Professional Documents
Culture Documents
Adam Phillips - Hep Vaat Hep Vaat - Edebiyat Ve Psikanaliz Üzerine Denemeler
Adam Phillips - Hep Vaat Hep Vaat - Edebiyat Ve Psikanaliz Üzerine Denemeler
� metis eleştiri
Metis Eleştiri 12
Metis Yayınları
ipek Sokak No. 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com
ISBN-13: 978-975-342-641-1
Adam Phillips
Hep Vaat Hep Vaat
Edebiyat ve Psikanaliz Üzerine
Denemeler
Çeviren
Ferit Burak Aydar
� metis eleştiri
Brian Worthington ve
John Carey için
içindekiler
Teşekkür • 11
önsöz • 13
1 Şiir ve Psikanaliz • 21
2 Bombalarca Uzakta • 50
4 Winnicott ve Hamlet • 83
12 Tebessüm • 178
çük kazanımları vahiylere tercih eder. Kimsenin yanlış bir yanı ol
madığını, kimsenin "hasta" olmadığını, aksine herkesin elindeki
lerle yapabileceğinin en iyisini yaptığını varsayar. Çocukların na
zik olmayı öğrenmeleri ve gülüp eğlenecek kadar (kendilerini me
raklarını cezbeden ve yaşadıklarını hissetmelerini sağlayan şeye
kaptıracak kadar) serbest olmaları gerektiği, psikanalize başvuran
herkesin de hangi yaştan olursa olsun, öyle ya da böyle bu iki şey
hakkında konuşmak için geldiği inancından yola çıkar. Bu tür saf
iyimser değerler, anlamaya çalıştığı çıkmazların meşum ciddiyeti
ne fazlaca hevesli bir şekilde suç ortağı olan ve körü körüne akade
mik saygınlık peşinde koşarken, insanlara gerçekten sunabileceği
şeye -ki bu genellikle oldukça basittir- güvenini kaybettiğinden
"araştırma"ya daha bağlı ve daha metafizik hale gelmiş bir mesle
ğe tepki olarak önerilmiş ve tercih edilmiştir. Psikanalizin duygu
sal ya da anlaşılması güç soyutlamalara -yeni paradigmalara ya da
radikal revizyonlara-değil, daha iyi cümlelere ihtiyacı vardır. Do
layısıyla psikanalizin bu biçimini uygulayanlar diğer "sosyal bilim
ciler"le karşılaştırıldıklarında kötü çıkmaktan her zaman memnun
olacaklardır. Olgulardan yana --bunlardan bazılarını hor görmeseler
de- yetersiz kalacak, fakat onları etkileyen her olayı ilginç bir şe
kilde tarif edebileceklerdir. Bu izlenimler konusunda, onlara dair
heyecanlan haricinde çok az gerçek temele sahip olacaklardır. Bu
psikanaliz biçimi bir teoriyi yararlı bulduğu (yani, bunu pratiğe
dökmenin bir yolu bulunsaydı uğraşmaya değer bir fark yarataca
ğı) için olduğu kadar kulağa hoş geldiği için de tercih eder, dolayı
sıyla da teorileri yönergeden çok şarkı olarak görür. İddianın eko
nomikliğini kanıtın sıkıcılığına tercih eder ve bir teorinin ancak so
nuçlan kadar, yol açtığı eylem ve hayaller ile yaratmaya çalıştığı
dünya kadar iyi olduğuna inanır. Bu bakış açısından William James
her yönüyle Freud kadar iyi bir psikologdur -artık bu ne demekse.
Aynca bir pratisyen, psikanalist Melanie Klein'dansa filozof J. L.
Austin'i okursa vaktini daha iyi değerlendirmiş olur (bunun ideali
ikisini de okumasıdır). Önceden Edebiyat diye adlandırılan eserle
ri okumanın, psikanaliz pratiği açısından başka bir şey (siyaset ta
rihi bunun hemen arkasından gelir) okumaktan muhtemelen daha
iyi bir hazırlık olduğunu düşündüğüm oranda "edebi" bir psikana
lizdir bu. Şiir ne kadar kurumsallaştırılabilirse psikanalizin de o ka-
18 H E P VAAT HEP VAAT
gören kişi bunları yaşamak ister; rüya gören kişi analistten kendi
hezeyanına geri dönmek için yardım isterken, pragmatist kendini
anlamak için yardım bekler. Pragmatist ne yapacağını bilmek ister,
rüya gören kişiyse ne olacağını görmek. Tuluatçıların ve popüler
leştiricilerin icra ettiği yararlı bir meslek olabilmek için psikanaliz
yazılan, insanların her iki heyecanı da aynı güçle dillendirebilece
ği. ne pragmatistin ne de rüya gören kişinin birbirlerinden yalıtıla
cağı bir yer olmak zorundadır - yani edebiyatın daima olduğu gibi
bir yer. Örneğin insanın bir şeyi illa inandığı için değil, inanıp inan
madığını öğrenmek için de söyleyebileceğinin ya da yazabileceği
nin tamamen kabul edilebildiği bir yer. En iyi şekliyle bu eski-mo
da şeylerin her ikisi de (psikanaliz ve edebiyat) bize karmaşık rü
yacılar ve pragmatistler olarak daha zevkli, ahlaki açıdan daha il
ginç hayatlar yaşama esini verebilir. Bu kitaptaki yazılar, bunu
akılda tutarak, bu iki figür -ve eskiden birbirinden ayırt edilebilir
olan bu "disiplinler"- arasında kah bağ kurup kah kurulan bağlan
kıracaktır.
ğü; böyle kesin bir türsel ayrım yapmak mümkünse, şiirsel olanın
psikanalitik için neyi simgelediğidir. Psikanalitik bir bağlamda şa
ir ilk başta hem esinleyici hem de sinir bozucu derecede gaspçı bir
varlıktı. Psikanaliz kendisini önceleyen şiirsel geçmişleri ve kendi
mecazlarını önceden tasarlayan edebi etkileri her zaman dikkate al
mıştır. Freud Uygarlığın Huzursuzluğu'nda, "Başlangıçta ne yapa
cağımı hiçbir şekilde bilmiyordum," diye yazar. "Bana ilk ipucunu
dünyanın mekanizmasının 'açlık ve sevgi' tarafından bir arada tu
tulduğunu yazan filozof-şair Schiller verdi." Önceleri iki temel iç
güdü olarak gördüğü cinsellik ve kendini sürdürme hakkındaki ilk
tanımlarını Schiller'den aldığını söyler Freud. Fakat şairlerden al
dıklarından minnet ve hayranlık dolu bir tonla sık sık bahsetmesi
ne rağmen, şairin derin psikolojik hakikatlere görünüşte kolayca
erişmesinden de keyifsizce, hatta kıskançlıkla bahseder. Goethe'nin
Faust'undan birkaç dize alıntıladıktan sonra, Freud şöyle yazar:
"Kimi insanların, biz diğerlerinin acı veren şüpheler ve ardı arkası
kesilmeyen denemelerle ulaşmak durumunda olduğu en derin içgö
rüleri kendi duygularının girdabından hiç de çaba göstermeden çe
kip çıkarma becerisine sahip olduklarını fark ettiğimizde, iç geçir
meye pekalii hakkımız vardır."
Esinlenmiş şair açısından bu hafif bir meltemken, analist için
zahmetli bir iştir. Şair çalışmaz; oysa şair ile psikanalistin ortak bir
tasarıları varmış gibi görünür. Şair aynı anda hem derin bir içgörü
kaynağıdır hem de bu tür bir içgörüye ulaşma yöntemleri bakımın
dan bir rakiptir. İlk İngiliz analistlerinden biri olan Ella Sharpe,
"Gerçek şair, sezgisel bir psikologdur," diye yazar Freud'u onayla
yarak. O halde hangisi olmak daha iyidir ve neden? Eğer derin bir
içgörünün (artık bu her neyse) peşindeysek, sorunun bir cevabı var
gibi görünmektedir. Burada, şairlerin ve psikanalistlerin ortak bir
amacının (ya da ereğinin veyahut da arzusunun) olduğu ama buna
ulaşmak için farklı araçlara sahip oldukları iddia edilmektedir. Pe
ki ama Freud'u ya da Ella Sharpe'ı şairlerin -her çağdan bütün şa
irlerin- tasarısının derin içgörüye ulaşma çabası olduğuna inanma
ya iten nedir? Şairlerin belki de biraz umutsuz bir şekilde müttefik
haline getirilmeye çalışıldığı hissedilebilir. Çok açık ki şiir seven
ya da şair fikrinden hoşlanan insanlar açısından (ki bu ikisi aynı şey
değildir) şairlere yönelik bu aktarım önemlidir. Hatta o kadar önem-
24 H E P VAAT H E P VAAT
Aslında bir başlangıç olmadığı halde öyleymiş gibi yapılan bir nok
tadan başlamak sıkıcı görünüyor. Fakat Freud'un erken dönem ya
zılarından "Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz Düşleri" (1908) tam da
başlığı nedeniyle reddedilemez türde bir davet teşkil ediyor. Freud
bu yazısında, "Yaratıcı bir yazı, tıpkı bir gündüz düşü gibi, çocuk
luktaki oyunların bir devamıdır ve bunların yerini tutar," der. Ço
cuk oyunu ise Freud'un o zamanki görüşüne göre, yeni tanımladığı
düşler ve belirtiler gibi çocuğun cinsel isteklerinin üstü örtülü bir
temsilidir. "Fantaziler üzerine tartışmamızdan," diye yazar Freud
aynı yazısında, "şiirsel etkilerin sorunlarına giden bir yol vardır."
Yaratıcı yazan ayırt eden şey -düş gören kişi ve oyun oynayan ço
cuk gibi- kabul görmeyen arzulan paylaşılabilir bir biçime sokma
nın yolunu bulmuş olmasıdır. "Bu tür fantaziler," diye yazar Freud,
"bunları öğrendiğimizde bizi tiksindirir ya da en azından etkile
mez. Ama yaratıcı yazar ... genellikle kendi kişisel düşleri olarak
aldığımız şeyleri anlattığında büyük bir haz duyarız." Bu yaratıcı
simyada, haz tiksintiden çıkarılıp alınır. Şair olmak görünüşte im
kansız olanı başarmaktır: Kabul edilebilir bir biçimde haz verici bir
ihlal. "Yazarın bunu nasıl başardığı onun en gizli sımdır," diye ya
zar Freud. "Esas ars poetica, kuşkusuz her bir tekil ben ile diğerle
ri arasındaki engellerle bağlantılı olan bir tiksinti duygusunu alt
etme tekniğinde yatar." Birbirimizden iğreniriz, diye iddia eder
ŞiiR VE PSi KANALiZ 27
(ve diğer pek çok analistte) görülen sanatçının idealize edilmesi eği
limi -kaçınılmaz olarak ona eşlik eden kıskançlık, rekabet ve kuşku
ile birlikte-yaratıcı sanatçının Freud için hem bir ben-idealini hem
de insan olmanın anlamının mümkün olan en iyi portresini temsil
etmesinin bir sonucu mudur? En nihayetinde, eğer yaratıcı sanatçı
herkesin çocukken ve düş görürken yaptığını yapıyorsa, o halde
"yaratıcı sanatçı" tabiri yerine basitçe insan sözcüğü de kullanılabi
lir. Ars poetica yaşam sanatlarıdır. Freud sanatçıyı idealize etmesi
bakımından bir geç romantik sayılabilir; ama şiir sanatını rüya-ça
lışmasıyla ve çocuk oyunuyla eşanlamlı hale getirmesi şair olmaya
özenmemiz gerektiğini değil, istesek de istemesek de şair olduğu
muzu göstermektedir. Psikanaliz böylece şiir bilimi ya da daha zi
yade insanlık şiirini bilim diliyle sunma çabası halini alır. Düşlerin
Yorumu şiir yasalarının ve mantığının formülasyonu değilse nedir?
Yetmişinci doğum günü münasebetiyle verdiği bir mülakatta Freud
şunları söyler: "Benden önce şairler ve filozoflar zaten bilinçdışını
keşfetmişti, ben yalnızca bilinçdışının incelenmesini sağlayacak bi
limsel yöntemi keşfettim." Bu belki de üzerinde yeterince durulma
mış bir ayrımdır. Şairler ve filozoflar bilinçdışını keşfetmiş, Freud
ise onu inceleme yöntemini keşfetmiştir. Aradaki fark tam olarak
nedir? Freud onu incelenebilecek bir konuya mı dönüştürmüştür?
Sanatçılar ve filozoflar onu incelememişlerse, ne yapmışlardır? Ser
gilemiş, canlandırmış ya da göstermişler midir? Bilinçdışı, Freud'
un bilimsel yöntemi sayesinde üzerinde düşünebileceği, analiz edip
yapıbozuma uğratabileceği saf şiir ve felsefe midir?
İki pratik biçimi vardır: bir tarafta şairler ve filozoflar, diğer ta
raftaysa psikanalistler. Bunların ortasında bilinçdışı adı verilen bir
şey vardır ve her ikisi de bu bilinçdışıyla farklı türde bir ilişki içeri
sindedir. Bir yanda, insanlığın şiiri-eylem halindeki bilinçdışı- var
dır, diğer yanda ise bunun bilimsel olarak incelenmesi. Şair ile psi
kanalistin bir bakıma ortak olup olmadıkları ya da şairin, psikanalis
tin konumuna özenmesinin ve hatta evrilmesinin (ya da tersinin)
mümkün olup olmadığı açık değildir-belki de Freud'un kendisi için
bile açık değildir. Düş mü yoruma yeğdir yoksa yorum mu düşe?
Hangisi olursa olsun bir düşü düş olmadan yorumlayamazsınız.
Lionel Trilling "Freud ve Edebiyat" adlı başarılı makalesinde
Freud'un, başka ne olursa olsun, şairlerin bir savunucusu olduğunu
ŞiiR VE PSiKANALiZ 29
özlü bir dille ifade eder. "Zira tüm zihinsel sistemler arasında," di
ye yazar Trilling, "sadece Freudcu psikoloji şiir sanatının zihnin
doğal bir fonksiyonu olduğunu söyler. Gerçekten de zihin, Freud'
un gördüğü şekliyle, esas eğilimi bakımından tastamam şiir yaratı
cı bir organdır ... Bilimsel bir çağda nasıl olup da mecazi biçimler
le düşünüp ve hissettiğimizi keşfetmek ve teşbih, metafor, kapsam
lama ve metonimi üzerine kurulu psikanaliz bilimini yaratmaksa
Freud'a kalmıştı." Bilimsel bir çağda haHi dilden yararlanıyoruz.
Trilling'in izahı psikanalizi, bir mecazlar bilimi olarak, dilbilimin
eşanlamlısı gibi göstermektedir. Elbette bu kanaatin sonuçlarını
ilerleten Lacan olmuştur. Yine de gelişen bir Amerikan ben-psiko
lojisi bağlamında Trilling'in Freud'u şairlerin savunucusu yapması
illaki Freud'un edebi anlamda temellük edilmesi değildir. Hatta bu,
insanların dil-kullanan hayvanlar olduğunu ve bilimsel olarak ince
lenebilen bu şiirsel sanatların yalnızca dilin işleyiş tarzına dair be
timlemelerden ibaret olduğunu söylemenin az çok incelikli bir bi
çimi olabilir. Şiir sanatı zihnin yaptıklarının betimlemesi haline ge
lir; zihin şiir üreten bir organdır. Freud sözlü dil-kullanan hayvan
lar olarak insanların sandığımızdan daha şiirsel olduğunu göster
miştir; hatta ona göre insanlar özü itibariyle şairdir. Şiirsel olmamı
zın yegane nedeni ise söyleyeceklerimizin bize ve başkalarına gö
re kabul edilemez oluşudur.
Şiirsel sanatların varlığı, insan şiirinin her an her yerde oluşu,
içgüdüsel yaşamın hammaddesini uygun kıvama getirebilmek için
ne kadar çok şey yapmak gerektiğini kanıtlamaktadır. Freud'un de
yimiyle "biyolojik katman", hayatta kalabilmek için ifade etmemiz
gereken arzularımızı herkes için katlanılabilir kılacak yaratıcı dö
nüşüm eylemleri gerektirir. Zihinden çalışma talep etmek, zihinden
şiir talep etmektir. Öte yandan, şiir sanatı kaçakçı sanatıdır, kaçak
malı yeniden ambalajlayıp serbest piyasaya sürmektir. İnsanlar kö
tü şöhretli şairlerdir, ama neyse ki bilimsel olarak yeniden betimle
meye tabidirler. Bu durumda bilim daha yüksek bir saygıdeğerlik
seviyesi midir? Kuşkusuz bir fizik teoreminde ya da matematik
denkleminde utanıp sıkılacak bir şey olduğunu düşünmeyiz.
Freudcu zihin şiir üreten bir organ olabilir, ama bu kendi içinde
kutlanacak bir şey değildir. Şiir bizim doğal olarak işlenmiş ileti
şim vasıtamız olabilir, ama şiir sanatına da bir şeyler yapmak gere-
30 H E P VAAT H E P VAAT
kir. Sonuçta şairlerin sicili zihin sağlığından yana pek de parlak de
ğildir. Bir analisti yalnızca hastanın şiirine kendi şiiriyle karşılık
veren biri -psikanalizi de fiilen bir ozanlar kapışması- olarak ta
nımlarsak çok geçmeden yönümüzü şaşırabiliriz. Biyoloji insanlar
tarafından şiire dönüştürülmektedir, ama şiirin de açıkça başka bir
şeye dönüştürülmeye ihtiyacı vardır. Bilinçdışının bilimsel incele
me yöntemi olan psikanalizin bir amacı, bir tasarısı vardır. Bir baş
ka deyişle şiir yeterli değildir; tedavi için şiire başka bir şey daha
eklemek gerekir. Freud'a göre, tek başına şiir kendimizi daha iyi
hissetmemizi sağlamaz. Ya da daha az tıbbi ve daha ahlaki bir de
yişle, görünüşe göre içsel olan şiir yazma yeteneklerimiz tek başı
na bize tercih ettiğimiz hayatı vermez. İnsan şiirini ilerletmek için
analiste gidebilir, fakat bu durum, analistin şiirinin hastanınkinden
daha iyi olduğu ya da analistin -tıpkı hastası gibi şiir üreten bir or
gana sahip olmasına karşın- başka bir dil konuşmayı öğrenmiş ol
duğu anlamına mı gelir? Analistin de hastanın da Freud'un ars po
etica adını verdiği metafor, kapsamlama ve metonimi olmadan ko
nuşamayacağı açıktır. Freud'un sunduğu ve Trilling'in geliştirdiği
portre hepimizin birer şair olduğunu bir önkabul sayar. Burada so
run bu konuda ne yapılması gerektiğidir, tabii bir şey yapılacaksa.
Gelgelelim kelimenin daha geleneksel anlamıyla hepimiz şair
(ya da yaratıcı yazar) değiliz. Nietzsche'nin ünlü sözleriyle, hepimiz
"kendi düşlerimizde birer sanat<;ı" olabiliriz; rüyalar, belirtiler ve
çocuk oyunları mecaz içerebilir. Fakat hepimizin şiiri telaffuz ve ic
ra ettiğini varsaysak bile, en asgari düzeyde düşünürsek hepimiz şi
ir yazmayız; aynca -muhtemelen daha isabetli bir ifadeyle-rüyalar
da, çocuk oyunlarında ya da belirtilerde mısra sonları yoktur. Nasıl
ki Freud insan öznesini ısrarla özü itibariyle ve değiştirilemez şekil
de şair olarak öne çıkarıyorsa, aynı şekilde sanatçıları idealize eder
ken de bazı insanların sanatçı dediğimiz türden olduğunu bazıları
nınsa olmadığım asla unutmaz ve unutturmaz. Freud, yaratıcı sanat
çının karşısında analistin silahlarını bıraktığını esefle de olsa kabul
eder. Arada hiçbir çekişme yoktur; yaratıcı sanatçı özü itibariyle in
sandır ama aynı zamanda analistin sahip olmadığı bir şeylere de sa
hiptir. Freud açısından sanatçı, psikanalizin sınırlarını ifade eder;
sanatçıyla ve sanat eseriyle karşılaştığında analist açıklamaya yöne
lik hedeflerinin sonunu görür. Freud'un hem yaratıcı sanatçıyla aşık
ŞiiR VE PSiKANALiZ 31
bir uzam açılır. Tam o anda şiir diye bir şeyin özel bir şeyler yap
ması gerekir. Ve elbette, afallama hissinin hakim olduğu bu kritik
anlarda -Winnicott'ın deyimiyle, kişinin adeta bir şeyler çalabile
ceği bu yokluk anında- seçilen nesne oldukça önemlidir. Bu sırada
imdada yetişenin Budizm mi bebek gözlemi mi yoksa şiir mi oldu
ğu bir fark yaratır. Bunun birtakım sonuçlan vardır. Elbette sıradan
bir olayı melodramatize ederek acil bir olaya dönüştürüyorum; so
nuçta hepimiz kültürel alanda tercih ettiğimiz öğelere başvururuz.
Fakat burada bir dramadan kriz yaratmamın asıl nedeni, bu anlarda
başvurduğumuz şeyin -o ya da bu biçimde alıntıladığımız şeyin
her zaman fetişleştirilebileceğini söylemektir.
Psikanalizi bilimsel ya da sanatsal diye tarif ettiğimizde, aslın
da onu muhtemelen kendi tercihimize uygun hayatlar yaratan bir
beşeri pratik geleneğine -tarihine- yaklaştırmış oluruz. O halde, ör
neğin son kitapları Internal Objects Revisited'ı (İç Nesnelere Tek
rar Bakış) Byron'dan bir alıntıyla noktalayan Sandlerlann yaptığı
nı nereye koymak gerekir? "Oluşturduğumuz iç nesnelere tutun
mak," diye yazarlar, "analizde şiddetli bir direnç kaynağı, genellik
le negatif bir sağaltıcı tepkiye götüren bir kaynaktır." Bu bağlamda
bu kitabı Byron'ın 'Chillon Mahpusu'ndan, mahpusun azat edildiği
zamanki hislerini aktardığı dizeleri hatırlatarak bitirmek yerinde
olacaktır." Sandlerlar burada bir şey söylemenin en iyi yolu olarak
istisnai netliğe sahip olan şiire başvurmakta, hatta belki de tutun
maktadırlar. Kanımca hemen her görüşten analistler inandırıcı,
doğrucu, yaşam aşılayıcı bir belagat olarak şiir sanatına bir tür bağ
lılık ya da inanç besler. Psikanaliz dillerinden biriyle söyleyecek
olursak, şair çok değer verilen bir iç nesnedir ve kanımca sık sık
muğlak bir şekilde özgürlük ve bağımsızlık fantazileriyle ilişkilen
dirilmektedir: Şair (en azından bazı insanlara göre) kendi kendine
oluşumun, bireyselliğin, üslup aracılığıyla özel bir mertebeye yük
selmiş farklılığın ilahlaştırılmasıdır. Şair, şiirsel olanın fantazisi,
dedikleri gibi, bizim için çok şey ifade etmektedir; fakat kuşkusuz
tekrarlamakta fayda vardır ki, şairler zihin sağlığı anlayışımız açı
sından örnek alınamaz. Kanımca psikanaliz enstitülerinin çoğu
Byron'a eğitim vermeyi kabul etmezdi.
Psikanalistler şiirsel olana başvurduklarında ya da atıfta bulun
duklarında -illa biçimsel şiirler olması gerekmez- genellikle şiirsel
Ş i i R VE PSiKANALiZ 37
sidir. Dikkatli gözlem için boş yer açan beklemenin sonunda ise
analistin şiiri, yani iyi yorum ortaya çıkacaktır. Nihayetinde serbest
olsun ya da olmasın her türlü çağrışıma müdahale edilecektir; has
tanın hammaddesi tahdit edilecek, metabolize edilecek, üzerinde
düşünülecek ve şiir gibi bir şey yaratılmış olacaktır. Fakat bu sefer
de elbette bu büyük şiirlerin ya da iyi yorumların ne işe yaradığı so
rusuyla karşı karşıya kalırız; bunların bizim için ne yapması bek
lenmektedir? Analistin hedefi, diye yazar Bion, hastanın eylem
"yerine geçmek"ten ziyade eyleme bir "giriş" olacak sözcükleri
kullanmasını sağlayacak sözcükler kullanmaktır. Analizin hedefi,
Keats'in terminolojisini kullanırsak, "Başarı Dili"ni, "hem eyleme
bir giriş hem de eylemin kendisi" olan dili desteklemektir. Müstes
na şiirler yazmak için gerekli giriş olarak Keats'in negatif yeteneği,
Bion'un tercümesinde, psikanalizin terapisel verimliliği için bir ön
koşul halini alır. Şiir, tıpkı iyi bir yorum gibi, eylem halindeki dil
dir. Analist, tıpkı şair gibi, dolu konuşmaya, anlamlı sözcüklere, iyi
bir dile ulaşmayı hedefler: Bion'un verdiği adla, "Başarı Dili"ne.
Bu bağlamda başarı ilginç bir sözcüktür. Keats açısından, bü
yük harfle yazdığı Başarı sözcüğü müstesna şiirler yaratmaktır. Öte
yandan, Bion'un analojisini devam ettirirsek, psikanalizdeki benzer
Başarıların ne olduğu pek açık değildir. Başarının tedavi olduğunu
söylemek sorudan kaçmak olur. Nihayetinde, Keats mektubunda
yalnızca insanı büyük şair yapanın ne olduğuna dair görüşlerini
söyler, büyük bir şair olmanın neden iyi bir şey olabileceği hakkın
da bir şey söylemez. (Kaldı ki, Bion'un Keats'in bu konudaki kimi
açıklamalarından -örneğin şiirin amacının "hoşa gitmeyen şeyleri
görünmez kılmak" olduğuna dair sözünden- hazzedeceğinden şüp
heliyim). "Şiire hiç inancım yok," diye yazar Keats bir başka mek
tubunda, "bazen insanların neden bu kadar çok şiir okuduklarım
merak ediyorum." Kanımca Bion konuşarak tedavi -yalnızca söz
cüklere dayalı bir tedavi- olasılığına olan inancını sürdürmek için
Keats'e ihtiyaç duymuştıır ve analistin çalışmasını etkili bir şekilde
estetikleştirme gereksinimi duyar. Bion'u asıl ilgilendiren şairin be
lirli nitelikte bir dikkate ilişkin tanımıdır; fakat bir pratisyen analist
olarak buna böyle bir dikkatin sağaltıcı gücüne olan inancını da ek
lemek zorundadır. Keats bilindiği üzere tıbbı bırakıp şair olmuştur
ve çoğunlukla şiirin dünya üzerinde iyiliği artıran bir güç olduğu-
42 H E P VAAT H E P VAAT
temsilin işleyişi hakkında daha fazla şey bilirsek daha iyi olacağı
mıza inanır (sanki hayatımızda hayatımızın temsilinden başka bir
şey yokmuş gibi). Bence şairlerin ve şiirin psikanalistler arasında
değer görmesi ve idealize edilmesinin basit bir nedeni olabilir: İyi
şiir -bizi etkileyen şiir- sözcükleri kendiliğinden ikna edici, kendi
liğinden iyi kılar. B aşka bir deyişle, dilin işleyişine dair yaygın şüp
heciliğimize görünüşte acil bir şifa sunar. Psikanalizin bu tür cazip
teminatlara ihtiyacı vardır.
B ilmeme kavramı Bion -ve her zaman olmasa bile genellikle Win
nicott- için daha iyi bilmenin hizmetindedir. Hastanın ifade ettiği
anlamsızlıkları anlamsızlık olarak kabul etmek, analizin her şeyi
değildir. Stevens'ın " Üstün B ir Kurmacaya Yönelik Notlar"da yaz
dığı gibi, "Yaşamdaki anlamsızlıklar bizi tuhaf bağıntılarla delip
geçse" de, gittikçe daha anlamsız olmak psikolojik tedavinin ama
cı, hatta amaçlarından biri değildir. Tıpkı hasta denilen kişi gibi,
analistin de sonsuza dek bilmemezlik halinde kalmaması gerektiği
ima edilmektedir. Fakat terimlerin kendisi psikanaliz tasarısının
özündeki epistemolojik doğaya işaret eder. Bion ve Winnicott bil
menin askıya alınması ya da ertelenmesi fikrini öne çıkardıkların
da, bize aynı zamanda psikanalizin bilgi tasarısına hangi oranda
bağlı kaldığını da hatırlatırlar. İnsan ifade edebileceği ve değerli ol
duğu umulan bir şeyin farkına varabilir. Bir şey hakkında bilgiye
sahip olunabilir ve doğru türden bir bilme, yaşanılan daha iyi hale
getirebilir. İster duygusal deneyimden ister entelektüel araştırma
dan bahsedelim, bunlar tercih edilen bilme biçimlerini tarif etme
nin retorik yollarıdır. Her türlü psikanaliz biçimi, bilmenin -söz
cüklerle bilmenin- yararlı olabileceğine inanan geleneklerin bir
parçasıdır.
Stanley Cavell şöyle yazar: "Freud'un ya da Wittgenstein'ın özel
olarak vardıkları sonuçların her birinden belki de daha çarpıcı ve
kuşkusuz daha önemli olanı, insanın kendisini bilmesinin yöntem
leri olan bir şey -dolayısıyla da (bariz yollarla olmasa bile) öğreti
lebilecek ve pratiğe dökülebilecek bir şey- olduğunu keşfetmiş ol-
Ş i i R VE PSi KANALiZ 47
* The Blitz: İkinci Dünya Savaşı'nda Eylül 1 940 ile Mayıs 1 94 1 tarihleri ara
sında İngiltere'nin Nazi Almanyası tarafından aralıksız bombalanmasına verilen
addır. ( ç.n.)
1. Kanımca psikanalistleri başarısız ya da hevesli bilimcilerden ziyade şair
ler -çoğunlukla da zayıf şairler- olarak okumak daha aydınlatıcıdır; eğer bunu
yaparsak doğru mu yanlış mı oldukları hakkında endişelenmemize gerek kalmaz;
bunun yerine sözcüklerinin ikna edici, belagatli, çağrışımsal ya da güzel olup ol
madığını, doğru olmaktan ziyade akıldan çıkmayan bir şeyler yapıp yapmadıkla
rını tartışabiliriz.
BOMBALARCA UZAKTA 53
istemez fark ederiz. Bir yandan, en basitinden nicel bir bolluk var
dır; pratisyenlerin, teorisyenlerin ve psikanaliz cemiyetlerinin sayı
sı artmıştır. Freud'un eserleri tercüme edilmekte ve yeniden basım
ları yapılmaktadır; psikanaliz savaşın ruhsal sonuçlarının anlaşıl
ması ve tedavi edilmesi noktasında yararlı olabileceği bir alan bul
muştur. Fakat Freud zorlantılı tekrar ve ölüm içgüdüsü kavramla
rıyla (Haz İlkesinin Ötesinde'de, 1 920) bu kavramlara inandığımız
takdirde muazzam bir açıklayıcı güce sahip olan bir tür ruhsal öz
cülük üretmiştir. Eros ve Thanatos arasındaki savaş ve tekrarlama
güdüsüyle açıklanamayan bir şey var mıdır? Bilinçdışı daha anlaşı
labilir hale -bütünlüklü anlatılar kaynağı haline- gelmekle birlikte,
çocuk diye adlandırılan yeni bir figür tarafından da gaspedilmeye
başlanmıştır. Bazı psikanalistler -en başta da Sandor Ferenczi, Me
lanie Klein ve Anna Freud- açısından çocuğun betimlenmesi bi
linçdışının ya da rüya çalışmasının betimlenişinin yerini almıştır.
Ya da daha ziyade onlara göre, çocuğu tanımlamak bilinçdışını ta
nımlamakla aynı şey olmuştur. Çocuk deyim yerindeyse canlı bi
linçdışıdır: Onu eylem halinde görmek mümkündür. Bilinçdışı bu
lunmuştur; aslında, onunla neredeyse konuşmak bile mümkün hale
gelmiştir. Çocuk analizinin ortaya çıkmasıyla birlikte, kaynağa da
ha da yaklqşabileceğimize ilişkin kanı gün geçtikçe artmıştır.
Fakat bu yeni çocuk tanımlarında -Klein ile Anna Freud arasın
daki büyük farklılıklara ve bunların yol açtığı ateşli tartışmalara
karşın (bkz. Pearl King ve Riccardo Steiner'ın kitabı, The Freud
Klein Controversies 1 941-1945 (Freud-Klein İhtilafları 1 94 1 - 1 945,
1 99 1 )- çocuğun idrak edilebilir tasarıları, çocuğun ihtiyaçları var
dır. İhtiyaçlara sahip olmak bilinçdışına sahip olmaya kıyasla çok
daha güven vericidir. (İhtiyacın tanımlanabileceğini söylemek müm
kündür: Bilinçdışı arzununsa yalnızca izi sürülebilir.) Savaş, diye
yazmıştır The Times, bizi "esaslar üzerine düşünmeye" iter, bir baş
ka deyişle, ihtiyacın tanımını acil hale getirir. İkinci Dünya Savaşı'
ndan çıkan psikanaliz çocuğu, çeşitli kılıklar içerisinde -Kleincı,
Anna Freudcu, Bowlbyci, Winnicottçı- birbirinden ayırt edilebilir
bir dizi ihtiyaçla donatılmış, hatta bunlar tarafından oluşturulmuş
ve aslında bir ihtiyaç savaşı için donatılmıştır. İkinci Dünya Sava
şı'ndan gelen çocuğun içinde, hangi psikanaliz teorisyenini okudu
ğunuza bağlı olarak, çok çeşitli savaşlar vardı.
BOMBALARCA UZAKTA 57
sa olsa bunalım için bir kendi kendini tedavi girişimi olan iç buna
lım ve çılgınlığa geçici ya da muvakkat bir çözüm olabilir. Yine de
Jones'un hevesle iddia ettiği üzere -kısmen belli merkezi psikana
litik tanımları desteklemektedir bu- gerçek savaş pek çok insan
açısından en az Jones'un psikanalizden umabileceği kadar tedavi
edici görünmüştür. Savaş, psikanalizin büyük rakibi olabilir. Aslın
da savaş, Freud'un hfila tartışılan fikirlerinden bazılarını doğrulaya
rak ironik bir şekilde, psikanaliz tedavisini kendisinin kötü bir ve
kili haline getirebilir. Eğer savaş bize yarar sağlayabiliyorsa ve psi
kanaliz de bize yarar sağlayabiliyorsa, bunlar arasında nasıl tercih
yapacağız? Savaş ve psikanaliz birbirlerini tamamlıyor gibi, her bi
ri diğerinin kanıtı ve doğrulanması gibi görünebilir.
Çocuk analizinde sanki savaşların nasıl çıktığını bulabilirmişiz
gibi görünmüştür. Çocuk analistleri, savaşın kendine has ortamın
da, iyi savaşın ne olduğunu bulmaya çalışmışlardır. Jones tebliğin
de bir felaket tellalı havasında, "Ebeveynleri nevrotik bir dehşet
göstermediği takdirde çocukların sergilediği uyum kayda değerdi,"
diye yazar. Burada, çocuk analistinin sorduğu sorunun ufak çaplı
bir örneğini buluruz: Kendi duygusal huzurunu devam ettirmek
için çocuk neye bel bağlar? Ve duygusal huzurun ya da sağlığın ne
olduğuna karar verecek -bunun ayrıcalıklı tanımlarını tedarik ede
cek- konumda olan kimdir?
Çocuk analistleri iyi bir savaş izlenimi edinmiştir. Fakat, fiili
yatta Kleincı, ama yine de çiftdeğerli bir Kleincı olan Jones, en
azından bu cümlede ebeveynlere büyük bir sorumluluk yüklemiş
tir, tıpkı sonrasında Winnicott ve Bowlby'nin de yapacağı gibi.
"Ebeveynleri nevrotik bir dehşet göstermediği durumda," der Jo
nes, çocuklar savaş zamanında iyi uyum sergilemiştir. Fakat nasıl
bir ana baba savaş sırasında nevrotik bir dehşet sergilemez? Ya da
savaştan sonraki teorik tartışmalarda bürüneceği biçimde söyler
sek, çocuk yetiştirme savaşında, çocuk odasındaki savaşta nevrotik
bir dehşet sergilemeyen bir anne nasıl bir annedir? Nevrotik bir
dehşet sergilememek ancak deneyime kişisel geçmişten bir şeyler
karıştırmamak anlamına gelebilir.
Psikanaliz teorisi her zaman savaşları tarihselliğin dışına çıkar
ma riskini taşır; sanki savaş adında az çok evrensel, az çok genel
leştirilebilir ruhsal etkilere sahip bir şey varmış gibi. Sanki, sözge-
62 HEP VAAT HEP VAAT
mıştır. Deyim yerindeyse biri gerçek, diğeri ise sahte olan bu iki
nedeni dikkatlice birbirinden ayırmak gerekir. "Pek çok insan" açı
sından, diye yazar Klein, savaşın yol açtığı aşın endişe "kendisini
sözde bir korkusuzluk olarak gösteren bir inkara, nesnel tehlike du
rumunun güçlü bir inkarına (manik savunma) neden olmuştur". Ya
ni savaş insanlarda mani'nin kendi kendini tedavi girişimlerini,
ölüm içgüdüsüne karşı korkutucu zayıflığımızı gözler önüne seren
"bana bir şey olmaz" tavrına sığınışı esinlemiştir. Klein açısından
bu durum, bir nevi savaşın kötü getirisidir; savaş ilkel korkulan ha
rekete geçirirken, ilkel savunmaları da harekete geçirir. Fakat sava
şın iyi getirisi, diye yazar Klein, başka durumların da gözlenmiş ol
masıdır. Bu vakalarda,
savaş dönemi tehlikelerine karşın çocukların görece sağlamlığının arka
sında manik savunmadan çok daha önceki bunalımlı ve azap veren endi
şelerinin daha başarılı bir şekilde değiştirilmiş olması yatıyordu; bu durum
çocukların hem iç hem de dış dünyaya ilişkin kendilerini daha çok güven
de hissetmelerine ve aileleriyle iyi bir ilişki geliştirmelerine yol açmıştır.
Bu çocuklarda, baba uzakta olduğunda bile, annenin varlığının ve ev ya
şamının verdiği güven nesnel tehlikelerin uyandırdığı korkulara karşı koy
muştur.
Her birkaç dakikada bir bombalar düşüyor, insanlar her patlamada başla
rını yere gömüyorlardı. Tartışmanın tam ortasında, sonradan D. W. oldu
ğunu öğrendiğim birisi ayağa kalktı ve "Şu an bir hava saldırısının gerçek
leşmekte olduğunu belirtmeme müsaade edin," deyip oturdu. Sözleri
önemsenmedi ve toplantı kaldığı yerden devam etti.
den kaçan bir insan başka bir şeye koşmaktadır. Aynı şekilde karı
şıklıktan bahsederken de şunu unutmamamız gerekir ki, gerçekleş
mekte olan bir şeyi durduran bir şey başka bir şeyi mümkün kıl
maktadır. Bir şeyi kaybeden kişi onu arama sürecinde başka bir şey
bulabilir. Hatta başka bir şey bulmanın yegane yolu bu olabilir.
Karışıklıkla ilgili bu v;:ıka öyküsünde ilk imgem, hikayenin te
mel sembolü annelerin -aynısı babalar için her zaman geçerli değil
dir- sık sık çocuklarının odalarını anlatırken çizdikleri tablodur.
Çocuklarının ne kadar çekilmez olduğunu tüm hatlarıyla anlatmak
istediklerinde, yegane semptomatik senaryo ergen çocuğun yatak
odasıdır. Bu hikaye anne babaların ergen çocuğun yatak odasına
ilişkin görüşleriyle ergen çocuğun bu konudaki görüşleri arasındaki
çapraz ateş arasında geçer. Ergen çocuğun anne babanın yatak oda
sı hakkında nadiren şikayette bulunduğu da bu arada belirtilmelidir.
Ancak bugün oturup size mektup yazabildim, zira biyograficim olma iste
ğinizin tehdidi karşısında elim ayağıma dolaştı - siz ki yapacak daha iyi
ve önemli pek çok işiniz vardır, siz ki kralları tahta çıkarır, yükseklerde bir
yerden insanlığın vahşi aptallıklarını incelersiniz. Yok, hayır, size böyle
bir izin vermeyecek kadar severim sizi. B iyografi yazan biri yalanlara, giz
liliklere, ikiyüzlülüklere, şakşakçılıklara ve hatta kendi anlayışsızlığını
gizlemeye adamıştır kendisini, zira biyografik hakikat diye bir şey yoktur.
Olsaydı bile onu kullanamazdık.
Hakikat elde edilebilir değildir, insanlık bunu hak etmez ve her halü
karda bizim Prens Hamlet "herkese hak ettiği gibi davranırsak, kim kaça
bilir kırbaçtan?" diye sorarken haksız mıdır?
listlere kaçınılmaz olarak zor anlar yaşatan bir şeyin kalbinde yer
aldığını söylemek Jones'a hakaret etmek anlamına mı geliyordu?
"'Bilmek' sözcüğünün yanlış olduğuna katılsam da," diye yazar
Winnicott taviz verircesine, ama taviz vermeden, "her halükarda iyi
bir tartışma konusudur ve bir hata değildir . . . " diye ekler.
Shakespeare psikanalizde ortaya çıktığında genellikle Hamlet
adı zikredilir -ve Hamlet devreye girdiğinde, oyun genellikle bil
mek ve hakikat hakkında, bunun zorluğu, olanaksızlığı, belirsiz ko
numu ve tanımı hakkında bir şeyler söylemek için kullanılır. Win
nicott'ın sunduğu yeniliklerden biri, Winnicott'tan sonra şu sorulan
sorabilmemizdir: Psikanalistler Hamlet'i niçin kullanıyorlar, oyunu
ve bir karakter olarak Hamlet'i hangi amaçla kullanıyorlar? (Eğer
bu denemeye sevmediğim türde bir psikanalitik başlık koyacak ol
saydım, "Rüya Çalışmasından Nesne-Kullanımına" derdim.) Fakat
Freud'dan Winnicott'a -Freud'un Hamlet'inden Winnicott'ın Ham
let'ine- gelmek için Emest Jones'un kitabından geçmemiz gerekir
ki bu kitabın başlığı da (Hamlet and Oedipus - Hamlet ve Oidipus,
1 949) geriye istenecek çok az şey bırakmaktadır. Jones, ilk parag
rafta belirttiği üzere, "dünyanın güzel bir nesnenin fazlaca araştır
macı bir analizi karşısında sergilediği utangaçlık ve hatta nefret
duygusunu; Keats'in, gökkuşağının prizmatik incelemesi üzerine
yazdığı dizelerde ifade edilen duyguyu" paylaşmaz. Jones'un, fazla
bir nefret sergilemeden, "Keats'in gökkuşağını prizmatik inceleme
si üzerine yazdığı dizeler" dediği şey aslında tam olarak Keats'in
dizeleri değil, şair Haydon'ın, kendi yaptığı Kudüs tablosunu kutla
mak amacıyla 1 8 1 5'te ,verdiği "ölümsüz yemek"te Keats ve Lamb'
in dile getirdiği dizelere ilişkin yazdıklarıdır. Haydon şöyle yazar:
Wordsworth havasındaydı ve müthiş bir ağız dalaşına girdik - Homeros,
Shakespeare, Milton ve Vergilius üzerine. Lamb aşın neşelenmişti; son de
rece espriliydi ... (ve) tarifi imkansız bir mizahi tonla Newton'ın kafasını
resmime koyduğum için beni yerin dibine soktu -"üçgenin üç kenarı kadar
açık olmayan hiçbir şeye inanmayan bir adam," dedi. Ardından o ve Keats
Newton'ın gökkuşağını prizma renklerine indirgeyerek gökkuşağındaki
bütün şiiri mahvettiğinde uzlaştılar. Ona direnmek imkansızdı ve hepimiz
Newton ın sağlığına ve matematiğin belasını bulmasına kadeh kaldırdık.
let'in -ve aynı zamanda Winnicott'ın- var olmak ile yapmak arasın
daki fark konusundaki şaşkınlığı ensest istekler hakkındaki çatış
mayla aynı değildir. Freud ve Jones açısından mesele Hamlet'in
kendisi hakkında neleri bilmeye dayanabileceğidir: İçinde babasını
öldürme isteği olduğu hakikatiyle ya da annesinin cinselliği haki
katiyle yüzleşebilecek midir? Winnicott'ın olmak ile yapmak ara
sında gözettiği aynın -Winnicott'a göre Hamlet'in sorunu çatışma
değil, alternatif yokluğudur, alternatiflerin çözülmesidir- doğruluk
hakkındadır ama bilgi hakkında değildir. Mesele Hamlet'in bilme
yi reddettiği kritik bir şey olması değil, var olmanın alternatif bir
yoluna sahip olmamasıdır -psikanalitik dilde, bastırma ile çözülme
arasındaki farklılık.
Winnicott'ın Hamlet'e diğer başlıca göndermesinin 1 950 yılın
da psikoloji ve sosyal yardım öğrencilerine verdiği, "Evet, ama doğ
ru olduğunu nereden biliyoruz?" başlıklı bir konuşmada yer alıyor
olması tesadüf olmasa gerek. Winnicott bu tebliğinde insanların psi
koloji öğrenirken geçtikleri iki aşamayı tarif eder. "İlk aşamada,"
diye yazar:
* Freud and the Child Woman: The Memoirs of Fritz Wessels (haz. Edward
Timms, Yale, 1 995) adlı eser üzerine değerlendirme. Landon Review of Books'tan
alınmıştır.
1 02 H E P VAAT H E P VAAT
dığı, kimi zaman vahşi olabilen bir haz alışverişi hikayesi. Cinsel
liğin serbest olması için şehevi zevk dışında, geri kazanılan cinsel
iştah dışında başka bir sonucu olmamalıdır. İşin bu kadar basit ola
mayacağını hepimiz biliyor olabiliriz, ama bilmemiz neden böyle
olmadığına şaşırmamızı engellemez. Wittels anılarında buna yete
rince şaşırmayacak kadar kaba saba olsa bile, Freudcu teoride çok
kolayca basite indirgenen bir noktaya kulak vermiştir: Erotik ketle
menin muazzam ölçüsü, cinselliğe duyulan güvenin günümüzde yi
tirilmiş olması, kendi karmaşıklığımıza ilişkin anlayışımızı erotik
yaşamımızda ne yapmak için kullandığımızı yeniden düşünmemiz
gerektiğini gösterir. Psikanaliz her zaman, diğer şeylerin yanında,
kendimize nasıl fazla paha biçtiğimizle ilgilenmiştir. Sansasyonel
başlığıyla Freud and the Child Woman (Freud ve Çocuk Kadın) -bu
başlığın Wittels tarafından seçilmediğini söylemek gerekir: 1 950'
de öldüğünde kitap henüz yayımlanmamıştı, kendisi "Bir Çiftde
ğerlilik Hikayesi" ya da daha sade olan '"Ortodoks' bir Freudcunun
Hikayesi" adını vermeyi düşünmüştü- psikanalizin cinsel özgürleş
meye, cinsel özgürlük fantazilerinin nasıl cinsel yoksunluk fantazi
lerine dönüştüğüne dair genellikle pek esinleyici olmayan tarihin
de manidar biçimde atılgan bir metindir.
Çoğu cinsel özgürleşme hikayesi gibi Freud and the Child Wo
man da çoğunlukla erkekler -kendi düşüncelerine, düşüncelerinde
ki kadınlardan daha fazla hayranlık duyan erkekler- arasındaki tut
kulu ilişkiler üzerine bir hikayedir. Bu kitabı okuyan bir kişi Wit
tels'in yaşamının üç güçlü erkeğe olan aşkının hikayesi olduğu so
nucuna varır: Kari Kraus, sonra Freud ve ondan sonra da eksantrik
Viyanalı analist Wilhelm Stekel ("Hayatımda iki suç işledim," der
Freud, "kokaine dikkat çektim ve Stekel'i psikanalizle tanıştırdım").
Kitapta annelere ve çocuklara basmakalıp göndermeler -psikanali
tik açıdan çocukluğa ait basmakalıp, "manidar" hadiseler ve mu
ammalar- ve elbette on dokuzuncu yüzyıl sonunun büyüleyici Vi
yanalı dadı figürü vardır. Hatıraların ilk kısımlan, aslında, tek tek
bireylerden çok Freud'un Viyana'sını hatı�latır - Nestroy'un oyun
larının ve fiili bir sanat biçimi olarak dedikodunun yaygın etkisi.
Wittels'e, Viyana'yı fikirler açısından bu denli verimli bir memba
haline getiren şey kentin ideolojik karmaşasıydı. "On dokuzuncu
yüzyılın başından itibaren," diye yazar Wittels, "Viyana Katoliklik,
1 08 H E P VAAT H E P VAAT
mıştır.
JACQUES LACAN ' I N MAN i KÜRÜ 1 15
üzere, Lacan çok erken yaştan itibaren bir numara olmak istiyordu,
oysa özel olarak yetenekli bir çocuk olduğu söylenemezdi. Yaşın
dan beklenmeyecek bir entelektüel merakı vardı. Roudinesco'nun
belirttiği üzere, diğer çocuklarla oyun oynamaktansa okumaya me
raklıydı.
Elbette Lacan'ın yaşamı burada kısmen yazılarının prizmasın
dan geriye bakarak okunmaktadır, oysa kendisi ileriye bakarak ya
şıyordu (Lacan'ın işinin yaşam hikayelerinin teorileştirilmesi oldu
ğu dikkate alındığında, kendisinin bir sonraki adımda ne olacağını
hiçbir zaman bilmediğini hatırlamamız gerekir). Lacan'ın yaşamı
nın ilk yıllarının baskın motiflerinden biri babasına duyduğu nef
retse (ki Roudinesco'nun kitabında öyledir), o zaman ilk çalışmala
rının baba imagosunun zayıflamasının (artık güçlü babalar yoktu)
korkunç kültürel sonuçlan hakkında olması ve sonraki çalışmaları
nın büyük bir kısmının da kendi tabiriyle "babanın-adı" ve fallusun
sembolik önemiyle saplantılı olması neredeyse kaçınılmaz görüne
bilir. Fakat psikanaliz -Lacan bu konuda özellikle sağgörülüydü
esasen insanların bulundukları hale nasıl geldiklerinin doğrudan
nedensel izahatının bir eleştirisi olmuştur. Gerçekten de psikanali
zi ayırt eden özellik bir yaşamın yalnızca nedenlerinin (biyoloj i,
ebeveyn vs.) sonucu olmadığını gösterebilmesidir.
Lacan psikiyatriden, İkinci Dünya Savaşı'ndan (Fransa'da bir
doktor olarak), sürrealizmden, psikanalizden, yapısalcılıktan -La
can'ın yaşamı Fransa'da entelektüel açıdan ilginç olan her şeyi çe
ken bir mıknatıs gibiydi; mesela Picasso'nun özel doktoruydu- ge
çip ilerlerken görünüşe göre yararlı babalar ve erkek kardeşler bul
mak konusunda özel bir becerisi vardı. Yazar ve eleştirmen Georges
Bataille, filozof Maurice Merleau-Ponty, antropolog Claude Levi
Strauss ve dilbilimci Roman Jakobson Lacan'ın gelişimine onun ya
gözden kaçırdığı ya da yanlış yorumladığı şekillerde katkıda bu
lunmuşlardır. Burada Roudinesco sınırlayıcı ve sansürleyici bir
yaklaşım sergiler; Lacan'ın bu olağanüstü insanların eserlerinde
bulduklarından neler yarattığına şaşıp kalmasından ziyade onlara
borcunu ödemesini ister. Lacan akıl hocalarının kendisinden ne ka
dar az etkilendiğini görmekten hep esef duymuştur. Bu kitapta La
can'ı harekete geçiren şey tanınma arzusudur -unutulmaz olmak
için duyduğu neredeyse şeytansı açlıktır- ve bu durum Roudinesco
JACQUES LACAN ' I N MAN iKÜRÜ 1 17
* Femando Pessoa, The Keeeper of Sheep (İng. çev. Edwin Honig ve Susan
M. Brown, yeniden basım Sheep Meadow Press, ilk basım 1986); The Book of
Disquietude (İng. çev. Richard Zenith, Carcanet Press, 1 996) ve A Centenary
Pessoa (haz. Eugenio Lisboa ve L. C. Taylor, Carcanet Press, 1 995) üzerine de
ğerlendirmeler.
1 20 HEP VAAT H E P VAAT
likle nefret etmez; daha ziyade bunlar karşısında gerçek bir şaşkın
lık sergiler. Yalnızca gördüklerinden değil, şeyleri görüş tarzından
da şaşkına döner:
-ve bir şeyleri daha başa çıkılır kılmak için bahsi geçen tarzlarda
bölününce- her zaman benliklerden ya da girilen biçimlerden biri
nin sorumlu olup olmadığı, neler olduğunu bilip bilmediği sorusu
gündeme gelir. Sanki bir yerlerde bir birlik, her şeyi bilen bir anla
tıcı, bölünmeyi gerçekleştiren biri olmak zorundaymış gibi. Ger
çekten de, örneğin kendini kınama ya da kendini sevme konusun
daki ilginç hususlardan biri, benliğin bir parçasının neredeyse her
şeyi, her şeyin en doğrusunu bildiğinin varsayılmasıdır. İnsan bu
tür kendini yerme ya da övme anlarında otoriteden yana eksiklik
duymaz. B ir başka deyişle, benlikler her zaman iç güç ilişkileri
bağlamında hiyerarşik olarak bölünürler: Benliğin en güçlü tarafı
nın bir anlamda karşı konulmaz derecede ikna edici olduğu için za
yıf tarafları doğurduğu (yani zorladığı) varsayılır.
Octavia Paz'ın, Pessoa'nın eserlerine başlamak için iyi bir kıla
vuz olduğu gibi aynı zamanda da yararlı bir derleme olan A Cente
nary Pessoa ya (Asırlık Pessoa) yazdığı aydınlatıcı girişte de belirt
'
bilirdik, fakat bu bile biraz fazla programatik, biraz fazla John Ca
ge tarzıdır. Kitabı baştan sona okumaktansa ona bir yerinden dal
mak kesinlikle daha iyidir -Pessoa'nın en güzel yönlerden biri de
titizliği aptalca göstermesidir- ve parçaların (nereden ve kimden
geldiğini bildiğimizi varsaymadan) bir dizi kısa beyan olarak okun
ması gerekir. Ne için yazdığını alenen ya da zımnen her zaman me
rak eden Pessoa, okurun da kendisinin ne için yazdığını merak et
mesini sağlamak gibi esrarengiz bir yeteneğe sahiptir.
Eğer Huzursuzluğun Kitabı, diğer tüm modem bilgelik yazını
gibi, türün bir parodisi ise -"yaşamaya cesaret etmektense yazmak
daha iyidir"- aynı zamanda benliğe dair yoğun bir tefekkürün, üze
rine düşünecek bir benlik olmadığında neye benzediğinin ilginç bir
izahıdır da. "Hayatta iyi tarif edilince daha az gerçek olan bir şey
yoktur," diye yazar Pessoa ve buna elbette benlik denen şey de da
hildir. Ne var ki o, duyum sokaklarında kaderine terk edilmiş zaval
lı bir yetimdir, bütün bu duyumu düzenleyecek ya da onun tarafın
dan düzenlenecek tek bir benlik yoktur. Ne kendisinin olan ne de
bir kitap olan kitabı hakkında söylediği gibi, "hepsi parçalar, parça
lar, parçalardır." Öte yandan, Pessoa'nın burada kilit sözcüğü tek
rarlayarak neyi vurguladığı muğlaktır zira Pessoa çoğunlukla coş
ku ile umutsuzluk arasında gidip gelir. Huzursuzluğun Kitabı nı '
dime ait değilim. Yaşam, kendi içinde, engin bir uykusuzluktur... "
diye düşünmek daima hem bir lafcambazlığı hem de manidar bir
tersine çevirmedir. Eğer Pessoa'nın bir bölümde yazdığı gibi, "Var
olduğumdan emin olmak için uyanıyorum" ya da " Uyuyorum ve ...
hiç kimse düşünmediklerimi kesintiye uğratmıyor. Yaşarken nasıl
sam uykuda da öyleyim," deniliyorsa burada ima edilen, uykuyla
uyanıklığı karşılaştırmanın her ikisi konusunda da bilgisiz olduğu
muzu gözler önüne sertliğidir. Bu karşılaştırma aynca her türlü ana
lojide gizliden gizliye mevcut olan o her-şeyi-bilirliği de (bir şeyi
başka bir şeyle karşılaştırmak için onun ne olduğunu bilmemiz ge
rekir) gözler önüne serer. "Kendimi sürekli olarak uyanmanın eşi
ğinde hissediyorum," diye yazar Pessoa, bunun ne olduğunu bile
meyeceğini gayet iyi bilerek.
Uyku olgusuz olduğundan -uykuda yaptığımız tek şey düş gör
mektir- Pessoa açısından örnek bir durumdur; uyurken nerede ol
duğumuzu bilmeyiz ve elimizde hiçbir şey yoktur, uyanık hayatta
ki benliklerimiz hariç. Cansız ama tümüyle canlıyızdır. Dolayısıy
la Pessoa'nın kitabı bir şeyleri uyuyarak geçiren bir insana aittir.
"Bu rastgele izlenimlerle (rastgele olmaktan başka hiçbir amaç ta
şımadan) olgusuz otobiyografimi ve cansız tarihimi kayıtsızca ak
tarıyorum. " Her gün olduğu gibi rutin bir şekilde çalıştığında uyku
yu etkili bir şekilde besler; gündüz düşleri ve gece düşleri ona ger
çek olduğunu hissettiren yegane şeylerdir çünkü böyle olmadıkla
rını bilir. Anlatıcı kendi zihninde yaşamayı tercih eder, sözde ger
çek dünyaya karşı şaşkın bir dikkatsizlik içinde olmayı tercih eder
-"qüşlerim aptalca bir sığınak, şimşeğe karşı açılan bir şemsiye gi
bi"- çünkü iç yaşamı dolaysız, absürd ve tümüyle açıklanamazdır.
Kitabın anlatıcısı, Pessoa'nın aksine, adeta bir muhasebecidir ve bu
da onun için gayet uygun bir tabirdir, zira tek yapabildiği, kendisi
nin de söylediği gibi, defter tutmaktır. "Kendimizi uyuyarak yaşa
rız"; bariz bir uyanma yoktur, yalnızca düş vardır. Çalışmak uyu
muyor numarası yapmanın bir yoludur.
Paz'ın Pessoa hakkında söyledikleri -bir tek onun makalesi bi
le kitaba ödenen paraya değer- kabul edilir bir cömertliktedir:
Anglomanyak, miyop, nazik, kaçamaklı, koyu giyimli, ketum ve makul,
milliyetçilik vaaz eden bir kozmopolitan, boş şeylerin ağırbaşlı araştırma
cısı, hiçbir zaman gülümsemeyen sadece kanımızı donduran bir mizahçı,
PESSOA ' N I N SIMALARI 1 29
l 980'de Raymond Williams bana göre biraz göz korkutucu bir baş
lığı olan bir kitap yayımladı: Problems in Materialism and Culture
(Materyalizmin ve Kültürün Sorunları). Ben o sırada üniversitede
İngiliz Edebiyatı (o dönemde hil.la bu ad veriliyordu) okuyordum
ama Williams'tan herhangi bir şey okumadığım gibi beni buna teş
vik eden biri de olmamıştı. Kısaca söylemek gerekirse, "materya
lizm" sözcüğünün ne anlama geldiğini bile bilmiyordum; zaten ki
tabı da bu yüzden almıştım. Kitapta ilk okuduğum parça "Gal Sa
nayi Romanı"ydı, amaçsız bir meraktan okumuştum. Amaçsız bir
meraktan diyorum çünkü Cardiffte doğup büyümeme ve ergenlik
dönemimden itibaren Edebiyat diye gördüğüm alana pek meraklı
olmama rağmen Gal sanayi romanı diye bir şey olduğunu hiç bil
miyordum. Aslında herhangi bir Gal romanı söyleyebilmem için
kendimi epey zorlamam gerekirdi, dahası tek bir Gal romanı bile
okumamıştım. Fakat şimdi geriye dönüp baktığımda bana asıl ilgi
çekici gelen o zaman buna pek şaşırmamış olmam. Williams'ın ya
zısını kılavuz okuyan bir turist gibi okumuştum: Gerçek bir merak,
görev bilinci ve dikkatsizlikle. Sanki Gal kültürünü yaşayan ve ya
ratmak için mücadele eden Gal halkının tanımladığı şekliyle bu
kültürün benim için yararlı ya da ilginç olabileceği hiç aklıma gel-
parçası haline gelir. Ortaya atıldığındaysa (tıpkı iyi bir şey olmadı
ğı iddia edildiğinde olduğu gibi) beraberinde çok şey götürür.
ödünç dille çıkarlar." Marx açısından bunun yeni bir dil öğrenme
sürecine benzediği açıktır; böyle konuşuyormuş gibi yaparak baş
larsınız -tıpkı bir oyuncu gibi, rolü denersiniz, kıyafetleri denersi
niz, sözcükleri kullanırsınız- ve en sonunda eğer süreç başarılıysa
bunu yapmakta olduğunuzu unutursunuz. Marx'ın sözleriyle, "ana
dilinizi" unutursunuz. Tercüme yapmaya artık ihtiyacınız olmadı
ğında, yani yaptığımız şeyin aslında tercüme olduğunu unuttuğu
nuzda başarılı bir şekilde tercüme edilirsiniz. Yeni bir dil öğrenmek
eskisini unutmak demektir. Başarılı bir devrimin retorik açıdan
güçlü bir tanımıdır unutmak. Ama yine de bir dönüşüm deneyimin
den, bir mezhebe girmekten ve hatta beyninizin yıkanmasından ne
kadar farklı olduğu söylenebilir? Belirli bir raddeye kadar kendi
tercihinizdir; fakat her zaman hatırlamak, her zaman yeniden tercü
me işini yapmak neden daha iyi olmasın? Hem, Marx'ın unutmak
diye adlandırdığı bu boşlukta, tercüme etmek ile buna ihtiyaç duy
mamak arasında ne olmaktadır? Köklü bir şekilde değişmek için
neden ölü kuşakların geleneğinin -Marx'a göre bunlar "yaşayanla
rın zihnine adeta bir kabus gibi çöker"- eski dillerini bırakmamız
gerekir? Ölülerin asla yeterince ölmedikleri açıktır, ama bir kabus
elbette uyuyanı uyandırır. Freud muhtemelen şöyle derdi: Kabus
rüya gören kişiyi geçmişten bir şeyle, rüya gören kişinin temsiline
-diline- dayanamadığı bir şeyle uyandırır. Rüya gören kişi alt ol
mamak için, ölmemek için gerçeklik dediği şeye dönme ihtiyacı
duyar. Freud'a göre, bir anlamda, geçmiş Marx için olduğu gibi
uyanmamız gereken bir kabustur ama aynı zamanda da bizim tek
kaynağımızdır. Kelimenin gerçek anlamıyla dilimizi aldığımız, di
limizi öğrendiğimiz yerdir. Dil öğrenmek bir tarih öğrenmek ve
geçmişten, geçmişi yeniden inşa edeceğimiz bir araç edinmektir.
Ama dil uyanamayacağımız bir kabus gibi de olabilir.
Psikanalistler bir yandan hastalarını eski dillerini unutmaya ik
na ederken, diğer yandan da tarihlerini, geçmiş ile şimdi arasında
inşa edilmiş anlatı sürekliliklerini hatırlatabilirler. Nasıl ki iyi bir
tercüme sizi Madame Bovary'nin özgün dilinin Fransızca olmadı
ğına tam anlamıyla ikna etmez, yalnızca Fransız olmayanların is
men Madame Bovary diye geçen bir kitabı okumasının önündeki
bir engeli kaldırmaya çalışırsa, bu da öyledir. Eğer Fransızcasından
okur ve İngilizceye tercüme etmeyi sürdürürseniz, iki kitap "oku-
1 38 HEP VAAT H E P VAAT
* İngilizcede devrim (revolution) sözcüğü aynı zamanda bir cismin bir yö
rünge etrafında dönmesini de (mesela gökcisimlerinin dönüşleri) ifade etmekte
dir. (ç.n.)
BiR i NSAN i TERCÜME ETMEK ÜZE R i N E 1 39
lir. İyi de hastanın anadili nedir? Analizdeki bir insanı özgün met
ni olan biri ya da özgün metnin kendisi olarak tanımlamanın bir
muadili, yararlı bir anlamı var mıdır?
Özgün metin hastanın analize getirmeyi sürdürdüğü sözcükler
dir denilebilir; tüm boşlukları, sürçmeleri ve tereddütleriyle hasta
nın anlatmayı sürdürdüğü hikayelerdir. Hatta hastanın yaşamında
ki tekrarlar özgün metin gibi bir şeydir bile denilebilir; bu tekrarla
n tercüme etmek ise (Freud bunu yaşamın kopmaz bir parçası ola
rak görüyordu) onları gereksiz kılmak olacaktır. Bu tekrarlar adeta
geriye tercüme edecek hiçbir şey kalmayana dek tercüme edilmek
için geri gelmeyi ve deyim yerindeyse, bir insanın yaşamının öz
gün metni olduklarım, yani ortada böyle bir şey olduğunu söyleme
yi ısrarla sürdürürler. Analist ise bunları dağıtabilecek ve böylece
hastayı yaşamın özgün metni diye bir şey olmadığına ikna edebile
cek bir tarzda konuşmayı sürdürür. Analist tekrarın gücünü azalt
mak -zorlantının olduğu yerde bir nevi şans olabilir- ve böylece
bir şeylerin kaybolmasını sağlamak için tercüme eder. Burada ter
cüme yeniden betimleme demektir: çözülmenin hizmetinde olan
bir yeniden betimleme. Hasta önceki sevgileri analiste duyulan sev
giye tercüme eder -yani bunları ona taşır, aktarır: Aktarma, tercü
me sözcüğü yerine kullanılabilir. Ardından analist bu tercümeleri
yeniden tarif eder, onları tamamen dağıtmasa da en azından boyun
duruklanm gevşetmek için. Hasta herkesi anne babasına tercüme
eder ve anne babasına duyduğu sevgiyi başka insanlara duyduğu
sevgiye tercüme edebilme ihtiyacı duyar. Freud'un Oidipus komp
leksi adım verdiği devrimdir bu; çocuk ilk anne babaya "sahip ola
maz", bu yüzden de yeterince iyi bir tercüme bulana kadar arzusu
nu ertelemelidir: Arzulanır olacak kadar özgün olana yakın, ama
makul derecede arzulanır olacak kadar da farklı bir tercümedir bu.
Benzetmeyi biraz daha sündürecek olursak, Fransız olmayan biri
Madame B ovary yi özgün dilinden okuyamazsa, mevcut en iyi ter
'
On altı yaşında bir kız kısmen dönem dönem MHl. yatağını ıslattığı,
daha genel olarak da yalnız olduğu için bana yönlendirilmişti. Ken
disini değerlendiren kişi terapiden ne elde etmeyi umduğunu sor
duğunda, kızın cevabı "bir erkek arkadaş" olmuştu. Odama gelen
kızın perişan bir halde olduğu çok açıktı. İlk geldiğinde yüzünde
ışık namına neredeyse hiçbir şey yoktu. Sandalyede hafifçe öne
eğilerek oturuyordu. Yüzü parmaklarına doladığı nemli saçlarının
arkasına gizlenmişti. Ciddi bir sessizlik içindeydi, direnmekten çok
utangaç ve bariz şekilde mutsuz bir hali vardı. Ne konu açtımsa ko
nuşturmayı başaramadım ve en sonunda pes edip kendi kendime
belki de susarak sözlerimle ·yapamadığım bir şeyler yaparım de
dim. Birkaç dakika sonra MHl. eli saçlarında, "Sıkıcı, değil mi?" de
di görünüşe göre saçım kastederek. Beni sıkıcı mı bulduğunu, daha
1 42 H E P VAAT HEP VAAT
ğını sormam üzerine, "Hiç kimse beni unutmaz, bununla bizzat il
gileniyorum," diye cevabı yapıştırdı Bunun için çok çaba harcamak
zorunda olup olmadığını sordum, o da ilginç bir şekilde, "Dövüşe
rek mi demek istiyorsun?" dedi. Evet, dedim. Bunun üzerine, "Ada
mım, sen sadece benim söylediklerimi çeviriyorsun. Her hafta her
hafta buna ihtiyacım yok benim," dedi. Ardından sırıttı ve sonra her
hafta geldi. Freudcu tarzda, bir şeyi olumsuzlayarak onaylıyordu.
Bunun özü basittir, her ne kadar sonuçlan basit olmasa da. O anda
orada tercüme edilecek ve tercüme etmeye değer bir şeyin olduğu
fikrinin teyit edildiğini düşündüm. Metnin rahatlatıcılığı, kişinin
sadık kalabileceği bir şeyin -ya da bu örnekte birinin- olmasından
kaynaklanır. Fakat elbette bu durum iman dilini dünyevileştirmeyi
ve dolayısıyla başka bir tercümeyi daha gerektirir.
Bir metni tercüme ederken belirli bir anlamda ortada tercüme edi
lecek bir özgün metin var demektir. Peki bir insanı tercüme eder
ken ortada bu özgün metne benzer bir şey var mıdır? Bunun için
bariz adaylar vardır: Özgün metin başkalarının ve benim görmek
istediğimiz ben, gizlemeye çalıştığım ben ya da ailemin olmamı is
tediği ben olabilir; aynca yan biyolojik temellere dayalı bir içkin
hakiki benlik (temel karakterim ya da mizacım) anlayışı da olabi
lir. Eğer kendimde bu öz -temsili biçimde var olan bir öz- varsa
tercümeden ya da yeniden tanımlamadan bahsetmek tümüyle yan
lış olacaktır. Proje yeniden tanımlama değil tanımlama olacaktır -
gerçekten kim olduğuma -tercüme edilmemiş ve edilemeyen ben
liğe- ilişkin daha eksiksiz ve dolayısıyla güvenilir bir anlayışa
ulaşma tasarısı. Bu arayış tüm değerli şeylerin kişinin gerçekte kim
olduğunu bulmasıyla başlayacağını ima eder.
Bunun alternatifi görünüşte daha absürd ama tuhaf biçimde ak
la yatkın olan şu olasılıktır: Özgün metin, esas benlik (ya da benlik
versiyonu) diye bir şey yoktur; yalnızca bir dizi bilinemeyen tercü
me tercümesi vardır; tercih ettiğimiz benlik versiyonları vardır ama
hakiki benlikler yoktur. Bu nedenle hakiki benliklerimize yakınlaş
mayı amaçlamamız -ya da içtenlikte gittikçe daha iyi olmaya çalış-
1 46 HEP VAAT H E P VAAT
vardır? Bir insanı tercüme etme metbumu sadece zayıf bir analoji
midir? Yoksa Raymond Williams'ın konuşmasında, "daha geniş bir
perspektif istemi" adını verdiği şeyin (ki Williams isabetli bir şekil
de bu perspektif "tarihin yenilgiyi kemiklerinde taşıyan evlatlann
dan ziyade büyülenmiş bir gözlemci için daima daha erişilebilir,"
der) bir parçası olabilir mi? Bir başka deyişle, daha geniş bir pers
pektife sahip olma, farklı olanaklann bilincine varma çabasında
karşılaşılan çok gerçek sınırlamalan ciddiye almadan tercümenin
harikalannı -yeniden tanımlamanın büyüleyici özgürlüklerini- öne
çıkarmak benim açımdan gayet iyi olabilir. Farklı kuşaklardan in
sanlann kemiklerinde taşıdıklan yenilgiler tercüme analojisini çö
zümden ziyade sorunun bir parçası yapabilir. Çünkü Willams'ın
bahsettiği yenilgilerin bileşenlerinden biri, hakim bir sınıf ya da
grup tarafından kendi isteklerine aykın olarak tercüme edilen, ken
dilerine tercüme dayatılan insanlardır. Kişinin -bir insan ya da bir
grup olarak- kendi benlik versiyonuna izin verilmemesi temel bir
tahakküm biçimidir. Öyle ya, kim olduğumuza dair otorite biz de
ğilsek, kimdir? Öte yandan bize kimlik tevdi edecek bir otorite
yoksa -kendimize ilişkin bir özgün metin mevcut değilse- kendi
mizin doğru versiyonunu nasıl tanıyacağız? Bir başka deyişle, ta
hakküm, kibarca, dayatılmış tercüme diye adlandınlabilirse, alter
natifler nelerdir?
B ir metnin genellikle çevirmeniyle işbirliği yaptığından bahset
meyiz, oysa metnin yazan bunu yapabilir. İnsanlar bugünlerde psi
koterapiye çoğunlukla işbirliğinde bulunduklarını hissetmedikleri
tercümelerinden mustarip olduklarından gelmektedirler. Bir anne
babanın çocuğuna, " Çok çekingensin," demesiyle, "Çekingen his
setmene neden olan durumlar mı var?" demeleri arasında fark var
dır. Analistin hastasına rüyasının ne anlama geldiğini söylemesiyle
rüyasının kendisine ne düşündürdüğünü söylemesi arasında fark
vardır. B ir başka deyişle, en azından psikanalizde -ki muhtemelen
yalnızca orada değil- tek iyi tercüme yeniden tercümeye davet eden
tercümedir; doğru/anmaktan çok değiştirilmeye ihtiyaç duyan ter
cümedir. Kitaplar söz konusu olduğunda Madame Bovary'nin en
güvenilir tercümesini okumayı isteyebiliriz, fakat insanlar söz ko
nusu olduğunda böyle güvenilir bir versiyon olamaz. Analist hasta
ya kullanabileceği ve yalnızca kendi yeni tercümesini yapmak için
1 48 H E P VAAT H E P VAAT
* Denis Donoghue, Walter Pater: Lover of Strange Souls (Knopf, 1 995) üze
rine değerlendirme. Landon Review of Books'tan alınmıştır.
1 50 H E P VAAT HEP VAAT
hiçbir şey ortaya koymama şansına. Pater yüzü olmayan bir maske
dir." James açısından Pater'ın biyografisi onun üslubudur. Fakat di
ğer pek çok insan açısından Pater konusundaki gülünç nokta, yaşa
mı olmadan biyografisinin olması, deneyimle şekillenmemiş göste
rişli, alışılmadık bir üslubunun olmasıdır. B ir insan olarak Pater
abesle zayıfın çekici olmayan bir karışımıydı; yazılan insanları ki
birli hale getinnek için birebirdi. Fakat alayın kendisi -ilk eleştir
menlerinden Eliot'ın 1 930'daki önemli makalesi "Amold ve Pater"a
ve hatta bazen Donoghue'ya kadar- manidardır. Bu kadar çok düş
manlık suç ortaklığına delalettir. Bazıları da Pater kendisini sadece
cümlelerine verdiğinden ondan ne anlam çıkaracaklarından kuşku
duyarlar.
Yaşamda neyin önemli olduğunu artık hiç kimsenin bilmemesi
nedeniyle allak bullak olmuş olan modem biyograficiler, sorunu
her şeyi dahil ederek çözmeye çalışıyorlar, her ne kadar "her şey" in
ne olduğuna ilişkin çağdaş fantazi tahmin edilebilir olsa da. Biyog
rafilerin bugün bu denli uzun olmasının nedeni yalnızca daha fazla
bilgiye sahip olmamız değil, yaşamlarda artık olay örgülerinden zi
yade yalnızca aynntılann olmasıdır. Biyografi bir yaşama şekil ve
rir, ama yaşamın kendisi bunu yapmaz. Pater'ın lmaginary Portra
its'te (Hayali Portreler) ve kendi otobiyografik yazısında açıkça gör
düğü üzere, ko'nu "Yaşamlar"a geldiğinde daha az daha çoktur. Fa
kat konu Pater'ın yaşamına geldiğinde yeter diye bir şey asla yok
tur. Ya da başkalarının yanı sıra James'in bahsettiği eşitsizlik kim
seyi yeterince cezbetmemiştir.
Biyografi eleştirmenleri açısından Pater ideal bir örnek olarak
görünecektir: Her gün yaptıklarıyla yazdıkları arasında ayırt edile
bilir ya da görünüşte yararlı bir bağlantı yoktur. Donoghue şöyle
yazar: "Oluş sanatında, cümle cümle, metinsel bir benlik olarak gö
rünür" ; bu ise Pater'ı modem değirmende öğütülecek tahıl haline
getirir. Metnin dışında hiçbir şey yoktur, kahvaltıya oturan bir
adam kesinlikle yoktur. Ama paradoks gibi görünse de Pater'ın ya
zılarının hepsi bağlantının gerekliliğinin ve gizemliliğinin bir kanı
tıdır. Pater'ın sanat konusundaki yazılarının hepsi biyografik ve
otobiyografik verilerin kendine özgü bir karışımıdır, sanki bunlar
asla birbirinden ayrılmazmış gibi. Pater otobiyografi olmadan bi
yografi olamayacağını ima eder; ama aynı zamanda ve daha da il-
PATER'I TAKDiR ETMEK 1 53
cak ona direnerek, onu anlaşılması zor biri olarak tasarlayarak be
nimseyebilir. "Estetizm," diye yazar, "yaşamın çoğunun, kendisini
sunduğu biçimler içinde anlaşılamayacağı ama yaşanması gerekti
ği şeklindeki üzücü önsezinin bir ifadesiydi." Walter Pater diğer
şeylerin yanında estetizmin çağdaş ölümüne yakılan asabi bir ağıt
tır ve ciddiyeti çoğu zaman bu ölümün kutlamaları kadar dokunak
lı ve zekicedir. Fakat Donoghue bunun neden bu denli üzücü oldu
ğunu ya da neden diğer tüflü olması gerektiğini söylemez.
Pater'a göre yaşamda başarı titizlik ya da uygulamayla alakalı
değildi: "Her zaman sert bir mücevhere benzeyen bu alevle yan
mak" , sektiler epifanların "bu vecd halini sürdürmek"ti. Elbette
hiçbir alev bunu yapamamıştır. Fakat Pater'ın bu cesur iddialarla
reddettikleri, bir anlamda onayladıkları kadar önemliydi. Kariye
rizm, rutin ve aşkınlık onun hedef tahtasıydı, nesnellikse zorunlu
bir kayıp (Pater mutabakatın yeni alışkanlıklar edinmenin ve dayat
manın bir yolu olduğunu ima eder). Deha fikri Pater açısından çok
önemliydi çünkü dehalar alışkanlıklarımızı bizim yerimize bozar.
Eğer Donoghue'nun öne sürdüğü gibi, "Pater'dan Stevens'a kadar
tüm edebiyatın başardığını iddia ettiği şey" ayırt edici bir üslubun
elde edilmesiyse bu durumda Pater gerçekten de "modem edebiya
ta birinci perdesini" vermiş olabilir. Asıl önemli olan şeyin üslup
olması, erotik şairlerin ayin şairleri üzerinde zafer kazanması ge
rekliliği Donoghue'ya göre karışık bir nimettir. Fakat Donoghue
Pater'ı olduğu gibi bırakmayacağı için böyle tarafgir, hırçın bir ki
tap yazmıştır.
Açık Fikirl i l ik*
Zihni bir delik olarak tasavvur edecek olursak neye açık olması ge
rektiğiyle ne için açık olması gerektiğini merak etmekten kendimi
zi alamayız. Zihnin ya da daha ziyade bizim nasıl böyle hayati ka
rarlar verdiğimiz de bir merak konusudur. Açık zihin açık bir kapı
değildir: "Açık fikirlilik" yalnızca bazı insanların tercih ettiği ayırt
etme tarzını tarif eder. Bu açıklık yakından incelendiğinde, genel
likle bizi isteyebileceğimizden daha fazla uzman gibi gösterir, ser
best olmaktan çok müşkülpesent olduğumuza işaret eder. Ne de ol
sa açık fikirli insan, en asgari şekliyle, bir şeylere açık olmak için
neleri zihninin dışında tutması gerektiğini bilmek zorundadır (cin
sel arzu, din ve ideoloji geleneksel adaylardır). Dinler ve terapiler
insanların belirli düşüncelerin önünü kapamalarına ve böylece da
ha iyi olanlara açık olmalarına yardımcı olur. Northrop Frye'ın baş
ka bir yerde belirttiği üzere, açık bir zihin her iki uçtan da açık ol
malıdır. Dolayısıyla kendimizi açık fikirli olarak nitelediğimizde
doğru türde şeylere açık olduğumuzu düşünürüz. Kapatabilelim di
ye kapılarımız vardır. Dikkatimiz seçici olmaktan çok dışlayıcıdır.
İnsanlar yaşamlarında şu veya bu şeye karşı çok açık, çok koru
masız oldukları için fazlasıyla tedirgin olur ve genellikle terapiye
giderler. Savunmacılık ihlale karşı bir tepkidir. Freudcular kaçınıl
maz olarak hem içeriden hem de dışarıdan ihlal edildiğimize ina
nırlar: Arzularımız ve başımıza gelen olaylar egolarımızı ihlal eder.
Dolayısıyla Freudcu, savunmaların olmadığı bir yaşam düşünemez;
ona göre yalnızca yeterince haz alarak yaşamaya devam edebilmek
için kendini kendi hayatından koruma yollan aramakla geçen, ko
runacak bir yaşam vardır. Fakat hayatta kalma ve haz Freudcu ya-
* Jonathan Lear. Open-Minded: Working Out the Logic of the Soul (Harvard
University Press, 1 998) üzerine değerlendirme. Landon Review ofBooks'tan alın
mıştır.
AÇI K FiKiRLiLiK 1 61
Denilebilir ki, Platon bizimki gibi bir zihne sahip olmanın ne demek
olduğu fikrinin bizzat kendisini işler. Ve bunu Sokrates'in sunduğu örnek
ışığında yapar. Sokrates yaşamı boyunca şunu göstermiştir: Bizim hakkı
mızdaki en önemli hakikatlerden birisi açık fikirli olma, nasıl yaşayacağı
mız sorusuyla savunmaya geçmeden yaşama kapasitesine sahip olduğu
muzdur.
İnsan yaşamı genel olarak bu kapasitenin neden kullanılmadığının in
celenmesidir: neden açık fikirlilikten çoğunlukla imtina edildiğinin, açık
fikirliliğin azaltıldığının ve saldırıya maruz bırakıldığının incelenmesi.
Bu görüşe göre bir yaşam -<leyim yerindeyse, adını hak eden bir
yaşam- özü itibariyle öz-düşünümlüdür. Yaşamım hakkında düşü
nüyorum, öyleyse varım, öyleyse bir yaşamım var. Bu yaklaşım ge
reğinden fazla kısıtlayıcı görünüyorsa, öz-düşünümlülük çoğu za
man çözümden ziyade sorun olarak görünüyorsa, aynı şekilde bize
örnek bir yaşam biçimi olarak sunulan şeyin de özlü bir ifadesidir.
Sokratik soru, Lear'a göre psikanalizin canlı tuttuğu soru, sadece
Sokrates sorduğu için mi iyi bir sorudur? Kısacası bunu iyi bir so
ru yapan nedir?
Yaşama nedenlerimizin -kendimizi meşrulaştırmak için buldu
ğumuz en iyi gerekçelerin- yaşamlarımızın gerçek değerleri oldu
ğunu varsaymamak muhtemelen daha iyidir. Lear'ın kendisi de iyi
nedenlerimizin sınırlarını açık ve net bir biçimde görür. Wittgens
tein'in geç dönem felsefesi üzerine yazdığı bir denemede şunları
söyler:
Bunu daha iyi ya da daha zarif bir şekilde ifade etmek zordur.
Gerek rüyalarımız gerekse yazdığımız (ve okuduğumuz) şiirleri
miz anlaşılmazlık ve anlamsızlığın eşiğinde gezinir; anlamın bu
lanmaya ya da yok olmaya başladığı anlar aynı zamanda bizi de ta
nımlar. Sınırların dışına çıktığımız an, başka türlü bir zihne sahip
olmaya yönelik korkuya -ki bu aynı zamanda bir dilek gibi görü
nür- en çok yaklaşabileceğimiz andır. Bilinçdışı içimizde işleyen
başka zihinler -yani bizim kolayca tanıdığımızdan başka zihinler
olduğu; içimizde ve bizimle diğer insanlar arasında sonsuza dek
anlaşılmazlık ve anlamsızlık sınırında gezinen bir şeyler olduğu
şeklindeki sezgiyi tarif eder. Zira istesek de istemesek de durum
budur. Fakat ancak bundan mustarip olduğumuzda bu konuda bir
şeyler yapılması gerektiğini düşünürüz. Tragedya en azından ilk
durumda bir tutarsızlık akınıdır. "Aristoteles ve Tragedya" adlı de
neme Lear'ın, sorun hakkındaki, bu kitabı bu denli ilgi çekici yapan
yaratıcı çelişki hakkındaki en sarih açıklamasıdır. Kitap gizli saklı
olmayan sofuluklarından ötürü ilgi çekicidir, buna rağmen değil;
Lear'ın en iyi olduğu zamanlar genellikle bağlılıklarının hafifçe bir
birine karıştığı anlardır.
Eğer psikanaliz "bireyin daha az düzenli psikolojik durumlar
dan nasıl çıktığını göstermeyi, . . . ruhsal düzenlemenin, özel olarak
da sağlıklı gelişmiş kişiliğin daha az örgütlü durumlardan nasıl ge
liştiğini anlamayı umuyorsa, bu durumda tragedya tam da bu işe
çomak sokan şey olabilir. Aristoteles "cisimleşmiş bir insan aklı an
layışı geliştirmeye çalışmak" suretiyle bir tür proto-Freudcu olarak
kendi hipotezlerini kanıtlamak için tragedya örneğini bir laboratu
var olarak kullanır. "Aristoteles açısından tragedyanın felsefi öne
mi," diye yazar Lear, "aklın görünüşte en 'doğadışı' alogon'un,* in
sanların gerçekleştirdiği en akıldışı eylemlerin bile bir izahını ve
rebileceğini göstermesidir. Dolayısıyla Poetika Aristoteles'in kendi
etik ve siyasi gerçekçiliğini kanıtlama girişimidir: İnsan doğasının
bütününü yakalamak için polisin yeterli olduğunu göstermeyi
amaçlar."
Lear açısından Aristoteles'in "insan yıkıcılığının anlaşılmazlığı
nı geri kazanma" -"ona anlaşılabilirlik katma ve bu suretle bir si-
saymak için hiçbir neden yoktur. Lear'a göre Oidipus, "zaten bildi
ği iddiası, hakikati öğrenme çabasına damgasını vurduğu için" sı
kıntı çeker. Fakat hepimiz zaten bir şeyler biliriz, bildiğimiz şey
kendimiz için anlaşılabilir olmadığımızı ve hatta açık fikirliliğin,
alternatiflerinden (bunlar artık her neyse) daha iyi olduğunu fark
etmenin kendimiz için anlaşılabilirliğimizin bir parçasını -belki de
ana parçasını- teşkil ettiği varsayımı olsa bile. Fakat ne kadar iyi
yapılırsa yapılsın bilme ve anlamanın olup olmadığı üzerinde dü
şünmemizi sağlamak Open-Mindedın önemli bir artısıdır. Delilik
her şeyi anlamlandırma ihtiyacıdır, bu anlam her şeyin anlamsız ol
duğu olsa bile. Belki de bilgisizliğimiz hakkındaki iyi hikayeler
çok da bilgilendirici olmamalıdır.
Sorulara Cevap
Ayer bize gerçek bir soru sormak için yeni bir yol önerir; zira
Ayer'ın cümlesinde kendi çevresinde topladığı bu "biz" için gerçek
soru, soru işaretleriyle ya da bir şey bilme isteğiyle ilişkili değildir.
Cevaplar almak için gerçekte ne yapabileceğimiz -hangi gözlemle
rin yapılabileceği- hakkındadır; dolayısıyla merakın takdis edilme
si gibi bir şey söz konusu olamaz. İnsan, elindekinin bir soru oldu�
ğunu ancak sonrasında anlayacaktır; cevap yalnızca soruyu cevap
lamayacak, bunun bir soru olup olmadığını da söyleyecektir.
SORULARA CEVAP 1 73
maktadır. Yine daha çok sağduyuya dayalı bir Freudcu bakış açısın
dan -ki böyle olması inandırıcılığına halel getirmez- büyülenme
kayba karşı bir savunmadır. Fakat buradaki gizli ironi, en azından
erkeğin bakış açısından, diğer cinsin varlığının bir kayıp olarak de
neyimlenmesidir; oysa iki cinsiyet olması yaşamın nihai olumsallı
ğıdır denilebilir. Freud kayba tahammül etmenin şeylerin nasıl ol
duğunu görüp kabul etmekten daha kolay -hatta ona nazaran büyük
oranda tercih edilir- olduğunu ima eder. Freud büyülenme hakkın
da yazdıklarıyla bizi kaderin -ya da benim verdiğim adla, olumsal
lığın- neden kayıp diye yorumlandığını düşünmeye sevk eder.
Marguerite Duras Practicalities (Pratik İşler) adlı kitabında
( 1 990), "Aramızdaki şey," diye yazar, "büyülenmedir ve bu büyü
lenme birbirimize olan benzerliğimizden kaynaklanır. Gerek er
keklerde gerekse kadınlarda büyülenmenin kökeninde benzerliği
mizin keşfi vardır. " Freud'un Leonardo denemesindeki bakış açı
sından, büyülenmenin kökeninde birbirimize benzeyebileceğimiz
ve gerçekleşecek olsaydı, bu benzerliğin bir ceza olacağını (yasak
lı Oidipus arzusunun bir sonucu olan hadımlaştırma) keşfetmemiz
yatar. Her iki şekilde de büyülenme bir yeniden bulmadır; kadının
gizemli tebessümü gibidir, aynı anda hem gizli bir methiye hem de
ümitsiz bir umuttur. Leonardo gibi bizler de yalnızca bize en tanı
dık gelen şeylerden büyüleniriz.
Büyülenmenin neden ve nasıl başladığına ilişkin inandırıcı hi
kayeler anlatabiliriz, oysa nasıl sona erdiği daha muğlaktır. Büyü
lenmeye son veren şeyin kendisi, ilgi ya da tutkunun kaybolduğu
bütün vakalar gibi muammalıdır. Öte yandan sonunu, kayboluşunu
tahayyül edemeyişimiz büyülenmenin ayrılmaz bir parçasıdır, ki
bu da meselenin can alıcı noktalarından biridir. Freud bize Leonar
do'nun resimlerini bitirirken zorlandığını hatırlatır; bunun semp
tomlarından biri yavaş tempoda çalışmasıdır. Bu, diye yazar Freud,
"Son Akşam Yemeği'nin kaderini belirlemiştir - hak edilmemiş di
yemeyeceğimiz bir kader."
Narsisizm: Lehte ve Aleyhte
daha hayırlı olacağı konusunda her zaman daha katı, daha mutlak
bir anlayışa sahiptir. Psikanaliz teorisyenlerinin her birinin kendi
iyi-yaşam hikayelerinin olması iyi ve elbette kaçınılmazdır, ama
bunları kendi patoloji teorilerinden çıkarmaları her zaman iyi de
ğildir. Eğer narsisist denen kişi (benim alegorimde) psikanalistin
negatif idealiyse, bu durumda aynı zam�mda onun eşi, akranı , öte
ki beni ve en kötü ihtimalle de günah keçisidir. Göreceğimiz üzere
Kleincı teorinin bazı versiyonlarında kişiliğin narsisist öğeleri sa
botajcı, yağmacı, yalancı, dolandırıcı ve hilebazdır.
Narsisizm teorilerinin, narsisizmin kendisi gibi, kapanmaya ve
dar tanımlara meyletmeleri psikanalist ile narsisist arasındaki gizli
bağın, seçici yakınlığın bir parçasıdır. Fakat bunun kolayca görün
meyen bir durum olduğunu söylemek gerekir, çünkü açıkça beyan
ettikleri ve olumladıkları tüm eğilimleri açıklık doğrultusunda, içe
rideki ve dışarıdaki ötekiliğin tanınması doğrultusundadır. B ir baş
ka deyişle, benim buna ilişkin karikatürümde, hem analist hem de
narsisist birbirlerinin amaçlarını gayet ilginç bir şekilde yanlış an
layarak sonsuza dek birbirlerini çok bilmişlikle suçlayabilirler.
Analist elbette yalnızca mutsuz narsisisti görür - ironik bir şekilde
başka bir şey istiyor olması gereken ve analize bu yüzden gelen nar
sisist. Fakat elbette bir zamanlar felsefi alana ait olan sorudur bu:
Yaşamlarımızı iyi hale getirmek için ne istemeliyiz ve istediğimiz
şey ile istememiz gereken şey arasındaki ilişki (varsa) nedir? So
rum şu : Bir psikanalitik narsisizm teorisi, Coleridge'in sözleriyle,
"açıklama gailesi içindeki ... haddini bilmez bir felsefe" olmaktan
sakınabilir mi? Gerçekten de haddini bilmezlik bu büyük kaçınma
cının, yani narsisistin tartışılmasında her zaman kilit bir sözcük ol
malıdır. Zira haddini bilmezlik Oxford İngilizce Sözlüğü'nde şöyle
tanımlanır: "Haksız yere ele geçirme ya da işgal etme; gasp etme;
kişinin izin verilenden daha fazlasını alması; küstah ya da aşın gü
venli düşünce veya davranış; bir şeyin önkabul olarak alınmasın
da . . . kibir, gurur, yüzsüzlük, güven". Ben burada narsisist ve psika
nalist denen kişilerin neyi önkabul olarak aldıklarını tartışacağım.
Eğer Oidipus psikanalitik mitolojide aile araştırmacısı, köken
kaşifi, eve gitmek için ölüp biten kişiyse, Narkissos da yalnızlığın
ve cahilliğin ustasıdır (Hatırlayalım, Tiresias Narkissos'un annesi
Liriope'ye şöyle söyler: "Narkissos yaşlanana kadar yaşayacak, ye-
NARSiSiZM: LE HTE VE ALEYHTE 1 95
ter ki kendisini asla bilmesin. " (Robert Graves, Greek Myths Yu-
loga sonra da sessizliğe dönüşür. Bilinçdışını konu alan iyi bir ko
nuşma genellikle ona inanmayan birini gerektirir. Elbette bu her
analizde başa çıkılması gereken en sorunsal sestir.
"Neden reddediyorsunuz?"
"Yapmamayı tercih ederim."
Bunu yapan başka biri olsaydı öfkeden kudurur, ağzıma geleni söyler,
onu rezil eder, huzurumdan defederdim. Ama Bartleby'de öyle bir şey var
dı ki sadece elimi kolumu bağlamakla kalmıyor, aynı zamanda fevkalade
bir şekilde beni etkiliyor ve altüst ediyordu. Sonunda, onu ikna etme çaba
larına giriştim . . . .
Yine flüt gibi bir sesle, "Yapmamayı tercih ederim," dedi. Öyle görü
nüyordu ki ben onunla konuşurken, o dediğim her sözü kafasında evirip
çeviriyor, ne diyorsam tastamam onu anlıyor, karşı konulmaz sonucu yad
sıyamıyor, ama aynı zamanda da sanki FAİK BİR ETKEN böyle cevap ver
meye devam etmesine yol açıyordu.
Daha önce eşi görülmedik ve akıl almaz derecede mantıksız birtakım yol
larla gözdağı verilip yıldırılan birisinin en temel inançlarında bile sendele
diği pek de seyrek görülen bir şey değildir. Böyle bir durumda kişi, ne ka
dar fevkalade görünse de, bütün adaletin ve aklın karşı tarafta olduğu gibi
muğlak bir zanna kapılır. Hal böyle olunca da, çevresinde tarafsız birileri
varsa, karışmış aklına destek olmaları için onlardan medet umar.
ğunun olmaması nasıl bir şeydir? Kimi normal bir yiyici olarak dü
şünürüz ve bu güven verici değerlendirmemizde kıstas olarak kim
leri alırız? Bu tür soruların yemekle ilişkili olarak özellikle anlam
lı olmasının nedeni, bir iştah olarak açlığın bizi özcü yapma eğili
minde olması, bizi deyim yerindeyse biyolojiye döndürmesidir. Bir
insanın hayatta kalabilmek için belirli miktarda ve nitelikte yemek
yemeye ihtiyacı vardır; fakat aynısı cinsellik için söylenemez. Ma
hut cinsel sapkınlıkların en aşın örneklerinde polisi ararız; bu tür
yeme bozukluklarının en aşırı noktasındaysa . insanları hastaneye
kaldırırız. Cinsellik söz konusu olduğunda insanları terbiyeli olma
ya zorlarız; kendi kendilerine açlık çektirdiklerindeyse onları ha
yatta kalmaya zorlarız. Kendilerini aç bırakan insanlarla uzun süre
li çalışma, ki bu konuda pek deneyimli olduğum söylenemez, diğer
şeylerin yanı sıra dünyayı yaşamaya değer kılan şeyin ne olduğu ve
ne uğruna ölmeye değeceği üzerinde düşünmek için bir fırsat sunar.
Bu, terapist ve ara ara da hasta pozisyonundaki kişi için özellikle
meşakkatli bir ahlaki eğitimdir. Kısacası kişiyi o faik etkenin ne ol
duğu ve neden ona sahip olmak gerektiği konusunda meraka sevk
eder. Tescilli anoreksi hastalarıyla çalışmak psikanalitik iyimserli
ğin daha hevesli biçimleri için bir mezarlık gibidir. Dolayısıyla ba
na göre oldukça bereketli bir topraktır, tabii onunla uğraşmayı gö
ze alana.
Tanı kategorilerinden oldum olası nefret etmişimdir. Onlara hiç
bulaşmamayı tercih ederim; kısmen altmışlar-tarzında ideolojik ne
denlerden ötürü, ki bunlara haHi inanıyorum, ama aynı zamanda ve
daha önemlisi, hiçbir zaman insanların verdiği adla klinik deneyi
mine -şayet bununla analistin tanıdığı ve buna göre tedavi ettiği in
san tiplerine dair bir tür düşünsel arşiv hazırlama türünde bir şey
kastediliyorsa- sahip olmadığım için. Bu özel mesele, kanımca, ye
me bozuklukları sorunuyla çok yakından ilişkilidir. Belirlenmiş
semptomları olan bu ergenler, terapistin bilmişliğine karşı özellik
le dikkatlidirler. Sonuçta hiçbir şey başka birinin iştahını bilme id
diasından daha her-şeyi-bilir bir tavırda olamaz. Bunu yalnızca an
latacağım kısa vaka öyküsüne bir giriş olsun diye söylüyorum,
bunların teori değil yalnızca temsili izlenimler olduğunu açıkça be
lirtmek için. Yeme bozuklukları konusunda inandırıcı bir genelle
mem yok, dahası herhangi bir şekilde bu konuda uzmanlaşmış da
YEMEK YEMEK VE " YEMEMEYi TERCiH ETM E K " ÜZER i N E 213
şama, yemeye dönebilirdin. Cezayla alakalı bir şey olsa gerek." Kı
sa ama öncekilerden daha hafif bir sessizlik oldu, sonra Chloe şöy
le dedi: "Neden buna katlanıyorsunuz?" "Neye?" diye sordum. "Be
nim böyle sessizce oturmama." "Çok güzel bir soru, bir insan buna
neden katlansın, amaç ne ki? Bu bir ceza." Bunun üzerine Chloe,
"Bir değişiklik yapıp bunun hakkında düşünebilirsiniz," dedi ve
böylece seans bitti. Seanslarda ve seans aralarında yaptığım o ko
puk, tedavi niyetli sözde düşünmeden çok farklı tarzda bir düşün
meye sevk etmişti beni.
Ertesi gün annesi telefonda eski kocasıyla birlikte kızlarını te
daviden almaya karar verdiklerini söyledi, çünkü tedavinin bir ya
ran dokunmuyordu. Ne yaptımsa caydıramadım ve bir daha da
Chloe'yi görmedim. Elbette bu kararın bana küçük bir ilerleme gi
bi görünen şeyle bir ilişkisi olabilir de, olmayabilir de. Herkesin
bildiği gibi aileler son derece duyarlı ve tepkili sistemlerdir. Fakat
tedavide olan ya da olmayan şeyleri neden o anda kesmeyi tercih
ettiklerini öğrenemedim ve bugün de bilmiyorum. Bildiğim tek şey
Chloe'nin bana düşünecek bolca malzeme bırakmış olmasıydı.
Sıradan dediğimiz konuşmalarda olduğu gibi psikoterapide de
birinin başka birine söyledikleriyle bu diğer kişinin sonrasında söy
ledikleri arasındaki bağlar muğlaktır. Fakat belki de benim düşü
nürken söylediklerim arasında bir şey, onda, beni ve diğerlerini ce
zalandırmasına, kendi cezasını aramasına ve (benim açımdan en il
ginç olanı) ondan ceza beklememe ya da vereceği cezayı kabul et
meme ilişkin bir fikir uyandırmıştı. Hasta denen kişiyle birebir ko
nuşarak özgül ama bence sık rastlanan bir tedavi edici konum al
mak -yani yansımaları kabul etmek, kontrol altına almak ve deyim
yerindeyse geri besleme yapmak- ona tuhaf bir ıstırap çekme istek
liliği gibi görünmüştü. Buradaki model --eski aile terapisi terimini
kullanmak gerekirse- bir öz-fedakarlık biçimidir. Terapistlerin ru
tin olarak yaptıkları ve eğitimini aldıkları bu fedakarlık ise kanım
ca bir çözülmeyi gerektirir. Neyin çözülmeye uğraması gerektiğini
-Chloe karşısında farkında olmadan çözülmeye uğramasını sağla
maya çalıştığım şeyi- tek kelimeyle ifade edecek olursak, bu, para
doks gibi görünse de, iştahtır. Chloe'nin terapisti olarak bir iştah so
runum vardı; onu deyim yerindeyse oyuna katamıyordum. En uç
şekliyle söylemek gerekirse, hastanın kendisini küçük düşürmesine
216 H E P VAAT H E P VAAT
B izim analizde yaptığımız şey bize gelen insanların özgürlük hislerini ar
tırmaktır. Hangi yolla? Nasıl olursa olsun diye kendilerini emniyete alma
ya çalışan korkmuş insanlar olarak değil, nedamet getiren günahkarlar ola
rak da değil, aksine bir şey tarafından engellenmeleri sonucunda bir şeyin
peşinden koşmaya yönelen insanlar olarak yaşamdan keyif almalarını sağ
layacak güçleri özgürleştirmeye çalışarak. Analiz onların bir şeye duygu
sal enerji zerk etme (kateksis) yeteneklerini artırmalıdır. Ne olduğunu bi
zim söylememiz gerekmez, onlar kendileri bulacaktır . . . Bir başka deyişle,
analiz, hastanın zaten sahip olduğu şeyi geliştirmeli ya da ona hayatın ya
şamaya değer olduğunu keşfetme olanağını vermelidir.
Rüya bir paradigma olarak kalır, çünkü tüm çalışmamızın modelidir. ... rü
yanın önemi temsil kavramının önemiyle yakından bağlantılıdır çünkü, bir
kez daha, benim en önemli olduğunu düşündüğüm şey rüya temsilidir, nes
nenüı yokluğunda kendini tekrar eden şeydir ... zihin nesne orada değilken
onunla ilişkilendirilen bir şeyi geri getirme yeteneğine sahiptir. (New For
mations, 1 995)
düşünürdük.
Toparlamak bakımından, Green'in "Tutkular ve Çeşitleri" adlı
fevkalade denemesini kısa bir okumaya tabi tutarak yazarın neden
tutkuya değer vermenin iyi olabileceğini düşündüğünü ve bizim
genel tutku görüşümüze ne ekleyerek onu daha da çekici kıldığını
ele almak istiyorum. Green'in yazılarının en önemli artılarından bi
ri, değer verdiğini iddia ettiği şeyi her zaman pratiğe dökmesidir:
dönüşüm çalışması. Tutkuların bu yazıda geçirdiği değişikliklerden
biri Green'in bunlar üzerindeki yaratıcı çalışmasıdır.
224 HEP VAAT H E P VAAT
Green açısından aslolan, "Tutkulu bir yaşam iyi bir yaşam mıdır?"
sorusundan ziyade, "B irtakım tutkularımız olduğuna göre, yaşama
ya değer olduğunu hissettiğimiz bir yai?aın nasıldır ve nasıl yaratı
lır?" sorusudur. Bilimsel göstereni olan içgüdüye indirgendiğinde
tutku, hem akıllılığın hem de deliliğin anlaşılabilirliğini ne kadar
seyyar da olsa bir zemine oturtur: "İçgüdüsel yaşam, ki bu da niha
yetinde yaşamın kendisidir," diye yazar Green On Private Madness'
ta ( l 986), ona ne tür bir mitolojik konum verirsek verelim nihai psi
kanalitik göndergedir. Gerek yaşam ve ölüm içgüdüleri gerekse
bunların tarihsel öncülü tutkular olmadan, insan öznesi bedensiz
leşmiş görünecektir. Artık ruh söz dağarcığımızdan çıktığına göre
gizemin kalbinde tutkular vardır. Tutkunun pragmatiğinden bahset
mek -tutkulu bir yaşamı başka türde bir yaşama niye tercih edebi
leceğimizi ya da üstün tutabileceğimizi sormak- ancak ahmaklık
gibi görülebilir, çünkü tutku seküler özcülüğün ta kendisidir. Tan
rı'nın öldüğü ilan edilebilir, ama hiç kimse tutkunun ölümünü kut
lamayacaktır (oysa kutlamamız gerekir: İnsanlar tutkulu diye nite
lendirildiğinde, bu genellikle fazlasıyla duyarlı ve aşın derecede
buyurgan oldukları anlamına gelir). Green'in çok açık bir şekilde
belirttiği üzere, "Delice ya da psikotik olsa da tutkunun borusunun
öttüğünü anlayacak kadar biliyoruz," ama "ilk olarak şunu söyleye
lim, biz (psikanalistler) zaten bulunduğu yerde onun varlığını tanı
dık. Onu biz getirmedik. O zaten hep olduğu yerdeydi. Onu tanı
mak gerektiyse, onun kuyusunu kazmış olduğumuz içindir." Green'
in sunduğu paradoks tutkunun her zaman orada olduğu, ama psika
nalizin Freud'la birlikte onu resmin dışına itme çabalarına girişmiş
olduğu fikridir; Green'in sözleriyle (en azından tercümede) onun
kuyusunu kazmışlardır, sanki tutkunun sabote edilmeye ihtiyacı
varmış gibi. Şimdi ise eski yerine yeniden yerleştirilmeye ihtiyacı
vardır. Psikanalizin bastırılanı olarak tutkunun geri dönüşü Green'
in niyetinin özüdür. Bu da elbette beraberinde temel bir şeyin kay
bedildiği ve yeniden bulunması gerektiği varsayımını getirir.
TUTKU N U N PRAGMATIGI 225
nin ayrılmaz bir parçası kılar. Dolayısıyla kılı kırk yararlık kisvesi
altında Green'in kritik bir noktayı yeterince vurgulamamış olması
anlamlıdır. Şöyle yazar Green:
" 1 640- 1 660 İngiliz Devrimi 1 789 Fransız Devrimi gibi büyük bir toplum
sal hareketti. Esasen feodal olan eski düzen şiddet yoluyla alaşağı edilmiş
ve yerini yeni ve kapitalist bir toplumsal düzen almıştı. İç Savaş, I. Char
les'ın istibdat rejiminin kurulu kiliseler ve feodal toprak sahiplerinin geri
ci güçleri tarafından savunulduğu bir sınıf savaşıydı. Parlamento, kent ve
köylerde ticaret ve sanayi ile uğraşan sınıfların coşkun desteğine seslene
bildiği için kralı yendi" vs. vs. Christopher Hill, 1640 İngiliz Devrimi
(Kaynak: İstanbul, 1 997), s. 1 3. Böyle anlatıların basit doğası, doğruluk
iddialarının yüzeyselliğinden bile daha şaşırtıcıdır.
olmaz, tek ihtiyacınız olan bir bilimci, bir insan ... ikizler gibi, tüm
bebekler aynı, dedi. " Bu sözlerde o kadar çok şey saklıydı ki hangi
parçayı ele alacağımı bilemedim, konuşmayı yalnızca görünüşte
devam ettirebildim. "Kız kardeşin tıpkı senin gibi olsaydı belki de
okula gidebilirdin." "Evet," dedi keyifle, "aynı anda hem evde hem
okulda olabilirdim ... her şey olabilirdim ! "
Bu küçük kızın klonlama konusundaki -Harold Bloom'un ifa
desiyle- güçlü yanlış-okumasında birkaç teori birden göze çarpı
yordu. B irincisi, onun "clothing" dediği şey güçlü tekil bireyler -ya
kadın müdire ya da erkek bilimci- tarafından dayatılan bir tekbi
çimlilikti. İkincisi, eğer bu özel olma ya da eşsiz olma bir kardeşin
doğumuyla kaybedilen bir özellikse bu durumda "clothing" drama
daki son ceza eylemiydi -anne babanın cinselliğiyle başlayan bir
drama. Kız kardeşiniz geldiğinde ailedeki yerinizi kaybedersiniz;
sonra bireyliğinizi kaybettiğinizin temel kanıtı olarak okul ünifor
manızı deneyimlemeye başlarsınız. "Clothing yapmak" istiyordu
çünkü o zaman belki de en azından edilgen kurban değil etkin fail
olacaktı; burada klonlayıcıyı klonlanandan kendi içinde ve kendi
başına farklılaştıran belli bir her-şeye-kadirliğe seslenilmektedir.
Müdirenin eşsiz bir yeteneği vardır: çocukları aynı yapmak, ama
kendisiyle aynı değil. Bir başka deyişle klonlayan bilimci paradok
sal (ve kıskanılacak) bir eşsizliğe kavuşur (sanki genetik ormanın
yeni yasası, "klonlan ya da klonla"ymış gibi).
Benim ortaya atmak istediğim teori şuydu : Bu kız ve kız karde
şi birbirlerinden farklı olduklarından, anneyi hedef alan ve hasta
mın kaybettiği bir rekabet söz konusuydu. Bir başka deyişle klon
lama rekabetin dehşeti ve hazzı için bir çareydi. Eğer iki çocuk öz
deş olsaydı tanım gereği aynı şeyleri alıyor olacaklardı. Eğer anne
babanın seks yapması gerekmezse -"anne babaya ihtiyacınız ol
maz"- bu durumda çocuk anne-baba arasındaki ilişkiyle meşgul ol
mak zorunda kalmaz; keza bu durumda asal ilişkiyi -bebeklerin
geldiği "kaynak"- benzer konuma sahip iki insan arasında, farklı
lık içeren bir ilişki olarak görmesi gerekmez. Hastam (sembolik)
anne babasını -kadın müdire ve erkek bilimci- ayn tutar; her ikisi
de aynı şeyi yapar ama ayn ayn. B irbirine bir şey yapan iki insan
dan ziyade gizemli bir yeteneğe sahip bir insan tahayyül eder. Bu
çocuğun izahında ilginç bir şekilde muğlak ya da müphem olan
240 HEP VAAT HEP VAAT
olan iki insan birlikte ne yapar ki?" O anda bu konu beni cidden dü
şündürmüştü ve cevap vermesini beklemiyordum (birinin sorusunu
kime yönelttiğini bulmak çoğu zaman şaşırtıcı derecede zordur).
İkimiz de birkaç dakika öylece oturduk, sonra sanki söylediklerime
takılmış gibi şöyle dedi: "Birbirlerine soru soramazlardı ... çünkü
bu durumda aynı cevaplan alırlardı, dolayısıyla başka birine sor
maları gerekirdi." Bu yanıttan destek alarak şunu sordum: "Yani bir
üçüncü insana ihtiyaç duyarlardı, farklı birine ihtiyaç duyarlardı,
öyle mi?" O da "Evet," dedi neşelenerek, "klonum ve ben bizi yön
lendirmen için sana ihtiyaç duyardık ! "
Klon kız arkadaş fantazisi -tam olarak ender bir fantazi dene
mez- bu çocuk açısından çok amaçlı sihirli bir çözümdü. Bir arzu
nesnesiyle hiçbir "ortak" yönü olmayan parçalarınız hakkında ya da
bunlarla bir şeyler yapma çabalarından kurtulmanın bir yolu. Bura
da ilgi çekici olan husus şudur ki, mutlak aynılık yaratma şeklinde
ki (narsisist) çözüm -klon- bilinçsiz olarak arzuyu öldürür. Kız ar
kadaş klonlama fantazisi bir kız arkadaşa ihtiyaç duymama fanta
zisidir. Benliğin tıpkı çoğaltımı, sorunu yalnızca çoğaltır. Erkekle
rin klon olmaması, ama kadınlan klonlaması gerektiği fikri --cins
ler arasındaki savaşın çağdaş bir tanımı- diğer şeylerin yam sıra er
keklerin kendilerini zaten kadınlar tarafından klonlanmış olarak
gördüklerini, akla getirir. Klonlama fantazisi --edimselliği sayesin
de kafa karıştırıcı bir şekilde gerçek kılınmıştır- şu soruyu günde
me getirir: İlişki için alternatif analojiler nelerdir? Klonlama zaten
olmuştur; sorun buradan nereye gidebileceğimizdir.
Klonlama bariz ve o kadar da bariz olmayan nedenlerden ötürü
insanlar arasında neler olup bittiği konusunda konuşmanın etkili
bir yoludur. Fakat elbette klonlama fantazileri -bu konudaki kültü
rel dedikodu- istekler tarafından şekillendirilmiştir. Sözgelimi ge
netik kalıtım her zaman bir potansiyeldir; büyümeye dair tahmin
lerde bulunmaz ama (çoğunlukla bilinemeyen) sınırlamalar koyar.
Çevre bu denklemin esas bir parçasıdır. Klonlanmış koyunlar gene
tik olarak özdeştir, ama farklı tarihleri vardır. Verdiğim iki örneğin
gösterdiği üzere -çocukların yaşları dikkate alındığında besbelli
farklı nedenlerden ötürü- klonlama fikri tarihten kurtulmak için
kullanılır. Bütünsel klonlama fantazisinde farklılık olarak tarih san
ki ortadan kaldırılmıştır. İnsanlar fiiliyatta asla birbirlerinin aynısı
BENZERLiKTE N ÖTE KÖY YOK 243
sı, bunun da ancak özel bir kurumda eğitilmiş bir analistle hafta
da beş defa yapıldığında etkili olacağını ekleyebilir. Neden Freud'u
ve diğer psikanaliz eserlerini yalnızca okuyamıyoruz? Neden bazı
lan psikanalitik olabilecek edebiyat eserlerini okumakla yetinemi
yoruz?
Kanımca burada iki soru var. B irincisi, edebiyat okumaktan ya
da analizde bulunmaktan elde etmek istediğimiz deneyimler neler
dir? İkincisi, edebiyat deneyimini psikanaliz deneyimiyle karşılaş
tırabileceğimizi düşünüyorsak, deneyimi nasıl bir şey olarak tahay
yül ediyoruz demektir? Şu kadan açık ki edebiyat okumanın sonuç
lan, ayırt edilebildikleri oranda, hiçbir şekilde önceden kestirile
mez, tıpkı analizde bulunmanın sonuçlan gibi. En iyi anlamıyla,
her iki deneyimin de belirsiz sonuçlan vardır, ama yine de bunlara
farklı koşullarda ve hem benzer hem de farklı nedenlerle yöneliriz.
Edebiyat okumanın bizim için farklı bir anlamda "işe yaradığını"
söyleyebiliriz. Toplumsal bir pratik her zaman yerleşiktir. Tasan,
bağlamı tarafından tanımlanır, psikanalitik bakış açısına göre bi
linçdışı arzu tarafından esinlenmiş olsa bile. En asgari düzeyde, is
tediğimiz başka bir şey vardır ve bu başka şey -cinsel tatmin, iliş
ki, gelişim, emniyet, sıkıntıdan kurtulma, ihtiyaç duyduğumuzu
düşündüğümüz ne varsa- kültür tarafından tanımlanır. Kültür şart
lan belirler. Psikanaliz kültürü daha genel kültürle basit bir anlaş
ma biçiminde çakışır: İstediğimiz şey, o ya da bu şekliyle, değişim
dir. Fakat her zaman, görünüşe göre bize rağmen gerçekleştiğini
bildiğimiz türde bir değişim -yaşlanma, ekonomik değişiklik, siya
si ve toplumsal çekişme- değildir bu. B iz kendi istediğimiz türde
bir değişiklik isteriz. Bu, Freud'un verdiği adla benin kısa bir tanı
mı olabilir: kişinin benliğinin her türlü engele karşın değişiklik da
yatmaya çalışan kısmı, olumsallığı ve arzunun kaprislerini tanıma
yan kısmı.
Daniel Lagache (Selected Writings - Seçme Yazılar, 1 993) bene
bilinci "büyüleyen" nesne olarak işaret eder ve analizin amacının,
bilinci benin "etkisinden kurtarmak" olduğunu söyler. "Benin oldu
ğu yerde artık bilinç varsa analiz amacına ulaşmış demektir," diye
yazar. Benin bizi tasanlanyla nasıl hipnotize ediyormuş gibi gö
ründüğünü anlatır. Bu koşullarda sorun artık edebiyat ve/veya psi
kanaliz değildir; sorun bunlardan ne istediğimizi bildiğimizi dü-
H E P VAAT H E P VAAT 249
Rene Girard
Romantik Yalan ve Romansal Hakikat
Edebi Yapıda Ben ve Öteki
Samuel Beckett
Proust
Tzvetan Todorov
Poetikaya Giriş
Georg Lukacs
Roman Kuramı
Roland Barthes
Yazının Sıfır Derecesi
Tzvetan Todorov
Fantastik
Theodor W. Adorno
Edebiyat Yazıları
Mihail M. Bahtin
Dostoyevski Poetikasının Sorunları
Franco Moretti
Mucizevi Göstergeler
Edebi B içimlerin Sosyolojisi Üzerine
Elaine Scarry
Kitapla Hayal Etmek
lan Watt
Romanın Yükselişi
Defoe, Richardson ve
Fielding Üzerine incelemeler
Adam Phillips
Hep Vaat Hep Vaat
Edebiyat ve Psikanaliz Üzerine Denemeler
METİ S ELEŞTİRİ
lan Watt
ROMANIN YÜKSELİŞİ
Defoe. Richardson ve
Fielding Üzerine İncelemeler
Çeviren: Ferit Burak Aydar