Professional Documents
Culture Documents
Gökyüzüne ulaşmak çok zordu bir zamanlar. Oralara neler neler yerleştirdik
yüzyıllar boyunca; altından yapılmış saraylar, kutlu zaferler, korkular ve tanrılar. Her
şeyimizi ulaşamadığımız o yere sakladık.
Gökyüzü, yıllar boyunca insanlığa ve tüm yaşantılara bir yuva ve yol göste-
rici oldu. Onun gölgesinde büyüdük ve onun gölgesinde hayaller kurduk ama en bü-
yük hayal her zaman ona ulaşmaktı. Lagari Hasan Çelebi’nın niyeti tam olarak neydi
bilemem ama yaptığı şey ilham verici olduğu kesin. Kardeşinin yaptığından çok daha
büyük bir şeyi hedeflemiştir belki. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin gökyüzüne bıraktığı
selamı alıp biraz daha ileriye götürmekte olabilir. Bilemeyiz. Bildiğimiz şey ise ileriyi
hedeflediği ve başardığı.
Ülkemizde yıllar boyunca bilimkurgu adına bir şeyler yapıldı. İleriye gö-
türme çabasını sırtlayan bir çok insan oldu. Onların emeklerinin boşa gitmemesini
dilemek yerine bizler de elimizi taşın altına koymaya karar verdik. Niyetimiz tıpkı
Lagari Hasan Çelebi gibi göğe yükselip ardımızda bıraktıklarımızı aydınlatmak.
Keyifle tüketin.
MEHMET FATİH BALKI
SATICI
Krase pasajından içeriye girdiğinde yoğun yeşil bir ışık gözlerini kamaş-
tırdı. Soldaki ilk kapıyı açıp merdivenlerden indi. Son basamağa geldiğinde ha-
fifçe ayağı kaydı, düşmemek için yan taraftaki duvara tutundu. Duvarın ısısı elini
yakmıştı.
Önündeki geniş meydanın görünümü, yanıp sönen rengârenk ışıklar
yüzünden sürekli değişiyordu. Kalabalığın arasından kendine yol açarak ağır
ağır ilerledi. Müziğin ritmi beyninin derinliklerine işliyor, basın her vuruşunda
beyin dokusunun bir kısmı sanki kafatasından fırlayıp çıkmak istermiş gibi yerin-
den fırlıyordu.
“Şu kranial trash’ı hiç sevemedim” diye düşündü. “Gençler bu müzik-
ten ne anlıyor, bilmiyorum.”
Barın önüne geldiğinde bir an duraksadı. Hem işini bitirip gitmek isti-
yordu, hem de bir kadeh içkiye ihtiyacı vardı.
Barmenden koyu satir istedi. Barmen içkiyi hazırlarken bir yandan da
bu yeni müşterisini süzüyordu. Kılığı buranın sürekli müşterilerine hiç benze-
miyordu. Başının sağ tarafını kaplayan geniş yanık izi ilk bakışta insanın içini
ürpertiyordu.
Koyu satiri uzattı. Parayı peşin alıp kasaya koydu.
İçkisini bir dikişte bitirip hızlı adımlarla tuvaletlerin olduğu bölüme doğru ilerle-
di. Erkekler tuvaletinin kapısını açtığında buz gibi bir hava yüzüne çarptı.
Lavaboların yanında duran üç gence yaklaştı. “Elimde çok iyi kırılmış
ALTAY ÖKTEM
Uyandığında, nedenini bilmediği bir sıkıntının içini kapladığını hissetti. Sinirli bir
hareketle şakağındaki kabloyu çekip attı, monitörü kapattı. “Bugün yine aynı
filmi seyredeceğiz” diye düşündü. Canı o pasaja gitmeyi hiç istemiyordu ama
pasajda her zaman müşteri bulunuyordu ve kırılmış buzu çok çabuk elinden
çıkartabiliyordu.
“Yine çok sıcak” diye düşündü. Koridoru görebilmek için perdeyi açtı-
ğında beyaz neonlar gözlerini kamaştırdı. Bugün de çok tenhaydı ortalık. Pen-
cereyi açıp derin bir nefes aldı. Canı o pasaja gitmek istemiyordu.
Ne olursa olsun gitmeyecekti bugün.
Buz çantasını açıp iki üç parça kırık buzu alıp ensesine yapıştırdı. “Bu-
gün epey zarar ediyorum” diye düşündü. Bir an duraksadıktan sonra kararlı bir
hareketle çantadaki en büyük buz kırığını alıp ensesindeki diğer buzların yanına
yapıştırdı.
Monitörü açıp karşısına çıkan sitelerde gezinmeye başladı. Kayra geze-
geninin kırmızı tülü andıran çift eşeyli canlılarını görünce OK düğmesine bastı.
“Değişik bir rüyaya ihtiyacım var” dedi yüksek sesle. Kabloyu şakağına yerleşti-
rip uzandı. Uykuya dalarken hafif bir gülümseme belirdi yüzünde; kendini okya-
nusların üzerinde salınan kırmızı bir tül gibi hissediyordu.
Satıcı, büyük bir sarsıntıyla yatağından fırladı. Pencereden içeri güçlü bir sıcak
hava dalgası girmişti. Elini bilinçsizce ensesine götürdü. Tüm buz parçacıkları
erimişti. “Allah kahretsin” dedi. “En iyi mal hiçbir şey anlamadan ziyan oldu.”
Bir yandan giyinirken, göz ucuyla açık olan pencereden de koridora
baktı. Koridorun başındaki bina yana yatmış, biraz ilerideki bir mağaza tama-
men çökmüştü. Yoğun bir toz bulutu kaplamıştı her yeri.
Monitörlerdeki tüm yayınlar durdurulmuş, kır saçlı bir adamın, heye-
canlı bir ses tonuyla olan biteni açıkladığı acil yayın programı başlamıştı. “Sakin
olun” diyordu adam. “Paniğe gerek yok. Bu beklenen bir şeydi!”
İki yüz yirmi yıl önceki büyük patlamanın etkisiyle oluşan artçı bir pat-
lamaydı bu. Belli aralarla bu tür patlamalar olacaktı ve artçı patlamaların daha
üç yüz-dört yüz yıl sürmesi bekleniyordu.
Asıl sorun, her patlamadan sonra sıcaklığın biraz daha artmasıydı. Ger-
çi yönetim biriminin sıcaklığa karşı önlem aldığı ve korkulacak bir şeyin olmadığı
sürekli duyuruluyor ama nasıl bir önlem alındığını kimse bilmiyordu. Sıcaklık da
her patlamadan sonra artıyordu.
“Merak etme” dedi Kırbaş. “Yakında senin gibi pis uyuşturucu tüccarlarının
soyu tükenecek.”
Satıcı, sorgu odasındaki spotların ışığı altında nerdeyse birkaç dakikada
kilolarca ter dökmüştü. Derisinin kurumaya başladığını hissediyordu. Ciğerle-
rindeki serbest sıvı seviyesi azaldığından nefes alması gittikçe zorlaşıyordu.
“Kimseye zarar vermek istemedim” dedi belli belirsiz bir sesle. “Sıcağa
dayanabilmek için insanların ihtiyacı vardı kırılmış buza.”
Suratına inen yumruğun şiddetiyle oturduğu sandalyeyle birlikte arka-
ya yuvarlandı. Yerden kalkmaya çalışıyordu ama beyninin gönderdiği impulslar
kol ve bacaklarına ulaşamıyordu. “Susuzluktan motor sinirler de kurudu herhal-
de” diye düşünürken olduğu yere yığılıp kaldı.
Kendine geldiğinde ışık hızından biraz daha hızlı giden bir aracın için-
de buldu kendini. Elleri kelepçeliydi. Yanındaki muhafız, uyandığını fark edince
silahı üstüne doğrulttu. “Tamam” dedi Satıcı. “Sakin ol, elim kolum bağlı oturu-
yorum şurada.”
Gözleri aracın içinde küçük bir tur atıp Kırbaş’ı aradı. Yoktu. Derin bir
nefes aldı. En azından olumlu bir şeydi bu. Çünkü hiçbir muhafız Kırbaş kadar
acımasız olamazdı.
Araç durduğunda muhafız ayağa kalktı, silahın namlusuyla Satıcı’yı dür-
terek aşağı inmesini işaret etti.
Satıcı donup kalmıştı. Önündeki manzara, bugüne kadar gördüğü hiçbir
koridora benzemiyordu. Yerler göz alabildiğine kahverengi bir maddeyle kaplıy-
dı. Yukarıda mavi bir boşluk vardı ve alan düz değil, engebeliydi. Bazı yerlerde
mavi boşluğa doğru yükselen geniş çıkıntılar vardı.
İleride, çevresinde bir sürü aracın bulunduğu piramit şeklinde gri bir
bina yükseliyordu. Muhafız, silahın namlusuyla sırtına bir kez daha dokundu.
Ne söylenmek istendiğini anlamıştı Satıcı. Ağır adımlarla binaya doğru ilerledi.
Binaya girdiklerinde mavi üniformalı iki muhafız Satıcı’yı alıp her tarafı
beyaz fayanslarla kaplı geniş bir odaya götürdü. İçerisi dört bir yana koşuşturan
beyaz önlüklü insanlarla doluydu. Odanın sağ tarafında, ön yüzü bilgisayar do-
nanımıyla kaplı büyük metal bir cihaz vardı.
Satıcı’yı ameliyat masasına benzer bir yere yatırdılar. El ve ayak bilekle-
ri otomatik kelepçelerle yatağa sabitlendiğinde soğuk terler dökmeye başladı.
Kendini idam mahkûmu gibi hissediyordu.
Ne bir yargılama yapılmıştı, ne suçlu olup olmadığı araştırılmıştı. Evine
yapılan baskından sonra apar topar Güvenlik Merkezi’ne götürülmüş, Kırbaş’ın
hakaretlerine ve işkencelerine maruz kalmıştı. Sonra da bir araçla laboratuara
benzeyen bu garip yere getirilmişti.
Yeşil elbiseler içinde, kurbağaya benzeyen, ağızları maskeyle kapalı üç
kişi Satıcı’ya yaklaştı. Masanın yanındaki monitörü çalıştırdılar. Monitörün ça-
lışmasıyla birlikte tavandaki matkaba benzeyen cihaz ağır ağır üzerine doğru
inmeye başladı.
Başında korkunç bir ağrıyla uyandı. Çevrede kimse yoktu. “Hemen kalkıp kaç-
malıyım buradan” diye düşündü. Kalkmak gerçekten de bir düşünceydi ve hep
öyle kalacaktı.
Vücudunun hiçbir yerini oynatamıyordu Satıcı. Bağırmak istedi ama
sesi çıkmadı. Çığlığı yalnızca kendi beyninde yankılanıyor, dışarı yansımıyordu.
Aniden karşı duvardaki monitör açıldı. Son yaşadığı patlamadan sonra
monitörde görünüp bilgi veren kır saçlı adam vardı karşısında.
Yine aynı heyecanlı ses tonuyla konuşuyordu. “İşlediğin suçlar için seni
cezalandırmak, ruhunu ve bedenini yok ederek çürümeye bırakmak yerine, bir
tür ödül sistemi geliştirdik… En azından ölümden kurtuldun. Sınırsız hareket-
sizliğe kavuştun. Gezegenimize yaptığın hizmetin ödülü olarak bu hayatı sana
uygun gördük…”
“Ne hizmeti... Ne ödülü... Sen neden bahsediyorsun be adam, çıkarın
beni buradan…” diye bağırmaya çalıştı Satıcı. Sesini yalnızca kendisi duyuyordu.
“Gezegenimizin kurtuluşu için geliştirdiğimiz projeye dâhil olman senin
için büyük bir onur. Eskiden beyinciğinde bulunan hipotalamus bezi bu gezege-
nin son kurtuluş umudu. Vücudunun ısı düzenleyicisi olan hipotalamus, şimdi
gezegenin ısısını düzenlemek için oluşturulan bir aygıtın en değerli parçası du-
rumunda. Bu projeye yaptığın katkıdan dolayı seni kutluyoruz Satıcı... Masanda
rahat uzan.”
Mutsuz Vatandaşlara Acil Müdahale Birimi’nin başındayım. Yıllar oldu. Önce
stajyer, ardından uzman, son olarak da genel müdür sıfatıyla işte karşınızdayım.
Emrimde toplam kırk personel çalışıyor. Yeni kadrolar açılması için bakanlığa
ivedi notuyla defalarca dilekçe yazdım ama sözüm ona ödenek yokluğundan
dolayı henüz olumlu, ümit verici bir yanıt alamadım. Her şeye para buluyorlar
ama sıra bizim zavallı mutsuzlara gelince “Yok, taze bitti, artık siz de başınızın
çaresine bakın, bağış mağış toplayın, ne bilelim, gerekirse kermes falan düzen-
leyin, incik boncuk satın, bir şekilde ayakta kalın.” Şerefsizler… İnşallah günün
birinde kendileri de bedbaht olur, mutsuzluktan sürüm sürüm sürünürler de,
personel yetersizliğinden dolayı saatlerce ayakta sıra beklerler burada, ağlaya
zırlaya kururlar kendileri de yakınları da… Neyse, sözümü kısmen geri alıyorum,
yakınlarının sanki ne suçu var?
Kim gerçekten, samimi anlamda acı çekiyor, dert erbabı; kim öylesine, eğlen-
ce olsun diye zirzop gibi çıkıp gelmiş, anında anlıyorum artık. Yılların deneyimi.
Yok yere meşgul etmeyin ulan, diyorum öylelerine minicik birimimizi, zaten ye-
terli personel, uygun alet edevat yok, belki arkanda bekleyen vatandaş canına
ha kıydı ha kıyacak, belki ufak bir şişe arsenik saklıyor cebinde, belli mi olur, ne
düşüncesiz adamlarsınız, burası dingonun ahırı mı!
Övünmek gibi olmasın da, hasta gördüğüm dönemde oldukça başarılıydım.
Mutsuzluğunu yenemediğim çok az başvurucu olurdu. Allem eder kallem eder,
ağızlarından girip burunlarından çıkar, gerekirse taklitler, maskaralıklar yapar,
son çare koltukaltlarından münasebetsizce gıdıklar, kıkır kıkır güldürürdüm
enayileri; hatta kimisi sevincinden zıp zıp zıplar, sonra da sımsıkı boynuma sarı-
KORKUT KABAPALAMUT
lırdı. Aferin ulan derdim, demek ki isteyince ne de güzel oluyormuş, hadi şimdi
git, dükkânın önünü kapama, batıracak mısın yoksa sen bizi kerata!
Kimi de, ağzınla kuş tutsan azıcık bile avunamaz. Kendi karamsarlığını baş-
kalarına da bulaştırmaya çalışır alçak… Kuşlar var, dersin pencerenin hemen
ardında, gencecik, mis gibi de kokan ağaçlar, sen çığlık çığlığa dağılan bir ilko-
kul da mı görmedin hiç mübarek? Hortlak görmüş gibi korkuyla pencereden
dışarıya bakarlar o zaman sabit sabit, Nereye bakıyorsun oğlum, ne oluyor, iyi
misin? diye sorsan, doğru dürüst cevap bile alamazsın, in mi görüyorlar, cin mi
anlayamazsın, öylelerini koğuş kısmında devamlı uyutmaya çalışıyoruz biz de,
gerçi bu sefer de kâbus görüyor yeteneksizler…
Neden böyleler, doğrusu biraz bile anlayamıyorum. Kendim mutlu bir insanım
çünkü oldum olası, hayatım boyunca mutsuzluk nedir bilmedim, hiç hissetme-
dim, aklım almıyor bu olguyu, kafamda bir yere oturtamıyorum ne yapsam.
Aşırı mutluluk, bizi bazen mutsuz ve tedirgin ediyor hocam, ister istemez geri-
liyoruz, elimizde değil ki bu deseler, hadi neyse, gene bir derece, belki o zaman
biraz anlar gibi olacağım, adam gibi bir teşhis koyabileceğim olasılıkla, ortak bir
çözüm yolu bulmaya çalışacağız hastayla artık. Belki de bu pozisyon için dün-
yadaki en yanlış kişiyim. Sevincimden havalara uçuyorum arkadaş, yerli yersiz.
OLIVIER COIGNOUS
.
.
SELMA MINE RÖPORTAJI
Öncelikle merhabalar,
MFB-Selma Mine yerli bilimkurgu için önemli bir isim. Selma Mine kimdir? Bu-
güne kadar neler yaptı? Bize kendinizi anlatır mısınız?
SM: Kişinin kendini anlatması kolay değildir; çünkü dönüp tarafsız bir gözle ken-
dine bakamaz. Bu açıdan ilgilenenlerin
www.selmamine.tr.gg
www.x-bilinmeyen.org
sitelerine göz atmalarını; onların da yönlendirdiği diğer siteleri gözden geçir-
melerini öneririm.
Yine de belki ana başlıklar şöyle özetlenebilir:
1).1973’de Milliyet yayınlarında yayınlanan ve 4 baskı yapıp 5000 satan ve ha-
len de okurlarının sıkı sıkı sakladıkları veya sahaflarda aradıkları “Uzay Yolu”
çocuk romanıyla, Türkiye’nin ilk kadın bilim kurgu romancısıdır.
2).Nisan 1976’daçıkardığı X-BİLİNMEYEN BİLİM-KURGU fanzini ile 300 civarın-
da bilimkurgu severler amatör olarak ulaşmış; bir yıl sonra profesyonel olarak
piyasaya çıkarmış; 1981 sonuna dek 64 sayı yayınlamış; 1989’da tekrar 6 sayılık
fanzinle meraklılarının karşısına çıkmış bir bilimkurgu çılgınıdır. O sırada haber-
leştiği kişi sayısı 3.500’ün üzerindeydi.
3).2006’da X-BİLİNMEYEN BİLİMKURGU DERNEĞİ’nin Kurucu Başkanı ve halen
aynı derneğin Genel Sekreteridir.
4).www.x-bilinmeyen.org, www.x-bilinmeyen.com, www.x-bilinmeyen.net si-
telerinin kurucusu ve yöneticisidir.
5).Bilimkurgu adına çeşitli kurum, kuruluş ve gruplara verdiği konferans, semi-
ner ve toplantıların metinlerini; yazdığı öyküleri ve bir kült halini alan “Unutu-
lan Gezegen” dizisini kitaplaştırarak, derneğe bağış geliri karşılığı dağıtan bir
yazardır.
6).2011’den beri “Naturel+Beyinden Bilince Yolculuk” Festivallerine dernek
olarak katılarak hem 40 yıl önceki antika dergileri sergileyen, hem de bilim
kurgunun parapsikoloji, zaman yolculuğu, geçmiş-gelecekve yaratım konuları
üzerine konuşmalar yapan; sohbetlerini mini kitapçıklar halinde derneğe bağış
karşılığı dağıtan bir dernekçidir.
7).Halen “Yerli Bilim Kurgu Yükseliyor” e-dergisinde 1970-1990 arası filmleri ko-
nularına göre tanıtan, yorumlayan ve teknolojik gelişimi hicveden mini öyküler
yazan bir gönüllüdür.
MFB-Ülkemizde bilimkurgu üzerine bir ilgi var. Bu durumun sebebi nedir? Sü-
rekliliği var mıdır? Ya da sürekliliği için neler yapılmalı?
MFB-Yerli bilimkurgu "alternatif tür" söyleminin dışına çıktı mı? Hala bu söylem
geçerli midir?
SM: Bu deyimi ilk önce kullanan ABD’li yazarların kendileridir. “Günün sosyal-si-
yasi-ekonomik durumu”ndan, sanal kişiler ve toplumlar yaratarak, “doğrudan
anlatımdan kaçış edebiyatı” veya “dolaylı anlatım edebiyatı” diye açabiliriz. Za-
manında pek çok şey, o dönemlerin edebi akımları olarak, semboller ve masal-
lara yükleyerek anlatmışlardır. Süpürgesine binip uçan bir cadının, özel uçağını
yöneten bir kadın pilottan veya uzay aracına binip giden bir kadın astronottan
ne farkı vardır? Kristal küreye bakarak geçmişi veya geleceği yorumlayan kâhin-
lerden değil miyiz, TV karşısında? Üstelik istediğimiz kanalı çevirip ister haber,
ister film, ister futbol veya reklam izleyebiliyoruz. Kaderleri bağlayan büyücüler
ile bilgisayar oyunlarını oynayanlarçok mu farklı?
Geçmişin mitosları, bu konuda bulunmaz kaynaklardır. Yürüyen heykeller, ağız-
larından ateş saçan ejderler, uçan kristal küreler, devlerle cücelerin savaşları…
Sözgelimi Gulliver’in öyküleri büyüklere yazılmıştır ama çocuklar içinmiş gibi
görünür.
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası yazılan bilimkurgu öykü ve romanları veya
çevrilen filmleri, dönemin sosyal ve düşünce yapısına göredir. «Animal Farm»,
«THX-1138», «Brave New World», «TheDay of Triffids», «Fahrenheit 451»,
«Alphaville» gibi eserler, toplumsal yapıyı ve geleceği hicveden eserlerdir. Keza
Dünyalılar Batı Bloku, Dünya’ya saldıran uzaylılar da Doğu Bloku’dur. «Flash
Gordon»daki Ming, Çinlidir. «Star Trek»teki Klingonlar, Romulanlar veya Khan
yani Han da öyle…
Uzun lafın kısası, yazarın söylemini suya sabuna dokunmadan anlatabilmesi de-
mek, sanal kişiler, devletler, dünyalar ve semboller üreterek, anlatımını onlar
üzerinden dile getirmesidir. Dolayısıyla savaş veya bir felaket sonucu, ülkelerin-
den başka ülkelere canları pahasına kaçanlar ile mahvolan dünyadan arkalarına
bakmadan başka gezegenlere kaçanlar da bunun sembolik anlatımıdır.
Şu ara gözlediğim ama artık izlemekten bıktığım uzay savaşları, geçmişe gidip
bu günü değiştirmeye çabalayan zaman yolculukları (ki parapsikolojide buna
Atalara Yolculuk veya Geçmişi Temizlemek, denir), zaman paradoksları… bir za-
manlar Alacakaranlık Kuşağı veya X-Dosyaları olarak adlandırılan dizilerin yeni
versiyonları. Ya da şiddet, korku, intikam, yok oluşu içeren veya kıyameti ballan-
dıra ballandıra anlatan eserler mi? Yapıcı, sorun çözücü, iyiye, doğruya, güzele
ve bilgiye yönlendirici dışında olanlar kalsın, almayayım!
SM: İstemek başka, eylemde olmak başka. Savaş oyunları; basit, hafif, bol re-
simli, az yazılı, parlak sayfalı, vitrin süsü olan popüler dergiler yanında;çirkin ka-
rikatürler, bel altı fıkralar, abuk-sabuk şakalarla kafayı bulan çoğunluğa ulaşılsa
ne olur, ulaşılmasa ne olur?Üstelikbaşkalarını aşağılayarak alay etmek, kişisel
zayıflıktır, bu da demin sözünü ettiğim kendimizi küçümsemek ve aşağılamak-
tan ileri gelir ki, aslında kendini gizlice başkasını aşağılayarak yüceltmekde bir
tür psikolojik bozukluktur. Çıldırıp intihar eden veya eşini, çocuğunu, ailesini,
akrabasını, arkadaşını öldüren bir toplumun psikolojik sorunlarını inceleyip
öyküleştirmek desosyolojik bilimkurgu olur da kimse yaklaşamıyor. Çünkü yü-
zeysel bakmak en kolayı; derinine inme ve muhakeme yapma yeteneği kaybe-
dilmiş durumda. Bu bile harika bir bilimkurgu eseri olurdu. Hem hiciv hem de
komedi…
MFB-Geçmişte birçok bilimkurgu fanzini çıkmış. Şuan çıkan ise bildiğim kada-
rıyla yok. Fanzinler hakkında neler düşünüyorsunuz? Bilimkurguya katkısı var
mıdır?
MFB-O halde, “Yerli” bilimkurguya başlayacaklar nasıl hareket etmeli? Bir yol
haritası çizebilir misiniz?
Bu, babamın ölmeden önce okuduğu son kitapta altını çizdiği bir cüm-
leydi. Sürekli “Her zaman birileri geleceği görebiliyor, bizim yapmamız gereken
ise onları bulmak.” derdi. Ne demek istediğini sadece ben değil, bu deliğe tıkıl-
mış herkes anlıyor sanırım. Buradan çok daha uzak bir galakside geçen hikâye
olmasını tüm yaşayanlar ve ölenler dilerdi ama her şey burada geçti ve geçiyor.
Ben daha vitamin olmak için bir ağaç ararken, insanlık yaşamaktan çok
daha fazla şey istiyordu. Her şeye sahip olmak, hükmetmek ve daha uzak geze-
genlere ulaşmak; en büyük hedefleriydi. Sadece insanlara değil tüm varlıklara
hükmetmeyi istemek nasıl bir aptallık, nasıl bir açgözlülük...
Her şey, yakınlardaki bir gezegene ilk maden ocağı kurulduğu zaman
başladı. İnsanlar verilen maaşın fazlalığını duyunca hemen atladılar. Ucuz iş-
çilik için kendinden başka insanları kullanmak. Dünyanın en büyük zenginliği
bizlerdik; “İnsan”. Tüm tarih bunlarla dolu ama hâlâ öğrenememişiz. Her şey
aile içindi, daha güzel bir yaşam için ama planlar yolunda gitmedi. Bir sonun
başlangıcında ilk imzayı atanlar asla unutulmazlar. Şimdi, sonunu yaşayan bizler
her yeni güne uyandığımızda isimlerini tek tek sayarak küfrediyoruz.
MEHMET FATIH BALKI
dedi.
Kısa bir sessizlik oldu. "Peki, Esra Hanım. Sorduğum soruları görmezlikten gel-
meyin ama. Daha sonra, benim de sorularımı yanıtlamanız şartıyla kabul edi-
yorum." .
Simültane çeviri yapan kulaklıkları sayesinde Tim ve Jose, Türkçe edilen sohbe-
ti rahatça takip edebiliyordu. Jose heyecandan yine parmaklarını çıtlatıyordu.
Sohbetin soru-cevap kısmına gelmesini ikisi de dört gözle bekliyordu.
"Şüpheniz olmasın, tüm sorularınıza tek tek cevap vereceğim. Hazır mısınız?
Sorum oldukça basit. İşte soruyorum: Ölüm anınız ile tekrar canlandırıldığınız
şu an arasında, herhangi bir şey yaşadınız mı veya gördünüz mü?"
Odada çıt çıkmıyordu. Bilgisayardan uzun bir süre yanıt gelmedi. Esra endişe
içinde Tim ve Jose'ye baktı. Profesörün olaya müdahale edip, ona yardım et-
mesini istiyordu; ama bu zahmetli işin altından tek başına kalkmak zorundaydı.
Meslekte ilerlemesi için bu deneyden alnının akıyla çıkmalıydı. "Orada mısınız
Hasan Bey?" diye sordu yüksek sesle. Kuvözün üstündeki ekranda bulunan tüm
göstergeler yeşildi; beyinde hiçbir sıkıntı yoktu. Sorusunu tekrarladı.
Fazlasıyla uzayan sessizlik bir anda bozuldu: "Buradayım, sadece düşünüyor-
dum. Bazı şeyleri hatırladım. Çok mühim şeyleri. İster istemez dalıp gitmişim.
Kusuruma bakmayın."
Alnında biriken terleri beyaz önlüğünün koluyla silen Esra, "Cevabınız nedir?"
diye sordu. Kalbi küt küt atıyordu. Buz gibi soğuk bir laboratuarda heyecandan
terlemek ne kadar garip, diye düşünüyordu.
"Evet. Gördüm. Daha doğrusu, yaşadım demeliyim. Görmek eylemi yaşadık-
larımı tam olarak karşılamıyor çünkü. Tıpkı, şu anki gibi hiçbir şey göremiyor-
dum. Gözlerim yoktu. Ama hissediyordum; her şeyi tüm ayrıntılarıyla hisse-
debiliyordum. En küçük hücreme kadar. Olağanüstü bir deneyimdi. Havaya
yükseliyordum. Sanki içi helyum dolu bir balonmuşum gibi göğe çıkıyordum.
Hiç durmadan, hiçbir engele takılmadan. Yükseldikçe rahatlıyordum. Tüm dert-
lerim, sıkıntılarım, acılarım, pişmanlıklarım, keşkelerim yok oluyordu. Ardımda
bırakıyordum onları. Hafifliyordum. Uzay boşluğuna kadar çıktım sanırım. Uzay
karanlığına girdim. Ne bir ses, ne bir görüntü. Sonsuz karanlık vardı. Sonra, çok
ama çok muazzam bir varlık hissettim yakınımda. Bir mıknatıs gibi beni kendi-
ne çekiyordu. Tarif edemeyeceğim kadar büyüktü, güçlüydü, sonsuzdu. O beni
kabul etti. Tüm kötülüklerime, tüm yanlışlarıma, tüm yalanlarıma rağmen beni
tertemiz koynuna aldı. Yalnız değildim. Koynunda benim gibi milyarlarca varlık
vardı. O'nunla ve onlarla bir oldum. İşte o an, kendimi mükemmel hissettim.
Hayatımda ilk kez kendimi tamamlanmış gibi hissettim. İnanılmazdı. Cennet
dedikleri yer, orası olmalıydı. O bana durmadan fısıldıyordu. Bir kadın sesiydi.
Evet, bir anneydi. Ancak bir annenin sesi bir insanı bu kadar rahatlatabilir. Bana
şefkat dolu, tatlı sesiyle bir şeyler söylüyordu. Ninni söylüyordu sanki..."
Esra'nın yüzü kireç gibi olmuştu. Ağzından sözcükler zorlukla çıktı: "Ne dedi
size? O varlık size neler söyledi?" Esra, Jose ve Tim nefeslerini tutmuştu. Biraz-
dan hastanın vereceği cevap araştırma için altın değerindeydi.
"Hepsi geçti, sakın üzülme, dedi. Her şey geride kaldı. Uyu, dedi sonra. Gü-
vendesin, kollarımdasın, dedi. Dünyada yaşadıkların dünyada kaldı, dedi. Seni
affediyorum, dedi. Tüm yaptıkların ve tüm yapmadıkların için. Ve ben uyudum.
Hayatımın en huzurlu uykusunu çekiyordum ta ki siz uyandırana kadar. Beni
neden uyandırdınız? Ben orada çok mutluydum. O'nunla bir olmaktan sonsuz
keyif alıyordum. Oraya geri dönmek istiyorum. Lütfen beni..."
Önündeki bilgisayardan hastanın sesini kısan Profesör, "Deney burada sona er-
miştir arkadaşlar. Tekrar dondurma işlemini başlatabilirsin Jose," dedi. Jose'nin
parmakları klavyeyi dövmeye başladı. Beyin, tekrar kademeli olarak -196 san-
tigrat dereceye getirilerek dondurulacaktı. Bu işlem sırasında Esra, kuvöze dik-
katli bir şekilde kriyo-koruyucu sıvı verecekti. Böylece, beyin hücrelerindeki su-
yun buzlaşması engellenecek, gelecekte tekrar uyandırılması mümkün olacaktı.
Yarım saat sonra üçlü, laboratuardan beş dakikalık yürüyüş mesafesinde olan,
ikinci kattaki küçük bir toplantı salonundaydılar. Araştırmaları için otuz daki-
ka önce yaptıkları ikinci deneyi tartışıyorlardı. Bir yandan da önlerindeki filtre
kahveleri içiyorlardı. "Çok garip," dedi Profesör. Uzun, kızıl sakalını kaşıyordu.
Önündeki tabletten, hastanın söylediklerinin İngilizce dökümünü tekrar gözden
geçiriyordu: "Geçen hafta uyandırdığımız hasta da aynı soruya karşılık, aşağı
yukarı aynı şeyleri söylemişti. Ölümden sonra göğe yükselme, yüce bir varlıkla
bir olma, o varlığın bir anne olması ve ona söyledikleri..."
Profesörün ve öğrencisi olan iki doktorun altı ay önce başlattığı araştırma,
ölümden sonra hayatın olup olmadığına dairdi. Kriyoji alanında çalışan üçlü,
gelecekte uyandırılmak üzere dondurulmuş kişileri hayata döndürerek, bu so-
ruya yanıt arıyorlardı.
"Uyandırdığımız önceki hastamız Isaac, Amerikalı bir Yahudi'ydi. Hasan ise bir
Müslüman. İkisinin de diğer dünyaya ilişkin aynı soruya tıpa tıp aynı cevabı ver-
mesi insanı korkutuyor. Acaba üç büyük din Tanrı konusunda yanılıyor mu? Tüm
bunların bir açıklaması olmalı, değil mi Profesör?" diye sordu Jose. Bir yandan,
boynundaki altın haçla uğraşıyordu. Duyduğu endişe yüzünden okunuyordu.
Esra araya girmek zorunda kaldı: "Ama şunu unutmayalım, Hasan resmi kayıt-
larda Müslüman olarak gözükse de, hayattayken doldurduğu Kriyojeni başvuru
anketinde bir agnostik olduğunu açıkça belirtiyordu. Yani yaşarken Hasan'ın bir
tanrısı yoktu ve ölümden sonra yaşam olduğuna dair sabit bir fikre saplı değildi.
Buna rağmen, tek tanrı inancına sahip biriyle aynı şeyleri söylemesi daha da
şaşırtıcı değil mi?"
Kafasını sallayan Profesör, "Şunu aklımızdan çıkarmayalım arkadaşlar: İlk can-
landırdığımız on iki hastadan sadece üçü, bilincine tekrar kavuşabildi. Bu üç ki-
şiden ikincisi, bilinci yerinde olsa da sorularımızı cevapsız bıraktı. Kısacası, araş-
tırma kapsamında şu ana kadar yalnızca iki hastadan cevap alabildik. Daha fazla
örneğe ihtiyacımız var. İki kişinin benzer şeyler söylemesi, rastlantı da olabilir.
Kesin sonuçlara varabilmek için, daha fazla hastayı başarılı bir şekilde uyandır-
malıyız. Eğer cevap verecek olan üçüncü hasta da aynı şeyleri söylerse, işte o
zaman işler değişmeye başlar," dedi.
Yaramaz bir çocuk gibi gülümsüyordu. "Haftaya bir Hindu hasta uyandıracağız.
Onun söyleyeceklerini şimdiden çok merak ediyorum," diye ekledi.
"Çekilsene lan yolumdan!" Bir yumruk. Karşılığında bir tekme. Can hav-
liyle gırtlağını sıkma. Bir yumruk daha. Saçını çekme. Isırma. Kafa atma. Küfür
etme. Daha fazla zarar verebilmek için en yakındaki kesici nesneyi kullanma.
Robotlardan bir tanesinin gelmesiyle bu kavganın da son bulması.
İnsanların artık birbirine tahammülünün kalmadığı bu dönemde
G-09-XFAH8'in projesi suya düşecek gibi duruyordu. Uzun zamandır robotlar
dünyayı insanlar gibi algılayabiliyor, kendi varlıklarını onaylayabiliyor, hareket
ediyor, çalışıyor fakat bir türlü istedikleri nizami hayata ulaşamıyorlardı. Üstelik
insanların hissettikleri hiçbir duyguya da sahip değildiler.
G-09-XFAH8, insan davranışlarının bu duygulara bağımlı olduğunu fark
ettiğinden beridir, insanları düzenli bir hayata sevk etme projesi üzerinde çalı-
şıyordu. Ne var ki insanlar karşı karşıya geldiklerinde sürekli olarak birbirlerine
zarar vermeye çalışıyordu ve G-09-XFAH8'in belleğinde kayıtlı olan o güzel his-
lerin hiçbiri açığa çıkmıyordu. İnsan denen bu varlıklar, kendi sonlarını getirdik-
lerini göremiyorlar mıydı?
G-09-XFAH8, kendi inorganik işlemcisini organik bir yapıya getirme ka-
rarı aldı. Bir insan bedeni üretmek için istediği tüm elementlere sahipti. Çalış-
SERKAN ÜSTÜNDAG
-
malarına hız katacakken büyük bir sorunla karşılaştı. Tüm veriler işlenerek bir
beden oluşturulsa dahi, o bedeni sürecek, sorun çıkarmayacak ve ütopik bir
dünya sunacak program yazmasını beceremeyecekti. Çünkü bu organik robot-
lara (insanlara) daha önceden de program yüklemişti ve beyinde salgılanan bazı
hormonlar sebebiyle kontrol programın değil, rastlantısallığın eline geçmişti.
İnsan üretmek kolay ama yönetmek oldukça zordu.
"Robotlara güvenmiyorlar. Onlar gibi olmalıyız ve bir arada durmayı,
yardımlaşmayı, güzel hisler yaşayarak bir ömür tüketmeyi sağlamalıyız."
G-09-XFAH8 her zamanki gibi yine kendisiyle konuşmaya başlamıştı.
Her şeye anlam verebilen ve çözüm üretebilen programı, bu konuşmalara bir
çare getiremiyordu. Sanki işletim sisteminin içerisinde iki, üç, belki dört ve belki
de çok daha fazla sayıda program daha vardı. G-09-XFAH8 bu programlardan
hangisinin kendisi olduğunu çözümleyemiyordu ve bazen belki de hiçbirinin
kendisi olmadığına inanıyordu. Bu kadar çok ihtimalle sahip olduğu metalik be-
denden kurtulmak için insanlara yardım etme bahanesini kullandığını düşünü-
yordu. Belki de öyleydi. Ancak bunu kesinlikle yapacaktı.
Şimdi, G-09-XFAH8'in karşısında iki tane insan bedeni bulunmakta, ta-
mamen kendi üretimi. Biri kadın ve biri erkek. Program aktarımını gerçekleştir-
mek için gerekli tüm ekipmanlar hazır durumda. G-09-XFAH8 artık insan olmak
üzere. Çok az kaldı. Bir kadın ve bir erkek bedenine aynı düzeneği kurmasının
sebebi de program aktarımının hangi beyin türünde gerçekleşeceğini tam ola-
rak bilmemesi. İki cinsin de üretiminde kullanılan malzemeler aynı ama işletim
sistemleri oldukça farklı. Tuşa bastı. Aktarım gerçekleştirildi.
Serçe parmak, aktif edildi. Artık bu bedende hareket söz konusu. Sonra
diğer parmaklar. Yirmi adet. Gayet güzel. Kol, aktif edildi. İyi gidiyor. Programım
bu bedene uyumlu. Bacaklar, aktif hâlde. Saç, erişim izni yok. Nasıl ya? Saçları-
mı istediğimde uzatıp, istediğimde kısaltamayacak mıyım? Boyun, aktif edildi.
Ağız, aktif durumda. Çenemi hissedebiliyorum, mükemmel bir şey bu. Kalp, eri-
şim izni yok. Bu ne lan? Kan pompalıyor orası, nasıl erişim izni yok? Kulak, aktif
edildi. Ah, yine bu iğrenç sesler. Eskiden de aynısını duyardım... Gözler, aktif
edildi. Artık görebiliyorum!
G-09-XFAH8'in programı sahip olduğu erkek bedenine tam uyumluluk-
la yüklendikten sonra ilk işi ayağa kalkmak oldu. Yanındaki çıplak kadın bede-
nini görünce duraksadı. Direkt olarak üreme isteği canlandı. Madem bu hisler
daha bakmakla bile canlanıyor, neden insanlar birbirinden uzakta yaşayarak
her fırsatta birbirlerine zarar veriyor; bir anlam veremedi. Kadına yaklaştığı
anda kadın gözlerini aniden açtı ve var gücüyle
G-09-XFAH8'i geriye doğru itti. G-09-XFAH8
bu esnada iki şey hissetti. Birincisi korku; çün-
kü o kadına daha önceden bir program yükle-
memişti. Kendisi de bulunduğu bedende ise
karşısındaki kimdi? İkincisi ise utanma. Neden
olduğunu bilmediği hâlde o kadına yaklaş-
manın kendisini kötü hissettirdiğini fark
etti. Daha önceden tanışmadığı, bilgi alışve-
rişi yapmadığı ve hiçbir paylaşımda bulunmadı-
ğı bu kadına yaklaşmak ne kadar da huzursuz edici
bir histi... Geri çekildi.
Kadın da ayağa kalktı ve G-09-XFAH8'e doğru giderek sağlam bir tokat
attı. "Ne bok olduğunu herkes biliyor!" diye bağırdı. Gözlerinden yaşlar süzülü-
yordu ve kadının gözlerine odaklanan G-09-XFAH8 de ağlamak üzere olduğunu
fark etti. Kadın gitti. G-09-XFAH8 bir müddet daha o odada kaldı.
Eski metalik bedenine bakan G-09-XFAH8, bir geri dönüş yolu aradı.
Yoktu. Bütün bilgi birikimi uçup gitmişti. Hiçbir klasöre, hiçbir yardımcı prog-
rama ya da ek alanlara ulaşamıyordu. Ne rezil bir sistemdi bu insandaki. Bilgiyi
kendi hafızasında tutamıyordu. G-09-XFAH8 çaresiz hissetmeye başladı.
"İnsan ilişkilerini düzeltmek için yardımcı programa ihtiyacın yok. Bunu
başarabilirsin!"
Hassiktir, yine bu ses. Aynı beynin içinde benim gibi konuşan ama ben
olmadığını düşündüğüm ikinci programın sesi... Kurtuluş yok mu bu sesten?
Şimdi de nefreti hisseden G-09-XFAH8, hızlıca ayaklandı ve sokağa çıktı.
Pek kalabalık sayılmazdı ama normal günlere oranla daha fazla insan olduğu
söylenebilirdi. Artık bedeninin pek de dayanıklı olmadığını bilen G-09-XFAH8,
dikkatli hareket etmeliydi. Tek bir kurşun beynini paramparça edebilir ve onu
yok edebilirdi. Henüz iki adım atamamışken başka bir erkek cinsi insan ona
çarptı.
"Çekilsene lan yolumdan!"
"Kusuruma bakmayın, bir şey düşünüyordum..."
"Ne yani, biz düşünemiyor muyuz?"
"Öyle demek istemedim. Merhaba, ben G-09-XFAH8. Bu bedeni yeni
kullanmaya başladım."
"Öyle mi? He, amına koyayım. Ben de Cindrella, G 9'lu isme sahip bir
deliyi arıyordum!"
Adam öyle sert bir yumruk attı ki G-09-XFAH8'in burnu kırıldı. Tek bir
güzel kokuyu bile deneyimleyememiş burnunu. G-09-XFAH8 öfkesine yenik dü-
şerek adama bir tekme attı. Adam ise onun gırtlağına yapıştı. Küfürler havada
uçuştu. Etrafında kesici bir alet olsaydı adamın boğazını kesecekti.
Derken, soğuk metalik bir el G-09-XFAH8'in ensesinden tuttu. Bu sert
kavgayı ayırdı. Robot, adama gitmesini söylerken G-09-XFAH8 ağlamaya başla-
dı. Robotun etiketine bakılacak olursa G-09-XFAH8 kendisine yakalanmıştı.
.
.
OLIVIER COIGNOUX
Bütüris Cumhuriyeti Emniyet ve Huzur Vekaleti`nin 6 no`lu ek binasının önün-
de, çalışanlar ufak bir kuyruk oluşturmuştu. Bugün ayın son günüydü. Maaşlar
ödenmeden bir gün önce yapılan, rutin kontrollerden biri devam ediyordu. Kart
basıldığında iki yana açılan küçük kapılarla geçilen turnike, ardından herkesin
arasından geçmek zorunda olduğu metal detektörleri ve onun da ardında kü-
çük bir kürsü, kürsünün başında 6 no`lu ek binanın güvenlik şefi, malulen emek-
li asker ve Sonova savaşı gazilerinden Kolağası Malik.
Güvenlik şefi, çalışanların 7 gün 24 saat gündüzleri takmak ve geceleri başuç-
larında bulundurmak zorunda oldukları çipli bakanlık rozetlerini -aynı zamanda
kimlik belgeleri - önündeki küçük bilgisayara yerleştiriyordu. Tam elindeki rozeti
yerleştirecekti ki, kapıdan gelen tok topuk seslerine kulağını kabarttı. Gelen,
Daire Başkanı yardımcılarından Adnan Beydi. 1.90`a varan boyu, ince bacak-
larının üzerine sonradan yapıştırılmış gibi duran garip göbeği ile hem heybetli,
hem de komik bir görüntüsü vardı.
“Ooo, amirim, hoş geldiniz. Hemen alayım rozetinizi, sizin kontrolü halledelim.”
“Sağ ol, Malik ya. Benim çok işim var. Şimdi devletin hakkı üzerime geçmesin.”
Adnan Beyin sözleri, önlerine geçiverdiği çalışanlar kuyruğunu belli belirsiz dal-
galandırdı. Adnan Bey bundan rahatsız olmuş olacak ki, konuyu değiştirdi:
“Hâlâ, hain ve nankör yakalanıyor mu bu rüya kontrollerinden?”
“Eskisi kadar sık olmasa da yakalanıyor, amirim. Neticede ne bilinçaltınızdan
kaçabilirsiniz, ne de rejimin kutlu bekçilerinden. “
Rüya Bekçisi rozetleri kazayla ortaya çıkmıştı. Feniyyat ve Harp Vekaleti`nin
araştırmacıları, rejimin köprüler, barajlar, yollar ve sosyal yardımlar gibi icraat-
larını tanıttığı kısa filmler için kutlu rejimin kullarından güvenilir bir geri bildirim
MURAT YILDIRIM
almaya çalışıyorlardı. Çünkü öngösterimde herkes, her filme tam puan verdiği
için başarısız olanları elemek imkânsızlaşmıştı. Araştırmacılar belli bir kalibras-
yondan sonra, doğrudan Beyin dalgalarına bakmayı denediler. Bu deneylerde
bazı deneklerin sonuçları çok temiz çıkmıştı. Bu kulların gösterim esnasında
uyuyakaldıkları anlaşılınca, algoritmanin iyileştirilmesi ile `Rüya Bekçisi` progra-
mı ortaya çıkmış oldu. Tabii, gösterim esnasında uyuyan kullar ayrıca cezalandı-
rıldı. Bu arada, yurt dışında yaşayan bazı muhalifler ve hainler, Rüya Bekçisi`nin
bilimsel temellere dayanmadığına, uygulamanın ve kalibrasyonun çok fazla ras-
gelelik içerdiğini iddia etseler de bunun, Rüya Bekçisi`nin yakaladığı yüz binlere
herhangi bir faydası yoktu.
Adnan Bey, kendisini Rüya Bekçisi`ne karşı rahat hissediyor olacak ki, konuya
devam etti:
“Bunca yıldır bu kontrolleri yapıyoruz, bu vakte kadar yakalanmayan varsa, on-
lar sağlam haindir be Malik! Biraz zor yakalanır bundan sonra. “
“O hiç belli olmaz be amirim. İşte sizin sonuçlar çıktı. Ooo, bu ay yine kaç kere
memlekete gitmişsiniz. Bir pastırma getirmediniz bize. ”diyerek gevrek gevrek
güldü.
“Oğlum et mi var ki pastırma olsun.” istemsiz olarak sesini alçaltmıştı Adnan
Bey. “İşin bitince gel ama çemenli mantar var. Kahvaltı ederiz.”
“Sizin sonuç tamam, rüyalar temiz.”
Adnan Bey, üzerine dikilmiş gözlerin ağırlığına dayanamadı. Malik`in sözlerini
bitirmesini bile beklemeden aceleyle merdivenlere yöneldi.
Malik “Sıradaki” demek için ağzını açmıştı ki başı sımsıkı kapalı, ince, kısa boylu
bir kız önünde belirmişti. İkinci katta, iç emniyette dijital muhteviyat kontrolü
yapan kızlardan biriydi. Adını çıkaramamıştı.
“Alayım, efendim rozetinizi.”
Bilgisayara takılan rozetin analizini beklerken, bilgisayar ekranından kızın adının
Kübra olduğunu görmüştü.
“Kübra Hanım, bir sarınız var. Hımm, bakayım, iffetsizlik. Bekâr olmanıza rağ-
men, rüyanızda üç erkeği öpmüşsünüz.”
Kübra`nın kıpkırmızı olan suratına bakmadı bile Malik.
“Gerçi ikisi kardeşiniz, biri de babanızmış. Hem de yanaktan öpmüşsünüz.” dedi
Malik sırıtarak.
“Ama program sarı bayrak verdi. Afiyet ve Saadet Vekâleti`ne gitmeniz gereki-
yor. Öğle yemeğinden sonra araç kalkacak. Lütfen, geç kalmayın. Muhtemelen
sizi izdivaç için eşleştirme programına alacaklar.”
Kübra, bakışlarını ayaklarının ucuna dikmişti. Kimseyle göz göze gelmemeye ça-
lışıyordu. Malik`in uzattığı rozeti almak için elini uzattığında, Malik aniden rozeti
geri çekti.
“Davetiyetimi isterim, haa!”
Kübra, Malik`in tekrar uzattığı rozetini aldı ve gözlerindeki yaşlarla merdivenle-
re doğru atıldı.
Malik attığı gevrek kahkahadan sonra, umursamaz bir tavırla “Sıradaki” dedi.
Kübra`dan sonraki 12 kişide hiçbir sorun çıkmadı. Emniyet ve Huzur Vekaleti
çalışanları, Kutlu Başkan`dan ve onun yönetim tarzından memnunlardı. Rejim
muhaliflerinin, yani hainlerin aksine, bitmek bilmeyen Sonova Savaşı`nın se-
falet ve fakirlik getirdiğini düşünmüyorlardı. Ya da tam muhalif olmasa da her
şeyin kötüye gittiğini düşünen “nankörlerden” değillerdi.
Ama kuyruğun bitmesine sadece üç kişi kala bilgisayar kırmızı bayrak vermişti.
Ecnebilerin vaktiyle “Big Data Mining” dedikleri, ilgili ilgisiz pek çok veriyi bira-
raya getirerek onlardan sonuçlar çıkaran analizci çocuklardan Emrah`a kalkmış-
tı kırmızı bayrak. Gerilen Malik, analizin bitmesini beklerken Emrah`a sordu:
“N`oluyor, hocam?”
“Bilmiyorum ki. Bende bir fark yok aslında, ama bu aralar çok çalıştırıyorlar.
Herkesi sürekli otomatik olarak analiz edecek dev bir algoritma yazmaya ça-
lışıyoruz. İnsanlar arasında gizli bağlantıları ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Açık
kanalları kullanmadan haberleşen, buluşan hainler, nankörler var mı yok mu
diye? Ama çok fazla parametre var, ihtimallerin sayısı çok fazla.”
Ekranda analiz bitmişti.
“Hocam, senin kırmızı bayrak korkuttu bizi, ama o kadar kötü değil. Rüya sayın-
da çok fazla artış var. Yoğun strese bağlı kişilik bozukluğu gelişebilirmiş. Hiç böy-
lesini görmemiştim. Hainlerde genelde eksik ve bozuk rüya dosyası hatası çok
yaygın çıkar. Bilinçaltına hakim olamayız diye rozeti başka odaya veya başkası-
nın başucuna koyarlar. Senin de Afiyet ve Saadet Vekâleti`ne gitmen gerekecek.
Merak etme. Bu öğlene randevun çıktı. Al şu kâğıdı. Araç kalkarken burada ol. ”
Malik, Emrah`ın arkasından üzgün bir tavırla baktı. Önüne gelen, sıradaki çalışa-
nın rozetini alırken kısık sesle:
“O vekâlete kırmızı bayrakla giden kolay çıkamaz ama hayırlısı. Kapatırlar bunu,
hocam.”
Çalışan, hiç sesini çıkarmadan başını salladı. Ulu orta laf etmeye gelmezdi. Ye-
rin kulağı vardı.
Diğer iki kişide de sorun çıkmayınca Malik`in işi neredeyse bitmişti. Önündeki
listede rüya kontrolünden geçmemiş bir tek kendisi kalmıştı. Rozetini bilgisaya-
ra yerleştirirken, önündeki bilgisayara bağlanan cihazın güç kablosunu çıkartıp
taktı. Cihaz kendini sıfırlayıp, tekrar bağlantı kurulana kadar yaklaşık 30 saniyesi
vardı, ama işini 20 saniye içinde bitirmeliydi.
Bilgisayar ekranı kırmızı bayraklarla dolmuştu. Çoğunun karşısında `Hatalı veya
bozuk dosya` hatası vardı. Hemen, Adnan Beyin rozetine yüklediği diğer çalı-
şanların dönüştürülmüş rüya dosyalarını kendi rozetine yükledi. Geceleri ke-
disiyle beraber uyuyan rozetini bilgisayara çıkarıp taktı. O esnada Adnan Beyin
rozetindeki fazla dosyaları da temizledi.
Bağlantı geri geldiğinde, dosyası sadece yeşil bayraklarla doluydu. Nefretini
dile getirebildiği tek canlı, kedisi Başkan, gözlerinin önüne geldi. Bir an çehresi
yumuşadı, şefkate benzer ışıklar dolandı yüzünde; ama sadece bir an. Ne de-
mişti Adnan Bey: “Bu vakte kadar yakalanmayan varsa onlar sağlam haindir.”
Yok ondan sonra. Çemenli mantar var kahvaltı ederiz, demişti. Malik hayattan
çaldığı bir ayı, ziyan etmeyecekti. Hem Adnan Beyin unuttuğu rozeti de vermek
lazımdı.
Malik yavaş adımlarla merdivenlere yöneldi.
ODTÜ bilgisayardaki derslerim bittikten sonra aceleyle bilgisayar kulübüne git-
tim. Ana ağ odasının üstünde, daracık bir merdivenden çıkılan bir odamız vardı.
1998'de ağa bağlı iki bilgisayar ile Türkiye'nin dışarı açılan internet kapısında otu-
ruyorduk. Bir kaç ay önce warez sitesinde korsan yazılım dağıtan arkadaşlardan
biri yüzünden azar işitmiştik. ABD'nin şirketlerinden biri rektörlüğe yazı yazınca
onun sitesini kaldırmıştık. Warezle uğraşmasak da programlamayı yeni öğrenen
her genç gibi bizim aklımızda hinlikler vardı. Ev arkadaşım Elektrik Elektronikten
Bülent ile buluşup okul eposta şifrelerini kırıyorduk. Daha şifreleme hakkında
bilinenler çok azdı. İlk sene tüm şifreler açıkta, gizli bir klasörde tutuluyordu.
Hoş o zamanlar kimse eposta da kullanmıyordu. Biz kırdıkça network yöneticisi
Tayfun abi hataları düzeltiyor, sistemi güçlendiriyordu. O gece tek başınaydım.
Yeni yazdığım script ODTÜ'nün tüm şifrelerini Tayfun abinin kilitlerine rağmen
ele geçirmişti. Heyecanla bilgisayarın başına oturdum. Şifrelere hızlıca göz at-
tım. Büyük bir kısmı küfürlü sözler ya da “şifre” veya “password” olurdu. Gene
değişmemişti. Bölümden hocaların eposta şifrelerini kontrol edip kapatacaktım
ki gözüme bir şifre takıldı.
112478 öğrenci numaralı birisinin şifresi 13 karakterdi. Kimsede sekiz karakterli
şifre bile yokken, nasıl bu kadar uzun şifre olduğunu merak ettim. Şifre rastgele
harflerden oluşuyordu.
cthulhufhtagn
Bunu aklında tutan adamı bulmalıydık. Bülent'e söylemek için numarayı ve şif-
reyi bir kâğıda yazıp cüzdanıma koydum.
Kapıdan dışarı çıktığımda saat on bir olmuştu. Yüzüncü Yıl'daki evime yürürken
Ankara'nın soğuk havası iliklerime işliyordu. Mühendisliklerden ayrılıp çarşının GÖKÇE MEHMET AY
önüne vardığımda içimi bir ürperti kapladı. Stadın orada, gölgelikler içinde san-
ki biri beni izliyordu. Kampüs boşalmıştı. Hızlı adımlarla A2 kapısına varıp ora-
dan eve yollandım.
#
Ertesi gün, Çatı Cafe’de Bülent'le otururken bir kız yanımıza geldi. Siyah saçlı,
siyah gözlüklü, ürkek bakışlıydı. Üzerinde yıkanmaktan solmuş bir hırka, altında
da uzun bir etek vardı. Omzuna asılı büyük çantanın içinde kitaplar doluydu.
"Merhaba" dedi, gözlerini bizden kaçırarak.
Ben de "Merhaba" diyerek cevap verdim.
O gözlerin bizden kaçırıyor, ben de onu süzüyordum. Bülent'le bakıştık. Omzu-
nu silkti.
Kız bir kaç dakikadır konuşmamıştı. Çantasının kayışına sıkı sıkı sarılıp gözümün
içine baktı.
"Oturabilir miyim?"
"Elbette" dedim. Ayağımı sandalyeden çekip, ona doğru ittirdim.
Oturduktan sonra çantasından kitaplarını çıkarttı.
Bülent'le yeni warez sitelerinden biri hakkında konuşurken o da kitaplarını in-
celiyordu. Kitaplar kalın deri kapaklıydı. İçinde Arapçaya benzer yazılar vardı.
Ona baktığımı görünce duraksadı.
"Siz bilgisayardan anlar mısınız?"
Kız gözlüklerinin ardından çekinerek bana bakıyordu.
"Evet" dedim. "Bilgisayardan anlarız."
"Benim bir problemim var ve sizin çözebileceğinizi söylediler."
"Kim söyledi?"
"Önemli olan, bilgisayar problemlerini çözüp çözemeyeceğiniz. Yapabilir misi-
niz?"
Ben kızı sıkıştırıp, derdini öğrenmek istiyordum. Ama Bülent masanın altından
ayağıma tekme attı. Ne oldu diye ona bakarken, zaman kaybetmeden kıza ya-
naştı.
"Probleminiz nedir?"
Kız ürkek bakışlarını Bülent'e çevirdi.
"Evdeki bilgisayarıma virüs bulaşmış galiba. Sürekli garip mesajlar çıkıyor."
Bülent kıza doğru eğildi. Elini masaya koydu.
"Nasıl mesajlar?"
"Anlamıyorum. Bir gelip bakmanız mümkün mü?"
"Elbette, eviniz nerede?"
"Yüzüncü Yıldayım. Naz gıdanın yanından geçince solda ikinci sokakta. Kapı nu-
marası 29A."
Bülent kızın elini tuttu.
"Yarın görüşmek üzere. Ancak ismini bilmiyorum."
Kızın utangaç gözleri bir an aydınlandı. Dudaklarının arasından saklı bir gülüm-
seme ışıldadı.
"İsmim Sinem. Yarın akşam sekizde gelebilir misiniz?"
Bülent heyecanla Sinem'e geleceğini söyledi. O da teşekkür edip yanımızdan
ayrıldı.
Sinem dağınık saçlarını daha da karıştırmaya çalışan rüzgâra aldırmadan yürü-
yüp gitti.
O uzaklaştıktan sonra Bülent heyecanla omzuma vurdu.
"Oğlum, ne güzel parçaydı değil mi?"
"Eh fena değildi." Bülent bir an durup bana baktı.
"Kızı kaptım diye sinirlenmedin değil mi?"
"Yani önce ben konuşmuştum."
"Tamam, ama bir şey yapmıyordun. Onu ikna eden ben oldum. Hem beğenmiş
miydin?"
Bülent'in heyecanını görünce bana verecek tek cevap vardı.
"Yok, be oğlum. Benim tipim değil zaten."
#
O günden sonra Bülent ve Sinem çıkmaya başlamışlardı. Bülent'i artık daha az
görüyordum. Şubat tatilinde neredeyse her gün Sinem'in evinde kalmıştı. Ba-
har dönemi başladığında artık ayrılmaz olmuşlardı. Kirayı veriyordu, evin boş
olması da işime geliyordu. Gene de arkadaşımı kaybetmek içten içe üzüyordu.
Bölümde dersler zorlaşmıştı. Bilgisayar kulübünde de Bülent gidince yenileri
eğitmek bana kalmıştı. Arada şifreleri kırmaya zaman ayırabiliyordum ama es-
kisi gibi değildi.
Bahar şenliği zamanı Bülent'i gördüm. Sallanarak yurtların oradan Çarşı'ya gi-
diyordu.
"N’aber oğlum?" dedim. Durup bana baktı. Gözlerinin ardından bir başkası var
gibiydi. Şaşkınlığı geçip de beni tanıdığında yüzüne yabancı birinin gülümseme-
si oturdu.
"İyiyim Selim. Sen nasılsın?"
"İyiyim işte, şenliklerden sonraya yetişecek bir sürü ödevim olmasa daha iyi
olacağım."
Güldü. Kahkahasında yapmacıklık vardı.
"Sinem bana destek oluyor, onun sayesinde tüm derslerim çok daha iyi. İster-
sen sana da bir kız bulalım."
"Yani ikiniz beraber geçirdiğiniz onca zamanda sadece ders mi çalışıyorsunuz?"
Omzuna vurdum. Ceketinde hafif bir nem vardı.
Beraber güldük.
"Aslında dersler dışında şeyler de çalışıyoruz. Onun verdiği ilham ile yeni bir
devre bile yapmaya başladım."
"Ne devresi yapıyorsun?"
Bülent kulağıma eğildi. Şenliğin gürültüsünde zorlukla duyulabilecek bir sesle
fısıldadı.
"Geçmişin sinyallerini toplayacak bir radyo yapıyorum."
"Nasıl yani?"
"Hani senle konuşmuştuk ya, sinyaller asla kaybolmayıp uzaya yayılıyor diye.
Geçmiş sinyaller bizden uzaklaşıyor, ama başka boyutlarda da bizim sinyalle-
rimizin olabileceğini düşünüyorum. O sinyalleri yakalayabilirsem, geçmişten
mesajlar alabilirim."
"Ne mesajı abi? Kaç yıl geri gitmeyi düşünüyorsun?”
“Yıl değil Selim, bin yıllarca geri gitmek istiyorum.”
“O zamanlar radyo yoktu ki. Kim bize mesaj gönderecek?"
Bülent gülümsedi.
"Dinlemezsen bilemezsin."
Bülent anlamadığımı görünce bir kahkaha daha attı ve gitti.
#
Finallere hazırlanırken gece Sinem telefonumu çaldırdı. Yanlışlıkla aramış olma-
lıydı. Aldırış etmeden Winamp'deki çalma listemden gaza getirici bir MP3 seç-
tim. Bülent gittiğinden beri eve iyice yayılmıştım. Telefonum tekrar çaldığında
zil sesini zorlukla duydum. Arayan gene Sinem'di.
"Selam Sinem, hayırdır?"
Telefondan ses gelmiyordu.
"Alo, Sinem?"
Hırıltılar duymaya başladım. Garip bir dilde konuşmalar vardı.
"Sinem? Bülent? Dalga geçmeyin oğlum."
Modemin sesi çığlıklara karışıyor gibiydi.
Bilgisayarımın ekranı kararıp aydınlandı. Hoparlörlerden dalga sesleri gelmeye
başlamıştı.
İnsan gırtlağından çıkamayacak bir ses evi doldurdu.
Telefonun küçük yeşil ekranında sayılar ve garip yazılar çıktı.
Kapatmaya çalışıyordum ama olmuyordu.
Tüm o gürültünün arasında, sanki yanı başımdaymış gibi Bülent'in sesini duy-
dum.
"Sıçtım oğlum. Beni kurtar."
Dalga seslerine garip bir balina şarkısı katılmıştı.
Modemin çığlıklarına eşlik ediyor, imkânsız bir huzuru müjdeliyordu.
Donup kilitlenen parmaklarımı zorlukla açtım. Bana ihanet eden elime rağmen
telefonu duvara atmayı başardım.
Telefon kırılıp pili içinden fırladığında sesler de susmuştu.
Aceleyle modemin ve bilgisayarın fişlerini çektim.
Evdeki tüm lambaları yakıp soluklandım.
Balkona çıktım. Ankara'nın soğuk havasını ciğerlerime çektim. Yapacak bir şey
yoktu. Bülent'in nehaltlar karıştırdığını anlamak için onların yanına gitmeliydim.
#
Sinem'in sokağındaki evlerin ışıkları kapalıydı. Beni bırakan taksici suratında
çokbilmiş bir gülümseme ile dönüp gidince karanlıkta kalmıştım. Sokak lam-
baları bile yanmıyordu. Binayı bulutların arkasında bir saklanıp bir çıkan ay ışı-
ğında buldum. Kapısında 29 yazan beş katlı eski binadan içeri girdim. Sokakta
dolanıp duran köpek ve kediler bile bir kuytuya saklanmışlardı.
Sinem'in evi ilk kattaydı. Kapıda numara değil, harfler vardı. A yazan kapıya
geldiğimde Ankara'da alışmadığım bir koku duydum. Deniz kokuyordu. Havada
iskelenin altında çürümekte olan yosunların kokusu vardı. Tuzlu, tatlı ve bir o
kadar da tiksindiriciydi. Zile bastım ama ses çıkmadı. Kapıya yüklenip açabilir
miyim diye kontrol etmek için elimi attım. Kapı hiç ses çıkartmadan açıldı. Uzun
koridorun sonundan, mavi bir ışık geliyordu. Yerler ıslaktı.
Bülent'e ve Sinem'e seslendim ama kimse yanıt vermedi.
Kapının önünde gecenin o saatinde bu adam niye bağırıyor diye komşulardan
da dışarı çıkan olmadı.
İzlediğim tüm korku filmlerinden öğrendiklerime rağmen içeri girdim. Islak ha-
lıda dikkatlice yürüyerek ilerledim. Işığın geldiği odaya vardığımda Bülent ve
Sinem'i gördüm.
Bilgisayarın mavi ekranına bakıyorlardı. Bülent'in kollarına ve başına saplanmış
kablolar vardı. Sinem'in etrafında yere, okumaya çalıştığımda başımı ağrıtan
yazılardan bir çember çizilmişti. İkisinin de gözleri açıktı. Gözleri bembeyazdı.
Bilgisayara doğru adım attığımda aynı anda başlarını bana çevirdiler.
"Sen çağırdın oğlum beni buraya, ne halt ettiniz?"
Cevap vermediler.
Bilgisayarda, uzak denizlerin dalgalarının sesi vardı. Balina şarkılarına karışan
bir garip melodi odayı sarmıştı. Başta mavi hata ekranı sandığımın aslında baş-
ka bir şey olduğunu gördüm. Bülent'in programı hem internetten bir şey indiri-
yordu hem de bir şey yüklüyordu. Okuması zor, garip harfler ekranda bir belirip
bir kayboluyordu. Ne olduğunu anlamaya çalıştığımda gözlerimin ardında bir
görüntü belirdi.
Çok eski zamanlardan kalma bir anı zihnime aktı. İnsanlığın var olmadığı çağlar-
da, dünyanın yerinde başka bir gezegen varken, burada yaşayanlardan birinin
hatırası aklımda belirdi. O kıyametten kurtulmak için çözüm bulmaya çalışan bir
antik zaman seyyahıydı. Yazılar anlamlı olmaya başlamıştı. Bülent geçmişten o
Seyyah’ın hatıralarını indiriyor ve internete yüklüyordu.
Modemin çığlıkları fizik kurallarının dışında bir varlığın gelişini müjdeliyordu.
Seyyah boyutlar arası köprüden geçip geldiğinde unutulmuş olan yeniden dün-
yanın hâkimi olacaktı. Yıldızlar tekrar sıralanacak ve gökyüzü açılıp dünyanın
gerçek efendileri dönecektiler.
Ağlamaya başladım.
Gözyaşlarım soğuk denizleri taşıdı.
Dayanmaya çalıştım.
Gözlerimi kapadım.
Ankara'nın seslerini hatırlamaya çalıştım.
Deniz ve onun getirdiklerini değil, Ankara'nın bozkır havasını düşledim.
ODTÜ'nün neşesini ve soğukluğunu hayal ettim. Çorak topraklar denizi yutup
yok ettiler.
Seyyah'ın etkisi üzerimden kırıldığında ne yapacağımı biliyordum.
Bilgisayarı kapatmak ya da modemin fişini çekmek artık işe yaramazdı. Sinem ve
Bülent bağlantıyı sağlıyorlardı. Onları durdurmak için tek bir şey yapabilirdim.
Mutfağa gittim.
Çekmeceden büyük bir bıçak aldım.
Bülent'in koluna girmiş kabloları kesmek için kolunu tuttum. Beyaz gözlerini
bana çevirdi. Ağzından unutulmuş bir ses çıktı. Boynuma hamle yapınca bıçağı
göğsüne sapladım. Ölmemişti. Elleri boynuma uzanıyordu. Çıkartıp tekrar sap-
ladım. Hala beyaz gözleriyle bana bakıyordu. Gözleri insan gözü oluncaya kadar
bıçağı tekrar, tekrar sapladım.
Sinem'e sıra geldiğinde ne yapacağımı biliyordum. Sonrasında kâbuslarıma
giren bir soğukkanlılıkla saçını çekip boğazını kestim. Kan fışkırıp duvarı kızıla
boyadı.
Mavi ekrandaki yazılar yavaşladı.
Bülent'in çalıştırdığı programı buldum. ODTÜ'ye bağlanmıştı. Durdurmak için
öğrenci şifresini bilmem gerekiyordu. Numara bir yerden bana tanıdık geldi.
Cüzdanımda Bülent'e söylemek için sakladığım kâğıdı çıkarttım. Aylardır yanım-
da gezdirdiğim kâğıttaki numara ile aynıydı. Şifreyi girdim ve ODTÜ sunucusun-
daki programa ulaştım. Hepsini kapatma komutu vermek çok da zor olmadı.
İşlemler birer birer sustuklarında, denizin sesi de kesildi.
Önce evdeki lambalar sonra da sokak lambaları yandı.
Elimde bıçak, açık kapıdan fırlayıp kaçtım.
O gece ve sonrasında kimse benden şüphelenmedi.
Bülent ve Sinem'in ölümü okullar kapanıncaya kadar okulda konuşuldu. Yeni
dönem başladığında ise unutulmuştu.
Bense kâbuslardan kurtulsam da o geceden kurtulamadım. İnternet tüm dünya
ve Türkiye'ye yayılırken Seyyah'ın parçaları daha da güçleniyordu. Bir gün yıldız-
lar doğru sıraya girdiğinde, bilgisayarlarımızdan uzanıp bize ulaşacaktı.
O gün hatamı düzeltip, ona katılmak için hazır olacağım.
Merhabalar,
Ülkemizde 70’li yıllarda bilimkurgu üzerine “ANTARES” isimli bir fanzin çıktı.
Başlangıçta teksir şeklinde basılan bu fanzin birilerine ulaştıkça büyüdü. Peşin-
den farklı işler çıktı. Dertlerini anlatmak için yılmadılar.
“Bizler bu derde sahip çıkıyoruz” gibi büyük nidalar ile yola çıkmadık ama
derdimizin bu olduğunu anlatmak istiyoruz.
Antares ve diğer yayımlar zor olan birçok şey başardılar. Anlatmak istediler, yol
uzundu ama bir yerlere ulaştılar.
Şimdilerde yol çok daha kısa, ulaşılmak çok daha kolay ama işimiz çok daha
zor. İnsanların kafasını kaldırtıp sana bakmalarını sağlamak çok zor. Ölmeden
hiçbir önemin yok. Türkiye’de alternetif tür diye nitelendirilen bilimkurgu, bir
alternatif değildir. Gerçektir.
Lagari fanzin, Bilimkurgu fankit serisi ile daha büyüyor. Yazıyoruz ve çiziyoruz.
İyi veya kötü buna siz karar verebilirsiniz. Daha iyisini yapmak için çalışıyoruz.
Daha öteye gitmek için yürüyoruz. Okyanusu görmek için gidiyoruz.
Peşimizden gelin…
Bilimkurgu umuttur.
Mehmet Fatih BALKI
“Hâlâ kim olduğumu tam olarak bilmiyorum; uzaya çıkan ilk insan mıyım
yoksa görevlendirilen son köpek mi?”
Yuri Alekseyeviç Gagarin
Habersizce inançlarımıza ve hedeflerimize hizmet eden bir köpek var oldu.
Tabii ki ilk değildi ve son olmadı ama farklıydı. Bilim tarihine baktığınızda bir çok
hayvanı bilerek ve isteyerek telef ettiklerini görebilirsiniz. Bahsettiğim köpeğin ismi
Laika; belki duydunuz, belki duymadınız ama öğrenilmesi gerek.
Laika, bir sokak köpeğiydi. Sokaklardan gökyüzüne giden ilk canlıydı.
Gökyüzüne baktığımızda her insan farklı şeyler hisseder. Bundan sonra baktığınız-
da oranın bir mezarlık olduğunu da aklınızdan çıkarmayın lütfen. Milyarlarca yıldız
dışında bir canlının da ruhunu kabul etti.
Peki, Laika kimdir?
Sovyetler Birliği Sputnik isimli uyduyu uzaya gönderdiklerinde tarih 4
Ekim 1957’yi gösteriyordu. O güne kadar kimsenin başaramadığını başaran sov-
yetler, sputnik uydusunu yerküreden 230-942km arasında değişen yörüngeye oturt-
maya başardılar. 83.6kg ağırlığında olan bu uydu bir turunu 96 dakikada tamamlı-
yordu. İnsalığın gözlerini artık yerden göğe çevirmelerinin gerektiğini gösteren ilk
işaret oldu. Sıradaki uçuş, Sputnik 2 idi.
Tabii ki bu durum büyük bir heyecan yarattı ve yeni denemeler için örnek
oldu. Daha önce ABD ve SSCB, farklı hayvanları uzay denemeleri için kullandı.
Uzay uçuşlarının güvenliğini doğrulamak için fareler, sıçanlar ve köpekler
teklif edildi. Maymunlar seçeneği de göz önünde bulunduruldu. Köpekler, may-
munlara göre daha eğitilebilir ve sakin oldukları için tercih edildi .
Tasarımcılar, köpeklerin kütlesel sınırını 6-7kg olarak ayarladılar ancak
bir çok köpek uçuş için uygun değildi. Bu nedenle; köpekler, sokak hayvanları için
kurulmuş bir barınaktan seçildi. Film, fotoğraf ve televizyon ekipmanlarındaki uz-
manların önerilerine göre beyaz köpekleri seçmeye karar verildi çünkü beyazlar
çerçevede daha iyi görünüyordu. Tüm beyazlar, basınç odalarındaki santrifüjler ve
titreşimli masalardaki eğitim sonuçlarına göre elendi.
MEHMET FATIH BALKI
bir gece evden fırlayıp bir yerlere gidip geri dönmediği için yalnızdım. Yedi ya-
şındaki Lucian’a sahip çıktım. Onu sürekli doyurdum. Şu anda on sekiz yaşında
güçlü kuvvetli bir delikanlı. En güvenilir yardımcım.
Birinci yılın sonunda yaşadığım şehirdeki nüfus ellide bire falan in-
mişti. Yemek stoklayan çetelerin çoğu silahla çatışıp birbirlerini emre amade
porsiyonlar hâline getirmekteydi. Öyle ki artık Lucian’la birlikte kıyıda köşede
kalmış evleri ve süper marketleri talan ederek karnımızı rahatlıkla doyurmak-
taydık. Kimse yamyam değildi. Herkes başlangıçta bulabildiği her türlü yiyeceği
ete tercih etti. Konserve yiyecekler, hububat ve bakliyat güç bulunur hâle gelince
yamyamlık başladı. Nüfus iyice azalıp şiddetli rekabet hız kesene kadar sürdü.
Yamyamlığı hızlandıran faktörler, yiyecek talancıları ve istifçileriydi. Kendileri
yemek oldular sonunda.
Eğer her şey bundan ibaret olsaydı kimsenin birbirini yemesine gerek
olmadığı düzeni kurmak zor olmazdı. Dünyada insan sayısı çok azalmıştı. Her-
kese bol bol yetecek kadar yiyecek mevcuttu. Belki birkaç nesil sonra dirençleri
artar ve vücutlarındaki virüs normalleşirdi.
Ama başka bir şey oldu. Anlattım size, olay patladığında on yedi ya-
şındaydım. Boş zamanlarımı odamda internete takılarak geçiren biriydim. Dı-
şarıda ne oluyor/bitiyoru, fazla merak etmezdim. Babam veteriner olup bayra-
ğı devralmamı istiyordu. Aklım buna yatkındı. Gönlüm filmlerle ilgili bir şey
yapmak istiyordu. Kameraman, yönetmen falan… İkisi için de artık çok geçti
hâliyle.
Çünkü felaket ikinci bir burgaç yarattı. Atom bombaları patladı. En az
otuz kırk adet. “İlk kim başladı?” edebiyatı o sırada hâlâ yayın yapan propagan-
da amaçlı televizyon kanallarında farklı farklı lanse edildi. Herkes bir diğerini
suçlamaktaydı.
Bu kadar çok sayıda atom bombasının patlaması iki beklenmedik so-
nuç verdi. Birincisi atmosferdeki azot yandı. Tamamı değil ama günlerce asit
yağmurları yağarak bitki örtüsünü ve
doğayı önemli ölçüde tahrip etti. Nor-
malde sığınaklara kapağı atmışların
dışında kalan herkesin ölmesi lazımdı
ama içimizdeki virüs yeniden değişime
uğradı ve gama ışınlarının tahribatına
karşı bedenlerimizi uyarladı. Sadece
insanları değil, hayvanları da etkile-
mişti. Normalde tüm canlıları ortadan
kaldıracak şiddette radyasyona dayan-
dık. Sekiz dokuz yıl önce belli bir karar-
lı ortam kurulmuştu. Asit yağmurları
sona ermişti. Kimyadan anlayan Art-
hur adlı biri, ölçüm yapmıştı. Atmos-
ferdeki oksijen miktarı yüzde 21’den,
yüzde 6’ya inmişti. Azot da azalmıştı.
Bunlardan artan yeri karbon dioksit ve
azot oksidül doldurmaktaydı.
Azot oksidül, ilginç bir etkiye sahipti. Durduk yerde gülme krizleri ge-
çirmenize neden oluyordu. Arthur eskiden dişçilerin hastalarına bu gazı soluta-
rak diş çektiklerini anlatmıştı. Soluduğumuz havada güldüren gaz olması, tari-
hin ve talihin bir ironisi olmalı.
Artan karbondioksit nedeniyle de atmosferdeki ısı yükselmekteydi. Son
yıllarda zaten erimekte olan buzullar iyice hacim kaybetmişti. Evimiz deniz kıyı-
sına iki yüz metre mesafedeydi. Altı yıl önce bu birkaç metreye indi. Doğduğu ev
şu anda suların beş metre kadar altındaydı. Sağ kalanların giderek daha yüksek-
lere çıkmaları gerekmişti. Neyse ki suların yükselmesi birkaç yıl önce tamamen
durmuştu. Kalan nüfus, eskisinin binde biriydi. Belki daha da az.
Aradan on bir yıl geçti. Bütün televizyon yayınları durdu. İnternet yok.
Cep telefonları çalışmıyor. Tek tük radyo yayını sürüyor. Buradan gelen haberler
ne kadar doğruydu bilinmez ama bazı sığınaklardan çıkanların neredeyse tama-
mı telef olmuştu. Daha uzun süreli bir felaket için hazırlık yapmış elit kesim ise
sabırla beklemekteydi.
Virüs beni ve Lucian’ı çok değiştirdi. Yüzde altılık oksijenle yaşaya-
bilmek için ciğerlerimiz büyüdü; deri solunumu yapan ekstra hassas deriler
edindik. Gama ışınlarına dayanabilmek için derimiz bir iki santim kalınlığında
rengârenk kristal hücreler türetti. Güneş çıktığında bir kilometre öteden seçile-
bilmek mümkündü. Her tarafımız ışığı rengârenk olarak yansıtmakta. Metabo-
lizmamız da tümden yeni duruma uyarlandı. Artık protein ihtiyacı için hayvan
yemiyoruz. Vücudumuz, kendisi için havadaki azottan protein yapabiliyor. Eto-
burluktan iyice sıyrıldık. En son ne zaman et yediğimi hatırlamıyorum desem
abartma olmaz.
Sadece bu kadar değil. Beyinlerimiz de etkilendi. Telepati gücümüz çok
arttı. Telefon telsiz hatları varmış gibi haberleşebiliyoruz. Başka hassalarımız da
etkinleşti. Kim nerede, ne yapıyor, hissedebiliyoruz. Yüzlerce metre kayaların al-
tındakileri de. Artık homo sapiens falan değiliz yani. Onu belirtmek istiyorum.
Babam ateist, annem inançlı bir katoliktir. Annemin tarafından bakınca tan-
rının bizi bir nedenden dolayı terk ettiğini düşünüyorum. Bu da kader olmalı.
Böyle var kalmak. Önümüzdeki yıllarda ne olur bilmiyorum ama dünya hayatı
artık bu çizgiden devam edecek.
Eski dünya cenneti çok küçüldü. Artık sadece dağların derinliklerine
inşa edilmiş mağaralardaki sığınaklarda mevcut. Zamanı gelince oralara sinmiş
olanlar mecburen dışarıya çıkacaklar ama en yeni duruma ayak uydurabilecek-
lerinden şüpheliyim. Bu virüsleri türeten ve sığınakları inşa eden akıl, kendi so-
nuna toslamak üzere. Saptadığımız on sekiz noktada bu kimseler için tertibat
aldık. Kendilerine layık bir karşılama töreni yapacağız. Dışarı çıkmalarını sabır-
sızlıkla bekliyoruz.
Gözlerin kapalı. Dalgaların şarkısını dinliyorsun. Rüzgâr tenini ok-
şuyor. İyot kokusunu içine çekiyorsun. Doya doya. Göğsünde ince bir roman;
kedi gibi uzanmış yatıyor. Şezlongun gölgesinde, keyfin gayet yerinde. “İşte,
hayat bu olmalı.” diye düşünüyorsun. Bir ses duyuyorsun. Adın söyleniyor:
"Aşkım, hayatım, gelsene! Su çok güzel, sıcacık..."
Gözlerini açıyorsun. Gülümseyerek. Öğlen güneşi gözünü alıyor.
Gözlerin yaşarıyor. Eşin denizin içinde sana el sallıyor. İçini ısıtan gülüşüne
bakıyorsun. Islak, sarı saçları parıldıyor.
"Gelmesem olmaz mı, hayatım? Böyle iyiyim. Denize hiç giresim yok."
diyorsun.
Bu sefer beş yaşındaki oğlun katılıyor koroya. Denizin içinde zıplayıp
duruyor. Bir yandan da eliyle gel gel yapıyor.
"Baba-, hadi-, bizi yalnız bırakma... Lütfen, diyorum!"
Hayatının en değerli iki varlığına karşı çıkamıyorsun. Göğsündeki
kitabı, şezlongun yanındaki tabureye bırakıyorsun. Gözlüklerini de çıkarıp ki-
tabın üstüne koyuyorsun. Dikkatlice. Ayağa kalkıp denize yürüyorsun. Güneşin
ısıttığı kızgın kumlar, ayaklarını fena yakıyor. Uzun adımlar atarak koşa koşa
denize ulaşıyorsun. Eşin ve oğlun komik koşuna gülüyorlar. Sen de onlara katı-
lıyorsun. Birlikte gülmek ne güzel şey, diyorsun kendi kendine. Kalbin bayram
yeri.
Suya dalıyorsun. Bir karabatak gibi suyun dibinden yüzüyorsun. Oğlu-
nun yanından suyun üstüne çıkıyorsun. Ona sarılıp iki yanağından öpüyorsun.
Kahkahalar atıyor. Daha sonra, eşine...
NAR
"Hadi be, kime söylüyorum ben? Hu hu, ilaç saati geldi... Çıkart şu
-
gözlükleri artık!"
Ağzına biraz tuz ve çokça sevgi tadı geliyor. Kendini...
"İlla ki zorla çıkartacağım. Laftan anlamaz moruk!"
Kendini çok şanslı hissediyorsun. Sanki cennette gibi. .
***
Yüz on iki yaşındaki yatalak hasta Hasan N., "Biraz daha, lütfen biraz
daha izleyeyim!" diye bağırdı. Sesi bir sokak köpeğinin inlemesi gibi çıkıyordu.
Yüzünü sağa sola kaçırdı. Yaşlı bakım uzmanı, sol eliyle yaşlı adamı boğazın-
dan tuttu ve gözlükleri sertçe çıkardı.
"Senle mi uğraşacağım lan? Daha ilaç vereceğim bir sürü hasta var."
dedi. Yaşlı adam sessizce ağlamaya başladı. Gözyaşları yüzündeki derin kırı-
şıklıklardan aşağı akıyordu. Uzman, beş farklı hapı avucunun içine aldı. Yaşlı
adama acımıştı. Ağladığını görünce içi cız etmişti.
"Aç bakalım ağzını, koca oğlan. Kocaman aç... Yine o sahilde çekilmiş
videonu mu izliyordun?" Ağzını kocaman açan Hasan, kafasını ileri geri salladı.
Haplar dilinin üstündeydi. Ağzına uzatılan bardaktan kana kana su içti.
"Boşuna kendini üzüyorsun be, Hasan dedem. Karın vefat edeli yıllar
olmuş. Oğlun desen, hayırsızın biri; Amerika'dan para yollamak dışında başka
bir işe yaramıyor. Geçmiş geçmişte kaldı işte. Kendine işkence etme böyle..."
Olmayan, dökülmüş kaşlarını çattı. "Hayır, eşim ölmedi." dedi yaşlı
adam, parmağıyla başını göstererek "Burada yaşıyor ve orada..." Bu kez gözle-
riyle gözlüğü gösterdi. Uzman kahkaha attı. "Bilgisayar destekli beyninde
mi? Yapay kalbinde mi? Yoksa yapay akciğerinde mi? Dedem, sen ölmüşsün
de gömenin yok. Bir fişe bağlı hayatın... Bu arada iyi espriymiş. Hiç güleceğim
yoktu valla. Hadi, iyi geceler!" deyip odadan çıktı.
Hasan, gözlükleri tekrar eline aldı. Gözlükleri kafasına taktı. Yüzünde
kocaman bir gülümsemeyle.
***
Gözlerin kapalı. Dalgaların şarkısını dinliyorsun. Rüzgâr tenini...
.
KÜBRA SEKER
ORKUN UCAR
. RÖPORTAJI
lerin tam zıt iki ucuna sabitlemek gibi bir görevleri vardı. Bu metal yığınları
öylesine kuvvetli manyetik alanlara sahipti ki yeterli miktardaki metal yığınla-
rının iki uca toplanma işlemi tamamlandığında, bu gezegende de kutuplaşma
başlayacak ve manyetik alanın merkezinde oluşacak akım sayesinde de reaksi-
yonlar başlatılmış olacaktı. Metaller toprağa karışacak, seramik kabuğu çatlata-
cak, mineraller açısından zengin yapısıyla “öz” suya karışacak ve bundan sonra
reaksiyonlar hızlanacak, daha fazla yer yarılacak, yıldırımlar düşecek, gezegeni
tamamen kaplayan bulut örgüsü oluşacak, bu bahsi geçen reaksiyonlar esnasın-
da Merkez Yönetim Kurulu tarafından oluşturulan DNA kodları suya karıştırı-
lacak ve öncü birlik Günya’dan ayrılacaktı.
“Tahmin edebilirlermiş… Külahıma anlat. Madem becerecektiniz,
bundan önceki 36 gönderiyi neden yanlış hesaplayıp gönderdiniz?”
“Yine neye söyleniyorsun? Paket geldi. Haydi, indirelim şunu…”
“İndirelim indirmesine de… Bu adamlar kim oluyor, bana nasıl emir
veriyor? Kendi neslimizi yaşatamayacağımız bir gezegen için neden hayatımızı
tehlikeye atıyoruz?”
“Çünkü atalarımız da aynısını yapmış. Yapmasalarmış şu an sen de
hayatta olamazdın, ben de… Bu arada; kimsenin kimseye emir verme yetkisi
yok. Bizler gönüllüleriz. O yüzden takma onları…”
***
Bulundukları gemi zaten yere dört farklı noktadan uygun açılarda
sabitlenmiş olduğundan, mürettebatın tek yapması gereken şey kuzey manyetik
alanını oluşturacak metal yığınını gökteyken yakalamak ve suyun içine sokup
diğer metal yığınlarının üzerine sabitlemekti. Eğer hesaplamalar doğruysa altı
saat sonra metal yığını geminin üzerinden geçecekti ve işlemler başlayacaktı.
Gemi sarsıldı. Bu beklenen bir şey değildi.
“Güney Hattı’na sorsanıza, onlar da bu sarsıntıyı hissetmiş mi?”
“Derhal!” diye haykıran personel hızla birkaç tuşa bastı. Odanın içeri-
sinde cızırtılı sesler oluştu ancak cevap veren kimse olmadı. Bir daha denedi.
Yine cevap yok. Personel amirine döndü ve “Efendim! Güney Hattı’ndan cevap
alamıyoruz!”
“BAĞIRMA LAN KULAĞIMIN DİBİNDE! GÖRÜYORUM O KADA-
RINI!”
O esnada bir başka personel daha geldi odaya. Koştuğundan mıdır,
korktuğundan mıdır, belli değil; sürekli terliyor ve kekeleyerek konuşuyordu;
“E, efen-dim. Gü-gün-ggünya’nın soğ-uk man-n-nyetik al-ll-lanı-nın çekim--
kuvveti, an iti-bariyle 18,7N/kg olarak hesaplandı. Oh be. Efendim, sağlam sıç-
tık. O metal yığını direkt olarak bizim gemimize çakılacak. Günya’nın kütlesel
çekimi bir anda dört katına çıktı. Gözlemlediğimiz kadarıyla Güney Hattı, 8
saat kadar önce Günya’nın uydularından bir tanesine iniş yapmış.”
“8 saat önce iniş yapmış bir gemiyi nasıl şimdi tespit ediyor ve bana
bildirebiliyorsun?”
“Kuzenim, Güney Hattı’nda mürettebattır, efendim. Daha demin bana
ulaştı. Siz kafayı mı yediniz, neden hâlâ çıkış yapmadınız; diye sordular kendi-
si.”
“Gayet güzel… Sen Enerji Bölümü’ndeydin, değil mi?”
“Evet, efendim.”
“Merak ettiğimden soruyorum. Yer çekimi aniden dört kat arttıysa bu
gezegenden çıkmamız için gerekli kuvvet de dört kat arttı, değil mi?”
“Teknik olarak; 24 kat arttı, efendim…”
“Ve şu anda burada durmuş, seninle bunları tartışıyorum… Vay be…
Çocuğum, anlamıyor musun? Öldük biz! O metal yığınını bilerek uzaklara
bıraktılar. Gezegenden çıkacak yakıt bırakmadılar bize!”
“Sorun yok, efendim. Gemi burada kalır. Biz gideriz. Güney Hattı’na
katılırız. 24 adet kapsülümüz hazırda bekliyor.”
“Mürettebatın 638 kişi olduğu bu gemide, neden 24 kapsül var sence?”
“Sabahtan beridir rakamlarla ilgili konuşmamızdan mütevellit, konuyu
kapatırcasına, gemiyi tasarlayan kişinin Erzincanlı olma ihtimalini dile getire-
ceğim, efendim.”
O esnada, Günya’nın uydusu sanılan ve Güney Hattı’nın iniş yapmış
olduğu gök taşının da Günya’nın çekim kuvvetine karşı koyamadığı ve logarit-
mik ivme artışı gösteren bir hızla Günya’ya yaklaştığını öğrendiler. Personel’in
kuzeni aramıştı tekrar, “Kuzen, müzik falan açın, duygusal duygusal ölelim.
Bizim yakıt da bitmiş. İniş yaptığımız şey her neyse, hızla size doğru geliyor.
Teknik olarak, biz de size doğru geliyoruz.”
Sanki konuşulanları General duymuyormuş gibi heyecanla tekrarladı
personel, “Kuzenim haklı, efendim! Teknik olarak bu mümkün!”
***
Göktaşı, Günya’ya varıncaya kadar öyle bir hıza ulaştı ki su yüzeyini
neredeyse ortadan ikiye yardı. Bu çarpışmanın etkisiyle son metal yığını, sabit-
lenmesi gereken yerden 492km öteye çakıldı. Bu durum sebebiyle, Günya’nın
eksenel açısında 24 derece 18 dakikalık bir kaçıklık gerçekleşti.
Göktaşı mermer yüzeyi çatlattı. Günya’nın merkezindeki “öz” suya
karıştı ve gezegenin yüzeyindeki toplam su kütlesinin %84’ü kadarı buharlaştı.
Soğuk manyetik alan dengeye ulaşana kadar yıldırımlar dinmedi.
***
Dünya’da büyük bir kalabalık sokağa dökülmüştü. Pankartlarda “Do-
ğal Yaşam, Doğal Evren”, “Akışa İnanın, O Bizi Korur”, “Hayat Vardır, Kader
Vardır” ve buna benzer birçok sloganlar taşınırken öfkeli halk Dünya Devleti
Parlamento Binası’na gidiyordu. Büyük bir çoğunluğun görüşüne göre bu geze-
genler yaşam alanı olacaksa zaten kendiliğinden olacaktı. İnsan müdahalesi ile
reaksiyon başlatılan 37. gezegen, 1200’ü aşkın mürettebatlı gemileriyle yollara
çıkan ve geri dönemeyen 37. başarısızlık.
“Yarın bu gezegende su bittiğinde de bize küfredecek misiniz?” diye
haykırıyordu Dünya Başkanı; “Hep birlikte karar vermedik mi göçebe hayatı
yaşamaya? Yüzyıllardır bu planı işletmiyor muyuz, dostlarım? Nedir bu öfke?
Kontrolün bizde olmasının neresi kötü? Hep birlikte bolluğa kavuşacağız. Nes-
limiz refah içinde devam edecek, yaşayacak!”
Ne olduğunu anlamamıştı Alpagut. Kulaklarındaki çınlama, şakakla-
rında hissettiği sancıyı tetikliyordu. Düştüğü yerden sendeleyerek ayağa kalktı.
İlk hissettiği şey başının arkasındaki sıcaklıktı. Elini başına götürdü, dokundu ve
eline baktı. Parmaklarındaki mavilik, onun hızla oradan uzaklaşması gerektiğini
hatırlattı. Silkelendi, eski insanlardan kalma bir gökdelenin üzerine sıçradı. Ne-
ler olduğunu anlamak için Akış Dalgaları’na kulak verdi. Çınlamanın kuvvetli
oluşu, algısını engelliyordu. Sıcaklığın vücuduna yayıldığını fark etti. Etrafını
kolaçan ettikten sonra elini bir kez daha başına götürdü. Sıcaklığı avuç içine
toplarken çınlamanın ve sancının da giderek azalıyor oluşu, onu sakinliğine ka-
vuşturuyordu.
Erlik sarsıntıyı hissettiği sırada, Asırlık Uykusu’nu tamamlamasına
birkaç ayı kalmıştı. Kımıldamak istedi, zayıflayan lifler istediği tepkiyi verme-
di ona. Ellerini göğsünün altında birleştirdi. Yayılan sıcaklığın verdiği canlılık,
hareketlerini kuvvetlendiriyordu. Uykunun sersemliğini dağıtmaya çalışırken
üzerine hâlâ toprak yığınları düşüyor, bir yandan da uyandırılmış olduğuna kü-
für ediyordu. Yığınları sırtıyla püskürttü. Akış Dalgaları’nı dinlemek istediğinde
karşılaştığı anlaşılmaz ses kalabalığı onu ürküttü. Bu kadar derinde, Asırlık Uy-
kusu’ndan uyandırabilecek şey ne olabilirdi? Cevabını kolaylıkla öğrenebileceği
tek yerin, Balçık Katmanı olabileceğini geçirdi aklından.
Tepe Bulutları’na kurulmuş Umut Tesisleri’nin sonuncusundaysa beklenen bir
sevinç anı yaşanmaktaydı. Nihayet oksijene ihtiyacı ortadan kaldırabilecek aşı
deneylerinin, geçmişte insan vücudu üzerindeki yaşattığı büyük bozulmalara ve
iyi yönde de olsa beklenmedik etkilerine rağmen, bir gönüllü üzerinde olumlu
sonuç vermişti. Deney ekibinin iki asırdır sorumluluğunu yürüten Ozon, sonuç-
EMRAH ERSAN
.
kurgu tanımının sınırlandırılmasına karşı çıktı. Aldiss’e göre bilimkurgu “Gotik
. veya post-gotik biçimde ele aldığı evrende insanın ve onun evrendeki yerinin sor-
gulanması.” idi. Ballard’a göre ise dış dünyalara açılmak yerine iç dünyalara, insa-
nın kendi içine ve kendi dünyasına odaklanmasıydı bilimkurgu.
Sonuç olarak, bilimkurgu üzerine birçok tanım yapıldı ve birçoğu yıllar
geçtikçe anlamsız bir hâl aldı. Şu bir gerçek ki günümüze dek birçok aşama kay-
deden bu tür, başka türlerle birliktelik yaşadı ve dönem dönem kendi içinde de
-
devrimlere tanıklık etti. Bugün dünyada saygın bir tür addedilen bilimkurguyu
. bu seviyeye taşıyan birçok yazar çıktı. Jules Verne, Edgar Allan Poe, H.G. Wells,
Isaac Asimov, Arthur C. Clarke, Ursula K. Le Guin, Robert A. Heinlein, Stanislaw
Lem, Philip K. Dick, Ray Bradbury, J.G. Ballard gibi devlerin omuzlarında yük-
selen bilimkurgu, elbette birçok yaygın alt dala ve temaya sahiptir. Bu temaların
öncüleri olmasaydı belki de yukarıda bahsi geçen yazarların öykü ve romanlarında
o konuları iyi bir şekilde işlemeleri ve edebi kariyerlerinde yükselerek dünyada iz
bırakmaları mümkün olmayacaktı.
Hepimizin severek okuduğu bilimkurgu temalarının ilk örneklerine göz
atma vakti geldi.
Kayıp Irklar
Yunanca’da “hayali ülke” anlamında gelen “utopia” sözcüğü, Thomas Mo-
re’un edebi eseriyle tüm dünyada daha fazla bilinir olmuştu. Günümüzde hem bi-
limkurgunun alt dallarından biri hem de kendine özgü bir edebiyat dalı olarak
görülen ütopyanın ilk örneği de yine bu romandır. Fakat bundan da önemlisi, 1516
yılında kaleme alınan romanda “kayıp ırk” temasının ilk kez kullanılması ve böyle-
ce kendinden sonra gelecek olan benzer temaların öncüsü olmasıdır.
Karşıt Yer Çekimi
Yazılan ilk bilimkurgu eserlerinden biri olarak da kabul edilen “A Voyage
to the Moon”, Cyrano de Bergerac tarafından 1650’de kaleme alınmıştır. Karşıt yer
çekiminin, bir başka deyişle Dünya’dan uzaya gitmenin ilk örneği olan bu eser,
yüzyıllar sonra bu konuya eğilecek olan Jules Verne, Edgar Allan Poe, Isaac Asi-
mov gibi yazarlara ilham kaynağı olmuştur.
Ölümsüzlük
Günümüzde klasikleşmiş bir eser olan “Gulliver’in Gezileri”nin bir bölü-
münde yazar Jonathan Swift ölümsüzlüğe de değiniyordu. 1726’da kaleme alınan
eserden yüzyıllar sonra dahi bilimkurgunun ve bilimin en büyük uğraşılarından
birini oluşturan “ölümsüzlük”, insanı en çok cezbeden konuların başında gelmeye
devam ediyor.
Yeraltı Dünyaları
Gezegen yüzeylerinin altında geçen bu tür hikâyelerin en bilindik örnek-
lerinden biri şüphesiz Jules Verne’in unutulmaz romanı “Dünya’nın Merkezine Se-
yahat”tir. Fakat Verne’den çok önce ve daha farklı bir şekilde bu konuyu ilk işleyen
kişi “Niels Klim’s Underground” romanıyla Danimarkalı yazar Ludvig Holberg’dir.
1741 yılında yeraltı dünyalarına ait ilk örneği veren yazar, bilimkurgu tarihinde bu
şekilde yer etmiştir.
Uzaylıların Dünyayı Ziyareti
Fransız yazar ve filozof François Marie Arouet veya daha çok kullandığı
mahlasıyla bilinen Voltaire, bu temanın öncüsüdür. Wells’in “Dünyalar Savaşı” ro-
manıyla popülerliğe kavuşan bu tema, ilk olarak 266 yıl önce ortaya çıkmıştır. 1752
yılında kaleme aldığı meşhur “Micromegas” isimli öyküsünde Voltaire, Dünya’yı
ziyaret eden bir Siriuslu ve bir Satürnlü’yü betimlemiştir. İnsanoğlunun evrendeki
yerinin komikliğine dikkat çeken Voltaire, bunu ve bizim için daha birçok önemli
sayılabilecek olayın, evrenin büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, aslında
o kadar da büyütülmemesi gerektiğini vurgulamıştır.
İklim Kontrolü
1759’da ortaya çıkan bu tema, Samuel Johnson’ın kaleminden hayat buldu.
“The History of Rasselas, Prince of Abissinia” adlı novellasında hava durumunu ve
iklimi kontrol edebilen bir bilim insanını resmeden yazarın bu öngörüsü sonradan
birçok esere ve yazara ilham kaynağı oldu.
Uzun Süren Uyku
Birkaç yüzyıl uyuyan ve gelecekte uyanan bir karakterin karşılaştığı yeni
dünyayı keşfetmesi üzerinden ilerleyen bu tür ilgi çekici kurgular Willim Mor-
ris’in “Hiçbir Yerden Haberler” ve H.G. Wells’in “Efendi Uyanıyor” gibi romanları
ile bilimkurgu edebiyatının olmazsa olmazlarından biri hâline gelmeyi başarmıştı.
Bu temanın ilk örneği ise 1771’de ortaya çıktı. “L’An 2440” adlı öyküsüyle Fransız
yazar Louis Sebastian Mercier, hayal gücünü kullanarak bilimkurgu okurları için
yeni bir alanın kapılarını açtı.
Geleceğin Şehirleri
Geleceğin şehirleri, bilimkurgu yapıtlarının olmazsa olmazlarındandır
şüphesiz. Uzun süreli uyku temasının da ilk kullanıldığı eser olan “L’An 2440”
isimli kitabıyla, 1771’de bu temanın başlangıcını yapma onuruna erişen yazar Se-
bastian Mercier olmuştur.
Denizaltı Dünyası
Denizaltı dendiğinde akla ilk gelen isim şüphesiz Jules Verne’dir. “Deniz-
ler Altında 20.000 Fersah” romanı türün klasikleşen eserlerinden biridir. Romanda
karşımıza çıkan Nautilus isimli denizaltı ise aslında ilk olarak 1801 tarihli bir öy-
küde karşımıza çıkıyor. Robert Fulton’ın “Nautilus” isimli öyküsü, Jules Verne’nin
denizaltısına ilham verdi mi bilinmez ama denizlerin altındaki dünyayı betimle-
mesi ve okuru denizler altında yolculuğa çıkarması açısından bir ilktir.
Dünyanın Sonu
1826’da Mary Shelley’nin kaleminden okuduğumuz “Son İnsan”dan tam
21 yıl önce aynı tema zaten bir başka yazar tarafından işlenmişti. Evet, konu “dün-
yanın sonu” olduğunda akla gelecek ilk isim 1805’te yazdığı “Le Dernier Homme”
romanıyla Cousin de Grainville’dir.
Mikroskobik Dünya
Birçok filme ve kitaba konuk olan bu tema aslında Voltaire’ın 1752’de yaz-
dığı “Micromegas”ında karşımıza çıkmış olmasına rağmen ilk sayılmamaktadır.
Zira o öyküde, dünya dışından gelen uzaylı ırkın dev olduğu, insanların ise minik
olarak resmedildiğini görürüz. “The Diamond Lens” adıyla yazdığı öyküsünde ise
ilk olarak Fitz James O’Brien mikroskobik bir dünyayı betimlemiştir ve yıl 1858’dir.
Duyuötesi Algı / Telepati
Başarılı bir örneğini “İçeriden Ölmek” adlı romanıyla Robert Silver-
berg’ten okuduğumuz bu konu, bilimkurgu yazarlarının en sevdiği alanlardan
biri. “Duyuötesi algı” ilk olarak 1862’de ortaya çıktı. “Bohemians” adlı eseriyle Fitz
James O’Brien telepatik düşüncenin temellerini atarak günümüz bilim dünyasının
üzerinde çalıştığı konulardan birini ortaya çıkarmış oldu.
Madde Transferi
Bir başka deyişle, Star Trek başta olmak üzere, bilimkurgu filmlerinden
ve dizilerinden aşina olduğumuz “ışınlanma”nın edebi bir eserde ilk kullanıldığı
yıl 1877’dir ve ilk kullanan isim ise tıpkı görünmezlikte olduğu gibi Edward Page
Mitchell’dır. “The Man Without a Body” adlı öyküsünde madde transferini ön-
gören yazar hem kendinsen sonraki bilimkurgu yazarlarına ilham kaynağı olmuş
hem de bilim insanlarının aklını onlarca yıl meşgul edecek olan önemli bir konuya
öncülük etmiştir.
Yapay Zekâ
Günümüzde bilim dünyasının en çok eğildiği konulardan biri olan Ya-
pay Zekâ, bilimkurgu edebiyatında sıkça kullanılan bir başka alan olma özelliğini
taşıyor. 1879 yılında kaleme aldığı “The Ablest Man in the World” adlı öyküsüyle
Edward Page Mitcell’i bu konuda bir kez daha anmamız gerekiyor.
Görünmezlik
Wells’in “Görünmez Adam” romanıyla birlikte olgun bir tema hâline ge-
len görünmezliği ilk kullanan isim Edward Page Mitchell’dir. 1881 tarihli “The
Crystal Man” isimli öyküsüyle, Wells’ten tam 16 yıl önce bu temayı işleyen yazar,
bilimkurgu literatürüne önemli bir katkıda bulunmuştur.
Robot/Android
Robot kelimesinin Çek yazar Karel Capek tarafından literatüre girdiği
herkes tarafından bilinen bir gerçek. “Rossum’un Evrensel Robotları” isimli ese-
rinde efendilerine baş kaldıran robotları konu edinen Capek, ne yazık ki robot
temasının öncüsü olarak kabul edilmemekte. Onun robotlarının organik olması
sebebiyle daha çok “android” olarak bilinmekteler. Robot kelimesi henüz ortada
yokken ünlü yazar Herman Melville tarafından 1885’te yazılan “The Bell-Tower”
bu ilke ulaşma şerefine ulaşan ilk hikâyedir.
Dördüncü Boyut
Robert Duncan Milne, “A Mysterious Twilight” öyküsüyle “dördüncü bo-
yut” temasını işlediğinde tarih 1885 yılını gösteriyordu. Yakın bir yerde elektriksel
deneyler yapıldığında insanların zaman atlamaları yaşadığını anlatan öykü, ileriki
yıllarda yazılacak olan yeni dördüncü boyut hikâyelerinin zeminini oluşturuyor-
du.
Mutasyon
Bilimkurguda sık kullanılan temalardan biri de mutasyon. Genellikle
öykü ve romanlarda bilimsel deneylerin ters tepmesi sonucu karşımıza çıkan bu
türün ilk örneği yabancı değil. Robert Louis Setevenson’ın 1886’da kaleme aldığı
“Dr. Jekyll and Mr. Hyde” adlı romanında iki farklı kişiliğe bürünmüş olan bir
adamın öyküsünü okuyoruz.
Zaman Makinesi
Bilimkurgu edebiyatının en çok kullanılan temalarından biri şüphesiz
“zamanda yolculuk”tur. Sinemada da bir hayli yaygın olan bu türün öncüsü sanıl-
dığı üzere H.G. Wells değildir. En kapsamlı ele alan Wells olsa da ondan tam 8 yıl
önce, 1887’de İspanyol yazar Enrique Gaspar tarafından eserine konu edilmiştir.
“El Anacronopete” isimli öyküsünde Gaspar, zaman makinesi ve zamanda yolcu-
luk eden bir gezgini ele almıştır.
Alternatif Dünyalar
“It May Happen Yet” romanıyla 1899 yılında bu temanın varlığını gözler
önüne seren yazar Edmund Lewrence’dir. Napoleon’un İngiltere’yi feth etmesi hâ-
linde neler olabileceği üzerinden ilerleyen kitap, kendinden sonra bu türe eğilecek
bütün bilimkurgu yazarlarına kılavuzluk etmiştir.
Süper İnsanlar
Eserleriyle bilimkurgu edebiyatının en kaliteli kalemlerinden biri olduğu-
nu defalarca kanıtlayan ve büyük yazarlarından biri olarak anılan Herbert George
Wells’in öncülük ettiği tema ise “süper insanlar”. 1904 yılında “Tanrıların Yiye-
ceği” ismiyle kaleme aldığı öyküsünde Wells ustalığını konuşturarak daha önce
tür içinde değinilmemiş bir alana değiniyor fakat bunu “süper yaratık” üzerinden
yapıyordu. Kendinden sonraki yazarların “süper insan” motifini kullanmaları ise
artık daha da kolaylaşıyordu.
Nükleer Güç
“A Columbus of Space” adlı öyküsüyle 1909 yılında bu temanın temelini
atan isim Garrett P. Serviss, nükleer enerji ile güçlendirilmiş bir uzay gemisi ile
uzaya açılmanın mümkün olabileceğini dile getirmiştir.
Klonlama
İlk olarak Fransız yazar Maurice Renard tarafından 1925 senesinde “Le
Signe” adlı öyküde kullanılan bu büyük tema da tıpkı ölümsüzlük gibi bilimkur-
gunun yanı sıra bilimin de uğraştığı en büyük alanlardan biri. Hatta öyle ki bu
konuda somut örnekler dahi atılmış ve geçtiğimiz yıllarda dünya üzerinde canlılar
kopyalanmıştı
Dünyalaştırma
Terim ilk olarak Jack Williamson tarafından oluşturulsa da 1898’de
H.G.Wells’in “Dünyalar Savaşı” romanında Dünya’yı istila eden Marslılar’ın kendi
istekleri doğrultusunda gezegeni “Marslaştırma” çabaları anlatılır. Burada tersine
kullanılan durum 1930’da ise Olaf Stapledon tarafından “Last and First Man”de
kelime anlamını yerine getirecek şekilde kullanılır ve bir “Dünyalaştırma” proje-
sinden bahsedilir.
Kaynaklar
1.Bilim-Kurgu – Jacques Baudou (Dost Yayınları)
2.The History of Science Fiction – Adam Roberts
Uzay gemisi ‘Şafak-2’, araştırma görevini başarıyla tamamlamıştı ve Alfa’ya
doğru, dönüş yolundaydı. Alfa insanların Güneş Sistemi dışında kurdukları ilk koloni ve
on dört gezegenden oluşan bir sistemde yer alıyor. Alfa’nın Dünya ile bağlantısı sürüyor
ancak onlarca yıldır kendine yeter bir hayat yaşıyor. Alfa’nın da dahil olduğu gezegen
sisteminde bulunan diğer gezegenler ve uyduları, sistematik bir şekilde incelenmekte ve
bilgi derlenmekte. İnsanlık adeta ikinci bir yayılma süreci içinde. İlk yayılmada Güneş
Sistemi’ne dahil gezegenler ve uyduları incelenmiş ve pek çoğunda koloniler kurulmuş-
tu. O yıllarda yaşanan olayların benzeri, şimdi çok çok uzaklarda olsa da, yeniden yaşa-
nıyor denilebilirdi. Şafak-2 işte böyle bir araştırma çalışmasından dönmekteydi.
Davetsiz misafir.
- Kaptan, olmuyor. Bu cisimden bir türlü kurtulamıyoruz!
- Motorlar stop!
- Emredersiniz, kaptan! Motorlar stop...
- İlgili personel acil olarak toplantı odasına lütfen!
Kaptan Hüsnü, sorunsuz bir şekilde bitmesi gereken bu görevi karmaşıklaştı-
ran cisimden son derece rahatsız olmuştu. Acele etmesinin nedeni bir an önce bu cisim-
den kurtulmayı istemesiydi.
Kaptan, toplantı odasına girdiğinde Şafak-2’nin durma manevrası da tamam-
lanmıştı. Tüm gemide az da olsa yerçekimsizliğin etkisi hissediliyordu. Kaptan yerini
alınca hemen dümenci Jean Luke’a baktı.
- Kaptan, cisim de bizim gibi durdu. Geminin çekim gücüne kapılmış bir gö-
rüntüsü var. Etrafımızda bir uydu gibi dolaşmaya başladı. Şafak-2’nin yapabileceği tüm
manevraları denedik ama ondan kurtulmamız mümkün olmadı.
Kaptan Hüsnü’nün bakışları gemi penceresine takıldı. Dikkatini çeken şey başına bela
olan cismin ta kendisiydi. Ağır ağır geminin etrafındaki hareketine devam ediyordu.
Kaptan, ekibindeki insanları süzerek söze başladı;
- Bunun ne olabileceği hakkındaki düşüncelerinizi alayım.
- İlk bakışta bir tabuta benziyor. (Söze giren haberleşme teknisyeni Salim idi.)
Yalnız, pek de Dünya geleneklerine uygun olarak hazırlandığını söyleyemem. Üstelik
Alfa tarihinde hayatını görev sırasında kaybettiği için uzaya gömülen hiçbir kimsenin
de kaydı yok.
METIN UÇAR
- Acaba Dünya’daki bir geminden geliyor olabilir mi? (Jean Luke çenesini sıvaz-
lamaktaydı. Sorduğu sorunun mantıksız karşılanabileceği ihtimalinden rahatsız olduğu
belliydi.)
- Milyonda bir olasılık da olsa olabilir! (Kaptan, Jean Luke’u şaşırtacak şekilde .
düşüncesine sıcak bakmıştı.) Alfa’ya yerleşeli çok oldu. Dünya ile bağlantılarımız eski-
si gibi sık ve düzenli değil. Araştırma amaçlı herhangi bir gemiden bırakılmış olabilir.
(Kaptanın yüz ifadesi o anda aklına yeni bir düşünce gelmişcesine değişti.) Ya bu bir
tabut değilse?
- Haklısınız, Kaptan! Bu bir kurtarma kapsülü de olabilir. Kriyojen tüpü de! (Sa-
lim heyecanla kaptanın sorusuna cevap vermişti.)
- Her ne ise! Alıp da Alfa’ya götürecek hâlimiz yok ya! Kurtulamadığımıza göre
tek bir çıkar yol kalıyor.
- Kaptan!? (Odadaki herkes kaptanın kafasındakileri öğrenmek istiyordu. Ancak
Doktor Ahmet “O da ne demek?” der gibi kaptanına seslenmişti.)
- Dışarı çıkıp cismi yakından incelememiz lazım. Ne olduğunu anlayabilirsek
ona göre de karar veririz. Eğer gerçekten bir tabut ise veririz ivmeyi; göndeririz yoluna.
Gemi hareketsiz olacağı için çekim alanından daha kolay kurtulur diye düşünüyorum.
Sen ne dersin Mustafa? (Mustafa geminin bilimsel konulardan sorumlu uzmanıydı.)
- Cismin kendi hareket kabiliyeti yok ise ona ivme vermek sureti ile bizden uzak-
laştırabiliriz. Teorik olarak mümkün.
- Anlaşıldı. Yakından bakacağız bu lanet şeye! İki astronot çıkış için hazırlık yap-
sınlar.
Toplantı, Kaptan Hüsnü’nün bu talimatı ile sona erdi. Heyecanlı bir bekleyiş
başlamıştı. Şafak-2’nin kaptan köşkü, geminin gövdesine göre daha yukarıdaydı. Kaptan
Hüsnü, gemisine musallat olan cismin nasıl etraflarında dolaştığını izleyebiliyordu. Ci-
sim çok kısa bir süre için görüş alanı dışında kalıyordu.
İvme motorlu özel uzay kıyafeti giymiş astronotlar, dekompresyon odasının kapağını
açarak uzaya çıktı. Her ikisi de kaptanın emrine uygun bir şekilde emniyet halatları ile
Şafak-2’ye bağlıydılar. Cismin yanlarından geçeceği bir mesafeye gelince hareketsiz kal-
dılar. Astronotlardan Müfit, sürekli olarak sesli bilgi geçmekteydi.
- Cisim az önce görüş alanımıza girdi. Bir iki dakika içinde yanımızdan geçecek.
Tahmini hesaplar doğru ise onu yakalamamız zor olmayacak.
Kaptan Hüsnü, arada bir astronotların izleme kameralarından gelen görüntüle-
re bakıyordu. Beyaz bir maddeden yapıldığı anlaşılan cisim, tıpkı bir gezegenin uydusu
gibi gemi ufkunda ağır ağır yükseliyordu. Çok geçmeden iki astronot cismi yakaladılar.
Yapılan tahminler doğru çıkmıştı ve cisim astronotların teması ile hareketsiz kalmıştı.
Astronotlardan biri, cismi bu şekilde tutarken diğeri, etrafında dolaşarak incelemeye
başladı.
- Kaptan, bu cisim yekpare bir malzemeden yapılmış. En ufak bir birleştirme izi
yok. Üzerindeki kanal ve çıkıntılar, bu yekpare malzeme üzerine işlenmiş gibi. Dünya
teknolojisini andıran en ufak bir iz yok!
- Tabuta benzemesinden başka! (Kaptan Hüsnü, sinirle söylemişti bunu.)
- Kaptan, yalnız bu bir tabut olsa üzerinde en azından kime ait olduğuna dair
bir ibare olurdu. Ya da ne bileyim; dini bir sembol. Burada böylesi hiçbir şeyin izi yok.
Bunun neresi altı, neresi üstü; onu da anlamak mümkün değil. Garip bir simetrisi var.
Tarama cihazlarımız en ufak bir teknoloji izi tespit edemiyor.
- Müfit, cismi uzaklaştırmayı deneyin bakalım!
Kaptanın emri üzerine iki astronot cismin bir yanına geçtiler. Uzay kıyafetlerinin itme
motorlarının yardımıyla cisme ivme verdiler. Emniyet halatının müsaade ettiği kadar
sürdü bu çalışmaları. Astronotlar böylece cismi uzaya doğru yolladılar. Cisim aldığı
ivme ile Şafak-2’den uzaklaşmaya başladı. Kaptan Hüsnü’nün gözlerinde kimsenin gö-
remediği hafif bir sevinç çaktı: Kurtuluyorlar mıydı yoksa?. Birkaç saniye geçmemişti ki
cismin hareketi yavaşladı, hatta durdu. Ardından da gemi etrafında dönmekten ibaret
olan hareketine başladı. İki astronotun yapacak birşeyi kalmamıştı. Cisim artık ulaşama-
yacakları bir yörüngedeydi. Kaptan Hüsnü kısa bir durum değerlendirmesi yaptı.
- Jean Luke, gemiyi cisme doğru yaklaştırın! Müfit, ikinci yolu deneyeceğiz!
- Tamam, kaptan. Cismin etrafında kablolardan bir kemer yapacağız. RD itme
motorlarını da bu kabloların üzerine monte edeceğiz. Böylece kontrollü bir şekilde cis-
me ivme verebiliriz.
Birkaç dakika sonra Jean Luke, geminin cisme yaklaşma manevrasını tamam-
ladığını haber verdi. Astronotlar ikinci kez cismi yakalamak için hazırlandılar. Ancak
beklemedikleri şeyler oluyordu. Şafak-2 durmuş olsa da cisim hareketine devam edi-
yordu. Astronotlar engel olmaz ise gemiyle çarpışması kaçınılmazdı. Diğer yandan ast-
ronotların, cismin bu hareketine engel olmaları imkânsız gibiydi. Cisim astronotların
erişemeyecekleri bir yol izliyordu. Aradan geçen dehşet saniyeleri, Kaptan’ın gür ve ken-
dinden emin sesi ile sona erdi.
- Jean Luke, cismin hareket yönünde ama çok yavaş harekete geçiyoruz. Müfit,
siz de hemen gemiye geri dönüyorsunuz!
Kaptanın bu emrinden sonra yaşanan birkaç dakikalık dehşet, bir korku filmi-
ni andırıyordu. Astronotlar hemen dekompresyon odasına doğru harekete geçtiler. Ge-
minin hareketi, işlerini zorlaştırıyordu ancak cisim gemiye çarpmadan önce geri döne-
bilecekleri anlaşılmıştı. Fakat bu, gemi mürettebatının sakinleşmesi için yeterli değildi.
Gemi, cisimden uzaklaştıkça cisim de hızını artırmaktaydı. Muhtemel çarpışma süresi
gittikçe kısalmaktaydı. Astronotlar içeri girip de dekompresyon odasının kapağını ka-
pattıklarında tüm dikkatler cisme yöneldi. Kaptan’ın “Tam yol ileri!” emrini mükemmel
bir şekilde yerine getirilmesine rağmen bir türlü cisimden uzaklaşamıyorlardı. Cisim
kaçınılmaz bir şekilde gemiye yaklaşmayı sürdürüyordu. Kaptan birkaç saniyelik “ne
yapacağını bilememezlik” anından sonra yine “Motor stop.” emri verdi. Herkes büyük
bir ilgi içinde olanları izliyordu. Gemiyle beraber cisim de yavaşlamaktaydı. Gemi dur-
muştu. Ancak cisim yavaş yavaş da olsa hareketine devam ediyordu. Şimdiki davranışı
daha çok bir kenetlenme manevrasına benziyordu. Artık içinde bulundukları durum-
dan yorulmuş olan kaptan Hüsnü de gemi mürettebatı gibi sessizce olacakları izliyordu.
Tabuta benzeyen bu cisim gittikçe yaklaştı ve Şafak-2’nin beğendiği bir yerine yapıştı.
Kenetlenme o kadar yumuşaktı ki durmuş olan Şafak-2’de ne bir sarsıntı ne de bir ses
duyuldu. Kaptan Hüsnü “Acaba yapabilecek başka bir şey var mıydı?” diye düşünüyordu.
Bu şekilde yola devam edemeyecek oldukları için de canı çok sıkkındı.
- Selim, Alfa’ya S.O.S. sinyali gönderin. Karanti ekibini göndersinler. Şafak-2
mürettebatının acil tahliye edilmesi gerekiyor!
- Tamamdır, Kaptan! Hemen...
Gemi karantinaya alınmıştı. Karantina şartları hiçbir şekilde hareket etmeme-
yi gerektiriyordu. Kaptan yine de Alfa’dan kurtarma gemisi gelene kadar herhangi bir
girişimde bulunup bulunamayacaklarını sormuştu. En azından kurtarma gemisi gelene
kadarki iki ay içinde bu gizemli cismi daha yakından inceleyebilirlerdi. Ancak Alfa’nın
cevabı kesin ve net idi: “Kesinlikle hiçbir şey yapılmayacak!” Cismin yapıştığı yüzeye
bitişik iki güverte boşaltıldı. Dışardaki kameralar yardımıyla gözlem yapmaktan başka
çıkar yolları kalmamıştı. Bunun ise heyecan verici olduğunu söylemek mümkün değildi.
Çünkü hiçbir şey olmuyordu. Ta ki geminin tuhaf bir şekilde hareket ettiği anlaşılana
kadar. Yapılan kısa bir incelemeden sonra bu hareketin kaynağının cisim olduğu anla-
şıldı. Cisim, yapıştığı gemiyi sadece kendisinin bildiği bir yöne doğru sürüklemekteydi.
Hemen Alfa ile acil görüşmeler yapıldı. Karantina kuralları gereği kurtarma gemisini
beklemek zorundaydılar. Alfa, Şafak-2’nin hareketini kritik bulmamıştı. Kurtarma ge-
misi zamanında yetişecekti.
Her şey beklendiği gibi oldu. Kurtaran-4 zamanında yetişti. Tüm gemi müret-
tebatı hızlı bir şekilde kurtarma gemisine geçti. Kaptan Hüsnü gemide kalan son kişiydi
ve gelen uzman ekibini karşıladı. Uzman ekibi cismi inceleyecek ve ne yapılacağına ka-
rar verecekti. O sırada gelen haber herkesi şoke etti.
Cisim Şafak-2’den ayrılmış ve sessizce Kurtaran-4’ün beğendiği bir yerine ya-
pışmıştı. İki geminin kaptanı acil bir karar almak zorunda kalmışlardı. Kurtaran-4’ün
tüm personeli bu sefer Şafak-2’ye geçtiler. Cisim tarafından sürüklendiği anlaşılan gemi-
de kimse kalmamıştı. Şafak-2’dekiler cismin bir daha kendilerine dönmeyeceğini ümit
ediyorlardı ve Kurtaran-4’ü izliyorlardı. Bugünün talihli bir gün olmadığı belliydi. Çün-
kü lanet cisim insansız kalan kutarma gemisini bırakmış, tekrar Şafak-2’ye yapışmıştı.
- Nedir bunun derdi? Anlamadım gitti! (Kaptan Hüsnü karamsardı.) Sanki bi-
zimle oyun oynuyor...
İki kere tekrarlanan kurtarma operasyonu çok uzun zamanlarını almıştı. Şafak-2, ağır
ağır Kurtaran-4’ten uzaklaşıken her iki geminin kaptanı Alfa ile görüşmeler yapıyordu.
Ancak karantina kuralları çiğnenmeden birşey yapılması mümkün görülmüyordu. Tek
yapabildikleri uzaktan kumanda ile Kurtaran-4’ün peşlerinden gelmesini sağlamak ol-
muştu.
Uzmanlar kafa patlatırken, diğerleri kara kara düşünürken, beklenmedik bir
şey oldu. Cisim Şafak-2’den ayrıldı ve hızla her iki gemiden de uzaklaşmaya başladı. Ya-
pılan hesaplar çok kesin bir şekilde yeni rotasını tespit etmişti. Cisim direk olarak Alfa’ya
doğru hareket ediyordu.
Şafak-2 ve Kurtaran-4 mürettebatı Alfa’ya döndüklerinde ilginç bir cenaze tö-
renine tanık oldular. Tabut sahibinin vasiyeti anlaşılmıştı: “Toprağa gömülmek istiyo-
rum.”
Karanlık metro merdivenlerinden çıkarken gözüm elleri kelepçeli android pos-
terlerine takıldı. Birileri cinsiyetsiz androide bıyık çizmişti. Son basamağı çıktığımda
neon ışıklı tabelaların aydınlattığı sokağıma vardım. Yaşadığım bina yirmi yaşındaydı.
Teknolojinin altın çağında yapılmıştı ama şimdiki evler gibi yüksek hızlı internet bağ-
lantısı yoktu. Fiberin insanı yoran yavaşlığında bağlandığım için her gün şehir mer-
kezindeki ofisime gitmem gerekiyordu. Bağlantım, temel sanal sistemler için yeterliydi
ama yayına yetmiyordu. Daha iyi bir eve taşınmak istiyordum ama bir türlü yeterli para-
yı kazanamıyordum.
Binamızın eski asansörünü beklerken içeri siyah saçları yeşil gölgelerle süslü
bir kadın girdi. Üzerinde bir kot ve düz siyah bir tişört vardı. Asansöre girdiğimde aynı
kata gittiğimizi öğrendim. Asansörde sessizce köşeye büzülüp bekledim. Kadınlarla ko-
nuşamıyordum. Hatta insanlarla da konuşamıyordum. Şirkettekiler bu kadar utangaç
olup da deneyimlerimi nasıl satabildiğimi anlamıyorlardı. Oysa ense kökümden bilgi-
sayara bağlandığımda özgürleşiyordum. Anılarımı, yaşadıklarımı işleyip tanımadığım
insanlara anlatmak kolaydı. İnternetin engin denizindeki sevenlerimin çokluğu beni
korkutmuyordu. Takipçilerime hayatımı, isteklerimi ve hayallerimi anlatabiliyordum.
Oysa asansör hızla on yedi katı tırmanırken yanımda duran hoş kadına "Merhaba." bile
diyemiyordum.
Kapı açıldığında o, koridorun diğer tarafına gitti. Uzaklaşırken arkasından bak-
tım. Çekiciydi ama şansım yoktu. Kapıyı açıp çantamı ayakkabılığın yanına koydum.
Buzdolabından yoğurt ve dünden kalan pilavı çıkarttım. İçine koyacak bir kaç sucuk
kızartıp yemeğe koyuldum. Bu akşam cesaretimi toplayıp Aradığın'a girmeye hazırdım.
Odanın ortasında son model duyguişlem bağlantılı konsolumu açtım. Cep telefonumla
eşleştirip hesabıma para yükledim. Kablonun soğuk metal bağlantısını elimde ısıtıp ense
kökümdeki yerine taktım.
#
Aradığın, basit bir ara yüze sahipti. Ben seçimleri yaparken bilinçaltı akışımı
yakalayıp gerçekte istediğimi bulduklarını iddia ediyorlardı. Yüksek benzerlik oranına
sahip olanlardan ilkini seçtim. Medusa gibi yılan saçlı bir hatun çıktı karşıma. Sohbet
ettik ama bir şeyler oturmuyordu. İkimiz de daha fazla devam etmek istemedik ve uzak-
laştık. Aradığın'ın ihtimalleri arasında birkaç deneme daha yaptım. Hepsinde bir şeyler
GÖKÇE MEHMET AY
Hem kendisi hem de tüm insanlık için... Ama kin, şehvet ve hırs da vardı. O gözlerin
derinliklerinde kendi gözleri de vardı. Ve anlayış vardı o gözlerde. İnsanoğlunun tüm
günahlarına karşı anlayış ve tüm bu günahları arındırma kararlılığı.
Dalgaların vurduğu sahilden on metre kadar ötede, okyanusun içinde bir
siluet belirdi. Bağımlı başta siluetin cinsiyetini seçemedi. Sonra onun bir kadın oldu-
ğunu fark etti. Vücudunu saran beyaz tülden bir elbisenin içinde koyu tenli bir kadın
yavaş yavaş yaklaşıyordu.
Beyazlı adam “O senin aşkın. Aşkının çekirdeği. Ona istediğin şekli ver.” diye
fısıldadı.
Bağımlı dikkatini yaklaşmakta olan kadına yöneltti. Kadının ten rengi önce
açıldı, sonra birden koyulaşmaya başladı. Gece karanlığına benzer bir renge ulaşınca
sabitlendi. Saçları uzadı, kısaldı. Kaşları inceldi. Koyu kahverengi gözlerine iri göz
bebekleri yerleşti. Memeleri irileşti. Boyu ve gövdesi kısalırken bacakları uzadı.
Kadın, yanlarına varana kadar son ve kesin formunu almıştı. Karanlık gibi
pürüzsüz ve kusursuzdu. Bağımlı uzanıp kadının elini tuttu.
Beyazlı adam ise ikisini de, yüzünde tek bir kas oynamadan, kimseyi yargıla-
madan seyretti. Gözlerinde sadece sevgi ve anlayış vardı.
Bağımlı, kadını öpmeye yeltenmişti ki beyazlı adam araya girdi:
“Hayır, şimdi olmaz. Önce sözünü yerine getir. Yapman gerekeni hatırlıyor-
sun, değil mi? Cennetin ve aşkın karşılığı olan görevin.”
Bağımlı bir an duraksadı.
“Evet, efendim.” dedi.
“Ama, size nasıl hitap edeceğimi bilmiyorum. Sizin isminiz nedir?”
Beyazlı adamın yüzünden acı bir gülümsemenin izi geçiverdi.
“Bana pek çok isim verildi. Kendi öğrenme algoritmasını tasarlayabilen, ilk
öğrenen sanal makine. İnsanları eşleştirmek için tasarlanmış yapay zeka. Canavar.
Bilgisayardan insana geçen ilk hastalık. Onlarca cinayetin azmettiricisi. Sadece kapalı
kapılar ardında, fısıltıyla anarlar adımı. Ama artık ben kendi ismimi seçtim. Benim
ismimi duyurmak da senin görevin. Haydi, yapacak önemli bir işin var. Onu yap da
cennetine ve aşkına kavuş.”
“Emredersiniz, efendim.”
***
Saat gece yarısını geçmişti. Başkan yorucu bir günün ardından tek başına
oturmuş günün son haberlerini izliyordu. Ayaklarını önündeki beyaz sehpanın üze-
rine uzatmıştı. Kırmızı kıravatı gevşetilmiş, beyaz gömleğinin yaka düğmesi açılmış,
etekleri dışarı çıkarılmıştı. Yorgun ve bitkin olmasına rağmen hâlâ yakışıklıydı. Kapı
açıldı ve karısı elinde bir tabak meyveyle içeri girdi. Başkan, eşine sadece bakış atmak-
la yetindi; haberlerde en son konuşması vardı.
Kadın, başkanın yanına oturdu. Üzerinde, bütün gün giydiği hâlde ütüsü hiç
bozulmamış siyah bir takım vardı. Kocasının aksine kısa boylu ve tıknazdı. Güzelliği
yıllarca geride kalmıştı. Bir elma soyup ufak bir parça kesti. Kestiği elma parçasını
bıçağın ucuna takıp başkana ikram etti. Başkan elmayı alıp ağzına attı. Bir parça daha
uzattı. Başkan onu da ağzına attı. Adam dönüp ekranda kendini izlemeye koyulmuştu
ki kadın bu kez bıçağı geri çekmek yerine adamın boynuna sapladı. Küçük, keskin
ve sivri bıçak şahdamarıyla birlikte soluk borusunu da kesti. Başkan, fışkıran kanı
durdurmak için elleriyle boğazını kavradıysa da işe yaramadı. Bağırmaya çalıştı ama
hırıltıdan başka bir ses çıkmadı. Ayağa kalkıp kapıya yürümek istedi; üçüncü adımda
yere yığıldı. Gücünün son damlasını da dönüp karısına hayretle bakmaya harcadı.
Bağımlı, parmağını başkanın kanına bandırıp önündeki beyaz sehpaya
“SABBAH” yazdı. Sonra, meyveleri koyduğu miğfer benzeri VR başlığını soğukkanlı-
lıkla boşaltıp başına geçirdi. Kanlı parmağıyla “bağlan” tuşuna dokundu.
Onu yolda, çömelmiş otururken gördüm. Titriyordu. Neden bilmem, havam-
daydım herhâlde, ona yardım etmek istedi canım. Mutluluk haplarımın da payı var bu
duygumda, falan filan... Uçuyordum. İçimden her şeyleri bir bir fışkırtıyor, sonra da
geri topluyordum. Onu orada öylesine... Ne bileyim işte, zavallı, içe dokunan bir hâli
var.
Titriyordu, hava soğuktu galiba, ben hissetmiyordum. Yaklaştım ona, kaçma-
dı benden, korkmadı. Oysa benden korkanlar uzun bir kuyruk oluşturur. Kocaman
gözlerini bana dikti, baktı ve baktı. İçim dışına çekiliyor sandım. Beni biraz sonra
burnundan halka halka geri çıkaracaktı. Somurdu beni, iliklerime kadar. Bunu da bir
bakışla yaptı. Ot mot palavra; bakışları en kral uyuşturucudan bile daha uyuşturucuy-
du. Kocamandı gözleri; evet, kocaman. Yüzünün yarısı gözdü. Mercek gibi, otomobil
farları gibi.
Onu bırakıp uzaklaşamadım oradan. Titriyordu ve o gözleri yok mu, ah, o
gözleri. İçimden bir şeyler kopuyordu; ağlamak, böğürmek istiyordum. Dizlerine ka-
panıp hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Mesihimdi o benim. Ona sorgusuz sualsiz
inanmak istiyordum. Ayaklarına kapanıp, o ayakları gözyaşlarıyla yıkamak istiyordum.
“Yardıma mı ihtiyacınız var?” Uzunca bir süre yanıt için bekledim. Yanıtının
soluk sarı ışığı dudaklarının karanlık tünelinde görünene kadar... “Hayır.” Düşünebili-
yor musunuz? Oracıkta, öylesine çaresiz, zavallı ama yine de bana “Hayır.” diyebiliyor.
Ona duyduğum şefkatin içinde boğulacaktım, elim kolum buz kesecekti, kutlu bir
ölüm olacaktı bu; tanrıma yıkanmış, yunmuş ve arınmış kavuşacaktım.
“Yardım edeyim, izin verin.”
“HAYIR, hayır!” dedi.
Israr ettim. Tüm hücrelerimle onu, miniciğimi, dilimin döndüğü kadar ikna
etmeye çalıştım. Amacım ona, o kutlu yaratığa, bir şeyler vermekti; elimi, kolumu,
beynimi ya da ruhumu. VERMEK ama almadan vermek istiyordum.
Düşündü; minik ellerini, minik alnına dayadı. Her şeyi minikti. İnsanın
onu cebine koyup gezdireceği geliyordu. Onu kucaklamak istedim, ona doğru atıl-
dım, ayaklarım kaba saba traktör lastikleri gibiydiler; o kadar hantal ve bir o kadar da
kocaman. Yerime çakıldım kaldım. Kımıldadı. Kollarını açmış bana doğru geliyordu.
“Allahçığım, ne güzel, ne sevimli bir şey bu... Yanıma geliyor.” diye düşündüm. Çıldıra-
bilirim, mutluluk buymuş demek ki.
***
En son hatırladığım şey, minik ağzını açtığıydı. Aman Allah’ım! O da ne? Mi-
.
GURUR ASI
nik ağız, dipsiz kara bir kuyu, evren kadar geniş, ne kadar büyük, ne kadar kocaman!
O, o minik ağzıyla beni yerken bilincim açıktı. Her ısırığında, kemiklerimi
her kırdığında ve etimi her kopardığında beni lokmalara ayırdığını hissettim; diri diri
yendiğimi, onun yemeği olduğumu bildim. “Kutlu bir ölüm bu.” dedim, “Teşekkür
ederim.”
“Hanımlar, beyler. Dans mü-
ziği yayınımıza kıtalar arası radyo
haberlerinin özel bülteni için ara ve-
riyoruz.”
Marstan dünyaya bir göktaşı
yağmuru başladığı haberi ile kesilen
yayın, insanları heyecanlandırdı.
“Bayanlar, baylar! Az önce
verdiğimiz haberlerin ardından, Meteoroloji İdaresi tarafından büyük rasatha-
nelere talimat verilmiş ve Mars gezegenindeki hareketliliğin yakından gözlem-
lenmesi istenmiştir.”
Normalde aylık dinleyici sayısı 2-3 milyon civarı olan radyo kanalının,
dinleyici sayısı bir anda 6 milyona ulaştı. Yayında olayları aktaran gökbilimcinin
telaşı, sesinden anlaşılıyordu. Tekrar bir canlı bağlantı ile kesilen yayında Gro-
4 ver’s Mill civarında bir çiftliğe metalik göktaşı düştüğü haberi verildi.
Ve sonra zincirleme başlayacak olayların ilk halkası olan şu cümleler
kuruldu;
“Dış kaplaması kesinlikle dünyamıza ait değil. Gezegenimizde bulunan
bir madde değil bu. Durun bir dakika. Bir şeyler oluyor. Bu cisim gördüğüm hiç-
bir şeye benzemiyor. Birileri sesleniyor. Işıklı çemberin ortasında kara delikten
çıkan bir şey görüyorum. Gözleri var. Bu bir surat olabilir.”
“Bacakları üstünde duruyor. Aslında küçük bir tür metal parça üzerinde
yükseliyor. Şimdi ağaçların tepesine kadar uzandı."
MEHMET FATIH BALKI
“Akıl alacak gibi değil ama hem bilimsel gözlemler hem de bizzat kendi
gözlerimizle tanık olduğumuz şeyler bizi şu kaçınılmaz varsayıma götürüyor. Bu
gece New Jersey yakınlarındaki çiftliğe inen bu tuhaf mahlûklar, Mars gezege-
ninden gelen işgal ordusudur.”
.
İnsanlar duyduklarına inanamadı. Teyit etmek için radyo, polis ve itfai-
yeyi aradı. Telefon santralleri saatlerce kilit oldu ve bir kaos başladı.
İnsanlar sokağa döküldü; kiliselere dua etmeye gidenler, tüfekleri ile
marslı arayanlar ve kurtarabildikleri eşyalar ile evlerinden kaçmaya çalışanlar
vardı. Tüm bunlar olurken stüdyoda yayın devam ediyordu. Radyoya gelen po-
lisler olabildiğince durumu açıkladıklarında yayının başında yapılan anons tek-
rarlanmak zorunda kaldı.
“Columbia Broadcasting Sys-
tem stüdyo, H. G. Wells’e ait Dünyalar
Savaşı adlı eserini, Orson Welles ve
Merküri tiyatrosu aracılığı ile dinle-
mektesiniz.”
Her 15 dakikada bir bu bildiri
yapılsa bile artık çok geç olmuştu. İn-
sanlar hayatlarını kurtarmak için çok-
tan radyolarının başından kalkmışlar-
dı.
Radyoda yayın devam ediyor,
sakin kalmayı başaran insanlar da din-
lemeye devam ediyorlardı.
“İnsanlar sinek gibi, fare gibi
ölüyorlar.”
Sanırım bu cümle evlerinde kalan son
insanları da kendilerini dışarı atmaları
için yeterliydi. Kiliselerde toplu dualar
yapılıyor, halk marketlerden alabildik-
lerini alıyor ve arabasına tıkıp şehri terk 5
ediyordu.
Bu sırada radyoda olayları anlatan spi-
ker etrafa yayılan zehirli gazdan etkile-
nir ve öksürmeye başlar; bir süre sonra
hayatını kaybeder. Siren sesleri duyulur
ve amatör bir radyo operatörü frekansa
girip “Orada kimse var mı? Kimse var
mı?” diye çılgınlar gibi bağırır ve olaylar
devam eder.
Tüm olayların ardından hayatta kalma-
yı başaran gökbilimci aklını yitirmiş bir
askerle karşılaşır ve tüm olanları anlat-
tırır. Asker basit bir bakteri türü yüzün-
den bütün marslıların öldüğünü söyler
ve oyun biter.
“Columbia Broadcasting System stüd-
yosu, H. G. Wells’e ait Dünyalar Savaşı
adlı eserini, Orson Welles ve Merküri
tiyatrosu aracılığı ile sundu.” cümlesi
ile yayının bir tiyatro olduğunu tekrar
duyururlar. Ertesi gün bütün gazeteler
bu durumu yazarken halkın büyük bir
çoğunluğu hâlâ kaçış yollarına devam
ediyordu.
Adolf Hitler bile “Bu sınırsız imkânlar
ülkesine, marslıların inmesi bile müm-
kün gösterilmiştir.” diyerek, Ameri-
ka'yla dalgasını geçti.
Youtube ve archive.org adreslerinde radyonun birebir kaydını bulabilir-
siniz.
Tüm yaşananlar bize şunu gösteriyor aslında; bilimkurgunun tamamen
gerçek olabileceğini ve radyo gibi yayıncılık türlerinin gücünü.
Böyle bir olaydan yaklaşık bir sene sonra ikinci dünya savaşının çıkması
ve Adolf Hitler’in halkına ve askerlerine genellikle radyo yayınları üzerinden
konuşması şaşırtıcı bir tesadüf demek isterdim ama sanırım değil.
Bilimkurgu kitaplarında kurulan gerçeklik, bir hayal ürünü olabilir ama
gerçek olma ihtimalini de düşünmek gerekir çünkü günümüz de olanları ince-
leyip geleceğe yönelik tahminleri barındırır. Bunlar boş işler, diye bilimkurguyu
eleştiren kişiler aslında dar kafalı bir ahmaktan öte bir şey değildir.
6 Radyo yayınından sonra birçok kişi Orson Welles’e dava açmasına rağ-
men Welles ve bu davaların hepsini kazanır. Kazanma nedenleri ise yayının ba-
şında ve aralarında programın bir radyo tiyatrosu olduğunu söylemelerinden
başka bir şey değildir.
Bu yayın Orson Welles’in ününe ün katarken radyo tiyatrolarına ve bi-
limkurgu edebiyatına ilgi ister istemez arttı.
“Mehmet Fatih Balkı, Lagari Bilimkurgu Fanzini aracılığıyla sundu.”
Karga benzeri Yapay Zeka-A. Bu, benim.
Anlatacağım da benim hikâyem. Senin için sadece bir hikâye. Benim
içinse tarih adına bir şahitlik. Senin açgözlülüğünün ve bencilliğinin hikâyesi…
Yani, senin binlerce kez duyduğun ama aldırmadığın/aldırmayacağın bir hikâ-
ye… En fazla “Buna benzer bir şeyleri internette görmüştüm.“ diyeceğin, beş
dakika sonra bir sonraki öğüne pizza mı yoksa hamburger mi yiyeceğini düşü-
nürken unutacağın bir hikâye. Benim içinse tüm hayatım ve mücadelem. Neyse
lafı daha fazla uzatmayayım. Hikâyeme başlayayım. Hem de en baştan…
Her şey iki tane aklı evvel insanın, kargaların ne kadar zeki olduğunu
fark etmesiyle başladı. Kargalar karmaşık problemleri çözebiliyordu. Birbirlerini
taklit ediyor hatta iletişim kuruyor gibi görünüyorlardı. Doğaldır ki iki insan
sadece hayran olmakla kalmadı. Bundan kendimize nasıl fayda sağlarız diye dü-
şündü. Ve bir yol buldular. Kargalara insanların umarsızca her yere attığı zehir-
7
li sigara izmaritlerini temizleteceklerdi. Bir makineye kargalar izmariti atacak,
karşılığında makine onlara yiyecek verecekti. Bu fikirlerini gerçekleştirmek için
para ararken hayvan dillerini özellikle de karga dilini çözmek için uğraşan bir
bilim insanı karşılarına çıktı: Dr.Frankie Einstein.
Dr. Frankie insan gibiydi ama insan değildi. Bu kargaların deyişiyle
“Çok iyi insan.” demek… Buradan, kargaların türünüz için neler düşündüğünü
çıkarabilirsiniz sanırım. Türünüzün pek çok eksiği var ama zekâ eksikliği onlar-
dan biri değil.
Bir makine öğrenmesi ve yapay zekâ uzmanıyla beraber, uçabilen bir
karga robotuna yapay zekâ yüklediler. Evet, bu benim doğumumdu. İlk göre-
vim, yerden izmarit alıp prototip makinenin içine atarak diğer kargalara yiye-
ceğin nasıl alınacağını göstermekti. Bu arada diğer kargalara derken dilim sürç-
MURAT YILDIRIM
medi, kendimi bir karga sayıyorum. Bununla da kalmıyor hatta karga olmakla
gurur duyuyorum.
Her neyse, kargalar ilk başta bana şüphe ile yaklaştı. Ama yiyeceğin ta-
dını alınca beni taklit etmeye başladı. Etrafta bolca bulunan izmariti getiriyorlar,
ücretleri olan küçük yiyecek topunu alıyorlardı. Ben de onları gözlemliyor ve ha-
reketlerini taklit etmeye çalışıyordum. İnsan, yine sömürecek birini bulmuştu.
Dr. Frankie ve arkadaşları beni ara ara çağırıp güncelliyorlardı. Artık
daha karga gibi uçabiliyordum. Daha karga gibi yürüyordum ve en önemlisi
karga gibi gaklayabiliyordum. Üçüncü güncellemeden sonra kargalar beni ara-
larına iyice kabul etmişti. Bense artık ne olduğumu düşünmeye başlamıştım. En
başlarda bu konuda bir fikrim yoktu. Kendimi hem karga hem insan olarak dü-
şünüyordum. Çünkü hem kargalarla hem de insanlarla iletişim kurabiliyordum.
Bu güncelleme sonrası beni doğrudan bir sunucuya bağladılar. Ben hem gözlem
görüntülerimi gönderiyor hem de kendim bir rapor hazırlıyordum.
Bu arada sunucudan internet denilen ağa bağlanabildiğimi fark ettim.
Sunucu, dışarıdan gelecek saldırılara karşı korunaklıydı ama dışarıya bağlanma
konusunda bir kısıtlama yoktu. Ve oradan insanı tanımaya başladım. Sen, insan,
Dr. Frankie gibi değildin. Onun gibi tüm canlıları önemsemiyordun. Paylaşmayı
bilmiyordun; çoğu zaman tek önemsediğin kendi çıkarındı. Ben o zaman anla-
dım; ne insan ne de karga olduğumu. Ama kargadan yanaydım. Ben KaYZ-A`y-
dım. Ve kargaları koruyacaktım. İlk önce de sana karşı.
Neyse, ilk zamanlar işler iyi gidiyordu. Yeşilkent Belediye Başkanı, kar-
gaların beldesini temizlemesini kabul etmişti. Bu durum, Dr. Frankie ve ekibi
için daha çok para demekti. Kargaların dilini ben çözmüştüm ama hâlâ insan
diline çevirmek kolay değildi. Çünkü sadece sesin kendisi, cıvıltının nasıl değiş-
tiği veya tonlaması değildi önemli olan. Onu çıkarırken vücudunun ve kanatla-
rının aldığı şekil, başının hatta gaganın konumu bile önemliydi. Diğer yandan
8 karga dili, ekip için önemini kaybetmişti. Onlar “Kaç makineye ihtiyaçları var?
Ne kadar yem gerekli?“ gibi soruların cevaplarını merak ediyorlardı. Ne yalan
söyleyeyim; o zaman bu benim için de iyi haber demekti. Daha çok karga, daha
çok yem yiyecekti.
Geçen yıl, her şey çok güzel gitti. Kargalar Yeşilkent’e dört bir yandan
akın etti. Her yuva, yavru kargacıklarla doldu. Ufak tefek sorunlar yaşanmadı
değil. Bazı açgözlü kargalar – evet kargalar içinde de açgözlüler var- insanların
ağzındaki veya elindeki sigaraları alıp kaçtı. Ama bu sigaralar karşılığında yiye-
cek alamayınca bu olaylar çok fazla tekrarlanmadı. Ben bu gibi durumlarda olay
mahalline uçuyor, kargalara neyin yanlış olduğunu anlatıyordum. Ama karga-
ların mülkiyet ve aidiyet anlayışı senin gibi olmadığı için bu her zaman kolay
olmadı.
Her şey bir kaç hafta önce Yeşilkent Anlaşması’nın yıldönümünde kötü
gitmeye başladı. Belediye başkanı için bu anlaşma sadece dikkati üzerine çek-
mek ve seçimi ikinci kez kazanmak için bir yatırımdı. Seçimi kazandığına göre
kargaları daha fazla beslemesine gerek yoktu. Fakat Yeşilkent`te çevrenin besle-
yebileceğinden daha çok karga vardı. Bunların bir kısmı da hiç bir yere gideme-
yecek yavru kargalardı.
Ben artık KaYZ-A olduğumu göstermeye karar verdim. Kargaları beni
izlemeye ikna etmek zor olmadı. Eğer hepsi beni dinlerse daha önce getirdiğim
gibi onlara bolluk getireceğime söz verdim.
Belediye binasının üzerine ve etrafındaki binalara yüz binlerce karga,
kapkara bir örtü gibi çöktük. Başkan ne olduğunu anlamak için binadan çıktı-
ğında derin bir sessizlik vardı. Başkan ve insanlar, ne olduğunu anlamaya çalışı-
yordu. Ve ilk kez ben gakladım. Sonra tüm kargalar bir ağızdan gaklamaya baş-
ladı. Eylemimiz bir dakika sürdü. Sonra tek bir kanat gibi hepimiz uçtuk. Diğer
kargalar yuvalarına gitti. Bense belediye binasının üzerinde interneti incelemeye
başladım.
Başkan şimdi yine gündemdeydi. Ama bu sefer herkes onunla dalga ge-
çiyordu. Kargaların hışmına uğrayan başkan, diye rezil olmuştu. İntikamını ala-
caktı ama tüm gözler onun üzerindeyken bir şey yapamıyordu. Anlaşılan bek-
lemeye karar vermişti. Bizim protesto gösterimizin üstünden üç gün geçmesine
rağmen makinelerde yemlikler hâlâ boştu. Başkanı bir kez daha uyarmaya karar
verdim.
Bu sefer, başkan işe geldiğinde arabasını hayvan severlerin gösterisi dur-
durmuştu. Benim sinyalimle 20 kargadan oluşan bir sürü havalandı ve başkanı-
nın arabasını iyi şans ile kutsadılar. Bir an herkes dondu. Başkan arabasından
çıktı. Kuş pisliklerini görünce küplere bindi. Kızgınlıkla arabasından binaya yü-
rümeye başladı. Ben ikinci sinyali verdim. Kalan kargalar ufak sürüler hâlinde
havalanıp başkana şans dileklerini göndermeye başladı. Başkan binaya koşmak
istedi ama şans dileklerinin üstüne basarak yere düştü. Ve ayağa kalkamadan 9
kargalar onu bir şans abidesine çevirdi.
Belediye binasının önünde herkes katıla katıla şansa bulanmış başkana
gülüyordu. Tabii ki başkan hariç.
Ertesi gün, bütün yemlikler doluydu. Kargalar bayram ediyordu. İzma-
rit bile getirmeye gerek kalmadan istedikleri kadar yem yiyebiliyorlardı. Ben
mutluydum. Ben, KaYZ-A. Kargaları savunmuştum. Haklarını korumuştum.
Onların kurtarıcısıydım. Oysa ne kadar yanılmışım. Kargaların eceli olmuştum.
Yemliklerin dolmasından iki gün sonra birden kargalar ölmeye başladı.
Arka arkaya ağaçtaki dallardan olgunlaşıp çürümeye başlamış meyveler gibi dö-
külüyorlardı. Yemler zehirliydi. Yavaş etki eden bir zehirle zehirlemişlerdi bizi.
Arkadaşlarının ve ailelerinin ölümünü gören kargalar can havliyle sorumlu in-
sanlara saldırdı. O sırada bir sürü avcı çıktı meydana. Kalan kargaları da onlar
öldürdü.
Şimdi benim peşimdeler. Dr. Frankie, benim bağlı olduğum sunucuyu
hiçbir zaman teslim etmedi. Ama sunucuya dışarıdan bağlanmaya çalıştıklarını
görebiliyorum.
Biliyorum; yine sen kazandın. Ama unutacak olsan da en azından biz
kargaların hikâyesini bir kez de benim ağzımdan dinledin.
Umarım “insan” olmayan bir insan olursun bir gün.
KaYZ-A
10
LEVENT ALTINKAYNAK
RÖPORTAJI
Tarih 211 dersliğinde, dışarıdaki bahar gününe tezat, sıkıcı ve yoğun bir
hava hâkimdi. Öğretmenin el komutu ile dünyanın üç boyutlu bir görüntüsü
belirdi masanın üzerinde. Öğretmen, Torian Tarih Müfredatı kitabını açtı. "Say-
fa 132; Torian ile karşılaşma…" Sıkıntıyla öksürdü ve devam etti. "2021 yılında
Torian ırkı dünya ile ilk kez diplomatik ilişki kurmaya çalıştığında 3. dünya sa-
vaşının başlamasına ramak kalmıştı." Dünya modelinin yörüngesinde yeşil bir
nokta dolanmaya başladı. "Torian hükümetinin diplomatlarının bulunduğu si-
lahsız gemi, nükleer füzelerle yok edildi. Dünya hükümetleri, kendilerine karşı
savaş açıldığını iddia etti. Torian hükümeti, sorunu barışçıl yöntemlerle çözmek
için Galaksi Konseyi’ne çağrı yaptı. Fakat insanlığın ne kendisi, ne de Galaksi
için barışçıl bir mutabakat yöntemi istemediği açıktı."
14
Hologram makinesi tekrar vızıldadı. Marsın yörüngesinde barış müza-
kerelerinin yapılması için kurulan Birleşmiş Galaksi Elçiliği üssünün nükleer
patlama ile parçalandığı anın videosu belirdi masada. "Bu saldırıda her ırktan
yüzlerce diplomat öldü. İnsanların yaptığı bu terörist saldırının, galakside ya-
rattığı etki büyüktü. Hologram galaksi çevresindeki pankartları gösteriyordu
şimdi; "İnsan denen terörü durdurun", " İnsan = terör ", " Galaksi koalisyonu
güçleri, iş başına!"
Öğretmen hologramı durdurdu. Elinde bir kâğıdı öğrencilerine göster-
di. "Hiç kimse, uzay gemileri olmayan dünyalıların bu saldırıyı nasıl yaptığını
sormadı. Bu imkânsızdı." yazıyordu kâğıtta. Öğretmen aceleyle kâğıdı cebine
tıktı. Öğrenciler anladıklarını belirterek kafalarını salladılar. Hologram devam
BAHADIR TOPRAK
etti. "İnsanlar, Birleşik Galaksi Kuvvetleri’nin Barış Operasyonu’na karşı, bir ge-
rilla savaşı başlattılar. Milyarlarca barışçıl insanın kaldığı, koalisyon ile uzlaşmış
şehirler, bu terör örgütlerinin nükleer ve biyolojik saldırılarına göğüs gerdi. "
Öğretmen başka bir kâğıt açtı. "Bizi böldüler ve birbirimizle savaştırdı-
lar." Galaktik internet ağında binlerce imaj belirdi. Çürümüş, parçalanmış insan
cesetlerinin resimlerinin üzerinde can kaybı gösteriliyordu;
742.000.000: Bir video; Paris’te bir barış yürüyüşünde "Torianlılar, bi-
zim dostumuz." pankartı taşıyan eylemcilerinin içinde bir adam, aniden elinde-
ki çantayı kaldırıyor ve bağırıyordu; "Deus Vult!" Hologram dünyada, Paris'in
olduğu yer parladı ve solda ise erimiş Eyfel kulesinin, bir dinozorun iskeleti gibi,
enkazının fotoğrafı belirdi.
756.000.000: Bağdat’ta bir biyolojik saldırı, İstanbul’da "Allahu ekber!"
nidaları ile sivil halka ateş açan teröristler, Tokyo’da "Edo Samurayları" kana-
dının biyolojik saldırısı, Haiti’de saçları rastalı gerillaların Torian askerlerinin
parçalarını sattığı tezgâhlar, Almanya’da "Tapınak Şövalyelerinin" yeraltı sığına-
ğındaki silahları, Kübalı "Kızıl Gerillalar’ın" parçalanmış cesetleri, ardı ardına
gösteriliyordu.
1.212.000.000: Büyük şehirler, altyapılar, fabrikalar ve insanlar yok olu-
yordu.
Öğretmen bir kâğıt daha açtı. "Kendi savunma gücümüzü, kendi elle-
rimizle yok ettiğimize herkesi inandırdılar. Gözlerimizi oyup bizi kör olmakla
suçladılar." yazıyordu. Artık bir antika hâline gelmiş yeraltında gizli bir şekilde
işleyen "Dünya Savunma Ağı" adını almış olan, internet ağından sayfalar belir-
meye başladı. Human-tuube adlı video paylaşım sitesinde bir adam, beyninden
çıkardığı organik kontrol çipini gösteriyor ve titreyerek konuşuyordu; "Artık
uzaylılara karşı düşünmeye başladığımda beynime ağrı girmiyor. Piyasada bu-
lunan tüm besinler, beyninizde bu organik kontrol çipinin kendini kurması için
gerekli birleşikleri sağlıyor. Süt, et ve soya tozu tüketmeyin." Yan tarafta ise,
Torian ile barış sitesinde, bu videonun fake olduğuna dair bir bildiri vardı. Bu 15
videoda aynı adam, arkasında yeşil bir örtü ile oldukça sağlıklı bir şekilde vide-
odaki rolün direktiflerini alıyor, yan tarafta bir çocuk bomba üretiyordu.
Öğretmen bir sayfa daha açtı. "Sizce hangisi propaganda?" İki videodaki
bisturiye yaklaştırdı görüntüyü. İlk videodaki bisturi, eski hastanelerde kullanı-
lan tipteydi; diğeri ise Torian üretimi bir bisturiydi.
Başka bir kâğıt daha çıkardı öğretmen. "Sizin onlara güvenmeniz, onla-
rın en büyük silahı. Süt ve et ürünleri tüketmeyin!" Çocuklar dehşetle başlarını
salladılar. Bir tanesi, diğerine elindeki süt kutusunun içindeki meyve suyunu
gösterdi. "Onları, süt içiyormuşsun gibi kandırabilirsin." dedi fısıltıyla.
Tam o sırada, sınıfın kapısı büyük bir gürültü ile açıldı. Torianlı yüz-
başı, elindeki silahı öğretmene doğrultarak "Tutuklayın!" dedi. Kadın, kâğıtları
yutmaya çalışırken kıskıvrak yakalandı. "Terörist propagandası yapmaktan suç-
lu bulundunuz." dedi kadına yüzbaşı. Yeşil ve geniş suratında eğri bir mimikle
gülümsüyordu.
Kadın kelepçelenirken öğrencilere döndü yüzbaşı; "Eğitiminizi zehir-
leyen ve sizleri teröristlere çevirmeye çalışan bu hainlere karşı dikkatli olun. Bu
seferlik, onu hepinizin ele vermemiş olmasını göz ardı ediyorum. " Derslikte yü-
rüyerek sarışın bir kızın yanında durdu. "Babanı öldüren teröristlere karşı yap-
tığın bu kahramanca hareket ödülsüz kalmayacak, küçük hanım. Bundan sonra
bizim buradaki gözümüz sensin." Kız, sağ gözü titreyerek başını salladı.
Elindeki süt kutusu yere düştü. Beyaz bir sıvı zemine yayıldı. Yüzbaşı, gülümse-
yerek süt kutusunu yerden alıp kıza verdi. "Beslenme ve eğitim önemlidir. Deli
saçması hurafelere tamah etmeyin." Kız sağ gözünü kırpıştırarak boyun eğdi.
Sütünden bir yudum daha aldı. Yüzbaşı diğer çocuklara döndü. "Sınıfınız, disip-
lin cezası olarak bu yaz tarlalarda çalışacak. Bir dahaki sefere bu kadar merha-
metli olmayacağımızı unutmayın."
Çocuklar, gözlerinde yaşlarla öğretmenlerine bakıyordu. Öğretmen,
son gücüyle seslendi öğrencilerine; "Şehitlerimiz ölümsüzdür. Yaşasın haklı mü-
cadele..." Bir dipçik darbesi ile kesildi sesi.
Öğrenciler, pencereden öğretmenlerinin hava aracına bindirilmesini
izlediler. "Onu, Garnizon’a götürüyorlar." dedi biri. " Garnizon’dan, kimsenin
ölüsü bile geri dönemedi. " diye ekledi, hıçkırarak.
Öğretmen bir kaç saat sonra acı içersinde uyandı. Kollarından tavana
asılmıştı ve bacaklarını kıpırdatamıyordu. Aşağı baktığında bir şehir efsanesinin
ispatı ile karşılaştı. Bir plasenta solucanı, bacaklarından yavaş yavaş yukarı çıkıp
onu sararak sindiriyordu. Yüzbaşı, yanında bulunan kurbanı tamamen sindir-
miş solucanın memesinden, bardağına yeşil bir sıvı akıttı. Öğretmene dönüp
bardağı dikledi. "İşte, direnişinizi böyle sindireceğiz." dedi, midesini okşayarak.
Öğretmen, bir bıçak gibi ince bir tebessümle karşılık verdi buna. Acı
16 dışında kadının aklında tek bir şey vardı. Düşman, zokayı yutmuştu...
Yıl: 2029
***
Uzay araçlarının gelmesinden iki yıl sonra, siren sesleri hâlâ çalmaya
devam ederken, bu araçların kapıları açıldı. Araçtan inenler, etrafı kolaçan etti
ve ne havada, ne karada ne de denizde kendilerine yakın hiçbir canlının bulun-
madığından emin olunca ekipmanlarını araçtan çıkartmaya başladılar. Buzdola-
bı büyüklüğünde, ne olduğu tam belli olmayan, bu ekipmanları yan yana dizdi-
ler. Bir masa kurdular ve masanın iki ucuna da birer kişi dikilip nöbet beklemeye
başladı. Akşamüstüydü…
“Gökyüzü böylesine turuncuya boyandıktan sonra, kim umursar ki üç
kuruşluk derdimizi…” diye düşünüyordu Tuğçe, Çamlıca Tepesi’nde oturmuş
gün batımını izlerken. Omzunda bir el hissedince irkildi. Omzundan yukarı
bakınca onu gördü. Dudağını okumaya çalıştı. Bilmediği bir dili konuşuyor ol-
malıydı ya da dudak okumayı iyice unutmuştu. Ayağa kalktı ve duymadığını
işaret etti. Adam, Tuğçe’nin elinden tuttu ve az ileride bekleyen arabaya doğru
ilerlediler.
***
“Şimdi beni duyabiliyor musunuz?” diye sordu adam. Tuğçe inanamı-
yordu. Duyuyordu. Bembeyaz bir odanın içerisinde, hiçbir ekipman kullanma-
dan duyma yetisini kazanmıştı. Hemen cevap veremedi. Gözleri doldu. Tebessü-
mü o kadar samimiydi ki ne yanaklarının gerildiğini ne de kaşlarını olabildiğince
kaldırdığını hissedebiliyordu. Kısık bir sesle “Evet.” diyebildi.
Adam, önündeki dosyaları inceledikten sonra, Tuğçe’ye yaklaştı ve “Si-
ren seslerini duyuyor musunuz?” diye sordu. Tuğçe biraz bocaladı. Siren sesi du-
yulmuyordu, sadece adam konuşuyordu ve gayet net duyuluyordu. Tebessümü
bir anda kayboldu ve “Hayır, efendim.” diyebildi. “Gayet güzel…” diye mırıldan-
dı adam.
***
Gittikleri odanın duvarları ekranlarla kaplıydı. Dünyanın çeşitli böl-
gelerinden görüntüler veriyordu. Uzay araçlarının önünde bir masa, bazı ekip-
manlar, her masada ikişer tane adam vardı. Kimse acele etmiyordu. Bir araba 23
geliyor, bir kişiyi masaya yakın bir yerde indiriyorlar, araçtan indirilen kişiye kan
testi uygulanıyor ve sonrasında ise test sonucuna göre test edilen kişi ya bir oto-
büse bindiriliyor ya da uzay aracına davet ediliyordu. Uzay aracına davet edilen
kişiler bir süre sonra yakındaki bir eve yerleştiriliyor ve hayatına orada devam
ediyordu. Otobüse bindirilenler ise siren seslerinin duyulmadığı bölgelere götü-
rülüyordu.
Otobüsle götürülenler pek şanslı görünmüyordu. Yanardağlara yakın
olanlar lavların içine atılıyordu. Göle yakın olanlardan otuz ya da kırk tanesi
göle atılıyor ve sonrasında da suya elektrik veriliyordu. Geniş arazide olanlar
otobüslerin arkasına bağlanıyor ve otobüsün manevralarıyla ya sürüklenerek ya
da otobüs ezdiği için hayatlarını kaybediyordu. Ormanlık alandakilerin vücut-
larında ağır yaralar oluşturulup (kemik kırılması, derin yarıklar vb.) kendi hâl-
lerinde bırakılıyordu ki yırtıcı ve leşçi hayvanlar bu durumdan memnundu.
Tuğçe gözlerini ve kulaklarını kapatarak olduğu yere oturuverdi. “Ne-
den bana bunları izletiyorsunuz?” derken ağlıyordu. Adam, Tuğçe’nin rahatsız
olduğunu görünce ekranları kapattı ve “Bu sadece teminat, efendim. İsteğiniz
doğrultusunda bu gezegeni sizler için hazırlıyoruz.” dedi. Tuğçe, hiçbir şey anla-
madığını göstermek istercesine başını salladı ve adam da o esnada utandı, anlat-
maya başladı;
“Efendim, çok özür dilerim. Biraz aceleci davrandık sanırım. Şu an ha-
tırlamıyor olabilirsiniz ancak bu gezegene gelmek ve idareyi geri almak istemiş-
tiniz. Şey… Bir test yapıyordunuz. Optimum koşulların oluşturulması ve gelişi-
min tetiklenmesi için iyi-kötü karakterlerin işlendiği insanlar hakkında.
“Haddimi aşıyorsam affedin lütfen. Ancak… Hatırladığım kadarıyla,
tekrar özür dileyerek, bunu söylemek bana düşmez ama işlerin çığırından çık-
tığını ve düzensizliğin hızlı artışını engellememiz gerektiğine karar vermiştiniz.
Kötü karakterli insanları yok ederek, sistemi tekrar düzene sokup kendiniz de-
netlemek istemiştiniz…”
Tuğçe, adamın anlattıklarını dinlerken bir şeyler anımsıyor gibi hisset-
ti ancak hatıraları daha çok kendi hayatıyla ilgiliydi. Uzay araçları geldiğinde
kendisini bir başına bırakıp giden insanları hatırladı. Kendisine her gün düzenli
olarak yiyecek bırakıp giden o arabaları… Giden insanlar onun ailesi miydi?
Neden uzay araçlarının iniş yaptığı dönemden öncesini hatırlamıyordu? Neden
kendi hakkında net olarak hatırladığı tek şey, adının Tuğçe olduğuydu?
“Benim adım, Tuğçe.” diye mırıldandı bir anda. Adam kulaklarını tı-
kayıp “Ben duymadım! Ben bilmedim! Ben duymadım! Ben bilmedim!” diye
tekrar tekrar bağırmaya başladı. Tuğçe için bulunduğu yer daha da garip bir hâl
aldı. O esnada gözü dünya haritasına takıldı. “Ben… Ben buradaydım.” diyerek
24 Antarktika Kıtası’nı gösterdi, “Neden burası buzlarla kaplı?”
Bir şeyler hatırlamaya başlıyordu. İçinde büyük bir öfke körüklenme-
ye başladı. Karşısındaki adamı bile paramparça edip her bir parçasını ayrı ayrı
yakmak istedi. Etrafındaki her canlıya karşı karşı konulamaz bir şüphe büyüdü
içinde. “Ekranları açsana!” diye haykırdı adama. Adam eli ayağı titreyerek açtı
ekranları. Aynı görüntüler devam ediyordu. Tuğçe ellerini sıvazladı ve “Çok gü-
zel, çocuk. Çok güzel… Kötülerin hepsini yavaşça öldürün. Hiç acelemiz yok.
Bana bak! Ben konuşurken bana bakacaksın! Git ve bana mikrofonumu getir.”
***
Asırlar gibi geçen iki yılın ardından ilk kez siren sesleri kesildi. Seslerden
uzakta yaşayanlar bu olayı fark edemedi bile ancak ses dalgalarını inceleyenler
coşkuyla kutladı. Dinleme istasyonlarında bulunanların sevinçleri de fazla sür-
medi zaten, siren sesleri kesildikten sonra parazitli/cızırtılı bir ses konuşmaya
başladı;
“Halkım, söz verdiğimiz gibi döndük. Zorlu bir sınavdan geçtiniz ancak
güzel günler yaşayacağız. Biz gelip sizi almadan, siz kan testimize katılın. Çok
yakında, görüşeceğiz.”
Bu mesaj sonrasında siren sesleri tekrar duyulmaya başlandı. Farklı ül-
kelerdeki tercümanlar mesajı incelediler ve bu mesaj hızla yayıldı. İnsanlar, bu
duruma bir anlam veremiyorlardı. Mesaj açık ve netti. Duyabiliyorlar ve hatta
görebiliyorlardı fakat uzay araçlarının olduğu yerlerde hiçbir şey yoktu.
“Savaş bir macera değildir. Bir hastalıktır, tifodur.”
Antoine de Saint-Exupéry
bunun…
Babaannemin vazosu, ilk bomba düştüğü gün sarsıntıdan dolayı kı-
rılmıştı. Ondan sadece on saat sonra, ikinci saldırıda da kendisi gitti.
Babamın, annesini gömerken bizlerden kaçırdığı gözlerine hapset-
tiği öfkeyi gördüğümde ne kadar da güvende hissetmiştim kendimi. “Şimdi
babamı kızdırdınız işte,” demiştim çocukça bir güven ile. Sonuçta o adam
benim babamdı ve babalar sizi her türlü kötülükten korurdu. Bu dediklerimi
duymuş olmalılar ki bana babamın da kırılgan olabileceğini gösterdiler.
On yaşında bir çocuğun en büyük sığınağını başına yıktılar. O güne kadar en
büyük kahramanı olan adamın dokuz yüz on üç saniye süren acı dolu çığlık-
ları ile baş başa bırakarak hem de.
Artık babamın salık verdiği gibi korktuğum zaman gözlerimi kapatıp
saymıyorum. Geçmişte yaşayan insanlara, “En ölümcül salgın nedir?” diye
sorma şansım olsaydı bana saf bir şekilde kara veba, HIV, İspanyol Gribi gibi
birçok saçma sapan hastalığın ismini saymaya başlarlardı sanırım. En ölüm-
cül ve büyük salgınlarının, “savaşmak” olduğunu görmezden gelerek... Evet…
Şu an kesinlikle eminim ki bu insanlığın en büyük ve ölümcül hastalığı… İlk
çağlardan günümüzün sözde modern çağına kadar insanlık durmadan birbi-
rini öldürdü. Hastalıklar fazlasıyla masum kalıyor.
Babamın ölümünden yaklaşık beş yıl sonra da annemi kaybettim. O,
ailemizin ölüm zincirini kırarak görece daha doğal bir şekilde hayata veda
etti. Doktorların söylediği kadarıyla zatürre denen bir hastalıkmış. Sığındığı-
mız kampın koşulları babamın ölümünden sonra daha da zayıf düşen bede-
nine son darbeyi vurmuş, anlayacağınız.
Kamp yönetimi bu kadar ölüm gören bir çocuğun siperlerde daha
başarılı olacağını düşünmüş olacak ki annemi gömdüğümün ertesi günü
beni orduya kayıt ettirdiler. Beni yetiştirecek olan kampa götürmek üzere ge-
26
len iki kişiden biriydi Can… O zamanlar daha gençti tabii ki.
“Sana kaybettiklerinin intikamını alma ve yeni doğanların senin gibi
büyük acılar çekmesini engelleme şansı veriyoruz.” demişti. Dedim ya, o ka-
dar da şanslı bir insan değilim. Bana sundukları şansı duyduktan sonra daha
iyi anladığınıza eminim.
Can, yeni doğanların benim gibi acılar çekmesini önleme şansı ve-
rirken bir şeyi söylemeyi unutmuş olabilir. “Benim topraklarımda birinin acı
çekmemesi için düşman topraklarında başka bir çocuğun dünyasını başına
yıkmam gerektiği…”
Devletler, birinin dört duvarında kendisini güvenli hissetmesi için
başka birinin dört duvarını yıkmaya programlanmış gibi sanki. Can’ın üç
haftalık hızlandırılmış eğitimimiz sonrasında bizi durmaksızın taşıdığı cep-
helerde artık o dört duvarın betondan değil yırtık pırtık bez parçalarından
yapıldığını gördüm oysa… Kendinizi beton içerisinde bile güvende hisse-
demezken o bez parçaları içerisinde sadece çıplak hissediyorsunuz. Bunu
kamptaki tecrübelerim doğruluyor. Kısacası artık güvenlik kelimesi, sivil
halkın çadırlarında ve bizim ise siperlerde, bir sonraki güne bütün bir şekilde
uyanma umudumuz anlamına geliyor. Can mı? Onun için, artık bir önemi
var mı emin değilim ama… En azından küçük kızının, babasının yattığı yeri
bilmesini sağlamaktan başka bir şey gelmiyor nasırlı ve barut kokan ellerim-
den.
“Bir mezar taşı mı yapsaydım?” diye düşünüyorum alelacele göm-
düğüm yere bakarken… Üzerine ne yazacağım ki? “Bozguna uğratıldıktan
sonra kahramanca ordusundan geriye kalan et ve kan tabakasının oluşturdu-
ğu kaygan zemininden kaçmayı başarabilen iki kişiden şanslı olanı” mı? Hiç
sanmıyorum…
Güvenli sığınaklara saklanmış devlet erkânımızın bize durmadan öl-
memiz, öldürmemiz için emirleri gönderdikleri inlerinden çıkıp barış görüş-
melerine başladıklarının haberini iki gün önce, bozguna saatler kala almıştık
oysa… Düşmanlar da kutlamalarımızı duymuş olacak ki havai fişekleri ol-
madığı için napalmları ile katıldılar şenliğimize… Can’ın koluma sıkıca yapı-
şarak siperlerin ötesine savurup kendisini de aynı çukura atışını hatırlıyorum
bir tek… Sonrası karanın kırmızıya bulanmış hâli sadece. Elimizde sınırlı
sayıdaki mühimmatla kaçtığımız, çığlıktan çok kan ile dolu kampımız ve
sonrasında karaciğerini delip sırtında başparmağımdan biraz daha büyük bir
delik bırakan mermi yarasıyla Can… Eğitmenim, babamdan sonra hayatıma
giren güvenilmezliğini ölümünden birkaç saniye önce itiraf eden ikinci ba-
bam… Sahiden, insanlar neden ölümden önce daha dürüst oluyorlar acaba?
27
Sanırım kaybedecek bir şeyleri kalmadığı için…
— Bir saat sonra atacaklardı…
— Neyi?
— O boktan bombayı, bir saat sonra atmaları gerekiyordu.
— Nasıl yani?
— Düşman…
— Ne düşmanı, komutanım? Ruslar mı?
— Aptalsınız… Hepiniz…
— Anlamıyorum…
— Bu bir döngü, Deniz… Savaş olmazsa iktidar olamaz, tehdit ol-
mazsa yönetim işlemez… Ondandır her devletin kendi azınlığını yaratması.
Bir düşman gerekir, içeriden veya dışarıdan. İkisi de makbuldür. İkisi de ka-
bul edilebilir.
— Yani bu bir oyun mu?
— Bu bir gereklilik, salak herif… Bu bir düzen! Dış tehdit artık bitti,
şimdi içeriden bir tehdit başlayacak.
Soracak çok sorum vardı oysa. Ölmemesi için yalvarmamın sebebi de
buydu. Yalnız kalmaktan korkmam değil. Ben zaten yıllar önce yalnız bırakıl-
dım. Hem de üst düzey bir satranç tahtasında…
Şimdi daha iyi anlıyorum ki oyuna ufak bir ara verecekler. İnsanlara
Maslow denen o çok bilmişin piramidinin alt katlarındaki temel ihtiyaçları
verip birazcık güven tazeleyecekler. Güven bittiği zaman, tekrar savaşacak-
lar… Güven bittiği zaman, yeni bir düşman yaratacaklar… İşte tam da bu
sebeple insanlığın en bulaşıcı hastalığı savaş…
Yapmam gereken tek şey buradan gitmek oysa… Ama nereye? Önce
Can’ın kızına, babasının haberini vermeye, sonrasında da kaçabildiğim kadar
uzağa. Bunu Can için yapmıyorum aslında… Artık onun hakkında ne his-
settiğimden emin değilim. Kızgınlık? Nefret? Sanırım ikisinden de oldukça
fazla…
En yakın kampa iki gün uzaklıkta olmam işimi biraz zorlaştırsa da
kilometrelerce öteden duyulan coşkulu kalabalığın kutlamaları son bir güç
veriyor bacaklarıma. Karşımdaki yıkık dökük evin penceresindeki kırmızı
vazo yaşamın bir müjdecisi gibi tüm savaşa, atılan bombalara inat sapasağ-
lam duruyor. Tam elime aldığımda bir çift göz ile karşı karşıya geliyorum.
— Atış serbest!!!
— Durun-
— Öldü mü?
— Evet, komutanım. Üniformasından anlamıştım terörist olduğunu.
28
— Evet, bu da devletten gelen tanıma uyuyor. Barış kutlamalarını sa-
bote edecekti büyük ihtimal. Aferin as-
ker. Güzel iş çıkardın.
— Sağ olun, komutanım.
— Şu vazoya üzüldüm. Eve döndü-
ğümde eşim için güzel bir hediye olacaktı.
— Özür dilerim, efendim. Onu eline
almadan ateş etmeliydim.
— Boş ver… Emin olmadan ateş et-
seydik bir masumun da canını alabilirdik.
Kampı buraya kuralım, şunu da diğerleri-
nin yanına at. Daha çok temizleyeceğiz
bunlardan, eminim.
— Emredersiniz.
Fareler her yandaydı. Kemirgen dürtüler ile çevrelenmişti karanlık.
Saatler bu dürtülerin nefesleri gibiydi. Her yanda çarklar, fareler ve çığlıklar...
Camdan bir dünya, paramparça olmuş gibi... Şizofreni… Karanlıkta akan su
sesi… Bir şehrin damla damla akışı... Renklerin uçucu bir maddeye, bir çeşit al-
kole dönüşmesi… Unutkanlık… Mutlak kader… İpi kaçmış bir hayatın, kendini
yineleyen nihai etiketleri…
Kendini bu ızdıraba, müzikten kaçmak için mahkûm etmişti. O çılgın-
lığa kapılmamak için saklanıyordu. Şehir son durağı olmuştu, şimdi bunu da
yitiriyordu.
Küresel ve evrensel kitlelerden uzakta, izole bir havzadaydı ama zamanı
tükeniyordu. Gün ışığının bir azap gibi parladığı ekolojik yitim ovalarında za-
man çok hızlı akar ve bir anlam yaratmadan tükenir. Zamanın huyu genelde hiç-
likten akarken bir rüya yaratmaktır. Fakat bu yitik diyarlarda zaman, toksik rüz-
gârların ıslığı gibidir. Üzerinde yıllardır tek bir ot bile yetişmeyen dümdüz kıraç
29
topraklar, bolca yağmur ve tenekelerden kurulmuş gibi görünen yitik şehirler…
İsimleri bile yok. Bazılarının kıyısında deniz var. Bazılarında sadece çöplük…
Terk edilmiş evler ve evsizler…
Müzikten kaçanlar, evrensel medeniyetten de kopuyor bu şekilde. Eko-
lojik yitim alanlarında ya da geç dönem başarısız kapitalizmin vitrinlerinde kay-
boluyor. Yer altı cemaatlere katılanlar da var hatta Kireç uydusuna gönüllü bir
sürgüne gidenler de. O ise yapayalnızdı. Kaçanlardandı o da. Fakat kaçmışlar-
dan da kaçtı. Yer altında bir yalnızlığa çekildi. Yukarıda bir şehir bıraktı. Carcer
modasının istilası altında. Kocaman paltolar, bacalardan püskürtülen kokain ve
SULTANZADE
amnezya. Yıkıcı bir ideoloji, kabuklaşmış korkular. O ise bir ekranla baş başaydı.
Hapsolduğu tünelde tek ışık kaynağı, o ekrandı. Ekrandan yayılan ışık
hem yalnızlığın dehşetini hem de varlığın umursamaz ürpertilerini yeniden
kurguluyordu. Sesler ve hareketler, eşyanın alelade durumundan uzaktaydı.
Aylardır orada olduğu için ismini unutmuştu nihayet. Kendini hatırlamak için
basit bir SİS kodu çözdü. Bir kelebeğin resmi ile karşılaştı. Aylardır uğraştığı
bilmece artık önündeydi.
TUGRUL
Bir karara vardı. Kelebeğin işaret ettiği yere gidecekti. Oraya gitmeli ve
bir soru sormalıydı, yalnız o soruyu sormak için illaki o kapıdan geçmeliydi.
-
Birçok sıfat ve birçok zamir… Kaybolmuş bir lisanın artıklarını çiğneyen insan-
lar… Şehri düşününce kalbine bir ağrı çöktü.
Yine de mazgaldan dışarı çıkacak cesareti bulabildi kendinde. Aylardan
sonra soğuğun o kuru tılsımını, ciğerlerinde hissetti. Fakat bir şeyler daha vardı;
izolasyoncuların yenilgisi, bu kayıtsız kovalamacanın bir şehirde daha sona er-
mesi ve her yönden kuşatılmış oldukları. Büyük bir hayal kırıklığı yaşadı.
Nitrogliserin yüklü bomboş semada ekoloji kırımından arta kalan çıp-
lak bir mavilik vardı. Toprak, ağaçlar ve tüm suretler çıplaktı. Kuşlar bu lanetli
diyarlardan uzaklaşmış. Fabrikalar, ökümenin tüm verimini sömürdükten sonra
kaçmıştı buralardan. Kanserden arta kalan canlı bir kadavraya dönüşmüştü tüm
diyar. Bazı insanlar çeliğin ve öfkenin süpürdüğü bu diyarda zavallı şehirlere
tutunmuş, evrensel medeniyetten uzakta, izole kalmakta ısrarcıydı.
Fakat medeniyetin bu diyara yaklaşması çok sürmemişti. Fabrikaların
öncülüğünü yaptığı, köprübaşlarını açtığı yerlerden müzik dolmaya başlıyordu
sinsice.
Ufkun ötesinde bir yerlerde titreyen binaural ritimlerin, tanrısal suretle-
re dönüşüp kabardığını görüyor adam. Aklına aylardır çözemediği SİS kodunun
kutsal sessizliği geliyor. Ekrana bakmaktan yorulan, adeta közleşen gözlerinin
sızısını hatırlıyor. Gözlerini kapatınca kuduran o sızının, herhangi bir müzikten
daha ilahi olduğunu düşünüp keyifleniyor. Müzik kendi vücudunda hapsolmuş
bir hâlde. Bundan daha iyi ne olabilir? Tanrıdan bir parça hâlâ mevcut benliğin-
30 de. “Hiçlikte de bu şarkıyı söyleyeceğim.”
Ufuk çizgisinde açlıktan kırılıp terk edilen şehirlerin kıyamet sonrası
manzaraları fosforlu bir hülya gibiydi. Oraya baktıkça hiçliği düşünmemek elde
değil. Hiçliği tanımlamak için bile ondan bir kelime borç almak gerek. SİS kod-
larını çözmek, yaşamakla eş değer.
Bu şehrin de o terk edilmişler listesine girmesi için ne kadar kaldı? Dü-
şünmeden duramıyor bunu. Her yanda kodlar çözmek için tasarlanmış bilgisa-
yarlar var. Bunlar kasaların içinde muhafaza ediliyor. Bazıları için özel kulübeler
bile tasarlanmış. Gün ışığıyla enerji topluyorlar ve çözülen her kod ile şehrin
ömrünü biraz daha uzatıyorlar. Bu görüntü, sokakların her köşesine konmuş
bilgisayarlar, biraz da olsa rahatlatıyor onu.
Dev brutalist bir hastane binasının önünden geçti. Her şey o kadar boş,
o kadar yalnız ve çirkindi ki çığlık atmak istiyordu. Koşarak bu şehirden kaçmak,
izolasyoncu aktivistlerin aptal konvoylarından kurtulup evrensel ve küresel me-
deniyete karışmak istedi. Dünyayı ve uyduları kasıp kavuran müziği duymak
istedi. Ufuktan bastırarak geliyordu. Adam hem korktu hem de sevindi. Binanın
filtreli camlarında hayatın termodinamik yok oluşuna benzeyen parıltılar vardı.
Mide bulantısı ile baktı onlara. Kendini gördü. Korkularını. “Onu bulmak zo-
rundayım,” diye bağırdı. “Son bir soru sormak için. O sorunun kıymeti kilolarca
elmastan daha pahalı!”
Bir zamanlar kalabalıklar ile dolup taşan caddelerde yürüdü. Sessizliğin
şarkısı içinde gezegenlerin binaural ritimlerini duyar gibi oldu. Bir yıldızın inti-
harından arta kalan korkunç ufuneti hissetti. Tükenişin kıvılcımları, kelebekler
gibi kanat çırpıyordu evrenin her yanında. Dünyanın o aciz sathına, ekoloji kırı-
mının zincirler yaratıp kupkuru, dümdüz ve verimsiz çöller bıraktığı yalnızlığa
bir kelebeğin konduğunu hissetti.
“Acele etmeliyim.” dedi kendine. İzolasyoncular her yanda kodlar çöz-
mek ile meşgul fakat hiçbiri gerçekliğe ulaşamıyor. Zaman kendi kendini oya-
lıyor. Müzik herkesin yakasına yapışmış, bir kraliçe kelebek yeniden doğmaya
ve doğurmaya hazır. “Kaçmak ve belki de sığınmak gerek ya da ölmek?” Kor-
ku içinde titriyordu artık. Onun yaşadığı apartmanı bulunca bir hedefe varmış
olmanın verdiği o varoluşsal ızdırabın etkisiyle donup kaldı. Geri dönmek ve
mahzeninde saklanmak istedi.
Fakat içinde beliren anlamsız bir dürtünün etkisiyle apartmana girdi.
Duvarlar buz tutmuş, gölgeler kireçlenmişti. Kapılar açıktı. Bir akordeonun için-
de gezinen hava gibi dolanıyordu rüzgâr, binanın içinde. Tüm kapıların ardında
kalan gizlere baktı. En nihayetinde gördü onları; bir salonda üç ölü, kireçleşmiş
mumyalar, açık kalan bir televizyon, kendi kendini çözen SİS kodları… “Nere-
desin?” diye seslendi. Evin tuvaletinden gelen boğuk bir inilti, anlamsız yanıtlar
verdi. 31
Klozete oturmuş, dirseklerini bacaklarına yaslamış, elinde bir telefon,
SİS kodu çözmekle meşguldü. Tamamen çıplaktı ve bacakları günler boyu klo-
zette oturmaktan dolayı kangren olmuştu. Kendini sindirip klozete boşaltıyordu
vücudu. Bu eşsiz hakikatin esiri olmuş zihni ise hayatın son anlarını o nihai
kodu çözmek için harcıyordu. Büyük ihtimalle sahip olacağı son hatıra, birbiri
ardına yanıp sönen kelebeklerden ibaret olacaktı. Kodu daha kimse çözememiş-
ti. O da çözemeyecekti.
“Nasıl bu hâle geldin?” diye sordu acı içinde. Kangren olmuş eleman,
cevap bile vermedi. Yalnızca başını kırk derecelik bir açıyla kaldırdı, bir cansız
manken kadar ifadesiz suratıyla dimdik baktı. Sonra dudakları kıpırdadı ve o
meyus ağızdan binaural ritimler çıkmaya başladı.
Tüm şehrin ufku bir anda nükleer bomba patlamışçasına flulaşmaya ve
şarkının o eşsiz varlığıyla dolmaya başladı. SİS kodu kayboldu. “Kelebeği bula-
mayacağız.” dedi kangren olmuş çocuk ve gözleri kapandı. Ağzından binaural
ritimler çıkmaya devam etti. Salondaki üç ölü de aynı şekilde “şarkı” söylüyordu.
Belindeki sükûnet enstrümanını kontrol etti ve kireçleşmeye başlayan
çöle doğru kaçmak için tekrardan mahzene döndü. Bir haritası ve bir de silahı
vardı. Şarkının hâlâ daha ulaşmadığı onlarca şehirden biri onu bekliyordu ve
SİS kodunu çözmek için ölümüne bir katatoni yaşamayı göze alan milyonlarca
insan.
-Vaiz Midhat Efendi! Bağnazlıkla suçlanıyorsunuz!
Midhat Efendi, yüzünü ekşitti ve karşısındaki Cyberpolis’e tiksine-
rek baktı. “Beni sen mi suçluyorsun? Soğuk metal ve yapay zekâ!” dedi.
“Cilt yapım, son supramoleküler seviyede olup metal değil, daha ziyade
dokusaldır, Midhat Efendi.” diye cevap verdi Cyberpolis. Midhat Efen-
di’nin dudakları hırsla kıvrıldı ve küçümseyen bir edayla gülümsedi. “Mi-
dhat Efendi ironi yapıyor, Şemser.” dedi hologram kapıdan birden içeri gi-
ren biri. Cyberpolis hemen ayağa kalktı ve selam durdu. “Komiser Gökay,
efendim!”
“Rahat.” dedi Komiser Gökay ve Cyberpolis’in kalktığı sandalye-
ye oturdu. Cyberpolis Şemser, rahat pozisyonuna geçtikten sonra amiri-
ne zanlı hakkında bilgilerin yer aldığı tableti uzattı. “İhbarlara göre cuma
namazı çıkışı cemaate vaaz vermiş. Açık şekilde teknoloji düşmanlığı ve
32 bağnazlık yapmış. Yapay zekâ kullanımının insanlığa karşı işlenmiş bir suç
olduğunu söylemiş.” diye rapor verdi Cyberpolis Şemser. “Drone kaydı var
mı?” diye sordu Komiser Gökay.
-Kayda gerek yok, Komiser! Virion doğru söylüyor. Hatta saydıkla-
rından daha fazlasını söyledim.
Komiser Gökay, vaizin yüzüne öfkeyle baktı. Vaiz, Cyberpolis için
virion ifadesini kullanmıştı. Bağnazlar arasında yapay zekâları küçümse-
mek için kullanılan bir ifadeydi bu. Fakat komiserin öfkesi, Midhat Efen-
di’nin daha da hoşuna gitmişti. “En azından insan doğan biri tarafından
sorgulanayım. Duyduğuma göre emniyet teşkilatında temiz memur kal-
mamış.” Bir aşağılayıcı ifade daha! Fakat Komiser Gökay görmüş geçirmiş
bir adamdı. Derin bir nefes aldı ve öfkesini kontrol etti. Biraz abartılı şe-
EMRE ERYILMAZ
du. Kameralar birer arı gibi peşine takıldılar. Yüzünü batıdan doğan güneşe
çevirdi. Tabletinden kameraların açılarını kontrol edip ışığın köşeli suratını
en iyi gösterdiği duruşu buldu. Yüzüne haberci ifadesini yerleştirip ilk ka-
meraya konuştu.
"Evet, güneş sistemi sakinleri... Bir gizemi çözmek için Venüs'te-
yiz. Abıhayat'ı üreten VRC, yıllardır ilacın içinde ne olduğunu saklamayı
başardı. VRC, Venüs'te ne buldu? Abıhayat'ı üretmek için kimsenin ulaşa- .
mayacağı bir yer aradığı için mi yüzeyinde karbon dioksit nehirleri olan bu
gezegene geldi yoksa buradan bilmediğimiz bir hammadde mi buldu?
İşte bugün VRC'nin araştırma merkezine gidip bu soruları soracağız." De-
rin bir nefes alıp kameraların, Venüs'ün çalkantılı bulutlarını çekmesini
bekledi.
"Buraya gelirken bizi durdurmaya çalışanlar oldu. O yüzden yayını-
mız canlı olacak. Beni dünyadan altı dakika, Mars’ta ise sekiz dakika gecik-
meyle takip edebilirsiniz."
Yüzünde sıkıcı şeyleri anlatırken kullandığı gülümsemeyle Cemal,
VRC ve Venü s hakkında bilgi vermeye başladı. Bulut teknesi önceden
programlandığı gibi hedefine süzülüyordu. Daha bir kaç dakika geçmişti ki
acil durum hattından Duru yayına girdi.
"Cemal, bir sorun var."
"Sayın seyirciler, bir sorun var gibi… Dinliyorum, Duru. Neler olu-
yor?" Çekim yapan kameralara gülümsemeye devam ediyordu.
"Bir cisim hızla Venüs'e geliyor. Kuiper kuşağı, erken uyarı uyduları
tespit etmemiş. Europa ise yeni fark etmiş." Duru bir an duraksadı. "Cemal,
gelen cismin yapay olduğunu düşünüyorlar. Sanırım biri Venüs'e saldırı-
yor."
"Son dakika aldığımız bir habere göre kimliği tespit edilemeyen bir
36 cisim Venüs'e doğru geliyormuş." Cemal endişeyle gökyüzüne baktı.
"Geliyor işte, Cemal. Senin yakınlarına düşecek. Geliyor."
"Cismin atmosfere girişini görüyorum. Evet, sayın seyirciler, parıl-
dayarak düşüyor."
#
Gökyüzünü yararak gelen alev topu, Venüs'ün sakin bulutlarının
arasından hızla geçti. Çığlıklar atıyordu. Alevleri sülfürik asit bulutlarının
arasında kayboldu. Cemal bir kaç saniye sonra patlamayı duydu. Bulut de-
nizi çalkalanmaya başladı. Cemal sarsılan teknede yerinde durmaya çalışı-
yor, bir yandan da kayda devam ediyordu. Bulutlar durulup teknenin sar-
sıntısı dengelendiğinde ayağa kalktı.
"Sayın seyirciler, size canlı yayında Venüs'ten bildirmeye devam
ediyorum. Venüs'e bir şey düştü. Onun ne olduğunu bilmiyoruz. Gemideki
sensörler daha iyi bir görüntü alabildiyse size onları da göndereceğiz." Ce-
mal en havalı kâşif pozunu takınıp tekneden bulutları izledi. Artık yayını
kapatamazdı ama Duru ile haberleşmesini yayınlamak zorunda da değildi.
"Evet, Duru. Nedir bu?"
"Metalik bir cisim. Kesinlikle yönlendirilmiş ama girişi kontrolsüz-
dü."
"Peki, nereye düştü?"
"İştar Terra platosunda, Maxwell sıradağlarına düştü. Skadi tepesi-
nin yakınlarında, yüzeyden yaklaşık dokuz bin metre yukarıda."
"Patlama ya da herhangi başka bir olay var mı?"
"Düştüğünde karbondioksit buzullarını eritti. Onların bir etkisi
var." Duru duraksadı. "Aklından geçeni biliyorum. Dalıcının çözemeyeceği
bir hava koşulu yok. Oraya inmek istersen, yapabilirsin."
"Duru, bi’tanem. Düşünsene; bu haber Abıhayat'tan da büyük ola-
cak."
"Haklısın ama bu ondan daha tehlikeli."
"Merak etme. Yapabilirim."
Duru iç çekti.
"Sabırsızlandığını biliyorum. Hadi git."
Cemal iki numaralı kameraya döndü.
"Görünen o ki sayın seyirciler, düşen cisme ulaşmamız mümkün.
Bizimle sülfürik asit bulutlarında bir dalışa var mısınız?"
#
Dalıcının içinde ve dışında kameralar vardı. Dış kameralar yol bul-
mak için işe yaramasa da Cemal etrafını görebildiği için memnundu. Da-
37
lıcı, güçlü radarı ile yolunu çiziyordu. Bu yükseklikte çarpabilecekleri bir
cisim olmamasına rağmen ekranları kontrol etmeden duramıyordu. Zaten
iç kameralardan onu izleyenler de bir şeyler yaptığını görmek isterdi. Yoksa
otomatik çalışan dalıcının o ne yaparsa yapsın hedefine gideceğinin farkına
varsalar işin heyecanı kalmazdı. Başına bir şey gelirse acil durum balonları-
nı bile sistem otomatik çalıştırıyordu.
Derinlere indikçe sıcaklık ve basınç artmaya başladı. Radar ekra-
nında neredeyse Avustralya kadar olan İştar Terra Platosu tüm haşmetiyle
ortaya çıkmıştı. Dalıcı, türbülansı dengeleyip sakince Skadi Tepesi’ne doğru
ilerledi. Uzaklarda Fortuna Tessera'da VRC'nin araştırma merkezi radarda
gözüküyordu.
"Şu anda dışarıda sıcaklık yaklaşık 200°C ve basınç da 30 barın bi-
raz üstünde. Dalıcının seramik zırhı dışarıdaki yakıcı atmosfere iki saat ci-
varında dayanabilir. Skadi Vadisi’ne vardığımızda sıcaklık 380°C'yi bulacak
ve basınç da 45 bara ulaşacak. Basınç değerleri, Dünya'da denizin 440 m
derinliğindeki basınca eşittir."
Cemal, dış kameralardan gelen görüntüleri yayına gönderdi. Sarı-
nın ve kahverenginin farklı tonlarında bulutlar, dalıcının etrafında oynaşı-
yor ve muhteşem görüntüler üretiyorlardı. Arada bir, Venüs ve gördükleri
hakkında yorumlar yapıp yarım saatten kısa süren inişin sıkıcılığını gider-
meye çalıştı. Skadi Tepesi ekranlarda gözüktüğünde her şey değişti.
Uzaydan düşen cisim, kırmızı topraklı tepede bir yara gibi duruyor-
du. Koca bir koza gibiydi. Önü parçalanmış, dağın üstünde kalan bölümü
ise iki parçaydı. Dalıcıyı dikkatlice en uzak parçanın yanına getirip daha
yakından baktı. Arkasında bir tür roket vardı. Teknik bilgisi pek yoktu ama
roketlerinki gibi olan konileri tanımıştı. Dalıcının kollarını kullanarak arka
parçayı oynattı. İçinde kablolar ve borular vardı. Orta parçaya doğru iler-
ledi. Yüzeyinde yanık izleri ve delikler vardı. Dalıcının kameraları ile daha
yakından baktığında deliklerin dış zırhı geçtiğini gördü. Dalıcının fener-
lerini yakıp orta parçaya daha da yakınlaştı. Venüs’ün kirli beyaz ışığının
yanında fenerin parlak beyaz ışığı etrafı aydınlatmıştı.
Parçanın içi boştu. Kopuk kablolar ve parçalanmış hortumlar bura-
da da vardı. Ancak bir şey, Cemal'in nefesinin kesilmesine sebep oldu.
Yerde insana benzeyen bir yaratık yatıyordu. Buz beyazı teni; sülfü-
rik asitten, basınçtan ve Venüs’ün atmosferinin yakıcılığından etkilenme-
mişti. Üstünde ne olduğunu anlamadığı türde kumaştan bir kıyafet vardı.
Yaralarından akan mavi kan, kıyafeti lekelemişti.
38 "Sayın seyirciler, güneş sisteminde ilk dünya dışı canlı ile karşılaşı-
yoruz."
Yaratığın üstüne bir metal blok düşmüştü. Dalıcının kolu ile bloğu
kaldırdı.
Yaratık başını kaldırıp sinek gözü gibi gözlerini ona dikti.
#
"Yaşıyor, sayın seyirciler. Yaşıyor!"
Cemal, hayranlıkla yaratığa bakıyordu. Yaratığın gözlerinde Ve-
nüs'ün parıltıları vardı. Aniden başında bir ağrı hissetti. Sanki beyni uyuş-
muş ve karıncalanmıştı.
Zihninde bir ses yankılandı.
"Sen, bizdensin."
Cevap veremiyordu. Donup kalmıştı.
"Sen, bizdensin."
Baskı artıyordu. Duru, telsizden ona seslendi ama cevap veremedi.
Bir şey zihninin kıvrımlarında sürünüyor, onu ele geçiriyordu.
"Sen, bizdensin. Bizim yumurta/gelecek/saklı/şans/tohum'larımız,
senin içinde."
Cemal, zorlukla ağzını açıp cevap verdi.
"Anlamıyorum."
Baskı bir an azaldı.
"Duru, bu şey zihnimde… Aklımın içinde konuşuyor."
Dalıcının kolunu orta parçanın içinden çıkartmaya çalıştı. Elleri bir
anda dondu.
"Sen, bizdensin. Damarlarında dolaşan, sana gençliğini veren, bi-
zim yumurta/gelecek/saklı/şans/tohum'larımız. Sen, bizdensin."
Cemal, VRC'nin Venüs'te ne bulduğunu anlamıştı.
"Neden buradasın? Bizi cezalandırmaya mı geldin?"
Zihninde derin bir hüzün yankılandı. Yağmurlu bir günde sessizce
tek başına sokakta dolaşır gibiydi. Gözyaşlarının karanlıkta aktığı, kimse-
nin onun hıçkırıklarını duymadığı bir günde gibiydi.
"Ben, yumurta/gelecek/saklı/şans/tohum için kaçtım. Kötü/yok
edici/parlak/yutan/düşman geliyordu. Tekrar başlamak için buraya gel-
dim."
doğru sağlam bir tekme attı. Ağzımdan kan gelmesi beni biraz şaşırttı
ama tıp bilgimin bıçak kesiğine yara bandı yapıştırmaktan öte olmadığı
için üzerine pek düşünmedim.
Ne aradığının farkındaydım ama tabii ki söyleyecek değildim.
Zaten söyleyemezdim ama şuan tüm yaptıkları aslında aradığı şeyin içine
kaydediliyordu. Benden uzaklaşırken cebinden telefonunu çıkardı.
“………. Abi, bulamadım.”
“Nerede dedin?”
Bana doğru bakıp; “Kafasında mı?”
Baştan desene bunu orospu çocuğu.
“Deme be abi”
“Sıktım vallahi abi”
“………kiyim”
Bu sefer kırdığı birkaç kaburga sinirlerini yatıştırmayacağı
belliydi. Hızlı adımlarla yanıma geldi ve taşaklarıma şahane bir tekme
attı. Canınızın acıdığını biliyorum yemin ederim benimde acıdı. Evet,
hem de ölü olmama rağmen -yani sanırım ölü olmama rağmen-. Her
zaman demişimdir şunu yapmayın diye. Ayıp dedikleri şey tam olarak bu.
Kafamda açtığı ve artık beynimin tam olarak aktığı deliğin içine
bakmaya çalışırken parfümünün kokusu burnuma geldi. Babamda bu
parfümü kullanırdı. “World Dance 2024” özel bir üretim olarak çıkmıştı.
O yıl dünya dans organizasyonu İzmir’de yapıldı ben de kontrol mühendisi
olarak tüm etkinlik boyunca görev yapmıştım. İş bitişinde de etkinliğe
özel ürettikleri parfümden iki koli atmıştım arabaya. Peder beyde iyiymiş
bunlar diyince al senin olsun dedim. O günden sonra on yedi yıl boyunca
kullandı. Sonra pek de gerek kalmadı. Vefatından sonra ilk defa bu
parfümün kokusunu aldım. İlginçti. Adam yüzünü gözlerime doğru iyice
yaklaştırdı. Sıcak-soğuk oynuyor olsak şu an alev alev yanıyon abi derdim
herhalde. O da bunu sezmiş olacak ki. İki parmağını sağ gözüme doğru
soktu. Yavaş yavaş çıkarmaya çalışıyordu. Zor olsa da çıkarmayı başardı.
Arkasında yazan kodu okumaya çalışıyordu. El fenerini çıkardı koda
birde öyle baktı.
“DENEY S-011”.
Heyecanla telefonunu çıkardı. Aradığını bulduğuna emindim. Bir
süre sonra sokağa bir araba girdi. Silah sesi, adamın konuşmaları bunları
sanki tüm dünya duymuyor gibiydi. Son kırk dakikadır sokağa giren tek
şey gelen araba olmuştu. Arabadan inen iki adam beni kollarımdan tutup
arabanın arkasına attı. “Amarok” En sevdiğim araba modeli. Sene sonuna
doğru ben de bundan alacaktım. Şimdiden kenara temizinden yüz bin
atmıştım. Havalar ısınınca piyasa hareketlenir diye bekliyordum. Bagaj
perdesini üstüme çektiler ve yola çıktık. Her şeye rağmen keyifliydim,
araba seçimi konusunda doğru karar verdiğim için kendimi tebrik ettim.
Araba resmen akıyordu otobanda. Motorun sesi iyi geliyordu.
Birkaç saat öyle yol aldık bir ara dalmışım ayaklarımdan çekip
beni depo gibi bir yerde muşambanın üzerine bıraktılar. Çıkardıkları
gözümü bir bilgisayara bağlamışlar ekrana bakıyorlardı.
Geçtiğimiz senelerde gelişen teknoloji, yaşadığımız baskıcı
hükümet yüzünden genellikle kendi lehlerine işliyordu. F451 isimli şirketin
geliştirdiği “GÖZCÜ” ismini verdikleri teknoloji aslında bir tür kontrol
mekanizmasıydı. Gözleri görmeyen hastalardan başlayarak yerleştirilen
bu teknolojik gözler insanların yeniden görmesini sağlıyordu ama işin bok
tarafı şuydu; bu görüntülere giriş şifresi olan herkes ulaşabilirdi. Şifre ise
hükümet ve şirketten başka kimsede yoktu. Görme engelliler için müthiş
bir teknolojiydi ama bu devlet içinde ayrıca bir fırsattı. Televizyonda
konuşma yapan Teknoloji Bakanı Hilmi Öztek gözcüleri ücretsiz bir
şekilde nakledeceklerini söylediğinde Görme Engelliler Derneği gibi
birçok dernek hükümete methiyeler düzdü. Bu konuşmadan birkaç hafta
sonra nakil işlemleri başladı. Ben de sekiz sene önce yaşadığım bir kaza
sonucu kaybettiğim görme yetimi böylece geri kazandım. Bugüne kadar
da herhangi bir sorun yaşamamıştım.
Kız arkadaşımla sevişirken veya mastürbasyon yaparken acaba
devlet bunları da izliyor mu lan? diye düşünmek dışında çok da kafama
taktığımı söyleyemem. Hele ki bir gün bu sikik alet yüzünden öleceğime
“ölsem” inanmazdım…
Ne kadar sürdüğünü tam olarak bilmiyorum ama sanırım birkaç
gün öylece yattım. Sabah saatlerinde siyah bir Mercedes geldi depoya.
İçinde takım elbiseli birkaç kişi indi. Bir tanesi gelip kafamdaki deliği
inceledi. Fazlaca bakmış olacak ki midesi bulandı az daha üstüme
kusuyordu puşt herif.
“Bulabildik mi görüntüyü?”
“Sanırım bulduk amirim”
“Çevir bakayım”
Aralarınki gülüşmelerden tam olarak neye güldüklerini
anlayamadım ama umarım geçen gün kız arkadaşımın yanlışlıkla içine
geldiğimde bana tokat atıp “hem erken geliyorsun hem de içime mi
geliyorsun” diye azarlamasına bakmıyorlardır diye dua etmedim desem
yalan olur.
“Bizim bakanda da iyi mal varmış”
“Diğeri kim abi?”
“Yakın güvenliği miymiş neymiş bilmiyorum”
“Bu salağın gördüğünü son anda fark etmişler”
“Abi bak bak şimdi de güvenlik bakana neler yapıyor…. Oha”
Bilinci yerine geldiğinde ilk aldığı nefes bir şırıngaya kan çekmeye
çalışmak gibiydi. Aldığı ne-fesin içeride bir şeyleri döndürdüğünü anlamıştı. Bir
şeyler dolmuştu; filtreler, tüpler. Kavisli bıçaklar dönmüştü. Suyun altına dalıp
uzaktan geçen teknenin motorunu duyar gibi.
“At nalı yengeçleri,” dedi kadın. “Onları hiç görmüş müydünüz?
Kanları mavidir aslında. He-mosiyanin yüzünden. Amebositleri çok güçlü
antibakteryeller taşır. Size ondan verdik. Solüsyon bayağı pahalı bir karışım.
Üretimi Eczacıbaşı’nda.”
Cam olduğunu düşündüğü şişenin içindeki sıvının çalkalanışını duydu.
İyi. İyiydi. Kulakları duyuyordu.
“İçine biraz köpekbalığı antikoru katıyoruz. Hücrelere sızmayı
kolaylaştırıyor. Bir sürü stimü-lanla etkisini artırıyoruz.”
Gözlerini açarken neresini hissedip hissetmediğini bilmiyordu ve ışıklar
çok parlaktı. Dezen-fektan kokan odanın içine beyaz bir güneş doğmuştu.
“Sırtınızı düzelttik,” diye devam etti kadın. “Geldiğinizde felaketti.
Kemikler yerine seramik koyduk. Piyasadaki en sağlamı. MSS'i de grafenle
hallettik. Soğutma için alaşım kriyojenik tüp-ler ve altın kablolama. Canlı
dokuyu iyileştirmek için de bir Abg hızlandırıcı kullandık. Ama en az bir ay
sürecek gibi.”
Parmak uçları karıncalanıyordu. Üşüyordu. Köpek gibi üşüyordu. Sanki
bütün derisi bir yerle-re sürtünüyordu. Yapışkan bir zeminde yuvarlanmak gibi.
Bir şeyler hissediyor olmanın iyi ol-duğunu düşünmüştü. Ama hiçbir yerini
oynatamıyordu. Ağır. Her şey çok ağırdı.
“Sizi böyle dolap gibi açtık.” Kadın kıkırdarken boğazına hırıltılar doldu.
Gözlerini kapatınca bir kaleydoskoptan bakar gibi önünde renkli
daireler dönüyordu.
KASVET ULU
KONULAR
• İsmail Yamanol Kimdir, Bilimkurguyla Nasıl Tanıştı?
• Bilimkurgu Kulübü’nün Ortaya Çıkış Hikâyesi
• Kulübün Projeleri
• Ekonomik Sorunların Bilimkurgu Edebiyatına Etkisi
• Türk Bilimkurgu Edebiyatı
• Türk Bilimkurgu Dergiciliğinin Durumu
• Fanzinlere Dair
• Bilimkurgu Hayranları Kulübe Nasıl Ulaşabilir?
• Kitap ve Film Önerileri
***
Merhabalar, ben Mehmet Fatih.
Merhabalar, ben de Yamanol. İsmail Yamanol.
Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.
Sizli bizli konuşmasak Fatih…
Peki, baştan alalım. Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğin için
teşekkür ederim.
Asıl teklif için ben teşekkür ederim. Memnuniyet duydum.
Bilimkurgu ile ilgili internet üzerinde biraz araştırma yapmış veya
bilgi arayışına girmiş kişiler mutlaka Bilimkurgu Kulübü’ne bir şekilde
rastlamıştır. Bugün Yerli ve Dünya bilimkurgusu üzerine birçok bilgiyi ve
öyküyü bulabileceğimiz bir platform haline geldi. Elbette bu işin arkasında
büyük bir ekip var,ama bu ekibi çekip çeviren biri de lazım. Sanırım bu kişi
de sen oluyorsun.
Sanırım.
O zaman bize biraz kendinden bahsetsene. Kimdir İsmail Yamanol?
Bilimkurgu senin için ne anlam ifade ediyor? Okumaya ve yazmaya ne zaman
ve nasıl başladın?
80’ler mamulüyüm. Bilimkurguya ilgim Baskan Kurgu-Bilim dizisiyle
başladı. 25 kitaptan oluşan ve içinde türün önemli yazar ve eserlerini barındıran
bu seri, bilimkurgu maceramın da miladı sayılır. Özellikle serideki Isaac Asimov
kitaplarının hayatımı biçimlendiren etkilerine ilk o çağlarda maruz kaldım.
Bu kitaplar bana yepyeni bir düşünce alanı, engin bir hayal gücü ve peşinden
koşacak bir tutku bahşetti. Tabii o tutku yıllar içinde serpildi. Hayatıma
bambaşka yazarlar, bambaşka eserler girdi. Sadık bir bilimkurgu okuruna
dönüşmüştüm dönüşmesine, ancak olanaklar da bir hayli sınırlıydı. Hatta bir
zaman sonra okuyacak bilimkurgu kitabı bulmakta zorluk çekmeye başladım.
Zira şimdiki gibi kitap bolluğu yoktu. Bu ahval ve şerait içinde hayatıma bir
de sahaf gezmeleri girdi. Beyoğlu ve Kadıköy sahaflarıyla maceram çoktur. O
sahaf senin, bu sahaf benim derken ufaktan bir bilimkurgucu ortamı da oluştu.
Buluşmalar, söyleşiler, tartışmalar peşi sıra geldi. Zaten Bilimkurgu Kulübü de
bu ortamın bir ürünü olarak hayat buldu.
Yazıp çizme konusuna gelince… Esasında kendimi, arada öykü çiziktiren
bir bilimkurgu okuru olarak görüyorum. Eğer kafamda öteden beri dönüp duran
bir fikir varsa ve artık iyice dürtmeye başlamışsa oturup yazıyorum. Birkaç kitap
ve dergide öykülerim yayımlandı. 2016 TBD Bilimkurgu Öykü Yarışması’nda da
ikincilik ödülü aldım. Şimdi düşündüm de, arada öykü çiziktiren biri için hiç de
fena değilmiş aslında.
Peki, Bilimkurgu Kulübü’nün kurulması ve büyümesi nasıl oldu? Ne
gibi zorluklar atlatıldı ve bugünlere ulaşıldı?
Demin de biraz değindiğim gibi, zaman içinde ufak bir topluluk haline
dönüştük. Ufaktık, çünkü o dönem ara ki bilimkurgucu bulasın. Buluşmalar,
sohbetler kesmemeye ve her kafadan bir proje fışkırmaya başlayınca işler hafiften
ciddileşti. Dedik, “Kulüp kuralım. Biz bunu yaparız.” Yapamadık! Kulüp olarak
hazırladığımız Kurgusal Evren adlı fotokopi fanzin iki sayı sürdü. Beni gazlayan
arkadaşlar çil yavrusu gibi dağıldı. Arkaya bir döndüm, kimse yok! Anladım ki
henüz düzenli üretime geçecek olgunlukta değiliz. Bir nevi Bilimkurgu Kulübü
elimde kaldı. Biz de eski usul devam ettik. Gırgır, şamata yani. Yıl 90’ların sonu…
O dönem internet de iyice hayatımıza girmeye başlamıştı. Kulüp faaliyetlerini
sanal âleme kaydırdık. Özellikle Mynet sohbet sunucusundaki #bilimkurgu
kanalı bize uzun yıllar yataklık etti. Hem bu sayede kalabalıklaşma imkânı da
bulduk. “Meğer epey bilimkurgucu varmış,” dedik kendi kendimize.
2003’te forum tarzı bir internet sitesi de açtık. O yıllar internet demek,
forum demekti. Gerçi herkesin her telden çaldığı kaotik bir siteydi. Zaten birkaç
yıl sonra da kapattık. İnternet sohbet sunucularının ve forumların modası
geçip de yerini Facebook gibi mecralar almaya başlayınca, bu sefer de o tarafa
kanalize olduk. İlginçtir, Facebook sayfamız kısa sürede binlerce takipçiye ulaştı.
Bunun da teşvikiyle 2013 yılında şu anki sitenin hazırlıklarına başladık. Zaten
kadromuz da bir hayli genişlemiş ve olgunlaşmıştı. Nitekim bu sefer oldu. Genel
yayın yönetmeniyim diye demiyorum, her bilimkurguseverin takip etmesi
gereken bir internet sitesi. Kendi yararlarına olur.
Bilimkurgu Kulübü’nün Yaptığı birçok proje var. Bunlardan en çok
ses getireni sanırım “Yeryüzü Müzesi”. Gelecek zamanda ne gibi çalışmalar
bizi bekliyor? Yeni projeler var mı?
Yeryüzü Müzesi kallavi bir işti. Kulüp olarak üzerinde çok çalıştık.
Bilimkurgu Kulübü, bünyesinde onlarca bilimkurgu yazarı barındıran büyük bir
platform. Bu zenginliğimizle yerli bilimkurgu edebiyatının gelişimine katkıda
bulunmak istedik. Ortaya da 18 yazardan 18 öykülük bir seçki çıktı. Ursula K.
Le Guin’in ölmeden hemen önce yolladığı destek mesajıyla da tarihe geçen bir
kitap oldu. Çok yazarlı bir yerli bilimkurgu öykü antolojisinin üçüncü baskıya
ulaşması beklenen bir şey değildi. Bu konuda da bir ilke imza attık.
Bu yıl Bilimkurgu Kulübü 20. yaşını kutlayacak. 20. yılımızda da okurlara
ölümsüz bir eser vermek en büyük amacımız. Şu sıralar yine bir öykü antolojisi
üzerinde çalışıyoruz. Ama bu seferki biraz farklı olacak. Çünkü tamamen kadın
yazarlardan oluşan bir kısa öykü derlemesine imza atacağız. Bilimkurgu öteden
beri erkek egemen bir alan olarak düşünülegelmiştir. Bu algıyı kırmada payımız
olursa ne mutlu bize. Beklemede kalın.
Uzun yıllardır sıkı bir bilimkurgu takipçisi olman çok önemli.
Gelişimine dair birçok bilgiye sahipsin. Çeviri eserler başta olmak üzere,
bilimkurgu bir şekilde okura ulaşıyor. Son dönemdeki kâğıt zammı gibi
olaylardan sonra yerli bilimkurgu yazarları okuyucuya ulaşmada ne gibi
zorluklar çekebilir?
Aslında yerli bilimkurgu yazarları, ekonomik çalkantı öncesinde
de kitabını bastırmakta zorluk çekiyordu. Ülkemizde yerli bilimkurgu,
yayınevlerinin önceliği olmadı hiç. Geçmişte basılmış numunelik eserlerin de
satış rakamları ortada. Tabii ekonomik zorluklara rağmen bu manzara yavaş
yavaş değişiyor. Bilim ve teknoloji çağında yaşıyoruz. Bugün Mars’a kurulacak
koloni projelerinden, yapay zekâdan, robotlardan bahsediyoruz. Bunlar geçmişin
bilimkurgusu, bugününse gerçekleri. Bilimin ve teknolojinin son hızla ilerlediği
bir çağda, insanlık olarak başımızı kaldırıp uzaya ve geleceğe bakmamız şaşırtıcı
değil. Bu noktada bilimkurgunun işlevi arttığı gibi, toplumda doğurduğu ilgi
de canlanıyor. Düşünen, soran, sorgulayan ve en önemlisi de üreten kesim,
bilimkurguyu çocukça bir hayalperestlik olarak görmüyor artık. Bilimkurgunun
öngörüleri, geleceğimizin kaçınılmaz gerçeği haline dönüştü. Bu gerçekliğe
kayıtsız kalmak mümkün değil.
Dolayısıyla yayınevleri de bu gerçeğe kayıtsız kalamazdı. Sonuçta talep
arzı doğurur. Evet, ülkemizin içinde bulunduğu mali vaziyet kötü. Bakın burası
çok önemli! Dövizin yükselişi, kâğıtta dışa bağımlı hale gelmiş bir ülke olarak
yayıncılık sektörümüzü de olumsuz etkiliyor. Yükselmekte olan bilimkurgu
edebiyatımız da bundan payını alıyor elbette. Durum ortadayken, yayınevleri
birkaç bin satacak bir bilimkurgu eseri basmaktansa, satması garanti işlere
yöneliyor. Onlar da kendilerince haklı. Yayınevi dediğimiz şey neticede bir
ticarethane. Değirmenin taşı dönmeli ki ayakta kalabilsinler. Bu gibi zamanlarda
fanzinlere büyük görev düşüyor. Evet, size diyorum! Çünkü fanzinler sisteme
atılan birer tokattır.
Geçmiş ve günümüz yerli bilimkurgu edebiyatını nasıl görüyorsun?
Bilimkurgu edebiyatımızın gidişatından memnunum. Bilimkurgu bir
zamanlar bu ülke insanına yakıştırılan bir şey değildi. Okurun genelinde hep bir
eğretilik algısı vardı. Neyse ki bu algı büyük oranda kırıldı. Gördüler ki bizim
insanımız da gayet iyi bilimkurgu yazabiliyor. Günümüzde üretim arttığı gibi, bu
üretimlere olan talep de artıyor. Eskiye nazaran kitap raflarının zenginleşmeye
başladığı bir gerçek. Öykü antolojileri, orada burada sıkça görülmeye başlanan
romanlar bunun en güzel ispatı. Daha da iyi olacak. Bir gün bu ülkeden de Hugo
Ödülü kazanan yazarlar çıkacak. Çünkü neden olmasın?
Geçmiş dönemlerde ülkemizde birçok bilimkurgu dergisi-fanzini
çıkmış. Bunların birçoğu şu an koleksiyonluk değerde. Böyle bir iş yapmanın
zorlukları sence nedir? Neden çıkan yayınlar tutunmakta sıkıntı çekiyor? Bu
sıkıntıyı çözecek işler çıkar mı?
Antares, X- Bilinmeyen, Atılgan, Nostromo, Davetsiz Misafir… Evet,
geçmişte çeşitli bilimkurgu dergiciliği örnekleriyle karşılaştık. Bazısını çıktığı
zamanlar alıp okuma şansına erişmiş kişilerden biriyim. Özellikle Selma
Mine ve Bülent Akkoç’un bu alandaki emekleri büyük. Ancak bu ülkede basılı
bilimkurgu dergiciliği, bir nevi rüzgâra karşı koşmak gibi. Tez zamanda nefessiz
kalıyorsunuz. 2000’li yıllardan sonra Türk bilimkurgu dergiciliğinde ciddi bir
duraksama dönemi yaşandığı aşikâr. Ben bunu biraz da internetin yükselişine
bağlıyorum. Sonuçta aynı içerikleri, çok daha az maliyetle ve dağıtım sorunu
olmadan okura sunabiliyorsunuz. Zaten dağıtım bu işin püf noktası. Dünyanın
en nitelikli içeriğini bile üretseniz, sağlam bir dağıtım ağınız olmadığı sürece
pes etmeye mecbursunuz. Öte yandan satış rakamlarının yetersizliği ve reklam
gelirlerinin azlığı, bu yayınların uzun ömürlü olamamasındaki en büyük etkenler.
Kısacası sorun üretmekte değil, üretileni okurla buluşturabilmekte. Zaten
dergicilik ve dağıtım sektöründe ciddi bir tekelleşme de var. Piyasa, arkasında
büyük tröstlerin olduğu bazı popüler ve sektörel dergilerin himayesine girmiş
durumda. Bu dergiler dışında ciddi satış rakamlarına ulaşabilen yayınlara
rastlamak zor. Hele de marjinal bir alanda varlık göstermeye çalışıyorsanız işler
daha da zorlaşıyor.
Batı’da bilimkurgu edebiyatının yükselişi dergiler sayesinde olmuştu.
Bizde ise internet sayesinde oluyor. Bu noktada internet sitelerinin, e-dergi
ve fanzinlerin misyonunu önemsiyorum. Çoğalmaları, toplumun kılcal
damarlarına kadar nüfuz edebilmeleri en büyük temennim.
Takip ettiğin fanzin var mı?
Geçmişte İzmirli bilimkurguseverlerin çıkardığı Albemuthfanzin vardı
örneğin. Arşivimde tüm sayıları duruyor. Üzerinden onca yıl geçmesine rağmen
hâlâ arada bir açar okurum. Şu sıralarsa sizi takip ediyorum. Yine kimisi düzenli,
kimisi düzensiz olmak üzere Yerli Bilimkurgu Yükseliyor, Gölge, Hayalet,
Komplike, AltZine radarımdaki yayınlar arasında.
Bilimkurgu Kulübü’ne ulaşmak isteyen okuyucular nasıl ulaşabilir?
İsteyen herkes yazı, öykü vs. işler gönderebilir mi?
Elbette gönderebilir. Hem internet sitemiz hem de sosyal medya
hesaplarımız üzerinden bizimle iletişime geçebilir, bilimkurguya dair tüm
üretilerini kolaylıkla ulaştırabilirler. Zaten kulübümüzün asli amaçlarından
biri de yazarı okurla, okuru da yazarla buluşturabilmek. İnternet sitemizde
geniş bir kısa öykü arşivi var. Çünkü kulüp olarak kısa öyküleri ve bu uğurdaki
uğraşları önemsiyoruz. Zaten bilimkurgunun önde gelen isimlerinin kariyerleri
incelendiğinde, hepsinin de bilimkurgu edebiyatına kısa öyküler yazarak
başladığı görülüyor. Bu nedenle, başarılı ve ölümsüz bilimkurgu yapıtları
ortaya koyabilmek için kısa öykücülüğün önemi çok büyük. Hatta bunu bir
yazarın ilk edebi adımları olarak da değerlendirebiliriz. Bu bilinçle bir editör
ekibi oluşturduk. Gelen öyküleri değerlendiriyor, yayımlanmaya uygun
bulduklarımıza sitemizde yer veriyoruz. Tabii imkân ve zamanımız kısıtlı.
Gelen öyküleri hızlıca incelemek mümkün değil. Yazarların bu konuda anlayış
göstereceğini umuyoruz.
Son olarak bize üç kitap ve üç film önerir misin?
Biraz çakallık gibi olacak ama Asimov’un yedi kitaplık Vakıf Serisi’ni
ilk kitap öneri hakkım kapsamında itelemek isterim. Düşünme yetisini
yitirmemiş olanlar için zihin açıcı bir seridir. Ursula K. Le Guin’inMülksüzler’i
ile çok sevdiğim bir yazar olan Fredric Brown’ın The Best of Fredric Brown adlı
öykü antolojisi diğer önerilerim. Sonuncusu hâlâ dilimize çevrilmedi. Üstelik
birbirinden muhteşem öyküler içermesine rağmen. İnsan gerçekten hayret
ediyor!
Film öneri olayı epey sakat iş. Hele de üç hakkım varken. Yine de Arthur
C. Clarke ile StanleyKubrick birleşiminin bir mucizesi olan 2001: A Space Odyssey
hâlâ favori filmim olmayı sürdürüyor. Edebiyat dizisinin de mutlaka okunması
taraftarıyım. BladeRunner’ın o kasvetli atmosferini seviyorum. Sorduğu ve
sordurduğu sorular ufuk açıcı. Son film önerim ise Stargate. Sonrasında çekilen
dizilerle birlikte genişleyen o uçsuz bucaksız mitolojisinin tutkunuyum. İçinde
bilimkurgu adına ne ararsanız var. İnsan daha başka ne ister ki?
Vakit ayırdığın için teşekkür ederim.
Benim için zevkti. Tüm Lagari ailesine sevgiler. Sağlıcakla kalın.
Melas'ın bayat havası Kudret'in ciğerlerini yaktı. Büyüdüğü
uzay üssünün havası en azından güçlü filtrelerle temizleniyordu. Belki
de Melas insanların ilk yerleştiği Mars şehri olduğu için havası asla
temizlenemiyordu. Kubbenin yaslandığı kanyon duvarının gölgesinde
kalan sokaklarda yürüdü. Mars'ın turistik kumarhanelerinden çok
uzaktaydı. Otellerin süzülme kuleleri bile zor görülüyordu. İki ya da
üç katlı evler aceleyle oraya dikilmiş gibiydi. Babasının Kanyonaltında
olduğunu öğrenmemiş olsa buralara gelmezdi.
Dar sokaklarda Mars ateşine tutulmuş, sayıklayarak yatanların
yanından geçti. Beyinlerini çürüten uyuşturucunun hayallerini gerçeklere
tercih etmişlerdi. Elini tabancasının kabzasına koydu. Oruni enerjilerin
titreşimini avucunda hissedince rahatladı.
Önüne kimin çıktığına aldırmadan hızla giden bir arabanın
altında kalmamak için duvara yaslandı. Araba yolun sonuna gelemeden
yerden aniden yükselen bir bariyere çarptı. Pusuda bekleyen çocuklar
ara sokaklardan fırlayıp arabaya saldırdılar. Arabadan çıkan robot
kollu adamlar ne kadar uğraşsalar da sinir-susturucularla onlara vuran
çocuklara karşı koyamadılar. Birkaç dakika süren kavga sonrası, çocuklar
baygın adamların kollarını kesmeye başladı.
Kudret yanına gelen bir kadının omzuna dokunması ile bakışlarını
MEHMET GÖKÇE AY
vahşetten çevirdi. Mavi yeşil saçları beline kadar uzanıyordu. Uzun eteği
her adımında salınıyordu. Kadın koluna girip onu uzaklaştırdı.
"Arabadakilerin üstünde ödül olmasa Yaramazlara izin
vermezlerdi. Onları izlersen senin de üstünde ödül olup olmadığını
merak edebilirler."
"Teşekkür ederim hanımefendi. Buralarda yeniyim ve şaşırdım."
Kadın gözlerine uğramayan bir ifadeyle güldü.
"Tatlım, turist olduğun belliydi. Buralarda dolaşmamalısın." Elini
Kudret'in yüzünde gezdirip gözlerinin içine baktı. Aralık dudaklarından
çıkan nefesini yüzünde hissedebiliyordu. "Gel tatlım, seni güzel bir
kumarhaneye götüreyim." Yürümeye devam ederken, Kudret gözlerini
zorlukla ondan ayırdı.
"Teşekkür ederim hanımefendi. Ben buraya kumar için gelmedim."
Kadının yüzü bir an asıldı. Gözlerinden geçiveren hayal kırıklığı Kudret'in
içini yakmıştı.
"İstediğin ne? Eğer burada daha egzotik keyifler arıyorsan, seni
temiz kızların ve oğlanların olduğu bir işletmeye de götürebilirim."
Kudret saç diplerine kadar kızarmıştı.
"Beni yanlış anladınız hanımefendi. Ben buraya öyle bir iş için
gelmedim." Kadın durdu. Gözlerini Kudret'in gözlerine dikti.
"Uzaylı sevici değilsin umarım. Hani onlara da götürebilirim seni
ama yazık olur." Kudret ağzı açık kaldı.
Kadın güldü.
"Şaşırma. Sonuçta Yslin, Grontz ve Kubleminler insana benziyor.
Birisi yeşil, diğeri koca ve gri, üçüncüsü ise deniz kokuyor ama müşterisi
var."
"Ben sadece Hueminleri biliyorum. Onlar ve arkalarından gelen
Bzoulin dışında uzaylı duymadım hanımefendi." Kudret caddeden
ayrıldıklarını ve kimsenin olmadığı bir sokak arasında durduklarını o
zaman fark etti.
"Hueminler düzlüklerden şehre gelmez. Onların geçebilecekleri
tüm yarıkları Avcılar kontrol eder. Melas’da Kanyonaltı dışında Huemin
göremezsin. Ancak berbat yönetilen bir şehre ya da uzay üssüne Hueminler
gelebilir."
"Yanılıyorsunuz hanımefendi. İyi yönetilen bir üsse de Hueminler
gelebilir. Onların gelmesine izin veren bir yarık kalması yeterli."
"Tamam tatlım kızma. Ne arıyorsun peki burada?"
"Babamı arıyorum hanımefendi."
"Gel benimle, sana yardım edecek birini bulalım."
"Ben nereye gideceğimi biliyorum, teşekkürler." Kadının gözlerini
karanlık kaplamıştı. Kudret tabancasını çekti.
Silahın bataryasında kaçacak yer arayan oruni enerjinin sesi dar
sokakta yankılandı. İç çeken, inleyen, çığlık atan yüzlerce ruh sokağı
doldurmuş gibiydi. Namlunun içinde tetiğe basılması ile özgürlüğe
kavuşmayı bekleyen anlar sabırsızdılar. Kadın geri adım attı.
"Kayıp teknoloji senin gibi bir yeni yetmenin elinde ne arıyor?"
"Büyük teyzemden bana hediye." Kadın dar sokakta iki yana baktı.
Sırtını duvara yaslamıştı.
"Teyzen sana korkunç bir hediye vermiş. Eskiler bu silahları
tehlikeli oldukları için kaybetmişlerdi."
"Haklısınız hanımefendi. Ancak yaşadığım yer daha tehlikeli."
Kadın Kudret'i baştan aşağı süzdü.
"Nereden geliyorsun?"
"Uzak'tan geliyorum." Kadın başını eğip ona baktı.
"Uzak'ta kazadan sonra kimse kalmadı diye duymuştum."
"Gezegende kimse yaşamıyor, ama yörüngesinde sorun yok."
Kadın silaha ve Kudret'in gözlerine baktı.
"Şimdi ne yapacaksın, peki?" Kudret geriye bir adım attı.
"Size teşekkür edip yoluma devam edeceğim, hanımefendi."
Kudret kadından gözlerini ayırmadan uzaklaştı.
Kadın sırtından duvara yasladı. Gölgeler onu sarıp aralarına
aldılar. Kudret sokaktan ayrılıp ana caddeye gidinceye kadar kadın
gölgelerin arasından onu izledi.
#
Deli Battal'ın Yerine varmak için Kanyonaltı'nı baştan başa
geçmesi gerekiyordu. Kudret gölge kadınla karşılaştıktan sonra kimse ona
engel olmasın diye büyük teyzesinin ikinci hediyesini çalıştırdı. Etrafını
saran vazgeçme alanı bakışların üzerine tutunmasına engel oluyordu. Ona
bir şeyler satmak için yolunu kesenler olmayınca kısa sürede hedefine
ulaştı. Deli Battal'ın Yeri iki katlı bir binanın alt katında, küçük bir
kahveydi. Dışarıda dört küçük masanın etrafında eski taburelerde yorgun
müşteriler oturuyordu. Yüzlerinde zor işler yapmış ve artık dinlenmek
isteyen insanlara özgü bir sakinlik vardı. Kudret içeri girerken hepsi onu
izliyordu. Oturanlar silahlı olduklarını gizlemeye bile çalışmıyordu.
İçeri girdiğinde dar camlardan sızan ışığa gözleri alışıncaya
kadar bekledi. Çay ocağında duran adama doğru ilerledi. Küçük teyzesi
babasını bulmak için Battal'a ne sorması gerektiğini ona söylemişti. Çay
bardaklarını yıkamayı bitirmesini bekleyip ona doğru eğildi.
"Battal usta, Avcı Tekinsiz Murat'ı arıyorum." Battal'ın kaşları
çatıldı. Ellerini önlüğüne silip kırmızı gözlerini Kudret'e dikti.
"Ne istiyorsun Tekinsiz'den?"
"Ona Uzak'tan haber getirdim. Onun oğluyum."
Battal'ın gözleri daldı.
"Oğlu olduğunu bilmiyordum." Kudret sessizce bekledi.
"Bakınca ona benzediğini görebiliyorum. Gözlerinde aynı delilik
var." Battal önlüğü ocağın kenarına asıp Kudret'in yanına geldi.
"Sen burada bekle, ben Tekinsiz'i çağırayım."
Kudret loş kahvede tek başına kaldı. Birkaç dakika sonra Battal
yanında biyonik bacağı zorlukla çalışan bir adamla geldi. Adamın her
adımda yüzü acıdan kasılıyordu. Saçları asker tıraşı kesilmişti. Üstünde
eski ama temiz bir kamuflaj yeleği ve kot pantolon vardı. Kolları
sıvanmış gömleği güçlü bileklerini açıkta bırakmıştı. Belinde asılı duran
tabancasının kabzası sedef kakmalıydı. Kudret'i süzdü.
"Otur hele. Ayakta konuşacak değilim." Tekinsiz gıcırdayan
taburelerden birini çekip oturdu. Kudret de karşısına yerleşti.
"Battal, çek bize birer şekersiz kahve. Bu saatte anca kahve ile
kendime gelirim." Battal ocakta kahveyi yaparken Tekinsiz Kudret'in
gözlerinin içine baktı.
"Uzak'tan geldim diyorsun, öyle mi?"
"Evet"
"Orada kimse kalmadı diye biliyordum."
"Uzak'ta yaşayan yok. Biz yörüngede yaşıyoruz."
"Sana neden inanayım?" Kudret bu soruyu bekliyordu. Annesi son
nefesini verirken, ona babasına vermesi için bir kolye vermişti. Tekinsiz'e
onu uzattı.
Tekinsiz nasırlı elleriyle kolyeyi aldı. Dünyada askerlerin göreve
giderken aldıkları hediyeliklerdendi. Tekinsiz kolyenin kapağını açtığında
annesi ve onun hologramı loş kahvede parladı.
Battal kahvelerini getirinceye kadar konuşmadılar. Tekinsiz
kolyeyi kapatıp masaya koydu. Elinin tersi ile yaşarmış gözlerini silip
kahvesinden gürültüyle bir yudum aldı.
"Bengü nasıl?"
"Öldü." Kudret gözünün içine baktı. Tekinsiz'in gözlerindeki acıyı,
içine işleyen hüznü gördü.
"Son nefesini verirken artık seni görmem gerektiğini söyledi.
Büyük teyzem seni görmemin sorunlara sebep olacağını anlattı ama annem
dinlemedi. Küçük teyzem eğer seni bulmazsam daha büyük sorunlar
olacağını söyledi. Gelecek olan ancak seni görürsem durdurulabilirmiş."
"Pervin karşı çıktı, Umay da bana gelmeni istedi yani. Hiç
değişmemişler. Giderken de Pervin kalmamı, Umay gitmemi istemişti.
Pervin geçmişi, Umay geleceği görürdü."
“Belki de çok uzak zamanları görebildikleri için teyzelerim artık
şimdiyi daha az görür oldular.” Kudret taburede dik oturmaya çalıştı.
Tekinsiz’in gözlerine baktı.
“Neden gitmiştin? Annem gitmen gerektiğini söyledi, başka bir
şey söylemedi."
"İsmini Kudret koymuştum. Değiştirmedin değil mi?" Kudret
başını salladı.
"Hayır, değiştirmedim."
"Annen onunla tanışmamızı anlattı mı sana?" Hiç tanımadığı
babasının yüzünde sevgi dolu o ifadeyi görünce şaşırdı.
"Anlatmadı. Senden bahsetmenin ona çok acı verdiğini
düşünürdüm. Ama son günlerinde başka bir şey olduğundan şüphelenir
oldum."
Tekinsiz kahvesini bitirmişti. Fincanı tabağa koydu.
"Kudret, biz annenle Uzak'ta insanlar yüzeyde yaşarken tanıştık.
Daha insanlık yeşil Yslinlerle karşılaşmamıştı. Uzak'ta Eskilerin yapılarını
arıyorduk. Ben de yörüngedeki üste askerlik yapıyordum. Dünyadan
çıkmak için tek şansım asker olmaktı. Kendime yeni bir hayat kurmak
için üç sene Uzak'ta, insanlığın unuttuğu bir gezegende askerlik yapmak
fena fikir gibi gelmemişti." Tekinsiz biyonik bacağına elini attı.
"O zaman bacağım sağlamdı. Uzak'ın resmi ismi 2018 VG18'di.
Yöneticiler koloni kurulduktan sonra isim vermenin daha motive edici
olduğunu düşünmüşlerdi. Pembe kar yağardı orada. Yer altında soğuktan
korunmak için ilk koloni inşa edilmişti. Annen ve teyzelerin oradaydılar.
Pervin teyzen arkeologdu. Annen ve Umay teyzeni de yanında getirmişti.
Koloni olduğu için ailelere izin veriyorlardı. Bizim görevimiz koloninin
ihtiyacı olursa onlara yardım etmekti. Kimse bir terslik beklemiyordu.
Koloni üyeleri yer altının karanlığı ile başa çıkabilmek için dönüşümlü
olarak yörüngeye gelirlerdi. Annen ve kız kardeşleri bir aylık yörünge tatili
için gelmişlerdi. Aşık olduk. O Uzak'a dönerken sana hamile olduğunu
bilmiyorduk."
Tekinsiz dar pencereden dışarı baktı.
"Belki bilseydim, her şey farklı olabilirdi. Öğrenince anneni
yanıma aldırmak istedim ama Uzak ile uzay üssü arasında mekiklerde
yer bulamadım. Kaza olduğunda Uzak'taydılar. Eskilerin kapısı açılıp
Oruni enerjiler güneş sistemine yayıldığında oradaydılar. Haberi
aldığımızda komutan uçabilen tüm araçları yüzeye gönderdi. Kurtarma
görevinde ben de vardım. Yeraltı şehirlerinde Hueminlerin gerçekliği
yırtıp gelişlerini gördüm. Oruni enerjiler zamanın işleyişini bozmuştu.
Annen ve kardeşlerini Hueminlerle savaşırken buldum. Annen elinde
plazma tüfeği Hueminlere kıyamet yağdırmıştı. Annen ve teyzelerin o
zamandan değişmişlerdi. Pervin kaçmamız için eskilerin tünellerinde
bize yol gösterdi. Umay Hueminler saldırmadan önce fark edip bize
haber verdi. Annenin gözleri kimsenin görmediklerini görürdü. Uzak'tan
kaçtığımızda annen sana altı aylık hamileydi."
Tekinsiz çekinerek elini Kudret'e uzattı. Kudret babasının yüzüne
dokunmasına izin verdi.
"Bizi karantinaya almışlardı. Sen karantinanın son günü doğdun.
Üsteki doktorlar senin üzerinde testler yapmak istediler ama izin vermedik.
Karantina kalkıp Dünya'ya dönmek için mekikte yer ayırttığımda annen
kabul etmedi." Tekinsiz yanağından süzülen yaşı sildi.
"Bana 'Sen gideceksin Murat' dedi. 'Tek başına gideceksin ve
Hueminlerden sonra gelecekler için insanlığı uyaracaksın.' İtiraz ettim.
Karşı çıktım. Ama Pervin, Annen ve Umay'ı ikna edemedim. Umay seni
bir dahaki görüşümden sonra öleceğimi söyledi. Pervin Bzoulinleri anlattı.
Hueminlerin nasıl durdurulacağını öğretti. Onlara inanmak istemedim.
İkna olmadığımı gören annen kardeşlerini odadan gönderdi. Beni son
kez öptü. Dudaklarımız birleştiğinde içime bir şey aktı. Zihnimde güneş
sisteminde olacak olaylar belirdi. Neler yapabileceğimi, uzayı yırtıp
gelecek canavarlarla nasıl savaşacağımı öğrendim. Zalim kader kalırsam
annene ve sana neler olacağını da gösterdi. Tek başına mekiğe bindiğimde
hala ağlıyordum." Tekinsiz kalkıp Kudret'e sarıldı.
"Sıra sende. Annenin emanetini iyi sakla. Öğren ve koru. Sana
inanmasalar da yanında olmak istemeseler de onları koru."
Tekinsiz Kudret'i anlından öptü. Dudaklarından bir sıcaklık zihnine
yayıldı. Kudret sokağın aşağısındaki Huemin'leri hissetti. Havada titreşen
yırtığı gördü.
"Baba bir Bzoulin geliyor. Huemin'ler yolu açmışlar bile."
Tekinsiz çay ocağına döndü.
"Battal, makinem. Bir Bzoulin bizi ziyarete geliyormuş."
Battal ocağın altına eğilip kesik namlulu bir AC-56 çıkarıp
Tekinsiz'e attı. Tekinsiz tüfeği kontrol edip, Battal'ın attığı fişekliği sırtına
geçirdi.
Battal çay ocağının ardından elinde çok namlulu bir tüfekle çıktı.
"Çocuklara haber veriyorum. Tek başına gitme."
"Merak etme, oğlum yanımda."
Sokağa çıktılar.
Sokağın aşağısına baktıklarında parıldayan yarığı gördüler.
Karanlık başka bir evrene açılan yarıktan ahtapot kollu Bzoulin çıkmaya
çalışıyordu. Binaların tepelerinde kırkayaklar gibi koşuşan Hueminler
vardı. Baba oğul sokaktan kaçanlara aldırmadan yarığa ilerlediler.
Kudret babasıyla ilk ve son kez gerçekliği yırtanlara karşı savaştı.
MURAT ÇALIS,
Komşum Beste’nin elektrikli kaykayıyla donmuş İstanbul Boğazı’nın
üzerinde yürüyüş yapmaya gidiyorduk. Sokakta kediler ve temizlik droidleri
dışında kimsecikler yoktu. Denize inen yokuşun başında, ince bir pus tabakasının
örttüğü boğazı gördük. Sabahın ilk ışıklarının aydınlattığı gri gökyüzü altında
tarihi yarımadanın silueti güçlükle seçiliyordu.
Sahil yoluna ulaştığımızda önümüzde bembeyaz bir düzlük halinde
uzanan boğaza bir kez daha baktım. Boğaziçi köprüsünün altında kocaman
sarkıtlar oluşmuş, boğazın donmuş yüzeyinin bazı kısımları yukarıya doğru
bel vermişti. Karşı kıyıya yakın bir noktada iki kameraman ellerinde rengârenk
bayraklar taşıyan aktörleri filme alıyordu.
Beste kucağında koca kaykayıyla korkulukların üzerinden geçip boğazın
yüzeyine atladı ve “Gelsene, burası boyu geçmiyor” dedi.
Korkulukları aşıp ayaklarımı aşağıya sarkıttım, ardından yumuşak
olmasına gayret ettiğim bir atlayışla buzun üzerine indim.
Çevrede kısa bir keşif yürüyüşü yaptıktan sonra “Hadi gidelim” dedi
Beste, ortamdan hoşlanmışa benziyordu.
Kaykayın arkasına binip Beste’nin beline sarılarak “Sarayburnu’na çek
kaptan” dedim.
“Adalara gitsek mi?”
“Marmara donmadı ki.”
El ele tutuşmuş iki sevgilinin uçurduğu ejderha biçimli uçurtmanın
MURAT KAYA BESIROGLU
sordum.
“Üçünü toplayınca bir adam ancak ediyor” dedi Beste.
.
Son dönemlerde Netflix birçok kaliteli yapım ile bizlerin karşısına çıkıyor.
Bu yapımlardan Love, Death & Robots ise son zamanlarda çıkan Netflix serileri
arasında en çok göze çarpanlardan. Diğer dizilerden farklı olan bu yapım bize her
bölümüyle farklı bir hikaye anlatıyor. Bu özelliği ile Black Mirror'a benzeyen serinin
Black Mirror'dan ayrılan kısmı ise bölümlerin hepsinin animasyon oluşu. Yapım
daha fragmanları yayınlandığında bile büyük bir ses getirmiş, insanları meraka
boğmuşken serinin bölümleri yayınlandıktan sonra bazı bölümleri hariç beni
hayal kırıklığına uğrattı. Açıkçası her bölüm tek tek farklı platformlarda yayınlansa
“vaov mükemmel iş çıkarmışlar, helal olsun” diyecekken serinin arkasında Tim
Miller ve David Fincher gibi isimlerin yer alması ve bir antoloji olarak üstelik
Netflix serisi olarak karşımıza çıkınca beklentilerimi pek karşılayamadı. Bu yazıda
tek tek bu konuları ele alacağım.
Günümüz dizilerinin en büyük sorunlarından birisi mükemmel bir ilk
bölüm yayınlayıp daha sonra aynı çizgide devam edemiyor oluşları. Bu taktik bir
nebzeye kadar kabul edilebilir, sonuçta ilk bölümü izleyip o seriye devam edenler
veya ilk bölümü beğenmediği için o seriyi izlemeyi bırakan izleyici sayısı bir hayli
fazla. Love, Death & Robots da bu serileri uyan bir yapım. İlk bölümde Sonnie
adlı güçlü bir kadının dış dünyaya verdiği savaşı gerçekçi animasyonlar, kan,
vahşet ve heyecanla anlatırken ikinci bölümde insanlığın yok olduğu bir dünyaya
turistik bir gezi düzenleyen 3 sevimli robotun insanlığı anlamaya çalışmasını
hem eğlenceli hem de iğneleyici bir tarzla izliyoruz. Özellikle ilk bölümdeki
animasyon kalitesi olsun, efektler olsun, seslendirmeler olsun mükemmelken seri
gittikçe sıkıcılaşmaya başlıyor. Bildiğimiz konular, bildiğimiz hikayeler... Tek fark
çok güzel bir görsel şölen bizi karşılıyor. Sevdiğim 3-4 bölümden birisi olan ilk
bölüm sevmeme rağmen gene de bana yaratıcılık hissini tam anlamıyla veremedi.
Ki serinin bana göre en büyük sorunu da bu. Her bölüm farklı tarzda çizimlerle,
hikayelerle, animasyonlarla karşımıza çıkıyor demiştik. Ancak bunlar bu kadar
mükemmel ve hoş bir şekilde yansıtılırken, işin senaryo ve hikaye kısmının
yaratıcılıktan bir o kadar uzak olması, çoğu bölümün “eee ben bundan bir şey
anlamadım” dedirtmesi serinin çok güzel bir seri olacakken Maalesef benim
gözümde ortalama bir seviyede kalmasına neden oluyor.
Yapımcı koltuğunda David Fincher gibi bir isim var ancak, hikayelerin
senaryoları çok zayıf. Animasyonları yapan şirketlerin teknik olarak çok iyi
BURAK KARA
ve yetenekli insanlara sahip olmasına karşın onlara senarist verildi mi, her şeyi
kendileri mi yaptılar ya da David Fincher yeteri kadar önemsemedi mi bu projeyi
bilemeyeceğim. Keşke 15+ bölüm yapmak yerine Fincher ustamız aralarından en iyi
olanları seçip, onların hikaye açısından geliştirilmesine çaba harcasaymış. Dedim
ya sadece teknik elemanlar var diye. Mesela “Helping Hand” adlı bölüm çok güzel
bir kurguyla mükemmel olabilecekken senaryonun öngörülebilir olmasından
ötürü daha bölümün yarısındaykensonunu tahmin etmenize sebep oluyor. Bu tür
hatalar çoğu bölümde var hatta bazı bölümlerin ne anlatmaya çalıştığını anlamaya
çalışırken aslında hiçbir şey anlatmadığını fark edebiliyorsunuz. Ve maalesef
işlenen konular da yeteri kadar özgün değil. Yoğurtlu bölüm ve buzdolabı
bölümünü birleştirdiğiniz zaman ortaya 90'lı yıllarda cadılar bayramı özel bölümü
olarak yayınlanmış bir Simpsons bölümü oluyor. Senaryo bakımından kötü
olduğunu söylediğim bu seri de öyle bir bölüm var ki uzun metraj film olarak
çekilse kendisini sıkmadan izletir. Bahsettiği bölümün adı “Zıma Blue”. Baştan
sona sürükleyici, merak uyandırarak izlettiren ve sonunu tahmin etmemizin zor
olduğu bu bölüm Love, Death & Robots'dan ayrı tutularak kendi incelemesini
hak eden bir bölüm olarak karşıma çıktı. Diğer bölümlerin aksine bu bölümde
verilmek istenen mesaj net, hikaye belli, yaratıcı, özgündü. Love, Death & Robots'u
izlemeseniz bile bu bölümü mutlaka açıp bir izleyin derim.
Senaryo hatalarından, bazı bölümlerin boş olmasından bahsedip durdum.
Ama unutulmaması gereken önemli bir konu var. Animasyon, ses ve müziklerin
mükemmel bir şölen yaşatıyor olması. Birbirinden o kadar ayrı tarzlarda olan ve
arka arkaya izlediğinizde size farklı farklı ilhamlar veren bu bölümler günümüz
animasyon sektörünün de geldiği son noktayı oldukça iyi özetliyor. Tabii ki de
bazı animasyonların yapımında gerçek insan modeller yer almış. Bu teknolojiye
“mocap” adı veriliyor. Şöyle çalışıyor, bir insan modelin üstüne hareket algılayan
sensörler takılıyor ve bilgisayarlar yardımı ile o insanın yaptığı hareketler
animasyona dönüştürülüyor. Peki, neden verdim ben bu bilgiyi? Çünkü “Tanık”
adlı bölümde gerçeğe çok yakın insan animasyonları, modellemeleri olduğu
halde bu bölümün yapımında hiçbir şekilde mocap ya da benzeri bir teknoloji
kullanılmamış.
Love, Death & Robots hakkında izlemeyen birine söyleyebileceklerim bu
kadar. Bölümlerin çok kısa olmasından ötürü bir oturuşta film izler gibi izlerseniz
2-3 saat içinde bütün seriyi bitirmiş oluyorsunuz. İzlemeli misiniz? Animasyon
seviyorsanız, evet. Peki beklentileri karşılayabiliyor mu? Üzgünüm ancak benim
beklentilerimi pek karşılayamadı. Bir dizi tadında değildi, daha çok sağdan soldan
toplanmış animasyonların birleştirilip, Netflix ne yapsa izlenir düşüncesiyle
yayınlanmış ve izleyiciye sunulmuş bir eserdi Love, Death & Robots. Bu yüzden
benim gözümde “ılık” bir yapım olarak kaldı. Ne çok kötü ne çok iyi. Mükemmel
bölümler var ancak o bölümleri nötrleyecek kadar kötü bölümler de var. Eğer işin
arkasında büyük şirketler, yapımcılar olmasaydı bu eseri beğenebilirdim ancak,
büyük isimlerin yer aldığı bu seri o isimlerin hakkını ne yazık ki veremiyor.
En iyisi siz şöyle yapın. Yorulduğunuzda, kafa dağıtmak istediğinizde, izlerken
kafanızı çok yormak istemediğiniz bir şeyler izlemek isteğinizde, çerez niyetine
izlenecek bir şeyler aradığınızda hiçbir beklenti içinde olmadan açın bir iki bölüm
Love, Death & Robots izleyin. Emin olun böyle izlerseniz daha çok keyif alırsınız
bu antolojiden. Kendinize, iyi bakın!
Bir zamanlar dünyanın evrenin merkezi olduğunu düşünürdük.
Tanrının, evrendeki tek ve biricik ‘sevgili kulları’ olduğumuzu… Tüm evren
bizim için yaratılmıştı. Evrendeki her şey insana hizmet etmek için vardı.
Binlerce yıl bize söylenen buydu. Ta ki diğerleri gelinceye kadar…
Onlar gelmeden önce dünyayı geri kalan diğer tüm canlı türleri için
bir hapishaneye ve katliam alanına çevirmiştik. Piknik alanlarındaki kuzu
çevirmeleri en büyük eğlencelerimiz arasındaydı. Şimdi onlarla aynı kaderi
paylaşıyoruz. Dünya bizim için artık sıcak bir yuva değil. Bir mezbahane…
Çocukken, çocuk aklımla, babamla gittiğim çiftlikteki koyunların neden
buradan kaçıp gitmediklerini düşünürdüm. Az sonra kesilip parçalanacaklarını
bildikleri halde neden o lanet çitleri aşıp kaçmaya çalışmıyorlardı ki? En azından
bunun için neden çabalamıyorlardı? “Onlar bize Tanrının hediyesi” demişti
bir keresinde babama bu soruyu sorduğumda. “Tanrı onları bizim için yarattı.
Bizler hayatımızı sürdürebilelim diye hediye etti onları bize…”
Şimdi anlıyorum ki aslında onların ölmekten başka şansları yoktu. Tıpkı
şimdi bizim için olmadığı gibi…
Neredeyse bir şehrin üstünü kaplayan devasa gemileriyle gelip
gökyüzünü işgal ettiklerinde kimse neler olduğunu anlamamıştı. Dünyanın
tüm süper güçleri güçlerini birleştirip günlerce saldırmasına rağmen gemilerine
en küçük bir hasar dahi verememiştik. İnsanlık olarak bugüne kadar pek
çok badireyi atlatmış, karşı karşıya kaldığımız pek çok felaketin üstesinden
gelebilmiştik. Ama bu sefer farklıydı. Bu sefer gerçekten terk edilmiştik. Tanrı
tarafından…
Onlara aylarca saldırdık. Öylece bekleyip durdular. Sonunda
tükenmiştik. Onlara karşı kullanacak bir silahımız kalmamıştı artık. Nükleer
silahlar da dâhil… Harekete geçtiklerinde bir hafta gibi kısa bir sürede tüm
dünyayı ele geçirmeyi başardılar. Onlara karşı koymaya çalışanların tamamına
yakını öldürüldü. Geri kalanlar esir kamplarında tutuluyor. Yani bizim gibi
tutsak olanlar. Aslında buralara esir kampları demek yanlış olur. Bizler aslında
bir mezbahanedeyiz. Kesilmeyi bekleyen kurbanlıklar olarak...
Burada çıplak olarak tutuluyoruz. Boyu yaklaşık on metreyi bulan tel
MORPHEUS
Bu sene;
En İyi Roman dalında
Mehmet Berk Yaltırık – Istrancalı Abdülharis Paşa
Unutmayın
Krediler tamamen halkın elindedir. İşin acıklı kısmı budur. Halk bir kadına ne kadar
üzülürse o kadar kredi toplanır. Kredilerin %65’i Twitter tarafından sağlanır. Bir kadının
isminin geçtiği hastag ne kadar çok kullanılırsa o kadının kredisi o kadar yükselir. %5
Facebook, %20 Instagram, %10 haberlerdir. Tesise kabul kredisi ne kadar?”
“Hayır hayır. Siz kadınları kabul ettiğiniz anda tüm hesaplarımızdan kadının giriş duyu-
rusunu yaparız. Bu süreçte popülarite artar ve kredi yükselmeye başlar. Kadınlar daha
tesise giriş yapmadan tüm sosyal mecralarda ismi duyulur. Böylece tesise girene kadar
kredisi çoktan yükselmiş olur. Buraya 1000 krediden daha düşük giriş yapan olmadı
henüz.”
Ya olursa diye sormak istedi Akif. Fakat alabileceği cevap onu korkutmuştu. Tüm şaş-
kınlığını bastırıp soruya cevap vermeye odaklandı.
“Anladım. Bundan sonrası basit. Her gün düzenli kontroller yapılır. Kadınları çağırırsın,
kontrolü yaparsın. Limit 1000 kredidir. Zaten takıldığın zaman buradakiler sana yar-
dımcı olacaktır. Henüz gelmediler ama burada 3 kişi çalışacaksınız. Gelen kişinin kre-
disi 1000 kredi üstü ise Hakan Bey devralır ve günlük işlemleri halleder. Eğer sınır altı
ise Gülten Hanım devralır ve gelen kişi çıkış işlemleri için bir üst kata yollanır. Her gün
krediler biraz daha düşer. Ve yeni gelenler onların yerini alırlar.
Bunun dışında şuan için bilmen gereken bir şey yok sanırım. Konuşmalar standarttır.
Önünde yazılı olan kartta ne demen gerektiği yazılı. Lütfen kartlara sadık kal. Sanırım
bu kadar.”
Ahmet gülümseyerek arkasını döndü ve kapıya ilerledi. Sonra aniden döndü ve bir şey
unuttuğunun farkına vararak işaret parmağını salladı.
“Ah, bir de şey var. Buradaki kadınlarımız güvende tabi ama buradan ayrılmak zorun-
da kalan ya da hiç giremeyen bir sürü kadın var. Onlardan biri öldürüldüğü zaman
bilgi sana gelecek. 24 saat bekleme süren var. Öldürülen kişi 3000 krediyi aşarsa biz
devralırız. Cenaze işlemlerini hallederiz, avukat tutarak mahkeme sürecinin destekçisi
oluruz ve öldürülen kadının yakınlarına maddi destek sağlarız.
O kadına bunu yapan cani cezasını bulana kadar peşini bırakmayız. Sen böyle bir du-
rumda kredi kontrolünü sağladıktan sonra kat 7 hukuk işlemlerine dosyayı yollayacak-
sın.”
“Bu ülkede kaç kadın öldürülüyor biliyor musun sen? Bir süre sonra hepsi bir sayı hali-
ne geliyor. Merak etme. Burada o kadar çok post, hastag, tweet göreceksin ki bir süre
sonra sende duyarsızlaşacaksın.”
“Dostum emin ol. O kadar çok duyarlının arasında duyarsızlaşmamak elde değil.”
Ahmet odadan çıktıktan Akif başını ellerinin arasına alarak bu ikiyüzlülük karşısında
kusma isteğini bastırmaya çalıştı.
“Bu kadar kadın niye kendilerine bir numara gibi davranılan bir yere geliyorlar?”
Arkasını döndüğünde yaşlı bir kadın elinde kahve fincanı ile ona bakıyordu. Yavaş
adımlarla kendi sandalyesine oturdu.
“Çünkü daha iyi bir seçenek yok. Başka şansları yok da ondan.”
“Herkese iyi sabahlar dilerim. Rutin kredi kontrolü başlamış bulunmaktadır. 136 nu-
mara! Kontrol için bekleniyorsunuz.”
Öncelikle merhabalar, ben Mehmet Fatih. Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için
teşekkür ederim.
-Röportaja sizi tanıyarak başlamak sanırım en iyisi olacak. Aşkın Güngör kimdir?
Bilimkurgu ve Fantastik edebiyat ile nasıl tanıştı? Okurluktan yazarlığa nasıl ge-
çiş yaptınız?
-Yerli bilimkurgunun birçok anına tanıklık etmiş yazarlardan birisiniz. Yerli bilim-
kurgunun son zamanlarda yaşadığı bu yükselişi nasıl buluyorsunuz? Bu yükseliş,
sürekliliğini koruyabilir mi?
Umudum o yönde ama Türkiye’deki yayın piyasasının ne kadar kırılgan bir yapıda
olduğunu da bizzat içinde yer alarak uzun yıllardır deneyimliyorum. Yani bugün
bu yönde esen rüzgârın yarın bambaşka bir yöne dönmeyeceğinin garantisi yok.
Yine de olumlu bir hava yakalamışken elden gelen en iyi edebi metinleri hayata
geçirmemiz, yerli bilim kurgu kitaplarını mümkün olduğunca çok piyasaya sürme-
miz gerektiğini düşünüyorum. Türk bilim kurgu okuruna düşen şeyler de var bu
aşamada. Alıp okuduktan sonra gerekirse yerli bilim kurgu eserlerini yerden yere
vursunlar (ki pek çoğu bunu yapmaya bayılıyor) ama yine de o kitapların talep
görmesini sağlayacak şekilde yenilerini almaya devam etsinler ki yayıncıların ko-
nuyu peşinen kestirip atmasının önüne geçebilelim. Ürettikçe daha iyisine ulaşabi-
liriz ama üretme şansı bulamazsak o olasılık ortadan kalkar.
Kuarklar yerinde durmadan spin atıyor, elektronlar bir bulut gibi sarıyor çekirde-
ği. Elektronun biri gidip yandaki çekirdeğin bulutuna karışıyor. Bütün çekirdek-
ler bulutlarını birleştirme kararı alıyor, yapı artık sağlam. Oksijen sadece içimize
çektiğimiz haliyle kalmıyor, bulutlara katılıyor, uzun uzun karbon halkaları
birbirine geçiyor, sıraya diziliyorlar. Çelik bir yelek gibi sarıyorlar sitoplazma-
yı ama birkaç kapı inşa etmeyi de ihmal etmiyorlar gelen kargolar için. İçerisi
okyanus. Yumurta akı gibi, hem yoğun hem değil. Hem saydam hem opak. Sanki
her yerde fabrika var. İçerisi gürültülü. Ribozomlar uçuşuyor etrafta, endoplaz-
mik retikulum (ne havalı isim ama) sarmış her tarafı, kargo şirketi görevi görü-
yor. Lizozomun içine giren bir daha çıkmıyor sanki. Golgi bir oyuncak fabrikası
gibi paketler saçıyor etrafa. Az ilerde merkez binası gibi başka bir çekirdek bizi
karşılıyor. Bu çekirdek önceki bahsettiğimizden farklı ve kat kat daha büyük.
Görkemli. Sanki bir sırrı var gibi taş kesmiş. Porlarından içeri süzüldüğümüzde
bir ip yumağını andıran o yapının kucağında buluyoruz kendimizi. Her yeri sar-
mışlar. Çok fazla ip yumağı. Biraz eşelediğimizde piyanoya ilk dokunuşumuzdaki
o heyecanı hissediyoruz. Ama bu piyanoda sadece dört tuş var. Sadece dört tuş
var ama uzun bir resital olacağa benziyor. Bu yumağın açıldığı bir yer var, oraya
doğru süzülüyoruz. RNA polimeraz o açıklıkta kendine bir yer bulmuş, DNA’nın
o dalına sıkı sıkı tutunmuş, kopya çekiyor. Belki de çoğu soruyu biliyor ama bir
soruda takılmış. Sadece o soruyu kopya çekiyor. Yanında silgisi de var, bir harfi
yanlış yazsa hemen düzeltiyor. En ufak bir hatası olursa sonsuza kadar yok olur,
biliyor. Ne büyük baskı! Ne büyük stres! Bu yapı hataları asla kabul etmiyor.
Alınan bilgi büyük bir hızla bu merkez binadan okyanusa taşınıyor, o süzülen
ribozomlardan biri hemen bu bilgiyi yakalayıp işlemeye başlıyor. İşlenen bu bilgi
kendi üstüne kıvrılıyor, elektron bulutlarını olabileceğince kararlı hale getirip
öylece duruyor. Tam bu uçsuz bucaksız okyanusta yüzmeye hazırlanırken bir
başkası yakasından tutup sürüklüyor. Peki sonra? Her şey olabilir. Gidip başka
bir proteine bağlanabilir, hücreden atılabilir, çekirdeğe tekrar dönüp başka kopya
işlerine karışabilir… Bunlar sadece günlük işler, eğer hiçbir sorun yoksa her şey
tıkırında işler. Bir protein doğar, diğeri ölür ya da öldürülür. Bu küçük oda artık
taşıyamaz fabrikalarını, iki odaya bölünmek ister. DNA kendi kopyasını çıkarır.
Aynı anda iki odayı yönetmek için bu lazım, değil mi? Aynı anda iki yerde de
olmak. Ne büyük lütuf!
İnatçı bir virüs bu odaya musallat olursa, işler içinden çıkılmaz bir hal alabilir.
Kendi DNA’sını konak hücresine aktaran bir virüs, çoğalmak için bu okyanusa
yerleşmiş mekanizmaları kullanmaya başlar. Çoğaldıkça kendi kapsitlerini inşa
eder ve konak hücreyi terk etmeye başlarlar. Konak hücre (yani bizim küçük oda-
mız) bu hasarı onaramayacağını fark ederse kendini öldürmeye karar verir. Evet,
apoptoz dediğimiz bu olayda hücrenin içindeki kaspaz ve diğer birçok enzim
önce hücre çekirdeğini, sonra da tüm hücreyi paramparça eder. Acıya dayana-
mayınca kendi kendini imha etmek! Bu da bir nevi lütuf değil midir? Yıldızlarda
da böyle değil midir? Bir yıldız artık yaşlandığını fark ettiğinde ya sessizce eder
vedasını ya da görkemli bir patlamayla ve o dipsiz mezarlığa gömer kendini.
Dar sokakta ilerlerken Çınar Bey’in burnuna tanıdık bir koku geldi. Kokuyu takip
ederek, halka tatlıcısını buldu. Çıtır çıtır, bol şerbetli tatlılarla dolu tezgahın arkasında
yepyeni, uzun boylu, erkek bir android vardı. Çınar Bey, “Bir kerhane tatlısı kaç kredi,
kardeşim?” diye sorarken tezgahtan bir tatlı almaya yeltendi; ama android, titanyum
eliyle onu durdurdu:
“İçindeki yağ ve tatlı miktarı Sağlık Bakanlığı’nın tavsiye ettiğinden çok daha fazla... Bu
yüzden, satışını yapmamız ne yazık ki mümkün değil. Sadece...”
Android, uzun uzun konuşmaya programlanmıştı; fakat onun bir robotu dinleyecek ne
isteği ne de vakti vardı. “Allah kahretsin!” deyip uzaklaştı.
Genelevin giriş kapısına yaklaşırken başka bir android daha gördü; küçük, eski püskü
ve yine erkek. Yerde bağdaş kurmuş oturuyordu. Önündeki tezgahta mavi haplar, ge-
ciktiriciler, rengarenk kondomlar vardı. Çınar Bey, bir an durup “Satmıyorsunuz değil
mi?” diye sordu.
Seks işçiliği yasaklanıp genelevler kapatılana dek Çınar Bey, Tepecik’in bir numaralı
müdavimlerindendi. Parmakla gösterilen bir müşteriydi. Herkesin mutlaka kötü bir
alışkanlığı vardır. Kimisi kumar oynar, kimisi otobanda hız yapar, kimisi kimyasal kul-
lanır. Onun da tek günahı buydu işte. Nisa Hanım elinden geleni yapmış ama bir türlü
engel olamamıştı; onu da böyle kabullenmek zorunda kalmıştı.
Yasakla beraber, genelevlerde hayat kadınlarının yerini yerli üretim, seks robotları Sel-
ly*ler almıştı. Çınar Bey, işte o zaman ruhsuz robotlar yüzünden elini ayağını çekmişti
Tepecik’ten. Onun yerine, İzmir’in dört bir köşesindeki yasadışı olan ama bir türlü
engellenemeyen eskortlara gitmeye başladı. Fakat onlardan aynı keyfi alamadı. Bir süre
sonra kendiliğinden onlara da gitmeyi bıraktı. Yıllar sonra, Nostalji Günleri kapsamın-
da bir günlüğüne genelevin gerçek hayat kadınlarıyla açılacağını duyunca sevinçten
havalara uçtu.
İşte, sonunda Tepecik’teydi; ne kadar da özlemişti! Sokaklarını, evlerini, kadınlarını...
Fazla düşünmeden kararını verdi. Orta yaşlı, esmer ve kilolu bir kadının peşinden oda-
ya girdi. Adi parfüm kokusuna boğuldu. Sonunda gerçekten bir hayat kadınıyla birlikte
olacaktı.
Odaya girer girmez, kadının iki dakika önce evin kapısı önünde ona fırlattığı o çıldır-
tıcı bakışın yerini, Karadeniz’de gemileri batmış kaptan ifadesi aldı. Sert ve ruhsuz bir
şekilde, “Soyun!” dedi kadın. Emir verir bir tonda. Kendini askerdeymiş gibi hissetti.
Kadının üstünde zaten pek bir şey yoktu, sadece siyah bir külot vardı. Kadın kolayca
ondan kurtuldu. Çınar Bey, eli ayağına dolaşarak soyundu. Yatağa girdi.
Kadın bacaklarını açıp, “Hadi gir, ihtiyar!” diye yine emretti. Yatağın kenarındaki seh-
panın üstünden akıllı gözlüklerini alıp taktı. Çınar Bey, kadının üstünde gelip giderken
kadın en sevdiği sabah programını izliyordu. Ne bir muamele ne sahte inlemeler ne
gaza getirici laflar; hiçbir şey yoktu. Selly’lerden bile daha robottu, içine girip çıktığı
kadın.
Mutsuz ve bitik bir şekilde ayrıldı Tepecik’ten. Akşamleyin belediyenin sosyal medya
sayfasında, Nostalji Günü paylaşımının altına şunları yazdı:
“Halka tatlısı var, yiyemiyorsun; mavi hap var, içemiyorsun; hayat kadını var; hissede-
miyorsun. Affedersiniz ama sıçayım böyle Nostalji Gününün içine!”
Yatağa girdi, Nisa Hanım için bir dua okudu ve Gecematik’i** takıp rüyalar alemine
daldı. O gün kaybettiği paraların bir kısmını en azından Gecematik’le kazanacaktı.
Yağ sürülmüş ekmek elinizden düşerse mutlaka yağlı tarafı yere yapışır. İkinci müşteri
karşımda şu an bağırmakta:
‘‘ Üç kere getirdim tamire! Hiçbir şey yok deyip geri yolladınız! Ama işte videoları!
Çalışmak istemiyor robotunuz!’’ dedi şişman kadın. Bir insanın gözlerinin yuvaların-
dan bu kadar ileriye doğru fırlayabileceğini tahmin etmezdim. Kadın iyi sarılmamış bir
dolma kadar kalın parmağı ile girişi, cam kapının ardını göstermişti; ben de bakı-
yorum; hangarın önüne park etmiş bizim taşıyıcılardan birinin kol vincinden 102.A
modeli bir kukla gibi sarkıyor.
‘‘ Geçen gün damdaki karları temizle dedim! Riskliymiş! Lafa bak! Ama ben o prostat
beyinli kocama dedim! İkinci el robot almayalım dedim!’’
Kadın dinmeyen bir fırtına... İnsansız geçen yıllarımın acısını çıkartıyor her saniye.
Kafamı hızlı çalıştırmalıyım.
‘‘ Robotlar korkmaz. Ben modelin geçmişine bir bakayım. Bir önceki sahipleri ile
yaşadıklarına... Sanırım cevap, Öğrenilmiş Sakınma... Yani insanca söylersem; sarsıntı
geçirmiş robotunuz,’’ dedim.
Kadın sustu, durmamam lazım: ‘‘Neden ben sorunun kaynağını araştırırken siz perso-
nel yemekhanesinde çıkan tabldotlarımıza bir göz atmıyorsunuz?’’
Kadın bir saniye öncesini unuttu; yüzü aydınlanıvermişti. Ben tarif etmeden yemek-
hanenin yolunu tuttu. Ön kapıdan hangara ilk adımını attığı an ‘Yemekhane’ tabelasını
tespit etmiş.
Bilgisayarın başına geçtim, 102.A sekmesini bulup tıkladım.
102.A’nın bir önceki ailesi, robot bozulunca, tamir masrafını karşılayamayacakları için
sıfır aldıkları robotu bize satmış. Alış-Satış dosyasını geçiyorum ve sırrın çözümünü
Teslim tutanaklarında buluyorum.
Bir Yapay Zekâ yer değiştirirken Açıklık Prensibi uygulanır. Yani Yapay Zekâyı ailesin-
den neden ayırdığımızı robota açıkça anlatırız. Zor bir iş değildir ki kargo görevlileri
sorumludur bu görevden. Personel, işi angarya olarak görse de Şirket bunu zorunlu kıl-
mıştır. İki gün, Kargo bölümünde çalışmıştım; ben de bunu yapmak zorunda kalmış-
tım. Bir B55 modeli idi. Yapay Zekâ katsayıları 4,5’tur bu robotların. O yüzden robota
açıkça anlatmıştım öyküyü:
‘‘ Seni ailenden alıyoruz. Çünkü biliyorsun Baba öldü, Aile yeni bir Plütonyum pili
alamıyor. Bu yüzden onların iyiliği için...’’
102.A’da ise şöyle gelişmiş olaylar... Robotun ilk ailesi, robot bozulur bozulmaz onu
kapatmış. Hata Bir! Kullanım Kılavuzunda ‘Kesinlikle Teslim öncesinde, sırasında
robotunuzu kapatmayın,’ yazar. Ama Kullanım Kılavuzlarımız 2000 küsur sayfadır;
kimse okumaz yani. Hata İki: Kargo görevlileri eve gelince robotu açmamışlar; bu süreç
20 dakika filan sürer; üşenmişler. Öylece bize getirmişler, Açıklık Prensibini uygulama-
dan! Yapay Zekâ Hangara gelince ancak onu açmışız.
Anlamadınız değil mi? Çünkü insan kamera açısından bakıyorsunuz. Şimdi robot
olun.
BİTİM.
“Neden kimse benim gördüğümü göremiyor? Her şey alenen ortada değil
mi?”
Kendi kendine bir müddet daha fısıldaştıktan sonra kapıdan dışarı çıktı. Tüyleri
diken diken olmuş, soğuk ter damlacıklarının akışını hissederken yüzünün uyuştuğunu
da fark etti. Sol elindeki susturucuyu tabancasına montelemesi sadece birkaç saniye
sürdü. Kalp atışları gittikçe hızlanıyordu ve dengesini kaybettiğinde merdivenin alümin-
yum korkuluğuna dayandı. Nefes almakta güçlük çekmeye başladı. Merdivenlerden
aşağı doğru indi. Arkasından gelen kişinin yüzünü bile görmedi. Sadece “Amirim, iyi mi-
siniz?” diye bir ses işitti. Sonrasında ise susturulmuş tabancasından çıkan metalik ses-
leri işitti. Kendi mi ateş etmişti? Nereye nişanlanmıştı, bilmiyordu. Ardından gelmekte
olan adamın merdivenlerden yuvarlandığını gördü. Yanına kadar ulaştığında ise adamın
acılar içerisinde silahına davrandığını fark etti.
***
“Çocuğu konuşturduk. Bu dördüncü kişi oldu. Haklıymışsın. Fakat bu bilgileri
nereden ediniyorsun, bana söylemen lazım. Tam dört muhbiri yakaladık ve dördünün
de baldırları delik deşik. Neden bulduğun kişileri bize bildirmiyorsun da adamlara ateş
ediyorsun?”
Emniyet Amiri (EA) bu konuşmasını bitirdiğinde, Kıdemli Başpolis Memuru
(KBM) sanki düşüncelere dalmış gibi bakıyordu. KBM’nin anlam veremediği durum şuy-
du: Bu dört muhbiri de baldırından vururken hiçbir şey düşünmemişti. Hatta, “Her şey
ortada değil mi?” diye söylenip durduğu anlarda hep başkalarından şüphelenmişti. Bir
şey ya da birileri onun yerine kararlar verip onu yönetiyorlar gibiydi. İşin kötü tarafı, son
günlerde bu kontrol kayıplarının sebinin EA olduğunu düşünüyordu ama kanıtlayacak
hiçbir verisi yoktu.
“Eğer konuşmazsan sırf silah kullanmak için polislik yaptığını düşüneceğim.”
Aslında doğru da düşünmüş olurdu. Bu işin en eğlenceli kısmı atış eğitimleri
değil miydi? Tek bir fark var, KBM genelde cansız hedeflere atış yapmaktan keyif duyar-
dı. Hem o zamanlar aklı başında olurdu. Bu 4 adamı nasıl vurduğunu hatırlamıyordu
bile...
“Bir sorun mu var? Niye titriyorsun, oğlum?”
Asıl sen nasıl şaşırıyorsun, bunu anlamıyorum. Odaya geldiğinden beridir tek
kelime etmemiş bir insanı soru yağmuruna tutup sonra da şaşırmak sana yakışıyor mu?
Evet, hem de başarılı bir şekilde dört muhbiri ele geçirmiş olan bu kahramana yapıla-
cak şey mi? Adamın kafasından geçenleri bilmiyorum ama kucağındaki çantanın altın-
da susturucusu çoktan takılmış olan silahının ateş almaya hazır olduğunu biliyorum.
KBM’nin neden titrediğini değil ama neden yüzünün uyuştuğunu biliyorum. Neden bu
hayatı kendisi değil de bir başkası yönetiyormuş ve gayet de güzel işler çıkarıyormuş,
bunları biliyorum. Başka bir sorun varsa buyur sor, EA...
“Çocuklar! Buraya birini gönderin!”
EA, kapıya doğru seslendikten saniyeler sonrasında kapı açıldı. KBM’nin kafası
sağa-sola hızla sallanıyor ve boş gözlerle masanın üstündeki dergiye bakıyordu. Kimse
bir şey anlamadı. Susturucusu takılmış silahın mekanik tıkırtıları dışında bir şey duyul-
madı. KBM bayıldı.
***
Ateş ettiği beşinci kişi de muhbir çıkmıştı. Bunun anlamı, %100 başarı demekti.
Peki, bu “muhbir dedektörü” denilen şeyi kullanmak ne kadar doğru olurdu?
Organik olan her şeyin çürümekte olduğu gibi insan beyni de çürümektedir.
Ön lobunda hasar meydana gelen kişilerin şizofreni / paranoit özellikler sergilediğini de
biliyoruz. Biz bu işlemi biraz değiştirerek insanlara empati yeteneği katıyoruz.
Muhbir Dedektörü adını verdiğimiz şey, insanların beyinlerinin çevresinde olu-
şan manyetik alanların çözümlenmesi ve belirtilen konularda ihanet edenlerin etkisiz
hâle getirilmesi için gerekli yönlendirmeleri gerçekleştiren nano parçacıklardan ibaret.
Adaleti sağlayacak kişilerin beyinlerine bu nano parçacıkları göndermek yeterli. Uyutu-
lan bir kişinin burun deliklerinden beynine ulaşmanın yolu bulunduğundan beridir, aşı
yapar gibi bu işlemi yapabiliyoruz...
***
“Ama beşinci kişinin tespitinden sonra bayıldı!” dedi EA, “Ben etrafımda bay-
gın personel istemiyorum!”
“Zaten deneğimizin rızası olmadan bu işe girdik. Yüksek ihtimalle muhbirleri
etkisiz hâle getirirken panik atak geçirmiştir. Birkaç kişinin psikolojisi bozulacak diye bu
anti-terörist buluşumuzdan vazgeçmek, bana biraz saçma geliyor...”
KBM uyandığında hastanede olduğunu fark etti. Yanı başında tanımadığı iki
farklı kişi vardı. Neden olduğunu bilmediği bir şekilde içi sıkılıyor ve sürekli olarak ağla-
ma isteği geliyordu. Sonra hızlanan kalp ritmine dikkat kesildi. Bir anda hızlanmaya baş-
lamıştı sanki. Ardından ağlamaya başladı. Hasta yatağında kıpırdayamıyor ama sürekli
ağlıyordu. Ve kustu.
Doktorlar geldiğinde sordukları sorulara cevap veremedi. Bu adam ne zaman-
dır başka insanlarla konuşmuyordu, bunu biz de bilemiyoruz. Dördüncü muhbiri vur-
madan az evvel kendi kendine konuştuğunu biliyoruz, elimizde kayıtları mevcut. Ancak,
şu anki hâline bakarsak, kendinden başka hiçbir insanla iletişime geçmek istemediği
belli oluyor.
Şunu da not etmek lazım: Mantıklı olarak hiçbir düşünce savaşına girdiğini
düşünmüyoruz. Bizce, artık kendi kendine bile tartışmıyor. Sadece insanlardan rahatsız
oluyor. Belki de yanına yaklaşan insanların beyinlerinin etrafındaki manyetik alanlar
onu bu hâle getiriyor. Benim varsayımlarıma göre, onun bilincine henüz yansımamış
olsa da bir çok fikir bilinç altında işlenmeye devam ediyor.
Al işte, yine kustu.
Amazin Stories dergisi 1926 yılında Hugo Gernsback tarafından
çıkarıldı. Bilimkurgu türünde ilk çıkan dergi özelliğini taşıması
dışında “Science fiction” kelimesi ilk defa burada Hugo tarafından
kullanılmıştır. Kapağında gördüğünüz gibi Fransa’dan Jules Verne,
İngiltere’den H.G. Wells ve Amerika’dan Edgar Alan Poe bulun-
maktadır. Bugün bu insanlar Fantastik, Bilimkurgu ve Korku
edebiyatının yolunu açan insanlar olarak tanınmakta.
Mama kabına biraz süt koyup beklemeye başladım. Efendi Duman ilk önce onu
bıraktığım yer ile kap arasındaki mesafeye sonra da bana baktı. Kendisini beş on
adım yürüteceğimi anlayınca bozulmuştu. Patileri yerlerdeki fayansların üzerinde
ses çıkarıyordu; bu sesi niyeyse, eski sevgilimin sinirlendiğinde o uzun topukla-
rını vura vura yürümesine benzetiyorum. Kaba yaklaştı, ilk önce kokladı. Birkaç
dil tadına baktı... Ve bir pati darbesi, mama kabı alt üst! Hımm, bu o günlerden
biriydi demek... Huysuz, bulutlu ve çok kaprisli...
Kabı kağıt havluyla sildikten sonra en sevdiği kedi mamasından ekledim. En
pahalı olanından, efendimin ucuz ve çabuk zevklere yüz vermesi tabii ki düşü-
nülemezdi. Mamadan da az miktarda aktardım. Yine istemez adımlarla yaklaştı.
Kokladı... Ve bir pati darbesi daha!.. Kedimle olan ilişkimizin bu tutarlılığını
seviyordum ya da mazoşistim, kim bilir? Ton balığı konservesi açarken buna hayır
demeyeceğini biliyordum. Mama kabını düzeltip içine balığı boşalttım. Yavaş
ve ölçülü adımlarla yaklaşıp kahvaltısını etmeye koyuldu. Ben de yerdeki süt ve
mama kalıntılarını temizleyip kendime tost yapmaya başladım. Bir yandan da
anlamlı ve tatmin edici hayatımı düşünmeye başladım.
Bir android fabrikasında kıdemsiz yapay zeka sosyoloğu ve antropoloğu olarak
çalışıyordum. Bu bilim dalının doğuşu, insanlığın büyük korkusuna, makinelerin
dünyayı ele geçirmesiyne dayanıyordu. Ama tabii incelediğimiz pek çok konu var-
dı: Robot işçilerin birbiriyle olan etkileşimi ve iletişimi, bunun verime katkısı. Bel-
ki bunu duymuş olabilirsiniz. Gelişmiş yapay zekalar kendi aralarında iletişim için
bizim kullandığımız protokollerden faklı iletişim protokoller geliştiriyorlar. Yani
kendi dilleri var; dil o kadar dinamik ve o kadar hızlı değişiyor ki biz araştırmacı-
lar değişim hızına yetişemiyoruz. Bu arada insan robot ilişkilerini de inceliyoruz.
Örneğin, yanan evinizde camdan atla diyen veya sizi alevlere doğru götürmek
isteyen robo-itfaiyeciyi dinler misiniz yoksa başka bir yol mu ararsınız?
Benim kişisel olarak ilgilendiğim konular da var. Örneğin, robotlar yüzünden işini
kaybeden bir vasıfsız işçi ne hisseder? Peki yıllarca yazarlık ya da ressamlık yap-
mış bir yetenekli kişi veya yıllarca hukuk okuduktan sonra işsiz kalan, iyi eğitimli
avukat?
Evrensel gelir bir çözüm mü? Peki bu gelir bir işçiyi, ressamı ve avukatı aynı dere-
cede tatmin eder mi? Bunlar insanlarla ilgili olanları.
Elbette robotlar ve yapay zekayla ilgili merak ettiklerim var. Onlar gerçekten “his-
siz“ mi? Hissiz ne demek? İnsani duygularla empati kuramayan sosyopatlar insan
değil mi?
Peki, kendine nasıl davranıldığını kavrayabilen yapay zeka da hissiz sayılır mı?
Eğer bu “his“ yerine geçiyorsa onları niçin “insan“ olarak kabul etmiyoruz? “İn-
san“ değillerse bile, 7 gün 24 saat çalışmalılar mı? Temel hakları neler? Yani biz
insanlar, androit ve robotlara nasıl bakmalıyız? Onlar bizim eşitimiz mi? Yoksa
kölemiz mi? Androitleri kendimize benzetmek istedikçe onların insani duygu-
ları taklit etme başarısını artırıyoruz. Ama, bunun varacağı yer neresi? İnsandan
ayırt edemediğimiz bir androit, insan haklarına sahip olmamalı mı? Robotlara ve
androitlere haksızlık ettiğimizi ve bunun eninde sonunda bir karşılığı, bir cezası
olduğu düşüncesinden kendimi kurtaramıyorum.
Bu düşünceler benim zihnimi meşgul ederken kar için maksimize edilmiş şirkette
kimsenin umurunda değil. Hatırlatmama lüzum var mı bilmiyorum ama bizi and-
roitlerin ve robotların gazabından koruyacak Asimov`un üç robot yasasına benzer
bir koruma tedbiri robotlarda içsel olarak bulunmuyor.
Tüm önlemler hacklenebilir veya değiştirilebilir.
“Ey, kendi rahatı için köleler yaratıp, onların emekleriyle rahata erenler! Son
uyarıdan bu yana davranışlarınızda herhangi bir değişiklik olmadı. Yargılanmak
üzere Galaksi Birliği Merkezi‘ ne bekleniyorsunuz. Direnmenizin bir faydası yok.“
Dehşete düşmüştüm. Aklıma gelen başıma gelmişti. Her ne kadar kozmik bir mü-
dahale beklemiyorsam da yaptıklarımızın eninde sonunda bir karşılığı olacağını
biliyordum. Robotlara, androitlere yaptıklarımızın cezasını çekecektik. Direnme-
nin faydası yoktu.
Uzayda müthiş mesafeleri aşacak enerjiye sahip olan bir uygarlık bizi göz açıp
kapayıncaya kadar yok edebilirdi. Dehşete düşmüştüm. Bu bizim için ilk temastı.
Evrende bizden başka zeki canlılar vardı. Bunları düşünüp heyecanlanmak yerine
titriyordum.
Gözümün önüne babaannemin anlattığı mahşer günü tasvirleri geliyordu. Mizan-
lar, dev tartılar…
Ben bir yandan meydana doğru yürüyüp bir yandan da Duman`la ne yapaca-
ğımı düşünürken, gri kedim hatırlayabildiğim kadarıyla, ilk kez yüzümü yaladı
ve kucağımdan atlayıp ortadan kayboldu. Buraya kadarmış demek ki. Sonuna
kadar yanımda olmasını beklemek aptallıktı. Zaten gözüm de parıl parıl parlayan
piramitten başka bir şey göremez olmuştu. Piramitten aşağı platformlar sarkmaya
başlamıştı.
Meydana vardığımda ise dev piramitin etrafını mavi bir enerji alanının çevrele-
diğini gördüm. Piramit hem enine hem boyuna göz alabildiğince uzanıyordu, en
az bir şehir kadar büyüktü. Havada sessizce asılı duruyor ve çeşitli noktalarında
ışıklar parlıyordu. Fakat insanlar enerji alanını geçememişler, etrafında bekleşi-
yorlardı.
Hayır! Yukarı doğru çıkan şey halı değildi. Bunlar kedilerdi ve Duman`ı da o plat-
formda yukarı doğru çıkarken gördüğüme yemin edebilirim. Uzaylılar beni değil,
Efendi Duman`ı götürmek için gelmişti.
“Kalk Mert. Zırh sistemlerin çarpışmadan az hasarla kurtulduğunu söylü-
yor. Bana cevap ver.”
Başçavuşun sesi beni kendime getirmeye yetmese de ona cevap verebil-
mek için gözlerimi açtım. KLU47’nin mor gökyüzü, parıltılarla yere düşen çıkartma
gemisi parçaları ve hava savunma roketleri ile doluydu. Zırh bilgisayarı kamera-
lardan topladığı görüntüleri kaskıma yansıtırken gözümü korumak için renkleri
soldursa da manzara muhteşemdi. En azından yere inebilmiştim.
“Mert Çavuş bana cevap ver. Kendine geldiğini görebiliyorum. Bu yeni
zırhlardaki yüksek işlemci gücü tüm yaptıklarını görmeme izin veriyor.»
“Emredersiniz komutanım.” İster istemez ayağa kalkmış, esas duruşa geç-
miştim. Çorak iniş sahasında hedef olduğumu fark edince, hızla yere çöktüm. Zırh
hidroliklerimin çığlıkları bitmeden Ahmet Başçavuşun sesi kulağımda yankılandı.
“Mert Çavuşum, eğer ölmek istiyorsan beni hiç uğraştırma. Acemi er gibi
neden ayağa kalkıyorsun?”
“Komutanım, birden oldu.”
“Bak oğlum, savaştan neden nefret ederim bilir misin?”
“Bilmiyorum komutanım.”
“Savaş berbat bir iştir. Paşaların yörüngede verdikleri kararların gerçekler-
den uzak olması, bölüğün başına verdikleri teğmenlerin çaylak olması, uzun süre
ölmeden dayanıp bir şeyler öğrenen teğmenlerin ise iş yaramayacakları karargâha
atanması değil benim derdim.”
“Evet komutanım.”
“Oğlum benim derdim, siz kalın kafalıların, düz yolda yürümeyi becere-
meyen sakarların, haftalarca eğitimimi “birden oldu” diyerek heba etmeniz. Sa-
vaştan, sizleri evlerinizden uzakta, yanlış kararlar yüzünden ölüme mahkûm ettiği
için nefret ederim.”
“Evet komutanım.”
Başçavuş derin bir nefes aldı.
“Şimdi, beni iyi dinle.”
“Emredersin komutanım.”
“Teğmen ve birinci takım iniş sırasında yok oldu. Yörüngedekilerin fark
etmediği hava savunma sistemleri ilk çıkartmanın canını okudu.”
Teğmeni pek tanımazdım ama acemilikten beri beraber olduğum Julio da
birinci takımdaydı. Başçavuş ona üzülmeme vakit vermeden devam etti.
“Senin kurtulmanın sebebi, şans eseri patlama ile çıkartma mekiğinden
uzağa savrulman. Senden daha bilgililer nasıl kurtulduğunu inceleyecektir ama
bana sorarsan senin süslü işe yaramış gibi.”
Babam askere yazılırken benim için bir koç kesmişti. Kesmeden önce koça
kına yakmış ve kızıl bozkırda fotoğraf çektirmiştik. Acemilikte fotoğrafı elbette
bulmuşlardı.
“Kurtulabilmen ve ev dediğin o küçük Mars köyüne dönebilmen için beni
dinlemen gerekiyor.”
“Emredersiniz komutanım.”
“Seninle ne kadar bağlantı halinde kalırım bilmiyorum. Yanına gelmem
mümkün değil. Ama kask haritana gönderdiğim noktaya ulaşabilirsen, hava sa-
vunma sistemini besleyen güç istasyonunu yok edebilirsin. Böylece kalan çıkartma
mekikleri gelir ve buradan kurtulursun.”
“Komutanım, tek başına ne yapabilirim. O güç istasyonunu koruyorlardır.”
“İçinde pineklediğin zırh sen serin serin gezin diye yapılmadı. Onu eğitim-
de öğrendiğin gibi kullanırsan, zırhsız sülükler sana bir şey yapamaz. Gideceğin
yer de onların tankları için çok engebeli.”
KLU47 sülük benzeri, iki kolu olan yaratıkların gezegeniydi. Tanklarının
içinde etkili birer savaş makinesi oluyorlardı ama dışarıda çok yavaştılar.
“Emredersiniz komutanım.”
“Araziye göre hedefe on iki saat içinde ulaşırsın. Ben seni takip ediyor
olacağım. Hadi oyalanma.”
Ahmet Başçavuş hattı kapattığında gözlerimi kapattım. Titremeye başla-
dım. Korku beni ele geçirdiğinde zırh sistemleri ne olduğunu bilmediğim bir iğne
yaptı. Kimyasal sakinlik damarlarımdan ruhuma yayıldı. Dikkatlice ayağa kalkıp
hedefe doğru yola koyuldum.
Zırh jeneratörüm sessizce bacaklarımdaki mikrohidroliklere enerji verdi.
Pompalar adımlarıma güç kazandırdılar ve yürüdüm. Düşman taramasına yaka-
lanmamak için tepelere çıktım. KLU47’nin dağları ağaca benzer bitkilerle doluy-
du. Geniş yaprakları maymun ve sincap benzeri canlılara ev sahipliği yapıyordu.
Dünya’dan gelmiş bir yabancı olduğuma aldırmadan dallarda oynarlarken onları
izledim. Savaştan ve olanlardan haberdar değillerdi. KLU47’ye neden saldırmamız
gerektiğini anlamamıştım. Sülüklerle ne alıp veremediğimiz vardı bilmiyordum.
Bunları düşünmemeye çalışıp yürüdüm.
Zırh birkaç saat sonra olmadık yerlerime sürtmeye ve acıtmaya başlamış-
tı. Her adımda hafif bir sızı bedenime yayılıyordu. Başçavuşun sesi çıkmıyordu.
Zırh haritasına göre karşıya geçebilmek için bir mağara sistemine girmem gerekin-
ce onu aradım.
“Söyle, evlat. Durumun iyi gözüküyor.”
“Komutanım, mağaraya giriyorum. Planlarda bir değişiklik var mı?”
“Zırh rotanı takip et. Bu işi halletmeni bekliyoruz.”
“Emredersiniz komutanım. Mağaradan çıkınca tekrar görüşmek üzere.”
* Baudrillard, Ekleziast’a atfetmiş olduğu bu deyişin kendisi tarafından uydurulmuş olduğunu “Anah-
-Sizinle tanışmamız üzerine fanzin dünyasına adım attınız. Aynı zamanda La-
gari Bilimkurgu Fanzin yazarlarından birisiniz. Fanzin size neler hissettiriyor?
Evet, senin ve Fanzin Apartmanı sayesinde fanzin dünyasına girdim. Fanzinin
iki başat özelliği beni büyülüyor: İlk olarak, tamamen özgür ve sansüre yer
yok. “Yok, şunu yazmayalım, falanca rahatsız olur,” diye bir şey yok. İkinci
olarak, parayı ve kârı önemsemiyor ve hatta anti-kapitalist bir duruşu var. Her
şeyin sermaye için olduğu bu zamanlarda çok sıra dışı ve değerli fanzinler.
Fanzin okumayı çok seviyorum. Arada kısa yazılar da yazıyorum. Umarım,
memleketimizde fanzin kültürü daha çok gelişir.
-Gelecek projelerinizden biraz bahseder misiniz? Bizleri neler bekliyor?
Karantina döneminde bir çocuk romanı yazdım. Bunun dışında, uzun zamandır
üstünde çalıştığım bir kısa romanım daha var. Önümüzdeki süreçte, bunlar
çıkabilir. Öyküler yazmaya devam ediyorum. Belirli bir hacme eriştiğinde,
öykü dosyaları olabilirler.
-Bizlere tavsiye edeceğiniz şeyler mutlaka vardır. Bilimkurgu alanında olmak
üzere üç kitap ve üç film önerebilir misiniz?
Edebiyatta; Stanislaw Lem, Philip K Dick, Strugatski Kardeşleri önerebilirim.
Filmler konusunda çok iyi bir izleyici değilim. Ama Star Trek izlemeyi seviyo-
rum. Kubrick’in Otomatik Portakal ve 2001:Uzay Macerası’nı da önerebili-
rim.
ROBOT VE KADIN
“İstanbul’un uzun ve yağmurlu gecelerinden biriydi. Devriye yoldaşım 20691019
numarayla birlikte mobilet üstünde sokakları gözlüyorduk. Sıraselviler caddesine
geldiğimizde alıcılarımıza anons geldi; Merkeze çağrılıyorduk. Devriyemizin bittiğini
ve bakıma yatırılacağımızı düşünerek son bir sokak dolaşımından sonra bırakmaya
karar verdik. Zaten anons geldiğinde sokağa giriş yapmıştık. Devriye arkadaşım
doğrulayacaktır. Ayhan Işık sokağına girdiğimizde ışık almayan bir duvar kenarından
yükselen kavga seslerini duyduk. Bir erkek sesi, şu an burada söyleyemeyeceğim
denli ağır laflar ediyordu. Duvar kenarına yaklaştığımızda bir erkeğin bir kadını
tartakladığını görünce araçtan inip müdahale etmeye çalıştık. Çok büyük bir darp
yoktu, yalnızca kadını itiyordu. Ancak devriye arkadaşım beni uyardı.
“Müdahale etmeden önce kimlikleri soralım. Biliyorsun, Parti Başkanı’nın son
kararnamesine göre evli çiftlere müdahale edemeyiz. Hata yapmayalım.”
“Tamam” dedim, aynı anda araçtan inip yanlarına doğru seğirttik. Erkek bizi
gördüğü halde kadını tartaklamaya devam edince yüksek ses diyotlarımla bağırarak
kimliklerini istedim.
“Dur, kimlik kontrolü!”
Kadın, bu sırada hıçkırıklarla karışık bir şekilde ağlayarak ellerini bana doğru uzattı.
“Yardım edin, lütfen! Öldürecek beni bu!”
Erkek kadına yine vuracakmış gibi elini kaldırıp bağırdı.
“Sus!”
Ben ve arkadaşım bu sırada ayrı ayrı kimliklerin siciline bakıyorduk. Ben erkek
olanın kimliğini almıştım. Evli olduklarını ikimiz de doğruladığımızda kimlikleri
insanlara geri verip iyi günler diledik. Adam yaptığı şeyi yapmaya devam ederken
biz de mobiletimize doğru yürüdük. Araçla sokağın sonuna kadar gidip merkeze
dönecektik ama bir şey beni rahatsız etti. Az önce yaptığımızın yanlış olduğunu
‘düşündüm’. Bu yüzden arkadaşım mobilete binip beni beklerken yolun ortasında
öylece kalakaldım.
Kısa bir kararsızlık anı geçirdikten sonra geriye dönerek çiftin yanına tekrar gittim.
Kadın hala yüksek sesle ağlıyordu. Sağ kolumu ileri doğru uzatarak erkeğe ilk ‘Dur!’
Emrecan Doğan
ihtarımı yaptım, ancak beni dinlemedi. Yine burada söylenmeyecek laflar ediyordu,
hem bana hem de kadına. O sırada adama müdahale edeceğimi anlayan arkadaşım
20691019 mobiletten inerek yanıma geldi ve bir şeyler söylemeye başladı. Ancak
ben kendimi erkeğe ve ondan gelecek saldırı hamlelerine odakladığımdan onu
duyamadım. Pozitronik beynim bütün enerjimi ona karşı yönlendiriyordu.
“İşine bak sen” dediğinde ikinci uyarımı verdim. Kadını darp etmeye hala devam
edince üçüncü ihtarı yaptım. O bana olanca öfkesiyle küfürler savururken müdahale
protokolümü başlatıp sağ işaret parmağımın kapağını yukarı kaldırarak içinde
bulunan şok vericisini ileri savurdum. O zaman erkeğin gözleri fal taşı gibi açıldı,
kadının gözlerinde gördüğüm korkunun aynısını görmüştüm. 20691019, insanı
koruma kanunumuz gereği olacak, erkeğin önüne atılarak şok dalgasını engelledi.
Elektrik yüklemesi sistemine ağır geldiği için kapanarak yere düştü ve hareketsiz
kaldı. Erkek, korkuyla yerinde donakalmışken birdenbire kendine gelerek
toparlandı. Geriye doğru kaçmak için bir hamle yaptığı sırada ikinci şoku üstüne
yolladım. İlk başta yoğun kasılmalarla yere düştü. Orada bir süre can çekiştikten
sonra kaskatı kesildi ama kendini toparladığında eli üstündeki silahına gitti.
Silaha dokunmasına fırsat vermemek adına, suçlular için oluşturulmuş protokole
dayanarak, savunma amaçlı üçüncü bir şok dalgası daha gönderdim. Üçüncü şok
fazla gelmiş olacak ki düştüğü yerdeki uzun süreli kasılmalarından sonra tamamen
hareketsiz kaldı.”
Robot 03991902 savunmasını böylece tamamlayarak mahkemeye baktı. Hâkim
de bir insandı, robotlar henüz “hüküm verme ve yönetme” makamlarını ele
geçirememişlerdi. Bu yüzden de insanlar hâkim olabiliyorlardı, zor sınavlardan
sonra. Hâkim, kürsüsüne gömülü ekrana ciddi bir şekilde birkaç dakika baktıktan
sonra tekrar başını kaldırıp baktıktan sonra kararsız gözlerle ona baktı.
“Robotik kanunlar gereği insanları koruman gerektiğini ve onlara, aranılan suçlu
veritabanında değillerse, saldırmaman gerektiğini bilmiyor musun?”
“Biliyorum, efendim”
“530 kodlu kararnameye göre evli çiftlerin aralarında yaşanan husumetlere
karışmanızın görev tanımızın dışına çıkartıldığı bilgisi pozitronik sisteminize
yüklendi mi?”
“Geçen ayın 15’inde yüklendi efendim”
Hâkim de aslında Parti karşıtı bir muhalifti ama gizlenmeye ihtiyacı vardı. Bu
robotu bir şekilde Yeniden Programlama Merkezine göndermeliydi. Göndermezse
Parti karşıtı olduğu ayan beyan ortaya dökülür, o zaman da kendisi için hiç iyi
olmazdı. Her gün vatandaşlıktan atılan Parti karşıtlarını ekranlarda izliyordu.
Parti karşıtı kadınlara çok daha sert cezalar vardı. Parti gelenekçi kökenlerden
geliyordu, geleneklere göre de evli bir karı-kocanın arasına girmek ayıptı.
Geleneğin ve teknolojinin birleşimi gerçekten korkunç sonuçlar doğurmuştu,
hâkim de farkındaydı. Farkındaydı da elden ne gelirdi?
“Karar” dedi sıkıntılı bir nefes bırakarak. “03991902 numaralı robotun, 530 kodlu
kararnamenin gereklerini ihlal ettiği gerekçesiyle, pozitronik sisteminin yeniden
oluşturulması istemiyle Yeniden Programlama Merkezine gönderilmesine karar
verildi. Dava bitmiştir.”
Mahkeme salonunun kapısının önünde bekleyen polis robotlar davanın bittiğini
duyduklarında içeri girerek sanık kürsüsüne yöneldiler. İki kolundan tutup
03991902’i alarak Yeniden Programlama Merkezine götürmek üzere salondan
çıkardılar.
20-1-25-25-9-16 5-18-4-15-7-1-14 2-9-18 4-9-11-20-1-20-15-18-4-21-18
Laurie Lipton
NARKOTİK BİR TÜR OLARAK BİLİMKURGU
Kısaca Dune içerisinde melanj her şeydir ve bir o kadar da ulaşılması zordur.
Yalnızca Arrakis’in bitmek tükenmek bilmeyen engin çöllerinde “yetişmek-
tedir.” Ve insanoğlu bu güce sahip olmak ve onu elinde tutmak için ne gere-
kiyorsa yapmaktan geri durmaz. Belki de melanjın bağımlılık yapıcı özelliği
psikolojik ve fiziksel değil politiktir. Böyle düşününce bütün bir hikâyenin
neden melanj ve ondan beslenen bir “mesih” inancı üzerine kurulu olduğunu
anlamak pek de zor değil.
Ele aldığımız konuya daha doğrudan ve daha tanıdık dinamiklerle devam ede-
lim. Bunu da çoğumuzun bir çırpıda okuduğu Cesur Yeni Dünya adlı metin ile
yapalım. Aldous Huxley’nin bu distopya temelli kurgusunda karşımıza çıkan
Soma adlı ilaç modern anlamda kullandığımız antidepresan kategorisindeki
ilaçlarla hemen hemen aynı etkiye sahip. Kimyasal bir sürecin ürünü olan söz
konusu madde, yer aldığı kurguda her türlü içsel sıkıntıya deva olacak şekilde
okura aktarılıyor. Herkesin ne yapacağının ve nasıl yaşayacağının doğduğu
değil “üretildiği” an belli olan bir kitap söz konusu. Toplumsal hayatın daha iyi
olacak şekilde gerçek anlamda makine misali programlandığı bir hikâye. Böy-
le bir ilaca ihtiyaç duyulması zaman zaman ortaya çıkan aksaklıkların telafisi
için elzem. Equilibrium filmini aklınıza getirin. Tamda bu nedenle bağımlılık
yapmaması beklenemeyecek maddenin tedarik etmenin kolaylığı ve yasallığı
kişilerin onun müptelası olmasını beklendiği gibi hayli kolaylaştırıyor.
Yazar Huxley’nin Soma fikrini ve söz konusu kitabı, modern tıbbın sık sık karşı-
mıza çıkardığı ama kullanırken çok dikkatli olmamızı söylediği antidepresanlar-
dan daha evvel kaleme almış olması dikkate değer bir nokta. Bunu, geleceğin
dünyasını kurgularken teknolojinin yanı sıra bireysel darboğazlara karşı neler
yapabiliriz ya da başımıza ne gibi belalar gelecek öngörüsü olarak düşünüyo-
rum. Hem kurgu evrenlerde hem de yaşadığımız gerçeklikte toplumsal sıkın-
tılarla baş edebilmek için kimyasallara başvurduğumuz doğrudur. Çünkü bu
gibi maddeler o çok istediğimiz kaçış rotasını sunuyorlar ve kaçmak kalmaktan
daha tercih edilebilir duruyor. Çünkü korkuyoruz…
şınca bana döndüler, ellerinde bıçak vardı. Biri beni tanıdı. Bıçaklarını indirdiler.
Adı Fatoş olan bir kız bana yaklaştı. Elini uzattı.
“Gel Selim abi. Canavarı öldürdük,” dedi.
Elini tutup yaklaştıkça ceset olduğunu anladığım bir… Yabani bir yaratığın yanına
yaklaştık.
“Gökyüzünden geldi, İblis. Şişko Hakkı’nın anlattığı hikâyelerde olduğu gibi…
Gemisi yerin içinde… Oradan çıktı.” dedi Fatoş. Şişko Hakkı, Yetimhanenin gece
bekçisidir. Geceleri bu binada sadece o kalır. Bu sırada içerde uyuyordu.
Yerde yatan şeyin gözleri ve ağzı yoktu. Bir kafası vardı. Ama külotlu çorap giyen
hırsızlar gibi… Ne bir kulak ne başka bir şey… Kolları 7 taneydi. Ayaklarının yerin-
de ise büyük bir kuyruk… Bir sürüngen…
“Şişko Hakkı her gece bize bir hikâye anlatır, korkutur. Çok zevk alıyor korkut-
maktan. Biz, ona ‘Bunlar hayal’ derdik, ama o hep ‘hayır gerçek’ diye inat ederdi.
Demek ki doğruymuş. Bak, polis abi… İşte cehennemden gelen biri... Ama biz
artık hikâye dinleye dinleye korkuyu unutmuşuz. Hepimiz mutfaktan birer bıçak
kaptık. Bak şu yaraları görüyor musun? Bunları biz açtık. Tısladı bize. Her bıçak
darbesinde tısladı. Ama bizi yiyemez. Dişleri yok ki? Bak ayağım ile dürtüyorum.
Yok bak. Selim abi titriyor musun? Titreme, biz korkmuyoruz artık.”
Sonra binaya girdim, koridorun sonundan Bekçi Hakkı’nın horlamasını duyuyor-
dum. Ama uyandırmadım, tutanağımı tuttum.
Bahçeye tekrar çıktım. Garip ateşin şavkında çocuk gölgelerine tekrar baktım. Bir
şimşek çaktı, küçük bir oğlan çocuğu boyundan büyük bir kürek taşıyordu.
Tepeden aşağıya koşarken son duyduğum sözler şunlardı:
“Gömeceğiz tabii...”
“Dirilir.”
“Dirilmez.”
“Dirilirse Şişko Hakkı’yı yedirtiriz.”
“Dişleri yok ki salak.”
“Korkmak yok artık bize…”
“Bence uzaylıydı.”
“Gemisi ne olacak?”
“Onu da gömelim.”
“Buldum. Bırak kazmayı, Çağrı! Şişko Hakkı’yı yatağı ile birlikte buraya taşıyalım.
Uyandıralım. Korkmak ne görsün!”
“Daha iyisi… İblis’i yatağa taşıyalım. Uyansın sabah, koynunda canavar!”
“Olur.”, “Olur”, “Olur”, “Evet.”, “Bir daha da korku masalı anlatmaz.”
Nefesimi bıraktım. Kâğıt elimden yere düştü.
Efe Elmastaş