You are on page 1of 258

Adam Phillips

Hep Vaat Hep Vaat


Edebiyat ve Psikanaliz Üzerine
Denemeler

Londra'daki Wolverton Gardens Çocuk ve Aile Danışma


Merkezi'nde (eski Charing Cross Hastanesi) Çocuk Psi­
koterapisi Bölüm Başkanı olarak çalışmıştır. Psikanalizin
yanı sıra edebiyat ve yayıncılıkla da ilgilenen Phillips'in
yapıtları arasında Winnicott (1988), On Kissing, Tickling
and Being Bored(1993. Öpüşme, Gıdıklanma ve Sıkılma
Üzerine. Ayrıntı. 1996), On Flirtation(1994, Flört Üzerine.
Ayrıntı, 1997), Terrors and Experts (1995, Dehşetler ve
Uzmanlar. Metis. 1998). Monogamy(1996, Tekeşlilik, Me­
tis. 1997), The Beast in the Nursery(1998, Kreşteki Ya­
bani, Ayrıntı, 2000), Darwin's Worms: On Life Stories and
Death Stories (1999). Going Sane (2005) ve Side Effects
(2006) adlı kitapları sayabiliriz.

� metis eleştiri
Metis Eleştiri 12

Hep Vaat Hep Vaat


Adam Phillips

lngilizce Basımı: Promises, Promises


Faber & Faber Limited, Büyük Britanya, 2000

T ürkçe Yayım Hakları © Metis Yayınları, 2004


Türkçe çeviri © Ferit Burak Aydar, 2007

Bu kitapta, Promises, Promises başlıklı lngilizce basım­


dan seçilmiş on sekiz denemeye yer verilmiştir: "Poetry
and Psychoanalysis", "Bombs Away", "Clutter: A Case
History", "Winnicott's Hamlet", "The Sexual Liberati­
on of Fritz Wittels", "The Manicuring of Jacques La­
can", "Pessoa's Appearances", "On Translating a Per­
son", "Appreciating Pater", "Minding Out", "An Ans­
wer to Questions", "Smile", "Narcissism, For and Aga­
inst", "On Eating, and Preferring Not To", "The Prag­
matics of Passion", "Cristopher Hill's Revolution and
Me", "Sameness is All", "Promises, Promises".

ilk Basım: Aralık 2007

Yayıma Hazırlayan: Özde Duygu Gürkan


Dizi Kapak Tasarımı: Emine Bora, Semih Sökmen

Dizgi ve Baskı Öncesi Hazırlık: Metis Yayıncılık Ltd.


Baskı ve Cilt: Yaylacık Matbaacılık Ltd.
Fatih Sanayi Sitesi No. 12/197-203
Topkapı, lstanbul Tel: 212 5678003

Metis Yayınları
ipek Sokak No. 5, 34433 Beyoğlu, lstanbul
Tel: 212 2454696 Faks: 212 2454519
e-posta: info@metiskitap.com
www.metiskitap.com

ISBN-13: 978-975-342-641-1
Adam Phillips
Hep Vaat Hep Vaat
Edebiyat ve Psikanaliz Üzerine
Denemeler

Çeviren
Ferit Burak Aydar

� metis eleştiri
Brian Worthington ve
John Carey için
içindekiler

Teşekkür • 11

önsöz • 13

1 Şiir ve Psikanaliz • 21

2 Bombalarca Uzakta • 50

3 Karışıklık: Bir Vaka Öyküsü • 71

4 Winnicott ve Hamlet • 83

5 Fritz Wittels'in Cinsel Özgürleşmesi • 101

6 Jacques Lacan'ın Manikürü • 114

7 Pessoa'nın Simaları • 119

8 Bir insanı Tercüme Etmek Üzerine • 130

9 Pater'ı Takdir Etmek • 149

1O Açık Fikirlilik • 160

11 Sorulara Cevap • 172

12 Tebessüm • 178

13 Narsisizm: Lehte ve Aleyhte • 184

14 Yemek Yemek ve "Yememeyi Tercih Etmek"


Üzerine • 206

15 Tutkunun Pragmatiği • 218

16 Christopher Hill'in Devrim'i ve Ben • 230

17 Benzerlikten Öte Köy Yok • 237

18 Hep Vaat Hep Vaat • 244


İnsanın kendini anlaması klasik teselli biçimidir,
kendinden kaçmasıysa romantik.
George Santayana
The Genteel Tradition in American Philosophy

... "esinlenme" sözcüğünün bir anlamı varsa,


tam da şu olmalıdır: Konuşmacı ya da yazar
kendisinin de tümüyle anlamadığı -hatta bazen
esin kendisini terk edip gittiğinde yanlış
yorumlayabileceği- bir şeyler söylemektedir.
T. S. Eliot
"Vergilius ve Hıristiyan Dünyası"

...teorinin zorlukları esasen açıklık peşinde


koşuyor olmasından kaynaklanır.
Kate Soper
Troubled Pleasures
Teşekkür

Bu kitaptaki yazılar, bazıları değişik versiyonlarıyla, ilk olarak Lan­


don Review of Books, Raritan, Threepenny Review, fortl da, His­
tory Workshop Journal, New York Times, New York Observeı� Con­
temporary Psychoanalysis, Slate, Critical Quarterly, Salmagwıdi
ve The Observer'da yayımlandı. Bu yayınların editörlerine bana
yazma davetinde bulundukları için müteşekkirim.
"Karışıklık: Bir Yaka Öyküsü" Mind Readings'de Sara Dunn,
Blake Morrison ve Michele Roberts'ın editörlüğünde yayımlandı.
"Benzerlikten Öte Köy Yok" Clones and Clones'da Martha Nussba­
um ve Cass Sunstein'ın editörlüğünde yayımlandı. "Yemek Yemek
ve 'Yememeyi Tercih Etmek' Üzerine" ve "Hep Vaat Hep Vaat" ilk
olarak New York'ta bulunan Allanson White Enstitüsü'ndeki konfe­
ranslarda panel tartışmaları olarak tebliğ edildi. "Tutkunun Prag­
matiği" Dead Mother'da Gregorio Kohon'un editörlüğünde yayım­
landı. "Winnicott ve Hamlet" The Squiggle Foundation'da ders ola­
rak, "Bir İnsanı Tercüme Etmek" Oxford'da tercüme üzerine bir
TRiO konferansında konuşma olarak ve farklı bir versiyonu da
Gwyn Jones'u Anma Dersi olarak verildi. Her ikisi de daha önce
yayımlanmamıştı. "Şiir ve Psikanaliz" Guild of Psychotherapists
Annual Interdisciplinary Lecture'da açılış dersi olarak verildi.
Ön söz

Evelyn Waugh bir mülakatında, "Ben yazmayı bir karakter araştır­


ması olarak değil, dil kullanımında bir alıştırma olarak görüyo­
rum," der ve ekler: "Doğrusu bu konuda saplantılıyım. Teknik bir
psikoloji ilgim yok. Beni drama, konuşma ve olaylar ilgilendiri­
yor." Psikanaliz elbette bir karakter araştırmasıdır ve gerek teoride
gerekse pratikte dil kullanımında bir uygulamadır. Bir terapi olarak
psikanaliz, insanları mutlu kılmak ve yaşamlarını daha ilginç bul­
malarını sağlamak adına dilde karakter araştırması yapar. Fakat ay­
nı zamanda teknik bir psikoloji ilgisidir ve psikolojiye teknik bir il­
gisi vardır. Eskiden Edebiyat diye adlandırılan alanın aksine, psika­
naliz bize bunun tam olarak ne olabileceğini ve psikolojik ilgiden
ya da, daha basit bir deyişle, dil kullanımlarına yönelik ilgiden ne­
den daha iyi bir şey olabileceğini görme olanağı sunar. Waugh'un
büyük bir romancı olabilmek için ihtiyaç duymadığı ilgiyi -çok da­
ha fazla çeşitlilik gösteren edebiyat projelerinin aksine- talep eden
çeşitli psikanaliz projeleri hakkında bize ne söylemektedir? Bu ki­
taptaki yazılar, diğer pek çok şeyin yanı sıra, bu sorulara izlenimci
bir yaklaşım getirmektedir. Waugh'un ince ayrımlarını akılda tuta­
rak psikanaliz dilinin ve edebiyat dillerinin ne işe yarayabileceği
-ve birbirleriyle olan münasebetlerinin ne olduğu- sorularının pe­
şine düşmektedir.
Waugh'un yazıları anneler (çocuk odası, içki vs.), art niyet ve
gelişim (ne zaman ne yapılacağını bilmek -ya da Waugh'un karak­
terleri söz konusu olduğunda, bilmemek) ve delilik (Dec/ine and
Fall da (Gerileme ve Düşüş) "akıllan pek de başlarında olmayan"
'

insanlar diye bahsedilir) gibi konularda saplantılı olmakla birlikte,


İngiliz psikanalizinin en iyi yıllarının tarihsel olarak kesin ve aydın­
latıcı bir koşut metnidir. 1926'da Melanie Klein Londra'da ilk ders­
lerini vermiş, 1928'deyse Waugh'un ilk romanı Decline and Fail
14 H E P VAAT H E P VAAT

yayımlanmıştır; 1964'te Waugh son kitabı A Little Learning'i (Bir


Parça Bilgi) yayımlamış, 1965'teyse Winnicott bu tikel geleneğe ait
son büyük kitabı, daha az albenili bir ismi olan The Maturational
Processes and the Facilitating Environment'ı (Olgunlaşma Süreç­
leri ve Kolaylaştırıcı Çevre) yayımlamıştır. Waugh gibi, İngiliz psi­
kanalizi de endişeden çok bunalımla ilgilenmiş ve Waugh da İngi­
liz psikanalizi gibi dini bir uyanıştan yakasını kurtaramamıştır. Eğer
İngiliz psikanalizi, diğer şeylerin yanında, yeniden betimlenmiş
Hıristiyanlık ise, Waugh'un romanları bu Hıristiyanlığın -Waugh'da
Katolikliğin- nelerle uğraşması gerektiğine ilişkin çağdaş anlatıla­
rın en zeki ve yıkıcı örnekleridir. Laf arasında çokça geçen mani­
dar değinme ve göndermelere rağmen bu dönemin psikanaliz yazı­
larına gözle görülür bir ilgisi olmayan Waugh'un romanları ve se­
yahat yazılan da bunlar gibi, insanların kendileriyle ve diğer insan­
larla geçinme konusundaki tuhaf yeteneksizliğini, ayrılığın esra­
rengizliğini, savaş ve ölüm üzerine düşünceleri işler.
Burada Waugh'un adını yalnızca şaşırtıcılıktan tamamen uzak
bir noktayı göstermek için zikrediyorum: Psikanaliz, diğer tüm kül­
türel icatlar gibi, zamana ve mekana bağlıdır -duvar yazılan kadar
olumsaldır- ve görünüşe göre ilgi alanı diğer çağdaş toplumsal pra­
tiklerle örtüşür. Birçok psikanaliz eğitiminde olduğu gibi, kültürel
bağlamından kopartılarak okunduğunda daha ziyade bir uzmanlık,
gerçekte olduğundan hatta olup'olabileceğinden daha ayrıcalıklı bir
dil gibi görünebilir. Psikanaliz içinde bulunduğu kültürün tamamen
bir parçası olarak görülmediği takdirde, ne kadar muhalif olsa ya da
olduğunu iddia etse de, işe yarar bir anlam ifade edemez.
Richard Rorty'nin sistem-kurucu felsefeler hakkındaki sözleriy�
le, psikanaliz "parlak, kendi kendini aklayan, kendi kendine yeten
genelleyici anlayışlar"dan bir diğeri olarak görülme riskini her za­
man taşır, fakat yakından incelendiğinde, bir anlayış ya da sistem
olmaktan çok kendi kültür ve tarihine ilişkin bir koleksiyon olduğu
görülür. Psikanaliz eğitim kurumlan denen dil okullarında kabile­
nin dilini safkan hale getirmek yönünde umutsuz çabalar olsa da,
her türlü psikanaliz yazısı (ve pratiği) halil kulağa biraz din, biraz
metafizik, biraz antropoloji, biraz da bilim gibi gelmektedir. Biraz
da psikanalizin ilk zamanlarında verildiği adla, edebiyat gibi. Hat­
ta psikanalistler sözde sistemlerinden, teknik psikolojik cümlele-
Ö N SÖZ 15

rinden sıkıldıklarında yüzlerini edebiyata dönmüşlerdir.


Psikanalistler "içgörü"lerinin geçerliliğini kanıtlamak için ede­
biyata sarılmadıklarında -örneğin Kleincı edebiyat Wordsworth'e,
Keats'e ve George Eliot'a Klein-öncesi Kleincılar olarak dindarca
bir saygı yüklü göndermelerle doludur- onu dil üzerine bir tür bil­
gi tazeleme kursu olarak kullanırlar. Hatta psikanaliz metinlerinde­
ki edebiyat kullanımları, bizzat Freud'la başlayarak, belirli bir hu­
zursuzluğu, psikanaliz tarihinin ayrılmaz bir parçası olan yazarlar
ve yazılarla belalı ve karmaşık bir ilişkiyi ele verir. Psikanalist or­
tak olduğu varsayılan kültürel bir münasebette rakip midir, işbirlik­
çi mi? Yoksa analist, sanatçı diye adlandınlan bu kişileri teşhis et­
meye, yorumlamaya ve hatta tedavi etmeye mi çalışmalıdır? Bu
"sanatçılar" -ve bence özellikle de yazarlar- egzantirik bir yaşam
olasılığını simgelemektedir, görünüşte sistem ya da uzlaşımlarla
baltalanmamış bir yaşam. Psikanalistin aksine yazar başka birinin
sözdağarcığının etkisinde kalmayan kişidir. Kimi zaman kıskanç­
lıkla patolojikleştirilse de (veya çocuksulaştınlsa ya da idealize
edilse de, ki ikisi aynı şeydir) yazar ve bir bütün olarak edebiyat
mefhumu psikanaliz için üretken sorunlar, kendi evriminde kilit
sözcükler olmuşlardır. Fakat psikanalizin sözlü sanatlardan biri
olarak doğaçlama tiyatroya (özel olarak da Brechtçi tiyatroya) da­
ha yakınken, kendini edebiyatla bağdaştırmaya bu kadar meraklı
olması -kültürel itibar fantazileriyle ve bir sahne sanatı olarak psi­
kanalize dair kaygılarla bağlantılı bir durumdur bu- yine de ilginç­
tir. Ama neticede Freud yalnızca hastalara bakan doktor imgesiyle
değil, aynı zamanda büyük yazar imgesiyle de, bizzat icat ettiği
mesleğe musallat olmuştur; sanki tüm psikanaliz teorisi edebiyat
konumuna ulaşmaya heves etmeliymiş ve hasta tedavisi, ideal ola­
rak, hevesli yazar için iyi bir malzeme olmalıymış gibi.
Bir terapi olarak psikanaliz insanları her zaman halka açılmaya
-konuşmaya- cesaretlendirirken, bir meslek olarak psikanaliz gö­
ze batacak şekilde kendi kabuğuna çekilmiştir. Bu yavaş yavaş de­
ğişiyor olsa da sıradan okur denen kesim için psikanalizde neler
olup bittiğini anlamak zordur. Yazarların izlerkitlelerinin olmasına
(ve bunu istemelerine) izin verilirken, psikanalistlerin yalnızca
meslektaşlarının olmasına izin verilmiştir. Fakat analizcilerin içbü­
tünlüğü asla görülmemeleriyle garanti altına alınmaz. Psikanalizin
16 H E P VAAT H E P VAAT

ince mahremiyetleri -pratik açısından esas, teori açısından azaltıcı


olan mahremiyetler- psikanalizin siyasetini ve pratisyenlerini muğ­
laklaştırmaktadır. Grup yaşamından el etek çekmekten ziyade bu­
nun bir parçası olan psikanaliz -psiko-zırvalıkların panzehiri ola­
rak psikanaliz- insanları kendi seslerini (fikirlerini demiyorum bi­
le) kaybetmelerine yol açacak şekilde etkilemeden öğrenmeye teş­
vik edecek kadar çekici diller yaratmak zorundadır. Psikanaliz, en
iyi şekliyle, yaşamanın zorluk ve heyecanlan hakkında ilginç fikir­
lerin halka ulaştırılmasını gaye edinen bir meslek olmalıdır. Teda­
vi adı verilen kısmı da kişinin alengirli veya itibarlı bir teorik siste­
me duhul ettirilmesinden çok gündelik hayatını kendisi olarak ya­
şamasıyla ilgili olmalıdır. İnsanların söylediklerini dinlemek, ki
psikanaliz az çok budur, her şeyin ötesinde başkalarının duyguları­
na ortak olunduğunun bir hatırlatıcısı olmalıdır.
Psikanalistler için her zaman en iyi reklam hastaların iyi tedavi
edilmesi olmuştur, bilim ya da sanat olarak psikanalizin doğruluğu­
nun ya da yararlılığının polemiklere girilerek savunulması değil.
Fakat muayenehanenin dışında yalnızca dedikodu ve yazı, bir de
özellikle bugün bunları bir araya getiren en iyi tür olan gazetecilik
vardır. Gazeteciliğin -uzmanlık dışı yayınlara kitap eleştirisi yazma
(ki bu kitapta buna birkaç örnek bulunabilir) ya da gazetelere ma­
kale yazma biçiminde- geleceğin psikanalizini yazmanın en iyi yo­
lu olacağı söylenebilir. Psikanaliz kendini daha geniş bir alanda
-hem pazarda hem de mümkün olan diğer yerlerde- sınayarak ken­
disinden uzun zamandır kaçan "demokratik görüşler"i eğitim ve kli­
nik pratiği düzeyinde tekrar ele geçirebilir. Psikanaliz ve edebiyat
gibi azınlık ilgileri artık (ekonomik açıdan) her daim geçerli birer
meslek olarak kabul edilmeyi bekleyemezler ve bu durum insanla­
rı ne yaptıklarını ve ne yaptıklarını düşündüklerini gözden geçir­
meye, çağdaş yaşamda direnmeye ya da kutlamaya değer ne oldu­
ğunu bulmaya sevk etmesi bakımından kötü bir şey de olmayabilir.
İdeal olarak bu durumun, psikanalistleri yalnızca daha iyi bir şey
ortaya çıkana kadar psikanalizle uğraşan insanlar yapması gerekir.
Bu derleme kitapta benim öne çıkarmak istediğim psikanaliz
biçimi öz-bilgi, sebatkar düşünce ya da Varlığın Derinliklerinden
çok mutluluk, esinlenme ve benzerlerine bağlıdır. Hakikatin kendi­
sinden ziyade dürüstlüğe değer verir ve bir klinik pratiği olarak kü-
ÔNSÔZ 17

çük kazanımları vahiylere tercih eder. Kimsenin yanlış bir yanı ol­
madığını, kimsenin "hasta" olmadığını, aksine herkesin elindeki­
lerle yapabileceğinin en iyisini yaptığını varsayar. Çocukların na­
zik olmayı öğrenmeleri ve gülüp eğlenecek kadar (kendilerini me­
raklarını cezbeden ve yaşadıklarını hissetmelerini sağlayan şeye
kaptıracak kadar) serbest olmaları gerektiği, psikanalize başvuran
herkesin de hangi yaştan olursa olsun, öyle ya da böyle bu iki şey
hakkında konuşmak için geldiği inancından yola çıkar. Bu tür saf
iyimser değerler, anlamaya çalıştığı çıkmazların meşum ciddiyeti­
ne fazlaca hevesli bir şekilde suç ortağı olan ve körü körüne akade­
mik saygınlık peşinde koşarken, insanlara gerçekten sunabileceği
şeye -ki bu genellikle oldukça basittir- güvenini kaybettiğinden
"araştırma"ya daha bağlı ve daha metafizik hale gelmiş bir mesle­
ğe tepki olarak önerilmiş ve tercih edilmiştir. Psikanalizin duygu­
sal ya da anlaşılması güç soyutlamalara -yeni paradigmalara ya da
radikal revizyonlara-değil, daha iyi cümlelere ihtiyacı vardır. Do­
layısıyla psikanalizin bu biçimini uygulayanlar diğer "sosyal bilim­
ciler"le karşılaştırıldıklarında kötü çıkmaktan her zaman memnun
olacaklardır. Olgulardan yana --bunlardan bazılarını hor görmeseler
de- yetersiz kalacak, fakat onları etkileyen her olayı ilginç bir şe­
kilde tarif edebileceklerdir. Bu izlenimler konusunda, onlara dair
heyecanlan haricinde çok az gerçek temele sahip olacaklardır. Bu
psikanaliz biçimi bir teoriyi yararlı bulduğu (yani, bunu pratiğe
dökmenin bir yolu bulunsaydı uğraşmaya değer bir fark yarataca­
ğı) için olduğu kadar kulağa hoş geldiği için de tercih eder, dolayı­
sıyla da teorileri yönergeden çok şarkı olarak görür. İddianın eko­
nomikliğini kanıtın sıkıcılığına tercih eder ve bir teorinin ancak so­
nuçlan kadar, yol açtığı eylem ve hayaller ile yaratmaya çalıştığı
dünya kadar iyi olduğuna inanır. Bu bakış açısından William James
her yönüyle Freud kadar iyi bir psikologdur -artık bu ne demekse.
Aynca bir pratisyen, psikanalist Melanie Klein'dansa filozof J. L.
Austin'i okursa vaktini daha iyi değerlendirmiş olur (bunun ideali
ikisini de okumasıdır). Önceden Edebiyat diye adlandırılan eserle­
ri okumanın, psikanaliz pratiği açısından başka bir şey (siyaset ta­
rihi bunun hemen arkasından gelir) okumaktan muhtemelen daha
iyi bir hazırlık olduğunu düşündüğüm oranda "edebi" bir psikana­
lizdir bu. Şiir ne kadar kurumsallaştırılabilirse psikanalizin de o ka-
18 H E P VAAT HEP VAAT

dar kurumsallaştırılabileceği fikri daha geniş ölçekli bir kabul gör­


seydi, psikanaliz ruhu büyük oranda ilerletilmiş olurdu. Bir insana
şiir öğretebilirsiniz, ama şair olmayı öğretemezsiniz. Aynısı psika­
naliz için de geçerlidir. Fakat kötü psikanalizin insanlara kötü şiir­
den daha fazla zararı dokunmaktadır.
1970'lerin başlarında, o dönemde Edebiyat diye adlandırılan
alanda eğitim görmüştüm; dolayısıyla 1970'lerin sonuna doğru psi­
kanalize geçince, psikanalizin benim için edebiyatın başaramadığı
neleri yapabileceğini -ya da psikanalizin benim için ne yapmasını
istediğimi- merak etmeye başladım. Hem ben Edebiyat'ı hangi ama­
ca istinaden kullanıyordum ki psikanaliz benim gözümde ikinci en
iyi ya da diğer en iyi şey olmuştu? Elinizdeki kitap bu sorulardan
doğmuştur. Bir çocuk rehberliği kliniğinde ve o zaman verilen ad­
la uyumsuz çocukları yetiştirme okulunda (Güney Londra) diplo­
masını yeni almış bir çocuk psikoterapisti olarak çalışırken, sevim­
siz bir jargon kullanan akademisyen entelektüellerce yazılmış psi­
kanaliz teorilerini okur ve şöyle düşünürdüm: "Bu insanlar," insan­
ların sorunlarının güçlüğü ve mutsuzluklarının ölçeği hakkında
hiçbir fikre sahip değiller. Fakat sonra, klinik uzmanları tarafından
yazılan profesyonel literatürü okurken de şöyle düşünürdüm: "Bu
insanlar", insanların sorunlarının güçlüğüne öylesine gömülmüş,
insanların sıkıntılarından -ve kendi psikanaliz eğitimlerinden- öy­
lesine bunalmış ve etkilenmiş durumdalar ki hayal güçlerini de
kaybetmişler. Entelektüellerin fikirlerindeki kusurun kaynağı çalış­
mak zorunda olmamalarıyken, klinik uzmanlarının fikirlerindeki
kusurun kaynağı çalışmak zorunda olmalarıydı.
Elbette karşıtlık gerçekte hiçbir zaman benim gördüğüm kadar
keskin değildi. Aslına bakılırsa şimdi de en ilginç psikanaliz yazı­
larının çoğu mesleğin dışından kişilerce yazılmaktadır (psikanali­
zin psikanalistlerin elinde ne çok harcandığı açığa çıkmıştır). Fakat
o zamanlar inanmayı uygun bulduğum bu "zıtlık"a (Blake'in kul­
landığı anlamda) bugün geriye dönüp baktığımda, bana psikanaliz
teorisinde de pratiğinde de tekrar tekrar ortaya çıkan bir şeyin baş­
ka bir biçimi olarak görünüyor: rüya gören kişi ile pragmatist ara­
sındaki karşıtlık. Rüya gören kişi serbest çağrışım yapmayı ve söz­
cükler nereye gidiyorsa peşine takılmayı isterken, pragmatist so­
runları çözmeyi ister. Pragmatist bir şeyler başarmak isterken, rüya
ÖN SÖZ 19

gören kişi bunları yaşamak ister; rüya gören kişi analistten kendi
hezeyanına geri dönmek için yardım isterken, pragmatist kendini
anlamak için yardım bekler. Pragmatist ne yapacağını bilmek ister,
rüya gören kişiyse ne olacağını görmek. Tuluatçıların ve popüler­
leştiricilerin icra ettiği yararlı bir meslek olabilmek için psikanaliz
yazılan, insanların her iki heyecanı da aynı güçle dillendirebilece­
ği. ne pragmatistin ne de rüya gören kişinin birbirlerinden yalıtıla­
cağı bir yer olmak zorundadır - yani edebiyatın daima olduğu gibi
bir yer. Örneğin insanın bir şeyi illa inandığı için değil, inanıp inan­
madığını öğrenmek için de söyleyebileceğinin ya da yazabileceği­
nin tamamen kabul edilebildiği bir yer. En iyi şekliyle bu eski-mo­
da şeylerin her ikisi de (psikanaliz ve edebiyat) bize karmaşık rü­
yacılar ve pragmatistler olarak daha zevkli, ahlaki açıdan daha il­
ginç hayatlar yaşama esini verebilir. Bu kitaptaki yazılar, bunu
akılda tutarak, bu iki figür -ve eskiden birbirinden ayırt edilebilir
olan bu "disiplinler"- arasında kah bağ kurup kah kurulan bağlan
kıracaktır.

Bu kitabı, okul ve üniversite yıllarımda edebiyatı bana öğretme


tarzlarıyla hayatımı değiştiren ve psikanalizden hiç bahsetmedikle­
ri halde bana bu konuda, psikanaliz dışında hiçbir şeyden bahset­
meyen psikanaliz hocalarımın çoğundan daha çok şey öğreten iki
insana ithaf ediyorum. Bana okumayı öğreterek nasıl dinlemek ge­
rektiğini de öğrettiler.
Şiir ve Psikanaliz

S ıradan insanı dininden mahrum kılmayı istesek bile,


b ir şairin otoritesine sahip olmadığımız açıktır.
Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu

Psikanalizin bir bilim olup olmadığının söylenmediği bugünlerde,


bir sanat olduğunun söylenmesi belki de şaşırtıcı değildir. Bir ko­
nuşma tedavisi olarak, kullandığı araç çoğunlukla dil olduğu için
de, benzerliğinin en açık olduğu sanatlar edebi sanatlardır. Güven
veren analojiler kurmaya yönelik telaşlı çabalar konusunda -psika­
nalizin neye benzediğini anlamaya çalışma konusunda, ki psikana­
liz tarihinin önemli bir bölümünü kapsar bu- edebiyat, bilimin ar­
dından, en ümit verici alandır. Psikanaliz, kimi açılardan belki şa­
şırtıcı gelse de, daha sözel sanatlara değil yazıya yönelmiştir. Fre­
ud histeri üzerine incelemelerinin daha çok kısa hikayelere benze­
diğini söylediğinde ya da Sofokles ve Shakespeare'den aldığı esin
hakkında Wilhelm Fliess'a yazdığında, sonrasında psikanalize dö­
nüşecek olan şeyin daha en başından bölünmüş bir görev, bölük
pörçük bağlılıklar olacağını kabul ediyordu. Yazdığı psikanaliz te­
orisi, kulağa bazen edebiyat gibi gelen bilimdi. Seçilen biçimse
yazdığı mesleğin icazet verdiği tür olan bilimsel incelemeydi; fakat
içeriği şiirsel drama ya da kurmacadan izler taşıyordu. Yirminci
yüzyılın ilerleyen yıllarında keskin kutuplara ayrılacak olan iki
kültür, Bilim ve Sanat, yeterince farklılaşmış, birbirine karşıt ola­
rak görülmeye başlanmıştı ve Freud da kendi çalışmasının muğlak­
lığı karşısında ister istemez şaşkınlığa düşüyordu.
Üniversitelerde tanımlanabilir bir disiplin olarak edebiyatın ko­
numunun en çok sorgulandığı -tam da edebiyatın tanımının tutanın
22 H E P VAAT H E P VAAT

elinde kaldığı- şu dönemde bilime pek meraklı olmayan psikotera­


pistlerin psikanalizi, deyim yerindeyse, edebiyat bölümüne dahil
etmek istiyor olmaları belki de yerinde bir ironidir. Bir kez daha,
psikanaliz kendisini varlığı şüpheli olan bir şeye benzemeyi arzu­
larken bulmaktadır. Gevşek bir tabirle psikanaliz adını verdiğimiz
alanın ne alçaltıcı ne de çekici bir anlamda zor tanımlanabilir ola­
bileceğini ve bundan doğan bilmecelerin psikanalize değer kaybet­
tirmekten çok değer kazandırabileceğini kabul etmek daima zor ol­
muştur. Belki de kendi konumlarından gayet emin bir halde, insan­
lara konumlarını bulma konusunda yardım etmeye soyunmuş mes­
leklere şüpheyle yaklaşmamız gerekir. (Psikoterapistler açısından
cevabı sorudan önce vermekten kaçınmak her zaman zor olmuştur.)
Psikanalizin belirsiz konumu bir sorun değil asıl önemli noktadır.
Hatta psikanaliz bilim ve sanatların görece yararlarını tartışmak
için faydalı bir alan olmuştur; hem ne işe yarayabileceklerini hem
de bunlara olan inancımızı ne yapacağımızı tartışmak için. Aynca
elbette bunların hangi oranda birbirlerini tamamladıklarını ve yal­
nızca uzlaşmaz bir karşıtlık içerisinde olmadıklarını tartışmak için.
Psikanaliz ne zaman bu taraflardan birine ya da diğerine gitse -cid­
di bir şekilde bilim ya da belagatli bir şekilde sanat olmaya heves
etse- sorunun ilginç bir şekilde çözümsüz kalabileceği bir disiplin
olarak yerini kaybeder. İnsan olarak durumumuza yardımcı olabil­
mek adına hem "bilimler"e hem de "sanatlar"a ihtiyacımız olduğu
barizdir. Dolayısıyla psikanalizin şiir sanatından hangi amaçlarla
yararlandığını -psikanaliz ve şiir sanatı arasındaki bağlantının ne
olabileceğini- tartışırken üçgeni tamamlayacak diğer münasebet
bilim ile şiir sanatı arasında olacaktır (şairler tanım gereği hiçbir
zaman bilime düşman olmamışlardır). Keats, Newton'ın, gökkuşa­
ğını bir prizmaya indirgeyerek gökkuşağındaki bütün şiiri yok etti­
ğine dair ünlü sözlerini sarf ettiğinde, aslında, üstü kapalı bir şekil­
de Newton'ın kendisine en iyi dizelerinden birini hediye ettiğini de
söylemiş oluyordu.
Psikanalizin şiire ve şiirle ne yaptığı sorusu -şiir için ne yaptı­
ğı sorulmasa da- sayısız teori ve yoruma konu olmuştur. Beni bu­
rada asıl ilgilendiren husus, psikanalistlerin kabul ettiği yaklaşıma
göre, şiir sanatının psikanaliz için ne yapabileceği; şiir sanatının
psikanaliz teorisine ve pratiğine ne kattığı ya da ondan ne götürdü-
ŞiiR VE PSiKANALiZ 23

ğü; böyle kesin bir türsel ayrım yapmak mümkünse, şiirsel olanın
psikanalitik için neyi simgelediğidir. Psikanalitik bir bağlamda şa­
ir ilk başta hem esinleyici hem de sinir bozucu derecede gaspçı bir
varlıktı. Psikanaliz kendisini önceleyen şiirsel geçmişleri ve kendi
mecazlarını önceden tasarlayan edebi etkileri her zaman dikkate al­
mıştır. Freud Uygarlığın Huzursuzluğu'nda, "Başlangıçta ne yapa­
cağımı hiçbir şekilde bilmiyordum," diye yazar. "Bana ilk ipucunu
dünyanın mekanizmasının 'açlık ve sevgi' tarafından bir arada tu­
tulduğunu yazan filozof-şair Schiller verdi." Önceleri iki temel iç­
güdü olarak gördüğü cinsellik ve kendini sürdürme hakkındaki ilk
tanımlarını Schiller'den aldığını söyler Freud. Fakat şairlerden al­
dıklarından minnet ve hayranlık dolu bir tonla sık sık bahsetmesi­
ne rağmen, şairin derin psikolojik hakikatlere görünüşte kolayca
erişmesinden de keyifsizce, hatta kıskançlıkla bahseder. Goethe'nin
Faust'undan birkaç dize alıntıladıktan sonra, Freud şöyle yazar:
"Kimi insanların, biz diğerlerinin acı veren şüpheler ve ardı arkası
kesilmeyen denemelerle ulaşmak durumunda olduğu en derin içgö­
rüleri kendi duygularının girdabından hiç de çaba göstermeden çe­
kip çıkarma becerisine sahip olduklarını fark ettiğimizde, iç geçir­
meye pekalii hakkımız vardır."
Esinlenmiş şair açısından bu hafif bir meltemken, analist için
zahmetli bir iştir. Şair çalışmaz; oysa şair ile psikanalistin ortak bir
tasarıları varmış gibi görünür. Şair aynı anda hem derin bir içgörü
kaynağıdır hem de bu tür bir içgörüye ulaşma yöntemleri bakımın­
dan bir rakiptir. İlk İngiliz analistlerinden biri olan Ella Sharpe,
"Gerçek şair, sezgisel bir psikologdur," diye yazar Freud'u onayla­
yarak. O halde hangisi olmak daha iyidir ve neden? Eğer derin bir
içgörünün (artık bu her neyse) peşindeysek, sorunun bir cevabı var
gibi görünmektedir. Burada, şairlerin ve psikanalistlerin ortak bir
amacının (ya da ereğinin veyahut da arzusunun) olduğu ama buna
ulaşmak için farklı araçlara sahip oldukları iddia edilmektedir. Pe­
ki ama Freud'u ya da Ella Sharpe'ı şairlerin -her çağdan bütün şa­
irlerin- tasarısının derin içgörüye ulaşma çabası olduğuna inanma­
ya iten nedir? Şairlerin belki de biraz umutsuz bir şekilde müttefik
haline getirilmeye çalışıldığı hissedilebilir. Çok açık ki şiir seven
ya da şair fikrinden hoşlanan insanlar açısından (ki bu ikisi aynı şey
değildir) şairlere yönelik bu aktarım önemlidir. Hatta o kadar önem-
24 H E P VAAT H E P VAAT

lidir ki birbirinden gittikçe daha da farklılaşan psikanaliz ekolleri­


ni bir tek bunun birleştirdiği söylenebilir. Freud, Jung, Lacan, Win­
nicott, Bion, Meltzer, Milner, Segal ve daha pek çokları şiirsel ola­
nı ayrıcalıklı tutmak konusunda hemfikirdir. Psikanaliz şiir sanatı
için istediği öneme erişememiş olabilir, ama şiir sanatı kuşkusuz
psikanaliz açısından önemli olmuştur.
Derler ki, iyi bir şair olmak insanı �yi bir psikolog, "derin içgö­
rü"ye sahip biri yapar, ama görünüşe göre iyi bir psikolog olmak
insanı iyi bir şair yapmaya yetmemektedir. Gerçekten de kişinin
psikanaliz konusundaki çekinceleri deyim yerindeyse şiirsel bir
yaklaşımdan, psikanalizin yazıldığı ve söylendiği dilden hoşlanma­
mış olmasından kaynaklanabilir. Bu da demektir ki, psikanaliz
temsil edildiği dilden ne daha azı ne de daha fazlasıdır. Nihayetin­
de insan, şiire olduğu gibi, psikanalize de daha iyi sözler için gider.
Dolayısıyla daha baştan şunu belirtmek önemli görünmektedir:
Psikanalistler şiir sanatıyla, psikanalizin ortaya çıktığı dönemde
yaşayan şairlerin her zaman mukabelede bulunmadıkları türde bir
yakınlığa sahip olduklarını iddia etmişlerdir. O halde bir psikana­
list, psikanaliz ile şiir sanatı arasında bir yakınlık olduğunu iddia
ederken kendini ne ile bağdaştırdığını düşünmektedir? Şairler ve
analistler ne anlamda aynı şeyi söylemekte ya da yapmaktadır? Ve
esas terapi pratiği açısından l:ıuna inanmanın sonuçlan nelerdir?
Şiir sanatını psikanalizle yan yana koymak için ona bir şeyler
yapmak gerektiği hemen göze çarpar. Şiir sanatı "derin bir içgörü"
ya da "psikoloji" kaynağı haline getirilirken çoğunlukla tarihsel
bağlamından çıkartılmak ve depolitize edilmek zorundadır. Psika­
naliz mesleği ile şiir sanatı arasındaki sorunlu ilişkide şiirden bah­
sedildiğinde -ki neredeyse her zaman kutlama amaçlıdır bu- ço­
ğunlukla gayrı-tarihsel olarak bahsedilmesi manidardır. Örneğin
Meltzer bir mülakatında psikanalistlerin "ellerinden geldiğince şi­
irsel ve kesin" olmaları gerektiğini söylediğinde, şiirsel derken
Chaucer'ı mı Donne'ı mı Whitman'ı mı Elizabeth Bishop'ı mı yok­
sa sone ya da epik şairlerini mi kastettiğini genellikle merak etme­
yiz -sanki şiir pratiğini konumlandırmak konuyla fiilen alakasız­
mış gibi; sanki şiirsel olan tarihin ya da türün ötesinde bilinen bir
göndergeye sahipmiş gibi. Burada şiir, son derece ikna edici bir
netliğe ya da içgörüye sahip yazılı ya da sözlü bir ifadeyi temsil
Ş i i R VE PSiKANALiZ 25

ediyor görünmektedir. Şiir belirli bir sözel isabetliliği ya da sözel


bilgelik hazinesini ifade eden bir sözcük halini almaktadır, bizi ay­
nı anda anlamın etkililiğine de ikna eden en iyi anlamlılaştırma yo­
lunu ifade eden bir sözcük. Dolayısıyla geçici bir tez olarak şunu
söyleyebilirim: Psikanaliz alanında -ve yalnızca orada da değil- şi­
ir sanatının idealleştirilmesi, diğer şeylerin yanı sıra, dil hakkında­
ki kuşkularımızdan bahsetmenin bir yoludur -sözcüklere ve anla­
mın değerine, terapi olarak sözcüklere ilişkin bir kuşkuculuktur bu
ve terapi olarak dile bağlı olan bir meslek için kaçınılmazdır. Şiir
sanatının ve şairlerin ayrıcalıklı konuma yükseltilmesi, dil ve anla­
mın işlemediği ya da bizim isteyebileceğimiz bir tarzda işlemediği
korkusuna bir karşı-güçtür.
Hepimizin bildiği üzere, şairlerin ve şiir sanatının psikanalizde
ayrıcalıklı konuma yükseltilmesine bilimin ve bilimcilerin ayrıca­
lıklı konuma yükseltilmesi eşlik etmiş ve rakip olmuştur. Analist,
bariz kusurlarına karşın psikanaliz çalışmasının bilimsel mertebe­
ye yükselmek istediğini her zaman açık yüreklilikle dile getirebil­
miştir. Pek çok analist, en başta da Freud, çenebaz aleyhtarlarına
karşın hevesle bilimci olduklarını iddia etmişlerdir. Analistin bir tür
şair olduğunu iddia etmesi ise daha karmaşık ve müphem bir du­
rum olarak görülecektir. Dolayısıyla buradaki ikinci tezime, analist
açısından araştırma bilimcisinin her zaman şaire göre daha kolay
bir ben-ideali ya da model olduğudur. Analistin şiir yazabileceği,
hatta psikanaliz yazılarını daha şiirsel (bu her ne demekse) kılabi­
leceği açıktır, ama psikanaliz pratiğinde şaire daha çok benzemesi
ne demektir? Analist tam olarak ne yapacaktır ya da neyi farklı ya­
pacaktır? Örneğin kendi pratiğini şairlikle bağdaştırsa, ona göre ba­
şarılı bir psikanaliz tedavisinin tanımı ne olacaktır? Olaya bilimsel
bir bakış açısından yaklaştığımızda, psikanaliz tedavisinin ne oldu­
ğu hakkında bir fikir sahibi olabiliriz, ama bir şair-analist açısından
tedavi ne olacaktır?
O halde, bu yazıya bir girizgah mahiyetinde olan iki tez bulun­
maktadır: Birincisi, şair ve şiir anlam'a olan inancımızı, Yeats'in ta­
biriyle "elimizde güvenebileceğimiz bir tek sözcüklerin olduğu"
inancımızı sürdürmek için kullanılır; ikincisi, şair analist için özel­
likle zor -dolayısıyla da özellikle ilginç- bir ben-ideali teşkil eder.
Analist şayet bilimciden çok şaire benzemeyi amaç edinirse, çalış-
26 HEP VAAT HEP VAAT

ması neye benzer? Hastadan ne ister ve bekler?


Dolayısıyla kitabın altbaşlığı olarak şu önerilebilir: Psikanaliz
sözcüklerden oluşan bir dinden fazlası olabilir mi? Psikanaliz san­
ki Tanrı inancının yerine cinsellik inancını, duygusal gelişim inan­
cını, bilinçdışı inancını veya hatta diğer temel kavramlardan birine
duyulan inancı değil de dil inancını koymuştur. Bunun sonucunda
da şiir -ya da edebiyat- diye adlandırılan bir şey psikanalistlerin
sektiler İncil'i olmuştur.

Sözcükler dünyadaki diğer her şeydir.


Wallace Stevens, "Adagia"

Aslında bir başlangıç olmadığı halde öyleymiş gibi yapılan bir nok­
tadan başlamak sıkıcı görünüyor. Fakat Freud'un erken dönem ya­
zılarından "Yaratıcı Yazarlar ve Gündüz Düşleri" (1908) tam da
başlığı nedeniyle reddedilemez türde bir davet teşkil ediyor. Freud
bu yazısında, "Yaratıcı bir yazı, tıpkı bir gündüz düşü gibi, çocuk­
luktaki oyunların bir devamıdır ve bunların yerini tutar," der. Ço­
cuk oyunu ise Freud'un o zamanki görüşüne göre, yeni tanımladığı
düşler ve belirtiler gibi çocuğun cinsel isteklerinin üstü örtülü bir
temsilidir. "Fantaziler üzerine tartışmamızdan," diye yazar Freud
aynı yazısında, "şiirsel etkilerin sorunlarına giden bir yol vardır."
Yaratıcı yazan ayırt eden şey -düş gören kişi ve oyun oynayan ço­
cuk gibi- kabul görmeyen arzulan paylaşılabilir bir biçime sokma­
nın yolunu bulmuş olmasıdır. "Bu tür fantaziler," diye yazar Freud,
"bunları öğrendiğimizde bizi tiksindirir ya da en azından etkile­
mez. Ama yaratıcı yazar ... genellikle kendi kişisel düşleri olarak
aldığımız şeyleri anlattığında büyük bir haz duyarız." Bu yaratıcı
simyada, haz tiksintiden çıkarılıp alınır. Şair olmak görünüşte im­
kansız olanı başarmaktır: Kabul edilebilir bir biçimde haz verici bir
ihlal. "Yazarın bunu nasıl başardığı onun en gizli sımdır," diye ya­
zar Freud. "Esas ars poetica, kuşkusuz her bir tekil ben ile diğerle­
ri arasındaki engellerle bağlantılı olan bir tiksinti duygusunu alt­
etme tekniğinde yatar." Birbirimizden iğreniriz, diye iddia eder
ŞiiR VE PSi KANALiZ 27

Freud, ama şiir aracılığıyla bir topluluk hissini yeniden oturtmayı


başarırız; yalnızca birbirimizden zevk almaya değil, aynı zamanda
şimdiye kadar iğrenç gördüğümüz fikirlerimizden de zevk almaya
ayartılırız. Öte yandan Freud'un bunu yapma aracını ya da tekniği­
ni tarif etmek için Latinceye kayması da ilginçtir, sanki ars poeti­
ca ağza alınmaz bir cinsel pratik için kullanılan kibar ve saygıde­
ğer bir tabirmiş gibi. Freud açısından şiir sanatlarının hayli yüklü
olduğu açıktır. Gündüz-düşleri.nin bu "estetik" "değişimi ve gizlen­
mesi" aracılığıyla yaratıcı yazar "bundan böyle kendimizi ayıpla­
madan ya da utanmadan kendi gündüz düşlerimizin zevkini çıkar­
mamızı sağlar." Şurası çok açık ki gündüz düşlerimiz Ödipal ne­
denlerden -ya da şimdi verebileceğimiz bir adla Ödipal-öncesi ne­
denlerden- ötürü suçluluk ve utanç yüklüdür ve şiir tekniklerinden
ahlaki olarak muğlak bir görevi yerine getirerek arzularımızı bizim
için sadece kabul edilebilir değil, aynı zamanda pozitif anlamda
haz verici kılmaları beklenir. Bir başka deyişle şiir sanatı, toplum
içerisinde mutlu bir şekilde aykırı olma, normalde yasaklı olan ar­
zulan bilinir kılma sanatıdır. Bu yazıda yaratıcı sanatçı diye işaret
edilen kişi olağanüstü bir çifte ajandır, Freud'un iki zihin modeline
de kolayca uymayan bir figürdür. Şüphesiz, yaratıcı yazar üstben
ya da ide benzer değildir; belirli bir raddeye kadar üstbenin ahlak­
çı zincirlerini aşan idin belagatli elçisi olarak tarif edilebilir. Fakat
yaratıcı yazar, algılan dikkate alındığında, ben yerine kullanılan bir
tabir olacak kadar gerçekçi ve güvenliğe bağımlı değildir. Ya da
Freud'un yaratıcı yazar figürü belki de en iyi veya en tatminli şek­
liyle bendir. Dış dünyanın kıtlığı, üstbenin tahribatları ve idin aç­
gözlülüğüyle yüz yüze olan bizler açısından, şair mutluluk için son
umuttur. Şair paçasını kurtarabilen kişidir.
Fakat kanımca Freud'un bu yazıyı kendi icat ettiği meslek üzeri­
ne kafa patlatmak için kullandığını düşünmekte de fayda vardır.
Hastasının kabul edilemez addettiği şeyi, zevk alınabilir olmasa bi­
le en azından katlanılabilir kılma amacıyla yeniden tarif etmek gibi
bir işi olduğu dikkate alındığında, analistin kendisinin de yaratıcı
yazara benzediği söylenebilir mi? Ya da ters açıdan bakarsak, anali­
zin amacı hastanın yaratıcı yazar gibi olmasını, fantazilerini dile ge­
tirip bunları bir zevk kaynağı olarak görmesini ve kendi yaşamının
orta halli bir şairi haline gelmesini mi sağiamaktır? Yoksa Freud'da
28 H E P VAAT H E P VAAT

(ve diğer pek çok analistte) görülen sanatçının idealize edilmesi eği­
limi -kaçınılmaz olarak ona eşlik eden kıskançlık, rekabet ve kuşku
ile birlikte-yaratıcı sanatçının Freud için hem bir ben-idealini hem
de insan olmanın anlamının mümkün olan en iyi portresini temsil
etmesinin bir sonucu mudur? En nihayetinde, eğer yaratıcı sanatçı
herkesin çocukken ve düş görürken yaptığını yapıyorsa, o halde
"yaratıcı sanatçı" tabiri yerine basitçe insan sözcüğü de kullanılabi­
lir. Ars poetica yaşam sanatlarıdır. Freud sanatçıyı idealize etmesi
bakımından bir geç romantik sayılabilir; ama şiir sanatını rüya-ça­
lışmasıyla ve çocuk oyunuyla eşanlamlı hale getirmesi şair olmaya
özenmemiz gerektiğini değil, istesek de istemesek de şair olduğu­
muzu göstermektedir. Psikanaliz böylece şiir bilimi ya da daha zi­
yade insanlık şiirini bilim diliyle sunma çabası halini alır. Düşlerin
Yorumu şiir yasalarının ve mantığının formülasyonu değilse nedir?
Yetmişinci doğum günü münasebetiyle verdiği bir mülakatta Freud
şunları söyler: "Benden önce şairler ve filozoflar zaten bilinçdışını
keşfetmişti, ben yalnızca bilinçdışının incelenmesini sağlayacak bi­
limsel yöntemi keşfettim." Bu belki de üzerinde yeterince durulma­
mış bir ayrımdır. Şairler ve filozoflar bilinçdışını keşfetmiş, Freud
ise onu inceleme yöntemini keşfetmiştir. Aradaki fark tam olarak
nedir? Freud onu incelenebilecek bir konuya mı dönüştürmüştür?
Sanatçılar ve filozoflar onu incelememişlerse, ne yapmışlardır? Ser­
gilemiş, canlandırmış ya da göstermişler midir? Bilinçdışı, Freud'
un bilimsel yöntemi sayesinde üzerinde düşünebileceği, analiz edip
yapıbozuma uğratabileceği saf şiir ve felsefe midir?
İki pratik biçimi vardır: bir tarafta şairler ve filozoflar, diğer ta­
raftaysa psikanalistler. Bunların ortasında bilinçdışı adı verilen bir
şey vardır ve her ikisi de bu bilinçdışıyla farklı türde bir ilişki içeri­
sindedir. Bir yanda, insanlığın şiiri-eylem halindeki bilinçdışı- var­
dır, diğer yanda ise bunun bilimsel olarak incelenmesi. Şair ile psi­
kanalistin bir bakıma ortak olup olmadıkları ya da şairin, psikanalis­
tin konumuna özenmesinin ve hatta evrilmesinin (ya da tersinin)
mümkün olup olmadığı açık değildir-belki de Freud'un kendisi için
bile açık değildir. Düş mü yoruma yeğdir yoksa yorum mu düşe?
Hangisi olursa olsun bir düşü düş olmadan yorumlayamazsınız.
Lionel Trilling "Freud ve Edebiyat" adlı başarılı makalesinde
Freud'un, başka ne olursa olsun, şairlerin bir savunucusu olduğunu
ŞiiR VE PSiKANALiZ 29

özlü bir dille ifade eder. "Zira tüm zihinsel sistemler arasında," di­
ye yazar Trilling, "sadece Freudcu psikoloji şiir sanatının zihnin
doğal bir fonksiyonu olduğunu söyler. Gerçekten de zihin, Freud'
un gördüğü şekliyle, esas eğilimi bakımından tastamam şiir yaratı­
cı bir organdır ... Bilimsel bir çağda nasıl olup da mecazi biçimler­
le düşünüp ve hissettiğimizi keşfetmek ve teşbih, metafor, kapsam­
lama ve metonimi üzerine kurulu psikanaliz bilimini yaratmaksa
Freud'a kalmıştı." Bilimsel bir çağda haHi dilden yararlanıyoruz.
Trilling'in izahı psikanalizi, bir mecazlar bilimi olarak, dilbilimin
eşanlamlısı gibi göstermektedir. Elbette bu kanaatin sonuçlarını
ilerleten Lacan olmuştur. Yine de gelişen bir Amerikan ben-psiko­
lojisi bağlamında Trilling'in Freud'u şairlerin savunucusu yapması
illaki Freud'un edebi anlamda temellük edilmesi değildir. Hatta bu,
insanların dil-kullanan hayvanlar olduğunu ve bilimsel olarak ince­
lenebilen bu şiirsel sanatların yalnızca dilin işleyiş tarzına dair be­
timlemelerden ibaret olduğunu söylemenin az çok incelikli bir bi­
çimi olabilir. Şiir sanatı zihnin yaptıklarının betimlemesi haline ge­
lir; zihin şiir üreten bir organdır. Freud sözlü dil-kullanan hayvan­
lar olarak insanların sandığımızdan daha şiirsel olduğunu göster­
miştir; hatta ona göre insanlar özü itibariyle şairdir. Şiirsel olmamı­
zın yegane nedeni ise söyleyeceklerimizin bize ve başkalarına gö­
re kabul edilemez oluşudur.
Şiirsel sanatların varlığı, insan şiirinin her an her yerde oluşu,
içgüdüsel yaşamın hammaddesini uygun kıvama getirebilmek için
ne kadar çok şey yapmak gerektiğini kanıtlamaktadır. Freud'un de­
yimiyle "biyolojik katman", hayatta kalabilmek için ifade etmemiz
gereken arzularımızı herkes için katlanılabilir kılacak yaratıcı dö­
nüşüm eylemleri gerektirir. Zihinden çalışma talep etmek, zihinden
şiir talep etmektir. Öte yandan, şiir sanatı kaçakçı sanatıdır, kaçak
malı yeniden ambalajlayıp serbest piyasaya sürmektir. İnsanlar kö­
tü şöhretli şairlerdir, ama neyse ki bilimsel olarak yeniden betimle­
meye tabidirler. Bu durumda bilim daha yüksek bir saygıdeğerlik
seviyesi midir? Kuşkusuz bir fizik teoreminde ya da matematik
denkleminde utanıp sıkılacak bir şey olduğunu düşünmeyiz.
Freudcu zihin şiir üreten bir organ olabilir, ama bu kendi içinde
kutlanacak bir şey değildir. Şiir bizim doğal olarak işlenmiş ileti­
şim vasıtamız olabilir, ama şiir sanatına da bir şeyler yapmak gere-
30 H E P VAAT H E P VAAT

kir. Sonuçta şairlerin sicili zihin sağlığından yana pek de parlak de­
ğildir. Bir analisti yalnızca hastanın şiirine kendi şiiriyle karşılık
veren biri -psikanalizi de fiilen bir ozanlar kapışması- olarak ta­
nımlarsak çok geçmeden yönümüzü şaşırabiliriz. Biyoloji insanlar
tarafından şiire dönüştürülmektedir, ama şiirin de açıkça başka bir
şeye dönüştürülmeye ihtiyacı vardır. Bilinçdışının bilimsel incele­
me yöntemi olan psikanalizin bir amacı, bir tasarısı vardır. Bir baş­
ka deyişle şiir yeterli değildir; tedavi için şiire başka bir şey daha
eklemek gerekir. Freud'a göre, tek başına şiir kendimizi daha iyi
hissetmemizi sağlamaz. Ya da daha az tıbbi ve daha ahlaki bir de­
yişle, görünüşe göre içsel olan şiir yazma yeteneklerimiz tek başı­
na bize tercih ettiğimiz hayatı vermez. İnsan şiirini ilerletmek için
analiste gidebilir, fakat bu durum, analistin şiirinin hastanınkinden
daha iyi olduğu ya da analistin -tıpkı hastası gibi şiir üreten bir or­
gana sahip olmasına karşın- başka bir dil konuşmayı öğrenmiş ol­
duğu anlamına mı gelir? Analistin de hastanın da Freud'un ars po­
etica adını verdiği metafor, kapsamlama ve metonimi olmadan ko­
nuşamayacağı açıktır. Freud'un sunduğu ve Trilling'in geliştirdiği
portre hepimizin birer şair olduğunu bir önkabul sayar. Burada so­
run bu konuda ne yapılması gerektiğidir, tabii bir şey yapılacaksa.
Gelgelelim kelimenin daha geleneksel anlamıyla hepimiz şair
(ya da yaratıcı yazar) değiliz. Nietzsche'nin ünlü sözleriyle, hepimiz
"kendi düşlerimizde birer sanat<;ı" olabiliriz; rüyalar, belirtiler ve
çocuk oyunları mecaz içerebilir. Fakat hepimizin şiiri telaffuz ve ic­
ra ettiğini varsaysak bile, en asgari düzeyde düşünürsek hepimiz şi­
ir yazmayız; aynca -muhtemelen daha isabetli bir ifadeyle-rüyalar­
da, çocuk oyunlarında ya da belirtilerde mısra sonları yoktur. Nasıl
ki Freud insan öznesini ısrarla özü itibariyle ve değiştirilemez şekil­
de şair olarak öne çıkarıyorsa, aynı şekilde sanatçıları idealize eder­
ken de bazı insanların sanatçı dediğimiz türden olduğunu bazıları­
nınsa olmadığım asla unutmaz ve unutturmaz. Freud, yaratıcı sanat­
çının karşısında analistin silahlarını bıraktığını esefle de olsa kabul
eder. Arada hiçbir çekişme yoktur; yaratıcı sanatçı özü itibariyle in­
sandır ama aynı zamanda analistin sahip olmadığı bir şeylere de sa­
hiptir. Freud açısından sanatçı, psikanalizin sınırlarını ifade eder;
sanatçıyla ve sanat eseriyle karşılaştığında analist açıklamaya yöne­
lik hedeflerinin sonunu görür. Freud'un hem yaratıcı sanatçıyla aşık
ŞiiR VE PSiKANALiZ 31

attığını hem de sanatçıyı örnek insan figürü olarak kullandığını gö­


rürüz. Herkes şairdir, ama bazıları diğerlerinden daha şiirseldir ve
zaten tüm farklılık da burada yatmaktadır. Nihayetinde şairlerin bir
meslek olarak psikanalistleri nadiren kıskandıkları ya da rakip gör­
dükleri doğrudur. W. H. Auden'ın Freud'a yazdığı müstesna mersi­
yede bile, Auden'ın psikanalist olmayı ya da Freud'un yerinde ol­
mayı şair olmaya tercih edeceğine dair bir hisse kapılmayız. Şairde
olup da psikanalistte olmayan ne vardır ve bu niye daha iyidir?
Psikanalizin şiirle ve şairlerle arası her zaman biraz huzursuz
olmuştur - Freud'un (ve Strachey'nin) Freud'un "huzursuzluk kahka­
hası" şeklindeki ünlü tabirinde kullandığı anlamda huzursuz. Eğer
psikanaliz yazılan şiirden çok afsuna -oyun, bağımlılık, gelişim,
yas, yansıtarak özdeşleşme, imgesel, benlik vs. gibi gözde sözcük­
lerin hipnotik bir şekilde tekrar tekrar kullanılmasıyla nitelendiri­
len bir afsuna- benziyorsa, belki de bu durum söz konusu huzur­
suzluğu yansıtmaktadır. Hepimiz dili ister istemez şiirsel olarak
kullanırız ama yine de şair adını verdiğimiz kişiler vardır; hepimiz
o ya da bu şekilde konuşur yazarız, ama yine de şiir adını verdiği­
miz gözle görülür kültürel nesneler vardır. Sanki bazı insanlar ken­
dilerini diğerlerinden, deyim yerindeyse, daha iyi ifade ederler ve
biz de bir yerde bunu yapabilmenin iyi bir şey olduğunu kabul et­
mişizdir. Amaç şair olmak mıdır yoksa mutlu olmak mı? Freud söz­
cüklerden nasıl etkilendiğimizi ve mutluluk fikrinden nasıl bir tür­
lü uzaklaşamadığımızı bize göstermek isteyen insanların dahil ol­
duğu o uzun geleneğe mensuptur.

Yaptığın sanat ne kadar kötüyse,


hakkında konuşmak o kadar kolaydır.
John Ashbury

Sözcükleri şiir adını verdiğimiz şeyden ayıran özelliklerden biri bi­


çimdir; düzyazının şiirsel olduğunu söylediğimizde genellikle alı­
şılmadık ölçüde metaforik olduğunu ve açıkça bilgilendirici ol­
maktan ziyade yoğun bir şekilde çağrışımsal olduğunu kastederiz.
32 HEP VAAT H E P VAAT

Fakat şiir -ki kendisini düzyazıdan ayırabildiğimiz için bazı düzya­


zı örneklerini şiirsel diye adlandınnz- mısra sonlarıyla ayırt edilir.
T. S. Eliot'ın ünlü sözleriyle, şiir bir noktalama biçimidir. Sıradan
düzyazı sayfa ebadına ve yazarların uzlaşımlanna göre biterken, şi­
ir repertuara farklı türde noktalamalar ekler. Dilin her zamanki in­
sani şiirine eklenen şey biçimsel kısıtlamalardır. Şairler, psikotera­
pistlerin ve seansa aldıkları hastalarının aksine, şiirlerini yazıya dö­
ker ve mısra sonları dayatırlar. Diğer şairleri okuyarak kendilerinin
ve diğer şiir geleneklerinin biçimlerine ilişkin bir fikir edinirler.
Lacan'ın da gösterdiği üzere, bir analistin oturumlara -sözel
müdahalelerle ya da bunların atlanmasıyla ve oturum sonlanyla­
noktalama işaretleri koyduğunu söylemek, analistin yaptığı işi an­
latmak adına kullanılan ilginç bir edebi benzetmedir. "Noktalama,"
diye yazar Lacan, "bir kez yerleştirildiğinde, anlamı sabitler"; "nok­
talamayı değiştirmek" hastanın kendi konuşmasında öne sürdüğü
anlamlan "yeniler ya da çökertir". Analistin analiz ettiği kişinin ko­
nuşmasını yeniden noktalaması, "özneye kendisinin zannettiğinden
daha fazlasını söylediğini gösterir". Biraz absürd bir şekilde nicel
terimlerle konuşacak olursak, noktalamanın amacı anlamı artır­
maktır; hastanın niyetlendiği anlamın yerine başkasını koymak de­
ğil, buna yenilerini eklemektir. Amaç eski anlamlan yenilerini ya­
ratmak gayesiyle altüst etmektir. "Psikanaliz," diye yazar Lacan,
Freud'u hatırlatan bir tarzda, "öznenin mesken tuttuğu dil bilimi ol­
malıdır. Freudcu bakış açısına göre insan, dil tarafından derdest
edilip işkenceden geçirilen öznedir." Dille kurulan bu Lacancı sa­
do-mazoşist ilişkide hastaya dil tarafından nasıl esir alındığını ve
işkence edildiğini göstermek kısmen de olsa analistin yaptığı nok­
talamanın görevidir. Fakat diğer tüm psikanaliz yazarları gibi La­
can da hiyerarşi sorununun üstesinden gelemez; analist, hastasının
anlamını hastayı daha iyiye götürme gayesiyle altüst edip yeniler.
Lacan'ın diliyle ister "dolu konuşma" isterse kişinin arzusunun öz­
nesi olması diye adlandırılsın, tedavi sırasında hastanın sözcükleri­
ne -daha iyi bir duruma ulaşma gayesiyle- müdahale etme girişimi
vardır. "Etik alanına çok yakın olan edebiyat sanatı," der Lacan
Etik seminerinde, tıpkı psikanaliz gibi bir amaca istinaden noktala­
ma yapar. Hasta, ama bilinçli ama bilinçsiz, seansa kendi biçimini
vermeye çalışır ve analist de noktalamayı değiştirmeyi sürdürür;
ŞiiR VE PSiKANALiZ 33

hastanın soneleri serbest nazıma, hicviyeleri ağıta dönüştürülür.


Elbette bizi bu benzetmenin uygunluğuna ikna etmek Lacan'ın
edebi sanatının bir parçasıdır, çünkü gerçekte noktalama yalnızca
yazılı dilin bir parçasıdır. Konuşurken durup tonlamamızı değişti­
rebiliriz ve dinlerken bir tereddüdü virgül ya da noktalı virgül ola­
rak düşünebiliriz; ama noktalamanın sözel bir ifadesi yoktur. Psi­
kanalizde müdahaleler ve seanslann sonlandınlması vardır. Şiirde­
ki mısra sonunun konuşmada neye tekabül ettiğini bulmaya çalıştı­
ğımızda analoji karmaşıklaşır. Hepimiz deyim yerindeyse şiir gibi
konuşabiliriz, ama alışılmadık bir şeydir bu, mısra sonlan olmayan
bir şiirdir, şiirsel düzyazıya benzer bir şeydir. Şiir -en azından psi­
kanalitik bir bağlamda- anlam yüklü sözel bir ifade anlamına gel­
meye başlar. Psikanalizde anlam isteğinin anlam istenci tarafından
gasp edilmesi tehlikesi her zaman vardır.
Böylece şair, dilin anlamlılığına olan inancımızı devam ettire­
bilen kişiyi ifade eden bir mecaz haline gelir. Bu anlamda şairin
psikanaliste benzer olduğu düşünülebilir; analize gelen bir hasta
sözcüklere olan güvenini yeniden tesis etmeye gelir. Lacan -Fre­
ud'dan sonra gelen her analist gibi şu ya da bu şekilde- konuşma­
ya değdiğine ve bazı konuşma tarzlannın diğerlerinden daha iyi ol­
duğuna inanır. Edebi sanatlar diye adlandınlan kategoriler de bu
inancı besler. Normalde çok ihtilaflı bir meslek olan psikanalizin
en tutulan değerlerini temsil eden (ya da taşıyan) edebi temsil özel­
likleri, sembol-oluşturma kapasiteleri vardır. Klein "Oresteia Üze­
rine Bazı Düşünceler" adlı denemesinde, "Yaratıcı sanatçı sembol­
lerden tümüyle yararlanır," diye yazar. " . . .Aiskhylos'un tragedyala­
nnın büyüklüğü -ki bu belirleme diğer büyük şairlere de uyarlana­
bilir- bilinçdışının ucu bucağı olmayan derinliklerinin sezgisel ola­
rak kavranışından kaynaklanır... " Bilinçdışı, en iyi şekliyle, güçlü,
tınlamalı, tam sözcüklerle özdeşleştirilir ve bir kez daha, Freud'u
hatırlatan tanıdık ifadelerle, şair bilinçdışını, yani büyük şiirin kay­
nağını "sezgisel" bir şekilde kavrayan kişi olarak tarif edilir. Sezgi­
sel sözcüğü burada psikanalistin bilinçdışına yönelik bilimsel araş­
tırmasının aksine özel bir yöntemi ifade etmez.
Aralanndaki farklılıklar ne olursa olsun, Lacan ve Klein bazı
sözcüklerin diğerlerinden daha manidar olduğunda hemfikirdir.
Buradaki paradigma ise -daha geleneksel olamayacağını söylemek
34 H E P VAAT H EP VAAT

gerek- şiirdir, edebi sanatlardır. Psikanalistin kendi bilimsel yönte­


mi aracılığıyla ulaştıklarına şair bir şekilde şiirleriyle ulaşır. Sorun
en soyut haliyle, şair figürünün bir ben-ideali olarak ele alınması­
nın sonuçlarının analist açısından ne olduğu sorunu haline gelir.
Nihayetinde, çok fazla şair olduğu göz önüne alınırsa, "şair" sözcü­
ğü ne anlama gelmektedir? Eğer Lacan'ın dediği gibi edebi sanat­
lar "etik alanına çok yakın" ise şairlerin etiği nedir? Kabaca söyle­
mek gerekirse, şairler şiir türü aracılığıyla ne gibi bir etik sistemi
aktarmaktadır? Bilimcinin kendi beyan ettiği etik, şairin kendi be­
yan ettiği etikten farklı olabilir (beyan etmedikleri değerlerden bah­
setmiyoruz bile), ama bu tür genellemeler anlamsızdır. Kısacası,
örnek figür olarak bilimcilere değil de şairlere değer verdiğimizi
iddia ederken aslında değer verdiğimiz şey nedir? Eğer hem Klein­
cılar hem de Lacancılar, çok farklı nedenlerle hastanın kendini ana­
listle özdeşleştirme isteğine şüpheyle yaklaşıyorlarsa, hastayı ken­
dini analistle özdeşleştirmemesi yolundaki istekleriyle özdeşleş­
meye ikna etmeleri gerekmektedir. Zira hem Lacancılar hem de
Kleincılar açısından -kişisel eğilimlerden değil de psikanaliz ekol­
lerinden bahsediyorsak şayet- sanatçı hil.la kahramandır. Muhteme­
len hepsinden önce de şair. Şairler çağdaş kültürel gerçeklik içeri­
sinde bir yer bulmaya çalışırken, psikanalistler, alenen ya da zım­
nen, hala şairleri ben-idealleri olarak öne çıkarmaktadırlar.
Kleincı Robert Caper'ın yakın dönemde yayımlanan A Mind of
One's Own (Kendine Ait Bir Zihin) adlı kitabında belirttiği üzere
-kendisi bu görüşleriyle bir istisnadan çok bir numunedir- psika­
naliz "bazı en temel bilimsel metbumlarımızı geniş bir çevreye ya
da hatta birbirimize ifade etmek şöyle dursun, tarif edip edemeye­
ceğimiz konusunda bile bir güvensizlik hissi yaratır. Bu güvensiz­
lik hissinin çözümünün psikanalizi sahip olduğumuz bilimsel dille
daha ifade edilebilir kılmaya çalışmaktan geçtiğine inanmıyorum.
Bence bilim dilini daha psikanalitik bir şeye çevirmeye çalışsak da­
ha iyi ederiz. Şu anda yalnızca şairler ve sanatçılar bu tür deneyim­
leri yakalayabiliyorlar.... " Ortak temanın ilginç bir çeşidi olan bu
ilerleme mitinde, şu anda bilimsel dilin psikanalitik deneyimi "ya­
kalayamadığı" söylenmektedir- yalnızca şairler ve sanatçılar bunu
yapabilmektedir. Fakat bilim dilini daha psikanalitik bir şeye çevi­
rirsek, analistler de en azından şairlerle ve sanatçılarla aynı çizgide
ŞiiR VE PSiKANALiZ 35

olacaktır, denmektedir Bu yeni psikanalitik dilin nihayetinde şair


ve sanatçıların dilini aşıp aşmayacağı, Caper'ın sözleriyle, ihtilaflı
bir meseledir. Fakat şu kadarı açıktır ki, bu şairler ve sanatçılar şu
an için psikanalistlerin yapamayacağı bir şey yapmakta, yani belir­
li türde deneyimleri "yakalayabilmektedirler". Tuhaf ve manidar
bir sözcüktür bu - "yakalamak" ama hangi amaçla? Ya da eğer ya­
kalanmaya muhtaçsa bu deneyimler nasıl bir şey olarak tahayyül
edilmektedir? Ama yine de bilimsel ya da psikanalitik olmayan di­
lin, idealleştirilmese bile değerli bulunduğu görülmektedir. Psika­
nalistler şairlere ve şairlerin diline değer verdiklerinde neye değer
vermektedir? Ve şairi kahraman olarak seçmenin psikanalitik pra­
tiği açısından sonuçlan nelerdir?

Organizmayı ne genler ne çevre hatta ne de


bunlar arasındaki etkileşim belirler;
organizma tesadüfi süreçlerin belirgin izini taşır.
Richard Lewontin, The Triple Helix (Üçlü Sarmal)

Şairler ve şiir hakkında konuşurken muazzam bir ses çeşitliliğin­


den bahsettiğimiz açıktır. Psikanalitik şairler kanonu -psikanalist­
ler tarafından teori üretiminde göndermede bulunulan ya da yarar­
lanılan şairler- ise fevkalade kısıtlıdır. Ne var ki şair figürü ve şiir
diye bir şeye yapılan göndermeler, psikanalistlerin pratiklerini te­
orize etme tarzında öyle veya böyle epey bir rol oynar. "Sanatçı­
lar", "şairler" ve "şiir" psikanalizin kendisi üzerine düşünme tarzın­
da en az "bebek", "yas" ya da "cinsellik" kadar kilit sözcüklerdir.
Peki psikanalistler kendilerinde ya da kendi disiplinlerinde neyin
eksikliğini duydukları için şairlere ve şiir sanatına yönelmektedir­
ler? Şiir sanatı psikanalistlerin olmak ya da sahip olmak istediği ne­
ye sahip görünmektedir? Nasıl ki bir psikanalistin metninde ve hat­
ta yorumunda Budizme, biyolojiye ya da gelişimsel araştırmaya
yönelmesi her zaman kayda değer bir ansa, şiir alıntılan yapması
konusunda da aynısı geçerlidir. Sanki o anda bir boşluk, bir çıkmaz
oluşur; çoğu zaman fark edilmeyen ve başka bir şeye ihtiyaç duyan
36 HEP VAAT HEP VAAT

bir uzam açılır. Tam o anda şiir diye bir şeyin özel bir şeyler yap­
ması gerekir. Ve elbette, afallama hissinin hakim olduğu bu kritik
anlarda -Winnicott'ın deyimiyle, kişinin adeta bir şeyler çalabile­
ceği bu yokluk anında- seçilen nesne oldukça önemlidir. Bu sırada
imdada yetişenin Budizm mi bebek gözlemi mi yoksa şiir mi oldu­
ğu bir fark yaratır. Bunun birtakım sonuçlan vardır. Elbette sıradan
bir olayı melodramatize ederek acil bir olaya dönüştürüyorum; so­
nuçta hepimiz kültürel alanda tercih ettiğimiz öğelere başvururuz.
Fakat burada bir dramadan kriz yaratmamın asıl nedeni, bu anlarda
başvurduğumuz şeyin -o ya da bu biçimde alıntıladığımız şeyin­
her zaman fetişleştirilebileceğini söylemektir.
Psikanalizi bilimsel ya da sanatsal diye tarif ettiğimizde, aslın­
da onu muhtemelen kendi tercihimize uygun hayatlar yaratan bir
beşeri pratik geleneğine -tarihine- yaklaştırmış oluruz. O halde, ör­
neğin son kitapları Internal Objects Revisited'ı (İç Nesnelere Tek­
rar Bakış) Byron'dan bir alıntıyla noktalayan Sandlerlann yaptığı­
nı nereye koymak gerekir? "Oluşturduğumuz iç nesnelere tutun­
mak," diye yazarlar, "analizde şiddetli bir direnç kaynağı, genellik­
le negatif bir sağaltıcı tepkiye götüren bir kaynaktır." Bu bağlamda
bu kitabı Byron'ın 'Chillon Mahpusu'ndan, mahpusun azat edildiği
zamanki hislerini aktardığı dizeleri hatırlatarak bitirmek yerinde
olacaktır." Sandlerlar burada bir şey söylemenin en iyi yolu olarak
istisnai netliğe sahip olan şiire başvurmakta, hatta belki de tutun­
maktadırlar. Kanımca hemen her görüşten analistler inandırıcı,
doğrucu, yaşam aşılayıcı bir belagat olarak şiir sanatına bir tür bağ­
lılık ya da inanç besler. Psikanaliz dillerinden biriyle söyleyecek
olursak, şair çok değer verilen bir iç nesnedir ve kanımca sık sık
muğlak bir şekilde özgürlük ve bağımsızlık fantazileriyle ilişkilen­
dirilmektedir: Şair (en azından bazı insanlara göre) kendi kendine
oluşumun, bireyselliğin, üslup aracılığıyla özel bir mertebeye yük­
selmiş farklılığın ilahlaştırılmasıdır. Şair, şiirsel olanın fantazisi,
dedikleri gibi, bizim için çok şey ifade etmektedir; fakat kuşkusuz
tekrarlamakta fayda vardır ki, şairler zihin sağlığı anlayışımız açı­
sından örnek alınamaz. Kanımca psikanaliz enstitülerinin çoğu
Byron'a eğitim vermeyi kabul etmezdi.
Psikanalistler şiirsel olana başvurduklarında ya da atıfta bulun­
duklarında -illa biçimsel şiirler olması gerekmez- genellikle şiirsel
Ş i i R VE PSiKANALiZ 37

olanın, öyle ya da böyle bir şeyin ya da diğerinin kaynağına daha


yakın olduğu ve özümüzü şiirle ifade ettiğimiz ima edilmektedir.
Ya da daha bilindik ifadelerle söylersek, bilinçdışı adını verdiğimiz
şeyle şiir adını verdiğimiz şey bir şekilde birbirine bağlıdır. Bilinç­
dışımn dil gibi yapılandırılmış olduğuna inanmayabiliriz. ama şi­
irin bilinçdışının (bilerek ve bilmeyerek kastettiğimizden daha faz­
lasını söylediğimizin) işareti olduğuna çoğumuzun inandığım dü­
şünüyorum. Psikanalistler bilinçdışı hakkında konuşur ya da yazar­
ken, bilinçdışını söz gelimi başka şiirlere esin kaynağı olan bir şiir
olarak tarif etmekten ziyade şair gibi bir şeye atıfta bulunuyor gibi
görünürler. Kanımca Freud'un Bilinçdışı adlı bir şiir yazdığım ve
tüm şiirler gibi bunun da nereden geldiğini bilmediğinden şaka ol­
sun diye kendi şiiri "Bilinçdışı"mn bilinçdışından geldiğini söyle­
diği gibi bir hikaye uydurabiliriz.
Fakat ben burada, şaire ya da şiire seslenme sürecindeki psika­
nalisti ele almak istiyorum . Konuyu bir sonuca bağlamak için de,
şairler buyur edildiğinde ne gibi bir kazanım umulduğunu, neyin ve
neden yardıma çağrıldığım göstermek adına, biri zımnen biri ale­
nen olmak üzere hayatımdaki iki dönüm noktasından bahsetmek is­
tiyorum.
Bundan yirmi yıl önce, çocuk psikoterapisti olmak için eğitim
gördüğüm günlerde, "bilmeme" diye bir şey modaydı: özellikle de
bir öğrenci olarak (en azından ilk bakışta) erişilmesi zor olmayan
bir ruh hali. Fakat çok geçmeden, "bilmeme"nin -otoriter sonuçla­
ra atlamayan bir analistin- bazı analistlerin her şeyi bildiği varsa­
yımına bir tepki olarak psikanalizde bir erdem haline getirildiğini;
bilinçdışına inanan, hatta bununla yatıp bununla kalkan ama kendi
zihinlerini ve hastalarının zihinlerini çok iyi biliyor görünen ana­
listler olduğunu gördüm. Bu analistlere göre son derece güçlü
inançlara sahip olmak ile her-şeyi-bilirliğin sıkı bir psikanalitik
eleştirisini icra etmek arasında gözle görülür bir uyuşmazlık yoktu.
Ve bu "bilmeme" en azından o zamanlar en başta Bion ve Winni­
cott tarafından teorize edilmişti.
Gönderme yapılan iki önemli kavram vardı: Bion, Keats'in ne­
gatif yetenek kavramını kullanıyor; Winnicott da hastanın anlamsız
laflan hakkında yazıyordu -biri açık ve sık sık alıntılanan, diğeri
daha gölgede kalmış ama en az diğeri kadar etkili olan kavramlar.
38 H E P VAAT H E P VAAT

Bion ve Winnicott'ın söylemek (psikanalitik teoriye eklemek) iste­


dikleri şey, bunu meşrulaştırmak ya da billurlaştırmak veyahut da
yalnızca tarif etmek için bir şaire ve şiirselliğe ihtiyaç duyuyordu.
Edebi sanatlara yapılan (birbiriyle bağlantılı) bu iki yolculukta iro­
nik olan husus, hem Bion'un hem de Winnicott'ın şairleri ve şiir sa­
natını, psikanaliz pratiği açısından o zamana kadar esas ve hatta ta­
nımlayıcı kabul edilmiş bir şeyi -yorumlama aracılığıyla anlamlan­
dırmayı- parçalamak ya da yeniden tasarlamak için kullanmalarıy­
dı. Şairler analistlerin anlaşılabilirlik-istenci için üstü kapalı bir
eleştiri sunuyor ve bu suretle de psikanalizin kalbinde yer alan bir
soruyu yeniden ortaya atıyorlardı: Anlamlandırmak bizim için iyi
değil midir? Ve anlamlandırmak neye yarar? Başka bir deyişle,
serbest çağrışım psikanalizde araç mıdır amaç mıdır? Eğer Ferenc­
zi'nin bir keresinde dile getirdiği gibi hasta serbest çağrışımla teda­
vi edilemiyor da kendisi serbest çağrışım yapabildiğinde tedavi
edilebiliyorsa, serbest çağrışımın kendisi bir nevi ahlaki iyi olmalı­
dır. Ferenczi'nin ve ondan sonra gelen hemen herkesin tarif etmek­
te zorlandığı şey, serbest çağrışım yapılabilen bir hayatın iyi yanı­
nın ne olduğudur. Ya serbest çağrışım kendi içinde eksiksiz bir ero­
tik hazdır ya da bunu yapabilme kapasitesi, daha iyi bir yaşama gi­
den bir araçtır. Serbest çağrışımcı şimdi serbest çağrışım dışında
daha önce yapamadığı ne yapabilmektedir?
Bion ve Winnicott "bilmeme"yi ve anlamsızlığı ön plana çıkart­
maya başladıklarında -deyim yerindeyse psikanaliz teorisine bir
parça şiir kattıklarında- bence ahlaki bir mesele olan noktalama
meselesini tekrar psikanalizin gündemine sokuyorlardı. Kaynakça­
sına bakarak bir psikanaliz teorisyeninin kim olduğunu söyleyebi­
lirsiniz; ötekiliğin değerini ve her-şeyi-bilirliğin kusurlarını vaaz
eden çoğu psikanaliz teorisinin hep aynı sınırlı sayıda kişiyi alıntı­
lamasında rnuhtemelen kasıtsız bir ironi vardır. Dolayısıyla, Bion'
un durumunda, Keats'in listeye sızmış olması (ilginç bir şekilde
kendi ismi yerine "negatif yetenek" kavramıyla olsa da) kayda de­
ğerdir.
Bion 1970'te yayımlanan Attention and Interpretation'ın (İlgi
ve Yorum) son bölümünde Keats'e ilk kez yer verir. Fakat ölümün­
den sonra Cogitations (Tefekkürler) adıyla yayımlanan derleme ya­
zılarında iki ilginç gönderme vardır. İlki 1969 yılında defterine düş-
Ş i i R VE PSiKANALiZ 39

tüğü bir nottur: "Zihnin yeteneği bilinçdışının yeteneğine bağlıdır


- negatif yetenektir. Boş yerlere tahammül edememek kullanılabi­
lir yer miktarını sınırlar." 1978 tarihli diğerindeyse Bion, karısıyla
birlikte Roma'daki Keats ve Shelley müzesini ziyaret ettiklerinden
bahsederek şöyle der: "Bu şair ve sanatçıların bir tür etkiye, dışarı­
dan gelen dürtülere, sıradan terimlerle tarif edilemeyecek kadar
korkutucu olan ve güçlü duygular uyandıran meçhule dair farkın­
dalıklarını yazıya dökme hususunda kendi kişisel yöntemleri var­
dır." Bir kez daha iki fenomenle karşı karşıya kalırız: yeterince be­
timleyici olmayan "sıradan terimler" ifadesi ve şairler ile sanatçıla­
rın kullandığı her neyse o -ki elbette bunlar da sıradan sözcükler­
dir, zira çoğu şiirde pek az uzman jargonu kullanılır. Ama yine de
şairlerin kendi "yöntemleri" vardır ve bunlar alışılmadık ölçüde be­
timleyicidir, meçhulü ve potansiyel bir eziciliğe sahip olanı -on se­
kizinci yüzyıl tabiriyle "ulvi" denilebilecek olanı- betimleme ko­
nusunda çok başarılıdır. Bion zihnin yeteneği hakkında -bunun ne­
leri içerebileceği hakkında- esrarengiz bir şeye işaret etme ihtiyacı
duyduğunda, Keats'in tabirini bir tür kısaltma olarak kullanır. Fakat
defterine düştüğü not ilginç bir şekilde yapılandırılmıştır. "Zihnin
yeteneği bilinçdışının yeteneğine bağlıdır - negatif bir yetenektir.
Boş 'yerlere tahammül edememek kullanılabilir yer miktarını sınır­
lar." Bion cümlesinin bıraktığı teorik boşluğu doldurmak için Ke­
ats'in tabirine bel bağlar. Elbette Bion başkalarının tahammül ede­
mediği şeyi kendi özel konusu haline getirmiştir. Keats'in negatif
yetenek kavramı sayesinde bir şeye tahammül edebilmiş, daha faz­
la zihinsel boşluk yaratabilmiştir. Şairler belirli şeylerin etkilerine
dayanabilen kişiler halini alırlar. Şairler, der Bion, sıradan terimler­
den daha dolu bir dile -daha fazlasını içerebilen sözcüklere- sahip­
tir. Şair burada bilimciden ve sıradan dil kullanıcısından yükseğe
konulur. Bion ileride göreceğimiz üzere Keats'i anlamlı dilin gerek­
tirdiği önkoşullara dair kendi anlayışını ifade etmesine yardımcı ol­
ması için kullanır. Şair dile ve dolayısıyla -yalnızca sözcüklerle iş­
lediği düşünülürse- psikanalizin gerçek bir değere sahip olduğuna
duyduğumuz güveni sürdüren kişidir.
Bion Attention and Interpretation'ın son bölümüne ("Başarıya
Giriş ya da Başarının İkamesi") Keats'in 18 17 yılında kardeşlerine
yazdığı mektuptan alınan şu parçayla başlar:
40 H E P VAAT H E P VAAT

Dilke ile çeşitli konularda tartışmaktan ziyade fikir alıverişinde bulundum;


birkaç şey zihnimde birbirini izledi ve Başarılı bir İnsan yaratmak için
(bilhassa edebiyatta) hangi özelliğinin gerekli olduğunu -ki Shakespeare'
de fazlasıyla bulunan bir özellikti bu- anladım. Negatif Yetenek'ten bahse­
diyorum, yani olgu ve nedenlerin peşinden ısrarla gitmeden belirsizlik, gi­
zemlilik ve şüphe içinde olabilme yeteneğinden.

Keats burada, "bilhassa edebiyatta" başarılı bir insanın özellik­


lerinin ne olması gerektiğini tarif etmektedir; başarılı insan deyin­
ce de akla Shakespeare gelmektedir. Keats burada olgu ve nedenle­
rin peşinden gidilmesine itiraz etmez, yalnızca ısrarla gidilmesine
karşı çıkar. Bion ise Keats'in edebi başarı öğelerini psikanalitik ola­
rak bilgilendirici bir malzemeye tercüme etmek istemektedir. "Her
seans," diye yazar Bion, "Keats'in formülüyle karşılaştırılarak de­
ğerlendirilmelidir. " Kısacası Keats'in formülü psikanaliz seansının
geçerliliğini değerlendirmek için belirleyici kıstas haline gelir. Bi­
on'un deyimiyle, Keats'in formülü analistin seansta olup biteni
"gözlemleyememesine" ve "gözlemin önemini takdir etme yeter­
sizliği yüzünden bunların şiddetlenmesine karşı önlem alır."
Analistin sabırsızlığının hem analistin kendi zihnine -düşünme
kapasitesine- hem de hastanın malzemesine bir tür saldın halini al­
dığı söylenebilir. Analist, der Bion, Keats'in başarılı edebiyat ada­
mı olmaya heves etmelidir. Analist Keats'in Shakespeare'i gibi bir
şey olabilirse, bu durumdan iyi bir şey ya da başka bir şeyden da­
ha iyi bir şey ortaya çıkacaktır. Shakespeare oyun yazmış, Keats de
şiir yazmıştır, peki analist ne üretecektir? Cevap: İyi bir yorum,
ama Bion'un psikanalitik yorumu anladığı anlamıyla iyi. Analist şa­
ire, yorumu da şiire benzeyecektir. Fakat burada hasta nerededir, ne
yapmaktadır? Analist Keats'in Shakespeare'i gibi olmak isteyebilir,
ama hasta için ne öngörülmektedir? Eğer analist şair olmak istiyor­
sa, bu durumda hasta ne olacaktır? Yalnızca sıradan sözcükler kul­
lanan biri, kötü bir şair mi?
Psikanaliz seansları Keats'in formülü baz alınarak değerlendiri­
lirse, bu kıstas analitik durumu en iyi şekliyle şairler için bir okul,
Yeats'in sözleriyle "bir şarkıcılık okulu", en kötü haliyle de şairliğe
özenen analistin sanatını icra edebileceği bir yer olur. Fakat belki
de burada esas mesele -en azından Bion'un vurgulamak istediği hu­
sus- analistin bekleme yeteneği bakımından büyük şaire benzeme-
ŞiiR VE PSiKANALiZ 41

sidir. Dikkatli gözlem için boş yer açan beklemenin sonunda ise
analistin şiiri, yani iyi yorum ortaya çıkacaktır. Nihayetinde serbest
olsun ya da olmasın her türlü çağrışıma müdahale edilecektir; has­
tanın hammaddesi tahdit edilecek, metabolize edilecek, üzerinde
düşünülecek ve şiir gibi bir şey yaratılmış olacaktır. Fakat bu sefer
de elbette bu büyük şiirlerin ya da iyi yorumların ne işe yaradığı so­
rusuyla karşı karşıya kalırız; bunların bizim için ne yapması bek­
lenmektedir? Analistin hedefi, diye yazar Bion, hastanın eylem
"yerine geçmek"ten ziyade eyleme bir "giriş" olacak sözcükleri
kullanmasını sağlayacak sözcükler kullanmaktır. Analizin hedefi,
Keats'in terminolojisini kullanırsak, "Başarı Dili"ni, "hem eyleme
bir giriş hem de eylemin kendisi" olan dili desteklemektir. Müstes­
na şiirler yazmak için gerekli giriş olarak Keats'in negatif yeteneği,
Bion'un tercümesinde, psikanalizin terapisel verimliliği için bir ön­
koşul halini alır. Şiir, tıpkı iyi bir yorum gibi, eylem halindeki dil­
dir. Analist, tıpkı şair gibi, dolu konuşmaya, anlamlı sözcüklere, iyi
bir dile ulaşmayı hedefler: Bion'un verdiği adla, "Başarı Dili"ne.
Bu bağlamda başarı ilginç bir sözcüktür. Keats açısından, bü­
yük harfle yazdığı Başarı sözcüğü müstesna şiirler yaratmaktır. Öte
yandan, Bion'un analojisini devam ettirirsek, psikanalizdeki benzer
Başarıların ne olduğu pek açık değildir. Başarının tedavi olduğunu
söylemek sorudan kaçmak olur. Nihayetinde, Keats mektubunda
yalnızca insanı büyük şair yapanın ne olduğuna dair görüşlerini
söyler, büyük bir şair olmanın neden iyi bir şey olabileceği hakkın­
da bir şey söylemez. (Kaldı ki, Bion'un Keats'in bu konudaki kimi
açıklamalarından -örneğin şiirin amacının "hoşa gitmeyen şeyleri
görünmez kılmak" olduğuna dair sözünden- hazzedeceğinden şüp­
heliyim). "Şiire hiç inancım yok," diye yazar Keats bir başka mek­
tubunda, "bazen insanların neden bu kadar çok şiir okuduklarım
merak ediyorum." Kanımca Bion konuşarak tedavi -yalnızca söz­
cüklere dayalı bir tedavi- olasılığına olan inancını sürdürmek için
Keats'e ihtiyaç duymuştıır ve analistin çalışmasını etkili bir şekilde
estetikleştirme gereksinimi duyar. Bion'u asıl ilgilendiren şairin be­
lirli nitelikte bir dikkate ilişkin tanımıdır; fakat bir pratisyen analist
olarak buna böyle bir dikkatin sağaltıcı gücüne olan inancını da ek­
lemek zorundadır. Keats bilindiği üzere tıbbı bırakıp şair olmuştur
ve çoğunlukla şiirin dünya üzerinde iyiliği artıran bir güç olduğu-
42 H E P VAAT H E P VAAT

na inanmıştır. Fakat analist, şairden daha dolaysız bir pragmatik so­


rumluluğa sahiptir. Hastanın "Serbest Çağrışım" adlı şiiri analist ta­
rafından "yorum" adı verilen daha iyi bir şiire dönüştürülmeli, bir
biçime sokulmalıdır. Fakat bazı şiirleri diğerlerinden daha iyi ya­
pan nedir? Aynca Bion'un bu benzetmesi, ideal olarak hastanın da
kendi negatif yeteneğine sahip olmaya çalışması gerektiğini mi ima
eder? Hasta içselleştirme ya da özdeşleşme yoluyla şairin kendisi,
kendi yaşamının şairi mi olmalıdır?
Keats'in negatif yetenek tanımının serbest çağrışım için de bir
önkoşul olarak görünmesi olayı daha da karmaşıklaştırmaktadır. Ya
da daha net söylemek gerekirse, Keats'in tabiriyle "olgu ve neden­
lerin peşinden ısrarla koşmak", serbest çağrışımı andıran tüm dene­
yimleri baltalayacaktır. Pek çok analistin hayal gücünü ele geçiren
bilmeme kavramı, serbest çağrışım olasılığı için de zaruridir. Has­
ta çağrışımda bulunur, analist yorumlar; hastanın şiiri analistin şi­
irini, analistin şiiri de hastanın şiirini esinler vs. Olguların ve ne­
denlerin peşinden ısrarla koşmak fazla sabırsız bir tutumdur; fakat
Bion nihayetinde olgu ve nedenlerin ortaya çıkabileceğini ima ed­
er. Ne var ki, kişi her zaman "belirsizlik, gizem ve şüphe içinde" ol­
mayı becerebildiğinde neye neden ya da olgu denilecektir? Hatta
olgular ve nedenler niçin arzu nesneleri olacaktır? Keats'in derdi
olgu ya da nedenler değil, müstesna şiirlerdir.
İster serbest çağrışım ister yorum densin -ya da analist hastanın
en ham sembolleştirme yeteneklerini geliştirsin ya da geliştirme­
sin- arzu nesnesi dolu, anlamlı sözcüklerdir, Bion'un Başarı Dili'
dir. Fakat bunlar bizi hangi doğrultuya götürürse götürsün anlamlı
sözcükler midir; yoksa bu anlamlı sözcükler depresif duruma ya da
diğer tedavi kıstaslarından birine yönelik mecazlarıyla mı tanım­
lanmaktadır? Başarı Dili, mesela zihin sağlığı diye bir istikamete
sahip midir? Şairler bir kez sahneye çıktı mı, ahlaki değerler bakı­
mından büyük bir çeşitlilik, neredeyse bir kargaşa doğar. Klein'ın
zihin sağlığı tanımının ne olduğunu biliyoruz, ama sözgelimi Bla­
ke'de ya da Emily Dickinson'da veya Auden'da ne tür değerler, ne
tür iyi yaşamlar buluruz? Bion Keats'i ve negatif yetenek kavramı­
nı psikanalize sokarak bizi ister istemez psikanalizin kendisine yö­
nelik belirsizliklere, gizemlere ve şüphelere itmiştir. Keats'in nega­
tif yetenek formülü hakkında çok az analistin bir negatif yetenek
Ş i i R VE PSiKANALiZ 43

durumunda bulunması gerçekten de öğreticidir. Şairin sözcükleri


yorumun ötesindeymişçesine mantra gibi tekrarlanmaktadır; oysa
yorumu davet eden tam da şiirin kendisidir. Şiir yoruma açık söz­
cüklerdir, çoklu perspektiflere tabi tutulmayı isteyen sözcüklerdir.
Bunlar, fetişleştirmeye direndikleri, propaganda olmadıkları için
esinleyicidir. B ilinçdışı dediğimiz şey, kayıtsız kalamayacağımız
her türlü iletişim, her türlü mesajdır. İyi yorumlar, tıpkı bizi etkile­
yen şiirler gibi, aynı anda hem karşı konulmaz hem de sonuçlan ba­
kımından tahmin edilemezdir. Yalnızca dogma bilinen bir amaca
giden bir araçtır. Yalnızca propaganda bizden ne istediğini bildiği­
ni düşünür.
Bion, Keats'ten yararlanarak analisti prematüre ya da önleyici
bilmeden -propaganda yapmaktan- uzak durması için uyarır. Şa­
irin sanatı hakkındaki sanatsal formülasyonu, bilimsel gözlem ye­
teneklerini bileylemek için kullanılır. Bu bilmeme, bu negatif yete­
nek daha iyi bilmek için önkoşuldur; oysa Keats açısından müstes­
na şiire bir giriştir. Bu ikisi aynı şey değildir. B ion'un varsayımları
açıktır: Şiir bir tür bilgi, bir tür hakikattir ve bu bilgi ve hakikat bi­
zim açımızdan iyidir. Hayatlarımız bu sayede daha iyi olur. Bion,
Keats'in şüpheciliğini, gerek kendisini gerekse diğer psikanalistle­
ri sözcüklerin gücüne, anlamın değerine ilişkin daha büyük ve zor­
lu bir şüphecilikten korumak için yardıma çağırır. B ion'un Keats'i
takip ederek Başarı Dili adını verdiği şey amaçlan açısından zen­
gin ve samimidir.
Winnicott Oyun ve Gerçeklik'te "amaçlı faaliyet ile amaçlı-ol­
mayan varlık seçenekleri arasında bir ayrım yapma" ihtiyacından
bahseder. Bazı insanlar açısından bazı dönemlerde sorun olan şe­
yin, sinsice savunmacı olan şeyin, anlam yaratma isteği, anlamın
değerine ve gerekliliğine duyulan inanç olabileceğini ileri sürer.
"Serbest çağrışım açısından bakıldığında bu şu anlama gelir: Di­
vanda yatan hastanın ya da yerde oyuncaklar arasında oturan çocu­
ğun, aralarında nörolojik ya da fiziksel bir bağ dışında hiçbir bağ
olmayan ya da saptanması mümkün olmayan bir bağ olan bir fikir­
ler, düşünceler, itkiler, duyumlar silsilesini iletmesine izin verilme­
lidir." Winnicott burada bağ sözcüğünü kullanarak üstü kapalı bir
şekilde B ion'u eleştiriyor olabilir, fakat söylemek istediği şey açık­
tır: Burada "bağlantısız düşünce silsilelerine yer vardır; analistin bu
44 H E P VAAT H E P VAAT

düşünceleri birbirine bağlayan anlamlı bir çizgi olduğunu varsay­


madan bunları olduğu gibi kabul etmesi gerekir. . . Bu kurama göre,
ortaya tutarlı bir tema çıkaran serbest çağrışım çoktan endişenin et­
kisi altına girmiş demektir; bu durumda fikirlerin birbirleriyle bağ­
lantılı olması bir savunma örgütlenmesidir." Bu elbette Keats'in
"olgu ve nedenlerin peşinden ısrarla koşma" kavramından çok uzak
değildir. Fakat analist burada ne bir anlam ya da bütünlülük bekler,
ne de bir yorumun ortaya çıkmasını ya da evrilmesini . Ve Winni­
cott bu mefhumu geliştirirken, gerçeküstücülüğün Fransızlar ana­
listler için kazandığı önemi İngiliz analistler için hiçbir zaman ka­
zanmamış olan özgün İngiliz şiirine göndermede bulunur. Winni­
cott'a göre, en az anlam ihtiyacımız kadar kritik -hatta bazı durum­
larda daha bile kritik- olan bir anlamsızlık ihtiyacımız vardır. Bu
senaryoda serbest çağrışım başlı başına bir amaçtır; anlam ihtiyacı
ise tetikte ve umutsuz kendini tutma ile ilişkilendirilir. Anlam, bü­
tünlük, amaç ve başarı ihtiyacı umutsuz önlemler; travmaya travma
yaratıcı çözümler halini alır. Winnicott burada anlam ihtiyacımızın
tehlikeleri konusunda bizi uyarmak için şiirden bahseder.
Şöyle yazar Winnicott:

Kabul etmek gerekir: Öyle hastalar vardır ki bazen gevşemiş bireyin


zihinsel durumundan kaynaklanan anlamsızlığı kendileri iletmeden, yani
bu anlamsızlığa onlar bir düzen vermeden terapistlerin bunu fark etmesi­
ne ihtiyaç duyarlar. Nasıl düzenlenmiş kaos kaosun inkarı demekse, dü­
zenlenmiş anlamsızlık da çoktan bir savunmaya dönüşmüş demektir. Bu
iletiyi alamayan terapist anlamsızlıkta bir düzen bulma yolunda boş bir ça­
baya girer; bunun sonucunda da hasta anlamsızlığı iletememenin çaresiz­
liğiyle anlamsızlık alanını terk eder. Terapistin anlamsızlığın olduğu yerde
bir anlam bulma ihtiyacı yüzünden gevşeme fırsatı kaçırılmıştır. Hasta or­
tamdan gerekli desteği alamayınca gevşeyememiş, bu da güven duygusu­
nu ortadan kaldırmıştır.

Bu aynı anda hem tanımı gereği düzenlenmiş anlamsızlıktan


ibaret olan anlamsız şiirin üstü kapalı, ikna edici bir eleştirisidir;
hem de anlam'a karşı bir savunma olabileceği gibi anlam karşıtına,
anlamsızlığa karşı da bir savunma olabileceğini ima etmesi bakı­
mından manidardır. Winnicott burada anlamlılığa saldırıyı destek­
lemekten ziyade anlamsızlık ihtiyacını teslim eder. Psikanaliz te­
orisi ve anlamsız şiir burada psikanalitik pratiğe bir şey eklemek
Ş i i R VE PSiKANALiZ 45

üzere bir araya getirilir: Winnicott'ın sözleriyle, söylediğimizi kas­


tetmeme ihtiyacını kabul etmenin "sağlıklılığı " . Anlamın müzake­
re edilmesinin ya da yorumlanmasının bizatihi bir travma, gelişime
zararlı, yabancılaştırıcı bir talep olduğu fikri.
Winnicott'ın düzenlenmiş anlamsızlık fikriyle B ion'un B aşarı
Dilini bir araya getirmeye çalışmamın nedeni birinin doğru diğeri­
nin yanlış olması değil, bunların birbirini tamamlaması ve her iki­
sinin de kendisi açısından önemli olanı söylemek için şiire ihtiyaç
duymasıdır. Eğer Başarı Dili ve anlamsızlığın kabulü ihtiyacı psi­
kanalizdeki bir tartışmayı dramatize ediyorsa, anlamın doğasına ve
sonuçlarına, aynı şekilde şiirin psikanalize ne gibi faydalarının ola­
bileceğine ve psikanalizin bazen şiire nasıl şiirin psikanalize ihti­
yaç duymadığı şekillerde ihtiyaç duyabileceğine ilişkin bir tartış­
madır bu. Freudcu ya da Kleincı veya Lacancı bir şiir, çelişkili bir
tabir olacaktır.
Kanımca şiirin ne faydası vardır -ya da şiirde bu kadar iyi olan
taraf nedir- şeklindeki kaba pragmatik soruyu sormakta yarar var­
dır, çünkü bilimde bu kadar iyi olan taraf nedir sorusuna her defa­
sında bir cevap verilmekte ama psikanalizde iyi olan taraf nedir so­
rusu sık sık sorulmasına rağmen yeterince iyi bir cevap verileme­
mektedir. Özel olarak şiir ve genel olarak edebiyat, yeni ben-ideal­
leri peşinde koşan psikanalistler tarafından dini bir huşu ile sarma­
lanma riskini her zaman taşır. Freud'un şiirsel bir yazar olduğu
-psikanalizin daha geniş bir alan olan şiirsel sanatlarla karmaşık ve
biçimsel bir benzerliğe sahip olduğu- fark edildiğinde, psikanaliz
üstün bir kurmaca olmaktan çıkar ve pek çok şiir biçiminden biri
olarak kendine daha umut vaat edici bir yer bulabilir. Kanımca ev­
velden bahsettiğim o daha büyük ve korkutucu şüpheciliğin devre­
ye girdiği nokta da burasıdır. Tüm şairler -Keats özellikle aydınla­
tıcı bir örnektir- onları adeta büyüleyen meslekleri konusunda ol­
dukça müphemdirler. Sözcüklere bu denli sorumluluk yükleyen,
dili bu denli umut verici gösteren psikanaliz gibi bir meslek de ay­
nı şekilde dile karşı derin şüpheler ve daha da müphem nefretler
besler. Elbette bunun nedeni kısmen bu şüphelerin, sevgilerin ve
nefretlerin kendilerinin dille ifade edilecek olmasıdır. Retorik gibi
psikanaliz de bizi dilin ikna edici olabileceğine ve hayatlarımızı
iyileştirebileceğine ikna etmek ister. Tüm biçimleriyle psikanaliz,
46

temsilin işleyişi hakkında daha fazla şey bilirsek daha iyi olacağı­
mıza inanır (sanki hayatımızda hayatımızın temsilinden başka bir
şey yokmuş gibi). Bence şairlerin ve şiirin psikanalistler arasında
değer görmesi ve idealize edilmesinin basit bir nedeni olabilir: İyi
şiir -bizi etkileyen şiir- sözcükleri kendiliğinden ikna edici, kendi­
liğinden iyi kılar. B aşka bir deyişle, dilin işleyişine dair yaygın şüp­
heciliğimize görünüşte acil bir şifa sunar. Psikanalizin bu tür cazip
teminatlara ihtiyacı vardır.

B ilmeme kavramı Bion -ve her zaman olmasa bile genellikle Win­
nicott- için daha iyi bilmenin hizmetindedir. Hastanın ifade ettiği
anlamsızlıkları anlamsızlık olarak kabul etmek, analizin her şeyi
değildir. Stevens'ın " Üstün B ir Kurmacaya Yönelik Notlar"da yaz­
dığı gibi, "Yaşamdaki anlamsızlıklar bizi tuhaf bağıntılarla delip
geçse" de, gittikçe daha anlamsız olmak psikolojik tedavinin ama­
cı, hatta amaçlarından biri değildir. Tıpkı hasta denilen kişi gibi,
analistin de sonsuza dek bilmemezlik halinde kalmaması gerektiği
ima edilmektedir. Fakat terimlerin kendisi psikanaliz tasarısının
özündeki epistemolojik doğaya işaret eder. Bion ve Winnicott bil­
menin askıya alınması ya da ertelenmesi fikrini öne çıkardıkların­
da, bize aynı zamanda psikanalizin bilgi tasarısına hangi oranda
bağlı kaldığını da hatırlatırlar. İnsan ifade edebileceği ve değerli ol­
duğu umulan bir şeyin farkına varabilir. Bir şey hakkında bilgiye
sahip olunabilir ve doğru türden bir bilme, yaşanılan daha iyi hale
getirebilir. İster duygusal deneyimden ister entelektüel araştırma­
dan bahsedelim, bunlar tercih edilen bilme biçimlerini tarif etme­
nin retorik yollarıdır. Her türlü psikanaliz biçimi, bilmenin -söz­
cüklerle bilmenin- yararlı olabileceğine inanan geleneklerin bir
parçasıdır.
Stanley Cavell şöyle yazar: "Freud'un ya da Wittgenstein'ın özel
olarak vardıkları sonuçların her birinden belki de daha çarpıcı ve
kuşkusuz daha önemli olanı, insanın kendisini bilmesinin yöntem­
leri olan bir şey -dolayısıyla da (bariz yollarla olmasa bile) öğreti­
lebilecek ve pratiğe dökülebilecek bir şey- olduğunu keşfetmiş ol-
Ş i i R VE PSi KANALiZ 47

malandır. " Psikanaliz, öz-bilgiye ulaşmak için bir yöntemdir ve


psikanalizin her çeşidi farklı öz-bilgi biçimleri ya da türleri üretir.
Bu husus bilinen bir mevzu olsa da üzerinde durmak gerekir, çün­
kü psikanalizin bir öz-bilgi yöntemi olduğuna kuşku yoktur ama şi­
ir öyle değildir. Şiir öz-bilginin hizmetinde olabilir, ama psikana­
liz kesinlikle öz-bilginin hizmetindedir; dolayısıyla da benlik (ya
da insan özne) diye adlandırmak istediğimiz bir şey olduğu, bunun
belirli bir oranda bilinebileceği ve bu bilginin işimize yarayabile­
ceği gibi varsayımları vardır. Hatta bu bilginin edinilmesini -hem
bu edinme sürecini hem de bunun sonucunda kazanılan içgörüleri­
yaşamlanmızı ilerletmek için bir kilit olarak görür. Her psikanaliz
ekolünün kendine ait bir öz-bilgi hikayesi vardır. Kleincılar bize yı­
kıcılıkları, hüzünleri ve güzellik duygulan hakkında incelikli ve
çoğunlukla da acıklı hikayeler anlatabilirler. Lacancılar arzularının
gariplikleri hakkında ironik hikayeler anlatabilirler. Bowlbyciler
aynlıklarının ve bağlılıklarının etkisine ilişkin sert sözler edebilir­
ler ve Winnicottçılar da acımasızlıklarını ve kendiliğindenliklerini
ya da kendiliğinden olamayışlarını vurgulayabilirler. Her bir du­
rumda kişisel geçmişin kendine has özelliklerinin ürettiği çeşitle­
melerle, bir yaşamı açıklamak için özgül bilgi biçimleri, özgül dil­
ler kullanılır.
Şiir okuma ve yazma öz-bilginin hizmetinde kullanılabilir, ama
şiir -tıpkı diğer edebiyat türleri gibi- kendisini bunu yapan bir sa­
nat gibi tanımlama ihtiyacı duymaz. Ş iirin başka kullanımları ve
esinleri bulunabilir, bunlardan biri de elbette ahlaki değerin ve hat­
ta bu tür bir bilginin varlığının sorgulanması olabilir. Şair J.V. Cun­
ningham, "Edebiyat incelemesi sıradan anlamıyla kendimize dair
anlayışımızın artırılmasına yönelik değildir. Daha ziyade nasıl nor­
malden farklı bir şekilde düşünebileceğimizi ve hissedebileceğimi­
zi görmemizi sağlamaya yöneliktir," diye yazar. Psikanalize göre,
normalden farklı düşünmek ve hissetmek öz-bilgiye dayalıdır. Psi­
kanalitik bir bakış açısından bunlar birbirinden kopartılamaz. Do­
layısıyla şiir ve psikanaliz hakkında konuşurken -bunları bir araya
getirirken- deyim yerindeyse bazı geleneksel özdeşleştirmeleri
çözmemiz gerekebilir. Bunlardan birincisi, şiir dili denen dilin bir
öz-bilgi biçimi olduğu ya da onu ürettiği; ikincisi ise öz-bilginin,
peşinde olduğumuz temel iyi olduğudur.
48 HEP VAAT HEP VAAT

Elbette psikanalizin şairleri ve şiiri ne için kullandığından bah­


setmek -sanki psikanaliz tek bir şey, psikanalistler de tekbiçimmiş
gibi- yanıltıcıdır. Fakat kanımca psikanalistler kendi yazılarında
şiirden ve şairlerden bahsettiklerinde, biçim ve seslerdeki büyük
çeşitliliği gözden kaçırırlar. Tarihselleştirmeyi -şiirsel olanı tarih­
sel bağlamına yerleştirmeyi- reddetmeleri de bilinçdışını tarihsel­
leştirmeyi reddetmelerinin bir sonucudur. Mevcut psikanalitik yazı
biçimlerinin şiirin alabileceği biçimlerden çok daha kısıtlı olduğu
açıktır. Aynca psikanaliz metinleri hakkında genelleme yapmanın
şiir hakkında genelleme yapmaktan daha kolay olabileceği fikrinin
kendisi bir rekabet kaynağı olabilir. Fakat şiir ile psikanaliz arasın­
daki rekabet ve işbirliği meselesi -psikanalizin kendisi kadar eski­
dir bu- kanımca psikanalistlerin şiirsel olandan bahsetme tarzları­
nın ayrılmaz parçasından bir sapmadır.
Daha önce de belirttiğim üzere, ben psikanalistlerin dil ve bilgi
hakkındaki bastırılmış şüphecilikleri ne zaman gün ışığına çıkma­
ya başlasa şiire ve şairlere başvurdukları kanaatindeyim. İnsanları
dille bilmek olanaksız ve/ veya yararsızdır; insanları bilmek ise ya
olanaksız, ya yararsız, veyahut da gereksizdir. Bunlar, anlaşılır şe­
kilde, psikanalizin iki büyük korkusu, gizli düşünceleri, her terapis­
tin ve hastanın zaman zaman hissetmesi gereken kaçınılmaz şüphe­
ciliktir. Dilin bir işe yaradığını muhtemelen herkes kabul edecektir;
ama buradan yola çıkarak bunu. nasıl yaptığını ve nasıl işlediğini
sorduğumuzda çok geçmeden aklımız karışır. Ama yine de psika­
naliz dilin işleyişine bağlı kalır. Sözcüklere inanmak ve sözcükle­
rin yapabilecekleri hakkında fantaziler kurmak zorundadır. Şair, bu
temel şüpheciliği araştıran yöntemlerden bir diğeri olmaktan ziya­
de dil aracılığıyla ona ilaç olma eğilimindedir. Psikanaliz belki de
insanların birbirlerine ve birbirleri için yapabilecekleri hakkında
yeni bir şeyler bulmak üzere bilinçsizce tasarlanmıştır.
Felsefenin bilmeyle ilişkisi bu disiplin açısından bir anlamda
belirleyiciyken, şiirle epistemolojinin ilişkisi çok daha muğlaktır.
Yalnızca epistemolojiyle ilgilenen şairlere filozof denir; sözcükler­
le ilgilenen şairlereyse şair denir. Kanımca psikanalizin en ilginç
konumu da burasıdır; psikanaliz basitçe bilim ile şiir arasında de­
ğil, şiir ile epistemoloj i arasındadır. Sözcüklerle ilgilenip de anlam­
larla ilgilenmemek nasıl bir şeydir? Ya da sözcükleri bilgiden çok
ŞiiR VE PSI KANALlZ 49

musiki gibi düşünmek? Büyük Amerikan şairi James Wright, "yal­


nızca dille fiyaka yapmaktansa insanca önemli bir şey söylemek"
istediğini söylemiştir. Psikanalizin tasarısı bu ayrım hakkında, böy­
le bir ayrım olup olmadığı hakkında düşünmek olmalıdır.
Bombalarca Uzakta

Savaş yadsınamaz. Ya savaşı yaşarsın ya da


savaşta ölürsün. Aynısı absürd için de geçerlidir...
Albert Camus, Sisifos Söyleni

Kurtuluşumuz bombalardan geçiyordu.


J. B. Priestley, Margin Re/eased (Kaldırılan Sınırlar)

Savaşın fiilen ilan edilişinden önceki yıl -savaşın deyim yerindey­


se kaç zamandır kapıda olduğu bir dönemde- T. S. Eliot savaş ha­
zırlıklarına bir şekilde katılmak istediğinden bahsetmiştir. Peter
Ackroyd'un Eliot biyografisinde belirttiğine göre Eliot, "çenesini
kapatacak resmi bir statü olmadan Ulusal Hizmetin bir türünde yer
almayı ve gelecekte mümkün olan herhangi bir işte görev almakta
özgür olmayı" umuyordu. Sonunda kendisinin de yaşadığı Ken­
sington bölgesinde hava alarm görevlisi oldu: Bu görev, hava sal­
dırılarını izleyip "bir hava saldırısı durumunda insanları düzene
sokma işleminin provalarını yapmak ve ateş söndürerek yangından
kurtulma talimleri yaptırmak"tı. Hayalimizdeki Eliot imgesiyle hiç
uyuşmuyor gibi görünen bu iş Eliot'ın çenesini kapatmamıştır. Ey­
lül 1 939'da bir daha şiir yazabileceğinden emin olmamasına karşın,
savaş çıktıktan üç dört ay sonra Eliot "East Coker" şiiri - 1 944 yı­
lında toplu halde yayımlanacak olan Dört Kuartet'inin ikincisi­
üzerinde çalışmaya başlamıştır. Savaşa açık bir göndermede bulun­
madığından, bir kısmı Londra'da hava saldırısı sırasında yazılmış
olan Dört Kuartet'in savaş şiirleri olduğunu hatırlamak her zaman
kolay değildir. Süreklilik ve kopuklukla -aynca İngiltere ve onun
Hıristiyan mirasıyla- çok fazla meşgul olmalarına rağmen şiirlerin
sahnesi, kimi zaman ürkütücü ve kederli olsa da, deyim yerindey­
se bombalanmış havası vermez. Şiirlerin yazıldığı sahneye en açık
BOMBALARCA UZAKTA 51

göndermede bulunulan yer "Little Gidding"in ikinci kısmının baş­


larıdır:

Bir ihtiyarın kolundaki küllerden ibarettir


Yanmış güllerden geriye kalan bütün kül.
Bir hikayenin bittiği yeri imler
Havada asılı duran toz bulutu.
Bir evdi içe çekilen bu toz -
Duvarı, lambrisi ve faresiyle.
Umudun ölümü ve ümitsizlik,
Havanın ölümüdür bu.

Apokaliptik çağrışımlarının yanı sıra, "Havanın ölümüdür bu" di­


zesi aynı zamanda, "havadan gelen ölümdür bu" anlamına da gelir,
yani evleri ve yaşanılan toz bulutuna çeviren bombalardan gelen
ölüm.
Bu şiirin ya da başka herhartgi bir şiirin içinden çıktığı dünya­
nın belgeselvari bir yansıması olması için elbette hiçbir neden yok­
tur. Fakat benim -psikanalistlerle üstü kapalı bir karşılaştırma ba­
bında- kısaca bakmak istediğim şey, Eliot'in savaşı ve özellikle de
hem onun hem de tüm Londralıların savaşın birkaç yılı boyunca zi­
hinlerini epey meşgul eden hava saldırılarını bilinçli ya da bilinç­
siz olarak hangi amaçla kullandığının lokal bir örneğidir. Dört Ku­
artet'te "saldın" sözcüğü yalnızca bir defa kullanılır: Eliot'ın "East
Coker"da şiir yazmak üzerine yazdığı pasajda. Savaş diline, ifade
hakkında bir şeyler ifade etmek için başvurulur, ama son derece tu­
haf imalarla. "Ve böylece her girişim," diye yazar Eliot kendi şiir
yazışı üzerine:

Yeni bir başlangıçtır, ifade edilemeyene bir saldın


Daima bozulan hurda malzemelerle
Hislerin belirsizliğinin genel karmaşasında,
Disiplinsiz duygu mangaları

Eliot psikanaliz dilinde şiirin rüya çalışması diye adlandırılabilecek


bir teknikle, hava saldırısını şiir yazma mücadelesine dair zihnin­
deki resimlerden birine dönüştürmüştür (hava saldırılan fiilen ifa­
de edilemeyene saldırıydı, şu anlamda ki kurbanlar ne konuşabili­
yor ne de Alman bombacılar tarafından anlaşılabiliyorlardı). Her
yazma teşebbüsü hangi anlamda ifade edilemeyene karşı bir saldı-
52 H E P VAAT H E P VAAT

rıya benzer? Saldırıda, hırsızlıkta olduğu gibi bir şeyler mi çalınır?


Bu bağlamda "saldın" sözcüğünü kullanmak akla ister istemez do­
laysız tarihi, hava saldırılarını ve bu suretle de şiirin savaşını geti­
rir. Şiir bir hava saldırısı, bir baskındır, ifade edilemeyenin iç böl­
gelerini fetheder. Aynca bu dizeler Freud'un bugün meşhur olan
gasp sloganından da -idin olduğu yere ben el koyacaktır- çok uzak
değildir.

Bu deneme hangi İngiliz psikanalistlerin -özellikle de önemi git­


tikçe artan çocuk analistlerinin- savaşı bilerek ya da bilmeyerek
çocuğun sözde doğasını ifade etmek için kullandıK.ları hakkındadır.
Dolayısıyla da -her zaman bu şekilde ifade edilmese de- bilinçdı­
şının ve en başta da çocukların tarihin dışında, zaman üstü, olum­
salhktan muaf olduğunu varsayanlar ile bilinçdışı mefhumuyla ta­
rif edilen her şeyi tamamen olumsal, tümüyle bir döneme ait olarak
görenler arasındaki çatışmayı; savaşın psikanalitik teoriyi doğrula­
dığını düşünenler ile şüpheli bir konuma soktuğunu düşünenler
arasındaki çatışma hakkında.
O halde bu deneme Blitz'in* psikanaliz dediğimiz şiire nasıl gir­
diği ve Blitz'in ortasındaki çocuğun savaştan sonraki psikanaliz
için nasıl farklı yorumlara konu olan başlıca rüya imgesi -başlıca
amblem- olduğu üzerinedir. ' Bu dönemin psikanalitik bakış açısın­
dan, çocuk bir Blitz içinde yaşar. Çocuğun " iç dünyası" diye adlan­
dırılmaya başlayan yerde her zaman devam eden bir savaş vardır.
Fakat ben klinik bir vakayla başlamak istiyorum.
On altı yaşında bir çocuk babasının ölümünün ardından kendi­
sini babası konusunda, kendi sözleriyle, "mutlak bir saplantı" içe­
risinde bulduğundan beni görmeye gelmişti. Hayatında ilk defa

* The Blitz: İkinci Dünya Savaşı'nda Eylül 1 940 ile Mayıs 1 94 1 tarihleri ara­
sında İngiltere'nin Nazi Almanyası tarafından aralıksız bombalanmasına verilen
addır. ( ç.n.)
1. Kanımca psikanalistleri başarısız ya da hevesli bilimcilerden ziyade şair­
ler -çoğunlukla da zayıf şairler- olarak okumak daha aydınlatıcıdır; eğer bunu
yaparsak doğru mu yanlış mı oldukları hakkında endişelenmemize gerek kalmaz;
bunun yerine sözcüklerinin ikna edici, belagatli, çağrışımsal ya da güzel olup ol­
madığını, doğru olmaktan ziyade akıldan çıkmayan bir şeyler yapıp yapmadıkla­
rını tartışabiliriz.
BOMBALARCA UZAKTA 53

kendisini ona gerçekten yakın hissediyor, aralarındaki bağı duyabi­


liyordu. Babasından asıl şikayeti her zaman kendisiyle gerçekten
dövüşüp kapışmayı reddetmesi olmuştu. Bu durum hastam açısın­
dan küçüklüğünde özellikle tuhaf bir durumdu, çünkü babası bir
savaş kahramanıydı, başkalarına göstermeyi reddettiği cesaret ma­
dalyaları vardı. Eğer gerçekten kendisiyle savaşmazsa babasının
savaşını nasıl bilebilirdi? Oysa babası yumuşak ama açık bir şekil­
de oğluna sert olmamasını öğütlüyordu . Ödipal çatışmaya geldi­
ğinde babası deyim yerindeyse bir vicdani retçi olmuştu. Hastamın
bana söyledikleri şunlardı:
Savaştan sonra, babam Almanya üzerine kitaplarla kafayı bozdu: Toplum­
sal tarih, Nazilerin ve Alman devlet adamlarının biyografileri, döneme ait
anılar ve bu tür şeyler ... şuna inanıyordu - ki bunu sık sık anneme ve ba­
na da söylerdi: Kendini düşmanından tamamen farklı kılabilmen için onun
gerçekte neye benzediğini öğrenmen gerekir ... babam bir bakıma kendine
özgü bir etkisizlik ve yumuşaklık kültü geliştirmişti ... bir tür hippi olmuş­
tu ... bense her zaman onun içindeki sert adamı bulmaya çalışıyordum. On­
dan bir düşman yaratabilmek için her şeyi yapıyordum.

Ona şöyle söyledim: "Düşmanın kim olduğunu asla bilmediğin,


onu nasıl bulacağını asla bilmediğin bir yaşam -veya belki de bir
savaş- hayal etmeye çalışıyorum". O da, "Düşmanın kim olduğu­
nu bilmezsen, nasıl iyi olacağını da bilemezsin, babamın inancı
buydu," dedi. "Demek düşman seni iyi biri yapıyor, iyi biri olmanı
mümkün kılıyor, öyle mi?" diye sormam üzerineyse, "Evet, sana
bir iyilik resmi sunuyor," diye karşılık verdi.
Bu kuşaklararası hayaletten kurtulma çabasının karmaşıklıkları
besbelli kafa karıştırıcıydı. Çocuğun babası savaş deneyimlerinden
ötürü -artık bunlar ne tür bir travmaya yol açtıysa- hala düşmanı­
nı arıyordu. Düşmanı anlamak ve negatif bir ideal olarak tanımla­
mak gibi bir saplantısı vardı; asla onlar gibi olmayacaktı: Bu olan­
lar bir daha asla gerçekleşmeyecekti. Oğlunun da bir düşmana ihti­
yacı vardı ama şaşırtıcı bir durumla karşılaşmıştı: düşman olmayı
reddederek düşman olan bir baba. Burada baba açısından oğlunun
düşmanı olmayı reddetmek -ya da reddetmeye çabalamak- bilinç­
dışı bir Ödipal saldırganlık eyleminin kusursuz bir örneği olabilir.
Oğlu babaya, seninle dövüşmek istiyorum/dövüşmeye ihtiyacım
var, diyor. Baba da oğluna, iyi olmak için düşmanlara ihtiyacın var,
54 H E P VAAT H E P VAAT

ama ben senin düşmanın olmayacağım, diyor.


Bu denemenin konusu açısından burada iki sembolik husus var­
dır. Birincisi, düşmanı konumlandırma, tanımlama ve anlama ihti­
yacı; ikincisi ise, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak, düşmanla
yakınlık ihtiyacıdır (düşmanın kim olduğunu ve nerede olduğunu
bilmiyorsan seninle sen farkında olmadan bir ilişki içerisinde ola­
bilir). Bu çocuğun babası açısından görünüşe göre savaştan sonra,
yaşamının en tutkulu ilişkisi Almanlarlaydı, en azından oğlu böyle
görüyordu. Kansı ve oğlu bu ilişkiyi nadiren etkileyebiliyordu. Has­
tam için, Almanya hakkında kitaplar okuyan babası asal sahneydi.
(Hatta çocuğun deneyimlediği ilk çiftin -çocuğun ilk asal sahnesi­
nin- annenin düşmanla, kendi içindeki kabul edilemezle iç ilişkisi
olduğu düşünülebilir). Zira hastam, babasının ölümünün ardından,
kendisini bir kez daha babasının saplantısını saplantı edinmiş bir
halde bulmuş; üçgenler arasındaki kaleydoskopik değişimlere -ba­
ba, anne ve oğul; baba, anne ve Almanya; baba, oğul ve Almanya
vs.- saplanıp kalmıştı. Kendisini babasıyla özdeşleştirerek partner­
leri ve arkadaşları -tutkulu hisler beslediği, arkadaşlıklarım istedi­
ği insanlar- sanki düşmanıymış gibi yaşıyordu. Başka bir deyişle,
bilinçdışında, insanları tanımak sanki bir özdeşleşmeme tasarısıy­
mış gibi yaşıyordu. İnsanları onlar gibi olmamak için tanıyordu.
Eleştirmen Franco Fomari The Psychoanalysis of War (Savaşın
Psikanalizi, 1 975) adlı kitabında, "Savaş mutlak bir iç düşman ola­
rak 'Korkutucu'ya karşı kendimizi savunmamıza yarar ... bu şekil­
de inanılmaz bir paradoksa varırız: En önemli güvenlik işlevi ken­
dimizi bir iç düşmana karşı savunmak değil onu bulmaktır," diye
yazar. Masabaşı psikanalistleri olarak bizim açımızdan bu çözü­
mün -bu güvenlik işlevinin- bir sorun teşkil ettiği açıktır. Fakat el­
bette savaşta bu savaş sanki muhariplerin iç sorunuymuş gibi sava­
şamazsınız. Eğer bir savaştaki bütün insanlar -bir muharebenin or­
tasında- aniden (bir tür sinirle) yansıtmaları bir kenara bırakıp,
kendi kişisel korkutuculannı sahiplenseler ve kabul etselerdi nasıl
bir şey olurdu bu? Kendilerine saldırmaya mı başlarlardı?
Bu tabloda önce sersemletici bir sessizlik olacak ve ardından
bazı insanlar çıldıracak, bazıları üzülecek ya da bunalıma girecek,
bazılarıysa kendini çok daha iyi hissedecektir; ama daha sonra bir­
birlerini nasıl göreceklerdir? Sonrasında nasıl bir ilişki içerisinde
BOMBALARCA UZAKTA 55

olacaklardır? Birbirlerini ne amaçla kullanacaklardır?


Pek çok psikanaliz teorisini anlamak için bu sahneyi tedaviden
sonraki ana ileri sarmamız gerekir: başarılı tedavinin ardından ge­
len yan etki ya da yan-ürün. Psikanalitik olarak tedavi edilen savaş­
tan sonra daha fazla iç çatışma olacaktır -insanlar gerçekten ve hiç
vakit kaybetmeden kendilerini karşılarına alacaklardır- ama görü­
nüşte daha az ya da kuşkusuz farklı bir dış çatışma sürecektir. İçe­
rideki savaşa katlanamadığımız için, der psikanaliz, savaşımızı her
fırsatta dışarıda veririz.
Bu denemede öncelikle, Londra'daki İkinci Dünya Savaşı dene­
yiminin, (Melanie Klein'ın 1 920'lerden beri geliştirmekte olduğu)
çocuğun psikanalitik portresini pekiştirdiğini öne sürmek istiyo­
rum; çünkü çocuğun, Klein'ın resmettiği çocuğun, esasen kendisiy­
le olsa da zaten savaşta olduğu varsayılıyordu. Fakat çocuğu hem
çocuğun kendi doğası hem de yetişkinin içindeki çocuğun (psika­
naliz büyük oranda buna dayanıyordu) ihtilaflı izahatı için bir sah­
ne haline getiren şey, travmanın -özellikle de Blitz'in yol açtığı
travmanın- ertelenmiş eylemi, savaş konusundaki bilinçdışı rüya
çalışması olmuştur. Çocuğun ayrıcalıklı bir tanımını yapmak için
savaş sırasında ve sonrasında bir savaş verilmiştir ve bu savaş yal­
nızca Klein ile Anna Freud arasında değildir. Birazdan göreceğimiz
üzere, Blitz'in doğrudan deneyimlenmesi Kleincı teoriyi büyük
oranda doğrulamış; deneyimin -hem pratik sonuçlarının (boşalt­
manın pragmatiği) hem de duygusal bedelinin- aşama aşama ruh­
sal işlemlerden geçmesi, rekabet halindeki tanımlarda bir bolluğa
yol açmıştır (en başta da İngiltere'de D. W. Winnicott, John Bowlby
ve W. R. D. Fairbaim'de).
Eğer psikanalizi savaş mefhumu olmadan hayal edemiyorsak
-psikanaliz kısmen savaş malzemelerinden, savaşın yarattığı ölü­
lerden ve savaş dilinden doğmuştur- o zaman İkinci Dünya Sava­
şı'nın doğrudan deneyimlenmesi analistlerin Birinci Dünya Sava­
şı'nın öncesinden beri dile getirme mücadelesi verdikleri yeni ço­
cuk tanımına son rötuşlarını yapmıştır. Freud'un Birinci Dünya Sa­
vaşı'ndan önce Histeri Üzerine Çalışmalar ( 1 895), Espri Kitabı
( 1 905), Rüya Kitabı ( 1 900) ve Cinsellik Üzerine Üç Deneme ( 1 905)
eserlerinde bilinçdışının işleyişleri ve kaynağıyla işe başladığını
göz önüne alırsak iki savaş arasında psikanalizin değiştiğini ister
56 H E P VAAT H E P VAAT

istemez fark ederiz. Bir yandan, en basitinden nicel bir bolluk var­
dır; pratisyenlerin, teorisyenlerin ve psikanaliz cemiyetlerinin sayı­
sı artmıştır. Freud'un eserleri tercüme edilmekte ve yeniden basım­
ları yapılmaktadır; psikanaliz savaşın ruhsal sonuçlarının anlaşıl­
ması ve tedavi edilmesi noktasında yararlı olabileceği bir alan bul­
muştur. Fakat Freud zorlantılı tekrar ve ölüm içgüdüsü kavramla­
rıyla (Haz İlkesinin Ötesinde'de, 1 920) bu kavramlara inandığımız
takdirde muazzam bir açıklayıcı güce sahip olan bir tür ruhsal öz­
cülük üretmiştir. Eros ve Thanatos arasındaki savaş ve tekrarlama
güdüsüyle açıklanamayan bir şey var mıdır? Bilinçdışı daha anlaşı­
labilir hale -bütünlüklü anlatılar kaynağı haline- gelmekle birlikte,
çocuk diye adlandırılan yeni bir figür tarafından da gaspedilmeye
başlanmıştır. Bazı psikanalistler -en başta da Sandor Ferenczi, Me­
lanie Klein ve Anna Freud- açısından çocuğun betimlenmesi bi­
linçdışının ya da rüya çalışmasının betimlenişinin yerini almıştır.
Ya da daha ziyade onlara göre, çocuğu tanımlamak bilinçdışını ta­
nımlamakla aynı şey olmuştur. Çocuk deyim yerindeyse canlı bi­
linçdışıdır: Onu eylem halinde görmek mümkündür. Bilinçdışı bu­
lunmuştur; aslında, onunla neredeyse konuşmak bile mümkün hale
gelmiştir. Çocuk analizinin ortaya çıkmasıyla birlikte, kaynağa da­
ha da yaklqşabileceğimize ilişkin kanı gün geçtikçe artmıştır.
Fakat bu yeni çocuk tanımlarında -Klein ile Anna Freud arasın­
daki büyük farklılıklara ve bunların yol açtığı ateşli tartışmalara
karşın (bkz. Pearl King ve Riccardo Steiner'ın kitabı, The Freud­
Klein Controversies 1 941-1945 (Freud-Klein İhtilafları 1 94 1 - 1 945,
1 99 1 )- çocuğun idrak edilebilir tasarıları, çocuğun ihtiyaçları var­
dır. İhtiyaçlara sahip olmak bilinçdışına sahip olmaya kıyasla çok
daha güven vericidir. (İhtiyacın tanımlanabileceğini söylemek müm­
kündür: Bilinçdışı arzununsa yalnızca izi sürülebilir.) Savaş, diye
yazmıştır The Times, bizi "esaslar üzerine düşünmeye" iter, bir baş­
ka deyişle, ihtiyacın tanımını acil hale getirir. İkinci Dünya Savaşı'
ndan çıkan psikanaliz çocuğu, çeşitli kılıklar içerisinde -Kleincı,
Anna Freudcu, Bowlbyci, Winnicottçı- birbirinden ayırt edilebilir
bir dizi ihtiyaçla donatılmış, hatta bunlar tarafından oluşturulmuş
ve aslında bir ihtiyaç savaşı için donatılmıştır. İkinci Dünya Sava­
şı'ndan gelen çocuğun içinde, hangi psikanaliz teorisyenini okudu­
ğunuza bağlı olarak, çok çeşitli savaşlar vardı.
BOMBALARCA UZAKTA 57

Denise Riley War in the Nursery de (Çocuk Odasındaki Savaş),


'

" 1 950'lerin popüler sosyolojilerinde çocukların her an annelerine


ihtiyaç duyduklarını 'hepimiz biliriz'; nitekim çocuk psikolojisi gö­
rünüşte 'savaş deneyimleri'nden yola çıkarak, aslında 'herkesin bil­
diklerini' bilimsel olarak tekrarlıyordu," der. Psikanalistlerin iki sa­
vaş arasında teoride ve pratikte mükemmelleştirdikleri içsel savaş,
İkinci Dünya Savaşı ile birlikte, deyim yerindeyse, hakikate dönüş­
müştür. Çocuklar hakkında "hepimizin bildikleri", savaştan sonra
kısmen İngiltere'deki ve özellikle de Londra'daki savaş deneyimi
ile psikanalistlerin benliğimizi oluşturduğuna giderek daha çok
inandıkları savaş arasındaki karmaşık ilişkiden, iç içe geçmişlikten
geliyordu . Psikanalistler ve özellikle de Kleincılar açısından savaş­
la insan aynı şeydi. O halde dışarıdaki savaşla içerideki savaş ara­
sında ne fark vardı, tabii eğer varsa? Aynca savaşlar ne konudaydı
ve bunlarla başa çıkmak için neye ihtiyacımız vardı? Eğer bomba­
larıyla ve tahliyeleriyle, çalışan anneleriyle ve evden belirsiz bir
süre uzakta olan babalarıyla savaş insanlara bir çocuk açısından
yokluğun ne demek olduğunu ve dolayısıyla (çıkarsama yoluyla)
bir çocuğun neye ihtiyacı olduğunu göstermişse, o halde çocuk sa­
vaşın ne demek olduğunu söyleyebilirdi.
Winnicott 1 940 yılında "Savaşın Amaçlan Üzerine" adlı yazı­
sında, "Özümüz bakımından temelde düşmanlarımıza benzediği­
miz fikrini bir kez kabul edersek, işimiz epeyce basitleşir," diye ya­
zar. Bu elbette basit bir ifade olmaktan uzaktır. İşaret ettiği görev
hem psikanalizdir hem de savaşın anlaşılmasıdır. Bu gözlem için
psikanaliz teorisinin neredeyse bir özeti diyebiliriz; öz bakımından
esasen düşmanlarımıza benzeriz. Elbette gerçek savaşlar bizi düş­
manın ne olduğunu bildiğimize inandırır: özü itibariyle bizden fark­
lı birisi. Eğer düşmanlarımızla aramızda çok az fark varsa, Freud'
un dediği gibi, kendimiz için bir tehlike teşkil ettiğimiz açıktır.
Şunu belirtmek isterim ki, İkinci Dünya Savaşı, deyim yerin­
deyse, düşman nedir sorusunu sormak için ideal bir ortam ve psi­
kanaliz de son derece uygun bir disiplindi. Çocuk analizinde ise bir
cevabın başlangıcı belirmiş gibiydi. Giderek daha sık gelişim diye
-ya da Kleincı şemada az çok ilkel konumlar diye- adlandırılmaya
başlanan şey düşmanın yerini belirleyip ardından onunla iyi bir. iliş­
ki kurma sürecinden mi ibaretti? Çocuk analizi -hatta yaşamanın
58 H E P VAAT H E P VAAT

kendisi- savaşlar kazanma ya da uygun ateşkesler elde etme mese­


lesi miydi? Kısacası, çocuk, düşmanın yerini belirleme sürecinde
olan biri miydi? Aynca çocuk neyle karşı karşıya olduğunu yetiş­
kinlerden değilse nereden öğrenecekti? Kültürel etkileşim çocuk
analistlerinin savaştan sonra formüle edeceği -ve muayenehanede
pratiğe dökeceği- üzere çocuğa düşmanı tanımayı öğretiyor, anne­
yi ise bu konuda yeniden eğitiyordu .

Londra'daki İngiliz Psikanaliz Cemiyeti'nin kurucusu olan ve Me­


lanie Klein'ın çalışmalannın İngiltere'de tanınmasında kilit rol oy­
nayan Emest Jones 1 944'te Amerika'da "Psikoloji ve Savaş Koşul­
lan" başlıklı bir konferans vermiştir. İngiliz Cemiyeti'ndeki tartış­
malardan talimli olan Jones -bu tartışmalar bir bakıma savaş için­
de savaş demekti- konferansı fırsat bilip savaş koşullannın İngilte­
re ve özel olarak da İngiliz Cemiyeti üzerindeki etkileri hakkında
açıkça görüşlerini bildirmiştir. Nitekim Savaş Koşullarının Psiko­
loj isi de olabilecek olan konferans başlığı, bu ikisi arasında zorun­
lu, hatta etkinleştirici bir bağı ifade eder. Psikoloji ya da en azından
psikanaliz ve savaş koşulları kol kola gider.
Jones bu tebliğinde birbiriyle bağlantılı iki hususa değinir. Bi­
rincisi, biz, yani İngilizler ancak Almanların ne kadar kötü olduğu­
nu anlayınca kendimizi daha iyi hissetmeye başlamışızdır. "Blitz­
krieg'in* görünüşte karşı konulmaz biçimi"yle karşılaştığımızda,
"Almanların ellerini kollarını sallayarak Fransa'ya girdiklerini gör­
düğümüzde", onlann "yenilmezliği"nin, son savaşta olduğundan
çok daha "amansız" olduklarının farkına vardığımızda, işte o za­
man kaynaklarımızın, bizi koruyacak iyi şeylerin yerini belirleye­
bilmişizdir. "Böylesi ölümcül bir dehşet anında," diye yazar Jones,

ülke, başbakanımızın dehası tarafından hayran olunacak bir tarzda seslen­


dirilen birleşmiş bir kararlılığın etkisi altına girmişti ve bize inanıp güve­
nebileceğimiz bir şey (yani birbirimiz) olduğu kanaatini veren de bu birlik
duygusu oldu. Bu kanaat dünyanın geri kalanının akıbetimizin ne olacağı­
na dair karamsar endişelerinden büyük ölçüde etkilenmeyecek kadar güç­
lüydü.

* Yıldırım savaşı. (ç.n.)


BOMBALARCA UZAKTA 59

Ülkeyi güçlü, yapıcı bir gruba dönüştüren şey, Jones'un "birlik


duygusu" dediği hissi yaratan şey ölümcül korkudur, düşmanın
açıkça farkına varmak ve onu canlı bir şekilde tanımlamaktır. Jones
şunu ima etmektedir: Düşman, saldığı saf dehşet gücüyle, bizi dahi
bir başbakanı olan güçlü ve yapıcı bir ülke yapmıştır. Aslında, der
Jones, Almanlara beslenen saf korku bizi pratikte incitilemez hale,
"Dünyanın geri kalanının . . . karamsar endişelerinden etkilenmeye­
cek" bir duruma getirmiştir. Bir düşmandan daha esin verici ne ola­
bilir? Jones'un ateşli izahının ışığında, bu tür erdemlere ve güçlere
başka nasıl erişebilirdik ki, diye düşünebiliriz. Bu kadar kötülük ol­
masaydı bu kadar iyi şey olur muydu; İngiltere'yi bir ulus olarak ad­
landırmamıza izin veren türde bir birlik olur muydu? Yine bir sava­
şın ardından yazılmış olan Yitik Cennet'teki Şeytan'ın cesareti iro­
nik bir biçimde gerçek olmuştur: "Kötülük, iyiliğim ol benim." Ya
da Jones'un tercih ettiği Kleincı dili (her ne kadar Klein'ın niyet et­
tiği tarzda olmasa da) kull;macak olursak, Kötü Nesne İyi Nesne'ye
esin verir. Kötünün tanımlanan mevcudiyetine iyi bir tepki gücü ha­
line geliriz. Burada -ilahiyatın eski dilinden ziyade psikanalizin ye­
ni diliyle yeniden tanımlanan- ahlaki soru şudur: Kötü Nesne olma­
sa ne yapardık? Jones'un dikkat çektiği ikinci ve bununla bağlantılı
konu da -elbette kendi psikanalitik kabullerinden bazılarına uy­
maktadır bu- onun düşüncesine göre savaşın insanların kendilerini
daha iyi hissetmelerini sağladığıdır. Jones şöyle yazar:
Bildiğim kadanyla (savaşın olduğu) şu beş yıl içerisinde psiko-nevrozlar­
da artışa işaret eden bir kanıt yoktur. Savaşın en tehlikeli döneminde bunu
dışandan gelen "gerçek" sıkıntı ya da tehlike ile nevrotik sıkıntı arasında­
ki karşılıklı ilişkiyle açıklayan genel bir izlenim vardı; buna göre kader bi­
ze sıkıntı zerk ettiğinde nevrozun kendi kendini cezalandırıcı işlevlerine
daha az ihtiyaç kalır.

Savaşın ve özel olarak da hava saldırılarının kanıtladığı bir şey


varsa o da, " ... insan zihni için iç tehlikeye nazaran dış tehlikeye
müsamaha göstermek çok daha kolaydır" . Jones, savaşın tam da
pek çok insanın ihtiyaç duyduğu şey olduğunu ima eder: "Bu sa­
vaşta adanmışlığın çok olnrnsı," diye yazar, elinde kanıtlar varmış
_
gibi, "rahatsızlık ve sıkıntıya karşı direnci güçlendiren zihinsel bir
uyuma götürür." Jones -ve üstü kapalı olarak, onunla aynı inanca
sahip psikanalistler- savaşın iyi, hatta gerekli bir şey olduğuna mı
60 H E P VAAT H E P VAAT

inanmaktadırlar? Ya da ulusların veya psikanaliz cemiyetlerinde


yer alan farklı grupların arasındaki savaşlar bireyin içinde her za­
man devam eden dayanılmaz savaşa merhem işlevi mi görür? Sa­
vaş zamanında yaşayacak kadar şanslı olmadığımız takdirde, insan
olmak pratikte ya da potansiyel olarak dayanılmazdır. Ya da mese­
leye tersinden yaklaşırsak, psikanalitik bakış açısından barış nedir?
Jones'un -Freud'u hatırlatsa da tam olarak Klein'ı hatırlatma­
yan- görüşüne göre, dış tehlikeler kendimizi daha iyi hissetmemi­
zi sağlar (Klein'ın üstü kapalı olarak anlatmaya çalıştığı şey ise, sa­
vaşın kendimizi iyi hissetmemizi sağlamadığı, yalnızca sorunun
yanılsamalı bir taklidi olduğudur). Yansıtmanın savunulması, nev­
rotik bir kendi kendini cezalandırma ihtiyacı ile ölüm içgüdüsünün
amansız tehlikesinden biriyle ya da ikisiyle birden birleştiğinde
gerçek bir savaş içgüdüsü ya da ihtiyacı doğurur; bu ise paradoksal
bir şekilde bireyin kendi kendini korumasının ve manevi refahının
hizmetindedir.
Savaş üzerine bu tartışma Ernest Jones'un kendi içindeki teorik
bağlılık savaşını açığa çıkarmaktadır. Freud'un en az bir okumasın­
da, savaş -ya da en azından kötü veya yıkıcı olanın tahliyesi- ruh­
sal olarak hayatta kalmak için bir zorunluluktur. Bu, bir anlamda,
traj ik bir gerçekçi olarak Freud'dur. Kendimizle ve kültürümüzle
savaş halindeyizdir. Gerçek savaşlar bizi yaşatır çünkü bize kendi
iç bölünmelerimiz konusunda yapacak bir şeyler verir -bize hem
bir hedef hem de icra edilebilir bir tasarı, bir tiyatro sunar. Aynca
bizi ıstırap bakımından daha tasasız hale getirmeye yetecek bir ce­
za tedarik eder. Öte yandan, Jones yazısında kabul etmekten kaçı­
nır ama bu durum psikanaliz pratiğini biraz karmaşıklaştırmakta­
dır, özellikle de hastaya yıkıcılığını geri vermek, yansıtmalarını
kaynağına geri döndürmek, depresif duruma girmeye yol açan şid­
detli çiftdeğerliliğin tanınmasını kolaylaştırmasını sağlamaya yö­
nelik esas tasarısıyla Kleincı analizi. Ya da biraz daha net bir ifa­
deyle, şayet deli ve kötüysek, psikanaliz deli kötülüğümüzü kendi
içimize geri döndürmeye teşvik ederek bizi delirtmekte midir? De­
li kötülüğümüzün içeride olmasındansa dışarıda olması mı, yoksa
dışarıda olmasındansa içeride olması mı daha iyidir? Psikanaliz sa­
vaşa bir alternatif midir, yoksa bir savaş sanatı mıdır? Eğer mani di­
ye bir şey varsa -en azından Klein'ın tanımında- o zaman savaş ol-
BOMBALARCA UZAKTA 61

sa olsa bunalım için bir kendi kendini tedavi girişimi olan iç buna­
lım ve çılgınlığa geçici ya da muvakkat bir çözüm olabilir. Yine de
Jones'un hevesle iddia ettiği üzere -kısmen belli merkezi psikana­
litik tanımları desteklemektedir bu- gerçek savaş pek çok insan
açısından en az Jones'un psikanalizden umabileceği kadar tedavi
edici görünmüştür. Savaş, psikanalizin büyük rakibi olabilir. Aslın­
da savaş, Freud'un hfila tartışılan fikirlerinden bazılarını doğrulaya­
rak ironik bir şekilde, psikanaliz tedavisini kendisinin kötü bir ve­
kili haline getirebilir. Eğer savaş bize yarar sağlayabiliyorsa ve psi­
kanaliz de bize yarar sağlayabiliyorsa, bunlar arasında nasıl tercih
yapacağız? Savaş ve psikanaliz birbirlerini tamamlıyor gibi, her bi­
ri diğerinin kanıtı ve doğrulanması gibi görünebilir.
Çocuk analizinde sanki savaşların nasıl çıktığını bulabilirmişiz
gibi görünmüştür. Çocuk analistleri, savaşın kendine has ortamın­
da, iyi savaşın ne olduğunu bulmaya çalışmışlardır. Jones tebliğin­
de bir felaket tellalı havasında, "Ebeveynleri nevrotik bir dehşet
göstermediği takdirde çocukların sergilediği uyum kayda değerdi,"
diye yazar. Burada, çocuk analistinin sorduğu sorunun ufak çaplı
bir örneğini buluruz: Kendi duygusal huzurunu devam ettirmek
için çocuk neye bel bağlar? Ve duygusal huzurun ya da sağlığın ne
olduğuna karar verecek -bunun ayrıcalıklı tanımlarını tedarik ede­
cek- konumda olan kimdir?
Çocuk analistleri iyi bir savaş izlenimi edinmiştir. Fakat, fiili­
yatta Kleincı, ama yine de çiftdeğerli bir Kleincı olan Jones, en
azından bu cümlede ebeveynlere büyük bir sorumluluk yüklemiş­
tir, tıpkı sonrasında Winnicott ve Bowlby'nin de yapacağı gibi.
"Ebeveynleri nevrotik bir dehşet göstermediği durumda," der Jo­
nes, çocuklar savaş zamanında iyi uyum sergilemiştir. Fakat nasıl
bir ana baba savaş sırasında nevrotik bir dehşet sergilemez? Ya da
savaştan sonraki teorik tartışmalarda bürüneceği biçimde söyler­
sek, çocuk yetiştirme savaşında, çocuk odasındaki savaşta nevrotik
bir dehşet sergilemeyen bir anne nasıl bir annedir? Nevrotik bir
dehşet sergilememek ancak deneyime kişisel geçmişten bir şeyler
karıştırmamak anlamına gelebilir.
Psikanaliz teorisi her zaman savaşları tarihselliğin dışına çıkar­
ma riskini taşır; sanki savaş adında az çok evrensel, az çok genel­
leştirilebilir ruhsal etkilere sahip bir şey varmış gibi. Sanki, sözge-
62 HEP VAAT HEP VAAT

limi teknolojik gelişmeler savaşın ruhsal deneyiminde kayda değer


hiçbir fark yaratamazmış gibi. Jones'un onayladığı psikanalitik
perspektiften bakıldığında, savaş iki nedenden ötürü büyük bir ra­
hatlamadır: Öncelikle düşmanı dosdoğru dışarıya yerleştirir. Sonra
da düşmanı tanımlar, ona bir tanım verir, onun kim olduğunu, neye
benzediğini, nasıl çalıştığını anlatır. Freud 1 9 1 5 yılında yazdığı "Sa­
vaş ve Ölüm Üzerine Düşünceler"de, "Sevgimizin en güzel meyve­
lerini kendi içimizde hissettiğimiz düşmansı içgüdüye gösterdiği­
miz tepkiye borçluyuz," der. Bu anlamda, karşı tepki göstermek,
iyiliğimizi ve erdemlerimizi inşa edecek özgürlüğe erişebilmek
için içimizdeki ya da dışımızdaki düşmana bağımlı sayılırız.
Londra'daki savaş deneyimleri - hem hava saldırısı, tayına bağ­
lama gibi dolaysız deneyimler hem de medyanın aktardıkları ve ku­
laktan dolma bilgilerle yaşanan dolaylı deneyimler - Londra'daki
çocuk analistlerinin içimizdeki düşmanı yeniden tarif etmek için
psikanaliz teorisini geliştirmekte kullandıkları hammadde, günden
kalanlardı. Savaş, Kötü Nesne'nin -ve tepkisel olarak İyi Nesne'
nin- inşa edilebileceği hazır bir dizi temsil sağlamıştır. İyi anne,
çocuğun hava saldırılarını soğurup, işleme tabi tutabilen annedir
-çocuğun bombalarıyla yok olmayan annedir; iyi anne asla aman­
sız bir istila tertiplemez. Bir başka deyişle, insanların yaşamlarını
tahakküm altına alan pek çok savaş deneyiminden birine -Lond­
ra'daki hava saldırılarına- bakacak bilinçdışı fantaziyi teorileştir­
menin kaçınılmaz olumsallığına ve tarihsel nedenlerine, psikanaliz
teorisinin her zaman yerel tarih oluşuna ve kendi tanımlarını görü­
nüşte tarihin özgüllüklerinden muaf kılarak ayrıcalıklı hale getirme
teşebbüsüne dair bir şeyler görebiliriz. Freud'un bireyi oluşturan
ayrıcalıklı içgüdüsel savaş tarifinin gerçek bir savaşla karşılaştığın­
da ne olacağını kısmen görebiliriz. Geriye dönüp bakıldığında, ço­
cuk analistlerinin kendi açıklamalarını genişletmek adına ihtiyaç
duyduğu şeyin tam da bombalar ve gerçek bir işgal olasılığı oldu­
ğu görünmektedir: Annelerin, ayn duruşları ya da müdahalecilikle­
riyle gerçekleştirdikleri istila; annenin çocuk tarafından istilası; iç­
güdüsel yaşamının istilasına uğrayan ve anne korumasına ihtiyaç
duyan çocuk. Savaştan sonra psikanalizi örgütleyecek olan bu im­
gelerdi. Babalar savaş sırasında çoğunlukla uzakta olduklarından
teorinin de çoğunlukla uzağında olacaklardı.
BOMBALARCA UZAKTA 63

O halde çocuk analistleri savaş deneyimini ne amaçla kullan­


mışlardır? İç dönüşüm çalışması, rüya çalışması teori ve pratik ba­
kımından ne getirmiştir? Saldın tehdidi altında, hava saldınlan
beklerken çocuk analizi yapmak nasıl bir şeydir?

Melanie Klein 1 948 yılında yazdığı ve o dönemki konumunun bir


özeti mahiyetinde olan "Endişe ve Suç Teorisi Üzerine"de, savaşın,
en çok değer verdiği teorik inancını nasıl doğruladığını, hatta ka­
nıtladığını açıklar. "Eğer dış tehdit baştan itibaren ölüm içgüdüsün­
den kaynaklanan iç tehditle bağlantılıysa," diye yazar Klein,
dış mihraklardan kaynaklanan hiçbir tehlike durumu, küçük çocuk tarafın­
dan salt dışsal ve bilinen bir tehlike olarak deneyimlenemez asla ... Bu, sa­
vaş zamanında yürütülen analizde açıkça gösterilmiştir. Normal yetişkin­
lerde bile hava saldırılarının, bombaların, silahların vs. -yani "nesnel" bir
tehlike durumunun- yol açtığı endişenin ancak gerçek durumun üstünde
ve ötesinde olan çeşitli ilk endişelerin analiz edilmesi yoluyla azaltılabile­
ceği görülmüştür.

Klein şu konuda çok nettir: Savaş temel olarak bir iç sorundur;


"gerçek durumun üstünde ve ötesinde" -hava saldınlannın geldiği
yerin üstünde ve ötesinde- kendi deyimiyle uyandınlan "çeşitli ilk
dürtüler" vardır. Savaş bize, bir nevi sufle gibi, önceki benliklerimi­
zi hatırlatır; önceki benliklerimiz ise içimizdeki ölüm içgüdüsünün
gizemli işleyişlerinden -Freud buna "sessizlik" demiştir, ki sessiz
bir savaş gerçekten de korkutucu bir meflmmdur- dehşete düşer.
Klein sinsi ve kaçınılmaz ölüm içgüdüsünü çok ciddiye aldığından
ona göre savaş aslında yeterli bir rahatlama sağlayamaz. Çocuk ya
da yetişkin açısından hiçbir tehlike, ölüm içgüdüsüyle olan bağlan­
tısından ötürü "salt dışsal ve bilinen" bir tehlike olamaz. Hava sal­
dınlanyla, bombalarıyla ve işgal tehditleriyle Almanlar yalnızca in­
sanın içindeki çok daha büyük bir tehlikeyi -düşmanın sadece his­
settirdiği bir iç tehlike fazlasını- hatırlatıyordu. Freud'u takip ede­
rek, korkumuzun daima nesnenin onu tatmin etme kapasitesinin üs­
tünde olduğunu söyleyebiliriz. Klein açısından, savaş sırasında
analizin gösterdiği buydu. Kısmen asla açıkça gösterilemeyeceği,
temsilin ötesinde olduğu için korkutucu olan bir şeyi göstermişti.
Klein'ın bakış açısından savaş insanlara, paradoksal bir şekilde,
iki nedenden ötürü yaramış, kendilerini iyi hissetmelerini sağla-
64 H E P VAAT H E P VAAT

mıştır. Deyim yerindeyse biri gerçek, diğeri ise sahte olan bu iki
nedeni dikkatlice birbirinden ayırmak gerekir. "Pek çok insan" açı­
sından, diye yazar Klein, savaşın yol açtığı aşın endişe "kendisini
sözde bir korkusuzluk olarak gösteren bir inkara, nesnel tehlike du­
rumunun güçlü bir inkarına (manik savunma) neden olmuştur". Ya­
ni savaş insanlarda mani'nin kendi kendini tedavi girişimlerini,
ölüm içgüdüsüne karşı korkutucu zayıflığımızı gözler önüne seren
"bana bir şey olmaz" tavrına sığınışı esinlemiştir. Klein açısından
bu durum, bir nevi savaşın kötü getirisidir; savaş ilkel korkulan ha­
rekete geçirirken, ilkel savunmaları da harekete geçirir. Fakat sava­
şın iyi getirisi, diye yazar Klein, başka durumların da gözlenmiş ol­
masıdır. Bu vakalarda,
savaş dönemi tehlikelerine karşın çocukların görece sağlamlığının arka­
sında manik savunmadan çok daha önceki bunalımlı ve azap veren endi­
şelerinin daha başarılı bir şekilde değiştirilmiş olması yatıyordu; bu durum
çocukların hem iç hem de dış dünyaya ilişkin kendilerini daha çok güven­
de hissetmelerine ve aileleriyle iyi bir ilişki geliştirmelerine yol açmıştır.
Bu çocuklarda, baba uzakta olduğunda bile, annenin varlığının ve ev ya­
şamının verdiği güven nesnel tehlikelerin uyandırdığı korkulara karşı koy­
muştur.

Klein'ın görüşüne göre, bu çocuklar mani'nin içsel, yanlış çözü­


mü yerine, ailelerine güvenme, onlar aracılığıyla güven tazeleme
yolunu seçebilmişlerdir. Klein'm biraz muğlak bir şekilde "aileler­
le iyi ilişki", "annenin varlığının ve ev yaşamının verdiği güven"
dediği şey, rahatlığı ve güvenilirliği eylem halinde göstererek ölüm
içgüdüsüne karşı koyar ve onu değiştirir. Çocuk, yıkıcılığın her şe­
yi yok edemeyeceğini, kötüye dayanacak kadar dayanıklı iyilikler
olduğunu görür. Ahlaki açıdan, erdemin bir yeri olduğunu çünkü
işe yaradığını görür. Dış dünya iç dünya için tek tesellimiz ve on­
dan en iyi kaçış yerimizdir.
Böylece, Klein'a göre İkinci Dünya Savaşı insanlar açısından
büyük bir sorun olmuştur çünkü insanların en erken kaygılarıyla
bağ kurmalarını sağlamıştır. İlkel benliklerine ait anılarını tetikle­
miştir. Aynca ya sahte bir şekilde -ilkel mani savunmalarını yeni­
den doğurarak- ya da Klein'a göre daha gerçekçi bir şekilde -iyi
dış güveni mümkün kılarak- insanların kendilerini iyi hissetmele­
rini sağlamıştır. Grup ruhu, insan kaynaklarının birleştirilmesi, ey-
BOM BALARCA UZAKTA 65

lem halindeki cesaret ve direnç, bunların hepsi çocuklara -ve yetiş­


kinlere- kendi içlerindeki ölüm dürtüsünden tamamen olmasa bile
korunabileceklerini göstermiştir. Ve farklı bir düzeyde, savaş Kle­
in'ın kendisi için görünüşte tartışmalı teorik inançlarım doğrulaya­
rak bir güven sağlamıştır. İçerideki savaş her zaman dışarıdaki sa­
vaştan daha kötüdür. İçerideki savaş tarihüstüdür ve olumsallığın
ötesindedir; içerideki savaş varlığımızın hakikatidir; dışarıdaki sa­
vaşsa salt tarihtir. Dışarıdaki düşman içerideki düşmanla karşılaştı­
rıldığında zayıf bir kişileştirmedir, tarihin bir kazasıdır. Dışarıdaki
savaş iç dramayı başkalarının adına yazar. Klcin ve takipçileri açı­
sından savaşın tarihsel gerçekliği iç dünyanın temelde tarihüstü bir
doğası olduğunu kanıtlamıştır. Savaşlar olumsaldır: Eros ile Thana­
tos ve bunları öne çıkaran teoriler ise değildir. Gerçek ruhsal savaş
her zaman devam ettiğinden -savaştan önce savaş zaten devam edi­
yordu- İkinci Dünya Savaşı bir anlamda Klein'ı etkilememiştir;
fark yaratan bir fark olmamıştır. Yeni bir deneyim değil, deyim ye­
rindeyse, bir teyit olmuştur. Olağanüstü ve gerçek anlamda eşi gö­
rülmedik hava saldırısı ve bombalama tehditleri, teorik aygıt tara­
fından kolaylıkla özümsenmişti; fakat dönüşümden ziyade çoğun­
lukla özümseme söz konusuydu. Teorinin rüya çalışması onları tu­
haf kılmamıştı (ya da gerçekteki tuhaflıklarını gün ışığına çıkarma­
mıştı). Bunlar geleneksel sembolizmde, ölüm içgüdüsünün (ya da
bununla bağlantılı asal sahne malzemesinin) en son, en güncel ve
çağdaş temsiliydi.
Örneğin Klein'ın savaş dönemine ait Narrative ofa Child Ana­
lysis'inin (Bir Çocuk Analizi Hikayesi, 1 96 1 ) on yaşındaki çocuk
kahramanı Richard, on altıncı seansta bombacıları çizip, ardından
utanç verici bir sır olarak önceki gece altını kirlettiğini söylediğin­
de, Klein bunu "Sırrı resimdeki kötü Alman bombacının kendisi ol­
duğunu fark ettiğinde aklına gelmişti," şeklinde yorumlamakta sa­
kınca görmez ve oğlanı asıl ilgilendirenin bombalar olduğunun his­
sedildiğini de ekler. "Geçen gece altını pisletmesinin nedeni dışkı­
sıyla ailesini bombalayabileceğinden duyduğu korku olabilirdi .... "
vs. Klein, bir anlamda, bombaların Richard'a neleri çağrıştırdığını
dinleme ihtiyacı duymaz, çünkü bunların ne olduğunu zaten bil­
mektedir. Bunlar rüya çalışmasından muaftır. Rüya çalışması -iç
dönüşüm süreci- tarih yapmaktır. Klein'ın tedavisi bağlamında de-
66 H E P VAAT HEP VAAT

ıult:bilır ki, Ridıan..l bombaiarın<lan yt:terirn;ı;: Lariiı yapamaz. Sa­


vaşın çıkışı," diye yazar Klein vaka öyküsüne girişte,
Richard'ın zorluklannı iyice artırmıştı ... savaş bütün endişelerini uyandır­
mıştı. Richard özellikle hava saldırılarından ve bombalardan korkuyordu.
Haberleri yakından takip ediyor ve savaş durumundaki değişikliklere bü­
yük ilgi gösteriyordu. Nitekim bu kaygı analiz sırasında tekrar tekrar su
yüzüne çıktı.

Travma, ruhsal dönüşümün ötesinde olan ya da buna direnen


şeydir. Tekrar tekrar su yüzüne çıkan kaygıdır. Richard'ın kişisel ve
olumsal bombalan Klein'ın tarihüstü ölüm içgüdüsü teorisiyle kar­
şılaştığında; yani, Richard'ın malzemesi Klein'ın tedavide tekrar
tekrar su yüzüne çıkan teorik kaygısıyla karşılaştığında, hem Kle­
in'ın hem de Richard'ın kişisel tarihi adeta izole olur, ayn bir kena­
ra koyulur (aslında savaştan uzakta güvenli bir köyde ikamet et­
mektedirler). Bombaların ve hava saldırılarının anlamı açıktır -ya
da muhtemel, gelişmekte olan kişisel anlamlara önceden ket vurul­
muştur. Bombalar, tıpkı ölüm içgüdüsünün kendisi gibi, tarihin dı­
şındadır.
Klein'a göre nihai kanıtını savaşta bulmuş olan ölüm içgüdüsü
teorisinin bizzat kendisi travma gibidir. Ve her travma gibi zamanı
durdurmuş görünür. Travma iç dönüşüme tabi olmadığı müddetçe,
kişiyi tarihten yalıtır; tarihi olanaksız kılar. Ya da daha doğrudan
söylemek gerekirse, ölüm içgüdüsüne inanan psikanalistler açısın­
dan -ki dün olduğu gibi bugün de analistleri birbirinden ayırmanın
bir yoludur bu- savaş bir anlamda gerçekdışı görünebilir. Winni­
cott'ın analiz ettiği kişilerden biri olan Margaret Little, İngiliz Psi­
kanalistler Cemiyeti'nin savaş sırasında katıldığı ilk bilimsel top­
lantısıyla ilgili şunları söyler:

Her birkaç dakikada bir bombalar düşüyor, insanlar her patlamada başla­
rını yere gömüyorlardı. Tartışmanın tam ortasında, sonradan D. W. oldu­
ğunu öğrendiğim birisi ayağa kalktı ve "Şu an bir hava saldırısının gerçek­
leşmekte olduğunu belirtmeme müsaade edin," deyip oturdu. Sözleri
önemsenmedi ve toplantı kaldığı yerden devam etti.

"Sözleri önemsenmedi ve toplantı kaldığı yerden devam etti. "


B u cümlenin sorunu formüle ettiği söylenebilir: Savaşı psikanalist­
ler için gerçek hale getirmenin, onu önemsemelerini ya da ona ilgi
BOMBALARCA UZAKTA 67

göstermelerini ve böylece toplantıyı yanda kesmelerini sağlamanın


yolu nedir? Orada nasıl bir konuşma dönmektedir ki olumsal tarihi
durum -yani savaş sırasında gerçekleşen bir hava saldırısı- toplan­
tıyı kesememektedir? Bu sembolik anda -trajediyle sonlanabilecek
bir kaba komedi- Winnicott kibar İngilizcesiyle bir savaşın devam
etmekte olduğuna dikkat çeker; kimse önemsemez ve "toplantı kal­
dığı yerden devam" eder. Winnicott elbette Klein grubuna dışarıda
gerçek bir savaşın olduğunu -gerçek savaşın gerçek tehlikeleri ol­
duğunu- hatırlatmaya devam edecektir, ama hava saldırılan top­
lantıyı etkilemeyecektir. Dolayısıyla benim sormak istediğim, psi­
kanalizde -teorisinde ve pratiğinde- ne menem bir şey vardır ki ha­
va saldırılarına ve bombalara rağmen toplantının eskisi gibi devam
etmesini sağlamıştır? Bunu söylemenin başka bir yolu da şöyle sor­
mak olabilir: Savaş sırasındaki ve hemen sonrasındaki çocuk ana­
liz raporlarında -sözgelimi Winnicott'ın, Klein'ın ve Milner'ın iza­
hatında- neden analistler bombaların her zaman neyi temsil ettiği­
ni bilmektedir? Psikanalitik bir bakış açısından, tarihsel olarak eşi
görülmedik bu deneyim çocukların oyun malzemelerinde ortaya
çıktığında (ki ister istemez çıkacaktı) bunda esrarengiz --çağrışım
gerektiren- bir taraf görülmemiştir.

Philip Zeigler Landon At War: 1 935-1945 (Savaştaki Londra: 1 935-


1 945) adlı eserinde ( 1 995), kendi sözleriyle, "Londra nüfusunun ta­
mamının Blitz'e cesaretle, vakarla, kararlılıkla ve şaşırtıcı bir uy­
sallıkla katlandığını", Londralılann verimli bir şekilde üretimi sür­
dürdüklerini ve kendileri hakkındaki miti sonuna kadar yaşadıkla­
rını, bunun da en azından geriye dönüp bakıldığında korkutucu bir
duruma mükemmel bir biçimde uyum sağlamalarını mümkün kıl­
dığını ayrıntılarıyla ortaya koyar. Her ne kadar kısmen açık bir şe­
kilde hükümet propagandası olsa da, Ziegler'a göre, Blitz mitinde
iki esas öğe vardır: "Londralılarda esinlediği yoldaşlık ve birlik an­
layışı ile ona katlanırken sergiledikleri neşeli ve uysal ruh hali."
Londra'daki savaş, birçok insanın kabul ettiği üzere, insanların en
iyi yönlerini açığa çıkarmıştır. Hatta Blitz'in en kayda değer tarafı
çoğu insanın şaşırtıcı bir şekilde (ya da görünüşte) travma yaşa­
mamış olmasıdır: Blitz miti, Blitz hakkındaki hakikattir. Melanie
Klein'ın kızı Melitta Schmideberg 1 942 yılında lnternational Jour-
68 H E P VAAT H E P VAAT

nal of Psycho-Analysis'te pek çok klinik vakayı örnek verdiği "Ha­


va Saldırılarına Bireysel Tepkiler" başlıklı uzun bir yazı yayımla­
mıştır. Bu yazıda hava saldırılarına gösterilen tepkilerin o kadar da
bireysel olmadığını uzun uzun ve biraz da sıkıcı bir şekilde göster­
meye çalışır. Schmideberg yazısını özetlerken, "Saldırılara verilen
çarpıcı tepkiler beklenenden çok daha azdı," diye yazar.
Hava saldınlannın neden olduğu kimi şokların muhtemelen gözden kaçtı­
ğı ve saldırılara dayanamayan pek çok kişinin şehri terk ederek kırsala git­
tiği doğrudur. Fakat nüfusun çoğunluğu yeni Blitz gerçekliğine uyum sağ­
lamıştır. Bunu yeni güvenlik ve tehlike standartları edinerek ve bombala­
maları yaşamın tatsız ama kaçınılmaz bir parçası olarak görmeyi yavaş ya­
vaş öğrenerek yapmıştır. Korkusuzluğun genelde "bana bir şey olmaz"
şeklindeki gizli inanca dayandığı, incitilme olasılığının duygusal bir reddi
ve bebeklik çağının narsisizmine bir geri dönüş olduğu görülmüştür. İn­
sanlar kendilerinden daha az korkan kişilerle kendilerini özdeşleştirerek
ve kendi içlerindeki korkmuş kişiyi daha ürkek insanlara "yansıtarak"
uyum sağlama sürecini hızlandırmıştır. Saldırganlık için yüceltilmiş bir
tahliye kanalı sunan ve çaresizlik duygusuna karşı koyan faaliyet de yar­
dımcı bir etmen olmuştur. Rasyonel korkular irrasyonel olanları artırmış­
tır. Ne var ki Blitz durumu bol miktarda libidinal, sadist ve mazoşist tat­
min de sağlamıştır. Belirli sinir hastalıklarının durumu iyiye gitmiştir.

Diğer pek çoğundan farklı olmayan bu psikanalitik izahta savaş


adeta insanların en iyi savunma mekanizmalarını ortaya çıkarmak­
tadır. İnkar, narsisizme gerileme, özdeşleşme, yücelme: İnsanlar
ruhsal dağarcıklarını sonuna kadar değerlendirmişlerdir. Blitz ma­
zoşizmin ve sadizmin sapkın ya da kısmi içgüdülerini tatmin etmek
için eşsiz fırsatlar sunmuştur ("belirli sinir hastalıklarının durumu
iyiye gitmiştir") . Blitz insanları canlandırmıştır, çünkü onları hoş­
nut edici savunmaları ve yasaklı içgüdüleri icra etmelerini sağlaya­
cak şekilde özgürleştirmiştir.
Londra halkı savaşın özgül bir biçimi olarak hava saldırılarına
başarılı, hatta muzafferane bir şekilde uyum sağlamıştır. J. B. Pri­
estley, " 1 940- 1 94 1 'de kendimizi bir defalığına serbest, arkadaş
canlısı ve hatta -patlamaları beklerkenki durum hariç- tasasız his­
sediyorduk. Kurtuluşumuz bombalardan geçiyordu, " der. Hava sal­
dırıları, çok farklı bir anlamda, psikanalitik teoriye ve pratiğe ko­
layca eklemlenmiştir. Blitz göründüğü kadarıyla psikanaliz teorisi­
ni hiçbir şekilde değiştirmemiş, hatta çürütmemiştir ("toplantı eski-
BOMBALARCA UZAKTA 69

si gibi devam etti"). Aslında birçok ayrıntı bakımından psikanaliz


teorjsini doğrulamıştır. Londra halkı açısından savaş komün duy­
gusunun ve kişisel cesaretin eşi görülmedik kaynaklarını açığa çı­
karmıştır. Psikanalistler -özellikle de Klein grubu- açısındansa sa­
vaş güven verici bir kanıttır. Savaş bir sürpriz değildir. Blitz dene­
yimiyle birlikte savaş o en paradoksal şey haline gelmiştir: Görü­
nüşte özümsenmesi kolay olan bir travma. "Nüfusun çoğunluğu,"
diye yazar Schmideberg, "yeni Blitz gerçekliğine uyum sağlamış­
tır." Yeni Blitz gerçekliği bu bağlamda farkında olmadan kullanıl­
mış ilginç bir tabirdir (bizi yeni bir Blitz gerçekliği ilkesi inşa et­
meye davet etmektedir). Zamanın bazı psikanalistleri açısından ye­
ni Blitz gerçekliği besbelli o kadar da yeni değildir.
Gelgelelim Blitz travması, yeni Blitz gerçekliği, elbette, psika­
nalizin rüya çalışması ve ertelenmiş eylem adını verdiği ve savaşın
ardından anne-çocuk ilişkisi teorileri olarak farklı bir kılık altında
tekrardan ortaya çıkacak olan kişisel tarih yapma süreçlerine tabiy­
di. Kanımca savaş deneyimindeki psikanalitik dönüşümü en canlı
şekilde görebileceğimiz yer de savaşın ardından ve hatta savaşın te­
tiklemesiyle psikanalizde ortaya çıkan çocuk betimlemeleridir. Ço­
cuk tahripkar müdahaleye en açık olan insandır ve onu temsil etme­
ye başlar: İçeriden içgüdülerin, dışarıdan eğitici çevrenin, bağımsız
bir özne olan annenin müdahalesine maruz kalan bir insan. Çocuk
rutine, güven tazelenmesine, bağlılığa, varoluşu sürdürmeye, bakı­
mın sürdürülmesine bağımlıdır: Savaş sonrası hikayesinde yeni
Blitz gerçekliğinin radikal antitezleridir bunlar. Yeni Blitz gerçek­
liği çocuğun eylem halindeki ölüm içgüdüsü biçimini almadığında
-bombalanmış bilindik şehir manzarası çocuğun annenin bedeni
içindeki ve üzerindeki hasarlarının bir imgesidir- travmatik anne
halini alır: gösterip de vermeyen, işgalci, sağı solu belli olmayan,
amansız, misilleyici, etki altına alan, çocuğun yansıtma adı verilen
bombalarını sindiremeyen bir figür. Hava saldırılan bilindik man­
zarayı yok eder, bağlılıkları koparır, tahliye ihtiyacı uyandırır. Win­
nicott'a göre, ruhsal anlamda terk edilmek asal felakettir. Terk edil­
miş bebek bir bombadır. Bowlby'ye göre yeni Blitz gerçekliği ve
sonuçlan çocukların annelerine ne kadar ihtiyaçları olduğunu ka­
nıtlamıştır. Yeni Blitz gerçekliği çocuğun iç dünyasının bir resmi
olarak kullanılmadığında, olumsuz bir annelik ideali olarak kulla-
70 H E P VAAT H E P VAAT

nılıyordu. Anneler çocuklarını Blitzlememelidir; anneler savaş sı­


rasındaki Londralılar gibi olmalıdır- esnek, uysal, dirençli ve cö­
mert. Çocuğun işgali en iyi yönlerini açığa çıkarmalıdır.
Psikanaliz teorilerinden bazıları kendilerini meşrulaştırmak ama­
cıyla -bilerek ya da bilmeyerek- çocuğu tarihin dışına çıkarmaya;
çocuğun klinik seanstaki malzemesinin evrensel ve tarihüstü bir
koşulun yerel bir örneği olduğunu, bu yazının terimleriyle ifade
edersek, bombaların ve hava saldırılarının özel bir şey olmadığını,
gizli kişisel tarihin inatçı parçalarından bazılarını dile getirmek için
kullanılmadığını varsaymaya teşebbüs etmişlerdir. Fakat istesek de
istemesek de rüya çalışması daima tarihi tekrardan resmin içine da­
hil eder. Serbest çağrışım daima bizi eşi görülmedik özgül geçmiş­
lerimize bağlar. Psikanaliz teorisinde ve pratiğinde savaştan sonra
her yerde bombalar vardır. Bazı analistlerin unuttuğu nokta şudur
ki çocuklar tarihi kişisel alırlar.
Karışıklık: B i r Vaka Öyküsü

Bence analiziniz devam ettiği kadarıyla doğru,


ama tamamlandığında anlamsız
tek bir sözcük bırakm ıyor.
William Empson, Hart Crane'in
"Seyahatler 1 1 1 "i üzerine bir yoruma dair not

Her psikanaliz kargaşa, anlam ve bunlar arasındaki bağlar; hastanın


ve analistin düzensizlikle ilişkisi ve düzensizliğin neler getirebile­
ceği üzerine (çılgınca bir şey, şiddetli bir şey, ham bir şey, özlenen
ve korkulan bir şey) çoğunlukla bilinçsiz fantazileri hakkındadır.
Eğer yaşamlarımız karmaşıklaşmak gibi bir eğilime sahipse (görü­
nüşte kendi kendilerine ama genellikle de bizim aracılığımızla),
pek çok psikanaliz izahı da meseleleri düzenlemek gibi bir eğilime
sahiptir. Psikanaliz yazılarında pragmatik bir açıklık erdem olarak
görülür; sanki kullanım kılavuzuymuş gibi her zaman bir nasıl-ya­
pılır maddesi içerir. P,sikanalizin hammaddesi -kişisel tarih demek
olan bilinçdışı arzu- son derece mantıksız olabilir, ama onu özetle­
mek için gayet mantıklı sözcük dağarcıkları vardır.
Daha ampirik olan İngiliz geleneğinde ve daha ben-psikolojik
olan Amerikan geleneğinde psikanaliz, meseleleri netleştirmeyi
amaçlar; teşvik ettiği berraklığın etkisi atındadır, fakat bu sözde
berraklığın kendisinin dilin bir etkisi olduğunu teslim etmez. Psi­
kanaliz teorisi -ve hatta fevkalade ritüelleşmiş pratiği- karışıklık­
tan nefret eder. Psikanalizin patoloji kategorileri her zaman düzen­
sizlik ya da bozukluk fantazileridir (örneğin karakter bozukluğu
denilen bilindik bir tanı kategorisi vardır, sanki karakter düzensiz­
likten başka bir şey olabilirmiş gibi). Psikanaliz elbette neyden kur-
72 H E P VAAT H E P VAAT

tulmaya meraklıysak onunla ilgilenmemizi -hatta onu yeniden sa­


hiplenmemizi, yeniden düşlememizi- ister. Ama yine de bütün psi­
kanaliz biçimleri sistemin anlaşılabilirliğini öne çıkartır; keşmeke­
şi reddeder.
Dolayısıyla düzeni idealize etmekle düzensizliği idealize etmek
arasındaki kaçınılmaz gidip gelme içerisinde, karışıklık biraz muğ­
lak bir konuma sahiptir. İçkin veya ayırt edilebilir bir düzene veya
örüntüye sahip olmayıp, yine de insanların farkında olarak ya da ol­
mayarak, kararlılıkla ya da çaresizlikle yarattıkları bir şey olmak
gibi paradoksal bir içerimi vardır. Bir başka deyişle bizi şaşırtıcı ve
hatta tekinsiz bir şeyler yapmaya; yani örüntü yokluğunda anlam
yaratmaya -örneğin, şu veya bu hakkında herhangi bir şey söyle,
sorusunda olduğu gibi- davet eder. Karışıklık, dille tarif edebilece­
ğimiz bütün düzenli düzensizlikler gibi, okurlarını kıvrandırır.
Hakkında anlaşılır ya da ikna edici bir şey söylersek kimin komik
duruma düşeceğinden emin olamayız.
Yapısız bir temsil ya da kuralsız bir oyun hayal etmeye çalışma­
nın pek umut verici olmadığı açıktır (karışıklık bir oyun olsaydı in­
san bu oyunu oynamayı nasıl öğrenirdi?). Gelgelelim, sırf ihlal et­
mek için olsa bile kuralları öğrenme tutkumuz bizi bu kuralları uy­
gulayamayacağımız durumlara çeker. Bugün kötü bir şöhrete sahip
olan psikanaliz kategorilerinin hepsi -histeri, saplantı, narsisizm­
diğer pek çok şeyin yanı sıra kural koyma parodileridir. Örneğin
klasik psikanaliz teorisinde saplantılı nevrotik, kendi içgüdüsel ya­
şamını kendisinden saklamak için düzen karışıklığına bağımlıdır.
Winnicott'ın "sahte kendilik" dediği kişilik, kendi sözleriyle, yaşa­
mını karıştırmak için "talep toplar" : Kendi arzusuna engel olmak
ve bundan kaçınmak, kendi gerçek benliğini korumak ama aç bı­
rakmak için. Eğer psikanalizin konusu, zorunlu olarak, kaybetme­
ye ve bulmaya dair kaçınılmaz tutkular, anlamın ve arzunun yoklu­
ğuna yönelik korkularsa, karışıklığın nasıl oluşturulduğu ve karı­
şıklıktan ne için yararlanılabileceği sorusu sorulmaya değerdir.
Herkesin bildiği gibi, çok iş çok iş doğurur. Sözgelimi insan masa­
sındaki karışıklığa baktığında onu bazen Freud'un çok sinsi olarak
nitelediği isteğin, kendi kendini hüsrana uğratma isteğinin mükem­
mel bir örneği olarak görebilir. Fakat psikanalist Michael Blint'in
bir keresinde savunmalardan bahsederken belirttiği üzere, bir şey-
KARIŞIKLIK: B i R VAKA ÖYKÜSÜ 73

den kaçan bir insan başka bir şeye koşmaktadır. Aynı şekilde karı­
şıklıktan bahsederken de şunu unutmamamız gerekir ki, gerçekleş­
mekte olan bir şeyi durduran bir şey başka bir şeyi mümkün kıl­
maktadır. Bir şeyi kaybeden kişi onu arama sürecinde başka bir şey
bulabilir. Hatta başka bir şey bulmanın yegane yolu bu olabilir.
Karışıklıkla ilgili bu v;:ıka öyküsünde ilk imgem, hikayenin te­
mel sembolü annelerin -aynısı babalar için her zaman geçerli değil­
dir- sık sık çocuklarının odalarını anlatırken çizdikleri tablodur.
Çocuklarının ne kadar çekilmez olduğunu tüm hatlarıyla anlatmak
istediklerinde, yegane semptomatik senaryo ergen çocuğun yatak
odasıdır. Bu hikaye anne babaların ergen çocuğun yatak odasına
ilişkin görüşleriyle ergen çocuğun bu konudaki görüşleri arasındaki
çapraz ateş arasında geçer. Ergen çocuğun anne babanın yatak oda­
sı hakkında nadiren şikayette bulunduğu da bu arada belirtilmelidir.

Bahsetmek istediğim kişi, otuzlarının başlarında olan bir ressam.


Kapımı çalmasının nedeni kendisinde "hafiften agorofobi" oluşma­
ya başladığını düşünmesiydi. Dediğine göre emin olmak elbette
zordu, çünkü malum olduğu üzere zamanının çoğunu evinde resim
yaparak geçiriyordu . Kendisini yalnız takılmayı seven biri olarak
görmüyordu ama ergenlik yıllarının başından beri resim yapma tut­
kusu vardı. Bir sürü arkadaşı ve bir de kız arkadaşı vardı; psikana­
liz hakkında az biraz bilgi sahibiydi ve bildiği kadarıyla özel bir
ilişki sorunu yoktu. Kendi sözleriyle, "İnsanların ilişki sorunları
adını verdikleri şeye sadece ilişki demek gerekir"di. Katılmaktan
kendimi alamamıştım, fakat arzuya ilişkin bir şeyleri -diğer insan­
larla arasındaki bağa ilişkin bir şeyleri- görünen semptomunun içi­
ne yerleştirdiğini de düşünmüyor değildim. Dışarı çıkma konusun­
daki hafif tedirginliği ve özellikle de park ya da kırlık yerler gibi ge­
niş açık alanlardan uzak duruşu, yine kendi sözleriyle, "orada olup
da görmek istemediği" neler olduğunu merak etmesine yol açmıştı.
Ressamımız bekleneceği üzere korkusunu görsel terimlerle dü­
şündüğünden, ona bu korku ile işi arasında herhangi bir bağlantı
görüp görmediğini sordum. İlk buluşmamızda kendisine bu soruyu
74 H E P VAAT HEP VAAT

yönelttiğimde tuhaf bir şey oldu. "Bana bunu sorduğunuzda," dedi,


"zihnimde birdenbire Francis Bacon'ın çalışma odasının meşhur
fotoğrafının güçlü bir imgesi oluştu. Ve bu resmi ilk gördüğümde,
'Bu keşmekeşin içerisinde aradığını nasıl bulabiliyor ki?' diye dü­
şündüğümü hatırladım." Ardından durup sonradan aklına gelen bir
düşünceyi ekledi: "Halbuki resimleri o kadar tertiplidir ki. " Bense,
nedendir bilinmez, Francis Bacan hakkında bir seminer başlatarak,
"Tuhaf öyle değil mi? Resimler tertipli ama biraz klostrofobik," de­
dim. Bunun üzerine ressamımız beni epey şaşırtan bir cevap verdi:
"İnsan, figürlerin dışarı çıkamayacağını düşünüyor, ama onları res­
me Bacan soktuğuna göre çıkarabilmesi lazım." Sonra bir duraksa­
ma oldu. Söyleyecek o kadar çok şey vardı ki aklıma söyleyecek
bir şey gelmedi. Sanki bir anda epey yol kat etmiştik ve ortada çok
fazla şey vardı. Şimdi kullanmak istediğim sözcük, karışıklık; fa­
kat sonradan ortaya çıktı ki, olanaksız bir aşırılık duygusu bu ada­
mın çıkmazının -dolayısıyla beni içine koyacağı çıkmazın- ayrıl­
maz bir parçasıydı. "Sizi resimden uzaklaştırırım diye mi endişele­
niyorsunuz?" diye sordum. " Buraya agorafobi nedeniyle gelip de
resim tutkum tedavi edilmiş bir şekilde gidersem perişan olurum ! "
Çoğu zaman olduğu gibi, insanlar psikanalizin kendi yeteneklerini
yok edeceğinden korktuklarında -ki belirtiler yalnızca hayatta kal­
mak için bile olsa birer yetenektir- genellikle, tedavi olma yolun­
da çok güçlü bir isteği bastırmak. zorunda kalıyorlar.
Bu adamın gençliğinden beri boğuştuğu dertlerden biri de diğer
insanların onun yeteneğini kıskanmalarından müthiş korkması ve
pusmasıydı. Kendisinin "mekan korkusu" diye adlandırmaya baş­
ladığı korkunun bileşenlerinden biri de dışarı çıktığında biraz önce
ne resmi yaptiğını insanların öğrenecek olmalarıydı. İnsanların
kendisine saldıracaklarını ya da resmini mahvedeceklerini veyahut
da resmin bitmesini engelleyeceklerini düşünüyordu. Yani bir bakı­
ma çocuklarını korumak için evden çıkmıyordu. Kısacası, kendisi- .
ni çepeçevre sarılmış hissetmeye başlamasının bir ressam olarak
başarı kazandığı döneme rastladığında karar kıldık. Muhtemelen
tedavi sırasında yaşadığı tek büyük aydınlanma, kişinin kendisine
kıskançça saldırılar gerçekleştirmesinin, kendi yeteneklerini en çok
kendisinin kıskanmasının mümkün olduğunu görmek olmuştu.
Konuşmalarımızın büyük bir bölümü mekanın nasıl işlediği,
KARIŞIKLIK: B i R VAKA ÖYKÜSÜ 75

nasıl kullanılabileceği, kişinin ihtiyaç duyduğu mekanı nasıl bula­


bileceği ve doğru mekanı bulmanın ne kadar sıklıkla esas mesele
olduğu, diğer her şeyin buna baktığı üzerineydi. Resmi gösteren
çerçevedir; ressamımızın kendi sözleriyle, "O olmadan nerede baş­
layıp nerede duracağınızı bilemezsiniz." Bununla kendi evinin dı­
şındaki yaşamın çerçevesiz niteliği arasında bir bağ kurduk. Aynca
mekanın doldurulması -insan mekanı doldurarak mekan yaratabi­
lir, sanki mekan sadece şeyleri içine doldurabileceğimiz bir fikir­
miş gibi- ve doldurulmuş mekan ile doldurulmuş zaman arasında­
ki farklılık üzerine epeyce konuştuk. Hiçbir zaman kendisini zama­
nı dolduran biri olarak görmemişti; oysa ressam olmak elbette bir
anlamda her zaman mekanı doldurmak demekti.
Psikanaliz yalnızca insanlar kendi belirtilerinden etkilenmeye
başladıklarında işlemeye başlar. Bu vakada analize hayat veren,
hastamın mevcut hafif belirtileri ile on dört yaşında bir genç olarak
resme başladığı dönemdeki başlangıç ikilemleri arasında kurduğu­
muz bağlantılar oldu. Kısaca söylersek, hastam o ilk zamanlarda
boş bir tuvalle karşı karşıya kaldığında, "onu toptan karmakarışık
eder" ve ardından bundan bir şey çıkartamazmış. Böyle büyük bir
şevkle resim yapma tarzı resim yapmasının önüne geçiyormuş.
Sanki resim fazla heyecan verici ya da fazla müstehcen veya fazla
bilmem neymiş de gerçek resim olarak düşündüğü şeyin gerçekleş­
mesinin önüne geçmek için karmaşaya ihtiyaç duyuyormuş . Niha­
yetinde tuvali karmakarışık etmeseydim kendimi nasıl bir resim çi­
zerken bulacaktım? diye soruyordu. Hatırlayabildiği ilk cinsel kor­
kusu --dediğine göre cinsellikle resim aynı dönemde ortaya çıkmış­
tı- erken boşalmaydı. Umutsuzca istediği ve olabildiğince erken
içinden çıkmak zorunda olduğu bir şey vardı. Ve tatmin etmeyi red­
detmek zorunda olduğu biri.
Kendimizi savunma tarzımızın, bize farklı kılıklara bürünmüş
olan arzularımızı gösterdiği fikri belki de en yararlı, hatta en zevk­
li Freudcu içgörülerden biridir. Karışıklık arzunun önündeki engel
olduğu gibi, aynı zamanda bir arzu nesnesidir. Karışıklık içinde
aradığınız şeyi bulamayabilirsiniz, ama aradığınız şeyin yerine baş­
ka bir şey bulmanız mümkündür. Karışıklık şeyleri kendimizden
nasıl sakladığımızdan ziyade, şeyleri kendimize nasıl arattığımızla
ilişkili olabilir. Yani kendi kendimize saklambaç oynamak gibi bir
76 H E P VAAT H E P VAAT

şey. Kendimi çalışmaktan alıkoymak -süreci baltalamak- için tu­


valimi ya da çalışma odamı karmakarışık hale getirebilirim veya
bunu kendimi farklı bir tarzda çalışmaya zorlamak için yapabili­
rim. Engellenmeye dayanamamaktaki sorun eylemlerin paradoksal
özünün asla fark edilememesidir: Benliğin bir biçimini engellemek
bir diğerini memnun etmek, öne çıkarmak, yeniden bulmaktır.
B acon'ın hastam açısından bu denli önemli olmasının nedenle­
rinden biri -çocukken bile resimlerinden fazlasıyla etkilenmiş ol­
masının dışında- aslında Bacon'ın ona tuvallerini karmakarışık ha­
le getirme sorununu nasıl çözüme bağlayacağını göstermiş olma­
sıydı. Okuduğu bir B acon mülakatında sanatçının şimdi meşhur
olan (ve aslında teknik denemeyecek) bir teknikten bahsettiğini
görmüştü: belli bir noktada tuvale boya atmak. Hastam bunu ilk
okuduğunda, işin içine farkında olmadan bir ironi de katarak, "her
şeyin yerli yerine oturduğunu" söylemişti. Bu fikir o dönemdeki er­
gen entelektüel tutkularıyla -Gide'ın sebepsiz eylemleri, Breton'un
rastgele yazılan, John Cage'in yazılarının rastlantısallığı ve belir­
sizliği; bir başka deyişle gedik bulma tutkusuyla, kendini olumsal­
lıklara bırakıp öz-denetimi iptal etme yollan bulma tutkusuyla­
uyumlu olduğu gibi, aynı zamanda hesaplanmamış şeyler konusun­
da kullandığı tekniklerden biriyle de uyumluydu, ki sanırım bu, bir
çocukluk oyununun ergenlik dönemi versiyonuydu. Küçük çocuk­
lar kaybetmiş gibi yapmak için ellerindeki şeyleri düşürüp arkala­
rında bırakmayı severler. Hastam yaklaşık on dört yaşındayken sa­
bahlan yeni bir giyinme yolu bulmuş. Ne ki bariz ve geçerli neden­
lerden ötürü bunu yalnızca tatil günlerinde, yani okula gitmediğin­
de yapabiliyormuş.
Bu yeni yöntemi ne giyeceğine karar veremediği bir tatil saba­
hı keşfetmiş. Dolabından bir sürü kıyafet çıkartmış, bunları omzu­
nun üstünden geriye atıp sonra eline ne geldiyse kapmış ve uyum­
lu olup olmadığına ya da beğenip beğenmediğine bakmadan giy­
miş. Fakat yönteminin birikime dayalı olması önemliymiş, yani
kendi görüşüne göre yöntem zaman geçtikçe iyileşiyormuş.' Oda­
sında yerde zamanla ne kadar kıyafet birikirse o kadar iyiymiş. Ye­
ni kıyafetler aldığında bunları yere koyar, kıyafet demetini alıp om­
zundan aşağı atar ve böylece düzgün bir şekilde karışmalarını sağ­
larmış. Bu durum ilk başta, kendi tabiriyle, "bohem ebeveynleri"
KARIŞIKLIK: B i R VAKA ÖYKÜSÜ 77

nin hoşuna gitmiş -nihayetinde aile yaşamı da bir sanattır ve bu sa­


natın özü, meseleleri kişisel almamaktır- ama en sonunda annesi
gayet mantıklı bir şekilde, "İyi de bu odanın içinde hiçbir şey bula­
mazsın," demiş. O da, derdinin aslında tam da bu olduğunu söyle­
miş. Yarattığı karışıklık sayesinde eşyalar onu bulacakmış (annesi­
ne "Bence kıyafetlerimiz gelip bizi bulmalı," demiş ki bu cümle ba­
na epey derin göründü). Hastam bazen aradığı bir şeyi bulamama­
nın çok sinir bozucu olduğunu kabul ediyordu, ama dediğine göre
aradığını bilmediği şeyleri bulması ve elbette bu denli alışılmadık
kıyafetleri birlikte giymesi bu durumu telafi ediyordu. Elbette, şim­
di kabul ettiği üzere, işler o zaman düşünmek istediği kadar da te­
sadüf eseri değildi - sonuçta kıyafetlerini halil. seçerek giyiyordu,
ama onları farklı bir şekilde düzenliyordu.
On dört yaşında olmanın özgürlüğü -ya da ergenin, uğrunda
mücadele etmek zorunda olduğu· özgürlük- kısmen uyurgezer ol­
ma özgürlüğüdür; yani, işleri kendi bildiğince yapma özgürlüğü­
dür. Tam da bu nedenle psikanaliz ergenlik çağındakiler için -hat­
ta herkes için- çok yıkıcı olabilir, çünkü en kötü şekliyle psikana­
liz bir model dayatır. Kendi yolunu bulmaları için serbest bırakıl­
ması gereken bağlan kurabilir. B iz konuşmaya başlayana kadar re­
sim konusunda yaşadığı sorunla "keşmekeş-giyim" adını verdiği
yöntem arasında bir bağ olabileceği hastamın aklına hiç gelmemiş­
ti. Kendi ifade şekliyle, resimlerini karmakarışık etmekle sanki re­
sim yapamıyordu; odasını karmakarışık etmekle ise kendi tarzında
giyinebiliyordu. Biri görünüşte bir sorundu, diğeriyse bir çözüm.
Yaşamının bir alanında işe yarayan bir şeyin başka bir alanda bir
tür baltalama olduğu hissediliyordu. Psikanalizde yaşamın bir ala­
nını görünüşte farklı olan başka bir alanına uygulayarak çözüme
ulaşılabileceği genellikle doğrudur. Giyinmek söz konusu olduğun­
da, karışıklık hastamın işine yarıyordu; ihtiyacı olan tam da buydu
ve dolayısıyla kasıtlı olarak bir keşmekeş yaratmıştı. İş resme gel­
diğindeyse bu yöntem onu altediyordu : Onu uyguluyor ama kurtu­
lamıyordu. Genellikle şöyle düşünülebilir: Bir insanın karışıklığı
bir diğerinin ... neyidir? Örüntüsü, güzel nesnesi ya da her neyse.
Psikanalitik yaklaşımlardan bitine göre, hastamın bu iki benliği ay­
n tutmak gibi bilinçsiz bir tasarısı vardı. Giyinen benlik ile resim
yapan benlik birbirinden ayn tutulmalıydı. Giyinirken, en azından
78 H E P VAAT H E P VAAT

kendi bakış açısından, iyi bir keşmekeş yaratabiliyordu. Resim yap­


tığındaysa kötü.
Psikanalitik açıdan buradan birçok şey çıkartılabilir elbette.
Analistler hastalarına yalnızca onlar hakkında ne düşündüklerini
söylemezler, kendileri hakkında ne düşündüklerini de gösterirler.
Hastam kendisini ikiye bölerek yıkıcı keşmekeşi anne babasından
uzak tutmayı başarmıştı; bir keresinde söylediği gibi, "Bir resmin
içine edersen kimse incinmez ... kendin hariç". Veya belki de yarı­
saplantılı kendiliğinden giyinme ritüeli (tuvallerini karmakarışık
etmekle tastamam aynı şeydi bu) kendisine fantaziler kurma, arzu­
su üzerinde uzun uzadıya düşünme izni vermek konusunda duydu­
ğu bir endişeydi. Bir gardıropla ya da tuvalle karşı karşıya kaldığın­
da ne istediği, kim olmak istediği, diğerlerinin ondan ne istemesini
isteyebileceği hakkında hayaller kurmaya -itiraf etmeye- başlaya­
bilirdi. Eğer resim, tıpkı kıyafet gibi, bilinçdışı seviyesinde onun
için bir kılıfsa, bu durumda çıplaklığın çağrıştırdığı felaketler ney­
di? Eğer hem giyinmemiş hem de resim yapmamış olsaydı ne ya­
pıyor, ne üzerine düşünüyor olacaktı? Başka bir deyişle kendimizi
ham ve eski-tarz bir Freudcu'nun yerine koyarsak -ilginç olabile­
cek bir deneyimdir bu- karışıklığı bazı basit hamlıklann karşısın­
daki tepki formasyonu olarak düşünebiliriz. Arzulanan biri karşı­
sında insanın zihninin hatta konuşmasının ne denli karışık -ne den­
li karmaşık ve kafa karıştırıcı- hale gelebileceğini düşünün.
Tüm bunlar, belirli bir ölçüye kadar ve farklı zamanlarda, has­
tama mantıklı görünüyordu. Fakat ben burada daha özgül konulara
girmek istiyorum. İlkin, iyi keşmekeş nedir? Yani, kimin bakış açı­
sından iyidir (ya da kötüdür) ve karar verme sürecindeki bilinçdışı
kıstaslar nelerdir? Belli bir ruh hali içindeyken, "Bu oda çok karı­
şık," diye düşünebilirim; başka bir ruh halindeykense bunu baştan
kabullenip sıcak bulabilir, yaratıcı keşmekeş içinde yaşayan bir in­
san olmaktan etkilenebilirim vs. B ir başka deyişle, karışıklığı bi­
zim açımızdan yararlı kılan nedir ve yararlı olduğunda bunu nasıl
yapar? İyi bir yaşam, insanın ihtiyaç duyduğu keşmekeşleri yarat­
masını da içerir denilebilir.
Peki karışıklık bize nasıl yardımcı olur? Nihayetinde kendi keş­
mekeşimize müsamaha gösterebilir ve hatta onun tadını bile çıka­
rabiliriz, a.na başka insanlara beslediğimiz duygulan hiçbir şey on-
KARIŞI KLIK: BiR VAKA ÖYKÜSÜ 79

ların keşmekeşi hakkında hissettiklerimizden daha fazla sınaya­


maz. Gerçekten de başka bir insanın düzensizliği ya da bizim dü­
zenimizi bozması olarak gördüğümüz şeyle olan ilişkimiz, onunla
olan ilişkimizin bir resmi, bir kapsamlamasıdır. Diğer insanları dü­
zensizlik olarak deneyimlediğimiz nokta, onları öteki olarak gör­
düğümüz nokta olabilir. Bu anlamda, karışıklık diğer insanlar de­
mektir, yolumuza çıkıp engel teşkil ederler. Başka bir insanın haya­
tımızı mahvettiğini düşündüğümüzde, o kişi karmakarışık hale ge­
tirmeseydi hayatımız neye benzerdi diye düşünmek her zaman iyi
bir yoldur. Kanımca tüm bunlar birbiriyle bağlantılıdır çünkü karı­
şıklıkla -sözcüğü kullandığımızda karışıklık olarak saptadığımız
şeyle- olan ilişkimizin bir tarihi vardır. Aynca kişisel tarih oluştu­
rulan bir şeydir, her zaman ilişkiler bağlamında yaratılır. Dolayısıy­
la yolun başında şöyle düşünebiliriz: Şimdi -ya da hatta o zaman
bile- karışıklık diye gördüğümüz şeyi ilk kez kimle deneyimledik?
Bunu nasıl öğrendik ve bu bize nasıl öğretildi? İki farklı şey.
Hastam kendi sözleriyle "bohem ebeveynlerle" büyüdüğünden
çocukluğunun belirli bir dönemini bazı arkadaşlarının yaşadığı gi­
bi "sıradan bir ev" özlemi duyarak geçirmişti. Elbette arkadaşları,
genelde birileriyle ya da bir şeylerle dolu olan bu evi inanılmaz de­
recede heyecan verici buluyorlardı. Görünüşe göre hastamın anne­
si Edward dönemi ya da Bloomsbury romancılarının romanların­
dan fırlamış biri gibi, "Evimiz virane ama keyfimiz yerinde," di­
yordu. Hastamın sıradan bir ev diye gördüğü şey yemeklerin dü­
zenli ve saatinde olduğu, büyüklerin çocuklara daha fazla zaman
ayırdığı bir evdi. Başka dünyalar olduğunu ancak başka çocukların
evlerine giderek fark etmeye başlamıştı. Fakat hatırladığı kadarıy­
la, diğer insanların "daha normal" evleri, bir bakıma her zaman se­
zinlediği ama gerçek anlamıyla hiçbir zaman fark etmediği bir şeyi
billurlaştırmıştı: Hastam kendi yaşamını bir tür engelli koşu olarak
görüyordu. Yoluna birçok şey çıkıyordu. Anne babasının evindeki
özgürlük onun açısından bazen yalnızca bir keşmekeş olabiliyordu.
Evde hem çok fazla boşluk vardı -anne babasının sürükleyici
meşgaleleri nedeniyle doğan ya da kendisine dayatılan boşluğun
onu çok fazla kendi haline bıraktığını düşünüyordu- hem de çok
az. Ev tahmin edilemeyen bir insan nüfusuyla ve bunların çeşitli e�­
yalarıyla karmakarışık görünüyordu. Şu anki agorafobisinin bile-
80 ROMA N I N YÜKSELiŞi

şenlerinden biri de buydu. Muazzam bir mekana sahip olan ve kim­


senin ona göz kulak olmadığı dışanda başına neler gelebilirdi? Bu
aslında daha korkutucu bir sorunun edilgen biçimiydi: O neler ya­
pabilirdi? Evde ihmal edildiğini hissettiğinden kontrolsüz olduğu­
nu hissediyordu; bu durum daha sonra, yetişkinlik döneminde öz­
gürlük korkusu olarak dış dünyaya nakledilmişti.
Hastam ergenlik döneminde tuvallerini karmakanşık ettiğinde
aynı anda ister istemez birkaç şey yapmış oluyordu . Belge düzeyin­
de bu kanşıklık evindeki karışıklığın bir temsiliydi -kendisini da­
ha serbest bir şekilde ifade etmesini engelleyebilen bir kanşıklığın
temsili. Belirli bir raddeye kadar evde edilgen bir şekilde çektiği sı­
kıntıyı -anne babasının dağınıklığı- şimdi etkin bir şekilde tuvali­
ne boşaltıyordu. Burada güçlü bir Ödipal akım vardı - anne baba­
lann yaptığı budur, yasaklayarak insanın arzusuna engel olurlar.
Hiçbirimizin anne babası bize yeterince özgürlük tanımamıştır;
ihtiyacımız olan ve hak ettiğimiz özgürlüğü, onlan arkadaşımız say­
ma özgürlüğünü bize vermemişlerdir. Fakat evdeki kanşıklık has­
tama aynı zamanda uyuyordu da - bunu kendi arzusuna karşı bir
savunma olarak sömürebiliyordu. Arzusunun nesnelerinden ziyade
önündeki engellere müptela olabilirdi. Kendisini kendi istek heze­
yanından koruyabilirdi. Hayal kınklığının hiddeti bazen arzunun
düzensizliğinden daha rahatlatıcıdır.
Fakat genelde olduğu üzere, çözüm de sorunun kendisi kadar il­
ginç, sorunun kendisi kadar yaratıcıdır. Hastam başka bir babanın,
Francis Bacon'ın izinden giderek tuvallerine boya attığında, kendi
sözcükleriyle "keşmekeşten bir keşmekeş yaratıyor"du. Mesele
tam olarak tuvalindeki kanşıklığa son vermek değildi, daha ziyade
onu kanşık hale getirmenin farklı bir yolunu bulmaya ihtiyacı var­
dı. Dolayısıyla önemli olan bu yöntemin işe yaramasıydı. Psikana­
liz için gelmesi bu yeni türde kanşıklığın kendisine yararlı olması­
nı sağlayan şeyin ne olduğu üzerine -mevcut semptomuyla ilişkili
olarak- düşünebildiğimiz anlamına geliyordu. "Belirli bir şekilde
çalışırken," der Bacon bir mülakatında, "bu yönde daha ileri gitme­
ye çalışırsınız ve yarattığınız imgeyi tam da o anda yok edersiniz;
bir daha asla erişemeyeceğiniz bir imgedir bu. Aynı zamanda bek­
lenmedik bir şeyin de aniden göründüğü bir andır bu: hiç uyarma­
dan geliveren bir şey... İşin en şaşırtıcı yanı, neredeyse kişinin ken-
KARI ŞIKLIK: BiR VAKA ÖYKÜSÜ 81

disine rağmen ortaya çıkan bu şeyin bazen yapma sürecinde olunan


şeyden daha iyi olmasıdır. " Bacon imgeyi yok eden şeyin bunun
yerini aldığını; bir şeyi yok etme eyleminin başka bir şey ürettiğini
söyler. Bozulmuş şey -her zaman olmasa bile- özgün şeyden daha
iyi olabilmenin yanı sıra tümüyle tahmin edilemeyen bir şey de ola­
bilir ve hatta olması kaçınılmazdır; bu anlamda yegane, eşi görül­
mediktir. Yalnızca bir şeyi mutlak olarak kaybederek -"bir daha as­
la erişemeyeceğiniz bir imge"- şaşırtıcı olanı elde edersiniz.
Chambers Dictionary karışıklığı, "bir araya toplanmış ya da ka­
rışmış bir yığın: düzensiz bir birikim"; karışıklık yaratmayı ise "fu­
zuli nesnelerle, malzemeyle vs. doldurup tıkamak" olarak tanımlar.
B acon'ın -işin içine hurafe karıştırmadan- öne sürdüğü ve hasta­
mın bulduğu şey, boya atma şeklindeki düzensiz birikimin, yani
resmi fuzuli malzemeyle doldurup tıkayabilecek eylemin yeni bir
şeyi açığa çıkarabileceğidir; kişinin tasarısının ötesinde olması ne­
deniyle paradoksal olarak yüreğine daha yakın bir şeydir bu . Keş­
mekeş , kaotik birikim olarak, ifşanın hem engeli hem de kaynağı
olabilir. Bu farklılığı bilinçdışı çalışmanın iki farklı türü olarak dü­
şünebiliriz, iyi karışıklık ve kötü karışıklık -kullanılabilen karışık­
lık ve çıkmaza sokan karışıklık. Keşmekeş ile örüntü arasındaki ay­
nından daha üretken bir aynın olabilir bu. Düzensizlikle ilgili söz
dağarcığımız, söz dağarcığı olması ve bir gramer ima etmesi nede­
niyle, her zaman aldatıcıdır.
Marion Milner harikulade kitabı On Not Being Able to Paint'te
(Resim Yapamamak Üzerine), "serbest çizim" adını verdiği teknik
aracılığıyla serbest çağrışımın görsel alandaki muadilini keşfetmiş­
tir -aylak bir anda yapılabilecek bir çiziktirme tarzı .

Serbest çizimlerimden bazılarında, bunlann bir şekilde düzmece olduğu­


nu ve çizilir çizilmez yırtılması gerektiğini fark etmiştim. Bunlar, içlerin­
deki karalamalann çok geçmeden ayırt edilebilir bir nesneye dönüştüğü
resimlerdi; çizilen çizgiler bir nesneyi akla getiriyor ve ben de aynı anda
bunlan bu nesneye benzeyecek hale getiriyordum. Bu anlarda sanki orta­
ya çıkmakta olan şeyle ilgili kaos ve belirsizliğe yeterince uzun süre daya­
namıyordum, karalamayı tanınabilir bir bütüne dönüştürmek zorundaymı­
şım gibi hissediyordum, halbuki ifade arayan düşünce ya da ruh hali he­
nüz o aşamaya ulaşmamış oluyordu. Sonuç ise yanlış bir ke�inlik duyu­
suydu, kompulsif ve aldatıcı bir aklı başındalık, nesneleri her zaman nes-
82 ROMA N I N YÜKSELiŞi

neler olarak gören sağduyunun zalimane zaferiydi, ama tanınmayı isteyen


başka bir şey, sağduyu gerçekliğinden çok yaratıcı gerçeklikle bağlantılı
bir şey pahasına.

Milner bizi zamansız örüntü dayatma hatası ve güven verici ta­


nımaların kompulsif aklı başındalığı konusunda uyarır. Karışıklığı
ortadan kaldırmaya pek istekliyken ne yapıyor olabileceğimiz ko­
nusunda. Demem o ki, karışıklık bir bekleme biçimi olan erteleme­
yi ya da bir erteleme biçimi olan beklemeyi tarif etme biçimlerin­
den biri olabilir. Tanıma konusundaki hevesimizle kendi kendimi­
zi kör ediyor olabiliriz.
Winnicott ve Hamlet

Hamlet, sanatın doğaya ayna tuttuğu şeklindeki


o talihsiz sözü, çevresindekileri her türlü sanatsal
meselede aklını tamamen kaybettiğine
ikna etmek için kasten söylemiştir.

Oscar Wilde, "Yalanın Çürüyüşü"

1 936 yılında Amold Zweig'a yazdığı meşhur mektubunda Freud,


Zweig'ın onun biyografisini yazma önerisini reddetmiştir. Freud,
ister istemez fark edeceğimiz üzere, biraz fazla tepki göstermiştir:

Ancak bugün oturup size mektup yazabildim, zira biyograficim olma iste­
ğinizin tehdidi karşısında elim ayağıma dolaştı - siz ki yapacak daha iyi
ve önemli pek çok işiniz vardır, siz ki kralları tahta çıkarır, yükseklerde bir
yerden insanlığın vahşi aptallıklarını incelersiniz. Yok, hayır, size böyle
bir izin vermeyecek kadar severim sizi. B iyografi yazan biri yalanlara, giz­
liliklere, ikiyüzlülüklere, şakşakçılıklara ve hatta kendi anlayışsızlığını
gizlemeye adamıştır kendisini, zira biyografik hakikat diye bir şey yoktur.
Olsaydı bile onu kullanamazdık.
Hakikat elde edilebilir değildir, insanlık bunu hak etmez ve her halü­
karda bizim Prens Hamlet "herkese hak ettiği gibi davranırsak, kim kaça­
bilir kırbaçtan?" diye sorarken haksız mıdır?

Ufuktaki biyografi "tehdidi" Freud'u adeta panik havasına sok­


muştur. Bu fikre tümüyle direnmesine gerekçe gösterirken hakikat
hakkında tereddüde düşer. Biyografik hakikat diye bir şey yoktur
ve olsaydı da kullanılamazdı. Hakikat hiçbir şekilde elde edilemez
ve elde edilebilseydi bile insanoğlu onu hak etmez. Bu, Freud'un
bize tadını çıkarmayı öğrettiği abes, çılgın mantıktır.
Sonra bir de Hamlet vardır; Freud son bir bomba daha patlata­
rak, "ve her halükarda" diye yazar, "'bizim Prens Hamlet herkese
hak ettiği gibi davranırsak, kim kaçabilir kırbaçtan?' diye sorarken
84 H E P VAAT H E P VAAT

haksız mıdır?" Hamlet burada ne yapmaktadır, ne için kullanılmak­


tadır?
İkinci Perde İkinci Sahnede Polonius Hamlet'e oyuncuları tak­
dim eder. Hamlet oyunculardan daha öncesinde Gonzago'nun Öl­
dürülmesi'nin hazırlıklarında duyduğu bir şeyi okumalarını rica
eder. Okumanın sonunda bu tirattan etkilenen Hamlet Polonius'a
şunları söyler:
HAMLET: ... Sayın bay oyuncuların rahat etmesi için gereğini eksik et­
meyin, lütfen. Anlıyorsunuz değil mi? Saygıyla karşılanmalarını istiyorum
çünkü onlar çağımızın özeti, kısacık tarihidir. Sağlığınızda onların dilleri­
ne düşmektense öldükten sonra mezartaşınıza kötü bir Şeyler yazılsın.
POLONIUS: Efendim, onlara hak ettikleri gibi davranılacağından emin
olabilirsiniz.
HAMLET: Tanrı aşkına, lütfen, çok daha iyi davranın; herkese hak et­
tiği gibi davranırsak, kim kaçabilir kırbaçtan? ...

Freud'un mektubunda bu sahneye yaptığı göndermenin de ken­


dine göre dolaylı bir doğruluğa sahip olduğu açıktır. Mektupla gön­
dermede bulunduğu sahne arasında bağ teşkil eden ortak kaygılar
vardır. Freud herkes gibi hak ettiği biyografiyi alırsa, bundan pek
karlı çıkmayacaktır. Polonius oyunculara hak ettikleri gibi davra­
nırsa, Hamlet'in görüşüne göre oyuncular yeterli ihtimam görme­
den cezai bir muameleye maruz kalacaklardır. Hamlet oyuncula­
rın hakikate en bağlı tarihçiler olduğuna inanır: "Onlar çağımızın
özeti, kısacık tarihidir. " Sanki oyuncular biyografi yazarıymış gibi
Hamlet onlara değer vermemenin riskleri hakkında Polonius'u uya­
rır. "Sağlığınızda onların dillerine düşmektense öldükten sonra me­
zartaşınıza kötü bir şeyler yazılsın." Bu sahnede, tıpkı mektupta ol­
duğu gibi, kimin neyi hak ettiği hakkında, doğru bir anlatım sunma
ve hakikate bağlılık hakkında bir şeyler vardır. Tıpkı biyografi ya­
zarları gibi, oyuncular da başka birinin yerine geçmenin nasıl bir
şey olduğunu hayal edebilmelidir. Tıpkı psikanaliz -Freud'un il­
ginç bir şekilde şüphelerinin olduğu bir biyografik hakikat biçimi­
gibi oyunculuk ve biyografi de başka birini tanımanın ne 'olduğu
hakkında sorular uyandırır. Hamlet oyunda oyuncuları hoş olma­
yan bir hakikati ifşa etmek için kullanacaktır: deyim yerindeyse bi­
yografik bir bilgiyi yerli yerine oturtmak; annesi, babası, üvey ba­
bası -ve elbette kendisi- hakkında hakikate ulaşmak için.
WI N N ICOTI VE HAMLET 85

Winnicott 1 964 yılında yazdığı ve Suç: Bir Meydan Okuma


başlıklı bir sempozyuma sunulan "Sahte Kendilik Kavramı" adlı
yazısında, Polonius'a önemsiz bir rol vermiştir. "Sanırım siz de ka­
bul edersiniz ki," diye yazar Winnicott,
oyunun merkezi fikrinde yeni bir şey yoktur. Şairler, fılozot1ar ve biliciler
hakiki kendilikle her zaman meşgul olmuşlardır ve benliğe ihanet kabul
edilemez olanın tipik bir örneği olmuştur. Shakespeare belki de kendini
beğenmişlikten kaçınmak adına, bir sürü hakikati bir araya toplamış ve
bunları bize Polonius adında çekilmez bir tipin ağzından sunmuştur. Bu
sayede nasihati alabiliriz:
Her şeyden önce de, kendi kendinle doğru ol
O zaman, gece gündüze vanr gibi,
Sen de aldatmaz olursun kimseyi. (s. 29)
Saygın şairlerin hemen hepsinden böyle bir alıntı yapılabilir ve bunun yo­
ğun duygulara sahip insanların gözde konusu olduğu gösterilebilir.

Burada bir kez daha Hamlet oyunu hakikat hakkındaki hakika­


ti dile getirmek için kullanılmaktadır: bu örnekte, varoluşun nere­
deyse totolojik hakikati ile hakiki kendiliğin önemi. Sanki insanın
içinde gerçekten, kim olduğunun doğru bir anlatımı vardır; kişinin
sadık kalabileceği bir şey. Winnicott için "ihanet" edilecek, Freud
içinse yanlış betimlenecek bir şey vardır. Siz ya da bir başkası sizin
en kötü biyograficiniz olabilir.
Elbette anlamın, alıntının yorumunun bariz olduğunu varsay­
mak bu şekilde alıntı yapmanın retoriksel işlevinin bir parçasıdır.
Winnicott'ın da ima ettiği üzere, Polonius'un konuşması oyunun
gerek bağlamı içinde gerekse bağlamı dışında göründüğünden bi­
raz daha karmaşıktır. Winnicott, "belki de kendini beğenmişlikten
kaçınmak adına," der, Shakespeare "bir sürü hakikati ... bize Poloni­
us adında çekilmez bir tipin ağzından" vermektedir. Burada hakikat
ile kendini beğenmişlik ve belki de ortak bir kaygıyı paylaşan elit
bir grubun oluşturulması arasında ilginç bir ilişki olduğu ima edil­
mektedir. "Saygın şairlerin hemen hepsinden böyle bir alıntı yapı­
labilir ve bunun yoğun duygulara sahip insanların gözde konusu ol­
duğu gösterilebilir," der Winnicott. Hamlet'te oyunun hiçbir yerin­
de Polonius'un saygıdeğer bir şair olduğu ya da -Winnicott'ın söy­
lediği anlamda- duygularını yoğun yaşayan bir adam olduğu ima
edilmez. Çekilmez tipler mi hakiki benlikleri ön plana çıkarmakta-
86 H EP VAAT H EP VAAT

dır yoksa çekilmez tipler Shakespeare -biricik şair- tarafından ha­


kiki benlikleri öne çikarmak için mi kullanılmaktadır? En asgari
düzeyde, Hamlet'in konusunun hakikat ya da yanlışlık retoriğinin
ne amaçla kullanılabileceği olduğu söylenebilir. Polonius "Asil oğ­
lunuz deli," der Gertrude'a, "Deli diyorum, delilik nedir aslında, /
Deli olmamanın tam tersi değil mi?" (2. Perde, il. Sahne, 92).
Karakter Hamlet bir anlamda Polonius'un kendi oğluna verdiği
nasihati -"kendi kendinle doğru ol"- alaya alır. Aynı şekilde Ham­
let eleştirmenlerin ona ne yapmak isteyeceklerini bizzat öngörür:
"Yaa, gördünüz mü ! Düşünün ne kadar küçük görüyorsunuz beni.
Çalmaya kalkıyorsunuz beni. Perdelerimi bilirmiş gibi davranıyor­
sunuz. Gizemlerimin kalbini söküp çıkarmak istiyorsunuz yerin­
den" (III. Perde, 2. Sahne, 386). Hamlet bu sözleri Guilderstem'e
söyler, sanki söküp çıkarılacak bir kalp, bir merkez, insanın sadık
kalması gereken bir benlik varmış gibi. Mesele bu kadar basitmiş
gibi. Dover Wilson'ın Hamlet üzerine yazdığı meşhur, formatif bir
kitabı vardır: What Happens in Hamlet (Hamlet'te Olanlar). Psika­
nalistlerin -birazdan göreceğimiz üzere Winnicott da dahil- feci
bir hevesle irdeledikleri konudur bu; aslında oyundaki karakterle­
rin neredeyse hepsi için aynı şey geçerlidir; Hamlet'e neler olduğu­
nu düşünüp dururlar, ama çoğunlukla bu duruma bir son vermek
amacıyla. Hamlet ise anneme neler oluyor, Claudius'a neler oluyor
diye merak etmeyi sürdürür.
Aynı şekilde, gizemli yönlerinin bir biyografi yazan tarafından
sökülüp çıkartılmasını istemeyen ya da bunun olabileceğine inan­
mayan -ayırması her zaman kolay olmayan iki istek ya da korku­
Freud da 1 904 yılına ait "Sahnedeki Psikopat Karakterler"de şun­
ları yazar: "Nihayetinde Hamlet'teki çatışma o kadar iyi gizlenir ki
onu gün ışığına çıkarmak bana kalmıştır" . Freud yeni keşfettiği ve
Düşler'de tarif edilen Qidipus kompleksi anlayışı sayesinde Ham­
let meselesini çözüme kavuşturur. Biyografik hakikat: Winnicott'ın
"şairlerin, filozofların, bilicilerin her zaman meşgul olduklan"nı
söylediği "hakiki kendilik fikri": Oidipus kompleksi. Özler için, gi­
zemlerin kalbinin tüm güçlü betimlemeleri için bir mıknatıs olarak
Hamlet. Ve elbette, muhtemelen tüm bu fikirlerin en kutsalı: insa­
nın gizemli bir varlık olduğu ve gizemin kalbinin ya da merkezinin
olmadığı fikri.
WI N N ICOTT VE HAMLET 87

Hepimizin bildiği üzere, Freud yaşamı boyunca Shakespeare'in


kim olduğu gizemini çözmeye uğraşmış, uygun biyografik hakikat­
leri birleştirmeye çalışmıştır. Mesele Shakespeare olduğunda, anla­
şılan, Freud bir istisna görmektedir. Shakespeare -muhtemelen So­
fokles ve Dostoyevski ile birlikte- Freud'un insan doğasına ilişkin
evrensel, tarihüstü, olumsal-olmayan derin hakikatler olarak gör­
düğü bilgilerin nihai, gizemli sahibiydi. Fakat elbette durum buy­
sa, psikanalizin nasıl bir katkı sunabileceği sorusu devreye girmek­
tedir (Gore Vidal'in bir keresinde dediği gibi "Söyleyecek hiçbir şe­
yim yok, yalnızca ekleyeceğim şeyler var"). Freud yetmişinci do­
ğum günü münasebetiyle verilen kutlamada, "Şairler ve filozoflar
bilinçdışını benden önce zaten keşfetmişlerdi," demiştir. "Ben yal­
nızca bilinçdışının incelenebileceği bilimsel yöntemi keşfettim."
Freud'un eklediği tek şey, dediğine göre, bilimdi; Shakespeare'e bi­
limsel yöntemi ekleyin, sonuç psikanalizdir. Freud ne kastetmiş ola­
bilir? Örneğin şunu tahayyül edebiliriz: Sözgelimi Sofokles, Dos­
toyevski ve Shakespeare adında bir grup insan -ya da Winnicott'ın
"filozofları, şairleri ve bilicileri"- Bilinçdışı adı verilen bir kuş ya­
kalayıp ona ilişkin hoş, inandırıcı ve dramatik tarifler yaparlar. Son­
ra kendilerine bilimci adını veren başka bir grup insan gelmiş -"bi­
limsel" sözcüğü İngilizce'de ilk kez 1 589'da kullanılır, yani Ham­
let'in sahnelenişinden yaklaşık on iki yıl önce- ve ne yapmıştır?
Ya da, bilimciler tarafından bir kez tarif edildikten sonra, bu kuş
neye benzemiştir? Onunla ya da ona önceden yapamayıp da şimdi
yapabileceğimiz ne vardır? Bunu bilimi kötülemek için değil, bir
yandan çok açık bir şeyi -psikanalizin diğer şeylerin yanında Sanat
ve Bilim gibi alegorik adlar altında anılan iki rakip betimleme tü­
rünün mekanı olduğunu- göstermek için ortaya atıyorum. Fakat
belki de daha ilginç olanı, Freud'un defalarca söylediği gibi, şairler
ve filozoflar bilinçdışını ondan önce zaten keşfetmişlerse, bilimden
-artık bu her neyse, ama tıpkı sanat gibi bilimin de tek bir şeyden
ibaret olmadığı açıktır- önce bunu nasıl başarmışlardı? Ne biliyor­
lardı ya da bildiklerini nasıl biliyorlardı? Yöntemsiz bir şekilde mi?
Ampirik olmayan bir şekilde mi? Şaşmaz bir şekilde mi? Yoksa
farklı, tarihsel açıdan koşullara-bağlı diller ve başka sözcükler kul­
landıklarını söylemek daha mı doğru olur: kendi tercih ettikleri, tü­
müyle olumsal cümleler? Bu bakış açısından, psikanalizden geç-
88 H E P VAAT HEP VAAT

mek ya da analist olmak için eğitilmek bir dil öğrenmek anlamına


gelir. Ya da başka bir ifadeyle, psikanalistler Shakespeare'i kendi
disiplinlerinin diliyle alıntıladıklannda, ne yapmış olurlar? Shakes­
peare'in etkilenme endişesi ya da bunalımı uyandırıp uyandırmadı­
ğı bir yana -eğer Shakespeare'in eserleri bir tür seküler İncil ise­
şair psikanalistleri bir anlamda eklemek istedikleri ve farklı düşün­
dükleri şeyle karşı karşıya getirir.
Winnicott 1 952 yılında Emest Jones'a şöyle yazıyordu: "Sha­
kespeare'in bir psikanalist kadar çok şey bildiğini söylemekten
utanmıyorum, her ne kadar 'bilmek' sözcüğünün yanlış olduğuna
katılsam da her halükarda iyi bir tartışma konusudur ve bir hata de­
ğildir... " "Bildiği" sözcüğü burada önemli bir kelime oyunudur: Psi­
kanalizde yeni olan nedir?* Ya da hikayeyi ileri sararsak, Freud ile
karşılaştırıldığında Winnicott'ta ' yeni olan nedir? Shakespeare'de
hepsi olabilir ama Freud'da hepsi -bütün psikanaliz- var mıdır? So­
nuçta aktarım, asal süreç, rüya çalışması, mazoşizm, tekrarlama zor­
lanımı, iğdiş, Oidipus kompleksi gibi tabirleri Shakespeare'de bu­
lamayız. En azından kelime dağarcıkları açısından kayda değer bir
farklılık vardır. Shakespearevari bir şey söylemek Freudvari bir şey
söylemekten epey farklıdır. Freud okuyup sayfa kenarına bir dü­
şüncemi yşzdığımda, psikanaliz teorisi yazıyorum demektir; fakat
Shakespeare okuyup sayfanın kenarına bir düşüncemi yazdığımda,
şiir yazıyor sayılmam vs . Gerçekten de Shakespeare ile Freud'u yan
yana getirmek ilgi çekicidir; psikanalizle Shakespeare arasında bir
bağın ortaya çıkması bizim açımızdan bir düğüm atmaktadır. Fakat
ortak konulan nedir? "Shakespeare'in bir psikanalist kadar çok şey
bildiğini" söylemek Winnicott'ın aklına neden utanma duygusunu
getirmiştir? (Öbür türlü söylemiş olsaydı, yani bir psikanalistin
Shakespeare kadar çok şey bildiğini, deseydi utanmasını anlayabi­
lirdik). Winnicott'ın ifşa ettiği o uygunsuz, zamansız ve alçaltıcı
şey neydi? Shakespeare'in Freud'dan daha önemli olabileceğini,
psikanalizin o kadar da özel olmadığını, bilme sorununun psikana-

* Burada, "bilmek" anlamına gelen "know" sözcüğünün geçmiş hali olan


"knew" ile "yeni" anlamına gelen "new" sözcüğünün okunuşlarının aynı olma­
sından kaynaklanan ve Türkçe'ye aktarılması mümkün olmayan bir kelime oyu­
nu söz konusudur. (ç.n.)
WI N N ICOTI VE HAMLET 89

listlere kaçınılmaz olarak zor anlar yaşatan bir şeyin kalbinde yer
aldığını söylemek Jones'a hakaret etmek anlamına mı geliyordu?
"'Bilmek' sözcüğünün yanlış olduğuna katılsam da," diye yazar
Winnicott taviz verircesine, ama taviz vermeden, "her halükarda iyi
bir tartışma konusudur ve bir hata değildir . . . " diye ekler.
Shakespeare psikanalizde ortaya çıktığında genellikle Hamlet
adı zikredilir -ve Hamlet devreye girdiğinde, oyun genellikle bil­
mek ve hakikat hakkında, bunun zorluğu, olanaksızlığı, belirsiz ko­
numu ve tanımı hakkında bir şeyler söylemek için kullanılır. Win­
nicott'ın sunduğu yeniliklerden biri, Winnicott'tan sonra şu sorulan
sorabilmemizdir: Psikanalistler Hamlet'i niçin kullanıyorlar, oyunu
ve bir karakter olarak Hamlet'i hangi amaçla kullanıyorlar? (Eğer
bu denemeye sevmediğim türde bir psikanalitik başlık koyacak ol­
saydım, "Rüya Çalışmasından Nesne-Kullanımına" derdim.) Fakat
Freud'dan Winnicott'a -Freud'un Hamlet'inden Winnicott'ın Ham­
let'ine- gelmek için Emest Jones'un kitabından geçmemiz gerekir
ki bu kitabın başlığı da (Hamlet and Oedipus - Hamlet ve Oidipus,
1 949) geriye istenecek çok az şey bırakmaktadır. Jones, ilk parag­
rafta belirttiği üzere, "dünyanın güzel bir nesnenin fazlaca araştır­
macı bir analizi karşısında sergilediği utangaçlık ve hatta nefret
duygusunu; Keats'in, gökkuşağının prizmatik incelemesi üzerine
yazdığı dizelerde ifade edilen duyguyu" paylaşmaz. Jones'un, fazla
bir nefret sergilemeden, "Keats'in gökkuşağını prizmatik inceleme­
si üzerine yazdığı dizeler" dediği şey aslında tam olarak Keats'in
dizeleri değil, şair Haydon'ın, kendi yaptığı Kudüs tablosunu kutla­
mak amacıyla 1 8 1 5'te ,verdiği "ölümsüz yemek"te Keats ve Lamb'
in dile getirdiği dizelere ilişkin yazdıklarıdır. Haydon şöyle yazar:
Wordsworth havasındaydı ve müthiş bir ağız dalaşına girdik - Homeros,
Shakespeare, Milton ve Vergilius üzerine. Lamb aşın neşelenmişti; son de­
rece espriliydi ... (ve) tarifi imkansız bir mizahi tonla Newton'ın kafasını
resmime koyduğum için beni yerin dibine soktu -"üçgenin üç kenarı kadar
açık olmayan hiçbir şeye inanmayan bir adam," dedi. Ardından o ve Keats
Newton'ın gökkuşağını prizma renklerine indirgeyerek gökkuşağındaki
bütün şiiri mahvettiğinde uzlaştılar. Ona direnmek imkansızdı ve hepimiz
Newton ın sağlığına ve matematiğin belasını bulmasına kadeh kaldırdık.

Jones'un üstü kapalı bir şekilde Keats'in (ve Lamb'in) utangaç­


lığı ve hatta nefreti diye patolojikleştirdiği şeyi Winnicott sesli bir
90 H E P VAAT H E P VAAT

şekilde dile getirecekti ama bunu, paradoksal bir şekilde bilimsel


yöntemi alaya almak için yapmayacaktı. Jones'un farkında olma­
dan ima ettiği üzere Hamlet gökkuşağıdır ve Haydon'ın sözleriyle
"Kudüs de bir arkaplan olarak ardımızda yükselmektedir".

Yas ve melankoli konusunda Freud ve Abraham'ı


Hamlet ile birlikte okumak insanın başanlannın
büyüklüğünden bir kez daha etkilenmek demektir.
Bilim ve Sanat burada tam anlamıyla uyuşmaktadır;
bu ikisi birbirine sımsıkı bağlıdır.
Ella Sharpe, The lmpatience ofHamlet
(Hamlet'in Sabırsızlığı)

Shakespeare üzerine Freudcu edebiyat eleştirisi ilahi


bir şakadır; Shakespeareci Freud eleştirisinin
doğumu sancılı olacaktır, ama olacaktır,
zira bir yazar olarak Freud psikanalizin ölümüyle
göçüp gitmeyecektir.
Harold Bloom, The Western Canan (Batı Kanonu)

Freud ve ilk analistler tarafından çoğunlukla biraz gevşek bir şekil­


de "yaratıcı sanatçı" diye tarif edilen figür, göründüğü kadarıyla,
psikanalizin kapsamı için bir tür sınır faktörü olarak kullanılmıştır:
analistin kendisini karşısında tanımlayabileceği biri. Sanatçı anali­
tik yönteme karşı hem bir meydan okuma, bir tahrik hem de belir­
li bir alçakgönüllülük ve kendi kendinden şüphe duyma vesilesiy­
di. "Yaratıcı sanatçı sorununun karşısında," diye yazar Freud "Dos­
toyevski ve Baba Katli" ( 1 928) adlı yazısında, "analiz -heyhat- si­
lahlan bırakmak zorundadır". Tuhaf bir imgedir bu; analiz bir ta­
pınma edimi olarak mı (kiliseye makineli tüfeğinle girmemek gibi)
yoksa mağlubiyeti kabul etme işareti olarak mı silahlan bırakır?
Savaşın ne savaşı olduğu tamamen açık olmasa da (hakikat? karak­
tere ya da hayatı yaşamanın ne olduğuna dair en iyi betimleme?)
yaratıcı sanatçı kazanmıştır. Psikanalitik bir bakış açısından, yara­
tıcı sanatçı hem anlaşılamıyor hem de şeyleri anlaşılamayacak bir
WI N N ICOTT VE HAMLET 91

tarzda biliyordu. Sanki sanatçı kendi adını taşıyan ve bilinemeye­


cek kadar esrarengiz olan gizli bir yönteme sahipmiş gibi. Ya da da­
ha basit bir şekilde, bir nevrozun ya da rüyanın aksine bilmeye ta­
bi değilmiş gibi. Psikanaliz yönteminin uygulanamadığı bir şey.
Fakat bir yerlerde, Freud'un ima ettiği (ve Jones'un da Keats hak­
kında söyledikleriyle katıldığı) üzere, psikanaliz ile sanatçı arasın­
da bir savaş vardır. Bir analist Keats ve Lamb'in Newton'ın gökku­
şağına yaptığını söyledikleri şeyi ("gökkuşağını prizma renklerine
indirgeyerek gökkuşağındaki bütün şiiri mahvetti") sanatçıya ya da
onun eserlerine yapabilir mi?
Freud'un yorumu kanımca bir korkuyu, Freud'un içindeki ana­
listin Freud'un içindeki yaratıcı sanatçıya yaptığı şey hakkında bir
korkuyu ele veren bir istektir. Bu korku, Jones'un Hamlet and Oe­
dipus'unun da açıkça gösterdiği üzere, Jones açısından bir sorun de­
ğildi. Şöyle yazar Jones: "Özellikle entelektüel anlamda (sanatı)
takdir edebilme yeteneğinin ancak anlama yoluyla artırılabileceği
deneyimle sabittir. " Deneyime her başvurulduğunda -"deneyimle
sabittir," diye yazar Jones, oysa deneyim, göstermesini sağlamadı­
ğımız hiçbir şeyi bize göstermez- ortada bir mesele olduğunu bili­
riz. Jones açısından sanat -bu örnekte Hamlet- orada anlaşılmayı
beklemektedir. Anlamaktan bahsedilir, ama bariz bir iyi olarak de­
ğil; Jones'un sanatla ilişkili olarak anlamanın değeri hakkında bazı
şüpheleri vardır, ama ne demek olduğuna ilişkin görünüşte herhan­
gi bir şüphesi yoktur. Jones'un bakış açısından hepimiz anlamanın
ne olduğunu biliriz ve Jones'a göre psikanaliz bunun özellikle güç­
lü bir modem biçimidjr.
Freud ve Jones'un anlayıp da karakter Hamlet'in anlamadığı bir
şey vardır. Jones kitabında iki kez, biraz da müdahaleci bir tarzda,
pek alışıldık olmayan Miltonvari bir sözcük kullanır: "transpicu­
ous" ("içini tümüyle görmek" anlamına gelir). Freud'un, "Yaratıcı
sanatçı sorununun karşısında analiz -heyhat- silahlan bırakmak zo­
rundadır," şeklindeki yorumunu ben şöyle okuyorum: Anlama mef­
humu burada uygun düşmez; burada bizi etkileyen bir sanat eseriy­
le yüz yüze geldiğimizde, aniama ve açıklama derken ne kastettiği­
mizi merak etmeye sürükleniriz ister istemez; burada elimizde yan­
lış araçlar vardır, dolayısıyla silahlarımızı bırakır ve başka ne kul­
lanabileceğimizi düşünürüz. S anat söz konusu olduğunda, psikana-
92 H E P VAAT H EP VAAT

liz ana-akıma kapılma riskini taşır, anlamanın kendisi sorunken an­


lamanın öneminden dem vurur. Winnicott, birazdan göreceğimiz
üzere, Hamlet' ini içgörüden mahrum biri olarak değil, Winnicott'ın
tuhaf diliyle söylersek, olmak ile yapmak arasında sıkışıp kalmış
biri olarak resmeder (Winnicott'ın saklanma ve görülme kavramla­
rının anlaşılma ve yanlış anlaşılmadan epey farklı olduğunu söyle­
mek muhtemelen kafidir). Dolayısıyla mesele bilimsel ya da sanat­
sal bir anlayışa -artık bunlar her neyse- ihtiyaç duyup duymadığı­
mız değil, bu sözcüğü ne yapmak için kullandığımızdır. Anlamanın
Hamlet'e yaran nedir?
Jones açısından Hamlet'te "altta yatan tek bir ana izlek" vardır,
ama bunu bize söyleme işini o da Hamlet kadar geciktirir; fakat ka­
nımca Hamlet'in aksine bunun ne olduğunu zaten bildiğimiz için
geciktirir. Jones'un babasına (Freud) onay vermesi, Hamlet'in baba­
sının intikamını alması kadar uzun sürer (Jones'un ilginç olmadığı­
nı söyleyemeyeceğimiz kitabına "Freud neden haklıydı?" adını ve­
rebilirdik). "Bu hikayenin ana izleği," diye yazar Jones, "bir erkek
çocuğun annesine duyduğu sevginin ve bunun sonucunda babasına
duyduğu kıskançlık ve nefretin fevkalade incelikli ve kılık değiştir­
miş bir anlatımıdır" . Bu elbette Hamlet'in meşhur sürüncemesini
açıklar ve Jones'un sözleriyle, Hamlet'in "sözde delilik numarası"
sorunu da artık halledilmiştir. "Yeni psikopatoloji bilimi (psikana­
liz) ortaya çıkmadan önce bu tür tartışmalar tahmin oyununun an­
cak biraz ötesine geçebiliyordu; şimdi bunlar yalnızca tarihsel bir
öneme sahiptir". İlerleme mitlerinin en basitidir bu: Shakespeare'
den -Hamlet'ten- Freud'a. Jones şöyle yazar: "Tarihöncesi adam ile
medeni adam arasındaki esas farktır bu ; ilkinin boğuşmak zorunda
olduğu güçlükler dışarıdan gelir, ikincisinin boğuşmak zorunda ol­
duğu güçlüklerse gerçekten içeriden gelir. Modem psikologlar bu
iç çatışmaya nevroz adını verirler ve insanları harekete geçiren te­
mel güdüleri ve dürtüleri yalnızca nevroz incelemesi sayesinde öğ­
renebiliriz. Burada, diğer pek çok açıdan olduğu gibi, Shakespeare
ilk moderndi."
Bir kez daha Shakespeare ve Hamlet bir hakikat hikayesi, işte­
işin-aslı-budur hikayesi anlatmak için kullanılmaktadır. Jones'un
insanlık tarihinde şüpheye yer bırakmayan husus, "insanları hareke­
te geçiren temel güdüler ve dürtüler" olduğu ve elbette, tanım gere-
WI N N ICOIT VE HAMLET 93

ği, bunların öğrenilebileceğidir. Hamlet maalesef kendi merkezin­


den yabancılaşmıştır; "Hamlet iç çatışmanın etkisiyle sersemlemiş­
tir," diye yazar Jones, " ... öyle ki bu çatışmanın özüne hiçbir zaman
nüfuz edemez" . Burada esas sözcükler "öz" ve "nüfuz etmek"tir.
Jones'un kitabında Hamlet, bilmeyen bilen -yani Hamlet (ve Sha­
kespeare)- ile bilen bilenler -yani Jones ve Jones'un Freud versiyo­
nu- arasındaki sersemletici ve samimi ilişkinin sahnesi haline gelir.
Hamlet and Oedipus içindeki yazılardan bazıları 1 923 gibi er­
ken bir tarihte yazılmış olsa da, kitap formatında ilk kez 1 949'da
yayımlanmıştır; şimdiyse absürd derecede naif bir kitap olarak gö­
rünmektedir. Gerçekten de bunu -benim yaptığım gibi- Jones'un
Hamlet okuması tarzında okumak kolaydır. Yani bilen bilici konu­
mundan. Jones kendisini oyunda ne kadar ileride gördüyse, ben de
şu anda o kadar ilerideyim. Bir başka deyişle, Hamlet'i okuyan Jo­
nes'u okumak, psikanalitik bir soru gibi görünen şu soruyu günde­
me getirmektedir: Bilen bilici olarak okumanın ya da dinlemenin
alternatifleri nelerdir? Bilmemenin mucizeleri gibi üstünkörü iddi­
alara ya da Keats'in negatif yeteneğinin kötü okumalarına kayma­
dan bunu ikna edici bir tarzda nasıl tarif edebiliriz?
Daha önceden bu denemeye "Rüya Çalışmasından Nesne-Kul­
lanımına" adını vermek istemediğimi belirtmiştim. Jones'un kitabı­
nın neden zayıf bir eser olduğunu, Jones'un Hamlet'inin neden bu
kadar sıkıcı olduğunu anlatmanın yollarından biri Jones'un (Winni­
cott'ın tabiriyle) oyun'u kullanmaya cesaret edememiş olmasıdır
-onunla yeterince kendisine ait olan bir şey yapamamıştır. Oyun
yeterince hayal edilmemiştir. Jones'un Hamlet okuması yalnızca
"tuhaf değil" şeklinde nitelendirilebilir (eleştirmen Harold Bloom'
un "güçlü bir yanlış okuma" diyeceği türden değildir). Bir şeyler
netleştirilir ama insanın aklını karıştıran hiçbir şey yoktur.
O halde, konuşmakta olduğum dilde bir bilmeyen bilici vardır
-Freud ve Jones buna Yaratıcı Sanatçı adını verirler; bir bilen bili­
ci vardır, ki biz bunu en azından Jones'un kitabı bağlamında kari­
katürize ederek psikanalist olarak adlandırabiliriz; bir de Rüya Gö­
ren Kişi vardır: Bilmeyen bilen bilici. Bu ise bizi nihayet, Winni­
cott'ın Hamlet'ine ve "Olmak ya da olmamak'' tiradı üzerine yaptı­
ğı sıradışı yoruma -Winnicott'ın olma ve yapma, eril ve dişi öğeler
hakkındaki farkındalığı- getirir. Buna kültürel bir klişenin -kadın-
94 H E P VAAT H E P VAAT

lar vardır, erkekler yapar- ne için kullanılabileceğinin bir zaferi de­


nilebilir. Kaba özdeşleştirme yoluyla kültürdeki toplumsal cinsiyet
klişelerini yaşayabilir ve konuşabiliriz; rüya çalışması ve nesne
kullanımı aracılığıyla, bulduğumuz şeyi daha bize özgü ve tuhaf
hale getirebiliriz.

Shak:espeare bize varlığın esas gayesinin


eylem olduğu hakikatini belletmek istemiştir.
Coleridge, Hamlet üzerine

Olgunlaşmamış şairler taklit eder,


olgun şairlerse çalarlar.
T. S. Eliot, "Philip Massinger"

Kaynak belirtmeden ödünç almayı burada rüya çalışmasını tarif et­


menin başka bir biçimi olarak adlandırmak istiyorum. T. S. Eliot'ın
dediği gibi, "olgun şairler çalarlar" ve elbette kaynağı belirtilmemiş
ödünç alma hırsızlık ve borçtan -Winnicott için özellikle ilgi çeki­
ci iki konu- bahsetmenin hoş yollarından biridir. Hepimiz rüyala­
rımızda bir bakıma toplum karşıtıyızdır, ne ki yalnızca bize ait
olanları çalabiliriz. Rüya çalışmasında bizim ya da dünyanın habe­
ri olmadan rüya gününden, geçmişten bir şeyler çalarız. Freud'un ta­
nımladığı şekliyle, rüya çalışması, "mülkiyet hırsızlıktır" sözüne
ufak bir eklemede bulunur. Rüya çalışması gündüz gözüyle yapılan
bir hırsızlıktır.
Winnicott'ın Hamlet okuması, açıkça belirtmemiş de olsa, Jones'
un çalışmasına bir şeyler borçludur (Eliot'un sözünün ışığında, kay­
nak belirterek ödünç almak dönüştürememektir denilebilir). Jones'
un Freud'a olan borcunu ısrarla vurguladığını ve Freud'un Hamlet
okumasını etkili şekilde yeniden yorumlamayı başaramadığını be­
lirtirsek Eliot'ın sözünü -hatta Winnicott'ın toplum-karşıtı kavra­
mını- biraz daha derinlemesine anlayabiliriz; öte yandan Winnicott
ne Freud'un ne de Jones'un adını zikreder ve Hamlet'in Ödipal iki­
leminin gerçekten de tuhaf olan yeni bir betimlemesini bulur. Ham-
W I N N I COTT VE HAMLET 95

let'in -ve aynı zamanda Winnicott'ın- var olmak ile yapmak arasın­
daki fark konusundaki şaşkınlığı ensest istekler hakkındaki çatış­
mayla aynı değildir. Freud ve Jones açısından mesele Hamlet'in
kendisi hakkında neleri bilmeye dayanabileceğidir: İçinde babasını
öldürme isteği olduğu hakikatiyle ya da annesinin cinselliği haki­
katiyle yüzleşebilecek midir? Winnicott'ın olmak ile yapmak ara­
sında gözettiği aynın -Winnicott'a göre Hamlet'in sorunu çatışma
değil, alternatif yokluğudur, alternatiflerin çözülmesidir- doğruluk
hakkındadır ama bilgi hakkında değildir. Mesele Hamlet'in bilme­
yi reddettiği kritik bir şey olması değil, var olmanın alternatif bir
yoluna sahip olmamasıdır -psikanalitik dilde, bastırma ile çözülme
arasındaki farklılık.
Winnicott'ın Hamlet'e diğer başlıca göndermesinin 1 950 yılın­
da psikoloji ve sosyal yardım öğrencilerine verdiği, "Evet, ama doğ­
ru olduğunu nereden biliyoruz?" başlıklı bir konuşmada yer alıyor
olması tesadüf olmasa gerek. Winnicott bu tebliğinde insanların psi­
koloji öğrenirken geçtikleri iki aşamayı tarif eder. "İlk aşamada,"
diye yazar:

psikoloji konusunda öğretilenleri tıpkı diğer şeyler gibi öğrenirler. İkinci


aşamada merak etmeye başlarlar - evet, ama doğru mu, gerçek mi, nere­
den biliyoruz? İkinci aşamada psikolojik öğreti, öğrenilemeyecek bir şey
olarak diğerinden ayrılmaya başlar. Gerçek olduğunun hissedilmesi gere­
kir, yoksa sinir bozucu hatta çıldırtıcıdır.

Öğrenmenin ilk aşaması özdeşleşme diye adlandırılabilir; öğ­


renci bu şeyleri bilen biri gibi olur. İkinci aşamada, rüya çalışması­
na ve nesne-kullanımına benzer bir şeyler devam eder. Her öğren­
ci, bilinçli ya da bilinçsiz, bundan kendine göre bir şey çıkarır, kul- ·
lanabileceği parçalan bulur. Winnicott'ın nesne-kullanımı tanımın­
da olduğu gibi öğrenciler konuya sorularla saldırır ve nelerin bu
saldırılardan sağ çıktığını bulurlar. Freud'un rüya-çalışması açıkla­
masında olduğu gibi kendilerini en olanaksız parçalan şaşırtıcı bir
şeylere dönüştürürken bulurlar. Yani konuyu kendi bilinçdışı proje­
lerine uydururlar, öz-şekillendirme için kullanırlar.
Winnicott Hamlet'i tam da kendi gerçek bilgisini kullanan in­
sanları tarif ederken devreye sokar; burada mesele bir kez daha
doğruluktur:
96 HEP VAAT HEP VAAT

Belki öğretmenlik, ebeveynlik veya bir büro ya da fabrikada insanlardan


sorumlu olmak gibi bir deneyiminiz olmuştur. Her gün, Hamlet'in "olmak
ya da olmamak" ile başlayan konuşması oyunun temasına ne kadar uyu­
yorsa içinde bulunduğunuz duruma işte o kadar uyan bir tarzda hareket
ederek ya da etmeyerek kendinizi şaşırtmışsınızdır. Bu konumdayken di­
ğer insanların psikolojisinin ve kendi psikolojinizin epey derinlerine dala­
bilmişsinizdir.

"Olmak ya da olmamak" Hamlet için ne kadar vazgeçilmezse,


duruma tam olarak uyan bir tarzda hareket ederek veya etmeyerek
kendilerini şaşırtan bu profesyonel insanlar da bir şeyin -adını ko­
yalım, duygusal çevrenin- işte o kadar kopmaz bir parçasıdır. Bu­
rada ima edilen imge iyi uyum imgesidir, itaatkar olmayan bir duy­
gusal ayardır. "Olmak ya da olmamak" Winnicott'ın Hamlet oyunu
hakkındaki yorumlarıyla uyuşabilir, fakat karakter Hamlet -özel­
likle de bu meşhur tiradında- kendi dünyasıyla köklü bir çatışma
içindedir; hatta duruma uyan bir şekilde hareket etme ya da etme­
me yolunu bulamaz (harekete geçmek ve eylemin doğası elbette
Hamlet'in ve Winnicott'ın sürekli meşgalelerinden ikisidir). Bir kez
daha Hamlet görünüşte açık olan ama çok geçmeden esrarengiz bir
hale bürünen bir şeyi söylemek için kullanılır. Bu bağlamda Win­
nicott'ın bu örneği seçmiş olması tuhaftır, zira Shakespeare'de yer­
li yerine oturan birçok konuşma vardır. Hamlet'in tiradı, diğer şey­
lerin yanında, yaşamanın mı yokı;a ölmenin mi daha iyi olduğu so­
rusuyla ilgilidir ve Hamlet'in hayatta kalmak için bulduğu nedenler
pek iç açıcı değildir. Hamlet tekinsiz bir tutarlılıkla İngiliz psikana­
lizinde hakikat ve bilgi sorunlarını daha da karmaşıklaştırmak için
tekrar tekrar sahneye çıkar. 1 966'da Winnicott Freudcu çift cinsi­
yetlilik hikayesini harekete geçmek ya da geçmemek, yapmak ve
var olmakla bağlantılı olarak yeniden tanımlamak üzere bir kez da­
ha Hamlet'in tiradına döner.
Winnicott Hamlet'e "Erkek ve Dişi Öğelerin Karşıtlığı" başlık­
lı bir tartışmanın ardından değinir. Saf dişi öğenin, diye yazar Win­
nicott, "güdü (ya da içgüdüyle) bir alakası yoktur... dişi öğe bizi var
olmaya götürür, bu ise insanın kendisini keşfetmesinin ve bir var
olma duygusunun tek temelini oluşturur... erkek ya da kız bebekte­
ki kız öğe memeyi bulduğunda aslında bulduğu şey benliktir. 'Kız
bebek memeyle ne yapar?' sorusu sorulursa, cevap bu kız öğenin
WI N N ICOTT VE HAMLET 97

meme olduğudur. " Erkek öğeyse tersine "içgüdü dürtüsüyle destek­


lenen nesne-ilişkisidir. Kullanmak, bulmak, oral erotizm, oral sa­
dizm, ana! evreler vs. hakkındaki klasik ifade saf bir erkek öğenin
yaşamının düşünülmesinden kaynaklanır."
Buradan ne sonuç çıkarmak gerekir? Winnicott hir nesneye kar­
şı iki tutumu, iki ilişki tarzını tarif etmeye çalışıyor görünmektedir.
Bunlar art arda gelir: Önce var olmak, sonra yapmak. Kişi nesne
ofahilir -Winnicott bunu asal özdeşleştirmeye benzetir- ya da ona
bir şey yapabilir: ona dalıp gidebilir, yoğunlaşabilir ya da onu bir
amaç uğruna kullanabilir. Burada nesne dediğimiz şey elbette bir
insan, hatta bir sanat eseri olabilir. Bunlara erkek ve dişi öğeler de­
mek anlamsız olabilir; neticede bizi ilgilendirmeleri için cinsiyet
kazanmaları gerekmez. Ya da daha ziyade şu sorulabilir: Winnicott'
ın dili Freud'un çift cinsiyetlilik mefhumuna ne katmıştır? Yoksa
var olmayı ve yapmayı erkek ve dişi öğeler diye adlandırmak sade­
ce kültürdeki cinsiyet klişeleriyle ve psikanalitik gelenekle salt
uyumlu olma niteliği mi taşır?
Winnicott fikrini örneklerle desteklemek adına Hamlet'e başvu­
rur: "Şu soru akla geliyor," diye yazar, "Shakespeare'in Hamlet'in
kişiliğini ve karakterini çizerken sunduğu iletişimin doğası nedir?"
Fakat şimdiye kadar yazılanlardan biliyoruz ki Hamlet devreye gir­
diğinde işler her zaman daha da güçleşir. Winnicott Hamlet'i erkek
ve dişi öğelerini büyük ölçüde, hatta nihai olarak ayrıştırmış biri
olarak görmektedir, ki bu durum Hamlet'in tiradında açıkça dile ge­
tirilir. Babası hayattayken, "birlikte uyum içinde yaşamışlardır";
fakat babasının ölümün,ün ardından Hamlet'in dişi öğesi erkek öğe­
sinden tamamen ayrılmıştır, Hamlet şirazesinden çıkmıştır. Winni­
cott şöyle yazar: "Hamlet bu safhada 'olmak' fikrine bir alternatif
aramaktadır. " Hamlet'in erkek öğesi, der Winnicott, "arzulanır bir
şey değildir", "tüm kişiliğini ele geçirmekle tehdit eder" ; oyun için­
de oyunu "erkek öğesiyle iç içe geçmiş olan trajedinin amansızca
meydan okuduğu erkek öğesine can vermek için" sahneler. Burada
amacım Winnicott'ın -en azından bence- kimi zaman şaşırtıcı kimi
zaman da ilginç yorumuna karşı çıkmaktan ziyade, Winnicott'ın
Hamlet'inin ne anlam ifade ettiğini, Winnicott'ın Hamlet'i hangi
amaçla kullandığını sormak. Belki Winnicott da, tıpkı Hamlet gibi,
"'olmak' fikrine bir alternatif' arıyordu. Ya da tamamlayıcı bir an-
98 H E P VAAT HEP VAAT

lamda, içgüdülerin yönlendirdiği benliğin alternatifinin -biraz uy­


gunsuz bir bağlam olan psikanaliz dahilinde- bir tarifini arıyordu.
Psikanaliz teorisi tamamen yapmakla alakalıdır denilebilir; o halde
geriye ne kalıyor? Eğer babanızı öldürmezseniz -ya da intikamını
almazsanız- önünüzde var olmak, yaşamak için ne tür yollar var­
dır? Bunların yerine kendi içinizde bir şeyi öldürmeniz gerekir mi?
Veya bunu hafif farklı bir yöne sokarsak, eğer olmak dişi öğe için
kullanılan bir sözcükse, olmak (ve aynı şekilde yapmak) için baş­
ka hangi sözcük kullanılabilir? Bir başka deyişle, Winnicott'ın
Hamlet'e söylettiğini söylemek mümkün müdür? Zira Winnicott
açısından Hamlet'in tiradının tamamı, ilk sözcükten sonra, "hiçbir
yere götürmeyen bir seyahattir." Winnicott tiradın bundan sonraki
bölümünü, "banal bir alternatif, 'ya da olmamak"' olarak görür ve
Hamlet'in bunun ardından "sado-mazoşist alternatife kayarak,"
"başladığı temayı bıraktığını" söyler. İlk sözcük, bir soru olarak,
Winnicott açısından gerçektir; sonrası kötüye gider. Winnicott'ın
aksine, Hamlet kendi ayrışmasından ötürü "olmak"a bir alternatif
sunamaz (Winnicott'ın aynı dönemde Sahte Kendilik adını verdiği
kavramda ise bunun tam karşıtı bir sorun vardır; sahte kendilik,
Winnicott'ın akıldan çıkmayacak bir tabirle "talep toplamak" adını
verdiği çılgınca, düzmece yapma eylemine · bir alternatif düşüne­
mez). Her halükarda bir şey görece açıktır: Winnicott en azından
kendisi açısından kalıcı bir karşıtlığı sahnelemek için Hamlet'ten
yararlanmıştır. Psikanaliz bize içgüdüsel benliği -yanlış bir söz­
cüktür bu, zira başka hangi benlik vardır ki?- betimlemiştir. Belki
şunu da eklemek gerekir ki, Hamlet'i oyunda saf var olma halinde
pek fazla görmeyiz.
Winnicott'ın Hamlet'i ne eski moda bir şüphe nedeniyle ne de
yeni bir Ödipal çatışma nedeniyle felç olur; yalnızca ayrışmıştır.
Hamlet'in bu erkek ve dişi öğelerin ayrışmasını resmettiği varsayı­
lır (gerçi ben bunu nasıl yaptığını göremiyorum). Yine de Winni­
cott'ın -bir sorunu ortaya koymak adına- Hamlet'i psikanalitik bir
bakış açısından radikal biçimde kaçamaklı (çünkü savunmacı) ya
da radikal biçimde yıkıcı olan bir şey yapmak için kullandığı düşü­
nülebilir. Winnicott üstü kapalı bir şekilde bizden hayal etmemizi
ister: Var olmaya alternatif düşünemeyen bir insan gibi olmak na­
sıl bir şeydir? Nihayetinde, psikanaliz bizden her zaman yapmaya,
WI N N ICOTI VE HAMLET 99

içgüdüsel yaşama alternatif düşünemeyen bir insan hayal etmemi­


zi istemektedir. Sözgelimi, Ödipal kriz -Freud .ve Jones'un Ham­
let'inin tarif ettiği şekliyle- var olma olasılığını ortadan kaldırsa,
imkansız kılsa; sektiler bir Düşüş gibi, var olmak ile yapmayı geri
dönülmez biçimde birbiriyle çatışır konuma getirse; Winnicott'ın
sözleriyle bunları "kirletse", netice ne olurdu? Belki de, der Winni­
cott, Oidipus kompleksinin trajedisi var olmayı yapmaktan kaçınıl­
maz olarak ayrıştırmaktadır. Bu anlamda Hamlet var olmaya bir al­
ternatif düşünmeyi istemez, buna katlanamaz; var olma alternatifi
zaten yitirilmiştir. Onun için artık yalnızca yapmak vardır.
Fakat ben burada Winnicott'ın Hamlet'in tiradı hakkındaki yo­
rumunun geçerliliği ve kanıtıyla olduğu kadar, hem oyunun kendi­
sine (ve kendisiyle) hem de Freud ve Jones'un önceki psikanalitik
okumalarına (ve okumalarıyla) neler yapma fırsatını kendisine ta­
nıdığıyla ilgileniyorum. İngiliz psikanalistlerinin Hamlet okumala­
rı iki dipnotun hikayesidir. Jones Hamlet and Oedipus'un Önsöz'

ünün ilk cümlesinde, "Bu deneme öncelikle ... Freud'un Düşlerin


Yorumu'ndaki bir dipnotun tefsiri olarak yazılmıştır," der. Winni­
cott'ın açıkça atıfta bulunmadığı -ki elbette Jones'un kitabını oku­
mamış da olabilir- Hamlet and Oedipus'taki bir dipnotta ise şöyle
yazar: "Hamlet'in karakterindeki bir özellik her zaman yorum ko­
nusu olmuştur . . . Vining'in Hamlet'in gerçekte bir kadın olduğu id­
diasıdır bu." Bu ifade Hamlet'in "olmaya" bir alternatif aradığını
söyleyen Winnicott'ın formülüne bağlanabilir; yani kendi kadınlı­
ğına bir alternatif. Winnicott'ın bunu bilip bilmediğinden emin ola­
mamamız bence onun yönteminin kopmaz bir parçasıdır, ki kötü
şöhretli bir ifadesinde bu yöntemi açıkça kabullenir. 1 945 tarihli
"İlkel Duygusal Gelişim" adlı yazısının başında, "Önce tarihsel bir
inceleme sunup kendi fikirlerimin başkalarının teorilerinden gelişi­
mini göstermeyeceğim çünkü benim zihnim bu şekilde çalışmı­
yor," diye yazar. "Ben oradan buradan, şunu bunu toplar, klinikte
çalışır, kendi teorilerimi oluşturur ve ardından, en son adım olarak,
nereden neyi çaldığıma bakarım."
Buna rüya çalışmasının kusursuz bir tanımı diyebiliriz. Rüya
gününde şuradan buradan, şunu bunu toplarım; klinikte çalışırım,
yani uykuya dalarım, kendi teorilerimi oluştururum, yani rüya gö­
rürüm ve sonra elbette bunu yorumlar, kaynaklarına inerim, nere-
1 00 HEP VAAT H E P VAAT

den neyi çaldığıma bakarım: Rüya çalışması yöntemi.


Ardından nesne kullanımı yöntemi gelir. Mesud Han Through
Paediatrics to Psychoanalysis (Pediatriden Psikanalize) adlı kita­
bında şöyle yazar: "Hiç unutmam, bir pazar sabahı elimde Trilling'
in Freud and the Crisis of our Culture (Freud ve Kültür Krizimiz)
adlı kitabıyla kendisine uğrayıp bunu okumasını istemiştim. Yüzü­
nü ellerinin arkasına gizlemiş, bir müddet durmuş, resmen kaskatı
kesilmiş ve sonra da şöyle demişti: 'Bana bir şey okutmaya çalış­
manın faydası yok, Mesud! Eğer canımı sıkarsa ilk sayfasında uyu­
rum, yok eğer ilgimi çekerse daha o sayfanın sonuna gelmeden ye­
niden yazmaya başlarım."' Nesne-kullanımı yöntemi bir şeyi yeni­
den yaratmak amacıyla yıkmayı gerektirir - tıpkı Winnicott'ın ses­
siz sedasız Freud ve Jones'un Hamlet yorumuna yaptığı gibi. Win­
nicott bunları ihtiyacına göre kullanır. Adeta şöyle der: Merhamet­
sizlik olmadan dönüşüm olmaz; yıkmadan yapamazsın. Psikanaliz
yazınında sık sık zikredilen "kıskanç saldırıların" çoğu acımasız
dönüşüm amaçlayan yanlış anlaşılmış girişimlerdir. Bunları hasta­
ya kıskanç diye tarif etmenin bu denli umut kıncı olabilmesine şaş­
mamak gerekir.
Sonuç, Winnicott'ın Hamlet'i: Rüya çalışmasından nesne-kulla­
nımına. İki okuma tarzı: nesneyle ilişki kurmanın iki yolu. Kişinin
kendisine ve nesneye bir şey yapmasının iki yolu. Fakat yapmanın
alternatifini -psikanalitik dille- nasıl tarif edebiliriz?
Winnicott'ın tiradı şöyle başlar: "Yapmak ya da . . "?
.
Fritz Wittels'in Ci nsel Özgürleşmesi *

Hasta hayatını zindana çeviren kısıtlamalardan


kurtulmakla ilgilenirken, analistin ilgisi ...
çalışmasının psikanaliz cemiyetince nasıl
değerlendirileceği tarafından koşullandırılmıştır.
Heinrich Desemo, The Analyst and the
Working Alliance (Analist ve Çalışma İttifakı)

Psikanaliz tarihiyle, hatta insanların yeni konuşma biçimlerine na­


sıl başladıklanyla ilgilenen bir kimse için The Minutes of the Vien­
na Psychoanalytic Society (Viyana Psikanaliz Cemiyeti Toplantı Tu­
tanaktan) sonsuz bir eğlence ve bilgi kaynağıdır. 1 906'dan 1 9 1 5'e
kadar Viyana Psikanaliz Cemiyeti'nin resmi sekreteri olan, Freud'
un hevesli ve istekli genç öğrencisi Otto Rank, kendilerini psikana­
list olarak gören cemiyetin ileri gelenlerinin ilk formel psikanalitik
tartışmalannın tutanaklannı kayda geçmiştir. l 960'lann başında
Amerika'da yayımlanan bu üç ciltlik kalın eserde bu denli farklı ko­
nulann ele alınmış olması şaşırtıcıdır: Bekleneceği üzere mastür­
basyondan ve kadın katillerden -"Fedem dil ve el sürçmelerine
bundan böyle vurma sürçmelerini de eklemeliyiz yorumunda bu­
lundu"- felsefe, psikoloji ve edebiyat eserlerine kadar pek çok ko­
nu vardır. Sonrasında etkili bir yeni tür haline gelecek olan psika­
nalitik ciddiyetin ilk anlan -"Bölsche'ye göre, kıyafetler çıplaklı­
ğın nedenidir"- ve ezoterik romansla ilgili tadımlık parçalar vardır:
"Cinsel organlann ilk tanrılar olduğu söylenir ve dini hisler de cin­
sel ilişkinin esrimelerinden türemiştir. " Bu sayfalarda Freud'un
-Wittels'in anılarında ona verdiği adla, "Viyana'daki babamız, tüm

* Freud and the Child Woman: The Memoirs of Fritz Wessels (haz. Edward
Timms, Yale, 1 995) adlı eser üzerine değerlendirme. Landon Review of Books'tan
alınmıştır.
1 02 H E P VAAT H E P VAAT

zamanların en büyük psikoloji dehası"nın- varlığının açıkça hisse­


dilmesine karşın, bu insanların çoğunun çok çeşitli konularda ken­
di fikirlerini dile getirmelerine yönelik taleplerden zevk aldıkları
ortadadır. İnsanları akıllarına gelen her şeyi söylemeye teşvik eden
bir mesleği izlemek konudan uzaklaşılmadığı takdirde mutlaka il­
ginçtir.
Bu orijinal tutanakları okumak oyun-içinde-oyun okumak gibi­
dir. Karakterler bir içbütünlüğe sahiptir, kendi konularına -sözgeli­
mi "Uretral Erotizm" ya da "Ruhsal Hermafroqitizm"- bağlı kalır­
lar, ama resmi konuşmaları konu dışına çıkmaya duyulan ortak bir
inanç ile şekillenmiştir. Aşın akıldışılık hakkında sık sık büyük bir
inançla konuşurlar, sanki hepsi henüz yeni bir dil öğrenmiş de -ki
öyledir- birbirleriyle konuşmak için sabırsızlanıyormuş gibi. Ayn­
ca salt Freud'un dramatik monologu olmak şöyle dursun, tali karak­
terleri giderek daha da ilgi çekici olan bir oyundur bu. Freud olarak
düşündüğümüz kişi diğerleri olmadan anlaşılamazdı, oysa bunlar­
dan çoğunun adını bile duymadığımız gibi Freud da kişisel yazış­
malarında bunları bir grup olarak genellikle kötülemiştir. Fakat ta­
li rollerden daha fazlasını oynayan kişiler arasında, bazıları iddiala­
rında daha ısrarlı, açıkça daha hırslı ve zorlayıcıdır. Bu büyüleyici,
korkunç kitabın -bir zamanlar "semptomatik bir metin" denebilir­
di çünkü böyle doğal bir kabalıkla çok bilgilendirici olmayı başar­
mıştır- yazan olan Fritz Wittels tutanaklarda kederli ve mütehak­
kim mutlak-bilgisiyle öne çıkar. Konu tercihlerine gelince: Tatjana
Leontiev (bir Çarlık memuruna suikast girişiminde bulunan bir Rus
devrimci), Zührevi Hastalıklar, "Cinsel Sapıklık" , "Kadın Doktor­
lar", "Kadınların Doğal Konumu". Wittels, hatalarının ukalaca bir
kabulü olan anılarında, "psikanalizin parıldayan kılıcını nasıl tek
taraflı ve haksız bir şekilde savurduğu"ndan bahseder. Psikanalis­
tin genç bir idealist olarak portresidir bu, yeni kılıcının biraz fazla
etkisinde kalmış bir genç.
Kısacası Wittels, itici bir şekilde naif üslubuyla kendisinin de az
çok kabul ettiği üzere, tam bir kadın düşmanıydı. Kadın doktorlara
karşı eski bir makalesinin "ironi"sinden bahsederek, "Gerçi artık
düşüncelerim tamamen değişti ve yıllardan beri onlardan yanayım.
Nihayetinde karşısındakini tartışmada alt edebilen zeki kadınlan
seviyorum," der. Psikanalize yeni girmiş, toy ve idealist bir analist
FRITZ WITIELS ' I N CiNSEL ÖZGÜRLEŞMESi 1 03

olarak Wittels Viyana Cemiyeti için bir sorundu. Tutanaklarda Wit­


tels'in Rus devrimcilere dair yazısıyla ilgili olarak şu sözler geçer:
"Konuşmacı Leontiev'den ve tüm histeriklerden duyduğu kişisel
nefreti ifade etmektedir." Wittels bir anlamda diğer analistlerin ka­
çınılmaz şekilde sorun yaşadığı bir şeyi itiraf ediyordu. Nihayetin­
de psikanaliz hoşlanmanın ne kadar karmaşık bir şey olduğuyla il­
giliydi ve histerik hoşlandığı şeylerde kararsız olan, kendi istediği­
nin karşıtını dile getirmek konusunda (bilinçsizce de olsa) usta olan
kişiydi. Fakat Wittels biraz fazla kendini beğenmişti, kendisinden,
nefretinden ve "dürüstlüğü"nden fazlaca memnundu. Wittels'in söy­
lediklerine yanıt olarak Freud, "Suikastçıları bilinçdışı dürtülerin­
den ötürü çok sert eleştirmemek ve teşhir etmemek gerekir," demiş­
tir, "bu tür bir yargının sertliği itici olacaktır." Cemiyetin en sivri
dilli üyelerinden olan Fedem, "kafası tamamen Freudcu bakış açı­
sıyla dolmuş olduğundan diğer bakış açılarını görmezden gelenle­
rin hatalan"ndan dem vurur. Wittels'i bu denli önemli bir kişilik ha­
line getiren şey tam da Cemiyet'in daha güçlü üyelerinin aklını ka­
rıştırmayı başarmış olmasıdır. Ondan daha nazik olmasını, fanatik­
liğini azaltmasını isterler; ama Wittels yine de devrimci coşkusuy­
la psikanalizi mantıksal sonuçlarından birine götürür.
"Psikanalizin görevi," diye yazar anılarında, "kalplerimizi endi­
şeden ve suçluluk duygusundan kurtarmak ve zevke açık hale ge­
tirmektir. " Fakat kalp düzeltmek konusunda çok vahşi biriydi Wit­
tels. Ona göre, bilinçdışı dürtüleri açığa çıkarıldığı andan itibaren
devrimci, cinsel açıdan tatmin olmuş -ve Wittels için daha da önem­
lisi, tatmin eden- bir kadın olmak üzere özgürleşecektir. Wittels ka­
dınların "cinsel tatmin üniforması giymeyi" öğrenmeleri gerektiği­
ne inanıyordu. Viyana cemiyetinde kadınların (ve dolayısıyla er­
keklerin), deyim yerindeyse, şaşkın nefretlerinin sözcülüğüne so­
yunmuş görünür, ki bu konu bütün psikanaliz teorilerinin gündemi­
ni her an meşgul edebilecek bir konudur. Psikanalizin kadınların
dehşeti -her iki anlamda- üzerine derinlemesine düşünme girişimi
olduğu söylenebilir. Wittels'in Viyana Cemiyeti'ne katkılan Edward
Timms tarafından ustaca yayıma hazırlanmış ve yeniden yapılandı­
rılmış olan anılarının desteğiyle, psikanalizdeki en ihtilaflı konu­
lardan birinin yeniden gözden geçirilmesini mümkün kılar: "kadın­
ların sorunu" sorunu ve cinsel özgürleşme fikrinin kaybolması.
1 04 H E P VAAT H E P VAAT

Hatta cinselliğin neden özgürleşme fikirleriyle bu kadar kolay iliş­


kilendirildiği meselesi. Wittels'in Freud için neden bu denli utanç
verici bir gölge olduğu bu akıl almaz ve tüyler ürpertici anılardan
açıkça anlaşılmaktadır.
Wittels Viyana Cemiyeti'ne cinsellik ve bilinçdışı hakkındaki
kilit fikirlerin ne kadar kolayca -kadınlara, babalara ve "hastala­
ra" karşı- intikam amaçlı kullanılabileceğini gösteriyordu. Sanki
Freud'un psikanalizi karakter katlini hakikat adına meşrulaştırdığı
için özgürleştirici olma kapasitesine sahipti. Wittels açısından, anı­
larının da desteklediği kadarıyla, psikanaliz pratikte bir intikam bi­
limiydi. Wittels "Kadınların Doğal Konumu" başlıklı tebliğini sun­
duktan sonra, Hitschmann gayet isabetli bir şekilde şunları söyle­
miştir: "Konuşmacı kendi cinsel yaşamını kösteklediğini düşündü­
ğü bir dizi engelle boğuşuyor görünmektedir; boğuştuğu bu engel­
ler şunlardır: Hamilelik, eğitimli olduklarından erişilmez olan ka­
dınlar ve frengi". Kadın doktorlar üzerine yazdığı daha da kin dolu
tebliğinde olduğu gibi -gruptan biri Wittels'in "kadınların cinsel
münasebetten ziyade okumayı istemelerine duyduğu kızgınlığı"
belirtmiştir- dinleyiciler Wittels'in psikanalizi kullanma amaçların­
dan rahatsız olmuşlardır.
Wittels psikanalize Freud'un kendisinden daha cesurca yaklaş­
tığına inanıyor, psikanalizi net bir biçimde cinsel özgürlüğün ve
dolayısıyla da insan özgürlüğünün kaynağı olarak görüyordu. Anı­
larında, psikanalizin "cinsel adabımızda yaklaşan bir devrimin ha­
bercisi olduğunu" yazar. "Bu konuda Freud, kendi özel yaşamında
geleneklere sıkı sıkıya bağlı birisi olarak, olabildiğince az şey duy­
mayı tercih ederdi." Bu vaka (Wittels'in sözleriyle) çocuğun baba­
sını kendi oyununda dize getirmesi diye nitelendirilebilir, ama ay­
nı zamanda doğrudur da. Freud tümüyle duymak istemediği bir şe­
yi dinliyordu. Diğer yandan Wittels'in dizginlerini koparmış şevki,
psikanalizin vadettiği daha serbest cinselliği açıkyüreklilikle sahip­
lenmiş olması, yazılarında kadınların elde edilemez görünmesine
bir tepki olarak karşımıza çıkar. Psikanalizin doğuşuyla birlikte
Wittels buna nevroz adını verebilmiştir. Eğer kadın toplumsal bir
insan olmasaydı hepimiz hür olacaktık. Zira Wittels'in tutarlı bir şe­
kilde ima ettiği üzere, kadının kendine ait bir yaşamının olması, bir
alıkoyma biçimidir. Fakat Wittels'i mahkum etmeden önce bu dü-
FRITZ WITTELS ' I N CiNSEL ÖZGÜRLEŞMESi 1 05

şünceyi bizim de daha önce aklımızdan geçirip geçirmediğimizi ve


geçirdiysek onunla ne yaptığımızı kendimize sormamız gerekir.
Bir başka deyişle, Wittels okurda özellikle tuhaf ve kötü bir tat bı­
rakır. Bu nedenle de bizi şunu sorgulamaya iter: Psikanalitik bir ba­
kış açısından üstü kapalı bir intikam fantazisi ya da yalnızca kadın­
lardan ve hatta cinselliğin.kendisinden özgürleşme isteği olmayan
bir cinsel özgürleşme fikri ortaya atabilir miyiz? Wittels kadınların
"aşk" için yaratıldığına, ama "medeniyet"in kadınların kendilerine
ilişkin anlayışlarını çarpıttığına inanır. Freud, "Üstat'', "büyük sa­
ğaltıcı", "bastırılmış cinsel yaşamın özgürleştiricisiydi - bu onun
kaderiydi." Freud yazılarıyla Wittels'e hangi yola revan olması ge­
rektiğini göstermişti. Wittels'in anılarında "devrimci tutumumun
öfkesi" dediği şey Freud tarafından esinlenmişti. Viyana Cemiyeti
üyelerinin (Freud'un kendisi de dahil) açıkça kabul ettiği üzere,
Wittels aksi biri olabilirdi ama akıllı olduğu da aşikardı.
Bugün cinsel özgürleşmeden bahsetmek şirin görünmektedir,
tıpkı devletin sönümlenmesinden ya da Büyük Edebiyat'ı sevmek­
ten bahsetmek gibi. Gelgelelim psikanalizin ilk zamanlarında Freud
kendi oluşturduğu teorinin ima ettiği cinsel özgürlük olasılıklarını
açıkça sezmiştir. Fakat kendi cinsellik anlayışını orta yaşlarda keş­
fediyordu (Cinsellik Üzerine yayımlandığında kırk dokuz yaşın­
daydı). Yaşlanma ve yaşamın acımasızlığı -birbirinden hiçbir za­
man ayn düşünemeyeceğimiz haz ve gizemciliğe karşı doğuştan
gelen şüpheciliğinden bahsetmiyorum bile- zaman içerisinde in­
sanların cinselliğine dair umutlarını sarsmıştır. Her zaman orta yaş­
lıların sahası olan psikanaliz ise, Freud'un ardından, en büyük me­
tafizik iddialarını yoksunluk durumları konusunda ortaya atmıştır.
Fakat önemli bir erken dönem yazısı olan "Medeni Cinsel Ahlak ve
Modem S inirlilik"te ( 1 907) Freud çok açık bir şekilde "medeniye­
tin tahripkar etkisi", kendi sözleriyle, "medeni insanların (ya da sı­
nıfların) cinsel yaşamının, egemen olan 'medeni' cinsel ahlak nede­
niyle zararlı bir şekilde bastırılmasından kaynaklanmaktadır," der.
Bu yeni psikanaliz cümleleri, Wittels'in de kabul ettiği üzere, cin­
sel olasılıklar hakkında bir dizi yeni kabulün hizmetine verilmek
üzere yazılmıştır.
Freud'un bu yazıdaki iki radikal önermesi muğlak bir ütopyacı­
lık, ancak bölünüp kendisine karşı cephe alarak samimi olabilen bir
1 06 H E P VAAT H E P VAAT

idealizm diyebileceğimiz bir bakış açısı sunar. İlk olarak, cinselli­


ğin ister istemez çatışmalı olduğunu öne sürer. Serbest çağrışım di­
ye bir şey yoktur. Oidipus kompleksi -ve daha sonra gelen Ölüm
İçgüdüsü kavramı- cinselliği bitmek bilmez bir savaş haline geti­
rir. İnsanlarda, diğer hayvanlarda olduğu gibi ve onların aksine,
cinsellik her zaman başka bir şeye karşı mücadele verir. Wittels bu
noktayı uygunsuz bir acelecilikle geçiştirir. Fakat Freud'un ikinci
önermesi hem Wittels'in istekleriyle daha uyumludur hem de daha
rahatsız edicidir. Freud şöyle yazar: "İnsanda cinsel içgüdü organik
olarak yeniden üreme amaçlarına hizmet etmez, belirli türde hazla­
rın elde edilmesini amaçlar."
Freud'un çocuksu cinsellik adını verdiği kavramdaki asıl skan­
dal bu olacaktır. Çocuksu cinsellik hem yetişkin yaşamı için bir ısın­
ma turu olarak alınır -dolayısıyla çocuklar prototipik olarak cinsel
varlıklardır- hem de "yalnızca belirli türde hazlar" elde etmek şek­
lindeki yegane amacıyla erotik yaşam için temel paradigma olarak
görülür. Wittels'in anılarının sonlarına doğru yazdığı üzere, "Freud'
dan önce yalnızca çoğalma amaçlı eyleme cinsel edim adı veriliyor­
du. Freud cinselliğimizde Eros tanrısını, yapıcı ilkeyi pek çok biçim
içerisinde görmüştür. Güzellik, rayiha, musiki, ağız, dişler, gözler,
ten, kaslar, tüm mukoza zan bu muhteşem senfonide rollerini oyna­
mak zorundadır. " Küçük çocukların çoğu hazzın bariz hazzına ba­
yılır; yetişkinlerin kibarca "düşkünlük" adını verdikleri şey çocu­
ğun derin şehevi benliği için genellikle karşı koyulmazdır. Yetişkin­
lerin küçük çocuklar hakkında en huzursuz edici buldukları şey bu
ve bununla birlikte yoğun, kimi zaman yıldırıcı acılarıdır; acılarıy­
la yetişkinleri perişan edebilirler, ama çocukların erotik hazları ye­
tişkinlerin her zaman tuhaf ve kararsız hissetmelerine yol açar.
Üremeden kopartılmış, hatta üreme-karşıtı bir insan cinselliği­
nin içerdiği karşı-Darwinci anlamlar kadınların cinselliğini görü­
nüşe göre çok daha içinden çıkılmaz bir sorun haline getirir. İnsan
şöyle düşünebilir: Üremenin olmadığı cinsellik ya kadınların (ve
erkeklerin) üretkenliğine (kıskançça) bir saldırıdır ya da güvenli
doğum kontrolünün ve elbette zührevi hastalıklara bulunan çarele­
rin mevcut olduğu dikkate alındığında bir cinsel özgürleşme hika­
yesidir; Freud'un çocukta çokbiçimli cinsel sapıklık dediği ve "me­
deni" ilişki mefhumlarının muğlaklaştırmak dışında bir şey yapma-
FRITZ WITTELS ' I N CiNSEL ÖZGÜRLEŞMESi 1 07

dığı, kimi zaman vahşi olabilen bir haz alışverişi hikayesi. Cinsel­
liğin serbest olması için şehevi zevk dışında, geri kazanılan cinsel
iştah dışında başka bir sonucu olmamalıdır. İşin bu kadar basit ola­
mayacağını hepimiz biliyor olabiliriz, ama bilmemiz neden böyle
olmadığına şaşırmamızı engellemez. Wittels anılarında buna yete­
rince şaşırmayacak kadar kaba saba olsa bile, Freudcu teoride çok
kolayca basite indirgenen bir noktaya kulak vermiştir: Erotik ketle­
menin muazzam ölçüsü, cinselliğe duyulan güvenin günümüzde yi­
tirilmiş olması, kendi karmaşıklığımıza ilişkin anlayışımızı erotik
yaşamımızda ne yapmak için kullandığımızı yeniden düşünmemiz
gerektiğini gösterir. Psikanaliz her zaman, diğer şeylerin yanında,
kendimize nasıl fazla paha biçtiğimizle ilgilenmiştir. Sansasyonel
başlığıyla Freud and the Child Woman (Freud ve Çocuk Kadın) -bu
başlığın Wittels tarafından seçilmediğini söylemek gerekir: 1 950'
de öldüğünde kitap henüz yayımlanmamıştı, kendisi "Bir Çiftde­
ğerlilik Hikayesi" ya da daha sade olan '"Ortodoks' bir Freudcunun
Hikayesi" adını vermeyi düşünmüştü- psikanalizin cinsel özgürleş­
meye, cinsel özgürlük fantazilerinin nasıl cinsel yoksunluk fantazi­
lerine dönüştüğüne dair genellikle pek esinleyici olmayan tarihin­
de manidar biçimde atılgan bir metindir.
Çoğu cinsel özgürleşme hikayesi gibi Freud and the Child Wo­
man da çoğunlukla erkekler -kendi düşüncelerine, düşüncelerinde­
ki kadınlardan daha fazla hayranlık duyan erkekler- arasındaki tut­
kulu ilişkiler üzerine bir hikayedir. Bu kitabı okuyan bir kişi Wit­
tels'in yaşamının üç güçlü erkeğe olan aşkının hikayesi olduğu so­
nucuna varır: Kari Kraus, sonra Freud ve ondan sonra da eksantrik
Viyanalı analist Wilhelm Stekel ("Hayatımda iki suç işledim," der
Freud, "kokaine dikkat çektim ve Stekel'i psikanalizle tanıştırdım").
Kitapta annelere ve çocuklara basmakalıp göndermeler -psikanali­
tik açıdan çocukluğa ait basmakalıp, "manidar" hadiseler ve mu­
ammalar- ve elbette on dokuzuncu yüzyıl sonunun büyüleyici Vi­
yanalı dadı figürü vardır. Hatıraların ilk kısımlan, aslında, tek tek
bireylerden çok Freud'un Viyana'sını hatı�latır - Nestroy'un oyun­
larının ve fiili bir sanat biçimi olarak dedikodunun yaygın etkisi.
Wittels'e, Viyana'yı fikirler açısından bu denli verimli bir memba
haline getiren şey kentin ideolojik karmaşasıydı. "On dokuzuncu
yüzyılın başından itibaren," diye yazar Wittels, "Viyana Katoliklik,
1 08 H E P VAAT H E P VAAT

merkezi monarşi ve hem kilisenin hem de hükümetin önlemlerine


rağmen ülkeye sızmış olan Fransız Devrimi ideallerinin bir karışı­
mıydı" . "Viyanalılar muğlak olmayanın Viyanalı olmadığını söyle­
yebilirler," der. Freud bu anlamda şehrin kalbinden yazmıştır. Wit­
tels'in anılarında bir kadın ya da çocuktan hemen hemen hiç bahse­
dilmez (oysa Wittels'in hem eşi hem de çocuğu vardı); öyle ki öl­
mekte olan kansının bahsi bile geçmez. Kitaba adını veren çocuk­
kadın Irma'nın varlığıyla yokluğu pek anlaşılmaz, oysa Wittels
açıkça onu bir tür roman yaşamına sokmak istemiştir. Irma'ya yal­
nızca bir bölüm ayrılmıştır ve Wittels'in burada söyledikleri Irma'
nın hayal mahsulü bir varlık olduğunu açıkça gösterir -Kraus ile
Wittels arasındaki bir çifte deliliğin çocuğu. Neredeyse gerçek an­
lamda bir semboldür lrma; bazen yalnızca, Wittels'in şaşkın bir
üzüntüyle kabul ettiği üzere, iki adam arasındaki eşcinsellik ger­
ginliğini düzenlemeye yarayan bir sembol. "Kraus olmadan Irma'
nın benim için hiçbir değeri yoktu, tıpkı Irma olmadan benim Kra­
us için hiçbir değerimin olmaması gibi." Wittels Kraus'un onu "ef­
sunladığını" söyler, ki tercih ettiği alıkonma biçimi de budur.
"Irma bizim laboratuvarımızdı," diye yazar Wittels gururla ve
ardından Irma'ya nasıl ve neden böyle davrandıklarını anlatmaya
girişir. Irma Viyana dolaylarında yaşayan bir müstahdemin on yedi
yaşındaki en küçük kızıydı. Kraus onu sokakta görmüş ve önceden
aşık olduğu bir kadına benzerliği karşısında şaşkına dönmüştü. An­
nie Kamlar adlı bu kadın onu doğal püritenliğinden kurtarıp iyileş­
tirmiş, ama çok geçmeden kendisi zatürreeden ölmüştü; Wittels'in
sözleriyle, "önüne gelenle yatan, ateşli, neşeli, gailesiz, içkici, eği­
timsiz ama zeki" biriydi. Kraus'u "fahişelik incilinin ateşli bir va­
izi" yapmıştı. Kraus'un inancına göre, "ilgi gösterdiğini hissettiği
herkese teslim olmak bir kadının göreviydi". Irma, Kraus'un diliy­
le, idealinin "ruhsuz gövdesi"nden başka bir şey olmamasına kar­
şın, onun "hetaera"sı* haline gelmişti. Bir başka deyişle, eğitimli
biri olan Kraus onda "birkaç bin yıl geç doğmuş Dionysosçu bir kı­
zın mucizesini" keşfetmişti. "Teoriye göre," diye yazar Wittels -an­
laşılan bu adamların hayatlarına devam edebilmek için epey teori­
ye ihtiyaçları vardı- "Irma kimseye karşı dürüst olamaz ve olma-

* Antik Yunan'da üst düzey fahişe. (ç.n.)


FRITZ WITIELS ' I N CiNSEL ÖZGÜRLEŞMESi 1 09

malı"ydı. Irma hırsızların arasına düşmüştü. Kraus ve Wittels onu


Venedik'e götürdüklerinde yalnızca otelle ilgilenmişti. "En sonun­
da, bari bir defacık güneşte parıldayan suya bakmasını istediğimiz­
de duygularını şu soruyla özetleyiverdi: 'Köpekbalığı var mıdır?"
Evet, vardı.
Irma şayet bugünün "yardım amaçlı meslekleri"nin eline düş­
seydi, muhtemelen (ve sanırım haklı olarak) çocukken cinsel istis­
mara uğradığı varsayılırdı. Fakat sonuçta bugün cinselliğe karşı her
türlü "aşın" ilginin insanları şüpheci ve avutucu bir tavır takınma­
ya sevk etmesi muhtemeldir. Freudcu bir bakış açısından ise, genç­
ler de dahil olmak üzere insanlar cinsellikle aşın ilgilidir, ama bu­
na çok fazla önem vermemeye ikna edilir ya da zorlanırlar. Eğiti­
min amaçlarından biri de budur. Örneğin cinsel istismarın çocuk­
larda doğal bir şeyi uyandırmaktan çok onlara yabancı bir şeyler
aşıladığını düşünmeyi tercih ederiz. Çocuklara yönelik cinsel istis­
mar, bu ihlalin cinsellik ve cin�elliğin yaşamlarımızdaki belirsiz öl­
çüsü konusunda rahatsız edici birtakım sorular uyandırdığını red­
detmeden de kınanabilir ve kınanması gerekir. Wittels "Çocuk Ka­
dın" başlıklı tebliğini sunarken (yazı Kraus'un dergisi Torch'ta ya­
yımlanmıştır) lrma'yı çokbiçimli sapıklığın kadın kahramanı, "sa­
dist, lezbiyen ve daha bilumum şeyler" olarak resmetmiştir. Irma
modem nevrasteninin örnek alternatifidir. Bir histeriğin tam karşı­
tı olarak arzusunu eğip bükmeden ve doğrudan söyler. Medeni çağ­
daşlarının aksine, çiftdeğerlilikle malul değildir. "Cinsel açıdan
çok çekici" bir kızdır, "bu özelliği hayatında o kadar erken bir yaş­
ta ortaya çıkar ki cinsel yaşamına diğer her açıdan henüz çocukken
başlamak zorunda kalır. Tüm yaşamı boyunca neyse o olarak kalır:
Aşın cinsel istekli ve yetişkinlerin medeni dünyasını anlayamayan
biri. Zaten bu dünya da onu anlamaz." Toplantıda Wittels Troyalı
Helen'den, Lucretia Borgia'dan, Manon Lescaut'dan ve Zola'nın
Nana'sından alıntılarla tezini -kendi verdiği adla "şevk selini"- des­
teklemeye çalışır: Ama elbette eğitimsiz Irma'dan alıntı yapmaz. Ir­
ma'nın kendisi hakkında söyledikleri, Wittels için (ve çok geçme­
den ondan sıkılan Krauss için) tuhaf bir şekilde alakasızdır, oysa
Wittels bu yazıyı yazdığı ve hatta sunduğu sırada onunla bir ilişki
içerisindeydi. Ama sonuçta bir bakıma bunların hiçbirinin Irma'yla
alakası yoktu.
110 H E P VAAT H E P VAAT

Freud, der Wittels, "tebliğimden biraz rahatsız olmuştu". Freud'un


psikanalizini Krauss'un ahlaksız ve duygusal klasisizmiyle baş göz
etmeye çalışmak beyhude bir çabaydı (sonradan Freud ile Stekel'i
tekrardan bir araya getirmeye çalışma çabası daha da başarısız ol­
muştur), ama Freud'un tepkisindeki hışım, Wittels'in, Freud'un psi­
kanaliz konusundaki en derin korkularına parmak bastığını göster­
mektedir. "Freud dünyayı dizginlenmemiş bir çılgınlığa sürükle­
mek niyetinde değildi," diye yazar Wittels. "Tersine, insanlara içgü­
dülerini binb'ir nevrotik kisve altında tatmin etmemeleri gerektiği­
ni öğretmek istiyordu. Ne yapıp ne yapmamaları gerektiğine bilinç­
li olarak karar vermeliydiler. İçgüdülerini bastırıp kendilerine ya­
lan söyleyeceklerine kötü gördükleri şeyi bilinçli olarak reddetme­
liydiler. " Wittels "çocuk kadın"dan bahseder -"analitik psikolojiye
en önemli katkılarımdan biri"- ve Freud omzunun üstünden Bakk­
hos rahip ve rahibelerinin seslerini duyar.
Freud şöyle demekteydi: B ilinçdışını bilince çevirin, çünkü an­
cak o zaman akıllıca ve ahlaki kararlar alabilirsiniz. Fakat Wittels
çokbiçimli sapıklığın ya da Krausçu rastgele cinsel ilişkinin zaten
bariz bir iyi olduğuna hükmetmiştir. Freud'a göre psikanaliz insanı
kendisine bir ahlak anlayışı yaratmaya hazırlıyordu: Wittels'e gö­
reyse insana hazır bir ahlak anlayışı veriyordu. Bu anlamda Freud,
ihtiyatlılığına karşın, devrimci; Wittels ise çekingen bir putperest­
tir. Wittels, "Freud'dan biliyoruz ki bastırılmış cinsel içgüdüler in­
sanları tüm bir dönemin zehirlenmesine götürecek kadar nevrotik
hale getirmiştir," diye yazar esefle. "Fakat o zamanlar eski Püriten­
lerin azıp kontrolden çıkmasının da bir çözüm olmadığını bilmi­
yorduk," diye de ekler. Şimdi medeni faziletin gerekli kısıtlamala­
rını ("sevgi, bağlılık ve sadakat") naif ve tehlikeli bir şekilde hiçe
saymış olmasından utanmaktadır. Ne çare ki anılarında yine boyun
eğer, hatta geri adım atar. İşin püf noktasını kaçırmakla başka bir
noktaya parmak basar: Psikanaliz kendi tercih ettiği yaşam biçim­
lerini öne çıkarmaktan kendisini kurtaramaz.
FRITZ WITTELS ' I N CiNSEL ÖZG ÜRLEŞMESi 111

Freud cinsel özgürlüğü öne çıkarıyordu ama sonradan bunun yol


açacağı saldırganlığı düşündükçe de dehşete düşüyordu. Cinsel ve
nazik olmak o kadar zorsa, en azından doğrucu olabilirdik. Freud'a
göre kişinin kendisine dürüst olması en büyük tatmindi. Fakat Wit­
tels'in ona büyük bir keyifle hatırlatmaktan kendini alamadığı şeyi
tekrarlamak gerekirse, Freud'un teorisi pek de geleneksel olmayan
tatmin biçimleri öneriyordu: Eğer Freud'un tarif ettiği şekilde cin­
sel olmak bizim doğamızda varsa, o halde dürüst olmak doğamıza
aykırıydı. Eğer alternatifler buysa, o halde -Wittels'in söylemek is­
temediğini söylersek- psikanaliz radikal olsun ya da olmasın ön­
yargılarımıza daha az bağlıdır. Wittels cinsel hazzı basitleştirmiş
olabilir, ama Freud da onu şeytanlaştırmaya pek meraklıdır. Bura­
da esas tartışma dürüstlük konusundadır.
Wittels'in çocuk-kadın tanımı erkeklerin kadınlara olan ihtiyaç­
ları hakkındaki hiddetlerinin, kadınlardan taleplerinin olanaksızlı­
ğının bilinçsiz bir karikatürüdür: "Olanaksız" çünkü bunlar hem
(korkudan) dile getirilmezler, hem de her şeye yönelik talepler ol­
duklarından dile getirilemezdirler. Çocuk-kadının varsayılan hazzı
her daim kayıtsız şartsız istekli ve el altında olmalıdır. Erkeklerin
kadın fantazisi olarak yavan ve aşağılayıcı bir düşüncedir bu: Bir
erkeğin kendisi hakkındaki yasak isteğin ifadesi olaraksa çok daha
ilginçtir. Karşı cinste her zaman kendi bastırılmış tutkularımızı kö­
tüler ya da destekleriz. Tüm karikatürler gibi, Wittels'in Freud'un
çalışmalarına getirdiği yorum da bunların daha rahatsız edici olan
bazı öğelerini açıkça ortaya koymuştur. Freud cinselliğin basit ola­
mayabileceğini bildiği gibi, aynı böyle olmasını istememizin cin­
selliğimizin kopmaz bir parçası olduğunu da biliyordu.
Wittels esas tutkusunun intikama -başka bir deyişle, hayal kı­
rıklığına- yönelik olduğunu ancak iş işten geçtikten sonra fark et­
miştir. Kraus'tan -"beni en büyük Alman yazar diye adlandıran
adam"- hayal kırıklığına uğrayan Wittels onun hakkında hicivsel
bir roman yazar ve Kraus da onu mahkemeye verir. "Bir süredir,"
diye yazar Wittels açık yüreklilikle, "çok fazla detektif romanı oku­
duğundan gerçeklikle bağını koparan bir kahramanı olan Don Qu­
ijote tarzında bir roman yazmak istiyordum." Wittels'in kendisini
1 12 H E P VAAT HEP VAAT

romanda -Ezekiel the Alien (Yabancı Hezekiel)- Kraus'la karıştır­


ması adabıyla utandırıcı olamayacak kadar barizdir.- Romanın kah­
ramanının "cinsel felsefesi, çirkinliğini fazlasıyla telafi eden bir
öğe olarak gözler önüne serilir. Kahraman, dürüst kadınlan fethe­
demeyince, hepsini fahişeye indirger. Romandaki adı İğrenç Ben­
jamin'dir. " Wittels'in okurla olan ilişkisini sürekli yanlış değerlen­
dirmesi anılarındaki en şaşırtıcı yönlerden biridir ve bu ilişkiyi kur­
mak için kullandığı benlik çoğunlukla alaya davetiye çıkarır. Oku­
ru zalim biri yapar. Psikanalizin bu kitaptan ötürü isminin kirlene­
ceğinden endişe duyan Freud, Wittels'i caydırmaya çalışmış, prag­
matik bir sağduyu sergileyerek ona, "Hükmümü bir cümleyle özet­
leyeyim," demiştir. "Bu kitabı yayımlamazsan hiçbir şey kaybet­
mezsin; yok, yayımlarsan her şeyi kaybedersin. Kötü bir roman
bu." Kendinden mer.�ul (veya zorlama) bir isyancı olarak Wittels
iflah olmaz (anılarında cesur bir ifadeyle, "Yazılarımı burjuvazinin
yüzüne yüzüne çarpmaya devam ettim," diye yazar). Kraus kitabın
Berlin'de yayımlanmasını engellemeyi başarır, ama Viyana'da ya­
yımlanır. Wittels Kraus ile Irma'nın ilişkisini -kötü bir kamuflajla
ve tüm psikanaliz değerleriyle açık bir bağlantı içinde- ifşa etmek­
le, kendisine yeterince değer vermeyen iki "baba"sından arsızca in­
tikam alır. Wittels artık o kadar önemlidir ki, onunla ilişkilerini kes­
meleri gerekir. Nihayetinde, diye övünür Wittels, "cinsellik üzerine
sevimsiz teorilerin kamuoyunda tartışılmasına, psikanalizin en ön­
de gelen temsilcilerinden birinin şahsında damgalanmasına" Freud
nasıl müsamaha gösterebilirdi ki? Denilebilir ki, Wittels bu anı ki­
tabında çiftdeğerliliğin bizi (her zaman düşmanın yanında olduğu­
muzdan) savunmasız kılabileceğini parlak bir şekilde göstermiştir.
Wittels'in kendine zarar veren eylemlere eğilimi neredeyse doku­
naklıdır. Fakat "Skandal" -anılarındaki bölüm başlıklarından biri­
utanç ve muzafferiyetçilik karışımıyla kendisinin gözde edebi türü
olarak görünmektedir.
Bu kısa anının sonuna geldiğimizde Wittels Freud ile neredey­
se uzlaşır; dediğine göre bunun nedeni esasen Freud'un baş düşma­
nı Stekel ile zindeleştirici kış yürüyüşleri sırasında yaptığı bir ana­
lizdir ("Hafızam beni yanıltıyor olabilir ama kardaki analizimin di­
vandaki analizimden daha iyi sonuçlar verdiği izlenimimi hala ko­
ruyorum"). Neticede Freud'un inayetiyle, kendisini Amerika'daki
FRITZ WITTE LS ' I N CiNSEL ÖZGÜRLEŞMESi 113

ilk psikanalistlerden biri olarak başarıyla kabul ettirir. Amerikalıla­


rın psikanalize duyduğu antipati hakkında anlattıkları genellikle
keskin ve iyi bir gözlemin ürünüdür, fakat Freud'un önyargılann­
dan destek aldığını da söylemek gerekir. Freud "Bu ilkeller," diye
yazar Wittels'e, "doğrudan pratiğe çevrilebilir olmayan bilime çok
az ilgi duyuyorlar. Amerikan tarzının en kötü yönü sözde geniş gö­
rüşlülükleri." Wittels gözle görülür bir başarı kazanır ve en sonun­
da bir öncü olmayı başardığı Amerika'da hayata veda eder. Anılan
kibrin zulümlerin bir ispatıdır.
Edward Timms, New York'taki Wittels arşivinin gerek on doku­
zuncu yüzyıl sonlarının Avusturya kültürünü gerekse psikanalizin
Viyana ve Amerika'daki evrimini incelemek için "en zengin kay­
naklardan biri" olduğunu söyler: "Wittels'in yaşamının ve çalışma­
larının sistematik bir şekilde değerlendirilmesinin vakti geldi de
geçiyor bile." Bu tatsız anılardan hareketle bu tespitin doğru oldu­
ğu, ama söz konusu çabanın pek takdir görmeyeceği açıktır. Ka­
nımca Wittels'e bir geri dönüş olmayacaktır. Fakat bu ilk analistle­
rin inanç ve görüşleri haıa verimli bir fikir kaynağıdır; yeni bulduk­
ları heyecan bize karşı koyulmaz ve dönüştürücü bir şey keşfetme­
nin nasıl bir şey olabileceğini hatırlatır. Psikanalitik fikirlerin ya­
şam tarzlarını nasıl şekillendirebileceğine ilişkin bir şeyler söyler.
Sonuçta bugün cinsel özgürlük versiyonları için hangi kapıyı çala­
biliriz ki? (Erotik konusu üzerine okumak istediğimizde, muhteme­
len Bataille'in kapısını çalarız ama ironik olsa da, psikanaliz eser­
lerine bakmayız.) Cinsel özgürleşme üzerine bir kitap bugün hiiıa
yazarını bekliyor. Wittels'inki gibi anılarsa bu tür bir kitabın neye
benzeyebileceğini gösteriyor.
J acques Lacan'ın Mani kürü*

İronicilerde karşı çıkılan tanılan değil tınılarıdır.


T. J. Clark, The Painting of Modern Life
(Modem Hayatın Resim Sanatı)

Psikanalistlere karşı şüpheci yaklaşım günümüzde epey revaçta


olup analistlerin biyograficileri için ilginç bir ikilem yaratmaktadır.
Büyük bir analistin biyograficisi her zaman bir şeyi kanıtlamaya,
şüpheci okuru ikna etmeye çalışır. Bir tedavi olarak psikanalizin
kendisi biyografik hakikatin elde edilebilirliği ve değeriyle ilgili
olduğundan -biyografiyi geliştireceği varsayılan biyografi olarak
psikanaliz- çiçeği bumunda olan bu yeni türden belirgin bir şeyler
isteriz. Geçmişte bu insanlara güvenmek gerekir miydi, bunun ne­
deni nedir, şimdi onların takipçilerine güvenebilir miyiz, bilmek is­
teriz. Bir başka deyişle, psikanalistlerin biyograficileri bir insanı
bizim açımızdan güvenilir kılan şeyin ne olduğunu, bu güvenin söz
konusu kişinin yaşamına ve eserlerine verdiğimiz önemle ne gibi
bir bağlantısının olduğunu sorgulamamızı sağlarlar.
Ortodoks psikanalizin geleneksel standartlarına göre Jacques
Lacan ( 1 900- 8 1 ) bir sapkındı. Kötü şöhreti psikanaliz seanslarını
-bazen beş dakikaya kadar- kısaltmış olmasından geliyordu. Şöh­
retiyse Freud'un görüşlerini radikal bir şekilde revizyona tabi tut­
masına, dilin ve cinselliğin yaşamı nasıl köstekleyebileceği konu­
sundaki ısrarına dayanıyordu . Psikanaliz tarihçisi Elisabeth Roudi­
nesco'nun bize aktardığına göre, Lacan yaşamının sonlarına doğru
"analizler sırasında genellikle terzisini, pedikürcüsünü ve berberini
yanında bulunduruyordu." Ne olmuş yani?

* Elisabeth Roudinesco'nun Jacques Lacan ( İng. çev. Barbara Bray, Colum­


bia University Press 1 997) adlı kitabı üzerine bir değerlendirme. Slate'ten alın­
,

mıştır.
JACQUES LACAN ' I N MAN i KÜRÜ 1 15

Her biyografide öznenin ne istediği -kim olmak istediği- ile bi­


yograficinin onu kim olarak gördüğü arasında bir gerilim vardır.
Lacan'ı romansı bir dille resmeden bir eser olmaktan ziyade sağlam
belgelere dayalı olan bu ağırbaşlı, sivri dilli ve ilginç kitapta Rou­
dinesco Lacan'ın daha terbiyeli, iştahlarında daha ılımlı, provokas­
yonlarında daha sade olmamasından duyduğu üzüntüyü gizleye­
mez. Lacan'ın daha özlü ifadeler kullanıp daha az övünmesini ister.
Elbette Lacan'ın böylesine incelikli bir dille yazdığı konu aşırı­
lıklardı -arzu, anlam, boşluk aşırılıkları. Lacan'a göre insan, tanım
gereği, kendi içinde aşırı, kendisine aşırıdır. Yaşamdaki kaprislerde
temel olarak anlaşılmaz bir şey vardır. Fakat Roudinesco, Lacan'ın
teorilerinin "her ne kadar genel olarak benin kadiri mutlaklığını
reddetmiş olsa da kendi beninin üstünlüğünü öne sürmüş" olduğu
gerçeğinden ne zevk alır ne de bundan ilginç anlamlar çıkarır. La­
can aslında bunu yaparken Freud'un herkesin yaptığını söylediği
bir şeyi biraz şık bir tarzda yapmış oluyordu (ama muhtemelen salt
kendisine söyleneni yapıyor değildi). Lacan'ın yazıları, diğer şey­
lerin yanı sıra, açıkça kendi kendini meşrulaştır::n bir megalomanın
itiraflardır - kendi içinde sıradışı itiraflar, çünkü bu tür insanlar ge­
nelde kendilerini anlatmazlar ya da en azından böyle karmaşık bir
incelikle anlatmazlar. Ama bu nedenle Lacan Freud'dan sonra ya­
zılmış en ilginç ve gösterişli psikanaliz yazılarının da sahibidir. Bu
kitapta Freudcu kadın-para-güç triumvirasına karşı son derece aç­
gözlü biri olarak karakterize edilen Lacan, Roudinesco'ya göre bir
Balzac kahramanıdır: iştahın sınıf karşısındaki zaferi. İstediği kişi,
yani Freud'dan sonraki en büyük analist olabilmek adına neye ve
kime ihtiyacı olduğunu bulmak konusunda akıl almaz bir yeteneğe
·sahip bir adamın hikayesidir bu. Lacan'ınki, en iyi anlamıyla, tut­
kuların en çocukçasıdır.
Her zaman olduğu gibi, mevcut kanıtlardan hareketle, Lacan'ın
ailesinden onun gibi bir psikanalist çıkması için görünürde hiçbir
neden yoktur. Lacan'ın babası çok başarılı bir sirke damıtıcısıydı;
aile Roma Katolik Kilisesi'ne mensup saygıdeğer bir burjuva aile­
siydi. Lacan'ın el üstünde tutulan en küçük kardeşi rahip oldu , kız
kardeşiyse evlenip yaşamının büyük bir bölümünü Hindiçini'nde
geçirdi -belli ki normalde tipik bir Fransız ailesi olan bu aileyle
arasına biraz mesafe koyma ihtiyacı duymuştu. Tahmin edileceği
116 H E P VAAT H E P VAAT

üzere, Lacan çok erken yaştan itibaren bir numara olmak istiyordu,
oysa özel olarak yetenekli bir çocuk olduğu söylenemezdi. Yaşın­
dan beklenmeyecek bir entelektüel merakı vardı. Roudinesco'nun
belirttiği üzere, diğer çocuklarla oyun oynamaktansa okumaya me­
raklıydı.
Elbette Lacan'ın yaşamı burada kısmen yazılarının prizmasın­
dan geriye bakarak okunmaktadır, oysa kendisi ileriye bakarak ya­
şıyordu (Lacan'ın işinin yaşam hikayelerinin teorileştirilmesi oldu­
ğu dikkate alındığında, kendisinin bir sonraki adımda ne olacağını
hiçbir zaman bilmediğini hatırlamamız gerekir). Lacan'ın yaşamı­
nın ilk yıllarının baskın motiflerinden biri babasına duyduğu nef­
retse (ki Roudinesco'nun kitabında öyledir), o zaman ilk çalışmala­
rının baba imagosunun zayıflamasının (artık güçlü babalar yoktu)
korkunç kültürel sonuçlan hakkında olması ve sonraki çalışmaları­
nın büyük bir kısmının da kendi tabiriyle "babanın-adı" ve fallusun
sembolik önemiyle saplantılı olması neredeyse kaçınılmaz görüne­
bilir. Fakat psikanaliz -Lacan bu konuda özellikle sağgörülüydü­
esasen insanların bulundukları hale nasıl geldiklerinin doğrudan
nedensel izahatının bir eleştirisi olmuştur. Gerçekten de psikanali­
zi ayırt eden özellik bir yaşamın yalnızca nedenlerinin (biyoloj i,
ebeveyn vs.) sonucu olmadığını gösterebilmesidir.
Lacan psikiyatriden, İkinci Dünya Savaşı'ndan (Fransa'da bir
doktor olarak), sürrealizmden, psikanalizden, yapısalcılıktan -La­
can'ın yaşamı Fransa'da entelektüel açıdan ilginç olan her şeyi çe­
ken bir mıknatıs gibiydi; mesela Picasso'nun özel doktoruydu- ge­
çip ilerlerken görünüşe göre yararlı babalar ve erkek kardeşler bul­
mak konusunda özel bir becerisi vardı. Yazar ve eleştirmen Georges
Bataille, filozof Maurice Merleau-Ponty, antropolog Claude Levi­
Strauss ve dilbilimci Roman Jakobson Lacan'ın gelişimine onun ya
gözden kaçırdığı ya da yanlış yorumladığı şekillerde katkıda bu­
lunmuşlardır. Burada Roudinesco sınırlayıcı ve sansürleyici bir
yaklaşım sergiler; Lacan'ın bu olağanüstü insanların eserlerinde
bulduklarından neler yarattığına şaşıp kalmasından ziyade onlara
borcunu ödemesini ister. Lacan akıl hocalarının kendisinden ne ka­
dar az etkilendiğini görmekten hep esef duymuştur. Bu kitapta La­
can'ı harekete geçiren şey tanınma arzusudur -unutulmaz olmak
için duyduğu neredeyse şeytansı açlıktır- ve bu durum Roudinesco
JACQUES LACAN ' I N MAN iKÜRÜ 1 17

tarafından her fırsatta kibarca patolojikleştirilir.


Roudinesco pek çok metresten bahseder, fakat hep ketumdur,
hep soyut konuşur. Öte yandan, Lacan'ın özel yaşamı gerçekten de
iki ailenin hikayesiydi. Yirmili yaşlarında (yakın bir arkadaşının
kardeşi olan Malou ile) yaptığı ilk evliliğinden üç çocuğu olur. Ar­
dından Bataille'in eski kansı Sylvie ile ikinci evliliğini gerçekleşti­
rir ve bu evlilikten de hayran olduğu kızı (aynı zamanda yardımcı­
sı) Judith doğar. İlk evliliğinden olan çocuklar büyüyene kadar ikin­
ci evlilikten haberdar edilmez. Böylece Lacan tuhaf bir çifte yaşam
sürer. Kitaptaki en tüyler ürpertici sahnelerden biri Lacan, Sylvie
ve Judith'in Paris'te bir trafik ışığında durduklarında öteki çocuk­
lardan ikisini gördükleri andır. Çocuklar arabaya yaklaşınca Lacan
gaza basar. Bu sıradışı yaşamın daha vurdumduymazca aptallıkla­
rından bazılarıyla karşılaşınca, "ne olmuş yani?" sorusu çok daha
yakıcı bir hale gelir. Bununla birlikte, Lacan görünüşe göre heye­
can verici ve incelikli teorilerinin çoğunda -Fransa'nın yaşadığı iki
dünya savaşı varlığını her daim hissettirir- basit bir soru sorar: İn­
sanlar neden saldırganlıkta bu denli aşırıya kaçan hayvanlardır ve
rekabetlerinin nedeni nedir? Melanie Klein ölümcüllüğümüzü bir
önkabul olarak alırken, Lacan içtenlikle şaşırmayı sürdürür. İnsan­
ların zalimliğinden hep sarsılır ve bizleri de sarsar, oysa Klein yal­
nızca bu konuda yoğun bir üzüntü duymamızı ister.
"Bir edim kendisini her zaman yanlış anlar," diye yazar Lacan.
Gerçekten de Lacan'ın tüm yazılan kendimize karşı asla şeffaf ola­
mayacağımız yaşam biçimleri -ve yapılan- üzerine incelikli bir te­
fekkürdür. Lacan'ın yaşamı bilginin kurumsallaşmasına karşı veri­
len bir mücadeledir ve Lacan sürekli tahribat yaratarak parlamıştır,
hem toplumsal yaşamda (Uluslararası Psikanaliz Enstitüsü ile ya­
şadığı meşhur kopuş) hem de özel yaşamında (bazı meslektaşlarıy­
la çekişmeleri). Lacan psikanalizin bir kendi kendini aldatma bili­
mi, eski sofuluklara karşı bir kanıt olmasını istiyordu. Onun daha
sevimli, dürüst ya da sıradan olmasını dilemek tuhaf bir istek olur.
Yaşamı modem anlamda bir örnek teşkil eder: Bir fazilet timsali ya
da kişisel bir hakikat yolunda yaşanmış bir hayat olarak değil de
daha ziyade bir soru olarak: İnsanlara güvenmeyi, hatta onları din­
lemeyi kesene kadar onların ne kadar karmaşık olmalarına izin ve­
rebiliriz?
118 H E P VAAT HEP VAAT

Lacan'ın kendini biçimlendirişinin göz korkutucu ve coşturu


öyküsünden çıkarılacak ders, psikanaliz kahramanlarının -Freud'
dan başlayarak- hem hayranlarıyla hem de karaçalıcılarıyla (ve el­
bette kendileriyle) sado-mazoşist bir ilişki içinde olduklarıdır. Eğer
gelecekte salt kült figürlerden ziyade olumlu anlamda esinleyici
psikanalistler olacaksa, yeni teoriler üretmeyi bırakıp, bunun yeri­
ne yalnızca ilginç cümleler yazmayı amaçlamaları gerekecektir;
aynca asla kendi eserlerini öğretmemeleri, yalnızca değer verdik­
leri başka yazarların eserlerini öğretmeleri gerekir (psikanalitik bir
bakış açısından hiçbir yazar konuşması gerektiğini gördüğü konu­
da yetkili otorite olamaz) . Hepsinden önemlisi de, asla resmi grup­
lara -ya da psikanaliz enstitüleri denen kurumlara- katılmamaları,
yalnızca diğer pek çok insan gibi, konuşmayı sevdikleri birilerini
arayıp bulmaları gerekir (psikanaliz insanları daha güç bir sanat
olan gayri-resmiyetle tanıştırmalıdır) . Artık öğrenciler olmayınca,
ustalar da olmayacaktır. Lacan'ın yaşamı bize, efsanevi yazılarının
aksine, oyunun adının itibar olmaması gerektiğini öğretir. Üstadın
verdiği derse kulak kabartmaya son vermemiz gerekmektedir. La­
can'ın söylediği gibi, "Deneyim didaktik değildir."
Pessoa'nın Si maları *

Pessoa'nın çağdaşı Cocteau, "Gerçek özgünlük, herkes gibi davran­


maya çalışıp başanya ulaşamamaktır," diye yazar. B ir zamanlar öz­
günlüğü idealize etmek ve bunu bir başansızlık biçimi olarak tasav­
vur etmek modernliğin esaslan arasındaydı. En yetkin kişileri uyum
sağlayamamışlar olarak tasarlamak. Bugün özgün olma -kendi se­
sini bulma vs.- isteğinden daha itaatkar bir şey olmadığı gibi, aynı
şekilde özgünlüğün ve başannın kol kola gidebileceği ve gitmesi
gerektiği de varsayılmaktadır. Fakat Pessoa'nın kuşağından Avru­
palı modcmist yazarlar açısından -Pessoa 1 888'de Lizbon'da doğ­
muş ve 1 935'te orada ölmüştür- sorun hala şuradaydı: Başarı ya da
özgünlük gibi sözcükler nihai değerler olduğunda, yaşamlar ve ya­
zı ısrarla bu kıstaslara göre değerlendirildiğinde kaybedilen nedir?
Sonuçta romantiklerin deha kavramının -özgünlüğün en üstün ör­
neğinin- kendisi yitik bir topluluğa düzülmüş bir methiyeydi. Tüm
o yalnız, hayal kırıklığına uğramış modemler -Baudelaire, Kafka,
Eliot, Beckett- sosyalleşme mefhumuyla meşguldür, sosyalleşme­
nin olanaksızlığı, entipüften niteliği, zararlan, utancıyla. Bu yazar­
lar açısından, ironi olmaksızın hırs (ya da nostalji) mevcut kanıtlar
karşısında kaçıp gidcr; başarılı bir yaşam terimlerde bir çelişkidir,
çünkü modemist görüş yaşamların gereğince işlemediğini söyler.
Belli bir tiksinti modem görüşün ayrılmaz bir parçasıdır.
Pessoa'nın yazılarındaki pek çok kayda değer şeyden biri de tik­
sintinin görece yokluğudur; diğer insanlardan, modem yaşamdan,
kendi muğlaklığından, hüsranından ve başarısızlıklanndan genel-

* Femando Pessoa, The Keeeper of Sheep (İng. çev. Edwin Honig ve Susan
M. Brown, yeniden basım Sheep Meadow Press, ilk basım 1986); The Book of
Disquietude (İng. çev. Richard Zenith, Carcanet Press, 1 996) ve A Centenary
Pessoa (haz. Eugenio Lisboa ve L. C. Taylor, Carcanet Press, 1 995) üzerine de­
ğerlendirmeler.
1 20 HEP VAAT H E P VAAT

likle nefret etmez; daha ziyade bunlar karşısında gerçek bir şaşkın­
lık sergiler. Yalnızca gördüklerinden değil, şeyleri görüş tarzından
da şaşkına döner:

Bu son cümleyi yazdığımda, ki bana göre tam olarak ne anlama geliyorsa


onu söylüyor, kitabım yayımlanırken sondaki "Yanlışlar"ın ardından bir­
kaç tane de "Yanlış Olmayanlar" koyup şöyle söylemeyi düşündüm: Fa­
lanca sayfadaki "bu tesadüfi hareketler" sözü olduğu gibi, isim çoğul ve
belirteç tekil olarak, doğrudur. İyi de bunun benim düşündüklerimle ne
alakası var? Hiç! Dolayısıyla bunu bir kenara bırakıyorum.

Burada bir yanlış yaptığını varsaymak ("Dolayısıyla bunu bir


kenara bırakıyorum") Pessoa'nın incelikli masumiyetinin -kasıtlı
umutsuzluğunun- bir parçasıdır. Eğer "birkaç" yanlış-olmayan tüm
kitabı şaibe altına sokabiliyorsa, bunların yokluğu da bizi düşün­
dürmelidir. Dahası, Pessoa'nın meramını anlatmak adına kullandı­
ğı tamlamanın "tesadüfi hareketler" olması da bir rastlantı değildir.
Bir şeyin hata olduğunu varsaymak sadece ona onu hata olarak gö­
ren bir bakış açısından bakmak demektir. Pessoa'nın şiirsel uğraşı­
nı oluşturan şey kendi içindeki bakış açılarının kaçınılmaz çoklu­
ğuna olan bağlılığıydı. Pessoa'ya göre şair olmak, kendi içindeki
çeşitli şairler, olmaktı: Kendi deyimiyle "mahlaslarının" her biri di­
ğerini düzeltici işlev görüyor, miras alınan şiirsel geleneklerin fark­
lı tınılarını gösteriyordu. Bir başka deyişle Pessoa her zaman şiir­
sel olarak görülmeyen bir soruna şiirsel bir çözüm bulmuştur: Geç­
mişin yükünden kurtulmak. Rimbaud'nun "Ben ötekidir"inden çok­
lu kişilik bozukluklarına geçmek için deyim yerindeyse küçük bir
adım yetmiştir.
İnsanın aynı anda birkaç kişi ya da benlik olabileceği -ruhların
istilasına uğradığı ya da içinde farklı sesler olduğu- fikri elbette ye­
ni bir fikir değildir. Yeni olan ya da daha ziyade kültürel ve tarihsel
olarak özgül olan, bunların kullanıldıkları yerler ya da sahip olduk­
ları varsayılan işlevleridir. İkinci kişilik, bilinçdışı, bir yabancı ola­
rak benlik, çoklu kişilik gibi ifadelerin hepsi en azından potansiyel
olarak daha sağlam bir bütünlüğe sahipmiş gibi tasarlanan bir ben­
likteki mutabakatın bozulmasını tarif eden ifadelerdir. Anlatılama­
yan, dayanılamayan ya da bölücü olan her şey bu diğer mekandan
(ya da insandan) gelir. Fakat benlik bir kez bu şekilde tarif edilince
PESSOA' N I N SIMALARI 121

-ve bir şeyleri daha başa çıkılır kılmak için bahsi geçen tarzlarda
bölününce- her zaman benliklerden ya da girilen biçimlerden biri­
nin sorumlu olup olmadığı, neler olduğunu bilip bilmediği sorusu
gündeme gelir. Sanki bir yerlerde bir birlik, her şeyi bilen bir anla­
tıcı, bölünmeyi gerçekleştiren biri olmak zorundaymış gibi. Ger­
çekten de, örneğin kendini kınama ya da kendini sevme konusun­
daki ilginç hususlardan biri, benliğin bir parçasının neredeyse her
şeyi, her şeyin en doğrusunu bildiğinin varsayılmasıdır. İnsan bu
tür kendini yerme ya da övme anlarında otoriteden yana eksiklik
duymaz. B ir başka deyişle, benlikler her zaman iç güç ilişkileri
bağlamında hiyerarşik olarak bölünürler: Benliğin en güçlü tarafı­
nın bir anlamda karşı konulmaz derecede ikna edici olduğu için za­
yıf tarafları doğurduğu (yani zorladığı) varsayılır.
Octavia Paz'ın, Pessoa'nın eserlerine başlamak için iyi bir kıla­
vuz olduğu gibi aynı zamanda da yararlı bir derleme olan A Cente­
nary Pessoa ya (Asırlık Pessoa) yazdığı aydınlatıcı girişte de belirt­
'

tiği üzere, şairin bulduğu mahlaslar iç konuşmalarının monolog se­


viyesine düşmesinin önüne geçmiştir: "Pessoa, onların ilk okuru,
gerçekliklerinden şüphe etmiyordu. Onunla çelişerek bizzat onu ifa­
de ediyorlardı; onu ifade ederek de kendisini yeniden keşfetmeye
zorluyorlardı." Kendi sesini değil seslerini bulduğundan, Pessoa as­
la ne yaptığını bilme tuzağına düşmemiş, yazı yazmayı sürdürmek
için kendisini taklit etme ihtiyacı duymamıştır. Pessoa insanın ken­
disi gibi konuşmasının terimlerde bir çelişki olabileceğini keşfet­
mişti. Bu Ben, fiiliyatta, kendisinden başka hiç kimse konuşmaya­
cak korkusuyla hep kendi konuşan tedirgin bir ev sahibi gibiydi.
Fakat Pessoa yazarın öldüğünü vaaz etmiyordu, sadece yazarın
kendi yazısını kösteklediğinin adamakıllı farkındaydı. Tahminen
yetmiş iki tane mahlas arasından esas olan dört tanesi �Alvaro de
Campos, Alberto Caeiro, Ricardo Reis ve kendisi, Pessoa diye ad­
landırılan kişi- her biri başlı başına önemli birer şair, onu müdaha­
leci olmayan bir anne baba gibi kullanmıştır. Pessoa bir mektubun­
da şöyle yazar: "Etkilerini ölçtüm, arkadaşlıklarını kabul ettim, tar­
tışmalarını ve kıstaslar konusundaki farklılıklarını içimde duydum
ve tüm bunlardan sonra şunu gördüm: Ben, yani tüm bunların ya­
ratıcısı, oradaki en önemsiz şeydim. Sanki her şey benden bağım­
sız gerçekleşiyordu."
1 22 H E P VAAT H E P VAAT

Bu uyanışı ya da vahyi bir kez tecrübe edince -8 Mart 1 9 14:


"Tanımlayamayacağım bir tür vecd hali. Yaşamımın zafer anıydı
bu ... "- Pessoa kendisini bir aracı olarak biçimlendirmeye ve kabul
etmeye başladı; kendi karakteri olmayan bir adam, farklı sesler için
bir ortam. "Estetik duygularım azalır korkusuyla bir inanca ya da
düşünceye sahip olmamaya kendimi alıştırdıktan sonra," diye ya­
zar, "çok geçmeden ifadesel bir kişilik dışında başka hiçbir kişili­
ğimin olmadığını gördüm. Ruh hallerinin ifade edilmesi için ehil
bir makine haline gelmiştim; bunlar bazen öyle yoğunlaşıyordu ki
büyüyüp kişilik haline geliyor ve ruhumu bunların tesadüfi görünü­
şünün kabuğu haline getiriyordu ... "
Elbette şiir yazma konusunda alışkın olmadığımız sözler değil­
dir bunlar; fakat benzer deneyimleri tarif eden şairler -sözgelimi
Blake ya da Keats yazdıkları mektuplarda veya Eliot şiirsel kişidı­
şılık teorisinde- her zaman karakterlerin en güçlüsü olarak görü­
nür, her biri yazılarında ve günlük yaşamlarında (tahmin edebilece­
ğimiz kadarıyla) rahatlıkla ayırt edilebilir. Huzursuzluğun Kita­
bı'nın örtük bir şaşkınlıkla belirttiği üzere, Pessoa kendisini gerçek­
ten de kişiliği ve ayırt edilebilir nitelikleri olmayan biri olarak de­
neyimlemiştir -bir şahsiyete büründürmeye çalışmanın mantıksız
olduğu absürd bir ruh halleri karmaşası. Pessoa açısından delilik
anlamlandıramamak -her şeyi bütünlüklü ya da uyumlu hale geti­
rememek- değil, bu çabanın kendisidir. 1 932 tarihli "Karanlıktaki
Hiddet, Rüzgar" şiirinde de yazdığı gibi:

Görünüşe göre ruhun içinde


Bir karanlık var, ruhun katılaştığı ve
Delilik rüzgarlan estirdiği,
Anlamaya çalışmaktan gelen.

Pessoa'nın kendine sahip olmamak gibi bir tasarısı vardır ("Ken­


dinin kendine ait olduğuna inanan yanılır. / Ben pek çoğum ve be­
nim değilim.") ve bir kadere dönüştürerek bundan kaçmaya asla ça­
lışmamıştır. Pessoa tragedyanın kendinden memnun (ya da muzaf­
fer) öz-yenilgisine meraklı değildir. Melankoliktir, fakat lanetlile­
rin o kendinden emin pozunu takındığı nadirdir.
Pessoa'nın eserlerinin tanınmasının bu kadar uzun süre almış
olması kültürel dar görüşlülüğümüzün umut kıncı bir yansımasıdır.
PESSOA ' N I N SiMALAR! 1 23

Harold Bloom yakın bir zamanda Pessoa'yı efsanevi Batı kanonu­


nu oluşturan yirmi altı yazar arasında zikrettiğinde, Time dergisi bu­
nu Bloom'un "akademik muğlaklıklara" duyduğu hafif gösterişçi
ilginin bir belirtisi olarak yorumlamıştı. Pessoa'nın akademik açı­
dan güncel olan hemen her şeyle "bağlantısını" dikkate aldığımız­
da, çalışmalarının kolayca akademik muğlaklıklara kurban edilme­
si kuşkusuz çok yazık olacaktır. Fakat Pessoa'nın şiirsel uğraşının
büyüleyiciliği -ve buradaki başarılı tercümelerde de duyulan o ola­
ğanüstü tonlarıyla şiirlerinin niteliği- Bloom'un tercihini tipik bir
şekilde esinlemiş bir tercih yapmaktadır. A Centenary Pessoa'da bir
araya gelmiş uzmanların da -Borges, Steiner, Josipovici, Hollan­
der, Cyril Connoly, Roman Jakobson, Mark Strand- kabul ettiği
üzere, çok uzun bir süre Anglo-Amerikan kültüründe adının bilin­
memiş olması Pessoa'nın gizeminin bir parçasıdır. Pessoa'yı içeren
bir "kanon" klostrofobik ve sert olmaktan çok daha uzak görünür.
Pessoa Huzursuzluğun Kitabı'nda, "Benim için hafif ayışığı al­
tında kendimi bilinebilir olarak bilmediğim bir andan daha iyi bir
etüd ya da melodi yoktur," der. Onun için bir üzüntü kaynağı olsa
da -nihayetinde geleneksel amaç benlik bilgisine ulaşmaktır- ken­
dini tanıyamaması Pessoa'nın esiniydi. Şiirlerini onu şaşkına çevi­
ren bir durumdan çıkıyordu, yani bir biyografi yokluğunda, yaşa­
mında ayırt edilebilir ya da inandırıcı bir süreklilik veya örüntü yok­
luğundan. "Dış dünyanın iç gerçeklik olduğu bir insan" olmanın
sonuçlarından biri de yetişkin yaşamının çoklukla olaysız geçmiş
olmasıydı. Portekiz edebiyatı meselelerinde faal olmasına rağmen,
yazı yazmayı sürdürmesini sağlayacak mütevazı bir yaşam sürebil­
mek için otuz yıl boyunca Lizbon'daki ticaret firmaları için İngiliz­
ce ve Fransızca mektuplar yazmıştı. Yazdıklarından pek çıkarama­
sak da arkadaşları vardı fakat yalnız yaşamıştı. Görünüşte hiç aşk
ilişkisi olmamıştı ve çok fazla yazmış olmasına karşın bunların çok
azını yayımlatmıştı. Yazdıklarını bir tek kendi farklı ruh halleri
okuyordu. Aşık olduğu (bilinen) tek kadından da -1 920'de aynı
ofiste çalıştıkları bir kız- çok geçmeden ayrılmıştı. Besbelli bu de­
neyimden pek hazzetmeyen, .yani dehşete düşen Pessoa kıza, "Be­
nim varlığım çok farklı bir yasaya bağlı, sense bunun varlığından
şüphelenmiyorsun bile," diye yazar. Pessoa kimsenin -hele de ken­
disinin asla- kendi içinde olup bitenler hakkında en ufak bir ipucu-
1 24 H E P VAAT H E P VAAT

na sahip olduğuna asla güvenmemiştir. Fakat onun tavn hiçbir şe­


kilde kararlı bir anlaşılmazlık değildi; Pessoa ne kaçıyordu ne de
büyüleyici olmaktan heyecan duyuyordu. Sanki gerçekten orada de­
ğildi. Pessoa'yı yaşamının sonlarına doğru tanımış olan Pierre Ho­
urcade, "Ona güle güle dediğimde," diye yazar, "asla geri dönüp de
ona bakmaya cesaret edemezdim; buhar olup havaya karışacağın­
dan korkardım." Her zaman kendi gözünden kaybolma noktasında
olan Pessoa'nın, genç bir adam olarak yaptığı şeyin yalnızca delir­
mek değil büyük şiirler yazmak olduğuna duyduğu inancı sürdüre­
bilmek için çok sıkı çalışması gerekiyordu. Yirmi yaşındayken İngi­
lizce olarak yazdığı, alışılmadık derecede çılgın bir notta şöyle der:
"Ruhsal komplikasyonlanmdan biri de -sözcüklerle anlatılamaya­
cak denli korkunç- delirme korkusu , ki bu da zaten bir delilik."
Ne var ki "sözcüklerle anlatılamayacak denli" kısmı doğru de­
ğildi. Nitekim Pessoa'nın ilk kitabı olan ve Edward Honig ile Su­
san Brown'un duru bir dille İngilizce'y� çevirdiği The Keeper of
Sheep'te (Çoban) bulduğu sözcükler olağanüstü bir kendi kendini
tedavi aracıydı. Pessoa insanları delirten şeyin anlam istenci oldu­
ğunu fark etmiş görünür; "Çünkü şeylerin tek saklı anlamı / Hiçbir
saklı anlamlarının olmayışıdır. / Budur tüm tuhaflıkların en tuhafı"
(şiir XXXIX). İlk mısraları uygun bir şekilde, "Hiç koyun besle­
medim / Ama sanki beslemiş gibiyim" olan the Keeper of Sheep,
anlaşılır kılmaya çalışırken deneyimlerimizi nasıl yok ettiğimiz,
kendimizi nasıl delirttiğimiz hakkındadır. "Kim emretti bana anla­
mak istememi?" diye sorar Pessoa ve yazılan düzeni lağvederek,
"gizemciliğim bilmek istememektir" , "Geçmişte kalan hiçbir şey­
dir ve hatırlamak görmemektir" diyerek yaşam bulur. Pessoa'ya
göre algıyı çarpıtan, paradoksal bir şekilde, isteklerimizden ziyade
tanıma kapasitemizdir. Pessoa çeşitli aşkınlık biçimlerine kapıldı­
ğımızı ima eder: Hıristiyanlığın ve tarih diye adlandırılan sektiler
dinimizin doğanın dolaysızlığından gizlenme yerleri olduğunu ima
eder. Pessoa ya da daha doğrusu mahlası Caeiro, kitabın sözde ya­
zan, "Doğanın kendisi gibi berrak, yararsız ve fani" olmayı ister.
Ve elbette şiiri bir tür ütopyacı putperestlik olmaktan, saf varlığın
olanaksız dolaysızlığını savunmaktan kurtaran şey hemen başka
bir mahlas tarafından dile getirilir: "Femando Pessoa'nın Alberto
Caerio olarak var-olmayışına tepkisi," diye yazar Pessoa. Eğer in-
PESSOA ' N I N SIMALARI 1 25

sanı delirten şey anlam ihtiyacıysa -"Benim felsefem yok: Duyu­


lanın var," diye yazar Caeiro-- aynı şekilde Pessoa'nın diğer mah­
laslannın ele alması ve elden geçirmesi gereken şey bu anlam düş­
manlığının, "Ne olarak görünüyorsam yalnız o olmak"ın anlamıdır.
Eğer "gerçek sahici birlik / Tüm fikirlerimizin hastalığıdır / Doğa
yalnızca parçalardır," ifadesi doğruysa, şiirsel arayış her zaman da­
ha derin bir ayrılığın, esinin ve şeylerin birbirine uymamasından
kaynaklanan rahatın peşindedir. Pessoa'ya göre aydınlatıcı olan dü­
zensizliktir; sistem yoksa istenç ihtiyacı da yoktur. Uyum sağlama­
ya çalışacağımız hiçbir şey yoktur. Huzursuzluğun Kitabı'nda şöy­
le yazar: "Metafizik bana her zaman gizli deliliğin uzatmalı biçimi
gibi gelmiştir."
Pessoa'nın hiçbir zaman tamamlanmamış olan manzum şiir par­
çalarından ibaret olan başyapıtı Huzursuzluğun Kitabı deyim yerin­
deyse kasıtlı olarak anti-metafiziktir; hiçbir amacı yoktur, bitiril­
mesi düşünülemez ve aslına bakılacak olursa başkaları tarafından
yapılan bir derlemedir. Kitabın harikulade çevirmeni Richard Ze­
nith'in sözleriyle, bu kitap "bir ambardır . . . içinde pek çok kitap
vardır (ama nihayetinde tek bir kitap söz konusudur) ve pek çok ya­
zar vardır (ama nihayetinde tek bir yazar söz konusudur)". Çoğu ta­
rihsiz ve bağlamsız olan günlük yazılarından ve düşüncelerden iba­
ret olan kitabın büyük kısmındaki anlatıcı mahlaslardan daha "duy­
gusal" olan Alvara de Campos'u hatırlatmaktadır. Fakat Pessoa an­
latıcının 1 920'lerde ortaya çıkan Bemardo Soares adında bir "yan­
mahlas" olduğunu ("çünkü onun kişiliği -benimki değil- benim­
kinden farklı değildir, yalnızca benimkinin kötürüm edilmiş hali­
dir") öne sürmüştür. Pessoa Huzursuzluğun Kitabı'nın parçaların­
dan yalnızca bir düzinesini yaşadığı dönemde yayımlatmış, bunlar
da edebiyat dergilerinde çıkmıştır. Ölümünden hemen önce üzeri­
ne "Huzursuzluğun Kitabı" yazdığı yaklaşık 350 parçayı bir mek­
tuba yerleştirmiştir; ama araştırmacılar tasarlanan bu kitapla uyuş­
tuğunu düşündükleri 1 50 parça daha bulmuşlardır. Pessoa kitabın
düzenlenmesi için birkaç yol önermiştir, fakat bunlardan hiçbiri za­
man sırasına göre değildir. Dolayısıyla elimizdeki kitap -yayım­
lanması neredeyse elli yıl almıştır- hem onundur hem de onun de­
ğildir. Zenith'e göre "ideal olarak" aynk sayfalarda basılması gere­
kirdi, böylece okur olarak parçalan istediğimiz sırayla düzenleye-
1 26 H E P VAAT HEP VAAT

bilirdik, fakat bu bile biraz fazla programatik, biraz fazla John Ca­
ge tarzıdır. Kitabı baştan sona okumaktansa ona bir yerinden dal­
mak kesinlikle daha iyidir -Pessoa'nın en güzel yönlerden biri de
titizliği aptalca göstermesidir- ve parçaların (nereden ve kimden
geldiğini bildiğimizi varsaymadan) bir dizi kısa beyan olarak okun­
ması gerekir. Ne için yazdığını alenen ya da zımnen her zaman me­
rak eden Pessoa, okurun da kendisinin ne için yazdığını merak et­
mesini sağlamak gibi esrarengiz bir yeteneğe sahiptir.
Eğer Huzursuzluğun Kitabı, diğer tüm modem bilgelik yazını
gibi, türün bir parodisi ise -"yaşamaya cesaret etmektense yazmak
daha iyidir"- aynı zamanda benliğe dair yoğun bir tefekkürün, üze­
rine düşünecek bir benlik olmadığında neye benzediğinin ilginç bir
izahıdır da. "Hayatta iyi tarif edilince daha az gerçek olan bir şey
yoktur," diye yazar Pessoa ve buna elbette benlik denen şey de da­
hildir. Ne var ki o, duyum sokaklarında kaderine terk edilmiş zaval­
lı bir yetimdir, bütün bu duyumu düzenleyecek ya da onun tarafın­
dan düzenlenecek tek bir benlik yoktur. Ne kendisinin olan ne de
bir kitap olan kitabı hakkında söylediği gibi, "hepsi parçalar, parça­
lar, parçalardır." Öte yandan, Pessoa'nın burada kilit sözcüğü tek­
rarlayarak neyi vurguladığı muğlaktır zira Pessoa çoğunlukla coş­
ku ile umutsuzluk arasında gidip gelir. Huzursuzluğun Kitabı nı '

böyle bir rahatlama haline getiren, kıymetli olanla anlamsız olanın


bu akıl almaz birleşimidir. Şair 25 Aralık 1 929'da şöyle yazar: "Er­
ken uyandım ve var olmaya hazırlanmak üzere epey bir zaman ge­
çirdim."
Tekil cümlelerden birkaç paragraflık pasajlara kadar değişen bu
523 parçadan her biri terk edilmesi gereken yanlış başlangıçlar gi­
bidir -yanın bırakılmış denemeler. Kesin ifadeler -"İnsan ruhu ka­
rikatürlerden mürekkep bir tımarhanedir"- ve günlük yaşamın
uğursuz bayağılıkları -"Her şey sonuçta Kaderdir"- bir tür ruhsal
entropi yoluyla şaşkınlık hallerine, kendi verdiği adla "yitik duygu­
ların absürd çukurlan"na dönüşür ya da onlara inanmamızı engel­
leyecek kadar kendilerinden şüphe duyan özlemlere: "Arzularım
vardı, ama bu arzulara sahip olmak için hiçbir neden bahşedilme­
mişti bana" . Rahatlatıcı kendi kendine acıma ve bezginlik sefahat­
leri -"yaşamım tamamen boş ve hüzünlü"- ve büyük meseleler
üzerine yazılmış, fevkalade özbilinçli kısa edebi denemeler: Hıris-
PESSOA ' N I N SIMALARI 127

tiyanlık, Klasik miras, Romantizmin kalıntıları, ruhun halleri, Ölüm


ve sakıncaları. Son derece gerçek ve genellikle dokunaklı ıstırap
(ve can sıkıntısı) kendi ilişkisinden duyduğu büyülenmiş bir deh­
şetle dengelenmektedir. Pessoa yazmaya devam eder -"Hayat bizi
gölge gibi takip ediyor"- sanki yazının kendisi bir ayartmaymış,
sanki her zaman yazmakta olduğu kitap muğlak bir arzu nesnesiy­
miş gibi. Ne kadar yazarsa o kadar var olur. Gelgelelim Huzursuz­
luğun Kitabı'nı okumak bazen bir din yaratmaya çalışan birinin
söylediklerine kulak misafiri olmak gibi olsa da, bir sanat dini de­
ğildir bu. Anlatıcının ya da anlatıcıların ortalama bir estet kadar
övüngen ya da kibirli olduklarına nadiren şahit oluruz. Pessoa'nın
epigramlannın hepsi olanaksızlığı ideale çevirmeye çalışır; Pessoa
her zaman kusurlunun zarafetine tav olur:

Bazılarının yaşamda büyük bir hayali vardır ama gerçekleştiremezler. Di­


ğerlerininse hiçbir hayali yoktur ve onlar da gerçekleştiremezler.
Kusursuz putperest var olan insanın kusursuz haliydi; kusursuz Hıristiyan
var olmayan insanın kusursuz halidir ve mükemmel Budist de hiçbir insa­
nın var olmayışının kusursuz halidir.

Pessoa bizi idealsiz ve sinik-olmayan bir yaşam, insanın mükem­


melleştirilemezliğine dair bir vizyon tahayyül etmeye davet ede­
rek, bu kitapta çoğu zaman sanki histerik bir kahkahanın kıyısın­
daymış gibi görünür.
Ne var ki bütün o kendinden yabancılaşma tecrübesine karşın,
kendi kendini aldatma mefhumları tarafından aldatılan hezeyanlı
ve melankolik benlik duygusuna karşın, Pessoa'nın da izlekleri var­
dır elbette. Ne kadar merkezsiz ya da zail olursa olsun, benliğin her
zaman çemberleri vardır, daima epey zaman alan kaygılan üzerine
eğilir durur. Kimliğin suni arzularına ve bir kimliğe sahip olma yo­
lundaki suni arzulara bu denli saplantılı olan bir yazarın, (en azın­
dan rivayete göre) kimliklerimizi bulup yitirdiğimiz yerler olan uy­
ku ve çalışmayla bu denli ilgili olması şaşırtıcı değildir. Keza uyku
ya da çalışma olmayıp ikisinden de bir parça olan bu geçici hasta­
lık hali -"yaşamın bizi yatıp dinlenmeye mecbur eden bir nekahat
dönemi olması isteği"- ile de çok ilgilidir Pessoa. Uyurken ve ça­
lışırken tam olarak neye iştirak ettiğimizi, tüm bu katılımın ne içer­
diğini merak edebiliriz. "Sanki uyurmuş gibi, Uyanıyorum ve ken-
1 28 H E P VAAT HEP VAAT

dime ait değilim. Yaşam, kendi içinde, engin bir uykusuzluktur... "
diye düşünmek daima hem bir lafcambazlığı hem de manidar bir
tersine çevirmedir. Eğer Pessoa'nın bir bölümde yazdığı gibi, "Var
olduğumdan emin olmak için uyanıyorum" ya da " Uyuyorum ve ...
hiç kimse düşünmediklerimi kesintiye uğratmıyor. Yaşarken nasıl­
sam uykuda da öyleyim," deniliyorsa burada ima edilen, uykuyla
uyanıklığı karşılaştırmanın her ikisi konusunda da bilgisiz olduğu­
muzu gözler önüne sertliğidir. Bu karşılaştırma aynca her türlü ana­
lojide gizliden gizliye mevcut olan o her-şeyi-bilirliği de (bir şeyi
başka bir şeyle karşılaştırmak için onun ne olduğunu bilmemiz ge­
rekir) gözler önüne serer. "Kendimi sürekli olarak uyanmanın eşi­
ğinde hissediyorum," diye yazar Pessoa, bunun ne olduğunu bile­
meyeceğini gayet iyi bilerek.
Uyku olgusuz olduğundan -uykuda yaptığımız tek şey düş gör­
mektir- Pessoa açısından örnek bir durumdur; uyurken nerede ol­
duğumuzu bilmeyiz ve elimizde hiçbir şey yoktur, uyanık hayatta­
ki benliklerimiz hariç. Cansız ama tümüyle canlıyızdır. Dolayısıy­
la Pessoa'nın kitabı bir şeyleri uyuyarak geçiren bir insana aittir.
"Bu rastgele izlenimlerle (rastgele olmaktan başka hiçbir amaç ta­
şımadan) olgusuz otobiyografimi ve cansız tarihimi kayıtsızca ak­
tarıyorum. " Her gün olduğu gibi rutin bir şekilde çalıştığında uyku­
yu etkili bir şekilde besler; gündüz düşleri ve gece düşleri ona ger­
çek olduğunu hissettiren yegane şeylerdir çünkü böyle olmadıkla­
rını bilir. Anlatıcı kendi zihninde yaşamayı tercih eder, sözde ger­
çek dünyaya karşı şaşkın bir dikkatsizlik içinde olmayı tercih eder
-"qüşlerim aptalca bir sığınak, şimşeğe karşı açılan bir şemsiye gi­
bi"- çünkü iç yaşamı dolaysız, absürd ve tümüyle açıklanamazdır.
Kitabın anlatıcısı, Pessoa'nın aksine, adeta bir muhasebecidir ve bu
da onun için gayet uygun bir tabirdir, zira tek yapabildiği, kendisi­
nin de söylediği gibi, defter tutmaktır. "Kendimizi uyuyarak yaşa­
rız"; bariz bir uyanma yoktur, yalnızca düş vardır. Çalışmak uyu­
muyor numarası yapmanın bir yoludur.
Paz'ın Pessoa hakkında söyledikleri -bir tek onun makalesi bi­
le kitaba ödenen paraya değer- kabul edilir bir cömertliktedir:
Anglomanyak, miyop, nazik, kaçamaklı, koyu giyimli, ketum ve makul,
milliyetçilik vaaz eden bir kozmopolitan, boş şeylerin ağırbaşlı araştırma­
cısı, hiçbir zaman gülümsemeyen sadece kanımızı donduran bir mizahçı,
PESSOA ' N I N SIMALARI 1 29

diğer şairlerin mucidi, kendi kendinin katili, su kadar berrak paradoksların


yaratıcısı ve su gibi başdöndürücü ; rol yapmak kendini bilmektir, gizemi
körüklemeyen gizemli insan ...

Çevirmenleri -Penguin'den çıkan seçme şiirlerin çevirmeni Jo­


nathan Griffin ve burada incelenen diğer kitapların çevirmenleri
Keith Bosley, Edwin Honig ve Susan Brown- tarafından adeta kut­
sanan Pessoa, okurlarında tuhaf bir şekilde gafil avlandıklarını ele
veren tepkiler uyandırır. "Ben üzerinde çeşitli oyuncuların çeşitli
rolleri oynadıkları yaşayan sahneyim," der anlatıcı Soares. Pessoa'
nın eserleri insanı büyülemekten fazlasını yapar.
Bir insanı Tercüme Etmek Üzeri ne*

... her tercüme özgün metinden filizlenir -


metnin yaşamından ziyade sonraki yaşamından.
Zira tercüme özgün metinden sonra gelir.
Walter Benj amin, " Çevirmenlerin Görevi"

l 980'de Raymond Williams bana göre biraz göz korkutucu bir baş­
lığı olan bir kitap yayımladı: Problems in Materialism and Culture
(Materyalizmin ve Kültürün Sorunları). Ben o sırada üniversitede
İngiliz Edebiyatı (o dönemde hil.la bu ad veriliyordu) okuyordum
ama Williams'tan herhangi bir şey okumadığım gibi beni buna teş­
vik eden biri de olmamıştı. Kısaca söylemek gerekirse, "materya­
lizm" sözcüğünün ne anlama geldiğini bile bilmiyordum; zaten ki­
tabı da bu yüzden almıştım. Kitapta ilk okuduğum parça "Gal Sa­
nayi Romanı"ydı, amaçsız bir meraktan okumuştum. Amaçsız bir
meraktan diyorum çünkü Cardiffte doğup büyümeme ve ergenlik
dönemimden itibaren Edebiyat diye gördüğüm alana pek meraklı
olmama rağmen Gal sanayi romanı diye bir şey olduğunu hiç bil­
miyordum. Aslında herhangi bir Gal romanı söyleyebilmem için
kendimi epey zorlamam gerekirdi, dahası tek bir Gal romanı bile
okumamıştım. Fakat şimdi geriye dönüp baktığımda bana asıl ilgi
çekici gelen o zaman buna pek şaşırmamış olmam. Williams'ın ya­
zısını kılavuz okuyan bir turist gibi okumuştum: Gerçek bir merak,
görev bilinci ve dikkatsizlikle. Sanki Gal kültürünü yaşayan ve ya­
ratmak için mücadele eden Gal halkının tanımladığı şekliyle bu
kültürün benim için yararlı ya da ilginç olabileceği hiç aklıma gel-

* Gwyn Jones Anısına Düzenlenen Konferans, Cardiff, 2000 .


B i R i N SAN i TERCÜME ETMEK ÜZERi N E 131

memişti. Keza bir insanın büyüdüğü yere çok az ilgi gösterebilece­


ği; emellerinin onu çevreleyen dünyayı silmese bile tümüyle redde­
debileceği; bir yerde yaşama pahasına kendi hırslarına, ailesinin
hırslarına ve eğitiminin destek çıktığı hırslara gömülmüş bir vazi­
yette yaşayabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti sanki. Tüm
bu formatif deneyimlerin, öyle sanıyorum ki, İngiliz-Galler ilişki­
leri tarihinde, Yahudilerin tarihinde ve diğer dış ve iç göçler tarihin­
de yankılan vardır. Ve bunların hepsi her şeyden önce, materyalizm
ve kültürle ilgili sorunlardır. Fakat bunlar biraz farklı bir bakış açı­
sıyla tercüme başarısızlıkları ve gerçeklik inkarları olarak da görü­
lebilir. Gal sanayi romanının zorlu doğuşu hakkında bu denli güç­
lü yazılar yazan Williams, tarif ettiğim çıkmaz için yararlı bir para­
lel (hatta belki de mesel) teşkil eder. "Sınai işçi sınıfı romanının
oluşumunun başından itibaren," diye yazar Williams, "yazma coş­
kusu ve yeteneğine sahip yazarlar her zaman vardı, ama temel so­
runları niyetlerinin ve deneyimlerinin hakim edebi biçimlerle iliş­
kisiydi ve bunlar öncelikle başka bir sınıf, yani egemen sınıf tara­
fından şekillendirilmişti."
B ir başka deyişle, işçi sınıfının deneyimlerinin tercümesi -bun­
ları İngiliz orta-sınıf romanının yabancı biçimine taşımaları- son
derece yabancılaştırıcı olabiliyordu. Aşın uyum sağlama, boyun
eğme ya da oyalanma gibi gelebiliyordu. Biçim yabancıydı ve ege­
men, sömürgen bir sınıfın biçimiydi. Galli bir maden işçisi Jane
Austen'ın salon romanlarında, deyim yerindeyse, kendisini evinde
hissedemeyecektir. Williams kendi verdiği adla "his yapılan"nın
ortaya çıkışının kullanıma açık kültürel biçimlere dayalı olduğuna
dikkatimizi çeker. Bu biçimlerden her biriyse beraberinde bir tarih
ve sınıf bilinci taşır. Cardiffte büyümüş ve şu ya da bu şekliyle yir­
mili yaşlara kadar orada yaşamış biri olarak, aldığım eğitim bana
Gal kültürel biçimlerinden hiçbirinin benim için yararlı olmadığını
söylüyordu. Materyalizmin ne demek olduğunu hiçbir zaman öğ­
renme ihtiyacı duymamıştım. Fakat İngiliz Edebiyatı okuduktan,
sonra çocuk psikoterapisti oldum; yani, insanların büyüdükleri yer­
de nasıl büyüdükleriyle ve kendi yakın çevrelerinde yerinden edil­
miş insanlar olarak kendilerini nasıl deneyimledikleriyle ilgilenen
biri. Kısacası insanların kendi tarihleriyle ne yaptıklarıyla; kendile­
rine verilenlerle ne yapabilecekleriyle; insanın kendine yeterince
1 32 H E P VAAT H E P VAAT

iyi biçimler ve değer verdiği şeyler bulması ve bulamamasıyla; bir


başka deyişle, tercümenin olabilirliğiyle, insanın kendisini çeşitli
dillerin içinde ve arasında, ana dilinden ötesine taşımasının olabi­
lirliğiyle ilgilenen biri.
O dönemde büyüdüğüm yerle meslek tercihim arasında hiçbir
bağ kuramıyordum. Kendimi belli bir aileden gelen biri olarak gö­
rüyordum ama belli bir yerden gelen biri olarak görmüyordum ve
daha sınırlı ve sınırlayıcı psikanaliz versiyonları böyle mantıksız
bir yanlış anlayışı onaylayabilirdi. Yerin ve yerel kültürün bu şe­
kilde faal olarak reddedilmesi -ki bugün bunun sınıfla ve sınıfın
duygusal temelleriyle ilişkili olduğunu düşünüyorum- bir bakıma
Freud'un tarif ettiği en uç savunmaların bazılarına benzemektedir.
Gelgelelim bir şeyle ya da biriyle ilgilenmemek -görünüşte bunlar­
dan etkilenmemek- savunmaların en sıradan ama en az kabul edi­
len türlerinden biri olmalıdır. İlgisizlik doğrudan düşmanlıktan da­
ha zararlı -ve saldırganlığı daha sinsice- olabilir. Dolayısıyla bu­
gün burada bu konuşmayı yapmaktan çok memnunum, hem bir an­
lamda tüm bunları telafi ya da en azından kabul etmeme vesile ola­
cağı hem de şaşırarak öğrendiğim üzere -sanki tekinsiz bir ertelen­
miş eylemmiş gibi- Raymond Williams'ın "Gal Sanayi Romanı"
aslında Cardiffte 1 97 8'de verilen ilk Gwyn Jones Konferansı'nın
metni olduğu için. Böyle güzide Gallilerle ilişkili olmak benim için
bir onurdur; gerçi kanımca Williams benim uyguladığım ve değer
verdiğim psikanaliz türüne şüpheyle yaklaşırdı, zira kendisi başka
bir yerde Freudculuktan "toplumun burjuva versiyonu" diye bahse­
der. Ne var ki Williams konuşmasında 1 930'ların bu Gal sanayi ro­
manlarında pastoral öğelerin kullanımına benim konumla ilişkili
bir tarzda işaret eder. Şöyle der: "Gal tarihini oluşturan pastoral ya­
şam Galler'in şimdisini de oluşturur ve gözle görülür varlığı içinde
-ideal bir karşıt olarak değil de sokaklardan ve maden ocaklarından
doğrudan görülebilen bir yokuş, bir ufuk çizgisi olarak- yalnızca
bir tarih bilinci değil aynı zamanda bir alternatifler bilinci, modem
bir biçim içinde bir iştiyaklar ve olanaklar bilinci sergiler."
Williams'ın pastoral yaşama atfettiklerini ben psikanalize atfet­
mek; bunları psikanalizin en yararlı ve en ilginç haliyle ne olabile­
ceğinin gerçekten kesin ve titiz bir izahı olarak almak istiyorum:
bir tarih bilinci, bir alternatifler bilinci, bir iştiyaklar ve olanaklar
BiR i N SAN i TERCÜME ETMEK ÜZERiNE 1 33

bilinci -bir tercüme isteği. Fakat buna bu şeylerin bilinçdışılığının


tanınması ve bunun neler içerebileceği de eklenmelidir. Tanıdık an­
lamıyla bir dilden diğerine aktarma ve daha metaforik anlamıyla
başka bir yere gitme ya da taşınma ediminden ibaret olan tercüme
olmadan, tarih, alternatifler, iştiyaklar ya da olanaklar hakkında fi­
kir sahibi olunamaz. Ve çağdaş, çok kültürlü dediğimiz toplumlar
ayakta kalabilmek için üyelerinin, ne kadar muğlak olsa da, tercü­
me hevesine bağımlıdır. Tercümeyle olan ilişkimiz neredeyse ken­
dimizle olan ilişkimizle eşanlamlı hale gelmiştir.

Psikanalistler genellikle kendilerini tercüme eden kişiler olarak


görmezler. Analist dediğin yorumlar, yeniden inşa eder, sorgular,
yeniden tanımlar, Lacancıların dediği gibi gösterenleri iade eder,
ama yaptığı işi hastanın malzemesini tercüme etmek olarak tanım­
ladığı çok nadir görülür. Tercüme, metinlere yaptığımız bir şeydir
ve insanları kitap okur gibi okuyamayız. Sözcükler analizin temel
aracı olsa bile, genellikle akla gelen sözcük tercüme değildir, en
azından analist açısından. Ama yine de bu teknik ya da daha doğ­
rusu uygulamalardan her biri elbette çevirmenin çalışmasıyla örtü­
şür veya tercümenin gerektirdikleriyle. Yorumlamak, yeniden inşa
etmek, yeniden tanımlamak, sorgulamak -hatta gösterileni, sözlü­
ğe ya da yazarın diğer eserlerine de olsa, iade etmek- çevirmenin
metniyle yaptığı şeyin ta kendisidir. Bu iki farklı pratik bir benzer­
liğe sahiptir. Dolayısıyla psikanalizde neler olup bittiğini anlatmak
adına tercümenin ne tür bir benzetme olduğunu, tarih ve olanak bi­
linciyle nasıl ilişkili olduğunu ve bunun üstü kapalı bir şekilde de
olsa bize gerek tercüme edimi gerekse psikanaliz hakkında bir şey
söyleyip söyleyemeyeceğini tartışmak istiyorum. Freud'un (ve La­
can'ın) eserlerinin doğru ve yeterince iyi tercümeleri üzerine dönen
tüm tartışmalar da -başlı başına bir öneme sahip olmakla birlikte­
hem sürmekte olan karşılıklı tercüme edimi diyebileceğimiz psika­
nalitik ilişkinin hem de psikanalizin kendisini genel kültüre tercü­
me etme ve ettirme tarzının içerdiği kaygılar için ("herkesin" bildi­
ği Freud'un biraz gevşek bir tercüme olduğu açıktır) bir tür koşut
1 34 H E P VAAT H E P VAAT

metin ya da bu kaygılar üzerine ironik bir yorumdur. Bir analizden


sonra, bir metin tercüme edildikten sonra, sonucun iyi olup olma­
dığını, yani şimdi elimizde güvenilir bir metnimizin olup olmadığı­
nı nasıl bilebiliriz? Kim buna karar verebilecek konumdadır? B ir
tercümenin -ve bir analizin- sonuçlan tahmin edilemez, iyi niyetli
olma kapasitesine sahip olsak bile.
Ne de olsa insanlar psikanalize mevcut dilleri artık işlemez ol­
duğunda başvururlar. Diyebiliriz ki insanlar gerçekten de tercüme­
ye, dil aracılığıyla bir yerden başka bir yere gitmeye ya da götürül­
meye ihtiyaç duyarlar. Öxford İngilizce Sözlüğü'nün tercüme keli­
mesi için verdiği kanonik tanımlarından birinde belirtildiği üzere,
"bir gömüt ya da istirahat yerinden bir diğerine" götürülmek, "öl­
meden cennete taşınmak ya da aktarılmak" isterler. Fakat insanlar
beni görmeye geldiklerinde ben onlara Fransızca, Almanca ya da
İsveççe öğretmiyorum ve bunun tek nedeni de bu dilleri bilmiyor
olmam değil. İnsanlar kendi dillerinin sınırlarına ulaştıklarında
analize gelirler ve bu da demektir ki neler olup bittiğine -ne hisset­
tiklerine- ilişkin kendi mevcut açıklamalarını kullanmaya devam
etmek artık çok acı vermektedir. Dolayısıyla insanlar analize başka
bir dil öğrenmek için gelmeseler bile, bir anlamda istedikleri tam
da budur. Fakat, "Eğer İngilizcede mutsuzsam, belki de Fransızca­
da daha iyi olurum," demezler. Hepsi kendi tarzında bir şeylerden
mustarip olduğunu ve dolayısıyla bir şeylere ihtiyaç duyduğunu
söyler. İngiliz iseler daha farklı bir İngilizce, daha iyi bir söz dağar­
cığı isterler.
Kanımca analistlerin ziyaretçilerine neden dil kursları önerme­
dikleri ve çevirmenlerin tercüme ettikleri yazarlara ne yaptıklarını
tahayyül ettikleri, üzerinde düşünmeye değer bir konudur. Şu ya da
bu şekliyle başka dillerde yazarken kendilerini daha iyi hisseden
yazarlar vardır. Beckett belki de modem yazarlar içinde bunun en
iyi bilinen örneğidir; kendisi elbette hem biraz psikanaliz görmüş­
tü hem de ihtiyaç duyduğu sözcükleri bulmak için ana dilini kıs­
men reddetmişti. Aynca hangi nedenle olursa olsun gerçek anlam­
da kendi sözcüklerini yazmaktan ziyade, hem sözcükleri hem de
seçtikleri yazarların tedavülünü kolaylaştırmayı tercih eden çevir­
menler olmalıdır. Bu tercihlerin ikisinde de diğer dil bir arzu nes­
nesi olur. Dolayısıyla dil açısından -sözgelimi Galce ya da İngiliz-
BiR i NSAN i TERCÜME ETMEK ÜZERiNE 1 35

ce açısından- buradaki sorulardan biri şudur: Var olmak ya da bir


arzu nesnesi olmak nedir? Aynı şekilde, analize gelen kişi için ol­
duğu gibi, bir dilin eziyet eden bir nesne, bir nefret-nesnesi olması,
insanda ondan kaçma ihtiyacı uyandıracak kadar acı verici bir şey
olması ne demektir? Çevirmen hem özgün dile yakınlığını koruma­
ya çalışır hem de gerçek anlamıyla bundan kurtulmaya ihtiyaç du­
yar. Bu tür sorulara genel yanıtlar verilemez, ama kanımca cevap­
lar tekil örneklerin hepsinde ilginç olacaktır.
Bence psikanalizin ne olduğunu formüle etmenin genel anlam­
da en yararlı yolu kısaca bunun bir yeniden-betimleme sanatı oldu­
ğunu söylemektir. İngiliz analist Bion'un bir keresinde söylediği gi­
bi, analist ve hasta uygunsuz olan için hikayeler bulmaya çalışırlar.
Kabul edilemeze ilişkin yeni bir açıklama gereklidir. Bu nedenle
ben bu konuşmada iki noktayı ele almak istiyorum. İlkin, yeniden­
betimleme hangi anlamda bir tercümedir? Bu soruyu sadece klinik­
te edindiğim bir izlenime (sonradan buna geri döneceğim) bağla­
mak istiyorum: Bir hasta analist tarafından tercüme edildiğini his­
settiğinde bir yere taşındığını, daha iyi bir yere götürüldüğünü his­
setmez, kendine özgü ve felç edici bir tarzda yanlış anlaşıldığını
hisseder. Hastalarım söylediklerini tercüme ettiğimi söylediklerin­
de onlara bir tür şiddet uyguladığımı düşündükleri izlenimine ka­
pılmışımdır hep. Hayatımda hiç kimse bana bir yorum hakkında,
"müthiş bir tercümeydi! " demedi. Ama "İşte şimdi size söyledikle­
rimi tercüme ediyorsunuz," diyenini çok gördüm. Aynca bundan
hoşnut da olmazlar. İngilizceyi yine İngilizceye tercüme etmek çok
açık ki İngilizceyi Fransızcaya tercüme etmekten farklıdır; ama ba­
zen bazı insanlar bu ikisini yakın bulurlar. Bunu uzamsal olarak,
uzaklık bakımından düşünürsek, kendime şu soruyu sorabilirim:
Bir hasta, benim sözlerim onun bilinçli olarak kastettiği anlamdan
ne kadar uzaklaştığında tercüme edildiğini hissetmeye başlar? Ve
hastanın bakış açısından tercüme neden aşağılayıcı bir sözcüktür?
Aynca psikanaliz ve tercüme neden birbirleri için yararlı birer ana­
loj i işlevi görebilirler? Analojiden bahsetmek sadece aynılık ve
farklılık gibi ikili karşıtlıklar bağlamında konuşmak demek değil­
dir. Tercümede olduğu gibi anlam konusundaki ince ayrımlar hak­
kında konuşmaktır. Tercüme sözcüğünün yapmaya alıştığı şey çe­
virmenlerin (ve analistlerin) icra ettiklerini düşündükleri pratiğin
1 36 H E P VAAT H E P VAAT

parçası haline gelir. Ortaya atıldığındaysa (tıpkı iyi bir şey olmadı­
ğı iddia edildiğinde olduğu gibi) beraberinde çok şey götürür.

Marx Louis Bonaparte 'ın 18 Brumaire'i adlı kitabının ünlü girişi­


nin ikinci paragrafında şunları yazar:

İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi özgür iradeleriyle


ve kendi seçtikleri koşullar altında değil; doğrudan karşı karşıya kaldıkla­
rı verili ve geçmişten gelen koşullar altında yaparlar. Ölü kuşakların gele­
nekleri yaşayanların zihnine adeta bir kabus gibi çöker. Ve tam da kendi­
lerini ve maddi çevrelerini devrimci bir dönüşümden geçirmeye, henüz var
olmayan bir şey yaratmaya çabalar görünürken, yani özellikle devrimci
kriz dönemlerinde, korku içinde geçmişin ruhlarını yardıma çağırırlar; on­
ların adlarını, sloganlarını, kılıklarını ödünç alır ve yeni tarih sahnesine bu
saygıdeğer tebdili kıyafetle ve ödünç dille çıkarlar. İşte Luther havari Pav­
Ius maskesini böyle takınmıştı; 1 789- 1 8 1 4 devrimi önce Roma Cumhuri­
yeti, sonra da Roma İmparatorluğu kılığına böyle bürünmüştü; 1 848 dev­
rimi de kimi zaman 1 789'un kimi zaman da 1 793'ün ve 1 795'in devrimci
geleneğinin bir parodisi olmaktan öteye geçemedi. Tıpkı yeni bir dil öğ­
renmeye başlayan birinin bunu hep kendi anadiline tercüme edip durması
gibi: Oysa ancak anadiline gönderme yapmadan yenisini kendi gönlünce
kullanabildiği ve yeni dili kullanırken anadilini unuttuğu zam'!Il. yeni di­
lin ruhunu özümsediğini ve kendisini bu dille özgür bir şekilde ifade ede­
bildiğini söyleyebiliriz.

Marx'ın burada devrimi bir benzetmeyle açıklamayı -bilgilen­


dirici bir paralellik kurmayı- istediğinde, benzetme olarak tercü­
meyi seçmiş olması ilginçtir. İnsanlar kendilerini "devrimci bir dö­
nüşümden geçirmeye" çabalarken ne yaparlar? Güven veren öncül­
ler ararlar; geçmişin kıyafetlerine sarılırlar. O kadar korkarlar ki
büyüye başvururlar, sanki en azından ilk başta ancak bir şeymiş gi­
bi yaparak o şey olabilirlermiş gibi; paradoksal bir şekilde, yeni bir
şey olabilmelerinin yegane yolu geçmişe ait bir şeymiş gibi davran­
malarıdır. Marx'ın tarif ettiği şekliyle, basit hileler ile edimsel söz­
ler sarfetme ritüelinin karışımıdır bu: "korku içinde geçmişin ruh­
larını yardıma çağımlar; onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını
ödünç alır ve yeni tarih sahnesine bu saygıdeğer tebdili kıyafetle ve
B i R i NSAN i TERCÜME ETMEK ÜZERiNE 1 37

ödünç dille çıkarlar." Marx açısından bunun yeni bir dil öğrenme
sürecine benzediği açıktır; böyle konuşuyormuş gibi yaparak baş­
larsınız -tıpkı bir oyuncu gibi, rolü denersiniz, kıyafetleri denersi­
niz, sözcükleri kullanırsınız- ve en sonunda eğer süreç başarılıysa
bunu yapmakta olduğunuzu unutursunuz. Marx'ın sözleriyle, "ana
dilinizi" unutursunuz. Tercüme yapmaya artık ihtiyacınız olmadı­
ğında, yani yaptığımız şeyin aslında tercüme olduğunu unuttuğu­
nuzda başarılı bir şekilde tercüme edilirsiniz. Yeni bir dil öğrenmek
eskisini unutmak demektir. Başarılı bir devrimin retorik açıdan
güçlü bir tanımıdır unutmak. Ama yine de bir dönüşüm deneyimin­
den, bir mezhebe girmekten ve hatta beyninizin yıkanmasından ne
kadar farklı olduğu söylenebilir? Belirli bir raddeye kadar kendi
tercihinizdir; fakat her zaman hatırlamak, her zaman yeniden tercü­
me işini yapmak neden daha iyi olmasın? Hem, Marx'ın unutmak
diye adlandırdığı bu boşlukta, tercüme etmek ile buna ihtiyaç duy­
mamak arasında ne olmaktadır? Köklü bir şekilde değişmek için
neden ölü kuşakların geleneğinin -Marx'a göre bunlar "yaşayanla­
rın zihnine adeta bir kabus gibi çöker"- eski dillerini bırakmamız
gerekir? Ölülerin asla yeterince ölmedikleri açıktır, ama bir kabus
elbette uyuyanı uyandırır. Freud muhtemelen şöyle derdi: Kabus
rüya gören kişiyi geçmişten bir şeyle, rüya gören kişinin temsiline
-diline- dayanamadığı bir şeyle uyandırır. Rüya gören kişi alt ol­
mamak için, ölmemek için gerçeklik dediği şeye dönme ihtiyacı
duyar. Freud'a göre, bir anlamda, geçmiş Marx için olduğu gibi
uyanmamız gereken bir kabustur ama aynı zamanda da bizim tek
kaynağımızdır. Kelimenin gerçek anlamıyla dilimizi aldığımız, di­
limizi öğrendiğimiz yerdir. Dil öğrenmek bir tarih öğrenmek ve
geçmişten, geçmişi yeniden inşa edeceğimiz bir araç edinmektir.
Ama dil uyanamayacağımız bir kabus gibi de olabilir.
Psikanalistler bir yandan hastalarını eski dillerini unutmaya ik­
na ederken, diğer yandan da tarihlerini, geçmiş ile şimdi arasında
inşa edilmiş anlatı sürekliliklerini hatırlatabilirler. Nasıl ki iyi bir
tercüme sizi Madame Bovary'nin özgün dilinin Fransızca olmadı­
ğına tam anlamıyla ikna etmez, yalnızca Fransız olmayanların is­
men Madame Bovary diye geçen bir kitabı okumasının önündeki
bir engeli kaldırmaya çalışırsa, bu da öyledir. Eğer Fransızcasından
okur ve İngilizceye tercüme etmeyi sürdürürseniz, iki kitap "oku-
1 38 HEP VAAT H E P VAAT

yorsunuz" demektir; eğer İngilizcenizi hatırlama ihtiyacı duymaz­


sanız, o zaman deyim yerindeyse gerçekten çiftdillisiniz demektir.
B ir psikanalist olarak insan elbette kolayca (ama bir açıdan da
pek kolayca değil) Marx'ın anadil göndermesinin albenisine kapıl­
maktadır. Kişi yalnızca "yeni dilin ruhunu" özümsemiştir, yalnızca
bu dili "kendi gönlünce kullanabildiği" ve "yeni dili kullanırken
anadilini unuttuğu zaman" kendisini "özgür bir şekilde" -bağlam
içinde tesadüfen kullanılmış bir sözcük değildir- ifade edebilir.
Psikanalitik bir bakış açısından burada dilin yerine cinsellik konu­
labilir; Freudcu anlamda insan yalnızca anneye (ve babaya) "gön­
derme yapmadan" -ya da çok fazla gönderme yapmadan- cinsel
olduğunda cinsel bir yetişkin olabilir. Yani onları yeterince unuta­
bildiği andan itibaren. Freud'un eserleri Marx'ın bahsettiği devrimi
evcilleştirmiştir de diyebiliriz; Freud açısından devrim çocuk cin­
selliğinin yetişkin cinselliği denen şeye dönüştürülmesidir. Gerçek­
ten de Marx'ın devrimci kişi tasviri aynı zamanda savaş-sonrasın­
daki erişkinlerin de mükemmel bir tasviri olarak alınamaz mı? "On­
ların adlarını, sloganlarını, kılıklarını ödünç alır ve yeni tarih sah­
nesine bu saygıdeğer tebdili kıyafetle ve ödünç dille çıkarlar." Ya
da daha doğrusu belki de ergenlik için kişinin daha saygıdeğer kı­
lıkları reddettiği zaman nitelendirmesinde bulunmak gerekir; ama
çoğunlukla devrimci bir kostümlü dramadır bu.
Marx'ın işaret ettiği ironi kopuşun ancak sürekliliği taklit ede­
rek mümkün olmasıdır. Bu anlamda Marx'ın tasviri en azından İn­
gilizcedeki anlamıyla devrim sözcüğünden yararlanmaktadır;* dev­
rim hem bir tekerrür hem de bir değişimdir; hem bir geri dönüş hem
de bir kopuştur. Bu da elbette Freudcu analiz pratiğinin kalbindeki
paradokslardan biridir: İnsan yalnızca bir şekilde geçmişe geri dö­
nerek ya da geçmişi anlatarak kendisini geçerli bir gelecek kuracak
kadar geçmişten koparabilir. Marx'ın devrimi hem yeni bir dil öğ­
renmek hem de tercümeyle karşılaştırması yerindedir, çünkü yal­
nızca özgün olduğu varsayılan metne (ya da dile) geri dönerek ter­
cüme yapılabilir. Anadil yoksa ne yabancı dil ne de tercüme olabi-

* İngilizcede devrim (revolution) sözcüğü aynı zamanda bir cismin bir yö­
rünge etrafında dönmesini de (mesela gökcisimlerinin dönüşleri) ifade etmekte­
dir. (ç.n.)
BiR i NSAN i TERCÜME ETMEK ÜZE R i N E 1 39

lir. İyi de hastanın anadili nedir? Analizdeki bir insanı özgün met­
ni olan biri ya da özgün metnin kendisi olarak tanımlamanın bir
muadili, yararlı bir anlamı var mıdır?
Özgün metin hastanın analize getirmeyi sürdürdüğü sözcükler­
dir denilebilir; tüm boşlukları, sürçmeleri ve tereddütleriyle hasta­
nın anlatmayı sürdürdüğü hikayelerdir. Hatta hastanın yaşamında­
ki tekrarlar özgün metin gibi bir şeydir bile denilebilir; bu tekrarla­
n tercüme etmek ise (Freud bunu yaşamın kopmaz bir parçası ola­
rak görüyordu) onları gereksiz kılmak olacaktır. Bu tekrarlar adeta
geriye tercüme edecek hiçbir şey kalmayana dek tercüme edilmek
için geri gelmeyi ve deyim yerindeyse, bir insanın yaşamının öz­
gün metni olduklarım, yani ortada böyle bir şey olduğunu söyleme­
yi ısrarla sürdürürler. Analist ise bunları dağıtabilecek ve böylece
hastayı yaşamın özgün metni diye bir şey olmadığına ikna edebile­
cek bir tarzda konuşmayı sürdürür. Analist tekrarın gücünü azalt­
mak -zorlantının olduğu yerde bir nevi şans olabilir- ve böylece
bir şeylerin kaybolmasını sağlamak için tercüme eder. Burada ter­
cüme yeniden betimleme demektir: çözülmenin hizmetinde olan
bir yeniden betimleme. Hasta önceki sevgileri analiste duyulan sev­
giye tercüme eder -yani bunları ona taşır, aktarır: Aktarma, tercü­
me sözcüğü yerine kullanılabilir. Ardından analist bu tercümeleri
yeniden tarif eder, onları tamamen dağıtmasa da en azından boyun­
duruklanm gevşetmek için. Hasta herkesi anne babasına tercüme
eder ve anne babasına duyduğu sevgiyi başka insanlara duyduğu
sevgiye tercüme edebilme ihtiyacı duyar. Freud'un Oidipus komp­
leksi adım verdiği devrimdir bu; çocuk ilk anne babaya "sahip ola­
maz", bu yüzden de yeterince iyi bir tercüme bulana kadar arzusu­
nu ertelemelidir: Arzulanır olacak kadar özgün olana yakın, ama
makul derecede arzulanır olacak kadar da farklı bir tercümedir bu.
Benzetmeyi biraz daha sündürecek olursak, Fransız olmayan biri
Madame B ovary yi özgün dilinden okuyamazsa, mevcut en iyi ter­
'

cümeyi bulmak zorunda kalacaktır.


Bir başka deyişle Ödipal terimlerle çocuk bir kez yetişkin olun­
ca iyi tercümeyi gördüğünde tanıyacaktır. - Kötü tercüme özgün
metne fazla yakın olan olacaktır; görünüşte o kadar eksiksiz ve çıp­
lak, özgün metni o kadar çok hatırlatan bir metindir ki bu, tadını çı­
kartamayacaktır. Eğer arzuladığı insan anne babasına fazlaca ben-
1 40 H E P VAAT H E P VAAT

zerse kendini şaşkın, ket vurulmuş, engellenmiş hissedecektir. Tat­


min edici bir tercüme özgün metinden ayırt edilebilir derecede fark­
lı olmalıdır; aksi takdirde ona nüfuz etmek imkansız olacaktır. Kla­
sik metinlerin meşhur tercümelerinin tamamının hangi metinlerin
tercümeleri olduklarını başarıyla gizleyerek bu konuma ulaştıkları
bir dünya tahayyül etmek Borgesvari bir masal olurdu.
Freud bireyin gelişiminde tercümeye benzer bir şeyin gerçek­
leştiğini ima eder, çünkü yasak arzu söz konusudur. Arzumu tercü­
me etmeye ihtiyaç duyanın, çünkü özgün metin kabul edilemez ve
yasaya aykırıdır. Komünist rejim altında yaşayan Doğu Avrupalı
şairler gibi, tercüme deyim yerindeyse özgün olanı gizleme, sansür
karşısında yeterince makul ya da yeterince alakasız bir yazma yolu
bulma sanatı halini alır. Freud'a göre her türlü yazı, her türlü konuş­
ma bu şekildedir. Dolayısıyla analist, Laplanche'ın sözleriyle, has­
tanın malzemesini "tercümesizleştirir", ama yalnızca özgün kabul
edilen metne geri tercüme etmek anlamında değil, daha ziyade boz­
mak anlamında. Burada yapılan, metni özgün dile geri döndürmek
değil, gelecekteki bir dile ilerletmek ya da aktarmaktır. Hastanın di­
li alışıldık bir çağrışımın sözdiziminde sabittir; analizin amacı has­
tanın gözde zincirlerini çözmektir.
Bir metnin tercümesinin hiçbir zaman özgün metinle aynı ol­
mayacağını bilmek çevirmen için ruhsal bir rahatlık (ve Borgesva­
ri bir ironi) kaynağı olabilir. Fakat psikanalitik bir bakış açısından
çevirmenin kendisine verilenden, seçilmiş metninden ne çıkarma­
ya izinli olduğunu hissettiği gibi bir soru her zaman olacaktır. Met­
ni anne gibi düşünmek elbette saçma olur; ama yine de çevirmenin
-iç ve dış nedenlerden ötürü- metne istediğini yapamayacağı doğ­
rudur. Dolayısıyla bu bağlamda bir arzu nesnesi olarak çevirmenin
metninin anneye benzediğini söylemekten ziyade, tercümenin Ödi­
pal bir oyun olduğuna inanmaya başlarsak tercüme neye benzeye­
cektir -sonuçları ne olacaktır- bunu sormak istiyorum. Çevirmen
işe başladığında tercüme edilecek metnin annenin bedenine benze­
diğini düşünürsek? B ir çevirmen olarak metne meşru bir biçimde
neler yapabilirsiniz ve bunun kararı nasıl verilir? Çevirmen, metin
ve okur toplamda üçtür: Peki ya metin kime aittir?
Metin karşılık veremez ama dil -anne babanın konuşması gibi­
tercümeye direniyor görünebilir. Farklı bir dile dönüştürülmeyi
BiR i N SAN i TERCÜME ETMEK ÜZERiNE 141

reddediyor görünebilir. Gerçekten de hastanın direnişlerinin analiz


edilmesi psikanalizin ayrılmaz bir parçasıdır, hatta bazı insanlar
açısından psikanalizi psikanaliz yapan budur. Fakat bir çevirmenin
metnin dilinin, deyim yerindeyse, kasten ya da bilinçsizce kendisi­
ni kösteklediğini varsayamayacağı ya da varsayma lüksünün olma­
dığı açıktır. Freud diren!şin hastada olduğunu söyler; Lacan ise il­
ginç bir şekilde direnişin her zaman analistte olduğunu söyler. Di­
renişin dilde olduğunu söylemek çevirmen açısından ne tür bir an­
lam ifade eder? Psikanaliz tıpkı tercüme gibi -ve tercüme olarak­
dönüşümün önündeki her türlü engelle ilgilenir; amacı tedavülü,
daha serbest mübadele olanaklarım ve Williams'ın sözleriyle ola­
naklar ve alternatifler bilincini artırmaktır. Ne var ki şayet psikana­
liz teoride ve pratikte pek çok biçimde -ister aktarım ya da yorum­
lamayı ister bedenin temsil yeteneğini tarif ederken olsun- tercüme
benzetmesi olmadan yapamıyorsa, hasta için yalnızca tercüme
edildiğini hissetmek klinik açıdan ve kişisel olarak nahoş bir durum
teşkil eder. Sanki tercüme etmek bir dil yaratmak için müzakerede
bulunmak değil de bir dil dayatmakmış gibi. Bu ise bence şu anda
ele aldığımız konuya, benzetmenin kapsam ve sınırlan konusunda
ilginç bir ışık tutmaktadır

On altı yaşında bir kız kısmen dönem dönem MHl. yatağını ıslattığı,
daha genel olarak da yalnız olduğu için bana yönlendirilmişti. Ken­
disini değerlendiren kişi terapiden ne elde etmeyi umduğunu sor­
duğunda, kızın cevabı "bir erkek arkadaş" olmuştu. Odama gelen
kızın perişan bir halde olduğu çok açıktı. İlk geldiğinde yüzünde
ışık namına neredeyse hiçbir şey yoktu. Sandalyede hafifçe öne
eğilerek oturuyordu. Yüzü parmaklarına doladığı nemli saçlarının
arkasına gizlenmişti. Ciddi bir sessizlik içindeydi, direnmekten çok
utangaç ve bariz şekilde mutsuz bir hali vardı. Ne konu açtımsa ko­
nuşturmayı başaramadım ve en sonunda pes edip kendi kendime
belki de susarak sözlerimle ·yapamadığım bir şeyler yaparım de­
dim. Birkaç dakika sonra MHl. eli saçlarında, "Sıkıcı, değil mi?" de­
di görünüşe göre saçım kastederek. Beni sıkıcı mı bulduğunu, daha
1 42 H E P VAAT HEP VAAT

ilginç birini mi ummuş olduğunu sordum. "Yok, ben saçımı kastet­


miştim," dedi, sonra da mağrur bir edayla, "Aslında ben biraz sıkı­
cıyımdır," diye ekledi. Ben de "İlginç bir insan olmak, heyecanlı ya
da akıllı ya da komik olmak çok tehlikeli olabilir," dedim. Bunu du­
yunca biraz neşesi yerine geldi -sanki içinde bir şeyler ayaklanmış­
tı- ve onların sokakta oturan bir çocuktan bahsetmeye başladı. De­
diğine göre çocuk "çok komikti ve tüm kızlar onu gerçekten beğe­
niyor"du . Bu çocuktan öyle büyük bir heyecanla bahsediyordu, öy­
le ürkek bir büyülenmişliği vardı ki sanırım çocuğa hafiften aşıktı.
Ben de açık bir şekilde, "Sanırım bu çocuktan gerçekten hoşlanı­
yorsun," dedim. Hemen suratını astı: "Hayır, hayır, öyle bir şey yok,
yalnızca onu sempasik buluyorum," deyip kızardı. "Bu şeyler insa­
nı biraz utandırabilir, ama kim bilir belki de düşündüğünden daha
çok hoşlanıyorsundur ondan," dedim. Bunun üzerine çok ters bir
tonda, "Siz de herkes gibi söylediklerimi başka bir şeye çeviriyor­
sunuz," dedi. Buna başka bir örnek vermesini istedim, o da, "Anne­
me çarşıyı gezmeye çıkıyorum diyorum, annem de, 'Yani yine o ço­
cuklarla takılacağım demek istiyorsun,' diyor. Aklımı benden daha
iyi okuyabileceğini düşünüyor." Burada tercüme onun açısından
cinselliği ya da toplumsallığı hakkında bir şeylerin tacizkar bir şe­
kilde ortaya serildiği anlamına geliyorsa, aynı zamanda söyledikle­
rinin kendisinden daha güçlü biri tarafından tahmin edilmesi anla­
mına da geliyordu. Kendi bilinci -ya da ne yaptığını bilen birisi
olarak kendilik bilinci- ondan çalınıyordu. Tercüme gündüz vakti
yapılan hırsızlıktı.r. Bir insanı onun onayı olmadan ya da ne tepki
göstereceğini umursamadan yeniden tanımlamak, çok açık ki, bir
denetleme biçimi, hatta belki de doğrudan bir zorbalıktır (ölü bir
yazan ya da yalnızca kendi anadilini konuşan birini tercüme ettiği­
mizde elbette o kişiyi onayı olmadan yeniden tanımlamış oluruz).
Fakat az önce bahsettiğim dil sürçmesinde -sempatik yerine sem­
pasik- hastamın kendi kendisini tercüme ettiği söylenebilir. Freud­
cu bilinçdışı her zaman kendi sözcüklerimizi bizim için tercüme et­
mektedir. Hastamın özgün metni, "Hayır, hayır, öyle bir şey yok,
yalnızca onu sempatik buluyorum,'' idi; ama içindeki bir şey kilit
bir sözcüğü tercüme etmiş ve ona başka bir şey söyletmişti. İçinde­
ki bir şey için -hastamın bakış açılarından birine göre- burada sem­
patik pek doğru bir sözcük değildi. Yerine başka bir sözcük koy-
BiR i NSANi TERCÜME ETMEK ÜZERiNE 1 43

maktansa esas sözcüğü biraz değiştirmişti; böylece ne yardan geç­


mişti ne de serden. Dahası onun da ima ettiği gibi dil sürçmesinin
(ya da kendi kendini tercümesinin) benim tarafımdan algılanışı her
açıdan kendi yaptığı şey kadar önemliydi. Ben daha katıksız bir
cinsel arzunun özgün metin olduğunu ima ederek dil sürçmesini
kısmen geri-tercüme etmiştim. O anda bunların hangisinin gerçek,
özgün, önemli metin olduğunu (burada kapsamlı bir özcülük reto­
riği vardır) tartışıyorduk. İkimizin de sorunu aynıydı: Eğer bir ter­
cüme yapıldığı varsayılıyorsa, ortada bir özgün metin olmalıdır.
Ben daha konuşkandım, çünkü ondan daha büyüktüm ve onu gön­
derdikleri profesyonel kişiydim. Aynca en geniş anlamıyla özgün
metnin ne olduğunu biliyormuş gibi konuşuyordum. Özgün metin
yasaklı cinsellikti. Hastam kendi deyimiyle "başka bir şeye çevril­
diğini" söylerken güçlü insanların ona özgün bir metin atfedip ar­
dından da onu buna uymakla suçladıklarını hissediyordu. Ortada
özgün bir metin olduğu ima edildiğinde yeniden tanımlamanın ter­
cüme halini aldığını söyleyebiliriz. Ve otorite özgün olana tevdi
edilir. Bunu tersine çevirir ve gerçek bir metnin çevirmeninin bakış
açısından bakacak olursak, soru şu olur: Metin ne tür bir otoriteye
sahiptir ki -özgün metne ne tür bir otorite verilmiştir ki- her türlü
tercümeye mutlaka dahil olan yeniden tanımlama işlemini sınırla­
maktadır?
Özgün metnin otoritesini ya zalim olarak nitelemek ya da basit­
çe çevirmenin elzem doğruluğuna yardımcı olarak düşünmek belki
de daha sağlıklıdır - ahlaki ve entelektüel açıdan daha sağlamdır.
Metnin kendisinin -ve içinde yaşayıp bir varlığa sahip olduğu ku­
rumsal ve toplumsal bağlamların- çevirmenin tikel sanatı üzerinde
bir tür sınır ya da kısıtlama oluşturduğunu düşünmek de öyle. Fa­
kat kanımca -yine benzer tarzda- metnin rahatlatıcılığından; tercü­
me edecek gerçek bir metnin olmasının verdiği güvenden de bah­
setmemiz gerekir. Bir metnin tercüme edilmesinde -muhtemelen
bir insanın tercüme edilmesinin aksine- deyim yerindeyse sadık
kalınacak bir şey vardır; bir mütekabiliyet olmalıdır, fakat dogma­
tik bir hakikatler arası mütekabiliyet teorisini gündeme getirmeye
gerek kalmadan. Çok açık ki herhangi bir anlamda özgün olana sa­
dık olma fikri ahlaki kaygılarla doludur. Robert Lowell Imitati­
ons'ın (Taklitler) önsözünde şiir çevirmenlerinin "dili gelişigüzel
1 44 H E P VAAT H E P VAAT

kullandıklarını, ne aslına sadık ne de seçkin çeviriler yaptıklarını"


söyleyerek bizi uyarır. Böylece çevirmenin sadık kalması gereken
bir şeyler olduğunu ima eder, ki bunun içine tercüme ettiği şiir ara­
cılığıyla kendisini seçkin kılması ve şiirin kendisinin seçkin bir şey
olduğunu göstermesi de girebilir. Çevirmen aynı zamanda metni
kendisi hakkında bir şeyi açığa vurmak için de kullanır; fakat bu,
ortada sadık kalınacak bir şey olduğu inancına bağlıdır. Metnin ver­
diği rahatlık, orada olmasından ve neyse o olmasından gelir. Söz­
cükler kendiliğinden değişmezler.
Elbette bir analisti görmeye gitmenin zevkli ama aynı zamanda
sinir bozucu yanlarından biri de analistin --en azından çoğu analis­
tin ve çoğu zaman- belirlenen saatte, her zaman orada olmasıdır.
Analize gelenler ergenler olduğunda, bu özellikle mühim bir mese­
ledir. Güvenlik ile heyecan arasındaki mücadelede, güvenilirlik bir
bakıma karmaşık bir nimettir. Yeni insanlara ve yeni tatminlere aç
olan ergen --eğer şanslıysa- aynı tanıdık insanlara, anne babasına
ve onlarla ilişkisi dahilinde evrildiği insana geri dönmeyi sürdürür.
Aynı anda hem kendini tercüme eder hem de özgün olana sadık ka­
lır. Gezer dolanır ama geri gelmeyi sürdürür. Burada mesele şudur:
Gözden kaybolmaya başladığınızı hissetmeden ne kadar uzağa gi­
debilirsiniz? Ya da başka birine dönüşmeye başladığınızı hissetme­
den? Belki de evdeki insanların tanımadığı birine?
Dört yaşındayken akrabalarıyla yaşamak üzere bu ülkeye gel­
miş ve o zamandan beri de kah akrabalarının yanında kah yetimha­
nede kalmış on dört yaşında Jamaikalı bir çocuk, okul yönetimi ta­
rafından bana yönlendirilmişti. Gerekçe, "şiddet eğilimi, kabadayı­
lık ve saldırganlık" idi. İlk buluşmamızda yaklaşık on dakika kal­
mış, ısrarla okuldan nefret ettiğini söylemiş ve hemen kendisini sev­
dirmeyi başarmıştı. Kindar olmadığı açıktı, ama insanları bazı şey­
lere ikna etme ihtiyacı duyuyordu. Söylemeyi becerebildiğim tek
şey, öfkelenmekte haklı olduğu şeyler olduğunu tahmin ettiğimdi.
Bu onun açısından o kadar barizdi ki pek kaale almış gibi değildi.
Fakat sonunda, benden ayrılırken, omzunun üstünden, "Bunun için
sağol adamım," dedi ve ben de söylediğim şeyi kastettiğini düşün­
düm ya da öyle olmasını istedim. Sonra birkaç hafta gelmedi. Mek­
tuplarla da olsa peşini bırakmadım ve en sonunda geri geldi. Gel­
meyi unuttuğunu söyledi. Unutulmaktan kaygılanıp kaygılanmadı-
BiR i NSANi TERCÜME ETMEK ÜZERiNE 145

ğını sormam üzerine, "Hiç kimse beni unutmaz, bununla bizzat il­
gileniyorum," diye cevabı yapıştırdı Bunun için çok çaba harcamak
zorunda olup olmadığını sordum, o da ilginç bir şekilde, "Dövüşe­
rek mi demek istiyorsun?" dedi. Evet, dedim. Bunun üzerine, "Ada­
mım, sen sadece benim söylediklerimi çeviriyorsun. Her hafta her
hafta buna ihtiyacım yok benim," dedi. Ardından sırıttı ve sonra her
hafta geldi. Freudcu tarzda, bir şeyi olumsuzlayarak onaylıyordu.
Bunun özü basittir, her ne kadar sonuçlan basit olmasa da. O anda
orada tercüme edilecek ve tercüme etmeye değer bir şeyin olduğu
fikrinin teyit edildiğini düşündüm. Metnin rahatlatıcılığı, kişinin
sadık kalabileceği bir şeyin -ya da bu örnekte birinin- olmasından
kaynaklanır. Fakat elbette bu durum iman dilini dünyevileştirmeyi
ve dolayısıyla başka bir tercümeyi daha gerektirir.

Bir metni tercüme ederken belirli bir anlamda ortada tercüme edi­
lecek bir özgün metin var demektir. Peki bir insanı tercüme eder­
ken ortada bu özgün metne benzer bir şey var mıdır? Bunun için
bariz adaylar vardır: Özgün metin başkalarının ve benim görmek
istediğimiz ben, gizlemeye çalıştığım ben ya da ailemin olmamı is­
tediği ben olabilir; aynca yan biyolojik temellere dayalı bir içkin
hakiki benlik (temel karakterim ya da mizacım) anlayışı da olabi­
lir. Eğer kendimde bu öz -temsili biçimde var olan bir öz- varsa
tercümeden ya da yeniden tanımlamadan bahsetmek tümüyle yan­
lış olacaktır. Proje yeniden tanımlama değil tanımlama olacaktır -
gerçekten kim olduğuma -tercüme edilmemiş ve edilemeyen ben­
liğe- ilişkin daha eksiksiz ve dolayısıyla güvenilir bir anlayışa
ulaşma tasarısı. Bu arayış tüm değerli şeylerin kişinin gerçekte kim
olduğunu bulmasıyla başlayacağını ima eder.
Bunun alternatifi görünüşte daha absürd ama tuhaf biçimde ak­
la yatkın olan şu olasılıktır: Özgün metin, esas benlik (ya da benlik
versiyonu) diye bir şey yoktur; yalnızca bir dizi bilinemeyen tercü­
me tercümesi vardır; tercih ettiğimiz benlik versiyonları vardır ama
hakiki benlikler yoktur. Bu nedenle hakiki benliklerimize yakınlaş­
mayı amaçlamamız -ya da içtenlikte gittikçe daha iyi olmaya çalış-
1 46 HEP VAAT H E P VAAT

mamız- gerekmez, daha ziyade sıkıntı çektiğimiz ve arzuladığımız


her zaman yeniden tercüme için hazır olmamız gerekir. Başka in­
sanların bizi yeniden tanımlamalarına yalnızca katlanmamız gerek­
mez, zira bunlardan bazen hoşlanabilir ve birbirimize yaptığımız
şeyin bu olduğu gerçeğiyle ilgilenebiliriz de. Yanlış anlaşıldığımı­
zı düşünerek sonsuza dek ağlayıp sızlandığımız şikayet kültürünü
benimsemek yerine yanlış anlamayı oyunun adı olarak görebiliriz
- tabii yanlış anlamaya tercüme (ya da rüya çalışması) diyerek. Bu
dünyada "Neden beni anlamıyorlar?" diye düşünme zahmetine gir­
mekten ziyade insanların bizden neler yarattıkları karşısında son­
suz bir şaşkınlık duyarız. Ne söylediğimizi düşündüğümüz kadar
(hatta belki de daha çok) insanların bizim söylediklerimizden ne çı­
kardıklarıyla da ilgileniriz. O zaman sohbetimiz sırasında neden
bazı tercümeleri başka tercümelere tercih ettiğimizi ve neden bazı­
larını saldırgan bulduğumuzu (yapabildiğimiz kadarıyla) anlamaya
çalışırız. Fakat bunu mevcut tercümeleri karşılaştırabileceğimiz bir
özgün metin olduğunu düşünmeden yapmamız gerekir. Gerek in­
sanların gerekse kendimizin bize dair tarifleri, diğer tariflerden (an­
nelerimiz, babalarımız, analistlerimiz kim olduğumuzu bilmezler:
Kendi versiyonları vardır) başka bir şeye tekabül etmez. Başvuru­
labilecek hakiki, özgün, ayrıcalıklı bir ben yoktur: Fakat bana be­
nim hakkımdaki tanımlamalarınız konusunda ne düşündüğümü so­
rabilirsiniz. Ne ki farklı tanımlamaları karşılaştırabileceğim bir ha­
kiki, özgün metin yoktur önümde. Haritasız ya da her zaman izle­
nimci bir tarzda haritası çıkartılan bir ülkeye benzerim. Eğer ırkçı­
lık, tıpkı cinsiyetçilik gibi, insanların kendi kendilerini tanımlama­
larının saldırgan bir reddiyse, bu durumda sorulacak soru şu olma­
lıdır: İnsanlar kendilerine ilişkin zorlayıcı özsel tanımlamaların
yokluğunda az çok savunmasız mıdır -ve tam olarak neye karşı sa­
vunmasızdır? Hakiki bir benliğinizin ya da gerçek bir kimliğinizin
olduğuna inanma ihtiyacı ne yapmak konusunda özgür olmanızı
engeller? Eğer kim olduğuma (ve ne istediğime) dair kendi fikrim
ayrıcalıklı bir versiyon değilse -göz önüne alınmıyorsa- bu durum­
da düşündüğüm kadar kendine yeten biri değilim demektir.
Burada öne sürdüğüm paradoks ortada tercüme edecek bir öz­
gün metnin yokluğunda tercüme meflmmudur. O halde bir insanı
tercüme etme meflıumunda elimizde tercüme için tam olarak ne
BiR i N SAN i TERCÜME ETMEK ÜZE R i N E 1 47

vardır? Bir insanı tercüme etme metbumu sadece zayıf bir analoji
midir? Yoksa Raymond Williams'ın konuşmasında, "daha geniş bir
perspektif istemi" adını verdiği şeyin (ki Williams isabetli bir şekil­
de bu perspektif "tarihin yenilgiyi kemiklerinde taşıyan evlatlann­
dan ziyade büyülenmiş bir gözlemci için daima daha erişilebilir,"
der) bir parçası olabilir mi? Bir başka deyişle, daha geniş bir pers­
pektife sahip olma, farklı olanaklann bilincine varma çabasında
karşılaşılan çok gerçek sınırlamalan ciddiye almadan tercümenin
harikalannı -yeniden tanımlamanın büyüleyici özgürlüklerini- öne
çıkarmak benim açımdan gayet iyi olabilir. Farklı kuşaklardan in­
sanlann kemiklerinde taşıdıklan yenilgiler tercüme analojisini çö­
zümden ziyade sorunun bir parçası yapabilir. Çünkü Willams'ın
bahsettiği yenilgilerin bileşenlerinden biri, hakim bir sınıf ya da
grup tarafından kendi isteklerine aykın olarak tercüme edilen, ken­
dilerine tercüme dayatılan insanlardır. Kişinin -bir insan ya da bir
grup olarak- kendi benlik versiyonuna izin verilmemesi temel bir
tahakküm biçimidir. Öyle ya, kim olduğumuza dair otorite biz de­
ğilsek, kimdir? Öte yandan bize kimlik tevdi edecek bir otorite
yoksa -kendimize ilişkin bir özgün metin mevcut değilse- kendi­
mizin doğru versiyonunu nasıl tanıyacağız? Bir başka deyişle, ta­
hakküm, kibarca, dayatılmış tercüme diye adlandınlabilirse, alter­
natifler nelerdir?
B ir metnin genellikle çevirmeniyle işbirliği yaptığından bahset­
meyiz, oysa metnin yazan bunu yapabilir. İnsanlar bugünlerde psi­
koterapiye çoğunlukla işbirliğinde bulunduklarını hissetmedikleri
tercümelerinden mustarip olduklarından gelmektedirler. Bir anne
babanın çocuğuna, " Çok çekingensin," demesiyle, "Çekingen his­
setmene neden olan durumlar mı var?" demeleri arasında fark var­
dır. Analistin hastasına rüyasının ne anlama geldiğini söylemesiyle
rüyasının kendisine ne düşündürdüğünü söylemesi arasında fark
vardır. B ir başka deyişle, en azından psikanalizde -ki muhtemelen
yalnızca orada değil- tek iyi tercüme yeniden tercümeye davet eden
tercümedir; doğru/anmaktan çok değiştirilmeye ihtiyaç duyan ter­
cümedir. Kitaplar söz konusu olduğunda Madame Bovary'nin en
güvenilir tercümesini okumayı isteyebiliriz, fakat insanlar söz ko­
nusu olduğunda böyle güvenilir bir versiyon olamaz. Analist hasta­
ya kullanabileceği ve yalnızca kendi yeni tercümesini yapmak için
1 48 H E P VAAT H E P VAAT

kopyalamakla yetinmeyeceği bir şey vermeyi ve bunu sloganlarla


değil üzerinde düşünülecek şeylerle, şifrelerle değil davetlerle yap­
mayı amaçlar.
Ne var ki analistin yardımcı, ebe ya da alet tedarikçisi olarak
-işbirlikçi çevirmen olarak- bu takdire şayan amaçlan da göster­
melik bir hikayedir, çünkü analistin kendisinin de tercih ettiği has­
ta versiyonları vardır. Yani karşıtlık olmadan iyi işbirliği olmaz.
Psikoterapi hasta ile terapistin rekabet halindeki açıklamalarını
üretir. Fakat bunlar neyin izahatı olarak alınırlar ve amaç güvenilir
ya da geçici olarak tatmin edici bir versiyon �u üretmektir? Bu şe­
kilde ifade edildiğinde durum yine absürd görünür. İki kişi konumu
belirlenemeyen bir insanın tatmin edici bir tercümesini yapmaya
çalışıyorlar. Analist ile hasta arasında hastanın geçmişi hakkında
anlaşmaya varıldığını farzetsek bile, bu versiyon neyle karşılaştın­
lacaktır? Bir tercüme metinde sorabileceğimiz gibi, bunlar kesin
mi, doğru mu anladık, yeniden kurguladığımız bu olaylar gerçek­
ten de şu anki çıkmaza neden oldu mu, diye sormak yerine buna
inanmanın ne tür bir yaşamı mümkün kılacağını sormamız gerekir.
Bu tercüme bizi nereye götürebilir? Tercümenin olası sonuçlarıyla
ilgilenmek, geriye değil ileriye göndermede bulunmak gerekir.
Bir insanı tercüme ederken -bu analojinin bir faydasını görmek
istiyorsak- farklı bir şey yapmamız gerekir. Özgün metne olan
inancımızı askıya alarak ve asla tam olarak yapamayacağımızı tü­
müyle bilerek tercüme etmemiz gerekir. Meseleyi doğru anladığı­
mıza inanmak bile üstü kapalı bir şekilde bu özgün metnin, kendi
orijinal metnimizin var olduğunu varsaymak olacaktır. Arayış Kut­
sal Kase'yi değil, arayışın kendisini hedefleyebilir. Psikanalizin ama­
cı güvenilir, ikna edici bir versiyonumuzu bulmaktan ziyade, insan­
ları tercüme etmek ve edilmek için özgürleştirmektir. Bir başka de­
yişle, bir insanı -var olmayan bir metni- tercüme etmeye giriştiği­
mizde, süreç içerisinde onu yaratmamız gerekir. Ama bunu birlikte
yapmamız gerekir.
Pater'ı Takdi r Etmek*

İnsanın dengesini boz an,


resmedilmek değ il övgüdür.
Dave Hickey, The lnvisible Dragon
(Görünmez Ejderha)

Pall Mail Gazette'de yakın dönemde Walter Pater'ın Rönesans'ı


üzerine yayımlanan bir değerlendirmede, eleştirmen S idney Colvin
şunları yazar: "Bu kitap yeni başlayan birinin 'bilgi' almak için baş­
vuracağı bir kitap değildir" . "Bilgi" kitapta hiçbir olgu ya da saygı­
değer görüş olmadığı için değil, Pater sanat eleştirilerinde gelenek­
sel olarak kullanıldığı anlamda bilgiye inanıyor görünmediği için
tırnak işareti içine alınmıştır. Pek çok eleştirmenin uzlaştığı üzere,
Pater bununla yeni bir şey yapmıyor, bir şeyi kötü bir şekilde yapı­
yordu. Denis Donoghue da, deyim yerindeyse bu koroya katılarak
şöyle yazar: "Tarihsel olgular bakımından Pater kendisine o kadar
serbesti tanımıştır ki bundan daha fazla tatmin duymamış olması
üzücüdür." Fakat Pater bir şeyleri yanlış yorumlamaktan değil, doğ­
ru yorumlamak zorunda kalmamaktan tatmin olmuştu. Yeniliği
doğruluğa ve hatta tatmini argümana tercih etmek onun tarzıydı.
Pater ne araştırmacı ne de aleni bir itirafçıydı; bir sanat eserinin
ona neler yapabileceği ya da onu nasıl kendisi hakkında yazmaya
ayarttığı konusunda utanıp sıkılmazdı. Yaklaşımı Donoghue'nun mu­
zır ama yerinde ifadesiyle, "ampirik vazifeden varesteydi." Matt­
hew Amold ve Modem Bilim nesneyi kendi içinde gerçekte olduğu
şekliyle size verebilirdi; size en iyi, en güvenilir, yararlı hakikatleri
verebilirdi. Pater'ın verdiğiyse izlenimleri ve üslubuydu. Ve üslubu

* Denis Donoghue, Walter Pater: Lover of Strange Souls (Knopf, 1 995) üze­
rine değerlendirme. Landon Review of Books'tan alınmıştır.
1 50 H E P VAAT HEP VAAT

utanma nedir bilmeden, görünüşte hakkında yazdığı konuyla dikkat


çekme yarışı içindeydi ("Pater'ın cümleleri," diye yazar Donoghue,
"yalnızca anlaşılmak değil bakılmak da istermiş gibi okunmayı
bekler. ") Pater'ın esas ilgisi sanatın ve sanatçının yaşamının kendi­
sinde neler uyandırabileceği bunları neye dönüşmek için kullanabi­
leceğiydi. Ya da ne yazmak için, zira Pater ancak cümle kurarak
kendini buluyordu. Bir başka deyişle, kendisiyle en azından sanat­
la ve hakkında yazdığı sanatçılarla olduğu kadar ilgiliydi. Büyük
Sanat'ın -ya da daha da önemlisi Büyük Din'in- huzurunda tevazu­
larıyla eğilmeye istekli olanlar için bir hakaret mahiyetindeydi.
Pater Rönesans'ta eleştirmenin sanatçı hakkında sorması gere­
ken "esas soru" olarak şuna işaret ediyordu: "Sanatçının eserinin
bizde uyandırdığı ve başka bir yerden alamayacağımız o özgül du­
yum, özgül haz niteliği nedir?" Eleştirmenden eserin biçimsel nite­
liklerini ya da tarihsel bağlamını tarif etmesi istenmiyordu: Eleştir­
men aldığı hazzı tarif etmeye çağrılıyordu. Bu elbette kendi haz
olanaklarına güven duyabilecek kadar genç ya da cesur olanlara hi­
tap etmek için tasarlanmış bir soru ve davetti. Pater en azından ya­
zılarında haz ve duyumun -orijinallikten bahsetmiyorum bile- ah­
laken iyi olduğunu varsayıyordu. Bu nedenle Rönesans 1 873'te ya­
yımlandığında, en azından Oxford'da, bir skandal yaratmıştı. Pater
iki kız kardeşiyle birlikte yaşayan, Oxford'da öğretim üyesi olan bir
eşcinseldi ve skandal kendisi için en korkunç şeylerden biriydi. Ele
aldığı konular-Pico della Mirandola, Botticelli, Leonardo, Du Bel­
lay, Winckelmaim vs.- yeterince zararsız görünüyordu. Fakat Wilde'
ın "altın kitap" olarak bahsettiği bu kitap bir masumun kitabı ola­
mayacak kadar vakitliydi. Başlıkta tarihsel Rönesans'a işaret edili­
yordu ama bu yanıltıcıydı; Pater estetik değerlerde bir rönesans, bir
uyanış öne sürüyordu -Rönesans sırasında Hıristiyanlık öncesi de­
ğerlerin uyanışı- ve bu da Victoria dönemi İngiltere'sinin destekle­
diği resmi Rönesans versiyonlarına açıkça karşıttı.
Akademik konumunun sorumluluklarını kasten görmezden ge­
len Pater, Hıristiyanlığa ve İmparatorluğa duydukları inancı pekiş­
tirmeleri gereken bir dönemde ayrıcalıklı lisans öğrencilerinin -Sid­
ney Colvin'in üstü kapalı bir şekilde atıfta bulunduğu "yeni başla­
yanlar"ın- doğal putperestliğini cesaretlendiriyor gibi görünüyor­
du. ("Pater'ın İngiltere'si," diye yazar Donoghue, "verili bir ülke de-
PATER'I TAKDiR ETMEK 151

ğildir; kendisi b u konuda verilenin çok azını almıştır.") Pater kötü


bir şöhrete sahip olan Sonuç bölümünde haz anlarımız dışında kur­
taracak bir şeyimizin ve özel, haz veren deneyimler yaşamak dışın­
da yapacak bir şeyimizin olmadığını söylüyor gibi görünüyordu.
Yaşam başarı değil yoğunluk, kar değil anlam demekti; çalışkanlık
bir tür kendini kandırma biçimiydi. Bu şekliyle Pater'ın görüşleri
özgün değildi, zaten onun da böyle bir iddiası yoktu. Sokrates ön­
cesi felsefenin, Alman romantizminin ve Fransız estetizminin zarif
bir karışımı olan yazılan, üslubunun tuhaflığı kadar Rönesans za­
manında yeniden gündeme getirildiğini iddia ettiği eski inançlarla
da Victoria Dönemi'nin sonlarında İngiltere'de egemen olan yüce
emelleri alaya alıyordu . Maddi ve manevi ilerlemenin tellallığını
yapanlar -din adamları ve kültür eleştirmenleri kadar bilimciler ve
siyasi idealistler- açısından Pater tüm inançlara ters düşen bir me­
tin yazmıştı. "Bizim sorunumuz alışkanlıklar yaratmamızda," diye
yazıyordu Pater. Onun fikirleriyle herhangi bir yere varan bir top­
lum oluşturmak mümkün değildi.
Pater biyograficilerinin ortak sorunu Pater'ın da bu fikirlerle
pek bir hayat oluşturamamış olmasıdır. Ona ilişkin tüm anlatılanlar
hayattayken pek gösterişli bir figür olmadığına şahadet eder; Do­
noghue'nun aktardığı anılarda sevgi ve hayranlıktan çok şaşkınlık
ve tatsızlık vardır. En azından dışarıdan bakan birinin gözünden
erotik ve diğer türde maceraların yokluğu göze çarpar. Fiziksel açı­
dan cazibesiz, kibar ve biraz soğuk bir figür: "Çirkin domuzun te­
kiydi," der Arthur Symons, "ama bilgili ve büyüleyiciydi de." Pa­
ter görünüşe bakılırsa, muhtemelen bazı biyograficileri gibi, çekici
bir görünüm olmadan yaşamanın mümkün olmadığına inanıyordu.
Wilde'a Pater'ın öldüğü haberi verildiğinde, yaşadığını bilmiyor­
dum der. Sanki kendi çağdaşları açısından bile yalnızca yazılan ne­
deniyle ilgi çekici bulunmuştur. Hayran olduğu Flaubert'in aksine,
Pater'in bir Mısır'ı yoktu. Üslup yaşamdı, bunun dışında hiçbir şey
onu cezbetmiyordu. Pater'ın tuhaf cümleleri kendi karakteri olmuş­
tu; göründüğü kadarıyla yaşadığı dönemde bile ona düşen tek şey
buydu. Pater 1 894'te öldüğünde, Henry James Edmund Gosse'a,
"Kanımca kendisi en mükemmel edebi servete sahipti -ve olmaya
devam edecektir," diye yazar, "yani, her şeyi tümüyle ve yalnızca
kalemiyle (üslubuyla, dehasıyla) ortaya koyup kişiliğiyle hemen
1 52 H E P VAAT H E P VAAT

hiçbir şey ortaya koymama şansına. Pater yüzü olmayan bir maske­
dir." James açısından Pater'ın biyografisi onun üslubudur. Fakat di­
ğer pek çok insan açısından Pater konusundaki gülünç nokta, yaşa­
mı olmadan biyografisinin olması, deneyimle şekillenmemiş göste­
rişli, alışılmadık bir üslubunun olmasıdır. B ir insan olarak Pater
abesle zayıfın çekici olmayan bir karışımıydı; yazılan insanları ki­
birli hale getinnek için birebirdi. Fakat alayın kendisi -ilk eleştir­
menlerinden Eliot'ın 1 930'daki önemli makalesi "Amold ve Pater"a
ve hatta bazen Donoghue'ya kadar- manidardır. Bu kadar çok düş­
manlık suç ortaklığına delalettir. Bazıları da Pater kendisini sadece
cümlelerine verdiğinden ondan ne anlam çıkaracaklarından kuşku
duyarlar.
Yaşamda neyin önemli olduğunu artık hiç kimsenin bilmemesi
nedeniyle allak bullak olmuş olan modem biyograficiler, sorunu
her şeyi dahil ederek çözmeye çalışıyorlar, her ne kadar "her şey" in
ne olduğuna ilişkin çağdaş fantazi tahmin edilebilir olsa da. Biyog­
rafilerin bugün bu denli uzun olmasının nedeni yalnızca daha fazla
bilgiye sahip olmamız değil, yaşamlarda artık olay örgülerinden zi­
yade yalnızca aynntılann olmasıdır. Biyografi bir yaşama şekil ve­
rir, ama yaşamın kendisi bunu yapmaz. Pater'ın lmaginary Portra­
its'te (Hayali Portreler) ve kendi otobiyografik yazısında açıkça gör­
düğü üzere, ko'nu "Yaşamlar"a geldiğinde daha az daha çoktur. Fa­
kat konu Pater'ın yaşamına geldiğinde yeter diye bir şey asla yok­
tur. Ya da başkalarının yanı sıra James'in bahsettiği eşitsizlik kim­
seyi yeterince cezbetmemiştir.
Biyografi eleştirmenleri açısından Pater ideal bir örnek olarak
görünecektir: Her gün yaptıklarıyla yazdıkları arasında ayırt edile­
bilir ya da görünüşte yararlı bir bağlantı yoktur. Donoghue şöyle
yazar: "Oluş sanatında, cümle cümle, metinsel bir benlik olarak gö­
rünür" ; bu ise Pater'ı modem değirmende öğütülecek tahıl haline
getirir. Metnin dışında hiçbir şey yoktur, kahvaltıya oturan bir
adam kesinlikle yoktur. Ama paradoks gibi görünse de Pater'ın ya­
zılarının hepsi bağlantının gerekliliğinin ve gizemliliğinin bir kanı­
tıdır. Pater'ın sanat konusundaki yazılarının hepsi biyografik ve
otobiyografik verilerin kendine özgü bir karışımıdır, sanki bunlar
asla birbirinden ayrılmazmış gibi. Pater otobiyografi olmadan bi­
yografi olamayacağını ima eder; ama aynı zamanda ve daha da il-
PATER'I TAKDiR ETMEK 1 53

ginç olanı, ona göre biyografi olmadan da otobiyografi olamaz.


Kendi yaşamlarımızı çoğunlukla dışa kapalı bir şekilde olsa da baş­
kalarının yaşamlarından oluştururuz. Pater'ın biyograficilerinden
hiçbiri onu kendi cümlelerine katmaları konusundaki ironik, zımni
davetini ciddiye almamıştır.
Donoghue iş biyografiye -Eliot'ın etkileyici ifadesiyle, acı çe­
ken insan ile yaratan zihin arasındaki bağlantılara, tabii böyle bir
şey varsa- geldiğinde fazla basitleştirme ihtimalindense gizemi ter­
cih eder. "Bunlar arasında bir ilişki vardır," diye onaylar hiç ödün
vermeden, "ama ilişki gizlidir, açıkça belirtilemez. Yaratıcı hayal
gücüne seslenmek için en iyi neden söz konusu tabirin bu bilinmez­
liğe dair anlayışımızı göstermesidir. " Tıpkı "Tanrı" sözcüğünde ol­
duğunu varsayabileceğimiz gibi. Diğer tüm gerçek sanatçılar gibi,
der Donoghue, Pater da bir şeyler uydurmuştur; hayal gücüne sahip
olmak budur. Ama insanlar gizemden yana olduğunda hangi kural­
ları koyduklarından asla emin olamazsınız. Hatta gerçek bir gizemi
karakterize eden şeylerden biri de esnekliğidir. Donoghue'ya göre,
"hangi kişisel, eviçi, toplumsal, ekonomik ve siyasi koşullarda or­
taya çıktığı anlatılarak açıklandığı ya da geçiştirildiği" takdirde bir
"zihin" ve bu zihnin işleyişi kutsallığını kaybeder. Yaratıcı hayal
gücü ya da toptan indirgeme meselenin ilginç karmaşıklığını engel­
lemeyi amaçlayan mantıksız alternatiflerdir. Hayal gücü elbette
spesifik olmayan spekülasyonlarda da bulunabilir, eldeki malzeme­
yi şekle sokmanın ötesinde yararlı ya da ilgi çekici bağlantılar ku­
rabilir. Bu tür meselelere bulaşmama ikazı anlamsız bir yasak gibi
görünmektedir. Nadir de olsa iyi edebi biyografiler yazılmıştır. Bu
onlardan biri değildir; ama kısmen Donoghue'nun da kabul ettiği
üzere, "eleştirel bir biyografi, kısa bir yaşam öyküsü" olduğu için.
Fakat yalnızca kalabalık ediyorsa, yalnızca yanlış varsayımlara
önayak oluyorsa neden herhangi bir "Yaşam"ı işin içine dahil ede­
lim ki?
B ir insanın biyografisi olarak Walter Pater kendi konusuna üs­
tünkörü ve zaman zaman da alaycı yaklaşan bir eser olarak görü­
nür. Donoghue söyle yazar: "Silik bir öğretim görevlisi olarak ka­
lan" Pater "küçük bir evde, kızkurusu kardeşleriyle" birlikte yaşı­
yor ve " lisans öğrencilerini samimi çay davetlerinde ağırlarken ken­
disine sağladıkları medeni düzenden ötürü onlara değer veriyordu.;,
1 54 H E P VAAT H E P VAAT

Donoghue Pater'ın eşcinselliğine olabildiğince az değinir ve ço­


ğunlukla onu "küstah", "arsız" ve asla yeterince cesur olmayan bir
çocukmuş gibi azarlar. Bir üslup biyografisi olmasa da bir üslup an­
latısı olarak Walter Pater çoğu zaman parlak ve baştan sona sürük­
leyicidir, hatta Donoghue'nun sofuluğu kulak tırmaladığında bile.
Tıpkı Pater'ın kendisi gibi, Donoghue konusunu kendi amaçlan
için kullanır, en başta da sanat için sanat öğretisini ateşli ve bela­
gatli bir şekilde savunmak için. Bu tür savunmaların çoğu gibi, Do­
noghue'nunki de kimi zaman sanatı en beyhude ahlaki üstünlük
için dikilmiş bir anıtmış gibi gösterebilen titiz ve nadide bir şevki
ele verir. En iyi şekliyle Donoghue'nun belagati bize, sanatın han­
gi durumlarda kendisine saklanmasının iyi olabileceğini ve yalnız­
ca bir ikame ya da belirti olarak kullanıldığında ne kaybettiğini
(onu bir ikame ya da belirtiden farklı kılan her şeyi) gösterir.
Donoghue açısından sanat başka (sektiler) dünyaların mümkün
olduğunu ifade eder. Fakat Donoghue'nun bir ikame din olarak sa­
nat konusundaki kuşkulan, sığınak olarak sanata bağlılığı kadar
güçlüdür. ("Edebiyatı bir konser salonuna girdiğimizde duyduğu­
muz ruhla okumalıyız.") Pater, Donoghue için önemli bir bulmaca­
dır, çünkü sanatın üstün değeri olduğunu kabullenir ama bunu ya­
n-dini bir coşkuyla yapar ve kendi estetik eleştiri sanatı kendi ko­
nularını çoğu zaman aynılaştırıyor ve her zaman sömürüyor gibi,
bunları kendi üslubuna dönüştürüyor gibi görünür. Pater'ın yazılan
kendine özgülüğü yüceltir, ama çatışmadan kaçınır: Donoghue'nun
ona biçtiği düstur şudur: "Farklılığa evet, karşıtlığa hayır. " Pater'ın
"takdir edişleri" kendi üslubu dışında her şeye belirgin bir fütursuz­
lukla yaklaşır. Uyumluluklara karşı saygısız olan üslubu, yoluna çı­
kan her şeyi tüketir. İlgilendiği şey, Pater'hğını daha fazla ortaya
koymak için bir fırsata dönüşür. Donoghue gibi üslup etiğiyle -be­
lirli türde yazıların buyurganlığıyla- ilgilenen herkes açısından Pa­
ter bir tahriktir.
Swift, Yeats ve Emily Dickinson gibi - Donoghue'nun kitapla­
rını ithaf ettiği diğer yazarlardır bunlar- Pater da bir eleştirmen ola­
rak Donoghue'ya her zaman esin kaynağı olmuş sorulara davetiye
çıkarır. Yazarlar dünyaya katlanamadıklanndan ötürü sözcüklerle
onu kendilerine mal edinen insanlar mıdır? Yoksa dünyadan çok
hazzettiklerinden içerdiği çok farklı şeyleri bize göstermek isteyen
PATER'I TAKDiR ETM E K 1 55

insanlar mıdır? Yazarlar megaloman mıdır yoksa ebe midir? (Bariz


cevap genellikle ikisi de olduklarıdır, tıpkı herkes gibi). Ama Do­
noghue'nun kayda değer eleştirel projesinin kalbinde yer alan ay­
rım -ve kaçınılmaz teolojik imaları- budur. Yazar ne tür bir tanrı­
dır? Estetik bir narsisist mi yoksa estetik bir diğerkam mı? Ve Tan­
rı'yla bir ilişkileri varsa ne tür bir ilişkidir bu - rekabetçi, tamamla­
yıcı, alçakgönüllü vs.? Yaklaşık otuz yıl önce The Ordinary Uni­
verse'e (Sıradan Evren) yazdığı Giriş'te belirttiği gibi, "doğal dün­
yanın iknaları ile kişinin kendi muhayyilesi, Sıradan Şeyler ile Üs­
tün Kurmacalar arasındaki rekabet" sorunudur bu. Pater'da Üstün
Kurmaca kazanır, ama bu bir üsluptur, mit değil.
Donoghue kararlı bir şekilde kısa olan Kısa Yaşam Öyküsü kıs­
mını bir kez bitirince (300 küsur sayfalık kitapta yalnızca seksen
sayfa tutar) Walter Pater kayda değer bir kitap haline gelir. Donog­
hue'nun "Pater'ın sessiz cüreti'' dediği şey kendi rahatsız edici ince­
liğiyle tam bir tezat oluşturmaktadır. Pater'ın sivri dilli redleri, sıra­
dan olanı tanımayışı, Donoghue'yu kendi süreğen estetik kaygıları­
nın yeni bir versiyonuyla karşı karşıya getirir. Kendi yazılarının et­
kileyici çeşitliliğine karşın, Donoghue peş peşe birkaç kitabında Sı­
radan Evren ile Üstün Kurmaca arasındaki bu çatışmayı inatçı bir
belagatle yeniden tanımlamış ve teorize etmiştir. Diğer pek çok
eleştirmenin aksine, Donoghue için tutku saplantıya dönüşmemiş­
tir. Çoğunlukla parlak olan yakın okumaları güven veren bir öngö­
rülemezliğe sahiptir, ama sürprizlerini şekillendiren daima altta ya­
tan bir ihtilaftır. Donoghue Yeats'te ( 197 1 ) Blackmur'un erotik şair
ile ayin şairi arasında yaptığı ayrımı alıntılayarak şöyle der:
Ayin şairi nesneye nesne olduğu için, dahası, ne kadar gizemli bir şekilde
olsa da, içerdiği ruhtan ötürü saygı duyar . . . Böyle bir şair her zaman "bı­
rak olsun"cudur, o yalnızca ruha övgüler düzer. Erotik bir şairse nesneye
nesne olduğu için saygı duyabilir, ama bu onun temel bir özelliği değildir
ve varlığını tanımanın ötesinde ilgilendiği tek ruh kendisininkidir ve asla
bırak olsuncu değildir . . . nesne ona kendi gücünü tanımlama fırsatı ver­
miştir ve bu nedenle nesneye karşı şefkatlidir.

T. S. Eliot'ı konu alan harikulade konferans metinlerinden olu­


şan Thieves of Fire da (Ateş Hırsızları) Donoghue, hem farklı yaz­
'

ma türleri hem de farklı yazar türleri üzerine konuşmak için Adrian


Stokes'un heykeltıraşçılıkta yontuculuk ile modelcilik arasında yap-
156 H E P VAAT H E P VAAT

tığı ayrımdan yararlanır: "Yontuculuk, taşın içine hapsedilmiş bir


şekilde var olduğu düşünülen anlamın salıverilmesiyle ilişkilidir;
modelcilik ise heykeltıraşın taşa kendi anlamını dayatmasını sağla­
yan daha plastik bir süreçtir." Bunlar yararlı tariflerdir, çünkü sa­
natçının kendi aracıyla olan ilişkisinin bir insanın başkalarıyla, hat­
ta kendisi olmayan her şeyle olan ilişkisine benzediğini ima eder.
Başka bir deyişle, estetik ister istemez etiktir. Yazarın dille olan
ilişkisi -sözcüklerle ne yapmak istiyor gibi göründüğü- bir yaşam
biçiminin resmidir.

Yontucu (Blackmur'un ayinsel şairi) şöyle der: "Ben söylemem,


gösteririm. " Yontucular zaten orada olanı açığa çıkarmaktan başka
bir şey yapmadıklarını iddia ettikleri oranda bilimcilere benzerler.
Fakat keşfettikleri şey çoğu zaman bir doğa yasası ya da özmüş
gibi boyun eğmemiz (ya da tapınmamız) gereken bir şeydir. Yontu­
cu açısından risk, şeylerin varsayılan şekline uymaktan başka bir
şey yapmıyor olma ihtimalidir; şeyleri oldukları gibi görerek her
şeyi olduğu gibi bırakır. Öte yandan, her şeyi olduğu gibi görecek,
her şeyin ya da herkesin içkin özünü görecek bir konumda oldu­
ğuna inanmaktan daha narsisistçe, daha kibirli bir şey var mıdır?
Modelci (erotik şair) açısından ise risk, estetik bir müteşebbis ol­
masıdır: Hiçbir şeyi kendi haline bırakamaz çünkü her şey kar için
kullanılmalıdır. Hiçbir şey kendi arzusunca dönüştürülene kadar
yeterince gerçek ya da tatmin edici değildir. Yontucu her zaman
söyler, ama bazen bunu gösterme kisvesi altında yapar. Bir eleştir­
men olarak Donoghue modelci olmamaya çalışan bir yontucu ol­
muştur ve modelci eleştirmen çoğu zaman Donoghue'nun hedefle­
rinden biridir (Walter Pater Bloom'a saldırır). Yine de Donoghue'
yu çeken Yeats ve Stevens gibi "erotik şairler" olmuştur. Dolayısıy­
la sanatçı-eleştirmen, yontucu tavrına sahip modelci Pater, onun
için özel bir vakadır.
Donoghue'yu Pater konusunda çileden çıkaran -ve kitaptaki en
hoş eleştirilerden bazılarına yol açan- nokta, Pater'ın her iki şekil­
de de olmaya çalışmasıdır; yontucunun utangaç mütevazılığıyla
modelcinin kibirli ilgisizliği onda yan yana yer alır. Onun müteva­
zılığı bir itaat talebidir: "Bir kilise ya da başka herhangi bir nesne
tümüyle kendisi olduğunda," diye yazar Donoghue, "ona duygu-
PATER'I TAKDiR ETMEK 1 57

suz, nüfuz edilemez ve hayal gücüne kapalı görünüyordu. Pater


eserin kendinden eminliğinde bir parça utangaçlık olduğunu, en
azından ara ara şüpheye ya da vesveseye kapılabildiğini görmeyi
seviyordu. Hayal gücünün her şeye erişim şansına sahip olmasını
istiyordu." Donoghue hayal gücünün yanındadır, ama aynı zaman­
da hiçbir şeyin hayal gücüne direnemeyeceği kabul edildiğinde ne
olacağını da göz önüne alır. Her şey hayal gücüne açık olursa geri­
ye hiçbir şey kalmayacaktır. Donoghue'nun değer verdiği şey ken­
disine direneni sevebilen ya da en azından bir yerlerde direniş ol­
duğunu fark edebilen hayal gücüdür. Fakat Walter Pater'da bazen
Donoghue'nun, Pater ilk günaha inansaydı onun için daha iyi olur­
du, diye düşündüğü gibi bir hisse kapılır insan. Sanki Pater'ın ser­
keşliğini konumlandırmaya, istekleriyle dalga geçmek için bir şey
bulmaya ihtiyacı varmış gibi. Donoghue "Pater'ın başlıca kaygısı
hayatta olduğunu hissetmekten aldığı hazdı," diye yazdığında, Pa­
ter'ın gizemli bir şekilde paylandığını hissederiz.
Donoghue Pater'ın baklayı ağzından çıkarmasını ve silahlan
kuşanmasını ister ("Tonu tutarlı bir şekilde medeniydi, sanki silah­
lan kuşanmak istediği son şeymiş gibi"). Bir yandan Pater "içsel
olanın" -ama yalnızca ruh hallerinin, duyguların ve bunlar arasın­
daki geçişlerin- "büyüsünün tanığıdır". Diğer yandansa (ki Donog­
hue bundan pek hoşlanmaz), Pater'ın yazılarında "nesne önem arz
etmez; önemli olan zihnin ona dikkat kesilirken aldığı hazdır." Pa­
ter'ın kararlı aldırmazlığı Donoghue'nun kızgınlık içinde onunla
dalga geçmesine yol açar ("Pater'ın Vezelay üzerine denemesinin
kısıtlamalarından biri, kilise mimarisinin ikonografisi hakkında
hiçbir şey bilmemesidir"). Fakat şunu da söylemek gerekir ki, Pa­
ter'ın üzerine yazıp da Donoghue'nun hakkında hemen hiçbir şey
bilmediği hemen hiçbir şey yoktur: Hatta Pater'ı düzelttiği yerlere
bakılırsa, genelde ondan çok bilmektedir. Donoghue'nun Pater'ın
"önlerindeki verileri kopya etmeyi redderek kendi görülerinin ayrı­
calığı konusunda ısrar eden bu hayalperest sanatçılara" bağlılığı
dediği şey Donoghue için olduğu gibi Pater için de sorun olmuş ol­
sa gerektir. Şurası açık ki Donoghue, tercihleri ve yakınlıkları yü­
zünden Pater'ın başının daha çok ağrımasını, gösterdiği cüretin ca­
nını daha çok sıkmasını ister ("Pater araştırmacılığın tesis edebile­
ceği anlamlan kafasına takmaz"). Pater'ın çatışmayı reddetmesi,
1 58 H E P VAAT H E P VAAT

yazılarında drama olmaması hep canını sıkar. Sorumsuzluğu konu­


sunda duyduğu kızgınlık baskın çıkmadığında -ki bu kitapta bazı
harikulade yorumlar da vardır, özellikle de Diaphaneite, Plato and
Platonism and Marius (Şeffaflık, Platon ve Platonculuk ve Marius)
üzerine- Donoghue Pater'ın konumunun kendine has paradoksunu
herkesten daha iyi tarif eder: Pater muhalefet etmeden karşı gelmiş­
tir. Çatışmadan duyulan hazzın ötesine geçen bir karşı gelme yolu
bulmuştur. Sırf kavga çıksın diye kendi yolundan gitmiş değildir.
İşte Donoghue'nun Pater'ı bu kural tanımaz figürün ta kendisi­
dir; Donoghue yazdığına göre "kendisine sunulan resmi yaşamı
eğip bükerek" yaşamıştır. "Eğip bükme" tabiri gayet makul görün­
mektedir bu kafa kanştıncı ve karışık kitapta Donoghue'nun çoğu
belirlemesi böyledir. Kitap Pater'ın karşı karşıya gelmekten ziyade
nasıl değişiklikler yaptığını, görünüşte bir argümana sahip olmadan
nasıl radikal olabileceğini iyi anlatmaktadır. Pater'ın antagonizma­
ya saygı göstermemesi -bu konuyu neredeyse tamamen görmezden
gelmesinde ifadesini bulur- deyim yerindeyse tanımı gereği onu
konumlandırmamızı zorlaştırır ("Herkes çatışmalara ve nedenlere
ne kadar saygı gösteriyorsa Pater da retlerine aynı saygının göste­
rilmesini ister"). Carlyle, Ruskin, Arnold ya da Wilde'ın sözünü sa­
kınmazlığıyla karşılaştırıldığında Pater çok suspus görünür. Fakat
Donoghue bu kitapta Pater'ın örnek biri mi yoksa sadece tembel mi
olduğu konusunda asla emin olamaz. Kuşkusuz örnek bir estettir
Pater: "Estet kenarda durarak ne yapabileceğini düşünen sanatçıdır.
Estetin yaptığı, Victoria döneminde çalışmanın ahlaki değeri konu­
sundaki mutabakatla ilişkili olarak muarız bir değere sahiptir." Bu
kitabın asıl ilgi odağı, Donoghue'nun kenarda duran biri olarak Pa­
ter versiyonudur. Orta-sınıf Oxfordlu bir öğretim görevlisi olarak
içerlikli, kendine özgü tuhaf bir yazar ve bir eşcinsel olarak dışar­
lıklı. Donoghue Pater'ın "kategoriler ya da tanımlamalar olmadan
ya da bunlardan ayn yaşamayı tercih ettiği"ni söyler, ama kendisi
bunu tercih etmez. Pater bir yazar olarak kategorize edilmesi zor
biridir, çünkü hiç kategorik olmadığı gibi belirgin bir muğlaklığa
sahiptir.
Sanki Pater Donoghue'nun estetizmin değerlerini savunmasına
izin vermiş gibidir, ama bir yandan da bunun kaynağından ve hat­
ta gerekli olmasından rahatsızlık duymaya devam eder. Pater'ı an-
PATER ' I TAK D i R ETMEK 1 59

cak ona direnerek, onu anlaşılması zor biri olarak tasarlayarak be­
nimseyebilir. "Estetizm," diye yazar, "yaşamın çoğunun, kendisini
sunduğu biçimler içinde anlaşılamayacağı ama yaşanması gerekti­
ği şeklindeki üzücü önsezinin bir ifadesiydi." Walter Pater diğer
şeylerin yanında estetizmin çağdaş ölümüne yakılan asabi bir ağıt­
tır ve ciddiyeti çoğu zaman bu ölümün kutlamaları kadar dokunak­
lı ve zekicedir. Fakat Donoghue bunun neden bu denli üzücü oldu­
ğunu ya da neden diğer tüflü olması gerektiğini söylemez.
Pater'a göre yaşamda başarı titizlik ya da uygulamayla alakalı
değildi: "Her zaman sert bir mücevhere benzeyen bu alevle yan­
mak" , sektiler epifanların "bu vecd halini sürdürmek"ti. Elbette
hiçbir alev bunu yapamamıştır. Fakat Pater'ın bu cesur iddialarla
reddettikleri, bir anlamda onayladıkları kadar önemliydi. Kariye­
rizm, rutin ve aşkınlık onun hedef tahtasıydı, nesnellikse zorunlu
bir kayıp (Pater mutabakatın yeni alışkanlıklar edinmenin ve dayat­
manın bir yolu olduğunu ima eder). Deha fikri Pater açısından çok
önemliydi çünkü dehalar alışkanlıklarımızı bizim yerimize bozar.
Eğer Donoghue'nun öne sürdüğü gibi, "Pater'dan Stevens'a kadar
tüm edebiyatın başardığını iddia ettiği şey" ayırt edici bir üslubun
elde edilmesiyse bu durumda Pater gerçekten de "modem edebiya­
ta birinci perdesini" vermiş olabilir. Asıl önemli olan şeyin üslup
olması, erotik şairlerin ayin şairleri üzerinde zafer kazanması ge­
rekliliği Donoghue'ya göre karışık bir nimettir. Fakat Donoghue
Pater'ı olduğu gibi bırakmayacağı için böyle tarafgir, hırçın bir ki­
tap yazmıştır.
Açık Fikirl i l ik*

Zihni bir delik olarak tasavvur edecek olursak neye açık olması ge­
rektiğiyle ne için açık olması gerektiğini merak etmekten kendimi­
zi alamayız. Zihnin ya da daha ziyade bizim nasıl böyle hayati ka­
rarlar verdiğimiz de bir merak konusudur. Açık zihin açık bir kapı
değildir: "Açık fikirlilik" yalnızca bazı insanların tercih ettiği ayırt
etme tarzını tarif eder. Bu açıklık yakından incelendiğinde, genel­
likle bizi isteyebileceğimizden daha fazla uzman gibi gösterir, ser­
best olmaktan çok müşkülpesent olduğumuza işaret eder. Ne de ol­
sa açık fikirli insan, en asgari şekliyle, bir şeylere açık olmak için
neleri zihninin dışında tutması gerektiğini bilmek zorundadır (cin­
sel arzu, din ve ideoloji geleneksel adaylardır). Dinler ve terapiler
insanların belirli düşüncelerin önünü kapamalarına ve böylece da­
ha iyi olanlara açık olmalarına yardımcı olur. Northrop Frye'ın baş­
ka bir yerde belirttiği üzere, açık bir zihin her iki uçtan da açık ol­
malıdır. Dolayısıyla kendimizi açık fikirli olarak nitelediğimizde
doğru türde şeylere açık olduğumuzu düşünürüz. Kapatabilelim di­
ye kapılarımız vardır. Dikkatimiz seçici olmaktan çok dışlayıcıdır.
İnsanlar yaşamlarında şu veya bu şeye karşı çok açık, çok koru­
masız oldukları için fazlasıyla tedirgin olur ve genellikle terapiye
giderler. Savunmacılık ihlale karşı bir tepkidir. Freudcular kaçınıl­
maz olarak hem içeriden hem de dışarıdan ihlal edildiğimize ina­
nırlar: Arzularımız ve başımıza gelen olaylar egolarımızı ihlal eder.
Dolayısıyla Freudcu, savunmaların olmadığı bir yaşam düşünemez;
ona göre yalnızca yeterince haz alarak yaşamaya devam edebilmek
için kendini kendi hayatından koruma yollan aramakla geçen, ko­
runacak bir yaşam vardır. Fakat hayatta kalma ve haz Freudcu ya-

* Jonathan Lear. Open-Minded: Working Out the Logic of the Soul (Harvard
University Press, 1 998) üzerine değerlendirme. Landon Review ofBooks'tan alın­
mıştır.
AÇI K FiKiRLiLiK 1 61

şanım az çok sağduyuya dayalı amaçlarıysa, Freud'un bazı takipçi­


leri bunu yaşamın ne olabileceği konusunda biraz sert -ve elbette
sektiler- bir indirgeme olarak görmüşlerdir. Sanki hayatta kalma ve
haz amaçlarının ciddiye alınması için ilerleme fikrine ihtiyaç var­
mış gibi. Dolayısıyla yaşamdan daha fazlasını isteyenler, antik dö­
nemdeki yaşam mefhumuna başvurmuştur: ortada gerçekleştiril­
meyi bekleyen bir telos'u, bir amacı olan yaşam . Zamanla yalnızca
değişmeyiz, (daha azametli bir şekilde) büyürüz. Bir filozof ve psi­
kanalist olan Jonathan Lear, denemelerinden oluşan derlemesinde,
açık fikirli olmayı istemenin "ruhun mantığı" olduğunu bize gös­
termeye çalışır; bunun nedeniyse, Lear'a (ve değer verdiği psikana­
liz geleneğine) göre ruhun mantığının bir gelişim mantığı olması­
dır. Her şeyden öte büyümek, içimizde olduğunu bildiğimiz o şey
olmak isteriz . Bunun sonucunda anlama ve anlaşılma kendiliğin­
den gelecektir. "Her doğal organizma," diye yazar Lear harikulade
kitabı Aristotle: The Desire to Understand'de (Aristoteles: Anlama
Arzusu), "kendi biçimini gerçekleştirmek ve sürdürmek için gerek­
li şeyleri yapma arzusu duyar ... hayatta kalmaya, hayatını idame
ettirmeye, serpilip gelişmeye ve yeniden üretmeye yönelik güçlü
arzu başka bir açıdan bakıldığında anlaşılabilir olma çabasıdır."
Eğer en iyi şekliyle hayatını yaşamak bir yere ulaştığını hissetmek
anlamına geliyorsa, bu durumda Aristoteles okumak Freud oku­
maktan daha güven verici olacaktır.
Open-Minded'ı (Açık Fikirli) bu denli ikna edici kılan, eserin
Lear'ın iki kültür kahramanı Aristoteles ve Freud'un olanaksız ve
kimi zaman oldukça )'..aratıcı evliliğinden doğmuş olmasıdır. Kitap
her ne kadar ara ara insanı sıkan uzun, öğretici açıklamalarla kesil­
se ve sık sık dikkat dağıtan bir eski zaman ukalalığı ("insanların ço­
ğu Aristoteles'in metafiziği konusunda bilinçöncesi bir yanlış anla­
yışa sahip olmak gibi talihsiz bir kadere mahkum") görülse de, seç­
tiği konu ve bu tuhaf çifti bir araya getirme biçimi hususunda ço­
ğunlukla canlı ve aydınlatıcı bir metindir. Kitabın tezi -ya da inan­
cı- kapalı olmaktan doğan sıkıntının (en azından göreli) açıklıktan
doğan sıkıntıdan daha kötü olduğudur. Lear'a göre açıklığa giden
yol anlayıştan geçer: Kendi teorik sözdağarcığında kilit bir sözcük­
tür bu ve psikanalizde kendisinin kabul ettiğinden daha ihtilaflı bir
sözcük.
1 62 H E P VAAT HEP VAAT

Analistleri insanlar arasında anlayış diye bir şey olup olmadığı


ve varsa nasıl işlediği konusunda düşünmeye sevk etmek Freud'un
çalışmalarının bıraktığı ilginç miraslardan biridir. Freud neden ken­
dimiz ve başkaları için anlaşılabilir olduğumuza inanmayı isteyebi­
leceğimizle de ilgileniyordu, yani tek meselesi bunda nasıl daha
iyiye gidebileceğimiz değildi. Bir isteği anlama isteği neye yarar?
Elimizdeki en iyi değer anlayış değilse, nedir o değer? Lear bir ön­
ceki kitabı Love and lts Place in Nature da (Sevgi ve Doğadaki Ye­
'

ri) şöyle yazar:


B ilinçdışı güdülenme bir anlaşılma çabası olarak düşünülebilir. Elbet­
te en temel anlamda, bilinçdışı istekler tatmin edilmelerini sağlamaya ça­
balarlar. Fakat sevginin dünyada temel bir güç olduğu gerçeği bu ilkel zi­
hinsel güçlerin de daha üst düzey düzenlemelere meylettiği anlamına ge­
lir. . . . aslında isteği anlama faaliyeti ... en üst gelişim seviyesinde isteğin
kendisinin bir ifadesidir.

Burada muhtemelen fazladan iki olgu vardır. Sevgiden ve anla­


yıştan bahsetmemize karşın Freud'un içinden çıkamadığı ve bizim
de içinden çıkamayacağımıza inandığı şey bu "en temel anlam"dı.
"Üst" düzey örgütlenme ve gelişim -ilkelleri uzakta tutan tüm o es­
ki-moda ilerleme mitleri- ise kurmaca şeylerdi: Freud için bile kar­
şı koyulmaz ama şüpheli. Psikanalitik bir bakış açısından karma­
şıklaştırma �alnızca nostaljinin başka bir biçimidir.
O halde Lear'a göre anlayışın düşmanının bilinçdışı arzu -tüm
o gürültücü, çabalayıp duran ilkel istekler- olması gerekmez, zira
asıl düşman bilmişliktir. " Kültürümüzde bir bilmişlik krizi" oldu­
ğuna inanır. Bu kitabı oluşturan on iki denemenin değişmez konu­
su temel bir kendini aldatma biçimi olarak bilmişliktir: Zihinleri­
miz her zaman oluşum sürecinde değildir, her zaman çoktan oluş­
turulmuştur. Aslında önyargıdan ve dogmatizmden mustaribizdir,
kendi doğamızdan değil. Başkaları tarafından -anne, analist, kül­
tür- anlaşılabilirliğe doğru evrilmesine yardım edildiği takdirde ar­
zu içsel olarak bir sorun değildir. Önemli bir Amerikalı analist olan
Hans Lewald üzerine bir denemesinde Lear, "Dürtü kuramının
amacı, zihinsel yaşamın öğelerinin bir izahını sunmaktır. Olgun zi­
hinsel yaşamı doğuran şeyi anlamak isteriz," diye yazar. Beden
adeta olgun zihinsel yaşama ulaşmaya çabalar. Olgun zihinsel ya­
şamın ne olduğundan emin olmayanlar terminolojiden hoşlanma-
AÇIK FiKiRLiLiK 1 63

yabilirler, ama bu beraberinde kişinin hedefleri bunlar olduğu tak­


dirde psikanaliz pratiğinin neler getirebileceğinin basit bir modeli­
ni de sunar. "Analist," diye yazar Lear, Loewald'u destekleyerek,
"analiz edilenden çok daha yüksek bir düzenlemeye sahiptir. Psika­
nalitik süreç, düzenlemenin bu alanın ötesine geçmesini kolaylaş­
tırır." Tahminimce yalnızca bir psikanalist -ya da belki filozof-kral
arayışında olan biri- bu fikre katılacaktır. Elbette analist, analiz
edilenin sahip olmadığı değerli bir şeye sahip olmalı ya da olduğu
varsayılmalıdır. Fakat annelerin çocukları için ve -bu model anne­
çocuk temelli olduğuna göre, ima yoluyla- analistlerin analiz ettik­
leri kişiler için düzenleyici bir aktivite babında ne yapabilecekleri
pek çok (psikanalitik) soru doğurur. Daha iyi anlaşılabilirliğin hiz­
metinde giderek daha iyi yapılandırılan bir yaşam tasavvuru hor
görülmemelidir, fakat bu en kötü şekliyle tekbencilik sınırında do­
laşan bir totolojidir: Eğer analist daha yüksek bir düzenlemeye sa­
hip bir insanın neye benzediğini zaten biliyorsa, bu durumda aslın­
da yalnızca önceden icat ettiği bir şeyi kolaylaştırmaktadır. Sonuç­
ta analiz edilen kişi bir analist tarafından anlatılmadan olgun zihin­
sel yaşamın ne olduğunu bile bilmeyecektir.
Tüm bunlar yalnızca psikanalistin -tıpkı Sokrates gibi, ki Lear
bu kitapta onu çok iyi anlatır- bilmişlik konusunda her zaman çok­
bilmiş olma riskiyle karşı karşıya olduğunu söylemenin bir yolu
olabilir. Lear'ın psikanalize ve felsefeye olan güveninin altında
-psikanaliz burada çoğunlukla felsefi geleneğin son noktası olarak
sunulur- insanın gördüğünde bilmişliği tanıyabileceği ve bu tanı­
mayı korktuğu şeyin daha üst bir biçimine dönüştürmeyeceği inan­
cı vardır. Kendini aldatma konusunda zevkle ya da incelikle yaz�
mak için aldatılmamış benliği tahayyül edebilmek gerekir. Söyle­
meye bile gerek yok ki, Lear'ın Freud'undansa Lear'ın Aristoteles'i
için daha makul bir projedir bu. Çünkü eskiden kullandığımız söz­
cükle insanoğlu, Freud'a göre kendi doğasından duyduğu korku ne­
deniyle kendi kendini aldatan hayvandır. Freud insanın "serpilip
gelişmesinden" bahsetmez, uzlaşım biçimlerinden bahseder. Şöyle
yazar Lear: "Aristoteles'in dünyaya olan inancı büyüktü : Hatta fel­
sefesi, dünyayı onu anlamak isteyen yaratıklara geri verme girişi­
midir." "Dünya"sı Aristoteles'inkinden çok farklı olan Freud'da bu
büyük inanç yoktu.
1 64 H E P VAAT HEP VAAT

Freud'un (tartışmasız) büyük, kültürel olarak itibarlı öncülleri­


nin olduğunu -psikanalizin işe yaramaz değil, saygıdeğer bir gele­
neğin parçası olduğunu- keşfetmek güven verici olduğu gibi, Fre­
ud'un tartışılan "bilim"i ile Batı kültürünün kalıcı abideleri, Aristo­
teles ve zorunlu öncülü Platon arasında ne tür bağlar kurulabilece­
ğini görmek de ilginç ve şaşırtıcıdır. Lear Freud ile Aristoteles'in
uyumlu olmasını ister ve bu da belli bir maharet gerektirir. "Felse­
fe merakla başlar, diye yazar Aristoteles. Psikanaliz ise kişinin et­
rafını çepeçevre saran olayların anlaşılamazlığının neden daha faz­
la meraka yol açmadığını merak ederek başlar." O halde istememiz
gereken şey daha fazla merak mıdır yoksa daha fazla felsefe mi?
Psikanaliz merakın varlığını sürdürmesini sağlamanın en iyi yolu
mudur? Lear'ın bu kitaptaki sorulan o kadar iyidir ki cevaplan çok
da önemli değildir: İddialan merak ettiği şeylerin önünü kesmez
hiçbir zaman. Lear'ın vurguladığı nokta -kitabın sürekli etrafında
döndüğü formülasyon- bir soru üzerine bir iddiadır:

Denilebilir ki, Platon bizimki gibi bir zihne sahip olmanın ne demek
olduğu fikrinin bizzat kendisini işler. Ve bunu Sokrates'in sunduğu örnek
ışığında yapar. Sokrates yaşamı boyunca şunu göstermiştir: Bizim hakkı­
mızdaki en önemli hakikatlerden birisi açık fikirli olma, nasıl yaşayacağı­
mız sorusuyla savunmaya geçmeden yaşama kapasitesine sahip olduğu­
muzdur.
İnsan yaşamı genel olarak bu kapasitenin neden kullanılmadığının in­
celenmesidir: neden açık fikirlilikten çoğunlukla imtina edildiğinin, açık­
fikirliliğin azaltıldığının ve saldırıya maruz bırakıldığının incelenmesi.

Bu soruyla savunmaya geçmeden yaşamanın bir yolu soruyu


sormaya devam etmektir, her ne kadar bunu yaparken bunun iyi bir
soru olduğunu savunuyor olsak da. "Savunmaya geçmeden" tabiri
koruyacak hiçbir şeyimiz olmadığını, korumaya ihtiyacımız olma­
dığını ima edebilir. İsteyebileceğimiz korunma biçimlerinden biri
de meşruiyet kazanmaktır, biri ya da bir şey tarafından tasvip edil­
mektir. Lear'ın desteklediği ve hakkında açık fikirli olmanın çok
zor olduğu kapasite, baskıya maruz kalmamakla ilgilidir -ya da bas­
kıya maruz kalmayacak bir yapıda olmakla. İma edilen paradoks
ancak yeterince korunduğumuzu hissettiğimiz sürece savunmaya
geçmeden yaşayabileceğimiz ve bir insanın yaşam projesinin, ya­
şam projesinin hangi amaca hizmet ettiğini sormak olduğu fikridir.
AÇI K FiKiRLiLiK 1 65

Bu görüşe göre bir yaşam -<leyim yerindeyse, adını hak eden bir
yaşam- özü itibariyle öz-düşünümlüdür. Yaşamım hakkında düşü­
nüyorum, öyleyse varım, öyleyse bir yaşamım var. Bu yaklaşım ge­
reğinden fazla kısıtlayıcı görünüyorsa, öz-düşünümlülük çoğu za­
man çözümden ziyade sorun olarak görünüyorsa, aynı şekilde bize
örnek bir yaşam biçimi olarak sunulan şeyin de özlü bir ifadesidir.
Sokratik soru, Lear'a göre psikanalizin canlı tuttuğu soru, sadece
Sokrates sorduğu için mi iyi bir sorudur? Kısacası bunu iyi bir so­
ru yapan nedir?
Yaşama nedenlerimizin -kendimizi meşrulaştırmak için buldu­
ğumuz en iyi gerekçelerin- yaşamlarımızın gerçek değerleri oldu­
ğunu varsaymamak muhtemelen daha iyidir. Lear'ın kendisi de iyi
nedenlerimizin sınırlarını açık ve net bir biçimde görür. Wittgens­
tein'in geç dönem felsefesi üzerine yazdığı bir denemede şunları
söyler:

Biz bir meşrulaştırma mitini, nedenler sunmanın faaliyetlerimize nihai bir


temel oluşturacağı yanılsamasını çözmeye çalışıyoruz. ... Yanılsamayı çöz­
dükten sonra mutfaktaki filozof hiilii kendi yemek pişirme faaliyetleri için
nedenler sıralayabilir... ama artık açıklamasının ona ne kazandırabileceği­
ne dair kendi neden olduğu yanlış anlamadan mustarip değildir.

Filozof açıklamasının yalnızca bir şeyi açıkladığını fark ettiğin­


de artık "kendi neden olduğu yanlış anlamadan" mustarip değildir.
Sokrates, Platon, Aristoteles, Wittgenstein, Freud: Hepsi de, Le­
ar'ın görüşüne göre, insanın kendisinin neden olduğu yanlış anlama
hakkında; dolayısıyla da kendisine bu tür şeyler çektirmeye devam
.
eden ve bunları yapmadığında daha iyi durumda olan bir benlik
hakkında yüksek düzey bir konuşma içindedir. Kendini aldatma,
hepsinin (farklı nedenlerle olsa da) uzlaştığı üzere, kişinin kendisi­
ne zarar verir. Hakikat bizim tarafımızdadır; bizim en üstün çıkar­
larımızı düşünür.
Lear'ın yaklaşımı bu kişiler arasındaki ayrımı boğma riski taşı­
yor olsa da -ki Lear bu denemelerde, yer bulabildiği oranda, bağ­
lam meselelerine önem verir- aynı zamanda kitabın en ilgi çekici
alt-konularından birine de dikkatimizi çeker: Kültürel aktarım me­
selesi. Nasıl ki anne/analist çocuğa/analiz edilen kişiye daha çok
evrilmiş "düzenleme" biçimleri aktarıyorsa, ima yoluyla, bu figürler
1 66 H E P VAAT H E P VAAT

de merakımızı düzenlemeye, düzene koymaya yönelik kendi uğ­


raşlarını (ve sorularını) bize aktarıyor gibi görünürler. Fakat Lear'a
göre en az bunun kadar, hatta belki bundan daha önemli bir mesele
daha vardır ki kendisi buna "görev olarak miras" adını verir. "Bir
mirastan bahsettiğimizde," diye yazar Lear,
konuşmamız genellikle çiftdeğerliliğe işaret eden bir muğlaklık taşır. El­
bette en düz anlamıyla bir tevarüs vardır - mesela Freud'un bize bastırıl­
mış bilinçdışı fikrini aktarması gibi. Fakat bir insanın sonrakilere aktarma­
sı gerekip de aktarmadığı bir miras anlamı da vardır. Burada miras bir gö­
revdir: Çocuğun anne babanın yerini almak için tamamlamak zorunda ol­
duğu bitirilmemiş iştir.

İster Platon'un Dev/et'inin görünüşteki "karmakarışıklığı"ndan


ister Wittgenstein'in Felsefi İncelemeler'inin görünüşteki "kopuk­
luğu"ndan bahsetsin, Lear bu eserleri bütünlüksüz olmaktan çok
kaçınılmaz olarak bitirilmemiş diye görme eğilimindedir: Ona gö­
re bu eserler okura (bir sonraki adımda) yapılacak bir şeyler bıra­
kır. Freud'un görev-olarak-mirası ya da daha doğrusu Lear'ın Fre­
ud'un bize bıraktığını varsaydığı ve inandırıcı bir şekilde Le­
owald'ın devam ettirdiğini gösterdiği görev, inanılır bir Eros teori­
si geliştirmekti. Freud'un gözden kaçırdığı bir konuydu bu, zira
kendisi bize yaşamımızı yöneten iki içgüdü olduğunu söyler -sev­
gi ve ölüm- ama sevginin ne olduğunu söylemez. "Bu, Oidipus
kompleksinin doğal bir sonucudur," diye yazar Lear, "yaratıcılık
kişinin entelektüel ebeveynleriyle hesaplaşmasını gerektirir." Fakat
bir köprünün olması gereken bu yerde bir sıçrama söz konusudur.
Kişinin kendisini entelektüel ebeveynlere sahip olarak görmesi ne­
yin sonucudur? Ya da daha net ifade etmek gerekirse, kişinin ger­
çek ebeveynlerinin görev-olarak-mirası ile entelektüel ebeveynle­
rinin görev-olarak-mirası arasındaki bağlantı nedir? Örneğin insan­
ların entelektüel ebeveynlerinden gerçek ebeveynlerine nazaran
daha fazla etkilendikleri ortadadır; devam eden kültürel yeniden­
ebeveynlendirme -çocukların büyüdükçe yeni ebeveynleri benim­
seme tarzları- Lear'ın Oidipus kompleksine yaptığı göndermenin
müsaade ettiğinden daha tuhaf bir süreçtir ve insanın eğilimlerini
yücelttiği kesindir.
Fakat iyi yazarları bir şekilde kusurlu olarak değil de, okurları­
nı bitmemiş işlerle karşı karşıya bırakan kimseler olarak görmek
AÇIK FiKiRLiLiK 1 67

daha cömert ve daha hakikatli bir yaklaşım olur. Sanki bu yazarlar


bize karşı konulmaz davetiyeler -düşünmek, yazmak, konuşmak
için- sunuyormuş gibi. Nitekim hikayeyi devam ettiren de budur.
Bunu ifade etmenin başka bir yolu da, ölülerin çok talepkar oldu­
ğunu ve bizden halft bir şeyler istediklerini tahayyül ederek (kültür
ya da gelenek adını verdimiz şey ölüler için hayali görevlere koş­
turmaya devam etme halini alır) onlarla irtibat içinde olduğumuzu,
onları canlı tuttuğumuzu söylemektir. Fakat Lear açısından açık fi­
kirlilerin açık oldukları şey, olsa olsa, miras aldıkları kültürel ve ki­
şisel geçmişleridir. Harold Bloom'un etkilenme endişesinin aksine,
ki bununla yakından bağlantılı olduğu açıktır, Lear'ın görev-olarak­
mirası etkilenmenin haz verici meydan okuyuşundan bahseder. Le­
ar bizim için daha az şiddetli bir Oidipus kompleksi temenni eder.
Bağlılıkların ve bunların getirdiği yükümlülüklerin bu denli
musallat olduğu ve kimi zaman da taciz ettiği, anlayışa ve gelişime
bu denli bağlı bir kitabın ise tragedya ve bilinçdışı -yani gerçekten
bilinçdışı bir bilinçdışı, anlaşılmak için ölüp biten bir bilinçdışı de­
ğil- fikriyle başlaması belki de kaçınılmazdır. Korkutucu, şok edi­
ci ve şaşırtıcı şeylerin vuku bulduğu -korkutucu, şok edici ve şaşır­
tıcı şeyler yaptığımız- gerçeği kendimizden yana umudumuzu her
zaman güçlendirmektedir. Bu denli göz korkutucu olabilen bir ya­
şam neler olup bittiği hakkında iyi hikayelere ihtiyaç duyar. Nite­
kim Lear "Freud'u (Tekrar) Öldürmek Üzerine" adlı parlak dene­
mesinde şunu söylerken haklıdır:
İnsanlar her zaman ve her yerde mantıklı ve açıkça anlaşılabilir şekilde
davranıyor olsalardı, psikanalizi işe yaramayan bir çöp yığını olarak ko­
laylıkla bir kenara atabilirdik ve bu durum psikanalizin evrensel tekzibi
olurdu. İnsanlar genelde tuhaf şekillerde -hem kendilerine hem başkaları­
na acı vermelerine yol açan biçimlerde- davrandıkları için psikanaliz dik­
katimizi talep eder.

Güdülenmiş mantıkdışılık diye bir şey olması, kendimize karşı


şeffaf olmamamız (ve bazen şeffaf olmak istememiz) Freud'u en
azından açıklama oyununda başa güreşenlerden biri yapar. Daha iyi
bir hikaye ortaya atma sorumluluğu, Lear'ın da haklı olarak belirt­
tiği gibi, Freud eleştirmenlerinin boynundadır -eğer Freud, Freud
savaşları denilen tartışmalarda kaybeden tarafsa, kazananlar bize
ne bırakmışlardır? Fakat Lear'ın kitabı aynı zamanda, neredeyse is-
1 68 H E P VAAT H E P VAAT

temeden, bizim için önemli olan bunca şeyi dışarıda bırakıyorsa,


akılsallık fikrimizin ne denli tuhaf olduğunu fark etmemizi sağlar.
Freud bize yalnızca ne denli akıldışı olduğumuzu göstermiyordu:
Akılsallığın ne kadar akıldışı olduğunu, (kendimize göre) en makul
olduğumuz anın en deli anımız olduğunu da gösteriyordu. Traged­
yanın tekrar tekrar ortaya koyduğu gerçek işte budur. Dolayısıyla
Sokratesçi ya da Aristotelesçi projelerle uyuşan bir psikanaliz ister­
ken Lear bizi daha akli olmaya teşvik eder, kendi akılsallık versiyo­
nu ince ayrıntılarla dolu ve kapsamlı olsa bile. Sanki Freud'un tam
olarak soramadığı ve Lear'ın kitabının bizi düşünmeye sevk ettiği
soru şudur: Akli olmayı gaye edinmiyorsak neyi gaye edinmeliyiz?
Lear açısından Oidipus fazla akıldışıdır: "Oidipus'un temel hatası
anlamın insan aklı için şeffaf olduğunu varsaymasıdır... Oidipus
kendi durumunu anladığını varsayar. " Lear'a göre Oidipus kendi
akıldışılığını dikkate alsaydı daha akli olur, bu denli üzülmezdi. Fa­
kat kanımca bu ifade, söylüyor göründüğünden daha azını söyle­
mekte ve ancak psikanalistlerin sık sık söyledikleri kadarını dile
getirmektedir: Gerçek akılsallık akıldışılığın önemini tamamen ka­
bul eder. Nietzsche İsa hakkında,"Kendisini alçaltan yüceltilmek
ister," demiştir; burada Mesih sonuna kadar olaya hakim, kendi
akıldışılığı hakkında bile akli olan aydınlanmış ben figürü olabilir.
Lear kitaptaki en iyi yazı olan "Sınırlan Test Etmek: Aristote­
les'in Etik'inde Tragedyanın Yeri" adlı denemesine, "Zihin kendi sı­
nırlarını kavrayabilir mi?" sorusuyla başlar. Bu soru açıkça hem bir
bilinçdışının olduğunu tahayyül etmenin bir anlam ifade edip etme­
diği hem de tragedyanın felaketini anlaşılabilir kılacak bir şeyler
söyleyip söyleyemeyeceğimiz hakkında bir sorudur. Sorunun yeni­
den tariflerinden biri -kavrayabileceğimizden daha fazlasını kavra­
yabilir miyiz?- çarçabuk anlamsızlığa dönüşür; fakat söz konusu
anlamsızlık bilgilendiricidir. Burada Lear'ın Wittgenstein üzerine
denemesinde duru bir dille izah ettiği bir bağ vardır:

B izim sorunumuz mevcut zihin yapımızın diğerleri arasında keşfedebile­


ceğimiz bir olasılık olmamasıdır. Mevcut zihin yapımızı özbilinçli olarak
etrafta dolaşarak ve neyin daha çok neyin daha az anlam ifade ettiğine ka­
rar vererek keşfederiz. "Başka türlü bir zihne sahip olmanın" nasıl olabile­
ceğini görme olanağımız yoktur, zira kendi zihnimizin dış sınırlarına doğ­
ru hareket ettikçe tutarsızlık ve anlamsızlığın eşiğinde geziniriz.
AÇIK FiKiRLiLi K 1 69

Bunu daha iyi ya da daha zarif bir şekilde ifade etmek zordur.
Gerek rüyalarımız gerekse yazdığımız (ve okuduğumuz) şiirleri­
miz anlaşılmazlık ve anlamsızlığın eşiğinde gezinir; anlamın bu­
lanmaya ya da yok olmaya başladığı anlar aynı zamanda bizi de ta­
nımlar. Sınırların dışına çıktığımız an, başka türlü bir zihne sahip
olmaya yönelik korkuya -ki bu aynı zamanda bir dilek gibi görü­
nür- en çok yaklaşabileceğimiz andır. Bilinçdışı içimizde işleyen
başka zihinler -yani bizim kolayca tanıdığımızdan başka zihinler­
olduğu; içimizde ve bizimle diğer insanlar arasında sonsuza dek
anlaşılmazlık ve anlamsızlık sınırında gezinen bir şeyler olduğu
şeklindeki sezgiyi tarif eder. Zira istesek de istemesek de durum
budur. Fakat ancak bundan mustarip olduğumuzda bu konuda bir
şeyler yapılması gerektiğini düşünürüz. Tragedya en azından ilk
durumda bir tutarsızlık akınıdır. "Aristoteles ve Tragedya" adlı de­
neme Lear'ın, sorun hakkındaki, bu kitabı bu denli ilgi çekici yapan
yaratıcı çelişki hakkındaki en sarih açıklamasıdır. Kitap gizli saklı
olmayan sofuluklarından ötürü ilgi çekicidir, buna rağmen değil;
Lear'ın en iyi olduğu zamanlar genellikle bağlılıklarının hafifçe bir­
birine karıştığı anlardır.
Eğer psikanaliz "bireyin daha az düzenli psikolojik durumlar­
dan nasıl çıktığını göstermeyi, . . . ruhsal düzenlemenin, özel olarak
da sağlıklı gelişmiş kişiliğin daha az örgütlü durumlardan nasıl ge­
liştiğini anlamayı umuyorsa, bu durumda tragedya tam da bu işe
çomak sokan şey olabilir. Aristoteles "cisimleşmiş bir insan aklı an­
layışı geliştirmeye çalışmak" suretiyle bir tür proto-Freudcu olarak
kendi hipotezlerini kanıtlamak için tragedya örneğini bir laboratu­
var olarak kullanır. "Aristoteles açısından tragedyanın felsefi öne­
mi," diye yazar Lear, "aklın görünüşte en 'doğadışı' alogon'un,* in­
sanların gerçekleştirdiği en akıldışı eylemlerin bile bir izahını ve­
rebileceğini göstermesidir. Dolayısıyla Poetika Aristoteles'in kendi
etik ve siyasi gerçekçiliğini kanıtlama girişimidir: İnsan doğasının
bütününü yakalamak için polisin yeterli olduğunu göstermeyi
amaçlar."
Lear açısından Aristoteles'in "insan yıkıcılığının anlaşılmazlığı­
nı geri kazanma" -"ona anlaşılabilirlik katma ve bu suretle bir si-

* Platoncu felsefede insanın içindeki akıldışı ruh. (ç.n.)


1 70 H E P VAAT H E P VAAT

yasi değer tevdi etme girişimi"- gereğinden fazla iyimserdir ve ak­


lın siyasi gücüne olan inancının mahkumudur. Aristoteles insanla­
rın yaptığı her şeyin, insan doğasının tümünün, polis için geri ka­
zanılabilir olmasını ister. Eğer insanlar özünde polis'e aitse, bu du­
rumda onlar hakkındaki her şey bu olgunun bir işlevidir. Aşın he­
vesli bir psikanalist gibi, Aristoteles insanlar hakkında keşfettiği­
miz bir şeyin ve her şeyin kullanılabileceğine, kültüre bir katkı su­
nabileceğine inanır.
Lear şöyle yazar: "Aristoteles insan doğasının özerkliğini ga­
ranti altına almayı ister. ... Platon ve Freud ise aksine insan özerk­
liğiyle daha az ilgili olup, insan davranışının karanlık dehlizlerinde
dolaşmakla daha çok ilgilidir, bunu yapmak anlaşılabilirlik sınırla­
rının ötesine işaret etse bile. Dolayısıyla Platon ve Freud daha kap­
sayıcı bir insan doğası anlayışına sahiptir." Yani insan doğasında
-nedeni bilinmemekle birlikte- en çok değer verdiğimiz şeyi yok
etmek isteyen bir şey olduğunu kabul ederler. Bu durumda insan
doğasının makul bir versiyonu, insan doğasına dair fikrimiz nede­
niyle anlamlandırmadığımız şeyi de içermek zorundadır. Her türlü
musibetin kaynağı olan, anlaşılabilirliğin ötesinde bir şey vardır ve
biz gerçekten bununla karşı karşıya bulunuruz. Dolayısıyla iki tür
insan vardır: Meseleyi kotarmamızın sadece bir zaman meselesi ol­
duğuna inananlar (bunlara sözgelimi teknokratlar diyelim) ve bunu
hiçbir zaman yapamayacağımıza çünkü yaşamın böyle bir şey ol­
madığına inananlar. Lear'ın tabiriyle "insan davranışının karanlık
dehlizleri", bizi mutsuz yapan ve hiç yumuşama işareti gösterme­
yen tüm o şeyleri adlandırma tarzıdır. Düşmanla alışveriş yaparak
yaşayabiliriz, ama düşmanı alışverişe zorlayamayız. Anlamsız yı­
kıcılık mevcutsa bu durumda hepimiz potansiyel olarak teselliden
yoksunuz demektir.
"İnsanlar olarak," diye yazar Lear, "insanlık durumu hakkında
akıl yürüttüğümüzde genellikle çok dar görüşlü oluruz." Fakat Pla­
ton, Aristoteles ve Freud bize dar görüşlü görünmezler, belki de
kendi iddialarını retorik olarak evrenselleştirmek, insanlık durumu
hakkında akıl yürütmek suretiyle -bunu onların adına biz de yapı­
yor olabiliriz- meşrulaştırma eğiliminde oldukları için. Yani bil­
mişlik bilmenin özgül bir parçası olabilir. Freud'un Viyana'da tanı­
dığı insanların kendilerinden başka bir şeyi temsil ettiklerini var-
AÇIK FiKiRLiLiK 1 71

saymak için hiçbir neden yoktur. Lear'a göre Oidipus, "zaten bildi­
ği iddiası, hakikati öğrenme çabasına damgasını vurduğu için" sı­
kıntı çeker. Fakat hepimiz zaten bir şeyler biliriz, bildiğimiz şey
kendimiz için anlaşılabilir olmadığımızı ve hatta açık fikirliliğin,
alternatiflerinden (bunlar artık her neyse) daha iyi olduğunu fark
etmenin kendimiz için anlaşılabilirliğimizin bir parçasını -belki de
ana parçasını- teşkil ettiği varsayımı olsa bile. Fakat ne kadar iyi
yapılırsa yapılsın bilme ve anlamanın olup olmadığı üzerinde dü­
şünmemizi sağlamak Open-Mindedın önemli bir artısıdır. Delilik
her şeyi anlamlandırma ihtiyacıdır, bu anlam her şeyin anlamsız ol­
duğu olsa bile. Belki de bilgisizliğimiz hakkındaki iyi hikayeler
çok da bilgilendirici olmamalıdır.
Sorulara Cevap

Cevap desen çok, soru desen yok.


John Updike, "Gertrude ve Claudius"

"Filozofların geleneksel meraklan çoğunlukla verimsiz olduğu ka­


dar gerekçesizdir de." A. J. Ayer 1 936 yılında yazdığı ve pek de iyi
bir şöhrete sahip olmayan kitabı Dil, Doğruluk ve Mantık a şöyle'

başlar: "Bunları sonlandırmanın en emin yolu bir felsefi araştırma­


nın amaç ve yöntemlerinin ne olması gerektiğini soruya yer bırak­
mayacak şekilde belirlemektir." Bir şeyler soruya yer bırakmaya­
cak şekilde belirlenmelidir ki gerçek sorular başlayabilsin. Nitekim
Ayer bunu yapmak, bu hurafeci metafizik geleneğe bir son vermek
için gerçek bir soru'nun ne olduğunu bilmek zorunda olduğunu bi­
lecek kadar kavrayışlıdır. Ayer açısından mantık bize hakikatlerin
en sadesini gösterebilecek bir abartma biçimidir: Soru dediğimiz
cevaplanabilecek bir şeydir. Eğer cevaplamanın yolu yoksa bu du­
rumda sorulan şey soru değildir. Ayer şöyle yazar:
Hangi gözlemlerin bizi öyle ya da böyle soruyu cevaplamaya götüreceği­
ni her durumda araştınnz; şayet hiçbir gözlem bulunamazsa söz konusu
cümlenin bizim açımızdan gerçek bir soru ifade etmediği sonucuna varma­
lıyız, gramatik görünüşü ne kadar güçlü bir şekilde bunun tersine işaret
ederse etsin.

Ayer bize gerçek bir soru sormak için yeni bir yol önerir; zira
Ayer'ın cümlesinde kendi çevresinde topladığı bu "biz" için gerçek
soru, soru işaretleriyle ya da bir şey bilme isteğiyle ilişkili değildir.
Cevaplar almak için gerçekte ne yapabileceğimiz -hangi gözlemle­
rin yapılabileceği- hakkındadır; dolayısıyla merakın takdis edilme­
si gibi bir şey söz konusu olamaz. İnsan, elindekinin bir soru oldu�
ğunu ancak sonrasında anlayacaktır; cevap yalnızca soruyu cevap­
lamayacak, bunun bir soru olup olmadığını da söyleyecektir.
SORULARA CEVAP 1 73

Elbette sorular ve filozofların geleneksel meraklan hakkında


konuşup durmak filozoflar açısından gelenekseldir. Ayer soruların
bizi hipnotize ederek, cevap bulmak mümkün olmadığında bile ce­
vaplar aramaya ittiğini ima eder. Yalnızca cevaplarımız sorularımı­
zı bize ifşa eder (ama bu çok geç olabilir). Ayer'ın görüşüne göre
"Tanrı var mıdır?" bir soru değildir, çünkü burada elimizde göz­
lemler değil yalnızca gelenekler vardır. Ayer'ın yöntemini felsefi
soruşturmadan ziyade bir sohbet reçetesi olarak alırsak, sohbet en
iyi ihtimalle kesilecektir. En kötü ihtimalle de birilerini delirtmeye
çalışmak gibi olacaktır. Ayercı kişi sık sık şöyle diyecektir: Bunu
soramazsın, çünkü buna bir şey sormak denmez, bunu isteyemez­
sin çünkü böyle bir şey yok. Eğer sorular bir isteme biçimiyse (di­
ye ima eder Ayer, bu onun dili, hakikati veya mantığı olmasa da),
bu durumda sorular dilek beyan eden ifadelerdir. Fakat Ayer "dilek
beyan eden" yerine muhtemelen metafizik ya da anlamsız derdi.
Büyüme denen şeyi tanımlamanın bir yolu, emir kipinden soru
kipine geçişi içerdiğini söylemektir: Önce "Yemek! '' , sonra "İstiyo­
rum" ve en sonunda da "Alabilir miyim?" Sorular diğer şeylerin ya­
nı sıra arzularımıza verdiğimiz gramatik biçimdir. İsteğimiz bir so­
ru haline gelince, istemenin kendi içinde tatmini garanti etmediği­
ni kabul eder ve bunun hakkında düşünmeye başlarız. İsteğimizle
aramızda bir şey vardır ve dileklerimiz sıçramalardır. Ayer'ın "ger­
çek sorular" konusundaki kaygısı gerçek isteklere yönelik bir ilgi
olarak yeniden tanımlanırsa bizi şu soruyu sormaya itebilir: İstedi­
ğimizin gerçekten orada olup olmadığını görmekle isteğimiz hak­
kında bilgi sahibi olur muyuz? Eğer gerçekten, gözle görülür şekil­
de orada değilse, ne yaparız? Bir sorunun soru olmadığına karar ve­
rebileceğiniz mantıklı bir yöntem vardır, fakat isteklerin kaybolma­
sını sağlamak için buna mukabil bir yol yoktur. Salt konuşma yo­
luyla, olduğumuz kişiyi üstümüzden sıyırıp atmaya ikna edileme­
yiz. İstek dünyasında, sorumun cevabının olmadığını bilmek onu
daha da güçlü bir soru haline getirebilir. Hayal kırıklığım arzumla
ilgili soruya tatmin edici bir cevap olmayabilir; ama bu durum
-neyse ki ve maalesef- arz.umu ortadan kaldırmaz.
Eğer soru sormak bir arzulama şekliyse, cevaplamak da tatmin
etmeye, arzuların karşılanmasına benzetilebilir. Çocukları çoğu za­
man "İstiyorum"un "Alabilir miyim?"e çevrilebileceğine ikna ede-
1 74 H E P VAAT H E P VAAT

bildiğimiz içindir ki sosyalleşmeye benzer bir şey vardır. Soru sor­


mayı öğrenmek ve sormamayı öğrenmek gelişmenin temelidir. Ne­
yin sorulabileceğini, neyin ise sorulmaması gerektiğini bilmek -ve
Ayer'ın öğrenmemizi istediği gibi, bir soruyu neyin oluşturduğunu
öğrenmek- eğitimin amacı işte budur. Sorular hakkında sorular sor­
maya değer, çünkü değer verdiğimiz pratiklerden pek çoğu -tanım­
larımız için bel bağladığımız pratiklerden çoğu- bunlara dayanır.
Soru sormadan nasıl dava açanz, tedavi ederiz, evleniriz ya da par­
tilerde konuşuruz? Sorular olmadan insanlara işkence etmeyi ya da
tüketici araştırması yapmayı bilemezdik. Fakat sorular sormanın
bizim açımızdan en çok anlam ifade eden şeylere -hakikat, gerçek­
ler, cevaplar vs.- giden yol olduğuna inanıyorsak, bu kendimiz
hakkında nasıl bir resme sahip olduğumuzu gösterir? Eğer bizler
soru soran ve cevap veren -ya da psikanalistler gibi bu ritüellere di­
renen- kimselersek, bu durumda neye benzeriz? İçimizde olan pek
çok şeyin -özsel olan pek çok şeyin- soru sorarak elde edilebilece­
ğini düşündüğümüz açıktır. Ama yine de dil sorular ve cevaplar
şeklindeki bu çifte eylem için tek araçtır. Sözgelimi müzikte hiç so­
ru yoktur; keza, alışkanlıktan birtakım sorular sorsak bile dansta
hiç cevap yoktur. İçinde soru ve cevap gibi şeylerin olmadığı bir
toplumsal ilişkiler biçimi tasavvur etmek bir bakıma dilsiz bir dün­
ya tahayyül etmeye benzer. Soru-cevap formatının o kadar esiri ol­
muşuz ki bir düşünce deneyi olarak bile bunu atmaya çalışmak ap­
talca görünür. Eğer soru sormak yasaklansaydı birlikte ne yapabi­
lir, birbirimize ne söyleyebilirdik ki?
Bir psikanalisti görmeye gitmenin (kibarca böyle deniyor) en
sinir bozucu taraflarından biri, psikanalistlerin çoğunlukla sorulara
cevap vennemeleridir. Soru sormaya özendiriliriz, ama cevap ver­
meye özendirilmeyiz. Psikanalistler, elbette, hasta denen kişinin
sorularını çoğunlukla cevaplamıyorlarsa bunun bir nedeni vardır,
onun menfaatine olduğunu düşündükleri içindir. Karşı taraf ger­
çekten cevap almaya ihtiyaç duyuyorsa bir soruyu en azından ce­
vaplandırmaya çalışmak basitçe insanlığın gereğidir. Dolayısıyla
kenditerini bir tür iyilik yapmaya adamış bir grup insanın oyunu
oynamayı samimi bir şekilde reddetmelerinin, hatta sorulan cevap­
lamamayı (elbette hiçbir zaman cevaplamasalardı, öncelikle tele­
fon görüşmesi ve buluşma olmazdı) özgül terapi tekniklerinin ay-
SORULARA CEVAP 1 75

rılmaz bir parçası, tedavi anlayışlarının özü yapmalarının gerçek­


ten önemli nedenleri olmalıdır. Psikanalistler sanki cevaplama ko­
nusunda onları hem şüpheye düşüren hem de aydınlatan bir şeyler
bulmuşlardır.
Psikanaliz tam da cevaplar -ya da daha ziyade cevaplama- hak­
kındaki şüpheciliği sayesinde kendisi olur. Fakat analistin ilk önce
hastayı yeni oyunun değerli olduğuna ikna etmesi gerekir; hastay­
la işbirliği yapma ihtiyacından ötürü sormaya devam edip neredey­
se hiç cevap almamaktan gelebilecek faydayı ona göstermesi gere­
kir. Analist hastasının cevap beklemeden, hatta hiç cevap gelmeye­
ceğini düşünerek soru sormasını ister. Başka bir şeyler olabilir ama
cevap asla. Psikanaliz ya da en azından bazı versiyonları şunu söy­
ler: Soru sormak insancadır, ama cevaplara fazla takılmak yanıltıcı
-bir şekilde aldatıcı ya da oyalayıcı- bir tutumdur. Hasta tatmin
edilmeye ihtiyaç duymadan arzulamaktan keyif almayı öğrenmeli­
dir. Umutlu bir şekilde ama ulaşma umudu olmadan seyahat etme­
lidir. Camus'nün Düşüş'ünün anlatıcısı, "Büyü nedir biliyor mu­
sun?" diye sorar. "Açık bir soru sormadan evet cevabını almanın bir
yoludur. " Psikanaliz ise, sorularını netleştirmeye teşvik edilirken
"hayır" cevabını almanın bir yoludur.
Psikanalistin yaptığı şeylerden biri olarak soruları cevaplama­
ma yöntemi, (doktordan, polisten ya da çiçekçiden ziyade) psika­
nalist gerektiren durumları tanımlamanın bir yoludur. Psikanaliz en
iyi, kişinin yaşamını belli bir tarzda görme ve tanımlama ayartısı
-diğer pek çok rakip ayartıdan biri- olarak tarif edilebilir. Aynca
bu belirli tarz, diğer şeylerin yanı sıra, soruların ve cevapların kişi­
nin yaşamında oynadığı rolün soruşturulmasıdır: oynamaya zorlan­
dıkları, oynamalarına izin verilen ve oynamaları istenen rolün so­
ruşturulması. İnsanlar yaşamlarının cevaplıyormuş gibi göründüğü
sorulan bilmek istediklerinde, kendileri hakkında hangi soruların
cevaplanabileceğini ve hangi durumların yararlı bir şekilde soru
olarak formüle edilemeyeceğini bulmak istediklerinde, kendileri
hakkında yeni bir soru sormaya ihtiyaç duyduklarında -işte o za­
man bir psikanaliste gitmek yararlı olabilir. Eğer cevaplarla ilgili
sorunlarından çok cevapların kendileriyle ilgileniyorlarsa, muhte­
melen zamanlarını ve paralarını başka bir yerde harcamaları daha
iyi olur.
1 76 H E P VAAT H E P VAAT

Ayer açısından gerçek soruların cevaplan vardır; benim tarif et­


tiğim psikanalistler açısındansa sorularla ilgili sorun cevaba ihtiyaç
duymalarıdır. Filozof ve psikanalist farklı tatminler arar. Psikanalist
soru sormanın ve sormaya devam etmenin tatmin edici bir yönü ol­
duğuna bizi ikna etmeye çalışır; filozofsa sorusunu tam istediği şe­
kilde sormak ister. Filozof ve psikanalist insanların sorulamayacak
şeyleri sorduklarında ve istediklerinde anlaşırlar. Psikanalist açı­
sından esas nokta budur; filozof açısındansa bu bir sorundur. Bura­
da konu edilmeyen şey soruların ve sorular hakkında sorular sor­
manın değeridir. Ayer filozofların geleneksel meşgalesi olan, soru­
nun kendisine yönelik arayışı bir kenara atmıştır. Freud ise sorula­
n talep retoriğinin parçası olarak yeniden tanımlamıştır. Bir soru
sormak kendimizde ve diğer insanlarda bir şeylerin eksik olduğu­
nu kabul etmektir.
Mantıksal pozitivist psikanalistle buluştuğunda belki de arala­
rındaki tek ortak yön soru sormaktır. Psikanalist muhtemelen biz
demenin soru sorma tarzımız demek olduğunu ya da kim olduğu­
muza ilişkin bilincimizin ne istediğimizi bilmekten geldiğini düşü­
nür. Filozof açısından kim olduğumuz sorusu saçmadır ya da daha
ziyade bir soru değildir, çünkü buna cevap bulmamızı sağlayacak
bir gözlem yapamayız. Gelgelelim ikisinin de sorular konusundaki
iştahlan, bizi bir şeyler (hakikat, gerçekler, tatmin vs.) isteyen kişi­
ler olarak resmeden tabloyla suç ortağıdır. Kendilerine soru soran
-şüphe duyan, yargılayan ve cezalandıran- hayvanlar olarak insan­
lar, en büyüleyici imge ve projelerimizden biri olmuştur. Sanki so­
rular doğadan kültüre geçişi işaret edermiş gibi; sanki kültür, iştahı
soruya dönüştürürmüş gibi; sanki çocukları yetiştirmek onları soru
işaretleri koymaya ahştırmakmış gibi.
Gertrude Stein Near East or Chicago'da (Yakın Doğu veya Chi­
cago), "Hiç kimsenin soru sormadığını varsayalım. Bu durumda
cevap ne olacaktır," diye yazar ve manidar bir şekilde soru işareti
koymaz. İnsanlar arasında olup biten pek çok şey bu soru-cevap ru­
tininin, hediye verip hediye saklama şeklindeki bu kompulsif ritü­
elin sahne arkasında devam eder. Fakat Stein'ın bahsettiği varsayım
bizim biraz ötemizde görünmektedir. Sanki onun çizgisinde gider­
sek ne olduğunu bilmediğimiz bir şeyi bırakacakmışız gibi. İsteme­
nin en iyi yolu soru sormak mıdır ve kendimizi yaparken düşüne-
SORULARA C EVAP 1 77

bileceğimiz en iyi şey istemek midir? Bunlar Stein'ın önümüze


koyduğu pragmatik sorulardır - pozitivistler için olduğu kadar ana­
listler için de tatsız sorular. Fakat elbette Stein'ın öne sürdüğü şey
sorular değildir: Şayet Eski Dünya sorularla dolu idiyse, belki de
başka bir şeyle dolu olan bir Yeni Dünya vardır, demeye getirir.
Tebessüm

Zaman yine bana ait.


Harcamış olmak için harcıyorum.
J. V. Cunningham, "Kahve"

Freud Analysis Terminable and Interminable'da (Sınırlanabilir ve


Sınırlanamaz Analiz) "Bütün sinirsel rahatsızlıkların etiyolojisi ka­
rışıktır," diye yazar. "Ya içgüdülerin aşın derecede güçlü -yani ben
tarafından ehlileştirilmeye isteksiz- olmalarıyla ya da olgunlaşma­
mış benin üstesinden gelemediği ilk (yani prematüre) travmaların
etkileriyle alakalıdır. Kural olarak her iki faktörün -temel ve rast­
lantısal- bir birleşimi söz konusudur." Freud burada sinirsel rahat­
sızlıkların nedenleriyle psikanaliz tedavisine görece açıklıkları ara­
sında bir ayrım yapmaktadır. Her iki şekilde de -rahatsızlık ister dı­
şarıdan ister içeriden, hatta isterseniz ikisinin daha makul bir birle­
şiminden gelsin- hasta bir şeyin altında ezilmiştir. Bir edimde bu­
lunmaktan ziyade tepki gösterdiği düşünülür; üstesinden gelmesi
gereken bir şey gelir başına. Fakat Freud yalnızca "travmatik nev­
rozlar" dediği hastalıkların tedavisi konusunda psikanaliz tedavisi­
nin değerine ilişkin güçlü iddialarda bulunur. "Bir vaka ancak ağır­
lıklı olarak travmatik olduğunda," diye yazar, "analiz üstün beceri­
lerini sergileyecektir; ancak o zaman hastanın benini güçlendirmek
suretiyle yaşamının ilk evrelerinde verdiği yetersiz kararın yerine
doğru bir çözüm koymayı başaracaktır." Bir içgüdüsel arzu travma­
sı vardır, bir de olumsal olayların travması vardır; Freud tercih ya­
pabileceğimizi iddia eder - ama ancak savunmalarımızı tercih et­
mek söz konusu olduğunda.
Psikanalizdeki "üstbelirlenimcilik" kavramı aynı anda hem ne­
denselliğe bir övgüdür hem de bireyin biyolojik kalıtımla (içgüdü­
lerle) ve kişisel tarihinin olumsallığıyla yüz yüze geldiğinde duy-
TEBESSÜM 1 79

duğu çaresizliğin kabul edilmesidir. Freud en azından travmatik


nevrozlarda hastanın "yetersiz karar"dan mustarip olduğunu iddia
ederek tercihi ve dolayısıyla kendi sistemi için terapik etkinlik -ki­
şisel tarihin gözden geçirilmesi- olanağını kurtanyordu. Aynca bir
karan neyin yetersiz kıldığı ve hir tercihi neyin kötü kıldığı sorula­
rını gündeme getiriyordu. Sanki savunmalar bizim otomatik ahlaki
yargılarımızmış ve ahlaki açıdan değerlendirilmeleri gerekiyormuş
gibi . Freud kendimizi yaşamdan koruma yollanndan hangisinin bir
yaşamı iyi yaptığını bulmamız gerektiğini ima eder.
Leonardo'nun nevrozunu işlediği "Leonardo da Vinci'nin bir Ço­
cukluk Anısı" ( 1 9 1 0) adlı yazısında Freud, Leonardo'nun yaşam­
dan büyülenmesinin kaynağında tam da bu temel ve rastlantısal
öğelerin belirsiz birleşiminin olduğunu söyler. Freud'un sorusu -bir
insanın tarihi nereden gelir?- ancak öznenin kaçınılmaz olarak il­
ginç bulduğu şeyin açıklanması suretiyle cevaplanabilir. Freud'a
göre bir sanat biçimi ve yaşanmış yaşam olarak Leonardo'nun bi­
yografisi bir dizi büyülenmedir. Leonardo hem Freud'u büyülemiş­
ti -ki Freud psikanalitik bakış açısından biyograficinin kendi konu­
suna olan ilgisinin başlangıçta (ve belki de esasen) otobiyografik
olduğu konusunda gayet nettir- hem de kendisi bizzat yaşamdan
büyülenmiş bir insandı. Resimlerinin de gösterdiği üzere "hem bü­
yüleyici hem de kafa kanştıncı olan tebessümün güçlü büyüsüne
kapılmış, onun peşinden sürüklenmişti" . Walter Pater Rönesans'ta
Leonardo üzerine yazdığı ve Freud tarafından da alıntılanan bö­
lümde şöyle der: "Onu tanımlayan sözcük her zaman büyülenme­
dir." Freud açısından Leonardo psikanalizin büyülenmeyi bir insan
tarihi için kilit olarak tanımlamanın ve bir insanın tarihinin aynı za­
manda her zaman kendi tarihini durdurma, zamanla alay etme giri­
şimi olduğunu göstermenin bahanesiydi.
Freud'un çalışmasının Stephen Bann'ın Romanticism and the
Rise of History'de (Romantizm ve Tarihin Doğuşu, 1 995) Roman­
tik (ve post-romantik) "tarih arzusu" diye tarif ettiği şeyle uyuştu­
ğu açıktır. Tarih anlaşılabilirliği kurtanr. Psikanaliz ise bizi bir ya­
şamın anlatısal bütünlüğe sahip olduğuna inandırır: Bunu kendisi­
ni zayıflatıyormuş gibi görünen şeyin -bilinçdışı, cinsellik, dil,
olumsallık- onun esas garantörü olduğunu göstererek yapar. İnsan
bir kez tarihiyle tanımlandığında, ondan ayrılamaz hale getirildi-
1 80 HEP VAAT H E P VAAT

ğinde, geçmişe ulaşmanın bir yolunu bulmamız gerekir. "Romantik


dönemde," diye yazar Bann, " ... geçmiş temsillerini yeni bir kodun
-hatta yeni bir dilin- ortaya çıkıp öğrenilmesine yol açacak şekil­
de çoğaltma ve çeşitlendirmeye yönelik yeni ve karşı konulmaz bir
kapasitenin ortaya çıkışının izini sürebiliriz." Freud'un "Leonardo"
incelemesinde tarihten büyülenmek büyülenmenin kendisinden bü­
yülenmektir.
Eğer büyülenme Freud'un Leonardo için söylediği gibi kayıp
işaretiyse, bu durumda aynı şekilde Leonardo'nun yaşamının inan­
dırıcı bir anlatısal tarihini yeniden inşa etmek için bir fırsat, hatta
belki de bir davettir. Freud sadece kaybettiğimiz bir şeyden büyü­
lendiğimizi ima eder. Bir başka deyişle bizi ancak eksik olan şey
-yani geçmiş- büyüler. Büyülenme, umudu asla elden bırakınayan
bir yasın canlılığıdır. Leonardo'nun kadınların gizemli tebessümü
konusundaki saplantısı -dönüp dolaşıp geri döndüğü bir suç ma­
halli gibi- gerçek muammadır, Freud'un açıklamasının ardından bi­
le varlığını sürdürür. Freud şöyle yazar: "Gizemli tebessüme -kay­
bettiği ve Floransalı hanımefendide tekrar bulduğunda kendisini
bu denli büyüleyen tebessüme- sahip olan kişi annesiydi." Fakat
Freud teorisini açıklayamaz. Bu büyülenme tam olarak neye karşı­
dır? Ve burada büyülenme Leonardo için ne yapar, işlevi nedir? So­
nuçta Floransalı kadın Leonardo'ya yalnızca annesini hatırlatmak­
la yetinebilirdi, Leonardo tebessümü bu denli büyüleyici kılmak
zorunda değildi.
Sağduyulu bir Freudcu yorum, bu kadının tebessümünün Le­
onardo'nun gözünde tam da kendisine pek sevdiği annesini hatırlat­
tığını (bilinçli olarak) bilmediği için "büyüleyici" olduğunu söyle­
yebilir. Sanki büyülenme, yasaklı bellek başarısız olduğunda ya da
kaybın verdiği acı mevcudiyetin verdiği heyecanla tekzip edildi­
ğinde devreye girermiş gibi. Leonardo kendi kendine, "Annemi (ve
onun tebessümünü) kaybetmedim çünkü bu kadının tebessümünü
seviyorum," der; büyülenmesi sayesinde geçmişi kesip çıkartır.
Klinik terimleriyle bu, Leonardo'nun büyülenmesini -hatta buna
benzer bütün saplantıları- bir mani biçimine dönüştürecektir. Eğer
geçmiş hep yitiriliyorsa ve sürekli bir yas durumunu önlememiz
gerekiyorsa, maharetlerimizi taklit etmeliyiz. Ne var ki Freud ve
sonraki analistlerin sık sık karşı karşıya geldiği paradokslardan bi-
TEBESSÜM 1 81

ri, bireyin her zaman mahareti tarafından köleleştirildiğidir. Biri ya


da bir şey tarafından büyülendiğimizde, bunun bir nedeni olduğu­
nu kabul edebiliriz, ama bu nadiren bir tercih hissi uyandırır. Freud
yazısında, büyülenmenin bir kaybın şifası olmaktan çok tesadüfü
ortadan kaldırma karan olabileceğini ima eder. Birinden büyülen­
diğimizde olumsallığı ciddiye almayı reddederiz.
Büyülenme ve biyografi üzerine yazılmış bir psikanaliz metnin­
de Freud'un tesadüfe son derece belagatli ve ısrarlı bir şekilde öv­
güler düzmesi ve salt içgüdünün şeytansı gücü konusunda ısrar et­
memesi rastlantı değildir. Freud Leonardo üzerine denemesini şöy­
le tamamlar:

Tesadüfleri kaderimiz üzerinde rol oynayacak değerde görmemek, güneş


hareket etmiyor diye günlüğüne düştüğü notla Leonardo'nun yenmeye sa­
vaştığı, bu yolda ilk adımları attığı dini dünya görüşüne gerisin geri dönüp
onu benimsemek anlamını taşır. En savunmasız çağımızda adil bir Tann'
nın ve güleryüzlü bir kaderin bizi böyle dış etkilere karşı daha iyi koruma­
masına kırılmamız doğaldır. Ama bu arada pek kolay unuttuğumuz bir şey
var ki, o da yaşamımızda her şeyin bir tesadüf sayılacağı; tesadüfün, sper­
mayla yumurtanın birleşmesi sonucu yaratılmamızdan başlayarak yaşamı­
mızı yönettiğidir... Sürdüreceğimiz yaşamı belirleyen güçleri kendi bünye­
mizdeki 'zorunluluklar' ve çocukluğumuzdaki 'tesadüfler' diye ikiye ayır­
mak, ayrıntılarda henüz bir kesinliğe oturmayabilir; ama genel olarak
özellikle çocukluğumuzdaki ilk yılların bizim için taşıdığı önemden kuş­
ku duymak da bundan sonra mümkün değildir.

Eğer yaşamımızla ilgili her şey tesadüfse, teori ya da pratik ba­


kımından psikanalizin yeri nedir? Bu durumda neden ile tercih ara­
sında nasıl aynın yapabiliriz? Bünye vardır, tesadüf vardır ve bü­
yülenme vardır. Freud'a göre bünyemiz içgüdüseldir ve dolayısıyla
büyülenme kapasitemiz de dahil olmak üzere her şey bundan türer.
Öte yandan, Leonardo'nun büyülenmesi bir anlamda ailesinin kar­
maşık konfigürasyonunda annesine duyduğu arzunun bir ifadesi ol­
duğu gibi, aynı zamanda Freud'un ima ettiğine göre tesadüfü de
uzak tutar. Sanki Leonardo kendi kendine bilinçsiz bir şekilde şöy­
le demektedir: Anneme duyduğum arzu bir tesadüf değil, kaderimi
belirliyor. Yaşamımda benim bilincinde olmadığım bütünlüklü ve
anlaşılabilir bir mantık var. Yaşamım gerçekten de içimden yeşeri­
yor ve gayet de anlamlı. Bir başka deyişle Freud, Leonardo'yu psi-
1 82 H E P VAAT H E P VAAT

kanalitik özne haline getirerek -psikanaliz teorisini kanıtlamak için


onun yaşamını ve eserlerini kanıt göstererek- Leonardo'nun ve psi­
kanalizin gerçekliği nasıl inkar ettiğini gösterir. Tesadüfü dışarıda
bırakarak absürd bir şekilde her şeyi dışarıda bırakıyor olabiliriz.
Freud'un Leonardo konusundaki büyülenmişliği psikanaliz konu­
sundaki büyülenmişliğine dair temel bir noktanın farkına varması­
nı sağlar. B üyülenme savunmaların sürekli çoğalan dağarcığına ka­
tılır. Freud'un asla kurtulamayacağı ironi -sisteminin temeline işle­
miş olan totoloji- şudur: Eğer her şeyin (Freud'un versiyonuyla) iç­
güdü olduğuna inanırsanız sonunda her şeyin savunma olduğuna
inanırsınız. Uzlaşma-formasyonları fikri çok geçmeden, hiçbir ka­
çış yolunun olmadığı yerde bir kaçış yolu gibi görünür.
Bunun örneği, Freud'un tabiriyle, büyülenmenin asal sahnesi­
dir: cinsler arasındaki farklılık. Freud Leonardo denemesinde bunu
açıklamak için her çareye başvurur. Eğer iki cinsiyet varsa muhte­
mel bir uzlaşma nasıl olacaktır? Freud şöyle yazar: Her türlü büyü­
lenmenin hem dürtüsü hem de kökeni çocuğun gerek kendisinin
gerekse diğer insanların üreme organlarına olan ilgisidir. Büyülen­
me cinsler arasındaki farklılığın hem sonucudur hem de bozulması
girişimidir. Erkek çocuk kadının üreme organlarından büyülenir,
çünkü kendisininkini kaybetme düşüncesine tahammül edemez.
Kişinin kendi penisinin büyüsüne kapılması onu kaybetmenin bü­
yüsüne kapılmasıdır. Çocuğun annesinin penisinin olmadığını keş­
fetmesi, Freud'un görüşüne göre, yaşamının önceki ve daha sonra­
ki bölümünün şekillendirici olayıdır. Büyülenme çocuğun aynılığa
farklılığı geri verme istek ve girişiminin bir parçasıdır; dikkat ke­
silmiş bir şekilde bakarak çocuk algıladıklarını inkar etmeye çalı­
şır. Çocuğun bakış açısına göre eğer iki ayrı cins varsa, bu durum­
da hadım etme mümkün olmalıdır. Ya erkekler vardır; ya hadım
edilmiş erkekler vardır ve kadınlar mutsuz bir uzlaşma biçimidir;
ya da iki cins vardır. Freud'a göre, küçük çocuğun umutsuz mantı­
ğında büyülenme, kaderi etkileyen bu soruların cevabını kararsız
bırakmanın ve bu suretle hadım etme olasılığından sakınmanın bir
yolu olarak görünür. Bu durum, erkeklerin kadınlardan büyülenme­
sini onların fiili varlıklarının inkan haline getirir: kadın diye bir şey
olduğunu reddeden bir inkar. Bir erkek bir kadından büyülendiğin:
rle ıısl ınrl ıı farkmrl ıı nl mıırlıın iki cin" nlrlıığıı gE"rÇE'ğinrlE"n k-ıırtıın l -
TEBESSÜM 1 83

maktadır. Yine daha çok sağduyuya dayalı bir Freudcu bakış açısın­
dan -ki böyle olması inandırıcılığına halel getirmez- büyülenme
kayba karşı bir savunmadır. Fakat buradaki gizli ironi, en azından
erkeğin bakış açısından, diğer cinsin varlığının bir kayıp olarak de­
neyimlenmesidir; oysa iki cinsiyet olması yaşamın nihai olumsallı­
ğıdır denilebilir. Freud kayba tahammül etmenin şeylerin nasıl ol­
duğunu görüp kabul etmekten daha kolay -hatta ona nazaran büyük
oranda tercih edilir- olduğunu ima eder. Freud büyülenme hakkın­
da yazdıklarıyla bizi kaderin -ya da benim verdiğim adla, olumsal­
lığın- neden kayıp diye yorumlandığını düşünmeye sevk eder.
Marguerite Duras Practicalities (Pratik İşler) adlı kitabında
( 1 990), "Aramızdaki şey," diye yazar, "büyülenmedir ve bu büyü­
lenme birbirimize olan benzerliğimizden kaynaklanır. Gerek er­
keklerde gerekse kadınlarda büyülenmenin kökeninde benzerliği­
mizin keşfi vardır. " Freud'un Leonardo denemesindeki bakış açı­
sından, büyülenmenin kökeninde birbirimize benzeyebileceğimiz
ve gerçekleşecek olsaydı, bu benzerliğin bir ceza olacağını (yasak­
lı Oidipus arzusunun bir sonucu olan hadımlaştırma) keşfetmemiz
yatar. Her iki şekilde de büyülenme bir yeniden bulmadır; kadının
gizemli tebessümü gibidir, aynı anda hem gizli bir methiye hem de
ümitsiz bir umuttur. Leonardo gibi bizler de yalnızca bize en tanı­
dık gelen şeylerden büyüleniriz.
Büyülenmenin neden ve nasıl başladığına ilişkin inandırıcı hi­
kayeler anlatabiliriz, oysa nasıl sona erdiği daha muğlaktır. Büyü­
lenmeye son veren şeyin kendisi, ilgi ya da tutkunun kaybolduğu
bütün vakalar gibi muammalıdır. Öte yandan sonunu, kayboluşunu
tahayyül edemeyişimiz büyülenmenin ayrılmaz bir parçasıdır, ki
bu da meselenin can alıcı noktalarından biridir. Freud bize Leonar­
do'nun resimlerini bitirirken zorlandığını hatırlatır; bunun semp­
tomlarından biri yavaş tempoda çalışmasıdır. Bu, diye yazar Freud,
"Son Akşam Yemeği'nin kaderini belirlemiştir - hak edilmemiş di­
yemeyeceğimiz bir kader."
Narsisizm: Lehte ve Aleyhte

Şekil gruplarını parçalarına ayırdığınızda


hareket grupları oluşturursunuz.
May Sinclair, The Tree of Heaven (Cennet Ağacı)

Eğer bugün en ilginç psikanaliz teorilerinin çoğu ilişki metlmmuna


tamamen şüpheyle yaklaşıyorsa (Freud, Lacan, Laplanche, Bersa­
ni), en popüler psikanaliz teorilerinin çoğu da ilişkiyi bir önkabul
olarak alır (Klein, Winnicott, Bowlby). Ya yakınlıklarımızı sabote
eden artık her neyse onun sıkıntısını ya da miras aldığımız yakın­
lık mefhumlannın sıkıntısını çekeriz. İyi ilişkilerin sıkıntılarımıza
çare olup oln;ıayacağı ya da sıkıntısını çektiğimiz şeyin tam da bu
emel olup olmadığı açık değildir. Bu tartışmalarda doğal olarak ki­
lit sözcük narsisizm ve ele alınan konu da gevşek bir tanımla ahlak
denilen şeydir. Diğer insanlara ne tür bir saygı duyduğumuz ve
duymak istediğimiz, kendini sevmenin iyi ve kötü biçimleri arasın­
da nasıl aynın yapabileceğimiz değişmeyen konulardır.
Bir Yahudi-Hıristiyan kültürünün, kendine dönüklük durumla­
rından pek etkilenmemesi ve bunlara şüpheyle yaklaşması şaşırtıcı
değildir. Tanrı (ve talepleri) üzerine yalnız başına düşünmek ve
(onun emrine uyarak) kendimizi farklı biçimlerde başkalarına ada­
mak pek çok insan açısından iyi bir yaşamın öngerekliliklerinden
biri olmuştur. Gerek benliğe gerekse onun sofuluk ve incelikten
uzak arzularına hayran olmamak ve övgüler düzmemek kaydıyla
benliğin tetkik edilmesi bu projenin ayrılmaz bir parçası olmuştur.
Dinsel dalalet fikrini pek dert etmeyen sektiler narsisistin zihnini
meşgul eden şeyin ne olabileceği sorusu ihtilaflı ve rahatsız edici
meselelerden biridir. Narsisizm ister iyi (sözgelimi Freud ve Ko-
NARSiSiZM: LEHTE VE ALEYHTE 1 85

hut'ta) ister kötü (Klein ve post-Kleincılarda) bır ilgı görmüş olsun,


her zaman sıkı sıkıya ahlakileştirilmiştir. Narsisizm adına daima
(olumlu ya da olumsuz) büyük iddialarda bulunulur; sanki insanlar
narsisizmden bahsederken hep başka bir şeyden bahsederler. " Ya­
ratıcı sanatçılar"ın -psikanalistlerin sektiler idolleri: Bütün yaratı­
cılık konuşmaları bir yaratıcıya gönderme yapması bakımından ya­
n-dini bir niteliğe sahiptir- narsisist olması gerekli midir yoksa sı­
kıntısını çektikleri tam da bu mudur ya da ikisi birden mi söz ko­
nusudur? Mastürbasyonun insanlar için kötü olmasının nedeni di­
ğer insanları dahil etmiyor olması mıdır? Esasen diğer insanlarla il­
gili olduğumuz için kendi kendimizle meşgul olmamız, engellen­
miş katılımların bir semptomu mudur? Yoksa esasen kendi içine
kapanık varlıklar olarak başkalarına olan kaçınılmaz bağımlılığı­
mız nedeniyle ara sıra engellenir miyiz? Ya da söylemekten pek
hazzettiğimiz gibi ikisinden de bir parça mıyız? Bunlar psikanali­
zin içine saplanıp çıkamadığı, baskıcı bir tarihsel yüke sahip eski
sorulardır ve daha ilginç bir sorunun değişik bir versiyonudurlar:
İyi bir insan -psikanalizin bakış açısından- neye açık, neye kapalı
olmalıdır? Bir başka deyişle, insanlar narsisizm hakkında yazarken
neye değer vermemiz gerektiği, hangi alışveriş biçimlerini hedefle­
memiz gerektiği konusunda bizi ikna etmeye çalışırlar. Yani dikka­
timizi ideal olarak neye vermemiz gerektiği hakkında yazarlar. Do­
layısıyla psikanalizin narsisizmi düşünülmeye değerdir.

Meseleye, hırslı psikanaliz kuramcılarının her zaman cazibesine


kapıldıkları mahut başlangıç evrelerinden biriyle giriş yapmak isti­
yorum, çünkü bana göre özellikle ikna edici bir konudur bu; hem
düşündürücü hem de bilgilendirici: Laplanche'ın "gizemli göste­
ren" meflıumu. Laplance bunun etrafında aşın karmaşık ve incelik­
li bir teori örmüştür ama aslında, fevkalade basit ve ikna edici bir
fikirdir bu. Buna göre her bebek -dolayısıyla her insan- hayata
ebeveynlerinin (ilk başta da annenin) verdiği algı ötesi "mesajlar"la
başlar. Bu mesajlar yalnızca sözel değildir, hatta sözellik baskın bi­
le değildir; jestler, koklama duygusu, ses gibi araçlar vardır. Bu
mesajların çifte bir esrarengizliği vardır. Bilinçdışı oldukları için
ebeveynler bunları anlamaz, hatta bunlar hakkında bir şey bilmez­
ler. Çocuk da idrak kabiliyeti henüz gelişmediği ve bu mesajlar da
1 86 H E P VAAT H E P VAAT

kafa karıştırıcı olduğu için bunları anlayamaz. Çocuk (Laplanche'


ın kilit sözcüğüyle) "tercüme edebildiklerini" dahil edebilir, ama
kalıntılar -ki Laplanche bunun her zaman büyük pay olduğunu ima
eder- "yabancı bedenler"den ibaret bir bilinçdışı oluşturur. Essays
on Otherness'ta (Ötekilik Üzerine Denemeler, 1999) Laplanche
şöyle yazar: "Dolayısıyla bilinçdışı hiçbir anlamda içimdeki bir di­
ğer 'ben' değildir, muhtemelen benden daha sahicidir, Dr. Jekyll'la
yer değiştiren bir Mr. Hyde'dır, biri sevgisiyle, diğeri nefretiyle ...
İçimdeki, öteki bir şeydir (das Andere), öteki insanın (das Andere)
bastırılmış kalıntısıdır. Öteki insanın beni uzun zaman önce etkile­
diği gibi etkiler. "
Laplanche'a göre belli bir merkezimiz yoktur çünkü içimizde
ebeveynlerimizin çoğu zaman kendilerine rağmen aktarmayı ba­
şardıkları şeffaf olmayan mesajlar vardır. "Ortak bir yorumlama
sistemi olmadan, çoğunlukla söz-dışı bir tarzda birine hitap etmek:
İşte yetişkin mesajlarının işlevi budur; kendilerine şeffaf olmadık­
ları, yetişkinin kendi bilinçdışıyla ilişkisince ve çocukla ilişkisinin
harekete geçirdiği bilinçsiz cinsel fantazilerce oluşturulduğu kada­
rıyla aynı anda ve ayrılmaz şekilde muammalı ve cinsel olduğunu
iddia ettiğim gösterenlerin işlevi budur." Laplanche'a göre bizi biz
yapan bu kafa karıştırıcı trajikomedinin kaynağı ya da örnek sah­
nesi, tahmin edilebileceği üzere, annesinin göğsündeki çocuktur.
Ötekinin arzusu -bu örnekte, annenin- hem asaldır hem de tahrik
edici muammasıyla bünyeseldir. Sanki göğüs -arzulanan kültürel
nesnelerin öncüsü olarak- bebeğe bir soru soruyormuş gibi. Lap­
lanche New Foundations for Psychoanalysis'te (Psikanalizin Yeni
Temelleri) şöyle yazar:
Analitik teori doğal emzirme organı olarak görünen göğse, kadınların bi­
linçdışında ve cinsel olarak hangi oranda libidinal enerji zerk ettiklerini
(kateksis) görmezden gelmeye devam edebilir mi? Bebeğin, Üç Deneme­
de tanımlandığı şekliyle Sapkın denebilecek bu cinsel kateksisi fark etme­
mesi mümkün değildir. Bebeğin bu kateksisin ısrarcı bir sorunun kaynağı
olduğundan şüphelenmeyeceğini düşünmek olanaksızdır: Meme emzir­
mek dışında benden ne ister, neden beni emzirmek ister?

Sanki annenin göğsü muğlak bir cinsel mesaj aktarır ve bu me­


sajda bebeğin içine onun henüz cevaplayamayacak durumda oldu­
ğu bir soru olarak yerleşir. Burada bebeğe ön soruşturma ya da şaş-
NARSiSiZM: LEHTE VE ALEYHTE 1 87

kınlığa kapılma kapasitesi bakımından ne atfedilirse edilsin, ebe­


veynlerin niyetlendiklerinden fazlasını aktardıklarını ve çocukların
da hangi biçim altında olursa olsun hem kendilerinin hem de ebe­
veynlerin şüphelendiklerinden çok daha fazlasını aldıklarını tahay­
yül etmek gayet makul görünür. Bu görüşe göre yaşamlarımız -ve
analiz- ebeveynlerimizin bize bıraktığı bu muammalı mesajları ter­
cüme etme ve yeniden tercüme etme girişimi haline gelir; bu süreç­
te yeniden tercüme etme kapasitemizin sınırlarının farkına varırız.
Gizemin kalbini asla söküp çıkaramayız. Dolayısıyla her insanın
yaratılışında ve gelişiminde kaçınılmaz olan şey, içindeki bir mev­
cudiyettir (bunların ruhsal güç alanı, aura, atmosfer, mesajlar), bir
diğer insanın (ilk önce anne, der Laplanchce, sonra da baba vs.)
mevcudiyetidir. Bu asal ötekilerin, ebeveynlerin (ve onların ebe­
veynlerinin vs.) tekinsiz etkisinden kaçış yoktur, ama bir tercüme
olanağı vardır. O halde mevcut ebeveynlerimize sahip olmakla ka­
pana kısıldığımızı söylemek nasıl bir anlam ifade eder? Sanki baş­
ka ebeveynlere sahip olabilirmişiz gibi. Kaçınılmaz olan, tanım ge­
reği, kaçıp kurtulmamızın mümkün olabileceğini düşünemediği­
miz şeydir. Birtakım dileklerde bulunabiliriz -bizim ve sevdiğimiz
insanların ölmemesini isteyebilir ya da keşke yemek yemek zorun­
da olmasaydık diyebiliriz- fakat bunlar konusunda farklı bir şey
yapmamız gerekir.
Laplanche'ın açıklamasında çocuk bu muammalı gösterenlerin,
fazlasıyla kafa karıştıran ve merkezsizleştiren bu mesajların tutsa­
ğıymış gibi görünür. Bundan bir çıkış yolu olabileceği açıktır, fakat
bunun içinden geçen bir yol yoktur. Bu çıkış yollarından biri de el­
bette psikanalizdir. Aslında, analistin tavrı, yani analiz projesinde
kendini konumlandırma biçimi tek çıkış yolunun bu süreci yaşa­
mak, onun içinden geçmek olduğunu söyler. Her türlü psikanaliz
kendisini hep kaçınmacılık karşıtı olarak tarif eder ve kanımca bu­
nu ancak gerek kaçılacak şeyler gerekse kaçınmacılığın doğası ko­
nusunda haddini aşarak her-şeyi-bileni oynamakla yapabilir. Geniş
anlamıyla narsisizm farklı psikanaliz teorileri tarafından bir yaşamı
yaşanmaya değer kıldığı varsayılan tüm o şeylerden çeşitli şekiller­
de kaçmaya çalışan yaşam biçimlerini anlatan kilit sözcüklerden
biri olur. İyi yaşam kişinin doğru şeylerden kaçmayı başarabildiği
yaşamdır. Psikanalistler bize yaşamdan ne istediklerini ve dolayı-
188 HEP VAAT HEP VAAT

sıyla hastalarının yaşamlarından ne istediklerini genellikle narsi­


sizm teorileriyle -ya da daha ziyade bu sözcüğü kullanış tarzlarıy­
la- söylerler.
Laplanche insan ruhunda bir tür dalgalanma diye nitelediği şe­
yi kavramsallaştırır ve bunu Batlamyos ile Kopemik'in kozmoloji­
leriyle benzerlik kurarak harikulade bir şekilde tanımlar: güneşin
dünya etrafında dönmesi ile narsisist ilişki arasındaki benzerlik.
" İnsan ruhunun Batlamyosçuluğunun, narsisistçe yeniden-merke­
zileştirmesinin, önvarsayım olarak Kopemikçi bir evreyi takip etti­
ğini iddia edebiliriz. Bu Kopemikçi evrede, emzirilen çocuk öteki­
nin yörüngesine takılır ve onun mesajlarıyla pasif bir ilişkiye ge­
çer." Laplanche'a göre, "Ruhun düzeneğinin kaçınılmaz olarak nar­
sisist bir kapanımı söz konusudur. " Bebek narsisist kapanımda, de­
yim yerindeyse, annenin mesajlarına fazla açık olmasının, kafa ka­
nştıncı derecede açık olmasının ardından nekahet dönemindedir.
Tanıdık bir soru yeniden karşımıza çıkar: Çok açık başladığımız
için kapanmanın yollarını mı bulmamız gerekir yoksa kapalı doğ­
duğumuzdan açılmamız mı gerekir? Laplanche'ın insan ruhunun
özü, ötekine (ilişki sözcüğü burada pek doğru kaçmayacaktır) trav­
matik ama kaçınılmaz -dolayısıyla da bünyesel- bir açıklıktır. Ru­
hun bir sistolü ve diastolü vardır; resim fazla açık olup kapanma bi­
çimlerini öğrenen bir organ ya da ağzın resmidir (elbette gerçekte
fazla açık değildir çünkü başka türlü olamazdı). Sanki dil giderek
ya da gelişimsel olarak ahlakileştirilmektedir; kapana kısılma ve
kaçış, açık ve kapalı üzerine kazınmaktadır.
Fakat mütekabiliyetler ilginç bir hareketliliğe sahiptir. Bebek
açık olduğundan dolayı kapana kısılır, ama kapalı hale gelerek de
farklı bir tarzda kapana kısılır. Laplanche kurtuluşun yeniden açıl­
malara dayanabilmek olduğunu ima eder. Hatta Laplanche'ın psi­
kanalize olan inancı yeniden açılma ve kendi tabiriyle "eski yapıla­
n yapıbozuma uğratma" olanağına duyduğu inançtan gelir. Psika­
nalizin _amacı hastanın kaçınılmaz olan narsisist kapanımını rahat­
sız etmektir. Bu kapanmanın bir kısmı kendisi hakkında tutarlı an­
latılar oluşturan hasta tarafından gerçekleştirilmiştir. Tutarlık, öz­
hikayenin bütünlüğü burada bir kapanma işaretidir. "Burada amaç,"
diye yazar Laplanche, "daha sağlam bir geçmişi geri kazanmak de­
ğil (bu ne işe yarar ki?) eski, yetersiz, kısmi ve hatalı yapının yapı-
NARSiSiZM: LEHTE VE ALEYHTE 1 89

bozuma uğramasına olanak vermek ve böylece hastanın sentezle­


me takıntısı içinde (ya da Alman Romantiklerinin söyleyebileceği
gibi, tercüme etme güdüsüyle) mutlaka üreteceği yeni tercümeye
yolu açmaktır." Analist ve hasta, hastanın ebeveynlerinden bilme­
den aldığı bu temel, muammalı mesajları yeniden tercüme edebil­
mesi için yolu açmak konusunda işbirliği yaparlar. "İnsan bireyin
gelişimi," diye yazar Laplanche, "bu muammalı, travma yaratıcı
mesajları çözme, tercüme etme girişimi olarak anlaşılmalıdır. Ana­
liz her şeyden önce ve öte yeni bir yapılandırma için -ki bu analiz
edilen kişinin görevidir- yolu açmayı amaçlayan bir yapıbozum
(ana-liz) yöntemidir."
Mesajın muammalı olması bir anlamda olumludur, çünkü bu
onu yeniden tercümeye tabi kılar, hatta insanda karşı konulmaz bir
yeniden tercüme etme isteği uyandırmasına neden olur. Bu ise, ken­
di içinde, çoğu psikanaliz teorisini kolaylıkla boğan katı belirle­
nimciliği parçalar. Çocuğu ve gelecekteki işbirlikçilerini zorunlu
olarak yaratıcı kılar. Onlara halledecekleri olmasa bile üzerinde ça­
lışacakları bir şey bırakır. "Muamma kavramıyla," diye yazar Lap­
lanche, "belirlenimcilikte bir kopuş meydana gelir: Muammalı me­
sajın yaratıcısı ne kastettiğinin çoğunlukla farkında olmadığı ve ço­
cuk da kendisine iletilen şeyleri bir şekle sokma ya da kuramlaştır­
ma konusunda yalnızca yetersiz ve kusurlu yöntemlere sahip oldu­
ğu oranda, ebeveynin bilinçdışı ve söylemi ile çocuğun bunlarla ne
yaptığı arasında doğrusal bir nedensellik olamaz." Anlam, yeni ter­
cüme, yapılandırılmak için oradadır ve Laplanche'ın görüşüne gö­
re bizim tercüme ettiğimiz şeyin kendisi de zaten her zaman bir ter­
cümedir. Patoloji bir Standart Baskı'nın olduğu inancıdır.
Burada Laplanche'ı böyle derinlemesine incelememin nedeni,
kısmen, bize psikanalitik bir bağlamda insanın kökenlerine dair ör­
nek bir mit sunduğunu düşünmemdir, ki bunun nedenlerini biraz­
dan açıklayacağım. Fakat Laplanche'ın miti, kökeni konu alan psi­
kanalitik mitlerin çok gerçek sonuçlan konusundaki daha geniş so­
ruya bir giriş mahiyetinde de yararlıdır. Laplanche'ın izahında be­
bek ve çocuk açısından kaçınılmaz olan şey (ilk etapta) annenin
mesajlarına yatkın ve açık oluşudur; annenin kendi bilinçli niyeti­
nin ötesinde bu tür mesajları aktarması da kaçınılmazdır. Son ola­
rak, mesajların muammalı olması ve dolayısıyla tercümeye ihtiyaç
1 90 H E P VAAT H E P VAAT

duyması da (Laplanche bize ebeveynlerin bir bilinçdışına, çocuğun


da görece gelişmemiş bir algılayışa sahip olduğunu hatırlatır) kaçı­
nılmazdır. Laplanche'a göre, bir zamanlar kaçıp kurtulmanın müm­
kün olmadığı verili, temel deneyim diye adlandırılmış olan dene­
yim bu olabilir: annenin bilinçdışı mesajlannın alıcısı olmak. Kaç­
mak burada bir seçenek değildir denilebilir; mesele nasıl uzaklaşı­
labileceği değil, yeniden tercümeye devam ederek ne yapılabilece­
ğidir. Dolayısıyla Laplanche'ın başlangıç evrelerine dair versiyonu­
nu ayırt eden şey bir hile olarak kaçınmacılığın gereksizliğidir. Ki­
şi ebeveynlerinin bilinçdışından, bu saydam-olmayan olgudan ka­
çamaz, tıpkı gerçekte Freud'un ve sonradan Klein'ın versiyonlann­
da kendi içgüdüsel yaşamının acil taleplerinden kaçamayacağı gi­
bi. Dolayısıyla bu denemede altını çizmek istediğim husus şundan
ibarettir: Psikanaliz teorisinde -elbette bu tür totolojiler başka yer­
lerde de vardır- öznenin kaçmak isteyip de kaçamadığı şey onun
özü olarak kabul edilir.
Bireyi kendi kendini aldattığı, kendi kendini yanlış yönlendirdi­
ği kaçış projesinde tarif ederken analitik teorisyen kaçınılmaz ola­
rak birey için en önemli olduğunu düşündüğü şeyi tarif eder. Has­
taya hangi yolla olursa olsun bir şeyden kaçtığını gösterdiğimizde,
ne kadar muğlak bir şekilde olursa olsun, ona neyin temel olduğu­
na, neyin en önemli olduğuna ilişkin kendi görüşümüzü dayatırız.
Her zaman çoktan ortaya bir gerçeklik koymuş ve ardından iyi bir
yaşamı buna sadık kalma yeteneği ya da kapasitesi olarak tanımla­
mış oluruz. B ir başka deyişle, bizim günlük yaşamdaki kaçınmacı­
lık konusundaki açıklamalarımız -savunma, imtina ve kaçışla ilgi­
li kapsamlı söz dağarcığımızın hepsi- en değer verdiğimiz özcü­
lüklerimize giden kilit yoldur. Neyi gerçek olarak aldığımızı -neyi
kabul etmenin en üstün değere haiz olduğunu- öğrenmek istiyor­
sak, her şeyden önce neyden kaçtığımızı düşündüğümüze dikkat et­
meliyiz. Kaçınmacılık mefhumumuz gerçek fantazilerimizle tama­
men ortaktır; bu anlamda gerçeğin kendisi de kaçışçı bir fantazi
olabilir - Laplanche'ın deyimiyle yeniden tercümeye ihtiyaç duyan
bir fantazi. Psikanalitik bakış açısından kaçınmacılığa sığındığımız
anlar en absürd, en hüsnükuruntulu -yani en insancıl- anlarımızdır;
çünkü bizler yalnızca tanım gereği kaçılamaz olandan kaçmaya ça­
lışırız. Buna elbette artık fazlasıyla bilindik bir kavram olan bölün-
NARSiSiZM : LEHTE VE ALEYHTE 191

müş özne adını veriyoruz; cinsellikten, saldırganlıktan, bağımlılık­


tan, toplumsal cinsiyet çatışmasından, gösterişçilikten, hatta bizati­
hi çatışmadan kaçarken kendimizle alay ederiz. İnsanın en gülünç
projesi kendinden kaçmaktır. Kişinin kendi doğasını tanım gereği
geride bırakamayacağını gayet iyi bilerek kendinden kaçmaktır.
Bu denemedeki önsezim -ki kanıtlayamayacağım için dokun­
durmadan öteye geçemiyorum- benim tercih edeceğim psikanali­
zin, tasavvur edilebilirse, kaçınmacılık dilinin ortadan kalktığı, ye­
ni bulduğumuz öz-tanımlarımız açısından artık yararlı ya da ilinti­
li veya önemli görünmediği bir psikanaliz olacağıdır. Şunu da he­
men ekleyeyim, bu fikrin ne kadar aptalca olduğunun farkındayım
-ve bunu bir özür olarak değil, nitelik olarak söylüyorum.
Kaçınmacı teorilerin hepsi bir gerçek kavramına ihtiyaç duyar;
yani hepsi de bir açıdan özcü teorilerdir. Bu onları -inanç sistemle­
ri, buluşsal araçlar, muhtemel olgular ya da düzenleyici kurmacalar
olarak- daha az değerli kılmaz ama ahlaken ve epistemolojik olarak
şüpheli hale getirir. Bu teorilerin kendileri de -ki psikanaliz teorile­
ri bunlara en iyi örnektir- yeniden tercümeyi teşvik eden muamma­
lı gösterenler, kafa karıştırıcı mesajlardır. Laplanche'ın mesaj ve
muammalı gösteren hususundaki özcülüğü, tanımı gereği -nere­
deyse kasten- yeniden tanımlamaya tahrik eder ve kökenler miti de
her birey için sonuçlan bakımından son derece açık uçludur; oysa
Freud ve Klein'ın ortaya atıp takipçilerinin sahiplendiği köken mit­
lerinde daha belirgin, daha sınırlı sonuçlar vardır. Belirlenimciliğin
ve kaçınmacılığın çoğu zaman kol kola gidiyor olarak görülmesi
-belirlenimciliğin hüsnükuruntulu burleski olarak kaçınmacılık­
gerçekten de bir paradokstur. Kaçamadığım şeyden kaçıyor gibi gö­
rünmenin yollarını bulmak zorundayım: Fars-olarak-komedya yak­
laşımı olacaktır bu. Kaçamadığım şeye nihayetinde ve etkileyici bir
şekilde, fahiş bir bedelle boyun eğmeliyim: Bu ise trajik görüştür.
Lionel Trilling'in bir keresinde belirttiği üzere, Shakespeare ve
Kafk:a'ya göre dünya bir hapishanedir; -fakat Shakespeare'de çevre
daha iyidir. Freud ve Klein'a göre hapishane, kültürle korkutucu bir
şekilde buluşan içgüdüsel niteliklerimizin ta kendisidir. Fakat te­
orilerinin temelleri -içgüdüler, bilinçdışı ve Oidipus kompleksi­
olumsal tarihsel buluşlar olarak görülmez. Bunların handiyse tarih­
üstü, kültür-ötesi tümeller oldukları sık sık ima edilir. Bir hapisha-
1 92 H E P VAAT H E P VAAT

ne -yaşam içgüdüleri ile ölüm içgüdüleri arasında bir savaş- söz


konusudur ve çevre her şey demek olmasa da yine de bir fark yara­
tır. Freud da Klein da, teoride, yaşamı inkar ettiği düşünülen bir
şeyden kaçışı ya da bu şeyin saldırısını ve yaşamı desteklediği var­
sayılan bir şeye kaçışı sahneler. Pek çok farklı adla anılan narsisizm
-kişinin diğer insanlar pahasına kendi kendine yarenlik edişi- özel­
likle istenmeyen bir hapishane; içgüdüsel hayata katlanma sorunu
için her zaman baştan çıkartıcı, bazılarının kaçınılmaz diyeceği bir
çözüm olarak görülmeye başlanmıştır. Hatırlayalım, Laplanche'a
göre narsisist kapanını annenin muammalı cinsel mesajlarının dür­
tüklediği arzu, dehşet, karmaşa karşısında geçici bir sığınmaydı;
benin kendini yalıtma, öteki dışarıdan ve öteki içeriden ayırma gi­
rişimiydi.
Fakat bir tedavi olarak psikanalizin geçerliliği bireyin yeniden
açılma, bu mesajların sonsuz sorgusunu yeniden açma isteğine bağ­
lıydı. Yeniden tanımlama, yapıbozum ve yeniden tercüme için ken­
di çağrışımlarını sunma isteğine. Eğer narsisizm psikanalizin gele­
neksel düşmanı -işbirlikçi düşmanı, psikozdan daha makul- olmuş­
sa, o halde narsisizmin alternatiflerinin ne olduğu hakkında birta­
kım fikirlere sahip olmalıdır. Eğer herkesin az çok kabul ettiği gibi
narsisizm bir kendi kendini tedavi biçimiyse, o halde çeşitli narsi­
sizmleri psikanalizin rakipleri olarak tanımlamak daha iyi olabilir.
Onun zorlu, inatçı kardeşleri. Alegorik bir biçimde ifade etmek ge­
rekirse: Analist ve narsisist -farklı olduklarını varsayarsak- benzer
bir sorun için alternatif tedavilere sahiptir; ama hangisinin daha iyi
olduğunu hangi bakış açısından yargılayabilir, hatta tartışabiliriz?
Narsisizm denen şey hastaya, analistin hastayı istememeye ikna et­
mek istediği neler sunar? Yaşamda aramaya değer iyi şeyler neler­
dir ve insan yaşamını neden bunlardan şöyle veya böyle kaçmaya
adamak ister? Narsisist durumların ya da insanların analitik tanım­
ları söz konusu olduğunda hasta ile analist bunun insana uygun bir
yaşam türü olup olmadığı hakkında duygusal açıdan yoğun bir tar­
tışmaya giriyor gibi görünürler. İddiam o ki, narsisizm diye adlan­
dırdıkları bir şeye inanan analistler, bir insan için iyi yaşamın ne
demek olduğu konusunda özellikle güçlü bir hisse sahiptirler. Eğer
çoğunlukla bilinçdışı olan bu hisse sahip olmasalardı, hastanın kaç­
makta olduğu varsayılan şeyin ne olduğunu tanımaları mümkün ol-
NARSiSiZM: LEHTE VE ALEYHTE 1 93

mayacaktı. Bununla kastettiğim şey bu tür analistlerin daha yönlen­


dirici, hatta daha manipülatif oldukları -ki olabilirler- ya da hasta­
larının iyi bir yaşam konusunda aynı derecede güçlü inançları ol­
madığı değildir. Daha ziyade kişinin teşvik ettiği şeyin ne olduğu­
nu sezmenin ve dolayısıyla yeniden tercümeye tabi kılabilmenin
daha ilginç ve yararlı bir analitik pratik olduğudur.
Narsisizme inanmaktan daha narsisistçe bir şey olamaz. Bu de­
nemede Narkissos'u -Oidipus, Yunus gibi başka adayların arasın­
dan- iki şey öne sürebilmek için kaçınmacılık konusunda örnek fi­
gürüm olarak almak istiyorum: Birincisi, Narsisizm teorileri kaçın­
macılık hakkındaki fikirlerle özel bir ortaklık içindedir. İkincisi,
narsisizm teorisyeni, narsisist hastasının mustarip olduğunu söyle­
diğine benzer bir çıkmaza girme riskiyle karşı karşıyadır. Hem nar­
sisist denen hasta hem de analist, giriş ve çıkış kapılarını daima şa­
şırırlar. John Steiner'ın ruhsal inziva ve Neville Symington'ın nar­
sisist sığınak mefhumlarının, sırasıyla, Kleincı ve Bağımsız grup­
ların veçhelerinin mantıksal sonuçlan olduğunu göstermek ama­
cıyla İngiliz psikanaliz geleneğinden örnekler verelim.

Açıklama gailesi içinde Bilgi'nin engin keşfedilmemiş


topraklarının hiçbir sembolik temsiline, hiçbir XYZ'ye
olanak vermeyen bu haddini bilmez felsefeyi sevmiyorum,
zira Zihnin ve Maddenin Olguları ve Faaliyetleri
geleceğin kaşiflerine ayrılmıştır...
S. T. Coleridge, Defterler

İyi yaşama dair farklı psikanalitik görüşlerin ne olduğunu öğren­


mek istiyorsak, her şeyden önce narsisizm teorilerine bakmamız
gerekir. Görünüşte epey derin olan hayatın-anlamı hikayelerini bul­
mak için psikoza, şizofreniye başvurabilirdik -ki radikal bir anti­
psikiyatri dalgasının hakim olduğu günlerde mutlaka başvururduk­
ama şu anki argümanımın farklı bir şekilde işlenmesi demek olur­
du bu. Narsisizm teorisyeni, hastasının nelerden kaçtığı ya da nele­
re saldırdığı ve dolayısıyla da -ima yoluyla- neyi tercih etmesinin
1 94 H E P VAAT H E P VAAT

daha hayırlı olacağı konusunda her zaman daha katı, daha mutlak
bir anlayışa sahiptir. Psikanaliz teorisyenlerinin her birinin kendi
iyi-yaşam hikayelerinin olması iyi ve elbette kaçınılmazdır, ama
bunları kendi patoloji teorilerinden çıkarmaları her zaman iyi de­
ğildir. Eğer narsisist denen kişi (benim alegorimde) psikanalistin
negatif idealiyse, bu durumda aynı zam�mda onun eşi, akranı , öte­
ki beni ve en kötü ihtimalle de günah keçisidir. Göreceğimiz üzere
Kleincı teorinin bazı versiyonlarında kişiliğin narsisist öğeleri sa­
botajcı, yağmacı, yalancı, dolandırıcı ve hilebazdır.
Narsisizm teorilerinin, narsisizmin kendisi gibi, kapanmaya ve
dar tanımlara meyletmeleri psikanalist ile narsisist arasındaki gizli
bağın, seçici yakınlığın bir parçasıdır. Fakat bunun kolayca görün­
meyen bir durum olduğunu söylemek gerekir, çünkü açıkça beyan
ettikleri ve olumladıkları tüm eğilimleri açıklık doğrultusunda, içe­
rideki ve dışarıdaki ötekiliğin tanınması doğrultusundadır. B ir baş­
ka deyişle, benim buna ilişkin karikatürümde, hem analist hem de
narsisist birbirlerinin amaçlarını gayet ilginç bir şekilde yanlış an­
layarak sonsuza dek birbirlerini çok bilmişlikle suçlayabilirler.
Analist elbette yalnızca mutsuz narsisisti görür - ironik bir şekilde
başka bir şey istiyor olması gereken ve analize bu yüzden gelen nar­
sisist. Fakat elbette bir zamanlar felsefi alana ait olan sorudur bu:
Yaşamlarımızı iyi hale getirmek için ne istemeliyiz ve istediğimiz
şey ile istememiz gereken şey arasındaki ilişki (varsa) nedir? So­
rum şu : Bir psikanalitik narsisizm teorisi, Coleridge'in sözleriyle,
"açıklama gailesi içindeki ... haddini bilmez bir felsefe" olmaktan
sakınabilir mi? Gerçekten de haddini bilmezlik bu büyük kaçınma­
cının, yani narsisistin tartışılmasında her zaman kilit bir sözcük ol­
malıdır. Zira haddini bilmezlik Oxford İngilizce Sözlüğü'nde şöyle
tanımlanır: "Haksız yere ele geçirme ya da işgal etme; gasp etme;
kişinin izin verilenden daha fazlasını alması; küstah ya da aşın gü­
venli düşünce veya davranış; bir şeyin önkabul olarak alınmasın­
da . . . kibir, gurur, yüzsüzlük, güven". Ben burada narsisist ve psika­
nalist denen kişilerin neyi önkabul olarak aldıklarını tartışacağım.
Eğer Oidipus psikanalitik mitolojide aile araştırmacısı, köken
kaşifi, eve gitmek için ölüp biten kişiyse, Narkissos da yalnızlığın
ve cahilliğin ustasıdır (Hatırlayalım, Tiresias Narkissos'un annesi
Liriope'ye şöyle söyler: "Narkissos yaşlanana kadar yaşayacak, ye-
NARSiSiZM: LE HTE VE ALEYHTE 1 95

ter ki kendisini asla bilmesin. " (Robert Graves, Greek Myths Yu­-

nan Mitleri). Oidipus, klasik nevrotik gibi, dönüp dolaşıp kaçmak­


ta olduğu yere geri gelir. İronik kaçışçı Oidipus durmadan yaklaştı­
ğı aileden kaçmaktadır. Kendi güzelliğine, kendi suretine aşık olan
Narkissos ise tutkulu hayranlarından kaçmaktadır; yolu, Robert
Graves'in canlı anlatımıyla, "kalpsizce reddedilen kadın ve erkek
aşıklarla doludur; zira kendi güzelliği ona inatçı bir kibir vermiştir."
Bu aşıklardan biri olan Ameinius kendisini öldürdükten sonra tan­
rılar öç almaya karar verirler. Artemis aracılığıyla Narkissos ayartı­
lır ve farkında olmadan suda gördüğü suretine delice aşık olması
sağlanır; neticede kendisini öldürür, çünkü Artemis, Graves'in sade
bir dille belirttiği üzere, "Narkissos'u aşık eder ama ona aşkını niha­
yete erdirme olanağı tanımaz." Aynı sadelikle ifade etmek gerekir­
se, bu hikaye başka biriyle ilişki yaşamaktansa ölmeyi tercih eden
ve kendisiyle öz-yıkıcı, hatta küstah bir ilişki içinde olduğuna inan­
dırıldığımız birinin hikayesidir. Tüm bunlardan Narkissos'un insan­
ları (buna elbette kendisi de dahildir) reddetmekten haz aldığı sonu­
cunu çıkarırız. Oidipus kendi ailesinden -birbirlerine besledikleri
karmaşık arzulardan- kaçıyorsa, benzer şekilde Narkissos'un ney­
den kaçtığını söyleyebiliriz? Graves bize Narkissos'un çektiği (ya
da çekmediği) sıkıntı konusunda hiçbir şey söylemez; yalnızca bel­
li bir noktanın ötesinde, tanrıların cezasız bırakmayacakları bir şey
olduğunu öğreniriz. Sağduyudan hareketle, bunun kendimiz de da­
hil olmak üzere insanlara böyle davranamayacağımıza dair bir me­
saj olduğunu söyleyebiliriz.
Oidipus bir epistemolog, bir arayışçıdır; bulmak istediği şeyler
vardır. Onun alamet-i farikası meraktır. Narkissos ise bunların kar­
şıtıdır; hatta Tiresias annesine yaşlanabilmesi için kendisini bilme­
mesi gerektiğini söyler. Bu kendini bilme onun için iyi olmayacak­
tır. Bu kendi içinde Narkissos'u psikanalist için bir sorun haline ge­
tirir. Elbette Narkissos'un kendi kendini bilmekten kaçmakta oldu­
ğunu söyleyebiliriz ve bu da Oidipus'u son kertede Narkissos'un
başarısız olduğu yerde başarılı kılar. Fakat kanımca burada iki so­
ru vardır: Birincisi, Narkissos öz-bilgiye sahip olsaydı -ya da Tire­
sias'ın kehanetinin aksine bu bilgiyi kaldırabilseydi- yaşamı daha
iyi olurdu sonucuna nasıl varıyoruz? İkincisi, kaçmaya çalıştığı şey
gerçekten de bu muydu? Yine sağduyumuza başvurarak, Narkissos'
1 96 H E P VAAT H EP VAAT

un reddedilmiş aşıklarının sitemlerinden kaçmak istediğini ve çok


açık ki tanrıların gazabından kaçamadığını tahayyül edebiliriz. Bu
safdil önerilerin arkasındaki maksat şu soruyu sormaktır: Narkis­
sos'un kaçmaya çalıştığı şey neydi? Zira günümüzde yaşanan sıkın­
tının yararlı ve düşündürücü bir betimlemesi olarak bu mite sanlan
Freud-sonrası psikanalistler soruyu bu şekilde ifade etmişlerdir.
Kanımca Oidipus miti pek çok açıdan Narkissos hikayesi kadar
muammalı görünmez; Narkissos miti bize daha kafa karıştırıcı bir
mesaj yollamış, dahası yorumlamanın içerdiği tehlikelerin kusur­
suz bir simgesini sunmuştur. Salt yansıma -pencere değil ayna­
olan bir şeye büyülenmişçesine bakmanın sonu iyi değildir.
Bu konuda psikanalitik pusulamız Serge Viderman'ın formülü
olsun: Narsisistin cehennemi başkalarına olan ihtiyacının zorbalı­
ğıdır. Pek çok narsisizm teorisyeni kanımca mahut narsisist açısın­
dan ihtiyacın özgül bir meşgale türü olduğunda ve narsisistin ya da
narsisist bir ruh hali içindeki insanın, ötekiliği (ister bilinçdışı diye
tanımlanan içindeki öteki(ler) ister dışındaki ötekiler olsun) algıla­
yışıyla ilgili bir sorundan mustarip olduğunda hemfikirdir. Günlük
dilde narsisist insan kendine dönük olarak görülür ve bu kendine
dönüklük çevredekiler, seyirciler ve tanıklar tarafından hem bir
kalkan hem de bir silah olarak deneyimlenir. Viderman'ın formü­
lasyonu birkaç yöne işaret etmesi bakımından ilginçtir. Bir yandan
bizi şunu sormaya iter: İhtiyaca ne olmalıdır, ihtiyaca ne yapılma­
lıdır ki bu artık bir zorbalık diye görülsün? İhtiyacın zorbalık gibi
görüldüğü koşullar nelerdir? Burada ihtiyacın doğası kadar, zorba­
lığın doğası hakkında da sorular vardır. İhtiyaç bir zorbalık halini
almıştır ve zorbalık, hepimizin kabul edeceği üzere, direnilmesi ge­
reken bir şeydir. Zorbalık karşısında yapma eğiliminde olduğumuz
şeyler uymak, direnmek, kaçıp sakınmak, onu devirmek için gizli
oyunlara başvurmaktır, ama zorbalıkla genellikle müzakere etme­
yiz. Zira bir şeyi zorbalık yapan tam da budur: müzakerenin ola­
naksız olması. Şayet herkesin ötekine olan ihtiyacında aslen zorba­
ca bir şeyler varsa, zorbalık burada doğru sözcük müdür? Sonuçta
nefes almanın ya da uyumanın zorbalığından bahsetmeyiz; deyim
yerindeyse bu "yalnız hazlar"da ancak uyuyamamak ya da nefes
alamamakta bir tür zorbalık olabilir. Fakat narsisistin durumu Vi­
derman'ın versiyonunda hem korkunçtur hem de paradoksaldır,
NARSiSiZM: LEHTE VE ALEYHTE 1 97

çünkü onsuz yapamadığı şey tarafından zorbalığa maruz kalır. El­


bette cehennem kaçmanın pek muhtemel olmadığı bir yerdir.
Diğer insanlara olan ihtiyacın bir zorbalık olduğunu düşünen
narsisist ahlaksız ve apolitiktir. Ya da başka bir şekilde ifade etmek
gerekirse narsisistin demokrasiyle arası iyi değildir. Ona göre işbir­
liği metbumu anlamdan yoksundur. Narsisistin amansız kendine
yetme projesinde dışarısı diye bir şey olmamalıdır. Düzenlemeleri­
ni bozacak bir dışarı yoktur. O bir nesne-ilişkileri teorisyeni değil­
dir. Dolayısıyla da ya tanı koyulan biri ya da herkesin benliğinin
mecazi ama baskın bir parçası olarak, deyim yerindeyse, psikana­
lizin hedefi haline gelir. Kendi propagandasına bağımlı olduğun­
dan, kendine -ya da kendi suretine veya imgesine- köktendinciler
gibi bağlıdır ve ikna edilmeli, razı edilmeli, baştan çıkartılmalı, ce­
saretlendirilmeli, tutulmalı, sınırlandırılmalı, sevilmeli, beslenmeli,
"uygun bir şekilde nefret edilmeli", yüzleşilmeli, anlaşılmalı, gizli
emellerine iştirak edilmemeli, yeniden yapılandırılmalı, analiz edil­
melidir: Doğru sözcük hangisidir bilmiyorum ama başkalarına ih­
tiyaç duymanın ve başkalarınca ihtiyaç duyulmanın yararlan ken­
disine gösterilmelidir. Kanımca analist ile narsisist arasındaki diya­
log -ki bunu diyalog diye adlandırmak daha baştan pek çok mah­
kum demektir- yaşadığımız dönemi simgeleyen çifte edimlerden
biridir. Sektiler kefaret mitlerimizden biridir bu: yalıtılmış, yoksun
yalnızlıktan; alıcı, daha cömert serbest çağrışıma. Dayanma sınırı­
nı aşan ihtiyaç çatışması. Bana göre adanmış bir narsisist olmak va­
sıflı bir psikanalist olmak kadar yanıltıcı olabilir. Narsisizm denen
şeyin sefaleti barizdir ve insandan çok şey alıp götürür. Narsisist
kaçılmaz olandan -isfer bir tatmin, ister tanınma ihtiyacı, isterse
ilişki ihtiyacı olarak tarif edilsin, başkalarına olan ihtiyaçtır bu­
kaçmaya çalışarak şevk kıncı bir kendi kendini tedavi etme yönte­
mi bulmuştur. Fakat analist ne önermektedir? Nihayetinde her iki­
si de ötekilik diye adlandırılan bir şeyin yalnızca bir sorun olmak­
la kalmayıp en önemli sorun olduğunda hemfikirdir. Belli ki varlı­
ğının tanınması gereken başka bir şey vardır -bilinçdışı, çocukluk
cinselliği, yaşam ve ölüm içgüdüleri, nesne, kişinin kendisi dışın­
daki insanlar ya da insansız çevre olarak adlandırılabilecek bir şey­
ve iyi bir yaşam da gerçek anlamıyla bunlara dayanır. Narsisistte
(ölüm içgüdüsü hariç) bunlardan hiçbiri yoktur. Psikanalist ise bun-
1 98 HEP VAAT H E P VAAT

lann neredeyse hepsi olmadan ahlaki ve duyumsal olarak inandırı­


cı bir dünya tahayyül edemez.
Kanımca psikanalistin bakış açısından, narsisistin ya da kişili­
ğin narsisist kısımlarının bütün meseleyi yanlış anladığını söyle­
mek ciddiyetten tamamen uzak bir nükte değildir. Fakat bunu bu
şekilde ifade etmek de kalpsizliktir, çünkü analist (ideal olarak)
narsisizmin hem yol açtığı sıkıntıyı hem de çözümü olma teşebbü­
sünde bulunduğu sıkıntı ve travmayı dikkate alır. En asgari ve ob­
jektif haliyle, eğer dış gerçeklik katlanılmazsa, insan en azından iç
sığınma yanılsamasına ihtiyaç duyar. Eğer düşünceler, duygular, is­
tekler, arzular ve yakınlıklar zulmedici geli�se, birey ruhsal aneste­
zinin melcesine, bu tür kafa karışıklıklardan ve dehşetlerden görü­
nüşte uzak olacağı bir inziva ya da sığınağa ihtiyaç duyabilir. Bu çı­
kış kapılan giriş kapılarıdır; bu kaçışlar bir tür rahatlamadır.
Kaçınmacılık tanımlarımızın, çıkarım yoluyla, gerçek, verili
-Henry James'in sözleriyle "bilmemenin imkansız olduğu şey"­
konusundaki anlayışımız açısından kilit bir öneme sahip olduğunu
daha önce söylemiştim: En mükemmel muammalı gösterenlerimiz
seçilmiş ya da seçilmemiş özcülüklerimizdir; kültürün görünüşte
tercüme edilemeyen mesajları. Benim dramatize -hatta belki de ka­
rikatürize- ettiğim bu meselede ise, teoride özler arası bir çatışma
vardır. Psikanalist açısından öz ötekilik diye adlandırılabilir; narsi­
sist açısındansa öz ötekilik yokluğu diye adlandırılabilir. Ortada ya
olmak istediğim benden başka bir şey daha vardır ya da olmak iste­
diğim benden başka bir şey yoktur. Ötekiliğin ne tür bir öz olduğu
düşünmeye değer bir konudur -tabii bunu kahin rolü oynamadan
yapmak mümkünse. Bu da, benim yazımın bağlamında, psikana­
l istlerin kendilerinde ve hastalarında bu denli zayıflatıcı bir etkisi
olduğunu gördükleri narsisizm hakkında sempatik bir karşıtlık için­
de söylediklerini ve yazıp çizdiklerini incelemek anlamına gelir.
Kanımca burada analistlerin hastalarındaki sözde narsisizmleri
nasıl bir hevesle (Neville Symington'ın hararetli tabiriyle) "çekip
çıkarmaya" çalıştıkları -ki bu yalnızca yüce bir ahlak anlayışıyla
günah keçisi yaratmaktır- konusunda yeterince düşünülmediğini
eklemem gerekiyor. İç ya da dış her konuşma güçlü bir narsisist ses
katılmadığında sıkıcılığa meyleder; narsisist ses ancak zorbalık ya­
parsa -bu elbette onun en iyi yaptığı şeydir- konuşma önce mono-
NARSiSiZM: LEHTE VE ALEYHTE 1 99

loga sonra da sessizliğe dönüşür. Bilinçdışını konu alan iyi bir ko­
nuşma genellikle ona inanmayan birini gerektirir. Elbette bu her
analizde başa çıkılması gereken en sorunsal sestir.

.. .insan-olmayan bir otorite size bir şey söylediğinde bile,


söylenenin doğru olup olmadığını anlamanın tek yolu
size istediğiniz türde bir yaşam sağlayıp
sağlamadığına bakmaktır.
Richard Rorty, Pragrnatisrn as Rornantic Polytheisrn
(Romantik Çoktanrıcılık Olıırak Faydacılık)

Şurası açıktır ki narsisist denen kişi analize tam da analistin narsi­


sizm diye adlandırabileceği tutum kendisine istediği türde bir ya­
şam sağlamadığı için gelmiştir. Sembolik bir ifadeyle ötekiliğin
yokluğuna hüsnükuruntuyla bağlı olabilir, ama başka bir şey iste­
mesi kaçınılmazdır. Elbette fiiliyatta saf narsisizm diye bir şey ola­
maz; Viderman'ın formülasyonu bile narsisistin bir zulmü dene­
yimlemesini gerektirir. Dolayısıyla daha gerçekçi bir yaklaşımla,
narsisist ötekiliği bir asgariye çekmek ister diyebiliriz. Farklılığı
azaltmaya, dünyayı karşıtlığından, ayrılığından kurtarmaya çaba­
lar. Kişisel bir kapanma dini etkin ve edilgen olarak uygulanır. Fa­
kat kapanma biçimleri tarif edilme konusunda muhtemelen açıklık
biçimlerinden daha elverişlidir.
İngiliz Kleincı John Steiner benlik içindeki "patolojik düzenle­
meler"e ilişkin titiz tanımlamalarında -muhtemelen kaçınılmaz
olarak- Narkissos'a başvurur. Kendi verdiği adla bu patolojik "ya­
pılar" (Psychic Retreats (Ruhsal İnzivalar) içinde, 1 993) "merkezi
bir işlev"e sahiptir: "ilkel yıkıcı güdüleri . . . sınırlamak ve tarafsız­
laştırmak." Yansıtarak özdeşleşme aracılığıyla -yıkıcı içgüdüler et­
kin bir şekilde başka bir nesneye yerleştirilerek- hastada kendisini
"sıkışıp kalmış, dışarıyla ilişkisi kesilmiş ve erişilemez" hissettiği
ruh halleri üretilir. "Ruhsal inziva," diye yazar Steiner, "hastaya gö­
rece bir huzur ve acıdan korunma alanı sağlar, oysa analistle an­
lamlı bir temas tehditkar olarak görülür." Fakat gerçeklikle temas-
200 H E P VAAT H E P VAAT

tan bu şekilde -hastanın iç gerçekliğinin pek çoğunun tahliyesiyle­


imtina etmenin sonucu felç edicidir. "İnzivanın getirdiği rahatla­
ma," diye yazar Steiner, "yalıtım, durağanlık ve dünyadan el etek
çekme pahasına elde edilir. . . . Tipik olarak hastanın inzivaya endi­
şeden görece uzak kalmak için başvurduğu ama bunu gelişiminde
neredeyse tam bir duraklama pahasına yaptığı bir dengeye ulaşılır."
Böylece bu inzivanın işlevi, "zihinde gerçeklikle yüzleşmenin zo­
runlu olmadığı, fantazi ve her şeye kadirliğin denetimsizce var ola­
bildiği ve her şeyin serbest olduğu bir alan yaratmaya dönüşür. "
"Gerçekliğin kabul edilmesi zor olan tüm veçheleri" -Steiner bek­
leneceği üzere ölüm, yaşlanma, cinsler ve kuşaklar arasındaki fark­
lılık gibi örnekler sunar- görünüşte inzivayla ortadan kaldırılır.
Analist, diye yazar Steiner gayet mantıklı bir şekilde, "hastanın in­
zivadan çıktığında olmasından korktuğu şeyin ne olduğunu anla­
maya çalışmalıdır."
Bu bir inzivadır, çünkü hasta tarafından ruhsal acıdan kurtul­
mak için uydurulan ruhsal ve/veya çevresel bir uzam söz konusu­
dur. Bu patolojik bir düzenleme ve yapıdır çünkü son derece ince­
likli bir yansıtarak özdeşleşme mekanizması aracılığıyla, görece
endişeden uzak bir ruh hali düzenler. Steiner'ın karakteristik bir
açıklıkla sunduğu bu izah onu Narkissos'a ve Freud'un Leonardo'
suna götürür. "Yansıtarak özdeşleşmenin anlaşılması en kolay tü­
ründe," diye yazar,
benliğin bir parçası kopartılarak bir nesneye yansıtılır ve o nesneye atfedi­
lerek ve benliğe ait olduğu reddedilir. Böylece ortaya çıkan nesne ilişkisi
ayrı olarak görülen bir insanla değil, diğer insana yansıtılan ve sanki baş­
ka biriymiş gibi ilişki kurulan benlikledir. Bu konum, mitolojide bilinçli
olarak kendisiyle bağlantılandırmadığı yabancı bir gence aşık olan Narkis­
sos'un konumudur. Aynısı Leonardo için de geçerlidir: Leonardo çocuklu­
ğundaki benliğini çıraklarına yansıtmış ve onlarla, arınesinin onunla ilgi­
lenmiş olmasını istediği gibi ilgilenmiştir.

Steiner ruhsal inzivalarını özellikle narsisistçe diye nitelendir­


mez, ama narsisizm ve Narkissos'un ima edildiği açıktır. Steiner'ın
mite dair kısa izahında, Narkissos'un kendi yansımasına baştan çı­
kartıcı bir şeyler yansıtmış olması gerektiği fikri sanının bahsedil­
meye değer bir noktadır. Graves'in Narkissos'un yoluna ilişkin tari­
fi ise ("kalpsizce reddedilen kadın ve erkek aşıklarla dolu") Stei-
NARSiSiZM: LEHTE VE ALEYHTE 201

ner'ın reddedilen aşıklara hem yıkıcılık hem de suç yansıtıldığını


öne süren izahıyla uyuşacaktır.
Fakat ben burada Steiner'ın bu ruhsal inzivalarda nelerden ka­
çıldığına inandığı üzerinde durmak istiyorum. Gerçeklik, anlamlı
temasın gerginliği, "gerçekliğin kabul etmesi güç olan tüm veçhe­
leri", özellikle de yaşlanmak,.ölüm, toplumsal cinsiyet, kuşak fark­
lılıkları ve aslen ilkel yıkıcı içgüdüler gibi olasılıklar vardır. Fakat
daha temel bir düzeyde tüm bunları kapsayan bir şey vardır: gelişi­
min sabote edilip saldırıya uğraması, gelişimden kaçış. "Gerçeklik­
le yüzleşmenin zorunlu olmadığı, fantazi ve her-şeye-kadirliğin de­
netimsizce var olabildiği ve her şeyin serbest olduğu" bu inzivada­
ki Sadevari sefahat duygusal büyümeye bir alternatif, buna karşı
bir sığınaktır. Bu temel duygusal gelişim ilkesi olmadan ruhsal in­
ziva projesinin tümü, bu metapsikolojik sistem içinde, amacını, te­
los'unu kaybeder (zamandan nefret eden bir figür olarak Narkis­
sos). Kaçılması gereken şey -katlanmanın acı verici olduğu düşü­
nülen şey- gelişimdir. Dolayısıyla Steiner'ın inziva halindeki yaşa­
ma dair imgeleri tuhaf bir karışımdır: icazet ("her şey serbesttir")
ve hareketsizlik, felç, yalıtım, durağanlık, dünyadan el etek çekme,
sıkışıp kalmış ve dışarıyla ilişkisi kesilmiş hissetme. Bu kaçış -Ste­
iner'ın kaçış yolu- Steiner açısından gerçekliğin zaman ve duygu­
sal gelişimden ibaret olduğunu anlatır bize. Bu teorinin kapanma
eğilimi -ki kapanmanın kendisi de bir tür inzivadır- gerçek duygu­
sal gelişimi gördüğünde tanıyabileceğine dair üstü kapalı iddiasın­
da gösterir kendini. Nihayetinde kişinin kendisini gerçek gelişimin
hakemi olarak görmesi başka türde bir her-şeyi-bilirlik değil midir?
Gelişim diye bir şey olduğuna ilişkin güçlü inancından bahsetme­
ye bile gerek yok. Örneğin sadece değişimin söz konusu olduğunu
söyleseydi ve bu suretle bütün ilerlemeci çağrışımları bir kenara at­
saydık, farklı insanların bazı değişimleri diğerlerine tercih ettikle­
rini söyleyebilirdik. Bundan böyle ruhsal inzivalar inzivalara değil,
daha ziyade uğrak ve kaynaklara benzerdi. İnziva diye nitelendire­
rek bu alternatifi daha en baştan ayrıcalıklı kılmış olabiliriz. B ir
başka deyişle, Rorty'nin sözünü ele alacak olursak, mesele şu de­
ğildir: Belirli yaşam türleri duygusal büyüme diye adlandırılan ve
varlığımız açısından temel bir önemi olan bir şeyleri sabote eder ve
kişi bu büyümeyi sağlamak için -eğer mümkünse- gerçeklik diye
202 H E P VAAT HEP VAAT

adlandırılan bir şeyle temas kurmalıdır. Soru daha ziyade şu ola­


caktır: Bunu yapmak, bu şekilde yaşamak size istediğiniz türde bir
yaşam sağlar mı? Wittgenstein şöyle yazar: "Yaşamda gördüğünüz
sorunu çözmenin yolu, sorunu ortadan kaldıracak bir tarzda yaşa­
maktır." Kanımca kişinin yaşamda gördüğü sorunu ondan kaçmaya
çalışarak ortadan kaldırabileceğini söylemek pek doğru olmaz.
En kötü halleriyle psikanalizdeki özler hem retorik hem de pra­
tik olarak Steiner'ın teorisindeki duygusal gelişim gibi bir tür üstü
kapalı şantaj işlevi görür. Eğer bunu yapmazsanız -benim gerçeklik
adını verdiğim şeyle temasa geçmezseniz- o zaman gözünüze gö­
rünecek var demektir. Benim "gelişim" dediğim şeyi başaramaya­
caksınız; olduğunuz yerde kalacaksınız. Bir başka deyişle hastanın
ya da hasta ile analistinin patoloji tarafında olduğu varsayılmadan
önce Steiner'ın sistemine ne kadar ya da ne tür ötekiliğin sorunsuz­
ca dahil edilebileceği düşünülmeye değer bir konudur. Analist yıkı­
cı, karşı-gelişimsel davranışı tanımakta uzman olmalıdır; sözgelimi
her edimi ahlaken belirsiz ya da paradoksal veyahut da sonuçlan
bakımından bünyesi gereği tahmin edilemez diye düşünemez.
Steiner'ın ilginç izahının da açıkça ortaya koyduğu üzere, öteki­
liği -her-şeye-kadirlik fantazilerinin ötesinde olan, narsisistin tanı­
mamak için mücadele ettiği şeyi- belirli bir raddeye kadar tanım­
lamadan destekleyemeyiz ve ötekiliğin neyi içerebileceğini tanım­
larken de onu belirli bir raddeye kadar sahiplenmemiz, kendi tas­
virlerimizin kapsamı dahiline sokmamız gerekir. Teoride ötekilik
ya her teorisyenin hastanın iyi bir yaşama sahip olmak için tanıyıp
kabullenmesi gerektiğini varsaydığı şeyle dolu olan açık kategori­
si olma eğilimindedir ya da en kötü şekliyle sadece üstbenin zorba­
ca taleplerinden bir değeri olur. "Olmak isteyeceğiniz halinizden
başka bir şeyin varlığına izin verin" emri, "Mutlu olun, hayatın
keyfini çıkarın" talebinden bile daha kötüdür. Buradaki çıkmaz ol­
dukça açıktır. Kendi terimleri içerisinde, mümkün olduğunca nar­
sisistin tam tersi olmak, inzivanın dışında yaşamayı göze almak
narsisizmin en üst noktası olabilir. Shakespeare üzerine konferans
notlarında Coleridge şöyle yazar: "İçimizde bize ne olmadığımızı
söyleyecek kahin gibi bir varlığın olmasını isteriz . . . " Yalnızca ne
olduğumuzu bilmenin her-şeye-kadirliği ne olmadığımızı bilmenin
her-şeye-kadirliğini üretebilir. Yeninin yarattığı şok, görünüşte bi-
NARSiSiZM: LEHTE VE ALEYHTE 203

lindik olan hakkında ne kadar bilmiş olduğumuzu görmenin şoku­


dur denebilir.
Neville Symington'ın Narcisism: A New Theory (Narsisizm: Ye­
ni Bir Kuram, 1 993) adlı kitabında -İngiliz Bağımsız ya da Orta
Grup geleneğinden gelen bir eserdir bu- ilginç olan husus, Syming­
ton'ın bilindik narsisizm teorilerine eklemek istediği şeydir. Narsi­
sizmin, özünde (bireyi ve grubu) yıkıcı olduğunu ve kendi ifadesiy­
le, "öz-bilgiye derinden düşman" olduğunu, "benliğin istenmeyen
veçhelerini yansıttığım" kabul eden Symington onun aynı zaman­
da -psikanalitik belirlenimciliğin iddialarının aksine- esasen "se­
çilmiş" olduğuna inanır. Symington'ın deyimiyle "narsisist seçe­
nek" hastanın travma karşısında aldığı karar olur. Symington önce­
ki narsisizm teorilerini yararlı bir şekilde travma teorileri ve fobi
teorileri diye ikiye ayırır. Steiner'ın daha fazla Kleincı olan teorisi,
narsisistin içeri ve dışarı yansıtılmış olan iç yıkıcılıktan kaçmakta
olduğunu öne sürdüğünden fobik olacaktır. Fairbairn ve Kohut
travma teorisyenleri olacaktır, çünkü onlar açısından narsisist çev­
resel bir yoksunlukla, ihlalle veya hakaretle başa çıkmaktadır. Her
iki teori de Symington için zararlı türde bir inkardır -gerçi kendisi
bu tabiri kullanmaz- çünkü her ikisi de sorumluluğu gizliden giz­
liye hastadan uzaklaştırır. Fobi teorisi üstü kapalı bir şekilde bazı
sözde ölüm içgüdülerini (ya da iç saldırganlığı), travma teorisiyse
ebeveynleri (yani genellikle anneleri) suçlar. Symington'a göre, öz­
cü olmaktan hiç utanmayan diliyle, "narsisizmin özü ilişkisel olan­
dan duyulan nefrettir - benliğimize içkin olan bir şeyden duyulan
nefret." Symington'ın dikkatli bir tutumla "narsisist mizaç" dediği
şey, "bir başkasından etkilendiğini kabul etmeye karşı çıkar. " Nar­
sisist bir tür Şeytan'dır, varlığımızın sözümona özüne, başkalarıyla
olan ilişkimize saldıran yaşam karşıtı bir figürdür. Dolayısıyla nar­
sisistin ya da narsisist mizaçlı bir insanın hem varlığımızın özünün
ne olduğunu bildiği düşünülür -yani narsisistin kendisi adanmış bir
özcüdür- hem de ilişkisel olanı besleyenin ne olduğunu tam olarak
bildiğinden bunu etkili bir şekilde yok edebileceği varsayılır. Nar­
sisist ve teorisyeni (ya da terapisti) bir tür simetrik ya da tamamla­
yıcı bilgiye sahiptir. Her ikisi de -nasıl olduğu tam olarak söylen­
mese de- neyin yaşamı geliştirdiğini bilmelidir. Symington teori­
sinden aldığı güvenle "Terapistin görevi," diye yazar, "zorlanan ya-
204 H E P VAAT H E P VAAT

şanı-geliştirici tarafı, umutsuzca narsisist inziva içinde uyuşmuş


halde kalmak isteyen tarafa karşı korumaktır. "
Şu anda ben kendim Symington'ın teorisine ilişkin olarak bir bi­
len konumundayım; fakat bu olgu, kanımca, burada göstermeye ça­
lıştığım konumu örneklemektedir. Nasıl ki Symington "Narsisizi­
min her zaman çekilip çıkartılması (ve muhtemelen dışarı atılması)
gerektiğine inanıyorsa -ki bütün narsisizm teorisyenleri bunun bir
versiyonuna bağlı olmalıdır- ben de bu tür teorileri makul gösteren
(kendi içimdeki ve başkalarındaki) her-şeyi-bilirliği çekip çıkar­
mak istiyorum. Psikanalizdeki herkes her-şeyi-bilirliğe karşıdır;
bunda yeni bir şey yoktur. Ötekilik denen şey hakkında, onu bir
kavram olarak fetişleştirmeden yazmanın ve konuşmanın çok zor
olduğu ise daha ilginç ve yeni bir fikirdir. Besbelli ki bu, psikana­
lizin gerçekleştiği muayenehanenin ötesinde birtakım anlamlara
sahiptir. Narsisizmden ve alternatiflerinden ziyade tercih edilen
dünyalardan -farklı haz ve sıkıntı türleri doğuran farklı dünyalar­
dan- bahsetmek daha iyi olabilir, ama psikanaliz teorisinin bu tür
dürüst bir çoğulculuğa uyum sağlayıp sağlayamayacağı, hatta bu-
, nu isteyip istemeyeceği açık değildir.
Ben de her-şeyi-bilirlik olarak kendini gösteren ve psikanaliz
teorisinde "narsisizm" diye adlandırılan tehlikeli kaçınmacılıktan
kaçmak istiyorum. Gerçekten de sıradan narsisist imgesi - Syming­
ton'ın sözleriyle, "etrafı sarılmış, ötekinden kopartılmış ... iletişime
geçmekle ilgilenmeyen" birey- görünüşteki tanımı gereği negatif
bir idealdir. Gelgelelim yukarıda da belirttiğim üzere burada cesa­
ret kıncı bir totoloji ya da çıkmaz vardır. Kendimi bilmediğimi bil­
mekten daha her-şeyi-bilen bir tavır olabilir mi? Ama bu ikilemin
içinden çıkmak ya da etrafından dolanmanın yollarını bulmaktan
ziyade, bunun içinde daha iyi şekillerde yer almamız gerekir. Muh­
temelen diğer pek çok insan gibi ben de Steiner ve Symington'ın
açıklamalarını hem anlamlı hem de klinik açıdan yararlı buluyo­
rum ve teori üretiminde ötekilik teorisyenlerinin ister istemez yap­
tığı şeyi yaptıklarını düşünüyorum; fakat kanımca mesele kısrrien,
sorunun kendisi çözümden daha ilginç olabilecekken bir sorunu
çözüyor gibi görünmelerinden kaynaklanıyor. Soru, cevaplarıyla
muğlaklaşıyor. Kendimiz ve başka biri için neyin iyi olduğunu na­
sıl biliriz? Hatta kendimize ve başkalarına ilişkin neyin iyi olduğu-
NARSiSiZM: LEHTE VE ALEYHTE 205

nu nasıl -hangi kıstaslara göre- biliriz? Bunların her zaman aynı


olmadığı açıktır. Psikanaliz bu ahlaki sorulan patoloji dili aracılı­
ğıyla atlatmaz. Eğer kaçmak istediğimiz şey hakkındaki düşünce­
lerimiz gerçek diye düşündüğümüz şey için bir kilitse -ki psikana­
liz teorisinde gerçek, insan için temel bir değere sahip olarak görü­
lür- bu durumda belki de gerçeklik mefuumlanmıza, Laplanche'ın
tabiriyle, miras aldığımız ve yeniden tercüme etmek zorunda oldu­
ğumuz kafa karıştırıcı mesajlar, muammalı gösterenler olarak yak­
laşmalıyız. Sonuçta her şey bir sığınak olarak kullanılabilir; dola­
yısıyla her psikanaliz teorisi hakkında neyden bir sığınak olabile­
ceği sorusunu sormalıyız. Onu geçersiz kılmanın bir yolu olarak
değil de geliştirmenin, yeniden tercüme etmenin bir yolu olarak.
Freud "Grup Psikolojisi ve Ben Analizi"nde, " Kişinin kendisine
duyduğu sevgi yalnızca tek bir engel tanır - başkalarına duyulan
sevgi, nesnelere duyulan sevgi," diye yazdığında, diğer şeylerin ya­
nı sıra, sözde diğerkam Hıristiyanlığın gizemli gösterenini yeniden
tercüme ediyordu . Ama aynı zamanda kat ettiği alan için de geride
bir tür bilmece bırakmış oluyordu. Öyle ya, hasta, analistin kendi­
ne olan sevgisi karşısında bir engel haline geldiğinde ne olur?
Yemek Yemek ve
"Yememeyi Terci h Etmek" Üzeri ne

Yaşamı mutluluk peşinde koşmak diye tasavvur eden


bir halk, kronik bir şekilde mutsuz olmalıdı r.
Marshall Sahlins, "Faydacılık"

Yazının başlığı Herman Melville'in 1 853'te yayımlanan kayda de­


ğer hikayesi Katip Bartleby: Bir Wall Street Hikfıyesi'ne gönderme­
de bulunuyor. Bartleby'nin yeme bozukluktan üzerine bir hikaye
olduğunu söylemek delilik olur. Fakat hikayenin en üstünkörü oku­
nuşunda bile açlığın ve zorlamalann bir şekilde meselenin metafo­
rik kalbi olduğu anlaşılır. Hikaye bir avukat yazıhanesinde geç­
mektedir ve iştah diliyle yüklüdür. Anlatıcı kendisini "ayağını yere
sağlam basan" biri olarak tarif eder. Tuhaftır, tıpkı bir analist gibi
"nadiren tepesinin attığını, "haksızlık ve zorbalık karşısında ise
kendine çok daha nadiren tehlikeli çıkışlarda bulunma izni verdiği­
ni" söyler. Çalışanlannı anlatırken onlara manidar lakaplar takar:
Hindi, Cımbız, Zencefil. İsmi diğerlerininki gibi yemekle alakalı
görünmeyen Cımbız iki düşman gücün kurbanı olarak tasvir edilir:
"Hırs ve hazımsızlık" (buna sonradan gelecek olsam da, yeme bo­
zukluklarını bir hırs biçimi olarak gördüğümü söyleyeyim). Anla­
tıcının söylediğine göre, ilkin yazıhanede çalışmak üzere işe alın­
dığında Bartleby, "muazzam miktarda yazı yazdı. Uzun süredir bir
şeyleri kopyalamamıştı da bu yüzden kıtlıktan çıkmış gibi benim
verdiğim belgelere saldınyordu sanki." Bartleby açlıktan ölmekte
olan bir adam gibi çalışmaya açtır.
Fakat çok geçmeden sorunlar baş gösterir; kanımca terapistle­
rin anoreksi (iştah kaybı) hastası denilen insanlarla çalışırken sık
sık karşılaştıklanna benzer sorunlar. . . Yemeyi reddeden bir insan
çevreye -ebeveynlere, terapistlere, hastane personeline- o kadar
YEMEK YEMEK VE " YEMEMEYi TERCiH ETM E K " ÜZERiNE 207

zarar verici şeyler yapabilir ki bununla yaşayabilmek için çoğun­


lukla bazı parçalarının çözülmeye uğraması gerekir. Yemek yeme­
yi reddeden kişi, çoğunlukla bilinçsizce, kendisine yardım etmeye
çalışan insanlarda bir çözülme olasılığının ortaya çıkmasına neden
olur. İlk başta patron mantıken Bartleby'nin kendisinden talep edi­
len işi yapacağını bir önkabul olarak alır; tıpkı yine mantıken in­
sanların yaşamak için ya da iyi hissetmek için yemek yiyeceklerini
varsaymamız gibi. Sanki yemek yalnızca kullanım değerine sahip­
miş de mübadele değerine sahip değilmiş gibi. Bir başka deyişle,
patron yazıhanede bir tür doğal (ya da sözleşmeli) düzen olduğunu,
insanların oyunun kurallarını kabul ettikleri için orada olduğunu
varsayar.

Hemen B artleby'yi çağırdım. Telaşımdan ve emrime hemen uyulaca­


ğını doğal olarak beklediğimden masamın üzerindeki belgenin aslı üzeri­
ne eğilip belgenin suretini tutan sağ elimi de hafifçe ve biraz da sinirli bir
şekilde öne uzattım ki Bartleby gömüldüğü kozasından çıkar çıkmaz bel­
geyi elimden kapsın ve hiç vakit kaybetmeden işe koyulsun. Yerimde işte
tam böyle oturmuşum, ona sesleniyorum ve yapmasını istediğim şeyi ça­
bucak söyleyiveriyorum. Bunun üzerine Bartleby kendi bölmesinden hiç
çıkmadan, yumuşak ama kararlı bir ses tonuyla, "Yapmamayı tercih ede­
rim," diye karşılık verdiğinde nasıl şaşırdığımı, şaşırmak ne kelime, deh­
şete kapıldığımı düşünün hele.
Bir süre gık çıkarmadan öylece durup allak bullak olmuş akli meleke­
lerimi toparlamaya çalıştım. Önce dedim ki kendi kendime, kulaklarım be­
ni yanılttı ya da Bartleby dediğimi hepten yanlış anladı. En açık seçik ses
tonuyla ricamı tekrarladım. Ama onun ilk karşılığı, en az benimki kadar
açık ve seçik bir şekilde geri geldi: "Yapmamayı tercih ederim." ... Bu çok
tuhaf, diye düşündüm. Nıı yapmak lazım?

Bartleby'nin işi yapmayı "kendi bölmesinden hiç çıkmadan"


reddedişi, reddin kendisinin bir tür mahremiyetten uzaklaşmama
yolu olduğunu ve hatta bu mahremiyeti oluşturabileceğini hatırla­
tıyor. Sonuç kısmı ise ("Bu çok tuhaf, diye düşündüm. Ne yapmak
lazım?") çocuğu yemek yemeyen her anne babanın ve yemek ye­
memeyi tercih eden insanlara bakan her terapistin dile getirdiği na­
karatın sakin bir ifadesidir. Melville'in çok etkilendiği ve etkileyici
bir anlatımla ifade ettiği şey, Winnicott'ın "çevre üzerinde etki" di­
ye adlandırabileceği şeydir, Bartleby'nin kendi tabiri, edimsel söz­
cesiyle -"Yapmamayı tercih ederim"- çevresinde yarattığı dünya-
208 HEP VAAT HEP VAAT

dır. Winnicott'ın deyimiyle, "semptomun sorunsal değeri" bu du­


rum için uygun görünmektedir. Melville'in anlatıcısı (tüm ebeveyn­
ler ve terapistler adına), "Samimi bir insanı pasif bir direnişten çok
hiçbir şey çileden çıkaramaz," der.
Bartleby ile patron-anlatıcı arasındaki ikinci karşılaşma ister is-
temez samimi terapistin umutsuz çabalarını hatırlatır:

"Neden reddediyorsunuz?"
"Yapmamayı tercih ederim."
Bunu yapan başka biri olsaydı öfkeden kudurur, ağzıma geleni söyler,
onu rezil eder, huzurumdan defederdim. Ama Bartleby'de öyle bir şey var­
dı ki sadece elimi kolumu bağlamakla kalmıyor, aynı zamanda fevkalade
bir şekilde beni etkiliyor ve altüst ediyordu. Sonunda, onu ikna etme çaba­
larına giriştim . . . .
Yine flüt gibi bir sesle, "Yapmamayı tercih ederim," dedi. Öyle görü­
nüyordu ki ben onunla konuşurken, o dediğim her sözü kafasında evirip
çeviriyor, ne diyorsam tastamam onu anlıyor, karşı konulmaz sonucu yad­
sıyamıyor, ama aynı zamanda da sanki FAİK BİR ETKEN böyle cevap ver­
meye devam etmesine yol açıyordu.

Anlatıcı, isabetli bir şekilde FAİK BİR ETKEN olarak adlandırıldığı


şeyle yüz yüze gelen tükenmiş terapist gibi şu sonuca varır:

Daha önce eşi görülmedik ve akıl almaz derecede mantıksız birtakım yol­
larla gözdağı verilip yıldırılan birisinin en temel inançlarında bile sendele­
diği pek de seyrek görülen bir şey değildir. Böyle bir durumda kişi, ne ka­
dar fevkalade görünse de, bütün adaletin ve aklın karşı tarafta olduğu gibi
muğlak bir zanna kapılır. Hal böyle olunca da, çevresinde tarafsız birileri
varsa, karışmış aklına destek olmaları için onlardan medet umar.

Bu denemede eşi görülmedik ve akıl almaz derecede mantıksız


birtakım yollarla gözdağı verilip yıldırılan ebeveynleri ve/veya te­
rapisti; bu yapmamayı-tercih-etmenin hitap edilen kişilere ne yap­
tığını incelemek istiyorum. Onlar, biz, en temel inancımızda (teda­
visel inançlarımızda) yalpalamaya başlar mıyız? Benim meydan
okuma estetiği demek istediğim, Melville'inse "bütün adaletin ve
aklın karşı tarafta olduğu gibi muğlak bir zan" dediği şeyi tecrübe
edebilir, onun için yararlı sözcükler bulabilir miyiz? Yemeyi redde­
den insanın onurlu bir şekilde hareket ettiğini, yememeyi tercih
eden insanın doğru olanı, o faik etken ışığında güzel olanı yaptığı­
nı söyleyebilir miyiz? Anlatıcının belirttiği üzere, "yemeğe hiç git-
YEMEK YEMEK VE " YEMEMEYi TERCiH ETM E K " ÜZERi N E 209

meyen", sözcüğün gerçek anlamıyla hikayenin kahramanı olan ki­


şi Bartleby'dir; halbuki yemeyi reddeden insanlar kendileri hakkın­
da yazılan vaka hikayelerinde nadiren bu şekilde kahraman olarak
yer alırlar.
Hikayede anlatıcının (Bartleby'nin patronu) kendisini, hani der­
ler ya, tutmaya çalıştığını; nazik, sabırlı, pragmatik kalmaya çaba­
ladığını görürüz. Bartleby'nin "sapkınlığı" , diye yazar, "gösterdi­
ğim inkar edilemez iyi niyeti ve ona olan düşkünlüğümü de hesaba
katarsanız, nankörlükten başka bir şey değildi. " Kısacası anlatıcı
yılgın terapistin yaptıklarını yapar, çektiği çileleri çeker. Başkaları­
nın yaşadığı, insanın içindeki merhameti öldüren türde sıkıntılar
üzerine hayranlık uyandırıcı bir tefekkürün ardından -yine pek çok
umutsuz terapist gibi- sağduyu denen bir şeye başvurur. "Hassas
biri için merhamet nadiren acı vermez ve böyle bir merhametin ni­
hai bir çözüme götüremeyeceği nihayet anlaşıldığında, sağduyusu
insana bu duygudan kurtulmasını buyurur. " Yani sağduyu demek,
yararın dokunacak şekilde yardım edemediğin şeyden kurtul de­
mektir. Bazen, kaçınılmaz bir şekilde, sıkıntı çeken kişinin yardım
eli uzatanı deli ediyor gibi görünebileceği bir durum ortaya çıkar.
Şöyle yazar hikayenin anlatıcısı: "Benim ve katiplerin bir ölçüde
dilimizin ve hatta aklımızın tutulmasına yol açan bu çılgın adam­
dan kurtulmam şart, diye düşündüm kendi kendime." Elbette psi­
kanalizin bize gösterdiği üzere, birinden (ya da bir şeyden) kurtul­
manın pek çok yolu vardır ve bunlardan biri de çözülmedir. Psika­
nalizin belirli versiyonlarında tedavinin yönergesi şöyledir: Hasta­
nın kurtulmaya çalıştığı şeyi terapist hoşgörmeli, alıkoymalı, kont­
rol altına almalı, üzerinde düşünmeli, yeniden tanımlamalıdır. Bu
noktada -gerçi buna daha sonra geri döneceğim- hastanın kafası­
nın terapistin neden kendisi için bunu yapmaya hazır olduğu konu­
sunda biraz karıştığını vurgulamak istiyorum. Yani terapist neden
(varsayımsal olarak) başka birinin mutluluğu için böyle büyük bir
sıkıntı çekmek ister?
Her şeye rağmen, anlatıcı aile terapistlerinin olumlu çerçeve­
lendirme dediği şeyi dener: "Bartleby'ye duyduğum öfkeyi onun
hallerini lütufkar bir tavırla anlamaya gayret ederek boğmaya çalış­
tım." Fakat tekrar tekrar ortaya çıkan sözcük öfkedir; anlatıcı "bu
dayanılmaz kabusla" arasındaki "öfkeli bağlantı"dan dem vurur.
210 H E P VAAT H E P VAAT

Nihayetinde Bartleby patronunun kendisinden kurtulma isteği­


ne meydan okur ve böylece onun yerine patron gider: Yeni bir ya­
zıhaneye taşınır. Bartleby yeni kiracılar geldiğinde bile taşınmayı
reddedince kendisine hapishane yolu görünür. Hikayenin son sah­
nelerinden birinde anlatıcı, Bartleby'yi hapishanede ziyarete gider
ve "kayıntıcı" denilen hapishane aşçısıyla konuşur. Adamın süre­
ğen şikayeti Bartleby'nin yemek yemiyor oluşudur: "Yemeden ya­
şıyor bu adam ya! " der. Bu harikulade hikayenin meşhur son söz­
leri "Ah, Bartleby! Ah insanlık! " tır. Anlatıcı bize, Bartleby'nin biz­
den biri, bizim de ondan biri olduğumuzu hatırlatır. Bartleby kendi
meydan okuma estetiğini bedeli ne olursa olsun sonuna kadar ya­
şama ihtiyacı duymuştur.
"Yapmamayı tercih ederim" için, Freud'un "Yadsıma Üzerine"
adlı denemesindeki estetik/duygusal yargı paradigmasının karma­
şık bir versiyonudur denilebilir; bir şeylerin tükürülüp atılmasıdır.
Anlatıcı Bartleby'nin muğlak bir kahramanlıktan ötürü, kişisel bir
tercihe uzlaşmaz bağlılığı nedeniyle öldüğünü ima eder. Yapmama­
yı tercih etmek kendi kişisel idealinin hem aracıdır hem de amacı­
dır. Şayet, terapisel olarak -ya da hatta ilişkisel olarak- düşünüyor­
sak, çevresindeki insanların B artleby'ye verdiği tepkinin onun çık­
mazını ne ölçüde körüklediğini merak edebiliriz. Hikayenin en ilgi
çekici yönlerinden biri de Melville'in Bartleby'ye yardım etmenin
ya da ona engel olmanın ne demek olacağı sorusunu fark edilir şe­
kilde muğlak bırakmasıdır. O ya da bu şekilde, yapmayı tercih et­
meye ikna edilmesi mi gerekirdi? Uyum sağlaması mı sağlanma­
lıydı yoksa yapıldığı gibi sadece başından atıp kurtulmak mı gere­
kiyordu? Hangi anlamda, hangi açıdan bakıldığında Bartleby'nin
yaşamı bir başarısızlık ya da başarıydı? Yemek yememenin neden
iyi bir şey olduğuna; yemek yememeyi tercih etmenin neden kişi­
nin yaşamını adayabileceği kadar iyi bir şey olabileceğine ilişkin
ikna edici bir açıklama nasıl olurdu? Muhtemelen bu konudaki di­
ni hikayeleri ve moda dünyasına dair daha çağdaş hikayeleri duy­
muşuzdur - bunların hepsi de kendi görüşlerine göre, kendi yaşa­
dıkları dönemde onlara sunulan yaşamlar içinde mümkün olan en
iyi yaşamı yaşamaya çalışan insanların hikayesidir.
Ben semptom diye adlandırılan arazların -yemeyi reddetmek
ve yemeyi bırakamamak genellikle bunların çarpıcı ve korkutucu
YEMEK YEMEK VE " YEMEMEYi TERCiH ETM E K ' ÜZE R i N E 211

örnekleridir- yaşamaya dair deneyler olduğunu düşünüyorum. Ço­


cuklar bu tür deneylerin ilkel biçimleri olarak ebeveynlerine araş­
tırma kıstasları, iç dünyalarından numuneler sunarlar. Eğer "Bana
ne, uyumayacağım! " dersem ya da öğretmenimi annemden daha
çok sevdiğimi söylersem ve hatta yemek yemeyi reddeder ya da
çok fazla yersem ne tür bir anne baba bulur ya da yaratmış olurum?
Bizim yeme bozuklukları olarak düşündüğümüz şeyler, diğer şey­
lerin yanı sira, bu bilindik çocukluk senaryolarının geliştirilmiş
versiyonlarıdır. Pek çok çocuk benim görüp bildiğim kadarıyla ye­
mek yememeyi deneme ve anne babasından aldığı güçlü mesajdan
sonra deneyinde değişikliklere gitme eğilimindedir. Yememeyi ter­
cih etmek belirli türde bir ilişki, belirli türde bir atmosfer yaratır,
hitap edilen insanlarda güçlü ve bazen neredeyse şeytansı bir his
uyandırır. Dolayısıyla daha önemli kaygılardan biri şudur: Yeme­
meyi tercih ettiğim takdirde ne tür insanlarla muhatap olacağım?
Dolambaçsız cevaplardan biriyse şöyledir: Konuşmayı tercih et­
meyeceğin türde insanlarla, çileden çıkmış, patronluk taslayan, is­
tismarcı, yenilmiş, kızmış, kaygılı vs. insanlarla karşı karşıya gele­
ceksin. B ir başka deyişle, yemek saplantısı olan, sana karşı çok yo­
ğun duygular hissettiklerinden ötürü ruhsal olarak hayatta kalmak
için bu duygulardan bazılarını çözülmeye uğratmak zorunda kalan
insanlarla. O halde yemek yememeyi tercih etmek psikanalitik açı­
dan ne tür bir yaşam deneyidir, ne tür bir hırstır? Kişinin (örneğin
ülkesi, dini ya da çocuğu için olduğu gibi) uğruna ölebileceği o fa­
ik etkeni oluşturan nedir? Melville'in anlatıcısının ve pek çok tera­
pistin gördüğü üzere, yapmamayı tercih eden insanları akıl yoluy­
la ikna etmeye çalışmak ironik bir etki yaratır. Zira bu kişilerin yap­
mamayı tercih ettikleri diğer şey de aklın yolunu kabul etmektir.
Gerçekten de akıl yoluyla ikna edilebilirlik fantazilerimizi yemek
yemeyi reddetmek kadar ifşa eden bir şey daha yoktur. Bu dediği­
miz sağduyu, hatta sağbeğeni kategorilerini çürütür.
Freud Üç Deneme'de cinselliği beslenmeye dayalı bir olgu ola­
rak tarif ettiğinde bize beslenme ile cinsellik arasında yararlı ben­
zerlikler ve farklılıklar olduğunu göstermiştir: İkisi de yekdiğerini
tanımlamak için hem kullanılabilir hem de kullanılamaz. Nasıl ki
Freud cinselliğin cinsel bozukluk olduğunu anlamışsa, biz de ye­
mek yemek hakkında benzer bir şey söyleyebiliriz. Yeme bozuklu-
212 H E P VAAT H E P VAAT

ğunun olmaması nasıl bir şeydir? Kimi normal bir yiyici olarak dü­
şünürüz ve bu güven verici değerlendirmemizde kıstas olarak kim­
leri alırız? Bu tür soruların yemekle ilişkili olarak özellikle anlam­
lı olmasının nedeni, bir iştah olarak açlığın bizi özcü yapma eğili­
minde olması, bizi deyim yerindeyse biyolojiye döndürmesidir. Bir
insanın hayatta kalabilmek için belirli miktarda ve nitelikte yemek
yemeye ihtiyacı vardır; fakat aynısı cinsellik için söylenemez. Ma­
hut cinsel sapkınlıkların en aşın örneklerinde polisi ararız; bu tür
yeme bozukluklarının en aşırı noktasındaysa . insanları hastaneye
kaldırırız. Cinsellik söz konusu olduğunda insanları terbiyeli olma­
ya zorlarız; kendi kendilerine açlık çektirdiklerindeyse onları ha­
yatta kalmaya zorlarız. Kendilerini aç bırakan insanlarla uzun süre­
li çalışma, ki bu konuda pek deneyimli olduğum söylenemez, diğer
şeylerin yanı sıra dünyayı yaşamaya değer kılan şeyin ne olduğu ve
ne uğruna ölmeye değeceği üzerinde düşünmek için bir fırsat sunar.
Bu, terapist ve ara ara da hasta pozisyonundaki kişi için özellikle
meşakkatli bir ahlaki eğitimdir. Kısacası kişiyi o faik etkenin ne ol­
duğu ve neden ona sahip olmak gerektiği konusunda meraka sevk
eder. Tescilli anoreksi hastalarıyla çalışmak psikanalitik iyimserli­
ğin daha hevesli biçimleri için bir mezarlık gibidir. Dolayısıyla ba­
na göre oldukça bereketli bir topraktır, tabii onunla uğraşmayı gö­
ze alana.
Tanı kategorilerinden oldum olası nefret etmişimdir. Onlara hiç
bulaşmamayı tercih ederim; kısmen altmışlar-tarzında ideolojik ne­
denlerden ötürü, ki bunlara haHi inanıyorum, ama aynı zamanda ve
daha önemlisi, hiçbir zaman insanların verdiği adla klinik deneyi­
mine -şayet bununla analistin tanıdığı ve buna göre tedavi ettiği in­
san tiplerine dair bir tür düşünsel arşiv hazırlama türünde bir şey
kastediliyorsa- sahip olmadığım için. Bu özel mesele, kanımca, ye­
me bozuklukları sorunuyla çok yakından ilişkilidir. Belirlenmiş
semptomları olan bu ergenler, terapistin bilmişliğine karşı özellik­
le dikkatlidirler. Sonuçta hiçbir şey başka birinin iştahını bilme id­
diasından daha her-şeyi-bilir bir tavırda olamaz. Bunu yalnızca an­
latacağım kısa vaka öyküsüne bir giriş olsun diye söylüyorum,
bunların teori değil yalnızca temsili izlenimler olduğunu açıkça be­
lirtmek için. Yeme bozuklukları konusunda inandırıcı bir genelle­
mem yok, dahası herhangi bir şekilde bu konuda uzmanlaşmış da
YEMEK YEMEK VE " YEMEMEYi TERCiH ETM E K " ÜZER i N E 213

değilim. Fakat çocuk psikoterapisinde harcadığım onca yılın ardın­


dan, ilgilendiğim çocuklarda pek çok türde "yeme bozukluğu "nun,
kısmi ya da ileri düzeyde, hakim olduğunu görmüşlüğüm var. Bu
sözler, sıra yemeğe (ve cinselliğe) gelince herkesin birtakım heves­
lere kapıldığından ve heveslerimizin bizi tarihlerimize ve fizyolo­
jilerimize bağlamaları anlamında rüyalarımıza benzediğinden faz­
lasını ifade etmiyor olabilir. Bu hevesler anlam yüklüdür ya da an­
lam yaratmak için yararlıdır. Gözlemleyebildiğim kadarıyla çoğu
çocuk büyüdüğü dönemde bir tür yeme bozukluğu yaşar ve bu da
muhtemelen pek şaşırtıcı değildir. Aynca bu durum bizim tartıştı­
ğımız daha uç örneklerle de bağlantılıdır. Yeme bozukluğu tanısı
konan insanlar gördüğümde en azından bu sürekliliği aklımda tuta­
rım. Tanı, analistlerin kendilerini endişeden kurtarma tarzıdır, hal­
buki bu endişe sahip oldukları en değerli şeydir.
Chloe'nin bana gelmesinin nedeni, kendisi on yaşındayken ay­
rılmış olan anne babasının onun kilo kaybından endişe duymalarıy­
dı. Bana geldiğinde on beş yaşındaydı ve kaygı verici derecede in­
ceydi, fakat kendisi hakkında pek de kaygılı değildi. İnsanların Ba­
tı'da çok fazla yemek yediklerini, "kıvrak ve oğlan gibi olmayı"
sevdiğini söylemiş ve "insanları zorla kendi tuhaf fikirleriyle bes­
leyen" benim gibi insanları gelip görmeyi istemediğini de eklemiş­
ti. "Kıvrak mı?" dedim. B ilirsin işte . . . ince . . . bilmiyorum dersen
yalan söylüyorsun demektir." Ben de her zamanki gibi tüm iyi ni­
yetimle, "Yalan söylemekle yemenin ne alakası var?" dedim ve ar­
dından, sonraki pek çok yorucu seansa damgasını vuracak ölüm
sessizliklerinden ilkini tatmış oldum. Orada öylece oturup, sözde
yetişkinlerin kendilerini şaşkın ve fazlalık gibi hissetmelerini sağ­
layan o büyük ergen sanatını icra etmeye başladı. İlk seanstaki -ve
bundan sonraki seansların modelini oluşturan- bu kısa konuşmanın
ardından o en bereketsiz işe giriştik: zorla psikoterapi. Gerçekten
olanaksız bir iş. Anne babası ona bir tercih hakkı tanımıştı; ya ben
ya da hastane. Onlara, hatta ona bu konudaki şüphelerimi anlattım,
ama yine de yapabileceğimiz bir şey var mı bir bakalım dedim.
Chloe'yle altı seansın ardından bir değerlendirme yapacaktık. Anne
babasının bana anlattığı bir ayrıntı bana hem ilginç hem de umut
verici geldi. Annesinin sözleriyle, "yemek yeme konusunda zorlan­
maya ve huysuzlanmaya" -talepler özgüvenlerini kaybedince huy-
214 HEP VAAT HEP VAAT

suzluğa dönüşürler- erkek kardeşi doğduğunda, kendisi altı yaşın­


dayken başlamıştı. Bademcik ameliyatı olduğu bir buçuk yıl sonra
normal beslenmesine dönmüştü. Annesinin dediğine göre, aneste­
ziden çıktığında çilekli dondurma istemişti ve "Ben de her şey yo­
luna girmiş dedim" . Nitekim her şey az çok yolunda gitmişti, ta ki
on üç yaşında adet görmeye başlayana kadar. işte o zaman yemek
konusunda "aşın seçici" olmaya, anne babanın her zaman "düzgün
yemekler" dediği yemekleri yiyememeye başlamıştı.
Elbette orta-sınıfa mensup modem ergen olarak, "Anoreksi
hakkında her şeyi" biliyordu. "Bu konuda bana söyleyebileceğiniz
hiçbir şey yok. " Ben de, "Yani bende senin isteyeceğin bir şey
yok," dedim. Bunun üzerine, "Doğru," dedi ve sessizlik çöktü. El­
bette eğer yememeyi tercih ediyorsa yememek konusunda konuş­
mamayı da tercih edecekti. Tıpkı Bartleby'nin patronu gibi ben de
sessizlik repertuanmda ne varsa döktüm: yaratıcılık, kızgınlık, sa­
bırlı nezaket, sabırsız nezaket, nezaketsiz sabır vs. Düşüncelerim
ve hislerimle onun açısından önemli olan şeyler arasındaki (olası)
bağlantılar hakkında herkesin ara sıra yaptığı gibi sesli bir şekilde
düşündüm. Ben herkesin yaptığı (ve bazen korkunç sonuçlar doğu­
rabilen) şeyi, yani elimden geleni yaparken bana karşı çok sabırlıy­
dı. Fakat bu sınırlı ve verimsiz ilişkinin bir seansında iyi konuştu­
ğumuz birkaç dakika da olmadı değil - ne yaptığımızı bize unuttu­
racak şekilde birbirimizden bir şeyler istediğimiz bir an. Bir başka
deyişle, özbilinci çözüştüren karşılıklı bir iştah vardı. B iraz gergin
bir şekilde annesinin bademcik ameliyatı hakkında bana söyledik­
leri üzerine sesli düşünüyor, şu meyanda bir konuşma yapıyordum:
"Acaba o ameliyattan sonra tekrar yemeye başlamanın nedeni onu
hak ettiğin bir ceza gibi görmen olabilir mi diye merak ediyorum."
Bilindik bir sessizlik. Fakat daha sonra sandalyesinde şöyle bir kı­
pırdandı ve gözlerini ovuşturdu. Ben de devam ettim: "Anladığım
kadarıyla şöyle bir şey: Kardeşin birden çıkagelince o kadar üzül­
dün ki anne babandan nefret etmeye başladın, bunu da bir şey ye­
meyerek gösterdin ... ya da rekabetle alakalı olabilir, bebek en iyi
yiyiciyse sen de en iyi yemeyen olacaktın ... her neyse, neticede
gerçekten kötü hissetmene neden olan bir şeyler vardı, o yüzden de
cezayı hak eden, cezasını arayan bir suçlu gibi hissettin kendini.
Ameliyat da böyle bir şeydi, cezanı çektiğine göre artık normal ya-
YEMEK YEMEK VE " YEMEMEYi TERCiH ETM E K " ÜZE R i N E 215

şama, yemeye dönebilirdin. Cezayla alakalı bir şey olsa gerek." Kı­
sa ama öncekilerden daha hafif bir sessizlik oldu, sonra Chloe şöy­
le dedi: "Neden buna katlanıyorsunuz?" "Neye?" diye sordum. "Be­
nim böyle sessizce oturmama." "Çok güzel bir soru, bir insan buna
neden katlansın, amaç ne ki? Bu bir ceza." Bunun üzerine Chloe,
"Bir değişiklik yapıp bunun hakkında düşünebilirsiniz," dedi ve
böylece seans bitti. Seanslarda ve seans aralarında yaptığım o ko­
puk, tedavi niyetli sözde düşünmeden çok farklı tarzda bir düşün­
meye sevk etmişti beni.
Ertesi gün annesi telefonda eski kocasıyla birlikte kızlarını te­
daviden almaya karar verdiklerini söyledi, çünkü tedavinin bir ya­
ran dokunmuyordu. Ne yaptımsa caydıramadım ve bir daha da
Chloe'yi görmedim. Elbette bu kararın bana küçük bir ilerleme gi­
bi görünen şeyle bir ilişkisi olabilir de, olmayabilir de. Herkesin
bildiği gibi aileler son derece duyarlı ve tepkili sistemlerdir. Fakat
tedavide olan ya da olmayan şeyleri neden o anda kesmeyi tercih
ettiklerini öğrenemedim ve bugün de bilmiyorum. Bildiğim tek şey
Chloe'nin bana düşünecek bolca malzeme bırakmış olmasıydı.
Sıradan dediğimiz konuşmalarda olduğu gibi psikoterapide de
birinin başka birine söyledikleriyle bu diğer kişinin sonrasında söy­
ledikleri arasındaki bağlar muğlaktır. Fakat belki de benim düşü­
nürken söylediklerim arasında bir şey, onda, beni ve diğerlerini ce­
zalandırmasına, kendi cezasını aramasına ve (benim açımdan en il­
ginç olanı) ondan ceza beklememe ya da vereceği cezayı kabul et­
meme ilişkin bir fikir uyandırmıştı. Hasta denen kişiyle birebir ko­
nuşarak özgül ama bence sık rastlanan bir tedavi edici konum al­
mak -yani yansımaları kabul etmek, kontrol altına almak ve deyim
yerindeyse geri besleme yapmak- ona tuhaf bir ıstırap çekme istek­
liliği gibi görünmüştü. Buradaki model --eski aile terapisi terimini
kullanmak gerekirse- bir öz-fedakarlık biçimidir. Terapistlerin ru­
tin olarak yaptıkları ve eğitimini aldıkları bu fedakarlık ise kanım­
ca bir çözülmeyi gerektirir. Neyin çözülmeye uğraması gerektiğini
-Chloe karşısında farkında olmadan çözülmeye uğramasını sağla­
maya çalıştığım şeyi- tek kelimeyle ifade edecek olursak, bu, para­
doks gibi görünse de, iştahtır. Chloe'nin terapisti olarak bir iştah so­
runum vardı; onu deyim yerindeyse oyuna katamıyordum. En uç
şekliyle söylemek gerekirse, hastanın kendisini küçük düşürmesine
216 H E P VAAT H E P VAAT

izin verirseniz hastayı küçük düşürmüş olursunuz.


Yaşamındaki iki gelişim krizinde -erkek kardeşinin doğumu ve
ergenlik- Chloe bir yaşama deneyi olarak yememe çözümünü bul­
muştu; bu durum, çevresindeki insanlarda öfkeli bir gizli anlaşma­
ya yol açmıştı. Öfkeleriyle başa çıkabilmeleri için bir tür çözülme
gerekiyordu ve bu da Chloe'nin, deyim yerindeyse, gerçek insanlar
tarafından terk edilip hayaletlerle baş başa bırakılması anlamına
geliyordu. Bu nedenle çevresindeki insanlar, ben de dahil olmak
üzere, ona kızmış ve yardımcı olmaya çalışmıştık, ama hiçbirimiz
asla gerçekten yeterince aç değildik. Tıpkı Bartleby'de olduğu gibi,
hiç kimsenin iştahı yardım edememişti, kendisininki de dahil.
Klinik çalışması belki de ilginç ve bariz bir merak konusudur;
bir hastanın huzurunda kişi hangi versiyonlarını ya da parçalarını
yadsıma baskısını hisseder? Kişinin hangi parçalan görünüşte bu
insanla bir ilişki tutturabilmek için feda edilmelidir ya da en uç
noktada çözülmeye uğramalıdır? Chloe'yle olan ilişkimde ne iştah
konusunda saplantılı biri ne de onunkini beslemek için kendi işta­
hıma ilgisiz biri olmam gerekiyordu. Lacancı analist Nasio'nun
yazdığı üzere, "Anoreksi hastası" adeta şöyle der: "Hayır, yemek is­
temiyorum, çünkü tatmin olmak istemiyorum ve tatmin olmak is­
temiyorum çünkü arzumun sapasağlam kalmasını istiyorum - hem
yalnızca beıtim arzumun değil aynı zamanda annemin arzusunun
da." Anoreksi her türlü tatmine karşı bir haykırıştır ve genel tatmin­
sizlik durumunun inatla sürdürülmesidir. Bu versiyonda anoreksi
hastası kendi açlığına o kadar aşıktır ki bunu yemek yiyerek ihlal
etmemelidir. Nasio'nun dikkat çektiği husus, iştahı reddetmenin iş­
tahın idealleştirilmesinin bir parçası olduğudur; sanki anoreksi has­
tası derin ve paradoksal bir soru sormaktadır: İnsan iştahını nasıl
saf tutar? Açlığa müdahale eden şey yemedir. Tahminim, iştahı saf­
laştırma isteği iştaha zaten yapılmış bir şeye tepki mahiyetindedir
ya da bunun bir sonucudur; iştahın reddedilmesi iştahın geri gelme­
sini sağlamak için geç kalmış bir girişimdir.
Denebilir ki ne kadar birey varsa o kadar iştah çarpıtması var­
dır; hatta aslında çarpıtma sözcüğü yanıltıcıdır çünkü temel bir
norm olduğunu ima eder. Fakat sonuç mahiyetinde, açlığa cinsel­
leştirme adını verdiğimiz şeye benzer bir şey yapılabileceğini öne
sürmek istiyorum. Bazı cinselleştirme türlerinde sanki bir nesne ta-
YEMEK YEMEK VE " YEMEMEYi TE RCiH ETM E K " ÜZERi N E 217

rafından travmatik bir şey uyandırılır ve bu da bir öz-tedavi biçimi


olarak bilinçsiz bir şekilde cinsel fantaziye ve arzuya dönüştürülür.
Belki de bununla karşılaştırılabilecek ya da buna benzer bir şey ba­
zen yeme bozukluğu olan kişiler tarafından da yapılır; fakat duru­
mu ya da ilişkiyi cinselleştirmek yerine iştaha çevirirler. Yemek ve
yenilmek hakkında, sindirmek ve sindirilmek hakkında bir soruya
tercüme ederler. Bartleby'nin durumunda travmayı iştaha çevirme
ihtiyacı doymak bilmez bir hal alır. Hiçbir şeyin yenilemeyeceği,
hiçbir şeyin içe alınamayacağı bir dünya yaratılır.
Cinselleştirmede insan, nesnenin yol açtığı travmayı -ve nesne
arzusunu- bir cinsel heyecan ya da cinsel hiçlik senaryosuna dö­
nüştürür. Yeme bozukluğu olan bir insan ise -yani belirli bir ölçü­
ye kadar herkes- nesne ve arzunun yol açtığı travmayı bir aşın ye­
me ya da yemeyi reddetme senaryosuna dönüştürür. Bir başka de­
yişle, yapmamayı tercih eden biri bir zamanlar kesinlikle yapmayı
tercih etmiştir - ve bu da onun başını derde sokmuştur. Bizim dö­
nüp dolaşıp hakkında konuştuğumuz, onlarınsa genellikle konuş­
madıkları şey işte bu derttir.
Tutku nun Pragmatiği

... son bir eksantrik yalnızlık.

Annabel Patterson, Andew Marvell

Analist hasta için, hastanın en azından analistten umabileceği ne is­


ter? Andrc Grecn'in yazılarını çarpıcı kılan noktalardan biri bu so­
ruya cevap formüle etme isteğidir. Green analiz konusunda iddi­
alarda bulunurken hiçbir zaman çekingen davranmaz: Psikanalizin
gerçekte ne olduğu -hem ne gerektirdiği hem de yargısını nerede
askıya alamayacağı- ve amaçlarının ne olabileceği hakkında çekin­
meden yazar. Psikanalizin bir amacı -göreli sevme ve çalışma öz­
gürlüğü, depresif duruma ulaşılması, başarılması, oyun kapasitesi,
hakiki benliğin ortaya çıkması- olduğu fikri psikanalizin kendisini
anlamlandırma biçimlerinden biridir. Hedefler nihayetinde istekle­
rimize yön verir, umuda bir hedef gösterir. Hastanın amaçlarının,
yön duyusunun analiz sırasında değiştiğini düşünürüz, ama yön du­
yusu mefhumunun bütününün sorgulandığını düşünmeyiz. Psika­
nalizde -hem teori de hem de pratikte- bir yaşamın teleolojisi ye­
niden oluşturulur ama asla bir yön gösterici ilke olarak ortadan
kalkmaz. Bilinçdışı fikrine anlaşılabilir olması için gerekli asgari­
yi verir: Ne istediğimizi bilmeyebiliriz, ama istediğimizi biliriz. Bir
yerlere her zaman bir şeyler için gideriz.
Her daim keskin ve isabetli Freudcu çıkarımlarla dolu olan te­
orisinin sertliğine rağmen -ya da bundan ötürü- Green'in analiz
için öne sürdüğü amaçlar her zaman çok basit olmuştur, psikanali­
zin daha ezoterik versiyonlarının gizli ahlakçılığından uzaktır. "Cin­
selliğin Psikanalizle Bir Alakası Var mıdır?" adlı yazısında ( 1 966)
Green şöyle der: "Analizin sonunda muradım, Freud'un ilkeleri
TUTK U N U N PRAGMATIGI 219

uyarınca, analize gelen kişinin tedaviye gelmeden önceki durumu­


na göre yaşamdan daha çok keyif alabilmesi ya da Winnicott'ın de­
diği gibi, semptomları tümden kaybolmasa bile, kendisini eskisine
göre daha canlı hissetmesidir. " Freud'dan Winnicott'a geçtikten
sonraysa her zaman olduğu gibi Freud'a geri dönerek şöyle devam
eder: "Cinselliği bu keyfin içinde ihmal edilir bir nokta olarak gör­
memizin sorumlusu psikanalitik puritenliğimiz midir?"
Green bir mülakatında (New Formations, 1 995) şöyle der:

B izim analizde yaptığımız şey bize gelen insanların özgürlük hislerini ar­
tırmaktır. Hangi yolla? Nasıl olursa olsun diye kendilerini emniyete alma­
ya çalışan korkmuş insanlar olarak değil, nedamet getiren günahkarlar ola­
rak da değil, aksine bir şey tarafından engellenmeleri sonucunda bir şeyin
peşinden koşmaya yönelen insanlar olarak yaşamdan keyif almalarını sağ­
layacak güçleri özgürleştirmeye çalışarak. Analiz onların bir şeye duygu­
sal enerji zerk etme (kateksis) yeteneklerini artırmalıdır. Ne olduğunu bi­
zim söylememiz gerekmez, onlar kendileri bulacaktır . . . Bir başka deyişle,
analiz, hastanın zaten sahip olduğu şeyi geliştirmeli ya da ona hayatın ya­
şamaya değer olduğunu keşfetme olanağını vermelidir.

Keyif, canlılık, yaşam sevgisi, özgürlük hissi, kişisel değere sahip


bir şeyin arayışı olarak kateksis, Green'in verdiği adla "cinsel esri­
me" olasılığı; bunlar çok açık bir şekilde Green'in değerleri, analiz­
den yana talepleridir.
Gelgelelim bu amaç ve esinlerden ayrılamayacak başka bir amaç
daha vardır ve bu amaç Green'in yazılarında muğlak bir şekilde
hem araç hem de amaç işlevi görür. "Freud'un son eserlerinde İçgü­
dü" ( 1 99 1 ) adlı yazısında şöyle der: "Nasıl ki içgüdüler 'temsil arar­
sa', psikanalizin de mümkün olan en geniş anlamıyla temsil faali­
yetini çözmekten başka bir amacı olamaz. " Green başka bir yerde,
"O halde psikanalitik çalışmanın amacı ne olmalıdır?" diye sorar.
"İç dünyasının ve keza dış dünyayla olan ilişkisinin (ama esasen iç
dünyasının) temsilinde hastanın olabildiğince ileriye gitmesine
yardımcı olmak." Pratik bakımdan "kendisini inceden inceye bun­
lar üzerinde düşünme görevine verme ... her zaman başlanan ama
hiçbir zaman bitirilmeyen sembolleştirmeye geçici de olsa hayat
verme işi analiste düşer" (On Private Madness - Özel Delilik Üze­
rine, 1 986) . Dolayısıyla Green açısından "analitik ortamın esnekli­
ğini çeşitlendirmede" -yani mahut klasik analizin kurallarını değiş-
220 HEP VAAT HEP VAAT

tirmede- "tek amaç sembolleştirme için asgari koşullan aramak ve


muhafaza etmektir. " Analiz pratiğinin amacı ve nesnesi temsil -gö­
rünüşte temel bir yetenek olan sembolleştirme yeteneği- olduğuna
göre, bu durumda Green'in verdiği adla "azami sembolleştirme" ile
yaşam sevgisi arasındaki bağlantı (eğer varsa) nedir? Green'in tra­
gedyayı konu alan kitabı The Tragic Effect'te (Trajik Etki, 1979)
yer alan düşündürücü bir cümlede belirttiği gibi, "Temsil edileme­
yen ile temsil edilmeyen arasındaki karışıklık yorumlama hataları­
nın kaynağı gibi görünüyor"sa, bu durumda bu kafa karışıklığını
düzeltmek, eğer böyle bir şey mümkünse, yaşamdan daha çok ke­
yif almamızı nasıl sağlayacaktır? Azami sembolleştirme -temsile
açık olan, şu zamana kadar temsil edilmemiş şey- yaşam sevgisine
yol açar mı, onu garanti eder mi? Temsil edilmeyi bekleyen, temsil
edilebilecek şeylerin mutlaka insanın yaşamının tarafında olduğu­
na inanmak bir inanç edimidir -hatta belki de Eros'un bir edimi.
Green'in çalışması bugün artık neredeyse tuhaf görünen bir soru­
nun etrafında dönmektedir: B ilinçdışını bilinçli kılmanın bize ne
gibi bir yaran dokunabilir? Temsili sevmek (ve dolayısıyla geliştir­
mek) hangi anlamda yaşamı sevmektir? Sembolleştirmenin bizim
için iyi olduğu inancı -yani genel bir ilke olarak, sadece bazı insan­
lar için geçerli bir ilke olarak değil- psikanaliz pratiğinin temel
varsayımlarından biridir.
Temsili tanımlamak ona bir alternatif düşünmek kadar zordur.
Eğer Green'in alıntıladığı bir pasajda Freud'un dediği gibi, içgüdü­
ler "temsil arıyorsa", bu durumda en azından temsilin karşısına ko­
yacak bir şey -buna içgüdüsel yaşam ya da hatta duygu diyebilirsi­
niz- var gibi görünmektedir; henüz temsil biçiminde olmayan bir
şey. İçgüdü, dürtü, güdü, duygu gibi sözcükler paradoks gibi gö­
rünse de hem temsil arayan hem de buna direnen her şey için kul­
landığımız temsillerdir. Burada dil olmayan bir şeyin nasıl dile dö­
nüştüğü, bebeğin ya da bedenin nasıl kendisini ifade ettiği, Gre­
en'in verdiği adla, "iç dönüşüm çalışması"nı nasıl yaptığı hakkında
bir hik_aye vardır. Düşler, duygular ve boşluk ya da yokluk durum­
ları Green'in çalışmasının esas kafa karıştırıcı kısımlarıdır, çünkü
bunlar temsilin doğasının risk altına sokulduğu -olabilirliğinin sor­
gulandığı- deneyim (ve deneyim-karşıtı) alanlarıdır. Temsil, bire­
yin yetersizliği tanımasıdır, bel bağladığı şeyin (geçici olmakla bir-
TUTK U N U N P RAGMATIGI 221

likte) kaçınılmaz yokluğundan yaşam-içinde-ölümden ziyade ya­


şam çıkarma girişimidir. Sanki yokluk yalnızca yokluk olarak tanı­
nırsa katlanılabilirdir; birey için sorun sembolleştirme ya da ihtiya­
cın kaldırılması haline gelir. Green şöyle der:

Rüya bir paradigma olarak kalır, çünkü tüm çalışmamızın modelidir. ... rü­
yanın önemi temsil kavramının önemiyle yakından bağlantılıdır çünkü, bir
kez daha, benim en önemli olduğunu düşündüğüm şey rüya temsilidir, nes­
nenüı yokluğunda kendini tekrar eden şeydir ... zihin nesne orada değilken
onunla ilişkilendirilen bir şeyi geri getirme yeteneğine sahiptir. (New For­
mations, 1 995)

Burada Green'in nesnenin değil, bir nesneyle ilişkilendirilen bir şe­


yin geri getirildiğini söylediğine dikkat etmek gerekir; nesneye du­
yulan his, nesneye duyulan arzu, nesnenin yokluğunda temsil ara­
cılığıyla yeniden kurulmuştur. Sanki temsil duygusal yaşamımıza
ilgisiz olmamızı engellermiş gibi (umutsuzluk bir tür ilgisizliktir).
"Sonuçta o duyguda muhafaza ettiğim şey temsildir," diye yazar
(duygunun başka hiçbir biçim alamayacağını ya da bir şekilde tem­
sili oluşturduğunu mu kasteder?) . "Bedenin göstereni Le Discours
Vivant da (Canlı Söylem) öne sürdüğüm şeydir. Bugün olsa daha
'

ziyade tutkunun temsilcisi derdim. " Analiz, tutkularımızı oyunda


tutmanın bir yolu, "tutku alanının genişletilmesi" haline gelir. Tem­
sil kapasitesi bu proje için zorunlu olarak görülür - fakat araç nite­
liğinde değildir.
Tutkulu benliklerimiz en iyi benliklerimizdir ve tutkulu bir ya­
şam, tanımı gereği, yalnızca tutkularımızı bilinir kılarsak mümkün­
dür: arzu ve arzunun mütekabil temsillerini uyandıran nesnenin
yokluğu aracılığıyla, kendimiz için; talep olarak sevginin dile geti­
rilmesi aracılığıyla da, nesne için bilinir kılarak (bizi harekete ge­
çiren ve canlandıran şey diğerleriyle ve kendimizle olan teması­
mızdır). Temsil olmadan tutku -ya da tanınabilir tutku- olmaz. Fa­
kat bu karşı konulmaz psikanalitik tablo, bizi mantıksal ve dolayı­
sıyla duygusal bir bilmeceyle baş başa bırakır: Tanınabilirlik olma­
dan tutku olur mu? Özel/kişisel bir tutku Özel bir dilin olanaksızlı­
ğına mı benzer? Tutku tedavül ve mübadele gerektirir; Green'in ye­
rinde ifadesiyle, bir alandır tutku. Fakat Green kendine özgü ve il­
ginç bir Freudcu sapağa girdikten sonra -kendi Winnicott ve Bion
222 HEP VAAT HEP VAAT

incelemelerinden ve Lacan'la kavgalı ilişkisinden sonra- neden tu�­


ku denen geleneksel değere yönelir? Green'in çalışmaları, hatta gö­
rece yeni bir alan olan psikanaliz alanındaki çalışmalar o eski tut­
ku fikrine ne ekler, onu başka nasıl meşrulaştırır?
"Nesne," diye yazar Green, "içgüdülerin manidar aracısıdır."
Temas anlarına kıyasla bebeğin ölçüsüz yalnızlığından daha fazla
etkilenen -yani son zamanlarda gereğinden fazla gözlemlenmiş be­
beğin teselli edici toplumculluğundan ziyade asal narsisizmine bağ­
lı olan- Green çağdaş psikanaliz teorisinin Scylla ve Charybdis'i
arasında belli belirsiz gidip gelir. Eğer psikanalizde sonsuza değin
ya ötekinin inkarı olarak cinsellik (en uç noktası onarımdır) ya da
cinselliğin inkarı olarak öteki için kaygılanmak (en uç noktası tela­
fidir) öneriliyorsa, Green yine de Freudcu soruyu sormayı sürdür­
ebilmiştir: Tutkumuzun o hep bahsedilen öteki insanlarla bağlantı­
sı, eğer varsa, nedir? "Yine," diye yazar Green, S igmund Freud'un
doğum günü vesilesiyle verdiği konferansta ( 1 996),
... psikanalizin amacının ne olduğuna ilişkin ideolojimizle karşı karşıyayız.
Psikanalizin amacı nedir? İlkel kaygılarımızın üstesinden gelerek günah- ·
kar kötülüğümüzün zarara uğrattığı nesnelerimizi onarmak mı? Güvenlik
ihtiyacını gidermek mi? Uyum normlarını takip etmek mi? Yoksa kaçınıl­
maz hayal kınklıklanna, mutsuzluk kaynaklarına ve onca acıya rağmen,
kendimizi canlı hissedebilmek ve yaşamın çeşitliliğinin sunduğu pek çok
olasılığa enerji zerk etmek midir?

Tutku mu, yoksa başka ne olursa olsun daima güvenliğin idealize


edilmesi olan öteki için duyulan endişeli kaygı mı? Sembolleştirme
konusunda gelişmiş bir kapasitemiz olmadan Green'in ironik bir
şekilde de olsa yukarıda sıraladığı amaçlardan hiçbirini gerçekleş­
tiremeyiz. Sembolleştirme kapasitemizde bizi daha pervasız kıla­
cak içkin bir şey yoktur; canlı hissetmek bizim sembolleştirme ka­
pasitemizle değil, bu kapasiteyi nasıl kullandığımızla alakalıdır.
Green'in psikanaliz eleştirisi temsilin tutkunun düşmanı olabilece­
ğini -hem de yalnızca ölüm içgüdüsünün hizmetinde olduğu za­
man değil- üstü kapalı bir şekilde kabul etmesinden ötürü akla yat­
kındır. Onarımı destekleyen Kleincılar da uyumu öne Çıkartan ben
psikologları da kendilerini Eros'un koruyucuları olarak görürler.
Gelgelelim psikanalitik bir bağlamda temsilin kullanımlarından
bahsetmek -pragmatik terimlerle konuşmak- elbette yalnızca soru-
TUTKU N U N PRAGMATIGI 223

dan kaçınmak olur. En azından psikanaliz dılinde, bır ınsanın, tem­


sillerini tabi tutacağı kullanımı tercih ettiğini hangi anlamda söyle­
yebiliriz? Psikanaliz topluluğundaki hiç kimse ölüm içgüdüsü adı­
na konuştuğunu iddia etmeyecektir. Yine de bir insanın psikanali­
tik amacı (ya da ideali) başka bir insanın sorunu olabilir. İnsanın,
yaşam içgüdüsü ile ölüm içgüdüsü arasındaki mücadele (hatta sa­
vaş) tablosuna -Eros�un faaliyetlerinin nasıl tanınacağı konusunda
bir fikir birliği olmadan- bu denli bağlı olabilmesi tuhaftır. Onanın,
uyum, emniyet, canlılık, tutku; Green herkes gibi kendi tercihini
öne sürebilir, ama bir tanrının desteğine ihtiyacı var mıdır?
Burada, içinde yaşamayı tercih edeceğimiz dünya hakkındaki
fantazilerimizle bağlantılı olan psikanalitik amaçlarımızı nasıl meş­
rulaştırdığımız sorusunun söz konusu olduğu açıktır. Bu, hiçbir te­
melin olmadığı yerde temel arama meselesinden ziyade canlılık ya
da tutku gibi belirli şeylerin neden önemli olduğuna, bu şeyleri cid­
diye alırsak ardından nasıl iyi şeylerin geleceğine (sözgelimi canlı­
lığı uyuma tercih edersek, yaşamlarımız ne derece farklı olacaktır?)
ilişkin ikna edici açıklamalar üretme meselesi olabilir. Eğer psika­
naliz kendisini metafizikten ziyade retorik olarak -insanlara kendi­
lerine ilişkin hakikat ve nedenleri açıklamaktan ziyade onları belli
yaşam tarzlarını diğerlerine tercih etmeye ikna etmek olarak- gör­
seydi, yalnızca analizin amaçlan konusunda değil aynı zamanda
neden bu tür amaçlara değer vermemiz gerektiği konusunda da da­
ha iyi açıklamalara ulaşabilirdik. Örneğin "Sev ve Çalış" gibi slo­
ganlar böyle kolaylıkla popüler olmazdı ve Freud'un sevgi adını
verdiği şeyin neden çoğunlukla çalışma gibi göründüğü üzerinde

düşünürdük.
Toparlamak bakımından, Green'in "Tutkular ve Çeşitleri" adlı
fevkalade denemesini kısa bir okumaya tabi tutarak yazarın neden
tutkuya değer vermenin iyi olabileceğini düşündüğünü ve bizim
genel tutku görüşümüze ne ekleyerek onu daha da çekici kıldığını
ele almak istiyorum. Green'in yazılarının en önemli artılarından bi­
ri, değer verdiğini iddia ettiği şeyi her zaman pratiğe dökmesidir:
dönüşüm çalışması. Tutkuların bu yazıda geçirdiği değişikliklerden
biri Green'in bunlar üzerindeki yaratıcı çalışmasıdır.
224 HEP VAAT H E P VAAT

Green açısından aslolan, "Tutkulu bir yaşam iyi bir yaşam mıdır?"
sorusundan ziyade, "B irtakım tutkularımız olduğuna göre, yaşama­
ya değer olduğunu hissettiğimiz bir yai?aın nasıldır ve nasıl yaratı­
lır?" sorusudur. Bilimsel göstereni olan içgüdüye indirgendiğinde
tutku, hem akıllılığın hem de deliliğin anlaşılabilirliğini ne kadar
seyyar da olsa bir zemine oturtur: "İçgüdüsel yaşam, ki bu da niha­
yetinde yaşamın kendisidir," diye yazar Green On Private Madness'
ta ( l 986), ona ne tür bir mitolojik konum verirsek verelim nihai psi­
kanalitik göndergedir. Gerek yaşam ve ölüm içgüdüleri gerekse
bunların tarihsel öncülü tutkular olmadan, insan öznesi bedensiz­
leşmiş görünecektir. Artık ruh söz dağarcığımızdan çıktığına göre
gizemin kalbinde tutkular vardır. Tutkunun pragmatiğinden bahset­
mek -tutkulu bir yaşamı başka türde bir yaşama niye tercih edebi­
leceğimizi ya da üstün tutabileceğimizi sormak- ancak ahmaklık
gibi görülebilir, çünkü tutku seküler özcülüğün ta kendisidir. Tan­
rı'nın öldüğü ilan edilebilir, ama hiç kimse tutkunun ölümünü kut­
lamayacaktır (oysa kutlamamız gerekir: İnsanlar tutkulu diye nite­
lendirildiğinde, bu genellikle fazlasıyla duyarlı ve aşın derecede
buyurgan oldukları anlamına gelir). Green'in çok açık bir şekilde
belirttiği üzere, "Delice ya da psikotik olsa da tutkunun borusunun
öttüğünü anlayacak kadar biliyoruz," ama "ilk olarak şunu söyleye­
lim, biz (psikanalistler) zaten bulunduğu yerde onun varlığını tanı­
dık. Onu biz getirmedik. O zaten hep olduğu yerdeydi. Onu tanı­
mak gerektiyse, onun kuyusunu kazmış olduğumuz içindir." Green'
in sunduğu paradoks tutkunun her zaman orada olduğu, ama psika­
nalizin Freud'la birlikte onu resmin dışına itme çabalarına girişmiş
olduğu fikridir; Green'in sözleriyle (en azından tercümede) onun
kuyusunu kazmışlardır, sanki tutkunun sabote edilmeye ihtiyacı
varmış gibi. Şimdi ise eski yerine yeniden yerleştirilmeye ihtiyacı
vardır. Psikanalizin bastırılanı olarak tutkunun geri dönüşü Green'
in niyetinin özüdür. Bu da elbette beraberinde temel bir şeyin kay­
bedildiği ve yeniden bulunması gerektiği varsayımını getirir.
TUTKU N U N PRAGMATIGI 225

Green'e göre, insan öznesini tanımlayan bir ruhsal özden ziya­


de bir "asli delilik" vardır ve onun görüşüne göre Freud içgüdüle­
rin "bünyesindeki deliliğin ölçüsünü . . . asgariye çekmiştir." Asli
delilik bireyin doğuştan gelen içgüdüsel yaşamından ne daha çoğu
ne daha azıdır. Dolayısıyla örneğin nevrotik çatışmayı beslenme­
nin, cinselliğin ve çalışmanın normal işlevlerinin üstben tarafından
yasaklanması meselesi olarak anlamak avutucu bir yaklaşım olur.
Green şöyle yazar: "Daha ziyade şöyle düşünmek gerekmez mi:
Söz konusu işlevlerin yerine getirilişinde bu potansiyel deliliğin or­
taya çıkışı tam da bunlan gerçekleştirmeyi tehlikeli kılar ve ben
için alttan alta düzen bozucudur" ( 1 986). Bir başka deyişle, burada
psikanaliz teorisinin saklamaya çalıştığı bir aşınlık, bir tür yoğun­
luk vardır. Green'e göre Freud Dora'yla başarısız olmuştur, çünkü
onun düşlerine, "bir başka deyişle onun bilinçdışı temsillerine" çok
fazla odaklanmıştır, "duygulannıysa asgariye çekmiştir." Ayrıca
"aktarımı analizin dışında tutmaya mecbur olması da bir nedendir,
çünkü bununla duyguların temsiller karşısındaki üstünlüğü ortaya
çıkmıştır" .
Temsiller, der Green, Freud açısından "dolayımlayıcı bir uzak­
lığı" muhafaza ediyor, "onu tehlikeli yanlış bağlantılara karşı ko­
ruyordu". Duygulanım diye adlandınlan dolayımsız -fazlasıyla
mevcut, fazlasıyla yakıcı, fazlasıyla saldırgan- bir şey vardır ve
temsil bunun için bir sınır sağlar; hem bir engel hem bir mahreç.
Fakat oyunun ilk sahnesi olan Green'in yazısında, tutku ya da duy­
gulanım ile temsil arasında doğal bir düşmanlık vardır. Bu düş­
manlığın "dramatik" si�gesi ise histeri nöbetinin saf fizikselliği­
dir, "içgüdüsel bir kabarmayla bağlantılı olan tutkulu çılgınlık öğe­
si". Temsilin bağlayamayacağı bir duygu yoğunluğu vardır; sevgi­
nin olağan deliliği her şeyden öte dilin yetersizliğini dile getirir.
Temsilsiz tutku --Otistik durumlarda ya da Green'in beyaz psiko­
zunda- yaşam-içinde-ölümdür, yalnızlıkla gelen intihardır, ama
tutkunun temsili dili dağıtır, temsilin kendisinde göz korkutucu bir
boşluğu açığa çıkarır. "Fantazi libidoyu temsillere bağlar," diye ya­
zar Green, ama yine de,
kişinin bu temsillerle meşgul olması bir tür analizdir, ama belki de yalnız­
ca yarı analizdir, tabii eğer bu imkansız sevginin yol açtığı ıstırap dikkate
alınmazsa. Bu, bir yandan çocuklarla ilgili cinsel teorilere dikkat kesilir-
226 HEP VAAT H E P VAAT

ken, diğer yandan bunların sunduğu çözümlerin bu yolla bağlamayı başa­


ramadıkları (ve çocuk için bir yük olarak kalan) libido miktarına oranla
yalnızca kısmi olduğunu görmeyi becerememektir.

Teknik teknolojilerine rağmen -teorinin incelikli karmaşıklık­


ları, rakip analitik okulların derinlik yarışı- psikanaliz basit ve net
bir şekilde şuna dönüşür: (bundan hoşnut olsalar da olmasalar da)
iki insanın birbirleri üzerindeki duygusal etkisi. Green bu girişimin
zorunlu imkansızlığını açıkça belirterek şöyle yazar: "Dindirilemez
bir libidinal gerilimi anlam yoluyla bağlama sorunudur bu. "
Green'in yazısı felaket olarak tutkuya -"Tutku e n iyi şey midir,
en kötü şey midir? Çoğu zaman en iyi olmaktan çok en kötü oldu­
ğunu kabul etmek gerekir"- ve araçsal aklın tüm versiyonlarından
feragat etmenin devamında gelen iyileştirici karamsarlığa yönelir.
Bahsettiği çocuğun yükünün ağırlığını hisseden Green, "Ne yap­
malı?" diye sorar. Anlam ona yüklediğimiz göreve muktedir midir
yoksa çoğunlukla içimizdeki tutkulu yaşamın olumlamasıymış gi­
bi görünen ifşası mıdır? Kendisini bilindik bir köşeye sıkıştırdıktan
sonra -nihayetinde bizi her zaman köşeye sıkıştıran şey tutkudur­
Green bizi savunmasız bırakan şeyi savunurken bazı yararlı ayrım­
lar yapar. "Kanımca deliliği varlığının her zaman tanındığı yere,
yani insan arzusunun kalbine yeniden yerleştirmek esastır," diye
yazar.'Tutkuyu yerine yeniden yerleştirmek ise, bariz esnekliği dik­
kate alındığında, onu yalnızca daha çok ümit vadeden bir biçim
içinde yeniden tanımlamak anlamına gelebilir. Eğer Green'in yaz­
dığı gibi, "Freud'un mantığı isteğe dayandığı için bir umut mantı­
ğıysa," bu durumda tutku iptidai umuttur.
Green temsille tutkunun göz korkutucu uyuşmazlığını -ve el­
bette zorunlu ortaklığını; zira temsil olmadan ifade edilebilir, umut
verici bir tutku olamaz- gösterdikten sonra, anneyi bebeğin tutku­
suna deyim yerindeyse bir şans veren insan olarak tanımlar. Delilik
ile psikoz arasında yaptığı açık aynın ve psikozun kökenine ilişkin
izahı -"Psikoz, özne ilksel bir nesneyle arasındaki birleşmeli ilişki­
ye son vermenin bir aracı olarak yıkıcı içgüdülerini harekete geçir­
meye zorlandığında ortaya çıkar"- bağlanamayanı bağlamanın zo­
runlu değerine sıkı sıkıya bağlıdır. "Temsil olmadığında içgüdü
körleşmiştir," diye yazar Green; ama temsille hali nice olmuştur?
Green, "katlanılabilir" cevabını verir. Temsil olmadan ben adeta bo-
TUTKU N U N PRAGMATIGI 227

ğulur, "ayrılık ve müdahale kaygısının esiri" olur. Gelgelelim bura­


da Green'in tüm çalışmasına yayılmış olan bir ikircim -temsil ko­
nusunda bir müphemlik- vardır: Bireyin tutkusuna yaşama şansı
veren şey -temsil- aynı zamanda onu sahtelikle suçlar: Temsil hiç­
bir zaman yeterince iyi değildir ve aynı zamanda yeterince iyi olan
yegane şeydir.
Green bizi paradoks olarak görmeyi tercih etmemiz gereken bir
çelişkiyle baş başa bırakır. Bir yandan, "Duygunun sembolleştirme­
den ya da metafordan kaçtığına inanmıyorum," diye yazar; bir baş­
ka deyişle, duygu bir anlamda yalnızca temsillerde olabilir, temsil­
ler aracılığıyla tanınabilir. Diğer yandan da, sık sık yaptığı gibi tem­
sillerin cazibesine fazlaca kapılabileceğimizi (müdafi olarak aşın
etkilenebileceğimizi) ima ettiği diğer bir kişisel itirafında şöyle der:
"Temsile gösterilen dikkat bana göre bilimsel kanıtlanabilirlik kay­
gısından geliyor. " Bu kaygının ne için olduğunu sorabiliriz. Kültü­
rel itibar mı, meşrulaştırma mı, güven verici mutabakat biçimleri
mi? Yadsıma üzerine müthiş açıklayıcı ve tutarlı şeyler yazmış olan
Green iç tartışma yoluyla, "Temsil üzerine (psikanalizde) yapılan
çalışmaların küçük bir değere sahip olduğunu söylemiyorum ... " de­
diğinde, bizi bir müddet durup düşünmeye sevk eder.·Temsil dışın­
da başka ne hakkında -ya da ne ile- yazabilirdik ki? Green'in önce­
ki formülünü tersine çevirmek gerekirse, üstünlüğü temsil yerine
duyguya verdiğimizde psikanalitik pratik neye benzerdi?
Dolayısıyla Green'in tutku üzerine olağanüstü, Freudcu tefekkü­
ründen bize kalan fiilen anlamsız bir soru değil -temsil inancını ko­
rumak tutku inancını korumak mıdır?- daha pragmatik olan ve psi­
Ş
kanalitik ruh olarak dü ünebileceğimiz şeyle uyumsuz görünen bir
sorudur: Yaşam sevgimizi muhafaza edecek ya da Winnicott'ın can­
lılık dediği ve Green'in kendisinin de desteklediği umutlu tutku bi­
çimini besleyecek türde temsiller hangileridir? Green'in Kleincı iyi
ve kötü dili yerine Freudcu haz ve hazsızlık dilini tercih etmiş olu­
şunu ciddiye alırsak, bir insanın haz verici temsil biçimleri konu­
sundaki kapasitesinden ya da hevesinden bahsetmemiz gerekir.
Green'in bu yazıda verdiği adla "Freud'un çifte denklemi, Eros
= bağlayıcı, yıkıcı içgüdüler = bağ koparma" arasında ayrım yap­
mak zorundayız. Bu ayrım elbette Green'in bütün formülasyonları­
nın temelini oluşturur ve Bion'un çalışmasını da kendi perspektifi-
228 HEP VAAT HEP VAAT

nin ayrılmaz bir parçası kılar. Dolayısıyla kılı kırk yararlık kisvesi
altında Green'in kritik bir noktayı yeterince vurgulamamış olması
anlamlıdır. Şöyle yazar Green:

Bağlama ve bağlan koparma psikozda olduğu gibi delilikte de her zaman


işbaşındadır. Burada önemli olan sonuçtur, yaratım ürünlerinin ya da yı­
kıntısının, dağılma ürünlerinin dönüşümüdür. Ayrıca şayet titiz davranmak
istiyorsak, bağ koparmanın da olumlu bir role sahip olduğunda ısrar etmek
zorundayız, zira bu sayede ortaya yeniden birleştirme mekanizmalarının
gerçekleşmesini sağlayan süreksizlik çıkar. . ( 1 986)
.

Bağ koparmanın "olumlu bir rolü" varsa bunu tanımamızı sağ­


layacak kıstaslar nelerdir? Eğer bağ koparma daha verimli bir bağ­
lamayı mümkün kılıyorsa, bu durumda Eros ve yıkıcı içgüdüler
yalnızca hasım değil aynı zamanda işbirlikçidir. Bireyin yıkıcılığı
kendi tutkulu yaşamının ayrılmaz bir parçası, hatta özü olabilir, her
ne kadar ardından gelen dönüşüm çalışması onun karşısında görün­
se bile. Bir yaşamın mantığı, o yaşam hakkında yapabileceğimiz
ayrımlarla dolu olabilir. Ya da başka bir şekilde söylemek gerekir­
se, kişi öz-yıkıcı olduğunda bunu nasıl bilebilir? Kişinin kendisini
kendisinin en iyi düşmanı olarak görmesi neyin iyi olduğunu bilen
bir her-şeyi-bilirlik ima eder. Tutku, Green'in ikna edici bir dille
tekrarladığı üzere, insanları görünüşte yaşamlarını mahvetmeye
-"koca bir yaşamı riske atan eylemlere"- sürükler ama kişinin ken­
di içindeki pek çok bakış açısından hangisine göre mahvıdır bu?
Green şöyle yazar: "Freud der ki, analiz edilen kişi iyileşme isteği­
nin ötesinde kendi hastalığına tutunur. Ben de diyorum ki, tutkusu­
nun nesnesini tercih eder." İyi bir yaşam kişinin görünüşte değer
verdiği her şeyin yıkılmasını gerektirebilir; Green bunu ima eder,
bizim tutkularla ilgili hikayemize eklediği kaçamak noktası budur.
Tutku ahlaki açıdan eylemi her zaman ikircimli kılar. Tutkulu ya­
şam iyi bir yaşamdır, çünkü iyiliği her zaman şüphe altındadır.
Tutku, diye vurgular Green, analizin nesnesidir ve analiz edile­
bilirliğin sınırını belirler. Temsil kapasitemizi hem sınar hem de
oluşturur; tam da bu kapasite için bir tehdit oluşturduğundan yeni­
lenmesinin kaynağıdır. Ölüm urganı olan bir cankurtaran halatıdır.
The Dead Mother (Ölü Anne), diğer şeylerin yanı sıra, Green'in
psikanalitik hareketin tarihine -analitik ebeveynlerin ölümünün ya-
TUTK U N U N PRAGMATIG I 229

sını tutan analistler tarafından yetiştirilmiş ve eğitilmiş analistlerin


tarihine- ilişkin izahıysa, bu durumda "Tutku ve Çeşitleri" Green'in
ahlaki soykütüğüdür. Nihayetinde Green'in psikanalitik amaçlan
ister istemez Nietzsche'nin "daha fazla yaşam" şeklindeki paradok­
sal ahlaki amacını yankılar. Green'in açıklamasında ölü anne, be­
beklerin tutkularını mezalime dönüştürür. Bu kayda değer ikiz ya­
zılar için bir alt-metin teşkil eden şey analistlerin tutkularının -ana­
liz pratiğinde analitik ortam tarafından bağlanan ve bağlan koparı­
lan tutkuların- kaderidir. Analist analize olan sevgisini, çalışmaya
karşı hassasiyetini nasıl sürdürür? Analiz tutkusu, Grecn'in terimle­
riyle, ölü anneye karşı verilen mücadeledir denilebilir. Fakat anali­
ze duyulan tutku yalnızca tutkunun analiziyse, bu durumda analis­
tin kendisini adadığı şey nedir?
Christopher Hill'in Devrim'i ve Ben

Okuldayken tarih kitapları -romanların aksine- ders kitaplarının en


has biçimi olarak görünürdü. En iyi haliyle bile bu kitaplar -Dic­
kens'ın Reform üzerine kitabı, Scarisbrick'in VIII. Henry'si- her za­
man yaratıcılıktan yoksun, orada bulunmadığı malum olan insanlar
tarafından yazılmış kötü romanlar olarak okunurdu. Gençliğimde
zevk için tarih okuyan kimseye ya da okuyup da hayranlık duydu­
ğum kimseye rastlamadım. Gerçek merakın çaba gerektirmediğini
biliyordum. Arkadaşlarım ve ben Keats okumak varken, Geoffrey
Elton'ın Tudorlar üzerine yazdığı kitaba gömülmüş vaziyette görül­
meyi yavan ve tatsız buluyorduk. Tarih kitaplarında iyi hikayeler
ve ilginç karakterler bir aşın bilgi yığını altında güme gidiyordu.
Aslında gençliğimde yalnızca beni gerçekten ilgilendiren bir
şeyi (yani genellikle edebiyatı) anlamak için tarih kitabı okurdum.
Tarih, önünde önemli şeylerin -şiir, roman, oyun vs.- vuku buldu­
ğu bir sahne gibiydi. Ve tıpkı bir sahne gibi unutmak, verili kabul
etmek için başvurulan, çabucak gerekli ama söze dökülmeyen bir
bilgiye dönüşebilecek bir şeydi. Tarih (o dönemde verdiğimiz adla,
"art alan") yalnızca şiirin sahnesini hazırlıyordu. Örneğin Fransız
Devrimi benim, gözde edebiyat eserlerimin çoğunun ön-metnini
oluşturuyordu (John Ashberry'nin ilk şiir kitabı The Tenis Court
Oath (Tenis Sahası Ahdi) yayımlandığında, bunun yalnızca John
Ashberry'nin ilk şiir kitabının başlığı olduğunu sanmıştım). O gün­
lerde tarih bir fail, bir kuvvet ya da bir süreç veyahut da Büyük bir
Edebiyat Eseri gibi estetik açıdan karmaşık bir şey değildi. Yalnız­
ca bir konuydu. En azından okulda zorunlu tarih dersini alırken
böyle hissettiğimi hatırlıyorum, ama 1960'ların sonunda bir devlet
okulunda Leavis'in bir öğrencisi tarafından ilham verici bir şekilde
öğretilen büyük İngiliz Edebiyatı eserlerini görev bilinciyle değil
de içtenlikle okurken böyle hissetmemiştim. Tarih benim için ede-
CHRISTO P H E R H I L L ' I N DEVRi M ' ! VE BEN 231

biyat yapılmasına fırsat veren bir araçtı.


Kanımca edebiyata -siyasetin kaba keşmekeşi karşısında an­
lamlı ve iyi bir sığınak olarak edebiyata- öncelik vermek sanatın bi­
zi tarihten kurtardığı gibi bir hisse kapılmamıza yol açmıştı. B ize
tanrısal yargılarda bulunma özgürlüğü tanımıştı. Kuşkusuz benim
kendi tarihimin -bir tarihe sahip olduğumu düşündüğüm kadanyla­
Tarih ile hiçbir ortak yönü yok gibi görünüyordu. Christopher Hill'i
okuyana dek benim ya da tanıdığım herhangi birinin Tarih'in içinde
yer aldığımız ya da Tarih'in kişinin yapmaktan kaçınamayacağı bir
şey olduğu fikri saçma gelirdi. Tıpkı yine Hill'den ve daha sonra da
Freud'dan edindiğim bütün tarihin çağdaş tarih olduğu fikri gibi.
Demem o ki Tarih akademikti; tıpkı Bilim gibi, yanlış anlayabi­
leceğiniz ve doğru anlamak için öğretmenlerin yardımına ihtiyaç
duyduğunuz bir şeydi. Tarihi yanlış anlamak yeterince bilmemek
ya da bildiğini çok muğlak bir şekilde bilmek demekti. Tarih hiçbir
anlamda size aitmiş gibi görünmüyordu ve onu kendinize riı.al et­
menizin olanağı yoktu (bu anlamda bugün buna travma olarak pe­
dagoji derdim). O dönemdeki ( 1 960'lann sonu) şiirlerin ya da ro­
manların veya sonraki serbest çağrışımın aksine, Tarih bilgi gerek­
tiriyormuş gibi görünüyordu, hatta kendisi bir bilgi biçimiydi. Kro­
noloji, tıpkı matematik gibi, bende baskıya maruz kaldığım hissini
uyandırıyordu. Bilgi toplama ve özellikle de bilgi olarak enformas­
yon şimdi olduğu gibi o dönemde de bana anlamsız görünüyordu.
Olaylan ezbere öğrenmenin -bedenimin içine ne koymam gerekti­
ğinin söylenmesinin- her zaman bir ihlal olduğunu hissediyordum
ve bu da beni inatçı yapıyordu. Tesadüfen hatırladıklarım hatırla­
maya çalıştıklarımdan her zaman çok daha gizemli ve manidar gö­
rünüyordu. Bir zorlama aracı olarak bilgi, benim seçmediğim her
türlü bilgi, beni bomboş, bezgin ve içerlemiş biri haline getiriyordu.
On altı yaşındayken bir sahafta bulçluğum Christopher Hill'in
1 640 İngiliz Devrimi'nden edindiğim pek çok şeyden biri, insanla­
rın bilgiyi ne yapmak için kullandıklarına dair bir izlenimdi. Elbet­
te kurumların -Devlet, Kraliyet, Kilise, Devlet Okulu gibi- insan­
ların neler düşünmeye muktedir olduklarını gizliden gizliye belir­
leyebileceği fikri, kabul etmeye hazır olduğum bir fikirdi. Ama
Hill' in ifadesiyle, "entelektüel u fku kendi mülkleri için duydukla­
rı kaygıyla sınırlı olmayan insanlar"ın var olduğu düşüncesi bana
232 HEP VAAT HEP VAAT

şaşırtıcı gelmişti. Para ile kişinin zihninde neler olup bittiği ya da


olabileceği arasında bir bağ olduğu fikri her şeyi değiştiriyor ve
dünyayı benim kabul etmek istemeyeceğim bir tarzda baş aşağı çe­
viriyordu. İnsanın düşünmeye muktedir olduğu şeylerin büyüsü,
kahraman tapınmacılığının ve deha kültünün büyüsü, ki edebiyatın
temelinde bunlar vardı, gücünün birazını kaybetmişti. Hill açısın­
dan sansür -sansür olarak mülkiyet- tarihi oluşturan şeydi. Bu ise,
tıpkı psikanaliz gibi, insanı kaçınılmaz olarak meraka sürüklüyor­
du: Sansürsüz bir yaşam neye benzerdi? Dolayısıyla otoriteye da­
yalı (bu örnekte dini) bilginin maddi zenginliğe benzediği, onun ta­
rafından şekillendirildiği ve tıpkı para gibi, zorlama biçimlerini
meşrulaştırabildiği fikri benim için vahiy gibi bir şeydi; içinde bu­
lunduğum çağ (her iki anlamda da) beni buna hazırlamıştı. Üstüne
üstlük tüm bunlar çoğu zaman sözde hukuk ve düzen adı altında
oluyordu. Eğer yalnızca gözdağı yoluyla sürdürülebiliyorsa düzen
ya da meşruiyet ne demekti? Bunların ne olduğuna ilişkin bizim
çizdiğimiz tablo neydi? Bu sorular çok değişik biçimler altında ha­
yat bulmaya başlamıştı. Sonuçta bunlar ergenlik döneminde acili­
yet kazanan ve dolayısıyla insanların boşvermeye teşvik edildiği
sorulardır.
Hill'in açıkça belirttiği üzere, Tarih hem akademik bir konu hem
de siyasi bir süreç olarak insanları dışarıda bırakmakla ilişkiliydi.
Ayrıcalık demek dışlamak demekti. Hill kitabında İç Savaş'ın red­
dedilen sesleri için (ve seslerinin rol aldığı) bir sahne kurmuştu.
Sanki benim bildiğimi düşündüğüm bir ülkede yeni bir ülke keşfet­
mişti. Fakat Hill muhalif seslerin dillendirildiği bu ülkeyi sömürge­
leştirmemiş, yalnızca gözlemlemişti. Elbette okumaya bu denli ha­
zır olduğum ve yeniden okuyormuş gibi hissettiğim bu kitabı bul­
duğumda kullandığım sözcükler ya da düşüncelerim bunlar değil­
di. Fakat Hill'in bu ince kitapta anlattığı hikaye, şu anda bir iç iki­
lem olarak tarif edebileceğim şeyi en azından kısmen formüle et­
miş olmalıydı. Benim üzerimde işleyen bir Tarih'ti bu; beni -El­
ton'ın Tudorlar üzerine kitabında olanın aksine- kendi tarihimle ve
mevcut kaygılarımla bilinçdışı bağlar kurmaya itmişti. Konusunun
uzaklığına karşın kendi yaşamımla da bir şekliyle eşzamanlı görü­
nüyordu. Bir başka deyişle, beni istençsiz ve istekli bir katılımcı
yapan bir tarih biçimiydi. Beni çaba sarfetmeden hayran bırakmış-
CHRI STO P H E R H I L L ' I N D EVRIM'I VE B E N 233

tı ve diğer şeylerin yanı sıra mücadelenin değeri hakkındaydı.


Polonya ve Rusya'dan göçmüş ikinci kuşak Yahudiler olarak
anne babam çocuklarını mücadeleden korumakta kararlıydı; onla­
rın ve ebeveynlerinin yegane tasarısı olan hayatta kalma mücadele­
sini geçmişe ait bir şey gibi göstermeye çalışmışlardı. Bu hayatta
kalma çabası büyükannem ve büyükbabam açısından bizim için ol­
duğu gibi kahramanca değildi; bu tür bir kahramanlığa itilmiş ol­
malarının kendisi küçük düşürücüydü. Onların tarihi çoğunlukla
iyi huylu ve züppe mizaçlarına bir hakaretti. Bu nedenle annem ve
babam -Bloomsbury grubuna tutkuyla bağlı olan ateşli sosyalistler
olarak- uzun zamandır var olan İngiliz zenginliğinden ve kültürün­
den nasiplenmeyi istiyorlardı. Fakat içgüdüsel bir şekilde, asla ol­
mak istemedikleri -olmamaları gereken- insanlarla saf tutmuşlar­
dı: diğer insanların ayrıcalıklarının potansiyel kurbanları olan tüm
o insanlarla. Olmamaya çalıştıkları kişilerle dayanışma içindeydi­
ler. Harold Acton ya da Evelyn Waugh'un romanlarının büyüsüne
kapılmış olabilirlerdi, fakat Aneurin Bevan'a inanıyorlardı. Adil ol­
malısınız, diyorlardı çocuklarına, ama dekadan da olmalısınız.
Benliklere müsamaha gösterilmelidir, ama hiç kimse dışarıda bıra­
kılmamalıdır.
Hill'i okumadan önce İngiliz İç Savaşı konusundaki muğlak bil­
gilerim muhtemelen şaşırtıcı olmayan bir şekilde beni Kralcılarla
(Şövalyelerle) saf tutmaya itmişti. Kralcıları Üç Silahşörler hak­
kında bir filmle özdeşleştirmiştim; sanırım şapkalarıyla bir bağlan­
tı kurmuştum. Onları cafcaflı kıyafetler giyen (çoğunlukla kadife)
ve dövüşürken gülen kıvrak zekalı ve sebatkar adamlar olarak ha­
yal ediyordum; on yedinci yüzyılın egemen sınıfa ait devlet okul­
larının talebeleri. Ayrıca elbette Şövalye sözcüğü Püriten sözcüğü­
nün aksine heyecan vericiydi. Hatırlıyorum da, bir öğretmenim ba­
na marangozluk konusunda "şövalyece bir tutuma" sahip olduğu­
mu söylemiş, benim de gururum okşanmıştı. Bu dönemdeki gözde
şairlerimden biri -her ne kadar şiirleri benim gözde şiirlerim olma­
sa da, ki bu önemli bir ayrımdı- İngiltere'deki en yakışıklı adam
olarak bilinen (ama bunu kimin çıkardığını şimdi merak ediyorum
doğrusu) kralcı Lovelace'tı. Ergenlik döneminin cinsel dehşet fan­
tazilerinin ve sınıfsal emellerinin alevlendirdiği kişiliksiz bir kral­
cı olarak ebeveynlerimin çelişkili ideallerini -onlar için yerine ge-
234 HEP VAAT HEP VAAT

tirmemi istedikleri ruhsal emirleri- aynı anda hem destekliyor hem


de reddediyordum. Kendi gözümde, infial uyandıracak ölçüde kay­
gısız ve serbest biriydim; fakat kendime rağmen düşük gelirli bir
melez, bir Yahudi devlet okulu öğrencisiydim. O dönemlerde Prens
Rupert hakkında bir rüya görmüştüm, aynı Groucho Marx'a benzi­
yordu.
Şimdi anlıyorum ki, bu uzlaşmaz emellerden -ailemden aldı­
ğım bölünmüş ben idealleri ve çift çıkmazlardan- Hill'in gömülü
kahramanları Winstanley ve Kazıcılar'a, daha ileriki bir aşamada da
Freud, Ferenczi ve psikanalize (bilinçdışına giden kralcı bir yol
yoktur) geçmem için ufak bir adım atmam yeterliydi. Hill kitabının
sonunda Winstanley'nin şu sözünü alıntılar: "Özgürlük dünyayı te­
petaklak edecek insandır ... Gerçek özgürlük ruhta ve dünya zen­
ginliklerinde ortaklıktır."
Yine şimdi anlıyorum ki bu kaygılan ben farkında olmadan be­
nim yerime birleştiren Norman O. Brown'ın Life Against Death
(Ölüme Karşı Yaşam) adlı kitabı olmuştu. Fakat bir İngiliz devlet
okuluna sıkışıp kalmış ve bir tür devrim olduğu söylenen şeyi do­
laylı yollarla (çoğunlukla dönemin müziğinde) yaşayan on altı ya­
şında bir çocuk olarak, Hill'in kitabının ilk cümlesi beni samimi bir
şekilde radikal düşüncenin öncükolu haline getirdi. "Bu inceleme­
nin amacı," diye yazıyordu Hill, "on yedinci yüzyılın olaylarına ço­
ğumuza okulda öğretilenden farklı bir yorum getirmektir. " Hala
okulda okuduğumdan ve henüz on yedinci yüzyıl hakkında hiçbir
şey öğrenmemiş olduğumdan bunun beni nispeten kıskanılacak bir
konuma yerleştirdiğini düşünmüştüm. Bu kitap bana biraz gayri­
meşru görünmüştü . Dahası, sonradan fark edeceğim üzere, kısa ol­
ması kitabı Hill'in son derece esinleyici bir şekilde anlatacağı risa­
le savaşlarıyla aynı safa yerleştiriyordu. Bunu okuyarak daha alana
girmeden önde olacaktım. Aynca İngiltere'nin çoktan bir devrim
geçirmiş bir ülke -her zaman daha debdebeli bir ülke olan Fransa
gibi- olduğu fikri ve tarih yazımının anlatmaya çalıştığı olaylar ka­
dar ilginç, çekişmeli ve dramatik olabileceği fikri bana şaşırtıcı gel­
mişti. "Devrim" sözcüğü, tıpkı "şövalye" sözcüğü gibi, baştan çı­
kartıcı bir davetti. Hill'in eserinin göstermeye çalıştığı -ve psikana­
lizin de onaylıyor göründüğü- gibi tarihin yeniden yazımının sonu
yoktu, çünkü tarih dediğimiz şey yeniden yazmaktır.
CHRISTO P H E R H I L L ' I N DEVRiM'! VE B E N 235

Sanırım bir zamanlar Hill'in kitabının benim için ne kadar


önemli olduğunu ve öyle veya böyle son derece verimli olmaya de­
vam ettiğini bana hatırlatan şeyin Jonathan Clark'ın Revolution and
Rebellion'ım (Devrim ve Ayaklanma) okurken hissettiğim umutsuz­
luk olması tesadüf değildir. Clark'ın kimi zaman ikna edici revizyo­
nist tarih anlayışında -üslubu, tonu ve önyargılarıyla Hill'e kararlı
bir şekilde karşıdır- aşağıdaki dipnot vardır. Dipnotlar elbette çoğu
zaman metne girmeyi tam olarak başaramamış insanlar -dışarıda
bırakılmalarına ramak kalmış insanlar- içindir. Clark burada "dev­
rim" sözcüğünün bariz yanlış kullanımından bahsetmektedir; oysa
onun daha malumatlı fikrine göre tarifedilen şey "ayaklanma"dır:

" 1 640- 1 660 İngiliz Devrimi 1 789 Fransız Devrimi gibi büyük bir toplum­
sal hareketti. Esasen feodal olan eski düzen şiddet yoluyla alaşağı edilmiş
ve yerini yeni ve kapitalist bir toplumsal düzen almıştı. İç Savaş, I. Char­
les'ın istibdat rejiminin kurulu kiliseler ve feodal toprak sahiplerinin geri­
ci güçleri tarafından savunulduğu bir sınıf savaşıydı. Parlamento, kent ve
köylerde ticaret ve sanayi ile uğraşan sınıfların coşkun desteğine seslene­
bildiği için kralı yendi" vs. vs. Christopher Hill, 1640 İngiliz Devrimi
(Kaynak: İstanbul, 1 997), s. 1 3. Böyle anlatıların basit doğası, doğruluk
iddialarının yüzeyselliğinden bile daha şaşırtıcıdır.

Elbette dönemin daha ılımlı (ve cömert) revizyonist tarihçileri


(örneğin John Morrill), Hill'in Kraliyetçi zihniyeti dile getirme ko­
nusundaki yetersizliğini ya da isteksizliğini göstermiş, düşmanı de­
yim yerindeyse biraz gerçekdışı kıldığına dikkat çekmişlerdir. Ya
da Hill'in yazılarında, her tarihsel sürecin karmaşıklığına mutlak
bir bağlılıkla Manici bir tarih anlayışının tedirgin bir karışımı oldu­
ğunu göstermişlerdir. Fakat bunun amacı kısmen Hill'in çalışması­
nın verdiği esini (örneğin bkz. Morrill'in yerinde bir başlığa sahip
olan Christopher Hill's Revolution (Christopher Hill'in Devrimi)
adlı kitabı) takdir etmekti; tartışmanın terimlerini Hill'in belirledi­
ğini ifade etmekti. Clark'ın iki bıkkın vesairesinin müşkülpesentli­
ği, revize edilen kişinin esasen Hill olduğu gerçeğini kapsamaz.
Clark'ın Hill'e açtığı bu medeni olmayan savaş, Hill'e karşı girişti­
ği bu kararlı biçimde müphem isyan ya da devrim, beslediği gare­
zi fazlasıyla isabetli bir şekilde hesaplar.
On altı yaşımdayken beni etkileyen (ve artık başka bağlamlar­
da olsa da halii bu etkisini sürdüren) şey, tam da Clark'ın alıntıladı-
236 H E P VAAT HEP VAAT

ğı ve Hill'i paylamasına neden olan şeydi: yazının basitliği -bizzat


kendisi bir yakınlık, eğilimlerin sahiplenilmesi olan sade üslup- ve
bağlılıklarının cömert buruk tutkusu.
Bu tartışma bağlamında Clark'ın üstün bilgi iddiasından daha
"şaşırtıcı" ne olabilir ki? Kesinlik fantazileri bir şeyin değerini dü­
şürmek ya da belli siyasi bağlılıkları küçümsemek için her zaman
kullanılabilir. Clark nesnel sözcüğünü kullanmaya pek teşne olabi­
lir; ama elbette kanıt asla ilk sırada değildir. Hill'in gösterdiği şey­
lerden biri doğruluk (ya da kanıt) kıstaslarının her zaman menfaat
biçimleri olduğudur. Soru şudur: Kimin için doğru? Hangi amaca
istinaden doğru? Ya da belki sadece, tarihçi ne ister?
Hill ne tür dünyalar istediğini her zaman pratiğinin ayrılmaz bir
parçası yapmıştır. Winstanley'yi alıntılayarak şöyle der: "Eğer ko­
nuşmamıza izin verilirse, tüm eski yasaları hak ile yeksan edece­
ğiz .. " 1640 İngiliz Devrimi ni okumak benim için, diğer şeylerin
. '

yanı sıra, sesleri duymanın bir yolu, tarihin tekdüzeliğinin tedavi­


siydi.
Benzerli kten Öte Köy Yok

İlahi adaletin bilimdeki karşılığı ne olursa olsun, başarıyla klonla­


nan ilk hayvanın koyun olması her nasılsa gayet uygun görünüyor.
Zira neticede koyunlar kendilerine özgü oluşuyla, kişiliklerinin eş­
sizliğiyle nam salmış değildir. Koyunların neredeyse birbirlerinin
klonları olduğunu varsayıyorduk, şimdiyse bunların -ikisi hariç
hepsinin- kaçınılmaz olarak genetik açıdan farklı oldukları hatırla­
tılıyor bize. Bir zamanlar meçaz olarak kullanılan şey gerçeğe dö­
nüştüğünden -klonlama artık pratik açıdan mümkün hale geldiğin­
den- birini klon diye tanımlamanın neden hiçbir zaman iltifat ola­
rak alınmadığı üzerinde düşünmenin vakti gelmiş olabilir. Başka
bir deyişle, klonlama bireyciliğin ölümü müdür yoksa ilahlaştırıl­
ması mı?
Çağdaş kültürün karakteristik özelliklerinden biri cemaat özle­
mi, diğerleriyle yeterince aynı olduğunu hissetme özlemidir. Aynı
zamanda da insanların birbirlerine fazlasıyla benzer ya da hatta zi­
hinlerindeki kendi imgeleriyle özdeş olduklarına (bunları fazlasıy­
la ikna edici bulduklarına) inanma isteklerinden duyulan şüphedir.
Küçük ölçekli kültler ve büyük ölçekli faşizm ile yaşadığımız tec­
rübelerden sonra, pek ç·ok insan birbiriyle uzlaşıyor göründüğünde
-bir konuda aynı fikirde göründüğünde- ya da gerçekten kim ol­
duklarım bildiklerini iddia ettiklerinde korku duyar olduk. Bir baş­
ka deyişle, demokrasiler mutabakat konusunda muğlak olmalıdır­
lar. Mutabakat çok az olunca parçalanma olur, çok fazla oluncaysa
(sahte) bir türdeşlik. Fakat klonlamanın ortaya çıkışıyla birlikte
-"aynı" gerçek anlamda "özdeş" olduğunda; iddialara göre "özdeş"
nihayet var olduğunda- bir dizi siyasi ve psikolojik söz dağarcığı­
na dur emri verilir. Klonlama diğer şeylerin yanı sıra ötekilik soru­
nuna nihai çözüm olarak görünmektedir. Ve elbette üreme işinde
iki cinse duyulan ihtiyacın -en azından hayvanların seri üretimin-
238 HEP VAAT HEP VAAT

de- sonudur. Klonlama bir hamlede cinsellik ve farklılığa bir çare


sunar.
Psikanalitik bakış açısından bireyin biçimlendirici tasarıların­
dan biri çocukluktan itibaren tam da bu iki şeye bir çare -ya da da­
ha geniş anlamıyla bir tür çözüm- bulmaktır: cinsellik ve farklılık,
dayanılmaz çatışma kaynaklan. Çocukların klonlamaya duydukla­
rı hayranlığı ve bu konudaki yorumlarını -ve tüm genetik bilimini­
bu denli ilginç kılan da budur. Hatta çocuklar dönemin büyük bi­
limsel meselelerinin bilgilendirici tanıklarıdır, çünkü bu meselele­
ri bizim için yararlı bir şekilde insan biçimine sokarlar (onlar açı­
sından her şey bedenler ve bunlar arasındaki bağlantılar hakkında­
dır: annecikle babacık ve senle ben hakkında). Peki çocuğun bakış
açısından klonlamanın çekiciliği ve çağrıştırdığı bilinçli ve bilinç­
dışı korkular ne olabilir? Bu sorulara verilebilecek genel bir cevap
olmatlığından (gerçi klonlamanın kendisi genellemenin ne olduğu­
na ilişkin anlayışımızı kökten değiştirebilir) tipik olmaktan ziyade
manidar ve şaşırtıcı gelebilecek olan iki kısa klinik hikayeden ya­
rarlanmak istiyorum: söz konusu çocukların klonlama hakkındaki
fikirlerini ne söylemek ve neyi çözmek için kullandıklarını göster­
mesi nedeniyle manidar; hiç değilse yetişkinlerin yapabildiği, ço­
cuklarınsa yapamayacağı ama özenebileceği yeni bir şey olarak
klonlamayı takdim etmesi nedeniyle de şaşırtıcı.
Okul korkusuyla bana yönlendirilmiş olan sekiz yaşında bir kız
-kız kardeşi doğduktan bir yıl sonra başlamıştı okula- ikinci seans­
ta büyüyünce clothing* yapmak istediğini söyledi. Ben " İnsanlar
için giysiler dikmekten mi bahsediyorsun?" diye sorunca, "Hayır
hayır, clothing . . . bilirsin işte, herkese aynı giysinin giydirilmesini
diyorum, müdirenin yaptığı gibi . . . biyoloji dersinde öğrenmiştik,"
diye cevap verdi. Ben de, "Herkes aynı kıyafeti giyerse hiç kimse
özel olmaz," dedim. Bunun üzerine biraz düşündü ve sonra şöyle
söyledi: "Evet, hiç kimse özel olmaz ama herkes güvende olur. " O
sırada, herkes aynı olsaydı kıskançlık diye bir şey olmazdı, diye
düşünüyordum ama bunu dile getirmeme fırsat vermeden lafa gir­
di: "Öğretmen bize clothing yaptığınızda anne babaya ihtiyacınız

* Çocuk cloning (klonlama) ile clothing (giydirme) sözcüklerini birbirine


karıştırıyor. (ç.n.)
BENZE RLiKTEN ÖTE KÖY YOK 239

olmaz, tek ihtiyacınız olan bir bilimci, bir insan ... ikizler gibi, tüm
bebekler aynı, dedi. " Bu sözlerde o kadar çok şey saklıydı ki hangi
parçayı ele alacağımı bilemedim, konuşmayı yalnızca görünüşte
devam ettirebildim. "Kız kardeşin tıpkı senin gibi olsaydı belki de
okula gidebilirdin." "Evet," dedi keyifle, "aynı anda hem evde hem
okulda olabilirdim ... her şey olabilirdim ! "
Bu küçük kızın klonlama konusundaki -Harold Bloom'un ifa­
desiyle- güçlü yanlış-okumasında birkaç teori birden göze çarpı­
yordu. B irincisi, onun "clothing" dediği şey güçlü tekil bireyler -ya
kadın müdire ya da erkek bilimci- tarafından dayatılan bir tekbi­
çimlilikti. İkincisi, eğer bu özel olma ya da eşsiz olma bir kardeşin
doğumuyla kaybedilen bir özellikse bu durumda "clothing" drama­
daki son ceza eylemiydi -anne babanın cinselliğiyle başlayan bir
drama. Kız kardeşiniz geldiğinde ailedeki yerinizi kaybedersiniz;
sonra bireyliğinizi kaybettiğinizin temel kanıtı olarak okul ünifor­
manızı deneyimlemeye başlarsınız. "Clothing yapmak" istiyordu
çünkü o zaman belki de en azından edilgen kurban değil etkin fail
olacaktı; burada klonlayıcıyı klonlanandan kendi içinde ve kendi
başına farklılaştıran belli bir her-şeye-kadirliğe seslenilmektedir.
Müdirenin eşsiz bir yeteneği vardır: çocukları aynı yapmak, ama
kendisiyle aynı değil. Bir başka deyişle klonlayan bilimci paradok­
sal (ve kıskanılacak) bir eşsizliğe kavuşur (sanki genetik ormanın
yeni yasası, "klonlan ya da klonla"ymış gibi).
Benim ortaya atmak istediğim teori şuydu : Bu kız ve kız karde­
şi birbirlerinden farklı olduklarından, anneyi hedef alan ve hasta­
mın kaybettiği bir rekabet söz konusuydu. Bir başka deyişle klon­
lama rekabetin dehşeti ve hazzı için bir çareydi. Eğer iki çocuk öz­
deş olsaydı tanım gereği aynı şeyleri alıyor olacaklardı. Eğer anne
babanın seks yapması gerekmezse -"anne babaya ihtiyacınız ol­
maz"- bu durumda çocuk anne-baba arasındaki ilişkiyle meşgul ol­
mak zorunda kalmaz; keza bu durumda asal ilişkiyi -bebeklerin
geldiği "kaynak"- benzer konuma sahip iki insan arasında, farklı­
lık içeren bir ilişki olarak görmesi gerekmez. Hastam (sembolik)
anne babasını -kadın müdire ve erkek bilimci- ayn tutar; her ikisi
de aynı şeyi yapar ama ayn ayn. B irbirine bir şey yapan iki insan­
dan ziyade gizemli bir yeteneğe sahip bir insan tahayyül eder. Bu
çocuğun izahında ilginç bir şekilde muğlak ya da müphem olan
240 HEP VAAT HEP VAAT

nokta, klonlayıcıya ve klonlayana bakılıp bakılmadığı ya da bakılı­


yorsa hangi anlamda bakıldığıdır: "Anne babaya ihtiyacınız ol­
maz." Sanki klonlayıcının zorba bir anne-baba, farklılıktan ve ihti­
yacın bireyselliğine duyarsız ya da düşman bir anne-baba olabile­
ceğine ilişkin bilinçdışı bir korku vardır.
Çocuğun benim onu klonlayıp klonlamayacağımı, sözcüklerim­
le yeniden yaratıp yaratmayacağımı merak etmesi de elbette müm­
kündür. Aktarım -en eski ilişkilerimiz temelinde yeni insanlar ya­
ratmamız- Freud'a göre insanlar arasında bir tür ruhsal klonlama
olduğunun kanıtıydı. İnsanlara farkında olmadan sanki bizimle (ya
da anne babamızla) aynılarmış davrandığımızın kanıtı. Analist yo­
rumlarıyla hastaya şöyle der: Ben geçmişindeki herhangi biriyle
aynı değilim; beni klonlaman yeninin şokuna karşı bir savunmadır.
Bir başka deyişle, analist, hastanın onu klonlama isteğine karşı çı­
kar (psikanalizin klonlama var olmadan önce klonlama sorunu için
bir çare olduğu söylenebilir; sorunun öncülü olarak çare). Psikana­
liz aynılığın simülasyonuna narsisizm adını verir ve onu gelişimi­
nin ketleyicisi olarak görür; Narkissos kendisiyle aynı, kendi imge­
siyle aynı -bu aynını yapma yetisine sahip değildir- olmak iste­
miştir. Psikanalitik bakış açısından başarılı ruhsal klonlama -ken­
dimiz de dahil olmak üzere insanları kendi zihnimizdeki imgeleri­
ne göre yaratmak- farklılığın ve bağımlılığın inkarı ve dolayısıyla
ihtiyacın reddidir. Kendi kendini klonlama sanatı, arzuyu öldürerek
zamanı durdurma girişimidir. Kendimi çoğaltarak başka bir şey
bulmamayı sürdürürüm. Oysa beni gerçekten beslemesi için ken­
dimden başka bir şeye bağımlıyımdır.

Ergenler bağımlılık ile uyum, bağımsızlık ile riayet arasındaki iliş­


kiyle meşguldür. Dolayısıyla ergenlerin kültvari jargonunda klon
diye adlandırılmanın en ağır hakaret olması şaşırtıcı değildir. Fakat
bu tikel, giderek daha da güncelleşen günah keçisi yaratma eğili­
miyle tam olarak neyin reddedildiği -sözcükte hangi özlemlerin ya
da hazların gizli olduğu- üzerinde düşünmeye değer. Yani klonla­
ma bize başka biriyle görünüşte ya da tam olarak aynı olmanın ne­
resinin yanlış olduğunu yeniden düşünme fırsatı verir. Dahası, yal­
nızca diğer insanlar gibi olmaktan neden korkabileceğimize -bu
süreçte ne kaybettiğimizi tahayyül ettiğimize- dair değil, aynı za-
B ENZERLiKTEN ÖTE KÖY YOK 241

manda diğer insanların tıpkı bizim gibi olmalarından neden korka­


bileceğimize dair bir meseledir bu.
Analoji olarak klonlama bir ergenin muhayyilesini etkisi altına
alıyorsa, bu durum bize erişkinlik hakkında olduğu kadar klonlama
hakkında da bir şeyler söyler. Bize söylediği şeylerden biri, bugün
bazı insanların klon olmama, biriyle özdeş olmama ya da birinin
onlar için duyduğu isteklerle özdeş olmama (anne babanın bilinçli
ve bilinçdışı tasarılarını gerçekleştiren çocuk buna bir örnek teşkil
eder) konusunda derin bir korku duyduklarıdır. Sanki kim ya da ne
olduğumuzu ancak tıpatıp benzediğimiz başka biri olduğuna dair
temel inanç -bilinçdışı varsayım- aracılığıyla bulabilirmişiz gibi.
Ergen açısından mesele şudur: Başkasıyla aynı değilsem neye ben­
zerim? Klonlama da işte burada devreye girer. Ergen klonlanmış
gibi yaşar ve kendisine dair başka neler olduğunu bulmaya hem ça­
lışır hem de çalışmaz. Fakat şimdi bu muammanın daha kesin ve
ayrıntılı bir tasvirini -eşi görülmedik bir resmini- bulabilir. Bir za­
manlar ikizler ve aynalar ve çiftler vardı; şimdiyse klonlama ergen
tüketiminin emrindedir. Gelişim hakkındaki fikirler yeni bir analo­
jiyle geliştirilir.
Erkek akranlarından bazılarını -dediğine göre bunlar hocaları­
nı memnun etmeye pek meraklı, anne babalarına karşı koymak ko­
nusundaysa çok tutuk çocuklarmış- klon olarak hor görmeye ken­
dini kaptırmış olan on altı yaşında bir oğlan bir gün seans sırasında
kendi klonu olan bir kız arkadaş bulmak istediğini söylemişti:
"Tıpkı benim gibi, böylece bir sürü ortak yönümüz olacak ... hem
zaten kızlar klon olmak konusunda çok iyiler. " Ona kızların tam
olarak hangi konuda iyi olduklarını sordum. "Hoşlandıkları insan­
lar gibi olma konusunda," diye cevap verdi. Bu doğruysa, sebebi
bazı kızların, oğlanların kendilerinden ne kadar korktuklarını anla­
maları olabilir mi acaba, diye yüksek sesle düşündüm. O ise hemen
lafa atlayarak, bir şekilde, kafamız karıştığında hepimizin başvur­
duğu göz alıcı mantıkla, "Yalla' ben onlardan korkmuyorum, onun
için de klon kız arkadaş istiyorum," dedi. İnsanlarla ortak noktala­
ra sahip olmaya fazla önem verildiğini söyledim. Bu onun ilgisini
çekmişti, biraz durduktan sonra içimde kaynayan doğaçlama ko­
nuşmaya devam ettim. Ne kastettiğimi açtım -çünkü sormuştu- ve
her nedense biraz sabırsız bir soruyla bitirdim: "Hem, tıpatıp aynı
242 H E P VAAT H E P VAAT

olan iki insan birlikte ne yapar ki?" O anda bu konu beni cidden dü­
şündürmüştü ve cevap vermesini beklemiyordum (birinin sorusunu
kime yönelttiğini bulmak çoğu zaman şaşırtıcı derecede zordur).
İkimiz de birkaç dakika öylece oturduk, sonra sanki söylediklerime
takılmış gibi şöyle dedi: "Birbirlerine soru soramazlardı ... çünkü
bu durumda aynı cevaplan alırlardı, dolayısıyla başka birine sor­
maları gerekirdi." Bu yanıttan destek alarak şunu sordum: "Yani bir
üçüncü insana ihtiyaç duyarlardı, farklı birine ihtiyaç duyarlardı,
öyle mi?" O da "Evet," dedi neşelenerek, "klonum ve ben bizi yön­
lendirmen için sana ihtiyaç duyardık ! "
Klon kız arkadaş fantazisi -tam olarak ender bir fantazi dene­
mez- bu çocuk açısından çok amaçlı sihirli bir çözümdü. Bir arzu
nesnesiyle hiçbir "ortak" yönü olmayan parçalarınız hakkında ya da
bunlarla bir şeyler yapma çabalarından kurtulmanın bir yolu. Bura­
da ilgi çekici olan husus şudur ki, mutlak aynılık yaratma şeklinde­
ki (narsisist) çözüm -klon- bilinçsiz olarak arzuyu öldürür. Kız ar­
kadaş klonlama fantazisi bir kız arkadaşa ihtiyaç duymama fanta­
zisidir. Benliğin tıpkı çoğaltımı, sorunu yalnızca çoğaltır. Erkekle­
rin klon olmaması, ama kadınlan klonlaması gerektiği fikri --cins­
ler arasındaki savaşın çağdaş bir tanımı- diğer şeylerin yam sıra er­
keklerin kendilerini zaten kadınlar tarafından klonlanmış olarak
gördüklerini, akla getirir. Klonlama fantazisi --edimselliği sayesin­
de kafa karıştırıcı bir şekilde gerçek kılınmıştır- şu soruyu günde­
me getirir: İlişki için alternatif analojiler nelerdir? Klonlama zaten
olmuştur; sorun buradan nereye gidebileceğimizdir.
Klonlama bariz ve o kadar da bariz olmayan nedenlerden ötürü
insanlar arasında neler olup bittiği konusunda konuşmanın etkili
bir yoludur. Fakat elbette klonlama fantazileri -bu konudaki kültü­
rel dedikodu- istekler tarafından şekillendirilmiştir. Sözgelimi ge­
netik kalıtım her zaman bir potansiyeldir; büyümeye dair tahmin­
lerde bulunmaz ama (çoğunlukla bilinemeyen) sınırlamalar koyar.
Çevre bu denklemin esas bir parçasıdır. Klonlanmış koyunlar gene­
tik olarak özdeştir, ama farklı tarihleri vardır. Verdiğim iki örneğin
gösterdiği üzere -çocukların yaşları dikkate alındığında besbelli
farklı nedenlerden ötürü- klonlama fikri tarihten kurtulmak için
kullanılır. Bütünsel klonlama fantazisinde farklılık olarak tarih san­
ki ortadan kaldırılmıştır. İnsanlar fiiliyatta asla birbirlerinin aynısı
BENZERLiKTE N ÖTE KÖY YOK 243

olamazlar. Belki de mutlak özdeşliğe duyulan bu amansız istek


-gerçek klonlamanın bile tatmin edemeyeceği bu istek- herhangi
bir şeyle aynı olma konusundaki derin şüphelerimizi saklar, bizi
onlardan kurtarmaya çalışır. İstekler bizi her zaman suç mahalline
geri döndürür.
Hep Vaat Hep Vaat

Derslikte diğerlerinden ayrı oturuyor, başka bir şeyle


ilgileniyor gibi görünüyordu, sanki konu aklına
pratikte dersle bağlantılı olmayan birtakım
düşünceler getirmiş gibi. Hayal meyal, konunun
kah içinde kah dışındaydı.

Henry Stephen'ın, tıp öğrencisi


Keats hakkındaki anıları

Bu konu üzerinde bir dizi dağınık düşünce sunmak istiyorum, çün­


kü ilginç bir sonuca varamıyorum. Diğer bir deyişle psikanaliz ve
edebiyat konusunda, edebiyat okumak analiz deneyimine benzer
ya da birbirlerinden çok farklıdırlar (ki bunların ikisine de inanıyo­
rum) demenin farklı versiyonları haricinde söyleyebileceğim hazır
bir cümle yok. Edebiyatı salt aydınlatıcı ya da psikanalizin sözde
içgörülerini doğrulayan bir şey olarak düşünmediğim gibi, psika­
nalizin benim edebiyat diye gördüğüm alanda süregelen kapsamlı
kültürel sohbetle uyumlu olduğunun da farkındayım.
Benim açımdan -birçok nedenden ötürü- her zaman yalnızca
bir kategori olmuştur, o da edebiyattır; psikanaliz onun bir parçası
haline gelmiştir. Ben Freud'u geç dönem bir romantik yazar olarak
görüyor, psikanalizi de bir şiir olarak okuyorum; dolayısıyla psika­
nalizin doğru ya da yararlı olup olmadığına takılıp kalmam gerek­
miyor: Tebelleş, harekete geçirici, ilgi çekici ya da eğlendirici ol­
ması -ilgilenmekten kendimi alamayacağım bir şey olması- yeter­
li. Bir başka deyişle ben edebiyat ve psikanalizi ikna biçimleri ola­
rak görüyorum. "Edebiyat incelemeleri," diye yazar şair J. V. Cun­
ningham, "sıradan anlamıyla kendimize dair anlayışımızı geliştir­
me amaçlı değildir. Nasıl şimdi olduğundan farklı düşünebileceği­
mizi ve hissedebileceğimizi görmemizi sağlar." Aynı şekilde psika-
H E P VAAT HEP VAAT 245

naliz yazılı ve sözlü sözcükler aracılığıyla bizi başka türlü hısset­


meye ikna eder. Bu her şeyden önce ve öte retorik bir pratiktir. Ne
var ki insanlar psikanalizi edebiyattan farklı bir tarzda pratiğe dö­
kerler.
Psikanalizin kendisi bir edebiyat külliyatı olduğu gibi sözlü bir
gelenektir de, ama aynı zamanda az çok tanımlanabilir bir toplum­
sal pratik, bir terapidir (görece yakın döneme ait bir buluş olması­
na karşın). Analist vasfını yazar vasfını kazanamayacağınız bir tarz­
da kazanabilirsiniz. Edebiyatın günümüzde ne olduğu -bu sözcü­
ğün neye işaret edebileceği ve büyük E ile yazılması gerekip gerek­
mediği- konusu ihtilaflı bir konu haline gelmiştir. Kanon hakkın­
daki tartışma insanlann bizi bir şeyin değerli olduğuna ikna edecek
konuma nasıl geldiklerini anlama yönünde atılmış bir adımdır.
Psikanalitik edebiyatı tanımlamak bugünlerde "edebi" edebiya­
tı tanımlamaktan daha kolaydır, fakat bunun da değişmekte oldu­
ğunu umalım. Psikanalizin kendisi elbette edebiyatı okuma ve oku­
duklarımız hakkında düşünme biçimlerimiz üzerinde çok güçlü bir
etkiye sahip olmuştur. Psikanalizin ilk zamanlarında Freudcu Ke­
ats okumalarıyla ilgilenebilecek ihsanlar vardı; bugünlerdeyse Ke­
atsçi Freud okumalarının neye benzeyebileceğini aynı şekilde me­
rak edenler olabilir. Bir başka deyişle, psikanaliz kendisini en üs­
tün kurmaca -ya da ayrıcalıklı bir yorumlama yöntemi- olarak tak­
dim etmekten bir kurmaca, diğer pek çok yöntemden biri olarak
görmeye ilerlemiştir. Dolayısıyla bu deneme kanımca aslında "ve"
hakkında, bu iki "şeyi" bir bağlaçla ayırmaya devam etmemizin ge­
rekip gerekmediği hakkındadır.
Eğer psikanaliz ve edebiyat diye iki şey varsa, psikanaliz bun­
ların her ikisi birdense ama edebiyat değilse, aradaki çizgiyi nasıl
çizdiğimizi merak etmekten kendimizi alamayız. Bugün genellikle
söylendiği -her zaman psikanalizi savunmak için olmasa da genel­
likle savunma adına söylendiği- üzere Freud büyük bir yazardır.
Fakat bazılarımız büyük yazar olarak gördüğümüz diğer yazarlar
karşısında yaptıklarımızı Freud söz konusu olduğunda yapmadık.
Henry James okuduğumuzda pek çok şey öğrenebiliriz, ama Ja­
mes'i özel olarak bir şey öğrenmek için okumayız. Esin verici ya­
zarlar bizi yazar olmaya ikna edebilirler, kendi görülerinin hakiki
ya da güçlü olduğuna ikna edebilirler, ama bize bir iş önermezler.
246 HEP VAAT HEP VAAT

Bir zamanlar Edebiyat dediğimiz şeyi seven birisi onu öğretebilir,


yazabilir ve elbette okuyabilir. Psikanaliz sevenlerse psikanalizi
öğretebilir, yazabilir okuyabilir ve uygulayabilir. Freud'un yazdık­
larını gerçek anlamda -pragmatik bir anlamda- pratiğe dökebilece­
ğimizden, aynı şekilde Henry James ya da Shakespeare'i pratiğe
dökmenin nasıl bir şey olacağını ve bir şeyi nasıl yapacağımızı öğ­
renirken okumamızın bundan nasıl etkileneceğini merak edebiliriz.
Psikanaliz okumaktan beklediklerimizle psikanaliz olmayan
edebiyattan beklediklerimiz çok farklı -ve ürkütücü derecede ben­
zer- olabilir. Yaratıcı yelpazenin bir ucunda nasıl-yapmalı kitabı
vardır; diğer ucundaysa gerçekten sevdiğimiz, büyük adı verilen
edebiyat vardır: unutamadığımız kitaplaı;- ya da okuyup öğrenmeye
mecbur edildiğimiz kitaplar. Psikanaliz bu ikisinin tam ortasında,
pratikliğe geri döndürülmüş edebiyat olarak -"sanat sanat için­
dir"in, psikanalizin doğuşuyla tarihsel bakımdan çağdaş olan este­
tizmin tam karşıtı olarak- yer alır. Bir yanda sanat olarak psikana­
liz vardır; bir yanda hem dünyadan kaçışı hem de onunla meşguli­
yeti temsil eden bir edebiyat külliyatı olarak psikanaliz vardır; bir
yanda da pragmatizmin en uç noktası olarak, her edebiyatı kulla­
nım değerine çeviren edebiyat olarak psikanaliz vardır. Psikanaliz
edebiyatını okuruz, analiz yaparız ya da analize gideriz, amacımız
hem kişisel hem de profesyonel olarak farklı davranmaktır - değiş­
me istenci her olanağa sımsıkı sarılır. Edebiyatı artık hikayesi için
okumayız, yorumlama ve dönüşüm için okur ya da dinleriz. Bir
farklılık yaratılmalı. En uç versiyonunda psikanaliz araçsal akıl ha­
lini alır. Fakat psikanaliz şu soruyu da sorar: Sıra değişime geldi­
ğinde, izahat ve talimatın alternatifi nedir? İkna dediğimiz şey göz­
dağı değilse, gözdağı olmadığında nedir? Klinik pratiğinde Fre­
ud'dan sonra, psikanaliz kendisini çok ilginç bir soruyla karşı kar­
şıya bulmuştur: Analist hastasını yorumlamıyor ya da eğitmiyorsa
hastayla ne yapmaktadır? Ferenczi'nin kayda değer yenilikleri ve
buluşlarıyla birlikte ortaya çıkan ve psikanaliz için çok verimli olan
benzer bir soruysa ne psikanalitik eğitimlere ne de üniversitedeki
edebiyat bölümlerine geri dönüş yapmıştır. Bu soru şudur: Bir met­
ni -psikanalitik ya da değil- yorumlamadığınız takdirde ne yapar­
sınız? Ferenczi'yi örnek olarak, analoj i kaynağımız olarak alırsak,
okuma deneyimini daha karşılıklı, daha az baskıcı ya da niyetini
H E P VAAT HEP VAAT 247

daha az sezdiren bir deneyim yapmanın yolu nedir? Okur kendisi­


nin kitap tarafından okunmasına izin verebilir mi? Bizim algılayı­
şımızda kitaplar insanlardan açıkça farklıdır, ama yine de bu ikisi­
ni genellikle benzer amaçlarla kullanmaya ayartılırız.
İnsanlar bir zamanlar şu soruyu sorarlardı: Neden Freud'u ya da
psikanaliz edebiyatını yalnızca okuyamıyoruz? Neden bir de analiz
gerekiyor? Psikanaliz mesleğindeki kişiler de bu soru karşısında
bilmiş bilmiş gülerlerdi. Edebiyat hakkında buna benzer bir soru
yoktur. Buna en yakın soru herhalde şöyle olurdu: Neden Milton'ı
yalnızca okuyamıyorum da üstüne bir de onun büyük eleştirmeni­
ni de okumak zorunda kalıyorum ya da neden Milton'ı meşhur bir
uzman tarafından Milton öğretilmeden okuyamıyorum? Bir başka
deyişle sıra edebiyata geldiğinde gerçekte yapabileceğiniz başka
bir şey yoktur. Analiz tecrübesinin Freud okumasına (ki Freud'un
kendisi her zaman yalnızca insanlarla konuşmuş ve kitaplar oku­
muş ve asla psikanalize tabi tutulmamıştır) bambaşka bir boyut kat­
tığı varsayılır; oysa edebiyat okumasını bu anlamda gerçek kılabi­
lecek bir şey yoktur. Psikanalistler kendi konumlarını geleneksel
olarak bu şekilde ayrıcalıklı hale getirmişlerdir. Elbette herkes psi­
kanaliz okuyabilir, ama "psikanaliz" denen bir şeyin ek tecrübesi
olmadan okumak eksik kalacaktır. Freud okumasına bir şey eklen­
melidir; bu metinler hakkında otoriter bir şekilde konuşacak ya da
yazacak konuma gelmek için yapılması gereken başka bir şey var­
dır. Analizde bulunan insanların psikanaliz edebiyatına dair farklı
anlayışları olduğunu söylemek bir şeydir, daha iyi, hatta gerçek bir
anlayışları olduğunu söylemekse bambaşka bir şey. Sonuçta, bu
"daha iyi" hangi nitelikte yatar ve bu kıstaslar nereden gelir? Yok­
sa mesele sadece, analiz tecrübesi yaşamış olanların en ikna edici
-yani kendileri dışındaki kişiler için ikna edici- okumaları üretmiş
olmalarından mı ibarettir? Eğer psikanalizden gerçekten yararlan­
mak istiyorsam, belli ki analiz tecrübesi yaşamak zorundayım. Pe­
ki, edebiyattan gerçekten yararlanmak istiyorsam, ne yapmam ge­
rekir? Hiç kimse Kral Lear'i anlamak için, ikisi sizi aldatan üç kız
babası yaşlı bir kral olmanız gerektiğini söylemeyecektir. Fakat
birileri çıkıp hiç analizde bulunmadıysanız Düşlerin Yorumu'nu
gerçekten anlamanızın mümkün olmayacağını ..:..e serin yaşam dö­
nüştürücü etkisinin tamamını alamayacağınızı- söyleyebilir. Daha-
248 HEP VAAT HEP VAAT

sı, bunun da ancak özel bir kurumda eğitilmiş bir analistle hafta­
da beş defa yapıldığında etkili olacağını ekleyebilir. Neden Freud'u
ve diğer psikanaliz eserlerini yalnızca okuyamıyoruz? Neden bazı­
lan psikanalitik olabilecek edebiyat eserlerini okumakla yetinemi­
yoruz?
Kanımca burada iki soru var. B irincisi, edebiyat okumaktan ya
da analizde bulunmaktan elde etmek istediğimiz deneyimler neler­
dir? İkincisi, edebiyat deneyimini psikanaliz deneyimiyle karşılaş­
tırabileceğimizi düşünüyorsak, deneyimi nasıl bir şey olarak tahay­
yül ediyoruz demektir? Şu kadan açık ki edebiyat okumanın sonuç­
lan, ayırt edilebildikleri oranda, hiçbir şekilde önceden kestirile­
mez, tıpkı analizde bulunmanın sonuçlan gibi. En iyi anlamıyla,
her iki deneyimin de belirsiz sonuçlan vardır, ama yine de bunlara
farklı koşullarda ve hem benzer hem de farklı nedenlerle yöneliriz.
Edebiyat okumanın bizim için farklı bir anlamda "işe yaradığını"
söyleyebiliriz. Toplumsal bir pratik her zaman yerleşiktir. Tasan,
bağlamı tarafından tanımlanır, psikanalitik bakış açısına göre bi­
linçdışı arzu tarafından esinlenmiş olsa bile. En asgari düzeyde, is­
tediğimiz başka bir şey vardır ve bu başka şey -cinsel tatmin, iliş­
ki, gelişim, emniyet, sıkıntıdan kurtulma, ihtiyaç duyduğumuzu
düşündüğümüz ne varsa- kültür tarafından tanımlanır. Kültür şart­
lan belirler. Psikanaliz kültürü daha genel kültürle basit bir anlaş­
ma biçiminde çakışır: İstediğimiz şey, o ya da bu şekliyle, değişim­
dir. Fakat her zaman, görünüşe göre bize rağmen gerçekleştiğini
bildiğimiz türde bir değişim -yaşlanma, ekonomik değişiklik, siya­
si ve toplumsal çekişme- değildir bu. B iz kendi istediğimiz türde
bir değişiklik isteriz. Bu, Freud'un verdiği adla benin kısa bir tanı­
mı olabilir: kişinin benliğinin her türlü engele karşın değişiklik da­
yatmaya çalışan kısmı, olumsallığı ve arzunun kaprislerini tanıma­
yan kısmı.
Daniel Lagache (Selected Writings - Seçme Yazılar, 1 993) bene
bilinci "büyüleyen" nesne olarak işaret eder ve analizin amacının,
bilinci benin "etkisinden kurtarmak" olduğunu söyler. "Benin oldu­
ğu yerde artık bilinç varsa analiz amacına ulaşmış demektir," diye
yazar. Benin bizi tasanlanyla nasıl hipnotize ediyormuş gibi gö­
ründüğünü anlatır. Bu koşullarda sorun artık edebiyat ve/veya psi­
kanaliz değildir; sorun bunlardan ne istediğimizi bildiğimizi dü-
H E P VAAT H E P VAAT 249

şünmektir -kendi dönüşümlerimizi yönlendirebileceğimize inan­


maktır.
Analizin ve edebiyatın ne için olduğunu biliyormuş gibi dav­
ranmaktan kendimizi alamayız ama yanılmamız da kaçınılmazdır -
tümüyle yanılmak değil elbette ama asla tümüyle doğru olmamak.
Emerson, "B irey her zaman hatalıdır," diye yazar Experience (De­
neyim) adlı eserinde. "Pek Çok şey tasarlamıştır, diğer insanları yar­
dımcı olarak devşirmiştir, bazılarıyla ya da hepsiyle takışmış, çok
fazla gaf yapmıştır ve neticede bir şey yapılmıştır; biraz ilerleme
kaydedilmiştir, fakat birey her zaman hatalıdır. Ortaya yeni ve ken­
disine vadettiği şeyden çok farklı bir şey çıkar." Dışarıda olumsal­
lık vardır ve bazılarımıza göre içeride de paradoksal bir olumsallık,
bilinçdışının, bilinçdışı arzunun amaçlı olumsallığı vGrdır. Emer­
son'ın "birey her zaman hatalıdır"ı Freud'u önceleyen zekice bir gö­
rüştür, zira Freud hatalarımızın bizi hatasız olduğumuz anlara göre
daha canlı kıldığını göstermiştir. "Ortaya yeni ve kendisine vadet­
tiği şeyden çok farklı bir şey çıkar." Hatalı bir şekilde psikanalize
ve edebiyata yönelme nedenlerimiz, aklımızda başka neler olabile­
ceğine ilişkin ipuçlarıdır.
Bugün kendimize psikanalizle ne vadettiğimiz ve elbette edebi­
yatın vaadi -tanımı gereği çok daha farklılık gösteren, seslerinin
çoğulluğu bakımındansa fevkalade çeşitli bir vaattir bu- hakkında
konuşmadan edemiyoruz. Dahası, şu anda sık sık psikanalizin va­
adini yerine getirmediğini; hatta verdiği yanlış vaatler yüzünden
işinin neredeyse bitik olduğunu duyuyoruz. Edebiyat incelemeleri
alanındaki mevcut tartışmalar, diğer şeylerin yanı sıra, bir zamanlar
"edebiyat" adını verdiğimiz şeyin öne sürecek konumda olduğu va- .
adin doğasıyla ilişkilidir. Frank Kermode What's Happened to the
Humanities'de (Beşeri İlimlere Ne Oldu?, 1 997), bugün "geçmişte
neyin ve niçin değerli olduğu konusunda müthiş bir kafa karışıklı­
ğı" olduğunu yazar. Psikanaliz üzerine mevcut tartışmalar da -özel­
likle de geçmiş hakkında olanlar- aynı şekilde kafa kanştıncıdır.
Bugün vaatlerden bahsettiğimizde, ki psikanaliz ve edebiyat
hakkında konuşurken bahsetmemiz gerektiğini düşünüyorum, as­
lında umutlardan ve isteklerden, kültür alanındaki bu iki nesneyle
olan ilişkimizden ne beklediğimizden bahsediyoruz demektir. Bu
bir ilişkiler sorunudur, ama belki de "ilişkiler"i esas kategori yap-
250 H E P VAAT H E P VAAT

manın içerdiği engele de işaret etmektedir. Kanımca asal kategori­


mizi ahlaki amaçlar ya da tercih edilen dünyalar gibi bir şey, Stan­
ley Cavell'ın (Conditions Handsome and Unhandsome - Münasip
ve Münasip Olmayan Koşullar, 1 990) Emerson'ın izinden giderek
"ahlaki mükemmeliyetçilik" dediğine benzer bir şey yapmalıyız:
Cavell bunu, "kişinin kendisine dürüst olmasına ilişkin olan" ama
"demokrasiye de seve seve rıza gösteren bir fikir" olarak tanımlar.
İlişkilerimize ilişkin tanımımız -ki bu tanım ilişkiye sahip olma­
mak nedir, iyi bir ilişki nedir gibi konulan da içerir- ahlaki amaç­
larımıza, kendimizi bilinçli ya da bilinçsiz olarak şekillendirmeye
adadığımız türde benliklere ve dünyalara istinat eder. M_erkezinde
bir şekilde ilişki mefhumu olmayan bir demokrasi olamaz, ama ki­
şinin kendisine dürüst olması fikri ilişki fikrini radikal bir şekilde
(bazen neredeyse hiç tanınmayacak biçimde) yeniden tanımlamayı
içerebilir (Cavell'ın bu ikisini yan yana getirişinin bu kadar çarpı­
cı olmasının nedeni bizi ahlaki ideallerimizin uyumluluğu ya da
uyumsuzluğuyla yüzleştirmesidir) . Demokrasi rakip ve tamamlayı­
cı yorumlara değer vererek gelişir. Kişinin kendisine karşı dürüst­
lüğünün nasıl geliştiği ya da genelleştirmeye, hatta formülleştirme­
ye tabi olup olamayacağıysa aynı derecede açık değildir. Kendi­
mizle ilişkimiz diğerleriyle ilişkilerimizden ayrılmaz olmalıdır; fa­
kat kişi hangi anlamda kendisiyle, bir kitapla, kitabın yazarıyla ve­
yahut da bir gelenekle "ilişki" dedir? Bir başka deyişle, bu nesneler
arasında, "ilişki"yi doğru ya da aydınlatıcı bir sözcük kılacak kadar
benzerlik var mıdır?
Bir kitabın ya da bir analistin huzurunda gerçekte yaptığımız
-ya da kendimizi yaparken bulduğumuz- şey, bir açıdan, çok da
farklı olamaz. Edebiyat ve Psikanaliz'in anlamı bunları ayırt edici
şekilde farklı şeyler olarak kullanmamız gerektiğidir. Fakat bunla­
rı nasıl kullandığımız benim burada verdiğim adla " ahlaki amaçlar"
ımıza, bilinçli ya da bilinçsiz ahlaki tasarılarımıza dayanır, ki bu ta­
sarıların sonuçlan hakkında çok az bilgimiz olabilir. Bizi etkileme­
si -değiştirmesi- için aradığımız şey ya da kişi, yaratmak istediği­
miz benliklere (ve dünyalara) ve içinde yaşayageldiğimiz türde
kültürlere dayanır. Analiz, tıpkı edebiyat eseri gibi, potansiyel ola­
rak dönüşümse! bir nesnedir (ve dolayısıyla diğer her şey de belli
bir insan için belli bir anda dönüşümse! nesne olabilir). Kendimizi
H E P VAAT HEP VAAT 251

bu nesneleri kullanıyor gibi, psikanalitik bir bakış açısından Fre­


ud'un verdiği adla "rüya çalışması"na ya da Winnicott'ın verdiği ad­
la "nesne-kullanımı"na benzer bir şey yapıyor gibi düşünebiliriz.
Burada en manidar olansa, bunların geleceğimizi yaratmak için
seçtiğimiz şeyler olmasıdır. Fakat edebiyata-karşı-psikanaliz mese­
lesinde en açık olan, bir zamanlar "nesne", şimdiyse daha ılımlı (ya
da daha umut verici) bir şekilde "kişi" denen şeyin varlığı ile yoklu­
ğu arasındaki fark sorunudur - psikanalizin özellikle ilgilendiği bir
fark. Bir zamanlar yaşam ve anlamı konusundaki anlayışımı -Jane
Austen'ın bir mektubunda verdiği adla "öz-önemimi"- Tann'nın
namevcut varlığı etrafında düzenlemişken, şimdi yaşamımı diğer
insanlarla ilişkilerim, hatta yazar diye adlandırılan farklı türde bir
yaratıcının mevcut varlığı ya da bir analistin görece mevcut varlığı
etrafında düzenleyebilirim. Ne zaman bir kitap okusam -okumam­
dan önce ve sonra ne yapsam- birilerinin, namevcudiyetleri içinde
benimle iletişime geçtiğini hissederim. Daha ziyade bir rüya gibi,
bir şeyler duyarım ama hiç ses yoktur. Modem teknoloji, insanla­
rın kendi yokluklarında ve ölümlerinden sonra bizimle iletişime
geçebilmelerinin ne kadar inanılmaz olduğunu gizlemektedir. El­
bette, gerçekten orada olmayan insanlardan bir şeyler isteriz. O hal­
de odadaki bir insanın yarattığı fark nedir? Konuşmak ve dinlemek
gerçekte ne fark yaratır? Daha psikanalitik bir şekilde ifade etmek
gerekirse, kitap okumak neyin yeniden yaratımıdır ki analiz, şu
malum gerçek öteki insanın varlığı nedeniyle, bu şey olmayı asla
başaramaz? Diyebiliriz ki, kişinin bir yalnızken dürüst olduğu bir
benlik, bir de insan içindeyken dürüst olduğu bir benlik vardır.
Çocukları nesnenin yokluğunda mümkün olanla deney yapıyor
gibi, bir insanın elle tutulur varlığı olmadan ne yapabileceklerini,
ne tür deneyimlere sahip olabileceklerini keşfediyor gibi düşünebi­
liriz. İster nesne değişmezliğinden ya da iyi nesnenin içselleştiril­
mesinden, ister annenin huzurunda yalnız olma kapasitesinden bah­
sediyor olalım, ideal olarak, çocuğun kendi yalnızlığının hazlarını
keşfettiği bir zaman gelir. Çocuğun bu yalnızlıkta yapabileceği şey­
lerden biri -kültürlenme yoluyla, özdeşleŞme yoluyla, zulümden
kaçış olarak, gündüz düşü görmenin bir biçimi olarak- okumaktır.
Ve çocuk, okumayı olur da severse, kendisini bir kitapta kaybede­
bilecektir. Rüyaya benzeyen bir kendini unutuşla, neticede bırakıp
252 HEP VAAT HEP VAAT

geri dönmek zorunda olduğu bir deneyim yaşayacaktır - kendi ça­


pında, asal ilişkileri kadar massedici bir deneyim. Fakat bu okuma
deneyimleri o ilk massedilme durumlarının tekrarıdır, yalnızca ger­
çek bir nesnenin yokluğunda gerçekleşir. Kişinin yalnızken dürüst
olduğu benlik (ya da benlikler) ötekinin talebinin vereceği rahatsız­
lıktan görece muaftır; ihlal asgari düzeydedir. Kişinin bir kitabın
yazarıyla ilişkide olduğunu söylerken kastedebileceklerinin bir
parçasıdır bu . Yazar sizinle konuşur ama cevap vermez. Yazar fiili­
yatta hiç konuşmaz. Aynca yazar diye adlandırılan bu insanın tale­
bi, bir yakınlık hissine dayalı olarak bir bakıma seçilmiş sayılır.
Rüya deneyimi gibi, okuma deneyimi de sessizlik içinde yürütülür,
tabii eğer kişi sesli okumayı tercih etmiyorsa, zira bu durumda in­
san tuhaf bir şekilde yalnızca kendi sesini duyar. Eğer "edebiyat
olası varlık durumlarının mübadelesiyse" o halde kitap ile okur ara­
sında ne tür bir alışveriş olmaktadır? Bir kitap bize bir insanın ve­
remeyeceği ne verebilir? Muhtemel cevaplardan biri "sessizlik
içinde bir ilişki deneyimi" olabilir, hiç kimsenin konuşmadığı alı­
şılmadık bir ilişki deneyimi. B iyografiye, mülakatlar ve canlı oku­
malar aracılığıyla yazarlar hakkında bilgi edinmeye olan ilgimiz
kanımca bu sessizliği kırma isteğidir. Edebiyat ve psikanaliz hak­
kında düşünmek sessizliğin neyin aracı olabileceğini merak etmek­
tir. Bir analizde analistin konuşma olasılığı her zaman vardır. Yaza­
rınsa konuşma olasılığı hiçbir zaman yoktur.
Edebiyat okumak sessizlik içinde yürütülen bir ilişkidir, oysa
bizim genellikle ilişki diye düşündüğümüz şey insanların beraber­
ce sözcükler sarfettikleri bir şeydir. Gerçekten de insanların fiilen
hiç konuşmadan birlikte bir şeyler yapabilmeleri tasavvur edile­
mez. Demokrasi tanımı gereği oldukça gürültülüdür. Fakat şayet
birisi yalnızlık ve sessizlik içinde -kendisini çevreleyen ya da ön­
celeyen ilişkiler tarafından desteklenen ve sürdürülen bir sessizlik­
tir bu- kendine karşı daha dürüst olduğunu hissettiğini söylerse, ki
söyleyebilir, bundan ne çıkartabiliriz? Şayet birisi kendisiyle yal­
nızca sessizlik içinde -okuyarak, konuşarak değil- kurabilec�ği bir
ilişki türü olduğunu söyleseydi, psikanalitik bir bakış açısından ne­
yin mübadele edildiğini düşünürdük? Mübadele ya da ilişki devam
etmekte olan şeyin iyi ve yararlı bir tanımı olabilir miydi? Eğer psi­
kanalizi ve edebiyatı Cavell'ın terimleri ışığında düşünürsek ("kişi-
H E P VAAT HEP VAAT 253

nin kendisine dürüst olması" ve "demokrasiye seve seve rıza gös­


termesi") kendimizle olan ilişkimizi yalnızca başkalarıyla olan iliş­
kimizin diliyle anlayabileceğimiz gerçeğiyle karşılaşırız. Kendimi
sessizlik anında -özünde meditasyona benzeyen edebiyat okuma
deneyimi sırasında- kendime karşı dürüst hissedebilirim ama bir
demokrat olmak için hem konuşmam hem de diğer insanların ses­
lerinin değerine inanmam gerekir; ne söylediklerini duyduğumda
kontrolümü kaybetmemem gerekir.
Kişinin kendisine dürüst ve sadık olması bir zamanlar B atı'daki
insanların çoğuna Tanrı'ya dürüst ve sadık olmakla eşdeğer görü­
nürdü . Onunla cevaplamasa bile dua ya da ibadet aracılığıyla konu­
şabilirdiniz. Yani, sadık olunacak bir şey ya da uğruna dürüst olu­
nacak birisi vardı. Hayata dair sorular siyasi sorular haline gelen ya
da gelmeye çalışan dini sorulardı. Klasikçi Marcel Detienne'in ver­
diği adla "dilin sekülerleşmesi" gibi bir süreç vardı: iki konuşma
modeli "büyüsel-dini" ile "diyalog-konuşma" arasında evrilmekte
olan bir karşıtlık. Dolayısıyla bazı insanlar için soru şuna dönüş­
müştür: Demokrasiye sadık olmak için ne tür bir benliğe sahip ol­
mak gerekir? Bu ise aslında şu sorunun psikolojik versiyonuydu:
Demokrasiye sadık olmak neye sadık olmaktır?
Görünen o ki gelişim teorisinin tüm psikanalitik versiyonları bi­
zim içgüdüsel ya da duygusal köktendinciler ("büyüsel-dini konuş­
ma"ya inananlar), demokrat olmaya çalışanlar ("karşılıklı konuş­
ma"ya bağlılık) ya da korku nedeniyle her zaman büyüye sığınma­
ya meyyal olan doğuştan demokratlar olduğumuzu ima etmektedir.
Demokrasi bu ilerleme mitinde bir gelişimsel başarı haline gelir.
Demokrasiye sadık olmak rakip bakış açılarına değer vermenin an­
lam ve önemini görmek anlamına gelir. Kişinin kendine sadık ol­
ması beraberinde bunu getirebileceği gibi getirmeyebilir de.
Lacan Ecrits'te (Yazılar), "Psikanaliz bir anımsama sorunudur,"
der. "Burada geçmiş hakkındaki tahminler gelecek hakkındaki va­
atlerle dengelenir. " Bu dengeleme eyleminde hatırlıyor olmak bir
gelecek planlamaktır. Geleceği çağırmak ise psikanalizin görevidir.
Dolayısıyla burada aslolan psikanaliz mi edebiyat mı, yoksa psika­
naliz ve edebiyat mı, sorusu değildir. Daha ziyade, gerek aşın çe­
şitliliği içinde edebiyatın, gerekse tüm adanmış ve sadık tekrarla­
rıyla psikanalizin sunduğu öz-oluş(um)un sınırlamaları nelerdir,
254 HEP VAAT HEP VAAT

sorusudur. Sonuçta bizi neyin değiştireceğini, hatta ne tür değişik­


likler istediğimizi önceden bilemeyiz. B ir kitap bizimle konuşabi­
lir ve asla küstahça cevaplar vermez; aynca geçmişi ve ölülerin
seslerini zihnimizde uyandırabilir. Fakat bir kitaba asla hikaye an­
latmayız. Öte yandan, okumak elimizdeyken analiz tecrübesi yaşa­
mak neden?
metis eleştiri

Rene Girard
Romantik Yalan ve Romansal Hakikat
Edebi Yapıda Ben ve Öteki

Samuel Beckett
Proust

Tzvetan Todorov
Poetikaya Giriş

Georg Lukacs
Roman Kuramı

Roland Barthes
Yazının Sıfır Derecesi

Tzvetan Todorov
Fantastik

Theodor W. Adorno
Edebiyat Yazıları

Mihail M. Bahtin
Dostoyevski Poetikasının Sorunları

Franco Moretti
Mucizevi Göstergeler
Edebi B içimlerin Sosyolojisi Üzerine

Elaine Scarry
Kitapla Hayal Etmek

lan Watt
Romanın Yükselişi
Defoe, Richardson ve
Fielding Üzerine incelemeler

Adam Phillips
Hep Vaat Hep Vaat
Edebiyat ve Psikanaliz Üzerine Denemeler
METİ S ELEŞTİRİ

lan Watt

ROMANIN YÜKSELİŞİ
Defoe. Richardson ve
Fielding Üzerine İncelemeler
Çeviren: Ferit Burak Aydar

Yirminci yüzyılda edebiyat tarihi ve eleştirisi alanının en


etkili olmuş, en çok alıntılanmış ve tartışılmış klasiklerin­
den biri olan Romanın Yükselişi nihayet Türkçede.
lan Watt on sekizinci yüzyıl İ ngiliz edebiyatının önde
gelen üç romancısı, Defoe, Richıtrdson ve Fielding'in ki­
taplarına dair gayet özgün ve derinlikli yorumlar sunarak,
bu romancıların modern roman geleneğinin oluşumunda­
ki önemli rollerini araştırıyor. Bağlamsal eleştirinin seç­
kin örneklerinden birini sunarak, ele aldığı romanları Ba­
tı tarihinin belirgin dönemeçleriyle ilişkilendirerek de­
ğerlendiriyor: Orta sınıfların ve ekonomik bireyciliğin
yükselişi, on yedinci yüzyıldaki felsefi yenilikler, kadın­
ların toplumsal konumundaki karmaşık değişimler gibi
"dışsal" etkenlerin modern roman tahayyülünün biçim­
lenmesinde nasıl bir rol oynadıklarını inceliyor.

You might also like