESKİ TÜRKÇE DÖNEMİ (6.–13. yüzyıllar arası)
Türkçenin belgelerle takip edilen ilk dönemi olup 13. yüzyıla kadar olan
zamanı içine alır. Türkçenin bütün dönemleri hesaba katıldığında hem ses ve biçim
bilgisi hem söz varlığı bakımından en saf ve duru dönemidir.
a) Köktürk Metinleri
Köktürklerin kendi icadı olan Köktürk alfabesiyle taşlar (bengü taşlar)
üzerine yazılan metinlerdir. Bir kısmı çeşitli albüm ve dergilerde tanıtılan, bir kısmı
ise henüz yayımlanmamış irili ufaklı bu metinlerin sayısı 250’den fazladır. Bengü
taşların en meşhurları Kül Tigin, Bilge Kağan, Tonyukuk adına diktirilen ve Köktürk
Yazıtları (Orhun Abideleri) adıyla bilinenlerdir. Metin itibariyle daha uzun ve
kapsamlı olan bu yazıtlar dışında Köktürk çağına ait diğer bengü taşlar şunlardır:
Çoyrın, Hoytu Tamir, Nalayha, Talas, Hangiday, İhe-Nûr, Köl İç Çor (İhe-Huşotu),
İşbara Tamgan Tarkan (Ongin), Altun Tamgan Tarkan (İhe-Aşete), Mahan Kağan
(Bugut).
Bunlardan “Çoyrın bengü taşının 687-692 yılları arasında dikildiği tahmin
edilmektedir. Eğer bu tahmin doğruysa, altı satırlık bu taş, Türkçe yazılmış olan ve
Köktürk harflerinin kullanılmış bulunduğu ilk metin olmaktadır.”

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 4


Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar dikkatlerin yeni bir
malzeme üzerinde toplanmasına sebep olmuştur:
Kazakistan'da Esik kurganından (Altın Elbiseli Adam) çıkan bakır tas
üzerindeki Köktürk işaretli kısa yazının okunuşu doğrulanırsa Türk yazı
dilinin belgeleri Çoyrın (veya Çoyr) bengü taşından 1200 yıl kadar
daha önceye gidecek demektir.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 5


b) Uygur Metinleri
Köktürk devleti yıkıldıktan sonra tarih
sahnesinde Uygurlar görülür. Yeni bir din arayışıyla Budizm’i
benimseyen Uygurlar, Uygur yazısı ve Mani, Brahmi yazılarıyla taş
ve kâğıt üzerine yazılmış çeşitli metinlerle kütük basması eserler
bırakmışlardır. Doğu Türkistan’daki kazılarda ortaya çıkarılan
yüzlerce sandık eserin çoğu, dinî nitelikli olmakla beraber
aralarında tıp, falcılık, astronomi ve şiirle ilgili olanlar da vardır. En
önemlileri şunlardır:
Sekiz Yükmek (Sekiz Yığın):
Çinceden çevrilen Sekiz Yükmek’te Burkancılığa ait dinî-
ahlakî inanışlar ve bazı pratik bilgiler vardır. Uygurlar arasında
çok yayılan bu eser; kısa cümleleriyle içten anlatımı ve zengin
söz varlığıyla dikkati çeker
2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 6
Altun Yaruk (Altın Işık):
Sıngku Seli Tutung tarafından Çinceden Uygurcaya çevrilen en
hacimli sudurdur. Burkancılığın temellerini, felsefesini ve Buda’nın
menkıbelerini içerir. Bunlardan en meşhurları Şehzade ile Aç Pars
Hikâyesi (Açlıktan ölmek üzere olan parsı kurtarmak için kendini feda eden
şehzadenin hikâyesi), Dantipali Beğ hikâyesi (Maiyetindeki geyikleri
kurtarmak için kendini feda eden geyikler beğini Dantipali Beğ öldürür ve
korkunç alevler de Dantipali Beğ’i yutar.) ve Çaştani Beğ hikâyesi
(Ülkesindeki insanlara hastalık ve bela getiren şeytanlarla Çaştani Beğ’in
mücadelesi)dir.
Irk Bitig (Fal Kitabı):
Köktürk yazısıyla yazılmış bir fal kitabıdır. Her biri ayrı fal olarak yazılan
altmış beş paragraftan oluşur. Çeşitli inanışlar ve masal unsurlarının
bulunduğu kitapta günlük dile ait pek çok kelime de vardır.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 7


Kalyanamkara ve Papamkara Hikâyesi:

Burkancılığa ait bir menkıbenin hikâyesidir: İyi


düşünceli şehzadenin bütün canlılara yardım etmek ve canlıların
birbirlerini öldürmelerini engellemek için bir mücevheri elde
etmek üzere yaptığı maceralı yolculuk anlatılır.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 8


c) Karahanlı Metinleri
Eski Türkçenin Karahanlı dönemine ait başlıca eserleri şunlardır:
Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi):Yusuf Has Hâcib, 1069-1070 yılında
6645 beyit olarak yazdığı bu eserinde devlet, adalet, insan veaklı temsil
eden dört sembolik kişiyi birbirleriyle konuşturarak insanlara iki cihanda
mesut olmanın yolunu göstermiştir. Siyasetname niteliğindeki eserde, ideal
bireylerden oluşan bir toplum ve devlet göz önünde
canlandırılmıştır. Kutadgu Bilig, İslamlığın etkisindeki Türk edebiyatının ilk
ürünüdür. Dil ve edebiyat tarihi yanında kültür tarihi bakımından da önemli
kaynaklardan biridir.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 9


Dîvânü Lûgati’t-Türk:
Araplara Türkçeyi öğretmek ve Türk dilinin üstünlüğünü
göstermek amacıyla Kaşgarlı Mahmud tarafından 1072’de
yazılmaya başlanan ve 1077 yılında halife Ebü’l-Kasım Abdullah’a
sunulan bu eser, ansiklopedik bir Türk dili sözlüğüdür. Dîvânü
Lûgati’t-Türk, 11. yüzyıl Orta Asya Türk dünyasının en sağlam dil
mirası olmasının yanında Türk kültürü ve medeniyetinin eşsiz
kaynaklarından biridir.
2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 10
Atabetü’l-Hakâyık (Gerçeklerin Eşiği):

Dinî ve tasavvufi konuların anlatıldığı bu eserin Edib


Ahmet tarafından 12. yüzyılın başlarında yazıldığı tahmin
edilmektedir. Kitapta; bilginin yararı, cahilliğin zararı, dili
tutmanın önemi, cimriliğin kötülüğü, cömertliğin iyiliği, alçak
gönüllüğünün güzelliği, kibrin kötülüğü gibi konular işlenmiştir.
Eser bu bakımdan öğretici bir özelliğe sahiptir.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 11


Divân-ı Hikmet:
Hoca Ahmet Yesevî’nin şiirlerine hikmet, bu şiirlerin toplandığı defterlere Divân-ı
Hikmetdenmektedir. Bu eserdeki şiirlerin hepsi, Hoca Ahmet Yesevî’ye ait
değildir. Kitapta, öğretici yönü ağır basan manzumeler vardır. Hoca Ahmet
Yesevî, Türklerin İslamı daha iyi tanımalarına hizmet etmiş, yaşadığı dönemde
birleştirci bir rol üstlenmiş, Hacı Bektaşi Velilerin, Yunus Emrelerin, Mahdum
Kuluların yetişmesine vesile olmuştur.
Eski Türkçe dönemine ait yukarıdaki metinlerin ortak özelliği,
hepsinin öğretici nitelikte olmasıdır. Köktürk metinleri henüz yerleşik olmayan
kültüre ait olup Köktürk yazısıyla taşlar üzerine yazılmış, hitabet türünün ilk ve
mükemmel örneklerindendir.
Uygur metinlerinin çoğu, Maniheizm ve Budizm’in öğretilerini hikâye üslubuyla
anlatır. Uygur alfabesiyle (deri, ağaç kabukları, kâğıt vb. gibi) farklı malzemeler
üzerine yazılmıştır. Bunların çoğu henüz yayımlanmamıştır.
Karahanlı metinleri ise şehir kültürüne ait ilk İslami eserlerden olup Arap temelli
alfabeyle, kitap biçiminde yazılmıştır. Dil ve kültür tarihi açısından son derece
kıymetli eserlerdir.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 12


2. ORTA TÜRKÇE DÖNEMİ (13.–15. yüzyıllar arası)
Eski Türkçeyle yeni Türkçeyi birbirine bağlayan geçiş dönemidir. Bu
dönemde bütün Orta Asya’da kullanılan Türkçeye, Ortak Türkçe,
Müşterek Orta Asya Türkçesi adları da verilmiştir.
Türk dili ve Türk kültüründe önemli değişmelerin olduğu bu dönem,
Harezm Türkçesi ile temsil edilir. Harezm Türkçesi, 13. ve 14.
yüzyıllarda Batı Türkistandaki yazı diline verilen isimdir. Edebî
gelenekler bakımından Karahanlı Türkçesine dayanan bu yazı dili,
Oğuz ve Kıpçak lehçelerinden de etkilenmiştir.
Karahanlı Türkçesinden Çağatay Türkçesine geçiş olarak
değerlendirilen bu dönemde dil tarihi bakımından önemli eserler
yazılmıştır.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 13


3. YENİ TÜRKÇE DÖNEMİ (15.–20. yüzyıllar arası)
Orta Türkçe dönemindeki Türk lehçelerinin, edebiyatlarının gelişerek
devam ettiği dönemdir. Bu dönemi, dil bilgisi yapısı bakımından belli
farklılıklar olmakla birlikte Orta Türkçe Dönemi’nden kesin çizgilerle
ayırmak pek mümkün değildir. Ancak Türkçenin dış etkiler sebebiyle
bazı değişikliklere uğradığı zamanlar bu dönem içinde
değerlendirilebilir.
Bu dönemde bir tarafta Orhun, Uygur, Karahanlı Türkçeleri, Harezm
Türkçesi ve onun devamı niteliğinde olan ve geçmişteki ses ve yapı
bilgisi özelliklerini koruyan Çağatay Türkçesi gelişmesinini sürdürürken
diğer tarafta Anadolu Selçuklularıyla birlikte Oğuz ağzı yazı dili olmaya
başlamış ve kısa sürede büyük gelişmeler göstererek Türkçenin ikinci
büyük, edebî yazı dili olmuştur.
2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 14
4. MODERN TÜRKÇE DÖNEMİ

20. yüzyıldan itibaren bugünü de içine alan bütün Türk


bölgelerinde devam eden Türkçedir. Geçmişte olduğu gibi bugün
de çok geniş bir alanda oldukça hareketli bir görünüm arz eden
Türkçe, günümüzde yirmiye yakın yazı diliyle varlığını devam
ettirmektedir.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 15


TÜRK YAZI DİLİNİN TARİHÎ GELİŞİMİ

Türkler 6. yüzyıldan itibaren değişik bölgelerde, farklı alfabelerle


yazılmış dil yadigârları bırakmışlardır. Bu eserlerde din, alfabe,
konu... gibi farklılıkların yanında kullanılan malzemede de
çeşitlilik vardır. Bunların bazıları taşlar üzerine, bazıları ağaç
kütüklerine, bazıları derilere, kâğıtlara yazılmıştır. Türk yazı dilinin
tarihî gelişmesi sade bir şekilde aşağıda özetlenmiştir:

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 16


ESKİ TÜRKÇE

Köktürkler döneminden itibaren yazılı metinlerle takip edilen ve


gelişmesini 13. yüzyıla kadar tek yazı dili olarak sürdüren
Türkçedir. Bu dönemde Türkçenin yayılma alanı ana hatlarıyla
kuzeyde Yenisey ırmağı çevresinden ve Moğolistan’dan başlayıp
Doğu Türkistan’ın güney sınırına; doğuda Mançurya’dan batıda
Aral Gölü ve Hazar Denizine kadar olan bölgeyi içine alan Orta
Asyadır. Eski Türkçe; Köktürk, Uygur ve Karahanlı dönemlerini
içine alır. Birbirinden ayrı bölgelerde yeni kültür merkezleri kuran
bütün Türkler, hangi boydan olurlarsa olsunlar hep bu yazı dilini
kullanmışlardır.
2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 17
Kuzey-Doğu Türkçesi, Batı Türkçesi
11. yüzyıla kadar Altaylardan Hazar ve Karadeniz’in kuzeyine, hatta
Orta Avrupa ve Balkanlara doğru giden Türkler, İslamiyet’i kabul
ettikten sonra ve İran devletlerinin de ortadan kalkmasıyla 11.
yüzyılın ilk yıllarından başlayarak bugünkü Azerbaycan, İran
üzerinden Anadolu’ya doğru yönelmeye başlamışlardır. Sonunda 13.
yüzyılda Azerbaycan ve Anadolu yeni bir Türk yurdu hâline gelmiştir.
Türklerin batıda Anadolu’ya, kuzeyde Karadeniz’in kuzeyi ve batısına
kadar yayılmaları, buralarda yeni kültür merkezleri oluşturmaları, o
bölge halkının ağzı ile eserler yazmaları sonucunda Türk yazı dili
çeşitlenerek yayıldığı bölgelere göre biri Kuzey-Doğu Türkçesi,
diğeriBatı Türkçesi olmak üzere iki kola ayrıldı. 13. yüzyılda
Türkçenin ikinci bir yazı dili ortaya çıktığı için bu yüzyıl Türkçenin bir
dönüm noktası olarak da değerlendirilir.
2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 18
KUZEY-DOĞU TÜRKÇESİ

Orta Türkçe döneminde, Eski Türkçenin bir devamı olarak 13. ve


14. yüzyıllarda Orta Asya ile Hazar denizinin kuzeyindeki Türkler
arasında kullanılan yazı dilidir. Eski Türkçenin birçok izlerini
taşımakla birlikte yeni Türkçenin özellikleri de yavaş yavaş
şekillenmeye başlamıştır.
Kuzey ve Doğu Türkçesi arasındaki farkların giderek artmasıyla bu
yazı dili, 15. yüzyılda Kuzey Türkçesi ve Doğu Türkçesi olarak iki
kolda gelişmesini sürdürmüştür:

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 19


a) Kuzey Türkçesi

Kıpçak Türkçesi ve Tatar Türkçesi olarak da adlandırılan Kuzey Türkçesi,


Hazar denizinin kuzeyinden batıya doğru yayılan Türklerin kullandıkları
yazı dilidir. Bugünkü Kazan Tatarlarının, Kırgızların ve Kazakların dilleri
Kuzey Türkçesinin önde gelen kollarındandır.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 20


b) Doğu Türkçesi
Harezm-Kıpçak Türkçesinin bir devamı olarak 15. yüzyıldan 20.
yüzyıla kadar gelişmesini sürdüren, Orta Asya (yani Doğu)
Türklüğünün yazı dilidir. Çağatayca olarak da adlandırılan bu yazı
dili Sekkakî, Lütfî, Gedâî, Ali Şir Nevâyî, Hüseyin Baykara, Şiban
Han, Muhammed Salih; Babür; Ebulgazi Bahadır Han gibi şair ve
yazarlar tarafından temsil edilir.
Doğu Türkçesi günümüzde, Batı Türkistandaki Modern Özbek
Türkçesiyle ve Doğu Türkistanda Yeni Uygur Türkçesiyle temsil
edilmektedir.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 21


BATI TÜRKÇESİ
Hazar’ın güneyinden batıya uzanan ve Azerbaycan (Kuzey Azerbaycan
ve Güney Azerbaycan), Anadolu, Adalar, Rumeli, Irak ve Suriye’de
konuşulan Türkçeye Batı Türkçesi denmektedir. Bugünkü yazı
dillerinin sınıflandırılmasında Türkiye Türkçesi, Gagavuz Türkçesi,
Azerbaycan Türkçesi ve Türkmen Türkçesi Batı Türkçesi grubunda
yer almaktadır. Türk yazı dilinin bu kolu Oğuz lehçesine dayandığı
için Oğuz grubu olarak da adlandırılır.
12. yüzyılın sonlarıyla 13. yüzyılın başlarından günümüze kadar
kesintisiz olarak devam eden ve Eski Türkçeden sonra oluşan
Türkçenin iki büyük kolundan biri olan bu yazı dili, Türklüğün en
büyük ve en verimli yazı dilidir. Türkçenin diğer yazı dillerine göre en
çok gelişme gösteren koludur.
Türkiye Türkçesi, Batı Türkçesinin ana kolunu oluşturur ve tarihî
süreçte kendi içinde üç döneme
2.11.2018 ayrılır:
H. Mahru SAKARYA 22
a) Eski Anadolu (Eski Türkiye) Türkçesi
13. yüzyılın başlarından 15. yüzyılın sonlarına kadar Anadolu ve Rumeli’de kullanılan,
Oğuz temelindeki Türkçe olup Batı Türkçesinin ilk dönemini oluşturur.
Eski Anadolu Türkçesi, gramer şekilleri bakımından kısmen Eski Türkçeye bağlı olmakla
birlikte, Kuzey ve Doğu Türkçelerine göre hızlı bir gelişme gösterdiği için bu
dönemde yeni gramer şekilleri ortaya çıkmaya başlamıştır.
Eski Anadolu Türkçesini Anadolu’daki siyasi ve sosyal gelişmelere bağlı olarak kendi
içinde Selçuklu Dönemi Türkçesi, Beylikler Dönemi Türkçesi ve Osmanlı Türkçesine
Geçiş Dönemi Türkçesi olmak üzere üç döneme ayırmak mümkündür.
Anadolu Selçukluları döneminde bilim dili Arapça, resmî dil Farsça olduğu için
Türkçeyle dinî, ahlaki özellikler taşıyan ve daha çok, halka seslenen eserler
yazılmıştır. Selçuklu devletinin parçalanmasından sonra ortaya çıkan Anadolu
Beyliklerinde ise beylerin de millî geleneklere ve Türkçeye önem vermeleri
sonucunda dil ve edebiyat açısından verimli bir dönem başlamıştır.
Arapça ve Farsça unsurların henüz fazla olmadığı bu dönemin Eski Türkçeden ayrılan
özellikleri olmakla birlikte bugünkü Türkiye Türkçesinin de temelini oluşturur.
2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 23
b) Osmanlı Türkçesi
Pratikte kısaca Osmanlıca diye de adlandırılan Osmanlı Türkçesi, 15. yüzyılın
sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı devletinin sınırları içinde
kullanılan yazı dilidir.
Bu dönemin en belirgin özelliği Arapça, Farsça gibi yabancı dillerden oldukça
fazla kelime ve gramer şeklinin Türkçeye girmiş olmasıdır. Klasik bir
edebiyat oluşturma ve sanat yapma anlayışıyla Türk yazı dili âdeta Arapça,
Farsça ve Türkçe kelimelerden oluşan üçüz bir dil hâline getirilmiştir.
Konuşma diliyle yazı dili arasındaki farklar her geçen gün artarken bir
tarafta konuşulan fakat yazılmayan bir dil, diğer tarafta yazılan fakat
konuşulmayan bir dil ortaya çıkmıştır.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 24


c) Türkiye Türkçesi
Batı Türkçesinin bugün içinde bulunduğumuz üçüncü dönemidir. Türkiye Türkçesi teriminden,
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî dili olan ve bugün çok geniş bir alanda kullanılan Türk yazı dili
anlaşılır.
Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının (Z. Gökalp, A. C. Yöntem, A. Koyuncu) konuşma dilinden yeni
bir yazı dili yaratma amacıyla Genç Kalemler dergisinde başlattıkları Yeni Lisan hareketi bu
dönemin başlangıcı olarak kabul edilir. Türkçenin sadeleşmesinde de önemli bir yeri olan Yeni
Lisan hareketinin gerçekleşmesinde bugün de geçerliğini sürdüren ilkeler benimsenmiştir.
Bunlardan bazıları şunlardır:
Arapça ve Farsçadan Türkçeye giren dil bilgisi kuralları ve bu kurallarla yapılan bütün tamlamalar
kaldırılmalıdır.
Dilimize Arapça ve Farsçadan girmiş kelimelerle yapılacak yeni isim ve sıfat tamlamaları,
Türkçenin kurallarına göre yapılmalıdır.
Yazı diliyle konuşma dili arasındaki büyük ayrılığı kaldırmak için yazı dili konuşma diline
yaklaştırılmalı, İstanbul konuşması, yazı dili olmalıdır.
Bu ilkelerden yola çıkarak taklit değil, yeni ve millî bir edebiyat meydana getirilmelidir.
Bu ilkelerden hareketle yabancı kural ve kelimelerden hızla temizlenen Türkçe, Millî Edebiyat
Akımıyla da İstanbul ağzına dayanan bir yazı dili şeklinde gelişmesini sürdürdü.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 25


“Türkiye Türkçesinin gelişmesi içinde Yeni Lisan hareketinden sonra en geniş
çalışma Dil Devrimidir.
Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin ilk taslağı da 11 Temmuz (1932) gecesi bizzat
Atatürk tarafından çizilmiştir. Bu taslağa göre Cemiyet’te “sözlük-terim”,
“gramer-sentaks”, “etimoloji” ve “dil bilimi” çalışmaları yapılacaktır.
Hazırlanan tüzükte, Cemiyet’in amacı: “Türk dilinin öz güzelliğini meydana
çıkarmak, onu dünya dilleri arasındaki değerine yaraşır yüksekliğe
eriştirmek” diye gösterilmiştir. Dil konusunun işlenerek geliştirilmesi ve dil
davasının halka benimsetilebilmesi için belirli aralıklarla dil kurultaylarının
toplanması da kabul edilmiştir. 26 Eylül-6 Ekim 1932 tarihleri arasında
toplanmış olan 1. Türk Dil Kurultayı’ndan sonra Türk dili alanındaki
çalışmaları yönlendirecek bir ana program hazırlanmıştır. Kurultay tarafından
seçilen yeni Yönetim Kurulu, 17 Ekim 1932 tarihli bildirisinde yapılacak
işlerle ilgili ilkeleri ana program niteliğindeki şu iki maddede toplamıştır:
2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 26
1. “Türk dilini millî kültürümüzün eksiksiz ifade vasıtası hâline
getirmek; Türkçeyi muasır (çağdaş) medeniyetin önümüze koyduğu
bütün ihtiyaçları karşılayabilecek bir mükemmelliyete erdirmek”,

2. “Yazı dilinden Türkçeye yabancı kalmış unsurları atmak; halkçı


bir idarenin istediği şekilde halk ile münevverler (aydınlar) arasında
birbirinden mahiyetçe (nitelikçe) ayrı iki dil varlığını ortadan
kaldırmak ve temel unsurları öz Türkçe olan millî bir dil yaratmak”.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 27


Eğer böyle iki özlü maddede toplanmış olan ilkeleri biraz açacak olursak,
Türk dili çalışmaları ile ilgili hedeflerin neler olduğu daha belirgin olarak
ortaya çıkacaktır. Bu bağlamda Atatürk’ün çeşitli vesileler ile dile getirdiği
ve dil devrimi ile ulaşmak istediği hedefler şu noktalarda toplanabilir:
1. Dilimizi, Osmanlıcanın Türkçeye zarar veren pürüzlerinden ayıklamak;
yazı dilinden, Türkçeye yabancı kalmış olan unsurları atmak,
2. Aydınların dili ile halkın dili; konuşma dili ile yazı dili arasındaki
Osmanlıca dolayısıyla ortaya çıkmış olan açıklığı kapatarak, dile millet
varlığı içinde birleştirici ve bütünleştirici bir nitelik kazandırmak,
3. Türk diline kendi yapı ve işleyiş özelliklerine uygun millî bir gelişme yolu
çizebilmek,
4. Türkiye Cumhuriyeti’nde öğretim birliğine paralel olarak eğitimi
millîleştirmek ve öğretimi millî terbiyenin gerekli kıldığı bir millî eğitim
diline kavuşturabilmek,
2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 28
5. Türkçenin güzellik ve zenginliklerini ortaya koyabilmek, onu dünya
dilleri arasındaki değerine yaraşır bir düzeye çıkarabilmek için, dilimizi
bir bilim kolu olarak ele almak ve üzerinde kaynaklarına inen
derinlemesine araştırma ve incelemeler yapmak,
6. Dile, kelime türetme olanakları bakımından işlelik kazandırarak
Türkçeyi millî kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı yapabilmek;
uzun vadede çağdaş medeniyet düzenin gerekli kıldığı kelime ve
kavramları karşılayabilecek işlek ve zengin bir kültür dili durumuna
getirebilmektir.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 29


SÖZÜN ÖZÜ

Bir dilin konuşma dili ve yazı dili olmak üzere iki yönü vardır. Konuşma
dilinin tabiatından olmak üzere ülkede, birbirinden az çok farklı ağızların
bulunması normaldir. Yazı dili, bir kültür dili olarak birleştirici bir özelliğe
sahiptir. Üniversitelerde Türk dili derslerinin okutulma gerekçelerinden
biri de konuşma dilini mümkün olduğu kadar yazı diline yaklaştırmak
olduğu için ortak dille yazmaya ve konuşmaya özen gösterilmelidir.
Tarihin çok eski dönemlerinden beri birbirinden uzakta ve geniş bir
coğrafyada varlığını sürdüren Türklerin dili, bir ana kaynaktan doğmakla
birlikte bu uzun zaman içinde ve farklı bölgelerde bazen az, bazen de çok
değişiklikle varlığını sürdürmektedir.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 30


• Türk yazı dilinin tarihi kısaca şöyle özetlenebilir: Türk yazı dilinin ilk dönemi,
başlangıçtan 13. yüzyıla kadar olan zamanı içine alan Eski Türkçedir. Eski
Türkçeden öncesi karanlık dönemdir. Türkçenin uzak lehçeleri olan Yakutça ve
Çuvaşça bu karanlık dönemde ana Türkçeden ayrılan kollardır.
• 12. ve 13. yüzyılda büyük gelişmeler ve değişmeler olmuş, Türkler Orta
Asya’dan kuzeye ve batıya doğru yayılarak yeni kültür merkezleri
oluşturmuşlardır. Bunun sonucunda Eski Türkçe dönemi bitmiş, biri Kuzey-
Doğu diğeri Batı Türkçesi olmak üzere iki yeni yazı dili ortaya çıkmıştır. Kuzey-
Doğu Türkçesindeki iki kol, 15. yüzyıldan itibaren farklılaşarak Kuzey Türkçesi
ve Doğu Türkçesi olarak ikiye ayrılmıştır. Kuzey Türkçesi Kıpçakça ile temsil
edilirken Doğu Türkçesi Çağatayca adıyla da anılmış ve bugün yerini modern
Özbek Türkçesine bırakmıştır.
• Batı Türkçesi ise Hazar’ın güneyinden batıya yayılan Batı Türklüğünün yazı dili
olarak 13. yüzyıldan itibaren kullanılmaktadır. Batı Türkçesi tarihî süreçte
kendi içinde Eski Anadolu Türkçesi, Osmanlı Türkçesi ve Türkiye Türkçesi olmak
üzere üç döneme ayrılır.
2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 31
Dilin tarihî gelişimi dikkatle incelendiğinde şu sonucu çıkarmak mümkündür:
Yeni coğrafyalarda birbirinden az çok uzakta yeni vatanlar kurmadan; yeni
dinlerle, yeni kültürlerle, yeni medeniyetlerle... tanışmalardan dil doğal
olarak etkilenmektedir. Ancak bu etkilenmenin derecesi, dilin asıl işlevi olan
anlaşma görevini yerine getirmesini engelleyecek düzeyde olunca bu durum
dilin yararına değil zararına olmaktadır. Osmanlı Türkçesinin son
dönemlerinde olduğu gibi bir tarafta konuşulan fakat yazılmayan bir Türkçe,
diğer tarafta yazılan fakat konuşulmayan bir Türkçe, anlaşma görevini yerine
getiremeyen bir Türkçe istenmiyorsa yabancı dillerden Türkçeye girmeye
çalışan kelimelere ve dil kurallarına karşı dikkatli olunmalı, bahane ne olursa
olsun bir kelimenin Türkçe karşılığı varken diğerleri asla kullanılmamalıdır.

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 32


TEŞEKKÜR EDERİM

2.11.2018 H. Mahru SAKARYA 33


TÜRK DİLİNİN
GELİŞMESİ VE
TARİHİ DEVRELERİ
Türkçenin başlangıcının nereye dayandığı tam olarak
bilinmemekle birlikte bu konu üzerinde yapılan çalışmalar
sonucunda Göktürk Yazıtları’ndan önceki dönemler için de bazı
varsayımlar ileri sürülmüş ve Türkçenin karanlık dönemleri
diye adlandıracağımız bu dönemle ilgili çeşitli sınıflandırmalar
yapılmıştır. Ahmet Caferoğlu “Türk Dili Tarihi” adlı eserinde
Türkçenin devrelerini şöyle sıralamaktadır:
1)Altay devri (Türk-Moğol dil birliği)
2)En eski Türkçe devri (Proto Türk dil birliği)
3)İlk Türkçe devri
4)Eski Türkçe devri
5)Orta Türkçe devri
6)Yeni Türkçe devri
7)Modern Türkçe devri
Yukarıdaki sıralamaya göre Türk dilinin Altay devri ve en eski Türkçe devri
hakkındaki bilgilerimiz belgelere dayanmayıp dil karşılaştırmalarından ve
birtakım arkeolojik verilerden yararlanılarak elde edilmiştir ve henüz kesinlik
kazanmamıştır.
1. Altay Devri
Türk-Moğol dil birliği olarak da adlandırılan bu devre, Türkçenin
Moğolca ve diğer akraba dillerle birlikte Ana Altayca içinde yer aldığı var
sayılan devredir. Bu devrede Altay dillerinin hiçbirinin henüz teşekkül
etmediği düşünülmekle birlikte zamanı hakkında da bilgi bulunmamaktadır.
2. En Eski Türkçe Devri
Bu devre Türkçenin Ana Altaycadan ayrılarak bağımsız bir dil olma
yolunda ilerlediği düşünülen devredir. Yine bu dönem için de herhangi bir
tarih vermek mümkün değildir ancak Türkçenin Sümerce ile(M.Ö:4000)
ilişki içinde bulunduğu var sayılmaktadır.
3. İlk Türkçe Devri

Bu döneme ait elimizde herhangi bir belge bulunmamasına karşı varlığı


bilinen ve Türk oldukları herkesçe kabul edilen kavimlerin dilleri bu devreye
girmektedir. Hun, Bulgar, Avar ve Hazar gibi Türk boylarının dilleri gibi.

Başlangıçtan milat yıllarına kadar olan süreyi kapsadığı düşünülen bu


devrede Türkçenin batı ve doğu olmak üzere ikiye ayrıldığı kabul edilmektedir.
Doğu kolu, Ana Türkçeyi oluşturan koldur. Zaman olarak 1-6. yüzyılları kapsayan
bu devreye Bulgar ve Çuvaş kolunun dışındaki lehçeler (Yakutça ve genel Türkçe)
girmektedir. Batı kolu ise Bulgar Türkleri ve Çuvaşlarla devam eden koldur.
4. Eski Türkçe Devresi (6-13. yüzyıllar)

Türkçenin belgelerle takip edilen ilk dönemi olup 13. yüzyıla kadar olan
zamanı içine alır. Türkçenin bütün dönemleri hesaba katıldığında hem ses ve biçim
bilgisi hem söz varlığı bakımından en saf ve duru dönemidir.

Eski Türkçe devresini:

1)Göktürk devri (6-8. yüzyıllar)

2)Uygur devri (8-13. yüzyıllar)

3)Karahanlı devri (10-13. yüzyıllar) olmak üzere üç devrede inceleyebiliriz.


Göktürk Devri(6-8. yüzyıllar)

Türkçenin, Türk yazısının elimizde bulunan en uzun, en eski ve en önemli ürünleri, 8. yüzyıldan kalan Orhun
Yazıtları ve onlardan daha eski oldukları anlaşılan, genellikle kısa mezar taşı niteliği taşıyan Yenisey Yazıtlarıdır. Bugünkü
Moğolistan’da, Orhun Nehri yakınlarında bulunan Kül Tigin (732) ve Bilge Kağan(735) yazıtlarından başka, dönemin ünlü
veziri Tonyukuk’un kendi adına diktirdiği, Ulan Bator yakınlarında bulunan iki taş, Orhun Yazıtları’nın başlıcalarıdır. Bu
dört taş yazıt, iki kağanın ve bir vezirin ağzından, Türk kavimleri ve yabancılarla yapılan savaşların, gösterilen özverilerin
anlatıldığı, ulusa öğütler de içeren hitabeler niteliğindeki belgelerdir. Bunlara, biraz daha eski oldukları anlaşılan Ongin,
Küli Çor Yazıtlarını ve 7. yüzyıl sonlarına(688–991) ait olduğu düşünülen kısa ve eksik Çoyren Yazıtını ekleyebiliriz.

Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar dikkatlerin yeni bir malzeme üzerinde toplanmasına sebep olmuştur:
Kazakistan'da Esik kurganından (Altın Elbiseli Adam) çıkan bakır tas üzerindeki Köktürk işaretli kısa yazının okunuşu
doğrulanırsa Türk yazı dilinin belgeleri Çoyrın (veya Çoyr) bengü taşından 1200 yıl kadar daha önceye gidecek demektir.

Orhun ve Yenisey Yazıtları’nda kullanılan, sağdan sola doğru yazılan 38 harflik alfabe Uygur alfabesini kullanan
Uygurlar döneminde de bazı metinlerde kullanılmıştır.
Uygur Devri (8-10. yüzyıllar)

Göktürk Devletini 745’te yıkarak yerleşik hayata geçen ve Uygur Devletini kuran Uygur
Türkleri, sahip oldukları farklı inançlarla geniş bir kültür alanı oluşturmuşlardır. Yeni bir din
arayışıyla Budizm’i benimseyen Uygurlar, Uygur yazısı ve Mani, Brahmi yazılarıyla taş ve
kâğıt üzerine yazılmış metinler kütük basması eserler bırakmışlardır. Doğu Türkistan’daki
kazılarda ortaya çıkarılan yüzlerce sandık eserin çoğu, dinî nitelikli olmakla beraber
aralarında tıp, falcılık, astronomi ve şiirle ilgili olanlar da vardır.

Tıp, astronomi, fal- falcılık ve dinsel konuları içeren bu eserler; Göktürk alfabesinin
yanında soğut kökenli 18 harfli Uygur, Mani ve Brahmi yazılarıyla yazılmıştır. Bu
dönemin eserleri şunlardır:
1. Irk Bitig (Fal Kitabı)
Göktürk alfabesiyle yazılmış, Mani dinine ait bir fal kitabıdır.

2. Altun Yaruk (Altın Işık)

Radloff ve Malov tarafından Uygur harfleriyle yayımlanan, Budizmin kutsal kitabı olan bu eser;
Burkancılığın inanç ve felsefesini, Buda’nın vaazlarını içermektedir. Yaklaşık yedi yüz sayfa olan eserin aslı
Sanskritçe olup, önce Çinceye, daha sonra Çinceden Uygurcaya tercüme edilmiştir.

3. Sekiz Yükmek (Sekiz Yığın)

Buda dininin inanç, felsefe ve ilkelerini anlatan bir eserdir. Sade bir dil kullanılmıştır.

4. Prens Kalyanamkara ve Papamkara Hikâyesi (İyi düşünceli kardeş ile kötü düşünceli kardeş)

Budizmi sevdirmek için yazılmış, iki kardeşin efsanevi yaşam hikâyesini anlatan eserdir.

5. Turfan Metinleri

Tıp, falcılık, astronomi, tarım ile ilgili parça parça yazılardan oluşmaktadır.
Karahanlı Devri(10-13. yüzyıllar)
Doğudan batıya göçen Oğuz Türklerinin 10. yüzyılda İslâmiyet’i kabul
etmesiyle Türk devletleri, eski kültür sahalarından ayrılıp yeni bir kültür alanına
girmişlerdir. Oğuz Türklerinin Doğu ve Batı Türkistan’da kurdukları ve13. yüzyıla
kadar devam eden Karahanlı Devleti’nde konuşulan dile Hakaniye Türkçesi ya da
Karahanlı Türkçesi denilmektedir.
Karahanlılar İslâmiyet ile yeni bir kültür dairesine girmekle birlikte eski
kültür izlerini de taşımaktadırlar. Bu bakımdan Karahanlı dili, Uygur yazı dilinin
İslami kültür ile kaynaşmasıyla oluşmuş bir yazı dilidir.
Eski Türkçenin Karahahanlı devrine ait önemli eserlerinden bahsedecek
olursak bunları şöyle sıralayabiliriz:
1. Kutadgu Bilig-Yusuf Has Hacip

11. yüzyıldan itibaren İslâm medeniyetine giren Türk milletinin yeni şartlara rağmen kendi milli
varlık ve şartlarına bağlı kalması sayesinde bu dönemde önemli eserler verilmiştir. “Mesut olma bilgisi”
anlamına gelen ve siyasetname niteliği taşıyan bu eser 6645 beyit olup 1069-1070 yılında devrin önde
gelen bir bilgini ve fikir adamı olan Yusuf Has Hâcip tarafından yazılmıştır.

Çok az rastlanan Arapça ve Farsça sözcüklerin dışında eser, sade Türkçenin izlerini taşır. Eserde
halk arasında yaygın olarak kullanılan edebi söyleyişlerle deyim ve atasözlerine de oldukça fazla yer
vermiştir.

Karşılıklı konuşma tarzının kullanıldığı bu eserde “Kün togdı”, “Ay Toldı”, “Ögdilmiş” ve
“Odgurmuş” olmak üzere dört kavramı temsil eden dört kişi konuşturulmuştur. Bunlardan, Ögdilmiş aklı
temsil eder ve vezirin oğludur. Ay Toldı, saadeti temsil eder ve vezirdir. Kün Togdı, adaleti temsil eder ve
hükümdardır. Odgırmış ise kanaati temsil eder ve vezirin kardeşidir.
2. Dîvanı Lügati’t-Türk-Kaşgarlı Mahmut

Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılan ansiklopedik Türk dili sözlüğüdür. Türk ulusunun
büyüklüğünü anlatmak, Araplara Türkçeyi öğretmek için yazılmıştır. Eserde o zamanın Türk
dünyasına ait geniş açıklamalar vardır. Türkçe sözcüklere Arapça karşılıklar verilmiştir. Dilbilgisi,
sözcük açıklamaları, cümleler, atasözleri, şiirler ile zenginleştirilmiştir. Bu eser, yalnızca bir sözlük
değil, 11. yüzyıl Türklüğünün kültür ve medeniyeti hakkında bilgi veren ansiklopedik bir eserdir.
Eserde Müslüman olmayan Türklerin kullandıkları sözcüklere yer verilmemiştir. Türk halk şiirinin
en eski örnekleri, çeşitli halk edebiyatı ürünleri ilk kez burada yazılmıştır. Yazmaya başlamadan
önce Türk illerini gezmiş, çeşitli araştırmalar yapmış, doküman toplamış, kullanılan sözcükleri
derlemiştir.

Karahanlılar döneminde Türkçe ilk kez Arap alfabesiyle yazılmış ve bunun ilk uygulayıcısı
da 11 yüzyılda Kaşgarlı Mahmut olmuştur. Divânı Lügati’t Türk adlı eserinde Kaşgarlı Mahmut
Arapça imla kurallarını uygulamıştır.
3. Atebetü’l-Hakayık-Edip Ahmet Yükneki

Hakikatlerin eşiği anlamına gelen eserin, tam tarihi bilinmemekle


birlikte 12. yüzyılın başlarında yazıldığı düşünülmektedir. Yüknekli Edip
Ahmet tarafından yazılan eser, içerik, yapı ve amaç bakımından Kutadgu
Bilig etkisinde kalmıştır. Ancak; dil farklıdır. Yazarının ifadesi ile eserin
dilinin ortak Orta Asya Türkçesinin Kaşgar şivesini temsil ettiği şeklindedir.

Eserin Kutadgu Bilig’den ayrılan özelliklerinden biri de yabancı


sözcüklerin çokça yer almasıdır. Arapça, Farsça unsurlar yoğun olarak
kullanılmıştır. Eser, bilginin yararları, bilgisizliğin zararları, alçak
gönüllülük, kibir ve ihtiras konularına yer verilen bir öğüt kitabıdır.
4. Dîvân-ı Hikmet-Ahmet Yesevi

Ahmet Yesevi’nin Dîvân-ı Hikmet adlı eseri; dinî, tasavvufî özlü sözleri içeren
mecmua niteliğinde bir eserdir. Bu eser, genellikle 5–25 arasında değişen dörtlüklerden
oluşmuş, 12’li hece ölçüsü ile halk dilinde yazılmış, uyak ve redifler sıkça kullanılmıştır.

Karahanlı Türkçesine çok önemli hizmetlerde bulunan Ahmet Yesevi, Arap ve Fars
dillerinin etkisinde kalmamış kendi ana dilini diğer dillerden üstün tutmuştur. Yazdığı
şiirler büyük değişikliklere uğramıştır. Türk diline büyük hizmetleri dokunan Yesevi, ana
dilini diğer dillerden üstün tutma geleneğine bağlı kalmıştır.

Ahmet Yesevi çevresindeki insanlara onların anlayabilecekleri bir dil ile


inandıklarını ve öğrendiklerini aktarmaya çalışmış, İslâmiyet’i Türkler arasında yaymak
ve sevdirmek başlıca yaşam amacı olmuştur. Çağının tasavvuf akımının en büyük
öncülerinden kabul edilmektedir.
5. Kur’an Tercümeleri

İslâmiyetin Türkler tarafından kabulüyle birlikte Türk dili ve Türk kültürü farklı bir
sahaya girmiştir. İslâmiyet’in daha çabuk yayılması için Kuran tercümeleri yapılırken
Türkçe de bundan nasibini almış, yeni İslâmi terimlerle ve deyimlerle daha da
zenginleşmiştir.

Türkler İslâmiyet’in kabulüyle birlikte fıkıh, tefsir, hadis gibi dini içerik taşıyan pek
çok eser yazmış, Türk edebiyatına ve Türk diline kazandırmışlardır. Bu eserlerin edebi
açıdan ziyade dil açısından önemi büyüktür.
Kuran tercümeleri, klasik bir edebi dilin kurulmasında bir taraftan önemli bir rol
oynamaktayken diğer taraftan da Türkçenin daha kusursuz bir hal almasına yardımcı
olmuştur.
5. Orta Türkçe Devri (13–15. yüzyıllar)

Türk yazı dilinin Eski Türkçeden yeni yazı dillerine geçiş dönemine Orta Türkçe dönemi adı
verilmektedir. İlk İslâmi eserlerin verildiği ve Türklerin İslâmiyet’i kabulüyle birlikte yeni bir kültür çevresine
de girdikleri Karahanlı dönemini bu devreye katan, 11. yüzyılın başlangıcıyla bu dönemi başlatan dilbilimciler
de vardır.

Eski Türkçeyle yeni Türkçeyi birbirine bağlayan geçiş dönemidir. Bu dönemde bütün Orta Asya’da
kullanılan Türkçeye, Ortak Türkçe, Müşterek Orta Asya Türkçesi adları da verilmiştir.

Türk dili ve Türk kültüründe önemli değişmelerin olduğu bu dönem, Harezm Türkçesi ile temsil edilir.
Harezm Türkçesi, 13. ve 15. yüzyıllarda Batı Türkistan’daki yazı diline verilen isimdir. Harezm ya da Harizm
Türkçesi diye de adlandırılan bu dönemde Harezmlilerin 11. yüzyılda ayrı bir dil konuştukları, bu dili XIII.
yüzyıla kadar da aynı dili korudukları eldeki kaynak ve bilgilerden anlaşılmaktadır.

Harezm Türkçesiyle çok sayıda eser yazılmıştır. Bunlar şunlardır:


1. Kısasü’l Enbiya-Rabguzi

Kısasü’l Enbiya, Orta Asya Türk edebiyatının durgun devrinin ilk


örneğidir. Dini içerikli olduğundan dili oldukça sadedir. Eser aslında
nesir şeklinde olup pek çok manzum parçaları da içermekte ve
peygamberlerin hikâyelerinden oluşmaktadır.

Kısasü’l Enbiya İslâmiyet’i yeni kabul etmiş olanların


ihtiyaçlarını karşılayacak nitelikte olup Kuranı-Kerîm’de adı geçen
peygamber hikâyeleri anlatılmış, âyet-i kelimeler ve hadîs-i şeriflere
de yer verilmiştir.
2.Nehcü’l –Feradis-Kerderli Mahmut

Kerderli Mahmut tarafından Harezm Türkçesiyle yazılmış olan bu eser


Kırk Hadis tercümesi niteliğinde dini ahlâki konuları ele almaktadır. 4444
sayfadan oluşan bu eser onar fasıllık dört bölümden oluşmuş Peygamber’in
hadislerinden seçilmiş kırk hadisi ele alıp açıklamaktadır.

Hazreti Muhammet’in hayatını, dört halifenin tanıtıldığı, haklarında


bilgiler verildiği, iyi huyların, İslâmiyet’in temel kurallarının anlatıldığı
bölümlerin sonuncusu ahlâki kurallar ve yapılması gerekenlerdir.
3. Muinü’l-Mürid-Şeyh Şerif Hoca
Harezm sahasında yazılan ve yerli şive özellikleri taşıyan bir başka
eser de Muinü’l Mürid’dir. Eserin yazarı olarak Şeyh Şerif Hoca adlı zat
gösterilmekle beraber, içerik olarak bu dönemde yazılmış diğer eserler gibi
dini tasavvufi konuları ele almakta ve dini şiir parçalarından oluşmaktadır.
Dini tasavvufi nitelik taşıyan bu eser 1313 yılında bu sahada yazılmış
eserler içinde en küçüğü olup, 51 sayfa ve 900 beyitten oluşmaktadır.
Öğretici nitelikte olan ve Türkmenlere İslâmiyet’i ve tasavvufu öğretmek
amacıyla yazılmış olan eser bu özellikleri sayesinde uzun yıllar ilgi çekmiş
ve okunmuştur.
4. Mukaddimetü’l Edeb-Zemahşeri

Bu dönemdeki çeşitliliği bünyesinde en güzel şekilde bulunduran eserlerin başında


Zemahşerî’nin Mukaddimetü’l Edeb adlı eseri gelmektedir. Türkçenin tarihi gelişimini göstermesi
bakımından Kaşgarlı Mahmut’un Divan ü Lügati’t Türk adlı eserinden sonra önemli yer teşkil
etmektedir.

Harezm şivesi ve dönemin Türk şivelerine tercümeleri yapılmış olan Mukaddimetü’l Edeb,
içerdiği deyim, terim ve sözcüklerle Türk kültür hayatı bakımından önemli bir veri kaynağıdır.

Arapça öğretmek amacıyla pratik bir sözlük niteliği taşıyan eser, Arapça sözcük ve kısa
cümlelerden oluşmuştur.1127–1114 yılları arasında yazılmış olan eser, isimler, fiiller, harfler, isim
çekimleri ve fiil çekimlerinin ayrıntılı bir şekilde yer aldığı beş bölümden oluşmaktadır.

Divan-ü Lügati’t Türk’ten sonra Orta Türkçenin en zengin sözcük kaynağı olarak kabul
edilen eser, bünyesinde 3500 sözcük barındırmaktadır.
5. Muhabbetnâme-Harezmi

Harezmin karma şivesiyle yazılmış en önemli eserlerdendir. Dönemin ve bölgenin dil özelliklerini
taşımakla birlikte, Kıpçak şivesinin izlerini de taşımaktadır. Yazarı kesin bilinmemekle birlikte Horezmi (bazı
kaynaklarda Harezmi) isminin yer alması bunun mahlas olduğunu düşündürmüştür. Arap ve Uygur harfleriyle
yazılmış iki nüshası bilinmektedir. Mefâîlün mefâîlün Feûlün kalıbıyla yazılan Muhabbetnâme’de bazı gazel
ve şiirler de yer almaktadır.

6. Revnakü’l İslam-?

İslâmın parlaklığı diye de adlandıracağımız bu eser, Türkmen şivesinin temsilcisidir. Okullarda dahi
bir dönem ders kitabı olarak okutulan bu eser halk arasında da büyük ölçüde rağbet görmüştür. Hicri 869
milâdi 964/65 yılların da yazılmış bu eser manzum olup yazarıyla ilgili bilgimiz bulunmamaktadır.
6. Yeni Türkçe Devri(15–20. yüzyıllar)
Orta Türkçe döneminde farklı özelliklere sahip olan yazı
dillerinin, şivelerinin edebi dil olarak gelişme gösterdiği ve 15.
yüzyıldan zamanımıza kadar devam eden dönem olarak
nitelendirilmektedir. Bu dönem dilini Orta Türkçe döneminden ayrı
tutmak zordur. Bunun yanında çeşitli etkilerle dilin farklılaştığı
dönemleri de unutmamak gerekir. Böylece Kıpçak, Azeri, Osmanlı,
Çağatay, Türkmen edebiyatlarının dillerini de bu dönemden ayrı
tutmamak gerekir.
11. yüzyıla kadar Altaylardan Hazar ve Karadeniz’in kuzeyine, hatta Orta
Avrupa ve Balkanlara doğru giden Türkler, İslamiyet’i kabul ettikten sonra ve İran
devletlerinin de ortadan kalkmasıyla 11. yüzyılın ilk yıllarından başlayarak bugünkü
Azerbaycan, İran üzerinden Anadolu’ya doğru yönelmeye başlamışlardır. Sonunda
13. yüzyılda Azerbaycan ve Anadolu yeni bir Türk yurdu hâline gelmiştir. Türklerin
batıda Anadolu’ya, kuzeyde Karadeniz’in kuzeyi ve batısına kadar yayılmaları,
buralarda yeni kültür merkezleri oluşturmaları, o bölge halkının ağzı ile eserler
yazmaları sonucunda Türk yazı dili çeşitlenerek yayıldığı bölgelere göre biri Kuzey
Batı(Kıpçak), Kuzey Doğu Türkçesi(Çağatay), diğeri Batı Türkçesi(Oğuz) olmak
üzere iki kola ayrıldı. 13. yüzyılda Türkçenin ikinci bir yazı dili ortaya çıktığı için
bu yüzyıl Türkçenin bir dönüm noktası olarak da değerlendirilir.
Kuzey Türkçesi (Kuzeybatı Türkçesi, Kıpçak Türkçesi)
Kıpçakların hangi tarihten itibaren Kıpçak yöresinde yerleştiklerine ait
elimizde kesin bilgi olmamakla beraber Rusların Lavrentiy adlı eserlerinde 1054
tarihi verilmektedir. Sarı saçlı olmaları sebebiyle Kuman şeklinde de adlandırılan
Kıpçaklar, XIII. yüzyılda Moğol saldırılarına rağmen yaşadıkları bölgeyi terk
etmemiş, daha sonraları büyük hâkimiyet kurmuşlardır.
O dönemde Memlük devletinin başında Türk hükümdarın olması ve
içlerinde de Türklerin sayısının fazla olması Türkçeye karşı ilginin artmasına
neden olurken, Araplara Türkçeyi Öğretmek amacıyla yazılan eserlerin yanında
Farsça ve Arapça yazılmış pek çok eserin de Türkçeye tercümeleri yapılmış,
Kıpçak Türkçesiyle birçok eser yazılmıştır.
Suriye, Mısır ve Memlük yörelerinde rastladığımız bu dönem eserleri daha çok Araplara
Türkçeyi öğretmek ve Hristiyanlığı yaymak amacıyla yazılmış eserlerdir. Daha sonraları okçuluk,
atıcılık, atçılık gibi askeri konuları işleyen eserler yanında edebi nitelik taşıyan eserler de yazılmıştır.
Çoğu Memlük Kıpçakçasına ait olan bu dönem eserleri konu bakımından ele alındığında dinî eserler,
ilmî eserler, edebî eserler ve sözlük-dil bilgisi niteliğindeki eserler olmak üzere gruplandırılabilirler.

Codex Cumanicus

Eser Latince bir girişten sonra, Latin, Fars ve Kuman dillerinden oluşturulmuş ve üç ayrı
sütunda verilen sözlükten oluşmuştur. Bu ilk bölümde verilen sözcükler isimler, sıfatlar, filler ve
zarflardan örneklerle çeşitlendirilmiştir. Yaklaşık 1560 sözcükten oluşan alfabetik sözlükte,
bölümlerin bazılarında çok daha ayrıntı bulunabilmektedir.

Codex Cumanicus, yabancılara Kıpçak Türkçesini Öğretmenin yanında, Kıpçaklar arasında


Hıristiyanlığı yaymayı da hedef olarak seçmiştir.
Gülistan Tercümesi (Kitâbu Gülistan bi’t Türkî)

1391 yılında Saraylı Seyf tarafından Sadi’nin Gülistan adlı eserinden yaptığı tercüme bir
eserdir. Mısır’da yazılmış olmasına rağmen, tercüme eden kişinin Saraylı olması sebebiyle Altınordu
Kıpçakçasıyla yazılmıştır. Dil bilgisi ve söz varlığı bakımından önemli olan bu eserde, tercüme
olmasına rağmen Seyf birtakım eklemeler de yaparak kendi dil özelliklerini de yansıtmıştır.

Husrev ü şîrîn

Kutb’un bu eseri Altınordu bölgesi İslâmi devir Türkçesinin en önemli eseridir.Altınordu


hükümdarı Tini Bek Han ve eşi Melike Hatun adına 1341-1342 yıllarında yazılmış olan bu eser,
yaklaşık 4370 beyitten oluşan Farsça mesnevi tarzında manzum bir eserdir. Genceli Nizami’nin aynı
adlı eserinden tercüme edilmiştir.

Bugün Kıpçakça yerini Tatarca, Kırgızca, Kazakça, Başkurtça gibi Türk şivelerini yerini
bırakmıştır.
Doğu Türkçesi(Kuzeydoğu Türkçesi, Çağatay Türkçesi)
1405 tarihinde Timur’un vefatından sonra kurduğu devlet,
oğullarına ve torunlarına kalmış bu da iç karışıklıklara neden olmuştur.
Timur’un oğullarından Şahruh 1409–1449 yılları arasında Horasan ve
Semerkant şehirlerini ele geçirmiş, Çin ve Hindistan ile birçok ticari
ilişki kurmuşlardır. Bu dönemde Semerkant da bir kültür merkezi haline
gelmiştir. Bu dönemde oluşan Türkçe Çağatay Türkçesi olarak kabul
edilir. Bu dönemde çağın en büyük dilcisi olarak kabul edilen Mir Ali
Şir Nevâi dönemi diye de adlandırılır.
Muhakekemetü’l-Lügateyn-Ali Şir Nevâi
Ali Şir Nevâî bu eserinde, Türkçeyi edebi dil olarak kullanmayan,
Farsça yazan çağdaşlarına bir mesaj vermek istemiş, ediplerin eserleri
Türkçeyle yazmaları yönünde telkinler vermeye çalışmıştır.

Bir çeşit dil bilgisi kitabı olan bu eser, sadece Türk dili hakkındaki
görüşleri ile değil Türk kültürü hakkında başka değerli bilgiler de içermesi
bakımından da çok önemli eserdir. Çünkü Nevâî, bu eserinde Türkçenin ne
denli üstün bir dil olduğunu ispatlamaya kalkışırken ve delilleri sıralarken,
Türklerin sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal yaşantısı içerisinde geçen pek
çok terim ve kelime kullanarak açıklamıştır.
Ali Şir Nevai dışında Sekkakî, Lütfî, Gedâî, Hüseyin Baykara, Şiban
Han, Muhammed Salih, Babürşah ve Çağatay edebiyatının eski hızını
kaybetmeye başladığı 17. yüzyıl temsilcisi olarak Ebu’l- Gazi Bahadır
Han bu döneme damgasını vuran sanatçılardır. Bahadır Han Şecere-i
Türkî (Türk Şeceresi) ve Şecere-i Terâkime (Türkmen Şeceresi) adlı
eserleriyle tanınmaktadır.

Doğu Türkçesi günümüzde yerini Özbekçe ve Uygurcaya


bırakmıştır.
Batı Türkçesi (Güneybatı Türkçesi, Oğuz- Türkmen Grubu)
Güneybatı ya da Batı Türkçesi, Hazar denizinin güneyinden batıya uzanan
Türklerin kullandıkları Türkçedir. Batıya uzanan bu Türkler, Irak, Adalar, Suriye, Rumeli,
Güney Afrika, Kuzey ve Güney Azerbaycan’da yerleşmişlerdir. Bu bölgelerde kullanılan
dil, Oğuz lehçesine dayandığı için Oğuz Türkçesi de denilmektedir.

Bugünkü yazı dillerinin sınıflandırılmasında Türkiye Türkçesi, Gagavuz Türkçesi,


Azerbaycan Türkçesi ve Türkmen Türkçesi Batı Türkçesi grubunda yer almaktadır. Türk
yazı dilinin bu kolu Oğuz lehçesine dayandığı için Oğuz grubu olarak da adlandırılır.
Güneybatı Türkçesinin temelini Türkiye Türkçesi oluşturmaktadır. Türkiye
Türkçesi kavramı ile eski Osmanlı İmparatorluğu ve günümüz Türkiye Cumhuriyeti
sınırları içinde yer alan ve kullanılan Türkçe kastedilmektedir.
İlk tanıma göre Türkiye Türkçesini,

1)Eski Anadolu Türkçesi (Eski Türkiye Türkçesi)

2)Osmanlı Türkçesi

3)Günümüz Türkiye Türkçesi (Çağdaş Türkiye Türkçesi) olmak


üzere üç ana başlıkta incelemek daha doğru olacaktır.
1)Eski Anadolu Türkçesi (Eski Türkiye Türkçesi)

13. Yüzyılın başlarından 15. yüzyılın sonlarına kadar Anadolu ve Rumeli’de kullanılan, Oğuz temelindeki
Türkçe olup Batı Türkçesinin ilk dönemini oluşturur.

Eski Anadolu Türkçesi, dil bilgisi şekilleri bakımından kısmen Eski Türkçeye bağlı olmakla birlikte, Kuzey
ve Doğu Türkçelerine göre hızlı bir gelişme gösterdiği için bu dönemde yeni gramer şekilleri ortaya çıkmaya
başlamıştır.

Eski Anadolu Türkçesini Anadolu’daki siyasi ve sosyal gelişmelere bağlı olarak kendi içinde Selçuklu
Dönemi Türkçesi, Beylikler Dönemi Türkçesi ve Osmanlı Türkçesine Geçiş Dönemi Türkçesi olmak üzere üç döneme
ayırmak mümkündür.

Anadolu Selçukluları döneminde bilim dili Arapça, resmî dil Farsça olduğu için Türkçeyle dinî, ahlaki
özellikler taşıyan ve daha çok, halka seslenen eserler yazılmıştır. Selçuklu devletinin parçalanmasından sonra ortaya
çıkan Anadolu Beyliklerinde ise beylerinde millî geleneklere ve Türkçeye önem vermeleri sonucunda dil ve edebiyat
açısından verimli bir dönem başlamıştır.

Arapça ve Farsça unsurların henüz fazla olmadığı bu dönemin Eski Türkçeden ayrılan özellikleri olmakla
birlikte bugünkü Türkiye Türkçesinin de temelini oluşturur.
2)Osmanlı Türkçesi
15. yüzyılın sonlarından 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı
devletinin sınırları içinde kullanılan yazı dilidir.

Bu dönemin en belirgin özelliği Arapça, Farsça gibi yabancı dillerden


oldukça fazla kelime ve gramer şeklinin Türkçeye girmiş olmasıdır.
Klasik bir edebiyat oluşturma ve sanat yapma anlayışıyla Türk
yazı dili âdeta Arapça, Farsça ve Türkçe kelimelerden oluşan üçüz bir
dil hâline getirilmiştir. Konuşma diliyle yazı dili arasındaki farklar her
geçen gün artarken bir tarafta konuşulan fakat yazılmayan bir dil, diğer
tarafta yazılan fakat konuşulmayan bir dil ortaya çıkmıştır.
3) Türkiye Türkçesi
1908 den sonra başlayıp halen devam eden bu devrede kullanılan dil,
ya da 20. yüzyıl Türkiye Cumhuriyetinin resmi dilidir. Osmanlı Türkçesi
devresinin sonlarına doğru daha da belirginleşen ve Tanzimat’la birlikte
kendini gösteren dilde sadeleşme hareketi, Servet-i Fünûncularla yeniden
geri plana atılmış, asıl sadeleşme hareketi günümüz Türkiye Türkçesinin de
başlangıcı sayılan,1908’de II. Meşrutiyetin ilanıyla ortaya çıkmıştır. II.
Meşrutiyetle birlikte daha da belirginleşen mili uyanışın görüntüsü dil ve
kültür alanında da ortaya çıkmıştır. Osmanlıca, 1911’de Yeni Lisan
Hareketinin de başlangıcı olan Milli Edebiyat dönemine kadar devam
etmiştir.
Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem, Akil Koyuncu, Ziya Gökalp gibi isimlerin öncülük yaparak
1911’de çıkardıkları Genç Kalemler adlı dergide ilk kez Milli Edebiyat kavramından söz edilmiş, milli bir
edebiyat yalnız milli bir dile elde edilir ilkesinden hareketle Yeni Lisan hareketini başlatmışlar ve bu hareketin
başarıya ulaşmasını şu esaslara bağlamışlardır:

1)Yazı dili ile konuşma dili arasındaki farkı ortadan kaldırmak, bunun için de İstanbul ağzını temel
almak

2)Dilimize girmiş Arapça ve Farsça gramer kurallarının kullanılmaması ve bu kurallarla yapılan


tamlamaların (bazı istisnalar dışında) kullanılmaması.

3)Dilimize girmiş Arapça ve Farsça sözcüklerle yapılacak tamlamalarda Türkçe kuralların


uygulanması.

4)Dilimize yerleşmiş Arapça ve Farsça sözcüklerin Türkçe söylendikleri gibi yazılması. Bütün Arapça
sözcüklerin atılması gerekmediğinden, bilim terimi olarak Arapça sözcüklerin kullanılmasına devam etmek.

5)Öteki Türk lehçelerinden sözcük alınmaması.

6)Bu ilkelerden hareketle milli bir ve milli bir edebiyat oluşturmak.


Yeni lisan hareketi yukarıda tespit edilen ilkeler doğrultusunda
halka ulaşmayı başarmış ve dilde sadeleşme konusunda büyük ölçüde
etkili olmuştur. Milli Edebiyat akımının da gerekli gördüğü milli dil
hareketi 1917’de kurulan “Şairler Derneği” ile daha da destek görmüş,
güç kazanmıştır. “Hecenin beş şairi” ya da “beş hececiler” diye de
adlandırılan; Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi
Orhon, Yusuf Ziya Ortaç ve Faruk Nafız Çamlıbel gibi ünlü isimler,
eserlerinde Türkçeye ve Türk gramerine verdikleri önemi
yansıtmışlardır.
Dilde sadeleşme çalışmaları Cumhuriyet’ten sonra da devam
etmiş, Atatürk’ün toplum hayatını düzenlemedeki düşünceleri
doğrultusunda başlattığı devrimlerin en önemlisi dil devrimi olmuş, bu
yöndeki çalışmalar da yine Türk Dil Kurumu tarafından yürütülmüştür.
1 Kasım 1928’de Lâtin Alfabesinin kabulü, 1932’de Mustafa Kemal
Atatürk tarafından o günkü adıyla Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin
kuruluşu bu hareketin en önemli halkaları olarak kabul edilir. Bu
hareketle yapılan çalışmalar Türkçenin gücünü ortaya çıkarmaya
yönelik olup, dile canlılık kazandırmak amacı güdülmüştür.
1932’den sonraki dönem Türk diline devlet elinin değdiği, Türkçeleşme hareketinin
hızlandığı dönemdir. Türk dilini bilinçli bir şekilde tespit edilen noktaya ulaştırma gayreti içinde olan
hareketin başlıca hedefleri şunlardır:

1)Dilimizi Osmanlıcanın Türkçeye yabancı kalmış unsurlarından temizlemek,

2)Konuşma dili ile yazı dili, aydın dili ile halk dili arasındaki ayrılıkları ortadan kaldırmak,
dile millet varlığı içinde birleştirici ve bütünleştirici bir özellik kazandırmak.

3)Eğitim ve öğretimi milli eğitimin gerekli kıldığı milli bir eğitim diline kavuşturmak.

4)Türk diline yapı ve özelliklerine uygun bir gelişme zemini hazırlamak.

5)Dile sözcük türetme yolları açısından işlerlik kazandırmak, böylece Türkçeyi milli
kültürümüzün eksiksiz aktarıcısı durumuna getirmek, çağdaş uygarlık düzeyinin gerekli gördüğü
bütün kavram ve deyimleri karşılayabilecek hale sokarak işlek zengin bir kültür dili haline getirmek.

6)Türkçeyi bir ilim kolu olarak araştırma, inceleme konusu yapmak.


Dildeki bu hareketlilik özellikle 1940’lı yıllarda engellerle
karşılaşarak yavaşlamış, zaman zaman duraksamış, bu nedenle
Türkçenin yapı ve gelişimine uygun olmayan bir takım uygulamalarla
karşılaşılmıştır. Daha sonraları yine eski temposunu yakalayan Türkçe
gelişimini normal akış içinde devam ettirmiş, yazık ki günümüzde de
batı kökenli sözcüklerin kullanımının giderek artması sebebiyle yeni bir
tehlikeyle karşı karşıya kalmıştır.
7. Modern (Çağdaş) Türkçe Devri(20-…)
Günümüzde konuşulup yazılan, yaşayan Türk lehçelerini içeren
devre olarak ele alınır. Türkçe geçmişten günümüze çok geniş alanlara
yayılarak gelmiş, günümüzde de yine geniş bir alan içinde
hareketliliğini devam ettirmektedir.
Türklerin Kullandığı Yazılar
1) Göktürk Yazısı:

Türklerin en eski ve ilk milli alfabesidir. Sadece Türkler tarafından kullanılmıştır.


Yabancı etkilere uzak bir alfabedir. Alfabenin ne zaman ortaya çıktığı ve ne kadar
kullanıldığı hakkında net bilgiler yoktur. Hunlar, Göktürkler ve Türk kavimleri olan
Bulgarlar, Hazarlar, Peçenekler ve Sekeller tarafından kullanılmıştır. Alfabe 38 harften
oluşmaktadır. 4 adet ünlü harf bulunmaktadır. Orhun Yazıtları Göktürk alfabesi ile
yazılmıştır. Yenisey Yazıtları da Göktürk alfabesi ile yazılmıştır. Bu alfabe sağdan sola
doğru yazılır. Bugün kullanmış olduğumuz alfabenin tam tersidir. Büyük ve küçük harf
yoktur. Noktalama işareti olarak sadece «:» kullanılmıştır. Aynı Türkçedeki gibi hece
sistemi üzerine kurulmuş sondan eklemeli bir dildir. İslamiyet'ten sonra kullanılmamıştır.
2) Uygur Yazısı:

Göktürklerden sonra kurulan Uygurlar tarafından adlandırılmıştır. Uygur


alfabesini yazan yazıcılara ”bakşı, bakşıgeri ve serbahşı adları verilmektedir. Uygur
alfabesi 18 harften oluşmaktadır. 4 sesli harf ve 14 harf sessiz harf bulunmaktadır.
Sağdan sola doğru yazılır. Uygur alfabesi Soğd kökenlidir ve Uygurlar tarafından
Türkçeye uyarlanmıştır. İslamiyet'ten önce ve sonra kullanılmıştır. Uygur alfabesiyle
yazılan ilk metinler 9. yüzyıla aittir. Harfler arasında boşluk yoktur, bitişik şekilde
yazılır. Yalnızca ”Z” harfi ayrı yazılır. İslamiyet'ten sonra bile Türkistan ve Kırım’da
bulunan Türk devletleri Uygur alfabesini kullanmaya devam etmişlerdir. Bu alfabe
ile çok sayıda edebi, sanat, din ve hukuk konularında birçok eser yazılmıştır. Timur
İmparatorluğu ve ona ait diğer devletler Uygur alfabesini kullanmıştır.
3) Arap-İslam Yazısı:
Türklerin İslamiyet'i kabulünden sonra kullanılmaya başlanan Arap alfabesi
28 harften oluşmaktadır. Türklerin kullanmış oldukları Arap alfabesi 31 ile 36
harften oluşuyordu. Osmanlı Devleti tarafından kullanılmıştır. Arap alfabesi 1928
yılında yapılan harf inkılabı ile sona ermiştir.
Sağdan sola doğru yazılmaktadır.
Arap alfabesinde küçük harfler yoktur.
Noktalama işareti yoktur.
Türk İslam devletleri tarafından yaygın olarak kullanılan Arap alfabesiyle birçok
eser yazılmıştır. Alfabe ön plana çıkmış ve yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır.
4) Latin Yazısı:
Türklerin kullandığı alfabeler arasında ne çok bilinen alfabe Latin alfabesidir. Osmanlı
Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte Mustafa Kemal Atatürk tarafından Cumhuriyet ilan edilmiş ve
hemen ardından birçok yenilikler yapılmıştır. Bu yeniliklerden biri de 1 Kasım 1928 yılında yapılan
Türk Harf devrimidir. Bu tarihten itibaren Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilmiştir.

Latin alfabesi ilk defa 1928 tarihinde Azeri Türkler tarafından kullanıldı.

Toplam 29 harf bulunmaktadır. 8’i sesli harf kalan 21 harf ise sessiz harftir.

Okuma – yazmayı kolaylaştırma amacıyla Latin alfabesine geçilmiştir.

Latin alfabesi bugün Kıbrıs ve Yugoslavya’da yaşayan Türkler tarafından da kullanılmaktadır.

Soldan sağa doğru yazılır.

Harfler hem bitişik hemde ayrı şekilde yazılabilir.

Latin alfabe sisteminden bulunan “q x, w” harfler Türkçe dil yapısına uymadığı için kaldırılmıştır.
5) Kiril Yazısı:
Türklerin kullandığı alfabeler arasında bulunan Kiril alfabesi Eski
Sovyet Birliği sınırları içerisinde yaşayan Türklere Stalin tarafından zorla
kabul ettirilmiş bir alfabedir. Özellikle 1937-1940 yıllarında bu alfabeyle
Türklere baskı kurulmuş ve zorla milli kimliklerini kaybettirmeye
çalışmışlardır. Türkler arasında 20 çeşit Kiril alfabesi kullanılmıştır. Halen
bugün bazı Türk kavimleri Kiril alfabesini kullanmaktadır. 38 harften
oluşmaktadır. 11 adet sesli harf bulunmaktadır. 7 sessiz harften oluşur.

Soldan sağa doğru yazılır.


YERYÜZÜNDEKİ DİLLER
Dillerin ne zaman ortaya çıktığı tam olarak bilinmemektedir. İnsanın varoluşu
ile birlikte var olmuş. onunla birlikte yaşamını sürdürüp gitmekte sürekli yenilenip
gelişmektedir. Bugün ilk insanların dilleri hakkında hiçbir bilgimiz yoktur. En eski
medeniyetlerin dilleri hakkında hiçbir şey bilmezken ancak oldukça ileri
medeniyetlerin dilleriyle ilgili bilgilere ulaşabiliyoruz. Yeryüzünde kaç dil
konuşulduğu hakkında kesin bir sayı vermek mümkün değildir. Bugünkü
araştırmalar yeryüzünde konuşulan dillerin sayısını 280 ancak bu sayının kaybolan
dillerle beraber ortalama 3000-3500 kadar olduğunu söylemektedir
Yeryüzünde kaç dil konuşulduğu hakkında kesin bir sayı vermek
mümkün değildir. Bazı dillerin lehçelerinin zamanla ayrılarak bağımsız bir dil
olmaları, yeryüzünün bilinmeyen bölgelerinde kullanılan fakat incelenmemiş
olan henüz yazı dili haline gelmemiş dillerin olması, bir dile ya da dil ailesine
bağlılığı kesinleşmemiş dillerin bulunması, kesin sayının tespit
edilememesinde en önemli etkenlerdir.

Yeryüzündeki dillerin sınıflandırılmasına ilişkin çalışmalar çok eskiden


beri yapılmıştır. Özellikle 14. yüzyılda başlayan karşılaştırmalı dil bilgisi
çalışmaları bu sınıflandırmaları ortaya koymuştur. Bu sınıflandırılmalar
genellikle iki açıdan yapılır:
I.Kaynak(Köken-Menşei)Bakımından Diller
Bir ana dilden ayrıldığı kabul edilen akraba dillerin bir araya gelerek
oluşturdukları dil aileleridir. Yapılan çalışmalara göre bugün ayrı birer dil olan birçok
dilin bilinmeyen bir zamanda var olan bir dilden çıkıp yayıldığı kabul edilmektedir.
Bu mantıklı açıklamanın en büyük dayanağı ise aynı ailede bulunan dillerin
birbirlerine pek çok bakımdan benzemeleridir. Elde yeterli kaynak olmasa bile
dillerin kökenleri, yapıları, birbirlerine olan benzerlikleri araştırılıp çeşitli özellikleri
karşılaştırılarak bir sonuca varılmış ve dil aileleri de bu şekilde oluşturulmuştur. Bir
dil ailesinde yer alan dilleri kullananların aynı kültürden, soydan geldiği iddia
edilemez. Sadece bir şekilde ortak bir ana dilden ayrılmış fakat zamanla birbirinden
tamamen kopmuş diller olarak kabul edilir.
1. Hint-Avrupa Dilleri:

A. Asya Kolu

Hint-İran Dilleri (Ari dilleri)

a. Hintçe (Sanskritçe, bugünkü Hintçe)

b. Farsça (Eski, Orta, Yeni Farsça, ölü dil Avesta)

c. Ermenice (Eski, Orta, Yeni Ermenice)

ç. Eski Anadolu Hititçe (ölü dil)

d. Toharca (ölü dil)


B. Avrupa Kolu

a. Cermen Dilleri (Almanca, Felemenkçe, İngilizce, İskandinav dilleri)

b. Romen Dilleri (Latince, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Portekizce,


Rumence)

c. İslav Dilleri (Rusça, Sırpça, Bulgarca, Lehçe, Boşnakça)

d. Yunanca, Arnavutça, Keltçe


2. Hami-Sami Dilleri:

Bu dil ailesinde Akkatça(ölü dil), Aramca, İbranice, Arapça, Libya


Berber dilleri yer almaktadır.
3. Çin-Tibet Dilleri:

Tibet-Burma ve Tay-Çin olmak üzere iki kola ayrılan büyük bir dil
ailesidir. Çin ve Tibet dilleri bu aile içinde yer alır
4. Bantu Dilleri:

Orta ve Güney Afrika’da konuşulan dillerdir. Afrika’da, Sudan-


Gine dilleri alanının güneyinde, Ümit Burnu’ndan Ekvator’un kuzeyine,
doğuda Tana gölüne, batıda Kamerun dağlarına kadar olan alanda
konuşulur. Bu dil ailesi, 50 milyonluk bir halk topluluğu tarafından
konuşulan ve bazılarına göre de 11 grupta 83, bazılarına göre 7 grupta
93, daha başkalarına göre de 8 grupta 102 hatta 366, hatta 51 grupta
604 dili ve 2000’den fazla lehçeyi içine alan bir dil ailesidir.
5. Kafkas Dilleri:

a. Kuzey Kafkas Dilleri (Abhazca, Adigece, Çeçence, İnguşca, Kabartayca)

b. Güney Kafkas Dilleri (Gürcüce, Megrelisa, Kartvelce)

c. Dağıstan Dilleri (Anti-Didor, Darguca, Avarca, Lakça, Lezgice,


Tabasaranca)
6. Ural Dilleri:

a. Fin-Ugor Dilleri (Fince, Lapça, Çeremisçe, Permce, Macarca,


Ugorca, Ostyakça)

b. Samoyetçe
7. Altay Dilleri:

Türkçe, Moğolca, Mançuca, Tunguzca, Korece, Japonca


II. Yapı(Biçim-Morfoloji) Bakımından Diller:

Yeryüzündeki diller, ses sistemleri, sözcük yapıları, cümle


kuruluşları yönünden farklılık gösterir. Biçim ya da yapı bakımından
dillerin sınıflandırılmasının temelini Alman dilcisi August Schleıcher
yapmıştır. Schleıcher yeryüzündeki dilleri üç bölüme ayırır.
1. Tek Heceli(Yalınlayan-Ayrımlı-İsolating) Diller:

Bu gruba giren dillerde kullanılan sözcükler tek heceli olup ek


almazlar. Tek heceli ve çekimsiz sözcükler, ardı ardına sıralanarak
cümleyi oluştururlar. Sözcük ek almadan, büküme uğramadan, cümle
içindeki yerleriyle başka sözcüklerle yan yana gelmeleriyle çeşitli anlam
ve görevler yüklenmektedir. Cümlede bulunan bir sözcük sıfat, edat, fiil
olabilir; bu görevi belirleyici, ayırt edici olan vurgu sistemidir. Bu dillerde
vurgu çok önemlidir, tek bir sözcük yazıda da gösterilen değişik tonlarda
söylendiğinde farklı birçok anlam yansıtır.
Bu gruba giren diller; Çin-Tibet dilleri, Vietnam dili, Endonezya dilleri, bazı Afrika dilleri ve
Himalaya dilleridir.

Burada Çincenin yapısıyla ilgili bir örnek verelim:

/wo şiye /: yazıyorum, yazmam

ben yazmak

/wo bu şiye/: yazmıyorum, yazmam

/wo şiye ma/?: yazıyor muyum, yazar mıyım?

(soru sözcüğü)

/wo şiye lı/: yazdım

(geçmiş zaman gösteren sözcük)


2. Bağlantılı (Eklemeli -Bitişken-İltisaklı-Aggulatinative) ve Kaynaştıran
Diller

Bu dillerde sözcük kökleri, yapım ve çekim ekleri bulunur. Tek ya da


çok heceli sözcük köklerine getirilen eklerle yeni sözcükler türetilir, sözcüklere
kalıcı-geçici görev verilir. Ekler, kökleri şekil bakımından değiştirmezler.
Köklerden yeni sözcükler türeterek kalıcı anlam ve görev değişikliği yapan
ekler, yapım ekleri; geçici görev değişikliği yapan ekler çekim ekleridir. Ekler
kökün önüne de sonuna da getirilebilir.

Göz-lük-çü-ler baş-la-t-tır-dık-tan
Bu dil grubu içerisinde Türkçe başta olmak üzere Altay dillerinden Moğol, Mançu-Tunguz,
küçük ayrılıklarla Japon ve Kore dili, Ural dillerinden Fin, Macar, Samoyet dillerini sayabiliriz. Bazı
Afrika ve Asya dilleri de bağlantılı dillerin arasında gösterilebilir. Altay dilleri sondan bağlantılı
(eklemeli) bir dildir.

Kaynaştıran dillerinin en gelişmiş örnekleri özellikle Amerika’nın yerli dillerinde görülür. Bu


dillerde biçimbirimler ve sözcükler öylesine kaynaşır ki bütün bir tümcenin tek bir sözcüğe sığdırıldığı
görülebilir.

Kökün değişik biçimbirimlerle zenginleştirilecek değişik kavramların anlatıma yarar duruma


getirildiği bağlantılı dillerle yakınlıkları olduğu için bu dil tipi kimi dilcilerle bağlantılı dillerle bir arada
düşünülmüştür. Son ekli rolleri önemlidir.

Tausariartorumagaluarnerpa (tek sözcük) “Onun bununla uğraşmaya gerçekten niyeti olduğunu


sanıyor musunuz?” anlamındadır.

Amerikan Kızılderili dilleri, Eskimoca ve Gürcüce gibi diller kaynaştıran dillerdir.


3. Bükümlü (Çekimli-Tasrifli-İnflected) Diller:
Bu grupta da bağlantılı dillerde olduğu gibi tek ya da çok heceli kökler
ve ekler bulunmaktadır. Ancak sözcüğün önüne veya sonuna getirilen ekler,
kökü tamamen değiştirir. Öyle ki bu değişiklikten sonra sözcüğün hangi
kökten türetildiğini anlamak zor, bazen de olanaksızdır.
Büküm, çekim sırasında kökün, özellikle kökteki ünlünün değişmesi
anlamına gelir. Bağlantılı dillerde isimlerin çoğul biçimleri oluşturulurken
hiçbir zaman böyle bir değişmeye rastlanmazken bükümlü dillerde eylem
kökündeki başkalaşmayla değişik kavramların yansıtılması ve çeşitli ilişkilerin
kurulması sağlanmış olur.
Hint- Avrupa dilleri ve Hami- Sami dilleri bu grup içinde yer alır.

Bu grubun en tipik örneği Arapçadır.

Ketebe: yazdı/ keteb-tü: ben yazdım/ keteb-tüma: siz ikiniz yazdınız/ üktüp:
yaz/ li-yektüb: yazsın/Katib: yazan/ mektub: yazılmış şey/ mekteb: okul

İngilizcede içmek fiilinin çekimde drink/drank/drunk, Almancada


trinken/trank/getrunken, gitmek fiilinin İngilizcede go/went/gone,
Almancada gehen/ging/gegangen şekillerine dönüşmesi örnek olarak
gösterilebilir.
TÜRK DİLİNİN DÜNYA DİLLERİ ARASINDAKİ YERİ
Bugüne kadar yapılmış pek çok çalışmada Türkçenin Ural-Altay dil öbeği
içinde gösterildiği bilinmektedir. Ancak Türkçenin dâhil olduğu varsayılan
Ural-Altay dil ailesi hakkında, son zamanlarda farklı görüşler ileri
sürülmektedir. Kimi araştırmacılara göre bu, çok eskimiş yanlış bir görüştür.
Çünkü Ural-Altay dil öbeği diye kanıtlanmış bir dil ailesinin olmadığı, bu
grupta gösterilen dillerin birbiriyle akraba olmadığı ileri sürülmektedir. Bu
doğrultuda farklı görüşler olmakla birlikte, kimi bilim adamlarınca Ural ve
Altay dillerinin akrabalığı varsayımının çürütülmüş sayılmasına karşın genel
eğilim, Türkçenin Altay dilleri içinde yer aldığıdır.
Altay dilleri teorisi ise; Türk, Moğol, Tunguz, Kore ve Japon
dillerinin ortak bir kökten çıktığını ve bunların akraba olduğunu kabul
eden bir teoridir. Türkçeye en yakın dil Moğolcadır. İkinci derecede
yakın dil ise Mançu-Tunguzcadır. Son yıllarda Korece ile birlikte Japonca
da Altay dilleri çerçevesinde incelenmeye başlanmış, Korecenin akraba
dil olduğu kesinlik kazanmıştır. Japoncanın akrabalığı üzerine yapılan
çalışmalar henüz sonuçlanmadığı için bu görüşe, şimdilik bir soru işareti
koymak gerekmektedir
Altay Dillerinin Ortak Özellikleri:
1. Aile içinde yer alan dillerin hepsi de eklemeli dillerdir.

2. Çekim ve türetmede hep son ekler kullanılır. Ön ek sistemi yoktur.

3. Bu dillerde cinsiyet yoktur. Bu sebeple sözcükler şekil değişikliğine uğramazlar.

4. Sayı sıfatlarından sonra gelen isimler genellikle teklik şeklindedir üç ev, sekiz
kardeş gibi.

5. Altay dilleri eklemeli dil yapısında oldukları için sözcük kökleri sabittir. Türetme
yeni eklerle yapılır. Zengin bir ek sistemi vardır.

6. Diller arasında aynı şekilden kaynaklandığı tespit edilen ortak ekler vardır.

Bu özellik Moğolca ile Türkçe arasında daha belirgindir


7. Cümle yapısı bakımından özne fiilden önce gelir ve genellikle
baştadır. Fiil cümle sonundadır isim ve sıfat tamlamalarında, belirten
belirtilenden önce gelir; yani, tamlamanın ikinci derecedeki ögesi esas
ögenin önündedir: duvar kâğıdı, yeşil kalem gibi. Cümle kuruluşunda
yer alan sıfat-fiil ve zarf-fiiller paralel kullanılışla sıfat veya zarf
görevindedir: “Dün bahçeye çıktığımız vakit, serin bir rüzgâr esiyordu”, “
Bize gelirken, söz verdiği kitabı da birlikte getirmişti.” gibi
8. Altay dilleri arasında bugün görülen bazı ses değişmeleri, bunları
kökende ses bilgisi bakımından yine bir ortaklığa götürmektedir. Nitekim
Türkçe sözlerdeki z’ler Moğolcada, Tunguzcada ve Çuvaşçada r’ye
dönüşmüştür. z>r değişmesi niteliğindeki bu olay dilbiliminde
rotatizm(r’leşme)olarak değerlendirilmektedir.
Aynı şekilde lambadizm dediğimiz bir l’leşme olayı da vardır. Bu olay
dolayısıyla Türkçedeki ş sesi Moğolcada ve Çuvaşçada l’ye dönüşmüştür. rk.
Taş, Çuv. çul, Moğ. çilagun; Trk. tiş/diş, Çuv. şıl; Trk. kaşık, Çuv. kajek, Moğ.
halbaga gibi. Türkçedeki ş’lerin l’ye dönüşmesi olayı Tunguz ve kore dillerinde
de görülmektedir.
9. Ses bilgisi açısından Altay dillerini ortaklaştıran diğer bir özellik
de ünlü uyumunun varlığıdır. Hatta bu uyum dolayısıyla “k, g, l” gibi
ünsüzler, ünlüler yanında ince ve kalın sıradan boğumlanma özellikleri
de taşırlar.

10. Altay dillerinin hiçbirinde, sözcük başında “l, r, n” ünsüzleri


bulunmaz. Türkçe ve Moğolcada f fonemi de yoktur.

You might also like