You are on page 1of 16

TIP TARİHİ

DERS NOTLARI

Prof. Dr. Ayten Altıntaş


2011-2012 Ders Yılı Notları
İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 1. Sınıf öğrencileri için hazırlanmıştır

TIP TARİHİ EĞİTİMİNİN AMACI

Tıp Fakültesi öğrencileri eğitimini tamamlayıp “doktor” unvanıyla hekimlik haklarına


sahip olduğu andan itibaren kendilerini tıp uğraşı içinde bulurlar. Doktor hangi görevde olursa
olsun hayatının çok önemli bir kısmı bu tıp uğraşı içinde geçecektir. Hayatınızın hemen
hemen tamamını beraberce geçireceğiniz bu “tıp” nedir. Tıp mesleği, tıp uygulaması bir bilim
midir, sanat mıdır, sadece bir bilginin uygulanışı mıdır? Bugünkü inanılmaz gelişmeler ve
ilerlemeler içindeki tıp, tıp evriminin “en iyi” noktası mıdır? Başka bir şekilde düşünürsek;
Bundan önceki binlerce yıllık tıp basit, anlamsız ve etkisiz bir tıp mıydı, yarınki hekimler de
bugünkü tıbbı etkisiz ve yetersiz mi kabul edecekler. Eğer böyleyse hayatımızı verdiğimiz bu
uğraş yetersiz mi. Tıp Tarihi bunun gibi pek çok soruyu aydınlatmak için sizlere yol
gösterecektir. Tıp Tarihi sizlere “Tıbbı bütünüyle kavramak”, “Tıp bilincini kazandırmak” ve
“Hekim olmanın sorumluluğu”nu verebilmek amacıyla programlanmıştır.
Hekim terimiyle sizlere tanıtacağım “doktor” tarihin ilk devirlerinden itibaren vardı. İlk
insanın var olduğu yerde ilk hekim de vardı. O hekim beraber yaşadığı insanlardan yaralanan,
hayvanlar tarafından parçalanan veya neden olduğunu bilmediği acılar içinde kıvranan insana
“yardım amacıyla” elini ilk uzatan insandı. İnsanlık tarihinin en eski mesleklerinden birini
yapan o insan da diğer insanlar gibi “Ne ve kim” olduğunu sorguluyordu. Geçmişini ve
geleceğini merak eden, zaman kavramını yaratan ve yarattığı zamanı, bölümlere ayırarak
“tarih” şuuruna ulaşan yegâne varlık insandır. Öleceğini bilerek yaşayan insan, kendini
tanımak için geçmişini araştırmış, geleceğe bir şeyler bırakmak için de bilgisini öğretmiş veya
yazmıştır. Tarih bu serüveni yeni kuşaklara taşır. Birey için hafıza(bellek) ne ise, insanlık için
de tarih odur, yani insanlığın belleğidir. Tıbbın gelişmesini bilmeyen hekim de belleğini
yitirmiş bir insan gibi her şeyi o gün keşfediyor ve gene o gün unutur. Belleği olmayan bu
hekimin geleceğe bırakacak bir şeyi olamaz. Tıp Tarihi tıp biliminin neresinde olduğunuzu
size öğretir, içinde yaşadığınız sistem ve düzen hakkında bilgi verir, şimdiye kadar
yaşadığınız hayata tekrar başka gözle bakmanızı sağlar ve şartlanmalarınızdan kurtarmak
ister.

EVRENDEKİ YERİMİZ: 15 milyar yıl önce Evren bir patlama ile oluşmaya başladı.
Gittikçe genişleyerek şekil almaya başlayan bu büyük bulutsular 4,5 milyar yıl önce
Dünyamızı oluşturmaya başladı. Bu dünyada 3 milyar yıl önce tek hücreli canlılar göründü.
İnsan ise yeni bulgulara göre değişik rakamlar verilse de en az 150 bin yıl önce vardı. İnsan
40 bin yıl Prehistorya (Tarih öncesi devir) yaşadı. 7 bin yıldır da yazılı devri yaşıyor. Bu
kadar kısa bir zaman diliminde inanılmaz gelişme kaydeden insan dünyaya hükmediyor.
Bu muhteşem dünya evrenin neresindedir. Dünya, Güneş sistemi içinde sekiz önemli uydunun
içinde orta boy bir uydudur. Bu muhteşem Güneş sistemi Samanyolu Galaksisi(Gökada)
içinde yer alıyor. Samanyolu Galaksisinde bizim dünyamızın yer aldığı güneş sistemleri gibi
4 milyar sistem var. Evrende 4 milyar güneş sistemi gibi sistemlerin yer aldığı Samanyolu
Galaksisi gibi 100 milyar galaksi var. Böylesine muhteşem bir sistemde yer alan dünya, Evren
boyutunun içinde ne kadar da küçük ve önemsiz. Hele onun içinde yer alan insan, belki bir
virüs boyutunda gibi. İnsan, bu boyutuyla ve sadece beyin kapasitesinin %7-12 sini

1
kullanarak inanılmaz gelişmeler kaydetti. İnsanlık tarihi içindeki bu insan hekimliğin
gelişmesinde de çok önemli ilerlemeleri başarmıştır.

TARİH ÖNCESİ DEVİRLERDE HEKİM, HASTALIK VE TEDAVİ

İnsanlık tarihinin geçirdiği çok uzun bir “Tarih öncesi Dönem” var ki yazılı kaynakların
ortaya çıkışı ile bu dönem kapanıp yeni bir dönem başlar. Yazının bulunuşu olan M.Ö. 4000
yıllarından önceki 35.000 yıl insanlık tarihinin önemli bir dönemidir. Bilim adamları bu yazılı
kaynakları olmayan dönemdeki hayatı, insanları, onların yaşayış şekli, düşünce sistemini
araştırmışlar, hâlâ da yeni yöntemlerle araştırmaya devam etmektedirler. Biz bu bilimsel
araştırmalar neticesinde elde ettiğimiz bilgilere göre “Tarih öncesi devir” de tıbbın nasıl
olduğunu, hekimin kimliğini ve nasıl tedavi uygulandığını anlamaya çalışıyoruz.
Öncelikle bilmemiz gerekir ki; Hangi devirde olursa olsun, insanların yaşadığı her
coğrafyada, her bölgede, her zaman diliminde hekim vardı ve hastayı tedavi ediyordu.
İnsanın yaşadığı bütün dönemlerde “insana yardım” amacıyla hizmet eden hekim vardı. Tarih
öncesi devirde, bu uzun dönemde insanın olduğu her coğrafyada hizmet eden hekim vardı. O
hekim içgüdüsel veya tecrübelerle elde edilen bilgi birikimi, inanç ve yaşayış şartlarına göre
hastayı tedavi ediyordu.
O dönem insanı hastalığı iki gurupta algılıyordu; Gözle gördüğü, nedenini bildiği hastalıklar
veya nedenini bilmediği hastalıklar. Gözle gördükleri hastalıklar; Yüksek yerlerden,
tepelerden düşmeler, hayvanlar tarafından parçalanmalar, ok veya keskin bir şeyle
yaralanmalar sonucu oluşan hastalıklar. Bu durumda önceleri içgüdüsel olarak, daha sonraları
tecrübeleriyle müdahale ediyorlar, kanamaları bastırarak, toprakla veya tuzla ovarak
durduruyorlar, kırıklarda dallardan destekler yapıyorlar, yaralı yeri yalıyorlar, su ile
yıkıyorlardı. Kanın akması ile hayatın bitişine şahit olmuşlar, kanamaları durdurmaya
çalışmışlardı.
Nedenini bilemedikleri hastalıklar ise pek çoktu. Birdenbire başa, mideye giren ağrılar,
kulağın zonklaması, bayılmalar, ateşlenmeler, sara nöbetleri ve diğerleri. Böyle durumlarda o
insana ne olduğunu ve neden hastalandığını söyleyecek kişi “hekim” idi. Bugün gibi o gün de
insanlar hastalığın nedenini hekime soruyorlardı.
Hekim: Tarih öncesi devir hekimini biz “sihirbaz hekim” diye tanımlıyoruz. Bu bizim bugün
onları ayırıp daha kolay anlayabilmemiz için yaptığımız tanımlama. Sihirbaz hekim, Büyücü
hekim, Medicine man, Şaman, Kam v.b. gibi isimlerle karşınıza çıkabilir. Terminoloji ne
olursa olsun o dönemdeki hekim çok önemli ve üstün güçlere sahipti. Genelde kabilenin reisi,
dini lideri, askeri lideri de aynı şahıstı. Daha gelişmiş toplumlarda hastalıklardan sorumlu bir
hekim olabiliyordu. Bu hekim özel bir şahıstı, üstün özelliklere sahipti. Hastalıkları tanımak
ve tedaviyi öğrenebilmek için üst ruhlarla iletişime giriyordu veya girmesi gerekiyordu.
Hastalık Teşhisi: Sihirbaz hekim kendisine bir hasta geldiğinde, hastalığı gözle görülmeyen
ve sebebini bilemedikleri bir hastalık ise ki hastalıkların çoğu böyleydi, özel bir uygulama ile
onu teşhis etmeliydi. Sihirbaz hekim kendince önemli ve sembolik anlamları olan özel
kıyafetini giyiyordu. Bu kıyafet yöreye ve inanışa göre değişse de kutsal kabul edilen hayvan
postları, kuş tüyleri boynuz ve dişlerle süslenirdi. Mutlaka bir davulu veya ses çıkaran başka
bir alete sahipti. Belli bir ritimle dans etmeğe başlar, kokulu otlar kullanarak “trans” haline
geçerdi. Trans halindeki “sihirbaz hekim” ruhlarla iletişime girer, hastanın hastalığını ve
tedavisini öğrenirdi. Kendisinin ruhu trans halinde iken yerin altına inmiş, göklere çıkmış
hastalığa sebep olan kötü ruhu kovalamış veya hastanın bedenden kaçan sağlıklı ruhunu bulup
bedene soktuğunu söylüyordu. Bu teşhisi ve inancı anlayabilmemiz için “Animist teori” yi
bilmemiz gerekir. Tarih öncesi devir insanının inancına göre; Hareket eden her şeyin canı var.
Canı varsa ruhu var. Bu ruh iyi mi kötü mü önemlidir. Hareket eden her şey bütün hayvanlar,
canlılar olduğu gibi rüzgarla sallanan otlar, ağaçlar, hareket eden bulutlar da olabilirdi. Bu her

2
şeyin ruhu kötü ise hastalık yapabilirdi. Her kötü ruh hastalık etkeniydi ve sihirbaz hekim
tarafından tanınmalı, yakalanmalı veya kaçırılmalıydı. Bu sebeple verdiği birçok ilaç vardı ve
tedavi ediyordu. Bu şekilde mesleklerini yerine getiren hekimlere çok güveniliyordu ve çok
uzun bir zaman diliminde başarılı olmuşlardı. O dönemde başarılı olmayan, birkaç hastanın
tedavisinde faydalı olamayan hekim öldürülüyordu.
Tedavi: Sihirbaz hekim hastalık teşhisini nasıl yaparsa yapsın, tedavisi rasyoneldi. Tedavi,
kendisine göre faydalı tılsımlı sözler ve dualarla desteklense bile daima ilaçla idi. Sihirbaz
hekim ateşler içinde yanan hastayı soğuk suya batırıyor, hastanın kulübesinde kokulu otlar
yakıyor, duman içinde bırakıyor, acı ilaçlar içiriyordu. Bunları yaparken amacı “kötü ruhu
kovmak” tı. Biz bugün onların kullandığı otları, kökleri, bitkileri, hayvansal ve madensel
maddelerin birçoğunun “etkili” olduğunu biliyoruz. Sihirbaz hekim bu maddeleri tanıyor,
asistanı ile dağlara bu otları toplamağa çıkıyor, kulübesinde biriktiriyor, bunları hastanın
kullanacağı şekle getiriyordu. Bu bilgiler hekimin gizli bilgileri olsa da seneler boyunca diğer
insanlara aktarılmış, çoğu da yazılı dönemde tıp kitaplarına geçirilmişti.

YAZILI DÖNEMLER( ANTİK ÇAĞ)

Göçebe ve avcı topluluklar zamanla büyük nehirlerin suladığı mümbit topraklarda


yerleşmiş, ekim ve hayvancılıkla uğraşmıştı. MÖ. 4000 lerde insanların yazıyı buluşu ile bilgi
birikimi yazılı şekilde daha sonraki nesillere aktarılmıştı. “Antik dönem” diye tanımladığımız
bu dönemde yaşayan toplulukların yazılı belgelerinden tıp konusundaki bilgileri de
öğreniyoruz. Antik dönemdeki büyük medeniyetler; Dicle ve Fırat’ın suladığı topraklarda
Mezopotamya, Nil nehrinin suladığı topraklarda Mısır, İndus ve Ganj nehrinin suladığı
topraklarda Hind, Sarı Irmak ve Gök ırmağın suladığı topraklarda Çin medeniyetleridir.
Bunlar insanlık tarihine çok önemli katkılar yapmışlardı. Bu medeniyetler tıp alanında da çok
ilerlemişler, hekim kavramı gelişmiş ve tedavide önemli adımlar atılmıştı.
Din adamı hekim: Antik Çağı yaşayan bütün büyük medeniyetlerde iki çeşit hekim
görüyoruz; “Din adamı hekim” veya “Çıplak ayaklı hekim” dediğimiz halk hekimleri. Halk
hekimleri mesleği usta çırak usulüyle öğreniyor ve pazarlarda, insanların toplu olarak yaşadığı
yerlerde oraya getirilen hastaları tedavi ediyorlardı. İnsanlık potasına bilgi birikimini aktaran
hekim tipi ise “Din adamı hekim” idi. Mezopotamya’da, Mısır’da Hindistan ve Çin’deki din
adamı hekim, okuma yazmayı biliyorlar ve eğitim görüyorlardı. Bu eğitimde zamanın bütün
bilgilerini ve bu arada tıp bilgisini öğreniyorlardı. Özellikle hekimlik yapmak isteyenler
ayrıca kendini yetiştiriyor, iyi bir hekimin yanında usta çırak olarak yetişiyor veya tıp
okullarında eğitiliyorlardı. Bunlar tapınaklarda yaşıyorlar orada saklanan kitaplardan
yararlanıyorlar, kendi bilgi ve tecrübelerini yazıyorlardı. Refah içinde yaşıyorlar ve toplumda
çok saygı gören bir sınıfın elemanları idi.
Hastalık sebebi: Mezopotamya, Mısır, Hint ve Çin Medeniyetlerinde Antik dönemde hastalık
anlayışı iki gurupta toplanabilir. Gözle gördükleri hastalıklar ki yaralanmalar, kazalar, kırık ve
çıkıklar gibi tarih öncesinden beri bilinenler. Bunlar için gereken önlemleri almaya
çalışıyorlardı. Bu bilgilere yenileri eklenmişti. Mevsimlerin bazı hastalıklarla ilgisini
gözlemlemişlerdi; Kışın veya gündüz sıcak, gece soğuk olan kara ikliminde üst solunum
yollarının hastalanmasına, sıcak havalarda ve temizliğe dikkat etmeden yaşamanın mide,
barsak hastalıklarına çöllerden esen sıcak kum fırtınalarının göz hastalıklarına sebep olduğunu
gözlemlemişlerdi. Fakat sebeplerini bilemedikleri pek çok hastalık vardı ve onları teşhis
edecek olan hekimdi. Antik Çağ’da insanlar tanrı ve tanrıçalara inanıyorlardı, çok tanrıcılık
anlayışı içinde idiler ve bunların içinde pek çok tıp tanrısı da vardı. Hastalık yapan veya
sağlık veren tanrı, tanrıçalara inanıyorlar, eğer kendi tanrıları sağlık açısından faydalı olmazsa
komşu şehir veya, devletin tanrılarını kabul edebiliyorlardı. Mezopotamya’ da Nergal, Ekimu,
Pazuzu, Mısır’da Thot, İmhotep, Sekhmet, Hint’ de Athar Veda, Çaraka gibi. Bu inanç içinde

3
hastalığın sebebi de o insanın işlediği günahlar olduğuna inanılıyordu. Mezopotamya’da
hastalığa sebep olan 20 tane önemli günah vardı. Hekim bu listeyi alarak hastasına gider ve
sorardı; Evet için hayır dedin mi(yalan söyledin mi ), tartıda hile yaptın mı, anneyi kıza, kızı
anneye kışkırtın mı? vb. Mezopotamya’da ayrıca yıldızların mevsimlerle ilişkisi bulunmuş,
mevsimlerle hastalıkların da ilişkisi bilindiğinden hastalıkların yıldızlarla ilişkisine
inanılmıştı. Mezopotamya’daki hekim yıldızlara bakarak hastalığı teşhis edebiliyor veya iyi
olup olmayacağını söyleyebiliyordu. Mısır’da en önemli tanrılardan olan Thot 42 tane kutsal
kitap yazmış olduğuna inanılıyordu. Bunlardan 6 tanesi tıp la ilgilidir, Mısır’lı hekim bu
kutsal tıp kitabında yazılanları bilmek ve onlara uymak zorundadır. Hekim bu kaideler dışına
çıkar ve hasta ölür ise hekim ölüme mahkûm edilirdi. Hint medeniyetinde inanışlarına göre
Evrensel ruh olan Brahma hastalık ve tedavi bilgilerini ulu bir ruh olan Atri’ye açıklamış,
Atri’de bu bilgileri hekimlere iletmişti. Çin medeniyetinde ise Evrensel ruh olan Tao iki zıt
kuvveti kendinde taşıyordu; Ying ve Yang. Hastalık bu iki prensipteki dengenin bozulması
sonucu meydana geliyordu ve hekim bu dengesizliği teşhis etmeliydi.
Antik Çağda Tedavi: Çıplak ayaklı hekim dediğimiz halk hekimleri genellikle acil tedaviler
ve cerrahi yapıyorlardı. Din adamı hekim cerrahi yapmazdı. Din adamı hekim, tıp bilgi
birikimine sahipti ve bunu uyguluyordu. Mezopotamya kil tabletlerinde tıpla ilgili pek çok
rasyonel bilgiyi buluyoruz. Tıbbi bitkileri çok iyi tanıyorlar ve tedavide onlardan
yararlanıyorlardı. Mısır medeniyetinde de papirüslere yazılan tıp kitaplarında, MÖ 1500 lerde
göz hastalıkları, deri hastalıkları ve dâhili hastalıklar hakkında pek çok şey biliyorlardı ve
bitkisel ilaçları isabetle kullanıyorlardı. Hayvansal ilaçlarda da çiğ karaciğeri gece
körlüğünde, safra’yı ise göz hastalıklarında kullanmışlardı. Hint medeniyetinde MÖ 1500
lerde Çaraka Samhita adlı kitapta Diyabet hakkında ilk bilgiler; El ve ayaklarda kaşınmalar
yapan, ağızda tatlı bir lezzet bırakan ve karıncaları celbeden çok tatlı bir idrar, tedavisi
olmayan bir hastalıktır diye yazılıdır. Bu kitaplardaki bilgileri kullanarak pek çok tedavi şekli
geliştirmişlerdi. Bir dini ibadet şekli olan Yoga ile de pek çok hastalığı tedavi ettiklerini
kaydetmişlerdi. Hint medeniyetinde cerrahi özel bir yere sahipti ve bu sanatı çok
geliştirmişlerdi. Cerrahi tıbbın şarlatanlığa en az müsaade eden bölümü olduğuna
inanıyorlardı. Bademcik ameliyatları, katarak, boyun urları, barsak ameliyatları hatta plastik
ameliyatları başarı ile uyguluyorlardı. Çin medeniyetinde cerrahiye hiç önem verilmez ve
mümkün olduğunca cerrahiden kaçınılırdı. Tıbbi bitkiler hakkındaki bilgileri çok iyi idi
yüzlerce bitkinin etkilerini tanıyorlar ve tıpta kullanıyorlardı. MÖ 2000lerde yaşayan Çinli
hükümdar Sheng-Nung her gün kendisi bilhassa 70 tane bitkiyi dener etkilerini tespit eder ve
yazarmış. Onun kitabı “Pen Tsao” bugüne kadar kalan ve uygulanan bir tıp kitabıdır. Çinliler
Akupunktur ile de önemli tedaviler uyguluyorlardı. Vücuttaki Ying Yang noktalarına
uyguladıkları iğnelerle bozulan enerji dengesini düzelterek hastayı tedavi ediyorlardı.

HİPOKRAT VE KLİNİK TIBBIN BAŞLAMASI

MÖ 5. Yüzyılda yaşamış olan Hipokrat gözleme dayanan tıbbın kurucusu olarak kabul edilir.
Bunun nedenini anlayabilmek için Hipokrat öncesi Yunan Medeniyetindeki tıbba genel
hatlarıyla bakacağız.
Hipokrat Öncesi Yunan Tıbbı
Bütün Antik medeniyetlerde olduğu gibi Antik Yunan Medeniyetinde de çok tanrılı inanç
vardı. İnanılan tanrı ve tanrıçalardan bazıları da tıp tanrıları idi. Tanrılar tanrısı Zeus’un oğlu
Apollon’un çocuğu olan Aeskülap Sağlık Tanrısı olarak kabul edilir, sağlık mabetleri onun
adına kurulurdu. Mitolojiye göre Apollon bir dünyalı olan Coronis ile evlenmiş, çocukları
doğmadan Coronis’in ihaneti üzerine Apollon tarafından öldürülmüştü. Apollon
öldürülmeden önce Coronis’in çocuğunu sezeryanla alıp onu büyütmesi için Chiron’a
vermişti. Bu çocuk sağlık tanrısı Aeskülap’tı. Chiron çok güzel bir vadide Aeskulapı

4
yetiştirmiş, ona tedavi sanatını öğretmişti. Aeskulap öylesine iyi bir hekim olmuştu ki hem
bütün hastaları iyileştiriyor, hem de ölüleri diriltiyordu. Zeus bu durumun dengeyi bozduğuna
inandığından, Aeskulapı öldürüp gökyüzüne yıldız yapmıştır. Aeskulap sağlık tanrısı olarak
kabul edilmiştir. Antik Yunan döneminde hastaların tedavi edildiği Aeskulapyonlar (Sağlık
mabetleri) hastane olarak çalışıyorlardı. Buralarda hekim olarak çalışan rahipler “din adamı
hekim” idiler. Bu mabetlerde yaşar, orada eğitilir ve mesleklerini orada uygularlardı. Buraya
gelen hastaların hastalık teşhisini rahip hekimler yapardı. Hastalar sağlık mabedine
geldiklerinin gecesi hekimler şikâyetlerini sorar ve verdikleri uyku verici şuruplarla tapınakta
uyumalarını isterlerdi. O gece Sağlık tanrısı Aeskülap rüyalarına girecek, onlara hastalıklarını
ve iyi olup olmayacağını bildirecekti. Ertesi sabah rüyalar din adamı hekime anlatılır ve
teşhisi söylemesi istenirdi. Hekim bilgi, tecrübesi ve hastanın şikâyetlerinden hastalık
teşhisini koymuştur ama bunu Aeskulap’ın rüyalar aracılığıyla söylediği belirtilerek inanç
mekanizması devreye sokulur. Din adamı hekim teşhis edilen hastalığı; önce arınmak (Sıcak
ve soğuk su banyoları, perhiz) sonra da ilaçlarla tedavi (Sağlık mabedinde yetiştirdikleri veya
satın aldıkları bitkisel ve hayvansal ilaçlarla) tedavi ediyorlardı.
Hipokrat (MÖ 460-MÖ 377)
Yunanlı hekim. Eğe adalarından Bodrum’un karşısındaki Cos adası(İstanköy) de yaşamıştır.
Hayatı bu adada geçmişti. Hayatı hakkında pek az şey; İyi bir hekim olduğu ve tıp
öğrencilerini özenle yetiştirildiği biliniyor. O dönemde yazılan eserlerden bir iki tanesinde
zikredilmese mitolojik bir hekim olduğu düşünülecekti. Çağdaşı Platon Hipokratı eserlerinde
birkaç yerde zikretmiş, Aristo Politika adlı eserinde “Büyük hekim” olarak anmıştı.
Aristo’nun öğrencilerinden Menon Tıp tarihi kitabında Hipokrat’ın hastalıkların nedeni
hakkındaki görüşünü yazmıştı. Hipokrat’ın yazdığı eserlerin çoğunun ondan sonraki
dönemlerde onun ekolünden gelenler tarafından yazılmıştır.
Hipokrat’ın Önemi
Hipokrat’ın önemi onun eserlerinin 1500 yıl gibi uzun bir dönem tıbbı etkilemesinden
gelmektedir. Hipokrat ve ekolünün eserleri yüzyıllarca hekimlerin kullandıkları esas kaynak
olmuştur. Hipokrat’ın bugüne kadar gelen eserleri 60 tanedir. Bu eserler; Anatomi, hekimlik
uygulamaları, kadın ve çocuk hastalıkları, sara, salgın hastalıklar, hastalıkların gelişmesi, ilaç
ve diyetle tedavi cerrahi ve tıp ahlakı konularında idi. En önemlileri “Havalar, sular,
beldeler”, “Aforizma (Hekimlere öğütler)” , “Salgınlar Kitabı”, “Kırık çıkıklar”, “Hipokrat
Andı” dır.
Hipokrat ve Ekolünün Getirdikleri
Hipokrat zamanını tıbbını tümüyle özümleyen ve en iyi biçimde uygulayan bir hekimdi.
Teşhiste hastayı gözlemenin önemini göstermiş olup klinik hekimliği ön plana çıkarmıştı.
Hastalıkların sebebinin, kötü ruhlar, tanrılar, günahlar olmayıp, vücudun içindeki bir
değişikliğin neticesi olduğunu vurguluyordu. Hastalığa tabii nedenlerin sebep olduğunu
savunduğu için en önemli hastalık sebebini de dış etkenler olarak görüyordu. Hava, soğuk,
güneş, rüzgâr hastalık nedeni olduğu gibi yiyecekler, içecekler ve beslenmenin de hastalık
nedeni olabilirdi.
Hipokrat ve Ekolünde Teşhis (Hastalık teorisi)
Hipokrat’ın klinik tıbbın kurucusu olmasındaki en önemli neden hastalığın vücuttaki bir
değişimden kaynaklandığını felsefi bir teori ile anlatması ve yazmasıdır. Hastalık nedenini
Sıvılar Teorisi (Unsurlar teorisi, Humoral teori, Hıltlar nazariyesi) dediğimiz bu görüş, daha
sonraki hekimler tarafından da kabul edilmiş ve geliştirilmiştir. Sıvılar Teorisi’ne göre;
Evrendeki her şey 4 esas maddeden oluşmuştu. “Hava, Toprak, su, ateş” olan esas maddeler
evrenin bir parçası olan vücutta da vardı. Bu maddelerin hazırladığı Dört “Esas sıvı (unsur)”
vücudun çok önemli, hayati unsurlarıydı. Bu dört sıvı “Kan, Kara safra, Sarı safra ve Balgam”
idi. Kan, kalpte, kara safra dalakta, sarı safra karaciğerde, balgam beyinde yapılıyordu. Bu
dört sıvı vücutta dengede olduğu zaman sağlık, denge bozulduğu zaman hastalık meydana

5
geliyordu. Bu dört sıvının “Sıcak, soğuk, nemli ve kuru” nitelikleri vardı. İyi bir hekim klinik
gözlemleri ile vücuttaki bu dört sıvının hangisinde dengesizlik olduğunu teşhis ederdi.
Hipokrat ve Ekolünde Tedavi
Hipokrat ve onun izleyicileri tedavide yukarda anlatılan sıvılar teorisine göre teşhis edilen ana
sıvılardan azalarak veya çoğalarak bozulan dengeyi düzeltmeye çalışırlardı. Bitkisel,
hayvansal, madensel ilaçları çok iyi tanıyorlardı. Bunları sıvılar teorisindeki esaslara göre
sınıflandırmışlardı. Azalan veya çoğalan; kan, balgam, kara safra, sarı safra’yı bu nitelikleri
düzeltecek ilaçlarla dengeye getirirlerdi. Hipokrat tıbbında esas “Önce zarar verme” idi.
Tabiatın iyileştirici kuvvetinden faydalanırlardı. Hastaya perhiz yaptırılır, tedavi edecek yulaf
çorbası, sirkeli ve ballı su ile tedaviye başlarlardı. iklim değiştirme, sıcak ve soğuk banyolar,
kusturucular, müshiller ve kan alma ilk uygulamalardı. Hasta iyileşmezse ilaçlar verilir, sert
tesirli ilaçları kullanmaktan sakınırlardı. Polifarmasi (Çok madde ile hazırlanan ilaç) den
kaçınırlar çok mecbur olmadıkça kullanmazlardı, gerektiğinde cerrahiye başvururlardı.

GALEN (GALENOS, CALİNOS) MS.129- MS.199

MS 2. yüzyılda yaşamış Bergamalı hekim. Deneysel fizyolojinin kurucusu ve tıp bilgisinin


her dalına katkılar sağlayan, tıpta yüzlerce yıl etkili olmuş önder hekim.
Yaşamı ve Tıp eğitimi
Galen babasının isteği üzerine Bergama’da tıp eğitimi yaptı, oradaki Aeskulapyonda pratik
eğitim aldı, Başrahibin gladyatörlerinin hekimliğini yaptı. İzmir, Korintos ve İskenderiye’ye
gidip çağının en önemli hekimleriyle çalışarak bilgisini ilerletti. MS 157 de 28 yaşında
Bergama’ya döndü, gladyatörlerin başhekimi oldu, karşılaşmalar sırasında yaralananların
tedavisini yaparken anatomi bilgisini geliştirdi. Yaraların tedavisi için en etkili yöntemleri
araştırdı. 32 yaşında Roma İmparatorluğunun başkenti Roma’ya gitti. Marcus Aurelius’un
sarayına hekim oldu. Bu görevi sırasında eserlerini yazdı. Bu eserler 1500 yıl tıpta etkili oldu.
Galen’in Tıbba Katkısı
Anatomi çalışmaları çok önemlidir. Hastalardaki gözlemlerine Roma’da maymunlar üzerine
yaptığı incelemeleri katmış ve Hipokrat’ın anatomisine bir çok ilaveler yapmıştı. Kas ve
kemiklerin ayrıntılarını inceledi, kafa sinirlerinin yedi çiftini, kalp kapakçıklarını tanımladı.
Maymunlar üzerinde yaptığı fizyoloji deneyleri de önemlidir. Kasların çalışmasını denetleme
mekanizmasını inceleyebilmek için omuriliğe kesi yaptı, duyu ve motor sinirler arasındaki
farkı gösterdi, idrarın idrar kesesinde değil de böbreklerde oluştuğunu ispat etti. Hipokrat’ın
koyduğu dört sıvı teorisini kabul ederek, geliştirdi. Sağlığın kan, kara safra, sarı safra ve
balgamdan ibaret dört sıvının dengesine bağlı olduğu, ayrıca PNEUMA denen ve kanda
bulunan çok hafif bir buharın vücuttaki birçok olayda sorumlu olduğunu öne sürdü.
Atardamarlarda hava değil kan taşındığını deneysel olarak ispat etmiş, böylece 400 yıllık
yanlış bir kabulü düzeltmişti.
Galen ve Kan Dağılım Teorisi
Galen’in tıbba en önemli katkılarından biri de “Kan dağılım teorisi” dir. Tıpta W.Harvey’e
kadar 1600 etkili olmuştur. Teori özetle şöyledir: Kan yapılan merkez Karaciğer’dir. Ağız
yoluyla alınan gıdalar midede vücuda yararlı doğal ruha dönüşür ve karaciğere gider.
Karaciğer toplardamarların başlangıç noktasıdır, kan buradan damarlar yoluyla perifere
dağılır. Bu dağılım Gel-Git (Med-Cezir) olayı gibidir,yükselir, dağılır ve çekilirler. Kalan kan
kalbe gider, kalpte sağ karıncık ile sol karıncık arasında bölmede küçük delikçikler vardır ve
buradan geçer. Kan periferde yok edilir ve Karaciğerde devamlı yeni yapılır.
Galen ve Tedavisi
Galen tedavide polifarmasi (Birçok ilacın bir araya getirilmesi ile hazırlanan ilaç) kullanırdı.
Çok ilaç kullanarak hızlı etkili olmak isterdi. Onun hazırladığı ilaç reçeteleri çok uzun yıllar

6
uygulanmıştır. Tıbba hızlı tedaviyi sokan bu bir çok ilacın bir arada kullanılması yani Galen
usulü ilaçlar tıpta yüzlerce yıl etkili olmuştu.

İSLAM MEDENİYETİNDE TIP

İslamiyet M.S. 7. yy dan itibaren kısa bir sürede Orta Doğu, Mısır, İran, Türkistan, Kuzey
Afrika ve İspanya’ya yayılmıştı. İslam orduları bu toprakları ele geçirirken ilim adamları da
bu ülkelerde karşılaştıkları uygarlıklardan faydalanmaya gayret etmişler ve ilmin gelişmesine
çok önem vermişlerdi. İslamiyeti kabul eden ve zamanın ilim dili olan Arapça ile yazan büyük
hekimlerin tıpta da çok önemli katkıları olmuştur.
M.S. 7. yy’ dan 9. yy’ a kadar “Tercüme Devri” olarak kabul edeceğimiz devrede; Eski
Yunan ve Hint eserleri ayrıca Farsça ve Süryanice yazılmış tıp eserleri Arapçaya tercüme
ediliyordu. Antik çağın bilim ve felsefesi yeniden keşfedilmişti. Bu devirde Hipokrat’ın ,
Galen’in , Dioskorides’in, Oribasius’un , Efesli Rufus, Soranus, Aydınlı İskender ve Folus’un
eserleri Arapçaya çevrildi. Bu tercümeleri yapanlardan en önemlileri; Ebu Yusuf El
Kindi(Al-Kindy), Huneyn bin İshak , Ciorcis ve Cibrail Bahtişu’lardır.
İslamiyet 9. yy’dan sonra “Telif” devrini yaşamıştır. Bu parlak devirde İslam hekimleri
insanlığa mal olmuş daha önceki bilgileri okumuş öğrenmiş, bu bilgileri tartışarak kendi
tecrübe ve bilgilerini de katarak çok önemli eserler meydana getirmişlerdi. Bu bilim adamları
tıbba kendi tecrübe ve bilgilerini katmışlardı. Bugün “gelişim tarihi” ni inceleyen bilim
adamlarının hemfikir oldukları sonuç şudur: Buluş tarihinin incelenmesinin bize öğrettiği ilke,
hiçbir buluşun tek bir kişinin kafasından çıkmadığıdır. Bunun tek bir istisnası bile yoktur.
Çünkü insan zekası daha önce yapılmış buluşların çağrıştırdığı düşüncelerle zincirlere yeni
bir halka eklemekten öteye bir varlık gösteremiyor, gösterememiştir. Ünlü İslam hekimleri de
tıp bilimine ve özellikle, tedavi alanına çok önemli katkılar yapmışlardır.
Orta çağ tıbbını Doğuda ve Batıda etkileyen ünlü tıp bilginleri Ali bin Abbas, İbni Sina,
Ebubekir Razi, Zahravi, Biruni idi. Bu âlimler yazdıkları tıp eserleri ile zamanlarında ve daha
sonraki yüzlerce yıl tıp dünyasında aranmış, okunmuş ve uygulanmıştı. Biz bunlardan sadece
İbni Sinayı ve tıbba katkısını göreceğiz.

İBNİ SİNA (MS 980-1037) İbni Sina olarak tanıdığımız Ebu Ali Hüseyin , çağdaşları onu
“Şeyh-el-Reis” öğrencileri “Reis”, Batı dünyası da “Avicenna” olarak tanır.
İbni Sina pozitif ilimlerde ve felsefede çok eser yazmış olmakla beraber asıl tıp alanında
rakipsiz bir otorite olarak kabul edilir. Beş yaşında eğitime başlamış, üstün zekâsı ile 10
yaşında iken devrin klasik eğitimini bitirmişti. Mantık ve Öklit Geometrisini ünlü
matematikçi Abdullah Natili’den, fizik matematik ve metafiziği kendi kendine öğrenmişti. 16
yaşından itibaren tıp ve fizyoloji öğrenmeye başlamış ve inanılmayacak kısa bir sürede bu
alanda kendini kabul ettirecek ölçüde “tıp bilgini” olmuştu.
17 yaşındayken Samanoğulları hükümdarı Nuh hastalanmış, hiçbir hekim tedavi edemeyince
genç hekim İbni Sina çağrılmıştı. İbni Sina hükümdarı sağlığına kavuşturmuş böylece ünü
bütün o çevrede konuşulur olmuştu. Saray hekimliğine de atandı. Böylece sarayın özel
kütüphanesi kendisine açıldı. Buradaki tıp kitaplarını okuyup incelemesi kendisinin tıp
alanında rakipsiz duruma ulaşmasını sağladı.21 yaşında iken çok önemli iki matematik eseri
yazdı. 25 yaşındayken Cürcan’a gidip yerleşmişti. Burada Ebu Ubeyd el-Cürcani ile
tanışmıştı. Bu şahıs 25 yıl süresince İbni Sina’nın talebesi, asistanı ve dostu olacaktır.
İbni Sina’nın 32 yaşındayken Büveyhi Devleti hükümdarı Şemsed Devle’yi ağır bir
hastalıktan kurtarmıştı. Bu başarısı onun vezirliğe yükselmesine sebep oldu. Siyasi
faaliyetlerin ağır yükü altında çalışmalarına da devam etmiştir. 1020 yılında Aristo
felsefesinin yorumu olan önemli eseri olan “Kitab al-Şifa” yı yazmıştı. Koruyucusu Şemsed
Devle ölünce yerine geçen oğlunun vezirlik teklifini kabul etmemiş bu sebepten Funcan

7
şatosuna hapsedilmişti. Dört ay zindanda kalır, bu süre içinde de önemli bir eser kaleme alır.
Asistanı Cürcani tarafından zindandan kaçırılır. 1024 yılından vefatı olan 1037 yılına kadar
olan devrede kendisi Isfahan’dadır. Kakuyiler hanedanının hükümdarından ilgi görmüştür. Bu
devrede bir çok eserini yazmak ve yarım kalanlarını tamamlamak imkânını bulur. Astronomi
alanında gözlemler yapıyor ve yeni aletler tasarlıyordu. Bu arada Gazneliler ordusu Isfahana
girmiş, bu karışıklıkta kendisinin de evi, kitapları ve aletleri hasar görmüştü. Sıhhati gittikçe
bozuluyordu. İyice rahatsızlanınca kendini tedavi etmekten vazgeçti. Asistanlarının da tedavi
etmesine müsaade etmedi. 1037 yılında 57 yaşında öldü.
İbni Sina hayatını (otobiyoğrafisini) 32 yaşına kadarki devresini kendisi yazmıştır. Daha
sonraki devreyi ise sadık dostu ve asistanı Cürcani yazmıştır.
Eserleri: Bilindiği kadarıyla İbni Sina’nın 276 kitabı vardır. Bunlardan 43 tanesi tıbba aittir.
Kitaplarının çoğunun ya tamamı veya kısmen kaybolmuştur. En önemli eserleri : El-Şifa, El-
Necat, El-Kanun fit-Tıbb, El-İşaret dır. İbni Sina felsefede Aristo’nun en iyi yorumcusudur.
İbni Sina Aristo felsefesi ile onun İskenderiyeli yorumcularını bilhassa “Yeni Eflatuncular” ı
kaynaştırmış, bu fikirleri tevhid (Tanrının birliğini bilme ve bu birliğe inanma) inancı ile
uzlaşacak tarzda yorumlamıştır. Doğu dünyası Yunan felsefesinde İbni Sina’dan daha büyük
bir yorumcu bulamamıştır.
El-Kanun fit-Tıbb (KANUN) : İbni Sina’nın 5 ciltlik büyük tıp kitabı. Zamanın bütün tıp
bilgisini, kendi bilgi ve tecrübeleriyle birleştirmiş ve anlaşılır bir dille kaleme almıştır. Bu
kitap Doğuda ve Batıda tıp eğitiminde başyapıt olarak kullanılmıştır. Kanun’un ilk latince
tercümesi İspanya’nın Toledo şehrinde Cremonalı Gerard tarafından 12. yüzyılda yapılmıştır.
Daha sonra Avrupa’da bir çok kez basılmıştı. 18.yüzyıla kadar tıp fakültelerinde
okutulmuştur.
Kanun : 1.Cilt(Külliyat el-Kanun) anatomi ve fizyoloji ile ilgilidir.
2.Cilt (Müfredat) alfabetik olarak tedavide kullanılan tek tek ilaç maddelerinden bahseder.
3.Cilt (Mualecat): Bu kitapta vücudun baştan ayağa doğru çeşitli organlarında görülen
hastalıklarını anlatır. Burada bağırsak hastalıkları, plevra iltihabı, zührevi hastalıklar hakkında
ilgi çekici bilgiler yer alır. 4.Cilt (Hummiyat) : ateşli hastalıklar, küçük cerrahi,
kırıklar,çıkıklar, kızamık,çiçek gibi döküntülü hastalıklara aittir. 5. Cilt : (Mürekkabat veya
Akrabadin) Tedavide kullanılan ilaçların reçeteleri ve hazırlanmaları hakkında bilgi verir.
İbni Sina’nın Tıbba Getirdikleri
--Hastalıkları muayene ederken, bünyelerine, mizaçlarına, yaşayışlarına, aldıkları gıdalara,
yaptıkları beden hareketlerini büyük dikkatle sorar ve dinlerdi.
--Hasta vücudunu baştan ayağa kadar tetkik eder, karaciğer ve dalağı eli ile yoklar,
muhtemelen göğsü dinlerdi. Nabız ve idrarı muayene ederdi.
--Kanseri, hacmi gittikçe artan ve kökleri civar hücreler içine sokulan, tahrip edici bir ur
olarak anlatırdı.
--Galen gözün dört kasından bahsettiği halde İbni Sina bunların altı olduğunu iddia etmiş,
retinanın görmede olan rolünü bildirmişti. Gözbebeklerinin hareketini açıklamıştı.
--Beyinde tümör teşekkül edebileceğini belirtmiştir.
--Yüz felçlerini, mide ülserini, pilor darlığını çok güzel açıklamıştır.
--Diyabetin semptomlarını tetkik etmiştir.
--Sarılığın çeşitlerinin nedenini araştırmıştır.
--Vebanın yayılmasında sıçanların rolünü sezmiştir.
--Bazı bulaşıcı hastalıkların plasenta yolu ile geçebileceğine dikkati çekmiştir.
--Güç doğumlarda iptidai bir forseps kullanılmasını tavsiye etmiştir.
--Tedavide sert olmayan laksatiflere, lavmanlara, buz keselerine, sıcak soğuk su banyolarına ,
spora ve içilecek memba sularına önem verirdi.
--Zamanına göre çok derin psikiyatri bilgisine sahipti. Psikosomatik hastalıklardan anlayan
hekimlerin en iyisi olarak kabul edilir.

8
İSLAM TIBBI BATIYA GEÇİYOR

İslam Medeniyeti zamanında Yunan ve Roma döneminde yazılan eserler özellikle


Hipokrat ve Galen'in eserleri tercüme edilmiş, Cundişapur aracılığıyla Hint, İran tıbbı da bu
bilgilere eklenmişti. Bağdat,Şam, Kahire gibi birçok merkezde önemli hastaneler açılmış,
orada yetişen hekimler mevcut bilgilere birçok katkılar yapmışlardı. Tıp geliştirildi ve yeni
büyük eserler yazıldı. Bu Arapça Tıp eserlerinin Batıya geçmesi ve Latinceye tercümeleri ile
Batı bu büyük tıp eserleriyle tanıştı. Bu kitaplar uzun bir süre tıp fakültelerinde ders kitabı
olarak okutulmuştur.
11.yüzyılda Afrikalı Konstanten, 12. yüzyılda Kremonalı Gerard Arapça yazılan tıp
kitaplarını Avrupa'daki bilim dili olan Latinceye çevirdiler. Çevrilen bu tıp kitaplarından İbni
Sina'nın Kanun'u, Ebubekir Razi'nin El-Havi'si, Ebul-Kasım Zahravi'nin Cerrahname'si tıp
okullarında ders kitabı olarak okutuldu.
Avrupa'da Tıp Eğitimi'nin Laikleşmesi
Ortaçağda Avrupa'da tıp okulları ve hastaneler manastırların birer organlarıydı. Uzun bir süre
tıp buralarda uygulandı. MS.1130 da Clement Konsil'i din adamlarının tıp pratiği yapmalarını
yasakladı. Bu zamanla manastırlardaki uygulamayı bitirdi. Laik Tıp okulları açılmağa başladı
İtalya’daki Laik Tıp Okulları : 9.yüzyılda manastırların bünyesinden ayrı bir yerde kurulan
ilk laik tıp okulu Salerno'dur. 13.yüzyıla kadar çok önemli bir tıp okulu olarak hizmet
etmiştir. Burada muntazam ve programlı bir tıp eğitiminden sonra diploma veriliyordu. Bu
eğitimde, 3 yıl mantık ve 5 yıl tıp öğretilir ve 1 yıl da pratik tıp yaptırılırdı. Fransa ve
Almanya'dan tıp eğitimi için birçok öğrenci buraya geliyordu. 12.yüzyıldan sonra önemini
giderek kaybetti ve 1811 de Napolyon'un emri ile kapatıldı. İtalya'da 12.yüzyıldan sonra
Padua ve Bolonya şehirlerinde de önemli laik tıp okulları açılmıştır. Bu okullarda özellikle
anatomi eğitimine önem verilmiş ve diseksiyon 13.yüzyılda bu okullarda ağırlık kazanmıştır.
Fransa'daki Laik Tıp Okulları: Fransa'nın güneyindeki Montpellier'de 13.yüzyılda açılan tıp
fakültesi iyi bir tıp eğitimi veren önemli merkezlerdendi. 13 ve 14.yüzyılda Avrupa'da şöhreti
olan bir okuldu. Paris Tıp Fakültesi, 12.yüzyılda ve 13.yüzyılda önemli olmuş ve bugüne
kadar devam etmiş tıp okullarındandır.

TIPDA RÖNESANS VE TIP REFORM

Rönesans’ın Doğuşu
Avrupa'da Rönesans 15 ve 16. yüzyıllarda gerçekleşmişti. Ortaçağ Avrupa'sında insanlar
ölümü, öbür dünyayı düşünüyorlardı. Rönesans döneminde ise kendi eserleriyle ebedileşmek
istediler. Rönesans’ı hazırlayan sebeplerin başında; Yenidünyaların keşfi ve ticaret yollarının
artması ile ekonomik açıdan rahatlama olması geliyordu. Matbaanın keşfi ve kâğıdın ucuza
üretilmesi ile kitap dolayısıyla bilgi Avrupa’da daha hızlı dolaşmağa başlamıştı. Antikçağın
önemli eserleri gün ışığına çıktı, matbaa kanalı ile geniş kitlelere yayıldı. 14.yüzyılda dinde
yapılan reformla ; "Din konusunda başvurulması gereken otorite kilise değil, herkesin
okuyacağı Kitab-ı Mukaddes" fikri kabul edildi. İlmi düşüncede 13.yüzyıda R.Bacon'un
başlattığı "Dogmatiklerin dediği gibi ilim tamam değil" fikri her geçen gün daha
belirginleşiyordu. Kilisenin değişmezliğini kabul edip her şeyi kalıplaştırdığı ilimde, tıp da
yerini almıştı. Aristo'nun Galen'in bilgilerinin eksik olduğunun ortaya çıkıp ispat edildiği
zaman da "Tıpta Rönesans " başlayacaktır.

9
Düşüncenin değişimi
Dünya Evrenin Merkezinde Değil
Dogmatik bilgiye en önemli ilk darbeyi Kopernik vurmuştu. Polonyalı bir alim olan
Kopernik, Bolonya ve Padua'da astronomi ve tıp eğitimi yaptı. 1543 de yayınlanan "Gök
Kürelerinin Dolanımları Üzerine" isimli eserinde, Dünya'nın ve gezegenlerin Güneş'in
etrafında döndüğünü 30 senelik çalışmalarıyla isbat ediyordu. Bu kitap doğma haline gelen
Batlamyus (Ptolemaios)'un Evren modeline karşı idi. Ölçümlere dayalı bu bilimsel eser
"İnsanın kendini evrenin merkezinde sayma" iddiasını yıkmış “Doğanın bir parçası olduğu”
düşüncesi doğmuştu. Kopernik hayatı boyunca kilisenin ilme karşı katı tutumunu biliyordu.
Bu fikrini açıklamaktan çekindi. Hayatının son günlerinde kitabının yayınlanmasına müsaade
etti. Eserin ehemmiyetini 16.yüzyılda pek kimse anlamamıştı. İtalyalı filozof Bruno bu
kitabın yayınlanmasından 50 sene sonra Koperniğin ileri sürdüğü fikirleri söylediği "Güneş
ortada duruyor, dünya onun etrafında dönüyor" dediği için dinsizlikle suçlanmış ve 1608 de
diri diri yakılmıştı. Galile de yaptığı çalışmalarla Koperniğin savunucusu olmuştu. Deneysel
fiziğin kurucusu idi. "Dünya hem kendi hem de Güneşin etrafında dönüyor" dediği için
Engizisyon mahkemesinde yargılanmış ömür boyu ev hapsine çarptırılmıştı.
Tıptaki Rönesans’ın İlk Adımı

PARASELSUS

16.yüzyılda tıp dünyasında daha öncekilerini reddederek tıpta Rönesansın ilk adımlarını atan
hekim Paraselsus’ tur. Alman hekim, gezgin ve simyacı olan Paraselsus, Avrupa'nın çeşitli
ülkelerinde tıp okudu ve Viyana Üniversitesinden mezun oldu. Aldığı bilgiler onu tatmin
etmemişti. 23 yaşında seyahate çıkmış, bütün Avrupa, Rusya ve Orta Doğu'yu gezmiş
buralarda hekimlik ve cerrahlık yapmıştı. Her gittiği yerde etkili tedavi yöntemlerini
araştırmış, doğanın gizli güçlerini öğrenmek istemişti. 1524 de Almanya'ya döndü ve Basel
Üniversitesinde hocalığa başladı. Burada verdiği tıp derslerindeki hakimiyeti ve yaptığı
tedavilerdeki başarısı ile dikkati çekti. Avrupa’nın her yerinden öğrenciler Basel Tıp
Fakültesine geliyordu. Paraselsus derslerinde her zaman uygulanan tedavileri acımasızca
eleştirirdi. Dersin ilk günü tıp fakültesinde okutulan kitapları kürsüde yakar, " Bunlardaki
bütün bilgiler benim sakalım kadar bile değerli değil" derdi. Önceleri çok ilgi gördü, daha
sonraları davranışları tepki ile karşılandı, fakülteyi terk etti ve genç yaşta esrarengiz şekilde
öldü. Paraselsus tıbba ne getirmişti: Öncelikle herkese ilan ettiği şey "Şimdiye kadar
öğrendiğiniz tıp bilgileri hiçtir ve bunların dışında tedavi eden pek çok şey var" idi. Tedavide
kullanılan ilaçların çoğu bitkilerden hazırlandığı halde onları reddetmiş Madensel ilaçları
tedaviye sokmuştu. Cıva, kükürt, demir, bakırsulfat içeren kimyasal bileşimler hazırladı.
Antimon'u tedaviye soktu. Frenginin cıva ile tedavisini başlattı. Homeopati'yi kurdu.
Kendisinden sonra gelen Paraselsus Ekolü çok uzun zaman tıbbı etkileyecektir.
Modern Anatominin Kurucusu

VESALİUS

Tıpta Rönesansın esası olan; Skolastik düşünce(Doğma) ya karşı çıkma, gözlem ve araştırma
ile sağlam bir temel kurma ve kesin sonuçlara ulaşmada önemli bir isim de Vesalius' tur.
Andreas Vesalius 16.yüzyılda yaşadı. Hekim ve eczacı yetiştiren önemli bir aileden geliyordu.
Üniversitede Yunanca, Latince, Arapça öğrendi. Paris Tıp Fakültesinde okudu. Burada
hocaları çok kıymetli, eğitimi iptidai buldu. İtalya'ya Padua Tıp Okuluna gitti. Burada
anatomi derslerinde daha çok disseksiyon yapılıyordu. Vesalius küçüklüğünden beri
disseksiyona çok meraklı idi ve anatomiden zevk alıyordu. 23 Yaşında Padua'da anatomi
hocası oldu. 1538 de ilk anatomi kitabını yazdı. Bu kitap daha önce yazılan anatomi

10
kitaplarından çok farklı değildi. 1541 de bir disseksiyonda gerçeği fark etti ; Anatominin
babası sayılan Galen insan üzerinde disseksiyon yapmamış, maymunlar üzerinde üzerinde
yapmıştı. Bu görüşle çalışmalarına hız verdi. Her araştırmasında Galenin yanlışlarını
görüyordu. Çalışmalarını büyük bir eserde topladı ve 1543 de yayınlattı. "De Humanis
Corporis Fabrika"(İnsan Vücudunun Yapısı) adlı bu eser, Galen'in anatomisindeki 200 den
fazla hatasını ortaya koyuyordu. Bu eser onun şöhretini arttırdı. Derslerini verdiği anatomi
salonu dolup taşıyordu. Kişiliğinin ve gençliğinin verdiği ukalalıkla derslerine devam edenleri
kaçırdı. Çevresindeki insanlar azaldı, düşmanları çoğaldı. Bir gün hazırladığı yeni anatomi
kitabının notlarını yaktı, Padua'daki görevinden istifa etti ve İspanya'ya gitti. İspanyada Kral
V.Charles'in oğlunun hekimi oldu. Saray adetlerine uygun yaşadı, para,şeref ve unvan sahibi
oldu. Kısa süre sonra bu durumdan hiç memnun olmadığını anladı. Diseksiyonu ve anatomi
salonunu özlüyordu. Tekrar Padua Tıp okulundan çağrılınca, saraydan kopabilmek için hacca
gitti. Hac için gittiği Kudüs’ den dönerken gemisi battı ve 50 yaşında öldü.
Vesalius; anatomide Galenin ortaya koyduğu anatomi bilgisinin yanlış olduğunu her
zaman belirtiyordu. Dini inançlara göre “Kadın, Adem'in kürek kemiğinden yaratıldığı için
kadında bir costa eksik" olduğunun yanlış olduğunu ispat ediyordu. Kalpteki septumlarda bir
delik yoktu. Bunun gibi 1500 yıl devam eden birçok inanışı yıktı. Galen'in 200 den fazla
hatasını ortaya çıkarmıştı. Kendisinden sonra gelen anatomistler bu ışıkla hızla yeni bilgileri
anatomiye kattılar.

Kan Dolaşımının Keşfi W. HARVEY


Kendini ilmi tetkiklere vermiş, çalışkan ve sebatlı bir insan olan İngiliz hekimi William
Harvey "Kalp bir pompadır, kan dolaşıyor" diyerek Tıp Rönesansının önemli temsilcisi
olmuştur.
Varlıklı bir tüccarın oğludur. Cambridge'de okudu. Padua'ya tıp eğitimine gitti. Burada
anatomi hocası Fabricus'un ögrencisi oldu ki Fabrikus kalbin hareketi ve kanın özellikleri
konusunda bir otorite idi. 1602 de mezun oldu, Londra’ya döndü. Kral I.James'in özel hekimi
ve oğlu I.Charles'in hekimi oldu. St.Barthelemey Hastahanesi'nde çalıştı ve "İngiliz Hekimler
Cemiyeti"nin asli üyesi oldu. Lumbley'de cerrahi ve anatomi hocalığı yaptı. Burada 40 sene
boyunca haftada 2 gün ders verdi. Kral haksız hareketleri yüzünden Londradan
uzaklaştırıldığında onunla beraber gitmişti. Sürgünde kendini ilmi tetkiklere vermiş, Saray
bahçesindeki hayvanlar üzerinde araştırmalar yapmıştı. Anatomi hocalığı sırasında ve özel
araştırmalarında her türlü hayvan üzerinde fizyoloji ve anatomi araştırmaları yapıyordu. 1628
yılında 12 yıllık yoğun çalışmalarının neticesi olan ufak kitabını yazdı. "Hayvanlarda Kalp ve
Kanın Hareketleri Üzerine Anatomik İnceleme" . Bu çalışma ile kanın vücutta dolaştığını ve
kalbin bir pompa görevini yaptığını ispat ediyordu.
Kan dolaşımı üzerindeki araştırmalar; MÖ.4.yüzyılda kan dolaşımı üzerine ileri sürülen
ilk teoriler olan atar damarlarının içinde hava bulunduğu idi. MS.2.yüzyılda Galen atar
damarlarda da kanın dolaştığını kanıtladı. Ama o da kanın damarlarda, Gel-Git olayı gibi
yayıldığını düşünüyordu. Kanın hareketini sağlayan gücün kalbin pompalanması ile değil
atardamarların kasılması ile olduğunu söylüyordu. W.Harvey, Aristo ve Galen'in bu alandaki
görüşlerine saygı duymakla birlikte, teorilerini kendi gözlem ve deneylerine dayandırdı.
Kitabında; Kalpteki ve toplar damarlardaki kapakçıkların kanın yalnız bir yönde akmasını
sağladığını , kanın karıncıkların kasılması(sistol) ile kalpten dışarı atıldığını, gevşemesi ile
(diastol) kalbe dolduğunu. Vücut yüzeyine yakın atardamarlardan elle duyulan nabzın
atardamarların kasılması ile değil, kanın damar çeperlerine çarpması nedeni ile oluştuğunu
ortaya koyuyordu. Kalbin odacıklarındaki ve vücudun tümündeki kan miktarını hesaplayan ilk
hekim oldu.

11
Buluşları Galenci görüşü savunan hekimlerin büyük karşı koymalarına sebep oldu. Paris
Tıp Fakültesi Dekanı Gui Patin yeni buluşu anlamaya lüzum görmeden, eleştiriler yaptı.
Dolaşım kelimesinin Latince karşılığı olan "circulator" aynı zamanda İtalyancada "şarlatan
"anlamına geldiğinden W.Harveyi bu kelimeleri kullanarak şarlatan olmakla suçladı.
Harvey'in keşfi ancak 50 yıl sonra ilim dünyasında hekimlerin çoğunluğu tarafından kabul
edilmiştir.

MİKROBİYOLOJİ DÜNYASI TIBBIN HİZMETİNDE

Gözle Görülmeyen Canlıların Keşfi: LEEVONHOOK


Tarihin eski devirlerinden beri gözle görülmeyen ufak canlıların varlığı ve salgın hastalıklarla
ilgisi hissedilmiştir. Gözle görülmeyen bu ufak canlılar ancak "mercekler"in bulunması ile
insanın inceleme alanına girebilmiştir. Mercekleri yontarak daha büyük olarak görmeyi
başaran ve basit bir mikroskop yapan Hollandalı manifaturacı Leevonhook’ tur. Hollandalı
bir manifaturacı olan Leevonhook 1650 li yıllardan itibaren kendi yontuğu merceklerle alıp
sattığı kumaşların dokularını incelemeğe başladı. Merceklerin daha iyi göstermesini sağlamak
için bir tüpün alt ve üst kısmına mercek yerleştirerek basit bir mikroskop yaptı. Daha iyi
görebilmek için zamanla bu mikroskobu geliştirdi. Bunlarla görebileceği her şeyi inceledi. Su
damlacıklarında gördüğü canlı yaratıkları hayretle teşhis etti. “Bir damla suda bütün Hollanda
halkından daha çok canlı var" diyerek hayretini gizleyemedi. Bu hareket eden canlıların o
suların kaynatılması ile hareketsiz hale geldiğini gözledi. 30 sene boyunca incelemeler yaptı.
Bulgularını İngiltere’deki Royal Society (Kraliyet Tıp Cemiyeti)ye sunuyordu. Önceleri kabul
etmediler. Leevonhook’un ısrarları ile daha sonra kabul gördü ve bu gözlemleri makaleler
olarak yayınlandı. Bir manifaturacı olan Leevonhook 1680 de İngiltere Kraliyet Akademisi’ne
üye olarak kabul edildi. Kanın alyuvarlarını tanıttı, alyuvarların insanda ve memelilerde
yuvarlak, balıklarda yumurta biçiminde olduğunu açıkladı. Kas lifindeki çizgileri, bakterileri,
protozoaları tanıttı. Böylece gözle görülmeyen ve bilinmeyen bir dünyayı 90 yaşında ölene
kadar tanıtmağa devam etti.
Gözle görünmeyenler dünyası
Leevonhook'un peşinden giden bilim adamları mikroskobu kullanarak birçok incelemeler
yaptılar. Hollandalı J.Swammer mikroskop kullanarak böceklerin anatomisi, arıların iç
organlarını incelemiş, kendi çizdiği inanılmayacak güzel resimlerle bir kitap hazırlamıştı.
Ölümünden sonra yayınlanan bu mikroskobik koleksiyonuna "Tabiatın İncili" ismi verildi.
İngiliz bilim adamı ve Royal Society üyesi Robert Hook da o yıllarda mikroskobu
kullanarak bitkileri inceledi. Bu inceleme tekniğini yazdı. Bitkilerin hücrelerine kadar gördü,
sınıfladı ve çizdi. "Mikroskopi" adlı eserinde "Ufak parçaların dünyası"nı tanıtıyordu. Mantar
bitkisinin kesitinde ilk defa gördüğü hücre (cellül)i tanıttı. Böylece ilim dünyası bitkilerin en
küçük bölümü (o tarihte) olan hücreyi tanımış oldular.
17. Yüzyılda mikroskop keşfedilip araştırmalarda kullanılmaya başlamasından sonra
hayvanların organları da incelenmiş fakat ancak 19. Yüzyılda insan organları incelenmeğe
alınmıştır. İtalyan bilim adamı Morgagni insan organlarının mikroskobik araştırmaları
sonunda "Hastalıklar organlardaki lezyonlardan kaynaklanıyor" diyerek tıp
araştırmacılarının dikkatlerini organlara çekti. Fransız Anatomi bilgini Bichat da o tarihlerde
vücutta 21 farklı doku olduğunu gösteriyor ve bu organların içerdiği dokulardan bazılarının
hastalıktan etkilenebileceğini yazıyordu. 19. Yüzyılın ikinci yarısında yaşayan Alman patoloji
bilgini R.Virchow, yaptığı çalışmalarla hastalıklarda normal hücrelerin değiştiğini ve
bozulduğunu mikroskop kullanarak gösterdi. Berlin’de patolojik anatomi enstitüsü kurdu ve
organ ve dokulardaki hastalıkları açıklamaya yönelik hücre kuramını geliştirdi. Hastalıkların
önce hücre düzeyinde başladığına dikkat çekti.

12
Tıp dünyasında gözle görülmeyen canlıların fark edilmesi ve bilim dünyasına tanıtılması
bu canlıların hastalıklarla ilişkisini gösterene kadar çok önemli olmamıştı. Ufak canlılarla
hastalıkların direk ilişkisinin gösterilmesi tıpta çok önemli adımların atılmasına sebep
olacaktır.

TIBDA MİKROBİYOLOJİ DEVRİMİ (PASTÖR)

Hastalıkların çoğunun mikroorganizmalar sebebiyle olduğunun bulunması 19.Yüzyılın en


önemli buluşlarındandır. Tarihin en eski devirlerinden beri salgın yapan hastalıkların bulaşma
ile yayıldığı hissediliyordu. 17.yy.da Leevonhook tarafından mikroskopta görülen ufak
canlıların keşfedilmesi ile birçok araştırıcı bu ufak canlıları incelemiş ve tanımlamışlardı.
Bunların keşfedilmesi başlı başına bir anlam taşımamaktaydı. Bunların hastalık sebebi
olduğunun bulunması ayrı çaba gerektirecekti.
1850 yılında şarbon hastalığının etkeni olan mikrobu C. Davaine ve P.Rayer tanıtmışlardı.
İneklerde salgın yapan bu hastalığın etkeni mikroskopta görülebilmişti. Fakat hastalıkla bu
mikropların etkisini ispat etmek Pastör’ün çalışmalarıyla mümkün olmuştur.
Louis Pasteur (1822-1895) Fransa’da ufak bir kasabada doğdu. Kimya tahsil etti ve
1847 de kimya dalından doktora yaptı. 1854 yılına kadar kimya hocalığı yaptı. 1854 yılında
Lille şehrinde yeni kurulan fen fakültesine kimya profesörü ve dekan oldu. Bira ve şarap
yapımcılarının karşılaştıkları bazı güçlükleri çözmek için çalışmalara başladı. Pastör’ ün
fermantasyon (mayalanma) çalışmaları böylece başladı. Organik solüsyonlardaki
fermantasyonun zannedildiği gibi kimyasal olay olmadığı, bütün fermantasyonların canlı
organizmaların çoğalması ile ilgili olduğunu ispat etti. 1861 yılında yaptığı bu buluşla;
sıvılarda meydana gelen fermantasyonun ya bu solüsyonlarda önceden var olan veya sonradan
bu solüsyonlara karışan canlı organizmalarla olduğunu gösterdi. Daha önce zannedildiği gibi
bu canlı organizmalar fermantasyon sonucu meydana gelmiyor, canlı organizmalar
fermantasyonu meydana getiriyordu. Bu fermantasyonu bozan maddelerin de havadaki ufak
canlılar olduğunu ispat etti. Bunun sonucunda da kendi ismi ile anılan pastörizasyon
(Kaynatıp hızla soğutarak) usulü ile bu istenmeyen canlılardan uzaklaştırıyordu. Böylece
şarap imalatçılarına çözüm bulmuş oldu.
İpekböcekçiliğini zarara sokan hastalığı önlemek için çalışmalara başladı. Bu hastalıkların
ipekböceklerine bulaşan mikroorganizmalar ile olduğunu fark etti ve bunu ispat etti. Bu
hastalık yapan mikroorganizmaları ortamdan uzaklaştırıyor veya sağlıklı böcekleri
hastalıklılardan ayrılmasını öneriyordu. Bu önlemler çok iyi neticeler verdi. Çalışmalarına hiç
ara vermeyen Pastör hayvancılıkta büyük zararlara sebep olan sığır şarbonu hastalığını
araştırmaya başladı. Bu hastalığa sebep olan bakteriler tanınıyordu. Bu bakterinin saf
kültürünü elde etti ve bunların hayvanlarda sığır şarbonu hastalığını meydana getirdiğini ispat
etti. Bu buluşu ile "Mikrop teorisi" nin esaslarını buluyordu.
Hastalık yapan mikrop olabilmesi için şu şartlar olmalı idi: 1-Her hastalığın bir
mikroorganizması olmalı 2-O mikrop izole edilebilmeli 3-Mikrobun saf kültürü yapılabilmeli
4-O mikrop verildiğinde o hastalığı yapmalı. 5-O mikrop hastalanan hayvandan tekrar
kazanılabilmeli. Bu mikrop teorisini çalışmalarına esas aldı. Pastör sığır şarbonunda da bunu
uyguladı ve neticeyi ilan etti.
1880 de tavuk kolerası üzerinde çalıştı. Hastalığa sebep olan mikrobu izole etti. Bu
çalışmaları sırasında çok önemli bir gözlem yapmıştı. Hastalığa sebep olan mikrop zamanla
eskiyor ve etkisi hafifliyordu. Bayatlamış kültürle aşılanan hayvanlar, hafifçe hastalanıyor
tekrar mikrop verildiğinde ise bağışıklık kazanmış oluyorlardı. Bu çok önemli gözlem
bağışıklık çalışmalarına sebep oldu. Mikropları belli bir ortamda eskiterek
virulansını(hayatiyetini) azaltıyor ve o hastalıktan korumak veya tedavi etmek için
kullanıyordu. Bu aşı ile hastalıklardan korunma yolunu açacaktı. Şarbon basilini 42 derecede

13
muamele ile şarbon aşısını hazırladı. Hayvanların bu hastalıktan korunması için aşılanmalarını
sağladı. Bu olay Tıp Tarihinde çok önemli bir buluştu. İnsanları tehdit eden ve öldüren
hastalıklarda da bunu uygulamayı düşündü ve çalışmalarını o yönde yoğunlaştırdı
Kuduz Aşısının Bulunuşu
Pastör öldürücü bir hastalık olan kuduz hastalığının mikrobunu araştırmaya girişti.
Kuduza yakalanıp da kurtulabilen birisinin tekrar kuduz köpek tarafından ısırıldığında
kudurmadığı biliniyordu. Kuduz mikrobunu çok araştırdı. Kuduz köpeğin kanında bu etkeni
bulamıyordu. Uzun araştırmalardan sonra bu etkeni kuduz köpeğin beyin ve omuriliğinde
olduğunu fark etti. Bu organların süspansiyonunu vererek sağlam köpeğe kuduz bulaştırabildi.
Böylece hastalık etkenini izole etmek ve çoğaltmak mümkün oldu. Kuduzdan ölen hayvanın
omurilik parçalarını mikropsuz bir şişede zayıflattı. Bu organ parçalarından aldığı
süspansiyonu sağlıklı köpek beynine enjekte ettiğinde köpeğin kudurmadığını gördü. Bu
usulü köpeklerde denedi kuduza karşı etkili oluyordu. İnsanlarda denemek çok tehlikeli
olabilirdi. Fakat bu sırada kuduz bir köpek tarafından ısırılan 14 yaşındaki bir çocuğun annesi
Pastör’e bu aşıyı denemesi için çok yalvardı. Aksi takdirde çocuğunun kudurarak ölmesi
muhakkaktı. 6 Temmuz 1885 de Pastör kuduz aşısını bu çocuğa uyguladı. Kuduz etkeninin
zayıflatılmış solüsyonu ile 14 defa aşıladığı bu çocuk kudurmadan hastalığı atlattı. Bu olay
Tıp dünyasının çok önemli bir zaferi idi. Bütün dünyada yankı uyandırdı. İnsanlığın ölümcül
hastalığı olan kuduza karşı uygulanan aşıyı öğrenmek için hekimler akın akın Paris’e
geliyorlardı.
Kuduz aşısı Osmanlı İmparatorluğunda da büyük yankı uyandırdı. Sultan II. Abdülhamit
kuduz aşısı tekniğini öğrenmeleri için Tıbbiye’ den üç önemli hocayı Paris’e gönderdi. Bu üç
hekim beraberlerinde Pastör'e Osmanlının en büyük nişanı ve 10.000 Fransız Frangı tutarında
Osmanlı altını götürmüşlerdi. Bu para yeni kurulacak olan Pastör Enstitüsünde kullanılacaktı.
Pastör’ün yanında kuduz aşısı tekniğini öğrenen bu hekimler 1887 yılında İstanbul’da "Daül-
kelb=Kuduz Müessesesi"ni kurmuşlar ve aşı yapmağa başlamışlardı.

HASTALIK ETKENİNDEN UZAKLAŞTIRMA; ASEPSİ

Cerrahi operasyonların korkulu rüyası olan ağrı 1846 yılında eterin anestezi amacıyla
kullanılması ile çözülmüştü. Cerrahide en önemli ikinci problem ise operasyon sonrası
meydana gelen enfeksiyonlar ve bu sebeple hastanın ölümü idi. İngiliz cerrah Joseph Lister
(1827-1912) cerrahların bu çok önemli problemi için çareler arıyordu. Bir arkadaşı vasıtası ile
Pastör'ün şarapçılıkta bozulmalara sebep olan etkenin havadan gelen canlı organizmalar
olduğunu ispat ettiğini öğrendi. Cerrahi operasyonlardaki enfeksiyonların da havadaki canlı
organizmalar olduğunu düşünmeğe başladı. Pastör’le mektuplaştı. 1860 yılında bu konuda
çalışmalara başladı. Özellikle açık kırıklarda meydana gelen enfeksiyonu önlemek için
yaranın hava ile temasını keserek mani olmağa çalıştı. Netice alamadı. Operasyon yapılan
organı da Pastör'ün usulü ile pastörizasyon yapamayacağına göre dezenfektan bir madde
kullanmalıydı. Asit feniğin %40lık çözeltisini kullanmayı denedi. Havadaki hastalık yapan
etkeni öldürmek için bu dezenfektan maddeyi havaya püskürttü netice olumsuzdu. Ellerini
antiseptik solüsyon ile yıkıyor, aletleri bu madde ile temizliyor, hatta havaya bu maddeyi
püskürtüyordu. Sonunda başardı ve enfeksiyonları denetleyebildi. 1865 de bir kangren
vakasında başarı ile uyguladığı metodunu 1867 de Lancet ilmi dergisinde yayınladı. Bu bütün
cerrahlar için çok önemli bir aşama idi. Cerrahi operasyonlardaki enfeksiyonlara mani olmak
için ellerin, aletlerin asit fenik çözeltisi ile yıkanması, yaraların bu solüsyonla temizlenmesi
ile çok iyi neticeler alınmaya başlandı. 1868 yılından itibaren tıp dünyası asepsi yi geniş çaplı
uygulamağa başladı. Zamanla asit fenik yerine başka aseptik maddelerde ilave edildi ve
geliştirildi.

14
TIBBIN DENEY LABORATUARINA GİRMESİ (CLAUDE BERNARD)

19.yüzyılda Tıbbın teoriler ve sistemlerden ayrılıp bilimsel denemelere dönmesinde büyük


etkisi olmuş kişilerden biri de Claude Bernard(1813-1857) tır . C. Bernard 1813 de Fransa'da
ufak bir kasabada doğdu. Eğitimini bu kasabada yapıp Paris’e gitti. Edebiyata çok meraklı
olduğu ve yazar olmak istediği halde hayatını kazanmak için Tıp eğitimi yapmaya karar verdi.
1843 de doktor oldu. C. Bernard "hasta olanı iyileştirme "nin ötesinde "iyi edilecek insanın
tabiatını bilme" yi arzu ediyordu. Ancak tıp okulunda yalnızca hastaların iyileştirilmesi ile
ilgili ihtisaslar vardı. Sonunda Fransa'nın en önemli fizyologu Mağendi' nin yanında
çalışmağa başladı. Magendi' nin deneylerini büyük başarıyla yürütüyordu. Ancak hocasının
araştırmalarının belirli bir amaca yönelmediği, çalışma metodunun olmadığını kısa zamanda
fark etmişti.
19.yy.da yalnızca bitkilerde bazı maddelerin sentezinin yapıldığı biliniyor, hayvan ve
insan vücudunda ise yağ, protein ve şekerlerin parçalandığı fakat sentez yapılmadığına
inanılıyordu. C. Bernard bu konuyu incelemek için araştırmalara başladı.
İlk araştırmaları sindirimin mekanizması konusunda idi. Dikkatlice planlanmış birçok
deney sonucunda, sindirimin o zamanlar sanıldığı gibi midede nihayet bulmadığı, midedeki
sindirimin sadece hazırlıktan ibaret olduğunu ispat etti.
İkinci buluşu glikojenin ortaya çıkarılmasıdır ki bu sistemli bir araştırmanın sonucudur. C.
Bernard 1843 de kamış şekerini damara enjekte ettiğinde bu şekeri idrarda tespit etmişti. Bu
deneyler sırasında şekerle beslenmiş bir köpeğin "hepatik ven"inde şeker olduğunu tesadüfen
buldu. Sadece etle beslediği köpeğin hepatik veninde gene şeker buldu. Bu şekerli maddenin
köpeğin beslendiği gıda ile ilgili olmadığını anladı. Yıkanmış karaciğer deneyleri sonucunda,
bulunan şekerin kanda mevcut bazı maddelerden gelmeyip, karaciğerde yapıldığını anladı. Bu
maddeye glikojen adını verdi. Bu buluş iç salgı sistemi' nin de temelini atıyordu. Glikojen
karaciğerin o zamana kadar bilinmeyen iç salgısı idi. Bu madde kanal aracılığı olmadan
doğrudan kana sevk ediliyordu.
C. Bernardın bir diğer önemli buluşu vazokontriktör ve vazodilatatör sinirlerin görevini
açıklığa kavuşturmasıdır. C. Bernard tavşanın beden ısısı üzerinde çalıştığı sırada servikal
sempatik sinirinin kesilmesiyle, sinirin bulunduğu tarafta vücut ısısının arttığını fark etmişti.
Bu durumu araştırırken, bazı sinirlerin kan damarlarını büzücü(vazokonsriktör) ve bazı
sinirlerin damarları genişletici (vazodilatatör) etki gösterdiğini fark etti.
C. Bernard on yıldan daha kısa bir sürede Mağendi' nin gölgesinde kalmaktan kurtulup
bilim çevrelerinde söz sahibi olmuştu. 1854 de Sorbonne' da kendisi için bir genel fizyoloji
kürsüsü kuruldu. Aynı yıl Fransız Bilimler Akademisi üyeliğine kabul edildi. 1855 de
Magendi ölünce Colleğe de France' da onun kürsüsüne atandı. 1865 de "Tıpta Tecrübe
Usulünün Tetkikine Giriş" adlı kitabını yazdı. Bu kitapta tıbbın deney laboratuarına girmesi
ve bunun da belli metotlarla yapılması gerektiğini yazıyordu.
C.Bernard "Sistemler tabiatta değil insanların zihinlerinde bulunur" diyordu. "Biyoloji' de
özdeş koşullar altında özdeş olaylar gelişir" diyerek deneyin esas prensibine dikkat çekiyordu.

İSLAM ÖNCESİ TÜRKLERDE TIP

En eski Türk kavimlerinden bahseden tarihlere Mezopotamya ve Anadolu metinlerinde


rastlıyoruz. Mezopotamya’da M.Ö.2300 tarihlerinden itibaren İran yaylalarından inerek
Akatları yıkıp devlet kuran Guti lerden bahsedilir(I.Oğuz Devleti). M.Ö. 1700 lerde Babil’de
III.Babil hanedanlığını kuran ve aralıksız 600 yıl Babil tahtına güçlü kırallar yetiştiren
Gas’lardır(II.Oğuz Devleti ve Guti lerin devamı). Anadolu’da ise M.Ö. 2000 lerden sonra
Aral gölünün batısından İran yaylalarını aştıktan sonra Tuz Gölü civarına kadar ilerlemiş olan

15
Türk kavmi (Guti,Gutu,Qutu) lardır. B.Lansberger Guti’lerin bir Türk kavmi olduğunu ortaya
koyar. E.Rossi’de Gut, Guz, Uzi’nin Oğuz olduğunu ortaya koyar.
Orta Asya’daki Türk kavimleri genellikle Baykal Gölü’ne dökülen Selenga ve Orhun
nehirlerinin suladığı arazilerde ve Aral gölüne dökülen Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin
çevresinde görüyoruz. M.Ö. 1000 yıllarından itibaren İç Asya’da göçebe Türk kavimlerin
medeniyetlerinden haberdarız. Çin kaynaklarının Ting Ling dedikleri kağnılı boylar Türkler
olup, evcilleştirdikleri atlara biniyorlar, büyük tekerlekli arabalar kullanıyorlar ve maden
dökme sanatını biliyorlardı. Büyük Türk Devletleri ise; Hunlar Mö220 ile M.S.226 yılları
arasında büyük bir imparatorluk kurarak Aral Gölü’nden Çin denizine kadar geniş topraklara
hükmettiler. Göktürkler M.S. 545 ile M.S. 745 yılları arasında Orta Asyada kurulan büyük
Türk imparatorluğudur. Uygurlar M.S.744-840 yılları arasında Orhun ve Selenga ırmakları
arasında hükmeden üçüncü büyük Türk Devletidir.
Eski Türklerde ev ve çadır hayatları tabiat şartlarına çok uygundu. Temizliğe çok önem
veriyorlardı. Günlük yaşayışları içinde temizliği esas alan yasak ve kaçınmalar önemli yer
tutardı. Türklerin hayatlarında su çok önemli yer alırdı. Suya uzak yerleşim yerlerinde suyu
kanallarla getiriyorlardı (Orta Asya’daki Tüto kanalının 10 kilometrelik kısmı bugüne
kalmıştır). Moğolistan’a giden Göktürk elçilik heyeti o ülkenin pisliğini görünce “Biz
hayvanların ülkesine gelmişiz” diyerek geri dönmüş olduğunu tarihler kaydeder. Türkler
dengeli besleniyorlardı; mayalı ve fermantasyona tabi tutulmuş besinleri tercih ediyorlardı.
Kurutma ve tuzlama ile gıdalarını koruyorlardı. Hastaların sağlamlarla teması kesiliyor, ayrı
bir çadırda tedavi ediliyorlardı. Hastanın eşyaları ateşten geçiriliyordu (Ateşin temizleyici
olduğu inancı) , böylece bulaşıcı hastalıkların yayılmasına mani olunuyordu.

Eski Türklerde Tıp


Erken devir Türk toplumlarında ilkel tababetin uygulandığı devirlerde şaman hekim olarak
görev yapıyordu. Şaman o kabilenin lideri ve hekimi idi. Türklerin bazı boyları bu şamanlara
Kam, bazıları Baksı veya Baksa diyorlardı. Şamanın ilahi güçlerden kuvvet alarak
hastalıkların sebebini (kötü bir ruh, kötü bir tanrı v.b.) bildiği ve bunu tedavi ettiğine
inanılırdı. Şaman hastalığı dua, tütsü, müzik ile trans haline geçerek teşhis eder ve kendine
has metotlarıyla (Korkutmak, soğuk suya sokmak, tütsülemek v.b.) ve kendi yaptığı ilaçlarıyla
tedavi ederdi. Şamanlar zamanla Ak şaman (İyi ruhlarla tedavi kurarak tedavi eden) veya
Kara şaman(Kötü ruhlarla ilişki kurarak tedavi eden) olarak ayrılmıştır.
Türk devletlerinde zamanla şaman yerini tıbbı bilen, eğitim görmüş ve tedavi eden hekim
tipine bırakmıştır. Bu hekimler Otacı lardır. Otacı kelimesi otamak (Tedavi etmek), ot
(Bitki, ilaç) kelimelerinden türemiştir. Otacı iyi bir eğitim yapıyor ve isabetli tedavileriyle
hastalar tarafından büyük saygı görüyordu. Altay’ lardaki arkeolojik çalışmalar esnasında
bulunan bir otacı mezarından çıkan eşyalar bize bu otacının devrin hakanının yakın arkadaşı
olduğu ve sarayda görevli olduğunu bildiriyor. İsminin Akgün Şengün olduğunu
öğrendiğimiz hekimin otacı olduğunu bildiren gümüş bir kemer ve yemin içtiği kadeh de
mezarında bulunanlar arasındadır. Eski Türklerde tıp biliminin sırlarını sakladığı düşünülen
yılan ve ejderha sembolleri otacının da sembolleri idi. 11. Yüzyılda yazılan Kutadgu Biliğ adlı
eserde de otacı hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Bu eserde otacıdan başka, hastalıkları dualarla
tedavi eden Efsuncu ve sağlığın korunması için şuruplar şerbetler hazırlayan İdişci den
bahsedilmektedir. 11. Yüzyılda yazılan bir diğer Türkçe eser Divan-ı Lüğat-it Türk’ de ise
hastalıklar için ilaç hazırlayan Emçi ve Türkler tarafından kullanılan çok sayıda tıbbi bitki
bildirilmektedir.

16

You might also like