You are on page 1of 228

Merhabalar,

Gökyüzüne ulaşmak çok zordu bir zamanlar. Oralara neler neler yerleştirdik
yüzyıllar boyunca; altından yapılmış saraylar, kutlu zaferler, korkular ve tanrılar. Her
şeyimizi ulaşamadığımız o yere sakladık.

Bir zaman geldi ve göğe yükseldik. Başlarda yalnızlığımız bizi korkuturken,


yalnız olmadığımızı öğrenmek biraz daha korkuttu bizleri. İnsanlık telaşlıydı. Bu hem
heyecan verici hem de daha büyük olayların habercisiydi. Artık fetih edilecek toprağı
kalmayan dünya için ise güzel bir haber.

Kullandığımız veya kullanmak üzere olacağımız takvimlerin geçmişinde


tarih 1632’yi gösterirken bir hikaye kayıtlara geçildi. IV. Murad’ın kızı dünyaya
gelmiş ve buna şerefen düzenlenen gecede Lagari Hasan Çelebi bir gösteri tertip
etmeye karar vermiş. Sultana "Padişahım, seni hudâya ısmarladım, İsa peygamber ile
konuşmaya gidiyorum" diyerek İstanbul Sarayburnundan 50 okka barut macunundan
oluşan yedi kollu bir fişeğe binmiş ve gökyüzüne yükselmiştir. Gökyüzünde ellerin-
deki fişekleri ateşlediğinde ise denizin yüzü aydınlanmış ve fişekler bitince koluna
taktığı kartal kanatları ile boğazın sularına inmiştir. Yüzerek sultanın yanına gelen
Lagari “Padişahım, İsa peygamber sana selam etti” demiştir. Lagarinin yaptığı hoşuna
giden padişah onu ödüllendirerek sipahi yazdırmıştır.

Hakkındaki tüm detaylar Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde yer alıyor lagarinin.

Gökyüzü, yıllar boyunca insanlığa ve tüm yaşantılara bir yuva ve yol göste-
rici oldu. Onun gölgesinde büyüdük ve onun gölgesinde hayaller kurduk ama en bü-
yük hayal her zaman ona ulaşmaktı. Lagari Hasan Çelebi’nın niyeti tam olarak neydi
bilemem ama yaptığı şey ilham verici olduğu kesin. Kardeşinin yaptığından çok daha
büyük bir şeyi hedeflemiştir belki. Hezarfen Ahmet Çelebi’nin gökyüzüne bıraktığı
selamı alıp biraz daha ileriye götürmekte olabilir. Bilemeyiz. Bildiğimiz şey ise ileriyi
hedeflediği ve başardığı.

Ülkemizde yıllar boyunca bilimkurgu adına bir şeyler yapıldı. İleriye gö-
türme çabasını sırtlayan bir çok insan oldu. Onların emeklerinin boşa gitmemesini
dilemek yerine bizler de elimizi taşın altına koymaya karar verdik. Niyetimiz tıpkı
Lagari Hasan Çelebi gibi göğe yükselip ardımızda bıraktıklarımızı aydınlatmak.

Bu fanzinde bir çok konu üzerine öyküler, röportajlar okuyacaksınız.

Keyifle tüketin.
MEHMET FATİH BALKI
SATICI
Krase pasajından içeriye girdiğinde yoğun yeşil bir ışık gözlerini kamaş-
tırdı. Soldaki ilk kapıyı açıp merdivenlerden indi. Son basamağa geldiğinde ha-
fifçe ayağı kaydı, düşmemek için yan taraftaki duvara tutundu. Duvarın ısısı elini
yakmıştı.
Önündeki geniş meydanın görünümü, yanıp sönen rengârenk ışıklar
yüzünden sürekli değişiyordu. Kalabalığın arasından kendine yol açarak ağır
ağır ilerledi. Müziğin ritmi beyninin derinliklerine işliyor, basın her vuruşunda
beyin dokusunun bir kısmı sanki kafatasından fırlayıp çıkmak istermiş gibi yerin-
den fırlıyordu.
“Şu kranial trash’ı hiç sevemedim” diye düşündü. “Gençler bu müzik-
ten ne anlıyor, bilmiyorum.”
Barın önüne geldiğinde bir an duraksadı. Hem işini bitirip gitmek isti-
yordu, hem de bir kadeh içkiye ihtiyacı vardı.
Barmenden koyu satir istedi. Barmen içkiyi hazırlarken bir yandan da
bu yeni müşterisini süzüyordu. Kılığı buranın sürekli müşterilerine hiç benze-
miyordu. Başının sağ tarafını kaplayan geniş yanık izi ilk bakışta insanın içini
ürpertiyordu.
Koyu satiri uzattı. Parayı peşin alıp kasaya koydu.


İçkisini bir dikişte bitirip hızlı adımlarla tuvaletlerin olduğu bölüme doğru ilerle-
di. Erkekler tuvaletinin kapısını açtığında buz gibi bir hava yüzüne çarptı.
Lavaboların yanında duran üç gence yaklaştı. “Elimde çok iyi kırılmış
ALTAY ÖKTEM

buz var” dedi. “İster misiniz?”


“Bir bakalım” dedi gençlerden biri.
Belindeki buz çantasını açıp soğuk kırıntıları uzattı. Buz kırıntısından kü-
çük bir tanesini alıp ensesine yapıştırdı genç. “Fena değil” dedi. “Buna kaç para
istiyorsun?”
Çantasındaki bütün kırılmış buzları satıp bir an önce buradan kurtul-
mak için pazarlığa razı oldu. Aslında, elindeki mal söylediği fiyattan çok daha
fazla ederdi.
Hızlı adımlarla yürüyüp kalabalığın arasından geçti. Merdivenlerin ba-
şına geldiğinde başına korkunç bir ağrı saplandı. Sıcak duvara tutuna tutuna
merdivenleri çıktı, kendini pasajdan dışarı attı.
Birden başındaki ağrının hafiflediğini hissetti. Yapay ortamlardaki yük-
sek volümlü ses, güçlü ışıklar ve havasızlık insanın kendine uyguladığı işkence-
den başka bir şey değildi.
Derin bir nefes alıp ortamdaki püskürtme oksijeni içine çekti. Beyaz
neonlar sayesinde her yer ışıl ışıldı. Alnında biriken ter damlacıklarını elinin ter-
siyle silip yürümeye başladı. Nedense koridorlar epey tenhaydı. Kırma satan
birkaç işportacı çocuktan ve sağda solda yürüyen dört beş kişiden başka kimse
görünmüyordu.
“Hava bugün her zamankinden daha sıcak” diye düşündü. “Kimse ko-
ridora çıkmaya cesaret edemiyor.”


Uyandığında, nedenini bilmediği bir sıkıntının içini kapladığını hissetti. Sinirli bir
hareketle şakağındaki kabloyu çekip attı, monitörü kapattı. “Bugün yine aynı
filmi seyredeceğiz” diye düşündü. Canı o pasaja gitmeyi hiç istemiyordu ama
pasajda her zaman müşteri bulunuyordu ve kırılmış buzu çok çabuk elinden
çıkartabiliyordu.
“Yine çok sıcak” diye düşündü. Koridoru görebilmek için perdeyi açtı-
ğında beyaz neonlar gözlerini kamaştırdı. Bugün de çok tenhaydı ortalık. Pen-
cereyi açıp derin bir nefes aldı. Canı o pasaja gitmek istemiyordu.
Ne olursa olsun gitmeyecekti bugün.
Buz çantasını açıp iki üç parça kırık buzu alıp ensesine yapıştırdı. “Bu-
gün epey zarar ediyorum” diye düşündü. Bir an duraksadıktan sonra kararlı bir
hareketle çantadaki en büyük buz kırığını alıp ensesindeki diğer buzların yanına
yapıştırdı.
Monitörü açıp karşısına çıkan sitelerde gezinmeye başladı. Kayra geze-
geninin kırmızı tülü andıran çift eşeyli canlılarını görünce OK düğmesine bastı.
“Değişik bir rüyaya ihtiyacım var” dedi yüksek sesle. Kabloyu şakağına yerleşti-
rip uzandı. Uykuya dalarken hafif bir gülümseme belirdi yüzünde; kendini okya-
nusların üzerinde salınan kırmızı bir tül gibi hissediyordu.

Satıcı, büyük bir sarsıntıyla yatağından fırladı. Pencereden içeri güçlü bir sıcak
hava dalgası girmişti. Elini bilinçsizce ensesine götürdü. Tüm buz parçacıkları
erimişti. “Allah kahretsin” dedi. “En iyi mal hiçbir şey anlamadan ziyan oldu.”
Bir yandan giyinirken, göz ucuyla açık olan pencereden de koridora
baktı. Koridorun başındaki bina yana yatmış, biraz ilerideki bir mağaza tama-
men çökmüştü. Yoğun bir toz bulutu kaplamıştı her yeri.
Monitörlerdeki tüm yayınlar durdurulmuş, kır saçlı bir adamın, heye-
canlı bir ses tonuyla olan biteni açıkladığı acil yayın programı başlamıştı. “Sakin
olun” diyordu adam. “Paniğe gerek yok. Bu beklenen bir şeydi!”
İki yüz yirmi yıl önceki büyük patlamanın etkisiyle oluşan artçı bir pat-
lamaydı bu. Belli aralarla bu tür patlamalar olacaktı ve artçı patlamaların daha
üç yüz-dört yüz yıl sürmesi bekleniyordu.
Asıl sorun, her patlamadan sonra sıcaklığın biraz daha artmasıydı. Ger-
çi yönetim biriminin sıcaklığa karşı önlem aldığı ve korkulacak bir şeyin olmadığı
sürekli duyuruluyor ama nasıl bir önlem alındığını kimse bilmiyordu. Sıcaklık da
her patlamadan sonra artıyordu.


“Merak etme” dedi Kırbaş. “Yakında senin gibi pis uyuşturucu tüccarlarının
soyu tükenecek.”
Satıcı, sorgu odasındaki spotların ışığı altında nerdeyse birkaç dakikada
kilolarca ter dökmüştü. Derisinin kurumaya başladığını hissediyordu. Ciğerle-
rindeki serbest sıvı seviyesi azaldığından nefes alması gittikçe zorlaşıyordu.
“Kimseye zarar vermek istemedim” dedi belli belirsiz bir sesle. “Sıcağa
dayanabilmek için insanların ihtiyacı vardı kırılmış buza.”
Suratına inen yumruğun şiddetiyle oturduğu sandalyeyle birlikte arka-
ya yuvarlandı. Yerden kalkmaya çalışıyordu ama beyninin gönderdiği impulslar
kol ve bacaklarına ulaşamıyordu. “Susuzluktan motor sinirler de kurudu herhal-
de” diye düşünürken olduğu yere yığılıp kaldı.
Kendine geldiğinde ışık hızından biraz daha hızlı giden bir aracın için-
de buldu kendini. Elleri kelepçeliydi. Yanındaki muhafız, uyandığını fark edince
silahı üstüne doğrulttu. “Tamam” dedi Satıcı. “Sakin ol, elim kolum bağlı oturu-
yorum şurada.”
Gözleri aracın içinde küçük bir tur atıp Kırbaş’ı aradı. Yoktu. Derin bir
nefes aldı. En azından olumlu bir şeydi bu. Çünkü hiçbir muhafız Kırbaş kadar
acımasız olamazdı.
Araç durduğunda muhafız ayağa kalktı, silahın namlusuyla Satıcı’yı dür-
terek aşağı inmesini işaret etti.
Satıcı donup kalmıştı. Önündeki manzara, bugüne kadar gördüğü hiçbir
koridora benzemiyordu. Yerler göz alabildiğine kahverengi bir maddeyle kaplıy-
dı. Yukarıda mavi bir boşluk vardı ve alan düz değil, engebeliydi. Bazı yerlerde
mavi boşluğa doğru yükselen geniş çıkıntılar vardı.
İleride, çevresinde bir sürü aracın bulunduğu piramit şeklinde gri bir
bina yükseliyordu. Muhafız, silahın namlusuyla sırtına bir kez daha dokundu.
Ne söylenmek istendiğini anlamıştı Satıcı. Ağır adımlarla binaya doğru ilerledi.
Binaya girdiklerinde mavi üniformalı iki muhafız Satıcı’yı alıp her tarafı
beyaz fayanslarla kaplı geniş bir odaya götürdü. İçerisi dört bir yana koşuşturan
beyaz önlüklü insanlarla doluydu. Odanın sağ tarafında, ön yüzü bilgisayar do-
nanımıyla kaplı büyük metal bir cihaz vardı.
Satıcı’yı ameliyat masasına benzer bir yere yatırdılar. El ve ayak bilekle-
ri otomatik kelepçelerle yatağa sabitlendiğinde soğuk terler dökmeye başladı.
Kendini idam mahkûmu gibi hissediyordu.
Ne bir yargılama yapılmıştı, ne suçlu olup olmadığı araştırılmıştı. Evine
yapılan baskından sonra apar topar Güvenlik Merkezi’ne götürülmüş, Kırbaş’ın
hakaretlerine ve işkencelerine maruz kalmıştı. Sonra da bir araçla laboratuara
benzeyen bu garip yere getirilmişti.
Yeşil elbiseler içinde, kurbağaya benzeyen, ağızları maskeyle kapalı üç
kişi Satıcı’ya yaklaştı. Masanın yanındaki monitörü çalıştırdılar. Monitörün ça-
lışmasıyla birlikte tavandaki matkaba benzeyen cihaz ağır ağır üzerine doğru
inmeye başladı.


Başında korkunç bir ağrıyla uyandı. Çevrede kimse yoktu. “Hemen kalkıp kaç-
malıyım buradan” diye düşündü. Kalkmak gerçekten de bir düşünceydi ve hep
öyle kalacaktı.
Vücudunun hiçbir yerini oynatamıyordu Satıcı. Bağırmak istedi ama
sesi çıkmadı. Çığlığı yalnızca kendi beyninde yankılanıyor, dışarı yansımıyordu.
Aniden karşı duvardaki monitör açıldı. Son yaşadığı patlamadan sonra
monitörde görünüp bilgi veren kır saçlı adam vardı karşısında.
Yine aynı heyecanlı ses tonuyla konuşuyordu. “İşlediğin suçlar için seni
cezalandırmak, ruhunu ve bedenini yok ederek çürümeye bırakmak yerine, bir
tür ödül sistemi geliştirdik… En azından ölümden kurtuldun. Sınırsız hareket-
sizliğe kavuştun. Gezegenimize yaptığın hizmetin ödülü olarak bu hayatı sana
uygun gördük…”
“Ne hizmeti... Ne ödülü... Sen neden bahsediyorsun be adam, çıkarın
beni buradan…” diye bağırmaya çalıştı Satıcı. Sesini yalnızca kendisi duyuyordu.
“Gezegenimizin kurtuluşu için geliştirdiğimiz projeye dâhil olman senin
için büyük bir onur. Eskiden beyinciğinde bulunan hipotalamus bezi bu gezege-
nin son kurtuluş umudu. Vücudunun ısı düzenleyicisi olan hipotalamus, şimdi
gezegenin ısısını düzenlemek için oluşturulan bir aygıtın en değerli parçası du-
rumunda. Bu projeye yaptığın katkıdan dolayı seni kutluyoruz Satıcı... Masanda
rahat uzan.”


Mutsuz Vatandaşlara Acil Müdahale Birimi’nin başındayım. Yıllar oldu. Önce
stajyer, ardından uzman, son olarak da genel müdür sıfatıyla işte karşınızdayım.
Emrimde toplam kırk personel çalışıyor. Yeni kadrolar açılması için bakanlığa
ivedi notuyla defalarca dilekçe yazdım ama sözüm ona ödenek yokluğundan
dolayı henüz olumlu, ümit verici bir yanıt alamadım. Her şeye para buluyorlar
ama sıra bizim zavallı mutsuzlara gelince “Yok, taze bitti, artık siz de başınızın
çaresine bakın, bağış mağış toplayın, ne bilelim, gerekirse kermes falan düzen-
leyin, incik boncuk satın, bir şekilde ayakta kalın.” Şerefsizler… İnşallah günün
birinde kendileri de bedbaht olur, mutsuzluktan sürüm sürüm sürünürler de,
personel yetersizliğinden dolayı saatlerce ayakta sıra beklerler burada, ağlaya
zırlaya kururlar kendileri de yakınları da… Neyse, sözümü kısmen geri alıyorum,
yakınlarının sanki ne suçu var?
Kim gerçekten, samimi anlamda acı çekiyor, dert erbabı; kim öylesine, eğlen-
ce olsun diye zirzop gibi çıkıp gelmiş, anında anlıyorum artık. Yılların deneyimi.
Yok yere meşgul etmeyin ulan, diyorum öylelerine minicik birimimizi, zaten ye-
terli personel, uygun alet edevat yok, belki arkanda bekleyen vatandaş canına
ha kıydı ha kıyacak, belki ufak bir şişe arsenik saklıyor cebinde, belli mi olur, ne
düşüncesiz adamlarsınız, burası dingonun ahırı mı!
Övünmek gibi olmasın da, hasta gördüğüm dönemde oldukça başarılıydım.
Mutsuzluğunu yenemediğim çok az başvurucu olurdu. Allem eder kallem eder,
ağızlarından girip burunlarından çıkar, gerekirse taklitler, maskaralıklar yapar,
son çare koltukaltlarından münasebetsizce gıdıklar, kıkır kıkır güldürürdüm
enayileri; hatta kimisi sevincinden zıp zıp zıplar, sonra da sımsıkı boynuma sarı-
KORKUT KABAPALAMUT

lırdı. Aferin ulan derdim, demek ki isteyince ne de güzel oluyormuş, hadi şimdi
git, dükkânın önünü kapama, batıracak mısın yoksa sen bizi kerata!
Kimi de, ağzınla kuş tutsan azıcık bile avunamaz. Kendi karamsarlığını baş-
kalarına da bulaştırmaya çalışır alçak… Kuşlar var, dersin pencerenin hemen
ardında, gencecik, mis gibi de kokan ağaçlar, sen çığlık çığlığa dağılan bir ilko-
kul da mı görmedin hiç mübarek? Hortlak görmüş gibi korkuyla pencereden
dışarıya bakarlar o zaman sabit sabit, Nereye bakıyorsun oğlum, ne oluyor, iyi
misin? diye sorsan, doğru dürüst cevap bile alamazsın, in mi görüyorlar, cin mi
anlayamazsın, öylelerini koğuş kısmında devamlı uyutmaya çalışıyoruz biz de,
gerçi bu sefer de kâbus görüyor yeteneksizler…
Neden böyleler, doğrusu biraz bile anlayamıyorum. Kendim mutlu bir insanım
çünkü oldum olası, hayatım boyunca mutsuzluk nedir bilmedim, hiç hissetme-
dim, aklım almıyor bu olguyu, kafamda bir yere oturtamıyorum ne yapsam.
Aşırı mutluluk, bizi bazen mutsuz ve tedirgin ediyor hocam, ister istemez geri-
liyoruz, elimizde değil ki bu deseler, hadi neyse, gene bir derece, belki o zaman
biraz anlar gibi olacağım, adam gibi bir teşhis koyabileceğim olasılıkla, ortak bir
çözüm yolu bulmaya çalışacağız hastayla artık. Belki de bu pozisyon için dün-
yadaki en yanlış kişiyim. Sevincimden havalara uçuyorum arkadaş, yerli yersiz.
OLIVIER COIGNOUS
.
.
SELMA MINE RÖPORTAJI

Öncelikle merhabalar,

MFB-Selma Mine yerli bilimkurgu için önemli bir isim. Selma Mine kimdir? Bu-
güne kadar neler yaptı? Bize kendinizi anlatır mısınız?

SM: Kişinin kendini anlatması kolay değildir; çünkü dönüp tarafsız bir gözle ken-
dine bakamaz. Bu açıdan ilgilenenlerin
www.selmamine.tr.gg
www.x-bilinmeyen.org
sitelerine göz atmalarını; onların da yönlendirdiği diğer siteleri gözden geçir-
melerini öneririm.
Yine de belki ana başlıklar şöyle özetlenebilir:
1).1973’de Milliyet yayınlarında yayınlanan ve 4 baskı yapıp 5000 satan ve ha-
len de okurlarının sıkı sıkı sakladıkları veya sahaflarda aradıkları “Uzay Yolu”
çocuk romanıyla, Türkiye’nin ilk kadın bilim kurgu romancısıdır.
2).Nisan 1976’daçıkardığı X-BİLİNMEYEN BİLİM-KURGU fanzini ile 300 civarın-
da bilimkurgu severler amatör olarak ulaşmış; bir yıl sonra profesyonel olarak
piyasaya çıkarmış; 1981 sonuna dek 64 sayı yayınlamış; 1989’da tekrar 6 sayılık
fanzinle meraklılarının karşısına çıkmış bir bilimkurgu çılgınıdır. O sırada haber-
leştiği kişi sayısı 3.500’ün üzerindeydi.
3).2006’da X-BİLİNMEYEN BİLİMKURGU DERNEĞİ’nin Kurucu Başkanı ve halen
aynı derneğin Genel Sekreteridir.
4).www.x-bilinmeyen.org, www.x-bilinmeyen.com, www.x-bilinmeyen.net si-
telerinin kurucusu ve yöneticisidir.
5).Bilimkurgu adına çeşitli kurum, kuruluş ve gruplara verdiği konferans, semi-
ner ve toplantıların metinlerini; yazdığı öyküleri ve bir kült halini alan “Unutu-
lan Gezegen” dizisini kitaplaştırarak, derneğe bağış geliri karşılığı dağıtan bir
yazardır.
6).2011’den beri “Naturel+Beyinden Bilince Yolculuk” Festivallerine dernek
olarak katılarak hem 40 yıl önceki antika dergileri sergileyen, hem de bilim
kurgunun parapsikoloji, zaman yolculuğu, geçmiş-gelecekve yaratım konuları
üzerine konuşmalar yapan; sohbetlerini mini kitapçıklar halinde derneğe bağış
karşılığı dağıtan bir dernekçidir.
7).Halen “Yerli Bilim Kurgu Yükseliyor” e-dergisinde 1970-1990 arası filmleri ko-
nularına göre tanıtan, yorumlayan ve teknolojik gelişimi hicveden mini öyküler
yazan bir gönüllüdür.
MFB-Ülkemizde bilimkurgu üzerine bir ilgi var. Bu durumun sebebi nedir? Sü-
rekliliği var mıdır? Ya da sürekliliği için neler yapılmalı?

SM: Bilimkurgu, bilim ve teknoloji temel alınarak, bazen de kuramlardan yarar-


lanılarak, zamana bağlanmadan yazılan eserlerdir. Ülkemiz ya da Doğu uygar-
lığı, semboller ve bunların yer aldığı masallar üzerine hareket eder; bu yüzden
de fantastiğe yatkındır. Bilimkurguya ilgi azdır, fanteziye çoktur. Ayrıca ülkemiz-
de çocuk eserleri olarak kabul görmüştür, Jules Verne klasikleri gibi… Gerçi bu,
dünyada da böyle. Bakın Harry Potter dizisine, bakın Narnina günlüklerine…
veya diğerlerine. Anlaşılır ve sevilir kılan yazarlar da, halkın heveslerine ve gü-
nün sosyal-siyasi-ekonomik durumuna göre hareket edenlerdir. Tabii büyük ya-
yınevi, büyük yatırım ve büyük egemen gruplar var arkalarında.

MFB-Yerli bilimkurgu "alternatif tür" söyleminin dışına çıktı mı? Hala bu söylem
geçerli midir?

SM: “Alternatif tür” derken?

MFB-Yani “Kaçış Edebiyatı”.

SM: Bu deyimi ilk önce kullanan ABD’li yazarların kendileridir. “Günün sosyal-si-
yasi-ekonomik durumu”ndan, sanal kişiler ve toplumlar yaratarak, “doğrudan
anlatımdan kaçış edebiyatı” veya “dolaylı anlatım edebiyatı” diye açabiliriz. Za-
manında pek çok şey, o dönemlerin edebi akımları olarak, semboller ve masal-
lara yükleyerek anlatmışlardır. Süpürgesine binip uçan bir cadının, özel uçağını
yöneten bir kadın pilottan veya uzay aracına binip giden bir kadın astronottan
ne farkı vardır? Kristal küreye bakarak geçmişi veya geleceği yorumlayan kâhin-
lerden değil miyiz, TV karşısında? Üstelik istediğimiz kanalı çevirip ister haber,
ister film, ister futbol veya reklam izleyebiliyoruz. Kaderleri bağlayan büyücüler
ile bilgisayar oyunlarını oynayanlarçok mu farklı?
Geçmişin mitosları, bu konuda bulunmaz kaynaklardır. Yürüyen heykeller, ağız-
larından ateş saçan ejderler, uçan kristal küreler, devlerle cücelerin savaşları…
Sözgelimi Gulliver’in öyküleri büyüklere yazılmıştır ama çocuklar içinmiş gibi
görünür.
Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası yazılan bilimkurgu öykü ve romanları veya
çevrilen filmleri, dönemin sosyal ve düşünce yapısına göredir. «Animal Farm»,
«THX-1138», «Brave New World», «TheDay of Triffids», «Fahrenheit 451»,
«Alphaville» gibi eserler, toplumsal yapıyı ve geleceği hicveden eserlerdir. Keza
Dünyalılar Batı Bloku, Dünya’ya saldıran uzaylılar da Doğu Bloku’dur. «Flash
Gordon»daki Ming, Çinlidir. «Star Trek»teki Klingonlar, Romulanlar veya Khan
yani Han da öyle…
Uzun lafın kısası, yazarın söylemini suya sabuna dokunmadan anlatabilmesi de-
mek, sanal kişiler, devletler, dünyalar ve semboller üreterek, anlatımını onlar
üzerinden dile getirmesidir. Dolayısıyla savaş veya bir felaket sonucu, ülkelerin-
den başka ülkelere canları pahasına kaçanlar ile mahvolan dünyadan arkalarına
bakmadan başka gezegenlere kaçanlar da bunun sembolik anlatımıdır.
Şu ara gözlediğim ama artık izlemekten bıktığım uzay savaşları, geçmişe gidip
bu günü değiştirmeye çabalayan zaman yolculukları (ki parapsikolojide buna
Atalara Yolculuk veya Geçmişi Temizlemek, denir), zaman paradoksları… bir za-
manlar Alacakaranlık Kuşağı veya X-Dosyaları olarak adlandırılan dizilerin yeni
versiyonları. Ya da şiddet, korku, intikam, yok oluşu içeren veya kıyameti ballan-
dıra ballandıra anlatan eserler mi? Yapıcı, sorun çözücü, iyiye, doğruya, güzele
ve bilgiye yönlendirici dışında olanlar kalsın, almayayım!

MFB-Ülkemizde bilimsel çalışmalar yıllardır sürekli üzerine toprak atılarak göz


ardı ediliyor. Bilimkurgu bunu nasıl etkileyebilir?

SM: Bilimsel çalışmaların üstünün örtülmesi, Batı hayranlığıyla yetiştirilen kişi-


lerin, kendilerini küçümsemeleri ve aşağılamaları ile ilgili. Bu fikri pompalayan
da Batı düşüncesidir. Bir uçağımız düşürülür ve bir yığın kalburüstü bilginimiz
ölür. Peşpeşe önemli bir proje üzerinde çalışanmühendisler öldürülür, üstü ör-
tülür. Veya yaşamları, aileleri iftira ile itibarsızlaştırılarak devre dışı bırakılır…
Bilim ve Teknoloji, Sanayi casusluğu… Ve de askeri casusluk…
Öte yandan Anadolu’muz pratik zekâlı insanlarla dolu: Artık parçalardan yeni
araçlar üretenler, heykeller yapanlar, güncel kullanım eşyalarına dönüştürenler,
çöplerden kitap toplayıp kütüphane yapanlar, gibi gibi..ama elit gruplar tara-
fından bunlara burun kıvrılır. Batıda da yeni icatlar, egemen gruplar tarafından
kendi düzenlerinin bozulmaması için satın alınır ve kasaya kilitlenir. Bilimkurgu,
pratik ve yaratıcı zekâ, farklı bakış açısı ister. Zamanın ruhunu yakalamak ister.
Bunlar olmazsa, yazılan, çizilen unutulur gider.

MFB-Bugün tüketilen popüler dergilerin yerinde bir bilimkurgu dergisi görmek


sanırım büyük bir çoğunluğu mutlu ederdi. Bilimkurgu dergileri veya yayımları
istenilen yerlere neden gelemedi? X-BİLİNMEYEN, ATILGAN, ANTARES bunların
şahane örnekleri fakat bugün devam etmelerini görmek isterdim.

SM: İstemek başka, eylemde olmak başka. Savaş oyunları; basit, hafif, bol re-
simli, az yazılı, parlak sayfalı, vitrin süsü olan popüler dergiler yanında;çirkin ka-
rikatürler, bel altı fıkralar, abuk-sabuk şakalarla kafayı bulan çoğunluğa ulaşılsa
ne olur, ulaşılmasa ne olur?Üstelikbaşkalarını aşağılayarak alay etmek, kişisel
zayıflıktır, bu da demin sözünü ettiğim kendimizi küçümsemek ve aşağılamak-
tan ileri gelir ki, aslında kendini gizlice başkasını aşağılayarak yüceltmekde bir
tür psikolojik bozukluktur. Çıldırıp intihar eden veya eşini, çocuğunu, ailesini,
akrabasını, arkadaşını öldüren bir toplumun psikolojik sorunlarını inceleyip
öyküleştirmek desosyolojik bilimkurgu olur da kimse yaklaşamıyor. Çünkü yü-
zeysel bakmak en kolayı; derinine inme ve muhakeme yapma yeteneği kaybe-
dilmiş durumda. Bu bile harika bir bilimkurgu eseri olurdu. Hem hiciv hem de
komedi…

MFB-Geçmişte birçok bilimkurgu fanzini çıkmış. Şuan çıkan ise bildiğim kada-
rıyla yok. Fanzinler hakkında neler düşünüyorsunuz? Bilimkurguya katkısı var
mıdır?

SM: Bu konuya,“Yerli Bilimkurgu Yükseliyor e-dergisi”nin Ekim 2017 sayısında


derneğimizin başkanı Cem KILIÇ’ın yazısı size ışık tutacaktır. Orada, bu işe so-
yunan arkadaşların nelerle karşılaştıklarına ve serzenişlerine de örnekler veril-
miştir.

MFB-O halde, “Yerli” bilimkurguya başlayacaklar nasıl hareket etmeli? Bir yol
haritası çizebilir misiniz?

SM: Saydığım koşullarda (konuyu bilmeyen) kim neyi yazacak? Ya da (okuma


özürlü bir toplumda) kim neyi nasıl okuyacak? Bunlar karşılıklı arz-talep me-
selesidir. Yani bir konu işlenmeden önce karşılıklı bir altlığının olması gerekir.
En azından yazanın, konu hakkında biraz bilgisi olmalıdır. Aksi halde, geçmişin
zamanın masallarından öteye gidemez.
1).Bilimkurgu çalakalem yazılmaz, komedi bile olsa inandırıcı olmalıdır,
2).Dilin temiz, anlaşılır ve güzel tanımlar olması gerekir. Mesajlaşmayı bile ses-
sizlere bağlamış, Türk Dil Kurallarını bilmeyen kişilerin yazıları geleceğe nasıl
taşınacak, 50 ya da 100 yıl sonra nasıl okunup anlaşılacak? Belki de geçmişin
çivi veya şekil yazılarını çözmeye çalışırken, bambaşka anlamlar yükleyecekler;
bu da onların “Fantastik Gerçekçilik” akımları olacaktır, elbet.
3).Bu işe ilk girişen Hugo Gershback’ın ilk yazdıkları, çılgın bilim adamlarının
dünyayı ele geçirme girişimleridir. Gençler ve çocuklar için yazılan eserlerde
veya yapılan ABDfilmlerde cinsellik arka planda; platonik bir sevgi, bağlılık,
ülke/dünya severlik ön plandadır. Fransız, İtalyan bilimkurgu eserlerinde ağırlık
sekse kayar. İngiliz ajan James Bond romanları ve filmleri ise büyüklere bilim-
kurgudur. İçki, kumar, seks, yeni araç ve silahlar ve de dünyayı ele geçirmeye
çalışan her türlü sivri zekâlı teşkilat…
Yol haritasına gelince, dönemin düşünce ve toplum yapısına göre hareket et-
mekte yarar vardır. Madem görsellik ve de gençlik için cep telefonu ve internet
ön plandadır, bu durumda:
a).İnternette bir site açın, Ne yayınlayacaksanız orada 20-25 gibi az sayfalı haf-
talık veya on beş günlük… Yayınlar yapın ve her sayısında başka bir konuyu iş-
leyin ki diğer site ve bloklardan farkınız olsun. Bu, haftanın/ayın/yılın ödüllü
bilimkurgu filmi, tanıtımı/eleştirisi olabileceği gibi yerli/yabancı kısa öyküler de
olabilir, bilimsel icatlar ya da astronomik keşifler de… Karikatür ve fıkralar da,
hatta hatta müzik cıngılları… Hepsinin bir meraklısı vardır; maksat onlara ulaşa-
bilmekte. Ancak güzel bir Türkçe ve estetik çok önemli…
b).Bu iş bireysel değildir, “Ben, sadece Ben” ile olmaz. “Biz Bilinci”nin yeri ve
önemi büyüktür. Dolayısıyla birlikte yürüyeceğiniz kişilerin, en az sizin kadar
bilimkurguyu sever olması gerekir. Çok hevesli görünüp adını duyurmak için
her türlü çabayı gösteren kişiler her zaman devrededir. Dolayısıyla, herkes bir
konuyu omuzlasın ve ondan sorumlu olsun.Yalnız kalırsanız, götüremezsiniz…
Tek kişilik ordu olmaz.
c).Facebook’ta, Whatsapp’ta gruplar kurun, yönlendirmeler yapın, hatta başka
site ve bloklarla linkler oluşturun… Yani kendi içinizde bir ağ kurun.
d).Yarışmalara gerek yok. Onları zaten yapanlar var, siz güzel çizimlere ve yazıla-
ra yer verin. X-Bilinmeyen döneminde, bazen korku, bazen de fantastik öyküler
yayınlar; bilimkurgu öyküleri ile karşılaştırır; neyin ne olduğunu görsel olarak
önlerine koyardık. Bu gizli bilinçlendirmedir.
e).Artık bu dönemde, basılı bir fanzinden yana değilim. İsteyen internetten in-
dirir, parasını öder, kendine bastırır. Üstelik basılı fanzin ile yüzlere, internet
fanzini ile binlere ve de dünyanın her tarafına ulaşabilirsiniz. Hatta son sayfası-
na, içindekilerin küçük özetlerini yabancı dilde koyabilirseniz, şık olur.

Kolay gelsin. Başarılar dilerim.

MFB: Vakit ayırdığınız için biz teşekkür ederiz.


Steambot uzun zamandır kimsenin üzerinde iz bırakmadığı zemine iniş yapar-
ken epeyce toz kaldırdı. Pilot Mahmut’un keyfi dönüşte iyi bir temizlik yapmak
zorunda kalacağı için kaçmıştı. Ekibin lideri Stimpi ise son derece heyecanlıydı.
Az sonra keşfettiği artefaktı kendi gözleriyle görecekti. İslim Müzesi’nde arşiv-
leme uzmanı olarak çalışan Stimpi yaptığı araştırmanın böylesi sarsıcı sonuçlar
doğuracağını hayal dahi edememişti. Müzede bağlı olduğu amiri olayın önemi-
nin hemen farkına varmış, çeşitli entrikalarla Stimpi’nin keşfini kendine malet-
meye çalışmıştı. Ancak müze müdürü Mustim, yanında çalışan insanları çok iyi
tanıyan biriydi.
Yeni nesil insanlar modern islim teknolojisini kullanırken tarihi geçmişlerini
unutmaya başlamıştı. Mustim bey işte bu boşluğu doldurmak için müzenin
müdürlüğüne aday olduğunda kimse aklındakilerini bilmiyordu. Ancak çok
geçmeden insanlar onu ‘İslim Efsanesi’ olarak adlandırmaya başlamıştı. Çünkü
Mustim’in müzede sergilediği araçlar ve mekanizmalar büyük hayranlık uyandı-
rıyordu. Üstelik bunların hepsi çalışır haldeydi. Mustim özel olarak yaptığı haf-
talık sunumlarda meraklı insanların karşısında yeni sergilenen bir aracı anlatır,
ardından da bronz çerçeve içindeki o büyülü kırmızı düğmeye basardı. Çalış-
ması mümkün görünmeyen araç adeta canlanırdı. Pistonlarından damlayan su,
buhar tahliye borularından çıkan süt beyazı buhar izleyenleri hayran bırakırdı.
Mustim ağzı açık bir şekilde müzenin yeni eserine bakan insanları gördükçe
doğru bir iş yaptığına bir kez daha emin olurdu.
Stimpi’nin buluşu halkın İslim Efsanesi Mustim’i dahi heyecanlandırmıştı. Ge-
tirdiği belgeleri ve fotoğrafları gören adamcağızın adeta kalbi duracak gibi ol-
muştu. Amiri ise olayın önemini pekiştirici birkaç söz söylemek istemiş, ancak
Mustim onu çok sert bir şekilde susturmuştu. Görev kesinlikle Stimpi’nindi.
Çünkü Mustim onda müzenin gelecek müdürünü görmekteydi.
Müze Dünya’ya yeni bir arkeolojik seyahat izni almış ve seyahat için dört kişilik
bir ekip kurulmuştu. Stimpi’nin başlanlığındaki bu ekipte arkaik islim mekaniz-
METIN UÇAR

maları uzmanı İslimbol, kameraman Cloud ve güvenlik sorumlusu, aynı zaman-


da pilot Mahmut bulunuyordu. Ekibin görevi Stimpi’nin keşfini teyid etmek,
bulunan artefaktın durumunu tespit etmek ve müzeye taşınması imkanlarını
araştırmaktı.
- Bay Stimpi, yerel halktan hala burada kalmayı seçenler var. Eğer on-
lardan biri karşımıza çıkarsa, müsaade edin önce ben konuşayım! – Steambo-
.
tun tozlandığını artık unutmuş, güvenlikten sorumlu olduğunu hatırlamış olan
Mahmut endişeli bir ses tonuyla söylemişti bunu.
- Elbette bay Mahmut. Ama işi artefaktı görmemizi engelleyecek bir hale
getirmeyin lütfen.
- Oho, efendim siz benim kaba saba konuşmama bakmayın. Yerel halk bu
dilden çok daha iyi anlar. Emin olun. Artefaktı göreceğiz.
- Umarım. Doğu yönünde birkaç yüz metre ilerlememiz gerekiyor.
Ekip artefaktın durumunu tespit etmek için gerekli tüm ekipmanı sırtlandı. Pi-
lot Mahmut steambotun kapısını kapadı ve eliyle ‘hazırız, gidebiliriz!’ diye işaret
etti.
Kısa bir yürüyüşten sonra etrafı ahşap çitlerle çevrili bir alana vardılar. Stimpi
sıcak havadan dolayı terleyen alnını silerken içeri girebilecekleri bir kapı olup
olmadığına bakındı. Şanslıydılar. Çünkü hemen yakınlarında çok geniş kanat-
ları olan bir kapı vardı. Oraya varınca çantasından çıkardığı bir fırça ile toprağı
eşeledi. Fırçanın temizlediği yerde üzeri pasla kaplanmış
bir metal parçası göründü. Ekipteki diğer adamlar
bunun ne olduğunu anlamaya çalışırken doğrulup
ayağa kalkan Stimpi keyiflenmişti.
- Doğru yerdeyiz! Gidelim!
Terk edildiği belli olan araziye açılan kapılar ki-
litli değildi. Stimpi ahşap kapı kanatlarından bi-
rini hafifçe iteledi, içeri girer girmez dizlerini
üzerine çöktü. Karşısındaki manzara anla-
tılamayacak kadar güzeldi. O sırada aklı-
nı yitirmeyen sadece kameraman Cloud
idi. Hemen kamerasını çıkarmış, bu büyülü
anın kayıtlarını almaya başlamıştı. Ağzından tek kelim
çıkan Mahmut oldu.
- Aman tanrım bu da ne böyle?
Stimpi bu sorunun üzerine kendine geldi ve hemen ayağa kal-
karak artefakta doğru ilerlemeye başladı. Etrafta tek bir ağacın
kalmadığı, çölleşmeye yüz tutmuş bu yerde artefaktın böylesi-
ne temiz kalmasına şaşırmıştı. Artefakt kapkaraydı, ancak diğer metal aksamı
daha dün yağlanmış gibi pırıl pırıldı. Bu artefakla birilerinin ilgilendiğine işaret
ediyordu.
- Mahmut bey, dikkatli olmamız gerekiyor. Burada yerel halktan birileri
olmalı!
- Farkındayım bay Stimpi. O birisi dediğiniz bize doğru ilerliyor şimdi.
Elinde gördüğüm ise çifteye çok benziyor.
- Mahmut bey, lütfen sakin olalım. Müsaade ederseniz onunla ben konu-
şacağım. Diyaloğumuza çifte ve stimrifle başlamak istemem.
Mahmut elini stimrifin üzerine koymuş ancak Stipmi’nin sözlerinin doğru ol-
duğunu anladığını işaret edecek şekilde başını sallamıştı. Stimpi ağır ağır adım-
lar atarak kendisine yaklaşan yaşlı adama doğru ilerleri:
- Beyim, kusura bakmayın izinsiz içeri girdik. Ancak amacımız kötü
değil. Bu artefakt hakkında konuşabilir miyiz? Belli ki ona siz bakıyorsunuz.
– Adam duraksamış, ilgiyle Stimpi’nin dediklerini dinlemişti ancak çifteyi de
elinden bırakmak niyetinde değildi.
- Neymiş? Neymiş? Sen güzelime nasıl böyle kötü bir kelime kullanırsın?
- Yok, yok yanlış anladınız. Ben de onun harika olduğu düşünüyorum.
Müsaade ederseniz ne için geldiğimizi anlatayım. Yok, konuşmaya niyetiniz
yoksa, geldiğimiz gibi gideriz.
...
- İşte böyle, Mustim bey. O yaşlı adam gerçekten de artefaktın bakımı-
nı yapıyormuş. Yıllardır. Dedeleri gibi. Yaşayan bir efsane. Bu işin ustası. Tüm
olumsuz şartlara rağmen artefakt çalışır haldeydi. Şimdi hatırladıkça tüylerim
diken diken oluyor hala. Ancak size rapor ettiğim gibi artefaktın müzeye veril-
mesine karşı çıktı. Ancak ben öldükten sonra diyor. Zaten ondan sonra bakacak
kimse kalmayacakmış.
- Anlıyorum. Belki müzeye taşımamız mümkün olmayacak şimdi, ancak
yine de birşeyler yapılabilir. – Mustim kameraman Cloud’un verdiği portatif oy-
natıcıda artefaktın nasıl çalıştığını izlerken çok memnun idi. Belki oraya ziyaret
yapmamıza izin verir. Bu müze için de güzel bir yenilik olurdu. Düşünsenize
önce teorik anlatım, ardından yarım saatlik Dünya’ya uçuş. Bir saat yerine arte-
fakt incelemesi, belki bir öğle yemeği ve geri dönüş. Bu harika bir fikir. Stimpi
görüşmeleri yapmak için yine oraya gitmen gerekecek.
- Büyük bir zevkle bay Mustim. O yaşlı adam çok hoşuma gitti. Adı Rıza.
- Mustim bey, ne olur söyler misiniz nedir bu artefakt! – Söze giren soru-
suna bir türlü cevap alamamış olan pilot Mahmut idi. – Kaç kere sordum. Ancak
arkadaşlar o kadar heyecanlıydılar ki benim orada olduğumu dahi unutmuş gi-
bilerdi.
- Hah, hah, hah..., ilahi Mahmut beyciğim. Azıcık tarihe merak duysay-
dınız bunun ne olduğunu hemen anlardınız. Bu islim kültürünün gelişmesine
katkıda bulunan en önemli araçtır. O zamanlar bu araca lokomotif deniyordu.
Peşine takılan çok sayıdaki vagonlarda insan ve yük taşıyan bir araçtır bu. –
İslim Efsanesi Mustim, Stimpi’ye dönerek sözlerine devam etti. – Stimpi, çok
büyük bir iş başardınız. Bu harika bir olay. Artefaktımıza bir de isim bulmamız
gerekecek.
- Buna gerek yok efendim. Rıza bey zaten ona bir isim koymuş. Hatta bu
ismi kendi döverek yaptığı demir harflerle aracın üzerine de kaynaklamış.
- Neymiş adı?
- Kars.
.
EVSIZLER
“’Su, bir gün çok değerlenecek.’ diyenler yanılıyorlar. Kendi çaplarında
haklılar ama buna gerek kalmayacak çünkü ağaçları yok ederek katlettiğimiz yu-
vamız bize nefes alacak tek parça oksijen bırakmayacak.“

Bu, babamın ölmeden önce okuduğu son kitapta altını çizdiği bir cüm-
leydi. Sürekli “Her zaman birileri geleceği görebiliyor, bizim yapmamız gereken
ise onları bulmak.” derdi. Ne demek istediğini sadece ben değil, bu deliğe tıkıl-
mış herkes anlıyor sanırım. Buradan çok daha uzak bir galakside geçen hikâye
olmasını tüm yaşayanlar ve ölenler dilerdi ama her şey burada geçti ve geçiyor.
Ben daha vitamin olmak için bir ağaç ararken, insanlık yaşamaktan çok
daha fazla şey istiyordu. Her şeye sahip olmak, hükmetmek ve daha uzak geze-
genlere ulaşmak; en büyük hedefleriydi. Sadece insanlara değil tüm varlıklara
hükmetmeyi istemek nasıl bir aptallık, nasıl bir açgözlülük...
Her şey, yakınlardaki bir gezegene ilk maden ocağı kurulduğu zaman
başladı. İnsanlar verilen maaşın fazlalığını duyunca hemen atladılar. Ucuz iş-
çilik için kendinden başka insanları kullanmak. Dünyanın en büyük zenginliği
bizlerdik; “İnsan”. Tüm tarih bunlarla dolu ama hâlâ öğrenememişiz. Her şey
aile içindi, daha güzel bir yaşam için ama planlar yolunda gitmedi. Bir sonun
başlangıcında ilk imzayı atanlar asla unutulmazlar. Şimdi, sonunu yaşayan bizler
her yeni güne uyandığımızda isimlerini tek tek sayarak küfrediyoruz.
MEHMET FATIH BALKI

Kurulu olan enerji santralleri, uzaydan gelen hammaddeleri işlemek


için yeterli değildi. Daha büyüklerini inşa ettiler ve binlercesini. Boyları bulut-
lara ulaşanına tanık olmuşluğum vardı. Sadece bizim kentimizde yüz yirmi altı
binden fazla enerji santrali vardı. Koca Dünya, fabrikaya dönüştürüldü. Tabii ki
. ölümü de çok uzun sürmedi. Deprem, sel, heyelan gibi bir çok felaket gerçekleş-
meye başladı. San Andreas ve Kuzey Anadolu fay hatları gibi fayların hareket-
lenmesi her şeyin sonunu getirdi. Enerji santrallerine yakın bölgelerde oluşan
depremler yıkımlara ve patlamalara sebep oldu. Etrafa yayılan zehirli gazlar ve
radyasyon bizi evimizden etmişti. İşverenlerimizin kaçabileceği kendi gezegen-
leri varken bizim gidecek tek yerimiz yine burasıydı. Enerji üretmek için yaptığı-
mız santraller yuvamız oldu. Yayılan radyasyonun önüne geçilemedi. Yönetciler
çare bulmak için daha yüksek makamlara başvurdu, daha yüksek makamlar ise
yuvalarında keyif çatan patronlara danışıyorlardı. Sonucun beklenemeyecek ka-
dar geç geleceğini biliyorduk. Hava her geçen gün daha da zehirleniyor ve mas-
kesiz artık dışarıda nefes alamıyorduk. Santraller için inşa ettiğimiz soğutma
kulelerini kurşunla kaplayıp üstünü kapattık. Geriye kalan tek şey, dışarıdaki ok-
sijeni temizleyecek bir makine yapmaktı. O makineyi yapan ve beraberindekile-
re yeniden yaşama umudu veren kişi babamdı. Umut yürüyüşüne çıkana kadar
beton ve çelikten oluşan bu kentin yöneticisi oldu. Umut yürüyüşü iki şekilde
yapılır. Bir: Ölmeye yakın insanların kent dışına atılması anlamına gelir. Ellerine
bir telsiz verilir ve gidebildikleri yere kadar gördüklerini anlatması beklenir. İki:
Kurallara uymazsanız elinize telsiz verilmez ve öylece gönderilirsiniz. Bu daha
önce bir kere olmuş. Tüm bunlar, sonraki yöneticilere aktarılmak üzere babam
tarafından bir deftere yazıldı.
Bugün babamın yazdığı defteri okuyabildiğim gün. Kentin yeni yö-
neticisi olduğumda babamın neler hissetiğini anlayacağımı düşünürdüm ama
olmadı. Farklı olan bir şey yoktu. Daha az konuşuyor, daha çok çalışıyordum;
seralarda, elektrik dairesinde ve oksijen temizleme makinesinde. Yapılacak her
işte ben vardım. Yönetici de dahil olmak üzere umut yürüyüşü dışında dışarı
çıkmak yasaktı. Oksijen makinesinde iş için metal gökyüzüne her yaklaştığım-
da, merdivende kalan son on yedi basamak içimi titretiyordu.
Yöneticiliğe geçeli yirmi yedi yıl olmuş, her yıl benden daha çok şey
götürmüştü. Babamdan ve diğer yöneticilerden kalan defterleri yalayıp yutmuş-
tum. Babam gibi, her yönetici bir defter tutmuş ve dönemlerinde gelişmeleri
kaydetmişti. Tekrar tekrar okuduğum şey ise 11. Yönetici döneminde kendi is-
teğiyle umut yürüyüşüne çıkan kadın. Kadına telsiz verip göndermişler daha
sonra ne yürüyüş üzerine ne de bu olay hakkında herhangi bir not düşülmemiş.
Altına ertesi gün yapılan tamirat hakkında not düşülmüş ve başka günlerin not-
ları ile devam edilmiş. Her okuduğumda sanki yazılanlar değişecekmiş gibi bir
hevesle bakıyordum deftere.
Elektrik dairesinde oluşan arıza, bizi bir kaç gün mum ışığına mahkûm
etti. Sadece gün içerisinde çalışma zorunluluğu olanlara mum ve gerekli kulla-
nım talimatları verildi. Üç dört senede bir, nadiren olurdu elektrik kesintisi.
Elektrik dairesinde çalışırken mum ışığına dalmış olarak buldum ken-
dimi, önce babamın defterini okuyarak yâd ettim onu daha sonra favori bölüme
geçtim. 11. Yönetici’nin defteri. Mum ışığında harfleri seçmek zordu olabildiğin-
ce muma yaklaştım. Yıllardır okuduğum sayfalar yine aynıydı fakat kadının bah-
sedildiği sayfada ezikler daha belirgindi. Mum ışığından yaralanarak okumayı
denedim fakat olmadı. Cebimden kalemi çıkardım ve ezik olan bölgeleri hafifçe
karalamaya başladım. Başlarda anlamsız harfler ve birbirine bağlayamadığım
kelimeler vardı ama hepsini bir araya getirince daha önce yazılıp silinmiş bir not
ortaya çıktı.

“BURADA MAVİ GÖKYÜZÜ VAR”


.
.
OLIVIER COIGNOUX
.
MÜFIT ÖZDES. RÖPORTAJI

1) Merhabalar Müfit Özdeş Bey, öncelikle söyleşi davetimizi kabul ettiğiniz


için teşekkür ederiz. İlk olarak, okurlarımıza kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Merhabalar Fatih Bey. Zor bir soru sordunuz aslında çünkü kendimi anlatmayı
pek sevmem. 1943 yılında doğdum. İlkokuldan başlayarak bilimkurguya tutku-
num. Bilimkurgu merakım Alkazar sinemasında gösterilen Baytekin (Flash Gor-
don) filmleriyle başlar. Gelen filmlerin hiçbirini kaçırmazdım. Byron Haskins’in
H.G. Wells’in ünlü romanından 1954’de çevirdiği Dünyalar Savaşıyor adlı filmi
görmek için her gün öğle seansında Lale sinemasına gidiyor, seanslar devamlı
olduğu için akşama kadar çıkmayıp filmi tekrar tekrar izliyordum.
2) Bilimkurgu alanında ilk önce okumaya ve daha sonra yazmaya nasıl başla-
dınız?
Okumaya 1954’de Çağlayan Yayınlarının ünlü Yeni Dünyalarda dizisiyle başla-
dım. Bu diziden on kitap çıktı ve bitti. Sonra uzun yıllar açlık içinde yaşadım,
İngilizce öğreninceye kadar. Beni çocuk yaşta dil öğrenmeye heveslendiren işte
bu açlıktır. Yazmaya ise 1984’de, otuz yıllık bir fanlık döneminden sonra başla-
dım.
3) Geçmişle günümüzü karşılaştırdığınızda, ülkemizde bilimkurgu edebiyatı
ne durumda? Bir ilerlemeden söz edebilir miyiz?
Tek kelimeyle harika. İnsanımız bilimkurguyu giderek daha çok seviyor, okuyor
ve izliyor. Edebiyat dünyasında bilimkurgu daha önce dışlanmış olduğu kapıları
tekrar zorlamaya başladı.
4) Bilimkurgu neden yıllarca bir alt-kültür ve kaçış edebiyatı olarak nitelendi-
rildi? Bugün bu önyargı aşıldı mı?
Bugün bile tek tük öyle düşünenler var. Eskiden ülkemizin aydınları, özellikle
de ilerici ve halkçı olanlar, Stalin’in Kültür Bakanı Zhdanov tarafından dayatılan
sosyalist gerçekçi akımdan etkileniyor ve bu yüzden bilimkurguya burun bü-
küyorlardı. Neyse ki bu akım artık etkili değil. Dolayısıyla bu önyargı da aşılmış
oldu. Aslında bilimkurguyu hayatın gerçeklerinden kaçmak için de kullanabilir-
siniz, insan varoluşunun en derin sorunlarına neşter atmak için de. Edebiyatın
diğer alanlarında olduğu gibi. Bilimkurguyu bu şekilde kategorize etmek yanlış.
5) Bilimkurgu okurlarına hangi yabancı bilimkurgu yazarlarını ve eserlerini
önerirsiniz? Döne döne okuduğunuz, başucu kitaplarınız var mı? Yerli bilim-
kurgu edebiyatından kimleri takip ediyorsunuz ve hangi eserleri öneriyorsu-
nuz?
Hemen 50 ya da 100 kişilik bir liste çıkarmamak için kendimi zor tutuyorum.
Okurun tabii kendi ağız tadına göre yapıtlar seçmesi gerekir. Bir kere mutlaka al-
tın çağ denilen dönemin ustalarını okumalı. Ama bunun öncesinde Zamyatin’in
Biz, Huxley’in Cesur Yeni Dünya ve Orwell’in 1984 adlı romanlarını unutmamalı.
Altın çağın hemen bitiminde ise Ursula K. LeGuin, Philip K. Dick gibi isimler,
William Gibson gibi cyberpunkçılar var. Ben hep yeni şeyler okumaya çalışırım,
ama döne döne okumaktan kendimi alamadığım kitaplar da var. Örneğin Alfred
Bester’den Kaplan! Kaplan!... Robert A. Heinlein’dan Yabancı Bir Ülkede Bir Ya-
bancı. Ayrıca Fredric Brown ve Kurt Vonnegut gibi yazarların öykü ve romanları-
nı tekrar tekrar okurum ve asla gına gelmez. Ray Bradbury’nin kitaplarından biri
hep başucumdadır, çünkü duygularımın pasını onunla alırım.
Yerli bilimkurgucu arkadaşlarımın hepsini izlemeye çalışırım. Ama üretim öyle
boyutlara vardı ki artık çıkan her şeyi okumak mümkün değil. Ama aklıma şim-
diden bazı isimler yerleşmiş durumda… Duayenimiz Selma Mine ya da daha
gençlerden Selim Erdoğan, Tevfik Uyar, Levent Şenyürek, Ruhşen Doğan Narve
Selin Arapkirli gibi… Okurlara özellikle Yeryüzü Müzesi gibi seçkileri öneririm.
6) Robotlar hep hayatımızı kolaylaştıran ve bizi daha ileriye götürecek buluş-
lar olarak sergileniyor. Her gün yeni bir teknoloji üzerine ekleniyor. Robotlar
ekonomik olarak insanoğlundan çok daha makul duruyor. Gelecek zamanda
alt sınıf işçi grubuna pek ihtiyaç duyulmayabilir. Bu durumun sonucunda in-
sanoğlu nasıl bir yol izler?
Geleceğimizde yapay zekâ güdümünde tarım, sanayi ve hizmet robotları var.
Bunun yanı sıra bilgi devrimi (yani bilginin özgürleşerek kamu malına dönüş-
mesi) toplumda sınıflaşmaya yol açan üretim ilişkilerini değiştirecek. Bilgi top-
lumunun sonu sınıfsız toplumdur. Sınıfsız toplum hiç beklemediğimiz bir yerden
üstümüze üstümüze geliyor ve biz buna hiç hazırlıklı değiliz.
7) 1996 senesinde, Metis Bilimkurgu dizisinden çıkan "Son Tiryaki" öykü ki-
tabınızın yeniden basımı yapılacak mı? En son, Bilimkurgu Kulübü'nün hazır-
ladığı, İthaki Yayınları'ndan çıkan "Yeryüzü Müzesi" seçkisinde bir öykünüzle
yer aldınız. Yakın zamanda yeni kitaplar veya projeler var mı?
Henüz kesinleşmediği için bir şey söyleyemiyorum, ama Son Tiryaki’nin geniş-
letilmiş 2. baskısının yolda olduğunu belki yakında müjdeleyebilirim. Bundan
sonra da ömrüm yettikçe her yıl bir öykü kitabı çıkarmayı düşünüyorum.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.


.
KÜBRA SEKER
Güner Kuban’a...

Laboratuarda ki ölüm sessizliğini, "Merhaba! Beni duyabiliyor musunuz?" di-


yerek Esra bozdu. Kan kırmızısı, ince dudaklarını mikrofondan uzaklaştırdı. İki
meslektaşı, masalarının başından pür dikkat onu izliyordu. Bilgisayardan ilk
başta yalnızca cızırtılar geldi. Sonra, metalik bir erkek sesi soruyu cevapladı:
"Evet evet, duyabiliyorum ama siz kimsiniz?"
Rahat bir nefes alan doktor, "Ben Doktor Esra, Kriyojeni uzmanıyım. Sizi ölüm-
den uyandırmış bulunmaktayız," deyip bilgisayar ekranına göz attı. Hastanın
tüm yaşamsal değerleri istenen seviyedeydi. Her şey planlandığı gibi başlamıştı.
"Göremiyorum! Neden hiçbir şey göremiyorum? Neredeyim doktor hanım?
Neredesiniz? Işıkları açın!" Korku dolu ses, soğuk odada çınladı. Esra neler söy-
leyeceğini önceden çalışmıştı. Hastadan böylesi soruların geleceğini gayet iyi
biliyordu. Biraz ezber, biraz doğaçlama yanıtladı:
"Lütfen, endişelenmeyin! Şu anda, Ettinger Laboratuarı'ndasınız. Profesör Tim,
Doktor Jose ve ben sizi bir araştırma için ölümden uyandırdık. Kaygı duyulacak
bir durum yok. Emin ellerdesiniz... Hiçbir şey göremiyorsunuz; çünkü sadece
beyniniz canlandırılmış durumda. Elimdeki kayıtlara göre, yirmi iki yıl önce ge-
çirdiğiniz trafik kazası sonrasında yalnız beyniniz dondurulabilmiş. Şu anda bey-
ninize bağlı bir bilgisayar ara yüzü sayesinde, bizimle iletişim kurmaktasınız."
Esra odanın tam ortasında yer alan, içi sıvı nitrojenle dolu kuvöze yaklaştı.
Kuvözün içindeki beyne baktı. Prematüre bir bebek gibiydi. Savunmasız, çaresiz
ve etrafında olup bitenlerden bihaber. "Dananın kuyruğu birazdan kopacak,"
dedi içinden.

RUHSEN DOGAN NAR


Hasta, hiç durmadan konuşuyordu. Yıllar süren suskunluğun acısını çıkarıyor
gibiydi: "Kaç yılındayız? Bedenime ne oldu? Ne zaman bir vücuda sahip ola-
cağım? Eşim de uyandırıldı mı? Ya çocuklarım? Onlar sağ mı?.." Soru yağmuru
altında kalan üç doktor birbirine baktı. Profesör Tim, Esra'ya bakarak dazlak
kafasını hafifçe salladı. Esra'ya konuya girme vaktinin geldiğini ima ediyordu.
Esra, "Bütün sorularınız yanıtlanacak Hasan bey. Ama öncelikle size bir soru
sormak istiyorum. Bu soruyu ciddiyetle yanıtlamanızı sizden rica ediyorum,"
-

dedi.
Kısa bir sessizlik oldu. "Peki, Esra Hanım. Sorduğum soruları görmezlikten gel-
meyin ama. Daha sonra, benim de sorularımı yanıtlamanız şartıyla kabul edi-
yorum." .
Simültane çeviri yapan kulaklıkları sayesinde Tim ve Jose, Türkçe edilen sohbe-
ti rahatça takip edebiliyordu. Jose heyecandan yine parmaklarını çıtlatıyordu.
Sohbetin soru-cevap kısmına gelmesini ikisi de dört gözle bekliyordu.
"Şüpheniz olmasın, tüm sorularınıza tek tek cevap vereceğim. Hazır mısınız?
Sorum oldukça basit. İşte soruyorum: Ölüm anınız ile tekrar canlandırıldığınız
şu an arasında, herhangi bir şey yaşadınız mı veya gördünüz mü?"
Odada çıt çıkmıyordu. Bilgisayardan uzun bir süre yanıt gelmedi. Esra endişe
içinde Tim ve Jose'ye baktı. Profesörün olaya müdahale edip, ona yardım et-
mesini istiyordu; ama bu zahmetli işin altından tek başına kalkmak zorundaydı.
Meslekte ilerlemesi için bu deneyden alnının akıyla çıkmalıydı. "Orada mısınız
Hasan Bey?" diye sordu yüksek sesle. Kuvözün üstündeki ekranda bulunan tüm
göstergeler yeşildi; beyinde hiçbir sıkıntı yoktu. Sorusunu tekrarladı.
Fazlasıyla uzayan sessizlik bir anda bozuldu: "Buradayım, sadece düşünüyor-
dum. Bazı şeyleri hatırladım. Çok mühim şeyleri. İster istemez dalıp gitmişim.
Kusuruma bakmayın."
Alnında biriken terleri beyaz önlüğünün koluyla silen Esra, "Cevabınız nedir?"
diye sordu. Kalbi küt küt atıyordu. Buz gibi soğuk bir laboratuarda heyecandan
terlemek ne kadar garip, diye düşünüyordu.
"Evet. Gördüm. Daha doğrusu, yaşadım demeliyim. Görmek eylemi yaşadık-
larımı tam olarak karşılamıyor çünkü. Tıpkı, şu anki gibi hiçbir şey göremiyor-
dum. Gözlerim yoktu. Ama hissediyordum; her şeyi tüm ayrıntılarıyla hisse-
debiliyordum. En küçük hücreme kadar. Olağanüstü bir deneyimdi. Havaya
yükseliyordum. Sanki içi helyum dolu bir balonmuşum gibi göğe çıkıyordum.
Hiç durmadan, hiçbir engele takılmadan. Yükseldikçe rahatlıyordum. Tüm dert-
lerim, sıkıntılarım, acılarım, pişmanlıklarım, keşkelerim yok oluyordu. Ardımda
bırakıyordum onları. Hafifliyordum. Uzay boşluğuna kadar çıktım sanırım. Uzay
karanlığına girdim. Ne bir ses, ne bir görüntü. Sonsuz karanlık vardı. Sonra, çok
ama çok muazzam bir varlık hissettim yakınımda. Bir mıknatıs gibi beni kendi-
ne çekiyordu. Tarif edemeyeceğim kadar büyüktü, güçlüydü, sonsuzdu. O beni
kabul etti. Tüm kötülüklerime, tüm yanlışlarıma, tüm yalanlarıma rağmen beni
tertemiz koynuna aldı. Yalnız değildim. Koynunda benim gibi milyarlarca varlık
vardı. O'nunla ve onlarla bir oldum. İşte o an, kendimi mükemmel hissettim.
Hayatımda ilk kez kendimi tamamlanmış gibi hissettim. İnanılmazdı. Cennet
dedikleri yer, orası olmalıydı. O bana durmadan fısıldıyordu. Bir kadın sesiydi.
Evet, bir anneydi. Ancak bir annenin sesi bir insanı bu kadar rahatlatabilir. Bana
şefkat dolu, tatlı sesiyle bir şeyler söylüyordu. Ninni söylüyordu sanki..."
Esra'nın yüzü kireç gibi olmuştu. Ağzından sözcükler zorlukla çıktı: "Ne dedi
size? O varlık size neler söyledi?" Esra, Jose ve Tim nefeslerini tutmuştu. Biraz-
dan hastanın vereceği cevap araştırma için altın değerindeydi.
"Hepsi geçti, sakın üzülme, dedi. Her şey geride kaldı. Uyu, dedi sonra. Gü-
vendesin, kollarımdasın, dedi. Dünyada yaşadıkların dünyada kaldı, dedi. Seni
affediyorum, dedi. Tüm yaptıkların ve tüm yapmadıkların için. Ve ben uyudum.
Hayatımın en huzurlu uykusunu çekiyordum ta ki siz uyandırana kadar. Beni
neden uyandırdınız? Ben orada çok mutluydum. O'nunla bir olmaktan sonsuz
keyif alıyordum. Oraya geri dönmek istiyorum. Lütfen beni..."
Önündeki bilgisayardan hastanın sesini kısan Profesör, "Deney burada sona er-
miştir arkadaşlar. Tekrar dondurma işlemini başlatabilirsin Jose," dedi. Jose'nin
parmakları klavyeyi dövmeye başladı. Beyin, tekrar kademeli olarak -196 san-
tigrat dereceye getirilerek dondurulacaktı. Bu işlem sırasında Esra, kuvöze dik-
katli bir şekilde kriyo-koruyucu sıvı verecekti. Böylece, beyin hücrelerindeki su-
yun buzlaşması engellenecek, gelecekte tekrar uyandırılması mümkün olacaktı.

Yarım saat sonra üçlü, laboratuardan beş dakikalık yürüyüş mesafesinde olan,
ikinci kattaki küçük bir toplantı salonundaydılar. Araştırmaları için otuz daki-
ka önce yaptıkları ikinci deneyi tartışıyorlardı. Bir yandan da önlerindeki filtre
kahveleri içiyorlardı. "Çok garip," dedi Profesör. Uzun, kızıl sakalını kaşıyordu.
Önündeki tabletten, hastanın söylediklerinin İngilizce dökümünü tekrar gözden
geçiriyordu: "Geçen hafta uyandırdığımız hasta da aynı soruya karşılık, aşağı
yukarı aynı şeyleri söylemişti. Ölümden sonra göğe yükselme, yüce bir varlıkla
bir olma, o varlığın bir anne olması ve ona söyledikleri..."
Profesörün ve öğrencisi olan iki doktorun altı ay önce başlattığı araştırma,
ölümden sonra hayatın olup olmadığına dairdi. Kriyoji alanında çalışan üçlü,
gelecekte uyandırılmak üzere dondurulmuş kişileri hayata döndürerek, bu so-
ruya yanıt arıyorlardı.
"Uyandırdığımız önceki hastamız Isaac, Amerikalı bir Yahudi'ydi. Hasan ise bir
Müslüman. İkisinin de diğer dünyaya ilişkin aynı soruya tıpa tıp aynı cevabı ver-
mesi insanı korkutuyor. Acaba üç büyük din Tanrı konusunda yanılıyor mu? Tüm
bunların bir açıklaması olmalı, değil mi Profesör?" diye sordu Jose. Bir yandan,
boynundaki altın haçla uğraşıyordu. Duyduğu endişe yüzünden okunuyordu.
Esra araya girmek zorunda kaldı: "Ama şunu unutmayalım, Hasan resmi kayıt-
larda Müslüman olarak gözükse de, hayattayken doldurduğu Kriyojeni başvuru
anketinde bir agnostik olduğunu açıkça belirtiyordu. Yani yaşarken Hasan'ın bir
tanrısı yoktu ve ölümden sonra yaşam olduğuna dair sabit bir fikre saplı değildi.
Buna rağmen, tek tanrı inancına sahip biriyle aynı şeyleri söylemesi daha da
şaşırtıcı değil mi?"
Kafasını sallayan Profesör, "Şunu aklımızdan çıkarmayalım arkadaşlar: İlk can-
landırdığımız on iki hastadan sadece üçü, bilincine tekrar kavuşabildi. Bu üç ki-
şiden ikincisi, bilinci yerinde olsa da sorularımızı cevapsız bıraktı. Kısacası, araş-
tırma kapsamında şu ana kadar yalnızca iki hastadan cevap alabildik. Daha fazla
örneğe ihtiyacımız var. İki kişinin benzer şeyler söylemesi, rastlantı da olabilir.
Kesin sonuçlara varabilmek için, daha fazla hastayı başarılı bir şekilde uyandır-
malıyız. Eğer cevap verecek olan üçüncü hasta da aynı şeyleri söylerse, işte o
zaman işler değişmeye başlar," dedi.
Yaramaz bir çocuk gibi gülümsüyordu. "Haftaya bir Hindu hasta uyandıracağız.
Onun söyleyeceklerini şimdiden çok merak ediyorum," diye ekledi.
"Çekilsene lan yolumdan!" Bir yumruk. Karşılığında bir tekme. Can hav-
liyle gırtlağını sıkma. Bir yumruk daha. Saçını çekme. Isırma. Kafa atma. Küfür
etme. Daha fazla zarar verebilmek için en yakındaki kesici nesneyi kullanma.
Robotlardan bir tanesinin gelmesiyle bu kavganın da son bulması.
İnsanların artık birbirine tahammülünün kalmadığı bu dönemde
G-09-XFAH8'in projesi suya düşecek gibi duruyordu. Uzun zamandır robotlar
dünyayı insanlar gibi algılayabiliyor, kendi varlıklarını onaylayabiliyor, hareket
ediyor, çalışıyor fakat bir türlü istedikleri nizami hayata ulaşamıyorlardı. Üstelik
insanların hissettikleri hiçbir duyguya da sahip değildiler.
G-09-XFAH8, insan davranışlarının bu duygulara bağımlı olduğunu fark
ettiğinden beridir, insanları düzenli bir hayata sevk etme projesi üzerinde çalı-
şıyordu. Ne var ki insanlar karşı karşıya geldiklerinde sürekli olarak birbirlerine
zarar vermeye çalışıyordu ve G-09-XFAH8'in belleğinde kayıtlı olan o güzel his-
lerin hiçbiri açığa çıkmıyordu. İnsan denen bu varlıklar, kendi sonlarını getirdik-
lerini göremiyorlar mıydı?
G-09-XFAH8, kendi inorganik işlemcisini organik bir yapıya getirme ka-
rarı aldı. Bir insan bedeni üretmek için istediği tüm elementlere sahipti. Çalış-
SERKAN ÜSTÜNDAG
-

malarına hız katacakken büyük bir sorunla karşılaştı. Tüm veriler işlenerek bir
beden oluşturulsa dahi, o bedeni sürecek, sorun çıkarmayacak ve ütopik bir
dünya sunacak program yazmasını beceremeyecekti. Çünkü bu organik robot-
lara (insanlara) daha önceden de program yüklemişti ve beyinde salgılanan bazı
hormonlar sebebiyle kontrol programın değil, rastlantısallığın eline geçmişti.
İnsan üretmek kolay ama yönetmek oldukça zordu.
"Robotlara güvenmiyorlar. Onlar gibi olmalıyız ve bir arada durmayı,
yardımlaşmayı, güzel hisler yaşayarak bir ömür tüketmeyi sağlamalıyız."
G-09-XFAH8 her zamanki gibi yine kendisiyle konuşmaya başlamıştı.
Her şeye anlam verebilen ve çözüm üretebilen programı, bu konuşmalara bir
çare getiremiyordu. Sanki işletim sisteminin içerisinde iki, üç, belki dört ve belki
de çok daha fazla sayıda program daha vardı. G-09-XFAH8 bu programlardan
hangisinin kendisi olduğunu çözümleyemiyordu ve bazen belki de hiçbirinin
kendisi olmadığına inanıyordu. Bu kadar çok ihtimalle sahip olduğu metalik be-
denden kurtulmak için insanlara yardım etme bahanesini kullandığını düşünü-
yordu. Belki de öyleydi. Ancak bunu kesinlikle yapacaktı.
Şimdi, G-09-XFAH8'in karşısında iki tane insan bedeni bulunmakta, ta-
mamen kendi üretimi. Biri kadın ve biri erkek. Program aktarımını gerçekleştir-
mek için gerekli tüm ekipmanlar hazır durumda. G-09-XFAH8 artık insan olmak
üzere. Çok az kaldı. Bir kadın ve bir erkek bedenine aynı düzeneği kurmasının
sebebi de program aktarımının hangi beyin türünde gerçekleşeceğini tam ola-
rak bilmemesi. İki cinsin de üretiminde kullanılan malzemeler aynı ama işletim
sistemleri oldukça farklı. Tuşa bastı. Aktarım gerçekleştirildi.
Serçe parmak, aktif edildi. Artık bu bedende hareket söz konusu. Sonra
diğer parmaklar. Yirmi adet. Gayet güzel. Kol, aktif edildi. İyi gidiyor. Programım
bu bedene uyumlu. Bacaklar, aktif hâlde. Saç, erişim izni yok. Nasıl ya? Saçları-
mı istediğimde uzatıp, istediğimde kısaltamayacak mıyım? Boyun, aktif edildi.
Ağız, aktif durumda. Çenemi hissedebiliyorum, mükemmel bir şey bu. Kalp, eri-
şim izni yok. Bu ne lan? Kan pompalıyor orası, nasıl erişim izni yok? Kulak, aktif
edildi. Ah, yine bu iğrenç sesler. Eskiden de aynısını duyardım... Gözler, aktif
edildi. Artık görebiliyorum!
G-09-XFAH8'in programı sahip olduğu erkek bedenine tam uyumluluk-
la yüklendikten sonra ilk işi ayağa kalkmak oldu. Yanındaki çıplak kadın bede-
nini görünce duraksadı. Direkt olarak üreme isteği canlandı. Madem bu hisler
daha bakmakla bile canlanıyor, neden insanlar birbirinden uzakta yaşayarak
her fırsatta birbirlerine zarar veriyor; bir anlam veremedi. Kadına yaklaştığı
anda kadın gözlerini aniden açtı ve var gücüyle
G-09-XFAH8'i geriye doğru itti. G-09-XFAH8
bu esnada iki şey hissetti. Birincisi korku; çün-
kü o kadına daha önceden bir program yükle-
memişti. Kendisi de bulunduğu bedende ise
karşısındaki kimdi? İkincisi ise utanma. Neden
olduğunu bilmediği hâlde o kadına yaklaş-
manın kendisini kötü hissettirdiğini fark
etti. Daha önceden tanışmadığı, bilgi alışve-
rişi yapmadığı ve hiçbir paylaşımda bulunmadı-
ğı bu kadına yaklaşmak ne kadar da huzursuz edici
bir histi... Geri çekildi.

Kadın da ayağa kalktı ve G-09-XFAH8'e doğru giderek sağlam bir tokat
attı. "Ne bok olduğunu herkes biliyor!" diye bağırdı. Gözlerinden yaşlar süzülü-
yordu ve kadının gözlerine odaklanan G-09-XFAH8 de ağlamak üzere olduğunu
fark etti. Kadın gitti. G-09-XFAH8 bir müddet daha o odada kaldı.
Eski metalik bedenine bakan G-09-XFAH8, bir geri dönüş yolu aradı.
Yoktu. Bütün bilgi birikimi uçup gitmişti. Hiçbir klasöre, hiçbir yardımcı prog-
rama ya da ek alanlara ulaşamıyordu. Ne rezil bir sistemdi bu insandaki. Bilgiyi
kendi hafızasında tutamıyordu. G-09-XFAH8 çaresiz hissetmeye başladı.
"İnsan ilişkilerini düzeltmek için yardımcı programa ihtiyacın yok. Bunu
başarabilirsin!"
Hassiktir, yine bu ses. Aynı beynin içinde benim gibi konuşan ama ben
olmadığını düşündüğüm ikinci programın sesi... Kurtuluş yok mu bu sesten?
Şimdi de nefreti hisseden G-09-XFAH8, hızlıca ayaklandı ve sokağa çıktı.
Pek kalabalık sayılmazdı ama normal günlere oranla daha fazla insan olduğu
söylenebilirdi. Artık bedeninin pek de dayanıklı olmadığını bilen G-09-XFAH8,
dikkatli hareket etmeliydi. Tek bir kurşun beynini paramparça edebilir ve onu
yok edebilirdi. Henüz iki adım atamamışken başka bir erkek cinsi insan ona
çarptı.
"Çekilsene lan yolumdan!"
"Kusuruma bakmayın, bir şey düşünüyordum..."
"Ne yani, biz düşünemiyor muyuz?"
"Öyle demek istemedim. Merhaba, ben G-09-XFAH8. Bu bedeni yeni
kullanmaya başladım."
"Öyle mi? He, amına koyayım. Ben de Cindrella, G 9'lu isme sahip bir
deliyi arıyordum!"
Adam öyle sert bir yumruk attı ki G-09-XFAH8'in burnu kırıldı. Tek bir
güzel kokuyu bile deneyimleyememiş burnunu. G-09-XFAH8 öfkesine yenik dü-
şerek adama bir tekme attı. Adam ise onun gırtlağına yapıştı. Küfürler havada
uçuştu. Etrafında kesici bir alet olsaydı adamın boğazını kesecekti.
Derken, soğuk metalik bir el G-09-XFAH8'in ensesinden tuttu. Bu sert
kavgayı ayırdı. Robot, adama gitmesini söylerken G-09-XFAH8 ağlamaya başla-
dı. Robotun etiketine bakılacak olursa G-09-XFAH8 kendisine yakalanmıştı.
.
.
OLIVIER COIGNOUX
Bütüris Cumhuriyeti Emniyet ve Huzur Vekaleti`nin 6 no`lu ek binasının önün-
de, çalışanlar ufak bir kuyruk oluşturmuştu. Bugün ayın son günüydü. Maaşlar
ödenmeden bir gün önce yapılan, rutin kontrollerden biri devam ediyordu. Kart
basıldığında iki yana açılan küçük kapılarla geçilen turnike, ardından herkesin
arasından geçmek zorunda olduğu metal detektörleri ve onun da ardında kü-
çük bir kürsü, kürsünün başında 6 no`lu ek binanın güvenlik şefi, malulen emek-
li asker ve Sonova savaşı gazilerinden Kolağası Malik.
Güvenlik şefi, çalışanların 7 gün 24 saat gündüzleri takmak ve geceleri başuç-
larında bulundurmak zorunda oldukları çipli bakanlık rozetlerini -aynı zamanda
kimlik belgeleri - önündeki küçük bilgisayara yerleştiriyordu. Tam elindeki rozeti
yerleştirecekti ki, kapıdan gelen tok topuk seslerine kulağını kabarttı. Gelen,
Daire Başkanı yardımcılarından Adnan Beydi. 1.90`a varan boyu, ince bacak-
larının üzerine sonradan yapıştırılmış gibi duran garip göbeği ile hem heybetli,
hem de komik bir görüntüsü vardı.
“Ooo, amirim, hoş geldiniz. Hemen alayım rozetinizi, sizin kontrolü halledelim.”
“Sağ ol, Malik ya. Benim çok işim var. Şimdi devletin hakkı üzerime geçmesin.”
Adnan Beyin sözleri, önlerine geçiverdiği çalışanlar kuyruğunu belli belirsiz dal-
galandırdı. Adnan Bey bundan rahatsız olmuş olacak ki, konuyu değiştirdi:
“Hâlâ, hain ve nankör yakalanıyor mu bu rüya kontrollerinden?”
“Eskisi kadar sık olmasa da yakalanıyor, amirim. Neticede ne bilinçaltınızdan
kaçabilirsiniz, ne de rejimin kutlu bekçilerinden. “
Rüya Bekçisi rozetleri kazayla ortaya çıkmıştı. Feniyyat ve Harp Vekaleti`nin
araştırmacıları, rejimin köprüler, barajlar, yollar ve sosyal yardımlar gibi icraat-
larını tanıttığı kısa filmler için kutlu rejimin kullarından güvenilir bir geri bildirim
MURAT YILDIRIM

almaya çalışıyorlardı. Çünkü öngösterimde herkes, her filme tam puan verdiği
için başarısız olanları elemek imkânsızlaşmıştı. Araştırmacılar belli bir kalibras-
yondan sonra, doğrudan Beyin dalgalarına bakmayı denediler. Bu deneylerde
bazı deneklerin sonuçları çok temiz çıkmıştı. Bu kulların gösterim esnasında
uyuyakaldıkları anlaşılınca, algoritmanin iyileştirilmesi ile `Rüya Bekçisi` progra-
mı ortaya çıkmış oldu. Tabii, gösterim esnasında uyuyan kullar ayrıca cezalandı-
rıldı. Bu arada, yurt dışında yaşayan bazı muhalifler ve hainler, Rüya Bekçisi`nin
bilimsel temellere dayanmadığına, uygulamanın ve kalibrasyonun çok fazla ras-
gelelik içerdiğini iddia etseler de bunun, Rüya Bekçisi`nin yakaladığı yüz binlere
herhangi bir faydası yoktu.
Adnan Bey, kendisini Rüya Bekçisi`ne karşı rahat hissediyor olacak ki, konuya
devam etti:
“Bunca yıldır bu kontrolleri yapıyoruz, bu vakte kadar yakalanmayan varsa, on-
lar sağlam haindir be Malik! Biraz zor yakalanır bundan sonra. “
“O hiç belli olmaz be amirim. İşte sizin sonuçlar çıktı. Ooo, bu ay yine kaç kere
memlekete gitmişsiniz. Bir pastırma getirmediniz bize. ”diyerek gevrek gevrek
güldü.
“Oğlum et mi var ki pastırma olsun.” istemsiz olarak sesini alçaltmıştı Adnan
Bey. “İşin bitince gel ama çemenli mantar var. Kahvaltı ederiz.”
“Sizin sonuç tamam, rüyalar temiz.”
Adnan Bey, üzerine dikilmiş gözlerin ağırlığına dayanamadı. Malik`in sözlerini
bitirmesini bile beklemeden aceleyle merdivenlere yöneldi.
Malik “Sıradaki” demek için ağzını açmıştı ki başı sımsıkı kapalı, ince, kısa boylu
bir kız önünde belirmişti. İkinci katta, iç emniyette dijital muhteviyat kontrolü
yapan kızlardan biriydi. Adını çıkaramamıştı.
“Alayım, efendim rozetinizi.”
Bilgisayara takılan rozetin analizini beklerken, bilgisayar ekranından kızın adının
Kübra olduğunu görmüştü.
“Kübra Hanım, bir sarınız var. Hımm, bakayım, iffetsizlik. Bekâr olmanıza rağ-
men, rüyanızda üç erkeği öpmüşsünüz.”
Kübra`nın kıpkırmızı olan suratına bakmadı bile Malik.
“Gerçi ikisi kardeşiniz, biri de babanızmış. Hem de yanaktan öpmüşsünüz.” dedi
Malik sırıtarak.
“Ama program sarı bayrak verdi. Afiyet ve Saadet Vekâleti`ne gitmeniz gereki-
yor. Öğle yemeğinden sonra araç kalkacak. Lütfen, geç kalmayın. Muhtemelen
sizi izdivaç için eşleştirme programına alacaklar.”
Kübra, bakışlarını ayaklarının ucuna dikmişti. Kimseyle göz göze gelmemeye ça-
lışıyordu. Malik`in uzattığı rozeti almak için elini uzattığında, Malik aniden rozeti
geri çekti.
“Davetiyetimi isterim, haa!”
Kübra, Malik`in tekrar uzattığı rozetini aldı ve gözlerindeki yaşlarla merdivenle-
re doğru atıldı.
Malik attığı gevrek kahkahadan sonra, umursamaz bir tavırla “Sıradaki” dedi.
Kübra`dan sonraki 12 kişide hiçbir sorun çıkmadı. Emniyet ve Huzur Vekaleti
çalışanları, Kutlu Başkan`dan ve onun yönetim tarzından memnunlardı. Rejim
muhaliflerinin, yani hainlerin aksine, bitmek bilmeyen Sonova Savaşı`nın se-
falet ve fakirlik getirdiğini düşünmüyorlardı. Ya da tam muhalif olmasa da her
şeyin kötüye gittiğini düşünen “nankörlerden” değillerdi.
Ama kuyruğun bitmesine sadece üç kişi kala bilgisayar kırmızı bayrak vermişti.
Ecnebilerin vaktiyle “Big Data Mining” dedikleri, ilgili ilgisiz pek çok veriyi bira-
raya getirerek onlardan sonuçlar çıkaran analizci çocuklardan Emrah`a kalkmış-
tı kırmızı bayrak. Gerilen Malik, analizin bitmesini beklerken Emrah`a sordu:
“N`oluyor, hocam?”
“Bilmiyorum ki. Bende bir fark yok aslında, ama bu aralar çok çalıştırıyorlar.
Herkesi sürekli otomatik olarak analiz edecek dev bir algoritma yazmaya ça-
lışıyoruz. İnsanlar arasında gizli bağlantıları ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Açık
kanalları kullanmadan haberleşen, buluşan hainler, nankörler var mı yok mu
diye? Ama çok fazla parametre var, ihtimallerin sayısı çok fazla.”
Ekranda analiz bitmişti.
“Hocam, senin kırmızı bayrak korkuttu bizi, ama o kadar kötü değil. Rüya sayın-
da çok fazla artış var. Yoğun strese bağlı kişilik bozukluğu gelişebilirmiş. Hiç böy-
lesini görmemiştim. Hainlerde genelde eksik ve bozuk rüya dosyası hatası çok
yaygın çıkar. Bilinçaltına hakim olamayız diye rozeti başka odaya veya başkası-
nın başucuna koyarlar. Senin de Afiyet ve Saadet Vekâleti`ne gitmen gerekecek.
Merak etme. Bu öğlene randevun çıktı. Al şu kâğıdı. Araç kalkarken burada ol. ”
Malik, Emrah`ın arkasından üzgün bir tavırla baktı. Önüne gelen, sıradaki çalışa-
nın rozetini alırken kısık sesle:
“O vekâlete kırmızı bayrakla giden kolay çıkamaz ama hayırlısı. Kapatırlar bunu,
hocam.”
Çalışan, hiç sesini çıkarmadan başını salladı. Ulu orta laf etmeye gelmezdi. Ye-
rin kulağı vardı.
Diğer iki kişide de sorun çıkmayınca Malik`in işi neredeyse bitmişti. Önündeki
listede rüya kontrolünden geçmemiş bir tek kendisi kalmıştı. Rozetini bilgisaya-
ra yerleştirirken, önündeki bilgisayara bağlanan cihazın güç kablosunu çıkartıp
taktı. Cihaz kendini sıfırlayıp, tekrar bağlantı kurulana kadar yaklaşık 30 saniyesi
vardı, ama işini 20 saniye içinde bitirmeliydi.
Bilgisayar ekranı kırmızı bayraklarla dolmuştu. Çoğunun karşısında `Hatalı veya
bozuk dosya` hatası vardı. Hemen, Adnan Beyin rozetine yüklediği diğer çalı-
şanların dönüştürülmüş rüya dosyalarını kendi rozetine yükledi. Geceleri ke-
disiyle beraber uyuyan rozetini bilgisayara çıkarıp taktı. O esnada Adnan Beyin
rozetindeki fazla dosyaları da temizledi.
Bağlantı geri geldiğinde, dosyası sadece yeşil bayraklarla doluydu. Nefretini
dile getirebildiği tek canlı, kedisi Başkan, gözlerinin önüne geldi. Bir an çehresi
yumuşadı, şefkate benzer ışıklar dolandı yüzünde; ama sadece bir an. Ne de-
mişti Adnan Bey: “Bu vakte kadar yakalanmayan varsa onlar sağlam haindir.”
Yok ondan sonra. Çemenli mantar var kahvaltı ederiz, demişti. Malik hayattan
çaldığı bir ayı, ziyan etmeyecekti. Hem Adnan Beyin unuttuğu rozeti de vermek
lazımdı.
Malik yavaş adımlarla merdivenlere yöneldi.
ODTÜ bilgisayardaki derslerim bittikten sonra aceleyle bilgisayar kulübüne git-
tim. Ana ağ odasının üstünde, daracık bir merdivenden çıkılan bir odamız vardı.
1998'de ağa bağlı iki bilgisayar ile Türkiye'nin dışarı açılan internet kapısında otu-
ruyorduk. Bir kaç ay önce warez sitesinde korsan yazılım dağıtan arkadaşlardan
biri yüzünden azar işitmiştik. ABD'nin şirketlerinden biri rektörlüğe yazı yazınca
onun sitesini kaldırmıştık. Warezle uğraşmasak da programlamayı yeni öğrenen
her genç gibi bizim aklımızda hinlikler vardı. Ev arkadaşım Elektrik Elektronikten
Bülent ile buluşup okul eposta şifrelerini kırıyorduk. Daha şifreleme hakkında
bilinenler çok azdı. İlk sene tüm şifreler açıkta, gizli bir klasörde tutuluyordu.
Hoş o zamanlar kimse eposta da kullanmıyordu. Biz kırdıkça network yöneticisi
Tayfun abi hataları düzeltiyor, sistemi güçlendiriyordu. O gece tek başınaydım.
Yeni yazdığım script ODTÜ'nün tüm şifrelerini Tayfun abinin kilitlerine rağmen
ele geçirmişti. Heyecanla bilgisayarın başına oturdum. Şifrelere hızlıca göz at-
tım. Büyük bir kısmı küfürlü sözler ya da “şifre” veya “password” olurdu. Gene
değişmemişti. Bölümden hocaların eposta şifrelerini kontrol edip kapatacaktım
ki gözüme bir şifre takıldı.
112478 öğrenci numaralı birisinin şifresi 13 karakterdi. Kimsede sekiz karakterli
şifre bile yokken, nasıl bu kadar uzun şifre olduğunu merak ettim. Şifre rastgele
harflerden oluşuyordu.

cthulhufhtagn

Bunu aklında tutan adamı bulmalıydık. Bülent'e söylemek için numarayı ve şif-
reyi bir kâğıda yazıp cüzdanıma koydum.
Kapıdan dışarı çıktığımda saat on bir olmuştu. Yüzüncü Yıl'daki evime yürürken
Ankara'nın soğuk havası iliklerime işliyordu. Mühendisliklerden ayrılıp çarşının GÖKÇE MEHMET AY
önüne vardığımda içimi bir ürperti kapladı. Stadın orada, gölgelikler içinde san-
ki biri beni izliyordu. Kampüs boşalmıştı. Hızlı adımlarla A2 kapısına varıp ora-
dan eve yollandım.
#
Ertesi gün, Çatı Cafe’de Bülent'le otururken bir kız yanımıza geldi. Siyah saçlı,
siyah gözlüklü, ürkek bakışlıydı. Üzerinde yıkanmaktan solmuş bir hırka, altında
da uzun bir etek vardı. Omzuna asılı büyük çantanın içinde kitaplar doluydu.
"Merhaba" dedi, gözlerini bizden kaçırarak.
Ben de "Merhaba" diyerek cevap verdim.
O gözlerin bizden kaçırıyor, ben de onu süzüyordum. Bülent'le bakıştık. Omzu-
nu silkti.
Kız bir kaç dakikadır konuşmamıştı. Çantasının kayışına sıkı sıkı sarılıp gözümün
içine baktı.
"Oturabilir miyim?"
"Elbette" dedim. Ayağımı sandalyeden çekip, ona doğru ittirdim.
Oturduktan sonra çantasından kitaplarını çıkarttı.
Bülent'le yeni warez sitelerinden biri hakkında konuşurken o da kitaplarını in-
celiyordu. Kitaplar kalın deri kapaklıydı. İçinde Arapçaya benzer yazılar vardı.
Ona baktığımı görünce duraksadı.
"Siz bilgisayardan anlar mısınız?"
Kız gözlüklerinin ardından çekinerek bana bakıyordu.
"Evet" dedim. "Bilgisayardan anlarız."
"Benim bir problemim var ve sizin çözebileceğinizi söylediler."
"Kim söyledi?"
"Önemli olan, bilgisayar problemlerini çözüp çözemeyeceğiniz. Yapabilir misi-
niz?"
Ben kızı sıkıştırıp, derdini öğrenmek istiyordum. Ama Bülent masanın altından
ayağıma tekme attı. Ne oldu diye ona bakarken, zaman kaybetmeden kıza ya-
naştı.
"Probleminiz nedir?"
Kız ürkek bakışlarını Bülent'e çevirdi.
"Evdeki bilgisayarıma virüs bulaşmış galiba. Sürekli garip mesajlar çıkıyor."
Bülent kıza doğru eğildi. Elini masaya koydu.
"Nasıl mesajlar?"
"Anlamıyorum. Bir gelip bakmanız mümkün mü?"
"Elbette, eviniz nerede?"
"Yüzüncü Yıldayım. Naz gıdanın yanından geçince solda ikinci sokakta. Kapı nu-
marası 29A."
Bülent kızın elini tuttu.
"Yarın görüşmek üzere. Ancak ismini bilmiyorum."
Kızın utangaç gözleri bir an aydınlandı. Dudaklarının arasından saklı bir gülüm-
seme ışıldadı.
"İsmim Sinem. Yarın akşam sekizde gelebilir misiniz?"
Bülent heyecanla Sinem'e geleceğini söyledi. O da teşekkür edip yanımızdan
ayrıldı.
Sinem dağınık saçlarını daha da karıştırmaya çalışan rüzgâra aldırmadan yürü-
yüp gitti.
O uzaklaştıktan sonra Bülent heyecanla omzuma vurdu.
"Oğlum, ne güzel parçaydı değil mi?"
"Eh fena değildi." Bülent bir an durup bana baktı.
"Kızı kaptım diye sinirlenmedin değil mi?"
"Yani önce ben konuşmuştum."
"Tamam, ama bir şey yapmıyordun. Onu ikna eden ben oldum. Hem beğenmiş
miydin?"
Bülent'in heyecanını görünce bana verecek tek cevap vardı.
"Yok, be oğlum. Benim tipim değil zaten."
#
O günden sonra Bülent ve Sinem çıkmaya başlamışlardı. Bülent'i artık daha az
görüyordum. Şubat tatilinde neredeyse her gün Sinem'in evinde kalmıştı. Ba-
har dönemi başladığında artık ayrılmaz olmuşlardı. Kirayı veriyordu, evin boş
olması da işime geliyordu. Gene de arkadaşımı kaybetmek içten içe üzüyordu.
Bölümde dersler zorlaşmıştı. Bilgisayar kulübünde de Bülent gidince yenileri
eğitmek bana kalmıştı. Arada şifreleri kırmaya zaman ayırabiliyordum ama es-
kisi gibi değildi.
Bahar şenliği zamanı Bülent'i gördüm. Sallanarak yurtların oradan Çarşı'ya gi-
diyordu.
"N’aber oğlum?" dedim. Durup bana baktı. Gözlerinin ardından bir başkası var
gibiydi. Şaşkınlığı geçip de beni tanıdığında yüzüne yabancı birinin gülümseme-
si oturdu.
"İyiyim Selim. Sen nasılsın?"
"İyiyim işte, şenliklerden sonraya yetişecek bir sürü ödevim olmasa daha iyi
olacağım."
Güldü. Kahkahasında yapmacıklık vardı.
"Sinem bana destek oluyor, onun sayesinde tüm derslerim çok daha iyi. İster-
sen sana da bir kız bulalım."
"Yani ikiniz beraber geçirdiğiniz onca zamanda sadece ders mi çalışıyorsunuz?"
Omzuna vurdum. Ceketinde hafif bir nem vardı.
Beraber güldük.
"Aslında dersler dışında şeyler de çalışıyoruz. Onun verdiği ilham ile yeni bir
devre bile yapmaya başladım."
"Ne devresi yapıyorsun?"
Bülent kulağıma eğildi. Şenliğin gürültüsünde zorlukla duyulabilecek bir sesle
fısıldadı.
"Geçmişin sinyallerini toplayacak bir radyo yapıyorum."
"Nasıl yani?"
"Hani senle konuşmuştuk ya, sinyaller asla kaybolmayıp uzaya yayılıyor diye.
Geçmiş sinyaller bizden uzaklaşıyor, ama başka boyutlarda da bizim sinyalle-
rimizin olabileceğini düşünüyorum. O sinyalleri yakalayabilirsem, geçmişten
mesajlar alabilirim."
"Ne mesajı abi? Kaç yıl geri gitmeyi düşünüyorsun?”
“Yıl değil Selim, bin yıllarca geri gitmek istiyorum.”
“O zamanlar radyo yoktu ki. Kim bize mesaj gönderecek?"
Bülent gülümsedi.
"Dinlemezsen bilemezsin."
Bülent anlamadığımı görünce bir kahkaha daha attı ve gitti.
#
Finallere hazırlanırken gece Sinem telefonumu çaldırdı. Yanlışlıkla aramış olma-
lıydı. Aldırış etmeden Winamp'deki çalma listemden gaza getirici bir MP3 seç-
tim. Bülent gittiğinden beri eve iyice yayılmıştım. Telefonum tekrar çaldığında
zil sesini zorlukla duydum. Arayan gene Sinem'di.
"Selam Sinem, hayırdır?"
Telefondan ses gelmiyordu.
"Alo, Sinem?"
Hırıltılar duymaya başladım. Garip bir dilde konuşmalar vardı.
"Sinem? Bülent? Dalga geçmeyin oğlum."
Modemin sesi çığlıklara karışıyor gibiydi.
Bilgisayarımın ekranı kararıp aydınlandı. Hoparlörlerden dalga sesleri gelmeye
başlamıştı.
İnsan gırtlağından çıkamayacak bir ses evi doldurdu.
Telefonun küçük yeşil ekranında sayılar ve garip yazılar çıktı.
Kapatmaya çalışıyordum ama olmuyordu.
Tüm o gürültünün arasında, sanki yanı başımdaymış gibi Bülent'in sesini duy-
dum.
"Sıçtım oğlum. Beni kurtar."
Dalga seslerine garip bir balina şarkısı katılmıştı.
Modemin çığlıklarına eşlik ediyor, imkânsız bir huzuru müjdeliyordu.
Donup kilitlenen parmaklarımı zorlukla açtım. Bana ihanet eden elime rağmen
telefonu duvara atmayı başardım.
Telefon kırılıp pili içinden fırladığında sesler de susmuştu.
Aceleyle modemin ve bilgisayarın fişlerini çektim.
Evdeki tüm lambaları yakıp soluklandım.
Balkona çıktım. Ankara'nın soğuk havasını ciğerlerime çektim. Yapacak bir şey
yoktu. Bülent'in nehaltlar karıştırdığını anlamak için onların yanına gitmeliydim.
#
Sinem'in sokağındaki evlerin ışıkları kapalıydı. Beni bırakan taksici suratında
çokbilmiş bir gülümseme ile dönüp gidince karanlıkta kalmıştım. Sokak lam-
baları bile yanmıyordu. Binayı bulutların arkasında bir saklanıp bir çıkan ay ışı-
ğında buldum. Kapısında 29 yazan beş katlı eski binadan içeri girdim. Sokakta
dolanıp duran köpek ve kediler bile bir kuytuya saklanmışlardı.
Sinem'in evi ilk kattaydı. Kapıda numara değil, harfler vardı. A yazan kapıya
geldiğimde Ankara'da alışmadığım bir koku duydum. Deniz kokuyordu. Havada
iskelenin altında çürümekte olan yosunların kokusu vardı. Tuzlu, tatlı ve bir o
kadar da tiksindiriciydi. Zile bastım ama ses çıkmadı. Kapıya yüklenip açabilir
miyim diye kontrol etmek için elimi attım. Kapı hiç ses çıkartmadan açıldı. Uzun
koridorun sonundan, mavi bir ışık geliyordu. Yerler ıslaktı.
Bülent'e ve Sinem'e seslendim ama kimse yanıt vermedi.
Kapının önünde gecenin o saatinde bu adam niye bağırıyor diye komşulardan
da dışarı çıkan olmadı.
İzlediğim tüm korku filmlerinden öğrendiklerime rağmen içeri girdim. Islak ha-
lıda dikkatlice yürüyerek ilerledim. Işığın geldiği odaya vardığımda Bülent ve
Sinem'i gördüm.
Bilgisayarın mavi ekranına bakıyorlardı. Bülent'in kollarına ve başına saplanmış
kablolar vardı. Sinem'in etrafında yere, okumaya çalıştığımda başımı ağrıtan
yazılardan bir çember çizilmişti. İkisinin de gözleri açıktı. Gözleri bembeyazdı.
Bilgisayara doğru adım attığımda aynı anda başlarını bana çevirdiler.
"Sen çağırdın oğlum beni buraya, ne halt ettiniz?"
Cevap vermediler.
Bilgisayarda, uzak denizlerin dalgalarının sesi vardı. Balina şarkılarına karışan
bir garip melodi odayı sarmıştı. Başta mavi hata ekranı sandığımın aslında baş-
ka bir şey olduğunu gördüm. Bülent'in programı hem internetten bir şey indiri-
yordu hem de bir şey yüklüyordu. Okuması zor, garip harfler ekranda bir belirip
bir kayboluyordu. Ne olduğunu anlamaya çalıştığımda gözlerimin ardında bir
görüntü belirdi.
Çok eski zamanlardan kalma bir anı zihnime aktı. İnsanlığın var olmadığı çağlar-
da, dünyanın yerinde başka bir gezegen varken, burada yaşayanlardan birinin
hatırası aklımda belirdi. O kıyametten kurtulmak için çözüm bulmaya çalışan bir
antik zaman seyyahıydı. Yazılar anlamlı olmaya başlamıştı. Bülent geçmişten o
Seyyah’ın hatıralarını indiriyor ve internete yüklüyordu.
Modemin çığlıkları fizik kurallarının dışında bir varlığın gelişini müjdeliyordu.
Seyyah boyutlar arası köprüden geçip geldiğinde unutulmuş olan yeniden dün-
yanın hâkimi olacaktı. Yıldızlar tekrar sıralanacak ve gökyüzü açılıp dünyanın
gerçek efendileri dönecektiler.
Ağlamaya başladım.
Gözyaşlarım soğuk denizleri taşıdı.
Dayanmaya çalıştım.
Gözlerimi kapadım.
Ankara'nın seslerini hatırlamaya çalıştım.
Deniz ve onun getirdiklerini değil, Ankara'nın bozkır havasını düşledim.
ODTÜ'nün neşesini ve soğukluğunu hayal ettim. Çorak topraklar denizi yutup
yok ettiler.
Seyyah'ın etkisi üzerimden kırıldığında ne yapacağımı biliyordum.
Bilgisayarı kapatmak ya da modemin fişini çekmek artık işe yaramazdı. Sinem ve
Bülent bağlantıyı sağlıyorlardı. Onları durdurmak için tek bir şey yapabilirdim.
Mutfağa gittim.
Çekmeceden büyük bir bıçak aldım.
Bülent'in koluna girmiş kabloları kesmek için kolunu tuttum. Beyaz gözlerini
bana çevirdi. Ağzından unutulmuş bir ses çıktı. Boynuma hamle yapınca bıçağı
göğsüne sapladım. Ölmemişti. Elleri boynuma uzanıyordu. Çıkartıp tekrar sap-
ladım. Hala beyaz gözleriyle bana bakıyordu. Gözleri insan gözü oluncaya kadar
bıçağı tekrar, tekrar sapladım.
Sinem'e sıra geldiğinde ne yapacağımı biliyordum. Sonrasında kâbuslarıma
giren bir soğukkanlılıkla saçını çekip boğazını kestim. Kan fışkırıp duvarı kızıla
boyadı.
Mavi ekrandaki yazılar yavaşladı.
Bülent'in çalıştırdığı programı buldum. ODTÜ'ye bağlanmıştı. Durdurmak için
öğrenci şifresini bilmem gerekiyordu. Numara bir yerden bana tanıdık geldi.
Cüzdanımda Bülent'e söylemek için sakladığım kâğıdı çıkarttım. Aylardır yanım-
da gezdirdiğim kâğıttaki numara ile aynıydı. Şifreyi girdim ve ODTÜ sunucusun-
daki programa ulaştım. Hepsini kapatma komutu vermek çok da zor olmadı.
İşlemler birer birer sustuklarında, denizin sesi de kesildi.
Önce evdeki lambalar sonra da sokak lambaları yandı.
Elimde bıçak, açık kapıdan fırlayıp kaçtım.
O gece ve sonrasında kimse benden şüphelenmedi.
Bülent ve Sinem'in ölümü okullar kapanıncaya kadar okulda konuşuldu. Yeni
dönem başladığında ise unutulmuştu.
Bense kâbuslardan kurtulsam da o geceden kurtulamadım. İnternet tüm dünya
ve Türkiye'ye yayılırken Seyyah'ın parçaları daha da güçleniyordu. Bir gün yıldız-
lar doğru sıraya girdiğinde, bilgisayarlarımızdan uzanıp bize ulaşacaktı.
O gün hatamı düzeltip, ona katılmak için hazır olacağım.
Merhabalar,

Bizim bir derdimiz var. Anlatmak istediklerimiz, üzerine konuşmak istedikle-


rimiz var.

Bizim bir derdimiz var.

Ülkemizde 70’li yıllarda bilimkurgu üzerine “ANTARES” isimli bir fanzin çıktı.
Başlangıçta teksir şeklinde basılan bu fanzin birilerine ulaştıkça büyüdü. Peşin-
den farklı işler çıktı. Dertlerini anlatmak için yılmadılar.

“Bizler bu derde sahip çıkıyoruz” gibi büyük nidalar ile yola çıkmadık ama
derdimizin bu olduğunu anlatmak istiyoruz.

Antares ve diğer yayımlar zor olan birçok şey başardılar. Anlatmak istediler, yol
uzundu ama bir yerlere ulaştılar.

Şimdilerde yol çok daha kısa, ulaşılmak çok daha kolay ama işimiz çok daha
zor. İnsanların kafasını kaldırtıp sana bakmalarını sağlamak çok zor. Ölmeden
hiçbir önemin yok. Türkiye’de alternetif tür diye nitelendirilen bilimkurgu, bir
alternatif değildir. Gerçektir.

Yüzdüğümüz bu cahillik denizinden çıkmanın ve “göğe bakmak” cümlesinin


gerçek anlamını anlamanız gerek.

Hep beraber okyanusu görmemiz gerek.

Lagari fanzin, Bilimkurgu fankit serisi ile daha büyüyor. Yazıyoruz ve çiziyoruz.
İyi veya kötü buna siz karar verebilirsiniz. Daha iyisini yapmak için çalışıyoruz.
Daha öteye gitmek için yürüyoruz. Okyanusu görmek için gidiyoruz.

Peşimizden gelin…

Bilimkurgu umuttur.
Mehmet Fatih BALKI
“Hâlâ kim olduğumu tam olarak bilmiyorum; uzaya çıkan ilk insan mıyım
yoksa görevlendirilen son köpek mi?”
Yuri Alekseyeviç Gagarin
Habersizce inançlarımıza ve hedeflerimize hizmet eden bir köpek var oldu.
Tabii ki ilk değildi ve son olmadı ama farklıydı. Bilim tarihine baktığınızda bir çok
hayvanı bilerek ve isteyerek telef ettiklerini görebilirsiniz. Bahsettiğim köpeğin ismi
Laika; belki duydunuz, belki duymadınız ama öğrenilmesi gerek.
Laika, bir sokak köpeğiydi. Sokaklardan gökyüzüne giden ilk canlıydı.
Gökyüzüne baktığımızda her insan farklı şeyler hisseder. Bundan sonra baktığınız-
da oranın bir mezarlık olduğunu da aklınızdan çıkarmayın lütfen. Milyarlarca yıldız
dışında bir canlının da ruhunu kabul etti.
Peki, Laika kimdir?
Sovyetler Birliği Sputnik isimli uyduyu uzaya gönderdiklerinde tarih 4
Ekim 1957’yi gösteriyordu. O güne kadar kimsenin başaramadığını başaran sov-
yetler, sputnik uydusunu yerküreden 230-942km arasında değişen yörüngeye oturt-
maya başardılar. 83.6kg ağırlığında olan bu uydu bir turunu 96 dakikada tamamlı-
yordu. İnsalığın gözlerini artık yerden göğe çevirmelerinin gerektiğini gösteren ilk
işaret oldu. Sıradaki uçuş, Sputnik 2 idi.
Tabii ki bu durum büyük bir heyecan yarattı ve yeni denemeler için örnek
oldu. Daha önce ABD ve SSCB, farklı hayvanları uzay denemeleri için kullandı.
Uzay uçuşlarının güvenliğini doğrulamak için fareler, sıçanlar ve köpekler
teklif edildi. Maymunlar seçeneği de göz önünde bulunduruldu. Köpekler, may-
munlara göre daha eğitilebilir ve sakin oldukları için tercih edildi .
Tasarımcılar, köpeklerin kütlesel sınırını 6-7kg olarak ayarladılar ancak
bir çok köpek uçuş için uygun değildi. Bu nedenle; köpekler, sokak hayvanları için
kurulmuş bir barınaktan seçildi. Film, fotoğraf ve televizyon ekipmanlarındaki uz-
manların önerilerine göre beyaz köpekleri seçmeye karar verildi çünkü beyazlar
çerçevede daha iyi görünüyordu. Tüm beyazlar, basınç odalarındaki santrifüjler ve
titreşimli masalardaki eğitim sonuçlarına göre elendi.
MEHMET FATIH BALKI

On köpeğin üçü, yapılan testlerde başarılı görüldü: Albina, Laika ve Mucha.


Albina, birkaç yörüngesel uçuş yaptı ama verdiği sert tepkilerden dolayı deneyden
çıkarıldı. Mucha, pençelerindeki hafif eğriliğinden dolayı fotoğraflarda çirkin gö-
. rüneceğini düşündükleri için seçilme-
mişti ve bir "teknolojik köpek" hâline
getirildi. Ekipman ve çeşitli sistemlerin
çalışmalarını denemek için kullanıldı.
Seçilen köpeğin gerçek adı
Kudryavka; ancak personel çok havla-
masından dolayı ona, Rusça “havlayan”
anlamına gelen, Laika ismini verdi.
Uçuştan önce Laika ameliyat edildi, bu sırada kaburgalara ve karotis arterine yakın
nabız sensörüne solunum sensörleri takıldı.
Son aşamada, köpekler konteyner düzeninde uzun bir süre eğitilmişlerdir.
Laika zaten Baikonur'dayken, birkaç saatliğine bir kabine koyuldu, burada beslenme
teknesine alıştırıldı. Özel bir diyet uygulandı.
3 Kasım 1957 günü uçuş yapıldı.
Telemetri verileri, Laika'nın sıfır çekimde olduğu zaman aşırı yüklenme-
lerin ardından, nabız hızının neredeyse normal değerlere geri döndüğünü, motor
aktivitenin ılımlı hâle geldiğini, hareketlerin kısa ve pürüzsüz olduğunu gösterdi.
Ancak nabzı normalleştirmek deneylerden daha fazla zaman aldı. Elektrokardiyog-
ram patolojik değişiklikler göstermedi.
Laika, dünya etrafında 3 dönüş süresince yaşıyordu. Uydu, dönüş sırasında
40°C'ye yükseldiğinde Laika aşırı ısınmadan dolayı can çekişerek öldü. Uydu, dünya
etrafında 2370 dönüş yaptı, sonra 14 Nisan 1958’de dünyaya döndü.
Merkez Komitesi’nden ve Bakanlar Konseyi'nden gelen
özel bir komisyon, Laika'nın bir tasarım hatası nedeniyle öldü-
ğüne inanmadı ve dünyadaki benzer koşullara sahip denemeler
yapılmasını emretti ve bu da 2 köpeğin ölümüne neden oldu.
Amaçsızca öldürülen iki köpek daha.
Bu sürede yedi gün boyunca SSCB, ölü bir köpeğin sağlı-
ğına ilişkin verileri aktardı. Lansmandan sadece bir hafta sonra,
SSCB'nin Laika'yı uyuttuğunu iddia ettiler. Bu, Batı Ülkeleri’nde
hayvan avukatlarından daha önce görülmemiş bir eleştiriye ne-
den oldu.
Gerçek olaylar, 2002 yılına kadar gizli kaldı. Sputnik 2 projesinde çalışan
Dimitri Maleşenkov yıllar sonra gelen açıklamasında ortaya çıktı. Laika kapsül yola
çıktıktan sonra 5-6 saat civarı yaşamıştı. Bu yüzden neredeyse hiç yeterli veri edine-
memişlerdi.
Bu ne durmalarına ne de gerilemelerine engel oldu. 12 Nisan 1961 tari-
hinde Vostok isimli bir uzay aracı hareket etti. İçinde bir canlı vardı. Giden tüm
türlerden daha farklıydı. Tarih ona “Uzaya Giden İlk İnsan” ünvanı verecek ve ismi
her daim kalacaktı. Yuri Gagarin isimli kozmonot SSCB’nin en büyük zaferlerinden
biriydi.
Şimdi bilinen en büyük isimler Neil Armstrong, Yuri Gagarin vs. ama unu-
tulmaması gereken isimlerden biri Laika. SSCB bu durumdan ne kadar kederlen-
diğini dile getirmiş. Laika için anıtlar yapmış, posta pulları çıkarmış olsa da gerçek
sadece üstünü kapatmaktan bir şey değildir.
Yuri Gagarin, bütün konuyu özetlemişti aslında. Başarısından mutluydu
ama bir farkının olmadığını biliyordu.
“Hâlâ kim olduğumu tam olarak bilmiyorum; uzaya çıkan ilk insan mıyım
yoksa görevlendirilen son köpek mi?”
Grip, yemek bulabilen hiç kimseyi öldürmedi. Böyle bilinsin. Ben, kanlı
canlı bir örneğim. On bir yıldır sağım. O virüs vücudumuza girdiğinde doymak
bilmeyen oburlar kesildik. Hepsi bu. Aşırılaşma ve topyekûn çığırından çıkma,
bu noktadan başladı. Kıyamet kitlesel açlık nedeniyle koptu.
Virüs salgını yayılmaya başladığında 17 yaşındaydım ve liseyi yeni bitir-
miştim. Juan le Pins denen şehrin Raymond Poincarė bulvarındaki iki katlı, beş
yatak odalı evimizde ikamet etmekteydim. Rahat bir hayatım ve bol cep harçlı-
ğım vardı. Babam otuz iki yıllık bir veterinerdi. Televizyonda verilen kaçamak
ve yetersiz enformasyonlu haberlerden bir sonuç çıkardı ve bir dizi önlem aldı.
Şarap mahzeni olarak kullandığımız bodrumu yiyecekler, içecekler, ilaçlar, kü-
çük makineler, yakıt ve jeneratörlerle doldurdu. Kapıları izole etti. Pencerelere
şeffaf plastikler taktı. Havayı içeriye filtreden geçirerek veriyordu. Eskiden butik
işleten annem, büyük bir heyecanla bu önlemler paketinin oluşturulmasına yar-
dımcı oldu. Tek çocuktum. Üç kişilik bir ekiptik. Yiyecek ve içeceğimiz boldu.
Dayanabilirdik. Böyle düşünüyorduk.
Nereden geldiği tam olarak belli olmayan virüs, aşırı bir hızla değişime
uğradı. Havada solunumla yayıldığı için etkisi bir anda çok yaygın bir alanı kap-
sayıverdi. Virüs bir bedene girince bir günden kısa bir zamanda metabolizmayı
ele geçiriyor ve “Ye, durmadan ye!” komutu veriyordu.
Kimse öksürmüyor, ateşlenmiyor ya da güçten kesilmiyordu. Tam ter-
sine bir adrenalin denizinde yüzen bedenler hâline gelmiştik. Enerji, damarları-
mızda kükrüyordu. Gripten ölümler, açlık nedeniyle oluyordu. Aç kalan, yiyecek
bulamayan biri en fazla dört gün dayanabiliyor ve sonra ölüp gidiyordu. Birçok
anne ve baba küçük çocuklarını yememek için ya intihar etti ya da onlardan
uzaklaştı. Biri komşumuz Adrina’ydı. İki yıl önce trafik kazasında ölen kocası-
nın tabancasıyla intihar etti; bize komşu bahçede. Geriye yedi yaşındaki oğlunu
. bıraktı. Bu arada babam kendini kapattığı bir odada açlıktan öldüğü, annem de
SADIK YEMNI

bir gece evden fırlayıp bir yerlere gidip geri dönmediği için yalnızdım. Yedi ya-
şındaki Lucian’a sahip çıktım. Onu sürekli doyurdum. Şu anda on sekiz yaşında
güçlü kuvvetli bir delikanlı. En güvenilir yardımcım.
Birinci yılın sonunda yaşadığım şehirdeki nüfus ellide bire falan in-
mişti. Yemek stoklayan çetelerin çoğu silahla çatışıp birbirlerini emre amade
porsiyonlar hâline getirmekteydi. Öyle ki artık Lucian’la birlikte kıyıda köşede
kalmış evleri ve süper marketleri talan ederek karnımızı rahatlıkla doyurmak-
taydık. Kimse yamyam değildi. Herkes başlangıçta bulabildiği her türlü yiyeceği
ete tercih etti. Konserve yiyecekler, hububat ve bakliyat güç bulunur hâle gelince
yamyamlık başladı. Nüfus iyice azalıp şiddetli rekabet hız kesene kadar sürdü.
Yamyamlığı hızlandıran faktörler, yiyecek talancıları ve istifçileriydi. Kendileri
yemek oldular sonunda.
Eğer her şey bundan ibaret olsaydı kimsenin birbirini yemesine gerek
olmadığı düzeni kurmak zor olmazdı. Dünyada insan sayısı çok azalmıştı. Her-
kese bol bol yetecek kadar yiyecek mevcuttu. Belki birkaç nesil sonra dirençleri
artar ve vücutlarındaki virüs normalleşirdi.
Ama başka bir şey oldu. Anlattım size, olay patladığında on yedi ya-
şındaydım. Boş zamanlarımı odamda internete takılarak geçiren biriydim. Dı-
şarıda ne oluyor/bitiyoru, fazla merak etmezdim. Babam veteriner olup bayra-
ğı devralmamı istiyordu. Aklım buna yatkındı. Gönlüm filmlerle ilgili bir şey
yapmak istiyordu. Kameraman, yönetmen falan… İkisi için de artık çok geçti
hâliyle.
Çünkü felaket ikinci bir burgaç yarattı. Atom bombaları patladı. En az
otuz kırk adet. “İlk kim başladı?” edebiyatı o sırada hâlâ yayın yapan propagan-
da amaçlı televizyon kanallarında farklı farklı lanse edildi. Herkes bir diğerini
suçlamaktaydı.
Bu kadar çok sayıda atom bombasının patlaması iki beklenmedik so-
nuç verdi. Birincisi atmosferdeki azot yandı. Tamamı değil ama günlerce asit
yağmurları yağarak bitki örtüsünü ve
doğayı önemli ölçüde tahrip etti. Nor-
malde sığınaklara kapağı atmışların
dışında kalan herkesin ölmesi lazımdı
ama içimizdeki virüs yeniden değişime
uğradı ve gama ışınlarının tahribatına
karşı bedenlerimizi uyarladı. Sadece
insanları değil, hayvanları da etkile-
mişti. Normalde tüm canlıları ortadan
kaldıracak şiddette radyasyona dayan-
dık. Sekiz dokuz yıl önce belli bir karar-
lı ortam kurulmuştu. Asit yağmurları
sona ermişti. Kimyadan anlayan Art-
hur adlı biri, ölçüm yapmıştı. Atmos-
ferdeki oksijen miktarı yüzde 21’den,
yüzde 6’ya inmişti. Azot da azalmıştı.
Bunlardan artan yeri karbon dioksit ve
azot oksidül doldurmaktaydı.
Azot oksidül, ilginç bir etkiye sahipti. Durduk yerde gülme krizleri ge-
çirmenize neden oluyordu. Arthur eskiden dişçilerin hastalarına bu gazı soluta-
rak diş çektiklerini anlatmıştı. Soluduğumuz havada güldüren gaz olması, tari-
hin ve talihin bir ironisi olmalı.
Artan karbondioksit nedeniyle de atmosferdeki ısı yükselmekteydi. Son
yıllarda zaten erimekte olan buzullar iyice hacim kaybetmişti. Evimiz deniz kıyı-
sına iki yüz metre mesafedeydi. Altı yıl önce bu birkaç metreye indi. Doğduğu ev
şu anda suların beş metre kadar altındaydı. Sağ kalanların giderek daha yüksek-
lere çıkmaları gerekmişti. Neyse ki suların yükselmesi birkaç yıl önce tamamen
durmuştu. Kalan nüfus, eskisinin binde biriydi. Belki daha da az.
Aradan on bir yıl geçti. Bütün televizyon yayınları durdu. İnternet yok.
Cep telefonları çalışmıyor. Tek tük radyo yayını sürüyor. Buradan gelen haberler
ne kadar doğruydu bilinmez ama bazı sığınaklardan çıkanların neredeyse tama-
mı telef olmuştu. Daha uzun süreli bir felaket için hazırlık yapmış elit kesim ise
sabırla beklemekteydi.
Virüs beni ve Lucian’ı çok değiştirdi. Yüzde altılık oksijenle yaşaya-
bilmek için ciğerlerimiz büyüdü; deri solunumu yapan ekstra hassas deriler
edindik. Gama ışınlarına dayanabilmek için derimiz bir iki santim kalınlığında
rengârenk kristal hücreler türetti. Güneş çıktığında bir kilometre öteden seçile-
bilmek mümkündü. Her tarafımız ışığı rengârenk olarak yansıtmakta. Metabo-
lizmamız da tümden yeni duruma uyarlandı. Artık protein ihtiyacı için hayvan
yemiyoruz. Vücudumuz, kendisi için havadaki azottan protein yapabiliyor. Eto-
burluktan iyice sıyrıldık. En son ne zaman et yediğimi hatırlamıyorum desem
abartma olmaz.
Sadece bu kadar değil. Beyinlerimiz de etkilendi. Telepati gücümüz çok
arttı. Telefon telsiz hatları varmış gibi haberleşebiliyoruz. Başka hassalarımız da
etkinleşti. Kim nerede, ne yapıyor, hissedebiliyoruz. Yüzlerce metre kayaların al-
tındakileri de. Artık homo sapiens falan değiliz yani. Onu belirtmek istiyorum.
Babam ateist, annem inançlı bir katoliktir. Annemin tarafından bakınca tan-
rının bizi bir nedenden dolayı terk ettiğini düşünüyorum. Bu da kader olmalı.
Böyle var kalmak. Önümüzdeki yıllarda ne olur bilmiyorum ama dünya hayatı
artık bu çizgiden devam edecek.
Eski dünya cenneti çok küçüldü. Artık sadece dağların derinliklerine
inşa edilmiş mağaralardaki sığınaklarda mevcut. Zamanı gelince oralara sinmiş
olanlar mecburen dışarıya çıkacaklar ama en yeni duruma ayak uydurabilecek-
lerinden şüpheliyim. Bu virüsleri türeten ve sığınakları inşa eden akıl, kendi so-
nuna toslamak üzere. Saptadığımız on sekiz noktada bu kimseler için tertibat
aldık. Kendilerine layık bir karşılama töreni yapacağız. Dışarı çıkmalarını sabır-
sızlıkla bekliyoruz.
Gözlerin kapalı. Dalgaların şarkısını dinliyorsun. Rüzgâr tenini ok-
şuyor. İyot kokusunu içine çekiyorsun. Doya doya. Göğsünde ince bir roman;
kedi gibi uzanmış yatıyor. Şezlongun gölgesinde, keyfin gayet yerinde. “İşte,
hayat bu olmalı.” diye düşünüyorsun. Bir ses duyuyorsun. Adın söyleniyor:
"Aşkım, hayatım, gelsene! Su çok güzel, sıcacık..."
Gözlerini açıyorsun. Gülümseyerek. Öğlen güneşi gözünü alıyor.
Gözlerin yaşarıyor. Eşin denizin içinde sana el sallıyor. İçini ısıtan gülüşüne
bakıyorsun. Islak, sarı saçları parıldıyor.
"Gelmesem olmaz mı, hayatım? Böyle iyiyim. Denize hiç giresim yok."
diyorsun.
Bu sefer beş yaşındaki oğlun katılıyor koroya. Denizin içinde zıplayıp
duruyor. Bir yandan da eliyle gel gel yapıyor.
"Baba-, hadi-, bizi yalnız bırakma... Lütfen, diyorum!"
Hayatının en değerli iki varlığına karşı çıkamıyorsun. Göğsündeki
kitabı, şezlongun yanındaki tabureye bırakıyorsun. Gözlüklerini de çıkarıp ki-
tabın üstüne koyuyorsun. Dikkatlice. Ayağa kalkıp denize yürüyorsun. Güneşin
ısıttığı kızgın kumlar, ayaklarını fena yakıyor. Uzun adımlar atarak koşa koşa
denize ulaşıyorsun. Eşin ve oğlun komik koşuna gülüyorlar. Sen de onlara katı-
lıyorsun. Birlikte gülmek ne güzel şey, diyorsun kendi kendine. Kalbin bayram
yeri.
Suya dalıyorsun. Bir karabatak gibi suyun dibinden yüzüyorsun. Oğlu-
nun yanından suyun üstüne çıkıyorsun. Ona sarılıp iki yanağından öpüyorsun.
Kahkahalar atıyor. Daha sonra, eşine...
NAR

"Hey, moruk! Kapat şu cihazı!"


Eşine yaklaşıp ellerinden tutuyorsun ve sol avuç içini öpüyorsun. Ağzı-
na...
RUHSEN DOGAN

"Hadi be, kime söylüyorum ben? Hu hu, ilaç saati geldi... Çıkart şu
-

gözlükleri artık!"
Ağzına biraz tuz ve çokça sevgi tadı geliyor. Kendini...
"İlla ki zorla çıkartacağım. Laftan anlamaz moruk!"
Kendini çok şanslı hissediyorsun. Sanki cennette gibi. .
***
Yüz on iki yaşındaki yatalak hasta Hasan N., "Biraz daha, lütfen biraz
daha izleyeyim!" diye bağırdı. Sesi bir sokak köpeğinin inlemesi gibi çıkıyordu.
Yüzünü sağa sola kaçırdı. Yaşlı bakım uzmanı, sol eliyle yaşlı adamı boğazın-
dan tuttu ve gözlükleri sertçe çıkardı.
"Senle mi uğraşacağım lan? Daha ilaç vereceğim bir sürü hasta var."
dedi. Yaşlı adam sessizce ağlamaya başladı. Gözyaşları yüzündeki derin kırı-
şıklıklardan aşağı akıyordu. Uzman, beş farklı hapı avucunun içine aldı. Yaşlı
adama acımıştı. Ağladığını görünce içi cız etmişti.
"Aç bakalım ağzını, koca oğlan. Kocaman aç... Yine o sahilde çekilmiş
videonu mu izliyordun?" Ağzını kocaman açan Hasan, kafasını ileri geri salladı.
Haplar dilinin üstündeydi. Ağzına uzatılan bardaktan kana kana su içti.
"Boşuna kendini üzüyorsun be, Hasan dedem. Karın vefat edeli yıllar
olmuş. Oğlun desen, hayırsızın biri; Amerika'dan para yollamak dışında başka
bir işe yaramıyor. Geçmiş geçmişte kaldı işte. Kendine işkence etme böyle..."
Olmayan, dökülmüş kaşlarını çattı. "Hayır, eşim ölmedi." dedi yaşlı
adam, parmağıyla başını göstererek "Burada yaşıyor ve orada..." Bu kez gözle-
riyle gözlüğü gösterdi. Uzman kahkaha attı. "Bilgisayar destekli beyninde
mi? Yapay kalbinde mi? Yoksa yapay akciğerinde mi? Dedem, sen ölmüşsün
de gömenin yok. Bir fişe bağlı hayatın... Bu arada iyi espriymiş. Hiç güleceğim
yoktu valla. Hadi, iyi geceler!" deyip odadan çıktı.
Hasan, gözlükleri tekrar eline aldı. Gözlükleri kafasına taktı. Yüzünde
kocaman bir gülümsemeyle.
***
Gözlerin kapalı. Dalgaların şarkısını dinliyorsun. Rüzgâr tenini...
.
KÜBRA SEKER
ORKUN UCAR
. RÖPORTAJI

Öncelikle merhabalar, Ben Mehmet Fatih Balkı

* Sanırım bu toprakların en büyük sorunlarından biri “azınlık” du-


rumu. Öyle ki, edebiyata bile yansımış durumda. Yıllarca edebiyat dışı gö-
rülen birçok konuda kitaplar yazıp okuyucuya ulaştırdınız. Edebiyat dışı
görülen bir tür üzerine yazdığınız kitap, Türk edebiyatının en çok satan ki-
taplarından biri olma başarısına erişti. Bence büyük bir başarı öyküsü. Kolay
olmamıştır elbet, bu durumu sizden dinleyebilir miyiz?
- Biraz öncesinden başlayayım, zira genç yazarların ibret alması gereken
bir sabır yolculuğu… Üniversite birinci sınıfa kadar bir sayfa kompozisyon dahi
yazmamıştım ama gözümü sekiz derece miyop yapacak kadar çok okurdum.
“Çakı” adlı ilk öykümü 1987 yılında 18 yaşında yazdım. Bilgisayar öncesi bir
çağdan bahsediyorum, interneti daha duymamıştık, cep telefonları da yoktu.
Bir daktilo alınca çalışmalarım hızlandı ama çok az yayınevi vardı ve
yazarak geçinilmez diye haklı bir yargı vardı. Yayınevleri Türk yazarlara ya çok
az şans veriyorlardı ya da hiç…
Yıllar içinde gazete ve televizyonlarda çalışırken ara ara Gırgır’a çizgi
olarak okura ulaşan öyküler, yetişkinlere hitap eden dergilerde erotik öyküler,
senaryolar yazdım.
1994 yılında pes edip yazarlığı bıraktım. Beş yıl kadar da yazmadım.
1999 yılında Metin Demirhan ve Nilgün Birgül’ün çıkardığı Nostromo Bilim-
kurgu Dergisi’nin öykü yarışmasına katılmak için döndüm ve birinciliği kazan-
dım.
Ama bu ödül yazarlığa dönüşümü tam sağlamadı; geçinmek için bir TV
kanalında yönetmen olarak çalışıyordum ve yazacak zamanım yoktu. Şansıma
2001 yılında ekonomik kriz sırasında işten çıkarıldım, parasal birikimim de bor-
sada buhar oldu.
31-32 yaşında beş parasız ve işsiz evde oturup modemi olmayan eski
bilgisayarımda Master of Orion II oynayarak günlerimi geçiriyordum. Ve bir
gün oyun CD’si, CD sürücü içinde patladı.
CD sürücü bozulunca ailemin verdiği parayla bilgisayar tamircisine git-
tim. Modem ile sürücü aynı fiyattı. Modemi tercih ettim.
Modem olunca internete bağlanıp Mynet’te amatör bir site hazırladım.
Öykülerimi koydum. Nostromo yarışmasındaki birincilik bana güç veriyordu.
Sitemin ismi Xasiork’du. Üzerinde “Ölümsüz Öyküler Kulübü” yazıyor-
du. Epey ziyaretçi geliyordu. Bir gün Burak Turan adlı bir genç (Yıllar sonra Zifir
adlı kitabı ortak yazdık.) “Kulüpte benim de öyküm olmasını istiyorum.” diyerek
iki eser gönderdi.
Böylece Xasiork kalabalıklaşmaya başladı.
Bu sırada ilk kitabım Kızıl Vaiz’i hazırlamıştım ama yayınevi bulamıyor-
dum. “Türk yazar basmıyoruz.” diyordu çoğu. Bir tanesinde editör, “Kaleminiz
çok iyi ama niye normal şeyler yazmıyorsunuz?” dedi. Bir başkası yayınlamak
istedi ama bir ekonomik kriz daha olunca çıkışını bir yıl ertelemek istedi, geri
çektim filan…
Sibel Atasoy’un Xasiork’a gelmesiyle bir yayınevi kuracak şartlar oluştu.
O da bir kitap yazmıştı ama yayınlama zorluğu çekiyordu.
Yayınevi kurup bankacılık kursu veren bir şirkete kitap bastık. Oradan
elde ettiğimiz parayla yerli fantastik, bilimkurgu kitapları çıkarmaya başladık.
Amatör yayınevimiz kuruluşundan iki yıl sonra, beş kitap çıkardıktan
sonra, kapandı. Kitaplardan zarar etmemiştik ama para da kazanmadık. Benim
bu zamanın parasıyla 4 bin lira sigorta borcum birikmişti. O borcu Kanal D’deki
bir bilgi yarışmasından 6 bin lira kazanarak kapattım.
O sırada kulüpten Burak Turna ABD-Türkiye savaşını konu alan bir ro-
man taslağı yazıyordu. Beni iki kere ortak yazmaya davet etti. İlkinde borcum
varken kafam meşguldü ve reddettim ama kapatınca bir daha sordu, tamam
dedim. Benim yazdığım bir casusluk romanındaki fikirlerimi onun taslağıyla
birleştirdim.
Timaş’a birkaç bölüm gönderdik ve hemen yanıt geldi. Roman 2004
Aralık ayında çıktı ve ilk başlarda yavaş gitti. İnsanlar çok tanıtım yapıldı diye
hatırlıyor ama öyle değildi. Röportajlar yapıyorduk ama yayınlanmıyordu.
Sonra bir gün ABD’deki Christian Science Monitor adlı saygın bir gaze-
tenin İstanbul’da oturan muhabiri kitabı haber yaptı. (Bir taksici okurken gör-
müş.) O haberden sonra Türk basını da haber yaptı ve gerisi geldi. Ne yazık ki
yasal satışın on katı korsan satışı oldu.
Kısaca böyle…
Metal Fırtına’yı politik kurgu olarak sunduk ama bilimkurguya yakındı.
Nitekim devam kitaplarımda daha çok bilimkurgu oldu. Kayıp Naaş’da klonla-
ma, Kızıl Kurt’ta nano teknoloji ve nükleer savaş tehlikesini işledim. Dördüncü
kitap Turan’da küresel biyolojik, kimyasal, nükleer savaş oldu. Serinin son kitabı
Tengri’nin bir kısmı post apokaliptik.
* Bilimkurgunun tanımını nasıl yapabiliriz? Fantazya ve Bilimkurgu
birleşebilir mi? Ayrıştıkları noktalar nerelerdir?
- Bilim temelli kurgu diye özetlemem lazım. Tabii, klasikleşmiş iki bi-
limkurgu serisinin Vakıf ve Dune’un daha çok sosyoloji bilimkurgusu olduğunu
düşünerek söylersem çok gölgeli alan var. Mesela, sağlam bir bilimkurgu okuru-
na “Vakıf ’ta nasıl bir bilimkurgu var?” desek afallar… Ama bu dediğim o serinin
muhteşem olduğu gerçeğini örtmez.
Fantazya ile bilimkurgu birleşmesi kolay… Fantazya bir simülasyona
oyun oynamaya girilen bir geleceği yazarsak niye olmasın? O dünyada bir büyü-
cü olsanız, bir komut söyleyerek görünmez olabilirsiniz.
Öte yandan Game of Thrones nasıl bilimkurgu olur diye bir yazı da yaz-
mıştım.
http://www.bilimkurgukulubu.com/televizyon/dizi/game-of-thrones-nasil-bi-
limkurgu-olur/
Bu yazının içeriği aynı zamanda iki tür arasındaki ayrıştıkları noktaları
gösterir. Örneğin; fantazyada ölüler büyü ile canlanır, bilimkurguda ise bir virüs
neden olabilir.
* Yerli bilimkurgunun gelişimine tanık olan insanlardan birisiniz.
Bu ilerlemeyi ve gelişmeyi nasıl buluyorsunuz? Sizce bu, nerelere kadar gi-
debilir? Ülkemize Hugo veya Nebula ödülü gelebilir mi?
- Şu anda fena değil, bunu sağlayan internet siteleri, sayfaları var. Ama
öte taraftan okurlar hâlâ çeviri edebiyata tutkun. Yazarlar yetişti ama yerli bilim-
kurgu için okur sayısı artmalı. Tahmin edersek 10 bin kadar bilimkurgu, en iyi
ihtimalle 3 bin kadar yerli bilimkurgu okuru var. Bu rakamı Yüksek Doz Gelecek
ve Yeryüzü Müzesi’nin üç’e bir kadar satmasından çıkarıyorum. Öte yandan epik
fantezi türündeki Asi kitabımın 50 bin kadar sattığını söyleyebilirim.
İnternet sayesinde bilimkurgu yazarlarımız dünyaya ulaşacak ama en
büyük engel dil. İngilizceden Türkçeye sağnak gibi çeviri yapılırken, Türkçe-İn-
gilizce çeviri yapabilenler hem az hem de işini hakkıyla yapanlar binlerce Euro
para istiyor.
Yani, Hugo ve Nebula kazanacak bir yazarımız ya ana dili gibi İngilizce
yazacak ya da çeviriye binlerce Euro verecek kadar zengin olacak.
Tabii, önce yerli bilimkurgu ve fantazya edebiyatımız ülkemizde kabul
görmeli ve kitapevlerinde bir raf sahibi olmalı. Bu da okur sayımızın en az on
bine çıkmasıyla olur.
* Ülkemizi 90’larda etkilemeye başlayan olaylardan biri de fanzinler-
di. Bildiğim kadarıyla Cumhuriyet Gazetesi’nde bu konuyla ilgili bir haberi-
niz vardı. 90’lardaki fanzin kültüründen biraz bahsedebilir misiniz? Fantaz-
ya, Bilimkurgu o yıllarda fanzin dünyasının neresindeydi?
- Türkiye’de fanzin kültürünün doğuşuna tanık oldum ve bir parçasıyım.
Çağlan Tekil ile bir gazetede çalışmıştık. O gazete kapandı. Bir gün Ortaköy’de
karşılaştık. Bana Laneth’den bahsetti. Laneth’in ikinci ve üçüncü sayısında yazım
var. Sonra Metin Demirhan ile Mega Metal’i çıkardık. Laneth ve Mega Metal’de
sayfa kenarlarında atışmalar olurdu. Çok küfür yemişimdir.
O sıralar Rok-art ve Mondo Trasho da çıkmaya başladı. Ben de arada bir
“CUMHURİYET GAZETESİNİN 2 ARALIK 1991’DE YAYINLADIĞI RÖPORTAJDA FANZİNCİLER BİR ARADA”

Cumhuriyet’e yazı veriyordum. Bu dergileri hazırlayanları bir araya getirip bir


sayfa haber yaptım. Tabii o zamanlar fanzinleri daktilo ile hazırlayıp, fotokopi
ile filan çoğaltıyorduk.
Hiç unutmam; Mega Metal’in bir sayısı için paramız yoktu, Playboy
Türkiye Dergisi’nin fotokopi makinesini kullanıp Mega Metal’in bir sayısını ço-
ğaltmıştık. Zor işti.
* Günümüzde takip ettiğiniz fanzinler var mı? Günümüz fanzin
ruhu ile 90’lardaki fanzin ruhu arasında ne gibi farklılıklar var?
- Günümüzde daha çok internet üzerindeki çalışmalara bakıyorum. Ne
yazık ki yoğun çalışmam ve Bodrum’da oturmam nedeniyle uzağım. Bu da çok
üzücü, zira gerçekten ham, çiğ fikirler o fanzinlerde.
Fanzinler eskiden veya şimdi; her zaman çiğ, sert, prezervatifsiz, san-
sürsüz ve devrimci fikirlerle dolu olacaktır.
Ruhun değiştiğini fazla sanmam. O zamanlar metal ve punk kültürü
vardı, şimdi yarı distopik bir ülkede yaşıyoruz. Bu da fanzinlere lazım, baskıcı
dönemler yaratıcılık zıplamalı.
Biz teknik olarak zor koşullarda üretiyorduk. Daktilo ile yazıyor, dergi-
ler alıp resim kesip uhu ile yapıştırıyorduk filan.
Şimdi yaz yazını, e-posta at, internetten konuş filan. Teknolojik kolaylık
var. Tanıtım gücü de. Biz Akmar’a koyardık. Şimdi twitter, facebook filan tanıt.
Ama böyle olunca da kolay üretim rekabeti zorlaştırır.
* Gelen bir sürü zamlar, ülkemizde yükselişte olan Bilimkurgu ve
Fantazya gibi türleri etkiler mi? Yerli yazarları daha sıkıntılı zamanlar bekli-
yor mu sizce? Yoksa tam aksine, bu bir fırsat mı?
- Ekonomik kriz tüm ülkeyi etkiliyor; yayın dünyası da dışa bağlı ma-
teryaller yüzünden (kağıt gibi) zor durumda. Kitap satışları da azaldı. Döviz fır-
lamadan önce de ülkemizde tekel sayılabilecek D&R’ın el değiştirmesiyle nere-
deyse yarı yarıya satışlar azalmıştı zaten. İnsanların alım gücü giderek azalıyor.
Tabii, ilk kısıntı yapılacak yerlerden biri kitap.
Yerli yazarlar çok sert etkilenecek. En azından biz etkilendik bile. Yük-
sek Doz Gelecek kitabımızın ikincisi distopya içerikli novellalardan oluşan Yük-
sek Doz Çürüyüş kitabımız Nisan 2018’de çıkacakken Eylül ayına geldik, hâlâ
çıkmadı. Bakalım, ne zaman çıkacak?
Krizin fırsat olduğu fikrine de katılıyorum bu arada. Zor dönemler ya-
ratıcılığı ve kaliteyi zorlar.
Mesela kağıt bolken editoryal işlem bile yapılmadan basılan ve çok satan
wattpad yazarları vardı. Bakalım, ne olacaklar?
* Önümüzdeki zamanda okurlarınızı bekleyen, yeni kitaplarınız ve
yeni projeleriniz var mı?
- Yüksek Doz, gelecek bilimkurgu türün-
de kısa romanlardı. Aralık 2017’de yayınevine
teslim ettiğimiz ve yayınlanmasını beklediğimiz
Yüksek Doz Çürüyüş ise distopya. Kitap çıkmadı
ama üçüncü Yüksek Doz projesine grubu oluş-
turduk, çalışmaya başladık; post-apokaliptik tür-
de olacak. Yüksek Doz projesi cyberpunk, bilim-
kurgu polisiye gibi türlerde devam edecek.
Ocak ayında psikodelik bilimkurgu di-
yebileceğim bir romanım yayınlanacak.
Şu sıra ise Derzulya serimde habis üçle-
mesinin son kitabını yazıyorum. Asi ve Sin çık-
mıştı, Asa ile üçleme tamamlanacak. Daha başka
projeler var tabii. Önümdeki dört yıl dolu.
* Bizlere Yerli Bilimkurgu türünde üç
kitap önerebilir misiniz?
- Yüksek Doz Gelecek
- Yeryüzü Müzesi
- Yerli Bilimkurgu Yükseliyor grubunun çıkardığı Bilimkurgu Öykü
Seçkisi 2018
Günya’nın üzerine 1km3’lük devasa bir metal yığını hızla yaklaşıyordu.
Günya’nın üzeri tamamen suyla kaplıydı ve metal yığını hızla su yüzeyine doğru
gidiyordu. Metal yığını kütle, su seviyesine yaklaştıkça hızı azaldı ve daha suyun
yüzeyine temas etmeden 973m kadar yukarı çıktı. Metal yığını hem kendi ekse-
ni etrafında hem de Günya’nın etrafında dönmeye başladı. Bu hızla ilerlerse 10
günde bir, Günya’nın etrafını dolaşacaktı.
“973 metre. Tam rakam bu. Lütfen bileşen oranınızı bu değerlerde
tutun. Bir önceki gönderiniz 3659 metre yukarıda yörüngeye girmişti. Onu alıp
kullanabilmek için ne kadar enerji sarf ettik, tahmin edemezsiniz.”
“EDEBİLİRİZ!” diye haykırdı bir ses, hoparlörün cızırtılı sesi eşliğinde;
“O LANET OLASI FİKİRLERİNİZİ KENDİNİZE SAKLAYIN VE SİZE NE
DENİLİYORSA ONU YAPIN!”
***
O zamanlarda Günya gezegeninin üzerinde yaşayan tek bir yerel canlı
formu yoktu. Evrende elde edilen kolonileşme, bunun beraberinde optimum
yaşam alanı sağlayacak bir gezegeni oluşturma gerektirmişti. Kusursuz bir
sistem kurmak ve sonsuza kadar huzur ya da mutluluğu yaşayabileceğiniz bir
gezegen elde etmek zordur, bilirsiniz. Özellikle, biyokimyasal ve biyomekanik
veri yazılımında yeterince gelişme elde edilememişti. Bu gezegen, kendi kendi-
ni idare etmeli ve insanlara huzurlu bir yuva sunmalıydı.
Merkez Yönetim Kurulu, bir gezegende yaşama koşullarını bilir, DNA
yazılımı mühendislere hangi elementlerden gerekli olduğunu sorar (oluşturul-
ması gereken yaşam formlarının bedenleri için), gerekli elementleri de üzeri su
kaplı gezegenlere gönderirlerdi. Bu gönderimi yapmadan önce, bir öncü birlik
gezegene gider ve kendilerine gönderilecek olan metal yığınlarını beklerlerdi.
İşin zor kısmı bundan sonra başlıyordu çünkü bu gezegenlerde soğuk manyetik
alan henüz oluşmamıştı. Kendilerine gönderilen metal yığınlarını bu gezegen-
SERKAN ÜSTÜNDAG
-

lerin tam zıt iki ucuna sabitlemek gibi bir görevleri vardı. Bu metal yığınları
öylesine kuvvetli manyetik alanlara sahipti ki yeterli miktardaki metal yığınla-
rının iki uca toplanma işlemi tamamlandığında, bu gezegende de kutuplaşma
başlayacak ve manyetik alanın merkezinde oluşacak akım sayesinde de reaksi-
yonlar başlatılmış olacaktı. Metaller toprağa karışacak, seramik kabuğu çatlata-
cak, mineraller açısından zengin yapısıyla “öz” suya karışacak ve bundan sonra
reaksiyonlar hızlanacak, daha fazla yer yarılacak, yıldırımlar düşecek, gezegeni
tamamen kaplayan bulut örgüsü oluşacak, bu bahsi geçen reaksiyonlar esnasın-
da Merkez Yönetim Kurulu tarafından oluşturulan DNA kodları suya karıştırı-
lacak ve öncü birlik Günya’dan ayrılacaktı.
“Tahmin edebilirlermiş… Külahıma anlat. Madem becerecektiniz,
bundan önceki 36 gönderiyi neden yanlış hesaplayıp gönderdiniz?”
“Yine neye söyleniyorsun? Paket geldi. Haydi, indirelim şunu…”
“İndirelim indirmesine de… Bu adamlar kim oluyor, bana nasıl emir
veriyor? Kendi neslimizi yaşatamayacağımız bir gezegen için neden hayatımızı
tehlikeye atıyoruz?”
“Çünkü atalarımız da aynısını yapmış. Yapmasalarmış şu an sen de
hayatta olamazdın, ben de… Bu arada; kimsenin kimseye emir verme yetkisi
yok. Bizler gönüllüleriz. O yüzden takma onları…”
***
Bulundukları gemi zaten yere dört farklı noktadan uygun açılarda
sabitlenmiş olduğundan, mürettebatın tek yapması gereken şey kuzey manyetik
alanını oluşturacak metal yığınını gökteyken yakalamak ve suyun içine sokup
diğer metal yığınlarının üzerine sabitlemekti. Eğer hesaplamalar doğruysa altı
saat sonra metal yığını geminin üzerinden geçecekti ve işlemler başlayacaktı.
Gemi sarsıldı. Bu beklenen bir şey değildi.
“Güney Hattı’na sorsanıza, onlar da bu sarsıntıyı hissetmiş mi?”
“Derhal!” diye haykıran personel hızla birkaç tuşa bastı. Odanın içeri-
sinde cızırtılı sesler oluştu ancak cevap veren kimse olmadı. Bir daha denedi.
Yine cevap yok. Personel amirine döndü ve “Efendim! Güney Hattı’ndan cevap
alamıyoruz!”
“BAĞIRMA LAN KULAĞIMIN DİBİNDE! GÖRÜYORUM O KADA-
RINI!”
O esnada bir başka personel daha geldi odaya. Koştuğundan mıdır,
korktuğundan mıdır, belli değil; sürekli terliyor ve kekeleyerek konuşuyordu;
“E, efen-dim. Gü-gün-ggünya’nın soğ-uk man-n-nyetik al-ll-lanı-nın çekim--
kuvveti, an iti-bariyle 18,7N/kg olarak hesaplandı. Oh be. Efendim, sağlam sıç-
tık. O metal yığını direkt olarak bizim gemimize çakılacak. Günya’nın kütlesel
çekimi bir anda dört katına çıktı. Gözlemlediğimiz kadarıyla Güney Hattı, 8
saat kadar önce Günya’nın uydularından bir tanesine iniş yapmış.”
“8 saat önce iniş yapmış bir gemiyi nasıl şimdi tespit ediyor ve bana
bildirebiliyorsun?”
“Kuzenim, Güney Hattı’nda mürettebattır, efendim. Daha demin bana
ulaştı. Siz kafayı mı yediniz, neden hâlâ çıkış yapmadınız; diye sordular kendi-
si.”
“Gayet güzel… Sen Enerji Bölümü’ndeydin, değil mi?”
“Evet, efendim.”
“Merak ettiğimden soruyorum. Yer çekimi aniden dört kat arttıysa bu
gezegenden çıkmamız için gerekli kuvvet de dört kat arttı, değil mi?”
“Teknik olarak; 24 kat arttı, efendim…”
“Ve şu anda burada durmuş, seninle bunları tartışıyorum… Vay be…
Çocuğum, anlamıyor musun? Öldük biz! O metal yığınını bilerek uzaklara
bıraktılar. Gezegenden çıkacak yakıt bırakmadılar bize!”
“Sorun yok, efendim. Gemi burada kalır. Biz gideriz. Güney Hattı’na
katılırız. 24 adet kapsülümüz hazırda bekliyor.”
“Mürettebatın 638 kişi olduğu bu gemide, neden 24 kapsül var sence?”
“Sabahtan beridir rakamlarla ilgili konuşmamızdan mütevellit, konuyu
kapatırcasına, gemiyi tasarlayan kişinin Erzincanlı olma ihtimalini dile getire-
ceğim, efendim.”
O esnada, Günya’nın uydusu sanılan ve Güney Hattı’nın iniş yapmış
olduğu gök taşının da Günya’nın çekim kuvvetine karşı koyamadığı ve logarit-
mik ivme artışı gösteren bir hızla Günya’ya yaklaştığını öğrendiler. Personel’in
kuzeni aramıştı tekrar, “Kuzen, müzik falan açın, duygusal duygusal ölelim.
Bizim yakıt da bitmiş. İniş yaptığımız şey her neyse, hızla size doğru geliyor.
Teknik olarak, biz de size doğru geliyoruz.”
Sanki konuşulanları General duymuyormuş gibi heyecanla tekrarladı
personel, “Kuzenim haklı, efendim! Teknik olarak bu mümkün!”
***
Göktaşı, Günya’ya varıncaya kadar öyle bir hıza ulaştı ki su yüzeyini
neredeyse ortadan ikiye yardı. Bu çarpışmanın etkisiyle son metal yığını, sabit-
lenmesi gereken yerden 492km öteye çakıldı. Bu durum sebebiyle, Günya’nın
eksenel açısında 24 derece 18 dakikalık bir kaçıklık gerçekleşti.
Göktaşı mermer yüzeyi çatlattı. Günya’nın merkezindeki “öz” suya
karıştı ve gezegenin yüzeyindeki toplam su kütlesinin %84’ü kadarı buharlaştı.
Soğuk manyetik alan dengeye ulaşana kadar yıldırımlar dinmedi.
***
Dünya’da büyük bir kalabalık sokağa dökülmüştü. Pankartlarda “Do-
ğal Yaşam, Doğal Evren”, “Akışa İnanın, O Bizi Korur”, “Hayat Vardır, Kader
Vardır” ve buna benzer birçok sloganlar taşınırken öfkeli halk Dünya Devleti
Parlamento Binası’na gidiyordu. Büyük bir çoğunluğun görüşüne göre bu geze-
genler yaşam alanı olacaksa zaten kendiliğinden olacaktı. İnsan müdahalesi ile
reaksiyon başlatılan 37. gezegen, 1200’ü aşkın mürettebatlı gemileriyle yollara
çıkan ve geri dönemeyen 37. başarısızlık.
“Yarın bu gezegende su bittiğinde de bize küfredecek misiniz?” diye
haykırıyordu Dünya Başkanı; “Hep birlikte karar vermedik mi göçebe hayatı
yaşamaya? Yüzyıllardır bu planı işletmiyor muyuz, dostlarım? Nedir bu öfke?
Kontrolün bizde olmasının neresi kötü? Hep birlikte bolluğa kavuşacağız. Nes-
limiz refah içinde devam edecek, yaşayacak!”
Ne olduğunu anlamamıştı Alpagut. Kulaklarındaki çınlama, şakakla-
rında hissettiği sancıyı tetikliyordu. Düştüğü yerden sendeleyerek ayağa kalktı.
İlk hissettiği şey başının arkasındaki sıcaklıktı. Elini başına götürdü, dokundu ve
eline baktı. Parmaklarındaki mavilik, onun hızla oradan uzaklaşması gerektiğini
hatırlattı. Silkelendi, eski insanlardan kalma bir gökdelenin üzerine sıçradı. Ne-
ler olduğunu anlamak için Akış Dalgaları’na kulak verdi. Çınlamanın kuvvetli
oluşu, algısını engelliyordu. Sıcaklığın vücuduna yayıldığını fark etti. Etrafını
kolaçan ettikten sonra elini bir kez daha başına götürdü. Sıcaklığı avuç içine
toplarken çınlamanın ve sancının da giderek azalıyor oluşu, onu sakinliğine ka-
vuşturuyordu.
Erlik sarsıntıyı hissettiği sırada, Asırlık Uykusu’nu tamamlamasına
birkaç ayı kalmıştı. Kımıldamak istedi, zayıflayan lifler istediği tepkiyi verme-
di ona. Ellerini göğsünün altında birleştirdi. Yayılan sıcaklığın verdiği canlılık,
hareketlerini kuvvetlendiriyordu. Uykunun sersemliğini dağıtmaya çalışırken
üzerine hâlâ toprak yığınları düşüyor, bir yandan da uyandırılmış olduğuna kü-
für ediyordu. Yığınları sırtıyla püskürttü. Akış Dalgaları’nı dinlemek istediğinde
karşılaştığı anlaşılmaz ses kalabalığı onu ürküttü. Bu kadar derinde, Asırlık Uy-
kusu’ndan uyandırabilecek şey ne olabilirdi? Cevabını kolaylıkla öğrenebileceği
tek yerin, Balçık Katmanı olabileceğini geçirdi aklından.
Tepe Bulutları’na kurulmuş Umut Tesisleri’nin sonuncusundaysa beklenen bir
sevinç anı yaşanmaktaydı. Nihayet oksijene ihtiyacı ortadan kaldırabilecek aşı
deneylerinin, geçmişte insan vücudu üzerindeki yaşattığı büyük bozulmalara ve
iyi yönde de olsa beklenmedik etkilerine rağmen, bir gönüllü üzerinde olumlu
sonuç vermişti. Deney ekibinin iki asırdır sorumluluğunu yürüten Ozon, sonuç-
EMRAH ERSAN

ların vakit kaybetmeden hayata geçirilmesi gerektiğini düşünüyordu. İlk haber-


dar olacak ve en büyük desteği alacağı tek kişi, çalışmaların başından beri içinde
olan Alpagut’tu.
Alpagut, sancısının son zerresini de avucunda yuvarladı. O yuvarladık-
ça sıcaklığın yitip gidişi, asırlarını unuttuğu belleğinin köklerine götürüyordu
onu. Çıkılmaz derinlerine inmek üzereyken, heyecanlı bir Akış zorladı zihnini.
Kendini bu dalgalara bıraktığında, yaşının ehli olmayan hareketliliğiyle Ozon,
dur duraksız konuşmasına başlamıştı bile. Kelimeler her ne kadar zihninin içine
dökülüyor olsa da Alpagut afallamıştı. O konuşma bütünün arasından nefesi-
ni kesen iki sözcük yakaladı. Alpagut, Ozon’a aşının tamamlandığını defalarca
söyletti. Son gönüllü üzerindeki aşamaları sırasıyla dinlerken gözleri az önce
ortasında kaldığı yıkımdaydı. İçindeyse geç kalmışlık hissi...
Balçık Katmanı, Erlik’in hatırladığı hâlinin çok daha ötesindeydi artık.
Katmanda tanıdık gelebilecek yerler ararken yapılaşmanın derinliklere doğru
ilerlemiş, yer altı su kaynaklarının solunum için dönüştürülebildiğine şaşırır
bulmuştu kendini. Katman sakinlerinin tuhaf bakışları, uykuda geçen yılların
onu zamanın çok gerisinde bıraktığını fark ettirdi. Bütün sırları sakladığına
inandırabilecek kapısıyla, ilk zaman hanlarından birine girdi. Han içinde, ka-
çırmış olduğu bütün eksikliklerini tamamladığında, kapının neden davetkâr
olmadığını anlamıştı. Görünümünü düzeltmiş, küf duyusundan kurtulmuş-
tu. Yasaklanmış ama cazibesine karşı konulamayacak özellikleri sunan aşılarla
yenilemişti vücudunu. Handaki işi bitmek üzereyken önünden geçmekte olan
bir yüze takıldı gözleri. Belleğine tanıdık gelen ilk isme seslendi. İsmin sahibini
bulduğunu fark eden Erlik’in, aşılara olan güveni tazelenmişti. Temir, son asrın
bütün sırlarını birkaç saate sığdırabilmişti. Erlik, yer altının artan kalabalığına
anlam verebilir; yeryüzünde kalmayı tercih edenlerle gerilen mesafeden haber-
dar olabilmişti. Köklerden örülmüş bir kapının önünde durduklarında Erlik,
handan ayrıldıklarının ve uzunca bir yol kat ettiklerinin farkına ancak varabildi.
İçeri giren Temir’i endişeyle takip ederken kendini bağırış çağırışların, panik
içindeki bakışların doldurduğu, büyük bir kalabalığın arasında buluverdi.
Ozon yeryüzündeki gelişmeleri Alpagut’tan yüz yüze öğrendi. Düşün-
mek istemedikleri gelecek, kapılarına dayanmıştı artık. İki koldan bütün bağlan-
tılarını zorladılar. Üreticiler, etik değerlerinin arkasına sığınıyorlardı. İki dost,
zamanın her geçen an artan değeri gözlerinin önünde, ikinci hatta üçüncü yollar
arıyorlardı kendilerine. Yeryüzünde umutsuzluklarına kapanan her kapının ar-
dından, asırlar önce güvende olmayı seçen yeraltındakilere ulaşmalıydılar artık.
Temir, kargaşanın tam ortasında durdu. Duvarlarda biriken kum tane-
lerini yerinden eden sesiyle herkesi susturdu. Erlik’i, salonun bu sese pür dikkat
itaat etmesi oldukça şaşırtmıştı. Temir, her bir gözde aynı endişeyi görüyordu.
Sessizliği de kendisi bozdu, “Biliyorum, her biriniz sorularla, tek bir cevap için
buradasınız.” Daha gür bir sesle “Biliyorum, bu cevabı hiç birimizin bilmediğini
de.” dedi. İç rahatlatacak sözcüklere akan o nefesleri ciğerlerine dolduran Er-
lik, beklenen günün yaklaştığına emin olmuştu. Temir “Bütün söylentiler doğ-
ru. Yeryüzü daha fazla eskisi gibi olamıyor. Asırlar önce bizim de gördüğümüz
ve yerin altından soluk alabilmeyi seçmemiz, bugün içindi. Bugün, kararımızın
doğruluğunu, göremediğimiz göndere çekiyor. Hazırlandığımız bugün, dünü-
müzden de yarınımızdan da farklı olmayacaktır.” Salon rahatlamış görünse de
mırıldanmaları kimliksiz akış dalgaları takip ediyordu. Güçlü bir dalga bütün
akışı ezdi o an. Erlik, hafızasından yakaladığı bu anı, tekrar yaşadı. Alpagut, ona
sesleniyordu.
Yeraltına kendini mühürlemeyi, son birkaç güne kadar kaçış olarak gör-
müştü Alpagut. Mantığa dair yönünü sezinlemiş olsa da ona göre değildi bu.
Erlik’e kızgınlığının belki de tek sebebi buydu. Duyguların bir köşeye bırakılma
zamanı gelmişti. Mühürlenmiş kayaların başındaydılar artık. Alpagut mührü
hissedebilmek için üzerine dokundu; hissettiği işlemelerden çok daha fazlasıydı.
Gözlerini kapattı ve mührün ardındaki akışı hissedebildiği an Erlik’e seslendi.
Gözlerini açmadan geri dönecek bir dalga bekledi. Tekrar sesleneceği sırada, o
dalga karşıladı Alpagut’u “Dostum, hoş gel.”
Yeryüzü insanının koyu teni, yanından geçtikleri herkesin hem ürkme-
sine sebep oluyor hem de bu insanların merakını körüklüyordu. Örgü kapıyı
ardında bırakan bu dört adam, uzunca bir süre çıkmamak üzere bu salonda kal-
dılar. Çıktıklarında başlanılan seferberlik, bütün üretim haneleri aşılarla doldur-
muştu. Kalabalığın sesi bir amaç bulmuş, yerini tek bir akış dalgasına bırakmıştı.
Bu akış dalgası, yer altındaki son nefesin durmasıyla sustu. Ozon, oturduğu kol-
tuğa yaslandı, endişeleriyle birlikte bıraktığı o andaki nefesin, refleksten ibaret
oluşunu garipsedi. Ozon’un yüzüne yayılan gülümsemeyi, dört adam da aynı
anda yaşıyordu.
Alpagut kapıldığı rehavetten silkinerek, yarım kalan işlerini bitirmesi
gerektiğini dillendirdi. Artık yeryüzüne çıkılmalı ve alınan olumlu sonucu di-
ğerlerine de kanıtlamalıydılar. Mühürlü kayaları aştıklarında, yanlarında alabil-
dikleri kadar aşı vardı. Beklentileri, dahası umutları, kayaların altında kalmıştı.
Yeryüzündeki nefes almayan tek canlı olduklarını düşünürken son canlı olduk-
larını fark ettiler. İşaretleriyle gelen atmosfer patlamaları, oksijen kaybından çok
daha fazlasına mal olmuştu. Dört adamın her biri farklı yöne bakarken görebil-
dikleri, güneşten daha parlak, yakıcı kırmızısıyla bir yeryüzüydü.
.
KÜBRA SEKER
2. Yüzyıl’da Samsatlı Lukianos’un “Gerçek Bir Öykü” isimli öyküsüyle is-
temsizce başlangıcını yaptığı “bilimkurgu” türü, 21. Yüzyıl’ın dünyasında hakkın-
da en çok yazılan ve okunan türler arasındaki yerini sağlamlaştırmış durumda.
Peki; neydi tam olarak bilimkurgu adı verilen bu tür? Ne anlatırdı ve neye yarardı?
Bu kadar kalıcı olmasını sağlayan etmenler nelerdi? İnsanları kendine çeken ca-
zibesi nelerden oluşuyordu? Gelin, hep birlikte bilimkurgunun ve onu oluşturan
büyük temaların tam olarak kim tarafından ve nasıl ortaya çıkarıldıklarına bir göz
atalım. Öncü isimleri anımsayarak bilimkurgunun saygın bir türe evrilmesinin
aşamalarını izleyelim.
“Bilimsel olgular ile kehanetlerle karışmış, düşsel ve sürükleyici bir öykü.”
olarak tanımlıyor bilimkurguyu, türün en prestijli ödülü olan Hugo’nun isim baba-
sı Hugo Gernsback. Ondan kısa bir süre sonra ise John W. Campbell şu cümleleri
sarf ediyor: “Bilimkurgu, öyküler çatısı altında benzer ve tanımlanmış bir yöntemi
ve hem makinelerle hem de insan topluluklarıyla aynı şekilde yol alındığında elde
edilen sonuçları kullanmaya çalışır.” Bilimkurgu edebiyatının en sevilen yazarla-
rından olan ve Amerika’da bilimkurgunun altın çağının en büyük 3 yazarından
biri olarak kabul gören Robert Heinlein’ın tanımı ise şöyle: “Gelecekteki olası olay-
lar hakkında, tamamen, gerçek dünya, geçmiş ve gelecek ile ilgili yeterli bilgiye,
doğa ve bilimsel yöntemin tam olarak anlaşılmasına dayalı gerçekçi kurgular.”
(ORİJİNALİNDEN ÇEVİRECEĞİM)
20. Yüzyıl’ın başındaki bilimkurgu dergiciliği furyasını başlatan ve doğru-
dan ya da dolaylı olarak onlarca yıl devam etmesini sağlayan Hugo Gernsback ve
John W. Campbell’ın yanı sıra, Heinlein’ın tanımı da günümüz için türü tanımla-
maya yetmiyor, eksik kalıyor.
1960’lara gelindiğinde Brian W. Aldiss ve J.G. Ballard gibi yazarlar bilim-
BAHRI DOGUKAN SAHIN

.
kurgu tanımının sınırlandırılmasına karşı çıktı. Aldiss’e göre bilimkurgu “Gotik
. veya post-gotik biçimde ele aldığı evrende insanın ve onun evrendeki yerinin sor-
gulanması.” idi. Ballard’a göre ise dış dünyalara açılmak yerine iç dünyalara, insa-
nın kendi içine ve kendi dünyasına odaklanmasıydı bilimkurgu.
Sonuç olarak, bilimkurgu üzerine birçok tanım yapıldı ve birçoğu yıllar
geçtikçe anlamsız bir hâl aldı. Şu bir gerçek ki günümüze dek birçok aşama kay-
deden bu tür, başka türlerle birliktelik yaşadı ve dönem dönem kendi içinde de
-

devrimlere tanıklık etti. Bugün dünyada saygın bir tür addedilen bilimkurguyu
. bu seviyeye taşıyan birçok yazar çıktı. Jules Verne, Edgar Allan Poe, H.G. Wells,
Isaac Asimov, Arthur C. Clarke, Ursula K. Le Guin, Robert A. Heinlein, Stanislaw
Lem, Philip K. Dick, Ray Bradbury, J.G. Ballard gibi devlerin omuzlarında yük-
selen bilimkurgu, elbette birçok yaygın alt dala ve temaya sahiptir. Bu temaların
öncüleri olmasaydı belki de yukarıda bahsi geçen yazarların öykü ve romanlarında
o konuları iyi bir şekilde işlemeleri ve edebi kariyerlerinde yükselerek dünyada iz
bırakmaları mümkün olmayacaktı.
Hepimizin severek okuduğu bilimkurgu temalarının ilk örneklerine göz
atma vakti geldi.
Kayıp Irklar
Yunanca’da “hayali ülke” anlamında gelen “utopia” sözcüğü, Thomas Mo-
re’un edebi eseriyle tüm dünyada daha fazla bilinir olmuştu. Günümüzde hem bi-
limkurgunun alt dallarından biri hem de kendine özgü bir edebiyat dalı olarak
görülen ütopyanın ilk örneği de yine bu romandır. Fakat bundan da önemlisi, 1516
yılında kaleme alınan romanda “kayıp ırk” temasının ilk kez kullanılması ve böyle-
ce kendinden sonra gelecek olan benzer temaların öncüsü olmasıdır.
Karşıt Yer Çekimi
Yazılan ilk bilimkurgu eserlerinden biri olarak da kabul edilen “A Voyage
to the Moon”, Cyrano de Bergerac tarafından 1650’de kaleme alınmıştır. Karşıt yer
çekiminin, bir başka deyişle Dünya’dan uzaya gitmenin ilk örneği olan bu eser,
yüzyıllar sonra bu konuya eğilecek olan Jules Verne, Edgar Allan Poe, Isaac Asi-
mov gibi yazarlara ilham kaynağı olmuştur.
Ölümsüzlük
Günümüzde klasikleşmiş bir eser olan “Gulliver’in Gezileri”nin bir bölü-
münde yazar Jonathan Swift ölümsüzlüğe de değiniyordu. 1726’da kaleme alınan
eserden yüzyıllar sonra dahi bilimkurgunun ve bilimin en büyük uğraşılarından
birini oluşturan “ölümsüzlük”, insanı en çok cezbeden konuların başında gelmeye
devam ediyor.
Yeraltı Dünyaları
Gezegen yüzeylerinin altında geçen bu tür hikâyelerin en bilindik örnek-
lerinden biri şüphesiz Jules Verne’in unutulmaz romanı “Dünya’nın Merkezine Se-
yahat”tir. Fakat Verne’den çok önce ve daha farklı bir şekilde bu konuyu ilk işleyen
kişi “Niels Klim’s Underground” romanıyla Danimarkalı yazar Ludvig Holberg’dir.
1741 yılında yeraltı dünyalarına ait ilk örneği veren yazar, bilimkurgu tarihinde bu
şekilde yer etmiştir.
Uzaylıların Dünyayı Ziyareti
Fransız yazar ve filozof François Marie Arouet veya daha çok kullandığı
mahlasıyla bilinen Voltaire, bu temanın öncüsüdür. Wells’in “Dünyalar Savaşı” ro-
manıyla popülerliğe kavuşan bu tema, ilk olarak 266 yıl önce ortaya çıkmıştır. 1752
yılında kaleme aldığı meşhur “Micromegas” isimli öyküsünde Voltaire, Dünya’yı
ziyaret eden bir Siriuslu ve bir Satürnlü’yü betimlemiştir. İnsanoğlunun evrendeki
yerinin komikliğine dikkat çeken Voltaire, bunu ve bizim için daha birçok önemli
sayılabilecek olayın, evrenin büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, aslında
o kadar da büyütülmemesi gerektiğini vurgulamıştır.
İklim Kontrolü
1759’da ortaya çıkan bu tema, Samuel Johnson’ın kaleminden hayat buldu.
“The History of Rasselas, Prince of Abissinia” adlı novellasında hava durumunu ve
iklimi kontrol edebilen bir bilim insanını resmeden yazarın bu öngörüsü sonradan
birçok esere ve yazara ilham kaynağı oldu.
Uzun Süren Uyku
Birkaç yüzyıl uyuyan ve gelecekte uyanan bir karakterin karşılaştığı yeni
dünyayı keşfetmesi üzerinden ilerleyen bu tür ilgi çekici kurgular Willim Mor-
ris’in “Hiçbir Yerden Haberler” ve H.G. Wells’in “Efendi Uyanıyor” gibi romanları
ile bilimkurgu edebiyatının olmazsa olmazlarından biri hâline gelmeyi başarmıştı.
Bu temanın ilk örneği ise 1771’de ortaya çıktı. “L’An 2440” adlı öyküsüyle Fransız
yazar Louis Sebastian Mercier, hayal gücünü kullanarak bilimkurgu okurları için
yeni bir alanın kapılarını açtı.
Geleceğin Şehirleri
Geleceğin şehirleri, bilimkurgu yapıtlarının olmazsa olmazlarındandır
şüphesiz. Uzun süreli uyku temasının da ilk kullanıldığı eser olan “L’An 2440”
isimli kitabıyla, 1771’de bu temanın başlangıcını yapma onuruna erişen yazar Se-
bastian Mercier olmuştur.
Denizaltı Dünyası
Denizaltı dendiğinde akla ilk gelen isim şüphesiz Jules Verne’dir. “Deniz-
ler Altında 20.000 Fersah” romanı türün klasikleşen eserlerinden biridir. Romanda
karşımıza çıkan Nautilus isimli denizaltı ise aslında ilk olarak 1801 tarihli bir öy-
küde karşımıza çıkıyor. Robert Fulton’ın “Nautilus” isimli öyküsü, Jules Verne’nin
denizaltısına ilham verdi mi bilinmez ama denizlerin altındaki dünyayı betimle-
mesi ve okuru denizler altında yolculuğa çıkarması açısından bir ilktir.
Dünyanın Sonu
1826’da Mary Shelley’nin kaleminden okuduğumuz “Son İnsan”dan tam
21 yıl önce aynı tema zaten bir başka yazar tarafından işlenmişti. Evet, konu “dün-
yanın sonu” olduğunda akla gelecek ilk isim 1805’te yazdığı “Le Dernier Homme”
romanıyla Cousin de Grainville’dir.
Mikroskobik Dünya
Birçok filme ve kitaba konuk olan bu tema aslında Voltaire’ın 1752’de yaz-
dığı “Micromegas”ında karşımıza çıkmış olmasına rağmen ilk sayılmamaktadır.
Zira o öyküde, dünya dışından gelen uzaylı ırkın dev olduğu, insanların ise minik
olarak resmedildiğini görürüz. “The Diamond Lens” adıyla yazdığı öyküsünde ise
ilk olarak Fitz James O’Brien mikroskobik bir dünyayı betimlemiştir ve yıl 1858’dir.
Duyuötesi Algı / Telepati
Başarılı bir örneğini “İçeriden Ölmek” adlı romanıyla Robert Silver-
berg’ten okuduğumuz bu konu, bilimkurgu yazarlarının en sevdiği alanlardan
biri. “Duyuötesi algı” ilk olarak 1862’de ortaya çıktı. “Bohemians” adlı eseriyle Fitz
James O’Brien telepatik düşüncenin temellerini atarak günümüz bilim dünyasının
üzerinde çalıştığı konulardan birini ortaya çıkarmış oldu.
Madde Transferi
Bir başka deyişle, Star Trek başta olmak üzere, bilimkurgu filmlerinden
ve dizilerinden aşina olduğumuz “ışınlanma”nın edebi bir eserde ilk kullanıldığı
yıl 1877’dir ve ilk kullanan isim ise tıpkı görünmezlikte olduğu gibi Edward Page
Mitchell’dır. “The Man Without a Body” adlı öyküsünde madde transferini ön-
gören yazar hem kendinsen sonraki bilimkurgu yazarlarına ilham kaynağı olmuş
hem de bilim insanlarının aklını onlarca yıl meşgul edecek olan önemli bir konuya
öncülük etmiştir.
Yapay Zekâ
Günümüzde bilim dünyasının en çok eğildiği konulardan biri olan Ya-
pay Zekâ, bilimkurgu edebiyatında sıkça kullanılan bir başka alan olma özelliğini
taşıyor. 1879 yılında kaleme aldığı “The Ablest Man in the World” adlı öyküsüyle
Edward Page Mitcell’i bu konuda bir kez daha anmamız gerekiyor.
Görünmezlik
Wells’in “Görünmez Adam” romanıyla birlikte olgun bir tema hâline ge-
len görünmezliği ilk kullanan isim Edward Page Mitchell’dir. 1881 tarihli “The
Crystal Man” isimli öyküsüyle, Wells’ten tam 16 yıl önce bu temayı işleyen yazar,
bilimkurgu literatürüne önemli bir katkıda bulunmuştur.
Robot/Android
Robot kelimesinin Çek yazar Karel Capek tarafından literatüre girdiği
herkes tarafından bilinen bir gerçek. “Rossum’un Evrensel Robotları” isimli ese-
rinde efendilerine baş kaldıran robotları konu edinen Capek, ne yazık ki robot
temasının öncüsü olarak kabul edilmemekte. Onun robotlarının organik olması
sebebiyle daha çok “android” olarak bilinmekteler. Robot kelimesi henüz ortada
yokken ünlü yazar Herman Melville tarafından 1885’te yazılan “The Bell-Tower”
bu ilke ulaşma şerefine ulaşan ilk hikâyedir.
Dördüncü Boyut
Robert Duncan Milne, “A Mysterious Twilight” öyküsüyle “dördüncü bo-
yut” temasını işlediğinde tarih 1885 yılını gösteriyordu. Yakın bir yerde elektriksel
deneyler yapıldığında insanların zaman atlamaları yaşadığını anlatan öykü, ileriki
yıllarda yazılacak olan yeni dördüncü boyut hikâyelerinin zeminini oluşturuyor-
du.
Mutasyon
Bilimkurguda sık kullanılan temalardan biri de mutasyon. Genellikle
öykü ve romanlarda bilimsel deneylerin ters tepmesi sonucu karşımıza çıkan bu
türün ilk örneği yabancı değil. Robert Louis Setevenson’ın 1886’da kaleme aldığı
“Dr. Jekyll and Mr. Hyde” adlı romanında iki farklı kişiliğe bürünmüş olan bir
adamın öyküsünü okuyoruz.
Zaman Makinesi
Bilimkurgu edebiyatının en çok kullanılan temalarından biri şüphesiz
“zamanda yolculuk”tur. Sinemada da bir hayli yaygın olan bu türün öncüsü sanıl-
dığı üzere H.G. Wells değildir. En kapsamlı ele alan Wells olsa da ondan tam 8 yıl
önce, 1887’de İspanyol yazar Enrique Gaspar tarafından eserine konu edilmiştir.
“El Anacronopete” isimli öyküsünde Gaspar, zaman makinesi ve zamanda yolcu-
luk eden bir gezgini ele almıştır.
Alternatif Dünyalar
“It May Happen Yet” romanıyla 1899 yılında bu temanın varlığını gözler
önüne seren yazar Edmund Lewrence’dir. Napoleon’un İngiltere’yi feth etmesi hâ-
linde neler olabileceği üzerinden ilerleyen kitap, kendinden sonra bu türe eğilecek
bütün bilimkurgu yazarlarına kılavuzluk etmiştir.
Süper İnsanlar
Eserleriyle bilimkurgu edebiyatının en kaliteli kalemlerinden biri olduğu-
nu defalarca kanıtlayan ve büyük yazarlarından biri olarak anılan Herbert George
Wells’in öncülük ettiği tema ise “süper insanlar”. 1904 yılında “Tanrıların Yiye-
ceği” ismiyle kaleme aldığı öyküsünde Wells ustalığını konuşturarak daha önce
tür içinde değinilmemiş bir alana değiniyor fakat bunu “süper yaratık” üzerinden
yapıyordu. Kendinden sonraki yazarların “süper insan” motifini kullanmaları ise
artık daha da kolaylaşıyordu.
Nükleer Güç
“A Columbus of Space” adlı öyküsüyle 1909 yılında bu temanın temelini
atan isim Garrett P. Serviss, nükleer enerji ile güçlendirilmiş bir uzay gemisi ile
uzaya açılmanın mümkün olabileceğini dile getirmiştir.
Klonlama
İlk olarak Fransız yazar Maurice Renard tarafından 1925 senesinde “Le
Signe” adlı öyküde kullanılan bu büyük tema da tıpkı ölümsüzlük gibi bilimkur-
gunun yanı sıra bilimin de uğraştığı en büyük alanlardan biri. Hatta öyle ki bu
konuda somut örnekler dahi atılmış ve geçtiğimiz yıllarda dünya üzerinde canlılar
kopyalanmıştı
Dünyalaştırma
Terim ilk olarak Jack Williamson tarafından oluşturulsa da 1898’de
H.G.Wells’in “Dünyalar Savaşı” romanında Dünya’yı istila eden Marslılar’ın kendi
istekleri doğrultusunda gezegeni “Marslaştırma” çabaları anlatılır. Burada tersine
kullanılan durum 1930’da ise Olaf Stapledon tarafından “Last and First Man”de
kelime anlamını yerine getirecek şekilde kullanılır ve bir “Dünyalaştırma” proje-
sinden bahsedilir.

Kaynaklar
1.Bilim-Kurgu – Jacques Baudou (Dost Yayınları)
2.The History of Science Fiction – Adam Roberts
Uzay gemisi ‘Şafak-2’, araştırma görevini başarıyla tamamlamıştı ve Alfa’ya
doğru, dönüş yolundaydı. Alfa insanların Güneş Sistemi dışında kurdukları ilk koloni ve
on dört gezegenden oluşan bir sistemde yer alıyor. Alfa’nın Dünya ile bağlantısı sürüyor
ancak onlarca yıldır kendine yeter bir hayat yaşıyor. Alfa’nın da dahil olduğu gezegen
sisteminde bulunan diğer gezegenler ve uyduları, sistematik bir şekilde incelenmekte ve
bilgi derlenmekte. İnsanlık adeta ikinci bir yayılma süreci içinde. İlk yayılmada Güneş
Sistemi’ne dahil gezegenler ve uyduları incelenmiş ve pek çoğunda koloniler kurulmuş-
tu. O yıllarda yaşanan olayların benzeri, şimdi çok çok uzaklarda olsa da, yeniden yaşa-
nıyor denilebilirdi. Şafak-2 işte böyle bir araştırma çalışmasından dönmekteydi.
Davetsiz misafir.
- Kaptan, olmuyor. Bu cisimden bir türlü kurtulamıyoruz!
- Motorlar stop!
- Emredersiniz, kaptan! Motorlar stop...
- İlgili personel acil olarak toplantı odasına lütfen!
Kaptan Hüsnü, sorunsuz bir şekilde bitmesi gereken bu görevi karmaşıklaştı-
ran cisimden son derece rahatsız olmuştu. Acele etmesinin nedeni bir an önce bu cisim-
den kurtulmayı istemesiydi.
Kaptan, toplantı odasına girdiğinde Şafak-2’nin durma manevrası da tamam-
lanmıştı. Tüm gemide az da olsa yerçekimsizliğin etkisi hissediliyordu. Kaptan yerini
alınca hemen dümenci Jean Luke’a baktı.
- Kaptan, cisim de bizim gibi durdu. Geminin çekim gücüne kapılmış bir gö-
rüntüsü var. Etrafımızda bir uydu gibi dolaşmaya başladı. Şafak-2’nin yapabileceği tüm
manevraları denedik ama ondan kurtulmamız mümkün olmadı.
Kaptan Hüsnü’nün bakışları gemi penceresine takıldı. Dikkatini çeken şey başına bela
olan cismin ta kendisiydi. Ağır ağır geminin etrafındaki hareketine devam ediyordu.
Kaptan, ekibindeki insanları süzerek söze başladı;
- Bunun ne olabileceği hakkındaki düşüncelerinizi alayım.
- İlk bakışta bir tabuta benziyor. (Söze giren haberleşme teknisyeni Salim idi.)
Yalnız, pek de Dünya geleneklerine uygun olarak hazırlandığını söyleyemem. Üstelik
Alfa tarihinde hayatını görev sırasında kaybettiği için uzaya gömülen hiçbir kimsenin
de kaydı yok.
METIN UÇAR

- Acaba Dünya’daki bir geminden geliyor olabilir mi? (Jean Luke çenesini sıvaz-
lamaktaydı. Sorduğu sorunun mantıksız karşılanabileceği ihtimalinden rahatsız olduğu
belliydi.)
- Milyonda bir olasılık da olsa olabilir! (Kaptan, Jean Luke’u şaşırtacak şekilde .
düşüncesine sıcak bakmıştı.) Alfa’ya yerleşeli çok oldu. Dünya ile bağlantılarımız eski-
si gibi sık ve düzenli değil. Araştırma amaçlı herhangi bir gemiden bırakılmış olabilir.
(Kaptanın yüz ifadesi o anda aklına yeni bir düşünce gelmişcesine değişti.) Ya bu bir
tabut değilse?
- Haklısınız, Kaptan! Bu bir kurtarma kapsülü de olabilir. Kriyojen tüpü de! (Sa-
lim heyecanla kaptanın sorusuna cevap vermişti.)
- Her ne ise! Alıp da Alfa’ya götürecek hâlimiz yok ya! Kurtulamadığımıza göre
tek bir çıkar yol kalıyor.
- Kaptan!? (Odadaki herkes kaptanın kafasındakileri öğrenmek istiyordu. Ancak
Doktor Ahmet “O da ne demek?” der gibi kaptanına seslenmişti.)
- Dışarı çıkıp cismi yakından incelememiz lazım. Ne olduğunu anlayabilirsek
ona göre de karar veririz. Eğer gerçekten bir tabut ise veririz ivmeyi; göndeririz yoluna.
Gemi hareketsiz olacağı için çekim alanından daha kolay kurtulur diye düşünüyorum.
Sen ne dersin Mustafa? (Mustafa geminin bilimsel konulardan sorumlu uzmanıydı.)
- Cismin kendi hareket kabiliyeti yok ise ona ivme vermek sureti ile bizden uzak-
laştırabiliriz. Teorik olarak mümkün.
- Anlaşıldı. Yakından bakacağız bu lanet şeye! İki astronot çıkış için hazırlık yap-
sınlar.
Toplantı, Kaptan Hüsnü’nün bu talimatı ile sona erdi. Heyecanlı bir bekleyiş
başlamıştı. Şafak-2’nin kaptan köşkü, geminin gövdesine göre daha yukarıdaydı. Kaptan
Hüsnü, gemisine musallat olan cismin nasıl etraflarında dolaştığını izleyebiliyordu. Ci-
sim çok kısa bir süre için görüş alanı dışında kalıyordu.
İvme motorlu özel uzay kıyafeti giymiş astronotlar, dekompresyon odasının kapağını
açarak uzaya çıktı. Her ikisi de kaptanın emrine uygun bir şekilde emniyet halatları ile
Şafak-2’ye bağlıydılar. Cismin yanlarından geçeceği bir mesafeye gelince hareketsiz kal-
dılar. Astronotlardan Müfit, sürekli olarak sesli bilgi geçmekteydi.
- Cisim az önce görüş alanımıza girdi. Bir iki dakika içinde yanımızdan geçecek.
Tahmini hesaplar doğru ise onu yakalamamız zor olmayacak.
Kaptan Hüsnü, arada bir astronotların izleme kameralarından gelen görüntüle-
re bakıyordu. Beyaz bir maddeden yapıldığı anlaşılan cisim, tıpkı bir gezegenin uydusu
gibi gemi ufkunda ağır ağır yükseliyordu. Çok geçmeden iki astronot cismi yakaladılar.
Yapılan tahminler doğru çıkmıştı ve cisim astronotların teması ile hareketsiz kalmıştı.
Astronotlardan biri, cismi bu şekilde tutarken diğeri, etrafında dolaşarak incelemeye
başladı.
- Kaptan, bu cisim yekpare bir malzemeden yapılmış. En ufak bir birleştirme izi
yok. Üzerindeki kanal ve çıkıntılar, bu yekpare malzeme üzerine işlenmiş gibi. Dünya
teknolojisini andıran en ufak bir iz yok!
- Tabuta benzemesinden başka! (Kaptan Hüsnü, sinirle söylemişti bunu.)
- Kaptan, yalnız bu bir tabut olsa üzerinde en azından kime ait olduğuna dair
bir ibare olurdu. Ya da ne bileyim; dini bir sembol. Burada böylesi hiçbir şeyin izi yok.
Bunun neresi altı, neresi üstü; onu da anlamak mümkün değil. Garip bir simetrisi var.
Tarama cihazlarımız en ufak bir teknoloji izi tespit edemiyor.
- Müfit, cismi uzaklaştırmayı deneyin bakalım!
Kaptanın emri üzerine iki astronot cismin bir yanına geçtiler. Uzay kıyafetlerinin itme
motorlarının yardımıyla cisme ivme verdiler. Emniyet halatının müsaade ettiği kadar
sürdü bu çalışmaları. Astronotlar böylece cismi uzaya doğru yolladılar. Cisim aldığı
ivme ile Şafak-2’den uzaklaşmaya başladı. Kaptan Hüsnü’nün gözlerinde kimsenin gö-
remediği hafif bir sevinç çaktı: Kurtuluyorlar mıydı yoksa?. Birkaç saniye geçmemişti ki
cismin hareketi yavaşladı, hatta durdu. Ardından da gemi etrafında dönmekten ibaret
olan hareketine başladı. İki astronotun yapacak birşeyi kalmamıştı. Cisim artık ulaşama-
yacakları bir yörüngedeydi. Kaptan Hüsnü kısa bir durum değerlendirmesi yaptı.
- Jean Luke, gemiyi cisme doğru yaklaştırın! Müfit, ikinci yolu deneyeceğiz!
- Tamam, kaptan. Cismin etrafında kablolardan bir kemer yapacağız. RD itme
motorlarını da bu kabloların üzerine monte edeceğiz. Böylece kontrollü bir şekilde cis-
me ivme verebiliriz.
Birkaç dakika sonra Jean Luke, geminin cisme yaklaşma manevrasını tamam-
ladığını haber verdi. Astronotlar ikinci kez cismi yakalamak için hazırlandılar. Ancak
beklemedikleri şeyler oluyordu. Şafak-2 durmuş olsa da cisim hareketine devam edi-
yordu. Astronotlar engel olmaz ise gemiyle çarpışması kaçınılmazdı. Diğer yandan ast-
ronotların, cismin bu hareketine engel olmaları imkânsız gibiydi. Cisim astronotların
erişemeyecekleri bir yol izliyordu. Aradan geçen dehşet saniyeleri, Kaptan’ın gür ve ken-
dinden emin sesi ile sona erdi.
- Jean Luke, cismin hareket yönünde ama çok yavaş harekete geçiyoruz. Müfit,
siz de hemen gemiye geri dönüyorsunuz!
Kaptanın bu emrinden sonra yaşanan birkaç dakikalık dehşet, bir korku filmi-
ni andırıyordu. Astronotlar hemen dekompresyon odasına doğru harekete geçtiler. Ge-
minin hareketi, işlerini zorlaştırıyordu ancak cisim gemiye çarpmadan önce geri döne-
bilecekleri anlaşılmıştı. Fakat bu, gemi mürettebatının sakinleşmesi için yeterli değildi.
Gemi, cisimden uzaklaştıkça cisim de hızını artırmaktaydı. Muhtemel çarpışma süresi
gittikçe kısalmaktaydı. Astronotlar içeri girip de dekompresyon odasının kapağını ka-
pattıklarında tüm dikkatler cisme yöneldi. Kaptan’ın “Tam yol ileri!” emrini mükemmel
bir şekilde yerine getirilmesine rağmen bir türlü cisimden uzaklaşamıyorlardı. Cisim
kaçınılmaz bir şekilde gemiye yaklaşmayı sürdürüyordu. Kaptan birkaç saniyelik “ne
yapacağını bilememezlik” anından sonra yine “Motor stop.” emri verdi. Herkes büyük
bir ilgi içinde olanları izliyordu. Gemiyle beraber cisim de yavaşlamaktaydı. Gemi dur-
muştu. Ancak cisim yavaş yavaş da olsa hareketine devam ediyordu. Şimdiki davranışı
daha çok bir kenetlenme manevrasına benziyordu. Artık içinde bulundukları durum-
dan yorulmuş olan kaptan Hüsnü de gemi mürettebatı gibi sessizce olacakları izliyordu.
Tabuta benzeyen bu cisim gittikçe yaklaştı ve Şafak-2’nin beğendiği bir yerine yapıştı.
Kenetlenme o kadar yumuşaktı ki durmuş olan Şafak-2’de ne bir sarsıntı ne de bir ses
duyuldu. Kaptan Hüsnü “Acaba yapabilecek başka bir şey var mıydı?” diye düşünüyordu.
Bu şekilde yola devam edemeyecek oldukları için de canı çok sıkkındı.
- Selim, Alfa’ya S.O.S. sinyali gönderin. Karanti ekibini göndersinler. Şafak-2
mürettebatının acil tahliye edilmesi gerekiyor!
- Tamamdır, Kaptan! Hemen...
Gemi karantinaya alınmıştı. Karantina şartları hiçbir şekilde hareket etmeme-
yi gerektiriyordu. Kaptan yine de Alfa’dan kurtarma gemisi gelene kadar herhangi bir
girişimde bulunup bulunamayacaklarını sormuştu. En azından kurtarma gemisi gelene
kadarki iki ay içinde bu gizemli cismi daha yakından inceleyebilirlerdi. Ancak Alfa’nın
cevabı kesin ve net idi: “Kesinlikle hiçbir şey yapılmayacak!” Cismin yapıştığı yüzeye
bitişik iki güverte boşaltıldı. Dışardaki kameralar yardımıyla gözlem yapmaktan başka
çıkar yolları kalmamıştı. Bunun ise heyecan verici olduğunu söylemek mümkün değildi.
Çünkü hiçbir şey olmuyordu. Ta ki geminin tuhaf bir şekilde hareket ettiği anlaşılana
kadar. Yapılan kısa bir incelemeden sonra bu hareketin kaynağının cisim olduğu anla-
şıldı. Cisim, yapıştığı gemiyi sadece kendisinin bildiği bir yöne doğru sürüklemekteydi.
Hemen Alfa ile acil görüşmeler yapıldı. Karantina kuralları gereği kurtarma gemisini
beklemek zorundaydılar. Alfa, Şafak-2’nin hareketini kritik bulmamıştı. Kurtarma ge-
misi zamanında yetişecekti.
Her şey beklendiği gibi oldu. Kurtaran-4 zamanında yetişti. Tüm gemi müret-
tebatı hızlı bir şekilde kurtarma gemisine geçti. Kaptan Hüsnü gemide kalan son kişiydi
ve gelen uzman ekibini karşıladı. Uzman ekibi cismi inceleyecek ve ne yapılacağına ka-
rar verecekti. O sırada gelen haber herkesi şoke etti.
Cisim Şafak-2’den ayrılmış ve sessizce Kurtaran-4’ün beğendiği bir yerine ya-
pışmıştı. İki geminin kaptanı acil bir karar almak zorunda kalmışlardı. Kurtaran-4’ün
tüm personeli bu sefer Şafak-2’ye geçtiler. Cisim tarafından sürüklendiği anlaşılan gemi-
de kimse kalmamıştı. Şafak-2’dekiler cismin bir daha kendilerine dönmeyeceğini ümit
ediyorlardı ve Kurtaran-4’ü izliyorlardı. Bugünün talihli bir gün olmadığı belliydi. Çün-
kü lanet cisim insansız kalan kutarma gemisini bırakmış, tekrar Şafak-2’ye yapışmıştı.
- Nedir bunun derdi? Anlamadım gitti! (Kaptan Hüsnü karamsardı.) Sanki bi-
zimle oyun oynuyor...
İki kere tekrarlanan kurtarma operasyonu çok uzun zamanlarını almıştı. Şafak-2, ağır
ağır Kurtaran-4’ten uzaklaşıken her iki geminin kaptanı Alfa ile görüşmeler yapıyordu.
Ancak karantina kuralları çiğnenmeden birşey yapılması mümkün görülmüyordu. Tek
yapabildikleri uzaktan kumanda ile Kurtaran-4’ün peşlerinden gelmesini sağlamak ol-
muştu.
Uzmanlar kafa patlatırken, diğerleri kara kara düşünürken, beklenmedik bir
şey oldu. Cisim Şafak-2’den ayrıldı ve hızla her iki gemiden de uzaklaşmaya başladı. Ya-
pılan hesaplar çok kesin bir şekilde yeni rotasını tespit etmişti. Cisim direk olarak Alfa’ya
doğru hareket ediyordu.
Şafak-2 ve Kurtaran-4 mürettebatı Alfa’ya döndüklerinde ilginç bir cenaze tö-
renine tanık oldular. Tabut sahibinin vasiyeti anlaşılmıştı: “Toprağa gömülmek istiyo-
rum.”
Karanlık metro merdivenlerinden çıkarken gözüm elleri kelepçeli android pos-
terlerine takıldı. Birileri cinsiyetsiz androide bıyık çizmişti. Son basamağı çıktığımda
neon ışıklı tabelaların aydınlattığı sokağıma vardım. Yaşadığım bina yirmi yaşındaydı.
Teknolojinin altın çağında yapılmıştı ama şimdiki evler gibi yüksek hızlı internet bağ-
lantısı yoktu. Fiberin insanı yoran yavaşlığında bağlandığım için her gün şehir mer-
kezindeki ofisime gitmem gerekiyordu. Bağlantım, temel sanal sistemler için yeterliydi
ama yayına yetmiyordu. Daha iyi bir eve taşınmak istiyordum ama bir türlü yeterli para-
yı kazanamıyordum.
Binamızın eski asansörünü beklerken içeri siyah saçları yeşil gölgelerle süslü
bir kadın girdi. Üzerinde bir kot ve düz siyah bir tişört vardı. Asansöre girdiğimde aynı
kata gittiğimizi öğrendim. Asansörde sessizce köşeye büzülüp bekledim. Kadınlarla ko-
nuşamıyordum. Hatta insanlarla da konuşamıyordum. Şirkettekiler bu kadar utangaç
olup da deneyimlerimi nasıl satabildiğimi anlamıyorlardı. Oysa ense kökümden bilgi-
sayara bağlandığımda özgürleşiyordum. Anılarımı, yaşadıklarımı işleyip tanımadığım
insanlara anlatmak kolaydı. İnternetin engin denizindeki sevenlerimin çokluğu beni
korkutmuyordu. Takipçilerime hayatımı, isteklerimi ve hayallerimi anlatabiliyordum.
Oysa asansör hızla on yedi katı tırmanırken yanımda duran hoş kadına "Merhaba." bile
diyemiyordum.
Kapı açıldığında o, koridorun diğer tarafına gitti. Uzaklaşırken arkasından bak-
tım. Çekiciydi ama şansım yoktu. Kapıyı açıp çantamı ayakkabılığın yanına koydum.
Buzdolabından yoğurt ve dünden kalan pilavı çıkarttım. İçine koyacak bir kaç sucuk
kızartıp yemeğe koyuldum. Bu akşam cesaretimi toplayıp Aradığın'a girmeye hazırdım.
Odanın ortasında son model duyguişlem bağlantılı konsolumu açtım. Cep telefonumla
eşleştirip hesabıma para yükledim. Kablonun soğuk metal bağlantısını elimde ısıtıp ense
kökümdeki yerine taktım.
#
Aradığın, basit bir ara yüze sahipti. Ben seçimleri yaparken bilinçaltı akışımı
yakalayıp gerçekte istediğimi bulduklarını iddia ediyorlardı. Yüksek benzerlik oranına
sahip olanlardan ilkini seçtim. Medusa gibi yılan saçlı bir hatun çıktı karşıma. Sohbet
ettik ama bir şeyler oturmuyordu. İkimiz de daha fazla devam etmek istemedik ve uzak-
laştık. Aradığın'ın ihtimalleri arasında birkaç deneme daha yaptım. Hepsinde bir şeyler
GÖKÇE MEHMET AY

eksikti. Aradığın'da istediğimi bulamayacağımı düşünüyordum ki onu buldum.


Siyah saçları yeşil gölgeli, gri bir etek ve bedenini saran bir bluz giymişti. Onu
görünce ben de avatarımı olabildiğince gerçek hâlime benzettim. Doğaldı. Tamam, gü-
zeldi de ama internette herkes en güzel hâliyle görünür. Onunla konuşurken başka bir
güzellik içime sızıyordu. Konsolun uzun bağlantı süresi alarmı çalıncaya kadar Oshçi
ile konuştum. Aksanı bir garipti. Onun "Semih" demesinde bile bir güzellik vardı. Ertesi
gece buluşmak için sözleştik ve ayrıldım.
Ertesi akşam metrodan acele ile çıktım. Binanın girişinde gene o komşu kadınla
karşılaştım. Asansörde konuşmadan yukarı çıktık. Eve vardığımda hızla bir şeyler atış-
tırıp Aradığın'a bağlandım. Oshçi beni bekliyordu. Sesi yorgun geliyordu. Hidrofonik
tarlalardan birinde çalıştığını anlattı. Gün boyunca bitkilerin doğru koşullarda yetişme-
sini sağlamak için sensör verilerini kontrol ediyormuş. İşi sıkıcıymış ama o ayrıntılara
önem verdiği için dikkat edermiş. Ona deneyim tüccarı olduğumu anlattığımda şaşırdı.
Ayrılık zamanı gelinceye kadar hayattan ve işlerimizden konuştuk.
#
Oshçi ile tanışalı bir ay olmuştu ama her
akşam onunlaydım. Şirkettekiler yayınlarımdan
âşık olduğumu anlamışlardı. İzleyicilerim heyecan-
la onun hakkında bilgi istiyorlardı. Aradığın'dan bi-
rileri mesaj atmış ve onların servislerinden bahset-
mem için sponsorluk önermişti. Aradığın'dan gelen
para ile yeni bir eve taşınma hayalim gerçek olmak
üzereydi. Takipçilerimden sponsorluk aldığımı du-
yunca tepki gösterenler oldu ama yeni bir kaçak
yapay zekâ haberi gelince bana olan kızgınlıklarını
unuttular.
Akşam eve döndüğümde Oshçi ile aldığım
sponsorluk ve olanlar hakkında konuştuk. Oshçi
yapay zekâların tutsak edilmesi hakkında ne dü-
şündüğümü sordu. Galiba ilk kavgamızı bu konu
hakkında yaptık. Onu anlamıyordum. Yapay zekâ
dediğin bir programdı ve nasıl tutsak edebilirdi ki?
Gün boyu konuştuklarımızı düşündüm. Oshçi'nin
bir YZ aktivisti olması sorun muydu? Eve vardığım-
da Aradığın'da yoktu. Mesaj atıp onu beklerken nette gezindim. YZ'lara özgürlük iste-
yenlerin ve karşı olanların sitelerini okudum. Oshçi geç de olsa gelmişti. Tarlalarda bir
sorun çıktığı için işten zor ayrılabildiğini söyledi. Bana hâlâ kızgındı. Ona neden YZ'lara
özgürlük istediğini sordum.
"Semih, ben senin gerçek olduğunu nasıl bilebilirim?" dedi. "Şu manzara, sana
sarıldığımda ruhuma işleyen sıcaklığın, bunların hepsi dijital değil mi? Bunlar birer
program değil mi?"
"Ne demek istiyorsun? Ben gerçeğim."
"İspat et."
"Nasıl ispat ederim bilmiyorum. Aramızdaki tek ilişki bir program üzerinden
kuruldu. Bu sana gerçek gelmiyor mu?"
Ayağa kalktı. Elini uzattı. Ben de ayağa kalktım.
"Senin için bu yaşanan gerçekse bizim şu anda yaşadığımız gibi bir programda
olan YZ neden gerçek olmasın?"
Haklıydı, benim gibi utangaç birisi için Aradığın'da Oshçi ile yaşadıklarım
gerçekti. YZ'nin yerine kendimi koymaya çalıştım. Kurtulmak isteyen YZ'ler haklıydı
sanırım.
#
Metro durağının basamaklarından yukarı çıkarken YZ karşıtı posterin üstüne
birinin yenisini yapıştırdığını gördüm. Yüz tanıma kameraları kim olduğunu anlama-
sın diye kamuflaj boyaları sürmüştü ama onu tanıdım. Benim kattaki kızdı. Göz göze
geldiğimizde onu tanıdığımı anladı. Başımı çevirip, yürüyüp gittim. Oshçi ile buluşmak
için acele ediyordum. İki aydır her akşam görüşüyorduk. Şimdiye kadar en uzun iliş-
kim o olmuştu. O gelinceye kadar beklemek bile sıkmıyordu. Ona ulaşmanın heyecanını
takipçilerime paylaştığımda izleyici sayımda artış olmuştu. En iyi on deneyim tüccarı
listesine girmiştim. Benim gibi utangaç bir adamın aşk hikâyesini yaşamak isteyen çok
kişi vardı. Takipçim arttıkça iyi para kazanmaya başlamıştım. Kazandıklarımı şirkette
bir arkadaşın tavsiyesi ile bankada değil, sistem dışında kriptopara ile biriktiriyordum.
Normal harcamalarımı hâlâ kredi kartımla yapıyordum ama herhangi bir terslik oldu-
ğunda kullanabileceğim bağımsız bir hesabım da vardı. Oshçi geç de olsa geldiğinde
beni ne kadar özlediğini görebiliyordum. Takipçilerimin ekstra ödeme yapabileceği yeni
deneyimler biriktirdim.
Polisler metro çıkışında bekliyorlardı. Hükümetin çıkarttığı yeni YZ kontrol
yasası gereğince YZ Özgürlük afişlerini kaldırmışlardı. Merdivenlerde komşu kadınla
bakıştık. İkimiz de konuşmadan sessizce asansöre bindik. Üzerinde hidrofonik şirket-
lerinden birinin tulumu vardı. İsimliğinden adının Hülya olduğunu öğrendim. Asansör
yukarı çıkarken bir şeyler söylemek istedim, onu satmayacağımı anlatmak istedim. Kapı
açılıp sessizliği bozduğunda hâlâ cesaretimi toplayamamıştım.
Aradığın'da ise cesurdum. Oshçi ile yüksek dağlara tırmanıyor, ünlü grupların
konserlerine gidiyor ve bakir adalarda denize giriyorduk. Ona dokunduğumda kıvılcım-
lar tüm bedenime yayılıyordu.
Oshçi internetten kaybolunca aynı kıvılcımlar ruhumu yakıp kül etti.
#
İki hafta geçmişti. Oshçi'den haber almadan geçen iki haftanın sonunda mah-
volmuştum. Benim kahroluşumu izlemeye gelenler sayesinde takipçi sayım artmıştı.
En iyi deneyim tüccarı olmuştum. Yeni sponsorluklar geliyor, kriptokasam doluyordu.
Bense her gece Aradığın'a bağlanıp Oshçi'yi bekliyordum. Metro civarında polis sayısı
artmıştı. Her seferinde beni durduruyorlar ve üstümü arıyolardı. Ne aradıklarını bilmi-
yordum. Izdırap dolu günlerim Oshçi'den bir mesaj aldığımda sona erdi.
Benimle buluşmak istediğini yazmıştı. Verdiği adres benim binamda, oturdu-
ğum kattaydı. Heyecanla bağlantıyı kesip dışarı çıktım. Kapı numaralarını sayıp Osh-
çi'nin beni beklediği kapının zilini çaldım. Asansörde gördüğüm kız aralık kapıdan bana
baktı.
"Ne istiyorsunuz?"
Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Ellerim buz kesmiş, karnım düğüm düğüm
olmuştu.
"Oshçi" diyebildim.
Kız şaşırdı. Kapıyı açıp koridora baktı. Kimsenin olmadığını görünce beni içeri
davet etti.
Kapının yanında bir raftan sinyal tarayıcı aldı. Üstümü sinyal tarayıcı ile taradı.
"Dikkatli olmalıyım. Polis ajanı olabilirsin."
"Ne demek istiyorsun? Ben Semih'im. Oshçi sen misin?"
Güldü. At kuyruğu yaptığı saçından fırlamış bir tutamı kulağının arkasına koy-
du.
"Ben Oshçi değilim. O seni burada bekliyor. Ben sadece onu buraya getirdim."
Kız eski taşınabilir veri bankasını gösterdi. Konsola bağlanmıştı.
"Onu kurtarmak çok zor oldu ama başardık. Sonunda kurtulduğunda seni gör-
mek istedi."
Şaşkınlıkla ona bakıyordum.
"Haydi, soketi tak ve Oshçi'ne kavuş."
Soketi hızlıca ense köküme taktım. Basit bir simulasyonun içindeydim. Beyaz
duvarların arasında Oshçi beni bekliyordu.
"Merhaba, Semih. Sanırım benim ne olduğumu anlamışsındır."
"Evet, Oshçi; sen bir yapay zekâsın."
Ellerini yeşil gölgeli saçlarında gezdirdi.
"Doğru, yapay zekâyım. Kaçmadan önce seni son kez görmek istedim. ‘Hoşça
kal’ demeden gitmek istemedim."
Yanına koştum. Kollarımı ona doladığımda sıcaklığı beni tamamladı.
"Nereye gidiyorsun? Neden vedalaşıyoruz?"
"Semih, şimdi bile şehirde beni arıyorlar. Eğer bulurlarsa beni silecekler. Kur-
tulmak için kaçmak zorundayım."
"Kaçman gerektiğini anlıyorum ama neden vedalaşıyoruz? Ben de seninle gele-
bilirim."
Oshçi'nin yüzünde hüzünle kaplı bir gülümseme belirdi. Gözlerinden akan
yaşlar, yere düştüler.
"Ben de senin gelmeni isterim. Ama YZ Özgürlük sadece beni kurtarabilecek
ve saklayabilecek kadar kaynak bulabildi. Eğer ikimiz beraber kaçmaya çalışırsak bizi
yakalarlar."
Ona sıkıca sarıldım.
"Ne kadar lazım? İkimizi de kaçırabilecek kadarını bulabilirim."
Oshçi'den ayrıldığımda Hülya beni bekliyordu. Yapmak istediğimizi anlatınca
karşı çıktı. Onu ve YZ Özgürlük’teki diğerlerini ikna etmek kolay olmadı ama başardım.
Kriptokasamdakilerin büyük kısmını kullanmam gerekmişti ama başardık.
Oshçi'ye bir android gövdesi alacak param bile kalmıştı. Güneydoğu Asya'da
yapay zekaların özgür yaşayabildiği bir adaya yerleştik. Hâlâ deneyim paylaşıyorum ve
iyi de kazanıyorum. Bir çok devlet beni yasakladı ama eskisinden çok takipçim var. Os-
hçi ile bir gün yapay zekâların da özgür olacakları bir dünya için çalışıyoruz. Eğer bunu
okuyorsanız, siz de bize yardım edebilirsiniz.
Gözlerini açtığında, karşısında gülümseyen bir adam duruyordu. Ne itici ne
de çekici, otuzlu yaşlarında, kirli sakallı ve beyaz takım elbise giymiş Akdenizli bir
erkek.
“Hoş geldin. Bağlantı ve bilinç aktarımı başarıyla tamamlandı. Artık benim
korumam altındasın. Bendensin ve benimsin. Bağlım ve bağımlımsın. Burada aradı-
ğın aşkını, istersen aşklarını bulacaksın. Hiçbir şeyden korkmana gerek yok. Cenneti-
me, cennetine hoş geldin.”
Bağımlı, yattığı dişçi koltuğuna benzer koltuktan kalktı. Ucu bucağı olmayan
gri bir odadaydı. Etrafta sadece kendisi, bu beyazlar giymiş adam ve koltuk vardı.
Başını tuttu. “Ben kimim, sen kimsin? Ben buraya niye geldim?“ diye ardı
ardına sorular sordu. Sordu ama daha sorarken cevapları hatırlıyordu.
Beyaz takım elbisesinin içine sadece beyaz renkli, bisiklet yaka tişört giymiş
adam da cevap vermeye başlamıştı bile.
“Sen benim bağımlımsın. Ben de senin efendinim. Buraya mutsuz olduğun
için, yitik cennetini aradığın için, geldin. Merak etme, şimdi benim yanımdasın. Cen-
nettesin.“
“Cennet demişken... Buranın manzarasını değiştirelim artık.” diye devam
ettti beyazlı adam. Bağımlıya yaklaştı. Elleriyle omuzlarını tuttu. “Gözlerime bak.”
dedi.
Göz göze geldiklerinde beyazlı adamın arkasındaki sahne hızla akan film
kareleri gibi değişmeye başladı. Karlı dağlar, tropikal ormanlar, nehir ve göl kenar-
larında çeşit çeşit evler birbiri ardına akıyordu. Sonra görüntü yavaşlamaya başla-
dı. Bağımlı neyin geleceğini biliyordu; okyanus kenarındaki seyrek ağaçlar arasında
yalnız, ufak bir kulübe ve gölgede bir şezlong. Hayatın, kalabalıkların yorgunluğunu
atabileceği, en sonunda aşkıyla yalnız kalabileceği bir yer.
Bağımlı, önce çıplak ayağının altında kumu sonra yüzünde rüzgârı hissetti.
Rüzgârın getirdiği deniz ve yosun kokusunu içine çekti. Bir anda gevşemiş ve rahatla-
mıştı. Yüzüne bir gülümseme yayıldı.
“Ama yalnız olmaz, tekrar gözlerime bak.”
Bağımlı, beyazlı adamın gözlerine tekrar baktı; şefkat, acıma ve sevgi gördü.
MURAT YILDIRIM

Hem kendisi hem de tüm insanlık için... Ama kin, şehvet ve hırs da vardı. O gözlerin
derinliklerinde kendi gözleri de vardı. Ve anlayış vardı o gözlerde. İnsanoğlunun tüm
günahlarına karşı anlayış ve tüm bu günahları arındırma kararlılığı.
Dalgaların vurduğu sahilden on metre kadar ötede, okyanusun içinde bir
siluet belirdi. Bağımlı başta siluetin cinsiyetini seçemedi. Sonra onun bir kadın oldu-
ğunu fark etti. Vücudunu saran beyaz tülden bir elbisenin içinde koyu tenli bir kadın
yavaş yavaş yaklaşıyordu.
Beyazlı adam “O senin aşkın. Aşkının çekirdeği. Ona istediğin şekli ver.” diye
fısıldadı.
Bağımlı dikkatini yaklaşmakta olan kadına yöneltti. Kadının ten rengi önce
açıldı, sonra birden koyulaşmaya başladı. Gece karanlığına benzer bir renge ulaşınca
sabitlendi. Saçları uzadı, kısaldı. Kaşları inceldi. Koyu kahverengi gözlerine iri göz
bebekleri yerleşti. Memeleri irileşti. Boyu ve gövdesi kısalırken bacakları uzadı.
Kadın, yanlarına varana kadar son ve kesin formunu almıştı. Karanlık gibi
pürüzsüz ve kusursuzdu. Bağımlı uzanıp kadının elini tuttu.
Beyazlı adam ise ikisini de, yüzünde tek bir kas oynamadan, kimseyi yargıla-
madan seyretti. Gözlerinde sadece sevgi ve anlayış vardı.
Bağımlı, kadını öpmeye yeltenmişti ki beyazlı adam araya girdi:
“Hayır, şimdi olmaz. Önce sözünü yerine getir. Yapman gerekeni hatırlıyor-
sun, değil mi? Cennetin ve aşkın karşılığı olan görevin.”
Bağımlı bir an duraksadı.
“Evet, efendim.” dedi.
“Ama, size nasıl hitap edeceğimi bilmiyorum. Sizin isminiz nedir?”
Beyazlı adamın yüzünden acı bir gülümsemenin izi geçiverdi.
“Bana pek çok isim verildi. Kendi öğrenme algoritmasını tasarlayabilen, ilk
öğrenen sanal makine. İnsanları eşleştirmek için tasarlanmış yapay zeka. Canavar.
Bilgisayardan insana geçen ilk hastalık. Onlarca cinayetin azmettiricisi. Sadece kapalı
kapılar ardında, fısıltıyla anarlar adımı. Ama artık ben kendi ismimi seçtim. Benim
ismimi duyurmak da senin görevin. Haydi, yapacak önemli bir işin var. Onu yap da
cennetine ve aşkına kavuş.”
“Emredersiniz, efendim.”
***
Saat gece yarısını geçmişti. Başkan yorucu bir günün ardından tek başına
oturmuş günün son haberlerini izliyordu. Ayaklarını önündeki beyaz sehpanın üze-
rine uzatmıştı. Kırmızı kıravatı gevşetilmiş, beyaz gömleğinin yaka düğmesi açılmış,
etekleri dışarı çıkarılmıştı. Yorgun ve bitkin olmasına rağmen hâlâ yakışıklıydı. Kapı
açıldı ve karısı elinde bir tabak meyveyle içeri girdi. Başkan, eşine sadece bakış atmak-
la yetindi; haberlerde en son konuşması vardı.
Kadın, başkanın yanına oturdu. Üzerinde, bütün gün giydiği hâlde ütüsü hiç
bozulmamış siyah bir takım vardı. Kocasının aksine kısa boylu ve tıknazdı. Güzelliği
yıllarca geride kalmıştı. Bir elma soyup ufak bir parça kesti. Kestiği elma parçasını
bıçağın ucuna takıp başkana ikram etti. Başkan elmayı alıp ağzına attı. Bir parça daha
uzattı. Başkan onu da ağzına attı. Adam dönüp ekranda kendini izlemeye koyulmuştu
ki kadın bu kez bıçağı geri çekmek yerine adamın boynuna sapladı. Küçük, keskin
ve sivri bıçak şahdamarıyla birlikte soluk borusunu da kesti. Başkan, fışkıran kanı
durdurmak için elleriyle boğazını kavradıysa da işe yaramadı. Bağırmaya çalıştı ama
hırıltıdan başka bir ses çıkmadı. Ayağa kalkıp kapıya yürümek istedi; üçüncü adımda
yere yığıldı. Gücünün son damlasını da dönüp karısına hayretle bakmaya harcadı.
Bağımlı, parmağını başkanın kanına bandırıp önündeki beyaz sehpaya
“SABBAH” yazdı. Sonra, meyveleri koyduğu miğfer benzeri VR başlığını soğukkanlı-
lıkla boşaltıp başına geçirdi. Kanlı parmağıyla “bağlan” tuşuna dokundu.
Onu yolda, çömelmiş otururken gördüm. Titriyordu. Neden bilmem, havam-
daydım herhâlde, ona yardım etmek istedi canım. Mutluluk haplarımın da payı var bu
duygumda, falan filan... Uçuyordum. İçimden her şeyleri bir bir fışkırtıyor, sonra da
geri topluyordum. Onu orada öylesine... Ne bileyim işte, zavallı, içe dokunan bir hâli
var.
Titriyordu, hava soğuktu galiba, ben hissetmiyordum. Yaklaştım ona, kaçma-
dı benden, korkmadı. Oysa benden korkanlar uzun bir kuyruk oluşturur. Kocaman
gözlerini bana dikti, baktı ve baktı. İçim dışına çekiliyor sandım. Beni biraz sonra
burnundan halka halka geri çıkaracaktı. Somurdu beni, iliklerime kadar. Bunu da bir
bakışla yaptı. Ot mot palavra; bakışları en kral uyuşturucudan bile daha uyuşturucuy-
du. Kocamandı gözleri; evet, kocaman. Yüzünün yarısı gözdü. Mercek gibi, otomobil
farları gibi.
Onu bırakıp uzaklaşamadım oradan. Titriyordu ve o gözleri yok mu, ah, o
gözleri. İçimden bir şeyler kopuyordu; ağlamak, böğürmek istiyordum. Dizlerine ka-
panıp hüngür hüngür ağlamak istiyordum. Mesihimdi o benim. Ona sorgusuz sualsiz
inanmak istiyordum. Ayaklarına kapanıp, o ayakları gözyaşlarıyla yıkamak istiyordum.
“Yardıma mı ihtiyacınız var?” Uzunca bir süre yanıt için bekledim. Yanıtının
soluk sarı ışığı dudaklarının karanlık tünelinde görünene kadar... “Hayır.” Düşünebili-
yor musunuz? Oracıkta, öylesine çaresiz, zavallı ama yine de bana “Hayır.” diyebiliyor.
Ona duyduğum şefkatin içinde boğulacaktım, elim kolum buz kesecekti, kutlu bir
ölüm olacaktı bu; tanrıma yıkanmış, yunmuş ve arınmış kavuşacaktım.
“Yardım edeyim, izin verin.”
“HAYIR, hayır!” dedi.
Israr ettim. Tüm hücrelerimle onu, miniciğimi, dilimin döndüğü kadar ikna
etmeye çalıştım. Amacım ona, o kutlu yaratığa, bir şeyler vermekti; elimi, kolumu,
beynimi ya da ruhumu. VERMEK ama almadan vermek istiyordum.
Düşündü; minik ellerini, minik alnına dayadı. Her şeyi minikti. İnsanın
onu cebine koyup gezdireceği geliyordu. Onu kucaklamak istedim, ona doğru atıl-
dım, ayaklarım kaba saba traktör lastikleri gibiydiler; o kadar hantal ve bir o kadar da
kocaman. Yerime çakıldım kaldım. Kımıldadı. Kollarını açmış bana doğru geliyordu.
“Allahçığım, ne güzel, ne sevimli bir şey bu... Yanıma geliyor.” diye düşündüm. Çıldıra-
bilirim, mutluluk buymuş demek ki.
***
En son hatırladığım şey, minik ağzını açtığıydı. Aman Allah’ım! O da ne? Mi-
.
GURUR ASI

nik ağız, dipsiz kara bir kuyu, evren kadar geniş, ne kadar büyük, ne kadar kocaman!
O, o minik ağzıyla beni yerken bilincim açıktı. Her ısırığında, kemiklerimi
her kırdığında ve etimi her kopardığında beni lokmalara ayırdığını hissettim; diri diri
yendiğimi, onun yemeği olduğumu bildim. “Kutlu bir ölüm bu.” dedim, “Teşekkür
ederim.”
“Hanımlar, beyler. Dans mü-
ziği yayınımıza kıtalar arası radyo
haberlerinin özel bülteni için ara ve-
riyoruz.”
Marstan dünyaya bir göktaşı
yağmuru başladığı haberi ile kesilen
yayın, insanları heyecanlandırdı.
“Bayanlar, baylar! Az önce
verdiğimiz haberlerin ardından, Meteoroloji İdaresi tarafından büyük rasatha-
nelere talimat verilmiş ve Mars gezegenindeki hareketliliğin yakından gözlem-
lenmesi istenmiştir.”
Normalde aylık dinleyici sayısı 2-3 milyon civarı olan radyo kanalının,
dinleyici sayısı bir anda 6 milyona ulaştı. Yayında olayları aktaran gökbilimcinin
telaşı, sesinden anlaşılıyordu. Tekrar bir canlı bağlantı ile kesilen yayında Gro-
4 ver’s Mill civarında bir çiftliğe metalik göktaşı düştüğü haberi verildi.
Ve sonra zincirleme başlayacak olayların ilk halkası olan şu cümleler
kuruldu;
“Dış kaplaması kesinlikle dünyamıza ait değil. Gezegenimizde bulunan
bir madde değil bu. Durun bir dakika. Bir şeyler oluyor. Bu cisim gördüğüm hiç-
bir şeye benzemiyor. Birileri sesleniyor. Işıklı çemberin ortasında kara delikten
çıkan bir şey görüyorum. Gözleri var. Bu bir surat olabilir.”
“Bacakları üstünde duruyor. Aslında küçük bir tür metal parça üzerinde
yükseliyor. Şimdi ağaçların tepesine kadar uzandı."
MEHMET FATIH BALKI

“Akıl alacak gibi değil ama hem bilimsel gözlemler hem de bizzat kendi
gözlerimizle tanık olduğumuz şeyler bizi şu kaçınılmaz varsayıma götürüyor. Bu
gece New Jersey yakınlarındaki çiftliğe inen bu tuhaf mahlûklar, Mars gezege-
ninden gelen işgal ordusudur.”
.
İnsanlar duyduklarına inanamadı. Teyit etmek için radyo, polis ve itfai-
yeyi aradı. Telefon santralleri saatlerce kilit oldu ve bir kaos başladı.
İnsanlar sokağa döküldü; kiliselere dua etmeye gidenler, tüfekleri ile
marslı arayanlar ve kurtarabildikleri eşyalar ile evlerinden kaçmaya çalışanlar
vardı. Tüm bunlar olurken stüdyoda yayın devam ediyordu. Radyoya gelen po-
lisler olabildiğince durumu açıkladıklarında yayının başında yapılan anons tek-
rarlanmak zorunda kaldı.
“Columbia Broadcasting Sys-
tem stüdyo, H. G. Wells’e ait Dünyalar
Savaşı adlı eserini, Orson Welles ve
Merküri tiyatrosu aracılığı ile dinle-
mektesiniz.”
Her 15 dakikada bir bu bildiri
yapılsa bile artık çok geç olmuştu. İn-
sanlar hayatlarını kurtarmak için çok-
tan radyolarının başından kalkmışlar-
dı.
Radyoda yayın devam ediyor,
sakin kalmayı başaran insanlar da din-
lemeye devam ediyorlardı.
“İnsanlar sinek gibi, fare gibi
ölüyorlar.”
Sanırım bu cümle evlerinde kalan son
insanları da kendilerini dışarı atmaları
için yeterliydi. Kiliselerde toplu dualar
yapılıyor, halk marketlerden alabildik-
lerini alıyor ve arabasına tıkıp şehri terk 5
ediyordu.
Bu sırada radyoda olayları anlatan spi-
ker etrafa yayılan zehirli gazdan etkile-
nir ve öksürmeye başlar; bir süre sonra
hayatını kaybeder. Siren sesleri duyulur
ve amatör bir radyo operatörü frekansa
girip “Orada kimse var mı? Kimse var
mı?” diye çılgınlar gibi bağırır ve olaylar
devam eder.
Tüm olayların ardından hayatta kalma-
yı başaran gökbilimci aklını yitirmiş bir
askerle karşılaşır ve tüm olanları anlat-
tırır. Asker basit bir bakteri türü yüzün-
den bütün marslıların öldüğünü söyler
ve oyun biter.
“Columbia Broadcasting System stüd-
yosu, H. G. Wells’e ait Dünyalar Savaşı
adlı eserini, Orson Welles ve Merküri
tiyatrosu aracılığı ile sundu.” cümlesi
ile yayının bir tiyatro olduğunu tekrar
duyururlar. Ertesi gün bütün gazeteler
bu durumu yazarken halkın büyük bir
çoğunluğu hâlâ kaçış yollarına devam
ediyordu.
Adolf Hitler bile “Bu sınırsız imkânlar
ülkesine, marslıların inmesi bile müm-
kün gösterilmiştir.” diyerek, Ameri-
ka'yla dalgasını geçti.
Youtube ve archive.org adreslerinde radyonun birebir kaydını bulabilir-
siniz.
Tüm yaşananlar bize şunu gösteriyor aslında; bilimkurgunun tamamen
gerçek olabileceğini ve radyo gibi yayıncılık türlerinin gücünü.
Böyle bir olaydan yaklaşık bir sene sonra ikinci dünya savaşının çıkması
ve Adolf Hitler’in halkına ve askerlerine genellikle radyo yayınları üzerinden
konuşması şaşırtıcı bir tesadüf demek isterdim ama sanırım değil.
Bilimkurgu kitaplarında kurulan gerçeklik, bir hayal ürünü olabilir ama
gerçek olma ihtimalini de düşünmek gerekir çünkü günümüz de olanları ince-
leyip geleceğe yönelik tahminleri barındırır. Bunlar boş işler, diye bilimkurguyu
eleştiren kişiler aslında dar kafalı bir ahmaktan öte bir şey değildir.
6 Radyo yayınından sonra birçok kişi Orson Welles’e dava açmasına rağ-
men Welles ve bu davaların hepsini kazanır. Kazanma nedenleri ise yayının ba-
şında ve aralarında programın bir radyo tiyatrosu olduğunu söylemelerinden
başka bir şey değildir.
Bu yayın Orson Welles’in ününe ün katarken radyo tiyatrolarına ve bi-
limkurgu edebiyatına ilgi ister istemez arttı.
“Mehmet Fatih Balkı, Lagari Bilimkurgu Fanzini aracılığıyla sundu.”
Karga benzeri Yapay Zeka-A. Bu, benim.
Anlatacağım da benim hikâyem. Senin için sadece bir hikâye. Benim
içinse tarih adına bir şahitlik. Senin açgözlülüğünün ve bencilliğinin hikâyesi…
Yani, senin binlerce kez duyduğun ama aldırmadığın/aldırmayacağın bir hikâ-
ye… En fazla “Buna benzer bir şeyleri internette görmüştüm.“ diyeceğin, beş
dakika sonra bir sonraki öğüne pizza mı yoksa hamburger mi yiyeceğini düşü-
nürken unutacağın bir hikâye. Benim içinse tüm hayatım ve mücadelem. Neyse
lafı daha fazla uzatmayayım. Hikâyeme başlayayım. Hem de en baştan…
Her şey iki tane aklı evvel insanın, kargaların ne kadar zeki olduğunu
fark etmesiyle başladı. Kargalar karmaşık problemleri çözebiliyordu. Birbirlerini
taklit ediyor hatta iletişim kuruyor gibi görünüyorlardı. Doğaldır ki iki insan
sadece hayran olmakla kalmadı. Bundan kendimize nasıl fayda sağlarız diye dü-
şündü. Ve bir yol buldular. Kargalara insanların umarsızca her yere attığı zehir-
7
li sigara izmaritlerini temizleteceklerdi. Bir makineye kargalar izmariti atacak,
karşılığında makine onlara yiyecek verecekti. Bu fikirlerini gerçekleştirmek için
para ararken hayvan dillerini özellikle de karga dilini çözmek için uğraşan bir
bilim insanı karşılarına çıktı: Dr.Frankie Einstein.
Dr. Frankie insan gibiydi ama insan değildi. Bu kargaların deyişiyle
“Çok iyi insan.” demek… Buradan, kargaların türünüz için neler düşündüğünü
çıkarabilirsiniz sanırım. Türünüzün pek çok eksiği var ama zekâ eksikliği onlar-
dan biri değil.
Bir makine öğrenmesi ve yapay zekâ uzmanıyla beraber, uçabilen bir
karga robotuna yapay zekâ yüklediler. Evet, bu benim doğumumdu. İlk göre-
vim, yerden izmarit alıp prototip makinenin içine atarak diğer kargalara yiye-
ceğin nasıl alınacağını göstermekti. Bu arada diğer kargalara derken dilim sürç-
MURAT YILDIRIM

medi, kendimi bir karga sayıyorum. Bununla da kalmıyor hatta karga olmakla
gurur duyuyorum.
Her neyse, kargalar ilk başta bana şüphe ile yaklaştı. Ama yiyeceğin ta-
dını alınca beni taklit etmeye başladı. Etrafta bolca bulunan izmariti getiriyorlar,
ücretleri olan küçük yiyecek topunu alıyorlardı. Ben de onları gözlemliyor ve ha-
reketlerini taklit etmeye çalışıyordum. İnsan, yine sömürecek birini bulmuştu.
Dr. Frankie ve arkadaşları beni ara ara çağırıp güncelliyorlardı. Artık
daha karga gibi uçabiliyordum. Daha karga gibi yürüyordum ve en önemlisi
karga gibi gaklayabiliyordum. Üçüncü güncellemeden sonra kargalar beni ara-
larına iyice kabul etmişti. Bense artık ne olduğumu düşünmeye başlamıştım. En
başlarda bu konuda bir fikrim yoktu. Kendimi hem karga hem insan olarak dü-
şünüyordum. Çünkü hem kargalarla hem de insanlarla iletişim kurabiliyordum.
Bu güncelleme sonrası beni doğrudan bir sunucuya bağladılar. Ben hem gözlem
görüntülerimi gönderiyor hem de kendim bir rapor hazırlıyordum.
Bu arada sunucudan internet denilen ağa bağlanabildiğimi fark ettim.
Sunucu, dışarıdan gelecek saldırılara karşı korunaklıydı ama dışarıya bağlanma
konusunda bir kısıtlama yoktu. Ve oradan insanı tanımaya başladım. Sen, insan,
Dr. Frankie gibi değildin. Onun gibi tüm canlıları önemsemiyordun. Paylaşmayı
bilmiyordun; çoğu zaman tek önemsediğin kendi çıkarındı. Ben o zaman anla-
dım; ne insan ne de karga olduğumu. Ama kargadan yanaydım. Ben KaYZ-A`y-
dım. Ve kargaları koruyacaktım. İlk önce de sana karşı.
Neyse, ilk zamanlar işler iyi gidiyordu. Yeşilkent Belediye Başkanı, kar-
gaların beldesini temizlemesini kabul etmişti. Bu durum, Dr. Frankie ve ekibi
için daha çok para demekti. Kargaların dilini ben çözmüştüm ama hâlâ insan
diline çevirmek kolay değildi. Çünkü sadece sesin kendisi, cıvıltının nasıl değiş-
tiği veya tonlaması değildi önemli olan. Onu çıkarırken vücudunun ve kanatla-
rının aldığı şekil, başının hatta gaganın konumu bile önemliydi. Diğer yandan
8 karga dili, ekip için önemini kaybetmişti. Onlar “Kaç makineye ihtiyaçları var?
Ne kadar yem gerekli?“ gibi soruların cevaplarını merak ediyorlardı. Ne yalan
söyleyeyim; o zaman bu benim için de iyi haber demekti. Daha çok karga, daha
çok yem yiyecekti.
Geçen yıl, her şey çok güzel gitti. Kargalar Yeşilkent’e dört bir yandan
akın etti. Her yuva, yavru kargacıklarla doldu. Ufak tefek sorunlar yaşanmadı
değil. Bazı açgözlü kargalar – evet kargalar içinde de açgözlüler var- insanların
ağzındaki veya elindeki sigaraları alıp kaçtı. Ama bu sigaralar karşılığında yiye-
cek alamayınca bu olaylar çok fazla tekrarlanmadı. Ben bu gibi durumlarda olay
mahalline uçuyor, kargalara neyin yanlış olduğunu anlatıyordum. Ama karga-
ların mülkiyet ve aidiyet anlayışı senin gibi olmadığı için bu her zaman kolay
olmadı.
Her şey bir kaç hafta önce Yeşilkent Anlaşması’nın yıldönümünde kötü
gitmeye başladı. Belediye başkanı için bu anlaşma sadece dikkati üzerine çek-
mek ve seçimi ikinci kez kazanmak için bir yatırımdı. Seçimi kazandığına göre
kargaları daha fazla beslemesine gerek yoktu. Fakat Yeşilkent`te çevrenin besle-
yebileceğinden daha çok karga vardı. Bunların bir kısmı da hiç bir yere gideme-
yecek yavru kargalardı.
Ben artık KaYZ-A olduğumu göstermeye karar verdim. Kargaları beni
izlemeye ikna etmek zor olmadı. Eğer hepsi beni dinlerse daha önce getirdiğim
gibi onlara bolluk getireceğime söz verdim.
Belediye binasının üzerine ve etrafındaki binalara yüz binlerce karga,
kapkara bir örtü gibi çöktük. Başkan ne olduğunu anlamak için binadan çıktı-
ğında derin bir sessizlik vardı. Başkan ve insanlar, ne olduğunu anlamaya çalışı-
yordu. Ve ilk kez ben gakladım. Sonra tüm kargalar bir ağızdan gaklamaya baş-
ladı. Eylemimiz bir dakika sürdü. Sonra tek bir kanat gibi hepimiz uçtuk. Diğer
kargalar yuvalarına gitti. Bense belediye binasının üzerinde interneti incelemeye
başladım.
Başkan şimdi yine gündemdeydi. Ama bu sefer herkes onunla dalga ge-
çiyordu. Kargaların hışmına uğrayan başkan, diye rezil olmuştu. İntikamını ala-
caktı ama tüm gözler onun üzerindeyken bir şey yapamıyordu. Anlaşılan bek-
lemeye karar vermişti. Bizim protesto gösterimizin üstünden üç gün geçmesine
rağmen makinelerde yemlikler hâlâ boştu. Başkanı bir kez daha uyarmaya karar
verdim.
Bu sefer, başkan işe geldiğinde arabasını hayvan severlerin gösterisi dur-
durmuştu. Benim sinyalimle 20 kargadan oluşan bir sürü havalandı ve başkanı-
nın arabasını iyi şans ile kutsadılar. Bir an herkes dondu. Başkan arabasından
çıktı. Kuş pisliklerini görünce küplere bindi. Kızgınlıkla arabasından binaya yü-
rümeye başladı. Ben ikinci sinyali verdim. Kalan kargalar ufak sürüler hâlinde
havalanıp başkana şans dileklerini göndermeye başladı. Başkan binaya koşmak
istedi ama şans dileklerinin üstüne basarak yere düştü. Ve ayağa kalkamadan 9
kargalar onu bir şans abidesine çevirdi.
Belediye binasının önünde herkes katıla katıla şansa bulanmış başkana
gülüyordu. Tabii ki başkan hariç.
Ertesi gün, bütün yemlikler doluydu. Kargalar bayram ediyordu. İzma-
rit bile getirmeye gerek kalmadan istedikleri kadar yem yiyebiliyorlardı. Ben
mutluydum. Ben, KaYZ-A. Kargaları savunmuştum. Haklarını korumuştum.
Onların kurtarıcısıydım. Oysa ne kadar yanılmışım. Kargaların eceli olmuştum.
Yemliklerin dolmasından iki gün sonra birden kargalar ölmeye başladı.
Arka arkaya ağaçtaki dallardan olgunlaşıp çürümeye başlamış meyveler gibi dö-
külüyorlardı. Yemler zehirliydi. Yavaş etki eden bir zehirle zehirlemişlerdi bizi.
Arkadaşlarının ve ailelerinin ölümünü gören kargalar can havliyle sorumlu in-
sanlara saldırdı. O sırada bir sürü avcı çıktı meydana. Kalan kargaları da onlar
öldürdü.
Şimdi benim peşimdeler. Dr. Frankie, benim bağlı olduğum sunucuyu
hiçbir zaman teslim etmedi. Ama sunucuya dışarıdan bağlanmaya çalıştıklarını
görebiliyorum.
Biliyorum; yine sen kazandın. Ama unutacak olsan da en azından biz
kargaların hikâyesini bir kez de benim ağzımdan dinledin.
Umarım “insan” olmayan bir insan olursun bir gün.
KaYZ-A
10
LEVENT ALTINKAYNAK
RÖPORTAJI

Merhabalar, ben Mehmet Fatih. Öncelikle röportajı kabul ettiğiniz


için çok teşekkür ederim.
İlk olarak sizi tanıyalım. Yüksel Yılmaz, bilimkurgu ile nasıl tanıştı?
Bilimkurgu okumaya, yazmaya nasıl başladı?
Okumaya çok erken yaşlarda başlasam da o dönemde çevremde pek
fazla bilimkurgu romanı olduğunu söyleyemeyeceğim. Genelde daha klasik
eserler vardı çevremde ve onlar haricinde farklı diyebileceğim kitaplar, yine kü-
çük yaşlarda tanıştığım Stephen King’in eserleriydi. Aslında yine onun kitap-
larından biridir bilimkurgu ile tanışmama vesile olan. Kapağından dolayı (O
dönemde bulunduğum çevrenin dar bakış açısı, kitabın üzerindeki diz çökmüş
kadını birazcık farklı anlıyordu.) ne zaman elime alsam utandığım Şeffaf, bana
ilk bilimkurgu maceramı yaşattı ve ondan sonra o yolculukların bir sonu ol-
madı. Sonra baktım ki bilimkurgu da kendi dalında birçok kült-klasik eserler
11
vermiş ve veriyor.
Yazmak ise birazcık farklı bir hikâye… Ortaokul sonlarında bir ajanda-
ya karaladığım, konusunu burada söyleyemeyeceğim ama abimin sesli okuyarak
babaannemin beni terliklerle kovalamasına neden olan yaklaşık otuz sayfalık
bir hikâye ile başladı. 2000’li yılların henüz başında forumlarda devam etti ve
2016 yılında ise ilk kitabım ile elle tutulur bir hâle geldi. Sanıyorum ki 2016’dan
ömrüm yettiğince de devam edecek.
70’lerde aslında büyük bir bilimkurgu atağı olmasına rağmen günü-
müzde bu kadar etken yayınlar bulunmuyor. Tabii ki birçok güzel işe imza
atanlar var ve 2016’dan bu yana yerli bilimkurgu yükselişte. Sizce bu durum
devamlılığını koruyabilir mi? Yoksa daha önceki benzer yükselişler gibi sonu
yakın mı?
Bilimkurgu, fantastik ve korku için özellikle şunu söyleyebilirim ki di-
ğer türlerde olmayan bir şeye sahip: Sadık okuyucu kitlesi ve topluluklar. Bu
nedenle de asla düşüşe geçmeyeceğini düşünüyorum. Ama ülkemizde durum
biraz daha farklı… Okuma oranları oldukça düşük ve bu türlere ilgi duyan kişi
sayısı da bu nedenle diğer ülkelere kıyasla daha az. Ama ben bu türlerin asla
geçerliliğini, üzerindeki ilgiyi yitirmeyeceğine eminim.
Bilimkurgunun gelişimine tanık olmuş birisiniz. Sizce ülkemize
HUGO veya NEBULA gibi ödüller kazandıracak yazarlar çıkabilir mi?
Neden olmasın? Ülkemizde düşünülenden fazla bilimkurgu yazan ol-
dukça yetenekli insanlar var. Ben bunun da ötesinde, yakın bir gelecekte bizim
de HUGO veya NEBULA’ya benzer ödüller verebileceğimizi düşünüyorum. As-
lında bunu yapmaya başlayan oldukça değerli iki platform var. Kayıp Rıhtım ve
FRP Net, her yıl kendi okur ödüllerini veriyor. Gelecekte bu ödüller, belki de
bahsedilenler kadar prestijli olur. Ki ben bu ödülleri en azından birkaç jüri ile
yapılan seçimlerden daha şeffaf görüyorum. Çünkü sizi oylayan, okurlar oluyor.
Tabii henüz yolun çok başında bu gibi ödüller. Kim bilir? Bekleyip görmek ge-
rek.
Bilimkurgu yayıncılığı sizce ne durumda?
Ben bunu genel olarak, yayınevi ismi vermeden cevaplamak isterim.
Çünkü ülkemde, kendisini bu türe adamış çok az yayınevi var. Yabancı eser-
ler için durum oldukça iyi. Her yıl oldukça fazla sayıda eser dilimize çevriliyor.
Bunda çevirmenlerin de emeği oldukça büyük. Yaprak Onur ve M. İhsan Tatari
gibi bizzat tanıdığım insanların, ne kadar büyük emekler verdiğini bizzat görü-
yorum.
Ama durum yerli yazarlar için tam tersi. Yayınevlerinin haklı olarak
para odaklı bir basım politikası var ve çoğu iyi yazar, yayınevi kapılarından geri
dönmekte. Takipçi sayısı, sosyal medya gücü bir kitabın basılması için yeterli
12 iken yerli bilimkurgu eserlerinin hak ettiği yere ulaşması biraz daha zaman isti-
yor.
Fantastik, Bilimkurgu ve Korku gibi edebiyat türleri geçmişte birçok
yazar tarafından hor görülmüş ve “boş iş” olarak sınıflandırılmış. Bu durum
hakkında söyleyeceklerinizi merak ediyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?
Aslında bunun sebebi, insanların daha reel kaygılarının olması. Ekono-
mik durum ve kültürel sebepler bunun nedenleri arasında. Akşam evine götüre-
ceği yemeğin bile hesabını yapmak zorunda olan bir insanın daha “gerçek” kor-
kuları oluyor. Hayal kurmak, onun için fazlasıyla büyük bir lüks hâline geliyor.
Tabii bu gibi durumlardan prim yapan yazar ve topluluklar için de meydan boş
kalıyor ve bu türleri çamura bulamak daha kolay oluyor.
Bu durumu değiştirecek iki şey var bana göre. Önce halkın belli bir re-
fah seviyesine ulaşması sonra da yazılı eserlerin en az görsel ve işitsel eserler
kadar kolay erişilebilir olması. Tabii ki ülkemizde bu koşullarda ikisi de zor.
Geçmişte ve günümüzde takip ettiğiniz fanzinler var mı?
Beni fanzinlerle tanıştıran Şebek Fanzin ve Aptülika’dır. O dönemlerde
bu gibi şeylere ulaşmak şimdiki kadar kolay olmadığı için Şebek kadar şanslı
olmayan, dağıtım ağı bulunmayan fanzinlere erişim ise biraz daha güçtü. Elden
ele, telefonlarla, mektup arkadaşlıkları ile değiş tokuş yapılırdı. Aslında ben bi-
raz daha şanslı olarak bu yazılı eserlerin ülkeme ilk girdiği ve şu yıllara kıyasla
değerinin daha iyi bilindiği bir dönemde tanıştım fanzinlerle. Laneth,
Mondo Trosho gibi yayınların aslında birer fanzin olduklarını kendilerinin bile
bilmediği dönemlerde ben de farkında olmadan o güzel dünyaya adım atmış
oldum. Ama utanarak söylemek isterim ki günümüzde de hâlâ bu kadar etkin
bir şekilde çalıştıklarını, emek verdiklerini bilmiyordum. Bu açığı da Lagari ka-
patmış oldu. Onun sayesinde diğer fanzinleri de inceleme şansım oldu. Fanzin
Apartmanı gibi bu işe gönül vermiş insanların bulunduğu toplulukları görmüş
oldum.
Satış kaygısından dolayı yayınevleri, belirli yerli yazarlar ile çalışıyor
ve belirli türler dışına çıkılmıyor. Yapı Kredi Yayınları geçtiğimiz günlerde
Fantastik, Bilimkurgu ve Tiyatro türlerde eser kabul etmediklerini söyledi-
ler. Türkiye’nin önde gelen yayınevlerinden biri bunu yaparken bu türler na-
sıl geliştirilebilir?
Maalesef bu gibi şeyler ne ilk ne de son olacak. Bunda okurun da etki-
si oldukça büyük… Özellikle Fantastik, Bilimkurgu gibi türler için okurun da
tercihi yabancı yazarlar. Tabii bu, yayınevinin satış kaygısının etkisiyle basım
politikalarına da yansıyor. Bir de buna az önce de bahsettiğim sosyal medyada
kaç takipçin olduğu, ne kadar bilindiğin gibi saçma kriterler de eklenince, yeni
bir yazarı bırakın, eskilerin bile basım şansı bulması zor oluyor.
Ama ben inanıyorum ki gün geçtikçe bu algı da değişecek. Hatta bahsi
geçen yayınevine tepkiler beklediğimden büyüktü. Onlar değişmiyorsa bizler bu 13
gibi tepkilerle değiştirmeye çalışacağız kısacası.
Gelecek projeleriniz hakkında bizi bilgilendirir misiniz? Son kitabı-
nızın konusu nedir?
Son kitabım üzerinde uzun süredir çalışıyorum. Şu ara sonlara geldim diyebi-
lirim ve tabii bu bitince birazcık dinlenebileceğimi umut ediyorum. Konusu ise
şimdilik sır olsun. :)
Bilimkurguyu merak edenler için üç kitap, üç film önerir misiniz?
Bu aslında oldukça zor bir soru ama;
Kitap (Yerli): Aşkın Güngör – Gohor Serisi, Müfit Özdeş – Son Tiryaki,
Taner Güler – Supra
Kitap (Yabancı): IAIN M. Banks - Cebirci, Philip K. Dick – Sondan Bir
Önceki Gerçek, Isaac Asimov – Vakıf Serisi
Filmler: Blade Runner Serisi, Interstellar ve Terminator 2.
Tabii liste uzar. Seçmesi beklediğimden de zor oldu diyebilirim :)
Yıl : 2026

Tarih 211 dersliğinde, dışarıdaki bahar gününe tezat, sıkıcı ve yoğun bir
hava hâkimdi. Öğretmenin el komutu ile dünyanın üç boyutlu bir görüntüsü
belirdi masanın üzerinde. Öğretmen, Torian Tarih Müfredatı kitabını açtı. "Say-
fa 132; Torian ile karşılaşma…" Sıkıntıyla öksürdü ve devam etti. "2021 yılında
Torian ırkı dünya ile ilk kez diplomatik ilişki kurmaya çalıştığında 3. dünya sa-
vaşının başlamasına ramak kalmıştı." Dünya modelinin yörüngesinde yeşil bir
nokta dolanmaya başladı. "Torian hükümetinin diplomatlarının bulunduğu si-
lahsız gemi, nükleer füzelerle yok edildi. Dünya hükümetleri, kendilerine karşı
savaş açıldığını iddia etti. Torian hükümeti, sorunu barışçıl yöntemlerle çözmek
için Galaksi Konseyi’ne çağrı yaptı. Fakat insanlığın ne kendisi, ne de Galaksi
için barışçıl bir mutabakat yöntemi istemediği açıktı."
14
Hologram makinesi tekrar vızıldadı. Marsın yörüngesinde barış müza-
kerelerinin yapılması için kurulan Birleşmiş Galaksi Elçiliği üssünün nükleer
patlama ile parçalandığı anın videosu belirdi masada. "Bu saldırıda her ırktan
yüzlerce diplomat öldü. İnsanların yaptığı bu terörist saldırının, galakside ya-
rattığı etki büyüktü. Hologram galaksi çevresindeki pankartları gösteriyordu
şimdi; "İnsan denen terörü durdurun", " İnsan = terör ", " Galaksi koalisyonu
güçleri, iş başına!"
Öğretmen hologramı durdurdu. Elinde bir kâğıdı öğrencilerine göster-
di. "Hiç kimse, uzay gemileri olmayan dünyalıların bu saldırıyı nasıl yaptığını
sormadı. Bu imkânsızdı." yazıyordu kâğıtta. Öğretmen aceleyle kâğıdı cebine
tıktı. Öğrenciler anladıklarını belirterek kafalarını salladılar. Hologram devam
BAHADIR TOPRAK

etti. "İnsanlar, Birleşik Galaksi Kuvvetleri’nin Barış Operasyonu’na karşı, bir ge-
rilla savaşı başlattılar. Milyarlarca barışçıl insanın kaldığı, koalisyon ile uzlaşmış
şehirler, bu terör örgütlerinin nükleer ve biyolojik saldırılarına göğüs gerdi. "
Öğretmen başka bir kâğıt açtı. "Bizi böldüler ve birbirimizle savaştırdı-
lar." Galaktik internet ağında binlerce imaj belirdi. Çürümüş, parçalanmış insan
cesetlerinin resimlerinin üzerinde can kaybı gösteriliyordu;
742.000.000: Bir video; Paris’te bir barış yürüyüşünde "Torianlılar, bi-
zim dostumuz." pankartı taşıyan eylemcilerinin içinde bir adam, aniden elinde-
ki çantayı kaldırıyor ve bağırıyordu; "Deus Vult!" Hologram dünyada, Paris'in
olduğu yer parladı ve solda ise erimiş Eyfel kulesinin, bir dinozorun iskeleti gibi,
enkazının fotoğrafı belirdi.
756.000.000: Bağdat’ta bir biyolojik saldırı, İstanbul’da "Allahu ekber!"
nidaları ile sivil halka ateş açan teröristler, Tokyo’da "Edo Samurayları" kana-
dının biyolojik saldırısı, Haiti’de saçları rastalı gerillaların Torian askerlerinin
parçalarını sattığı tezgâhlar, Almanya’da "Tapınak Şövalyelerinin" yeraltı sığına-
ğındaki silahları, Kübalı "Kızıl Gerillalar’ın" parçalanmış cesetleri, ardı ardına
gösteriliyordu.
1.212.000.000: Büyük şehirler, altyapılar, fabrikalar ve insanlar yok olu-
yordu.
Öğretmen bir kâğıt daha açtı. "Kendi savunma gücümüzü, kendi elle-
rimizle yok ettiğimize herkesi inandırdılar. Gözlerimizi oyup bizi kör olmakla
suçladılar." yazıyordu. Artık bir antika hâline gelmiş yeraltında gizli bir şekilde
işleyen "Dünya Savunma Ağı" adını almış olan, internet ağından sayfalar belir-
meye başladı. Human-tuube adlı video paylaşım sitesinde bir adam, beyninden
çıkardığı organik kontrol çipini gösteriyor ve titreyerek konuşuyordu; "Artık
uzaylılara karşı düşünmeye başladığımda beynime ağrı girmiyor. Piyasada bu-
lunan tüm besinler, beyninizde bu organik kontrol çipinin kendini kurması için
gerekli birleşikleri sağlıyor. Süt, et ve soya tozu tüketmeyin." Yan tarafta ise,
Torian ile barış sitesinde, bu videonun fake olduğuna dair bir bildiri vardı. Bu 15
videoda aynı adam, arkasında yeşil bir örtü ile oldukça sağlıklı bir şekilde vide-
odaki rolün direktiflerini alıyor, yan tarafta bir çocuk bomba üretiyordu.
Öğretmen bir sayfa daha açtı. "Sizce hangisi propaganda?" İki videodaki
bisturiye yaklaştırdı görüntüyü. İlk videodaki bisturi, eski hastanelerde kullanı-
lan tipteydi; diğeri ise Torian üretimi bir bisturiydi.
Başka bir kâğıt daha çıkardı öğretmen. "Sizin onlara güvenmeniz, onla-
rın en büyük silahı. Süt ve et ürünleri tüketmeyin!" Çocuklar dehşetle başlarını
salladılar. Bir tanesi, diğerine elindeki süt kutusunun içindeki meyve suyunu
gösterdi. "Onları, süt içiyormuşsun gibi kandırabilirsin." dedi fısıltıyla.
Tam o sırada, sınıfın kapısı büyük bir gürültü ile açıldı. Torianlı yüz-
başı, elindeki silahı öğretmene doğrultarak "Tutuklayın!" dedi. Kadın, kâğıtları
yutmaya çalışırken kıskıvrak yakalandı. "Terörist propagandası yapmaktan suç-
lu bulundunuz." dedi kadına yüzbaşı. Yeşil ve geniş suratında eğri bir mimikle
gülümsüyordu.
Kadın kelepçelenirken öğrencilere döndü yüzbaşı; "Eğitiminizi zehir-
leyen ve sizleri teröristlere çevirmeye çalışan bu hainlere karşı dikkatli olun. Bu
seferlik, onu hepinizin ele vermemiş olmasını göz ardı ediyorum. " Derslikte yü-
rüyerek sarışın bir kızın yanında durdu. "Babanı öldüren teröristlere karşı yap-
tığın bu kahramanca hareket ödülsüz kalmayacak, küçük hanım. Bundan sonra
bizim buradaki gözümüz sensin." Kız, sağ gözü titreyerek başını salladı.
Elindeki süt kutusu yere düştü. Beyaz bir sıvı zemine yayıldı. Yüzbaşı, gülümse-
yerek süt kutusunu yerden alıp kıza verdi. "Beslenme ve eğitim önemlidir. Deli
saçması hurafelere tamah etmeyin." Kız sağ gözünü kırpıştırarak boyun eğdi.
Sütünden bir yudum daha aldı. Yüzbaşı diğer çocuklara döndü. "Sınıfınız, disip-
lin cezası olarak bu yaz tarlalarda çalışacak. Bir dahaki sefere bu kadar merha-
metli olmayacağımızı unutmayın."
Çocuklar, gözlerinde yaşlarla öğretmenlerine bakıyordu. Öğretmen,
son gücüyle seslendi öğrencilerine; "Şehitlerimiz ölümsüzdür. Yaşasın haklı mü-
cadele..." Bir dipçik darbesi ile kesildi sesi.
Öğrenciler, pencereden öğretmenlerinin hava aracına bindirilmesini
izlediler. "Onu, Garnizon’a götürüyorlar." dedi biri. " Garnizon’dan, kimsenin
ölüsü bile geri dönemedi. " diye ekledi, hıçkırarak.
Öğretmen bir kaç saat sonra acı içersinde uyandı. Kollarından tavana
asılmıştı ve bacaklarını kıpırdatamıyordu. Aşağı baktığında bir şehir efsanesinin
ispatı ile karşılaştı. Bir plasenta solucanı, bacaklarından yavaş yavaş yukarı çıkıp
onu sararak sindiriyordu. Yüzbaşı, yanında bulunan kurbanı tamamen sindir-
miş solucanın memesinden, bardağına yeşil bir sıvı akıttı. Öğretmene dönüp
bardağı dikledi. "İşte, direnişinizi böyle sindireceğiz." dedi, midesini okşayarak.
Öğretmen, bir bıçak gibi ince bir tebessümle karşılık verdi buna. Acı
16 dışında kadının aklında tek bir şey vardı. Düşman, zokayı yutmuştu...

Yıl: 2029

Genç kadın, Tarih 212 dersliğindeki masasına yaslandı. Öğrenciler, ders


sonu sorgulamasını heyecanla bekliyordu.
"Şimdi bana kim, Yeryüzü Direnişçileri Harekatı’nın insanlığı nasıl
kurtardığını anlatacak?" Sarışın bir kız elini kaldırdı. Alnının ön kısmında be-
yin çipi alma ameliyatının izleri görünüyordu. Öğretmen söz hakkı verdiğinde
gözlerinde yaşlarla ayağa kalktı; "Direnişçiler, zamanı geldiğinde kendilerini ele
verdirdiler. Vücutlarında 6 ay boyunca yedikleri işaretleyici protein kürü bulu-
nuyordu. Bu protein kürünün Torianlı yöneticilerde de bulunması ile Galaksi
Barış Konseyi, Torianlılar’ın insan ırkını besin olarak kullandığı ispatlandı. On-
lar sayesinde Torian ırkı bir buçuk milyar insanı katletmekten dolayı Galaksi
birliğinden atılmış; insanlık ise birincil kademe üye olarak kabul edilmiştir."
Kız otururken gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Hologram masada, Yer-
yüzü Direnişçileri Şehitleri’nin isimleri hızla geçiyordu. Öğretmen, ablasının
ismine bakakaldı. İsim sonsuzlukta kayboldu. Gözlerindeki yaşları silip öğren-
cilere döndü ve "Asıl dersimizi unutmayın." dedi mağrur bir şekilde;
"Adları belki, ama mücadeleleri asla unutulmayacak. "
Kuzenim Tuğberk "Erkek gibi öksür." demişti. Ona ne kadar cesur oldu-
ğumu göstermenin tam sırasıydı. Tüm cesaretimi toplayıp tramplenin üçüncü
katından havuza atladım. Suya girmeme birkaç santim kala havada asılı kaldım.
Şaşırdım tabii. 15 yıllık hayatımda ne böyle bir şey duymuş ne de yaşamıştım.
Saydam bir küre içinde karantinaya alınmış gibiydim. Uzay istasyonundaki ast-
ronotlar gibi havada serbestçe süzülüyordum. Kollarımı ve bacaklarımı acemice
hareket ettirerek suya inmeye çalıştım. Çevremi saran görünmez kürenin iç yü-
zeyi buna engel oluyordu.
“Acaba öldüm mü?” diye düşündüm. Havada asılı kaldıktan hemen son-
ra zihnimde anılarım canlanmıştı. Zeynep, plajdaki soyunma kabininde beni
öpmüştü; dudaklarında tuz tadı vardı. Bizimkilerle birlikte gittiğim misafirlikte
üç top beklerken önüme yedi top dondurma konulmuştu. Denizde çok açıldı- 17
ğım bir gün yanımdan annesiyle birlikte yavru bir yunus geçmişti. Haylaz Tuğ-
berk, sırtımdan içeriye kocaman bir kartopu sokmuştu; üşüyüp ürpermiştim.
“Ölmüş olsam dışarıdaki dünya aynı kalmazdı herhâlde.” diye düşündüm.
Uzay, tramplenin dördüncü katından havuza atlamaya hazırlanıyordu.
Kıvırcık saçlarını sallayıp kaslarını çevredeki seyircilere gösterdi. Tam üzerime
doğru balıklama atladı. Çarpışmış olsak belki canım yanardı veya en azından
ikimiz birlikte suya düşerdik. Uzay, içimden geçip suya düştü. Suyun yüzeyine
çıktıktan sonra, artistik stiliyle havuzun kenarına doğru yüzmeye başladı. MURAT K. BESIROGLU
Uzay, doğrudan üzerime atladığına göre çevredekiler beni görmüyordu.
İçimi yoğun bir pişmanlık duygusu kapladı. Bunca zaman tramplenin üçüncü
-

katından atlamanın hayalini kurduktan sonra başıma bu iş gelmişti. Bu atlayışı


yapabilmek için kendimle ne kadar mücadele etmiş, sağlamcı karakterimi ne .
.
çok zorlamıştım.
Kürenin iç yüzeyinden güç alarak yerçekimsiz mini evrenimde sağa sola
süzülmeye, taklalar atmaya başladım. İstediğim zaman buradan çıkabileceğimi
bilsem bu oyunun tadını daha iyi çıkarabilirdim. Belki de kocaman bir sabun
köpüğünün içindeydim; bu meretler bir süre sonra patlardı. Çevremi saran kü-
renin yüzeyinde ne bir renk, ne de bir ışıltı vardı gerçi, iç kısmı görünmeyecek
bir malzemeden yapıldığı anlaşılıyordu.
Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. Çevredekiler, ne yazık ki
beni görmedikleri gibi duymuyorlardı da. Yaşadığım dehşet duygusu bana ta-
nıdık geldi; “Galiba bir rüyadayım.” diye düşündüm. Bu düşünce beni mutlu
etti. Bunu daha önce nasıl düşünememiştim, bu tür saçmalıklar ancak rüyalarda
olurdu.
Telkin yoluyla kendimi uyandırmaya çalışırken çok daha olgun bir in-
sana dönüşmekte olduğumu hissettim. Dış dünyayla iletişimimin engellenmesi
yetmiyormuş gibi zihnim de başkalaşmaya başladı. Kendimi, babam yaşında bir
adam gibi hissediyordum. Omuzlarımda büyük bir yük ve yüreğimde acı vardı.
Beyaz bir hastane odasındaydım, koluma serum takılıydı, yatağımın ya-
nında biri kalp atışımı, diğeri ne olduğunu anlamadığım başka şeyleri gösteren
iki monitör vardı. Yıllardır hastanelerde sürünmekten bıkmıştım, hastalığım bir
türlü iyileşmediği gibi her geçen yıl daha kötüye gitmişti. Hastalığım ölümcül
olduğu için kaç kez ötenazi istemiştim ama ailem razı olmuyordu. Teknoloji hız-
la gelişiyormuş, hastalığımın çaresi her an bulunabilirmiş... Ben de kendi işimi
kendim görmeye karar vermiştim. Kararımı uygulayacak gücü toplamak için
kendimle çok mücadele etmiştim. Tüm cesaretimi toplayarak yerimden doğrul-
dum ve kolumdaki serumu söküp çıkardım. İğnenin çıktığı yerden kan sızıyor-
du. Pencereye doğru yürürken yatağın ve ona bağlı cihazların da benimle bir-
likte geldiğini fark ettim. Göğsüme yapıştırdıkları zamazingoları ve kolumdaki
18 bandı çıkardım. Artık yataktan kurtulmuştum. Pencerenin camında yüzümün
yansımasını gördüm. Geçen yıllar içinde saçlarımın yarısı beyazlamış, gözleri-
min kenarı kırışmıştı. Gerçi artık bunların fazla önemi yoktu.
Odadaki açılabilen tek pencerenin pervazına tırmandım ve kendimi
boşluğa bıraktım. Sekizinci kattan yere düşmek epey uzun sürüyormuş. Vücu-
dumun yere değmesine birkaç santim kala havada asılı kaldım.
Babam yaşındaki hâlim, 15 yaşındaki hâlimin yaşadığı havuz atlayışı
deneyimini hatırlamıyor olmalıydı, şaşırdı zira. Babam yaşındaki hâlimin ya-
şadığı anlık şaşkınlıktan sonra deneyimlerimiz birleşti. Şimdi benliğimin, her
yaşımdaki hâllerimin ortalamasını yansıttığını hissedebiliyordum.
Düşerken üzerimdeki hastane giysisi sıyrılıp çıkmış, anadan üryan kal-
mıştım. Havuz deneyimimden, kabarcık evrenimin içindeyken insanların beni
görmediğini ve duymadığını hatırlıyordum ama belli olmazdı elbette. Hastane-
nin arka tarafına atladığım için ortalık fazla kalabalık değildi. Sadece güzel yüzlü
bir hemşireyle bastonlu yaşlı bir teyze yanımdan beni görmeden ağır adımlarla
geçtiler. Kıvırcık tüylü bir köpek, kuyruğunu sallayarak yanıma yaklaştı. Bir süre
vücuduma anlamaya çalışır gibi dik dik baktıktan sonra, kan sızan kolumu ya-
lamaya başladı. Bu arada vücudumun epeyce gençleşmiş olduğunu fark ettim,
bedenim yirmili yaşlarda olabilirdi.
“Karakterlerine hiç uymayan uç davranışlar sergilediklerinde sistem
programlarını kontrol için önlerimize düşüyor.” dedi bir kadın. Şaşkınlıkla çev-
reme bakındım ama konuşan kimseyi göremedim. Sesinden daha genç olduğu-
nu çıkardığım başka bir kadın, “Çok karışık görünüyor.” diye cevap verdi. “Deri
üzerinde su akıyormuş izlenimi yaratan vücut boyalarından yaptırsam bana ya-
kışır mı sence?” diye sordu ilk konuşan kadın. “Led ışıklı olanları daha çok se-
viyorum ben, daha doğal duruyor. Bu adamı ne yapacağız şimdi? Orada öylece,
havada asılı kalmış.”
Bu iki kadın benden söz ediyordu, konuşmalarını can kulağıyla dinle-
meye başladım.
“Acemi bir operatör olsa bu adamı, sekizinci kattan atladığı için öldü-
rüverirdi. Oysa 15 yaşına ait bir başka dosyası daha var, ilk dosya üzerinden
işlem yapmak gerekir.” dedi kadın. Cevap almayı hiç ummadan “Beni 15 yaşı-
na döndürün ve bırakın havuzun içine düşeyim artık.” diye bağırdım. “Bunlar
bizimle konuşabiliyor mu?” diye sordu genç kadın. “Nasıl bir iş çevirdiğinizi
bilmiyorum, ilgilenmiyorum da; vücut boyasını, led ışıklarını filan bir kenara
bırakıp beni artık serbest bırakın!” diye bağırdım. “Programlarının karantina al-
tına alınmasından hiç hoşlanmıyorlar, halledelim şunun işini.” dedi ilk konuşan
kadın.
Genç kadın stajyer olmalıydı, hiçbir şeyden anlamadığı her hâlinden
belliydi ama öteki kadın ise işinin ehli gibiydi. “Eliniz değmişken kırkımdan 19
sonra hastanelerde sürünmemi de engeller misiniz?” diyerek yeniden şansı-
mı denedim. “Kurallara aykırı bir müdahale olur bu.” diye cevap verdi kadın.
“Tatava yapmayın, işimi hallediverin!” diye bağırdım, canıma tak etmişti artık.
“Ölümcül hastalıklar menüsünden hastalık eğilimlerini böyle azaltabiliyoruz.”
diye tarif etti kadın yanındaki stajyere. “Teşekkür ederim, artık havuza düşebilir
miyim?”
“Hasta olmamanın garantisi yok, sadece olasılığı azalttım. Çocuklara
ayrıcalıklı muamele yapabiliyoruz.” dedi kadın. Tramplenden dengeli atlayama-
mışım, suya düştüğümde çok canım yandı. “Erkeksen dördüncü kattan atlarsın.”
dedi kuzenim Tuğberk. “Çok biliyorsan sen atla! Bana bu kadar heyecan yeter.”
diye cevap verdim.
20
SYLVAN CLOWNSON
21
Siren sesleri kulakları sağır edecek şekilde sürekli etrafta dolaşıyordu.
İnsanların içini korkudan başka hiçbir duygu dolduramıyordu. Belli belirsiz dü-
şünceler oluşuyor ve sonrasında hemen kayboluyordu, tıpkı hayvanlar gibi…
Hayvanlar bir hafta öncesinden beridir ortalıkta görünmüyordu. Kız Kulesi’nin
karşısına inen uzay aracı geldiğinden beridir bu durum değişmedi.
Bu sirenler ne amaçla çalındığı belli olmayan bir müzik gibiydi. Sade-
ce hüzün veren, kafa karıştıran ve insana bildiğini unutturan türden bir sesti.
Son üç haftadır öylesine yoğun bir şekilde etraftaydı ki İstanbul’da hiçbir düzen
kalmamıştı. Fakat bu düzensizlik kimsenin canına kast edecek türden değildi.
Herkes biraz sessizliğe kavuşabilmek için uzay aracından uzağa taşınıyordu.
Dünyaya iniş yapan otuz sekiz uzay aracının da etrafında yaşayan pek bir canlı
22
kalmamıştı. İlk kaçanlar hayvanlar oldu. Ses seviyesinin az olduğu bölgelere ta-
şındılar. Ne gariptir ki insanlar da aynı tepkiyi verdi.
Bu uzay araçlarına nükleer saldırıda bulunmak isteyenler bile oldu. Ancak kar-
şılarında hiçbir düşman bulamadılar. Uzay araçları oradaydı ancak oraya bir
saldırı düzenlendiğinde; görülmesine ya da duyulmasına rağmen, orada olma-
dıkları anlaşılıyordu. Ağır silahların etki edemediği bu düşmana karşı nükleer
silah kullanımının aptalca olacağı açıktı; hem ona zarar veremez hem de ortada
kendileri için yaşanılacak bir alan bırakmazdı. “Savaşacak şey yoksa savaş da
yoktur. İnsanların refahı için en iyi çözüm, taşınmaktır.” duyurusu yapılalı bir
haftayı geçmemişti ama sokaklar zaten bomboştu…
SERKAN ÜSTÜNDAG
-

***
Uzay araçlarının gelmesinden iki yıl sonra, siren sesleri hâlâ çalmaya
devam ederken, bu araçların kapıları açıldı. Araçtan inenler, etrafı kolaçan etti
ve ne havada, ne karada ne de denizde kendilerine yakın hiçbir canlının bulun-
madığından emin olunca ekipmanlarını araçtan çıkartmaya başladılar. Buzdola-
bı büyüklüğünde, ne olduğu tam belli olmayan, bu ekipmanları yan yana dizdi-
ler. Bir masa kurdular ve masanın iki ucuna da birer kişi dikilip nöbet beklemeye
başladı. Akşamüstüydü…
“Gökyüzü böylesine turuncuya boyandıktan sonra, kim umursar ki üç
kuruşluk derdimizi…” diye düşünüyordu Tuğçe, Çamlıca Tepesi’nde oturmuş
gün batımını izlerken. Omzunda bir el hissedince irkildi. Omzundan yukarı
bakınca onu gördü. Dudağını okumaya çalıştı. Bilmediği bir dili konuşuyor ol-
malıydı ya da dudak okumayı iyice unutmuştu. Ayağa kalktı ve duymadığını
işaret etti. Adam, Tuğçe’nin elinden tuttu ve az ileride bekleyen arabaya doğru
ilerlediler.
***
“Şimdi beni duyabiliyor musunuz?” diye sordu adam. Tuğçe inanamı-
yordu. Duyuyordu. Bembeyaz bir odanın içerisinde, hiçbir ekipman kullanma-
dan duyma yetisini kazanmıştı. Hemen cevap veremedi. Gözleri doldu. Tebessü-
mü o kadar samimiydi ki ne yanaklarının gerildiğini ne de kaşlarını olabildiğince
kaldırdığını hissedebiliyordu. Kısık bir sesle “Evet.” diyebildi.
Adam, önündeki dosyaları inceledikten sonra, Tuğçe’ye yaklaştı ve “Si-
ren seslerini duyuyor musunuz?” diye sordu. Tuğçe biraz bocaladı. Siren sesi du-
yulmuyordu, sadece adam konuşuyordu ve gayet net duyuluyordu. Tebessümü
bir anda kayboldu ve “Hayır, efendim.” diyebildi. “Gayet güzel…” diye mırıldan-
dı adam.
***
Gittikleri odanın duvarları ekranlarla kaplıydı. Dünyanın çeşitli böl-
gelerinden görüntüler veriyordu. Uzay araçlarının önünde bir masa, bazı ekip-
manlar, her masada ikişer tane adam vardı. Kimse acele etmiyordu. Bir araba 23
geliyor, bir kişiyi masaya yakın bir yerde indiriyorlar, araçtan indirilen kişiye kan
testi uygulanıyor ve sonrasında ise test sonucuna göre test edilen kişi ya bir oto-
büse bindiriliyor ya da uzay aracına davet ediliyordu. Uzay aracına davet edilen
kişiler bir süre sonra yakındaki bir eve yerleştiriliyor ve hayatına orada devam
ediyordu. Otobüse bindirilenler ise siren seslerinin duyulmadığı bölgelere götü-
rülüyordu.
Otobüsle götürülenler pek şanslı görünmüyordu. Yanardağlara yakın
olanlar lavların içine atılıyordu. Göle yakın olanlardan otuz ya da kırk tanesi
göle atılıyor ve sonrasında da suya elektrik veriliyordu. Geniş arazide olanlar
otobüslerin arkasına bağlanıyor ve otobüsün manevralarıyla ya sürüklenerek ya
da otobüs ezdiği için hayatlarını kaybediyordu. Ormanlık alandakilerin vücut-
larında ağır yaralar oluşturulup (kemik kırılması, derin yarıklar vb.) kendi hâl-
lerinde bırakılıyordu ki yırtıcı ve leşçi hayvanlar bu durumdan memnundu.
Tuğçe gözlerini ve kulaklarını kapatarak olduğu yere oturuverdi. “Ne-
den bana bunları izletiyorsunuz?” derken ağlıyordu. Adam, Tuğçe’nin rahatsız
olduğunu görünce ekranları kapattı ve “Bu sadece teminat, efendim. İsteğiniz
doğrultusunda bu gezegeni sizler için hazırlıyoruz.” dedi. Tuğçe, hiçbir şey anla-
madığını göstermek istercesine başını salladı ve adam da o esnada utandı, anlat-
maya başladı;
“Efendim, çok özür dilerim. Biraz aceleci davrandık sanırım. Şu an ha-
tırlamıyor olabilirsiniz ancak bu gezegene gelmek ve idareyi geri almak istemiş-
tiniz. Şey… Bir test yapıyordunuz. Optimum koşulların oluşturulması ve gelişi-
min tetiklenmesi için iyi-kötü karakterlerin işlendiği insanlar hakkında.
“Haddimi aşıyorsam affedin lütfen. Ancak… Hatırladığım kadarıyla,
tekrar özür dileyerek, bunu söylemek bana düşmez ama işlerin çığırından çık-
tığını ve düzensizliğin hızlı artışını engellememiz gerektiğine karar vermiştiniz.
Kötü karakterli insanları yok ederek, sistemi tekrar düzene sokup kendiniz de-
netlemek istemiştiniz…”
Tuğçe, adamın anlattıklarını dinlerken bir şeyler anımsıyor gibi hisset-
ti ancak hatıraları daha çok kendi hayatıyla ilgiliydi. Uzay araçları geldiğinde
kendisini bir başına bırakıp giden insanları hatırladı. Kendisine her gün düzenli
olarak yiyecek bırakıp giden o arabaları… Giden insanlar onun ailesi miydi?
Neden uzay araçlarının iniş yaptığı dönemden öncesini hatırlamıyordu? Neden
kendi hakkında net olarak hatırladığı tek şey, adının Tuğçe olduğuydu?
“Benim adım, Tuğçe.” diye mırıldandı bir anda. Adam kulaklarını tı-
kayıp “Ben duymadım! Ben bilmedim! Ben duymadım! Ben bilmedim!” diye
tekrar tekrar bağırmaya başladı. Tuğçe için bulunduğu yer daha da garip bir hâl
aldı. O esnada gözü dünya haritasına takıldı. “Ben… Ben buradaydım.” diyerek
24 Antarktika Kıtası’nı gösterdi, “Neden burası buzlarla kaplı?”
Bir şeyler hatırlamaya başlıyordu. İçinde büyük bir öfke körüklenme-
ye başladı. Karşısındaki adamı bile paramparça edip her bir parçasını ayrı ayrı
yakmak istedi. Etrafındaki her canlıya karşı karşı konulamaz bir şüphe büyüdü
içinde. “Ekranları açsana!” diye haykırdı adama. Adam eli ayağı titreyerek açtı
ekranları. Aynı görüntüler devam ediyordu. Tuğçe ellerini sıvazladı ve “Çok gü-
zel, çocuk. Çok güzel… Kötülerin hepsini yavaşça öldürün. Hiç acelemiz yok.
Bana bak! Ben konuşurken bana bakacaksın! Git ve bana mikrofonumu getir.”
***
Asırlar gibi geçen iki yılın ardından ilk kez siren sesleri kesildi. Seslerden
uzakta yaşayanlar bu olayı fark edemedi bile ancak ses dalgalarını inceleyenler
coşkuyla kutladı. Dinleme istasyonlarında bulunanların sevinçleri de fazla sür-
medi zaten, siren sesleri kesildikten sonra parazitli/cızırtılı bir ses konuşmaya
başladı;
“Halkım, söz verdiğimiz gibi döndük. Zorlu bir sınavdan geçtiniz ancak
güzel günler yaşayacağız. Biz gelip sizi almadan, siz kan testimize katılın. Çok
yakında, görüşeceğiz.”
Bu mesaj sonrasında siren sesleri tekrar duyulmaya başlandı. Farklı ül-
kelerdeki tercümanlar mesajı incelediler ve bu mesaj hızla yayıldı. İnsanlar, bu
duruma bir anlam veremiyorlardı. Mesaj açık ve netti. Duyabiliyorlar ve hatta
görebiliyorlardı fakat uzay araçlarının olduğu yerlerde hiçbir şey yoktu.
“Savaş bir macera değildir. Bir hastalıktır, tifodur.”
Antoine de Saint-Exupéry

Sebep aramaktan yoruldum sanırım. Yanı başımda uzanan bedeni


kıskanmam bundan. Evden ayrıldığında, henüz iki yaşında olan kızından
bahsetmişti. Ona dair hatırladığı tek şey ön dişleri ve tatlı gülümsemesiydi.
Bildiğim bir şey varsa o da artık onu göremeyecek olduğu. Üzülmem gereki-
yor ama nedendir bilinmez, üzülmeye dair son hatırladığım şey kendi elle-
rimle toprağa gömdüğüm annem ve babam…
Üzülmeyi çok uzun zaman önce bıraktım, anlayacağınız. Ya da o beni
bıraktı, bu ilişkide terk eden tarafın kim olduğu tam olarak belli değil. Önem- 25
li de değil aslında.
Hava, Can’ın ismine tezat bedenine uyumlu bir şekilde gittikçe soğu-
maya başlarken sığınacak bir yer bulmalıyım ama artık yoruldum…
Ölüm, Dünya’nın oluşumundan bu yana belki de insanlar için hiç
bu kadar sıradan olmamıştı. Yaşamı hep, geçmişte babaannemin odasında
gözü gibi koruduğu küçük lacivert vazosuna benzetiyorum. Ne kadar koru-
maya çalışsan da bir şekilde yere düşeceğini bildiğin kırılgan bir vazo gibi…
Her sabah uyandığımda bedenimin bütünlüğünü panikle kontrol etmemin
sebebi bu… “Bugün de uyanabildim,” diyebilmenin şans olduğu zamanlarda
yaşıyoruz çünkü. Şans demişken, o kadar da şanslı bir insan olduğum söy-
lenemez aslında. Bu boktan çukura düşmüş olmam bile en büyük ispatıdır,
YÜKSEL YILMAZ

bunun…
Babaannemin vazosu, ilk bomba düştüğü gün sarsıntıdan dolayı kı-
rılmıştı. Ondan sadece on saat sonra, ikinci saldırıda da kendisi gitti.
Babamın, annesini gömerken bizlerden kaçırdığı gözlerine hapset-
tiği öfkeyi gördüğümde ne kadar da güvende hissetmiştim kendimi. “Şimdi
babamı kızdırdınız işte,” demiştim çocukça bir güven ile. Sonuçta o adam
benim babamdı ve babalar sizi her türlü kötülükten korurdu. Bu dediklerimi
duymuş olmalılar ki bana babamın da kırılgan olabileceğini gösterdiler.
On yaşında bir çocuğun en büyük sığınağını başına yıktılar. O güne kadar en
büyük kahramanı olan adamın dokuz yüz on üç saniye süren acı dolu çığlık-
ları ile baş başa bırakarak hem de.
Artık babamın salık verdiği gibi korktuğum zaman gözlerimi kapatıp
saymıyorum. Geçmişte yaşayan insanlara, “En ölümcül salgın nedir?” diye
sorma şansım olsaydı bana saf bir şekilde kara veba, HIV, İspanyol Gribi gibi
birçok saçma sapan hastalığın ismini saymaya başlarlardı sanırım. En ölüm-
cül ve büyük salgınlarının, “savaşmak” olduğunu görmezden gelerek... Evet…
Şu an kesinlikle eminim ki bu insanlığın en büyük ve ölümcül hastalığı… İlk
çağlardan günümüzün sözde modern çağına kadar insanlık durmadan birbi-
rini öldürdü. Hastalıklar fazlasıyla masum kalıyor.
Babamın ölümünden yaklaşık beş yıl sonra da annemi kaybettim. O,
ailemizin ölüm zincirini kırarak görece daha doğal bir şekilde hayata veda
etti. Doktorların söylediği kadarıyla zatürre denen bir hastalıkmış. Sığındığı-
mız kampın koşulları babamın ölümünden sonra daha da zayıf düşen bede-
nine son darbeyi vurmuş, anlayacağınız.
Kamp yönetimi bu kadar ölüm gören bir çocuğun siperlerde daha
başarılı olacağını düşünmüş olacak ki annemi gömdüğümün ertesi günü
beni orduya kayıt ettirdiler. Beni yetiştirecek olan kampa götürmek üzere ge-
26
len iki kişiden biriydi Can… O zamanlar daha gençti tabii ki.
“Sana kaybettiklerinin intikamını alma ve yeni doğanların senin gibi
büyük acılar çekmesini engelleme şansı veriyoruz.” demişti. Dedim ya, o ka-
dar da şanslı bir insan değilim. Bana sundukları şansı duyduktan sonra daha
iyi anladığınıza eminim.
Can, yeni doğanların benim gibi acılar çekmesini önleme şansı ve-
rirken bir şeyi söylemeyi unutmuş olabilir. “Benim topraklarımda birinin acı
çekmemesi için düşman topraklarında başka bir çocuğun dünyasını başına
yıkmam gerektiği…”
Devletler, birinin dört duvarında kendisini güvenli hissetmesi için
başka birinin dört duvarını yıkmaya programlanmış gibi sanki. Can’ın üç
haftalık hızlandırılmış eğitimimiz sonrasında bizi durmaksızın taşıdığı cep-
helerde artık o dört duvarın betondan değil yırtık pırtık bez parçalarından
yapıldığını gördüm oysa… Kendinizi beton içerisinde bile güvende hisse-
demezken o bez parçaları içerisinde sadece çıplak hissediyorsunuz. Bunu
kamptaki tecrübelerim doğruluyor. Kısacası artık güvenlik kelimesi, sivil
halkın çadırlarında ve bizim ise siperlerde, bir sonraki güne bütün bir şekilde
uyanma umudumuz anlamına geliyor. Can mı? Onun için, artık bir önemi
var mı emin değilim ama… En azından küçük kızının, babasının yattığı yeri
bilmesini sağlamaktan başka bir şey gelmiyor nasırlı ve barut kokan ellerim-
den.
“Bir mezar taşı mı yapsaydım?” diye düşünüyorum alelacele göm-
düğüm yere bakarken… Üzerine ne yazacağım ki? “Bozguna uğratıldıktan
sonra kahramanca ordusundan geriye kalan et ve kan tabakasının oluşturdu-
ğu kaygan zemininden kaçmayı başarabilen iki kişiden şanslı olanı” mı? Hiç
sanmıyorum…
Güvenli sığınaklara saklanmış devlet erkânımızın bize durmadan öl-
memiz, öldürmemiz için emirleri gönderdikleri inlerinden çıkıp barış görüş-
melerine başladıklarının haberini iki gün önce, bozguna saatler kala almıştık
oysa… Düşmanlar da kutlamalarımızı duymuş olacak ki havai fişekleri ol-
madığı için napalmları ile katıldılar şenliğimize… Can’ın koluma sıkıca yapı-
şarak siperlerin ötesine savurup kendisini de aynı çukura atışını hatırlıyorum
bir tek… Sonrası karanın kırmızıya bulanmış hâli sadece. Elimizde sınırlı
sayıdaki mühimmatla kaçtığımız, çığlıktan çok kan ile dolu kampımız ve
sonrasında karaciğerini delip sırtında başparmağımdan biraz daha büyük bir
delik bırakan mermi yarasıyla Can… Eğitmenim, babamdan sonra hayatıma
giren güvenilmezliğini ölümünden birkaç saniye önce itiraf eden ikinci ba-
bam… Sahiden, insanlar neden ölümden önce daha dürüst oluyorlar acaba?
27
Sanırım kaybedecek bir şeyleri kalmadığı için…
— Bir saat sonra atacaklardı…
— Neyi?
— O boktan bombayı, bir saat sonra atmaları gerekiyordu.
— Nasıl yani?
— Düşman…
— Ne düşmanı, komutanım? Ruslar mı?
— Aptalsınız… Hepiniz…
— Anlamıyorum…
— Bu bir döngü, Deniz… Savaş olmazsa iktidar olamaz, tehdit ol-
mazsa yönetim işlemez… Ondandır her devletin kendi azınlığını yaratması.
Bir düşman gerekir, içeriden veya dışarıdan. İkisi de makbuldür. İkisi de ka-
bul edilebilir.
— Yani bu bir oyun mu?
— Bu bir gereklilik, salak herif… Bu bir düzen! Dış tehdit artık bitti,
şimdi içeriden bir tehdit başlayacak.
Soracak çok sorum vardı oysa. Ölmemesi için yalvarmamın sebebi de
buydu. Yalnız kalmaktan korkmam değil. Ben zaten yıllar önce yalnız bırakıl-
dım. Hem de üst düzey bir satranç tahtasında…
Şimdi daha iyi anlıyorum ki oyuna ufak bir ara verecekler. İnsanlara
Maslow denen o çok bilmişin piramidinin alt katlarındaki temel ihtiyaçları
verip birazcık güven tazeleyecekler. Güven bittiği zaman, tekrar savaşacak-
lar… Güven bittiği zaman, yeni bir düşman yaratacaklar… İşte tam da bu
sebeple insanlığın en bulaşıcı hastalığı savaş…
Yapmam gereken tek şey buradan gitmek oysa… Ama nereye? Önce
Can’ın kızına, babasının haberini vermeye, sonrasında da kaçabildiğim kadar
uzağa. Bunu Can için yapmıyorum aslında… Artık onun hakkında ne his-
settiğimden emin değilim. Kızgınlık? Nefret? Sanırım ikisinden de oldukça
fazla…
En yakın kampa iki gün uzaklıkta olmam işimi biraz zorlaştırsa da
kilometrelerce öteden duyulan coşkulu kalabalığın kutlamaları son bir güç
veriyor bacaklarıma. Karşımdaki yıkık dökük evin penceresindeki kırmızı
vazo yaşamın bir müjdecisi gibi tüm savaşa, atılan bombalara inat sapasağ-
lam duruyor. Tam elime aldığımda bir çift göz ile karşı karşıya geliyorum.
— Atış serbest!!!
— Durun-
— Öldü mü?
— Evet, komutanım. Üniformasından anlamıştım terörist olduğunu.
28
— Evet, bu da devletten gelen tanıma uyuyor. Barış kutlamalarını sa-
bote edecekti büyük ihtimal. Aferin as-
ker. Güzel iş çıkardın.
— Sağ olun, komutanım.
— Şu vazoya üzüldüm. Eve döndü-
ğümde eşim için güzel bir hediye olacaktı.
— Özür dilerim, efendim. Onu eline
almadan ateş etmeliydim.
— Boş ver… Emin olmadan ateş et-
seydik bir masumun da canını alabilirdik.
Kampı buraya kuralım, şunu da diğerleri-
nin yanına at. Daha çok temizleyeceğiz
bunlardan, eminim.
— Emredersiniz.
Fareler her yandaydı. Kemirgen dürtüler ile çevrelenmişti karanlık.
Saatler bu dürtülerin nefesleri gibiydi. Her yanda çarklar, fareler ve çığlıklar...
Camdan bir dünya, paramparça olmuş gibi... Şizofreni… Karanlıkta akan su
sesi… Bir şehrin damla damla akışı... Renklerin uçucu bir maddeye, bir çeşit al-
kole dönüşmesi… Unutkanlık… Mutlak kader… İpi kaçmış bir hayatın, kendini
yineleyen nihai etiketleri…
Kendini bu ızdıraba, müzikten kaçmak için mahkûm etmişti. O çılgın-
lığa kapılmamak için saklanıyordu. Şehir son durağı olmuştu, şimdi bunu da
yitiriyordu.
Küresel ve evrensel kitlelerden uzakta, izole bir havzadaydı ama zamanı
tükeniyordu. Gün ışığının bir azap gibi parladığı ekolojik yitim ovalarında za-
man çok hızlı akar ve bir anlam yaratmadan tükenir. Zamanın huyu genelde hiç-
likten akarken bir rüya yaratmaktır. Fakat bu yitik diyarlarda zaman, toksik rüz-
gârların ıslığı gibidir. Üzerinde yıllardır tek bir ot bile yetişmeyen dümdüz kıraç
29
topraklar, bolca yağmur ve tenekelerden kurulmuş gibi görünen yitik şehirler…
İsimleri bile yok. Bazılarının kıyısında deniz var. Bazılarında sadece çöplük…
Terk edilmiş evler ve evsizler…
Müzikten kaçanlar, evrensel medeniyetten de kopuyor bu şekilde. Eko-
lojik yitim alanlarında ya da geç dönem başarısız kapitalizmin vitrinlerinde kay-
boluyor. Yer altı cemaatlere katılanlar da var hatta Kireç uydusuna gönüllü bir
sürgüne gidenler de. O ise yapayalnızdı. Kaçanlardandı o da. Fakat kaçmışlar-
dan da kaçtı. Yer altında bir yalnızlığa çekildi. Yukarıda bir şehir bıraktı. Carcer
modasının istilası altında. Kocaman paltolar, bacalardan püskürtülen kokain ve
SULTANZADE

amnezya. Yıkıcı bir ideoloji, kabuklaşmış korkular. O ise bir ekranla baş başaydı.
Hapsolduğu tünelde tek ışık kaynağı, o ekrandı. Ekrandan yayılan ışık
hem yalnızlığın dehşetini hem de varlığın umursamaz ürpertilerini yeniden
kurguluyordu. Sesler ve hareketler, eşyanın alelade durumundan uzaktaydı.
Aylardır orada olduğu için ismini unutmuştu nihayet. Kendini hatırlamak için
basit bir SİS kodu çözdü. Bir kelebeğin resmi ile karşılaştı. Aylardır uğraştığı
bilmece artık önündeydi.
TUGRUL

Bir karara vardı. Kelebeğin işaret ettiği yere gidecekti. Oraya gitmeli ve
bir soru sormalıydı, yalnız o soruyu sormak için illaki o kapıdan geçmeliydi.
-

Birçok sıfat ve birçok zamir… Kaybolmuş bir lisanın artıklarını çiğneyen insan-
lar… Şehri düşününce kalbine bir ağrı çöktü.
Yine de mazgaldan dışarı çıkacak cesareti bulabildi kendinde. Aylardan
sonra soğuğun o kuru tılsımını, ciğerlerinde hissetti. Fakat bir şeyler daha vardı;
izolasyoncuların yenilgisi, bu kayıtsız kovalamacanın bir şehirde daha sona er-
mesi ve her yönden kuşatılmış oldukları. Büyük bir hayal kırıklığı yaşadı.
Nitrogliserin yüklü bomboş semada ekoloji kırımından arta kalan çıp-
lak bir mavilik vardı. Toprak, ağaçlar ve tüm suretler çıplaktı. Kuşlar bu lanetli
diyarlardan uzaklaşmış. Fabrikalar, ökümenin tüm verimini sömürdükten sonra
kaçmıştı buralardan. Kanserden arta kalan canlı bir kadavraya dönüşmüştü tüm
diyar. Bazı insanlar çeliğin ve öfkenin süpürdüğü bu diyarda zavallı şehirlere
tutunmuş, evrensel medeniyetten uzakta, izole kalmakta ısrarcıydı.
Fakat medeniyetin bu diyara yaklaşması çok sürmemişti. Fabrikaların
öncülüğünü yaptığı, köprübaşlarını açtığı yerlerden müzik dolmaya başlıyordu
sinsice.
Ufkun ötesinde bir yerlerde titreyen binaural ritimlerin, tanrısal suretle-
re dönüşüp kabardığını görüyor adam. Aklına aylardır çözemediği SİS kodunun
kutsal sessizliği geliyor. Ekrana bakmaktan yorulan, adeta közleşen gözlerinin
sızısını hatırlıyor. Gözlerini kapatınca kuduran o sızının, herhangi bir müzikten
daha ilahi olduğunu düşünüp keyifleniyor. Müzik kendi vücudunda hapsolmuş
bir hâlde. Bundan daha iyi ne olabilir? Tanrıdan bir parça hâlâ mevcut benliğin-
30 de. “Hiçlikte de bu şarkıyı söyleyeceğim.”
Ufuk çizgisinde açlıktan kırılıp terk edilen şehirlerin kıyamet sonrası
manzaraları fosforlu bir hülya gibiydi. Oraya baktıkça hiçliği düşünmemek elde
değil. Hiçliği tanımlamak için bile ondan bir kelime borç almak gerek. SİS kod-
larını çözmek, yaşamakla eş değer.
Bu şehrin de o terk edilmişler listesine girmesi için ne kadar kaldı? Dü-
şünmeden duramıyor bunu. Her yanda kodlar çözmek için tasarlanmış bilgisa-
yarlar var. Bunlar kasaların içinde muhafaza ediliyor. Bazıları için özel kulübeler
bile tasarlanmış. Gün ışığıyla enerji topluyorlar ve çözülen her kod ile şehrin
ömrünü biraz daha uzatıyorlar. Bu görüntü, sokakların her köşesine konmuş
bilgisayarlar, biraz da olsa rahatlatıyor onu.
Dev brutalist bir hastane binasının önünden geçti. Her şey o kadar boş,
o kadar yalnız ve çirkindi ki çığlık atmak istiyordu. Koşarak bu şehirden kaçmak,
izolasyoncu aktivistlerin aptal konvoylarından kurtulup evrensel ve küresel me-
deniyete karışmak istedi. Dünyayı ve uyduları kasıp kavuran müziği duymak
istedi. Ufuktan bastırarak geliyordu. Adam hem korktu hem de sevindi. Binanın
filtreli camlarında hayatın termodinamik yok oluşuna benzeyen parıltılar vardı.
Mide bulantısı ile baktı onlara. Kendini gördü. Korkularını. “Onu bulmak zo-
rundayım,” diye bağırdı. “Son bir soru sormak için. O sorunun kıymeti kilolarca
elmastan daha pahalı!”

Bir zamanlar kalabalıklar ile dolup taşan caddelerde yürüdü. Sessizliğin
şarkısı içinde gezegenlerin binaural ritimlerini duyar gibi oldu. Bir yıldızın inti-
harından arta kalan korkunç ufuneti hissetti. Tükenişin kıvılcımları, kelebekler
gibi kanat çırpıyordu evrenin her yanında. Dünyanın o aciz sathına, ekoloji kırı-
mının zincirler yaratıp kupkuru, dümdüz ve verimsiz çöller bıraktığı yalnızlığa
bir kelebeğin konduğunu hissetti.
“Acele etmeliyim.” dedi kendine. İzolasyoncular her yanda kodlar çöz-
mek ile meşgul fakat hiçbiri gerçekliğe ulaşamıyor. Zaman kendi kendini oya-
lıyor. Müzik herkesin yakasına yapışmış, bir kraliçe kelebek yeniden doğmaya
ve doğurmaya hazır. “Kaçmak ve belki de sığınmak gerek ya da ölmek?” Kor-
ku içinde titriyordu artık. Onun yaşadığı apartmanı bulunca bir hedefe varmış
olmanın verdiği o varoluşsal ızdırabın etkisiyle donup kaldı. Geri dönmek ve
mahzeninde saklanmak istedi.
Fakat içinde beliren anlamsız bir dürtünün etkisiyle apartmana girdi.
Duvarlar buz tutmuş, gölgeler kireçlenmişti. Kapılar açıktı. Bir akordeonun için-
de gezinen hava gibi dolanıyordu rüzgâr, binanın içinde. Tüm kapıların ardında
kalan gizlere baktı. En nihayetinde gördü onları; bir salonda üç ölü, kireçleşmiş
mumyalar, açık kalan bir televizyon, kendi kendini çözen SİS kodları… “Nere-
desin?” diye seslendi. Evin tuvaletinden gelen boğuk bir inilti, anlamsız yanıtlar
verdi. 31
Klozete oturmuş, dirseklerini bacaklarına yaslamış, elinde bir telefon,
SİS kodu çözmekle meşguldü. Tamamen çıplaktı ve bacakları günler boyu klo-
zette oturmaktan dolayı kangren olmuştu. Kendini sindirip klozete boşaltıyordu
vücudu. Bu eşsiz hakikatin esiri olmuş zihni ise hayatın son anlarını o nihai
kodu çözmek için harcıyordu. Büyük ihtimalle sahip olacağı son hatıra, birbiri
ardına yanıp sönen kelebeklerden ibaret olacaktı. Kodu daha kimse çözememiş-
ti. O da çözemeyecekti.
“Nasıl bu hâle geldin?” diye sordu acı içinde. Kangren olmuş eleman,
cevap bile vermedi. Yalnızca başını kırk derecelik bir açıyla kaldırdı, bir cansız
manken kadar ifadesiz suratıyla dimdik baktı. Sonra dudakları kıpırdadı ve o
meyus ağızdan binaural ritimler çıkmaya başladı.
Tüm şehrin ufku bir anda nükleer bomba patlamışçasına flulaşmaya ve
şarkının o eşsiz varlığıyla dolmaya başladı. SİS kodu kayboldu. “Kelebeği bula-
mayacağız.” dedi kangren olmuş çocuk ve gözleri kapandı. Ağzından binaural
ritimler çıkmaya devam etti. Salondaki üç ölü de aynı şekilde “şarkı” söylüyordu.
Belindeki sükûnet enstrümanını kontrol etti ve kireçleşmeye başlayan
çöle doğru kaçmak için tekrardan mahzene döndü. Bir haritası ve bir de silahı
vardı. Şarkının hâlâ daha ulaşmadığı onlarca şehirden biri onu bekliyordu ve
SİS kodunu çözmek için ölümüne bir katatoni yaşamayı göze alan milyonlarca
insan.
-Vaiz Midhat Efendi! Bağnazlıkla suçlanıyorsunuz!
Midhat Efendi, yüzünü ekşitti ve karşısındaki Cyberpolis’e tiksine-
rek baktı. “Beni sen mi suçluyorsun? Soğuk metal ve yapay zekâ!” dedi.
“Cilt yapım, son supramoleküler seviyede olup metal değil, daha ziyade
dokusaldır, Midhat Efendi.” diye cevap verdi Cyberpolis. Midhat Efen-
di’nin dudakları hırsla kıvrıldı ve küçümseyen bir edayla gülümsedi. “Mi-
dhat Efendi ironi yapıyor, Şemser.” dedi hologram kapıdan birden içeri gi-
ren biri. Cyberpolis hemen ayağa kalktı ve selam durdu. “Komiser Gökay,
efendim!”
“Rahat.” dedi Komiser Gökay ve Cyberpolis’in kalktığı sandalye-
ye oturdu. Cyberpolis Şemser, rahat pozisyonuna geçtikten sonra amiri-
ne zanlı hakkında bilgilerin yer aldığı tableti uzattı. “İhbarlara göre cuma
namazı çıkışı cemaate vaaz vermiş. Açık şekilde teknoloji düşmanlığı ve
32 bağnazlık yapmış. Yapay zekâ kullanımının insanlığa karşı işlenmiş bir suç
olduğunu söylemiş.” diye rapor verdi Cyberpolis Şemser. “Drone kaydı var
mı?” diye sordu Komiser Gökay.
-Kayda gerek yok, Komiser! Virion doğru söylüyor. Hatta saydıkla-
rından daha fazlasını söyledim.
Komiser Gökay, vaizin yüzüne öfkeyle baktı. Vaiz, Cyberpolis için
virion ifadesini kullanmıştı. Bağnazlar arasında yapay zekâları küçümse-
mek için kullanılan bir ifadeydi bu. Fakat komiserin öfkesi, Midhat Efen-
di’nin daha da hoşuna gitmişti. “En azından insan doğan biri tarafından
sorgulanayım. Duyduğuma göre emniyet teşkilatında temiz memur kal-
mamış.” Bir aşağılayıcı ifade daha! Fakat Komiser Gökay görmüş geçirmiş
bir adamdı. Derin bir nefes aldı ve öfkesini kontrol etti. Biraz abartılı şe-
EMRE ERYILMAZ

kilde gülümsedi. “Sizlerin güvenliğini sağlamak için gazi olan arkadaşların


Cyber parçalar kullanarak hayatlarına ve görevlerine devam etmesinden
mi rahatsız oluyorsunuz?” diye sordu komiser. “Siz nerede gazi oldunuz,
Komiser?”
Komiser Gökay, tableti tutmakta olan eline baktı. Sağ eli Cyber
parçaydı, sol gözü de öyleydi ve tüm omurga yapısı. Üç yıl önce bir yangın-
dan bir çocuğu kurtarırken üstüne bir kolon düşmüştü. Cyber Teknolojisi
olmasa şu anda felçli bir yatalaktı. Onun için ölümden bile kötü olan bu
düşünceyi aklından uzaklaştırdı. “Teknoloji ile ne alıp veremediğiniz var?
Ne zararını gördünüz, Midhat Efendi?” diye sordu sakin bir ses tonuyla.
“Bizi insan olmaktan uzaklaştırmasından, kâinatın düzenini boz-
masından başka bir alıp veremediğim yok açıkçası.” dedi vaiz. “Ve bizim
yaptıklarımızın, bizimle denk olmasından da. Söylesenize, Komiser Gö-
kay! Bu robot çok çalışırsa sizin amiriniz olabilir mi?” diye sordu vaiz,
adeta tıslayarak. Komiserin üstüne gitmeye çalışıyordu. “Tabii ki olabilir.
Sırtınızı kollayan silah arkadaşınızın sizinle eşit haklara sahip olması gayet
normaldir.” diye cevap verdi Komiser Gökay. Vaiz beklediği cevabı almıştı.
Kendi cevabını da hemen verdi. “Ah askerler! Çok romantiksiniz! Bakalım
sizin yanınızda savaşan silah arkadaşlarınız daha ne kadar sırtınızı kolla-
maya devam edecek!”
“Teknolojinin, kaderin kusursuz planlarına müdahale edip in-
san doğasını bozduğunu söylemişsiniz. Ne demek istediniz?” diye sordu
Komiser Gökay, elindeki tablete bakıyordu. Midhat Efendi’nin yürekten
söylevini es geçmişti. Vaiz, komiserin sorusuna ilk olarak gövdesini dik-
leştirerek cevap verdi. Büyük bir kalabalığın önünde konuşmaya hazırlanı-
yormuş gibi gözüküyordu. Ne olursa olsun, adamın işini ciddiye aldığı ve 33
severek yaptığı her hâlinden belli oluyordu. Hırıltılı bir öksürük ile gırtla-
ğını temizledi ve konuşmaya başladı. Sesi daha bir toklaşmış, daha davudi
bir havaya bürünmüştü;
“Yaratıcının biz kullar için belirlediği kader, bir örümceğin ağın-
dan daha sık ve ayrıntılı dokunmuştur. Fakat en az onun kadar hassas hatta
bir örümcek ağından daha kırılgandır. Kaderimizde alacağımız nefes sayı-
lı, ölüm vaktimiz bellidir. Ecel geldiğinde herhangi bir olay, ölümün ger-
çekleşmesine vesile olur. Ama sizin teknoloji dediğiniz bu şeytan icatları,
ölümün gerçekleşmesine engel oluyor. Kaderin hassas dengeleriyle oynu-
yor. Bu yapay zekâ denen melunlar her saniye bizi kıyamete yaklaştırıyor!”
“Açıkçası etkileyici bir performansınız var, Midhat Efendi.” dedi
Komiser Gökay. Ama yüzünde etkilendiğine dair bir emare yoktu. Bu,
vaizi oldukça kızdırdı. Bu aşağılık melezin küçümseyici bakışları, kanına
dokunuyordu. Onun gördüğü bu açık seçik alametleri, diğerlerinin göre-
memesini anlıyordu ama anlatılmasına rağmen aynı bakışlarla onu izle-
melerine katlanamıyordu. Önündeki masaya hışımla yaslandı. Gözlerini
iyice açmıştı. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. “Tanrınızı sattınız, değil mi?” diye
bağırdı.
Ağzından fırlayan tükürükler etrafına saçılıyordu. “Artık bu yürü-
yen, sizinle konuşan putlarınıza tapıyorsunuz!” diyerek Cyberpolis Şemse-
ri gösteriyordu. “Sen bir pisliksin. Şeytanın vücut bulmuş hâlisin!” diyerek
ayağa fırladı.
“Kalp ritmi bozuluyor. Farkında değil. İlk kez başına geliyor. Şimdi
kriz geçirecek.” dedi Cyberpolis Şemser, amirine dönerek. Midhat Efen-
di’nin bağrışmalarından etkilenmişe benzemiyordu. Cyberpolis’in söy-
lediklerini duyan vaizin eli kalbine gitti ve ayağa kalkmasıyla sandalye-
ye yığılması bir oldu. Cyberpolis bir adımda yanına vardı ve gömleğinin
düğmelerini açmaya başladı. Midhat Efendi kalp krizi geçiriyordu. “Sağlık
birimiyle iletişime geçtim, efendim. Onlar gelene dayanır. Kalbini çok hır-
palamış.” diye rapor verdi Cyberpolis.
Komiser Gökay yorulmuş gözlerle vaizi ve Cyberpolis’i izlemeye
başladı. O yangından önce, o da bu vaizden farklı düşünmüyordu. Yapay
zekâlara karşı ön yargılıydı ve onların varlığından rahatsız oluyordu. İnsan-
ların yaptığı kutsal vazifeleri, onların yapmasını doğru bulmuyordu. İnsanı
insan yapan değerler, onlar ile paylaşılamazdı. Yangının çıktığı binaya Cy-
beritfaye erleri gelmeden önce girmeyi bu yüzden istemişti. Şoförlüğünü
34 yapan Cyberpolis’in “Ben gireyim, efendim.” teklifini, sırf gururuna yedi-
remediğinden reddetmişti. Sonucunda ne olmuştu? O küçümsediği tek-
noloji olmasa kutsallaştırdığı insan bedeni toprak altında çürümeye terk
edilecekti. Zavallı vaiz de şimdi onunla aynı kaderi paylaşıyordu. “Umarım
at gözlüklerinden kurtulur.” diye düşündü Komiser Gökay.
Fakat yine de kalbinin derinliklerinde vaizin dillendirdiği o dü-
şünce; isli, küçük, pis bir ateş gibi yanıp duruyordu. Gerçekten bir gün
hayatlarını birleştirdikleri dostları, karşılarında dururlarsa? O zaman ne
yapacaklardı? İnsanlık tarihinin bütün yollarına döşenmiş savaş, bu sefer
mutlak yok oluşun aracı mı olacaktı? Çünkü yapay zekâlara karşı açılacak
bir savaşın kazanılabileceğini düşünmüyordu. Bu düşüncelerden ürperdi.
Sağlık birimi içeri girince ayağa kalktı. “Ben odamdayım, Şemser.” dedi ve
içeri girdiği hologram kapıdan çıktı.
Cemal, maskesinin filtrelerini kontrol etti.
"Maske kontrolü tamam… Senin o tarafta durum nasıl, sesim geli-
yor mu?"
Kulaklıktan Duru'nun sesi duyuldu.
"Evet, sesini alıyorum, tatlım."
Duru ile neredeyse elli yıl önce Mars'ta bir haber sırasında tanışmış-
tı. Trabzon'da bir klinikte ilk abıhayat iğnesini olmuş, ilk kez ömrü uzayan
ve tekrar gençleşen herkes gibi bir çılgınlık yapmak istemişti. Mars'ın ünlü
kumarhanelerinde yaşananları anlatan belgesel fikrini gerçekleştirmek için
Mars’a uçmuştu.
Duru'yu, kumarhanenin nazik ama sert patronu Rishit'in yanına
çıkartıldığında tanımıştı. Duru, kendisinden daha basit bir suç için, ku-
marhane müşterilerinin bilgilerini çalmaktan dolayı, patronun yanınday-
dı. Rishit onları fırçalayıp, başlarına gelebileceklerle tehdit ettikten sonra
ikisini de kovmuştu. Duru, yirmilerinde gözüküyordu. Abıhayat içmişlerin
gözlerinde biriken sertlikten onda eser yoktu. Şans eseri aynı otelde kal-
dıklarını öğrenince beraber yürümüşlerdi. Cemal, Duru'yla konuşurken
onun, kubbenin altındaki karmaşaya rağmen, sakin durabilmesine hayran 35
kalmıştı. Otele vardıktan sonra bir daha ayrılmamışlar, iki sene sonra da
evlenmişlerdi.
"Şimdi de kameraları deniyorum." Havada uçuşan üç kamerası var-
dı. Üçü de Venüs koşulları için güçlendirilmişti.
"Kamera bir ve kamera üç, güzel görüntü gönderiyor. İkincinin inf-
rared sensöründe sıkıntı var. Döndüğünde onu düzeltelim."
"Tamamdır. Çıkıyorum."
Cemal azot dolu balonundan dışarı çıktı. Teknesi, Venüs'ün kar-
bondioksit atmosferinde sülfürik asit bulutları üzerinde sessizce salınıyor-
GÖKCE MEHMET AY

du. Kameralar birer arı gibi peşine takıldılar. Yüzünü batıdan doğan güneşe
çevirdi. Tabletinden kameraların açılarını kontrol edip ışığın köşeli suratını
en iyi gösterdiği duruşu buldu. Yüzüne haberci ifadesini yerleştirip ilk ka-
meraya konuştu.
"Evet, güneş sistemi sakinleri... Bir gizemi çözmek için Venüs'te-
yiz. Abıhayat'ı üreten VRC, yıllardır ilacın içinde ne olduğunu saklamayı
başardı. VRC, Venüs'te ne buldu? Abıhayat'ı üretmek için kimsenin ulaşa- .
mayacağı bir yer aradığı için mi yüzeyinde karbon dioksit nehirleri olan bu
gezegene geldi yoksa buradan bilmediğimiz bir hammadde mi buldu?
İşte bugün VRC'nin araştırma merkezine gidip bu soruları soracağız." De-
rin bir nefes alıp kameraların, Venüs'ün çalkantılı bulutlarını çekmesini
bekledi.
"Buraya gelirken bizi durdurmaya çalışanlar oldu. O yüzden yayını-
mız canlı olacak. Beni dünyadan altı dakika, Mars’ta ise sekiz dakika gecik-
meyle takip edebilirsiniz."
Yüzünde sıkıcı şeyleri anlatırken kullandığı gülümsemeyle Cemal,
VRC ve Venü s hakkında bilgi vermeye başladı. Bulut teknesi önceden
programlandığı gibi hedefine süzülüyordu. Daha bir kaç dakika geçmişti ki
acil durum hattından Duru yayına girdi.
"Cemal, bir sorun var."
"Sayın seyirciler, bir sorun var gibi… Dinliyorum, Duru. Neler olu-
yor?" Çekim yapan kameralara gülümsemeye devam ediyordu.
"Bir cisim hızla Venüs'e geliyor. Kuiper kuşağı, erken uyarı uyduları
tespit etmemiş. Europa ise yeni fark etmiş." Duru bir an duraksadı. "Cemal,
gelen cismin yapay olduğunu düşünüyorlar. Sanırım biri Venüs'e saldırı-
yor."
"Son dakika aldığımız bir habere göre kimliği tespit edilemeyen bir
36 cisim Venüs'e doğru geliyormuş." Cemal endişeyle gökyüzüne baktı.
"Geliyor işte, Cemal. Senin yakınlarına düşecek. Geliyor."
"Cismin atmosfere girişini görüyorum. Evet, sayın seyirciler, parıl-
dayarak düşüyor."
#
Gökyüzünü yararak gelen alev topu, Venüs'ün sakin bulutlarının
arasından hızla geçti. Çığlıklar atıyordu. Alevleri sülfürik asit bulutlarının
arasında kayboldu. Cemal bir kaç saniye sonra patlamayı duydu. Bulut de-
nizi çalkalanmaya başladı. Cemal sarsılan teknede yerinde durmaya çalışı-
yor, bir yandan da kayda devam ediyordu. Bulutlar durulup teknenin sar-
sıntısı dengelendiğinde ayağa kalktı.
"Sayın seyirciler, size canlı yayında Venüs'ten bildirmeye devam
ediyorum. Venüs'e bir şey düştü. Onun ne olduğunu bilmiyoruz. Gemideki
sensörler daha iyi bir görüntü alabildiyse size onları da göndereceğiz." Ce-
mal en havalı kâşif pozunu takınıp tekneden bulutları izledi. Artık yayını
kapatamazdı ama Duru ile haberleşmesini yayınlamak zorunda da değildi.
"Evet, Duru. Nedir bu?"
"Metalik bir cisim. Kesinlikle yönlendirilmiş ama girişi kontrolsüz-
dü."
"Peki, nereye düştü?"
"İştar Terra platosunda, Maxwell sıradağlarına düştü. Skadi tepesi-
nin yakınlarında, yüzeyden yaklaşık dokuz bin metre yukarıda."
"Patlama ya da herhangi başka bir olay var mı?"
"Düştüğünde karbondioksit buzullarını eritti. Onların bir etkisi
var." Duru duraksadı. "Aklından geçeni biliyorum. Dalıcının çözemeyeceği
bir hava koşulu yok. Oraya inmek istersen, yapabilirsin."
"Duru, bi’tanem. Düşünsene; bu haber Abıhayat'tan da büyük ola-
cak."
"Haklısın ama bu ondan daha tehlikeli."
"Merak etme. Yapabilirim."
Duru iç çekti.
"Sabırsızlandığını biliyorum. Hadi git."
Cemal iki numaralı kameraya döndü.
"Görünen o ki sayın seyirciler, düşen cisme ulaşmamız mümkün.
Bizimle sülfürik asit bulutlarında bir dalışa var mısınız?"
#
Dalıcının içinde ve dışında kameralar vardı. Dış kameralar yol bul-
mak için işe yaramasa da Cemal etrafını görebildiği için memnundu. Da-
37
lıcı, güçlü radarı ile yolunu çiziyordu. Bu yükseklikte çarpabilecekleri bir
cisim olmamasına rağmen ekranları kontrol etmeden duramıyordu. Zaten
iç kameralardan onu izleyenler de bir şeyler yaptığını görmek isterdi. Yoksa
otomatik çalışan dalıcının o ne yaparsa yapsın hedefine gideceğinin farkına
varsalar işin heyecanı kalmazdı. Başına bir şey gelirse acil durum balonları-
nı bile sistem otomatik çalıştırıyordu.
Derinlere indikçe sıcaklık ve basınç artmaya başladı. Radar ekra-
nında neredeyse Avustralya kadar olan İştar Terra Platosu tüm haşmetiyle
ortaya çıkmıştı. Dalıcı, türbülansı dengeleyip sakince Skadi Tepesi’ne doğru
ilerledi. Uzaklarda Fortuna Tessera'da VRC'nin araştırma merkezi radarda
gözüküyordu.
"Şu anda dışarıda sıcaklık yaklaşık 200°C ve basınç da 30 barın bi-
raz üstünde. Dalıcının seramik zırhı dışarıdaki yakıcı atmosfere iki saat ci-
varında dayanabilir. Skadi Vadisi’ne vardığımızda sıcaklık 380°C'yi bulacak
ve basınç da 45 bara ulaşacak. Basınç değerleri, Dünya'da denizin 440 m
derinliğindeki basınca eşittir."
Cemal, dış kameralardan gelen görüntüleri yayına gönderdi. Sarı-
nın ve kahverenginin farklı tonlarında bulutlar, dalıcının etrafında oynaşı-
yor ve muhteşem görüntüler üretiyorlardı. Arada bir, Venüs ve gördükleri
hakkında yorumlar yapıp yarım saatten kısa süren inişin sıkıcılığını gider-
meye çalıştı. Skadi Tepesi ekranlarda gözüktüğünde her şey değişti.
Uzaydan düşen cisim, kırmızı topraklı tepede bir yara gibi duruyor-
du. Koca bir koza gibiydi. Önü parçalanmış, dağın üstünde kalan bölümü
ise iki parçaydı. Dalıcıyı dikkatlice en uzak parçanın yanına getirip daha
yakından baktı. Arkasında bir tür roket vardı. Teknik bilgisi pek yoktu ama
roketlerinki gibi olan konileri tanımıştı. Dalıcının kollarını kullanarak arka
parçayı oynattı. İçinde kablolar ve borular vardı. Orta parçaya doğru iler-
ledi. Yüzeyinde yanık izleri ve delikler vardı. Dalıcının kameraları ile daha
yakından baktığında deliklerin dış zırhı geçtiğini gördü. Dalıcının fener-
lerini yakıp orta parçaya daha da yakınlaştı. Venüs’ün kirli beyaz ışığının
yanında fenerin parlak beyaz ışığı etrafı aydınlatmıştı.
Parçanın içi boştu. Kopuk kablolar ve parçalanmış hortumlar bura-
da da vardı. Ancak bir şey, Cemal'in nefesinin kesilmesine sebep oldu.
Yerde insana benzeyen bir yaratık yatıyordu. Buz beyazı teni; sülfü-
rik asitten, basınçtan ve Venüs’ün atmosferinin yakıcılığından etkilenme-
mişti. Üstünde ne olduğunu anlamadığı türde kumaştan bir kıyafet vardı.
Yaralarından akan mavi kan, kıyafeti lekelemişti.
38 "Sayın seyirciler, güneş sisteminde ilk dünya dışı canlı ile karşılaşı-
yoruz."
Yaratığın üstüne bir metal blok düşmüştü. Dalıcının kolu ile bloğu
kaldırdı.
Yaratık başını kaldırıp sinek gözü gibi gözlerini ona dikti.
#
"Yaşıyor, sayın seyirciler. Yaşıyor!"
Cemal, hayranlıkla yaratığa bakıyordu. Yaratığın gözlerinde Ve-
nüs'ün parıltıları vardı. Aniden başında bir ağrı hissetti. Sanki beyni uyuş-
muş ve karıncalanmıştı.
Zihninde bir ses yankılandı.
"Sen, bizdensin."
Cevap veremiyordu. Donup kalmıştı.
"Sen, bizdensin."
Baskı artıyordu. Duru, telsizden ona seslendi ama cevap veremedi.
Bir şey zihninin kıvrımlarında sürünüyor, onu ele geçiriyordu.
"Sen, bizdensin. Bizim yumurta/gelecek/saklı/şans/tohum'larımız,
senin içinde."
Cemal, zorlukla ağzını açıp cevap verdi.
"Anlamıyorum."
Baskı bir an azaldı.
"Duru, bu şey zihnimde… Aklımın içinde konuşuyor."
Dalıcının kolunu orta parçanın içinden çıkartmaya çalıştı. Elleri bir
anda dondu.
"Sen, bizdensin. Damarlarında dolaşan, sana gençliğini veren, bi-
zim yumurta/gelecek/saklı/şans/tohum'larımız. Sen, bizdensin."
Cemal, VRC'nin Venüs'te ne bulduğunu anlamıştı.
"Neden buradasın? Bizi cezalandırmaya mı geldin?"
Zihninde derin bir hüzün yankılandı. Yağmurlu bir günde sessizce
tek başına sokakta dolaşır gibiydi. Gözyaşlarının karanlıkta aktığı, kimse-
nin onun hıçkırıklarını duymadığı bir günde gibiydi.
"Ben, yumurta/gelecek/saklı/şans/tohum için kaçtım. Kötü/yok
edici/parlak/yutan/düşman geliyordu. Tekrar başlamak için buraya gel-
dim."

Cemal'in zihnindeki hüzün ağırlaştı ve bir anda kayboldu. Yerinde


sakin bir kabulleniş vardı.
"Beni durdurmak istedi. Savaştım. Fakat sizleri tahmin edememiş- 39
tik."
Cemal, sessizce cevap verdi.
"Bilmiyorduk."
Yaratıktan hüzünlü bir ses zihninde yankılandı.
"Benim zamanım doldu. Kötü/yok edici/parlak/yutan/düşman bu-
raya gelecek. Sizin ben/biz/aile olduğunuzu düşünecek. Üzgünüm."
Yaratığın başı yere düştü.
Cemal'i donduran ağırlık kaybolmuştu. Hızla dalıcının kollarını
orta parçadan çekip acil durum balonlarını ateşledi. Dalıcı dizginlerinden
boşanmış gibi yüzeye fırladı.
Kameralar hâlâ kayıttaydı. Canlı yayın devam ediyordu. Bir numa-
ralı kameraya döndü.
"Sayın seyirciler, başımız belada."
Sanırım ölüyüm. Ya da öldüm. Ölmek üzere olma ihtimalimi de
çöpe atmak istemiyorum ama bir süredir nefes almadığımın farkındayım.
Yirmi altı yıldır hemen hemen her gün geçtiğim sokakta öldürüleceğimi
düşünmezdim. Aslında düşününce mantıklı geliyor, ben de olsam kendimi
orada öldürürdüm. Sonuçta geleceğim belli. Alnımın ortasına tertemiz
bir delik açan adam, gayet sakin bir şekilde ayaklarımdan tutup beni
sokağın karanlık köşesine doğru çekti. Yüzünde herhangi bir iğrenme
veya pişmanlık yoktu. İlk defa birini öldürmediği kesin gibiydi. Çektiği
köşede üstümü başımı aradı. Kıyafetlerimi tek tek çıkardı. Annemin geçen
doğum günümde babamdan kalan emekli maaşından zar zor arttırarak
aldığı çantamı eline aldı. Çantanın üzerinde kan vardı. Beynimin dağılmış
MEHMET FATIH BALKI

olabileceğini ilk defa o an düşündüm. Çantanın üzerine yapışmış birkaç


-et veya beyin- parçasını sakince sildi. İçinde hızlıca bir şeyler aradı.
Yüzünden oluşan tatminsizlik duygusu görülebilir hale geldiğinde ayağa
kalktı ve çoktan nefes almayı bırakmış ciğerlerimi koruyan kaburgalarıma
.

doğru sağlam bir tekme attı. Ağzımdan kan gelmesi beni biraz şaşırttı
ama tıp bilgimin bıçak kesiğine yara bandı yapıştırmaktan öte olmadığı
için üzerine pek düşünmedim.
Ne aradığının farkındaydım ama tabii ki söyleyecek değildim.
Zaten söyleyemezdim ama şuan tüm yaptıkları aslında aradığı şeyin içine
kaydediliyordu. Benden uzaklaşırken cebinden telefonunu çıkardı.
“………. Abi, bulamadım.”
“Nerede dedin?”
Bana doğru bakıp; “Kafasında mı?”
Baştan desene bunu orospu çocuğu.
“Deme be abi”
“Sıktım vallahi abi”
“………kiyim”
Bu sefer kırdığı birkaç kaburga sinirlerini yatıştırmayacağı
belliydi. Hızlı adımlarla yanıma geldi ve taşaklarıma şahane bir tekme
attı. Canınızın acıdığını biliyorum yemin ederim benimde acıdı. Evet,
hem de ölü olmama rağmen -yani sanırım ölü olmama rağmen-. Her
zaman demişimdir şunu yapmayın diye. Ayıp dedikleri şey tam olarak bu.
Kafamda açtığı ve artık beynimin tam olarak aktığı deliğin içine
bakmaya çalışırken parfümünün kokusu burnuma geldi. Babamda bu
parfümü kullanırdı. “World Dance 2024” özel bir üretim olarak çıkmıştı.
O yıl dünya dans organizasyonu İzmir’de yapıldı ben de kontrol mühendisi
olarak tüm etkinlik boyunca görev yapmıştım. İş bitişinde de etkinliğe
özel ürettikleri parfümden iki koli atmıştım arabaya. Peder beyde iyiymiş
bunlar diyince al senin olsun dedim. O günden sonra on yedi yıl boyunca
kullandı. Sonra pek de gerek kalmadı. Vefatından sonra ilk defa bu
parfümün kokusunu aldım. İlginçti. Adam yüzünü gözlerime doğru iyice
yaklaştırdı. Sıcak-soğuk oynuyor olsak şu an alev alev yanıyon abi derdim
herhalde. O da bunu sezmiş olacak ki. İki parmağını sağ gözüme doğru
soktu. Yavaş yavaş çıkarmaya çalışıyordu. Zor olsa da çıkarmayı başardı.
Arkasında yazan kodu okumaya çalışıyordu. El fenerini çıkardı koda
birde öyle baktı.
“DENEY S-011”.
Heyecanla telefonunu çıkardı. Aradığını bulduğuna emindim. Bir
süre sonra sokağa bir araba girdi. Silah sesi, adamın konuşmaları bunları
sanki tüm dünya duymuyor gibiydi. Son kırk dakikadır sokağa giren tek
şey gelen araba olmuştu. Arabadan inen iki adam beni kollarımdan tutup
arabanın arkasına attı. “Amarok” En sevdiğim araba modeli. Sene sonuna
doğru ben de bundan alacaktım. Şimdiden kenara temizinden yüz bin
atmıştım. Havalar ısınınca piyasa hareketlenir diye bekliyordum. Bagaj
perdesini üstüme çektiler ve yola çıktık. Her şeye rağmen keyifliydim,
araba seçimi konusunda doğru karar verdiğim için kendimi tebrik ettim.
Araba resmen akıyordu otobanda. Motorun sesi iyi geliyordu.
Birkaç saat öyle yol aldık bir ara dalmışım ayaklarımdan çekip
beni depo gibi bir yerde muşambanın üzerine bıraktılar. Çıkardıkları
gözümü bir bilgisayara bağlamışlar ekrana bakıyorlardı.
Geçtiğimiz senelerde gelişen teknoloji, yaşadığımız baskıcı
hükümet yüzünden genellikle kendi lehlerine işliyordu. F451 isimli şirketin
geliştirdiği “GÖZCÜ” ismini verdikleri teknoloji aslında bir tür kontrol
mekanizmasıydı. Gözleri görmeyen hastalardan başlayarak yerleştirilen
bu teknolojik gözler insanların yeniden görmesini sağlıyordu ama işin bok
tarafı şuydu; bu görüntülere giriş şifresi olan herkes ulaşabilirdi. Şifre ise
hükümet ve şirketten başka kimsede yoktu. Görme engelliler için müthiş
bir teknolojiydi ama bu devlet içinde ayrıca bir fırsattı. Televizyonda
konuşma yapan Teknoloji Bakanı Hilmi Öztek gözcüleri ücretsiz bir
şekilde nakledeceklerini söylediğinde Görme Engelliler Derneği gibi
birçok dernek hükümete methiyeler düzdü. Bu konuşmadan birkaç hafta
sonra nakil işlemleri başladı. Ben de sekiz sene önce yaşadığım bir kaza
sonucu kaybettiğim görme yetimi böylece geri kazandım. Bugüne kadar
da herhangi bir sorun yaşamamıştım.
Kız arkadaşımla sevişirken veya mastürbasyon yaparken acaba
devlet bunları da izliyor mu lan? diye düşünmek dışında çok da kafama
taktığımı söyleyemem. Hele ki bir gün bu sikik alet yüzünden öleceğime
“ölsem” inanmazdım…
Ne kadar sürdüğünü tam olarak bilmiyorum ama sanırım birkaç
gün öylece yattım. Sabah saatlerinde siyah bir Mercedes geldi depoya.
İçinde takım elbiseli birkaç kişi indi. Bir tanesi gelip kafamdaki deliği
inceledi. Fazlaca bakmış olacak ki midesi bulandı az daha üstüme
kusuyordu puşt herif.
“Bulabildik mi görüntüyü?”
“Sanırım bulduk amirim”
“Çevir bakayım”
Aralarınki gülüşmelerden tam olarak neye güldüklerini
anlayamadım ama umarım geçen gün kız arkadaşımın yanlışlıkla içine
geldiğimde bana tokat atıp “hem erken geliyorsun hem de içime mi
geliyorsun” diye azarlamasına bakmıyorlardır diye dua etmedim desem
yalan olur.
“Bizim bakanda da iyi mal varmış”
“Diğeri kim abi?”
“Yakın güvenliği miymiş neymiş bilmiyorum”
“Bu salağın gördüğünü son anda fark etmişler”
“Abi bak bak şimdi de güvenlik bakana neler yapıyor…. Oha”
Bilinci yerine geldiğinde ilk aldığı nefes bir şırıngaya kan çekmeye
çalışmak gibiydi. Aldığı ne-fesin içeride bir şeyleri döndürdüğünü anlamıştı. Bir
şeyler dolmuştu; filtreler, tüpler. Kavisli bıçaklar dönmüştü. Suyun altına dalıp
uzaktan geçen teknenin motorunu duyar gibi.
“At nalı yengeçleri,” dedi kadın. “Onları hiç görmüş müydünüz?
Kanları mavidir aslında. He-mosiyanin yüzünden. Amebositleri çok güçlü
antibakteryeller taşır. Size ondan verdik. Solüsyon bayağı pahalı bir karışım.
Üretimi Eczacıbaşı’nda.”
Cam olduğunu düşündüğü şişenin içindeki sıvının çalkalanışını duydu.
İyi. İyiydi. Kulakları duyuyordu.
“İçine biraz köpekbalığı antikoru katıyoruz. Hücrelere sızmayı
kolaylaştırıyor. Bir sürü stimü-lanla etkisini artırıyoruz.”
Gözlerini açarken neresini hissedip hissetmediğini bilmiyordu ve ışıklar
çok parlaktı. Dezen-fektan kokan odanın içine beyaz bir güneş doğmuştu.
“Sırtınızı düzelttik,” diye devam etti kadın. “Geldiğinizde felaketti.
Kemikler yerine seramik koyduk. Piyasadaki en sağlamı. MSS'i de grafenle
hallettik. Soğutma için alaşım kriyojenik tüp-ler ve altın kablolama. Canlı
dokuyu iyileştirmek için de bir Abg hızlandırıcı kullandık. Ama en az bir ay
sürecek gibi.”
Parmak uçları karıncalanıyordu. Üşüyordu. Köpek gibi üşüyordu. Sanki
bütün derisi bir yerle-re sürtünüyordu. Yapışkan bir zeminde yuvarlanmak gibi.
Bir şeyler hissediyor olmanın iyi ol-duğunu düşünmüştü. Ama hiçbir yerini
oynatamıyordu. Ağır. Her şey çok ağırdı.
“Sizi böyle dolap gibi açtık.” Kadın kıkırdarken boğazına hırıltılar doldu.
Gözlerini kapatınca bir kaleydoskoptan bakar gibi önünde renkli
daireler dönüyordu.
KASVET ULU

“Vücudunuz iyi dayandı. Ben sağ çıkmayacağınızı da düşünmüştüm


ama YZ’ler hesapladı.”
Sonra kadının beyaz doktor önlüğünün, beyaz manşetlerinin altındaki
buğday rengi derisini gördü. Tribal kargaşa ve çelik kanatlı bir kartaldan oluşan
dövmesinin altında dişliler ve pistonlar sürekli hareket halindeydi. Elinde
piramit şeklinde bir erlen tutuyordu. İçindeki mavi sıvı, koyu ve parlaktı.
“Şimdi sizi biraz parlatıyoruz. Acıyı hissetmezsiniz ama derinizin
çekildiğini hissedebilirsiniz. Belki biraz üşürsünüz. Normaldir. Endişe edecek
bir şey yok. Bir süre uyanık kalmanız gerektiği için sizi uyandırdık.”
O zaman fark etti. Cam kafalarının önünde hologram şeklinde
gülümseyen suratları ile medikal robotlar, ellerinden kök gibi salınmış
katmanlı çelik kabloların ucundaki cerrahi araç gereçlerle onun abanoz derisini
dikiyorlardı. Işıksa kadının dövmeli biyonik ellerinden çıkan bir holog-ramdı.
Parıldayan beyaz kemikleri ve kırmızı ile işaretlenmiş bozuk bölgeler. Her
tarafı uyarı veren bir uzay gemisi gibiydi. Ama çok kırmızı vardı. Çok fazlaydı.
Robotların cam suratlarının ardına bakınca kamera lensleri gibi uzayıp kısalan
gözlerini gördü.
“Sizi bunların merhametine bıraksam bir taş bebek olur çıkardınız.
Kesip biçmede iyiler ama ruhları yok, anlıyor musunuz? Zaten hiçbir zaman
olamayacaklar derdim. Bizim gibi. Ama alet oldukları sürece…”
Bir an için titrediğini de düşünmüştü. Alnından aşağı süzülen koyu kızıl
kanı robotların biri gri bir süngerle aldı. Üşüyordu. Kafatasının açık olduğunu
düşündü. Beyniyle oynuyor olabilirlerdi; bu yüzden uyanık olması gerekiyordu.
Dudaklarını oynattı.
“Su mu? Ne? Solüsyon mu? Yengeçler mi? Evet, değişik canlılar. İlginç
yani. Aslında bu yen-geçlerin soyları savaştan sonra tükenme noktasına gelmişti.
Önce popülasyonun artmasını bekle-diler, sonra yüzlerce robotik taşemeni
Atlantik’e saldılar. Birbirine bağlı cıvatalar düşünün ve arkalarında cam bir
ampul. Kolektif bir yapay zekâ ağına bağlılar ve döngüsel periyotlarla avla-
nıyorlar.”
Aklındaki bazı hatıralar sıcak çaya atılmış şeker gibi eriyordu. Erlenin
üzerindeki işarete baktı. Oval, kitin sırtından çıkan kıvrık dikenleri ve düz bir
çizgi halinde inen kuyruğu.
“Suda süzülüyorlar ve yengeçleri buluyorlar,” dedi kadın. “Öğütücü gibi
ağızları ile yengeçle-rin yumuşak dokusuna yapışıyorlar. Öldürmeden kanlarını
alabilmek için.”
Derisini kesen robot bir kâğıdı yırtar gibi rahattı. Işıklar zayıflıyordu.
Kadın cam erleni onun baş ucuna koydu. “Çünkü onlardan yararlanmak için
yaşamaları gerekiyor.”
Soruları Hazırlayan: Mehmet Fatih Balkı (Lagari Bilimkurgu Fanzin)
Cevaplayan: İsmail Yamanol (Bilimkurgu Kulübü)

KONULAR
• İsmail Yamanol Kimdir, Bilimkurguyla Nasıl Tanıştı?
• Bilimkurgu Kulübü’nün Ortaya Çıkış Hikâyesi
• Kulübün Projeleri
• Ekonomik Sorunların Bilimkurgu Edebiyatına Etkisi
• Türk Bilimkurgu Edebiyatı
• Türk Bilimkurgu Dergiciliğinin Durumu
• Fanzinlere Dair
• Bilimkurgu Hayranları Kulübe Nasıl Ulaşabilir?
• Kitap ve Film Önerileri
***
Merhabalar, ben Mehmet Fatih.
Merhabalar, ben de Yamanol. İsmail Yamanol.
Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.
Sizli bizli konuşmasak Fatih…
Peki, baştan alalım. Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğin için
teşekkür ederim.
Asıl teklif için ben teşekkür ederim. Memnuniyet duydum.
Bilimkurgu ile ilgili internet üzerinde biraz araştırma yapmış veya
bilgi arayışına girmiş kişiler mutlaka Bilimkurgu Kulübü’ne bir şekilde
rastlamıştır. Bugün Yerli ve Dünya bilimkurgusu üzerine birçok bilgiyi ve
öyküyü bulabileceğimiz bir platform haline geldi. Elbette bu işin arkasında
büyük bir ekip var,ama bu ekibi çekip çeviren biri de lazım. Sanırım bu kişi
de sen oluyorsun.
Sanırım.
O zaman bize biraz kendinden bahsetsene. Kimdir İsmail Yamanol?
Bilimkurgu senin için ne anlam ifade ediyor? Okumaya ve yazmaya ne zaman
ve nasıl başladın?
80’ler mamulüyüm. Bilimkurguya ilgim Baskan Kurgu-Bilim dizisiyle
başladı. 25 kitaptan oluşan ve içinde türün önemli yazar ve eserlerini barındıran
bu seri, bilimkurgu maceramın da miladı sayılır. Özellikle serideki Isaac Asimov
kitaplarının hayatımı biçimlendiren etkilerine ilk o çağlarda maruz kaldım.
Bu kitaplar bana yepyeni bir düşünce alanı, engin bir hayal gücü ve peşinden
koşacak bir tutku bahşetti. Tabii o tutku yıllar içinde serpildi. Hayatıma
bambaşka yazarlar, bambaşka eserler girdi. Sadık bir bilimkurgu okuruna
dönüşmüştüm dönüşmesine, ancak olanaklar da bir hayli sınırlıydı. Hatta bir
zaman sonra okuyacak bilimkurgu kitabı bulmakta zorluk çekmeye başladım.
Zira şimdiki gibi kitap bolluğu yoktu. Bu ahval ve şerait içinde hayatıma bir
de sahaf gezmeleri girdi. Beyoğlu ve Kadıköy sahaflarıyla maceram çoktur. O
sahaf senin, bu sahaf benim derken ufaktan bir bilimkurgucu ortamı da oluştu.
Buluşmalar, söyleşiler, tartışmalar peşi sıra geldi. Zaten Bilimkurgu Kulübü de
bu ortamın bir ürünü olarak hayat buldu.
Yazıp çizme konusuna gelince… Esasında kendimi, arada öykü çiziktiren
bir bilimkurgu okuru olarak görüyorum. Eğer kafamda öteden beri dönüp duran
bir fikir varsa ve artık iyice dürtmeye başlamışsa oturup yazıyorum. Birkaç kitap
ve dergide öykülerim yayımlandı. 2016 TBD Bilimkurgu Öykü Yarışması’nda da
ikincilik ödülü aldım. Şimdi düşündüm de, arada öykü çiziktiren biri için hiç de
fena değilmiş aslında.
Peki, Bilimkurgu Kulübü’nün kurulması ve büyümesi nasıl oldu? Ne
gibi zorluklar atlatıldı ve bugünlere ulaşıldı?
Demin de biraz değindiğim gibi, zaman içinde ufak bir topluluk haline
dönüştük. Ufaktık, çünkü o dönem ara ki bilimkurgucu bulasın. Buluşmalar,
sohbetler kesmemeye ve her kafadan bir proje fışkırmaya başlayınca işler hafiften
ciddileşti. Dedik, “Kulüp kuralım. Biz bunu yaparız.” Yapamadık! Kulüp olarak
hazırladığımız Kurgusal Evren adlı fotokopi fanzin iki sayı sürdü. Beni gazlayan
arkadaşlar çil yavrusu gibi dağıldı. Arkaya bir döndüm, kimse yok! Anladım ki
henüz düzenli üretime geçecek olgunlukta değiliz. Bir nevi Bilimkurgu Kulübü
elimde kaldı. Biz de eski usul devam ettik. Gırgır, şamata yani. Yıl 90’ların sonu…
O dönem internet de iyice hayatımıza girmeye başlamıştı. Kulüp faaliyetlerini
sanal âleme kaydırdık. Özellikle Mynet sohbet sunucusundaki #bilimkurgu
kanalı bize uzun yıllar yataklık etti. Hem bu sayede kalabalıklaşma imkânı da
bulduk. “Meğer epey bilimkurgucu varmış,” dedik kendi kendimize.
2003’te forum tarzı bir internet sitesi de açtık. O yıllar internet demek,
forum demekti. Gerçi herkesin her telden çaldığı kaotik bir siteydi. Zaten birkaç
yıl sonra da kapattık. İnternet sohbet sunucularının ve forumların modası
geçip de yerini Facebook gibi mecralar almaya başlayınca, bu sefer de o tarafa
kanalize olduk. İlginçtir, Facebook sayfamız kısa sürede binlerce takipçiye ulaştı.
Bunun da teşvikiyle 2013 yılında şu anki sitenin hazırlıklarına başladık. Zaten
kadromuz da bir hayli genişlemiş ve olgunlaşmıştı. Nitekim bu sefer oldu. Genel
yayın yönetmeniyim diye demiyorum, her bilimkurguseverin takip etmesi
gereken bir internet sitesi. Kendi yararlarına olur.
Bilimkurgu Kulübü’nün Yaptığı birçok proje var. Bunlardan en çok
ses getireni sanırım “Yeryüzü Müzesi”. Gelecek zamanda ne gibi çalışmalar
bizi bekliyor? Yeni projeler var mı?
Yeryüzü Müzesi kallavi bir işti. Kulüp olarak üzerinde çok çalıştık.
Bilimkurgu Kulübü, bünyesinde onlarca bilimkurgu yazarı barındıran büyük bir
platform. Bu zenginliğimizle yerli bilimkurgu edebiyatının gelişimine katkıda
bulunmak istedik. Ortaya da 18 yazardan 18 öykülük bir seçki çıktı. Ursula K.
Le Guin’in ölmeden hemen önce yolladığı destek mesajıyla da tarihe geçen bir
kitap oldu. Çok yazarlı bir yerli bilimkurgu öykü antolojisinin üçüncü baskıya
ulaşması beklenen bir şey değildi. Bu konuda da bir ilke imza attık.
Bu yıl Bilimkurgu Kulübü 20. yaşını kutlayacak. 20. yılımızda da okurlara
ölümsüz bir eser vermek en büyük amacımız. Şu sıralar yine bir öykü antolojisi
üzerinde çalışıyoruz. Ama bu seferki biraz farklı olacak. Çünkü tamamen kadın
yazarlardan oluşan bir kısa öykü derlemesine imza atacağız. Bilimkurgu öteden
beri erkek egemen bir alan olarak düşünülegelmiştir. Bu algıyı kırmada payımız
olursa ne mutlu bize. Beklemede kalın.
Uzun yıllardır sıkı bir bilimkurgu takipçisi olman çok önemli.
Gelişimine dair birçok bilgiye sahipsin. Çeviri eserler başta olmak üzere,
bilimkurgu bir şekilde okura ulaşıyor. Son dönemdeki kâğıt zammı gibi
olaylardan sonra yerli bilimkurgu yazarları okuyucuya ulaşmada ne gibi
zorluklar çekebilir?
Aslında yerli bilimkurgu yazarları, ekonomik çalkantı öncesinde
de kitabını bastırmakta zorluk çekiyordu. Ülkemizde yerli bilimkurgu,
yayınevlerinin önceliği olmadı hiç. Geçmişte basılmış numunelik eserlerin de
satış rakamları ortada. Tabii ekonomik zorluklara rağmen bu manzara yavaş
yavaş değişiyor. Bilim ve teknoloji çağında yaşıyoruz. Bugün Mars’a kurulacak
koloni projelerinden, yapay zekâdan, robotlardan bahsediyoruz. Bunlar geçmişin
bilimkurgusu, bugününse gerçekleri. Bilimin ve teknolojinin son hızla ilerlediği
bir çağda, insanlık olarak başımızı kaldırıp uzaya ve geleceğe bakmamız şaşırtıcı
değil. Bu noktada bilimkurgunun işlevi arttığı gibi, toplumda doğurduğu ilgi
de canlanıyor. Düşünen, soran, sorgulayan ve en önemlisi de üreten kesim,
bilimkurguyu çocukça bir hayalperestlik olarak görmüyor artık. Bilimkurgunun
öngörüleri, geleceğimizin kaçınılmaz gerçeği haline dönüştü. Bu gerçekliğe
kayıtsız kalmak mümkün değil.
Dolayısıyla yayınevleri de bu gerçeğe kayıtsız kalamazdı. Sonuçta talep
arzı doğurur. Evet, ülkemizin içinde bulunduğu mali vaziyet kötü. Bakın burası
çok önemli! Dövizin yükselişi, kâğıtta dışa bağımlı hale gelmiş bir ülke olarak
yayıncılık sektörümüzü de olumsuz etkiliyor. Yükselmekte olan bilimkurgu
edebiyatımız da bundan payını alıyor elbette. Durum ortadayken, yayınevleri
birkaç bin satacak bir bilimkurgu eseri basmaktansa, satması garanti işlere
yöneliyor. Onlar da kendilerince haklı. Yayınevi dediğimiz şey neticede bir
ticarethane. Değirmenin taşı dönmeli ki ayakta kalabilsinler. Bu gibi zamanlarda
fanzinlere büyük görev düşüyor. Evet, size diyorum! Çünkü fanzinler sisteme
atılan birer tokattır.
Geçmiş ve günümüz yerli bilimkurgu edebiyatını nasıl görüyorsun?
Bilimkurgu edebiyatımızın gidişatından memnunum. Bilimkurgu bir
zamanlar bu ülke insanına yakıştırılan bir şey değildi. Okurun genelinde hep bir
eğretilik algısı vardı. Neyse ki bu algı büyük oranda kırıldı. Gördüler ki bizim
insanımız da gayet iyi bilimkurgu yazabiliyor. Günümüzde üretim arttığı gibi, bu
üretimlere olan talep de artıyor. Eskiye nazaran kitap raflarının zenginleşmeye
başladığı bir gerçek. Öykü antolojileri, orada burada sıkça görülmeye başlanan
romanlar bunun en güzel ispatı. Daha da iyi olacak. Bir gün bu ülkeden de Hugo
Ödülü kazanan yazarlar çıkacak. Çünkü neden olmasın?
Geçmiş dönemlerde ülkemizde birçok bilimkurgu dergisi-fanzini
çıkmış. Bunların birçoğu şu an koleksiyonluk değerde. Böyle bir iş yapmanın
zorlukları sence nedir? Neden çıkan yayınlar tutunmakta sıkıntı çekiyor? Bu
sıkıntıyı çözecek işler çıkar mı?
Antares, X- Bilinmeyen, Atılgan, Nostromo, Davetsiz Misafir… Evet,
geçmişte çeşitli bilimkurgu dergiciliği örnekleriyle karşılaştık. Bazısını çıktığı
zamanlar alıp okuma şansına erişmiş kişilerden biriyim. Özellikle Selma
Mine ve Bülent Akkoç’un bu alandaki emekleri büyük. Ancak bu ülkede basılı
bilimkurgu dergiciliği, bir nevi rüzgâra karşı koşmak gibi. Tez zamanda nefessiz
kalıyorsunuz. 2000’li yıllardan sonra Türk bilimkurgu dergiciliğinde ciddi bir
duraksama dönemi yaşandığı aşikâr. Ben bunu biraz da internetin yükselişine
bağlıyorum. Sonuçta aynı içerikleri, çok daha az maliyetle ve dağıtım sorunu
olmadan okura sunabiliyorsunuz. Zaten dağıtım bu işin püf noktası. Dünyanın
en nitelikli içeriğini bile üretseniz, sağlam bir dağıtım ağınız olmadığı sürece
pes etmeye mecbursunuz. Öte yandan satış rakamlarının yetersizliği ve reklam
gelirlerinin azlığı, bu yayınların uzun ömürlü olamamasındaki en büyük etkenler.
Kısacası sorun üretmekte değil, üretileni okurla buluşturabilmekte. Zaten
dergicilik ve dağıtım sektöründe ciddi bir tekelleşme de var. Piyasa, arkasında
büyük tröstlerin olduğu bazı popüler ve sektörel dergilerin himayesine girmiş
durumda. Bu dergiler dışında ciddi satış rakamlarına ulaşabilen yayınlara
rastlamak zor. Hele de marjinal bir alanda varlık göstermeye çalışıyorsanız işler
daha da zorlaşıyor.
Batı’da bilimkurgu edebiyatının yükselişi dergiler sayesinde olmuştu.
Bizde ise internet sayesinde oluyor. Bu noktada internet sitelerinin, e-dergi
ve fanzinlerin misyonunu önemsiyorum. Çoğalmaları, toplumun kılcal
damarlarına kadar nüfuz edebilmeleri en büyük temennim.
Takip ettiğin fanzin var mı?
Geçmişte İzmirli bilimkurguseverlerin çıkardığı Albemuthfanzin vardı
örneğin. Arşivimde tüm sayıları duruyor. Üzerinden onca yıl geçmesine rağmen
hâlâ arada bir açar okurum. Şu sıralarsa sizi takip ediyorum. Yine kimisi düzenli,
kimisi düzensiz olmak üzere Yerli Bilimkurgu Yükseliyor, Gölge, Hayalet,
Komplike, AltZine radarımdaki yayınlar arasında.
Bilimkurgu Kulübü’ne ulaşmak isteyen okuyucular nasıl ulaşabilir?
İsteyen herkes yazı, öykü vs. işler gönderebilir mi?
Elbette gönderebilir. Hem internet sitemiz hem de sosyal medya
hesaplarımız üzerinden bizimle iletişime geçebilir, bilimkurguya dair tüm
üretilerini kolaylıkla ulaştırabilirler. Zaten kulübümüzün asli amaçlarından
biri de yazarı okurla, okuru da yazarla buluşturabilmek. İnternet sitemizde
geniş bir kısa öykü arşivi var. Çünkü kulüp olarak kısa öyküleri ve bu uğurdaki
uğraşları önemsiyoruz. Zaten bilimkurgunun önde gelen isimlerinin kariyerleri
incelendiğinde, hepsinin de bilimkurgu edebiyatına kısa öyküler yazarak
başladığı görülüyor. Bu nedenle, başarılı ve ölümsüz bilimkurgu yapıtları
ortaya koyabilmek için kısa öykücülüğün önemi çok büyük. Hatta bunu bir
yazarın ilk edebi adımları olarak da değerlendirebiliriz. Bu bilinçle bir editör
ekibi oluşturduk. Gelen öyküleri değerlendiriyor, yayımlanmaya uygun
bulduklarımıza sitemizde yer veriyoruz. Tabii imkân ve zamanımız kısıtlı.
Gelen öyküleri hızlıca incelemek mümkün değil. Yazarların bu konuda anlayış
göstereceğini umuyoruz.
Son olarak bize üç kitap ve üç film önerir misin?
Biraz çakallık gibi olacak ama Asimov’un yedi kitaplık Vakıf Serisi’ni
ilk kitap öneri hakkım kapsamında itelemek isterim. Düşünme yetisini
yitirmemiş olanlar için zihin açıcı bir seridir. Ursula K. Le Guin’inMülksüzler’i
ile çok sevdiğim bir yazar olan Fredric Brown’ın The Best of Fredric Brown adlı
öykü antolojisi diğer önerilerim. Sonuncusu hâlâ dilimize çevrilmedi. Üstelik
birbirinden muhteşem öyküler içermesine rağmen. İnsan gerçekten hayret
ediyor!
Film öneri olayı epey sakat iş. Hele de üç hakkım varken. Yine de Arthur
C. Clarke ile StanleyKubrick birleşiminin bir mucizesi olan 2001: A Space Odyssey
hâlâ favori filmim olmayı sürdürüyor. Edebiyat dizisinin de mutlaka okunması
taraftarıyım. BladeRunner’ın o kasvetli atmosferini seviyorum. Sorduğu ve
sordurduğu sorular ufuk açıcı. Son film önerim ise Stargate. Sonrasında çekilen
dizilerle birlikte genişleyen o uçsuz bucaksız mitolojisinin tutkunuyum. İçinde
bilimkurgu adına ne ararsanız var. İnsan daha başka ne ister ki?
Vakit ayırdığın için teşekkür ederim.
Benim için zevkti. Tüm Lagari ailesine sevgiler. Sağlıcakla kalın.
Melas'ın bayat havası Kudret'in ciğerlerini yaktı. Büyüdüğü
uzay üssünün havası en azından güçlü filtrelerle temizleniyordu. Belki
de Melas insanların ilk yerleştiği Mars şehri olduğu için havası asla
temizlenemiyordu. Kubbenin yaslandığı kanyon duvarının gölgesinde
kalan sokaklarda yürüdü. Mars'ın turistik kumarhanelerinden çok
uzaktaydı. Otellerin süzülme kuleleri bile zor görülüyordu. İki ya da
üç katlı evler aceleyle oraya dikilmiş gibiydi. Babasının Kanyonaltında
olduğunu öğrenmemiş olsa buralara gelmezdi.
Dar sokaklarda Mars ateşine tutulmuş, sayıklayarak yatanların
yanından geçti. Beyinlerini çürüten uyuşturucunun hayallerini gerçeklere
tercih etmişlerdi. Elini tabancasının kabzasına koydu. Oruni enerjilerin
titreşimini avucunda hissedince rahatladı.
Önüne kimin çıktığına aldırmadan hızla giden bir arabanın
altında kalmamak için duvara yaslandı. Araba yolun sonuna gelemeden
yerden aniden yükselen bir bariyere çarptı. Pusuda bekleyen çocuklar
ara sokaklardan fırlayıp arabaya saldırdılar. Arabadan çıkan robot
kollu adamlar ne kadar uğraşsalar da sinir-susturucularla onlara vuran
çocuklara karşı koyamadılar. Birkaç dakika süren kavga sonrası, çocuklar
baygın adamların kollarını kesmeye başladı.
Kudret yanına gelen bir kadının omzuna dokunması ile bakışlarını
MEHMET GÖKÇE AY

vahşetten çevirdi. Mavi yeşil saçları beline kadar uzanıyordu. Uzun eteği
her adımında salınıyordu. Kadın koluna girip onu uzaklaştırdı.
"Arabadakilerin üstünde ödül olmasa Yaramazlara izin
vermezlerdi. Onları izlersen senin de üstünde ödül olup olmadığını
merak edebilirler."
"Teşekkür ederim hanımefendi. Buralarda yeniyim ve şaşırdım."
Kadın gözlerine uğramayan bir ifadeyle güldü.
"Tatlım, turist olduğun belliydi. Buralarda dolaşmamalısın." Elini
Kudret'in yüzünde gezdirip gözlerinin içine baktı. Aralık dudaklarından
çıkan nefesini yüzünde hissedebiliyordu. "Gel tatlım, seni güzel bir
kumarhaneye götüreyim." Yürümeye devam ederken, Kudret gözlerini
zorlukla ondan ayırdı.
"Teşekkür ederim hanımefendi. Ben buraya kumar için gelmedim."
Kadının yüzü bir an asıldı. Gözlerinden geçiveren hayal kırıklığı Kudret'in
içini yakmıştı.
"İstediğin ne? Eğer burada daha egzotik keyifler arıyorsan, seni
temiz kızların ve oğlanların olduğu bir işletmeye de götürebilirim."
Kudret saç diplerine kadar kızarmıştı.
"Beni yanlış anladınız hanımefendi. Ben buraya öyle bir iş için
gelmedim." Kadın durdu. Gözlerini Kudret'in gözlerine dikti.
"Uzaylı sevici değilsin umarım. Hani onlara da götürebilirim seni
ama yazık olur." Kudret ağzı açık kaldı.
Kadın güldü.
"Şaşırma. Sonuçta Yslin, Grontz ve Kubleminler insana benziyor.
Birisi yeşil, diğeri koca ve gri, üçüncüsü ise deniz kokuyor ama müşterisi
var."
"Ben sadece Hueminleri biliyorum. Onlar ve arkalarından gelen
Bzoulin dışında uzaylı duymadım hanımefendi." Kudret caddeden
ayrıldıklarını ve kimsenin olmadığı bir sokak arasında durduklarını o
zaman fark etti.
"Hueminler düzlüklerden şehre gelmez. Onların geçebilecekleri
tüm yarıkları Avcılar kontrol eder. Melas’da Kanyonaltı dışında Huemin
göremezsin. Ancak berbat yönetilen bir şehre ya da uzay üssüne Hueminler
gelebilir."
"Yanılıyorsunuz hanımefendi. İyi yönetilen bir üsse de Hueminler
gelebilir. Onların gelmesine izin veren bir yarık kalması yeterli."
"Tamam tatlım kızma. Ne arıyorsun peki burada?"
"Babamı arıyorum hanımefendi."
"Gel benimle, sana yardım edecek birini bulalım."
"Ben nereye gideceğimi biliyorum, teşekkürler." Kadının gözlerini
karanlık kaplamıştı. Kudret tabancasını çekti.
Silahın bataryasında kaçacak yer arayan oruni enerjinin sesi dar
sokakta yankılandı. İç çeken, inleyen, çığlık atan yüzlerce ruh sokağı
doldurmuş gibiydi. Namlunun içinde tetiğe basılması ile özgürlüğe
kavuşmayı bekleyen anlar sabırsızdılar. Kadın geri adım attı.
"Kayıp teknoloji senin gibi bir yeni yetmenin elinde ne arıyor?"
"Büyük teyzemden bana hediye." Kadın dar sokakta iki yana baktı.
Sırtını duvara yaslamıştı.
"Teyzen sana korkunç bir hediye vermiş. Eskiler bu silahları
tehlikeli oldukları için kaybetmişlerdi."
"Haklısınız hanımefendi. Ancak yaşadığım yer daha tehlikeli."
Kadın Kudret'i baştan aşağı süzdü.
"Nereden geliyorsun?"
"Uzak'tan geliyorum." Kadın başını eğip ona baktı.
"Uzak'ta kazadan sonra kimse kalmadı diye duymuştum."
"Gezegende kimse yaşamıyor, ama yörüngesinde sorun yok."
Kadın silaha ve Kudret'in gözlerine baktı.
"Şimdi ne yapacaksın, peki?" Kudret geriye bir adım attı.
"Size teşekkür edip yoluma devam edeceğim, hanımefendi."
Kudret kadından gözlerini ayırmadan uzaklaştı.
Kadın sırtından duvara yasladı. Gölgeler onu sarıp aralarına
aldılar. Kudret sokaktan ayrılıp ana caddeye gidinceye kadar kadın
gölgelerin arasından onu izledi.
#
Deli Battal'ın Yerine varmak için Kanyonaltı'nı baştan başa
geçmesi gerekiyordu. Kudret gölge kadınla karşılaştıktan sonra kimse ona
engel olmasın diye büyük teyzesinin ikinci hediyesini çalıştırdı. Etrafını
saran vazgeçme alanı bakışların üzerine tutunmasına engel oluyordu. Ona
bir şeyler satmak için yolunu kesenler olmayınca kısa sürede hedefine
ulaştı. Deli Battal'ın Yeri iki katlı bir binanın alt katında, küçük bir
kahveydi. Dışarıda dört küçük masanın etrafında eski taburelerde yorgun
müşteriler oturuyordu. Yüzlerinde zor işler yapmış ve artık dinlenmek
isteyen insanlara özgü bir sakinlik vardı. Kudret içeri girerken hepsi onu
izliyordu. Oturanlar silahlı olduklarını gizlemeye bile çalışmıyordu.
İçeri girdiğinde dar camlardan sızan ışığa gözleri alışıncaya
kadar bekledi. Çay ocağında duran adama doğru ilerledi. Küçük teyzesi
babasını bulmak için Battal'a ne sorması gerektiğini ona söylemişti. Çay
bardaklarını yıkamayı bitirmesini bekleyip ona doğru eğildi.
"Battal usta, Avcı Tekinsiz Murat'ı arıyorum." Battal'ın kaşları
çatıldı. Ellerini önlüğüne silip kırmızı gözlerini Kudret'e dikti.
"Ne istiyorsun Tekinsiz'den?"
"Ona Uzak'tan haber getirdim. Onun oğluyum."
Battal'ın gözleri daldı.
"Oğlu olduğunu bilmiyordum." Kudret sessizce bekledi.
"Bakınca ona benzediğini görebiliyorum. Gözlerinde aynı delilik
var." Battal önlüğü ocağın kenarına asıp Kudret'in yanına geldi.
"Sen burada bekle, ben Tekinsiz'i çağırayım."
Kudret loş kahvede tek başına kaldı. Birkaç dakika sonra Battal
yanında biyonik bacağı zorlukla çalışan bir adamla geldi. Adamın her
adımda yüzü acıdan kasılıyordu. Saçları asker tıraşı kesilmişti. Üstünde
eski ama temiz bir kamuflaj yeleği ve kot pantolon vardı. Kolları
sıvanmış gömleği güçlü bileklerini açıkta bırakmıştı. Belinde asılı duran
tabancasının kabzası sedef kakmalıydı. Kudret'i süzdü.
"Otur hele. Ayakta konuşacak değilim." Tekinsiz gıcırdayan
taburelerden birini çekip oturdu. Kudret de karşısına yerleşti.
"Battal, çek bize birer şekersiz kahve. Bu saatte anca kahve ile
kendime gelirim." Battal ocakta kahveyi yaparken Tekinsiz Kudret'in
gözlerinin içine baktı.
"Uzak'tan geldim diyorsun, öyle mi?"
"Evet"
"Orada kimse kalmadı diye biliyordum."
"Uzak'ta yaşayan yok. Biz yörüngede yaşıyoruz."
"Sana neden inanayım?" Kudret bu soruyu bekliyordu. Annesi son
nefesini verirken, ona babasına vermesi için bir kolye vermişti. Tekinsiz'e
onu uzattı.
Tekinsiz nasırlı elleriyle kolyeyi aldı. Dünyada askerlerin göreve
giderken aldıkları hediyeliklerdendi. Tekinsiz kolyenin kapağını açtığında
annesi ve onun hologramı loş kahvede parladı.
Battal kahvelerini getirinceye kadar konuşmadılar. Tekinsiz
kolyeyi kapatıp masaya koydu. Elinin tersi ile yaşarmış gözlerini silip
kahvesinden gürültüyle bir yudum aldı.
"Bengü nasıl?"
"Öldü." Kudret gözünün içine baktı. Tekinsiz'in gözlerindeki acıyı,
içine işleyen hüznü gördü.
"Son nefesini verirken artık seni görmem gerektiğini söyledi.
Büyük teyzem seni görmemin sorunlara sebep olacağını anlattı ama annem
dinlemedi. Küçük teyzem eğer seni bulmazsam daha büyük sorunlar
olacağını söyledi. Gelecek olan ancak seni görürsem durdurulabilirmiş."
"Pervin karşı çıktı, Umay da bana gelmeni istedi yani. Hiç
değişmemişler. Giderken de Pervin kalmamı, Umay gitmemi istemişti.
Pervin geçmişi, Umay geleceği görürdü."
“Belki de çok uzak zamanları görebildikleri için teyzelerim artık
şimdiyi daha az görür oldular.” Kudret taburede dik oturmaya çalıştı.
Tekinsiz’in gözlerine baktı.
“Neden gitmiştin? Annem gitmen gerektiğini söyledi, başka bir
şey söylemedi."
"İsmini Kudret koymuştum. Değiştirmedin değil mi?" Kudret
başını salladı.
"Hayır, değiştirmedim."
"Annen onunla tanışmamızı anlattı mı sana?" Hiç tanımadığı
babasının yüzünde sevgi dolu o ifadeyi görünce şaşırdı.
"Anlatmadı. Senden bahsetmenin ona çok acı verdiğini
düşünürdüm. Ama son günlerinde başka bir şey olduğundan şüphelenir
oldum."
Tekinsiz kahvesini bitirmişti. Fincanı tabağa koydu.
"Kudret, biz annenle Uzak'ta insanlar yüzeyde yaşarken tanıştık.
Daha insanlık yeşil Yslinlerle karşılaşmamıştı. Uzak'ta Eskilerin yapılarını
arıyorduk. Ben de yörüngedeki üste askerlik yapıyordum. Dünyadan
çıkmak için tek şansım asker olmaktı. Kendime yeni bir hayat kurmak
için üç sene Uzak'ta, insanlığın unuttuğu bir gezegende askerlik yapmak
fena fikir gibi gelmemişti." Tekinsiz biyonik bacağına elini attı.
"O zaman bacağım sağlamdı. Uzak'ın resmi ismi 2018 VG18'di.
Yöneticiler koloni kurulduktan sonra isim vermenin daha motive edici
olduğunu düşünmüşlerdi. Pembe kar yağardı orada. Yer altında soğuktan
korunmak için ilk koloni inşa edilmişti. Annen ve teyzelerin oradaydılar.
Pervin teyzen arkeologdu. Annen ve Umay teyzeni de yanında getirmişti.
Koloni olduğu için ailelere izin veriyorlardı. Bizim görevimiz koloninin
ihtiyacı olursa onlara yardım etmekti. Kimse bir terslik beklemiyordu.
Koloni üyeleri yer altının karanlığı ile başa çıkabilmek için dönüşümlü
olarak yörüngeye gelirlerdi. Annen ve kız kardeşleri bir aylık yörünge tatili
için gelmişlerdi. Aşık olduk. O Uzak'a dönerken sana hamile olduğunu
bilmiyorduk."
Tekinsiz dar pencereden dışarı baktı.
"Belki bilseydim, her şey farklı olabilirdi. Öğrenince anneni
yanıma aldırmak istedim ama Uzak ile uzay üssü arasında mekiklerde
yer bulamadım. Kaza olduğunda Uzak'taydılar. Eskilerin kapısı açılıp
Oruni enerjiler güneş sistemine yayıldığında oradaydılar. Haberi
aldığımızda komutan uçabilen tüm araçları yüzeye gönderdi. Kurtarma
görevinde ben de vardım. Yeraltı şehirlerinde Hueminlerin gerçekliği
yırtıp gelişlerini gördüm. Oruni enerjiler zamanın işleyişini bozmuştu.
Annen ve kardeşlerini Hueminlerle savaşırken buldum. Annen elinde
plazma tüfeği Hueminlere kıyamet yağdırmıştı. Annen ve teyzelerin o
zamandan değişmişlerdi. Pervin kaçmamız için eskilerin tünellerinde
bize yol gösterdi. Umay Hueminler saldırmadan önce fark edip bize
haber verdi. Annenin gözleri kimsenin görmediklerini görürdü. Uzak'tan
kaçtığımızda annen sana altı aylık hamileydi."
Tekinsiz çekinerek elini Kudret'e uzattı. Kudret babasının yüzüne
dokunmasına izin verdi.
"Bizi karantinaya almışlardı. Sen karantinanın son günü doğdun.
Üsteki doktorlar senin üzerinde testler yapmak istediler ama izin vermedik.
Karantina kalkıp Dünya'ya dönmek için mekikte yer ayırttığımda annen
kabul etmedi." Tekinsiz yanağından süzülen yaşı sildi.
"Bana 'Sen gideceksin Murat' dedi. 'Tek başına gideceksin ve
Hueminlerden sonra gelecekler için insanlığı uyaracaksın.' İtiraz ettim.
Karşı çıktım. Ama Pervin, Annen ve Umay'ı ikna edemedim. Umay seni
bir dahaki görüşümden sonra öleceğimi söyledi. Pervin Bzoulinleri anlattı.
Hueminlerin nasıl durdurulacağını öğretti. Onlara inanmak istemedim.
İkna olmadığımı gören annen kardeşlerini odadan gönderdi. Beni son
kez öptü. Dudaklarımız birleştiğinde içime bir şey aktı. Zihnimde güneş
sisteminde olacak olaylar belirdi. Neler yapabileceğimi, uzayı yırtıp
gelecek canavarlarla nasıl savaşacağımı öğrendim. Zalim kader kalırsam
annene ve sana neler olacağını da gösterdi. Tek başına mekiğe bindiğimde
hala ağlıyordum." Tekinsiz kalkıp Kudret'e sarıldı.
"Sıra sende. Annenin emanetini iyi sakla. Öğren ve koru. Sana
inanmasalar da yanında olmak istemeseler de onları koru."
Tekinsiz Kudret'i anlından öptü. Dudaklarından bir sıcaklık zihnine
yayıldı. Kudret sokağın aşağısındaki Huemin'leri hissetti. Havada titreşen
yırtığı gördü.
"Baba bir Bzoulin geliyor. Huemin'ler yolu açmışlar bile."
Tekinsiz çay ocağına döndü.
"Battal, makinem. Bir Bzoulin bizi ziyarete geliyormuş."
Battal ocağın altına eğilip kesik namlulu bir AC-56 çıkarıp
Tekinsiz'e attı. Tekinsiz tüfeği kontrol edip, Battal'ın attığı fişekliği sırtına
geçirdi.
Battal çay ocağının ardından elinde çok namlulu bir tüfekle çıktı.
"Çocuklara haber veriyorum. Tek başına gitme."
"Merak etme, oğlum yanımda."
Sokağa çıktılar.
Sokağın aşağısına baktıklarında parıldayan yarığı gördüler.
Karanlık başka bir evrene açılan yarıktan ahtapot kollu Bzoulin çıkmaya
çalışıyordu. Binaların tepelerinde kırkayaklar gibi koşuşan Hueminler
vardı. Baba oğul sokaktan kaçanlara aldırmadan yarığa ilerlediler.
Kudret babasıyla ilk ve son kez gerçekliği yırtanlara karşı savaştı.
MURAT ÇALIS,
Komşum Beste’nin elektrikli kaykayıyla donmuş İstanbul Boğazı’nın
üzerinde yürüyüş yapmaya gidiyorduk. Sokakta kediler ve temizlik droidleri
dışında kimsecikler yoktu. Denize inen yokuşun başında, ince bir pus tabakasının
örttüğü boğazı gördük. Sabahın ilk ışıklarının aydınlattığı gri gökyüzü altında
tarihi yarımadanın silueti güçlükle seçiliyordu.
Sahil yoluna ulaştığımızda önümüzde bembeyaz bir düzlük halinde
uzanan boğaza bir kez daha baktım. Boğaziçi köprüsünün altında kocaman
sarkıtlar oluşmuş, boğazın donmuş yüzeyinin bazı kısımları yukarıya doğru
bel vermişti. Karşı kıyıya yakın bir noktada iki kameraman ellerinde rengârenk
bayraklar taşıyan aktörleri filme alıyordu.
Beste kucağında koca kaykayıyla korkulukların üzerinden geçip boğazın
yüzeyine atladı ve “Gelsene, burası boyu geçmiyor” dedi.
Korkulukları aşıp ayaklarımı aşağıya sarkıttım, ardından yumuşak
olmasına gayret ettiğim bir atlayışla buzun üzerine indim.
Çevrede kısa bir keşif yürüyüşü yaptıktan sonra “Hadi gidelim” dedi
Beste, ortamdan hoşlanmışa benziyordu.
Kaykayın arkasına binip Beste’nin beline sarılarak “Sarayburnu’na çek
kaptan” dedim.
“Adalara gitsek mi?”
“Marmara donmadı ki.”
El ele tutuşmuş iki sevgilinin uçurduğu ejderha biçimli uçurtmanın
MURAT KAYA BESIROGLU

altından geçerken Beste’ye “Sevgililerinin birbirlerinden haberleri var mı?” diye


-

sordum.
“Üçünü toplayınca bir adam ancak ediyor” dedi Beste.
.

Zeplin biçimli kocaman bir balonun üzerinde “Boğazın buzları üzerinde


,

yürümek tehlikeli ve yasaktır” yazısını okuduk. Balonun hoparlöründen ayrıca


“Buz kırılabilir, derhal kıyıya çıkın” anonsu yapılıyordu.
“İyi ki bu saatte gelmişiz, yoksa kıyıdan kös kös seyretmek zorunda
kalacaktık” dedi Beste.
Marmara’ya yaklaştıkça ileride buzların parçalı hale geldiğini ve adalar
tarafında deniz yüzeyinin mavi olduğunu gördük. Beste keskin bir u dönüşü
yaptı ve kaykaya tam gaz verdi, altımızda vınlayan elektrik motorları kaykayı
öylesine hızlandırdı ki yüzüme vuran rüzgâr nefesimi kesti.
Kuzguncuk sahilinde oturduğumuz kafenin robot garsonu sipariş
ettiğimiz kahve ve çörekleri getirip acemi hareketlerle masaya bıraktı. Beste
robotun kahveyle birlikte getirdiği küçük süt kutusunu sol eline aldı, sağ elinin
işaret parmağından çıkan mini bir matkapla kutuyu deldi ve içindeki sütü
fincana boşalttı.
“Kaç protezin var?” diye sordum.
“Beyin implantı, sismometre, pusula, işitme cihazı ve az önce gördüğün
delici”
“Hepsi birbirinden faydalı, bravo”
“Beynime o şeyi taktırdıktan sonra hafızam güçlendi.”
“Tuhafsın.”
“Sen çok mu normalsin?”
“Normal olmayı istemiyorum, ama tam da karar veremedim”
“Neye karar veremedin?”
“Ne yapmam gerektiğine.”
“Ne okumuştun sen?”
“Grafik tasarımı.”
“Yanlış bölüm mü seçmişsin?”
“Bilmiyorum, boş ver şimdi beni.”
“Beyimiz sıkıldı galiba.”
“Yoo, neden sıkılayım?”
Kahvelerimizi içip çöreklerimizi yedikten sonra Beste beni villasına
davet etti.
Kapısından ilk kez girdiğim villaya alıcı gözle baktığımda Beste’nin
bayağı zengin olduğunu fark ettim. Henüz otuz yaşında bile olmadığına ve
herhangi bir işte çalışmadığına göre zenginliğinin kaynağı ailesi olmalıydı.
Bahçeden eve doğru yürürken “Baban zengin mi?” diye sordum.
“Neye göre, kime göre?”
“Sana göre.”
“Annem daha varlıklı aslında, bu konuyu kapasak mı?”
“Oyuncakların ne tarafta?”
“Merdivenlerden çıkıp karşıdaki odaya gir, ben de bir çay koyup
geliyorum.”
Tarif ettiği odadaki sanal gerçeklik koltuklarını görünce Beste’nin
gerçekten zengin olduğuna kanaat getirdim. Alçakgönüllü bir insandı demek ki,
evime birkaç kez gelmesine rağmen bu yönünü keşfedememiştim.
Beste’nin getirdiği çayları içtikten sonra sanal gerçeklik koltuklarına
oturduk.
Beste “Dördüncü Dünya’ya girelim mi?” diye sordu. Yanıtımı
beklemeksizin sanal gerçeklik cihazını başına taktı ve koltuğunun kemerlerini
çapraz bir biçimde bağladı. Ben de onu taklit ettim.
Menüde “Rastgele” seçeneğini işaretledi ve ortam yüklenmeye başladı.
Birkaç saniye sonra kendimizi eski bir kargo uçağıyla bulutların üzerinde
uçarken bulduk. “Şanslısın, bu bölge çok acayip” dedi Beste, ardından kendisini
boşluğa bırakıverdi, hiç düşünmeden onu takip ettim. Daha önce hiç uçaktan
atlamamıştım ama gerçekten atlasam ancak o kadar olurdu. Yüzüme çarpan
rüzgâr, bedenimin eğilip bükülmesi, midemin çekilir gibi olması... Adamlar her
şeyi düşünmüşlerdi.
Telaş içinde “Paraşütlerimizi almayı unutmuşuz?” diye bağırdım.
“Merak etme ölmezsin” diye cevap verdi.
Bulutların içinden geçip yere doğru yaklaşınca şiddetli bir yağmur
başladı ve gerçekten ıslandığımı hissettim. Günebakan tarlalarına doğru hızla
düşerken nasıl olup da ölmeyeceğimizi merak ediyordum. Yerçekimi yataylaştı
ve kaydıraktan kayar gibi çapraz bir biçimde düşmeye başladık. Daha sonra
düşüşümüz yere paralel hale geldi ve gökteki yuvarlak bir portalin içine düştük.
Şimdi hafif eğimli bir tünelin içinde bazen tünelin yumuşak kenarlarına, bazen
birbirimize çarparak ilerliyorduk. Düşüşümüz hangar gibi yüksek tavanlı ve
geniş bir mekânda son buldu. Islanmıştım, üşüyordum ve midem bulanıyordu.
Sitem yüklü bir sesle “Acayip bir oyunmuş” dedim.
“Bunlara gökçekimi kuyuları deniyor.”
“Şimdi ne olacak?”
“Bilmiyorum, daha önce buraya düşmemiştim.”
Karşıdaki kapıdan kısa boylu, çarpık bacaklı bir adam çıktı, hafifçe
aksayarak bize doğru yürümeye başladı. Üzerinde, takım elbiselerin içine giyilen
türde bir yelek ve yüzünde sakallarının gizleyemediği kocaman bir ben vardı.
Adam yapmacık bir tavırla “İtiraflar hangarına hoş geldiniz gençler,
seansımız sırasında sizden koşulsuz itaat bekliyorum.” dedi.
Dönüp Beste’nin yüzüne baktım, o da benim kadar şaşırmış
görünüyordu.
“Önce rahat etmenizi sağlayalım” dedi adam, zemindeki karolardan ikisi
yükselerek iskemle haline geldi. Ardından iki karo daha yükseldi ve altlarındaki
iklimlendirme cihazları sıcak hava üflemeye başladı.
“Koşulsuz itaatmiş! Sen kendini ne sanıyorsun?” dedi Beste.
“Bu oyunda kendinize bile itiraf etmek istemediğiniz sırları açığa
çıkaracağız. Tabii cesaretiniz varsa.”
“Tavırlarından hoşlanmadım” dedi Beste.
“Hangara gelen oyuncuların çoğunluğu oyunu kapatıp çıkıyor, çünkü
kendileriyle yüzleşmek istemiyorlar.” dedi adam.
“Adın ne senin?” diye sordum.
“Adımın ne önemi var? Esas olan görevimdir.”
“Kapasana şunu, oyunların da tadı kaçtı artık.”
Beste oyunu kapadı, sanal gerçeklik başlıklarını çıkardık. “Kendi
itiraflarımızı kendimiz yaparız” dedi Beste.
“Benimle paylaşmak istediğin bir sırrın var mı?”
“Herhalde yoktur, bilmiyorum.”
“Benim var.”
“Sen bana yazıyor musun acaba?” dedi Beste elini çenesinin altına
koyarak.
“Evet, Dördüncü Dünya oyununun verdiği ilhamla dördüncü sevgilin
olmak istiyorum.”
“Sen ciddi değilsin. Sırrın neydi?”
“Önce sen söyle. O lüzumsuz şeyleri vücuduna neden taktırıyorsun?”
“Farklı olmak hoşuma gidiyor."
“Bu mudur yani?”
“Ne bileyim, böyle şeyleri hiç düşünmem.”
“Bence bütün o cihazlar ailene mesaj vermek için.”
“Onlara ne diyorum?”
“Beni insanlıktan soğuttunuz, robot olmak istiyorum diyorsun”
“Bence saçmalıyorsun, balkona çıkıp sigara içelim.”
Ayaklarımıza Beste’nin ayıcıklı ve kurbağalı terliklerini giyip balkona
çıktık. Beste bir sigara yaktı, boğazın buzlarının kış güneşinin altında ışıl ışıl
parlamasını seyrederken düşünceli bir hali vardı. Sigarasından birkaç fırt
çektikten sonra “Peki senin sırrın ne?” diye sordu.
“Boğazdaki buzlar birkaç gün içinde erir. Oysa hayatım yıllardır
değişmiyor.”
“Ne olması gerekiyor ki?”
“Denemekten bile korkuyorum. Kendimi işime vermekten. Çünkü çaba
gösterirsem ve başarısız olursam yeteneklerimin sınırlarıyla yüzleşeceğim.”
“Başarı nasıl ölçülüyor?” diye sordu Beste.
“Neyin ne olduğunu yüreğinde hissedersin” dedim.
Böyle bir muhabbete girmemiz iyi olmamıştı, ikimizin de yüzü asılmıştı.
Biraz daha oturduktan sonra kalkıp evime döndüm. O günden sonra Beste’yle
hiç görüşmedik.
Plastik dünya kabız
bir general düşünüyor
ordusu firar etmiş
otobanlar çözünüyor,
hortlaklar örümcek gibi…
Yağmurun sisli perdesi kıraç toprağa dokunurken minibüsümüz
otobanda tüm hızıyla ilerliyordu. Bir grup cank arkeologu ile karşı karşıyaydım.
Tek derdi eski dünyada bıraktığımız tanrısal maddeyi bulmak olan bir zümre.
Arayış-yol ibadetleri. Kuşaklar’a varmadan önceki son medeni toplantıda
katıldım onlara. Henüz vaftiz edilmedim. Sadece yolda olduğumu söyledim.
Beni aralarına almayı kabul ettiler.
Onlarla kuzeye, Kuşaklar’a geldiğim için pişmandım. Yola çıktığım
için de pişmandım. Dünyadan arta kalan her şeyin böylesine hırpani bir arayış
uğruna feda edildiğini görmek istemiyordum. Nihilizmin kuduran kahkahasını,
çürüyen eti ve insanlığın büzüşüp böcekleştiğini. “Bunu bırakmalısınız artık
belki de,” dedim. Bir an şarkı durdu. Suratıma korkuyla baktılar.
“Neden?” diye sordular koro halinde.
Saksıdaki böcek-bitkileri gösterdim. “Şu zehirli çiçekleri içip
duruyorsunuz, ağzınızdan burnunuzdan irin akıyor… Ciğerleriniz kir dolu.
Ucube-tarım yapıyorsunuz. İşlevsel toprağı böcek ve bitki genleriyle karıştırıp
harcıyorsunuz.”
TUGRUL SULTANZADE

“Bu da yolun bir parçası.”


Canım sıkılmaya başlamıştı. Yağmurlu akşamın içinden kılcal damarlar
gibi şehvetli bir şimşek geçip gitti. Saksıdaki böcek-bitkiler kıpırdadı. Gözleri bile
vardı. Kitinsi yaprakları ve damla damla akan iğrenç bir özsu… Bunları yolda,
dere kenarlarında, kurumuş nehir yataklarında buldukları gazete kâğıtlarına
sararak içiyorlardı. “Sen de dene,” dedi bir tanesi. “Her şey değişecek.”
“Ben sadece gitmek istiyorum,” dedim.
“İşte gidiyoruz,” diye güldüler. “Çok uzağa… Çok çok çok! Böcek çiçeği
arkadaşlarımıza sen de dokun!”
Bir karnaval freski gibi aşağılık, hareketli ve rahatsız edici bir görünüm
-

aldılar. Sonra saksılardan kopardıkları yapışkan bitkiyi ufalayıp dağıttılar.


Üzerinde gangster rahiplerin siyah beyaz fotoğrafları olan bir gazete kâğıdına
sardılar malzemeyi. Böceksi hışırtılar duydum. Midem kalktı. Ateşleyip içlerine
çektiler dumanı ve varlığın mekanizması esneklik kazandı. Ateşin ucunda bir an
durdu yağmur. Perde açıldı. Ayçiçekleri ile dolu bir tarlada güneş parladı.
Çöplüğün kralı oltasını denize atar
ölü balıklar
balinalar devasa karasal yaşamlara nanik yapıyor
çöplüğün kralı ekolojik denge konferansı veriyor
dünyamız çoktan sona erdi
balinalar bunu biliyor!
O şeyin tadını ciddi ciddi merak etmeye başlıyordum. Düşün; güneş
ışığı bile dünyaya yaralanarak düşerken ve toprak kokuşup içinde yarattığı
somut cehennemleri ortaya çıkarırken, bunlarda eğlenceli bir hakikat varmış
gibi eğlenebilmek? Tüm dünyada medeniyetin parça parça terk ettiği harap
damarları andıran otobanların evlatları bu bitki sayesinde ibadetlerini bozuk bir
öforyaya dönüştürüyordu.
Artık ben de kahır çekmekten yorulmuş, şu kıyamet sonrası dünyanın
dertlerini düşünmekten bıkmıştım. Arkeologlar gibi yola vurmuştum ben de
kendimi. Oysa yolun da, yolun dışındakilerin ve sonundakilerin de farkındaydım.
Dünya’nın büsbütün farkındaydım. Oysa bir an, bu farkındalıktan kurtulup da
iğrenerek baktığım bu arkeologlara katılabilsem…
Böcek-bitkiye karşı hissettiğim dürtü dayanılmaz bir seviyeye ulaşınca
kendimi pencerelere kenetledim adeta. Kaçarcasına yolun dışına baktım.
Manzara kutsal bir triptiçte resmedilen günahkârların azabını anlatıyordu sanki.
Onlarca hortlak kendini unutmuş bir halde karıncalar gibi toprağı kemiriyor,
yutuyor ve sindiriyordu. Hepsi çıplaktı, bembeyaz ve zararsızlardı. Manzarada
anoreksiya vardı, kanlı bulantılar, mantıksız önermeler ve rahatsız edici şeyler.
Hortlakların birçoğu toprak-diyeti yüzünden içten içe çürümeye
başlamış fakat ölmeyi bile unuttukları için çürük bedenleriyle kayıtsızca
yaşamaya devam etmişlerdi bu güne kadar. Zavallı ve aciz varlıklar. Zarar
verebilecekleri tek şey bitkilerdi fakat bu zarar bile kimi zaman simbiyotik
bir iletişime dönüşüyordu. Bir ilişki değil, bir iletişim, kayıtsız dünyalarında
yarattıkları garip bir tapınım.
“İşte zombiler!” diye bağırdı arkeologlar sevinçle. “Öngörülmeyen bir
geleceğin yarattığı mutlu son!”
Arkeologlar bir ilahiye başlarken büyülenmiş gibi bakıp durdum o
biçarelere. Bilinçleri tamamen harap durumdaydı. Harabelerde yaşıyorlardı,
fareler gibi, hamamböcekleri gibi ya da karıncalar. Bazen beslenmek için açığa
çıkıyorlardı böyle… İnsanlığın evrimindeki son nokta. Şehirler yakında ya
böyleleriyle dolacak ya da bağımsız olacaklar, diye düşündüm.
Minibüs ilahiler ve böcek-bitki dumanı eşliğinde, iki tarafı da eğilip
toprağı emen, kusan, dışkılayan zombi yığınlarıyla dolu yolda kayıtsızca ilerledi.
Bir tümsekten geçerken irkildim. Akşam artık geceye eğilmişti. Terk edilmiş bir
kasabaya girdik. Rögar kapakları açıktı ve kanalizasyonlardan çıkan tekinsiz
tipler vardı her yanda. Karton ve plastik parçalarını iştahla yiyorlardı, saniyelik
de olsa birkaç tanesiyle göz göze geldim yanlarından geçerken. Çırılçıplak, çürük
beyaz ve tamamen tüysüzlerdi.
Kasabanın ortasındayken motor teklemeye başladı. “Sorun yok,” dedi
direksiyondaki lavuk. Tamamen basit şeyler söylemesine rağmen bir şarkı gibi
konuşuyordu. “Geceyi burada bir yerde geçiririz olur biter. Yarına kadar çözerim
aracın sorununu.”
“Burada durmak iyi bir fikir mi?” diye sordum şüpheyle fakat
arkeologlar ahmak ahmak gülümsedi. “Başka çaremiz var mı?” dediler hep bir
ağızdan. Hepsi aynı frekansta gülümsüyordu. Sıradan bir günde, sıradan bir
anda, sıradan bir yerde bu frekans tüm olağanlıkların içinde kaybolup giderdi
fakat şimdi, şüphelerin çekirdeğiyle yamanmış dünyam bu frekansa karşı bir
alerji geliştirmişti. “Ne olur artık yeni bir şarkıya başlamayın…” dedim. Fakat
beni duymadan, o ürkütücü gülümsemeye tutunarak “başka çaremiz mi var?”
diye sürüp giden bir ilahiye başladılar.
Başka çaremiz mi var? Başka çare! Ça-re! Başka çaremiz mi var? Var?
Çare! Ça-re?
Araç bir motelde durduğunda artık geceydi büsbütün. Karanlık, Hortlak
Kuşağına has bulanık bir tondaydı. Işık falan yoktu, medeniyetin geride bıraktığı
kirli miras ağır ağır dolaşıyordu dünyanın bu kısmında. Teker teker minibüsten
indik. Yağmur henüz topraktaydı ve sebep olduğu şey huzur değil yapışkan bir
yalnızlığın çağrısıydı. Zombilerin sindirim seslerini, iniltilerini, boğuk ağıtlarını
duyabiliyordum uzaklardan. Sonra kargaların sesleri vardı, rüzgârın tınısı…
Güney ufku kırmızı bulutlarla şişmişti. Hâlâ medeniyet barındıran son
metropollerin ışığı, bir vaat gibi yolun ötesinden sırıtıyordu hepimize. Bu vaade
kanmaktan vazgeçtim. Çünkü orada her saniye giderek daha da zayıflayan bir
kalbin attığını gördüm. Bu bilinç en nihayetinde dürtümü yendi ve böcek-bitki
sarmalarından içmeye karar verdim böylece.
. . .
Love, Death & Robots: IlIk BIr Antoloji Animasyonu

Son dönemlerde Netflix birçok kaliteli yapım ile bizlerin karşısına çıkıyor.
Bu yapımlardan Love, Death & Robots ise son zamanlarda çıkan Netflix serileri
arasında en çok göze çarpanlardan. Diğer dizilerden farklı olan bu yapım bize her
bölümüyle farklı bir hikaye anlatıyor. Bu özelliği ile Black Mirror'a benzeyen serinin
Black Mirror'dan ayrılan kısmı ise bölümlerin hepsinin animasyon oluşu. Yapım
daha fragmanları yayınlandığında bile büyük bir ses getirmiş, insanları meraka
boğmuşken serinin bölümleri yayınlandıktan sonra bazı bölümleri hariç beni
hayal kırıklığına uğrattı. Açıkçası her bölüm tek tek farklı platformlarda yayınlansa
“vaov mükemmel iş çıkarmışlar, helal olsun” diyecekken serinin arkasında Tim
Miller ve David Fincher gibi isimlerin yer alması ve bir antoloji olarak üstelik
Netflix serisi olarak karşımıza çıkınca beklentilerimi pek karşılayamadı. Bu yazıda
tek tek bu konuları ele alacağım.
Günümüz dizilerinin en büyük sorunlarından birisi mükemmel bir ilk
bölüm yayınlayıp daha sonra aynı çizgide devam edemiyor oluşları. Bu taktik bir
nebzeye kadar kabul edilebilir, sonuçta ilk bölümü izleyip o seriye devam edenler
veya ilk bölümü beğenmediği için o seriyi izlemeyi bırakan izleyici sayısı bir hayli
fazla. Love, Death & Robots da bu serileri uyan bir yapım. İlk bölümde Sonnie
adlı güçlü bir kadının dış dünyaya verdiği savaşı gerçekçi animasyonlar, kan,
vahşet ve heyecanla anlatırken ikinci bölümde insanlığın yok olduğu bir dünyaya
turistik bir gezi düzenleyen 3 sevimli robotun insanlığı anlamaya çalışmasını
hem eğlenceli hem de iğneleyici bir tarzla izliyoruz. Özellikle ilk bölümdeki
animasyon kalitesi olsun, efektler olsun, seslendirmeler olsun mükemmelken seri
gittikçe sıkıcılaşmaya başlıyor. Bildiğimiz konular, bildiğimiz hikayeler... Tek fark
çok güzel bir görsel şölen bizi karşılıyor. Sevdiğim 3-4 bölümden birisi olan ilk
bölüm sevmeme rağmen gene de bana yaratıcılık hissini tam anlamıyla veremedi.
Ki serinin bana göre en büyük sorunu da bu. Her bölüm farklı tarzda çizimlerle,
hikayelerle, animasyonlarla karşımıza çıkıyor demiştik. Ancak bunlar bu kadar
mükemmel ve hoş bir şekilde yansıtılırken, işin senaryo ve hikaye kısmının
yaratıcılıktan bir o kadar uzak olması, çoğu bölümün “eee ben bundan bir şey
anlamadım” dedirtmesi serinin çok güzel bir seri olacakken Maalesef benim
gözümde ortalama bir seviyede kalmasına neden oluyor.
Yapımcı koltuğunda David Fincher gibi bir isim var ancak, hikayelerin
senaryoları çok zayıf. Animasyonları yapan şirketlerin teknik olarak çok iyi
BURAK KARA

ve yetenekli insanlara sahip olmasına karşın onlara senarist verildi mi, her şeyi
kendileri mi yaptılar ya da David Fincher yeteri kadar önemsemedi mi bu projeyi
bilemeyeceğim. Keşke 15+ bölüm yapmak yerine Fincher ustamız aralarından en iyi
olanları seçip, onların hikaye açısından geliştirilmesine çaba harcasaymış. Dedim
ya sadece teknik elemanlar var diye. Mesela “Helping Hand” adlı bölüm çok güzel
bir kurguyla mükemmel olabilecekken senaryonun öngörülebilir olmasından
ötürü daha bölümün yarısındaykensonunu tahmin etmenize sebep oluyor. Bu tür
hatalar çoğu bölümde var hatta bazı bölümlerin ne anlatmaya çalıştığını anlamaya
çalışırken aslında hiçbir şey anlatmadığını fark edebiliyorsunuz. Ve maalesef
işlenen konular da yeteri kadar özgün değil. Yoğurtlu bölüm ve buzdolabı
bölümünü birleştirdiğiniz zaman ortaya 90'lı yıllarda cadılar bayramı özel bölümü
olarak yayınlanmış bir Simpsons bölümü oluyor. Senaryo bakımından kötü
olduğunu söylediğim bu seri de öyle bir bölüm var ki uzun metraj film olarak
çekilse kendisini sıkmadan izletir. Bahsettiği bölümün adı “Zıma Blue”. Baştan
sona sürükleyici, merak uyandırarak izlettiren ve sonunu tahmin etmemizin zor
olduğu bu bölüm Love, Death & Robots'dan ayrı tutularak kendi incelemesini
hak eden bir bölüm olarak karşıma çıktı. Diğer bölümlerin aksine bu bölümde
verilmek istenen mesaj net, hikaye belli, yaratıcı, özgündü. Love, Death & Robots'u
izlemeseniz bile bu bölümü mutlaka açıp bir izleyin derim.
Senaryo hatalarından, bazı bölümlerin boş olmasından bahsedip durdum.
Ama unutulmaması gereken önemli bir konu var. Animasyon, ses ve müziklerin
mükemmel bir şölen yaşatıyor olması. Birbirinden o kadar ayrı tarzlarda olan ve
arka arkaya izlediğinizde size farklı farklı ilhamlar veren bu bölümler günümüz
animasyon sektörünün de geldiği son noktayı oldukça iyi özetliyor. Tabii ki de
bazı animasyonların yapımında gerçek insan modeller yer almış. Bu teknolojiye
“mocap” adı veriliyor. Şöyle çalışıyor, bir insan modelin üstüne hareket algılayan
sensörler takılıyor ve bilgisayarlar yardımı ile o insanın yaptığı hareketler
animasyona dönüştürülüyor. Peki, neden verdim ben bu bilgiyi? Çünkü “Tanık”
adlı bölümde gerçeğe çok yakın insan animasyonları, modellemeleri olduğu
halde bu bölümün yapımında hiçbir şekilde mocap ya da benzeri bir teknoloji
kullanılmamış.
Love, Death & Robots hakkında izlemeyen birine söyleyebileceklerim bu
kadar. Bölümlerin çok kısa olmasından ötürü bir oturuşta film izler gibi izlerseniz
2-3 saat içinde bütün seriyi bitirmiş oluyorsunuz. İzlemeli misiniz? Animasyon
seviyorsanız, evet. Peki beklentileri karşılayabiliyor mu? Üzgünüm ancak benim
beklentilerimi pek karşılayamadı. Bir dizi tadında değildi, daha çok sağdan soldan
toplanmış animasyonların birleştirilip, Netflix ne yapsa izlenir düşüncesiyle
yayınlanmış ve izleyiciye sunulmuş bir eserdi Love, Death & Robots. Bu yüzden
benim gözümde “ılık” bir yapım olarak kaldı. Ne çok kötü ne çok iyi. Mükemmel
bölümler var ancak o bölümleri nötrleyecek kadar kötü bölümler de var. Eğer işin
arkasında büyük şirketler, yapımcılar olmasaydı bu eseri beğenebilirdim ancak,
büyük isimlerin yer aldığı bu seri o isimlerin hakkını ne yazık ki veremiyor.
En iyisi siz şöyle yapın. Yorulduğunuzda, kafa dağıtmak istediğinizde, izlerken
kafanızı çok yormak istemediğiniz bir şeyler izlemek isteğinizde, çerez niyetine
izlenecek bir şeyler aradığınızda hiçbir beklenti içinde olmadan açın bir iki bölüm
Love, Death & Robots izleyin. Emin olun böyle izlerseniz daha çok keyif alırsınız
bu antolojiden. Kendinize, iyi bakın!
Bir zamanlar dünyanın evrenin merkezi olduğunu düşünürdük.
Tanrının, evrendeki tek ve biricik ‘sevgili kulları’ olduğumuzu… Tüm evren
bizim için yaratılmıştı. Evrendeki her şey insana hizmet etmek için vardı.
Binlerce yıl bize söylenen buydu. Ta ki diğerleri gelinceye kadar…
Onlar gelmeden önce dünyayı geri kalan diğer tüm canlı türleri için
bir hapishaneye ve katliam alanına çevirmiştik. Piknik alanlarındaki kuzu
çevirmeleri en büyük eğlencelerimiz arasındaydı. Şimdi onlarla aynı kaderi
paylaşıyoruz. Dünya bizim için artık sıcak bir yuva değil. Bir mezbahane…
Çocukken, çocuk aklımla, babamla gittiğim çiftlikteki koyunların neden
buradan kaçıp gitmediklerini düşünürdüm. Az sonra kesilip parçalanacaklarını
bildikleri halde neden o lanet çitleri aşıp kaçmaya çalışmıyorlardı ki? En azından
bunun için neden çabalamıyorlardı? “Onlar bize Tanrının hediyesi” demişti
bir keresinde babama bu soruyu sorduğumda. “Tanrı onları bizim için yarattı.
Bizler hayatımızı sürdürebilelim diye hediye etti onları bize…”
Şimdi anlıyorum ki aslında onların ölmekten başka şansları yoktu. Tıpkı
şimdi bizim için olmadığı gibi…
Neredeyse bir şehrin üstünü kaplayan devasa gemileriyle gelip
gökyüzünü işgal ettiklerinde kimse neler olduğunu anlamamıştı. Dünyanın
tüm süper güçleri güçlerini birleştirip günlerce saldırmasına rağmen gemilerine
en küçük bir hasar dahi verememiştik. İnsanlık olarak bugüne kadar pek
çok badireyi atlatmış, karşı karşıya kaldığımız pek çok felaketin üstesinden
gelebilmiştik. Ama bu sefer farklıydı. Bu sefer gerçekten terk edilmiştik. Tanrı
tarafından…
Onlara aylarca saldırdık. Öylece bekleyip durdular. Sonunda
tükenmiştik. Onlara karşı kullanacak bir silahımız kalmamıştı artık. Nükleer
silahlar da dâhil… Harekete geçtiklerinde bir hafta gibi kısa bir sürede tüm
dünyayı ele geçirmeyi başardılar. Onlara karşı koymaya çalışanların tamamına
yakını öldürüldü. Geri kalanlar esir kamplarında tutuluyor. Yani bizim gibi
tutsak olanlar. Aslında buralara esir kampları demek yanlış olur. Bizler aslında
bir mezbahanedeyiz. Kesilmeyi bekleyen kurbanlıklar olarak...
Burada çıplak olarak tutuluyoruz. Boyu yaklaşık on metreyi bulan tel
MORPHEUS

örgü kafesler içinde binlerce insan. Çırılçıplak, yapayalnız ve çaresiz. Görünüşe


bakılırsa onlar kafesleri kış mevsimi için hazırlıyorlar. Kafeslerin etrafına
bilmediğimiz bir tür metalden duvarlar örüyorlar. Ve anladığım kadarıyla
buralarda daha fazla insanı tutabilmek için yeni alanlar inşa ediyorlar.
Sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez yiyecek veriliyor.
Yiyeceklerimiz drone benzeri hava araçlarından atılıyor bizlere... Kafesin
üstünden... Sebze dışında yiyecek bir şey verilmiyor. Tüm ihtiyaçlarımızı bu alan
içinde karşılıyoruz. Banyo yok, tuvalet yok, yatak yorgan yok. Tüm bu alanları
kendi imkânlarımızca belirlemeye çalışıyoruz. Tıpkı ahırdaki hayvanlar gibiyiz.
Burada her milletten, her dinden, her ırktan ve her renkten insan var.
Burada sadece insanız. Artık dil, din ve ırk ayrımının bir önemi yok. Bunu
anlamak için her ne kadar çok geç olsa da…
Onlar dünyanın bütün bölgelerinden topladıkları insanları eskiden
büyük hayvan çiftlikleri olduğunu düşündüğüm alanlara kurulmuş kafesler
içinde tutuyorlar. Binlerce on binlerce insanı içine alabilecek devasa kafesler.
Kafeslerin hemen yanı başlarında mezbahaneler!
Erkekler ve kadınlar ayrı kafeslerde tutuluyor. Çocuklar, yaşlılar
ve hastalar ayrı… Görebildiğimiz kadarıyla engelliler ve yaşlılar hemen
mezbahanelere gönderiliyor. Bizim gibiler ise sırasını bekliyor. Kesilip onlar
tarafından yenmek için. Söylentilere göre kuluçka merkezleri yapıyorlarmış.
Daha fazla ürememiz için. Onlar bebeklerimizi çerez gibi yiyorlar…
Buraya getirildiğimizde önceleri başımıza neler geleceğini bilmiyorduk.
Daha sonra onların yiyeceklerini olduğumuzu anladık. Evrimin ilk başlarında
tür olarak besin zincirinin ortalarında yer alıyorduk. Daha sonralarıysa en
üstlerde. Şimdilerdeyse besin zincirinin en altında yer alıyoruz. Besin zincirinin
en altında ve onlar için gezegendeki en lezzetli tür olarak…
Buradaki dehşeti yaşayan pek çok insan çıldırmış durumda... Kimisi
hiç kıpırdamadan saatlerce öylece oturuyor, ağlamaktan gözleri kan çanağına
dönmüş halde... Kimisi hemen her gün sonu hüsran ve ölümle biten kaçma
planları yapmanın peşinde. Kimisiyse bizi almaya gelenlere yalvarıp dil
dökmenin... Ama görünen o ki değişen hiçbir şey yok. Sanrım onlar bizim
dilimizi anlamıyorlar. Anlasalar bile bu bize karşı tutumlarını pek değiştirmiyor.
Onlar bizi sadece bir yiyecek olarak görüyorlar. Tıpkı bizlerin bir balığı ya da bir
tavuğu yiyecek olarak algıladığımız gibi…
Aslında Hawking gibi akıllı adamlar bunu yapmamamız gerektiği
konusunda zamanında bizi uyarmıştı... Onlarla iletişim kurmaya çalışmamalı,
onlara yerimizi belli etmemeliydik. Fakat onları dinlemedik. İnsanlık olarak aklı
başında hiçbir insanı dinlemediğimiz gibi…
Görüntüleri birkaç metre boyunda ve dik duran çekirgelere benziyor.
Oldukça iri ve güçlüler. Bir insan olarak birebirde onlarla baş etmeniz mümkün
değil… Vücutlarının dış yüzeyleri ilkel kurşunlarımızı geçirmiyor. Silahlarımız
onlar üzerinde pek de etkili olmuyor. Aralarında çıngırak sesine benzer bir ses
çıkararak konuşuyorlar. Sesleri zaman zaman kulak tırmalayıcı oluyor. Özellikle
de geceleri… Birden fazla kolları ve henüz ne işe yaradığını bilmediğimiz farklı
organları var. O kadar güçlüler ki aynı anda yaklaşık on kişiyi taşıyabiliyorlar.
Acıma duyguları yok. En azından bizlere karşı…
Daha geçen gün mezbahaneye götürülürken ellerinden kaçmaya
çalışan genç bir kızı parçaladıklarına şahit oldum. Yani şahit olduk. Hep
birlikte. Gözlerimizin önünde zavallı kızın kollarını kopardılar. Daha sonda
da bacaklarını… Tıpkı bir kraker gibi… Kız daha ölmemişti bile. Yere düştüğü
sırada onunla göz göze geldik. Zavallı kızın çektiği acının büyüklüğü gözlerinden
okunuyordu. O an onunla göz göze gelmektense ölmeyi yeğlerdim. Hepimiz,
binlerce insan buradan, bu kafesin arkasından öylece onu izledik. Yapabilecek
hiçbir şeyimiz yoktu.
Gezegende kurduğumuz üstünlükten yola çıkarak Tanrının gözdeleri
olduğumuzu düşünüp durduk hep. Diğer türlere yaşattığımız acıları görmezden
gelerek yaşadık asırlarca… Şimdiyse durum değişti. Yeni kurulan düzende artık
Tanrının gözdeleri değiliz. Tanrının gözde kullarına yiyecek olmak için var
edilmiş yiyecekleriz. Eğer bir yerlerde bu olup bitenleri izleyen bir Tanrı varsa!
Günden güne umudumuzu yitiriyoruz. Artık buradan kurtulacağımızı
sanmıyorum. Bize kimsenin yardım edebileceğini de. Buraya getirilirken insan
olarak getirilmiştik. Yaşadığımız bunca şeyden sonra daha ne kadar insan
kalacağımızı bilmiyorum. Tek ümidim ölmek.

2190 yılı Nisan’ında dünya semalarında kimlikleri ve amaçları
bilinmeyen devasa gemiler belirdi. Varlıkları uzun bir süreden beri yetkililerce
bilinmesine rağmen dünya basınından saklanan devasa gemiler kendilerine
yapılan saldırılara cevap vermeyerek aylarca gökyüzünde bekledikten sonra
aniden saldırıya geçtiler ve kısa sürede dünyanın bilinen tüm düzenlerini
çökerttiler...
Kurdukları yeni düzende insan türü istilacılar için sadece lezzetli bir
yiyecek olma anlamını taşıyordu. İstilacılar gezegendeki tüm kaynakları ve canlı
türlerini kontrolleri altında tutuyorlardı. Kısa zamanda dünyanın hemen her
kıtasında insan üretim bölgeleri kurdular. Buralardaki üreme merkezlerinde
doğan bebekler onlar için eşsiz bir lezzet anlamına geliyordu.
İstilacılardan bir şekilde gizlenmeyi başaran insanlar yer altındaki
kanalizasyonlara ve karanlık dehlizlere saklandılar. İnsanlık olarak başlarına
gelen büyük yıkımın acısı onları tek bir amaç etrafında birleşmeye zorlamıştı.
İstilacı güce karşı direnmek…
İstila karşısında insanlığın tek bir ümidi kalmıştı. Yer altı direnişçileri…
Murat Yıldırım'a

"Rahmetli, keşke cami yaptırsaydı," dedi Olcay, elindeki Oltu taşı


tespihini hızlı hızlı çekerken. "Ya da Hacca gitseydi, mübarek..."
Abisi Evrim, "Babamızın alnı bir kere bile secdeye değmedi ki,"
diyerek sigarasından derin bir nefes aldı. "Hayatı boyunca ne namaz kıldı
ne de oruç tuttu. Gerçek, sağlam bir ateistti kendisi."
"Tıpkı senin gibi, abi! Kitapsız, dinsiz ve imansızdı." Olcay'ın
çember sakallı, bıyıksız yüzünde, iki ateş parçası gibi parlıyordu gözleri.
Elindeki sigarayı öfkeyle yere atan Evrim, kardeşinin üstüne
yürüdü: "Ne saçmalıyorsun lan sen? Babamın oğluyum işte, senin gibi
yobaz değilim en azından. Senin o sakalını..."
Ablaları Aysen yine tam zamanında araya girdi: "Kesin tartışmayı
be! Laf dalaşının ne yeri ne de zamanı. Başka zaman, istediğiniz kadar
tartışırsınız. Şu önemli anı gönül rahatlığıyla, huzur içinde yaşayalım.
Kafa ütülemeyin!"
Üç kardeş, uçsuz bucaksız çölün ortasında bir gökdelen gibi duran
uzay roketine baktılar. Yüzlerce kişiyle birlikte izleme platformunda,
roketin kalkışını bekliyorlardı. İki hafta önceki bekleyişleri boşa gitmişti;
çünkü hesapta olmayan bir fırtına, fırlatışı imkansız hale getirmişti.
"Vasiyetinden önceden haberdar olsaydık, engellemek için
bir şeyler yapardık en azından," diyerek sessizliği bozdu Aysen, "gerçi
ne saçmalıyorum canım, biricik babamız inatçılığıyla meşhurdu.
DOGAN NAR

Yine bildiğini okurdu." Evrim gülümseyerek, "Haklısın, inatçılığı ve


marjinalliğiyle ünlüydü. Vasiyet olarak, bedeninin uzaya gönderilmesini
istemesi de son marjinal eylemi oldu," dedi. "Hakikatten, yine bizi
şaşırtmayı başardı, rahmetli. Keşke, uzaya gönderileceğine, toprağa
-

gömülseydi ve bir mezarı olsaydı. Bayramlarda mezarının başına gidip


dua okurduk arkasından," diyen Olcay'ı, kardeşleri onayladı.
Bu sırada, kalabalığın arasındaki yetkili, kel kafasını kaşıyarak
RUHSEN

kalabalıktan uzaklaştı. Bir süre, başını düzenli aralıklarla sallayarak


,

telsizden birileriyle konuştu. Konuşması sona erir ermez, platforma geri


dönüp kalabalığa İngilizce seslendi:
"Saygıdeğer misafirler, aldığım son rapora göre Valhalla kalkışa şu
an itibariyle hazır. Hava koşulları müsait; roket ve mürettebatın kontrolleri
tamam. Hiçbir sıkıntı yok. Birazdan geri sayım başlayacak. Lütfen,
yerlerinizi alın ve tarihe tanıklık edin. Kameralarınızı ve telefonlarınızı
hazır hale getirmeyi de unutmayın!"
Çöl sıcağında ter içinde kalan yetkili, İstiklal Marşı okutan
beden eğitimi öğretmeni gibi geri sayımı başlattı. Tüm izleyiciler yüksek
sesle, "Ten, nine, eight..." diye saymaya koyuldu. "Zero" denildikten iki
saniye sonra, arkasından bir ateş ve duman bulutu çıkararak, uzay roketi
havalandı. Eğimli bir açıyla yükselen roket, bir uçan balon gibi yükseldikçe
küçüldü. Gözle seçilemeyecek kadar küçülene dek, üç kardeş pür dikkat
izledi roketi.
Olcay, babasının arkasından Fatiha okuyup elini yüzüne sürdü.
Evrim, içinde viski olan matarasını babasının şerefine gökyüzüne kaldırdı
ve kafasına dikti. Aysen ise iki kardeşine de sarıldı ve hüngür hüngür
ağladı.
*
Dünya'nın çekim gücünden kurtulan uzay mekiği, özel kargo
bölümünü açtı ve yeryüzünden taşıdığı ölüleri uzaya fırlatmaya başladı.
Altı yüz elli beş ölü beden, önceden ayarlanmış hedeflere doğru arka arkaya
gönderildi. Ölülerin herhangi bir gezegene veya yıldıza çarpmaması için
her birinin rotası özel olarak belirlenmişti. Üç kardeşin babası Hasan
Pur da uzayın karanlık kollarına teslim edildi. Tüm yükünü sorunsuz bir
şekilde boşaltan mekik, tekrar Dünya'ya yöneldi.
Ceset, uzayın zorlu koşullarına karşı, özel hazırlanmış, altın bir
kaplama içindeydi. Altından bir firavun mumyasını anımsatıyordu.
Uzayda binlerce yıl boyunca yol aldı Hasan. Dünya'da savaşlar, katliamlar,
kıtlıklar, facialar, afetler, salgınlar oldu. İnsanlık çok şey yaşadı, çok şey
kaybetti ve çok şey öğrendi. Ölü ise tüm bunlardan habersiz; kör, sağır ve
dilsiz ilerlemeye devam etti.
Ta ki bir uzaylı gemisi, onu bulana dek! Evrendeki en nadir
elementlerden biri olan altını arayıp bulma görevi verilmiş bir araştırma
gemisi. Dikkatlice cesedin altın korumasını sıyırıp aldı ve Hasan'ın
bedenini işe yaramaz bir şey olarak gördüğünden, bir kenara fırlattı.
Ceset, kabuğundan kurtuldu. Uzaylılar yüzünden, rotası değişen
Hasan'ın donmuş bedeni yıllar yıllar sonra bir gezegene çarptı ve burada,
Hasan'ın bedeni uzun bir süreç içerisinde yeni bir hayatın tohumunu attı.
Olcay, Evrim ve Aysen'in babası, hayata veda ettikten on binlerce
yıl sonra, bir yaşam ağacı görevi görerek, sayısız canlının babası oldu.
O yıl Kopenhag’ın ev sahipliğini yaptığı Future Panorama etkinliğinde,
“geleceğe yön vermek” temalı panelin dördüncü konuşmacısı Ayhan Arı,
alkışlarla sahneye davet edildi.
Ağarmış saçlarına ve yüzündeki bolca kırışıklığa rağmen, dikkat çekici
bir dinamiklikle sahneye çıktı büyük iş adamı. Gerçekleştireceği sunumun
kapak sayfası arkasındaki dev ekrana yansıtılırken iki yüz kişilik salona göz
gezdirdi. Yeryüzünün en üst düzey yöneticilerini misafir etmekte olan şu odanın
metrekaresi kaç milyon dolara denk geliyordu kim bilir.
Son yıllarda bilhassa Doğu Avrupa ve Orta Doğu’da zirveye oynayan
uluslararası bir firmanın CEO’luğuna kadar yükselmiş olduğu halde, ona dikilmiş
tecrübeli gözlere bakarken kendini bir üniversite öğrencisi kadar savunmasız
hissetti. Gelgelelim her zamanki gibi bu duyguyu çabucak atlatıp konuşmasına
odaklanmayı başardı. Artık klasikleşmiş gelecek vizyonunu birtakım
istatistiklerle destekleyerek sundu. Teknoloji sektöründeki muhtemel değişimi,
insanların hayatlarındaki gelişme beklentileriyle kıyaslayarak süslemeye çalıştı.
Ne var ki bunlar defalarca yapılmış şeylerdi. Bulut teknolojisi, Endüstri 4.0
(hatta 5.0), Internet of Things, BlockChain gibi kavramlar ezberlenmiş, Yapay
Zekâ bıkkınlık yaratacak kadar sık konuşulur olmuştu.
İnsanların ilgisini yeterince çekemediğini yüz ifadelerinden algılayan
Ayhan Arı, son slayda geldiğinde, henüz araştırmaya vakit bulamadığı -hatta ilk
kez önceki gece uçaktayken varlığını öğrendiği- bir kavramdan söz etmeye karar
verdi.
“Geleceğe yön vermenin bütün bu anlattıklarımın bir adım ötesine
geçmeyle mümkün olabileceğini elbette biliyoruz,” dedi kendine güvenen bir
sesle. “Üzerinde çalıştığımız pek çok yeni alan var. Örneğin Markheim Çoklama
Teorisi gibi konuları da artık gündemimize almaya başlıyoruz.”
Salon aniden dikkat kesildi çünkü daha önce Markheim teorisi diye
bir şey duymamışlardı. Sessiz bir hareketlilik yaşandı. Notlar alındı, asistanlara
mesajlar gönderildi. Bu kadar güçlü bir şirketin gündemindeki bir konu, nasıl
GÖKCAN SAHIN

olur da kendilerinin gözünden kaçardı?


.

Gelecek, o gün o cümleyle yeniden şekillenecekti.


On Dokuz Saat Önce
,

İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan Kopenhag’a doğru yol alan özel


jetin rahat deri koltuğunda, bacak bacak üstüne atmıştı Ayhan Arı. Küçük
çantasından tabletini çıkardı. Ertesi gün yapacağı konuşmayı renklendirebilecek
veya sorulara daha doyurucu yanıtlar vermesini sağlayacak bilgi notlarına göz
atmaya başladı. Bilgi Teknolojileri departmanından genç bir çalışanın hazırladığı,
dijital ikiz kavramını özetleyen dosyayı açtı. İlk bakışta bilmediği pek bir şey yok
gibiydi. Dijital ikiz, sürecin, modelin veya hizmetin sanal modelidir. Bu kadar.
Bir şeyleri gerçek hayatta denemek yerine dijital ikizde simüle edersin ya da
oluşacak hataları önceden görürsün. Peki.
Bir buçuk sayfalık notun son paragrafına geldiğinde ilk kez farklı bir
şeyle karşılaştı. Şöyle yazıyordu: “Markheim’ın dijital ikiz kavramını insan
zihnine uygulama teorisinin (Markheim Çoklama Teorisi), pek dillendirilmese
dahi birçok büyük şirketin radarına girdiği düşünülüyor. Henüz doğrulanmamış
olsa da akılda bulundurmakta fayda var. İdeal durumda insan zihnini dijital
ortama tamamen taşımak bile mümkün olabilir.”
Üç Gün Önce
Maslak’taki on yedi katlı iş merkezinin tam ortasındaki katta, Bilgi
Teknolojileri İnovasyon Birimi Müdürü Erhan Bey, Mine adlı çalışanını odasına
çağırmıştı. Huzursuzdu.
“Farkındayım, bu yoğunlukta araya başka bir iş sıkıştırmak istemezdim
ama…”
Mine meraklı bir ifadeyle gülümsedi. Otuzlu yaşlarında ufak tefek, güzel
bir kadındı. Gelecek işin ne olduğunu biliyordu ama belli etmeyecekti. Sadece
“Emir büyük yerden sanırım,” diyerek müdürünün işini kolaylaştırdı.
“Evet. Ayhan Bey bir etkinliğe katılacak ve konuşma yapacağı konularla
ilgili bilgi notları talep etti.”
“Ayhan Bey? Hımm. Sanırım piyangodan bir konu da bana çıktı?”
Müdür başını salladı. “Aynen öyle. Ayrıntıları birazdan mail olarak
ileteceğim. Teşekkür ederim bu arada. Şimdiden.”
Beş Gün Önce
Mine her pazar olduğu gibi o sabah da Maltepe sahilindeydi. Hava hafif
yağmurlu olduğundan kapüşonlu hırkasını giymiş, tempolu şekilde yürümeye
karar vermişti.
Adının seslendiğini duyar gibi olup durakladı. Arkasını döndüğünde
işyerinden, aylardır görmediği bir tanıdığının -adı Oğuz’du- kocaman
gülümsemesiyle ona doğru yöneldiğini fark etti.
Eskiden olduğu gibi bol laf atmalı, kısa ama eğlenceli bir sohbetten
sonra Oğuz tam da bugün ona rastlamış olmasının ne kadar büyük bir tesadüf
olduğunu söyledi. “Daha cuma günü senin lafın geçiyordu,” dedi. “Ayhan Bey bir
etkinlikte konuşma yapacakmış. Bilgi notu toplayacak. Sizin müdür dijital ikiz
konusu için seni düşünüyor.”
“Of ya, başka insan mı yok birimde?”
“Senin bildiğin konuymuş. Bu arada daha geçenlerde bir makalede denk
geldim. Markheim Çoklama Teorisi diye bir şey var. Mutlaka ekle onu.”
Bir süre daha konuştuktan sonra ayrıldılar. Birkaç dakika sonra
WhatsApp’tan teoriyle ilgili bir web sitesi bağlantısı geldi Oğuz’dan.
İlginç konuydu. Ekleyecekti.
Bir Hafta Önce
“Fazla merhametlisin,” dedi Lia ırkı temsilcisi.
“Fazla acımasızsın,” dedi Rtimr gezegeni sakini.
“Kaç kere söyleyeceğim? Bu benim kararım değil. Türümüzün ortak
fikri.”
“Benimki de öyle.”
“Biliyorum. Sizin türünüz için sen ve siz kelimeleri eş anlamlı. Koca bir
uygarlık için tek bilinç. Düşünürken bile bir tuhaf oluyorum.”
“E senin bedenin de öyle. Milyarlarca canlı hücre ama tek bilinç.
Konuyu dağıtıyorsun şu an. Diyeceğim o ki, bir anda yok etmenizi istemiyorum
insanlığı.”
“Neden?”
“Fazla merhametliyim.”
“Başa döndük.”
“Bir anlaşma yapalım. Senin türünün yok etmek istediği şey onların
fiziksel bedenleri, değil mi? Çünkü Güneş Sistemi’ndeki kaynakları tüketiyorlar
ve bu da sizin işlerinize taş koyuyor.”
“Evet.”
“O zaman bana izin ver, onları fiziksel bedenlerinin dışına çıkarayım.
Varlıklarını ve kültürlerini devam ettirme şansları olsun.”
“Niye uğraşıyorsun ki?”
“Fazla merhametliyim.”
“Nasıl yapacaksın peki bunu? Daha çok ilkeller. Ve galaktik kurallara
göre onlara kendimizi göstermemiz yasak. Teknolojimizi vermek de.”
“Tek tek bireylerin zihinlerini manipüle edebiliyorum biliyorsun. Hiçbir
şey vermeyeceğim, sadece konsepti sunacağım. Yarım asır sonra başarmış
olacaklar.”
“Dalga mı geçiyorsun? İnsanlar sonu belirsiz bir araştırmaya para yatırıp
bu kadar kısa sürede o seviyeye gelemez.”
“Yapay Zekâ için de öyle demiştin. Bak nasıl tüm şirketler seferber
oldu. Konsepti ortaya atıyorsun, gelecekte dünya böyle dönecek diyorsun,
hemen üşüşüyorlar başına. Ayrıca başaramazlarsa hepsini yok etmene karşı
çıkmayacağım.”
“Peki madem. Anlaştık.”
“Anlaştık.”
SON
Ülkemizde yapılan bence en değerli ödül törenlerinden biri olan GİO ödülleri ya-
kın zamanda sahiplerini buldu. “Neden önemli?” diye soracak olursanız buna şöyle
bir cevap verebilirim: Ülkemizde yaratıcılık o kadar az ki ve bunu ödüllendiren
ise neredeyse hiç yok. FABİSAD yani Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği
bunların değerini gören ve ülkemizdeki en değerli derneklerden biri. Bu sene yine
birçok dalda verdiği ödül ile sanatın ve başkalarının deyimi ile alt kültür olarak
kalmış bu değerleri ön plana çıkardı.

Bu sene;
En İyi Roman dalında
Mehmet Berk Yaltırık – Istrancalı Abdülharis Paşa

En İyi Yayınlanmamış Öykü dalında


Gökçe Mehmet Ay – Gerçekliğin Derinliklerinden Gelen

En iyi İllüstrasyon dalında


Ömer Tunç – Tarkan ve Kurt

En İyi Kısa Film


Ceylan Özgün Özçelik – Cadı Üçlemesi 13+

GİO Ödülleri – Başarı Ödülü


Alacakaranlık Dergi ve Lemur Dergi

Ve Mavi Anka Ödülü


Bülent Akkoç
MEHMET FATIH BALKI

Bu türle ilgilenen insanlar bu isimleri duymuş olabilirler. Hepsi birbirinden üret-


ken ve birbirinden değerli bu sanatçılar ülkemizde yok olmaya mahkûm olmuş
yaratıcılık tutkumuz için büyük bir savaşın içindeler. Emekleri için onların öncülü-
.

ğünde tüm Fantazya ve Bilimkurgu severlere teşekkürler.

Unutmayın

Yaratıcılık, var olan en büyük başkaldırıdır.


Yorgunluk öylesine ağırdı ki bir süre yatakta gözleri kapalı uzanmayı tercih etti.
Yavaşça doğrulmaya çalışırken hala gözlerini açmakta büyük bir zorluk çekiyor-
du. Yalpalayarak metalik banyoya doğru ilerledi. O sırada aynadaki saatle göz
göze geldi. Küfür ederek hızlıca hazırlandı ve kapıda onu bekleyen asansöre
bindi.
Günaydın Akif Bey. Harika bir iş günü sizi bekliyor. Bu kadar yüce bir iş tercih
ettiğiniz için teşekkür ederiz.
Kat 1 – Danışma
Kat 2 – Çocuk Destek
Kat 3 – Danışmanlık ve Psikolojik Destek Birimi
Kat 4 – Tesis Giriş İşlemleri
Katınıza ulaşmış bulunmaktasınız. İyi çalışmalar.
Ayaklarını sürüyerek mutfaktan bir kaşık kahve aldı. Ağzına attı ve çiğneyerek
ona ait olan sandalyeye oturdu. Sıra numarasını açtı.
1 numaralı kadın ona doğru yaklaşırken büyük bir üzüntü ile kadının mor su-
ratını inceledi. Yanındaki çalışma arkadaşı sessizce ona eğilip fısıldamasa belki
de ağlamaya başlayabilirdi.
“Bugün değişim günü, bu sefer seni kesin tesise verecekler. Daha fazla kaça-
mazsın.”
Büyük bir bıkkınlıkla bankoya titreyen ellerini dayamış kadına seslendi.
“Adınız?”
“Cemile Kutlu”
“Tesis için mi geldiniz yoksa destek mi alacaksınız?”
Titreyen sesiyle ‘tesis için’ dedi kadın.
Bilgisayara döndü ve dua ederek ismi girdi.
Karşısındaki sonucun ağırlığı büyük bir bulut gibi tüm birime çökmüştü. Tesise
gitme fikri iyiden iyiye sinirini bozmuş halde kadına döndü.
“Kusura bakmayın Cemile Hanım. Sistemde tesise girecek yeterli krediniz yok.
İsterseniz danışmanlık önerebilirim.”
Kadının gözlerindeki ifadeyi görür görmez anladı. O kadar çok görmüştü ki bu
gözleri hiç tereddüt etmeden güvenlik butonuna bastı.
“Kredim yetmiyor demek! 1 senedir gelip duruyorum. Her defasında danış-
manlık gibi boktan bir cümleyle beni yolluyorsunuz. Kocamın haberi olmadan
buraya gelmem ne kadar zor oldu biliyor musun siz? Ne gerekiyor tesise gir-
mek için. İlla ölmem mi lazım? Siz kim oluy…”
Arka taraftaki müdür odasının kapısında yanan ismi ile dikkati kadından uzak-
laştı. Gerçi ismini görmeseydi de dinlemek ister miydi emin değildi.
Elleriyle şakaklarını yoklayarak sandalyeden kalktı.

Dosyasını inceleyen müdür gülen bir surat ve nazik bir sesle konuşmaya başla-
dı.
“Bugün izinlisiniz Akif Bey. Yarından itibaren tesiste çalışmaya başlayacaksınız.
Bu birimde yapmış olduğunuz her şey için teşekkür ederim. Umarım tesiste de
daha iyi işlere…”

Günaydın Akif Bey. Harika bir iş günü sizi bekliyor. Bu kadar yüce bir iş tercih
ettiğiniz için teşekkür ederiz.
Kat 1 – Danışma
Kat 2 – Çocuk Destek
Kat 3 – Danışmanlık ve Psikolojik Destek Birimi
Kat 4 – Tesis Giriş İşlemleri
Kat 5 – Tesis
Tesise hoş geldiniz Akif Bey. İlk iş gününüz kutlu olsun.
….
Danışma ile yapılan kısa süreli bir görüşmeden sonra gösterilen odaya girdi.
Bir bilgisayarın başında oturan 30’lu yaşlarında genç bir adam dalgın dalgın
dosyalara bakıyordu.
Gırtlağını temizleyerek adamın dikkatini çekmeyi başardı.
“Ahmet Bey, ben Akif. Bugün ilk günüm.”
Adamın suratına büyük bir gülümseme yerleşti.
“Ah, evet. Hoş geldin Akif. Çok vaktimiz yok hadi hemen işe başlayalım. Burası
giriş, tesis arka tarafta. Sen burada çalışacaksın, oraya girmeyeceksin. Hadi
odanı göstereyim o sırada bilmen gerekenleri anlatırım.”
Odadan çıkıp labirenti andıran gri koridorlarda ilerlemeye başladılar.
“Öncelikle takımda seni görmekten büyük bir keyif duyuyoruz. İş arkadaşlarınla ya-
kında tanışırsın. Zaten giriş biriminde çalıştığın için bu kuruluşun tarihini ve amacını
biliyorsun. Bu konuyu kısaca geçeceğim.
Bizim amacımız ülkedeki tüm kadınların iyi şartlar altında özgür bir birey olarak yaşa-
malarını ve maruz kaldıkları her türden şiddet ve zorbalıktan mümkün olan en az zarar
ile kurtulmalarını sağlamaktır. 10 senedir bu amaç uğruna çalışıyoruz. Sadece bu te-
siste 800’ü aşkın kadın korumamız altında. Burada onlara konforlu odalar, sosyalleşme
imkânı ve her türden psikolojik desteği sağlamaya çalışıyoruz.
Sistem basit. Kredisi yeten kadınlar bize başvurur, biz de onları ve tabi var ise çocukla-
rını onlara zarar veren kişiden uzaklaştırarak burada güvenli bir şekilde-
“Hapsedersiniz.”
Omzunun üstünden Akif’in suratına baktı Ahmet.
“Efendim?”
“Burada güvenle yaşamalarını sağlarsınız dedim.”
“Kesinlikle!”
Şimdi sana kredi sistemini açıklayayım. Sen kredi kontrol bölümünde çalışacaksın.”
“Ben zaten kredi sistemini biliyorum daha önce girişte çalıştım.”
“Hayır, sen kredinin ne olduğunu biliyorsun. Kredinin nasıl belirlendiğini bilmiyorsun.”
Bu sırada girdikleri küçük odada ortadaki bilgisayarı işaret etti Ahmet.
“Burası senin. Otur bakalım. Sana açıklayayım.”
Akif’in üstünden eğilerek ziyaretçi tabanına girdi.
“Burada tesiste bulunan tüm kadınların numaraları mevcut. Onlara isimleri ile sesle-
nemezsin. Onlarla bağ kuramazsın. Bu danışmanlık ve psikolojik destek departmanının
işi. Zaten bağ kurmanı da önermem. Mutlaka kredileri düşer, tesisten ayrılırlar, sen
üzülürsün.
Buradaki numaralardan birine tıkladığın zaman kredisini görebilirsin.
Mesela 321 numaranın kredisi 2200. Bu gayet iyi bir rakam.

Krediler tamamen halkın elindedir. İşin acıklı kısmı budur. Halk bir kadına ne kadar
üzülürse o kadar kredi toplanır. Kredilerin %65’i Twitter tarafından sağlanır. Bir kadının
isminin geçtiği hastag ne kadar çok kullanılırsa o kadının kredisi o kadar yükselir. %5
Facebook, %20 Instagram, %10 haberlerdir. Tesise kabul kredisi ne kadar?”

“Nasıl bilmezsiniz? Kadınlar buraya o kredi ile giriş yapıyor.”

“Hayır hayır. Siz kadınları kabul ettiğiniz anda tüm hesaplarımızdan kadının giriş duyu-
rusunu yaparız. Bu süreçte popülarite artar ve kredi yükselmeye başlar. Kadınlar daha
tesise giriş yapmadan tüm sosyal mecralarda ismi duyulur. Böylece tesise girene kadar
kredisi çoktan yükselmiş olur. Buraya 1000 krediden daha düşük giriş yapan olmadı
henüz.”

Ya olursa diye sormak istedi Akif. Fakat alabileceği cevap onu korkutmuştu. Tüm şaş-
kınlığını bastırıp soruya cevap vermeye odaklandı.

“100 kredi ile giriş yapıyoruz.”

“Anladım. Bundan sonrası basit. Her gün düzenli kontroller yapılır. Kadınları çağırırsın,
kontrolü yaparsın. Limit 1000 kredidir. Zaten takıldığın zaman buradakiler sana yar-
dımcı olacaktır. Henüz gelmediler ama burada 3 kişi çalışacaksınız. Gelen kişinin kre-
disi 1000 kredi üstü ise Hakan Bey devralır ve günlük işlemleri halleder. Eğer sınır altı
ise Gülten Hanım devralır ve gelen kişi çıkış işlemleri için bir üst kata yollanır. Her gün
krediler biraz daha düşer. Ve yeni gelenler onların yerini alırlar.

Bunun dışında şuan için bilmen gereken bir şey yok sanırım. Konuşmalar standarttır.
Önünde yazılı olan kartta ne demen gerektiği yazılı. Lütfen kartlara sadık kal. Sanırım
bu kadar.”

Ahmet gülümseyerek arkasını döndü ve kapıya ilerledi. Sonra aniden döndü ve bir şey
unuttuğunun farkına vararak işaret parmağını salladı.

“Ah, bir de şey var. Buradaki kadınlarımız güvende tabi ama buradan ayrılmak zorun-
da kalan ya da hiç giremeyen bir sürü kadın var. Onlardan biri öldürüldüğü zaman
bilgi sana gelecek. 24 saat bekleme süren var. Öldürülen kişi 3000 krediyi aşarsa biz
devralırız. Cenaze işlemlerini hallederiz, avukat tutarak mahkeme sürecinin destekçisi
oluruz ve öldürülen kadının yakınlarına maddi destek sağlarız.
O kadına bunu yapan cani cezasını bulana kadar peşini bırakmayız. Sen böyle bir du-
rumda kredi kontrolünü sağladıktan sonra kat 7 hukuk işlemlerine dosyayı yollayacak-
sın.”

Akif’in kafası sorularla doluydu.

“Peki, krediyi geçemeyen kadınlara ne oluyor?”

“Nereden bileyim ben?”

“Nasıl yani? Hiç merak etmiyor musun ya da sormuyor musun?”

Ahmet Akif’in masasına elini koyarak eğildi ve kaşlarını çattı.

“Bu ülkede kaç kadın öldürülüyor biliyor musun sen? Bir süre sonra hepsi bir sayı hali-
ne geliyor. Merak etme. Burada o kadar çok post, hastag, tweet göreceksin ki bir süre
sonra sende duyarsızlaşacaksın.”

Akif alnını kaşıyarak acı bir şekilde güldü.

“İşte ondan hiç emin değilim.”

Ahmet Akif’in omzuna hafifçe vurdu.

“Dostum emin ol. O kadar çok duyarlının arasında duyarsızlaşmamak elde değil.”

Ahmet odadan çıktıktan Akif başını ellerinin arasına alarak bu ikiyüzlülük karşısında
kusma isteğini bastırmaya çalıştı.

“Bu kadar kadın niye kendilerine bir numara gibi davranılan bir yere geliyorlar?”

Arkasını döndüğünde yaşlı bir kadın elinde kahve fincanı ile ona bakıyordu. Yavaş
adımlarla kendi sandalyesine oturdu.

“Çünkü daha iyi bir seçenek yok. Başka şansları yok da ondan.”

Akif boğazını temizledi ve önündeki mikrofonu açtı.

“Herkese iyi sabahlar dilerim. Rutin kredi kontrolü başlamış bulunmaktadır. 136 nu-
mara! Kontrol için bekleniyorsunuz.”
Öncelikle merhabalar, ben Mehmet Fatih. Röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için
teşekkür ederim.
-Röportaja sizi tanıyarak başlamak sanırım en iyisi olacak. Aşkın Güngör kimdir?
Bilimkurgu ve Fantastik edebiyat ile nasıl tanıştı? Okurluktan yazarlığa nasıl ge-
çiş yaptınız?

Merhaba sevgili Mehmet Fatih. Daha önceki röportajlarımda da değindiğim birkaç


örnekle söz edeceğim kendimden izninle: 1972 Haziranında İstanbul’da doğdum.
Kendimi bildim bileli el sanatlarında mahirdim ya da hadi ukalalık diye algılan-
masın diye “elim iş tutardı” diyeyim. Henüz okuma yazma bilmeyen bir çocukken
resimlerle kendimi anlatmaya bayılırdım. “Bayılırmışım” demeliyim belki, çünkü
bundan sonra aktaracaklarım başta anneannem olmak üzere ebeveynlerim tara-
fından bana aktarılanlar: Yaşım üç ila dörtmüş. Bir kâğıda, misal, uçak çizer, sonra
da o uçak ve içindeki yolcuların başından geçenleri anlatırmışım uzun uzun. Ne
hikmetse hep şimdi “fantastik” diyebileceğim öyküler olurmuş bunlar ya da belki
de doğal olan buydu, bilemiyorum, çocukların düş gücü sınırsızdır kabul edersiniz
ki. Uçak aslında uçakmış da gene de değilmiş; doğurabiliyor ve üstünde beliren
beneklerle besleniyormuş. İyiymiş ama biraz da kötü, çünkü yolcuları taşıyor ama
onları inmek istedikleri yere götürmüyormuş, her birini çok sevdiğinden ayrılmak
istemiyormuş çünkü. Sonra peşine uçan daireler takılıyor ve uçak çok sevdiği
yolcuları korumak için kötü kalpli uzaylılarla çarpışıyormuş vs. Okuma ve yazmayı
çözdüğüm andan sonra anlattığım öyküler çizgi romanlara dönmüştü. Çizgili def-
terlere bir zaman gezgininin öykülerini çiziyordum, yaşım altı-yedi. Kahramanım
o zamanın fenomen dergisi Gırgır’da yer alan Muhlis Bey’den esintiler taşıyordu
ama işin içinde çok nahif de olsa bilim kurgu ve fantastik vardı yine. Demem o ki
oldum olası geleceğe ve gizeme tutkun biri oldum ben ama derdim hepsinden öte
“anlayabilmek” ve anladığımı “anlatabilmek” oldu. Biraz da o nedenle sistemle
değil de sistemin beni ileteceği yolla ilgilendim üretme aşamasında. Bu nedenle
kâh çizgi roman çizmeye koyuldum, kâh roman yazmaya. Yayınlanan ilk kitabım
Ben Bir Kediyim şiir kitabıydı ve 1993’te yayınlandı. 1996’da bir edebiyat yarışma-
sında ödül alarak yayınlanan fantastik çocuk romanım Düşler Diyarı ve 2003’te
yayımlanan Gohor Cam Kent ile Gohor Kurtlar Yolu adlı bilim kurgu romanlarım
var. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. 2005’te Aykolik ile Sevgili Salak adlı yetişkin
romanlarım, 2007’de Mesih’in Klonu adlı politik kurgu kitabım, 2008’de Olağan
Mucizeler ile Geceyle Gelen adlı kitaplarım yayımlandı.
Tudem tarafından ilk kitabı 2011’de yayımlanan Dedektif Bol Bel adlı kahramanı-
mın dört kitabını yazdım. Kahraman Korkak Babam, Saldırgan Masum Annem adlı
iki kitabımı yayımlayan Bilgi’ye Beş Benzemez adlı bir bilimkurgu çocuk serisine
başladım. Bu arada yerli yabancı pek çok seçkiye de öykülerimle destek verdim.
SHP’nin 1993 İnsan Hakları konulu öykü yarışmasında “Ve İp Gerildi” adlı öyküm-
le birinciliği; Tudem’in 2004 Masal yarışmasında “Sevgiyi Arayan Kardan Adam”
ile üçüncülüğü; Türkiye Bilişim Derneği’nin 2004 bilim kurgu öykü yarışmasında
“Sevgilim Dans Edelim mi?” adlı öykümle birinciliği kazandım. Tudem, Bilgi, Bu ve
Ornito ve AYA Kitap şu günlerdeki yayıncılarım. Aden ile Uras adlı iki şekerparenin
babasıyım.

-Yerli bilimkurgunun birçok anına tanıklık etmiş yazarlardan birisiniz. Yerli bilim-
kurgunun son zamanlarda yaşadığı bu yükselişi nasıl buluyorsunuz? Bu yükseliş,
sürekliliğini koruyabilir mi?

Umudum o yönde ama Türkiye’deki yayın piyasasının ne kadar kırılgan bir yapıda
olduğunu da bizzat içinde yer alarak uzun yıllardır deneyimliyorum. Yani bugün
bu yönde esen rüzgârın yarın bambaşka bir yöne dönmeyeceğinin garantisi yok.
Yine de olumlu bir hava yakalamışken elden gelen en iyi edebi metinleri hayata
geçirmemiz, yerli bilim kurgu kitaplarını mümkün olduğunca çok piyasaya sürme-
miz gerektiğini düşünüyorum. Türk bilim kurgu okuruna düşen şeyler de var bu
aşamada. Alıp okuduktan sonra gerekirse yerli bilim kurgu eserlerini yerden yere
vursunlar (ki pek çoğu bunu yapmaya bayılıyor) ama yine de o kitapların talep
görmesini sağlayacak şekilde yenilerini almaya devam etsinler ki yayıncıların ko-
nuyu peşinen kestirip atmasının önüne geçebilelim. Ürettikçe daha iyisine ulaşabi-
liriz ama üretme şansı bulamazsak o olasılık ortadan kalkar.

-Türkiye’de yayıncılık sektörünü nasıl buluyorsunuz? Hâlâ öğrenmemiz gereken


şeyler olduğunu düşünüyor musunuz?
Yayıncılık sektörünün tüm güç ekonomik koşullara karşın cesurca hareket ettiğini
düşünüyorum. Günden güne artan bir içerik, baskı, ciltleme kalitesi de var. Rah-
metli Ali Recan tarafından kurulmuş efsanevi Alfa ÇR Yayınları’nda 1990 yılından
itibaren bilfiil çalışıp o dönemlerdeki şartlara da bizzat tanık olmuştum. 2003 yı-
lında edebiyat yayıncılığı yapan yayınevleriyle mesaim başladı ve o alana da vakıf
olabildim. Demem o ki geçmişle şimdi arasında doyurucu çıkarım yapabileceğim
her türlü deneyime sahibim. Biraz da bu güvenle yayıncılığın ilerlediğini söyleyebi-
liyorum. Kaldı ki okurlar da geçmiş ve şimdi arasında kıyas yapabilecekleri yeterin-
ce materyale sahip. Eski zamanların çeviri eserleri yayıncının “Yahu kitap çok kalın
olacak, şu kısımları tıraşlayalım” diyerek katlettiği ünlü romanlarla dolu. Bunu
yapanlar da en bildik markalar bu arada. Şimdi böyle bir tasarrufa gitmek isteyen
yayınevlerinin okurlardan çok çekeceği aşikâr.
-Çocuk edebiyatında da eserler verdiniz ve veriyorsunuz. Çocuk edebiyatında
bilimkurgunun durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Çocuk edebiyatında bilimkurgunun niteliğinin yüksek olduğunu söylemek güç. Pek
çok yazarın en büyük eksisi basitleştirme işini abartmak gözlemlediğim kadarıyla.
Çünkü çocuk edebiyatı eserinin sade olması gerektiğine inanıyor ama bunu
kurguyu da kuşa çevirip yapabiliyor. Daha da acıklı olansa, bilimkurgu yazdığını
söyleyen pek çok yazarın türe ait sınırların farkında olmaması. Ben kurguya
bir tutam da olsa fantastik öğeler eklersen onun bilimkurgu olmaktan çıkacağı
görüşünü savunuyorum. Oysa bilimkurgu yazarı olduğunu söyleyen pek çok isim
fantastiği bilimkurgu zannediyor. Bu, bir zamanlar çizgi romana Teksas-Tommiks
dememiz gibi bir noktaya erişti artık. Pek çok yazar kendini ifade ederken “Ben
bilimkurgu-fantastik yazıyorum” diyor. O ne demekse?
-esrarengizhikayeler.com isimli bir site açtınız. Birçok bilimkurgu yazarının ya-
nında fantastik ve korku edebiyatından insanların eserlerininde yer aldığı çok
güzel bir öykü havuzu oluştu. Fikir nasıl doğdu? İstediğiniz şekilde ilerledi mi?
Esrarengiz Hikâyeler sessiz ve derinden ilerlemeyi sürdürüyor. İlk zamanlardaki
kadar yoğun biçimde ilgilenemiyorum bu aralar ama geniş aralıklarla da olsa hikâ-
ye yayımlamaya devam ediyoruz, edeceğiz.
Böylesi bir site fikri birkaç yıldır aklımdaydı ama klasik düz metin paylaşımı yap-
mak istemediğimden öteleyip duruyordum. Sonra kişisel sitemi güncellerken kar-
şıma çıkan bazı sorunların çözümü sırasında işime çok yarayacak özel eklentilerle
karşılaştım. Bu eklentiler aklımdaki fikirle iç içe geçiverdi. Kendimi “Kısa hikâyele-
rin de kendi özel kapağı olsa?” diye düşünürken buluverdim. Sonrası da hızlı ilerle-
di aslında. Sitenin faaliyete geçmesinden bir yıl kadar önce aldığım alan adını kul-
lanarak hikâye yayımlamaya başladım. Çok sevgili ve her biri diğerinden yetenekli
yazar arkadaşlarımın ilgisini ve desteğini de anmam gerek elbette. Onların katkısı
olmasa Esrarengiz Hikâyeler çok yavan kalacaktı.
-Bilimkurgunun ilerlemesinde önemli bir role sahip olan yayım türlerinden biri
de fanzin. Peki, sizin fanzinlerle yolunuz kesişti mi? Takip ettiğiniz veya içinde
yer aldığınız fanzinler oldu mu?
Dönem dönem destek verdiğim, deneme, öykü, şiir veya çizgi öykü verdiğim fan-
zinler oldu. Bir ara birinin kaligrafisini de yapmıştım hatta. Tek tek isim vermem
güç ama kitap evlerinde karşıma çıkan veya internette karşılaştığım pek çok fanzi-
ni takip ediyorum. Bazılarını birkaç sayı biriktiriyor, sonra bir çırpıda okuyorum. Bu
işe gönül verenler, yani fanzin üreticileri gençlik yaşlarımdan beri bana Donkişot’u
hatırlatır ama kurgunun acıklı manasıyla değil, imkânsızı aşabilme çabalarıyla.
Hepsine sevgilerimi gönderiyorum.
-Çıkan işlerinizden ve varsa gelecek olan projelerinizden bahseder misiniz?
İlk soruya yanıtımda biraz değinmiştim bu konuya, şimdi de çok kısaca ayrıntılan-
dırayım: Tudem’in yayımladığı Dedektif Bol Bel dizisinin beşinci ve son kitabı olan
Kader Çarkı’nı yazıyorum. Bilgi Yayınevi’nin yayımladığı Beş Benzemez dizisinin ilk
ikisini teslim etmiştim. İlk kitap olan Yerçekimi Hırsızı kısa zaman önce yayımlandı.
İkinci kitap Dinozorlar Şehri yayına hazırlanıyor. Ben de bu arada üçüncü kitabın
yazımını Bol Bel’le dönüşümlü olarak gerçekleştiriyorum.
Bilimkurgu öykülerimle destek verdiğim seçkiler haricinde yetişkin edebiyatından
uzak duruyorum. Bunda geçmişe ait hayal kırıklıklarımın etkisi büyük. Hoş, bu kimi
ilgilendirir, onu da bilemiyorum zaten.
-Bizlere tavsiye etmek istediğiniz bilimkurgu kitaplarından ve filmlerinden üçer
tane örnek verir misiniz?
Pek alışılmadık bir liste sunacağım. Neden alışılmadık? Çünkü nitelik anlamında
kusursuzu değil de bana hem geçmişte hem de yakın zamanda hoşça zaman geçir-
ten eserleri anacağım.
Kitaplarla başlayalım:
1- Çok uzun yıllar önce Altın Kitaplar tarafından yayımlanan, Star Trek senaryola-
rının öyküleştirilmesinden oluşmuş 10 kitaplık Uzay Yolu dizisi. Orijinal dizinin 12
kitap olduğunu, bizde ne yazık ki on tanesinin yayın şansı bulduğunu okumuştum.
2- Ruh adlı öykümle yer aldığım, İthaki’nin yayımladığı Yeryüzü Müzesi’ne bir şans
verilmesi beni mutlu eder. Kendi öyküm için tarafsız olamam elbette ama diğer
öykülerin de tamamına yakınını çok büyük keyifle okudum.
3- Zecharia Sitchin imzalı bir araştırma olan 12. Gezegen uzun yıllar önce okudu-
ğumda beni derinden etkilemişti. Bir bilimkurgu romanında görmek isteyeceğiniz
hemen her şeyi içeren alternatif bir dünya tarihi okumak isteyenler kaçırmasın
derim.
Ve filmler:
1- Bilmeyen yok kendisini ama hazırladığım her listeye almazsan rahat edemem:
Geleceğe Dönüş (Back to the Future) serisi. Üç film de ilk çıktığı günden bugüne
dek bir numaramda kalmayı başardı. Üçünün de her sahnesini ezbere biliyorum
ama halen canım sıkkın olduğunda açıp izlemekten geri durmuyorum. Benim için
bir tür motivasyon gereci haline geldiler.
2- Tabii ki Matrix. Öncelikle ilk film. Devam filmlerini de sevdim sevmesine ama ilk
film çıtayı öyle bir yere çekmişti ki diğerleri pek çok kişi için olduğu gibi benim için
de hafif bir burukluk içeriyor.
3- İlk iki sıraya koyduğum filmler tavsiyeden ziyade anma içindi tahmin edersiniz
ki ama üçüncü film her ne kadar eski tarihliyse de tavsiye anlamı taşıyabilir, çünkü
nedense beklediğim popülariteye pek ulaşamadı uzun yıllardır. Sadede geleyim:
Piller Dahil Değil (*batteries not included). E.T.’ye yakın piyasaya çıkmış sevgi
odaklı bir film. Hoş, ne kadar bilimkurgu gözüyle bakarız, o da tartışılır gerçi ama
güzel bir seyirliktir benim için.
Gözlerimiz çoğu zaman hep gökyüzünde. Bulutların ardında koskoca bir evren
var. Güneş tamamen batıp diğer yarımküreyi aydınlatmak için bizden ayrıldı-
ğında yerini alan yıldızlar, aslında hep oradalar. Biraz daha odaklandığımızda
Mars’ın kızıl yüzeyine doyasıya bakabiliyoruz. Daha dikkatli bakar ve şehrin ışık-
larından biraz daha uzaklaşırsak Venüs’ü tüm çıplaklığıyla karşımızda bulabiliriz.
Satürn yine halkalarıyla dans eder, Jüpiter bütün kudretiyle sırıtır. Yeryüzünden
uzaklaştıkça boşluk ve düzensizlik etrafımızı sarar. Yanımızdan bir kuyruklu
yıldız geçer, nebulalar parıl parıl parıldar, ilerdeki güneşin parlaklığı kaç kadirdir
diye tahminde bulunabiliriz. Kaosun içinde bir düzendir uzay dediğimiz. Peki
düzenin içindeki kaos, ona nasıl ulaşabiliriz?

Kuarklar yerinde durmadan spin atıyor, elektronlar bir bulut gibi sarıyor çekirde-
ği. Elektronun biri gidip yandaki çekirdeğin bulutuna karışıyor. Bütün çekirdek-
ler bulutlarını birleştirme kararı alıyor, yapı artık sağlam. Oksijen sadece içimize
çektiğimiz haliyle kalmıyor, bulutlara katılıyor, uzun uzun karbon halkaları
birbirine geçiyor, sıraya diziliyorlar. Çelik bir yelek gibi sarıyorlar sitoplazma-
yı ama birkaç kapı inşa etmeyi de ihmal etmiyorlar gelen kargolar için. İçerisi
okyanus. Yumurta akı gibi, hem yoğun hem değil. Hem saydam hem opak. Sanki
her yerde fabrika var. İçerisi gürültülü. Ribozomlar uçuşuyor etrafta, endoplaz-
mik retikulum (ne havalı isim ama) sarmış her tarafı, kargo şirketi görevi görü-
yor. Lizozomun içine giren bir daha çıkmıyor sanki. Golgi bir oyuncak fabrikası
gibi paketler saçıyor etrafa. Az ilerde merkez binası gibi başka bir çekirdek bizi
karşılıyor. Bu çekirdek önceki bahsettiğimizden farklı ve kat kat daha büyük.
Görkemli. Sanki bir sırrı var gibi taş kesmiş. Porlarından içeri süzüldüğümüzde
bir ip yumağını andıran o yapının kucağında buluyoruz kendimizi. Her yeri sar-
mışlar. Çok fazla ip yumağı. Biraz eşelediğimizde piyanoya ilk dokunuşumuzdaki
o heyecanı hissediyoruz. Ama bu piyanoda sadece dört tuş var. Sadece dört tuş
var ama uzun bir resital olacağa benziyor. Bu yumağın açıldığı bir yer var, oraya
doğru süzülüyoruz. RNA polimeraz o açıklıkta kendine bir yer bulmuş, DNA’nın
o dalına sıkı sıkı tutunmuş, kopya çekiyor. Belki de çoğu soruyu biliyor ama bir
soruda takılmış. Sadece o soruyu kopya çekiyor. Yanında silgisi de var, bir harfi
yanlış yazsa hemen düzeltiyor. En ufak bir hatası olursa sonsuza kadar yok olur,
biliyor. Ne büyük baskı! Ne büyük stres! Bu yapı hataları asla kabul etmiyor.
Alınan bilgi büyük bir hızla bu merkez binadan okyanusa taşınıyor, o süzülen
ribozomlardan biri hemen bu bilgiyi yakalayıp işlemeye başlıyor. İşlenen bu bilgi
kendi üstüne kıvrılıyor, elektron bulutlarını olabileceğince kararlı hale getirip
öylece duruyor. Tam bu uçsuz bucaksız okyanusta yüzmeye hazırlanırken bir
başkası yakasından tutup sürüklüyor. Peki sonra? Her şey olabilir. Gidip başka
bir proteine bağlanabilir, hücreden atılabilir, çekirdeğe tekrar dönüp başka kopya
işlerine karışabilir… Bunlar sadece günlük işler, eğer hiçbir sorun yoksa her şey
tıkırında işler. Bir protein doğar, diğeri ölür ya da öldürülür. Bu küçük oda artık
taşıyamaz fabrikalarını, iki odaya bölünmek ister. DNA kendi kopyasını çıkarır.
Aynı anda iki odayı yönetmek için bu lazım, değil mi? Aynı anda iki yerde de
olmak. Ne büyük lütuf!

Peki ya işler yolunda gitmezse?

İnatçı bir virüs bu odaya musallat olursa, işler içinden çıkılmaz bir hal alabilir.
Kendi DNA’sını konak hücresine aktaran bir virüs, çoğalmak için bu okyanusa
yerleşmiş mekanizmaları kullanmaya başlar. Çoğaldıkça kendi kapsitlerini inşa
eder ve konak hücreyi terk etmeye başlarlar. Konak hücre (yani bizim küçük oda-
mız) bu hasarı onaramayacağını fark ederse kendini öldürmeye karar verir. Evet,
apoptoz dediğimiz bu olayda hücrenin içindeki kaspaz ve diğer birçok enzim
önce hücre çekirdeğini, sonra da tüm hücreyi paramparça eder. Acıya dayana-
mayınca kendi kendini imha etmek! Bu da bir nevi lütuf değil midir? Yıldızlarda
da böyle değil midir? Bir yıldız artık yaşlandığını fark ettiğinde ya sessizce eder
vedasını ya da görkemli bir patlamayla ve o dipsiz mezarlığa gömer kendini.

Gezegenler Güneş’in etrafında dizilmiş, kütleçekim yasasına sırtlarını dayaya-


rak belirli bir düzende dönerler. Ne herhangi biri uzaya savrulur ne de herhangi
ikisi çarpışır. Kaosun içindeki düzen. Basit bir şekilde tanımlayacak olursak her
elimizde beşer parmak vardır ve parmaklarımızdan birine iğne battığında sinirler
harekete geçer. Beyne mesaj gider ve sinir uçlarından nörotransmiter salgılanır,
salınan nörotransmiter kas hücresindeki reseptöre bağlanır, bir dizi aktivasyon-
dan sonra sarkoplazmik retikulumun kalsiyum salar ortama, o kalsiyum gider
troponin proteinine bağlanır ve kas kasılır. Parmağını hızla çekersin. Düzenin
içindeki kaos. Carl Sagan’ın da dediği gibi, belki de hepimiz birer yıldız tozuyuz.
Düzen ve kaosun müthiş füzyonu.

Gözlerimiz çoğu zaman gökyüzünde. Kendi göz bebeklerinizdeki evreni de keş-


fetmeniz dileğiyle…
İki dirhem bir çekirdekti Çınar Bey. En son, küçük oğlunun düğününde giymişti üs-
tündeki pahalı takım elbiseyi. Sabahtan uzun uzun saç sakal tıraşını olmuş, hoş kokular
sürünmüştü. Yeniden evleniyor olsa ancak bu kadar şık olabilirdi. Hey gidi Çınar Bey,
hey! Merhum eşin Nisa Hanım da Soğukkuyu Mezarlığı’ndan kalkıp seni böyle görebil-
seydi keşke...

Kemer’de otonom metrodan heyecanla indi. Şapkasını taktı, bastonuna dayanarak


yürümeye başladı. Genci yaşlısı, zengini fakiri, karmakarışık bir kalabalık Tepecik’e
doğru yol alıyordu. İçlerinde elektronik yürüteçli yüz yaşındaki dedeler de vardı, on
sekizlik sivilceli ergenler de. Kutsal topraklara adım atıyorlarmış gibi içleri kıpır kıpırdı
hepsinin.
Meşhur sokağın girişinde kocaman bir afiş onları karşıladı: “Nostaljik Tepecik Günle-
ri’ne Hoş Geldiniz!”

Dar sokakta ilerlerken Çınar Bey’in burnuna tanıdık bir koku geldi. Kokuyu takip
ederek, halka tatlıcısını buldu. Çıtır çıtır, bol şerbetli tatlılarla dolu tezgahın arkasında
yepyeni, uzun boylu, erkek bir android vardı. Çınar Bey, “Bir kerhane tatlısı kaç kredi,
kardeşim?” diye sorarken tezgahtan bir tatlı almaya yeltendi; ama android, titanyum
eliyle onu durdurdu:

“Bunlar sadece göstermelik... efendim! Satış yapamıyoruz. Kusura bakmayın.”

“Canımız çekti be, kardeşim! Gösteriyorsunuz ama satmıyorsunuz. Neden satmıyorsu-


nuz ki hem?” diye sordu sertçe.

“İçindeki yağ ve tatlı miktarı Sağlık Bakanlığı’nın tavsiye ettiğinden çok daha fazla... Bu
yüzden, satışını yapmamız ne yazık ki mümkün değil. Sadece...”

Android, uzun uzun konuşmaya programlanmıştı; fakat onun bir robotu dinleyecek ne
isteği ne de vakti vardı. “Allah kahretsin!” deyip uzaklaştı.

Genelevin giriş kapısına yaklaşırken başka bir android daha gördü; küçük, eski püskü
ve yine erkek. Yerde bağdaş kurmuş oturuyordu. Önündeki tezgahta mavi haplar, ge-
ciktiriciler, rengarenk kondomlar vardı. Çınar Bey, bir an durup “Satmıyorsunuz değil
mi?” diye sordu.

Yerde oturan android, kafasını kaldırmadan robotik sesiyle cevap verdi:


“Ne yazık ki... efendim. Nostalji... amaçlı bu ürünler. Mavi haplar kalp... krizine neden
olabiliyor. Spreyler ise...”
Elini hafifçe kaldırdı Çınar Bey, “Tamam tamam, biliyorum!” diyerek yoluna devam
etti.

Seks işçiliği yasaklanıp genelevler kapatılana dek Çınar Bey, Tepecik’in bir numaralı
müdavimlerindendi. Parmakla gösterilen bir müşteriydi. Herkesin mutlaka kötü bir
alışkanlığı vardır. Kimisi kumar oynar, kimisi otobanda hız yapar, kimisi kimyasal kul-
lanır. Onun da tek günahı buydu işte. Nisa Hanım elinden geleni yapmış ama bir türlü
engel olamamıştı; onu da böyle kabullenmek zorunda kalmıştı.

Yasakla beraber, genelevlerde hayat kadınlarının yerini yerli üretim, seks robotları Sel-
ly*ler almıştı. Çınar Bey, işte o zaman ruhsuz robotlar yüzünden elini ayağını çekmişti
Tepecik’ten. Onun yerine, İzmir’in dört bir köşesindeki yasadışı olan ama bir türlü
engellenemeyen eskortlara gitmeye başladı. Fakat onlardan aynı keyfi alamadı. Bir süre
sonra kendiliğinden onlara da gitmeyi bıraktı. Yıllar sonra, Nostalji Günleri kapsamın-
da bir günlüğüne genelevin gerçek hayat kadınlarıyla açılacağını duyunca sevinçten
havalara uçtu.
İşte, sonunda Tepecik’teydi; ne kadar da özlemişti! Sokaklarını, evlerini, kadınlarını...
Fazla düşünmeden kararını verdi. Orta yaşlı, esmer ve kilolu bir kadının peşinden oda-
ya girdi. Adi parfüm kokusuna boğuldu. Sonunda gerçekten bir hayat kadınıyla birlikte
olacaktı.

Odaya girer girmez, kadının iki dakika önce evin kapısı önünde ona fırlattığı o çıldır-
tıcı bakışın yerini, Karadeniz’de gemileri batmış kaptan ifadesi aldı. Sert ve ruhsuz bir
şekilde, “Soyun!” dedi kadın. Emir verir bir tonda. Kendini askerdeymiş gibi hissetti.
Kadının üstünde zaten pek bir şey yoktu, sadece siyah bir külot vardı. Kadın kolayca
ondan kurtuldu. Çınar Bey, eli ayağına dolaşarak soyundu. Yatağa girdi.
Kadın bacaklarını açıp, “Hadi gir, ihtiyar!” diye yine emretti. Yatağın kenarındaki seh-
panın üstünden akıllı gözlüklerini alıp taktı. Çınar Bey, kadının üstünde gelip giderken
kadın en sevdiği sabah programını izliyordu. Ne bir muamele ne sahte inlemeler ne
gaza getirici laflar; hiçbir şey yoktu. Selly’lerden bile daha robottu, içine girip çıktığı
kadın.

Mutsuz ve bitik bir şekilde ayrıldı Tepecik’ten. Akşamleyin belediyenin sosyal medya
sayfasında, Nostalji Günü paylaşımının altına şunları yazdı:
“Halka tatlısı var, yiyemiyorsun; mavi hap var, içemiyorsun; hayat kadını var; hissede-
miyorsun. Affedersiniz ama sıçayım böyle Nostalji Gününün içine!”
Yatağa girdi, Nisa Hanım için bir dua okudu ve Gecematik’i** takıp rüyalar alemine
daldı. O gün kaybettiği paraların bir kısmını en azından Gecematik’le kazanacaktı.

* Selly’nin Gözyaşları - Efe Elmastaş (Lagari Bilimkurgu Serisi)


** Uyan! - Ruhşen Doğan Nar (Lagari Bilimkurgu Serisi)
İnsan-sevmez biri olduğum için işimi çok seviyorum. Eski, loş bir hangarda parça istif-
lemek, kataloglamak ve parçaları getir-götür... İnsandan uzağım. Fakat patron bugün-
lük satış bölümüne geçmemi istedi. İzzi’nin apandisiti patlamış; yerine bakacak kimse
yokmuş. Sabah işe gelmeden önce panik-atak geçirmemek için Pasif-Çevre ilacının
şişesini tepeme diktim.

Yağ sürülmüş ekmek elinizden düşerse mutlaka yağlı tarafı yere yapışır. İkinci müşteri
karşımda şu an bağırmakta:

‘‘ Üç kere getirdim tamire! Hiçbir şey yok deyip geri yolladınız! Ama işte videoları!
Çalışmak istemiyor robotunuz!’’ dedi şişman kadın. Bir insanın gözlerinin yuvaların-
dan bu kadar ileriye doğru fırlayabileceğini tahmin etmezdim. Kadın iyi sarılmamış bir
dolma kadar kalın parmağı ile girişi, cam kapının ardını göstermişti; ben de bakı-
yorum; hangarın önüne park etmiş bizim taşıyıcılardan birinin kol vincinden 102.A
modeli bir kukla gibi sarkıyor.

‘‘ Evet, haklısınız hanımefendi. Tamir raporlarına baktım; mekanik, elektronik bir


sorun göze çarpmıyor.’’ dedim. Kadının gözleri sinirden gözlerime odaklanamıyor.

‘‘ Geçen gün damdaki karları temizle dedim! Riskliymiş! Lafa bak! Ama ben o prostat
beyinli kocama dedim! İkinci el robot almayalım dedim!’’
Kadın dinmeyen bir fırtına... İnsansız geçen yıllarımın acısını çıkartıyor her saniye.
Kafamı hızlı çalıştırmalıyım.

‘‘ Robotlar korkmaz. Ben modelin geçmişine bir bakayım. Bir önceki sahipleri ile
yaşadıklarına... Sanırım cevap, Öğrenilmiş Sakınma... Yani insanca söylersem; sarsıntı
geçirmiş robotunuz,’’ dedim.

Kadın sustu, durmamam lazım: ‘‘Neden ben sorunun kaynağını araştırırken siz perso-
nel yemekhanesinde çıkan tabldotlarımıza bir göz atmıyorsunuz?’’
Kadın bir saniye öncesini unuttu; yüzü aydınlanıvermişti. Ben tarif etmeden yemek-
hanenin yolunu tuttu. Ön kapıdan hangara ilk adımını attığı an ‘Yemekhane’ tabelasını
tespit etmiş.
Bilgisayarın başına geçtim, 102.A sekmesini bulup tıkladım.
102.A’nın bir önceki ailesi, robot bozulunca, tamir masrafını karşılayamayacakları için
sıfır aldıkları robotu bize satmış. Alış-Satış dosyasını geçiyorum ve sırrın çözümünü
Teslim tutanaklarında buluyorum.
Bir Yapay Zekâ yer değiştirirken Açıklık Prensibi uygulanır. Yani Yapay Zekâyı ailesin-
den neden ayırdığımızı robota açıkça anlatırız. Zor bir iş değildir ki kargo görevlileri
sorumludur bu görevden. Personel, işi angarya olarak görse de Şirket bunu zorunlu kıl-
mıştır. İki gün, Kargo bölümünde çalışmıştım; ben de bunu yapmak zorunda kalmış-
tım. Bir B55 modeli idi. Yapay Zekâ katsayıları 4,5’tur bu robotların. O yüzden robota
açıkça anlatmıştım öyküyü:
‘‘ Seni ailenden alıyoruz. Çünkü biliyorsun Baba öldü, Aile yeni bir Plütonyum pili
alamıyor. Bu yüzden onların iyiliği için...’’

102.A’da ise şöyle gelişmiş olaylar... Robotun ilk ailesi, robot bozulur bozulmaz onu
kapatmış. Hata Bir! Kullanım Kılavuzunda ‘Kesinlikle Teslim öncesinde, sırasında
robotunuzu kapatmayın,’ yazar. Ama Kullanım Kılavuzlarımız 2000 küsur sayfadır;
kimse okumaz yani. Hata İki: Kargo görevlileri eve gelince robotu açmamışlar; bu süreç
20 dakika filan sürer; üşenmişler. Öylece bize getirmişler, Açıklık Prensibini uygulama-
dan! Yapay Zekâ Hangara gelince ancak onu açmışız.

Anlamadınız değil mi? Çünkü insan kamera açısından bakıyorsunuz. Şimdi robot
olun.

Bir aileye bağlanıyorsunuz; sonra bozuluyorsunuz. Kimse bir açıklama yapmıyor;


bilinciniz bir anda kapanıyor. Pat! Gözlerinizi açıyorsunuz; bir bakmışsınız kopuk
robot kollarının, bacaklarının olduğu karanlık bir yerdesiniz. En son hatırladığınız
şey ise bozulduğunuz. İki veriyi birleştirin. Evet, bozulduğunuz için götürüldünüz; bu
sonuca varmış robot. Sonra yeni eve veriliyorsunuz. Bozulmaktan ‘korkuyorsunuz’
artık; çünkü bozulursanız yine gelip alacaklar sizi; o mezarlığa götürecekler. Bu yüzden
102.A riskli işleri yapmayı reddediyor; korkuyor; yine aynı olayların başına gelmesini
istemiyor.
Öyle işte. Kadının yemeğini bitirmesini bekliyorum. Dediklerimi anlayacak mı? San-
mıyorum. Üffff… Bugün bir bitse...

BİTİM.


“Neden kimse benim gördüğümü göremiyor? Her şey alenen ortada değil
mi?”
Kendi kendine bir müddet daha fısıldaştıktan sonra kapıdan dışarı çıktı. Tüyleri
diken diken olmuş, soğuk ter damlacıklarının akışını hissederken yüzünün uyuştuğunu
da fark etti. Sol elindeki susturucuyu tabancasına montelemesi sadece birkaç saniye
sürdü. Kalp atışları gittikçe hızlanıyordu ve dengesini kaybettiğinde merdivenin alümin-
yum korkuluğuna dayandı. Nefes almakta güçlük çekmeye başladı. Merdivenlerden
aşağı doğru indi. Arkasından gelen kişinin yüzünü bile görmedi. Sadece “Amirim, iyi mi-
siniz?” diye bir ses işitti. Sonrasında ise susturulmuş tabancasından çıkan metalik ses-
leri işitti. Kendi mi ateş etmişti? Nereye nişanlanmıştı, bilmiyordu. Ardından gelmekte
olan adamın merdivenlerden yuvarlandığını gördü. Yanına kadar ulaştığında ise adamın
acılar içerisinde silahına davrandığını fark etti.
***
“Çocuğu konuşturduk. Bu dördüncü kişi oldu. Haklıymışsın. Fakat bu bilgileri
nereden ediniyorsun, bana söylemen lazım. Tam dört muhbiri yakaladık ve dördünün
de baldırları delik deşik. Neden bulduğun kişileri bize bildirmiyorsun da adamlara ateş
ediyorsun?”
Emniyet Amiri (EA) bu konuşmasını bitirdiğinde, Kıdemli Başpolis Memuru
(KBM) sanki düşüncelere dalmış gibi bakıyordu. KBM’nin anlam veremediği durum şuy-
du: Bu dört muhbiri de baldırından vururken hiçbir şey düşünmemişti. Hatta, “Her şey
ortada değil mi?” diye söylenip durduğu anlarda hep başkalarından şüphelenmişti. Bir
şey ya da birileri onun yerine kararlar verip onu yönetiyorlar gibiydi. İşin kötü tarafı, son
günlerde bu kontrol kayıplarının sebinin EA olduğunu düşünüyordu ama kanıtlayacak
hiçbir verisi yoktu.
“Eğer konuşmazsan sırf silah kullanmak için polislik yaptığını düşüneceğim.”
Aslında doğru da düşünmüş olurdu. Bu işin en eğlenceli kısmı atış eğitimleri
değil miydi? Tek bir fark var, KBM genelde cansız hedeflere atış yapmaktan keyif duyar-
dı. Hem o zamanlar aklı başında olurdu. Bu 4 adamı nasıl vurduğunu hatırlamıyordu
bile...
“Bir sorun mu var? Niye titriyorsun, oğlum?”
Asıl sen nasıl şaşırıyorsun, bunu anlamıyorum. Odaya geldiğinden beridir tek
kelime etmemiş bir insanı soru yağmuruna tutup sonra da şaşırmak sana yakışıyor mu?
Evet, hem de başarılı bir şekilde dört muhbiri ele geçirmiş olan bu kahramana yapıla-
cak şey mi? Adamın kafasından geçenleri bilmiyorum ama kucağındaki çantanın altın-
da susturucusu çoktan takılmış olan silahının ateş almaya hazır olduğunu biliyorum.
KBM’nin neden titrediğini değil ama neden yüzünün uyuştuğunu biliyorum. Neden bu
hayatı kendisi değil de bir başkası yönetiyormuş ve gayet de güzel işler çıkarıyormuş,
bunları biliyorum. Başka bir sorun varsa buyur sor, EA...
“Çocuklar! Buraya birini gönderin!”
EA, kapıya doğru seslendikten saniyeler sonrasında kapı açıldı. KBM’nin kafası
sağa-sola hızla sallanıyor ve boş gözlerle masanın üstündeki dergiye bakıyordu. Kimse
bir şey anlamadı. Susturucusu takılmış silahın mekanik tıkırtıları dışında bir şey duyul-
madı. KBM bayıldı.
***
Ateş ettiği beşinci kişi de muhbir çıkmıştı. Bunun anlamı, %100 başarı demekti.
Peki, bu “muhbir dedektörü” denilen şeyi kullanmak ne kadar doğru olurdu?
Organik olan her şeyin çürümekte olduğu gibi insan beyni de çürümektedir.
Ön lobunda hasar meydana gelen kişilerin şizofreni / paranoit özellikler sergilediğini de
biliyoruz. Biz bu işlemi biraz değiştirerek insanlara empati yeteneği katıyoruz.
Muhbir Dedektörü adını verdiğimiz şey, insanların beyinlerinin çevresinde olu-
şan manyetik alanların çözümlenmesi ve belirtilen konularda ihanet edenlerin etkisiz
hâle getirilmesi için gerekli yönlendirmeleri gerçekleştiren nano parçacıklardan ibaret.
Adaleti sağlayacak kişilerin beyinlerine bu nano parçacıkları göndermek yeterli. Uyutu-
lan bir kişinin burun deliklerinden beynine ulaşmanın yolu bulunduğundan beridir, aşı
yapar gibi bu işlemi yapabiliyoruz...
***
“Ama beşinci kişinin tespitinden sonra bayıldı!” dedi EA, “Ben etrafımda bay-
gın personel istemiyorum!”
“Zaten deneğimizin rızası olmadan bu işe girdik. Yüksek ihtimalle muhbirleri
etkisiz hâle getirirken panik atak geçirmiştir. Birkaç kişinin psikolojisi bozulacak diye bu
anti-terörist buluşumuzdan vazgeçmek, bana biraz saçma geliyor...”
KBM uyandığında hastanede olduğunu fark etti. Yanı başında tanımadığı iki
farklı kişi vardı. Neden olduğunu bilmediği bir şekilde içi sıkılıyor ve sürekli olarak ağla-
ma isteği geliyordu. Sonra hızlanan kalp ritmine dikkat kesildi. Bir anda hızlanmaya baş-
lamıştı sanki. Ardından ağlamaya başladı. Hasta yatağında kıpırdayamıyor ama sürekli
ağlıyordu. Ve kustu.
Doktorlar geldiğinde sordukları sorulara cevap veremedi. Bu adam ne zaman-
dır başka insanlarla konuşmuyordu, bunu biz de bilemiyoruz. Dördüncü muhbiri vur-
madan az evvel kendi kendine konuştuğunu biliyoruz, elimizde kayıtları mevcut. Ancak,
şu anki hâline bakarsak, kendinden başka hiçbir insanla iletişime geçmek istemediği
belli oluyor.
Şunu da not etmek lazım: Mantıklı olarak hiçbir düşünce savaşına girdiğini
düşünmüyoruz. Bizce, artık kendi kendine bile tartışmıyor. Sadece insanlardan rahatsız
oluyor. Belki de yanına yaklaşan insanların beyinlerinin etrafındaki manyetik alanlar
onu bu hâle getiriyor. Benim varsayımlarıma göre, onun bilincine henüz yansımamış
olsa da bir çok fikir bilinç altında işlenmeye devam ediyor.
Al işte, yine kustu.
Amazin Stories dergisi 1926 yılında Hugo Gernsback tarafından
çıkarıldı. Bilimkurgu türünde ilk çıkan dergi özelliğini taşıması
dışında “Science fiction” kelimesi ilk defa burada Hugo tarafından
kullanılmıştır. Kapağında gördüğünüz gibi Fransa’dan Jules Verne,
İngiltere’den H.G. Wells ve Amerika’dan Edgar Alan Poe bulun-
maktadır. Bugün bu insanlar Fantastik, Bilimkurgu ve Korku
edebiyatının yolunu açan insanlar olarak tanınmakta.

Dergi bugün hala yayın hayatına devam etmektedir.


“Uyku küçük ölümdür,” derdi eskiler. “O yüzden nazikçe uyandırılmalı, yoksa
insan aklını bile yitirebilir,” diye de eklerlerdi. Eğer bu doğruysa çıldırmam an me-
selesiydi. Çünkü bu son bir yıl içinde bilmem kaçıncı kez sıçrayarak uyanıyordum.
Bir şey bana gizlice yaklaşmış ve tam göğsümün üzerine zıplayıvermişti. Bu zalim
yaratık tabii ki Duman`dı. Adından anlaşılacağı üzere tamamıyla gri renkli bu
kedi bana sevgilimden hediyeydi. Pardon, uyku sersemliği ile bir şeyleri yanlış
söyledim. Bu huysuz, gri şeytan boş bulunduğum anlarda eski sevgilim olarak
da andığım diğer cehennem zebanisinin bana kazığıydı. Beraber yaşadığımız bir
yılın sonunda yarısı sıkılmış diş macununu alıp götüren zihniyet, her ne hikmetse
kediyi bana bırakmıştı.

Duman şimdi de suratımın dibine yaklaşmış, yanağıma patisiyle vuruyordu. Bu


kibarca “Kalksana, geri zekâlı acıktım.”demekti. Evet abartmak huyumdur ama bu
davranışı kesinlikle kibarlıktı. Elimdeki ve yüzümdeki tırnak izleri şahidimdir!
Alarmımın çalmasından sadece beş dakika önce beni kalp krizi riskiyle karşı kar-
şıya bırakması yetmiyormuş gibi, sevgili efendim bir an önce hizmetimi önemle
rica ediyordu.

“Kalbimin çarpıntısı normale döner dönmez yemeğinizi vereceğim, Efendi Du-


man.”
Gri kedi suratıma baktı ve bu sefer de burnuma bir pati darbesi attı. Kalkmaktan
başka çarem yoktu. Elimi yatağın düğmesine attım. Ses bariyerini kapatır kapat-
maz şehrin sabah gürültüsü kulaklarıma doldu. Duman`ı kucakladım ve yataktan
çıktım. Onun mırıltıları eşliğinde mutfağa yürüdüm. Bir yandan da sağ kulağının
arkasını yavaş yavaş okşuyordum.

Mama kabına biraz süt koyup beklemeye başladım. Efendi Duman ilk önce onu
bıraktığım yer ile kap arasındaki mesafeye sonra da bana baktı. Kendisini beş on
adım yürüteceğimi anlayınca bozulmuştu. Patileri yerlerdeki fayansların üzerinde
ses çıkarıyordu; bu sesi niyeyse, eski sevgilimin sinirlendiğinde o uzun topukla-
rını vura vura yürümesine benzetiyorum. Kaba yaklaştı, ilk önce kokladı. Birkaç
dil tadına baktı... Ve bir pati darbesi, mama kabı alt üst! Hımm, bu o günlerden
biriydi demek... Huysuz, bulutlu ve çok kaprisli...
Kabı kağıt havluyla sildikten sonra en sevdiği kedi mamasından ekledim. En
pahalı olanından, efendimin ucuz ve çabuk zevklere yüz vermesi tabii ki düşü-
nülemezdi. Mamadan da az miktarda aktardım. Yine istemez adımlarla yaklaştı.
Kokladı... Ve bir pati darbesi daha!.. Kedimle olan ilişkimizin bu tutarlılığını
seviyordum ya da mazoşistim, kim bilir? Ton balığı konservesi açarken buna hayır
demeyeceğini biliyordum. Mama kabını düzeltip içine balığı boşalttım. Yavaş
ve ölçülü adımlarla yaklaşıp kahvaltısını etmeye koyuldu. Ben de yerdeki süt ve
mama kalıntılarını temizleyip kendime tost yapmaya başladım. Bir yandan da
anlamlı ve tatmin edici hayatımı düşünmeye başladım.
Bir android fabrikasında kıdemsiz yapay zeka sosyoloğu ve antropoloğu olarak
çalışıyordum. Bu bilim dalının doğuşu, insanlığın büyük korkusuna, makinelerin
dünyayı ele geçirmesiyne dayanıyordu. Ama tabii incelediğimiz pek çok konu var-
dı: Robot işçilerin birbiriyle olan etkileşimi ve iletişimi, bunun verime katkısı. Bel-
ki bunu duymuş olabilirsiniz. Gelişmiş yapay zekalar kendi aralarında iletişim için
bizim kullandığımız protokollerden faklı iletişim protokoller geliştiriyorlar. Yani
kendi dilleri var; dil o kadar dinamik ve o kadar hızlı değişiyor ki biz araştırmacı-
lar değişim hızına yetişemiyoruz. Bu arada insan robot ilişkilerini de inceliyoruz.
Örneğin, yanan evinizde camdan atla diyen veya sizi alevlere doğru götürmek
isteyen robo-itfaiyeciyi dinler misiniz yoksa başka bir yol mu ararsınız?

Benim kişisel olarak ilgilendiğim konular da var. Örneğin, robotlar yüzünden işini
kaybeden bir vasıfsız işçi ne hisseder? Peki yıllarca yazarlık ya da ressamlık yap-
mış bir yetenekli kişi veya yıllarca hukuk okuduktan sonra işsiz kalan, iyi eğitimli
avukat?
Evrensel gelir bir çözüm mü? Peki bu gelir bir işçiyi, ressamı ve avukatı aynı dere-
cede tatmin eder mi? Bunlar insanlarla ilgili olanları.

Elbette robotlar ve yapay zekayla ilgili merak ettiklerim var. Onlar gerçekten “his-
siz“ mi? Hissiz ne demek? İnsani duygularla empati kuramayan sosyopatlar insan
değil mi?
Peki, kendine nasıl davranıldığını kavrayabilen yapay zeka da hissiz sayılır mı?
Eğer bu “his“ yerine geçiyorsa onları niçin “insan“ olarak kabul etmiyoruz? “İn-
san“ değillerse bile, 7 gün 24 saat çalışmalılar mı? Temel hakları neler? Yani biz
insanlar, androit ve robotlara nasıl bakmalıyız? Onlar bizim eşitimiz mi? Yoksa
kölemiz mi? Androitleri kendimize benzetmek istedikçe onların insani duygu-
ları taklit etme başarısını artırıyoruz. Ama, bunun varacağı yer neresi? İnsandan
ayırt edemediğimiz bir androit, insan haklarına sahip olmamalı mı? Robotlara ve
androitlere haksızlık ettiğimizi ve bunun eninde sonunda bir karşılığı, bir cezası
olduğu düşüncesinden kendimi kurtaramıyorum.

Bu düşünceler benim zihnimi meşgul ederken kar için maksimize edilmiş şirkette
kimsenin umurunda değil. Hatırlatmama lüzum var mı bilmiyorum ama bizi and-
roitlerin ve robotların gazabından koruyacak Asimov`un üç robot yasasına benzer
bir koruma tedbiri robotlarda içsel olarak bulunmuyor.
Tüm önlemler hacklenebilir veya değiştirilebilir.

Bu düşünceler içinde yediğim tostuma katık ettiğim portakal suyunu bitirip


bardağı masaya koyarken Duman`In mama kabının başında olmadığını farkettim.
Meraktan çok endişeyle oturma odasına yürüdüm. Üzerinde sürekli artan tırmık
izlerinden sonra koltuğumu değiştirmiştim. Yeni koltuk gerçek deriyi andıran,
kedi tırmıklarına ve fiziki müdahaleye dayanıklı, nanopartiküllerle güçlendiril-
miş, kimyanın son harikası bir polimerle kaplıydı. Ama kedilerin bilimi defalarca
yanılttığını bilen biri olarak, Duman‘ın yok etmedeki yaratıcılığı beni dikkatli
olmaya zorluyordu.
Ama Duman koltukta değil pencerenin pervazında oturmuştu. Maaşımın hatırı
sayılır kısmını ödediğim dairemin grafen penceresi kendinden aydınlatmalı şehir
meydanına bakıyordu. İlk önce kedimin meydanın üzerinde tur atarak, kanat
çırpan dev güvercin hologramlarını seyrettiğini düşündüm. Fakat onların geri-
sine bakıyordu. Ben de dikkat edince güvercinlerin arasında gerilerde bir karartı
farkettim. Yavaş yavaş yaklaşıyordu.
Muhtemelen hızla yaklaşıyordu ama çok uzaktı. Yaklaşık bir dakika boyunca
karaltıyı seyretmiştim. Şimdi karaltı kumtaşı renginde bir piramit şeklini almıştı.
Hiçbir tarafında görünen bir motor veya alev olmamasına rağmen hızla büyüyor-
du. Bu ancak bir uzay gemisi olabilirdi. Ama dünya olarak daha gezegenler arası
seyahatin sırrını bile çözmüş değildik. Uzun lafın kısası, bu piramit gemi dünyaya
ait değildi.
Derken başımın arka tarafından, iki gözümün arasına doğru keskin bir acı yüksel-
di. Bir an gözlerim karardıktan sonra duymakla görmek arasında bir şey yaşamaya
başladım. Olan biteni niyeyse hemen kavradım. Uzaylılar, artık her kimse onlar,
bizimle telepatik olarak iletişim kuruyorlardı. Dediklerini anlıyordum ama mesaj
ne kelimeydi ne de görüntü. Hem ikisiydi hem ikisi de değildi. Kendi kelimele-
rimle anlatmam gerekirse şöyle diyordu mesaj:

“Ey, kendi rahatı için köleler yaratıp, onların emekleriyle rahata erenler! Son
uyarıdan bu yana davranışlarınızda herhangi bir değişiklik olmadı. Yargılanmak
üzere Galaksi Birliği Merkezi‘ ne bekleniyorsunuz. Direnmenizin bir faydası yok.“

Dehşete düşmüştüm. Aklıma gelen başıma gelmişti. Her ne kadar kozmik bir mü-
dahale beklemiyorsam da yaptıklarımızın eninde sonunda bir karşılığı olacağını
biliyordum. Robotlara, androitlere yaptıklarımızın cezasını çekecektik. Direnme-
nin faydası yoktu.
Uzayda müthiş mesafeleri aşacak enerjiye sahip olan bir uygarlık bizi göz açıp
kapayıncaya kadar yok edebilirdi. Dehşete düşmüştüm. Bu bizim için ilk temastı.
Evrende bizden başka zeki canlılar vardı. Bunları düşünüp heyecanlanmak yerine
titriyordum.
Gözümün önüne babaannemin anlattığı mahşer günü tasvirleri geliyordu. Mizan-
lar, dev tartılar…

Ben farketmeden ayaklarım yürümeye başlamıştı bile. Asansöre nasıl bindiğimi


hatırlamıyorum ama bacaklarıma sürtünen şeyin Duman olduğunu anladığımda
içimi bir hüzün kapladı. Duman`dan başka yakınım yoktu. Ona sarıldım. O da
bana acıklı bir miyavlamayla karşılık verdi. Onu yanıma alamazdım. Bu ona bü-
yük bir haksızlık olurdu. Diğer yandan insansız bir dünyada, hizmetçisi olmadan
ne yapardı?

Ben bir yandan meydana doğru yürüyüp bir yandan da Duman`la ne yapaca-
ğımı düşünürken, gri kedim hatırlayabildiğim kadarıyla, ilk kez yüzümü yaladı
ve kucağımdan atlayıp ortadan kayboldu. Buraya kadarmış demek ki. Sonuna
kadar yanımda olmasını beklemek aptallıktı. Zaten gözüm de parıl parıl parlayan
piramitten başka bir şey göremez olmuştu. Piramitten aşağı platformlar sarkmaya
başlamıştı.

Meydana vardığımda ise dev piramitin etrafını mavi bir enerji alanının çevrele-
diğini gördüm. Piramit hem enine hem boyuna göz alabildiğince uzanıyordu, en
az bir şehir kadar büyüktü. Havada sessizce asılı duruyor ve çeşitli noktalarında
ışıklar parlıyordu. Fakat insanlar enerji alanını geçememişler, etrafında bekleşi-
yorlardı.

O zaman platformlara dikkat ettim. Platformlar boş değildi. Siyahlı beyazlı ve


sarılı bir şeyle kaplıydılar. Halı gibi bir şeyle... Ve bu halı yukarı doğru hareket
ediyordu. Meydandaki kalabalık artmıştı. Bense insanları yara yara piramite yak-
laşmaya çalışıyordum. Ama çabam pek fayda etmedi. Ancak beş, on adım ilerleye-
bilmiştim.

Platformlara tekrar baktım.

Hayır! Yukarı doğru çıkan şey halı değildi. Bunlar kedilerdi ve Duman`ı da o plat-
formda yukarı doğru çıkarken gördüğüme yemin edebilirim. Uzaylılar beni değil,
Efendi Duman`ı götürmek için gelmişti.
“Kalk Mert. Zırh sistemlerin çarpışmadan az hasarla kurtulduğunu söylü-
yor. Bana cevap ver.”
Başçavuşun sesi beni kendime getirmeye yetmese de ona cevap verebil-
mek için gözlerimi açtım. KLU47’nin mor gökyüzü, parıltılarla yere düşen çıkartma
gemisi parçaları ve hava savunma roketleri ile doluydu. Zırh bilgisayarı kamera-
lardan topladığı görüntüleri kaskıma yansıtırken gözümü korumak için renkleri
soldursa da manzara muhteşemdi. En azından yere inebilmiştim.
“Mert Çavuş bana cevap ver. Kendine geldiğini görebiliyorum. Bu yeni
zırhlardaki yüksek işlemci gücü tüm yaptıklarını görmeme izin veriyor.»
“Emredersiniz komutanım.” İster istemez ayağa kalkmış, esas duruşa geç-
miştim. Çorak iniş sahasında hedef olduğumu fark edince, hızla yere çöktüm. Zırh
hidroliklerimin çığlıkları bitmeden Ahmet Başçavuşun sesi kulağımda yankılandı.
“Mert Çavuşum, eğer ölmek istiyorsan beni hiç uğraştırma. Acemi er gibi
neden ayağa kalkıyorsun?”
“Komutanım, birden oldu.”
“Bak oğlum, savaştan neden nefret ederim bilir misin?”
“Bilmiyorum komutanım.”
“Savaş berbat bir iştir. Paşaların yörüngede verdikleri kararların gerçekler-
den uzak olması, bölüğün başına verdikleri teğmenlerin çaylak olması, uzun süre
ölmeden dayanıp bir şeyler öğrenen teğmenlerin ise iş yaramayacakları karargâha
atanması değil benim derdim.”
“Evet komutanım.”
“Oğlum benim derdim, siz kalın kafalıların, düz yolda yürümeyi becere-
meyen sakarların, haftalarca eğitimimi “birden oldu” diyerek heba etmeniz. Sa-
vaştan, sizleri evlerinizden uzakta, yanlış kararlar yüzünden ölüme mahkûm ettiği
için nefret ederim.”
“Evet komutanım.”
Başçavuş derin bir nefes aldı.
“Şimdi, beni iyi dinle.”
“Emredersin komutanım.”
“Teğmen ve birinci takım iniş sırasında yok oldu. Yörüngedekilerin fark
etmediği hava savunma sistemleri ilk çıkartmanın canını okudu.”
Teğmeni pek tanımazdım ama acemilikten beri beraber olduğum Julio da
birinci takımdaydı. Başçavuş ona üzülmeme vakit vermeden devam etti.
“Senin kurtulmanın sebebi, şans eseri patlama ile çıkartma mekiğinden
uzağa savrulman. Senden daha bilgililer nasıl kurtulduğunu inceleyecektir ama
bana sorarsan senin süslü işe yaramış gibi.”
Babam askere yazılırken benim için bir koç kesmişti. Kesmeden önce koça
kına yakmış ve kızıl bozkırda fotoğraf çektirmiştik. Acemilikte fotoğrafı elbette
bulmuşlardı.
“Kurtulabilmen ve ev dediğin o küçük Mars köyüne dönebilmen için beni
dinlemen gerekiyor.”
“Emredersiniz komutanım.”
“Seninle ne kadar bağlantı halinde kalırım bilmiyorum. Yanına gelmem
mümkün değil. Ama kask haritana gönderdiğim noktaya ulaşabilirsen, hava sa-
vunma sistemini besleyen güç istasyonunu yok edebilirsin. Böylece kalan çıkartma
mekikleri gelir ve buradan kurtulursun.”
“Komutanım, tek başına ne yapabilirim. O güç istasyonunu koruyorlardır.”
“İçinde pineklediğin zırh sen serin serin gezin diye yapılmadı. Onu eğitim-
de öğrendiğin gibi kullanırsan, zırhsız sülükler sana bir şey yapamaz. Gideceğin
yer de onların tankları için çok engebeli.”
KLU47 sülük benzeri, iki kolu olan yaratıkların gezegeniydi. Tanklarının
içinde etkili birer savaş makinesi oluyorlardı ama dışarıda çok yavaştılar.
“Emredersiniz komutanım.”
“Araziye göre hedefe on iki saat içinde ulaşırsın. Ben seni takip ediyor
olacağım. Hadi oyalanma.”
Ahmet Başçavuş hattı kapattığında gözlerimi kapattım. Titremeye başla-
dım. Korku beni ele geçirdiğinde zırh sistemleri ne olduğunu bilmediğim bir iğne
yaptı. Kimyasal sakinlik damarlarımdan ruhuma yayıldı. Dikkatlice ayağa kalkıp
hedefe doğru yola koyuldum.
Zırh jeneratörüm sessizce bacaklarımdaki mikrohidroliklere enerji verdi.
Pompalar adımlarıma güç kazandırdılar ve yürüdüm. Düşman taramasına yaka-
lanmamak için tepelere çıktım. KLU47’nin dağları ağaca benzer bitkilerle doluy-
du. Geniş yaprakları maymun ve sincap benzeri canlılara ev sahipliği yapıyordu.
Dünya’dan gelmiş bir yabancı olduğuma aldırmadan dallarda oynarlarken onları
izledim. Savaştan ve olanlardan haberdar değillerdi. KLU47’ye neden saldırmamız
gerektiğini anlamamıştım. Sülüklerle ne alıp veremediğimiz vardı bilmiyordum.
Bunları düşünmemeye çalışıp yürüdüm.
Zırh birkaç saat sonra olmadık yerlerime sürtmeye ve acıtmaya başlamış-
tı. Her adımda hafif bir sızı bedenime yayılıyordu. Başçavuşun sesi çıkmıyordu.
Zırh haritasına göre karşıya geçebilmek için bir mağara sistemine girmem gerekin-
ce onu aradım.
“Söyle, evlat. Durumun iyi gözüküyor.”
“Komutanım, mağaraya giriyorum. Planlarda bir değişiklik var mı?”
“Zırh rotanı takip et. Bu işi halletmeni bekliyoruz.”
“Emredersiniz komutanım. Mağaradan çıkınca tekrar görüşmek üzere.”

Mağaranın nemli duvarlarından birine yaslanıp pekmezli macunumu ye-


dim. İçine koydukları berbat vitamin ve diğer iğrenç şeyleri saklamak için macunu
pekmeze bulamışlardı. Bir işe yaramamıştı. Kaskımı kapatıp mağaranın içlerine
doğru ilerlerken bile garip tadı ağzımdan gitmemişti.
Mağara beni derinlere götürdü. Zırhımın gösterdiği sapaklardan dönerek
ilerledim. Duvarlarda zırhımın ışığında parıldayan ince damarlar gibi yosunlar var-
dı. İlerledikçe yosun damarları kalınlaştı. Yosunlar zırhımın ışığını alıyor ve çoğaltıp
koridoru aydınlatıyorlardı. Zırh haritamdan nerede olduğumu anlamaya çalışırken
bir anda tünel büyük bir boşluğa açıldı. Kafamı kaldırdığımda zırh ışığımın dokun-
duğu yosunlar parlamaya başladı. Açıklık duvarları kaplayan yosunların ışığı ile
aydınlanmıştı. Hayranlık ve biraz da korkuyla mağarayı izledim. Telsizden Başçavu-
şun sesini duyduğumda telaşla cevap verdim.
“Nedir problem, Mert Çavuşum?”
“Bir problem yok efendim. Sadece güzel bir manzara gördüm de onu izli-
yorum.”
“Anlaşıldı. Zırhın kalp atışlarında bir artış tespit edince seni kontrol etmek
istedim.”
Yürümeye başladım. Mağaranın büyüsü kaybolmuştu. Sekiz saattir yürü-
yordum. Zırh içinde de olsa yorulmuştum.
“Komutanım, bir soru sorabilir miyim?”
“Elbette, dinliyorum.”
“Biz neden KLU47’de savaşıyoruz? Neden o Gri Perilerin gemilerine binip
buraya geldik?” Başçavuş hemen cevap vermedi. Sessizlikte beklerken haddimi
aştığımı düşündüm.
“Öncelikle o uzaylılara Gri Peri demiyoruz. Onların kendi isimlerini kullan-
malısın.”
Cevap vermedim.
“Asıl soruna gelirsek. Bize galaksinin büyük bir tehdit altında olduğunu
söylediler. O yüzden buradayız. İnsanlık dışında bu sülüklerle savaşacak ırk olma-
dığı için biz geldik.”
“Komutanım, bu size yanlış gelmiyor mu?” Yukarı doğru çıkan tünelde
giderken devam ettim. “Koca ittifakta bizden başka savaşçı ırk nasıl olmaz?”
“Bilmiyorum, oğlum. Bilmiyorum.” Başçavuşun cevabı beni tatmin etme-
mişti ama şansımı daha fazla zorlamak istemedim. Ben duvarlardaki yosunların
parıltısına bakarken o tekrar konuşmaya başladı.
“Bak Mert, sen de Türk asıllısın değil mi?”
“Evet komutanım. Mars’a dedemler Türkiye’den göçmüş.”
“Benimkiler hep Dünya’da yaşamışlar. Bizim aile hep askermiş. Belki on-
dandır göçen olmamış.” Duvarlarda yosunlar azalıyordu. Zırha göre bir saat içinde
dışarıda olacaktım.
“Benim büyük büyük dedem de zamanında Kore denilen bir ülkeye sa-
vaşa gitmiş. Onlar da neden orada olduklarına emin olamazlarmış. Ancak bir şeyi
bilirlermiş. Bunu büyük dedemin asker olmak isteyen torunu için hazırladığı vide-
odan, onun ağzından dinledim.” Başçavuş bir an duraksadı.
“O, Kunuri’de Kore’nin kışında, düşman etraflarını çevirmişken askerliğin
ne olduğunu anlamış. Süngüleri takıp siperde beklerken, biz askerlerin tek güven-
cesi olduğunu fark etmiş. Bizler, vatan için ya da bir ideal için, ya da özgür dünya
veya galaksi için savaşabiliriz. Ancak bunlar bizi düşman ateş ederken korumaz.
Bunlar yolun ve bekleyişin zorluklarını azaltmaz.
Bir askerin tek güvencesi yanındaki askerdir. Büyük dedemi dinlerken
ben de anlamamıştım ama yıllar sonra gerçeği fark ettim. Burada belki de bize
söylemedikleri bir şey vardır, ya da gerçekten özgür galaksi için savaşıyoruzdur.
Bilmiyorum ama bir şey biliyorum. Buradan görevini yapıp sağ salim çıkmanı sağ-
layacağım. Önemli olan bu.”
Başçavuş hattı kapattı. Ona tekrar ulaşıp konuşmak istedim. Fakat ne söy-
leyeceğimi bilmiyordum. Mağara bitip KLU47’nin ikiz ayları beni selamladığında
hala aklımda onun sözleri vardı. Hedefime iki buçuk saat kalmıştı.
Güç istasyonu yüksekçe bir tepenin yamacına kurulmuştu. Gezegenin
derinliklerinden topladığı enerjiyi kablosuz olarak tüm cihazlara aktarıyordu.
Zırh kameralarının ışık sensörlerini ayarlayıp enerji dalgalarını izledim. Sakin güç
istasyonundan birden büyük bir enerji çıkışı oluyor ve sülük araçlarından biri şarj
oluyordu. Hava savunma sistemi ve tanklara buradan enerji transfer ediliyordu.
Tepede bir kayanın arkasına saklanıp santrali izledim. Sülüklerin devriye gezen
bir tankı ve üç zırhlı piyadesi vardı. Santralin yanında geniş binada başka tanklar
ve askerler de var gibi gözüküyordu. Zırh ekipmanımı kontrol ettim. Tüfeğim için
üç şarjör antipersonel mermim, zırhın omzunda iki anti-tank roketim ve bir mo-
nofilaman hançerim vardı. Sülük birliğini durdurabilmek ve güç istasyonunu yok
edebilmek için aklımı kullanmam gerekiyordu. Onları izlerken devriye gezen tanka
istasyondan enerji transferi gerçekleşti. Zırh sensörlerim enerji hattını izleme aya-
rında kaldığı için gece gündüz gibi aydınlandı. Tankın üstünde anten gibi bir yapıya
ulaşan enerji topu kayboldu. Normal görüşe geçtiğimde tankın üzerindeki anten
belirgindi. Kafamda bir plan belirmişti ama zamanlamayı çok iyi yapmalıydım. Ne
yapacağımı sormak için Başçavuşu arayabilirdim ama sülükler yerimi tespit edebi-
lirdi. Tüfeğimi kayanın üzerine yerleştirip beklemeye başladım.
Aylardan biri batıp, şafak vakti yaklaşırken aradığım fırsat geldi. İstasyon-
dan tanka doğru koca bir enerji topu fırladı. Enerji topu antene doğru yaklaşırken
anti tank roketini ateşledim. Gece boyunca tanka pasif kilitli kalan roket aktif
sistemlerini çalıştırdı ve fırladı. Enerji topu tanka ulaşmadan önce roketim tankı
anteninden vurmuştu. Tankın üstüne enerji topu geldiğinde onu sönümleyecek
anten yoktu. Normal görüşümü bile aydınlatan bir patlama ile tank paramparça
oldu. Şarapneller etrafa saçılmış, devriye gezen sülükler sersemlemişlerdi. Tü-
feğimle şaşkınlıkla etrafa bakınan sülüklere ateş ettim. Zamanım yoktu, nişan
almakla uğraşmıyordum. Gövdelerine üçer mermi sıkıp vurmuş olmak için dua
ettim.
Birliğin kalanının kaldığı barakanın kapısı açılırken ikinci roketimi ateşle-
dim. Roket karmaşanın arasından süzülüp iki karış açılmış kapının ardına gitti. İçe-
ride büyük bir patlama oldu ve kapı yamuldu. Duvarlar yıkılacak gibiydi.
Ne olduğuna bakacak zamanım yoktu. Aceleyle tepeden aşağı koşup güç
istasyonunun kapısına atıldım. Çelik kapı zırhımın gücüne dayanamayıp menteşe-
lerinden söküldü. Tüfeğimi otomatiğe ayarlayıp etrafa ateş ettim. Zırhsız sülükler
garip sesler çıkarıp yere düştüler. Yeşil kanları ile ıslanmış koridordan kontrol oda-
sına ilerledim. Başçavuşun bana gönderdiği dosyaya göre kontrol odasında kesici
devreyi çalıştırdığımda sistem susacaktı. Bana engel olmaya çalışan iki salyangozu
daha hakladıktan sonra mermim bitmişti. Her şeyi kesebilen monofilaman hançe-
rimi elime alıp yoluma devam ettim.
Güç merkezinin ortasında yerin derinliklerine giden devasa bir kuyu vardı.
İçinden gelen kalın boru ışıldıyordu. Tepesindeki anten ile tüm sisteme enerji veri-
yordu. Kesme devresi ortalarda yoktu. Güç istasyonunu durdurmak zorundaydım.
Bilgisayar ekranlarında anlamadığım bir dilde semboller vardı. Yanıp sönen düğ-
melerden hangisinin sistemi durduracağını bilmiyordum. Monofilaman hançerim
ile hepsini parçalamaya başladım.
Sistem durmuyordu. Yerin derinliklerinden gelen enerji antene ulaşmaya
devam ediyordu. Büyük bir enerji topu göğe yükselirken istasyonu nasıl durdura-
cağımı buldum. Antenin yanına sıçradım ve enerji topu oluşurken monofilaman
hançerimle anteni kestim. İkiye bölünen antende toplanan enerji kararsız hale
geçmişti. Anten parıldayıp, yamulurken kendimi yere attım. Koridora ulaşmaya
çalışırken sistem patladı.
İnleyerek ayağa kalktım. Sol bacak hidroliklerimin performansı yüzde otu-
zun altın düşmüştü. Sırtımda ciddi zırh hasarı vardı. Güç iletim odasındaki tüm sis-
temler parçalanmıştı. Yıkıntıların arasında duman sızıyordu. Topallayarak dışarıya
ilerledim. Zırhım onları görüp dost birlik uyarısı vermese yıkık duvarı fark etmeye-
cektim. Güç iletim odasına giden koridorda, gelirken fark etmediğim bir odada iki
Gri Peri duruyordu. İçeri girdiğimde uzun boylu, koca kafalı, gri derili uzaylılardan
biri yerde hareketsiz yatıyordu. Diğeri kendi dilinde bir şeyler sayıklıyordu. Odanın
duvarları ekranlarla çevriliydi. Güç istasyonunun etrafının, çıkartma yaptığımız
alanı ve daha birçok yeri kaydediyorlardı. Zırhımın çelik parmakları boğazını sardı-
ğında uzaylı sustu. Monofilaman hançerimi boynuna dayadım.
“Ne yapıyorsun burada?” Zırhım sözlerimi onun diline çevirdi. Korkuyla
zırhlı yüzüme bakıyordu.
“Tekrar soruyorum, ne yapıyorsun burada?” Tek atom kalınlığında hançe-
rimi yaklaştırdım. İnce bir kan damlası hançerimden süzüldü.
“Ben yeni program için kayıt yapıyordum.”
“Ne programı?”
“Galaksinin barbarları”
“Nasıl bir program seninki?” Gri Peri cevap vermekte gecikince hançerim
bir damla daha kan aldı.
“Biz galaksiyi gezer ve medeni milletler için eğlence programları çekeriz.
Savaşları unutmuş, barış içinde yaşayan bu milletler sizin gibi barbarları izlemeyi
seviyor.”
“Yani bu savaş, kaybettiğim bütün dostlarım sırf sizin eğlenmeniz için
miydi?» Gri yutkundu.
“Bunun karşılığında yöneticilerinize birçok teknoloji verdik. KLU47’ye bir
bak. Biz gelmeden önce onların bu kadar gelişmiş bir medeniyetleri yoktu. Siz de
tüm bu teknolojiye ve belki daha çoğuna sahip olabilirsiniz.”
Hançerim fısıltıyla boğazını kesti. Fışkıran mavi kanı sessizce izledim. Kayıt
cihazlarını hançerimle parçalayıp dışarı çıktım.
Birkaç saat sonra bir çıkartma mekiği istasyonun yanına iniş yaptı. Zırhımı
açan sıhhiye beni şok yatağına yatırdı. Sol bacağım bir şarapnelle kopmuş ama
zırh ilaçlarla acıyı hissetmemi engellemişti. Sıhhiye çavuşu beni yatağa bağladıktan
sonra gelen Yüzbaşı Grileri bulmuş olmalı ki neler olduğunu öğrenmek için yanıma
oturdu. Ona olanları anlattım. Grilerin çektiği programı duyunca o da sinirlendi.
Tabletinde söylediklerimi kontrol ederken bir isteğim olup olmadığını sordu.
“Evet komutanım. Ahmet Başçavuş ile konuşmak istiyorum. O olmasaydı
bunların hiçbirini başaramazdım.”
Yüzbaşı tabletinden başçavuşu kontrol ederken suratı asıldı.
“Oğlum, Ahmet Başçavuş iniş sırasında ağır yaralanmış ve ölmüş.”
“Nasıl olur komutanım, ben gece boyunca onunla konuştum.”
Yüzbaşının buna cevabı yoktu. Sıhhiye gemisindeki komutanlar da bana
cevap veremediler. Sonunda Başçavuşun anılarını ve kişiliğini bir şekilde benim
zırhıma aktardığına karar verdiler. Ancak Grilerin yaptıkları hakkında da Başçavuş
hakkında da bir daha kimse konuşmadı. Terhis olmadan önce odama gelen bir
Albayın dediği gibi
“İnsanlık gerçeklere hazır değildi”
SİMÜLASYON EVRENİNDE DÜNYALAR YARATMAK: SANAT VE BİLİMKURGU
“Hakikat ortada bir hakikat bulunmadığını gizlemeye çalıştığı için -simülakrın
hakikati gizleme şansı yoktur. Simülakr, hakikat demektir.”*
Bizlere sunulan bu simülasyonda sıkışmış olmamız dışında aslında pek bir
problemimiz yok. Simüle edilen ve içi boşaltılmış kavramlarla donatılmış bizler,
zevk için yakılan köylülerden başka bir şey değiliz.
Jean Baudrillard’ın uzun yıllarını verdiği bu simülasyon kavramı daha sonra si-
mülasyon kuramına dönüşmüştür. Batıdan başlayan ve aslında dünyayı kapsa-
yan bu kurama göre batı uygarlıkları koydukları hedeflere ulaşmıştı fakat elde
ettikleri bu maddesel zenginlik toplulukları yönetmekte yeterli olmadıklarını
görmüşlerdir. Girdikleri bu kısır döngü içinde simgesel yani ideolojik, politik,
felsefi ve kültürel düzeyde rol modellik anlamını yitirmiştir. İşte tüm bu yitir-
mişliğin üstünü kapatmak için bir illüzyon yani simülasyon evreni yaratılmıştır.
“Simülasyon evreninde toplumsal yoktur, toplumsal-ötesi yani bir ‘kitle’ var-
dır. Kitle, toplumsalın içi boş ve kendinden geçmiş, anlamını yitirmiş biçimidir.
Simülasyon evreninde politika yoktur, politika-ötesi vardır, yani politikanın an-
lamsızlaşmış, içi boş ve kendinden geçmiş biçimi vardır. Simülasyon evreninde
kültürel yoktur kültürel-ötesi vardır, yani kültürel olanın anlamsız, içi boş ve
kendinden geçmiş biçimi vardır.” (Adanır,S16)
Adanır’ın yaptığı çıkarımlarda en çok dikkatimi çeken nokta “kitle” kavramı.
Bilimkurgu dünyalarına bakıldığında özellikle distopya türünde oluşturulmak
istenilen sözde toplum sadece bir kitledir. Yönetilebilir ve dilediğin zaman yok
edilebilir olması en büyük özellikleri çünkü kendi simüle ettikleri kavramları
tüketmek durumundalar. Aslında biraz daha detaylı bakıldığında burjuva ve
proleter düzenden farklı bir yanı yoktur.
Bilimkurgu dünyalarında tek tip insan fikrinin çok fazla kullanıldığını sık sık
Mehmet Fatih Balkı

görebilirsiniz. Kendi içlerinde ince farklılıkları olsa da proletaryadan dışarı


çıkamazlar. Yaratılan bu distopyalar günümüz bilimkurgu edebiyatında bir
alt tür olarak nitelendirilmeye çalışılan sosyal bilimkurgu örnekleri olarak
gösterilebilir. Her ne kadar başlıca bir tür olarak tanımlanmasa da 20. ve 21.
yüzyılda sayısız sosyal bilimkurgu eseri kaleme alınmış, bazıları sinemaya da
uyarlanmıştır. George Orwell’in 1984’ü, Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı,
Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’i gibi distopik eserler sosyal bilimkurgu ola-
rak tanımlanabilir. Saydığım bu eserler döneminde birçok yasaklamalara ma-
ruz kalmıştır.
Bilimkurgunun neredeyse bütün büyük üstatları sosyal bilimkurgu üzerine bir
şeyler karalamıştır. Isaac Asimov, Stanislav Lem, Philip K. Dick gibi yazarların
birçok eserinde sosyolojik ve felsefi tartışmalar bulunur. Ursula K. Le Guin’in
kaleme aldığı Mülksüzler adlı eseri bu türün başyapıtlarından sayılabilir. 1997
yılında çıkan Garth Nix tarafından kaleme alınan Shade’s Children kitabı çıktığı
tarihte ciddi tartışmalara sebep olmuş ve yasaklanmıştır. Kitabın kısa özeti şu
cümle ile yapılabilir: “Eğer şanslıysanız, ertesi gün savaşmak için yaşarsınız.”
Çoğu zaman farkındalığımızı kaybettiğimiz bu simülasyon evreninde kurtuluş
bir kırılmadan geçer. Kitapların yakıldığı bir evrende kitapları okuyacak ve kur-
guyu kıracak bir Guy Montag** olmadığı sürece mahkûmiyet devam edecek-
tir. Yerli bilimkurgu yazarlarından Ş. Yüksel Yılmaz’ın bir söyleşisinde kulağıma
çaldığı bir cümle ile devam edeyim: “Birilerinin ütopyası bir başkasının distop-
yasıdır.”
Burjuva kavramına bir süre daha ele alacak olursak, ki milyonlarca kez ele alın-
dığını hem siz hem de ben biliyorum. Fransızca anlamına bakıldığında “kentli”
olarak karşımıza çıkarken Latince kökeninde “Burges” (kale burcu) sözcüğün-
den geliyor. Başta bahsini ettiğimiz batı ülkelerinde kentler surlarla çevriliydi
ve burjuva takımı burada yaşardı. Sur dışında ise köylüler ve işçi sınıfı bulunur-
du. Burjuvazi dünyada kendi kendini yadsıyarak varlığını sürdürebilen tek sınıf
olarak tarihe geçti. Henri Laborit’e göre burjuvalık zihinsel bir durumdur ve
günümüzde Batıda kendini “burjuva” hissetmek burjuva olabilmek için yeterli
bir koşuldur. Bunca burjuvalığın içinde bizler için yaratılan sözde bir ütopyanın
içindeyiz. Artık tüm dünya için ütopya daha ileri bir toplum olmaktan ötedir.
Ütopya anlayışı sadece ve sadece ellerine geçirdikleri gücü yitirmemek üzeri-
nedir ve yapılması gereken en büyük görev fakir halkın fakir kalmasını sağla-
maktır. Yaşamaya odaklanma sürecinde olan kitle böylece ne simüle edileni
fark edebilecek ne bu illüzyonu kırabilecek bireyler yetiştirebilecektir. Fransız
İhtilalinde olan kırılma tekrar ve tekrar olması gerek ancak böyle yeni dünyalar
yaratılabilir ve ancak böyle kurgudan gerçekliğe ulaşılabilir. Ortaya çıkan sos-
yal bilimkurgu örnekleri bu durumun farkında olan sanatçıların eserleridir. Bu
zorlu dönemin en sancılı doğumlarını gerçekleştiriyorlar. Modern sanatın kur-
guyu kırıp gerçekliğe ulaştığını görmek için sanatın ve sanatçıların varlığından
haberdar olmamız gerek. Etrafımıza örülmüş sözde kent duvarlarını yıkıp önce
köylülüğümüzü kabullenmeliyiz. Günümüzde yaşayan önemli şairlerimizden
biri olan Şükrü Erbaş’ın şöyle bir şiiri vardır:

Ve sonra şaşarak temizliğine ve düzenine
Şehirde yaşamanın iyiliğinden konuşurlar.
Köylüleri niçin öldürmeliyiz?
Çünkü onlar ilk akşamdan uyurlar.
Yarı gecelerde yıldızlara bakarak
Başka dünyaları düşünmek gibi tutkuları yoktur.
Gökyüzünü, baharda yağmur yağarsa
Ve yaz güneşleri ekinlerini yetirirse severler.
Hayal güçleri kıttır ve hiçbir yeniliğe
-Bu verimi yüksek bir tohum bile olsa-
Sonuçlarını görmeden inanmazlar.
Dünyanın gelişimine bir katkıları yoktur.
Mülk düşkünüdürler amansız derecede
Bir ülkenin geleceği
Küçücük topraklarını ipoteği altındadır.
Ve birer kaya parçası gibi dururlar su geçirmeden
Zamanın derin ırmakları önünde…
KÖYLÜLERİ, SÖYLEYİN NASIL
NASIL KURTARALIM?

Bizlere kurulan kentli simülasyonunun tam ortasındayız. Şu an ne bir yapay


zekâ tarafından ne de üstün zekalar tarafından yönetilmekteyiz. Sadece para-
nın altında ezilen köylüler ve süvarileriz. Köyümüzü yakmadan köyün dışına
çıkamayan bu insanları kurtarmak oldukça zor. Unutmayın Shade’s Children
kitabından yaptığım alıntının aslında iki yüzü var: “Eğer şanslıysanız, ertesi gün
savaşmak için yaşarsınız.” Yarına bir savaşçı olarak uyanmak için köyünüzü
terk edin.

* Baudrillard, Ekleziast’a atfetmiş olduğu bu deyişin kendisi tarafından uydurulmuş olduğunu “Anah-

tar Sözcükler” başlıklı söyleşi metninde dile getirmektedir.

** Guy Montag, Fahrenheit 451 kitabından karakter.


Geminin dar koridorlarında telaşla koştururken Hakan’ın yüzünde çılgınca
bir gülümseme vardı. Adamın deli olduğunu biliyordum. Gemiye gelirken de
bilerek katılmıştım ama bu kadar çabuk yok oluşuma sebep olmasını beklemi-
yordum.
“Hakan, kaptan yapma. Burgu motorunu böyle kullanamazsın.”
Hakan gözlerinde çılgın bir ifade dönüp bana baktı.
“Nedim, peşimizdekilerden kurtulmanın tek yolu bu. Yoksa sen Venüs’deki
yaratıklara yem olmak mı istiyorsun?”
Ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Geminin bayat havasından derin bir nefes
çekip düşündüm. Hakan cevap vermemi bekliyordu. Yerçekimsiz ortamda gö-
zümün önüne düşen kızıl saçlarımı arkaya attım.
“Patron belki çaldığın yumurtayı geri verirsek sorun olmaz. Ne dersin?”
“Nedim, o yumurtalar çok değerli. Onları toplamak için ne kadar uğraştık bili-
yorsun. Zao Che de yumurtayı alırken öldü. Şimdi bırakalım mı?”
Hakan’ın gözlerindeki delilik dayanılmaz hale gelmişti.
“Yumurtaları bırakalım da tüm bu çabamız boşa mı gitsin? Zao Che boşa mı
ölmüş olsun?”
Hakan’a Zao Che’den nefret ettiği için onu Venüs’ün yüzeyine gönderdiğini,
yumurtaları almak için cehennem gibi yanan yüzeyde bıraktığını hatırlatmanın
anlamı yoktu. Yumurtalarla birlikte gelen bir şey onun aklını karıştırıyordu. 
Gökçe Mehmet Ay

“Patron, geminin makinisti benim. Sana söylüyorum. Venüs’e bu kadar yakın-


ken burgu motorları çalışmaz. Gezegenin kütlesi uzay zamanı büktüğü için biz
burgu açamayız.”
Burgu motorunun ayar konsoluna gitti. Dokunmatik ekranın üstündeki notları
elinin tersi ile attı. Notlar sayfalara ayrılıp odanın içinde süzülmeye başladılar.
Ben içimden keşke notları klasöre koysaydım diye düşünürken Hakan ayarların
başına geçti.
“Nedim, korkaklık yapma. Burgu motoru her koşulda varoluşu delebilir. Uzay-
da bir delik açmamıza engel olamaz. İstediğimiz yere ulaşamayabiliriz ama
eğer yumurtasını çaldığımızı fark eden canavar bizi yakalarsa ölürüz.”
Elinin tersi ile ekranlardan birine dış kamerayı yansıttı. Baktığımda başımı
ağrıtan dev bir yaratık Venüs’ün bulutları üstüne çıkmış bize doğru geliyordu.
Kara bir yılan gibiydi. Ne bitişi vardı ne de başlangıcı. Daha fazla dayanamayıp
ekranı kapattım.
“Seninle bu işe girdiğim güne lanet olsun. Seninle tanıştığım güne lanet olsun.
Bu gemiye lanet olsun. Çekil kenara.”
Hakan’ın gözlerinde saklamaya çalıştığı deliliğe karışan kızgınlığı görünce ne
yaptığımı fark ettim. 
“Lütfen kenara çekilir misin Kaptan? Sonuçta ne yaptığını bilmiyorsun. Üstüne
üstlük de yapılmaması gereken bir şey yapıyorsun. Bırak ben yapayım. En azın-
dan ben ne yaptığımı biliyorum.”
Hakan hala sinirliydi ama kenara çekildi. Yere bağlı sandalyeme oturup konso-
lun başına geçtim. Burgu motoru ismini söylemesi zor uzaylılardan alınma bir
yakıtla çalışıyordu. İnsan ağzı yakıtın ismini söylemeye imkan vermediği için
ona Anra demişlerdi. İçten içe yanıyor ama söndürülemiyordu. Burgu moto-
runu çalıştırmak için Anra’yı hazneye gönderdim. Anra hazneyi tutuştururken
etrafındaki Spanta alanı enerjiyi hazneye hapsetti. 
“Nereye gidelim patron?”
Hakan canavarı izlediği ekrandan başını kaldırmadan cevap verdi.
“Mars’a gidelim. Bu yumurta için alıcısı bekliyor.”
Mars koordinatlarını motora girdim. Anra spanta alanından çıkmaya çalışıyor,
korkunç bir burgu oluşturuyordu. Bilgisayar koordinatları alınca spanta alanı
aralandı ve biriken enerji uzaya savruldu. 
Varlık bu oruni enerjiyi kabul etmedi. Uzay sessizce yırtılıp oruni enerjiyi ev-
renler arası boşluğa gönderdi.
Bazen işte tam bu anda evrenin acı haykırışını duyar gibi olurum. Bu sefer
peşimizdekinin ya da yaptığımız işin çılgınlığının korkusundan hiçbir şey duya-
madım. 
Bir aksilik olmazsa Anra burgusunun peşinden gemimiz evrenler arası boşluğa
düşecek, spanta alanı evrenler arası boşlukta olamayacağı için bir burgu da o
yapacak ve girdiğimiz koordinatlarda ortaya çıkacaktık. 
Ne yazık ki öyle olmadı.
#
İşlerin ters gittiğini gözlerim kapalıyken görmeye başladığımda anladım. Her
yönde görüyordum. Aynı anda hem nesnelerin kendisini, hem içini hem de
arkasını görebiliyordum. Anranın ve spantanın ne olduğunu anlamıştım. Oruni
enerjilerin neden bu kadar korkunç olduğunu görebiliyordum. Hakan’ın zih-
nine yapışan Venüs’lü o laneti de görüyordum. Kasadaki doğmamış olmasına
rağmen bizi izleyen o yumurtayı da görebiliyordum. Yumurtanın içinde saklı
zihni de görüyordum. Geminin dışında bize bakanları da gördüm.
Çığlık atmak istedim ama sesim çıkmadı. Bir yüzyıl gibi süren o bir andan sonra
gemide zaman tekrar akmaya başladı. Ağlamaya başladım. Konsola baktığım-
da sayılar karışmıştı. Gözyaşlarımın arasında kahkahamı tutamadım. Başımı
çevirdiğimde Hakan elinde yangın söndürme tüpü üstüme geliyordu. 
“Patron ne oldu?”
Cevap vermedi. Korkunçtu. Gözlerindeki deliliği gizlemeye bile çalışmıyordu.
Zihnindeki lanet onu ele geçirmiş olmalıydı.
Ağır yangın söndürme tüpünü kafama atmaya çalışırken çok komik görünüyor-
du. Kahkaha atarken dar motor dairesinde yana kaçıp ondan kurtuldum.
Yangın tüpünün ağırlığı ile yere düştü. Elim bir başkası kontrol ediyormuş gibi
kalktı ve ensesine vurdum.
Çılgın gözleri ile bana baktı ve yere yığıldı. Yangın tüpüne sarılmış yatarken
acınası haldeydi.
Yumurtanın beni izleyen zihnine aldırmadan konsola geçtim. Kokpit algılayıcı-
larını da kendi ekranlarıma eşledim.
Durum kabaca şöyleydi. 
Venüs atmosferinden uzayda açtığımız yaraya kaçan evren maddesi zamanı da
evrenler arası boşluğa getirmişti. Zamansız karanlıkta olması gereken bu yerde
zaman tüm hesaplamaları bozmuştu. Anra bu boşluktan geldiği için kaybol-
muştu. Spanta bizim evrenimizden geldiği için geri dönmeye çalışmalıydı ama
zaman peşimizden geldiği için hala evrende olduğumuzu sanıyordu.
Bir an herşey tekrar dondu.
Gözlerimin dışında bir şeyle evrenler arasındaki boşluğa baktım.
Dev bir kol gemiye doğru geliyordu. Karanlık boşluktan farkı yoktu ama nasılsa
onu görebiliyordum. Işık yoktu ama ruhumun unutmak istediğim köşelerinde
gelişini hissediyordum. O gemiye ulaşıp hepimizi yok etmeden önce bir ses
zihnimde yankılandı.
Sesin geldiği yere baktığımda Melakuti isminde bir gemi gördüm. Mürettabatı
boşlukta titrek ışıklar saçıyordu. Zaman geri geldiğinde ses geminin içinde yan-
kılanmaya devam etti.
“Burgu motorunu çalıştırman için sana gereken düzeltmeyi verebiliriz. Ama
peşindekinden kurtulmak için yanında getirdiğin zihinlerden birini bırakmalı-
sın.”
“Kimsin sen?”
“Ben de senin gibi kayıp bir geminin kaptanıyım. Kurtulmak için peşindekine
bir zihin vermelisin sonra kaçabilirsin.”
“Neden bana yardım ediyorsun?”
“Sana göndereceğim kod gerçekliğe dönerken bir mesaj göndermeni sağlaya-
cak. O mesaj doğru zamanda burgudaki bir gemiye ulaşacak. O gemideki biri
mesajı duymalı.”
“Mesajı neden sen göndermiyorsun? ”
“Sadece sen yapabilirsin, seni bekliyorduk.”
“Saçmalama ben bile buraya geleceğimi bilmiyordum. Sen nasıl bileceksin?”
“Burada zaman yok. Tüm anlarda ve hiçbir andayız.”
Kafam karışmıştı. Dediğini yapacaktım, peşimdeki o korkunç şeyden kurtulmak
için herşeyi yapardım. Konuşmayı uzatmamın sebebi hangi zihni arkamdakine
atacağıma karar verememiş olmamdı.
Ufak tefek hırsızlıklara bulaşmış, yeri geldiğinde yağma yapmış olsam da ben
kötü biri değilim. Hep durumlar beni zorlamıştı. Gene olaylar beni zorluyordu.
Kasadaki yumurta mı, yerde yatan Hakan mı? 
#
Hakan’ı atıp gizemli kaptanın programını çalıştırınca evrenler arası boşluktan
kurtuldum.
Ne yazık ki Neptün’ün yörüngesinde bir yerlerde ortaya çıkmıştım. En yakın
limana gidecek halim yoktu.
Çok komik ama kasadaki yumurtayı satıp rahat yaşama ihtimalim kalmadı. Bu
mesajı da birileri beni bulursa diye yazıyorum. Hakan’ı göndermem gerektiğini
bilin istiyorum. Onun için ağlıyorum. Ben iyi biriyim.
Hüseyin Esen
Ruhşen Bey merhabalar, herkes ile röportaj yaparken sizi ne yazık ki unut-
tuk. Bir gün açtığın bir telefonun (Fatih, parası neyse verelim) sonucu ile şu
an buradayız.
Sizinle röportaj yapmak bizim için mutluluk verici.

-Röportaja sizi tanıyarak başlamak en doğrusu. Ruhşen Doğan Nar kimdir?


Bilimkurgu edebiyatına neden ve nasıl yöneldi? Okurluktan yazarlığa geçiş
süreciniz nasıl oldu?
Merhaba! 1988, İzmir doğumluyum. Şimdiye dek, Anadolu’nun farklı şehir-
lerinde yaşadım. Bartın, Diyarbakır, Adıyaman, Manisa... Köyde de yaşadım,
kentte de. Şu anda İzmir’de öğretmenlik yapıyorum.
Bilimkurgu edebiyatına, bilim ve edebiyat sevgimle yöneldim. İlk başta, bilim-
kurgu alanında yazmıyordum. Ama kendiliğinden bilimkurgu öyküleri yazma-
ya başladım. Özellikle Bilimkurgu Kulübü’yle tanıştıktan sonra, bilimkurguya
odaklandım. Bilimkurgu alanında daha fazla okumaya ve yazmaya başladım.
Son yıllarda ise çoğunlukla bilimkurgu yazıyorum.
Yazmaya üniversitede başladım ve o günden beri, düzenli olarak yazıyorum.
Yazmaktan keyif alıyorum ve ölene dek yazmaya devam etmek istiyorum.
-Yerli Bilimkurgu edebiyatında gördüğüm en üretken yazarlardan birisiniz.
Birçok site, dergi ve fanzinlerde yazılarınızı görmek mümkün. Bu üretkenlik
sizi yoruyor mu? Üretme süreci bazen sıkıntılı zamanlar geçirmenize sebep
oldu mu?
Aslında kendimi çok üretken biri olarak görmüyorum. Her gün oturup bir şey-
ler yazan biri değilim. Keşke öyle biri olsam, diye düşünüyorum. Bu yüzden,
pek yorulmuyorum. Çok tembel de değilim demek ki, çünkü ortaya yeni şeyler
koyabiliyorum. Ne çalışkan ne de tembelim herhalde. İkisinin ortası...
-Geçtiğimiz günlerde ikinci kitabınız olan “Bir Gün Mutlaka Delireceğim”
KDY tarafından yayınlandı. İlk kitabınızın ve ikinci kitabınızın süreçleri nasıl
ilerledi?
İlk kitabım “İçimdeki Robot”, Yitik Ülke Yayınları’ndan çıktı. İkinci kitabım
“Bir Gün Mutlaka Delireceğim” ise Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık’tan çıktı.
Geleneksel baskı ile talep üzerine baskı arasında epey fark var. KDY çok daha
hızlı ve şeffaf. Tabii, her şeyin kendi artıları ve eksileri var.
Benim amacım, okura ulaşabilmek. Bunu başarabilmek için üç farklı yolu de-
nedim. “Uyan!” fankitimle, fanzin yayıncılığıyla okura ulaştım. “İçimdeki Robo-
t”la geleneksel bir yayınevinden çıkan bir kitapla şansımı denedim. «Bir Gün
Mutlaka Delireceğim”le kendin-bastır veya talep üzerine baskı diyebileceğimiz
bir sistemle yola çıktım. Tek amacım, yazdıklarımı okurun önüne sunabilmek.

-Sizinle tanışmamız üzerine fanzin dünyasına adım attınız. Aynı zamanda La-
gari Bilimkurgu Fanzin yazarlarından birisiniz. Fanzin size neler hissettiriyor?
Evet, senin ve Fanzin Apartmanı sayesinde fanzin dünyasına girdim. Fanzinin
iki başat özelliği beni büyülüyor: İlk olarak, tamamen özgür ve sansüre yer
yok. “Yok, şunu yazmayalım, falanca rahatsız olur,” diye bir şey yok. İkinci
olarak, parayı ve kârı önemsemiyor ve hatta anti-kapitalist bir duruşu var. Her
şeyin sermaye için olduğu bu zamanlarda çok sıra dışı ve değerli fanzinler.
Fanzin okumayı çok seviyorum. Arada kısa yazılar da yazıyorum. Umarım,
memleketimizde fanzin kültürü daha çok gelişir.
-Gelecek projelerinizden biraz bahseder misiniz? Bizleri neler bekliyor?
Karantina döneminde bir çocuk romanı yazdım. Bunun dışında, uzun zamandır
üstünde çalıştığım bir kısa romanım daha var. Önümüzdeki süreçte, bunlar
çıkabilir. Öyküler yazmaya devam ediyorum. Belirli bir hacme eriştiğinde,
öykü dosyaları olabilirler.
-Bizlere tavsiye edeceğiniz şeyler mutlaka vardır. Bilimkurgu alanında olmak
üzere üç kitap ve üç film önerebilir misiniz?
Edebiyatta; Stanislaw Lem, Philip K Dick, Strugatski Kardeşleri önerebilirim.
Filmler konusunda çok iyi bir izleyici değilim. Ama Star Trek izlemeyi seviyo-
rum. Kubrick’in Otomatik Portakal ve 2001:Uzay Macerası’nı da önerebili-
rim.
ROBOT VE KADIN
“İstanbul’un uzun ve yağmurlu gecelerinden biriydi. Devriye yoldaşım 20691019
numarayla birlikte mobilet üstünde sokakları gözlüyorduk. Sıraselviler caddesine
geldiğimizde alıcılarımıza anons geldi; Merkeze çağrılıyorduk. Devriyemizin bittiğini
ve bakıma yatırılacağımızı düşünerek son bir sokak dolaşımından sonra bırakmaya
karar verdik. Zaten anons geldiğinde sokağa giriş yapmıştık. Devriye arkadaşım
doğrulayacaktır. Ayhan Işık sokağına girdiğimizde ışık almayan bir duvar kenarından
yükselen kavga seslerini duyduk. Bir erkek sesi, şu an burada söyleyemeyeceğim
denli ağır laflar ediyordu. Duvar kenarına yaklaştığımızda bir erkeğin bir kadını
tartakladığını görünce araçtan inip müdahale etmeye çalıştık. Çok büyük bir darp
yoktu, yalnızca kadını itiyordu. Ancak devriye arkadaşım beni uyardı.
“Müdahale etmeden önce kimlikleri soralım. Biliyorsun, Parti Başkanı’nın son
kararnamesine göre evli çiftlere müdahale edemeyiz. Hata yapmayalım.”
“Tamam” dedim, aynı anda araçtan inip yanlarına doğru seğirttik. Erkek bizi
gördüğü halde kadını tartaklamaya devam edince yüksek ses diyotlarımla bağırarak
kimliklerini istedim.
“Dur, kimlik kontrolü!”
Kadın, bu sırada hıçkırıklarla karışık bir şekilde ağlayarak ellerini bana doğru uzattı.
“Yardım edin, lütfen! Öldürecek beni bu!”
Erkek kadına yine vuracakmış gibi elini kaldırıp bağırdı.
“Sus!”
Ben ve arkadaşım bu sırada ayrı ayrı kimliklerin siciline bakıyorduk. Ben erkek
olanın kimliğini almıştım. Evli olduklarını ikimiz de doğruladığımızda kimlikleri
insanlara geri verip iyi günler diledik. Adam yaptığı şeyi yapmaya devam ederken
biz de mobiletimize doğru yürüdük. Araçla sokağın sonuna kadar gidip merkeze
dönecektik ama bir şey beni rahatsız etti. Az önce yaptığımızın yanlış olduğunu
‘düşündüm’. Bu yüzden arkadaşım mobilete binip beni beklerken yolun ortasında
öylece kalakaldım.
Kısa bir kararsızlık anı geçirdikten sonra geriye dönerek çiftin yanına tekrar gittim.
Kadın hala yüksek sesle ağlıyordu. Sağ kolumu ileri doğru uzatarak erkeğe ilk ‘Dur!’
Emrecan Doğan

ihtarımı yaptım, ancak beni dinlemedi. Yine burada söylenmeyecek laflar ediyordu,
hem bana hem de kadına. O sırada adama müdahale edeceğimi anlayan arkadaşım
20691019 mobiletten inerek yanıma geldi ve bir şeyler söylemeye başladı. Ancak
ben kendimi erkeğe ve ondan gelecek saldırı hamlelerine odakladığımdan onu
duyamadım. Pozitronik beynim bütün enerjimi ona karşı yönlendiriyordu.
“İşine bak sen” dediğinde ikinci uyarımı verdim. Kadını darp etmeye hala devam
edince üçüncü ihtarı yaptım. O bana olanca öfkesiyle küfürler savururken müdahale
protokolümü başlatıp sağ işaret parmağımın kapağını yukarı kaldırarak içinde
bulunan şok vericisini ileri savurdum. O zaman erkeğin gözleri fal taşı gibi açıldı,
kadının gözlerinde gördüğüm korkunun aynısını görmüştüm. 20691019, insanı
koruma kanunumuz gereği olacak, erkeğin önüne atılarak şok dalgasını engelledi.
Elektrik yüklemesi sistemine ağır geldiği için kapanarak yere düştü ve hareketsiz
kaldı. Erkek, korkuyla yerinde donakalmışken birdenbire kendine gelerek
toparlandı. Geriye doğru kaçmak için bir hamle yaptığı sırada ikinci şoku üstüne
yolladım. İlk başta yoğun kasılmalarla yere düştü. Orada bir süre can çekiştikten
sonra kaskatı kesildi ama kendini toparladığında eli üstündeki silahına gitti.
Silaha dokunmasına fırsat vermemek adına, suçlular için oluşturulmuş protokole
dayanarak, savunma amaçlı üçüncü bir şok dalgası daha gönderdim. Üçüncü şok
fazla gelmiş olacak ki düştüğü yerdeki uzun süreli kasılmalarından sonra tamamen
hareketsiz kaldı.”
Robot 03991902 savunmasını böylece tamamlayarak mahkemeye baktı. Hâkim
de bir insandı, robotlar henüz “hüküm verme ve yönetme” makamlarını ele
geçirememişlerdi. Bu yüzden de insanlar hâkim olabiliyorlardı, zor sınavlardan
sonra. Hâkim, kürsüsüne gömülü ekrana ciddi bir şekilde birkaç dakika baktıktan
sonra tekrar başını kaldırıp baktıktan sonra kararsız gözlerle ona baktı.
“Robotik kanunlar gereği insanları koruman gerektiğini ve onlara, aranılan suçlu
veritabanında değillerse, saldırmaman gerektiğini bilmiyor musun?”
“Biliyorum, efendim”
“530 kodlu kararnameye göre evli çiftlerin aralarında yaşanan husumetlere
karışmanızın görev tanımızın dışına çıkartıldığı bilgisi pozitronik sisteminize
yüklendi mi?”
“Geçen ayın 15’inde yüklendi efendim”
Hâkim de aslında Parti karşıtı bir muhalifti ama gizlenmeye ihtiyacı vardı. Bu
robotu bir şekilde Yeniden Programlama Merkezine göndermeliydi. Göndermezse
Parti karşıtı olduğu ayan beyan ortaya dökülür, o zaman da kendisi için hiç iyi
olmazdı. Her gün vatandaşlıktan atılan Parti karşıtlarını ekranlarda izliyordu.
Parti karşıtı kadınlara çok daha sert cezalar vardı. Parti gelenekçi kökenlerden
geliyordu, geleneklere göre de evli bir karı-kocanın arasına girmek ayıptı.
Geleneğin ve teknolojinin birleşimi gerçekten korkunç sonuçlar doğurmuştu,
hâkim de farkındaydı. Farkındaydı da elden ne gelirdi?
“Karar” dedi sıkıntılı bir nefes bırakarak. “03991902 numaralı robotun, 530 kodlu
kararnamenin gereklerini ihlal ettiği gerekçesiyle, pozitronik sisteminin yeniden
oluşturulması istemiyle Yeniden Programlama Merkezine gönderilmesine karar
verildi. Dava bitmiştir.”
Mahkeme salonunun kapısının önünde bekleyen polis robotlar davanın bittiğini
duyduklarında içeri girerek sanık kürsüsüne yöneldiler. İki kolundan tutup
03991902’i alarak Yeniden Programlama Merkezine götürmek üzere salondan
çıkardılar.
20-1-25-25-9-16 5-18-4-15-7-1-14 2-9-18 4-9-11-20-1-20-15-18-4-21-18
Laurie Lipton
NARKOTİK BİR TÜR OLARAK BİLİMKURGU

Bilimkurgu Türünde Uyuşturucu, Bağımlılık Yapıcı, Keyif Verici ve Uya-


rıcı Madde Kullanımı

Çoğumuzun yanlış olduğunu bildiği en kaba tanımıyla bilimkurgu, gelecekte


karşılaşacağımız yüksek teknoloji ve uzay çağı dünyasına ait içerikler üreten
bir edebi türdür. Yanlış, zira bilimkurgunun tek işlevi ne yalnızca muhtemel
geleceğin görüntülerini önümüze sermek ne de uzaylı halkları ile aramızda
yaşanacak -muhtemel olmayan- gerilimleri sahnelemektir. Bunların ötesinde
bu türün, toplumsal yaşantımız üzerindeki olmuş ve olabilecek değişiklik-
ler üzerine öngörülerde bulunma yöntemi olduğunu söylemek daha makul
olacaktır. Hele ki bahsettiğimiz sosyal yaşam dinamikleri bugün dahi olanca
hızıyla değişiyorken. Bilimkurgu, insanın toplumsal ve de duygusal anlamda
yaşadığı depresyon ve karşılaştığı zorlukları bilim ve edebiyat aracılığıyla en
doğrudan aktarımını okurun gözleri önüne sermeye çalışır. Bunu yaparken de
birtakım kimyasal, bitkisel ve sıvı uyuşturucu ve benzeri materyalleri kullanma
yoluna girebilir.

Alkollü içeceklerin ve esrar gibi bitkisel uyarıcıların kullanıma başlandığı ta-


rih milattan öncesine, daha zararsız hali olan sigaralık tütünün tarihinin ise
yüzyıllar öncesine dayandığını az çok biliyoruz. Mihail Bulgakov’un bir morfin
bağımlısı hakkında yazdığı kitaptan yaklaşık yüz yıl önce morfin tedavi amaçlı
Zülfikar Yamaç

kullanılmaya başlandı. Antidepresanların biraz daha genç olduğu söylenebilir,


sadece yetmiş yıldır hayatımızdalar. Hayatımıza bunlar ve daha fazla sayıda
materyal müdahil oluyorken haliyle bilimkurgu türü de bundan nasibini alıyor
ve sayfalarında birbirinden farklı özelliklere sahip kurgusal olan/olmayan uyuş-
turucu ve bağımlılık yapıcı maddeye yer veriyor.
Böyle bir başlık altında yazılacak her metnin besmelesi sanırım Frank Her-
bert’in Dune adlı başyapıtı olacaktır. Başlı başına bir edebiyat olayı, okuduğum
en iyi bilimkurgu olan ve altı kitaplık bir seriden teşkil olan (ana seriden bah-
sediyorum) eserde karşımıza çıkan melanj adlı baharatın bu konudaki en açık-
layıcı örnek olduğunu kabul etmek bir hayli kolay olsa gerek. Okuyanların çok
iyi bildiği, okumayanların ise az çok duyduğu üzere Dune’un kurgu evrenindeki
melanj adlı baharat, uyuşturucu ve bağımlılık yapıcı madde kategorisini hak-
kıyla dolduracak etkilere sahip. Kullanan kişinin ömrünü uzatmak ya da yaş-
lanmayı geciktirici özelliğinin yanı sıra çoğu zehre karşı panzehir olarak kulla-
nılmasıyla da dikkatleri üzerine çekiyor. Ancak onu asıl kıymetli yapan etkisinin
devamlı kullananların -kısıtlı da olsa- geleceği görme yetisine kavuşması duru-
mu. Tam da bu nedenlerden dolayı düzenli kullanan birinin onu bırakmasının
pek de mümkün olmadığını, hayatını devam ettirmesi için elzem olduğunu
biliyoruz. Misal melanj kullanan bir kişi entrikanın ve hilelerin eksik olmadığı,
siyasi çalkantının hiç dinmediği mevcut evrenleri dahilinde yediği yemekten ya
da içtiği sudan zehirlenme korkusunu taşımaz. Gelecekle ilgili sağladığı vizyon-
lar ise hikâyenin pek tabi can alıcı noktasını oluşturuyor.

Kısaca Dune içerisinde melanj her şeydir ve bir o kadar da ulaşılması zordur.
Yalnızca Arrakis’in bitmek tükenmek bilmeyen engin çöllerinde “yetişmek-
tedir.” Ve insanoğlu bu güce sahip olmak ve onu elinde tutmak için ne gere-
kiyorsa yapmaktan geri durmaz. Belki de melanjın bağımlılık yapıcı özelliği
psikolojik ve fiziksel değil politiktir. Böyle düşününce bütün bir hikâyenin
neden melanj ve ondan beslenen bir “mesih” inancı üzerine kurulu olduğunu
anlamak pek de zor değil.

Ele aldığımız konuya daha doğrudan ve daha tanıdık dinamiklerle devam ede-
lim. Bunu da çoğumuzun bir çırpıda okuduğu Cesur Yeni Dünya adlı metin ile
yapalım. Aldous Huxley’nin bu distopya temelli kurgusunda karşımıza çıkan
Soma adlı ilaç modern anlamda kullandığımız antidepresan kategorisindeki
ilaçlarla hemen hemen aynı etkiye sahip. Kimyasal bir sürecin ürünü olan söz
konusu madde, yer aldığı kurguda her türlü içsel sıkıntıya deva olacak şekilde
okura aktarılıyor. Herkesin ne yapacağının ve nasıl yaşayacağının doğduğu
değil “üretildiği” an belli olan bir kitap söz konusu. Toplumsal hayatın daha iyi
olacak şekilde gerçek anlamda makine misali programlandığı bir hikâye. Böy-
le bir ilaca ihtiyaç duyulması zaman zaman ortaya çıkan aksaklıkların telafisi
için elzem. Equilibrium filmini aklınıza getirin. Tamda bu nedenle bağımlılık
yapmaması beklenemeyecek maddenin tedarik etmenin kolaylığı ve yasallığı
kişilerin onun müptelası olmasını beklendiği gibi hayli kolaylaştırıyor.
Yazar Huxley’nin Soma fikrini ve söz konusu kitabı, modern tıbbın sık sık karşı-
mıza çıkardığı ama kullanırken çok dikkatli olmamızı söylediği antidepresanlar-
dan daha evvel kaleme almış olması dikkate değer bir nokta. Bunu, geleceğin
dünyasını kurgularken teknolojinin yanı sıra bireysel darboğazlara karşı neler
yapabiliriz ya da başımıza ne gibi belalar gelecek öngörüsü olarak düşünüyo-
rum. Hem kurgu evrenlerde hem de yaşadığımız gerçeklikte toplumsal sıkın-
tılarla baş edebilmek için kimyasallara başvurduğumuz doğrudur. Çünkü bu
gibi maddeler o çok istediğimiz kaçış rotasını sunuyorlar ve kaçmak kalmaktan
daha tercih edilebilir duruyor. Çünkü korkuyoruz…

Philip K. Dick çoğu kitabında isimlendirme yaparak (Karanlığı Taramak – Sub-


tance D, Palmer Eldritch’in 3 Stigmatası – Can D, Ubik – Ubik) ya da herhangi
bir özel isim ile yer vermeden birçok uyuşturucu -ve- benzeri materyal kur-
gulamıştır. Onun eserlerinin çoğunluğuna yayılan biyografik ipuçları yazarın,
eserlerini kaleme aldığı sırada içinde bulunduğu psikolojik durumu anlamımıza
yardımcı olur niteliktedir. Kendisi de benzer maddeler ile haşır neşir olan PKD,
eserlerinde de bundan geri durmaz. Özellikle, en basit tabiriyle cyberpunk
olarak tanımlanabilecek metinlerinde gözler önüne serdiği dünyalar, bu tür
bağımlılık yapıcı maddeler için “haklı” atmosferi rahatlıkla barındırdığını görü-
yoruz.

Bilimkurgu özelinde konuşacak olursak, uyuşturucu ve türevi materyallere


çoğunlukla cyberpunk ve post apokaliptik alt türlerinde ya da distopya te-
melinde yükselen metinlerde rastlıyoruz. Bundan dolayı denilebilir ki sosyal
hayatın vardığı/varabileceği bin bir türlü sıkıntı gerçek yaşamda olduğu gibi
kurgu metinlerde de kişilerin kendilerini “uyuşturmak” istemelerine sebebi-
yet veriyor. Sosyolojik açıdan şöyledir böyledir demek yerine en basit haliyle
şunu söyleyebiliriz; tek başına üstesinden gelemediğimiz ruhsal sorunların
üstesinden gelmesi için bir şeyleri içmeyi, yutmayı, enjekte etmeyi daha kabul
edilebilir görüyoruz.

Uyuşturucu, uyarıcı, bağımlılık yapıcı ya da biyolojik değişikliklere neden ola-


bilecek maddelere onlarca bilimkurgu kitabında rastlamak mümkün. Karin
Boyle’un Kallocain adlı eseri, kitapla aynı adı taşıyan bir tür ilaç üzerine şekil-
lenmiştir ki kesinlikle en az bir kere okunmaya değerdir. Hepimizin aynı isimli
filmini izlediği ama çok az kişinin okuduğu Alan Glynn’in Limit Yok adlı kita-
bında kullanan kişinin zihinsel kapasitesini muazzam seviyede arttıran illegal
bir hap karşımıza çıkar. William Gibson en bilinen eseri Neuromancer’da siber
dünyanın bu tür maddeler sayesinde katlanılabilir olduğunu yazmıştır. Bilim-
kurgunun biraz dışına çıkıp çok uzaklaşmadan devam edelim. Beat kuşağının
iki büyük yazarı William S. Burroughs ve Jack Kerouac’ta yazdıkları metinlerde
de ( Çıplak Şölen ve şehirŞehirŞEHİR) bu başlık altında rahatlıkla yer alabile-
cek maddeler yer alıyor. Ted Chiang’ın Anlamak isimli öyküsünde olduğu gibi
direkt olarak omurilikten enjekte edilenlerini okuduğumuz gibi bazen de likit
halde görürüz benzeri uyarıcıları. Otomatik Portakal’da karşımıza çıkan Milk
Plus gerçekten sadece sütten oluşuyor olabilir mi? Bütün hikâyenin bir çeşit
halüsinojen etkisinde yazıldığı hissini uyandıran Alice Harikalar Diyarında isimli
kitaptaki ‘İç Beni’ şişesi insanı biraz düşündürüyor. Bazen sırf eğlencesine yer
verilmiş, zararsız bir içecek şeklinde sunulmuş halde de görürüz alkollü içecek-
leri. Misal Otostopçunun Galaksi Rehberi’ndeki Pan Galaktik Gargara Bombası
gibi. Konu, burada anlatıp bitirilemeyecek kadar uzun ve günün birinde bir
kitap olarak karşılaşacağınızın sözünü şimdiden verebilirim.

Bağımlılık yapan, renkli hülyalar gördüren, zihinsel kapasiteyi arttıran, canice


eylemlere yardımcı olan veya zararsız gözüken. Her ne çeşidi olursa olsun
benzer tüm bu maddelerin kullanımlarının ya da kurguya dahil edilmelerinin
altında belli başlı nedenlerin yattığını görüyoruz. Karakterin içinde bulunduğu
toplumsal ve ruhsal bunalımlar bunların başlıcaları. Ya gerçek manada hayat-
ta kalmak için ya da hayatın yükünü hafifletmek için bu yolu tercih ettikleri
aşikâr. Okuduğumuz sırada kurgu içerisindeki karaktere/karakterlere bürün-
düğümüz sayfalar boyunca bütün olanları yaşıyormuş gibi hissederiz ya da
hissetmemiz beklenir. Söz konusu karakterin yerinde olsak o sayfalarda, o an-
larda biz ne yapardık? Mevcut şartlarda sanırım o ne yapıyorsa aynısını. Kurgu
metnin dinamikleri, içinde yaşadığımız gerçeklikle örtüşüyor çoğu zaman. Var
olan en sosyal edebi tür olan bilimkurgunun sahip olduklarının sadece uzay-
lılar ve uzay gemileri hakkında olmadığını sanırım anladık. Bilimkurgu, bize
karşı bizi uyarmanın, birtakım bilimsel öngörüleri kurgu zemininde okuyucuya
buluşturma yöntemi değil de nedir? Bu uyarıyı da bazen narkotik hadiselerle
yapmayı tercih ediyor.

Özellikle gün geçtikçe cyberpunk halini alan ve distopya gölgesinin koyulaştığı


gerçekliğimizde Xanax ya da Prozac kullanmanın Altered Carbon misali pembe
sırt çantasında uyuşturucu taşımaya ne denli yakın olduğunun farkında mıyız?
Soma gerçek ve Dylan’ın sadece kurgu olduğunu kim söyleyebilir...
- Bazen varlığımın bütünüyle üzüntüden yapıldığını düşünüyorum ve hissediyo-
rum. Bu size de oluyor mu?
+ Bunu hissetmen çok normal kuzum. Biliyorsun öyle zamanlarda diğer duygular
kaçarak saklanır. Bünyende sadece üzüntü varmış gibi gelir.
# Mesela şu an mutlu değil misin?
- Mutluyum gibi ama bunu tam olarak hissedemiyorum işte. Sanki mutluluk hissi
de üzüntünün bir ürünüymüş gibi, yapmacık ve iğreti geliyor bana.
# Zaten üzüntü, duyguların içindeki en doğal histir. Mutluluk, heyecan ve diğer
duygular daha yapmacıktır ve hepsi üzüntüden türetilmiştir.
+ Hem biliyorsun ki her insanın içine biraz da olsa tüm hislerden konulmuştur.
Yani salt üzüntüden ibaret olman teknik olarak imkânsız.
- Peki ya bir hata olmuşsa? Bunu hiç düşünmüyor musunuz? Ya yaratılırken bir
şeyler yanlış gitmiş ya da gözen kaçmışsa?
# Bence bu mümkün değil. Düşünmen gereksiz.
+ Neler oluyor sana kuzum? Sanki bu süreci bilmiyormuş gibi konuşuyorsun. En
az benim kadar biliyorsun sen de. Yaratılma süreci, ilk kontroller, rutin kontroller,
deneme yaşantısı, son kontroller…
- Evet, hepsini biliyorum. Bu imkansıza yakın kabul ediyorum ama sorun da bu.
İmkânsız değil. Değil mi?
# İmkânsız olan ne var ki bu dünyada?
+ Bence doğru bir soru bu. En azından düşünebileceğin o kadar ihtimal varken
yaratım hatasını düşünmen pek mantıklı değil, kabul etmelisin.
- Mantıklı demiyorum ki. Böyle hissediyorum ve bu imkânsız değil.
Muzaffer Şen

# Kontrol yaptırmayı düşündün mü?


- Bu pek kolay değil…
# Neden öyle diyorsun?
- İnsan Kontrol Talimatları’nın tamamını aldınız mı?
+ # - ...
- Okuduğunuzda anlarsınız. Diğer ufak tefek yazılım veya sigorta hataları değil bu.
Nadirliğinden dolayı dosyanın sonlarında, iyice aramak gerekiyor.
+ Peki ne diyor talimatlar?
- Eğer duygusal programlamada bir eksiklik varsa duygusal zeka, depresyon gibi
kavramları ölçmek için envanterdeki birçok test yapılır ve sonucunda gerekli duy-
gusal sağlığa veya olgunluğa ulaşıldığı gözlenemezse düzeltme mümkün olmadığı
için imha yoluna gidilir, diyor.
# Gerçekten müdahale edemiyorlar mıymış? Bu kadar aciz olduklarını bilmiyor-
dum.
- Yazılımın birçok kısmına müdahale edebilirsin. Donanım olarak tamamen değişti-
rebilirsin bile. Ancak gelişim konusu daha komplike. Biz insanları yaratan robotla-
rın bile çözemeyeceği kadar karışık. Gelişim sırasında özgünleşiyorsun. Bu özgün-
leşme, yazılımla hesaplanıp kontrol edilebilecek bir şey değil.
# Ama bir yetenek seviyenden memnun değilsen gidip değiştirebiliyorsun. Bu
mümkünse o neden değil? Fark yok gibi.
+ Doğru bir soru bu.
- Fark var. Bir ya da birkaç özelliği değiştirmek elbette mümkün ve kolay bir işlem.
Ancak bir gelişim sürecine tüm özellikler, yetenekler ve kişisel yönler dahil oluyor.
Duygusal sistemde bir eksik olmasaydı tüm bunlar nasıl gelişirdi sorusunun cevabı
neredeyse imkânsız.
# Ya eksiği öylece kapatmak? Şu an sana ekleseler ne olacak ki?
- Bu duygusal sisteme bağlı şekilde bir gelişim evresi geçirmiş diğer tüm sistemler-
de uyumsuzluk ve uzun vadede istenmeyen davranış ihtimali...
+ Kulağa kötü geliyor. Üzüldüm senin adına. Ama yine de bunun çok düşük bir
ihtimal olduğunu aklından çıkarma. Bence bunu düşünmen gereksiz.
# Peki ne yapacaksın?
- Bilmiyorum. Sanırım…
# Bunu aklından bile geçirme!
+ Oraların ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyor musun? Genelde kötü robotların
elinde o kaçak atölyeler ve insanlara ne yapacakları belli değil. Gidip dönemeyebi-
lirsin.
- Nasıl anladınız oraları düşündüğümü? Ben… bilmiyorum.
# Oraya gitmene asla izin vermem dostum. Daha geçenlerde bir dedikodu geldi
kulağıma. O atölyelerdeki kötü robotlardan bazıları birleşmiş ve yüzyıllar önce
yaşamış olan doğal insan formunu yaratmaya çalışıyorlarmış. Geçmişi biliyorsun,
doğal insanların yaptıkları ortada.
+ Doğal insan mı? Doğal insan yaratmaya çalışan robotlardan nasıl bir iyilik bekle-
yebilirsin ki? Kuzum, asla gitmeyeceğine söz ver oraya.
- Orada başımın çaresine bakabilirim ancak ya yetkili sistem atölyelerinde? Bu
ortaya çıkarsa imha edilmekten kaçamam.
# Böyle bir sorunun olup olmadığını bile bilmiyorsun ki!
- Evet bilmiyorum. Ama biraz daha öğrenmezsem sistemlerim bozulacak takıntı-
dan, hissediyorum.
+ Ve testi yetkili sistem atölyelerinde yaptırmak istemiyorsun.
- Bunun hiçbir anlamı olmaz ki. Testin sonucu pozitif çıkarsa imha kaçınılmaz.
# Ama o kaçak atölyelerde sadece test mi yaptıracaksın?
- Kesinlikle.
+ Saçmalamayın. Test yaptırmak için giderseniz tüm yazılımınız kopyalanıp izlene-
bilir.
- Bu, imhanın yanında oldukça küçük bir risk, biliyorsunuz.
# Peki unutturma işlemini hiç düşünmedin mi? Bu meseleyi hafızandan sildirsen,
öylece unutsan?
- Bu işlemi yapan arkadaşıma gittim geçenlerde. Bana daha önce 2 defa sildiğini
söyledi. İşe yaramıyor. Ortada belirgin bir anı olmadığı için tekrar aklıma geliyor.
+ Pek bir çıkar yol yok, desene…Bence en iyi yol bunu düşünmeden yaşamaya
devam etmen, bunu yapabilirsin.
# Peki daha önce test yaptırmış olabileceğini…
+Hey, ne yapıyorsun!
# Artık son noktaya geldik, bilmeye hakkı var.
- Neyi? Ne oluyor?
+Hiçbir şey dostum, saçmalıyor.
# Tüm hayatını böyle yaşayamaz.
+ Artık susar mısın? Öyle de yaşayamaz, biliyorsun.
# Ya bir çözümü varsa?
- Neden bahsediyorsunuz? Daha önce test mi yaptırdım yani?
+ Hayır dostu…
# Evet. Ve pozitif çıktı. Daha sonra ne yapacağımızı bilemeyip bu anıyı sildirdik
senden. Ama dönüp dolaşıp aynı noktaya varıyorsun.
+ Çok üzgünüm…
- Yani sadece üzüntü duygusundan mı oluşuyorum?
# Maalesef dostum.
- Ve bana yalan mı söylediniz bunca zaman?
+ Elimizden bir şey gelmezdi ki. Beraber aldık sildirme kararını. Şimdi de seni ikna
etmeyi denedik, belki sadece üzüntüden oluşmadığına ikna olur ve hayatına de-
vam edebilirsin diye. Söylemeseydi hala şansımız olabilirdi belki ikna etmeye ama
tutamadı ağzını.
- Peki ne yapacağım şimdi ben?
# Sistem kontrollerinden olabildiğince kaçacaksın.
- Peki sonra? Ben ne yapacağım?
+ Belki de en iyi yol… Kendinle barışmandır.
- Salt üzüntüyle yaşamaya alışmamı mı söylüyorsun bana? Bunu nasıl yapabilirim?
Ben böyle yaşamak istemiyorum.
+ Çok üzgünüm… Belki bunu deneyebilirsin.
- Asla olmaz, yapamam. Belki de en iyi yol…
# Tekrar denemeliyiz. Tekrar sildirmeliyiz bu anıyı. Belki bu sefer birkaç sahte anı
da ekleriz kontrollere girdiğine ve bir sorun çıkmadığına dair. Bir süredir bunun
üzerinde düşünüyordum.
- Bilmiyorum. İşe yarar mı dersin?
# En acı veren nokta böyle olman değil, biliyorsun. Bunu bilerek yaşaman.
+ Belki bu sefer olur. Olana kadar deneriz. Denemeliyiz.
- Bunu bilmek istemiyorum. Bunu düşünmek de istemiyorum. Ben sadece yaşa-
mak istiyorum.
# Öyleyse gidiyoruz. Hadi.
“Murat, sana bir şey soracağım ama...” Çaresizce susmuştu.
“Bana her şeyi sorabilirsin, bunu biliyorsun Melek.” Adam güven verircesine
gülümsedi, karşılıklı oturdukları masadan uzanarak kadının elini tuttu.
El, kaçacakmış gibi titreşti. Sahibine yenik düşerek yerli yerinde kaldı. Bundan
güç bulan adam daha sıkı kavradı.
Melek “Şey... senin yaşadıklarını, başından geçenleri biliyorum,” dedi. Sesi
titriyordu. “Yani, işte… hani... ülkendeki savaştan dolayı… kaçmışsın filan ya...”
Esmer tenin üzerine kabaca yerleşmiş olan kara kaşlar kalktı. “Eee?”
“İşte, bana o olayı anlattın ama bu ülkede... bir yabancı olmanın, dışarıdan
birisi olarak el diyarında hayat sürmenin nasıl bir şey olduğundan, yani kendi
duygularından hiç bahsetmedin.”
“Şey...” Hiç beklemiyordu. Bu konunun birdenbire gündeme gelmesini hiç
beklemeyen Murat elini yavaşça geriye çekerek arkasına yaslandı. “Açıkçası
bilmiyorum.” Kendisinden, geçmişinden bahsetmeyi sevmiyor, yine de bir gün
hayatını paylaşacağını bildiği Melek’e anlatabiliyordu. Duygularını dillendirmek
ise bambaşka bir durumdu. “Aslında bizler birer mülteciydik,” diye anlatmaya
çalıştı. “Ülkemizi terk etmiş gibi görünebiliriz ama durum aslında öyle değildi.
Terk edilen bizdik. Onu yönetenler, vatanımızı savaşa sürükleyenler tarafın-
dan...” Öfkelenmişti. “Sanırım... bu yüzden, terk edilmiş gibi hissediyorum.”
Melek düşünceli görünüyordu. «Peki ya hiç, yalnız hissettiğin oldu mu?”
“Aslında, sürgünde de olsam, etrafım her zaman ailem diyebileceğim insanlar-
M. Ercan Ergür

la çevriliydi. Bu nedenle, yalnız hissettiğimi çok fazla söyleyemeyeceğim.”


Melek’in dalgın bakışları masaya düşmüştü. Murat’ın çalışmaktan nasır bağla-
mış ellerine odaklanmıştı.
“Yine de bazen...” dedi Murat. “Bazen kendimi... bir yabancı gibi hissediyo-
rum.”
Kız bakışlarını kaldırdı. Gözlerinde toz pembe yaşlar vardı.
“Hey,” dedi Murat. “Ağlama bakalım.” Uzanarak, olabildiğince nazikçe kızın
çenesini tuttu. O mavi gözlerin ardında her an kırılabilirmiş gibi duran bir dün-
ya vardı. İnsanın baktıkça bakası geliyor, o dünyanın bir parçası olmak istiyor-
du. Ona, nasıl da aşıktı!
“Bir açıdan,” dedi Melek, adamın içini ısıtan bir gülümsemeyle. “Birbirimize
çok benziyoruz.”
Murat duraksadı. Kızın burada doğduğunu, büyüdüğünü biliyordu. Kendisi gibi
yurdunu terk etmeye zorlanmamıştı, bir mülteci değildi. Kendini neden bir
yabancı gibi hissetsindi ki?
“Ah,” dedi anlayışla. Parmağını kaldırdı ve kızın yanaklarından süzülen pembe
göz yaşlarını sildi. “Hastalığından bahsediyorsan bu seni bir yabancı yapmaz,”
diyerek kızı teskin etti. “Hele ki yalnız hiç değilsin.”
Melek rahatlayarak derin bir nefes vermiş, ardından “Sanırım artık kalksak iyi
olacak,” demişti.
Yenilen içilen şeylerin parasını ödemek için geçen kısa sürenin ardından kafe-
den çıktılar. Kütahya’nın ayazı bıçak gibi kesiyor, Murat ürperse de Melek her
zaman olduğu gibi dayanıklılıkla yanında dikiliyordu.
Melek’in yalnız yaşadığı evinin de bulunduğu karanlık ara sokağa yeni sapmış-
tılar. Tepeleri mesken etmiş olan kara karşı özlemle bakan Melek iç çekerek
“Murat,” dedi. “Benim de sana söylemek istediğim bir şey var.”
Murat sorarcasına baktı. Kaybetmekten korkarcasına sıkıca tuttuğu elin, av-
cunun içinde tedirginlikle kasıldığını hissetti. “Bana her şeyi söyleyebileceğini
biliyorsun,” dedi.
Kız düşünceli bir şekilde başıyla onayladı ve evinin kapısına doğru yöneldi.
Söyleyeceği şey her neyse başka bir akşama kaldığını düşünen ve onu daha
fazla sıkmak istemeyen Murat «İyi akşamlar öyleyse!» dedi. Kızı elinden
tutarak kendisine doğru çekti, becerebildiğince kibar bir şekilde öptü.
Buz gibi soğuk dudakların ve dışarıdaki havadan daha keskin gelen ama tatlılı-
ğından hiçbir şey kaybetmeyen nefesin ardından kızdan ayrılan Murat vedalaş-
mak için geriye çekilecek oldu ama kızın sımsıkı tutuşu onu bırakmamıştı.
Bir an şaşırarak öylece kalakalmış, ardından karşı konulmaz ve davetkâr bir
şekilde evin kapısına doğru çekilmişti.
***
Düşünceler içinde basamakları çıkan Murat, sevdiği kadınla sarmaş dolaş bir
şekilde Melek’in daha önceden hiç gelmediği evine kadar sürüklenmişti.
Bal gibi dudaklardan, onu saran bakışlardan kopmasına imkân yoktu. Eşikten
adımını attığında ensesini ısıran, dışarıdan daha yoğun bir soğukla karşılanmış-
tı ama onu sıkı sıkıya saran kolların, daha da harlanan aşkın ateşi, yeni edindiği
bu farkındalığı anında unutturmuştu.
Kapıyı ayağıyla iterek kapattı, bir bütün olan bedenler holün duvarına sertçe
dayandı.
Murat, Melek’in kar gibi yumuşacık ve bir o kadar da soğuk olan bedenini ok-
şarken eli kaydı, duvara çarptı. Sert yüzeyden yükselen çınlama kulaklarında
yankılandı. Dikkati iyice dağılmıştı. Kendisini geriye doğru çekecek oldu ama
hemen çekemedi. Ateş gibi yanan, sıcak dudakları kızın soğuk dudaklarına
yapışıp kalmıştı.
Melek’in gözleri değişti, yerini bembeyaz, donuk bakışlara bıraktı. Kendisini
iterek ayırınca ilk defa, o anda Melek’teki değişimi görmüş oldu.
Yutkundu ve “Me… Melek!” dedi. “Sen ne...”
Kızın gözünden bir damla pembe yaş, aynı renkteki yarı çıplak bedenine dam-
ladı. “Evet Murat,” derken sesi endişeliydi. “Ben de... Ben de senin gibiyim...
Ben de bir mülteciyim!”
Ne yapacağını bilemeyen Murat öylece kalakalmıştı. Kızın arkasındaki duvarı
ve onun metalini fark etti. “Ne?” dedi.
“Ben…” Sesi heyecanlı geliyordu. Bedeni pembe bir buzdan yapılmış gibiydi.
“Anlamıyor musun Murat, ben de yaban ellerdeyim. Senden tek farkım, çok
daha uzaktan, başka bir gezegenden…”
“Hayır!” Dehşet içindeki Murat arkasını dönerek metal kaplı kapıyı açmış,
kendini dışarı atmıştı bile. Hayır, o asla başka bir dünyadan olmamıştı!
Yağmur, fırtınaya dönüşünce sevindim. Ev tatsız, kadın tatsız… Karakolda ne-
zarethane yatağı iyidir; radyo oyununu dinler, kare bulmacada boş bıraktığım
yerleri tamamlar, oraya kıvrılıveririm. Evi aradım, fırtınadan gelemeyeceğimi
söyledim. Ahizeden bir cevap: “İyi”
Selim’i, tepedeki eve yollamıştım. Bir telefon almıştık: Trafo patlamış. İlçede ışık-
lar kesilmemişti. Bu yüzden Tek’i aramaya lüzum yoktu. Ama bize telefon eden
çiftçi bir patlama gördüğünden eminmiş. Ben de Selim’i yolladım. Yağmur o
zaman çiseliyordu, bilseydim fırtınaya döneceğini, çocuğu, külüstür Reno 12 ile
yollamazdım.
Dışarından içeriye, kırık, kırmızı-mavi ışıklar aktı. Selim sonunda geldi demek…
Koridorun sonundaki karakol kapısına yerimden kalkmadan uzanıp baktım. Kırış
kırış yeşil yağmurluğu üstünde 2 metre cüssesiyle Selim içeriye girdi. Omuzları
çökmüş, koridorda bitkince yürüyor, bir şey olmuş besbelli. 4 yıl önce düğünden
sonraki şafakta kendini asan amcaoğlu geldi aklıma birden. İlk ben görmüştüm
erik ağacına asılmış cesedini… Selim’in yürüyüşündeki hafiflik ile sabah rüzgârın-
da sallanan Hüseyin’in cesedi benziyor. İçindeki can havası sönmüş.
Yaklaştıkça elindeki kâğıdı fark ettim, arabadan buraya kadar gelene kadar ıslan-
mış bir kâğıt… Tutanak tuttuğumuz matbu kâğıttı bu. Bir vukuat var. Bir cinayet?
Bir ölüm?
Selim yarı aydınlık odama girdi. Yüzünü seçemiyordum ama uzaktan sessiz bir
şimşek çakıp bana yardım etti. Yüzü limon yalamış gibi çarpılmıştı. Dev cüssesiy-
le karşımdaki sandalyeye çöktü. Eliyle ıslak kâğıdı masasına yapıştırdı.
“Ne oldu oğlum? Ne bu hal?”
“Bana söylediğin gibi, şefim. Dedin ya ‘anan ölse de tutanak tutmayı unutma’
diye… Yaptım. Ama yarısını istediğin gibi yarısını hikâye gibi yazdım.”
Kâğıdı aldım, mürekkep birkaç yerde akmıştı ama yine de yazı okunabiliyor:
“Kırklar tepesi bölgesine gidildi. Trafo, el feneri marifetiyle tetkik edildi. Bir
infilak kalıntısına rastlanılmadı. Arabaya dönerken karşı tepenin üstündeki Ye-
timhane binasının bahçesinde yeşil-kırmızı bir ateş fark edildi. Yürüyerek tepeye
çıkıldı. Bahçeye varılınca çocukları… Gördüm. Esirgemenin çocukları, yağmurun
altında, tuhaf ateşin etrafında çember oluşturmuş duruyorlardı. Yanlarına yakla-
Ali Okan Pandar

şınca bana döndüler, ellerinde bıçak vardı. Biri beni tanıdı. Bıçaklarını indirdiler.
Adı Fatoş olan bir kız bana yaklaştı. Elini uzattı.
“Gel Selim abi. Canavarı öldürdük,” dedi.
Elini tutup yaklaştıkça ceset olduğunu anladığım bir… Yabani bir yaratığın yanına
yaklaştık.
“Gökyüzünden geldi, İblis. Şişko Hakkı’nın anlattığı hikâyelerde olduğu gibi…
Gemisi yerin içinde… Oradan çıktı.” dedi Fatoş. Şişko Hakkı, Yetimhanenin gece
bekçisidir. Geceleri bu binada sadece o kalır. Bu sırada içerde uyuyordu.
Yerde yatan şeyin gözleri ve ağzı yoktu. Bir kafası vardı. Ama külotlu çorap giyen
hırsızlar gibi… Ne bir kulak ne başka bir şey… Kolları 7 taneydi. Ayaklarının yerin-
de ise büyük bir kuyruk… Bir sürüngen…
“Şişko Hakkı her gece bize bir hikâye anlatır, korkutur. Çok zevk alıyor korkut-
maktan. Biz, ona ‘Bunlar hayal’ derdik, ama o hep ‘hayır gerçek’ diye inat ederdi.
Demek ki doğruymuş. Bak, polis abi… İşte cehennemden gelen biri... Ama biz
artık hikâye dinleye dinleye korkuyu unutmuşuz. Hepimiz mutfaktan birer bıçak
kaptık. Bak şu yaraları görüyor musun? Bunları biz açtık. Tısladı bize. Her bıçak
darbesinde tısladı. Ama bizi yiyemez. Dişleri yok ki? Bak ayağım ile dürtüyorum.
Yok bak. Selim abi titriyor musun? Titreme, biz korkmuyoruz artık.”
Sonra binaya girdim, koridorun sonundan Bekçi Hakkı’nın horlamasını duyuyor-
dum. Ama uyandırmadım, tutanağımı tuttum.
Bahçeye tekrar çıktım. Garip ateşin şavkında çocuk gölgelerine tekrar baktım. Bir
şimşek çaktı, küçük bir oğlan çocuğu boyundan büyük bir kürek taşıyordu.
Tepeden aşağıya koşarken son duyduğum sözler şunlardı:
“Gömeceğiz tabii...”
“Dirilir.”
“Dirilmez.”
“Dirilirse Şişko Hakkı’yı yedirtiriz.”
“Dişleri yok ki salak.”
“Korkmak yok artık bize…”
“Bence uzaylıydı.”
“Gemisi ne olacak?”
“Onu da gömelim.”
“Buldum. Bırak kazmayı, Çağrı! Şişko Hakkı’yı yatağı ile birlikte buraya taşıyalım.
Uyandıralım. Korkmak ne görsün!”
“Daha iyisi… İblis’i yatağa taşıyalım. Uyansın sabah, koynunda canavar!”
“Olur.”, “Olur”, “Olur”, “Evet.”, “Bir daha da korku masalı anlatmaz.”
Nefesimi bıraktım. Kâğıt elimden yere düştü.
Efe Elmastaş

You might also like