You are on page 1of 36

TIP TARİHİ DERS NOTLARI

Prof. Dr. Nüket Örnek Büken

TARİH ÖNCESİ ÇAĞLARDA TIP

Tıp tarihini anlatmaya yönelik bir çalışmaya ‘tarih öncesi’ çağlardan başlamak ilk
anda bir çelişki olarak görünse de insan ve onun geçmişi yeryüzünde ilk var olduğu
günden bu yana devam ede gelen bir süreç olarak kabul edildiğinde aslında bir
zorunluluktur. Tarih, Mezopotamya’da yazının ortaya çıkması ile başlatıldığına göre
‘tarih öncesi’ bundan geriye doğru olan bütün dönemleri kapsamaktadır. Ancak
konumuz tıp tarihi olduğundan bizim kullanımımız içinde ‘tarih öncesi’ insanın
yeryüzünde var oluşundan yazının ortaya çıktığı döneme kadarki dönemi ifade
etmektedir.
İnsanın yeryüzünde bir evrim sonucu mu var olduğu, yoksa ilahi bir güç (veya irade)
ile mi var edildiği bilimsel (veya politik) tartışmasına girmeden, arkeoloji biliminin
bize verdiği bilgilere dayanarak bir kaç yüz bin yıl öncesi ile bundan 6000 yıl öncesi
arası bir dönemden bahsettiğimizi söyleyebiliriz.
Tarih öncesi dönemle ilgili bilgiler, kayıtlı dokümanlar veya deliller olmadığından,
temelde arkeoloji ve paleontoloji sahasında çalışan bilim adamlarının o dönemlere
ait bulabildikleri malzemelerden yola çıkarak yaptığı, tartışılmaya açık, somut
olmayan fakat yine de belli bir bilimsel değeri olan yorumlara dayanmaktadır.
Dolayısı ile tarih öncesi çağlara ilişkin yapılan her türlü yorum, her ne kadar yıllardır
süren bilimsel faaliyetlerin ve analizlerin bir sonucu olsa da yeniden yorumlanmaya,
değiştirilmeye ve hatta çürütülmeye son derece açıktır. Tarih öncesi çağlardaki
yaşama biçimlerini ve ritüelleri anlatırken kullanılan abartılı ifadelerin yerli yerine
oturabilmesi için akademik kaygıyla yapılan bu tespitten sonra şunu da ilave
etmeliyiz ki, bu çağa ait argümanlar geliştirmede kullanılan diğer bir kaynak olan
mevcut ilkel kabilelerin yaşayış biçimleri ve günlük uygulamaları da yeteri kadar
güvenilir değildir.
Bilim adamları günümüzde yaşayan ilkel kabilelere bakarak ki bunlardan Orta
Avustralya da yaşayan Aborijin’ler bugün dünyadaki en ilkel ve bozulmamış kabile
olarak kabul edilir ve üzerlerinde birçok araştırma yapılır, tarih öncesinde yaşayan
insanlar ve onların tıp uygulamaları hakkında fikir geliştirirler. Gerek arkeolojik ve
paleontolojik çalışmalardan gerekse günümüz ilkel kabileleri üzerinde yapılan
çalışmalardan günümüz anlayışından ‘biraz’ farklı olarak tarih öncesinde insanlar
hastalık oluşumunu doğal etkenlerden çok doğaüstü güçlere veya metafizik olaylara
bağlamışlardır. Bir önceki cümlede ‘biraz’ kelimesinin tırnak içine alınma sebebi,
gelecek bölümlerde de görüleceği gibi aslında hastalıkların oluşma mekanizmasının
çok yakın çağlara kadar, hatta günümüzde (ilkel olmayan toplumlar da buna dahil
olmak üzere) benzer sebeplere bağlanmasıdır. Tarih öncesi çağlarda hastalık
oluşumu mekanizması olarak inanıldığı düşünülen iki sebepten birincisi, öldürücü
veya hastalık yapıcı bir madde veya etkinin kurbana yönelmesi; ikincisi ruhun
kurbanın bedeninden ayrılmasıdır. Birincisine örnek olarak halen Aborjinler de var
olan “kemik tutma” geleneği verilir. Buna göre kötü amaçla kullanılacak kemik

1
kurbana doğru tutulup bazı sözler ve şarkılar söylendikten sonra kemik gömülür ve
kurbanın hasta olması beklenir. Kişinin “kemiklendiğini” öğrendiği zamanki tepkisi
çok çabuk olur ve hatta buna bağlı ölümlere bile rastlanır. Diğer durumlarda ise
kişiye “kemik tutulduğu”nun ilk belirtisi hastalığın başlamasıdır. Her halükarda
hastanın arkadaşları kemiği aramaya başlarlar ve kemik bulunursa derhal iyileşme
olur. Daha sonra “kemik tutan” kişi saptanırsa şiddetle cezalandırılır hatta öldürülür.
Kurbanın bedeninden ruhun ayrılmasına bağlı hastalık oluşumuna günümüz ilkel
toplumlarında da rastlandığına örnek olarak ta Borneo da hastalanan kişiyi tedavi
etmesi için profesyonel ‘ruh yakalayıcılar’ın çağrılması verilir. Charles Hose bir
eserinde bu seremoniyi şöyle anlatır. Seremoni meşale ışığı altında yapılır. Hasta
geniş bir daire olarak oturmuş izleyici ve arkadaşların ortasına yatırılır. ‘Ruh
yakalayıcı’ trans haline geçerek kendi ruhunu, hastanın ruhunu bularak bedenine
geri dönmeye ikna etmesi için gönderir. Bu sırada da ruhun yaptığı yolculuğu anlatır.
Trans halinden çıkarken elindeki, hastanın ruhunu içinde bulunduran taşı kendi
mekânına dönmesi için hastanın başına sürter ve ruhun bir daha kaçmasını önlemek
için hastanın bileğine bir palmiye yaprağı sıkıca bağlanır. Bu gözlemler gösteriyor ki
günümüzde yaşayan ilkel kabilelerde ve muhtemelen tarih öncesinde yaşayan
toplumlarda insanlar, hastalıkları doğaüstü güçlere bağlamışlar ve bugünün
psikoterapistinin kullandığı yöntemlere benzeyen şekillerde tedavi etmeye
çalışmışlardır. Bu da, detaylarda bazı değişiklikler olsa da altında yatan prensiplere
bakıldığında gök kubbenin altında asırlar geçse de çok fazla bir şeyin değişmediğini
göstermektedir.
Tarih öncesi çağlardaki hastalıklar ve bunların tedavileriyle ilgili bilgileri bize taşıyan
en önemli kalıntılar kemiklerdir. Bunlardan paleolitik ve neolitik çağa ait olan
bazılarında osteoartirit ve tüberküloza ait kesin bulgulara rastlanırken, diğer
bazılarında büyük kemik tümörüne ve kemik ekzositozuna rastlanmıştır.
Bunlar dışında, ortaya çıkarılan kafatasları o dönemlere ait tıbbi bir uygulamaya
(veya belki de dini bir ritüele) büyük ölçüde ışık tutmaktadır. Bu döneme ait
kafataslarında (sebebini kesin olarak bilme imkânımız olmayan) trepanasyon
uygulamalarına dair kanıtlar bulunmuştur. Kafatasında delik açma anlamına gelen
trepanasyon, tarihin değişik dönemlerinde, Yeni Gine ve Yeni Kaledonya, Peru,
Dağıstan ve Cezayir gibi dünyanın değişik bölgelerinde uygulanmıştır. Birçok arkeolog
bu ilkel trepanasyon işleminin neden yapıldığı konusunda araştırmalarda bulunmuş
ve bunun sebepleri konusunda görüşler ileri sürmüşlerdir. Varılan sonuç bu işlemin
ritüel veya büyüsel bir dışa vurum veya tıbbi tedaviye yönelik bir girişim
olabileceğidir. Ancak burada unutulan nokta tıp tarihi incelendiğinde eski çağlarda ve
günümüzdeki birçok ilkel toplumda hekimler, dini ve tedavi edici yönü olan
bireylerdi. Dolayısı ile dini ritüel ile tıbbi tedavi arasında hep son derece ince ve
belirgin olmayan bir çizgi var olagelmiştir.
Bazılarının yanlış şekilde vurgu yaptığı gibi yalnızca tarih öncesi çağa özgü olmayan
trepanasyon uygulaması, o dönemde ve daha sonraki dönemlerde var olan ve
izlerine Aristo’dan başlamak üzere Batı düşüncesinde de sıkça karşılaştığımız animist
(ruh ve beden ayrımına dayanan) görüşten kaynaklanan bir tedavi şeklidir.
Günümüzdeki Borneo yerlilerinde olduğu gibi tarih öncesi çağlarda da hastalığın bir
düşmandan, bir hayvandan veya bir kötü ruhtan gelen kötü etkinin bedene girmesi
ile oluştuğu düşüncesi vardı. Bu kötülüğün kurbanın başından dışarı çıkması için

2
yapılan trepanasyon uygulaması zaman içinde kafatası kırıklarının ve kafa içi
lezyonların tedavisine yönelik bir metoda dönüşmüştür.
Tarih öncesi çağlarda olduğu ileri sürülen ve halende kullanılan tedaviye yönelik
inançlardan birisi de hastalığın dokunma yoluyla başka bir bireye, hayvana hatta
bitkiye geçirilmesi eylemidir. Çok eski olmayan tarihlere kadar bazı toplumlarda
ölüye dokunmak hastalıkların ölüyle birlikte ‘uzun bir yolculuğa’ çıkması olarak kabul
edilmiştir. Hatta idam edilecek mahkûmlar hastalara ‘el vermek’ suretiyle onların
hastalıklarını kendisine alarak bunun karşılığında büyük paralar kazanmışlardır. Tarih
öncesi çağlarda sadece ilaç veya cerrahi tedavi yoktu, aynı zamanda doğaüstü ve
fizik-ötesi güçlerinde varlığına inanıldığından bu kötülüklerden korunmak için takı ve
nazarlıklar da kullanılırdı.
Pirene’deki Trois Frères Mağarasında bulunan elleri ve kolları boyalı, kuyruğu olan,
ayakları insan ayağına, yüzü hayvan yüzüne benzeyen ve boynuzları olan garip insan
silueti bilinen en eski tıp adamına ait portre olarak kabul edilmektedir. Bu ister bir
tıp adamı isterse de bir büyücü olsun hastalık ve onu tedavi etmeye yönelik çabalar
insanla birlikte yeryüzünde var olmuştur. Belki tarih öncesine ait elimizdeki bulgular
bizi bu döneme ait kesin kanılara götüremese de en azından şunu söyleyebiliriz ki
hastalıklara yönelik tedavi çabaları o dönemde ve daha sonra iki farklı çizgiyi
izlemiştir. Bir tanesi din veya sihirden etkilenen, hastalıkların ruhun bedenle
birlikteliği veya ayrılığına dayalı, kötü ruhun bedenden ayrılması veya bedenden
ayrılan ruhun bedene geri getirilmesine yönelik uygulamalar. Diğeri de, halen çağdaş
toplumlarda bile uygulanmaya devam edilen, yöresel veya halk tıbbı olarak
isimlendirilebilecek bugünkü pozitif tıbba daha yakın tıp uygulamalarıdır. Zaman
içinde birbirine karışan bu uygulamalar tarih boyunca hep birbirine koşut olarak
gelmiş ve varlığını toplumlar içinde sürdürmüştür.

MEZOPOTAMYA’DA TIP

Yaklaşık M.Ö. 4000’de Fırat ve Dicle’nin suladığı ve daha sonra ‘insanlığın beşiği’
olarak anılacak bereketli Mezopotamya topraklarında Dünya’nın ilk büyük
medeniyeti kuruluyordu. Büyük bir medeniyete sahip olduğu daha bu yüzyıl içinde
ortaya çıkarılan Ur şehri üzerinde yapılan arkeolojik çalışmalarla iyice anlaşılan
Sümerlilerde temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktı. Sulama ve ulaşım
sistemlerinin oldukça geliştiği Sümer’in başşehri Ur’da hemen bütün evlerin banyosu
ve atık su tesisatı bulunmaktaydı. Tekerli araçlar kullanılıyor, aletler bakırdan imal
ediliyordu.
Tarihin başlangıcını belirleyen yazı M.Ö. 3000’lerde Sümerlerde kil üstüne yazılan çivi
yazısı olarak ortaya çıktı. Çivi yazısı kullanılarak yazılmış belgeler bugüne yalnızca
genel tarih bilgisi değil o döneme ait tip uygulamaları ile ilgili önemli bilgiler de
aktarmıştır. Bu tarihi belgeler arasında Londra’daki Wellcome Müzesinde bulunan
M.Ö. 3000 yıllarında yasayan Sümerli bir hekime ait mühür ile Paris’te Louvre
Müzesinde bulunan M.Ö. 2300 lerde yasayan Babil’li bir tıp adamına ait mühür son
derece önemlidir.
Sümer krallığının Akad krallığı tarafından yıkılması, daha sonra da her ikisinin M.Ö.
2000’de yıkılarak yerlerine Güney’de Babil, Kuzey’de Asur krallıklarının kurulmasıyla
bu coğrafya’daki medeniyet zirveye ulaştı. Mezopotamya ve oradaki tıp ile ilgili

3
olarak değişik şeyler yazılmış olsa da 1985 senesinde Vernon Coleman tarafından
yazılan The Story of Medicine bu döneme oldukça farklı yaklaşmaktadır.
Coleman’a göre bu coğrafyayı tıp tarihi açısından önemli kılan, yüzyıllardır inanılan
havada kötü ruhlar ve hastalık yapıcı cinlerin dolaştıkları bunların insan vücuduna
girmesi ile hastalıkların oluştuğu, dolayışı ile bunların ancak ruhlara müdahale ve
büyü ile düzeleceği inancının yıkılmasına yönelik ilk adımların Mezopotamya’da
atılmış olmasıdır. Bu tespit tıbbın modern anlamda ve başlı başına bir bilim olarak
gelişmesinin başlangıcını Eski Yunan (ve özellikle Hipokrat) ile başlatan görüşe ciddi
bir cevap teşkil etmektedir. Yeni ve iyi olan her şeyin kaynaklarının Batı’da olması
gerektiği, Doğu’da olanların ancak bunların taklidi veya tercümesi olabileceği –yanlış
ön yargısına Batılı bir yazardan gelen bu tespit bizce çok önemlidir.
Coleman tıp dünyasındaki gelişmelerin toplumun diğer alanlarında olan
gelişmelerinden bağımsız olamayacağını söylemektedir. Tıbbın gelişmesi yönünde ilk
adımları atan bu insanlar ayni zamanda şehirler kuruyor, komşuları ile ticaret yapıyor
veya onları fethediyor, sanat ve edebiyat eserleri yaratıyor, matematik teoriler
geliştiriyordu. Bu disiplinlerin hiç birisi bir diğerini etkilemek veya ondan etkilenmek
konusunda immün değildi. Örneğin tıbbın gerçek anlamda bir meslek olarak
oluşması yönündeki ilk adımlar bir hekim veya din adamı tarafından değil bir
hükümdar, Babil kralı Hammurabi tarafından atılmıştır. M.Ö. 2000 lere ait meşhur
Hammurabi kanunlarında hastaları ve hekimleri korumak, mesleğin icrasını
düzenleyen belli maddeler bulunmaktadır. Günümüzde bazıları adaletsiz, hatta
acımasız gibi görünse de hekimlerin yaptığı tedavi ve ameliyatlarda alacağı ücretleri
belirleyen, uygulamada yapacakları hatalarda ödemesi gereken cezaları düzenleyen
bu en eski mesleki kanun tıbbın bir meslek olarak belirlenip onun uygulanışı biçimini
düzenlemesi açısından çok önemlidir.
Bu kanunlar; “Eğer doktor soylu bir kişiyi tedavi ederse ve apsesini bronz bir bıçakla
açarsa ve hastanın gözünü kurtarırsa 10 gümüş şekel almalıdır. Eğer hasta bir köleyse
sahibi 2 gümüş şekel vermelidir.” “Eğer doktor bronz bir bıçakla apseyi açarsa ve
hasta ölürse veya gözünü kaybederse doktorun eli kesilmelidir. Eğer söz konusu
köleyse yerine başka bir köle verilir.” “Eğer ameliyat sonucu köle’nin gözü tahrip
olursa, operatör köle sahibine kölenin değerinin yarısını öder.” demektedir.
Tıp ve din arasındaki bağın zayıflaması ile hastalıkların kendilerine özgü sebepleri
olabileceği düşüncesi oluşmaya başlamış ve sorunlara tıbbı çözümler bulma yönünde
çabalar görülmüştür.

Babil’de tıp ve halk arasındaki tıbbı bilgi oldukça gelişmişti. Heredot M.Ö. 430’da
yazdığı tarihinde her Babil’linin amatör bir hekim olduğunu yazmıştır. Eski Babil’de
hastalanan kişi çarşı yerine götürülür ve orada bırakılırdı. “Yoldan gelip geçenler
hastanın yanında durup şikâyetlerini dinlerdi. Eğer yolcu buna benzer bir rahatsızlık
geçirmişse hastaya tavsiyelerde bulunur, o’na tedavi yollarını söylerdi... Ve hiç
kimsenin hastanın yanından sessizce geçmesine izin verilmezdi.” Bu anlatımlar tıbbın
Babil’de ne kadar geliştiği halka kadar indiğinin bir göstergesi olarak kaydedilmiştir.
Yüzyıllar geçtikçe tıp bilgisi daha da gelişti. Bu döneme ait elde ettiğimiz bilgilerden,
kırılan kemiklerin yerleştirildiği, tutkal emdirilmiş bandajlarla sarıldığını öğreniyoruz.
Oldukça gelişmiş tartı aletleri ile ilaçlar hazırlandığı, doktorların belli konularda
uzmanlaşarak bu tür hastalara baktığı kayıtlarına rastlıyoruz. Hatta Babil’de

4
psikiyatristlerin var olduğu, Freud’dan bir kaç bin yıl önce, suç, korku ve üzüntünün
insan sağlığı üzerindeki kötü etkileri olacağı bilinmekteydi.
Babil’den günümüze kalan tabletlerden anlaşıldığına göre onlarda geniş bir Materia
Medica (tıpta kullanılan maddeler) koleksiyonu vardı. Bu tabletlerde 120 ye yakın
mineral ilaç bunun iki katından fazlada bitkisel maddenin adı geçmektedir.
Bunun yanında değişik yağlar, bal, balmumu, sut, tuz, bira, çamur gibi maddelerin
tedavi edici etkisinden de söz edilmektedir. Babil’de karaciğerin kilden yapılmış
modeli üzerinde yapılan Hepatoskopi (karaciğer okuma) uygulaması karaciğerin
vücudun ve ruhun merkezi olduğu, oluşan hastalıkların karaciğer üstünde
gözlemlenebileceği inancına dayanmaktadır (Resim 3). Kilden yapılmış, her birinin
ortasında küçük odun çubuklar dikilmiş karelere bölünmüş bir koyun karaciğeri
modeli, kurban edilmiş bir hayvanin karaciğeri ile karşılaştırılır ve bu ciğerin
yüzeyindeki değişikliklere göre hastaya teşhis koyulurdu. Benzer bir uygulamaya dair
ifadeye İncil’de de rastlanmaktadır. “Babil Kralı yolların ayrımında durdu... kutsallığı
kullanmak için.... şekillere başvurdu, karaciğere baktı” (Ezekial; 21:21).
Babil hakkında fazla bilgimiz olmasına rağmen. Babil’deki tip konusunda bildiklerimiz
sinirlidir. O gün yasayan hiçbir hekimin adını bugün bilmiyoruz. Ancak yine de bu
bölümde işlediğimiz dönem tarihin (ve tıp tarihinin) önemli bir halkasını
oluşturmaktadır ve gelecek bölümde konu edilecek Eski Mısır’daki tip
uygulamalarına geçişte önemli bir dönemi teşkil etmektedir.

ESKİ MISIR’DA TIP


Eski Mısır’ın tarihi ile ilgili bilgi ve belgelerden, Nil nehrinin suladığı topraklarda M.Ö.
4000 yıllarında bir kaç milyon insanın organize bir hükümet yönetimi altında
yaşadığını öğreniyoruz. Mısırlılar şekillere dayanan ve daha sonraki modern alfabeye
zemin teşkil edecek yazıyı keşfedip ilk olarak kullanan medeniyet olarak
bilinmektedir. İnsanlık tarihindeki bu en büyük sıçramayı yapan eski Mısırlılar ayrıca
günümüze kadar kalan ve hayret ve gıpta ile seyrettiğimiz piramitlerle de yalnız
kültür seviyesi olarak değil aynı zamanda teknik olarak ta ne derece yüksek
seviyelere ulaştıklarını bize göstermektedir.
Yazının keşfi şüphesiz diğer alanlarda olduğu gibi tıp alanında da gelişmelerin önünü
açmış ve belli konularda geleceğe notlar kalmasına vesile olmuştur. Şekil yazısı
(hiyeroglif) zaman içinde yerini işaret yazısına bırakmış ve ilk alfabe M.Ö. 3500’de
ortaya çıkmıştır. Yazının keşfi ve kullanımı yanında üzerine yazıldığı malzemede de
yenilikler olmuş ve Mezopotamya’da rastladığımız kil tabletlerin yerini çok daha
‘kullanışlı’ olan papirüsler almıştır. Ancak Eski Mısır’ın bu ilk çağlarındaki tıp
uygulamasına ilişkin bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. O dönemlerde hemen her şeyin bir
tanrısı vardı ve bunlar yeryüzündeki olayları kontrol ederdi.
Örneğin Şahin-başlı güneş tanrısı Ra, kuş-başlı (wisdom) tanrısı Thoth ki bunun
‘tıbbın (treatiese) kuralları’ kitabını yazdığı söylenir ve aslan-başlı çocuk doğurma
tanrısı Sekmet. Sağlık tanrısı Hermot‘un hikâyesine göre ise kendisi şeytan Set ile
dövüşürken gözünün birini kaybetmiş fakat gözü daha sonra mucizevî olarak
iyileşmiştir. Daha sonraları Horus’un gözü bir uğur haline gelmiş ve eski Mısır’da
yaygın olarak kullanılmıştır. Hatta bugün doktor reçetelerindeki R işaretinin Horus’un
gözünün değişik evrelerden geçtikten sonra çizilen büyük R seklindeki tasarımından

5
kalan bir sembol olduğu söylenmektedir. Bu ‘tanrılar geçidi’, aslında kendisi bir
olumlu olan, İmhotep ile zirvesine ulaşmış oldu. Eski Mısır’daki tıp hakkında sahip
olduğumuz bilginin sınırlılığı, o dönemin en büyük hekiminin kim olduğu konusunda
bir kanıya varmamıza imkân vermemektedir. Ancak iki isim var ki bunları anmadan
geçmemiz mümkün değildir. Bunlardan birisi Sekhet’enanach diğeri ise İmhotep’tir.
Bunların hangisinin adını bildiğimiz ilk tıp adamı olduğu konusu halen tartışmalıdır.

Sekhet’enanach M.Ö. 3000 de yaşamış ve Firavun’un başhekimlerinden birisi olarak


görev yapmıştır. Kral, hekimine yaptığı hizmetlerin karşılığı olarak bir ödül vermek
istemiş Sekhet’enanach ise portresinin bir tas üstüne yapılmasını tasa yaptığı
tedavinin yazılmasını, bunun sarayın göze çarpan bir yerinde koyulmasını ve
ölümünden sonra da mezar taşı olmasını istemiştir. O günden bize kalan anıt taşta
Sekhet’enanach leopar derisi giymiş, elinde iki tane asa ile ayakta dururken
arkasında hanımı elini omzuna koymuş şekilde resmedilmiş ve altına “Kral’ın burun
deliklerini iyileştirdi” yazılmıştır. Böyle bir talepte bulunmakla Sekhet’enanach
kendini tarihteki ilk hekim olarak kaydettirmiştir.
Tıp tarihçileri tarafından daha iyi bilinen İmhotep bazılarının ifadelerine göre antik
çağların sisleri arasından bize görünen ilk hekimdir. Rakibi Sekhet’enanach ile
mukayese edildiğinde İmhotep’in hekimliğine dair elimizde daha az kanıt
bulunmaktadır. Tıp tarihçileri tarafından Eski Yunan’ın Aesculap’inin Mısır’daki
karşılığı gibi anlatılsa da her ikisinin de zaman içinde tıp tanrısı olarak kabul edilmesi
ve insanların onların türbelerinde sağlık uykusuna yatmaları dışında aralarında fazla
bir benzerlik yoktur.
İmhotep hakkında elimizdeki kesin olan bir bilgi varsa o da, M.Ö. 2980 ile 2900 yılları
arasında yaşayan Firavun Zozer’in baş veziri olduğu ve efendisi için inşa edilen ve
bugün dünyanın en muhteşem yapıları arasında sayılan Step Piramidi’nin mimarı
olduğudur.
Maalesef İmhotep’in hekim olduğuna dair elimizde hiçbir bilgi bulunmamaktadır,
ancak ölümünden sonra kendisine dua ve ibadet edilmesi ve M.Ö.500 ’den sonra da
tanrı olarak kabul edilmesi mutlaka tıpla ilgili bizim bilmediğimiz bir şeyler yapmış
olabileceği düşüncesini uyandırmaktadır. İmhotep’e ait olduğu söylenen, 10 tanesi
British Museum’da 31 tanesi Wellcome Tıp Tarihi Müzesi’nde bulunan heykellerin
hepsinde İmhotep elindeki papirüs ile oturuyor vaziyette resmedilmiştir.
İmhotep’in anısına Memphis, Thebes ve Philae’da tapınaklar yapılmıştır. Halk burada
gelip uyuduklarında şifa bulacaklarına inanmaktaydı. Bu üç tapınaktan kalan
sonuncusu da Assuam’da inşa edilen barajdan sonra sular altında kalmıştır.
İmhotep’in Memphis şehri yakınlarına gömüldüğü söylenmektedir ancak şu anda
mezarı bulunamamıştır. Belki bir gün bulunursa, Sekhet’e nanach’ a kaptırdığı
‘tarihteki ilk tıp adamı’ olma unvanını da geri alır.
Yazının keşfi ve papirüsün kullanılması Eski Mısır’a ait tıp bilgilerinin tamamının
günümüze kalmış olabileceği düşüncesini uyarmasına rağmen, bugün elimizde olan
papirüsler, muhtemelen, çok büyük bir külliyatın sadece ufak bir parçasıdır. Bu
papirüslerden edindiğimiz bilgiye göre, eğer hekim mevcut bilgilerine sadık kalarak
ve iyi niyetli olarak tedavi etmeye çalışmasına rağmen hasta ölürse hekimin bundan
dolayı cezalandırılamayacağını, ancak eğer hekim tıpta kullanılan denenmiş metotlar
dışında bir şekilde hastayı tedavi ederken hasta ölürse hekiminde öldürüleceğini

6
öğreniyoruz.
Her ne kadar elimizdeki sınırlı sayıdaki papirüsler ile Eski Mısır’daki tıp konusunda bir
kanıya varmak güç olsa da tıp tarihi ile uğraşan bilim adamları için en önemli belgeler
niteliğindeki bu eserler büyük bir özenle korunmuş ve incelenmiştir.

Bu papirüslerden en iyi bilineni Ebers Papirüsü (EP)’dur. M.Ö. 1500’e ait olduğu
düşünülen EP 1862de Profesör George Ebers tarafından Thebes’de bulunmuştur.
Halen Leipzig Üniversitesinde saklanan EP’in yalnızca elde bulunan en eski tıp kitabı
olmadığı ayni zamanda geçmişten bugüne kalan en eski kitap olduğu kabul
edilmektedir. Orijinali 10 metrelik bir rulo olan bu doküman 110 sayfadır ve 900
civarında reçete içermektedir. EP sihir ve büyü de dahil birçok hastalığa karşı tedavi
önerileri içermektedir. EP’de 15 karın (abdomen) hastalığı, 29 göz hastalığı ve 18 deri
hastalığı tarif edilirken 21’den fazla öksürük tedavisi anlatılmaktadır. Basta bitkisel
olmak üzere, mineral ve hayvansal maddelerinde kullanıldığı 700 ilaç ve 800 formül
bulunmaktadır.

EP’nde geçmiş dönemlere ait bilgilerden alıntılar yapıldığına dair birçok kanıt
bulunmaktadır ve bu papirüsün değerini bir kat daha artıran, ilk sahibinin kenarlara
düştüğü, “Çok güzel, ben sıklıkla kullanırdım”, “Harika bir ilaç” gibi notlardır.
Papirüsten elde edilen bilgilerden bitkilerin çok yaygın olarak kullanıldığı anlaşılıyor.
Bunlar arasında soğan, sarımsak, tahıllar, reçine, Hint keneviri, senna, kimyon, kekik
ve Hint yağı bulunmaktaydı. Ayrıca hipopotam yağı, aslan yağı, yılan ve kaz yağı ile
domuz safrası, kaz sütü ve boğa yumurtalığı gibi hayvansal kaynaklı ilaçlarda
kullanılmaktaydı. Bakır sülfat’ında göz hastalıklarının tedavisi ve korunmasında
yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir.
Eski Mısır’da nasıl ki her tanrı farklı şeyleri kontrol ediyorsa buna benzer şekilde
farklı konularda uzmanlaşmış hekimler (swnu) vardı. Heredot tarihinde “Mısır’da her
hekim kendini farklı bir hastalığı tanıma ve tedavi etmeye adamıştı. Bazısı göz, bazısı
baş, bazısı diş, bazısı da bağırsak hastalıklarını tedavi etmektedir” diye yazar. Swnu
üç tedavi edici grup arasında sadece birini oluşturmaktaydı. Diğerleri Sekhmet
rahipleri ve büyücülerdi. Tedavi ediciler arasında özel isimler alanlarda vardı örneğin
Iri ‘Kral’ın Bağırsak Koruyucusu’ anlamına gelmektedir ve muhtemelen Firavun’un
lavman uzmanıydı. Barsak temizliği ve lavman’ın Eski Mısırlılarda özel bir önemi
vardı. Eski Mısırlılar hastalık oluşumunda bağırsakta çürüyen ve kokuşan maddelerin
önemli bir faktör olduğuna inanırlardı. Bu yüzden, her ayın üç gününü barsak
temizliği ve lavman yapmaya ayırdıkları Heredot tarafından kaydedilmiştir.

Eski Mısır’da tıp seviyesinin dönemin genel kültür seviyesiyle mukayese edildiğinde
düşük olduğu düşüncesi hakimken, EP ile ayni dönemlerde Luxor’da Amerikalı
Egyptologist Edwin Smith tarafından bulunan ve kendisinin ölümünden sonra New
York Tip Cemiyetine bağışlanan papirüs bu kanaati değiştirmiştir. Edwin Smith
Papirusu (ESP) olarak anılan ve 1930 da Breasted tarafından incelenerek açıklanan
papirüste, içinde yaralar ve yaralanmalarında bulunduğu, 48 vakanın detaylı teşhis
ve tedavisi anlatılmaktadır. ‘Cerrahi Papirüsü’ olarak ta bilinen ESP’den yaraların ilk
gün taze et ile bandaj uygulanarak, daha sonra yağ-bal karışımı ile sarılarak tedavi
edildiğini; kırıkların destekler arasına alınıp reçine emdirilmiş bandajlara sarılarak

7
tedavi edildiğini öğreniyoruz. Ayrıca ESP’den edindiğimiz bilgiler Eski Mısır’da dini bir
ritüel olarak sünnetin uygulandığını göstermektedir. M.Ö.1600’lere ait olduğu
düşünülen papirüste sunulan bazı vakaların tedavisinde önerilen uygulamaların
bugünkü anlayışa yakınlığı dikkat çekicidir. Bunlardan birisi çenesi çıkan bir hastaya
yapılması gereken uygulamayı anlatmaktadır:
“Eğer bir adamın çenesi çıkmışsa o’nu ağzı açık şekilde bulursun. Ağzını kapatamaz.
Her iki elinin başparmaklarını alt çene kemiğinin iç köşesine ağzın içinden yerleştirir,
diğer parmaklarını çene altına koyarsan ve alt köşeleri geriye itersen çene yerine
yerleşir.”

M.Ö. 1400 tarihine ait, Hearst Papirüsü 1899 da bulunmuş ve şu anda California
Üniversitesi’nde bulunmaktadır. Bu papirüs içerik olarak EP’e oldukça
benzemektedir. M.Ö. 1850’de yazıldığı düşünülen Kahun Papirüsü 1889’da Sir
Flinders Petrie tarafından keşfedilmiştir. Daha çok jinekoloji kitabını andıran bu
papirüste gebeliğin tespiti ve kontrasepsiyon yöntemleri yanında hayvanlarla ilgili
tedaviler yer almaktadır. Timsah pisliği, bazı bitkiler ve bal karışımından oluşan fitiller
şeklinde hazırlanarak rahim ağzına uygulanan kontraseptifler ise yaramış olmalı ki
Eski Mısırlılar infantisit (yeni doğanın öldürülmesi) uygulamaksızın nüfus planlaması
yapabilmişlerdir.

M.Ö. 1350’ye ait olduğu düşünülen ve British Museum’da bulunan Londra Papirüsü
maternal (gebe kadının) bakımı ve büyüye ilişkin bilgiler içerirken, M.Ö. 1450’de
yazılan ve Berlin Müzesinde saklanan Berlin Papirüsleri anne ve bebeğin büyüden
korunması ve büyüye karşı tedavisi yanında bazı çocuk hastalıklarının tedavisini
anlatma özelliği ile muhtemelen ilk Pediatri kitabi olarak kabul edilebilir.
Bu meşhur papirüsler dışında yakın tarihlerde daha birçok papirüs bulunmuştur ve
bunlar Kahire’deki müzelerde saklanmaktadır. Büyüler, reçeteler ve ilaç isimleri
içeren bu papirüsler daha önceki örnekleri gibi Eski Mısır tıbbını anlama yönünde
bize ışık tutmaktadır.
Eski Mısır’da tıp ile ilgili bir çalışmada insan bedeninin ölümden sonra korunması gibi
garip bir âdete dayalı olan mumyalamadan bahsetmemek mümkün değildir. Daha
eski çağlarda kuru ve sıcak çöl kumlarına gömülen cesetlerin yıllarca bozulmadan
kalması Mısırlılara bu doğa tarafından yapılan korumanın yapay yöntemlerle de
yapılabileceği düşündürmüş olabilir. Zamanla değişen ölü defin gelenekleri ile tabut
içine veya bir piramit’in odasına koyulan cesetler kısa sürede bozulmaya başlayınca
Eski Mısırlılar ölüleri korumaya yönelik olarak mumyalama işlemine başladılar.
Mumyalama:
Eski Mısır’da mumyalama işleminin yapılmış olması bize, ‘ölünün kutsallığı ve
dokunulmazlığı’, tabusunun Mısır’da olmadığını göstermiştir. Mumyacılık o dönemde
ayrı bir meslek grubunu teşkil ediyorlar ve düşük bir sınıf olarak kabul ediliyordu.
Mumyalama işlemi Mısır’da M.Ö. 4000 ile M.Ö. 600 yılları arasında uygulanmış ve
tahminen bu sürede 700 milyon insan mumyalanmıştır.
Kendine özgü kuralları olan mumyalama işlemini Heredot tarihinde oldukça detaylı
olarak anlatmıştır: “Önce çengel şeklinde bir metal ile burundan girilerek beyin
boşaltılır. Kalan parçalar temizlenip kafanın içi ilaçlarla yıkanır. Daha sonra vücudun
yan tarafından keskin bir taş ile küçük bir kesi yapılarak karın içindeki organlar

8
boşaltılır ve karın içi [myrrh, casia], sarı sakız, Çin tarçını ve değişik baharatlar ile
doldurulduktan sonra ceset 70 gün [natron] katran içinde bekletilir. Bu süre sonunda
beden yıkanıp tutkal sürülmüş keten bantlar ile tepeden tırnağa kadar sarıldıktan
sonra yakınlarına verilir. Yakınları ölüyü insan şeklinde yapılmış tabut içine yerleştirip
dik vaziyette özel olarak hazırlanmış odalara koyarlar. Bu anlattıklarımız
mumyalamanın en pahalı şeklidir.”
Daha ucuza mal edilen mumyalamalarda ise sedir yağı vücut boşluklarına enjekte
edilir veya ölüler tuzlu su içinde bekletilirlerdi. Mumyalamada dikkate değer bir
nokta, ruhun merkezi olduğuna inanılan kalbin dokunulmadan yerinde
bırakılmasıdır. Diğer bütün iç-organlar yerinden çıkarılır, özel koruyucular ile
muamele edilir, paketler halinde sarılıp tekrar karın boşluğuna koyulurdu. Bazı bilim
adamları birçok mumyadaki yanık izlerinden yola çıkarak, mumyalamada bedenin
kurutulup suyunun alınması işleminin ısıtma yoluyla yapıldığı kanaatine varmışlardır.
Bu ısıtma sırasında reçine kendiliğinden erimekte ve bandaj uygulaması kolaylıkla
yapılabilmektedir.
Çok ilginç şekilde, Eski Mısırlılar uyguladıkları mumyalamalara rağmen ne insan
anatomisi ve fizyolojisine, ne de ölüm sebebini araştırmaya ilgi duymamışlardır.
Ancak yine de bu garip adet, adeta materyallerin uygun koşullarda koruyarak
bugünün bilim adamlarına patolojik incelemeler yapma imkânı vermiştir. Bu
çalışmalardan çok ilginç sonuçlar elde edilmiştir. Örneğin mumyalar üstünde yapılan
çalışmalar o dönemde osteoartritin çok yaygın görüldüğünü bunun yanında diş
çürümesine nadiren rastlandığını göstermiştir. Ayrıca, Gut (Damla Hastalığı)
oluşumları, üriner sistem taşları ve safra kesesi taşları ile M.Ö. 3400 tarihlerine kadar
giden mumyalarda karakteristik bulguları ile omurga (kemik) tüberkülozuna
rastlanmıştır. Hatta 21. kralın yüksek rütbeli bir idarecisi olan Nesperehan’a ait
mumya üzerinde yapılan incelemede vertebradaki tutuluma bağlı meydana gelen
çökmeyle oluşan göğüs bölgesi kifoz (kambur)u ve psoas apsesi tespit edilmiştir.
Diğer mumyalarda yapılan incelemelerde, plevral adezyon, apandisit, böbrek
kistlerine rastlanmıştır. Eski Mısır’da yaygın olduğu düşünülen diğer iki hastalıkta
kronik suppurative periodontit ve kronik osteoartrit’tir. Sifilis ve ricketsia’ya
rastlanmamasına rağmen, Ruffer, paleontoloji’nin tıp tarihine katkısına güzel bir
örnek olmak üzere, kitabında akondroplazik ve rikets tipi cüceliği gösteren heykel ve
resimlere yer vermiştir.
Eski Mısır medeniyeti dünyanın gelmiş geçmiş en büyük medeniyetlerinden biri
olmak ve günümüzde arkeolog ve paleontologlar yanında tıp ve bilim tarihçilerinin
de ilgisini çekmeye devam etmektedir. Elimizdeki sınırlı sayıdaki papirüsler ve
mumyalardan elde edilen bilgiler muhtemelen, diğer sahalardaki kadar muhteşem
ve ilginç olan Eski Mısır tıbbı hakkında sadece bir fikir verici niteliktedir. Dolayısıyla
gelecekte yapılacak çalışmalar ve araştırmalar şüphesiz tarihin bu çok ilginç ve
gizemli dönemine ışık tutucu olacaktır.

HİNDİSTAN’DA TIP
Eski Mısırlılar Nil deltasında büyük bir medeniyeti yaşarken M.Ö. 2000’lerde
Hindistan yarım adasında da önemli bir medeniyet varlığını sürdürüyordu. Tarih

9
boyunca her bölge kendine özgü ‘tıbbını’ oluşturduğu gibi Hintlilerde kendi kültür ve
coğrafyalarından neş’et eden bir tıp anlayış ve uygulaması geliştirmişlerdir. Bundan
4000 yıl önceye kadar giden ve bugün de varlığını sürdürmeye devam eden Hint
tıbbının genelde tıp uygulamasına yaptığı katkılar göz ardı edilemeyecek kadar
önemlidir.
Eski Hint’teki tıp uygulaması ile ilgili olarak sağlıklı bilgiye ulaşmak, Doğu’da yazılan
eserlerde gerçek ile hayal ürününün ayırtına varmanın güçlüğünden dolayı oldukça
zordur. M.Ö. 1500’de Sanskritçe olarak yazılan Rig-Veda’dan aldığımız bilgilere göre
o dönemlerde Mezopotamya ve Mısır’daki uygulamalara benzer şekilde tedavinin
daha çok sihir ve büyü ile yapılmaktaydı. ‘Brahmana’ olarak bilinen rahip sınıfı
güçlenmiş, Sanskrit dini öğretisi olan veda (bilgi) ‘nin adeta sahibi ve efendisi haline
gelmişlerdi. Veda-tıbbı diye bir şey olmasa da bu dine ait eserler dolaylı yoldan bize
o döneme ait sağlık ve hastalıkla ilgili inançlar konusunda bilgi vermektedir.
Vedik ritüeller arasında hayvan ve insanların kurban edilmesi bulunmaktaydı. Bu
seremoniyi anlatan belgelerde bazı anatomik yapılardan bahsedilmektedir. Ayrıca
bazı temel cerrahi girişimlerde yapılmıştır, örneğin kanayan yaralara koterizasyon,
üriner retansiyona kateter uygulanmıştır. M.Ö. 1000 yılında Veda Kuzey Hindistan’ın
temel inancı haline gelmişti, fakat başka birçok irili-ufaklı inanç sistemleri de
bulunmaktaydı. Bunlardan en çok tanınanı Gautama Sakyamuni (Buda; M.O.
563-483)’nin kurduğu Budizm’dir. Budizm’e göre ruh ve beden sağlığına ulaşmanın
temel yolu bedeni zevkleri terk etmektir. Bir Budist rahibin çantasında ilaç olarak
taze tereyağı, bitkisel tereyağı, sıvı yağ, bal ve pekmez bulunurdu. M.Ö 4. yüzyıl
civarlarına ait arkeolojik bulgular Budist tapınaklarında hasta odası bulunduğunu ve
zamanla müstakil hastanelere dönüştüğünü göstermektedir.
Hint tıbbının karakteristik örneği Ayurveda (uzun ömür için gerekli bilgiler)dir.
Ayurveda öğretisi, yaşama dair kurallar ve giyimden yemeye, egzersizden rejime
kadar çok geniş bir sahayı kapsayan pratik önerileri içermektedir. Bu öğretinin teorik
temeli bedensel üç madde olan gaz, safra ve balgam ile makrokozmik güçlerden
rüzgâr, güneş ve ay’ın durumlarına oturmaktadır. Ayrıca vücudu oluşturan 7
maddeden bahsedilmiştir: kilus (barsak sıvısı), kan, et, yağ, kemik, ilik ve semen.
Ayurveda tıbbında ilaçla tedavi temelde bitkisel kökenlidir. Tedaviler merhem,
lavman, şırınga, masaj, terleme ve cerrahi yolu ile uygulanmaktaydı. Bütün eserlerde
sağlıklı kalmanın yolunun stres atmak olduğundan bahsedilerek bunun da yemek,
uyku, egzersiz, seks ve ilaçlarla olacağı belirtilmiştir. Bu eserlerden yaklaşık M.Ö. 700
de yazılan Atharva-Veda birçok tıp bilgisi bulunmaktadır. Her ne kadar orijinal
Athava-Veda bu meşhur hekimlerden daha eski tarihlere kadar gitse de, bu eserdeki
bazı yazıların Charaka ve Susruta tarafından yazıldığı söylenmektedir.
Charaka Hıristiyanlığın geldiği dönemlerde yaşamışken, Susruta M.S. 5. yüzyılda
yaşamıştır. Susruta birçok konuda yazmıştır; Sıtma’nın sivrisinekle bulaştığını,
veba’nın sıçanlardan bulaştığını, verem’de ateş, öksürük ve kan tükürme
görüldüğüne kitabında yer vermiştir. Hint tıbbında birçok ilaç kullanılmıştır. Susruta
760 değişik şifalı bitkiden bahsetmektedir. Bu ilaçların merhem, banyo, inhalasyon
ve buruna çekilme yolu ile kullanımları anlatılmıştır. Bu eserlerden başka diğer
Brahmanik tekstler; Ebe-hemşirelikten bahseden Vagbhata’nın yazdığı
Astangahradaya Samhita (M.S. 600); Madhavakara’nın yazdığı Rugviniscaya (M.S.
700) ve Sarngadhara’nin yazdığı Sarngadhara Samhita (M.S.1300). Madhavakara’nın

10
eseri tıptaki konuları patolojik sınıflarına göre yeniden düzenlemesi ki bu model
daha sonradan yapılan hemen bütün çalışmalarda örnek olarak kullanılmıştı, çığır
açıcı nitelikteydi. Sarngadhara opium ve metalik elementler gibi yabancı maddeleri
ilk tanıtan ve materia medica’ ya sokan ve nabız dinlemeyi teşhis ve tedavide
kullanan Sanskrit yazardır.
O günkü eserlerdeki bazı ifadeler, özellikle bugünkü uzmanların dikkatle kulak
vermesi gereken önemdedir. Örneğin “Sadece sanatının kendine ait kısmını bilen kişi
tek kanatlı kuşa benzer” denmektedir. Askeriyedeki bir cerrahın görevleri şu şekilde
anlatılmaktadır: “Kral sefere çıktığı zaman yanına maharetli hekimini de almalıdır.
Hekim yiyecekleri, içecekleri ve kamp kurulacak yeri görmelidir. Eğer hekim zehir
bulursa onu ortadan kaldırmalıdır, böylece orduyu ölmekten ve yok olmaktan
kurtarmalıdır. Çadırı kralın çadırının yanında olmalıdır ve çadırının tepesinde bir
bayrak olmalıdır ki hastalanan, zehirlenen veya yaralanan kendisini kolaylıkla
bulabilsin”
Bu Samhita (külliyat)’lardan en meşhur olanları Caraka ve Susruta’ninkidir.
Bunlardan Caraka da tanımlamaya dayalı felsefi uzun tasvirler bulunurken,
Susruta’da birçok karmaşık cerrahi teknikten, göz ve plastik cerrahi operasyonundan
bahsedilmektedir. Bunlar dışında, dengeli beslenme, bitkilerin faydaları, değişik
hastalıkların sebep ve belirtileri, bulaşıcı hastalıklar, hasta muayene teknikleri,
değişik vücut bölgelerini tanıtan bilgiler, üreme, gebelik ve fetus’un bakımı, ateş’in
tedavisi, üriner sistem ve cilt hastalıklarının tanımlanması, bunama, epilepsi, astım,
fincan’la çekme tedavisi, hacamat (venöz kanın akıtılması), sülük yapıştırma, alkolün
kullanma şekilleri, lavman çeşitleri ve kullanım yerleri, sihir, büyü ve dua ile tedavi
gibi çok geniş bir sahayı kapsayan konularda bilgiler yer almaktadır.
Eski Hintlilerin tıpta en çok ileri gittiği saha cerrahiydi. Susruta yüzü aşkın cerrahi alet
tarif etmiştir. M.Ö. 2000 de cerrahinin o bölgelerde oldukça geliştiği, Hintlilerin
bisturi, makas, çengel, forseps, kateter ve şırınga kullandığı bilinmektedir.
Hintlilerin cerrahide başarılı olmaları başka bir açıdan da önemli ve ilginçtir, çünkü o
dönemdeki anatomi bilgisinin çok sınırlı hatta yanlış olduğu bilinmektedir. Bu bilgi
eksiklikleri içinde başarılı cerrahi operasyonlar yapabiliyor olmaları ayrıca ilginçtir.
Eski Hintliler kırıkları bambu çubuklarla destekleyerek tedavi etmişler, sezaryen,
tümör çıkarılması ve lithotomy gibi operasyonlar yapmışlardır. Özellikle bir
operasyon vardır ki hem o dönem için büyük bir başarıdır hem de modern plastik ve
rekonstrüktif cerrahinin öncülüğünü yapması açısından önemlidir. Eski Hint’de zina
suçu işleyenlerin burnu kesilirdi. Bu kişilerin daha sonra tedavi edilmesi için
rhinoplasti (burunun yeniden yapılması) uygulanırdı. Bu amaca uygun olarak seçilmiş
bir yaprak istenilen şekil ve büyüklükte kesilerek bir taslak haline getirilir, alnın ön
kısmından alınan bir miktar deri ters çevrilerek yeni burunu oluşturmak amacıyla
kullanılır ve deri uygun şekilde dikilirdi.
Elimizdeki eserlerden Hintlilerin enfeksiyon ve hastalıklar konusundaki bilgisinin
cerrahi başarılarındaki önemli etkenlerden birisi olduğunu anlıyoruz. Bundan 4000
yıl önce Hindistan’daki ameliyathaneler aşırı şekilde temiz tutulur, cerrahlar ellerini
fırçalayarak yıkar, tırnaklarını kısa keser ve ameliyat ederken beyaz elbiseler
giyerlerdi. Çarşaflar buharda temizlenir, aletler kaynatılır, ameliyathaneler çok iyi
korunup havalandırılmasına rağmen güzel kokulu duman ve parfümlerle tozdan ve
kötü kokudan korunurdu. Daha Avrupa’daki hastanelerde kullanılmadan birkaç bin

11
yıl önce cerrahlar antiseptik ve analjezik kullanıyordu, ve yaranın kontamine
olmaması için ameliyat sırasında konuşması yasaktı. Nekahet dönemindeki ameliyatlı
hastalar dinlendiriliyor, iyi yemeleri ve güneşli temiz havada oturmaları tavsiye
ediliyordu. Nekahet döneminin daha başarılı olması ve daha zevkli hale gelmesi için
çiçek, güzel koku ve müzik tedavisi uygulanıyordu. Enfeksiyonu önlemek içinse saf
olmayan su kaynakları kaynatma, güneşte ısıtma, kum veya kömürden geçirme
yöntemleri ile temizleniyordu.
Eski Hintliler çok ileri cerrahi başarıları yanında başka tıbbi maharetleri de vardı. Belli
bir teşhise varmadan önce doktorlar hastanın kalbini ve ciğerlerini dinlerdi. Hintliler
aşılanma yoluyla çiçekten korunmayı biliyorlar, malaryaya karşı sivrisinek ağları
kullanıyorlardı. Bu, sivrisinekler ile sıtma arasındaki bağlantının Batı’da 19. yüzyılın
sonlarında kurulmaya başlanmış olması açısından önemlidir.
Ayrıca Hintliler, farelerle Veba arasında da bir ilişki olduğunun farkına yüzyıllar önce
varmışlardır. Tarihsel süreç içinde teşhis metotlarında bazı yenilik ve gelişmeler
olmuştur. 11. yüzyılda idrarın yakın gözlem ve tetkikine önem verilirken, 13.
yüzyıldan itibaren Sanskritce kitaplarda nabzın teşhiste nasıl kullanılacağına dair
bilgiler yer almaya başlamıştır. 16. yüzyılda da, hastanın nabız, idrar, dışkı, dil, göz,
genel görünüm, ses ve derisinin tetkikine dayalı ‘sekiz elemanın incelenmesi’
uygulanmaya başlanmıştır.
Aynı dönemlerde yapılan bir tetkikte de bir damla yağ hastanın idrarına damlatılır ve
yağın idrar yüzeyinde yayılma biçiminden hastanın geri kalan yaşamı konusunda
yorum yapılırdı.
Hint tıbbına diğer kültür ve medeniyetlerinde etkisi olmuştur. 11. Yüzyılda İslam tıbbi
ve Yunan tıbbından birçok kitap Sankritceye tercüme edilip kullanılmaya başlamıştır.
16. yüzyılın ilk yarısında Portekizliler Goa ya gelmişler ve Hindistan’da ilk tıp kitabı
olan Hindistan’daki Tıbbi Bitkiler ve İlaçların Hulasası, 1563 senesinde basılmıştır.
Başlangıçta Hintlilerle Portekizliler arasında tıbbi açıdan alışveriş varken 1600 lerden
sonra Portekizliler Hintli doktorlara bazı sınırlamalar getirmişlerdir. 1600 yılları
civarında Britanyalılar Hindistan’a gelmişlerdir. Hiç tanımadıkları hastalıklarla burada
karşılaşan Britanyalılar yerli hekimlerden bir şeyler öğrenmeye çalışırken, Hintliler de
onlardan cerrahi teknikler öğrenmişlerdir. Daha sonraki yıllarda Britanya
hegemonyasındaki Hindistan’da tıp fakülteleri kurulunca Ayurveda’nın Batı tıbbi ile
birlikte okutulması açık olarak desteklendi. Ancak 1835’de eğitim politikalarının
değişmesiyle devlet üniversitelerinde Ayurveda tıbbının tıp fakültelerinde
okutulması yasaklanmıştır. Böylece geleneksel Hint tıbbı Ayurveda aile içinde usta-
çırak ilişkisiyle öğrenilen ve nesilden nesile geçen bir uygulama haline gelmiştir.
20. yüzyılda Hindistan’ın bağımsızlık hareketinin başlaması ile birlikte, yerel
geleneklerin desteklenmesi yönünde aktif bir çaba belirmiştir. Hindistan’ın
bağımsızlığını kazandığı 1947’den bu yana Hindistan hükümeti gelişme adına Batı
tıbbını desteklemek ile halk tarafından yaygın olarak uygulanması gerçeğinden yola
çıkarak Ayurveda tıbbını desteklemek ikilemi arasında kalmıştır. Bugün Hintli
hekimlerin büyük bir çoğunluğu, dış dünyaya açılmaları adına tek şansları olan Batı
tıbbına kendilerini adamış bulunmaktadırlar. 1970 de Hint parlamentosu bir yasa ile
Ayurveda tıbbının uygulanma şeklini düzenleyecek bir kurul oluşturmuşlardır. 1983
senesi itibarıyla, birçoğu üniversitelere bağlı olmak üzere yaklaşık 100 tane Ayurveda
tıbbi eğitimi veren okul bulunmaktadır. Ancak bugün Hindistan’da Ayurveda tıbbı ile

12
modern tıbbın ayrışma sınırları belirsiz hale gelmiştir. Ayurveda uygulayan özel
hekimler sıklıkla modern Batı tıbbının tedavi yöntemlerini de kullanmaktadır. 1970
yılında Penjap ve Mysore bölgesindeki 59 yerel Ayurveda kliniğinde yapılan bir
araştırma göstermiştir ki buralarda tedavi amacıyla kullanılan ilaçların büyük
çoğunluğu antibiyotik ve benzeri ilaçlardır. Bugün Hint tıbbında sadece bitkiler,
kökler ve tedavi edici masajın kullanılması bir hayal olmuştur. Kim bilir belki
Hintlilerde küreselleşen dünyadaki yerlerini bu şekilde almışlardır.

ÇİN’DE TIP
‘Doğu’nun tıp dünyasına ve tıbbın gelişme sürecine katkısını araştırırken büyük bir
gelenek ve kültür birikimine sahip Uzakdoğu’nun kalabalık ülkesi Çin’den
bahsetmemek imkânsızdır. Sonradan Batı’da yeniden icat edilmesine rağmen birçok
yeni icadın Çinliler tarafından yapıldığı bilinmektedir. Her ne kadar, kendi
deyimleriyle; “Hiçbir konuyu sonunda başarılı olacaklarını hesaba katarak takip
etmemelerine” rağmen Çinliler tıpta birçok yeniliğe ve orijinal uygulamaya imzalarını
atmışlardır.
Bazılarının ifadelerine göre Çin tıbbı kendine özgü olmasına rağmen diğer tıp
geleneklerinden tamamen farklı değildir, çünkü Çin tıbbı tamamen yerel değildir.
Yüzyıllar boyunca Hindistan’dan, Tibet’ten, Orta ve Güneydoğu Asya’dan
etkilenmelere maruz kalmış ve nihayet 1850’den sonra Batı’nın etkisi ile tıp
geleneğine birçok yeni unsurlar katmıştır. Örneğin akupunktur tedavisinin Orta Asya
Şamanlarındaki kan akıtma ve iğne batırma tekniklerinden, katarakt operasyonunun
Hindistan’dan, Gingseng’in yaygın kullanımının Kore’den, anason, safran ve günnük
kullanımının ise Arap ve Farsilerden geçtiği düşünülmektedir. Ancak bu yine de tıp
tarihinde ve geleneksel tıp uygulamalarında önemli bir yer tutan Çin tıbbının
özgünlüğüne gölge düşürmemelidir.
Çin tıbbını başlatan kişinin kim olduğu konusunda kesin bir kani olmamasına rağmen
Çin’de ‘tıbbın babası’ olarak anılmayı en fazla hak eden kişinin Shen Nung olduğu
konusunda hiçbir şüphe yoktur. M.Ö. 3000 yıllarında yaşayan bu Çin imparatoru bitki
ve hayvan yetiştirmeciliği konusunda yeni metotlar geliştirmesi yanında birçok ilaç
ve zehri kendi üstünde deneyerek tıbba da önemli katkılarda bulunmuştur. Bu ve
diğer denemelerinden edindiği bilgilerle oluşturduğu Pen Tsao (Büyük Bitki Kitabı),
uzun yıllar yeni baskıları yapılarak okunmuştur ve halen Çin’de kullanılmaktadır. Bu
yüzyılın başında da yeni bir İngilizce baskısı yapılan ve 5000
yıldır varlığını sürdüren Pen Tsao tıp tarihi açışından önemli bir eserdir.
Shen Nung’tan daha sonraki yıllarda başka bir Çin imparatoru olan Hwang Ti’nin
yazdığı Nei Ching (M.Ö. 2650) bütün Çin tıp eserlerinin kaynağı olarak kabul edilir.
İngilizce tercümesi çok eski olmayan tarihlerde yayınlanan bu eserde Çinlilerin
Harvey’den yüzyıllar önce kan dolaşımını bildiklerine dair açık ifadeler
bulunmaktadır. Kitapta; “Vücuttaki bütün kan kalbin kontrolü altındadır...... Kanın
akışı sürekli bir devridaim şeklindedir ve asla durmaz” denmektedir. Bu bilgi, Çin’de
dini sebeplerden dolayı disseksiyon yapılmadığı ve anatomi ve fizyoloji bilgilerinin
son derece gelişmemiş olduğu düşünüldüğünde daha da çarpıcı olmaktadır.
Çin tıbbında başlangıçta olan sihir ve büyünün hastalıkları oluşturduğu inancı zaman

13
içinde azalarak yerini teorik bir altyapısı olan ve daha sonraki uygulamalara zemin
teşkil edecek olan Yin-Yang’e bırakmıştır.
Birbirine zıt iki gücü temsil eden Yin-Yang‘in her şeyin üzerinde olduğu ve her şeyi
kontrol ettiği düşünülmektedir (Resim 2). Yin ve Yang’in Med ve cezir, dişi ve erkek,
hayat ve ölüm, güneş ve ay, sıcak ve soğuk gibi olduğu ve evrendeki her şeyin
dengesinin evrendeki bu zıt güçlerin dengesi ile mümkün olacağına inanılmaktadır.
Sağlık ve hastalıkta da aynı kurallar geçerli olduğu ve hastalıkların vücuttaki Yin-Yang
dengesinin bozulmasından meydana geldiği varsayılmaktadır. Yin-Yang aslında
birbirinin zıttı olsa da zıt kutupları temsil etmemekte, sembolünden de anlaşılacağı
üzere birbiriyle bağımlı ve içice iki unsuru temsil etmektedir. İmparator Fu-Hsi
tarafından ortaya konulduğuna inanılan Yin-Yang’in zaman ve uzaya biçim verdiğine
inanılmaktadır. Yang daha dışa yönelikken Yin daha içseldir. Bütün doğal süreçler gibi
hastalıkta aktif Yang aşamasından başlar ve daha iç Yin tabakasına sirayet eder ve bu
aşamada tedavi gerekli hale gelir.
Diğer bir doktrin ise çoğu zaman yanlış olarak ‘beş eleman’ veya ‘beş unsur’ diye
tercüme edilen ve aslında ‘beş evre’ olarak tanımlanabilecek wu xing, odun, ateş,
toprak, maden ve su, fizyolojik bağlamda insan vücudunda meydana gelen değişik
evreleri tanımlamaktadır. Odun büyüme ve gelişmeyi, ateş eskime ve yıkılmayı gibi.
Bir bütün olarak düşünüldüğünde vücut bir mikroalem gibidir ve onun normal
anormal bütün süreçleri qi (yaşam unsuru), yin-yang ve beş evrenin durumu ile
yakından ilgilidir. Qi nin vücut içinde maddi olmaktan öte metafizik bir varlığından
söz edilebilir. Yang hareket ve değişimi sağlarken, yin dolaşım, beslenme ve
büyümeyi temsil etmektedir. Diğer bir hayati unsur da jing (cevher)’ dir ve
besinlerden alınan gıdayı ve üreme ve çoğalma için gerekli olan gücü temsil
etmektedir.
Klasik Çin tıp teorisinde beş tane yin organ sistemi (kalp, karaciğer, dalak, akciğer ve
böbrek) ile altı tane yang organ sistemi (safra kesesi, mide, kalın barsak, ince barsak,
mesane ve san jiao [üçlü yakıcı]) vardır. Yin sistemleri qi, xue (kan) ve jing oluşturur,
geliştirir, toplar ve üretirken, yang sistemleri, gıdaları alıp qi, xue (kan) ve jing
üretmesi için işleme tabi tutar ve artıkları boşaltır. Eğer qi vücutta yeterli miktarda
var ve düzenli olarak dolaşıyorsa beden sağlığı yerinde olur. Kişinin vücudunda qi yi
egzersiz, diyet, koruyucu akupunktur, moksa, meditasyon ve bazı seks teknikleri ile
üretmesi mümkündür.
Çin tıp kitaplarında bir hekimin tedaviye başlamadan önce hastadaki fiziksel ve
duygusal işaretleri çok iyi gözlemesi gerektiği yazılırdı. Gözlem yanında nabız da
önemli bir teşhis aracı olarak kullanılmıştır. Nabız, vücuttaki genel dengesizlikler
organların bundan etkilenme durumları hakkında bilgi veren qi’nin dolaşımı
konusunda bilgi vermektedir. Çin’de nabız adeta bir sanat haline gelmiştir. Nabız
bilekteki 3 farklı noktadan 3 ayrı derinlikte alınırdı ve şiddeti, tınısı (resonance),
düzeni, ritmi vs.’ye göre değerlendirilirdi. M.S. 2802de yazılan on iki ciltlik Mei Ching
(Nabız Kitabı)’de “İnsan vücudu akortlu bir alete benzer ve değişik nabızlar birer
akordu temsil eder. Organizmanın düzen ya da düzensizliği nabzın tetkiki ile
anlaşılabilir ki bu tıbbın her sahasında çok önemlidir” demektedir.
Yüzyıllar içinde yeni teşhis metotları geliştirilmiştir. Örneğin 19. Yüzyılda dil’in tetkiki
ile teşhis yapılmaya başlanmıştır. 20. yüzyılda da Çinli hekimler beden ısısının
ölçülmesi, kan sayımı ve kan şekerinin ölçümünü teşhiste kullanmaya başlamışlardır.

14
Ancak dört temel teşhis yöntemi değişmeden kalmıştır; sorgulama, gözlemleme,
koklama, dinleme ve nabız alma.
Tedavide her hastalığın içsel bir sebebi olduğu düşünülmüştür. Örneğin göz
hastalıkları hepatik sistemin tedavisi ile düzeltilmeye çalışılmıştır. İç organlardan
kaynaklanan problemlerinde direkt olarak organa müdahale yerine yin-yang
dengesinin düzenlenmesi ile yapılmaktaydı. Dolayısı ile cerrahi tedavi ikincil kalmış
ve gelişmemişti. M.S. 115-205 yılları arasında yaşayan Hua Tu en meşhur
cerrahlardandı. Kendisi anesteziyi ilk kullanan kişi olarak kabul edilmiştir. Hua Tu
ameliyat edeceği hastalara önceden, bugün Cannabis (Hint Keneviri) olduğu
düşünülen, narkotik ilaçlar verirdi. Yaptığı ameliyatlar arasında laparatomi (karnın
açılması) ve dalağın eksizyonu da vardı. Ona ait hiçbir kitap bugüne kalmadığı için
ameliyat teknikleri hakkında hiçbir fikir sahibi olamasak ta, Hua Tu gerek yasadığı
dönemde gerekse öldükten sonra büyük bir üne sahip olduğunu ve bugün onun
adına yapılmış birçok tapınak olduğunu biliyoruz.
Çin’de teşhis yöntemi olarak yukarıda saydığımız metotlar kullanılırken tedavide
bitkisel ilaçlar, akupunktur, moksa ve refleksoloji uygulanmıştır. Akupunktur, ince
metal iğnelerin 1 cm. ile birkaç cm. arasında değişen miktarlarda deriye batırılması
ile yapılır. Batırılacağı noktanın özel bir önem taşıdığı akupunkturda iğne ya çevirilir
veya titreştirilir. Akupunktur’un fizyolojisi Taocu doktrindeki hayat kaynağı olan
qi’nin vücudun bütün organları arasında dolaştığı esasına dayanmaktadır.
Akupunktur noktaları vücut boyunca var olan 14 görünmez
hat ve bunlar üzerindeki belli fonksiyonları kontrol eden noktalardan oluşmaktadır.
Vücuttaki enerji akımındaki düzensizlik sonucu meydana gelen ve kendini ağrı vs. ile
belli eden hastalıklarda akupunktur qi’yi dengeleyici ve düzenleyici rol oynayarak
tedavi edici olmaktadır. Moksa ise yanıcı bir maddenin vücudun belli noktalarına
koyularak ateşlenmesi ile yapılmaktadır. Etki mekanizması olarak Batıda ve İslam
tıbbında uygulanan ‘kupa vurma’ veya ‘bardakla çekme’ye benzeyen bu yöntemde
sıkça uygulanmaktaydı. Akupunktur’un da moksa’nın da belli anahtar noktaların
stimulasyonu ile qi’nin akis yolundaki tıkanıklıkların açılması ve organlardaki düzenli
dolaşımın sağlanmasına yol açtığı düşünülmektedir.
Çin tıbbının uygulanmasındaki ahlaki anlayış hekim ile asil hastalar arasındaki fiziksel
temasın minimum düzeyde olmasını gerektirmekteydi. Hele ki kadınlara kesinlikle
dokunulmazdı. Onlar bir perdenin arkasında dururlar ve doktorla kocası veya
hizmetçisi aracılığı ile iletişim kurarlardı.
İlaçla tedavi en sık uygulanan tedavi yöntemi olsa da akupunktur uzmanları ilaç
yerine akupunktur uygularlardı. Masaj ve çocuk doğurtma, daha alt sınıftaki
uzmanların işi olarak görüldüğünden, doktorlar tarafından yapılmazdı.
Çin’de halk arasında hastalıkların kötü ruhlar, öfkeli atalar, kendine isyan edilen
tanrılar, günah işlenmesi ve karma (daha önceki yaşamında işlenen bir hatanın
cezası) olarak meydana geldiği düşüncesi varsa da klasik Çin tıbbının genel anlamda
din dışı ve doğaya dayalı olduğu söylenebilir. Tıp külliyatı Çin’de iki tür hekim
olduğundan bahsetmektedir. Birincisi, iyi bir aileye mensup, tıbbı bir sanat olarak
öğrenen ve icra eden centilmenlerin oluşturduğu ‘Konfiçyus hekimi’ (ruyi). Diğer
grup olan ‘kalıtsal hekim’ (shiyi) ise hekim bir aileden gelir ve eğitimini kitabi bilgi
yanında usta-çırak ilişkisiyle öğrenir. Bazı aileler vardı ki belli hastalıkların tedavisi
konusunda meşhur olmuşlardı ve tedavi ettikleri hastalıklarda kullandıkları ilaçların

15
reçetelerini saklarlardı. Bu arada o dönemdeki tıp uygulamalarını anlatan kitaplarda
bir de rahip, şaman, akupunkturcu, masajcı ve ‘yaşlı kadın’ gibi daha alt sınıfa
mensup ve belli bir saygınlığı olmayan sağaltıcılardan bahsedilmektedir. Kadın
sağaltıcılar toplumda hoş karşılanmayıp hatta cahil, kâfir, görgüsüz, gibi sıfatlarla
tanımlanmalarına rağmen yine de birçok kadın ebe, hemşire, hastabakıcı olarak
çalışmışlardır.
Çinliler her zaman geçmişleri ile gurur duymuşlar ve o’na sahip çıkmışlardır. Özellikle
tıbba ilişkin geçmişten getirdiklerine saygıları birçok şeye karşı gösterdikleri saygının
üzerindedir. 1744 senesinde, edebiyatın büyük hamisi İmparator Kien Lung o güne
kadarki bütün tıp bilgilerini bir araya getiren bir eser oluşturulması ve bunun bir tıp
ve cerrahi ansiklopedisi olarak basılması fikrini ortaya atar. Bunun üzerine
oluşturulan uzmanlar grubunun çalışmaları sonucu ortaya 40 ciltlik ‘Tıbbın Altın
Aynası’ çıkar. Bu külliyat halen bile temel eser olarak kabul edilir. Bu tarihlerden kısa
bir süre sonra modern tıbbın uygulayıcıları Çin’e gelmeye başlamışlar ve geleneksel
uygulamayı etkilemeye başlamışlardır. Avrupa tıbbını Çin’e ilk getiren kişi olarak
1827 senesinde Macao’da bir göz hastalıkları hastanesi açan Thomas R. Colledge
isimli genç bir cerrah kabul edilir. Birkaç yıl sonra 1835 de Colledge Amerikalı
misyoner Peter Parker ile işbirliği yaparak Canton’da bir hastane açtı. Bu hastanenin
ana amacı Çin gençliğini Batı tıbbında eğitmekti. Bu gençler arasında daha sonra Çin
Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı olan Sun Yat Sen (1867-1925)’de vardı. Bu
hastaneye daha sonrada bir çok yardımlarından da dolayı Sun Yat Sen’in adı
verilmiştir. Canton’da başlatılan bu öncü çalışmaları daha sonra Çin’in diğer
bölgelerinde yapılan hastane ve tıp fakülteleri takip etti. Başlangıçta İngiliz ve
Amerikalı personel tarafından yürütülen bu müesseseler zaman içinde tamamen
Çinlilere devredilmiştir.
20. yüzyılın başında Çinliler modern bir tıp anlayışını ülkelerinde yerleştirme çabası
içine girdiler. 1926 senesinde 100 civarındaki şehirde Batı tarzında çalışan tıp
kurumu ve hekim vardı. 1928 senesinde iktidara gelen milliyetçi hükümet bunları
sağlık sisteminin çekirdekleri olarak kullandı ve sağlık hizmetlerini merkezlerden
periferdeki köylere kadar yaymaya başladılar. 1948’de kontrolü ele geçiren komünist
rejimde bu kurumları, Çin tıbbını da sisteme entegre ederek, olduğu gibi devam
ettirdiler. Bu dönemden sonra da en iyi doktorlar geleneksel tıbbı bildikleri kadar
Batı tıbbında da eğitim almaları gerekiyordu. 1950lerde ülkede ‘iyi doktor’ sıkıntısı
ortaya çıkınca hükümet 2000 kadar doktoru pratikten çekerek onlara 3 yıl geleneksel
tıp eğitimi verdi, ve sağlık bütçesinin büyük kısmını geleneksel Çin tıbbı uygulayan ve
öğreten hastane ve tıp fakülteleri açmaya kullandı. Bugüne kadar da Çin’deki denge
Batı tıbbı ile geleneksel Çin tıbbı arasında hep gidip geldi.
Hala Çin’deki tıp uygulayıcılarının düşünce biçimini klasik anlayışlar şekillendirmeye
devam etmektedir. Ne Beijing (Pekin)’de ne Seul’de ne de Tokyo da hiçbir hekimin
klasik Çin tıbbını anlatan kitaplarını okumadığını düşünemezsiniz. Çin geleneksel
bilgilerine bağlı kalarak Batı’daki uygulamalara kendi içinde yer verirken, Batı’da
bazen geleneksel bazen de, yanlış bir adlandırmayla, alternatif tıp diyerek Çin’deki
akupunktur, refleksoloji ve bitkisel tıbba büyük ilgi duymaktadır. Dünya’nın gittikçe
globalleştiği bir dönemde bakalım ne zaman Doğu ile Batı, Çin ile Amerika tıp
uygulamasında aynılık göstermeye başlayacaktır. Çin ile Doğu’daki yolculuğumuzu
şimdilik sonlandırarak önümüzdeki bölümlerde eski Yunan tıbbı ile Batı’daki

16
yolculuğumuza başlayacağız.

ESKİ YUNAN’DA TIP

Eski Yunan (Helen) tarihini M.Ö. 3000’e kadar götürmek mümkündür.. Eski Yunan
tarihi deyince akla ilk destanlar ve mitolojiler gelir. 1870 de Schliemann’ın
Homeros’un İliada’sını temel alarak yaptığı kazılarda Truva’ya ilişkin birçok kalıntı
bulması bu destanların gerçeğe dayandığı fikrini verdi. Daha sonra gelen bilim
adamları da destanlarda verilen bilgileri esas alarak kazılar yapmaya başladılar ve
bugün bizlere Eski Yunan hakkında ışık tutan birçok arkeolojik kalıntıları buldular.
Bu coğrafyada ilk tespit edilen uygarlık Miken Uygarlığıdır. O zamanın tarihi
detaylarına M.Ö. 9. yüzyılda yaşamış Homeros’un yazdıkları ile ulaşılmıştır. Eski
Yunan’da başlangıçta hastalık nedenleri olarak fizik dışı sebepler görülmekteydi. Çok
tanrılı bir din anlayışına sahip olan Yunanlarda bütün tanrılar hastalık verici veya
tedavi edici özelliğe sahipti. Apollon ve kız kardeşi Artemis (her ikisi de Zeus’un
çocuklarıydı) hastalığa, yaygın musibetlere ve yaşlılığa bağlı bitkinliğe ya da ölüme
yol açan oklar fırlatılabiliyorlardı. Eski Yunan anlayışında yaşam gücü olarak kabul
edilen ‘Timos’ yaşayan organizmanın her yerindeydi. ‘Timos’ yaralardan veya nefes
vermeyle de kaçabilir ve vücudu ‘ölü’ bırakabilirdi. Aristo dönemindeki Eski Yunan da
(M.Ö. 4. yüzyıl) , Eski Mısır’da olduğu gibi kalp şuurun bulunduğu yer olarak kabul
edilmekteydi.
O dönemde tıbbi tedavi, harici incinmeler ve yaralarla sınırlıydı. Savaş
meydanlarında vücuda saplanan silahlar çıkarılır, kanama bandajlarla durdurulmaya
çalışılırken, yaralar yıkanarak kalıntılardan temizlenmesi sağlanırdı. İlaç kullanımına
özellikle lokal kullanımlarda önem verilirdi. İlaçları genellikle toz haline getirdikten
sonra serpmek tercih edilirdi. Kabaca bütün ilaçlar için kullanılan isim ‘Phormaka’
sihir, zehir ve tedavi için kullanılan diğer maddeleri kapsıyordu.
Yunan tarihinin ilk yıllarında tanrıların ve hekimlerin hastalığın tedavisini birlikte
yaptığına inanılırdı. Zamanla sağlık tanrıları özel tapınaklarda kutsanmaya başlandı.
Bu tapınaklarda en ünlüsü Asklepios’a adanandı.
Asklepios’u anlatmadan önce genelde Eski Yunan tanrılarından bahsetmek gerekir.
Yunan tanrıları Olimpos Dağı’nda ‘otururlar’ dı. Tanrıların tanrısı Zeus, Apollon ve
Artemis onun ikiz çocuklarıydı. Apollon mitolojide güneşin, güzel sanatların ve
hekimlerin tanrısı olarak bilinir. Apollon insanlara kızdığı zaman onlara salgınlar
yağdırır, hiddeti geçtiği zaman da salgınları durdururdu. Apollon erkek güzelliğini
simgelemesine rağmen kadınlar bakımından çok başarılı değildir.------Defne (sevdiği
kız) ondan kaçar --------- Defne ağacı. Apollon----------Koronis (sevgilisi)---------
Teselyalı bir gençle onu aldatır----- ---Karga (beyaz-siyah)----------kalbine sapladığı bir
okla Koronis’i öldürür---------- karnındaki bebeğin kendi çocuğu olduğunu öğrenir ve
onu çıkartır (tarihteki ilk sezeryan?)--------Asklepios---------Kherion (yarı at yarı
insan) ----------tıbbı öğrenir------- ölüleri diriltir------Hades (cehennemler tanrısı)
Zeus’a şikâyet-------yıldırım çarpması---- -----Apollon rica eder ve Asklepios affedilip
tıp tanrısı olarak Olimpos’a alınır.
Asklepios’un çoğu tanrı ve tanrıça olan geniş bir ailesi var. Kızları Hygiea (Hijyen-
temizlik tanrıçası), Panacea (her derde deva olan ağrıları dindiren tanrıça), oğulları
Telesphorus (nekahat devri tanrısı), Makhaon (cerrahların tanrısı), Podaleiros

17
(görünmeyen kötülükleri iyi eden tanrı).
Asklepios için “konuşma ile bitki ve bıçak ile şifalarını gerçekleştirirdi” denilir, yani o
vücut ve ruhu bir bütün olarak kabul ederdi. Asklepios adına yapılan sağlık mabedleri
(Asklepion)---------Asklediad (rahipler)--------Buraya ölümcül hasta kabul edilmez.

M.Ö. 6. Y.Y.a gelindiğinde Eski Yunanda filozof-bilim adamları çağının başladığını


görmekteyiz. Bunlar bütün gerçeklere doğaüstü değil de doğal açıklamalar getirme
girişimi içinde olmuşlardı. Bu filozof-bilim adamlarından bazıları ve öğretileri şöyle
idi:

Pisagor: Sisam’lıdır Aritmetiğin kurucusu olarak kabul edilir. Gerek evrendeki


gerekse insan bedenindeki dengeleri sayılar ile açıklamaya çalışmıştır.
Kroton’lu Alkmeon: Pisagor’un talebesidir. Hayvanları teşrih etmiş, görme sinirini,
östaki borusunu tarif etmiştir. Atar ve toplardamarları birbirinden ayırt etmiş,
hastalığı vücudu oluşturan elemanlar arasındaki ahenksizliğe, sıhhati ise bu ahenge
bağlamıştır.
Agrigentum’lu Empedokles: Pisagorun talebesidir. Evrenin ateş, hava, toprak ve
sudan meydana geldiğine inanmıştır ve hastalıkların bu unsurların dengesizliğinden
oluşur demiştir.
Abedere’li Demokritus: Demokritus’a göre evren boşluk içinde seyir eden
atomlardan oluşur. Gözle görülmeyen atomlar her olayda yer ve şekil değiştirir, yeni
kalıplara girerler.
Theorie Humorale (Hıltlar nazariyesi): Milet’li Tales “Su”yu evrende var olan her
şeyin ilk prensibi ve ilk yapısı olarak kabul ediyordu. Efes’li Heraklit ise “hava”nın tek
prensip olduğunu, bütün cisimlerin havanın yoğunlaşması ile meydana geldiklerini
iddia ediyordu. Agrigentum’lu Empedokles tek prensip, tek madde yerine evrenin 4
unsurdan kurulduğunu söyledi. Bu 4 unsur: Hava, Ateş, Su ve Toprak idi. Bu görüş
Pisagor’un görüşüne uyuyordu. Pisagor ve Empedoklesin bu görüşleri daha sonra
Hipokrat’ın “Hıltlar” veya “Beden sıvıları” Nazariyesini (Theorie Humorale) kurmasına
zemin teşkil etti.

Hipokrat önce evreni oluşturan 4 unsurun özelliklerini belirtti.


⦁ Hava: Sıcaktır
⦁ Ateş: Kurudur
⦁ Su: Nemlidir
⦁ Toprak: Soğuktur

Bedende de 4 sıvı vardır. Bunlar:


a) Kalpten gelen Kan,
b) Beyinde bulunan Balgam,
c) Karaciğerde bulunan Sarı Safra
d) Dalak ve midede olan Kara Safra

18
O dönemin inancına göre yediğimiz, içtiğimiz gıdalar Kan, Kara Safra, Sarı Safra ve
Balgama dönüşürlerdi.

Hipokrat Zamanında Yunan Tıbbı

Her milletin hayatında çok parlak bir dönem vardır. İşte bu dönem Yunanistan için
M.Ö. 5. Y.Y.dır. Bu yüzyılda Sokrates ve Eflatun düşünce alanında, Aeşil, Sofokles ve
Öripides trajedileri ile Aritofan güldürüleri ile ve Pindare şiirleri ile edebiyat alanında,
Fidias, Miron ve Praxitel heykel alanında, Heredot ve Tüsidit tarih alanında ve
nihayet Hipokrat tıp alanında ortaya koydukları ile yalnızca çağlarını aydınlatmamış,
yüzyıllar ötesine de ışık tutmuşlardır.

Hipokrat
Babası Asklepion’larda tıp icra eden bir rahip-hekimdi. M.Ö. 460’de Kos (İstanköy)
adasında doğmuş, birçok yerlere gitmiş, Yunanistan ve Mısır’ı dolaşmış, M.Ö. 370’de
Larissa (Yenişehir) de ölmüştür. Bunlar dışında yaşamı ve fikirleri hakkında çok fazla
şey bilinmez, gerçekte yaşayıp-yaşamadığı bile şüphelidir.
Hipokrat zamanına gelene kadar hastalıklar kötü ruhların, cinlerin yaptıklarına
atfedilir veya insanlara kızan tanrıların onlara gönderdikleri bir ceza olduğu sanılırdı.
Hipokrat bütün bunlara karşı çıktı ve hastalıkların daima doğal nedenlerden iler
geldiğini iddia etti. O dönemde mukaddes, kutsal hastalık olarak kabul edilen sar’a
(epilepsi) için; “Hiçbir hastalık diğerinden daha kutsal veya daha insani değildir. O da
görülen her hangi bir hastalık gibi doğal nedenlere bağlıdır” demiştir. Muhtelif
semptomların bir araya gelerek bir hastalık tablosu çizdiklerini gözleyerek, vakaların
hikâyesini anlatmak ve hasta başında ders vermekle klinik tababetin kurucusu
olduğu gibi, “doğa iyi eder, hekim doğanın asistanıdır” diyerek tabiatın iyi edici
özelliğini de belirtmiştir. Hipokrat’ta gözlem, özellikle muayene ve palpasyona
dayanırdı. Koku duyusu, hastayı ‘sarsma’ metodu da muayene yöntemi olarak
kullanılırdı. Hipokrat için hastalık daha önce var olan bir bilinmeyen neden
sonucudur. Hastalıkta yapılması gerekenin görülen belirtiyi ortadan kaldırmak değil,
bilakis onların gelişmesine yardımcı olmaktır. Bu yüzden Hipokrat “benzeri benzer ile
tedavi etmek taraftarıdır
Hipokrat ekolüne ait olan hastalık teorileri fazla gelişmemiş fikirlere dayanırdı.
Yüksek ahlaki fikirler Hipokrat’ın bütün kitaplarında vardır. Bazı kitaplarında derin bir
akılcılık gösteren etik kurallar vardır. Hipokrat’ın tedavide başlıca kabul ettiği düstur
Primum non Nocere (Önce Zarar Verme) dir. Kendisi humoral patolojiye uyarak,
tedavisinde bilhassa ‘boşaltıcılar’a önem verirdi. Bu nedenle kan alarak, lavman
yaparak, müshiller, kusturucular, idrar söktürücüler, aksırtıcılar vererek, vantuz
çekerek, dağlayarak hastalığı daha az tehlikeli bölgelere çekmeye çalışırdı.
Tedavisinin büyük bir kısmı perhize ve doğaya karşı gelmemeye bağlı idi. Cerrahi
tedaviye gelince: irini boşaltır, apseyi temizler, ağrını dindirilmesine özen gösterirdi.
Kırıkları yerine koyar, çıkıkları özel bir masa kullanarak iyi ederdi. Trepanasyonu da
bir tedavi yöntemi olarak kullandığı bilinmektedir.
Corpus Hipocraticum yani ‘Hipokrat Külliyatı’ olarak bilinen 72 eserin tümü
Hipokratın kendisi tarafından yazılmamıştır. Bunların çoğu, belki de tamamı,
Hipokrat’ın oğulları, damatları veya talebeleri tarafından yazılmıştır. Bu kitaplardaki

19
dil ve anlatım özelliklerinden yazarları yanı sıra yazıldıkları devirlerinde farklı olduğu
anlaşılmaktadır. Hipokrat denince ilk akla gelen ve bütün dünyada çok uzun bir süre
kullanılan Hipokrat Andının ayrıntılı değerlendirmesini derslerde yapacaksınız…
Tıp tarihinde çok ayrıcalıklı bir yere sahip olan Eski Yunan ve Hipokrat dönemini,
bütün hekimlerin asla akıllarından çıkarmaması gereken Hipokrat’ın bir sözü ile
bitirmek uygun olacaktır.
“Hekimin görevi nadiren iyileştirmek, çok kere ağrısını dindirmek, fakat her zaman
için teselli etmek ve ümit vermektir.”

ROMA VE BİZANS İMPARATORLUĞU DÖNEMİNDE TIP

Bir destana göre Roma’nın kuruluşu şu şekilde anlatılır; İtalya’daki bir taht
kavgasında bir sepetle nehre bırakılan Romulus ve Remus adındaki ikiz kardeşler bir
dişi kurt tarafından kurtarılıp büyütülürler. Kardeşler yetişkin hale geldiklerinde
kimliklerini öğrenirler ve Tiber’de bir şehir kurma girişiminde bulunurlar. Kurulacak
olan şehrin adını belirlemeye gelince iki kardeş arasında kavga çıkar ve Romulus
Remus’ü öldürür ve M.Ö. 753’de kurduğu şehre Rom adını verir.
Nazım Hikmet “Gümüş yaldızlı kitaplarda yazılı bu, temelinde Roma’nın dişi kurt
sütüyle dolu kovalar ve bir avuç kardeş kanı var” der.
Bugün Roma’nın kuruluşu ile ilgili bilgilerimiz daha gerçekçi sayılmakta, Latin
ırkından olan Romalılar M.Ö. 1200’lerde İtalya’nın kuzeyine göç etmişler, kuzeyde
komşuları olan Etrüskler onları birçok yönden etkilemişlerdir.

Roma’da Tıp

Başlangıçta bir kraliyet, sonra bir cumhuriyet ve daha sonra bir imparatorluk olan
Roma’da devlet idaresine, hukuk ve askerliğe çok önem verildiği için tıp pek
20
gelişmemiştir. İlk devirlerde tıp sanatını icra eden bir hekim sınıfı yoktu. M.S. 1
yüzyılda Pliny’nin de yazdığı gibi “Roma halkının 600 yıldan beri tıp sanatı değil,
hekimi yoktu.” Bir Romalı asker hukukçu, çiftçi olabilirdi; lakin sanat olarak tababet
icra etmesini şerefine yakıştıramazdı. Hasta tedavi etmek aile reisine “Pater
Familias”’a düşen bir ödevdi ve herkes kendisinin hekimi idi.
Başlangıçta Roma tıbbı üzerinde Asyalı bir kavim olduğu sanılan Etrüsklerin etkisi
oldu. (Mezopotamya’nın etkisinde kalan Etrüskler’de hepatoskopiye önem verilirdi.)
Roma kuvvetlenip silah zoru ile Yunanistan (MÖ 146), Anadolu (MÖ 129), Suriye (MÖ
63) ve Mısır’ı (MÖ 31) fethedince bu diyarlarda hüküm sürenler Yunan hayat
görüşünü ve ilminin üstünlüğünü kabul etmek zorunda kaldı. Yunan uygarlığı ile
temas eden Roma, ilkönce mağlup olanların tanrılarını adlarını değiştirerek de olsa
kabul etti. Baş tanrı Zeus Jüpiter adını aldı, ev ve tarlaların koruyucusuydu, eşi Juno
aile tanrıçasıydı. Minevra bilgi tanrısı, Mars savaş tanrısıydı, Neptün deniz tanrısı,
Vulkan ateş tanrısı, Diana av tanrıçası, Venüs de güzellik tanrıçasıydı. Zamanla
Yunanca da kabul görüp, zengin ve eğitimli kişilerin dili haline geldi.
Roma uygarlığında tıbbi uygulamalar yapan kişilerin çoğunluğu köleler ve
özgürlüğünü sonradan kazananlardı. Üst sınıftan Romalıların genellikle kendi aileleri
için özel köle hekimleri vardı. Bazen bunları diğerlerine de kiralıyorlardı. Hekimler
genelde Yunan asıllıydı ama Mısırlı ve Yahudi göçmenler de çalışıyordu, Roma’ya
gelen bu Yunanlı hekimlerin statüleri düşüktü ve aralarında köle olanlar da vardı. Bu
hekimlere yurttaşlık hakkı ilk kez Cesar zamanında verildi. Julius Cesar tababetin
önemli bir halk hizmeti olduğunu anlayan büyük bir kumandan ve devlet adamıydı.

Cesar zamanında (MÖ 101-44) halk 3 sınıfa ayrılmıştı.

⦁ Patricienler (Hemşehriler); bunlar Roma asıllı olup, özgür ve her hakka


sahiptiler.
⦁ Plebler; Roma asıllı olmayıp, özgür fakat yalnızca bazı haklara sahip olanlar.
⦁ Esirler, köleler; Hiçbir hakları olmayanlar. (Giyimleri bile özgür insanlardan
farklı idi)

Cesar yunan hekimleri Roma’ya çekebilmek için yasalarda bazı değişiklikler yaptı ve
memleketine gelecek olanlara Patricien hakkını tanıdı. Yunanistan’ın aksine Roma’da
tıbbın icrası kadınlara yasak değildi. Kadın hekimlere Medica, ebelere Atronea veya
Obstretica denirdi. Erkeklerin tartışma ve aktivitelerine ise çok az kadın dahil edilirdi.
Genel olarak toplumda kızların yaşamı ve ölümü üzerinde ailenin reisinin mutlak
gücü vardı.
Askeri birliklerde de birliğin büyüklüğüne göre belli sayıda hekim bulunurdu. Bunlar
atalardan gelen tıbbi bilgiler konusunda özel deneyim sahibi olan basit askerler
olabilirler. Başlangıçta tıbbi uygulamaların bir düzenlemesi yoktu. Kimin hekim
olarak çalışabileceğini belirleyen bir tanımlama ve belgelendirme yoktu. Hekimlere
vergiden, askerlik ve diğer kamu görevlerinden muaf sayılmalarıyla ayrıcalıklar
tanınıyordu. İmparator Severus İskender (MS 222-235) eğitimi belgelendirmeyi ve
kontrolü düzenleyen kapsamlı kanunlar çıkardı.

Halk Sağlığı ve Hijyen


21
Romalılar ümitsiz hastalara ve sakatlara pek az ilgileniyorlardı. Aynı küçümseme
istenmeyen yeni doğanlara kadar uzandı ve onların öldürülmesine kadar gitti. Hijyen
alanında yenilikler getirmişlerdi. Kanalizasyon, su bağlantıları ve kaldırımlı caddeler
inşa etmişlerdi. Su taşıyan borulara filtreler yerleştirmişlerdi. Şehre su sağlamanın
yanı sıra suyu ve lağımı şehrin dışına taşıyan bir akıtma sistemleri vardı. Bataklık
içeren toprakların hastalıkla alakası çoktan anlaşıldığından, bataklıklar ve durgun
sular düzenli olarak boşaltılıyordu.
MÖ 1. YY’da Marcus Varro “Gözle görülemeyecek kadar küçük bazı yaratıkların
ürediği, bunların havada dolaşıp ağız ve burundan vücuda gelerek ciddi hastalıklara
yol açtıkları için“ bataklıkların yakınına bina yapılmasını yasaklamıştı. Ölüleri şehrin
içine gömmeyi yasaklayan yasalar vardı. MS 2. yüzyıl civarında cesetleri yakma ve
küllerini bir kavanozda toplama geleneği uygulanmıştır. Daha sonra kadavralar
gömülmeye başlanmıştır.
Roma’da sokakların, içilecek suların, çarşılarda satılan gıda maddelerinin temizliğine
büyük önem gösterilirdi. Hamam ve kaplıcaları vardı. Kaplıcalarda sıcak su salonları
(tepidarium) ve soğuk su salonları (frigidarium) vardı. Ayrıca halka açık tuvaletler de
mevcuttu.
Hekimlerin muayenehaneleri ve evleri dışında hasta ve yaralıların bakılıp tedavi
edilebilecekleri yerler yoktu. Sadece askeri birlikler arasında bir hastane sistemi
gelişmişti. Siviller için şehirlerde hastanelerin kurulması MS 4.YY’a kadar
gerçekleşemedi. İlk hastane 394 yılı civarında Hıristiyan hayırsever Fabiala tarafından
kuruldu.

Roma’da Tababet İcra Eden Ünlü Hekimler

Cesar’ın tanıdığı haklar sonunda, çoğunlukla Anadolu ve Mısır’dan Roma’ya ünlü


hekimler geldi. Archagatos; (MÖ 219) Roma’ya Yunanistan’dan gelen ilk hekimdir.
Onun meslek hayatı Romalıların hekimlere karşı değişen tutumlarına örnek teşkil
eder.
Asklepiades; (MÖ 124) Bursa’lı bir atomisttir. Atomister hastaları erken, kuvvetli ve
hoşa giden bir şekilde tedavi etmeyi önerirlerdi. (tuto, celerites, acjucunde=güvenli,
çabuk ve acısız tedavi) Galen onu bir şarlatan saymıştır, fakat alt ve üst tabakadan
birçok insan onu ”Cennetten bir elçi” olarak kabul etti. Onun sağlık öğretileri
Hipokrat’ın düşünülüp taşınılmış reddi anlamına geliyordu.
Çünkü o, hastalığı doğanın değil, hekimin tedavi ettiğine inanıyordu. Dört hümor
doktrinini yasakladı. Bunun yerine vücudu, arasında vücut sıvılarının aktığı, her
zaman hareket halinde olan, değişik boyutlarda, neredeyse sonsuz sayıda akımdan
oluştuğu varsayılan ayrıntılı hazırlanmış maddesel bir sistem getirdi.
Sağlık, atomları sorun çıkarmayan, pürüzsüz aktivitelere bağlıydı. Hareketler
düzensizleştiğinde ise hastalık olurdu. Bu düşünce daha sora kurulacak olan
metodizme temel teşkil etmiştir. Diyet, egzersiz, masaj, yatıştırıcı ilaçlar, lavmanlar,
müzik ve şarkı söyleme gibi yumuşak metotlar kullandı.

Özetle;
⦁ Otoriteleri bir kenara attı,
22
⦁ Dört Hümörü reddetti.
⦁ Teolojik açıklamalardan kaçındı.
⦁ Vücut mekanizmalarına materyalist bir yaklaşım getirerek rasyonalizme giden
ilk
adımı atmış oldu.
⦁ Roma’da özellikle Yunanlı doktorların yerlerin sağlamlaştırdı.

Temison; Metodist mektebin kurucusudur. Metodistler hastalıkların nedeniyle asla


ilgilenmezlerdi. Onlara göre hastalık, vücut dokularındaki deliklerin çok gergin veya
gevşek olmasından ileri gelirdi. Sıhhat bu ikisinin arasındaki dengeydi.
Soranus; (MS 98-138) Anadolu’daki Efes’ten gelen Soranus bilhassa Obstetrik ve
kadın hastalıkları ve pediatri alanında ün salmıştır. Buluğ çağı fizyolojisi, adetler,
döllenme, normal ve patolojik doğum hakkında çok doğru gözlemleri vardır.
Abortusa karşı olan bu hekim döllenmeyi önleyecek birçok antikonsepsiyonel metod
geliştirmiştir. Soranus ebelere büyük önem vermiştir ve onlarda bulunması gereken
nitelikleri bildirmiştir. En önemli nitelik olarak Hipokrat andına uygun olarak sır
tutmayı saymıştır.
Soranus’tan önce güç, tehlikeli doğumlara yalnız annenin hayatını kurtarmak için
çaba sarf edilirdi. Soranus ise anne ile birlikte çocuğun da hayatının korunmasını da
elden geldiği kadar ihtimam edilmesini önerdi. Soranus’un birçok insan kadavrası
teşrih ettiği sanılır, çünkü kadın döl yatağının hayvanınkine benzemediğini, rahmin
boynuzu olmadığını iddia eden ilk hekimdir.
Aretaeus; Kapodakyalı bir Eklektiktir. Eklektikler muhtelif mezheplerin en iyi
taraflarını kabul ederlerdi. Ona göre sıhhat katı, sıvı ve uçucuların (ruhların) dengeli
bir karışımıdır. Epilepsi, tetanos, inme, astım, pnömeni, plörezi, tüberküloz hakkında
ilginç gözlemlerde bulunmuştur. Diabet hakkında bilgi veren belki de ilk hekimdir.
Diascorides; (MS 1.YY) Anadolu civarında doğmuş, İskenderiye ve Atina’da hekimlik
tahsilini tamlayıp Roma’da imparator Neron (MS 37-68) ve Vespasien’in (MS7-79)
ordularında cerrah olarak hizmet vermiştir. Yüzlerce bitkinin tıbbi kullanımı hakkında
çalışmalar yapmış ve bunları kaydetmiştir. MS 78 yılı civarında Dioscoriodes’in
Yunanca yazmış olduğu eser zamanla birçok dile, Arapça (Kitabal-Hasayiş), Latince
(Materia-Medica) çevrilmiş ve önemini 16 yüzyıla kadar muhafaza etmiştir.
Materia Medica yani tababetin esas maddelerinin ilk cildinde “aromatik tıbbi
bitkiler”, ikinci cildinde “hayvani droglar”, üç ve dördüncü ciltlerde “kökler,
yapraklar, usaraler”, beşinci ciltte “madeni droglar”, altı ve yedinci ciltlerde “zehirli
hayvanların ısırmalarından” bahsedilir. Opiumu ilaç olarak hazırlayan ilk hekim o
olmuştur. Ayrıca 600 kadar bitki tanımlamıştır.
Celsus; (14-37) Hekim veya cerrah olmadığı düşünülür. Felsefe, askeri bilim, tarım,
hukuk ve tababet konularını kapsayan geniş bir ansiklopedi yazmıştır. Ansiklopedinin
tababete ait kısmı “De re Medicina”dır. Tıp tarihi, sağlığın korunması ve vücuttaki
hemen her organın sistemiyle ilgili bozukluklar gibi çok çeşitli konuları kapsar.
Cerrahiyle ilgili çok detaylı tanımları mevcuttur. Celsus enflamasyon 4 ana belirtisi
olan; kızarıklık (rubor), ısı (calor), sişlik (tumor), ağrı (dolor)’yı tanımlamıştır. Kanayan
damarların bağlanması ve kesilmesiyle ilgili, özellikle öne çıkan belki de ilk
tanımlamayı yaptı. Birçok operasyonu açık bir şekilde tasvir etti. Doğum konusunda
yenilikler getirdi. Tedavide egzersiz, dinlenme, önlemler gibi hafif metotları tavsiye
23
etti.
Muayenede gözleme ve hastayla iletişime önem verirdi. “Tıbbi uygulamaların
başarısızlıklarının faturası, sanatın kendisine çıkarılmamalıdır. Deneyimli hekim,
hastasının başına gelir gelmez onun kolunu yakalamayıp, öncelikle onu seyreder.
Gerçekten ne durumda olduğunu keşfedebilmek için onu bakışlarıyla izler. Eğer
hasta adam korktuğunu belli ederse, elleriyle muayeneye başlamadan önce uygun
sözlerle onu sakinleştirir” diyerek hekimlere yol göstermiştir.
Pliny; (23-79) Biologtur. 34 ciltlik bir Tabiat Tarihi (Histoire Naturelle) yazmıştır. Bu
eserin tıbbi kısımları özetlenerek Medicina Plini olarak bilinmektedir. Onun tarih,
fizik, biyoloji, kimya, coğrafya, felsefe, folklor, büyü, bitkiler ve tıp hakkında
yazdıkları sayesinde daha sonraki kuşaklar geçmiş hakkında geniş bilgiler edindiler.
(Bu bilgilerin bazıları hayal ürünüydü) Ayrıca ışığın sesten daha hızlı yol aldığını ve
dünyanın çok hızlı döndüğünü iddia etti. Pliny ölümden sonraki hayata inanmadı.
(Tanrının şeklini ve endamını keşfetmeye çalışmanın insan zayıflığının bir ürünü
olduğunu inanıyordu. Tanrı her kimse ve her neredeyse tamamen histen, görmeden
ve duymadan, tamamen ruhtan, tamamen akıldan ve tamamen kendisinden ibarettir
der.) Onun çalışmaları ortaçağ boyunca otorite olarak kabul edildi. Pliny’nin
Vezüv’ün Pompei ve Herkülenyum’u gömen patlamasında öldüğü bilinir.
Efesli Rufus; (110-180) Roma’da bulunduğu dönemde önemli anatomik gözlemler
yaptı. Optik sinirlerin doğru seyrini ve lens kapsülü de dahil olmak üzere göz
kısımlarını açıkça tanımladı. Pneuma teorisini (yaşama gücünün havadan
kaynaklandığını dair fikir) destekledi. Daha önce bildirilen fakat tam olarak kabul
görmeyen bazı anatomik bilgileri tasdik etti. Hiçbir tıbbi görüşe ait olmayan Rufus
sadece bir araştırmacı değil, aynı zamanda saygıdeğer bir hekimdi.
Galen; (MS 130-200) Yunanlı hekim Galen tüm zamanların tıbbi konuları üzerine en
etkili yazardı. Geniş bakış açılı acımasız bir eleştirmen, dikkatli ve doğru bir gözlemci,
tartışmasız, doğmacı bir otorite ve orijinal bir düşünürdü. Neredeyse 150 yıl boyunca
birçok farklı ülkede tıp çalışmalarında inkâr edilemeyecek bir otorite oldu
Bergama’da dünyaya gelmiş ve genç yaşta yoğun bir eğitim almıştı. Derler ki, 17
yaşına varınca babası rüyasında tıp tanrısı Aesculap’ı görmüş ve tanrı çocuğun hekim
olarak yetiştirilmesini kendine emretmiş, bunun üzerine genç önce İzmir’e sonra da
İskenderiye’ye giderek orada tıp tahsilini tamamlar. Çok çeşitli hastalıkları, tedavileri
ve felsefeleri gözleme, İskenderiye’de de doğrudan klinik deneyim kazanma imkânı
buldu. Bergama’ya döndüğünde yerel gladyatör oyunlarının şefi, Galen’i
gladyatörlere hekim olarak atadı. Gladyatörlerin sağ kalmasının bir parçası olan ağır
yaralanmaların tedavisi, onun yaşayan insan anatomisini, özellikle de kemikleri,
eklemleri ve kasları gözlemlemesini ve kırıkların yanı sıra zalim göğüs ve karın
yaralanmalarını da tedavi etme yeteneğini geliştirmesini sağladı.
İmparator Marcus Aurelius döneminde Roma’ya gitti. Orada anatomi ve fizyoloji
dersleri verdi. Başarılarının artması soncunda imparatorun hekimi oldu. Çağdaş veya
eski, kendi fikirlerine karşı olan metotlarla dalga geçti, onları gülünç duruma
düşürdü. Anatomi, fizyoloji, farmakoloji, patoloji, tedavi, hijyen, diyetetik ve felsefe
hakkında bilim dili olan Yunancayla sayfalar dolusu yazdı.
Her şeyin amacının önceden belirlenmiş olduğu görüşü bazen gördüklerini
çarpıtmasına veya doğanın belirli bir amaç vermiş olması gerektiğini düşünerek,
organlara bir fonksiyon uydurmasına yol açtı. Bir özelliği de Hümoral Teoriyi

24
kullanmasıydı. Dört temel hümor (balgam, kan, sarı safra, siyah safra) hastalık ve
sağlıktan sorumluydular. Galen bu kavramı bütün kişilikleri dört tipe ayırmak
içinözenle genişletti. Ağırkanlı, iyimser, melankolik ve canlı günümüzde hala
mizaçları sınıflandırmakta kullanılan terimlerdir. Dört Hümore dayalı kan akıtmayı
uyguladı fakat alınacak kan miktarında dikkatli olunmasını tavsiye etti. Hipokrat’ın
aksine hastalığın kişinin dışındaki bir nedene bağlı olduğuna inandığından, tedavinin
hastalığının gelişmesine karşı gelmekle yapılacağını savundu. (Contraria contrariis
curantur)
Eskiden İskenderiye’nin sermeyesi olan insan vücudunun doğrudan disseksyonu artık
uygulanmadığından, Galen ve diğer anatomistler bilgileri başka yollardan aramak
zorunda kaldılar. Yaralanmaya maruz kalan organları şans eseri gözlemek, tesadüfen
terk edilmiş bir ceset bulmak, hayvanları disseke ederek insanlara benzer yanlarını
bulmak gibi yöntemlerdi bunlar. Hayvan disseksyonu Galen’i özellikle iç organlar
konusunda hataya düşürdü. Ayrıca bazen teorilerine uyması için orada bulunmayan
yapıların var olduğunu savundu. “Tanrı yaratığı değil mi? hayvanda ne varsa insanda
da o var” diyen Galen’in anatomi bilgileri tehlikeli, buna mukabil fizyoloji bilgileri çok
doğru idi. (“Anatomi bilgisi olmayan hekim, planı olmayan mimara benzer” demiştir.)
Ne var ki ondan sonra gelenler onun söylediklerine körü körüne inanacaklar.
“Calinos şöyle der, Calinos yanılmaz” düşüncesiyle üstadın yazılarını kontrol bile
etmeyeceklerdir. Bu nedenle anatomi 16 yüzyıla kadar hiçbir gelişme kaydetmeden
sürüp gitmiştir. İyi ve kötü sonuçları hile veya övünme katmadan bildiren Hipokrat’ın
aksine Galen çoğunlukla başarılarını saydı, genellikle de kişisel tatmininin ifadelerini
de ekledi. Fakat çabuk düşünüp karar verme yeteneğini de gösterdi.
Galen duyu ve motor sinirleri ayırt etti. Spinal kordun kesilmesinin oluşturduğu
etkileri izhar etti, göğüs kafesinin fizyolojik hareketlerini inceledi, nabza önem verdi.
Duygularla vücudun somut semptomları arasındaki ilişkiyi anladı. Hipokrat
geleneklerine uyarak tedavide doğaya, dinlenme, egzersiz gibi hafif metotlara
yardımcı olmayı, hijyenik rejimlerle hastalıkların önlenmesini amaç ediniyordu. Geniş
kapsamlı ilaçlar kullandı. Poliformasiyi aşırıya kaçırdı. Hümorleri sıcak, soğuk, kuru ve
nemli gibi özelliklerine göre sınıflandırdığı ajanları karıştırıp harmanlandı. Örneğin,
Sıcak olarak sınıflandırılan bir hastalık, soğuk sınıfından bir ilaç gerektiriyordu. Sırdaşı
bir farmakolojik bileşimi olan “Theriac”ı hazırladı. Bu karışım önceleri yılan
sokmasına karşı bir antidot olarak ortaya çıkmış, sonraları ise bütün zehirlere ve
hatta salgınlarla baş etmek için kullanılmıştır.
Cerrahideki ameliyatları iki başlık altında toplamıştır. Ayırma ve yaklaştırma,
yaklaştırma; kırıkların redüksiyon ve sarılması, dışarıya çıkan bağırsakların, rahmin ve
rektumun redüksiyonu, batının kapılması, doku eksikliklerinin yerine konmasıyla
ilgilidir. Ayırma; Basit insizyonlar, sünnet, amputasyon, dağlama, kazıyarak
temizlemedir.
Cerrahide ayrıca Laudablepus görüşünü öne sürdü. Buna göre yaraların kapanması
için önce irin teşekkülü arzulanırdı; çünkü ancak bu sayede yara iyileşip
kapanabilirdi. Bu yanlış görüşün etkisi uzun zaman sürdü.

Galen’in çalışmalarının 1500 yıl kadar ağırlığını koruyabilmesinin nedenleri;

⦁ Ortaçağın henüz oturmamış şartları otoriteye ve katiyete özlem duyuyordu.


25
⦁ Galen’in dogmatik, didaktik ve hatta pedantik stili ve hiçbir soruyu cevapsız
bırakmaması mutlakıyete olan bu özlemi giderecek biçimdeydi.
⦁ Teolojik fikirleri Hıristiyan kilisesi tarafından benimsenmesini kolaylaştırdı.
⦁ Vücudu ruhun durak yeri olarak kabul ediyordu. Ruhun ölümsüzlüğüne
inanması Yahudi-Hıristiyan-Müslüman dünyasında sevilip tutulmasına neden
oldu.
⦁ Ansiklopedik düzenlemeleri tıbbi bilgi için hazır kaynak teşkil ediyordu. 16.
YY.’da Rönesans’ın anatomisti Vesalius, otoritenin temellerini sallayıncaya
kadar hiç kimse ona eşit olamadı.

Roma İmparatorluğunun Çöküş Dönemleri


Geniş topraklara sahip olan imparatorluk içten içe çökmeye başlamıştı. Bu çöküşün
başlıca nedenleri; disiplinsizlik, ahlak çöküşü, sosyal eşitsizlik, özgür küçük bir sınıfın,
lüks içinde yaşamasını sağlamak için büyük bir köle sınıfının çalışması, toplanan
verginin halka yararsız bir şekilde israfı, afetler, kıtlıklar, salgınlar; Vezüv
yanardağının patlaması, veba salgınları, sıtma, Hıristiyanlığın gelişmesi (Hıristiyanlık
dini insanların eşit ve kardeş olduklarını, Tanrı önünde Romalı soylu ile herhangi bir
köle arasında fark olmadığını, hepsinin de tek Allah’ın kulları olduğunu söyleyerek
aşağılık sayılan köleyi haysiyetli bir insan mertebesine ulaştırmıştır ve böylece
Roma’ya en büyük tırpanı vurmuştur)dir.

Doğu Roma İmparatorluğunun Kuruluşu


Halktan doğan Hıristiyanlık, köle barınaklarından imparatorların sarayına ancak üç
yüz yılda varabildi. İseviliği ilk kabul eden Roma imparatoru 306-357 yılları arasında
hüküm süren Contantin oldu. Constantin, 330 senesinde stratejik nedenlerin
etkisiyle başşehri, Roma’dan Bizans’a taşıdı ve bu kente ismini verdi. Bundan sonra
Bizans’a Constantinopolis dendi. Şimdi Latince konuşan bir Batı, Yunanca konuşan
bir Doğu Roma imparatorluğu vardı.
Kavimler göçünün başlangıcıyla, Roma imparatorluğu 395 yılında ikiye ayrıldı. 476
yılında ise Batı Roma imparatorluğu yıkıldı. Doğu Roma (Bizans) ise Osmanlı Padişahı
Fatih Sultan Mehmet’in 1453’de İstanbul’u fethetmesiyle sona erdirilmiş olacaktı.
Böylece 476’da Roma’nın Gotların eline geçmesi ve 1453 ‘de İstanbul’un Türklerin
eline geçmesini Ortaçağın başlangıcı ve bitişini belirleyen olaylar olarak sayabiliriz.

Bizans Tababeti
Bizans tababeti Hıristiyan imanına dayanan dogmatik bir tababet idi. Hastalık ve
ölüm genellikle Tanrı işi olarak kabul edilirdi ve bunlara karşı müdahalede bulunmak
doğru sayılmazdı. Tababet resmi olarak Kilise tarafından kontrol edilirdi, fakat
sihirbazlar, muskacılar, büyücüler ve efsuncular da giderek artmaktaydı.
Bizans’ta sosyal ve hamiyet müesseselerin kuruluşu;
Bizans devleti tıp ilminin ilerlemesine önem vermiyordu. Hamiyet müesseseleri
olarak hastaneleri kurarak hastalara yardım etmeyi sırf Tanrıya hoş görünmek için
yapıyorlardı. Din adamlarının yanı sıra imparatoriçeler de sosyal yardım
müesseselerinin kurulmasında öncülük ettiler.
Hekim Azizler; Eski çağlarda muhtelif tanrı ve tanrıçaların şifa yetkilerine inanırlardı.
Bu inanç Bizans’ta aziz ve azizelere nakledildi. Aziz hekimler arasında “anargyroi”
26
yani “Hayır için tedavi eden” bir zümre vardı ki bunların esasen hekim oldukları
söylenir.

Bizans tababetinin büyükleri;


Dine, imana dayanan bu tababetin yanı başında, hiç değilse 7. yüzyıla kadar ilme yer
veren eser yazan tabiplere de rastlarız. Bunların başında Oribaius gelir. İmparator
Julien’in saray hekimi olarak görev yapmış ve 70 kadar eser yazmıştır. 6.YY.’ın
başlarında yaşayan Amidalı (Diyarbakırlı) Aetius imparator Justinien’in hekimiydi.
Yunan tıp yazarlarının 7.yüzyıla kadar görüşlerini bir araya getirerek 16 ciltlik
“Tetrabiblios” adlı eserini yazmıştır. Hekim Tralles’li (Aydın) İskender (525-605) fikir
özgürlüğü ile dikkatleri
çekmektedir. Calinos’un prensiplerinden ayrıldığı noktalar olmuştur, iç hastalıklarının
patolojisi ve tedavisi hakkında kitaplar yazmıştır.
Aeginalı Paul (Folus) (625-690); cerrah ve nisaiyeci olan bu hekimin yedi fasıllık bir
kitabı bulunmaktadır. İçeriğinde hijyenik diet, genel patoloji, saç-beyin-sinir-kulak-
göz- burun-ağız hastalıkları, cüzzam-deri hastalıkları-yanıklar-genel
şiruizihemorojiler, zehirler, cerrahi, farmokoloji hakkında bilgiler mevcuttur.
Folus’tan sonra tababetin yönü gittikçe değişecek, Hipokrat ve Calinos’ın açtıkları
ilim yolundan uzaklaşılacak ve mucizeye dayanan bir tababet anlayışına doğru
kayılacaktır.

ÖZETLE;

İlkel Tıp
İnsanlar olmadan önce de yeryüzünde hastalıklar vardı. Ama erken dönem
hayvanlarla evrimleşen insanın hastalıkları aynı mıydı? İlk insanlar hastalıklarını nasıl
tedavi ediyorlardı? Hayvan fosilleri üzerindeki çalışmalar hastalık ve yaralanma
olaylarını göstermektedir. Bazı sağlıklı kişilerde küçük deformiteler gösterilirken,
kırıklar yaygındır. Diğer bazıları enfeksiyona maruz kalındığını, kalyus oluşumunu ve
zayıf kemik kaynamalarını göstermektedir. Paleopatoloji eski zamanlardan kalan
insan ve hayvanlardaki anormalikleri gösteren çalışmalardır. Tarihsel süreçlerden
insanlardan artakalanların araştırılması birçok hastalık olgusunu açığa çıkartmıştır.
Örneğin eski Mısırdaki mumyalar verem ve parazitik enfeksiyonların varlığını
göstermektedir. Kemiklerde ve dişlerdeki anormallikler patolojik durumların
sıklığını göstermektedir. Ayrıca bazı kemik düzensizlikleri genel hastalıkların ikincil
etkisini gösteriyor olabilir.

Sağlık ve hastalık

Günümüzdeki ilkel kültür, din, sihir ve tıbbi tedavileri inceleyerek bunlarla tarih
öncesindekilerin birbirlerinden ayrılamayacakları söylenebilir. Olağanüstü güçler

27
dünyası, her şeyde, kişinin sağlığında yaşam olaylarında ve sosyal aktivitelerde
kendini gösterirdi. Ama bütün hastalıkların dinsel ve sihirsel olduğu düşünülmezdi.
İlkel insan sıklıkla olağan koşullarla (yaşlılık, soğuk, yorgunluk gibi); tıp adamı, şaman
ya da büyücü doktorun özel hizmetini gerektiren ruhi ve kötü güçlerin neden olduğu
hastalıkları birbirlerinden ayırırdı. İlkel hasta ve iyileştirici inanarak ve çabalayarak
hastalıklar da içinde olmak üzere, olup bitenlerin doğaüstü kaynaklarına etkin bir
büyü için hazırlanırlardı. Hastalıklar, örneğin, kötü güçlerin ya da yabancı objelerin
sihir ya da büyü yoluyla insan organizmasına girmesinden yansırdı. Bu tür kötü bir
etki belli kişiler tarafından kurbanın ya da ölünün vücudundan çıkartılabilirdi. Hasta
ya da sakat kişi farklı insanlar tarafından farklı olarak görülürdü. Hasta nezaketle
tedavi edilir sakatlık ve deformiteler kabul edilirdi. Kıtlıkla karşı karşıya gelen
kabilelerde yaşlıların intiharı bağlılık yükünün kaldırılması anlamına gelirdi. Bazı ilkel
kabilelerde sakatlar öldürülür, kabilenin gücünü artırmak için eti yenirdi. Akli
hastalıklar ileri kültürlerde olduğu gibi farklı tavırlarla karşılanırdı. Ortalığı karıştıran
kişiler kötü ruhların kaynağı sayılırdı. Bu nedenle de onlardan uzak durulur, kötü
davranılır ya da öldürülürdü. Ruhsal deneyimler nedeniyle psikotik davranışlar, o
kişinin kendisi veya başkaları tarafından şaman seçilmesine gerekçe olabilirdi.

Hekimler
Hastalığı yönlendirmek temel mesele idi. Bazen bir “iyileştirici” kabile veya klanın tek
hekimi olabilirdi. Büyük gruplarda ise birkaç tane ve gizli bir grup şeklinde organize
olmuş olabilirlerdi. Hepsinde de belli özelliklerinin bulunması genel bir durum idi.
Söz konusu bu “iyileştiriciler,” kabilenin gelenek ve bilgilerini bilen kişiler olarak
görülen üst sosyal statüdeki kişilerdi. Bir insanın bu konuma gelebilmesi için rüyaları
çözebilmesi, güçlü bir hissiyata sahip olması ya da herkeste bulunmayan psişik bir
yeteneğe sahip olması gerekirdi. Gerçekte, bu mesleğe giriş ilkel toplumların
hiçbirinde açıkça belli değil idi. Hastayı tedavi etmek önemli bir aktivite olsa da, ilkel
iyileştiriciler insanları kötü havadan, kıtlıktan, sürülerinin kaybolmasından ya da
hemen her türlü kötülükten koruma yanında bütün dinsel törenler onun
sorumluluğu altında idi. Bu iyileştiriciler özel aksesuarlar takarlardı.

Yöntem
Hastalıklar tanrılar, ruhlar ve sihirsel olaylar nedeniyle ortaya çıktığı için, teşhisin
amacı saldıran ya da cezalandıran gücü bulmak olurdu. Herhangi bir tabuya zarar
verilmiş midir? Herhangi bir kişi yanlış davranmış mıdır? Büyücü doktor, hastanın
öyküsünü alıp trans halinde tanrılara danışarak, hangi ruhsal gücün bu büyüde rol
aldığını ortaya çıkarırdı.

Tedaviler seremoni, şarkı, mistik öğeler, tılsım ve tapınma şeklinde çeşitli idi. Ayrıca
bu hissel yöntemin içerisinde ampirik öğeler de bulunabilirdi. Dinsel ritüellere sıklıkla

28
masaj, lapa yedirilmesi, ilaç gibi dinsel olmayan girişimler de eşlik ederdi.

Cerrahi

Trepanasyon birçok eski kültürde ve günümüze yakın ilkel kültürlerde bir ritüel ya da
kötü ruhu çıkartmak için yapılan bir işlemdir. Bu işlemin ilk zamanlarda kafatası
yaralanmaları için kullanılıp kullanılmadığı hakkındaki bilgilerimiz kesin değildir.

MEZOPOTAMYA TIBBI

Mezopotamya uygarlığı yalnız kendi zamanının değil, gelecek yüzyıllardaki komşuları


üzerinde de etkili olmuştur. Yahudi, Yunan, Hıristiyan ve İslam kültürleri eski
Mezopotamya’ya çok şey borçludur. Mezopotamya kültürlerinin farklılıkları olsa da
onların kosmoloji üzerine temel bir ortak anlayışları vardı. İlkel atalarına göre
hastalık tanrıların bir bedduası ya da bir cezalandırması idi. Tanrılar bilerek ya da
bilmeden ahlaki bir kuralın çiğnenmesi üzerine günahkâr kişiye inerken, aileyi ziyaret
ederdi. Bununla beraber, olasılıkla ruhsal olmayan nedenlerle hekimlerin uyarıldığı
etik nedenlerle umutsuz vakaların tedavilerinden kaçınıldığı bilinirdi. Mezopotamyalı
doktorların hastanın günahının ne olduğunu açığa çıkartmaları ve tanrıların istediği
kefaleti öğrenmeleri baktıkları fala bağlıydı. Ama hastanın hastalık belirtilerini de
gözlemlerlerdi. Mezopotamya tıbbının fal yöntemlerinden biri hepatoskopi
(Karaciğer falı) idi. (kutsanmış bir hayvanın karaciğerinin incelenmesi).
Mezopotamyalılar ideal bir anatomileri olmamasına rağmen kanın toplandığı yer gibi
göründüğü için karaciğeri yaşam gücünün toplandığı yer olarak görüyorlardı.
Muhtemelen fal okumasını öğretmek ya da rahiplere rehberlik etmek için kullanılan
kil tabletler bulunmuştur. Okumalar, törenler, dualar ve kutsamalar tedavi için
tanrılara yalvarma vasıtalarıydı. Bununla beraber hastalıkların tedavinde
farmakolojik ilaçlar da kullanılmıştır. Bununla birlikte hastalığın semptomlarını ve
teşhis, prognoz ve tedavilerini açıklayanlar yanında kullanımlarını da veren ilaç
listelerini içeren kil tabletler de vardır. Yüzlerce bitki, madeni ve hayvani maddeler
tedavi edici unsurlardı.

Tıbbi müdahalelerin, biri yalnızca hasta kişilerle ilgilenen üç tip rahip tarafından
yapıldığı görünmektedir. Baru, yalnız hastalıkla değil teşhis ve prognozla ilgilenen
tanrısal bir güçtü. Aşipu dua ile kötü cinleri uzaklaştırarak, evleri, çiftlikleri ve
ruhlara tutulmuş hasta insanları kurtarırdı. Asu, hekim olarak başlıca davranışta
bulunan kişiydi. Yalnız ilaç ve ameliyatlar değil büyü ve falı da kullanırdı. Rahip
hekimler başlıca saray ve asaletli kesime hizmet ederdi. Bununla birlikte bazı cerrahi
işlemleri yapan köleleri dağlayan berberler de bulunmaktaydı. Keza bunlar diş

29
tedavileri de yaparlardı.

Tıbbi uygulama, diğer mesleki aktiviteler gibi yasalar tarafından düzenlenirdi.


Hammurabi Kanunları’nda (MÖ 1700) 282 maddeden 10 tanesi hekimlerin alacakları
ücretler ile hata yaptıklarında çarptırılacakları cezaları belirlemişti. Hammurabi
kanunları operasyonun sonucuyla ilgiliydiler. Hasta biri herhangi bir özel kategorideki
kişiydi. İşinden ve kral hizmetinden muaf tutulurdu. Diğer yandan, ruhlar tarafından
neden olunan hastalık bedeni ele geçirdiği için, bu acılı kişi, şeytanı başkalarına
geçirmekten kaçınacak şekilde mümkün olduğu kadar uzak dururdu. Bu nispî
izolasyon, dini-sihirsel bir temelde olsa da toplum hijyeni açısından yararlı idi.

Mısır Tıbbı
Son yüzyılda yedi tane tıbbi papirüs bulunana kadar, eski Mısır tıbbı hakkındaki
başlıca bilgileri Yunan ve Romalı yazarlardan alıyorduk. Bütün tanrılar sağlık ve
hastalıkların bazı yönleriyle ilgiliydiler. Güneş tanrısı Ra, tanrılar arasında en üst
yerde bulunuyordu. Tanrıça İsis toprak ana idi ve iyileştirici tanrıça olarak
tapılıyordu. Onun kültürü yüzlerce yıl varlığını sürdürdü. Yunan dünyasında
Asklepeion geleneğinin başlamasına kadar onun adına yapılan tapınaklar varlığını
sürdürdü. İki önemli iyileştirici tanrıdan biri hekimlerin tanrısı olan Thoth idi. Diğeri
ile İmhotep’ti. İmhotep tarihsel kimlik olarak bir dahi olarak Piramid çağında ortaya
çıkar (yaklaşık 6. Yüzyıl). Mimar, şair, yazar ve hekimdir ama ona atfedilecek yazılı bir
eseri bulunmamıştır. Altıncı yüzyıla doğru Mısır baş iyileştirici tanrısı olarak Tanrı
Thoth’un yerini aldı. İç organlar, devamlı olarak mumyalayanların gözü önünde
olmasına rağmen, anatomi ve fizyoloji bilgileri eksik ve dinsel nitelikte idi. Vücut
organlarının listesi tanrı Ra’nın söylemi şeklinde idi. Her bir vücut parçası koruyucu
olarak özel bir tanrısal parça idi. İnsan vücudunun kozmik bir plan şeklinde
yansıması, özellikle Ortaçağ Avrupa’sında, evrensel tıbbi ve felsefi kavram olarak
devam etti. Eski Mısırlılar, özellikle dinsel nedenlerle ev ve vücut temizliğine önem
verdiler. Büyük ekonomik ve sosyal sınıflardaki insanlar her sabah ve akşam, her
yemek öncesi yıkanırlardı. Ama sabun henüz bilinmiyordu. Tedavinin özünde, dinsel-
büyüsel hareketler hayati rol oynardı. İlaç ve mekanik tedavilere şeytanı kovmak ve
tanrıların yardımını istemeye yönelik büyüsel müdahaleler eşlik ederdi.

Hint Tıbbı

Hint tıbbının temel özelliği her türlü patolojik kavramın içinde yer aldığı felsefi geniş
bir yapı olmasıdır.Hinduizm yaşayan en eski dinlerden biri olarak dört bin yıldan fazla
dönemde gelişmişlik göstermiştir. Başlangıçta, Aryan ve Induz vadisi uygarlıkları
tarafından getirilen dinlerin bir sentezi idi. Veda olarak bilinen aryanlar’ın yazılı

30
eserleri Hinduizmin en eski kutsal kitabıdır. Geleneksel Hint sağaltımının temeli
“Ayurvedic” tıp olarak bilinir (yaşamı bilmek). Ayrıca bununla ilgili açıklamaların ve
sağaltım konusundaki daha sonraki yazıların yer aldığı birlikte Çarata, Susrata ve
vaghata adlı eserler de bulunmaktadır. Dikkat çekmek gerekir ki Hint dinselliği ve
mistisizmi, dinsel ve büyüsel anlayıştan tam olarak kopmasa da güvenli ve akılcı tıbbi
uygulamalara izin veren seküler bir anlayışı temsil ediyordu.

Klasik Hinduizimde tanrı Şiva şiddet ve güç tanrısı idi. Onun arkadaşı Kali idi. Birlikte
kötülüğü ve yıkımı temsil ederlerken aynı zamanda üretkenliği doğurganlığı ve iyiliği
temsil ederlerdi. Ama tanrı Şiva tek başına ölümü yenerdi. Vedalar, Hint etik kodları
ve dinlerinin çoğunun temel alındığı, Aryanların eski ilahileri, duaları ve öğretileri idi.
En eskisi, Rig-Veda, Yajur-Veda ve Sama-Ved gibi, büyü uygulaması ile hastalık,
yaralanma, üreme, temizlik ve sağlık gibi konuları kapsasa da neredeyse tamamiyle
dinsel nitelikte idi. Hinduizm ve Budizm’den birçok mezhep yan kollar gelişti.
Örneğin, Yoga, kişinin kendini özgürleştirebileceği düşümsel ve bedensel aktiviteler
olarak bir dinsel felsefe idi.

Çin Tıbbı

Eski Çin kosmolojisinde, evren tanrısal bir güç tarafından yaratılmamıştı, ama
doğanın temel ikiliğinin rolüyle kendi kendine meydana getirmişti. Bu ikilik Şöyle idi:
Yang olarak bilinen aktiflik, ışık, kuruluk, sıcak, pozitiflik, erkeklik ile Ying olarak
bilinen pasiflik, karanlık, nem, feminen, negatiflik yer alıyordu. Bütün bunlar canlı ve
cansızdı ve bütün durum (ve hadiseler) bu temellerin birleşmesinden meydana
geliyordu. Evrenin nihai ilkesi Tao idi (Yol). O yin ve yang’ın miktarını belirliyordu.
Yin ve yang’ın doğal ilişkilerini değiştiren şeyler kötü olarak kabul ediliyordu.
Fizyolojik fonksiyonlar, M.Ö. 6 yüzyıldaki Yunan ve MS, Galen’e ait konseptekine
benzer şekilde “Humoral sistem”den oluşuyordu. Yalnız Çin anlayışında dört değil
beş temel eleman var idi. Beş rakamının Çin kültürü için mistik bir değeri vardı ve
çoğu sınıflandırmada kullanılıyordu: Beş element, beş tat, beş nitelik, beş ilaç biçimi,
beş tedavi, beş katı organ, beş mevsim, beş duygu beş renk gibi.. Çin teşhis yöntemi
soru sormak, nabız muayenesi, ses ve vücudu gözlemek, gibi.. Belki de eski Cindeki
en önemli teşhis tekniği nabız muayenesi idi.

Eski Yunan'da Tıp (Hipokrat öncesi)

Batı tıbbının kaynağını aldığı eski Yunan tıbbı hekim-tanrı Asklepion'dan, yunan
mitolojisinden köken alır. Kahraman bir hekim olarak, Asklepion ideal hekimi ve
karşılaşabileceği tehlikeleri göstermiştir. Asklepion'un tanrılaştırılmasıyla ve
tapınaklarının Yunan ve Roma İmparatorluğu'nda yayılmasıyla, Asklepios genel
31
olarak sağlık tanrısı olarak görülmüş ve çaresiz insanlar için yalvarılacak bir obje
olarak hizmet vermiştir. Asklepios tapınak ve kültleri eninde sonunda başlıca dinsel
tıp odakları olsa da uzun ve mitolojik miras öncelikle yer aldı. Yer altı ve yerüstünün
bütün eski tanrıları yılan gibi hayvansal unsurlar sıklıkla iyileştirici güçlerdi ve
Asklepion bu eski tanrılardan daha sonra kimlik kazanmış olabilir. Elbette, yarı
tanrılar ve kahramanlar ile birlikte neredeyse her Yunan tanrısının hastalık ve sağlık
konusuyla ilgisi bulunmaktadır. Asklepios'un geniş bir ailesi vardı. Onlardan çoğunun
sağlık ve tıbbi işlevleri bulunmaktaydı. Karısı Epione acıyı dindirirdi. Kızı Hijyea
sağlığın korunmasını simgeleyen sağlık tanrısı idi. Diğer kızı Panacea tedaviyi
simgeliyordu. Oğlu Telesforus hastaların nekahat dönemlerine eşlik ederdi.

İyileştirici Asklepios tapınakları M.Ö. 6. Yüzyıldan itibaren Yunanistan'ın Teselya


bölgesinde ortaya çıkmaya başladılar. M.Ö. 4. Yüzyıla kadar tapınaklar Yunan
yarımadasının birçok bölgesinde görülür oldu. Her bir asklepian tapınağında sağlık ve
etkileyici büyüklük ve zenginlikte binalar grubu ve alanlar bulunmaktaydı.
Epidauros'taki gibi büyük tapınaklar tiyatro, stadyum, jimnazyum, eğlence hizmetleri
ve insan ruhuna etkide bulunan diğer şeyler bulunurdu. Onlar hastanelerin öncülleri
olmaktan çok, modern terimle kaplıca ve dinsel tapınak karışımı yerlerdi. Rituellerle
çevrili tedavi, seremonisi güneş battıktan sonra başlardı. Beraberinde etkileyici
binalar, oyalayıcı dışyüzler ve etkileyici başarılı tedavi öyküleri, ziyaretçiyi rahip ve
çalışanlarının iyileştirme eylemlerine karşı açık hale getiriyordu. Yardım isteyen kişi
şimdi törenin canlı bir parçası olmaya hazır hale gelirdi. Gece boyunca uyku,
kızlarının eşlik ettiği Asklepion gibi giyinmiş rahipler, hizmetçiler, yardımcılar, yılan,
köpek eşliğinde yarı karanlık bir ortamda hastanın etrafında dolaşırlardı. Hasta
uykudan uykuya geçerken tedavisi verilir ve tavsiyelerde bulunulurdu. Tanrı,
yardımcıları ya da hastalıklı bölgeyi yalayan yılan, köpek tarafından hasta tedavi
edilmiş olurdu. Tanrısallık gücü çeşitli tedaviler biçiminde kullanılırdı. Ellerinde
yatmak, tıbbi işlemi uygulamak, cerrahi operasyon yapmak, ya da tavsiyelerde
bulunmak. Sabah olduğunda hasta iyileşmiş olduğunu ümit ederdi.

Tanrılar tarafından farklı teknikler kullanılırdı, ama daha sıklıkla onlar alışılmış laik
doktorların ve günün folklorik tıbbi yöntemlerini temel alırlardı. Bazen, tam bir
cerrahi operasyon kullanılırdı. Konservatif ve operatif olmayan cerrahi uygulansa da
karşılaşılan bir örnekte göğüs apsesinin cerrahi drenajını öğüt veren hasta hekimiyle
karşılaşılmıştır. Açıkçası, tapınak tedavisinin en etkili ögesi inançtır. Tanrının
yardımında yardım isteyenin inancı, tapınak yardımcıları tarafından verilen ilaçlara
eklenirdi. Keza, gevşeme hissi müzik ve konforlu bir çevre ile meydana getirilirdi.
Dinsel ve ruhani atmosfer solunur ve Asklepion gibi davranan rahibin görünmesi ve
ihtimamı şüphesiz etkileyicidir.

Laik hekimlerin zamanın organik hastalıkları için çok az spesifik ilaca sahip oldukları

32
düşünüldüğünde Asklepios kültünün son derece popüler olması ve yüzlerce yıl
ayakta kalması şaşırtıcı değildir. Ayrıca, umutsuz hastaların geri çevrilme alışkanlığı
ve tedbirli olunması nedeniyle, hastaların tapınak ve şarlatanlardan başka çıkış yolu
bulunmamaktadır. Fiziksel temelde hekimlerin tedavi edilemez buldukları
hastaların, tapınaklarda tedavi edilebilme örnekleri umutsuz hastalar için bu tür
yerlerin şöhretinin artmasına neden olmuştur. Ne kadar tapınakta rahiplerin
kendileri tarafından tedavilere inanıldığı, ne kadar aldatmanın olduğu
bilinmemektedir.

HİPOKRAT

Hipokratik dönemden önce eski Yunan'da Asklepeion Tıbbı vardı. Şifa sanatının
Tanrısı Asklepion, Bütün Akdeniz çevresinde Asklepeion adı verilen tapınaklar
merkezlerini yerleştirmişti. Asklepian tıbbı rüya ve kehanet yalnızca dinsel değil aynı
zamanda diyet, tıbbi bitki ve otlarla yapılan tedavi ve cerrahi temeldeydi.

Hipokrat Kimdir?

Bazı olaylar genel olarak kabul edilmektedir. Hipokrates (460-370), bazına göre
tartışmalı olsa da, Yunan dünyasında mevcuttu ve iyi biliniyordu. O Kos adasında
hocalık yapan, gezgin bir hekim ve birkaç kitabın yazarı olduğu varsayılan biri idi. Ona
mal edilen yazılarından hangisini gerçekten onun olduğu bilinmemektedir ve yazı
stili, içerinden yola çıkılarak onun olduğu bilinen esereler vardır. Ama Hippokrat ismi
gelecek yılları aydınlatan bir isim oldu. Hadiseleri süslendi, öyküleri anlatıldı ve
efsaneler üretildi. Bazıları gerçek olabilir, bazıları özünde gerçeği barındırıyor olabilir
ama diğerleri tümüyle sonradan üretilmişlerdir. Efsanelerinden bir kaçı ifade etmeye
değer nitelikte olabilir çünkü onlar Hipokratı takip eden yüz yılların düşüncesini için
hoş olacak tipteki başarılarını göstermektedir.

Hipokrat’ın kendi hakkında çok az şey bilsek de, Hippokratik külliyete sahibiz. Bu
külliyet onun yönteminin bir dışa vurumudur. Hipokratın tıbbi doktrininde üç temel
bulunmaktadır.

⦁ Hasta psikosomatik bir varlıktır,


⦁ Hastalıklar kurallar tarafından idare edilir
⦁ Hekimler, tıp sanatında doğanın yardımcısı ve hizmetkârıdır.

Bir başka kelime ile gerçek Hipokrat tıp hasta yalnızca hastalık ile değil öncelikle
hasta ile ilgilidir, bu tıp anlayışında hasta yalnızca vücut organları olarak değil
psikosomatik (bütünsel) olarak tedavi edilir. Hipokratik tıbbın temelinde doğru
33
düşünme (rasyonalizm) ve hastaya bütünsel yaklaşım yatar. Hipokrat ile hasta
arasındaki ilişki dinsel kavramlardan çok insanlık değerleri tarafından ve "hastaya
yararlı ve zarar verme" ilkesi tarafından belirlenmiştir. Hipokrat üzerine yapılan
çalışmalarda kimse; onun klinik gözlemlerindeki doğruluk payını, hastanın hikayesini
almadaki başarısını, bir organdaki hastalığın tüm bedene yansıması doktrinini, herkes
için yüksek standartta tıp sanatını icra etme isteğini fark etmeden geçemez.

Hipokratik görüşler

Hipokrat bir doğa bilimci halinde hastalıkları gözlemledi ve doğru zamanda ne


yapması gerektiğini ve hangi hekimin neyin uzmanı olması gerektiği kurallarını
yerleştirdi. O, insanların ızdırapları hakkından derin bilgisi vardı ve her fırsatta
"hekimin yerinin hastasının başucu" olduğunu vurguladı. Hipokrat tıbbı büyüden,
gerçekleri masallardan, öyküleri yalanlardan, şifayı felsefeden ve tanrıları
insanoğlundan ayırdı.

Hipokrat, her bir hastalığın özellikleri yanı sıra bireysel ve genel olarak birçok şeyin
doğasını göz önünde bulundurmak zorunda olduğumuzu düşündü. Bu nedenle
hastanın ne yediğini ve içtiğini, iklim koşullarını, genel anlamda ve özel anlamda
yerleşim yerini, hastanın alışkanlıklarını, yaşam stilini, ne işle meşgul olduğunu ve
yaşını göz önünde bulundurmak zorundayız, sonra onun konuşmasını, düşüncesini,
rüyalarını ve doğasını da göz önüne almamız gerekir. Hipokrat, hekimin hastayı tüm
olarak incelemek zorunda olduğunun farkındaydı; hastalığın gelişimini izler ve
doğasına müdahale etmezdi. Hipokrat çoğu hastalığın doğal iyileşme eğilimleri
olduğunu bilirdi: Doğanın iyileştirici gücü. "Vis Medicatrix Natura". O, "doğamızın
hastalığımızın hekimi olduğunu" söylerdi. Yalnızca doğaya şans veriniz ve
hastalıkların çoğu kendi kendine iyileşecektir. Gene de, o doğru rejim ve diyetler
verdi. Diğer yandan Hipokrat müdahaleci tıbbın modern görüşünü unutmadı.
"Umutsuz vakaların umutsuz tedavilere ihtiyacı vardır" dedi.

Hipokrat, her hastalığın kendine özgü doğası vardır ve o dış koşullardan doğar
(soğuk, güneş, rüzgar değişimleri) görüşünü destekledi. O hastalık nedenlerinde
yiyeceklerin, meşguliyetlerin ve özellikle iklim koşullarının etkisine işaret etti. Ünlü
"Havalar, sular ve yerler" kitabında Hipokrat yaşam stili ile insan, insan bedeni ve ruh
sağlığı ile su temini, sağlıklı iklim, toprağın yapısı, yiyeceğin niteliği arasındaki
karşılıklı ilişkiyi özel olarak vurgulamıştır. Hipokrat tıptaki pratiğini sınırlamadı. O iyi
bir cerrahtı. Apseleri drene eder, kırıkları yerleştirir, çıkıkları yerine takardı. Onun
ortopedik yöntemi hala her klinik uygulamada kullanılır. Uzun hayatı boyunca,
yorulmadan gözlemledi, deneyimlerini karşılaştırdı ve onları kaydetti. O, her şeyden
öte, hem genel bir pratisyen ve filozof hekimdi. Pragmatik davranırdı ve hastalarına
rejim ve diyet tedavisi uygulardı.

34
Hipokrat koruyucu tıbbı öncelikle olarak belirlemiştir. "En iyi hekim hastalığı
önceden görebilen" demiştir. Yunan uygarlığının bilimdeki en büyük hediyesi evren
doğal yasalarla işler kavramı idi. Onun kurallarını çalışırken, ona uyarız ve bu dünyayı
yaşayacağımız güvenli ve daha iyi bir yer yapar. Hipokratik sanatın esası hastayı
çalışmaktır, teorileri ile uğraşmak, sihirsel formüller bulmak değildir. Her bir hastalığı
gözlemlemek, çalışmak, tanımak onu bulmak eğer mümkün ise nedenini ve çaresini
bulmak. Hipokratın tıbbi bilgisinin günümüz bilgisiyle mukayesesi çok sınırlıdır. Ama
sihirsel değil doğal nedenlerin üzerinde çalışması modern bilim ve tıbbın temel direği
olmuştur.

Hipokratik Felsefe

Hipokratik tıp ve felsefe Pitagorian kavram ile birlikte Anadolu'daki İyonyalı


filizofların anlayışı, ve onun öğrencisi Empedoklesin 4 humor teorisi ile kombine
haldedir. Bu teoriye göre insa 4 homör içeren ruh ve bedenden meydana gelmiştir.
Bu dört humör kan, balgam, siyah ve sarı safradan meydana gelmiştir. Bu dört
humör vücuttaki kalp, beyin, karaciğer ve dalağa karşılık gelir. Bu dört humör
devamlı hareket halindedir. Bu dört homörün dengesi sağlıklı olmak olarak
tanımlanır. Bunlar arasındaki dengesizlik ve uyumsuzluk ise hastalıkları doğurur.

Hipokrat neler yazdı ?

Hipokrat külliyatındaki toplam kitap sayısı tahminidir. Kitaplarının sayısı 72


yazılarının sayısı 59 civarındadır. Ama konular planlı bir şekilde hazırlanmamıştır.

Hipokratik Tıbbın esas özellikleri

Hipokratik tıbbının başlıca özelliklerini özetlerken öncelikle işaret etmeliyiz ki hepsi


de doğa bilimleri alanında geniş bilgiyi, tıp uygulamasında derin deneyimleri,
nedenler ve etkileri hakkındaki mantıklı muhakemeyi ve moral değerleri yükseltecek
etik kavramları içerir. Bu temeller o sistemde doğru gözlemler ve derin
muhakemeler ile kısmen kompanse edilen anatomik bilginin hemen hiç bulunmadığı
tıp sistemini geliştirmiştir. Gerçekte tıbbi açıdan Hipokrat külliyeti, bilimin son derce
küçük adımının atıldığı bir dönemde tıp sanatının evrimdeki ilerlemesi hakkındaki
elimizdeki en değerli belgelerdir. Anatomi, fizyoloji, patoloji bilgilerindeki hatalara
rağmen, hayvan araştırmalarındaki güçlüklere rağmen, nadir ve kaba denemelere
rağmen, hipokratik tıp esaslı şekilde hasta başı deneyimleri ve felsefi muhakemeleri
ile üst düzeyde bir başarıya erişmiştir.

35
36

You might also like