You are on page 1of 5

JARED DİAMOND, Tüfek, Mikrop ve Çelik, Çeviren: Ülker İnce, TÜBİTAK Popüler

Bilim Kitapları, Ankara, 2010, 21. Basım, 662 sayfa. ISBN 978-975-403-271-0.
Müjdat NAMDAR*1
İnsanoğlu varoluşundan beri sürekli hayatta kalma mücadelesi vermiş, bu mücadelenin sonunda
birtakım yer değiştirmelerde bulunmuş ve farklı yaşam tarzları benimsemiştir. Günümüzde insanların
ilk atalarının Afrika’da ortaya çıktığı ve diğer kıtalara bu bölgeden yayıldığı iddiası arkeolojik
buluntuların da etkisiyle bilim çevrelerinde kabul edilmektedir. Doğal olarak insanoğlunun benimsediği
farklı yaşam tarzlarının ilk örneklerinin Afrika’da olması ve ilk gelişmelerin yine bu kıtada meydana
gelmesi beklenir. Afrika her ne kadar ilk çıkış noktası olsa da hiçbir zaman insanların kendilerini en
hızlı geliştirdikleri yer olmadı. İlk insanın Afrika’da ortaya çıkmasına rağmen günümüz dünyasında en
geri kalmış bölgelerden birinin yine bu bölge olması uzun zamandır bilim adamlarının konu üzerine
araştırmalar yapmalarına neden olmuştur. Özellikle ⅩⅩ. yüzyılın ikinci yarısında yoğunlaşan
araştırmalar genellikle batılı bir bakış açısının izlerini taşımaktadır. Jared Diamond bu konu üzerinde
yaptığı çalışmalarla diğer araştırmacılardan ayrılır. Bu çalışma Diamond’u diğer araştırmacılardan
ayıran özelliklerin neler olduğunu ve onu diğerlerinden ayıran meşhur eseri Tüfek, Mikrop ve Çelik’i
incelemeye ve tanıtmaya çabalamaktadır. Yazarı anlayabilmemiz için yazarı kısaca tanımak zaruridir.

Diamond 1937 yılında öğretmen ve dilbilimci bir anne ile çocuk hastalıkları uzmanı doktor bir
babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçük yaşlardan itibaren kuşları gözlemlemeye ilgi duymuş, bu
yüzden doktor olma amacıyla girdiği üniversitede bölümünü değiştirerek biyoloji eğitimi almıştır.
Fizyoloji alanında doktora yapıp 1961 yılından itibaren moleküler fizyoloji, evrimsel biyoloji ve biyo-
coğrafya alanında araştırmalar yaptı (s.19). Bunların yanında dillere olan ilgisi ve annesinin dilbilimci
olması sayesinde fazla sayıda dil öğrendi. Onu diğer araştırmacılardan farklı kılan şey ise çoğunluğu
geri kalmış bölgeler olan çok farklı coğrafyalarda uzun süreler bulunup insanlık tarihine farklı bir bakış
açısıyla bakabilmesidir. Evrim biyoloğu olması nedeniyle yıllarca Güney Amerika, Güney Afrika,
Avustralya, Endonezya ve Yeni Gine’de yaşamış ve bu bölgelerdeki yerli halklarla yakınlık kurarak
onları tanıma fırsatında bulunmuştur (s. 20). Bu konuda daha önce yapılan araştırmalar genelde bu
toplumları küçük gören, onların yeterince zeki olmadıkları için geri kaldıklarını belirten küçümseyici
yaklaşımlara sahiptir. Diamond ise eserinde bunu fazlasıyla eleştirerek gerçekte böyle olmadığını iddia
ediyor.

Yazar bu eseri yazmaya 1972 yılında Yali adlı Yeni Gineli bir politikacı ile yaptığı sohbet
üzerine karar vermiştir. Bu konuşmadan sonra insanlığın, tarihin ve dillerin evrimi üzerine
araştırmalarını yoğunlaştıran Diamond, kendisini bu kitabı yazmaya iten en güçlü şeyin insanların
çoğunun inandığı ırkçı biyolojik açıklamalara karşın tarihin genel seyriyle ilgili inandırıcı, ayrıntılı,

* Öğrenci (Yüksek Lisans), Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı,
mujdatnamdar@gmail.com.
herkesçe kabul edilebilecek bir açıklama getirebilmek olduğunu belirtir (s. 17). Kitap ilk olarak 1997
yılında basılmış ise de bu çalışmada 2010 yılında yayınlanan 21.baskısı baz alınmıştır.

Kitabın “Cennetten Cajamarca’ya” adlı birinci kısmı “Başlangıç Çizgisine Kadar”, “Doğal Bir
Tarih Deneyi” ve “Cajamarca Çatışması” adlı üç bölüm içeriyor. Yazar “Başlangıç Çizgisine Kadar”
adlı bölümde insanoğlunun ilk atalarının ortaya çıkışından M.Ö 13.000 yılına kadar ki milyonlarca yıllık
insanlık tarihini kısaca ele alır ve farklı kıtalardaki tarihsel gelişmeleri karşılaştırırken başlama noktası
olarak M.Ö. 11.000 yılının baz alınması gerektiğini söyler. Bunun nedeni olarak Buzul Çağı’nın sona
ermesi, Amerika kıtasına ilk insanların yerleşmesi ve bazı bölgelerde köy hayatının başlaması gösterir
(s.30). İnsanlık tarihinin ilk 5-6 milyon yıllık döneminin Afrika’da geçtiği anlatarak Homo Erectus,
Homo Sapiens, Neanderthal ve modern insan arasındaki farkları açıklar. Yazar bu bölümde insanın tek
bir merkezden çıkıp yayıldığı teorisini destekler. Öte yandan Avustralya ve Amerika kıtalarına yerleşen
insanların bu bölgelerde bulunan büyük boy memeli hayvanları çeşitli amaç ve nedenlerle zamanla yok
ettiklerini savunurken, Amerika’daki hayvan ölümlerinin Buzul Çağı sonrası iklim değişiklikleri
yüzünden olabileceği ihtimalini de belirtir. “Doğal Bir Tarih Deneyi” adlı bölümde ilk olarak Chatham
Adaları’nda yaşayan yalıtılmış bir toplum olan Moriori halkı ile Yeni Zelanda’dan gelen Maori halkı
üzerinden aynı ortak atadan gelen halkların farklılaşmasını, avcı/toplayıcılar ile yerleşiklerin çatışmasını
ve farklarını anlatır. Bu yaşam tarzlarını toplumlar bilerek seçmez, çevre koşulları onları zorlar. Hayatta
kalabilmek için çevreye uyum sağlamak zorunda olan aynı atadan gelen toplulukların farklı yönlerde
gösterdiği değişimi örneklendirerek anlatır. İkinci olarak Polinezya Adalarının coğrafi farklılıklarının
onların tarihlerini nasıl etkiledikleri, nüfus hacmi ve nüfus yoğunluğu gibi etkenlerin adaların birbirleri
arasındaki farklılıkları arttırdığını, çevre koşullarının ekonomiyi, teknolojiyi, siyasal örgütlenmeyi ve
savaş becerilerini kısa sürede nasıl etkilediklerini anlatır. “Cajamarca Çatışması” adlı bölümde ise
İspanyol komutan Pizarro’nun İnka imparatoru Atahualpa’yı esir alışı örneğinden hareketle sayıca az
olmalarına rağmen Avrupalıların nasıl Amerika kıtasını sömürgeleştirdiklerini açıklıyor. Diamond’a
göre Avrupalıların başarısındaki nedenler askeri teknolojiye sahip olmaları, salgın hastalıklar, denizcilik
teknolojisi ve siyasal örgütlenme vardır (s.89.). Bu bölümde neden Amerikalıların Avrasya’yı değil de
Avrasyalıların Amerika’yı sömürgeleştirdiklerini sorusuna cevap vermeye çalışıyor.

Kitabın ikinci kısmı “Yiyecek Üretiminin Başlaması ve Yayılışı” adı altında yedi kısımda
incelenmiş. “Çiftçinin Gücü” isimli dördüncü bölümde eski toplumların yiyecek üretimine farklı
zamanlarda geçtiğini, bazılarının ise hiç geçemediğini belirtir (s.94). Bitkiler ile hayvanların
evcilleştirilmesinin fazla yiyecek üretimine yol açarak nüfus yoğunluğunu arttırdığını ve bunun
Avrasya’nın gelişiminde en önemli etken olduğunu açıklayan yazar, avcı/toplayıcı toplumlarda siyasal
birimlerin ve düzenli ordunun görülebilmesinin zor olduğunu savunur. Yazara göre yiyecek üretimi,
yerleşik hayata geçmenin ve yenilikçi toplumların kurulmasının ön şartıydı (s.102). “Tarihte Kimler
Varlıklıydı Kimler Değildi” kısmında bugünkü verimli tarım alanlarıyla en eski yiyecek üretim
alanlarının farklılıklarını açıklayan Diamond, farklı bölgelerde yiyecek üretiminin nasıl başladığını
inceler. Onun bu bölümde savunduğu fikir yiyecek üretimine en erken başlayan toplulukların diğer
toplumlara kolayca üstünlük sağladığıdır. Altıncı bölüm “Çiftçilik Yapmalı mı Yapmamalı mı?”
başlığıyla verilen ve toplumların tek bir yaşam tarzını benimsemediği görüşünü savunduğu bölümdür.
Bazı toplumlar yerleşik hayata geçerken avcı/toplayıcı özelliklerini devam ettirirken bazı avcı/toplayıcı
toplumlar da ilkel olarak tarımla uğraşmışlardır. Avcı/toplayıcılıktan yiyecek üretimine geçişin bir anda
olmadığını, yavaş yavaş olduğunu anlatır (s.142). Yiyecek üretiminin ortaya çıkmasına neden olan
faktörleri yaban yiyecek bulmanın güçleşmesi, bitkilerin evcilleştirilmesi, nüfus artışı ve teknolojik
gelişmeler olduğunu söyler. “Badem Nasıl Yetiştirilir” adlı yedinci bölümde yazar bitkinin
evcilleştirilmesinin tarihini anlatırken “Elmalar mı Yerliler mi?” adlı bölümde evcilleştirilen bitki ve
hayvanların medeniyetleri ortaya çıkışındaki etkiden söz eder. Evcilleştirilmeye uygun yaban bitkilerin
bölgeye göre farklılıklar gösterdiğini vurgulayan Diamond, Bereketli Hilal adı verilen bölgenin bu
konuda zengin olmasından dolayı ilk tarımsal faaliyetlerin bu bölgede görüldüğünü savunur (s.180).
Bölümün kalanında Bereketli Hilal’in bu zenginliğini neye borçlu olduğunu ve diğer bölgelerde neyin
eksik olduğunu tartışır. Ⅸ. Bölümde bazı büyük memeli hayvan türlerinin neden evcilleştirilemediği
sorusuna cevap veriyor. Ona göre bir yabanın evcilleştirilebilmesi için pek çok farklı özelliklere aynı
anda sahip olması lazım. Bu özellikler beslenme, büyüme hızı, bir yere kapatarak yetiştirmenin
zorlukları, kötü huyluluk, korku ve telaş eğilimi ve toplumsal yapıdır. Bölümün kalanında bu alanda da
Avrasya’nın avantajlı olduğunu belirtip bunun nedenlerini inceliyor. Ⅹ. Bölüm eksenlerin yönünün
insanlık tarihine etkisi üzerine yazılmıştır. Yazar Avrasya’nın doğu-batı ekseninin Amerika ve
Afrika’nın kuzey-güney eksenine göre çok daha fayda sağladığını savunarak tarımın Avrasya’da hızla
yayılmasını buna bağlar. Kuzey-güney ekseninde bulunanlar yayılmanın yavaş olduğu yerlerdir.
Diamond, eksenlerin yönünün teknolojilerin ve buluşların yayılmasını da etkilediğini söyler.

Kitabın üçüncü kısmı “Yiyecek Üretiminden Tüfeklere, Mikroplara ve Çeliğe” adı altında dört
kısımda incelenmiş bulunmaktadır. Bu bölümde evrimler ön planda tutulmuştur. Bu bölümün ilk
kısmında mikropların evrimi ve oluşturdukları salgın hastalıkların insanlık tarihine etkisi
irdelenmektedir. Yazar bu hastalıklardan avcı/toplayıcıların yerleşiklere oranla neden daha az
etkilendikleri, Avrasya toplumlarının mikroplar sayesinde bazı bölgeleri nasıl sömürgeleştirdiklerini
veya sömürgeleştiremediklerini tartışır. “Kopyalar ve Ödünç Harfler” adlı bölümde yazının nasıl ortaya
çıkıp fetihlerin bir aracı olarak kullanıldığını, yazının kullanım farklılıkları ve ne amaçla icat edildiği
tartışılmaktadır. Diamond yazının icat edildiği bölgelerin yiyecek üretiminin ilk başladığı yerler
olduğunu belirterek yazının ortaya çıkışını yiyecek üretimine borçlu olduğunu belirtir (s.303). ⅩⅠⅡ.
Bölüm “İhtiyacın Anası” adını taşır. Yazar bu bölümde teknolojinin evriminden bahsederken icatların
ihtiyaç üzerine yapıldığı varsayımına karşı çıkarak icatların çoğunun merak sonucu ortaya çıktığını öne
sürer (s. 311). Yazar yeniliğe açıklık eğilimini tartışarak her kıtada belli zamanlarda tutucu toplumların
var olduğunu, ayrıca yeniliğe açıklık eğiliminin aynı coğrafya içinde farklı zamanlarda farklılıklar
gösterebileceğini söyler. Diamond yerleşik hayatın teknoloji açısından önemine değinerek bölümü
sonlandırır. Bir sonraki bölümde vurgulanan şey yönetimin ve dinin evrimidir. Yazar toplumları dört
sınıfa ayırarak inceler: oba, kabile, şeflik, devlet. Bütün bu sistemleri detaylı bir şekilde inceler. Yiyecek
üretiminin bu toplumlara katkısında bahseder.

Kitabın dördüncü kısmı “Beş Bölümde Devrialem” adı altında beş kısma ayrılmıştır. ⅩⅤ.
Bölümde ilk olarak Avustralya kıtasının diğer kıtalardan farkını ortaya koyan yazar, Avrupalılar gelene
kadar yerlilerin bu kıtada avcı/toplayıcı tarzda bir yaşam sürdüğünü, obalar halinde örgütlendiklerini ve
kulübelerde yaşadıklarını söylüyor (s.397). Yeni Gineliler yiyecek üreticisi oldukları için
Avustralyalılardan ileri bir seviyedeydi. Bu farkın nedenini detaylıca açıklayan yazar sorunu coğrafi ve
iklimsel nedenlere indirgemişti. Yeni Gine coğrafi olarak çok zorlu şartlara sahip olduğu için kendi
içinde bile yalıtılmış bir bölge olarak kalırken Avustralya Avrupalıların gelişiyle kısa sürede daha
gelişmiş bir yer olmuştur. Yazar kitabın başından beri yiyecek üreten toplumların avcı/toplayıcı
toplumlardan daha gelişmiş olduğunu iddia ederken bu bölümde kendisiyle çelişmektedir. Yeni
Gine’nin gelişememesinde coğrafi şartlar etkilidir fakat Avrupalıların bu bölgeye giremeyişi etkili
değildir. Bu bölümde Batılı bakış açısının bir yansıması olarak “Batılılar gittiği yere medeniyet götürür”
algısının izleri görülmektedir. Yazarın anlattıklarından çıkarılabilecek sonuçlardan birisi Avustralya,
Avrupalıların gelişinden sonra Avrupalıların coğrafi ve iklimsel nedenlerden dolayı yerleşemediği Yeni
Gine’yi gelişmişlik açısından kısa sürede geçmiş algısıdır. Diamond’a göre Avrupalılar Yeni Gine’ye
mikroplar ve salgın hastalıklar nedeniyle yerleşememişti. Bir sonraki bölümde “Çin Nasıl Çinli Oldu?”
başlığı altında Doğu Asya’nın tarihi incelenmektedir. Bu bölümde Çin’in kendi içinde ne kadar
farklılıklar barındırdığına ve çok uzun yıllar önce merkezi otoriteyi kurarak nasıl bir Çinlileştirme
politikası izlendiğini aktarılır. ⅩⅤⅡ. Bölümde Avustronezya halklarının ve dillerinin kökenleri
tartışılırken bir sonraki bölümde “Çatışan Yerküreler” başlığı altında Avrasya ile Amerika kıtalarının
tarihleri karşılaştırılır. Bu iki kıta arasındaki yiyecek üretiminde en açık farkın evcil memeli hayvan
türlerinin sayısından kaynaklandığını savunan yazar (s.472) mikroplar, teknolojik ve tarımsal farklar,
eksen farkları gibi farkların da iki kıta arasındaki ilişkilerde etkili olduğunu söyler. Avrasyalıların
Amerikalılara üstünlük nedenlerini Avrasya’da insan varlığının çok eskiye dayanması, evcilleştirmeye
elverişli bitki ve hayvanların çokluğu, kıta içi yayılmaları güçleştirici coğrafi engellerin az olması olarak
açıklar (s.490). ⅩⅠⅩ. Bölüm yazar tarafından Afrika Tarihi’ne ayrılmış bulunmakta. Afrika’nın ırk
tarihinin Avrupa’nın sömürgecilik ve esir ticareti hikayesiyle aynı anlama geldiğini söyleyen Diamond,
Avrupa’nın Afrika’yı sömürgeleştirebilmesini kıtaların yüzölçümleri, eksenleri, yaban bitki ve hayvan
türü gibi farklılıklara dayandırır (s.531).

Diamond sondeyişte farklı kıtalardaki halkların uzun dönemli tarihleri arasındaki farkların
insanların doğuştan gelen özelliklerinden dolayı değil yaşadıkları çevrelerin koşulları arasındaki
farklardan kaynaklandığını söyler (s.533). Kıtaların arasındaki en önemli farkları evcilleştirmeye uygun
yaban hayvan ve bitki türleri arasındaki farklar, yayılma ve göç hızını etkileyen farklar, yüzölçümleri
ve toplam nüfus hacimleri arasındaki farklar ve teknolojik farklar olarak sıralar. Yazar ayrıca kitabın
kapsadığı zaman aralığı nedeniyle çok kısa olduğunu, eğer bu çalışmanın bir devamı yapılacaksa daha
küçük coğrafi ölçekler ve zaman aralıkları kullanılması gerektiğini söyleyerek (s.539) bilim camiasında
bu konuda gelebilecek muhtemel eleştirilerin de önüne geçer. Yine bu bölümde M.S 900’lere kadar Batı
Avrupa’nın Eski Dünya hiçbir katkıda bulunmadığını iddia eder. Diamond bu iddiasını dile getirirken
Roma İmparatorluğunun yarattığı ve miras bıraktığı bazı şeyleri dikkate almaz. Halbuki günümüzde bile
başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere birçok devlet Roma’nın hukuk sistemini örnek alırken
Diamond’ın bu iddiada bulunması abestir. Kitabın son bölümü “Japonlar Kimdir” başlığı altında Japon
tarihine ayrılmıştır. Bu kısım kitabın ilk baskısında yeterince irdelenmemiş, yazarın bunu kitabın bir
eksikliği gibi hissetmesi nedeniyle sonraki baskılara eklenmiştir.

Yazar sonsöz olarak toplumların farklı kıtalarda farklı şekillerde geliştiğini, bunun ise biyolojik
farklardan değil çevresel farklardan ileri geldiğini söyler. Sonsözde Avrupa’nın Çin’e yetişip onu
geçmesini sosyal durumları göz ardı ederek sadece siyasi yapılarına göre sığ bir şekilde değerlendirmesi
gariptir. Yine sonsözde “Neden Çin değil de Avrupa” sorusuna cevap verirken kullandığı metot (s.601)
onun Giambattista Vico’nun tarih felsefesinden etkilendiğinin göstergesidir. Öte yandan kitabın sonuna
koyduğu okuma listeleriyle okuyucuya büyük bir hizmette bulunurken ne kadar geniş bir literatür
taraması yaptığını da gözler önüne serer.

Sonuç olarak bu kitap akademik bir bilim kitabı olmayıp popüler okuyucuya da hitap eden,
akademik kurallara sadık kalınmadan yazılan, son 13000 yıl içinde farklı kıtalardaki insan
topluluklarının nasıl geliştiğini inceleyen bir eserdir. Yazar kendisini yansız olarak nitelendirmediği için
kitaba yapılacak objektiflik yorumları pek önemli değildir. Batılı bir bakış açısından kurtulamamış olsa
da objektif kalmayı başararak, birçok farklı disiplini de bir araya getirerek çok kıymetli bir eser meydana
getirmiştir. Bu eserin en önemli özelliği yazarın anlattığı milletlerin bizzat içerisinde bulunması, onların
kültürlerini deneyimleme ayrıcalığına erişmesidir. Her şeye rağmen alanındaki büyük bir boşluğu
dolduran, kendinden sonrakilere örnek teşkil eden bir eserdir.

You might also like