You are on page 1of 470

H a y r u l l a h ÖRS

MUSA
ve
YAHUDİLİK
* YAZARIN BAŞKA KİTAPLARI
ANA^ASİS (Ksenophon) İlk baskısı Remzi Kitabevi 2 ve 3.
\ baskıları M. Eğitim Bakanlığı Klisikler serisinde
İSKENDER’İN ANABASİSİ (Arriamıs) Millî Eğitim Bakan­
lığı Klâsikler serisinde.
KIRIK TESTİ (H. von Kleist) Millî Eğitim Bakanlığı Klâ­
sikler serisinde.
KUDÜS (Selma Lagerlöff) Millî Eğitim Bakanlığı Klâsikler
serisinde
GÖSTA BERLÍNG (B. Enver Koryak’la birlikte)
(Selma Lagerlöff Millî Eğitim Bakanlığı Klâ­
sikler serisinde.
GÖKLE YER ARASINDAKİ YOL (Selma Lagerlöff) (Behiç
Enver Koryak’la) M. E. Bakanlığı Klâsikler se­
risinde.
TANRILAR, MEZARLAR VE BİLGİNLER (Ceram'dan)
Millî Eğitim B. Bilim Eserleri serisinde
NİL HOLGERSUN’UN İSVEÇ GEZİSİ (Behiç Enver Kor­
yak’la birlikte) (Selma Lagerlöff). Millî Eğitim
Bakanlığı Çocuk kitapları serisinde
MEKTUPLAR VE MAKSİMLER (Epikür) Remzi Kitabevi
ŞÖLEN (Ksenophon) Remzi Kitabevi
MEKTUPLAR (H. von Moltke) İş Bankası yayını
HAZRETİ MUHAMMED (Watt) Remzi Kitabevi
KONFUÇYUS Remzi Kitavebi
SAVAŞ BİTİNCE (Hikâyeler) (Heinrich Böll) Remzi Kita­
bevi.

Yükselen Matbaası, 1966 — İstanbul


HAYRULLAH ÖRS

M U S A
VE

YAHUDİLİK

İSTANBUL
93, Ankara Caddesi, 93
REMZİ KİTABEYİ
ÖNSÖZ

Söze, Alman Protestan Kilise Komisyonunun kontrolün­


den geçmiş olan Eski ve Yeni Ahit çevirisindeki şu cümle­
lerle başlamak istiyorum:
«Kutsal Kitap (Yani Eski ve Yeni Ahit) gökten inmiş
değildir. Eski Ahdin 39 kitabiyle dört İncil binlerce yılda ya­
vaş yavaş gelişmiş ve son şeklini almıştır.»
Protestanlığın doğuş yeri olan Almanyadaki en yüksek
dinî kurullardan biri tarafından onaylanan bu söz, bundan,
hattâ yüz yıl önce bile, ancak sayılı kimselerin, biraz dia teh­
likeyi göze alarak söyliyebilecekleri kadar cüretli sayılırdı.
Ama daha 1670 te filozof Baruch Spinoza —ki bir Yahudi
idi—, adım vermeden yayınladığı «Tractatus theologico-po-
liticus» adlı kitabında şöyle demişti:
«Kutsal Kitabın, olduğu gibi, bir insana gökten inen Tan­
rı mektubu olduğuna inanan kişi, hiç şüphesiz beni, Kutsal
Ruha karşı günah işlemekle suçlandıracaktır, çünkü ben bu­
rada Tanrı kelâmının yanlışlarla dolu, birçok yerleri kesil­
miş, değiştirilmiş ve birçok yerlerinde kendi kendisiyle çeli­
şir hale gelmiş olduğunu ileri sürmekteyim. Ama, eğer oıılar
da düşünecek olurlarsa hiç şüphesiz bağırmaktan vazgeçe­
ceklerdir.»
Bu sözler büyük bir kızgınlık uyandırdı, hıristiyanlar,
özellikle Luther mezhebinin müteassıplan Spinoza’nın «Ce­
hennem direği» olduğu gibi iltifatları bol bol kullandılar,
Yahudüler de onu cemaattan tardetti. Ama kitabı birçok ke­
re, içindekilerle hiç ilgisi olmıyan adlar 'altında ve hep yaza­
nı belirtilmeden yayınlandı.
5

Zamanla, İnançla Bilgi arasında kesin bir ayırma yolu­


na gidildi. Din bilginleri gerçeklerden korkmaz oldular. Son
zamanlarda, Lut gölü kıyısındaki Kumran’da, mağaralarda
buluııan yazı tomarları, Hıristiyanlığın da Yahudiliğin bir
mezhebinden gelişmiş olduğunu, inkâr edilemez bir açıklıkla
ortaya koydu, fakat bütün bunlar ne Hıristiyanlığı, ne de Mu.
sevdiği sarstı. Kutsal kitaplar gene saygı görmekte devam
etti. Hattâ bu araştırmalara her iki dinin bilginleri, teo lo g ­
lar katıldılar. Goetlıe’nin, ölümünden az önce Eckermann’a
söylediği şu sözler ne kadar doğru ve güzeldir:
«Kutsal Kitapta gerçek ve sahte yerler sorusu garip bir
sorudur. En saf doğa ve akılla âhenkli olan ve hâlâ da en
yüce gelişmemize imkân veren o hayranlığa değer yerlerden
daha gerçek ne olabilir? Mantıksız, boş ve akılsızca olan, hiç
bir meyve, hiç değilse iyi bir meyve vermiyenlerden de daha
sahtesi ne olabilir!»
İşte bu kitap, bundan yüzyıllar öncekilerin dleğil, günü­
müzde yaşıyan ya da bir iki kuşak önce yaşamış olanların
vardıkları sonuçları içinde toplamaktadır; tarihe ve gerçek­
lere son derece sadık kalmak gayretiyle yazılmıştır. Genel
olarak kabûl edilmiyen düşüncelere ya yer verilmemiş, ya da
bunların aksi düşünceler de, onların yanı sıra alınmıştır. Di­
limizde kendi alanında ilk kitap olduğu için eksik ve kusur­
larının bulunması tabiidir, ama her kitabın belirli bir zaman
sonra eskiyeceği ve yerini daha üstün, daha mükemmel olan­
lara bırakacağı düşünülürse bunun hoşgörürlükle karşılana­
cağını samyorum.
Musa ve Yahudilik, Remzi Kitabevinin «Büyük Dinler»
serisinin üçüncü cildini teşkil etmektedir. İnsanı gerçekten
insan yapan Din’in çeşitli görünüşlerini ve bunların zlampoı
içindeki değişme ve oluşumlarını tanımanın büyük faydalar
sağlıyacağına candan inandığım içni, yabancı dillerde de top-
6

lu bir şekilde yazılmamış olan böyle bir kitabı çeviri, ya da


ilerleme şleklinde değil de telif olarak meydana getirmek zo­
runda kaldığımı buraya kaydetmem gerekmektedir; yoksa
maksadım, kendi düşüncelerimi yazıya dökmek değildir. Ki­
tabın sonundaki bibliyografya, hangi kaynaklardan faydalan­
dığımı sayın okuyucuya açıklıyacaktır.

H. ÖRS
Gİ Rİ Ş

Yüz ölçümü bakımından küçücük bir memleket olan Fi­


listin insanların hayatlarına, düşüncelerine ve ahlâklarına
İlkçağın dev imparatorlukları olan Babil, Asur, İran, Mısır,
Hind ve Çin’den fazla etki yapmış, üstelik bu etki günümüze
kadar sürmüştür. Filistin’in kültür mirası Yunan kültürün­
den de çok daha etkili olmuştur: Bu ufacık memleket dünya­
ya Tektanrıcılığı armağan etmiştir. Mısırlıların ölüler Kitabı
unutulmuş ve ancak eski Mısır dilinin yeniden öğrenilmesiy­
le meydana çıkmışken, Hintlilerin Mahabarata’sı, sadece ken­
di diyarlarında şöyle böyle yaşamış. Azteklerin tanrıları kan­
lı tapınaklariyle birlikte yok olmuşken Tevrat günümüze ka­
dar ortadan kaybolmamış, doğrudan doğruya, ya da aracılık­
la insan hayatına etkisini sürdürmüştür.
Hiç bir kitap Tevrat kadar çok kere yakılmamış, hiç bir
kitap onun kadar çok dile çevrilmemiş, hiç bir kitaba onun
kadar saldırılmamış, ama aynı zamanda hiç bir kitap onun
kadar çok insan tarafından saygı görmemiştir. Tevrat üze­
rine yazılan eserler saymakla tükenecek gibi değildir.
Yahudiler —tıpkı Babilliler, Asurlular, Fenikeliler ve
Araplar gibi— Sami bir milletti ve çok eski zamandan beri
Filistin’de yaşamışlardı. Göçebe iken bunlara Habiri adı ve­
rilirdi. Yahudi adı Yakub’la Lea’nm dördüncü oğulları olan
Yehuda'dan gelmektedir.
Yahudilerin ilk dedeleri olarak kabul ettikleri Abraham’a
Tevrat İbranî demektedir. Daha sonraları, bu sefer Yakoiyun
(Yakup) lâkabı olan tsrael'den, tsrael oğulları adını aldık-
8
larını görüyoruz. Günümüzde, iki bin yıldan sonra yeniden
kurulan devletlerinin adı da İsrael’dir.
Şimdilik bu esrarlı ve dinamik milletin tarihi üzerinde
durmıyalım. Bu biraz, vektinden önce davranış olacaktır.
Kitabımızın adına uyarak, doğrudan doğruya Musa’nın haya­
tiyle de söze girişecek değiliz. Çünkü Yahudi dini tek bir kişi
tarafından kurulmuş —dinî bir terimi kullanırsak— tek bir
peygambere gelen vahiy ile gökten inmiş değildir. Yahudi di­
ni, ya da bizim deyimimizle Musevilik uzun bir evrimin so­
nucudur. Bu evrim sırasında çok tanrıcılıktan (Politheizm),
başka tanrıların bulunduğunu kabul etmekle birlikte, kendi
milletlerinin özel ve tek bir tanrısı olduğuna, (Henotheizm),
oradan da, bütün dünya için tek ve ortaksız bir tanrı fikrine
(Monotheizm, Tektanrıcılık) geçmişlerdir. Israel oğullarının
İnançlarına göre tanrıları Yahve önceleri, göçebelik devirle­
rinde, onlarla birlikte göçüp konar, onların başka tanrılara
tapmamalarına, onlara kurban kesmemelerine, başka tanrı­
ların kullariyle evlenmemelerine önem verirdi. îsrael oğulla­
rının o zamanki savaşları, bir bakıma kendi tanrılariyle,
komşularının tanrıları arasındaki savaşlardı. Sonradan, bu
göçebe ulus yerleşip, çobanlık yerine çiftçi olunca ve kendi­
sine şehirler kurunca, devlet şekilleri uzun zaman teokrasi
olmakta devam etti. Hayatın her alanında egemenlik din
adamlarında kaldı. Nihayet, dış düşmanlara karşı birleşmek;
sadece kurban kesen ve dinsel işleri yöneten kâhinler yerine
bir orduyu idare edebilecek insanların buyruğu altına gir­
mek zorunluluğu doğdu; ileride göreceğimiz gibi, din adam­
larının dirençleri bunu önliyemedi, Îsrael kıratlığı meydana
geldi. Bütün bu arada, din de gelişmesinde devam etmektey­
di. Genç îsrael devleti gelişti, en parlak devrini bizim Süley­
man dediğimiz Şelomo’nun zamanında yaşadı. Ama doğuda
Asur, sonra Babil devletleri ülkelerini Akdeniz kıyılarına ka­
dar eriştirmek için akın ediyorlardı. îsrael oğulları, asur or-
9
duşunun bir salgın yüzünden kırılması sonucu olarak birinci
belâdan kurtulabildi, ama Babilliler Kudüs’ü aldılar ve îsra-
el oğulları sürgün olarak Babil’e götürüldü. Artık Israel,
Tanrının kendilerinin, yalnız kendilerinin Tanrısı olduğu,
kendileriyle antlaşmış bulunduğu hülyasını yaşatamazlardı.
O zaman, her olayın hep bir Tanrının, Yahve’nin iradesiyle
meydana geldiği, ama kendilerinin gene de onun en sadık ve
en sevgili evlâtları oldukları düşüncesine eriştiler. Eski Ahit
de işte bu sırada son şeklini aldı. O zamana kadar yüzyıllar
boyunca ancak ağızdan ağıza gelen eski şürler, tarihî olay­
lar, kanunlar derlenip yazıya döküldü, tabiî bu arada bazı
yerleri yepyeni bir kılığa da girdi. Yalnız İsrael oğullan üze­
rinde durmak da bu büyük evrimi kavramak için yetmez. Bu
sebeple okuyucuların, söze onlarla değil, çağdaşları olan öte­
ki Saitlilerle başlamamızı hoş göreceklerini umanz.
Çünkü, İsrael oğullarının ilk zamanları için elimizde yazılı
belgeler yokken ötekiler, Fenikeliler, (Kananîler) ve Aramî’-
ler bize oldukça bol belge bırakmışlardır. Hiç şüphesiz, aynı
diyarda yaşıyan, onlarla akraba bir dil konuşan İsrael oğul­
larının o eski çağlardaki dinî tasarımları da berikilerden pek
farklı değildi.
S A M İ ’LER
SAMİ’LER

Ayrı bir Sami ırktan söz etmek, son zamanlarda pek


moda olmuştu. Ama böyle bir ırk ayırımı yapmak gerçeklere
uymaz. Buna karşılık çeşitli Sami halklar arasındaki dil ak­
rabalığı çok belirlidir ve kolayca anlaşılabilir. Bu dillerin
özelliklerinin başında, kelimelerin köklerinin sessiz harflere
bağlı oluşu ve bu kelime köklerinin genel olarak üç
sessiz harften meydana gelişi vardır. Bütün samî dillerde ta
en eski zamanlardan beri aynı özelliği görüyoruz.
Sami’lerin ana yurtlarının nerede olduğu sorusu henüz
açıklanabilmiş değildir. Ama genel olarak, bunların Arabis-
tandan geldikleri ve oradan çevrelerindeki memleketlere ya­
yıldıkları tahmin edilmektedir. Bazı dil özelliklerinin ortak
oluşuna bakarak, bir vakitler Samî ve Hami (Afrikalılar)
soyların Afrika'da ortak bir yurtları bulunduğu sonucunu
çıkaranlar varsa da bu düşünceye destek olacak bilgiler elde
edilememiştir. Daha M. ö. 3000 de Samî Akkad’lar, Mezopo-
tamyanın güneyinde yerleşmişler ve orada, Sümerlerle kom­
şu olarak yaşamışlardı. Çok geçmeden bunlar kendi başları­
na bir devlet kurabilecek kadar kuvvetlendiler.
M. ö. 3. binin sonlarına doğru Füistin’de, her halde ge­
ne Sami olan, Ken’anî (Fenikeliler) boylar bulunuyordu. Ye­
ni bir kavimler göçü Amorî’leri Kuzeye doğru getirdi; Ba-
bil’deki Hammurabi sülâlesi bunlardandı; daha sonra bu
Amorî’lerden Aramî boyları çıktı. Güney Arapları, Arabistan
yarımadasının güney kesiminde M. ö. 13. yüzyıldan sonra
14 MUSA ve YAHUDİLİK

Önemli devletler kurdular; tarihten önceki çağda Habeşista-


na da buradan insanlar giderek yerleştiler. Son Sami «Ka­
vimler Göçü» olarak İslâmlığın M. S. 7. ve 8. yüzyıllasdaki
altınlarını kabul edebiliriz.
Sami milletler arasında kültür bakımından büyük ayrı­
lıklar vardır ve dayanaksız genellemelere kapılmadan, bun­
lar arasında ortak karakter çizgüeri bulmak çok zordur.
Sami’lerin başlangıçta ortak bir dinleri olup olmadığı,
aydınlatılması imkânsız bir sorudur. Ama gene de ortak bazı
noktalar bulunabilir. «Tanrı» kavramım anlatan kelime he­
men hemen bütün sami dillerde aynıdır; Akad’cada «ilu»,
Kenan dilinde «il» ya da «el» İbrani’de «el» genişletilmiş şek-
likle «elohim» Arami dilinde «el» (ve elalh) Güney Arapların
da «il» klâsik arapçada «Allah». Bu kelimeler, çoğu vakit en
üstün tanrının adıydı. Tanrı adını içine alan kişi adlarından
(Bizdeki Aptullah, Ruhullah, vbg.) El kelimesinin en eski
çağlarda bile bulunduğunu anlıyoruz. Sami’lerde kuvvetli bir
monotheistlik (Tektanrıcılık) eğiliminin bulunduğu açıkça
görülmektedir, ama en eski çağlar için buna Henotheistlik
(Başkalarının ayrı tanrıları olacağını, ancak kendi tanrısının
tek olduğunu kabul ediş) demek daha doğru olur. Üç bü­
yük monotheist dinin, Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslü­
manlığın Sami’lerin topraklarında doğmuş ve gelişmiş olma­
sı boşuna değildir.
Birçok sami. halklarda ortak olan tanrı adlarından biri
de Akadcadaki İştar’dır. Bu ad Kenan dilinde Athart —As-
tarte, Güney Arabistanda Athar, Habeş dilinde Astar’dır.
Dikkate değer bir bokta, bü adlan taşıyan tanrılardan ilk
ikisinin dişi, öteki ikisinin de erkek oluşudur. Bunlar belki
de başlangıçta tek ve cinsliksin, ya da. hem erkek hem dişi
bir tanrıdan zamanla ve ayrı ayrı bölgelerde gelişmişlerdi.
(İştar’a bir zamanlar «Sakallı» denmekteydi). Bu tanrı da
Gök, ya da bereket tanrisıydı. (Habeşlerin Astar'ı gök tanrı-
MUSA ve YAHUDİLİK 15

siydi). Arapçada Merkür gezegeninin adı olan Utarid de bu


kökten olsa gerektir. Tanrıların böyle yer yer cinslik değiş­
tirmeleri görülen şeylerdendir: Akkad’larda güneş tanrısı
olan Şamaş erkek olduğu halde, Ras Şamra’da gene güneş
tanrısı Şapaş dişidir, Güney Arabistanın Şams’ı da dişi bir
tanrıçadır. Buna karşılık Ay, her tapıldığı yerde erkek ola­
rak kabul edilmiştir.

FİLİSTİN

Kutsal Memleket, ya da Adanmış Diyar adı da verilen


Filistin, günümüzde de üç büyük din üyelerinden büyük say­
gı gören bir topraktır. Hele Kudüs, bu üç dinin, Müslüman­
lık, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin inançlarının toplandığı, bir-
biriyle yarıştığı ve çarpıştığı bir merkezdir. Bu şehrin ufacık
bir bölgesine de bütün bu inançların kutup noktası göziyle
bakabilirib: Mescidi Aksa, Kamame, ya da Kutsal Mezar ki­
lisesini ve artık sofu Yahudilerin yüz sürerek ağladıkları bir
duvardan. Ağlama Duvarından başka izi kalmamış olan Sü­
leyman Mabedini içine alan köşecik.
Filistin, Şeria Irmağı, Lût Gölü ve Akdeniz kıyısı arası­
na sıkışmış bir memlekettir. Alçak, dar ve kışın yağmurlu
kıyı bölgesine karşılık, memleketin en büyük kısmı kurak,
çoğu yeri çöl karakterinde, dağlık ve yaylalık yerlerdir. Fi­
listin az verimlidir. Son yıllarda Yahudüerin büyük gayre­
tiyle, o zamana kadar kurak olan yerler sulanmış, verimli
buğday tarlaları, zeytinlik, portakal bahçeleri ve bağ haline
getirilmiştir. Ama memleketin iç tarafları bugün de sadece
hayvan otlatmıya yaramaktadır. Filistin günümüzde Israel,
Ürdün ve Mısır arasında bölünmüş durumdadır. Bu küçük
memleket ilkçağda da gene böyle karşıtlıklar, çeşitli millet­
lerin birbirleriyle savaşmaları, çeşitli kültürlerin yarışmala­
rı içinde yaşadı. Burada Mısır Piramitleri, ya da Babil’in gök
16 MUSA ve YAHUDİLİK

tırmalıyan tapınakları gibi uygarlık eserlerine raslanmaz,


ama piramitleri ve ziggurah’ları yapanlardan artık tarih ki­
taplarından başka yerde söz edilmezken, dünyadaki insanla­
rın büyük bir kısmı, hâlâ, aslında küçük ve önemsiz bir ta­
pmak olan Süleyman Mabedini ve küçük bir milletin hüküm­
darı olan Süleyman’ı saygıyla anar: O, kuşların bile dilinden
anlıyan, yellere bile sözünü geçiren, insan üstü bir yaratık­
tır. O, insan aklının en üstün örneğidir. Bilgeliği dillere des­
tan olmuştur. Bu saygı boşuna değildir, bu unutmayış ras­
gele olmamıştır, bu topraklarda, bu çorak ülkede insanların
saygısına hak kazandıran birçok taraflar vardır.

Son araştırmalar gözleri gittikçe daha fazla, Yakın Do­


ğu bölgesine, bunun içinde de Filistin’e çevirdi. Günün birin­
de bilgin bir kadın, Kathleen Mary Kenyon adında bir Ame­
rikalı, Kudüs’ün 13 kilometre kuzeyindeki Eriha’da kazıya
başladı. O zamana kadar bu şehrin tarihi üzerinde bilinen en
ilgi çekecek şey Tevratta şu satırlarla anlatılandı: «Ve Yeşu
sabahleyin erken kalktı ve kâhinler Rabbın sandığını kaldır­
dılar. Ve koç boynuzundan yedi boruyu taşıyan yedi kâhin
Rabbin sandığı önünde durmadan gidiyorlardı ve boruları
çalıyorlardı; ve silâhlı adamlar onların önünde gidiyorlardı;
ve kâhinler boruları çalarak giderken dümdar da Rabbin
sandığı arkasında geliyordu. Ve ikinci günde şehri bir kere
dolandılar ve ordugâha döndüler; altı gün böyle yaptılar.
Yedinci günde erken, şafak sökünce kalktılar ve şehri yedi
kere bu usul üzere dolandılar; yalnız o gün şehri yedi kere
dolandılar. Ve yedinci kerede, kâhinler boruları çalınca, Ye­
şu kavme dedi: Bağırın; çünkü Rab şehri size verdi. Ve şe­
hir, ve onda olanın hepsi Rabbe tahsis edilecek... kavim yük­
sek sesle bağırdı, ve kâhinler boruları çaldılar; ve vaki oldu
ki, kavim boru sesini işittikleri zaman, yüksek sesle bağır­
dılar ve duvar, olduğu yere çöktü ve herkes kendi önüne
MUSA ve YAHUDİLİK 17
doğru olarak kavim şehre çıktı, ve şehri aldılar.» (Yeşu 6,
12 — 20).
Efsanelerde, çoğu zaman, biraz gerçek payı vardır. Eri-
ha şehrinin duvarları gerçekten yıkılmıştı; kazılar bunu mey­
dana çıkardı, ama yedi koç boynuzundan borunun sesiyle, ya
da îsrael kavminin bağırmasiyle değil, bir deprem yüzün­
den! Belki de bu deprem tam savaş sırasında olmuştu ve
ilkel insanın hayal gücü, zamanla bu olaya tabiat üstü nite­
liği vermişti.
Ama Eriha, çok daha büyük bir mucizeyi bağrında sak­
lamaktaydı: İnsanın ilk uygarlığını! O zamana kadar avcı ve
yaban ürünleri derleyici olan insanın bir yerde yerleşme,
ekip biçme devresine girişinin izlerini ilk olarak bu şehrin
altında, ta derinlerde buldular. Bununla, ilk uygarlığın Eri-
ha’da doğduğunu söylemek istemiyoruz. Ama taş devri kül­
türünün, gerçekten şehir diyebileceğimiz bir yerleşme yeri ilk
olarak burada bulundu; ondan sonra da memleketimizde,
Konya’da Çatal Höyük’te ve Burdur’da Hacılar köyüğünde.
Kitabımız bize belirli bir sınır çizmeyi zorunlu kıldığı için
Eriha’nın memleketimizdeki eşlerini bir tarafa bırakıyoruz.
Mesolitik çağında, yani orta taş devrinde (M. ö. 10000—
7500), daha sonra da neolitik'te, yani geç taş devrinde (M.
Ö. 7500 — 4000) burada insanlar yaşamıştı. Kathleen Ken-
yon, keramik öncesi, yani insanların pişmiş topraktan kap
yapmayı bilmedikleri bu çağlarda Eriha’nın adamakıllı bü­
yük bir şehir olduğunu ortaya koydu. Halbuki o zamana ka­
dar inanılan, insanların bu çağda ancak küçük yerleşme yer­
lerinde yaşamış oldukları yolundaydı. Bu şehirdeki neolitik
insanları pişmiş toprak kap yapmayı bilmiyorlardı ama,
etrafı surla çevrili bir şehirde oturmuşlar, binlerce yıl
da ,gene pişmiş toprak işleri yapmadan, yaşamışlardı. Bun-

F: 2
18 MUSA ve YAHUDİLİK

larm bütün âletleri taştan, kemikten, kapları da gene taş, ya


da ağaçtandı. Bu devre Eriha’da günümüzden 9000 - 10000
yıl önceye varmaktadır (M. ö. 7800). Boyuna daha öncekile­
rin yıkıntıları üzerine evlerini yapmaları yüzünden meydana
gelen molozun kalınlığı 15 metreyi bulmaktadır.
En eski evler kerpişten ve yarım küre, ya da yarım yu­
murta biçiminde yapılmıştı. Döşeme çamurdandı. Duvar ker­
piçleri, bir yüzü düz, öteki kabarık, yumurtamsı biçimdeydi.
Kerpiç ustası parmağiyle bunların üzerine çizikler çekmişti.
Evlerin aralarındaki yollar süprüntü ve moloz atılması yü­
zünden yükseldiği için evlere merdivenle iniliyordu ama bu,
belki de güvenlik kaygusundandı. Toprak basamakların üze­
rinde o zamanlar tahta kaplama bulunduğu da anlaşılmak­
tadır. Bir zaman sonra, ama gene M. ö. 5000 den daha eski
bir çağda artık evlerin daha büyük ve dörtgen biçiminde ya-
pılmıya başladığı görülmekteydi. Duvar köşeleri, toz birik­
memesi için, tıpkı modern yapılarda olduğu gibi, içten yu-
varlaklaştırılmıştı. Evlerde ambarlar ve birkaç oda vardı.
Yemekler iç avludaki bir ocak üstünde pişirilmekteydi. Ker­
piç duvarlar o kadar sağlamdı ki bunları yıkmak, hattâ bir
kerpici çıkarmak bile zordu. Evlerin birinde bir çeşit sunak
da bulundu: Bu, mihraba benzer bir duvar girintisine yer­
leştirilmiş, kara volkan taşından küçük bir direkti. Anlaşılan
Eriha’lıların o zamanlarda tanrısı, ya da tanrıları vardı. Ama
en tuhaf buluntu, evlerin altından çıkarılan insan kafalarıy­
dı. Bu kuru kafaların üzeri çamurla sıvanarak, sahibine ben-
zetilmiye çalışılımış, gözler deniz kabuklariyle yapılmış, son­
ra yüz ve baş boyanarak daha canlı bir hale konmuştu. Bu
bir inancı anlatıyordu, ama nasıl bir inancı? Acaba bu insan­
lar, ölümden sonra bir hayata inanıyorlar mıydı? Yoksa gü­
nümüzde bile şurada burada, meselâ Güney Amerika orman­
larında yaşıyan bazı ilkel kabilelerde olduğu gibi kafa avcılı­
ğı mı yapıyorlardı? Ama her halde birinci ihtimal daha doğ­
MUSA ve YAHUDİLİK 19

ru olsa gerektir. Bunlar yaşıyanlar üzerinde etkilerini sür­


dürdüklerine inanılan dedelerin başları olacaktır.
Daha sonra, pişmiş ■toprak işlerini bilen bir insan soyu­
nun buraya yerleştiğini görüyoruz. Ama bunlar ev yapma­
mışlardı. Demek çadır adamıydılar. Bunlarla birlikte, Ana­
dolu'da da çok raslanan üçlü tanrı tasarımının geldiğini gö­
rüyoruz. Hemen hemen tabiî büyüklükte bir kadın, bir er­
kek, bir de çocuktan meydana gelme gruplar bulunmuştur.
Buna, İsa’dan binlerce yıl önce yaşamakta olan Kutsal Aile
tasarımının belirtisi göziyle bakabiliriz.
Daha sonra başka saldırganlar gelmiş, bunlar daha iyi,
daha ince kap kacak yapma san’atmı getirmişlerdi. Yıl da,
aşağı yukarı M. ö. 4750 dir.
Bundan sonra ta M. Ö. 3200 e kadar burasının boş kal­
dığı anlaşılıyor. Ancak bu yıllarda yeniden insan izleri baş­
lamaktadır. Bu çağdaki insanlar ölülerini şehrin yanındaki
tepeye kazdıkları mezar hendeklerine gömüyorlardı. Hal­
buki Neolitik öncesi insanı, ölüsünü yanından ayırmamakta,
evlerinin altına gömmekteydi. Bu mezarlardan birinde tam
113 insan akfası, düzenli bir şekilde çepeçevre sırialanmış, boş
gözleri mezarın ortasına bakar şekilde bulundu. Yanlarında
da, sungu olarak konan tabaklar, küpler ve birçok şarap tes­
tileri vardı. Buna göre;ölüler öiıce başka bir yere gömülerek
çürütülüyor, sonra yalnız kafaları alınarak böyle diziliyordu.
Geri kalan tarafları ise ortada yakılıyordu. Kafalar, vücutla­
rının yakılışını seyretsinler diye böyle, gözleri ortaya çevrik
olarak konulmaktaydı. Kafaların üzerindeki yanık izleri bu­
nu açıkça göstermektedir. Arkeologlar bu mezarları yapan
insanların da göçebe oldukları düşüncesindedirler.
Sonra, Eski Bronz Çağı dediğimâi2-,devre geldi. Aşağı yu­
karı M. ö. 2900 dan 2300 e..:kadar reüfen bu devrede şehrin
yeni ahalisi gene kaim duvarla« yaptı, surların üzerinden nö­
20 MUSA ve YAHUDİLİK

betçiler, göçebelerin saldırıp saldırmıyacağını gözetledi. Şe­


hir zenginleşti ve güzelleşti. Eriha daima göçebelerin saldı­
rışına amaç olmuştu. Yeni moloz tabakaları eskileri örttü,
yeni kültürler eskilerini kovaladı, sonunda, belki de M. ö.
1375 le 1300 arasındaki bir tarihte, bu bölümün başında Tev-
rattan alarak yazdığımız olay geçti: İsrael göçebeleri, Ye-
şu’un komutası altında şehri zaptettiler. O sırada şehir halkı
Kenanî’lerdi.
İşte Filistin toprağı bu kadar eski anıları saklıyan bir
yerdir.

BATI SAMİ’LERİ

İsrael oğullarının da içinde bulunduğu Batı Samîlerini


iki grupa ayırmak mümkündür: Fenikeli - Kenanî grupu ile
Aramî grupu. Sami halk, daha M. Ö. 4. binde Filistin ve Su­
riye’ye yerleşmiş bulunuyordu. 2000 den az sonra, Babil kı­
ralı Hammurabi’nin milleti olan Amorîlerden bir kısım da,
anlaşılan kuraklık yüzünden buraya göç etmişti. Bunların
hepsi göçebe olarak gelmişler ve yerleşik olmuşlardı.
Bu Batı Sami'lerinin dinleri üzerinde bilgimiz, yakın va­
kitlere kadar, ancak Tevratta ve Yunan yazarlarının eserle­
rinde bulunanlar kadardı. Ama son yıllarda yapılan kazılar
birçok yeni bilgiler sağladı. Tapmaklar ve dinî eşya bulun­
du; dinî tasarımlar üzerine çok değerli bilgiler veren yazıt­
lar ortaya çıkarıldı. Bu kazıların en önemlisi Suriye’nin ku­
zey tarafındaki Ras Şamra (Eski adı Ugarit) höyüğünde ya­
pılandır. Ugarit aşağı yukarı M. ö. 15 yüzyılda büyük önem
kazanmış olan bir şehirdi ve burada, Çivi yazısından azma
fonetik bir alfabe icat edilmişti. Bu alfebenin çözülmesi sa­
yesinde elimize çok değerli bilgiler geçti.. Bulunan metinle­
rin çoğu ibadete ve mitologyaya aittir. Bunlardan ve başka
taraflardaki kazılarda elde edilen metinlerden öğrendiğimize
MUSA ve YAHUDİLİK 21
göre, Batı Sami’lerinin dinleri Mezopotamya ve Mısır’ın et­
kisi altında kalmıştı.

BATI SAMİ’LERİNDE
TANRILAR

Artık bildiğimize göre Batı Sami’lerinin çok kalabalık


bir tanrılar âlemi vardı. Bununla birlikte her tanrının kişili­
ği keskin bir şekilde belirtilmemişti ve bunların görevleri ve
sıfatları çoğu zaman birbirine karışırdı, özellikle tanrıçalar­
da bu, daha da fazla olurdu. Dikkate değer bir nokta, iki baş
tanrının, El ile Baal’in adlarının genel olarak Tanrı, ya da
efendi (Rab) anlamın gelmesiydi.
Ugarit metinlerinde, Tevratta ve birçok özel isimlerde
gördüğümüz El, en yüce tanrıdır, tanrılar toplumunun başı­
dır, yaradanıdır, hükümdarıdır ve yargıçtır, ihtiyardır, «Yılla­
rın Babası» dır. Ama uzak ve umursamaz bir tarafı vardır ve
efsanelerde daima Ba’al’den geride kalır. Bununla birlikte
kurbanlar ve sungularda onun adı çok anılır. El’e «Boğa El»
denir, belki de arasıra boğa kılığında gösterilirdi. Bu tanrıyı
hatırlatan bazı izleri Musa’nın 2. kitabında görmekteyiz: Is-
rael Oğulları, Mısır’dan çıktıktan sonra, Musa Tur dağınday-
ken, Harun’dan kendilerine bir put yapmasını isterler. Artık,
görünmez bir tanrıya tapmaktan bıkmışlardır. Harun da on­
lardan ellerindeki altınları getirmelerini ister. «Bütün kavm
kendi kulaklarındaki/
altın küpeleri çıkarırlar vfe onları Ha-
run’a getirirler, o da oymacı âletleriyle biçim verir, dökme
bir buzağı yapar, önüne bir sunak kurar.» İşte bu altın bu­
zağı hikâyesi her halde İsrael Oğullarının eski Sami dinine,
El’e tapmıya dönüşlerini anlatmaktadır. Ayrıca gene Tevra-
tm I. KıraHar bölümünde (Âyet 28). Şöyle bir yer vardır:
«Ve kıral danıştı ve iki altın buzağı yapıp kavma dedi: Yeru-
şalim’e çıkmak sizin için fazladır; ey İsrail, işte seni Mısır
22 MUSA ve YAHUDİLİK

diyarından çıkaran ilâhların.» Bundan, Israel Oğullarının Mı­


sır’dan çıktıktan çok sonra da yalnız Yahve’ye tapmıya alış­
mamış oldukları ye El’e ve Ba’al’e kulluk ettikleri sonucu
çıkarılabilir. Bunu ileride, İsrael bölümünde daha etraflı
olarak göreceğiz.
Acaba boğa, tanrı El’in gücünü mü anlatmaktaydı, yoksa
düşünülen, onun aynı zamanda döl bereketi tanrısı oluşu
muydu? Burasını ayırdetmek kolay değildir. Yukarıda sözü­
nü ettiğimiz, Harun’un altın buzağısına kavmin nasıl taptığı,
aynı yerde şöyle anlatılmaktadır: «Ve ertesi gün erken kalk­
tılar; ve yakılan takdimeler (Kurban, sungu) arzettiler ve
selâmet taklimelerini getirdiler; ve kavim yemek ve içmek
için oturdular ve oynamak için kalktılar.» Bundan altın bu­
zağı şerefine yenip içildiği ve dinî danslar yapıldığı açıkça
anlaşılmaktadır. Bu, döl bereketi âyinlerindeki şölenleri ve
taşkm, kadınlı erkekli dansları hatırlatmaktadır. Belki El
için yapılan âyinlerin karakteri de böyleydi.
Ba’al (Efendi) de, genç, aktif tanrı, fırtına ve yağmurun
tanrısıdır. Buna (Bulutlara binen) denirdi. Tevratta Yahve
için de aynı deyimin kullanıldığını görmekteyiz (Mezmur-
lar 68: 5), bu bakımdan Ba’al bereket sağlayıcıdır. Birçok
yerlerde ona Ba’alşamem (Göklerin Efendisi) denirdi; bu da
çoğu zaman gök tanrısı ile hava değişimlerinin hâkimi bere­
ket tanrısı arasında kesin bir smır tanınmadığını anlatır. Yaz
sıcağının bitkileri kavurup kurutması, Ba’al’in ölümü, yağ­
mur mevsiminde yeniden yeşermeleri de onun yeniden diril­
mesi ile açıklanırdı. Fenike şehirlerinden Byblos’ta Baa’lin
ölümü ve dirilmesi âyinlerle anılır ve kutlanırdı. Yunanlılar
Byblos Ba’al'ini almış ve ona Adonis adını vermişlerdi
(Aıdon=efendi), Adonis tipik bir çoğalma tanrısıydı. Masala
göre bir yaban domuzu onu öldürür, ama sonra yeniden di­
rilirdi. Adonis’in ölümü âyininde kadınlar yüzlerini yırtarlar,
MUSA ve YAHUDİLİK 23
feryat ederek dolaşırlardı. Adonis’in yeniden dirilmesi de or-
ji’lerle kutlanırdı.
Tanrıya verilen başka bir Unvan da «Melek» yani kıral-
dı. Bunu, örneğin, Ammonî’lerin baş tanrısı Milkom’da ve
Tyros (Sur) şehrinin tanrısı Melkart’ta görüyoruz (Melk
kart, şehrin Kıralı anlammadır).
Teşef, adına bakılırsa, şimşek ve, belki de veba tanrısı
idi. Tevratta peygamber Habakkuk’un Tanrı için şöyle dedi­
ğini görüyoruz: «Elinden ışıklar çıkıyordu... Veba onun önün­
de yürüyordu ve ayaklarının ardınca humma çıkıyordu.» Bu­
rada İsrael peygamberinin Yahve için, eski bir Sami tanrı­
sının, bu sefer Reşef’in, hakkında söylenen sözleri tekrarla­
dığını görüyoruz.
Dagon bir döl bereketi tanrısı idi; Tevratta bunun Filis-
tî’lerin tanrısı olduğu yazılıdır: «Ve Filistî’lerin beyleri İlâh­
ları Dagon’a büyük kurban kesmek ve şenlik etmek için top­
landılar ve dediler: Düşmanımız Şimşon’u ilâhımız bizim
elimize verdi.» (Hâkimler: 16, 23) Gene Tevratta Samuel I.
Kitabında şöyle denir: «Ve Filistî’ler Tanrının sandığını al­
mışlardı ve onu Eben-ezer’den Aşdod’a getirdiler. Ve Filistî-
ler Tanrının sandığını alıp Dagon’un evine götürdüler ve onu
Dagon’un yanına koydular. Ve Aşdod’lular ertesi gün erken
kalktılar ve işte, Dagon, Rabbm sandığı önünde yüzüstü ye­
re düşmüştü. Ve Dagon’u alıp yine yerine koydular.» (I. Sa­
muel: 5 - 1 - 3 ) .
Tanrıçalar arasında Aşera, An’at ve Astarte (Athtart)
başta gelirdi. Aşera El’in eşiydi, Anat Ba’al’in bâkire karde­
şiydi ve kardeşi öldüğü zaman onun yeniden dirilmesi için
çalışırdı. Astarte oldukça önemsiz bir rol oynardı. Aslında bu
üc tanrıça her halde, Yakın Doğudaki büyük, döl bereketi
tanrıçası Ana Tanrıçanın üç ayrı kişilisinden başka bir şey
değildi. Bu Ana Tanrıçanın birçok heykelleri bulunmuştur.
Bunlarda tanrıça tamamiyle çıplaktır ve kadınlık belirtileri
mübalâğalı bir yolda gösterilmiştir.
24 MUSA ve YAHUDİLİK

BATI SAMİ’LERİNDE
MİTOLOGYA

Ugarit metinlerinden birçok tanrı efsanelerini öğreniyo­


ruz. Bunlar arasından üçü gerçekten ilgi çekecek çeşitten­
dir:
Baal efsanesi bu tanrıyı, düşmanı Mot’un (Mevt, ölüm)
nasıl yendiğini ve öldürdüğünü, sonra, kızkardeşi Anat’m
Baal’i diriltmek için, nasıl yeraltı dünyasına indiğini anlatır.
Anat düşündüğünü başaramaz, sadece Baal’in yerine bir ve­
kil konmasını sağlar. Anat yer altındayken bütün bitkiler ku­
rumuş, bütün yaratıklar üremez olmuşlardır; sonunda Anat
korkunç bir öfkeye kapılır, Mot’u yakalar ve onu yener.

Yakaladı tanrı oğlu Mot’u,


Biçti ikiye kılıçla,
Orakla lokma lokma etti,
Yaktı ateşte onu,
Değirmende öğüttü onu,
Serpti tarlalara,
Kuşlar yedi Mot’un etlerini.
(Ugarit tabletlerinden.)

Anlaşılan bu, bir başağın başından geçenlerin sembolik


hikâyesidir. Bununla da Mot’un sadece ölüm değil, aynı za­
manda yaz sıcakları tanrısı olduğu anlaşılmaktadır.
Mot yenilince Baal canlanır ve dünya da yeniden can
bulur. Bu' metin ve buna göre yapıldığı anlaşılan âyinlerin
mevsim değişmelerini temsil ettiği ,açıkça görülmektedir. Bu
âyinlerle, yağmur mevsiminin gelmemesi ve bütün canlıla­
rın yok olması tehlikesi önlenmiş sayılıyordu. Kenanî’ler,
her yıl bu korkuyu çeker ve bu âyinlerle onu savuşturmağa
MUSA ve YAHUDİLİK 25

çalışırlardı. İbranîlerde de tabiat tamamiyle tanrının emrin­


dedir, o dilerse baharı getirir, dilerse getirmez, dilerse yağ­
mur, dilerse onun yerine kan ve kül yağdırır; tsrael oğulla­
rının bayramları da böyle mevsimlere bağlıdır.
İkinci bir tablette Daniel (Ya da Dan’el) ile oğlu Ag-
hat’ın hikâyesi vardır. Daniel bilge bir kıraldır, (Bu ad Tev-
ratta: Hezekiel 14 : 14 te de geçer) adaletli bir insandır, dul­
ların ve kimsesizlerin hakkını yedirmez. Çocuğu olmamıştır;
bunun için El’e yakarır, kurbanlar sunar. Sonunda rüyasın­
da ona bir oğlu olacağı bildirilir. Daniel’in, Akhat adını ver­
diği bir oğlu olur. Ama bir zaman sonra Anat, oğula, ölüm­
süzlüğü bağışlamasına karşılık, kendisine yayını vermesini
teklif eder. Akhat bunu yapmak istemez. Anat bunun öcünü
almak için uşaklarından birini kartala çevirir. Kartal uşak
ta Akhat’ı parçalar. Bunun arkasından yağmurların nasıl
kesildiği ve yas âyinlerinin nasıl yapılması gerektiği tablette
yazılmaktadır. Ama Akhat’ın kız kardeşi onun öcünü almak
ve kartalı öldürmek ister. Metnin bundan ötesi kaybolmuş­
tur ,ama kızın bu işi başardığı ve Daniel’in yeni bir oğlu ol­
duğu tahmin edilebilir.
Görülüyor ki bu da Baal efsanesinin değişik bir şekli­
dir. Ama asıl dikkate değer nokta, kiralın da bereket sağla­
makta rol alışı ve kıral soyunun kutsallığıdır. Ölümsüzlüğe
kavuşamayış da Sümer efsanesindeki Gilgamış’m (*) başına
gelenleri hatırlatmaktadır.
Üçüncü bir metinde de bütün soyunu yitirmiş olan kıral
Keret’in hikâyesi anlatılmaktadır. O da rüyasında El'i görür.
El ona, Udum memleketine sefer etmesini ve kendisine
ı ev-
lâtlar verecek olan bir kızı ele geçirmesini söyler. Destan
bundan sonra bu tanrı buyruğunun nasıl yerine getirildiğini

(*) Bak: Gılgamış Destanı, Milli Eğitim Bakanlığı klâsikler seri­


sinden.
26 MUSA ve YAHUDİLİK

anlatmaktadır. Yenilmiş olan düşman kiralın elçileri gelip


Keret’e değerli hediyeler vermek isterler, ama Keret bunları
geri çevirir. Yalnız kiralın güzel kızını alır, El’in vaadi de ye­
rine gelir.
Bu metin tarihî bir olayın ozanca anlatılışına benzemek­
tedir. Ama bunu asıl, kıralla soyunun bir memleketin mutlu­
luğu ve bolluğu için ne kadar önemli olduğunu anlatmak
için düzenlenmiş olarak almak daha yerinde olur. Kıral Ke-
nanî’lerde nasıl kutsalsa İsrael oğullarında da öyleydi. İleri­
de bunun örneklerini göreceğiz.
Byblos’lu Philo’nun anlattığına göre Fenikelilerde dün­
yanın yaradılışı efsanesi şöyledir :
Başlangıçta çetin bir rüzgârla Kaos vardı. Uzun zaman
sonra rüzgârla Kaos birbirine karıştı ve yumurta biçiminde
bir kitle meydana geldi. Bu da ortasından ayrlıdı. Gökle yer
ve yıldızlarla hayvanlar böylece yaratılmış oldu.
• : v-^
£i-4 V •> ■ .
• '-ÎY > . 0 KENANt’LERDE
________________________ PAPAZ SINIFI
■ r .• L: r. k - r .. V. VE TAPINIŞ
V (
Kenan şehir - devletlerinin çoğunda kıral kutsal bir var­
lıktı. Memleketin mutluluğu ve bereketi ona bağlıydı. Kıral
soyunun kesilmemesi için duyulan ilgiyi bundan önce anlat­
mıştık. Tevratın Tekvin (Yaradılış) kitabında şu sözleri gö­
rürüz: «Ve Abram Kedorlamoer ve beraberinde olan kıralla-
n vurup döndükten sonra, Şave vadisinde Sodom kıralı onu
karşılamağa çıktı. Ve Salem kıralı Mekidesek ekmek ve şa­
rap çıkardı; ve o Yüce Tanrının kâhini idi. (Tek. 14 : 17 - 18)
Mezmurlarda da Tanrı, Davud’a şöyle demektedir: «Rab and
etti ve caymaz; Melkisedek tertibi üzere sen ebediyen kâ­
hinsin.»., îsrael Oğulları, kutsal kırallık düşüncesini Kenani’-
lerin örneğinmce sürdürmüşlerdir.
Papaz sınıfının oldukça gelişmiş olduğu da anlaşılmak-
MUSA ve YAHUDİLİK 27
tadır. Şunu da kaydedelim ki Ugarit metinlerinde papazlara,
İbranicedeki gibi, «Kohen» Unvanı verilmektedir. Kenaniler-
<!e vecde gelen nebî’lerin bulunduğunu öğreniyoruz; Tevrat-
ta da bunu bulabiliriz: «Ve Ahab bütün İsrael Oğullarına
gönderdi ve nabî’leri Karmel dağına topladı. Ve İlya bütün
kavme yaklaşıp dedi: Ne vakte kadar iki tarafla topallayacak­
sınız? Eğer Yahve Allah ise onun ardınca yürüyün; ve eğer
Baal ise onun ardınca yürüyün. Ve kavm ona hiç bir cevap
vermedi. Ve İlya kavme dedi: Rabbin nabî’si olarak ben, yal­
nız ben kaldım; fakat Baal’in nabî’leri dört yüz elli kişidir­
ler.» (I. Kırallar 18).
Batı Smî’lerde tapınma yerleri başlangıçta çok sadeydi
ve bir tepe üzerine kurulmuştu (Kurban tepesi 'bâmâ’). Bu­
ralarda en önemli olan şey, erkek tanrının sembolü olan bir
dikme taşla (maşşeba) tanrıçanın sembolü olan ağaçtan bir
kazıktı. Ama çok eski zamanlarda tapınaklar yapılmıya baş­
lamıştı. Bunlarda büyük bir dış salonla, tanrının heykeli ve
başka dinî sembollerin bulunduğu bir iç oda vardı. İsrael
oğullarının önceleri çadırdan olan tapınaklarında da, sonra­
dan yaptıkları yerli tapınakta da bir kutsal ön kısım (De-
bir) ve bir de kutsalların kutsalı yer (Hikal) görmekteyiz;
İsrael oğulları eski Kenanî tapınak plânını devam ettirmiş­
lerdi. Bazı İsrael tapınaklarının önünde yığma kurban te­
peleri (Bama’lar) bulunmuştur. Tapınma, üreme tanrısının
ölümü ve yeniden dirilmesinin temsil yoliyle canlandırılması
ve bol bol kurban kesilmesinden ibaretti. İsrael Oğullarının
da ne kadar çok ve çeşitli kurbanlar sunduklarını ileride gö­
receğiz.
ARAMİ’LERDE DİN

Aramî’ler gerek kültür, gerek din bakımlarından, çevre­


lerindeki milletlerin etkisi altında kalmışlardı. İlkel ve göçe­
28 MUSA ve YAHUDİLİK

be bir millet için bu da tabiidir. Beri yandan politik bakım­


dan bağımsız, küçük toplumlar halinde yaşamaları onların
dinlerinde yer yer değişikliklere sebep olmuştu.
Bununla birlikte bazı tanrılara bütün Aramîler saygı
gösterirlerdi. Meselâ en yüce tanrı olan Hadad (Babil’lilerin
Adad’ı) gibi. Hadad bir yandan yıldırımı kullanan yıkıcı, ay­
nı zamanda bereket getiren yağmuru vermesiyle iyilikçi fır­
tına te.nrısıydı. Fırtına tanrısı olarak ona Ramman (Tevratta
Rimmon) yani «Gürleyici» sıfatı verilirdi. Tevratta Rimmon
kelimesi şöyle geçer: «Ve Naanıan dedi.... Yahve şu işde
kulunu bağışlasın; benim efendim tapınmak için Rimmon
evine girdiği ve elimin üzerine dayandığı zaman, Rimmon
evinde ben de eğiliyorum. Rimmon evinde eğildiğim zaman
Yahve bu işde kulunu bağışlasın.» (II. Kırallar 5, 18).
Gene Tevratta (Zekarya 12 : 11) şu satırları görüyoruz:
«O gün Yeruşalim’de, Megiddon vadisindeki Hadadrimon
dövünmesi gibi büyük dövünme olacaktır,» Bundan da, be­
reket tanrısı olan Hadad için, ölüm ve yeniden dirilme âyin­
leri yapıldığını., birincisinde halkın dövünerek yas tuttuğunu
anlıyoruz. Hadad çoğu zaman gök tanrısı sayılırdı ve sonra­
ları güneş tanrısı yle de birleştirilmişti. Resimlerinde bir bo­
ğanın sırtında ayakta durmuş, bir elinde şimşek, ötekinde
bir balta olarak gösterilirdi. Hadad, güneş tanrısı olarak
Hellen dünyasına da. geçti; Zeus ve Roma’lılarda Juppiter’le
(Baalbek’te Juppiter Heliopolitanus) bir sayıldı.
Hierapolis’te, Hadad’m yanında, Yunanca adı Atargatis
olan bir de tanrıça vardı. (Attar - Ate; yani Astarte ile Ate
adındaki tanrıçanın adlarının bileşmesi). Bu da büyük be­
reket tanrıçasının bir şekli idi. Dendiğine göre onun, Tufan­
da suların akıp gittiği bir yer yarığının üzerinde kurulmuş
olan tapınağında, hadım edilmiş papazlar, kadın kılığında
olarak görev alırlardı. Yılda iki kere bir alr.yla «denize» (her
MUSA ve YAHUDİLİK 29

halde bir göl olarak) gidilir ve, sonradan tapınağa dökmek


için, oradan su alınırdı. Bu da herhalde bir yağmur, ya da
bereket âyini idi. Her yıl Hadad’la Atargatis'in heykelleri, ev­
lenmelerine hazırlık olarak, yakındaki bir göle götürülerek
yıkanırdı. Göl bu tanrıçanın efsanelerinde büyük bir rol oy­
nar ve balıklar onun kutsal hayvanlarıdır. Bu kutsal balıklaı
efsaneleri Yakın Doğuda günümüze kadar yaşamakta devam
etmiştir. (Meselâ Urfa’daki balıklar).
Kenanî tanrıları Aramî panteonunda önemli bir yer alır­
dı. Bazı yerlerde El’e tapılırdı, Ba’al de çeşitli adlarla gene
tanrı idi. Meselâ Palmyra’da Bel (Baal) en yüce tanrıydı.
Bunların yanında, Arap menşeli birçok tanrılar da vardı.

BATI SAMI DİNLERİNİN


ORTAK ÇİZGİLERİ

Bütün bu dinlerde ana çizgiler şöyle hülâsa edilebilir:


Kirala tanrısal bir varlık göziyle bakılması ve onun her
yıl yapılan büyük bayramlarda tanrının yerini alması. En
önemli bayram yeni yıl bayramıydı. Bunda aşağıdaki ana
bölümler bulunurdu:
1. Tnrının ölmesi ve yeniden dirilmesinin temsili.
2. Yaradılış efsanesinin okunuşu, ya da sembolik bir
yolda temsili,
3. Düşman Kaos kuvvetlerini tanrımn yenisini temsil
için ibadet olarak bir boğuşma.
4. Kutsal evlenme,
5. Tanrı rolünde kiralın bir zafer alayı,
Çiftçi ilkel milletlerde böyle bir şemanın kendiliğinden
doğması tabiî sayılabilir, ama Sami’lerde bunun tek bir kök­
ten gelmiş olması çok mümkündür.
30 MUSA ve YAHUDİLİK

Batı Sami’lerinin dinleri üzerinde verdiğimiz bu açıkla-


malar belki biraz uzun görülmüş olabilir. Ama İsrail Oğul­
larının dinlerini anlamak için, onların daha önceki inançları
hakkında biraz bügi verilmesi lâzımdı. Aksi halde bu dinin
getirdiği büyük yeniliği de, onun oluşumunu da anlamak çok
zordur.
ESKİ AHİT
ESKİ AHİT

İsrael oğullarının dinini tarihinden ayırmak mümkün


değildir. Eski Akit, ya da Kutsal kitap adı verilen ve büyük
bir kısmı, eski İbranî edebiyatının günümüze kadar ulaşabi­
len tek örnekleri olan kitap, aslında İsrael'in kutsal tarihin­
den başka bir şey değildir. İlkçağın büyük uygar milletlerin­
den kalanlar gibi eserler bırakmamış, hattâ biricik tapınak­
larından bile hemen hemen iz kalmamış olan bu kavim, yüz­
yıllar boyunca bu kitap sayesinde —oldukça değişmiş de
olsa— gene de anılarını saklıyabilmiştir. Gerçekten Eski
Ahit onlar için her şeydi: Fıkıhçılar bütün hükümlerini on­
dan çıkarmışlar, din filozofları ona dayanmışlar, Yahudiler
en karanlık günlerinde onda ümit kaynağı bulmuşlardı. Eski
Ahit yalnız Yahudilerin değil, Hıristiyanların da kutsal kita­
bı olmuştur. İncile Yeni Ahit demeleri ve çoğu zaman bu iki
kitabın bir araya toplanması, Yahudiliğe düşman olsalar da,
her iki dinin ne kadar sıkı sıkıya birbirine bağlı, daha doğru­
su birinin ötekinin devamı olduğunu açıkça ortaya koyar.
Yahudilerin geçmişlerine, dinlerinin gelişmesine dair
elimizdeki tek kaynak, Eski Ahittir. Onun için bu kitap hak­
kında kısa da olsa, bilgi vermemiz gerekmektedir:
Her ne kadar Tevrat yani «Töre» adı aslında yalnız Eski
Ahdin ilk beş kitabına verilirse de. hepsine birden Tevrat
denmesine alışık olduğumuz için biz de bunu kullanmakta
devam edeceğiz.
Eski Ahit, ya da Tevrat için tarih ve din kitabı olduğu
ileri sürülür; ama tam anlamiyle her ikisi.de değildir. Bu ki
F: 3
34 MUSA ve YAHUDİLİK

tabın içinde efsaneler, menkıbeler, epopeler ve hikâyeler,


kronikler ve biyografiler, şeriat ve hukuk, teozofi, dua, İlâhi­
ler, aşk şiirleri ve aforizmalar, uydurma istatistikler ve ger­
çekten büyük çapta şairlerin eserlerinden kalabilen kısım­
lar vardır. Ama hepsi birden bir çeşit tarihtir. Bu tarihin
temel karakteri «Tanrının yeryüzünde, daha doğrusu, İsrael
oğullarının bulundukları yerlerde yapmış olduklarını» içinde
toplamasıdır. Bu sebeple Eski Ahde «Tarih-i Kadîm» adı da
verilmişti ki, işte Tevfik Fikret’in (Beşerin köhne sergüzeş­
tinden bize efsaneler terennüm eden) diye tanımlandırdığı
eski tarih de budur.
Bütün kavimlerde olduğu gibi İsrael oğullarında da ge­
lenekler yazıya dökülmeden önce, yüzyıllar boyunca ağızdan
ağıza aktarılmıştı. Bunlardan —ezberleme kolaylığı yüzün­
den— olduğu gibi, ya da az değişikliğe uğrıyarak kalanlar,
manzum olanlarıydı. Bununla tabiî, bütün manzum destan,
şarkı gibi eserlerin günümüze kadar ulaşabildiğini söylemek
istemiyoruz; bir kısımları unutulmuş, bir kısımları da, daha
sonra dinde olan değişmeler yüzünden ağıza alınmaz olmuş­
tu. Bu en eski kısımlardan kalanlar, meselâ İsrael oğulları­
nın Kızıldenizden geçmelerini öven kısa parça (Çıkış 15. 21)
Debora’nm zafer şarkısı (Hâkimler 5). İşaya’nın bağ şarkısı
(İşaya 5. 1—5), Amos’un ağıtı (Amos 5.2) gibilerdir.
Manzum olmıyan hikâyeler en çok değişikliğe uğramış
olanlardır. Bunu, tarihî olayların birkaç yüzyıl içinde nasıl
masallaştığmı, gerçekten ancak belli belirsiz bir çekirdek
kaldığını düşünürsek kolayca anlarız. Bizde de meselâ ser­
hat türküleri bozulmadan hâlâ yaşamaktadır ama. bu tür
külerin doğmasına sebep olan olayların anıları çoktan silin­
miş. sadece tarih kitaplarından öğrenilir hale gelmiştir.
Eski Ahit, özellikle Tevrat (Musa’nın beş kitabı: Tekvin
Çıkış. Levililer, Sayılar ve Tesniye) Yahudiler ve Hıristiyan­
larca yakın zamana kadar Tanrının Musa’ya doğrudan doğ-
MUSA ve YAHUDİLİK 35

rüya yazdırdığı kitap olarak kabul edilmekteydi. Ama iki yüz


yıldan beri yapılan incelemeler bunların çok yeni diyebilece­
ğimiz zamanlarda yazıldığını, ve çeşitli maksatlarla boyuna
değişikliklere uğratıldığını ispatlamıştır.
Dil bilginlerinin uzun ve inceden inceye araştırmaları
sayesinde artık, Eski Ahdi yazanlar, adlarını bilmesek de,
ayırt edebiliyoruz, ve bu işlerin hangi zamanlarda yapıldığı­
nı da kesin olarak öğrenmiş bulunuyoruz. Tevratm bu yazar
gruplarına Tanrıya verdikleri ad bakımından— Yahve’ciler,
Elohim’ciler, aynı konuları bir kere daha işliyen Tesniye’-
ciler ve, fıkıhçı oldukları belli olan Kâhin’ler adlarım vere­
biliriz.
Yahveci’lerden olan kısımların M. Ö. dokuzuncu yüzyı­
lın ortasında, yani îsrael devletinin ikiye bölünmesinden de
yüzyıl sonra ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Bu da, Musa’nın ya­
şadığı iddia edilen zamandan dört yüz yıl sonradır. Yahveci-
ler grupunun tasarımladığı tanrı tıpkı insana benzer. İleride
göreceğimiz gibi, bu tanrı bahçede dolaşır, ağaç arkasına
saklananları göremez, bir insanla güreş tutunur, hattâ uyur
bile. Bu Yahvecilerin tek bir grup değil de birkaç kuşak bu
işi sürdüren insanlar oldukları da meydana çıkmıştır.
Bu yüzden de gene ileride göreceğimiz gibi, aynı
hikâyenin başka başka anlatılış şekilleri de yanyana Tevrata
girmiş bulunulmaktadır. Yaratılış efsanesi, ilk günah, yani
Âdem ve Havva’nın yasak yemişten yemeleri, Tufan, Babil
Kulesi efsanesi hep bunlardan kalmadır. Bunlarda Yahve adı
verilen tanrının aslında «Tanrılar» olduğu da açıkça belli ol­
maktadır.
Elohim’ciler (Yani Tanrıya Elohim adını verenler) Yah-
veciler kadar güçlü bir üslûba sahip değildirler. Bunlarda
tanrı, ya da tanrılar, (Elohim, eloh’lar, yani tanrılar anlamı­
na gelir) artık biraz uzaktadır, insana o kadar benzemez, sa­
dece bulutlardan, elçiler aracılığıyla, ya da rüyalarda insan­
larla konuşur. Bunlarda Yusuf ve Efraim sıptlarına karşı
36 MUSA ve YAHUDİLİK

büyük bir dostluk sezilmektedir ki bu da Elohimcilerin Or­


ta Filistin’de ve belki Davud ya da Süleyman zamanında ya­
şamış oldukları düşüncesini doğurmuştur, ama genellikle be­
nimsenen düşünceye göre Elohimciler M.ö. 750 den sonra gel­
mişler ve belki sadece Efraim, ya da Yusuf sıptları arasında
yaşamış gelenekleri derlemişlerdir. Bu iki anlatışın birleşti­
rilmesi M. Ö. 650 ye doğru oldu. O sırada Sargon Samariye’yi
alıp yıkmış, Israel devletini ortadan kaldırmıştı. Geriye sa­
dece Yahuda devleti kalmıştı. Buna göre bu birleştirmenin
Kudüs’te olduğu anlaşılır. Abraham’ın Sara’yı kardeşi diye
göstermesi, Yakob’un kaynatasını aldatması gibi, ileride gö­
receğimiz bazı hikâyeler Elohimcilerindir. Yahveciler ve Elo­
himcilerin birleştirilmesi de birçok yerlerde çelişmeleri, iki
rivayetin, sanki ayrı ayrı şeylermiş gibi yanyana yaşamakta
devam etmesi sonuçlarını verdi, bu da Yahudi tefsircilerine
hayli zorluklara mal oldu; bunların bazılarını da ileride gö­
receğiz.
Tesniye (ikileme) dediğimiz. Deutemomium kitabının
adı, şeriatın tekrarlanışı anlamınadır. Bu kitabın dili, daha
sonra Talmud’da rastladığımız haham yazı diline çok ben­
zer.. Bunda söze: «Yazılmıştır ki,» diye başlandığını görürüz.
İlk defa olarak Tesniye’de halkla kâhinler, devletle din.adam­
ları arasındaki ayrılıklardan söz edilmektedir. Tesniyenin
yazılması sırasında Musa’nın Beş Kitabı, Yeşu, Hâkimler ye
Kırallar kitaplarının da elden geçirildiği ve hoşa gitmiyen,
politikaya uymıyan, ya da tek tanrı düşüncesiyle açıktan açı­
ğa çelişen yerlerin ya çıkarıldığı, ya da yumuşatıldığı anlaşıl­
maktadır. Bunlar M. Ö. 550 yılına doğru olmuştur, bu da,
Babil Sürgünlüğü ve İran hükümdarı Kyros’un sayesinde,
yeniden Yeruşalim’e dönüşe rastlar.
Kâhinlerin yazısı denen kısımlarda Yahudi şeriatı artık
son ve kesin şeklini alır. Bunların bir okulun ortak eseri ol­
duğu anlaşılmaktadır. Bu okul, daha doğrusu ulema toplu­
MUSA ve YAHUDİLİK 37

luğunun içinde, ileride göreceğimiz, Ezra da vardı. Bunların


da bütün Musa kitaplarını yeniden elden geçirmiş oldukları
bellidir. Ama kendi koydukları kuralları hep Musanınmış gi­
bi göstermişlerdir. Bu zamanda yazılanların ifadesi kuru bir
hukukçu ağzıdır. Eski Aıhitteki Levililer kitabiyle 25. bölüm­
den itibaren Çıkış ve Sayılar’m 10 bölümüne kadar olan kı­
sımlar doğrudan doğruya bunlarındır. Bu şeriatçıların M. Ö.
444 - 450 arasında yaşadıkları anlaşılmaktadır ki bu da Ya-
hudilerin İran yönetimi altında yaşadıkları devre rastlar.
Eski Ahdin öteki bölümlerinin yazılış zamanları üzerin­
de duracak değiliz. Bunların hemen hepsi Babil Sürgünlü­
ğünden sonra yazılmıştır ve tarafsız bir göz çoğunun na­
sıl belirli amaçlara göre kaleme alınmış olduğunu kolayca
görür. Aşağıya Eski Ahdin meydana gelişinin kısa bir krono­
lojisini alıyoruz: _
Eski şarkı ve İlâhiler iDebora) ve
efsaneler M. Ö. 1000 den sonra
Yahveciler M. Ö. 850 ye doğru
Elohimciler M. Ö. 750 den sonra
Musa, Yeşu, Hâkimler, Samuel, Kırallar
kitaplarının Tesniyeciler tarafından
işlenmesi M. Ö. 550 ye doğru
Kâhinler (Şeriatçılar) (Levililer, 25. bö­
lümden itibaren çıkış ve 10. bölümden
itibaren Sayılar) M. Ö. 444
Musa Kitaplarının Kâkinler tarafından
yeniden işlenmesi. M. Ö. 450 den sonra
Tarihler.,..Ezr.a .ve Nohemya kısımları M. Ö. 300 e doğru
Bu son tarihten sonra Eski Ahdin artık şimdiki şeklin­
de kaldığı, hattâ tek bir harfinin bile değiştirilmediği , bir
gerçektir. Ama bu hale gelinciye kadar geçtiği safhalar dü­
şünülürse, Debora’nın İlâhisinin bile kalmış olması şaşılacak
şeydir.
İSRAİL OĞULLARI
İSRAİL OĞULLARI

İsrael, ya da bizdeki şekliyle İsrail kelimesinin nereden


geldiğini ve anlamının ne olduğunu bilmiyoruz. Tevrat bunu
şu yolda açıklar:
Yakob, babasına, hile ile, kendisini kutsallaştırmasına
kızan kardeşi Esav’dan kaçar; Harran taraflarında bir yere
gelir ve gece bastırdığı için başının altına yastık olarak bir
taş koyup uyur. Rüyasında, yerle gök arasına kurulmuş bir
merdiven görür. Rabbin melekleri bu merdivenden inip çık­
maktadırlar. Tanrı da Yakub'un üzerine gelir ve ona bu di­
yarı kendisine ve soyuna vereceğini, soyunun yerin tozu ka­
dar kalabalık olacağını, dört bucağa yayılacağını söyler ve
ona her gittiği yerde kendisiyle birlik olaoağmı da vaadeder.
Bu merdivenin Babil Ziggurat’ının bir anısı olduğu tahmin
edilmektedir. Daha sonra Yakub Laban adında bir kabile re­
isinin iki kızını alır ve onlarla bazı cariyelerden on iki oğlu
olur. İşte bütün İsrael oğullarının dedeleri bu on iki oğul,
dolavısivle Yakob’tur. Hikâye şöyle devam etmektedir: «Ve
Padden - aram’dan geldiği zaman Tanrı Yakob’a yeniden gö­
ründü ve onu mübarek kıldı. Ve Tanrı ona dledi: Senin adın
Yakub’tur; artık adın Yakub çağnlmıyacak, fakat adın İsna-
el olacaktır; ve onun adını İsrail koydu. Tanrı otıia dedi:
Ben Kadir Tanrıyım; semereli ol ve çoğal; senden bir millet
ve milletler cumhuru olacak ve senin sulbünden kıüallar çı­
kacak; ve Abrahan ve İsaak’a verdiğim diyan saı^a verece­
ğim, ve senden sonra diyan senin zürriyetine veireceğim. Vd
Tann onunla sözleştiği yerde, onun yanından yukarı çıktı.
42 MUSA ve YAHUDİLİK

Ve Yakub onunla sözleştiği yerde bir dinek, bir taş direk


dikti ve üzerine, dökülen takdime (sungu) serpti ve üzerine
yağ; döktü. Ve Yakub Tanrının kendisiyle sözleştiği yerin
adım Beyt-el koydu.» (Tekvin 28: 10—15 ve 35 : 9—15).
Daha önce gördüklerimizin ışığı altında bu satırları in­
celersek, Yakob’un bir El tapınma yeri kurduğunu, tıpkı
öteki tapınma yerlerindeki gibi, El’in sembolü olan direği
diktiğini anlarız. Üstelik, bu yere inen ve yeniden yukarı,
çıkan tanrı, ona dol bereketi vadetmektedir. Ama İsrael ne
demektir? Bunu anlatan bir açıklama yoktur. Dikkat edile­
cek bir nokta da Yakob’a soyundan kırallar geleceğinin va-
dedilişidir. Tevratm bu bölümünün Yakuda kıralları günle­
rinde yazıldığı, dil bilginleri tarafından tamamiyle ispatlan­
mıştır. O sırada kıralları kutsallığının bu yolda da belirtil­
mesi tabiî idi.
Anlamı tarihin karanlıklarında kaybolan bu ad üzerinde
şimdilik daha fazla durmıyalım ve İsrael Oğullarının, ya da
İbranî’lerin, kendi tarihlerine, yani Tevrata göre (İbranicesi
«Tora», Kanun, Töre demektir ve bu ad yalnız Kutsal Kita­
bın ilk beş kısmına verilir) dinlerinin ve milletlerinin doğu­
şu ve gelişmesini nasıl anlattıklarını görelim:

YARADILIŞ

Tevrat, Tanrının evreni yaratışının hikâyesiyle başlar:


Tanrı önce gökleri ve yeri yaratır. Yer henüz ıssız ve boştur,
alabildiğine her yer karanlıktır ve Tanrının ruhu suların
üzerinde hareket etmektedir. Tanrı: Işık olsun; der ve ışık
olur. Tanrı ışığın iyi olduğunu görür ve onu karanlıktan ayı­
rır. Işığa gündüz, karanlığa da gece adını verir. Akşam olur,
salîâh olur, ve birinci gün böylece biter. İkinci günde Tanrı:
Suların ortasında kubbe olsun ve suları sulardan ayırsın,
der. Kubbe olur ve kubbenin altındaki sular, yani yerdeki
MUSA ve YAHUDİLİK 43
sular, gök kubbesinin üzerinde yığılı olanlardan ayrılır. Tan­
rı kubbeye gök adını verir. İkinci gün de böyle geçer. Üçün­
cü gün Tanrı: Gök altındaki sular bir yere biriksin ve kuru
toprak görünsün, der ve böyle olur. Tanrı bir yere birikmiş
■sulara deniz, kuru toprağa da kara adını verir. Gene o gün
Tanrı: Yer, ot, tohum veren sebze ve tohumu kendisinde
olup cinslerine göre meyva veren ağaçlar yetiştirsin, der; bu
da olur, Tanrı bunun da iyi olduğunu görür. Üçüncü gün de
böyle biter. Tanrı, gündüzü geceden ayırmak için gök kubbe­
sinde ışıklar olsun, bunlar belirtiler (yani olacakları bildir­
mek) için, vakitlerin belli olması için ve seneler için olsun­
lar (Vakti bildirmek ve takvim için), yer üzerine ışık ver­
mek için gök kubbesinde ışıklar olarak bulunsunlar der ve
böyle olur. Tanrı gündüze hükmetmek için büyük bir ışık,
geceye hükmetmek için daha küçük bir ışık ve yıldızları ya­
ratır, onları gök kubbesine koyar, bunların iyi olduğunu gö­
rür. O gün de böyle geçer. Beşinci günde Tanrı: Sularda can­
lı yaratıkların sürüleri kaynaşsın, yerin üstünde ve gök kub­
besinin yüzünde kuşlar uçuşsun, der, ve büyük deniz cana­
varlarını, sularda kaynaşan her çeşit hayvanı ve her çeşit
kuşu böylece yaratır, bunların iyi olduklarını görür, onlara:
Ürün verin ve çoğalın, denizleri doldurun ve karada kuşlar
çoğalsın, der; beşinci gün de böylece biter. Altıncı gün Tan­
rı cinslerine göre canlı yaratıkları, sığırları, sürüngen­
leri yaratır. Bütün bunlar olunca Tanrı: Suretimizde, benze­
yişimize göre insan yapalım o da denizin balıklarına, gökle­
rin kuşlarına, sığırlara, bütün yeryüzüne, yerde sürünen her
şeye hâkim olsun der. Kendi suretinde, erkek ve dişi olarak
insanı yaratır, onlara da üreyin ve çoğalın, yeryüzünü dol­
durun, denizin balıklarına, göklerin kuşlarına, yer yü­
zünde hareket eden her canlıya da hâkim olun, der; onla­
ra her çeşit sebzeyi, her çeşit ağacın meyvesini, yiyecek ola­
rak verir. O gün, bütün yaptıklarına bakar, çok iyi oldukla­
44 MUSA ve YAHUDİLİK

rını görür. Altıncı gün de böylece sona erer. Tanrı yedinci


günü mübarek kılar ve onu takdis eder; çünkü «Yaratıp yap­
tığı bütün işten o günde istirahat etmiştir». Bundan sonra
Tevrat başka bir kalemden çıkmış olduğu açıkça görülen şu
sözlerle devam eder: «... Ve henüz yerde bir kır fidanı yoktu
ve bir kır otu henüz bitmemişti; çünkü Tanrı, yerin üzerine
henüz yağmur yağdırmamıştı; ve toprağı işlemek için adam
yoktu; ve yerden buğu yükseldi ve bütün toprağın yüzünü
suladı. Ve Tanrı yerin toprağından adamı yaptı ve onun
burnuna hayat nefesini üfledi ve adam, yaşıyan can oldu ve
Tanrı Doğuda Aden’de bir bahçe dikti; ve yaptığı adamı ora­
ya koydu; ve Tanrı, görünüşü güzel ve yenilmesi iyi olan her
ağacı ve bahçenin ortasında hayat ağacını, ve iyilik ve kötü­
lüğü bilme ağacını yerden bitirdi. Bahçeyi sulamak için
Aden’den bir ırmak çıktı, orada bölündü ve dört kol oldu.
Birinin adı Pişon’dur; kendisinde altın olan bütün Havila
diyarını kuşatır; ve bu diyarın altını iyidir; oradia lak günnük
Ve akik taşı vardır. Ve ikinci ırmağın adı Gihon’dur; bütün
Kuş ilini kuşatan odur. Üçüncü ırmağın adı Dicledir; Aşu-
run önünden akan odur. Ve dördüncü ırmak Fırattır. Ve
Tanrı adamı aldı ve onu korusun diye Aden bahçesine koy­
du. Ve Tanrı adama emredip dedi: Bahçenin her ağacından
istediğin gibi ye; fakat iyilik ve kötülüğü bilme ağacından
yemiyeceksin; çünkü ondan yediğin günde mutlaka ölür­
sün.»
Tanrı bundan sonra: «Adamın yalmz olması iyi değildir»
der ve onu uyuttuktan sonra kaburga kemiklerinden birini
alır ve bundan bir kadın yaratır. İşte böylece, Tanrının, al­
tıncı günde erkek ve dişi olarak yarattığı insana, kaburga ke­
miğinden yaratılan bir üçüncü ilâve edilmiş olur. Bu karşıt­
lığın nedeni görmüş olduğumuz gibi Tevratın çok geç kale­
me alınmış olması ve çeşitli anlatılış şekillerinin birleştiril­
miş bulunmasıdır. Ama İsrael din bilginlerinin ortak eseri
MUSA ve YAHUDİLİK 45

olan ve Tevratm yanında, en önemli kitap sayılan Talmud’a


göre (Bu kitabı eserimizin sonuna doğru ele alacağız) Tanrı,
gerçekten, Âdemle birlikte bir de —Tevrattaki deyimle— di­
şi insan yaratmıştır. Bu kadın, ya da dişinin adı (Lil’ibh) tir.
Fakat Lil’ith kendini Âdemle eşit gördüğü için onun sözünü
dinlememiştir ve bir dişi cin olmuştur. Tanrı da bundan son­
ra, erkeğin sadece bir kaburga kemiğine değer bir kadın ya­
ratmış, böylece ilk ailenin mutluluğunu kurtarmıştır. Lil’ith
adının ereden geldiğini öğrenirsek, bu inancın köklerinin ne
kadar eski, ta tsrael Oğullarının çoktanrıcı oldukları zaman­
lardan kaldığı da ortaya çıkar: Lilitu, Asur’luların fırtına
şeytanı idi, Lil’ith sadece bunun değişmiş bir şeklidir ve dü­
şünülecek olursa, fırtınayla geçimsiz kadın arasındaki bu
bağlayış pek te yabana atılacak gibi değildir.
Âdem’in Aden bahçesinden kovuluşu, kendisine yasak
olan iyilik ve kötülüğü bilme ağacından, yılanın fesadı yü­
zünden yemesiyle olur. O zamana kadar «İyilik ve fenalığı
bilmiyen» yani akıl sahibi olmıyan ilk insan çifti, çıplak ol­
duklarını görürler ve bir ağacın arkasına saklanırlar. Tanrı
onları göremeyince seslenir ve nerede olduklarını sorar, on­
ların çıplaklıklarını bilişlerinden iyilik ve fenalığı tanıma
ağacından yediklerini anlar. Yılanı lanetler, kadına da gebe­
liğini uzattığını ve çocuklarını ağrı ile doğuracağını, kocası
nın emri altına gireceğini söyler. Erkeğe de —karısının sö­
zünü dinlediği için—, onun yüzünden toprağı lanetlediğini,
onu zorluklarla işliyeceğini, toprağın da ona diken ve çalı
bitireceğini, toprağa dönünceye kadar onu alnının teriyle su­
lamak zorunda kalacağım bildirir. Yılan da payını alır: O, in­
sanın topuğunu ısıracak, insan da onun başını ezecektir.
Adem'le Havva Aden bahçesinden kovulur. Burada Tevrattan
şu satırları alalım: «Ve Tanrı dedi ki: İşte, adam iyiyi ve kö­
tüyü bilmekte bizlerden biri gibi oldu; ve şimdi elini uzat­
masın ve hayat ağacından almaşın ve ebediyen yaşamasın.»
46 MUSA ve YAHUDİLİK

Buradaki «Bizlerden biri gibi oldu» sözü Tevratın bu_buliii


rnünün îsrael Oğullarının çoktanrılık çağından kalma oldu­
ğunu açıkça göstermektedir. Tevratı okumıya devam edecek_
olursak bunun ikinci bir örneğini de göreceğiz,.
Âdem’le Havva Aden bahçesinden kovulduktan sonra
—Yahudi inancında gökten atılma yoktur— Kain adında bir
oğulları olur, daha sonra da bir İkincisi, Habil dünyaya gelir.
Habil koyun çobanı, Kain de çiftçi olur. Günün birinde ikisi
de emeklerinin ürünlerinden Tanrıya sunarlar. Tanrı Habi-
l'inkini kabûl eder, Kain’inkine bakmaz, buna kızan Kain de
kardeşi Habil’i öldürür. Tanrı onu lanetler, ama kimsenin öl-
dürülmemesi için ona bir işaret koyar. Kain’in evlâtları olur.
Bundan sonra Tevrat Kain’in birçok torunlarını saymakta­
dır. Bunların kimi çadırda oturan ve sürü besliyenlerin de­
desi, kimi boru çalanların, kimi tunç işliyen ve kesici âletleri
yapanlarındır. Âdem’in Kain’den başka, Şit adında da bir
oğlu olur. Artık insanlar çoğalmaktadırlar. Tevrat der ki:
«Ve vaki oldu ki, toprağın yüzü üzerinde adamlar çoğalmağa
başladı ve onların kızlan doğduğu zaman Tanrı oğulları
adam kızlarının güzel olduklarım gördüler ve bütün seçtikle­
rinden kendilerine karılar aldılar. Ve Rab djedi: Ruhun adam
ile ebediyen çekişmiyecek, çünkü o da ettir; bunun için onun
günleri yüz yirmi yıl olacaktır. Tann oğullan insan kızlarına
{vardıklan ve bu kızlar onlara çocuk doğurdukları zaman, o
günlerde, hem de ondan sonra, yeryüzünde Nefilim (Yani
devler) vardı; bunlar eski zamanda zorbalar, şöhretli adam­
lardı.» Bu sözlerden çıkan açık anlam, Tanrı oğullarının bu
lunduğu, yani bu efsanenin doğuşunda îsrael Oğullarının he­
nüz birçok tanrılara inandıklarıdır. Ugarit metinlerinden bi­
rinde Mot, yani ölüm için de Tanrı Oğlu sıfatının kullanıldı­
ğım görmüştük. Esasen, çok daha sonraları da, bazı çevreler­
de, Yahve’nin yanı sıra bir de tanrıça bulunduğuna inanıl­
mıştır. Bu, Kenanî tanrıçası Anat idi.
MUSA ve YAHUDİLİK 47
Gene hikâyeye dönelim: Yeryüzünde insanlar arttıkça
artmış, kötülükleri de alabildiğine çoğalmıştır. Tanrı insanı
yarattığına pişman olur ve bütün hayvanları, sürünenleri ve
göklerin kuşlarını toprağın yüzü üstünden silmiye karar ve­
rir. Ama Nuh’a acır. Nuh’un üç oğlu vardır: Sam, Ham ve
Yafet.. Tanrı Nuh’a gofer ağacından bir gemi yapmasını, bu­
nun içini odalara bölmesini, içini ve dışını ziftlemesini, son­
ra her çeşit hayvandan bir çifti, ve evindekilerin hepsini ala­
rak bu gemiye yüklemesini emreder: «Ve yedi günden sonra,
tufan suları yeryüzü üzerinde idi. Nuh’un -ömrünün altı yü­
züncü senesinde, ikinci ayda, ayın on yedinci gününde, o giin
büyük enginin bütün kaynaklan yarıldılar ve göklerin pence­
releri açıldılar. Ve yeryüzü üzerinde kırk gün kırk gece yağ­
mur yağdı. Tam o günde Nuh ve Nuh’un oğullan Sam ve
Ham ve Yafet, ve Nuh’un kansı ve Nuh’un oğullannın üç ka-
nsı kendileriyle beraber gemiye girdiler; onlar, ve kendi cin­
sine göre her hayvan ve cinslerine göre bütün sığırlar ve cin­
sine göre toprak üzerinde her sürünen ve cinsine çöıe her
kuş, her çeşitten her kuş girdiler. Ve kendisinde hayat nefesi
olan her bedenden ikişer ikişer gemiye, Nuh’un yanına gir­
diler. Ve girenler Tanrının ona emrettiği gibi bütün beden
sahiplerinden, erkek ve dişi olarak girdiler ve Rab onun üze­
rine kapıyı kapadı. Ve yer üzerinde kırk gün tufan oldu vr
sular çoğalıp gemiyi kaldırd-lar, ve yerden kalktı. Ve sular
yükseldiler ve ziyadesiyle çoğaldılar; ve gemi suların yiizii
üstünde yürüdü. Ve yer üzerinde sular pek çok yükseldiler
ve bütün gökler altında olan bütün yüksek dağlar örtüldü
Ier. Sular on beş arşın daha yükseldiler ve dağlar örtüldüler
ve yer üzerinde hareket eden bütün beden sahipleri, gerek
kuşlar, gerek sığırlar ve hayvanlar ve yer üzerinde her sürü
ne ve her adam öldü... ve yalnız Nuh ve kendisiyle heınfw»r
gemide olanlar kaldılar. Ve yüz elli gün sular yer Uzlerlnde
yükseldiler.»
48 MUSA ve YAHUDİLİK

Nihayet Tanrı Nuh’u ve onunla birlikte gemide olan


«bütün hayvanlan, ve bütün sığırlan» hatırlar, bir rüzgâr
estirir, sular alçalır. Gemi yedinci ayda, ayın on yedinci gü­
nünde Ararat dağları üzerine oturur. Onuncu ayda, ayın bi­
rinci sular, dağların başları görünecek kadar azalmıştır. «Ve
vaki oldu ki, kırk gün bittikten sonra Nuh, yapmış oldu­
ğu geminin penceresini açtı ve kuzgunu gönderdi, ve o, yer­
de sular kuruyuncaya kadar, öteye beriye gitti. Ve Nuh, su­
lar toprağın üzerinden eksildi mi diye görmek için, yanın­
dan güvercini gönderdi; fakat güvercin ayığının tabanına bir
istirahat yeri bulamadı ve gemiye onun yanına döndü; çün­
kü sular bütün yer üzerinde idiler; ve elini uzatıp onu tuttu
ve onu kendi yanma, gemiye aldı ve diğer yedi gün dhha bek­
ledi ve güvercini gemiden teknar gönderdi; ve akşam vakti
güvercin onun yanına girdi ve işte, ağzında yeni koparılmış
zeytin yaprağı vardı. Ve Nuh suların yeryüzünden eksilmiş
olduklarım bildi. Ve diğer yedi gün daha bekledi ve güverci­
ni gönderdi; ve o artık tekrar kendisine dönmedi.» Böylece,
altı yüz birinci yılın birinci gününde Nuh gemiden çıkar ve
hem insanlar, hem de bütün hayvanlar yeniden çoğalırlar.
Şimdi Sümerlerin tufan efsanesini de buraya aktaralım:
1872 yılında ilk defa bazı parçaları bulunan ve sonradan
tamamlanabilen Gilgameş epopesinde tufan şöyle anlatıl­
maktadır: İnsanları seven tanrı Ea, sevdiği bir adam olan
Ur-napişti'nin (Sümer Nuh’unun adı budur) rüyasına girer
ve tanrıların insanları cezalandırmak için tufanı gönderecek­
lerini söyler. Ur-napişti de bir gemi hazırlar. Bunu Gilga-
meş’e şöyle anlatmaktadır: «Neyim varsa yanıma aldım, ha­
yatımın bütün mahsullerini gemiye yükledim; ailem ve bü­
tün hısımlarımı, tarladaki hayvanları, otlaktaki hayvanları
ve usta işçileri hep gemiye yükledim. Gemiye bindim ve ka­
pıyı kapadım. Sabah ortalık aydınlanırken uzakta, ufukta
siyah bir bulut kümelendi... Gün aydınlığı birden bire geceye
MUSA ve YAHUDİLİK 49

döndü. Kardeş kardeşi göremez oldu, gök halkı artık birbir­


lerini tanılamıyorlardı. Tanrılar. tufandan korku içindeydi­
ler, kaçtılar ve ta Anu’nun göğüne sığındılar, tanrılar köpek­
ler gibi duvar dibine büzüldüler ye kımıldamadılar. Altı gün
ve altı gece, fırtına ve yağmur arttı, kasırga memlekette az­
dıkça azdı. Yedinci gün başlarken fırtına kesildi, bir savaş
ordusu gibi yıkıp parçalıyan sular yatıştı; dalgalar hafifledi,
rüzgâr düştü ve su artık yükselmedi. Suya baktım, gürleme­
si susmuştu. Bütün insanlar balçık olmuştu. Damların üzeri­
ne kadâF^nyöfdü'^âm ür. Denizin ufuklarında kara ara­
dım. Uzakta, ta uzakta bir ada göründü. Gemi Nissir dağı­
na vardı, Nissir dağına saplandı ve çapa atmış gibi kaldı. Ye­
dinci gün_do^uJu^m an bir güvercin yolladım*.onu salıver­
dim, uçtu gitti ve yine geri döndü benim güvercinim. Kona
cak yer bulamadı, onun için geri döndü. Bir kırlangıç yolla­
dım, uçurdum onu; uçtu gitti ve yine döndü benim kırlangı­
cım. Konacak yer bulamadığı için geri döndü. Bir karga yol­
ladım, uçurdum onu; uçtu gitti karga, su yüzünün alçaldığı
m gördü; yedi, uçtu, durdu, gakladı ve geri dönmedi.» Sonra
Ur-napişti de Nuh gibi gemiden çıkar ve insanlar yeniden
ürerler.
Görülüyor ki, İsrael Oğullan, yüzyıllar boyunca bütün
Yakın Doğuya yayılmış olan bu epopeden tufan efsanesini
hemen hemen olduğu gibi almışlardır. Ama sonradan, tek-
tanncılık devirlerinde, tufanı yapanla, insan ve hayvanlan
kurtaranın ayrı ayrı tanrılar değil, yalnız Yahve olduğunu
söylemek zorunda kalmışlardır.
Tevrata göre Nuh’un oğullarından, tabiî o zamanlarda
tanıdıkları, milletler meydana gelmiştir. Tevrat bunları uzun
uzun sayar. O sırada bütün insanlar hep aynı dili konuşmak­
tadırlar. Derken doğuya göç ederler ve bir ova bulurlar, ora-
F: 4
50 MUSA ve YAHUDİLİK

da kerpiç keserler. Harç yerine zift kullanarak bir kule yap-


mıya başlarlar. Tevrat der ki: «Ve dediler: Bütün yeryüzü
üzerine dağılımyalım diye, gelin, kendimize bir şehir ve başı
göklere erişecek bir kule bina edelim ve kendimize bir nam
yapalım. Ve Âdem Oğullannm yapmakta oldukları şehri ve
kuleyi görmek için Rab indi. Ve Rab dedi: İşte, bir kavımtlrr-
lar ve onların hepsinin bir dili var; ve yapmağa başladıkları
şey budur; ve şimdi yapmağa niyet ettiklerinden hiç bir şey
onlara menedilmiyecektir. Gelin, inelim ve birbirlerinin di­
lini anlamasınlar diye, onların dilini orada kanştırabm. Ve
Rab onları bütün yeryüzü üzerine oradlan dbğıttı; ve şehri
bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı adına Babil denildi:
çünkü Rab bütün dünyanın dilini orada karıştırdı; ve Rab
onları bütün yeryüzü üzerine oradan dağıttı.»
Gene Tanrı çoğul olarak konuşmakta ve insanların dil­
lerini karıştırmak için öteki tanrıları da yardıma çağırmak­
tadır. Burada Babil’in ihtişamının, Ziggurat’ın yüksekliğinin
hikâyelerinin göçebe bir halk üzerinde yaptığı büyük etkiyi
de görüyoruz. Halbuki Babil bu parlak devrine erişmeden,
Mezopotamya’da ne şehirler doğmuş ve yok olmuştu.
Bundan sonra Tevratm saydığı adları bir tarafa bıraka­
cağız ve artık, İbranî’lerin dedeleri olarak saydıkları Abra-
ham’a geleceğiz. Zati Tevrat bu arada hiç bir olayı anlatmaz,
sadece birtakım adlar verir. Bunlar olsun, Aıbraham, İzaak
ve Yakop olsun, tarihî kişilikler değildirler. İleride göreceği­
miz Yakob, çok büyük bir ihtimalle, eski bir Kenanî tanrısı­
nın kişileştirilişiydi; İsrael’in on iki kabilesinin dedeleri sa­
yılan on iki oğula gelince, gene ileride görüleceği gibi bunlar
milleti bir kan bağıyle pekiştirmek için düşünülmüştü. Ama
biz, gene Tevrat’a dönelim! Tevrat der ki: Kildani’lerin Ur
şehrinde Terah adında bir adamın üç oğlu ■vardı: Abram,
Nahor ve Haran. Haran’ın da Lut adında bir oğlu olur, ama
kendisi Ur’da ölür. Abram, üvey kızkardeşi olan Sara ile ev­
MUSA ve YAHUDİLİK 51

lenir: Sara kısırdır; çocuğu almaz. Ter ah günün birinde oğlu


Abram’ı, torunu Lut'u, gelini Sara’yı yanma alarak, Kenan
diyarına gitmek için yola çıkar. Bunlar Harran’a gelirler ve
orada, ne kadar sürdüğü bilinmiyen bir zaman kalırlar.
Bir gün Tanrı, Abram’a oradan ayrılarak, kendisinin
göstereceği memlekete gitmesini söyler ve: «Seni büyük mil­
let edeceğim, seni mübarek kılacağım, senin adını büyük ede­
ceğim; ve seni mübarek kılanları mübarek kılacağım ve sana
lanet edene lanet edeceğim; yeryüzünün bütün Kabileleri
sende mübarek olacaktır,» der. Abram da Tanrının dediğini
yapar, Lût’u da yanma alarak oradan ayrılır. Harran’da ka­
zanmış olduğu bütün malları, soyunu sopunu hep birlikte
götürmektedir. Artık Kenan diyarına gideceklerdir onlar,
Tevrat: «O sırada Kenanî’ler memlekette idiler» demektedir..
Burada Filistin’e yeni bir göçün anısını görüyoruz. Hikâyenin
daha ilerisinde Tanrının Kenan ilini Abram’ıh soyuna adadı­
ğını okumaktayız.
Ama bunlar henüz, güçlü Kenanî’lerin memleketi,
nin bir köşesine sığınan zayıf göçebelerdir. Gittikçe daha gü­
neye inerler. Memlekette kıtlık vardır. Zati Abram soyunun
bu göçüne mutlaka büyük bir kıtlık sebep olmuştur. Tevrata
göre Abram Mısır’a da gider, orada karısı Sara’yı kız kardeşi
olarak gösterir. Tevrat bunu şöyle anlatır: «İşte, biliyorum
ki, sen görünüşü güzel bir kadınsın; ve olur ki, Mısırlılar se­
ni görünce: Bu onun karısıdır, derler; ve beni öldürürler, fa­
kat seni sağ bırakırlar. Sen’n yüzünden bana karşı iyi dav­
ranılsın ve senin sebebinle canım yaşasın diye: Onun kızkar-
deşiyim, de. Ve vaki oldu ki, Abram M’-sır’a girdiği zaman.
Mısırlılar kadının çok güzel olduğunu gördüler ve onu Fira-
vun’a methettiler ve kadın, Finavun’un sarayına alındı. Ve
onun yüzünden Abram’a karşı iyi davrandı; ve onun koyun-
ları, sığırları ve eşekleri ve köleleri ve cariyeleri ve dişi p e k ­
leri ve develeri oldu.» (Tekvin 12. 11 — 13). Burada Abra­
mın günümüzün ahlâk anlayışına pek te uymıyan bir yolda
52 MUSA ve YAHUDİLİK

davrandığını görüyoruz. Ama tapmaklarında dini fuhuş ya­


pılan Batı Sami’leri için bu, ayıp sayılmasa gerektir. Yalnız,
kocanın hoş gördüğünü, tanrısı hiç te öyle görmez ve, ne
gariptir ki, kocayı cezalandıracak yerde hiç bir şeyden ha-_
beri olmıyan Firavun’u belâlara uğratır: «Ve Rab Abram’ın
karısı Sara’dan dolayı, Firavun’u ve onun saraymı büyük vu­
ruşlarla vurdu. Ve Firavun Abram’ı çağırıp dedi: Bana yap­
tığın nedir? Bu senin kann olduğunu niçin bana bildirme­
din? Niçin: Bu benim kız kardeşimdir, dedin, ben de onu, ve
şimdi, iste kann, al ve git. Ve onu ve karısını, ve kendisine
ait olan her şeyi gönderdiler.» (Tekvin 12. 17 — 20).
Abram, gene Lût’u yanına alarak soyu sopu ile —Coğraf-
rafya. bilgimizle taban tabana zıt olarak —Mısır’dan güneye
doğru gider ve Yafa ile Lût gölünün tam ortasında bulunan
Beyt-El’e varır. Zati Mısır’a gitmezden önce de orada yerleş­
miş bulunmaktaydı. Artık zengindirler, sürüleri pek çoktur,
Lût’un çobanlariyle Abram’mkiler arasında sık sık kavga
çıkmaktadır. Onun için amcayla yeğen birbirlerinden ayrılır­
lar Lût, Tanrının sonradan yok ettiği Sodom ve Gomore ta­
rafına gider. Abram Kenan diyarında kalır. Bundan sonra
Tanrı Abram’a gene bütün Kenanî’ler memleketini vaadeder.
Bu tekrarlamalar hep, İsrael Oğullarının kendilerini Tanrı­
nın öz evlâtları saymaları ve ileride görüleceği gibi, çeşitli
kabilelerden bileşme oldukları halde, tek bir millet haline
gelebilmeleri için, sonradan kaleme alınmıştır.-^'
Lût’un Sodom ve Gomore bölgesinde koyun ve sığırla­
rını otlattığı sırada büyük bir ayaklanma olduğunu Tevrat-
tan öğreniyoruz. Bu ayaklanma sırasında yeniden Gomore
kıralı Lût’u ve bütün sopunu esir eder, bunu öğrenen Abram
hemen yardıma koşarak onu esirlikten kurtarır.
Bu olaylardan sonra Abram’a rüyasında Tanrı görünür
ve: «Ey Abram! der, korkma; ben sana siperim ve senin ka­
MUSA ve YAHUDİLİK 53

zancın büyük olacaktır,» der. Abramsa çocuksuz olduğu için


tasalıdır, Tanrıya, ne verse boş olduğunu, çünkü kendi ölün­
ce varının yoğunun kâîıyası Şamlı Eliezer’e kalacağım söy­
ler. Tanrı da: «O, senin mirasçın olmıyacaktır» karşılığını
verdikten sonra onu dışarı çıkarır, «Şimdi göklere bak, ve
eğer yddızlian sayabilirsen onları say, işte zürriyetin (dölün)
böyle olacaktır!» der. Ama Abram Tanrıdan bunun inancası­
nı ister. Tanrı da, üç yıllık bir inek, üç yıllık bir koç, üç yıllık
bir keçi, bir kumru, bir de güvercini kurban olarak kendisi­
ne sunması emrini verir. Abram kuşlardan geri kalan hay­
vanları ortalarından ikiye bölerek, hepsini sunağa koyar ve
bunların kokusunu alan yırtcı kuşları kovarak bekler. Ama
üzerine derin bir uyku çöker, rüyasında gene tanrıyı görür.
Bu sefer tanrının söyledikleri, İsrael oğullarının gelecekleri
üzerindedir: «İyi bil ki, senin zürriyetin kendilerinin olmıyan
bir memlekette garip olacak ve onlara kullu kedeceklier; ve
kulluk edecekleri millete ben hükmedeceğim ve ondan son­
ra büyük malla çıkacaklardır. Fakat sen, atalarına sıelâmatle
gideceksin ve güzel ihtiyarlıkla gömüleceksin. Ve dördüncü
kuşakta buraya döneceklerdir; çünkü Amori’lerin fesadı he­
nüz tamam olmamıştır.» Güneş batıp karanlık basınca, kur­
banları üzerinden «Dumanlı bir fırın ve alevli bir meşale»
geçer ve onları yakar. Bundan sonra Tanrı azıcık fazla bir
vaitte bulunur: «Mısır 'rmağından (Nil), büyük ırmağa, Fı­
rat ırmağına kadar bu diyarı, Kcnî’lıeri ve Kenizzî’leri ve
Kadmonî’leri ve Hitit’leri ve Perizzî’ler ve Kenanî’leri ve Re-
fa’lan ve Girgaşî’leri ve Yebusî’leri senin zürriyetine verdim,»
Abram’ın tanrısının bugüne dek bu yaitlerini tutmadığını bi­
liyoruz. Ama Tevratın bütün bu kısımlarının İsrael oğulları­
nın Babil sürgünlüğü sırasında yazıldığını düşünürsek, bu
vaitleri de, —darlık ve eziyet içindeki bir milletin dilek~~rüya-
ları olarak— tabiî görürüz. Bu hayalî adamlar onlara yaşa­
ma. günü bağışlamıştı.
54 MUSA ve YAHUDİLİK
Abram’m eşi Sara hâlâ çocuk doğurmamıştır. Sara, Ab-
ram’ın soyunun kesilmemesi için, Mısırlı cariyesi Hacar’ı ona
verir. Hacar gebe kalır, ama Sara kocasının gözünden düş­
tüğünü sanır ve bundan sızlanır. Abram da: «İşte, cariyen se­
nin elindedir; gözünde iyi olanı kendisine yap!» der. Sara Ha^
car’a olmıyacak eziyetler eder; Hacar da dayanamaz, kaçar.
Ama Tanrının meleği onun peşinden yetişir ve geri dönmesi­
ni, hanımının yaptıklarına dayanmasını söyler. Tevrat bura­
da, Tanrının meleğini şöyle konuşturmaktadır: «Senin zürri-
yetini çoğalttıkça çoğaltacağım ve çokluğundan sayılmıya-
caktır.» Burada gene hikâyenin eski, belki ilk şeklinden bir
iz görmekteyiz. Bu gelen, aslında bir melek değil bir «Eloh»
yani bir tanrı ya da tanrıça olabilir. Belki de döl bereketi tan­
rısının ta kendisidir, ama sonunda tektanrıcı olan İsrael
oğullan bunu meleğe çevirmişlerdir. Melek, —ya da tanrı—
Hacar’a doğuracağı çocuğun adını İsmael koymasını, bu ço­
cuğun «insanlar arasında yabanî adam olacağını; onun elinin
herkese karşı, herkesin de ona karşı olacağını ve bütün kar­
deşlerinin doğusunda oturacağını» bildirir. Hacar meleği bir
kuyu başında görmüştür —Tevrata göre, bu kuyu şimdiki Sur
şehrinin doğusunda ve Hitit’lerin Mısırlılarla yaptıkları sa­
vaşla ün kazanmış olan Kadeş’in yakınlarındadır— Bu kuyu­
ya Beerlahay-roi, yani (Beni gören hay olanın (yaşayanın)
kuyusu) adı verilir.
Bu sırda Abram seksen altı yaşındadır. Aradan yıllar
geçer, Abram doksan dokuz yaşına geldiği zaman Tanrı gene
Abramda görünür, andmı tekrarlar, sonra onun adının artık
Abram değil, Abraham olacağını söyler. Abram yüce ata, Ab-
raham da soyun atası demektir.
Tanrı, o zamana kadar Saray, yani prenses admı
taşıyan Sara’ya da, gülen anlamına gelen bu yeni
adını verir. Abraiıam’ın emrindeki bütün erkeklerin sünnet
MUSA ve YAHUDİLİK 55

olmalarını da buyurur. Sebep olarak ta bunun aralarındaki


ahdin, ya da sözleşmenin nişanı olacağını bildirir: «Sünnet
olmamış erkek varsa o can, kendi kavminden kesilecektir; o
benim ahdimi bozmuştur,» der. Sonra da Sara’nın bir oğlu
olacağını haber verir. Âbraham buna güler: «Yüz yaşında ola­
na bir oğul doğar mı? Doksan yaşında olan Sara doğurur
mu?» diye sorar. Ama Tanrı gene vaadini tekrarlar ve doğa­
cak çocuğun adının İsaak olduğunu söyler, sonra Abraham’m
yanından yukarı çıkar. Şuna dikkat edelim ki burada bahis
konusu olan ne vahiy, ya da ilhamdır, tanrının gözle görüle­
bilir, hattâ, ileride göreceğimiz gibi elle dckunulabilir bir var­
lık olarak yere inmesi, bir insanla yüz yüze konuşması, sonra
gen:l geldiği yere, göğe çıkması bahis konusudur. Tevratın
ilk kitaplarında sık sık rastladığımız böyle hikâyelere daha
sonraları yer verilmemektedir. Bu da ilk kitapların çoktanrı-
cılık çağının anılarının jjiraz değişmiş şekilleri olduğunu an­
latır. Ama Tevratın Tekvin 18. bölümünü, bu eski tasarımla­
rın ne kadar ilkel olduğunu açıkça göstereceği için, biraz
uzun da olsa buraya almaktan vazgeçemiyeceğiz: «Ve İMam-
re meşeliğinde Tanrı ona (Ahraham’a) göründü; ve o, günün
sıcağında çadırın kapısında oturuyordu; ve gözlerini kaldırıp
baktı, ve işte, karşısında üç adam duruyordu; Abraham on­
ları karşılamağa koştu ve yere kadar eğildi ve dedi: Ey efen­
dim, eğer şimdi gözünde lütuf buldumsa, kulunun yanında
kalmadan geçme; şimdi biraz su getirilsin ve ayaklarınızı yı­
kayın ve ağaç altında dinlenin; bir parça ekmek getireyim de
yüreğinizi kuvvetlendirin; ve ondan sonra geçersiniz, madem
ki kulunuza geldiniz. Ve dediler: Söylediğin gibi olsun, öyle
yap. Ve Abraham çadıra, Sara’n'n yanma seğirtip dedi: Ça­
buk, üç ölçek has un hazırla, yoğur ve pide yap. Ve Abraham
sığırlara koştu, ve körpe ve iyi bir buzağı alıp uşağına- verdi
ve onu hazırlamakta acele etti. Ve ayranla süt ve hazırladığı
buzağıyı alıp önlerine koydu ve kendisi yanlarında, ağaç al­
56 MUSA ve YAHUDİLİK

tında durdu, onlar da yediler. (Burada şunu da söylemeden


geçemiyeceğiz ki aynı sofrada süt ve sütten çıkanjnaddelerle
eti bir arada bulundurmak, Musa şeriatına göre haramdır)
ve ona dediler: Karın Sara nerede? Ve dedi: İşte çadırda. Ve
o dedi: Gelecek sene bu mevsimde mutlaka senin yanma dö­
neceğim; ve işte, karın Sara’mn bir oğlu olacaktır. Ve Sara
onun arkasında olan çadırın kapısında dinliyordu ve Abra-
ham’la Sara kocamış ve yaşta ilerlemişlerdi; Sara âdetten ke­
silmişti. Ve Sara: İhtiyar olduktan sonra bana sevinç olur
mu? Efendim de kocamıştır, diyerek içinden güldü. Ve Tan-
r. Abraham’a dedi: Sara, gerçekten doğuracak mıyım ve ben
kocadım, diyerek niçin güldü? Tanrı için imkânsız bir şey
var mıdır? Muayyen vakitte, gelecek sene bu mevsimde, ya­
nına döneceğim ve Sara’mn bir oğlu olacaktır. Ve Sara: Gül­
medim. diyerek inkâr etti; çünkü korktu. Ve o: Hayır, fakat
güldün, dedi. Ve adamlar oradan kalktılar ve Sodom’a doğru
baktdar; Abraham onları geçirmek için beraber gidiyordu.
Ve Tanrı dedi: Ben yapmakta olduğum şeyi Abraham’dlan
gizliyeoek iniyim?............. ve Tanrı dedi: Sodom ve Go-
more’nin ferv?dı büyük, ve onlarm günahı çok ağır olduğu
için, şimdi ineceğim ve bana gelen feryadına göre tamamen
var*t'1ar mı göreceğim; ve yarmadık*rsa bileceğim. Ve adam­
lar oradan dönüp Sodom’a doğrı? gittiler; fakat Abraham hâlâ
Tanrının huzurunda duruyordu. Ve Abraham yaklaşıp dedi :
Salihi (iyiyi) Kötü ile beraber yok edecek inisin? Belki şeh­
rin içinde .elli salih vardır; içinde olan elli splih için bağışla-
mayıp yeri yok edecek misin? Böyle yapmak senden İrak ol­
sun, salih de kötü gibi olsun diye, salibi kötü ile beraber öl­
dürmek senden İrak olsun; bütün dünyanın hâkimi adalet
yapmaz mı?» Bundan sonra, Mitologya’da çeşitli örneklerini
gördüğümüz gibi, tanrı ile insan arasında bir pazarlık başlar,
sonunda on iyi insan bulunursa, Sodom’un yıkılmamasında
uyuşurlar, tanrı da gider.
MUSA ve YAHUDİLİK 57

Bundan sonraki bölümde, Tanrı ile birlikte olanlar artık


Melek, diye geçmektedir. Halbuki asıl hikâyede bunlar belki
El, Baal ve yıldırım tanrısı Reşef idiler, ya da adını bilmedi­
ğimiz yerli başka tanrılardı. İlk efsanede Sodom’un günahı
acaba neydi? Tevrata göre burada insanlar tabiate aykırı sev­
gilere düşkündüler; hattâ bu sefer oraya gelen iki melek, ya
da (Eloh-ilâh)a bile tecavüze kalkarlar. Bunun üzerine me­
lekler Lut’a karısı ve iki kızıyla çabucak buradan kaçmasmı
söylerler. Lût onlara, kendisi küçük Tsoar şehrine erişinceye
kadar mühlet vermeleri için yalvarır, ve bu müsaadeyi alır.
Lût Tsoar’a vardığı sırada güneş doğmuştur. Tanrı dr,içinde
on tane bile iyi adam bulunmıyan Sodom’la Gomore üzerine
«Göklerden kükürt ve ateş yağdırır, o şehirleri vo bütün hav­
zayı, şehirlerde oturanların hepsini ve toprağın bütün bitki­
lerini altüst eder.» Tanrı Lut’a arkaya bakmamalarını emret­
miştir. Ama Lut’un karısı merakına dayanamaz, arkasına ba­
kar ve hemen bir tuz direği haline gelir. Abraham sabahleyin
kalkıp Sodom ve Gomorra taraflarına bakınca, bütün o böl­
gede yerden «ocak dumanı gibi» dumanların çıktığını görür.
Bu da her halde bir tabiat âfetinin anısından başka bir
şey değildi. Hattâ son zamanlarda, eskilerin bizden daha bil­
gili ve akıllı plduklarına ve yeni bulunan şeylerin vaktiyle
hep bulunmuş ve kullanılmış olduğuna inanan bazı kişiler,
bunu eski bir atom bombası patlamasının anısı olduğunu
ileri sürmiye bile kalkmışlardır! Ama belki bu, Sibiryaya
vaktiyle düşen son derece büyük metor gibi bir gök cisminin
yaptığı tahribattı, ya. da büyük bir yer çöküntüsüydü.
Daha sonra, Lût kavminin ahlâksızlığına taş çıkartan bir
olayın hikâyesi gelmektedir; bunu olduğu gibi Tevrattan ala­
lım: «Ve Lut Tsoar’dan çıkıp dağda oturdu, ve iki kızı onun­
la beraberdi; çünkü Tsoar’da oturmaktan korktu; ve o; ve
iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne
58 MUSA ve YAHUDİLİK
dedi: Babamız kocamıştır, ve bütün dünyanın yoluna göre
yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur; gel babamıza
şarap içirelim ve babamızdan zürriyet yaşatmak için onunla,
yatarız. Ve o gece babalarına şarap içirdiler; ve büyük kız
girip babası ile yattı, ve onun yatmasını ve kalmasını bilme­
di. Ve vaki oldu ki ertesi gün büyük kız küçüğüne dedi. İşte,
dün gece babamla yattım; bu gece de ona şarap içirelim, ve
babamızdan zürriyet yaşatmak için, gir, onunla yat. Ve o ge­
cede dahi babalarına şarap içirdiler ve küçük k-z kalkıp
onunla_yattı; ve onun yatmasım ve kalkınasım bilemedi. Lut’-
un iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar. Ve büyük kız
bir oğul doğurdu, ve onun adını Moab çağırdı; o, bugüne ka­
dar Moab’lıların atasıdır. Ve küçük kız, o da bir oğul doğurdu
ve onun adını Ben-ammi (Babamın oğlu) çağırdı; o, bugüne
kadar Ammon oğullarının atasıdır.» (Tekvin 19. 30—38).
Çirkin bir hikâye gibi görünen bu bölüm üzerinde biraz
düşünülürse bunun da eski inançların bir kalıntısı olduğu
anlaşılır: Bir kere bu olayın bir mağarada geçmesi yer altı
tanrılariyle ilgili bir tarafı olduğunu anlatır. Ayrıca mitolog-
yalerda, çeşitli tanrıların kendi kızlariyle böyle birleşmeleri­
nin hikâyelerini görmekteyiz. Unutmıyalım ki, Tevratın bu
ilk bölümleri çok eski efsanelerin daha sonradan yazıya
dökülmüş ve çok değişmiş şekilleridir. Belki de bu mağara
sahnesi bir yeraltı tanrısı ile sembolik bir evlenme töreninin
anısından başka bir şey değildir. Çünkü Tevratta, Yahve’nin
değil böyle bir suç işliyenleri, hattâ babasını çıplakken gö-
zetliyen oğulu öldürdüğünü görmekteyiz.
Hele Tevratın bundan sonraki Tekvin 20 bölümü daha
da acayiptir. Bu sefer Abraham’m Güeny diyarında Kadeş’-
le Sur arasına gittiği, evvelce Mısır’da olduğu gibi, bu sefer
de —Artık doksanını aşmış olan— Sara’yı gene kız kardeşi
gibi gösterdiği, Gerar kıralı Abimelek’in de Sara'yı yanma
aldıktan sonra bir rüya görerek gerçeği anladığı ve Sara’ya
MUSA ve YAHUDİLİK 59
dokunmadığı anlatılmaktadır. Ama burada bir başkalık var­
dır: Abraham kendisini azarlayan Abimelek’e «Çünkü: Ger­
çekten bu yerde Tanrı korkusu yoktur; ve karım yüzünden
beni öldürecekler, dedim. Ve gerçekten de kızkardeşiondir,
kendisi babamın kızıdır, fakat annemin kızı değildir; ve be­
nim karım oldu; ve vaki oldu ki, Tann beni babamın evin­
den gurbete çıkardığı zaman kendisini aldım; (ona) gideceği­
miz yerde benim için: Benim kardeşimdir, de; bana edeceğin
lütuf budur, dedim» der. Abimelek te köleler ve cariyeler
alıp Abraham’a verir, karısı Sara’yı da ona geri gönderir.
Tanrı bu sefer de gene, Abraham’ı cezalandıracak yerde, Abi-
melek’in evindeki bütün kadınları kısırlaştırır!
Bu hikâye, Tevratın nasıl çeşitli anlatış yollarının bir
araya getirilmesiyle ortaya çıktığını açıkça gösterir. Çünkü
Abimelek masalı aslında, yukarıda anlatılan Firavun ve Sa-
Ta masalının aynıdır. Sadece iki anlatış tarzı da Tevrata giri­
vermiştir.
Sara bu arada İzaak’ı doğurmuştur. Bu dr mucizeli bir
doğumdur. Tevrat der ki: «Tann, demiş olduğu gibi Sara’yı
ziyaret etti. Ve Rab Sara’ya söylemiş olduğu gibi etti. Ve Sa­
ra gebe kaldı.
Bundan sonra Sara kocasına: «Bu cariyeyi ve oğlunu dı­
şarı at, çünkü bu cariyenin oğlu benim oğlumla, İzaak’lia bir­
likte mirasçı olmamalıdır» demektedir. Çok ilgi çekici oldu­
ğu için bu kısmı da verelim: «Ve oğlundan dolayı bu şey Ab-
raham’ın gözüne çok kötü göründü, ve Tanrı Abraham’a de­
di: Çocuktan dolayı ve cariyenden dolayı gözünde (Sara)
kötü olmasın. Sara’nm sana söylediği her şeyde onun sözünü
dinle; çünkü senin zürriyetin İzaak’ta çağırılacaktır. Ve ca­
riyenin oğlunu da bir millet edeceğim, çünkü o senin zihni­
yetindir. Ve Abraham sabahleyin erken kalktı ve ekmekle su
tulumu aldı, ve omuzu üzerine koyartak Hacar’a verdi, çocu­
ğu da verip onu gönderdi; ve Hacar gidip Beer-ebn çölünde
6Ü MUSA ve YAHUDİLİK

dolaştı. Ve tulumda su tükendi, ve çocuğu bir çalı altına attı.


Ve gidip karşıda bir ok atımı kadiar uzakta oturdu: Çünkü:
Çocuğun ölümünü göremiyorum, dedi ve sesini yükseltip ağ­
ladı ve Tann çocuğun sesini işitti; ve Tanrını meleği gökler­
den Hacar’ı çağırıp kendisine dedi: Nen var Hacar? Korkma,
çünkü bulunduğun yerden çocuğun sesini Tanrı işitti. Kalk,
çocuğu kaldır ve onu kendi elinde tut, çünkü onu büyük mil­
let yapacağım. Ve Tanrı Hacar’ın gözlerini açtı, ve bir su ku­
yusu gördü, gidip tulumu su ile doldurdu ve çocuğa içirdi.
Ve Tanrı çocukla beraberdi, ve o, büyüdü ve çölde oturdu, ve
büyüyerek okçu oldu. Ve Paran çölünde oturdu; anası ona
Mısır diyarından bir kadın aldı.»
Bundan sonra Tanrının Abraham'dan en büyük fedakâr­
lığı, oğlunu kendisi uğruna kesip yakmasını istemesine sıra
gelir. Abraham Tanrının buyruğuna uyar, îzaak’ı yanma alır,
eşeğine odun yükler, iki uşağiyle birlikte, Tanrının bildirdiği
yere gider. Burası Moriya diyarında bir tepedir. Abraham
İzaak’ı ve odunları alarak tepeye çıkar, uşaklarını aşağıda bı­
rakmıştır. Çocuk sorar: «Baba, işte ben, oğlun, işte ateş ve
dun; ama yakılacak olan kurbanbk kuzuyu göremiyorum.»
Abraham da: «Oğlum, yakılacak olan kuzuyu Tanrı kendi tte-
darik edecek.» der.
Tepede Abraham bir mizbah (kurbm kesilecek yer) ya­
par ve odunları dizer, oğlu İzaak’ı da bağlayıp odunların üze­
rine koyar, elini uzatıp bıçağı alır. Ama tam bu anda gökten
Tanrının meleği iner, onu durdurur. Çalılar ansında da Tan­
rının yolladığı bir koç vardır. Abraham onu kesip yakar.
Bu hikâyede, mucizeli kurtuluş bir tarafa bırakılırsa, Ba­
tı Sami’lerinin Baal’e oğullarını kurban edişlerinin anısını
buluyoruz. Fenike şehirlerinde bu âyin dinî çılgınlıklar haline
gelir ve yüzlerce, bazısı daha memede olan çocuk yakılırdı.
Abraham’a Tanrının böyle, bir emir vererek onu denemek is­
teyişi hikâyesi, tabiî gene İşrael oğullarının artık tek tanrı­
MUSA ve YAHUDİLİK 61
ya, ama henüz yalnız kendilerinin olan tanrıya tapmıya baş­
ladıkları zaman çıkmış olacaktır. İsraelin eski zamanlarda
insan kurban ettikleri de bilinmektedir. Bununla birlikte şu-
rasmı da. unutmamalıdır ki Sami’lerde tanrılara yalnız insan
kurban edilmez, hayvan da kesilir, şarap ve güzel kokular da
sunulurdu, ki bu gelenek İsrael oğullarında sonuna kadar
devam etmiştir. İnsan kurban âdetinin İsrael oğullarında
çok sonralara kadar sürdüğü ve nebî’lerin buna karşı savaş­
tıkları Tevratta görülmektedir.
Tevrat Sara’nm yüz yirmi yedi yaşındayken öldüğünü an­
latır. Abraham onu, Hitit’lerden birinden satın aldığı bir tar­
lanın içindeki mağaraya gömer. Bir zaman sonra ihtiyar ve
emektar bir kölesini İzaak’a Mezopotamvadan, kendi memle­
ketinden, bir kız getirmek için yollar; c da güzel Rebeka’yı
beğenir; ona kimin kızı olduğunu sorar ve Abraham’m kar­
deşi Nahor’un oğlu Betuel’in kızı olduğunu öğrenir. Kızı, kar­
deşi Laban’dan ister, o da verir. Köle Rebeka’yı ve ona arka­
daşlık edecek olan kadınları alarak memleketine döner.
Abraham Tevrata göre tam yüz. yetmiş beş yıl yaşaınış-
tır. Daha sağlığında, Hacar’dan, Sara’dan ve ondan sonra al­
dığı Ketura adında, bir kadından olan çocukları ve torunları
—gene Tevrata göre— hemen hemen bir millet olacak kadar
çoğalmıştır. Abraham ölünce onu da Sara’nm yanma gömer-
ler,
Abraham’m oğlu İsaak Tevratta çok silik ve önemsiz bir
rol oynar. Tevrat onun, Abraham’m günlerinde olandan baş­
ka bir kıtlık çıkınca, şimdiki Gazze yakınında bulunan Ge-
rar şehrine giderek Filistî’ler kıralı Abimelek’e sığındığını ve,
ne tuhaftır ki, tıpkı babası için yukarıda anlatılan iki olayda
da geçtiği gibi, karısı Rebeka’yı kızkardeşi olarak gösterdiği­
ni anlatmaktadır. Bunun sebebi de gene onun yüzünden
kendisine kötülük etmemeleri düşüncesidir. Nasılsa bu se­
fer Tevrat Rebeka’yı hükümdarın sarayına götürmez, sadece
62 MUSA ve YAHUDİLİK

onların karı - koca olduklarının anlaşıldığım söyler: «Ve


Abimelek dedi: Bize yaptığın nedir? Az kaldı halktan biri se­
nin karınla yatacaktı ve üzerimize cürüm getirmiş olacaktın.
Ve Abimelek: Bu adama ve karısına dokunan mutlaka öldü­
rülecektir, diyerek bütün halka emretti. (Tekvin 26. 10—11)
Bu üç ayrı yerde ve biraz değişik şekillerde anlatılan olay ne
idi? Ta. karanlık tarih öncesinden gelen bu anı neye dayan­
maktadır? Herhalde bu da insanlar arasında değil, tanrılar
arasında geçen bir efsaneydi, belki hem kardeş, hem karı ko­
ca olan Baal’le Anst’ın bir serüveninin değişmiş şeklidir bu
Bir milletin hafızasında bu kadar derin yer etmesine ve iki
ayrı çifte böyle mal edilişine başka türlü mâna verilemez.
İzaak kocayıp gözleri görmez olunca küçük oğlu Yakob"
anası Rebeke’nın yardımiyle ağabeyi Esav’a kötü bir oyun oy­
nar: İzaak artık öleceğini anlamıştır; büyük oğlu Esav’a, ava
çıkmasını ve vuracağı avın etinden kendisine, sevdiği gibi bir
yemek yapmasını söyler. Kendisi de, buna karşı oğlunu mü
barek kılacak, başka bir deyimle ölümünden sonra kabileye
reis olarak bırakacaktır. Ama Rebeka bunu işitir ve Esav av­
dayken Yakob’a: «İşte, kardeşin Esav’a bana av getir ve be­
nim için lezzetli yemek yap, ve yiyeyim ve seni ölümümden
önce Tanrının huzurunda mübarek kılayım, diyerek babanın
söylediğini işittim. Ve şimdi, oğlum, sürüye git ve oradan ba­
na keçilerden iki iyi oğlak al; ve onları baban için, sevdiği
gibi lezzetli yemek yapacağım: ve yemesi için babana götü­
receksin, ta ki o, ölümünden önce seni mübarek kılsın»
der. (Tekvin 27. 16 — 11). Dediği gibi yemeği pişirir, sonra
oğlu Esav’ın evde bulunan en güzel elbisesini Yakoba giydi­
rir. Esav çok kıllı olduğu için ellerine ve boynuna, kesilen
oğlakların derisini geçirir. Yakob da bu acayip kılıkta baba­
sına yemeği götürür. Şimdi kör ihtiyarın nasıl aldatıldığını
da Tevratta okuyalım: «Ve (Yakob) babasına gelip dedi: Ey
babam, işte ben! (İzaak) sen kimsin oğlum? dedi. Ve Yakob
MUSA ve YAHUDİLİK 63

babasına dedi: Ben senin ilk oğlun Esav’ım; bana söylediğin


gibi yaptım; rica ederim, kalk otur ve avımdan ye, ta ki, ca­
nın beni mübarek kılsın. Ve İzaak oğluna dedi: Nasıl oldu
da bu kadar çabuk buldun, oğlum? Ve (Yakob) dedi: Çünkü
senin Tannn Rab bana rast getirdi. Ve İzaak Yakob’a dedi:
Yaklaş, rica ederim, sen gerçekten oğlum Esav mısın, yoksa
değil misin, diye sana el süreyim. Ve Yakob babası İsaak’a
yaklaştı; ve (İzaak) ona el sürüp dedi: Ses Yakob’un sesi, ta­
kat eller Esav’m elleri. Ve onu farketmedi.. Bana yaklaş, oğ­
lumun avından yiyeyim, ta ki can-m seni mübarek kılsın. Ve
yedi ve (Yakob) ona şarap getirdi, ve içti. Ve babası İzaak
ona dedi: Şimdi yaklaş ve beni öp oğlum. Ve yaklaşıp onu
öptü ve esvabının kokusunu kokladı ve onu mübarek kılıp
dedi:
Bak, oğlumun kokusu
Rabbin mübarek kıldığı kırın kokusu gibidir.
Ve Tann sana göklerin çiyinden,
Ve yerin semizliğinden,
Buğdayın ve şarabın çokluğunu versin^
Kavmlar sana baş eğsinler;
Kardeşlerine efendi ol,
Ve ananın oğullar? sana baş eğsinler;
Sana lânet edenler lânetli olsunlar,
Ve seni mübarek kılanlar mübarek olsunlar.»
Bize çirkin gelen bu oyunla kör babasından duayı kopa­
ran Yakob oradan ayrılır ayrılmaz Esav da gelir ve iş mey­
dana çıkar. İzaak çok üzülmüştür. Ama yapılacak iş yoktur.
Esav, kardeşi için «Ona boşuna Yakob denmemiştir (Yakob,
yerini alan, ya da başkasının ayağını çeken anlammadır), iş­
te iki defadır ki beni aldattı. Ama ben öcümü nerede olursa
olsun alacağım.» der.
Burada da Habil ve Kain hikâyesinin bir benzerini, iki
64 MUSA ve YAHUDİLİK

düşman kardeşi görüyoruz. Kain çiftçi, Habi! çobandır. Bu­


rada ise. avcı ile çobanın düşmanlığı görülmektedir. Acaba
bu hikâyenin temeli ekonomik miydi? Avcılığı bırakıp hay­
van besleyici olan insanın kendisini daha üstün görüşünün
bir ifadesi miydi bu? Yakob’un eski bir tanrı, ya da yarı tan­
rı olduğunu kabûl eden bilginler de vardır. Buna göre belki
Yakob ve Esav arasında geçenler, aslında tanrıların bir ya­
rışmasının değişmiş şeklidir.
Yakob, kendine düşman ettiği kardeşinden, anasının
öğüdüne uyarak kaçar. Yolda bir göçe rastlar. Bunlar da
Harran’dan gelmektedirler ve Nahor oğlu Laban da bu göç­
tedir. Yakob Laban’ın kızı Rahel’i sever, onu babasından is­
ter. Laban yedi yıl bedava hizmet karşılığı olarak küçük kızı
Rahel’i ona vermeyi kabul eder, ama sonunda, gözleri az gö­
ren büyük kızı Lea’yı verir. Sabahleyin bu hilenin farkına
varan Yakop sızıldanır. Ama dayısı Laban buna bir kulp ta­
kar ve, büyükten önce küçüğün evlendirilmesinin doğru ol­
madığını söyler. Yakob yedi yıl daha Laban’a çobanlık ede­
rek bu sefer gerçekten Rahel’i de alır. Bu iki kadınla odalık­
lardan Yakob’un oniki oğlu doğar ve bunlar —gene Tevrata
göre— tsrael oğullarının on ikisi sıptının (kabilesinin) dede­
leri olurlar. Tevrat der ki: Lea önce bir oğul doğurdu ve adı­
nı (Bakın, bir oğul) anlamına gelen Ruben koydu. Bundan
sonra doğurduğu oğulun adı (İşitme) anlamına olan Şime-
on, üçüncüsününki (Bağlanma) demek olan Levi, dördüncü
(Methedilmiş) demek olan Yahuda oldu. Ama Rahel bu ara­
da doğurmaz, onun için cariyesi Bilha’yı Yakob’a odalık ola­
rak verir. Bilha’dan (Hükmetti) anlamına gelen Dan, sonra
(Güreşim) anlamına gelen Naftali adını alan ikinci bir oğul
doğar. Daha sonra Lea yeniden bir oğul doğurur ve adını (Sa­
tın alınmış) anlamına gelen İssakar koyar. Lea tekrar bir
oğul doğurur; bunun da adı (Oturma) anlamına gelen Zebu-
lun’dur. Lea’nın cariyesi Zilpa’dan da (uğur) demek olan
MUSA ve YAHUDİLİK 65

Gad ve (Mutlu) demek olan Aşer doğar. Sonunda Tanrı Ra-


hel’e acır, o da (Arttırsın) demek olan Yusuf adım verdiği
bir oğul doğurur. Sonunda Rahel bir oğul daha doğurur, ama
bu doğum yüzünden ölür. Yakob da bu çocuğun adını (Sağ
elin oğlu) demek olan Benyamin koyar. Tevrat bu acayip ad­
ların neden verildiğini açıklamaya çalışmaktadır. Biz bu konu­
yu ileride yeniden ele alacağımız için burada anlatarak vakit
kaybedecek değiliz. Yalnız şunu söyliyelim ki îsrael oğulları­
nın bir soydan gelmiş oldukları bir hikâyedir. Onlar çeşitli ara-
mî kabilelerinden meydana gelme bir birlikti. Bu kabilelerin
birleşmeden önceki adları, Kâhinler tarafından böyle hayali
dedelerin özel adları olarak açıklanmış, zamanla menşeleri
unutulmuştu. Bunu, bazılarının gerçek anlamlarını gördüğü­
müz zaman kolayca anlıyabiliriz: Bu sıptlar'dan bir kısmı ya­
şadıkları ve yerleştikleri yerlere göre adlanmışlardı; örneğin
Yahuda ve Naftali dağ adlandır. Benyamin adı bu kabilenin
oturduğu yerin coğrafî yerini bildirir, çünkü «Güneydekiler»
demektir (Yamin, aynı zamanda hem sağ, hem de güney an­
lamına gelir, yüzümüzü doğuya çevirirsek güney sağdadır),
İsaakar, gündelikçi, ırgat anlammadır. Bunlar, barındıkları
toprakları oraların sahiplerinden, karşılığında iş görerek al­
mışlardı. Zebul'un «Deniz kıyısında oturmak» ya da sadece
oturmak anlamına gelmektedir; gerçekten de Zebulun'lar
Fenike kıyısının hemen arkasında yerleşmişlerdi. Belki de
kudretli komşuları Fenikeliler onlara bu müsaadeyi, liman­
larda angarya karşılığında vermişlerdi.
Gene Yakob’un hikâyesine dönelim: Yakob’un Laban’m
yanından ayrılmasından sonra bir gece başından geçen olay,
Yahudiliğin başlangıçtaki tanrı inancını ve dinlerinin ilkelli­
ğini bir kere daha meydana koymaktadır; bunu Tevratm di­
linden verelim: «Ye o gece kalkıp iki kârısını ve on bir çocu­
ğunu aldı (Benyamin henüz doğmamıştır) ve Yabbok geçidi-
F: 5
66 MUSA ve YAHUDİLİK

ni geçti. Ve onları alıp çayı geçirdi, kendisine ait olan şeyleri


de geçirdi. Ve Yakob yalnız başına kaldı; ve seher sökünoeye
kadar, bir adam onunla güreşti. Ve onu yeenemediğini gö­
rünce, uyluğunun başma dokundu ve onunla güreşirken Ya-
kob’un uyluk başı incindi. Ve (o adam, ya dia tanrı) dedi: Bı­
rak gideyim, çünkü seher vakti oluyor. Ve (Yakob) dedi: Be­
ni mübarek kılmadıkça seni bırakmam. Ve (adam, ya da
tanrı) dedi: Adın nedir? Ve o dedi: Yakob. Ve (öteki) dedi:
Artık sana Yakob değil, ancak Israel (El'le, yani tanrı ile gü­
reşen, boğuşan) denecek; çünkü Tanrıyla ve insanlarla uğra­
şıp yendin. Ve Yakob sorup dedi: Rica ederim adını bildir. Ve
(öteki) dedi: Adımı niçin soruyorsun? Ve onu orada müba­
rek kıldı. Ve Yakob o yerin adım Pniel (Yani Tanımın, El’in
yüzü) koydu; çünkü: Tanrıyı yüzyüze gördüm ve canım sağ
kaldı, dedi. Ve Pniel’i geçtiği zaman güneş üzerine doğdu ve
uyluğu üzerinde aksıyordu. Bunun için bugüne kadar tsrael
oğullan uyluk başı üzerindeki kalça adalesini (kasım) yemez­
ler; çünkü Yakob'un uyluk başma kalça adalesine (El T ann)
dokundu.»
Bir insanın Tanrıyı görmesi, onunla güreş etmesi, hattâ
Tanrının onu yenemeyip işi, şimdiki güreş deyimiyle nizam
dışı bir hamleye çevirmesi ne kadar ilkel bir düşünce gibi
gelmektedir bize. Ama unutmıyahm ki Yakob da aslında belki
bir kabile tannsıydı ve bu efsanenin çekirdeği, Yakob, ya da
İsrael tanımın El tann ile güreşi ve berabere kalmasıydı. Bu­
nunla onun El kadar güçlü olduğu ifade edilmiş oluyordu.
Belki de bu efsaneyi sembolik şekilde canlandıran âyinler de
yapılmaktaydı.
Yakob Laban’ın yanından ayrılır, daha doğrusu kaçarken
Rahel’in Trafim’i, yani soyun putunu çalarak birlikte götür­
düğünü de okuyoruz. Bu Trafim adı Tevratta daha sonraları
da geçer. Bunlar soy idol'ları idi. Bunun delili de Yakob’la
Laban arasındaki şu konuşmadır: Laban her yeri aramış.
MUSA ve YAHUDİLİK 67

ama Trafimi bulamamıştır, Yakob’u azarlar ve der ki: «Şim­


di, babanm evini şiddetle özlediğin için çıkıp gittin; niçin tan­
rılarımı (ya da putlarımı) çaldın? Ve Yakob cevap verip La-
ban’a dedi: Çünkü korktum; çünkü, belki kızlarım zorla
benden alırsın, dedim. Tanrılarım (putlarım ) kimin yanında
bulursan, o yaşamıyacaktır... Çünkü Yakob Rahel’in onları
çaldığım bilmiyordu.» Laban arar, ama tanrılarım bulamaz,
çünkü Rahel onları devenin semeri içine koymuş ve üzerine
oturmuştur. Babasına da: «Huzurunuzda_kalkmadığımdan
dolayı efendim. öfkelenmesin; çünkü kadınları âdeti üzeriıp-
dedir.» Der. Laban da tabiî fazla araştırmaz. Sonra kayınba-
ba damat adamakıllı kavga ederler. Bu hikâye Yakob’un tan­
rıyla güreşinden önce geçmektedir. İlk bakışta önemsiz gibi
görünebilir, ama îsrael oğullarının eski dinlerinin izi olması
bakımından çok dikkate değer. Bu idol’ler geç devirlere ka­
dar saygı görmüşlerdir.
Aradaki kısımları atlıyarak devam edelim: Yakob artık
Kenan diyarına yerleşir. Oğlu Yosef (*) 17 yaşına gelmiştir
ve kardeşleriyle birlikte sürüleri gütmektedir, Ama anlaşılan
biraz müzevir bir çocuk olacaktır ki, babasının odalıkları
Bilha ve Zilpan’m oğullarının sözlerini babasına yetiştirdiğini
okuyoruz. Benyamin’in dışında bütün kardeşleri ona kızmak­
ta ve onu kıskanmaktadırlar. Hele Yosef, bir kere kendi ba­
şak demetine ötekilerin demetlerinin baş eğdiklerini, bir ke­
resinde de ay, güneş ve on bir yıldızın karşısında eğildikleri
rüyasını görüp bunu ötekilere anlatınca, artık onu öldürme­
ye karar verirler; tenha bir yerde yakalarlar, ama Ruben bu
cinayete müsaade etmez, kan dökülmemesini, Yosef’in orada-
da, çölde bulunan kör bir kuyuya atılmasını söyler. Niyeti,
sonradan gelip Yosef'i kurtarmaktır. Kardeşler, babalarının

(*) İbranice Yosef - El’in (Yani El, yeni doğana başka çocuk
ları da katsın) ın kısaltılmışı.
68 MUSA ve YAHUDİLİK

yeni yaptırmış olduğu, belki de kıskançlıklarım daha, da kö-


rlikliyen, alaca entarisini çıkardıktan sonra Yosef'i kuyuya
atarlar. Sonra yemeğe otururlar. Derken oradan bir İsmailî
kervanı geçer. Bu kervan Mısır’a gitmektedir. Kardeşler ara­
sından Yahuda anlaşılan içlerinde ticaret fikri en kuvvetli
olandır; çünkü «Yosef’i öldürmekle kazancımız ne olacak?
diye sorar, iyisi mi, gelin onu tüocarlara satalım!» öyle ya­
parlar, ve Yosef’i yirmi gümüşe İsmailî'lere satarlar; bunlar
da onu Mısır’a götürürler.
O sırada Ruben yanlarında değildir. Dönüp de Yosef’i ku­
yudan çıkarmak isteyince onu bulamaz. Üzülür, ne yapacağı­
nı bilemez. Ama ötekiler buna çare bulurlar: Yosef’in alaca
entarisini kestikleri bir keçinin kanına bularlar, babalarına
götürerek: Bunu bulduk, bak, oğlunun entarisi mi, yoksa de­
ğil mi? diye sorarlar. Yakob da entariyi tanır ve oğlunu ya­
banî bir hayvanın yediğine inanır. Yosef de Mısır’da Firavu­
nun bir memuruna, muhafız askerleri komutanı Potifar’a sa­
tılır. Potifar Yosef'e büyük bir güven besler; evinin her işi
onun dediğine göre yapılır. Ama Potifar’ın karısı, genç köleye
âşık olmuştur. Ondan yüz göremeyince kocasına onun kendi­
sine tecavüz etmek istediğini söyler ve Yosef zindana atılır.
Çoğumuzun bildiği gibi burada rüya yorumlamakla ün kaza­
nır ve sonunda, Firavun’un gördüğü iki rüyayı yorumlamak
için zindandan çıkarılır. Bu rüyalardan birinde Firavun, yedi
cılız başağın yedi dolgun ve semiz başağı yuttuğunu, ama ge­
ne eskisi gibi cılız kaldığını, ötekinde de yedi sıska ineğin ye­
di semiz ineği yuttuğunu, tıpkı başaklarda olduğu gibi gene
sıska kaldığını görür. Bilindiği gibi Yosef bu rüyaları Mısır’­
da önce yedi yıl bolluk, ondan sonra da yedi yıl kıtlık olaca-
ğiyle yorumlar ve bolluk yıllarında tahıl yığmayı, kıtlıkta
bunları tüketmeyi salık verir. Firavun da, hem keramet sa­
hibi, hem de pratik zekâlı Yosef’i memleketin başına geçirir.
«Ve Firavun Yosef’e dedi: Bak, seni bütün Mısır diyarı üze­
MUSA ve YAHUDİLİK 69
rine koydum. Ve Firavun mührünü parmağından çıkardı ve
onu Yosef’in parmağına taktı ve ona ince kieten esvap siydir­
di ve boynuna altın zincir taktı, ve onu kendisinin ikinci
arabasına bindirdi ve onun önünde: Diz çökün, diye bağırdı­
lar ve Firavun Yosef’in adını Zafenat - peneah koydu; ve
kendisine, on şehrin kâhini Poti - fora’nın kızı Asenat’ı kan
olarak verdi. Ve Yosef bütün Mısır diyarını devre çıktı.»
(Tekvin 41. 42 -45).
Yedi yıl bolluk süresi biter ve Tevrata göre «Bütün mem­
leketlerde kıthk vardır, ama Mısır memleketinde ekmek var­
dır.» Fakat bu ekmek halkın değil, Firavun’un elindedir. Ge­
lip yalvaranları Firavun Yosef’e gönderir, o da gene halktan
toplanmış olan buğdayları onlara satar. Tevrat bunu pek hoş
bir şekilde anlatır: «Ve bütün memlekette ekmek yoktu; çün­
kü kıtlık çok ağırdı, ve kıtlık yüzünden Mısır diyarı ve Kenan
diyarı zebun oldular. Yosef, satın aldıkları buğdaya bedel Mı­
sır diyarında ve Kenan diyarında bulunan bütün parayı top-
ladıladı. ( )
Ve Yosef parayı Firavun’un evine getirdi. Ve Mısır diya­
rında ve Kenan diyarında para tükenince bütün Mısırlılar
Yosef’e geldiler ve dediler: Bize ekmek ver; niçin senin kar­
şında ölelim? Çünkü para bitti. Ve Yosef dedi: Davarlarınızı
verin, eğer para bitti ise, davarlarınıza bedel veririm. Ve da­
varlarını Yosef’e getirdiler; ve Yosef atlara bedlel ve koyun
sürülerine bedel, ve sığır sürülerine bedel, ve eşeklere bedel
onlara ekmek verdi; ve bütün davarlara bedel o sene onları
ekmekle besledi. Ve o yıl sona erince, ikinci yıl da ona gel­
diler ve kendisine dediler: Efendimden gizliyemiyeceğiz ki,(*)

(*) (O sırada henüz para yoktu, altın ve 'gümüş tartı ile yerilip
alınırdı, ilk paralar M. ö . 7. yüzyılda ve önce Batı Anadolu’da başla­
mıştır. Bu da bu hikâyenin ancak Babil esirliğinden sonra yazıldığını
gösterir.
70 MUSA ve YAHUDİLİK

para tükendi; ve davar sürüleri efendimindir; bedenlerimiz


ve toprağımızdan başka efendimin önünde bir şey kalmadı^
hem biz, hem toprağımız senin gözlerinin önünde niçin ök^
lim? Bizi ve toprağımızı ekmekle satın al, ve biz ve toprağı­
mız Firavun’a köle olalım; ve tohum ver, ve yaşıyalım, ve
ölmiyelim, ve toprak çöl olmasm. Böylece Yosef Mısır’ın bü­
tün toprağını Firavun’a satın aldı; çünkü Mısırlılar, her biri
kendi tarlasını sattı, çünkü kıtlık onları sıkıştırıyordu; ve
toprak Firavun’un oldu.» (Tekvin 47. 13—21).
Eğer gerçek olsaydı buna, çirkin bir spekülâsyon demek
gerekirdi. Ama Mısır’da böyle bir olay geçmişe benzemez. Bu,
her halde, esirlikteki bir milletin kendine şerefli dedeler uy­
durmak, güçlü ve düşman saydığı milletlerden —hayalden
de olsa— öç almak için tasarladığı bir masal olacaktır.
Mısırlılara bu kadar insafsızca davranan Yosef’in kendi
soyuna büyük bir şefkat gösterdiğini, kendisini öldürmek için
kör kuyuya atan, sonra da yirmi gümüşe satan kardeşlerini
bile affettiğini Tevratta okuyoruz. Yakob ve bütün kabile Mı­
sır'a yerleşmişlerdir. Yakob orada on yedi yıl yaşamış, yüz
kırk yedi yaşmda olarak ölmüş. Tevrata göre, Mısır’daki bü­
tün İsırael oğulları «Firavun’un bütün kullariyle birlikte, yal­
nız çocuklarım, koyunlarını ve sığırlarım Goşen vilâyetinde
bırakarak» büyük bir alayla onu ta Erden’in öte tarafında
olan Atad harmanma kadar götürmüşler ve orada «Çok bü­
yük ve ağır dövünmelerle dövünmüşlerdir», Yosef de babası
için yedi gün yas tutmuş. Ora halkı olan Kenanî’ler Atad
harmanmdaki bu yası görünce «Bu, Mısırlılar için hüzünlü
bir yastır,» demişler, bunun için de o yere, Mısırlıların yası
anlamına Abel-mistraim denmiş. Belki de bu, Kadeş savaşı,
ya da başka bir olay yüzünden verilmiş bir addı da Israel
oğulları sonradan buna, kendilerine göre, bu anlamı vermiş­
lerdi.
MUSA ve YAHUDİLİK 71

Yosef, de, kendinin ve babasının soyu sopu ile Mısır’a


yerleşmiş, yüz on yaşındayken ölmüş. Onu «Mısır’da mumya­
layıp bir tabuta koymuşlar.»
Böylece Tevratın Tekvin (Yaradılış), ya da Musa’mn bi­
rinci kitabı denen bölümünü görmüş oluyoruz. Bu bölüm, İs-
rael oğullarını meydana getiren Sami kabilelerin eski efsa­
nelerinin izlerini taşıyan, henüz ne yalnız kendileri, ne de
bütün dünya için tek bir tanrı düşüncesine erişmemiş ilkel
insanın inanışlarını içinde toplayan garip bir eserdir. Bura­
da henüz Eloh'lar vardır. El, gene en büyük tanrıdır. Tanrı­
lar insanlarla, insan kılığında olarak, yüzyüze konuşurlar.
Zati onlar insanı «Kendi biçimlerinde» yaratmışlardır. Yere;
iner, gene göğe çıkarlar; hattâ Yakob’la güreş tutunur, onun _
evinde yemek yerler. Ta başından, insanın akıl sahibi olmar
smı bile kıskanmışlardır; onun «kendileri gibi olması» için
ufacık bir şey, hayat ağacından yemesi bile yetecektir. Şu
halde bu tanrıları insandan ayırt eden sadece ölümsüzlük­
tür. ,
Kitabımızın başında gördüğümüz gibi, Bata Sami’lerde
hükümdar, tanrısal bir varlıktı. Tekvindeki kabile reisleri de
böyledir. Onlar hile ije de olsa, kendilerinden öncekinden
icazet aldılar mı, artık ne yapsalar tanrıları hep onlaria bir­
liktir. Abraham karısını kardeşi diye gösterir, Firavun buna
inanır, ama tanrısı gene de Firavun'a ceza verir; İzaak kör
babasını aldatır ama olan olmuş, Abraham yerini ona bırak­
mıştır, Tanrı da bu haksızlığı benimser. Bütün iş, sihirli bir
gücün, Mana’nın genel olarak babadan oğula, reisten reise
aktarılışıdır.
İsrael oğulları hiç bir zaman, eski Yunanlılar gibi «ne­
den» ve «niçin» i aramamışlardır. Onlara göre tanrı: Olsun!
deyince her şey olur, yıkılsın! deyince yıkılır. Tabiat olayı
diye birşey yoktur, her şey, başta Eloh’larm, sonra da Yah-
ve*nin o andaki iradesine bağlıdır. Hattâ, daha sonra görece­
72 MUSA ve YAHUDİLİK

ğimiz gibi tanrı, ceza vermek için yalnız, fırtınayı, depremi,


ateşi, kıtlığı ve vebayı kullanmaz, îsrael oğullarının üzerine
Mısır’ın, Âsur’un, komşu küçük hükümetlerin ordularını bile
yollar, sonra onlara kızar da yok ediverir. İnsanların boynu­
na borç olan da ona itaattan başka bir şey değildir.
Buraya kadar anlatılanlarla, genel olarak Tevrat adını
verdiğimiz, îsrael oğullarının kutsal tarihlerinin tam efsane
karakterini taşıyan kısmını görmüş olduk. Bundan sonra
Tevrat, yavaş yavaş gerçek tarihe girer. Bu bölümün başın­
da da, Musa ile karşılaşmaktayız.
MUSA
MUSA

İSRAEL OĞULLARININ
MISIR’DAN ÇIKIŞI

Tevrat, İsrael Oğullarının Mısır’a gidişleri ve 430 yıl


sonra oradan çıkışlarını iki Mısırlı İsrailî’nin etkisine bağ­
lar. Biri Mısır’da Baş veşir, öteki de bir prensesin evlâtlığı
olarak Firavun’un maiyetine girmiş, ama aslını unutmamış
biridir. Bunlardan birincisine, yani Yosef’e hükümdar, bir
Mısır’lı adı (Zafenat-paneah) vermiş, ötekinin adı da gene
Mısır dilinde «Doğmuş, çocuk» ya da «Suyun tohumu» anla­
mına gelen (Mısır harf yazısında da sesli harfler yoktu, onun
için çeşitli okunuşlar mümkündür) Mose’dir ki Tevrat bu adı
ona Firavun’un kızının vermiş olduğunu kabûl eder. Tevrat
bunu İbranî etimolojisine göre tefsir ederek, (Nilden) «çı­
karılan» anlamına geldiğini söylemektedir.
Ama, daha ileride anlatılacak şeylere şimdiden girişme­
mek için bunu burada keselim ve önceleri de yaptığımız gi­
bi, Tevratı izliyelim:
Anlaşılan Hikscs’lann Mısır’daki egemenlikleri artık so­
na ermiştir. Bunların Mısır’da XV ve XVI. sülâleleri meyda­
na getirdiklerini ve bu arada otuz beş kadar Hiksos hüküm­
darının saltanat sürmüş olduklarını biliyoruz. M. ö. 1555 te
Mısır’ı Amenophis II. Yabancılardan kurtarır ve XVIII. sü­
lâleyi kurar. Artık Hiksos’larm koltuğu altmda yaşıyan ya­
bancı göçmenlerin durumları zorlaşmıştır. Mısırlılar, haklı
76 MUSA ve YAHUDİLİK

olarak, bu davetsiz konuklardan hoşlanmamakta ve onları


angarya işlerinde kullanmaktadırlar. Burada Musa’nın ger­
çekten yaşamış olup olmadığının tartışmasını yapacak deği­
liz. Yalnız şunu söylemeden geçemiyeceğiz ki, Musa üzerine
Tevratta okuduklarımız tamamiyle bir efsane kahramanının
serüvenleri karakterini taşımaktadır. Bir kere Musa’nın do­
ğumu ve anasının onu kurtarmak için baş vurduğu çareye
bakalım: Tevrat der ki: «Mısır kıralı, birinin adı Şifra ve öte­
kinin adı Pua olan İbrani ebelere söyledi; ve dedi: İbranî ka­
dınlan için ebelik hizmetini yaptığınız ve onlan doğurma is­
kemlesi üzerine götürdüğünüz zaman, eğer bir erkek çocuk­
sa, onu öldüreceksiniz, fakat kız ise o yaşıyacaktır. Fakat
ebeler tanrıdan korktular ve Mısır kiralının kendillerine em­
rettiğine göre yapmadılar ve erkek çocukları sağ bırtaktıtar.
(Çıkış 1. 15—17). Kıral bunu anlayınca ebeleri çağırır ve ne­
den böyle yaptıklarını sorar, onlar da İbrani kadınlarının
Mısırlı kadınlar gibi güçsüz olmadıklarını, ebe yanlarına gel­
meden, kendiliklerinden doğurduklarını söylerler. Firavun
da İsrael oğullarına, her yeni doğan erkek çocuğu ırmağa
atarak boğmalarını, ancak kızları sağ bırakmalarını emreder.
Acaba bu, eski bir doğum sınırlamasının anısı mıdır? Bunu
bilmiyoruz. Ancak böyle bir emrin gerçekten verilmiş oldu­
ğunu gösteren hiç bir belgeye rastlanmamıştır. Tevrat devam
eder: «Ve Levi evinden bir adam gitti ve bir Levi kızını aldı
(Levi’ler kâhin olmak hakkına sahip tek sop tu) ve kadın ge­
be kalıp bir erkek çocuk doğurdu ve onun güzel olduğunu
gördü, ve üç ay onu besledi. Ve onu artık gizliyemeyince,
onun için sazdan bir sepet alıp harç ve ziftle sıvadı; ve içine
çocuğu koyup ırmağın kenarında sazlığın içine bıraktı. Ve
kızkardeşi ona ne olacağım bilmek için uzakta duruyordu. Ve
Firavun’un kızı yıkanmak için ırmağa indi; ve onun kızlan
ırmağın kenarında yürüyorlardı; ve sadık arasında sepeti
görüp onu getirmek için carivesini gönderdi ve onu açıp ço­
MUSA ve YAHUDİLİK 11
cuğu gördü; ve işte, çocuk ağlıyordu. Ve ona acıyıp dedi: Bu
fbranîlerin çocuklarından biridir. Ve kızkardeşi Firavun’un
kızına dedi: Senin için İbranî kadınlarından gidip emzikli
bir kadm. çağırayım, mı? Firavun’un kızı bunu yapmasını
söyler, o da gidip kardeşini, yâni çocuğun anasını getirir
Kadın oğlunu emzirir, büyütür, sonra Firavunîun kızına ge­
tirir, o da adını Mose koyar ve «Çünkü onu sulardan çıkar­
dım» der. Hemen Jıemen aynı efsaneyi, Akkad kıralı büyük
Sargon için de, bir tablette görüyoruz: Onun da anası, oğlu­
nu gizlice doğurmuş, sazdan örme bir kutuya koymuş, kutu­
nun kapağını ziftle sıvadıktan sonra ırmağa bırakmış, ırma­
ğın sulan yüksek değilmiş, bir tarla sulayıcı kutuyu görmüş,
çocuğu almış ve bahçıvan olarak yetiştirmiş, sonunda Tan-
nça İştar Sargon'u sevmiş ve onu kıral yapmış. Sargon'un.
gençliğinde gerçekten bahçıvan olduğu bilinmektedir. Bu ma­
sal ona harikalı bir karakter vermek için, adamları tara­
fından uydurulmuş olacaktır. Belki de Israel Oğulları, Ba-
bil tutsaklıkları sırasında bunu öğrenmişlerdi ve ilk kurta­
rıcıları olarak gösterdikleri Musa’ya bunu yakıştırmışlardı.
Ama Mısır, .tutsaklığının büyük bir gerçek payı olduğu
da meydandadır. Çünki hiç bir millet tutsaklık gibi küçük
düşürücü bir durumu, dedeleri için uydurmaz. Daima, eski­
lerin çok üstün, çok parlak çağlar yaşadıklarını, yarı Tanrı
kıralları olduğunu iddia eder ve o çağlar için destanlar dü­
zerler. Şu halde, Israel Oğullarından hiç değilse bir kabile­
nin Yosef Evi’nin, Mısır’dan çıkmak zorunda kaldığını, adı
ne olursa olsun, bir kabile başkanının da bu çıkışı idare et­
tiğini kabûl edebiliriz. Buraya, bu rivayetin efsane karakte­
rini daha da beürten bir noktayı ekliyelim: Sami diller bil­
ginleri, daima sepet diye çevrilen kelimenin aslında, paprüs-
ten sanduka' anlamına geldiğini bulmuşlardır. Bundan çıkan
sonuç da şudur: Annesinin Musa’yı böyle bir sanduka içinde
Nil’e bırakması hikâyesi, bazı tören günlerinde tanrı heykel­
78 MUSA ve YAHUDİLİK

lerinin, «şanduka»lara konarak Nil’de gezdirilmelerini^ ha­


tırlatmaktadır. Burada da İsrael oğullarının Mısır’daki Jıa-
yatlarmm bir anısını görmek yerinde olur^
Tevart’a göre Musa, büyüyünce, kardeşlerine gider ve
onların çektiklerini öğrenir. Bir Mısırlı’nm kardeşlerinden
bir İbranî’ye vurduğunu görür, etrafına bakınır, kimsenin
bulunmadığını anlayınca onu öldürür ve kuma gömer. Ertesi
gün, iki İbranî kavga ederken onlardan suçlu olana: Neden
arkadaşına vuruyorsun? der. Ama öteki: Kim seni üzerimi­
ze reis ve hâkim koydu? Mısırlı’yı öldürdüğün gibi beni de
öldürmek mi istiyorsun? Karşılığını verir. Musa, yapmış ol­
duğu işin duyulduğunu anlar ve ürker. Firavun da bu olayı
duymuş ve öldürmek için Musa’yı aratmaya başlamıştır.
Ama Musa Midyan diyarına kaçar. Orada Midyan Başkâhini-
nin yedi kızına, sürülerini sıvarmak için yardım eder. Mid­
yan hâkimi kızlarının işlerini çabuk bitirmelerinin nedeni­
ni sorar, onlar da: «Mısırlı bir adam bizi çobanların elinden
kurtardı ve bizim için su çekip sürüyü sıvardı» derler. Baş-
kâhin Musa’yla tanışır ve kızı Tsippora’yı ona verir. Musa’
nın bu kadından bir oğlu olur.
Midyanî’ler memleketinin neresi olduğu üzerinde birçok
tartışmalar yapılmıştır. Birtakımları burasının Sina yarım-
Arabistan’ın kuzey-batısmda. olduğunu ileri sürmektedirler,
adasında ve Sina dağının bulunduğu yerde, birtakımlan da
Bu hikâye îsrael'in Mısır’dan çıkışından sonra birleşti­
ği Kenit’ler ya da Midyanî’lerle bir hısımlık bağı kurmak
için sonradan katılmıştır, ya da gene sonradan, İsrael şeria­
tının temel kurallarından biri olan, zayıfları güçlülere karşı
korumanın, bu kanunun kurucusu tarafından da memleke­
tinde olduğu gibi —Mısırlı’yı bu yüzden öldürmüştü— ya­
bancı memlekette de uygulandığını, yâni bu kuralın genel
olduğunu anlatmak için katılmıştır. Midyan kâhininin kızla­
rının, kendilerine bir Mısırlı’nın yardım ettiğini söylemeleri
MUSA ve YAHUDİLİK 79

de, Musa’nın Mısır’dan kaçışından önce kardeşlerine katılma­


dığım ve Mısır kılığı ve göreneklerini muhafaza ettiğini, an­
cak Midyanî’ler arasında kaldığı sürede onların görenek ve
geleneklerini benimsediğini gösterebiür. Tevrat’ın anlattığı
Musa, öteki İbranî’ler gibi kölelikte yetişmiş değil, Mısır sa­
rayının yüksek hayat tarzı içinde ve üstün bir kültürün etki­
si altında büyütülmüştür; fakat, kayınbabasınm kabilesinin
İsrael’in artık ta yerleşik oldukları zamanlara kadar sürdü­
receği yarı göçebe hayatını sonradan benimsemiş olmakta­
dır. Ama böylelikle Moşe, aynı zamanda atalarının yanına
sığınmış olmaktaydı. Çünkü bu yeni girdiği kabile hayatı ve
benimsediği göçebe gelenek ve düzenleri İsrael’in «Babala­
rının, yâni Abraham, İzaak ve Yakob’un soplarmın yaşayış­
larına tamamiyle benzemekteydi. Onlar da çobanlık ve, kü­
çük hükümetler arasında savaşlar olduğu vakitlerde, ücretli
asker olarak geçinmekteydiler. Böylece, köleleşmiş olan bir
halkın içinden bir adam, dedelerinin içinde yaşadığı sert
ama özgür hava içine dönüyordu. Bu, tamamiyle bir efsane
olamaz. Gerçi, yukarıda da belirttiğimiz gibi, sonraki kuşak­
lar bu insanı yüceltmek ve ona tanrısal bir kişilik vermek
için, etrafını bir masal kuşağıyla sarmışlardır, ama, adı as­
lında ne olursa olsun, mutlaka bir Musa, İsrael’i Mısır’dan
çıkaran ve kölelikten özgürlüğe kavuşturan bir insan vardı.
Bu insana, İsrael milletini yaratan da diyebiliriz.
Şimdi gene Tevrat’a dönelim:
O sırada İsrael Oğullarının Mısır’daki durumu daha da
ağırlaşmış ve «inleyiş ve feryattan Tann’ya kadar yükselmiş­
tir.» O zaman Tanrı Abraham’la, tzaak’la ve Yakob’la olan ah­
dini hatırlar ve «Tann İsrael oğullarını görür ve bunlar Tan­
n ’ya malûm olur.» Musa kaynatası Midyan Başkâhini Yetro’-
nun sürülerini gütmektedir. Tevrat der ki: «Ve sürüyü çölün
arkasına götürdü ve Tann’nın dağına, Horeb'e geldi. Ve Tan­
rının m eleği bir çalı ortasında ateş alevinde ona göründü; ve
80 MUSA ve YAHUDİLİK
/
(Musa) gördü, ve işte, çalı ateşle yanıyor ve çalı tükenmiyor­
du. Ve Musa dedi: Şimdi döneyim ve bu büyük manzarayı gö­
reyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor? Ve görmek İçin döndü­
ğünü Tanrı görünce, Tanrı onu çalının ortasından! çağırıp de­
di: Musa, Musa; ve o: İşte ben, dedi. Ve (Tann) dedi: Bura­
ya yaklaşma; çarıklarını ayaklarından çıkar, çünkü üzerinde
durduğun yer mukaddes topraktır. Ve dedi: Ben Babanın
Tannsı, Abraham’m Tanrısı, İzaak’m Tanrısı ve Yakob’un
Tannsıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Tann’ya bakmağa
korkuyordu. Ve Tanrı dedi: Gerçekten, Mısır’da olan Kav-
mının sıkıntısını gördüm ve angarya memurlarının yüzün­
den onlarm feryadını işittim; çünkü onların acılarım bili­
rim; ve onları Mısırlıların elinden kurtarmak için, ve on­
ları o diyardan iyi ve geniş bir diyara, süt ve bal akan bir di­
yara, Kertanlı, ve Hitit, ve Amorî, ve Perizzî ve Hivî, ve Ye-
busî’lerin yerine çıkarmak için indim....Ve şimdi gel ve be­
nim kav mimi, İsrael Oğullarını Mısır’dan çıkarmak için seni
Firavun’a göndereyim.. Ve Musa Tann’ya dedi: Ben kimim
ki, Firavun’a gideyim ve İsrael Oğullarını Mısır’dan çıkara­
yım? Ve (Tanrı) dedi: Gerçekten ben seninle olacağım; ve
benim seni gönderdiğime işaret şu olacak: Sen kavmi Mısır’
dan çıkardığın zaman, bu dağ üzerinde Tann’ya ibadet ede­
ceksiniz. Ve Musa Tann’ya dedi: İşte, ben İsrael Oğullarına
geldiğim zaman onlara: Atalarınızın tanrısı beni size gömüler­
di dersem, ve onlar bana: Onun ismi nedir? derlerse, onlarla
ne diyeyim? Ve Tann Musa’ya dedi: Ben, Ben Olanım; ve de­
di: İsrael Oğullarına böyle diyeceksin: Beni size Ben’im gön­
derdi. Ve yiııe Tann Musa’ya dedi: İsrael Oğullarına böyle di­
yeceksin: Atalarınızın Tannsı, Abraham’ın Tannsı, İzaak’m
Tannsı, Yakob’un Tannsı Yahve beni size gönderdi; ebedi­
yen ismim bu, ve devirden devirle anılmam budur... Ve Mı­
sır kiralına gideceksiniz ve ona diyeceksiniz: İbranî’lerin
Tanrısı YaJıve bize rast geldi ve şimdi ricla ederiz, çölde üç
MUSA ve YAHUDİLİK 81

günlük yol gidelim, ta ki, Tanrımız Yahve’ye kurban kese­


lim. Ve ben bilirim ki, Mısır kıralı kuvvetli bir el! ille olsa bi­
le, gitmek için size izin vermiyecektir. Ve elimi uzatacağım
ve Mısır’ı, içinde yapacağını bütün harikalarla vuracağım; ve
sizi ondan sonra salıverecektir. Ve Mısırlıların gözlerinde bu
kavme lütuf vereceğim; ve vaki olacak ki, gittiğiniz zaman
eli boş gitmiyeceksiniz; fakat her kadın komşusundan, ve
evinde olan misafirden gümüş şeyler, ve altın şeyler, ve gi­
yecekler istiyecek; ve oğullarınızı ve kızlarınızı onlarla süs­
leyeceksiniz; ve Mısırlıları soyacaksınız.» (Çıkış 3. 1 — 22).
Bundan sonra Tanrı Yahve Musa’ya, Mısırlıları korkutmak
için iki mucize verir. Bunlardan biri, elini koynuna sokup
çıkardığı vakit elinin kar gibi ak (cüzamlı) oluşu, yeniden
koynuna sokunca eski rengine dönmesi, İkincisi de değneği­
ni yere bırakınca yılan olması, ama kuyruğundan tutunca ge­
ne değneğe dönmesidir. Musa gene kararsızdır, çünkü «Ko­
nuştuğu zaman ağzı ağır ve dili ağır» bir adamdır. Tanrı ge­
ne emrini tekrarlar, Musa gene yalvarınca «öfkelenir» ve:
«Senin kardeşin Levili Harun yok mu? Bilirim ki o iyi söy­
ler... Ve ona söyliyeceksin ve sözleri onun ağzına koyacaksın
ve ben senin ağzınla ve onun ağzı ile beraber olacağım ve
yapacağınız şeyi sizse göstereceğim... ve o senin ağzın olacak,
ve sen onun için Tann g;bi olacaksın,» der (Çıkış 4. 14 - 17).
İşte burada. İsr?cl Oğullarının çok tanrılılıktan tek,
ama yalnız kendilerinin olan tanrı inancına geçişleriyle kar­
şılaşıyoruz. Burada başka milletlerin tanrılarının var oluş­
ları inkâr edilmemektedir. Ama adı İbranî alfabesiyle YHVH
olarak yazılan bu tanrı kendi kavmine sahip çıkmıştır, on­
ları kurtaracaktır. Bu olaya sahne olarak kabûl edilen dağ,
şimdi Turusina denen dağ olarak gösterilir. Dikkate değer
noktalardan biri, yanar çalıda önce bir meleğin durduğu söy­
lendiği halde, sonradan doğrudan doğruya tamının orada
P: 6
MUSA ve YAHUDİLİK

olduğu yolundaki ifadedir. Konuşmalarda da tanrının mı,


yoksa meleğin mi söylediği belirli değildir. Hattâ kimi za­
man birinin, kimi zaman ötekinin konuştuğu anlaşılmakta­
dır; çünkü tanrının konuştuğu arasıra belirtildiği halde, ki­
mi vaki sadece: Dedi, denmekle yetinilmektedir. Musa’nın
kişiliği üzerinde uğraşan bilginler bu hikâyeden, Sina dağı
üzerinde, o dolaylar halkı tarafından, dağ tanrısının yurdu
olarak kabûl edilip tapılan bir çalılığın bulunduğu sonucu­
nu çıkarmaktadırlar. Bunlara göre YHVH, aslında bu dağ
tanrısının adıdır. Bu düşüncelerinin dayanağı da Tevrat'ın
Tesniye (Deuteronomium) bölümü 33, 16 da Musa’nın ölü­
münden önce İsrael Oğullarına şöyle dediğinin yazılı olu­
şudur:

Ve yerin değerli şeyleriyle ve onun dolusu ile,


Ve çalıda sakin olanın rızası ile mübarek olsun.

Ancak bu düşünce genel olarak kabûl edilmemektedir.


Burada tanrı aslında çalıda değil, ateşte bulunmaktadır. Üs­
telik YHVH, kendisinin gökten inmiş olduğunu da söylemek­
tedir.
İkinci bir hipoteze göre YHVH, Kenit’ler adındaki bir
kabilenin dağ, ateş, ya da yanardağ tanrısıdır, İsrael Oğul­
ları birliği meydana geldiği vakit bu tanrı yeni bir karakter
alarak onların tanrısı olmuştur. Ama bu hipotezi doğrulaya­
cak belgeler de yoktur; bu alanda elimizde Tevrat’tan başka
kaynak olmadığına göre Musa'nın yabancı bir tanrıyı benim­
semiş olup olmadığım belki hiç bir zaman öğrenemiyeceğiz.
Sadece, önceden söylediğimiz gibi, YHVH, Musa’nın YHVH’
sı, asla bütün insanların tanrısı değildi. O, kendine tek —üs­
telik pek küçük— bir toplumu seçmiştir, geri kalanlara düş­
mandır bile. On Buyrukta başkasının malım çalmanın yasak
olduğunu ileride göreceğiz. Ama YHVH İsrael Oğullarına
MUSA ve YAHUDİLİK 83
komşularını, hattâ konuklarını soyarak Mısır’dan çıkmaları­
nı emretmektedir. Mısır’ın uğradığı belâları okuduğunuz va­
kit bu tanrının İsrael Oğullarından gayrisi için ne kadar za­
lim olduğunu da göreceksiniz.
YHVH için ileri sürülen düşüncelerden biri de onun Ras
- Şamra (Ugarit) tabletlerinde adı geçen tanrı Yav olduğu­
dur. Yahve de onun gibi bir hava tanrısı karakterini taşır.
O da fırtına, gök gürlemesi ve ateşle kendini belirtir, bulut­
lara biunerek dolaşır. Yahve adı geçmezden önce Tevrat’ta
El, ya da Al'Elyon adının kullanıldığını, bunun da Kenanî’-
lerin baş tanrısı olduğunu önceden söylemiştik. Tevrat’ın
Tekvin bölümü 3, 6 Yahve’yi dedelerin tanrısıyla bir olarak
göstermektedir. Bu tanrı da El olacaktır. Sonrada El ile
Yahve bir sayılmaya başlamıştır.
Tevrat, Yahve ile Kenan tanrısı Baal arasındaki çekiş­
meleri anlatırken Yahve’nin de bir bereket tanrısı olduğu
üzerinde durmaktadır: O yağmur yağdırır, tahılı ve zeytin
ağacını bitirir. Bunu israel nabi (Nebi) lerinden Hoşea’nın
şu sözlerinde açıkça görüyoruz: «Çünkü kendisine buğday
ve yeni şarap ve yağ veren, ve Baal için kullandıkları gü­
müşle altım kendisine çoğaltan ben olduğumu (İsrael) bil­
medi. Bundan ötürü vaktinde buğdaymı ve mevsiminde yeni
şarabını geri alacağım ve onun çıplaklığım örtecek olan ya­
pağımı ve ketenimi çekip alacağım.» (Hoşea 3.8, 9).
Yahve sonradan göğün ve yerin yaratanı sayılmıştır.
Başlangıçta yaradılış efsanesi başka türlüydü. Buna göre
El, ya da Eloh’Iar, bir kargaşalık (Kaos) canavarını (Levi-
athan, Rchab, ilk deniz) yenerek bunu yapmışken, sonradan
bunu sadece emirle yaptığı hikâyesi ortaya çıkmıştır. Ba­
hirin millî tanrısı Marduk da Kaos canavarı Tiamat’ı yene­
rek dünyayı yaratmış ve Tiamat’ı kendi emrine almşıtır. Bu
tanrının heykel ve resimlerinde bu canavarı hep onun yanın-
84 MUSA ve YAHUDILÎK

ela görürüz. Zaten Marduk’la El çoğu zaman bir olarak sayıl­


mıştı.
İsrael’in tanrısının nereden geldiği üzerindeki bu sözleri
artık bırakalım ve gene Musa’ya dönelim:
Musa, Tanrı’dan her zaman İsrael Oğullarıyle olacağı va­
adini aldıktan, yâni onunla «ahitleştikten» sonra kaynatası
Yetro’ya gider ve ondan, Mısır'a, kardeşlerinin yanma dön­
mesi için izin alır. Musa karısını ve oğullarını eşeğe bindire­
rek yola çıkar. Yolda rüyasında Tanrıyı görür; Tanrı ona
kendisine verdiği harikaları (Beyaz el ve yılan olan değnek)
Mısır’da Firavun’un karşısında kullanmasını söyler, ama
şunları da ekler: «Fakat ben onun yüreğini sertleştireceğim
ve kavmini saılvermiyecek. Ve Firavun’a diyeceksin: Tanrı
şöyle diyor: İsrael oğlum, ilkimdir; ve sana dedim: Oğlumu
salıver ki bana ibadet etsin; ve onu göndermek istemedin; iş­
te ben senin oğlunu, senin ilkini öldüreceğim!» (Çıkış 4. 21
— 23).
Yahve’nin hem İsrael’i salıvermemesi için Firavun’un
yüreğini katılaştırması, böylelikle: «Kendi oğlu, ilki olan»
milleti eziyetlere uğratması, hem de kendisinin iradesinden
başka bir şeyi uygulamamış olan zavallı Firavun’u cezalandır­
ması, üstelik bu cezayı suçsuz çocuklara çektireceğini söy^
Iemesi bize garip gelebilir. Ama İsrael’in ilk zamanlarında.
Şeytan, ve kötü ruhlar inancı yoktu. Bunların hepsi tek bir
tanrıda birleşmişti; ister iyi, ister kötü, her şey, her olay on­
dan gelirdi. İşte bu yüzden böyle çelişmelere sık sık rastla­
maktayız. Nabi İşaya şöyle der: «Işığa şekil veren ve karan­
lığı yırtan; barışıklık eden ve belâ yaratan; bütün bunları ya-
pan Tanrı benim.» Ama daha sonra, bu çelişmeyi ortadan kal­
dırmak için bir de Şeytanın var olduğu inancı doğmuştur.
Ademin cennetten kovulmasına sebep olan, hayır ve şerri bü-
me ağacından yemesini Havva’ya söyliyen, sadece yılanken,
sonradan bunun yılan kılığına girmiş Şeytan olduğu tasarımı
MUSA ve YAHUDİLİK 85

doğmuştur. Eyüb’ün denenmelerinde Tevrat’ın şöyle dediğini


görüyoruz: «Ve günlerden bir gün, Tanrı oğullan Tann’nın
huzurunda durmıya geldiklerinde Şeytan dahi aralarına geldi»
Burada hem Tanrının huzuruna çıkabilen bir Şeytam, hem de
gene tanrı oğullarını görüyoruz. Fakat Tevrat’ın baş tarafla­
rında Şeytanın adı hiç geçmez.
Yahve’nin bu çeşitli karakterini gösteren bir yer de, Mu­
sa’nın, Tanrı’dan, yukarıdaki ikinci emri aldıktan sonra çöl­
de giderken başma geldiğini okuduğumuz olaydır. Bunu,
1886 yılında İstanbul’da basılmış olan Tevrat tercümesiyle,
1956 da gene İstanbul’da basılan tercümesinden ayrı ayrı
alalım ve bu hikâye hakkında söylenenleri de ilâve edelim:
1886 çevirisi şöyle der: «Ve yolda, menzilde iken Rab ona
tesadüf edip onu katletmek istemekle, Safore bir keskin taş
alıp oğlunun hitan (sünnet) derisini kesip Musa’nın ayakları­
na bırakarak: Sen bana kan kocasısm, dedi. Böylece Rab onu
koyverdi, o zaman hitan sebebinden mezkûre: Sen bana kan
kocasısm dedi.» 1956 çevirisi de şöyle der: «Ve yolda konak­
ta vaki oldu ki, Rab ona rast geldi ve onu öldürmek istedi.
Ve Tsippora keskin bir taş alıp oğlunun gulfesini kesti, ye
onun ayaklarının dibine attı; ve dedi: Gerçekten sen bana
kan güveyisisin. Ve Rab onu bıraktı. O zaman kadın dedi:
Sünnet sebebiyle kan güveyisisin.» (Çıkış 4. 24 — 26).
Garip bir hikâye değil mi? Ama büsbütün anlaşılmaz bir
şey de değil. Burada millî tanrı, kendi milletinin alâmeti olan
sünnetliliği görmediği için, daha az önce kendisiyle anlaşma
yaptığı Musa’yı, gece karanlığında öldürmek istiyor. Bu bö­
lümün dili çok eski ve ilkel olduğu için iki çeviride görülen
ayrılıkların ash da şu: Eskiden, —hattâ şimdi bile— birçok
Arap kabilelerinde sünnet, delikanlıların evlenecekleri za­
man yapılırdı. Tsippora, Yahve’ye sopu adına oğlunun sün­
net derisini —bir çeşit kurban olarak— kesip sunuyor, ve
bunu keskin bir taşla yapıyor. Artık tunç çağıdır ve hiç şüp­
86 MUSA ve YAHUDİLİK

hesiz konak yerinde bu ameliyatı yapmak için tunç bir bıçak


olsun vardır. Ama biliyoruz ki, dinsel gelenekler zamanla
en az değişenlerdir. Kurban bıçakları başka milletlerde de
uzun zaman çakmak taşından yapılma olarak kalmıştır. Tsip-
pora’mn dediği de şudur: Hatan-dammim! Dammim kelimesi
her iki türkçe tercümede, doğru olarak, kan diye çevrilmiş­
tir. Ama gene her ikisinde de, sünnet yüzünden, diye bir
açıklama eklenmiştir. Hatan da damat, koca, güvey anlamı-
nadır. Tsippora burada acı bir alayla oğlu için: Sen benim
için kan güveyisi oldun, demektedir. Yukarıda, yeni güveyle­
rinin sünnet olduklarını yazmıştık. Tsippora işte bunu ima
etmekte, ve böylelikle bütün sopun Yahve ile hısım olduk­
larım nalatmaktadır. Hatan kelimesi de sünnet, ameliyatının,
önce Yahudiler’de, sonra hitan şekliyle araplarda adı olup
çıkmıştır. Tsippora Midyani’dir, oğluna bu İbranî geleneği­
ni uygulamasiyle artık kendisi de, çocukları da Yahve’nin
seçkin milleti arasına girmiş olurlar. Hikâyede, birinci çe­
viride «Musa'nın ayaklarına bırakarak,» İkincide de :
«Onun ayaklarının dibine attı» şeklini alan söz, daha doğru
olarak: «Onun ayaklarına dokundu», olacaktır. Kurban su­
narken, sunan, kurbanlığın başına dokunur ve böylelikle
onunla kendisini âdeta birleştirmiş, sembolik olarak tek
bir varlık haline getirmiş olurdu. Tsippora, bu kurbanın özel­
liği yüzünden, çocuğun ayaklarına dokunmaktadır. Bununla
da bu kurban kendisiyle, dolayısiyle de anası olduğu bütün
sopla bir olmuş bulunuyordu. İşte burada da Yahve’nin bir­
birine uymıyan iki tanrısal karakterini, daha doğrusu hem
tanrı, hem de korkunç bir demon oluşunu açıkça görüyo­
ruz: O, geceleri dolaşıyor, kimi vakit Yakob’la sabaha kadar
güreşiyor, kimi vakit Musa'yı, yâni kendi elçisini öldürmek
istiyor. Abraham’a oğlunu veren de odur, kendisine kurban
etmesini istiyen de, sonra gene geri veren de odur. Fira-
vun’un yüreğini katılaştıran da o, Mısır’a belâ üstüne belâ
MUSA ve YAHUDİLİK 87
veren de gene odur. Ama bu da, tek tanrıcılık yolunda önem­
li bir adımdı. Kötülük için ayrı demonlar, şeytanlar, ruhlar,
hangi varlıklar olursa olsun bir kere kabûl edildiler mi, o
zaman onlardan korku, zorunlu olarak onlara adak adamayı,
kurban sunmayı, hülâsa onlara tapmayı da ardından getire­
cekti. Hayrın ve şerrin tek bir tanrıdan, ortağı olmıyan bir
tanrıdan geldiği düşüncesi, İsrael Oğullarını önce milli bir ve
tek tanrıya, sonra da Evrenin tek yaradanı düşüncesine eriş-
t.irmiştir._
Oğlunun İbrani geleneğince sünnet edilmesi sayesinde
artık yalnız kendisi değil, bütün soyu Yahve’nin öz kulları
arasına giren Musa, bundan sonra, büyük ödevini yerine ge­
tirmek için Mısır’a gidebilirdi. Tanrı Harun’a da: çöle giderek
Musa ile buluşmasını söyler. İki kardeş konuştuktan sonra
Mısır’a dönerler. Orada Harun, İsrael’in bütün ihtiyarlarının
bir araya geldiği bir toplantıda Tanrının sözlerini, anlatır.
İki kardeş onlara mucizeleri gösterirler. İhtiyarlar da iman
edip secdeye kapanırlar.

MUSA ve FİRAVUN

Buraya kadar olan bölüm Musa’nın büyük ödevine nasıl


hazırlanmış olduğunu içine almaktaydı. Bundan sonra onun
Tanrı’dan aldığı emirleri ^Asıl yerine getirdiği bölümüne gi­
riyoruz. Bu bölümün ana olayları: Musa’nın Eiravun’la mü­
zakereleri ve bunlara bağlı olan «belâ»lar, tarih bilgimize tek
bir noktada bile uymaz. Artık iyice bildiğimiz eski Mısır’da,
kendisi bir tanrı gibi saygı gören hükümdarlarla kölelerinin
mümessili, isterse eskiden sarayla ilgisi bulunsun, konuşa­
mazdı. Belâlar her ne kadar çoğu Mısır’da sık sık rastlanan
tabiat olaylarını andırmaktaysa da, bunların böyle birbiri ar­
88 MUSA ve YAHUDİLİK

dı sıra ve gittikçe daha acı şekiller alarak gelmeleri de asla


mümkin değildir. Şimdi ele alacağımız bu hikâyenin, bir
zamanlar dedeleri için Yahve’nin nasıl mucize üstüne muci­
ze yaparak onları kurtardığını anlatmak yoliyle milletin gü­
venini arttırmak için kâhinlerce düzenlendiği meydandadır.
Bunun küçük bir gerçek çekirdeği, kuşaktan kuşağa ağızdan
anlatılırken, gittikçe genişlemiş, süslenmiş, dilek rüyalarını
içine almış ve sonunda yazıya dökülerek bu son şekliyle bi­
ze ulaşmıştır. İddiaya göre Musa ve Harun’un İsrael’i Mısır’­
dan çıkarmaları M.Ö. 1300 yılma, doğru olduğu, Yahuda hü­
kümetinin M. Ö. 587 de yıkılıp Kudüs’ün tahribinden sonra
Babil’e sürgün götürülen Yahudiler’in ancak M. ö. 546 yılı­
na doğru, İran hükümdarı Keyhusrev (Kyros) tarafından
Bahirin alınmasiyle kurtuldukları, Tevrat'ın da ancak bu sı­
ralarda son şeklini almıya başladığı düşünülürse, aradan ge­
çen bu 8 yüzyıl içinde bir hikâyenin ne kadar kılık değiştire­
ceği kolayca anlaşılır.
Tevrat’a göre, Firavun İsrael Oğullarını salıvermek is­
temez, üstelik onlara kerpiç yapmaları için verilen samanın
da artık verilmemesini, ama onlardan gene eskisi kadar iş
istenmesini emreder; İsrael Oğulları da biçilmiş tarlalardan
aırz toplıyarak kerpiç yapmak zorunda kalırlar. Bunlar Fi-
ravun’a giderek hallerini anlatırlar. O da: Siz tembelsiniz,
onırn için çalışın, ne kadar kerpiç yapmanız emredildiyse o
kadarını yapın, der. Onlar da Musa ile Harun’a çatarlar: Fi-
ravun’un bizi öldüresiye çalıştırmasına siz sebep oldunuz!
derler. Musa, Tanrı’ya derdini döker. O da gene vaadini tek­
rarlar ve gene Firavun’a giderek eski dileğini tekrarlamasını
söyler: «Bak seni Firavun’a Tanrı gibi yaptım; ve senin kar­
deşin Harun senin peygamberin (N abi) olacaktır. Sana em­
rettiğim bütün şeyleri sen süyliyeceksin ve kardeşin Harun
Firavun’a söyliyecek.... Ve ben Fîravun’un yüreğini katılaştı­
racağım ve alâmetlerimi ve harikalarımı Mısır diyarında ço­
MUSA ve YAHUDİLİK 89
ğaltacağım. Fakat Firavun sizi dinlemiyecek ve elimi Mısır’­
ın üzerine koyacağım ve ordularımı, kavmim İsrael Oğulla­
rım Mısır diyarmdan büyük hükümlerle çıkaracağım.» (Çı­
kış 7. 1 — 5).
Bundan sonra Moşe Firavun’un huzurunda ilk mucizesi­
ni gösterir: Yere attığı değneği yılan olur, Mısır afsuncuları­
nın da gene değneklerinden yaptıkları yılanları bu yılan yu­
tar. Ama Firavun buna aldırış etmez. Tanrı Musa’nın ağzın­
dan, Nili kana çevireceğini, bütün balıkların öleceğini ve ır­
mağın kokacağını söyletir. Firavun gene aldırmayınca Musa,
değneğini suya vurur. Nil bir kan ırmağı haline gelir. Ama
Mısır sihirbazları da aynı şeyi yaparlar; Firavun da artık
bu mucizeye önem vermez.
Yahve’nin Mısır’a verdiği ikinci belâ bir kurbağa yağmu­
rudur. Musa gene Firavun’a gitmiş ve Yahve’nin sözlerini .bil­
dirmiştir: Yahve ondan İsrael Oğullarını, kendisine ibadet et­
meleri için salıvermesini istemektedir. Ama Firavun buna ra­
zı olmaz, o zaman Harun Yahve'nin emriyle Musa’nın değne­
ğini Mısır’ın suları üzerine uzatır. Kurbağalar çıkıp bütün
Mısır’ı kaplarlar. Ama bunu da Mısır’ın afsuncuları becere­
bilir. Firavun Musa’dan, memleketinden kurbağaları alması
için Tanrı’ya yalvarmasını rica eder; o da bunu yapar, .tarla­
lar, evler ve avlulardaki bütün kurbağalar ölür. Fakat Fi­
ravun rahata erişince artık İsrael'i bırakmayı akima bile ge­
tirmez.
Üçüncü belâ, tatarcık istilâsıdır. Harun bu sefer değneği
yere vurur ve yerin tozlarından tatarcıklar çıkarak her yanı
doldurur. Mısır afsuncuları bunu yapamazlar ve Firavun’a:
Bunda Tanrı’nm parmağı var! derler. Ama Firavun onları da
dinlemez.
Dördüncü belâ at sinekleridir. Musa bu belânın geleceği­
ni de ötekiler gibi haber verir. Firavun dinlemeyince Yahve.
bu sefer yalnız Mısırlıların üzerine at sineklerini yollar. Ar­
90 MUSA ve YAHUDİLİK

tık bıkmış olduğu anlaşılan Firavun Musa ile Harun’a, Tanrı­


ları için kurban kesmelerim söyler. Musa: «Böyle yapmak
münasip değil; çünkü Mısırlıların mekruh saydıklarım onla­
rın gözleri önünde kurban edersek onlar bizi taşlamazlar
mı? Çölde üç gün yol gideceğiz ve Tanrımıza, bize emredece­
ği gibi kurban keseceğiz.» der. Firavun buna razı olur, ya da
öyle görünür. Önce at sineklerinin defedilmesini ister, ama
Musa’nın duası üzerine at sinekleri ortadan kalkınca İsrael
Oğullarını gene salıvermez.
Beşinci belâ daha ağırdır: Yahve Mısır’daki bütün at,
eşek, deve, sığır ve koyunlara bir salgın gönderir, yalnız îs-
rael Oğullarının hayvanlarını sağ bırakır. Firavun buna da
aldırmaz.
Altıncı belâ, Mısır’da, tsrael oğullarından gayrı bütün
insan ve hayvanların irinli çıbanlar çıkarmasıdır. Bütün
Mısırlılar bu çıbanı çıkarırlar; Firavun gene kulak asmaz.
Yedinci belâden önce Yahve, Firavun’a veba ile onu he­
men öldürebileceğini, ama sadece kudretini göstermek için
bunu yapmadğını söyletir. Bu belâ çok korkunç bir doludur.
Bu dolu ateşle karışık olarak yağar. Açıkta bulunan insan ve-
hayvanları, otları ve ağaçları yokeder. Firavun kendisinin
haksızlık ettiğini, artık İsrael Oğullarını salıvereceğini söy­
ler, ama dolu kesilince vadinden döner.
Sekizinci belâ bir çekirge yağmurudur. Çekirgeler bütün
veşilükleri yer. Firavun gene yalvarır; bir rüzgâr bütün çe­
kirgeleri Kızıldenize sürükler. Ama Firavun’un yüreği —Yah-
ve’nin dileği gereğince— hâlâ katıdır. İsrael'i bırakmaz.
Dokuzuncu belâ olarak Yahve Mısır’da karanlık olması­
nı emreder. Üç gün koyu karanlık olur, kimse kimseyi göre­
mez; yalnız İsrael Oğullarının evleri aydınlıktır. Firavun bu
sefer, İsrael Oğullarına, sığır ve koyunlarını bırakmak şar-
tiyle gitmelerine izin verdiğini söyler. Musa: «Sen elimize
kurbanlar ve yakılacak sunular da vermelisin, ta ki, tanrımız-
MUSA ve YAHUDİLİK 91

Yahve’ye kurban kesebilelim. Hayvanlarımız bizimle gide­


cektir, bir tırnak bile bırakılmıyacaktır.» der. Firavun da
onu kovar:
Yahve Musa’ya: Mısır’da bir belâ daha yollıyacağını, on­
dan sonra da Firavun’un onları salıvereceğini söyler ve söz­
lerine şunu da katar: «Şimdi kavmin kulaklarına söyle ve
her adam kendi komşusundan ve her kadın kendi komşu­
sundan, gümüş şeyler ve altın şeyler istesin.»
Bu son belâ hepsinden ağırdır: Yahve gece yarısı sula­
rında Mısır’ın ortasına çıkacağını, ve «taht üzerinde oturan
Firavun’un ilkinden, değirmen ardında olan cariyenin ilkine
kadar» Mısır diyarında bütün ilk doğanları ve hayvanların
ilk yavrularını öldüreceğini bildirmektedir. Musa bunları
Firavun’a söyler ve sonunda gene onun: «Tanrının îsrael’i
Mısırlılardan ayırt ettiğini bilmeniz için, insandan hayvana
varınca, İsrael Oğullarına karşı bir köpek bile dilini kımıl-
datmıyacaktır,» dediğini bildirir; sonunda da: «Şu bendele­
rinin hepsi bana gelecekler ve yere kapanarak sen ve sana
tabi olan bütün halk çıkınız, diyecekler, ondan sonra çıka­
cağım!» der ve öfkeyle Firavun’un yanından ayrılır.
Tevrat, bu belâyı ve İsrael Oğullarının Mısır’dan çıkış­
larını anlatmadan önce, şeriatın ilk bölümünü vermektedir.
Hikâyenin akışım kesmemek için bunu sonraya bırakalım.
Gerçekten gece yarışma doğru Yahve, taht üzerindeki
Firavun’dan, zindandaki esire kadar herkesin ilk evlâdını,
hayvanların da ilk doğurduklarını öldürür. Mısır’da, içinde
ölü bulunmıyan ev kalmaz. Bunun üzerine Firavun onlara çı­
kıp gitmelerini söyler, israel Oğulları, daha mayası gelme­
miş ekmek hamurlarını, teknelerine elbiselerini sararak
omuzlarlar, konu komşudan ödünç diye aldıkları altın ve gü­
müşle elbiseleri de yanlarına alarak yola çıkarlar. Tevrat, bü-
yük bir saflıkla bunu şöyle anlatır: «Ve Mısırlıların gözün­
de kavme lütuf verdi, ve istediklerini verdiler. Ve Mısırlıları
92 MUSA ve YAHUDİLİK

soydular.» Tevrat’a göre İsrael Oğulları (Kadın ve çocukla­


rından başka altı yüz bin kadar yaya erkekler olarak >
Ramses’ten Sukkota’ya göç ederler.
Bu hesaba göre bütün kavmin, hiç değilse bir mil­
yon kişi olması gerekmektedir ki, bu da imkânsızdır. Aslın­
da Mısır’dan sadece, sonradan Yosef Evi adını alan kabile­
nin göç ettiği söylenebilir. İleride göreceğimiz gibi, Adanmış
diyar’a, Füistin’e yerleşen çeşitli Aramî kabilelerinin meyda­
na getirdikleri birliğin, ta en eski çağlardan beri var olduğu­
nu, bunların hepsinin aynı dedenin torunları olduklarını zi­
hinlere sokmak için, bütün mületin Mısır’da bu kadar çoğal­
mış oldukları ve sonunda hepsinin birlikte oradan çıktıkları
hikâyesi de doğmuştur. Aslında, göç edenler ancak birkaç bin
kişi olabilirdi.
İsrael’in Mısır’da geçirdiği son günlerde Tanrı Musa’ya
şu emri vermişti: «Bu ay size ayların başlangıcı olacaktır,
tsraıel’in bütün cemaatine söyleyip deyin: Bu ayın onunda
her biri kendilerine bir kuzu, atalarının evlerine göre bir eve
bir kuzu alacaklar. Ve eğer bir kuzu için bir ev küçükse, ken­
disi ve evin en yakın komşusu canlarının sayısına göre, bir
tane alsınlar; kuzu için her birinin yemesine göre hesap ede­
ceksiniz. Kuzunuz, kusursuz, erkek, bir yıllık olacak; kendini­
ze koyunlardan yahut keçilerden alacaksınız. Ve onu bu ayın
on dördüncü gününe kadar saklıyacaksımr ve İsrael cemaati­
nin bütü cumhuru onu akşam üstü boğazlıyacaklar. Ve kan­
dan alacaklar, ve onu içlerinde yiyecekleri evlerin iki kapı
süvesi üzerine ve üst eşiği üzerine sürecekler. Ve o gecıe,
atşte kebap olmuş eti ve mayasız ekmek yiyeceklr; onu acı
otlarla yiyecekler. Ondan, çiğ yahut asla, suda haşlanmış de­
ğil, fakat başı ve paçaları ve içleriyle beraber ateşte kebap
edilmiş olarak yiyeceksiniz. Ve ondan sabaha kadar bir şey
bırakmıyacaksınız. Fakat ondan sabaha kadar kalanı ateşte
yakacaksınız. Ve onu şöyle yiyeceksiniz: belleriniz kuşanmış,
çarıklarınız ayaklarınızda ve değneğiniz elinizde olarak; ve
MUSA ve YAHUDİLİK 93

onu acele ile yiyeceksiniz; o, Tann’nın fıshıdır (Passah). Ve


o gece Mısır diyarından geçeceğim ve insandan hayvana ka­
dar bütün ilk doğanları vuracağım; ben Rab’im. Sizin bulun­
duğunuz evler üzerindeki kan size alâmet olacak; ve kam gö-
riince üzerinizden geçeceğim... Ve bugün sizin için anılma
günü olacak, onu Rabbe, bayram tutacaksınız... Yedi gün
mayasız ekmek yiyeceksiniz; hatta birinci gün evlerinizden
mayayı kaldıracaksınız; çünkü birinci günden yedinci güne
kadar mayah ekmek yiyen her can, İsrael’den atılacaktır. Ve
birinci günde mukaddes bir toplantı olacak, yedinci günde
de mukadides bir toplantı olacaktır. O günlerde aranızda hiç
bir iş işlenmiyeoek, ancak her can için yenilectek şey, tarafı­
nızdan yalnız bu yapılacaktır (Yâni yemek pişirilecek). Ve
siz mayasız ekmek bayramım tutacaksınız; çünkü orduları­
nızı aym günde Mısır diyarından çıkardım (?).» (Çıkış: 12).
. .Görülüyor ki. bu kısım Tevrat’ta, yersiz olarak, İşrseJ!-
in henüz Mısır’da oturdukları zamana, getirilmiştir. .Çünkü
Yahve burada, hem son belâyı vereceğini ve bütün ilk doğan­
ları öldüreceğini söylüyor, hem de İsrael’in Mısır’dan artık
çıkmış olduklarını sözüne katıyor. Beri yandan Yahudiler,
mayasız ekmek bayramını İsrael’in Mısır’dan ayrılırken ek­
meklerinin mayasının gelmesini bekliyemediklerinin anısına
bağlarlar. Şu halde, bu bayram ne idi? Tevrattrn bira?: ay­
rılarak bunu açıklamıya çalışalım:

PASSAH BAYRAMI

Tevrat’taki Mısır’dan çıkış hikâyesi, Passah Bayramına


anlam vermek için şimdiki şeklini almışa benzemektedir. As­
lında Musa için Tevrat’ta okuduklarımızın co<hı da bövi»
akıl dışı şeylerdir. Ama. bunlar iyice incelenirse gerçek taraf­
larını anlamak imkânsız değildir.
Tevrata göre Musa, Mısır’da ilk doğanların ölecekleri ha­
94 MUSA ve YAHUDİLİK

beriyle, bu tehdidin yerini bulması arasında Passah yemeği­


ne hazırlanmayı söylemiştir. Çok yaygın bir düşünceye göre
bu bölüm, Mısır’dan çıkışın gününü belirtmek içindeğü, sa­
dece Musa’nın koyduğu bir ibadete sebep göstermek için uy­
durulmuş bir «nedensel» efsanedir. Burada Yahve’nin yanı­
lıp da Israel Oğullarının ilk doğanlarını vurmaması ve onla­
rın evlerinin üzerinden geçmesi, ya da atlaması, için bu
evlerin kapı söğe ve eşiklerine kan sürülmesi söylenmekte­
dir. Bir an için Musa’mn o sıradaki durumunu göz önüne
getirelim: önderlik yetkilerine sahip büyük bir adam, olduk­
ça kısa bir süre içinde, yarı göçebe birtakım insanları kendi
deyimiyle kölelikten kurtararak dedelerinin diyarına götür­
mek istemektedir. Bu göç için —ister gidip başka topraklarda
yerleşmek, isterse yeniden göçebe hayatına dönmek için ol­
sun— coğrafî ve politik şartlar son derece güçtür; üstelik
başlarına geçtiği insanların aralarındaki bağ, son derece gev­
şektir; ağızdan ağıza gelen rivayetler unutulmuş, âdetler bo­
zulmuş, din bağları çözülmüştür. Bu insanın büyük düşün­
cesi ve ülküsü onları, kendisini de arıtmış ve özgürleştirmiş
olan çölün havasmda arıtmak ve özgürlüğe alıştırmaktır. Bu
insan kalabalığından tek ve ortak ama çoktan unutulmuş bir
tanrı etrafında bir birlik kurmak istemektedir. Ama bu ama­
ca doğru daha ilk adımları atmıya bile bu insanların ruh da­
yanıklılığı yetmiyecektir. Gerçi bir birlik kurulmuştur; ama
aynı yolda gitmek, aynı zorluklara katlanmak için yetmez
bu. Böyle anlarda, birlik ruhunu uyaracak ve toplumu tek
bir vücut haline getirecek törenlerin ve sembolik davranışla­
rın ne kadar önemli olduğunu tarihte sık sık görürüz. İşte
Musa da çok eski, tarihin karanlıklarından kalma, kutsal ço­
ban yemeği âyinini yeniden zorunluluk şekline getirmiş ve
ona yeni bir anlam ve biçim vermiş olacaktır.
Eski Sami’lerde her yıl ilk doğan kuzu ve oğlakların bir
tanrıya adandığını biliyoruz; bunlar aşağı yukarı bir yıllık
MUSA ve YAHUDİLİK 95
olunca, dolunay zamanında kesilir, pişirilerek yenirdi.
Bu, sop içinde barış ve ortak sevinç bayramıydı; bu şölene ya­
bancılardan sopa kabûl edilenler de alınır ve onlarla da kar­
deş olunurdu. Hayvanların kanı çadır direğine sürülürdü;
.bununla kötü ruhların (Demonlar), belki de çok eskiden o
hayvan soyunun, öc almak istiyecek ilk dedesinin, özellikle
insanlaım ilk doğan evlâtlarına kötülük etmemeleri amacı
güdülürdü.
Mısırdan çıkıştan az önce, ama henüz vaktini iyice kes-
tiremediği bir sırada Musa, yola çıkmadan önceki geceyi,
kutsal şölen gecesi olarak bildirmiş olabilir; beklediği habe­
ri alınca da işaret vermiştir. Ayrı ayrı soplarda ayrı ayrı
günlere dağılmış olan eski gelenekleri böylece bir geceye
toplamış oluyordu. Aynı saatte bütün kabile, önceden ayrıl­
mış olan hayvanları boğazlıyor, herkes onlardan yiyordu.
Herkes kendi evindeydi, kimse dışarı çıkmıyacaktı. ama
herkes aynı zamanda kurbandan yediği için bütün kabile or­
tak bir şölene katılmış oluyordu. Kurbanların kanı da kapı
söğe ve eşiklerine sürülüyordu, ama artık bu, kötü ruhlar, ya
da hayvanların dedesi için değil, Yahve içindi. Böylelikle de
kabile kendi ilk doğan evlâtlarını onun hışmından korumuş
riu.vordu. Bu, daha sonra Sina’da İsrael Oğullarının tanrı
ile kuracakları kan bağlantısına bir hazırlıktı. Buradaki Fas-
sah kuzusu, sonrdan göreceğimiz kurbanlar gibi, tanrıya kur­
ban ediliyordu ama onlardan asıl ayrıldığı taraf, bunun ortak
^ ;r şölen oluşuydu. İleride göreceğimiz öteki kurbanları
Yahve insanlarla birlikte yemektedir. Bunu kimi vakit bütün
hayvanın yakılışından açıkça anlıyoruz. Burada ise, adanmış
edan hayvanın sadece, eğer kalmışsa, artıkları yakılmaktadır.
Bunda, bazı milletlerde görüldüğü gibi, hayvanda var olduğu­
na marnlan gücü, kendine mal etmek de bahis konusu değil­
dir. Buradaki sadece O’nun için, O’na adanmış olanın yeni­
sidir. Bu törenin adı olan Passah deyimine verilen «Yahve-
96 MUSA ve YAHUDİLİK

nin İsrael evlerinin üzerinden atlaması» anlamı sonradan ve


tefsir yoluyle uydurulmuştur. Bu kelime aslında «Bir ayak
üstünde sekme» demektir. Bundan da, eski Kenanî göçe­
be törenlerinde bir çoban dansı yapıldığını, bunu da belki
teke kılığına girmiş olan delikanlıların oynadıklarını, tasar-
lıyabiliriz. Böyle maskeli dini dansların ne kadar eski bir
geçmişi olduğunu, paleolitikten kalma mağara resimleri gös­
terir. Kaldı ki günümüzdeki halk danslarının birtakımların­
da da bu karakteri görüyoruz. Nabi İşaya (30 - 29) şöyle
der: «Bayram takdis edildiği (kutlandığı) gecede olduğu gibi
İlâhî okuyacaksınız; ve Rabbin dağma, İsrael’in kayasına
gelmek için zuma çalarak gider gibi yürek sevinci olacak.»
Burada aslında, kutsal bir danstan bahis vardır; ama neden-
sejçevirisine alınmamıştır.
Passah töreninde, herkesin giyimli, ayaklarında çarık,
elde değnek olduğu halde yemek yiyişlerinde, belki de tem­
po ile bir sıçrama da bahis konusu idi. Savaş danslarında
gördüğümüz gibi, hazırlanılan olay önce jestlerle taküt edil­
miş, göç’ün bir çeşit temsili yapılmış, sonra da yola çıkılmış
olabilir. Musa mayasız, yâni göçebelerin kullandıkları ekme­
ği de törenin içine almış bulunuyor.
Passah’m ilkbaharda (15 Nisan, dolunay gecesi) kutlan­
ması da bunun Mısır’dan çıkışın anısı değil, bir bahar bay­
ramı olduğunu anlatır. Mısır'dan çıkış üzerine olan bütün
efsanenin bu bayrama bir başlangıç vermek ve onu millî
tören haline getirmek için tertiplenmiş olması pek müm­
kündür. Günümüzde bu bayramda mayasız ekmek ve
acı otlar yenmekte, ama kuzu kesilmemektedir. Bunun nede­
ni Kudüs Tapınağının yıkılmasından sonra Yahudiler’de bü­
tün kurbanların kaldırılmış olmasıdır. İleride de göreceği­
miz gibi, Yaîıudiler’de tapmak tektir ve Kudüs’tedir. O ol­
mayınca, çoğu kurban kesmiye dayanan ibadetler de yapı­
lamaz.
MUSA ve YAHUDİLİK

Pessah’tan yedi hafta sonra kutlanan «Hafta bayramı»öa


aslında bir hasat bayramıyken, tanrının Sina’da Musa’ya ka­
nunları vermesinin anısı olarak kutlanmaktadır.
Sonbaharda (15 Tişri) kutlanan ve bizim kamış bayra­
mı dediğimiz Çardak bayramı da eskiden bir su bayramı
iken, sonradan şeriatın kutlanması anlamını almıştır. Bütün
bunları ileride yeniden ele alacağımız için şimdilik bir tarafa
bırakalım.

İSRAEL OĞULLARI ÇÖL YOLUKDA

Tevrat der ki: «Ve vaki oldu ki, Firavun kavmi salıver­
diği zaman Tanrı onları Filistî’ler diyarının yolundan ya­
kın olduğu halde götürmedi: Çünkü Tanrı dedi: Kavm harb
gördüğü zaman, belki nadim olup Mısır’a döner; fakat Tan
rı kavmi Kızıl Deniz çölü yolundan dolaştırdı; ve İsraei Oğul­
ları Mısır’dan silâhlanmış olarak çıktılar. Ve Musa Yosef’-
in kemiklerini kendisiyle beraber aldı; çünkü İsraei Oğulla­
rına: Gerçekten Tanrı sizi ziyaret edecektir; ve kemiklerimi
sizinle birlikte buradan çıkaracaksınız, diye sıkıca ant, ettir­
mişti. Ve Sukkot’tan göç edip Etam’da çölün kenarında kon­
dular. Ve gündüzün ve geceleyin yürüsün diye, Tanrı onlara
yol göstermek için, gündüzün bulut direğinde, ve geceleyin
ateş direği kavmin önünden ayrılmadı.»
İleride sık sık adı geçecek olan Filistî’ler, M. ö. 1250
yılma doğru başlıyan ve yüzyıllar boyunca süren başka bir
kuraklık devresinde, Balkanlardan sarkarak Myken ve Girit
kültürünü yok eden ve Dor’lar göçü diye tanınan kavimler
göçünün ikinci bir kolu olarak İtalya ve Sicilya’ya oradan
da Mısır’ın Delta kısmına giren denizci halkın torunlarıydı.
Ama 19. sülâleden Firavun Merneptah onları yenmiş ve Del­
tadan püsktirtmüştü. Onlar da Ürdün memleketinin gür.eyin-
F: 7
93 MUSA ve YAHUDİLİK
de, deniz kıyısında yerleşmişler ve artık Filistî’ler adını al­
ınışlardı. Zaten Mısır’ın bütün buralardaki egemenliği ar­
tık sözde kalmıştı. Üstelik bu yeni saldırganlar demiri kul­
lanıyorlardı ve bununla korkunç bir silâh üstünlüğüne eriş­
mişlerdi. İşte İsrael Oğullarının çekindikleri Filistî’ler bun­
lardı. Yukarıya aldığımız sözlerden dikkate değen ikinci nok­
ta da (Yosef’in kemiklerinin) de birlikte götürülmesidir.
Bundan Yosef’in mumyasının dört yüz yıldan fazla zaman
sonra, yerinden çıkarılarak götürüldüğünü anlıyoruz. Ama,
Yakob’un öteki oğullarından hiç bahis yoktur. Halbuki bun­
lar, babaları Yakob Mısır'da ölünce, Yosef’le birlikte Kenan
iline gidip onu gömdükten sonra yeniden Mısır’a dönmüş­
lerdi; hiç değilse Tevrat böyle demektedir. Bunların adının
geçmeyişini sadece Yosef’in mumyalanmış olduğuna mı ver­
meliyiz? İşin doğrusu, Mısır’da bulunan kabilenin, dendiği
gibi on iki sop, ya da evden birleşme değil, sadece Yosef Evi
olduğudur. Bunlar kutsal dedelerinin mumyasını, çıktıkları
sonu belirsiz yolculuğa, belki de torunlarını korusun diye
birlikte götürüyorlardı. Şüphesiz Musa da Yosef evindendi,
Tevrat’tan aldığımız bu bölümde dikkate değen üçüncü nok­
ta da. Yahve’nin gece gündüz, kabilenin başından ayrılma­
ması ve «gündüzün bir bulut, direği, geceleyin de ateş direği
içinde olarak» onlara kılavuzluk etmesidir. İşte burada Yah­
ve’nin astral (Gök cisimlerine değğin) bir karakter taşı­
madığını; onun önceleri gökte oturdukları, buradan ara sıra
inip insanlarla konuştulkarı anlatılan Eloh’lardan başka bir
kişiliği olduğunu görüyoruz. Yahve belirli bir yere, bir yerli
tapmağa da bağlı değildir. Yahve’nin tahtı, gezgincidir. İsıael
Oğulları onun tahtını konak yerinden konak yerine taşırlar.
Şu halde ona bir «Yol Tanrısı» diyebiliriz. Göçerler ve ker­
vanları koruyan yol tanrıları başka Samîler’de de vardı. Me­
zopotamya'da yol tanrısı; «Yolları açan tanrı» denen Ay’la
yardımcıları, Suriye’de de Akşam Yıldızı idi. Ur’un yanı sı­
MUSA ve YAHUDİLİK 99
ra Ay kültürünün ikinci büyük merkezi olan Harran’ın Ab-
raıham’ın sopundan ayrıldığı yer olarak gösterilmesi de her
halde önemsiz değildir. Zaten Harran adı da «Yol, kervan»
anlamına gelir. Yalnız A'braham’a, daha sonra da Musa’ya
yol gösteren Yahve, ay, ya da akşam yıldızı gibi her vakit
gökte görülmüyor, İsrael’e kendi istediği vakitlerde ve is­
tediği yerlerde görünüyordu. Mısır’da böyle bir tanrıya ihti­
yaç olmadığı için Yahve unutulmuş olabilir. Ama Musa, kav-
mini yola çıkardığı zaman bu tanrının kültünü yeniden di­
riltmiş ve ona yeni bir düzen vermiş olacaktır. Bunu da ile­
ride göreceğiz.
Tanrı Musa’ya: «İsrael Oğullarına söyle, dönsünler ve
Pihahirot önünde, Migdol ile deniz arasında, Bari - tsefon
önünde konsunlar; onun karşısına denizin yanında kona­
caksınız. Ve Firavun İsrael Oğulları hakkında diyecek: On­
lar memleket içinde tutulmuşlardır, çöl etraflarını sarmış­
tır. Ve Firavun’un yüreğini katılaştıracağım, ve onların ar­
kalarına düşecek; ve Firavunda ve bütün ordusunda izzet
bulacağım ve Mısırlılar bilecekler ki Tanrı benim.»
Tevrat’a göre Firavun’a, İsrael Oğullarının kaçtığı ha­
ber verilir (Halbuki önce buna izin veren kendisidir) O da
arabasını hazırlatır, altı yüz seçme savaş arabasiyle «M isit
arabalarının hepsini» yanına alır, İsrael Oğullarının peşinden
yetişir. Onun geldiğini gören İsrael Oğulları korkarlar ve Mu­
sa’ya: «Mısır’da mezar yok muydu ki bizi böyle, çölde ölmi-
ye getirdin? Bırak bizi, Mısırlılar’a. kulluk edelim!» derler.
Tanrı da Musa’ya, İsrael Oğullarının denize doğru ilerlemele­
rini, kendisinin de elini uzatarak denizi yaracağını söyler. De­
niz açılır, İsrael kuru yerden, yürüyerek karşıya geçer, ön­
lerinde bulut direği, arkalarında «Tanrının Meleği» gitmek­
tedir. Mısırlıların bulundukları yer karanlık, ötekilerinki ay­
dınlık olur. Ama Firavun arabaları denize sürer, o da kuru
yerden ilerler. Tanrı savaş arabalarının tekerleklerini çıkarır.
100 MUSA ve YAHUDİLİK
sonunda Yahve Musa’ya, elini uzatarak sulara, yeniden ka­
panmalarını emretmesini söyler; Musa bunu yapınca deniz es­
ki haline döner, bütün Mısırlı askerler, Firavıın’la birlikte
boğulurlar.
Tevrat’ın burasında, dili bakımından, sonradan yazılmış
olduğu açıkça görülen, Musa’nın bir İlâhisi vardır. Ama cır­
dan sonra gelen ve eski olduğu kesin olarak anlaşılan başka
ve çok kısa bir bölüm de şudur: «İmdi Harun’un kız kardeşi
nebiye Miryam eline tef aldı; ve bütün kadınlar teflerle ve
rakımlarla onun arkasından çıktılar. Ve Miryam onlara ce­
vap verdi: «Habbe terennüm edin, çünkü gayretle yükseldi.
Atı ve atlısını denize attı.»
Burada dinî bir şükran dansını görüyoruz. Ama işin da­
ha önemli tarafı Tevrat’ta ilk defa olarak (Nebiye) yâni
Peygamber kadın deyiminin geçişidir. İbranî’lerde bazı
soylara vergi olarak, vecid haline gelme, olacakları doğ­
rudan doğruya tanrıdan öğrenerek «Tanrı bana dedi!» diye
başkalarına, bildirme yetkisine sahip insanlar vardı. Bunlar
İsrael’in son zamanlarında sık sık seslerini duyurmuşla-d-r.
Harun’un kız kardeşi Musa’nın da kardeşi olacağına göre,
Musa da acaba böyle bir soydan mıydı? Bundan başka, Mir-
yam’m bu sözlerinin, yüzyıllardan sonra, bütün bu Kızıl De­
niz mucizesi hikâyesinin doğmasına sebep olduğu kolayca an­
laşılabilir. Bir kere Firavun, yâni Mısır İmnaratoru, mem­
leketinden kaçan bir avuç köle için neden bizzat yola çıka­
caktır? Aslında küçük bir kıta bu işi yapabilirdi. Zaten böy­
le bir olay, hattâ daha küçük çapta bile geçmiş oi«a.
ki belgilerimize göre, bunu mutlaka Mısır kaynaklarından
öğrenmiş olurduk. Anlaşılıyor ki, —eğer doğruysa— Firavu­
nun İsrael Oğullarına verdiği müsaadeden haberi olmıyau h;r
sınır garnizonu komutanı onları kovalamış, sığ bir yerden
karşıya geçen îsrael Oğullarına yetişeyim derken, herhangi
bir tabiat olayı yüzünden müfrezesi sularda boğulmuştu, ya
da artık onları kovalayamıyacak duruma düşmüştü. Bu <
MUSA ve YAHUDİLİK 101
kıyılarda kendisini hissettiren gelgit yüzünden olabileceği
gibi, bir fırtınadan, ya da volkanik bir olaydan doğma bir
dalga yüzünden de olabilir. İsrael’in yazıdan önce hatırla­
rında tutabilecekleri hemen hemen sadece manzum parçalar­
la bazı hikâyelerdi. Bunlar da zamanla gittikçe daha fazla
süslendi. Belki Miryam’ın çok kısa olan sözleri de eklene ek-
lene uzun bir İlâhi oldu, ama onun asıl sözleri de unutulma­
dı. Büyüyerek Musa’nın İlâhisi haline de geldi. Bu İlâhinin şu
sözlerine bakınız: «Sen rüzgârınla üfürdün, deniz onları ört­
tü; büyük sularda kurşun gibi battılar.» Bu bir fırtınanın
anısından başka bir şey değildir.
Mısır’dan çıkışlarının ikinci ayında, çölde ilerlerken îs-
rael Oğulları gene isyan eder. Bu sefer dertleri yemektir:
«Keşki Mısır diyarında et kazanları başında oturduğumuz za­
man doyuncaya kadar ekmek yerken Tanrı’nın eliyle ölsey-
dik; çünkü bütün bu cemaati açlıktan öldürmek için bizi çü-
çıkardınız,» derler.
Yahve Musa’ya, gökten ekmek yağdıracağını, ama her­
kesin her gün yalnız bir günlük kadarını toplamasını, sadece
altıncı günde iki günlük toplamalarını söyler. Bununla onla­
rın Sabbat gününü tutup tutmıyacaklarını anlamak istemek­
tedir. Bundan başka akşamları da bıldırcın yağdıracak, et.
ihtiyacını da böylece sağlıyacaktır. Ama tsrael Oğullarından
bazıları, ne olur ne olmaz diye, Sabbat gününden başka günde
de iki günlük toplarlar. Topladıkları «Gök ekmeği» kırağıya
benzer, pul pul bir şeydir. Tevrata göre de tadı «ballı yufka»
gibidir. Bu gök ekmeğine Tevrat’ın verdiği ad «man»dır. Ge­
ne Tevrat’a göre bundan her adam başına günde bir (nmer)
yâni 3,70 litre düşüyordu ve tsrael Oğulları tam kırk yıl bu
man ve bıldırcınla geçinmişlerdi.
Öteki bölümlerden tamamiyle ayrı, çeşitli geleneklerin
bir araya gelmesinden şekil alan, ve birçok ekler katılmış
olduğu dilinden anlaşılan bu bölüm (Çıkış 16, 2 — 36) ka­
102 MUSA ve YAHUDİLİK
yısıların olgunlaştığı zamanlarda, bir iki ay, ılgın çalılarını
kaplıyan bir cins bitki bitinin çıkardığı tatlı bir madde olan
man’m İsrael’in nasıl imdadına yetiştiğini anlatmaktadır.
Mısır’ın et kazanlarına hasret çeken tsrael Oğulları, gündü­
zün ağaçların altına damlıyan, geceleri donan bu maddeyi
unutamamışlardır. Ama araya, Sabbat (cumartesi) günü bun­
dan toplanmaması emri sonradan katılmıştır. Buradaki, yal­
nız haftanın öteki günlerinde toplanan ve yenemiyen man’m
o gece kurtlanması ve kokması, ama Cuma günü toplanan
iki kat man'a Cumartesi günü bir şey olmaması acayip hi­
kâyesi, Sabbat’m yalnız insanlar için olmadığı, herşeyi kap-
sıyan bir kanun olduğu düşüncesini vermek içindir. Ama bü­
tün bu gariplikler içinde şunu da sezebiliyoruz: Musa Sab-
bat'la yeni bir şey getirmiş değildi; anlaşılan çok eski bir ge­
leneği yeniden diriltmiş, ona yeni bir anlam vermiş ve farz­
lar arasına sokmuştu. Bununla Musa’nın yeniden canlandır­
dığı gelenek üç oluyordu: Tann’nın adı, Passah ve üçüncü
olarak da Sabbat. Babillilerde Şabbatu kelimesini görmekte­
yiz. Bu kelime yıiın belirli günleri için kullanılırdı. BvLgtin-
ler tanrının hiddetini yumuşatma ve günahtan kurtulma
günleri olarak kabul edilirdi, her aym ortasındaki gün de ay­
nı adı alırdı, bu da tabiî, dolunay gecesine rastlıyordu. Av-
rıca, gene Babilli'lerde her ayın yedinci, on dördüncü, yir­
minci ve yirmi sekizinci günleri «kötü günler» ya da «kızgın­
lık günleri» olarak, uğursuz sayılırdı. Sami’lerde ve hemen
hemen bütün milletlerde kutsal sayılan yedi, Babil’de daha
önemli bir rol oynamaktaydı. Ayni inançla o kritik günlerde
İsrael Oğulları, bu uğursuz günleri hatırlamış olacaktır. 3u
uğursuz günlerde Babil’de kiralın, kâhinin ve hekimin işleri­
ni durdurmaları gerektiğini,, aksi halde iyilik yerine kötülük
getireceklerini tabletlerde okunmaktayız. Aîha. İsrael’de.-Sab:
bat’ın uğursuzluğu ^mâhîalcutsallık şekline girmiş olacak-
tır. Artık bu, tam bir duruluk, kutsallık içinde geçmesi gere­
MUSA ve YAHUDİLİK 103
ken bir gündür. Musa’nın, daha ilkel bir şekilde Midyani’ler
tarafından tutulan bu günü daha geliştirerek milletine mal
ettiği de iddia edilmektedir. Bunu şöyle de anlıyabiliriz: Pas-
sah’ta hayvan yetiştiriciler nasıl ilk doğan kuzu, ya da oğ­
lağı YHVH’ye adıyorlarsa, nasıl erkek çocukların bir par­
çaları onun için kesiliyorsa, zamandan bir parçanın da. ona
adanması, ve bu sebeple de tabu olması bu geleneğin teme­
lini teşkil eder. Ama daha sonra varılan inanca göre tıpkı
Passah kuzusu gibi o gün de ne kutsal ne de sihirlidir; sadece
YHVH’ye adandığı için kutsallık kazanır, zaten yukarıda
söylediğimiz gibi, îsrael Oğullarınca YHVH’dan gayrı hiç bir
kuvvet mevcut değildir. Olan ve olacak olan her şey undan­
dır. Şu halde ne bir günün, ne de herhangi başka bir şeyin
kendiliğinden iyi, ya da kötü bir etkisi olacağı düşünülemez.
Musa’nın gününde Sabbat’m nasıl geçtiğini bilemeyiz. Ama
Musa bununla, kavmini bir millet haline getirmek için önem­
li bir adım atmış olmaktadır. İsrael böylelikle bir Tanrı et­
rafında toplamaktadır. Aşağıda On Buyruk’ta göreceğimiz gi­
bi Sabbat’ın toplumsal, ve kozmik olmak üzere iki cephesi
vardı ve bunlar birbirlerini daima hatırlatmaktaydı.

İSRAEL OĞULLARININ YENİDEN


İSYANI VE İLK SAVAŞ

Günün birinde İsrael Oğullarının yeni bir isyanı olur:


Susuz kalmışlardır; gene Musa’ya: Bizi, evlâtlarımızı ve sü­
rülerimizi susuzluktan öldürmek için mi bu çöle getirdin?
diye bağırırlar. Tanrı Musa'ya der ki: «Kavmin önüne geçip
İsrael ihtiyarlarından bazılarını beraber al ve nehire vur­
duğun asanı eline alıp git. İşte ben Horeb’de, kaya üzerinde,
senin önünde duracağım; ve kayaya vuracaksın, ve kavm iç­
sin diye ondan sular çıkacak.» Musa kendisine deneni yapar,
İsrael Oğulları da kana kana su içerler. Bu mucizelerin as-
104 MUSA ve YAHUDİLİK

Unda, gerçekten olmuş şeylerin yüzyıllar içinde masalla-şa-


mış şekilleri olduğundan şüphe yoktur. Bütün bunlar, udi
ne olursa olsun, büyük bir önderin Yosef Evi ni gerçekten
çölden geçirdiğini açıkça anlatmaktadır. Bu yolculuğun kırk
yıl gibi uzun bir zaman sürmesi tabiî bahis konusu olamaz.
Yosef Evine ne de olsa çok uzun gelmiş elan bu göçebe­
lik yılları, ağızdan ağıza geçerken böyle uzatılmıştır.
Tevrat’ın burasında İsrael Oğullarının ilk savaşma, görü
yoruz:
Amalek adı verilen ve daha sonraları da İsrael’le savaş­
ları olduğunu okuduğumuz kabile onlara saldırır. Musa sa­
dık adamı Yeşu’a silâh kullanabilecek adamlar seçmesini ve
onları alarak savaşa girişmesini söyler, kendi de bir 1epeden
savaşı seyreder. Kollarını göğe kaldırdığı zaman İsrael. in­
dirdiği zaman da Amalek üste gelmektedir. Musa ihtiyardır-,
elleri çabuk yorulur. O zaman Harun’la Hur, onu bir tasm
üzerine oturturlar, iki yanma geçerek ellerini kaldırırlar, ta
güneş batmeaya kadar böyle yaparlar. Yeşu da «Amalek’i ve
kavmini kılıç ağriyle kırar.» Musa, Tanrının, kuşaktan kuşa­
ğa, Amalek’le savaşacağı müjdesini verir.
O zamana kadar kabilenin her işi Musa’nın üzerindedir;
her vakit başında bir sürü insan vardır, hattâ ihtiyarlar
onunla birlikte yemek yerler; bütün dâvaları o görür. Kay­
natası Midyan kâhini Yetro, onun daha önce yanma gönder­
miş olduğu kızı Tsippora ile iki torununu alarak Musa’nın
yanma gelince bu durumu görür ve ona: «Bu yaptığın iyi de­
ğil,» der «Sen bu işi yalnız yapamazsın, kuvvetten düşersin.
Senin işin Tanrı ile millet arasında aracılıktır. Onlara ka­
nunları ve şeriatı öğret. Ama onların arasından Tanrıdan
korkan, yetenekli insanları seç. Kavmi de biner, yüzer, elli­
şer, onar kişilik gruplara ayır. O seçtiklerini bunlara başkan
yap. Bunlar küçük işleri kendileri sonuçlandırsınlar, yalnız
büyük işleri sana getirsinler.» Tecrübeli reisin bu öğüdü iize-
MUSA YO YAHUDİLİK 105

rine Musa, ilk defa olarak, îsrael Oğullarını organize eder.


Birçok bilginlerin düşüncelerine göre, Musa’nın dinine
asıl şekil veren de Yetro’dur. Buna kanıt olarak Tevratm şu
söylerini alırlar:
«Ve Musa’nın kaynatası Yetro Tanrı için yakılan takdime
(sungu) ve kurbanlar aldı; ve Harun ile tsrael’in bütün ihti­
yarları, Musa’nın kaynatası ile beraber, Tanrının huzurunda
ekmek yemek için geldiler.» (Çıkış 18, 12). Burada gerçekten
İsrael’in, o zamana kadar ilk defa olarak Tanrıya törenle
kurban sunduklarını okuyoruz. Fakat yukarıdan beri gördü­
ğümüz gibi Tevrat, hattâ genel olarak bütün Eski Ahit pek
güvenilir bir kanıt değildir. Onun için sadece bu kanıtla so­
nuç. çıkarmak fazla iddia olunur. Ama gene de bu olayın dik­
kate değer olduğunu söylememiz gerektir. Daha meraklı bir
nokta da Yetro’nun YHVH için değil Elohim, yari tanrılar
için kurban getirdiğinin yazılı olmasıdır.

TANRININ İSRAELLE
ANTLAŞMASI ON BUYRUK

«îsrael Oğullarının Mısır diyarından çıkışlarının üçüncü


ayında, o günde Sina çölüne geldiler îsrael orada, dağın
karşısında kondu. Ve Musa Tanrının huzuruna çıktı ve Tanrı
onu dağdan çağırıp dedi: Yakup Evine höyle diyeceksin, ve
îsrael Oğullarına bildireceksin: Mısırlılara ne yaptım ve sizi
nasıl kartal kanatları üzerinde taşıdım ve sizi kendime ge­
tirdim, gördünüz. Ve şimdi, eğer gerçekten sözümü dinliye-
cek ve ahdimi tutacaksanız, bana Uavimlerden hâs kavim
olacaksınız.» (Çıkış 19. 1—5)
Musa bunları îsrael Oğullarına söyler, onlar da Tanrının
dediklerini yapacaklarını bildirirler, o da gidip bunu Tanrıya
haber verir.
Tanrı Musa’ya, onunla sözleşirken bütün kavmin duya­
bilmesi için, hepsinin dağın yanına gelmelerini, ama dağa
106 MUSA ve YAHUDİLİK

çıkmalarını, hattâ bir kenarına bile dokunmamalarını söy­


ler. Dokunana el değdirilmiyecek, (çünkü tabu olan bir şeye
dokunmuş ve mundar, ya da tehlikeli olmuşlardır) onlar taş­
lanacak, ya da okla öldürülecektir. Musa bunları da İsrael
Oğullarına anlatır, onlara giysilerini yıkamalarını, kadına
yaklaşmamalarını ve üç gün sonra için hazır olmalarını söy­
ler. Şimdi sözü gene Tevrata bırakalım: «Ve vaki oldu ki,
üçüncü günde sabah olunca gök gürlemeleri ve şimşekler ve
dağ üzerinde koyu bir bulut ve çok kuvvetli boru sesi oldu;
ve ordugâhta olan bütün kavın titredi. Ve Tanrıyı karşılamak
için Musa kavmi ordugâhtan çıkardı, ve dağın eteğinde dur­
dular. Ve Sina dağı hep titriyordu, çünkü Tann onun üzeri­
ne ateş içinde inmişti; ve onun dumanı ocak dumanı gibi çı­
kıyordu, ve bütün dağ çok titredi. Ve boru sesi gitgide kuv­
vetlenince, Musa söyledi ve Tann ona sesle cevap verdi. Ve
Tanrı Sina dağı üzerine, dağın tepesine indi, ve Tanrı Musa’­
yı dağın tepesine çağırdı; Musa da çıktı.» (Çıkış 19. 16 — 20)
-)f\Bir yanardağ patlamasını pek hatırlatan bu satırlardaki
anlatış gücü, çevirinin bozukluğuna rağmen belli değil mİ?
Şimdi Tanrının tsrael’e, onlarm anayasası diyebileceği­
miz ve günümüzde çoğu pek tabiî görünmekle birlikte, ger­
çekten ölümsüz olan On Buyruğu vermektedir:

ON BUYRUK

«Ve Tann dedi:


Seni Mısır diyanndan, esirlik evinden çıkaran Tanrın
Yahve benim.
Karşımda başka ilâhlann (tanrıların) olmıyacaktır.
Kendin için oyma put, yukanda gökte olanın, yahut aşa­
ğıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç su­
retini yapmıyacaksm; onlara eğilmiyeceksin; ve onlara iba­
det etmiyeceksin; çünkü ben, senin tannn Rab (Adonai),
MUSA ve YAHUDİLİK 107

benden nefret edenlerden babalar günahını çocuklar üzerin­


de, üçüncü nesü (kuşak) üzerinde anyan, ve beni seven ve
emirlerimi tutanların binlercesine inayet eden, kıskanç bir
tanrıyım.
Tanrın Rabbın ismini boş yere ağza almıyacaksın; çünkü
Rab kendi ismini boş yere ağza alanı suçsuz tutmıyaeaktır.
Sabbat gününü takdis etmek için onu hatırında tut. Altı
gün işliyeceksin ve bütün işini yapacaksın; fakat yedinci gün
Tanrın Rabbe Sabbat’tır; sen ve oğlun ve kızın, kölen ve cari-
yen ve hayvanların, ve kapılarında olan garibin, hiç bir iş
yapmıyacaksın; çünkü Rab gökleri, yeri ve denizi ve onlarda
olan bütün şeyleri altı günde yarattı, ve yedinci günde istira­
hat etti; bunun için Rab Sabbat gününü mübarek kıldı; ve
onu takdis etti.
Babana ve anana hürmet et, ta ki, Tannn Rabbın sana
vermekte olduğu toprakta ömrün uzun olsun.
Katletmiyeceksin.
Zina etmiyeceksin.
Çalmıyacaksın.
Komşuna karşı yalan şehadct etmiyeceksin.
Komşunun evine tamah etmiyeceksin; komşunun karısı­
na, yahut kölesine, yahut eşeğine, yahut komşunun hiç bir
şeyine tamah etmiyeceksin.
Tanrının bu buyruklarını bildirdiği sırada «bütün kavm
gök gürlemelerini, şimşekleri, boru sesini ve dağın tüttüğü­
nü» duyar ve görür; korkudan titrerler ve Musa’ya : Bizimle
sen söyleş, dinliyelim; ama Tanrı bizimle söyleşmesin, ta ki
ölmiyelim derler. Musa da onlara: «Korkmayın, çünkü Tanrı
sizi imtihan etmek, ve günah işlememeniz için korkusunu
gönlünüze yerleştirmek için karşınıza geldi.» der. Ama öte­
kiler gene de dağdan uzakta dururlar. Musa da Tanrıyla ko­
nuşmak için ‘koyu karanlığa’ girer.
108 MUSA vc YAHUDİLİK

Tevratta bundan sonra Tanrının verdiği oldukça uzun


bir yasa görüyoruz. Ama bunun birçok maddelerinin zaman­
la buraya katıldığı besbellidir. İleride, İsrael şeriatini ele al­
dığımız vakit görüleceği gibi bunda, henüz göçebe olan ve ge­
ne Tevratm dediğine göre, kırk yıl çöllerde dolaşacak bir
millete verilen; tarlasını kaç yıl ekeceği, bağının ilk ürününü
Tanrıya nasıl sunacağı gibi birçok gereksiz emirler vardır.
Ama asıl On Buyruk, dikkatle ele alınmaya değer.
Önce şunu gözümüzün önüne getirelim: Musa, ya da asil
bilmediğimiz adı ne ise o önderin Mısır’dan yola çıkardığı,
belki de ayrı ayrı yola çıkmış ve tehlikeler karşısında çok
gevşek bir bağla birleşmiş olan soplar arasında, Aramı dili­
nin diyeleklerini konuşmaktan başka hiç bir bağ olmadığını
düşünelim. Bu soplar, ya da Tevrahn deyimiy’e «Ev» lerden
bir «îsrael Evi» nin kurulması g.-rektlr. Artık Mısırlılardan
korkulan yoktur. Ama etrafları başka düşmanlarla çevrilidir.
Çöl büyüktür, otlak yerleri, vahalar sayılıdır. Buralarda baş­
ka göçebelere karşı savaşmaları gerekmektedir. Nitekim bu
çarpışmalardan bazılarının hikâyelerini de Tevratta okuyo­
ruz. Bundan başka, kendi deyimleriyle «Ordu» yerleşik halk­
ların oturduğuı bölgelere erişince, düşmanlar daha da güçlü
ve korkunç olacaktır, bunların başında, Sami Kenanî’lerlç.
İndo-Avrupai soydan Filistî'ler vardır.
İsrael Oğullarının devlet kurmadan önce, bir (Amphikj>
yonie) kurmuş oldukları, artık hemen hemen herkesçe kabul
edilmektedir. Bu kelimenin anlamı «Tanrılar arasından birini
kendilerine koruyucu olarak seçen, onun hizmetinde ve onu
korumak için birleşen halklar» dır ki, bunlar birbirlerine po­
litik bakımda» d.a bağlanırlardı. Bu kelime Yunancadır; ör­
neği de eski Yunanda Delphi’deki Apollon tapmağını kutsal
merkez sayan şehirlerdir. Bir dinî merkeze bağlı kabilelerden
altılı, ya da on ikili birlikleri Samîlerde de İnde-Avrupai’ler­
de de görmekteyiz. Bunlar, tapmağın bakımını birer, ya da
MUSA ve Y A H U D İL İK - 109

ikişer ay üzerlerine alırlardı. Doğu Ürdün’deki Aramı şehir-


Ieri_önce bövle on ikili bir dinî birlik iken, sonradan Ammon,
Moab ve Edom kıratlıkları haline gelmişlerdi. Tevratm Tek:
vin (Taratış) kitabında sık sık Aramî’lerin, İsmailî’lerin, Edo-
mî’lerin ve Horî’ierin böyle on ikili, ya da altılı birliklerinin
sözü geçer. İşte İsrael’in on iki kabile, va da evi, böyle bir
birlikti. Cahilivet devri dediğimiz. İslâmdan önceki zamanlar­
da Hicaz’daki Arap kabile ve sopları da sadece Kâbevi kutsal,
merkez olarak tanımakta birleşmekteydiler. (
Ama Musa’nın gününde bövle bir Amnhiktonie’den he-
eııüz söz edilemezi Aslmda lvlısır’dan göçenler,_hexlıa!clg._y.al-
nı™<<Yöse£ Evi» denen..kabile ile ona.katolanlardan—ihax.eL
olacaktı. Ön iki «eve» dair olan bütün hikâyeler, ancak bu
dinsel birlik kurulduktan sonra, aralarında soydaşhk_£UurU-
uyandırmak için kâhinler (Kohenler) „tarafından tertiplem
mistlT
İşte On Buyruk, bu henüz sürü halinde olan insan kala­
balığını disiplin altına almaktaydı.
Musa’nın On Buyruğu almak için YHVH’nin yanma çık­
masından önce, bir kere daha onunla konuşması vardır ki
bunda Tanrının şöyle söylediği anlatılır: |j«Yakob evine böyle
diyeceksin, ve İsrael Oğullarına bildireceksin. Mısırlılara ne_
yaptım ve sizi nasıl, kartal kanatları üzerinde taşıdım ve sizi
kendime getirdim, gördünüz. Ve şimdi eğer gerçekten sözü“
mü dinliyecek ve ahdimi tutacaksanız, bana bütün kavimler-
den has kavim olacaksınız; cönkü bütün dünya benimdir; ve
siz bana kâhinler (Kohanim) devleti (Mamlaka), ve mukad­
des millet (Goy Kadoş) olacaksınız.^(Çıkış 19. 3—6).
Bu sözlere bakılırsa. İsrael Oğullarının arasından ayrı
bir kâlıin (Koben) sınıfının olmaması gerektir. Su halde bii-
tün bunların, İsrael Oğulları adını alacak olan toplumun he-
nliz küçük bir çekirdeğini meydana getiren kabile için düsli-
niilmüş olduğu anlaşılır.
110 MUSA ve YAHUDİLİK

Burada YHVH, onlarla bir antlaşmanın sözünü et­


tiğine göre de, bu topluluğun daha önce YHVH ile ilgisi ol­
madığı, bu Tanrının onlar için yeni olduğu ya da onu çoktan
unutmuş oldukları sonucuna da varılır. Aslında bunun böyle
olduğu da meydandadır: Daha önceleri en çok Elohim (Eloh’-
lar) adı geçerken artık Tanrmın kutsal adı THVH'dır. Bü­
tün ibadet şekilleri, çadır tapmak, And Sandığı da hep bun­
dan sonra ortaya çıkmaktadır.
■Su halde, acaba YHVH.trnrıyı Musa mı getirdi, yoksa bu
tanrı, hiç değilse küçük bir toplumda saygı görmekteydi ..de
Musa bunu, yeni toplumun tanrısı şekline mi koydu? Hayli
yaygın bir düşünceye göre, Kenî’ler denen bir Sami kabileni©
gözle görülmiyen, insana benzer bir tasvirle gösterilmesi ca­
iz olmıyan tanrısıydı bu. Kenî’ler adlarını, Âdem’in oğlu
Kain’dan almışlardı. İhtimâl ki Musa, bu tanrıya bağlan;
mış, ve Şeria vadisine yerleşmek üzere yola çıkan göçebe sop­
lara bunu tek tanrı olarak benimsetmiye uğraşmıştı.
On Buyruğu, bu söylediklerimizin ışığı altında gözden
geçirirsek onu daha iyi cnlıyahileceğimiz umulur:
On buyruğun baştan dördü, YHVH’den başka tanrılara
tapılmaması, onlar için putlar yapılmaması, Tanrının adının
lüzumsuz yere anılmaması ve Sabbat gününde hiç bir iş ya^
pılmaması yolundadır. Bunların yasaklar olduğuna göre, da­
ha önce var oldukları kolayca düşünülebilir.
«Karşımda başka tanrıların olmıyacaktır!» buyruğunu
kolayca anlıyabiliriz; çünkü YHVH, İsrael’in «Melek» yani
meliki, hükümdarıdır, ikinci, ortak bir hükümdara elbette
tahammül edemezdi. Onlar varsın başka milletlerin tanrısı
olsunlar, Israel onları saymamalıdır. Görülüyor ki, henüz tek,
eşitsiz ve evrende ortaksız bir tanrı tasarımı doğmamıştı.
İkinci buyruk: Kendin için oyma put,.. yanmıyaçaksın»
dır. Yukarda söylediğimiz gibi, Kenî’lerin tanrısı da tgsvirşiz;
di. Ama bu. tasvir düşmanlığının sebebi neydi? Bildiğimiz gibi,
MUSA ve YAHUDİLİK 111
Mısırlıların tanrıları çeşitli tabiat görüntülerinin, ışığın, ka;
ranlığın, ölümün, göğün, y.b.g...tanrılaştirılınışlarıydı. Halbu­
ki YHVH, bir ¡yol tanrısıydı) ve bütün tabiat olayları ondan
gelmekteydi, yani tek bir tanrıda, ötekilerin hepsinin görev-
leri toplanmıştı. Nitekim, önoe de anlatmış olduğumuz gibi,
hem iyi, hem zalim olan bir tanrıydı o; kendisine karşıt bir
şeytanjasanmı bile henüz doğmamıştı. Şu halde ona, bütün
bunları ifade edecek bir.. «Oyma put» yapmak, tehlikeli bir
çığır açacaktı. Belki Kenî’ler, teknik yetersizlikleri yüzünden
bunu yapmamışlardı, ama_ikinci buyruk olarak bunun ileri
sürülmesi, tamamiyle amaçlıdır ve bu sayede, göksel dinlerin
ilki olan Musevilik saf olarak kalmıştır. Bu buyruğun arksT
smdan gelen korkutma: «Çünkü ben, Senin Tanrın Efendin,
benden nefret edenlerden babaların günahını çocuklar üzerin­
de, üçüncü kuşak üzerinde ve dördüncü kuşak üzerinde ari­
yan, ve beni seveıı ve emirlerimi tutanların binlercesine ina­
yet eden, kıskanç bir Tanrıyım» sözleri, YHVH’nm bu ikili,
zalim ve lûtfedici karakterini gösterdiği gibi, bu dinde henüz
bir Ahiret, Yargı GimİL. ölümsüz Hayat düşüncelerinin bu-
lunmadığını da anlatır. Her suçun cezası bu dünyadadır ve
bu ceza, yalnız suçu işliyene değil, tıpkı bazı diktatörlerin 20.
yüzyılda yaptıkları gibi, hattâ daha da öte olarak, torunun
çocuğuna kadar çektirilecektir. Halbuki Mısırlılarda ölülerin
ruhlarını Osiris’in yargılayacağı, onların yüreklerinin, bir te­
razide tartılacağı inancı vardı. Bu yargılama sırasında, ölü­
nün kendini savunması için, yanına bir de yazılı savunma ve­
rilirdi. ölünün ruhu ya güneş tanrısiyle göklere çıkar, _ya da
Osiris’le birlikte yar altma giderdi. Güneş tanrısiyle her gün
yeni bir hayata doğar, Osiris'le de bitkilerin süregiden yeni­
lenmelerine katılırdı. Sümerlerde ölülerin ruhları «Dönüşü
olmıyan diyarda» silik ve mânâsız bir gölge hayatı sürerler-
di.i Musevilerde can (nefes) —buna (Roah) da denirdi— etle
(basaâr) birlikte bir zaman mezarda kalır, sonra, da ölüler
112 MUSA ve YAHUDİLİK

diyarına (Şe’o’l) giderdi. Orada_ne Tanriylejıe de insanlarla


ilgisi olmıyan bir gölge varlığı sürerdi. İsrael oğullarının da­
ha sonra. Şanlıların etkileriyle, doğruların yeniden dirileceği
inancını benimsediklerini görüyoruz. Oıı Buyruğun Tanrısı
cezayı da, mükâfatı da uzak geleceklere bırakmamaktadır, bu
da o zamanki toplumun disiplin altına alınmasında faydalı
olmuştur: sık sık başlarına gelen belâların hep Tanrıdan gel­
diğine inanmaları zarar değil, fayda vermişti. Üstelik birinin_
suçunun cezasını hepsinin çekeceği düşüncesi de onları doğ­
ru yoldan sapmaktan el birliğiyle kaçınmaya götürmüş ola­
caktır.
Üçüncü, «Tanrının adım boş yere ağza almıyacaksın; çün­
kü Tann kendi adını boş yere ağza alanı suçsuz tutmıyacak-
tır.» buyruğu ilk bakışta önemsiz, hattâ mânâsız gibi gelebi­
lir. Ama iş aslında öyle değildir. Bundaki amaç. YHVH adı­
nın herhangi bir sihir, bir büyü için kullanılmasını önlemek­
tir. O çağlardaki öteki milletlerde din, sihirle iç içeydi. Ayru
zamanda sihirbaz olan rahipler, ya da büyücüler, işin gereği­
ne göre bir tanrıyı, esrarlı bir takım âyinlerde, adlariyle çağı­
rırlardı, ve o tanrının da bu çağırışa mutlaka geleceğine ina­
nılırdı. Bunun kalıntıları, yakın zamanlara kadar bizde de
süren cin davetleri, hattâ biraz da ispiritizrrça toplantılarıdır.
İşte On Buyruğun tiçüncüsü bunu önlemektedir. Bu Buyruk­
ları açıklayan ve genişleten yasada bunu daha acık b;r
madde halinde görüyoruz. «Afsuncu karıyı yasatmıvacaksınl»
Dördüncü Buyruk. Babbat gününün tutulmalını emret­
mektedir. Bunu, günümüzdeki ücretli hafta tatili gibi, sosyal
bir amaca vermek doğru değildir. Bu buyruğa kadar, yapmı-
yacaksm, etmiyeceksin gibi, hep olumsuz geçen buvruklardan___
sonra bu, olumlu bir buyruktur. Bundan sonraki, «Babana
ve anana hürmet et...» buyruğu da böyledir. Bunlardan Sab-
bat, yani cumartesi günü, YHVH’yı hatırlamak, bütün bir
gün sadece onun için ve onunla olmak amacını güder. İsrael.
MUSA ve YAHUDİLİK 113

Oğullarında asıl ibadet âyinleri Kohsn'lej..tarafından yapıl­


maktaydı. Halkın bundaki payı, çeşitli vesilelerle ona sumı-
leceİc kurbanları ve başka sunguları getirmektirAma.iâab_
batlgünü ve öteki bayramlar için, herkesin katılacağı,.. Jıer-
kesin kendi soyu arasında kutlamasiyle birlikte, gene de tçpr
tan bir kutlama karakterini taşıyan ibadetlerdi denebilir.
Tapınakta kesilen kurbanları genel olarak kâhinler yerken,
Sabbat günü ve öteki kutsal günlerde (örneğin Passah’ta).
kutsal yemek, soy arasında yenirdi. O gün, dinsel görev, aile­
nin babasmmdır, kâhinin bu törende ödevi yoktur.
Beşinci Buyruğun, yâni «Babana ve anana hürmet ede­
ceksin» in de amacı, tıpkı Sabbat gibi, geleneğin sürdürül­
mesi idi. Sabbat nasıl her seferinde, bütün İsrael Oğulları­
nı birleştirmek, tıpkı bir arada imişler gibi hep birden Tan-
rı’yı anmak amacını güdüyorsa, İkincisi de «zaman» içinde
ümmetin, geleneklerini hiç değiştirmeden, YHVH’nin dedi­
ği gibi, «Kohenler’den bir devlet» olarak yaşamalarını, aile
mtiessesesini ve sosyal saygıyı sağlamak amacını gütmekte­
dir.
Ama acaba neden Sabbat için buyruk vardır da, öteki
törenler, örneğin Passah, yâni Paskalya, çardak bayramı, ve-
ni yıl bayramı ve Purirrı bayramından hiç söz edürr.emekte-
dir? Acaba bu Buyruk, İsrael’in tutsaklık günlerinde, Tapı­
naktan uzakta oldukları sırada, yalnız Sabbat’ı kutlayabil­
dikleri sırada mı On Buyruğa girmişti? Ama işi böyle alır­
sak, buyruklarda daha birçok eksikler görürüz; örneğin sün­
net de yoktur. Üstelik buyruklar neden on gibi yuvarlak bir
sayıdadır? Ama her şeyden önce şunu göz önünde tutmalı­
yız ki, On Buyruk, dinle ahlâkı birleştiren ilk belgedir. Be­
şinci buyruktan sonraki, adam öldürmiyeceksin, zina etrnj-
yeceksin, çalmayacaksın, komşuna karşı yalancı tanıklık et-
meyeceksin, komşunun evine, karısına, kölesine, cariyesine^
F. 8
114 MUSA ve YAHUDİLİK

öküzüne, eşeğine, hiçbir şeyine göz koymayacaksın buyruk­


ları, ilkel halklarda doğrudan doğruya dinî buyruklar değil­
dir. Hatta davacısı çıkmazsa, adam öldürmek bile cezalan­
dırılacak bir suç sayılmamaktadır.
Beri yndan, zamanının üstün kültürlü milletlerinin ah­
lâk yasalariyle karşılaştırıldığı zaman. On Buyruk, parıltı­
sından kaybetmez değildir. Bunu anlamak için bir de Mı­
sırlıların, Osiıis’in yargısı sırasında ölünün kendini savun­
ması için yanına verilen ölüler kitabına göz atalım. Bu­
raya aldıklarımız da, rivayete göre Musa’nın yaşamış olduğu
devirden kalmadır. Bu «Ölüler kitabı»nda hülâsa olarak şun­
ları görüyoruz:
«İnsanlara karşı hiç bir günah işlemedim... Onları aç_
komadım. Göz yaşı dökülmesine sebep olmadım. Adam öl-_
dürmedim, öldürülmesini emretmedim. Kimsenin acıya uğ­
ramasına sebep olmadım. Tapınaklardaki yiyecekleri azalt­
madım. Tanrılara, sungu olan ekmeklere zarar vermedim.
Ölülerin çörek sungularını çalmadım. Zina etmedim. Tahıl,
ölçeğini küçültmedim. Terazinin dirhemini ağırlaştırma­
dım. Terazinin dilini bozmadım.;)
Sumerler’den de örnek verelim: Onlarda da tanr.üâr,
tıpkı İsrael Oğullarında olduğu gibi, insanları ancak ken­
dilerine hizmet etmeleri ve kendilerine karşı olan dinsel
ödevleri yerine getirmeleri şartiyle korurlar. Hayat tanrılar;
dan gelir; onlar canı verdikleri gibi geri de alabilirler. Uzun
ömür dindarlığın mükâfatıdır; erken bir ölüm günahların
cezasıdır. Yalnız tanrılar ölümsüzdür, insanimen kaderi öl­
mektir. İnsanların almyazısı tanrıların elindcd’r ve önceden
belritilmiştir, ama, tanrılar istedikleri zaman bunu değişti­
rebilirler. Tanrılar dünyayı, iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük
prensibiyle yönetirler. Onlara karşı insanın baş ödevi, onlar­
dan korkmaktır. Tanrılardan korkmayan mutlaka cezasını,
bulur.
MUSA ve YAHUDİLİK 115

«Her gün Tanrına saygım göster.


Kurbanla, duayla ve uygun tütsülerle.
Tanrına yürekten bağlanmalısın;
Tanrıya karşT, doğru olan da budur.
Dua, yakarış ve dize gelme
İşte her gün..ona_vereceklerin hiL
İşte o zaman gücün artar senin...
Tanrı korkusu refah getirir,
Kurban uzatır ömrü.
Dua da arıtır günahları.»
Şurpu adı verilen ve belâları defetmek için kullanılan
duaları içinde toplıyan yazılarda şunları okuyoruz;
«önce adadığı, sunmaya söz verdiği, ama sözünü geri
aldığı
Bir kurbanla, tanrıya hakaret ettiği için mi oldu bil?
Gerçek bir tanrıyı yerinden kaldırdı mı o?
Tanrısını ve tanrıçasını kendine kızdırdı mı o?
Doğru olmayan terazi mi kullandı?
Haksız parayı aldı, haklı parayı almadı mı?
Arkadaşının karısına ilişti mi?
Arkadaşının kanını akıttı mı?
Babayı oğuldan ayırdı mı?
Oğulu babasından ayırdı mı?
Dostu dosttan ayırdı mı?
Tutsağı salıvermedi mi, bağlı olanı çözmedi mi?»
Bir Babil tabletinde de şunlar yazılıdır:
«Hastalık, yatalaklık, felâketler, zorluklar
Çöktü onun üzerine, feryat, iç çekme,
Darlık, sıkıntı, korku, titreyiş
Ondan isteklerini aldı götürdü-,
‘Günah işledim ve onun için hastayım ben’ diye sana
ağladı.
îçi ezilmişti, onun için titredi karşında.»
lfi MUSA ve YAHUDİLİK

Görüyorsunuz ki, İsrael Oğullarına öğretmenlik eden


iki büyük uygarlıkta da ahlâk, On Buyruktaki prensipleri
aratacak gibi değildir. Zaten bundan yoksun bir toplumun
sürebilmesi de imkânsızdır. Ama bizim kitabımız bir genel
din tarihi değildir. Onun için yeniden konumuza dönelim.
Musa, Tanrı’dan, «Ahit Kitabını» alınca İsrael Oğulları­
na okur. Onlar da «Tanrının söylediklerini yapacağız ve din­
leyeceğiz» derler. Musa, kesilen kurbanın kanını alıp onla­
rın üzerine serper ve: İşte, bütün bu sözler hakkında Rab-
bin sizinle ettiği alıdin kanı! der.
Bundan sonraki sözler çok gariptir. O zamana kadar
yalnız Musa’nın görebildiği anlaşılan Yahve, başkalarına da
gözükür:
«Ve Musa ile Harun, Nadab ve Abihu ve İsrael’in ihti-
tiyarianndân yetmiş kişi çıktılar ve İsrarlın Tanrısını gür­
düler; ve onun ayakları altında, gök yakuttan tuğla döşeme
gibi, aydınlıkça asıl gölte benzer bir şey vardı. Ve İsrael
Oğullarının asilzadelerine dokunmadı; ve Tanrıyı gördüler ve
yiyip içtiler.» (Çıkış: 24 - 9 ■111.
Musa’nın yaptığı, Sami’lerde bir antlaşmayı resmî şek­
le koymak için daima yapılagelen bir kurban ziyafetinden
başka bir şey değildi. Eski Yunanlıların da mızraklarını kur­
ban kanma batırarak ant içtiklerini biliyoruz. Bahirde bu
gelenek M. Ö. üçünü binin ilk yarısından beri bilindiği gibi,
güney Arabistan’da da M.ö. yedinci yüzyılda aynı gelenek
vardı. Tanrının görünüşüne gelince, eskiden bu kısmın daha
uzun olduğu, sonradan, artık İsrael’in itik"dyla çelişmeye
başlayınca kısaltıldığı anlaşılmaktadır. İkinci l ir ihtimal de,
ileride göreceğimiz mistik akımlar sırasında, bu «gökyakut»
taht üzerindeki tanrı tasvirinin bu bölüme katılmış olduğu­
dur. Ama Tevrat’ın yazarının dikkatinden her halde kaçınış
olan bir nokta, gene aynı kitapta, yâni Çıkış’taki şu sözlerdir:
«Ve_(Musa) dedi: Niyaz ederim, kendi iletin i hana.güsiçr:
MUSA ve YAHUDİLİK 117

... Ye (Tanrı) dedi: Yüzümü göremedin; çünkü insan beni


görüp de yaşayamaz. Ve Tanrı dedi: İşte, yanımda bir yer
var, ve kaya üzerinde duracaksın. Ve vaki olacak ki, izzetim
geçtiği zaman setü^kayamn bir kovuğuna koyacağım ve ben
geçinceye kadar elimle seni örteceğim ;._veelimi kaldıracağın]
ve arkamı göreceksin; fakat yüzüm görülmeyecek.» (Çıkı s:
33. 20 — 23).
Bir yanda kendini bütün Jş ra el soylularına gösteren
Yahve, öte yanda Musa'ya sadece «arkasını» göstermektedir.
Ama, dediğimiz gibi. Tevrat'ta böyle çelişmeler pek çoktur.
Bundan sonra Musa, kırk gün dağda kalır ve taştan
yonttuğu levhalara Yahve’nin buyruklarını yazar. Ama İs-
nel, Tanrının o söz dinlemez, asi evlâtları, bu kadar mucize
gördükleri halde, gene yoldan çıkarlar ve Harun’a: Bizim
önümüzden gidecek tanrılar yap, çünkü şu bizi Mısır’dan
çıkaran Musa’ya ne olduğunu bilmiyoruz, derler. O da: Ka­
rılarınızın, oğullarınızn ve kızlarınızın kulaklarındaki altın
küpeleri bana getirin! der. Bu altınlardan bir buzağı (Bo­
ğa?) heykeli yapar. Ertesi günü bayram olarak ilân eder.
O gün erkenden kurbanlar kesilir. İsrael Oğulları kendileri­
ne bir şölen çekerler. Ama Tanrı bunu duymuştur. Musa’ya
Git, İsrael oğulları gene yoldan çıktılar, onları öldüreceğim,
senden de yeni bir büyük millet türeteceğim! Der. Musa
yelvrır. Tanrının gazabını teskin eder. Elinde iki yüzleri ya-
~1\ «Tanrının yapmış ve yazmış olduğu» iki levha ile dağ­
dan aşağı inerken (Kendisini bulutun alt tarafında beklemiş
olduğu anlaşılan) Yeşu, kavmin sesini işitir ve Musa’ya:
«Ordugâhta cenk sesi var» der, Musa da: «Yenenlerin ba­
ğırış sesi değil, yenilenlcrin bağırış sesi de değil; ancak te-
r?nnüm edenlerin sesini işitiyorum.» karşılığını verir. Or­
dugâha yaklaşıp buzağıyı ve (kavmin) oyunlarını görünce
Musa’nın öfkesi alevlenir, elinden levhaları atar ve dağın
eteğinde onları kırar, altm buzağıyı alır, ateşte yakar, toz
118 MUSA ve YAHUDİLİK

oluncaya kadar ezer ve suya karıştırarak İsrael oğullarını


içirir.
Musa, bundan sonra Harun’a: «Bu kavim sana ne yap­
tı ki onun üzerine bu büyük günahı getirdin?» diye sorar.
Harun da olanları anlatır. Tevratın, Harunu suçsuz göster;
mek için kullandığı dil dikkate değer.
«Çünkü Harun onu (kavmi) düşmanlarına eğlence ol­
mak iizcre, dizginsiz bırakmıştı.» Ama anlaşılan, Musa da
asıl suçlu olan kardeşini affetmiştir. Buna karşılık İsrael
Oğullarına verilen ceza gerçekten korkunçtur. Bakın Tev­
rat ne diyor : «Ve Musa ordugâhın kapısında durup dedi:
Efendimiz tarafından olan bana gelsin. Ve bütün Levi oğul­
ları onun yanına toplandılar. Ve onlara dedi: İsrael’in tan­
rısı Efendimiz şöyle diyor: Herkes kılıcım beline kuşansın
ve ordugâhta kapıdan kapıya dolaşsın ve herkes kendi kar­
deşini ve herkes kendi arkadaşım ve herkes kendi komşu­
sunu öldürsün. Ve Levi oğullan Musa’nın söylediği gibi yap­
tılar; ve o gün kavından üç bin adam kadar düştü. Ve Mu­
sa dedi: Bugün size bereket versin diye kendinizi Efendimi­
ze tahsis edin, çünkü herkes oğluna karşı ve kardeşine karşı
kalktı.» (Çıkış 33. 25 — 29).
Daha sonraları, tarih boyunca sık sık görülen, inanç..yü­
zünden kardeşin kardeşi, babanın oğulu öldürüşünün bas-
langıcı da işte böyle oldu. Burada Musa, işlenen suçların
öcünü üç kuşak torundan alaoağım söyliyen Yahve kadar za­
limdir. Bu olayın -gerçeklerini bilmiyoruz. Her ha.lde:_
«buzağı» ya tapanlar da kurbanlık koyun gibi, boyunlarını
Levi oğullarının kılıçlarına uzatmamışlardı. Belki bu, silâhlı
bir ayaklanmanın kanlı bastınlışının anısıdır. Ayaklanma-
nn nedeni Musa’nın sıkı yönetimine karşı duyulan tepki de
olabilir. Ama sonradan süslenmiş ve değiştirilmiş de olsa,
bu hikâye, İsrael Oğullarının bütün tarihi boyunca, hattâ
devletleri ortadan kalktıktan sonra bile, süregelen hoşgör-
MUSA ve YAHUDİLİK 119

mezliklerinin bir çeşit sembolüdür. Yahve’den yüz çeviren^


ya da onun kanunlarına aykırı davranan asla affedilmemiştn.
İsa’nın^armıha. gerilişi de bunun bir örneğidir. Çünkü Yah-
ve kıskanç bir Tanrıdır, onun affetmediğini hangi inşan ba-
ğışlayabilir?
Bu altın buzağıyı Eski Ahdin Tevrat bölümünden çok
ileride, Kırallar Kitabında yeniden görüyoruz. (I. Kırallar
12. 28 — 29). Devletin ikiye ayrılışından sonra, kuzeydeki ka­
bilelerin kırallığa çıkardıkları Yeroboam tebaasının yıllık
büyük bayramda Kudüs’e gitmelerini önlemek için yeni bir
ibadet şekli kurmaya kalkar; eski iki kutsal yer olan Beyt-
El’le Dan’a altından iki tosun heykeli koyar ve halka: «Ey
İsrael, işte seni Mısır diyarından çıkaran Tanrıların!» der.
Bu tapınaklara da, Levi oğullarından olmayan rahipler tayin
eder.
Yeroboam’m M.Ö. 931 yılına doğru hükümdar olduğunu
biliyoruz. Halbuki Mısır’dan çıkışın, M.Ö. 1500 e doğru olduğu
iddia edilir. Aradan 500 yıldan fazla zaman geçtiği halde, hâ­
lâ bu altın tosunların anısının yaşamakta olmasını neye ver­
melidir? Her iki hikâyenin birbirine uyuşu, hatt^ Yeroboam’-
m da halka Harun’un söylemiş olduğu sözlerle seslenişi
dikkate değer. Birtakımlarının fikrine göre, asıl eski elan
Yeroboam’m hikâyesidir ve Çıkış kitabına bu hikâye daha
sonra girmiştir. Ama bunun aksini iddia edenler de, Yero-
boam’m günahlarını anlatanların onu büsbütün kötülemek
için bu masalı uydurduklarını ve İsrael Oğulları için bu en
büyük suçu bile ona yüklediklerini söylerler. Ne de olss, es­
ki Mısır kültünden gelme altın boğa ya da tosunun halk
inancında yaşamış olması şüphesi de büsbütün ortadan kal­
kamaz. Üçüncü bir ihtimal de, ileride göreceğimiz gibi, Sü­
leyman’ın Kudüs’te yaptırdığı tapınakta, görünmeyen Tan­
rı Yahve’nin tahtını taşıdıkları kabul edilen tunç boğaların
yerine Yeroboam’ın, Kudüs’e rakip olarak canlandırmak is­
¡2fl MUSA vs YAHUDİLİK

tediği BeytEl ve Dan’da, altından boğalar yaptırmış olma­


sıdır. Tanrıyı boğaların sırtında olarak tasarımlamak, İsra-
el oğullarına hem Eski Sami’lerden, hem de Hitit’lerden geç­
miştir. İlkel İsrael halkı için, Tanrı ile onun taşıyıcıları olan
boğaların bir tutulmuş olması pek âlâ mümkündür. Bu ge­
lenek her halde halka çok işlemişti ki Yeroboam’dan sor.ra
gelen Yehu bile bunları kaldıramamıştır. Hatta nebi Hoşea’
nm bile (M. Ö. 8. yüzyıl) şu sözleri söylediğini görüyoruz:
«Şimdi git gide suçu arttırıyorlar ve gümüşlerinden kendile­
rine dökme putlar, kendi anlayışlarına göre putlar yaptılar.
Hepsi usta işleridir. Onlar hakkında diyorlar: Kurban kesen­
ler buzağıları öpsünler. Bundan ötürü sabah bulutu gibi ve
erken uçup giden çiy gibi, harman yerinden kasırga ile sü­
rülen sama nufağı gibi, ve pencereden tüten duman gibi ol­
sunlar.» (Hoşea: 13. 1 — 2).
Halkın böyle, Tanrının tahtının kaidesini put sayma eği­
limi her halde çok erkenden dikkati çekmişti ki, İsrael nebi­
leri Yahve’yi arslana benzettikleri halde, boğaya benzetmek­
ten daima kaçınmışlardır; halbuki bu benzetiş başka Sami’­
lerde çok geçer.
Musa, tanrıya ve kendisine karşı olan bu isyanı bastır­
dıktan sonra Yahve'ye yalvarır, o da «Git sen ve Mısır diyarın-
rından çıkarmış olduğum kavm. Abraham’a, İsaak’a ve Ya-
kob’a: Senin zürriyetine vereceğim diye ant ettiğim diyara
buradan çık; ve senin önünden, süt ve bal akan diyara bir
melek göndereceğim; Kenunlı, ve Amorf, ve Hittî, ve Periz-
zî ve Hivl, ve Yebusî’leri kovacağım; çünkü senin aranda ola­
rak ben çıkmayacağım; çünkü sen sert enseli bir . kavm sin;
belki yolda seni telef ederim» der. Sonra bütün İsrael oğul­
ları üzerlerindeki süsleri çıkarırlar. Musa tapınak çadırı or­
dunun dışında bir yere kurar ve adını Cemaat Çadırı koyar.
Tanrıdan dilekleri olanlar oraya giderler. Musa çadıra gir­
diği zaman bulut direği inip çadırın kapısında durur; Tan­
MUSA ve YAHUDİLİK 121

rı da Musa ile konuşur. Bulutu gören herkes, kendi çadırının


kapısında secde eder. Tanrı Musa ile «Bir adam, dostu ile
söyleşir gibi» yüz yüze konuşmaktadır. Musa’nın çadırdan
çıkıp orduya döndüğü vakitlerde Yeşu hep orada kalır.
Burada Musa’nın yeni bir arkadaşının adını duyuyoruz:
Yeşu. Ama Yeşu ya da Hosea adı: «Galip» anlamındadır.
Çok muhtemeldir ki sonradan, eski epik şarkılardan millet­
lerine bir tarih düzenlemek isteyen ozanlar bu kelimeyi özel
isim haline koymuş ve bu kişiyi icat etmiş olsunlar.
Musa, Tanrıyla barıştıktan sonra, onun emriyle yeniden,
önce kırdıklarının eşi iki levha yontarak dağa çıkar ve orada
kırk gün kalır. Tevrat bunu şöyle anlatır:
«Musa Rabbiıı kendisine emretmiş olduğu gibi sabahle­
yin erken kalktı ve Sina dağına, çıktı ve iki taş levhayı elinde
götürdü ve orada onunla durdu, ve RabVin ismini ilân etti
(Yâni Tanrıyı adiyle çağırdı) ve Rab onun önünden geçti ve;
Yahve, Yahve, çok acıyan ve lütfeden, geç öfkelenen ve ina­
yeti ve hakikati çok olan, binlerce inayetini saklıyan, haksız­
lığı ve günahı ve suçu bağışlayan ve suçluyu asla suçsuz çı­
karmayan, babaların günahın- oğullardan ve oğulların oğul­
larındın, üçüncü ve dördüncü nesilde arayan Tanrı, diye
ilân etti. Ye Musa acele edip yere eğildi vs recde kıldı. Ve de­
di: Eğer senin güzünde 15! uf buldumsa, ya Rab, niyaz ede­
rim, Rab bizimle her ' ' • c Y 'r: cönkü bu, ::ert enseli bir
kavimdir, ve giin?lıımız: ve suçaı-ıuzu bağışla, ve bizi kendi
mirasın olarak al.
Ve (Tanrı) dedi: İ- ?<- ben ahdediyorum; bütün senin
kavmının önünde, bütün dünyada ve bütün miletlerde yapıl­
mamış olan harikalar yapacağım; ve arasında bulunduğum
kavim Rabbiıı işini görecek: çiinkii seninle yapt-ğım şey hey­
betlidir. Bugün sana emrettiğim şeyi tul; işte ben, Amori
ve Kenânlı, ve Hiftî, ve Ferzi ve HivF ve Yebusî’levi senin
122 MUSA ve YAHUDİLİK

önünden kovarım. Gitmekte olduğun memlekette oturanlar­


la ahdetmekten kendini sakın, ta ki aranızda tuzak olmasın;
fakat onların mizbalılarım yıkacaksınız ve onların dikili taş­
larını parçalıyacaksınız ve onların Aşer’leı-ini keseceksiniz.
Çünkü başta tanrıya secde kılmayacaksın; çünkü ismi Kıs­
kanç olan Rab, kıskanç bir tanrıdır; ta İd, diyarda oturanla
ra ahdetmiyesin, ve onların tanrılarına tabi olarak zina et­
mesinler ve onların tanrılarına kurban kesmesinler, ve biri
seni davet edip sen de onun kurbanından yemiyesin; ve
onların kızlarından oğullarına almıyasın, ve onların kızları
kendi tanrılarına tabi olup zina etmekle senin oğullarını
kendi tanrılarına tabi kılarak senin oğullarına zina ettirme­
sinler. Kendin için dökme tanrılar yapmıyacaksm. Maya­
sız ekmek bayramım tutacaksın. Sana emrettiğim gibi Abisi
aynıda muayyen vakitte, yedi giin mayasız ekmek yiyeceksin;
çünkü Mısır’dan Abib ayında çıktın. Bütün ilk doğanlar be­
nimdir; ve inekten ve koyundan bütün hayvanlarının ilk do­
ğan erkkelerin hepsi benimdir. Ve eşeğin ilk doğanı için bir
kuzu fidye vereceksin; ve eğer fidye vermiyeceksen o zaman
onun boynunu kıracaksın. Oğullarının bütün ilk doğanları
için fidye vereceksin. Ve kimse önümde eli boş görünmiye-
cek.
Altı gün işliyeceksin ve yedinci günde rahat edeceksin.
Ve buğday biçiminin turfandaları zamanında klendine hafta­
lar bayramını ve senenin sonunda devşirme bayramını ya­
pacaksın. Bütün erkeklerin senede üç kere, Israel’in Tanrı­
sı Rab Yahve’nin önünde görüneceklerdir. Rabbın önünde
görünmek için çıktığın zaman, kimse senin diyarına göz at-
mıyacak.
Kurbanımın kanım mayalı ekmekle arzetmiyeceksin; ve
Passah hayranımın kurbanı sabaha kadar kalmıyacak. Ken­
di toprağının turfandalarının ilkini, senin Tanrın Rabbin evine
getireceksin. Oğlağı anasının südüyle pişirmiyeoeksin.
MUSA ve YAHUDİLİK 123

Ve Rab, Musa’ya dedi: Bu sözleri yaz; çünkü seninle ve


İsrail’le bu sözlere göre ahdettim. Ve (Musa) orada Rab
ile kırk gün kırk gece kaldı; ekmek yemedi ve su içmedi. Ve
.ahdin sözlerini, on emri levhalar üzrine yazdı.» (Çıkış: 34.
4 — 28).
Dağdan indiği sırada Musa’nın yüzünün derisi parlamak­
tadır; Isnıei oğulları bundan korkar; Muşa sözlerini bitir­
dikten sonra yüzüne.J3e.s.e. örter ve. hunu sadece Yahve’nin
evi olan çadıra girdiği, zaman açar. Tevrat'ın bu kısmının Lâ-
tinceye çevirisinde yapılan bir yanlış yüzünden, Musa’nın
başının parladığı, yerine «Boynuzlandığı» inancı doğmuş, bu
d- Mikel Anj’ın ünlü «Muşa» heykelinin bile boynuzlu olma­
sına yol açmıştır.
Bu bölüm aşağı yukarı, Musa’nın ilk kanun levhalarını
yazdığı, ya da Tevrat’ın dediğine göre. «Tanrının parmağıyla
bunları yazdığı» anlatılan önceki bölümün eşidir. Hatta bir
çok sözler de tıpkı tıpkısına aynıdır. Yahve’nin buyrukları­
na yeni kattıkları da daha ziyade Tanrıya karşı ödevlerdir.
Birinci buyruklar arasında bulunmayan «Yabancı milletler­
den kız alıp verme» yasağı da burada konmaktadır. Yasak­
lar çoğu zaman, yapılmakta olan ve zararlı görülen şeylere
karşı konulduğuna göre bunun da özel bir maksatla ve son­
radan konduğu meydandadır. Süleyman’ın böyle kadınlarla
evlendiği, onların tanrıları için özel tapınaklar yaptırdığı,
hattâ önîara kurban sunduğu bilinmektedir. Acaba bu tanrı
buyruğu da Süleyman’dan sonra, onun bu hallerini kınayan
kâhinler tarafından mı eklenmişti?
Aslında böyle bir yasak savaşçı bir milletin benimsiyemi-
yeceği birşeydi. Nitekim Tevrat’ın sayılar bölümünde (12. 1
— 14) Musa’nın da Ha beşli bir kadın almış olduğunu görü-
yoruz. Harun’la kızkardeşi Nabiye (yâni kadın peygamber)
Miryam, Musa’nın He beşli bir kadınla evlenmesini kınarlar
ve: Tanrı yalnız Musa’nın aracılığıyla mı söyledi? Bizim
124 MUSA ve YAHUDİLİK

aracılığımızla da söylemedi mi? derler,. gerçekten ..de, .Tev­


rat’a. göre, önceden de söylediğimiz gibi üzerlerine Tanrının
ruhu gelerek vahiyle konuşan «Nebî»ler de vardır Bunlar­
dan birinin de Musa’nın üvey kardeşi olduğu söylenen Mir-
yam olduğu anlaşılmaktadır. Tanrı Musa’nın üzgünlüğünü
görerek her üçüne de Toplamsa Çadırına gelmelerini em­
reder, kendisi de bulut direğinden inerek çadırın kapısında
durur ve Harun’la Miryam’a: «Şimdi sözlerimi dinleyin!»
der. «Eğer aranızda bir peygamber varsa ben, onunla rüya-
da söyleşeceğim. Ama kulum Musa öyle değildir. Benim en
sadık adamımdır, onunla remz ile değil, açıkça, ağız ağıza
söyleşeceğim ve o, Rabbin suretini görecek. Hal böyle iken
onun aleyhinde söylemekten niçin korkmadınız?» Bundan
sonra Tanrı yeniden buluta girer, bulut da çekilir. Ama Mir-
yam cüzama tutulur ve ancak Musa’nm şefaatiyle, bir haf­
ta sonra eski haline gelir.
Okuyucular, bu çocukça masala gülmiyecek kadar, İs­
rail Oğullarının en ,eski tasarım dünyasına girmiş oldukla­
rı için, bunda, belki de tek gerçek payının Musa'nın yaban­
cı bir kadın alması, ¡bunun da dedikodulara yol açması, hat­
ta. kimbilir, belki de bundan daha ağır olayların doğması
olduğunu tahmin etmişlerdir.

MUSA İSRAİL OĞULLARINI


DİSİPLİNE SOKAR

Musa, kavmi üzerinde egemenliğini böylece yeniden


kurduktan sonra onları disiplinli bir hale getirmek için sıkı
tedbirler almıştır:
Meselâ Sabbat günü iş yapanın cezasını Tanrıya bırak­
maz, onların idam edileceğini bildirir. O günlerde evlerde
ateş yakılmasını yasak eder (Tıpkı sıkı yönetim sırasında
bazan, ışıkların belirli bir zamanda söndürülmesi zorunlulu­
M USA ve YAHUDİLİK 125

ğu gibi), onlardan altın, gümüş, bakır, kumaşlar, koç derile­


ri, güzel kokulu yağlar, buhurlar, değerli süs taşları toplar
ve çadır tapınakla âyinler için gerekli eşya ve giyimleri yap­
tırır. Yoksul göçebeler olduklarında hiç şüphe bulunmayan
bu ilk îsrael oğullarının torunlarının hayallerinde çadır
olsun, dinsel eşyalar olsun, öylesine büyümüştür ki, bunun
yanında, değme ilkçağ tapınağı gölgede kalır. Birkaç örnek
verelim: Tevrat’a göre sarfedilen altın bin yedi yüz kilodan
fazlaydı; gümüş altı bin kilo, bakır da dört bin yüz doksan
kiloydu! Tevrat bütün bunları, deftere kaydedilmiş olan,
yirmi yaşını geçkin altı yüz üç bin beş yüz elli kişinin ver­
miş olduğunu yazar. Bu hesaba göre bu sırada îsrael oğul­
larının sayılarının iki milyon kadar olması gerekir! Babil
sürsüıılüğündeyken îsrael Oğulları, uluslarının bir vakitler
böyle kalabalık olduğunu hayâl etmişler, her halde pek fa­
kirce bir çadırdan ibaret olan tapınağı da bu ihtişama yük­
seltilmişlerdi. Belki de Babil’in Ziggurat’ına bakarken, ata­
larının da bu kadar zengin tapmakları bulunduğu, hatta ça­
dırda yaşarlarken bile kendi Tanrılarının ihtişamca tanrı
Marduk.’tan aşağı kalmayacak bir barınağı bulunduğu düşün­
ce ve hayaliyle teselli bulmuşlardı.
Bundan sonra, Tevrat’ın dediğine göre îsrael Oğulları­
nın Mısır’dan çıkışlarının ikinci yılında Musa nüfus sayımı
yapar, yirmi yaşından büyük erkekleri adlariyle ¿'■azdırır ve
kabilelere göre ayrılmış ilk düzenli savaş gücünü kurar. Tev­
rat bunda gene bol bol mübalâğa etmekte ve muazzam sayı­
lar vermektedir. Ama belirli olan nokta o zamana kadar teş­
kilâtsız, âdeta bir sürü halinde bulunan, herhalde çeşitli
menşelerden gelme insan kalabalığının artık önemli bir güç
haline gelmiş olmasıdır. Ayrıca burada ilk defa olarak Levi’
lilerin askerlikten muaf tutulduklarını ve onlara sadece tapı­
nak çadırına hizmet görevinin verildiğini görmekteyiz. Ama
sayılar bölümünün M. Ö. 444 yılma doğru, yâni Yahuda
126 MUSA ve YAHUDİLİK

devletinin İran buyruğu altında bir kâhinler devleti olduğu


sırada yazıldığını biliyoruz. Gene bu bölümde lıer kabilenin
Cemaat Çadırının ne tarafında çadır kuracakları ve yürü­
yüşlerde kafilenin neresinde yer alacakları da belirtilmekte­
dir. Levi’lilerden hep sopa düşen görevler de ayrılmıştır. Çok
uzun olan bu talimattan bir örnek verelim: «Ordu göç ettiği
zaman Harun oğulları içeri girecekler ve bölme perdesini in­
direcekler ve Şehadet Sandığını onunla örtecekler, ve onun
üstüne Yımıısbalığı derisinden bir örtü koyacaklar ve onun
üstüne bütün lâcivert bir bez yayacaklar ve onun üzerine
sahanları ve kaşıklan ve dökülecek takdimeye mahsus tas­
ları ve kâseleri koyacaklar; ve daimî ekmek onun üzerinde
olacak; ve oıılar-n üzerine kırmızı bir bez yayacaklar ve
onun Yunusbahğı derisinden bir örtü ile örtecekler ve kol-
lannı geçirecekler...» Sayfalarca böyle inceden inceye tarif­
ler verilmektedir ve her işi hangi sopun yapacağı belirtil­
mektedir. Sayılar bölümü bu adamların sayısını da verir:
Tam sekiz bin beş yüz seksen kişi!
Tevrat’a göre bu zamana hadar Horeb dağının yakınla­
rında konaklamış olan İsrael Oğulları oradan ayrılarak çöl­
de üç gün giderler. Yukarıda söylediğimiz gibi, tanrı Yahve
de birliktedir, önlerinden, bir bulut direği içinde olarak
ilerler. Ama Yahve'nin bu asî evlâtları, bu büyük mucize­
ye bile aldırış etmez ve: «Rabbin aleyhinde kötü sözler söy­
lerler.» Yahve de ateşiyle ordunun kenarlarında olanları öl­
dürür. Bu da yetmez, bu sefer İsrael Oğullarının iştahları
kabarır ve: «Bize et yediren yok mu? Mısır’da bedava yedi­
ğimiz balık, hıyar, kavun, pırasa, soğan ve sarmısaklar aklı­
mıza geliyor. Canımız kurudu, günümüzün önünde bu man’-
dan başka birşey yok.» demeye başlarlar. Düşünülecek olur­
sa bunda da haksız değillerdir ya! Her gün, biricik yemek
olarak tatlımsı bir şeyi yemekten hıksalar da yeridir. Musa
MUSA ve YAHUDİLİK 127

da onlara hak vermiş. olacak ki, Tanrıya .dert yanar: «Bun­


ları ben mi doğurdum ki. bunları, lalanın çocuğu taşıdığı
gibi kucağımda taşıtıyorsun. Ben şimdi bunlara nereden et
bulayım? Bari hepimizi birden öldür de bu eziyetten kurtula­
yım!» der, Tanrı da ertesi gün onlara bıldırcın sürülerim
yollar, ama, anlaşılan pişman olmuştur ki, daha «Et Israel
Oğullarının dişleri arasında iken» bir belâ daha gönderir ve
açgözlüleri öldürür. Bundan sonra İsrael Paran çölünde ko­
naklar. Musa oradan, Kenan diyarına casuslar gönderir.
Bunların ödevi Kenan diyarının güney taraflarında kimlerin
oturduğunu, bunların kuvvetleri, şehirleri olup olmadığını,
toprağın verimini anlamak ve ora ürünlerinden örnek ge­
tirmektir. Bu adamların arasında Musa’nın sadık adamı Ye-
şu da vardır. Bunlar ta Hebron’a ve Eşkol vadisine kadar
giderler ve bir salkım üzüm keserler. Bu tek salkım o kadar
büyüktür ki, ancak iki kişi taşıyabilir. Bu vadiye Eşkol den­
mesi de bu yüzdendir: Eşkol salkım anlamına gelmektedir.
Adamlar nar ve incir de getirirler ve orasını gerçekten «Süt
ve bal akan diyar» olduğunu, ama şehirlerin surlarla çevril­
miş olması ve halkmn savaşçılığı yüzünden kolay kolay ele
geçirilemiyeceğini söylerler. Asi İsrael Oğulları gene ağlaş­
maya başlarlar, az kalsın Musa ve adamlarını taşlayıp öldü­
receklerdir. Yahve gene hepsini öldürmeye yeltenir, ama Mu­
sa yalvarır, Yahve de bir şartla onları affeder: Oradakiler­
den, şimdiye kadar on defa mucizelerini gördükleri halde ge­
ne inanmayan ve kendisini tahkir eden adamlardan hiç bi­
ri, Adanmış Diyarı göremiyecektir. Kırk yıl çölde dolaşacak­
lar, onlar ölecek, ancak çocukları o diyara girebilecektir.
Kırk yıllık sürgünlüğün sebebi de, casusların kırk gün do-
lrşmış olmalarıdır. Yahve bunun her günü için bir yıl ceza
vermektedir.
Çölde kırk yıl hikâyesinin gerçekle ilgisi olmadığı mey­
dandadır. Ama İsrael oğullarına çöl yolculuğu o kadar uzun
128 MUSA ve YAHUDİLİK

gelmişti ki, anısı kuşaktan kuşağa anlatılmış ve yazıya dö-


küldüğü sırada bu son şekli almıştı.
Çöldeki olaylardan biri, Korah sopunun yere geçmesidir.
Bunlar Harun ve Levililere karşı ayaklanmış ve bütün ka­
vim kutsal olduğu halde., neden onların daha üstün paye
aldıklarım açıktan açığa sormuşlardı. Musa bir deneme yapıl­
masını teklif eder: Onlar da ellerine buhurdan alacalkar, Ha­
run’la Levi’liler Cemaat Çadırına girdikleri zaman onlar da
gireceklerdir. Bunu yapar yapmaz yer yarılır ve Korah’la
adamlarını yutar.. Ama ertesi gün İsrael Oğullarının bütün
cemaati Musa’ya ve Harun’a karşı gelerek «Rabbin kavmini
siz öldürdünüz» derler. Tanrı gene kızar ve Musa ile Harun’a
bir kenara çekilmelerini, çünkü bütün kavrni öldüreceğini
söyler. Gerçekten de orduda veba başlamıştır. Musa, Ha­
run’a, buhurdanına mizbahtan ateş koyarak hemen orduyu
tütsülemesini söyler, böylece de vebanın önüne geçer. Tev­
rat, bu vebada on dört bin yedi yüz kişinin öldüğünü yaz­
maktadır. Şimdiki tahminlere göre o sıralarda İsrael Oğul­
larının sayısı bu vebada öldüğü söylenenler kadar bile de­
ğildi.
• Tanrı. Harun’a karşı sürüp giden bu kıskançlıkları or­
tadan kaldırmak için Musa’ya her r^n’un reisinin asasını ala-
mk isimlerini üzerine yazmasını ve bunları, Harun’unki ile
birlikte Çadır tapınağa koymasını söyler. Ertesi gün Harun’
un asasınm çiçek açarak badem verdiği görülür. İsrael bu­
radan sonra Kadeş vahasına konar. Bu vaha çok bereketli,
âdeta çöl ortasında bir cennettir. Şimdi Negev çölünde olan
bu vahaya İsrael Oğullarının Mısır'dan çıkışta doğrudan
doğruya geldiklerini ve hep orada kaldılkarını kabûl eden
bilginler de vardır. Bu düşünceye göre, Midyanî’lerin otur­
makta oldukları Kadeş (Bu ad Kutsal anlammadır), bir
yanardağ tanrısı olan Yahve’nin kutsal yeriydi, bu tanrının
asıl barınağı olarak da Sina dağı gösterilirdi.
MUSA ve YAHUDİLİK 129

„Kad.es vahasında oldum olası su bulunduğu anlaşıldığı


halde, Tevrat burada su bulunmadığını, Musa’nm sihirli değ­
neği ile su çıkardığını yazar„ Ama bu da belki gerçek bir
olayın maasllaşmış şeklidir. Belki yolculuk sırasında Musa
gerçekten böyle bir pınar çıkarmıştı. Nitekim 1930 yılma
doğru Sina’nın j ngiliz valisi olan binbaşı C.S.Jervis şöyle
bir olayı alnatır: «Deve kolu askerlerimizden birkaçı, çıplak
bir vadide, kayaların dibinde su arıyorlardı. Böyle kalker
kayalarından su çıktığu bilinir. Askerlerin istediği kadar ça­
buk çalışmadıklarını gören yerli çavuş (Başçaviş) bir kü­
rek yakaladı ve nasıl kazılması gerektiğini, göstermek için
işe kendi girişti. Niyeti herhalde bir iki dakikadan . fazla ça­
lışmak değildi. Ama küreğini hızla kayaya çarpınca, kalker
taşlarının üzerinde her zman görülen kabuk gibi katı kısım'
kırıldı ve kalkerin gözeneklerinden su fışkırdı. Sudanlı as­
kerler peygamberlerin menkıbelerini biliyorlardı; ama onla­
rın yaptıkları işlere pek de saygı göstermiyor olacaklar ki;
başçavuşun yanına koşarak: «Musa Peygambersin sen!» diye
bağırıştılar.»
İşte Musa’nın su bulma, hikâyesinin de özü böyle bir
olay olsa gerektir.
Ama bu su aramanın Kadeş’te olmadığı, belki de daha
buraya gelmeden önce geçtiği anlaşılmaktadır. En yeni araş­
tırmalara göre Kadeş bugün Ayni Kadeş denen pı­
narın bulunduğu yerdi. Bunun yedi kilometre ötesinden da­
ha bol sulu bir pınar daha vardır. Artık tamamiyle benim­
senen fikre göre İsrael Oğulları öyle hikâye edildiği gibi yıl­
larca çölde dolaşmış değillerdi. Altı, yedi bin kadar insan­
dan ibaret olan bu göçmenler, hayvanlarına, ve kendilerine
yetecek su bulunan burada kalmış ve belki bir yıl sonra da
Filistin'e doğru yollarına devam etmişlerdi. Zaten buraya
çöl demek de pek doğru değildir. Burası bir steptir ve baş-
F. 9
130 MUSA ve YAHUDİLİK

ka göçebe kabileler de burada yaşamışlardı, netekim bugün


de yaşamaktadırlar.
Tevrat: «Ve İsrael’e karşı Rabbın öfkesi alevlendi ve
Rabbin gözünde kötülük etmiş olan bütün o nesil bitinciye
kadar kırk yıl onları çölde dolaştırdı» der. (Sayılar: 30, 13).

ADANMIŞ TOPRAKLARA DOĞRU

Musa, İsrael Oğullarını, daha doğrusu sonradan İsrael’i


meydana getirecek topluluğun çekirdeği olan grubu «Bal ve
süt akan diyar»a doğru yola çıkaracaktır. Her halde Tevrat’­
ın dediği gibi bir kuşak ortadan kalkmış değil, belki sadece
bu, tesadüfün bir araya getirdiği, ınsatı kalabalığı disiplin al­
tına alınmış savaşa gücü yetebilecek hale getirilmişti. Mu­
sa’nın plânı şöyleydi: Filistin’e doğu tarafından, yâni Şeria
ırmağının doğusundaki bölgeden ilerleyeceklerdi. Ama Ka-
deş’ten oraya varmak için geçilmesi gereken yolda beş kı-
rallık vardı. En güneyde, yâni önce geçilecek yerde Edom
kırallığı, nun kuzeyinde ve Lut gölünün kıyısında Moab,
daha kuzeyde Ammon, sonra Amorî Sihon’un kırallığı, son­
ra. en kuzeyde, Hermon dağının eteklerinde de Başan kıral-
lığı. «Musa Kadeş’ten Edom kiralına ulaklar gönderdi: Kar­
deşin İsrael böyle diyor: Çektiğimiz zahmetin hepsini bili­
yorsun; atalarımız Mısır’a indiler ve birçok zaman Mısır’da
oturduk ve Mısırlılar bize ve atalarımıza kötü davrandılar;
Rabba feryat ettik, sesimizi işitti ve bir melek (?) gönderdi
ve bizi Mısır’dan çıkardı, tşte biz Kadeş’te, senin sınırının
başında bir şehirdeyiz (?) Rica ederim, senin memleketinden
geçelim; tarladan ve bağdan geçmiyeceğiz ve kuyu suların­
dan içmiyeceğiz; kiralın caddesinden yürüyeceğiz; senin
sınırım geçinceye kadar sağa sola sapmayacağız.» (Sayılar:
20. 14 - 17). Ama Edom kiralının karşılığı çok serttir:
«Memleketimden geçmiyeceksin, yoksa karşına kılıçla çı-
MUSA ve YAHUDİLİK 131

kanıtı!» Musa, yeniden rica eder, Edom kıralı gene: Geçmi-


yeceksin! der ve «Çok halkla ve büyük kuvvetle onun karşı­
sına çıkar.» Bunun üzerine Musa Edom’un batısından geçer,
sonra Moab’la Edom’un sınırından ilerleyerek gene doğuya
döner, daha sonra da Moab sınırları boyunca kuzeye doğru
yol alır. Lut gölüne dökülen Arnon deresine vardıkları za­
man, Amorî’lerin sınırına da gelmişlerdir. Onlardan da mem­
leketlerinden geçmek izni isterler, kıral Sihon bırakmak is­
temez, ama. bu sefer savaş olur, İsrael Sihon’un adamlarını
kılıçtan geçirir. Artık îsrael’in istilâ devresi başlamıştır. Si­
hon’un ki rallığından sonra Başan’ı da zaptederler. Böylece
Arnon deresinden ta Taberye (Genezaret) Gölüne kadar,
egemenlikleri altına almışlardır. Bu ilerleyişlerini anlatırken
Tevrat’ın verdiği garip bir bilgiyi de buraya almadan geçe-
miyeceğiz: «Ovanın bütün şehirlerini, ve bütün Gilead’ı ve
Başan’da Og’un ülkesinin şehirleri olan Saleka’ya ve Edrei’-
ye kadar bütün Başan’ı da aldık. Çünkü Refa’lardan (Devler)
artakalan ancak Başan kıralı Og vardı, onun yatağı demir
yataktı; o Ammon oğullarının Rabba şehrinde değil midir?
İnsan arşınına göre uzunluğu dokuz arşın ve eni dört arşın
idi.» (Tesniye: 3. 11).
İlk bakışta masala benzeyen bu bölüm de bir gerçek pa­
yı vardır. Bütün bu bölgede, tıpkı Kuzey Almanya’da, Dani­
marka’da, Büyük Britanya'da, Fransa'da ve Sardinya’da bu­
lunanlar gibi «Dolmen»ler vardır. Bunlar arasında, tam da
Tevrat’ın anlattığı yerde, Amman’ın yakınında, ölçüleri Tev­
rat’ın verdiklerine şaşılacak kadar uyan biri bulunmaktadır.
Dolmenlere genel olarak «Dev yatağı» ya da «Dev mezarı»
adı verilegelrnektedir. Söylediğimiz dolmen bazalt taşıldan­
dır, bilindiği gibi bazaltın görünüşü demire benzer. Şu halde,
İsrael oğullarının anlattıkları, bu Dev yatağına bağlı bir ef­
sane olacaktır. Bu alanlarda dolmenlerin çokluğu, İsrael
oğullarının Başan’a Refa’ların, yâni devlerin sonuncusu Og’
132 MUSA ve YAHUDİLİK

un memleketi adını vermelerine sebep olmuştur. Tevrat’ın


ikinci bir yerinde daha bu devlerden söz edilmektedir. «Ve
güney tarafına çıktılar ve Hebron’a vardılar ve orada Anak
oğullan (develer) Ahidan, Şeşay ve Talmay vardı.» (Sayılar:
13. 22). Tam da Hebron’un yakınlarında, gene dolmenler
vardır.
Bu dev kıral Og masalı herhalde, Israel devletinin ku­
rulmasından sonra, bu dolmenlere bağlı olarak doğmuş ve
Tevrat’a girmişti.
İsrael’in eline geçmiş olan bölgenin güneyindeki, kendi­
lerine ülkesinden geçmeye izin vermemiş olan Moab kıralı
Balak, onların başarılarından korkuya düşer. Bunda da hak­
lıdır. Tevrat’ta, o devirden kalmış oldukları çok kuvvetle
tahmin edilen şarkılarda hep, ele geçirilen şehirlerin yakıl­
dığı, zaptedilen memleketlerde bütün insanların öldürüldü­
ğü anlatılır, bu şarkılar belki de, Tevrat’ın yazlıdığı sırada
unutulmadan kalmış son anılardı ve bütün hikâyeler bunla­
ra dayanarak kaleme alınmıştı:
«Heşbon’a gelin; Sihon'un şehri yapılsın ve pekiştiril­
sin;
Çünkü Heşbon’dan ateş,
Sihon’un şehrinden alev çıktı;
Moab’ın Ar şehrini,
Arnon’un yüksek yerlerinin efendilerini yiyip bitirdi.
Vay sana Ey Moab!
Ey Kemoş’un kavmi, sen helak oldun;
Amorî’ler kıralı Sihona,
Oğullarını kaçak
Ve kızlarını esirliğe verdin.
Onlara ok attık; Heşbon, Dibon’a kadar helak oldu,
Ve Medeba’ya, Nofa’ya dek harap ettik.
Balak, bu belâlı göçebelerden kurtulmak için ne yapmak
gerektiğini Midyan ihtiyarlarına danışır, onlara tehlikeyi an­
MUSA ve YAHUDİLİK 133
latır. Sonunda, İsrael’e karşı silâhla değil büyü ile karşı
koymaya karar verilir. Babil’de eski sihirbazların şehri olan
Penthor’dan Balam’ı çağırırlar. Ama ne gariptir ki, Tevrat,
Babilli olan, dolayısiyle başka tanrılara tapması gereken bu
adamın Yahve’ye danışarak bu teklifi reddettiğini yazar:
«Ve Moab ihtiyarlan ile Midyan ihtiyarlan ellerinde fal­
cılık ücretleri olarak gittiler ve Balam’a geldiler ve onu Ba-
lak’ın sözlerini söylediler. O da onlara dedi: «Bu geceyi bu­
rada geçirin ve Rabbin bana söyleyeceğine göre size cevap
vereceğim. Ve Moab reisleri Balam’ın yanında kaldılar. Ve
Tann Balam’a geldi ve dedi: Evinde olan bu adamlar kim­
dir? Balam Tannya dedi: Moab kırab Tsippor oğlu Balak
bana gönderip dedi: İşte Mısır’dan çıkan, memleketin yüzü­
nü kaplıyor. Şimdi gel, benim için ona lanet et, belki onunla
cenk etmiye muktedir olurum ve onu kovarım. Ve Tann
Balam’a dedi: Onlarla gitmiyeceksin ve o kavma lanet etmi­
yeçeksin: çünkü mübarektir.» (Sayılar: 22. 7 - 13).
Ertesi gün Balam, gelmiyeceğini söyler. Adamlar bunu
Balak’a haber verirler. O da yeniden, daha büyük vaitlerle
Balam’ı davet eder. Balam gene Tann’ya danışır. Bu sefer
Tanrı, gitmesini, ama kendi dediği gibi davranmasını söyler.
Bundan sonraki hikâye pek hoştur:
«Ve Balam sabahleyin kalktı ve şeğine palam vurdu ve
Moab reisleriyle beraber gitti. Ve gittiği için Tanrının öfkesi
alevlendi (Halbuki önce izin veren kendisidir, ama İsrael
tanrısının böyle hallerine çok rastgelmiştik!) ve Tanrının
Meleği ona karşı durmak için yol üzerine dikildi. Ve o, eşe­
ğine binmişti ve kendisiyle beraber iki uşağı vardı. Ve eşek,
yalın küıcı elinde, yolda dikilmekte olan Meleği gördü; ve
eşek yoldan sapıp tarlanın içine girdi; Balam, yola döndür­
mek için eşeğe vurdu. Tanrının Meleği bağlar arasında c^u-,
bir yolda durdu; bu tarafta duvar, o tarafta duvar vardı. Ve
eşek, Tanrının Meleğini görüp duvara sıkıştı ve Balam’ın
134 MUSA ve YAHUDİLİK

ayağını duvara sıkıştırdı; (Balam) yine eşeğe vurdu. Tanrı­


nın Meleği ileri gitti, ve sağa sola sapmak için yol olmıyan
dar bir yerde durdu. Ve eşek, Tanrının Meleğini gördü ve
Balam’ın altında çöktü; ve Balam’ın öfkesi alevlendi ve değ­
neğiyle eşeğe vurdu. Tanrı eşeğin ağzım açtı, v o, Balamda
dedi: Sana ne yaptım ki bana böyle üç kere vurdun? Balam
eşeğe dedi: Çünkü benimle eğlendin; keşki elimde kılıç ol­
saydı, şimdi seni öldürürdüm. Ve eşek, Balam’a dedi: Bütün
ömründe, bugüne kadar üzerine bindiğin eşeğin ben değil
iniyim? Sana hiç böyle yapar mı idim? Ve o: Hayır, dedi,»
(Sayılar: 22. 21 — 31). Bu eğlenceli hikâyenin sonu şöyle-
dir. Bu sefer Melek, Balam’a görünür ve: Eğer eşeğin beni
görmemiş olsaydı, ve yolundan sapmasaydı şimdi seni öl­
dürür, eşeği sağ bırakırdım, der. Balam, günah işlemiş oldu­
ğunu söyler, Melek de o adamlarla gitmesini, ama kendisine
öğreteceği sözleri söylemesini emreder. Balam, Balak’ın ya­
nma varınca ona yedi tane sunak yaptırır ve her birinde bi­
rer dana ile birer koç kestirip yaktırır, sonra da, İsrael’e la­
net okuyacak yerde dua eder. Balak bir kere daha, başka bir
yerde yedi sunk yapar ve kurban sunar, Ama Balam gene
İsrael’i över ve onlara hayır dua eder. Balak gene yılmaz,
bir kere daha dener, ama sonu gene eskisi gibi olur. Bundan
sonra Balam memleketine döner. Tevrat, Balak’ın Balam’a
vadettiği mükâfatları verip evrmediğinden hiç söz etmemek­
tedir. Ama biz zavallı Balak’m neler söylediğini, ya da, onun
yerinde biz olsaydık cepler söyliyeceğimizi düşünebiliriz.
Okuyucularımıza Balam’ın duaları ve kehanetlerini ver­
mek isterdik, ama kitabımızın sınırlarını düşünmek zorun­
da olduğumuz için bunu bırakıyoruz. Tevrat çevirisini oku­
yanlar, bunların esirlik zamanında ozanların düzenlediği ez­
giler olduğunu kolayca anlayacalkardır.
İsrael, Yahve’nin bu —deyim hoş görülsün— şımarık ev­
lâtları, yerleştikleri yerlerde gene uslu durmazlar. Bakın
MUSA ve YAHUDİLİK 135
Tevrat ne diyor: «Ve İsrael Şittim’de oturdu ve kavm Moab
kızlariyle zina etmeye başladı; ve kendi tanrılarının kurban­
larına kavmi çağırdılar ve kavm yedi ve onların tanrılarına
eğildiler. Ve tsrael Baal ■peor’a bağlandı. Ve Rabbin öfkesi
İsrel’e karşı alevlendi. Ve Rab Musa’ya dedi: Kavmin bütün
reislerini al ve Rabbin kızgın öfkesi tsrael’den dönsün diye,
onları güneşe karşı Rabbin önünde as. Ve Musa İsrael’in kâ­
hinlerine dedi: Her biriniz kendi adamlarınızı, Baal peor’a
bağlanmış olanları, öldürün. Ve işte, İsrael oğullarından bir
adam geldi, Musa’nın gözü önünde ve Toplanma Çadırının
kapısında ağlamakta olan bütün İsrael Oğullan cemaatinin
gözü önünde, kardeşlerine Midyanî bir kadın getirdi. Ve
kâhin, Harun oğlu, Eleazar oğlu Finehas bunu görünce, ce­
maatin arasından kalktı ve eline bir mızrak aldı; ve İsrail!
adamın ardınca ^çdınn iç tarafına girdi, İsrailî adama ve
kamından kadına, ikisine de mızrağı sapladı» (Sayılar: 25, 6
— 9).
Bu, insana tiksinti verecek kadar kanlı ve iğrenç hikâye,
nasıl olup da kutsal kitaba girmiştir? Bunun tek nedeni, ba-
his konusu olayların sadece «İsrael oğullarının yabancı ka­
dınlarla zinaları» değil, Kenam’lerdeki kutsal fuhuş gelene­
ğinin depreşmesi, Baal’e ve Astarte’ye tapmaya kalkışılma-
sıydı. İsrael kabilelerinin kıristalleşmeye başladıkları, din­
sel topluluğun kurulduğu, yerli halkın boyunduruk altına
alındığı bu yerleşme devrinde aralarına katılmış olan öteki
Aramî’ler kolayca yeni, görünmez tanrıdan ayrılıyor, eski
ve insanların maddî, kaba zevklerine hitap eden dinlerine
dönüyorlardı; ama bunun cezası da, hafif bir yankısını yu­
karıdaki satırlarda gördüğümüz gibi, çok acı ve şiddetli olu­
yordu.
İsrael, Doğu Filistin’i tamamiyle ele geçirmek için giriş­
tiği savaşların en zorlusunu bundan sonra yapar. Midyanî’-
lere karşı imha savaşı! Lut’un torunları oldukları söylenen
136 MUSA ve YAHUDİLİK

Moab’Ularla hısım sayıldıkları için İsrael oğulları onları esir­


gemektedirler, ama Midyanîlere karşı amansızdırlar. «Ve
Rabbm Musa’ya emrettiği gibi Midyan’a karşı cenk ettiler;
ve her erkeği öldürdüler... Israel Oğullan Midyan kadınları­
nı ve onların çocuklarını esir aldılar ve bütün hayvanlannı,
bütün sürülerini ve bütün mallannı çapul ettiler ve içinde
oturdukları bütün şehirleri ve bütün obaları yaktılar.»
Savaş sonunda savaşçılar aldıkları ganimetleri ve esirle­
ri getirince Musa'nın tepkisi çok korkunç olur: «Musa onla­
ra dedi: Bütün kadınları sağ mı bıraktınız? İşte, İsrael Oğul­
larının, Peor (Yâni Baal) meselesinde Balam’ın öğüdü ile
Rabba karşı tecavüz etmelerine bunlar sebep oldular
(Halbuki daha önce Balam’ın İsrael’e iyilikler dilemekten
başka bir şey yapmadığını gene Tevrat anlatmıştı!) Ve böy-
lece Rabbin cemaati arasında veba oldu. Ve şimdi çocuklar
arasındaki her erkeği öldürün ve erkekle yatmış olarak er­
kek bilen her kadını öldürün. Ve erkekle yatmış olmıyarak
bilmiyen bütün kadın ve çocukları, kendiniz için sağ bırakın»
(Sayılar: 31. 7 — 19).
Tevrat, bu savaşta öldürülen Midyan ileri gelenleri ara­
sında Balam’ı da saymaktadır. Baba adını da vermemiş olsa
bunu başka biri sayabilirdik ma «Beor oğlu Blam’ı da kılıç­
la öldürdüler» (Sayılar: 31. 8). dendiğine göre bu, önceden
memleketine gittiği anlatılan, o eşeğiyle konuşan Balam’dır.
Bu da Tevrat’ın, çeşitli yazılışların bir araya getirilmesi so­
nunda nasıl karışık bir duruma girmiş olduğunu açıkça gös­
termektedir.
Tevrat’a göre Musa artık yüz yirmi yaşındadır. Yahve
ona Eriha karşısında, Moab diyarında olan Abarim dağına,
Nebo dağına çık; ve mülk olarak İsrael oğullarına vermekte
olduğum Kenan diyarım gör; ve kardeşin Harun Hor dağın­
da ölüp kavmına katıldığı gibi, sen de çıkacağın dağda öl ve
kavmına katıl. Çünkü Tsin çölünde, Meriba - Kadeş suların­
MUSA ve YAHUDİLİK 137
da, İsrael Oğullan arasında bana tecavüz ettiniz; çünkü İs-
rael oğulları arasında beni takdis etmediniz. Çünkü memle­
keti karşıdan göreceksiniz; fakat oraya, İsrael oğullarına
vermekte olduğum memlekete ginniyeceksin! (Tesniye 33,
48 ^ 5 2 ) . Bütün ıstıraplarına, bütün fedakârlıklarına karşı
Yahve’nin, bu sadık kuluna verdiği tek mükâfat, işte böyle,
Adanmış Diyarı karşıdan görmek olur.
«Ye Musa, Moab ovalanndan, Eriha karşısında olan Ne-
bo dağına, Pisga tepesine çıktı. Ve Rab ona diyan, Dan’a ka­
dar bütün Gilead’ı ve bütün Naftali’yi, ve Efraim ve Manas-
se diyarını, ve Garp Denizine kadar bütün Yehuda diyarım,
ve güneyi, ve Tsoar’a kadar hurmalık şehri olan Eriha dere­
sinin havzasını gösterdi. Ve Rab ona dedi: Abraham, tsaak
ve Yakoh'a: Senin zürriyetüıe vereceğim diye ant içtiğim di­
yar budur; ben onu sana gözlerinle gösterdim, fakat oraya
geçmiyeceksin. Ve Rabbin sözüne göre, Rabbin kulu Musa
orada, Moab diyarında öldü ve Moab diyarında Beyt-peıpr
karşısındaki derede onu gömdü; fakat bugüne kadar kimse
onun kabrini bilmez. Ve Musa öldüğü zaman yüz yirmi ya­
şında idi: gözü zayıflamadı ve kuvveti eksilmedi. Ve İsrael
Oğullan, Moab ovasında, otuz gün Musa’ya ağladılar... Onun
bütün İsıael’in gözü önünde gösterdiği bütün kuvvetli elde
ve bütün dehşette, Musa gibi, Rabbin yüz yüze bildiği bir
peygamber daha İsrael’de çıkmadı. (Tesniye: 34. 1 — 12).
MUSA ŞERİATI
(TABU’LAR ve YASAKLAR)
MUSA ŞERİATI

önceden de gördüğümüz gibi, Musa'dan kalma, hatta


çok daha sonraları, Davud ve Süleyman günlerinde yazılmış
tek bir belge elimize geçmiş değildir. Bu sebeple, İsrael şe­
riatının ne kadarının gerçekten çok eski zamanlardan kal­
mış olduğunu ancak maddelerinde ele alınan konuların ışğı
altında yapılan incelemelerle kestirebiliyoruz. Onun için bu
kanunlara İsrael şeriatı adını vermek belki daha iyi olacak­
tı. Ama beriki ad, artık özel isim haline geldiği için biz gene
onu kullanmakta devam edeceğiz.
Halbuki beri yanda, meselâ bir Hammurabi kanunu, bir
Hitit kanunu, Sümer kanunlarının parçaları elimizdedir ve
bunlar, hiç katıksız olarak bir devrin bütün hukuk anlayışı­
nı bize göstermektedirler.
Musa şeriata denen kanunlar, Tevrat’ta tam üç kere tek­
rarlanır ve her seferinde az ya da çok değişiklikler gösterir­
ler. Bunlardan birincisi, Çıkış Kitabında, İkincisi Levilliler’
de, üçüncüsü de Tesniye’dedir. Fazla ayrıntılarına girmeden
bu kanunları inceliyelim:
Her üç kanunda da en geniş yeri, çeşitli kurbanlar, bun­
ların nasıl sunulacakları, hangi durumlarda kurban sunmak
gerektiği v. b. g. 1er almaktadır. Bunlara kısa bir göz atma,
İsrael Oğullarının ilkçağdaki inançlarını daha iyi anlamak
imkânını sağlayacaktır.
142 MUSA ve YAHUDİLİK

ISRAEL OĞULLARINDA KURBAN

Emest Renan, îsrael Milletinin Tarihi’nde der ki:


«Kurban, insanlığın geçmiş olduğu ilk çağlarında bize
miras bıraktığı en eski, en ağır, sökülmesi en zor hatadır. İl­
kel insan hangi ırktan olursa olsun, etrafını saran, bilmediği.
kuvvetierb.tipki.bjr.inşanı yatıştırır gibi, bir şeyler vererek
yatıştırabileceğini sanmıştır. Bu da oldukça mantıkî idi:
Çünkü lûtufları beklenen tanrılar zalim ve çıkarlarına bağlı
idiler. Onlara, tıpkı kötü bir yargıca verir gibi rüşvet ver­
menin korkunç bir hakaret olacağı, ahlâkça o kadar aşağı,
düşünceleri o kadar kıt olan bu yaratıkların aklına bile ge­
lemezdi. Kanserin kemirdiği bir adamın etini bir tanrının
böyle yediğini sanırlardı. Bu kötülükçü varlığın elinden avı­
nı almak için de ona, daha iyisinden taze et vermekten ta­
biî ne olabilirdi? Kurban olarak sunulanlar hep, insanın
kendisine verilmesini en çok isteyeceklerinden olurdu. Es­
ki HincLuların Soma’ları nefis bir şeydi,. (Soma bitkisinin
özsuyunden yapılma ve tanrılara sunulan bir içki) Sunakta
boğazlanan hayvanlar hep en iyi cinsten, lekesizdi. Yakılan
kısımları da en nefis parçalarıydı.»
Bu zalim tanrılara insan kurban etmek, tarih öncesinin
karanlıklarından, hemen hemen günümüze kadar sürmüş­
tür. Eski Taş devrinde yamyamlığın dünyanın her yerinde
var olduğunu biliyoruz. Hattâ, o kadar uzağa gitmeye., bile
lüzum yok: İrlanda’da 15. yüzyıla kadar, kaynanaları, kız-
Jarının düğününde kesip yemek geleneği vardı, İşin tuhafı,
kaynanalar da bunu bir şeref saymaktaydılar; semizlemek
için ellerinden geleni yapıyorlar ve daha önce ölmemek için
gayret ediyorlardı. Bunun sadece iyi bir düğün ziyafeti ver­
mek düşüncesinden doğmuş olması mümkün değildir. Bun­
MUSA ve YAHUDİLİK 143

da,\eni kurulan ailenin başına gelecek belâları önlemek; için


yapılan bir kurban töreninin devamını görüyoruz. Ur’da ki-,
rai medarlarında, haşmetlu ölüye yol arkadaşlığı etmek için
öldürülen saray kadınları ve askerler; eski Turanîlerde hü­
kümdarın mezarı etrafında öldürülüp atlariyle birlikte ka­
zıklanarak kurganın__çeyresine çakılan esirler, Cengiz Han’ın
ölüsü Karakurum’a götürülürken yolda kime rastlanırsa öl-
dürülmesiAberi yanda Meksika’da, binlerce esirin bir günde,
yürekleri sökülerek, diri diri yüzülüp ateşe atılarak kurban
edilişleri, İlyada'da. rastlanan insan boğazlamalar hep, in­
san oğlunun”‘düşüncelerinin ne kadar korkunç yönlere sa-
pabildiğinin birer kanıtıdır.
Eski_Samilerde insan_kurbanı çok yaygındı. Tevrat’ta
adı geçen Moloh, yâni Baal daha körpe etleri severdi. Onun
tunç heykelinin .bir fırın olan karnında çocuklar yakı­
lır, ve bu iğrenç tanrı doyurulurdu. Başlangıçta böyle tan-
rılara tandıklarmda hiç şüphe olmayan İsrael.Oğullarının
dedelerinde de bu âdetlerin bulunduğunu anlıyoruz. Gerçi
Müsâ'ltanünunlarmda «Evlâtlarını Molok’a yermeleri» ya-
sak edilmekte ise de bunun, daha ziyade, yabancı bir Tan-
rıya tapma yasağı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Tevratın
Hâkimler kitabında şöyle bir bölüm vardır: «Ve Yeftah’ın
üzerine Tanrının ruhu geldi... Ve Yeftatı Tanrıya adak ada­
yıp dedi: Eğer Ammen oğularını mutlaka benim elime vere­
cek olursan w zaman, Amıııon oğullarından selâmetle dön­
düğüm vakit benlTtârşılanıak için evinin kapılarından çıkan,
Tanrının olacaktır ve onu yakılan takdime (sungu) olarak
arzedeçeğim.» Buü açıkça bir insan kurbanı adamaktır. Çün­
kü «Karşılamıya çıkacak olan» denmektedir. Netekim öyle
de olur: Yeftah savaştan zaferle döner, ama onu bir köle,
ya da cariye karşılıyacak yerde, kızı karsısına çıkar. Yeftah
kederinden üstünü başını yırtar, ama, Tanrıya söz verdiği
için artık bundan dönemiyecektir. Kızı da buna razı olur:
144 MUSA ve YAHUDİLİK
/
«Baba, mademki Tann senin için düşmanlarından, Amüıon
ocularından öç aldı, ağzından nasıl çıktıysa bana onu' yap.
Ama beni iki ay bırak, gideyim, aşağı dağlara ineyim/ve ar­
kadaşlarımla beraber kızlığıma ağlayım», der; Yeftah da
buna izin verir, iki ayın sonunda da kızını boğazlayıp Yah-
ve için yakar. Unutmiyalım ki Yeftah sıradan bir adam de­
ğildi, îsrael’in «Şofetim» yani hakimlerindendi. (Hakimler
11. 29 - 40).
Buraya nebi Hezekiel’in çok dikkate değer bir sözünü
almadan geçemiyeceğiz; adı Tanrı Kudretlidir, anlamına ge­
len bu İsrael peygamberi, Kıral Yoahim’le birlikte Babil
esirliğine gidenlerdendi (M.Ö. 597). Tevratta önemli bir bö­
lüm olan Hezekiel Kitabını onun yazdığı rivayet edilir. Ki­
tabında (25 - 26) şöyle der: «Ve ben (Yahve) de onlara iyi
olmıyan kanunları, ve onlarla yaşamıyrcakları hükümleri
verdim. Ve onları harap edeyim de Rab beni idiğimi bilsin-
ler dîye, her ilk doğam ateşlen geçirerek (Yani yakarak) et­
tikleri takdimelerle onları murdar ettim.» (Hezekiel 20, 26,
26).
Bu sözlerden, Musanm ilk kanununda hâlâ insan kurba­
nı bulunduğu, tıpkı Moloh’a yapıldığı gibi, Yahve’ye de ilk
doğan çocuğun kurban edildiği anlamı çıkmaktadır. Yahve
îsrael’i, tıpkı bir çobanın sürüsünü koruduğu gibi koru­
makta, ama sürüden bu yolda faydalanmaktadır. İsrael’in
tanrısının henüz öteki Sami tanrılarından farkı yoktur.
Tevratta, daha doğru bir deyimle, İsrael’in çok sonra­
dan kaleme alman kutsal kitabında kurbanlık hayvanlar sı­
ğır, dana, çok, keçi, kumru ve güvercin olarak belirtilmek­
tedir. Bunlardan, yerine göre bütün parçaları, sunakta ara­
lıksız olarak yanan ateşte yakılanları olduğu gibi vücudü,
ordugâhın dışında, kül dökülen yerde yakılanları da vardı.
Bu sonuncular, bir günahın kefareti olarak kesilenlerdi. Ba­
MUSA ve YAHUDİLİK 145
zı Kurbanların da, sembolik olarak bazı kısımları yakılırdı.
Sığı\, koyun ve keçinin iç yağını yemek haramdı. Bunlar ya­
kılırda. Kan da. sunaktaki ateşe serpilirdi, kajı yemek de ha­
ramdım Çünkü Tevrata göre: «Kan candır; bir hayvanın etiy­
le birlikte canını da yememek lâzımdır.» Bunu daha ileride,
tabularVbölümünde yeniden ele alacağız. Kurbanların bazı
parçaları1, «Sallama kurbanı» idi, yani sunağın karşısında
bunları Sallamakla yetiniliyordu. Etle birlikte tanrıya, yağ­
la yuğurulmuş mayasız pideler ve tuz sunuluyor, bunlar da
yakılıyordu. Ama kâhinlerin hisseleri az değildi. Bazı kere,
iç yağları ve atılan deri ve paçalardan geri kalan bütün et­
ler ve ekmeklerin çoğu onların yemesi içindi. Yeruşalim ta­
pınağında tören günlerinde kâhinlerin, boğazlanan yüzlerce
hayvanın kanları eteklerini kirletmesin diye iskemleler üze­
rine çıkmaları gerekirdi, yerler öylesine kan içinde kalırdı.
Her ne kadar etler, yağlar ve ekmeklerle birlikte günnük ve
buhur yakılması da emrediliyor duysa da, Tanrıya hoş gel­
diğini Tevratın söylediği bu korkunç yanık et kokusunu de­
ğil bunlar «Arabistanın bütün güzel kokuları» bile örtemez­
di her halde.
Bereket versin ki Yeruşalim Tapmağının ..İmparator
Titüs tarafından yıkılmasından sonra, İsrael faldhlerinin iç-
tihadiyle «Artık tapınak kalmadığı için» kurban kesmek ve
yakmak geleneği bırakılmıştır. Aslında Musa dininin deva­
mı olarak sayılabilecek Hıristiyanlıkta ise kurban sembolik
bir şekil almıştır. Bu dinde kurban, İsanm kendisidir, çün­
kü insanları Ademle Havvanın ilk günahından kurtarmak
için kendini çarmıha gerdiren Tanrıdır o. İbadet sırasında
yenen kutsal ekmek ve papazın içtiği şarap da «İsanm eti ve
kanının» yerinedir; böylece her sefesinde bu kurban yeni­
lenmiş olur. Ama bunu başka bir kitabın konusu olarak bı­
rakıp gene Musa kanunlarına dönelim:
F: 10
146 MUSA ve YAHUDİLİK /
Tıpkı Olympos’taki tanrılar gibi Yahve’nin de insanların
sevdiği v<î yediği şeylerin dumaniyle beslendiği inancından
başka bir şeye dayanmıyan bu gelenek, her halde en eş&i za­
manlarda, Musanın gününde, bu kadar karışık ve bu/kadar
müsrifçe değildi. Şabbat günü ailece yenen kuzu, Passah’ta
kurban edilip yenenler ve belki önemli olaylar karşısında ke­
silenler kâfi görülüyordu. Çoban bir milletin, tek dayanak­
ları olan mallarını bu kadar israf edebileceği düşünülemez.
Âma. zamanla, Israel şehirler ve köylere yerleştirdikten çok
sonra, kâhinler işi bu kadar ileri vardırmış ve bunda her
halde kendi çıkarlarını da ihmâl etmemişlerdi. Yukarda da
dediğimiz gibi, insanın tanrıya, kendinin en sevdiği şeyleri
vermesi gerektiği ve onun da bundan, tıpkı bir insan gibi,
sevineceği inancı, Tapmağı bir çeşit tanrı yemek odası, ve
mutfağı haline getirmişti. Sözü biraz uzatmak pahasına da
olsa, bu yiyecek sunmanın Sümerlerde, Mısırlılarda ve Ya-
hudilerde nasıl olduğunu gözden geçirelim:( «Sümerlerde,
müminlerm tanrılara sundukları kurbanlar, gerçekten, tan­
rıların besini olarak düşünülmekteydi. Kurban edilen ..hay­
vanların etleri ya ateşte kızartılmak, ya da tencerede pişi-
riîmeliydi; çörekler ve tanrıya gösterilip sonra papazların
yiyecekleri ekmekler de (İsrael’de de bunlar tıpkı tıpkısına
vardı) gene tapınakta pişirilirdi; bu sebeple mutfak, tapına­
ğın önemli bir bölümü idi!» (Geldanistan’de Ur. Woolley).
Mısırda «Tanrıyı doyurma» töreni şöyle yapılırdı: «Gün
doğmadan_az önce sungu alayı tapmağın yan koridorundan
gelir. Önde, kollarının üzerinde çiçek ve yemişler dolu tep-
sîler,_yâ~cfa başlarının üzerinde tanrının açlığını giderecek
ekmek "ve etler yığılı kaplarla susuzluğunu giderecek bira
ya da şarap dolu testiler taşıyanlar gider. Boyuna dualar
okuyan bir papaz bunlara öncülük etmektedir. Bu alay iler­
ledikçe, tapmağın kapıları birbiri ardı sıra açılır. Dualar, ta-,
pmağm tanrısına yiyeceklerin sunulmakta olduğunu ye
\ MUSA ve YAHUDİLİK 147

önün yemeğe davet edildiğini anlatmaktadır. Tapınağın or-


fasında bulunan sunak salonuna gelince, yiyecekleri taşı­
yanlar durur, getirdiklerini sehpalar üzerine ve sunağa ko­
yarlar';'içecek testilerini, bunun için yapılmış desteklere yer­
leştirirler, bütün bu sunguların üzerine çiçekler ve yeşil
bitkiler serpilir!- Yiyecek taşıyıcılar çekildikten, papaz da
sunguları, üzerlerine su serperek ve tiitsileyerek takdis et­
tikten sonra, yiyecekler ertesi güne kadar orada bırakılır...
Bu sunguiar, ertesi gün, belirli bir bareme göre, tapınakta­
ki papazlar arasında bölüşülür Böylelikle Firavun, aynı yi­
yeceklerle hem tanrıyı, hem de papazları doyurmuş olur.»
(Eski Mısır Rahipleri - Serge Sauneron).
Ayrıca, Mısır’da, tapınak dışında da nasıl kurban sunul­
duğunu Herodot’tan okuyalım:
((Kurban şöyle kesilir: Önceden muayene edilip kurban-
lık olarak işaretlenmiş hayvan, kurban kesilecek sunağa ge­
tirilince odun yığını ateşlenir. Sonra bu ateşe, tapınak tara-
fına olarak, şarap dökülür. Daha sonra tanrının adını çağı-
rırlar ve kurbanı keserler, başını gövdesinden ayırırlar, deT
risini yüzerler. Başa İânetler okurlar; eğer Helİen tüccarT
larının bulunduğu bir pazar varsa, başı oraya getirip satar­
lar, yoksa ırmağa atarlar; o sırada da eğer kurbanı kesenin,
ya da bütün Mısırın üzerine bir belâ gelecekse, bu başa gel-
mesini dilerler. Her tanrı için kurban törenleri başka baş­
kadır. En büyük saydıkları tanrıça (îsis) için naşıJLyaptık-
larmı anlatayım: Önce oruç tutup dua ettikten sonra bir
inek keserler, derisini yüzerler ve barsaklarmı çıkarırlar,
ama geri kalanları içinde bırakırlar. Ayakları, butların en
ucunu, omuzları ve boyunu kesip alırlar. Bunu yaptıktan
sonra gövdeyi temiz ekmekler, bal, üzüm, incir, buhur, gün-
nük ve başka yakılacak tütsülerle doldururlar. Böyle dol­
durulan gövdeyi yakarlar ve üzerine bol bol yağ dökerler.
148 MUSA ve YAHUDİLİK

Kurban yanarken, bütün oradakiler .dövünürler. Dövüşine-


den sonra, kurbandan kalan parçalarla kendilerine bir ye­
mek hazırlarlar. (Herodot. II. 35, 36).
Şimdi böyle bir töreni Tevrattan okuyalım: «Eğer ya­
kılan takdime (sungu) davardan, koyunlardan ve yahut ke-
çilerdense onu erkek, kusursuz olarak arz edecektir. Ve onu
mezbahanın kuzeye doğru olan tarafında, Tanrınm önünde
boğazlıyacak; ve Harfin oğulları, kâhinler, onun kanın: ırtez-
bah üzerine çepeçevre serpecekler. Ve onu başı ve yağı ile
beraber, kendi parçalarına göre kesecekler ve kâhin onlan
nıizbahta olan ateşin üzerindeki odunların üstüne dizecek,
fakat içler ve paçaları su ile yıkayacak; ve kâhin hepsini tak­
dim edip mezbah. üzerinde yakacaktır; yakılan taddime
Tannya hoş kokudur.» Bundan sonra kumru ve gü­
vercin palazlarının nasıl sunulacağı anlatılır: Kâhin bunla­
rın başını tırnağiyle koparacak, kursağım çekip çıkaracak
ve kuşu olduğu gibi yakacaktır. Tevrat bunun için de gene:
«Tanrıya hoş kokudur!» der. «Ve birisi Tanrıya ekmek tak-
dimesi arz ettiği zaman, takdimesi ince undan olacak ve
üzerine yağ dökecek ve onun üstüne günnük koyacaktır... Ve
kâhin onun anılması olarak onu mizbah üzerinde yakacak­
tır; o ateşle yakılan takdime, Tannya hoş kokudur; ve ek­
mek takdimesinden arta kalan, Harûnla oğulları içindir...
Ve fırında pişmiş ekmek takdimesi erz ettiğin zaman, yağ-
la yuğrulmuş ince undan mayasız pideler, yahut üzerine yağ
sürülmüş mayasız yufkalar olacak o Tavada ya da saçta piş­
miş ekmeklerin de hep «mayasız» iyi cins ince undan olma­
sı, üzerlerine yağ sürülmesi yazılıdır. Gelen bu ekmeklerden
kâhin, bir lokmayı Tanrı için ateşte yakar, geri kalanları da
arkadaşlariyle paylaşıp yer. Mayalı ekmekler «Tanrı gör­
sün diye» arz edilir, ama sunağa konmaz ve yakılmaz. Bu­
rada hoş bir cümle de geçmektedir: (Ve ekmek takdimele-
rinin her birini tuzlıyacakşın!) Unutmıyalım ki tuz, eski çağ­
MUSA ve YAHUDİLİK 149
larda şimdikinden çok değerliydi ve sıcak yerlerde yaşıyan­
ların ve tahılla, geçinenlerin tuz ihtiyacı da büyüktür. Kâhin­
lerin" bunun unutulmamasını söylemekte hakları vardı,
■«Eğer takdime, Tanrıya selâmet takdimesi, davardjansa, er­
kek yahut dişi olsun kusursuz olarak onu takdim edecek...
ve (kâhin) elini takdimenin başı üzerinie koyacak, ve onu
toplanma çadırının önünde boğazlıyacak ve Harûun oğulla­
rı onun kanını nıizbalı üzerine çepeçevre serpecekler...
Onun yağını, kuyruk sokumu yakınından bütün kuyruğu,
ayıracak; ve içleri kaplıyan yağı, ve içler üzerinde olan bü­
tün yağı ve iki böbreği ve onların üzerinde belin yanuıda
olan yağı ve karaciğer üzerinde olan zan böbreklerle bir­
likte ayıracak ve kâhin onu mizbah üzerinde yakacak; Tan­
rıya ateşle yapılan takdime (onun) yiyeceğidir; bütün yağ
Tannnındır. Nesillerinizce, bütün meskenlerinizde ebedî ka­
nun olacaktır; iç yağı ve kan, hiç yemiyeceksiniz.»
Büyük günahların kefareti olarak Tanrıya kusursuz,
genç bir boğa kesilirdi. Bunun da yağı mizbahda, derisi­
ne varıncaya kadar bütün parçaları dışarıda, kül dökülen
yerde yakılırdı, bundan hiç kimseye pay verilmezdi. Tevra-
tın, hangi sebep ve vesilelerle neler kesileceği, bunlardan
hangilerinin kâhinin, hangilerinin bütün tapmak hizmetli­
lerinin olacağı üzerindeki uzun listesini alacak değiliz. Sa­
dece şunu da katalım: Tevrat, yakılacak buhurların reçete­
sini bile vermektedir!
Görülüyor ki İsrael’in dini, önceleri öteki Ön Asya din-
lerinden üstün, hata pek de farklı değildi. Burada «Görül­
mez bir Tanrı» düşüncesinden de pek söz edilemez; çünki
daha önce de gördüğümüz gibi, İsrael tanrısının kendini ba:
zı bazı gösterdiği, hatta gökten inip insanlarla konuştuğu
bile olurdu. Şu halde o da Marduk, Baal, Osiris ve saymak­
la tükenmiyecek öteki ilkçağ tanrılarından biriydi. Sadece
heykeli yapılmamaktaydı.
150 MUSA ve YAHUDİLİK

Musa Şeriati adı verilen tsrael Oğulları kanununda, en


önemli, hatta denebilir ki biricik ibadet yolu olan kurban
törenleriyle ilgili kısımlardan geri kalanları gözden geçirir­
sek bir kısmının çok eski, totemcilik çağlarından kalma
«Tabunlar, ötekilerin de, daha gelişmiş, şehirler ve köyler­
de oturan bir milletin hayatını düzenliyen ahlâk ve hukuk
kuralları olduğunu görürüz. İsrael oğulları, geleneğe bağlı­
lıkla, ilkel kabile kurallarını da sürdürmüş, ya da siirdür-
miye çalışmıştır.
MUSA ŞERİATINDE TABULAR

TOTEM VE TABU

Musa dininin, çok tanrıcılıktan millî bir tanrıya, ondan


da, bütün dünyanm tek, ortaksız bir tanrısı olduğu düşün­
cesine geçişinin yüzyıllar boyunca sürmüş bir evrimin sonucu
olduğunu, ama bu dinde daha önceki, ilkel insan topluluk­
larının sihir, kutsallık tasarımları, totem ve tabulara daya­
nan ilkel dinlerinden de birçok izlerin kalmış olduğunu söy­
lemiştik. Bunları ele almazdan önce, belki bazı okuyucuları­
mızın şimdiye kadar yabancı kalmış oldukları bu konu üze­
rinde biraz durmak istiyoruz :
Dinler tarihinde kullanılagelen özel birtakım deyimler
vardır ki bunlar gündelik konuşmalara kadar girdiği halde,
çoğu zaman, açık anlamları, birçoklarınca bilinmemektedir.
Bu sebeple, dinlerin doğuşunda önemli rolleri olan bazı kav­
ramları açıklamakla başlıyalım; bunların çoğu «İlkel» din­
lerin (Yani yazısız halkların dinleri) deyimleridir, ama baş­
ka dinlerdeki artakalan’lar için de kullanılırlar.
Mana (Melanezya dilinde: Güç, Kudret v.b.g.) insanla­
rın, hayvanların, ya da eşyanın görülmedik ya da çok üstün
şeyler yapabilmelerini sağlıyan esrarlı bir kuvvete verilen
addır. Kabile reisleri ve büyücülerde Mana vardır, başrılı-
larda, güçlülerde, başkalarına göre daha çok Mana vardır.
İnsanlardan Mana hayvanlara ve eşyaya da geçebilir ve bu
sayede onlar da aynı, tabiat üstü kuvvete sahip olurlar.
Manayı insan dışı, insana bağlı olmıyan bir kuvvet kay­
152 MUSA ve YAHUDİLİK

nağı olarak tasarımlamak yanlıştır, dinlerin ilk basamağı


olan,bu ilkel çağda kişiler ve nesneler dışında bir kuvvet ta­
sarımı asla var olmamıştır.
Fetiş (Portekizce feitiço. Bu kelime Lâtince faktitius’-
tan gelmedir. Aslında anlamı yapma, uydurma bir şey iken,
sonradan «Büyülü şey» yerine kullanılmıştır). Bu deyimden,
herhangi bir hali dikati çeken, ve sahibine tabiatüstü kuv­
vetler verebilen bir taş, bir kök gibi şeyler anlaşılır. Bunlar­
da tabiatüstü bir varlığın oturduğu, ya da böyle bir varlık­
tan gelen Mana’nın bunlara yerleşmiş olduğu tasarımlanır.
Kazâ ve belâdan korumak için taşınan maskotlar ve nazar­
lıklar, gerçekten uğur getirdiklerini düşünenler için birer fe­
tiştir.
Tabu, Polinezya'lılarda yasak ya da, belirtilmiş, anlamı­
na gelir. Tabu olan bir kişiye ya da bir şeye dokunulamaz,
tabu olan yiyecekler yenemez, tabu olan hayvanların asıl ad­
ları söylenemez, onun yerine başka bir deyim kullanılır
(Bizde kurda canavar dendiği gibi) Ölümle ve ölenlerle il­
gili olan şeyler çoğu zaman tabu’dur; bir ölüye dokunanın
kendisi de tabu olur. Bazı kere papazlar ve kabile reisleri
de tabu olurlar, o zaman onlara da ortadan kimseler doku­
namaz. Beri yandan onlar için de birçok şeyler yasaktır,
meselâ yere basamazlar, ya da bazı şeyleri yiyemezler. Eski
Roma’da Jüpiter’in başpapazı olan Flaman Dialis’ler ata bi­
nemezlerdi, hatta bir atı görmeleri bile yasaktı, silâhlı bir
adamı da görmeleri, kırılmamış bir yüzüğü taşımaları, gi­
yimlerinde bir düğüm olması, mayalı hamura, bir keçiye,
köpeğe, çiğ ete, fasulya ve sarımsağa, değil dokunmaları, ad­
larım söylemeleri yasaktı. Saçlarını özgür bir adamın tunç
bir ustura ile kesmesi, kesilen saç ve tırnaklarının uğur ge­
tiren bir ağacın altına gömülmesi lâzımdı. Bir ölüye doku­
namaz, dışarıda başı açık dolaşamazlardı. Eşleri Flaminica
için de böyle tabular vardı: Bir çeşit merdivenden üç basa-
MUSA ve YAHUDİLİK 153
maktan fazla çıkamaz, belirli tören günlerinde saçlarını ta-
rıyamazdı; sandallarının meşini kendiliğinden ölmüş bir
hayvanın derisinden olamazdı, mutlaka kesilmiş, ya da kur-
. ban edilmiş bir hayvandan alınacaktı; gökgürlemesi duya­
cak olursa, ta bir kefaret kurbanı sununcıya kadar mundar
sayılırd.
Âdet gören, ya da çocuk doğuran kadınlar, hemen he­
men bütün ilkel halklarda tabu idi.
Tabuların gerçek sebebini anlamak zordur. Bazıları, ta­
biat üstü varlıklardan, ya da tehlikeli Mana’ya sahip olan
şeylerden kaçınmak için gibi görünmektedir, ama birtakım­
larının sebebini anlamak mümkin değildir. Bazıları bunla­
rın bir çeşit muaşeret adabı oldukları düşüncesindedir. Her­
halde bunlara dinî bir değer vermek mümkin değildir.
Tabu ile bir çeşit benzerliği olan başka bir durum da,
kutsallıktır. Kutsal olan şeyden de çekinmek lâzımdır, ön­
ceden, gerekli hazırlıkları yapmadan onlara dokunmak teh­
likelidir. Ama bunlar sade tehlikeli değil, aksine, gerektiği
gibi davrananlar için iyilik getiricidirler. Burada şunu da
kaydedelim ki, Lâtincede kutsal demek olan, sacer, hem kut­
sal, hem de lanetleme anlamına gelir.
Totemcilik dünyanın birçok yerlerinde, özellikle Kuzey
Amerikada ve Avusturalya’da görülmektedir. Amerika yerli­
leri bir kabile, bir sop, hattâ bazı kere bir şahsm dedesi
saydıkları bir hayvan ya da bitki türüne, bazı kere de bir
tabiat olayına Totem adını verirlerdi. Totem incitilemez ve
öldürülemez, buna karşılık o da kabîleyei, ya da kişiyi ko­
rur. Totemcilikle aynı zamanda özel bir toplum sistemi de
görülür: Buna göre bir totem grupunun üyeleri kendi gru-
pu arasında evlenemezler; meselâ totemi bizon olan bir ka­
bileden kimse ayni kabileden birini alamaz, kendine başka
bir totem grupundan eş arar; buna Eksogami adı verilir.
Avusturalya yerlilerinde her yıl, belirli bir gün totem
154 MUSA ve YAHUDİLİK

hayvan için tören günü olarak ayrılır. Bu sırada, bütün yıl


yasak olan, bu hayvanın eti yenir. Netekim eski Cermenler-
de at böyle idi. Eti ancak erkekler toplantısında ve belirli
bir törende yenirdi. Japonya’nın asıl yerlileri sayılan Aino’-
larda ayı totem hayvandır ve eti böyle yenir.
Şimdi bu ışık altında Musa kanunlarını mundar ve ha­
ram saydıklarını gözden geçirecek olursak birçok dikkate
değer noktalar göreceğiz. Bunların açıkça gösterdiği gibi,
îsrael oğullarının, ilkel atalarından kalma tabuları, hatta to­
temleri saymakta devam ettiklerini kolayca anlıyacağız:

İSRAEL OĞULLARINDA HAYVAN


VE BİTKİLER ÜZERİNE TABULAR

Hayvanların uyluk başı üzerindeki kalça kasının yen­


mesi yasaktır. (Bunu Yakob’un tanrı ile güreşi hikâyesinde
görmüştük).
Abib ayında yedi gün mayalı ekmek yenmiyecektir.
Temiz olmıyan (Buradaki temizlik gerçek temizlik de­
ğil, tabu olan şeyler anlamınadır) her türlü şeye dokunan
et yenilmiyemek, ateşe yakılacaktır.
Hiçbir hayvanın kanı yenmiyecektir. (Tevrat: kan can­
dır, der).
Dört ayaklı hayvanlardan çatal tırnaklı ve geviş getiren­
ler dışındaki hepsi mundardır, etleri haramdır, leşlerine do­
kunan da mundar olur.
Deve, ada tavşanı, tavşan, ve domuz mundardır, etleri
haramdır; leşlerine dokunan da mundar olur. (Domuz Mı­
sırda en eski çağlarda da beslenen bir hayvandı. O zamanki
domuzların şimdikinlere benzer tarafları pek azdı. Uzun ba­
caklı, uzun gövdeli idiler, burunları son derece uzundu. Bu
hayvanlar Mısırda, Kopt köylerinde bugün de bulunmakta­
dır. Herodot’un anlattığına göre domuz Mısırda Osiris’in
MUSA ve YAHUDİLİK 155

düşmanı tanrı Seth’in hayvanı idi. Hatta Seth’e domuz adı


da verilirdi. Gecenin ve kötülüklerin tanrısı olan Seth’e meh­
taplı gecelerde domuz kurban edilir ve hu törende eti ye­
nirdi. Burada tipik bir totem hayvan görüyoruz. îsrael oğul­
ları belki Mısırdan bu tabuyu almış olacaklardır. Ama de­
veye gelince, İsrael’in Mısırda bulunduğu sırada., hatta yüz­
yıllarca sonra bile orada deve yoktu, ve tanınmıyordu. Ev­
cil deve ancak M.ö. 11. yüzylda görülmiye başlamıştır. Tev-
ratta (Tekvin 24, 10) deveden bahis varsa da gerek bunun ge­
rek etinin yenme yasağının Tevratın yazıya dökülmesi sıra­
sında konduğu açıkça görülmektedir.)
Bütün pulsuz ve kanatsız su hayvanlan haramdır.
(Bu hesaba lüfer, palamut, uskumru gibi sayısız balık
çeşitleri girmektedir. Ayrıca bütün öteki deniz hayvanları­
nın yenmesi de yasak edilmiş olmaktadır).
Kuşlardan çengel gagalı ve pençeli, yani yırtıcı olanlar
mundardır. (Ama bunların arasında kuğu, toy, hüthüt gibi
yırtıcı olmıyanlar da katılmakta, yarasa da kuşlar arasında
sayılmektadır.)
Böceklerin her çeşidi mundardır. Yalnız çekirgenin her
çeşidi bundan ayrı tutulmuştur; bunları yemek helaldir,
ötekilerin leşlerine dokunan da mundar olur.
Sürüngenlerin hepsi mundardır. Leşlerine dokunan da
mundar olur. (Şunu da katalım: Tevrat, sıçan ve gelinciği
de sürüngenlerden saymaktadır!)
Bu hayvanlara değen kişiler ve şeyler üzerine hükümler
şunlardır :
Bu mundar (Tabu) hayvanlardan birinin leşi kap ka­
cak, elbise, çul, v.b.g. bir şeye değerse, o şey mundardır.
Suya batırılacak, ama gene de, akşama kadar mundar ka­
lacaktır. Eğer kap topraktansa kırılacaktır. Böyle bir kaba
konan yiyecek ve içecek mundardır. Fırın ya da ocağa böy­
le bir leş değerse bunlar yıkılacaktır. Bundan sadece pınar
155 MUSA ve YAHUDİLİK

ve kuyular ayrı tutulmaktadır. Ekilecek tohumun üzerine


böyle bir leş düşerse, eğer tohum kuru ise zararı yoktur,
yok eğer ıslaksa mundar olur, ekilemez, ekilirse ürünü ye-
nemez. Böyle leşlere dokunan insan da mundar olur, elbise­
sini yıkayacak, ama o akşama kadar mundar kalacaktır.
Yenmesi helâl olan hayvanlar ölürlerse, onların leşine
dokunan da akşama kadar mundar sayılacak, o da elbisesi­
ni yıkayacak ve akşama kadar mundar kalacaktır.
Yeni dikilen yemiş ağaçlarının yemişi, üç yıl tabudur,
yenmez. Ancak dördüncü yıl verdiği yemişler tanrıya sunul­
duktan sonra, beşinci yıl yenebilir.
Her yedinci yıl, tarlaları ekmek ve bağları budamak ya­
saktır. Bu yılda kendiliğinden bitenler, ve bağda yetişen
üzümler tabudur, derilmez.
Tarlaya iki çeşit bitki yan yana ekilmiyecektir. Sebzeler
ve yemiş ağaçları için de böyledir. Böyle dikilen ve ekilen
lerin ülrünleri sahipleri için tabudur. İki ayrı cinsten hay­
vanın çiftleştirilmesi de yasaktır, iki ayrı cinsten dokunmuş,
meselâ yün keten karışığı elbise de tabudur.
Bir sofrada etle tereyağının bir arada bulundurulması,
ya da eti tereyağında pişirmek yasaktır. (Oğlağı anasının
sütiyle pişirmiyeceksin denmiş olmasından çıkan hüküm.)
Tanrıya sunulmuş yiyecekler tabudur. Bunları yalnız
Harun soyu, bazılarını da tapmak hizmetlileri yiyebilir.

İNSAN ÖLÜLERİNEL BAĞLI TABU LAR

İnsan ölüsü, tıpkı mundar hayvanların leşleri gibi mun­


dardır. ölüye değmiş olan eşya da mundardır. İster ölüye,
ister ölüye değmekle mundar olmuş bir şeye değen insan
da mundar olur. Bunlar için Tevrattaki hükümler şunlardır:
Bir insan ölüsüne dokunan kimse yedi gün mundar ola­
caktır; üçüncü ve yedinci günlerde kendisini temizliyecek ve
MUSA ve YAHUDİLİK 157

o zaman temiz olacaktır. Ama bunu yapmazsa mundar ka­


lacaktır. Bir insan ölüsüne dokunup kendini temizlemiyen
herkes İsrael arasından atılacaktır.
Çadırda bir adam ölürse, o çadıra her giren ve çadır­
da olan herkes yedi gün mundar olacaktır. Çadırdaki (Ya
da evdeki) üzeri örtülü olmıyan her kap mundar olacaktır.
İster kılıçla öldürülmüş olsun, ister kendiliğinden ölsün,
kırda ölmüş bir adamın ölüsüne, ya da insan kemiğine, ve­
ya bir mezara kim dokunursa yedi gün mundar olacaktır.
Böyle mundar insanların temizlenmeleri hayli karışık
bir seremoni ile olmaktadır. İşin garibi, o adamı temizlemek
için üzerine (Mundarlık suyu) serpen de mundar olmakta,
o da elbiselerini yıkamak zorunda kalmaktadır. Ayrıca, böy­
le mundar olmuş bir kimseye her dokunan da mundar ol­
maktadır.
Baş Kâhin için bu hükümler daha da ağırdır. Baş Kâ­
hin, anasının ve babasının cenazelerinin bile yanısıra gide­
mez.
Bazıları, ölüler hakkındaki bu hükümleri Musa dini­
nin ölüler ve mezarlara bağlı batıl inançlara karşı koyduğu­
nu ileri sürerler, ama bunlar, günümüzde bile bazı ilkel
toplumlarda hemen hemen böylece yaşamakta olan tabular­
dan başka bir şey değildir. İlkel insan ölüde, başkalarına za­
rar verebilecek kötü bir güçün bulunduğuna inanmaktadır.
Hattâ birçok ilkel milletlerde, ölenin adı bile tabudur; bazı­
larında bu yasak sadece yas müdetince sürer, bazılarında
ise artık hiçbir zaman ölenin adı ağıza alınmaz. Yeni Ze­
landa’daki Maori’lerde bir ölüye dokunan ya da gömülme­
sinde bulunan herkes son derece mundar sayılır, hiçbir eve
giremez, kime veya neye yaklaşırsa onu da mundar ederdi.
Yiyeceği şeylere bile el sürmezdi, aksi halde onlar da mun­
dar olurdu. Yere konan şeyleri ağziyle almak zorundaydı.
Belirli bir zamandan sonra tabu kalkar ama bu sırada kul­
158 MUSA ve YAHUDİLİK

landığı bütün kapların kırılması, giydiği şeylerin hepsinin


atılması gerekirdi. Ta Yeni Zelanda’daki bu gelenek hemen
hemen tıpkı tıpkısına Musa kanunlarında da görülmektedir.

VÜCUTTAN AKINTI GELMESİYLE


İLGİLİ TABU’LAR

Bir kimsenin vücudünden akıntı gelirse o adam mun­


dar olur. Böyle birinin üzerinde yattığ yatak, üstüne oturdu­
ğu her şey mundardır. Onun oturmuş olduğu bir şeyin üze­
rine oturan da mundar olur; bunu yapan, elbesesini yıka­
yacak, kendi de akar suda yıkanacak ya da tamamiyle suya
dalacak, ama o gün akşama kadar gene de mundar kalacak­
tır. Mundar olan kişinin bindiği hayvanın eğeri için de ay­
nı hüküm vardır. Akıntısı olan kimse, ellerini yıkamadan bi­
rine dokunacak olursa onu da mundar eder. Mundar kişi­
nin kullandığı kap topraktansa kırılacak, ağaçtansa su ile
yıkanacaktır.
Akıntı kesilince yedi gün bekliyecek, sonra elbisesini yı­
kayacak, kendi de akar suda, ya da suya dalarak temizlene­
cektir. Sekizinci günde de iki kumru, ya da iki güvercin pa­
lazını Toplanma Çadırına götürecektir. Kâhin bunlardan bi­
rini suç kurbanı, ötekini de yakılacak sungu olarak Tanrı­
ya sunacaktır.
Cinsî münasebette bulunanlar bütün gün mundar kala­
caklar, sonra yıkanacak ve elbiselerini temizliyeceklerdir.
Kadınlardan kan gelmesinde, kadının yedi gün mundar
sayılması lâzımdır. Bu sırada ona dokunanlar da bütün gün
için mundar olurlar. Böyle bir kadının yattığı yatak, üzeri­
ne oturduğu her şey mundardır; bunlara dokunanlar da bü­
tün gün için mundar olur, ancak yıkanarak ve elbiselerini
yıkayarak temizlenebilirler. Böyle bir kadınla yatan erkek
MUSA ve YAHUDİLİK 159

yedi gün mundar olur ve onun da üzerinde yattığı her şey


mundar sayılır.
Kanı kesüen kadın da iki kumru ya da iki güvercin par
lazım kurban olarak sunmak zorundadır. Ama bundan önce
o da yıkanacak ve elbiselerini yıkayacaktır.
Çocuk doğuran kadınlar, eğer çocuk erkekse yedi gün
mundardır, sekizinci gün çocuk sünnet edilecek, ama ka­
dın otuz üç gün daha yarı mundar olarak bekliyecektir. Bu
sırada kutsal şeylere dokunması ve tapmağa girmesi yasak­
tır. Çocuk kız olursa, ana yedi günlük mundarlıktan sonra
altmış gün mundar olarak kalacaktır.
Erkek ya da kız çocuk doğuran kadın temizlenmek için,
temizlenme günleri geçince Toplanma Çadırına bir yıllık bir
kuzu ile bir güvercin, ya da kumru yavrusu götürecek. Kâ­
hin de bunları kurban edecektir. Eğer kadının kuzu kesmi-
ye gücü yetmezse iki güvercin palazı da. yetecektir.
Buna benzer tabu kurallarına ilkel toplumlarda çok Taş­
lanmaktadır.

HASTALIKLARLA İLGİLİ TABULAR

Tevratta birtakım hastalıkların adı geçer. Bunların ba­


şında, Tanrının ceza olarak yolladığı Veba gelmektedir.
Ama bu, gerçekten veba mı, yoksa başka salgınlar mıdır, bu­
nu bilmemize imkân yoktur. Bundan ‘başka, gene Tanrının,
asi kullarına ceza olarak verem, sıtma, mısır çıbanı, ur,
uyuz, delilik, körlük gibi dertleri gönderdiğini" de okuyoruz.
Bu hastalıklardan birçoğu bulaşıcı olduğu halde, Tevratta
bunlar için hiçbir tabuya Taslamıyoruz. Sadece cüzam hak­
kında sayfalar dolusu hükümler vardır. Bunlara dikkat edi­
lecek olursa, sağlık kurallarından apayrı, tabuların çoğun­
da olduğu gibi, nedenleri anlaşılmaz şeyler oldukları görü­
lür.
160 MUSA ve YAHUDİLİK

Tevrat cüzamın insanda, eşyada, hattâ duvarlarda hile


olabileceğini yazar, her biri için neler yapılacağını da bil­
dirir. Bu buyruklar tamamiyle sihir ve afsun karakterini
taşır. Ayrıca cüzamı geçmiş olanların nasıl temizlenecekle­
rini de kaydeder. Bildiğimiz gibi cüzamın günümüzde bile
tam çaresi bulunmuş değildir, kendiliğinden de geçmez. Şu
halde Tevratın cüzamı, bizim büdiğimiz hastalık değil, her
çeşit deri hastalıklarına, eşya ve duvarlarda görülen küfle­
re ve lekelere toptan verilen bir add. Bu bahsi fazla uzat­
mamak için sadece, eşyada ve duvarlarda «cüzam» görüldü­
ğü zaman ne yapılması emredildiğini buraya alalım: «Eğer
bir esvapta, gerek yün esvapta, gerek keten esvapta, gerek
keten, gerek yün arışta yahut argaçta olsun; gerek deride,
gerekse deriden yapılmış her hangi bir şeydje cüzam has­
talığı olup; ...hastalık yeşilimsi yahut kırmızımsı olursa cü­
zam hastalığıdır, ve kâhine gösterilecektir. Ve kâhin hasta­
lığı görecek ve kendisinde hastalık olan şeyi yedi gün ka-
pıyacaktır; ve yedinci günde hastalığı görecek; eğer hasta­
lık... yayılmışsa hastalık azgın cüzamdır; mundardır.... Ateş­
te yakılacaktır.» (Levililer 13, 47).
Bir evde duvarlarda yeşilimsi ya da kırmızımsı lekeler
görünürse o zaman ev yedi gün kapanmaktadır, yedinci gün­
de lekelerin yayıldığını görürse, o zaman kâhin evin bütün
iç sıvalarım kazıtacak ve taşları da çıkartacaktır. Ev yeniden
sıvandıktan sonra «hastalık» yeniden gözükürse, o zaman
ev yıkılacak, taşı, toprağı ve ağaçları şehir dışında bir yere
atılacak, o evde yatmış olanlar elbiselerini yıkayacaklardır.
Eğer hastalık yeniden görülmezse kâhin evi temizlemek için
«İki kuş, ve erzağacı, ve kırmızı yün ve zufa otu alacak; ve
bir kuşu toprak kapta akarsu üzerinde boğazhyacak ve er-
zağacını ve kırmızı yünü ve diri kuşu alacak ve onlan bo­
ğazlanmış kuşun kanma ve akarsuya batıracak ve eve yedi
kere serpecek.... ve evi temizlemiş olacak; ve diri kuşu şehir
MUSA ve YAHUDİLİK 161

dışarısına, kıra salıverecek.» Cüzamının geçtiği anlaşılan


adam için de aynı garip tören uygulanmakta, ondan sonra
adam elbisesini ve vücudünü yıkayıp orduya girebilmekte­
dir. Cüzamlılar ordunun, ya da şehrin dışında oturtulmak
taydı.
Burada dikkate değer bir nokta da İsrael kâhinlerinin
her konuda yeti sahibi, oluşlarıdır. Kâhin hem hekim, hem
din adamı, hem de yargıçtır.

MUSA ŞERİATINDA YASAKLAR


GARİPLER, YOKSULLAR, DULLAR
VE ÖKSÜZLER ÜZERİNE HÜKÜMLER:
Çünkü Tanrınız Rab, o Tanrıların Tanrıs' ve Rablann
Rabbı, şahıslan saymıyan ve rüşvet almıyan büyük, kudret­
li ve heybetli Tanrıdır, öksüzün ve dul kadınn hakkını hak
eder, garibi sever ve onlara ekmek ve giyecek verir. Sizler
ki Mısırda garip idiniz, garipleri sevin! (Tesniye 10, 17 - 22).
Garibe haksızlık etmiyeceksin ve ona gadretmiyeoeksin;
çünkü siz Mısır diyarında gariptiniz. Hiç bir dul kadını ve
öksüzü incitmiyeceksin!... Eğer kavmıma, yanında olan bir
yoksula ödünç para verirsen, ona karşı tefeci gibi olmıya-
caksın; onun üzerine faiz koymıyacaksuı. Eğer komşunun
abasın rehin olarak almış olursan, güneş batmazdan önce
ona geri vereceksin. Çünkü o, kendisinin tek örtüsüdür, be­
deninin giyimidir; ne ile yatsın?.. (Çıkış, 22, 20 - 26).
Komşuna ödünç bir şey verdiğin zaman onun rehinini
almak için onun evine girmiyeceksin. Dışarda duracaksın
ve kendisine ödünç verdiğin adam, rehinini sana, dışarıya
getirecek. Eğer o adam yoksulsa onun rehini ile yatmıya-
caksm; güneş battığı zaman rehini mutlaka kendisine geri
vereceksin, ta ki örtüsü altında yatsm... Kardeşlerinden ol­
sun, yahut memleketinin şehirlerindeki kendi gariplerinden
....... .... .. ...... F: 11
162 MUSA ve YAHUDİLİK

olsun, düşkün ve yoksul gündelikçiyi sıkıştırmıyacaksın.


Onun ücretini gününde, güneş batmadan vereceksin. Çünki
yoksuldur o, ve ücretini bekliyerek üzülür... Garip ve öksü­
zün hakkını değiştirmiyeceksin; dul kadının giysisini rehin
olarak alımyacaksın. Hatırla ki sen de Mısırda köleydin ve
Tanrın Rab seni oradan kurtardı. İşte bunun için sana, böy­
le yapmanı emrediyorum. Tarlanda ekinini biçtiğin ve tar­
lada bir demeti unuttuğun zaman, onu almak için geri dön-
miyeceksin: Garibin, öksüzün ve dul kadınındır bunlar...
Ağaçlarını silkeleyip zeytin topladığın zaman, artakalanları
devşirmek için geri dönmiyeceksin; bunlar garibin, öksüzün
ve dul kadının olacaktır.. Bağını bozduğun zaman artaka­
lanları devşirmek için geri dönmiyeceksin; garibin, öksüzün
ve dul kadınındır bunlar. Mısır diyarında köle olduğunu ha­
tırlıya çaksın; işte bunun için sana,„bunları yapman; emredi­
yorum. (Tesnie, 24, 10 - 22).
Diyarınızda bîr garip sana misafir olursa, onu mağdur
etmiyeceksiniz. O, aranızda yerli gibi olacak ve onu kendin
gibi seveceksin. Çünkü Mısır diyarında gariptiniz! (Levili-
ler 19, 3). Sizin için hüküm bir olacak; garip için nasılsa,
yerli için de öyle olacak. (Levililer 24, 22).
Yakınlarını düşünmek ve korumak, kendini bir soy gi­
bi sayan İsrael oğulları için, kişi haklarını daraltsa bile, ta­
biî idi ve bundan yüksünmiyeceklerdi; çünkü bugün hanay­
sa yarın sanadır, diye düşüneceklerdi, öksüz ve dulun duru­
mu bir günden ötekine değişebilirdi. Ama şeriattaki garip­
ler ve köleler üzerine olan hükümler, gerçekten, zamanına
göre çok insancadır. Garipler, yani yabancılar, İsrael şehir­
lerinde yaşıyan başk.^ milletlerden insanlardı. Bunların öz­
gürlükleri sınırlı idi, ama bütün haklardan yoksun değiler-
di. Hamurabi kanununda yabancılar için maddeler yoktur.
Bunu da tabi görmelidir: çünkü Babil hükümeti çok güç-
lüydü ve gariplere hak tanımıyabüirdi. İsrael ise, yanında
MUSA ve YAHUDİLİK 163

yaşıyan yabancılara muhtaç durumdaydı. Bütün ticareti


elinde tutan Fenikeliler olmadan ne yapabilirlerdi ki? Süley-
manın Sur.dan'ustalar sağladığını, Fenike kıralı Hiram’ın
yardımiyle Ofirden altın getirttiğini, tapınağı için gereken
sedir ağaçlarını onlardan sağladığın ileride göreceğiz. Ya­
bancılardan askerleri olduğunu da bilmekteyiz: netekim Da­
vud’un Hitit subayı Uria’nın karısına göz koyup adamı hî-'
leyle öldürttüğünü ve karış Bar-Şeba’yı yanında alıkoyduğu­
nu da Tevrat yazar. Ama köleler hakkındaki hükümler dik­
kate değer:.
«Eğer İbranî bir köle satın alırsan, altı yıl hizmet ede­
cek ve yedincide fidyesiz olarak azat edilecektir. Eğer yal­
nız geldiyse yalnız çıkacaktır, eğer karisiyle geldiyse o za­
man karısı ile birlikte çıkacaktır. Eğer efendisi ona bir ka-
din verir, o da kendisine oğullar yahut kızlar doğurursa, ka­
dın ve çocuklar efendisinin olacak ve kendisi yalnız çıkacak­
tır. Ama köle açıkça: Efendimi, karımı ve çocuklarımı sevi­
yorum, hür çıkmıyacağım, derse, efendisi onu Tanrıya yak­
laştıracak (yani tapınağa götürecek) ve onu kapıya, yahut
kapı süvesine kulağından, bir bızla çakacak, o da efendisi­
ne ebedi olarak hizmet edecektir.. Eğer bir adam kölesine
yahut cariyesine değnekle vurur, ve o, eli altında ölürse,
mutlaka cezalandırılacaktır. Ancak bir, yahut iki gün yaşar­
sa cezalandırılmıyacaktır; çünkü o, kendi malıdır.. Eğer bir
adam kölesinin yahut cariyesinin gözüne vurur da onu kör
ederse, köle yahut cariyesini, gözüne karşılık hür salıvere­
cektir. Eğer kölesinin yahut cariyesinin dişini düşürecek
olursa, dişine karşılık onu azat edecektir. (Çıkş 21, 2, 26-27).
Eğer kardeşin, İbranî bir erkek, yahut İbrani bir kadın sa­
na satılır ve altı yıl sana kulluk ederse, yedinci yılda onu
azat edeceksin. Onu azat ettiğin zaman, yanından eli boş
göndermiyeceksin; süründen, harmanından ve masarandan
ona cömertçe vereceksin; Tanrın Rab sana nasıl bereket
İ64 MUSA ve YAHUDİLİK

verdiyse, ona öyle vereceksin. Tanrın Rabbın seni nasıl kur­


tardığını hatırla; bugün sana işte bunun için böyle yapmanı
emrediyorum. (Tesmiye 15, 12 - 15). Efendisinin yanından
sana kaçmış olan bir köleyi efendisine teslim etmiyteceksin;
seninle birlikte, aranızda, senin şehirlerinin birinde seçece­
ği, beğendiği yerde oturacak; onu sıkıştırmıyacaksm. (Tes-
niye 23, 16 - 17).
Buraya bir nokta koyarak Hammurabi kanununda köle­
ler üzerine olan bazı maddeler almak, bu iki kanunun ru­
hundaki ayrılığı açıklamak için faydalı olacaktır sanıyoruz.
Bunlar Prof. Avram Galantd’nin «Hammurabi Kanunu» ad­
lı eserinden alınmıştır.
Kiralın, ya da bir Maşenkak’m (soylunun) kaçan köle-.
sini evinde saklıyan ve onu zabitin emriyle iade ve teslim
etmiyen kimse ölümle cezalandırılır (Madde 16).
¿»ayet bir kimse böyle bir köleyi evinde alıkorsa, ve
sonradan köle onun elinde yakalanırsa, bu adam ölmeli.
(Madde 19).
Borç esiri, alacaklının evinde tabiî bir ölümle ölecek
olursa, alacaklı hiç bir tazminat vermemeli. (Madde 115).
Ama, eğer mahpus, hapsedenin evinde dayak, yahut mahru­
miyet yüzünden ölecek olursa, mahpusun sahibi iş adamını
çağırtmalı ve eğer ölen, hür bir adamın oğluysa onun oğlu­
nu öldürmeli, bir kimsenin kölesiyse 1/3 mine (1 mine aşa­
ğı yukarı 0,5 kilogram) gümüş ödemeli. Bununla, alacağı da
ortadan kalkmış olacaktır. (Madde 117).
Bir kimsenin kölesinin gözünü harap eden, ya da bir
kimsenin kölesinin kemiğini kıran, kölenin değerinin yarısir
nı ödemeli. (Madde 199).
Kadın ve çocuklar, borç için esirliğe verilmişlerse, esir
olarak üç yıl hizmet etmelidirler. Dördüncü yılda hürdür­
ler. (Madde 117).
MUSA ve YAHUDİLİK 165

Eğer bir köle, hür bir kimsenin yanağına vurursa, kü­


renin kulağinî kesmeli. (Madde 205).
Eğer bir kimse kırkıcıyı aldatır ve bir kölenin işareti­
ni görülmiyecek derecede kazıtırsa, o kimseyi öldürmeli ve
evine gömmeli. Eğer kırkıcı «Bilerek kazımadım», diye ye*,
min edecek olursa serbest bırakılmalı. (Madde 227).
Eğer bj.r kırkıcı,^efendisinin arzusu olmadan bir köle­
nin işaretini görülmiyecek derecede kazırsa, bu kırkıcının
ellerini kesmeli. (Madde 226).
Hammurabi kanununda, efendinin kölesini öldürmesi,
ya da sakatlamasına karşı hiç bir madde yoktur. Efendi,
kendi malı olan köleye istediğini yapabilir. Üstelik, görül­
düğü gibi, kendisine sığınan köleyi saklıyan da idam edil­
mektedir. Musa şeriatiyle olan bu farkı aradan geçmiş olan
yüzyıllarda insanların ahlâkça daha ilerlemiş olduklarına mı
vereceğiz? O kadar ileri bir kültüre sahip olan Romalılarda
kölelerin durumunun ne olduğunu biliyoruz. Hatta çok ya­
kın zamanlarda. Amerikadaki zenci kölelerin neler çektikle­
rini hep okumuşuzdur. Şu halde, Israel Oğullarının kölele­
re karşı bu tutumlarını, ilkçağın kanlı ve karanlık akışı için­
de, insanlara kardeşliği hatırlatmıya çalışan bir sesleniş ola­
rak kabul edebiliriz.

ADAM ÖLDÜRME ÜZERİNE


OLAN HÜKÜMLER

Bir kimseyi vurarak öldüren kimse, mutlaka öldürüle­


cektir. Ama istiyerek olmayıp da Tann rasgetirdiyse onun
sığınabilmesi için'sana bir yer tayin edeceğim. (Çıkış 21, 13)
(Böyle, istemeden adam öldürenlerin kan dâvasından kur­
tulabilmeleri için belirli şehirler ayrılmıştı).
Bir kimsenin komşusuna garezi olur ve onu hile ile öl­
166 MUSA ve YAHUDİLİK

dürürse, öldürülmesi için onu mubahımdan bile alacaksın.


(Çıkış 21, 14).
Babasını ve anasını döven kimse mutlaka öldürülecek­
tir. (Çıkış 21, 15).
Babasına ve anasına söven kimse mutlaka öldürülecek­
tir. (Çıkış 21, 15).
Adamlar kavga ederlerken, biri, arkadaşına taş yahut
yumrukla vurursa, vurulan ölmez, fakat yatağa düşerse; kal­
kar ve dışarıda değneği ile gezerse, o zaman ona vuran suç­
suz olacaktır; ancak kaybettiği vaktin bedelini ödiyecek ve
onu iyice tedavi ettirecektir. (Çıkş 21, 18 - 19).
Adamlar kavga ettikleri sırada bir gebe kadına vururlar
da kadın çocuğunu düşürürse, ama kendisine bir zarar ol­
mazsa, kocanm takdir edeceği diyeti, yargıçların vasıtasiy-
le ödiyecektir. Ama eğer zarar olursa, o zaman can yerine
can, göz yerine göz, diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine.
ayak, yanık yerine yanık, yara yerine yara, bere yerine be­
re vereceksin. (Çıkış 21, 22, 23) (Kölelere karşı olan suçla­
rı daha önce belirtmiştik).
Tanrının ismine küfreden mutlaka öldürülecektir; bü­
tün cemaat mutlaka onu taşhyacaklar; garip olsun yerli ol­
sun, Rabbin ismine küfrettiği zaman öldürülecektir. (Levi-
liler 24, 16).
Bir kimse bir adamı öldürürse mutlaka öldürülecektir.
(Levililer 24, 17).
Bir kimse komşusunu sakat ederse, onun ettiği gibi
edilsin; kırık yerine kırık, göz yerine göz, diş yerine diş ol­
mak üzere, adamı nasıl sakat ettiyse, kendisine d* öyle edi­
lecektir. (Levililer 24, 19, 20).
Hayvan öldüren onu ödiyecek ve adam öldüren öldürü­
lecektir. (Levililer 24, 21).
Eğer bir kimse başka birini demir bir aletle vurmuşsa
ve o ölmüşse, kaatildir; kaatil mutlaka öldürülecektir. Eğer
MUSA ve YAHUDİLİK 167

elinde, insanın ölebileceği bir taşla onu vurmuşsa, ve o öl­


müşse, kaatildir; kaatil mutlaka öldürülecektir. Yahut elin­
de insanın ölebileceği ağaç bir âletle onu vurmuşsa, ve o öl­
müşse, kaatildir; kaatil mutlaka öldürülecektir. Kan öcü
alan (ölenin öcünü almak hakte olan), kendisi kaatili öldü­
recektir; ona rasladığı zaman onu öldürecektir. Eğer onu
kinden dolayı kakmışsa, yahut pusuya yatarak üzerine bir
şey atmışsa ve o ölmüşse, vuran mutlaka öldürülecektir:
kaatildir; kan öcü alan kaatile rasladığı zaman onu öldüre-
cektir. Ama eğer düşmanlığı olmıyarak ansızın onu kakmış-
sa, yahut pusuya yatmadan onun üzerine bir şey atmışsa,
yahut onun üzerine, insanın ölebileceği bir taş düşürmüşse,
ve o ölmüşse, ve onun düşmanı olmayıp onun zararını ara­
mamışsa, o zaman cemaat, vuranla kan öcü alan arasında
bu hükümlere göre hükmedecektir: Cemaat kan öcü alanın
elinden adam öldüreni kurtaracak ve cemaat, kaçmış oldu­
ğu sığınacak şehire onu gönderecektir. (Saylar 35, 16, 25).
Bir adam, insan vurursa, kaatil, şahitlerin ifadesiyle öl­
dürülecektir; fakat b r canın ölmesi için tek şahit şehadet
etmiyccektir. Ölüme müstahak olan kaatilin canı için diyet
almıyacaksınız; o, mutlaka öldürülecektir... Ve böylece için­
de oturduğunuz diyan mundar etnıiyeceksiniz; çünkü dökü­
len kan diyarı mundar eder; ve içinde dökülen kandan do­
layı diyar için başka şeyle değil, ancak onu dökenin kanı
ile kefaret edilir. Sizin oturduğunuz, benim ortasında otur­
makta olduğum diyar ı kirlelmiyeceksiniz; çünkü ben, Rab,
tsrael Oğulları ortasında oturuyorum. (Sayılar 35, 30, 34).
Sağ kalmak için oraya (Suçluların sığınabilecekleri üç
şehirden birine) kaçacak olan kaatü hakkında yapılacak olan
şudur: Komşusundan geçmişte nefreti olmayıp onü bilmi-
yerek vuran adam; meselâ komşusu ile odun kesmek için
ormana gider ve eli, ağacı kesmek için vurur ve demir, sap­
tan çıkıp komşusuna değer ve ölürse, o bu şehirlerden bi­
168 MUSA ve YAHUDİLİK

rine kaçacak ve sağ kalacaktır; yoksa kan öcü alan, yüreği


kızgınken... onu vurur. Bunun için sana: Kendin için üç şe­
hir ayıracaksın diye emrediyorum. (Tesniye 19, 4, 6).
Fakat bir adam, komşusundan nefret eder ve pusuda
onu beklerse, ve onu vurursa,o o ölürse, ve (kaatil) bu şe­
hirlerden birine kaçarsa; o zaman kendi şehrinin ihtiyarla­
rı (adanı) gönderip onu oradan alacaklar, ve ölsün diye,
kan öcünü alanın eline vereceklerdir. Gözün ona acımıya
çaktır, fakat sana iyilik olsun diye, suçsuz kanı İsraelden
kaldıracaksın. (Tesniye 18, 11, 13).
Ve gözün acımıyacak; can yerine can, göz yerine göz,
diş yerine diş, el yerine el, ayak yerine ayak. (Tesniye 19, 21)
Hammurabi kanunundaki cezaların da aynı ağırlıkta, ol­
duğunu görüyoruz. Bu kanuna göre, hattâ bir insanın işle­
diği suç için başka birini, meselâ suçu işliyenin oğlunu ce­
zalandırmak da vardı. Birkaç örnek verelim :
Bir oğul, babasını döverse, ellerini kesmeli (M. 195).
Eğer (hür) bir kimse, hür bir kimsenin gözünü çıkarır­
sa, onun gözünü çıkarmalı. (M. 196). Eğer o, hür bir ada­
mın kemiğini kırarsa, onun kemiğini kırmalı. (M. 197).
Eğer bir kimse, bir kimsenin kızını döver ve bu yüz­
den o kadın çocuk düşürürse, o, çocuk için on şekel öde­
meli. (M. 209). Eğer bu kadın ölürse, o adamını kızını öl-
dürmeli. (M. 210).
Eğer bir mimar, bir kimse için ev yapar da, işini sağ
lam yapmamış olduğu için o ev yıkılırsa ve ev sahibini öl­
dürürse, bu mimar ölmeli. Eğer yıkılma yüzünden, ev sahi­
binin oğlu ölürse, bu mimarın oğlunu öldürmeli. (M. 229,
230).
MİRAS HAKKINDA HÜKÜMLER

Ve Israel oğullarına söyleyip diyeceksin: Eğer bir adam


ölürse ve onun oğlu yoksa, o zaman mirasını onun kızına
MUSA ve YAHUDİLİK 169

geçirteceksin. Ve eğer onun kızı yoksa, o zaman mirasını


kardeşlerine vereceksiniz. Eğer kardeşleri yoksa, o zaman,
mirasını babasının kardeşlerine vereceksiniz. Eğer babası­
nın kardeşleri yoksa, o zaman mirasını aşiretinden kendisi­
ne en yakın olan akrabasına vereceksiniz ve onun mülkü
olacaktır. (Sayılar 27, 8, 11).
İsrael oğullarının mirası sıpttan şıpta kalacak, (On iki
kabileden her biri) çünkü İsrael oğulları, her biri atalarının
sıptının mirasına bağlı kalacak. Ve İsrael oğullarından mi­
rasa malik olan her kız, İsrael oğullarının her biri, ataları-.
mn mirasına mâlik olsunlar diye, kendi babasının sıptının
aşiretlerinden (sop) olan birine varacaktır. Ve miras bir
sıpttan başka bir şıpta geçmiyecek; çünkü İsrael oğulları­
nın şıpları, her biri kendi mirasma bağlı kalacaktır. (Bu hü­
küm tamamiyle siyasidir: İsrael oğullarının toprakları on
iki kabile arasında bölüştürülmüş olduğu için, miras yüzün-,
den anlaşmazlıklar çıkmasın diye, sıptlar arasında evlenme
yasak edilmiştir.) (Sayılar 3G. 7, 9).
Eğer bir adamın, biri sevilen ve öteki nefret edilen iki
karısı olursa ve nefret olunan kadınlar kendisine oğullar do­
ğurmuş olurlarsa; ve ilk doğan oğul nefret olunan kadından
ise; kendisinde olanm ah miras olarak oğullarına böldüğü
günde, nefret ettiği kadından olan oğlu üzerine, sevilen ka-
dından olan oğluna, ilk oğulluk (Bohor’luk) hakkını vere­
mez. Ancak kendisinde olan bütün malın iki payım nefret
olunan kadından olan oğluna vermekle ilk doğan olarak onu
tanıyacaktır, çünkü o, kuvvetinin başlangıcıdır; ilk doğanın
(bohor’un) hakkı onundur. (Tesniye 21, 15, 17).
(İbranicede B, K, O, R, kendilerinin okuyuşlariyle: Bes,
kaf, vav ve reih harfleriyle yazılan bu kelime ilk doğan ço­
cuğa verilen addır.)
İsraelde eski zamanlarda mirasçının yalnız oğullar ol­
170 MUSA ve YAHUDİLİK

duğu anlaşılmaktadır. Tevratta bunu şu bölüm açıkça gös­


termektedir :
«...Tselofhad’ııı kızları yaklaştılar ve Musanın önünde
ve hakim Eleazar’ın önünde... Toplanma çadırının kapısın­
da durup dediler: «Babamız çölde öldü... ve oğulları yoktu.
Oğlu yoktu diye babamızın adı aşireti arasından niçin kal­
dırılsın? Babamızın kardeşleri arasında bize bir mülk verin.
Ve Musa onların dâvasını Rabbin önüne götürdü. Rab Mu-
saya dedi: Tselofhad’ın kızları doğru söylüyorlar; mutlaka
onlara babalarının kardeşleri arasında mülk olarak miras
vereceksin ve babalarının mirasını kendilerine çevireceksin.»
(Sayılar 27, 1, 8).
Adlarının Mahla, Noa, Hogla, Millka ve Tirtsa olduğunu
öğrendiğimiz bu üç cesur kızı, kadın haklarının ilk savunu­
cuları olarak kabul edemez miyiz? Hem dâvalarını başar­
mışlardı da! Çünkü yukarıda gördüğümüz, kız evlâtların mi­
ras hakları üzerine olan madde ancak onların dâvaları yü­
zünden konmuştur.
Ama ne de olsa, Musa şeriatı, miras hükümleri bakı­
mından, Hammurabi kanunundan zayıftır. Orada miras
için tam on altı madde vardır. Bunda miras, erkek evlâtlar
arasında eşitlikle bölünür, kız çeyiz almışsa, mirastan ona
bir şey verilmez, almamışsa kendisine bir hediye verilir.

HIRSIZLIK ÜZERİNE HÜKÜMLER

Adam çalıp satan, yahut elinde bulunan kimse mutlaka


öldürülecektir. (Çıkış 21, 16).
Bir kimse bir öküz, yahut bir koyun çalıp boğazlar, ya­
hut satarsa, öküze bedel beş öküz ve koyuna bedel dört ko­
yun ödiyecektir. (Çıkış 21, 37).
Eğer hırsız, duvar delerken yakalanır ve vurularak ölür­
se, onun için kan yoktur. (Çıkış 22, 1).
MUSA ve YAHUDİLİK 171

Eğer üzerine güneş doğmuşsa, onun için kan vardır,


çaldığını tamamiyle ödiyecektir. Eğer bir şeyi yoksa, hırsız­
lık ettiği için (kendisi) satılabilir. (Çıkış 22, 2).
Eğer çaldığı öküz, yahut eşek, yahut koyun diri olarak
elinde bulunursa, iki katını ödiyecektir. (Çıkış 22, 3).
Bir kimse, kardeşleri olan Israel Oğullarından birini
çalmış ve onu köle etmiş, yahut satmışsa, o hırsız ölecek­
tir. Bu suretle aranızdaki kötülüğü ortadan kaldıracaksınız.
(Tesniye 24, 7).
Görülüyor ki, Musa kanunu hırsızlara karşı oldukça
merhametli davranmaktadır. Halbuki Hummurabi kanunu
pek amansızdır:
Şayet bir kimsenin, gümüş, yahut altın, erkek köle, ka;
dm köle, öküz, koyun, eşek, yahut başka bir şeyi, bir ada­
mın oğlunun, yahut bir adamın kölesinin elinden, şahitsiz,
yahut mukavelesiz satın alır, yahut kabul ederse, bu adam
hırsızdır, ölmeli. (M. 7).
Şayet bir kimse, bir evde delik delerse onu, o deliğin
önünde öldürmeli ve orava gömmeli. (M. 21).
Şayet bir kimse hırsızlık ederken tutulursa, bu...kimse
ölmeli. (M. 22).
Şayet bir kimsenin evinde yangın çıkarsa söndürmiye .
gelen başka bir kimse, ev sahibinin malına göz diker ve ev
sahibinin malını alırsa bu kimse, o yangının içine atılmalı,
Hammurabi kanunu büyük şehirlerde eksik olmıyan
hırsızlıkları önlemek amacını gütmektedir. Musa kanunun­
daki hoş görürlük. belki, göçebeler arasında hayvan hırsız­
lığının alışılagelmiş bir şey oluşundandı.

ZİNA ÜZERİNE HÜKÜMLER

Her kim bir kadına yaklaşırsa ve o kadın cariye ise, bir


adama nişanlı ise, ve fidyesi verilmemiş yahut azat edilme­
172 MUSA ve YAHUDİLİK

miş ise, cezalandırılacaklardır, ama öldürülmiyeceklerdir;


çünki kadın, azatlı değildi. (Levililer 19, 20).
Kızını fahişe ederek onu mundar etme, ta ki, diyar zi­
na etmesin ve diyar alçaklıkla dolmasın. (Levililer 19, 29).
Başka birinin karisiyle zina eden, komşusunun karisiy­
le zina eden adam, hem o, hem de kadın mutlaka öldürüle­
cektir. Ve babasının karısı ile yatan, babasının çıplaklığını
açmıştır; ikisi de mutlaka öldürüleceklerdir; kanları kendi
üzerlerine olacaktır. Ve bir adam geliniyle yatarsa mutlaka
ikisi de öldürülecektir; rezalet ettiler; kanlan kendi üzer­
lerinde olacaktır. Ve bir adam, kadınla yatar gibi erkekle
yatarsa, ikisi menfur şey yapmışlardır; mutlaka öldürüle­
ceklerdir; kanları kendi üzerlerinde olacaktır. (Levililer 20.
10, 13).
Bir adam, kızıyla anasını birlikte alırsa, bu alçaklıktır,
aranızda alçaklık olmasın diye kendisi ve kadınlar ateşe ya­
kılacaklardır. (Levililer 10, 14).
Bir adam kızkardeşini, babasının kızını, yahut anasının
kızını alır, ve onun çıplaklığını görürse, kadın da onun çıp­
laklığını görürse; utançtr bu; ve kavmlannın oğullarının
gözleri önünde öldürüleceklerdir. Kızkardeşinin çıplaklığını
açmıştır; günahını taşıyacaktır. Ve bir adam âdet halinde
olan kadınla yatarsa ve onun çıplaklığını açarsa,... ikisi de
kavlarının arasından atılacaklardır. (Levililer 20, 17, 18).
Bir kâhinin k-zı fahişelik ederek kendini lekelerse, ba­
basını lekelemiş olur; ateşle yakılacaktır. (Levililer 21, 9).
Bir adam bir kız alır da, kız olarak bulmadığını iddia
eder bu ela doğru çıkarsa, o zaman genç kadını babasının
evinin kapısına çıkaracaklar ve şehrinin adamlar? onu taş­
la taşlıyacaklar, ve ölecek, çünki babasımn evinde zina et­
miş olmakla tsraelde alçaklık etmiştir. (Tesniye 22, 21).
Eğer bir adam, başka bir adamm karisiyle yatmakta
olarak bulunursa, o zaman kadınla yatan adam ve kadın,
MUSA ve YAHUDİLİK 173

onlrın ikisi de öleceklerdir. Böylece İsraelden kötülüğü kal-


dıracakşın. (Tesniye 22, 23).
Eğer bir kız bir adama nişanlı işe ve bir adam onu şe­
hirde bulup onunla yatarsa, o zaman onların ikisini de o
şehrin kapışma çıkaracaksınız ve onları, şehirde olduğu hal­
de bağırmadığı için kadını ve komşusunun karısını alçalt­
tığı için erkeği, taşla taşhyacaksınız, ve ölecekler; ve kötülü­
ğü aranızdan kaldıracaksın. (Tesniye 22, 13 - 23).
Eğer bir kimse, nişanlı genç kadını kırda bulursa, ve
onu yakalayıp kendisiyle yatarsa; yalnız onunla yatmış plan
adam ölecek; fakat kıza bir şey yapmıyacaksın; kızda ölü­
me müstahak suç yoktur; çünkü bir adam komşusunu nasıl
öldürürse, bu böyledir. Çünkü onu kırda buldu, nişanlı kız
bağırmış, ve onu kurtaran bulunmamıştır. (Tesniye 22, 25 -
27).
Hammurabi kanununda zinanın cezası suda boğmaktır;
ama kıral isterse bunları bağışlıyabilir. Kadının kocasının
da bu hakkı vardır. Bunda da zorla ırza geçmede erkek öl­
dürülmekte, kadın serbest bırakılmaktadır. Evli bir kadının
zina ettiği iddia olunursa kadın, su denemesi için kendini ır­
mağa atacaktır. Kurtulursa günahsız demektir. Bir kadının
kocası savaşta esir olmuş da kadın yiyeceksiz kalmışsa,
onun başka bir adama gitmesi suç sayılmaz.
Anasiyle zina edenleri. Hammurabi kanunu da yakıla­
rak ölüme mahkûm etmektedir.
Hammurabinin kanununun bu alanda biraz hojşgörür
oluşu tabiîdir. Düşünelim ki Mezopotamya'da kutsal fuhuş
geleneği vardı. İsrael küçük bir toplum içinde kıskançlıklar­
dan doğacak kanlı olayları önlemek zorundaydı. Üstelik
Tanrının seçilmiş kavmı olarak kendilerini her bakımdan
temiz bulundurmıya çalışıyorlardı. Ama şunu da katalım ki,
bu kesin emirler meselâ Davud’u Uria’nın karisiyle zinadan
alıkoymuş değildi.
174 MUSA ve YAHUDİLİK

EVLENME ÜZERİNE HÜKÜMLER

Eğer bir adam, nişanlı olmıyan bir kızı aldatır ve onun­


la yatarsa, kendi karısı olmak üzere, mutlaka onun için ağır­
lık verecektir. (Yani, ağırlığını vererek onu alacaktır.) Eğer
babası, kızım ona vermek istemezse, kızlara verilen ağırlı­
ğa göre para verecektir.
Sizden hiç biri kendi yakın akrabasından birine, onun
çıplaklığım açmak için yaklaşmıyacaktır. Kendi babamn
çıplaklığını ve ananın çıplaklığını açmıyacaksın, senin anan­
dır; onun çıplaklığını açmyacaksın. Babamn karısının çıp­
laklığını açmıyacaksın; o, senin babanın çıplaklığıdır. Ken­
di kızkardeşinin, babanın kızının, yahut ananın kızının çıp­
laklığını, evde doğmuş olsun yahut dışarıda doğmuş olsun
(yani üvey kardeşler) onların çıplaklığım açmıyacaksın. Se­
nin oğlunun kızının, yahut kendi kızının kızının çıplaklığını
açmayacaksın; çünkü onların çıplaklığı seninkidir. Babanın
karısının kızının çıplaklığını açmıyacaksın, babandan olan
senin kızkardeşindir, onun çıplaklığın açmıyacaksın. Babanın
k'zının çıplaklığını açmıyacaksın; onun oğlunun kızını, ya­
kın akraba sıdr. Ananın kızkardeşinin çıplaklığını açmıya-
caksın; çünkü senin ananın yakın akrabasıdır. Babanın kar­
deşinin çıplaklığını açmıyacaksın, onun karısına yaklaşmı-
yacaksın, senin yengendir. Kendi gelininim çıplaklığım açmı-
yacaksın; oğlunun karısıdır. Kardeşinin karısının çıplaklığı­
na açmıyacaksın; kardeşinin çıplaklığıdır. Bir kadınla onun
kızının çıplaklığını açmıyacaksın; onun oğlunun kızını, ya­
hut kızının kızını, onun çıplaklığını açmak için almıyacak-
sın; onlar yakın akrabandır; alçaklıktır. Bir kadım kendi
kızkardeşi üzerine, onu kıskandırmak, o hayatta iken kendi
yanmda çıplaklığını açmak için almıyacaksın. (Levililer 18,
6 - 18).
MUSA ve YAHUDİLİK 175

Babasının karısı ile yatan lânetli olsun, çünkü babası-


nn eteğini açmıştır. Ve bütün kavm: Amin, desin. (Tesniye
27, 20).
Babasının kızı, yahut anasının kızı olan kızkardeşi ile
yatan lânetli olsun. Ve bütün kavm: Amin, desin. (Tesniye
27, 22).
Kaynanası ile yatan lânetli olsun. Ve bütün kavm:
Amin, desin. (Tesniye 27, 23).
Nameşru çocuk Rabbin cemaatine girmiyecektir; ken­
dinden olanlardan hiç biri, hattâ onuncu nesle kadar, Rab­
bin cemaatine girmiyecektir. (Tesniye 23, 2).
Eğer bir adam, kız olan nişanlanmamış bir genç kadını
bulursa ve onu tutup onunla yatarsa, ve onlar bulunursa; o
zaman onunla yatmış olan adam, kızın babasına elli şekel
(819 gram) gümüş verecektir ve kadın onun karısı olacak­
tır, çünkü onu alçaltmıştır; bütün ömrünce onu boşıyamı-
yacaktır. (Tesniye 22, 28, 29).
Eğer bir adam, bir kadın alır, ve ona yaklaşır, ve on­
dan nefret ederse ve ona ayıp şeyler isnat edip onun isoıini
kötülerse, ve: Bu kadını aldım ve ona yaklaştığım zaman
kendisinde kızlık nişanları bulmadım, derse; o zaman genç
kadının babası ve anası, genç kadının kızlık nişanlarını aka­
caklar ve kapıya, şehrin ihtiyarlarına getirecekler; ve genç
kadının babası ihtiyarlara diyecek: Kızımı bu adama karı
olarak verdim, ve ondan nefret ediyor... ve esvabı şehrin ih­
tiyarları önüne serecek, ve o şehrin ihtiyarlan o adamı alıp
kendisini tedip edecekler ve onu yüz şekel gümüş (8 kilo
190 gram) para cezasına çarptırp genç kadının babasına ve­
recekler; çünkü o adam, İsrael’in bir kızının ismini kötü­
ledi ve kadın o adamın karısı olacak; bütün ömrünce onu
boşayamıyacaktır. (Tesniye 22, 13 - 19).
Görülüyor ki Tesniye’ye kadının haklarını koruyacak
176 MUSA YAHUDİLİK

birtakım maddeler koymak lüzumu duyulmuştur. Ama,


Hammurabi kanununa göre bunlar gene de azdır. Hammu-
rabi kanununda hasta bir kadını kocasınm boşıyamaması,
bu durumda ikinci bir kadın alabilse de, hasta karısına, onun
için yaptıracağı bir evde, bütün ömrünce bakması kaydı var­
dır. İkinci bir kadın almıya, ya böyle hastalık, va da kadının
çocuk doğurmaması hallerinde izin verilmektedir; ama o za­
man da gene ilk kadın, asıl karı saylmaktadır. Buna karşılık,
ancak öz ve üvey ana, öz evlât ve gelinle münasebetin ya­
sak olduğu anlaşılmaktadır.
Daha sonra, Yahudilerde kadına büyük saygıı gösteril­
diğini Talmud’dan anlıyoruz: Her Şabat’ta baba, ailenin
anasını, en büyük zenginlik olarak över. Dışarıda kadının
hiç bir önemi yok gibi görünmesine karşılık, evin içinde ege­
menlik onundur.
İsraelde evliliğin amacı çocuk yetiştirmek ve onları bü
yütmektir. Eğer bir adam evlât bırakmadan ölürse, eskiden,
erkek kardeşinin dul yengesini alması zorunluluğu vardı.
Bu evlenmeden doğan ilk oğul da, ölenin oğlu sayılırdı. Ama
çok eskiden bile bu âdetin zayıfladığını Tevra^an öereniyoruz.
Bir adam yengesini almazsa, kadın onu ihtiyarların huzuru­
na davet eder ve onun ayağından pabucunu çıkarır, yüzüne
tükürür, sonra: Kardeşinin evini yapmıyana böyle yapılır!
Der. Adamın adı da Yalınayak kalır; hattâ soyuna da bu kü­
çültücü ad verilir. (Tesniye 25, 5 - 10). Sonraları, dul kadı­
nı serbest bırakmak için, sadece bir seremoni olarak, bu
«pabuç çıkarma» töreni yapılmakla yetinilmiştir. Bunu da
ileride göreceğiz.

BOŞANMA ÖZERİNE HÜKÜMLER

Bir adam bir kadın alıp onunla evlendiği zaman... onda


utanılacak bîr şey bulduğu için, kad-n onun gözünde lütuf
MUSA ve YAHUDİLİK 177

bulmazsa, onun için boş kâğıdını yazacak ve onun eline ve­


recek ve onu evinden gönderecektir. Ve evinden ayrıldıktan
sonra kadın gidip başka bir erkeğin karısı olabilir. Sonraki
adam da ondan nefret ederse ve onun için boş kâğıdını ya­
zarsa ve onun eline verip onu evinden gönderirse; yahut onu
kendisine kan olarak almış olan sonraki adam ölürse; onu
göndermiş olan önceki kocası onu kendisine kan olarak ye­
niden alamaz; çünkü Rabbin önünde mekruh bir şeydir.
(Tesniye 24, 1 - 4).
İşte hepsi bu kadar! Yalnız, İbranilerde Mohar ^Arap­
ça mihr) denen ve bir kızı almak için onun babasına, öden en
«kadın Katı» vardır ki, boşanan kadın bunu geri vermek zo­
runda. değildû İsrael oğullarında boşama yalnızı kocaya ve­
rilmiş bir hakti. Beri yanda, Ha-mmurabi kanununda kadına
da kocasından ayrılma hakkı verilmektedir,

YARGIÇLAR ÜZERİNE HÜKÜMLER

Yalan haber taşımıyacaksın; haksız şahit olmak için kö­


tüye el vermiyeceksin. Kötülük için çokluğun peşinde olmı-
yacaksını; ve bir dâvada adaleti bozmak için çokluğun ar­
dınca saparak söylemiyeceksin; ve fakiri dâvasında kayır­
mayacaksın (Yani acıyarak haksızlık etmiyeceksin). (Çıkış
23, 1 - 3).
Dâvasında, fakirin hakkını saptırmıyacaksın. Yalan şey­
den uzak ol; ve suçsuzu ve salihi öldürme; çünkü ben, kötü­
yü suçsuz saymam. Rüşvet almıyacaksın; çünkü rüşvet gö­
renlerin gözlerini kör eder ve salihlerin sözlerini döndürür.
(Çıkış 23ı, 6 - 8).
Hükümde hakszlık etmiyeceksiniz; fakirin hatırını say-
mıyacaksın ve kudretlinin hatırına itibar etmiyeceksin; ve
komşuna adaletle hükmedeceksin. (Levililer 19, 15).
F: 12
178 MUSA ve YAHUDİLİK

Ve o vakit hâkimlerinize emredip dedim: Kardeşlerini­


zin arasındaki dâvaları dinleyin, ve bir adamla kardeşi, ve
yanında olan misafir arasında hak ile hükmedin. (Tesniye
1, 16).
Hükümde şahıslara itibar etmiyeceksiniz; küçüğü de
büyüğü gibi dinliyeceksiniz; insan yüzünden yılmıyacaksı-
nız; çünkü hüküm Tanrınındır. (Tesniye 1, 17).
Hâkimler iyice araştıracaklar, ve işte, eğer şahit yalan­
ca şahitse, ve kardeşine karşı yalan yere şahadet etmişse, o
zaman, kardeşine yapmağı düşündüğü ne ise kendisine ya­
pacaksınız; ve aranızdan kötülüğü kaldıracaksan. (Tesniye
19, 18 - 19).
Garip ve öksüz hakkııda hüküm değiştirmiyeceıksin.
(Tesniye 24, 17).
Eğer adamlar arasında bir çekişme olup mahkemej'e ge­
lirler ve hâkimler onlara hükmederlerse, o zaman salihi suç­
suz ve kötüyü suçlu çıkaracaklardır. Kötü adam dövülmeğe
müstahak ise, hâkim onu yatırtacak ve kendi önünde onun
kötülüğüne göre sayı ile onu dövdürecek. Ona kırk değnek
vurdurabilir, arttırmıyacak; yoksa, arttırır ve ona bundan
daha çok değnek vurdurursa, o zaman kardeşin senin gö­
zünde alçabr. (Tesniye 25, 1, 2).
Tanrın Efendinin sana vermekte olduğu bütün kapıla­
rında (Şehirlerin) kendin için sıptlarıne göre hâkimler ve
memurlar koyacaksın ve kavma adalet hükmü üzere hükme­
decekler. Hakkı saptırmıyacaksın; şahıslara itibar etmeye­
ceksin; ve rüşvet almıyacaksın; çünkü rüş, f>t hikmetlilerin
gözlerini kör eder ve doğru olanların sözlerini eğriltir. (Tes­
niye 16, 20).
Oğullar için babalar öldürtilmiyecekler. ve babalar için
oğullar öldürülmiyeceklerdir; herkes kendi suçu için öldü­
rülecektir. (Tesniye 24, 16).
Bu madde, zamanına göre son derece ileri bir adımdı.
MUSA ve YAHUDİLİK 179

Hitler’in, Sippenhaft denen, siyasî bir suç için, suçlu sayı-


lanan soyunu sopunu yakalatması, daha pek yakın günler­
de olup geçmiş değil midir? Tesniye’nin yazıldığı devirde ar­
tık o sert ve amansız kabile yasası yumuşamış, mahkeme­
ler kurulmuş ve ceza, öç alma şeklinden sıyrılmıştı.
îsadan önce 625 yılında Kudüste peygamber olan Ye-
remya: «Artık o günlerde: Babalar koruk yediler, ve oğul­
larının dişleri kamaştı, demiyecekler. Fakat herkes kendi
fesadı için ölecek; koruk yiyen herkesin kendi dişleri kama-
şacak,» diye bunun özlemini dile getirmişti. Belli ki, bir ku­
lun suçu için kuşaklar boyunca öç alan Tanrıdan da şikâyet­
ti bu; ama asıl bir insanın suçunun cezasını başka birine
veren kanunu da kınamıştı Yeremya.
İsadan önce_592 - 570 yılları arasında Babilde peygam­
berlik eden Hezekiel: «Ve yine bana Tanrının şu sözü geldi:
Babalar koruk yediler ve oğullarının dişleri kamaştı, diye
İsrael diyarı için bu meseli söyliyerek ne demek istiyorsu­
nuz? Varlığım Hakkı için Tanrı Yahve’nin sözü, artık siz İs-
raelde bu meseli söylemiyeceksiniz. İşte bütün canlar, be­
nimdir, babanın canı benim olduğu gibi, oğlun canı da be-
nimdir; suç işliyen can, ölecek olan odur.» demektedir. Tes-
niye Babilden dönüşten sonra yazıldığına göre, artık, Tanrı­
ya yüklenen bu haksızlık da, insanların bu adaletsizliği de
ortadan kalkmış oluyordu. Talmud’da şunları okuyoruz;
«Yetmiş yılda bir idam cezası veren Sanhedrin (Ulemâ
meclisi) felâket getirici adını alır. Asarya oğlu Rabbi Elise
dedi ki: Eğer biz Sanhedrin’de olsaydık, kimse idam edil­
mezdi. Gamliel oğlu Rabban Şimon dedi ki: O zaman da İs-
rael’de kan dökmek çoğalırdı.» (Mişna Makkot 1, 10).
Sanhedrin Yahudilerin Kudüsteki, 71 üyesi olan en yük­
sek mahkernesi idi. Babil tutsaklığından sonra İsraelde na­
sıl bir ruhun hüküm sürdüğünü, barbar bir kabile yasasın­
dan ileri bir adalet anlayışına nasıl geçildiğini göstermiyor
180 MUSA ve YAHUDİLİK

mu bu sözler? Korkunç, amansız Yahve’nin nasıl, yarattık­


larına acıyan, yarlığayıcı bir tanrı haline geldiğini ileride gö­
receğiz.

TANIKLIK

Haksız şahit olmak için kötü ile birlik olmıyacaksın


(Çıkış 23, 1).
ölecek olan adam iki şahidin, veya üç şahidin sözü ile
öldürülecek; bir şahidin sözü ile öldürülmiyecektir. (Tesni-
ye 19. 1 5 ) ......
Eğer bir adama karşı, kötülük hakkında şehadet etmek
üzere, ona karşı yalancı bir şahit kalkarsa, o zaman, arala­
rında dâva olan iki adam Rabbın önünde, o günlerde olan
kâhinlerin ve hâkimlerin önünde duracaklar ve hâkimler
iyice araştıracaklar; ve işte şahit yalancı şahitse, ve karde­
şine karşı yalan yere şahitlik etmişse, o zaman, kardeşine
yapmak istediği şeyi kendisine yapacaksınız. (Tesniye 20,
16, 19).
Hamurabi kanununda da yalancı tanığa, ölüm cezasıyle
sonuçlanacak bir dâvadaı ölüm, alacak dâvalarnda da bahis
konusu olan alacağı ödeme cezası verilmektedir.
Yerleşme
YERLEŞME

ADANI4IŞ TOPRAK İÇİN SAVAŞLAR


VE YERLEŞME

Ve Nun oğlu Yeşu hikmet ruhu


ile dolu idi; çünkü Musa ellerini
onun üzerine koymuştu; ve israel
oğulları onu dinliyorlardı ve Rab
bin Musa’ya emretmiş olduğu gibi
yapıyorlardı. (Tevrat)

İsrael’in Adanmış Toprağı ele geçirmek için savaşa ha


zırlandıığı sıralarda, Priamos’un haşmetli şehri, Troya’mn
da artık sonu gelmişti, çok geçmeden, İlkçağın ünlü destanı­
na, İlyada’ya konu olan savaş başlıyacaktı. Yıl M. ö. 1200, ya
da buna pek yakındı. Tam bu yıllarda Boğazköy arşivi artık
susmaktadır. Hitit imparatorluğu da tam bu sırada dağılmış
olacaktır. Son imparator Tuthalıa önemsiz bir-kişidir. Ondan
sonra Hitit imparatorluğunun yerinde sayısız beylikler belir­
miştir.
Hitit imparatorluğu artık yoktur, ama Mısır’da bundan
faydalanacak güç kalmamıştır. Hayalci Akhenaton’un salta­
nat devresinden sonra Mısır günden güne daha da zayıflamış­
tır. Ürdün bölgesi üzerindeki egemenliği gevşemiştir. Ke­
nan’ın da durumu bundan daha iyi değildir: boyuna sürüp
.184 MUSA ve YAHUDİLİK

giden isyanlar, hükûmetçiklerin ve özgür şehirlerin birbirle-


riyle boyuna savaşmaları, Mısır işgal kuvvetlerinin yağmacı­
lıkları, burasını harap etmiştir.
Hiksos’larm Mısır’dan kovuluşlarından beri Filistin Mı­
sır’ın bir ili olarak kalmıştı. Hiksoslar zamanında burada bir
çeşit feodalite kurulmuştu. Bencil ve müstebit soyluların yö
netimi halkı yarı köleler haline getirmişti. Mısırlılar da bu
sistemi sürdürdüler, yerli hükümdarları istedikleri gibi dav­
ranmakta serbest bıraktılar; yeter ki kendilerine vergilerini
vaktinde ve tam olarak versinler! Onların ordu beslemesine
bile müsaade ediyorlardı. Bu küçük devletlerde savaş araba­
ları soylulara mahsustu, halktan olanlar yaya savaşçılardı.
Şehirler arasındaki kanlı savaşlara Mısırlılar aldırış bile et­
mezlerdi. Vergi toplama işini, garnizonlardan yeteri kadar
kuvvet alan vergi memurları kolaylıkla sağlanmaktaydı. Mı­
sır’ın buradaki yönetim merkezleri Gaza ile Yoppe (Yafa)
idi. Memleketin yolları, haraca bağlanmış olan devletçiklerin
angarya ile çalıştırdıkları halk tarafından yapılmıştı ve bakı­
mını da gene onlar sağlamaktaydı. Mısır hesabına işletilen,
Nasıra’nın güneyindeki verimli topraklarla, Lübnan sedir
ağacı ormanlarının işletilmesi de gene böyle, angarya yoliyle
olmaktaydı. Ama Mısırlı haraççılar mürtekiptiler. Askerlerin
ihtiyaçlarına sarfedllecek paraları ceplerine indirmekten çe­
kinmezlerdi. Giritli, Arap ve Nubya’lılardan derlenmiş olan bu
kiralık askerler de geçimlerini, müdafaasız şehirleri yağma
etmekle sağlarlardı.
Bu bozuk yönetim altında memleket tükenmekteydi; nü­
fusu da gittikçe azalıyordu. Kazılarda bulunan bu devir me­
zarları daha eskilerinin zenginliklerine karşı, pek yoksulca
dır. Şehir surları dayanıksız ve zayıftır. Yalnız deniz kıyısı
şehirleri, Lübnan dağlarının ardında kaldıkları için bu iç sa­
vaşlardan müteessir olmuyorlardı ve zenginliklerini sürdü­
rüyorlardı.
MUSA ve YAHUDİLİK 185

İsrael’in Adanmış Diyar’a yerleşmesine yardım eden bir


olay da 13. yüzyılın sonunda, yeni bir göç dalgasının, Ege
denizi kıyılarından harekete geçerek, denizden ve karadan
Küçük Asya’yı istilâ edişidir. Bunlara Deniz Adamları genel
adı verilmektedir. Bunlar İndo Avrupai kavimlerdendi. Bu
istilâ Mısır’la Kenan’a yönelmişti, onun için İsrael’in henüz
bundan korkusu yoktu, çünkü daha Şeria’nm doğu tarafında
bulunuyorlardı. Ama, iç savaşlarla zayıf düşmüş olan Kena-
nî’ler bu saldırganlara karşı durmak zorundaydılar. İşte İs-
rael’.in Yeşu’nun komutasında harekete geçtikleri sırada du­
rum Kenan hükümetleri ve şehirleri için böyle felâketli, ama
îsrael için çok uygundu.
Yeşu, Efraim kabîlesindendi, adı «Yahve kurtarıcı» anla­
mına gelir. Tevrata göre ta Mısır’dan çıkıştanJheri hep Mu-
sa’nm yanında bulunmuş, her işte onun yardımcısı, âdeta sağ
kolu olmuştur. Şimdi İsraerin başkomutanıdır». Tabii Yahve
artık ona_ talimat..yelmektedir,
Tevratın Yeşu kitabı baştan başa savaş, katliam, işken-
ce hikâyeleriyle _doludur. Bunlar, İsrael Oğulları tarihini ta-
mamiyle içine almak iddiasında olmıyan kitabımız için fazla
ayrıntılardır. Ama iki olayı, dikkati çektikleri idnJ ta y dedi-
yoruz:
Tevrata göre İsrael, Şeria Irmağını geçerken ırmak çe­
kilmiş ve hepsi ısianmrdon bstı tarafına. germişler.JL.19.Qg yı­
lında da bir heyelan Ş-r^ı’nm yolunu tıkamış ve Eriha ya-
kınlarında ırmağın yatağı kurumuştu, bu mucizenin aslı da
bu~olâcaktır.) Karşı Förafta Yahve Yesua: «Sen taştan bı-
çaklar yapıp İsrael Okullarını yeniden sünnet et» der. Tevrata
göre bunun nedeni, bütün İsrael oğullarının çölde doğmuş
olmaları ve bu yüzden siinnçtşiz kalışlarıdır. Ama gerçekte
bunun nedeni, İsrael’in dinsel, b.iriiğibin aslında Şeria'nın do-
ğu tarafında meydana ge’miş olmaş^ır.^KitabımızınLJiaşında
da söylediğimiz gibi, İsrael’in toptan Mısır’dan çıkanlardan
186 MUSA ve YAHUDİLİK

ibaret olması efsaneden başka bir şey değildir. İsrael Oğul-


farı Şeria’nın doğusunda, daha sonra batısında da, aynı dili_
konuşan kabilelerin birleşmesi, ve daha önce, tek bir kabile­
nin heykeli yapılmayan tanrısı Yahve’yi kendilerinin tanrıları
olarak da kabûl etmeleriyle meydana gelmiştir. Yahve’nin
ümmeti olmanın ilk şartı da sünnetli olmaktı. Herhalde Ye-
şu’nun bu sünnet hikâyesi bunun değişmiş bir şeklidir.
İkinci hikâye, edebiyata da geçmiş olan, Eriha duvarla­
rının yıkılışı olayıdır. Bundan önce de söz etmiştik: Tevrata
göre Yeşu, orduyu, Eriha şehrinin surları etrafında yedi gün
dolaştırır. Ahit Tabutunun önünde de yedi kâhin gitmekte ye
yubel borularını .(ileride göreceğimiz Yubel yılında çalman
borular) çalmaktadırlar. Yedinci gün duvarlar kendiliğinden
yıkılır ve İsrael Oğulları, Yahve’nin ellerine verdiği şehirde­
ki «Erkek ve kadın, genç ve ihtiyar herkesi, bütün öküz, ko­
yun ve eşekleri, şehirde olanların hepsini» kılıçtan geçirirler.
İlkçağ için pek olağan, ama bir kutsal kitapta hiç de hoş ol-
mıyan bu hikâyenin de bir gerçek çekirdeği olduğunu anlat­
mıştık: Kazılarla, aşağı yukarı M. Ö. 1200 yılında bir deprem7
âe bu surların yıkılmış ve şehrin yanmış olduğu meydana çık­
mıştır. Demek, İsrael Oğulları Eriha’yı almak ve halkını kı­
lıçtan geçirmek için, oralarda sık sık görülen bir depremden
faydalanmışlardı.
İsrael’in bu saldırılarının hangi yılda olduğu kesin ola­
rak bilinmemektedir, biz de ortalama 1200 demekle yetindik.
Ama Mısır dilindeki yazıtlarda tek bir defa İsrael adı geç­
mektedir, ki bu da Firavun Meneptah’m 5 inci yılında dikilen
bir zafer anıtındadır. Bu da M. ö. 1230 yılı demektir. Şu hal­
de İsrael’in ortaya çıkışı bundan hayli önce olacaktır. Ama
bu, İsrael’in o sıralarda bu bölgenin egemenliğini ellerinde
bulundurdukları demek değildir, bu çok daha sonra olabil­
mişti. Yeşu’nun direnç göreceği yerlerden kaçındığı ve ancak
kolayca ele geçirebileceklerine saldırdığı tahmin edilebilir.
MUSA ve YAHUDİLİK 187
Zaten bu göçebelerin gücü, müstahkem şehirleri zaptetmeye
yetmezdi. Geçtikleri yerleri yakıyor, yıkıyor, yağma ediyorlar­
dı. Ancak Şeria’nın iki yakasında, tepeler arasındaki az ko-
- runmuş şehirleri zaptedebiliyorlardı; verimli vadiler Kenanî’-
lerin elindeydi. Birçok kuşaklar boyunca da öyle kaldı. İsra-
el yayaları savaş arabalarına karşı bir şey yapamazdı. Ama
işin en dikkate değen tarafı, bu göçebelerin, ellerine toprak
geçirince hemen yerleşmeleri ve çiftçi olmalarıdır. Yoksa, bu
topraklara göçebelerin saldırışları her zaman olagelmişti.
Bunlarsa akın sonunda çekilip giderlerdi. İsrael öyle yapma­
dı; her halde çiftçi halktan bir kısmı da onların tanrısını bo
nimsedi ve göçebeler bunlarla kaynaştı. Çadırlarını bıraktı­
lar ve, eğer zaptettikleri şehirlerdeki evlere yerleşmezlerse,
kendilerine kulübeler yaptılar. Bu ilkel evlerin kalıntıları ka­
zılarla meydana çıkarılmıştır, bunların bir kül tabakası üze­
rine kurulmuş olması, yerleşmelerinden önce İsrael Oğul­
larının buraları ne hale koyduklarını anlatmaktadır. İsrael
Oğullarının tamir ettikleri şehir surları da pek beceriksizce,
pek zayıf yapılmıştır. Bu bir yandan onların beceriksizlikle­
rinden, bir yandan da angaryaya gelmediklerindendi. Bu ka­
rakteri İsrael Oğulları daima muhafaza etmişlerdir: Emir
kulu olmayı sevmezlerdi. İleride de bunu göreceğiz. .
Tevrata göre Yeşu, İsrael Oğullarını Adanmış Toprağa
kavuşturup toprak dağıtımını yaptığı sırada artık ihtiyardır;
110 yaşına varmıştır. B:r yün İsrael kabilelerinin hepsini Şe-
kem’de toplar, onların başlarını, hâkimlerini ve reislerini ya­
nına çağırır ve onlara Yahve’nin buyruklarını bildirir. Bu
uzun söylevin şu parçası dikkate değer: «Ve şimdi Rabden
korkun ve kemâlde ve hakikatte ona kulluk edin; ve Irmağın
öte tarafında ve Mısır’da atalarınızın kulluk ettiği tanrıları
at’n; ve Rabbe kulluk edin. Ve eğer Rabbe kulluk etmek gö­
zünüzde kötü ise, atalarınızın kulluk ettikleri Irmak ötesin­
deki tanrılara mı, yahut memleketlerinde oturduğunuz Amo-
188 MUSA ve YAHUDİLİK

rî'lerin tanrılarına mı, kime kulluk edeceğinizi bugün seçin;


fakat ben ve evim halkı biz Rabbe kulluk edeceğiz.» (Yeşu
24 14, 15). Buradaki Irmak^Şeria ırmağıdır. Yeşu’nun bu
sözleri, karşısındakilerin Şeria’nın öte yakasından savaşla
geçip buralara gelmiş bir millete değil, o tarafın yerli halkın­
dan olan bir kitleye hitap ettiğini açıkça göstermektedir. Ara­
larından Mısır da söz konusu edilmekte ise de bu önceden,
de söylemiş olduğumuz gibi, sadece bir kabilenin, Yusuf Evi’-
nin Mısır’dan geldiğini, yoksa bütün milletin aynı soydan
gelmediğini anlatır.
Yeşu bunları söyledikten sonra, îsrael Oğullarına yemin
ettirir, bu yemini bir taşa kazdırarak anıt olarak diker. Bun­
dan az sonra ölür. Onu Gaaş dağının kuzeyinde, kendi payına
düşen toprakta gömerler. İsrael Oğullarının, ta Mısır’dan bu­
raya kadar getirdikleri, Yusuf’un kemiklerini de (Mumyası
olacak) Yakob’un vaktiyle satın almış olduğu bir tarla için­
de gömdüklerini de okuyoruz. Bunun gerçek olması imkân
sızdır, Musa’yı nereye gömdüklerini bile unutanlar bir mum­
yayı uzun yıllar birlikte taşırlar mıydı acaba9

HÂKİMLER

Göçebelikten çıkmış, daha doğrusu bir kısmı yarı göçe­


be olarak yaşıyan İsrael Oğulları henüz bir devlet kurmuş
değillerdir. Bu sırada onları birleştiren tek bağ Yahve kültü­
dür. Bu görülmez tanrının boş tahtı olan Sekine Tabutu
(ya da Ahit Sandığı) artık gezginlikten kurtulmuş, o da şeh­
re yerleşmiştir. Ahit sandığı önce Şekem, sonra Beyt-el, niha­
yet Gilgal’e konmuştu. Bu şehirlerin her üçü de eski Kenanî’-
lerin kutsal şehirleriydi, toprak dağıtmamda da Yusuf Evinin
hissesine düşmüştü. Bu kabile Efraim, Manasse ve Benyamin
kabileleriyle ilgili idi. Yahve kutsal yerinin etrafında artık
bir Amphyktioni’nin meydana geldiği anlaşılmaktadır. Bun­
MUSA ve YAHUDİLİK 189

dan önceki, çoğu efsanelerden ibaret olan iddiaları bir tara


fa bırakırsak, asıl İsrael Oğullarının artık burada ve bu dev­
rede millet haline geldiklerini kabûl edebiliriz. Böyle altı, ya
da on ikili Amphyktionie’lerin nasıl ve neden meydana gel­
diği kitabımızın başında açıklanmıştı. Kutsal bir yere bağlı
kabileler, sayılarına göre, ayda, ya da iki ayda bir, kutsal ye­
rin hizmetini ve korunmasını üzerlerine alırlardı. Şeria’nın
doğusunda, sonradan Ammon, Moab ve Edom kırallıkları ha­
line gelen Aramî toplulukları da gene böyle bir Amphykti-
onie ile başlamışlardı. Belki, Yusuf Evi ile birlikte göçen Ara­
mî göçebeler Şekem’deki Ahit Sandığı etrafında altılı bir
kutsal birlik kurmuş olacaklardır. Bu birliğin üyeleri de Yu­
suf, Manasse, Efraim ve Benyamin ile daha iki Aramî kabi­
lesi olabilir. Kenanî’lerin sert yönetiminden ve zulümlerin­
den kaçan Aramî’lerin buraya göçmeleri devam etti. Kalaba­
lıklaşınca birlik, altılıdan on İkiliye çıktı. Bu sırada Kenani
kültürünün de etki yapmaması imkânsızdı. Çobanlıktan çı­
kan Aramî’ler, kendilerininkine çok yakın olan Kenan dilini,
ve daha üstün olan Kenan kültürünü aldılar. Hattâ yerli Ke­
nanî’lerin büyük bir kısmının da. Tevratın iddia ettiği gibi,
tamamiyle imha edilmemiş ve onların da bu kutsal birliğe
girmiş olmaları çok muhtemeldir. Yakob’un on iki oğlundan
türemesi de işte bu on ikili kutsal birliğin kurulma­
sından sonra, kabileler arasında daha sıkı bir bağ kurmak is-
tiyen kâhinler tarafından çıkarılmış, güzel bir efsanedir.
Bu sırada îsrael siyasi bir bütün meydana getirmiyordu.
Her kabile kendi başına buyruktu, kendi reisinden başkasına
itaate borçlu değildi. Bir kabile hücuma uğrarsa ötekiler sa­
vaşa katılmıyabilirlerdi. Hattâ kendi aralarında kanlı savaş­
lar bile olurdu: Meselâ bir Levilinin odalığının ırzına geçil­
mesi olayı sonunda bütün İsrael Benyamin kabilesine karşı
harekete geçmiş ve onların bütün şehirlerini yakmış, hemen
hemen bütün Benyamini kılıçtan geçirmişlerdi. Sağ kalan an­
190 MÜSA ve YAHUDİLİK

cak bir avuç erkek olmuştu. İsrael’in bir Evinin, yani kutsal
birlikten bir üyenin eksik kalmaması için bulunan çare de
pek hoş değildir. Bunu Tevrattan okuyalım: «İsrael’üler Ben-
yamin soyuna kız vermemek için yemin etmişlerdir. Fakat İs-
rael’in bir kbilesinin eksilmesine üzülürler ve derler ki: «İs-
rael Sıptlanndan biri koparıldı. Onlara, geri kalanlara kan
bulmak için ne yapalım? Çünkü onlara karı olarak kızlanmız-
dan vermemeğe Rabbin hakkı için and ettik.» Buna bir çare
bulurlar: O gün Mitspa’ya, Benyamin’e karşı ittifak yeminine
gelmemiş olan, Yabeş-gilead ahalisini, kadın ve çocuklar da­
hil, kılıçtan geçirmeyi, yalnız evlenmemiş kızlardan dört yü­
zünü alıkoyarak bunları Benyamin’lerin sonuncularma ver­
meyi kararlaştırırlar. Dediklerini de yaparlar; sonra Benya-
min soyundan kalanları çağırır ve —gene İsrael’den olan—
bu zavallı kızları onlara verirler, ama bunlar yetmez. «Ve ka­
vim Bcnyamin’den ötürü açıklandı... Ve cemaatin ihtiyarları,
dediler: Kalanlara karı bulmak için ne yapalım? Çünkü Ben-
yamin’deıı bütün kadınlar helak edildiler. Ve dediler: ... biz
onlara kızlarımızdan karı veremeyiz; çünkü tsrael Oğullan:
Benyamin’e kan veren lânetli olsun, diye ant etmişlerdi... Şi-
lo’da yıldan yıla Rabbin bayramı vardır. Ve Benyamin oğul­
larına emredip dediler: Gidin ve bağlarda pusuya yatın ve
bakın, Şilo kızları raksetmeğe çıkarlarsa, kendiniz için, her
biriniz kendisine karı olarak Şilo kızlarından tutun ve Ben­
yamin diyarına gidin.» (Hâkimler 21. 1—23) Benyamin oğul­
ları bunu yapar ve yeniden üremek üzere yerlerine giderler.
Gene böyle bir savaş da Eîraim’lilerle Gilead’lılar arasında
geçer, bunda da Gilead’lılar yakaladıkları adamlardan Şib-
bolet (Başak) kelimesini söylemesini isterler. Efraim’liler Ş
harfini söyiiyemedikleri için Sibbolet deyince, Gilead’lılar
onları boğazlarlar (Hâkimler: 12, 6) Kutsal kitapta böyle
olayların hikâyelerinin sonunda sık sık: «Ö günlerde İsragl-
de jsıral yoktu; herkes gözünde doğru olanı yapardı.» Sözü
geçmektedir....
MUSA ve YAHUDİLİK 191

İşte bu anarşi ve oluş devresinde İsrael’in önderleri olan


altı büyük, altı da küçük hâkimin (İbranicede Şofet) adları­
nı Hâkimler kitabında buluyoruz. Büyük hâkimler: Oteniel,
Ehud, Barak (Nebiye Debora ile birlikteT Gideon (Oğlu Abi;
melek’le birlikte), Yeftah ve Şimşon (Samson); Küçük hâ­
kimler de: Samgar, Tola, Yair, İbzan, Elon ve Abdon’duy.,
İsrael’in tehlikeye düştüğü sıralarda bunların adlarını
tanrı vermekte, yani kâhinler tanrı adına bu tayini yapmak­
taydılar. Hangi kabilenin savaşı idare edeceğini de gene on­
lar, Tanrı adına, belirtirlerdi. Bu devrede İsrael yavaş yavaş
teokrasi rejimine girmişti. Kutsal birliğin kalbi, tabiatiyle,
merkezî tapınak diyebileceğimiz, Ahit sandığının bulunduğu
şehirdi. Ahit sandığına bağlı törenleri ve ödevleri yerine ge­
tiren din adamları, kâhinler, ağızdan ağıza, gelenekleri sür­
dürüyorlar ve birliği meydana getiren sopiar ve kabilelerin
ayrı ayrı anılarından, ortak bir efsane - tarih yaratıyorlardı.
Soylu ailelerden olan bu din adamlarının görevleri babadan
oğula kalmaktaydı: Amphyktionie’nin yönetimi de „onların
elindeydi. Tanrı Yahve ile kurulmuş olan antlaşmanın tama
miyle yerine getirilmesini kontrol bunların Ödeviydi. Buna
çok önem verilirdi, çünkü bildiğimiz gibi bu antlaşma aynı
zamanda ahlâki ve sosyal kanun, bir milletin „ hayat, düzeni
idi, Yahve bunu onlardan istemekteydi, onlar dajaunu resmî
olarak taahhüt etmişlerdi. Tanrısr 1 kanunun (Şeriatın) tef-
sircileri ve uygulayıcıları bu kutsal merkezin kâhinleriydi, ka-_
hilelerin ve kişilerin sorularına karşı fetvalar veren, kanuna
aykırı davrananları yargılayanlar da onlardı. Bu kâhinler he­
yetinin başkanı İsrael’in baş yargıcıydı. Böylıece, manevî ege­
menlikten yavaş yavaş dünyevî egemenlik, teokrasi doğdu.
Sözde, İsrael’in Yahve’den gayri hükümdarı yoktu. Onun adı­
na ve onun emriyle, irsi kâhinlik makamlarını işgal eden bu
adamlar egemenliği ellerinde tutuyorlardı. Karmakarışık bir
göçebe kalabalığı, sadece din yoliyle bir millet haline geldiği
192 MUSA ve YAHUDİLİK

için, Kutsal Birlik de salt dinî —ama çok gevşek— bir dev­
letti^ Kenani'ler ar asındavar lığını koruma, topraklarını ge­
nişletme, tehlikeli komşulariyle savaşma, on iki kabilenin
kendi işleriydi.. Henüz tam devlet haline gelmek yolunda olan
bu teokrasice ortak...bir dış politüsa ve_ortak bir Ordu'da
yoktu. Eğer iki üç kabile, büyük bir teşebbüs için birleşir ve
savaş güçlerini, bir araya getirirlerse^ bu, onların bilecekleri
şeydi, Amphyktionie’nin bununla alış verişi yoktu.
Bu kadar gevşek, dışarıya karşı toplu hiç bir gücü olmı-
yan bir birliğin kurulma ve yaşaması ancak, İsrael Oğulları­
nın Şeria vadisini zapte kalkışmamaları, Kenanî şehir devlet­
lerin çok sık bulunduğu ovalara saldırmaktan kaçınmaları ve
insan oturmıyan, ya da pek az iskân edilmiş olan dağlık yer­
lerde yerleşmekle yetinmeleri sayesinde mümkün olmuştu.
Çok müstahkem Kenan şehirleri ve o zamanın tankları de­
mek olan savaş arabaları, yeni çiftçi olan bu göçebelerin gö­
ze alamıyacakları kadar tehlikeliydi. Hâkimler kitabında hep
Moab’lılar, Ammon’lular ve Suriye çölünden gelen Aramî ka­
bileleriyle savaş hikâyeleri vardır. Bu kitapta şu sözü de oku­
yoruz: «Ye Rab Yahuda ile beraberdi; ve dağlık ahalisini kov­
du; d.ereıte. oturanları kovamadı, çünkü demir cenk arabaları
vardı.» (Hâkimler 1.19).
Her nr kadar koyu ahlâkçı Yahve kulları ile, Kenanîler
arasında birçok bakımdan büyük ayrılıklar varsa da bunların
gene birbirleriyle çok alış verişleri olmuş, aralarında iyi kom­
şuluk münasebetleri kurulmuştur. Arasıra Kenanî’lere uyan
zayıf ruhlu İsrael Oğulları çıksa da bunu içlerinde hallediyor­
lardı. Büsbütün kavga çıkmıyor değildi, ama bunlar kötü so­
nuçlar doğuracak kadar büyük olaylara yol açmıyordu. Zaten
çiftçi olan İsrael Oğullan tüccar ve sanatçı olan Kenanî’lere
muhtaçtılar. Bu sebeple İsrael için tek bir komuta altında
toplanmış bir ordunun lüzumu yoktu. Dinsel kâhinler devle­
tini, askerî bir güç haline gelmek ve gerçek, organize bir dev-
MUSA ve YAHUDİLİK 193

let olmak için zorlıyacak ortak bir tehlike henüz belirme­


mişti.
Ama bu durum böyle sürüp gidemezdi. Yukarıda da de­
ğindiğimiz gibi, kanlı iç savaşlar İsrael’i bir birlik olma yo­
lundan alıkoymaktaydı. Böyle zayıflayan bir toplumun da
dıştan gelecek tehlikelere karşı koyması çok zordu. Kenanî’-
lerin, Galile dağlarında oturan İsrael kabilelerini hükümleri
altına aldıklarını ve onları yarı - köle gibi kullanmaya başla­
dıklarını da Tevrattan anlıyoruz. Özellikle Tekvin 49. 14—15
te, Yakob’un ağzından söyletilen şu sözler dikkate değer:

İssakar, koyun ağılları arasında yatan, kuvvetli eşektir;


Ve iyi olan bir dinlenme yeri,
Ve hoşa giden bir memleket gördü;
Ve yük taşımak için omuzunu eğdi,
Ve iş altında bir hizmetçi oldu.

Yakob’un sözde, oğullarına söylediği uzun bir şiir olan


bu bölümün Adanmış Toprağa yerleşmeden sonra ve millî
duygular uyandırmak için yazılmış olduğu açıkça görülmek­
tedir. Kenani’lere uşak olmadan utanmıyan İssakar kabile­
siyle de acı acı eğlenilmektedir bunda. Şiirin Benyamin sa­
vaşından sonra düzenlendiği şu satırlarından anlaşılmakta­
dır:

Benyamin yırtıcı bir kurttur;


Sabahleyin avı yutar.
Ve akşamleyin ganimeti paylaşır,

Kenanî’lere karşı ilk isyan Galile’de patlak verdi. Nebiye


Debora, büyük bir ozan olduğunu anladığımız bu kadın, is­
yanda önayak oldu. İssakar kabilesinden Abinoam oğlu Ba-
F: 13
194 MUSA ve YAHUDİLİK

rak bu hareketin başına geçti. Debora Barakla birlikte savaşa


katılmakta ısrar etti ve: «Mutlaka seninle gideceğim; ancak
gideceğim yolda şeref senin olmıyacaktır; çünkü Rab, Sisera’-
yı (Kenan kıratlarından) bir kadının eline verecektir.» Bura­
da da, o sıralarda Yahve’den başka bir hükümdar düşüncesi­
ne kâhinler ve nebi’lerin ne kadar düşman oldukları görül­
mektedir. Komutanlar ancak onun âletleridir ve kendi baş­
larına bir şey yapamazlar, bunun aksi, Yahve’ye şirk koşmak­
tır.
Barak ovaya iner, ilk defa olarak Kenanî’lerle büyük bir
savaşa girer ve gene ilk defa olarak, savaş arabalarına karşı
başarılı bir savaş yapar ve galip gelir. Artık İsrael, gücünü is­
pat etmiştir. Kıral Sisera kaçarken bir kadının çadırına sığı­
nır, kadın ona süt ikram eder. Sonra, Sisera uyuyunca bir
çadır kazığını karnına saplıyarak onu öldürür. Debora’nın bu
zaferi anlatan İlâhisi İbranî edebiyatının en güzel parçala­
rından biridir :

Uyan ey Debora, uyan;


Kalk, ey Barak, ve ey Abinoam oğlu, esirlerini götür.

sözleriyle başlıyan bu İlâhinin bu olay için söylendiğine ve De-


bora’mn ağzından çıkmış olmasında şüphe yoktur.

MİDYAN’İLER GÖÇÜ

M. ö. On ikinci yüzyıl ayrı ayrı yerlerden gelen kavimler


göçü devresi olmuştur. Bunu tesadüfe bağlıyamayız. Mutlaka
Avrupa ve Asya’yı saran uzun bir kuraklık âfeti, özellikle,
hayvanlarına yem bulamıyan göçebe milletlerin, kuraklıktan
daha az zarar gören yerlere saldırmalarına sebep olmuştu.
Kuraklık, böyle zamanlar için ihtiyat zahireleri bulunmıyan
ve binlerce baş hayvana su tedariki en önemli problemleri
MUSA ve YAHUDİLİK 195

olan göçebeler için en büyük âfettir. Bu kuraklığın yaygın ol­


duğunun delili, Suriye ve Filistin’e Arabistan steplerinden
Midyanî’ler saldırırken, öte yandan Balkanlar üzerinde İllyr’-
ler göçü denen büyük göçün olmasıdır; bu İkincisini daha
aşağıda ele alacağız.
Artık, hemen hemen millet haline gelmiş olan Israel
Oğullarının karşısına çıkan bu yeni tehlike doğudan gelmiş­
ti: «Ve İsrael oğullan Rabbin gözünde kötü olanı yaptılar; ve
Rab onlan yedi yıl Midyan’ııı eline verdi. Ve İsrael’e karşı
Midyan kuvvetlendi; ve Midyan’ın yüzünden tsrael oğullan
dağlardaki gizlenecek yerleri ve mağaralar ile hisarlar yaptı­
lar. Ve vaki oldu ki, İsrael ekin ektikçe Midyanî’ler ve Ama-
lekî’ler ve Doğu Oğullan çıkarlardı; ve onlara karşı çıkarlar­
dı; ve onlara karşı konarlardı, ve Gaza’ya vanncaya kadar ye­
rin mahsulünü bozarlardı, vc koyun olsun, sığır olsun, eşek
olsun, İsrael’de geçinecek bir şey bırakmazlardı. Çünkü onlar
hayvanlan ve çadırlariyle çıkarlardı; çoklukta çekirge gibi
gelirlerdi; kendilerinin ve develerinin sayısı yoktu; ve diyan
bozmak için oraya gelirlerdi. Ve Midyan yüzünden İsrael çok
alçaldı.» (Hâkimler 6. 1—6).
Bu Midyanlılar ve Amalek’liler, Doğu Oğulları eski Arap-
lardı. Buraya saldırışları da İsrael’e kötülük olsun değil, aç
kaldıkları içindi. Burada dikkati çekecek iki nokta vardır: Bi­
rincisi İsrael’ın hayli uzun zaman —Belki dağlara sığınanlar
müstesna— bu göçebelerin egemenliği altına girmiş olması,
İkincisi de ilk defa deve ile karşılaşmalarıdır. O zamana ka­
dar îsrael olsun, Mısırlılar olsun, Kenan halkı olsun, deve
görmüş değillerdi. Ne gariptir ki, birçok faydalı şeyler gibi
deve de önce savaş işinde kullanılmıştır. Bu hayvanın evcil
cinsi tunç çağında bilinmemekteydi. Hattâ Arabistanm sınır­
daşı olan memleketlerin bundan haberi bile yoktu. Tevratta
eşek ve sığırdan başka evcil hayvanın adına, önceleri, hiç
rastlanmaz. Gerçi Musa Şeriatı denen İsrael yasasında deve
196 MUSA ve YAHUDİLİK

etinin haram olduğu yazılı ise de, hem bunun, hem de daha
önce Rebeka’nın devesinden söz eden bölümün sonradan Tev-
rata katıldığı besbellidir. Bu dev gibi hayvan, hele biçiminin
acayipliğiyle İsrael Oğulları üzerinde öylesine korku uyandır­
mıştı ki, etinin haram sayılmasına bile bu korku sebep ol­
muştu herhalde. Devenin nerede ve ne zaman evcilleştirildiği­
ni bilmiyoruz. Mezopotamya’da ancak M. ö. 11. yüzyılda, çivi
yazılı belgelerde devenin adı geçmiye başlamakta ve ondan
sonra da Mezopotamya kabartma ve heykellerinde bu hayvan
görülmektedir, İsrael’in ilk deveyi görüşü de herhalde bu sı­
ralardadır.
«Ve vaki oldu ki, Midyan yüzünden İsrael Oğulları Rabbe
feryat edince Rab İsrael’e bir peygamber gönderdi.» (Hâkim­
ler 6. 7). Bu Peygamber Gideon’dur. Tanrının meleği (Artık
Yahve insana gözükmemekte, sözlerini bir meleğin aracılığiy-
le iletmektedir.) Ona ödevini bildirir. Gideon’un babasının
Baale tapmakta olduğunu da okuyoruz: «Ve vaki oldu ki, o
gece Rab ona dedi: Babanın boğasını, yedi yaşında olan ikin-,
ci boğayı al, ve babanın Baal mezbalıını yık ve yanındaki Ase­
ra’vı (dikili taş veya ağaç direk) kes.» (Hâkimler 6. 25).
Gideon ’un yanına Abı ezer, Menasse, Aşer, Zebulun ve
Neftali kabilelerinin savaşçıları toplanır. Görülüyor ki böyle
bir ölüm dirim savaşında bile bütün İsrael Oğulları henüz
bir araya gelmemektedirler. Gideon üç yüz kişilik bir fedıai
kuvvetiyle bir gece baskın yapar. Bu fedailerin ayrılışı da ga­
riptir: Tanrı ona, adamlarına su içirmesini söyler. Suyun ba­
şına yatıp «Köpek gibi» diliyle yalayanları, diz çöküp ellerini
ağızlarına götürerek su içenlerden ayırttırır. İşte fedailer bu
sonunculardır. Bu ayırma yolunun nedenini anlamak imkân­
sızdır.. Ama herhalde seçim iyi sonuç vermiş olacak ki bu üç
yüz kişi, meşalelerini testiler içinde saklıyarak gece baskını
yaparlar, tam Midyanî’lerin ordugâhına varınca testileri kı­
rar ve boru çalarak hücum ederler, Midyanî’leri bozguna uğ-
MUSA ve YAHUDİLİK 197

ratırlar. Bunun develeri ürkütmek için düşünülmüş oldu­


ğu tahmin edilebilir. Midyanî’lerin iki beyi de bu savaşta öl­
dürülür. Bu büyük başarıdan sonra İsrael Oğulları Gideon’a:
«Sen ve oğlun ve~oğlunun oğlu, üzerimize kıral olun, çünkü
bizi Midyani’lerclen kurlardın» derler. Ama Gideon: «Ben
üzerinize kıral olmam,; oğlum da üzerinize kıral olmıyacaktır,.
hükümdarınız Rab olacaktır.» Karşılığını verir, (hâkimler 8.
22, 23). Fakat hizmetine karşılık, herkesin İsmailî’lerden, yani
Araplardan, aldığı altın halkaları ister, onlardan bir «efod»
yani «put» yapar,ve bunu kendi şehri olan Ofra’ya koyar. Ama
bu büyük bir gynahtır, ve Yahve kültü dışında bir yol tut­
maktır: «Ve bütün İsrael orada onun ardınca zina ettiler; ve
Gideon’a ve evi halkına bir tuzak oldu,» (Hâkimler 8. 27).
Gideon’un Midyanî’leri yenmesinden sonra İsrael rahata
kavuşur ve «kırk yıl» rahat yaşar. Ama onun ölümünden son­
ra, Eski Ahde göre: «Dönüp Baale tâbi olarak» yeniden din­
den çıkarlar ve Yahve’yi gene unuturlar. Bunun, her durum­
da suçun kendilerinde olduğunu, yoksa Yahve’nin kendilerini
düşmanlarına karşı küçük düşürmeyeceğini akıllara sokmak
için söylendiği bellidir.

FİLİSTİ’LERLE SAVAŞALIM

Aynı kuraklığın sonuçlarından olarak İsrael oğullarının


karşısma daha zorlu bir düşman çıkmıştır: Filistî’ler. Bunlar,
İllyr’ler göçünün buralara kadar erişen bir kolu idi.
İsrael oğullarının hayatında en büyük rolü oynıyan ve
İbranioede adı Erez Yisrael, yani İsrael Memleketi olan Ke­
nan’a Filistin adının verilmesine sebep olan Filistî’lerin kim­
ler olduğu yakm zamana kadar bilinmemekteydi. Bilginlerin
uzun araştırmaları ve yeni kazılar bu muammayı artık çöz­
müştür. Seramik parçaları, tapmaklarda bulunan yazıtlar,
yangın izleri, tıpkı bir mozaik gibi birbirine eklenerek, Filis-
198 MUSA ve YAHUDİLİK

tî’lerin ilk olarak, Filistin’in güneyinde nasıl ortaya çıktıkla:


rını, tıpkı bir dram kadar acıklı ve heyecanlı bir şekilde or­
taya koymuştur.
ı

On ikinci yüzyılda, Anadolu’nun batısında, varlarını yok­


larını, yiyeceklerini, öküzlerin çektiği kağnılara yüklemiş, o
zamana kadar bilinmiyen bir kavmin ortalığa dehşet saçtığı­
nı görüyoruz. Kağnıların yanında kadınlar ve çocuklar yü­
rümekte, önden de, yuvarlak kalkanlar ve tunç kılıçlarla si­
lâhlanmış savaşçı erkekler gitmektedir. Bunların gelişi, ta
uzaktan, havaya kalkan bir toz bulutuyle belli olmaktadır:
Çünkü çok kalabalıktır bunlar. Kimse bilmez nereden geldik­
lerini. Bu insan sürüsü önce Marmara kıyısında görülmüştür;
sonra güneye yönelir, hep deniz kıyısından giderler. Eğenin
ve Akdenizin suları üzerinden de, pruvaları yüksek, içleri sa­
vaşçılarla bolu gemiler, karadakilerle aynı yöne gitmektedir.
Bu korkunç sürünün geçtiği yerler yanmış, yıkılmış, yağ­
ma edilmiş ve ıssız kalmıştır. Anadolu’nun bu taraflarındaki
şehirleri ve köyleri harap ederler. İçerlere de girerek Hattu-
şa’yı, Hititlerin şimdi Boğazköyde kalıntılarını gördüğümüz
ünlü müstahkem başşehrini mahvederler. Çukurova’nın dil­
lere destan olmuş haralarını yağmalarlar ve Tarsus’un gümüş
madenlerinin hâzinelerini soyarlar. Bu barbarlar, demir çıka­
rılan —o vakitlerin en değerli madeni— merkezlerde, ancak
Hititlerin bildikleri sırları öğrenirler. Onların hücumları kar­
şısında, M. Ö. ikinci binyılın üç dünya devletinden biri olan
Hitit imparatorluğu yıkılır. Barbarların filoları Kıbrıs’a va­
rıp bu adayı zaptettiği sırada, ordu karadan ilerlemesine de
vam eder, kuzey Suriye’ye erişir, Fırat, üzerindeki Karkamış’a
varır, Âsi Irmağı vadisini karadan ve denizden kıskaç içine
alır. Fenikelilerin zengin şehirleri teslim olmuştur; Ugarit,
arkasından Sidon (Sayda), Byblos ve Tyros (Sur), Sonradan
Filistin adını alacak olan verimli kıyı ovalarının şehirleri bir­
MUSA ve YAHUDİLİK 19Ö

biri ardı sıra yakılmıştır. Her ne kadar Eski Ahitte bunları


anlatan hiçbir yer yoksa da, İsrael oğullarının bu felâketi
kayıtsızlık, hattâTBiraz sevinçle seyretmiş olduklarını tahmin
edebiliriz: Çünkü onlar dağlarında bu hücumların dışında
kalıyorlardı, yakılan şehirler de düşman oldukları Kenanî’le-
rindi.
Bu insan çığı, karadan ve denizden ilerliyerek Nil’e, Mı­
sır’a yaklaşıyordu.
Mısır’da, Thebes’in batısında, Medinet Habu’da III.
Ramses’in yaptırmış olduğu Amon tapmağında duvarlara,
bu Firavun’un bütün savaşları kazılmıştır. Şu satırları orada
okuyoruz-
«Haşmetli III. Ramseş’in saltanatının sekizinci yılında,..
Hiçbir memleket onlara.karşı duramadı. Hitit imparatorlu­
ğu, Kode (Kilikya ve kuzey Suriye’nin kıyı bölgeleri) Karka-
mış... ve Kıbrıs tek bir vuruşta yıkıldılar... Oraların halkını,
sanki hiçbir zaman oralarda insan oturmamış gibi yok etti;
ler. Mısır’a doğru yürümiye başladılar... Dünyanın ucuna ka­
dar memleketlere efendi oldular. Yürekleri güvenle dolu idi:
Tasarladıklarımız gerçekleşecek diyorlardı.» III. ltamses ge­
nel seferberlik ilân eder ve mukavemete hazırlanır: «Sınırımı
hazırladım... Onlara karşı prensleri, garnizon komutanlarım
ve savaşçıları silâhlandırdım. Nehrin ağzını, savaş gemileri,
kadırgalar ve kıyı gemileriyle bir kale gibi korudum... Her
birinin önü ve arkası, silâhlı yiğit adamlarla dolu idi. Ordu­
lar Mısır’ın en yiğit adamlarından meydana gelme idi. Onlar
dağ tepelerinde kükreyen arslanlar gibiydiler. Savaş arabası
kıtaları hep uzmanlardandı... Atlar, yabancı memleketleri
ayaklarının altında ezmiye hazır, yerleri eşiyorlardı...»
Ramses III. işte böyle muazzam bir ordu ile, Deniz
Adamlarına karşı büyük kara savaşına girişti. Mısır yazıtları
doğrudan doğruya savaş üzerine hiç bir şey söylemez, sadece,
200 MUSA ve YAHUDİLİK

her zaman olduğu gibi, Firavun’un zaferinin lirik bir övgü-


siyle yetinir. Ama, muazzam bir alçak kabartma korkunç sa­
vaşı göstermektedir. Mısır savaş arabası grupları düşman or­
dusuna dalmıştır. Barbarlar büyük bir kargaşalık içindedir­
ler. Kadınlar, çocuklar, devrilmiş Filisti savaş arabalariyle
karmakarışık bir haldedir. Atlar ve öküzlerin ayakları altın­
da ölüler yığılıdır. Savaşın artık kazanılmış olduğu anlaşıl­
maktadır: Mısır askerleri düşman arabalarını yağma etmek­
tedirler. ..
Saldırganların kara ordularını yok etmekle III. Ramses
o gün, dünya tarihinin akışını değiştirmişti. Bundan sonra, en
süratli savaş arabalarını toplayarak kıyıya ılgar etti; çünkü
«Onlar nehirden içeri gemileriyle girmişlerdi». Aynı tapınak­
taki ikinci bir kabartma da deniz savaşını gösterir. Bunda
da düşman gemilerinin nasıl batırıldığı, içindekilerin ok yağ­
muruna tutulduğu, kurtulup kıyıya çıkabilenlerin nasıl öldü­
rüldüğü görülmektedir. Bu iki savaşla III. Ramses memleketi­
ni bu büyük tehlikeden kurtarmış oldu. Kabartmalarda, düş­
manların kesilmiş ellerinin nasıl dağlar gibi yığıldığını görü­
yoruz. Ama yazıtlarda kadınların ve çocukların başlarına ge­
lenlerden hiç bahis yoktur. Gene kabartmalarda, tarihin ilk
esir kampını da görmekteyiz. Mısır subayları kâtiplere esir­
lerin ifadelerini yazdırmaktadır. Yalnız, o sırada, şimdiki gibi
esirlerin elbiseleri üzerine S. E. yazılacak yerde, bunu kızgın
demirle vücutlarına damgalamak yolunu tutarlardı.
Eski Ahdin Filistî’leri hakkında bize ilk tarihî belgeyi bu
soruşturmaları anlatan hiyeroglifler vermektedir. Bunlara
göre «Deniz Adamları» —Mısırlılar bu saldırganları böyle ad­
landırırlar— arasında, bir kabilenin adı özel bir önem taşır:
«Pelest» ya da«Prst» (Hiyerogliflerde sesli harf yoktur), ki
bu da Eski Ahdin Filistı’sinden başka bir şey değildir.
III. Ramses’in Filistî’leri yenisi M.Ö. 1188 yılında olmuş­
MUSA ve YAHUDİLİK 201

tu. Bundan on üç yıl sonra onların gene de, Kenan İlinin


güneyinde, Yahuda dağları ile deniz arasındaki verimli top-
râklarda~yerleşmî| olduklarını görüyoruz. Bu adamlar, Medi-
net Habu’daki resimlerine göre çok uzun boylu, iri yarı idi­
ler; ’Mısırlıları bir baş boyu geçiyorlardı. İsrael Oğullarının,
gene Mısır resimlerine göre boyları kısa olduğu düşünülür­
se, örneğin Davud’un öldürdüğü Golyat hakkında Eski Ahdin
anlattıklarının aslını anlıyabiliriz. Bu korkunç savaşçılar on:
İara dev gibi görünmüştü herhalde. Kutsal Kitap Filisti’lerin
ellerindeki şehirlerin adlarını verir. Bunlar: Askalon, Aşdod,
Ekron, Gad ve Gaza’dır. Gene Kutsal Kitap Filisti’lerle bir
likte gelen başka bir deniz milletinden de bahseder: «Rab.
Yahve şöyle diyor: İşte, ben Fllistliere karşı elimi uzatacağım
ve Keretî’Ieri (Giritlileri) kesip atacağım ve deniz kıyısında
olanların artakalanlarını yok edeceğim» (Hezekiel 25. 16).
Bu deniz adamlarının İndo - Avrupai grupundan diller
konuştukları anlaşılmaktadır. Aslında Girit ve Miken medeni­
yetlerini de yokeden gene bu göçle gelenlerdi.
Filisti’lerin devlet, daha doğrusu devletler kurarak bu
yeni yurtlarına yerleşmeleriyle bu küçük alanda üç rakip grup
meydana gelmiş oluyordu: Yahve’nin kutsal tahtı etrafında
toplanmış, vahiyle Tanrıdan emir alan peygamberlerin ve
keramet sahibi komutanların yönettiği özgür çiftçi ve çoban
İsrael oğulları; şehir şehir devletler meydana getiren, Baal
ve Astarte kültüne bağlı tüccar, köle kullanan zengin,
kıyı şehirlerindeki denizci Kenanî’ler (Fenike’liler) ve aslın­
da Sami’lerin bir tanrısı olan Dagon’a. tapan Filistî’ler. Mısır­
da, büyük bir hükümdar olan III. Ramses’in ölümünden son­
ra her ne kadar adları gene Ramses olan iki Firavun gelmiş­
se de bunların adlarından başka büyük tarafları olmadığı an­
laşılmaktadır. III. Ramses’ten sonra Mısır’da sanat, çökmüş,
Filistin ve Nubia elden çıkmıştır. Hitit imparatorluğu da çök­
202 MUSA ve YAHUDİLİK

müş, yerini küçük beyliklere bırakmış olduğu için artık, bu


üç kuvvetin korkacağı devlet kalmamıştır. Kendi aralarında
kozlarını payetmeleri gerektir. îsrael’in en korkunç düşma­
nı, çetin savaşçılar olan Filisti’lerdi. Üstelik, önceden anlat­
mış olduğumuz, Benyamin kabilesi olayının da gösterdiği gi­
bi, İsrael henüz birliğini kurabilmiş değildi.
Filistî’ler, yıktıkları uygarlıklardan faydalanmışlardı, ö r­
neğin, onların köylerinde bulunan topraktan kapkacak, Miken
seramiğinin hemen hemen eşidir. Bunlarda da tıpkı Miken’-
de olduğu gibi, süzgeçli bira testileri vardır. Bundan daha
önemlisi de Kenan İlinde demiri ilk olarak kullananların on­
lar oluşudur. Yukarda da gördüğümüz gibi bu barbarlar de­
mir elde etmeyi Hititlerden öğrenmişlerdi. Mezarlarında de­
mirden silâhlar, avadanlıklar ve süsler bulunmaktadır. M.Ö.
1200 den önce demir çıkarmak Hititlerin tekelinde gibiydi. Bu
sefer Filistî hükümdarları bunu sır olarak sakladılar ve bu­
nunla zengin oldular. İsrael Oğulları yerleşmelerinin ilk dev­
relerinde, bu değerli madenden yapılma şeyleri satın alamı-
yacak kadar yoksuldular. Demirden tarım araçları, ev yap­
mak için çivi ve demir silâhlardan yoksun oluş onlar için
büyük bir eksiklikti. Filistî’ler dağlık araziye kadar sınırları­
nı genişletince, bu yeni silâha kavuşmasınlar diye, İsrael
Oğullarına demirciliği yasak bile etmişlerdi: «Ve bütün İsra­
el diyarında demirci bulunmuyordu; çünkü FUistî’ler: İbranî-
ler kılıç yalıut mızrak yapmasınlar demişlerdi; ve bütün İs-
raelî’ler, herkes çapasım ve saban demirini ve baltasını ve
kazmasını bilemek için Filistî’lerin yanına inerlerdi; fakat
kazmalar için ve saban demirleri için ve çapalar için ve bal­
talar için ve üvendireleri bilemek için eğeleri vardı. Ve böy-
lece vaki oldu ki cenk gününde Saulla Yonatan’uı yanında
olan bütün kavmiıı elinde kılıç ve mızrak bulunmayıp ancak
Saul ile oğlu Yonatan’da bulunuyordu. (I. Samuel 13. 19—22)
MUSA ve YAHUDİLİK 203

İşte bu kadar yoksul ve silâhsız olan İsrael Oğulları, o za­


mana göre, en iyi silâhlara sahip, bin savaşta pişmiş Filistî
askerleriyle, yiğit, ama tecrübesiz komutanların idaresinde
savaşacaklardı.
Bu hakimlerden, 'yâni keramet, sahibi önderlerden kuvve­
ti saçma bağlı olan Samson’u (Şimson) anlatacak değiliz. Fi-
limlere bile geçen Samson ve Dalila masalını bilmeyen yok­
tur. Başka bir hakim olan Yefta’nm kızını kurban edişini de
kurban bölümünde anlatmıştık. Ama, İsrael’in Teokrasiden
artık normal kırallık sistemine geçişinde istemeye istemeye
rolü olan peygamber Samuel’le ilk hükümdar Saul’ü önemli
bulduğumuz için kitabımıza alacağız.
TEOKRASİDEN KIRALLIĞA

Eski Ahdin I. Samuel bölümuüniin başlangıcı, İsrael te­


okrasisinin ne durumda olduğunu, kâhin evlâtlarının meyda­
na getirdikleri bir çeşit soylu sınıfının iç yüzünü anlatmak
bakımından dikkate değer.
Nebi Samuel’in doğumu, böyle hikâyelerde daima görül­
düğü gibi mucizeli olmuştu: Dağlık bir yerde yaşayan Elkana
adında bir adamın iki karısı vardır; birinin adı Hanna, öte­
kinin Peninna’dır. Bu adam Hanna’yı daha çok sevmekte, fa­
kat yalnız Peninna’dan çocuğu olmaktadır. Elkana kurban
kestiği zaman Hanna’ya iki pay vermektedir.
Buna kim olsa kızardı elbet; Peninna da öfkesini Hanna
ile kısır diye alay ederek alır. Hanna’yı teselli etmek isteyen
kocasının sözleri de bunun acısını unutturamaz; günün bi­
rinde kurban kesmek için Şilo’ya gelirler. Hanna gider ve
tapmağın kapısında dua eder. Kâhin onun sarhoş olduğunu
sanır ve azarlar. Ama kadın derdini anlatınca ona acır ve dua
eder. Sonra Hanna gebe kalır ve bir oğul doğurur, adını Sa­
muel koyar, Samuel: «Tanrı işitti» anlamına gelmektedir.
Hanna oğlunu tapınağa adamıştır, sütten kesince götürüp kâ­
hine teslim eder. Samuel büyüyünce tapmak hizmetçilerinden
olur. Kâhinin iki oğlu vardır: «Ve Eli’nin (Kâhinin adı) oğul­
ları alçak adamlardı; Rabbi tanımıyorlardı. Ve kâhinlerin
kavmla olan âdeti şu idi: Bir kimse kurban arzettiği zaman,
et haşlanırken, kâhinin hizmetçisi elinde üç dişli bir çatalla
gelirdi; ve leğene, yahut lengere, yahut kazana, yahut tence­
reye daldırırdı; çatalın çıkardığı her şeyi kâhin alırdı. Oraya
MUSA ve YAHUDİLİK 205
gelen bütün İsraî’liiere Şilo’da böyle yaparlardı. İç yağım
yakmazdan önce de kâhinin hizmetçisi gelirdi, ve kurban tak­
dim eden adanıp derdi: Kâhine kızartmalık et ver; çünkü sen­
den haşlanmış et değil ancak çiğ alacaktır. Ve eğer adam ona:
Önce mutlaka iç yağını yakacaklar, o zaman kendin için ca­
limin istediği kadar al, derse, o zaman ona derdi: Hayır, şim­
di bana vereceksin; ve eğer vermezsen zorla alırım. Ve Rab-
biıı önünde gençlerin suçu gayet büyüktü; çünkü bu adamlar
Rabbin takdimesiııi hor görüyorlardı.» (Burada, hizmetçinin
kâhinin oğullarından biri olduğunu da açıklayalım, çünkü za­
ten başkası tapınakta hizmet edemezdi, demek iş bu kadara
varmış, Yahve’den korku kalmamıştı.) ,,
Kâhin Eli oğullarının yaptığı şeylerin hepsini, bu arada,
Cemaat Çadırına gelen kadınlarla da zina ettiklerini duyar,
onları azarlar, ama yola getiremez. Sonunda Yahve’nin sabrı
taşar, Eli’ye «Bir Tanrı adamı» yollar ve onun evini lanetle­
me ettiğini, soyundan kimsenin ihtiyar oluncaya kadar yaşa-
mıyacağmı, iki oğlunun da aynı günde öleceğini bildirir. «Ben
de yüreğimde ve canımda olana göre yapacağım ve onun için
sağlam ev yapacağım... Senin evinden arta kalan her adam
gelecek ve bir parça gümüşle bir somun ekmek için ona eği­
lecek ve: Rica ederim bir lokma ekmek yiyeyim, diye beni
bir kâhinlik hizmetine tayin et, diyeceklerdir.» der.
Bu, o. zamana kadar din ve dünya işlerine hâkim olan
soyluların artık mevkilerini kaybettiklerini anlatmaktadır.
Tanrı, Soylulardan olmayan Samuel’le bir gece, o Ahit San­
dığının yanında yatarken konuşur, ve Eli’ye yolladığı haberi
ona da bildirir, bundan sonra da Samuel artık peygamber
olarak, Tanrıdan aldığı vahiyleri İsrael’e iletir. O sırada İsrael
Filistî’lerle savaş halindedir. Eben-ezer’de olan bir çarpışma­
da bozulmuşlar ve dört bin adam kaybetmişlerdir. Tanrıdan
yardım görmek için onun sandığını Şilo’dan alıp orduya ge­
tirirler, ama sandığın yanında Eli’nin, Tanrının hiç sevmedi­
206 MUSA ve YAHUDİLİK i

ği o iki oğlu vardır. Eski Ahde göre, Filistî’ler sandığın geli­


şinden çok korktukları halde, bu iki oğlanın yüzünden Yah-
ve İsrael’e yardım etmez, onlar da bozguna uğrarlar, üstelik
Tanrının sandığı Filistî’lerin eline geçer. Eli bu haberi alın­
ca arka üstü düşer, boynu kırılarak ölür. İki oğlu da savaşta
ölmüşlerdir. Filistî'ler sandığı Tanrıları Dagon’un yanma ko­
yarlar, ama Dagon yüz üstü düşer, başı ve elleri kopar. Da­
gon’un tapınağına girenlerin hepsi de ölür. Bunun Yahve’nin
şanına leke sürmemek için uydurulduğu açıktır. İşin doğrusu,
İsrael’in yenildiği ve o zamanlar âdet olduğu gibi, galiplerin
yendiklerinin tanrısını da esir olarak memleketlerine götür­
dükleridir. Bundan sonra Filistî’lerin memleketinde ur, ya
da yumurcak salgını çıkar. Filistî’ler korkularından Ahit san­
dığını iki inek koşulu bir arabaya yüklerler, sungu olarak da,
Filistî hükümdarlarının sayısı olan beş tane altın ur, beş ta­
ne de altın fare yaparak bunları da sandığın yanına koyar­
lar. Arabanın inekleri sandığı doğruca tsrael Oğullarına ge­
tirir. Burada merakı çekecek bir nokta vardır: Ur salgını, her
halde hıyarcıklı veba olacaktır. Bu hastalığın farelerden geç­
tiğinin o zaman bilindiğini, ya da sezildiğini anlatmıyor mu
bu?
Ahit Sandığının yirmi yıl Filistî’lerin elinde kaldığım ve
bu sırada «tsrael Evinin Rabbe hasret çektiğini» Eski Ahit ya-
zar. Samuel’in bu ıstırap yıllarında onlara yerdiği öğüt, «Eğer
siz bütün yüreğinizde Yahve’ye dönerseniz, yabancı tanrıları
ve Astarte’yi aranızdan atarsanız ve ancak ona kulluk ederse­
niz Yahve de sizi kurtaracaktır» olur. Bu yabancı tanrılara
tapılmasından şikâyete hemen hemen bütün Eski Ahitte rast-
İıybruz. Anlaşılan, Baal ve Astarte törenleri İsrael Oğullarını
göze görünmez bir tanrının boş tahtına kurban sunmaktan ve
aile arasında Sabbat'ı kutlamaktan daha çok çekmekteydi.
Beri yandan, İsrael gibi özgürlüğüne düşkün bir millete bo­
yunduruk altına girmek çok ağır geliyordu. Filistî’ler de bo-
MUSA ve YAHUDİLİK 207

\yuna hücum etmekte, Eski Ahdin tevillerini bir tarafa bıra­


kırsak, boyuna onları yenmekte idi. Artık teokrasinin günle-
r\ sayılıydı. İşinjböyle çıkmıyacağı belli olmuştu; tek bir or-
dıinun kurulması^ve bunun başına da gerçekten savaşçı biri­
nin tam yetkiyle, yâni kıral olarak geçmesi gerekti. Bunu an­
layan İsrael ileri gelenleri Samuel’e: «İşte, sen yaşlandın, ve
oğulların senin yolunda yürümüyorlar (Bunların da rüşvet
aldıklarını okuyoruz), şimdi, bütün milletler gibi bize hük­
metmek için başımıza bir kıral koy.» (I. Samuel 8.4) derler.
Samuel, Tanrıya danışır. Yahve kıskanmıştır: «Sana dedikleri
her şeyde kavmin sözünü dinler, çünkü reddiettikleri sen de­
ğilsin, ancak, üzerlerine kıratlık etmiyeyim diye beni reddet­
tiler... Şimdi onların sözünü dinle; ancak onlara açıkça şe-
hadet edeceksin, ve onlar üzerine kırallık edecek olan kira­
lın hükmü ne olacağını onlara bildireceksin,» der. Samuel de
İsrael ihtiyarlarına şu dikkate değer sözleri söyler:
«Üzerinize kırallık edecek olan kiralın hükmü şu olacak:
Oğullarınızı alıp cenk arabaları üzerine ve atları arasına ko­
yacak; ve arabaları önünden koşacaklar; ve onları kendisine
binbaşılar ve ellibaşılar kılacak; ve bazılarını toprağı sürmek
için, ve ekini biçmek için, ve cenk âletleriyle arabalarının
âletlerini yapmak için koyacak. Ve ıtırcı, ve aşçı ve ekmekçi
olarak kazlarınızı alacak ve tarlalarınızın, bağlarınızın vO
zeytinliklerinizin en iyisini alıp kullarına verecek. Ekininizin
ve bağlarınızın üşürünü alıp hadımlarına ve kullarına vere­
cek. Kullarınızla oariyelerinizi ve en seçme gençlerinizi ve
eşeklerinizi ahp onları işine koşacak. Sürülerinizin ondalığı­
nı alacak ve siz onun kulları olacaksınız. Ve kendiniz için
seçmiş olacağınız kırahnızın yüzünden o gün feryat edecek­
siniz ve Rab o gün size cevap vermiyecek.»
Bu sözler güzeldir, ama, Samuel’in gene de bir kıral seç­
tiğini okuyunca, akla şu soru gelmektedir: Acaba, mutlak
hükümdarların sefahatini ve halkın onlar yüzünden çektiği
208 MUSA ve YAHUDİLİK

ıstırapları yakından görmüş biri mi, bunları kitaba kattı?/


Ne de olsa, hiç değilse iki bin beş yüz yıl önce yazılmış ol/
duğu muhakkak olan bu satırlar bütün tazeliğini muhafaza
etmektedir.
. ı
'
Israel oğullarının kıral istemeleri sadece tehlike karşı­
sında kendilerini korumak gibi bir düşünceden doğmuş
olamaz. Eski Ahdin Hakimler bölümünde adı geçen ve geç­
meyen kahramanlar, dinî topluluğun başındaki kâhinlerin,
ya da Eski Ahdin iddia ettiği gibi, doğrudan doğruya Tanrı­
nın İsraePin darlık günlerinde ortaya çıkarıverdiği insanlar
değildi. Bunlar herhalde ileri gelen sop başkanları, ya da ka­
bile reisleri arasından yetişmiş ve kişisel meziyetleriyle hal­
kın ümitlerini üzerine toplamış insanlardı. Kutsal kitabın
saydığı hakimlerin çoğu, sadece kabileler arasındaki anlaş­
mazlıklarda bir çeşit polis işini görmüşlerdi. Dış düşmanlar­
la olan savaşlarla ilgileri yok gibiydi. Yukarıda da söyledi­
ğimiz gibi bu, saldırıya uğrayan, ya da toprağını genişlet­
mek isteyen kabilelerin kendi bilecekleri işti. Bu durumun
İsrael’e ne kadar pahalıya mal olacağını anlayanlar kâhinler
değil, onların dışındaki savaşçılar sınıfı olmuştu. Samuel’in
sözlerini bu açıdan.gözden^geçirirsek, bunların söz olarak
değerlerL azalmasa bile, alt tarafta gizli olan acılığı, kıskanç­
lığı sezeriz. Tahtından indirileceğinden gocunan Yahve de­
ğil, olsa olsa, bedâvadan geçinen, tembel, aç gözlü ve rüş­
vetçi kâhinler sınıfıydı. Yukarıda söylediğimiz savaşçılar sı­
nıfının arasından, peygamberlerin haberciliğiyle ortaya çı­
kan keramet sahibi komutanlar da vardı, örneğin Yeftah,
Şimşon gibi. Ama, kalem, kâhinlerin elinde olduğu için Eski
Ahitte ötekilerin adı hiç geçmemektedir.
Her ne kadar, iki yüz yıldan beri süren dinsel birlik ve
kâhinler yönetimi İsrael oğullarının ruhlarına işlemişse de,
beri yandan birbirini kovalayan savaşlar da savaşçı sınıfının
hem itibarını, hem de gücünü arttırmıştı. Zaten bu dinî bir­
MUSA ve YAHUDİLİK 209

lik de parçalanmışta. Ahit Sandığı Filistî'lerin eline geçmiş,


—Onun geri verildiği belki bir masaldır— Şilo şehri harap
edilmişti. Hâkimle onun kâhinler kurulunun elinde artık hiç
bjr kudret kalmamıştı. İsrael başsızdı. Anlaşılan, İsrael’in
tarihî varlığının ortadan kalkmasını istemezse, bu duruma
son vermesi gerektiğini düşünen Samuel Filistiî’lerin ege­
menliği altına girmemiş olan kabilelerin bütün savaşçı soy­
lularını bir araya topladı. Toplantı yeri Benyamin kabilesi­
nin toprakları içindeki, eski bir Kenanî kutsal yeri olan Gil-
gal’di; Ahit Sandığı da bir zamanlar burada durmuştu. Bu­
rada, her halde Filistî casuslarından gizli olarak, yeni ana­
yasa birlikte karar altına alındı. İsrael, gelecekte artık kâ­
hinlerin yönettiği bir amfiktyoni değil, sıptların bir kiralın
emri altında birleştikleri bir devlet olacaktı. Yahve’ye bütün
dinî bağlılıklar korunmakla birlikte, teokrasi artık bırakıl­
mıştı. Gilgal olayının dışında, bu kararın meydana gelişi
üzerinde başkaca hiçbir bilgimiz yoktur.
İsrael’in devlet haline gelişi her halde kavgasız olup bit­
mişti. Çünkü bu, şerefli mevkiini çoktan kaybetmiş olan kâ
hinlere karşı savaşçı soyluların tümünün bir zaferi idi. Ama
kıratlığın hangi şıpta düştüğü konusunda işin pek böyle ol­
madığı anlaşılıyor. Kutsal birliğin sürdüğü 200 yıl boyunca
Yosef Evi, güneydeki Yahuda Evinin bütün kıskançlıklarına
rağmen, önderliği ve Ahit Sandığının kendi topraklarında
bulunmasını sağlamıştı. Şimdi, yeni anayasa ile de kırallık
gene Yosef Evine mi düşecekti? Gilgal Benyamin sıptınm
toprakları üzerindeydi. Bizzat Samuel de Benyamin’i, şu hal­
de Yosef Evindendi. Dinî birlikten kırallığa geçişte gene
Benyaminin’li Saul adında bir savaşçının ilk rolü oynamış
olması da seçilecek kiralın hangi gruptan olacağı üzerinde­
ki şüpheleri arttırmaktaydı. Bu duruma göre, Israelin başı­
na Yosef Evinden birinin geçmesi hemen hemen kaçınılmaz
F: 14
210 MUSA ve YAHUDİLİK

bir haldi. Bunun Yahuda Evi için bir kırgınlık ve kin sebebi
olması tabiîdir. Sonraki gelişmeler de bu rekabetin Gilgal’-
de ortaya çıkmış olduğunu açıkça gösterir. Böyle olmasa İs/
rael kıralları tarihini asla açıklayanlayız.
Yeni devletin kurucularına büyük GUgal günü, artık
devlet haline gelen Tanrının milleti İsraeli yok olmaktan
kurtardıkları yolunda, parlak ümitler yermişti. Bizzat kıral,
Ammonî’ler galibi Saul de, Filistî’lere karşı bir ayaklanma
ile bütün Ürdün vadisini İsraelin eline geçirebilecek kadar
gücü olduğuna bayağı inanmaktaydı. Genç kırallıkla Filistî
büyük devleti arasında başlayan bu savaşta yanyana iki kişi
görmekteyiz. Saul ve Davud. Kral eskidenberi önder olan
Yosef evinin mümessiliydi, silâhtarı, buna göre de hemen
ondan sonra gelen Davud ise Yahuda Evini temsil ediyordu
Herhalde Gilgal’de Yahuda ve Yosef Evleri arasında varılan
uzlaşma, Yahuda Evinin soyluları arasından ileri gelen bi­
rinin Yosef Evinden kiralın yanında ve söz sahibi olarak bu­
lunması yolundaydı. Davud’un daha çocuk denecek yaştay-,
ken Filistî Golyat’ı sapan taşıyla öldürmesi, Saul’un akıl has­
tası olduğu ve ancak Davud’un çenk çalmasiyle sükûnet bul­
duğa hikâyelerinin altında bu, sonradan çok ağır sonuçlar
doğuracak anlaşma gizlidir. Davud’un kirala her bakımdan
üstün olması ve halkın da bunu anlaması ve açıkça meyda­
na vurmasiyle aradaki geçimsizlik daha da kuvvetlendi. Da­
vud bir entrikacı değildi. Saul.’un oğlu Yonatan’la da dosttu.
Saul’e karşı hiçbir düşmanlığı yoktu. Fakat Yosef Evinin sa­
vaşçı soyluları arasında, güneydeki rakiplerinin isyan çıka­
racakları ve kıral sülâlesini değiştirecekleri şüphesi uyanmış
olacaktır. Yahve’nin iradesini değiştirdiğini ilân edecek bir
peygamber de kolayca bulunabilirdi. Saul’e karşı bir hare­
kete girişmekten çekinen Davud önce, Yahuda’ların yurdu­
nun yol vermez dağlarına çekildi. Saatinin henüz gelmediği-
ni, beklemesi gerektiğini seziyordu; bir zaman için İsrael’in
MUSA ve YAHUDİLİK 211

siyasî hayatından uzaklaştı. Fakat akıllıca bir umursamaz­


lıkla, geleceğini görmekte olduğu işlere hazırlandı. Yahuda
Evi, en üstün insanlarının arkasındaydılar, ama bunun için
Filisti’lerle savaş halinde olan devleti parçalamak istemi­
yorlardı. Herhalde Davud da şahsının olaylar dışında bıra­
kılmasını sıptmdakilerden istemiş olacaktır. Yahuda sıptı-
mn bunun aksine bir davranışı hem İsrael’in geleceğini, hem
de Davud’un emellerini yokedecekti. Böylelikle Saul soyu,
bu bozuşma yüzünden zayıf düşmedi.
Saul atak ve yiğitti, hiç şüphesiz askerce yetkileri vardı..
Ama bir kıral değildi. İki yüz yıllık kâhinler teokrasisini on­
ların dışında bir kırallık düşüncesiyle uzlaştırmak ve onlara
bunu benimsetmek gibi zor bir işe yeter insan değildi. Sert
emirleriyle boyuna gönül kırıyor, diş gıcırdatıp sırasını bek­
leyen kâhin soylular muhalefetine kendisini kınamak fır­
satlarını veriyordu. Eğer üstün Filistî kuvvetlerine karşı gi:
rişilen ölüm-kalım savaşı milletin bütün iç işlerini arka plâ­
na atmış olmasaydı kâhinler, mutlaka Saul ve soyunu Yah-
ve’nin bir vahyi ile devirmek, böylelikle de kırallığı yıkmak
ve kâhinler devletini yeniden kurmak amaciyle ortaya çıka­
caklardı. Ama bu yeni devlet şekli geniş halk kitlesinin dinî
geleneğiyle ve en içten duygulariyle ne kadar çelişirse çeliş­
sin, bütün milletin bir asker kiralın emri altında ve disiplin­
li bir bütün halinde kalmasından vazgeçilemezdi. Eskiye dö­
nüş mutlaka başarısızlıkla sonuçlanacaktı.
Filistî’lerle savaş başlangıçta başarılı oldu. Ama düş_-
manın zayıf garnizonlarını anî baskınlarla püskürtmek vş
dağlardan aşağı kovmak büyük bir iş sayılamazdı. Fakat o
kadar korkulan düşmana karşı elde edilen bu oldukça uçuz
başarılar İsraili’lerin kendilerine güvenlerini gene de çok
arttırdı. Saul, yağmur mevsiminden sonra, yâni ertesi yılın
ilkbaharında Filistî’lerin kendisine teklif ettikleri savaşı
ümitsizce bir kararlılıkla kabul etti. Filistî kuvvetleri Yizreel
212 MUSA ve YAHUDİLİK

ovasında, bir yandan, Filistin’in kuzey kısmında yerleşmiş


olan Deniz Milletleriyle birleşebilecek, öte yandan da Ürdün
memleketi ve Ürdün Çukurunun kuzeyinde oturan İssakar,
Zebulun ve en ziyade Aşer sıptlarmın Saul’un ordusu jle
birleşmelerini önleyebilecek şekilde mevzi almıştı. Buna gö­
re birleşik Filistî ve Deniz Milletleri kuvvetlerine karşı yal­
nız Yosef Evi ile Yahuda Evi bulunmaktaydı. Yeni devletin
ilk savaş yeri, Yizreel ve Beyt-şan şehirleri arasmdaki Gilboa
tepeleriydi. Sıptlarm eski ağır hareketli ordusunun savaşa
alışkın ve çevik Filistî birliklerine karşı, evvelce Eben-Ezer-
de olduğu gibi başarısızlığa mahkûm olduğu hemen anlaşıl­
dı. Bu çarpışma İsrael kuvvetlerinin tamamiyle çözülmesi
felâketiyle sonuçlandı ve iş bu kadarla da kalmadı: Savaş
meydanında genç, daha iki yaşındaki kırallık da, Saul
ve tek biri müstesna bütün oğulları da öldüler. Zalim
düşmanları bunların ölülerini kazığa vurdu. Saul’ün
oğullarından tek sağ kalan zayıf ruhlu Iş-boşet’le birlikte,
Yosef Evinin savaşçı soylularının önderleri ve Saul’un "ko­
mutanı Abner, Doğu Ürdün’e kaçabildiler. Orada İş-boşet,
Abner tarafından tamamiyle keyfî bir şekilde ve kendisinin
kuklası olarak İsrael kıralı ilân edildi. İş-boşet —eğer bu
karışık devrede bir idare bahis konusu olabilirse— bir iki
sene Yosef Evinin şıptlarını, Yizreel ovasının yukarısında,
yâni Galile’deki kuzey şıptlarını ve Doğu Ürdün bölgesini
idare etti. Ama Abner'in kuvvetli şahsiyeti artık onun arka­
sında olmayınca, çok geçmeden özel bir öc yüzünden öldü­
rüldü. Saul’un soyundan yalnız tek bir erkek evlât kalmıştı:
Yonatan’m kötürüm, buna göre de tahta lâyık olmayan oğlu
Mefiboşet (veya Meribaal). Saul’un kırallığı son bulmuştu,
Yosef Evinin, İsrael üzerinde kırallık sağlamak teşebbüsü
de boşa çıkmıştı.
İSRAİL OĞULLARININ
TARİH ÇAĞI
İSRAELDE KIRALLAR

DAVUD

Artık İsrael gerçekten, tarihin az yetiştirdiği büyük _ön-.


derlerden birine kavuşmuştur. Henüz otuz yaşındayken, ken­
di gibi genç bir devletin başına geçen bu dâhinin adını da
bilmiyoruz. Her ne kadar bu ada şimdiye kadar «Sevgili»
anlamı verilmişse de Kutsal Kitabın verdiği birçok adlar gi:
bi Davud da bir lâkaptır. Bunu en yeni buluşlar bize göster­
miştir: Fırat, üzerinde, bir zamanlar büyük ve zengin bir şe­
hir olan Mari, binlerce yıl, tıpkı öteki sayısız höyükler gibi,
bir toprak tepe halinde uyumuşken, 1933 yılında, Fransız bil­
ginleri tarafından kazılmaya başlamış ve bilim dünyasına
yepyeni ışıklar getirmiştir, işte burada bulunan tabletlerde
«Davidum» kelimesi sık sık geçer ve «Komutan» ya da «Sa­
vaş şefi» anlamına gelir. Özel ad olan Caesar, sonradan, Çar,.
ya da Kayser şeklinde ünvan haline gelmişken, burada ün-
van, sonradan ad olup çıkmıştır.
Davud, genişleyen memleketini yönetmek için, teşkilât
kurduğu zaman bir vakanüvis ve kâtipler tayin etmişti. «Ve
Tseruyan’ın oğlu Yoab ordu başında idi; ve Ahilud’un oğlu
Yehoşafat vakanüvis idi; ve Ahitob’un oğlu Tsadok ve Abi-
atar’m oğlu Ahimelek kâhindiler; ve Seraya kâtipti» (Samu-
el II. 8. 16—İ7). Artık İsrael ilkel bir toplum olmaktan çık­
mıştır. Yukarıya aldığımız parçadaki «Vakanüvis» devletin
baş sekreteri, veziridir. Devletin «Vakayinâme» sini tut­
mak da bu adamın görevlerindendi, ama bütün yazışmalar
216 MUSA ve YAHUDİLİK

da ondan geçmekteydi. Her halde hükümdarının asıl adı ye-


rine «Davud» unvanını yazan ve bu yüzden asıl adın unutul­
masına sebep olan da o idi.
Davud, M.Ö. 1010 - 971 yılları arasında yaşamıştı. İbranî
alfabesinin doğuşu da M. ö. 1000 yılına doğrudur. İbrani ya­
zısının menşei, genel olarak sanıldığı gibi, Fenike alfabesi de­
ğil, Sina’da işçi kolonileri harabelerinde bulunan eski bir Sa­
mi alfabesidir. Bunlar ince bir kil tablet üzerine mürekkeple
yazılırdı, böylece bir mektubun yollanması için kuruması ve
pişirilmesini beklemeye lüzum kalmazdı. Beri yandan papi­
rüs üzerine de yazılmaktaydı, bu da yazının gelişmesini sağ­
ladı. Ama ne yazık ki papirüs, kil tabletler gibi dayanıklı ol­
madığı için, İsrael devletinin arşivlerinden tek bir parça bile
elimize geçmemiştir.
İsrael, Davud'un elinde yirmi otuz yıl içinde önemli bir
devlet haline geldi. Filistî’lerin egemenliği altında ezilen bu
milletin, hele Saul’un yenilgisinden ve acıklı ölümünden son­
ra bu dereceye erişmesi gerçekten şaşılacak şeydir. Buna, son
zamanlarda çok kullanılan bir deyimle «İsrael Mucizesi» der­
sek yanılmış olmayız. Bunda, önce de söylediğimiz gibi, o
zamanki dünyanın bu kesiminde artık büyük devletlerin rol
oynayacak durumda olmayışlarının etkisi de inkâr edilemez.
Davud birçok kaleler yaptırmıştır. Kudüs’ü alan ve ken-
disine başşehir yapan da odur. Bu şehri bir ver altı su volun-
dan soktuğu fedailerin baskıniyle almış ve adını önce Da-
vud’un şehri koymuştu. Sonradan buraya «Yeruşalayim» adı
verildi. Davud, Ahit Sandığını yeni başşehrine getirdi ve gele­
nek gereğince bir çadıra koydu.
Davud’un Ahit Sandığını yeni yerine götürüşünü anlatan
Eski Ahdin şu sözleri dikkate değer: «Ye Yahve’nin sandığını
yeni bir arabaya koydular ve onu tepede olan Abinadab’ın
evinden kaldırdılar ve Abinadab’ın oğulları Uzza ve Ahyo ye­
ni arabayı sürüyorlardı... Ve Davud’la bütün İsrael evi, servi
MUSA ve YAHUDİLİK 217

ağacından her çeşit çalgılarla ve çenklerle ve santurlarla ve


tefler ve çıngıraklar ve zillerle Rabbin önünde oynuyorlardı.»
(II. Samuel 6. 2—5), «Ve Davud Rabbin önünde bütün kuv­
vetiyle raksediyordu.» (II. Samuel 6.14).
Renge düşkünlüklerini de bildiğimiz İsrael oğullarının
bu töreninin kimbilir ne kadar göz alıcı bir manzarası vardı?
Bu dinî dans nasıl coşkun, kendinden geçerek yapılan bir
danstı? Ne yazık ki, sonradan hahamların elinde bütün şiirini
kaybeden, donmuş bir hale gelen Musevilik bu geleneği çar­
çabuk unuttu. Davud, bu büyük adam da eninde sonunda bir
insandı. Bütün kudreti elinde tutan insanların çoğunda oldu­
ğu gibi onun da ayıplanacak işleri vardır. Bunlardan, en çok
dillere düşmüş olanı, Uriya'nın karısı hikâyesidir:.
'■'yi- Davud Ammon oğullariyle savaş için ordusunu gönder­
miştir «Fakat Davud Yeruşajim’de kaldı. Ve akşamleyin vaki
oldu ki, Davud yatağından kalktı ve kıral evinin damı üzerin­
de geziniyordu; ve yıkanmakta olan bir kadını damdan gör­
dü; ve kadının görünüşü çok güzeldi. Davud (adam) gönde­
rip kadın hakkında soruşturdu ve bildi ki: Bu kadın Hitli
(Hitit) Uriya’nın karısı, Eiiam’ın kızı Bat-şeba değil mi? Ve
Davud ulaklar gönderip onu getirtti; ve kadın onun yanına
geldi ve mundarlığından temizlenmiş olduğundan Davud
onunla yattı; ve kadın evine döndü. Ve kadm gebe kaldı, ve
(haber) gönderip Davud’a bildirdi ve: Ben gebe kaldım, dedi.
Ve Davud Yoab’a (haber) gönderip dedi: Hitti Uriya’yı bana
gönder, ve Yoab Uriya’yı Davud'a gönderdi. Ve Uriya yanına
gelince Davud: Yoab nasıldır ve kavm nasıldır ve cenk ne hal­
dedir? diye sordu. Ve Davud Uriya’ya dedi: Evine in ve ayak­
larını yıka. Ve Uriya kıral evinden çıktı ve ardından kiralın
hediyesi çıktı. Ve Uriya kıral evinin kapısında efendisinin
bütün kulları ile beraber yattı ve evine inmedi._Ve Davud'a:
Uriye evine inmedi, diye bildirdiler. Ve Davud Uriya’ya dedi:
Sen yoldan gelmedin mi? Niçin evine inmedin? Ve Uriyıı de
218 MUSA ve YAHUDİLİK

tli: Ahit Sandığı ve İsrael'le Yahuda çadırlarda oturuyorlar;


ve efendim Yoab’la efendimin kulları kırlarda konmuşlarken
yemek ve içmek ve karımla yatmak için ben evime mi ine­
yim? Senin hayatın hakkı için, ben bu şeyi yapmam. Ve Da-
vud Uriya’ya dedi: Bugün de burada kal da yarın seni gönde­
reyim. Ve Uriya o gün ve ertesi gün Yeruşalim’de kaldı. Ve
Davud onu çağırdı ve onun önünde yiyip içti ve onu sarhoş et­
ti; ve akşamleyin efendisinin kullariyle beraber yatağında yat­
mak için çıktı ve evine inmedi. Ve sabahleyin vaki oldu ki, Da­
vud Yoab’a mektup yazdı ve Uriya’nın eliyle gönderdi. Ve mek­
tupta: Uriya’yı şiddetli cenkte ön diziye koyun ve onun yanın­
dan çekilin ki, vurulsun da ölsün, diye yazdı. Ve vâki oldu ki,
Yoab şehri muhasara altında tutarken yiğit adamların bu­
lunduğu yerin karşısına Uriya’yı koydu. Ve şehrin adamları
çıkıp Yoab’la cenk ettiler; ve kavimden Davud’un kulların­
dan düşenler oldu, ve Hittî Uriya da öldü. Ve Yoab (adam)
gönderip cenk hakkında olan şeylerin hepsini Davud’a bildir­
di. Ve ulağa emredip dedi: Cenk hakkında olan bütün şeyleri
kirala söylemeği bitirdiğin zaman, vâki olacak ki, eğer kıral
öfkelenirse, ve sana: Şehre karşı cenketmek için neden o
kadar yaklaştınız? Duvarın üzerinden atacaklarını bilmiyor
muydunuz? Ycrubbaşet’in oğlu Abimelek’i kim vurdu? Duva­
rın üstünden bir kadın değirmenin üst taşını onun üzerine
atmadı mı ve o Tebets’te ölmedi mi? Niçin duvara o kadar
yaklaştınız? derse, o zaman: Kulun Hitti Uriya da öldü, der­
sin.... Ve Davud Uiağa dedi: Bu şey gözünde kütü görünme­
sin, çünkü kılıç bazan bunu, bazan şunu yer; şehre karşı çen­
gini şiddetlendiriri onu yık, diyeceksin, ve kendisine cesaret
ver. Ve Uriya’nııı karısı, kocası Uriya’nın öldüğünü işitti, ve
kocası için dövündü. Ve yası geçince Davud gönderip onu
evine aldı ve onun karısı oldu, ve ona bir oğul doğurdu. Fa­
kat Davud’un yaptığı şey Rabbin önünde kötü idi» (II. Sa-
muel 11. 1—27).
MUSA ve YAHUDİLİK 219

Anlaşılıyor İd, artık kıral, ahlâk kurallarının dışında idi.


Sadık bir askerini, sadece doğacak çocuğu meşru kılıja sok-
mak için sarhoş ederek evine yollamaya kalkmak, bu hile de
boşa çıkınca onu öldürtmek, biz, bugünkü insanlar için.iğ­
renç bir davranıştır. Buna karşı da artık ne gökten ateş ya:
ğıyor, ne de Yahye, başka bir belâ ile günahlıları çarpıyordu.
Sadece biraz ötede. Rabbin Uriva’nın karısından doğan çocu­
ğu vurduğunu. ÇOCU&Un da h astalan arak nlriiipiinii nlnıvnrıi7
Davud, çocuğun kurtulması için oruç tutar ve dua eder, ama
öldüğünü haber alınca hemen yemek yer ve bunun sebebini
soranlara: Çocuk daha sağken onu belki kurtarabilirim ümi­
diyle oruç tuttuğunu, ama o öldükten sonra artık buna lü­
zum kalmadığını söylen «Çocuk henüz sağken oruç tuttum,
ve ağladım; çünkü: Kim bilir, belki Rab bana lütfeder de ço­
cuk yaşar, dedim. Fakat şimdi öldü, niçin oruç tutayım? Ar­
tık onu geri getirebilir miyim? Ben ona gideceğim, fakat o
bana dönmiyecektir.» (II. Samuel. 12. 22—23). ]
Davud’un evlâtlarından yana pek talihi yoktur. Oğulla­
rından Ammon, üvey kızkardeşi —Abşalom’un öz kardeşi—
Tamar’a âşık olur ve onu tuzağa düşürüp tecavüz eder, sop-
ra da yanından kovar. Bunu Davud ve Abşalom öğrenirler.
Günün birinde Abşalom uşaklarına, kardeşi Amnon’u öldür-
tür. Abşalom memleketten kaçar ama sonra geri döner. Da­
vud onun suçunu bağışlar. Halbuki şeriata göre katilin mut­
laka idam edilmesi lâzımdır. Abşalom, Davud’un en sevgili
oğludur, halk da onu sevmektedir, ama onun gözü kırallıkta-
dır. Babasını pusuya düşürerek öldürmek için tertibat alır.
Anlaşılan Davud, artık halk tarafından sevilmemektedir. Saul
soyundan olanlar da öç almak için fırsat koklamaktadırlar.
Ordunun çoğunluğunun ücretli yabancı askerlerden olduğu
da anlaşılmaktadır. Davud pusuya düşmez; Efraim ormanın^
da âsilerle bir savaş olur, bunda Abşalom’un taraflıları yeni-
lir. Abşalom kaçar, ama katırı bir meşe ağacının altından
220 MUSA ve YAHUDİLİK

geçerken başı sık dallar arasına girer, katır „altında gidince


asılı Tcalır. Bunu haber alan Yoab, üç haşt. (kısa mızrak) ata­
rak onu vurur, yanındaki on asker de Abşalom’u sararak öl­
dürürler. Davud bunu duyunca ağlar: «Ve kıral heyecanından
titreyerek kapı üzerindeki odaya çıktı ve ağladı: Oğlum Ab-
şaloın, oğlum, oğlum Abşalom; keşke senin yerine ben ölsey-
diııı, ey Abşalom, oğlum, oğlum.» (II. Samuel 18.33).
Davıul’u n ..^ jy a ıl)^ .â^ Haggit adındaki kadından olma
oğlu Adoniya kırallığın kendisine kalacağını iddia eder. Bu
genç, Abşalom’la bir anadan doğmuştur. Davud onu bu. dav­
ranışı yüzünden azarlamaz. Ama Uriya’nın eski karısı ve Şe-
lomoh’un (Süleyman) anası, Adoniya tahta geçerse kendisi­
nin ve oğlunun öldürüleceğini bilmektedir. Nebi Natan’la
birlik olarak Süleyman’ın veliaht olmasını sağlar. Bu bir tö­
renle halka bildirilir. Bu sefer korku sırası Adoniya’ya gel­
miştir. Korkusundan tapınağa sığınır; Süleyman bunu haber
alınca adam göndererek ona: Eğer yiğit bir adam olduğunu
gösterirse kılına bile dokunulmayacağını bildirir. Ama gene
de, babası ölüp kendisi tahta geçer geçmez büyük kardeşi
Adoniya’yı öldürtür. Bundan başka onunla birlik olduğunu
bildiği kâhini işinden kovar, babasının komutanı Moab’ı da
sığındığı tapmakta, mizbahın yanında öldürtür. Böylece daha
başlangıçtan, geleneklere ve dine pek fazla aldırış etmediğini
gösterir. Davud bölümünü kaparken onun olduğu söylenen
mezmurlardan bir örnek verelim:
MEZMCR: 3
Oğlu Ahşalom’un önünden kaçtığı zaman, Davud'un mez-
murudur:
Ya Rab, hasımlanm ne kadar çoğaldı!
Bana karşı ayaklananlar çoktur.
Canını için çoklan diyorlar:
Allahta onun için kurtuluş yoktur.
MUSA ve YAHUDİLİK 221

Fakat, ya Rab, çevremde bir kalkansın,


İzzetim ve başımı yükselten sensin.
Rabbi sesimle çağırırım,
Ve mukaddes dağından bana cevap verir.

Ben yattım ve uyudum;


Uyandım, çünkü Rab bana destek oldu.
Her yanımdan beni kuşatan
Kavmin on binlerinden korkmam.
Ya Rab kalk; ey Tanrım beni kurtar;
Çünkü sen bütüıı düşmanlarımın çene kemiğine vurdun;
Kötülerin dişlerini kırdın,
Kurtuluş Rabbindir;
Bereketin kavminin üzerinde olsun.

BÜYÜK KIRAL SÜLEYMAN

Anası, Hitit ücretli asker Uriya’nın eski dulu Bat-şeba’nın


ve nebi Natan’ın entrikalarivle tahta gecen Süleyman, aslın­
da öyle, iddia edildiği gibi İşrael’in en bilge ve en akıllı hü-
kümdarı değildi,, ama onun devri, örneğin Türkiyede Üçün­
cü Murat, Fransa’da 14. Louis devirleri gibi bir barış ve zen­
ginlik devri olmuştu ve ondan hemen sonra iç ve dış savaş­
larla felâketten felâkete düşen İsrael bu yüzden onun günle­
rini hep özlemle andı. Oysa ki, bu en üstün devrinde bile İs-
rael devleti ne Mısır, ne Babil, Asur, ne de Hitit imparator­
lukları çapında bir devlet olamamıştır. Sınırları kuzeyde an­
cak Kadeş’e, güneyde Akaba körfezine varıyor, kıyıda da pek
az yere sahip bulunuyordu. Bunları da Süleyman değil, baba:
sı Davud ele geçirmişti. Aslında Süleyman’ın savaşla pek alış
verişi yoktu; zaten adının aslı olan Şelomoh, İbranicede ba­
rış adamı anlamma gelir. Yalnız şurası var ki, İsrael edebi­
222 MUSA ve YAHUDİLİK

yatı onun günlerinde parlak bir gelişmeye varmış,. Ygnışalim


onun zamanında gerçekten büyük bir şehir haline gelmiş, ça­
dır ve kulübelere alışık olan İsrael oğulları ilk saray ve ta­
pmağı onun gününde görmüş, uzak diyarlarla onun zamanın­
da ticarî ve politik münasebetler kurulmuştu.
Eski Ahitte o zamana kadar savaş hikâyelerinden geçil­
mezken, Süleyman’la birlikte artık yapı faaliyetleri, uzak di­
yarlara mal getirmek için yollanan gemiler, işletilen maden­
ler, eğlenceler, lüks ve ihtişam anlatılır durur. Onun ilk ic­
raatından olarak, Firavun’un kızı ile evlendiğini öğreniyoruz.
Ondan sonra, Tanrıya, henüz tapmak yaptırmamış olduğu
için, Gibeon tepesinde kurban sunduğunu ve bu davranışın­
dan memnun kalan Tanrının rüyasında ona: Dile benden ne
dilersin? dediğini okuyoruz. Süleyman, şöyle karşılık verir:
«Ey Tanrım İt ab, kulunu babamın yerine kıral ettin (Bat-şe-
ba ile Natan’ı unutur görülmektedir) ve ben ancak bir küçük
çocuğum; çıkmayı ve girmeyi bilmem. Ve kulun seçtiğin kav-
min ortasındadır, çoklukça hesap edilmez ve sayılamaz bü
yük bir kavın. İmdi, kavmına hükmetmek için kuluna anla­
yışlı yürek ver ki, iyi ile kötünün arasını ayırt edeyim; çünkü
senin bu büyük kavmına kim hükmedebilir?» Bu söz Tanrı­
nın hoşuna gider: «Mademki sen bu şeyi istedin, ve kendin
için çok günler istemedin, ve kendin için zenginlik isteme­
din, düşmanlarının canını da istemedin, ancak doğruyu ayırt
etmek üzere kendin için anlayış istedin; işte senin sözüne gö­
re yaptım; işte sana hikmetli ve anlayışlı yürek verdim; şöyle
ki, senden önce senin gibi kimse olmamıştır, ve senden son­
ra senin gibisi çıkmayacaktır. Ve sana dilemediğin şeyi de
verdim, hem zenginlik, hem de izzet...»
Görülüyor ki, Eski Ahid mutlu kişileri artık Tanrı ile yüz
yüze konuşturmamaktadır.
Eski Ahdin şu bölümü, daha sonra Süleyman üzerine çı­
karılan rivayetlere sebep olmuştur: «Üç bin mesel söyledi; ve
MUSA ve YAHUDİLİK 223

İlâhileri bin beşti. Ve Lübnan’da olan erz ağacından duvarda


biten zufa otuna kadar ağaçlar hakkında söyledi; hayvanlar
ve kuşlar ve sürünen şeyler, ve balıklar hakkında söyledi.»
(Kırallar 1, 4. 32). İşte Hazreti Süleyman’ın bütün hayvanla­
rın dilinden anladığı efsanesinin menşei! Bir yanlış çeviri,
«Onlar hakkında söyledi» sözünü, onlarla konuştu, kılığına
koymuş ve gerçekten güzel bir masal dizisinin doğmasına se­
bep olmuştu.
Süleyman, Samuel’in İsrael Oğullarına, başlarına bir kıral
gelirse, çekeceklerini anlatışına yerden göğe hak verdirmiş-
ti, daha doğrusu onun yüzünden bu sözler kitaba girmişti.
Eski Ahdin şu sözlerine bakın: «Kıral Süleyman bütün İsra-
eldcn angaryacılar topladı ve angaryacılar otuz bin adamdı.
Ayda on bin adam olmak üzere bunları sıra ile Lübnan’a gön­
derdi; bir ay Lübnan’da ve iki ay evde kalırlardı; ve angarya­
cıların başında Adoniram vardı. Ve Süleyman’ın yük taşıyan
yetmiş bin ve dağlarda taş kesen seksen bin adamı, bunlar­
dan başka, Süleyman’ın işde çalışan kavmin üzerine hükme­
den, işin başında bulunan üç bin beş yüz baş kâhyaları vardı.»
(I. Kırallar 5.13). Bu da artık Mısır’daki durumdan pek hal­
lice değildi! Ama İsrael’in başında artık o çilekeş Musa de
ğil, organize bir devlet ve doğu müstebitleri tipinde bir de
kıral bulunmaktaydı, isyan edemezlerdi. Taş kestiler, kereste
biçtiler, kıral içiıî bir sarayla Yahve için bir ev, yani ünlü
Kudüs tapınağını yaptılar.
Eski Ahit: «Süleyman’ın Evinin bir günlük yiyeceği otuz
ölçek ince un (390 litre), ve altmış ölçek un (780 litre), on
besili öküz, ve otlaklardan yirmi öküz, ve geyikler, ve ceylân­
lar, ve sığırlar, ve semiz tavuklardan başka yüz koyundu.»
der. (I. Kırallar 4. 22). Bu sayılarda biraz mübalâğa bulunsa
bile, gene de Süleyman’ın sarayındaki israfı anlatır. Bununla
birlikte, o devirde, İsrael devletinin gerçekten zengin oldu­
ğunu da hem Eski Ahitten, hem de arkeologların araştırma-
224 MUSA ve YAHUDİLİK

lan sonuçlarından anlıyoruz. Acaba bu zenginliğin kaynakla­


rı nelerdi? İsrael, Fenike şehir devletleri gibi deniz ticareti
yoluyla zengin olamazdı; çünkü kıyısı pek az olduğu gibi, çift­
çi ve çoban bir milletin kısa zamanda denizciliğe alışması,
üstelik Fenike’lilerin büyük bir kıskançlıkla gizledikleri bil­
gileri edinmeleri, hele bu amansız deniz kurtlariyle boy öl­
çüşmeye kalkışmaları olacak şey değildir. Süleyman’ın mem­
leketi, de «Bal ve yağ akan diyar» diye, istendiği kadar övül­
sün, he Mısır, ne de Mezopotamya gibi verimli değildi. Ka­
zanç yolu olarak geriye sanat ve madencilik kalmaktadır ki,
gerçekten İsrael’in en ileri olduğu alanlar bunlardı. Üstelik,
babasının aksine, Süleyman memleketini büyütmek yerine,
onu korumak ve komşu devletlerle iyi dostluk bağları kur­
mak yolunu tutmuştu. Onun Firavun’un kızını almış olduğu­
nu söylemiştik. Bu Firavun, 22. Sülâleden I.jŞoşenk idi (MÖ.
945 — 924). I. Şoşenk Yeruşalim’in kuzey batısında, Kenanı’-
lerin önemli bir şehri olan Gezer’i zaptetmiş ve damadına
bağışlamıştı. Bazılarının düşüncelerine göre de bu şehri alan
Şoşenk değil, 21. Sülâlenin son hükümdarı olan Psusennes’ti.
Ama 21. Sülâlenin ne kadar zayıf olduğu ve böyle bir seferi
göze alamıyacağı bilindiği için, bu ihtimal çok zayıftır. Ne
olursa olsun, bu olay bize, Firavunların ne kadar güçsüz bir
hale gelmiş olduklarını gösterir. Yoksa, bir Mısır hükümda­
rının kızını böyle bir kıralcığa, üstelik yabancı kandan birine
vermesi mümkün olamazdı. Bundan başka bu durumdan, is­
tendiği kadar gözlerde büyütülsün, Süleyman’ın Mısır’ın yar
dımına muhtaç olduğunu da anlıyoruz.
Ama Şoşenk yalnız îsrael’i tutmamakta, onun başına be­
lâ açabilecek başka birini, Edom’lu Hadad’ı da dostlukla ken­
dine bağlamış bulunmaktaydı. Bu adam daha çocukken Mı­
sır’a kaçmış, orada yerleşmişti. Firavun, ona da karısının kız
kardeşini vermiş ve doğan oğlu Genubat’ı sarayda, bir Mısır
prensi gibi büyütmüştü- Hadad Davud’un öldüğünü haber alın-
MUSA ve YAHUDİLİK 225

ca geri dönmüş ve Şam’da yerleşmişti. Süleyman’ın saltanatı


boyunca en büyük düşmanlarından biri, işte bu Hadad oldu.
Süleyman’ın dostluk kurduğu ikinci hükümdar da Tyros
kıralı Hiram idi. Bu dostluğun neden ileri geldiğini bilmiyo­
ruz. Ama Baal’e tapan ve o zamana kadar İsrael oğullarının
en kötü düşman saydıkları bir Kenanî ile olan bu dostluk
mutlaka karşılıklı kâr hesaplarına dayanmaktaydı. Eski Ah­
de göre bu dostluk daha Davud zamanında, başlamıştı: Süley-
dan ondan, Lübnan dağlarından sedir ağacı kesmek için izin
ister: «Tanrım Rabbin ismine bir ev yapmağa niyet ediyorum.
Ye şimdi Lübnan’dan bana erz ağaçlan kessinler diye emret;
ve kullarım senin kuliannla beraber olacaklar; ve söyliyece-
ğin her şeye göre kullann için sana ücret veririm; çünkü, bi­
lirsin ki, aramızda Sayda’lılar gibi kereste kesmek bilen yok­
tur.» (I. Kırallar 5. 5—6). Hiram bu teklifi kabul eder, ve ke­
resteleri denize kadar indirmeyi ve denizden de sallarla iste­
nen yere kadar göndermeyi üzerine alır. Buna karşı Süley­
man’dan: «Evi halkı için» yiyecek ister. Acaba fakir düşmüş
olan Mısır’la ticaret azalmış, bu yüzden Fenike şehirlerinde
tahıl kıtlığı mı olmuştur? Her ne ise, Süleyman da bu şartı
kabul eder ve 260.000 litre buğday ve 7400 litre halis zeytin­
yağı verir. Ama bunun ne kadar zamanda bir verildiği yazılı
değildir. Süleyman, tapınağın maden işlerini yaptırmak için
Hiram’dan bir usta ister, o da «Her türlü bakır işlerinde usta
olan» ve Eski Ahdin rivayetine göre, Sur’lu olduğu halde, İs­
rael oğullarından, Naftali sıptından bir dul kadının oğlu olan
Hiram’ı yollar.
Kıral Hiram’ın Süleyman’la işbirliği bu kadarla da kal­
maz. Süleyman Akaba körfezinde, İsrael’in tek limanı olan
Etsyon - geber’de gemiler yaptırır, Hiram da kendi kullarını,
denizi bilen gemicileri, bu gemilerde Süleyman’ın kulları ile
birlikte çalışmak üzere gönderir; bunlar Ofir’e gidip oradan
F: 15
226 MUSA ve YAHUDİLİK

dört yüz yirmi talant altın alır, Süleyman’a getirirler (I. Kı-
rallar 9. 27—28). Tevratta daha sonra şu sözleri okuyoruz :
«Ve Hiram’uı Ofir’den alim getiren gemileri de Ofir’den pek
çok sandal ağaçları ve değerli taşlar getirdiler.» Gene başka
bir yerde de:«Ve kıral Süleyman’ın içme kapları hep altından
ve Lübnan Orman Evi’nin (*) bütün kapları halis altındandı;
gümüşten yoktu; Süleyman’ın günlerindie gümüş bir şey sa­
yılmazdı. Çünkü, Hiram gemileriyle beraber kiralın denizde
Tarşiş gemileri vardı; Tarşiş gemileri üç yılda bir kere altın,
gümüş ve fildişi ve maymunlar, ve tavus kuşlariyle yüklü ola­
rak gelirlerdi.» (I. Kırallar 10. 21—23).
Süleyman'ın, rivayet edilen bütün akıl ve hikmetine rağ­
men, bu lüks için ödediği yalnız buğday ve zeytin yağıyla
kalmamıştı, kıral Hiram’a Galile bölgesinde yirmi şehir bağ­
lanmıştı. Üstelik Hiram, bu şehirleri beğenmemişti ve Süley­
man bunlardan başka yüz yirmi talant altın ödemişti (44.784
Türk altını karşılığı). Onun düşüncesiz davranışları bu ka­
darla da. kalmamıştı. Ama bunları daha ileriye bırakıyoruz.
Şimdi, yüzyıllar boyunca insanların hayal gücünü harekete
geçiren bu «Ofir» in nerede olduğu üzerindeki düşüncelere
birkaç satır ayıralım:
Kızıldeniz yoliyle getirilecek altın üç yerden gelebilirdi:
Arabistan, Hindistan ve Afrika’nın doğu bölgesi. Süleyman
ve Hiram’ın gemilerinin Arabistan’dan altın getirmiş olma­
ları akla pek yakın gelmez; çünkü, kervanlarla bu işi yap­
(*) Lübnan Orman Sarayı, Süleyman’ın sarayının resmi işlere
ayrılan bir parçasıydı. Eski Ahde göre bu yapının uzunluğu yüz ar­
şın (45 m) genişliği elli arşın (22,5 m), yüksekliği 30 arşın (13,5 m)
idi. Sedir ağacından dört sıra direk, gene aynı ağaçtan kirişleri tu­
tuyor, tavanı da gene sedir tahtalariyle kaplanmış bulunuyordu. Süj
leyman’ın fildişinden tahtı, iki yüz tane altın kalkan, hep bu saray­
da durmaktaydı. Yargı için bir de eyvanı vardı.
MUSA ve YAHUDİLİK 227

mak daha kolaydı. Nitekim, Saba kıraliçesi Belkıs’ın tâ Ye-


men’den Yeruşalim’e geldiği hikâyesi de, bunun pekâlâ müm­
kün olduğunu göstermektedir. Hindistan’a gelince, burada
oldum olası bütün altın hükümdarların tekelindeydi ve on­
ların hâzinelerine girerdi. Bunlarla savaşarak altınları ele ge­
çirmek de, üslerinden bu kadar uzağa giden küçük gemiler­
de, ne de olsa, az sayıda bulunan savaşçılar için mümkün de­
ğildi. Geriye Afrika’nın güney doğu bölgesi, şimdiki Güney
Afrika Cumhuriyetinin kuzey tarafları kalmaktadır. Gemi­
lerin gidiş dönüş için üç yıl sarf etmeleri de bu düşünceyi
kuvvetlendirir. Ama buralarda tavus yoktur, ayrıca baharat
da getirildiği söylenmektedir. Şu halde, belki bu gemiler, dö­
nüşte Yemen’den Hint malları da alıyor, ya da Hindistan
kıyılarına da uğruyorlardı, Fakat, altm Afrika kıyılarında bu­
lunmaz. Fenikeli kurnaz Hiram, belki İsrael oğullarının sa­
vaşçılıklarından, Zambezi Irmağı boyunca, içerilere kadar
akın ederek yağma, ya da değiş dokuşla yerlilerden altın
sağlamak yolunda faydalanmıştı. Süleyman’ın Tarşiş gemi­
lerine gelince Eski Ahitteki Tarşiş, İspanya’da Guadalquivir
ırmağının deltasında kurulmuş olan Tartessos şehri idi. Tar-
tessos’lular, tâ İngiltere ve Baltık denizine kadar gemi yollar,
ticaret yaparlardı. İsrael oğulları bu adı Fenike’lilerden
öğrenmiş, büyük kadırgalara «Tarşiş gemileri» adını ver­
mişlerdi.

İSRAEL’DE MADENCİLİK

Süleyman, gerçi sedir ağaçları karşılığında şehirler ba­


ğışlamak, kuzey komşularına, Mısır’dan aldığı savaş araba­
larını ve atları satarak, onların gücünü arttırmak gibi dü­
şüncesiz hareketlerde bulunmuştu (I. Kırallar 10.29), ama
beri yandan, memleketinin madencilikte o devrin en üstün
seviyesine gelmesini de sağlamıştı. Eski Etsyon - geber’de
228 MUSA ve YAHUDİLİK

(şimdiki Ellat yakınlarında) yapılan kazılar, şaşılacak sonuç­


lar vermiştir. Buradaki, demir elde etmek için kullanılan
yüksek fırınlar, birer teknik harikasıdır. Bunlardan o zaman­
lar, Besmer usulüne benzeyen bir yolda çelik elde edildiğini
öğrenmiş bulunuyoruz. Bundan başka, Süleyman’ın işletmiş
olduğu bakır madenleri de meydana çıkmıştır ve şimdiki İs-
rael devleti de bunları işletmektedir. Bunların bulunuşu, Es­
ki Ahitte anlatılan tunçtan mizbahlar, tapınaktaki tunç deni­
zi denen, muazzam havuz gibi maden işlerinin hayal olmadı­
ğını açıklamıştır. Süleyman Fenike’den uzmanlar getirtmiş
ve onların yardımıyla bu büyük maden endüstrisini geliştir­
mişti. Belki bu demirin deniz aşırı yerlere satışını da Hira-
mm adamları yapıyordu ve Tyros’la İsrael’in işbirliği buna
dayanmaktaydı. Süleyman bu sayede, babasından devir aldı­
ğı küçük, tarımcı memleketi birinci sınıf bir ekonomik kud­
ret haline getirmişti. Artık halk üstün bir refah derecesine
yükselmiş bulunuyordu, bir yazarın dediği gibi Süleyman’a
İlkçağın bakır kıralı, hattâ maden kıralı denebilir.

SÜLEYMAN’IN HAREMİ

Süleyman akıl ve hikmeti ve barışçılığı kadar, karıları­


nın çokluğu ile de ün salmıştır. «Ve kıral Süleyman Firavu­
nun kızı ile beraber Moabî’ler, Ammonî’ler, Edomî’ler, Say*
da’lılar ve Hitti’lerden çok ecnebi kadınlar sevdi. Rabbin İs-
rael oğullarına: Oniann atasına gitmiyeceksiniz; ve onlar si­
zin aranıza gelmiyecekler; çünkü mutlaka yüreğinizi kendi
tanrılarının ardınca saptıracaklardır, diye söylemiş olduğu
milletlerden idiler; Süleyman onlara sevgi ile yapıştı. Ve onun
yedi yüz karısı kıral kızı olup, üç yüz de cariyesi vardı; ve ka­
rıları onun yüreğini saptırdılar. Ve vaki oldu ki, Süleyman’ın
ihtiyarlığı zamanında karıları onun yüreğini başka tanrıların
ardınca saptırdılar; ve babası Davud’un yüreği Tanrı Rab ile
MUSA ve YAHUDİLİK 229

bütün olduğu gibi, onun yüreği bütün değildi. Ve Süleyman


Sayda’lıların tanrıçası Astarte’nin ardınca ve Ammonî’lerin
mekruh şeyi Milkoın’un ardınca gitti. Ve Süleyman Rabbin
gözünde kötü olanı yaptı... Ve ö zaman Süleyman, Yeruşali-
inin önünde olan dağında Moab’ın mekruh şeyi Kemoş için,
ve Ammon oğullarının mekruh şeyi Molek için bir yüksek yer
yaptı. Ve kendi tanrılarına buhur yakan ve kurbanlar kesen
bütün ecnebi kanlar için böyle yaptı.» (I. Kırallar 11. 1—8).
Anlaşılan Süleyman’ın sarayı gerçek bir Babil kulesi ha­
line gelmişti. Gene Eski Ahitte okuduğumuza göre, Saba, yâ­
ni şimdiki Yemen’in bir kısmının, kıraliçesi Belkıs da Süley­
man’ın medhini duymuş ve onu görmeye gelmişti; yanında de­
ğerli taşlar, baharlar ve altın yüklü develerden bir kervan
vardı. Bu kadar zengin olan bu kıraliçenin bile Süleyman’ın
sarayının debdebesine hayran olduğunu okuyoruz: «Ve Saba
kıraliçesi Süleyman’ın bütün hikmetini ve yaptığı evi, ve sof­
rasının yemeğini ve kullarının oturuşunu ve hizmetçilerinin
duruşunu, ve onların esvaplarını, ve sakilerini ve Rabbin evi­
ne çıktığı merdiveni gördüğü zaman artık kendisinde can kal­
madı.» (I. Kırallar 10. 5—6).
Hülâsa, bu büyük hükümdar, ticaret ve endüstri alanında
gösterdiği dehâya, bütün imamlığına rağmen, îsrael'in da­
yandığı temeli, ahlâk ve dini biraz da kendi yıkmıştı. Devri
tam bir dekadans çağıdır. Gerçi halk zengindir, kadınlar za­
rif giyimlidir; hattâ erkekler bile güzel kokular sürünürler;
yemekler artık sade ve kaba değildir, çeşit çeşit baharlarla
tatlandırılmakta, açlığı gidermekten fazla, damağa tat vere­
cek gibi hazırlanmaktadır; çarşılarda o zamanki dünyanın en
nadide malları satılmaktadır; ama halk memnun değildir. Bu
bereketten elbette herkes pay alamamaktadır. Üstü başı kok­
muş balık gibi kokan erguvan boyacıları, taş kesen ırgatlar,
yabancı malların bolluğu karşısında yoksul düşen çiftçiler ve
hepsinden fazla da, tanrılarının, dedelerini Mısır’dan kurta­
230 MUSA ve YAHUDİLİK

rarak, Adanmış Diyara kavuşturduğuna inandıkları Yahve’nin


hor görülmesinden, yabancı ve «mekruh» tanrılara, bir İsrael
hükümdarının kurban sunmasından iğrenen dindarlar ve
bunların önderleri «Nebi» 1er, bu uygunsuzluklardan ıstırap
çekmektedirler.

TAPINAK

Süleyman deyince ilk akla gelenlerden biri de, onun yap


tırdığı tapmaktır.
İlkçağın gerçekten çok büyük ve muhteşem öteki tapı­
naklarının, daha sonraki yüzyıllarda anıları ya büsbütün sili­
nip gitmiş, ya da, Babil kulesi gibi, insanların Tanrıya şirk
koşmalarının sembolü olarak yaşıyabilmişti. Hayal gücünü
bu kadar uzun zaman uğraştıran, en muhteşem ve kutsal ta­
pınak olmak ününü tâ yakın zamanlara kadar sürdüren bu
tapınak, bu üç dinde saygı gören, Kudüs Tapınağı acaba ger­
çekte nasıldı? Bu saygı ve hayranlık nereden gelmektedir?
^Aslında Süleyman, İsrael’in din tarihinde büyük önem
kazanan bir insan değildi. Onun «yabancı tanrılara» kurban
sunduğunu bile görmüştük; kadınlara zaafı, israfı, debdebe
merakı, tahtı ele geçirmek için anasının çevirdiği entrikalar,
kendinden büyük kardeşini, sonra da, Kutsal yere sığman
yaşlı komutan Ahab’ı, öldürtmesi, hep bir din ulusuna yakış­
mayacak şeylerdi. Ama yapmış olduğu tek bir iş, onun din
tarihinde büyük bir önem kazanmasını sağladı: Yahve’ye ilk
defa bir yurt sağlayan o olmuştu. Babası gibi Süleyman da
Yahve’yi İsrael’in koruyucu Tanrısı saymaktaydı. Ona bağlan­
mış olan yerlere saygı gösteriyor, yüksek yerlerde ona kur­
ban kesiyor, onun için buhurlar yakıyordu. Bu sırada Yah­
ve’nin kutsal yerlerinden en ünlüsü Gabaon’du. Süleyman ara
sıra oraya gider, bol bol kurban keserdi. Ama onun, urim ve
tumim denen kura yoliyle olsun, nebilerin aracılığiyle olsun
MUSA ve YAHUDİLİK 231

Yalıve’ye danıştığı yoktu. Kâhinler, Süleyman’ın günlerinde


önemlerini çök kaybetmişler, âdi memurlar haline gelmişler­
di. Nebî’ler deTeizliden gizliye söylenseler bile, kiralın davra­
nışlarına karşı ağız açamıyorlardı. Yahve'nin seçmiş olduğu
kabul edilen kıral her şeyde olduğu gibi dinde de, başta bu­
lunuyordu. ,
Ahit sandığı hep, kıral sarayının yanındaki bir çadırda
duruyordu ve böylece, kiralın mevkiini ve nüfuzunu koru­
yordu. Süleyman ona 'kurban sunmaktaydı. Bu kurban tören­
lerinde saray subayları hazır bulunuyorlar ve sunak etra­
fında onlara ziyafet çekiliyordu. Böylelikle, Ahit Sandığı âde­
ta sarayın malı olup çıkmıştı, anlaşılan artık halkın din ha­
yatından uzaklaştırılmış gibiydi, çünkü ona yaklaşabilmek
için saray sınırları içine girmek gerekti ki, bu da, her zaman
ve her yerde, halk için hemen hemen imkânsızdır.
Tapınağın yapılmasına Davud zamanında karar verilmişe
benzemektedir. Ama bu, Süleyman’ın en önemli işi oldu. M.Ö.
1000 yılma doğru her yanda büyük tapınaklar yapılmaktaydı.
Tyros «Sur» bunda en ileri olan yerlerden biriydi; Mısır ta­
pmaklarını örnek alarak yaptıkları anlaşılan büyük tapmak­
ları vardı. îsrael’de kiralın artık, yontma taştan yapılma bir
sarayda oturduğu sırada Yahve’yi böyle evsiz bırakmak, her
halde hoş görülmemeğe de başlamıştı. Bu devirde tunç, Feni­
ke tapmaklarında pek bol kullanılmaya başlamıştı. Davud’un
fetihleri sayesinde, zengin bakır madenlerinin ele geçmiş ol­
ması, ve önce de gördüğümüz gibi Süleyman’ın madenciliği
çok geliştirmesi yüzünden Israel’in bakırdan yana zenginliği
çok büyüktü. Böylece, İsrael’in koruyucu Tanrısı Yahve’ye bir
tapmak yapılması için artık zaman gelmişti, ve bu, Tanrının
îsrael’i büyük ve kudretli bir devlet haline getirmesinin kar­
şılığı olacaktı.
Yapının yeri olarak Süleyman, o zamana-kadar üzerinde
Yahve’nin bir sunağı bulunan Arevna, ya da Avema adında,
232 MUSA ve YAHUDİLİK

sarayla kalenin yanı başında bir köşeyi_seQtLJBurava Yahve


sunağı yapılmasının sebebi de oradan veba getiren kokula-
rın gieldlği inancı idi, ..Zemin dikkatle düzeltildi ve teras hâ­
line getirildi, böylece sağlam kayadan bir temel sağlanmış ol­
du. Burası seçilirken, tapmağın uzaktan, görülmesi gibi bir
düşünce bahis konusu olmadı. Tapınak, şimdiki Ömer camii-
hin bulunduğu yeri kaplıyordu ve plânı dikdörtgen şeklinde
idi. Her yandan başka yapılarla sıkıştırılmış bir durumdaydı.
Girişi doğu tarafına açılıyordu. Tapmağın şehirle hemen he­
men ilişkisi yoktu, tamamiyle sarayla bağlantılı olarak düzem
lenmişti. Kiralın özel bir merdiveni, kurban törenlerinde du­
racağı ayrı bir sekisi vardı. Bu tapmak aslâ millî bir kutsal
yer olmamıştı. Bu bir özel tapmak, sarayın ibadet yeriydi. Bu­
rasının halk için kutsal ve sevilen bir tapmak olması için yüz­
lerce yılın geçmesi gerekmişti.
Günümüzün mimarlarının, Kudüs tapmağının şeklini, Es­
ki Ahdin tariflerine göre çizme çabalan hep boşa çıkmıştır
ve her zaman da böyle olacağa benzemektedir. Mimarlıkla
hiç alış verişleri bulunmayan kimselerin hikâyelerine daya­
nan bu tasvirlerde birçok olmayacak ya da çelişen taraflar
vardır; tek bir sayı bile doğru değildir. Ama tapmağın genel
görünüşü oldukça kesin olarak bilinmektedir. Bu, orta bü­
yüklükte bir Mısır tapmağı idi. Ante’lerden meydana gelen
bir vestibülü, baştaban’ı ve tunçtan iki büyük direği vardı.
Bu direklere sembolik anlamlar verilmek istenmişse de bun­
ların doğrudan doğruya yapının taşıyıcı elemanları olmak­
tan başka tarafları olmadığı bellidir. Dökümcü Hiram’ın
eseri olduğu iddia edilen bu direkler, İbranîlerin ilgisini cok
çekmişti ve böyle ilkel kavimlerde daima olduğu gibi hayal­
lerini alabildiğine işletmişti. Bu direklere ad bile takmışlar­
dı: Yakin ve Boaz. Belki de Fenikeli dökümcüler bu direk­
lerin üzerine, uğur getirsin diye «Tanrı güciyle dik durdur­
sun» anlamına gelebilen bu iki kelimeyi yazmışlardı, ve Fe­
MUSA ve YAHUDİLİK 233

nike geleneklerini bilmiyenler sonradan bunları direklerin


adları sanmışlardı.
Bu direklerin tariflerinden Mısır tarzında oldukları an­
laşılmaktadır, yalnız bunlar Mısır’dakiler gibi taştan değil,
tunçtandı.
Tapınağın büyük kapısı servi, çerçeveleri yaban zeytini
ağacındandı. Tapınağın iç kısmına Hekal adı verilirdi. He-
kal, yan duvarların üst taraflarına açılmış küçük ve parmak­
lıklı pencerelerden ışık alırdı. Hekal'in arka kısmı bir bölme
ile ayrılmıştı. Buraya Debir, daha sonraları da Kutsalların
Kutsalı adı verilmişti. Tavan sedir ağacından merteklerle ya­
pılmış ve gene aynı ağaçtan tahtalarla kaplanmıştı. Duvarlar
da sedir tahtalarından lambrilerle örtülmüştü; bu lâmbriler
yerden tavana kadar varıyor, hiçbir yerde taş görülmüyordu.
Bütün bu ağaç kaplamalar küçük Kerub’lar (Melek), hurma
ağaçları, lotüs çiçekleri biçiminde kabartmalarla süslü idi,
baştan başa da altınla kaplanmıştı. Bunlar için tonlarca al­
tın kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Debir’in, yâni en kutsal yerin nasıl aydınlatıldığı bilin­
memektedir. Burasının, Hekal kadar yüksek olmadığı anla­
şılmaktadır. Belki de, Tanrıya ayrılan bu kısım, tıpkı Mısır
tapmaklarındaki böyle yerlerde olduğu gibi karanlık bırakıl­
mıştı. Yahve’ye yüksek yerlerde tapılmasma, onun Musa
ve kavmine Sina dağında görünmesine karşılık. Eski Ahdin
I. Kırallar bölümünde şu sözleri okuyoruz: «O zaman Süley­
man dedi ki: Rab kara bulutta otururum diye buyurmuştur.»
Şu halde artık Yahve’nin karanlıktan hoşlandığı kabul edil­
mekteydi.
Debir, Ahit Tabutunun konması için ayrılmıştı. Bu eski
boş sandık her halde birçok defa tamir görmüş olacaktır,
sonunda Süleyman da onu bir kere daha tamir ettirmiş, ya
da kim bilir belki yeniletmişti. Sandığı süsleyen Kerub’lar
234 MUSA ve YAHUDİLİK

da ona pek fukaraca görünmüştü her halde; onun için De-


bir’i muhteşem bir şekilde süsletti ve altın kaplama ağaçtan
dev gibi iki Kerub daha ilâve etti.* Bunların birer kanatları
sandığın üzerinde kavuşuyor, öteki kanatları da yan duvar­
lara değiyordu; böylece, onlar bütün Debir’i dolduruyorlar­
dı. Debir’le Hekal arasında yaban zeytini ağacından ve üstün
bir zevk ve sanatla işlenmiş bir kapı vardı; üzerine altından
kerub, lotüs çiçeği ve hurma ağacı şekilleri çakılmıştı. Bu
kapının önünde sedir ağacından, altın kaplamalı bir sunak
duruyordu, bunda buhur yakılırdı; onun yakınında da sun­
gu ekmeklerin konduğu altın masa vardı; bu ekmekler her
hafta yenilenirdi. Hekal’in iki yanında yedi kollu beşer şam­
dan diziliydi. Tapınağın dışında, hemen hemen bütün yüksek­
liğince üç kat oda yapılmıştı, bunlar kâhinler içindi. Ana ka­
pının dışında, kurbanların sunulduğu tunç sımak bulunu­
yordu. Kiralın, kurban törenlerinde üzerinde duracağı bir
seki de yapılmıştı. Bütün bunların çevresinde, hiç değilse üç
yanında, pek geniş olmıyan bir avlu vardı. Avlunun duvar­
ları yontma taştandı ve üzerine, gölge vermesi için, sedir
ağacından bir saçak yapılmıştı. Bu avlu zamanla kâhinlere
ayrılmış, onlar da buraya kendileri için evler yapmışlardı
Daha sonra bunun dışı da ikinci ve halka mahsus bir avlu
ile çevrilmişti.
İşte, yüzyıllardır anlatılan tapınak, bu 30 m X 30 m ><
13,5 boyutlarındaki küçük yapı idi. Yalnız buna çok itina
edilmiş, malzemesi büyük bir titizlikle seçilmişti. Bütün
malzeme başka yerde hazırlanmış ve burada yerine konmuş­
tu. Eski Ahde göre, yapı sırasında çekiç ve balta sesi duyul­
mamıştı. Bu, herhalde saray kadınlarını ve hükümdarı ra­
hatsız etmemek içindi. Tapınağın yapılışı yedi yıl sürmüştü.
Artık, Ahit Sandığı ve tapınak halkın malı olmaktan çık­
mış, bir mutlak hükümdarın malı, onun âleti olmuştu. Ger­
çekten Eski Ahdin tapınağın yapılışı üzerindeki yazılarında
MUSA ve YAHUDİLİK 235

halktan hiç söz edilmemektedir. Efsane de olsa, Musa’nın


halktan altın, gümüş ve kumaş toplayarak yaptığı ilk çadır
tapınak nerede, bu gösteriş için yapılma, süslü ev neredeydi?
Üstelik bunu yapan ustalar da (Dökümcü Hiram’ın tek ba­
şına bu işleri yapamıyacağı bellidir). Yahve’nin baş düşma­
nı ve Baal’in kulları Fenikelilerdi.
Ama, Yahudiler zamanla, salt politik bir amaçla tapına­
ğı ve kehanet müessesesini, yâni Tanrının ağzından haberler
veren kâhinleri kıral sarayına, kiralın iradesine bağlamak
düşüncesinden doğan bu yeni kutsal yeri öylesine benimse­
diler ki, Kudüs’ten çıkarıldıkları vakit, yılda bir kere olsun,
onun yıkık duvarları dibinde ağlayabilmek için izin istediler
ve on dokuz yüzyıldan beri de bunu, bir ibâdet gibi, sürdür­
düler. Hayallerindeki Tapınak ve Yeruşalim gittikçe daha
masallaştı; sonunda gökte de bir Yeruşalim olduğuna ve bu­
nun, Tanrının Devleti kurulduğu zaman yeryüzüne ineceğine
kadar vardı bu iş:
«Ve beni Ruhta büyük ve yüksek bir dağa götürdü, ve
bana mukaddes şehri, Yeruşalim’i, göğün içinden, Tanrıdan
inmekte gösterdi; onda Tanrının izzeti vardı; onun nuru bil­
lurlaşan yeşim taşı gibi çok kıymetli taşa benzerdi... Ve du­
varların yapısı yeşim, ve şehir saf cama benzer saf altındı.
Şehir duvarlarının temelleri her nevi kıymetli taşlarla bezen­
mişti. Birinci temel yeşim, İkincisi safir, üçüncüsü alaca
akik, dördüncüsü zümrüt, beşincisi beyaz akik, altıncısı kır­
mızı akik, yedincisi san yakut, sekizincisi gök zümrüt, do-
kuzuncusu zebercet, onuncusu sanca zümrüt, on birincisi
gök yakut, on İkincisi mor yakut idi.» (Yuhanna’nm Vahyi
21 . 10— 20 ) .
Ama, bu Tapınağın madde değeriyle ölçülemiyecek ma­
nevî değeri onu üç din için de kutsal kılmıştır: Burası Tan­
rının birliğine inananların ilk ibâdet yeri olmuştu! Bir sa­
ray tapmağında başlayan bu evrim çok kana, göz yaşma mal
236 MUSA ve YAHUDİLİK

oldu; Tapınak yıkıldı, cemaati Babil’e sürüldü, ama geri dö­


nenler onu yeniden yaptılar ve bu sefer o, gerçekten ibâdet
yeri haline geldi. İkinci yıkılışından sonra da bir ülkü ola­
rak, Yahudilerin yüreklerinde yaşadı. Onun yerine yapılan
bir Jüpiter tapmağı ömürlü olmadı. Hıristiyanlar, sonra
da Müslümanlar gene bu köşede, her biri kendi yollarınca,
tek ve yüce Tanrıya kulluk ettiler. Ne yazık ki bu kutsal kö­
şenin toprağının boyuna kanla sulanması, hem de bunun ge­
ne Tanrı uğruna olması gerekti, örneğin, 15.7.1009 da Birin­
ci Haçlılar ordusu beş hafta kuşatmadan sonra Kudüs’ü
alınca, beşikteki çocuklara kadar, Müslüman ve Yahudileri
kesmiş, ondan sonra da, yaptıkları «Günahlardan temizlen­
me» âyini ile bu cinayetin üzerinden sünger geçirmemiş mi­
dir?

SÜLEYMAN’IN GÜNLERİNDE İBÂDET

Süleyman’ın günlerinde Mısır'ın İsrael üzerindeki etkisi


çok fazlaydı. Onun Firavun'un kızını almış olduğunu biliyo­
ruz; bundan başka, tapmağın bile Mısır üslûbunda yapılmış
olması sadece bu düzeni beğenmekten ileri gelmemekteydi.
Yahve de artık, tıpkı Mısır tanrı ve tanrıçaları gibi, özel bir
evi olan bir tanrı haline gelmişti. Böyle bir evde oturan tan­
rının elbette buna göre ihtiyaçları olacaktı. Eskiden beri su­
nulan, ve Tanrının bir insan gibi beslenmesine yarayan ek­
mek, artık altından ve çok süslü bir masa üzerine konulu­
yordu, Mısırlılar da, önce gördüğümüz gibi, böyle yaparlar­
dı. Artık kâhinler halkın getirdiklerinden aldıkları paylarla
değil, kiralın bağladığı gelirlerle geçiniyorlardı. Buhurlar,
tanrı evinin güzel kokması için, tapmağın içinde yakılmak­
taydı. Hekal’de, yarasalardan başka hiçbir canlının buluna-
mıyacağı bu yerde geceleri on tane yedi kollu şamdan yakıl­
maktaydı. Bunlar, memleketimizde hâlâ görülen, evliyaya
MUSA ve YAHUDİLİK 237

yakılan mumlar gibi, bütün gece yanıyor, ve sadece tanrının


odasının ön kısmını aydınlatıyordu. Mısır’da yapılan dinî
alaylar, çeşitli törenler İsrael’de yoktu. Kurban kesmek, hâ­
lâ, tanrıya karşı temel ödev olmakta devam ediyordu. Ama
bunlar halkın değil, kıralındı. Kurban için de, önemli sayıda
tunç eşya ve avadanlıklara lüzum vardı. Bunlardan en önem­
lisi de «İam musâk» yâni «Dökme deniz» adı verilen tunç
havuzdu. Havuz, o zamanlar Yahve’nin timsali olan on iki
tunç boğa üzerinde durmaktaydı. Tapmağa lâzım olan su bu­
na konurdu ve tekerlekli bir su deposiyle istenen yerlere
taşınırdı. Bu kap da o zamanlardaki maden işçiliğinin bir
şaheseri idi. Bütün kürekler, maşalar, kül kaplan, gelberiler
de gene tunçtan yapılmıştı. Hiram’ın bunlardan başka, Sü­
leyman’ın sarayı ve tapınak için kırk sekiz direk döktüğü de
yazılıdır. Bu muazzam döküm işleri Kudüs’te değil, killi Şe-
ria vâdisinde yapılmıştı. Altın eşyanın listesi de gerçekten
insanı şaşırtacak bir zenginliği anlatmaktadır.
İsrael’in, daha doğrusu kıral ve maiyetinin, insan ve
başka canlıların tasvirlerini yapmaktan çekinmediklerini de
görüyoruz. Çiçek ve bitki motiflerinin yanında, Mısır sfenks­
lerinden başka bir şey olmayan melek «Kerub» heykel ve
kabartmaları yapılmıştı. Ama, nebiler her halde alttan alta
bu bid’ate karşı söylenmekteydiler. Beri yanda, sfenks gibi,
canlı hiçbir eşi bulunmayan şekilleri yasak dışı saymak yo­
luna gidildiği de anlaşılmaktadır. Süleyman'ın gününde Mı-
sır sfenksleri olan melekler (Kerub), sonradan Asur kanatlı
tanrıları şeklinde tasarımlanmıştır.
Ahit sandığı yeni yurduna konduğu zaman sayısız hay­
van boğazlandı ve yakıldı. Sandık, eskiden taşınması için
kullanılan kolları üzerinde olarak Debire, Kerub’larm arası­
na kondu ve böylece, tıpkı artık göçebelikten çıkmış olan
İsrael gibi, gezgin tanrıları da bir eve yerleşti.
İnanca göre, Debir’de daima koyu bir duman vardı. Bu
238 MUSA ve YAHUDİLİK

korkunç yerdeki görülmez tanrının yanına hiçbifr insan gire­


mezdi, ancak sonradan baş kâhin, o da sadece yılda bir defa
buraya girmeye başlamıştı.
Süleyman’ın koyduğu ibadet yolu pek sadeydi: Yılda üç
kere, Passah, ürün verme bayramı ve çardak bayramında,
maiyetiyle birlikte tapınağa gider, kurban keser, Hikal’e gi­
rerek secde eder ve Debir’in kapısı önünde, altın sunakta
buhur yakardı. Bu üç resmî tören dışında, kıral belki de her
gün kurban kestirmekteydi; hiç değilse Şabbat günlerinde
bunu yapmaktaydı. Oğlu Robuam tapınağa, yanında altın
kalkanlar taşıyan muhafızlarla giderdi.
Süleyman’la yakınları tapmaktaki törenlerde hazır bu­
lunurlardı, onların bulunmadıkları vakitlerde bir vekilleri­
nin bu işi yapması gerekirdi ki, bu da Kohanim, yâni kâhin­
ler sınıfının nüfuzunu yavaş yavaş arttırdı. Bunlar tapınağın
etrafında oturuyor işsiz güçsüz ve bolluk içinde bir hayat
sürüyorlardı. Kurban törenlerinde ağır işlerle kendileri uğ­
raşmazlar, bunu Gabaonî denen ve tapmağa oduncu ve saka
olarak bağlanmış köleler yapardı.
Bu devirde bir din adamları hiyerarşisi henüz kurulma­
mıştı. Kiralın, yüksek memurları arasında bir de Kohen, yâ­
ni kâhini vardı; zenginler de birer Levi’yi dinî işleri için bes­
lerlerdi; ama, kiralın koheni olmak, sadece öteki memurlar
arasında bir memurluktu, yoksa, emri altında din adamları
sınıfı bulunan bir baş hahamlık, ya da şeyhülislâmlık gibi
bir şey değildi bu. Tapmağın ilk kâhini Sadok adında biriy­
di. M. ö. 167 yılma, hattâ daha sonraya kadar, din adamları
aristokratları kendilerine Sadoki demekte devam etmişler­
dir ve bunlar muhafazakâr yahudiliğin timsali olmuşlardır.
Bir tapmak daima, çok karmaşık âyinlerin doğmasına
sebep olur. Zamanla Yeruşalim tapmağı, hattâ bütün Kudüs
şehri bir dinî merkez halini aldı, Süleyman bilmeden bunun
ilk sebebi olmuştu. Asıl ondan beş yüz yıl sonra, Bâbil tut-
MUSA ve YAHUDİLİK 239

saklığındanViönüşte tapınağın ikinci kuruluşunda, törenler


çok debdebelj bir hal almıştır. Kâhinlerin kılığına gelince,
başlangıçta bt\, göğse bağlanan ketenden, ağır süslerle be­
zenmiş ve Mısırlıların âyin göğüslüklerinden alınma Efod’-
lardan başka bîrşey değildi. Dinsel musiki, eski tapmakta
az gelişmişti. Bunlar hakkında, örneğin Davud’un musikici-
leri üzerine yazılanlar hep ikinci tapınaktan sonra tarihçile­
rin, yeni olanları Davud ve Süleyman zamanına bağlamak
gayretlerinden doğmuş uydurmalardır. Süleyman’ın sarayın­
da musikiye yer verilmekteydi ve elbette, tıpkı güzel koku­
lardan olduğu gibi bundan da Yahve pay alırdı. Fakat bu
payın az olduğunu anlıyoruz. Sadece dinsel alaylarda çalgı
âletleri çalan musikiciler ve «tefefoth» yâni tef çalan genç
kızların bulunduğu anlaşılmaktadır; ama tapınaktaki tören­
lere musikici kadınlar alınmazdı.
Tanrıya herhangi bir işde danışmak için kullanılan Urim
ve Tumim’e (Bir çeşit kura çubukları) artık baş vurulma-
maktadır. Ama Bâbil tutsaklığından sonra bunların gene or­
taya çıktığı ve büyük kâhinin bu işi yaptığı anlaşılmaktadır.
Kırallar zamanında bundan belki çekinilmiş, kiralın istediği
bir şeyin «Tanrı istemedi» gerekçesiyle reddedilmesinden
korkutmuştu. Bu devrede nebî’lerin de susturulduğu anla­
şılmaktadır.
Süleyman’ın günlerinde din adına katliamlara rastlamı­
yoruz. Bu katliamlar, düpedüz insan kurbanı karakterini ta­
şırdı. Yahve, gördüğümüz gibi, hayvanlara varıncaya kadar
bir şehrin bütün canlılarının kılıçtan geçirilmesini emreder,
daha doğrusu onun ağzından bir nebi bunu bildirir, İsrael
de Tanrı uğruna bu ödevi yerine getirirdi. Bu, özellikle Saul
ve David zamanlarında çok ileri gitmiş ve bu adamların ad'
larma silinmez bir leke sürmüştür.
Süeyman işi, hattâ bir çeşit karma inanca kadar vardır-
mıştı. Koyu dindarlar bunu yabancı kadınların etkilerine ver-
240 MUSA ve YAHUDİLİK /
inişlerdir. Onlara göre, ihtiyarlığında kadınla^ Süleyman'ı
Yahve’den soğutmuş ve yabancı tanrılara ^ağlamışlardı.
Ama şunu da düşünmeliyiz ki o devirde her şehrin bir tan­
rısı vardı. Yeruşaliminki de Yahve idi. Süleyman oraya ya­
bancı bir tanrı sokmamıştı. Fakat şehrin dışında, çevredeki
tepelerde öteki tanrılara sunak yapmak pekâlâ mümkündü.
Şehrin içindeki yabancı işçiler, örneğin Fenikeliler de böyle,
çevredeki tepelerde, kendi tanrılarına ibâdet ediyorlardı.
Henüz gerçekten tek, benzeri ve ortağı olmayan bir tanrı dü­
şüncesine varılamamıştı. Süleyman’a göre Yahve, tıpkı öte­
kiler gibi, onlardan aşağı olmayan, ama, hiç değilse kendi­
sine adanan yerlerin dışında onlardan üstünlüğü bulunma­
yan bir tanrıydı, tıpkı Bâbil’de Marduk nasılsa öyle.

SÜLEYMAN’IN GÜNLERİNDE
İSRAEL EDEBİYATI

İsrael edebiyatmın Eski Ahit dışında hiç örneği kalma-


maştır. Bu da tabiîdir, çünkü bu bölgede kilden tabletler
üzerine yazı yazılmıyordu. Yazı malzemesi olarak kullanı­
lan deri ve papirüs de zamanın etkilerine dayanan şeyler de­
ğildir. Gerçi Eski Mısır’dan papirüs üzerine yazılı birçok
belge kalmışsa da bu, onların ölümden sonrası üzerindeki
inançlarından doğma, ölü gömme sistemleri sayesinde ol­
muştu. Yalnız Eski Ahitte, Süleyman devrinden kaldıkları
anlaşılan ve onun eserleri olduğu iddia edilen hayli parça
vardır. Rivayete göre Süleyman da babası gibi şairmiş; ama
elimizdeki, Süleyman’ın Meselleri, Neşideler Neşidesi ve Va­
iz adlariyle üç bölümde toplanmış olanların içinde gerçek­
ten onun olanları artık ayırt etmek mümkün değildir. Hele
bunlardan Süleyman’ın Meselleri, tamamiyle İsrael atasözle-
rinden bir derlemedir.
Bunlardan Neşideler Neşidesi, çok maddî bir sevginin
MUSA ve YAHUDİLİK 241

dile gelişi olduğu halde sonradan buna sembolik anlamlar


verilmiş, buradaki sevgililerin Israel ile Yahve olduklarına
inanılmıştır. Biz burada sadece bazı örnekler vermekle yeti­
neceğiz:
SÜLEYMAN’IN MESELLERİ
(Bıı meseller, her ne kadar Süleyman’a mal edilmekte ise de, ço­
ğunun halk ağzında söylenegelen atasözleri olduğu bellidir. Hattâ 25.
bapta: Bunlar Süleyman’ın meselleridir; bunları Yahuda kıralı Hiz-
kiya’mn adamları toplayıp yazdılar, denmektedir. 30. bap Yaken
oğlu Agur’un 31. de Massa kıralı Lemuel'e anasının öğrettiği sözler
olarak gösterilmiştir.)
İyiliğe hakkı olan adamlara,
Elinden gelince iyiliği esirgeme,
Yanında varken komşuna:
Git de yanıı gel,
Ve yarın vereyim, deme.
Komşun yanında emniyette otururken,
Onun için şer kurma.
Sana karşı şer yapmadı ise,
Onun için şer kurma.

Rablıin nefret ettiği altı şey vardır,


Ve canına mekruh olan yedi şey vardır;
Yüksek gözler ve yalancı dil,
Ve suçsuz kanı döken eller;
Kötü şeyler kuran yürek,
Kötülüğe koşmak için acele eden ayaklar,
Yalan soluyan yalancı şahit,
Ve kardeşler arasına düzensizlik salan.

Çok yağmurlu günde ardı kesilmiyen damlama,


Ve kavgacı karı, birbirine benzerler;

P: 16
242 MUSA ve YAHUDİLİK

Su, yüzü yüze gösterdiği gibi,


Yürek de insanı insana gösterir.

VAİZ

(Bu bölümde örneklerini okuyacaklarınız, Süleyman’ın


olduğu söylenen, gerçekten yüce, ama karamsar ve inkar­
cı şiirlerdir, tbranîcede adı: «Koheleth» ‘Vaazeden bilgelik’-
tir. Lâtince ve Yunanca çevirilerde «Ecclesiastes» olmuş­
tur.)

B AP : 1

«Yeruşalim’de kıral olan Davud’un oğlu Vaizin sözleri:


Boşların boşu, Vaiz diyor, boşların boşu, her şey boş.
Güneş altında çektiği bütün emeğinden insanın kazancı ne­
dir? Bir nesil gidiyor, ve bir nesil geliyor; fakat dünya ebe­
diyen duruyor. Güneş doğuyor, ve güneş batıyor, ve yerine,
doğduğu yere koşuyor. Yel cenuba gidiyor, ve şimale dö­
nüyor: döne döne gidiyor, ve yel dönüşlerini tekrar ediyor.
Bütün ırmaklar denizin içine akıyor, fakat deniz dolmuyor;
ırmaklar aktıkları yere, yine oraya akmaktalar. Bütün şey­
ler yorgunlukla dolu; insan söyliyemiyor; göz görmekle doy­
muyor, ve kulak işitmekle dolmuyor. Ne var idiyse olacak
odur; ve ne yapıldı ise, yapılacak odur, ve güneş altında ye­
ni bir şey yok. Bak, bu yenidir, diyecek bir şey var mı? Çok­
tan, bizden önce olan asırlarda o olmuştur. Önceki nesil­
ler anılmıyorlar; gelecek olan sonrakiler de, kendilerinden
sonra gelecek olanlar arasında anılmıyacaklar.
Ben, Vaiz, Yeruşalimde tsrael üzerine kıraldım. Ve gök­
lerin altında yapılmakta, olan her şey hakkında hikmetle
araştırmağa ve soruşturmağa yüreğimi verdim; bu kötü bir
zahmettir, Tanrı onu Âdem oğullarına onunla uğraşsınlar
MUSA ve YAHUDİLİK 243
diye vermiştir. Güneş altında yapılan bütün işleri gördüm;
ve işte, hepsi boş ve yeli kavramağa çalışmaktır. Yüreğim­
le söyleşip dedim: İşte, benden önce Yerüşalimde olanların
hepsinden ziyade hikmet arttırdım, ve yüreğim çok hikmet
ve bilgi gördü. Ve hikmet öğrenmeğe, ve deliliği ve akılsız­
lığı öğrenmeğe yüreğimi verdim; anladım ki, bu da yeli kav­
ramağa çalışmaktır. Çünki çok hikmette çok keder var; ve
bilgi arttıran dert arttırır.

BAP : 3

Her şeyin zamanı, ve gökler altında her işin vakti var;


doğmanın vakti var, ne ölmenin vakti var; dikimin vakti
var, ve dikilmiş olanı sökmenin vakti var; öldürmenin vak­
ti var ve şifa vermenin vakti var; yıkmanın vakti var, ve bi­
na etmenin vakti var; ağlamanın vakti var, ve gülmenin vak­
ti var; dövünmenin vakti var, ve oynamanın vakti var; taş­
lar atmanın vakti var, ve taşları devşirmenin vakti var; ku­
caklaşmanın vakti var, ve kucaklaşmadan çekinmenin vakti
var; aramanın vakti var, ve yitirmenin vakti var; saklama­
nın vakti var, ve atmanın vakti var; yırtmanın vakti var, ve
dikiş dikmenin vakti var; susmanın vakti var, ve söyleme­
nin vakti var; sevmenin vakti var, ve nefret, etmenin vakti
var; çengin vakti var, ve barışıklığın vakti var. İşliyene
emek çektiği işten ne kazanç var? Onunla uğraşsınlar diye
Âdem oğullarına Tanrının verdiği zahmeti gördüm. O her
şeyi vaktinde güzel yaptı; onların yüreğine de ebediyeti koy­
du, fakat şöyle ki, insan, Tanrının yaptığı işi baştan sona ka­
dar bulup çıkaramaz. Biliyorum ki, onlar için sevinçli ol­
maktan, ve ömürleri oldukça iyilik etmekten daha iyi bir
şey yoktur...
Ve yine güneş altında gördüm ki, hakkın yerinde kö­
tülük var; adaletin yerinde de kötülük var. Yüreğimde de­
244 MUSA ve YAHUDİLİK

dim: Tanrı salihe de, kötüye de hükmedecektir; çünki ora­


da her şey için ve her iş için bir vakit vardır. Yüreğimde
dedim: Bu iş Âdem oğulları yüzündendir, Tanrı onları de­
nesin, ve kendilerinin ancak hayvan olduklarını görsünler
diyedir. Çünki Âdem oğullarının başma gelen, hayvanların
başına da geliyor; ve başlarına gelen şey birdir; bu nasıl
ölüyorsa, öteki de öyle ölüyor; hepsinin bir soluğu var; ve
adamın hayvana üstünlüğü yoktur; çünki hepsi boş. Hepsi
bir yere gidiyorlar; hepsi topraktandır, ve hepsi yine topra­
ğa dönüyorlar. Âdem oğullarının ruhu yukarıya çıktığını, ve
hayvanın ruhu aşağıya yere indiğini kim biliyor. Ve gördüm
ki, adamın kendi işlerinden sevinçli olmasından daha iyi bir
şey yoktur; çünki onun payı budur; çünki kendisinden son­
ra olacak şeyi görmek için onu kim geri getirecek?

NEŞİDELER NEŞİDESİ

Bu ad verilen ve Süleyman’ın aşk şarkıları diye tanınan


lirik şiirler, gerçekten, İbranî edebiyatının şaheserlerinden­
dir. Ama bunlar, Süleyman’ın olmak şöyle dursun, onun
aleyhinde, oldukça açık alayları içlerine alırlar. Bunların
gerçek şairlerini tanımıyoruz, her halde Süleyman’dan hay­
li sonra gelen saz şairleri bunları söylemiş olacaklardır. Biz
sadece bu kısımları vermekle yetineceğiz:
İşte Süleyman’ın tahtırevanı!
İsrael yiğitlerinden,
Altmış yiğit onun çevresinde.
Hepsi kılıç taşıyan, cenge alıştırılmış erler;
Gecelerin dehşetinden,
Herkesin kılıcı belinde. (Neşideler Neşidesi 3. 7).

Sion kızlan! çıkın.


Kıral Süleman’ı taç ile görün,
MUSA ve YAHUDİLİK 245

O taç ki, onun düğünü gününde, ve yüreğinin sevinci


gününde,
Anası onun başına giydirmişti. (3. 11).
(Süleyman’ın anası Balh-Şeba’nın nasıl, büyük oğulun
hakkını elinden alarak kendi oğlunu kıral yaptığını görmüş­
tük)

Kıraliçeler altmış ve odalıklar seksendir,


Ere varmamış kızlar da sayısız. 6. 8).

Baal-Hamon’da Süleyman’ın bağı vardı;


Tutanlara bağı kiraya verdi;
Mahsulü için her biri bin gümüş getirirdi.
Benim malım olan bağım önümdedir;
Bin gümüş senin olsun, ey Süleyman,
İki yüz gümüş de mahsulünü tutanları olsun. (8. 11-12)
Israel Devletinin
Parçalanması
ISRAEL DEVLETİNİN PARÇALANMASI

«Süleyman’ın Yeruşalim’de, bütün İsrael üzerine hükü­


met ettiği müddet kırk sene idi. Ye Süleyman ataları ile uyu­
du, ve babası Davud’un şehrinde gömüldü; ve yerine oğlu Re-
hoboam kıral oldu.»

Yıl M.Ö. 926 dır; Eski Ahdin dediği gibi, Süleyman ata-
lariyle uyumuştur. Onunla birlikte, iki kuşaktan beri geliş­
miş olan, İsrael’in büyük hülyaları da, bir daha dirilmemek
üzere ölmüştür. Bu iki kuşak, biri fatih, öteki barışçı iki
büyük insan, Davud’la Süleymandı. Ama bunların devirlerinde
bile silinmemiş olan, İsrael kabileleri arasında geçimsizlik,
Süleyman’ın öliimiyle alevlendi. Gerçi onun oğlu Rehoboam
kıral olmuştu, ama devlet hem içinden çöküntü halindeydi,
hem de tehlikeli komşuları saldırmak için fırsat bekliyor­
du. Davud soyunun egemenliği kuzey kabileleri üzerinde, ge­
nel olarak İsrael denen memlekette temelli olarak yerleş­
miş değildi. Davud’un Saul’den sonra kırallığı ele geçirmiş
olması, üstelik Davud ve Süleyman’ın ezici yönetimleri, özel
likle Süleyman’ın israfı, kadınlara düşkünlüğü, hele yaban­
cı tanrılara sımak yaptırmak ve onlara kurban sunmak gi­
bi, Yahve dinine aykırı davranışları hoş görülmemekteydi.
Süleyman, nebî’leri, bu kutsal kişileri susturmanın yolunu
pek âlâ bilmişti, ama alttan alta huzursuzluk, hattâ kin, sü­
rüp gidiyordu. Onun ölümiyle oğlu onun yerine geçecek ve
İsrail’ler sülâlesi (Davud’un baba adı) dört yüz yıl sürecek­
250 MUSA ve YAHUDİLİK

ti, ama bu, devletin ikiye bölünmesi ve sonsuz savaşların


sürüp gitmesi pahasına olacaktı.
Süleyman’ın, Ammonî’ler kiralının kızı Hanun’dan ol­
ma oğlu Rehoboam, babasının yerine kıral ilân edilmek için
Şekem’e gidince, Yosef sıptından (Bu sıpt, ve ona bağlı olan
Benyamin İsrael bölgesinde oturmaktaydı) Yeroboam, Sü­
leyman’ın korkusundan kaçmış olduğu Mısır’dan geldi ve
toplantıya, İsrael sıptlarının ileri gelenleriyle birlikte katıl­
dı. Bunlar orada Rehoboam’a: «Baban boyunduruğumuzu
çetin kıldı; babanın çetin hizmetini ve üzerimize koyduğu
ağır boyunduruğu şimdi sen hafiflet, ve sana kulluk ederiz!»
dediler (I. Kıratlar 12, 4). Rehoboam'ın, üç gün mühlet is­
tedikten sonra verdiği karşılık korkunç, aynı zamanda, Sü­
leyman devrinin de halk için ne kadar eziyetli geçmiş ol­
duğunu anlatmak bakımından ilgi çekicidir: «Babam bo­
yunduruğunuzu ağır etti, ama ben, boyunduruğunuzun üze­
rine katacağım; babam, sizi kamçılarla tedip etti, ama ben
sizi akreplerle tedip edeceğim.» (I. Kırallar 12, 13). Bu söz­
ler devletin ikiye bölünmesi için bir işaret oldu. Kuzeyli, ço­
ğu göçebe olan, aynı zamanda kendilerini Yosef gibi bir ata­
ya bağlıyan gururlu sıptlar buna dayanamazlardı. Beri yan­
dan artık ağır angaryalardan ve vergilerden bıkmışlardı. İs­
yan patladı, «Ve bütün İsrael kiralın kendilerini dinlemedi­
ğini görünce kavm kirala cevap verip dedi: Davud’da ne pa­
yımız var? ve İsai’nin (Davud’un babası) oğlunda mirasımız
yoktur. Ey İsrael, çadırlarınıza! Ey Davud, şimdi kendi evi­
ne bak!» (I. Kırallar 12.16). Bu sözler, daha Davud’un günün­
de çıkmış bir halk türküsü olsa gerektir.
Kuzeyliler, yâni İsrael, kralın vergi toplama memuru
olan Adoniram’ı, memleketlerine geldiği zaman, taşlıyarak
öldürdüler. İşin tuhafı, Süleyman’ın o kadar övülen ordu­
sunun bu işe karışmamasıdır. Bu da gösteriyor ki, o bilge
Süleyman, babasmın yolundan ayrılmış, orduya hiç önem
MUSA ve YAHUDİLİK 251

vermemişti. Hülâsa artık kuzeyde, başında Yeroboam’ın bu­


lunduğu îsrael, güneyde de Süleyman’ın oğlu Rehoboam’ın
kıral olduğu Yehuda devletleri kurulmuştur. Artık nebile­
rin ortaya çıkmasının zamanıdır. O zamana kadar Süley-
‘man’ın korkusundan susan bu kutsal adamların çekinecek­
leri bir şey yoktur. Ütelik din elden gitmektedir. Çünkü ku­
zeyliler gene Yahve’nin yolundan ayrılmışlar, gene «Altın
buzağı’ya» tapmıya başlamışlardır. Yeruşalim’e sahip ola-
mıyan Yeroboam, orasının dinî merkez ve hac yeri olması­
nı önlemek için bu putları yaptırmıştı; bununla, belki de,
Yahve'nin sembolü olan boğa ile, Mısırda alışmış olduğu
Apis kültünü birleştirmiş oluyordu. Eski Ahit, onun Levili-
leri kovup rastgele insanları kohen (Kâhin) yaptığını da
yazar. Bunları önce de anlatmıştık.
Bütün bunlar, Yahve’nin henüz tam anlamiyle millî bir
tanrı bile olamamış, aşağı yukarı tek bir şehrin, Yeruşalim’-
in tanrısı olarak kalmış olduğunu da gösterir. Mademki İs-
rael’in yeni başkendi Şekem, daha sonra da Pehuel olmuş­
tu, o halde buraya Yahve’nin hükmü geçemezdi ve yeni bir
şehir tanrısı gerekti. Artık onun Ahit Sandığı denen boş tah­
tına da lüzum yoktu; çünkü Yahve Yeruşalim’de kalmıştı.
Ama acaba bu boğa kültü, sonra da Yahve ile birlikte,
hiç değilse Yeruşalim dışındaki îsrael oğulları arasında ya­
şayıp durmuş muydu? Bunda hiç şüphe yoktur, çünkü bu
anlattığımız zamanlardan sonra da nebî’lerin Yahve’ye or­
tak koşanlara nasıl ateş püskürdüklerini görüyoruz.
Artık îsrael oğullarının iki devleti ve iki başşehri var­
dır: Kuzeyde, îsrael devletinin başşehri Pehuel, güneydeki
Yahuda’nınkî de eski kutsal şehir, Yeruşalim’di. Bundan
sonra, yüzyıllar süren kanlı bir kardeş kavgası çağı başlar.
Yahuda oldukça rahat bir durumdadır, ama kuzey devleti,
İsrael’de boyuna taht kavgaları olmaktadır, nihayet, bölün­
meden aşağı yukarı elli yıl sonra, M.ö. 887 de kıral Omri,
252 MUSA ve YAHUDİLİK

devletini şöyle böyle sağlamlaştırır ve işte o zaman Samari-


ya başşehir olur ve artık öyle kalır. Bu Omri’nin oğlu
Ahab’ın Samariya’da Baal için bir tapınak yaptırdığını ve
Yahve’ye sadık kalanları ezdiğini Eski Ahitte okumaktayız.
(I. Kırallar 17, 30-33). Ama herhalde, yüz yıl önce Süley­
man’ın da yapmış olduğu gibi, her iki tanrıya da hoş görün­
mek isteniyordu. 1860 ta bulunan bir yazıtta, Moab kıralı
Mesa, İsrael’e karşı giriştiği savaşı şöyle anlatmaktadır:
«Omri, İsrael’de kıraldı ve Moab’a uzun zaman eziyet etmiş­
ti. O zaman Kamoş (Moab’lıların millî tanrısı) onun mem­
leketine kızdı. Omri’den sonra oğlu kıral oldu, ve, ben de
Moab’ı ezeceğim dedi.» Bundan sonra. Mesa, îsrael’i nasıl
yendiğini, Kamoş’un emriyle onların üç şehrini nasıl aldı­
ğını ve halkını öldürdüğünü anlatır, sonunda «Kamoş’un gö­
züne hoş görünmesi için» Yahve’nin sunağının parçalarını
nasıl alıp götürdüğünü söyler. Kamoş da Yahve gibidir; o
da milletini savaşa götürür, milletine kızar, sonra yeniden
barışır, düşmanlarının kaniyle beslenir. Israel oğulları da
tıpkı Moab’lılar gibidirler, henüz evrensel tek bir tanrı dü­
şüncesinden uzaktırlar. Ahab’m günlerinde İsrael oğulları­
nın en önemli nebî’sinin ortaya çıktığını görüyoruz; bu, bi­
zim Îlyas dediğimiz, İlya’dır. Eski Ahde göre, bir kıtlık za­
manında İlya’ya vahiy gelir, Yahve ona: «Git, Ahab’a görün;
ve toprak üzerine yağmur vereceğim.» der. İlya ile Ahab bu­
luşunca Ahab ona: «Ey İsrael’i derde sokan adam, sen mi­
sin?» der. İlya da şu karşılığı verir: «İsrael’i ben derde sok­
madım; sen ve babanın evi (yani soyu), Rabbin emirlerini
bırakarak siz soktunuz, ve Baal’lerin ardınca gittin. Ve şim­
di gönder, ve bütün İsrael’i ve İzabel’in (Sayda kralının kızı
ve Ahab’m karısı) sofrasında yemek yiyen, Baal’in dört yüz
elli peygamberini ve dört yüz Aşera peygamberini (Belki de
bir Fallus olan bu« Aşer» direkleri daha önce görmüştük)
Karmel dağına, yanıma topla.» Bundan sonra Baal ve Yah-
MUSA ve YAHUDİLİK 253

ve arasında bir çeşit yarışma olur: Karmel dağında iki taraf


birer boğa kurban eder ve parçalarmı sunağa koyarlar. İl-
ya burada tam bir sportmen gibi davranmaktadır; Baal pa­
pazlarına: «Bir boğayı kendiniz için seçin ve önce onu ha­
zırlayın, çünkü siz çokluksunuz; ve tanrınızın adını çağırın,
ama ateş koymayın!» der. Baal papazları kendi yollarınca
Baal’e yakarırlar, sunağın etrafında dans ederler, kılıç ve
kargılarla kendilerini yaralarlar, ama boşuna; Bu sefer îlya
boğasım kurban eder, parçalarını sunağa koyar, ve üzerine
bol bol «su» döker, sonra Yahve’ye yakarır. Derken gökten
tanrının ateşi iner ve sadece kurbanı değil, sunağın taşları­
nı ve toprağını bile «yiyip bitirir.» Bunu -bütün halk gör­
müştür. Korkudan secdeye varan bu adamlara İlya, bütün
papazları yakalamalarını, kimseyi kaçırmamalarını söyler.
Dediğini yaparlar, İlya da onları Kişon vadisine götürür,
hepsini boğazlar. Bu kan sungusundan sonra Yahve de bol
bol yağmur gönderir. (İlya’nın, o bölgede günümüzde mey­
dana çıkarılan petrolden faydalanarak bu «müciz'e»yı yaptı­
ğı anlaşılmıştır).
Ama kıraliçe İzebel tanrısının bu yenilgisini ve papaz­
ların böyle boğazlamşlarım aldırmazlıkla karşılıyacak cins­
ten değildir. İlya’ya bir ulakla şu bildiriyi yollar: «Yann bu
vakitlerde senin canını onlardan birinin canı gibi ezmezsem
tanrılar bana böylesini ve daha ziyadesini yapsınlar!» Anla­
şılan, sekizyüz elli papazdan korkmıyan İlya, bu kadından
korkmuştur. Kaçar ve Yahuda’nm Beer-Şeba şehrine sığı­
nır; sonra uşağını orada bırakır ve çöle dalarak üç gün yol
alır. Yorgunluktan bitmiştir. «Yeter artık Tannm, şimdi ca­
nımı al, çünkü ben, atalarımdan daha iyi değilim!» der ve
bir ardıç ağacının altında uyur. Bir melek gelerek onu uyan­
dırır. bir pide ile su verir. İlya bunları yer ve içer, yeniden
uyur. Melek gene gelerek onu uyandırır, yemesini ve içme­
sini, çünkü gideceği yolun uzun olduğunu söyler. İlya pide­
254 MUSA ve YAHUDİLİK

nin ve suyun verdiği güçle kırk gün yürür ve, tanrının Mu-
saya görünmüş olduğu Horeb (Tur) dağına varır. Bir ma­
ğarada geceler. Orada Yahve ona seslenir ve burada ne işi
olduğunu sorar. O da: «İsrael oğullan senin ahdini bozdu­
lar ve bütün peygamberlerini kıhçla öldürdüler, yalnız ben
kaldım, şimdi de, öldürmek için beni arıyorlar!» der. Gene
o ses: «Çık ve dağda Rabbin önünde dur!» der. «Ve işte, Rab
geçiyordu ve büyük ve kuvvetli yel dağlan yanyordu ve Rab­
bin önünde kayalar parçalanıyordu; fakat Rab yelde değil­
di; ve yelden sonra zelzele; fakat Rab zelzelede değildi; ve
zelzeleden sonra ateş; fakat Rab ateşte değildi; ve ateşten
sonra sakin ve ince bir ses. İlya bunu işitince yüzünü cüp­
pesiyle örttü, ve çıkıp mağaranın ağzında durdu. Ve işte,
ona bir ses gelip dedi: İlya, burada ne işin var? Ve (İlya)
dedi: Orduların tanrısı Rab için çok kıskanç oldum: çünkü
İsrael Oğulları senin ahdini bıraktılar, ve senin mizbahla-
rını yıktılar, ve senin peygamberlerini kılıçla öldürdüler; ve
ben, yalnız ben kaldım; ve almak için canımı arıyorlar.»
Tanrı Ilya’ya geri dönmesini ve Nimşi oğlu Yehu’yu kıral
yapmasını, kendi yerine de Şafat. oğlu Elişa’yı peygamber­
liğe geçirmesini buyurur. Eski Ahdin bu bölümünde (I. Kı-
rallar, 18 - 19 birçok peygamberlerden söz edilmekte, ama
adları verilmemektedir. Bunlara çoğu zaman (Peygamber
oğulları) denmektedir ki bu da İsrael Oğullarında nebî’liğin
soydan gelme olarak kabul edildiğini açıkça gösterir.
Okoyucu belki de bu İlya hikâyesini böyle uzun boylu
anlatışımızı yadırgamıştır. Ama bunun nedenini anlayınca
bize hak verecektir.
İlya artık dünyadan el etek çekmiş bir insandır; bir ma­
ğarada yaşar; işleri düzeltmeyi Elişa’ya bırakır. Ama gene
de onun peşini bırakmazlar. Kıral Ahazya pencereden düş­
müş ve hastalanmıştır. Derdine derman bulmak için İlya’yı
getirtmek ister. Gönderdiği elli kişi ile komutanlarını, İlya’-
MUSA ve YAHUDİLİK 255

nm duasr üzerine gökten inen ateş yakar. Ahazya gene us­


lanmaz, bir ellibaşı ile elli kişi gönderir. Tanrının ateşi bun­
ları da yakar. Üçüncü ellibaşı, İlyanın önünde dize gelerek
yalvarır; bunun üzerine Yahve de İlya’ya artık onunla git­
mesini buyurur. İlya gider, kirala, daha önce Baal’e yalvar­
dığı için çıkışır ve öleceğini söyler. Dediği de olur, kıral
ölür. Şimdi Eski Ahdi okuyalım: İlya, Elişa ile Şeria ırma­
ğı kıyısına gider, peygamber oğullarından elli kişi de ola­
cakları görmek için peşlerinden gitmişlerdir «Ve vaki oldu
ki, onlar (İlya ile Elişa) yürüyüp konuşurlarken, işte, ateş­
ten araba ve ateşten atlar, ve ikisi birbirinden aynlddar; ve
İlya kasırgada göklere çıktı. Ve Elişa görüp bağırdı: Baba,
ey baba, İsrael’iu arabası ve unun atlıları! Ve artık onu gör­
medi.» Bu efsanede dikkate değer iki nokta vardır: Birin­
cisi, Yahve’nin ateş ya da duman direği içinde oluşu yolun­
daki eski efsanesinin yerine onun Horeb, yâni Turusinada
bile, ne ateş, ne yel, ne de deprem içinde olmayışı, sadece
«İnce ve sakin bir sesten» söz edilişi, İkincisi de ikinci de
fa olarak bir insanın göğe çıktığının anlatılışıdır. Bu, göğe
çıkan insanlardan biricisi, Âdem’in torunlarından Hanok’-
tur (Tekvin 5. 23) üçüncü de İsa olacaktır, ama bu ayrı bir
kitabın alanı içine girer.
İlya inancı, birçoklarının belki de üzerinde hiç durma­
dıkları bir halk geleneğimizde hâlâ yaşamaktadır: Hıdrellez
günü! İnanışa göre o gün iki ölümsüz insan, Hızır’la İlyas
buluşurlar. Hızır karaların, İlyas da denizlerin bir çeşit ko­
ruyucusudur. Hıdrellez günü onlar buluşunca artık yeryü­
zünde yeni bir hayat, tatlı günler, bahar, tamamiyle gelir;
insanların da bunu kutlamaları gerektir. Bu kutlayışta ku­
zu yemek geleneği de hiç şüphesiz eski, tanrıya ilk doğan
kuzunun kurban edilişinin, artık nedeni unutulmuş bir sü­
rüp gitmesi olacaktır.
256 MUSA ve YAHUDİLİK

İSRAEL DEVLETİNİN SONU

îsrael devleti ancak M.Ö. 10. yüzyılın sonlarından 8. yüz­


yılın başlarına kadar sürebildi. Toprakları, Davud soyunun
idaresi altındaki Yahuda’dan beş defa daha büyüktü, nüfusu
bir buçuk milyonu buluyor ve 60.000 savaşçı çıkarabiliyor­
du. Burada babadan oğula kalan bir hükümdarlık yaşamı­
yor, gene tâ eski zamanlardaki gibi, başa geçecek olanlar ne-
bî’ler tarafından, ve tanrının seçtiği adam olarak ortaya çı­
karılıyordu; onun için, bu devletin sürebildiği 211 yıl için­
de tam 19 kıral başa geçmişti. Bir yandan da bunun, en kud­
retli kişilerin yönetimi ele almaları gibi bir faydası da do­
kunmamış değildi. Yahuda’da ise ancak 352 yılda bu sayıda
kıral tahta geçmişti. İlya’nm Yahve tarafından hükümdar
seçilmiş olarak gösterdiği Yehu, aslında zalim bir kiralık as­
kerdi ve nebi Elisa ile taraflılarının bir âletinden başka bir
şey değildi. Elisa, memlekete iyice yerleşmiş olan Baal iba­
detinden ve kendisine insan kurban edilen bu tanrıdan nef­
ret etmekteydi. Bunun için Yehu’yu kıral olarak takdis et­
ti; Yehu da etrafına topladıklariyle bir baskın yaparak kı-
ral Yoab'ı, bütün ailesini ve saray adamlarını öldürdü. Bü­
tün Baal ve eski Kenan döl bereketi tanrılarının papazları
da yok edildi. Eski Ahdin yukarıda gördüğümüz, tanrılar ya­
rışması ve İlya’nın papazları boğazlaması hikâyesi bunun iz­
lerini taşımaktadır. Yehu’nun soyu, memlekete askerî güç­
le hâkim olmuşlar, ama, halk tarafından benimsenmemiş­
lerdir; yüzyıl sonra kırallık bunların da elinden gitmişti. Za­
ten bu sırada durum çok tehlikeliydi: Asur devleti sınırları­
nı Akdeniz kıyılarına eriştirmek istiyor, beri yandan Mısır
da eski sömürgesini yeniden ele geçirmek amacını güdüyor­
du. Suriyenin küçük devletleri de aralannda gizli anlaşma­
lar yapmaktaydılar. Bütün bunlar arasında kime sığınacağı-
MUSA ve YAHUDİLİK 257

nı düşünmek İsrael kıralları için çok zordu. Nebî’ler, en


güçlü olan Asurlular'la birlik olma düşüncesindeydiler. Ama
Asur kıralı Salmanassar M.Ö. 721 de Samariya’yı zaptetti.
Asurluların tutumu son zamanlarda çok acı örneklerini gör­
düklerimize benziyordu: Onlar da ele geçirdikleri memleket­
lerin halkından sağ bıraktıklarını başka taraflara gönderir
ve oralara yerleştirirlerdi. İşte, İsrael halkının büyük bir kıs­
mının başına da bu geldi. Fırat kıyılarına götürüldüler. Bun­
lar oradaki halkla karışarak kaybolup gitti. Geride kalmış
olanlar da Aramî’ler, Ammonî’ler ve dilleri kendilerine ya­
kın, ama başka, her bakımdan yabancı halklarla karışıp eri­
diler. Böylece, İsrael devleti ve İsrael oğullarının on kabile­
si ortadan kalktı. Bu on kabileyi yakın zamanlara kadar
araştıranların olduğunu, hatta Amerika yerlilerinin bunlar­
dan türediğini iddia eden bilginlerin bile çıktığını söylersek
buna şaşmamak gerekir; Nuhun gemisini arıyanlar çıktık­
tan sonra bu neden olmasın?
Baal-Melkart’la Yahve’nin adına sürüp giden iç savaş­
lar böylece sona erdi, ama Yahve de yenilmiş oldu. Sonra­
dan Samariya’ya Yahuda kıralı Büyük Herodes (M.Ö. 73-4)
İmparator Avgustos’un gözüne girmek için (Augusta) adını
verdi. İsrael devletini teşkil eden on kabilenin artıklariyle
yukarıda saydığımız çeşitli halkların karışmasından meyda­
na gelen melez millet de kendilerine, bu şehrin adından ala­
rak, «Samerîler» adım verdiler. Bunlar, öteki yahudilerden
ayrı, fakat gene onun yolunda bir din topluluğu meydana ge­
tirdiler. Bunların torunları hâlâ Nablus’ta oturur ve hâlâ öte­
ki yahudilerle karışmaz. Bu iki topluluk arasındaki düşman­
lık İncilde de kendini göstermektedir. Nablus, Samerî’lerin
M.Ö. 4. yüzyılda tapınaklarının bulunduğu yerdi.
Eski Ahit, İsrael devletinin yıkılışını şöyle anlatır: «Ve
vaki oldu ki, kıral Hizkiya’nın dördüncü yılında, ki İsradl
F: 17
258 MUSA ve YAHUDİLİK

kıralı Ela’nııı oğlu Hoşea’nm yedinci yılı idi. Asur kıralı


Salmaneser Samiriye’ye karşı çıktı ve onu kuşattı. Ve üç yı­
lın sonunda onu aldılar. Hizkiya’nın altıncı yılında, ki, İsra-
el kıralı Hoşea’nın dokuzuncu yılı idi, Samiriyıe alındı. Ve
Asur kıralı İsrael’i Asur’a götürdü, ve onlan Halaha, ve Go-
zan ırmağı olan Habor’a, ve Med’lerin şehirlerine koydu,
çünkü tanrıları Rabbin sözünü dinlemediler, ve onun ahdin­
den, Rabbin kulu Musanın emrettiğinin hepsinden öte geç­
tiler, ve dinlemediler, ve yapmadılar.»

YA1IUDA KIRALLIĞ1NIN SONU

Güney kırallığı Yahuda âdeta bir mucize ile, kuzey kar­


deş devletin başına gelenlerden kurtulmuştu. Orada M.Ö. 735
yılında kıral Ahas tahta geçmişti. Şam ve Israel tarafından
yapılacak ortak bir saldırıyı beklemekteydi, onun için ken­
di arzusuyla, o sırada, kudretli kıral II. Sargon’un yönetimi
altında en üstün devrini yaşamakta olan Asur’un himayesi
altına girdi. Ama Ahas, yirmi yıl kırallık ettikten sonra ölün­
ce, Mısırlıların yardımiyle Asur’luların boyunduruğundan
kurtulmak istiyenlere dayanan Hiskiya kıral oldu. Aslında
Asur’la bu kadar sıkı bağlar kurulmasına karşı olan nebi
İsa’ya, Asur’a karşı böyle bir davranışın sonunda Yahuda’-
nın bir savaş alanı haline geleceğini görüyordu:
«Vay o adamlara ki, yardım bulmak için Mısır’a iniyor­
lar, ve atlara ve çok oldukları için cenk arabalarına, ve çok
kuvvetli oldukları için atlılara güveniyorlar, fakât İsrael’in
kuddusuna bakınıyorlar ve Rabbi aramıyorlar... Ve Mısır­
lılar tanrı değil, insandır; ve onların atlan ruh değil, ettir;
ve Rab elini uzatınca yardım eden sürçer, yardımı gören de
düşer, ve hep birden telef olurlar.» (İşaya 31. 1 - 3).
Olaylar İşaya’yı doğruladı: Sargon’un halefi Sanherib’e
karşı harekete geçen Mısır ve Yahuda orduları yenildi, Ye-
MUSA ve YAHUDİLİK 259

ruşalim kuşatıldı. Ama bu sırada Yahuda, kendinin de bil­


mediği bir müttefikin yardımını gördü: Mikropların!
«Ve Rabbin meleği çıktı ve Aşur ordugâhında yüz sek­
sen bin kişiyi vurdu; ve sabahleyin ajdamlar erken kalktık­
ları zaman, işte, hepsi ölmüş leşlerdi. (îşaya 37. 36)
Şimdi bu ölüm meleğinin adını biliyoruz: Malarya tro­
pikal Ovada bu hastalığı alan Asur askerleri, denizden 790
metre yüksekte olan Yeruşalim’i kuşattıkları sırada gece aya­
zı, onları yere sermiş, öyle yüz seksen bin değilse bile, hayli­
sini öldürmüş, geri kalanları da savaşamıyacak kadar zayıf
düşürmüştü. Aynı belâ, 1917 de Kudüs’ü alan General Allen-
by’nin ordusunun başına da geldi. Eski Ahit, İşaya’nın bunu,
daha önceden bildirmiş olduğunu da yazar. Eğer bu gerçek
se, herhalde bu akıllı ve yurtsever insan, sadece yahudilerin
cesaretini arttırmak için bunu söylemiş olacaktır. Eski Ahdin
gene bu bölümünde îşaya’nın başka bir mucizesi de yazılıdır
ki anlatılmaya değer. Daha iyisi bunu kitaptan okuyalım. Kı­
ra! Hizkiya hastadır. îşaya tanrının ona on beş yıl daha
ömür verdiğini söyler:
«Rabbin söylemiş olduğu bu şeyi yapacağına Rab tara­
fından sana alâmet olarak şu olacak: İşte, Ahaz’ın_güneş sa­
atinde güneşle dereceler üzerinde inmiş olan gölgeyi on dere­
ce geri alacağım. Böylece güneş üzerinde inmiş olduğu gü-
neş saatinde on derece geri geldi.» Ufacık bir kıral için evre­
nin düzeninin bozulmasına ne denir? Bu mucizeden sonra
îşaya, kiralın çıbanının üzerine, ezilmiş incir konmasın}, söy­
ler, çıbanlar delinir ve Hizkiya iyi olur. Çıbanları oldurup del
mek için incir lâpası koymak, yurdumuzda da hâlâ bir koca­
karı ilâcı olarak sürüp gitmektedir.
Bütün bunlardan gördüğümüz gibi, îşaya sadece bir din
adamı ve hekim değil, bir politikacıydı da. Aslında bütün ne-
bî’ler de böyleydiler, ama bunları günümüzün politika adam­
larına benzetmek doğru değildir. Onlar, sözlerinin tanrı ilha­
260 MUSA ve YAHUDİLİK

mı, ya da vahiy olduğuna gerçekten inanmaktaydılar ve güç­


leri de bundan ileri geliyordu.
Yahuda bu mucizeli kurtuluştan sonra, eskisi gibi, Asur’-
un emri altında bir devlet olarak yaşadı. Ama iç düzen de
gittikçe daiıa kötüleşiyordu. Dönek siyaseti bu felâketlere se­
bep olan Hizkiya’nın ölümünden sonra yerine M.Ö. 690 da oğ­
lu Manasse geçti. Bu adamın elli yıl kadar süren kırallığı sı­
rasında Yahuda devletinde Yahve’nin âdeta unutulduğunu ve
yerine Moloh’un (Kendisine insan kurban edilen tanrılara İs-
rael oğullarının verdiği toplu ad) geçtiğini görüyoruz. Baal
burada da galip gelmişti. Yeruşalim baştan başa, suçsuz in­
sanların kanma bulanmıştı. İnsan kurbanı sürüp gidiyor, Ba-
al’in sunaklarında çocuklar yakılıyordu; kıral Manasse bile
ilk doğan oğlunu kurban olarak yakmıştı. Hattâ Yeruşabm’-
in en kutsal yerine, Süleyman tapmağına bile, falluslar ve
tanrı heykeleri koydurduğunu Eski Ahit yakınarak yazar. Ka­
dınlar Astarte’ye tapıyorlardı. Bu tapmanın en önemli kısmı,
kutsal fuhuştu. Yahve’ye sadık kadınlara yapılmadık zulüm
bırakılmıyordu. Uzun zamar» için, tek bir nebî’nin sesi duyul­
maz olmuştu. «Çünkü kılıç kızgın bir arslan gibi onları ye­
mişti» der, Eski Ahit.
Manasse’nin oğlu Amon’un günlerinde de hal böyle sür­
dü; ama torunu Yoşiya zamanında bir değişme olmuştur:
«Ve (Yoşiya) Rabbin gözünde doğru olanı yaptı, ve atası Da­
vud’un her yolunda yürüdü, ve sağa sola sapmadı.» Süleyman
tapmağının bu arada adamakıllı harap durumda olduğunu da
gene Eski Ahitten öğreniyoruz. Yoşiya, tapmağın onarılma­
sı için halktan gümüş toplamıştı. Bunlar «Evin çatlak yerle­
rini onarmak için Rab evinde olan işçilere, dülgerlere, mi­
marlara, yapıcılara ve evi onarmak için kereste ve yontulmuş
taşlar almak için» kullanılmıştı. Yoşiya 621 de halkı tınm ak­
ta topladı ve kanunlara uygun yaşanacağına resmen yemin
edildi. Yeruşalim’den başka yerlerdeki bütün kutsal yerler yı­
MUSA ve YAHUDİLİK 261

kıldı; bundan böyle yalnız Yeruşalim tapınağında kurban su­


nulacaktı. Bu nokta önemlidir, çünkü Titus'un Kudüs tapına­
ğını yıkmasından sonra yahudilerde artık kurban kesilmedi.
Bugüne değin de öyledir. Çünkü artık tapınak yoktur.
On üç yıl sonra Yoşiya, Mısır Firavunu Neho ile savaş­
ta öldü; yerine geçen oğlu Yehoyakim, gene dedesi Manasse’-
nin yoluna döndü. Eski Ahit bunun için: «Ve atalarının yap­
mış olduğu her şeye göre, Rabbin gözünde kötü olanı yaptı.»
demekle yetinir. Babil kıralı Nabukadnezar Firavun Nekho’-
yu Suriyeden kovunca, Yahuda devleti bu sefer, Mısırın bo­
yunduruğundan Babillilerin boyunduruğu altıha geçti. Nebi
Yeremiya bunu, Tanrının dileği olarak gösterir ve buna
katlanılmasını söyler:
«Rab şöyle diyor: İşte, kuzeyden sular yükseliyor! On­
lar taşkın bir sel olacak; diyarın, bütün içindekilerin, şeh­
rin (Kudüs) ve onda oturanların üzerine taşacak. İnsanlar
feryat edecekler ve diyarda oturanların hepsi uluyacaklar-
dır. Kuvvetli atlarının yere vuran tırnaklarının sesinden, sa­
vaş arabalarının velvelesinden, tekerleklerinin gürültüsün­
den elleri tutmaz olduğu için, babalar dönüp oğullarına bak­
mıyorlar... Ey sen, Rabbin kılıcı, ne vakte kadar susmıya-
caksm? Kınına gir, rahat et de sus. Rab sana emretmişken
nasıl susabilirsin? Onu oraya, Aşkalon’a ve deniz kıyısına
karşı gönderdi.»
Artık Yahve, cezalarını veba ile, açlıkla değil, yabancı
ordularla vermektedir. îsrael oğulları için bir güven kayna­
ğı olmaktan çıkmıştır o. Babilliler de, Mısırlılar da onun
kullandığı ceza âletleridir. Bu, millî tanrı düşüncesinden ev­
rensel tanrı kavramına geçişin ilk adımlarıdır. îsrael Yah-
ve’nin öz evlâdıdır ama, bütün öteki milletler de onun em­
rindedir.
Yukarıda adı geçen Aşkalon’un, bu talihsiz şehrin adı­
nı Firavun Meneptah’m anıtında da görüyoruz:
262 MUSA ve YAHUDİLİK

Mısırda büyük sevinç vardı,


Kıvanç sesleri taşıyordu kentlerden...
Sözü ediliyordu Meneptahın kazandığı başarının...
Kırallar yere serilmiş ve bağırmışlardı: Banş!
Başını kaldıran yoktu içlerinden..
Libya harap oldu, Hititler barışta.
Kenan ele geçti, bütün kötülerle.
Aşkalon tutsaktır, gezer bağlı.
Yok oldu Yeonam.
tsrael harap edildi, kalmadı tohumu.
Filistin çöl oldu.
(Bu anıt 13. yüzyılda dikilmiştir)

Nebi Yeremiya (ileride sözü geçecektir) istediği kadar,


Babil boyunduruğunu tanrının emri olarak göstersin, halk
için için kaynıyordu. Özgürlük aşkiyle din gayreti birleşti
ve bir isyan çıktı. M.ö. 597 de Nabukadnezar Yeruşalim
önüne geldi; şehir teslim olmak zorunda kaldı. Hepsi en
seçme insanlardan olan on bin kişi, aralarında nebi Heze-
kiyel olduğu halde Babil’e götürüldü. Yeremiya Kudüste
kalmıştı. Hezekiyel olsun, Yeremiya olsun, yeni kıral Tse-
dekiya’ya, Babile karşı herhangi bir hareketin ne kadar teh­
likeli olduğunu soyliyerek uyarmıya çalışmışlardı. O da Yo-
şiyanın yolunu tuttu ve nebilerin sözünü dinlemek istedi.
Ama Yeremiya’nın gösterdiği yolda gitmiye çalıştığı sırada
gene, Mısırla bir olma taraflıları isyan ettiler; bu isyan
Tyros, Sidon, Moab ve Ammon’a da yayıldı. Babilliler ye­
niden geldiler; ama bu sefer de Mısır yardım etti, Nebukad-
nezar kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı. Bu zaferin se­
vinci, şehir halkının ahlâkça ne kadar çökmüş olduğunu
meydana koydu: İş dara geldiği zaman şehirdeki bütün kö­
lelere, eğer dövüşürlerse özgürlüklerine kavuşacakları vade-
dilmişti, onlar da gerçekten yiğitçe çarpışmışlardı, ama kur­
MUSA ve YAHUDİLİK 263
tuluş gününde bu söz unutuldu ve bu zavallılar gene köle
olarak kaldılar. Yermiya’mn ateşli sözlerle geleceğini bil­
dirdiği ceza gecikmedi; düşman yeniden geldi ve Yeruşalim
düştü. M. Ö. 587 yazında şehir ve tapmak yakıldı, halkın ço­
ğu götürüldü; sadece aşağı tabakadan olanlar orada bırakıl­
dı. Bu devreden de nebi Yeremiya’nm olduğu iddia edilen
ağıtlar kaldı:

O şehir ki, halkla dolu idi, nasıl da tek başına oturuyor


şimdi!
Milletler arasında büyüktü, dul kadın gibi oldu!
Ülkeler arasında bir kıraliçeydi o, haraç veren oldu!
Geceleyin acı acı ağbyor, göz yaşlan yanaklarında ka-
byor;
Bütün onu sevenlerden, şimdi teselli edeni yok;
Bütün dostlan ona hainlik ettiler; düşmanı oldular.
Yahuda cefa çekmek ve ağır kölelik etmek için sürgüne
gitti;
Milletler arasında oturuyor, ama yer bulmuyor;
Darlıkta iken peşinden gelenlerin hepsi ona yetişti.
Sion’un yolları yas tutuyor, çünkü belli bayramlara ge­
len yok;
Bütün kapıları ıssız, kâhinleri inliyor.

Altın nasıl donuklaştı! Has altın nasü değişti!


Her sokak başına makdisin taşları dökülmüş.
Has altınla tartüan Sion’un değerli oğullan,
Nasıl oldu da çömlekçi elinin işi, toprak testiler gibi
sayıldılar!
Çakallar bile memelerini verir, yavrularını emzirirler;
Kavmimin kızı, çöldeki devekuşlan gibi insafsız oldu.
Emzikteki çocuğun dili, susuzluktan damağına yapı­
şıyor;
264 MUSA ve YAHUDİLİK

Çocuklar ekmek istiyor, onlara doğnyan yok.

Ya Rab, başımıza geleni an;


Bak da utancımızı gör!
Mirasımız yabancılara geçti,
Evlerimiz yabancılara.
Öksüzler olduk, baba yok;
Analarımız, dul kadınlar gibi.

Kıtlığın yakıcı sıcağından,


Derimiz fırın gibi karardı.
Sion’da kadınları,
Yahuda şehirlerinde ere varmamış kızları alçalttılar.
Reisler ellerinden asıldı;
İhtiyarları saymadılar.
Değirmen taşını gençler taşıdı;
Ve odun altında çocuklar tökezledi.
İhtiyarlar şehir kapısında oturmadan,
Gençler de sazlarından kesildiler;
Raksımız yasa döndü;
Başımızdan taç düştü.

Bu, harap olan Siyon için İsrael oğullarının ilk ağıtıdır,


ama sonuncusu değil!
YAHUDİLERİN BÂBİL TUTSAKLIĞI

Yıl M. Ö. 587 dir; kadın, erkek ve çocuklardan uzun bir


kafile, hiç birinin geri dönmiyeceği bir yola düşmüştür.
Ama, «Yeremiya’nm Ağıtları»mn her dediği doğru değildir.
Elbette ki, Asur’lular insan hayatma üstün bir paha biçen
cinsten değildir ve mutlaka, yenenlerin kamçıları yenilenle-
rin sırtlarında sık sık şaklamıştır. Ama o zamanların in­
sanları zaten buna yabancı değillerdi ki!... Kendi kıratları­
nın memurları da bu aracı her zaman kullanagelmişlerdir.
Bâbil’in insan gücüne ihtiyacı vardır. Kendi dillerine
yakın bir dil konuşan Yahudileri köle yapmak için değil,
toplu bir halde yaşamak ve çalışmak için, bir çeşit göçmen
olarak götürmüşlerdi. Bunlar yanlarına, taşınabilir malları­
nı da almışlardı ve Bâbil’de, başlarmda ihtiyarlar bulunan
bir topluluk kurmuşlardı. Yeremiya onlara: «İçinde otura
cağınız evler yapınız. Yemişlerini yiyeceğiniz bahçelier diki­
niz. Kanlar abn ve oğullar ve kızlar yetiştirin; şehirin iyi­
liğini isteyin ve efendiniz Rabba tapın.» diye yazmıştı.
Yahudiler, ancak Bâbil sürgünlüğü sırasında, sonradan
asıl işleri haline gelen ticarete başladılar; bunun da nede­
ni sadece yurtsuz kalmış olmaları değildi; asıl neden, bu­
lundukları yer ve yaşadıkları zamandı: Bâbil o çağın en bü­
yük tüccar şehriydi ve altıncı yüzyıl her yanda gelişen mer­
kantilizm çağıydı. Buna asıl neden olarak şunu da ekleme­
liyiz: Musa dini asıl bu zamanda kesin şeklini almış, onun
için de herkesin bütün din buyruklarını harfi harfine ye­
rine getirmesi gerekmişti; halbuki bir çiftçi, tabiatın zorun­
266 MUSA ve YAHUDİLİK

luluklarına sıkı sıkıya bağlı olduğu için, örneğin Sabbat gü­


nü,. bahçesini sulamadan, ya da hayvanlarına yem vermeden
olamazdı,. Hele., büyük; bayramları, tutm aç murdar sayılan
bir şeye değince murdar, olmak ve kimseye dokunamamak
gibi zorunluluklar, çiftçilikle bağdaşamazdı. Bu şeriat dini^
kendi öz yurdunda hiçbir zaman bu kadar gelişmemiş_ve
insanlârTlıağliyamamıştı. Orada hep, eski, gelenek ve tari­
hin kutsallaştırdığı dinler ve kutsal yerlerin kuvvetli reka-
betiyle karşı karşıya idi, ve yukarıda gördüğümüz gibi kıral
Yoşiya’nın reformlarından sonra, hemen bir karşı hareket
doğmuş, ve bu reformları bir tarafa itivermişti. Ama bu ya­
bancı diyarda, Filistin’deki o eski ve yabancı dinlerin anıla­
rını sürdüren korular, tepeler, pınarlar ve sunaklar yoktu;
hattâ, kurban bile kesilemiyordu; bir kere, yahudilerin ar­
tık tapınakları yoktu, İkincisi de Yahve, bu kurbanları hep,
Kenan tanrılarına karşılık olsun diye istiyegelmişti. Yahu-~
dilerin bu sürgünlüğe birlikte götürebildikleri tek şey, şeri.-_
attı. Böylece yüzyıllar boyunca sürecek olan yahudiliğin te­
melleri, Bâbil tutsaklığında atılch. Bu bir yandan onların,
varlıklarını sürdürmelerim sağladı, ama bir yandan da hep,
içinde yaşadıkları toplumdan ayrı, onları «sünnetsiz», ya­
bancı, hattâ murdar gören, Bertrand Russel’in dediği gibi,
«Fosil» bir cemaat haline gelmelerine sebep oldu. Şunu da
unutmamak gerektir ki, Yahudiler artık, tektanrıcılığin tam
ve tek mümessili idiler.
Artık kutsal Yeruşalim tapmağının yerini cemaat kav­
ramı almıştı. Bayramlar da kullanamıyordu, çünkü bunlar
da Kutsal Diyara bağlı idiler; bunların hepsinin yerini, tek
dinî gün olarak Sabbat aldı, ve Sabbat’ın günümüzdeki ya-
hudilerde gördüğümüz o çok aşırı şekil de ancak Bâbil’de
gelişti.
Aynı zamanda nebî’lik de garip bir değişmeye uğradı.
O zamana kadar yalnız lânetler savuran bu, Yahve’nin ateş­
MUSA ve YAHUDİLİK 267

li sözcüleri, gjıtıkj Meşihin, kurtarıcının geleceğini vadeden,


iyimser müjdeciler oldular. Onlara göre, Yahve mutlaka pu­
ta tapanlardan öcünü alacak ve milletini kurtaracaktır; bu
onun şeref borcudur, kaç kere vadetmiştir onlara bunu! Bu
düşünce kocaman bir paradoks haline geldi; Yahve, kendi
öz milletini yok etmekle asıl şimdi onların tanrısı olmuş ve
önceden bildirdiği felâketleri onların başına getirmekle de,
dünyaya hâkim olduğunu göstermiştir. İsrael’i vursa bile,
gene de onun en sevdiği insanlar onlardır; düşmanlar üstün
geldilerse, Yahve onları kendi âleti olarak kullanmıştır da
ondan böyle olmuştur, ve bunu sadece İsrael’i, sevgili mil­
letini cezalandırmak için yapmıştır.
Bir milletin, sadece belirli bir toprakta oturmak so­
nucu millet olmadığını İsrael, sürgündeyken gösterdi; onla­
rı millet yapan ya1-iz ortak inançlarıydı. Bundan sonra bü­
tün Yahudilerin tek bir vatanı vardır: Yeruşalim! Ama asıl
şehir de değil: Tapmak! Topraktan sökülen Yahudiler va­
tanlarını Tanrıda buldular. Fakat tanrıları yere bağlı kaldı.
M.Ö. 530 yılında Yeni Babil devletini, ondan sonra bü­
tün Yakın Asya’ya hâkim olan İranlılar yıktı. Yahudilerin
Koreş dedikleri Kyros, bir hainin kapısını kendisine açtığı
Bâbil’e savaşsız girdi; halk onu bir kurtarıcı gibi karşıla­
dı. Kyros’un ilk işi bütün ezilmiş miletlere tanrılarının hey­
kellerini geri vermek ve bütün ibadetleri serbest bırakmak
oldu. Daha sonra — Kudüsün yıkılışından beri tam elli yıl
geçmişken— Yahuda’lılara memleketlerine dönmek için
izin verdi. Yahudilere bundan gayrı göstermiş olduğu büyük
lütfün, Tapmağın yeniden yapılması için gerekli masrafları
üzerine almasının nedeni, en çok, siyasî ve stratejikti. Artık
ortada kalmış olan tek büyük ve kudretli devlet olan Mısır’­
la günün birinde mutlaka savaşacağını biliyordu. Böyle bir
savaşta, kendisine minnetle bağlanmış olan bir milletin, sı­
268 MUSA ve YAHUDİLİK

nırdaki bir eyalette bulunması onun için çok değerli olabi­


lirdi. Ama Kyros, yenmiş olduğu Bâbil’in tanrısı Marduk’a
da sık sık kurban sunmuştur. Yahucliler, böyle her dine
karşı hoşgörürlüğe ne Mısırlılarda, ne Asur’lularda, ne de
Babil’lilerde rastlamışlardı; bu da onların davranışlarında
etkisini gösterdi.
Yahudilerde Nebiler
YAHUDİLERDE NEBÎLER

Kenanî’lerde Nebî denenler, biraz dervişlere benziyen


bir sınıf meydana getiriyorlardı. Bunlar, eski Türklerdeki sa­
manlara da çok benzemektedirler. Nebî’ler kendilerinden
geçer, hastaları iyi eder, olacakları haber verir ve cinleri ko­
varlardı. îsrael oğullarında da başlangıçta bu ad verilen ve
tıpkı Kenanî’lerdekilere benziyen bir sınıfın bulunduğunu
anlıyoruz. .
Eski Ahitte Nebî’ler üzerine geçen sözlerle, ve gene bu
kitapta ayrı bir bölüm halinde toplanmış olan on altı Ne-
bî’yi okuduğumuz zaman, bunlar arasında büyük ayrılıklar
olduğunu, hatta birbirlerini çekemiyenlerin, Amos gibi Ne-
bî’liği beğenmiyen ve kendisine bu adın verilmemesini isti-
yenlerin bile bulunduğunu görürüz. Amos: «Ey İsrael oğul­
ları... Fakat siz Nezîr’lere (Tanrıya adananlara) şarap içir­
diniz, ve: Peygamberlik etmeyin diye peygamberlere emret­
tiniz.» (Amos 2, 12) der. Nebî Mika da şunları söylemekte­
dir: «Kavmimi saptıran o peygamberler ki, dişleriyle ısırır­
lar, ve selâmet diye bağırırlar; ve onların ağzına bir şey koy-
mıyan adama karşı (Karınlarını doyurmıyanlar demek)
cenk açarlar.» (Mika 3, 5) Aslında burada peygamber sıfa­
tının kullanılmaması gerekti; çünkü bu kelimeden İslâmla-
rın anladığı ile bu sınıfın arasında hiç bir benzerlik yoktur.
Onun için biz, Eski Ahit çevirisinden aldığımız kısımlardan
gayrısında gene İbranilerin Nebî kelimesini kullanacağız.
Nebî kelimesinin kökünün ne olduğu üzerinde uzun za­
272 MUSA ve YAHUDİLİK

man tartışmalar yapılmıştır. Son erişilen sonuç bunun, Ak-


kadça «Nabu» (Seslenmek, çağırmak) sözünden geldiğidir.
Ama nebi, çağıran, seslenen değil, çağırılan, kendisine sesle­
nilen yerine kullanılmaktadır. Bu da, herhangi bir tanrının,
bir ödev için çağırdığı adam, onun yerine konuşacak insan
demek olur. Bunu Musa’ya Tanrının ödev verdiğini anlatan
Tevrat sözleri de açıklamaktadır: «Ve o (Harun) senin için
kavma söyliyecek; ve vaki olacak ki, o senin için ağız ola­
cak, ve sen onun Tanrısı olacaksın.» (*) (Çıkış 4, 16) Aynı
sözü, daha sonraki parça şu şekilde verir: «Ve Rab Musaya
dedi: Bak seni Firavuna Tanrı (**) yaptım; ve kardeşin Ha­
run senin peygamberin olacak. Sana emrettiğim bütün şey­
leri sen söyliyeceksin; ve kardeşin Harun Firavuna söyliye­
cek.» (Çıkış 7, 1)
Eski Ahitte başka tanrıların (Meselâ Baal’in), nebî’leri
bulunduğu da yazılıdır. İlkçağda Mısırda bu şekilde, her­
hangi bir tanrının kendisine «söylediği» sözleri halka ileten
papazlar vardı. Asurda da böyle tanrı habercilerinin bulun-
duğunu bir tabletten öğreniyoruz. M.Ö. 7. yüzyıldan kalma
bu tablette, Arbela’daki tanrıça Iştar’m kıral Asarhadon’a
bildirileri vardır. Tanrıça kirala uzun ömür, sağlık ve düş­
manlarına üstünlük vadetmektedir. Tabletin sonunda bu
sözleri tanrıçanın kimin ağziyle bildirdiği de yazılıdır; bu
bir kadındır, İs-raelde de kadın nebî’lerin bulunduğunu ev­
velce görmüştük. Bunların en ünlüleri, Musa’nın kızkar-
deşi Miryam ve gerçekten güzel bir şiiri bize kadar gelmiş
olan Debora’dır. Bu arada, Delphi'deki Pythia’yı da hatırla­
mak gerektir. Apollo’nun kâhinleri olan bu kadınlar da eşli­
likleri sırasında, olacak işleri haber verirlerdi. İlkçağda bu­
na benzer birçok «tanrının ağızları» vardı. Yahve’nin mii-

(*) Türkçe çeviride «Tanrı gibi olacaksın» şekline sokulmuştur.


(**) Gene Türkçesinde «Tanrı gibi yaptım» şekli verilmiştir.
MUSA ve YAHUDİLİK 273
onlara danışmaktaydılar. Meselâ Saul babası Kiş’in eşekle­
rini kaybeder, aramadığı yeri bırakmaz, sonunda bir tanrı
adamının yardimiyle bulur: «Ve Tsuf diyarına geldiler, ve
Saul yanında olan uşağına dedi: Gel dönelim, yoksa babam
eşeklerden vazgeçip bizim kaygımıza düşecek. Ve (Uşak)
ona dedi: İşte bu şehirde bir tanrı adamı var, o itibarlı bir
adamdır; ve her ne söylerse mutlaka olur; şimdi oraya gide­
lim... Ve Saul uşağına dedi: İşte, gidersek adama ne götü­
receğiz? Çünkü kaplarımızda ekmek tükendi ve tann ada­
mına götürecek hediye yok.. Ve uşak yine Saul’e cevap ve­
rip dedî: İşte, elinıde;_bir şekel gümüş var, tann adamına
onu veririm ve yolumuzu bize bildirir...» (I. Samuel 9)
Bu hikâyenin ötesi de dikkate değer: «Evvelleri İsrael-
de Tanrıdan sormak için gittiği zaman adam böyle derdi:
Gel, görene gidelim; çünkü şimdi peygamber denileine önce­
leri Gören denirdi.» (I. Sam. 9, 9) Bu gören deyimi, bizde-
ki.bakıcı adına ne kadar uymaktadır!
Ama başlangıçta, bir çeşit, bakıcı, şaman sınıfına ad
olan «nebi» özellikle İsrael oğullarının mutsuzluk günlerin­
de onlara Tanrının ilhamiyle gerçek yolu gösteren, halktan
kendini tamamiyle ayırmış kâhinler sınıfının ve teokrasinin
başında bulunan kutsal kıralların, gerekirse ölümü bile gö­
ze alarak, bütün suçlarını yüzlerine vuran insanların sanla­
rı olmuştu. Bu nebilerin görevleri gelecekte olacakları söy­
lemek değildi; arasıra, ileride olacaklar üzerine bazı şeyler
söyleseler bile, bunlar, ayrıntılarında doğru çıkmamıştır.
Ama genel olarak alınırsa gene de olacakları sezmişlerdi.
Meselâ Amos’la Hoşea, Yehu sülâlesini Asurluların yıkacak­
larını söylemişlerdi. Gerçi bu sülâle yıkıldı, ama bu, bir iç
savaş yüzünden oldu. Nebilerin tarihteki yerini bir tarafa
bırakarak, onların Yahudi dininin evrimindeki rolleri üze­
rinde duralım:
F. : 18
274 MUSA ve YAHUDİLİK

Nebilerin sözlerine dikkat. edilecek olursa bunların hiç­


bir zaman Musa şeriatından söz etmedikleri görülür. Bunun
sebebini artık biliyoruz: Bu şeriatı henüz bilen yoktu da on-
dan! Tevrat ancak Babil tutsaklığından sonra ortaya çık­
mıştı. Gene bu sebeple, Tanrı ile kulları arasındaki bir ahit,
ya da anlaşma gibi garip olduğu kadar fena bir düşünce de
nebîlerce tanınmamaktaydı. Aslında bu deyim, Yunanca çe­
virisinde «diatheke» kelimesiyle doğru olarak ifade edildi
ği gibi, bir taraflı irade, ilâhı lütuf, Tanrının son ve en yü­
ce maksadı anlamına gelirdi. Bu nebilerden aşağıya alaca­
ğımız sözler, bunların gerçek kişiliklerini açıkça göstere­
cektir; burada yalnız, «İsrael’in Büyük Nebileri» denenler­
den örnekler alıyoruz:

A M O S

M. Ö. 783 den 743 e kadar hükümet süren Yeroboam


zamanında halkı uyarmıya, sosyal haksızlıklarla savaşmıya
çalışmıştır. Yahve’nin kanlı kurbanlardan tiksindiğini, bu­
na karşılık insanların yüreklerini kendisine bağlamalarım
istediğini söyler. Ama Tanrının yarlıgayıcı ve bağışlayıcı
oluşu Amos için yabancı bir düşüncedir. Bu düşünceyi ge­
liştiren, daha sonra göreceğimiz Hoşea olmuştur. Amos,
Kuzey Kırallığmm, yani İsrael’in nasıl içten çöktüğünü gör­
müş, onun bu şartlar içinde yakında yok olacağını sezmişti.
Çobanlıktan geldiğin sözlerinden öğreniyoruz. Kendisine ne­
bi denmesini istemektedir: «Bıen peygamber değilim, pey­
gamber oğlu da değilim. Ancak ben, sığır çobanı idim, ve
cemiz ağaçlarını timar ederdim.» (Amos 7, 14)
«Ey halkı pelin otuna döndürenler ve adaleti yiere atan­
lar! Ülker burcunu ve Orion burcunu yaratanı, ölüm gölge­
sini sabaha çevireni, gündüzü geceyle karartanı, deniz sula­
MUSA ve YAHUDİLİK 275

rını çağıranı ve onları yer yüzüne dökeni arayın; onun adı


Rabdır; kuvvetliyi ansızın yıkar ve hisarın üzerine yıkım
getirir.
Kendilerini kapıda azarlıyaıı adamdan tiksiniyorlar ve
doğrulukla söyliyenden iğreniyorlar. Bundan ötürü, madem­
ki fakiri ayak altına alıyorsunuz ve ondan buğday hediyjele-
ri koparıyorsunuz: Yontulmuş taştan evler yaptınız, fakat
onlarda oturmıyacaksmız; güzel bağlar diktiniz, fakat onla­
rın şarabını içmiyeceksiniz. Çünkü cinayetlerinizin çok ve
suçlarınızın ağır olduğunu biliyorum, ey salihi (iyiyi) sıkış­
tıranlar ve kapıda (Dâvaların görüldüğü şehir kapısı) yok­
sulların hakkını saptıranlar!.. Bayramlarınızdan nefret edi­
yorum, onları, hor görüyorum ve bayram toplantılarınızdan
hoşlanmam. Yakılan takdimelerinizi ve ekmek takdimeleri-
nizi hana arzetseniz de razı olmıyacağım; besili hayvanları­
nızdan selâmet takdimelerine bakmıyacağım. İlâhilerinin
gürültüsünü benden uzaklaştır; çünkü santurlarının ahengi­
ni de dinlemiyeceğim. Ancak hak sular gibi ve adalet kuv­
vetli ırmak gibi aksın. Ey İsrael evi, çölde kırk yıl hana kur­
banlar ve takdimeler getirdiniz mi? Gerçek, siz kiralınızın
çadırını ve putlarınızın sandığını, kendiniz için yapmış ol­
duğunuz ilâhınızın yıldızım taşıdınız.» (Amos 5. 21-26)
«Ey sîzler, Sameriye dağındaki Başan inekleri: fakirleri
sıkıştıran, yoksullan ezen; efendilerine: Getir de içelim, di­
yen kadınlar, şu sözü dinleyin: Rab Yahve, kutsiyeti üzerine
and etti ki, işte, üzerinize o günler geliyor ki, sizi çengeller­
le ve geri kalanlarını balık oltalariyle çekip götürecekler.»
(Amos 4, 1-2)
«Beni dinleyin, sîzler ki, yoksulu yutmak istiyorsunuz,
ve memleketin fakirlerini helâk ediyorsunuz ve diyorsunuz:
Ne vakit ay başı geçecek ki zahire satalım? ve ne vakit Şab-
bat günü geçecek ki, satılığa buğday ç'karalım? efa’yı kü­
çültelim ve şekel’i büyütelim ve hileli teraziler kullanlım da
270 MUSA ve YAHUDİLİK

fakirleri gümüşe ve yoksullan bir çift çarığa satın alalım,


ve buğdayın süprüntüsünü satalım! Rab, Yakob’un övündü­
ğü üzerine and etti: Onların bütün işlerini ebediyen unutmı-
yacağım.» (Amos 8, 4-7)
Bunları okurken Vaizin şu sözlerini hatırlamamak müm­
kün mü? «Ne var idiyse olacak odur; ve ne yapıldıysa yapı­
lacak odur, ve güneş altında yeni bir şey yok.»

H OŞE A

Amos’tan biraz sonra, M. Ö. 750 ile 720 arasında nebî-


lik etmiştir. Amos âdeta bir ihtilâlci edasiyle konuşur ve
sözleri bir peygamberinkinden fazla, haksızlığa dayanamı-
yan bir âsinin sözlerini hatırlatır. Hoşea ise gerçekten dindar­
dır. Sözleri bir çeşit suç itirafına benzer. Hoşea’nm karısı
kendisini aldatmış, ama o. kadını sevmekte devam etmişti.
Tanrının da, kendisinin yaptığı gibi İsrael’e boş kâğıdını
verdiğini, ama onu gene de sevdiğini düşünür.
«Israel çocukken onu sevdim, ve oğlumu Mısır’dan ça­
ğırdım. Peygamberler ne kadar onları çağırdılarsa onlar da
o kadar uzağa gittiler: Baallere kurban kestiler ve oyma
putlara buhur yaktılar. Fakat Efraime yürümeyi ben öğret­
tim; onları kucağıma aldım. Bilmediler ki, kendilerine ben
şifa verdim. Onları insan ipleriyle, sevgi bağlariyle çektim;
ve onlara çeneleri üzerinde olan boyunduruğu yukarı kal­
dıran adamlar gibi oldum; ve eğilip onlara yedirdim. Mısır
diyarına dönmiyecekler; fakat Asurlu, onların kıralı o ola­
cak, çünkü bana dönmek istemediler... Ey Efraim, seni na­
sıl veririm? Ey İsrael, seni nasıl bırakırım? Seni nasıl Tse-
boim gibi kılarım? İçimde yüreğim döndü, acıma duygula­
rım hep birden alevlendi, öfkemin kızgınlığını yapmıyaca-
ğım, Efraimi yeniden helak etmiyeceğim; çünkü ben Tanrı­
yım ve insan değilim.» (Hoşea 11, 1-9)
MUSA ve YAHUDİLİK 277

722 yılında Kuzey Devleti yani İsrael yıkılmış, Asurlu-


lar halkın belli başlı takımını tutsak olarak götürmüşlerdi.
Bildiğimiz gibi bunlar bir daha geri dönmediler. Hoşea.nın
sözlerinde Yahve’nin gazabından değil, bir baba gibi şefkat­
li oluşundan söz edildiğini görüyoruz. İsrael oğulları, o za­
mana kadar sadece korktukları Tanrının yarlıgayıcılığına sı­
ğınmaktadırlar.

İ Ş AY A

Bu nebî'nin Hoşea’nın son yıllarında ortaya çıktığı tah­


min ediliyor. İşaya’a göre Yahve öc alma tanrısıdır. Siyon’u
yıkacak, ama yerme adaletin hüküm sür bir devlet ge­
tirtecektir. Bütün devlet memurları rüşvet ve irtikâba alış­
mışlardır; yetimin hakkını yerler ve dul kadını haklı dâ­
vasında haksız çıkarırlar. Onun için Yahve gazaba gelmiştir.
Memlekette zenginler görülmedik bir debdebe içinde yaşa­
maktadırlar. Bir evi ötekine, bir tarlayı ötekine eklemekte­
dirler; öyle ki artık fakirlere yer kalmamıştır. Siyon kız­
ları ipekler içinde, yüzleri boyalı dolaşmaktadırlar. Tabiî,
bu zenginler Yahve'ye sayısız semiz kurbanlar sunmakta ve
onun gözüne böylelikle girmiye çalışmaktadırlar. İşaya on­
lara şöyle hücum eder:
«İşte, bir kıral doğrulukla kıralbk edecek, ve reisler
adaletle hükmedecekler. İnsan, yelden saklanacak bir yer gi­
bi ve sağanağa karşı örtülü bir yer gibi, çorak yerde akar
sular gibi, yorucu diyarda büyük kaya gölgesi gibi olacak.
Görenlerin gözleri yumulmayacak ve işitenlerin kulakları
dikkatli olacak. Tez canlıların yüreği bilgiyi anlıyacak ve
pelteklerin dili, açık söylemekte tez olacak. Artık ahmağa
asil ve cimriye cömert denmiyecek... Ey kadınlar, rahat için­
de yaşıyanlar, kalkın, sesimi işitin; ey kaygısız kızlar, sözü­
me kulak verin. Yıhn üzerine günler geçecek ve siz titriyc-
278 MUSA ve YAHUDİLİK

çeksiniz, ey kaygısız kadınlar: Çünkü bağ bozumu sona ere*


cek, yemiş devşirimi gelmiyecek. Titreyin ey kadınlar, ra­
hat içinde yaşıyanlar; sarsılın ey kaygısızlar; soyunun ve
kendinizi çıplak edin, ve bellerinize çul kuşanın.. Çünkü sa­
ray ıssız kalacak, kalabalık şebir bırakılacak... O zaman ada­
let çölde sakin olacak ve doğruluk verimli tarlalarda otura­
cak; doğruluğun işi selâmet olacak.» (tsaya 32, 1-15)
Buna bir çeşit ütopya göziyle bakabiliriz. Soylular ve
halk arasındaki uçurum o kadar derinleşmiştir ki Yahve bu
diyarı düzeltmek için önce yıkmadan başka çare bulama­
maktadır. Ama bu yıkılıştan sonra Altın Çağı gelecektir. İs-
rael oğullarının bütün çileleri, daha iyi bir dünyanın tohum­
ları olmak karşılığıdır. Olanlar Yahve’nin plânı gereğince
olup bitmektedir. Bundan şüphe caiz değildir. Mısırlılar gi­
bi Asurlular, onun âleti olarak İsrael oğullarım ezmektedir­
ler. Ama Davud gibi bir kıral gelecek ve dünya düzelecektir.
Işaya bu kirala «Mesih» der. Mesih onca yalnız dinî bir kur­
tarıcı değil, aynı zamanda sosyal reformcu ve âdil bir yar­
gıçtır. Bu mesih düşüncesine ileride döneceğiz. İşaya’da
Yahve artık kozmopolittir; çünkü sadece İsrael oğullan de­
ğil, Mısırlılar ve Asurlular da Mesih’i sayacaklardır onca;
hatta sade onlar değil, bütün puta tapanlar.

TSEFANYA

630 yılma doğru vaızlarına başlıyan bu nebi «Yahve’nin


Gününün» yakın olduğunu haber verir. Bu, bütün dünya
için bir dönüm noktası olacaktır. Tanrı her yeri yıkacak ve
bütün kötülüklerin cezasını verecektir. Bu ceza günü de ya­
kındır.
«Bir araya gelin, ey utanmaz millet! Ferman çıkmadan
önce, gün saman ufağı gibi geçip gitmeden önce, Rabbin kız­
gın öfkesi üzerinize gelmeden önce toplanın. Rabbin hüküm­
MUSA ve YAHUDİLİK 279

lerini yapmış olan, dünyanın bütün alçak gönüllüleri, Rabbi


arayın; salâhı arayın, alçak gönüllülüğü arayın; Rabbin öf­
kesi gününde belki saklanırsınız. Çünkü Gaza’yı bırakıp ka­
çacaklar ve Aşkelon viran olacak; Aşdodu ise, onu öğle vak­
ti kovacaklar, ve Ekron kökünden sökülecek. Deniz kıyısın­
da oturanların, Keretî’ler milletinin vay haline! Ey Kenan,
Filistî’ler diyarı, Rabbin sözü size karşıdır; seni yok edece­
ğim, öyle ki, artık sende oturan kimse olmıyacak. Çoban
mağaraları ile ve sürü ağılları ile deniz kıyısı otlaklar ola­
cak; ve kıyı boyu Yahuda evinden artakalanların olacak;
onun üzerinde onlar sürülerini otlatacaklar; ve akşamlayın
Aşkelon evlerinde yatacaklar; çünkü onların tanrıları Rab
onları arıyacak ve sürgünleri geri getirecek.» (Tsefanya 2,
1-7)
HABAKKUK

Habakkuk M.ö. 600 yılma doğru ortaya çıkmış gibi gö­


rünmektedir. Sözlerinde, Ninova’mn nasıl harap olacağını,
zalim Asurun başına ne belâların geleceğini anlatır. Belki
gerçekten Ninovanm düşüşünü, görmediyse de duymuştu.
«Milletler arasına bakın, görün ve şaşıp kalın; çünkü si­
zin günlerinizde ben bir iş yapmaktayım ki, size anlatılsa
da inanmazsınız. Çünkü işte, kendinin olmıyan meskenleri
mülk edinmek için dünyanın genişlikleri içinde dolaşan o
sert ve saldırıcı milleti, Kildanî’leri ayağa kaldırıyorum. On­
lar dehşetli ve korkunçturlar; onların hükmü ve itibarı ken­
dilerinden çıkar. Atları da kaplanlardan daha tez ve akşa­
mın kurtlarından daha azgındırlar; ve atları yayılıyor; ve
onların atlıları uzaktan gelmede; yiyecek üzerine atılan kar­
tal gibi uçuyorlar. Hepsi zorbalık için geliyor; yüzlerinin yö­
nelişi ileriye doğru; kum gibi esir topluyorlar. Ve o, kırat­
larla eğleniyor, beyler de kendisi için gülünç bir şey: o her
hisara gülmede...» (Habakkuk 1, 5-10)
280 MUSA ve YAHUDİLİK

«Kötülüğün elinden kurtulsun diye yuvasını yüksek je-


re kurmak için kendi evine kötü kazanç edinen adamın vay
başına! Çok kavünleri kesip atmakla evine utanç kurdun, ve
kendi canına karşı suç işledin... (Habakkuk 2, 9)

YE R E MYA

Eski Ahdin en acıklı ozanı, hiç şüphesiz Yereınya’dır.


Onun sözlerinde M.Ö. aşağı yukarı 625 ten, Yeruşalim’in ilk
yıkılışı tarihi olan 587 ye kadarki acı olaylar yer alır. Ye-
remya bütün yarliğiyle Tanrıya bağlı bir insandır. Evlen­
memiştir. İlk defa onun ağzından gerçekten dua duyuyoruz.
Bu, Tanrının ululuğu karşısında aczini duyan insanın bütün
yarliğiyle ona yakarışıdır. İşte bu bakımdan Yeremya’ya bir
çeşit din kurucusu da diyebiliriz: Kurbanlar ve alaylarla
Tanrıya tapma dininin karşısında, kulun Tanrıya duasından
başka töreni olmıyan dinin! Ama onunla eğlenmişlerdi. Sev­
diği memleketin başına gelecekleri söylediği zaman inan­
mazlar ona; zindana bile atılır, ama onun şikâyetleri bun­
lardan değildir, yıkılmakta olan Yahuda devletinin, İsrael
oğullarının bu son özgür yurdunun yıkılışına ağlar. Sonun­
da, Yeruşalim'in ıssız kalışını ve tapınağın yanışını görür.
Adamları Mısıra kaçarken onu da birlikte götürürler ve ora­
da, rivayete göre ateşli bir suçlama nutku söylerken taşla­
narak öldürülür. Eski Ahitteki Yeremya’nm mersiyeleri bö­
lümü ise bu nebinin değildir; iki yüz yıllık bir süre içinde
söylenmiş olan ağıtların bir araya toplanmasından meydana
geldikleri anlaşılmaktadır. Buraya onlardan değil, Yeremya
bölümünden bazı parçaları alıyoruz:
«Keşke başım sular, ve gözlerim gözyaşı pınan olsa da,
kavmimin öldürülen kızları için gece gündüz ağlasam! Keş­
ke çölde yolcular konağı gibi bir yerim olsa da kavmimi bı­
raksam ve yanlarından gitsem! Çünkü onların hepsi zina
MUSA ve YAHUDİLİK 281

ediciler, hainler sürüsü! Dillerini sanki yaylarıymış gibi ya­


lan için gererler. Memlekette güçlendiler ama doğruluk için
değil; çünkü kötülükten kötülüğe gidiyorlar ve beni tanımı­
yorlar. Rab diyor: Herkes komşusundan sakınsın, ve hiçbir
kardeşe güvenmeyin; çünkü her kardeş çok aldatacak ve
her komşu söz taşıyıp gezecek.» (Yeremya 9, 1-4)
«Ammon oğullarına karşı Rab şöyle diyor: İsrael’in
oğullan yok mu? Onun mirasçısı yok mu? öyle ise Malkam
niçin Gad’ı mülk edindi ve halkı o şehirlerde oturuyor?
Bundan dolayı Rab diyor: İşte Ammon oğullarının Rabba
şehrine karşı cenk bağınşım işittireceğim günler geliyor.
(Orası) bir yıkıntı tepesi olacak ve köyleri yakılacak... Ulu,
ey Heşbon! çünkü Ai harap oldu; feryat edin, Rabba kızla­
rı! Çul kuşanın, dövünün ve çitlerin arasında koşuşun; çün­
kü reisleri ve kâhinleriyle Malkam sürgüne gidecek.» (Ye­
remya 49, 1-3)
(Babil üzerine:)
«... Suları üzerine kuraklık geliyor ve onlar kuruyacak­
tır, çünkü o, oyma putlar diyarıdır ve putlariyle çıldırdılar.
Bunun için çölün canavarları, kurtlarla birlikte orada otu­
racak, ve orada devekuşları oturacaklar ve artık ebediyen
orada kimse bannmıyacak ve kuşaktan kuşağa içinde otu­
ran olmıyacak.» (Yeremya 50, 38, 39)

YUNUS

Eski Ahdin Peygamberler bölümünde küçük bir yer


alan Yunus kitabı, iki bakımdan ilgi çeker: Birincisi, bu ki­
tapta, ötekilerin aksine olarak, başka dinden olanlara karşı
da Yahve’nin acıma duyacağının kabulü, İkincisi de yazılı­
şındaki biraz şakacı üslûptur. Kitap iki bölümdür. Birinci­
sinde Tanrı Yunus’u, kötülüklerine karşı vaızda bulunmak
üzere «büyük şehir Ninova’ya» gönderir. Ama Yunus bunu
282 MUSA ve YAHUDİLİK

yapmak istemez, Tarşış’e kaçmıya kalkar. Anlaşılan, Yah-


ve’nin hışmından deniz üstünde uzak kalacağını sanmakta­
dır. Ama Yahve büyük bir fırtına koparır, gemi batacak du­
ruma gelir: gemidekiler bütün ağırlıkları denize atarlar. Bu
sırı da Yunus, geminin dip ambarında uyumaktadır. Ge­
minin kaptanı onun yanma gelir ve «Ey sen, uyuyan adam,
nen var? Kalk, kendi tanrını çağır, belki o bize acır da ölüm­
den kurtuluruz!» der. Ama fırtına gittikçe artmaktadır. O
zaman gemidekiler, bu uğursuzluğun kimin yüzünden oldu­
ğunu anlamak için kura çekerlerğ ve tabiî, Yunus’un suçlu
olduğu ortaya çıkar. Adamlar Yunusa kim olduğunu sorar­
lar O da, İbranî olduğunu, Tanrıdan korkarak kaçtığını an­
latır. Adamlar, denizin yatışması için ne yapmaları gerek­
tiğini sorarlar. Yunus da kendisini denize atmalarını söyler.
Ama, Fenikeli oldukları anlaşılan gemiciler, bunu yapmak
istemezler, küreklere sarılarak gene dalgalarla boğuşurlar;
sonunda başka çare kalmayınca, tanrılarından, böyle suçsuz
yere bir adamın kanma girdikleri için af dileyerek Yunus’u
denize atarlar. Ama «Tanrı Yunus’u yutmak için büyük bir
balık hazırlamıştır» ve Yunus üç gün üç gece balığın kar­
nında kalır. Orada Tanrıya yakarışları sonunda balık onu
karaya «kusar». İkinci bölümde Yunus, Tanrının dilediği gi­
bi Ninova’ya gider, ve orada halka, kırk gün sonra Ninova’-
nın yıkılacağını söyler. Buna kendi de o kadar güvenlidir ki,
onları inandırır. Kıral başta olmak üzere herkes îmana ge­
lir. Çullar giyerler, Tanrıya yakarırlar. Yahve de onlara
acır, Ninova'yı yıkmaz. Bundan ötesini Eski Ahit’ten oku­
yalım:
«Fakat (bu) Yunııs’un çok gücüne gitti, ve kızdı. Hab­
be dua edip dedi: Ah, ya Rab, ben daha memleketimdeyken
bunu söylemedim mi? Bundan ötürü hemen Tarşiş’e kaçma­
ğa davrandım; çünkü biliyordum ki sen lütfeden ve çok
acıyan, geç öfkelenen ve inayeti çok olup kötülükten nadim
MUSA ve YAHUDİLİK 283

olan Tanrısın. Şimdi, ya Rab, yalvarırım sana, canımı ben­


den al; çünkü benim için ölmek, yaşamaktan iyidir. Ve Rab
dedi: öfkelenmekle iyi mi ediyorsun? Ve Yunus şehirden
çıktı, şehrin doğusunda oturdu ve orada kendisine bir çar­
dak yaptı, onun altında gölgede oturdu, ta ki şehire ne ola­
cağını görsün.
Yuııus’u kötü halinden kurtarmak için, başına gölge ol­
sun diye, Rab bir asma kabağı fidam hazır edip onun üzeri­
ne çıkardı. Yunus asma kabağına çok sevindi. Ama ertesi
sabah Tanrı bir kurt hazırladı ve kurt asma kabağını vurdu,
o da kurudu. Güneş doğunca Tanrı, yakıcı sıcak yelini ha­
zırladı. Güneş Yunus’un başına vurdu. Yunus bayıldı ve ken­
disi için ölümü dileyip dedi: Benim için ölmek, yaşamaktan
iyidir. Ve Tanrı Yunus’a dedi: Asma kabağından ötürü öf­
kelenmekle iyi mi ediyorsun? (Yunus) dedi: Ölüme kadar
öfkelenmekle iyi ediyorum. Ve Rab dedi: Sen, emeğini çek­
mediğin ve büyütmediğin asma kabağına acıyorsun; o ka­
bak ki, bir gecede çıktı ve bir gecede yok oldu. Ya ben Ni-
ııova’ya, o büyük şehire acımayayım mı? O şehir ki, orada
sağını ve solunu seçemiyen yüz yirmi binden fazla insan
(yani çocuk) ve birçok da hayvan var.»
Hikâye burada biter. Bunda Yahve öfkeli değil, şakacı
bir tanrıdır. Yunus’a çeşitli muziplikler etmekten hoşlanır.
Ama bu çocukça masalın derin bir anlamı da yok değildir.
Kim bunu düzenlediyse, bununla Tanrının puta tapanları
da, hayvanları da sevdiğim ve öteki nebî’lerin dediklerinin
aksine, yarlıgayıcı ve bağışlayıcı bir tanrı olduğunu anlat­
mak istemiştir." Bu da Yahudilikteki zihniyet değişikliğinin
başlangıcı olarak gösterilebilir.
E YUB

Eyub kitabı Eski Ahdin hem en üstün edebî parçaların­


dan biridir, hem de tema’sı bakımından da son derece dikkate
284 MUSA ve YAHUDİLİK

değer. Bunda iyi ve doğru insanların nasıl olup da ıstırap


çektikleri ve dünyada mutluluk bulamadıkları problemi ele
alınmaktadır. Bildiğimiz gibi, önceleri Yahudilerde cennet
ve cehennem, başka bir dünyada mutluluk gibi düşünceler
yoktu. Ölümle her şey sona ererdi. Tanrı âdil olduğuna gö­
re, ya doğru insanların dünyada ceza görmeleri ve ıstırap
çekmeleri neyle izah edilebilirdi? İşte Eyub kitabı bu ko­
nuyu ele almaktadır.
Eyüb kitabının yazılışını mümin Yahudiler Musa’ya mal
etmektedirler. Katolik din bilginlerine göre bunu yazan Ye-
remya’dır. Luther de bu kitabın Süleyman zamanında yazıl­
dığını söyler; protestanlar bu fikri benimserler. Ama, Babil
tutsaklığından sonra, İran egemenliği sırasında yazıldığı
meydandadır. Hikâyenin çok eski bir şeklinin Yahudüer
arasında yaşamız olması, ve Babilden dönüşten sonra, adı­
nı bilmediğimiz birinin bunu, şimdiki edebî kılığına koyma­
sı da mümkündür. Eski Ahitte ancak başlangıçta geçen
«Tanrı oğullarımdan söz edilişi de bu hikâyenin çok eski­
den kalmış olduğuna tanıklık etmektedir: «Ve Tann oğul­
lan Rabbin önünde kendilerini takdim etmeğe geldikleri
gün vaki oldu ki, onların arasında Şeytan da geldi. Ve Rab
Şeytana dedi: Nereden geliyorsun? Ve Şeytan Rabba cevap
verip dedi: Dünyada dolaşmaktan ve orada gezinmekten. Ve
Rab Şeytana dedi: Kulum Eyub’a iyice baktın mı? Çünkü
dünyada onun gibisi yok; kâmil ve doğnı adam; Tanndan
korkar ve kötülükten çekinir.» Şeytan Tanrıya, Eyyub’un
Tanrıyı sayması ve ondan korkmasının sadece ondan gör-
dtiğü iyiliklere karşı olduğunu ve eğer kötülük görürse ona
lânet edeceğini söyler. Bunun üzerine Tanrı, Şeytanla_ bah­
se tutuşur ve ondan sonra da Eyüb’ün çekmediği belâ, kal-
maz: Evlâtları ölür, mal olarak nesi varsa elinden gider,.
Ama Eyub bütün bunlara karşı Tann’ya «uygunsuzluk yük­
lemez». Gene bir gün «Tanrı oğulları» Tanrının yanma gel­
MUSA ve YAHUDİLİK 285

mişlerdir ve tabiî, Şeytan da oradadır. Tanrı gene Eyüb’ü


sorar. O da: «İnsan, canı için nesi varsa veriri» der ve
Evub’un sağlığını da elinden almasını, o zaman onun,
kendisine lanet edeceğini söyler. Tanrı bunu da yapar.
Eyüp tepeden tırnağa yaralar çıkarır, karısı (Âdem’e oldu­
ğu gibi Eyub’a da kötü işi kadın tavsiye etmektedir) Tanrı­
ya lanet etmesini söyler, ama Eyub bunu yapmaz. Eyub kül
içine oturmuş, bir çömlek kırığiyle yaralarını kaşımaktadır.
Yanma üç eski dostu gelir ve onunla konuşurlar. Yalnız, o
zamana kadar alın yazısına katlanan Eyüb’ü arkadaşlarının
sözleri nerdeyse Tanrıya isyan ettirecektir. Sonunda Tanrı
Eyub’a yeniden zenginliklerini verir, yeniden yedi oğlu ile
üç kızı olur, ve yüz kırk yıl daha yaşar. Eyüb’ü kızdıran
dostlarına Tanrı, bu günahlarını bağışlatmak için yedi boğa
ve yedi koç alarak bunları kurban edip yakmalarını emret-_
tiğine göre, onlarla da doğrudan doğruya konuşmaktadır..
Şimdi Eyüb’ün Tanrı ile konuşmalarından birkaç parçayı
alalım:

Sesini bulutlara yükseltebilir misin ki,


Su bolluğu seni kaplasın?
Şimşekleri çıkarabilir misin ki, varsınlar da
Sana: İşte buradayız, desinler?
Kim yüreğe hikmet koydu?
Yahut zihne kim anlayış verdi?
Kim bulutlan hikmetle sayabilir?
Ve göklerin tulumlarım kim boşaltabilir?
O zaman ki toprak, döküm gibi sertleşir,
Ve topaklar birbirine yapışır.

İnsan ki, kadından doğmuştur,


Günleri kısadır ve sıkıntıya doyar.
Çiçek gibi çıkar, ve solar;
286 MUSA ve YAHUDİLİK

Gölge gibi kaçar, ve durmaz.


Böyle olana mı, sen, gözlerini açıyorsun da (Tanrım!)
Beni kendinle muhakemeye çekiyorsun?
Kirliden temizi kim çıkarabilir?
Mademki onun günleri tayin olunmuştur,
Aylarının sayısı senin yanındadır.
Ve mademki onun sınırını sen koydun ve öte geçemez;
Ondan göz çevir de,
Gününü bitirinciye kadar rahat etsin, bir gündelikçi
gibi.

Ama, Tanrının Eyub’a kaybettirdiği şeyleri yeniden yer­


mesi, ana soruyu çözümlemiş değildir. Zati ceza ve mükâfa­
tı yeryüzünde gören o zamanki Yahudilik için Eyüb’ün ebe­
dî mutluluğa kavuşması ve suçsuz yere ölen evlâtlarının da
cennetlik olmaları gibi bir sonuç da bahis konusu olamaz­
dı.
Eyub, her üç vahiy dininde, Müslümanlık. Hıristiyanlık
ve Yahudilikte sabır, ve Tanrıdan gelen her şeye şikâyetsiz
katlanma örneği olarak yer almış, adı jgündelik konuşmala­
ra bile girmiştir: Hazreti Eyyub sabrı.
Ama Eyub, İlkcı-ğdan bu yana Yahudilerın ta kendileri
değil midir? Yahve Eyüb’ün inancını denemek için ona, bir
insanın dayanamıyacağı işkenceleri nasıl reva gördüyse, ona
inandığı ve bağlandığı için de Yahudilik akıl almaz zulumla-
ra uğramıştır. Buraya 18. yüzyılda yaşamış olan, Bardiçev’-
li Rabbi Levi Yizhak’m Kaddiş’ini (Kutsallama), Eyub’la
karşılaştırmak üzere, alıyoruz:

«Gün aydın sana, dünyanın yüce önderi!


Ben, Barddiçev’li Levi Yizhak, Sara'nuı oğlu,
Geldim sana, senin kavmin Yisrael’in bir dâvası için
Ne istersin bu Yisrael’den?
MUSA ve YAHUDİLİK 287

Boyuna: «Yisrael oğullarına buyur!»


Boyuna: «Yisrael oğullarına söyle.»
Yarlıgayıcı Baba! Dünyada kaç millet var?
İran’lılar, Babil’liler, Edom’lular!
Ruslar-ne der onlar?
Bizim çarımız çardır!
Atamanlar - ne der onlar?
Bizim kıratlığımız kıratlıktır!
İngilizler-ne der onlar?
Bizim kıratlığımız kıratlıktır!
Ama ben, Bardiçev’li Levi Yizhak, Saranın oğlu,
Derim :Yitgadal veyitkadaş ş’me rabba! (*)
Ulu adı yücelsin, kutsal olsun!
Ve ben, Bardiçev’li Levi Yizhak, Sara’nın oğlu,
Derim: Ayrılmam artık ben, olduğum yerden,
Ta bir son gelinciye dek,
Ta sonu gelinciye dek bu sürgünlüğün
Yitgadal veyitkadaş ş’me rabba.

(*) ibranice: O'nun adı yücelsin ve kutsal olsun, anlamına.


BABİL’DEN SONRA

YAHUDA İRAN İMPARATOLUĞUNUN


YARI EGEMEN BİR İLİ OLUR

Ezra de]' ki: «Yedi bin üç yüz otuz yedi köle ve cariyelc-
riııden başka, bütün cemaat, toptan, kırk iki bin üç yüz alt­
mış kişi idi; ve onların erkek ve kadın iki yüz ilâhicisi vardı.
Atları yedi yüz otuz altı; katırları iki yüz kırk beş; develeri
dört yüz otuz beş; eşekleri altı bin yedi yüz yirmi idi. Ve Ye.-
ruşalim’de olaıı Rabbin evine geldikleri zaman, atalar evleri­
nin başlarından bazıları, Tanrı evi için, onu yerine kurmak
için, gönüllü takdimeler verdiler. İş hâzinesine, kudretlerine
göre, altmış bir bin darik (1 darik 1,25 Türk altını) altın, ve
beş bin mina (1 miııa 982 grama yakın) gümüş, ve yüz kâhin
gömleği verdiler.» (Ezra 3, 63).
İşte Babil tutsaklığından dönüş böyle oldu. Ezra’nın bu­
rada verdiği sayılardan şüphe etmek doğru olmaz; artık İs-
rael’in Mısır’dan çıkışındaki gibi masalsı sayılar ve övünme­
ler yoktur bu sözlerde.
Fakat bu, günümüz için de, büyük kalabalık çölü nasıl
geçti, yollarda kaç kişi yorgunluk ve susuzluktan öldü, ve bu
kervan ne kadar zamanda Yeruşalim’e vardı bilmiyoruz. Bun­
ları göz önüne getirmek için, Babil’le Yeruşalim arasındaki
yolun hemen hemen 1300 kilometre olduğunu düşünmemiz
yeter. Fakat, yurda dönmenin verdiği güçle her zorluğa katla­
nan yolcular, günün birinde Yeruşalim’in yıkıntılarını karşı­
larında gördüler. İsrael Oğulları yeniden işe başlamak zorun-
MUSA ve YAHUDİLİK 289

dadırlar. Tarih olayları içinde o kadar önemsiz bir yer alan


bu göç, insanlığın geleceğine apayrı bir akış verdi. Eğer bu
dönüş olmasaydı, bizim Tevrat dediğimiz Eski Ahit de olma­
yacaktı; İsrael Oğulları başka halklarla karışarak, tıpkı Hi-
titler, Asurlular, Eski îranlılar ve saymakla tükenmiyecek bü­
tün o eski milletler gibi ortadan kalkacaklardı; tektanrıcı
dinlerin doğuşu da çok gecikecek, belki de bambaşka dinler
ortaya çıkacaktı.
Yahudiler Yeruşalim’e varır varmaz büyük bir şevkle,
Süleyman Tapmağı dediğimiz kutsal tapmaklarım yeniden
yapmaya giriştilerse de çok geçmeden işler durdu: «O zaman
Şeşbatsar geldi ve Yeruşalim’de olan Tann evinin temellerini
attı; ve o zamandan şimdiye kadar yapılmaktadır, ve daha bit­
memiştir.» (Ezra 5. 16). Artık bu zavallı halkm elinde Süley­
man’ın hâzineleri yoktur, üstelik Babil’de geçirdikleri azınlık
hayatı onları topraktan ayırmış, zorluklarla boğuşacak güç
bırakmamıştı onlarda. İlk coşkunluk çabucak sönüp gitti:
Nüfusu çok azalmış olan memlekette tarlalar yozlaşmış, zey­
tinlikler, bağlar ve bahçeler yok olmuştur; hayat ağır ve zor­
dur. Yanmış evlerin ayakta kalan duvarları içine kurulan ku­
lübelerde yaşamak da alışılır gibi değildir. Nebi Haggay, şöy­
le der: «Orduların Rabbi şöyle söyleyip diyor: Vakit, Rab
evini bina etmek için vakit gelmedi, diye bu kavim söylüyor...
Bu ev harapken sizler için kaplamalı evlerinizde oturmak
vakti mi?... Yollarınızı iyi düşünün. Dağa çıkıp ağaç getirin ve
evi yapın; ve bundan razı olurum, ve izzet bulurum. Rab di­
yor: Çok şey beklediniz, ve işte, az oldu.» (Haggay 1. 2—9)
Kudüs’te yapılan kazılar, Babil dönüşünden sonra kuru­
lan evlerin halini meydana koymuştur: Sefil kulübelerdi bun­
lar; çanak çömlekleri bile pek azdı.
Kyros ölmüş, yerine geçen II. Kambyses'in günlerinde
P: 19
290 MUSA ve YAHUDİLİK

İran, Mısır’ı da zaptederek dünyanın en büyük imparatorlu­


ğu haline gelmişti; sınırları İndus ırmağından ta Libya’ya va­
rıyordu. Ancak ondan sonraki İran imparatoru I. Dareios'un
(M.ö. 486 — 522) günlerinde —Temelinin atılmasından yirmi
yıl kadar sonra— Yeruşalim’de tapınığın yapılmasına, bu se­
fer gerçekten, girişildi. Yahuda ilinin satrapı olan Transeuph-
rates’m sorması üzerine I. Dareios, tapmağın yeniden yapıl­
ması için Kyros’un vermiş olduğu emri tekrarladı. Ezra Kita­
bında bu Satrap’la hükümdar arasındaki mektuplaşmalar ya­
zılıdır. Elimizde I. Dareios’un başka milletlerin tapınaklarına
karşı da ne kadar saygı gösterdiğini belirten birçok belgeler
vardır; meselâ Mısır’da, hekim Usahor’un bir anıta yazdığına
göre Dareios onu: «Tapmak yazıcılarının sayısmı tamamlamak
ve yıkılmış olan tapmakları tamir ettirmek için» Mısır’a yolla­
mıştır. Gene I. Dareios, valilerinden Gadata’yı Magnesia (Ma­
nisa) daki Apollo kutsal yerinin bahçıvanlarını başka işlerde
kullandığı için azarlamış ve «Fırat’ın beri yakasında yetişen
bitkileri Küçük Asya’da yetiştirmek» gibi beğendiği hizmet­
leri ne olursa olsun, bir daha Apollo tapınağına saygı göster­
mezse ona ‘Kızgınlığını duyuracağını’ yani kısacası, hakkın­
dan geleceğini bildirmişti. Şu halde İran imparatorlarının
Yahudilere ettikleri iyilikleri —Yahve kültü ile Ahoramazda
kültü arasındaki benzerliğe yoranların iddialarının aksine
olarak— tıpkı Romalılar gibi, uyruklarının tanrılarına karış­
mamak ve, ne olur ne olmaz diye, onlara saygı göstermek is­
teklerine bağlamak daha doğru olur. Dareios’un buyruğu üze­
rine M. ö. 520 yılının Ekim - Kasımında tapmağın yapılma­
sına girişildi ve 12 mart. 515 te yapı tamamlandı.
Şehrin surlarını yapmada pek acele edilmedi; belki de
bunun İran’a karşı bir hareket sayılmasından korkuluyordu.
Ancak M. ö. 444 yılında Nehemya, İran İmparatoru I. Artak-
serkses tarafmdan Yahuda’ya satrap tayin edilince surların
yapılmasına girişildi ve kısa zamanda tamamlandı. Nehemya
MUSA ve YAHUDİLİK 291

bunun İki yüz elli günde olduğunu söyler. İlk bakışta çok kı-
sa gelen bu süreden, duvarların ne kadar derme çatma oldu­
ğu kazılar sonunda meydana çıkınca, şüpheye mahal kalma­
mıştır: Bunların eski Kudüs surlariyle kıyaslanabilecek hal­
leri yoktu. Yapı işleri sırasında komşu halklar, başta Samerî’-
ler olmak üzere, bunu önlemek için boyuna hücum ediyor­
lardı: «Duvar yapaıüar ve yük taşıyanlarla yükleyenler, her­
kes, bir eli ile işde çalışıyor ve öbür eliyle silâhım tutuyordu;
ve yapıcılar, her biri kılıcı belinde bağh olarak bina ediyor­
lardı.» (Nehemya 4. 17—18).
İsrael, yeniden tapmağım ve kutsal şehrini kurmuştur.
Ama o eski kudretli hükümdarlarının günlerinin bir daha
dönmiyeceğini tamamiyle anlamışlardır. Artık varlıklarını ko­
rumanın tek yolu, bu küçük toplumun din birliğine sıkı sıkı­
ya bağlı kalmasıydı ve siyasî zorluklar, felâketler bu bağı
bir daha koparmamalıydı. Böylece, hem anayurttaki, hem de
o zamanki dünyanın dört bucağına dağılmış olan bütün Ya-
hudiler için salt dinî bir merkez, ve çözülmez bir bağ meydar
na gelmiştir. Şeriata harfi harfine uymak, şimdi yalnız Yah-
ve’nin gazabından kurtulmak için değil, varlıklarını sürdür­
mek için de zorunludur. Filistin’deki küçücük teokrasinin,
din adamları devletinin «Baş Kâhini», gelecek yüzyıllarda ar­
tık, dünya işleriyle uğraşmıyacaktır. Eski Ahit bundan son­
raki olaylardan hiç söz etmez. Daha doğrusu, artık İsrael ta­
rihi durmuştur. Bundan sonra Yahudiler, gözleri hep geçmiş­
te yaşayacaklardır. İsrael politikaya sırtını çevirmiştir.
Eski Ahit şöyle der: «Ben, kral Artahşaşta (Artakserk-
ses), Irmağın öye tarafında olan bütün hazinedarlara emre­
diyorum ki, Gökler Tanrısının yazıcısı, kâhin Ezra, gümüşten
yüz talanta (5894 kilo) kadar ve şaraptan yüz bat’a kadar
(3700 litre), ve yağdan yüz bat’a kadar, ve tuzdan hesaba ya-,
zılmıyarak, sizden ne isterse hemen yapılsın, Gökler Tanrısı-
292 MUSA ve YAHUDİLİK

nın evi için, Göklerin Tanrısı tarafından her ne emrolunursa


yerli yerince yapılsın.»
Ezra kitabının 7. bölümündeki bu sözlerin doğruluğunu,
Nil ırmağındaki Elefantine adasında bulunan bir papirüs is­
patlamıştır. Bunda M. Û. 419 yılında Kıral II. Dareios Passah
bayramının nasıl kutlanacağım bu adadaki Yahudi askerî bir­
liğine emretmektedir; kralın emrini yollayanı da biliyoruz :
(Mısır'daki İran satrapının yanında, Yahudilerin işlerine bal­
kan memur Hananya).
İran'ın Yeruşalim üzerindeki egemenliği iki yüz yıl ka­
dar sürdü.
Ama İran İmparatorluğu da içinden koflaşmış bir ağaç
gibidir. Ö. M. 449 da Hellas’a karşı hem karada, hem de
denizde yenilmiş, 448 de yaptığı barışta, Küçük Asya’da ve
Kıbrıs’taki Hellen şehirlerinin özgürlüklerini kabul zorunda
kalmıştı. Bu, İran’ın hangi köşeden yıkılacağını açıklayan bir
belirtiydi. Eski Ahitte bunların da izi yoktur. Yahudiler kö­
şelerinde, gittikçe daha fazla içlerine kapanarak yaşamakta­
dırlar. Kazılar, bu sırada Yeruşalim'de el sanatlarının da ne
kadar çökmüş olduğunu açıkça gösterir; Yeruşalim yoksul,
önemsiz bir şehir, hattâ, büyük bir köy halindedir. Ama M.
ö. 4. yüzyılda gene de Yeruşalim’de para basılmaktadır; bu pa-
ralann üzerinde «Yehud» kelimesi vardır. Anlaşılan İranlI­
lar, Baş Kâhine para bastırmak yetkisini vermişlerdi. Bu pa­
ralar Attika drahmilerinin kaba birer kopyasıydı; bir yüzle­
rinde Zeus'un, öteki yüzlerinde de Athena’nın baykuşunun
resmi vardı. Demek Yahudiler, daha sonra, Romalılar zama­
nında gösterecekleri resim düşmanlığından henüz uzaktılar.
Bu paralar bir yandan da, o sırada —İskender’den çok önce—
Doğuda Yunanistan’la ticaretin ne kadar kuvvetli olduğunu
açıklar.
MUSA ve YAHUDİLİK 293

FİLİSTİN’DE HELLEN ETKİSİ

M. ö. 4. yüzyılda siyasal ağırlık merkezi batıya geçti. Za­


ten, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, yüz yıl önce Salamis ve
Maraton savaşları, İran devinin gerçekte ne kadar zayıf ol­
duğunu göstermişti. Bu sefer, büyük Kyros’a denk genç bir
komutan, Büyük İskender, babasının da kullandığı yeni bir
savaş tekniği ile İranlIları önce, şimdiki Biga, yakınlarında,
Granikos savaşmda, sonra da Dörtyol dolayındaki İssos’ta
yenmişti. İskender’in bundan sonraki ilk hedefi Mısır’dı. Kar
radan ve denizden harekete geçerek oraya doğru ilerledi. Ama
kıyıdaki çok müstahkem Tyros’u geride bırakamazdı. Bir ada
üzerinde kurulmuş olan bu ünlü şehri yedi ay kuşatmadan
sonra, kıyıdan tâ adaya kadar bir yol yaptırarak alabildi. Bu
yol, şimdi denizin yüzyıllar boyunca yığdığı kumlarla adayı
bir yarımada haline getirmiştir. Bundan sonra İskender, Fi-
listi’lerin şehri Gaza’yı kuşattı. Bu kuşatma ancak iki ay sür­
dü. Artık Mısır yolu açıktı. Biz burada İskender’in tarihini
yazacak değiliz. Sadece Yeruşalim’in yeni efendisinin bura­
lara gelişini anlatmakla yetinelim.
Yahudiler, vaktiyle Deniz Milletlerinin kıyı boyunca Mı­
sır’a doğru akışlarım gördükleri gibi, İskender’in başarıları­
nı da görmüşlerdi her halde. Acaba, Baal Melkart'ın şehrinin,
onun ardı sıra, Tevratm boyuna lanet okuduğu Filistî’lerin
başlarına gelenler onları sevindirebilmiş miydi? Ama bu ye­
ni gelenler de gene «Sünnetsizler» başka çeşit putlara tapar­
lardı. Eski Ahitte bunlar üzerine, gene bir kelime bile yok­
tur. Bu kitap, İsrael ve Yahuda devletlerinin yıkılışı ve İran
himayesinde teokrasinin kuruluşu ile son bulur. Ancak çok
daha sonraki Makkabeler isyanını anlatan ve normal olarak
Kutsal Kitaba anlmmıyan «Makkabe’ler Kitabı» nın başmda
İskender’den kısaca bahsedilmektedir.
294 MUSA ve YAHUDİLİK

Yahudi tarihçisi Flavius Josephus’un (M. S. 37 -100) İs­


kender'in Suriye ve Filistin seferini anlatırken dediğine gö­
re İskender, Gaza’yı aldıktan sonra, ordusunun esas kısmiyle
Yeruşalim’e gelmiş, halkla Büyük Kâhin onu büyük bir say­
gıyla karşılamışlar. İskender, Tapmakta bir kurban sunmuş
ve halkın vergilerini hafifletmiş. Ama bu hikâye pek güveni­
lir gibi değildir. İskender, asıl amacı olan Mısır yolunda, Ty-
ros ve Gaza’yı almak için bu kadar zaman kaybettikten sonra
böyle önemsiz bir şehri ziyaretle vakit geçiremezdi. Hattâ
memleketin iç taraflarını zaptı komutanlarından Parmenion’a
bırakmış, o da bu işi kolayca tamamlamıştı. Savaşan sadece
Samariya satrapı olmuştu. Bunun cezası olarak da bu şehir«
MakedonyalIlar yerleştirilmişti.
Yeruşalim'le Yahuda ilinin, hiç zorluk çıkarmadan yeni
efendilerine boyun eğdiği anlaşılmaktadır. İskender’in de
Yahuda teokrasisinin olduğu gibi sürmesine müsaade ettiğini
görüyoruz. Belki de İskender'in Yeruşalim’i ziyareti ve kur­
ban kesmesi masalı, onun bu davranışından doğmadır.
Yeruşalim yeni bir savaş ve yenilgiden kurtulmuştu.
Kazılarda bu şehirde Makedon’ların yapmış oldukları tek bir
binaya bile raslanmamıştır.
İskender Mısır’da bir kurtarıcı olarak karşılandı; orada
İskenderiye şehrini kurdu. Bu şehir daha sonra en büyük kül­
tür ve ticaret merkezlerinden biri olacaktır. İskender’in bu
sırada çıkardığı bir emirname de çok önemlidir. İskender
bunda Babil’lilerin Yahuda memleketini istilâları sırasmda
buraya kaçmış olan bütün Yahudilere, İskenderiye hemşeri-
leriyle aynı hakları veriyordu. Bu büyük komutandan sonra
gelenler de bunu değiştirmedikleri için İskenderiye Yahudili­
ğin en önemli toplanma yerlerinden biri haline geldi.
İskender, Mısır’dan dönüşünde bir kere daha Filistin’den
geçti. Sonra doğuya yöneldi ve Gaugamela’da İran ordusunu
darmadağın etti. Artık bütün doğuya sahiptir. İndus nehrine
MUSA ve YAHUDİLİK 295

kadar gidecek, ama dönüşünde, Babil’de, 13 Haziran 323 te,


otuz üç yaşmda ölecektir.
Peygamber Habakkuk der ki: «Ey sen (Rabbim), kötü­
lüğü görmekten gözleri temiz olan, ve sapıklığa bakmıyan!
Hainlik edenlere niçin bakıyorsun? ve kötü adam, kendisin­
den daha salih olam yutunca neden susuyorsun? Ve niçin in­
sanları, hâkimleri olmıyan deniz balıklan gibi, yerde sürünen­
ler gibi yapıyorsun?»

MAKEDONYA EGEMENLİĞİ ALTINDA

Artık Hellenler Yahudılerin kapı komşusudurlar. Gerçi


Yahudiler Hellenleri tanımıyor değillerdi; daha önce de, Fi­
ravun II. Psametih ve Babil İmparatoru Nebukadnezar’ın or­
dusunda Hellen ücretli askerleri vardı. İran imparatorlarının
da böyle askerleri bulunduğunu biliyoruz. Hellenlerden He-
rodotos, Ksenophon, Hekataios ve Ktesias Doğuyu dolaşmış
ve gördüklerini yazmışlardı; ama bu sefer durum başkadır;
Hellenleşmiş Makedonlar, onlarla birlikte Hellen askerler,
kurulan yeni şehirler ve sömürgelere yerleşenler Yahudilere
üstün durumdadır, bu da Yahudilik için çok tehlikeli bir hal
yaratmaktadır. Bu insanların yaşayışları, hayat görüşleri, üs­
tün kültürleri; felâketlerin birleştirdiği ve kurtuluşlarını an­
cak şeriatlarına sımsıkı bağlı kalmakta gören bu kâhinler
devletini ta temelinden sarsabilir. Daha şimdiden Yahudi
gençleri, yanıbaşlarında gördükleri spor yarışmalarına katıl­
maya, hür düşüncelere kendilerini kaptırmaya başlamışlardır.
Bu, tıpkı on dokuzuncu yüzyılda, modem dünya ile temasa
geçen eski kültürlerin durumuna benzer. Hellas o zamana
kadar görülmedik bir seviyeye yükselmiştir. Modem bir dün­
yadır bu. Ama acaba kâhinler zamanın değişmekte olduğunu
farketmişler midir, yoksa sadece, içlerinden lânetler mırılda­
narak gözlerini mi yummuşlardır? Bilmeyiz, ama olayların
296 MUSA ve YAHUDİLİK

akışına kim karşı durabilmiştir ki onlar durabileceklerdi?


Her halde, Kutsal Tapmağın azıcık ötesinde Yahudi gençle­
rinin, Hellen modası disk atma yarışlarına, koşulara giriştik­
lerini görmek kâhinler için pek te hoşa gidecek bir şey olma­
mıştır. Hellen kültürü, önce böyle, spor yarışmaları yoluyla
gençlikte taraflılarını bulmuştu; ama küçük kâhinler devleti,
bu değişmelere aldırış etmeden kendi yolunda yürümeye ça­
lışıyordu. Geçmişe, geleneklere kaskatı bağlı, olduğu gibi kal­
maktaydı.
(İskender) öleceğini anlayınca, çocukluğunda birlikte
yetiştirilmiş olduğu prensleri yanına çağırdı ve daha sağken
onları memleketin başına geçirdi. Bundan sonra İskender öl­
dü, on iki yıl hükümdarlık etmişti. Bunlar (prensler) arasın­
da büyük savaşlar oldu ve bu yüzden bütün dünya ıstırap
çekti.» (I. Makkabe’ler 6—10).
Bu «Generaller Savaşları» nı tarihlerde okumuşuzdur.
Büyük İskender’in generalleri, gözlerini bile kırpmadan, ko­
mutan ve kıralları olan o büyük adamm bütün soyunu, üvey
kardeşi Philipp Arrhidaios’u, anası Olympias’ı, dul karısı ve
İran İmparatorunun kızı Roksane’yi ve İskender’in ölümün­
den sonra ondan doğan oğlunu ortadan kaldırdılar. Araların­
daki kavgalar koca imparatorluğun parçalanmasiyle sonuç­
landı. Kurulan yeni devletler şunlardı:
Hellas’ın kuzeyinde, başşehri Pella olan Makedonya dev­
leti.
Trakya’dan başlayarak Küçük Asya, Suriye ve İran’ı içi­
ne alarak, ta Hindistan'a kadar uzanan Seleukus'lar devleti.
Bu ikinci ve en büyük devletin başşehri Antiokhia (Antakya)
idi. Bu devletin bütün hükümdarları bu şehrin adını taşımış­
lardır: Antiokhos.
Üçüncü devlet, başşehri Aleksandria (İskenderiye) olan
ve Libya’dan itibaren, Mısır’ı ve Filistin’i içine alan Ptoleme'-
ler (Batlamyus) devletiydi. Bu devleti sonuna kadar tek bir
MUSA ve YAHUDİLİK 297
sülâle idare etti. Sonuncu hükümdarı, Antonius ve Caesar’ı
baştan çıkaran, ama sonunda kendini öldürmek zorunda ka­
lan, ünlü Kleopatra oldu. İlk hükümdarı da I. Ptolemaios'tur.
I. Ptolemaios generalken, M. Ö. 320 de, Yeruşalim’e gir­
mişti. O ve oğlu II. Ptolemaios Philadelphia, başşehirleri
Aleksandia’yı, Hellen kültür ve biliminin merkezi haline ge­
tirdiler. Bu şehrin ünü o zamanki dünyaya yayıldı ve Yahu-
da’dan göçenleri de kendine çekti. Buradaki Yahudiler, Yunan
dilini, tabiatiyle oldukça fakir kalmış olan, Aramı di­
linden üstün buldular. Şunu da söyliyelim ki artık
İbranice konuşulmaz olmuş, yerini karma bir dil olan
Aramice almıştı. Yunan dilini filosoflar ve şairler bü­
yük bir zenginlik ve güzelliğe eriştirmişlerdi ve bu
dil, bütün Akdeniz çevresinde bilim ve ticaret için orta dil
haline gelmişti. Aleksandria’ya yerleşen on binlerce yurtsuz
Yahudi de bu düi konuşmaya başlamıştı, öyle ki, yeni yeti­
şen kuşak artık ne İbraniceyi, ne de Aramiceyi anlayabiliyor­
du. Sinagoglarda ibadet sırasında, en önemli yeri işgal eden,
Tevratm okunuşu da bunlar için yabancı bir dilde söylenen
sözlerden ibaret kalıyordu. Bu sebeple Mısır’daki Yahudi ce­
maati «Thora» mn Yunancaya çevrilmesine karar verdi. Efsa­
neye göre, II. Ptolemaios dünyanın en güzel kitaplarım ki­
taplığında toplamak istemiş. Kitaplık memuru bir gün ken­
disine, dünyanın en güzel kitapları olan 995 cildin toplanmış
olduğunu, ama, en yüce eser olan, Musa’nın beş kitabının
bunlar arasında bulunmadığını bildirmiş. Bunun üzerine Pto­
lemaios Philadelphus (M.ö. 246 - 285) Yeruşalim’deki Baş
Kâhine bir mektup yazarak bu kitapların bir kopyasını iste­
miş; aynı zamanda, bu kitapları Yunancaya çevirebilecek
adamlar da yollamasını rica etmiş. Baş Kâhin de Tevrat nüs-
halariyle birlikte 72 bilgin göndermiş. Bunlar Aleksandria’da
büyük bir saygı ile karşılanmışlar, kıral bu adamların bilge­
liklerine hayran olmuş. Törenlerden sonra bunlara, her biri
için ayrı hücreler tahsis edilmiş. 72 bilgin, birbirlerinden
298 MUSA ve YAHUDİLİK

habersiz, Tevratı, aralarında hiçbir benzerlik bulunmayan İb-


raniceden Yunancaya çevirmişler. Sonunda, çevirilerin yet­
miş ikisi de harfi harfine birbirinin aynı çıkmış! İşte bunun
için, Tevratın ilk Yunanca çevirisine «Septuaginta» yani (yet­
miş) denir. Bu Yunanca çeviri uzun zaman Mısır Sinagogla­
rında Ibranicesinin yanında yer almıştır. Hıristiyan Kilise
Babalan (M. S. 7. yüzyıla kadarki bilgin ve evliya sayılan Hı­
ristiyan din uluları) bu çevirinin de Tanrının vahyi ile mey­
dana geldiğini kabul etmişlerdi. Gerçekten de, değil yetmiş
iki, iki kişinin yaptığı çevirilerin kelimesi kelimesine birbiri­
ni tutması —eğer olabilse— ancak bir mucizeyle olur!
Bu çeviri ile Tevrat bir hamlede, yalnız bir millet için
değil, başka, üstelik çok yaygın bir dille konuşanların hepsi
için anlaşılır bir hale gelmişti. Artık Yahudilerin dini. Muse-^
vilik, bir millete inhisar etmiyecek, yeni yeni mensuplar ka­
zanacaktır.
Yahuda’nın Ptolome’ler devletine bağlı oluşu yüz yıldan
fazla sürdü. Ama kuzeydeki Seleukus’lar devleti güneye sark­
mak istedi. V. Ptolomaios, M.ö. 195 te Şeria. ırmağının pınar­
larına yakın bir yerde yenildi; büyük lâkabını alan II. Anti-
okhus Filistin’i ele geçirdi, böylece Yahuda da bir kere daha
efendi değiştirmiş oldu.
Yavaş yavaş, kâhinler devleti sönüyor, yabancılar her şe­
ye hâkim oluyorlardı. İskender istilâsından beri sızan yaban­
cı düşünceler ve gelenekler ön plâna geçmekteydi. Makkabe-
ler Kitabı der ki: «Asil Antiokhos idareyi ele alınca Onias’ın
kardeşi Jason baş kâhin olmak istedi ve bunun için krala üç
yüz altmış talent vadetti. Bundan başka da eğer bir oyun
yeri (Stadyum) kurmasına ve Yeruşalim’de oturan Antiok-
hia’hlan hemşehriliğe almasına izin verirse yüz elli talent da­
ha vereceğini söyledi. Kral buna izin verince ve Jason baş
kâhin olunca çok geçmeden halkını puta tapanların âdetle­
rine alıştırdı. Tam da hisarın altına bir oyun evi yaptı ve en
MUSA ve YAHUDİLİK 299
güçlü delikanlıların orada idman yapmalarım emretti. Tanrı­
sız Jason’un yüzünden Yunanlılık üstün geldi, öyle kİ artık
kabinler tapmakta kurban sunmaya aldırış etmez oldular,
onun yerine oyun yerine koşarlar ve nasıl disk atddığına ve
başka oyunlar oynandığuıa bakarlardı...» (II. Makkabeler 4.
7 — 13).
Burada, dindar Yahudileri disk atma ve. koşu gibi spor­
ların neden bu kadar kızdırdığım açıklamak gerektir: .Onlar
rm içerledikleri^oyunların kendisi değil, Hellen âdeti gereğin:
ce, spor yapanların anadan, doğma soyunmalarıydı. Sadece bu
çıplaklık bile, ahlâk hususunda o kadar müteassıp olan Ya-,
hudileri çileden çıkarmaya yeterdi. Bildiğimiz gibi, Yahudi
Şeriata bu bakımdan çok sertti. Ama iş bu kadarla da kalmır
yordu: O zamana kadar bir çeşit seçkinlik, Tanrının özel kul­
ları olma alâmeti_olarak saydıkları siinnetlilik de, böylecş
herkesin gözü önüne çıkınca, âdeta bir kusur, alayları üzeri­
ne çeken bir utanç konusu olup çıkmıştı. Yahudi gençleri bu
«kusur» larını saklamak için cerrahlara baş vuruyor, hattâ
bazı «imansız« 1ar artık oğulların sünnet bile ettirmiyorlar­
dı: «Artık sünneti bile bırakmışlardı» diye yakınır Makkabe’-
ler kitabı. (I. Mak 1. 16). Yeruşalim’de kendi içlerine kapan­
mış oturan dindar aileler tabiî bu yeni ahlâksızlıklardan uzak
kalmaktaydılar. îsrael Oğulları, çıplaklık isteyen İştar kül­
üyle başa çıkmışlardı, ama Zeus ve Apollon için yapılan spor
senlikleri ile açıktan açığa savaşacak güçleri yoktu; onlara
düşen, gittikçe şeriata daha sıkı bağlanmak, ama bunu açığa
vurmamak ve sabretmekti; yoksa karşılaşacakları tepki kor­
kunç olurdu. Fakat, memleketin yeni efendileri, Seleukus’lar
bu sabrı taşırdılar:
Epiphanes lâkabım taşıyan Kıral II. Antiokhos M. ö. 168
de Yeruşalim Tapmağım yağma etti ve kutsallığım bozdu. Za­
ten onun sayısız başka kutsal yerleri de soyduğunu biliyo­
ruz. Tapmağın hâzinesi Antiokhos Eepiphanes’in gözünü do­
300 MUSA ve YAHUDİLİK

yurmadı, baş vergi memurunu, silâhlı bir kıta ile Yeruşalim’e


gönderdi: «Şehri yağma etti ve evleri yaktı, duvarları yıktı,
kadın çocuk ve davarları sürüp götürdü.» (I. Mak 1, 33, 34;
II. Mak. 5 - 24). İsrael’in baştan başa felâketlerle dolu tari­
hinde hiç bir fatih, ne Asurlular, ne Babilliler onlara, şimdi
Antiokhos'un yaptığını yapmamıştı: Bu kıral, İsrael’in dinini
yok etmek istiyordu: «Antiokhos Yeruşalim’e ve bütün öteki
Yahudi şehirlerine fermanlar yolladı, bunlarda, onların (Ya-
hudilerin) putperestlerin ibadetini almalarım emrediyordu.»
(I. Mak. 1, 46).
Yeruşalim Tapınağı Zeus Olympos’a tahsis edildi; Yahu-
dilerin kurban kesmeleri, sabbat’ı tutmaları, sünnet olmala­
rı, ölüm cezasiyle yasaklandı. Kutsal kitapları yok edildi. Ta­
rihte ilk defa olarak bir din yasak ediliyor ve mensupları taz­
yike uğratılıyordu.
îsrael, en kutsal hakkına el uzatılan bir milletin nasıl
davranacağını, gene tarihte ilk defa olarak, gösterdi. Gerçi
onların arasında da kendi canını kurtarmayı ön plânda gören
zayıf karakterliler yok değildi, ama birçokları «.... Kendile­
rini kirletmedense ölmeyi yeğ buldular.» (I. Mak. 1. 66) Bir
ihtiyar, ihtilâle âlemdarlık etti: Yeruşalim’den 30 kilometre
kadar uzakta, şimdi el-Medie o zamanlar Modin denen kasa-
bacıkta, Kâhin Mattathias, beş oğluyla birlikte yaşamaktay­
dı. Antiokhos’un adamları, bura halkını da dinlerinden çıkar­
mak içi gelince, Mattathias ,onlara boyun eğmedi, oğullariyle
birlikte, yeni kurulan putperest sunağına koştu. Antiokhos'un
adamlariyle onlara uyan Yahudiler öldürüldü ve sunak yıkıl­
dı. Artık bir ölüm dirim savaşı başlamıştı. Tarih buna Mak-
kabe'ler savaşı adını verir.
Mattathias’la oğulları dağa çıktılar ve mağaralarda sak­
landılar. Çok geçmeden onlara, kalabalık bir fedailer grupu
katıldı, amansız bir gerilla savaşma giriştiler. Az sonra
MUSA ve YAHUDİLİK 301

ihtiyar baba öldü. Makkabe, yani Çekiç lâkabını alan oğlu Ye-
huda isyanın başına geçti. Bu güçsüz grup, koca Seleukus or­
dusunu yendi. Antakya’dan kuvvetler geldiği halde, M. ö. 164
te Yehuda Makkabeus, Yeruşalim’i kurtardı, Tapmağı eski
haline getirdi. Sunak yeniden kuruldu ve kurban kesilmesi
başladı. Ama savaş sona ermiş değildi: Epiphanes’in oğlu An
tiokhos V. Eupator büyük bir kuvvetle, isyanı bastırmak için
geldi. Ordusunda filler de vardı. Bunlar ve kuvvetli süvari kı­
talarının karşısında Yehuda’nın derme çatma kuvveti, ne ka­
dar yiğit olurlarsa olsunlar, duramazdı. Nitekim savaşı kay­
bettiler. Ama bir iç mesele yüzünden Eupator, Makkabe’lerle
barış yapmak zorunda kaldı. Babasının emirlerini kaldırdı;
Yeruşalim’deki Yahudi cemaatinin din bakımından imtiyaz­
ları yeniden tanındı (M. ö. 157). Yahudilerin isyanı başarıyla
sonuçlanmıştı. İş bununla da kalmadı, Yehuda’dan sonra ba­
şa geçen kardeşi Simon, bağımsızlık için de savaştı, sonunda,
M. Ö. 142 de Yahudiler bu amaçlarına da ulaştılar. Simon’un,
düşmanları tarafından öldürülmüş olduğunu gene Makkabe'-
ler kitabından öğreniyoruz. Onun yerine yeğeni Yohannes
Hyrkanos geçti ve onun gibi «Baş Kâhin ve Yahudi Cemaa­
tinin başı» unvanını aldı. Bu adamın adını taşıyan paralar
bulunmuştur. Bundan sonra, yeni Yahuda devletinin tarihi
sonsuz bir savaşlar zinciridir. Ama Seleukuslar her zaman za­
yıf bir düşman olarak kalmışlardır. Nihayet Romalılar, Hanni-
bal’in yenilmesiyle Akdenizin tek efendileri olunca, bu dev­
letin ölüm saati de çaldı; Roma generali Pompeius, Seleukus­
lar devleti topraklarını geçtikten sonra Filistin’e girdi ve üç
aylık bir kuşatmadan sonra Yeruşalim’i aldı. (M.S. 63). Ar­
tık bağımsız bir Yahuda devleti yoktu, burası bir Roma eya­
letiydi. Ama Yahudilik, tarihinin beşiği olan kutsal şehrinden
uzakta geçireceği iki bin yıllık yurtsuzluk devresine girme­
den, bir kere daha kaderiyle boğuşmaya kalkacak, bir kere
daha, «Makûs talihini» yenmeye çalışacaktır.
302 MUSA ve YAHUDİLİK

TİTUS YERUŞALİM’İ YIKAR

İsa’nın doğumuna yakın yıllarda Filistin’i gezen biri ken­


dini İyonya ya da Hellas’ta sanabilirdi. Şehirler, Atina örnek
alınarak şekillendirilmişti: Zeus ve Arthemis için yapılan tar
pmaklar, tiyatrolar, etrafı revaklı forumlar, stadyumlar, Gym-
nazyumlar ve hamamlar tıpkı Hellas’ta ve İyonya’da olanlar
gibidir. Halkın kılığı da böyledir; hattâ sofu Yahudiler bile
artık bu modaya uymuşlardır. Yemek oturarak değil, Yunan­
lılarda olduğu gibi, bir yatağa uzanarak yenmektedir. İsken­
deriye’deki Yahudi cemaati zati çoktan bu duruma gelmiş­
tir. Hellen etkisinden uzak kalanlar ancak, Babil’den ana yur­
da dönmeyen ve orada yerleşenlerdir.
Filistin bir Roma eyaletidir ve başında bir vali vardır.
Ama Roma buraya bir de kıral tayin etmiştir. Bu gölge kıral
kendisini efendilerine sevdirmek için halkı ezmekte ve bu fa­
kir halkın sırtından hem kendi lüksünü, hem de Roma’ya
gönderdiği paraları sağlamaktadır. Bu son, sözde Yahuda
kralları Herodes ailesidir. Bunların sonuncusu, Romalıların
Yeruşalim’i yıkmasına yardım edecek, o zamana kadar da
bu şehir, Romalıların gelenekleri gereğince, kutsal karakteri­
ni şöyle böyle muhafaza edecektir, ileride göreceğimiz gibi,
Yahudilerin bu uzun ıstırap yıllarında tek bir ümitleri var­
dır: Mesihin gelmesi. Bu düşüncenin nasıl doğduğunu da ile­
ride göreceğiz. Burada yalnız şunu kaydedelim: Mesih, kurta­
rıcı, Davud soyundan gelecek ve îsrael’in eski kudretini geri
getirecek, yeryüzünde Tanrının devletini kuracaktır. Bu dü­
şünce, dinlerine bağlı kalan Yahudilere ümit ve kuvvet ver­
mektedir. Onlarca, Tanrının şehrinin, Yeruşalim’in yok ol­
masına, Rab asla müsaade etmiyecektir. Bu ümidin ve dü­
şüncenin, sonunda onlara, ne kadar pahalıya mal olacağını
belki düşünenler vardı, ama halka karşı bunu söylemekten
MUSA ve YAHUDİLİK 303

her halde çekiniyorlardı. Kendi içine kapanmış her toplum­


da olduğu gibi dünyadan habersiz, sadece geçmişte, geçmişin
anılariyle yaşayan insanlar halka en çok etki yapanlardı; bun­
ların partisine «Zelot» 1ar, yani «Gayretliler» adı verilir. Bun­
lar, yabancı egemenliğine tahammül edemiyorlar ve güçsüz­
lüklerini onlara, Tanrının seçkin kullan olma gururu ve ya­
bancılara karşı duydukları kçümseme unutturuyordu. Bir
ihtilâl hazırlanmaktaydı. Zelot'lardan her biri, koynunda bir
hançer saklamaktaydı. Bunların taşkınlıkları memleketi hu­
zursuzluk içinde bırakıyordu. Beri yandan Romalıların keyfî
davranışları bu âsilere gittikçe daha çok taraftar kazandır­
maktaydı. Prokurator (Vali) Florus, Tapmağın hâzinesinden
17 talent isteyince bu huzursuzluk açık isyan haline geldi.
(Mayıs, M. S. 66). Roma işgal kuvvetleri baskına uğratıldı,
Yeruşalim âsilerin eline geçti. Bunun üzerine imparatorun
hemen, tapınakta kurban sunmayı yasak edişi, ölüm dirim sa­
vaşının başlangıcı oldu. Ufacık Yeruşalim, dev Roma’ya kafa
tutuyordu.
Bütün memlekete bu haber yayıldı; her tarafta isyan pat­
lak verdi; Florus bu isyanlar karşısında güçsüz kalmıştı. Su­
riye valisi C. Cestios Gallus bir lejiyon ve kalabalık yardımcı
i kuvvetlerle imdada koştuysa da. kanlı kayıplar vererek çekil­
mek zorunda kaldı. Artık Filistin’e âsiler hâkimdi; ama Ro-
ma’nm işi böyle bırakmıyacağmı âsiler de biliyorlardı. Acele,
ı şehirlerin surlarını tamire giriştiler. Joseph adında birini baş-
| komutan seçtiler. Sonradan, tarih yazıcı olarak ün kazanan
\Flavius Josephus işte bu adamdır.
Roma'da da İmparator Nerón, Britannia’nın zaptında
parlak bir ad kazanmış olan komutan Titus Flavius Vespasi-
anus’u, Filistin'e karşı girişilecek savaşa başkomutan seçti.
Vespasianus, oğlu Titus’la birlikte, üç lejiyon ve kalabalık
yardımcı kuvvetlerle, Galilea’nm kuzeyinden hücuma girişti.
Taberiye gölünün etrafındaki kasabaların halkı kılıçtan geçi­
304 MUSA ve YAHUDİLİK

rildi. Ekim 67 ye kadar bütün Galilea bir baştan bir başa ele
geçirildi. Esirler arasında Yahudilerin komutanı Joseph de
vardı. 6000 Yahudi esir kanal açmak için Korent’e gönderildi
Ertesi ilkbaharda, Yahuda’nın yeniden ele geçirilmesi ha­
reketine devam edildi. Tam savaş sırasında Roma’dan gelen
bir haber, bu hareketi bir zaman için durdurdu: Neron ken­
dini öldürmüştü. Vespasianus işin ne renk alacağını bekledi.
Neron’dan sonra, önemsiz üç İmparator geldi ve hem tahtla­
rını, hem de canlarını yitirdi. Sonunda bütün doğu lejionları
Vespasianus'u imparator yapmak için birlik oldu. Vespasia­
nus da, Yahudilerle savaş işini oğlu Titus’a bırakarak, çarça­
buk Roma'ya gitti.
İlkbaharın ilk dolunayından az önce Titus, Yeruşalim
surları önüne gelmişti. Her yandan, o zamana kadar Yehuda-
nm görmemiş olduğu bir asker kalabalığı bu bahtsız şehre
doğru akıyordu. Üç lejiyon, yanlarında kalabalık süvari, istih­
kâm ve başka birlikler olduğu halde kuşatmayı tamamaladı,
hemen hemen 80 000 kişiydi bunlar.
Kutsal şehir tıklım tıklım doluydu: Passah bayramım
kutlamak için uzaktan yakından binlerce hacı gelmişti. Ze-
lot’larla ılımlılar arasmda tam da törenler sırasında kavga
çıktı ve birçok adam öldü. Bu arada Romalılar şehrin yanın­
da ordugâhlarını kurmuşlardı. Teslim olmaları için yapılan
teklifi Yahudiler alayla karşıladılar. Titus da buna hücum em­
riyle karşılık verdi. O zamanın topları diyebileceğimiz ok ve
taş mancınıkları atışa girişti. Bu mancınıklardan her biri elli
kilo kadar ağırlıkta taşlan 185 metre uzağa atabiliyordu, is­
tihkâm askerleri surların en tehlikede olan kuzey kesimine
hücum etti. Şehrin güney, doğu ve batı yönlerini koruyan sur­
ların önü dik yamaçlardı. Buna karşılık kuzey yönü de üç
kat surla korunmuştu. Koçbaşları ve duvar deliciler harekete
geçirildi ve temellerin tahribine başlandı. Şehre, ardı arası
kesilmeden taş yağmaya, gece gündüz, duvar delicilerin bo­
MUSA ve YAHUDİLİK 305

ğuk gümbürtüsü duyulmaya başlayınca, şehirdeki kardeş


kavgası da sona erdi. Taraflar, aralarında barıştılar. Ilımlıla­
rın başkam Simon bar Giora kuzey, Zelot'ların başkam Gişa
la’h Yuhannes de Tapınak ve «Antonia» kesimlerini savunan­
lara komuta ediyordu. Mayısın başında savaş makineleri ku­
zey surunda büyük bir gedik açmıştı. Beş gün sonra Romalı­
lar, ikinci kat surdan da içeri girdiler. Savunanların yiğitçe
bir hücumu onları püskürttü ve sur gene Yahudilerin eline
geçti. Romalıların burasını yeniden kazanabilmeleri günlerce
savaşa mal oldu. Sonunda şehrin kuzey kesimim gene Roma
lılar aldı.
Bu durumda Yahudilerin artık teslim olacaklarını uman
Titus, hücumu durdurdu. Şehirdekilerin gözünün önünde ya­
pılan bir gfeçit resmi onların, her halde, akıllarını başlarına
getirecekti. Romalılar savaş kılıklarını çıkardılar, tören üni­
formalarını temizlediler. Yayalar zırhlarını, kolçaklarını, diz­
liklerini kuşandılar, tulgalarını giydiler. Süvariler atlarını
süslü eğer örtülerini örttüler; sonra keskin boru sesleri eşli­
ğiyle, Titus'un on bin savaşçısı geçit resmine başladı. Yeru-
şalimdekilerin gözleri önünde ücretlerini ve bol bol kuman­
yalarını aldılar. Dört gün sabahtan akşama kadar, zaferlere
alışmış olan bu Roma askerlerinin adımları gürledi durdu,
ama boşuna! Surların üzerine, Tapınağın kuzey tarafına, bü­
tün damların üstüne yığılan Yahudiler bütün bunları acı alay­
larla karşılıyordu.
Titus onlan bu tutumlarından vazgeçirmek için bir te­
şebbüse daha girişti: Yahudilerin Galilea’daki başkomutanla­
rı Joseph'i surların dibine yolladı. Joseph içerdekilere şöyle
bağırmıştı: «Ey katı yürekli insanlar, silâhlarınızı bırakın!
Memleketimiz uçuruma gidiyor, acıyın ona! Bakın çevrenize
de, feda etmek istediğinizin ne kadar güzel olduğunu görün!
Ne şehirdir bu! Ne Tapmaktır bu! Sayısız milletlerin ne ar-
P. 20
306 MUSA ve YAHUDİLİK

mağanları var burada! Kim bunları ateşe vermeyi göze ala­


bilir? Bütün bunların yok olmasını isteyecek kimse var mı­
dır aranızda? Bundan daha çok korunmaya değer bir şey var
mıdır? Katı yaratıklar, taştan da duygusuz insanlar!» Joseph
yalvardı, yakardı, atalarından, İsrael’in ödevinden, nelerden
söz etmedi. Ama hepsi boştu, dinleyen yoktu onu.
Artık savaş yeniden başlamıştır. Romalılar ikinci surla
Antonia burcuna saldırıyorlardı, ama onlar kutsal Tapmağa
böyle yaklaştıkça Yahudilerin direnmesi de artıyordu. Gece­
leyin gizlice, duvarlar üzerinden, lâğımlardan, gizli yollar­
dan dışarı sızabilenler, şehre birazcık yiyecek getirmeye ça­
lışıyorlardı. Titus bunu önlemek için, her yakalanan, ya da
kendilerine sığman Yahudi’nin çarmıha gerilmesini emretti.
Günde beş yüz kişi bu korkunç işkenceyle öldürülüyordu.
Bir yandan kuşatma ve savaş için, bir yandan da çarmıhla­
rın kurulması için boyuna ağaçlar kesiliyordu. Sonunda ne
y^miş ağacı, ne de zeytinlik kaldı. Bir vakitler baştan başa
zeytinlik olan Zeytun dağı, çırılçıplak bir tepeydi artık.
Bütün yeşilliklerinden yoksun kalan bu bahtsız toprakların
üzerinde dayanılmaz bir korku vardı: Çarmıha gerilenlerle,
şehirde ölüp, duvarlardan aşağı atılanların çürüme kokısu.
Çarmıh korkusunu bile gölgede bırakan açlık, birçoklarını
gene de dışarı kaçmaya zorluyordu, ama Roma askerleri, el­
lerine geçenlerin hemen karınlarını yarıyor ve değerli taş.
ya da altın yutmuş olup olmadıklarını araştırıyorlardı. Ti­
tus bunu öğrenince o kadar kızdı ki, bütün bir yardımcı as­
ker kıtasını öldürttü. Nihayet çepe çevre şehrin etrafını bir
tabya ile çevirtti. Artık şehir halkı için açlıktan ölmekten
başka beklenecek şey kalmamıştı. Ama Zelot’lar hâlâ Tan­
rının mucizesiin bekliyor ve teslim olmuyorlardı. Bir ölü­
ye dokunanı bile mundan sayan tsrael oğullarının bu baht­
sız torunlarından, ölülerin etini yiyenler bile oldu. Şehir­
de sanki canlı ölüler gezinmekteydi, kimsede ayak üstünde
MUSA ve YAHUDİLİK 307

duracak derman yoktu. Bu sırada duvar deliciler ve koçbaş-


lan gece gündüz işüyordu. Titus bu korkulu rüyaya son ver­
mek istiyordu artık. Sonunda Romalılar Antonia burcunu
da ele geçirdiler ve temeline kadar yıktılar. Yahudilerin elin-
'de sadece Tapmağın bulunduğu en yüksek kısım kalmıştı.
Titus, buraya taş yağdırıyordu, fakat Tapmağa dokunulma-
masmı emretmişti. Sonunda Romalılar bu kesime de girdi­
ler. Boğazlaşma çok kanlı ve korkunç oldu. Titus, Tapınağın
tahtadan kapılarının tutuşturulmasını emretmişti; ama bun­
lar yanınca, yangının söndürülmesi emrini dinleyen olmadı.
Askerler içerideki altınları görünce yağmaya giriştiler. Ti-
tus’un gayretleri boşa çıktı ve Tapmak tamamiyle yandı. Sa­
dece Kıral Herodes’in sarayına sığman son Zelot’lar, belki
hâlâ bir mucize bekledikleri, belki de düşmanlarından na­
sıl olsa merhamet beklemedkileri için son ve ümitsiz savaş­
larına devam ediyorlardı. Ama Roma lejiyonerleri, kutsal
bölgeye savaş alâmetlerini, Roma kartalını dikmişler ve ça­
bucak yapılan bir sunakta kurban kesmişlerdi. Titus du­
var yıkma makinelerini yeniden işletti. Herodes'in sarayı da
yıkıldı ve son müdafileri yıkıntılar altma gömüldü. Artık Ku­
düs yoktu, Tapmak yoktu. Tacitus’a göre Yahudilerden 600
bin kişi ölmüştü. Flavius Josephus, yalnız şehirde ölüp de
Yahudilerin duvarlardan aşağı attıklarmm sayısının 115 000
olduğunu yazar. Sağ kalanlar esir olarak Roma'ya götürüldü
ve Titus’un zafer alayında, altından yedi kollu şamdan ve
gene altından sungu masasiyle birlikte geçirildiler. Titus’un
Roma’daki zafer takında hâlâ bunların şeklini görmek müm­
kündür.
Artık Süleyman'ın gururlu şehri harabeden başka bir
şey değildi. Buraya ve şehrin çevresine Roma askerleri yer­
leşmişlerdi. Halktan geri kalan bir avuç insan da yıkıntılar­
da barınıyordu. Eskiden tapmak için alman vergi, şimdi
tanrı Jüpiter Kapitolinus adına toplanmaktaydı. Roma da,
308 MUSA ve YAHUDİLİK

mütaassıp ve kültür düşmanı saydıkları bu milletin gücü­


nün tamamiyle kırılmış olmasma sevinmekteydi. Ama bir
çoklarının sandıkları gibi, Yahuda savaşları ve Yeruşalim’in
yıkılmasiyle Yahuda’mn devlet olarak da son bulduğunu dü­
şünmek doğru değildir. Ne Yahudiler, hattâ ne de Roma, bu­
nu düşünmüyordu. Olaylar bir bakıma da aşırılar ve ılımlı­
lar arasındaki bir iç savaştı ve Roma ılımlılara yardım et­
mişti. Buradaki aşırılar sosyal yapının aşağı tabakasında
bulunn yoksullarla mütaassıplardı, ılımlılar ise, çağın değiş­
tiğini anlayan ve zamana uymanın zorunluluğunu gören ger­
çekçi kimselerdi. Bu ikinci grup: soylular, kâhinler, bilgin
hahamlar ve şehrin varlıklı kişileriydi. Bu, doğuştan, ya da
varlık yahut bilgi ile seçkinleşmiş insanlar, Roma impara­
torluğunun gölgesi altındaki, milletlerin özgürlük savaşları­
nın mutlaka acı bir sonuca ulaşacağını ve böyle davranan-
lacın yok olacaklarını pekâlâ biliyorlardı. Zaten Roma bo­
yunduruğu da, iddia edildiği gibi pek ağır değildi. Yahudili­
ğin yok olmasmdansa bazı tavizlere razı olmak yeğdi. Ye­
ruşalim’in kuşatılmasında, Titus’un ordusunda bu soylu
Yahudilerden de bulunduğunu biliyoruz. Hattâ Titus’un kur­
may başkanı Tiberius Aleksander da Yahudi idi, ama oka-
dar Romalılaşmıştı ki, dininden bile çıkmıştı; Yahudi oldu­
ğunu söylenmesine bile tahammül edemiyordu.
Artık Yaruşalim’in tapınağı ortadan kalkmış olduğu için,
Yahudi ibadetinde kendiliğinde, büyük bir değişme oldu: Şe­
riata göre, yalnız Yaruşalim tapınağında kurban sunulabi­
lirdi, bunu da ruhanî sınıfı meydana getiren kâhinler ve ta­
pmak hizmetlileri yaparlardı. Tapınak ortadan kalkınca sa­
dece kutsal kitabın okunması ve dua kaldı. Bunun yeri de
sinagoglar, yâni havralardı. Zaten Kudüs dışındaki Yahudi­
ler, Akdeniz çevresinde böyle birçok «öğrenim Evleri» kur­
muşlardı. Burada, bizim softa deyimini kullandığımız insan­
lara benziyen, her şeyi Kutsal Kitabın emirlerine uydurma­
MUSA ve YAHUDİLİK 309

ya çalışan Hahâmlar bulunmaktaydı. Bunlara farizî’ler


(Arami dilinde ayrılar anlamına) adı veriliyordu. Sonradan
bu deyim «Mürai» anlamında kullanılmıştır. Yahudi dininin,
Yahudi düşüncesinin ve Yahudi sofuluğunun tek mümessil­
leri olarak işte yalnız bunlar kaldı.
Romalılar, Yaruşalim'deki Yahudi toplumunu, eskisi gi­
bi tanımakta devam ediyorlardı ve bunların dinî gelenekle­
rine, her dine karşı olduğu gibi, büyük bir hoş görürlük gös­
teriyorlardı. Artık tapmak olmadığı için, Yahudiler sadece
dua ediyorlar —eskiden dua edilmezdi; dua ancak son yüz­
yıllarda Yahudiliğe, İranlIlar ve başka milletlerle temasları
sonunda, girmişti— Siyon Tepesine, hac ziyareti için, çıkıyor­
lar ve tapınağın ayakta kalmış olan tek duvarı, Ağlama Du­
varı karşısında yas tutuyorlardı.

ULEMA DEVLETİ

Artık Yahudilerin önderliğini eline almış olan sınıf için


en uygun deyim olarak «Ulemâ» sözünü kullanabiliriz. Bun­
lara bilgin sıfatım veremeyiz, çünkü bütün bilgileri Tevrat
ve Talmut içinde kalmaktaydı. Yuhannan ben Sakkai, za­
manının en ileri gelen din ulemasmdandı. Farizî partisinin
önderlerindendi ve Sanhedrin’in üyesi idi (Yahudilerin ön­
ce Yeruşalim’de, sonra Yamnia’da bulunan en yüksek dinî
kurulu ve mahkemesinin adı budur. Bunun, hepsi din ule­
mâsından olan 72 üyesi vardı.) Yaruşalim'in kuşatılması sı­
rasında, aşırıların ve sosyal reformcuların elinden kurtula­
rak Romalılara sığınmıştı. Titus ona, kıyıya yakm bir şe­
hir olan Tamnia’da yer verdi. Bu bilginin etrafına çabucak
büyük bir kalabalık toplandı ve çok geçmeden Yamnia yeni
dinî merkez halini aldı. Yuhannan burada, Yaruşalim’de en
yüksek mahkeme görevini de taşıyan Sanhedrin’i, bir çeşit
fetvahane ve din işlerinde en yüksek mercii olarak yeniden,
310 MUSA ve YAHUDİLİK

ve gene 72 üyeli olarak kurdu. Tabü artık yargılama tama-


miyle Roma makamlarına geçmişti. Yuhannan ben Sakkai’-
nin kurduğu Sanhedrin, tapınağı, baş kâhini, hattâ kâhin
sınıfı bile kalmamış olan ve Akdeniz’in bütün çevresine da­
ğılmış Yahudilere yeni bir dinî merkez oldu ve onların dinî
hayatlarına yepyeni bir şekil verdi. Artık Yahudi dini, en
eski devirlerin barbar âyinlerinden, kanlı kurbanlardan arın­
mıştı. Romalılar bu gelişmeyi yalnız hoş görmekle kalmadı­
lar, Herodes Kıral sülâlesinin çok geçmeden sönmesi üze­
rine Sanhedrin’i, Yahudiliğin mümessili olarak kabul etti­
ler. Yahudi din bilginlerinin, en seçmelerini içinde toplayan
bu kurum, hem Yahudiler arasında, hem de onların dışında
büyük bir itibar kazandı. Onların herhangi bir mesele üze­
rindeki yargılan, her yandaki Yahudilerce, itirazsız kabul
edilmekteydi. Sanhedrin’in başkam, aşağı yukan «Prens» an­
lamına gelen «Nasi» unvanım taşırdı, zamanla bu mevki ba­
badan oğula geçer oldu. Yahudi olmıyanlar Nasi yerine Pat­
rik demekte ve Yaruşalim tapmağının yıkılmasından önce
baş kâhine gösterilen saygıyı, ona göstermekteydiler. Yu­
hannan ben Sakkai ve onun çömezleri de Farizîliği pekiştir­
diler. Yahuda devleti ortadan kalkma tehlikesini işte bu, şe­
riata sıkı sıkı bağlanma taraflısı ulemâ sayesinde bir za­
man için atlatabildi. Ama bu sâkin ve kimsenin engellemedi­
ği gelişme çok uzun sürmedi, daha M.S. 2. yüzyılda çok ağır
sarsıntılar geçirdi. Zelot partisiyle ihtilâlcilerin yenilgisi ve
Yaruşalim’in zaptı sırasında kurtulan, ve ya İsenderiye, ya
da Mezopotamya’daki kudretli Yahudi cemaatlerine sığman
aşırılar vardı. Bazıları da Kuzey Afrika’ya ve Kıbrıs’a kaç­
mışlar, oralardaki Yahudi cemaatleri arasında izlerini kay­
bettirmişlerdi. Ama aşın düşüncelerinden hiç bir şey kay­
betmiş değillerdi. Buralarda da ihtilâlci fikirlerini yaymaya
devam etmişlerdi; hattâ Yeruşalim’in ve Tapmağın elden git­
mesi onların Roma’ya düşmanlığını daha da körüklemişti.
MUSA ve YAHUDİLİK 311

Tapınaksız ve kurbansız bir dini de asla kabul edemiyorlar­


dı. Roma’da çetin imparatorlar hüküm sürdüğü sürece, İm­
parator Vespasianus, Titus ve onun çok sert tabiatlı karde-
.şi Domitianus’un günlerinde, Yahudiler arasında hiç bir kı­
pırdama olamadı. Ama yumuşak huylu Nerva’nm kısa süren
îparatorluğu sırasında, ihtilâlcilerin biraz teşkilâtlanmış ol­
dukları anlaşılmaktadır. Ondan sonra imparator olan, îs-
panyalı Trajan, doğuda Part’larla savaşla uğraşırken bütün
Diaspora’da. (Yahudilerin çeşitli yerlerde, özellikle İskende­
riye ve Babil’de meydaan getirdikleri topluluklar) birden
ayaklanma oldu, ana yurtta, özellikle köylüler de buna ka­
tıldı. Yukarıda adı geçen Yahudi tarihçi, Josephus Flavius
(Bu ikinci adı, kendisini affetmiş olan Vespasianus’a karşı
minnetini göstermek için almıştı. Vespasianus'un bir adı
da Flavius’tur). Kudüs’ün yıkılışım bütün ayrıntılarıyla an­
latır, ama bu son facia üzerine elimizde, o zamanın Roma
ve Yunan yazarlarının kısa notlarından başka bir kaynak
yoktur. Bunlara göre Kıbrıs ve Kyrene’de Yunanlı halka,
Romalı memurlara ve tüccarlara hücum edilmiş, birçok in­
san öldürülmüştür. Aynı haller İskenderiye dolaylarında da
geçmiştir. Ama en kötüsü Mezopotamya’da olmuştu: Roma
lejiyonları, Parth’lara karşı savaşırken, Yahudiler de, onla­
ra arkadan saldırmışlardı. Bunun Roma’nm gücünü kırmak
için plânlı bir hareket olduğu anlaşılmaktadır. Ama, Roma
şimdi kudretinin en yüksek noktasındadır. Trajan Maure
tania’lı süvari kıtaları komutam Lucius Quinetus’a, Mezo­
potamya'daki isyanı bastırmasını emreder. Bu emir çok kan­
lı bir şekilde yerine getirildikten sonra da bu adamı, asî
köylüleri yola getirmesi için Yahuda’ya vali yapar. Zelot’ların
Kuzey Afrika’da, Kıbrıs’ta ve Mısır’da yaptıklarının acısı da
gene çok kanlı bir şekilde çıkarılır. Bundan sonra gene bir
durgunluk devrinin geçtiğini görüyoruz. Ama, on iki yıl ka­
dar sonra Hadrian, Roma vilâyetlerini gezerken, Yaruşalim’
312 MUSA ve YAHUDİLİK

in harabelerini görünce, burasını imar etmek istemişti. Bu­


rada artık Aelia Capitolina adını alacak yepyeni bir şehir ku­
rulacaktı. Eski Süleyman Tapınağının bulunduğu yere de Jü­
piter Capitolinus adına bir tapınak yapılacaktı. Yaruşalim’in
bu en kutsal yerinin böyle bir putperest tapmağı için kul­
lanılışına Yahudiler, elbette asla tahammül edemezlerdi. Üs­
telik daha önce de Domitianus’un, hadım etmeyi yasaklayan
emri yanlış anlaşılmış ve Yahudilerde olduğu gibi başka sa­
mı milletlerde de dinî bir ödev olan sünnet de yasaklanmış­
tı. Bu, Yahudiler için, Yahve ile olan andlaşmayı bozmakla
birdi. Bu iki darbe karşısında, Yahudilik bir kere ve sonun­
cu olarak şahlandı. Romalılar, dinî inaçlara karşı o kadar
anlayışlı oldukları halde, Yahudilerin kızmalarının sebebini
anlamıyorlardı, öyle ya, Hadrianus, harap bir şehrini gü­
zelleştirmek istemekte, daha önce Domit^anus da hadım et­
mek gibi insanlık dışı bir davranışı yasak etmiş bulunmak­
tadır. Bunların beğenecek yerde, karşı gelmek nedendi? Bu
anlaşmazlık yüzünden, bin bir belâdan arta kalmış Yahu­
diler yeniden silâha sarıldılar. Belki Zelot'lardan kalanlar da
gene yangına körükle gitmişlerdi ama bu sefer dâva bütün
milletindi. Daha Sanhedrin ve onun başındaki Nasi, Roma
ile müzakereye girmeye ve; çok zor da olsa, çıkar bir yol
aramaya girişmeden olanlar oldu. Bu seferki isyanın başın­
da Simeon Bar Kohba adında, gerçekten üstün bir önder
bulunuyordu. Amacı, Yahuda devletini tamamiyle bağımsız
olarak yeniden canlandırmak, Yaruşalim'i ve Tapmağı ye­
niden kurmak, kurbanları ve kâhinlerin dinî görevlerini ia­
de etmekti. Bar Kohba’nın gerçekten büyük bir önder oldu­
ğu anlaşılmaktadır. Zamanının en bilgili ve en hatın sayılan
din bilgini Akiba ben Yosef bile, Farizî ibadet tarzının ortar
dan kalkması ve eski ibadetin tekrar canlanması için uğra­
şan bu adamla işbirliği yapmış ve sonunda Romalılar tara­
fından idam edilmiştir.
MUSA ve YAHUDİLİK 313

Roma önce bu isyanı pek mühimsemedi, ve bastırılması­


nı valiye bıraktı. Simeon Bar Kohba (Bar Kohba İbranice
Yıldız oğlu demektir) Akiba tarafından, Yahudilerin bek
ledikleri Mesih olarak ilân edildi ve «Yeni İsrael» devletinin
başına geçti, hükümdarlığının ve «îsrael’in kurtuluşunun;'
ilk yılım yeni tarih başlangıcı olarak ilân etti. Üzerinde «İs­
rael Kıralı Simeon» ibaresini taşıyan paralar bastırdı. Ya-
ruşalim’in yeniden kurulmasına başlandı, tapmağın yapıl­
masına da girişildi. Kâhinler yeniden ortaya çıktı. Simeon’un
ustaca taktiği sayesinde valinin kuvvetleri gerilla savaşlarıyla
Yahuda ve Suriye’den uzak tutulabildi. Ama sonunda impa­
rator Hadrian, tecrübeli generallerinden Julius Severus’u bü­
yük bir kuvvetle Simeon’a karşı yolladı. Romalılar bütün
memleketi taradılar; son mukavemet yuvası da M.S. 135 de
düştü. Simeon Bar Kohba, bu çarpışmada öldü. Romalıların
Yeruşalim’e verdikleri ceza, Kartaca’ya verilen kadar kor­
kunçtu. Şehrin harabeleri yerle bir edildi ve sabanla sürüldü.
Savaşın sonlarında komutayı bizzat eline almış olan Had­
rian, plânlaşmış olan Aelia Capitolina'yı kurdu ve Siyon
tepesi üzerine de Jüpiter tapmağı yapıldı. Artık bu şehre Ya­
hudilerin girmesi idam cezasiyle yasaklanmıştı. Sadece yı­
lın bir gününde, bir zamanki tapmağın kalan tek duvarım
ziyaret edebilecekler ve orada ağlayabileceklerdi. Yahudiliği
yok olmadan koruyan, belki de, şeriatlarının yanı sıra bu
ağlama duvarıydı; iki bir yıla yakın zaman onlar bu duva­
rın dibinde ağladılar ve göçüp gitmiş olan devletlerini andı­
lar. Tarihte buna benzer bir bağlılık ve vefa görülmüş de­
ğildir.
Bu savaşm kurbanları sayısızdı. Yahuda ve Samariya’da
hemen hemen insan kalmamıştı; her taraf çöl haline gelmiş­
ti. Asîlerden ele geçenler esir olarak satıldı. Pazara o kadar
çok esir birden dökülmüştü ki, fiatlar o zamana kadar gö­
314 MUSA ve YAHUDİLİK

rülmedik derecede düşmüştü. Hattâ Yahuda’nuı adı bile si­


lindi; burası artık Yahuda değil, Filistin idi.
O günden sonra ne İsrael, ne Yahuda, ne de Yaruşalim
kaldı. Yahve’nin kutsal tapmağının bulunduğu yerde Jüpi­
ter’le Venus’unp tapmakları yükseliyordu. Hadrian'ın gaza­
bı o kadar büyüktü ki, Romalıların asla yapmadıkları bir şe­
yi de yaptı: Hellen - Lâtin dünya görüşünün bu uzlaşmak
bilmez hasmını, Yahudi dinini yasak etti. Bu tektanrıcı din
yok olmalıydı onca. Daha önce yasak edilmiş olan sünnetin
yanısıra, bütün dinsel kurallar, ta sabbat günü dinlenmiye ve
yiyecekler hakkında hükümlere kadar yasaktı. Tevrat öğreti­
mi ve Farizî’lerin büyük bir gayret ve başarı ile sürdürdük­
leri din yayma da yasaktı. Hadrian, bunu Yahudi dinine düş­
man olduğu için değil, bu çıbanı tamamiyle ortadan kaldır­
mak için yapıyordu, bununla Yahudilerin savaş ruhunu da
kırmak amacını güdüyordu. Üç yıl sonra Antonius Pius im­
parator olunca bu yasaklar kaldırıldı, Yahudilere dinsel öz­
gürlüklerini geri verdi. Sünnetle hadım etmenin birbirine
karıştırılmasından doğan anlaşmazlık da ortadan kalktı.
Ama Antoninus Pius da Yahudilerin din yaymaları yasağını
devam ettirdi. Sünnet de ancak Yahudi soyundan olanlar
için ysak değildi. Böylece Yahudi olmayan birinin sonradan
Yahudi cemaatine katılması ve Yahudiliğin yayılması imkânı
ortadan kalktı. Tektanncılık artık Yahudiler tarafından ya­
yılamazdı, ama yeni doğan Hıristiyanlık bu düşünceyi ev­
rensel hale getirdi, sonunda İslâmlık buna en açık ve yüce
anlamım verdi.

SALT DİN DEVLETİN

Yahudiliğin şaşmaya değer hayat gücünün en belirli ör­


neklerinden biri, bu korkunç felâketlerden sonra da San-
hedrin’in ve onun başındaki Nasi’nin varlıklarının deşam
MUSA ve YAHUDİLİK 315

edişidir. Zelot’lar hareketinin kanlı sonucu ve Simeon Bar


Kohba’nın kısa süren bağımsızlığı sırasında, Yohannan ben
Sakkai’nin kurduğu Sanhedrin, olaylara karışmamıştı. Ya­
vaş yavaş ve büyük bir sebatla, Farizı Yahudilik yeniden
doğruldu. Belki de Antoninus Pius’un tolerans politikasında
Sanhedrin’in çabalarının etkisi de olmuştu. Yahudiliğin or­
tadan kaldırılması için yapılanlar boşa çıkmıştı. Gerçi İsra-
el ve Yahuda tarihinin en önemli kısımlarının içinde geçtiği
yerler harap olmuştu ve buralarda artık Yahudi kalmamıştı.
Ama buna karşılık, o zamana kadar küçümsenen ve tarihte
yeri bile olmayan Galilea yavaş yavaş, Yahudiliğin odak nok­
tası haline geldi. Fikir hayatının merkezi, yüz yıl önce, Anti-
pas tarafından Taberye gölünün batı kıyısında kurulmuş
olan Tiberyas şehri oldu. Sanhedrin buraya yerleştiği gibi,
medreseler de kuruldu. Şimdi bütün Galilea’da yüzlerce Si­
nagog açılıyordu. Yahudiliğin bütün aristokrasisi, kâhin ve
savaşçı soylular, Titus ve Hadrian zamanındaki iki kanlı sa­
vaşta ortadan kalkmışlardı. Zelot’lar ve Bar Kohba isyanla­
rına en fazla karışmış olan toprak ağaları da artık yoktu.
Şimdi halkın yönetici tabakasını sadece Farizî ulemâsı teş­
kil etmekteydi; bunları Roma’ya karşı Sanhedrin temsil edi­
yor ve hükümdarlar gibi muamele gören Patrik, yâni Nasi
Roma imparatorluğu içinde en saygı görenlerden biri bulu­
nuyordu. Bu garip topluma insanın Platon’un düşündüğü
bilgeler delveri diyeceği gelir: Gerçi bu bir devletti, ama ne
ordusu, ne tapmağı, ne de ibadet merasimi vardı. Bu sıkı
bir birlik halinde, kendi kanunları ve dinî işlerde mahkeme­
leriyle, bir toplumdu. Bu, Tevrat devleti idi. Anlaşıldığına
göre, Yahudiliğin bu yeni yaşayış tarzı, Babil’de de, isyan
Trajan tarafından kanlı bir şekilde bastırıldıktan sonra, ku­
rulmuştu. Artık burada da .dinsel işlerde, kendi şeriatları
câri olan, Aramı dili konuşan kapalı bir toplum bulunmak­
taydı. Burada da din ulemâsı ve önemli medreseler bulu­
316 MUSA ve YAHUDİLİK

nuyordu, toplumun yaşayışına bunlar düzen vermekteydiler.


Babil Yahudiliğinin başında da «Reş Galutha» yâni «Tutsak­
lık Başı» unvanım taşıyan bir dinî prens vardı. Yahudi top­
lumu burada, devlet içinde bir devlet gibiydi, hattâ cinayet
dâvâlarma bile kendileri bakabiliyor ve idam cezası verebi­
liyorlardı. Yahudilik, âdeta anayurt dışında yeni bir hayata
kavuşmuştu. Bu, M.S. 5. yüzyıla kadar sürdü. Ondan sonra
da Yahudiliğin devlet hayatı kesin olarak sona erdi.
Biri Filistin’de, öteki Fırat kıyılarındaki bu iki Yahudi
topluluğundan, Mezopotamya’daki çok daha önemliydi. Anar
yurttaki Yahudilerin sayısı savaşlar, katliamlar ve esaret
yüzünden çok azalmış, buna karşılık, öteki hem daha az za>
rar görmüş, hem Filistin’den kaçan Yahudilerle daha da ka-
labalıklaşmıştı. Bundan başka, Parth’lar devleti bunları ra­
hat bırakmıştı. Bu sebeple fikir hayatı daha gelişmişti, ama
gene de, Filistin’deki Sarihedrin ve din ulemâsının tefsirleri
ve fetvaları Yahudilerce daha makbûl tutulmuştur.

TALMUD’UN MEYDANA GELİŞİ

Filistin'de Galilea'daki Sanhedrin en aprlak devrini Na-


si Yuda (M.S. 125 - 217) zamanında yaşadı. Bu taçsız hü­
kümdara «Rabbi» yâni «Ustad» dendi, ki bu hemen hşmen
günümüzün «Doktor» Unvanının yerini tutar. Bütün Yahudi
din bilginleri için bu ünvan kullanıldığı gibi, günümüzde Ba­
tıdaki hahamlara da Rabbi, derler. Haham ve çoğulu olan
Hahamın yalnız doğuda kullanılan bir deyimdir.
Bu Nasi Yuda’nın, İmparator Marc Aurel’le dost olduğu
rivâyet edilir. Bunda biraz mübalâğa olsa bile, gene de Rab-
bi’nin bu İmparatorun teveccühünü kazanmış olduğu anla­
şılmaktadır. Bu Nasi’nin zamanında Filistin'de barış hüküm
sürmüştü ve bu sayede akademik çalışmalar gelişebilmişti.
Ama Rabbi Yuda bu durgunluk devrinin böyle sürüp gidemi-
MUSA ve YAHUDİLİK 317

yeceğini biliyordu. Eğer Yahudilerin bu düşünce merkezi de


Kudüs’ün âkibetine uğrarsa, bütün Roma İmparatorluğu
içine dağılmış olan Yahudiler, artık eriyip gideceklerdi. Na-
si Yuda bunun tek çaresi olarak, bütün geleneksel öğretile­
ri biraraya toplayan, Yahudilerin yaşayışlarını düzenliyecek
bir kitabın hazırlanmasını düşünüyordu. Yahudi fıkhım da^
ha önce de hazırlayanlar olmuştu, ama bunlarda çelişmeler
vardı. Sanhedrin var oldukça bunun önemi yoktu, çünkü
şüphede kalman noktalar için daima fetva alınabilirdi; ama
ya Sanhedrin ortadan kalkarsa?
Rbbi Yuda’nın hazırladığı «Mişna» hem daha önceki .ka­
nım hükmüne giren fetvaları, hem de kendi maiyetindeki
Rabbi’lerin verdiklerini bir araya toplamaktaydı. Çok temiz
ve akıcı bir İbranice ile yazılmış olan bu kitap altı bölüme
ayrılmıştı:
Zeraim (Tohum): Tevrat’taki, fakirler, kâhinler ve Le-
vililerin hasattan payları üzerine olan hükümleri ele alır ve
açıklar. Tarıma dair bütün hükümler de bu bölümdedir.
Moed (Belirli vakitler): Tevrat’ta bulunan, ya da ağız­
dan ağıza gelen, Sabbat.’a, bayram günlerine, uruçlara ve Ya­
hudi takvimine ait hükümleri içine alır.
Nahsim (Kadınlar): Evlenme, boşanma, kadın erkek
münasebetleri üzerine olan hükümler bu bölümdedir.
Nezikin (Zarar): Bu bölüm Yahudilerin hukuk ve ceza
kanunlarıdır.
Kadoşin (Kutsa şeyler): Tapmak hizmetleri, kâhinlerin
ödevleri, kurbanlar üzerinedir.
Taharoth (Temizlenme): Dinsel temizlik ve murdarlık
üzerinedir. Bunda kişilerin ve nesenelerin temizlik ve mun­
darlığı tartışılmaktadır.
Mişna, çok geçmeden en önemli din kitabı oldu ve da­
ha Nasi Yuda’nm sağlığında Filistin’de de Babil’de de med­
318 MUSA ve YAHUDİLİK

reselerin ders kitabı haline geldi. Artık ağızdan ağıza gelen


öğretilerin kaybolma tehlikesi kalmamıştı.
Ama Mişna’nın içine almadığı öğretiler çoktu. Bir yan­
dan bunların, bir yandan da Mişna’mn kılı kırk yararcasına
incelenmesi ve tefsirleriyle iki muazzam eser meydana gel­
di: Filistin ve Babil Talmud’ları. Bunlardan Babil Talmud’u
Kudüs Talmud’unun sekiz katı daha büyüktür.
Talmud, Yahudilerin temel din kitabı oldu ve onları ay­
rılıklara, çekişmelere düşmekten korudu. Her iki Talmud’a
ansiklopediler gözüyle de bakabiliriz. İsrael oğullarının bü­
tün bilgilerini bunların içinde bulmak mümkündür. Halbu­
ki önceleri Tevrat’ın yamnda ikinci bir yazılı kitabın bulun­
ması büyük bir günah sayılmıştı. Eğer bu düşünce yenilme-
seydi, Yahudi dini çoktan silinip gidebilirdi. Talmud’da, ağız­
dan öğretilenlerin yazıya dökülmesi üzerine olan yasak bile
kayıtlıdır ki, bu da Rabbi’lerin ne kadar tarafsız davrandık­
larını, öğretilerden hiçbirini kaydetmeden geçmedikleri açık­
ça gösterir. Ama bu yazıya dökme yasağının bulunduğu say­
fada şunu da okuyoruz: «İsrael’de bütün öğretinin kaybol-
masındansa, tek bir öğretinin, (Yazıya dökme hakkmdaki-
nin) elden gitmesi daha hayırlıdır.»
Ağızdan öğretiler özellikle o zamanlarda daimî bir teh­
like içindeydi: Ne de olsa küçük bir zümre olan bilginle­
rin yok oluvermeleri işten bile değildi. Beri yandan, elde
Tevrat halsa da, hükümlerinde, ağızdan gelen öğretiler ol­
madan uygulanamıyacak kadar büyük boşluklar bulunuyor­
du. önceden de gördüğümüz gibi, Tevrat'ın yazılışı sırasında
içine giren çeşitli rivayetlerin ve siyasî sebeplerle katılmış
olanların sık sık birbiriyle çeliştiklerini de hesaba katarsak,
hele İbranicenin yerini Aramî ve Yunan dillerinin aldığım,
İbranîcenin konuşma dili olmaktan çıktığını da düşünürsek,
'Talmud’un ne büyük bir görevi yerine getirdiğini anlarız.
Tevrat’ın içinde, ayrıca bir de ağızdan buyruk bulundu­
MUSA ve YAHUDİLİK 319

ğunu anlatan sözler vardır. Meselâ: «O zaman Rabbin sana


verdiği sığırlarından ve sürülerinden, sana emrettiğim gibi
obğazlayacaksımz.» (Tesniye 12. 21) şu halde hayvan boğaz­
lama şekli bir geleneğe bağlanmış bulunmaktadır. Ama bu
gelenecek, ya da ağızdan öğreti Talmud’a gelinceye kadar
yazıya dökülmemişti.
Burada Sabbat ve bayram günlerinden de birkaç örnek
verelim: Sabbat (Şabbat) gününde iş görmenin yasak oldu­
ğunu biliyoruz. Ama bunun smırı nedir? Hangi işler yasak­
tır? Sabbat’ta ateş yakma yasağının ayrıca belirtilmiş olma­
sının sebebi nedir? Acaba Sabbat'tan önceki günde yakılan
ateşin ışığından ve sıcaklığından faydalanmak da yasak mı­
dır? Uruç günlerinde, kimler bundan istisna edilebilir? Çar­
dak bayramında, kulübeler hangi bitkilerden yapılacaktır?
Böyle sonsuz sorular boyuna ortaya çıkmıştır. Suçlar ve ceza­
lar alanında da iş böyledir. Boyuna değişen hayat şartları,
yeni yeni tefsirleri zorunlu hale koymuştu. Talmud’da dai­
ma: «Rabbi (Efendi, Üstad) falan dedi ki», ya da «Rabban
(ustadadlar) falan ve filân dediler ki,» diye tefsiri yapan,
ya da fetvayı verenlerin adları belirtilmektedir. Bu tefsirler
hemen daima bir tartışma sonucu olarak yazılıdır. Babil Tal-
mud’u M.S. 6. yüzyılda tamamlanmıştı. Yalnız bunda 2500
den fazla din bilginin adı geçmektedir. On iki büyük cil tu­
tan bu önemli eser üzerinde biraz bilgi vermek faydalı ola­
caktır kanısındayız:
Talmud, kendi içine kapanmış bir toplumun ruh duru­
munu tamamiyle yansıtır. Bunda ahlâk felsefesi, metafizik
düşünceler aramamalıdır. Hattâ ibadet merasimine dair de
bir şey bulunmaz. Talmud’un ahlâk öğretileri, içlerinden bir
çoklan gerçekten yüce bir üstünlüte ise de, gene de pratik
hayattaki davranışlar üzerine kurallardan başka bir şey de­
ğildir. Talmud’un içine aldığı şeylerin belli başlıkları, yuka-
nda da belirttiğimiz gibi, yiyecekler üzerindeki yasaklar
320 MUSA ve YAHUDİLİK

(Haram ve helâl yiyecekler), temizlik kanunları (dinsel te­


mizlik), sünnet, Sabbat hakkındaki hükümlerdir. Bunlar
da, bilgin hahamların bitmez tükenmez tartışmalarıyla için­
den hemen hemen çıkılmaz ayrıntılara boğulmuş durumda­
dır. Talmud esas bakımından iki bölüme ayrılır: Tevrat’m
tefsirlerine dayanan ve bayramlar, törenler, vergiler, kur­
banlar, temizlik ve bunun gibileri toplayan daha önce sözü­
nü ettiğimiz Mişna (öğreti) ve Mişna'daki bütün maddeler
üzerindeki tartışmaların derlenmesi olan Gemara (Tamam­
layan). Gemara’daki açıklamaların da ayrıca bir açıklaması
vardır ki, bunun adı da Midraş, yâni araştırmalardır. Ama
bu kitap asıl Talmud'dan sayılmaz. Gemara (Ki asıl buna,
dar anlamıyla Talmud adi verilir) M. S. 250 ile 400 yılları ara­
sında Filistin’de ve 550 ye doğru Babilonya’da Sura’da son
şeklini almıştır. Babil ve Yeruşalim Talmud’lan (Yeruşalim
Talmud’u daha muhafazakâr ve gelenekçi, Babil Talmud’u
daha geliştiricidir.) İkinci bir bölünüşe de tâbi tutulur: Hag-
ga’da ve Halaha. Halaha, kanunları ele alan, naslar koyan,
Haggada ise menkibeler, efsaneler, hikmetli sözler ve Yahu­
di folklorundan kısımlar ve vaızları içine alan bölümlerdir.
Haggada’da her anlatılan, kıssadan hisse amacını güder.
Ama bu bölünüşler de tamamiyle birbiriyle karmaşıklaşmış
bir haldedir. Bundan da anlaşılacağı gibi Talmud, din üze­
rinde açık bilgiler verecek bir eser olmaktan çok uzaktır.
Bitmez tükenmez tartışmalar, içinden çıkılmaz sözde açık­
lamalar, kelime oyunları ve akıl almaz sonuç çıkarmalarla
doludur Talmud. Ama yüce düşünceler ve gerçekten hayran­
lık uyandıracak maksimler de eksik değildir bunlarda. Beri
yandan, o eski çağlardaki yaşayış hakkında bitmez tükenmez
bir kaynak olması da yabana atılacak şeylerden değildir. Me­
selâ vaktiyle Kudüs’te genel helâlar olduğunu, sokak süpürü-
cülerin çalıştırıldığım bile, Talmud'da bir vesile ile söyleni-
verenlerden öğrenmiş bulunuyoruz.
MUSA ve YAHUDİLİK 321

Yukarıda dediğimiz gibi, Talmud’daki bütün bölümler


önceleri öğrenciler tarafından, öğretmenlerinin ağızlarından
çıktığı gibi ezberlenmişti. Bu öğrenciler. «Bir damla suyu
bile sızdırmayan, kireç sıvalı sarnıçlar gibi» olmak zorun­
daydılar.
Talmud’da neler üzerinde fikir yürütülmüş olduğunu an­
latmak için birkaçını buraya alalım: Ağaçların verdiği, ya da
tarlalardan elde edilen ürünlerin, ham olarak ağaçtan dü­
şenlerin, sirke, süt, çekirge ve bunun gibi yüzlerce şeyin yen­
mesinde şükran dualarının ne yolda olacağı ayrı ayrı sayıl­
maktadır. Bunlarda yapılacak en ufak yanlış duanın hüküm­
süz kalması, hattâ Tanrı’ya hakaret anlamına gelmesi de­
mektir. Bu kelimelere tapmayı eski Mısırlılarda, Babilliler-
de, Hellenlerde ve Romalılarda da görmekteyiz; onlarda
da duaların harfi harfine tekrarlanması gerekirdi. Talmud’­
da yer alan en önemli konulardan biri de Sabbat günü din­
lenme idi. Bu günde otuz dokuz çeşit iş yasaktı; bunların ara­
sında bir ipliği düğümlemek, bir düğümü çözmek, iğneyi, di­
kiş için iki defa kumaşa batırmak (bir keresi yasak değil!)
iki harf yazmak bile vardır; ama yazının kalmayacağı, me­
selâ kum, toz, gibi şeylerle, ya da meyva suyuyla yazmak ya­
sak değildir. Işık söndürmek de ancak, puta tapanların, hay­
dutların, cinlerin korkusundan, hastaların rahatsız olmama­
ları, ışıkta uyuyamamak yüzündense günah sayılmaz, ama
kandilin yağının, ya da fitilin ziyan olmaması için yapılırsa
günahtır. Tabiî, Sabbt gününde yemek pişirilemez, onun için
bir gün önceden yemeklerin hazırlanması gerektir. Fakat
bunları ısıtacak şeylere, meselâ sıcak küle koymak haramdır,
çünkü bu da bir çeşit pişirme sayılır... Sabbat. günü bir şe­
yin bir yerden başka bir yere taşınması da yasaktır; ama
Mişna, yiyeceklerin evin kapı eşiğine konmasını ve oradan
F. 21
322 MUSA ve YAHUDİLİK

alınmasını mubah saymaktadır, çünkü «Eşit hem eve, hem


de sokağa dahildir.» Bundan başka ağızla, ayakla., dirsekle,
saçla bir şeyi taşımak da yasaktır. Bu yüzden, Yahudiler için
cumartesi günü ağzmda takma diş bulundurmalım mubah
olup olmadığı derin tartışmalara konu olmuştur. Sabbat’ta
ancak iki bin arşm, yâni dokuz yüz metre yol gitmeye izin
vardır. Fakat eğer Sabbat yolunun, yâni dokuz yüz metre­
nin, sonuna iki öğünlük yiyecek konacak olursa daha dokuz
yüz metre gitmeye izin vardır, çünkü, Talmud’a göre, iki
öğünlük yiyeceğin durduğu yer de artık bir ev sayılır. Tal-
mud’da, «Hile i Şer’iye»lerle işin kolayım buluveren, böyle
nice hükümler vardır. Buna karşılık bazı hahamlar, Sabbat
yasaklarını o kadar ileri götürmüşlerdir .ki, bunlara. ..göre.^
cumartesi günü şehri düşmanlara karşı savunmak, bir_has-
taya hekimin yardımı, kendini yangından kurtarmak bile,
yasaktır ve bunların hepsi de Talmud’jda bulunmaktadır.
Tanrı’mn resmini yapmamak yasağı da o kadar ileri var3ı-
nlmıştır ki, bu yüzden, daha sonraları Yahudilik tamamiyle^
kendi kabuğuna çekilme ve içinde yaşadığı milletlerce ...ya­
bancı, hattâ düşman gözüyle görülme durumuna düşmüş­
tür. İlkçağda Yahudilerin bu hali, başkalarına bir muamma
gibi görülmüş, hattâ onların gizli ve herhalde çok çirkin bir
Tanrı heykeline, meselâ bir eşek kafasına, taptıklarına ina­
nılmıştır. O çağlarda resimsiz bir tapma, tanrısızlıkla eşitti.
Bunun aslında Tanrıyı yüceltmek olduğunu Romalılar anlı-
yamazlardı. Ama Yahudilerin, özellilke bu noktada hiç hoş­
görürlükleri yoktu: Romalıların egemenliği altmdalarken,
Kudüs’te geçen paralarda imparatorun resminin bulunma^
ması, Roma askerlerinin kalkanlarında kartal arması taşı­
mamaları gerekmişti. Kıral Herodes’in sarayı hayvan resim^
leriyle süslü olduğu için halk bu sarayı yıkmıştı. Ama bun­
lara bakarak Talmud’un gerçekten çok güzel ve üstün dü-
şüncelerden yoksun olduğu gibi yanlış bir düşünceye kapıl-
MUSA ve YAHUDİLİK 323

manialıdır. Bunda, zamanından çok ileri fikirlere bol bol


rastlanır.
Şunu unutmamalıdır ki Talmud, Yahudilerin kutsal ki­
tabı değildir, yalnız Tevrat bu sıfatı taşır. Ama bir din, sa-
dece kutsal kitabiyle değil, yüzyıllar boyunca din adamları­
nın kattıklariyle son._şeklini alır. Meselâ Buddha'nın söyle­
dikleriyle, günümüzdeki Budistlerin inançları ve ibadetleri
karşılaştırılacak olursa, geçen yüzyıllarda bu dinin nasıl de­
ğiştiği, din kurucusunun hiç de akimdan geçirmediği batıl
düşüncelere nasıl boğulduğu görülür. İsa'nın sözleri ve yap-
tıklariyle, günümüzün çeşitli Hıristiyan kiliselerinin davra­
nışları arasmda bağlantı aramak hemen hemen boşunadır.
İşte Yahudilik de son ve kesin şeklini böylece ancak M.S.
5.~yüzyılda aldı diyebiliriz. Ama bu şekil artık gittikçe daha
katı bir kabuk haline gelecek ve yüzyıllar boyunca Yahudi-
leri başka milletler içinde, yabancı, sevilmeyen, haklarında
daima korkunç ve acaip iftiralar ve masallar uydurulan bir
toplum haline getirecektir.
Ortaçağda Yahudilik
ORTAÇAĞDA YAHUDİLİK

DOĞUDA

Yukarıda, M.S. 5. yüzyılda Yahudiliğin son özgürlükleri­


nin de ortadan kalktığını yazmıştık. Mezopotamya’daki,
Parth’lar zamanında rahata kavuşmuş, Filistin’den gelen
göçlerle nüfusu ve refahı artmış olan Yahudiler, Sasanî’lerin
idaresi altında geçtikten sonra durum değişti. Zerdüşt dini
devlet dini olarak kabul edildi. Mobad denen Zerdüştçü papaz
sımfı Hıristiyanlar ve Yahudileri ezmeye, başka dinden olan
herkesi zorla kendi dinlerine çevirmeye çalıştılar. Bunların
uyguladıkları Zerdüşt dini de, artık eskisi değil, başka ina­
nışlarla karışmış, batıl itikatlara boğulmuş bir dindi. Bu du­
rumda, Babil diaspora’sının da varlığını sürdürmesine im­
kân kalmamıştı. Eğer İslâmlık yetişmeseydi, Mezopotamya'­
da Yahudi kalmayacaktı. Babil Sanhedrin’in yaşadığı sü­
rede Mezopotamya Yahudiliği büyük din adamları yetiştir­
mişti. Filistin’de de durum böyleydi, ama İskenderiye'deki
Yahudi diasporası çok kalabalık olduğu halde, Yunanlılaş-
ması yüzünden, din işlerinde rol oynayamamıştır. Zaten, Yu­
nanca konuşulan yerler çarçabuk hıristiyanlaşmıstı.
önceden de söylemiş olduğumuz gibi, Talmud’un bütün
işleri, en küçük ayrıntılarına kadar, din bakımından düzene
koymasiyle şekil alan Yahudilikte bir süre fikir ayrılıkları
hemen hemen olmadı. Hahamlar cemaatları avuçları içinde
tutuyor ve onlara, çektiklerinin kurtuluşları için zorunlu im­
tihanlar olduğuun öğretiyorlardı. Dışarıdan gelen baskılar,
bu cemaatleri daha tesanütlü, daha disiplinli bir hale koyu­
328 MUSA ve YAHUDİLİK

yordu. İsrael, artık kendi içine çekilmiş, âdeta tariki diinyar


lardan bir millet halinde, şehirlerin kendilerine mahsus ma­
hallelerinde yaşamaktaydı. Ancak İslâmlığın yayılması ile
Yahudiler yeniden dış âlemle temasa geldiler ve önlerinde
yeni ufuklar açıldı. Bu yeni özgürlük Talmud’a karşı di­
rençlere ve hahamların o kadar zorlukla elde ettikleri so­
nuçların tehlikeye düşmesine sebep oldu. Tanrıdan ilham
geldiğini söyleyen kişiler artık mihnet günlerinin sona erdi­
ğini ve Davud oğullarının yeniden hükümdar olacağım, Me­
sih’in geleceğini söylüyor, reformcular da Talmud’un boyun­
duruğundan kurtulmak gerektiğini açıklıyorlardı.
İlk mezhep hareketini, İslâmlığın çıkmasının hemen ar­
kası sıra görmekteyiz: Halife Abd ül Melik (685 - 705) zar
matımda Isfahan’lı İsa adında birinin yönettiği bu mezhep,
Mesih inancına dayanıyor ve İsa ile Muhammed’i tanıyordu.
Ahır zamanın yakın olduğunu ilân eden ve geleneksel Yahu;
düikte temelden bir değişme isteyen bu mezhep, ancak yedi .
yıl yaşayabildi. Bundan sonra, birtakım sözde mesihler orta­
ya çıktı. Bunlardan, Yemen'de Mesihlik iddia eden biri,. ..isJ-
diasına kendi de o kadar inanmıştı ki, sultana, kendisine
lıç işlemedim bile iddia etmiş ve bunun denenmesi sırasın­
da, tabiî, kellesini yitirmişti.
Bu, sürüp giden kışkırtmaların sonunda, 8. yüzyılda bü­
yük bir mezhep, Karaim mezhebi doğdu. Bu mezhebin ku­
rucusu Hanan ben David 767 yılında Babil’de, gizli bir top­
lantıda kendisini «Reş Galutha» olarak kabul ettirdi. Onun
kurduğu mezhep Talmud’u ve Mişna’yı reddediyor, yalnız
Tevrat’a bağlı kalmak gerektiğini savunuyordu. Bu mezhe­
bin adı da bu yüzden verilmiştir (Karaim, Kitaba bağlı olan­
lar anlamına gelir) Hanan Tevrat’ı kendi düşüncelerine^göre
tefsir etti, Ama mezhebindekilerin bunlara ihânmasım şart^
koşmadı. Herkes kendi görüşüne göre, aynı şeyi yapabilecek^
ti. Karaimlik kendisinden önceki hareketler gibi, az zaman^_
MUSA ve YAHUDİLİK 329

da sönüp gitmedi, aksine, daha sonra gelen düşünürler bu


mezhebin esaslarım sağlamlaştırdılar Karaim’ler günümüz­
de Kırım’da, Türkiye’de ve Kuzey Afrika’da hayli kalabalık­
tır. Bünlârln "Talmud Yahudiliğiyle olan en önemli ihtilâf­
larından biri'de, Karaim’lere göre Filistin’e dönmenin gerek­
mesidir. Halbuki bu mezhebin çıktığı sırada hahamlar diaş
pöra hayatiria_üymuşlar ye bunun Tanrının emri olduğu dü­
şüncesini benimsetmişler di. Karaim'ler, Filistin’e dönmekle
Yahudiliğin Talmud ve Mişna’nın yüklediği dayanılmaz kül­
fetlerden kurtulacağım ve eski saflığına döneceğini söylü­
yorlardı.
Karaimler mücadeleci insanlardı. Boyuna, Yahudiliğin
halk inançlarının soysuzlaşmış şekilleriyle savaşmışlardır.
Bu da hahamları sert bir savunma savaşma sürüklemişti;
ama bu da, Yahudi teolojisinde gelişmelere ve Tevrat araş­
tırmalarına yol açmıştır. Sonunda Karim’lik ancak dar bir
çevre içinde kalmış, Yahudiliği kendi tarafına çevirememiş-
tir. Kudüs’ün Haçlılar tarafından 1090 tarihinde zaptı, Ka-
raim’lik için ağır bir felâket olmuştu, çünkü bu mezhep üye­
lerinin çoğu o sırada Kudüs’te bulunmaktaydı.
Katliamdan kurtulanlar İstanbul’da toplandılar ve ora­
dan Avrupa ve Mısır’a fikirlerini yaydılar. İnançlarına so­
nuna kadar bağlı kalan Karaim’lerden birtakımı, son yüz­
yılda Filistin’e göç etmiş ve orada, Ramle’de Mazliyah koo­
peratif köyünü kurmuşlardır.

YAHUDİLERDE TEOLOJİNİN
GELİŞMESİ

Yahudiler Büyük İskender zamanından başlayarak hep


Hellen dünyasının içinde yaşamışlardı. Ama ne gariptir ki
felsefî spekülasyonların ne olduğunu ancak dokuzuncu yüz­
yılda ve Araplardan öğrenmişlerdir. Hiç şüphesiz hahamlar
330 MUSA ve YAHUDİLİK

İkinci Tapınak devrinde Yunan felsefesiyle temasa gelmiş­


lerdi ve bunun sağladığı imkânları da görmüşlerdi. Ama
Makkabe’lerin zaferinden sonra, puta tapanların işi diye, bun­
dan tamamiyle yüz çevirmişlerdir. Dediğimiz gibi, 70 yılında
Titus’un Yaruşalim'i yıkmasından sonra, Yahudiler büsbütün
kendi dünyalarına kapandılar ve Hellen - Roma âleminden
en ufak bir fikri almaktan bile âdeta tiksindiler. Bütün dü­
şünceleri tek bir amaca yönelmişti: Milletlerini katkısız ola­
rak sürdürmek ve geleneklerini kaybolmaktan korumak. On­
lar için tek bir kitap vardı: Eski Ahit. Yahve’nin kendilerine
vermiş olduğu bu manevi kaynak onlara yeterdi ve ondan
her türlü tehlike, işkence ve ölüm karşısmda bile ayrılma­
mak gerekti.
İslâmlığın Ispanya’dan ta Orta Asya’ya ve Hind’e kadar
hâkim olduğu devirlerde Yahudiler için durum değişti. Şim­
di efendi olanlar da kendileri gibi tek ve görülmez bir Tan­
rıya tapıyorlardı. Taassuptan tamamiyle uzak olan Bağdat
ve İspanya halifeleri devirlerinde Araplar, Yunan klâsikleri­
ni dillerine çevirenler ve bu, büdiğimiz o eşsiz uygarlıkta
büyük bir rol oynadı. Arap egemenliği sırasında Yahudilerin
sadece dinî dilleri İbranî kalmış, ama Aramî dili ortadan
kalkmıştı, artık hep Arapça konuşuyorlardı.
İşte bu sayede, o zamana kadar kendi âlemlerinde yaşa­
yan Yahudiler, birden bire parlak bir ışık içine çıkmış gibi
oldular. İslâm dünyasiyle, artık ürkmeden, temasları sonucu
olarak, Yunan filozoflarının en ünlü eserlerini, bildikleri ve
konuştukları, daha doğrusu ana dilleri haline gelmiş olan,
Arapçadan okuyabiliyorlardı. Pythagoras, Aristoteles, Platon,
Euklides, Plotin ve adları yüzyıllar boyunca kendileri için
bilinmez kalmış olan daha birçok büyük insanların düşün­
celeri, sinagoglara kadar yol bulmuştu.
İslâmlık, kendi sayesinde yeniden gün ışığına çıkan
Aristoculuk ve Neo-Plâtonizm’le bir çeşit tartışmaya girdi.
MUSA ve YAHUDİLİK 331

Arap bilginleri, İslâm dini ile Yunan felsefesinin karşılıklı


durumları üzerine eserler yazdılar. Dinde felsefeye karşı sa­
vunulması gereken, kaza ve kader, Tanrısal irade ve insan
iradesi, dünyanın yaradılışı, kötülük ve kötülerin cezalandı­
rılması gibi noktalar vardı. Felsefeyle oln bu karşılaşmalar
sonucu İslâmlıkta bir iskolastik teoloji, «Kelâm» doğdu
(Arapça söz anlamına). Kelâm, geleneksel akaidle felsefî
görüşleri uzlaştırmak istiyordu. Kelâm’la uğraşan bilginlere
«Mütekellimun» adı verileli.
Ortaçağın ilk Yahudi din filozofları Yahudi Mütekellimu-
nu’dur. Yahudi din bilgini artık, sadece Yahudiliğin ana kay­
nağı, Kutsal Kitap üzerinde gittikçe daha karmaşık düşünce­
ler yürüten, onun dışında olan bitenlere gözünü yummuş bir
insan değildi; dokuzuncu yüzyıldan itibaren, ama gene an­
cak İslâm dünyasında yaşıyan, Yahudi din bilgininin dün­
yasında yabancı fikirlere, yabancı mantığa, hattâ yabancı bir
dile (Arapça) yer vardı. Bu yüzyıldan sonraki teologlar, eser­
lerini, eskilerin yaptıkları gibi el birliği ve ortalık şeklinde
değil, yalmzbaşlanna ve ünlerinin verdiği güvene dayanarak
yayınlıyorlardı. Biz burada Yahudi din filozofları üzerinde
duracak değiliz, çünkü bu, kitabımızın çerçevesini hayli aş­
mak olur. Ama bunlar arasında, Yahudi imanının on üç il­
kesini, yâni «Amantü»siinü ilk defa ortaya atan, Rabbi Mo-
se ben Maimon üzerinde birkaç söy söylemeden geçemeye­
ceğiz:

RABBİ MOSE BEN MAİMON


(1133 — 1204)

AvrupalIların Maimonides dedikleri Mose ben Maimon


(Araplarda adı: Abu Amran Musa ibn Abdullah) Kurtuba
(Kordova) da doğmuş, ama on üç yaşmdayken ailesiyle bir­
likte Ispanya'dan ayrılmak zorunda kalmıştı. Kuzey Afrika’-
332 MUSA ve YAHUDİLİK

da ve Filistin’de geçirdiği yıllardan sonra Mısır’a yerleşmiş­


ti. Fostat’ta (Eski Kahire) hekim ve oradaki Yahudi cema­
atinin başkanı olarak çalışmıştı. Daha sonra onu Sultan Sa-
lâhattin’in (Eyyubi) hekimbaşı olarak görüyoruz. Rivâyete
göre, ölümünden sonra cenazesi Taberiye’ye götürülmüş.
Onun mezarı olduğu iddia edilen bir yer hâlâ gösterilir. Ya­
hudi âleminde gördüğü saygı o kadar büyüktür ki, Yemen'li
Yahudiler Kaddiş duasına onun adını da eklemişlerdir. May-
monides için şöyle bir söz de vardır: «Musa’dan Musa’ya ka­
dar, Musa gibi kimse yoktur.»
Mose ben Maimon, Yahudilerin en büyük kelâmcısı,
aynı zamanda en büyük şeriat bilginidir ve bu iki tarafım
gerçekten âhenkli bir şekilde birleştirebilmiştir. Aklı Kül
olan, evrensel Tanrıya inandığı için, evrensel bir düşünceye
sahiptir: Onca evreni kapsayan Tann’nm gözle görünür de­
lili insanlığın kendisidir. Ama Yahudi şeriatının sahibi ola­
rak da Tanrı, kendi, belirli milletine buyruklarını gönder­
miştir. İşte bu, millî din Ve evrensel din anlayışları arasında­
ki karmaşıklık, Yahudiliğin ebedî problemi olarak sürüp
gitmiştir ve Mose ben Maimon, âdeta bir ikiciliğin sembo­
lü olmuştur. Burada Mose ben Maimon’un «Mişna Şerhi» n-
den küçük bir çeviri vereceğiz:

(Eğilim ve irade özgürlüğü)

«Bir insan için nasıl, yaradılıştan, herhangi bir beceri-


ğe sahip olmak mümkün değilse, tıpkı öyle, menşede bir er­
dem, ya da kusurla yaratılmış olduğunu kabûl edilemez.
Ama, bir erdeme, ya da bir kusura eğilimle yaratılmış ola-
büir ve bu yüzden, herhangi bir davranışta bunlardan birini,
ya da ötekini seçmek daha kolayına gelir.
Bunu sana açıklıyorum ki, müneccimlerin uydurup or­
taya attıkları saçmalan gerçek olarak almayasın. Onlar id­
MUSA ve YAH U D İLİK 333

dia ederler ki, insanın doğuş anı onun erdemli, ya da günah­


kâr olmasına sebeptir ve insan, zorunlu olarak ya bu, ya da
öteki yoldan gider. Ama se nşunu bil: Hem dinimizin, hem
de Yunan felsefesinin birbirine uygun olarak öğrettiği, ve
gerçek delillerin de doğruladığı önerme şudur: İnsanlar bü-
tün davranışlarında kendi başlarına buyruktular, onlar için,
kendilerini bir erdeme, ya da bir kusura yöneltecek, dışarı­
dan gelme bir zolama, ya da bir etki bahis konusu değildir.,
Sadece"öndâ, bir şeyi zor, ya da kolay hale getiren bir eğilim
vardır; ~ama .Qjıun bir şeyi, yapmaya zorunlu oluşu, ya da onu
yapamayışı asla gerçek edğildir. Eğer insan yaptıklarında
zorunlü~öTsaydı,^o zaman Tann’mn kanunundaki buyruklar
ve yasaklar nedensiz ve faydasız kalırdı, hattâ bütün bun­
lar tamamiyle yalan olurdu, çünkü bu durumda insan, yap­
tıklarım kendi elinde olmadan yapmış demekti. Gene böyle-
ce, eğitim ve öğretim de, herhangi bir işi öğrenmek de bg-,
şuna olurdu. Bütün bunlar boşuna demekti, çünkü bu dü­
şünce taraflılarının inanışlarına göre, insan dışarıdan gelen
bir etki yüzünden şu, ya da bu yolda davranamayacaktır, şu
ya da bu bilgiyi edinemiyecektir ve karakter özellikleri edi-
nemiyecektir. Şu halde, birimizin başkasını, ya da Tanrının,
bizleri mükâfatlandırması, ya da cezalandırması tamamiyle
haksız olacaktır. Çünkü eğer Simon, Ruben’i öldürdüyse bir
zorunlulukla öldürmüştür, öteki de bir zorunlulukla Öldü­
rülmüştür; şu halde biz Simon’u nasıl cezalandırabiliriz ve
«âdil ve doğru» olan Tanrı i;in de onu, mutlaka yapması ge­
reken ve istese de yapmamazlık edemiyeceği bir şeyden do­
layı cezalandırmak nasıl mümkün olabilir? Bu durumda in-
san için meselâ, ev yapma, servet toplama, gene bunun gibi
bir tehlike karşısında kaçma gibi bütün tedbirler de boşuna
olurdu, değilmi ki, bir kere takdir edilmiş olan şey, zorunlu
olarak, mutlaka olacaktır. Ama bütün bunlar tamamiyle yan­
lıştır ve tasavvur bile edilemez; bütün bilinenlere ve gerçek-
334 MUSA ve YAHUDİLİK

lere karşıdır ve din kanunlarının temellerini yıkar, Tanrı’ya


da adaletsizlik yiürier; o Tanrıya ki, bütün Bunlardan mü­
nezzehtir............ Şeriata uymak ve şeriatı çiğnemek ne alın
y a z ı s ı n d a n , ne de Tanrı’nın emriyledir, doğrudan doğruya
insamn kararına bağlıdır.».
Sırası gelmişken Mose ben Maimon’un nas haline getir­
diği, Yahudilerin iman şartlarım da verelim:
(1) Tanrıca inanmak. (2) Tanrının birliğine inanmak.
(3) (Dnün cismi olmadığına inanmak, (4) .Tanrının.önşiiz,
sonsuz (ezelî ve ebedî) olduğuna inanmak, (5) Ancak ona
tapılacağına inanmak, (6) Peygamberlerin sözlerine inan­
mak, (7) Musa’nın en büyük peygamber olduğuna inanmak,
(9) Tevrat'ın Musa’ya Sina_dağmda vahyedildiğine inanmak,
(9) Tevrat’m değişmezliğine inanmak, (10) Tanrının tüm bi-
lici olduğuna inanmak, (11) Bu dünyada da, ahirette de iyi-
lik ve kötülüklerin bir karşılığı olduğuna inanmak. (1) Me­
sih’in geleceğine inanmak, (13) ölülerin dirileceklerine inan­
mak..

HIRtSTİYANLAR ARASINDA
YAHUDİLİK

Hıristiyan dini aslında Musa dininden doğmadır. Kilise


de, kendisinin Yahudiliğin mirasından başka bir şey olma­
dığım pek âlâ bilmektedir. Ama biri ölmelidir ki, onun mira­
sına konulabilsin. Israel, Roma'ya karşı savaşında ölmüşe
benziyordu, ama ölmedi ve yaşamakta inat etti. Varlığının
tanıklarım, kutsal kitaplarım kurtarmış, geleneklerini ve
inancını korumuştu. İşin kötüsü de, yenilgisini benimseme-
mişti; sadece bir kenara çekilmiş ve Tanrının göndereceği
kurtarıcıyı, Mesih’i beklemeye, onun gelmesine kadar her şe­
ye katlanmaya razı olmuştu. Tek bir şeyi asla kabûl etmemiş­
ti: Yaşayışım ve inancım değiştirmek.
MUSA ve YAHUDİLİK 335

Ama, Mesih’in geleceğini ve kendileriyle birlikte bütün


dünyayı barışa ve adâlete kavuştuaracağını öğreten sinagog­
larla, kendisinden ayrılmış olan ve «Ete ve kemiğe bürün­
müş» Tanrının Mesih olarak geldiğini, insanları Adem’in iş­
lediği suçtan temizlemek için çarmıha gerildiğini iddia eden
kilise, birbirleryle asla uyuşamazlardı. Bu yolda en ufak bir
fedakârlık, her iki dini temelinden sarsmak, hattâ yıkmak
olurdu. Böylece daha ilk zamanlarda iki din arasmda savaş
başladı.
Savaş çok kanlı oldu. Yaruşalim’in yıkılmasiyle birlikte,
Yahudi dininin yayılması, yeni dindaşlar kazanması durmuş,
daha doğrusu durdurulmuştu. Artık Yahudiler var güçlerini
geleneklerini ve Kutsal Kitaplarını korumaya bağlamak zo­
rundaydılar. Çok geçmeden, Hıristiyanlığın saldırılarına da
dayanmak gerekti. Konstantin’in hıristiyan oluşundan son­
ra, Yahudilerin yaşadığı yerler hep Kilisenin egemenliği al­
tına girmişti. Buna kuvvetle karşı duracak durumda olma­
yan Yahudiler kurtuluş çaresini pasif dirençte, duada ve sa­
bırda buldular; zaten nasıl olsa yakında Mesih gelip kendi­
lerini kurtaracak değil miyid? Hıristiyanlık, bütün Avrupa'­
da böyle bir direnme görmüş değildi. Bu da yeni dinin ya­
yıcılarını çileden çıkarıyordu. İşte böylece Hıristiyanlık,
özellikle Yahudiliğe karşı eski Roma’dan daha zalim, daha
amansız oldu.
Hıristiyanlığın Yahudiliğe karşı en ağır suçlaması^ Me­
sih’in, yâni Jsa'yı onların çarmıha gerdikleri idi. Bin dokuz
yüz^ altmış Jbeş yıl sonra, günümüzde bile Vatikan’ın Yahu­
dilerin bu işte suçsuz olmadıklarını kolayca karar altına ala­
mayışı düşünülürse, bu garip ortak suçlamanın ne kadar kök
salmış olduğu anlaşılır. Hâlâ Hıristiyan dualarından, İsa’yı
çarmıha geren Yahudilere iânetler kaldırılamamıştır. Böylece
Yahudilere hakaret, dinî ödevlerden biri_olarak_ kaldı. Ya­
hudiler için özel kanunlar çıkarıldı ve bunlarla Yahudilerin
336 MUSA ve YAHUDİLİK

bir kimseyi kendi dinlerine almaları, kadın olsun erkek ol­


sun, dinlerinden olmayan biriyle evlenmeleri, sinagog yap­
maları ve onarmaları, her hangi bir memurluğa alınmaları,
hırisüyan köle kullanmaları ( o zaman tarım ancak köle gü­
cüne dayandığı için bu onların tarım işleri yapmalarını . önle­
mekteydi), Hıristiyanlarla iş ortaklığı yapmaları v, b, g, 1er
yasak edilmişti. Gerçi bazı hükümdarlar bu durumu yumu­
şatmaya çalışmışlardı, ama dinî taassup içinde yetişmiş olan
halk her felâketin öcünü müdafaasız Yahudilerden alıyor­
du. örneğin on dördüncü yüzyılda çıkan bir veba salgınmda
İsviçre ve Güney Fransa’da halk bunun suçunu Yahudilere.
yüklemiş ve yüzlerce zavallıyı diri diri yakmıştı. Günümüz­
de bile bütün savaşların, bütün krizlerin, her türlü kötülü­
ğün Yahudiler yüzünden olduğuna gerçekten inanan insan­
lar yok mudur? Ortaçağda, hattâ yeniçağda halk kitlesi bi-
rikmiş çeşitli acıların doğurduğu öldürme arzusunu Yahudi-
Ierde tatmin ediyordu. Böylece, Avrupa’daki Yahudilerin_ ta­
rihi, zincirleme bir sürgün etine, yağma, ırza geçme, öldür­
me ve katliamlar dizisi oldu. Bunlar milâttan sonra birinci
binde henüz tek tek olaylar halindeydi. Bu zamana aşağı yu­
karı bir sükûn devri diyebiliriz. Ama gene de 613 te, Yahu­
diler Ispanya’dan çıkarıldılar, aynı iş, başlarına 629 da Fran­
sa’da, kıral Dagobert’in emriyle geldi. Ama asıl ikinci bin,
gerçekten azap ve işkence devri oldu. Meselâ Haçlı Seferle-^
rinde, Kudüs’te yapılan katliamlar, uydurma iddialarla Ya-
hudileri insan kurban etmek, ya da hıristiyanlarm kutsal ek-'
meğini (Hostie) kirletmekle suçlamalar ve bunlar için bin­
lerce Yahudiyi idam etmeleri, yüzyıllar boyunca oturdukları"
yerlerden sürmeler, nihayet 1290 da toptan İngiltere’den,
1394 te Fransa’dan, ve İspanya Arap devletinin son bulma-
siyle 1492 de Ispanya’dan kovmalar —ki bu sonuncusu en
korkuncu olmuştu— sayılabilir. Bu zulümler sırasında sade­
ce Yahudilerin öldürülmesiyle yetinilmiyor, onların dini ve
MUSA ve Y A H U D İLİK 337

kültürü^ de yok edilme kisteniyordu. Hahamlarla birlikte


Talmud ve Tevrat nüshaları da yakılıyordu. Nasılsa öldürül­
meyen Yahudiler, sivri bir şapka giymek zorunda bırakılmış
ve böylece herkesin hakaretine ve saldırmasına terk edil­
mişti.
Yahudiler bu durumda ya zorla, ya da kendi istekleriyle
ayrı ve kimi vakit etrafları duvarlarla çevrili mahallelerde
oturmaktaydılar. Yaşamak için yapabilecekleri iş sadece kü­
çük esnaflık, işçilik ve sarraflıktı. Bu sonuncusu, hıristiyanla-
rın faiz alma ve vermeleri yasak olduğu için onlara kalmıştı.
Böylece Yahudi_ bankerler ve zamanla, çok iş yapan Yahudi
baniskları doğdu, fakat bu da gene Yahudilerin başlarına belâ
getirdi: Borcu olan aristokratlar, çoğu zaman bunları ödeye­
cek yerde, Yahudi’yi öldürtmeyi daha kolay ve pratik buluyor­
lardı. Yahudi mahalesi (Getto) bir çeşit sığınak, darda kar
lanların barınabilecekleri bir köşe olarak şöyle böyle yaşa­
maktaydı. Burada, Yahudiler bu ıstıraplı yaşayışa dua ve
din kitplan okumak yoluyla katlanmaya çalışıyorlardı. Her
çocuk Tevrat’ı esas metninden okuyabilecek kadar İbranîçe.
öğreniyordu. Bunlardan daha üstün zekâlılar, teoloji öğre­
nimlerini Talmud_ye Mişna okumakla tamamlıyorlardı.,
Yahudiler artık tamamiyle tecrit edilmiş, dünya ile te­
masları kesilmiş durumdaydılar. Ortaçağda Avrupa Yahudi­
lerinin teoloji ve felsefe alanında bildikleri de sadece, İspan­
ya Yahudüerinin. Arapların büyük toleransı ve yüksek kül­
türlü sayesinde meydana getirdiklerinden ellerine geçebilen­
lerdi. İslâm âleminde büyük Yahudi hekim, filozof, mate­
matikçi ve astronomları yetiştiği halde Avrupa’da bunlar
pek nadirdi. Yahudilerin bütün kültürleri Tevrat ve Talmud’
dan ışık alıyordu. Edebiyatları da yalnız Tevrat açıklamaları
ve Talmud tefsirleriydi. Bu kapalı toplumlarda Yahudüer
gittikçe daha fazla, içe. döndüler ve sonunda İslâmlar arasın­
da yaşayan Yahudilerde gelişen mistik akımlara yöneldiler.
F: 22
338 MUSA ve YAHUDİLİK

KABBALA

Kabbala «Gelenek» demektir ve kuşaktan kuşağa, ağız-


dan intikal eden dinî sırlar anlamına gelir. 11. yüzyıldan beri
Yahudi mistisizm akımlarının toplu adı olarak kullanılmak­
tadır.^
Yukarıda Yahudilerin İslâm din bilginlerinin etkisi al­
tında «Kelâm» ilmini nasıl geliştirdiklerini, hattâ bu ilmin
admı bile nasıl Araplardan almış olduklarını anlatmıştık.
Ama İslâmlıkta, Ortaçağda, batmilik, yâni, Kur’an’m dış an­
lamının altından başka ve gerçek bir anlamı olduğunu ka-
bûl eden çok kuvvetli akımlar olduğunu da biliyoruz. Hattâ
Hazret-i Ali'nin olduğu iddia edilen bir sözde de bu inanışı
görmekteyiz : «Dört anlamı olmayan âyet yoktur: Zahir
(Açık öğreti, dışrak), batın (Belirli bir insan topluluğundan
gayrisinin anlıyamıvacakları gizli anlam, içrek), hadd (Sı­
nır), muttala, (Tanrısal tasarı). Zahir ağızdan nakil için­
dir; Batın iç anlayış içindir; Hadd, caiz olan ve olmyaanları
belirtir; Muttala, her âyetle Tanrının insanda neleri ger­
çekleştirmek istediğidir,»
İmam Cafer i Sadık da şöyle demiştir: «Allah Kitabı
dört şeyi içine alır? Ibârât (Kelimelerle anlatılanlar), tzha-
rât (İyma ve bildirilenler), Latâif (Duyular üstündeki âlem­
le ilgili olanlar); ve Hakaik (En yüksek manevî öğretiler).
Kelimelerle verilen dış anlam «avvam» (yâni ortalama
halk) içindir. İzhârât seçkinler (Havvas) içindir. Latâif (Yâ­
ni duyular dışı âleme değgin olanlar) Evliya içindir. Hakaik
ise Enbiya’ya, (Peygamberlere) mahsustur. Ya da başka bir
anlatışla: Kur’ân’m açık anlamı kulakla dinleyenlere hitap
eder, imalar manevi anlayış içindir; duyular üstündeki âle­
me ait olanlar mürakabe ile varılan keşifler «Manevi görüş­
MUSA ve YAHUDİLİK 339

ler»dir. Hakaik de manevi ve tam İslâmlığın gerçekleşmesi­


ne aittirler.
İşte Yahudilerdeki Kabbala da böyle» Eski Ahimin asıl.
anlamlarım araştırır. Tıpkı İşlâmlardaki Hurufilerin yap­
tıkları gibi, harfleifij;abi&t üstü güçler ve anla^ar__yoraı;.
Arap harflerinin nasıl ayrıca birer sayı değeri varsa (Ebçşd
hesabı), İbranîcede de öyledir. Bu, Kabbala’cıları garip, için-
den çıkılmaz bir sayı mistisizmine, harfler ve sayılarla keha­
nete, büyü ve_şihire götürmüştür. Nasıl ki, İslâm âleminde
de «cifir» adı verilen böyle bir kehanet yolu, bundan başka
sayılar ve harflerle muskalar, vefk’ler, sihirler vardır. Bun­
la^ Kabbala_ ile karşılaştırılacak olursa, asla rastgele ola­
mayacak eşitliklere rastlanır. Bunlar da göstermektedir .ki,
Kabbala adı verilen Yahudi mistisizmi de Arap - Endülüs
kültürünün büjrük ölçüde etkisi altında kalmıştır. Ama Ya­
hudi Şeriatının dışında olan bu akımlar, İslâmlıktan çok ön­
ce, tâ MÖ. birinci yüzyılda başlamıştır. Bir yandan birbiri­
ni kovalayan millî felâketler, bir yandan da zorunlu olarak
başka ve ileri kültürlerle temas Yahudilerde bu akımları do­
ğurmuştu. İran onlara, yüzyıllar boyunca belki tek tesellile­
ri olacak Mesih tasarımını vermişti. Bu, hem şeriatçılar, hem
de mistiklerde en önemli konu idi. İleride, bazıları sadece
kendi çıkarları için, bazıları da belki kendileri de gerçekten
buna inandıkları için, Mesih benim diye ortaya atılanlardan
bazılarını göreceğiz. Genç Zerdüşt dininden gelme iyi ve kö­
tü melekler (Melekler ve şeytanlar), o dindeki iyi ve kötü,
karanlık ve aydınlık, Ahuramazda ve Ahriman arasındaki sa­
vaşın bir yankısı olarak Yahudilerin tasarımlarına girdi. As­
lında İsrael’in dininde bu, Tanrıya şirk koşmak, yâni ona or­
tak bulunduğunu kabul etmek demek olacakı için, önceleri
akıldan bile geçir ilemezdi. Melekler kanatlı insanlar, va da
bazı kısımları insana benzeyen garip yaratıklar olarak ta­
sarımlanmaktaydı. Musa’nın kavminin önü sıra, ateş direği,
340 MUSA ve YAHUDİLİK

ya da duman direği içinde giden Yahve, artık göklerin ta


üzerinde ve ^Vterkâbaıj) adı verlien tahtında oturmaktadıj.
Bu Merkaba Kabbala’da büyük bir rol oynayacaktır. Zati
Kabbala’nın ana tema'sı Tanrmm ve onun tahtmın esrarı
üzerindeki kurgulardır. Yorde Merkaba’lar, yâni yukarı çı­
kıp Mekba’yı görenlerin mistik yolculukları üzerine çok sa­
yıda kitaplar yazılmıştır. Bu kitaplar ancak, bir deneme sü­
resi sonunda merasimle girilebilen mistik kardeşlik cemiyet­
leri üyelerinin eline verilirdi. Yeni giren sıkı bir öğretimden
geçer ve böylece hem dünya kirlerinden temizlenmiş olur,
hem de kendi iç âlemine dalarak yaşamak sonunda, kurtu­
luşun kaynağı olan yere varıncaya kadarki, yedi göksel du­
rağı aşmanın yolunu arardı. Bu kaynak Tnrınuı yüceliği idi.
Tanrınm yüceliğinin «keşif» yâni gönül gözüyle görülüşij
üzerine de birçok eserler ve şiirler yazılmıştır. Ayrıca, Şiui'
Kom adenen gizli bir dille de Tanrının mistik bedeninin öl­
çüleri anlatılmıştır. Bu sonuncu kurgular, Yahudi mistşig
minin ilk eserlerinde bile görülür.
Kabbala’nın başlangıcı sayılacak mistik akımların M.
ö. birinci yüzyıla, kadar vardığını söylemiştik. İkinci Tapı­
nak devrinde, yâni Babil tutsaklığından döndükten sonra,
Farizî’ler arasında ezoterik (içrek) bir öğretinin bulunduğu­
nu, Eski Ahitteki Hezekiel nebinin kitabından anlıyoruz. Şu
halde bu akımların daha Bahirdeyken başlamış olması en
kuvvetli ihtimaldir. Hezekiel keşiflerini (Gönül gözüyle, ya
da gerçek gözüyle görüşlerini) uzun uzun anlatır: Göklerin
açıldığını görmüştür; kuzeyden büyük bir buran kopup gel­
miştir. Fırtınanın ortasmda erimiş madene benzer bir pa­
rıltı vardır. Bunların arasından, dörder insan yüzü ve dör­
der kanadı olan dört kerubî (Melek) çıkar. Hezekiel bunla­
ra «canlı mahlûklar» demektedir. «Ve başlan üzerindeki kub­
benin üzerinde ses vardı; durduklan zaman kanatlarım in­
diriyorlardı. Ve başlan üzerindeki kubbenin üzerinde gök
MUSA ve YAHUDİLİK 341

yakutun görünüşü gibi bir taht benzeyişi vardı ve taht ben­


zeyişi üzerinde, yukarıda insan görünüşü benzeyişi vardı...»
Kitabımızın ilk bölümünde okuduğumuz şeyleri hatırla­
yalım: Orada da gene gökyakut (taht?) geçmektedir: «Ve
Musa ile Harun, Nadab ve Abihu, ve İsrael’in ihtiyarların­
dan yetmiş kişi çıktılar ve İsrael’in Tanrısını gördüler; ve
onun ayaklan altında gökyakuttan tuğla döşeme gibi, ay­
dınlık bakımından asıl göğe benzer bir şey vardı» (Çıkış 24.
9, 10). Bu kısmın artık mistik akımlar başladıktan sonra,
belki de Hezekiel’in keşiflerinin daha önce İsrael oğullarının
başından geçtiği inancını uyandırmak için katıldığı anlaşıl­
maktadır. İlk zamanlarda Yahve İsrael Oğullarınca henüz
göksel bir tanrı sıfatını taşımamaktaydı.
Kabbala evrenin yaradılışı üzerinde de, sadece Tevrat’ın
metnindeki söylenenlerle yetinmez; kendi yolunca, bunun
«nasıl»ını arar. Ama Kabbala’cıların arayışı, kelâmcılarınki
gibi iskolastik yoldan değildir. Onlar Tevrat'ın içrek anla­
mını çözme yollarını araştırmaktadırlar ve bunda o kadar
ileri varırlar ki, onlarca artık Tevrat’ta asıl olan kelimeler
değil, onların harfleridir. İspanya ve Provence’deki ilk Kab-
balacı Mose ben Nahman (M.S. 1200) belki de İslâmlıktaki
bu yolda akımların etkisiyle, bu sonuca varmıştı. Tevrat'ın
yorumlanması üzerindeki ünlü kitabının önsözünde şöyle
der: «Sahip olduğumuz gerçek gelenek bize şunu öğretmek­
tedir ki, bütün Tevrat, Tanrının adıdır. Okuduğumuz kelime­
ler apayrı bir şekilde birleştirilebilirler ve Tanrının içrek
adı meydana çıkar... Haggada’da (Talmud'un hikâyeler,
menkibeler, Tevrat’ın tefsirleri ve Sabbat vaızlarım içine
alan kısmı) Tevrat’ın başlangıçta beyaz ateş üzerine kara
ateşle yazılmış olduğunun bildirilişi de bizim, bu yazılışın
kelimelere ayrılmış olarak değil, tek bir söz halinde olduğu
düşüncemizi doğrular. Böylece onu hem bir sıra (içrek) ad­
lar olarak, hem de süregeldiği gibi tarih ve Tanrı buyrukları
342 MUSA ve Y AHUDİLİK

olarak okumak mümkündür. Tevrat Musa’ya öyle bir şe­


kilde verilmiştir ki, kelimelere ayrılmış olarak okunruursa
Tanrı buyruklarıdır, ama Musa, ağızdan, onun bir sıra Tan­
rı adları olarak okunuşunu da getirmiştir.»
İşte Tevrat’ın yazılışında günümüzde bile gösterilen ti­
tizlik, tek bir harfin fazla, ya da eksik yazılması yüzünden
bir Tevrat nüshasının sinagogda yer alamayışı bu yüzden­
dir: Tevrat’m sadece metni değil, tek bir harfi bile son de­
rece önemlidir. Daha M.S. ikinci yüzyılda bile en önemli din
bilginlerinden Rabbi Meiey, şöyle demişti: «O zaman (Ra)?'
bi Akiba) bana sordu: Oğlum, senin işin nedir? Ben de ona
dedim: Ben (Tevrat) hattatıyım. O zaman bana dedi ki: Oğ­
lum, işinde dikkatli ol, çünkü bu Tanrının işidir; eğer sen
tek bir harfi atlarsan, ya da bir harfi fazla yazarsan, bütün
dünyayı yıkarsın..»
Ama iş bu kadarla, yâni bütün Tevrat’ın baştan aşa­
ğı Tanrının bilinmiyen, daha doğrusu yalnız sırdaşların bil­
diği adlarının birleşmesinden meydana geldiği düşüncesi de
Yahudi hatmilerine yeter görünmedi. Bundan sonraki adım,
Tevrat’m, Tanrının adlarının bir araya gelişi değil, onun tüm
olarak Tanrının büyük adı olduğunun kabulü idi. Artık mis­
tik iddialar birbirini kovaladı. Bunlar hep İslâm âleminde
yaşayan Yahudiler arasmda çıkıyordu. Ispanya’da Gerona’da
yaşamış olan Kabbalacı Esra ben Salomo. Tevrat’m yaradılış
bölümünde, ilk gün anlatılırken «ışık» sözünün beş defa tek­
rarlanmış oluşuna, bunların Tevrat'm beş kitabının karşı­
lıkları olduğu anlammı verir. Aynı zamanda, bu kitaplardan
çıkan mistik ışık, Tanrmın büyük adıdır ve bu ad. öteki adlar
gibi söylenmek ve bir şeyi adlandırmak için değildir. Tanrı
bununla yüce varlığını, hiç değilse varlığının bir kısmım
açıklamıştır. Tevrat Tanrının gücünün yoğun bir şekilde top­
lanışıdır ve dünyanın yaradılışından 2000 yıl önce var ol­
muştur. Evrenin yaradılışı da, Tanrının adı oluşu dolayısıy-
MUSA ve YAHUDİLİK 343

le, Tevrat’tan ışıyan güçle olmuştur. Bu sebeple Tevrat'ı


Tanrının varlığından ayırmak, Kabbala’cılarca mümkün de­
ğildir, şu halde Tevrat’ın yaratılmış olmasından söz etmek
•de doğru değildir, Tevrat, Kabbala’cılarm Sudûr (Türüm)
teorisiyle anlatmaya çalıştıkları, Tanrının esrarlı varlığım
temsil etmektedir. O esrarlı varlık Tevrat’a aksetmiştir ve
bu sebeple yaradılışın kanunları Tevrat’m içindedir. Tevrat
sadece Tanrının hikmetinin ifadesi değil, bizzat onun hik­
metidir.
Maddi âlem havadaki 22 elemanın etkisiyle var olmuş­
tur. Bunlar da jbranî alfabesinin 22 harfidir. Bütün varlıklar
bu harflerin yerlerini değiştirerek birleşmesinden vücut bul-
muşiardîr- Hârfler 231 kapılı bir kürenin üzerinde yazılıdır,
ve orada bütün düşünceleri ve bütün nesneleri ifade ederler.
Böylece Tanrının «kelâm»ının gücü yoktan var etmeyi sağ­
lamış, yokluktan var oluşu meydana getirmiştir.
Ana harf «Alef»tir. Arap harflerinin elifinin karşılığı
olan, alfebenin bu ilk harfi hava, «mem» (Arap harflerinde
mim) su, «şin» ateş harfleridir; bunların üçü birden suçla
suçsuzluğun hakikat mihveri üzerinde dengesini ifade eder­
ler. Burada şunu söylemeden geçemiyeceğiz: İslâm hurufîli-
ğinde de «Ayın» (îmam’ı temsil eder, Ali), «Mim» (Pey­
gamber, Muhammed) ve «Sin» (Selmân) harfleri de büyük;
bir rol oynar. Bu harflerin Kabbala’cılarmkine hemen hemen
uyduğu görülmektedir.
Kabbala’cılara göre alef, mem ve şin harfleri, altm mür
hür altında saklanan büyük sır’dırlar. Aynı zamanda evren­
sel üçlüğün menşei de bunlardır. Alfabenin yedi harfinden
her biri de üç anlamı ifade eder: Maddî, zamanı ve cismanî.
Uzayın altı bölgesini ve merkezini, yeryüzünde de Tapmağın
en kutsal yerini, Dehbir’i, gezegenlrei, burçları ve vücut ya-
pısiyle kozmik ahenge tam uygun olan inşam belirten bun­
lardır. Son on iki harfe de bedenî ve ruhî fonksiyonlar bağ­
344 MUSA ve YAHUDİLİK

lıdır. Ejder, küre ve yürek evrende yer, gök ve insanın dü­


zenini sağlarlar.
Tevrat’ın gizli ve harflere bağlı anlamları üzerindeki bu
akıl oyunlarının sonunda Kabbala iki yön aldı: İnanç işle-
rindeki kurguları sürdürenlerle, Tevrat’ta var olduğunu ka7
bûl ettikleri güçlerden faydalanmak isteyen «uygulayıcılar.»
Bunlar harf ve sayı mistikine dayanan ve simya, yâni altın
yapma ve hayat iksirini aramaya çalışan sözde büim, .falcı­
lık, büyü, sihirbazlık, olacakları önceden bilmek işlerinde
kullanılan çeşitli garip formüller ve hesapları geliştirdiler.
Nitekim İslâm dünyasında da bu, tıpı tıpına aynı olmuştu:
Cifir denen ve harflerle çeşitli cambazlıklar yapma, bunları
ebced hesabiyle sayıya, çıkan sayıları çeşitli işlemlerle yeni-
den harflere çevirmek yoluyla falcılık; böyle kurgulara da­
yanan yan sihir yarı dua yoluyla canlı ve cansızlar üzerinde
etki yapmaya çalışma, Simya; hülâsa, insana tabiat üstü güç-,
ler kazandırmak için Tanrısal güçten faydalanma yollarının
aranışı ve bunlara inanış İslâm âleminde de, asıl dine tama^
miyle aykırı olduğu halde, almış yürümüştü.JBunlan, konu­
muz dışında oldukları için bırakarak, Yahurilerdeki, Tanrı­
nın gizli büyük adının yardmıiyle insan bile yaratmama
mümkün olduğu yolundaki inancı, Golem masalını anlatmak­
la yetinelim.
Harflerin sırrına eren insan, bunların yardımiyle insan
üstü güçler kazanır. Meselâ bir çeşit insan (Golem) bile ya­
ratabilir. Ama bu yaratığın her ne kadar canı varsa da «ru-
ah»ı, yâni ruhu yoktur. Bir çeşit robot gibi olur bu yaratık*
Prag’lı Rabbi Löw’ün (1520 - 1609) böyle bir Golem yarattığı
söylenir: Rabbi Löw’ün yarattığı Golem bir hafta efendisine
her türlü hizmeti görürmüş; ama Sabbat gününde bütün ya­
ratıkların dinlenmeleri gerektiği için Löw her Sabbatm baş­
langıcında Golem’den, ona can veren, Tanrı adım geri . alır­
mış ve onu yeniden balçığa çevirirmiş. Bir keresinde bunu
MUSA ve YAHUDİLİK 345

yapmayı unutmuş. Tam cemaatin sinagogda toplanıp ibadet


ettikleri sırada Golem etrafa saldırmaya, korkunç gücüyle
evleri sarsmaya başlayınca, hemen Rabbi Löw’ü çağırmış­
lar, daha _ortalik kararmamış, şu halde Sabbat tam başla-
mamıştır. JŞahraman Löw, hemen Golem’in üzerine atılmış
ve onun alnındaki, üzerinde Tanrının gizli adı yazılı parşö­
meni söküp almış. Golem de toprak olmuş. Rabbi Low bir da­
da Golem yaratmamış.
Kabbala üzerine en zengin edebiyat 1200 tarihine doğru
İspanya ve Fransa’nın Provence kesiminde doğmuştur. Bun­
lardan da, Kabbala’mn klasik kitabı olan «Sohar»dan ufak
ha Golem yaratmamış.
«İnsanın ruhunun üç adı vardır: Nefes (Can), Ruah
(Ruh) ve Neşama (İç ruh, ya da üstün ruh). Her üçü bir­
biri içindedir,, ama üç ayrı yerde özelliklerini gösterirler.
Nefeş, beden çürüyüp toprak haline gelince, mezarda kalır
ve yaşayanların arasında bulunmak, onların acılarını öğren­
mek ve, eğer gerekirse, onlar için merhamet dilemek için ge­
ne de dünyayı dolanır. Ruah Adn bahçesine geçer, orada, bu
dünyadaki vücudunun şekline eş olan oradaki kılığına gi­
rer ve bahçenin ihtişamının zevkini sürer. Ama sabbatlarda
ve yeni aylarda daha yukarılara çıkar, daha üstün mutluluk­
lar tadar ve gene yerine döner. Bunun için denmiştir ki:
«Ve Ruah, kendisini vermiş olan Tanrıya döner» bu da
işte bu tören günlerinde olur. Neşama ise yukarıya, gelmiş
olduğu yerlere çıkar ve onun yukarıya olan yolunu aydınlat­
mak için ışıklar yakılır. Bir daha yeryüzüne inmez o. Her
yanda, yukarıda ve aşağıda tamamlanan şey onda tamam
olur. Çünkü onun Merkaba ile birleşmek için yukarı çıkma­
sından önce, Ruah da aşağıdaki bahçede güzelleşemez ve Ne­
feş de yerinde rahat bulamaz. Ancak o yukarı çıktıktan son­
radır ki, hepsi rahata kavuşur. Eğer insanlar tasa ve acı ile
mezarları ziyaret ederlerse Nefeş uyanır, hemencecik Ruah’
346 MUSA ve YAHUDİLİK

m yanına çıkar, soyun atalarını ve, Neşama’yı uyandırır, o


zaman Kutsalların Kutsalı (Yâni Tanrı) dünyaya acır.
Ama eğer Neşma, yerine çıkacağı zaman bir engelle kar­
şılaşırsa, o zaman Ruah da Adn bahçesinin kapısında kalır,
çünkü açılmaz ona: Çıkar, iner, dolaşır ve kimse aldırmaz
ona. Nefeş’se dünyada uçup durur, mezardaki yüze ve bede­
ne bakar, onları kurtların nasıl yediğini görür ve onların yar
sim tutar, nasıl ki şöyle denmiştir: «Kendisi için ancak ken­
di eti sancılanır, kendisi için de canı yas tutar,» (Eyub 14.
22). İşte böyle hepsi acı içinde, ta Neşama kendi yüce alan-
larıyle buluşuncaya kadar kalırlar. O, yüce alanına varınca
her iki öbür ruh da kendi alanlarıyla buluşur, çünkü bunla­
rın üçü birden, yukarıdaki örneğe göre bir bütün teşkil eder­
ler.»
Bir de, Tevrat’ın gizli anlamı üzerinde olan bir yazıyı
alalım:
«Rabbi Simon dedi: Tevrat’ın bize bu dünyanın masal­
larını, en delice hikâyeleri anlatmak istediğini sananlara ya­
zık! Çünkü eğer böyle olsaydı biz de böyle hikâyelerden daha
çoğuyla bir Tevrat yazabilirdik. Eğer bu dünyaya dair şeyler­
se, başka kitaplarda daha güzel hikâyeler çok; onları araş­
tırır ve onlardan buna benzer bir Tevrat yapardık. Aslmda
Tevrat’ın bütün kelimeleri yüce kelimeler, yüce sırlardır.
Çünkü bakın: Yukarı ve aşağı dünyalar bir dengeye kon­
muştur. İsrael aşağıda ve göksel melekler yukarıdadır. Bu
İkinciler için şöyle denmiştir: (Mezmurlar 104.4) «O ki rüz­
gârları melekler, ateş alevini hademe eder». Eğer bunlar aşa­
ğı inerlerse, o zaman bu dünyanın libasma bürünürler; öy­
le olmasa bu dünyada kalamazlardı ve dünya onları taşıya­
mazdı. Meleklerde böyle olunca, ya onları yaratan, ya bü­
tün dünyaları yaratan ve onlara kalmalarım sağlayan Tev­
rat’ta bundan ne kadar fazladır. Şu halde o da bu dünya­
MUSA ve YAHUDİLİK 347
ya girince, bu dünyanın kılığına bürünmeyecek olursa, dün­
ya onu çekemez.
İşte böylece, hikâyeler Tevrat'ın giyimidir. Kim tutup
bu giyimin Tevrat'ın kendisinden başka bir şey olmadığına
inanırsa onun gelecek dünyada payı yoktur. İşte bunun için
Davud (Mezmurlar 119. 18) şöyle demişt.r: «Gözlerimi aç da
Tevrat'ında şaşılacak şeyler göreyim», yâni Tevrat'ın giyimi­
nin altında olan şeyleri!»
önce de söylediğimiz gibi, Yaradanla Tevrat, Kabbala’cı-
lara göre birdir.
Kabbala 18. yüzyıldan sonra Avrupa Yahudilerinde unu­
tuldu. Modem dünyada artık bu mistik ve çapraşık düşün­
celerin yeri yoktu. Ama Avrupa dışında, daha doğrusu, az
gelişmiş memleketlerdeki Yahudiler arasmda daha uzun
zaman önemini muhafaza etti. Yemen’de, dünyadan haber­
siz, yüzyıllarca kendi başlarına yaşamış olan Yahudilerin, İs­
rafil'e göç ettikleri sırada, ellerinde avuçlarında bir şey kal­
mamış, neleri varsa Yemen’de bırakmış olan bu yoksul in­
sanların en değerli varlıkları, birlikte getirdikleri «Sohar Ki­
tabı» olmuştur.
1492 yılında Ispanya’dan kaçabilen Yahudiler, İtalya
üzerinden Türkiye ve Filistin’e sığınmışlardı. Bu «Sefardim»
Yahudileri mistik akımları, ve Kabbala’yı tutmuş ve bunla­
rı yaymışlardır.

YAHUDİLERDE TARİKAT
(HASSlDİMCİLİK)

İspanya’dan kaçıp kurtulabilen Yahudiler, önce Fransa,


sonra da Almanya'da çektikleri eziyetlere dayanamayarak
hep daha doğuya, sonunda Polonya ve Rusya’ya göçmüş­
lerdi. Bunların birlikte getirdikleri Kabbala bir zaman bu­
ralardaki Yahudi cemaatleri arasmda önemli bir rol oynar
348 MUSA ve YAHUDİLİK

dı. Ama 17. yüzyılda kazak hatmanı Chmielnicki’nin başına


geçtiği kazaklar, nerede ise Ispanya’ya taş çıakrtacak bir zu­
lümle Yahudileri ezdüer, kılıçtan geçirdiler. Yüzlerce cema­
at yok edildi, sinagoglar ve okullar yıkıldı. Yahudilerin acık­
lı tarihinde ne yazık ki, sonuncu olmayan bu faciadan son­
ra çöken karanlık günlerde artık, mistik inançlar ve Me­
sih’i bekleme tek teselli kaynağı olmuştu. Fakat artık ora
Yahudilerine yol gösterecek bilgin din adamları da kalma­
mıştı. İlkçağ sonu ve Ortaçağ Yahudi mistisizminin çapra­
şık ve munammalı teorilerinin içinden çıkabilmek için bu
yolda yetişmiş olmak gerekti. Yoksulluğun ve bügisizliğin ta
içine düşmüş olan bu kılıç artıkları için bunlar ne kadar
anlaşılmaz şeylerse, hahamların kuru, tvpkı hukuk kitapları­
na benzeyen, şeriat incelemeleri de o kadar yabancı idi. Ama
gene de bunlara karşı, körü körüne bir saygı göstermekten
geri kalmıyorlardı. Aram!, ya da İbranî dillerini öğrenmeye
ne vakitleri, ne de imkânları vardı. İşte bu sırada Hassidim
akımı canlandı. Bu akım Ukrayna’da başladı ve artık don­
muş olan Kabbala’ya yeni bir can verdi. Bu yolun dayandığı
1217 de ölmüş olan ünlü Kabbalacı, Yuda - ha - Khassid'in
(Dindar Yuda) yazmış olduğu, Sefer Khassidim (Hassidim’-
lerin, yâni dindanlarm kitabı) idi.
Yuda ha - Khassid’in müritleri onun düşüncesini daha
da işlemişler ve geliştirmişlerdi. Bu Alman Kabbala’cılarının
temel öğretileri de Tanrının birliğinin sırları üzerine idi.
Tanrı, insan akliyle kavranamayacak kadar yüce idi ve Tev­
rat'ın onu insana benzetişlerinin hepsinin asıl anlamı, sadece
onun şanını övmekti. Bu şan, ya da tanrısal ışık, Tanrı tara­
fından nebilere açıklanmıştı ve daha sonra da çeşitli şekil­
lerde, velilere, zamanın gereğine göre, açıklanmakta devam
etmekteydi.
Alman Yahudi mistiklerinin amacı bu ışığı (Îbranîce
Kabhod) görebilmekti. Buna erişebilmenin yolu, müridin
MUSA ve Y AHUDİLİK 349

daima Tanrının huzurunda olduğu duygusunu beslemesi ve


özel bir hayat sürmesi idi. Bu hayat tarzı, dua, dine canla
başla bağlılık, günahsız, alçak gönüllü ve sabırlı bir yaşa­
yıştı. Mürit vakitlerinin çoğunu kendi iç âlemine dalma, mü-
rakabe ile geçirecekti. Bütün hakaretlere, alaylara, küçümse­
yişlere tam bir sabır ve aldırmazlıkla katlanacaktı. Görülü­
yor ki bunlar, İslâmlıktaki bazı tarikatlerin müritlerine tel­
kin ettiklerinde nayn şeyler değildi. Hassidim’ler tariki
dünya değildiler. Onların cemaate ve insanlara karşı olan
ödevlerini ihmal etmemeleri de gerekti.
Mesih bölümünde göreceğimiz Sbbatay Zvi olayından
büyük bir hayâl kırıklığı duymuş olan Yahudiler, artık ya­
kın bir kurtuluştan da ümitlerini kesmişlerdi. Sayıları pek
azalmış olan aydın kişiler de tesellilerini Tevrat ve Talmud
incelemelerinde buluyorlardı. Bilgisiz halk, tamamiyle ken­
di başına kalmıştı. Ukrayna’da İsrael Baal Şemtob, (1700 -
1760) halkın bu ümitsizliği içinde, Hassidim tarikatının ikin­
ci kurucusu oldu. Düşünceleri Yuda - ha - Khassid’inkile-
rin devamıdır. Ama o, sadece seçkinlerin anlayabilecekleri
bir dille değil, cahil ve mustarip insanların benimsiyebile-
cekleri yolda söylemişti bunları. Onlara sevgi ve ümidi ge­
tirmişti. Yapmak istediği ne bir tarikat kurmak, ne de Ya­
hudi geleneklerini değiştirmekti. Ama başka birçoklarının
başma gelen, onun da geldi: Halk onu bir veli yaptı, hak­
kında efsaneler uyduruldu. Sonradan dediler ki o, Karpat
dağlarında yalnız başma yaşarken Tanrıya rastlamış ve ona
erişmiş. İşin bu tarafını şöyle de anlıyabliiriz: Şemtob her
yerde Tanrıyı görmektedir. Ona göre yeryüzü göksel güzel­
liklerin bir yankısından başka bir şey değildir. Bu görüş
onun yazılarında açıkça bellidir. Şimdiye kadar yaptığımız
gibi, onun yazılarından da bir örnek verelim:
«Rabbi daima önüme koydum, o benim sağımda olduğu
için sarsılmam. (Mez 16.8)... Kimi vakit kötü eğilim insanı
350 MUSA ve YAHUDİLİK

şaşırtır ve ona der ki: Sen büyük bir günah işledin! Halbuki
olan sadece ibadetteki aşırılıklardan birine uymayıştır ve
asla günah değildir. Ama kötü eğilim'in maksadı insanları
bununla üzmek ve böylelikle onları, Yaradana kulluk ede­
mez hale getirmektir. Tanrı onun hilesinden korusun! Kötü
eğilime şöyle demelidir: Ben ibadeti zorlaştıran kurallarda­
ki o kusura önem vermem, çünkü senin amacın, beni Tann-
mız’a kulluk etmekten uzaklaştırmaktır. Sen yalan söylüyor­
sun! Diyelim ki ben, küçük bir suç işledim; o zaman Yara­
danım, kendisine tasa içinde kulluk etmemdense, o söyledi­
ğin aşırılığa uymayışımdan daha çok memnun olacaktır. Ha­
yır, ben ona seve sevine kulluk edeceğim, çünkü ona kendim
için değil, sadece onun hoşnutluğu için kulluk etmekteyim...
Kulluğun altın kuralı şudur: Yastan kendini sakm! Ağlamak
çok kötü şeydir ve insan sevinçle kulluk etmelidir! Ama eğer
gözyaşları sevinçten geliyorsa, o zaman iyidir.
Nefsini murakabada. aşırıya varmamalıdır, çünkü bu, kö­
tü eğilimin eseridir; bununla insana, belki de ödevlerimi ge­
reği gibi yapmadım korkusunu aşılamak istemektedir. Ta-
salılık, şanı yüce olsun Tanrımıza kulluğu zorlaştırır. Birisi
sürçüp günah işlerse, tasasını büyütmemelidir ki, Tanrıya
kulluktan uzaklaşmasın. İşlediği günahtan üzülmelidir ama
gene de Tanrısından duyduğu sevince dönmelidir.»
Her yaptığı işte, acaba günah mı işledim? diye düşün­
meye alıştırılmış, hayatının her yönü dinsel bağlarla örül­
müş ve bunları da tam bilmediği için hep günah korkusu
içinde yaşayan zavallılar için ne müjdeydi bu!
Hassidim’ler ayrı, küçük cemaatler halinde yaşıyorlar­
dı ve bu toplulukların başında keramet sahibi oldukları, mu­
cizeler yaptıkları söylenen, «şeyh»ler vardı. Zaddik (Yâni
sadık, doğru) dedikleri bu önderler, Tanrı ile insanlar ara­
sında aracı olarak kabûl edilirlerdi. Babadan oğula kalan bu
«şeyh»liklerin onlara insan üstü güçler verdiğine inanılırdı.
MUSA ve YAHUDİLİK 351
Artık bu cemaatlere hâkim olan, bilgisiyle tanınan hahamlar
değil, bazıları insanların saflıklarından faydalanan bu adam­
lardı. Müritler her dertlerini onlara açıyor, o da onları te­
selli ediyor, onlara cesaret ve ümit veriyor, onlar için dua
ediyordu. Zaddik’lerin her birinin ayrı bir ünü vardı: Kimi
sofuluğu ile, kimi gaibi görmesiyle, kimi ruhsal gücü, teva­
zuu, ya da mucizeleriyle tanınıyordu. Ama bunların içinde
gerçekten üstün ruhlu ihsanlar da az değildi.
Hassidimliğe dair kitaplardan bazılarında Panteizm
inancı açıkça görülür. Hassidimlik Avrupa’da Kabbala'cılığı
halka indirmiş ve sevdirmiştir.
Günümüzdeki Hassidim’lerde de, eskilerde de dinî dans
vardır. Bununla bedenin de ruhla birlikte, İsrael’in ve bü­
tün dünyanın kurtuluşu için Tanrıya yalvardığına inanırlar.
Günümüzdeki Hassidimlerin bir çeşit tekkeleri de vardır.
Bunlar Zaddik’lerin evleridir. Sabbat ve bayram günlerinde
orada toplanırlar ve Zaddik’le birlikte yemek yerler. Yemek
sırasında Zaddik onlara, Hassidim hayatının ülkülerini açık­
lar. özellikle, sabbat gününün «Üçüncü yemeği» tam anla­
mıyla bir törendir. Bunda Zaddik, hüzünlü bir melodiyle,
mistik bir şir okur, bütün oradaki hassidim’ler de mısra
mısra bunu tekrarlarlar. Kippur bayramında, ne kadar uzak­
ta otururlarsa otursunlar, bütün hassidim’ler çoluk çocuk-
lariyle birlikte Zaddik’i ziyarete gelirler. O gün Hassidim
topluluğu en büyük coşkunluğa erişir. Dua ve dinî danslarla
geçen bu günde kendilerini kardeşlik havası içinde hisseder­
ler. Gerçekten de bunlar birbirlerine karşı tam kardeşler ei-
bi davranırlar, tasalarmı da sevinçlerini de paylaşırlar.
Ama beri yanda, bir hayli şarlatan da yetiştirmişti Hassidim’
lik; daha doğrusu, zavallı halkı aldatan sahte Zaddikler.
Hassidimlik, hahamlarca hiç hoş görülmemiştir; tıpkı
bizdeki medrese ve tekke uyuşmazlığı gibi! Hahamlarla Has-
sidimilik arasındaki savaş da bizdekinden çok çetin ve za­
limce olmuştur.
GÜNÜMÜZDE
GÜNÜMÜZ YAHUDİLERİNDE
İMANIN ŞARTLARI

Yahudilik iki temel doktrine dayanır: (1) Tek bir Tan­


rıya inanış; (2) Bu inancı insanlara ulaştırmak için Tanrı­
nın İsrael oğullarını seçmiş oluşu. Bu iki doktrin bileşik ola­
rak, Yahudilerin kelime-i şehadeti olan «Dinle, ey İsrael
Tanrımız O’dur, Tanrımız birdir.» sözünde toplanır.
Artık Tanrı yalnız İsrael oğullarının tanrısı değildir. O,
bütün dünyanın Tanrısıdır, ama tek olan Tanrı, İsrael’in tap­
tığı Tanrıdır. İsrael böylece çoktaıırıcılardan ayrıldığı gibi,
Tanrının üçlülüğüne inanan Hıristiyanlardan da tamamiyle
ayrılmaktadır. Yalnız bu tanrı, ta başlangıçtan beri sevgili
milleti olarak Yahudileri seçmiştir..
Talmud Yahudiliği bu Tanrının yaratıcı gücüyle ardı
arası kesilmeden etki yaptığına inanır ve ona Yaşayan (Hay)
Tanrı der. Tanrı bu gücünü dünyaya ve insana «ol» demekle
göstermiştir. Yahudilik, Tanrının dünyayı yoktan mı, yoksa
bir madde değişimiyle mi yarattığı gibi felsefî düşünceler­
den uzak kalır.
Yahudilik, dünyanın var oluşta devamını da Tanrının et­
kenliğine bağlar. Tanrı el çe.recek olursa bütün evren o an­
da yok olacaktır. Bu düşünce Eski Ahdin şu sözlerinde ken­
dini belirtir: «Hiçliğin üzerine dünyayı asar» (Eyub 26.7)
«Yüzünü gizlersin, onlar şaşırırlar; soluklarını alırsın, ölür­
ler ve topraklarına dönerler.» (Mezmurlar 104.29).
.Yahudierde de hayır ve şer Tanrıdandır. Hıristiyanla­
rın inandıkları gibi, kötülüklerin şeytandan gelişi düşüncesi
356 MUSA ve YAHUDİLİK

Yahudilikte yoktur. Tanrı âdildir ve insanları, ya da millet­


leri cezalandırırsa bu, intikam için değil, âdil bir yargıcın yap­
tığı gibi, bir suçun karşılığı olaraktır ve Tanrı insanları böy­
lelikle günahtan, mutsuzluktan ve deliliklerden kurtarmak,
onları mutlu kılmak istemektedir. Bu bakımdan, bireylerin
hayatı olsun, tarih olsun tek bir anlam taşır: Bunlarda olup
bitenler tesadüfler yüzünden değildir, her şey, âdil olan Tan­
rının maksatlarına göre olmakta ve gelişmektedir.
Tanrının birliği yanında bir doktrin de onun her şeye
kaadir oluşudur (Kaadir i mutlak). Talmud Tanrı için: «Tan­
rının kudretinin kendi iradesinden gayrı sının yoktur, hattâ
tabiat kuvvetleri onun iradesi altındadır ve ne olursa olsun,
bütün olaylar (Yâni tabiî, ya da tabiat üstü olanlar) hep
onun eseridir» der.
Yahudilik Tanrının her yerde «hâzır ve nâzır» olduğunu
inancın şartlarmdan sayar; ama bu, Tanrının dünya ile bir
olduğu, ya da onunla sınırlı olduğu anlamına gelmez. Talmud:
«O, dünyanın mekânıdır, ama dünya onun mekânı değildir.»
der. Böylece Tann hem yakındır, hem de uzaktır. Tanrı
tabiat üstü olarak insanlardan çok uzaktır, ama her biriyle,
bir babanın evlâtlariyle ilgilendiği gibi ilgilenecek kadar da
yakındır.
Yahudilerce Tanrının sıfatlarından biri de her şeyi bilir
olmasıdır. Hattâ insanların yaptıkları en gizli işleri ve onla­
rın en gizli düşüncelerini bile Tanrı bilir.
jlanımın başka bir sıfatı da: «Diri ve önsüz sonsuz» ıh­
masıdır. Tanrıya diri sıfatını İslâmlık da verir: «(Hayyül
Kayyum - Diri ve kendiliğinden var olan)
Kaadir-i Mutlak Tanrı, her şeyi kendi koyduğu amaca yö­
neltir; bütün olaylar O’nun son ve en üstün amacına doğru
giden yolda birer adımdır. Bu yolda Tanrının iradesine kar­
şı olan durumlar onu ne durdurur, ne de geciktirir: «Ne ki
olduysa, olacak olan odur.» der Vaiz. Ama Tanrının maksa-
MUSA ve YAHUDİLİK 357

dmın yerine gelmesinde insanın da çaba göstermesi gerektir.


«Yapıcılar kimlerdir? Rabbi Yohanan dedi ki: Bilginlerdir
bunlar, çünkü yaşadıkları sürece Dünyanın inşasına çalışır­
lar.» (Talmud, Brahot 64 a) Ahlâk yasasına uymak ve Tan­
rının buyruklarına tam bir baş eğme, Tanrıyla bu iş birliği­
nin temelleridir. İnsan bunda Tanrının sıfatlarına uymaya
çalışmalıdır: «O’nun iyi olduğu gibi iyi olun; O’nun yarlıgayı-
cı olduğu gibi yarlıgayıcı olun; O’nuıı âdil olduğu gibi
âdil olun» (Levililer 19,2 nin tefsirinden. Bunda şöyle den­
miştir: Bütün İsrael cemaatine söyle ve onlara de: Mukad­
des olacaksınız; çünkü ben, Tanrınız Efendiniz mukadde­
sim).
Yahudiliktebir de «Tanrının Devleti» düşüncesi vardır.
Ama bu, dünyanın dışında, göksel bir devlet değildir. Bu
devletin yeryüzünde, Tanrının yönetimiyle ve insanların
emeğiyle kurulması gerektir. Bu devlette bütün kişisel ve
sosyal haksızlılkar ortadan kalkacaktır. İşte bu düşünce Ya­
hudi kavminin varlığı muammasının anahtarıdır. Bu düşün­
ce onların umutsuzluğa düşmelerini önlemiştir. Tarihsel g-e
leneklerine dayanarak, bu ideal devletin kurucularının Tan­
rıyla kendilerinin olacağına inanmış ve güvenmişlerdir.
Yahudilerce Tanrının devleti Mesih’le kurulacaktır. Bu
Mesih düşüncesi üzerinde burada duracak değiliz. Bu, ayrı
bir bölüm halinde ele alınmaya değer bir konudur.

MELEKLEREJNANIS

Yahudilerde meleklere inanç vardır. Başlangıçta bu asıl


dinle çelişen eski inançların eski tanrıları, tabiat
güçleri, masal yaratıkları olarak halk inançlarında
yaşıyor, ama dinde hemen hemen yer bulamıyordu.
Çünkü hayır da, şer de hep Yahve’dendi; hattâ
o, bazı insanlarla aracısız olarak doğrudan doğru­
358 MUSA ve YAHUDİLİK

ya. konuşuyor. Öldüreceklerini —Kor ah soyu gibi— kendi öl­


dürüyordu. Ama sonradan Yahudilerin İran ve Hellen düşün­
celerinin etkisi altında kalmalariyle, o zamana kadar Yahve’
nın tahtmdan başka bir şey olmayan gök, içinde meleklerin
bulunduğu üst üste küreler şeklinde tasarlanmaya başladı.
Zarathustra dininde Ahura Mazda’ya (Hürmüz) Ameşha
Spentas yâni «ölümsüz canlar» denen varlıklar hizmet eder.
Bunlar erdemlerin soyutlaşmalarıdır ve dünyadaki belirli
şeylerin koruyucularıdır. Bunların sayıları altıdır. Tıpkı bun­
lar gibi Ahura Mazda’nın düşmanı Angra Mainyu’nun (Ah-
riman) da birçok kötü canlan vardır. Hellenler de sayısız
iyi ve kötü Daimon’larm bulunduğuna inanırlardı. Eski Ahit-
te ilk defa, meleğe benzer varlıkların sözü İşaya’da geçmek­
tedir: «... Rahbi yüce ve yüksek bir taht üzerinde oturmakta
gördüm; ve etekleri mabedi dolduruyordu. Kendisinden yu­
karda Seraflar duruyorlar; her birinin altı kanadı vardı; iki­
siyle yüzünü örtüyor, ve ikisiyle ayaklarını örtüyordu ve iki­
siyle uçuyordu.» (İşaya 6, 1 - 2). Bunların Asur ve Babil’in
kanatlı cinlerine çok benzedikleri açıkça görülmektedir. İşa-
ya’nın M.Ö. 740 - 699 yılları arasında Yaruşalim’de yaşamış
bir nabi olduğunu biliyoruz. Bu sırada Yahuda devleti Asur-
luların emri altındaydı ve Ninova’ya vergi vermekteydi.
Şurasını da kaydedelim ki, Yanudilerde meleklere inanç
başka semavî dinlerde olduğu kadar köklü değildir, hattâ
bir kısım büyük din bilginleri arasında melekleri inkâr eden­
ler bulunduğu gibi, ikinci Musa bile denen, Rabbi Mose ben
Maimon, meleklerin sadece göklerde olduklarını ve asla ye­
re inmediklerini söylemektedir.
Yahudiliğin almış olduğu son ve kesin şekle göre, Yah­
ve tek Tanrıdır, ama onun yaratığı ve onun emrinde olan,
güçleri insanlarla kıyaslanamıyacak kadar büyük birtakım
varlıklar da bulunmaktadır. Bunlar meleklerdir (Îbrnîcesi
Malah). Daha sonra bunlar arasında da paye farkları belir­
MUSA ve YAHUDILI^/ 350

tildi. En başta Mihael (Kim Tanrı gibidir? anlamına) Gab-


riel (Tanrı adamı anlamına), Uriel (Tanrı ışığımdır) ve Ra-
fael (Tanrı iyileştirdi) gelir. Bundan başka Kherubimler de
vardır ki, bunlardan biri, elinde alevden bir kılıç olduğu hal­
de Cennetin kapışım beklemektedir. Bir de yukarıda, anlat­
tığımız Serafim’ler vardır. Meleklerin ödevleri çeşitlidir:
Tanrının tahtı etrafmda dururlar, onun buyruklarını yerine
getirirler, gene onun buyruğu ile insanları korurlar v.s. Bun­
dan başka, baş meleklerin ayrı ayrı milletlerin koruyucuları
ya da tabiat kuvvetlerinin âmiri olduğuna inanılır. Örneğin
Mihael, Yahudilerin koruyucu meleğidir. Göklerin yönetimi
de onun üzerindedir. Gabriel Tanrının vahiylerini götürür
ve ateşin âmiridir. Uriel yıldızların efendisidir ve hava de­
ğişmelerini yönetir. Rafael hastaların mucizeli iyileşmelerini
sağlayan hekim melektir. Melekler, kanatlı insanlar olarak
tasarımlanır; bu da Yunanlılardan alınmadır. Bu tasarım
önce 1. Tarihler 21, 16 da görülür: «Ve David gözlerini kal­
dırdı, ve Rabbin meleğini, elindeki yalın kılıcı Yaruşalim üze­
rine uzatmış olarak, yerle gök arasında durmakta gördü.» de­
nir bunda. Tarihler kitabının MÖ. 300 yıllarına doğru ya­
zılmış olduğunu biliyoruz; 332 den beri de Filistin Makedon-
ların egemenliği altına girmişti.
Daha eski tasarımlara göre melekler gökten inmek için
merdiven kullanıyorlardı! «... Ve (Yakob) rüya gördü, ve iş­
te, yer üzerine bir merdiven dikilmiş ve başı göklere ermiş­
ti: ve işte onda Tanrının melekleri çıkmakta ve inmekte idi-,
ler.» (Tekvin 28, 12). tv.\> - ’■ ; / ‘ /g:
Yahve'nin emriyle bir melek veba getirerek 70 000 kişi­
yi öldürür (II. Samuel 24, 15); bir melek bir gecede, Asur
ordugâhında 185 000 kişiyi vurur. «Ve o gece vaki oldu ki,
Rabbin meleği çıktı ve Asur ordugâhında yüz seksen beş
bin kişiyi vurdu; ve sabahleyin adamlar erken kalktıkları va­
kit, işte, onların hepsi ölmüş leşlerdi.» (II. Kırallar 19, 35).
360 MUSA ve YAHUDİLİK

Bir adam öldürse, onu Ölüm Meleği’nin kılıciyle vurdu­


ğuna inanılır. Bu yüzden Talmud’cu geleneğe göre, ölenin
evinde bütün kaplardaki sular boşaltılır, çünkü ölüm Meleği
kılıcını bu sularda yıkamıştır. (Bu gelenek, eskiden İstan­
bul’da, Müslüman aileler arasında da —ama tabiî nedenini
bilmeden— uygulanmaktaydı.)
İyi meleklerden başka, fena melekler de vardır. Bunla­
rın başı, Şeytan’dır. Yahudi mistikleri Şeytan’a Sammael
adını verirler (Kabbala’da. bu melek Roma'nın koruyucusu­
dur!). Eski zamanlarda hayır ve şerrin Tanrıdan geldiğine
inanılırken, sonradan—gene İran dininin etkisiyle— bütün
kötülüklerin şeytan ve onun takımından geldiği inancı doğ­
muştu. Bu değişmenin en güzel örneği, Davud’un nüfus sayımı
yapmasına Yahve’nin «öfkesinin alevlendiği» (II. Samuel
24,1) de yazılı iken, aynı olayı anlatan 1. Tarihlerde: «Ve
Şeytan İsrael’e karşı kalktı, ve tsrael’i saymak için Davud’u
tahrik etti» denmesidir. (1 Tarihler 21, 1). Bunlardan birin­
cisi M.Ö. 550 ye, öteki ise, M.Ö. 300 e doğru meydana geti­
rilmiştir.
Yahudi mistikçiliği melekler ve şeytanlar üzerine ince­
den inceye uğraşmıştır. Şeytanların birtakımı Tanrı katın­
dan kovulmuş, ama güçlerini kaybetmemiş melekler olarak
kabûl edilmektedir; bunlara karşı muskalar, tılısımlar ve oku­
malar fayda ederdi. Kabbala’cı inanca göre, ölenlerin ruh­
ları da, yaşayanlara —kötü ruh olarak— girebilir ve onları
deli eder. İsa’nın böyle ruhlara uğramış olanları kurtardığı
İncil’de yazılıdır.

YAHUDİLERDE KİTABA İNANIŞ

Yahudilerce tümü -Tanrının vahyiyle yazıldığına inanı­


lan kitap, Tevrat, yâni Eski Ahdin ilk beş kitabıdır-: Tekvin,.
Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye. Tesniye’nin sonunda Mu­
MUSA ve YAHUDİLİK 361

sa|nın ölümü ve gömülüşü de yazılı olduğu halde, bu beş


kitabın hepsinin Tanrının vahyi ve Musa'nın eliyle yazıldığı­
na inanmak Yahudilere farzdır. Eski Ahitte Yahudilerce mu­
teber sayılan öteki bölümler Hıristiyanlarınkinden biraz ay­
rılmaktadır. Yahüdilerin Kutsal kitabın içine almadıkları
İskenderiye’de hellenleşmiş Yahüdilerin eseri olanlardır.
Bundan başka, Hıristiyanlar Daniel’i peygamber saydıkları
halde, Yahudiler bunu kabûl etmezler.

PEYGAMBERLERE İNANIŞ

îsrael oğullarındaki «Nebi»lerini ayrı bir bölüm halinde


görmüştük. Eski Ahitteki Davud ve Süleyman bunlar arasına
girmemektedir, ama onların sözleri de şeriat, işlerinde delil
olarak kullanılmaktadır. Musa’nın en büyük Peygamber ola­
rak kabûl edildiği ve İsa ile Hazret-i Muhammed’i Peygam­
ber olarak kabûl etmediklerini söylemeye bile lüzum yok­
tur; bu onların dini icabıdır.

AHİRET GÜNÜNE İNANIŞ

Bu fikrin Yahudiliğe nasıl girdiği ve nasıl geliştiği üze­


rinde gereği kadar bilgi verilmiştir. Bunun son aldığı şekil,
Yahve’nin hem dünyada, hem de Ahrette ceza ve mükâfat
verdiği yolundadır, önceleri, iyi olsun, kötü olsun bütün in­
sanların öldükten sonra aynı yere, «Şeol» adı verilen bir ye­
re gidecekleri, ya da. ruhlarının hep mezarda kalacağı inan­
cı vardı. Şeol Kenanî’lerde Cehennem tanrıçasının adıdır.
Sonradan, dirilme, yargı, cennet ve cehennem inancına, açık­
ça görüldüğü gibi tran etkisiyle eriştiler. Cennete Aden, ya
da Eden adı verilir ki, bu da Babil dilinde Edinu, yâni bah­
362 MUSA ve YAHUDİLİK

çe anlamına gelen kelimeden gelmedir. Kötülerin gittikleri


azap yerinin adı «Hinnon oğulları vadisi» anlamına gelen
«Ge bne hinnom» iken sonraları «Gehenna» olmuştur. Ge
bna hinnom Kenanî’lerin Baal’e kurban edilen çocukları yak­
tıkları bir vadinin adı idi. özellikle Talmud’da cennet ve ce­
hennem üzerine birçok sözler vardır. Bunlarda dendiğine
göre kötülerin pek azı ebedî olarak Gehenna’da kalacaklar,
ötekiler on iki ay azap çektikten sonra Aden’e gireceklerdir.

KAZA VE KADERE İNANMA

Mose ben Maimon’dan aldığımız parçanm gösterdiği gi­


bi, Yahudiler insanların alın yazılarına değil, bütün olayların
Tanrının çizdiği belirli bir amaca yönelmiş bulunduğuna, in­
sanın ödevinin de bu amacın daha çabuk yerine gelmesi için
emek sarf etmek olduğuna inanırlar. Bu emek de tamamiyle
şeriata uygun «Kutsal» bir hayat yaşamak, Tanrının buyruk­
larından ayrılmamaktır. Hattâ ölümden sonra, Aden’de bile
gene böyle davranmaları gerektir. Yahudilerde de hayır ve
şer Tanrıdandır, ama hayır mükâfat, şer de ceza içindir.
Sonraları, iyilerin başlarma gelen kötülüklerin Tanrının im­
tihanı olduğu görüşünü kabûl etmişlerdir (Eyub’a olduğu
gibi) Ancak insanların Tanrının amacına uygun yaşamaları
ile «Tanrının Devleti» biran önce kurulacaktır.
Tanrının maksadının tarihte ve insan hayatında gerçek­
leştiği düşüncesi Yahudiliğin Tanrı hakkmdaki bütün öğre­
tilerinin temelidir.
DOĞUMDAN ÖLÜME KADAR ÖDEVLER

BEŞİKTE

Bir Yahudi ailesinde doğum olursa, bütün hısım akraba,


bildikler, «Mazaltob» yâni (mutluluklar) diye babayı ve lo-
hosayı tebrik ederler. Doğan oğlansa sünnet için hazırlık
yapılır; sünnet bir Yahudinin hayatında ilk önemli dinsel
ödevdir ve bununla bir Yahudinin toplumun bir üyesi oldu­
ğu, âdeta belgelenir.
Yahudi çocukları doğumlarının sekizinci gününde sün­
net edilirler. Yahudilerde gün, akşamdan akşama sayıldığı
için, çocuğun doğduğu saat tam olarak saptamr ve o saat­
ten başlayarak sekizinci gün hesaplanır. Günümüzde, özel­
likle batı memleketlerinde sünnet hastahanelerde yapılmak­
tadır, çünkü hastahanelerde doğuran anneler sekizinci gün­
de henüz lohosa döşeğinden kalkmamış bulunurlar. Ama
anne evdeyse sünnet de, eskiden beri olduğu gibi evde yapı­
lır. Bir vakitler sünnet, sinagoglarda da yapılırdı. Bu iş için
bizde olduğu gibi sünnetçiler vardır. Bunlara «Mohel» denir.
Eskiden bu ödev, çocuğun babasına düşerdi, onun için bu
tören sırasında çocuğun babası Mohel’in yanında durur, böy-
lece Mohel’in babaya vekillik ettiği belirtilmiş olur.
Yahudilerde sünnet sevinçli bir olaydır. Onun için çocu­
ğun sünnet edildiği oda çiçeklerle süslenir, sabbat mumları
yakılır. Çocuğun kivre’si (Sünnet sırasmda tutan) sünnet
364 MUSA ve YAHUDİLİK

sandalyasına oturur. Yahudilerde kivre’ye «Sandek» denir;


bunun din alanında bilgili bir kişi olması gerektir. Kivre’nin
oturduğu sandalyaya «Nebi İlya’nın kürsisi» denir. Efsane­
ye göre İlya dünyayı dolaşmakta, darda kalanlara yardım
etmektedir. Bu nebiyi ve onun ateşten bir araba iç.'nde gö­
ğe çıktığını daha önce anlatmıştık, !. -
Bu hazırlıklardan sonra çocuk büyükannesi, ya da en
yakın akrabadan bir kadın tarafından odaya getirilir; bu
kadına da «Sandeket» denir. Bu gelenek batıda artık ortadan
kalkmıştır.
Yahudilerdeki geleneksel sünnet şöyle yapılır: Sandek,
yâni kivre, çocuğu kucağına alır, dizlerinin üzerine yatırır.
Bu sadece bir operasyona yardım etmek değildir; Çocuğu
dizine yatıran çocuğu resmen Yahudi cemaatine almış olmak­
tadır. Bundan sonra Mohel (Sünnetçi) dua eder, onun ar­
kasından da baba: «Hamdolsun sana, ebedi olan, Tanrımız,
bizi buyruklariyle kutsallaştıran ve bu çocuğu Abraham’ın
cemaatine katmayı bize emreden, dünyanın Hükümdarı!»
der. Sünnet sırasında oradakiler de: «Cemaate nasıl girdiyse
dine, evliliğe ve iyi işlere de öylece girsin» diye dua
ederler. Bu sırada mohel işini tamamlar, yarayı bağlar ve
çocuğu anasına gönderir. Sünnet yeri çoğu zaman fazla ka­
nar. Günümüzde bu kan boru ile emilir. Birçok yerlerde hâ­
lâ mohel, ağzına bir yudum şarap alır, yarayı ağziyle emer
ve kanla karışık şarabı tükürür. Sünnet işi kısa sürerse de
ondan sonraki tören hayli uzundur; Mohel olsun cemaat ol­
sun dualar okurlar ve bu arada şarap içilir. Geleneğe pek
bağlı olmayan ailelerde sadece hahamın duasiyle tören sona
erer. Bu arada çocuğa ad da takılır.
Sünnetten sonra ziyafet çekilir, tebrikler kabûl edilir
ve bu arada dinî mahiyette nutuklar söylenir.
Doğan kız olursa basit bir ad takma töreniyle yetinilir.
MUSA ve YAHUDİLİK 365

Baba, sinagog’da Tevrat’tan bir sûre okuduktan sonra kıza


at verir.
Lohosa, evinden ilk çıktığı gün sinagogda bir şükran du­
ası eder. Eskiden olduğu gibi bir «Günah kurbanı» sunma
«âdeti ortadan kalkmıştır, ama gene de kadın kız doğurursa,
bir oğlan doğduğu zaman olduğunun iki katı müddet «mun­
dar» sayılır ve sinagoga giremez. Kadının sinagogdaki şük­
ran duası eskiden Kudüs Tapınağında edilen kefaret duası­
nın yerine geçer. Şükran duası dört şeyde zorunludur: Bi­
ri denizde, ya da çölde uzun bir yolculuk yapar da sağ döner­
se, hapisten kurtulursa, ağır bir hastalıktan kalkarsa, bir de
bir kadın çocuk doğurursa.
- ^ K ız la r a ad verme töreninin sadeliği onların erkek evlât­
lar kadar itibar görmeyişlerindendir. Kadınlar sinagoglarda
ayrı yerlerde otururlar, Tevrat okumağa davet edilmezler,
şükran duasına, ya maksureden, ya da sinagogun gerisinde
ayrılmış yerden katılırlar.

YAHUDİLERDE AD VE ÖNEMİ

En eski zamanlarda çocuklara, babamn ya da ananın


hayatındaki mutlu bir olaydan, doğum sırasındaki bir dilek­
ten alınma adlar verilir, çoğu zaman Tanrı adı isme katılırdı.
Daha sonra İran ve Babil adları Yahudilere de girdi, örneğin
Mordehy, Babil tanrısı Marduk’un adından gelmedir. Hel-
lenistik çağda Yahudiler, çevrelerindeki isimleri aldılar, son­
radan bunlar Yahudi adları oldu. Daha sonraları çocuklara,
ölmüş dedeleri ve ninelerinin adları verilmeye başlandı. Ama
bu gelenek, çok eski zamanlarda da arasıra görülmektedir.
Sonra sonra bu, ölmüş ataların adlarını sürdürmek bakımın­
dan, dinsel bir anlam aldı. Zamanla ad çok önem kazandı ve
babanın mı yoksa, ananın mı soyunun çocuğa ad takacağı
çekişmelere, hattâ kavgalara sebep oldu.
366 MUSA ve YAHUDİLİK

Günümüzdeki Yahudi adlarının çoğu, Yunanca, ya da


Lâtin'ceden gelmektedir. Tevrat’tan alınma adlara .özellikle
kızlarda az rastlanır. Yer yer, ad takma geleneklerinde ay­
rılıklar göze çarpar. Örneğin Hollanda’da sık sık, büyükba­
ba ve ananın sağlıklarında, torunlarına onların adları veril­
mektedir. Ama hiçbir zaman baba ve ananın adları verilmez.
Buna karşılık Amerik’da çocuklara babalarının, ya da ana­
larının adını vermek âdettir. Doğu Yahudilerinde, ailenin
yaşayan kişilerinin adlarını yeni doğanlara vermekten kor­
kulur. Nitekim bizde de çocuklara, yaşayan baba ve anaların
adlarını vermek uğursuz sayılmaktadır.
îsrael devletinde adlar yeni bir şekil almıştır. Tıpkı
Tevratî çağlarda olduğu gibi çocuğa verilen adı doğduğu ye­
re, zamana, şartlara ve durumlara bağlamak âdeti doğmuş­
tur. Arasıra Tevrat’taki az tanınmış adlardan biri de veril­
mektedir.

İLK DOĞAN OĞUL (BOHOR)

Önceleri de sözü edildiği gibi, Ön Asya’da İlkçağda, ilk


doğan oğulların, bazan çok acıklı, büyük bir önemleri var­
dı, yüzyıllar boyunca, insan kanına ve yanık insan eti koku­
suna düşkün olduklarına inanılan tanrılar için kurban edil­
mişti bunlar. îsrael Oğullarında bundan vazgeçmenin ilk anı­
sı Abraham’m İzak’ı kurban etmeye hazırlanırken Tanrının
koç göndermesi hikâyesidir, bunu da görmüştük. İsrael
Oğullarında ilk doğan oğulların kutsal ödevleri vardı. İlk
olduğu için, tıpkı mahsulün ilk demeti gibi Tanrıya adan­
mıştı bunlar. Menşede bu, onların kâhin olmaları anlamı-
naydı, ailenin kurban törenlerini bunlar yönetirlerdi. Ama
sonradan bu hakkı yitirmişlerdi. Bugün Yahudilerde ilk do­
ğan oğulun «Tanrıya fidyesini verme» aile içindeki bir şen­
MUSA ve YAHUDİLİK 367

likten başka bir şey değildir. Ama bu tören birçok eski ge­
lenekleri sürdürmektedir: örneğin çocuk büyük, çoğu vakit
gümüş bir tepsi içinde ortaya getirilir. Aile bu gün için bü­
tün süs eşyalarını, mücevherlerini toplar, bunlar da tepsiye,
çocuğun yanına konur. Bununla: «Bakın, bu çocuk bütün
bunlardan çok, pek çok değerlidir» demek istenir. Ama, «Pid-
yon ha-ben» adı verilen bu tören artık eskisi gibi yaygın de­
ğildir.
Pidyon ha-ben töreni için çocuğun doğumundan baş­
layarak 31 gün sayılır. Bunun nedeni de bellidir: Yahudi ai­
lelerinde çocuk ölümleri bütün milletlerde olduğu gibi, an­
cak hekimliğin ilerlemesiyle azalmıştır, yaşayıp yaşamıyaca-
ğı daha belli olmadan bir çocuk için tören yapmak isten­
memektedir.
Bir baba, bu törenle oğlunun fidyesini vermiyecek olur­
sa, Yahudi geleneğine göre, sonradan bunu mutlaka yapma­
sı gerekti.

LOHOSALIK

Biliriz ki, dinden gelen geleneklerin ve inançların yanı sı­


ra, kökleri çok eskilerde olan birçok bâtıl inançlar, onlar ka­
dar, belki bazı kere onlardan fazla, insanların davranışlarına
etki yapar. Neden? sorularının karşılıksız kaldıkları çevreler
ve çağlarda bunlar dinlerin bütün yasaklarına karşı diren­
miş, hattâ bu nedenlerin karşılıkları bulunduktan sonra
bile bunlar tamamiyle silinmemişlerdir. Hattâ din adamları
bu, ilkel çağlardan kalma inançları dinin çerçevesi içine al­
mak zorunda kalmışlardır.
Eskiden doğum, her toplumda olduğu gibi Yahudilerde
de sevinilecek değil, korkulacak bir olaydı. Gerçi Tevrat’ın
368 MUSA ve YAHUDİLİK

anlattığına göre, o çağlardaki kadınlar çok güçlü ve dayanık­


lı idiler. Hiç değilse onlar için doğum, tıpkı hayvanlarda ol­
duğu gibi kolay ve tabiî bir fonksiyondan başka bir şey de­
ğildi. Tevrat der ki (Çıkış 1. 19): «O vakit Mısır hükümdarı
ebeleri çağırıp onlara: Neden böyle yaptınız, erkekleri sağ
bıraktınız? dedi. Ebeler de Firavun’a: İbrani kadınlan Mısır
kadınlan gibi olmadıktan için oldu bu. Çünkü onlar kuv­
vetli oldukları için ebeler yetişmeden önce doğururlar de­
diler.» Ama sonradan, her halde bu durum değişmişti. Belki
de artık çadırda, çölde değil de evlerde oturmak kadınları
az hareket eder hale getirmişti ve güneş girmeyen kulübeler
ve evlerde, bugün de çeşitli hastalıkları meydana getiren
bakterilerin dedeleri alabildiğine yer buluyorlardı. Artık yal­
nız doğum değil, doğumdan sonraki günler de korkulu bir
bekleyiş içinde geçmekteydi.
İlkel insan, gözle görülmeyen kötü ruhlar ve cinlerle iyi
geçinmek gerektiğine inanır. Bu da yetmezse onları kovmak,
kaçırmak için çareler düşünülmelidir. Ama asıl Yahudi di­
ninde bunların yeri yoktur, her şey Tanrıdandır ve olsa ol­
sa buna katlanmak ve dua etmek gerektir. İlkel insan için
bu yetmez.. Tam en sevinilecek anda bir ananın acıklı ölü­
mü onun için Tanrının iradesinden ayrı bir şeydir; her hal­
de Tanrının dışında başka kuvvetler de vardır, diye düşü­
nür o.
Talmud, Sabbat’ta kadınların ödevleimi anlatırken onla­
rın doğumda ölmelerini üç nedene bağlar: «Üç suç yüzünden
kadınlar doğum sırasında ölürler: Aybaşlarına aldırış et­
medikleri için, hamur ayırmada, bir de sabbai kandilin yakıl­
masında kusur işledikleri için» (Mişna Şabbat II, 6). Yahu­
di kadınlarının dinsel ödevleri arasında, kendilerinden kan
gelme zamanına dikkat etmeleri ve bu zamanda başkalarma
değmekten kaçınmaları, yuğurdukları her hamurdan bir par­
çacığı ayırmaları ve sabbatın başlamasında dua ile ışıkları
MUSA ve YAHUDİLİK 369

yakmaları vardır. Şu halde kadınların doğumda ölmemeleri


için şeriata uymaları gerektir. Ama bu buyrukları harfi harfi­
ne tutan kadınlar da doğumda ölmekteydiler. Bu yüzden, il­
kel insanın korkularma dönülmüş ve çare dinde değil, sihir­
de aramıştır: Tabiat dışı kötü kuvvetler vardır, onlarla sa­
vaşmak ve onlardan korunmak gerektir! Sihirde daire bü­
yük bir rol oynar; yere çizilmiş bir dairennin içine cinler
ve şeytanlar giremez, Yahudilerde de, örneğin, gebe kadını
bir masanın etrafında dolaştırırlar, böylece bir daire çizil­
miş olur! Ya da onu bir kapı eşiğinden atlatırlar. Evin kapısı
ve eşiğinde evle dünya ayrılır sayılmaktadır, böylece, eşiği
atlayan kadın sembolik olarak hayata girmiş demektir. Ka­
dına anahtarlar da verirler, özellikle sinagog’un ya da kut­
sal Tevrat dolabının anhtarını. Bundn başka Tevrat tomar­
larına sarılı bağlardan birinin de lohosaya getirildiği vardır.
Bütün bunların sihirli kuvvetleri harekete geçirdiğine inanıl­
maktadır. Ama bütün bunlar, din adamları çevresinde res­
mi olarak kabûl edilmemiş, hattâ kötü gözle görülmüştür.
Çünkü Tevrat’ın bir sihir aracı olması, Yahudi fıkıhçıları
için, hiç de kabûl edilir şeylerden değildir. Yahudilik dinsel
sembollerin bir çeşit put haline gelmesine daima karşı koy­
muştur; ama dediğimiz gibi, insanın bilinmiyenler karşısın­
daki korkusu din kurallarından da güçlüdür.
Kötü ruhlara karşı koyabilmek için başka çareler de
aranmıştır. Yeni yıl gününden öttürülen koç boynuzu, «Şofar»
sinagog’dan alınıp lohosa odasına getirilir ve kötü ruhları
kaçırmak için öttürülür.
Kitabımızın başlangıçlarında gördüğümüz gibi, Havva,
bütün insanların anası olmakla birlikte, Adem’in ilk eşi de
ğildi. Daha önce başka bir karısı vardı: Lilith. Bekâr erkek­
lerin rüyalarına giren odur. Söndürülemez tutkular uyandı-
P: 24
370 MUSA ve YAHUDİLİK

ra/j. gebe kadınlarla çocukların hayatını tehlikeye sokan


l.tp odur. Lohosanm, Havva’nın rolünü oynadığına, Lilith’in
de onu bu yüzden kıskanarak hem onu, hem de çocuğunu
öldürmeye çalıştığına inanılmaktadır. Bir efsaneye göre bir
keresinde tlya Lilith’i ele geçirmiş ve kurban etmek istemiş.
Ama sonra, kötü ruhlardan nasıl korunulacağmı öğretmesi
şartiyle onu bırakmayı vadetmiş. Lilith de, kendisinin bütün
adlarını alt alta yazarlar ve bunu lohosanm odasına asarlar­
sa, artık kendisinin orada hükmünü eçmiyeceğini söylemiş.
İkinci bir efsaneye göre de Tanrı, Lilith’i tutmak için üç me­
lek göndermiş, Lilith yakalanmış ve: «Bu üç meleğin adını
bir kâğıda yazar ve lohosa odasına asarlarsa, ben oraya gi­
remem» demiş, bu sayede de kurtulmuş. İşte bu sebeple İlya’-
nın adıyla, Lilith’in 18 adının ve üç meleğin adlarının yazılı
olduğu birçok muskalar vardır. Ama kötü ruhlardan korku,
bununla da ortadan kalkmış değildi. Her yerde olduğu gibi
Yahudilerde de bu korku ancak bilimin gelişmesi sayesinde
doğumun tehlikeleri Önlendikten ve mikroplarla başarılı bir
şekilde savaşmak mümkün olduktan sonra ortadan kalkmış
ve ancak geri ülkelerde yaşıyanlar arasında kalmıştır.

BEŞİKTEN OKUL ÇAĞINA KADAR

Eskiden Yahudilerde beşik töreni de kutlanırdı. Çocuk


sünnet edilince ailesi beşiğin etrafına toplanır, beşiğe bir
Tevrat tomarı —bunu bir süre çocuğun başı üstünde tutar­
lardı— mürekkep ve kalem konur, böylece çocuğun bir Tev­
rat hattatı olması dileği gösterilmiş olurdu. Törenin sonun­
da onun Tevrat’ı öğrenmesi ve koruması için dua edilirdi.
Doğu Yahudilerinde beşiğe şeker ve yemişler konur. Bütün
bunların alt anlamı da gene kötü ruhlara karşı sihirle tedbir
MUSA ve YAHUDİLİK 371
aramaktır. Nazar değmesine karşı, günümüzde de muskalar
kullanılmaktadır, örneğin çocuklar İbranî «het» harfi, ya da
David yıldızı ile «mazzal» (Burç adı, uğur) kelimesi yazılı
bir kâğıdı üzerlerinde taşırlar. Yüzyıllardan beri hahamlar
bu muskalara karşı başarısız bir mücadele açmışlardır.
Doğu Yahudilerinde bunlardan başka, ilk saç kesme tö­
reni de kutlanır. Birçok halklarda saç ve tırnakların, vücu-
dün en uçtaki kısımları oldukları için, özellikle kötü ruhlar
ve cinlerin etkileri altında olduklarına inanılır. Doğudaki çok
dindar Yahudilerde «Ömer» den, yâni sayım haftalarından
33 gün sonra, Rabbi Şimon ben Yohai’nin mezarını ziyaret­
te, yanlarında götürdükleri çocuğun saçını ilk defa olarak ve
törenle kesmek âdeti vardır. Ömer üzerine ileride, bayram­
lar bölümünde bilgi verilecektir. Böyle bir törenle saçı kesi­
len çocuk artık şakaklarının zülüflerini kesmez. Bu zülüfle­
re «peot» adı verilir. Batıda böyle zülüfleri Anvers, Paris ve
New York’ta bazı küçük cemaatler taşımaktadır. îsrael’de
de çok mütaassıp bir küçük azınlık buna devam etmektedir.

OKULDA

Yahudiler çocuklara daha pek küçükken dinlerini öğre­


tirler. Bunlar okula gitmeden önce en azından bir sabah, bir
de akşam duası öğrenirler. Çocuklara mahsus olan «Mode
ani» duasımn çevirisini buraya alalım: «Şükrolsun sana ey,
ebedî var olan Hükümdar ki, lütfunla ruhumu uykudan son­
ra yeniden bana bağışladın (Doğuda uyku bir çeşit ölüm sa­
yılır). Ne büyüktür senin vefan. Musa’nın bize getirdiği Tev­
rat Yakub’un cemaatinin miras malıdır. Babanın öğütlerini
dinle çocuğum, ananın sana öğrettiklerinden şaşma. Tevrat
güvenim ve Kaadiri Mutlak Tanrı yardımcım olsun.» Bunun
arkasından da Şema Israel duası gelmektedir. (Bu duayı
ileride vereceğiz).
372 MUSA ve YAHUDİLİK

Bu dualar küçük çocuklarca anlaşılmaz şeyler olduğu


için, yeni zamanlarda çocuklara göre ve daha kısa dualar ter­
tiplenmiştir. Ama Şema İsrael daima bu duaların temelini
teşkil eder. Günümüzde Yahudilerde din öğretimi, özellikle
Batı memleketlerinde, okulların din derslerinde yapılmakta­
dır. Ama birçok yerlerde hâlâ din öğretimini esas, ötekileri
ikinci derecede bilgiler sayan cemaatler vardır.
Eskiden okula başlama törenle yapılırdı. Günümüzde de
ders yılının başında haham’ın bir konuşma yapması ve dua
etmesi geleneği devam etmektedir.
Geçen yüzyılın sonuna kadar Doğu Avrupa’daki Yahudi
gençlerinin çoğu «heder» yâni «höcre» denen dersliklerde
bir öğretmen ve kalfasından ders görürlerdi. Heder’de bü­
yük bir masa ile sıralar bulunurdu. Yüksek sesle tekrarlar
yapılır ve bu yolla öğrenilirdi. Yıllara bölünmüş olarak, sa­
dece dua kitabının, Tevrat’ın, Tevrat şerhlerinin ve Talmud’-
un İbranîce olarak okunması esastı. Bu derslerden birinden
ötekine, bir gruptan ötekine geçiş bir çeşit sınıf geçme gibiy­
di. Bazı yerlerde öğretmenler çok ihtiyar yaşlarına kadar bu
görevde kalırlardı. Bu öğretim bizim, Cumhuriyetten sonra
tarihe karışmış olan medreselerimizle büyük bir benzerlik
göstermektedir.
Heder’lerdeki öğretim, gençlere, anlamadıkları kelime
dizilerini ezberletmekten ibaret kalmıştı. Üstelik buralarda
ders arası ve teneffüs bulunmadığı için bu okullar hem fay­
dasız kalıyor, hem de sevilmiyordu. Günümüzde çocuklar
okulda sadece İbranî dili, Yahudiliğin tarihi, tören günleri­
nin anlamları ve ibadet yollarını, öteki derslerin yanında, öğ­
renmektedirler. Birçok memleketlerde de Yahudi çocukları
din bilgilerini sadece ailelerinden almaktadırlar.
Şurasını da söylemek gerektir ki, öğrenim yükümlülü­
ğünü ilk defa olarak kabûl edenler Yahudiler olmuştur. İsa'­
nın doğumundan yüzyıldan fazla önce her Yahudi, çocukları­
MUSA ve YAHUDİLİK 373

nı okutmak zorundaydı. Avrupa’da halkın en büyük kısmı


okuma yazma bilmezken ve öğrenim sadece zenginlere mah­
susken, Yahudilerde okuma, bilmiyenler parmakla gösterile­
cek kadar azdı. Gramer ve İbranî edebiyatını bilmeyiş bü­
yük bir ayıp sayılırdı. Bu da onların, çoğu zaman düşman
kazanmalarına sebep olan başarılarının nedenlerinden bi­
riydi.

BAR MİSVA

Bir erkek çocuk 12 yaş ve 1 aylık olunca «Bar misva»


yâni «Şeriatın oğlu» sayılır ve Yahudi şeriatına uymaya borç­
ludur. Bundan sonra onun yaptıklarından ve yapmadıkların­
dan babası sorumlu değildir. Bu tarihten sonraki Sabbatta
artık sinagog’a gider, orada «Bar misva» diye çağırılır, Tev­
rat’tan bir sûreyi, ya da bundan bir kısmı okur. Bazı ce­
maatlerde, çocuğun bu sırada kısa birkaç söz söylemesi ge­
leneği de vardır. Bu törende bütün aile hazır bulunur.
Aslında bar misva oluş, sorumluluk çağma girmiş olmak,
yâni hukuk bakımından yetişkinlik çağma, erişmek anlamına
idi. Onun için eski kaynaklarda Gadol, yâni yetişkin, ya da
Bar-Onuşin, yâni cezanın çocuğu (yaptıklarından sorumlu)
deyimler kullanılmaktadır. Bar Misva deyimini ve bundan gü­
nümüzde anlaşılan anlamı getiren, 1298 yılında Nümberg’de
öldürülen bir haham ve dinsel şiirler yazarı olan Mordehay
ben Hillel’dir. Günümüzde bu çağa girmiş olan çocuk sade­
ce ibadette yetişkinlerle eşit sayılmaktadır. Artık her sabah
tefillin, yâni ibadet kayışlarını bağlar, Talit., yâni dua atkı­
sını örtünür; artık oruç tutmakla da mükelleftir. Ama aslında
on iki yaşını yeni bitirmiş çocukların çoğu için bu «yetişkin­
lik sınavı» hiç anlamadıkları birtakım sözleri kekelemekten
ibaret kalmaktadır. Ama bu vesile ile aile «Oğullarının mü-
374 MUSA ve YAHUDİLİK

rüvetini görmüş» olmaktan doğan sevinçlerini, bizdeki sün­


net düğünleri gibi bol masraflı eğlence ve ziyafetlerle gös­
terir. Buna karşılık reformcu Yahudi cemaatlerinde genç
kız ve erkekler önce bir yıl din öğretimi görmekte, ve 15 -
19 yaşlarında cemaate kabûl edilmekte, tamamiyle «mükel­
lef» yâni sorumlu sayılmaktadır. Ama eski bir geleneği boz­
mamak için gene de Bar Misva törenini yapmaktadırlar.

EVLENME

Yahudilerde evlenme ve bir aile kurmanın önemini Tal-


mud’da gördüğümüz şu sözler açıklar: «Gel ve dinle! Rabbi
Yuhanan, Rabbi Meyr’in adına dedi ki: Bir buyruk tornan
(Tanrı buyruğu = Tevrat) ancak buyrukları öğrenmek, ya
da bir kadın almak için satılabilir. Bundan anla: Bir buyruk
tomarını başlca bir Buyruk tomariyle değişmek olabilir....
Bir kadın almak da olur, çünkü (Tevrat’ta) şöyle yazılıdır:
Gökleri yaratan, yeryüzünü meydana getirip onu sabit kılan
Tanrı onu boş kalsın diye değil, oturulsun diye yarattı.»
Şu halde evlenme, Tanrının emridi; Yahudi asla unut­
maz ki, —iyi olsun, kötü olsun— bu dünya, Tanrmm dünya­
sıdır ve insan, onun içinde, ta Tanrı herkesi ve her şeyi yok
edinceye kadar üremelidir. Buna şunu da ekliyelim: Yüzyıl­
lar boyunca insanlardan çektiği bütün ıstıraplara rağmen Ya­
hudi inanır ki, her insan yüzü, istediği kadar örtülmüş ol­
sun, gene de Tanrıdan bir iz taşır; çünkü Tanrı insanı ken-
di suretinde yarattı diye yazılıdır (Tevrat, Tekvin 1, 27). Ge­
ne Tevrat: «Çoğalıp yeryüzünü doldurunuz!» demiştir. Şu
halde, isteyerek çocuksuz kalmak tıpkı insan öldürmek gibi­
dir. Tevrat’ta olsun, Talmud’da olsun, tabiî zamanma göre,
kadınları yücelten ve onlara hak tanıyan birçok yerler var­
dır. Buraya Talmud’dan birkaç örnek alalım: «Rabbi Elazar
MUSA ve YAHUDİLİK 375

dedi ki: Kansı olmayan her adam, gerçekten adam değildir,


çünkü şöyle denmiştir: ... Onları erkek ve dişi olarak yarat­
tı... ve onlara adam adım verdi.» (Yevamot 63 a).
«Rabbi Helbo dedi ki: Bir adam daima karışma saygı
göstermelidir, çünkü ancak kansımn yüzünden bir adamın
evine bereket gelir, çünkü denmiştir ki: Abraham’a onun
(Sara’mn) yüzünden lütfetti.» (Bava Mezia 59 a).
«Ustadlarımız şöyle öğretmişlerdir: Kim karısını ken­
disi kadar sever ve ona kendinden fazla saygı gösterirse, kim
oğullarını ve kızlarını doğru yola yöneltir ve onlan erginlik-
tiklerine yakın cvlendirirse • onun için kitap şöyle der: Ça­
dırının emin olduğunu göreceksin (Eyub 5, 24).» (Yevamot
62 b).
Şurasını belirtmek gerektir ki Yahudilerde evlenme, sa­
dece iki kişinin özel bir anlaşması değildir. Bu, bütün ce­
maat için «İsrael’in kalıntılarının» yeryüzünden kalkmıyaca-
ğı ve devam edeceği müjdesidir. İşte, Yahudilerdeki evlen­
me geleneklerini bu gözle görmek gerektir.
Evlnecek çift, nikâh gününden çok önce, nikâhlarını kı­
yacak hahamı ziyaret eder. Haham onlara, Yahudilerin görüş
açısından gerçek bir evliliğin nasıl olması gerektiğini açık­
lar ve onlardan bunları tam olarak yerine getirebilip getire-
miyeceklerini sorar. Haham burada, Yahudi cemaatinin mü­
messili durumundadır. Cemaat, arasına yeni bir aileyi kabul
edecektir; bu bakımdan onun da diyecekleri vardır.
Bazı kere haham, Yahudi cemaatinin bağlı bulunduğu
devletin kanunlarına göre caiz olan bir evlenmeye izin ver­
meyebilir; meselâ, geleneğe bağlı cemaatlerde, şeriata göre
bir Kohen (Bugün de, kâhinler soyundan oldukları sanılan­
lar bu hükme tabidirler) boşanmış bir kadınla evlenemez.
Eğer nişanlıların bundan haberi yoksa durum kötü olur.
Hele henüz medenî nikâh kabûl etmemiş olan İsrael devle­
tinde bu durumda olanların evlenmeleri mümkün değildir.
376 MUSA ve YAHUDİLİK

İkinci ağır durum da, çiftin önceden nikâh dairesinde,


ya da yetkisi kendi cemaatlerince kabûl edilmeyen bir ha­
ham tarafından nikâhlanmalarıdır. Çeşitli Yahudi cemaatleri
arasındaki düşünce ayrılıkları pek çok ve derindir.
Yahudilerde, başka dinden olanlarla evlenmek caiz de­
ğildir. Amerika’da reformcu bazı hahamlar böyle nikâhları
kıymaktaysalar da buna, tıpkı Katolik kilisesinin yaptığı gi-
ği, doğacak çocukların Yahudi dininde yetişmeleri şartını
koşmaktadırlar. Ama böyle evlenenler son zamanlarda o ka­
dar çoğalmıştır ki, Yahudi cemaatleri buna bir çözüm buı
mak için yollar aramaya başlamışlardır. Arasıra Yahudi di­
nine geçenler vardır. Tâ birinci yüzyıldan beri kendi dinine
başka dinlerden insan çevirmek âdetini bırakmış olan Ya­
hudilik bu dönmeleri, hele sadece evlenebilmek için olduğu
sezilirse hoş görmez. Ancak uzun denemeler ve sınavlardan
sonra buna razı olur.

İKİ BÖLÜMLÜ NİKÂH

Bütün rsmî işler tamamlandıktan sonra nikâhın kıyıl­


masına sıra gelir. Nikâh, Musa ve İsrael Oğulları kanununa
göre bir çeşit «medenî nikâh»tır. Hıristiyanlardaki gibi bir
«takdis» değildir. Eskiden bu, birbirinden ayrı iki törenle ya­
pılırdı, günümüzde ara vermeden bir defada tamamlanmak­
tadır. Bu, eskiden bizde «Nikâh» ve «Zifaf»m aralıklı olu­
şuna benzemektedir.
Yahudilerde evlenme töreninin birinci kısmma çeşitli
adlar verilmektedir. Tevrat’ta buna «Erusin» denmektedir.
Bu, boşanma yoluyla ayrılması mümkün olan, kesin bir ev­
lenme vaadi anlamına gelir. Fakat bununla eşler bir araya
gelemezler. Ancak bundan sonra düğünün geciktirilmesi,
mümkün olmakla birlikte, âdet değildi.
MUSA ve YAHUDİLİK 377
Yüzyıllardan beri bu iki tören birleştirilmiş ve buna
«Kidduşin», yâni Takdis adı verilmişti. Biz buna nikâh d-i
yeceğiz. Yahudilerde nikâh, iki tanık karşısında aşağıdaki
formülün tekrarlanmasiyle kesinleşir: «Sen benimle, Musa
ve İsrael kanunlarına göre, bu yüzükle nikahlandın.» Bun­
dan sonra çifti odada yalnız bırakırlar, böylece zifaf şartı
da sembolik olarak yerine gelmiş olur.
Nikâhta aşağıdaki şartların yerine getirilmesi gerektir:
Yüzük takılması, ya da kalıcı değerde bir şeyin verilmesi; bir
zifaf odasının hazırlanması, —Gerekirse sembolik olarak bir
sayeban, ya da bir dua atkısı yeter— ve güveyin, yukarıda
yazdığımız yolda, gelini aldığını bildirmesi.
Bu törende hahamın, ya da Kantor’un (sinagog mugan­
nisi) bulunması şart değildir. Talmud geleneğine göre, bir
Yahudi nikâhı, belirli bir paranın ya da değerli bir şeyin
verilmesi, evlilerin bir arada yaşamaları ve bir belgenin im-
zalanmasiyle tamam olur. Eskiden bu üç şart ayrı ayrı za­
manlarda yerine getirilebilirdi. Şimdi ise —İkincisi sembo-
lk olarak— bir araya getrilmiş durumdadır.

NİKÂHTA, HAHAM IN ROLÜ

Aslında hahamlar, tıpkı bizdeki imamlar gibi, ruhanî bir


sınıf teşkil etmezlerdir. Bunlar, cemaatin içinde şeriaatı iyi
bilen ve uygulanmasına nezaret eden bir çeşit müftülerdi.
Sonraları —Hattâ geleneklere bağlı olan cemaatlerde bile—
yavaş yavaş bir çeşit papaz ve vaiz durumuna girdiler.
Birçok geleneğe bağlı cemaatlerde nikâh, haham tarafın­
dan değil, «Mesadder Kidduşin (Nikâh düzenleyici)» denen
özel memurlar tarafından kıyılır. Haham’ın işi sadece çiftin
Yahudi şeriatına uygun olarak nikâhlandığım kontroldan
ibarettir. Bundan başka nikâh tanıklarının, tanıklıkları mak­
378 MUSA ve YAHUDİLİK

bul kişiler olduğunu tasdik etmesi ve nikâhın deftere kaydı­


nın da muntazam olup olmadığım kontrolü gerektir. Ama Ha­
ham bu vesile ile bir nutuk söyler ve yeni evlileri «takdis»
de eder. İsrael devletinde ise nikâh, bizdeki gibi nikâh dai­
resinde, merasimsiz olarak kıyılmakta, sadece dua edilmek­
tedir.
Görülüyor ki, Yahudilerde nikâh, ufak ayrıntılardan baş­
ka, hiç bir bakımdan Müslüman nikâhından farklı değil­
dir. Onlarda, da bizdeki «Ağırlık» ya da «Mihr-i muaccel» ola­
rak para ya da değerli bir şey verilmekte ve ruhani sıfatı
olmayan, daha ziyade cemaati temsil eden birinin ve iki şa­
hidin huzurunda yeni evliler, evlendiklerini bildirmektedir­
ler.

SİNAGOG’DA EVLENME TÖRENİ

Nikâhın Sinagog’da kıyılması zorunlu değildir. Ama ai­


lelerin çoğu böyle yaparlar.
Evlenme günü yeni çift oruçludurlar (Yahudilerde oru­
cun şekli ilerde anlatılacaktır). Gelin ve güveyin ya da aile­
lerinin isteği üzerine evlenme töreni bir «Tanrıya yakarma»
töreni şeklinde ve öğle vakti yapılabilir. Bu törenin temeli
Büyük Kefaret günündekinin eşi bir «Günahların itirafı»dır.
Bununla, geçmişten tamamiyle ayrı bir hayat bölümüne gi­
ren gelin ve güveyin, önceki hayatlarında suç işlemiş­
lerse, bundan sıyrılmaları amacı güdülür.
Çoğu zaman gelin, anası ve kadın akrabaları ayrı bir
odada bulunurlar, düğün sayebanının altında yalnız güvey
durur. Eğer gelin geleneklere çok bağlı bir cemaattense sa­
dece oruç tutmakla kalmaz, bir akşam öncesinden «Mikve»
yâni kadınlar hamamında, suya dalma şeklinde güsul etme­
si de gerektir. Cemaatten ancak bu şartla evlenme izni ala­
MUSA ve YAHUDİLİK 379

bilir. Yahudılerde gusül, Musa kanunları bölümünde anlat­


tığımız gibi, ya tamamiyle suya dalmak, ya da akar pınar
veya yağmur suyunda baştan aşağı yıkanmakla yapılır.
Gelinle güveyin bir araya getirilmesi her cemaatin ge­
leneğine göre ayrı ayrı olduğu için bunları geçiyoruz. Bun­
lar «Huppa», yâni dua atkısı adını alan sayebamn altında
buluştukları zaman, güveyin babası oğlunun, gelinin anası da
kızının yanında yer alır. Bu sırada koro halinde bir mez-
mur söylenmektedir. En sevilen ve en çok okunanı Mez. 121,
5 - 8 dir: «Gözlerimi dağlara kaldırıyorum; yardımım nere­
den gelecek? Yardımım gökleri ve yeri yaratan Rabdendir...»
Bunun sonunda gelin ve güveye mutluluk dileyen bir ila­
hi okunur. Batı Yahudilerinde bir de nutuk söylenirse de bu,
hıristiyanlardan alınma bir gelenek olduğu için, İsrael’de ol­
sun, doğu Yahudilerinde olsun hoş görülmez; ama bu gelenek
gene de yavaş yavaş yayılmaktadır. Genel olarak, Tevrat’tan
bir parça okuyan Haham, buna dayanan kısa bir vaiz verir.
JBundan jionra haham bir bardak şarap alır ve şarabı ya-
ratan Tanrıya ^şükreder: «Kutsal buyruğuna evlenmeyi de
kattı. Bize kiminle evlenebilip kiminle evlenemiyeceğimizi
bildirdi.» der. Gelinle güvey aynı kupadan içerler. Bu, ha­
yatın, sevincin ve acıların paylaşıldığının sembolü olarak ka­
bul edilmektedir; artık acıyı da, tatlıyı da iki insan aynı ka­
dehten içeceklerdir. Bu ortak içkiden sonra gelinin duvağı
açılır ve güvey geline İbranîce olarak şu sözleri söyler: «Bak,
sen bana bu yüzük ile ve Musa ve İsrael şeriatı gereğince ni­
kahlandın.» Bu sözlerden sonra da gelinin parmağına yüzü­
ğü takar. Artık «Erusin», yâni nikâh tamamlanmıştır. Gele­
neklere tamamiyle bağlı olan cemaatlerde bunun arkasından
evlenme vesikası okunur. Gelinin, evlenmeyi kabul ettiğini
söylemesi gerekmez. Aramî dilinde yazılmış ve kimsenin an­
lamadığı vesikada ise, gelinin de kabûl ettiği yazılıdır ve bu
vesika hiç değişmeyen bir formülden ibarettir. Reformcu
380 MUSA ve YAHUDİLİK

Yahudilerde ise, gelin de güveyin sözlerim tekrarlar. Ka­


dınla erkeğin tam eşitliğini gösteren bu şekli fazla bulanlar­
da ise gelin sadece Neşideler Neşidsinden şu sözleri tkrar-
lar: «Ani ledodi vedodi li» (Sevgilim benimdir, ben sevgili­
min).
Aram! dilindeki evlenme vesikasının okunmasından son­
ra Kantor, ya da koro gene bir mezmur söyler. Sonra son
defa olarak gelinle güvey gene aynı kupadan şarap içerler,
sonra güvey camdan yapılma bir şeyi yere atarak kırar, ya
da ayağının altında ezer, oradakiler de: «Mazaltob» (Mutlu­
luklar) diye bağırırlar. Sonra koro 128. Mezmuru söyler:
«Karın evinde, verimli bir omca gibi olacaktır. Tanrı seni Si-
yondan takdis edecektir.»
Gelinle güvey Sinagogdan, ya da Huppa’nm bulunduğu
ve nikâhın kıyıldığı yerden çıkarlar ve yemek için, yalnızbaş-
larma bir odaya çekilirler. Sonra düğüne sıra gelir.
Tevratî çağlarda güveyin babası gelinin babasına «Mo-
har», yâni gelin bedeli denen bir para öderdi. Sonradan bu
parayı nikâhta, değil, boşanma durumunda ödemek usulü
kondu, böylelikle boşanma daha güçleştirildi. Bu geleneği
Kıraliçe Salome Aleksandra’nm (M.ö. 76 - 67) kardeşi Si-
moıı ben Şetah’ın koyduğu söylenir.

BOŞANMA

Yahudiler, tabiatiyle mensup bulundukları memleketin


kanunlarına uymak zorundadılar, ama beri yandan şeriatla­
rı kendilerinin bir teokrasi olarak yönetildikleri vakitlerden
kalmıştır. Osmanlı imparatorluğu zamamnda, —bu impara­
torluk da şeriatla yönetildiği için— başka dinden olanların
bu gibi işleri kendilerine bırakılmıştı. Avrupa’da da 18. yüz­
yıla kadar durum böyleydi. Yahudiler nikâhlarım kendileri
MUSA ve YAHUDİLİK 381

kıydıkları gibi, boşanma dâvalarını da Hahamlar heyeti gö­


rürdü. Medenî kanunların kabulünden ve Yahudilerin aynı
ödev ve haklara sahip vatandaşlar olarak tanınmasından son­
ra da gelenekleri gene devam etti. Günümüzde, sadece mah­
keme karariyle ayrılmış bir çift, eğer Hahamın huzurunda
ayrılma kararını almamışlarsa, başkalarıyla, kendi dinsel ve
geleneksel yollarında evlenemezler. Eğer bıma rağmen me­
denî nikâhla evlenecek olurlarsa bu, cemaate karşı işlenmiş
bir suçtur.
Yahudi cemaatinden biri eşinden ayrılmak isterse, ma­
halli hahamlığa başvurur. Eğer henüz mahkeme karariyle
ayrılmamışlarsa Haham, aralarını bulmaya ve onları barış­
tırmaya çalışır. Ama ayırma kararı vermeye hakkı yoktur,
bu yolda bir karar verecek olursa bu, mensup olduğu devle­
tin kanunlariyle çelişeceği için hükümsüzdür. Ama beri yan­
dan, devletin kanunları da, Yahudi dinine göre, iki kişiyi ne
birleştirmeye, ne de ayırmaya yetkilidir. Bu sebeple bunla­
rın ortasını bulmak zorunluluğu doğmuştur.
îsrael devletinde, eskiden olduğu gibi şimdi de Haham­
ların yetkileri söz götürmez olduğu halde, başka memleket­
lerde Hahamların görevleri sadece din alanındadır. Bu se­
beple Haham ancak, devletin yetkili makamları işi sonuç­
landırdıktan sonra boşanma seremonisini yapabilir ve ka­
dının başka bir kocaya varabileceğine hükmedebilir.
Aşağı yukarı 1000 yıldan beri Yahudilerde boşanma, her
iki tarafın rızası ile olur. Her ne kadar hâlâ, falan adam ka-
Tisını boşdı, denmekte, bunun aksi, yâni filan kadın kocasını
boşadı denmemekteyse de, kadın ayrılma belgesini tanıma­
yabilir. Eğer erkek, mahkeme karariyle boşanmış olan karı­
sından Haham huzurunda ayrılmak istemezse kadın, me­
denî nikâhla başka bir erkeğe varabilir. Ama Yahudilerin
telâkkisine göre, eski kocasının karısı olmakta devam eder.
382 MUSA ve YAHUDİLİK

İkinci kocasından olan çocuklar piç sayılır ve bunların ni­


kâhları dinsel usullerle kıyılamaz.
Şeriatı Tanrı buyruğu olarak kabûl eden bir Yahudi için
bu şeriat adına konuşan Haham’m sözlerine boyun eğmek­
ten başka yol yoktur, ama böyle yapmadıkları takdirde, Ha­
ham’m nikâh kıyması, ya da boşanma kararı vermesi lüzum­
suz bir seremoniden başka bir şey değildir. İşte bu durum,
Yahudileri içinden kolay çıkılmaz bir çıkmaz içinde bırak­
maktadır ve günden güne, mahkeme karariyle ayrılan ve sa­
dece medenî nikâhla evlenenler çoğalmaktadır.
Aslında Yahudilerin boşanma seremonisi, eski Yahudi
hukukunun kural ve şekillerinin uygulanmasından başka
bir şey değildir. Boşanma mahkemesi en aşağı üç kişiden
mürekkep olur. Cemaatten on kişinin de hazır bulunması ge­
rektir. Boşanma belgesi yetkili bir kâtip taralından kaleme
alınmak zorundadır. Belgenin yazılmasında kullanılacak şey­
ler (Parşömen, koyu siyah ve dayanıklı mürekkep, kaz tüyü
kalem) önce kocaya verilir ve böylece onun malı oldu sayı­
lırlar, o da «kendisinin olan» bu araçlarla belgeyi yazması­
nı kâtibe söyler. Güvenilir tanıklar, belgenin yazılması sıra­
sında hazır bulunarak kocanın ileride sözünden caymasını
önlerler. Belge orada, İbrani harfleriyle yazılır. Hiç bir har­
fin kazınması, değiştirilmesi, ya da başka harflerle birleş­
tirilmesi caiz değildir. Belgenin son sayfasına tanıkların ad­
ları yazılır. Ancak dürüstlüklerinde hiç şüphe olmayan ta­
nıklar bunu imza edebilirler ve böylece ilerideki itirazlar
önlenmiş olur. Her türlü yanlış anlamaları önlemek için bel­
geye, tam coğrafî yeri belirtilerek, nerede yazıldığı kaydedi­
lir. Kadının mutlaka orada bulunması gerekmez; yakınların­
dan biri, onun yerine boş kâğıdını alabilir. Bu kâğıdı alanın
onu yukarıya kaldırarak tutması gerektir. Bundan sonra üç
defa, kadının 90 günden sonra başka bir erkekle evlenebile­
ceği ilân edilir. Eğer kadın orada bulunuyorsa, tanıklar onun
MUSA ve YAHUDİLİK 383

ellerini masanın üstüne koyduğuna ve kocanın da boş kâğı­


dını onun eline verdiğine dikkat ederler. Sonra belge, artık
hükümsüz kalması, başka biri için kullanılamaması için yır­
tılır, parçaları Hahamlıkta muhafaza edilir. Çoğu zaman
'kadın, bu seromoni sırasında kara bir peçe örter; ama bu
zorunlu değildir.
Eski zamanlarda bir adam karısını boşayabilir, sonra
da isterse, gene yanına alabilirdi. Eğer kadın bu arada ev­
lenmiş ve o kocadan da boşanmış, ya da bu kocası ölmüş olur­
sa, artık birinci kocasına dönemezdi.
Tevratî çağlarda koca, boşanma hakkını iki şeyle kaybe­
derdi. Birincisi, aldığı kadının kız olmadığını iddia eder de
aksi ispat edilirse, İkincisi de bir kızı zora getirerek alırsa.
Başka hallerde yukarıda da söylediğimiz gibi koca karısını
istediği zaman boşayabilirdi; kadınınsa böyle bir hakkı yok­
tu. Sonradan, özellikle batıda., kocanın canı isteyince karısı­
nı boşaması önlenmiştir. Bu da Mainz’li Haham Gerşom’un
(960 yılında doğmuştur) yaptığı reformla olabilmiştir.

YENGE — KAYIN EVLENMESİ

Tevrat’ta (Tesniye 25, 5 - 1 0 ) şunları okuyoruz:


«Eğer kardeşler birlikte oturuyorlarsa ve onlardan bi­
ri ölürse ve onun oğlu yoksa, ölenin karısı dışarıda, yabancı
bir adama varmıyacaktır; kocasının kardeşi ona yaklaşacak
ve kendisine karı olmak için onu alacaktır ve ona kayın bi-
raderlik vazifesini yapacaktır.. Ve vaki olacak ki, kadının do­
ğuracağı ilk oğul, ölen kardeşinin adı ile onun yerini tuta­
caktır ve onun adı İsrael’den sUinmiyecektir Ve eğer o adam
kardeşinin karısını almak istemezse, o zaman kardeşinin ka­
rısı kapıya, ihtiyarların yanına çıkacak ve diyecek: Kayın
biraderim İsrael’de kardeşinin adım durdurmaktan çekini­
384 MUSA ve YAHUDİLİK

yor; bana kayın biraderlik vazifesini yapmak istemiyor. O


zaman şehrin ihtiyarlan onu çağırıp kendisine söyliyecekler
ve eğer durur: onu almak istemem, derse, o zaman, ihtiyar­
ların önünde kadın onun yanına gelecek ve onun ayağından
çarığını çıkaracak ve onun yüzüne tükürecekç ve cevap ve­
rip diyecek: Kardeşinin evini bina etmek istemeyen adama
böyle yapılır. Ve tsrael’de onun adı: Çarığı çıkarılanın evi,
çağırlacaktır.» Bunu Musa şeriatı bölümünde de görmüştük.
Bu, iki bakışta garip gelen, ama aslında soyun ve soyun
mirasının devamını sağlamak amacını güden bu seremoni
günümüzde de sürüp gitmektedir, bu da Yahudilerin gelenek­
lerine ne kadar bağlı olduklarını gösterir. Bugün bu iş, tabiî
sadece gösteriş olarak, şöyle yapılır:
Eskiden şehir kapısında ve ihtiyarların yargı için top­
landıkları yerde yapılan bu seremoni, şimdi Hahamlık ma­
kamında ve günü resmen bildirilerek yapılır. Yargı gününün
ilânının ertesi gün önce başkan, arkasından iki üye, niha­
yet kayın, çocuksuz dul ve tanık olan cemaat üyeleri odaya
girerler. Eski çağların çarığı yerine kayın, çıplak ayağına
kundurasını giymiştir. Ayakta durur ve kadınla karşılıklı,
Tevrat’taki sözler İbrrnice olarak söylerler. Sonra adam ar­
kasını duvara dayar ve ayağını kadına uzatır. Kadın ona yak­
ışır, sağ eliyle kunduranın bağlarını çözerek çıkarır. Sonra,
herkesin görebileceği gibi yere tükürür ve gene İbranice, son
sözleri söyler. Oradakilerin hepsi, Tevrat’ta yazılı olan «Ça­
rığı çıkarılanın evi» sözünü üç kere tekrarlar. Bunların zap­
ta geçirilmesiyle seremoni sona erer. O zamana kadar evli
sayılan kadın da istediği adamla evlenebilir. Burada, artık
hiçbir anlamı ve nedeni kalmamış olan bir geleneğin nasıl
binlerce yıl sürüp gittiğini görüyoruz. Ama reformcu Yahu-
diler arasında bu, biraz gülünç biraz da utanç verici gele­
nekten kurtulmak istekleri gün geçtikçe artmaktadır.
MUSA ve YAHUDİLİK 385

GÜNÜMÜZ YAHUDİLERİNDE
YİYECEK VE İÇECEKLER
ÜZERİNDEKİ KURALLAR

Musa kanunları bölümünde İsrael Oğullarının çeşitli


tabuları arasında, yiyecek ve içecekler üzerine olanları gör­
müştük. Burada bunların günümüzdeki uygulanış şekillerini
incelemek istiyoruz:

ETİ YENEBİLEN
HAYVANLARN KESİLİŞİ

Tevrat, yenebilecek hayvanların kesilmesi için sadece:


«Sana buyurmuş olduğum gibi boğazlayacaksın» demekle ye­
tinir. Bu sebeple, çok eskiden beri bu kesme usulünün ağız­
dan ağıza öğrenilmiş olduğu anlaşılmaktadır ve bu da her
halde zamanla gittikçe daha çapraşık bir şekil almıştır. Ya-
hudilerde boğazlanan hayvanın, ister dört ayaklı olsun, ister
kuş olsun, nefes ve yemek borusunun tamamiyle kesilmesi
gerektir. Böylece hayvan, özellikle kuş, önce kendini kay­
beder ve yüreği çarpmada devam ettiği için kanı bol bol
akar. Hayvanın kesilmesinde şart, çabuk, mümkün olduğu
kadar acısız ve tam bir öldürmedir. Bıçak hiç durdurmadan
çekilecektir. Bir an bile durulacak olursa kesme kurala ay­
kırıdır, dolayısiyle de hayvan «Nehela» yâni «leş» olmuştur,
eti yenmez. Kesilen organlarda küçük bir cisim, örneğin bir
saman çöpü bulunsa, bu da kesmeyi azıcık duruksatsa hay­
van gene mundar olmuştur. Bıçağın bir defa ileri, bir defa
da geri çekilmesi gerektir ve bıçak, boyunun genişliğinden
P: 25
386 MUSA ve YAHUDİLİK

daha uzun olacaktır. Kesme sırasında bıçak hayvanın deri­


sinin altına gömüîmiyecektir, sırt tarafı dışarıda kalacaktır.
Bıçakta çentik bulunmıyacaktır; en ufak pürüzün bile bulun­
ması hayvanı mundar eder. Bu sebeple, her hayvanın kesil­
mesinden önce bıçağın iyice gözden geçirilmesi gerektir. Her
hayvanın kesilmesinden sonra da bu kontrol tekrarlanır. Bu
iş Hahamlık tarafından tayin edilen «Şohet», yâni/kesicinin
en önemli ödevlerindendir. Söylediğimiz gibi, kurallardan
birinin yerine getirilmemesi, Tanrı buyruğunu yerine getir­
memek olur ve kesilen hayvanın eti, dini bütün Yahudiler
tarafından yenemez.
İş bununla da bitmez. Kesilen hayvanın iç organları
(Özellikle karın ve göğüs boşlukları) incelenir. Eğer hasta­
lık görülürse o hayvan da mundar sayılır ve eti yenmez. Şo-
het’lerin, bu dinsel incelemeyi tam yapabilmeleri için esaslı
anotomi bilgisine sahip olmaları gerektir. Ama günümüzde
bu işin en büyük kısmını veterinerler yapmaktadırlar.
Bu incelemeler sonunda işe yaramaz sayılan etlere: «te-
refa» yâni paralanmış, yaralanıp ölmüş denir. (Yırtıcı bir
hayvanın paraladığı hayvanın eti leş sayılır ve yenmez). Ama
bu «terefa», ya da «turfa.» deyimi, bütün yenmesi caiz olma
yan şeyler için kullanılır. Hattâ insanlar için bile, bir şeye
yaramaz, kötü anlamında olarak kullanılmaktadır. Bunun
aksi de, «Kaşer»dir. Hayvanların boğazlanması âdeti —ki
bizde de kesimin böyle yapılması gerektir— Yahudliere kar­
şı, kzellikle Almanya’da propaganda için kullanılmıştır. Şu­
rasını da kaatlım ki, modern salhanelerde kullanılan, hay­
vanı kesmeden önce elektrik akımıyla bayıltmak usulünü bir
çok Hahamlar kabûl etmemekte ve böylece kesilen hayvanla­
rı terefa saymaktadırlar.
Gerektiği gibi kesilmiş ve hastalıksız olduğu anlaşılmış
bir hayvanın da her tarafı yenmez. Yakob’un melekle, ya da
bir tanrı ile güreşmesi hikâyesini anlatmış ve uyluk başının
MUSA ve YAHUDİLİK 387

yenmesinin bu yüzden İsrael oğullarına yasak edildiğini de


söylemiştik. Bu yasak gide gide, hayvanların bütün but et­
lerinin yenmemesine kadar varmıştır. Dini bütün Yahudiler
bu en iyi cins etleri yiyemezler. Bundan başka, eskiden Tan­
rıya sungu olarak ayrılan ve yakılan kısımların da yenmesi
yasak edilmiştir. Belirli yağlar da ayrılır. Eğer kesici bunları
blimiyorsa, ayrıca kontrol memurları da kullanılır.
En büyük yasak, kan hakkında olanıdır. Gene bildiğimiz
gibi Tevrat’ta canın kanda olduğu ve etle birlikte canın da
yenmemesi emrolunmuştur. Bu sebeple etin bütün kanının
çıkarılması gerektir. Kesici mümkün olduğu kadar çok kan
akıtmakla bunu biraz sağlamıştır, ama ev kadmı bu eti bir
kere de suya koyarak büsbütün kansız hale getirmeye çalı­
şır. Ne tuhaftır ki, yüzyıllar boyunca ağzına bir damla bile
kan girmemesi için her çareye baş vuran bu ümmete, Passah
bayramında Hıristiyan —bizde de Müslüman— çocuklarını
gizlice kurban ederek kanlarını mayasız ekmeklerine kat­
tıkları gibi, korkunç olduğu kadar gülünç bir suçlama yapıl­
mıştır. Aslında bu masal, Romalılar tarafından Hıristiyanlar
için uydurulmuşken, sonra Hıristiyanların Yahudi düşman­
lığı sırasında onlara çevrilmiştir. Bize bu masal, Avrupa’dan
gelmiştir ve hayli yenidir.

YAHUDİLEIIDE YEMEK PİŞİRME

Geleneklere bağlı bir Yahudi ailesinin mutbağında. iki


takım tencere, tava, kap kacak ve bulaşık bezi bulunur. Es­
kiden birçoklarında iki büfe, ya da dolap vardı. Bunun ne­
deni, etli ve sütlülerin birbirinden tamamiyle ayrılması yo­
lundaki kuraldır. Gene bildiğimiz gibi Tevrat: «Ananın sü­
tüyle yavruyu pişirmeyeceksin!» demektedir. Fıkıhçı Haham’
lar, bunu o kadar ileri götürmüşlerdir ki, aynı sofrada etle
388 MUSA ve YAHUDİLİK

tereyağı bulunmak şöyle dursun, bunların aynı kaplarda piş­


meleri, bulaşıklarının aynı kapta yıkanması, aynı masa ör­
tüsü üzerinde yenmeleri, kullanılıp yıkanmış kaplarının bile
aynı dolapta saklanmaları haram olup çıkmıştır. Bu çeşit
yemekleri ancak aralarında belirli bir zaman geçtikten son­
ra (Yerine göre 1 - 6 saat) yemek caizdir. Bu sebeple eski­
den bizdeki Yahudiler eti şırlağan yağiyle (susam yağı) pi­
şirirlerdi. Halbuki Tevrat’ın yasağı sadece, kuzu, oğlak ve
danaları koyun, keçi ve inek sütüyle pişirmemek gibi —bir
tabudan başka bir şey olmasa da— anlam bakımından ger­
çekten güzel bir esasa dayanıyordu, onu bu garip kılığa
sokanlar, yüzyıllar boyunca kelimelerle oynayarak akla gel­
medik sonuçlar çıkaran bilgin Haham’lardır.
Yasaklar yalnız etliyle sütlüde kalsaydı, gene iyiydi! Her
hangi bir yiyeceğe en ufak bir parça yasak nesne karışırsa
onun yenmesi de haramdır. Sofu Yahudilerin bilmeden gü­
nah işlemelerini önlemek için Hahambaşılık makamlarının
her çeşit yiyecek maddelerinin yapımını kontrol ettirmeleri
bile gerekmektedir. Aslında Yahudilerin, Yahudi olmayan
biri tarafından hazırlanmış bir yiyecek maddesini yiyebil­
meleri için bunun dinsel kurallara uygun olarak hazırlanma­
sı, şu halde, nezaret altında yapılması gerektir. Meselâ bi­
zim kaşar peyniri eskiden Edirne’de böyle hazırlandığı icüı
bu adı almış, önceleri kaşer, yâni yenebilir peynir denirkep,
sonraları bu, o çeşitten olanlara, işin bu tarafı düşünülme­
den takılan ad olmuştur. Aslına bakılırsa Yahudilerin hiç
peynir yememeleri gerektir, çünkü peynir mayası sığır mi­
desinden elde edilir. Ama Hahamlar buna bir şer’i hile bul­
muşlar ve kurumuş sığır midesinin kurumuş, tahta haline
gelmiş olması yüzünden, artık et sayılamıyacağı, şu halde
sütle karışmasında bir sakınca olmadığı fetvasını vermiş­
lerdir.
İlk bakışta zararsız gibi görünen bu dinsel yasaklar, Ya-
MUSA ve YAHUDİLİK 389

hudiler için çok acı sonuçlar doğurmuştur. Günah işleme


korkusu içinde tek çareyi içlerine kapanmada, sadece ara­
larında alış veriş etmede bulmuşlar, içinde yaşadıkları mil­
letten ayrı yaşamaya kendilerini mahkûm etmşilerdir. Ger­
çi son yüzyılın içinde, aydın din adamlarının yaptıkları re­
formlar sayesinde bu yiyecek maddeleri kuralları iyice gev­
şemişse de, doğu memleketlerinde bile hâlâ bunlara harfi
harfine uyan cemaatler çoğunluktadır. Liberal çevrelerde ya­
sakların eski sıkılığını kaybedişi, meselâ domuz eti gibi
haram etlerin yenmesine kadar varmamıştır ama etliyle süt­
lünün karıştırılmaması gibileri iyiden iyiye azalmıştır. Yal­
nız büyük toplantılarda ve ziyafetlerde gene bu kurallara
uyulmaktadır.

YAHUDİLERDE ŞARAP

Yahudilerce şarabın yasak olmadığını biliyoruz. Ama sa­


dece bir Yahudinin nezareti altında yapılan şarabın içilme­
si helâldir. Bunun sebebi de, meselâ katolik kilisesinde ol­
duğu gibi, yabancı bir âyinde kullanılan ve bu iş için o din­
ce takdis edilmiş şarabı içmek korkusudur. Böyle bir şarap­
tan içmek, puta tapanlardan olmak derecesinde ağır bir
günahtır. Dini bütün Yahudi, sadece nezaret altında şişele­
re doldurulmuş bir şarabı içebileceği gibi, şişenin de, Yahu­
di olmayan biri tarafından açılmamış olması gerektir. Eğer
açılmış bir şişeye Yahudi olmayan biri dokunursa şarap te-
refa olur. Bu sebeple ziyafetlerde Yahudi garsonlar çalıştırı­
lır ki, sofuların aklına şüphe girmesin. Reformcu Yahudiler-
de şaraba dair olan yasaklar tamamiyle bırakılmıştır.

HASTALIK VE ÖLÜM

Bilindiği gibi, doğum, evlenme ve ölümle ilgili gelenekle­


.t!») MUSA ve YAHUDİLİK

rin kökleri dinden fazla, çok eski çağlardaki inançlardan gel­


medir. Dünyanın çeşitli yerlerinde aynı dinden olanlar ara­
sında bu gelenekler farklıdır. Bunu bir örnekle göstermemiz
gerekirse: Meselâ bizde ölüler için, ölümün kırkıncı günü
helva pişirip dağıtmak, ölünün evde kaldığı gece karnının
üzerine kara saplı bir bıçak koymak gibi birçok gelenekler
vardır ki, bunlara başka İslâm memleketlerinde rastlanmaz.
Ama bunlar, âdeta dinsel bir durum almışlardır.
Biz burada Yahudilerde genel olarak sayılan gelenekle­
ri ele almakla yetineceğiz.
önceden söylemiş olduğumuz gibi, Tevrat’ta, yâni Eski
Ahdin ilk beş kitabında ruhun ölümsüzlüğü, öldükten sonra
dirilme, Cennet ve Cehennem düşüncelerine rastlanmaz. İs-
rael oğullarının dininde bunlar olmamakla birlikte onlarda,
tıpkı Uzak Doğuda olduğu gibi, ölmüş atalara saygının bü­
yük bir rol oynadığım biliyoruz. Ayrıca, insanda doğal ola­
rak bulunan, bilinmiyenler karşısındaki korku, dolayısiyle
ölülerden çekinme, elbette İsrael oğullarında da vardı. Za­
ten îsrael oğullarının kanunlarındaki ölülere değenlerin ta­
pmağa girememeleri, gusül etme zorunlulukları, ölüler için
tutulan yas, hep bu korkunun belirtileridir. Ama gene bildi­
ğimiz gibi daha sonraları, Yahudilerin savaş, tutsaklık, bo­
yunduruk altına girme gibi sebeplerle temasa geldikleri mil­
letlerin inançları bunların inançları üzerine etki yapmıştı.
Şimdi inceliyeceğimiz ölümle ilğili gelenekler bu inaçların
son aldığı şekli göstermektedir.

SON DAKİKALA

Ölüm haline gelenin yanında yakınları, dostları, çoğu


zaman da bir Haham toplanırlar. Ölüm duası: «Şema İsra­
el »le başlar. Bu, İslâmlıktaki Kelime-i Şehadet’in karşılığı­
MUSA ve YAHUDİLİK 391

dır: (Şema İsrael, Adonai Elohinu, Adondi ehad) «Dinle, ey


îsrael: Tanrımız Rab, bir olan Rabdır». Bunu duayı idare
eden söyler. Sonra bütün oradakiler üç defa: «Saltanatının
haşmetine ebediyete kadar hamdolsun» derler. Bundan son­
ra yedi kere, nebi İlya’nın Karmel dağında Baal papazlarını
Tanrının yargısına çağırmasında., İsrael Oğullarının dedik­
leri tekrarlanır: «Yahve Tanrıdır, Yahve Tanrıdır» (I. Kıral-
lar 39). Eğer ölüm döşeğinde olanın henüz aklı başındaysa
o da bu sözleri tekrarlar. Hastanın son nefesini verip verme­
diğini anlamak için eskiden küçük bir tüyü burnunun al­
tına koyarlardı. Şimdi de bazı yerlerde bu gelenek sürüp
gitmektedir.
Ölü büyük bir saygı görür. Çünkü bir zamanlar sevilen
bir insanın ölümsüz canını saklamıştır; onun için bu canın
mahfazasının da saygı görmesi gerektir. Ama aynı zaman­
da ölü artık yaşayanların arasından tamamiyle ayrılmıştır
ve dinsel bakımdan «Mundar» sayılır. Tevrat ölüyü «Tame»
ler, yâni en mundar olanlar arasında sayar. Burada Musa
kanunlariyle İsrael’in ilkel dinlerindeki ataların ruhlarına
saygı çatışmış durumdadır. Kanun belki de, örneğin Mısır’
da görülen, ölülerin kutsal sayılmasiyle savaşmak istemiştir.
Bunda da başarılı olmuştur, çünkü Yahudilerde kutsal me­
zarların, Katoliklerde olduğu gibi velîlerin kemiklerinin bir
çeşit kült konusu oluşu gibi şeylerden eser yoktur, ölüm
karşısında ve öldükten sonra herkes eşittir. Tevrat ölüye
«abi abot ha-tumea», yâni «mundarlarlarm mundarların
mundarı» demekle her halde bu amacı gütmüş olacaktır. Bu
sebeple «Kohanim» yâni kâhinler soyundan olanlar, gelenek­
lere bağlı çevrelerde, içinde bir ölü bulunan eve giremedik­
leri gibi, ölü çıktıktan sonra da ancak belirli temizleme se­
remonilerinden sonra girebilirler.
392 MUSA ve YAHUDİLİK

ÖLÜNÜN HAZIRLANMASI

Doğu memleketlerindeki Yahudilerde ölünün hemen,


mümkünse ölüm günü gömülmesi âdettir. Ölenin en yakın­
ları bütün dinî ödevlerinden ve gömülmeye ait işlerden uzak
tutulurlar. Bundaki düşünce, onların bu acılı anlarında Tan­
rıya hamd edebilmelerinin şüpheli oluşudur. Her ne kadar
birinin öldüğünü duyan herkesin, bu arada en yakınlarının
da «Doğru yargılayana hamd olsun» demesi gerekse de, bun­
dan ötesi onlardan beklenmemektedir. Talmud, «Ölü henüz
tabutta iken kimseye baş sağlığı dliememelidir.» der. Yahu-
diler ancak ölü gömüldükten sonra başsağlığı dilerler. Yaslı
kişiler yalnız bırakılmaz, ama o anda acılarını büsbütün art­
tıracak sözler söylenmez.
Yahudilerde ölülerle, Aramice «Hebra kaddışa» yâni
«Kutsal Birlik» mensubu kadın ve erkekerin meşgûl olmala­
rı eskiden beri âdettir. Bunlar ölüyü yatağından alır, soyar,
yıkar, kefenlerini giydirirler ve tabuta koyarlar. Çoğu za­
man, cemaatin en ileri gelenleri bu ödevi yerine getirmeyi şe­
ref sayarlar. Bu gönüllü yardımcılar çağırıldıkları zaman
hiç vakit geçirmeden koşup gelirler. Sofu Yahudi kadınları
sevap olsun diye kendi kefenlerini dikip hazır bulundururlar.
Ölüler eskiden mezarlıkta yıkanırdı. Şimdi ise bu iş için
yapılmış gasilhanelerde (Yahudiler buraya bet ha - metaher,
yâni temilzeme evi derler) yıkanmaktadılar. Bu seremoni na­
dir olarak evlerde de yapılır. Ölü, üstü örtülü olarak bir
masa, ya da teneşir üzerine yatırılır. Hebra üyeleri etrafına
toplanır. Maden, ya da topraktan biı kaptan ılık su, usulü
gereğince ölünün üzerine dökülür. Bu, sembolik bir yıka­
yıştır. Sonra Hebra üyeleri daha bol su dökerler ve hepsi şu
sözleri söyler: «Çünkü o günde, sizi tathir etmek üzere sizin
MUSA ve YAHUDİLİK 393

için kefaret edilecektir. Rabbin önünde bütün suçlarınızdan


tabir olacaksınız» (Levililer 16, 30).
ölü itina ile kurulandıktan sonra (Bu sırada da ölü ta-
mamiyle örtülüdür) ona kefeni, daha doğrusu ölü kılığı giy­
dirilir. Bu kılık herkes için birdir. Eskiden böyle değildi,
ölülere, zenginliklerine göre, değerli elbiseler giydirmek âdet­
ti, ama birinci yüzyılda Babbi Gamliel II. bütün ölülerin eşit
beyaz giyslierle gömülmesi usulünü koydu. Bu kılık beyaz
bezden takke, gömlek, don, kuşak ve kemerdir. Erkeklerde
buna bir de dua atkısı eklenir.
Bütün bu işlerde tek bir söz bile söylenmez. Ölüler ko­
nuşamadığı için onların yanında konuşmak onlarla eğlenmek
sayılır, çünkü Süleyman’ın mesellerinde: «Fakirle istihza
eden, onu yaradanı hor görür» denmiştir. (S.M. 17.5). Sadece
Hebra’lar seremoninin başında, Tanrının kendilerini yanlış
ve kusurlu bir şey yapmaktan ibkruması için kısa bir dua
ederler.
Ölü giydirildikten, yâni bizim deyimimizle kefenlendik­
ten sonra sade, beyaz tahtadan yapılma bir tabuta konur.
Bu bile asıl Yahudi geleneklerinde yoktur; eskiden ölü, doğ­
rudan doğruya toprağa yatırılırdı. Kudüs’te şimdi de böyle
yapılmaktadır.
Tabutun kapanmasından önce, ölünün üzerine biraz be­
yaz toprak, ya da ince toz serpilir. Yahudilerin Kudüsten çı­
karılmasından sonra, ölülerin yanına bu şehrin toprağından
bir tutam koymak âdet olmuştu; günümüzde de bu gelene­
ği sürdürenler vardır.
Yahudilerin ölü yıkama âdetleri üzerine de birçok garip
şeyler uydurulmuştur. Bunun sebebi herhalde, bütün taha-
ra, yâni gasil işi sırasında dışarıdan sadece ayak sesleri, bir
kabın bir yere çarpmasından çıkan sesin duyulması, zaten
ölüyle ilgili şeylerde fazla hayâli işleyenlerin de kendilikle­
rinden bu sessizliğe anlam vermeye çalışmalarıdır.
394 MUSA ve YAHUDİLİK

GÖMME

Yahudilerde, cenaze evindeki aynaları örtmek, perdeleri


sıkı sıkı kapamak âdettir, ölünün yakınları ve dostları, ce­
naze cemaatine katılmak zamanını sessiz beklerler. Bu sırada
iane kutuları dolaştırılarak hasta ziyaretleri ve Hebra’nm
çalışmaları için para toplanır. Doğu Avrup’da tabutu Hebra’-
nın adamlarının götürmesi ve bu arada «Sedaka tassil mim-
mavet» diye seslenerek, iane toplamaları âdetti. Bu söz, Sü­
leyman’ın Mesellerinden alınmadır (S.M. 11.4). Sedaka, hem
sadıklık, yâni doğruluk, hem de fakirlere yardım anlamına
gelir. Bu sözün anlamı da (Doğruluk ölümden kurtarırıdır.
Ama burada gerçek «sadaka» anlamına alındığı bellidir. Ce­
naze alayı yola çıkmadan önce 90 ve 91. Mezmurlarm son
parçalariyle M.S. birinci yüzyılda yaşamış olan Rabbi Nehun-
ya ben ha - kana’nın olduğu söylenen şu dua okunur: «Duy
kavminin yakarışını, götür bizi temizliğe, ey Yüceler Yüce­
si.»
Eskiden Yahudiler ölülerini omuzda taşırlardı. Şimdi
sadece Hahamlar ve Hebra mensupları böyle götürülür.
Ölü arabaya konulacaksa, cemaat, bizdeki gibi bir müddet
yaya olarak tabutun peşinden gider. Bir Yahudi, cenaze ala­
yını görürse, o da birlikte birkaç adım gider ve «Selâmetle
git» temennisinde bulunur. Yol bir sinagog’un önünden ge­
çerse, orada biraz durulur ve kapıya çıkmış olan Kantor ve­
da mezmurunu okur, ölüler sinagoga alınmaz, sadece Ha­
hambaşı ile Hahamların ölüleri alınabilirler. O zaman cena­
ze sinagogun içinde yedi defa dolaştırılır ve bu sırada Şo-
far, yâni boynuz boru öttürülür.
Mezarlığa varılınca, geleneklere bağlı cemaatlerde ce­
naze omuzlara alınır, ölü önce, ölülerin konduğu ve yıkan-
MUSA ve YAHUDİLİK 395

eliği binaya alınır, orada Haham dua eder ve kalanları tesel­


li yollu sözler söyler. Sonunda gene 90 ve 91. Mezmurların
son parçalariyle Rabbi Nehunya ben ha - kana’nın duası oku­
nur. Sonra, ölü, hazırlanmış olan mezara götürülür. Orada
Hebra mensupları onu mezara indirir ve bu sırada Daniel Ki­
tabından şu sözü söylerler: «Ve sen, git kendi sonuna.»
Ölünün yüzü doğuya çevrilir, bu yön, Yaruşalim Tapma­
ğının bulunduğu taraf sayılır; ölüler orada dirleceklerdir.
Sonra, üç kürek toprak ölünün, ya da tabutun üzerine ser­
pilir ve gene dua edilir. Artık kürek elden ele geçer, ama
doğrudan doğruya ele verilmez, yere bırakılır, daha sonraki
de oradan alır. Eskiden Yahudilerde de bu törene kadınlar
katılmazdı, şimdi, liberal çevreler dışında da kadınlar buna
katılmaktalarsa da, toprağı sadece erkekler küreklemekte-
dir. Cenazeye çiçek götürmek ve mezara çiçek koymak Yahu­
dilerce hoş görülmeyen bir yeniliktir. Bununla birlikte, ar­
tık gerçek çiçeklere izin verilmekte, sadece çelenk koymaya
müsaade edilmemektedir. Ama yenilik taraflıları bu yasağı
da dinlememektedirler.
Mezarlıkta cemaat, ölenin yakınlarına baş sağlığını şu
sözlerle diler: «Her yerde ve her zaman hazır olan (Tanrı)
Siyon ve Yaruşalim için yas çekenler arasında sizin de tesel­
linizi versin!» Bu sözlerden sonra yerden bir demet ot kopa­
rılır, insanların ölümlü olduğu üzerine bir mezmur okunur
ve artık mezarlıktan çıkılır. Gömme töreninden sonra ce­
maate yemek vermek âdettir. Yaslılar yere yakın, çok alçak
yerlerde otururlar, eğer ölenin oğlu varsa o, yere oturur.
Ona ekmekle yumurta verilir. Yumurta birçok milletlerde,
kaderin değişgen olduğunun sembolüdür; aynı zamanda can­
sızların yeniden hayat bulacağını da anlatır.
396 MUSA ve YAHUDİLİK

KADDİŞ DUASI

Ölenin oğulları on bir ay —libeı^Lİ cemaatlerde kızları


da— Kaddiş (Kutsallama) denen duayı, ölüyü anmak için
okurlar; buna dostlar da katılır. Bu âdet, Ortaçağda Alman­
ya’da Yahuriilere karşı yapılan zulümler sırasında doğmuş­
tur. Bu duada sadece Tanrının ululuğundan, yarlıgayıcılığın-
dan söz edilmekte ve kendisinden barış ve huzur dilenmek­
tedir. Sonraları bu dua ile ölenin cehennem azabından kur­
tulacağına inanılmıştır.
Esasen Yahudilerde oğulların sevaplarının ana babala­
rının günahlarının Tanrı katında bağışlanmasını sağlayacağı
itikadı vardır; bu duadan kazanılan sevaplar da ölenin gü­
nahlarının affı içindir.
Ölülerin yıllık anma gününde ölen baba ve analarla öğ­
retmenler için dua edilir, ölen öğretmenlerin böyle anılışı,
Yahudiliğin son aldığı şekilden önce, daha İlkçağda da var­
dı. O gün oruç tutulur, sonra toplu olarak öğretmenin meza­
rını ziyarete gidilirdi. Bu sırada ana ve babaların mezarları
da ziyaret edilirdi. Günümüzde, mezarları bilinmeyen nine
ve dedelerin adlan bir levhaya yazılı olarak muhafaza edil­
mektedir.
Yıllık anma gününde de, Kaddiş duası edilir ve bazı
yerlerde sabah ve akşam Tevrat okunur. Doğu Yahudileri
önce bunu kabûl etmemişlerdi. Çünkü onlara göre ölen, na­
sıl olsa, onbir ay, edilen Kaddiş duasiyle cehennem azabın­
dan kurtulmuştur. Ama Kabbala’cı Yishak Lurya’nın fik-
rince her Kaddiş okunuşta ölen «Gan Eden»de, yâni cennet­
te bir kat yükseğe çıkacaktır.
MUSA ve YAHUDİLİK 397

RUHUN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ İNANCI

İsrael oğullarının inançlarını incelediğimiz sırada bu


konu üzerinde uzun boylu durmuştuk. Şimdi, günümüzdeki
Yahudilerin bu yoldaki inançları üzerinde de bazı bilgiler
verelim:
Bildiğimiz gibi, önceleri, iyi ve kötü herkesin canının
Şeol’e gideceğine inanılıyordu. Tevrat diriler içindi, ölüler­
den söz ettiği yoktu; İsrael nebi’leri de bununla uğraşma­
mışlardı. İlk olarak Daniel Kitabında, Babil tutsaklığından
sonra, İran egemenliği sırasında meydana gelmiş olan bu
yazıda ölülerin yeniden dirileceği düşüncesine rastlıyorum
Buna göre Mesih’in gelmesiyle ölüler dirilecek, kötüler son­
suz âzaba, iyiler de sonsuz mutluluğa kavuşacaklardır. Bu
inanç İran dininin İsrael dinine etkisinden doğmadır. Zer­
düşt dininde cennet, cehennem, sırat vardı. Ama. artık bu,
Yahudi dininin temel inançlarından biri haline gelmiştir.
Yeniden diriliş, cennet ve cehennem inancının yanında, do­
ğu Yahudileri arasında, özellikle Hind kültür çevresi, iein.de-
kilerde «Gilgul» denen, ruhun bedenden bedene geçmesi, an­
cak günahlarının ödenmesinden sonra sonsuz sükûna kar
vuşması inancı da vardır. Bu inanç ilkel halklarda olduğu
gibi, Pythagoras da bunu kabûl etmekteydi; Budist’lerin ..de
inancı budur. Bu düşünce, özellikle Yahudi mistikleri ara­
sında çok yer almış, birçok büyük düşünürler, özellikle Kab-
bala’cılar bu inancı benimsemişlerdir. Günümüzdeki Yahudi­
lerin bizim «Amentü» karşılığı olan inanç şartlarının sonuncu
su şöyledir: «Tamamiyle inanıyorum ki, yaradamn irade bu­
yurduğu zamanda ölüler dirileceklerdir.» Ama o zamana ka­
dar ruhun nerede olduğu hakkında kesin bir doğma yoktur.
YAHUDİLERDE İBADET

SİNAGOG

Kitabımızın büyük bir kısmını teşkil eden, İsrael Oğul­


larının tarih içindeki yolculuklarının hikâyesinde, ilkel bir
kabile dininden nasıl, tek ve bütün evrenin sahibi bir Tanrı
düşüncesinin doğduğunu ve geliştiğini görmüştük. İsrael
Oğullarının dinlerinde, tıpkı öteki çağdaş milletlerde olduğu
gibi, bireylerin ibadeti ve duası bahis konusu değildi; koha-
nim, yani kâhinler. Tanrı ile kul arasında aracı idiler. Tapma­
nın hemen hemen biricik şekli olan kurbanları onlar keser,
bazı parçalarını yakar, geri kalanları yalnız onlar yer, böy-
lece hem Tanrıyı, hem de kendilerini doyururlardı. Tanrı
Yahve’nin, tıpkı Kenan, Mezopotamya, Mısır ve Yunan tan­
rılarının olduğu gibi bir «Evi» vardı. Tanrı bu evde olduğu­
na, ya da daha sonraları aldığı şekilde «Tahtı bu evde bu­
lunduğuna» göre .elbette bütün seremoniler de bu evde ge­
çecekti. Ama artık Yahudilerin tanrılarının da, kendilerinin
de, egemen oldukları bir bucakları yoktu. Zaten Titus’un Ye-
ruşalim’i yıkmasından ve tapınağın yanmasından sonra iş bu
hale gelmişti, ama arada Bar Kohba, kısa bir zaman için ye­
niden bu eski ibadet şeklini diriltmek istemişti. Ondan son­
ra artık, buram buram tüten et kokuları, kohen’lerin ayak
bileklerine kadar yükselen kurban kanları, Yahve’nin esrarlı
taht odası, hep hep, bir daha dirilmemek üzere ortadan kalk­
tı. Kohen, sadece bir ad olarak kaldı. Kohenlerin yerine rab-
MUSA ve YAHUDİLİK 399

bi’ler, hahamlar geçti. Bunlara papaz diyemeyiz. Bunları ol­


sa olsa imamlarımıza benzetebiliriz. Yahudilerde de Tanrı
ile kulu arasına kimse giremezdi artık. Kimse kulun günahı­
nı affedemez, kimse başkalarının yerine ibadet edemezdi.
Her koyun kendi paçasından asılacaktı. Hahamlar sadece si­
nagoglardaki törenlerin idaresinde rol alıyor, dinî meselele­
ri, kitaplara baş vurarak çözüyorlardı.
Rolleri bundan ibaretti. Zaten sinagog, örneğin bir kili­
se değildir. Buralarda Tevrat özel bir dolapta saklanır, tö­
rende okunur ve dua edilir. Tören son derece sadedir ve de­
diğimiz gibi, ne papaz, ne de (İster gerçek, ister Katolikler-
de olduğu gibi sembolik olsun) kurban vardır.
Bu ibadet şeklinin gelişmesi şöyle olmuştu: Bâbil’de top­
lanarak duaya alışan Yahudiler, dönüşlerinde bunu bırakma­
dılar demiştik. Tapınağın ikinci yapılışında kurban törenleri­
nin dışında Kohen’ler dua etmiye ve İlâhî söylemiye de baş­
ladılar. Bu arada, eski mezmurlar yeniden ele alındı ve bun­
lara yenileri katıldı. Bir yandan halkı da törenlere katmak ve
kurbanları halkın kurbanları haline getirmek için Maamadot
denen bir teşkilât kuruldu. Memleket yirmi dört bölgeye ay­
rıldı (Gene altının ve on ikinin katları. Bunu kitabımızın ba­
şında İsrael’in on iki kabilesinde görmüştük). Bu bölgeler­
den her biri yılda iki defa, birer haftalığına Yeruşalim’e bir
heyet gönderiyordu. Bunlar günde dört defa (Sabahleyin
«Şaharit», öğleyin «Musaf» İkindiyin «Minha», ve akşam üs­
tü, tapmağın kapıları kapanmadan önce, «Ne’ilat Şerarim»)
yalnız duadan ibaret bir ibadet ve Tevrat okumak için tapı­
nağa geliyorlar, yurtlarında kalanlar da aynı saatlerde ayni
ibadeti yapmakla aralarındaki bağı kuvvetlendiriyorlardı; bu,
daha sonraki, sinagoglarda gündelik ibadetlerin bir başlangı­
cı idi. Sonraları sadece Şaharit ve Minha devam etti, Musaf
yalnız Şabbat ve bayram günlerinde, Ne’ilat yalnız kefaret
400 MUSA ve YAHUDİLİK

bayramında uygulandı. Maariv adı veriler» ve evde akşamları


yapılan bir ibadet de buna eklendi.
Kudüs’ün yıkılmasından sonraki Yahudilikte artık irsi
bir kâhin sınıfı yoktu, cemaatin bütün üyeleri eşitti. Yüzyıl­
lar boyunca, ibadetin şeklinden doğma bütün eşya, tapınağın
şekli, yedi kollu şamdan, Ahit sandığının durduğu Kutsalla­
rın Kutsalı, göstermelik ekmekler masası, bu toplantı yerle­
rinde faydasız ve yersizdi. Sinagoga bunlardan hiç biri alın­
madı. Sinagog, Tanrısına, bir aracıya lüzum olmadan dua
eden ve yakaran, eşit insanların buluştukları yerdi. Döşenişi
de tabiî buna göreydi: Bir salon ve belirli âyinler için bir
«Sefer tora» yani Tevrat tomarı. On ergin erkek burada bu­
luşunca ibadet için gereken bütün şartlar tamamlanmış olu­
yordu. Yavaş yavaş âyin şekilleri de belirdi. Belki ibadet ye­
rinin ve ibadetin bu kadar sade oluşu sayesinde yirmi yüzyıl
boyunca sürgünden sürgüne atılan Yahudilik daima, dinî ve
fikrî merkezler bulabilmiştir.
İlk defa Bâbil tutsaklığı sırasında doğmuş olan toplantı
yerleri, tapmağın ikinci yapılışında lüzumsuz gibi kalmışsa
da, özellikle Kudüs’ten çok uzaktakilerin, İskenderiye, An­
takya, Damaskus (Şam) hülâsa bütün dağınık cemaatlerin
bulundukları yerlerdekiler yaşamakta devam etti. Beri yan­
dan Kudüs’ün içinde de tam 394 sinagog bulunuyordu; ama
bunlar «ibadet evleri» değil, öğrenim yurtları, bildiğimiz gibi
medreselerdi. İşte bu yüzden, sinagoglara Yiddiş (Esasını
Almanca teşkil eden ve özellikle Almanya ve PolonyalI Yahu-
dilerin konuştukları karma dil) dilinde «Schul» yani okul
adı verilir.
Bu en eski devirlerdeki sinagoglar (İbranicesi: Bet Ke-
neset) günümüzdekilerden hayli başka idi: Anlaşılan, o za­
manlar, ibadet edilen salonda insan ve hayvan resimlerinin
bulunması da kötü görülmüyordu. Dura-Europos’ta (Orta Fı­
rat alanında eski bir şehir) ve Kefemaum'da (Taberiye gölü
MUSA ve YAHUDİLİK 401

kenarında) yapılan kazılar eski Yahudi duvar resimlerini


meydana çıkarmıştır; daha başka yerlerde de gene resimlere
rastlanmıştır. Bu resimler içinde Yehudilerin tarihine ait
olanlarla birlikte, o zamanki Hellen ve Roma tanrı inançla­
rından alınmışa'benziyenler de vardır.
Sinagoglarda ibadet ancak on erkeğin bir arada bulun­
duğu zaman yapılabilirdi demiştik. Günümüzde de böyledir.
Erkek sayılmak için bar misva olmak, yâni on üç yaşını geç­
miş bulunmak gerektir. Böylece, cemaatle ibadet zorunluluğu
meydana gelmiştir. Tevrat’ın birçok yerlerinde rastlanan:
«On erkeğin bir arada Tevrat okudukları yerde Tanrının ce­
lâli bulunur» sözü bunun için belge edinilmişti. Sinagoglar
ilkçağdan beri toplantı, ibadet ve öğrenim yurdu olmak sıfat­
larını kaybetmemişlerdir. Ama küçük Yahudi cemaatlerinin
büyük fedakârlıklar pahasına kurdukları bu mütevazı ibadet
yerleri de sık sık, büyük Tapınağın uğradığı belâlara uğra­
mış, yakılmış, kirletilmiş ve yerle bir edilmişti. En yakın ta­
rihte de bunun çok acı örnekleri vardır.
Bir sinagog’un içi ve dışı son derece sade olabilir. Zaten,
dinî bakımdan kirli olmayan ve bulunduğu yerin etrafında
adı kötüye çıkmış yerler bulunmayan her bina sinagog olarak
kullanılabilir. Eskiden birçok varlıklı aileler de evlerinde ken­
dileri için sinagoglar kurarlardı.
Daha Romalılar zamanında Yaruşalim’de çeşitli mes­
lek mensuplarının (Demirciler, çulhalar, dabağlar) özel si­
nagogları vardı. Buralarda her sınıf kendi arasmda bulunur,
kılığından ve bilgisizliğinden ötürü utanç duymak zorunda
kalmazdı. Çok büyük sinagoglar da yapılmışsa da, içinde
insanların kendilerini kaybolmuş gibi duymadıkları küçük­
leri daha çok rağbet görmüştür.
Bir sinagog’a giren yabancının gözüne ilk çarpan, sa-
F: 26
402 MUSA ve YAHUDİLİK

lonun ortasındaki yüksek kısımdır. Buraya yakın zaır.ana


kadar «Al-memor» ya da «Al-mamar» (Arapça Al-minbar)
denirdi, sonradan «Berna» adı kullanılmaya başladı. Bu ke­
lime, yüksek yer anlamınadır. Bu sekiye iki tarafındaki mer­
divenlerden çıkılır. Ortasında geniş bir rahle ve onun iki
yanında da ayakta durulacak yerler vardır. Burası Tevrat
okumak içindir. Sekinin çevresinde bir parmaklık ve bunun
iç tarafında çepe çevre bir sıra bulunur.
Sinagog’un doğu duvarında yerli bir dolap vardır. Buna
«Kutsal sandık» adı verilir ve içine kutsal kitap tomarları ko­
nur. (Her kitap ayrı bir tomardır.) Dolap yüksektedir ve
önünde bir kürsü için yer vardır. Bütün Aşkenazit, yani do­
ğu Avrupa Yahudilerinde bu dolaplar bir perde ile örtü­
lür. (Bu perdenin adı paroket’tir). Dolabın ve kürsünün bu­
lunduğu sekinin iki yanında hahamlar, cemaat başları ve
başka ileri gelen kişiler otururlar. Buraya «Mizrah (doğu)
yeri» denir.
Tavana, duvarlara, ya da ortadaki sekinin (Berna) etra­
fındaki parmaklığa lâmbalar yerleştirilmiştir. Yaruşalim ta­
pınağında daima yedi kollu şamdanlar yanardı; sinagoglar­
da da hiç söndürülmeyen bir ışık yanar ve hali vakti yerinde
olanlar bunun yanında, ölüleri için de bir mum yakarlar.
Doğudaki sekinin önünde, birkaç basamakla çıkılan, mü­
ezzin diyebileceğimiz, baş duacının (kantor) kürsüsü var­
dır, buna «Ammud» adı verilir (Mahal, yer anlamına). Be­
rna’daki rahle ile ammud’dakinin üzerlerine, sinagog’a vak­
fedilen değerli örtüler serilir. Tevrat’ı okuyup anlayabilen
ve iyi bir ad sahibi olan herkes baş duacılık edebilir.
Bu düzen, ibadet sırasında gözleri ortaya, bşma üzerine
toplar. Ama esas ibadette Kudüs’e yönelinir.
Kadınlar erkeklerle bir arada oturmazlar. Kadınların
yeri ya arkada, ya da yanlardaki mksurelerdir ve bunlar per­
de, ya da kafesle kapanmıştır. Bu, kaç göç yüzünden değil,
MUSA ve YAHUDİLİK 403

Yahudilerde ibadetin oldum olası erkeklerin işi olarak kabûl


edilmesinden doğan bir gelenektir. Son zamanlarda, reform­
cu cemaatlerde bundan vazgeçilmiş ve kadınlar da sinago­
gun erkeklere mahsus yerinde oturmaya başlamışlardır.
Ama kadınlar gene sadece dinleyici olarak bulunurlar. Ku­
düs’ün eski mahallelerinde, ya da Kuzey Afrika’da bulunan
küçük sinagoglarda kadınlar kapı dışında durmak ve oradan
dinlemek zorundadırlar.
Sinagogun iç tesisatı arasında, doğu duvarına asılmış
levhalar da vardır. Kışın, Tanrının yele ve yağmura hâkim
olduğu üzerine âyetler okunduğu zaman, bunlara vurulur.
Aynı zamanda o günkü ibadete dair bildiriler de buraya ya­
zılır.
Arasıra bema’ya da levhalar asılır ve bunlarla, ibadet sı­
rasındaki şeref görevleri bildirilir. Bunlar Tevrat tomarları­
nın yerlerinden alınıp okuyacak olana verilmesi, tomarların
örtüsüne sarılması, tomarı kaldırarak cemaate göstermek
gibi işlerdir. Bazı sinagoglarda bu görevler arttırma ile veri­
lir ve elde edilen para sinagogun masrafları için kullanılır.
İbadet yeri aynı zamanda ders yeridir, onun için raflara
ve sandıklara konmuş kitaplar bulunur. Büyük sinagogların
derslikleri, kitaplıkları ve oturma salonları vardır.
Burada bizim cami derslerimizi, cami kitaplıklarını ve
medrese öğrencilerinin camide ders alışlarını hatırlamamak
mümkün değildir.

İBADET

Sinangoglardaki ibadetin Müslüman ve Hıristiyanlara


en yabancı gelen tarafı, kendi ibadet yerlerinin aksine olarak
deyim caizse, her ağızdan bir ses çıkmasıdır. Burada cami­
lerdeki disiplinli ve huşu içinde geçen ibadet aranmamalıdır.
Cemaat dolaşır, birbiriyle rahat rahat, konuşur, okunanları
404 MUSA ve YAHUDİLİK

dinleyen pek azdır. Hele küçük sinagoglara ibadet saatin­


den çok erken gidip eş dostla konuşmak âdettir. İbadet bit­
tikten sonra da cemaat hemen dağılmaz; yarıda kalmış olan
konuşmalar devam eder. Demiştik ya, sinagog bir tapmak
değil, adının da anlattığı gibi, bir toplantı yeridir. Yahudiler-
den vakti olanlar her gün oraya gider ve kendilerini «evle­
rindeymiş gibi» hissederler. Sinagogların, genel olarak, bü­
yük olmayışı ve asla anıtsal bir karakter taşımamaları da bu­
nun sonucudur.
İbadet sırasında da bir düzen, disiplin yoktur, herkes
canının istediği gibi, kantorun İlâhisine katılır, isterse bunu
yarıda bırakarak yanındakiyle konuşur, bazan da, daha kan-
tor başlamadan bir İlâhi tutturur. Sinagogda kimse başkala­
rının âmiri değildir, onun için kimse kimseye krışamaz.
Üstelik, okunan Tevrat ve dualar hep İbranîcedir ve
bu dili anlayan azdır. Hem bu dualar çok uzundur ve yeni
gelenler de katılabilsinler diye, boyuna tekrarlamalar yapı
lir. Cemaatin çoğu, bundan duyduğu can sıkıntısını arada
yaptığı sohbetlerle giderir. Hülâsa, sinagogdaki ibadete «Ce­
maatle yapılan» bir ibadet gözüyle bakmamıza imkân yoktur.
Bu durumu düzeltmek isteyen bazı cemaatler, her ne kadar
musiki âletlerini sinagoglara sokamamışlarsa da, güzel sesli
ilâhiciler ve korolarla, ibadete âhenk vermek, sükûn ve hu­
şu sağlamak istemişlerdi, ama bu sefer sinagog konser sa-
lonununa benzemiş ve cemaatsiz kalmak tehlikesine düş­
müştür. Bununla birlikte, tamamiyle bir ibadet yeri vakar
ve sakinliğinin hüküm sürdüğü sinagoglar da yok değildir ve
zaman geçtikçe bu yolda davranan cemaatler çoğalmaktadır.

İLÂHİ VE DUA

İlâhi, Yahudi ibadetinin esasını teşkil etmektedir. Bura­


da kısa bir iki örnek vermek istiyoruz. Aşağıdaki «Baruh» un
MUSA ve YAHUDİLİK 405

İlâhisi en çok tekrarlananlardan biridir ve belki en eski İs-


rael İlâhisidir.
Hamdedin Tanrıya
Adı yüce olana hamdedin.
Hamdedin, evet, Tanrıya hamdedin
Adı yüce olana
Bugün de sonsuzluğa kadar da.
Şema İsrael, eski zamanlardan beri îmanın belirtilmesi,
yâni bizim Kelime-i Şehadet karşılığı olmuştur. Bu da şöy-
ledir:
(Şema İsrael: Adonay Elohinu! Adonay Edad)
İşit İsrael
O, bizim Tanrımızdır, O tektir!
Onun için sev
ONU, senin Tanrını
Bütün kalbinle, bütün canınla, bütün gücünle...
Hayli uzun olan bu duayı, Yahudiler, doğumdan ölüme
kadar bütün hayatlarında daima tekrarlarlar.
Dindar Yahudilerin hayatlarında dua en büyük rolü oy­
nar. Dua için kesin şekiller tesbit edilmiştir ve bunlar sabah,
öğle ve akşamları okunur, bundan başka belirli vesilelerle
gene belirli dualar edilir. Sabah âyininde bir dua atkısı (Tal-
lit) örtünülür. Bu, kenarları püsküllü, yünden ya da ipekten
dörtken şeklinde bir kumaş parçasıdır. Elbisenin altında ta­
şınan küçük bir kumaş parçası da (Arba Kanfot) bunun ye­
rine geçebilir. Sabbat’tan gayri günlerde sabah duasında iki
«Dua kayışı» biri sol pazıya, kalba karşı gelmek üzere, öte­
ki de alına, bağlanır. Bunlardan her birine, içinde sargı şek­
linde tomarlanmış birer parşömen şeridi bulunan birer ku-
tucuk takılıdır. Bu parşömenlerde Tevrat’ın dört bölümü :
(Çıkış 13, 1 -10, 11 -16 ve Tesniye: 6, 4 - 9; 11, 13-21) yazılıdır.
406 MUSA ve YAHUDİLİK

Bununla Musa Şeriatının Çıkış, 13, 9 daki emri tamamiyle ye­


rine gitirilmiş sayılır. Bu emir şöyledir: «Ve elinin üzerinde
selâmet ve gözlerin arasında sana anma olacak, tâ ki Rabbin
şeriatı senin ağzında olsun, çünkü Rab kuvvetli elle seni Mı­
sır’dan çıkardı.» Bu kayışların başlangıçta, kazaya belâya
karşı bir çeşit muska gibi düşünülmüş olduğu anlaşılmakta­
dır. Esas duaJ.On-.altı dua)_.ayakta edildiği halde, başka du-
alar sırasında başka vaziyetler de alınır (Dize gelme, secde,
vücudu sallama v.s^.JŞekle tamamiyle riayet eden Yahudi-
lerde erkekler, başları örtülü olarak_ibadet ederler. İbadet
sırasında Kudüs’e yönelinir (Mişrah_ = Doğu yönü) Bu şe.-
beple Yahudi evlerinde de, Mesmurlardan parçalar yazılmış,
ya da resimlenmiş bir levha, bu yönü göstermek üzere duva­
ra asılır; buna Misrah Levhası, adi. yerilir.
Buraya sabah duasından bazı parçalan alalım:
(Tanrım, bana vermiş olduğun ruh temizdir. Sen onu
yarattın, onu meydana getirdin, onu bana üfledin, ve benim
içimde sakladın, ileride benden alacaksın onu - ve sonra, ge­
lecekte, gene bana vereceksin. Ruhun içimde olduğu sürece
seni överim benim Tanrım ve atalarımın Tanrısı, bütün
eserlerin yaratıcısı, bütün ruhların efendisi Şanın yüce ol­
sun, senin, ey ebedî olan, ey bütün ruhları ölü bedenlere ge­
ri getirten. Bütün dünyaların Efendisi! Yalnız adaletin için
önünde yalvararak secdeye gelmiyoruz, asıl yakardığımız se­
nin yarlıgayıcılığındır.

Neyiz ki biz,
Canımız ne ki,
Sevgimiz ne ki,
Adâletimiz ne ki,
Selâmetimiz ne ki,
Gücümüz ne ki?
Sana karşı ne diyelim, ey Ebedî, bizim Tanrımız
MUSA ve YAHUDİLİK 407

Ve atalarımızın Tanrısı? değil midir


Bütün kahramanlar senin karşısında hiç gibi,
Bütün ünlüler, sanki hiçmişler gibi,
Bilgeler tıpkı bilgisiz gibi,
Akıllılar akılsız?

Çünkü onların yaptıkları hiçtir ve bütün ömürleri sen­


den bir nefestir. Ve insanın hayvandan üstünlüğü de hiçtir,
çünkü hepsi bir nefestir. Ama gene de biz, senin milletiniz,
senin Ahdinin evlâtlarıyız. Dostun Abraham’m, Moriya da­
ğında andlaştığın Abraham’m ve onun biriciği, mizbah üze­
rinde bağlanan İzaak’m soyuyuz, Yakob’un, senin evlâdının,
senin Bohor’unun (Bu kelimenin anlamına evvelce görmüş­
tük) cemaatiyiz; ona karşı olan sevgin, ondan duyduğun se­
vinç yüzünden adını îsrael ve Yeşurun koymuştun onun.
Onun için bizler seni övmeye, adını yüceltmeye, takdise
borçluyuz, senin adını tebcile borçluyuz. Mutluluk bize! Pa­
yımız ne sevimli, mirasımız ne güzel! Mutluluk bize ki er­
ken ve geç, akşam ve sabah, her gün, daima sevgiyle şöyle
diyoruz:

İşit İsrael!
O bizim Tanrımızdır, O Tektir!
YAHUDİ YILINDA TÖREN VE
BAYRAM GÜNLERİ

Yahudi takvimi tıpkı Arap takvimi gibi, ay takvimidir.


Bir yıl, her biri 29 1/2 günlük on iki aydır, yâni 354 gün sü­
rer. Ama beri yandan, tören ve bayram günleri güneş takvi­
mine göre hesaplanır. Bu iki çeşit yılı birbirine uydurmak
için her on dokuz yılda bir kebise, yâni ek yıl, her yedi yılda
da da bir kebise ay eklenir. Bir ay 29 1/2 gün olduğu için
de ayların kimi 29, kimi 30 gün olarak kabûl edilir. Böylelik­
le, genel olarak kullanılan güneş takvimine de şöyle böyle
uyulur. Yahudi yılının ayları şunlardır: Tişri (Eylül - ekim),
beşvan (Ekim - kasım), kislev (Kasım - aralık), tebet (Ara­
lık ocak), sebat (Ocak - şubat), adar (Şubat - mart) - ke­
bise yıllarda bu araya bir ay daha katılır ve adına ikinci adar
denir - Nisan (Mart - nisan), iyyar (Nisan - mayıs), sivan
(Mayıs - haziran), tammuz (haziran - temmuz), ab (Tem­
muz - ağustos), elul (Ağustos - eylül).
Burada şunu da söyleyelim ki, Yahudiler ay adlarının
çoğunu Babil’den almışlardır ve bunlar Babil mitologyasm-
dan gelmedir.
Yahudi takvimi iki yılbaşı tanır: Bir hükümdarın salta­
nat yılları ve bayram günlerinin sürelerini belirtmek için
başlangıç 1 nisandır. Beri yandan Sabbat yılının (Yedi yıl­
lık bir dönemin son yılı) ve Yobel yılının (50. ci yıl) hesap­
lanmasında 1 tişriden başlanır.
MUSA ve YAHUDİLİK 409

YENİ AYIN GÖRÜLMESİ

- Eskiden her ay Sanhedrin (Büyük Meclis) Kudüs’te, ye­


ni ayı gördüklerini bildiren erkekleri tanık olarak dinler, ay
başını öyle ilân ederdi. Bu usul birçok Müslüman memleket­
lerinde hâlâ, Ramazan ayının başı ve sonu için kullanılmak­
tadır. Tabiî, o zamanlarda da ayların başlangıç ve sonlarını
gösteren cetveller yapılmıştı, ama bu tanık dinleme usulü Ku­
düs’te sonuna kadar sürdü. Tanıklar ayrı ayrı dinlenir, son­
ra Sanhedrin’in habercileri memlekete dağılarak yeni ayın
«takdis edildiğini» duyururlardı. Daha eski devirlerde yeni
ay, tepelerde ateş yakılarak uzaklara haber verilirdi. Ama
sonradan bu usul yanlışlığa meydan vermemek için bırakıl­
mıştı. Takvimler çıkınca bunlar artık tarihe karıştı. Yahudi-
lerin ay takvimini sadece dinî günlerinin hesabı için kullan­
dıklarını söylemeye bile lüzum ykotur.

YAHÜDİLERDE TARİH BAŞI

îsrael oğullarında tarih baş olarak Mısır’dan çıkış, ya


da kırallarm tahta geçişleri alınırdı. Ortaçağda, dünyanın
yaradılışını başlangıç olarak alma yolunu tuttular ve bunun
için Tevrat’ta Tekvin 5 de ve daha sonra verilen sayıları top­
ladılar. Dünyanın yaradılışından 1966 yılına kadar 5728 yıl
geçmiş olduğu, Yahudlierce kabûl edilir. Ama buna inanma­
yanlar dine aykırı davranmış sayılmaz.

SABBAT GÜNÜ

İbranîcede Sabbat’tan başka günlerin adı yoktur. Bun­


lara sadece birinci, ikinci... altıncı gün denir, yedincinin adı
410 MUSA ve YAHUDİLİK

Sabbat’tır. Bütün hafta çalışan Yahudi bu kutsal dinlenme


gününe büyük bir özen gösterir. En iyi kılıklar, en seçme ye­
mekler hep o gün için saklanır.
Altıncı günün (Cuma) yarısı Sabbattan sayılır. Evin ka­
dını iki gün için yiyecek hazırlar, erkeği de iki günlük alış
veriş eder ve ateşi yakar; çünkü Sabbat’ta bunlar yapılamaz.
Sabbat için eskiden evlerde ayrı bir ekmek pişirilir ve bun­
dan bir parçası, Tevrat’ın buyruğu gereğince, sungu ekmeği
olarak ayrılırdı. Günümüzde ekmek fırından, ya da bakkal­
dan alındığı için bu usul uygulanamamaktadır; ama buyruk
yerine gelsin diye, bir lokma ekmek ateşe atılır. Ekmekten
parça ayırma, —ya da ateşe atma— ile Sabbat ışıklarını yak­
ma, Yahudi kadınının hakkı ve ödevidir.
Sabbat’ta ev kadını yemek pişirmez, bu sebeple ya
soğuk yenecek yemekler hazırlanır, ya da yemekler cuma­
dan sıcak tutulur. Doğu Yahudilerinde Sabbat’ta balık
yemek âdettir. Bunun sembolik anlamı, Evreni yok etmek
isteyen, derinlerdeki kuvvetleri yenmektir. Cuma günü öğ­
leden sonra koca ve çocuklar sinagoga giderler, kadın evde
yalnız kalır.
Önce Sabbat ışıklarını, —çoğu zaman bunlar mumdur—
yakar, sonra dua eder. Kadının duası bitince artık Sabbat
başlamıştır, ne ışık, ne de ateş yakılabilir.
Sofranın başı babanındır. Buraya, bir kupa içinde, tak­
dis (Kidduş) şarabı, onun iki yanına da iki, ya da üç, Sabbat
ekmeği (Halleş) konmuş, ekmeklerin üzeri bir bezle örtül­
müştür. Ekmek ve şarap Sabbat âyininin en önemil elemanla-
larıdır; bunlar toprağın bereketinin sembolüdür. Tapmak­
ta da, evvelce gördüğümüz gibi, ekmekle şarap, sungular ara­
sında yer alırdı.
Anne, bütün bunları hazırladıktan sonra, erkeklerin si­
nagogdan gelmelerini bekler.
Sinagog’da, çoğu İbraniîce, birtakımları da eski Yahudi-
MUSA ve YAHUDİLİK 411

lerin halk dili olan Aramîce dualar okunur. Bu duaların be­


lirli birer melodi ile söylenmesi gelenektir. Günümüzde bu
duaları anlıyan Yahudi azdır, ama bu dua ve İlâhilerin iba­
det edenler üzerindeki etkisini azaltmaz. Okunanların ara­
sında 95 - 99. ondan sonra da 92 ve 93. mezmurlarm bulun­
ması şarttır.
Evde tören, güneşin batmasiyle başlar. Bütün aile sof­
raya oturur; baba Kidduş (Takdis) duasım okur. Sabbat
töreni, dünyanın yaradılışı ve İsrael’in Mısır’dan çıkışının
anısı olarak kutlanır. Başka milletler ve dinlerde, yılın ancak
birkaç bayram gününde ailece tören yapılması yerine, Ya-
hudilerdeki bu Sabbat günü törenleri, muhakkak ki, onlar­
da aile bağını daha sağlam bir halde tutmuştur. O gün Ya­
hudi dışarıdaki âlemi unutur. Tıpkı ilk din dedelerinin, Ab-
raham’m, Yakob’un günlerinde olduğu gibi, bir gün için ai­
lenin başı bir çeşit Kohen durumundadır.
Kidduş^tan sonra, arasıra, bir de İlâhi okunur. Anne de,
baba ve çocukların süslemiş oldukları bir sandalyada oturur
ve baba, duadan sonra, Süleyman’ın Mesellerinden 31. i
okuyarak Yahudi kadınını ve özellikle anayı över. Bundan
birkaç satırı verelim:
Faziletli kadını kim bulabilir?
Çünkü onun değeri yakutlardan çok üstündür.
Kocasının yüreği ona güvenir,
Ve adamın kazancı eksik olmaz.
Kadın ona kötülükle değil,
Hayatının bütün günlerince iyilikle öder.
Yün ve keten arar,
Ve elleri istekle işler.
Tüccar gemileri gibidir,

Günümüzün kadınları için pek de övgüye benzemeyen


4 i :> MUSA ve YAHUDİLİK

İni meseller, modem Yahudi ailelerinde pek de tutulma­


maktadır.
Babanın ekmek ve şarabı takdisinden ve dua ve İlâhile­
rin okunmasından sonra yemek yenir. Yemek sırasında da
arasıra İlâhi okunduğu olur. Baba, yemek arasında, ya da
sonunda, Tevrat’tan Sabbat gününü belirten bölümleri, tef­
sirleriyle okur, böylece çocuklarına günün önemini anlatır.
Asıl Sabbat, yâni cumartesi günü sabahleyin sinagogda bir
:yin yapılır. Bunda en büyük yeri Tevrat okuma alır. Evde
bir kere daha kidduş ve «baraka» yâni bereket duaları oku­
nur.
Cumartesi gününün en büyük kısmı, Yahudi edebiyatı­
nın okunması ile geçer. Çalgı çalmak yasaktır, ama birlikte
şarkı söylenebilir. Hastalar bu gün öğleden önce ziyaret edi­
lir Yemekten sonra öğle uykusuna yatmak âdettir.
Sabbat’ın başlangıcı gibi sonu da belirli merasimle kut­
lanır: Baba, şarap kupasını eline alır ve Tanrının yardımına
güveni anlatan şu sözleri söyler: «Kurtuluş kâsesini alayım
ve Rabbin adını çağırayım.» (Mezmurlar 116, 13) «O, kavnıi
için bir zamanlar sevinç idi, bizim için de öyle olsun.» Son­
ra babaya, çoğu vakit değerli bir parça olan, kule biçimin­
de bir bahar kutusu sunulur (Bu biçim belki de Davud’un ku­
lesini hatırlatmak içindir), baba ona da bereket okur. Evin
en küçük oğlu birkaç mumlu fitilin burulmssiyle yapılmış
bir şama uzatır. Bu şamanın bir fitili ötekileri tutuşturacak-
tır; bu da yaradılışın ilk gününde, Tanrının ışığı yaratması­
nın sembolüdür. Baba, mumun ışığında elinin ayasına ve tır­
naklarına bakar. Saç ve tırnakların kötü ruhların hücumu­
na en açık olan yerler sayıldığını evvelce söylemiştik; ama
ışık, onların gücünü kırar.
Sonra baba ışığa karşı şükran duasını okur: «Ateşten ışı­
ğı yaratan Ebedî Tanrı, sana hamdolsun» Sonunda şarapla
mumu eline alır ve asıl, Sabbat’a veda seromonisini yapar.
MUSA ve YAHUDİLİK 413

«Ey ebedî olan, sen ki kutsalla kutsal olmayanı, ışıkla ka­


ranlığı, İsrael’le öteki milletleri, yedinci günle öteki altı ça­
lışma gününü ayıransın, adın yüceltilsin. Ey ebedî olan, sen
ki, Mübarekle mübarek olmayanı ayıransın, adın yüceltilsin»
der. Şaraptan birazını bir tabağa döker ve mumu bu şarap­
ta söndürür. Bu bittikten sonra baba, oğlanlara şaraptan içi­
rir, ama ana ile kızlara vermez. Sonunda aile, Yahudilerin
bekledikleri Mesih’in öncüsü olan Nebi İlya’nm İlâhisini okur.
Böylece Sabbat sona erer.
Bu anlattıklarımız, tam sofu ailelerde süregelen şekildir.
Modern Yahudilerde, bir yazarın dediği gibi, «Öküzünü ve
eşeğini Sabbat gününde çalıştırmayacaksın» emri, otomobil­
ler için akla bile gelmemektedir. Şurasını da söyliyelim ki,
Sabbat için olan kaideleri tam olarak yerine getirmek bu­
gün artık hemen hemen imkânsız olmuştur. Bir Yahudinin
Sabbat günü yapamıyacağı şeylerden bazı örnekleri, biraz
tekrarlama da olsa, verirsek bu dinlenme gününün, sonun­
da âdeta eziyet haline geldiğini göreceksiniz:
«Esas işler, kırktan bir eksiktir (yâni 39); kim ekerse,
kim çift sürerse, kim biçer, kim demet yaparsa, kim harman
düğerse, kim harman savurursa, kim ayıklarsa, kim öğütür­
se, kim elerse, kim yoğurursa ve kim pişirirse; kim yün k ır­
karsa, kim yünü ağartırsa, diderse, boyarsa, eğirirse, kim
tezgâha koyarsa, kiın iki atkı ipliği atarsa, kim iki ipliği
ayırırsa, kim düğümlerse, kim düğüm çözerse, kim iki kere
iğne batırıp dikerse, kim iki iğne batımı dikecek kadarını
sökerse; kim bir ceylân tutarsa, kim onu keserse, kim onu
yüzerse, kim deriyi tuzlarsa ve hazırlarsa, kim deriyi kazır­
sa, kim onu keserse, kim onun üzerine iki harf yazmak için
kazırsa; kim bir yapı yaparsa ve kim yıkarsa, kim ateş
yakarsa; kim bir çekiçle vurursa; kim bir yerden başka bir
yere bir şey taşırsa. İşte bunlar kırktan bir eksik esas işler­
dir.» (Babil Talmud’du, Mişna Sabbat VII, 2).
-İN MUSA ve YAHUDİLİK

Taşınması yasak olanlar:


«Kim bir bardakta suyla karıştırılacak kadar şarabı,
bir yudumdan fazla sütü, bir yaraya sürülecekten fazla balı,
küçük bir uzvu yağlamaya yetecekten fazla yağı, göz ilâcını
eritmeye yetecekten fazla suyu; bütün geri kalan sıvılardan
dörtte bir ölçek ve bütün çirkef sularından dörtte bir ölçeği
dışarı taşırsa (Buradaki ölçek, log adı verilen ölçüdür ki aşa­
ğı yukarı yarım litre tutar, şu halde 125 gramdan fazla su­
yu bir yerden ötekine götürmek yasak). Ve üstadlar dediler
ki: Bütün bu ölçüler bu kadarlarını saklamak âdetleri olan­
lar içindir. (Yâni, bu kadar az şeyleri bile saklıyanlar için.
Bu kadarına önem vermiyenler için taşınmaları da önemsiz­
dir, bunu yapabilirler) (Mişna Sabbat VII, 1).
Yabancıların yardımları üzerine:
«Eğer başka dinden olan biri bir kandili yakarsa, İsra-
elden biri onun ışığından faydalanabilir, ama eğer kandili bir
İsrael’li için yakarsa bu yasaktır. Eğer o, davarım sıvarmak
için su doldurursa, onun arkasından bir İsrael’li de hayvan­
larını sıvarabilir, ama bir İsrael’li içinse yasaktır bu. Eğer
başka dinden biri karaya çıkmak için bir iskele yapacak olur­
sa, İsrael’den biri, ondan sonra bu iskeleye ayak basabilir,
ama eğer bunu bir İsrael’li için yapmışsa yasaktır (Yabancı
dinden birinin Sabbat günü yaptıklarından faydalanılabilir,
ama bu, sipariş üzerine olmayacaktır demek). Bir keresinde
Rabban Gemliel’le ihtiyarlar (yâni meclis üyeleri) bir gemiy­
le gelmişler, yabancı milletten biri, kıyıya inmek için bir is­
kele yapmış, o zaman ihtiyarlar da onu nüzerinden kıyıya
çıkmışlar.» (Mişna Sabbat XV. 8).
Genel tatil günü pazar, ya da cuma olan memleketlerde
Yahudilerden büyük bir kısmı, eğer dükkânları varsa buna
bir ortak alırlar ve böylece Sabbat günü dükkânı açık bu­
lundururlar. Ama dindar Yahudiler bunu da yapmaz, iki gün
çalışmamayı göze alırlar. îş hayatı gittikçe daha fazla, Sab-
MUSA ve YAHUDİLİK 415

bat günü çalışmıya zorladığı için, birçokları yalnız cuma ak­


şamı yapılan törenle yetinmektedir. En dindar cemaatlerde
bile ailelerden ancak yüzde 20 sinin gerçekten Sabbat gele­
neğine bağlı kaldığı anlaşılmıştır.
Liberal ve reformcu çevrelerde sinagoglardaki ibadet
saatleri de, Sabbat törenleri de günün isteklerine uydurul­
muştur.

İSRAEL DEVLETİNDE SABBAT

İsrael’de Sabbat resmî dinlenme günüdür. Sinemalar


cuma günü öğleden sonrasından cumartesi akşamına kadar
kapalıdır. Demiryolları ve uzak meşafe otobüs seferleri Sab­
bat günlerinde tatil edilir, yalnız Hayfa ile olan seferler bun­
dan müstesnadır. Radyo sadece özel Sabbat programı yayın­
lar. Yakın ulaştırmalar, taksilerin çalışması yasak değildir.
Liman ve genel ulaştırma işleri kısmen yapılır.
Ama böyle resmî ve mecburî tatil günü haline gelmekle
Sabbat eski karakterini kaybetmiş ve İngiltere’deki pazar
günlerinden beter bir can sıkıntısı günü haline gelmiştir. Si­
nagogların cemaati artacak yerde, barların daha çok müş­
teri çektikleri görülmüştür. Artık Sabbat, Yahvenin değil,
devletin yasağıyla süren bir düzen halindedir ve acaba bu,
ne vakte kadar sürebilecektir?

YAHUDİLERDE BAYRAM GÜNLERİ

Yahudi yılı, Tişri (Eylül - Ekim) ayının birinde, yeni yıl


bayramiyle (Roş ha - Şana) başlar. Bu, on kefaret günleri­
nin birincisidir. Son gün de Büyük Kefaret günüdür (Yom
Kippur).
41 (i MUSA ve YAHUDİLİK

Roí? ha - Şana Yahudilerin itikadmca dünyanın yaratıl­


dığı gündür. Aynı inanç, Babillilerde de vardı, onların yıl­
başı da dünyanın yaratıldığı gün sayılırdı. Bu günde İsrael
ve onunla birlikte bütün insanlığın Tanrının mahkemesine
çıktıklarına inanılır. Onun için bu, neş’eli bir bayram de­
ğildir. O sabah aile sinagogda ibadetten dönünce baba «Kid-
duş» okur, sonra herkes, bala batırılmış bir tatlı elma yer.
Öğleyin su dökünerek yıkanma (Gusül) ve bu sırada Tevrat’
tan âyetler okuma gelenektir. Bu günün asıl ibadeti sinagog­
da olur. Orada duadan önce on defa şofar öttürülür. Rabbi
Yahuda ha - nasi’ye göre, eğri bir boynuz olan şofar kırık
ve nedamet dolu yüreklerin sembolüdür. Şofarın on defa öt-
türülüşü, Yaradılışı, Tanrıya dönüşü, Sina dağındaki vahyi,
nebilerin uyarmalarını, Tapmağın yıkılmasını, İzaak’ın kur­
ban edilişini, büyük tehlikeyi. Hesap Günü’nü, İsrael’in kur­
tuluşunu ve ölülerin dirilmesini hatırlatmak içindir.
Duanın her tekrarlan1şmda da gene şofar öttürülür.

BÜYÜK KEFARET BAYRAMI

Yom Kippur, yâni kefaret töreni için, Yaruşalim tapma­


ğındaki kefaret âyinini sembolik olarak sürdüren tek bay­
ramdır diyebilirib. O gün sinagog beyazlar içindedir ve Ha­
ham, eski başkâhinlerin yerine geçmiştir. O günkü sabah
âyininde başkâhinin, kendi ailesi, kabilesi ve bütün cemaatin
günehalermm bağışlanması için ettiği duayı, aynı kelime­
lerle Haham tekrarlar ve başkâhinin YHVH kelimesini, Tan­
rının adını söyleyebileceği aynı, biricik yere gelince (Bu
adm söylenmesi yasaktır) bütün cemaat dize gelir.
Tevrat’ın Levililer bölümü 16, 9 - 1 0 daki, kefaret keçisi
geleneği de doğu Yahudilerinde, şeklini biraz değiştirerek
devam etmektedir. Bu âyetler şöyledir: «Ve Harun için üze-
MUSA ve YAHUDİLİK 4İ7

rine kura düşen ergeçi takdim edecek, ve onu suç takdimesi


olarak arz edecektir. Fakat Azazel (Çöl şeytanı) için üzeri­
ne kura düşen ergeçi, onun için kefaret etmek, onu Azazel
için çöle salıvermek üzere, canlı olarak Rabbin önünde dıuv
duracaktır..» Yâni, günahlar bu tekeye yükletilecek, onun
çöle salıverümesi ve anlaşılan, Şeytanı nonu yemesiyle, bun­
lar İsrael oğullarının üzerinden gitmiş olacaktır. Doğu Yar
hudilerinde bu, sihirbazların kullandıkları usullere pek ben­
zeyen tören «Kappores» ya da «Kapparot» denen horoz (Ka­
dınlar için tavuk) kurbanına çevrilmiştir! (Kappara) kefa­
ret demektir. Bu kurban, Yaruşalim tapınağı dışında kurban
kesmek caiz olmadığı için, batı Yahudilerince kötü görül­
mektedir. Ama Ortaçağda onlar da bunu yaparlardı. Beri
yandan, Yom Kippur’da sinagog, Yaruşalim tapmağının ye­
rini aldığına göre, kefaret tekesinin ya da onun yerine geçe­
cek horozun kurban edilmesi eski kurbanların anısı olarak
kalmış olsa gerektir. Yalnız, dikkati çekecek bir nokta, bu­
nun Talmud’da hiç yer almamış oluşudur. Demek bilgin
Hahamlar da, günahların bir tekeye yüklenmesini üzerinde
durmaya bile değmez bulmuşlardı. Kappores horozu kimin
için kesilecekse o, hayvanı üç defa başının üzerinde çevirir.
Sonra, böylece günahlarla yüklenmiş olan horoz, ya da tavuk
kesilir. Bu, bizde eskiden yamin, ya da başka bir şey için ke­
faret olarak köpeklere ekmek doğrayanların ekmeği üç defa
başları üstünden çevirmelerini hatırlatmaktadır.
Yom Kippur, 10 Tişride kutlanır. O gün oruç' tutulması
farzdır. Bizim deyimimizle imsak yâni orucun başlama vak­
ti, Kefaret gününden önceki akşam, güneşin batma vaktidir.
Tabiî o akşam bol bol yenir, o gece ve ertesi bütün gün, tâ
akşam üstü ilk üç yıldız görününceye kadar bir şey yemek
ve içmek yasaktır. Bu da, 25 saat tutar. Yom Kippur arefe
Pt 27
418 MUSA ve YAHUDİLİK

yemeği yendinden sonra sinagoga gidilir; evden çıkmadan,


ölüler için büyük bir mum yakılır, o gece ve ertesi gün ya­
nar bırakılır. Sinagogda bütün gün âyin yapılır. Akşam âyi­
ni Haham’ın, eskiden beri aynı kelimelerle tekrarlanan bir
sözüyle başlar. Haham «dinden çıkmışlar» la birlikte iba­
det için izin rica eder. Bunun Ispanya’da Engizisyon günle­
rinde Yahudiliği bırakmış gibi görünen, ama gizlice dinleri­
ne bağlı kalan Marran’ların anısı olduğu söylenmektedir.
Sonra Tevrat, dolabından çıkarılır ve «Bema»ya götürülür.
Bundan sonra da «Kol nidre» denen ve bütün cemaatın bir
ağızdan suçlarını itirafı ve ahitleri tekrarı olan dua, 400 yıl­
dan beri değişmeyen hazin bir melodi ile okunur. Bu dua,
Ispanya’da Vizigotlarm VII. yüzyılda Yahudileri dinlerinden
dönmeye zorladıkları günlerden kalmadır. Bunda, bir insanın
işleyebileceği bütün günahlar sayılmakta, bunlar için af di­
lenmektedir. Yom Kipur’da bütün gece ve ertesi gün Si­
nagogda ibadetle geçer. «Nailat» denen ve güneş batarken ya­
pılan son âyinle bu büyük tören sona erer. Bir ağızdan söy­
lenen son «YHVH Tanrıdır, YHVH Tanrıdır» (I. Kırallar
18, 39) sözlerinden sonra sonra şofar öter ve oruç zamanı
da böylece sona erer.

ÇARDAK BAYRAMI

Yom Kippur’dan sonra Yahudiler hemen Çardak Bay­


ramı içinr bir çeşit gölgelik olan Kulübeleri hazırlarlar. Ge­
nel olarak bunlar daha önceden hazırlanır, sadce tamamla­
nışları bu akşama bırakılır. Çardak, ya da Çadır bayramı
(Sukkoth) aslında bir bağ bozumu bayramı idi; sonradan, ts-
rael oğullarının Mısır’dan çıkışlarının anısı haline geldi. Bu
bayram 15 Tişri’de başlar ve bir hafta sürer. Bu bayramda
dört bitki: Limon, hurma, mersin ve söğüt dalları bir arada
MUSA ve YAHUDİLİK 419

olarak, dört yöne sallanır ve bu arada İlâhiler ve mezmurlar


okunur, sonra bu dallar Tanrıya şükran alâmeti olarak bir
alayla sinagoga götürülür. Yahudi geleneğine göre bu dört
bitki, iş birliği yapan çeşitli insan tiplerini temsil etmekte­
dir.
Bu bayram için hazırlanan kulübeler dallar ya da sa­
manla örtülüdür. Bayram süresince yemekler bu çardaklar­
da yenir, ve bu da bir çeşit ibadet sayılır. Çardaklara verilen
anlam, İsrael oğullarının çölü geçişlerinde Tanrının kendile­
riyle birlikte oluşudur. İkinci bir anlamı da, Ahit Sandığının
etrafında bütün insanların toplanacağıdır. Bu bayram bağ
bozumuna rastladığı için tam bir neş’e bayramıdır.

HANUKKA BAYRAMI

Bu bayram aslında dinî olmaktan ziyade millî bir karak­


ter taşır. Tevrat’ta geçen dinî bayramlar, görmüş olduğu­
muz Kefaret günü ve Çardak bayramiyle, ileride sırası ge­
lecek olan Passah bayramıdır. Ama bunlarm dışında, örne­
ğin Yılbaşı bayramı gibi zamanla dinî karakter almış olan
çeşitli anma günleri vardır ki, bunlardan biri de işte bu, Kis-
lev ayının (Kasım - aralık) 25 inde başlayıp bir hafta süren
Hanukka bayramıdır. Hanükka, kitabımızın ilk kısmında an­
latılan Makkabe’ler ayaklanmasının anısıdır. Seleukus’ların
tarih başlangıcının 148 inci yılında, Kislev’in 20 inci günü
Yudas Makkabeus, Yaruşalim tapınağını yeniden ibadete aç­
mak için gerekli merasime başlamış ve bu bir hafta sürmüş-
olduğu için Yahudiler bu haftayı bayram saymışlardır.
Hanukka bir yarı bayramdır. İlk gecesinde evlerde bir
mum yakılır, her akşam bir mum fazlalaştırılır. Bu sebeple
Hanukka şamdanları yedi değil, sekiz kolludur. Dokuzuncu
bir mum, ötekileri yakmak için kullanılır. Mumların yandı­
420 MUSA ve YAHUDİLİK

ğı sırada çalışılmaz, oyunlar oynanır, hikâyeler anlatılır «Ma'


oz sur» (Koruyucu kaya) İlâhisi söylenir. Makkabe’ler za­
manındaki tarihî olaylar üzerinde konuşulur. Bu bayram yal­
nız evlerde kutlanır. Böyle millî korakterde bir bayramın ya­
bancıların gözünden uzak olarak kutlanması, yüzyıllarca bir
zorunluluktu herhalde.

PURİM BAYRAMI

Bu da büyük bayramların dışmdakilerdendir. Adar ayı­


nın (Şubat - Mart), 14 ünde kutlanır. Bu bayram, İran hü­
kümdarı Kserkses’in (Tevrat’ta Ahasvérus) gözde veziri
olan Haman’m bütün Yahudileri öldürtmek için hükümdarı
kandırmışken, Ester adındaki Yahudi kızının ve amcası Mor-
dehay’ın onun foyasını meydana çıkarması ve böylece Yahu­
dileri kurtarması (Rivâyete göre M. Ö„ 480) hikâyesinin anı­
sı olarak kutlanır. En neş’eli Yahudi bayramıdır. O gün, si­
nagogda parşömen üzerine yazılmış Ester kitabı okunur. Ki­
tap tomarı bir mektup gibi katlanmıştır. Purim bayramında
tıpkı karnaval gibi çeşitli kılıklara girerek eğlenmek âdet­
tir. Bazı sinagoglarda çocuklar, hikâye okunurken Haman’m
adı her geçtikçe, ellerindeki kaynana zırıltılarını çevirerek
alabildiğine gürültü ederler. Bu âdet, eski çağlarda, kötü ruh­
ları kovmak için yapılan âyinlerin devamı olsa gerektir.
Purim günü evlerde ziyafet çekilir, dostlara en nefis yi­
yecekler gönderilir ve fakirlere hediyeler verilir. O gün bol
bol, kendinden geçinceye kadar içenler de az değildir. Hat­
tâ derler ki: Purim’de «Haman’a lânet olsun»la «Mordehay
mübarek olsun» sözlerini birbirinden ayırt edemiyecek ka­
dar içmelidir!»
MUSA ve YAHUDİLİK 421

PASSAH BAYRAMI

Kitabımızın Musa'ya ait olan bölümünde de geçen bu


büyük bayram, 19 nisan (Mart - nisan) günü başlar ve bir
hafta sürer. Bu bayramın özelliği, bu süre içinde mayalı ek-.
mek yenmemesidir. Onun için türkçede buna, «Hamursuz
bayramı» adı verilir. Bu maya yasağı yalnız ekmek değil,
bütün besin maddeleri içindir. Hattâ, Passah’tan önce, evde
en küçük bir parça bile mayalı şey bırakmamak lâzımdır.
Bunun garip bir uygulanışı, günümüzde tsrael devletinde gö­
rülmektedir. Devletin elinde bulunan bütün mayalı şeyler,
Passah'tan önce, tabiî şer’i hile olarak, bir müslümana söz­
de satılmakta ve bu satışın belgesi baş hahamlığa verilmek­
tedir. Böylece, sözüm ona bu milyonlar değerindeki şeylerin
sahibi, bayramdan sonra bunları, gene kâğıt üzerinde, geri
vermekte, buna karşılık da bir ücret almaktadır.
Passah bayramı da aslında bir bahar bayramıydı. Son­
radan İsrael oğullarının Mısır’dan çıkışlarının anısı haline
gelmiştir. Eskiden, İlkbaharın ilk dolunay gününde, aile için­
de, kurban edilmiş bir kuzunun etini yemek yolunda kutla­
nırdı. Günümüzde de bir aile bayramı karakterini muhafaza
etmektedir.
Akşam yemeğinde babanın önüne üst üste üç sahan
konur. Bunlardan her birine bir «Massot.» yâni mayasız ek­
mek, en üste de bu akşamın sembolü olarak, üzerinde bir
parça et bulunan kavrulmuş bir kemik parçası, kızartılmış
bir yumurta, bir bayır turpu kökü, içinde biraz tuzlu su bu­
lunan bir kap, ilkbahar sebzelerinden birazcık, turp, may­
danoz ve garip bir tatlımsı bulamaç olan haroset konmuş­
tur.
Bu akşamın adı «Sedenıdir. Bu kelime düzen anlamına
gelir. Eskiden o akşam yemekte iskemlelere oturulmaz, eski
422 MUSA ve YAHUDİLİK

çağlardaki gibi yatarak yenirdi. Günümüzde bunun yeri­


ne, sol kola dayanarak yemekle yetinilir. Mayasız ekmekle
birlikte «acı otlar»ın da yenmesi bu akşamın özelliklerinden-
dir. Mayalı hiçbir şeyin bulunmamasına karşılık, seder yeme­
ği tam bir ziyafettir. Bu günlerde Yahudile rbirbirlerine: «Ge­
lecek yıl Yaruşalim’de» derler.

YEDİ «SAYIM» HAFTASI

«Kendine yedi hafta sayacaksın; ekine orak salmaya


başladığın vakitten yedi hafta saymaya haşlayacaksın.» (Tes-
niye 16. 9). Tevrt’ın bu buyruğu, Babil Tutsaklığından son­
raki teokrasinin, elde edilen üründen öşür alma zamanını be­
lirtmektedir. Günümüzde bu, her akşam, bu haftalardan kaç
gün geçtiğini saymaktan ibaret kalmıştır. Haçlılar Kudüs’ü
aldıkları zaman, Müslümanlarla birlikte binlerce Yahudiyi
öldürdükleri için dindar çevrelerde bu «Sayım» haftaların­
da düğün yapılmaz, yalnız vaktiyle çıkan bir vebada Rabbi
Akiba’nın, 33 üncü gününde vebayı durdurduğuna inanıldığı
için bu gün müstesna tutulur. Çok sofular bu günlerde sa­
kallarını kesmezler.

MİLLÎ YAS GÜNÜ

Bu gün, birinci ve ikinci Tapınakların yıkılışını anma


günüdür (M.ö. 586 ve 70). 9 ab (Temmuz - ağustos) günü
güneşin batmasından ertesi gün üç yıldız görünceye kadar
yenmez ve içilmez. O gün, yas alâmeti olarak yerde oturulur
ve Yeremya kitabından ağıtlar okunur. Sinagogdaki sabah
âyininde de gene ağıtlar ve Eyub kitabı okunur. Geleneğe
çok bağlı olan çevrelerde daha üç hafta öncesinden başlaya­
MUSA ve YAHUDİLİK 423

rak uruç tutmak âdettir. Çünkü Kudüs’ün zaptından üç haf­


ta önce surda ilk gedik açılmıştır. Bu üç hafta içinde de ev­
lenilmez ve hiç bir şenlik yapılmaz. Son dokuz günde, 1 - 9
ab arasında et yenmez ve şarap içilmez. Sabbat günlerinde
Sinagoglardaki âyinler de yas karakterini taşır. Asıl yas gü­
nüyle bu yas devresi sona erer. Ertesi Sabbat günü İşaya 40
bölümü okunur ki, bunun ilk sözleri: «Teselli edin, kavmimi
teselli edin» dir. Bundan sonra yedi hafta sinagogda hep İşa-
ya’nm teselli edici kehanetleri okunur, bunlara «Yedi tesel­
li dersi» adı verilir.
Böylece Yahudilerin bir yıllık bayram ve tören günleri­
ni tamamladık. Bunlar dikkatle okunacak olursa, hepsinin
İsrael oğullarının tarihî günleri olduğu, ya da onlara bu an­
lam verildiği anlaşılır. Yahudiler, önce de söylediğimiz gibi
tarihte yaşayan bir millet olarak iki bin yıl varlıklarım
böyle korumulşardır.
MESİH
YAHUDİLERİN BEKLEDİKLERİ
MESİH

Her çileli millet bir kurtarıcı bekler ve bütün umut rüya­


larında olduğu gibi, onu günden güne daha tabiat üstü bir
varlık haline koyar. Osmanlı İmparatorluğunun güçlü gün­
lerinde Allah’tan gayrı tabiat üstü varlıklardan yardım bek­
lendiğine pek az rastlandığı halde, çöküş zamanlarında, ör­
neğin o uğursuz Balkan savaşında, gökte yeşiller giymiş şe­
hit ruhlrımn da askerlerle birlikte savaştıkları rivâyetleri
çıkmamış mıydı? İkide bir ortaya çıkan «Mehdi» taslakları­
nı da duymuşuzdur. Bunların çevrelerine hayli insan topla­
dıkları, hattâ Sudan’da çıkan Mehdi’nin İngiltere İmparator­
luğunu bile uğraştırdığı hep bilinen şeylerdir.
Yahudiler de, çok mübalâğa edilmesine karşılık pek mi­
ni mini bir ülkeye sahip olan devletlerini yitirdikleri sırada,
ümitlerini geleceğe bağlamış ve «David soyundan» bir kira­
lın gelip kendilerini kurtaracağını ummuşlardı; işte bu bö­
lümümüz bu özlemin ve ondan doğan inançların hikâyesidir.

İLK MESİH DÜŞÜNCESİNİN


DOĞUŞU

Eski İran dininde, Zerdüştçülükte Ahura Mazda ile Ang­


ra Mainyu (Ehrimen) arasındaki savaşın başlamasından
sonra her biri üçer bin yıl sürecek dört devre geleceği, 9000
428 MUSA ve YAHUDİLİK

- 12000 yılları arasında Ahura Mazda’nın, insanlara yardım


için Zarathustra’yı yer yüzüne gönderdiği, ama bu peygam­
berden sonra, zaman geçtikçe dünyada ahlâkm bozulacağı
inancı vardı. İşte o zaman Ahura Mazda, Zarathustra’nm bir
gölde saklanmış tohumları ile orada yıkanan saf bir bakire­
yi hamile bırakacak, bu kızın oğlu da bir peygamber olacak
ve kısa zaman için dünyayı düzeltecektir. Bu peygamberden
bin yıl sonra, gene böyle mucizeli bir doğumla bir İkincisi,
ondan bin yıl sonra da bir üçüncüsü, ama bu sefer sonuncu­
su gelecektir. Bu sonuncunun adı «Saoshyant» yâni «Yar­
dımcı» olacaktır. Bu Peygamberin günlerinde ölüler mezarla­
rından kalkacaktır. Ondan sonra da Ahura Mazda ile Angra
Mainyu arasındaki son savaş başlayacak, bu kötülük tanrı-
siyle birlikte bütün kötülükler ortadan kalkacak ve, erimiş
madenden bir ırmakla temizlediği dünyaya ve oradaki mut­
lulara yalnız Ahura Mazda egemen olacaktır.
İşte eski İranlIların kurtarıcı «insan oğlu» inancı bu idi.
Yahudilerde Mesih inancının da, gene Babil sürgünlüğü sı­
rasında doğduğunu görüyoruz. Bu da, İsrael oğullarının o
zamana kadar hayli ilkel olan dinlerinin son şeklini alma­
sında İranlIların ne büyük bir etkisi olduğunu bir kere da­
ha gösterir.
İbranîce «Maşiah»tan gelen «Mesih» deyimi «Takdis
edilmiş, yağ sürülmüş» anlamına gelmektedir. Bu da, İsrar
el ve Yahuda kıralları için genel olarak kullanılan bir de­
yimdi. Ama bu kırallar, kutsallıklarını bozmuşlar, kitabımı­
zın önceki bölümlerinde gördüğümüz gibi bu şerefe lâyık
olmamışlardı. İşte bunun sonucu olarak da İsrael, puta ta­
panların diyarında, Babil'de sürgündü. Bu devrenin nebileri­
nin sözleri arasında, ideal bir kiralın geleceğini ve her şeyi
düzelteceğini vadeden yerlere rastlıyoruz, ama bu kıral için
Mesih dendiği yoktur.
«İşte, Davud’a salih bir kök sürgünü çıkaracağım gün­
MUSA ve YAHUDİLİK 429

ler geliyor, Rab diyor ve bir kıral gibi kırallık edecek, ve


akıllı \davranacak, ve memlekette doğruluk ve adalet edecek.
Onun günlerinde Yahuda kurtulacak ve Israel emniyette otu­
racak; Vve onu çağıracakları isim şudur: Yahve selâhımız»
(Yeremya 23. 5 - 6). Görüldüğü gibi, Yeremya’nın beklediği
ve geleceğini müjdelediği sadece, eski birliği yeniden kura­
cak olan, bir kıraldı.
Soysuzlaşmış kırallara karşı ellerinden bir şey gelmeyen
nabîler, jleride Davud gibi kahraman, ama doğru ve adâletli
bir kiralan gelip kavmi kurtarmasını beklemektedirler. Bu
kiralın h^nüz tabiat üstü bir karakteri yoktur. Beri yandan,
Yahve’niıi ideal devletinin kurulacağı ve —Tıpkı eski İran­
lIların düşündükleri gibi— bunun sadece iyliklerin hüküm
sürdüğü bir devre olacağı ümidi de uyanmaya başlamıştı.
Bunun en güzel ifadesini, kıral Hiskiya zamanında yaşamış
olduğu sanılan Mika’da görüyoruz. Asurlularm korkusu al­
tındaki bu yıllarda Mika karşımıza, tam bir pasifist olarak
çıkmaktadır:
«Ve çok milletler gidecekler ve diyecekler: Gelin, Rab-
bin dağına ve Yakob’un Tanrısının evine çıkalım; kendi yol­
lanın bize öğretecek ve onun yollannda yürüyeceğiz. Çün­
kü şeriat ve Rabbin sözü Yaruşalim’den çıkacak ve çok ka­
vimler arasında hükmedecek, ve uzakta olan kuvvetli mil­
letler hakkında karar verecek; ve kılıçlannı sapan demirleri
ve mızraklarım bağcı bıçakları yapacaklar; millet millete
karşı kılıç kaldırmayacak ve artık cengi öğrenmiyecekler.
Fakat herkes kendi asması ve kendi incir ağacı altında otu­
racak ve onlan korkutan olmıyacak.» (Mika 4. 2 - 4)
Bu bir dilek rüyasıdır. Ama burada da bir mesihten söz
edildiğini görmüyoruz. Zekarya’da ise (M. ö. 500 e doğru
Babil’den dönüşte Tapmağın yeniden yapılmasına çalışanlar­
dan), gene Mesih adı geçmemekle birlikte, bu düşüncenin
şekil almaya başladığını görmekteyiz:
430 MUSA ve YAHUDİLİK

«Orduların Rabbi şöyle diyor: İşte, adı Filiz olan OYâni


Davud soyunun bir filizi, sürgünü) adam; ve o, durduğu yer­
den filizlenecek; ve Rabbin mabedini yapacaktır; evec Rab-
bin mabedini yapacak olan odur; ve haşmt onun üzerinde
olacak, ve oturacak, tahtı üzerinde saltanat sürecek, ve tahtı
üzerinde kâhin olacak.» (Zekarya 6, 12 - 13). Burada gelece­
ği söylenen hükümdar da, aşağı yukarı eski Çin imparatorla­
rı gibi, hem dünya, hem de din işlerinin başına geçicek bir
insandır. I
Asıl mistik Mesih düşüncesi çok daha geç gelişmiştir.
Bunu aşağı yukarı şöyle açıklayabiliriz: i
Yahudilere göre evrende olup biten şeylerin nepsi Tan­
rının amacına göredirler. Zaten Tanrının birliği Idüşüncesi
bile Yahudilikte, başka tanrıların varlığı onun kudretini sı­
nırlayacağı, bu sebeple de amacına varmasına karşı koya­
cağı için, reddedilir. Tanrının kaadiri mutlak oluşu onun her
şeyi, son ve en yüksek zaferine doğru yönelttiğinde şüphe
bırakmaz. Tanrı her şeye kaadir_ye her şeyi bilir olduğu için­
de, düşünceyle, sözle, ya da davranışla onun en yüce ve son
maksadının yerine gelmesini önlemek mümkün, değildir.
Tanrının her şeyden üstün olması, mekâna bağlı olmayışı, bu
amacın gerçekleşmesini önleyecek tabiî ve maddi engelleri
ortadan kaldırır. Önsüz sonsuz oluşu da, ne kadarzaman ge­
çerse geçsin, sonunda onun muzaffer olacağının inancasıdır:
«Çünkü orduların Rabbi tasarladı; ve kim bozar?_ Ve onun
eli uzanmıştır, onu kim geri çevirir?» (İşaya 14. 27).
Ama bu, son ve en yüce amacın gerçekleşmesi için in-
sanın dâJTanrı’ile iş birliği yapması serekjüL^Talmud’a gö­
re Tanrı insanı, yaratışı tamamlamak için, kendisine «Şut-
taf» yâni «ortak» olarak seçmiştir. İnsan, bu büyük ödeve
sadece maddî bir amaçla çağrılmamış tır. Her ne kadar bu
amaç fizik âlem alanında yerine gelecekse de insan gene de
evrenin sınırlarını aşan bir maksadın özel işçisidir. «Elia’mn
MUSA ve YAHUDİLİK 431

sinagogunda şöyle öğrettiler: Dünya altı bin yıl duracak; iki


bin yu şaşkınlık, ilü bin yıl yol gösterme, iki bin yıl da Me­
sih’in gamanı. Ama bizim pek çok olan suçlarımız yüzünden
biınlaA geçtikleri gibi geçtiler (Yâni Mesih’in gelmesi ge­
cikti). >5(Talmud Sanhedrin 97 a - 97 b).
Şenata harfi harfine uymak bu dünyayı, Tanrınm ta­
sımladım son ve en yüce amaca eriştirecektir ki, bu amaç da
Tanrıma devletinin kuruluşudur. Bu iki düşünce, yâni Tan­
rının dünyayı yaratmadaki son amacı ile Tanrının devleti
düşünceleri Yahudi doktrininde bir bütün halindedir. Ama
bu- «Tani Devleti» yaşanılan günlerin savaşları, problemle­
ri, ümitle! i ve arzulariyle ilgisi bulunmayan, başka bir âlem­
de gerçek eşecek göksel bir devre değildir. Bu devlet yeryü­
zünde, Tâ arının güdümüyle _ve insanın eliyle kurulacaktır ve
işte~bu «' ’anrı Devleti»nin kuruluşu da Mesih’in gelmesiyle
başlayacal tır.
Dini l|ütün Yahudi her gün şöyle dua eder:
Kurtuluşumuz için çal büyük boruyu,
Sürgünleri toplamak için aç bayrağını...
Önceleri nasılsa öyle getir yargıçlarımızı
Ve öğüt verenlerimizi eskiden olduğu gibi..
Yoldan çıkanların kalmasın ümidi,
Zulmün devletini de yok et çabucak...
Acı Yahve, Tanrımız, Yaruşalim’e, kendi şehrine,
Ve Siyon’a, şanının yuvasına,
Ve Davud soyunun kırallığma,
Gönder artık adaletinin Mesih’ini.

Tanrının yabancı milletlerin boyunduruğu altına koy­


duğu ve şerefsiz bir duruma düşürdüğü kendi öz milletini
bir gün tekrar eski —ve masallaştıkça parlaklığı daha ar­
tan— ihtişam günlerine kavuşturacağı düşünce ve ümi-
432 MUSA ve YAHUDİLİK

dı ahudilerde daima canlı kalmıştır. Bunu nebîleriıy ke­


hânetleri kuvvetlendirmiş ve bu ümit dualar, İlâhiler ire di­
nî edebiyatla beslenegelmiştir. Çekilen eziyetler anctıkça,
bunların artık sona ermesi için duyulan özlemle tşrlikte,
ümit de artmıştır. Buna benzer bir durumu, İspaı
Emevî devletinin son günlerinde, ellerinde sadece
çevreleri kaldığı sırada Müslümanlarda da görüyo
man, Mehdi’nin Ispanya’da çıkacağı ve tez günde
firleri yok ederek eski Islâm devletini dirilteceği ini
muştu.
Yahudiler ezildikçe Mesih’i bekleyişleri de artı ış ve bu
özlemleri onlara, «Ahir Zaman»ın çok yakın olduj inancı-
nı vermişti. Bir duada: ((Tanrı, sizin sağlığınızda, zin gün-
lerinizde ve bütün İsrael Evinin yaşadığı sırada, çal ıuk ve ya­
km zamanda devletini kursun» denir.
Ama bu ümit boyuna boşa çıkmıştı. Babil t ıtsaklığm-
dan sonra nebî Haggay’la Zekarya, İranlIların satı ap yaptık­
ları Davud soyundan Zerubabel’in Mesih kıral olduğunu söy­
lemişlerdi. j
M.S. 66 - 70 teki birinci isyanın başında Mısır’da çıkan
Menahem adında bir sözde Mesih vardı. M.S. 132 135 deki
H

ve Yahudilerin Kudüs’ten tamamiyle sürülmeleriyle sonuç­


lanan isyanda da bir mesih beklenmekteydi. Sonla ümitler
Bar Kohba’nm üzerinde toplanmış ve onun Mesih' olduğuna
inanılmıştı. Yahudilerin yurtsuzluk devirlerinde yavaş ya­
vaş bu «Tanrının Devleti» ülküsü, gerçek bir devleti bekle­
mekten ziyade, bütün dünyada hüküm sürecek bir «Altın
Çağ» bekleyişi haline geldi.
Babil Talmud’unda Mesih üzerine birçok parçalar var­
dır. Bunlardan birkaçını verelim:
«Rav Şeşet kördü. Herkesin kıralı karşılamaya gittiği
sırada Rav Şeşet de kalktı ve onlarla birlikte gitti. Karşısına
bir mürtet (Dinden çıkmış adam) çıktı ve dedi ki: Testi ır­
MUSA ve YAHUDİLİK 433

mağa' gider, ama kırıkların işi ne? Rav Şeşet de: Gel de benim
sendeh çok bildiğimi gör! dedi. İlk tabur geçti ve gürültü ol­
du. Miırtet ona dedi ki: Kıral geliyor! Rav Şeşet dedi ki: Da­
ha gelmiyor! İkinci tabur geçti ve gürültü oldu. Mürtet ona
dedi kii Ama şimdi kıral geliyor! Rav Şeşet ona: Kıral gene
de gelmiyor! dedi. Üçüncü tabur da geçti ve sessizlik oldu.
Raır Şeşet dedi ki: Şimdi mutlaka kıral geliyor! Mürtet: Ne­
reden biliyorsun? diye sordu. O da: Dünya kırallığı gök kı-
rallığma benzer de onun için. Çünkü şöyle yazılıdır (Çık ve
dağda Ranbin önünde dur. Ye işte, Rab geçiyordu ve büyük
kuvvetli tel dağlan yanyordu; ve Rabbin önünde kayalar
parçalanıyordu; fakat Rab yelde değildi; ve yelden sonra zel-
zele; fakat Rab zelzelede değildi; ve zelzeleden sonra ateş;
fakat Rab ]ıteşte değildi; ve ateşten sonra sakin ince bir ses)»
(Brahot 5| a). Burada Tanrısal kıral düşüncesini görmekte-
yiz.
Başka! bir parça:
«Şöylefdenilmiştir: Rabbi Nehorai dedi: Davud oğlunun
geleceği zamanda delikanlılar ihtiyarlann yüzlerini sararta­
caklar ve ihtiyarlar delikanlılara ayağa kalkacaklar. Kız ana­
sına, gelini kaynanasına karşı gelecek. Ve bu zamamn yüzü
köpek yüzü gibidir, ve bir oğul babasından utanmayacak.»
Yâni artıki aile bağları tamamiyle çözülecektir.
Bir de Ortaçağın en büyük Yahudi düşünürü Mose ben
Maimon’un ne dediğini görelim:
«Meshedilmiş kıral bir gün gelecek ve Davud’un kıraUığı-
nı eski kudretiyle yeniden diriltecektir. Kutsal Yeri (Tapına­
ğı) yeniden yapacak ve dağılmış olan Israel’i toplayacaktır.
Bütün adalet hükümleri onun günlerinde yeniden eski yü-
F: 28
434 MUSA ve YAHUDİLİK

rürlüklerinc kavuşacaktır. Ama ona inanmayanlar, ka, da


onun gelmesini beklemeyenler, sadece peygamberleri / değil,
Tevrat’ı ve öğretmenimiz Musa’yı da inkâr etmiş gurlar,
çünkü Tevrat bunu bildirir ve şöyle der: (Tannn RAb seni
sürgününden döndürecek ve sana acıyacak ve dönsek ve
Tannn Rabbin aralarına dağıttığı bütün kavimlerden seni
toplayacak.) İşet Tevrat'ın açıkça söylediği bu sözler, daha
sonra bütün peygamberlerin bildirecekleri bütün vaşleri için­
de toplamaktadır.
Sakın ola akbna gelmesin ki, meshedilmiş kıitlın alâ­
metler ve mucizeler yapması, dünyada yeni şeyler meydana
getirmesi, ya da ölüleri dirilmesi ve bunun gibi işi ri yapma­
sı gereksin. Asla böyle olmayacaktır. Rabbi Akiba, Hişna bil­
ginleri arasmda büyük bir bilgindi ve kıral Bar Kohba’nın
silâhdanydı. Bar Kohba için: İşte mesfedilmiş kıral bu-
dur! dedi. O da, günündeki bütün öteki bilginler d< Bar Koh-
ba’nın Mesih kıral olduğunu söylemişlerdi ama, sonradan
günah etki yaptı ve o öldürüldü. Ancak Bar Kohl ı öldürül­
dükten sonra onun Mesih olmadığım anladılar. Ama bilginler
hiçbir zaman ondan bir alâmet, ya da mucize istememişlerdi.»
Mose ben Maimon, tabiat üstü bir Mesih’i değil, gerçek
bir kıralı beklemektedir. Onun sadece eski devleti ve şeriatı
yerine getireceğini söyler. Bu sözleri aynı zamanca Hıristi­
yanların İsa’yı Mesih- saymalaHna karşı-hir-.taşlarpadır.

YAHUDİLERDE SÖZDE MESİHLER

Istıraplardan faydalanan ve kimi vakit bu dünya, kimi


vakit de öteki dünyada cennete kavuşturmak vaatleriyle in­
san kitlelerini aldatanlar çok olmuştur. Ama böyle kitle ha­
reketlerinin basma geçenleri sadece çıkarcı olarak kabûl
etmek de haksızlıktır. Bunların çoğu, dediklerine kendileri
MUSA ve YAHUDİLİK 435

de en çok inanan hasta ruhlardır. Bunların içinde seve seve


işkencelere katlanan, son nefeslerine kadar mucize bekli-
yenler, çok görülmüştür. Yahudilrin Mesih özleminin ortaya
çıkardığı insanlardan çoğu, hiç şüphesiz bu çeşittendi. Bun­
ları kısaca sayalım ve sonuncusu olan Sabbatay Zvi üze­
rinde biraz duralım. Bu adama ötekilerden fazla önem ve­
rişimizin nedeni, onun meydana getirdiği hareketin, daha
öncekilerle kıyaslanamayacak kadar önemli oluşu, bir de Os­
manlI İmparatorluğu içinde doğmuş ve orada son bulmuş
olmasıdış.
Ortaçağdaki sözde Mesihlerin sayısı oldukça kabarıktır.
Bunların çoğu tarihte hiç iz bırakmadan gelip geçmişlerdir,
biz buradlı en önemlilerini saymakla yetineceğiz. Zaten bun­
lar üzerin^ fazla söylenecek bir şey yoktur, ve olamaz da;
çünkü başarısızlıkla biten hareketlerinden sonra, arkaların­
da müritleri kalmamıştı ki, onların anıları sürsün. Kendile­
rine düşmşn olan şeriat bilginleri de elbette onların anıları­
nı ortadan kaldırmak isterlerdi, nitekim silmişlerdir. Bun­
ların içinde tek biri bu akibetten kurtulabilmiştir: Sabatay
Zvi. Bunuh da nedenini sonradan göreceğiz.
Bilinen sözde Mesih’lerden belli başlıları: M.S. 5. yüz­
yılda. Girit’li Moşe, 7^ yüzyılda Ebu-Musa İsfahanı, 8. yüzyılda
Sarini, 12. yüzyılda Yemen’de çıkan adı unutulmuş biri, ge-,
ne aynı yüzyılda David Alroy, 13. yüzyılda Abraham Abulaf-
ya, 14, yüzyılda Aşer Lemmlein, 16. yüzyılda Samuel Molto'-
duiu Görüldüğü gibi, hemen hemen her yüzyılda böyle Me­
sih’ler çıkmıştır, ama, dediğimiz gibi, bunlardan hiçbiri yaz­
maya değecek bir iş başaramamış, hattâ, kendilerinin Me­
sih olduklarını iddia edişlerinden başka, hemen hemen tek
bir sözleri bile yazıya dökülmemiştir.
436 MUSA ve YAHUDİLİK

SABBATAY Zv4
\\
1
17. yüzyıl gelmiştir artık: Akıl ve Aydınlanma Çşgı der­
ler ona; gerçekten de Gaİîîeo Galilei (1564 - 1642) «Tabiat Ki­
tabını, Matematiğin Yardımıyla Okumak» adındaki/kitabıy­
la klasik fiziğin yolunu açmış, cisimlerin serbest düşme ka­
nunlarını bulmuş, Johann Kepler (1571 - 1630) bunu, geze­
genlerin hareketleri kanunuyla tamamlamış, îsaaq Newton
(1643 - 1727) çekim kanunlarını matematik kesinlikle mey­
dana çıkarmıştı. Ama insan zekâsının bu başarılarının ya­
nında gene kopkoyu taassup karanlığı sürüp gitmekteydi, ge­
ne büyücü diye suçlandırılan zavallılar odun yığınlarında can
veriyorlardı, gene kiliselerde Tanrıdan «Türkleri Yahudi-
leri yok etmesi» yakarılıyordu.,Ispanya’da, yalnız’ güneyde.
Granada ve dolaylarında kalmış olan Arapların değil günün-
dekilere, çok daha sonrakilere bile örnek olacak^ devletleri.
1492 de tamamiyle ortadan kalkmıştı. Engizisyon^ Moriskos
(Araplar) ve Maranos’ları (Domuzlar anlamına *= Yahudi-
ler) artık tamamiyle yok etmişti. Müslümanlardan kurtula­
bilenler Kuzey Afrika’ya göçmüşler, Yahudilerden kurtulan­
lar da bütün Avrupa'ya ve Osmanlı İmparatorluğuna sığın­
mışlardı. Bunlar, İspanya’da gelişmiş olan Yahudi mistisiz­
mini, Kabbala’yı da gittikleri yerlere yaymışlardı. Bunu Kab-
bala bölümümüzde görmüştük. Kabbala'cıların 13. yüzyılda
yazıldığı tahmin..edilen ..ana_kitabı, «Sohar»da (ibjanice ışık
anlamına) artık kurtuluşun, Mesih’in gelmesinin yakın oldu­
ğu kehaneti vardı. Tanrı, sevdiği kavme bundan daha fazla
eziyet çektirmiyecekti elbette. Yahudiler, boyuna sürüp gi­
den eziyetlerden Doğu Avrupa’ya, Polonya ve Rusya’ya çekil­
mişler, oralarda daha fazla emniyet bulabileceklerini um­
muşlardı. Ama 1648 - 1649 yıllarında Polonya’da kazaklar
MUSA ve YAHUDİLİK 437

ayaklandı; bunların başında Boğdan Chmielnicki adında bi­


ri vardı. Aslında toprak ağalarına karşı olan bu isyan, çift­
lik kâhyası, meyhaneci, esnaf Yahudilerden başlayarak, bir
Yahudi katliamı şeklini aldı; bu facianın hikâyeleri, buna
benzer olaylara âdeta alışmış olan, günümüz insanlarının bi­
le tüylerini ürpertir. Polonya’dan kaçabilen, ya da esir ola­
rak satılan pek az sayıdaki Yahudi bu olan bitenleri her
tarafa duyurmuşlardı. Bu da Yahudilerin imanını sarsmak
değil, onlara yeni ümitler verdi: Artık Mesih mutlaka gele­
cekti. Hattâ kazak sergerdesinin adının İbranî harfleriyle
yazılış şekli olan (H-M-Y-L) den mânâlar çıkarıldı ve bunlara
«Hevle Maşiah Yabo Le’olam», yâni «Mesih’in doğum san­
cıları dünyaya geliyor» kelimelerinin baş harfleri olarak an­
lam verildi. Kabbala ile harf mistiğine kapılmış olan Yahudi-
ler için bu bir müjdeydi. İşte tam bu bekleyişin en yüksek
dereceye eriştiği sırada İzmir’de çıkan yeni Mesih de birden
bire Avrupa ve Yakın Doğu. Yahudilerinin bekledikleri kah­
raman oluverdi.
Sabbatay Zvi ve onun mezhebi hakkında, yakın zaman­
lara kadar pek az bilgi vardı. Osmanlı tarihlerinden sadece
Fındıklılı Silâhdar Ağa’nınkinde, «Zuhur-u Haham» başlığı
altında, onun müslüman oluşunun hikâyesi vardır. Başka
hiç bir yerde söz konusu olmaz. Ama 1948 yılından beri, aile
yadigârları olarak daima gizli tutulmuş yazmalar özellikle
îsrael bilim kumrularının eline geçti. Onun için artık ol­
dukça kesin bilgilere sahibiz.
Sabbatay Zvi (1626 - 1676) bilgin bir Kabbala’cı idi. Onu
sadece itizal yoluna sapmış biri olarak değil, biraz da ilk S i­
yonist olarak düşünebiliriz: Çünkü dağılmış olan İsrael ev­
lâtlarının yeniden kutsal yurtlarına dönmelerini telkin et­
mekteydi. Belki de bu sırada henüz mesihlik iddiasında, bu­
lunmaya bile pek niyeti yoktu. Ama Kudüs’e gitti, orada. Ga-
za’lı teolog Nathan (1644 - 1680) onun henüz pek çegingen-
ı:m MUSA ve YAHUDİLİK

likit! ileri sürdüğü Mesihliğine tanıklık etti. Nathan cezbeye


gelen ve hayaller gören, tıpkı ilkçağ nabîleri gibi biriydi.
Onun «Tanrı ilhamiyle» Sabbatay Zvi'nin mesihliğini kabûl
ve ilân edişi, zati bunu bekleyen Yahudiler arasında büyük
bir coşkunluk ve ümit uyandırdı. 1665 yılı ekim ayından 1666
kasım’ına kadar süren bu heyecan yıllarında Mesih’in geldi­
ği müjdesi bütün memleketlerdeki Yahudiler arasında yayıl­
dı. Birçokları artık büyük göçe hazırlanıyorlardı, kefaret
âyinler yapılıyor, yüzyıllardır süregelen kıyamet tasarımlan
tek konuşma konuları haline geliyordu. Din bilginleri tabiî
bunu hoş görmemekteydiler, ama sayısız katliamlar ve idam­
larla seçkin sınıfı hemen hemen ortadan kalkmış olan halk
onların uyarmalarına aldırış etmiyordu. İsrael’e dönüş ümi­
dini ve Sabbatay’a karşı beslenen güvenin boşa çıkışından
duyulan acıyı, o sıralarda tutulmuş bir gündemin şu satır­
ları pek güzel anlatır:
«Birtakımları neleri var, neleri yok hepsini; evlerini,
dükkân tezgâhlarını sattılar ve, her gün artık kurtulacakla­
rını umdular. Kayınbabam, Tanrı rahmet etsin, Hameln'de
otururdu; o da evini barkını, bütün ev eşyasını, bütün malla­
rını yüz üstü bıraktı, Hildesheim şehrinde oturmaya gitti,
Hamburg’a, bizim eve de içi bir sürü çamaşır ve yatak ta­
kımları ile yiyecek dolu iki fıçı yolladı; bunlar çeşitli yiyecek­
lerle, bezelye, fasulya, kuru et kuru erik gibi dayanabilecek
şeylerle dolu idi; çünkü, Tanrı canına rahmet etsin, zavallı
adam, Hamburg’dan kolayca Kutsal Diyara gidilebilir sanı­
yordu. Bu fıçılar bir yıldan fazla zaman evimde durdu; so­
nunda, etlerin ve öteki yiyeceklerin bozulacağından korktu­
ğu için bize, fıçıları açmamızı ve bezlerin harap olmaması
için yiyecekleri çıkarmamızı yazdı. Bundan sonra da gene
bunların hepsi üç yıldan fazla zaman bizde kaldı; hep yola
çıkacağını umuyordu, ama Tanrı bundan hoşnut olmadı.»
(Hameln’li Gltickel’in (1646 - 1724) gündeminden.»
MUSA ve YAHUDİLİK 439

O zamana kadar pek dar bir çevre içinde saygı gören


Sabbatay Zvi 1665 yılında Yılbaşı bayramında sinagogda
«Yaşasın kiralımız Mesih» bağırmalariyle selâmlanmıştı. Ku­
düs’e girişi, özellikle Nathan’m onun nabîsi oluşu sayesinde,
âdeta bir hükümdarın zaferden dönüşüne benzemişti. Gene
o yıl Hamburg’daki sinagogda âdet gereğince kirala dua edil­
diği zaman, onunla aynı payedeymiş gibi «Mesih Sabbatay
Zvi»ye de dua edildi. Hülâsa bütün Yahudileri bir delilik nö­
beti sarmış gibiydi. Ama Sabbatay Zvi şeriatın altını üstüne
getiriyordu. Kesin olarak yasak edilmiş bazı şeylerin mubah
olduğunu ilân etmekten çekinmiyordu. Yüzyıllar boyunca
Hahamların sıkı bir disiplin altında tutabildikleri, bütün ha­
yatları şeriatın buyruklarına göre geçen Yahudiler arasında
tam bir anarşi tehlikesi baş göstermişti.
Mesih Sabbatay Zvi’nin 1666 yılı başında İstanbul’a gi­
dişi, bu heyecanı son derecesine çıkardı. Ona inananlar, Sab-
batay’ın padişahtan (IV. Mehmet) Kudüs kırallığım alacağım
ve artık yeni bir çağın, beklenen devrin başlayacağını sanı­
yorlardı. O sırada çıkan bazı İbranîce kitplarda tarih olarak:
«Nebî’liğin ve devletin yenilenişinin birinci yılı» cümlesi gö­
rülmektedir. Ama, tebaasının din işlerine karşı hoşgörürlük,
hattâ kayıtsızlıkla davranan devlete bu kadarı biraz fazla
gelmiş olacak ki, Sabbatay Zvi tutuklandı, fakat o zamanlar­
da daha küçük suçlar için bile uygulanan idam cezasına çarp­
tırılmadı, Gelibolu kalesinde hapsedildi. Orada 1666 Eylülü­
ne kadar kaldı ve işin tuhafı, âdeta bir prens gibi yaşadı,
uzaktan ve yakından gelen delegeleri kabûl etti. Bunlar ken­
disine cemaatlerinin güven ve bağlılıklarını bildiriyorlardı.
Yüzlerce yıl önce ölmüş birini kınamak gibi olmasın ama,
insanın aklına kale dizdarının bu işten ne kadar akçe kazan­
mış olduğu sorusu da gelmektedir. Bu durum da Sabbatay’-
cılar arasında, onun kerametine verilmekteydi. Yahudilerin
9 Ab’daki, Kudüs Tapınağının yıkılışı anısı olan uruç gün­
lerini Sabbatay buradan, Gelibolu kalesinden yayınladığı bir
440 MUSA ve YAHUDİLİK

fermanla resmen, Mesih'in doğumu günü ve bir sevinç bay­


ramı şekline koydu. Osmanlı İmparatorluğu içindeki Yahu-
dilerin coşkunlukları artık smır tanımıyordu ve onları uyar­
mak isteyen «kâfir»lerin bütün uğraşmaları boşa çıkıyor­
du. İşte tam bu sırada Padişahın fermaniyle Sabbatay Edir­
ne’ye getirildi ve sorguya çekildi. Bunu Fmdıklılı Silâhdar
Mehmet Ağa’dan dinleyelim:

ZUHUR U HAHAM

Bundan akdem İzmir’den bir haham çıfıd zuhur edip


taife-i yahud ziyade meyl-ü rağbet etmeleriyle def’i fitne için
Boğaz Hisarma nefi’ olunmuştu, ol cânibe dahi Yahudiler
tecemmü edüb itikad-ı bâtılları üzere bu bizim peygamberi-
mizdir deyû bais-i fesad ve ihtilâl olacak mertebe ahvalleri
şayi’ olmağla haham-ı mezbur emr-i padişahile Edirne’ye ih­
zar ve mah-ı Rebiülevvel'in onaltıncı Perşembe gün(ü) Has
Oda Köşkünde nazargâh-ı Hümâyûnda akd-i meclis olunup
Kaymakam Paşa ve Şeyhülislâm Efendi ve Vanî Efendi Ha-
ham-ı mezburu söylettiler, Padişah Hazretleri pencereden
muhtefi seyr ve istima’ buyurup ba’dehu küll-i kelâm mez-
bûr haham ol kendu hakkında söylenen türrühatı inkâr eyle­
di ve teklif-i İslâm olup bu meclisten sonra hâlâsa mecal yok-
şayet müslüman olursan inayetlû Padişahımızdan seni şe­
faat edelim deyû kat/i kelâm eylediklerinde Haham-ı mez-
bûr bitevfik-ullahu el-melik-ül-gaffur ol saat mazhar-ı hi-
dayet-i aliyye-i hüsrevâneden mezbûre yevmi yüz elli akçe
kapu ortası tekaüdü erzan buyrulup ol hinde İçoğlan Ha­
mamına konulup tecdid-i libas ettirilip bir kürk ve üzerine
hil-at-i fâhire giydirilüb bir kise nakd ihsan olundu ve bu
mahalde kendileriyle bile İslâma gelen refikine dahi atiyye-i
aliyye ile çavuşluk sadaka buyruldu.
MUSA ve YAHUDİLİK 441

Bu haber Yahudiler üzerinde, beklenmedik bir anda dü­


şen bir yıldırım etkisi yaptı. Mesih’e o kadar bağlanmış olan
bu zavallılar birdenbire inançlarından vazgeçemezlerdi. İç­
lerinden çoğu ona gene inanmakta devam etti. Din kitapla­
rını çok iyi bilen Gaza’lı Nathan, onların kıyısında buca­
ğında karanlık bazı sözler bulp çıkardı ve bunları dilediği gi­
bi tefsir ederek, yeni bir tezi ortaya attı: Mesih’in Yahudi­
ler dışındaki milletlerin arasına girmesi ve onlarda da saklı
olan kutsallık kıvılcımlarını tutuşturması ve —kendileri de
bundan habersiz olan— kutsal kişileri, velîleri uyarması ge­
rekti. Mesih’in bu davranışı, gene Tanrının amacının yerine
gelmesi içindi. Bununla Mesih de bilerek ve isteyerek, kut­
sal kökünden kendini koparıyor ve İsrael’in sürgünlüğünü
bir kere de kendi nefsinde tekrarlıyordu. Sabbatay’m din­
den çıkması mistik, aynı zamanda tarihsel olan görevinin zo­
runlu bir parçasıydı. Bundan sonra o, yeniden ve Mesihliği-
nin bütün ihtişamıyla döniinceye kadar, iki ayrı kişilik ola­
rak yaşayacaktı: İç kişiliği ve dış kişiliği... Ve o mutlu so­
nuca kadar da bunlar birbirinden apayrı olarak kalacaklardı.
Bu tefsir pek hoş değil mi? Ama buna da inananlar az
olmadı. Sözde Mesih de, görünüşte Müslüman olarak uzun
yıllar yaşadı. Ondan belki bazı şeyler uman devletten ma­
aşını aldı, el altından cemaatiyle ilişküerini sürdürdü. İnanç­
lı Sabbataycılar şimdi Edirne’ye geliyor, gizlice onu ziyaret
ediyor, îmanlarını daha kuvvetlendirmiş olarak yerlerine dö­
nüyorlardı. Bu sırada, yukarıda kısaca açıkladığımız yeni te­
zi daha da geliştiren kitaplar yazıldı. Bütün bunlar gizlilik
perdesi altında olup bitiyordu ama Hahamlar bunu biliyor
ve bundan çok üzülüyorlardı. Sabbatay’m bu davranışları
devletin de gözünden kaçmamıştı. Onu Arnavutluk'ta Ül-
gün’e (Dolcigno) sürdüler. 1676 yılı güzünde orada öldü.
Ama bu ölüm de Sabataycılık hareketini kösteklemedi. Ona
44 2 MUSA ve YAHUDİLİK

inananlara göre Sabbatay ölmemiş, sadece «Dünyadan çekil­


miş »ti. Kabbalacıların inandıklarını söylemiş olduğumuz te­
nasüh, yâni ruhların beden değiştirmesi inancına göre Me­
sih, Adem’den bu yana bir çok bedenlerden geçmişti ve bu­
na devam edecekti. Sabbataycılar Âdem’den 19. yüzyıla ka­
dar Mesih’in ruhunun böyle 18 kalıp değiştirmiş olduğunu ka-
bûl ediyorlardı.
Sabbatay’m Müslüman olması karşısmda cemaati iki yol­
dan birini seçmek zorundaydı: Yahudi kalmak ve şeriatın bü­
tün hükümlerini harfi harfine yerine getirmekle birlikte, giz­
liden gizliye, kendi inançlarını sürdürmek, ya da üstadları gi-
bir müslüman olmak, görünüşte bu dinin icaplarını yerine ge­
tirmek, ama gizlice ötekini bırakmamak. Sabbataycılarm ço­
ğu, ikinci yolu tuttu. Her iki gruptakiler de bir zaman bu tu­
tumu sürdürdüler. Sabbatay Zvi de kimi zaman, üzerine bir
çeşit cezbe geldiği sıralarda, bütün İsrael’in Müslüman olma­
sını tavsiye etmiş, sonra, normal zamanlarında bundan vaz
geçmişti. Bu da onun iki kişilikli, hasta biri olduğunu açık­
ça gösterir. Beri yandan Padişaha bütün Yahudileri Müslü­
man edeceğine söz vermiş olduğu da anlaşılmaktadır. Edir­
ne’de Yahudi din bilginleriyle sık sık görüşmesine müsaade
edilişi bunu gösterir. Onlarlar uzun tartışmalara girişmiş,
ama sözünü yerine getirememişti. Sürgün edilmesinin nede­
ni de belki buydu.
Avrupa Yahudileri arasında üç dört kuşak boyunca Sab-
bataycılık hareketi sürdü; eski OsmanlI İmparatorluğunda
bu biraz daha uzun oldu, tıpkı İspanya’daki Maran’lar (Zor­
la Katolik edilen ama gizlice dinlerini sürdüren Yahudiler)
gibi, ama onların aksine zorla değil, kendi istekleriyle gizli
inançlarını, Müslümanlıkla birlikte, sürdüren bir grup, 19.
yüzyıla kadar yaşadı. Sonunda ohıar da eridi gitti. Bunlar
hakkında, bilgi vermek kitabımızın sınırlan dışında kalır.
MUSA ve YAHUDİLİK 443

Ama Sabbatay Zvi’nin ölümünden sonra olup bitenleri an­


latmamız da her halde faydalı olacaktır kanısındayız.
Müslüman adıyla Mehmet Aziz efendi diye tanınan Sab­
batay Zvi'nin ölümünden sonr onun traflıları —ki bunlar
200 - 300 aile idi —Selânik’te toplanmışlardı. Avrupa’nın çe­
şitli yerlerinden gelenler de bunların arasına katıldı. Bir sü­
re sonra Sabbatay’ın Ülgün’de aldığı son karısı Ayşe (Asıl
adı Yohebed) de ailesiyle birlikte oraya geldi. Yohebed’in
babası Yosef Filosof, Selânik’teki ünlü bir Haham ailesin-
dendi. Sabbatay’ın dul karısı, erkek kardeşi Yakob Keri-
do’nun, Sabbatay’ın ruhunu saklayan mistik kap olduğunu
ilân etti. Bu sıralarda olup bitenler üzerine ele hiçbir bel­
ge geçmemiştir. Belki de bunlar yangında yanmış, ya da or­
tadan kaldırılmıştır. Bilinen sadece, Yosef Filosof, aynı aile­
den Salomo Florentin ve Mesih’in kalıbı sayılan Kerido’nun
önderliğinde, bütün Sabbataycıların müslüman olduklarıdır
(1683).
Bundan sonra, yâni bu küçük cemaatin tamamiyle eri­
mesine kadar olup bitenler artık, Yahudilik dini ve dolayı-
siyle tarihi üzerine yazılan bir kitap içinde yer almaya değ­
mez. Buraya yalnız, Sabbatay Zvi’nin Yahudi inancında yap­
tığı, daha doğrusu yapmak istediği değişiklikleri alıyoruz.
Bunlar, Yahudilik gibi yüzyıllar boyunca her fırtınaya göğüs
germiş, disiplinli bir dinin mensupları arasında bile, bir ya­
rı delinin fikirlerinin, az da olsa taraflılar bulabildiğin gös­
termesi bakımından ibret alınacak şeylerdir.
Sabbataycılar, önceleri Îbranîce dua ederlerken; Yahudi
cemaatinden ayrılmış olmak yüzünden bu dili unuttular ve
dua kitaplarını fonetik olarak yazmaya başladılar. Artık bu
dualar okunuyor, ama anlaşılmıyordu. Dua kitapları, tıpkı
İpanya’daki Maranlarda olduğu gibi küçük boyutlarda ve
yazma idi. Bunlardan bir kısmı 1935 yılında Kudüs’teki İsra-
el Üniversitesi kitaplığı tarafından satın alındı. Bunlarda bu-
444 MUSA ve YAHUDİLİK

lıınan Sabbatay’cıların Amentüsünü veriyoruz. Bu amentü,


Yahudilerin her sabah duasında tekrarladıkları, Mose ben
Maimon’un 13 inanç cümlesi yerine idi:
Tam ve kesin inanışla, gerçek Tanrıya, İsrael’in Tanrısı­
na inanırım. O Tanrıya ki «Tiphereth’te» (Kabbalacılar
da Tanrının ışımalarının çıktığı gök katı) Israel’in haşme­
tinde oturur; bu, bir olan üç iman düğümüdür.
Tam ve kesin inançla, Sabbatay Zvi'nin gerçek kıral Me­
sih olduğuna inanırım.
Tam ve kesin inançla, Üstadımız Musa’nın aracılığıyla
verilmiş olan Tevrat'ın, kitapta yazılı olduğu gibi gerçekler
Tevrat’ı olduğuna inanırım. Bu Musa’nın İsrael’e, Tanrının
emriyle Musa aracılığıyla sunduğu Tevrat’tır. O, kendisine
tutunanlar için hayat ağacıdır, ona dayananlar mutludur,
t Burada Tevrat’ı öven ve Kutsal Kitaptan alınma birkaç
c ü m l e vardır).
Tam ve kesin inançla inanırım ki, bu Tevrat değiştirile­
mez ve başka hiçbir Tevrat olamaz. Tevrat, önsüz sonsuz
yürürlüktedir.
Tam ve kesin inançla inanırım ki: Sabbatay Zvi gerçek-
Mesih’tir ve dünyanın dört bucağına dağılmış olan İsrael
evlâtlarını bir araya toplayacaktır.
Tam ve kesin inançla inanırım ki, ölüler dirilecektir,
ölüler yaşamaktadır ve yerin tozlarından kalkacaklardır.
Tam ve kesin olarak inanırım ki, hakikatin Tanrısı, İs-
rael’in Tanrısı, Kutasl yeri (Yâni Kudüs Tapınağını) bizim
için, yukarıdan aşağıya bina edilmiş olarak gönderecektir,
nitekim şöyle denmiştir: Tanrı evi yapmazsa, yapıcılar boşu­
na uğraşırlar. Dileriz gözlerimiz onu görsün, yüreklerimiz se­
vinsin ve ruhlarımız şenlensin, çok geçmeden, günlerimizde!
Amin!
Tam ve kesin inançla inanırım ki: Hakikatin Tanrısı, îs-
T a e l ’i n Tanrısı bu (Maddî) dünyada —ki ona Tebel denir-r-
MUSA ve YAHUDİLİK 445

cemalini gösterecektir. Çünkü şöyle denmiştir: Göz göze gö­


receklerdir ki Tanrı Siyon’a dönmüştür; ve gene denmiştir
ki: Tanrının haşmeti tecelli edecektir ve bütün etten olanlar
onu görecektir, çünkü Tanrının ağzı böyle vadetti.
■ Hakikatin Tanrısı, İsrael'in haşmetinde sakin olan, İs-
rael’in Tanrısı! —O haşmet ki inancın üç düğümü içinde bir­
dir— gerçek Mesih’i, kurtarıcımız Sabbatay Zvi’yi, çok geç­
meden, günlerimizde gönder bize! Amin!
Burada geçen üç düğümü Hıristiyanların üçlemesinden
alınma sanmamalıdır; bununla Yahudi mistisizminin «su­
dur» âleminden Tanrının üç tezahürü anlatılmaktadır. «Ye-
zira» kitabı der ki: Otuz iki esrarlı yoldan (22 harf ve 10
sayı) Hikmet Yah, Yahve, Zabaoth, hayy olan Tanrı, kaadir,
muallâ olan o, dünyayı çizmiş ve üç kitapla yaratmıştır: Kut­
sal Kitabın kendisi, sayı ve söz.
Sabbatay Zvi olayı Yahudilerin büyük bir kısmı için ye­
ni bir ümit kırıklığı oldu. Mesih gene gelmemişti, kurtuluş
daha uzaktı. Gerçekten de en büyük suçlandırılmaları inanç­
ları olan bu din mensuplarının, içinden geçmeleri gereken
daha birçok «Gehenna»lar vardı.
A Adad: (Ya da Hadad): Aramî-
lerde fırtına, tanrısı. S. 28,
Abarim dağı: 132 29.
Abd iil Melik. 685 — 705 yılları Adem: îlk insan. 44, 45, 50, 145
arasında Halife: S. 328 369.
Abdon: İsrael’in küçük Hâ­ Aden (Adn): önce, Tanrının
kimlerinden. S. 191 bahçesi, sonra Cennet an­
Abel-mistraim: Mısır’da bir lamına (Eski Bâbil’de Edi-
yer. S: 70. nu, bahçe anlamına idi).
Abimelek: Hâkimlerde Gide- 44, 45, 345.
ondan sonra kıral olmak Adonia: Davud’un veliahdı. Sü­
istiyen, sonunda bir kadı­ leyman bunu öldürtmüş­
nın attığı taşla ölen adam. tür. S. 220.
S. 191 Adonis: Bereket tanrısı. Yu­
Abimelek: (İbranice: Babam nanlılarda Aphrodite’in
kıraldır anlamına) E ski; sevgilisi şekline girmiştir.
Ahitte, Abraham’m ya da S. 22.
İzaak’ın günlerinde Gerar Adoniram: Süleyman’ın kâh­
kıralı. S: 58, 59, öl, 62. yası. S. 223, 250.
Abner: Saul’un komutanı. 212 Aelia Capitolina: Romalıların
Abraham Abulaf: Sahte Mesih- Yeruşalim’in yerine kur­
lerden S. 435. dukları şehir. S: 312, 313.
Abraham: (Önceleri Abram) Alıab: Israel kıralı (M. Ö. 875-
İsrael oğullarının dedeleri 854) S. 252.
saydıkları kabile reisi. S: Ahas: Yahuda kıralı (M. ö. 735
7, 26, 36, 41, 50, 51, 52, 53, | 720 ye doğru) Asur’un ege-
54, 55, 56, 59, 60, 71, 79, 86, \ Ahit Sandığı: Yahve’nin boş
120 ve daha birçok yerler­ tahtı olarak İsrael oğulla-
de. menliği altına girer. S. 258
Abşalom: Davud’un âsi oğlu. Ahimelek: Davud’un resmî kâ­
S. 219, 220. hini S. 215
448

rının birlikte götürdükleri bir millet. Bunlar Şeria ır­


akasya ağacından sandık. mağının doğusunda otu­
S. 110, 126, 186, 191, 206, rurlardı. S. 58, 131, 143,
216, 231, 233, 234, 251 189, 210, 257, 262, 281.
Ahura Mazda: (Hürmüz) Eski Amorî’ler: Kenan İlinde İsrael
İranlIlarda iyilikler tanrı­ oğullarından önce oturan
sı. S .339, 358, 427, 428 bir millet. S. 53, 80, 120,
Ai: Kudüs’ün 20 km. kadar ku­ 132.
zeyinde eski bir şehir. S. Amos: İsrael nebilerinden. S.
281. 34, 271, 273.
Akhenaton: (Ekhnaton) (Eski Ammud (Yer anlamına): Sina­
Mısır dilinde Aton’un, yani goglarda kantor’un yeri.
tanrı Güneşinin sevdiği S. 402.
anlamına) Firavun IV. Anak oğullan (Enak oğulları):
Amenophis’in dinde re­ Eski Ahde göre bir dev
form yapıp tektanrıcılığa milleti. S. 132.
yöneldiği zaman aldığı ad. An’at (Ya da Anat) Kenanîler-
S. 183 de Tanrıça. S. 23, 24, 46, 62
Akiba ben Yosef: Bar Kohba Angra Mainyu (Ahriman) Eski
isyanına katılan ve Roma­ İ r a n l I l a r d a k ö t ü l ü k l e r tan­
lılar tarafından idam edi­ rısı. S. 339, 358, 427
len Yahudi din bilgini. S. Antiokhos II. Epiphanes Sele-
312. ukus’lardan kıral. S. 299,
Aleksandria (İskenderiye): İs- 300.
kender’in Mısır’da kurdu- Antiokhos V. Eupator: Seleu-
ğu liman şehri. S: 296, 297. kus’lardan, kıral. S. 301
AUenby: Birinci Dünya Sava- i Antiokhos (us) Seleukus’larda
şmda İngiliz generali. S. i kıralların adlan. S. 290,
259. 298.
Amalek, Aınalekî’ler: Eski A- j Antipas: Galilea’yı kuran. S.
raplar olması gereken gö­ 315.
çebe bir millet. S. 104, 195 Antiokhia: (Günümüzde Antak­
Ammon: Davud’un oğlu. Süley­ ya) S. 296, 298.
man bunu öldürtür. S. 219 Antoninus Pius: M. S. 138-161
Ammon (Oğullan) : İsrael O- yılları arasında Roma İm­
ğullariyle yakın soydan paratoru. S. 314
449
Antonius: Romalı devlet adamı Aşer Lemmlei: Sahte Mesihler-
(M. Ö. 143 — 87). S. 296 den .S. 435.
Apollo: (Apollon) Eski Yunan­ Aşera: Eski Ahitte sık sık ge­
lılarda ışık ve musiki tan­ çen kutsal direk. Bunun
rısı. S. 108, 272, 290, 299. eskiden ağaç, ya da falus
Ar: Moab’da bir şehir. S. 132 kültüne ait bir sembol ol­
Aramî’ler: Batı Sami dillerinin ması mümkündür. S. 23,
bir dalı olan Aramî dilini 196, 252.
konuşan halk gruplarının Aşkalon: (Ya da Askalon, Tev-
toptan adı. M. S. 7. yüzyıl­ ratta Eskelin diye geçer)
da Filistin’de de Aramîce Filistî’lerin liman şehri. S.
halk dili oldu. S: 9, 27, 92, 261, 262, 279.
189, 257. Aşkenazit: Doğu Avrupa Ya-
Arba Kanfot: Dua atkısı yerine hudilerine verilen ad. S.
geçen kumaş parçası. S. 402.
405. Atargatis: Tanrıça. S. 23
Athena: Eski Yunanlılarda akıl
Aristoteles (Aristo): Ünlü Yu­ ve hikmet tanrıçası. Kut­
nan filozofu. S. 330
Ali: S. 338. sal hayvanı baykuş idi. O-
nun için Atina paralarının
Arnon: Lût gölüne dökülen bir bir yüzünde baykuş resmi
ırmak. S. 132 bulunurdu. S. 292.
Artakserkses I.: (Eski Ahitte Azazel: İsrael oğullarında çöl
Artahşaşta) İran impara­ Şeytanı. S. 417.
toru. S. 290, 291.
Asenat: Yosef’e Firavunun ver­ B
diği eş. S. 69 ı

Astarte: (İştar) Kenanîlerde ; Baal (Bel): (Kenan dillerinde


üreme tanrıçası. S. 135, Efendi anlamına) Batı Sar
201, 206, 229. milerinde Gök, dağ, şehir,
Asur: S. 7, 8, 72, 258 259, 289. i döl bereketi tanrısı. S: 21,
Aşdod: Kudüs’ün batısında, i 22, 23, 24, 27, 29, 60, 62, 83,
denize yakın bir şehir. S. | 135, 196, 197, 201, 206, 252,
23, 279. j 257, 276, 293.
Aşer: İsrael oğullarının on iki , Baalbek : Lübnan’da. Klâsik
sıptmdan. S. 64, 212. Çağdan kalma muhteşem
F: 29
450

tapınak harabeleri vardır. Baybols: Fenike şehirlerinden.


Yunanca adı Heliopolis idi S: 198.
S: 28. Britannia: İngiltere. S: 303.
Bâbil, Bâbilliler: S: 7, 8, 9, 50,
125, 133, 152, ve daha-bir­
çok yerlerde. C
Bâbil Kulesi: S: 50
Balak: Moab kıralı. S: 133, 134 Cafer: (İmam Cafer-i Sâdık)
Balam: (Neor oğlu), Babilli si­ S: 338
hirbaz. S: 133, 134, 136 Caesar: (Sezar) Gaius Julius.
Bama (Berna) Yüksek yer an­ Romalı büyük komutan ve
lamına. Önceleri üzerinde devlet adamı. S: 297
kurban sunulan tepeler. Cemaat Çadırı: (Toplanma ça­
S: 27. Sonradan Sinagog­ dırı) İsrael’in göçebelik
larda ortadaki sekiye ve­ devrinde çadır tapınak. S:
rilen ad: S, 402, 418. 120, 128, 135, 158 ve özel­
Barak: İsrael’in büyük Hâkim­ likle Musa Şeriatı bölü­
lerinden. S: 191. münde birçok yerlerde.
Barak: (Abinoam oğlu) İssaa- Cestius Gallus: Roma’nm Su­
kar kabilesinden. S: 193 riye valisi. S: 303.
Başan: Taberiye gölünün doğu
tarafları. S: 131, 217
Bat-şeba: Uriya’nın dulu »Sü­ D
leyman’ın anası. S: 217,
220, 221, 245. Dagobert I.: 628 de Fransa kı­
Belkis: Saba Kıraliçesi. S: 227 ralı olmuştur, ölümü 638.
Benyamin: Yakob’un son oğlu. S: 338.
S: 64, 65, 188, 189, 190, 193, Dagon: Batı Samîlerinde, Bâ-
202, 209, 250. bil-’de, Asur’da ve Filistin-
Beyt-Peor: (Peor’un evi) Tan­ de tapılan bir tanrı, Feni-
rı Peor’un tapmağı. S: 137 kede sembolü bir başak,
Beyt-El: Yeruşalim’in kuze­ Asur’da belden aşağısı ba­
yinde. S: 120, 275. lık şeklinde bir tanrı tas­
Bilha: Rahel’in cariyesi: S: 61 viri idi. Filistî’ler bunu
Bogdan Chmielnicki: PolonyalI millî tanrı edinmişlerdir.
Kazakların sergerdesi. 437 S: 23, 201, 206.
451

Dan: Yakob’un, Lea’nın cari- Deniz Adamları: M. ö. 1200 e


yesi Bilha’dan olma oğlu. doğru Mısır’a denizden ve
S: 64 karadan saldıran halklar.
Dan: Bir yer adı. S: 137. Filistî’ler bunların kalıntı­
Daniel. Bâbil Sürgünlüğü ne­ larıydı. S: 185, 199, 212,
bilerinin sonuncusu. S: 295.
361, 397. Domitianus: Roma İmparato­
Dareios I.: (M. Ö. 522 — 486) ru. (M. S. 81 — 96) S: 311,
Doğuda Dârâ denir. S: 290 312.
Dareios II.: II. Dârâ (M. Ö. 423 Dor’lar: M. Ö. 2. binde kuzey­
—404) S: 292. den Yunanistan’a giren bir
David Alroy: Sahte Mesih’ler­ kavim. S: 97
den. S: 435. Dura - Europos: Eski bir şe­
Davud (David): İsrael’in bü­ hir. S: 400.
yük kıralı. S: 26, 36, 141,
173, 210, 211, 215 ve daha E
sonra birçok yerlerde.
Debir (Dehbir): Süleyman Ta­ Ea; Bâbil’de bilgelik tanrısı.
pınağının en kutsal yeri. Kıratlara akıl verdiği, şeh­
Ahit Sandığı, yani Yahve’- rin tanrısı Marduk’un ba­
nin boş tahtı burada du­ bası olduğu kabûl edilirdi.
rurdu. S: 27, 233, 234, 237, S: 48.
238. Eber-ezer: Pilistîlerin eline
Debora (Kadın peygamber) S: düşmeden önce Ahit San­
34, 37, 191, 194, 272. dığının durduğu şehir. S:
Delphi: Yunanca Delphoi. Par- 23, 205.
nassos dağının eteğinde, Ebu Musa İsfahanı: Sahte Me-
Apollo’nun kutsal yeri. sihlerden. S: 435.
Pythia denen kâhineler, Edom: Kırallık. S: 109, 130,
trans halinde, olacak şey­ 131, 134.
leri haber verirlerdi S: 108 Edrei: Bir şehir. S: 131
272. Efod: Başkâhinin değerli taş­
Demon’lar: Yunanca Daimon. larla süslü âyin göğüslüğü.
Mitologya’da insanla tanrı ; Asıl anlamı İsrael oğul-
arası varlıklar, cinler. S: | larının aile putları. S: 197
95, 358. ! Efraim: Yakob'un oğulların­
452
dan. Onun şıptı: S: 35, 137 meyveler getirdikleri yer­
185, 188, 189, 219, 276. deki dere. S: 127
Ehud: İsrael’in büyük Hâkim­ Etsyon - Geber: Akaba körfe­
lerinden. S: 191. zinde liman. S: 225.
Ekron: Yeruşalim’in batısın­ Euklides: M.ö. 300 e doğru ya­
da bir şehir. S: 279. şamış büyük Yunan mate­
El: Kenan tanrılarının en bü­ matikçisi. S: 330
yüğü. S: 14, 21, 22, 26, 29, Eyub: Tanrının sabırlı kulu. S:
66, 71, 83. 284, 285, 286, 362, 422.
Eleffantine: (Elephantine) As- Ezra: (Esra. İbranice Yardım)
van kasabasının karşısın­ Yahudi kâhin ve din bilgi­
da, Nil içindeki kayalık ni. M. ö. 458 de Yahudile-
adala. Burada birçok ta­ ri Bâbil’den Yeruşalim’e
pınaklar vardı. S: 292. getirmiştir. S: 37, 289, 291,
Eleazar: Kâhin. S: 135. 292.
Eliezer: (Şamlı). Abraham’m
kâhyası. S: 53. F
Eli: Samuel’in yanma verildi­
ği başkâhin. S: 204, 205, Farizî’ler: Yahudi uleması ara­
206. sından, Musa Şeriatlarını
Elişa (Nebi): S: 254, 255, 256. harfi harfine uygulamak
Elkana: Davud’un babası. S: taraflısı parti. Yahudilik
204. yaşayabilmesini bunlara
Elon: İsrael’in küçük Hâkim­ borçludur. S: 309, 314.
lerinden S: 191. Fenike: (Kenan kıyı şehir dev­
Erden Irmağı : (Şeria Irmağı) letleri). S: 9, 13, 26, 60, 65,
S: 70 ve başka yerlerde. 163.
Eriha: Şeria vâdisinde bir şe­ Filistin: S: 7, 13, 15, 129.
hir. S: 16, 17, 18, 136, 137, Filistî’ler: îsrael oğullarına
186. komşu bir millet. S: 23, 61,
Erusin: Yahudilerde nikâh. S: 97, 98, 105, 197, 198, 200,
376, 378. 201 ve daha birçok yerler­
Esav: Yakob’un kardeşi. S: 41, de.
62, 64. Flnehas: (Eleazar oğlu) Cema­
Eşkol: Musa’nın yolladığı ca­ at Çadırında zina eden cif­
susların üzüm ve başka ti öldüren. S: 135.
453

Flavius Josephus (Yosef): Ya­ kimlerinden. S: 191, 196,


hudi tarihçi. S: 294, 303. 197.
Florus: Neron zamanında Ku­ Gilead : Yabbok deresi kena­
düs valisi. S: 303. rında, Doğu Ürdün’de bir
yer ve şehir. S: 131, 137,
190.
G Gilgal: Lût gölünün kuzeyin­
de, Eriha’ya yakın bir şe­
Gabaon: Kudüs’ün on iki kilo­ hir. S: 188, 209.
metre kuzeyinde eski bir Gügul: Kabala’cılarda ruhun
şehir. Yahve’nin en önem­ bedenden bedene geçişi. S:
li kutsal yeri. S: 230. 397.
Gabriel: Büyük meleklerden. Girgaşî’ler: Tevratın saydığı
S: 359. milletlerden biri. S: 53.
Gad: Yakob’un oğullarından. Golem: Yahudi efsanelerinde
S: 65, 279. sihirle can verilen yapma
Gadata: Dareios’un İyonya sa t adam. S: 344
rapı. S: 290. Gomore: Tanrının gazabına uğ-
Galilea: Taberiye gölünün ba­ ‘ rayarak yere batan şehir
tısı ile Fenike toprakları S: 52, 56, 57.
arasında, dağlık bir bölge. Granikos: Biga Çayı. İskende-
S: 193, 303, 304, 305, 315. rin İranlIları ilk yendiği
Gamliel II.: (Gamaliel II.) M. j| yer. S: 293.
S. 90 — 110 arasında en
büyük Yahudi din bilgini. H
S: 393.
Gaza: Akdeniz kıyısında Filis- Hâbil: (Abel — İbranicede ne­
tî’lerin şehri. S: 61, 184, fes, soluk anlamına), Âde­
195, 279, 293. min oğlu. Kain onu öldü­
Gehenna: Cehennem. S. 362, rür. S: 46, 63, 64.
445. Habakkuk: İsrael’in on iki kü­
Gerar: Gaza’nm güneyinde ve çük nebisinden biri. S :
yakınında bir şehir. : 58. 279, 295.
Gibeon tepesi: Kudüs’ün kuze­ Habor (Habur) ırmağı: Silopi
yinde bir tepe. S: 222. kazasının güneyinde sınırı
Gideon: îsrael’in büyük Hâ­ teşkil eden ve Dicleye dö-
454

külen ırmak. S: 258. Haran: Abraham’m kardeşi ve


Hacar: Sara’nın halayığı, İs- Lût’un babası. Ur’da ölür.
mael’in annesi. S: 54, 58, S: 50.
60, 61. Harun: Musa’nın kardeşi. S :
Hadrianus: Roma İmparatoru 21, 81, 87, 88, 100, 116, 118,
(M. S. 117 — 188). S: 312, 123, 124, 128, 135, 136, 272.
313, 315. Havva: İlk kadın. S: 45; 33, 145,
Haggay: M. Ö. 520 ye doğru, 369, 370.
İran hükümdarı Darius za­ Hassidim: Yahudilerde bir ta­
manında Yeruşalim Tapı­ rikat. S: 347, 348, 349, 350.
nağının yeniden yapılması Hebra Kaddişa: (Kutsal birlik
için uğraşan nebî. S: 289, anlamına) S: 392.
432. Hebron: Güney Filistin’de bir
Hâkimler (Yargıçlar): İbrani- şehir. S: 127, 132.
ce Şofetim. Eski Ahitte İs- Heder: (Yahudilerde medrese)
rael’in önderleri. Bunların S: 372.
yaptığı işler Eski Ahitte Hekal: Süleyman Tapınağında
ayrı bir bölümde toplan­ altından, sungu masası, al­
mıştır. Birçok yerlerde ge­ tın sımak ve gene altından
çer. on şamdanın durduğu ön
Halleş: Sabbat gününde yenen kısım (Beyt). S: 27, 233,
ekmek. S: 170. 234.
Hammurabi: M. Ö. 1728—1686 Hekatalos: Milet’li Coğrafyacı.
arasında Bâbil kıralı. S: 13, (M. ö. 500 e doğru).
141, 162, 164, 165, 168, 170, Hellas: Eski Yunanistan. S:
171, 172, 177, 180. 292, 295, 302.
Hanan ben David: Karaim Hellen’ler: Hellas’lılar. S: 293,
mezhebinin kurucusu. S: 295, 296.
328. Hermon dağı: Şam’ın batısın­
Hanna: Samuel’in anası. S: 204 da, şimdi Cebel-eş-Şevh
Hananya: II. Dareios zamanın­ denen dağ (2759 m.) S:
da Mısır’da Yahudilerin iş­ 130.
lerine bakan memur S: 292 Herodot: Ünlü Yunan tarihçi­
Hanukka: Makkabe’ler isyanı­ si. S: 147, 148, 295.
nın anısı olan bayram. S: Herodes: (Büyük) Roma hi­
419. mayesi altında Yahuda kı­
455

ralı (M. Ö. 40 — 4) S: 257, yüzyılda İsrael nebisi. S :


302. 258, 274, 302.
Ileşbon: (Hesbon) Lût gölü­ Huppa: Dua atkısı. S: 378, 380
nün kuzey doğusunda,
Ammon topraklan içinde t
bir şehir. S: 132, 281.
Hezekiel: (İbranicede Tanrı İbzan: İsrael’in küçük Hâkim­
güçlüdür anlamına). Kıral lerinden. S: 191.
Yoahim’le birlikte Bâbil’e İlya: İsrael nebilerinden. S:
götürülen Yahudi nebisi. 253, 254, 255, 256, 364, 413
S: 144, 262, 340, 341. İran’hlar: S: 289, 290, 294.
Hızır: (Müslümanlarda) S: İskender (Büyük): Makedon­
255 yalI hükümdar ve büyük
Hierapolis: Birçok eski şehir­ komutan. S: 292, 293, 294,
lerin adı. Buradaki, Suri­ 296.
ye’de, Fırat kıyısında. S:23 İsrael Baal Şemtob: Hassidim
Hiksis’lar: Mısır’ı istilâ etmiş tarikatinin piri. S: 349.
olan Asyalı yabancılar. S: İsrael: Yakob’un ünvanı. Bir­
75, 184. çok yerlerde.
İsrael oğullan: Birçok yerler­
Hiram: Tyros (Sur) kıralı. S: de.
225, 226. İssakar: Yakob’un Lea’dan ol­
Hiram. Dökümcü ve mimar. S: ma oğlu ve bu addaki İs­
225. 235, 236. rael şıptı. S: 64, 65, 193,
Hlskiya: Yahuda kıralı (M.Ö. 212 .
725 — 697) S: 241, 257, 259 İssos: Dörtyol civarında. İs­
429. kender’in İran ordusunu
Hitit’ler (Tevratta Hitî): S 53, yendiği yer. S: 293.
54, 80, 120, 121, 198, 201. İşaya: Yeruşalim’de M.Ö. 740-
Horeb dağı: Sina dağı (Tur-u 699 yıllarına doğru yaşa­
Sina) ile aynı olması muh­ mış bir nebi. S- 96, 258,
temel bir dağ. Musa bura­ 259, 277, 430.
da Yahve ile konuşur. S: İş ■Boşet: Kıral Saul’un oğlu.
79, 103, 255. S: 212
Hoşea: (İbranice Kurtuluş, İştar (Astarte): Tanrıça. S: 14
Yardım anlamına) M.Ö. 8. İzaak (İsaak): Abraham’ın oğ­
456

lu. S: 41, 59, 60, 61, 62, 63, arasında İran İmparatoru.
79, 80, 120, 137. S: 289
İzebel (tsabel): Sidon’lu pren­ Kaos: (Khaos) Yunanca uçu­
ses. İsrael kıralı Ahab’ın rum anlamına. Yaradılış­
karısı. İsrael’e Baal kültü­ tan önceki durum. S: 26,
nü yayar. S: 250. 83.
Kappores (Kapparot): Suç te-
J kesinin yerine kurban edi­
len horoz, ya da tavuk. S:
Jason: Makkabe’ler kitabında 417.
adı geçen başkâhin. S: 298, Karaim’lik: Yahudi mezhebi.
299. S: 328, 329.
Josephus (Flavitıs): Yahudi ta­ Karmel dağı: Lût gölünün ba­
rihçi. Önce âsilerin komu­ tısında. S: 252.
tanı idi. S: 305, 311. Kefernaum (Kapernaum): İb-
Julius Sevenıs: Hadrianus’un ranicede Naum’un köyü
komutanlarından. S: 313. anlamına. Taberiye gölü­
Juppiter: (Jüpiter) Romalılar­ nün kuzey-batı kıyısında.
da göklerin kıralı tanrı. S: 400.
Kutsal yeri Roma’da Capi- Kemoş (Kamoş): Moab’lıların
tol tepesindeydi. S: 28, 236 tanrısı. Süleyman zama­
307. nında Yeruşalim’de de yer
bulmuştu. S: 132, 252.
K Kenan İli (Diyarı): Tevratta
Şeria Irmağından Akdeni-
Kadeş vahası: İsrael’in Mısır­ ze kadar olan memlekete
dan çıkışta uzun zaman verilen ad. Mısırlılarea Su­
kaldığı anlaşılan vaha. Bu­ riye’nin güney kısmı. Bu
nu Mısırlılarla Hititlerin ad İbranicede (Alçak
ünlü savaş alanıyla karış- memleket) anlammadır S:
tırmamalıdır. öteki Kadeş 51, 52, 69, 127, 185.
Halep'in güneyinde ve ya­ Kenanî’ler: Filistin’in İsrael-
kınındadır. S: 128,129,130 | den önceki Sami halkı. S:
Kain (Kabil). Âdem’in kaatil 20, 26, 27, 53, 80, 96. 120,
oğlu. S: 46, 63, 64. 135, 188, 192, 193, 195, 201.
Kambyses II. M. Ö. 529—522 Kenî’ler (Kenit’ler): Tevratta
457

Midyanî’lere bazan verilen dini olarak kabul etmiştir.


ad. Bu ismin bakırcılar S: 335.
anlamına geldiği anlaşıl­ Korah sopu : Yahvenin öldür­
maktadır. S: 53, 78, 111. düğü günahkâr sop. S: 128
Kerub’lar (Kherub): Tanrının Ksenophon: Sokrates’in öğren­
yanında bulunan büyük cisi. On binlerin seferine
melekler. S: 233, 234, 237, katılan ve onu yazan. S:
Ketura: Abraham’ın, Sara’nm 295.
ölümünden sonra aldığı Ktesias: Knidos’lu hekim ve
kadın. Ondan olan oğulla­ tarihçi. S: 95.
rından birinin adı Midyan- Kudüs (Yeruşalim): Birçok
dır. S: 61 yerlerde.
Keyhusrev (Kyros): Tevratm L
Koreş adını verdiği büyük Laban: Yakob’un kayınbabası,
İran İmparatoru. S: 88, Lea ve Rahel’in babası. S:
267, 268, 289, 290, 292. 41, 61, 64, 65, 66, 67,
Kleopatra: Ptoleme’ler soyu­ Lea: Abraham’ın karısı. S: 7,
nun sonuncusu olan kıra- 64.
liçe. S: 297. Leviatan (Leviathan): İbranice
Kidduşin: Yahudilerde evlen­ Lavah, yâni kıvrımiı keli-
menin ikinci bölümü: Zi­ mesindeen gelme. Dünya­
faf. S: 377. nın yaratılmasından önce
Kildanî’ler: Babilonya’nm gü­ onu saran ilk denizin sem­
ney batısında yaşıyan Ara­ bolü olan yılan, ya da tim­
mı halk. M. Ö. 626 da dev­ sah. S: 83.
leti ellerine geçirdiler. S: Levi, Levi evi: Yakob’un Lea’-
50, 279. dan olma oğlu ve ondan
Kişon vadisi: İlya’nın Baal pa­ türedikleri iddia edilen
pazlarını boğazladığı yer. sıpt. 64, 76, 118, 189 .
S: 253. Levi Yizhak: Hassidim tarika­
Kol Nidre: Yahudilerde kefa­ tından din bilgini. S: 286
ret gününde toptan günah Lilith: Âdem’le birlikte yaratıl­
itirafı. S: 418 dığı iddia edilen kadın.
Konstantin (Büyük) : Roma Sonradan dişi şeytan. S:
İmparatoru (M. S. 306 — 45, 369, 370.
337) Hıristiyanlığı devlet Löw. Praglı haham. Bir Golem,
458

yani yapma adam yarattı­ Manasse: Yahuda kıralı (M.Ö.


ğı hikâye edilir. S: 344, 345 696 — 642) S: 260, 261.
Lucius Quintus: Trajan’m sü­ Massot: Mayasız ekmek, ha­
vari komutanı, sonra Ya- mursuz. S: 241.
huda valisi. S: 311. Maşşaba: Dikili taş. S: 27
Luther, Martin: Protestanlığın Mattatlıias: Kâhin, Makkabele-
kurucusu. S: 284. rin babası. S: 300
Lut: Abraham’ın yeğeni. S: 50, Mauretania: İlkçağda, Afrika-
51, 52, 57, 135. nın kuzey batısında (Fas
Lut gölü: S: 15, 130 ve Cezayire) verilen ad,
S: 311.
M Medinet Habu: Mısır'da The-
bes ölüler şehrinin (Me­
Mahabarata: Hintlilerin büyük zarlık) yakınındaki hara­
epopesi. M. ö. 4. yüzyılla, beler. S: 199, 200.
M. S. 4. yüzyıl arasında Mefboşet (Meribaal): Saul’un
meydana gelmiştir. S: 7. oğlu Yonatan’ın sakat oğ­
Makedonlar (Makedonya’lılar) lu. S: 212.
S: 294, 295. Mehdi: Sudan’da çıkan sahte
Makkabe’ler: Seleukus’lar dev­ Mehdi. S: 427.
letine isyan eden kardeş­ Mehdi (İslâmlıkta) S: 427, 432.
ler. S: 293, 296, 297, 300. ’ Melkart: Baal’in bir adı. Ke­
Manasse : Yosef’in (Yusufi oğ­ nan tanrılarından. S: 24.
lu ve İsrael’in Manasse Mekisedek: Salem kıralı ve
sıptmın dedesi. S: 137, 188 başkâhini. S: 26.
189. Mesih : Yahudilerce dünyayı
Maranos (Maran): Ispanya’da kurtaracağına inanılan hü­
Yahudilere verilen kötüle­ kümdar. Birçok yerlerde
yici ad. S: 436, 442. geçer.
Maraton: Yunanistan’da ünlü Mısır: Birçok yerlerde adı ge­
savaş yeri. S: 293. çer.
Marduk: Bâbil şehrinin tanrı­ Midyan: Midyanî’lerin memle­
sı. S. 125. keti, Sina bölgesi. S: 78,
Man: Suriye’de son zamanlar­ 86, 132, 133, 195.
da bulunan eski bir şehir. Midyanî’ler: Sınırları tam bi-
S: 215. linmiyen, ama Sina bölge-
459

sine kadar varan Sami bir Mose ben Maimon (Maimoni-


halk, Tevrat bunlara sık des): Ortaçağda ünlü Ya-
sık Kenî’ler der. S: 79, 128 . hudi din bilgini. S: 311,
- 135, 194, 195, 196, 197. 312, 334, 434, 443.
Merneptah: M. ö. 1234 yılında Moşe : (Giritli) : Sahte Mesih-
tahta çıkan Mısır Firavu­ lerden. S: 435.
nu. S: 97, 186, 261, 262. Mot: Batı Sam’lerinde bir tan­
Mihael: Büyük meleklerden. S: rı. S: 24.
359. Musa: Birçok yerlerde adı ge­
Mika: Eski Ahitte geçen nebi­ çer.
lerde, M. Ö. 700 e doğru.
S: 271, 429. N
Milkom (Malkam): Ammonî’-
lerin tanrısı. S: 23, 281.
Miryam: Musa'nın üvey kızkar- !Nadab: S: 116
deşi, kadın peygamber, S. j Naftali: Yakob’un, Rahel’in ca-
10Ö, 123, 124. riyesi Bilha'dan olan oğlu
Mitspa: Benyamin’le savaş için ve onun şıptı. S: 64, 196.
yemin edilen yer. S: 190. Nahor: Abraham’ın kardeşi. S:
61, 64.
Moab: Lut gölünün doğusunda
bir kırallık. S: 58, 109, 131 Nasi: Yahudilerde prens anla­
136, 137, 189, 252, 262. mına gelen ünvan. S: 310,
314.
Mobad: Sasanî’ler devrinde
Zerdüşt dini papazlarına Nathan: (Gaza’lı) Sabbatay
verilen ad. S: 327. Zvi’nin nebisi. S: 437, 444
Modin: Makkabe’lerin doğduk­ Nebo dağı: Lût gölünün doğu­
ları kasaba. S: 300. sunda. Musa’nın, adanmış
Mohel: Yahudilerde sünnetçi.. topraklara son defa bak­
S: 364. tığı dağ S. 137.
Moloh : (İbranice Melek, kıral Nebukadnezar: Bâbil hüküm­
anlamına). Tevrat çeviri­ darı. M. Ö. 605 —562, S.
lerinde kendisine insan 261, 262, 295.
kurban edilen pot.Belki de j Nohemya I.: Artakserkses’in
insan kurbanının adı idi. Yahuda’ya satrap yaptığı
S: 143, 144, 260. Yahudi. S: 290.
460

Nekho: (Nekho II.) M. Ö. 609- bir vaha ve harabeler. S:


597 arasında Mısır Fira­ 29.
vunu. S: 261. Paran çölü: Arabistan çölü ol­
Neroıı: M. S. 54 — 68 arasında ması muhtemel. S: 60.
Roma imparatoru. S. 303. Paroket: Tevrat dolabının per­
Nerva: M. S. 96 — 98 arasında desi. S: 402.
Roma imparatoru. S. 311 Parth’lar: M. ö. 3. yüzyılın or­
Ninova: Asur devletinin baş­ tasında büyük bir impara­
şehri. S: 279, 281, 283. torluk kuran İran’lı süva­
Nofa: S: 132 ri millet. S: 311, 316.
Nohemya (Nehamia): Bâbil Passah: (Tek ayak üzerinde
Sürgünlüğünden sonra Ez­ sekme anlamına) İsrael
ra ile birlikte Yahudiliği oğullarında ve Yahudiler-
dirilten. S: 37. de bayram. Musa şeriatı
Nuh: İnsanların ikinci dedesi. kısmında ve S: 421.
S: 47, 48, 49. Pella: Makedonya devletinin
başkenti. S: 296.
O 1Peninna: Samuel’in üvey ana­
sı. S: 204.
Ofir: Afrika’da olduğu anlaşı­ Penthor: Tevrata göre Bâbil’in
lan, bol altın çıkan bir yer. i sihirbazlariyle ünlü şehri.
S: 225, 226 i S. 76.
Ofra: Bir şehir. S: 197 i Perizzî’ler: Adı yalnız Tevratta
Og: Dev kıral. S: 131 geçen bir kavim. S: 53, 80,
Olympias: İskender’in anası. 120, 121.
S: 296. Philon (Byblos’lu): Tarihçi. S:
Omri: M. ö. 882 — 871 arasın­ 26.
da İsrael kıralı. Phtlipp Arrhidaios: İskenderin
Osiris: Eski Mısırlılarda be­ üvey kardeşi. S: 296.
reket tanrısı. İsis’in koca­ Pidyon Ha-Ben: Yahudilerde
sı. S: 111 çocukların doğumundan
Oteııiel: İsrael’in büyük Hâ­ 31 gün sonra yapılan tören
kimlerinden. S: 191. S: 367.
Pisga (Pisgah) tepesi: Nebo
dağının öteki adı. S: 137
Palnıyra (Tadmur): Suriye’de Plotin: Platon’un felsefesini
461

mistik ve dinsel bir yön Rafael: Büyük meleklerden. S:


veren Yunan filosofu. S : 359.
330. Itahel: Laban’ın ikinci kızı,
Platon: Ünlü Yunan filosofu. Yakob’un karısı. S: 64, 65,
S: 315, 330. 67.
Pniel: Bir yer adı. S: 66. Kamses: Mısır’da bir yer. S: 92
Ranıses III: M. Ö. 1198 — 1166
Pompeius: Makkabe’lerle sava­ arasında Mısır Firavunu.
şan Roma komutanı. S:. I 199, 200.
301. Kas-Şanıra: Eski Ugarit şehri­
Potifar: Yosef'in Mısır’da sa­ nin höyüğü. S: 15, 20, 83.
tıldığı yüksek memur. S. Rebeka: îzaak’ın karısı. S: 61,
69. !I 62.
Poti-fera: Yosef'in Mısır’lı kâ-1 Refa’lar: Tevrata göre devler­
hin kaymbabası. S: 69. j den bir millet. S: 53, 131.
Priamos: îlyada’da Truva kı- j Rcş Galutlıa (Tutsaklık Başı
ralı. S: 183. ! anlamına) Babil Yahudi
I’rovence: Güney Fransa. S :: cemaati başkanına verilen
341. ünvan. S: 316, 328.
Ptoleme’ler: (Batlamyus’lar) Rehoboanı: Süleyman’ın kıral
İskender’den sonra Mısır’ı olan oğlu. S: 250.
idare eden soy. S: 296, 298 Reşef: Kenanî’lerde şimşek,
Psametih II. M. Ö. 595 — 589 belki de veba tanrısı S: 23
arasında Mısır Firavunu. j( Rimmon: Kenanî’lerde fırtına
tanrısı. S: 28.
S. 295. | 1Roksane: İran İmparatorunun
Ptolemaios II. (Philadelphus) I kızı, İskender’in karısı. S:
M. Ö. 284 — 246 arasında j 296.
S
Mısır hükümdarı. S: 297. Romalılar: S: 303, 305, 309, 310
Pıırim: Yahudileri katliamdan | Roşha - Şana: Yahudilerin yıl-
kurtaran Ester ve Hama- j başı. S: 415.
nın anısı olan bayram. S: Ruben: Yakob’un Lea’dan ol­
420. ma ilk oğlu. S: 64, 67, 68.
Pythagoras: Ünlü Yunan filo­ S
sofu. S: 330. Sabbatay Zvi: Sahte Mesihler-
Pythia: Delphoi (Delfi) deki den. S: 434 ve ayrı bölüm
kâhin kadın. S: 272. halinde 436 dan sonra.
Salamis: İran’la Yunanistan cuğu kucağında tutan:
arasındaki deniz savaşı. S: Kivre. S: 364.
293. Sandeket: Sünnet edilecek ço­
Salomc Aleksandra: Kocası A- cuğu odaya getiren kadın.
leksander’in ölümünden S: 364.
sonra Yahuda kıraliçesi Saoshyant: Zerdüşt dininde
olmuştur (M. ö. 78 — 69). Mehdi, Mesih.
S: 380. Sarah (Saray): Abraham’m
Salomo Florentin: Sabatay’m karısı. S: 36, 50, 51, 52, 54,
karısının hısımı ve ilk 55, 56, 58, 59.
Sabbatay’cılardan S: 437. Sargon: M. Ö. 2600 e doğru Ba­
hirde Sami’lerin egemen­
Samael: Yahudilerde Şeyta­ liğini kuran. S: 76.
nın adı. S: 360. Saul: İsrael’de ilk kıral. S: 202,
Sameri’ler: M. ö. 400 yılına 209, 212, 275.
doğru Yahudilerden ayrı­ Seder: Hamursuz bayramının
larak ayrı bir mezhep ku­ ilk akşamı. (Düzen anla­
ran, karışık bir millet. S. mına gelir). S: 421.
257, 291. Sekina Tabutu: Ahit sandığı.
Samariye (Sameriye): Orta Fi­ S: 188.
listin’de İsrael devletinin Seleka: Dev kıral Og’un şehri.
başşehri olarak M. Ö. 880 S: 131.
yılında kurulan şehir. Son­ Seleukus’lar devleti: İskender’­
radan, Herodes tarafından j den sonra kurulan devlet­
buraya, İmparator Augus- j lerden biri. S. 296, 298, 301,
tus’un şerefine, Augusta; 395. '
dı verildi. S: 252,257, 27i\, seraya: Davud’un kâtibi S: 215
294, 313. j Sidon (Sayda): Fenike şehirle-
Samgar: İsrael’in küçük Hâ-; rinden. S: 198, 262
kimlerinden. S: 191. Sihon (Amor): İsrael oğulla-
Samuel: İsrael’in büyük nebi- i rina, yol vermiyen Arnorî
lerinden. S: 203, 204, 205, j kıralı. S: 130, 131, 132.
206. j Simon bar Giora: Titus’a karşı
Samuel Molto: Sahte Mesih- j Yeruşalim’i koruyanların
lerden. S: 435. ! komutanlarından. S: 305.
Sandek: Sünnet sırasmda ço- i Simon bar Kohba: Aslında adı
463

Simon bar Koseba, yâni Şam (Damaskus): Suriye’de.


Koseba’lı (Yahuda’da bir S: 225, 258
şehir) iken, Mesih olarak Şamaş: Eski Bâbil güneş tan­
ilânından sonra, Yıldız oğ­ rısı. S: 15
lu anlamına gelen bu un­ Şekem: Şimdiki Nablus’un gü­
vanı aldı. Romalılara is­ ney doğusunda bir şehir.
yan edip kısa bir süre ba­ S: 188
şarı kazanmıştır. S: 312, Şeol: Kenanî’lerde yeraltı tan­
313, 398, 434. rıçası. Yahudilerde önce­
Sinıon Makkabeus: Makkabe leri bütün ölülerin gittik­
kardeşlerden. S: 301. leri yer. S: 361.
Sina dağı (Horeb): Musa’nın Şeria Irmağı (Erden): S: 188,
Tanrı ile konuştuğu dağ: ve birçok yerlerde.
S: 78, 106, 128. Şeytan: S: 84, 85, 284, 285, 360
Sion (Siyon): Kudüs’ün (Ye- Şilo: Şeria ırmağının batısında
ruşalim) bir tepesinin adı; dağlık arazide bir şehir. S:
Çoğu zaman Kudüs adı ye­ 190, 205
rine kullanılır. S: 264, 309, Rimeon: Yakob'un Lea’dan el­
431. ma oğlu. S: 64
Sisera: Kenan kırallarından. Şimon bar Yohai : Ortaçağda
S: 194. Kabbala’cılardan Kera­
Sodom: Tanrının yok ettiği şe­ met sahibi olduğuna ina­
hir. S: 52, 56, 57. nılır. S: 371
Sokkot: Taberiye ve Lut gölle­ Şimşon (Samson): İsrael Hâ­
ri arasında bir şehir. S: kimlerinden. İnsan üstü
92, 97. gücü saçının kesilmemesi-
Sukkoth: Çardak bayramı. S: ne bağlı kahraman. S: 23,
418. 191, 203.
Süleyman (Salomo, Şelmoh): Şittim: Lut gölünün kuzeyinde
Büyük İsrael hükümdarı. bir vâdi. S: İ35.
S: 8, 123, 141, 220 ve baş­ Şohet: Hahamlıktan izinli ke­
ka birçok yerlerde. sici. S: 386
Sümer’ler: S: 114, 146 Şoşenk I.: Mısır’da 22. Sülâle­
Sur (Tyros): Fenike şehirle­ nin kurucusu Firavun. S:
rinden. S: 58 224
464

T Tsippora: Musa’nın karısı, Mid


yan başkâhini ve reisi Yet-
Tallit: Yahudilerde dua örtü­ ro’nun kızı. S: 78, 85, 96,
sü. S: 405 104
Tame : En murdar nesneler. Tsoar: Lut’un, Tanrının gaza­
S: 391. bından korunmak için sı­
Tarşiş: Güney İspanya’da şim-! ğındığı şehir. S: 57
di yeri bilinmiyen bir şe-1 Tur dağı (Turu Sina): Horeb’e
hir. S: 227, 282 i bakınız.
Terah: Abraham'ın babası. S: \ Tuthalia: Hitit İmparatoru. S:
50, 51 ! 183
Terefa (Turfa): Yenmesi caiz' Tyros(Sur): Fenike şehirlerin­
olmayan şeyler. S: 388 den. S: 198, 225,’ 228, 231,
Thebes (Tep): Eski Mısır’d a , 262, 293
Yeni Kırallık devrinde baş- i
şehir. S: 199 U
Tiamat: Babil’in tanrısı Mar-'
duk’un ejderi. S: 83 ITgarit: Suriye’de, Lazkiye’nin
Tiberius Aleksander: Titus’un kuzeyinde eski bir Kenan!
kurmay başkanı olan Yahu­ kıyı şehri. Şimdiki adı
di. S: 308. Ras-Şamra. S: 20, 27, 46.
Tipheroth: Tanrının nurunun j Uria: Davud’un Hitit subayı.
çıktığı gök katı. S: 443 | S: 163, 173, 217, 218, 219,
Tola: îsrael’in küçük hâkimle-! , 220, 221
rinden S: 191 ' Uriel: Büyük meleklerden. S:
Trajan: M. S. 98-117 arasında j 359
Roma imparatoru. Urim ve Tumim: Eski Ahitte,
Transeuphrates: İran satrapla- kura şeklinde bir fal.
rmdan. S: 290 önemli durumlarda bunu
Troya (Truva): Çanakkale ya­ kâhinler, sonradan başkâ-
kınında. S: 183 hin, uygulamaktaydı. S:
Tsadok: Davud’un kâhini. S: 239
215 Ur . Napişti: Sümer’lerde Nuh.
Tsafanya: M. ö. 7. yüzyıla doğ­ S: 48, 49
ru yaşamış, İsrael’in kü­ Usahor: .Firavun’un memuru,
çük nebilerinden. S: 278 hekim. S: 290
465
V den. Kızım Yahve’ye kur­
Vaiz: Süleyman’ın takma adı ban eder. S: 143, 203
olduğu iddia edilir. S: 242 Yehu: İsrael kıralı Yoram’m
Vespasianus (Titus Flavius): komutam, onun öldürül­
M.S. 69 - 79 yılları arasın­ mesinden sonra kıral. (M.
da Roma İmparatoru. S: Ö. 845 - 818). M: 254, 256,
311 273
Yelıu da Makkabeus: Makkabe
Y kardeşlerden. S: 301
Yeiıosafat: Davud’un veziri ve
Yafet: Nuh’un oğullarından. vakanüvisi. S: 215
S: 47, 191 Yehoyakim: M.ö. 608 - 598 yıl­
Yah: Tanrı Yahve. S: 445 ları arasmda Yahuda kı­
Yahuda (Yehuda): Yakob’un ralı. S: 261
Lea’dan dördüncü oğlu, Yeremya: M.ö. 7. yüzyılda ne­
onun şıptı ve sonunda ay­ bi. S: 179, 262, 263, 265,
nı adda devlet. Birçok yer­ 279, 422, 429
lerde. Yeroboam: Süleyman’dan son­
Yahudiler: Birçok yerlerde. ra memleketin bölünme­
Yahvé (YHVH, Yehova): Ön­ sinde îsrael kıralı. S: 119,
ce tsrael’in millî tanrısı, 120, 250, 273
sonradan tek Tanrı. Bir Yeruşalim (Kudüs): S: 21, 28
çok yerlerde geçer. ve birçok yerlerde.
Yakob Kerido: Sabbatay Zvi’- Yeşu (Yosua): İbranice Yah­
nin ruhunun geçtiği iddia ve kurtuluştur» anlamına.
edilen, onun kaynı. S: 442 Musadan sonra İsrael O-
Yakob (Yakub): tzaak’m oğlu ğullarını yöneten ve Adan­
ve İsraelin dedesi. S: 7, 36, mış Topraklara getiren
41, 42. 62. 63. 64. 65. 66, 67. önder. S: 16, 19, 37, 117,
68, 71, 79. 80, 81, 120, 137, 121, 183, 185.
154, 188, 189, 193, 276 Yetro: Musa’nın kayınbabası.
Yamnia (Yabne): Taberiye gö­ S: 104, 105
lü yakımnda bir şehir. S: Yizhak Lurya: Kabbalacı ha­
309 ham. S: 397
Yav: Ugarit tanrılarından. S. Yizreel ovası: Taberiye gölü ile
83 d^niz arasında, bir ova. S:
Yeftah: Israel’in Hâkimlerin- 212
F: 30
466

Yoab: Davud’un ordu komu­ de Ordular tanrısı anlamı-


tanı. S: 215, 217, 218, 220 nadır. Yahve, ya da Elo-
Yoahim: M.ö. 698 - 508 yıllan him adlarına sıfat olarak
arasmda Yahuda kıralı. S: eklenir: Ordular Tanrısı.
144 S: 445.
Yohannan ben Sakal: Ünlü Zafenat - Peneah: Yosef’in Mı­
din bilgini. S: 309 sırlı adı. S: 69, 75
Yohannes (Gişala’k): Titus’a Zebulun: Yakob’un Lea’dan
karşı savaşan Zelot’larm olma oğlu ve onun şıptı.
başkam. S: 305 S: 64, 65, 212
Yom Kippur: Yahudiler’de Ke­ Zekarya: İbranice Tanrı’mn
faret günü. S: 416, 417 şanı demektir. Küçük ne­
Yonatan: Saul’un oğlu. S: 202, bilerden. M.Ö. 500 e doğru
210, 212 Süleyman Tapınağının ye­
Yoppe: Yafa. S: 184 niden kurulmasına çalı­
Yosef Filosof: Sabbatay Zvi’- şanlardan. S: 429, 430, 432
nin havarisi ve kaymbaba- Zelot’lar: Gayretliler, müteas-
sı. S: 442 sıplar anlamına. S: 303,
Yosef (Yusuf): Yakob’un Ra­ 304, 305, 310, 311, 315
ilerden olan oğlu, onun şıp­ Zeus: Eski Yunan tanrılarının
tı. S: 35, 36, 65, 67, 68, 69, en üstünü. S: 28, 292, 299
70, 77, 104, 188, 189, 209, Zerubabel: Davud soyundan
210, 212. prensi. Kyros’un emriyle
Yoşiva: Yahuda kıralı (M. ö. I Yahudileri Yeruşalim’e
640 - 609): Firavun Nekho' | getirir. S: 432
ya karşı Megiddo’da yap­ Zeytun dağı: Kudüs’ün doğu­
tığı savaşta ölmüştür. S: sunda, bir zamanlar zey­
260, 261 tin ağaçlariyle meşhur bir
Yuda-ha-Khassid: Almanya’lı tepe. S: 306
Kabbalacı. S: 349 Ziggurat: Mezopotamya’da ba­
Yuda (Nasi): M.S. 125 - 217. samaklı piramit şeklinde
İlk defa gelenekleri yazı­ tapmaklar (Babil Kulesi).
ya döken, din bilgini. S: S: 41, 125
316, 317 Zilpa: Lea’nm cariyesi ve Ya­
kob’un iki oğlunun anası.
Zabaoth (Sabaoth) İbranice: > S: 64, 67
İÇİNDEKİLER

Sayfa
Önsöz ............................................................................. 4
G iriş ............................................................................... 7
Sam îler.......................................................................... 13
F ilistin................................................................. 15
Batı Sami’l e r i ..................................................... 20
Batı Sami’lerinde T anrılar................................. 21
Ksnanilerde Papaz sınıfı ve T apım ş................. 26
Batı Sami Dinlerinin Ortak Çizgileri ............. 29
Eski A h it....................................................................... 33
İsrail Oğulları................................................................ 41
Yaradılış.............................................................. 42
M usa.............................................................................. 75
Tanrının İsraille Anlaşması On buyruk ........ 105
Musa Ş eriatı.................................................................. 141
Musa Şeriatında Tabular, Totem ve T ab u ....... 149
Musa Şeriatında Y asaklar................................. 160
Yerleşm e........................................... 180
Adanmış Topraklar için Savaşlar ve Yerleşme 181
İsrail Oğullarının Tarih Ç ağı....................................... 213
İsraelde kırallar, Davut .................................... 215
Büyük Kıral Süleyman...................................... 221
İsrail Devletinin parçalanması ......................... 249
İsrail Devletinin s o n u ....................................... 256
Yahuda Kırallığımn s o n u .................................. 258
Yahudilerin Babil Tutsaklığı............................ 265
468

Sayfa
Yahudilerde N ebiler..................................................... 271
Makedonya Egemenliği A ltında........................ 295
Titus Yeruşalim'i Y ık ar..................................... 302
Ulema Devleti .................................................... 309
Salt Din Devleti................................................. 314
Talmud’un meydana gelişi................................. 316
Ortaçağda Yahudilik .................................................... 325
Doğuda .............................................................. 327
Yahudilerde Teolojinin Gelişmesi .................. 329
Hıristiyanlar Arasında Yahudilik...................... 334
K abbala.............................................................. 338
Yahudilerde T arik at........................................... 347
Günümüz Yahudilerinde İmanın Şartları ........ 355
Doğumdan ölüme Kadar Ödevler...................... 363
Yahudilerde İbadet, Sinagog....................................... 398
Yahudi Yılında Tören ve Bayram G ünleri....... 408
M esih............................................................................. 425
Yahudilerin Bekledikleri M esih........................ 427
Sabbatay Z v i...................................................... 4.36
D izin.................................................................... 447
BU KİTABIN YAZILIŞINDA FAYDALANILAN ESERLER

(Baskısı)
Kitabı Mukaddes, yâni Ahd-i Atik ve Ahd-i Cedid 1886
Kitabı Mukaddes. Eski ve Yeni Ahit 1958
Die Heilige Schrift (İncil ve Tevratın Almanca Çev.) 1961
Moses, (Yazan: Martin Buber) 1952
Aus Drei Jahrtausenden (Yaz. Leo Baeck) 1958
Von Unbekannten Judentum (Yaz. RJEtaphael Greis) 1961
Der Babylonische Talmud (Çev. Reinhold Mayer) 1963
Symbolik der Jüdischen Religion
(Yazan: Jacob Soetendorp) 1963
Geschichte des Judentums im Orien
(Yazan: Edmund Schopen) 1960
Zur Kabbala und ihrer Symbolik
(Yazan: Gerchom Scholem) 1960
Kleine Chronik des Volkes israel
(Yazanlar: Angelika Probst ve Eckart Peterich) 1952
Die Religionen der Völker
(Yazanlar: Helmer Ringgren ve Ake V. Ström) 1959
Jüdische Glaube (Yayınlayan: Kurt Wilhelm) 1961
Kulturgeschichte Aegyptens und des Alten Orients.
(Yazan: Egon Priedell) 1963
Wörterbuch der Religionen (Yazaji: Wilfried Nölle) 1960
Judenfeindschaft (Yayınlayan: Karl Thieme) 1963
Das Urchristentum (Yazan: Rudolf Bultmann) 1962
Und die Bibel hat doch Recht (Yazan Werner Keller) 1964
Le Jüdaisme (Yazan: L. Epstein) 1959
Die Nichtchristlichen Religionen (Y. H.Von Glasenapp) 1964
Seni Mısır diyarından, esirlik evin­
den, çıkaran Tanrın Yahve benim.
Karşımda başka Tutular;,i cl.naya-
caktır. Kendin için oyma put, yu­
karda göklerde olanın, yahut aşa­
ğıda yerde olanın, yahut yerin al­
tında sularda olanın suretini yap­
mayacaksın, onlara eğilmiyecek-
sin çünkü ben, senin Tanrın Rab,
benden nefret edenlerden babala­
rın günâhını çocuklar üzerinde,
üçüncü kuşak üzerinde ve dördün­
cü kuşak üzerinde arayan ve beni
seven ve emirlerimi tutanların bin-
lercesine inayet eden kıskanç bir
Tanrı'yım.
«Çıkış 20.3-6»

You might also like