You are on page 1of 217

BAY TOMPKİNS’İN SERÜVENLERİ

Bay Tompkins’in Serüvenleri

GEORGE GAMOW
Yazar ve John Hookham
tarafından resimlendi

CAMBRIDGE UNIVERSITY PRESS


Cambridge University Press
The Edinburg Building, Cambridge CB2 8RU, UK
Amerika Birleşik Devletleri’nde, New York Cambridge University Press,
tarafından yayınlandı

www.cambridge.org
Bu başlık hakkında bilgi: www.cambridge.org/9781107604681

Bay Tompkins harikalar diyarında


İlk yayın tarihi 1940
Bay Tompkins atomu araştırıyor
İlk yayın tarihi 1945

© Cambridge University Press 1965, 1993

Bu yayının telif hakkı vardır. Kanuni istisnaya ve


ilgili toplu lisans sözleşmelerinin hükümlerine tabi olarak,
Cambridge University Press'in yazılı izni olmadan
hiçbir bölümün çoğaltılması gerçekleştirilemez.

İlk yayın tarihi 1965


1967 düzeltmeleri ile yeniden basılmıştır
1969, 1971, 1973, 1975, 1976
1978, 1979, 1980, 1981, 1982, 1983, 1984
1985, 1986, 1987, 1988, 1989, 1990’da yeniden basılmıştır

Kanto baskısı 1993


14. baskı 2013

CPI Group (UK) Ltd, Croydon, CR0 4YY tarafından basılmış ve ciltlenmiştir
Bu yayın için British Library'de bir katalog kaydı mevcuttur.
ISBN 978-1-107-60468-1 Karton Ciltli

Cambridge University Press, bu yayında atıfta bulunulan harici veya üçüncü


taraf internet web sitelerinin URL'lerinin kalıcılığı veya doğruluğu
konusunda hiçbir sorumluluk taşımaz ve bu tür web sitelerindeki herhangi bir
içeriğin doğru veya uygun olduğunu veya öyle kalacağını garanti etmez.
Bu eserde verilen fiyatlar, seyahat tarifeleri ve diğer olgusal bilgilerle ilgili
bilgiler ilk basıldığı tarihte doğrudur, ancak Cambridge University Press daha
sonra bu bilgilerin doğruluğunu garanti etmez.
Arkadaşım ve editörüm
RONALD MANSBRIDGE

v
vi
İçindekiler

ÖNSÖZ ix
GİRİŞ xi
TAKDİM xiii

1 Şehrin Hız Sınırı 1


Profesörün, Bay Tompkins'in Rüyasına Neden
2 Olan Görelilik Üzerine Dersi 9

3 Bay Tompkins tatile çıkıyor 21


Profesörün, Eğimli Uzay, Yerçekimi ve Evren
4 Üzerine Dersi 33

5 Titreşen Evren 47
6 Kozmik Opera 59
7 Kuantum Bilardosu 71
8 Kuantum Ormanları 93
9 Maxwell'in Şeytanı 103
10 Neşeli Elektronlar Kabilesi 121
Bay Tompkins’in Uyuduğu Önceki Konferansın
10 1 139
2 Bir Kısmı

12 Çekirdeğin İçinde 147


13 Tahta Oymacısı 161
14 Boşlukta Delikler 179
15 Bay Tompkins Japon Yemeğini Tadıyor 191

vii
Teşekkür

Telif hakkı bulunan materyalin çoğaltılmasına ilişkin izin için


aşağıdakilere teşekkür ederiz: O come, all ye Faithful (‘O Atome
preemorrdial’, s. 57) ve Rule, Britannia (‘Evren, cennetin
kararıyla', s. 60) Time to Sing’den; ve Macmillan Company’ye s.
144, The Crystalline State, Sir W. H. Bragg, S.M.O ve W. L. Bragg.

viii
Önsöz
George Gamow'un, Bay Tompkins'in ışık hızının küçük ya da
Planck'ın sabit hızının artmasıyla ortaya çıkan harika
dünyalardaki iki macerasına ilişkin değerli kitabının, şimdi
ciltsiz olarak yeniden basılması benim için özel bir zevk. Geriye
dönüp bakıldığında, üzerinde tartışılacak ayrıntılar bulunabilse
de, bu son derece keyifli hikayelerin heyecanı bende yaklaşık elli
yıl önce onlarla ilk karşılaştığım zamanki kadar taze. Fizik birçok
yönden ilerlemiş olsa da, görelilik ve kuantum teorisinin temel
fiziği değişmedi. Gamow, zekası ve anlatı becerileriyle, bu temel
fiziğin bazı şaşırtıcı ve anlaşılmaz gizemlerini -aslında hala
modern olan bir fiziği- çocuklar için büyülü ve harika hikayelere
dönüştürüyor.
Oldukça küçük bir çocukken Tompkins hikayelerini
okuduğumu hatırlıyorum ve temel fiziğin, hayatımın geri
kalanında benim için sahip olduğu büyük heyecandan büyük
ölçüde onların sihirlerinin sorumlu olduğuna eminim. Kuantum
ormanının kaplanlarını ve eski oymacının gizemli renkli top
kutularını (nükleonlar), göreli olarak düzleştirilmiş bisikletini, o
ve Bay Tompkins'in minyatürlerini gördükleri gibi "Sadece uzan
ve gözlemle" diye seslenen profesörü hala canlı bir şekilde
hatırlıyorum. Evren onların üzerine içe doğru çöker. Çocukken
benim için yeni fiziği canlı ve gerçek yapan Bay Tompkins idi ve
eminim ki o başkaları için aynısını yapmaya devam edecektir.
1940’ların başında yazılan (1965'te güncellendi) Gamow’un
temel ilgi alanları, görelilik ve kozmolojinin, kuantum teorisinin
ve parçacık fiziğinin genel ilkeleriydi. Belirli ayrıntılar dışında,
bu fiziğin esasları değişmedi ve bu nedenle Gamow’un
açıklamaları bugüne kadar esasen modern kaldı. Belki de
ix
Gamow’un zamanından bu yana fiziğin ilerlemesinin ana yolları
parçacık fiziği ile ilgilidir. Şimdi Gamow’un zamanından daha
fazla parçacık biliniyor, ancak şimdi onları tanımlamak için daha
iyi teoriler bulunuyor. Nükleon altyapısı (kuarklar açısından) ve
parçacıkların güçlü ve zayıf etkileşimleri (şu anda ‘standart
model’ olarak bilinen şeyin altında yatan ‘ölçme teorileri’
açısından) hakkında bir şeyler biliyoruz. Gamow’un ilk yazdığı
gibi varlığı hala esrarengiz olan nötrino, şimdi hem teorik hem
de deneysel olarak iyi belirlenmiş durumda. Görelilik ile ilgili
olarak, Gamow’un düzleştirilmiş bisikletler ve şehir blokları
tanımları sezgisel olarak faydalıdır, ancak bunlar bir
gözlemcinin onları gerçekte göreceğini temsil etmez. Sonlu ışık
hızı hesaba katıldığında, küçük nesneler yanlarından geçerken
düz değil, döndürülmüş olarak görünürdü. Bu kitabı kara
delikler anlaşılmadan önce yazdı; bu, kuşkusuz onlardan
hikayelerinde yapmış olabileceği harika kullanımı göz önüne
alındığında oldukça üzücü. Kara deliklerde ve büyük patlamada
meydana gelen kozmik tekilliklerin kaçınılmazlığı ve doğası,
şimdi bizi kapalı evrenin titreşimli doğasından şüphe etmeye
yöneltiyor. Ancak Gamow’un kozmoloji ve evrenin kökeniyle
ilgili kehanet niteliğindeki yargıları, zamanın testinden
derinlemesine geçmiştir. Evrenin mekansal olarak açık mı yoksa
kapalı mı olduğu konusunda kararsız kalır; ama Gamow’un
tahmin ettiği gibi kararlı hal uzun ömürlü olamadı ve evrenin
başlangıcına dair büyük patlama resmi ikna edici bir şekilde
başarılı oldu.

ROGER PENROSE
Ekim 1992

x
Giriş

1938 kışında, sıradan insanlara uzayın eğriliği ve genişleyen


evren teorisinin temel fikirlerini açıklamaya çalıştığım kısa,
bilimsel olarak fantastik bir hikaye (bilim kurgu hikayesi değil)
yazdım. Bunu, gerçekte var olan göreceli olguları, hikayenin
kahramanı C. G. H.* tarafından kolayca gözlemlenebilecekleri
ölçüde abartarak yapmaya karar verdim. Tompkins, modern
bilimle ilgilenen bir banka memuru.
Müsveddeyi Harper’s Magazine’e gönderdim ve yeni
başlayan tüm yazarlar gibi bir ret makbuzu ile geri aldım.
Denediğim diğer yarım düzine dergi de buna uydu. Bu yüzden
taslağı masamın çekmecesine koydum ve unuttum. Aynı yılın
yazında Milletler Cemiyeti tarafından Varşova’da düzenlenen
Uluslararası Teorik Fizik Konferansına katıldım. Charles
Darwin’in (Türlerin Kökeni) torunu olan eski arkadaşım Sir
Charles Darwin’le bir bardak mükemmel Polonya miod’u (bal
şarabı) eşliğinde sohbet ediyordum ve konuşma bilimin
popülerleşmesine döndü. Darwin’e bu yolda yaşadığım kötü
şansı anlattım ve o şöyle dedi: “Bak Gamow, Amerika Birleşik
Devletleri’ne döndüğünüzde el yazmanızı toplayın ve popüler
bir derginin editörü olan Dr C. P. Snow’a gönderin. Cambridge
University Press tarafından yayınlanan bilimsel Discovery
(Keşif) dergisi.”
Ben de bunu yaptım ve bir hafta sonra Snow’dan bir telgraf
geldi: “Makaleniz bir sonraki sayıda yayınlanacak. Lütfen daha
* Bay Tompkins'in baş harfleri üç temel fiziksel sabitten gelmektedir: ışık
hızı 𝑐𝑐; yerçekimi sabiti 𝐺𝐺 ve etkilerinin sokaktaki adam tarafından kolayca fark
edilebilmesi için son derece büyük faktörler tarafından değiştirilmesi gereken
kuantum sabiti ℎ.
xi
fazlasını gönderin.” Böylece, Discovery’nin sonraki sayılarında
görelilik teorisini ve kuantum teorisini popülerleştiren Bay
Tompkins hakkında bir dizi hikaye ortaya çıktı. Kısa bir süre
sonra Cambridge University Press’ten, bu makalelerin, sayfa
sayısını artırmak için birkaç ek hikayeyle birlikte kitap halinde
yayınlanması gerektiğini öneren bir mektup aldım. Bay
Tompkins Harikalar Diyarında adlı kitap, 1940 yılında
Cambridge University Press tarafından yayınlandı ve o
zamandan beri on altı kez yeniden basıldı. Bu kitabı, 1944’te
yayınlanan ve şimdiye kadar dokuz kez yeniden basılan devam
kitabı niteliğindeki Bay Tompkins Atomu Keşfediyor izledi.
Ayrıca, her iki kitap da hemen hemen tüm Avrupa dillerine
(Rusça hariç) ve ayrıca Çince ve Hintçe'ye çevrilmiştir.
Yakın zamanda Cambridge University Press, iki orijinal
cildi tek bir ciltsiz baskıda birleştirmeye karar verdi ve benden
eski materyali güncellememi ve bu kitapların ilk basımından
sonra gerçekleşen fizik ve ilgili alanlardaki gelişmeleri ele alan
birkaç hikaye daha eklememi istedi. Bu nedenle, fisyon ve
füzyon, kararlı durum evreni ve temel parçacıklarla ilgili
heyecan verici problemler hakkındaki hikayeleri eklemek
zorunda kaldım. Bu materyal mevcut kitabı oluşturmaktadır.
Çizimler hakkında birkaç söz söylenmelidir. Discovery’deki
orijinal makaleler ve ilk orijinal cilt, Bay Tompkins’in yüz
özelliklerini yaratan Bay John Hookham tarafından
resmedilmiştir. İkinci cildi yazdığımda, Bay Hookham
illüstratörlükten emekli olmuştu ve ben de Hookham’ın tarzına
sadık kalarak kitabı kendim çizmeye karar verdim. Bu ciltteki
yeni çizimler de bana ait. Bu ciltte yer alan dizeler ve şarkılar
eşim Barbara tarafından yazılmıştır.
G. GAMOW
Colorado Üniversitesi,
Boulder, Colorado, ABD

xii
Takdim
Erken çocukluktan itibaren, etrafımızdaki dünyaya, beş
duyumuz aracılığıyla algıladığımız için alışırız; zihinsel
gelişimin bu aşamasında temel uzay, zaman ve hareket
kavramları oluşur. Zihnimiz kısa sürede bu kavramlara o kadar
alışır ki, daha sonra onlara dayanan dış dünya kavramımızın
sadece mümkün olduğuna inanma eğilimindeyiz ve onları
değiştirme fikri bize paradoksal görünür. Bununla birlikte, kesin
fiziksel gözlem yöntemlerinin geliştirilmesi ve gözlemlenen
ilişkilerin daha derin analizi, modern bilimi, bu 'klasik' temelin,
günlük gözlemlerimiz için normalde erişilemeyen fenomenlerin
ayrıntılı açıklaması için kullanıldığında tamamen başarısız
olduğu görülür. Yeni saf deneyimimizin doğru ve tutarlı tanımı
için, uzay, zaman ve hareketin temel kavramlarında bir miktar
değişikliğe gidilmesi kesinlikle gereklidir.
Bununla birlikte, sıradan yaşam deneyimi söz konusu
olduğunda, yaygın kavramlar ile modern fizik tarafından ortaya
konanlar arasındaki sapmalar ihmal edilebilecek kadar
küçüktür. Ancak, kendi dünyamızınkilerle aynı fiziksel yasalara
sahip, eski kavramların uygulanabilirlik sınırlarını belirleyen
fiziksel sabitler için farklı sayısal değerlere sahip başka dünyalar
hayal edersek, modern bilimin ancak çok uzun ve ayrıntılı
araştırmalardan sonra ulaştığı yeni ve doğru uzay, zaman ve
hareket kavramları, genel bir bilgi meselesi haline gelir. Böyle bir
dünyada ilkel bir vahşinin bile görelilik ve kuantum teorisi
ilkeleriyle tanışacağını ve onları avlanma amaçları ve günlük
ihtiyaçları için kullanacağını söyleyebiliriz.
Mevcut hikayelerin kahramanı, rüyalarında, genellikle
sıradan duyularımızla erişilemeyen olguların, sıradan yaşamın
xiii
olayları olarak kolayca gözlemlenebilecekleri kadar güçlü bir
şekilde abartıldığı bu türden çeşitli dünyalara taşınır. Fantastik
ama bilimsel olarak doğru olan rüyasında, ona görelilik,
kozmoloji, kuantum, nükleer yapı, temel parçacıklar vb. gibi
atom dünyasında gözlemlediği olağandışı olayları basit bir dille
açıklayan eski bir fizik profesörü (ki onun kızı Maud ile
sonunda evlendi) tarafından yardım görür.

xiv
xv
1

Şehrin Hız Sınırı


Bankalar tatildeydi. Şehrin büyük bir bankasının küçük kâtibi
Bay Tompkins geç saatlere kadar uyudu ve rahat bir kahvaltı
yaptı. Gününü planlamaya çalışırken, önce, öğleden sonra bir
filme gitmeyi düşündü ve sabah gazetesini açarak eğlence
sayfasında göz gezdirdi. Ama hiçbir film ona çekici gelmedi.
Popüler yıldızlar arasındaki sınırsız aşklar gibi tüm bu
Hollywood saçmalıklarından hoşlanmıyordu.

Keşke gerçek bir maceraya sahip en az bir film olsaydı,


olağandışı ve hatta fantastik bir yanı vardı. Ama hiçbiri yoktu.
Beklenmedik bir şekilde gözü sayfanın köşesindeki küçük bir
nota takıldı. Yerel üniversite modern fiziğin sorunları üzerine bir
dizi ders duyuruyordu ve bu öğleden sonraki ders EINSTEIN’ın
Görelilik Teorisi hakkında olacaktı. Öyleyse, bu önemli bir şey
olabilirdi! Sık sık, Einstein’ın teorisini, dünyada sadece bir
düzine insanın gerçekten anladığını duymuştu. Belki kendisi on
1
ŞEHRİN HIZ SINIRI

üçüncü olabilirdi! Elbette derse gidecekti; tam da onun ihtiyacı


olan bir şeydi.
Üniversitenin büyük amfisine ulaştığında konferans
başlamıştı. Salon, çoğu genç olan öğrencilerle doluydu ve büyük
bir dikkatle, karatahtanın yanında İzafiyet Teorisi'nin temel
esaslarını açıklamaya çalışan uzun boylu, beyaz sakallı adamı
dinliyorlardı. Bay Tompkins sadece, Einstein'ın teorisinin temel
fikrinin, hareket eden herhangi bir maddi cisim tarafından
geçilemeyecek bir maksimum hız olduğunu, bunun da ışık hızı
olduğu ve bu gerçeğin çok garip ve olağandışı sonuçlara yol
açtığını anlayabildi. Ancak profesör, ışığın hızı saniyede 300 000
km. olduğu için, sıradan yaşam olayları için küçük görelilik
etkilerinin pek gözlemlenemeyeceğini belirtti. Bu olağandışı
etkilerin doğasını anlamak gerçekten çok zordu ve Bay
Tompkins’e tüm bunlar sağduyuya aykırıymış gibi geldi. Başı
yavaşça omzuna düşerken, ölçüm çubuklarının kısalmasını ve
saatlerin tuhaf davranışlarını -ışık hızına yakın bir hızla hareket
ederlerse beklenmesi gereken etkileri- hayal etmeye çalışıyordu.
Gözlerini tekrar açtığında kendini bir ders sırasında değil,
şehirde yolcuların rahatı için kurulmuş otobüs durağındaki
banklardan birinde otururken buldu. Orta çağ kolej binalarının
caddeyi kapladığı eski, güzel bir şehirdi. Düş gördüğünü sandı
ama çevresinde olağandışı bir şey olmaması onu şaşırttı; karşı
köşede duran polis bile genellikle diğer polislerin yaptıkları gibi
davranıyordu. Aşağıdaki kulede büyük saatin kolları neredeyse
beşi gösteriyordu ve sokaklar hemen hemen boştu. Caddeden
bisiklete binmiş bir genç yavaş yavaş ona doğru geliyordu ve o
yaklaşırken Bay Tompkins’in gözleri şaşkınlıkla açıldı. Çünkü
bisiklet ve üzerindeki genç adam, sanki silindirik bir mercekten
görülüyormuş gibi, hareket yönünde inanılmaz derecede
incelmişti. Kuledeki saat beşi vurdu ve belli ki acelesi olan
bisikletçi pedallara daha da kuvvetli basmaya başladı. Bay
Tompkins onun hayli hızlandığını fark etmedi, ancak bisikletçi

2
ŞEHRİN HIZ SINIRI

daha da inceldi ve kartondan kesilmiş bir resim gibi caddeden


aşağı indi. Bay Tompkins kendini çok gururlu hissetti çünkü
bisikletçiye ne olduğunu anlayabiliyordu, bu biraz önce duyduğu

İnanılmaz incelmiş

hareketli cisimlerin kısalmasından başka bir şey değildi.


“Besbelli doğanın hız sınırı burada daha düşük,” diye
mırıldandı, “köşedeki polis memuru bu yüzden tembel

3
ŞEHRİN HIZ SINIRI

görünüyor, kimse hız sınırını aşamadığı için kendisine pek iş


düşmüyor.” Zaten şu anda caddede ilerleyen ve dünyanın bütün
gürültülerini çıkaran bir taksi, bisikletçiden daha iyisini
yapamazdı ve adeta sürünerek ilerliyordu. Bay Tompkins, iyi bir
adama benzeyen bisikletçiye yetişmeye ve ona bununla ilgili her
şeyi sormaya karar verdi. Polisin başka bir yöne baktığından
emin olduğunda kaldırımın yanında duran bisikleti aldı ve hızla

Şehrin binaları daha da inceldi

caddeye çıktı. Son zamanlarda aldığı kilolar onu biraz


endişelendirdiği için hemen inceleceğini düşünerek çok mutlu
oldu. Fakat büyük bir şaşkınlıkla ona ve bisikletine hiçbir şey
olmadı. Öte yandan, etrafındaki görüntü tamamen değişti.
Sokaklar kısaldı, dükkânların pencereleri dar yarıklar gibi
görünmeye başladı ve köşedeki polis, gördüğü en zayıf adam
oldu.
Bay Tompkins heyecanla “Aman Tanrım!” diye bağırdı,
“Şimdi işin püf noktasını anlıyorum. İşte bu noktada görelilik
kelimesi devreye giriyor. Pedallara kim basarsa bassın, bana

4
ŞEHRİN HIZ SINIRI

göre hareket eden her şey bana daha kısa görünüyor!” İyi bir
bisikletçiydi ve genç adamı geçmek için elinden geleni
yapıyordu. Ama bu bisikletle hızlanmanın hiç de kolay
olmadığını gördü. Pedalları olabildiğince hızlı çevirmesine
rağmen, hızdaki artış neredeyse yok denecek kadar azdı.
Bacakları şimdiden ağrımaya başladı, ama yine de köşedeki bir
lamba direğini ilk başladığı anki hızından daha süratli geçemedi.
Sanki hızlı hareket etme çabaları hiçbir sonuç vermiyor gibiydi.
Yeni karşılaştığı bisikletçinin ve taksinin neden daha hızlı
olamayacağını şimdi çok iyi anlıyordu ve profesörün, ışığın
kısıtlayıcı hızını aşmanın imkansızlığı konusundaki sözlerini
hatırladı. Ancak, şehirdeki binaların daha da inceldiğini ve
önünden giden genç bisikletçinin artık o kadar da uzak
görünmediğini fark etti. İkinci dönüşte bisikletçiyi geçti ve bir an
yan yana geldiklerinde bisikletçinin aslında oldukça normal,
sportif görünümlü bir genç adam olduğunu görünce şaşırdı. ‘Oo,
bu birbirimize göre hareket etmediğimiz için olmalı,’ diye
düşündü ve genç adama seslendi.
“Affedersiniz efendim!” dedi. “Hız sınırı bu kadar yavaş
olan bu şehirde yaşamak sizi sıkmıyor mu?”
“Hız sınırı mı?” diyerek şaşkınlıkla döndü genç adam,
“burada herhangi bir hız sınırımız yok. Bu hurda bisiklet yerine
en azından bir motosikletim olsaydı her yere istediğim kadar
hızlı bir şekilde gidebilirdim!”
“Ama biraz önce yanımdan geçerken çok yavaş hareket
ediyordunuz”, dedi Bay Tompkins. “Özellikle dikkat ettim.”
“Oh fark ettin, değil mi?” dedi genç adam, anlaşılan
gücenmişti. “Sanırım benimle ilk konuştuğunuzdan beri beş
bloğu geçtiğimizi fark etmediniz. Bu sizin için yeterince hızlı
değil mi?”
“Ama sokaklar çok kısaldı,” diye iddia etti Bay Tompkins.
“Daha hızlı hareket etmemiz ya da sokağın kısalması ne fark
eder ki? Postaneye gitmek için on blok gitmem gerekiyor ve

5
ŞEHRİN HIZ SINIRI

pedallara daha fazla basarsam bloklar kısalır ve oraya daha hızlı


varırım. Aslında geldik bile,” dedi bisikletinden inerken genç
adam.
Bay Tompkins postanenin saatine baktı, beş buçuğu
gösteriyordu. “Peki!” dedi muzaffer bir edayla, “bu on bloğu
geçmen yarım saat sürdü, seni ilk gördüğümde saat tam beşti!”
“Peki bu yarım saati fark ettin mi?” diye sordu genç adam.
Bay Tompkins, bunun kendisine gerçekten yalnızca birkaç
dakika gibi geldiğini kabul etmek zorunda kaldı. Üstelik kol
saatine baktığında beşi beş geçeyi gösteriyordu. “Oo!” dedi.
“Postanenin saati ileri mi?”. “Elbette öyle ya da çok hızlı
gittiğiniz için saatiniz çok yavaş. Hem sizin sorununuz ne?
Ay’dan mı geldiniz?” dedi genç adam ve postaneye girdi.
Bu konuşmadan sonra Bay Tompkins, yaşlı profesörün
yanında olmadığına üzüldü. Bu garip olayları ancak o
açıklayabilirdi. Anlaşılan, genç adam buranın yerlisiydi ve daha
yürümeyi öğrenmeden bu duruma alışmıştı. Bu yüzden Bay
Tompkins bu tuhaf dünyayı tek başına keşfetmek zorundaydı.
Saatini on dakika süre ile postanenin saati ile karşılaştırdı. Geri
kalmıyordu. Bisiklete binerek yoluna devam etti. Caddenin
sonunda, tren istasyonunun saati ile kendi kol saatini tekrar
kontrol etti. Yine kendi saati geri kalmıştı. “Herhalde bu da
rölatif bir etken olmalı” diye düşündü. Genç adamdan daha
akıllı birisini bulup, bu konuda bilgi almaya karar verdi.
Beklediği fırsat çok çabuk geldi. Kırk elli yaşlarında olan bir
bey trenden indi ve çıkışa doğru ilerlemeye başladı. Oldukça
yaşlı bir bayan tarafından karşılandı ve Bay Tompkins’i çok
şaşırtan bir şekilde, ona “sevgili büyükbabam” diye hitap etti. Bu
Bay Tompkins için çok fazlaydı. Bagaja yardım etme bahanesiyle
onlarla konuşmaya başladı.
“Eğer aile meselelerinize karışıyorsam affedin,” dedi,
“gerçekten bu hoş yaşlı bayanın dedesi misiniz? Ben buranın
yabancısıyım ve ben asla...” “Oo, anlıyorum,” dedi beyefendi

6
ŞEHRİN HIZ SINIRI

bıyıklarıyla gülümseyerek. “Sanırım beni Gezgin Yahudi falan


sanıyorsunuz. Ama mesele gerçekten çok basit. İşim çok seyahat
etmemi gerektiriyor ve hayatımın çoğunu trende geçirdiğim için
doğal olarak şehirde yaşayan akrabalarıma göre çok daha yavaş
yaşlanıyorum. Sevgili küçük torunumu hala hayatta görmek için
zamanında geri döndüğüme çok sevindim! Ama kusura
bakmayın lütfen, takside ona eşlik etmem gerekiyor.” dedi ve
Bay Tompkins’i yine sorunlarıyla baş başa bırakarak uzaklaştı.
İstasyon büfesinden aldığı bir çift sandviç zihinsel becerisini
iyice artırdı ve hatta bu çelişkiyi ünlü görelilik ilkesinde
bulduğunu iddia edecek kadar da ileri gitti.
Kahvesini yudumlarken, “Evet, elbette,” diye düşündü,
“eğer herşey rölatif olsaydı, trendeki yolcu onlara çok yaşlı bir
adam gibi görünürdü ve aslında her iki taraf oldukça genç olsa
da, ona çok yaşlı görüneceklerdi. Ama şimdi söylediklerim
kesinlikle saçmalık: Bir kişinin göreceli olarak gri saçı olamaz!”
Bu nedenle işlerin gerçekte nasıl olduğunu öğrenmek için son bir
girişimde bulunmaya karar verdi ve büfede yalnız başına oturan
üniformalı demiryolu görevlisine doğru döndü.
“Yardımcı olabilecek misiniz, efendim” diye başladı,
“trendeki yolcuların yerde bulunan insanlardan çok daha yavaş
yaşlanmasının sorumlusunun kim olduğunu bana
söyleyebilecek misiniz?”
“Bundan ben sorumluyum,” dedi adam açık bir şekilde.
“Oo !” diye haykırdı Bay Tompkins. “Yani eski simyacıların
Felsefe Taşı sorununu çözdünüz. Tıp dünyasında oldukça ünlü
bir adam olmalısınız. Burada tıp fakültesinde kürsü başkanı
mısınız?”
“Hayır,” diye yanıtladı adam, buna oldukça şaşırarak, “Ben
bu demiryolunda sadece bir frenciyim.”
“Frenci! Bir frenci mi demek istiyorsun...” diye haykırdı Bay
Tompkins, ona karşı tüm avantajını yitirmişti. “Tren istasyona
geldiğinde sadece frene bastığını mı söylüyorsun?”

7
ŞEHRİN HIZ SINIRI

“Evet, yaptığım şey bu: ve tren her yavaşladığında,


yolcuların diğer insanlara göre yaşları artıyor. Tabii ki,” diye
mütevazi bir şekilde ekledi, “treni hızlandıran makinist de bu
işte üzerine düşeni yapıyor.”
“Ama bunun genç kalmakla ne ilgisi var?” diye sordu Bay
Tompkins büyük bir şaşkınlıkla.
“Eh, tam olarak bilmiyorum,” dedi frenci, “ama öyle. Bir
keresinde trenimde seyahat eden bir üniversite hocasına bu nasıl
oluyor diye sorduğumda çok uzun ve anlaşılmaz bir konuşma
yaptı ve sonunda bunun güneşte ‘kütleçekimsel kırmızıya
kayma’ -sanırım o öyle adlandırdı- benzeri bir şey olduğunu
söyledi. Kırmızıya kayma hakkında bir şeyler duydunuz mu?”
“Oo Hayır,” dedi Bay Tompkins şaşkınlıkla ve frenci Bay
Tompkins’i selamlayıp uzaklaştı.
Ansızın güçlü bir el omzunu sarstı ve Bay Tompkins kendini
istasyon kafesinde değil, profesörün dersini dinlediği konferans
salonunun sandalyesinde otururken buldu. Işıklar kısılmıştı ve
oda boştu. Onu uyandıran kapıcı, “Kapatıyoruz efendim; eğer
uyumak istiyorsanız, en iyisi eve gitmek.” Bay Tompkins ayağa
kalktı ve çıkışa doğru yürümeye başladı.

8
2

Profesörün, Bay Tompkins'in Rüyasına


Neden Olan Görelilik Üzerine Dersi
Bayanlar ve Baylar:
Gelişimin çok ilkel bir aşamasında insan zihni, içinde farklı
olayların gerçekleştiği belirli uzay ve zaman kavramlarını
oluşturdu. Bu kavramlar, esaslı değişiklikler olmaksızın,
nesilden nesile aktarılmış ve kesin bilimlerin gelişmesinden bu
yana, evrenin matematiksel tanımının temellerine
yerleştirilmiştir. Büyük N E W T O N, Principia kitabında belki
de klasik uzay ve zaman kavramlarının ilk net açık ve kesin
ifadesini veriyordu:
‘Mutlak uzay, kendi doğası içinde, dışsal hiçbir şeyle ilişkisi
olmaksızın, her zaman aynı ve hareketsiz kalır;’ ve ‘Mutlak, gerçek ve
matematiksel zaman, kendi başına ve tabiatı icabı, dışsal hiçbir şeyle
ilişkisi olmaksızın eşit bir şekilde akar.’
Uzay ve zaman hakkındaki bu klasik fikirlerin mutlak
doğruluğuna olan inanç o kadar güçlüydü ki, filozoflar
tarafından sıklıkla (a priori) deneyi yapılamayan bilgi olarak
kabul edildi ve hiçbir bilim adamı onlardan şüphe duyma
olasılığını bile düşünmedi.
Bununla beraber, içinde bulunduğumuz çağın başlarında
deneysel fiziğin çok ince ve duyarlı yöntemleri ile elde edilen
bazı sonuçlar klasik uzay ve zaman çerçevesine göre
yorumlandığında birtakım uyuşmazlıkların ortaya çıktığı
görüldü. Bu gerçek, çağımızın en büyük fizikçilerinden biri olan
ALBERT EINSTEIN'a reformist bir fikir verdi. Klasik uzay ve
zaman kavramlarını mutlak olarak doğru zannetmek için
geleneksel sebeplerden başka hiçbir sebep yoktur. Öyleyse bu
kavramlar yeni ve çok incelikli deneylere uyacak şeklide
değiştirilebilir ve değiştirilmelidir. Gerçekten klasik uzay ve

9
RÖLATİVİTE DERSİ

zaman kavramları, insanın günlük hayattaki deneylerini esas


alarak ifade edilmiştir. Bugünün geliştirilmiş deney tekniklerine
dayanan çok hassas gözlem yöntemleri, bu eski kavramların çok
kaba ve kesinlikten uzak olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu
kavramlar ancak günlük hayatta ve fiziğin gelişiminin ilk
zamanlarında, doğru kavramlardan çok az farklılıklar
gösterdikleri için kullanılabilmiştir. Oysa modern bilimin
inceleme alanının genişlemesi bizi, bu farklılıkların artık klasik
kavramların kullanılamayacağı kadar büyük olduğu bölgelere
götürmüştür.
Eski klasik kavramlarımızın esastan eleştirilmesine yol açan
en önemli deneysel bulgu, ışığın boşluktaki yayılma hızının
mümkün olan tüm fiziksel hızların üst sınırını temsil ettiği gerçeğinin
keşfidir. Bu önemli beklenmeyen sonuç özellikle Amerikan
fizikçisi MICHELSON’un deneylerinden çıkmıştı. Michelson,
geçen asrın sonlarında dünyanın hareketinin ışığın yayılma hızı
üzerindeki etkisini gözlemeye çalıştı. Fakat gördü ki böyle bir
etki mevcut değildir. Bu sonuca tüm bilim dünyası hayret
etmişti. Işığın boşluktaki hızı, ölçmenin yapıldığı sistemin ya da
ışığı yayınlayan kaynağın hareketinden tamamen bağımsız
olarak her zaman aynı değerde çıkıyordu. Böyle bir sonucun çok
olağanüstü olduğunu ve hareketle ilgili en temel kavramlarımıza
aykırı göründüğünü açıklamaya gerek yoktur. Gerçekten, bir
cisim uzayda hızla hareket ediyorsa ve siz de ona doğru
gidiyorsanız, hareketli cisim size daha büyük bir rölatif hızla
çarpacaktır. Bu hız, cismin hızı ile gözlemcinin hızının toplamına
eşittir. Diğer taraftan, eğer siz cisimden kaçıyorsanız, arkanızdan
size daha küçük bir hızla çarpacaktır. Bu hız da cismin hızı ile
gözlemcinin hızının farkıdır.
Aynı şeklide, eğer bir arabada havada yayılan bir sese doğru
hareket ediyorsanız, sesin arabada ölçülen hızı arabanızın hızı
kadar artmış olacaktır ya da aksı yönde gidiyorsanız aynı

10
RÖLATİVİTE DERSİ

miktarda azalmış olacaktır. Biz buna hızların eklenmesi teoremi


diyoruz. Bu teorem, her zaman doğru imiş gibi ortaya konmuştu.
Bununla beraber, ışık ele alındığında, çok dikkatle yapılmış
deneyler göstermiştir ki, teorem artık doğru değildir ve ışığın
boşluktaki hızı her zaman aynıdır, saniyede 300 000 km.
(genellikle 𝑐𝑐 sembolü ile ifade ederiz) ye eşittir. Gözlemcinin
hareketinin hızından bağımsızdır.
“Evet, ama”, diyeceksiniz “acaba fiziksel olarak erişilebilen
birçok hızı birbirine ekleyerek ışık hızının ötesinde bir hız elde
etmek mümkün değil midir?”
Örneğin, çok hızlı hareket eden, diyelim ki ışık hızının dörtte
üçü bir hızla giden bir tren ve bu trenin vagonlarının üstünde,
yine ışık hızının dörtte üçü hızla koşan bir kaçak yolcu
düşünelim.
Hızların eklenmesi teoremine göre, toplam hız, ışık hızının
bir buçuk misli olmalıdır. Trenin üstünde koşan kaçak yolcu bir
işaret fenerinden çıkan ışık demetini geçebilmelidir. Oysa gerçek
şudur: Işık hızının sabit oluşu deneysel bir olgudur ve bu yüzden
hikâyemizdeki durumda sonuç, -hız umduğumuzdan daha
küçük olmalıdır- kritik değer olan 𝑐𝑐’yi geçemez. Böylece daha
küçük hızlar için bile klasik hızların eklenmesi teoreminin yanlış
olması gerektiği sonucuna varıyoruz.
Bu problemin matematiksel incelenmesi -burada bu konuya
girmek istemiyorum- birbirinin üstüne binen iki hareketin sonuç
hızının hesaplanması için kolay yeni bir formül verir.
Eğer 𝑣𝑣1 ve 𝑣𝑣2 birbirine eklenecek iki hız ise sonuç hız
aşağıdaki gibi bulunur.

𝑣𝑣1 ± 𝑣𝑣2
𝑉𝑉 = 𝑣𝑣 𝑣𝑣 (1)
1 ± 122
𝑐𝑐

Görüyorsunuz ki bu formüldeki iki hız da küçük ise, ışığın


hızı ile karşılaştırıldığında küçük demek istiyorum- paydadaki

11
RÖLATİVİTE DERSİ

ikinci terim, bir ile mukayese edilerek yok sayılabilir. Sonuçta


elinizde klasik hızların eklenmesi teoremi kalır. Bununla beraber
eğer 𝑣𝑣1 ve 𝑣𝑣2 küçük değilse sonuç her zaman aritmetik
toplamdan biraz daha küçük olacaktır. Örneğin trenin üstünde
koşan kaçak yolcu için:
3 3 24
𝑣𝑣1 = 𝑐𝑐 ve 𝑣𝑣2 = 𝑐𝑐 ’dir. Formül sonuç hızı 𝑉𝑉 = 𝑐𝑐
4 4 25
olarak vermektedir ki bu hala ışık hızından daha küçüktür.
Başlangıç hızlardan birisinin 𝑐𝑐 olduğu özel bir durumda (1)
formülü ikinci hızın değerine bağlı olmaksızın sonuç hızı 𝑐𝑐
olarak verir. Bu nedenle, herhangi bir sayıda hızın üst üste
binmesiyle ışığın hızını asla geçemeyiz.
Ayrıca, bu formülün deneysel olarak kanıtlandığını ve iki
hızın bileşkesinin her zaman aritmetik toplamlarından gerçekten
biraz daha küçük olduğunun keşfedildiğini bilmek ilginizi
çekebilir.
Üst-sınır hızının varlığını kabul ederek, klasik uzay ve
zaman fikirlerinin eleştirisine başlayabilir ve ilk tepkimizi bu
fikirlere dayanan eşzamanlılık kavramına yöneltebiliriz.
“Londra'daki dairemde jambon ve yumurta servis edilirken
Capetown yakınlarındaki madenlerde bir infilak oldu”
dediğiniz zaman, ne demek istediğinizi bildiğinizi sanırsınız?
Oysa, size bunu bilmediğinizi ve kesin olarak söylemek
gerekirse, bu ifadenin kesin bir anlamı olmadığını göstereceğim.
Aslında, iki farklı yerde iki olayın aynı anda olup olmadığını
kontrol etmek için hangi yöntemi kullandınız? Her iki yerdeki
saatin de aynı zamanı gösterdiğini söyleyebilirsiniz; ama sonra,
uzaktaki saatlerin aynı zamanı aynı anda gösterecek şekilde nasıl
ayarlanacağı sorusu ortaya çıkıyor ve işte asıl soruya geri
dönmüş oluyoruz.
Aşağıdaki yöntemin farklı yerlerde uzaklıkları ölçmek ve
saatleri belli bir zamana ayarlamak için en akıllıca yol (ve biraz

12
RÖLATİVİTE DERSİ

bu konuda düşündükten sonra bize hak vereceğiniz gibi en


uygun yöntem) olduğunun kabul edilmesi gerekir. Çünkü
boşlukta ışığın yayılma hızının ışık kaynağının ve bu hızın içinde
ölçüldüğü sistemin hareketinden bağımsız olduğu en kesin
olarak belirlenmiş deneysel gerçeklerden birisidir.
Bir ışık işareti 𝐴𝐴 istasyonundan gönderilmektedir. Bu işaret
𝐵𝐵 tarafından alınır alınmaz, 𝐴𝐴’ya geri dönmektedir. 𝐴𝐴
istasyonunda okunan ve ışığın gönderilmesi ile geri dönmesi
arasında geçen zamanın yarısı, ışığın sabit hızı ile çarpılınca
bulunan şey 𝐴𝐴 ile 𝐵𝐵 arasındaki uzaklık olarak tanımlanacaktır.
Eğer işaretin 𝐵𝐵’ye ulaştığı anda oradaki saat 𝐴𝐴’da işaretin
gönderildiği ve geri geldiği anda kaydedilen iki zamanın
ortalaması ise, 𝐴𝐴’da ve 𝐵𝐵’deki saatler doğru ayarlanmıştır
denilebilir. Katı -üzerinde bulunan noktaların birbirlerine olan
uzaklığı zamanla değişmeyen- bir cisim üzerinde bulunan farklı

Zıt yönlerde hareket eden iki uzun platform

gözlem istasyonlarında bu yöntemi uygularsak sonuçta istenen


referans çerçevesine kavuşuruz. O zaman aynı-andalık ve farklı
yerlerdeki iki olay arasındaki zaman aralığı ile ilgili sorulara da
cevap verebiliriz.
Fakat acaba bu sonuç diğer sistemlerdeki gözlemciler
tarafından kabul edilecek mi? Bu soruya cevap vermek için,
13
RÖLATİVİTE DERSİ

böyle referans çerçevelerinin farklı iki katı cisim üzerinde


bulunduğunu var sayalım. Örneğin, zıt yönlerde sabit hızla
giden iki uzun uzay roketi düşünelim ve bu çerçevelerden
birinin diğerini nasıl kontrol edeceğini görelim. Her bir roketin
önünde ve arkasında olmak üzere dört gözlemci olduğunu ve
bunların her şeyden önce kendi saatlerini doğru olarak ayar
ettiklerini var sayalım. Her bir rokette bulunan iki gözlemci,
roketin ortasından (metre çubuğu ile ölçülüp tespit edilmiş) bir
ışık işareti gönderip bu işaret her bir uca ulaştığında saatlerini
sıfır noktasına ayarlayarak yukarıda anlatılan yöntemin biraz
değiştirilmiş bir türünü kullanabilirler. Böylece her bir çift
gözlemci önceki tanımlamaya göre kendi sistemlerinde aynı-
andalık kriterini tesis etmiş ve şüphesiz kendi fikirlerince
“doğru” olarak saatlerini ayarlamış olurlar.
Şimdi, bu gözlemciler kendi roketlerindeki zaman
okumalarını diğerindeki okumalarla kontrol etmeye karar
versinler. Örneğin, roketler birbirinin yanından geçerken farklı
roketlerdeki iki gözlemcinin saatleri aynı zamanı mı gösteriyor?
Bu aşağıdaki yöntemle anlaşılabilir: Her bir roketin geometrik
ortasına elektrik yüklü iletkenler yerleştirilmiş olsun. Öyle ki
roketler birbirinin yanından geçerken iletkenler arasında bir
kıvılcım atlasın ve böylece aynı anda her bir platformun
merkezinden ön ve arka uçlarına bir ışık işareti verilsin. Sınırlı
bir hızla yol alan ışık işareti gözlemcilere yaklaştığında
roketlerin birbirine göre olan durumları değişmiştir. 2𝐴𝐴
gözlemcisi ile 2𝐵𝐵 gözlemcisi ışık kaynağına 1𝐴𝐴 ve 1𝐵𝐵
gözlemcilerinden daha yakın bulunurlar.
Açıktır ki ışık işareti 2𝐴𝐴 gözlemcisine ulaştığı zaman, 𝐵𝐵
gözlemcisi çok geride kalmış olacaktır. O halde işaretin ona
ulaşması için daha fazla zaman gerekecektir. Böylece, eğer
1𝐵𝐵’nin saati, ışık işareti ona ulaştığında sıfırı gösterecek şekilde
ayarlanmışsa, 2𝐴𝐴 gözlemcisi zamanın, doğru zamanın gerisinde
olduğunda ısrar edecektir.

14
RÖLATİVİTE DERSİ

Aynı şeklide diğer bir gözlemci, 1𝐴𝐴, işaretle kendisinden


önce karşılaşan 2𝐵𝐵 gözlemcisinin saatinin, zamanın ilerisinde
olduğu sonucuna varacaktır. Kendi aynı-anda olma tariflerine
göre, kendi saatleri doğru ayarlandığı için, 𝐴𝐴 roketindeki
gözlemciler, 𝐵𝐵 roketindeki iki gözlemcinin saatleri arasında bir
farklılık olduğu konusunda birleşeceklerdir. Bununla beraber
unutmamalıyız ki, yine aynı sebepten, 𝐵𝐵 roketindeki gözlemciler
de kendi saatlerinin doğru ayarlı olduğunu düşünecekler ve
fakat 𝐴𝐴’daki saatlerin farklı ayarlanmış olduklarını iddia
edeceklerdir.
Her roket birbirinin tamamen aynı olduğundan, iki grup
gözlemci arasındaki bu tartışma ancak her bir grubun kendi
görüşlerine göre haklı olduklarını fakat “mutlak olarak” kimin
doğru olduğu sorununun hiçbir fiziki anlamı olmadığını
söyleyerek tatlıya bağlanabilir.
Korkarım sizi bu uzun düşünceler yüzünden oldukça
yordum ama onları dikkatli bir şekilde takip ederseniz, uzay-
zaman ölçme yöntemini kullanır kullanmaz, mutlak eşzamanlılık
kavramı kaybolmaktadır. Bir referans sisteminde aynı anda olmuş gibi
düşünülen farklı yerlerdeki iki olay, bir diğer referans sistemindeki
görüşe göre belli bir zaman aralığı ile birbirinden ayrılmaktadır.
Bu önerme ilk bakışta son derece alışılmadık geliyor, ancak
akşam yemeğinizi bir trende yerken, çorbanızı ve tatlınızı yemek
vagonunun aynı noktasında, fakat tren yolunun birbirinden çok
ayrı noktalarında yediğinizi söylersem size alışılmadık mı
geliyor? Ancak, trende akşam yemeğinizle ilgili bu ifade, şu
şekilde formüle edilebilir: bir referans sisteminin aynı noktasında
farklı zamanlarda meydana gelen iki olay, başka bir sistemin bakış
açısından belirli bir uzay aralığı ile ayrılacaktır.
Bu ‘önemsiz’ önermeyi önceki ‘paradoksal’ önermeyle
karşılaştırırsanız, bunların kesinlikle simetrik olduklarını ve
basitçe ‘zaman’ ve ‘uzay’ kelimelerini değiştirerek birbirlerine
dönüştürülebileceklerini göreceksiniz.

15
RÖLATİVİTE DERSİ

İşte burada Einstein’ın görüşünün esas noktası


bulunmaktadır: Klasik fizikte zaman, uzaydan ve hareketten
oldukça bağımsız “dış hiçbir şeyle ilgisi olmaksızın eşit olarak akan”
birşey olarak düşünülmüşken (Newton), yeni fizikte uzay ve
zaman çok yakından ilişkilidir ve içinde tüm gözlenebilir
olayların geçtiği homojen bir “uzay-zaman sürekliliği” nin farklı
iki kesitini temsil etmektedirler. Bu dört boyutlu sürekliliğin üç-
boyutlu uzay ve tek-boyutlu zamana ayrılması tamamen
keyfidir ve gözlemlerin yapıldığı sisteme bağlıdır.
Bir sistemde gözlemlendiği gibi uzayda 𝑙𝑙 mesafesi ve
zamanda 𝑡𝑡 aralığı ile ayrılan iki olay, diğer bir sistemden
görüldüğünde bir başka 𝑙𝑙′ uzaklığı ve bir başka 𝑡𝑡 ′ zaman aralığı
ile ayrılmış olacaktır, öyle ki, bir anlamda, uzayın zamana
dönüşümünden ve bunun tersinden de söz edilebilir. Bir trende
akşam yemeği örneğinde olduğu gibi, zamanın uzaya
dönüşmesinin neden bizim için oldukça yaygın bir kavram
olduğunu anlamak da zor değildir. Oysa eşzamanlılığın
göreliliği ile sonuçlanan uzayın zamana dönüşümü çok sıra dışı
görünür. Mesele şu ki, uzaklıkları örneğin “santimetre” ile
ölçüyorsak, buna karşı gelen zaman birimi alışılagelmiş “saniye”
olmamalı; fakat bir ışık işaretinin bir santimetrelik bir uzaklığı
kapsaması için lazım olan zaman aralığı ile temsil edilen
“rasyonel bir zaman birimi” olmalıdır, yani 0.000.000.000.03
saniye.
Bu sebepten, alışılagelmiş deneylerimizin küresinde uzay
aralıklarının zaman aralıklarına dönüşmesi pratikte
gözlenemeyen sonuçlar doğurur. Bu da, zamanın tamamen
bağımsız ve değiştirilemez olduğunu söyleyen klasik görüşü
destekliyormuş izlenimini uyandırır.
Bununla beraber, belli bir zaman aralığında kat edilen
uzaklıkların, rasyonel birimlerle ifade edilen zamanla aynı
büyüklük mertebesinde olduğu yerlerde, böyle çok yüksek hızlı
hareketleri incelerken, örneğin radyoaktif cisimlerden çıkan

16
RÖLATİVİTE DERSİ

elektronların hareketi veya atom içindeki elektronların hareketi


gibi, yukarıda bahsedilen etkilerin her ikisi ile de mutlaka
karşılaşılır ve rölativitenin önemi çok artar. Hatta nispeten
küçük olan hız bölgesinde bile, örneğin güneş sistemimizdeki
gezegenlerin hareketi gibi, astronomik ölçmelerin aşırı keskinliği
sayesinde, rölativistik etkiler gözlenebilir. Yine de bu rölativistik
etkilerin gözlenmesi gezegenlerin hareketinde her sene ancak
açısal saniyenin kesrine varan değişmelerin ölçülmesini
gerektirir.
Size açıklamaya çalıştığım gibi, uzay ve zaman
kavramlarının eleştirisi, uzay aralıklarının kısmen zaman
aralıklarına dönüştürülebileceği ve bunun tersinin yapılabileceği
sonucuna götürür; bu, belirli bir mesafenin veya zaman
periyodunun sayısal değerinin, farklı hareketli sistemlerden
ölçüldüğünde farklı olacağı anlamına gelir.
Bu problemin nispeten kolay bir matematiksel analizi, ki bu
derslerde bu analize girmek istemiyorum, bu değerlerin
değişimi için kesin bir formül verir. Gözlemciye göre 𝑣𝑣 hızıyla
hareket eden 𝑙𝑙 uzunluğundaki herhangi bir cismin boyu, hızına
bağlı olarak bir miktar kısalacağından, ölçülen uzunluk
aşağıdaki gibi olur.

𝑣𝑣 2
𝑙𝑙 ′ = 𝑙𝑙 �1 − (2)
𝑐𝑐 2

Buna benzer olarak, 𝑡𝑡 zamanı boyunca devam eden


herhangi bir işlem, rölatif olarak hareket eden bir sistemden
daha uzun bir 𝑡𝑡 ′ zamanı boyunca devam ediyormuş gibi
gözlenir. Bu durum;
𝑡𝑡
𝑡𝑡 ′ (3)
2
�1 − 𝑣𝑣2
𝑐𝑐

17
RÖLATİVİTE DERSİ

formülü ile verilir. İşte rölativite kuramındaki ünlü “uzayın


kısalması” ve “zamanın genişlemesi” budur.
Normalde 𝑣𝑣, 𝑐𝑐’den çok daha küçük olduğunda etkiler de çok
küçüktür, ancak yeterince büyük hızlar için, hareketli bir
sistemden gözlemlenen uzunluklar keyfi olarak küçük ve zaman
aralıkları da keyfi olarak uzun yapılabilir.
Her iki etkinin de kesinlikle simetrik sistemler olduğunu
unutmanızı istemiyorum ve hızlı hareket eden bir trendeki
yolcular, duran trendeki insanların neden bu kadar zayıf ve
yavaş hareket ettiğine hayret ederken, duran trendeki yolcular
da hareket edendekiler için aynı şeyleri düşüneceklerdir.
Mümkün olan maksimum hızın varlığının bir diğer önemli
sonucu da, hareketli cisimlerin kütlesi ile ilgilidir. Mekaniğin
genel temellerine göre bir cismin kütlesi, onu harekete geçirmek
ya da zaten hareketli ise hızlandırmak için karşılaşılan güçlüğü
tayin eder; kütle büyüdükçe hızı belirli bir miktar artırabilmek
giderek zorlaşır.
Hiçbir cismin, şartlar ne olursa olsun ışık hızını aşamaması
gerçeği, bizi bu cismin daha hızlanmak için gösterdiği direncin,
bir başka deyimle kütlesinin, hız ışık hızına yaklaştıkça, sınırsız
olarak artması gerektiği sonucuna ulaştırır. Matematik analiz, bu
bağımlılık için (2) ve (3) formüllerine benzer bir formüle götürür.
Çok küçük hızlar için kütle 𝑚𝑚0 ise, 𝑣𝑣 hızındaki 𝑚𝑚 kütlesi
𝑚𝑚0
𝑚𝑚 = (4)
2
�1 − 𝑣𝑣2
𝑐𝑐
ile belirlenir. 𝑣𝑣, 𝑐𝑐’ye yaklaştıkça daha fazla hızlanmaya karşı
direnç sonsuz hale gelir.
Kütledeki bu rölativistik değişim, deneysel olarak çok hızlı
hareket eden parçacıklarda kolaylıkla gözlenebilir. Örneğin
radyoaktif cisimlerden yayınlanan elektronların (hızları ışık
hızının %99’u kadardır) kütlesi, hareketsiz elektronun

18
RÖLATİVİTE DERSİ

kütlesinden birkaç misli büyüktür. Kozmik ışınlar diye


isimlendirilen ışınları meydana getiren, çoğunlukla ışık hızının
%99,98’i hızla hareket eden elektronların kütleleri, hareketsiz
elektronun kütlesinin 1.000 katıdır. Bu tür hızlar için klasik
mekanik kesinlikle uygulanamaz ve artık saf rölativite
kuramının alanına gireriz.

19
RÖLATİVİTE DERSİ

20
3

Bay Tompkins tatile çıkıyor


Bay Tompkins, rölativite kentindeki serüvenlerinden çok
memnundu. Ama Profesörün de yanında olmasını çok isterdi. O
yanında olsaydı gözlediği garip olayları açıklayabilirdi.
Özellikle tren frencisinin yolcuların yaşlanmasına nasıl engel
olduğunu çok merak ediyordu. Birçok geceler bu ilginç kenti
yeniden görmek ümidi ile yatağına yattı. Ama çok az düş
görebiliyordu. Bazı düşleri ise hiçte hoş değildi. En son düşünde
banka hesaplarında ki tutarsızlık yüzünden banka müdürü onu
işten kovuyordu… bu yüzden bir haftalığına tatile çıkıp deniz
kenarında bir yere gitmesi gerektiğine karar verdi. Böylece
kendisini bir tren kompartımanında oturmuş, pencereden kentin
kenar semtlerinin gri renkli çatılarının, yerini yavaş yavaş kır
çiçekleri ve çayırlara bırakışını seyrederken buldu. Gazetelerde
Vietnam Savaşı ile ilgili yazıları okumaya çalıştı. Ama hepsi çok
sıkıcı görünüyordu, vagon da onu tatlı tatlı sallıyordu.
Gazeteyi indirip pencereden dışarı bakınca manzaranın
değişmiş olduğunu gördü. Telgraf direkleri birbirine o kadar
yaklaşmıştı ki, bahçe çiti gibi görünüyorlardı. Ağaçların üst
kısımları öyle inceleşmişti ki hepsi birer İtalyan selvilerine
benziyordu. Karşısında ise eski arkadaşı Profesör oturmuş,
büyük bir ilgi ile dışarıyı seyrediyordu. Bay Tompkins, gazete ile
meşgul iken içeri girmiş olmalıydı.
“Rölativite diyarındayız değil mi?" diye sordu Bay
Tompkins.
“Oo! Epey bilginiz var bu konuda galiba. Nereden
öğrendiniz bunları?” diye cevapladı Profesör.
“Bir kez daha gelmiştim buraya. Ama o zaman sizinle
beraber olma zevkinden mahrumdum”.

21
BAY TOMPKİNS TATİLDE

“Öyle ise şimdi bana rehberlik yaparsınız belki." dedi yaşlı


adam.
Bay Tompkins, “Evet diyemeyeceğim.” dedi. “Burada
birçok olağanüstü şey gördüm. Ama konuştuğum yerli halktan
hiç kimse derdimi anlayamadı.”
Profesör, “Bu çok normal.” dedi. “Onlar bu dünyada
doğmuşlar. Etraflarında meydana gelen olayları olağan
karşılıyorlar. Ama sanıyorum ki, sizin yaşadığınız dünyaya
gelseler onlar da orada çok şaşırırlardı. Her şey çok garip
görünürdü onlara.”
Bay Tompkins, “Size bir soru sorabilir miyim?” dedi.
“Geçen defa ben burada iken bir tren frencisi ile karşılaştım. Bu
adam tren durduğu ve tekrar yürüdüğü için yolcuların kentteki
insanlardan daha yavaş yaşlandıklarını iddia ediyordu. Bu sihir
mi, yoksa modern bilime uygun mu?”'
“Sihiri açıklama olarak ortaya atmanın hiçbir özürü olamaz”
dedi yaşlı Profesör. “Bu fizik kanunlarının doğrudan bir
sonucudur. Einstein, yeni uzay ve zaman (dünya kadar eski ama
yeni keşfedilmiş demek daha doğru) kavramlarını kullanarak
yaptığı analizler sonucunda gösterdi ki, hızın değiştiği bir
sistemde meydana gelen tüm fiziksel işlemler yavaşlar. Bizim
dünyamızda bu etkiler gözlenemeyecek kadar küçüktür; ama
burada, ışık hızı küçük olduğu için, genellikle etkiler aşikâr hale
gelir. Örneğin, burada bir yumurta pişirmek isteseniz ocağın
üstünde tavayı hareketsiz bırakacağınıza sağa sola sallarsanız
beş dakika yerine belki ancak altı dakikada hazır olduğunu
görürsünüz. Bunun gibi, eğer insan, hızı değişen bir sallantılı
koltuk ya da trende oturuyorsa vücuttaki tüm işlemler yavaşlar,
yani bu şartlarda daha yavaş yaşarız. Bütün işlemler aynı oranda
yavaşladığı için fizikçiler değişken hızlarla hareket eden sistemlerde
zaman daha yavaş akar demeyi yeğlerler”.
“Gerçekten bilim adamları dünyamızda böyle olaylar
gözlüyorlar mı?”

22
BAY TOMPKİNS TATİLDE

“Elbette, ama maharet istiyor. Gerekli hızlanmaları


gerçekleştirmek teknik olarak çok güç. Ama değişken hızlarla
hareket eden sistemlerde var olan şartlar, çok büyük yerçekimi
kuvvetlerinin etkisinin sonuçları ile benzer ya da aynıdır,
diyebiliriz. Yukarı doğru hızlanan bir asansörde kendinizi
ağırlaşmış gibi hissettiğiniz, aksine asansör aşağıya gitmeye
başlarken ağırlığınızı kaybettiğinizi (asansörün halatı kopunca
bu etki çok iyi anlaşılır) hissettiğiniz olmuştur belki. Bunu,
hızlanma ile meydana gelen yerçekimi alanının dünyanın
çekimine eklenmesi ya da çıkarılması ile açıklayabiliriz. Güneşin
yerçekimi potansiyeli dünyanın yüzeyindekinden çok fazladır.
Bu sebepten güneş yüzeyinde tüm işlemler dünyadakinden
daha yavaştır. Astronomlar, bu etkiyi gözleyebiliyorlar.”'
“Ama bunu gözlemek için güneşe gidemezler ki?”
“Gitmeleri de gerekmiyor zaten. Güneşten bize gelen ışınları
gözlüyorlar. Bu ışık güneş atmosferindeki farklı atomların
titreşimi sonucunda yayınlanıyor. Orada tüm işlemler daha
yavaş ise, atom titreşimlerinin hızı da azalır. Güneşte ve
yeryüzündeki kaynaklardan yayınlanan ışıkları karşılaştırarak
farkı görmek mümkündür.” Profesör, bir ara dışarı baktı ve
“Şimdi geldiğimiz küçük istasyonun adı ne, biliyor musunuz?"
diye sordu.
Tren, bu küçük köy istasyonunun peronunda yavaşça
ilerliyordu. İstasyonda, istasyon şefi ve bir bagaj arabası
üzerinde oturmuş gazete okuyan genç bir taşıyıcıdan başka
kimsecik yoktu. Aniden istasyon şefi kollarını havaya kaldırdı ve
yüzükoyun yere düştü. Bay Tompkins, belki de trenin
gürültüsünden silah sesini duymamıştı. Ama istasyon şefinin
vücudunun etrafında hemen biriken kan gölü hiç şüpheye yer
vermiyordu. Profesör, hemen imdat kolunu çekti ve tren bir
sarsıntı ile durdu. Vagondan çıktıklarında genç taşıyıcı cesede
doğru koşuyordu ve bir Jandarma çavuşu da oraya
yaklaşıyordu.

23
BAY TOMPKİNS TATİLDE

Cesedi inceledikten sonra jandarma çavuşu, “Kalbinden


vurulmuş.” diyerek taşıyıcının omuzundan tuttu. “İstasyon
şefini öldürdüğün için seni tutukluyorum.” diye devam etti.
Talihsiz taşıyıcı “Onu ben öldürmedim. Silah sesini
duyduğum zaman gazete okuyordum ben. Belki bu beyler
olanları görmüşlerdir. Benim suçsuz olduğuma tanıklık
yaparlar.”
Bay Tompkins, “Tabii.” dedi, “İstasyon şefi vurulduğu
zaman bu adam gazete okuyordu. Gözlerimle gördüm. İncil
üzerine yemin ederim.”
Jandarma çavuşu otoriter bir sesle, “Ama siz hareket eden
trende idiniz. Gördükleriniz delil olamaz. Perondan gözlenince
aynı anda adam ateş ediyor olabilir. Aynı-andalığın gözlem
yapılan sisteme bağlı olduğunu bilmiyor musunuz?” Taşıyıcıya
dönerek “Mesele çıkarmadan benimle gelin.” dedi.
Profesör araya girdi. “Affedersiniz çavuş, ama
yanılıyorsunuz. Karakolda bilgisizliğiniz pek hoş karşılanmaz
sanırım. Ülkenizde şüphesiz aynı-andalık kavramının rölatif
olduğu bir gerçektir. Yine, ayrı yerde meydana gelen iki olayın
aynı-andalığı ya da aksi de doğrudur. Bu gözlemcinin hareketine
bağlıdır. Ama sizin ülkenizde bile, hiçbir gözlemci sonucu
sebepten önce göremez. Hiç daha gönderilmeden elinize geçen
telgraf aldınız mı? Şişeyi açmadan sarhoş olduğunuzu hatırlıyor
musunuz? Söylediğinizden anladığım kadarı ile, trenin
hareketinden dolayı, biz bu adamın ateş ettiğini, istasyon şefinin
düşüşünden çok sonra görmeli idik. Oysa şefin düştüğünü görür
görmez trenden çıktık ama henüz ateş edildiğini görmüş değiliz.
Çavuş olurken sizi sadece kanun ve yönetmeliklerde yazılı
olanlara inanmanızı öğretiyorlar. Onları dikkatle okursanız, bu
olayı uygulayabileceğiniz kısımları bulabilirsiniz.”
Profesörün sesinin tonu çavuşu etkilemişti. Cebinden
yönetmeliğini çıkardı, dikkatle okumaya başladı. Az sonra
yüzünde utandığını gösteren bir kızartı belirdi.

24
BAY TOMPKİNS TATİLDE

“Burada, işte.” dedi. “Bölüm 37, Kısım 12, e paragrafı:


Suçsuzluğun herhangi bir kesin delil ile tespiti gerektiğinden,
hangi hareketli sistemden gözlenirse gözlensin, suçun işlendiği
anda ya da ±𝑑𝑑/𝑐𝑐 zaman aralığında (𝑐𝑐 tabii hız sınırı, 𝑑𝑑 suç
yerinden uzaklık) zanlı başka bir yerde görülmüş ise,”
Çavuş taşıyıcıya döndü “Serbestsin.”' dedi. Profesöre de
“Teşekkür ederim efendim. Siz olmasaydınız karakolda başım
derde girecekti.” dedi. “Ben daha yeni çavuş oldum. Bu
kuralların hepsini iyi bilmiyorum henüz. Ama herhalde cinayeti
rapor etmeliyim.” diyerek telefon kulübesine gitti. Bir dakika
sonra peronun öbür yanından bağırıyordu. “Herşey yoluna
girdi. Asıl katili istasyondan kaçarken yakalamışlar. Tekrar
teşekkür ederim.”
Tren yeniden hareket edince Bay Tompkins Profesör'e,
“Ben çek aptalım galiba.” dedi. Bu aynı-andalık işi de ne ola
ki? Acaba gerçekten bu ülkede hiçbir anlamı yok mu?”
Cevap “Elbette var.” oldu. “Ama bir dereceye kadar, aksi
halde taşıyıcıyı kurtarmam mümkün olmazdı. Görüyorsunuz ki
bir cismin hareket hızının ya da bir sinyalin yayılma hızının bir
üst sınırının varlığı, normal duyularımızın dünyasında aynı-
andalığı anlamsız yapıyor. Şöyle belki daha kolay
anlayabilirsiniz. Varsayalım ki uzak bir kentte oturan devamlı
mektuplaştığınız bir arkadaşınız var. Posta treni de bu
haberleşmeyi temin eden en hızlı araç olsun. Diyelim ki Pazar
günü başınıza bir olay geldi ve arkadaşınıza da aynı şeyin
olacağını öğrendiniz. Çarşamba gününden önce ona haber
veremeyeceğiniz açık. Diğer taraftan, o sizin başınıza geleceği
önceden bilse idi size haber verebileceği son gün geçen Perşembe
olurdu. Böylece altı gün boyunca, Perşembe’den sonraki
Çarşamba’ya kadar, arkadaşınız ne Pazar günkü kaderinize etki
edebilir, ne de ondan haberdar olabilirdi. Yani nedensellik
görüşüne göre sizden altı gün süresince ilgisi kesilirdi.”
“Telgraf gönderemez mi?” diye sordu Bay Tompkins.

25
BAY TOMPKİNS TATİLDE

“Posta treninin en hızlı araç olduğunu kabul ettik. Bu ülke


için doğru bir kabul bu tabii. Ama bizim ülkemizde en büyük hız
ışık hızıdır. Radyodan hızlı sinyal gönderen bir araç da yoktur.”
Bay Tompkins, “Ama posta treninin hızı geçilemese bile
bunun aynı-andalık ile ilgisi nedir? Arkadaşım ve ben Pazar
günü akşam yemeklerimizi aynı anda yiyemez miyiz?”
“Hayır, bu ifadenin o zaman bir anlamı olmazdı; şöyle ki bir
gözlemci bunu doğrulasa bile, gözlemlerini farklı trenlerden
yapan başka gözlemciler sizin Pazar günü akşam yemeğini
yediğiniz anda, arkadaşınızın Cuma günü kahvaltısını yaptığını
ya da Salı günü öğle yemeğini yediğini iddia edebilirler. Ama
hiçbir şeklide hiç kimse sizin ve arkadaşınızın aynı anda yemek
yediğinizi üç günden fazla ara ile gözleyemez.”
Bay Tompkins, hayretini gizleyemiyordu. “Bütün bunlar
nasıl olabilir?”
“Dersimde dinlediğiniz gibi çok basit bir şeklide oluyor.
Farklı hareketli sistemlerde hızın üst sınırı aynı kalıyor. Bunu
kabul edersek sonuç olarak da ...”
Konuşmaları trenin Bay Tompkins’in ineceği istasyona
gelmesi ile son buldu.

Deniz kenarındaki bu kente geldiğinin ertesi sabahı,


kahvaltı etmek için otelinin camekânlı verandasına indiğinde
Bay Tompkins’i büyük bir sürpriz bekliyordu. Oturduğu
masanın tam karşısındaki köşede, yaşlı Profesör ile ona neşe ile
bir şeyler anlatan güzel bir kız vardı. Kız arada bir Bay
Tompkins’in oturduğu tarafa bakıyordu.
“Trende uyurken çok aptal görünüyordum galiba.” diye
düşünerek, kendi kendisine kızdı. “Profesör, gençleşme
hakkında sorduğum aptalca soruyu hala hatırlıyordur belki.
Ama bu soru, onunla daha iyi tanışmam için önemli bir fırsat
oldu. Şimdi anlamadığım diğer şeyleri de ona sorabilirim.”

26
BAY TOMPKİNS TATİLDE

Aklından geçenin, sadece Profesöre soru yöneltmek olmadığını


kendi kendisine bile itiraf etmek istemiyordu.
Yemek salonunu terk ederlerken, Profesör Bay Tompkins’e
bakarak, “Tamam, şimdi sizi tanıdım, konferansta görmüştüm.”
dedi. “Bu benim kızım Maud. Resim okuluna devam ediyor.”
Bay Tompkins, “Sizinle tanışmaktan mutluluk duydum
Bayan Maud.” dedi. Şimdiye kadar duyduğum en güzel isim bu
diye düşündü. “Bu çevrede çalışmalarınız için çok güzel
manzaralar bulacaksınız sanırım.”
“Resimlerini size de gösterir bir gün.” dedi Profesör.
“Dinlediğiniz konferans size yararlı oldu mu?”
“Tabii, çok şey öğrendim. Işık hızının sadece saatte 15
kilometre olduğu bir kenti ziyaret etmiştim. Orada maddesel
cisimlerin rölativistik kısalmalarını ve saatlerin garip tavırlarını
kendi gözlerimle gördüm.”
Profesör: “Yazık olmuş.” dedi. “Bir sonraki dersimi
kaçırmışsınız. O derste, uzayın eğimi ve bunun Newton çekim
kuvvetleri ile olan ilişkisinden bahsetmiştim. Zararı yok, burada
vaktimiz oldukça bunların hepsini size yeniden anlatabilirim.
Örneğin, uzayın pozitif ve negatif eğimleri arasındaki farkı
anlıyor musunuz?”
Bayan Maud, dudaklarını sarkıtarak “Baba, yine fizik
konuşacaksanız, ben gidip biraz çalışacağım.”
Profesör, kendini bir koltuğa bırakırken kızına “Peki, sen
gidebilirsin.”' dedi. “Genç arkadaşım, siz galiba fazla matematik
bilmiyorsunuz, onun için size konuyu basitleştirerek
anlatacağım. Kolaylık olsun diye, örnek olarak bir yüzey
alacağım. Bay Shell’in -hani şu benzin istasyonlarının sahibi- bir
ülkedeki, diyelim ki Amerika’daki istasyonlarının dağılımının
düzgün olup olmadığını saptamaya karar verdiğini varsayalım.
Bunu yapmak için, ülkenin merkezindeki bürosuna (Kansas
Kenti Amerika’nın kalbi olarak düşünülebilir sanırım) kentten
yüz mil, ikiyüz mil, üçyüz mil, vb. uzaklıktaki istasyonları

27
BAY TOMPKİNS TATİLDE

saymalarını emretsin. Okula gittiği zamanlardan hatırlıyor ki, bir


dairenin alanı, yarıçapın karesi ile orantılıdır. Bu yüzden,
dağılım düzgün ise istasyonlarının sayısının, 1; 4; 9; 16 vb.
dizisindeki gibi artacağını umuyor. Ama sonuç rapor eline
geldiği zaman, istasyonların gerçek sayısının daha yavaş,
diyelim ki 1; 3,8; 8,5; 15,0 vb. gibi arttığını görerek, hayretle ‘bu

Amerika Birleşik Devletleri'ndeki benzin istasyonları

ne kepazelik!’ diyor, ‘Amerika’daki müdürlerim işlerini


beceremiyorlar. Benzin istasyonlarını Kansas Kenti yakınlarında
yoğunlaştırma ne parlak fikir ya?’ Ama bu düşüncesinde haklı
mı acaba?”
Bay Tompkins, o anda başka bir şey düşünüyor olmalı ki
“Haklı mı?” diye tekrarladı.
Profesör, kendinden emin “Haklı değil” dedi. “Dünya
yüzeyinin düzlem değil, küre olduğunu unutuyor. Belli bir
yarıçap içindeki küre alanı, düzlem alanından yarıçap arttıkça
daha az artar. Gerçekten bunu anlamıyor musunuz? En kolayı,
elinize bir küre alın ve kendiniz görün. Eğer, örneğin, Kuzey
Kutbu’nda iseniz, bir meridyenin yarısına eşit yarıçaplı daire
28
BAY TOMPKİNS TATİLDE

ekvatordur. Alan da, Kuzey Yarımküre’nin alanı oluyor.


Yarıçapı iki katına çıkarırsanız, tüm Dünya yüzeyini elde
edersiniz; alan sadece iki misli artmıştır. Oysa düzlemde olsa idi,
dört misli artardı. Şimdi açıkça anladınız mı?”
Bay Tompkins, dikkatle takip edebilmek için gayret sarf
ediyordu. “Evet, anladım. Bu pozitif eğim mi, yoksa negatif eğim
mi?”
“Buna pozitif eğim denir. Küre örneğinde gördüğünüz gibi,
belli bir alanı olan sonlu bir yüzey söz konusudur burada.
Negatif eğimli yüzeye örnek ise eyer yüzeyidir.”
Bay Tompkins hayretle. “Eyer yüzeyi mi?” diye tekrarladı.
“Evet, eyer yüzeyi, ya da Dünya üzerinde iki dağ arasındaki eyer
şeklindeki geçit buna örnek olabilir. Varsayalım ki, böyle eyer
şeklindeki bir geçitte bulunan bir dağ kulübesinde yaşayan bir
botanikçi, kulübesinin çevresindeki çamların yoğunluğunu
bulmak istesin. Kulübeden yüz metre, ikiyüz metre, üçyüz metre
vb. uzaklıkta bulunan çam ağaçlarını sayarsa görecektir ki,
çamların sayısı, uzaklığın karesinden daha hızlı artmaktadır.
Eyer şeklindeki yüzeylerde, belli bir yarıçap içinde kalan alanın,
düzlemdeki aynı yarıçapa karşı gelen alandan daha büyük
olması burada önemli noktadır. Böyle yüzeylere, negatif eğime
sahip yüzeyler diyoruz. Eyer yüzeyini bir düzleme açmak
isterseniz, bazı yerlerini katlamak gerekir. Oysa aynı işlem küre
yüzeyi ile yapılırsa, bazı yerleri yırtarak açmak gerekecektir.
Tabii yüzey elastik değilse.”
“Anlıyorum.” dedi Bay Tompkins. “Her ne kadar eğimli ise
de eyer yüzeyinin sonsuz olduğunu söylemek istiyorsunuz.”
Profesör, “Aynen” diyerek onu onayladı. “Eyer şeklindeki
bir yüzey her yönde sonsuza uzanır. Hiçbir zaman kendi
üzerinde kapanmaz. Şüphesiz, benim verdiğim eyer şeklindeki
geçit örneğinde, dağlardan uzaklaşır uzaklaşmaz yüzeyin
negatif eğimi sona erer. Dünya’nın pozitif eğimli yüzey

29
BAY TOMPKİNS TATİLDE

bölgesine gireriz. Ama her yerde negatif eğimini koruyan bir


yüzeyi düşünmek, her zaman mümkündür.”
“Ama bu eğim, üç-boyutlu uzaya nasıl uygulanır?”
“Tamamen aynı şekilde. Varsayınız ki, uzayda eşit olarak
dağılmış cisimler vardır. Yani, birbirine komşu iki cisim
arasındaki uzaklık hep aynıdır. Ve biz, farklı mesafelerde bu
cisimleri saymaya çalışıyoruz. Eğer bu sayı, uzaklığın karesi ile
orantılı olarak artarsa, uzay düzlemdir. Eğer artma daha yavaş,
ya da daha hızlı ise, uzayın pozitif ye da negatif bir eğimi
vardır.”

Eyer geçidinde bir dağ kulübesi

Bay Tompkins şaşkınlıkla, “Böylece, belli bir uzaklık


içindeki hacim, pozitif eğimli uzayda daha az, negatif eğimli
uzayda ise daha fazladır, öyle mi?”
Profesör, “Aynen öyle” diyerek gülümsedi. “Beni artık
anlamaya başladınız. İçinde yaşadığımız büyük evrenin
eğiminin işaretini araştırabilmek için, uzaktaki cisimleri
yukarıda anlattığım gibi saymak gerekir. Belki hakkında
birşeyler duymuşsunuzdur. Büyük Nebula, uzayda düzgün
30
BAY TOMPKİNS TATİLDE

olarak dağılmıştır ve birkaç bin milyon ışık yılı uzaktan


görülebilir. Bu cisimler böy1ece, uzayın eğimini araştırabilmek
için uygun bir ortam meydana getirirler.”
“Buradan evrenimizin sonlu olduğu ve kendi üzerine kapalı
olduğu çıkıyor, değil mi?”
Profesör bir an sustuktan sonra şöyle konuştu: “Bu problem
gerçekte henüz çözülmüş değil. Einstein, kozmoloji konusunda
yazdığı orijinal makalelerinde, evrenin büyüklüğünün sonlu,
kendi üzerinde kapalı ve zamanla değişmez olduğunu ileri
sürdü. Daha sonra Rus matematikçisi A. A. FRIEDMANN’ın
çalışmaları, Einstein’ın esas denklemlerinin evrenin yaşlandıkça
genişleyebileceğini ya da büzülebileceği savını mümkün
kıldığını gösterdi. Bu matematiksel sonuç, Amerikalı astronom
E. HUBBLE tarafından da doğrulandı. E. HUBBLE, Mt. Wilson
Gözlemevi'ndeki 2.5 m’lik teleskobu ile, galaksilerin
birbirlerinden giderek uzaklaştığını; yani evrenimizin
genişlediğini gördü. Ama, bu genişleme sonsuza kadar sürecek
mi yoksa uzak bir gelecekte bir maksimuma ulaşıp sonra
büzülmeye mi başlayacak? -sonsuz henüz cevaplandırılmış
değildir. Bunun cevabı, ancak daha ayrıntılı astronomi
gözlemleri ile verilebilir.”
Profesör konuşurken etraflarında çok olağanüstü
değişiklikler meydana geliyordu. Salonun bir ucu son derece
daralıyor, içindeki mobilyalar sıkışıyor, diğer ucu ise gittikçe
genişliyordu. Bay Tompkins’e sanki tüm evren oraya
sığabilirmiş gibi geliyordu. Korkunç bir düşünce zihnini
darmadağın etti: Ya Bayan Maud’un resim yaptığı kumsalda bir
uzay parçası evrenin diğer kısmından koptu ise. O’nu artık hiç
göremezdi.” Kapıya doğru koşarken, arkasından Profesörün
bağırdığını duydu. “Dikkatli ol, Kuantum sabiti de çıldırdı.
“Kumsala ulaştığı zaman, önce orayı çok kalabalık gördü.
Binlerce genç kız düzensizce oradan oraya koşuyorlardı. “Bu
kalabalıktan ben Maud’umu nasıl bulacağım?” diye düşündü.

31
BAY TOMPKİNS TATİLDE

Ama sonra dikkat edince gördü ki, bu kızların hepsi tıpatıp


Profesörün kızına benziyor. Bunun, belirsizlik prensibinin bir
şakası olduğunu anlamakta gecikmedi. Hemen sonra, anormal
derecede büyük kuantum sabiti olan bir dalga geçti. Bayan
Maud, kumsalda korku ile etrafına bakınıyordu.
“Siz misiniz?” diye mırıldanarak ferahladı. “Sandım ki,
büyük bir kalabalık bana hücum ediyor. Belki de başıma güneş
geçti, ondandır. Bir dakika beklerseniz otelden güneş şapkamı
alıp geleyim.”
Bay Tompkins, “Hayır, hayır, şimdi birbirimizi terk
etmeyelim. Bana öyle geliyor ki, ışık hızı da değişiyor. Siz
otelden gelinceye kadar, ben yaşlanmış olabilirim” dedi.
Genç kız “Saçma” dedi. Ama yine de Bay Tompkins’in
uzattığı elini tuttu. Oteli yarılamışlarken başka bir belirsizlik
dalgası onlara çarptı. Bay Tompkins ve kız sahile savruldular.
Aynı anda büyük bir uzay parçası, yakındaki tepelerden
dağılmaya başladı. Çevredeki kayalar ve balıkçı evleri garip
şekillere girdi. Güneş’ten gelen ışık ışınları, çok büyük bir
yerçekimi alanında yollarından saptılar. Güneş ufuktan
tamamen kayboldu ve Bay Tompkins zifiri karanlıkta kaldı.
Çok sevdiği bir ses, O’nu tekrar duyularına kavuşturuncaya
kadar, sanki bir yüzyıl geçti.
Kız “Görüyorum ki, babam fizik hakkında konuşarak, sizi
uyutmuş. Benimle yüzmeye gelir misiniz? Su bugün çok güzel.”
Bay Tompkins, yaylı imiş gibi koltuğundan fırladı. Kumsala
giderlerken, “Sadece bir rüya idi” diye düşündü. “Yoksa, rüya
şimdi mi başlıyordu.”

32
4

Profesörün, Eğimli Uzay, Yerçekimi ve


Evren Üzerine Dersi
Bayanlar ve Baylar:
Bugün sizlere, eğimli uzay ve bunun kütle çekimi olayı ile
olan bağıntısını anlatacağım. Hiç kuşkum yok ki, her biriniz, eğri
bir çizgi ya da yüzeyi kolayca düşünebilirsiniz; ancak üç-boyutlu
ve eğimli bir uzaydan konu açılırsa, yüzünüz asılır ve hemen
bunun çok olağanüstü, adeta tabiat dışı bir şey olduğunu
sanmaya niyetlenirsiniz. Eğimli uzaydan bahsedince ortaya
çıkan bu ürküntünün sebebi nedir? Bu kavram gerçekten, eğimli
yüzey kavramından daha mı zor? Biraz düşünürseniz, bir
çoğunuz, bir kürenin eğimli yüzeyine baktığınız gibi, uzaya
dışardan bakamadığınız için, belki onu gözünüzde
canlandırmayı başaramayacağınızı söyleyebilirsiniz. (Başka bir
örnek de, oldukça özel bir eğimli yüzey olan eyer yüzeyidir.)
Ancak böyle söyleyenler, eğimin kesin matematiksel anlamını
bilmediklerine kendilerini inandırmış olurlar. Esasen eğimin
matematiksel anlamı, günlük kullanımdaki anlamından oldukça
farklıdır. Biz matematikçiler, üzerine çizilen geometrik şekillerin
özellikleri, düzlemdeki şekillerin özelliklerinden farklı ise, o
yüzeye eğilimlidir diyoruz. Eğimi de, Euclid’in klasik
kurallarından ayrılma ile ölçüyoruz. Geometri derslerinde
öğrendiğiniz gibi, düz bir kâğıt üzerine çizilen bir üçgenin açıları
toplamı, iki dik açıya eşittir. Bu kâğıdı, ona silindirik, konik ve
hatta daha karmaşık bir şekli verecek şekilde bükebilirsiniz.
Fakat üzerindeki üçgenin açıları toplamı, her zaman iki dik açıya
eşit olarak kalır.
Bu şekil değiştirmeler sonunda, yüzeyin geometrisi
değişmez ve elde edilen bu yüzeyler “iç” eğim görüşüne göre
(günlük tanımlarımıza göre eğimli oldukları halde) düzlem
33
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

kadar düzdürler. Ama bir kâğıt parçasını, katlamaksızın veya


yırtmaksızın, bir kürenin ya da bir eyerin üzerine yapıştırmak
mümkün değildir. Küre üzerine bir üçgen (küresel üçgen)
çizerseniz, Euclid Geometrisinin basit teoremleri artık
uygulanamaz. Gerçekte, örneğin iki meridyenin kuzey küredeki
yarıları ile aralarındaki ekvator parçasının meydana getirdiği
üçgenin tabanındaki iki açı, dik açılardır ve tepe açı ise herhangi
bir açı olabilir.
Aksine, eyer yüzeyinde bir üçgenin açılarının toplamının,
her zaman iki dik açıdan küçük olduğunu öğrenmek, size
şaşırtıcı gelebilir.
Bu nedenle, bir yüzeyin eğimini saptamak için, bu yüzeydeki
geometri üzerinde inceleme yapmak gereklidir. Dışardan bakarak karar
vermek çoğu zaman yanıltıcı olur. Sadece bakarak karar verirseniz,
silindir yüzeyi ile yüzük (halka) yüzeyini aynı sınıfa
sokabilirsiniz. Oysa, birincisi gerçekte düz, ikincisi ise eğimlidir.
Eğim hakkındaki bu kesin kavramı öğrenince, artık fizikçilerin,
içinde yaşadığımız uzayın eğimli olup olmadığı konusundaki
tartışmalardan neyi kastettiklerini güçlük çekmeden anlarsınız.
Problem sadece, fiziksel uzayda meydana getirilen şekillerin,
bilinen Euclid Geometrisi kanunlarına uyup uymadıklarını
bulmaktan ibarettir.
Bununla beraber, gerçek fiziksel uzaydan bahsettiğimiz için,
öncelikle geometride kullanılan terimlerin fiziksel tanımlarını,
kullandığımız doğru çizgilerin kavram olarak ne olduklarını
açıkça belirtmeliyiz.
Zannederim, bir doğrunun genel olarak iki nokta arasındaki
en kısa mesafe olarak tanımlandığını hepiniz bilirsiniz. Bu çizgi
ya iki nokta arasına bir ip germekle ya da eşdeğer; fakat
dolambaçlı bir yolla, şöyle ki, iki nokta arasında en az sayıda ölçü
çubuğunu sığdıran çizgiyi deneme ile bularak saptanabilir.
Böyle bir yöntemle bir doğruyu bulmada sonuçların fiziksel
şartlara bağlı olduğunu göstermek için, ekseni etrafında düzgün

34
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

olarak dönen geniş, yuvarlak bir platform ve bunun çevresinde


bulunan iki nokta arasındaki en kısa mesafeyi bulmaya çalışan
bir deneyci (resimdeki 2 numaralı deneyci) düşünelim. Deneycinin,
içinde çok sayıda her biri 10 cm. boyunda çubuklar bulunan bir

Bilim adamları dönen bir platform üzerinde bir şeyi ölçüyorlardı *

kutusu var. Bu çubukları, iki nokta arasında en az sayıda çubuk


kullanacak şekilde, uç uca dizmeye çalışıyor. Platform
dönmesiydi, çubukları, resimde nokta nokta gösterilen çizgi
boyunca yerleştirecekti. Fakat platformun dönmesinden dolayı,
ölçü çubuklarının boyu rölativistik bir kısalmaya uğrayacaktır.
Bu konuyu önceki dersimizde anlatmıştım. Çevreye daha yakın
olan çubuklar (daha büyük çizgisel hıza sahip oldukları için),
merkeze yakın olanlara göre daha çok kısalacaklardır. Böylece
* Hookham's Circus ismi, Cambridge University Press Yayınevi için
illüstratör olarak çalışan ve emekli olmadan önce mevcut cildi süsleyen
çizimlerin birçoğunu yapan Bay John Hookham'a atıfta bulunuyor.

35
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

açıkça görülüyor ki, bir çubuğun en uzun mesafeyi


kaplayabilmesi için onları, mümkün olduğu kadar merkeze
yakın yerleştirmek gerekir. Ancak, çizginin iki ucu üzerinde
bulunduğundan, çizginin ortasındaki çubukları merkeze çok
yaklaştırmak da yarar sağlamaz.
Böylece sonuca iki koşul arasında bir uzlaşma ile
ulaşılacaktır, en kısa mesafe nihayet merkeze doğru hafifçe dışbükey
bir eğri ile temsil edilir.
Deneycimiz ayrı ayrı çubuklar yerine, o iki nokta arasında
bir ip gerse idi, açıktır ki, sonuç aynı olurdu. Çünkü ipin her bir
parçası, çubukların ayrı ayrı uğradığı rölativistik kısalmaya
aynen maruz kalacaktı. Burada, platform döndüğü zaman,
gerilen ipte ortaya çıkan bu şekil değişiminin, merkezkaç
kuvvetle hiçbir ilgisinin bulunmadığını vurgulamak isterim. İp
ne kadar kuvvetle gerilirse gerilsin, bu şekil değiştirme aynı
kalacaktır. Merkezkaç kuvvetin ise, esasen aksi yönde etki etmesi
gerektiğini söylemeye gerek görmüyorum.
Şimdi, platformdaki gözlemci böylece elde ettiği “düz çizgi”
yi ışık ışını ile karşılaştırarak, sonuçlarını kontrol etmeye karar
verirse, ışığın, gerçekten kendisinin yukarıda anlatılan yöntemle
oluşturduğu çizgi boyunca ilerlediğini görecektir. Kuskusuz,
ışık ışını platformun yakınında duran gözlemcilere hiç de eğimli
görünmeyecektir; çünkü onlar hareketli gözlemcinin
sonuçlarını, platformun dönmesi ile, ışığın doğru boyunca
yayılmasını bir araya getirerek, yorumlayacaklar ve size, “eğer
dönen bir gramofon plağı üzerinde, elinizi düz bir çizgi boyunca
hareket ettirerek bir çizik yaparsanız, şüphesiz plak üzerindeki
çizik de eğri olur” diyeceklerdir.
Bununla beraber, sadece dönen platform üzerindeki
gözlemciyi düşündüğümüz zaman, onun elde ettiği çizgiye
verilen “düz çizgi” adı tamamen geçerlidir. Çünkü, kendi
referans sistemindeki en kısa mesafedir ve ışık ışını ile
çakışmaktadır. Şimdi bu gözlemcinin, platformun kenarı

36
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

üzerinde üç nokta seçtiğini ve bunları düz çizgilerle birleştirerek


bir üçgen meydana getirdiğini düşünelim. Bu durumda, açıların
toplamı iki dik açıdan küçük olacaktır. Gözlemci haklı olarak,
çevresindeki uzayın eğimli olduğu sonucuna ulaşacaktır.
Şimdi bir başka örnek alalım. Varsayalım ki, platformda
bulunan iki gözlemci (resimdeki 3 ve 4 numaralı deneyciler),
platformun çevresini ve çapını ölçerek 𝜋𝜋 sayısını bulmaya
çalışıyorlar. 3’ün kullandığı ölçü çubuğu, platformun
dönmesinden etkilenmez; çünkü hareketi her zaman boyuna dik
yöndedir. Diğer taraftan, 4’ün ölçü çubuğu sürekli olarak
kısalacaktır ve bu gözlemci çevreyi, duran platformdakinden
daha büyük olarak ölçecektir. Bu nedenle, 4 numaralı
gözlemcinin sonucunu, 3 numaralı gözlemcinin sonucuna
bölünce, ders kitaplarında genellikle verilen 𝜋𝜋 değerinden daha
büyük bir değer elde edecektir. Bu da yine uzayın eğiminin bir
sonucudur.
Dönme sonucu, sadece uzunluk ölçmeleri etkilenmekle
kalmayacaktır. Çevrede yer alan bir saatin hızı büyük olacak ve
önceki konferansta anlattığım gibi, platformun merkezinde
duran saatten daha yavaş işleyecektir.
İki deneyci (resimdeki 4 ve 5 numaralı deneyciler), saatlerini
platformun merkezinde kontrol ederler ve bundan sonra 5
numaralı deneyci, saatini bir süre için çevrede bulundurup
tekrar merkeze dönerse kendi saatinin, hep merkezde kalmış
olana göre geri kaldığını görecektir. Böylece platformun farklı
yerlerinde, tüm fiziksel işlemlerin, farklı hızlarla işlediği
sonucuna varacaktır.
Şimdi, deneycilerimizin yaptıkları geometrik ölçmelerden
elde ettikleri olağanüstü sonuçların sebebi hakkında biraz
düşündüklerini varsayalım. Ayrıca platformlarının kapalı
olduğunu, penceresi olmayan dönen bir oda oluşturduklarını ve
böylece çevreye göre hareketlerini göremediklerini varsayalım.
Platformun, üzerine monte edildiği “sağlam zemine” göre

37
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

dönmesine bağlanmaksızın, gözledikleri tüm sonuçları, sadece


platformdaki fiziksel şartlar ile açıklayabilirler mi?
Platformdaki fiziksel şartlar ile “sağlam zemin” üzerindeki
fiziksel şartlar arasındaki farklar vasıtası ile geometride
gözlenilen değişiklikler açıklanabilirdi. Deneyciler bu farklara
bakarak, tüm cisimleri merkezden çevreye doğru çeken yeni bir
kuvvetin varlığını anlayacaklardır. Tabii bu kuvvetin etkisinin
gözlenen tesirlerini, örneğin iki saatten birini, bu yeni kuvvetin
etki doğrultusunun yönünde, merkeze daha uzak olanın daha
yavaş işleyeceğini söyleyerek açıklayacaklardır.
Ama, acaba bu kuvvet, gerçekten “katı toprak” üzerinde
gözlenemeyen yeni bir kuvvet midir? Her cismin Dünya’nın
merkezine doğru, yerçekimi kuvveti diye isimlendirilen bir
kuvvet ile çekildiğini gözlemiyor muyuz? Kuşkusuz, bir
durumda diskin çevresine doğru bir çekim, diğerinde ise
Dünya’nın merkezine doğru bir çekim söz konusudur; ancak bu,
sadece kuvvetlerin dağılımında bir fark olduğu anlamına gelir.
Bununla beraber, referans sistemin düzgün olmayan
hareketinden kaynaklanan ve bu konferans salonundaki
kütleçekimi kuvvetine tamamen benzer olan, başka bir “yeni”
kuvvet örneği vermek kolaylıkla mümkündür.
Bir roket düşünün. Yıldızlar arası yolculuk için yapılmış
olsun. Uzayda yıldızlardan o kadar uzakta bulunsun ki, içinde
hiçbir kütleçekimi kuvveti olmaksızın, boşlukta serbestçe
yüzüyor olsun. Bu roketin içindeki tüm cisimlerin ve seyahat
eden deneycinin ağırlığı olmayacak ve aynen Jules Verne’nin
meşhur hikâyesinde Ay’a giden Michel Ardent ve yol
arkadaşları gibi havada serbestçe yüzebileceklerdir.
Şimdi motorlar çalıştırılsın, roketimiz hareket etmeye
başlasın, giderek hız kazansın. Roketin içinde ne olacaktır? Roket
hızlandıkça içindeki tüm cisimlerin tabana doğru gitme eğilimi
ya da başka türlü söylersek, tabanın cisimlere doğru yaklaşma
eğilimi göstereceğini kolaylıkla kestirebiliriz. Örneğin, eğer

38
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

deneycimiz elinde tuttuğu bir elmayı bırakırsa, elma


(çevresindeki yıldızlara göre) sabit bir süratle hareketine devam
edecektir. Elmanın bu sabit sürati, tam bırakıldığı anda hareketli
roketin sahip olduğu sürattir. Ancak roketin hızı artmaktadır.
Bunun sonucu olarak roketteki kabinin tabanı giderek hızlanıp
elmaya yetişerek ona çarpacaktır. Bu andan itibaren elma,
kabinin tabanı ile sürekli olarak temasta kalacak ve ivme
(hızlanma) sebebi ile tabana bastırılacaktır.
Ama içerdeki deneyci için, bu olay sanki elma belli bir ivme
ile “aşağı düşüyor” muş ve tabana çarptıktan sonra da kendi
ağırlığı ile bastırıyormuş gibi görünecektir. Farklı cisimleri
düşürerek, tüm cisimlerin aynı ivme ile (hava sürtünmesini
ihmal ederse) düştüklerini gözleyecek ve bunun GALILEO
GALILEI tarafından bulunan serbest düşme kuralı olduğunu
hatırlayacaktır. Gerçekte, kendi ivmeli kabinindeki olay ile bilinen
kütleçekimi olayı arasında en ufak bir fark bile ayırt edemeyecektir.
Sarkaçlı saati kullanabilecek, kitaplarını havada uçma tehlikesi
olmaksızın raflara yerleştirebilecek ve ilk defa ivmeli referans
sistemi ile kütleçekiminin eşdeğerliliğini işaret ederek, bu temele
davalı genel görelilik kuramı isimli teoriyi geliştiren Albert
Einstein’ın portresini de duvardaki bir çiviye asabilecektir.
Ama burada da aynen dönen platform örneğinde olduğu
gibi, kütleçekimi konusunda çalışırken Galileo ve Newton
tarafından bilinmeyen bir olaya dikkat edeceğiz. Kabini boylu
boyunca geçen bir ışık ışını eğimli bir yol çizecektir ve roketin
ivmesine bağımlı olarak karşı duvarda asılı olan ekranın farklı
yerlerini aydınlatacaktır. Bu olay dışarıdaki bir gözlemciye göre
kuşkusuz ışığın düzgün çizgisel hareketi ile gözlem kabininin
ivmeli hareketinin üst üste binmesi şeklinde yorumlanacaktır.
Geometri de bozulacak, üç ışık ışını ile teşkil edilen üçgenin
açılarının toplamı iki dik açıdan büyük olacak ve dairenin
çevresinin yarıçapa oranı 𝜋𝜋 sayısından büyük olacaktır. Burada
ivmeli sistemlerin en kolay iki örneğini inceledik; ama yukarıda

39
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

söylenilen eşdeğerlik katı ya da şekil değişikliğine uğrayabilen


bir referans sisteminin herhangi bir hareketi için geçerlidir.
Şimdi çok önemli olan bir soruya geçiyoruz. Az önce gördük
ki, hızlandırılmış bir referans siteminde, kütleçekimi alanında
bilinmeyen birkaç olayı gözlemek mümkündür. Işık ışınının
eğrilmesi ya da bir saatin yavaşlaması gibi olan bu olaylar büyük
kütleler tarafından yaratılan kütleçekimi alanlarında da var
mıdır? Ya da, diğer bir deyiş ile, acaba ivmenin etkileri ile
kütleçekiminin etkileri, sadece birbirlerine çok benzer değil de
tıpatıp aynı mıdırlar?
Kuşkusuz her ne kadar bu iki çeşit etkinin tamamen eşdeğer
olduğunu kabul etmek durumunda olsak bile, en son cevap
ancak deneylerle verilebilir. Ve insan zekasının (ki her zaman
evren kanunlarının basit ve kendi aralarında tutarlı olmalarını
ister) büyük bir hazla kabul ettiği sonuç, deneylerin bu yeni
olayın varlığını bilinen kütleçekimi alanında da ispat etmiş
olmalarıdır. Kuşkusuz ivmeli ve kütleçekim alanlarının
eşdeğerliliği hipotezi ile öngörülen etkiler çok küçüktür. Ancak
bilim adamları o etkileri aramaya başladıktan sonra
keşfedilmelerinin sebebi de budur.
Yukarıda bahsedilen ivmeli sistemler örneğini kullanarak,
en önemli iki rölativistik kütleçekim olayının büyüklük sırasını
kolayca tahmin etmek mümkündür: saatin çalışma hızındaki
değişim ve ışık ışınının eğimi.
Önce dönen platform örneğini ele alalım. Temel
mekanikten, merkezden r uzaklıkta bulunan ve kütlesi bir olan
bir parçacığa etkiyen merkezkaç kuvvetinin,

𝐹𝐹 = 𝑟𝑟𝜔𝜔2 (1)
formülüyle verildiği bilinmektedir; burada 𝜔𝜔, platformumuzun
sabit açısal dönme hızıdır. Parçacığın merkezden çevreye
hareketi sırasındaki bu kuvvet tarafından yapılan toplam iş ise,

40
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

Zemin ... sonunda elmayı geçecek ve ona çarpacak

41
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

1
𝑊𝑊 = 𝑅𝑅 2 𝜔𝜔2 (2)
2
dir. Burada 𝑅𝑅 platformun yarıçapıdır.
Yukarıda belirtilen denklik ilkesine göre, 𝐹𝐹’yi platform
üzerindeki yerçekimi kuvvetiyle ve 𝑊𝑊’yi merkez ile çevre
arasındaki yerçekimi potansiyeli farkıyla tanımlamamız gerekir.
Şimdi, bir önceki derste gördüğümüz gibi, 𝑉𝑉 hızıyla hareket
eden saatin yavaşlamasının,

𝑣𝑣 2 1 𝑣𝑣 2
�1 − � � = 1 − � � + ⋯ (3)
𝑐𝑐 2 𝑐𝑐

faktörü tarafından verildiğini hatırlamalıyız. 𝑉𝑉, 𝑐𝑐 ile


karşılaştırıldığında küçükse, diğer terimleri ihmal edebiliriz.
Açısal hızın tanımına göre elimizde 𝑣𝑣 = 𝑅𝑅𝑅𝑅 var. Bu durumda
‘yavaşlama faktörü’

1 𝑅𝑅𝑅𝑅 2 𝑊𝑊
1− � � =1− 2 (4)
2 𝑐𝑐 𝑐𝑐
olur ve bulundukları yerdeki yerçekimi potansiyellerinin farkı
cinsinden saatin hızındaki değişimi verir.
Saatlerden birisini 304,8 m. (1000 feet) yüksekliğindeki Eyfel
Kulesi’nin bodrumuna ve diğerini ise en tepesine yerleştirirsek,
aralarındaki potansiyel farkı o kadar küçük olur ki bodrumdaki
saat sadece 0.999.999.999.999,97 faktörü kadar yavaşlar.
Diğer taraftan, Dünya’nın yüzeyindeki çekim potansiyeli ile
Güneş’in yüzeyindeki çekim potansiyeli birbirinden çok daha
fazla farklıdır ve yavaşlama faktörü 0.999,999,5’dir. Bu faktör çok
incelikli ölçmeler yaparak fark edilebilir. Kuşkusuz hiç kimse
Güneş’in yüzeyine bildiğimiz bir saati yerleştirip nasıl işlediğine
bakamaz! Fizikçilerin daha uygun yöntemleri vardır.
Spektroskop kullanarak Güneş’in yüzeyindeki farklı atomların

42
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

titreşim periyotlarını ölçebilir ve bunu laboratuvarda bir Bunzen


beki alevine tutulan aynı elementin atomlarının periyodu ile
karşılaştırabiliriz. Güneş’in yüzeyinde bulunan atomların
titreşimi (4) formülündeki faktör kadar yavaşlamış olmalıdır. Bu
sebepten o atomlardan yayınlanan ışık, yeryüzünde aynı
kaynaklardan yayınlananlara göre daha kırmızımsı olmalıdır.
Gerçekte bu “kırmızıya kayma” Güneş’in ve birkaç başka
yıldızın tayfında gözlenmiştir. Güneş’in ve bu yıldızın tayfı tam
olarak ölçülebilmekte ve sonuçlar bizim teorik formülümüzle
verilenlere tamamen uymaktadır.
Böylece kırmızıya kaymanın varlığı, yüzeyindeki büyük
kütleçekimi potansiyelinden dolayı Güneş’teki işlemlerin daha
yavaş ilerlediğini ispat etmektedir.
Kütleçekimi alanında ışık ışınının ne kadar eğildiği
hakkında bir fikir sahibi olabilmek için daha önce konu ettiğimiz
roket örneğini kullanalım. Kabinin karşısındaki mesafe 𝑙𝑙 ise,
ışığın kabini geçmesi için geçen süre 𝑡𝑡 ile verilir.

𝑙𝑙
𝑡𝑡 = (5)
𝑐𝑐

Bu süre boyunca, 𝑔𝑔 ivmesi ile hareket eden roket, aşağıdaki


temel mekanik formülü ile verilen 𝐿𝐿 mesafesini kat edecektir:

1 1 𝑙𝑙 2
𝐿𝐿 = 𝑔𝑔𝑡𝑡 2 = 𝑔𝑔 2 (6)
2 2 𝑐𝑐
Böylece ışık ışınının doğrultusundaki değişimi veren açının
büyüklüğü,

𝐿𝐿 1 𝑔𝑔𝑔𝑔
∅= = 𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟 (7)
𝑙𝑙 2 𝑐𝑐 2

mertebesindedir. Işığın kütleçekimi alanında aldığı yol olan 𝑙𝑙 ne


kadar büyük ise ∅ da o kadar büyük olacaktır. Buradaki roketin
𝑔𝑔 ivmesi kuşkusuz yerçekimi ivmesi olarak yorumlanmalıdır. Bu
43
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

konferans salonunda bir uçtan diğer uca bir ışık demeti


gönderirsem kabaca 𝑙𝑙 = 1000 𝑐𝑐𝑐𝑐. olarak alabilirim. Yeryüzü
üzerinde 𝑔𝑔 yerçekimi ivmesi 981 𝑐𝑐𝑐𝑐/𝑠𝑠𝑠𝑠2dir ve ışık hızı da 𝑐𝑐 =
3 . 1010 𝑐𝑐𝑐𝑐/𝑠𝑠𝑠𝑠 olduğuna göre,

100 . 981
∅= = 5 . 10−16 𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟𝑟 = 10−10 𝑠𝑠𝑠𝑠 (8)
2 . (3 . 1010 )2

(yay parçası) elde ederiz.


Böylece, görüyorsunuz ki bu şartlar altında ışığın eğimi
gözlenemez. Ama Güneş yüzeyine yakın yerde 𝑔𝑔 = 27.000’dir
ve Güneş’in kütleçekimi alanında alınan toplam yol da çok
büyüktür. Yapılan incelikli hesaplara göre Güneş yüzeyinin
yakınından geçen ışık ışınındaki sapma 1.75” olmalıdır.
Gerçekten tam Güneş tutulması sırasında Güneş’in çok
yakınında görülen yıldızların yerlerinde astronomların
gözledikleri yer değiştirme tam bu değeri tutmaktadır.
Anlaşılıyor ki burada da gözlemler ivme ile kütleçekimi
etkilerinin birbirinin tamamen aynı olduğunu göstermektedir.
Şimdi uzayın eğimi ile ilgili problemimize yeniden dönebiliriz.
Hatırlayacaksınız ki düz çizginin en rasyonel tanımını
kullanarak hareketi düzgün olmayan referans sistemlerinde
geometrinin Euclid geometrisinden farklı olduğu ve uzayların,
eğimli uzaylar olarak düşünülebileceği sonucuna varmıştık.
Herhangi bir kütleçekimi alanı da bir referans sisteminin
ivmesine eşdeğer olduğu için, kütleçekimi alanının içinde var
olduğu herhangi bir uzay da eğimli bir uzaydır. Ya da bir adım
daha ileri giderek diyebiliriz ki kütleçekimi alanı uzay eğiminin
sadece fiziksel bir ifadesidir. Bu nedenle her noktadaki uzay eğimi
kütlelerin dağılımı ile tayin edilmeli ve büyük kütleli cisimlerin
yakınında uzayın eğimi, maksimum değerine ulaşmalıdır.
Burada eğimli uzayın ve onun kütle dağılımına olan
bağımlılığının özelliklerini veren oldukça karmaşık matematik
sistemlere giremeyeceğim. Sadece bu eğimin genellikle bir sayı

44
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

ile değil, farklı on sayı ile tayin edildiğini belirtmek isterim. Bu


sayılar kütleçekimi potansiyeli bileşenleri 𝑔𝑔𝜇𝜇𝜇𝜇 olarak bilinirler ve
klasik fizikteki daha önce 𝑊𝑊 olarak isimlendirdiğim kütleçekimi
potansiyelinin genelleştirilmiş halini temsil ederler. Bununla
bağımlı olarak, her noktadaki eğim çoğu zaman 𝑅𝑅𝜇𝜇𝜇𝜇 ile gösterilen
on farklı eğrilik yarıçapı ile tasvir edilir. Bu eğrilik yarıçapları,
Einstein’ın esas denklemi olan
1
𝑅𝑅𝜇𝜇𝜇𝜇 − 𝑔𝑔𝜇𝜇𝜇𝜇 𝑅𝑅 = −𝜅𝜅𝑇𝑇𝜇𝜇𝜇𝜇 (9)
2

formülü ile kütlelerin dağılımına bağlanmıştır. Burada 𝑇𝑇𝜇𝜇𝜇𝜇


yoğunluklar, süratler ve büyük kütlelerin meydana getirdiği
kütleçekimi alanının diğer özellikleri ile ilgilidir.
Bu konuşmayı sona erdirmek için (9) denkleminin çok ilginç
sonuçlarından birisine değinmek istiyorum Kütlelerle düzgün
olarak doldurulmuş bir uzay düşünürsek, (örneğin bizim
uzayımız yıldızlar ve stellar sistemlerle doludur), (arada bir ayrı
yıldızlara yakın büyük eğimlerden başka), uzay düzenli olarak
büyük mesafelerde düzgün şekilde eğim yapma temayülü gösterir.
Matematik olarak birkaç farklı çözüm vardır. Bunlardan bazıları
en sonunda uzayın kendi üzerine kapanacağını ve bu sebepten sınırlı
bir hacmi olduğunu belirler. Diğerleri de bir önceki konuşmamda
bahsettiğim eyer yüzeyine benzer bir sonsuz uzayı temsil ederler. (9)
denkleminin ikinci önemli sonucu da böyle bir eğimli uzayın
sürekli bir genişleme ya da daralma hainde olmasıdır. Genişleme
fiziksel olarak uzayı dolduran parçacıkların uçuşarak
birbirlerinden uzaklaşması, daralma ise birbirine yaklaşması
anlamına gelir. Daha ötesi, sınırlı hacmi olan kapalı bir uzayda
genişleme ve daralmanın periyodik olarak birbirini takip edeceği
ispatlanabilir. Bunlara -nabız gibi- atan (titreşimli) dünyalar
denir. Diğer taraftan, sonsuz “eyer gibi” uzaylar devamlı olarak
daralma ya da genişleme halinde bulunurlar.

45
EĞİMLİ UZAY ÜZERİNE DERS

Bütün bu farklı matematiksel ihtimallerin hangisinin içinde


yaşadığımız uzaya uyduğu sorusu, fizik tarafından değil,
astronomi tarafından cevaplandırılmalıdır. Bu konuyu burada
incelemeyeceğiz. Ancak astronominin şimdiye kadar bulduğu
deliller kesin olarak bizim uzayımızın genişlemekte olduğunu
göstermiştir. Bununla beraber bu genişlemenin bir yerde
daralmaya dönüşüp dönüşmeyeceği ve uzayın büyüklük olarak
sınırlı ya da sonsuz olduğu sorusunun cevabı henüz açıklık
kazanmamıştır.

46
5

Titreşen Evren
Plaj otelindeki ilk gece akşam yemeğinde, yaşlı profesörün
kozmoloji, kızının ise sanat hakkındaki konuşmalarını sabırla
dinleyen Bay Tompkins, sonunda odasına çıkabildi ve kendisini
yatağa atarak battaniyeyi üzerine çekti. Boticelli ile Bondi,
Salvador Dali ile Fred Hayle, Lemaitre ile La Fontaine hepsi
yorgun kafasında birbirine karışmıştı. Az sonra da derin bir
uykuya daldı.
Geceyarısı bir ara garip bir duygu ile uyandı. Sanki rahat
yatağında değil de sert bir şey üzerine yatıyordu Gözlerini açtı
ve kendisini, önce deniz kenarında olduğunu zannettiği büyük
bir kayanın üzerinde buldu. Sonra bunun, 10 metre kadar çapı
olan gerçekten büyük bir kaya olduğunu gördü. Uzayda hiçbir
yere dayanmadan asılı gibi duruyordu. Kaya, yeşil bir yosun ile
kaplı idi, yer yer çatlaklarından küçük çalılar büyümüştü.
Kayanın çevresindeki uzay loş bir ışıkla kaplı ve ortalık toz
içinde idi. Gerçekten, daha önce havada hiç bu kadar toz
görmemişti, hatta çölde kum fırtınalarını gösteren filmlerde bile
böylesine rastlamamıştı. Mendilini burnunu örtecek şekilde
başının arkasından düğümledi ve biraz rahat nefes almaya
başladı. Ama çevre uzayda bu tozdan daha tehlikeli şeyler vardı.
Sık sık, kafası büyüklüğünde ve daha büyük taşlar kayanın çok
yakınından hızla geçiyor ve bazen de kayaya çarparak garip, tok
bir ses çıkarıyorlardı. Daha uzaklarda ise kendi bulunduğu kaya
büyüklüğünde bir veya birkaç kaya uzay içinde hareket
ediyorlardı. Çevresini incelerken, düşüp aşağıdaki tozlu
derinliklerde kaybolmak korkusu ile kayanın uygun yerlerine
sıkıca tutunuyordu. Kısa zamanda bu korkuyu yenip, kayanın
kenarına doğru sürünerek yaklaşıp, altında ona destek olan bir
şev olup olmadığını görmek istedi Sürünürken hayretle fark etti

47
TİTREŞEN EVREN

ki, kayanın çevresinin dörtte birini geçtiği halde, düşmesi pek


mümkün değildi; aksine, ağırlığı O’nu kaya yüzeyine doğru
bastırmakta idi. Biraz da eğilerek, kaya parçalarının arasından
ilk bulunduğu yerin tam altında olan noktaya dikkatle baktı.
Uzayda kayayı tutan, destekleyen hiçbir şey yoktu. Bununla
beraber, loş ışık içinde şaşkınlıkla arkadaşı olan yaşlı profesörün
uzun siluetini tanıdı. Ayakta, ama başı aşağı tarafta, elindeki
deftere bir şeyler yazıyordu.
Bay Tompkins, yavaş yavaş anlamaya başlıyordu. Okulda
O’na, Dünya’nın kocaman yuvarlak bir kaya olduğunu ve
uzayda Güneş’in etrafında hareket ettiğini öğretmişlerdi. Aynı
zamanda Dünya’nın iki tarafında iki kutbu olduğunu gösteren
resimleri de hatırladı. Evet bu kaya da küçük bir gezegendi. Her
şeyi yüzeyine doğru çekiyordu. Üzerinde yaşayan insanlar ise
kendisi ve yaşlı profesörden ibaretti. Artık biraz daha
rahatlamıştı, hiç olmazsa düşüp kaybolma korkusu yoktu!
“Günaydın” diyerek yaşlı adamın dikkatini, yaptığı
hesaplardan ayırdı.
Profesör, gözünü defterinden kaldırdı. Burada sabah yoktur
ki!” dedi. “Bu evrende Güneş de yok, başka ışık veren yıldız da
yok. Şanslıyız ki, buradaki cisimlerin yüzeyinde kimyasal bir
işlem oluyor, aksi halde, bu uzayın genişlediğini
gözleyemezdim” diyerek, tekrar defterine bir şeyler yazmaya
başladı.
Bay Tompkins, şimdi kendini mutsuz hissediyordu.
Evrende yaşayan tek insanı bulmuştu; ama O, arkadaşlık
yapmaktan hoşlanır gözükmüyordu. Ummadığı bir anda,
meteorid’lerden birisi ona yardım etti. Hızla gelerek profesörün
elindeki deftere çarptı ve defter uzayın içinde, hızla küçük
gezegenlerinden uzaklara doğru uçtu gitti. Defter gittikçe
küçülerek gözden uzaklaşırken Bay Tompkins, “Artık onu hiç
göremeyeceksiniz” dedi.

48
TİTREŞEN EVREN

“Aksine” diye cevapladı profesör. “Biliyorsunuz ki, şimdi


içinde bulunduğumuz uzay sonsuz değil. Biliyorum, okulda
size, uzayın sonsuz olduğunu ve iki paralel çizginin hiçbir
zaman birleşemeyeceğini öğrettiler. Bu ise hem insanlığın geri
kalan kısmının yaşadığı, hem de şimdi bizim bulunduğumuz
uzay için doğru değil. Birincisi, gerçekten çok büyük. Bilim
adamları uzayın şimdiki mevcut boyutunu,
16.000.000.000.000.000.000.000 km. olarak tahmin ediyorlar. Bu,

Burada sabah yoktur

günlük ölçülere alışmış birisine sonsuz gibi gelebilir. Eğer


defterimi orada kaybetseydim, bana geri gelmesi çok çok uzun
zaman alırdı. Ama burada durum oldukça farklı. Tam defter
elimden çıkmadan, hızla genişlediği halde bu uzayın şimdiki
çapının, sadece sekiz kilometre olduğunu hesaplamıştım.
Defterin yarım saat sonra geri geleceğini umuyorum.”

49
TİTREŞEN EVREN

“Ama,” dedi Bay Tompkins, “kitabınızın Avustralyalı bir


yerlinin bumerangı gibi davranacağını ve kavisli bir yörüngede
ilerleyerek ayaklarınızın dibine düşeceğini mi söylüyorsunuz?”
“Öyle değil” diye cevaplandırdı profesör. “Olayın gerçekte
nasıl olduğunu anlamak istiyorsanız, Dünya’nın bir küre
olduğundan habersiz olan eski bir Yunanlıyı düşünün. Diyelim
ki, birisine hep kuzeye doğru gitmesi için emir vermiş olsun.
Sonunda, kuzeye gönderdiği adamın güneyden geriye geldiğini
görerek nasıl şaşırmış olabileceğini hayal edin. Şüphesiz eski
Yunanlımız, dünyanın etrafında seyahat etmek diye bir kavramı
bilmiyordu ve emrindeki adamın, yolunu kaybedip, eğri bir rota
çizerek kendisine ulaştığından emindi. Gerçekte ise o adam,
devamlı olarak Dünya üzerinde çizilebilecek en doğru çizgi
üzerinde ilerleyip Dünya’nın etrafından dolanarak, zıt yönden
geriye gelmiş oluyordu. Aynı olay, benim defterim için de
geçerlidir. Ancak, yolu üzerindeki bir başka taşa çarpıp, saparsa
o zaman iş değişir. Alın şu dürbünü ve bakın bakalım onu hâlâ
görebiliyor musunuz?”
Bay Tompkins, dürbünü gözlerine yanaştırdı. Toz bulutu
görüşü çok engelliyordu. Yine de çok uzakta, profesörün
defterinin uzay içinde uzaklaştığını görebildi. Ama o uzaklıkta,
defter dahil her cismin pembe renkli oluşunu biraz garip
karşıladı.
Biraz sonra “Defteriniz geriye geliyor, gittikçe büyüdüğünü
görüyorum” diye heyecanla bağırdı.
Profesör “Hayır, hâlâ uzaklaşıyor. Sanki geri geliyormuş
gibi büyüdüğünü görmenizin sebebi, kapalı küresel uzayın, ışık
ışınları üzerinde yarattığı özel odaklama etkisidir. Tekrar eski
Yunanlıyı düşünelim. Eğer ışık ışınları Dünya’nın eğimli
yüzeyini takip edebilse idi (örneğin atmosferde kırılarak),
Yunanlı, kuvvetli bir dürbünle bakarak emrindeki adamı
yolculuğu sırasında her an görebilirdi. Eğer yerküresine
bakarsanız, üzerindeki en düz çizgiler olan meridyenlerin, önce

50
TİTREŞEN EVREN

bir kutuptan çıkarak uzaklaştıklarını, ekvatoru geçtikten sonra


ise karşı kutba doğru yaklaştıklarını görürsünüz. Işık ışınları
meridyenler boyunca ilerleyebilselerdi, bir kutuptan bakarak,
uzaklaşan bir insanın, ancak ekvatoru geçene kader gittikçe
küçük görüneceğini gözleyebilirdiniz. Bu noktadan sonra ise o
insanın büyümeye başladığını, aksi yönde gittiği halde sanki
geriye döndüğünü görecektiniz. Aksi kutba ulaşınca O’nu, sanki
yanınızda imiş gibi aynı büyüklükte görecektiniz. Ama küresel
bir aynada görüntüye dokunamadığınız gibi, ona da
dokunmanız mümkün olmayacaktı. Bu iki boyutlu analoji
temelinde, garip bir şekilde eğimli üç boyutlu uzayda ışık
ışınlarına ne olduğunu hayal edebilirsiniz. Sanırım ki, defterimin
görüntüsü artık iyice yaklaşmıştır.” Gerçekten dürbünü bırakıp
bakınca Bay Tompkins, defterin ancak birkaç metre uzakta
olduğunu gördü. Bununla beraber defter çok garip
görünüyordu! Kenarları keskin değil, yuvarlaklaşmış gibi idi,
sayfalarına profesörün yazdığı formüller zor tanınıyordu ve
defter sanki iyi odaklanmamış ilkel bir makina ile çekilmiş resme
benziyordu.
“Görüyorsunuz ki” dedi profesör, “bu sadece defterin
görüntüsüdür. Işık ışınları evrenin yarısını katettikleri için
görüntü çok bozulmuştur. Eğer tam olarak emin olmak
istiyorsanız, defterin arkasında bulunan taşların, sayfalar
arasından nasıl göründüğüne dikkat edin.”
Bay Tompkins deftere ulaşmak istedi, ama eli hiçbir dirençle
karşılaşmadan görüntüyü geçti.
“Defterin kendisi”, dedi profesör, “şimdi evrenin diğer
kutbuna çok yakın ve burada gördüklerin sadece onun iki
görüntüsüdür. Diğer görüntü az arkanda yer alıyor, iki görüntü
çakıştığı zaman defter tam karşı kutupta olacaktır” dedi
profesör. Bay Tompkins bunu duymadı. Derin düşüncelere
dalmıştı. Optikte konkav aynalar ve merceklerde meydana gelen

51
TİTREŞEN EVREN

görüntüleri hatırlamaya çalışıyordu. Sonunda vazgeçtiği zaman,


iki görüntü aksi yönde birbirinden uzaklaşıyordu.
“Uzayı eğimli yapan ve bütün bu garip olayları yaratan
nedir?” diye sordu profesöre.
“Büyük kütlelerin varlığı, Newton kütle çekimi kavramını
bulduğu zaman, bunun, iki cismi birbirine bağlayan elastik bir
yayda ortaya çıkan kuvvet gibi bir kuvvet olduğunu düşündü.
Bununla beraber bir olay uzun zaman açıklanamamıştı. Bu da,
bütün cisimlerin ağırlıkları ve boyutları ne olursa olsun kütle
çekimi etkisinde, eğer hava sürtünmesi gibi etkiler yok edilirse,
hep aynı ivme ile aynı şekilde hareket etmeleri idi. Büyük
kütlelerin varlığının en önde gelen etkisinin, uzayı eğimli
yapmak olduğunu ve kütleçekimi alanında hareket eden tüm
cisimlerin yörüngelerinin, içinde bulundukları uzay da eğimli
olduğu için, eğrilerden ibaret olduğunu ilk açıklayan
Einstein’dır. Bu gerçeği, yeterli matematik bilgisine sahip
olmadan anlamak çok güçtür.
“Öyle,” dedi Bay Tompkins. “Ama söyleyin bana, hiç
madde olmasa idi, okulda öğrendiğimiz şekilde bir geometriye
sahip olmayacak mıydık? Paralel çizgiler hiçbir zaman
birleşmeyecekler miydi?”
“Hayır birleşmeyeceklerdi, ama bunu kontrol edebilecek
maddi bir yaratık da bulunamayacaktı.”
“Öyleyse, belki Euclid hiç yaşamadı ve ancak bu sayede
tamamen boş uzayın geometrisini ortaya çıkarabildi?”
Ama Profesör, böyle bir metafizik tartışmasına girmek
isteğinde görünmüyordu. Bu soruyu cevaplamadı.
Bu sırada, defterin görüntüsü tekrar ilk yönde uzaklaştı ve
sonra ikinci defa geri gelmeye başladı. Şimdi eskisinden daha
haraptı, adeta tanınmıyordu. Bu ise profesöre göre, ışık
ışınlarının tüm evreni katetmiş olmalarından ileri geliyordu.
“Eğer başını çevirip bir daha bakacak olursan, defterimin
sonunda, Dünya etrafındaki yolculuğunu tamamlayıp, bana

52
TİTREŞEN EVREN

doğru gelmekte olduğunu göreceksin” dedi Bav Tompkins’e.


Elini uzatarak defteri yakaladı ve cebine soktu. “Bak, bu evrende
o kadar çok toz ve taş var ki, Dünya’nın çevresini görmek adeta
imkansızlaşıyor. Etrafımızda gördüğün bu şekilsiz gölgeler de
pek muhtemelen, bizim ve çevremizdeki cisimlerin
görüntüleridir. Ama, tozdan ve uzayın eğiminden, bu
görüntüler o kadar bozulmuşlar ki, hangisinin neyin görüntüsü
olduğunu söylemek bile mümkün değil.”
Bay Tompkins, “Pekiyi, daha önce içinde yaşadığımız
büyük evrende de aynı etkiler söz konusu mudur?” diye sordu.
“Tabii, ama o evren o kadar büyük ki, ışığın çevresini
dolanması milyarlarca sene alır. Berberde tıraş olurken,
ensenizdeki saçın kesildiğini aynaya gerek kalmadan
görebilirsiniz, ama berbere gittiğiniz günden milyarlarca sene
sonra. Ayrıca yıldızlar arası toz, görünümü tamamen
engelleyebilir de. Bir İngiliz astronomicisi, daha çok şaka olarak,
şimdi gökyüzünde gördüğümüz yıldızların, çok önceleri
gerçekten var olan yıldızların görüntüleri olduğunu ileri
sürmüştü.”
Bütün bu açıklamaları anlayabilmek için yorulmuş olan Bay
Tompkins etrafına bakınınca, şaşkınlıkla, gökteki görünümün
önemli ölçüde değişmiş olduğunu gördü. Etrafta daha az toz
görünüyordu. Halen burnunu örtmekte olan mendilini çözdü.
Çevrede daha az sayıda taş uçuşuyor ve bulundukları kayanın
yüzeyine çok daha az enerji ile çarpıyorlardı. Son olarak da
başlangıçta gözüne ilişen kendi kayaları büyüklüğünde birkaç
kayanın çok uzağa gittiğini ve artık o uzaklıktan güçlükle
göründüklerini fark etti.
“Hayat daha rahat olmaya başladı” diye düşündü Bay
Tompkins. “O hareketli taşlardan birinin bana çarpacağından
çok korkmuştum. Çevremizde meydana gelen değişikliği bana
açıklayabilir misiniz?” diye sordu.

53
TİTREŞEN EVREN

Evren herhangi bir sınırın ötesinde genişliyor ve soğuyordu.


(The Sydney Daily Telegraph, 16 Ocak 1960 tarihli bir karikatürden
uyarlanmıştır)
54
TİTREŞEN EVREN

“Çok kolay; bizim küçük evrenimiz süratle genişliyor ve biz


buraya geldiğimizden beri boyutu, sekiz kilometreden, yüz altmış
kilometreye çıktı. Kendimi burada bulduğum andan itibaren bu
genişlemeyi, uzak cisimlerdeki kırmızılaşma olayından
anladım.”
“Uzaklarda her şeyin pembeleştiğini ben de görüyorum;
ama bu, neden genişlemeye işaret ediyor, onu anlamadım” dedi
Bay Tompkins.
“Hiç dikkat ettiniz mi?” dedi profesör. “Yaklaşan bir trenin
sesi oldukça yüksektir, ama tren geçince bu ses önemli ölçüde
azalır. Buna Doopler Olayı diyoruz. Frekansın, onu meydana
getiren kaynağın hızına bağlı oluşudur bu olay, Tüm uzay
genişliyorken içindeki her cisim, gözlemciden olan mesafe ile
orantılı bir hızla uzaklaşmaktadır. Bu yüzden, bu cisimlerden
yayılan ışık kırmızılaşır. Bu, optikte, deha küçük frekansa karşı
gelir. Cisim ne kadar uzaksa, daha hızlı gider ve bize daha
kırmızı görünür. Eski güzel evrenimizde (ki, o da genişliyor) bu
kırmızılaşma ya da kırmızıya kayma, astronomicilerin, çok uzak
yıldız bulutlarının uzaklıklarını hesaplamalarını temin ediyor.
Örneğin, Andromeda Bulutsusu olarak adlandırılan en yakın
bulutlardan biri, ışığın sekiz yüz bin yılda kat edebileceği
mesafeye karşılık gelen %0,05 oranında kırmızılık gösterir.
Ancak, mevcut teleskopik gücün tam sınırında birkaç yüz
milyon ışık yılı mesafelere karşılık gelen yaklaşık %15’lik bir
kırmızılaşma gösteren nebulalar da vardır. Muhtemelen bu
bulutsular, büyük evrenin ekvatorunun neredeyse yarı
noktasında yer almaktadır ve astronomların bildiği toplam uzay
hacmi, evrenin toplam hacminin önemli bir bölümünü temsil
etmektedir. Şimdiki genişleme oranı yılda yaklaşık
%0,000,00,01'dir, öyle ki evrenin yarıçapı her saniye onaltı milyon
kilometre artar. Küçük evrenimiz orantılı bir biçimde daha hızlı
büyüyor ve boyutları dakikada yaklaşık %1 artıyor.”

55
TİTREŞEN EVREN

“Bu genişleme hiç durmayacak mı?” diye sordu Bay


Tompkins.
“Tabii ki duracak” dedi profesör. “O zaman daralma
başlayacak. Her evren küçük bir yarıçap ile çok büyük bir
yarıçap arasında, kalp gibi atar (titreşir). Periyot, büyük evren
için birkaç milyar yıl kadardır. Ama bizim küçük evrenimizde
periyot, sadece iki saat kadardır. Şu anda en fazla genişlemiş
durumdayız. Ne kadar soğuk oldu farkında mısın?”
Gerçekten, evreni dolduran ısı radyasyonu, şimdi çok geniş
bir hacme dağıldığı için, kendi gezegenlerine çok az ısı
veriyordu. Sıcaklık, donma noktası civarında idi.
Profesör, “Şanslıyız, çünkü başlangıçta genişlemenin bu
durumunda bile bize biraz ısı düşecek kadar yeterli radyasyon
varmış. Yoksa öyle soğuk olurdu ki, etrafımızdaki hava sıvılaşır
ve biz de donarak ölürdük. Ama daralma yeniden başladı ve az
sonra hava yeniden ısınacak.”
Bay Tompkins gökyüzüne bakınca, uzaktaki bütün
cisimlerin renklerinin pembeden mora dönüştüğünü gördü.
Profesöre göre bu, bütün gökcisimlerinin, onlara doğru harekete
başladığını gösteriyordu. Profesörün söylediği, yaklaşan bir
trenin düdük sesindeki yükselmeyi hatırlayarak, korkudan
titredi.
“Eğer şimdi her şey daralıyorsa, yakında uzayı dolduran
bütün büyük kayalar bir araya gelip, bizi aralarında ezmezler
mi?” diye merakla Profesöre sordu.
“Aynen öyle” diye yanıtladı Profesör sakince, “ama
sanıyorum, bundan önce sıcaklık o kadar artacak ki, ikimiz de
atomlara ayrışacağız. Bu, büyük evrenin sonunun minyatür bir
resmidir. Her şey, düzgün dağılmış kızgın bir gaz küresi halinde
karışacak ve ancak yeni bir genişleme ile hayat yeniden
başlayacak.”
“Büyük evrende, söylediğiniz gibi “son’a” daha milyarlarca
sene var, ama burada her şey çok çabuk oluyor. Pijamalarım

56
TİTREŞEN EVREN

içinde bile şimdiden çok sıcak hissediyorum” dedi Bay


Tompkins.
Profesör, “Pijamalarını çıkarmasan daha iyi olur” dedi,
“nasıl olsa yararı olmaz. Sadece uzan ve dayanabildiğin kadar
gözle.”
Bay Tompkins cevap vermedi. Sıcak hava dayanılmaz idi.
Toz çok yoğunlaşmış, etrafını sarmıştı. Sanki yumuşak, sıcak bir
battaniyeye sarılmıştı. Kurtulmak için hareket etti ve kolunu
soğuk havaya çıkardı.

“Bu soğuk evrende bir delik mi açtım acaba?” diye


düşündü. Bunu profesöre sormak istedi, ama etrafta onu
bulamadı. Sabahın alaca karanlığında, yatak odasındaki
eşyalarının şekillerini tanımaya başladı. Yatağında, yün
battaniyesine sıkıca sarılmış bir vaziyette yatıyordu ve bir
kolunu dışarı çıkarabilmeyi güçlükle becerebilmişti.
Yaşlı profesörün sözlerini hatırlayarak “Yeni hayat
genişlemeyle başlar” diye düşündü. “Tanrıya şükür, biz hâlâ
genişliyoruz.” Ve banyo yapmak için odadan dışarı çıktı.

57
TİTREŞEN EVREN

58
6

Kozmik Opera
Bay Tompkins, sabah kahvaltıda önceki gece gördüğü
rüyayı profesöre anlatırken, yaşlı adam oldukça şüpheci bir
şekilde dinliyordu.
“Evrenin çöküşü,” dedi, “elbette çok dramatik bir son
olurdu, ama bence galaksilerin karşılıklı durgunluk hızları o
kadar yüksek ki, bu asla bir çöküşe dönüşmeyecek ve evren,
galaksilerin dağılımı uygun bir duruma gelene kadar herhangi
bir sınırın ötesine doğru genişlemeye devam edecek ve daha
fazla seyreltik hale gelecek. Galaksileri oluşturan tüm yıldızlar,
ışık saçarak nükleer yakıtlarını tükettiğinde, evren sonsuzlukta
dağılan soğuk ve karanlık göksel yığınlar kümesi haline
gelecektir.
Ancak, aksini düşünen bazı gökbilimciler var. Evrenin
zaman içinde değişmeden kaldığını söyleyen sözde sabit durum
kozmolojisini önerirler: Evren, geçmişte, sonsuzdan bugün
gördüğümüz haliyle aynı durumda var olmuştur ve gelecekte de
sonsuza kadar var olmaya devam edecektir. Elbette, dünyadaki
statükoyu korumak, İngiliz imparatorluğunun eski güzel
ilkesine uygundur, ancak bu sabit durum teorisinin doğru
olduğuna inanmaya meyilli değilim. Bu arada, bu yeni teorinin
yaratıcılarından biri olan Cambridge Üniversitesi’ndeki teorik
astronomi profesörü, konuyla ilgili bir opera yazdı ve prömiyeri
önümüzdeki hafta Covent Garden’da yapılacak. Neden Maud ve
kendin için bilet ayırıp dinlemeye gitmiyorsun? Oldukça
eğlenceli olabilir.”
Çoğu kanal sahili gibi serin ve yağmurlu hale gelen plajdan
döndükten birkaç gün sonra, Bay Tompkins ve Maud, opera
binasının kırmızı kadife sandalyelerine rahatça dayanmış
biçimde perdenin kalkmasını bekliyorlardı. Prelüd -belirli bir

59
KOZMİK OPERA

biçimi olmayan, genellikle bir sahne yapıtından önce


seslendirilen, çalgı için yazılmış müzik parçası-
precipitevolissimevolmente -mümkün olduğunca çabuk anlamında
İtalyanca en uzun kelime- başladı ve orkestra şefi prelüd
bitmeden önce takım elbisesinin yakasını iki kez değiştirmek
zorunda kaldı. Sonunda perde aralandığında sahnenin
aydınlatması o kadar parlaktı ki, seyircilerin hepsi avuçlarıyla
gözlerini korumak zorunda kaldı. Sahneden yayılan yoğun ışık
huzmeleri kısa sürede tüm salonu doldurdu ve zemin kat ile
balkon parlak bir ışık okyanusu haline geldi. Yavaş yavaş, genel

Bay Tompkins siyah cüppeli ve rahip yakalı bir adam gördü.

60
KOZMİK OPERA

parlaklık kayboldu ve Bay Tompkins kendini, gece


festivallerinde kullanılan ateş çarklarına benzeyen, hızla dönen
çok sayıda alevli meşale tarafından aydınlatılan karanlık bir
uzayda yüzerken buldu. Görünmez orkestranın müziği artık org
müziği gibi gelmeye başladı ve Bay Tompkins yanında siyah
cüppeli ve rahip yakalı bir adam gördü. Opera metnine göre,
genişleyen evren teorisini ilk öneren, Belçikalı Abbe Georges
Lemaitre’ydi ve buna genellikle 'büyük patlama' teorisi
deniyordu.
Bay Tompkins, Lemaitre’nin aryasının ilk kıtalarını hâlâ
hatırlıyordu:

61
KOZMİK OPERA

O, Atome prreemorrdiale!
All-containeeng Atome!
Deessolved eento frragments exceedeengly small.
Galaxies forrmeeng,
Each wiz prrimal enerrgy!
O, rradioactif Atome!
O, all-containeeng Atome!
O, Univairrsale Atome--
Worrk of z’ Lorrd!
Z’ long evolution
Tells of mighty firreworrks
Zat ended een ashes and smouldairreeng weesps.
We stand on z’ ceendairres
Fadeeng suns confrronteeng us,
Attempteeng to rremembairre
Z’ splendeur of z’ origine.
O, Univairrsale Atome--
Worrk of Z’ Lorrd!

Peder Lemother’in aryasını bitirdikten sonra, (yine opera


metnine göre göre) Rus bir fizikçi olan ve son otuz yıldır
Amerika Birleşik Devletleri’nde tatil yapan George Gamow
adında uzun boylu bir adam ortaya çıktı. Bu söylediği şarkı:

62
KOZMİK OPERA

Good Abbé, ourr underrstandink


It is same in many ways.
Univerrse has been expandink
Frrom the crradle of its days.
Univerrse has been expandink
Frrom the crradle of its days.

You have told it gains in motion.


I rregrret to disagrree,
And we differr in ourr notion
As to how it came to be.
And we differr in ourr notion
As to how it came to be.

It was neutrron fluid--neverr


Prrimal Atom, as you told.
I t is infinite, as everr
It was infinite of old.
It is infinite, as everr
It was infinite of old.

On a limitless pavilion
In collapse, gas met its fate,
Yearrs ago (some thousand million)
Having come to densest state.
Yearrs ago {some thousand million)
Having come to densest state.

All the Space was then rresplendent


At that crrucial point in time.
Light to matterr was trranscendent
Much as meterr is, to rrhyme.
Light to matterr was trranscendent
Much as meterr is, to rrhyme.

Forr each ton of rradiation


Then of matterr was an ounce,
63
KOZMİK OPERA

Till the impulse t'warrd inflation


In that grreat prrimeval bounce.
Till the impulse t'warrd inflation
In that grreat prrimeval bounce.

Light by then was slowly palink.


Hundrred million yearrs go by ...
Matterr, over light prrevailink,
Is in plentiful supply.
Matterr, over light prrevailink,
Is in plentiful supply.

Matterr~then began condensink


(Such are Jeans' hypotheses).
Giant, gaseous clouds clispensink
Known as prrotogalaxies.
Giant, gaseous clouds dispensink
Known as prrotogalaxies.

Prrotogalaxies were shatterred,


Flying outward thrrough the night.
Starrs werre forrmed frrom them, and Scatterred
And the Space was filled with light.
Starrs werre forrmed frrom them, and scatterred
And the Space was filled with light.

Galaxies arre everr spinnink,


Starrs will burro to final sparrk,
Till ourr univerrse is thinnink
And is lifeless, cold and darrk.
Till ourr univerrse is thinnink
And is lifeless, cold and darrk.

Bay Tompkins'in hatırladığı üçüncü arya, parıldayan


galaksiler arasındaki boşlukta birdenbire ortaya çıkan operanın

64
KOZMİK OPERA

yazarı tarafından söylendi. Cebinden yeni doğmuş bir galaksiyi


çıkarıyor ve şarkı söylüyordu:

65
KOZMİK OPERA

The universe, by Heaven's decree,


Was never formed in time gone by,
But is, has been, shall ever be
For so say Bondi, Gold and I.
Stay, O Cosmos, O Cosmos, stay the same!
We the Steady State proclaim!

The aging galaxies disperse,


Burn out, and exit from the scene.
But all the while, the universe
Is, was, shall ever be, has been.
Stay, O Cosmos, O Cosmos, stay the same!
We the Steady State proclaim!

And still new galaxies condense


From nothing, as they did before.
(Lemaitre and Gamow, no offence!)
All was, will be for evermore.
Stay, O Cosmos, O Cosmos, stay the same!
We the Steady State proclaim!

66
KOZMİK OPERA

Ancak bu ilham verici sözlere rağmen, çevre uzaydaki tüm


galaksiler yavaş yavaş soluyordu ve sonunda kadife perde
indirildi ve büyük opera salonundaki şamdan yerini aldı.
Maud, “Oo, Efendim,” dedi, “biliyorum, her an her yerde
uykuya dalma eğilimindesin ama Covent Garden’da
uyumamalısın! Tüm performans boyunca uyudun!”
Bay Tompkins, Maud’u babasının evine götürdüğünde
profesör, elinde Aylık Bildirimler’in yeni gelen sayısıyla rahat
koltuğunda oturuyordu.
“Ee, gösteri nasıldı?” diye sordu.
“Harika!” dedi Bay Tompkins, “Özellikle var olan evrendeki
aryadan çok etkilendim. Kulağa çok rahatlatıcı geliyor.”
Profesör, “Bu teoriye dikkat edin” dedi. “Parlayan her şey
altın değildir atasözünü bilmiyor musun? Şu anda Cambridge’li
MARTIN RYLE tarafından yazılan bir makaleyi okuyorum. O,
Mount Palomar’ın 200 inçlik optik teleskopun menzilinden
birkaç kat daha uzak mesafelerdeki galaksileri bulabilen dev bir
radyo-teleskop yaptı. Gözlemleri, bu çok uzak galaksilerin,
bizim civarımızdakilere göre birbirine çok daha yakın olduğunu
gösteriyor.”
“Yani,” diye sordu Bay Tompkins, “evrenimizdeki bölgenin
oldukça nadir bir galaksi popülasyonuna sahip olduğunu ve
giderek uzaklaştığımızda bu popülasyonun yoğunluğunun
arttığını mı söylemek istiyorsunuz?”
“Hiç de değil,” dedi profesör, “ışık hızının sonlu olması
nedeniyle, uzaya çok uzaklara baktığınızda, aynı zamanda çok
geriye baktığınızı da unutmamalısınız. Örneğin, ışığın
Güneş’ten buraya gelmesi sekiz dakika sürdüğü için, Güneş’in
yüzeyindeki bir parlama gökbilimciler tarafından sekiz
dakikalık bir gecikmeyle gözlemlenir. Astronomi kitaplarında
görmüş olmanız gereken en yakın komşumuz, Andromeda
takımyıldızında bulunan ve yaklaşık bir milyon ışık yılı
uzaklıkta bulunan sarmal bir gökadanın fotoğrafları, gerçekte bir

67
KOZMİK OPERA

milyon yıl önce nasıl göründüğünü gösteriyor. Böylece, Ryle’ın


radyo-teleskobu aracılığıyla gördüğü ya da daha doğrusu
öğrendiği şey, binlerce milyon yıl önce evrenin o uzak kesiminde
var olan duruma tekabül ediyor. Evren gerçekten durağan bir
durumda olsaydı, resim zaman içinde değişmezdi ve buradan
gözlemlenen çok uzak gökadalar, uzayda daha kısa
mesafelerdeki gökadalardan ne daha yoğun ne de nadiren
dağılmış olarak görülürdü. Bu nedenle, Ryle’ın uzak galaksilerin
uzayda birbirine daha yakın bir şekilde kümelendiğini gösteren
gözlemleri, tüm galaksilerin binlerce milyon yıl önceki uzak
geçmişte daha yakın bir şekilde kümelendiği ifadesine
eşdeğerdir. Bu, sabit durum teorisiyle çelişir ve galaksilerin
dağıldığı ve popülasyon yoğunluğunun azaldığı yönündeki
orijinal görüşü destekler. Ama elbette dikkatli olmalı ve Ryle’ın
sonuçlarının daha fazla onaylanmasını beklemeliyiz.”
“Bu arada,” diye devam etti profesör, cebinden katlanmış
bir kağıt parçası çıkararak, “işte şair meslektaşlarımdan birinin
bu konuda son zamanlarda yazdığı bir şiir var.”
Ve okudu:
‘Your years of toil,’
Said Ryle to Hoyle,
‘Are wasted years, believe me.
The steady state
Is out of date.
Unless my eyes deceive me,

My telescope
Has dashed your hope;
Your tenets are refuted.
Let me be terse:
Our universe
Grows daily more diluted!’

Said Hoyle, ‘You quote


Lemaitre, I note,
And Gamow. Well, forget them!
68
KOZMİK OPERA

That errant gang


And their Big Bang
Why aid them and abet them?

You see, my friend,


It has no end
And there was no beginning,
As Bondi, Gold,
And I will hold
Until our hair is thinning!’

‘Not so!’ cried Ryle


With rising bile
And straining at the tether;
‘Far galaxies
Are, as one sees,
More tightly packed together!’

‘You make me boil!’


Exploded Hoyle,
His statement rearranging;
‘New matter's born
Each night and morn.
The picture is unchanging!’

‘Come off it, Hoyle!


I aim to foil
You yet’ (The fun commences)
‘And in a while,’
Continued Ryle,
‘I’ll bring you to your senses!’ *

* Bu kitabın ilk basım tarihinden iki hafta önce, F. Hoyle'un “Kozmolojide


Son Gelişmeler” başlıklı bir makalesi yayınlandı (Nature, 9 Ekim 1965, s. III).
Hoyle şöyle yazıyor: “Ryle ve arkadaşları radyo kaynaklarını saydı... Bu radyo
sayısının göstergesi, Evren'in geçmişte bugün olduğundan daha yoğun
olduğudur.” Ancak yazar, bir kez yazıldığında operalar klasik hale
geldiğinden, “Kozmik Opera” aryalarının satırlarını değiştirmemeye karar
verdi. Hatta bugün bile Desdemona, Othello tarafından boğulduktan sonra,
ölmeden önce güzel bir arya söylüyor.
69
KOZMİK OPERA

“Eh,” dedi Bay Tompkins, “bu anlaşmazlığın sonucunun ne


olacağını görmek heyecan verici olacak” ve Maud’un yanağına
bir öpücük kondurarak ikisine de iyi geceler diledi.

70
7

Kuantum Bilardosu
Bay Tompkins, o gün bankada çok yorulmuştu. İşleri fazla
idi yine. Eve giderken kendisini bitkin hissediyordu. İçkili bir
solonun yanından geçerken, uğrayıp bir bardak bira içmek
istedi. Bir bardağı diğer bardaklar takip etti ve biraz sonra Bay
Tompkins’in başı dönmeye başladı. Salonun arka tarafında bir
bilardo masası vardı. Masanın etrafında iki adam bilardo
oynuyor, diğerleri de onları seyrediyorlardı. Daha önce buraya
geldiğini hayal meyal hatırlıyordu. Bankadaki arkadaşlarından
birisi onu buraya getirip bilardo öğretmeye çalışmıştı. Masaya
yaklaşarak oyunu seyretmeye başladı. Fakat tuhaf bir durum
vardı! Oyunculardan birisi, masaya toplardan birini
yerleştirerek, ıstaka ile vurmuştu. Yuvarlanan topu gözleyen Bay
Tompkins, büyük bir şaşkınlıkla topun “dağıldığını” gördü.
Topun acayip davranışını anlatmak için bulabildiği tek kelime
bu idi. Top, yeşil çuha üzerinde hareket ederken, giderek daha
yok olur gibi görünmüş, kesin sınırlarını kaybetmişti. Sanki
masa üzerinde bir top değil de kısmen birbirinin içine girmiş
birçok top yuvarlanıyordu. Buna benzer olayları, Bay Tompkins
daha önceleri de birçok defa görmüştü; fakat bugün bir damla
bile olsun viski içmemişti. Bu yüzden bu defa böyle bir olayın
nasıl meydana geldiğini anlayamıyordu. “Bakalım bu top
çorbası diğerine nasıl çarpacak?” diye düşündü.
Topa vuran oyuncu belli ki bu işin ustası idi. Yuvarlanan
top, duran topa istendiği şekilde tam ortasından çarpmıştı.
Çarpışma sonucu tok bir ses çıktı Gelen ve duran toplar (Bay
Tompkins, hangisinin duran, hangisinin gelen olduğunu kesin
olarak söyleyemiyordu) “her yöne” doğru kaçıştılar. Evet çok
garip; ama artık sadece karmaşık görünen iki top yerine, çok
sayıda, hepsi belli belirsiz ve yine çorba gibi toplar görünüyordu

71
KUANTUM BİLARDOSU

ve çarpışmanın meydana geldiği noktadan 180∘ lik bir açı içinde


her yöne doğru kaçışıyorlardı. Aynen, çarpışma noktasından
yayılan bir dalgaya benziyorlardı.
Bay Tompkins, yine de en fazla top akımının, ilk çarpışma
yönünde olduğuna dikkat etti.
Arkasından tanıdık bir sesin “S-dalgasının saçılması”
dediğini duydu. Dönünce, Profesör’ü gördü. “Şimdi,” diye
yakındı Bay Tompkins. “Burada da mı eğri bir şey var? Bu masa

Beyaz top her yöne gitti

bana dümdüz görünüyor.”


“Tamamen haklısın” diye cevapladı Profesör. “Burada
uzay dümdüz. Gözlediğin olay, gerçekte bir Kuantum-Mekaniği
olayıdır.”

72
KUANTUM BİLARDOSU

“Yine mi matris!” diye alaylı bir eda ile fikrini söyledi Bay
Tompkins.
“Ya da hareketin belirsizliği” dedi Profesör. “Bilardo
salonunun sahibi buraya öyle şeyler toplamış ki, bunlar eğer
deyim yerindeyse ‘kuantum-filleşmesi’ne uğruyorlar.” Gerçekte
tabiattaki cisimlerin kuantum sabiti çok çok küçüktür. Sayısal
değerini yazarken, ondalık virgülden sonra tam yirmi yedi tane
sıfır sıralamak gerekir. Bununla beraber, buradaki topların
kuantum sabiti çok daha büyük (yaklaşık olarak bir). Bu sayede,
bilimin ancak çok hassas ve incelikli gözlem yöntemleri
kullanarak keşfedebildiği olayları, sen burada kendi gözlerinle
kolayca görebiliyorsun.” Profesör bu sırada bir an düşüncelere
daldı.
“Eleştirmek için söylemiyorum”' diye devam etti; “ama
adamın bu topları nereden aldığını bilmek isterdim. Doğrusu,
bunlar bizim dünyamızda bulunamaz. Çünkü bizim
dünyamızdaki tüm cisimlerin kuantum sabitleri aynı küçük
değere sahiptir.”
Bay Tompkins, “Belki de bir başka dünyadan getirtti”
diyerek fikrini söyledi. Ama profesör, O’nun ne söylediğini
duymadı. “Dikkat ettiysen” diye devam etti “toplar dağılıyor.”
Bu demektir ki, onların masa üzerindeki yerleri pek belirli
değildir. Bir topun yerini tam olarak gerçekten gösteremezsiniz;
söyleyebileceğiniz en iyi söz, topun ‘çoğu zaman burada’ ve
‘kısmen başka bir yerde’ olduğudur.”
Bay Tompkins, “Bu çok olağanüstü” diye mırıldandı.
Profesör, “aksine” diyerek ısrar etti, “mutlaka olağan bir şey
bu, şu yönden; bu olay herhangi bir cisimde de her zaman
meydana gelmektedir. Sadece kuantum sabitinin küçük
değerinden ve kullanılan normal gözlem yöntemlerinin
kabalığından dolayı, insanlar bu karar verilemezliği fark
edemiyorlar. Böylece, yer ve hızın her zaman belirli nicelikler
olduğu şeklinde, yanlış bir sonuca ulaşıyorlar. Gerçekte ise, her

73
KUANTUM BİLARDOSU

ikisi de her zaman, bir dereceye kadar belirsizdir ve daha belirli


olanı ne kadar iyi tanımlanırsa, diğeri o kadar daha fazla dağılır.
Bu iki belirsizlik arasındaki bağıntıyı, kuantum sabiti yönetir.
Buraya bakın, bu topu tahtadan yapılmış bir üçgen içine
koyarak, yerini belirli sınırlar içine alıyorum.”
Top kutunun içine konulur konulmaz, tüm üçgenin içi fildişi
bir parıltı ile doldu.
“Gördün mü!” dedi Profesör, “Topun yerini üçgenin
boyutları kadar, yani beş-on santimetreye kadar tanımladım.
Böylece hızda önemli bir belirsizlik ortaya çıktı. Top, sınırlının
içinde hızla hareket ediyor.”
Bay Tompkins, “Topu durduramaz mısınız?” diye sordu.
“Hayır, fiziksel olarak imkânsız bu. Kapalı bir uzayda
bulunan herhangi bir cismin belli bir hareketi vardır. Biz
fizikçiler buna sıfır-noktası hareketi diyoruz. Örneğin, bir
atomdaki elektronların hareketi gibi.”
Bay Tompkins, aynen kafesteki bir kaplan gibi, kutuda
oraya buraya hızla çarpan topa bakarken, çok olağanüstü bir şey
oldu. Top, üçgenin duvarından dışarıya ‘sızdı’ ve hemen
masanın uzak köşesine doğru hızla yuvarlandı. Tuhaf olanı,
topun masada yükselmeksizin ve üzerinden aşmaksızın, tahta
duvarı geçmiş olması idi.
“İşte gördük, sizin ‘sıfır-noktası’ hareketiniz kaçıp gitti”'
dedi Bay Tompkins. “Bu da kurallara uygun mu?”
“Kuşkusuz uygun” dedi Profesör. “Gerçekte bu, kuantum
teorisinin en ilginç sonuçlarından birisidir. Eğer duvardan dışarı
çıktıktan sonra uzaklaşmaya yetecek kadar enerjiye sahip ise
hiçbir şeyi kapalı bir yerin içinde tutmak mümkün değildir.
Eninde sonunda cisim ‘dışarıya sızacak’ ve uzaklaşacaktır. “Bay
Tompkins kararlı bir sesle, “Öyleyse ben artık bir daha hayvanat
bahçesine gitmeyeceğim” dedi. Canlı hayal gücü ile
kafeslerinden dışarıya sızan aslan ve kaplanların korkunç
görüntüsü gözünde canlanmıştı. Sonra düşünceleri bir başka

74
KUANTUM BİLARDOSU

yöne döndü: garaja kilitlenmiş bir otomobilin, orta çağların iyi


kalpli eski hayaletleri gibi, garajın duvarından dışarıya sızmasını
düşündü.
Profesör’e “Buradaki bu tür malzemeden değil de,
bildiğimiz çelikten yapılmış bir otomobilin, bir garajın tuğla
duvarından dışarıya ‘sızması’ için ne kadar beklemem gerekir?”
diye sordu. “Bunu görmeyi çok isterdim!”

Tıpkı orta çağın eski güzel bir hayaleti gibi

75
KUANTUM BİLARDOSU

Kafasında çabucak bazı hesaplamalar yaptıktan sonra,


Profesör’ün cevabı hazırdı: “Böyle birşey için 1 000 000 000 000
000 yıl geçmesi gerekir.”
Her ne kadar, bankada çalıştığı için büyük sayılara alışkın
ise de Bay Tompkins. Profesör’ün söylediği sayıdaki sıfırların
kaç tane olduğunu karıştırdı. Yine de, geçecek zamanın,
arabasının garajdan çıkıp kaçabilmesi konusunu kendisine dert
etmesine gerek göstermeyecek kadar uzun olduğunu anladı.
“Var sayalım ki söylediğiniz her şeye inanıyorum. Ama
(buradaki bu topları görmemiş olsa idik) böyle olayların nasıl
olup da gözlenebildiğini bir türlü kavrayamıyorum.”
“Makul bir itiraz,” dedi Profesör. “Kuşkusuz kuantum
olaylarının her gün haşır neşir olduğumuz büyük cisimlerle
gözlenebildiği iddiasında değilim. Önemli olan nokta şudur;
atomlar ve elektronlar gibi çok küçük kütlelere uygulandığı
zaman, kuantum kanunlarının etkileri daha dikkat çekici olur.
Bu parçacıklar için kuantum etkileri öyle büyüktür ki, kullana
geldiğimiz mekanik, artık uygulanamaz. İki atom arasındaki
çarpışma, aynen burada gözlediğin iki topun çarpışması gibidir.
Atomdaki elektronların hareketi ise tahta üçgenin içine
koyduğum bilardo topunun sıfır-noktası hareketi’ne benzer.
Bay Tompkins merakla, “Atomlar da sık sık garajdan çıkıp
kaçarlar mı?” diye sordu.
“Evet, tabii. Kuşkusuz radyoaktif cisimleri duymuşsundur.
Atomlar kendiliklerinden bölünür ve çok hızlı parçacıklar
salarlar. Böyle bir atom, daha doğrusu atom çekirdeği diye
adlandırılan orta kısmı, içine otomobillerin konulduğu garaja
benzetilebilir. Atom çekirdeğinde de parçacıklar vardır. Onlar da
çekirdeğin duvarından sızarak dışarı kaçarlar. Bazen içerde bir
saniye bile durmazlar. Bu çekirdeklerde kuantum olayı çok
olağandır!”
Bu uzun konuşmadan sonra Bay Tompkins’in yorgunluğu
bakışlarından belli oluyordu. Odanın bir köşesinde duran eski

76
KUANTUM BİLARDOSU

bir saat dikkatini çekti. Saatin eski moda uzun sarkacı ileri-geri
salınıyordu.
“Saatle ilgileniyorsun galiba” dedi Profesör. “Bu
mekanizma da çok olağan olmayan bir şey; ama şimdi modası
geçti. Saat, insanların kuantum olaylarını ilk defa nasıl
düşündüklerini temsil eder. Öyle yapılmıştır ki, genliği, sadece
sınırlı adımlar ile artabilir. Ama artık tüm saat yapımcıları
sarkaçsız saatler yapmayı tercih ediyorlar.”
Bay Tompkins “Keşke bütün bu karmaşık şeyleri
anlayabilse idim” diye yakındı.
“O zaman iyi. Ben zaten, kuantum teorisi konulu
konferansı mı vermeğe giderken, pencereden senin içerde
olduğunu gördüğüm için buraya uğradım. Şimdi tam gitme
zamanım. Aksi halde konferansıma geç kalacağım. Benimle gelir
misin?” dedi Profesör.
Bay Tompkins, “Evet gelirim” diye cevap verdi. Her
zamanki gibi geniş amfi öğrencilerle dolmuştu. Bay Tompkins,
merdivenlerde de olsa, oturacak bir yer bulduğu için mutlu idi.

Bayanlar ve Baylar, diyerek başladı Profesör.


Önceki konferanslarımda sizlere, bütün fiziksel süratler için
üst hız sınırının keşfinin ve düz çizgi kavramı hakkındaki
analizlerin, klasik uzay ve zaman fikirlerini yeniden inşa
etmemize neden olduğunu göstermiştim.
Fiziğin temellerinin kritik analizlerindeki gelişme, bu
safhada sona ermedi. Daha çarpıcı keşifler ve sonuçlar bizi
beklemektedir. Fiziğin kuantum teorisi diye adlandırılan bir
dalını kastediyorum. Bu teori, uzay ve zamanın özelliklerinden
daha çok, maddesel cisimlerin uzay ve zaman içindeki karşılıklı
etkileşmelerini ve hareketlerini inceler. Klasik fizikte, herhangi
iki fiziksel cisim arasındaki etkileşmenin, deney şartlarının
gerektirdiği kadar küçültülebileceği çok aşikâr bir olgu olarak
kabul edilegelmiştir. Hatta istenirse, etkileşmenin sıfıra bile

77
KUANTUM BİLARDOSU

indirilebileceği düşünülmüştür. Örneğin, belli bir işlemde ortaya


çıkan ısıyı incelerken, termometreyi kullanmaktan çekinilmiştir.
Termometrenin belirli bir miktar ısıyı sistemden aldığı ve
böylece gözlenen işlemin normal gidişinde bir düzensizliğe yol
açtığını düşünen deneyci, daha küçük bir termometre ya da mini
bir termoçift (thermocouple) kullanarak, bu düzensizliğin
ihtiyaç duyulan hassasiyet sınırlarının altına indirilebileceğini
sanmıştır.
Prensipte herhangi bir fiziksel işlemin, gözlem yapılırken
onu bozmaksızın, istenen her hassasiyet derecesi ile,
gözlenebileceği inancı o kadar kuvvetli idi ki, kimse böyle bir
öneriyi açık olarak formülleştirmek zahmetine katlanmadı. Bu
tür problemlerin hepsi, sadece teknik güçlükler olarak
görüldüler. Ancak, bu çağın başlangıcından beri toplanan yeni
ampirik bulgular fizikçileri, sürekli olarak durumun çok daha
karmaşık okluğu ve tabiatta etkileşmelerin, asla aşılamayacak bir alt
sınırının bulunduğu sonucuna ulaştırdı. Bu tabii hassaslık sınırı,
günlük hayatımızda karşılaştığımız tüm olaylar için ihmal
edilecek kadar küçüktür. Fakat atomlar ve moleküller gibi çok
küçük mekanik sistemlerde yer alan etkileşmelerle uğraştığımız
zaman, bu limit önem kazanır.
Alman fizikçisi MAX PLANCK, 1900 senesinde teorik olarak
madde ile ışınım arasındaki dengeyi inceliyordu. Çalışmaları,
O’nu şu sonuca ulaştırdı. Madde ile ışınım arasındaki etkileşmeyi,
her zaman zannettiğimiz gibi sürekli bir şekilde değil, ancak bir dizi
birbirinden ayrı şoklar şeklinde var sayarsak, böyle bir denge söz
konusu olabiliyordu. Bu elementler etkileşme anlarında şoklar
ile belli bir miktar enerji, maddeden ışınıma ya da ışınımdan
maddeye dönüşüyordu. Arzu edilen dengeyi elde etmek ve
deneysel bulgularla uyumu sağlayabilmek için, her bir şokta
dönüşen enerji ile, enerji dönüşümüne yol açan işlemin frekansı
(periyodun tersi) arasında basit bir matematik bağıntı ortaya
koymak gerekiyordu.

78
KUANTUM BİLARDOSU

Böylece Planck, orantı katsayısını ‘ℎ’ sembolü ile göstererek,


enerji dönüşümünün minimum parçası ya da kuantumunun şu
ifadeyle verilmesi gerektiğini kabul etmek zorunda kaldı. Burada

𝐸𝐸 = ℎ𝑣𝑣 (1)
𝑣𝑣 frekansı göstermektedir. ℎ sabiti 6.547 𝑥𝑥 10−27 𝑒𝑒𝑒𝑒𝑒𝑒 x 𝑠𝑠𝑠𝑠𝑠𝑠𝑠𝑠𝑠𝑠𝑠𝑠
sayısal değerine sahiptir ve genellikle Planck sabiti ya da
kuantum sabiti olarak adlandırılır. Günlük hayatımızda
kuantum olayının genellikle gözlenememesinin sorumlusu, işte
bu küçük sayısal değerdir. Günlük hayatımızda kuantum
olayının genellikle gözlenememesinin sorumlusu, işte bu küçük
sayısal değerdir.
Planck’ın düşüncelerini daha da geliştiren Einstein
olmuştur. Birkaç sene sonra, Einstein şu sonuca vardı: Işınım,
sadece belli kesikli miktarlarda yayınlanmıyor; fakat her zaman bu
şekilde, kesikli “enerji paketleri” halinde bulunuyordu. Einstein
bunlara ışık kuantası adını verdi.
Işık kuantaları hareket ettikleri için, ℎ𝑣𝑣 enerjilerinden başka
bir de mekanik momentuma sahip olmalıdırlar. Bu momentum,
rölativistik mekaniğe göre, enerjilerinin. ışık hızı 𝑐𝑐’ye bölümüne
eşit olmalıdır. Işığın frekansının, dalga boyu 𝜆𝜆 ile olan
bağıntısının 𝑣𝑣 = 𝑐𝑐/𝜆𝜆 olduğunu hatırlarsak, ışık kuantumunun
mekanik momentumu için şunu yazabiliriz:

ℎ𝑣𝑣 ℎ
𝑃𝑃 = = (2)
𝑐𝑐 𝜆𝜆

Hareketli bir cismin çarpma sonucu meydana getirdiği


mekanik etki momentumu ile verildiği için ışık kuantasının
mekanik etkisi, dalga boyu küçüldükçe artar sonucuna varırız.
Işık kuantası fikrinin ve ona atfedilen enerji ve
momentumun doğruluğunun en iyi deneysel ispatlarından
birini, Amerikan fizikçisi ARTHUR COMPTON yapmıştır.
Compton, ışık kuantası ile elektronlar arasındaki çarpışmayı

79
KUANTUM BİLARDOSU

incelerken, ışık ışınlarının çarpması ile harekete geçen


elektronların, aynen daha önceki formüllerle verilmiş olan enerji
ve momentuma sahip parçacıklar tarafından çarpılmış gibi
davrandıkları sonucuna vardı. Işık kuantalarının kendileri de,
elektronlarla çarpıştıktan sonra, teorinin öngördüğü ile tam bir
uyum içinde belirli değişikliklere (frekansları) uğruyorlardı.
Şimdi artık diyebiliriz ki, madde ile etkileşme söz konusu
olduğunda, ışınımın kuantum özelliği, sağlam temellere
oturmuş deneysel bir gerçektir.
Kuantum fikri, 1913 yılında il kez Danimarkalı fizikçi NIELS
BOHR tarafından geliştirilmiştir. Bu fikre göre; bir mekanik
sistemin iç hareketi sadece kesikli bir dizi enerji değerine sahip olabilir.
Hareket ancak durumunu sonlu adımlarla değiştirebilir. Bu
değişimlerde ya de geçişlerde belli bir miktar enerji yayınlanır.
Bir mekanik sistemin mümkün olan durumlarını tanımlayan
matematik kurallar, radyasyon durumunda olduğundan daha
karmaşıktır. Biz burada o kuralları incelemeyeceğiz. Sadece, ışık
kuantasında olduğu gibi, momentumun, ışığın dalga boyu ile
tanımlanacağını belirteceğiz. Öyle ki, hareketli bir parçacığın
mekanik sistemdeki momentumu, uzayın parçacığın içinde
hareket ettiği kısmının geometrik boyutlarına bağlıdır.
Büyüklüğünün mertebesi,


𝑃𝑃 𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝ç𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎 = (3)
𝑙𝑙

ifadesi ile verilir. Burada 𝑙𝑙 hareket bölgesinin çizgisel boyutudur


Kuantum sabitinin değerinin çok küçük olmasından dolayı,
kuantum olayları, atomların ve moleküllerin içi gibi küçük
bölgelerde yer alan hareketler için etkili olur ve maddenin iç
yapısı hakkındaki bilgimizde son derece önemli bir rol oynar.
Küçük mekanik sistemlerde kesikli durum dizilerinin
varlığının en kestirme ispatlarından birisi, JAMES FRANCK ve
GUSTAV HERTZ’in yaptığı deneylerdir. Franck ve Hertz, farklı

80
KUANTUM BİLARDOSU

enerjilerde elektronlarla atomları bombardıman ederek,


atomlarda belirli durum değişikliklerinin, ancak bombardıman
edan elektronların belli kesikli enerji değerlerine ulaştıkları
zaman meydana gelebildiğini izlediler. Elektronların enerjisi
belli bir sınırın altına indirildiğinde, atomlarda hiçbir değişiklik
gözlenmiyordu. Çünkü bir elektronun taşıdığı enerji, atomu
birinci kuantum durumundan ikinciye yükseltmeğe yeterli
değildi.
Böylece, kuantum teorisinin bu ilk gelişme safhasında
durum, klasik fiziğin esas prensip ve kavramlarının
değiştirilmesi olarak tanımlanamazdı. Ancak, klasik olarak
mümkün olan hareketlerin sürekli değişkenlerinden, oldukça
şüpheli birtakım kuantum şartları kullanarak elde edilen suni
denilebilecek, kısıtlamaların seçimi şeklinde tanımlanabilirdi.
Ama, klasik mekanik kanunları ile bu kuantum şartları
arasındaki ilişkiye daha derinden bakacak olursak, bunların
birleştirilmesi ile elde edilen sistemin mantıksal
uyumsuzluklarla dolu olduğunu keşfederiz. Ampirik kuantum
kısıtlamaları klasik mekaniğin temelini oluşturan esas
kavramları anlamsız hale sokar. Gerçekte, klasik teoride
hareketle ilgili esas kavram şudur: Hareketli bir parçacık her an
uzayda belirli bir yer işgal eder ve yörüngesi üzerinde yerinin
zamanla değişimini karakterize eden bir hıza sahiptir. Tüm
klasik mekanik bu yer, hız ve yörünge gibi ana kavramların
üzerinde kurulmuştur. Bu kavramlar (diğer tüm kavramlar gibi),
çevremizdeki olayların gözlenmesi sonucu şekillenmişlerdir.
Klasik uzay ve zaman kavramları gibi, yer, hız ve yörünge
kavramları da, deneylerimiz, yeni ve daha önce incelenmemiş
bölgelere uzandığı zaman birtakım değişikliklere uğrayabilir.
Hareket ederek, zamanla bir yörünge çizen bir cismin,
neden belirli bir anda belli bir yer işgal ettiğine inanıldığını
sorarsak, verilen cevap çok muhtemelen şöyle olacaktır: “Çünkü
hareketi gözlediğim zaman ben öyle görüyorum.” Şimdi, klasik

81
KUANTUM BİLARDOSU

yörünge kavramını oluşturmak için kullanılan bu yöntemi analiz


edelim ve kesin bir sonuç verip vermediğini görelim. Bu amaç
için bir fizikçi düşünelim. Her türden en duyarlı aletlere sahip
olsun ve küçük maddesel bir cismin laboratuvarın duvarından
fırlatıldığı zamanki hareketini incelemeye çalışsın. Fizikçi
gözlemlerini, cismin nasıl hareket ettiğini “görerek” yapmaya
karar versin ve bu amaçla çok hassas bir teodolit kullansın.
Kuşkusuz, hareketli cismi görebilmek için onun aydınlatılması

Heisenberg'in 𝛾𝛾-ışını mikroskobu

82
KUANTUM BİLARDOSU

gerekecektir. Ama genellikle ışığın cisim üzerinde bir basınç


yaratacağını ve bu yüzden hareketi etkileyeceğini bildiğinden,
fizikçi sadece gözlem yaptığı anlarda kısa süreli aydınlatmalarla
yetinmeğe karar vermiş olsun ve denemeleri için yörünge
üzerinde sadece on noktada gözlem yapmak istesin. El fenerini
de öyle zayıf seçsin ki, on aydınlatmanın toplam ışık basıncı
etkisi, ihtiyacı olan hassasiyet sınırları içinde kalsın. Böylece
fenerini cismin düşüşü esnasında on defa yakarak istenen
hassasiyet sınırlan içinde, yörünge üzerinde on nokta elde
edecektir.
Fizikçi, şimdi deneyini yüz nokta elde edecek şekilde
tekrarlamak istesin. Birbiri ardına gelen yüz aydınlatmanın
hareketi etkileyip değiştireceğini bildiğinden, ikinci gözlemleri
için el fenerini on kat daha zayıflatsın. Üçüncü gözlemlerinde bin
nokta elde etmek istediğinde el fenerini ilk durumundan yüz
misli daha zayıflatması gerekecektir.
Böylece aydınlatmayı sürekli azaltarak yörünge üzerinde
istediği sayıda nokta elde edebilir ve başlangıçta kararlaştırdığı
hata sınırının üzerine çıkmaz. Bu çok idealleştirilmiş, ama
prensipte yine de mümkün olan yöntem, bizim “hareketli bir
cisme bakarak” onun yörünge üzerinde nasıl hareket ettiğine
mantıksal olarak karar verişimizi temsil eder. Görülüyor ki, bu
da klasik fizikte mümkün olan bir şeydir.
Şimdi kuantum sınırlamalarını ve her ışımanın ancak bir ışık
kuantası halinde nakledildiği gerçeğini işin içine sokarsak ne
olacaktır, onu görelim.
Gördük ki, deneycimiz hareketli cismi aydınlatan ışık
miktarını devamlı olarak azaltıyordu. Bu yüzden giderek bir
kuantuma indiği zaman, artık ışık miktarını azaltamayacağını
beklemek yerinde olur. O zaman hareketli cisim ya toplam ışık
kuantumunun tamamını yansıtacak ya da hiç birşey
yansıtmayacaktır. Hiçbir ışık kuantumu yansımayınca, gözlem
yapmak imkânı kalmayacaktır. Kuşkusuz biliyoruz ki, ışık

83
KUANTUM BİLARDOSU

kuantumu ile çarpışmanın etkisi dalga boyu arttıkça azalacaktır.


Gözlemcimiz de bunu bildiğinden, gözlemlerinde nokta
sayısındaki artışı dengeleyebilmek için daha büyük dalga boyu
ışığı kullanmak isteyecektir. Ama burada başka bir güçlükle
karşılaşıyoruz.
Belli dalga boyu olan bir ışıkla aydınlattığımız zaman, dalga
boyundan daha küçük ayrıntıları seçemeyiz. Bu iyi bilinen bir
olgudur. Gerçekten, badana fırçası ile bir İran minyatürü
yapılamaz! Böylece gözlemcimiz, daha uzun dalga boyları
kullanarak, giderek her bir noktanın yerini tespit ederken daha
çok belirsizlikle karşılaşacak ve kısa zamanda her bir noktadaki
belirsizlik, laboratuvarlarının boyutlarına yaklaşacak ve daha da

Yaylar üzerinde küçük çanlar

büyük olacaktır. Sonunda, gözlem noktası sayısının çokluğu ile


her bir noktanın yerinin belirlenmesinin ölçüsü arasında bir
uzlaşma yapmak zorunda kalacaktır. Bu ise, klasik fizikle
uğraşan meslektaşlarının aksine, matematiksel bir çizgi olarak
tam bir yörünge elde edememesi demektir. Elde edebileceği en
iyi sonuç, oldukça genişlemiş bir şerittir. Eğer yörünge

84
KUANTUM BİLARDOSU

kavramını deneylerinin sonucuna dayandırırsa, bu kavram


klasik yörünge kavramından epey farklı olacaktır.
Burada tartışılan yöntem optik yöntemdir. Şimdi mekanik
bir yöntem kullanarak başka bir ihtimali deneyebiliriz. Bu
amaçla deneycimiz, küçük bir mekanik alet geliştiriyor. Diyelim
ki bu alet, yaylara bağlanmış küçük çanlardan ibaret olsun. Bu
çanlar, yakınlarından maddesel bir cisim geçince bunu
kaydetsinler. Çok sayıda böyle çanları hareketli cismin geçmesi
muhtemel olan uzay bölgesine dağıtmış olsun. Cisim geçince,
çanlar çalarak onun izini belli etsinler. Klasik fizikte bu “çanları”
istediğimiz kadar küçük ve yine istediğimiz kadar hassas
yapabiliriz. Limit durumda ise sonsuz sayıda sonsuz küçük
çanlar aracı ile, yörünge kavramı istenen hassasiyetle yeniden
şekillendirilebilir. Bununla beraber, mekanik sistemleri etkileyen
kuantum sınırlamaları durumu yine bozacaktır. Eğer çanlar çok
“küçük” iseler, hareketli cisimden alacakları momentum miktarı,
(3) formülüne göre çok büyük olur ve sadece bir çana çarpmış
olsa bile, cismin hareketi önemli ölçüde etkilenir. Çanlar büyük
olsa, bu defa her bir noktadaki belirsizlik çok büyük olur.
Buradan çıkarılan yörünge, yine oldukça genişlemiş bir bant
olur!
Yörünge üzerinde hareket eden cismi gözlemeye çalışan
deneyci üzerindeki düşüncelerimiz, korkarım ki sizde fazla
teknik bir izlenim bırakmış olabilir. Kullandığı aletlerle
yörüngeyi tayin edemese bile deneycimizin, daha karmaşık
cihazlar yardımı ile istenen sonuca ulaşabileceğini
düşünebilirsiniz. Bununla beraber, size burada bir fizik
laboratuvarında yapılan belli bir deneyi değil, en genel fiziksel
ölçümler sorununun idealleştirilmesini tartıştığımızı
hatırlatmalıyım. Dünyamızda var olan herhangi bir etki, ya
ışınım alanı sebebine atfedilebildiği ya da tamamen mekaniksel
olarak sınıflandırıldığı için, çok ayrıntılı bile olsa, her ölçme şekli
ister istemez bu iki yöntemle anlatılan kısımlara indirgenecek ve

85
KUANTUM BİLARDOSU

yine aynı sonuca ulaşılacaktır. Bizim ideal “ölçme aletimiz” tüm


fiziksel dünya ile ilgili olduğu için, en sonunda şu yargıya
ulaşmalıyız; Kuantum kanunlarının uygulandığı dünyada, kesin
bir yer ve kesin şekilli yörüngeden bahsedilemez. Çünkü böyle
bir şey yoktur.
Şimdi deneycimize dönelim ve kuantum şartları ile ortaya
konulan sınırlamalar için matematiksel bir ifade bulmaya
çalışalım. Kullanılan her iki yöntemde de hareketli cismin
tahmini yeri ile, süratinin etkilenmesi arasında devamlı bir
uyuşmazlık olduğunu gördük. Optik yöntemde, momentumun
korunumu kanunundan dolayı, ışık kuantumu ile çarpışmada,
parçacığın momentumunda kullanılan ışık kuantumunun
momentumu ile karşılaştırılabilecek bir belirsizlik ortaya çıkar.
Böylece, deha önce gördüğümüz 𝑃𝑃 = ℎ/𝜆𝜆 formülünü
kullanarak, parçacığın momentumundaki belirsizliği yazabiliriz.


∆𝑃𝑃𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝ç𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎 ≅ (4)
𝜆𝜆

Parçacığın yerindeki belirsizliğin dalga boyu (∆𝑞𝑞 ≅ 𝜆𝜆)


tarafından verildiğini hatırlayarak şu sonucu çıkarabiliriz:

∆𝑃𝑃𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝ç𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎 x ∆𝑞𝑞𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝ç𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎 ≅ ℎ (5)

Mekanik yöntemde hareketli parçacığın momentumu,


“çanlar” tarafından alınan momentum miktarı kadar belirsiz
olacaktır. 𝑃𝑃 𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝ç𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎 = ℎ/𝑙𝑙 eşitliğini kullanarak ve yerdeki
belirsizliğin çanın boyutu ile verildiğini (∆𝑞𝑞 ≅ 𝑙𝑙) hatırlayarak,
daha önce elde ettiğimiz aynı sonlu formülü elde ederiz. (5)
eşitliği ilk defa Alman fizikçi WERNER HEISENBERG
tarafından formülleştirilmiştir. Bu eşitlik, -kuantum teorisinin
temel belirsizlik bağıntısını- verir: Yer ne kadar iyi tanımlanırsa,
momentum o derece belirsiz hale gelir. Bunun tersi de geçerlidir.
Momentumun, hareketli cismin kütlesi ile süratinin
çarpımına eşit olduğunu düşünerek alttaki formülü yazabiliriz.

86
KUANTUM BİLARDOSU


∆𝑣𝑣𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝ç𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎 x ∆𝑞𝑞𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝ç𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎 ≅ (6)
𝑚𝑚𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝𝑝ç𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎𝑎

Günlük hayatımızda uğraştığımız cisimler için, bu anlamsız


derecede küçüktür. 0.000.000.1 𝑔𝑔𝑔𝑔. kütleli hafif bir toz parçacığı
için, yer ve süratin her ikisi de % 0.000.000.01 hassasiyetle
ölçülebilir. Ama elektron için (kütlesi 10−27 𝑔𝑔𝑔𝑔) ∆𝑣𝑣 ∆𝑞𝑞 çarpımı
100 mertebesindedir. Atom içindeki bir elektronun hızı en az
±108 𝑐𝑐𝑐𝑐/𝑠𝑠𝑠𝑠 içinde tanımlanmalıdır. Aksi halde elektron
atomdan dışarıya kaçacaktır. Bu, elektronun yerinde 10−8 𝑐𝑐𝑐𝑐’lik
bir belirsizliğe karşı gelir; yani atomun toplam boyutudur.
Böylece elektronun atom içindeki “'yörüngesi” o derece
yayılmıştır ki, kalınlığı atomun “yarıçapı” na eşit olur. Bu yüzden
elektron, aynı anda çekirdeğin her tarafında bulunabilir.
Bir süreden beri sizlere, hareket hakkındaki klasik fikirlerin
eleştirilmesi sonucu ortaya çıkan yıkıcı sonuçların bir resmini
vermeğe çalışıyorum. Şık ve kesin olarak tanımlanmış klasik
kavramlar parçalanmış ve yerlerini, şekilsiz bir çorba
diyebileceğimiz yenilere bırakmışlardır. Doğal olarak bana,
fizikçilerin herhangi bir olayı nasıl olup da bu belirsizlik
okyanusunda tanımlayabildiklerini sorabilirsiniz. Buna
verilecek cevap, şimdiye kadar klasik kavramları yıktığımız,
ancak yeni kavramların tam bir formülüne henüz ulaşmadığımız
şeklinde olacaktır.
Artık şimdi daha ileri gidebiliriz. Açıktır ki, her şey dağıldığı
için eğer maddesel bir cismin yerini genel olarak matematiksel
bir nokta ile ve hareketinin yörüngesini matematiksel bir çizgi ile
tanımlayamıyorsak, uzayın farklı noktalarında, örneğin “bu
çorbanın yoğunluğunu” vererek, değişik tanımlama yöntemleri
kullanırız. Matematiksel olarak bu, sürekli fonksiyonların
(hidrodinamikte olduğu gibi) kullanılması anlamına gelir. Bu
durum fiziksel olarak “şu cisim çoğunlukla burada, ama kısmen
orada ve hatta uzakta, ya da bu para % 75 benim, % 25 de senin

87
KUANTUM BİLARDOSU

cebinde” gibi ifadeler kullanılmasını gerektirir. Böyle cümlelerin


sizi dehşete düşüreceğini biliyoruz. Ama kuantum sabitinin
değerinin küçük oluşu nedeni ile, bu ifadelere günlük hayatta
hiçbir zaman ihtiyacınız olmayacaktır. Bununla beraber, atom
fiziği üzerinde çalışacaksanız, bu tür ifadelere bir an önce
alışmanızı tavsiye ederim.
“Bulunma yoğunluğunu” veren fonksiyonun, bildiğimiz üç-
boyutlu uzayda fiziksel bir gerçek olduğu şeklinde yanlış bir
kanıya varmanızı istemiyorum. Gerçekten eğer, örneğin iki
parçacığın hareketlerini inceliyorsak, birinci parçacığın bir
yerde, ikinci parçacığın aynı anda başka bir yerde olup olmadığı
sorusunu cevaplandırmamız gerekir. Bunu yapmak için, altı
değişkenli (iki parçacığın koordinatları) ve üç-boyutlu uzayda
belli bir yerde temsil edilemeyen bir fonksiyon kullanmalıyız.
Daha karmaşık sistemler için daha çok sayıda değişkene sahip
fonksiyonlar kullanılmalıdır. Bu yönden “kuantum mekaniksel
bir fonksiyon” klasik mekanikteki parçacıklar sisteminin
“potansiyel fonksiyonuna” ya da istatistik mekanikteki
sistemlerin “entropi” sine benzer. Sadece hareketi tanımlar ve
verilen şartlarda, belli bir hareketin sonuçlarını çıkarabilmemize
yardımcı olur. Fiziksel gerçek ise, hareketlerini tanımlamaya
çalıştığımız parçacıklarla beraberdir.
Bir parçacığın, ya da parçacıklar sisteminin farklı yerlerde
ne dereceye kadar bulunduğunu gösteren fonksiyonu anlamak
için matematik bilgisine gerek vardır. Bu fonksiyonun
davranışını veren eşitliği, ilk defa Avusturyalı fizikçi ERWIN
SCHRÖDINGER “𝜓𝜓𝜓𝜓” sembolü ile yazmıştır.
Burada, O’nun bu temel eşitliğinin matematiksel ispatına
girmeyeceğim; ama bu eşitliğin çıkışına neden olan sebeplere
dikkatinizi çekeceğim. Bu sebeplerin en önemlisi, size oldukça
olağanüstü gelecektir. Eşitlik öyle yazılmalıdır ki, maddesel cismin
hareketini tanımlayan fonksiyon, bir dalganın bütün özelliklerini
taşımalıdır.

88
KUANTUM BİLARDOSU

Maddesel parçacıkların hareketine dalga özellikleri


atfetmenin gereğine ilk defa, atom yapısı üzerinde teorik
çalışmalar yaparken, Fransız fizikçisi LOUIS DE BROGLIE işaret
etmiştir. Bunu takip eden yıllarda, maddesel parçacıkların
hareketinin dalga özelliği çeşitli deneylerle doğrulanmıştır.
Küçük bir delikten geçen elektron demeti ile, kırınım olayı ve
hatta oldukça büyük ve karmaşık yapıda olan moleküllerde,
girişim olayı gözlenmiştir.
Maddesel parçacıkların gözlenen dalga özellikleri, klasik
hareket kavramı görüşü ile hiçbir zaman kabul edilemez. L. de
Broglie’nin kendisi de oldukça tabiilikten uzak bir ifade
kullanmak gereği duymuştur. Parçacıklara bir dalga “refakat”
ediyor ve deyim uygunsa hareketlerini “yöneltiyor” demiştir.
Bununla beraber, klasik kavramlar yıkılır yıkılmaz, hareketi
sürekli fonksiyonlarla ifade etmeye başlıyoruz. Bu sebeple, dalga
hareketinin gerekliliği daha kolay anlaşılıyor. “𝜓𝜓𝜓𝜓”
fonksiyonunun yayılması, diyelim ki bir tarafından ısıtılan
duvardan ısının geçişine değil, aynı duvardan mekanik bir şekil
değişikliğinin (ses) geçişine benzer. Matematiksel olarak
aradığımız, oldukça sınırlı şartları olan belli bir eşitliktir.
Kuantum etkisinin ihmal edilebilir olduğu, büyük kütleli
parçacıklara uygulandığı zaman, klasik mekaniğin verdiği
sonuçları vermesi şartı ile beraber, yukarıdaki temel şart,
pratikte eşitliği bulma işlemini tamamen matematiksel bir işlem
haline getirmektedir.
Bu eşitliğin en son şeklini görmek istiyorsanız, şöyle
yazabilirim:

4𝜋𝜋𝜋𝜋𝜋𝜋 8𝜋𝜋 2 𝑚𝑚
∇2 𝜓𝜓 + 𝜓𝜓 − 𝑈𝑈 𝜓𝜓 = 0 (7)
ℎ ℎ

Bu eşitlikte 𝑈𝑈 fonksiyonu, parçacıklara (kütlesi 𝑚𝑚 olan) etki


eden kuvvetlerin yarattığı potansiyeldir ve verilen herhangi bir
kuvvet dağılımı için hareket probleminin belli bir çözümünü

89
KUANTUM BİLARDOSU

verir. Bu “Schrödinger dalga denklemi” nin uygulanması ile


fizikçiler son yarım asırdan beri, atomlar dünyasında yer alan
bütün olayların, en eksiksiz ve mantıksal olarak en uyumlu bir
resmini geliştirdiler.
Çoğu zaman kuantum teorisi ile ilgili olarak sözü geçen
“matris” kelimesini, şimdiye kadar neden kullanmadığımı belki
merak etmişsinizdir. İtiraf etmeliyim ki, ben şahsen “matris”
lerden hiç hoşlanmıyorum ve kullanmamayı tercih ediyorum.
Fakat, kuantum teorisinin bu matematiksel yöntemi hakkında
sizi biraz aydınlatmak için, birkaç cümle söyleyeceğim. Bir
parçacığın ya da karmaşık bir mekanik sistemin hareketi,
gördüğünüz gibi, belli sürekli fonksiyonlarla tanımlanıyordu.
Bu fonksiyonlar çoğu zaman oldukça karmaşık yapıya
sahiptirler. “Uygun fonksiyonlar” diye adlandırılan, çok sayıda
daha basit fonksiyonlar cinsinden yazılabilirler. Bu, karmaşık bir
sesin, birkaç basit harmonik notadan meydana gelmesine
benzetilebilir. Bütün karmaşık hareketi, onun farklı
bileşenlerinin genlikleri ile tanımlayabiliriz. Bileşenlerin sayısı
(overtone) sonsuz olduğu için, aşağıdaki şekilde sonsuz genlik
tablosu yazmamız gerekir.

𝑞𝑞11 𝑞𝑞12 𝑞𝑞13 …


𝑞𝑞21 𝑞𝑞22 𝑞𝑞23 …
𝑞𝑞31 𝑞𝑞32 𝑞𝑞33 …
……………………… (8)

Oldukça basit matematiksel işlem kuralları olan böyle tablolara


“matris” denir. Matris, belli bir hareketi tanımlar ve teorik
fizikçilerin bazıları, dalga fonksiyonları ile uğraşmaktan çok
matrislerle işlem yapmayı tercih ederler. Böylece, bazen
söylenildiği adı ile “matris mekaniği”, bilinen “dalga mekaniği”
nin sadece matematiksel bir değişiminden ibarettir. Bu
konferanslarımızda sadece ana sorunlara değindiğimiz için, bu
problemin ayrıntılarına girmeğe gerek görmüyoruz.

90
KUANTUM BİLARDOSU

Zaman elvermediğinden size kuantum teorisinin, rölativite


teorisi ile ilişkili gelişmelerinden bahsedemediğim için
üzgünüm. Bu ilerlemeleri İngiliz fizikçisi PAUL ADRIEN
MAURICE DIRAC’ın çalışmalarına borçluyuz. Dirac’ın katkıları
ile, çok sayıda deneysel keşifler yapıldı. İleride bu problemlere
yeniden değinmek istiyorum; ama şimdi artık bu konuyu
noktalamalıyım Umarım ki, bu konferans dizisi, fiziksel
dünyanın ana kavramlarının net bir resmini görmenize yardımcı
olmuştur ve daha ileri çalışmalara ilgi duymanız için, size ilham
vermiştir.

91
KUANTUM BİLARDOSU

92
8

Kuantum Ormanları
Bir sabah Bay Tompkins yatağında keyif uykusunda iken,
odada birisinin varlığını hissetti. Yan tarafa bakınca, eski
arkadaşı Profesörün koltukta oturduğunu gördü. Dizlerine
yaydığı bir haritaya eğilmiş, bakıyordu.
Profesör başını kaldırarak. “Sen de geliyor musun? diye
sordu.
“Nereye geliyor muyum?” dedi Bay Tompkins. Profesörün
odaya nasıl girdiğini merak ediyordu. “Kuşkusuz kuantum
ormanındaki filleri ve diğer hayvanları görmeğe. Geçen gün
gittiğimiz bilardo salonunun sahibi, bilardo toplarının yapıldığı
fildişlerinin nereden geldiğini sonunda bana söyledi. Haritada
kırmızı kalemle işaretlediğim bölgeyi görüyor musun? Belli ki,
bu bölgedeki her şey kuantum kanunlarına uyuyor ve kuantum
sabiti de çok büyük. Yerliler buranın şeytanlar tarafından işgal
edildiğini sanıyorlar. Korkarım ki, kendimize bir rehber
bulmamız çok güç olacak. Gelmek istiyorsan, acele etmelisin.
Gemi bir saate kadar yola çıkıyor. Üstelik giderken Sir Richard’ı
da almamız gerekiyor.”
Bay Tompkins, “Sir Richard da kim?” diye sordu. Profesör
şaşırmıştı. “Hiç ondan bahsedildiğini duymadın mı? Çok
meşhur bir kaplan avcısıdır. İlginç bir av partisi vaat edince, O
da bizimle gelmeğe karar verdi.”
Limana geldiklerinde, Sir Richard’ın tüfeklerini ve
mermilerini taşıyan uzun kutuların gemiye taşındığını gördüler.
Mermiler, Profesörün kuantum ormanına yakın bir kurşun
madeninden getirttiği özel bir kurşundan yapılmıştı. Bay
Tompkins, kamarasında bavullarını düzenlerken sürekli
titreşimlerden, geminin limandan ayrıldığını anladı. Deniz
yolculuğunda dikkate değer hiçbir şey yoktu. Sonunda gemi,

93
KUANTUM ORMANLARI

güzel bir şehrin kıyısına yanaştı. Bu şehir, efsanevi kuantum


bölgesine en yakın olan yerleşim yeri idi. “Şimdi” dedi Profesör,
“içerilere yapacağımız yolculuk için bir fil satın almamız
gerekiyor. Yerlilerden hiçbirinin bizimle geleceğini sanmıyorum.
Fili kendimiz idare etmemiz lazım. Bu iş de sana düşüyor Bay
Tompkins. Ben bilimsel gözlemlerle meşgul olacağım, Sir
Richard da silahlarla uğraşacak.”
Şehrin kenar mahallelerinden birindeki fil pazarına
geldiklerinde, Bay Tompkins oldukça endişeli görünüyordu.
İdare etmesi gereken hayvanların iriliği onu korkutmuştu. Filler
hakkında çok bilgili olan Sir Richard, oldukça büyük güzel bir
hayvan seçmişti. Sahibine fiyatını sordu. Yerli, bembeyaz
dişlerini göstererek: “Hrup hanweck’o hobut hum. Hagori ho,
haraham oh Hohohohi” dedi.
“Çok para istiyor” diye tercüme etti Sir Richard, “ama bu fil
kuantum ormanından gelmiş, onun için daha fazla fiyat eder
diyor. Alalım mı?”
Profesör, “Elbette alalım. Gemide bazen fillerin kuantum
topraklarından dışarı çıktıklarını ve yerlilerin de onları
yakaladığını duydum. Bu filler diğer yörelerin fillerinden çok
daha iyidir. Bizim durumumuzda ise bu fil, ormanda kendi
vatanında olacağı için çok yararlı olabilir” dedi.
Bay Tompkins, filin her tarafını inceledi. Çok güzel, büyük
bir hayvandı; ama davranışlarında, hayvanat bahçesinde
gördüğü fillerden farklı hiçbir taraf yoktu. Profesöre dönerek:
“Buna kuantum fili dediniz; ama bana göre bildiğimiz filden hiç
farkı yok. Akrabalarının dişinden yapılmış bilardo topları gibi
acayip davranışları yok. Neden her yönde dağılmıyor acaba?”
“Anlamakta çok özel bir yavaşlık gösteriyorsun” dedi
Profesör. “Çünkü kütlesi çok fazla. Bir süre önce yer ve hızdaki
belirsizliğin kütleye bağlı olduğunu söylemiştim. Kütle ne kadar
büyük olursa, belirsizlik o kadar küçük olur. İşte toz parçacığı
gibi hafif cisimlerde bile, günlük hayatımızda kuantum

94
KUANTUM ORMANLARI

kanunlarını gözleyemememizin sebebi budur. Ama milyarlarca


defa daha hafif olan elektronlarda çok önemli olur. Kuantum
ormanında kuantum sabiti oldukça büyük, ama fil gibi ağır
hayvanlarda göze çarpacak etkiler yaratacak kadar da büyük
değil. Kuantum filinin yerindeki belirsizliği fark edebilmek için
sınırlarını çok incelikle gözlemek gerekir. Belki filin derisinin
yüzeyinin çok kesin olmayıp, az da olsa flu oluşuna dikkat
etmişsinizdir. Zamanla bu belirsizlik, çok yavaş olarak artar ve
sanıyorum ki, çok yaşlı fillerin uzun kürkleri olduğunu söyleyen
yerli efsanelerin kaynağı budur. Ama bütün küçük hayvanların,
çok dikkate değer kuantum etkileri göstereceklerini
umuyorum.”
“İyi ki” diye düşündü Bay Tompkins, “bu geziyi at sırtında
yapmıyoruz. Öyle olsa idi atım ayaklarımın arasında mı, yoksa
karşı vadide mi hiçbir zaman bilemeyecektim.”
Profesör ve silahları ile Sir Richard, filin sırtına bağlı büyük
sepete tırmandıktan ve Bay Tompkins deneyimli bir fil sürücüsü
gibi elindeki sopa ile filin omuzundaki yerini aldıktan sonra,
esrarengiz ormana doğru yol almaya başladılar.
Şehirdeki insanlar, oraya bir saatte varacaklarını
söylemişlerdi. Bay Tompkins, filin kulakları arasında dengesini
korumaya çalışırken, bu zamanı Profesörden kuantum olayları
hakkında bilgi almak için kullanmaya karar verdi.
Profesör'e dönerek, “Lütfen bana söyler misiniz? Neden
küçük kütleli cisimler böyle acayip davranıyorlar? Hep
bahsettiğiniz kuantum sabitinin, sağduyuya uygun anlamı
nedir?” diye sordu.
“Bunu anlamak o kadar zor değil” dedi Profesör. “Kuantum
dünyasında gözlediğiniz bütün cisimlerin acayip davranması,
siz onlara baktığınız içindir.”
“Bu cisimler o kadar utangaç mı?” diye gülümsedi Bay
Tompkins.
“Utangaç uygun bir kelime değil” dedi Profesör.

95
KUANTUM ORMANLARI

“Önemli olan nokta; hareketle ilgili herhangi bir gözlem


yaparken, kaçınılmaz olarak o hareketi etkiliyoruz,
değiştiriyoruz. Gerçekten, eğer bir cismin hareketi hakkında
birşey öğreniyorsanız bu, hareketli cismin sizin duyularınıza
veya kullandığınız cihaza bir etki göndermesi anlamına gelir.
Etki ve tepkinin eşit olması gereğinden, sizin ölçme aletiniz de
cismin üzerinde bir etki yapıyor; yani hareketini ‘bozarak’
yerinde ve hızında bir belirsizlik yaratıyor sonucuna
ulaşabiliriz.”
“Peki” dedi Bay Tompkins, “eğer bilardo salonunda topa
elimle dokunsaydım, hareketini mutlaka etkiler, değiştirirdim;
ama sadece ona bakmakla, hareketini nasıl bozabilirim?”
"Elbette bozarsın. Karanlıkta topu göremezsiniz; ama eğer
ışığı kullanırsanız, ışık ışını toptan yansıyarak, ona etki edip (biz
buna ışık basıncı diyoruz) görünür hale getirecek ve hareketini
bozacaktır.”
“Ama varsayalım ki, çok hassas aletler kullanıyorum;
aletlerimin hareketli cismin üzerindeki etkisini ihmal edilecek
kadar küçük yapamaz mıyım?”
“İşte bu, bizim klasik fizikte düşündüğümüzün aynısı. O
zaman etki kuantumu henüz keşfedilmemişti. Bu çağın
başlarında herhangi bir cismin etkisinin belli bir sınırın altına
indirilemeyeceği ortaya çıktı. Bu sınıra kuantum sabiti denir ve
‘ℎ’ sembolü ile gösterilir. Normal dünyada etki kuantumu çok
küçüktür; alıştığımız birimlerle, ondalık noktadan sonra yirmi
yedi tane sıfırlı bir sayı yazarak ifade edilebilir. Etki kuantumu,
ancak elektronlar gibi hafif parçacıklar için önemli olur. Bunların
kütlesi çok küçük olduğu için, çok küçük etkilerden hareketlerini
değiştirirler. Şimdi yaklaşmakta olduğumuz kuantum
ormanında etki kuantumu çok büyüktür. O dünya, kaba bir
dünyadır. Hiçbir nazik hareket mümkün değildir orada. O
dünyada bir kimse, bir kedi yavrusunu okşamak isterse; yavru

96
KUANTUM ORMANLARI

ya hiçbir şey hissetmeyecek ya da ilk kuantum okşamasında


boynu kırılacaktır.”
Bay Tompkins, düşünceli bir sesle, “Bunların hepsi çok iyi,
ama kimse onlara bakmadığı zaman, cisimler normal bir şekilde,
yani düşünmeye alıştığımız gibi mi davranıyorlar?”
Profesör, “Kimse bakmıyorken” dedi, “kimse cisimlerin
nasıl davrandığını bilemez ki. Bu sebepten, sorduğun sorunun
fiziksel bir anlamı yoktur.”
“Tamam, tamam” dedi Bay Tompkins, “bana bu iş felsefe
gibi geliyor!”
Profesör alınmıştı, “istersen felsefe diyebilirsin, ama
gerçekten bu, modern fiziğin temel prensiplerinden birisidir
(bilemeyeceğiniz konularda asla konuşmamak). Fiziksel
teorinin bütünü bu prensibe dayanır; oysa felsefeciler,
çoğunlukla onu görmezlikten gelirler. Örneğin, meşhur Alman
filozofu KANT, cisimlerin özelliklerini bize “göründükleri” gibi
değil de aslında “oldukları” gibi yansıtabilmek için çok zaman
harcadı. Modern fizikçi için, ancak “gözlenebilenler” diye
isimlendirilen özelliklerin anlamı vardır. Modern fiziğin tamamı
da gözlenebilenlerin karşılıklı ilişkilerine dayanır.
Gözlenemeyen şeyler, sadece boş düşünme için yararlıdır.
Bunları yaratmak için, hiçbir kural ve kısıtlama yoktur. Ayrıca,
varlıklarını kanıtlamak veya herhangi bir şekilde onları
kullanmak da mümkün değildir. Şöyle söylemeliyim ... “
Bu esnada havayı müthiş bir kükreme sesi kapladı ve fil
aniden irkilince, Bay Tompkins az daha yere düşüyordu. Bir
sürü kaplan file saldırıyor, her yönden üzerine atılıyorlardı. Sir
Richard silahını kaptı ve en yakındaki kaplanın gözlerinin
arasına nişan alarak tetiği çekti. Bay Tompkins. O’nun, “avcılar
arasında yaygın bir deyimi” mırıldandığını duydu. Kaplanın
tam alnından vurmuştu; ama hayvana hiçbir zarar verememişti.
“Yine ateş et!” diye bağırdı Profesör.

97
KUANTUM ORMANLARI

“Ateşi her tarafa yönelt ve tam nişan almaya gayret etme!


Sadece bir tane kaplan var, ama filin çevresine dağılmış,
ümidimiz Hamiltoniyen’i artırmakta.”
Profesör başka bir tüfek aldı ve silah sesleri ile kuantum
kaplanının kükremesi birbirine karıştı. Her şey bitene kadar, Bay
Tompkins’e göre sanki sonsuz zaman geçmişti. Sonunda
mermilerden biri gerekeni yapmıştı. Aniden bir tane olan
kaplan, hızla havada bir yay çizdi ve ölü vücudu, uzaktaki bir
palmiye kümesinin arkasına düştü.
Ortalık durulduktan sonra Bay Tompkins, “Bu
Hamiltoniyen kim?” diye sordu. “Yoksa bize yardım etmesi için
meşhur bir avcıyı mezarından mı kaldırmak istiyorsun?”
Profesör, “Özür dilerim. Kavganın ortasında heyecanla sizin
anlamayacağınız bilimsel bir dil kullanmaya başladım.
“Hamiltoniyen” iki cisim arasındaki kuantum etkileşmesini
veren matematiksel bir ifadedir. Bu matematiksel formu ilk defa
kullanan İrlandalı matematikçi HAMİLTON’un anısına böyle
isimlendirilmiştir. Daha çok kuantum mermisi kullanarak,
mermilerle kaplanın vücudu arasındaki etkileşme ihtimalini
artırmak istedim. Görüyorsunuz ki, kuantum dünyasında hiç
kimse, tam olarak nişan alıp vuracağına emin olamaz. Merminin
ve hedefin dağılmasından dolayı, her zaman sadece sonlu bir
vurma şansı vardır. Hiçbir zaman, vuruştan tam emin olmak
mümkün değildir. Biz ise, kaplanı vurabilmek için en az otuz
mermi harcadık. Vuran merminin kaplan üzerindeki, etkisi o
kadar fazla idi ki, vücudu uzaklara sıçradı. Aynı şey evimizde de
oluyor; ama çok daha küçük ölçekte. Daha önce bahsettiğim gibi,
bizim dünyamızda bazı şeyleri anlayabilmek için, elektron gibi
küçük parçacıkların davranışlarını incelemek gerekir. Bir
atomun, nispeten ağır bir çekirdek ve etrafında dönen
elektronlardan ibaret olduğunu duymuşsunuzdur. Başlangıçta,
çekirdeğin çevresindeki elektronların, aynen Güneş’in
etrafındaki gezegen hareketine benzer şekilde döndüklerini

98
KUANTUM ORMANLARI

Bulanık görünümlü büyük bir kaplan sürüsü fillerine saldırıyordu

99
KUANTUM ORMANLARI

düşünürdük. Ama daha derin analizler, atomun bu minyatür


sisteminde, hareketle ilgili olarak kullana geldiğimiz
kavramların çok kaba olduklarını ortaya çıkardı. Atomun içinde
rol alan etkiler, temel etki kuantumu ile aynı büyüklük
mertebesindedir ve tüm resim, bu yüzden oldukça dağılmıştır.
Atom çekirdeğinin etrafında elektronun hareketi birçok
bakımdan, filin çevresinde her tarafta görünen kaplanın
hareketine benzer.”
“Bizim kaplana yaptığımız gibi, hiç kimse elektronu
vurmuyor mu?” diye sordu Bay Tompkins.
“Elbette, bazen çekirdek, çok enerjili ışık kuantası veya
temel ışık etkisi birimleri yayınlar. Atomu dışarıdan bir ışık
demeti ile aydınlatarak da elektronları vurabilirsiniz. Orada da
aynen burada kaplana olan olacaktır. Birçok ışık kuantası,
elektronun bulunduğu yerden ona hiç etki yapmadan geçecektir.
Ancak birisi elektrona etki edecek ve onu atomun dışına
atacaktır. Kuantum sistemi ise orta derecede bir etkilenmeye
uğramaz. Ya hiç etkilenmez ya da büyük ölçüde değişir.”
Bay Tompkins, “Aynen, kuantum dünyasındaki
öldürülmeden okşanamayan zavallı kedi yavrusu gibi” diyerek
sonuç çıkardı.
“Bakın, bakın ceylanlara bakın!” diye bağırdı Sir Richard
aniden, “Ne çok değil mi?” Silahını hemen doğrulttu. Gerçekten,
bambu kümesinden büyük bir ceylan sürüsü çıkıyordu.
Bay Tompkins, “Bunlar eğitilmiş ceylanlar” diye düşündü.
“Sanki törende geçit yapan askerler gibi sıra halinde koşuyorlar.
Bu da bir kuantum etkisi ise hiç şaşmam.”
File doğru yaklaşan ceylan grubu çok hızlı hareket ediyordu
ve Sir Richard ateş etmeye hazırdı. Profesör onu durdurdu.
“Kartuşlarını ziyan etme” dedi, “kırınım görüntüsünde
hareket eden bir hayvanı vurma ihtimali çok az.”
Sir Richard, “Bir hayvan demekle neyi kastediyorsun? En az
birkaç düzine hayvan var orada!” diye yakındı.

100
KUANTUM ORMANLARI

Profesör onu durdurduğunda Sir Richard ateş etmeye hazırdı

“Yok. Yok! Orada, bir şeyden korktuğu için bambu


kümesinden dışarıya koşan tek ceylan var. Bütün cisimlerin
“dağılması”, bildiğimiz ışığın özelliklerine benzer bir özellik
taşır. Belirli sıralarla gelen açıklıklardan geçince, örneğin
kümedeki birbirinden ayrı bambu gövdeleri gibi, okulda iken

101
KUANTUM ORMANLARI

öğrendiğiniz kırınım olayını meydana getirirler. Bu yüzden


maddenin dalga karakterinden bahsedebiliyoruz.”
Ama ne Sir Richard ne de Bay Tompkins, bu esrarengiz
“kırınım” kelimesinin ne anlama geldiğini düşünemediler.
Konuşma da burada kesildi.
Seyyahlarımız kuantum ülkesinden geçerken, çok sayıda
ilginç olaylarla karşılaştılar. Küçük kütlelerinden dolayı, nerede
oldukları çok zor belirlenen kuantum sinekleri ve çok eğlendirici
kuantum maymunları gibi. Artık yerli köyüne benzeyen bir yere
yaklaşıyorlardı.
Profesör, “Bu yörelerde bir insan topluluğu olduğunu
bilmiyordum. Gürültüye bakılırsa bir çeşit festival yapıyorlar
galiba. Hiç dinmeyen çan seslerini duyuyor musunuz? dedi.
Büyük yuvarlak bir ateşin çevresinde, vahşi bir dansın
figürlerini yapan yerlileri birbirinden ayırmak çok zordu.
Kalabalıktan, her büyüklükte çan tutan kahverengi eller
yükseliyordu. Daha da yaklaşınca, herşey, kulübeler ve
çevredeki ağaçlar bile dağılmaya başladı. Artık çan sesleri Bay
Tompkins’in kulağını tırmalıyordu. Elini dışarı çıkardı, bir şeyi
yakaladı ve fırlattı. Çalar saat, komodin üzerinde duran su dolu
bir bardağa çarptı. Yüzüne akan soğuk su duyularını yerine
getirdi. Hemen fırladı ve çabucak giyinmeye başladı. Yarım saat
içinde bankada olması gerekiyordu.

102
9

Maxwell'in Şeytanı
Aylarca süren olağanüstü serüvenler esnasında Profesör
Bay Tompkins’e fiziğin sırlarını tanıtmaya çalışırken, O,
Profesörün kızı Maud’a iyice abayı yakmıştı. Sonunda fazla
uzatmadan evlenme teklifi yaptı. Teklif hemen kabul edildi ve
karı- koca oldular. Kayınpeder rolündeki Profesör, damadının
fizik ve fiziğin en son gelişmeleri hakkındaki bilgisini artırmayı
kendisine görev saydı.
Bir pazar günü öğleden sonra, Bayan Tompkins konforlu
evlerinde Vogue dergisinin en son sayısına dalmıştı. Tompkins
de Esquire dergisinde bir makaleyi okuyordu.
Bay Tompkins sevinçle doğruldu, “Burada gerçekten iyi
işleyen bir şans oyunu var” dedi. Maud gözlerini isteksizce
moda dergisinden kaldırarak “Cyril, gerçekten öyle olacağına
emin misin?” diye sordu. “Babam mutlaka kazanacak bir kumar
sistemi olamayacağını söylerdi.”
Bay Tompkins “Ama buraya bak Maud” diyerek, son yarım
saatten beri üzerinde çalıştığı makaleyi gösterdi. “Diğerlerini
bilmiyorum ama, bu sistem saf ve basit matematiğe dayanıyor.
Nasıl işlemeyeceğini gerçekten göremiyorum. Yapılacak tek şey,
1, 2, 3
rakamlarını bir kağıda yazmak; sonra da burada verilen birkaç
basit kuralı takip etmek.”
Maud ilgilenmeye başlamıştı. “Öyleyse deneyelim” dedi.
“Kurallar nedir?”
“Makalede verilen örneği uyguladığımızı varsayalım. Belki
öğrenmek için en iyi yol da budur. Örnek olarak parayı kırmızı
ya da siyaha yatırdığımız ve yazı tura oyununa benzer bir çeşit
rulet oyunu kullanıyorlar.
1, 2, 3

103
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

“Ama bu sefer kazanmalısın!”

yazıyorum ve kural, masaya koyacağım marka sayısının baştaki


ve sondaki iki rakamın toplamı olmasını gerektiriyor. Burada bir
ile üçün toplamı dört ediyor. Dört markayı, diyelim ki kırmızıya
yatırıyorum. Eğer kazanırsam 1 ve 3 rakamlarını çiziyorum ve
bundan sonraki koyacağım marka sayısı 2 olur. Kaybedersem,
kaybettiğim miktarı serinin sonuna ekliyorum ve bir sonraki
koyacağım miktarı bulmak için aynı kuralı uyguluyorum.

104
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

Örneğin diyelim ki, top siyahta durdu ve krupiye benim dört


markama el koydu. Şimdi yeni serim,
1, 2, 3, 4
olacak ve bir sonraki koyacağım marka bir artı dört, yani beş
olacak. Diyelim ki ikinci defa kaybettim. Makale aynı şekilde
devam etmem gerektiğini, serinin sonuna 5 rakamını yazıp
masaya altı marka koymam gerektiğini söylüyor.”
“Ama bu defa kazanmalısın!” dedi Maud. Oldukça
heyecanlı idi. “Kaybetmeye devam edemezsin.”
“Kaybedebilirim de,” dedi Bay Tompkins, “çocukluğumda
arkadaşlarla yazı tura oynardık. İster inan ister inanma, bir
defasında üst üste on defa yazı geldiğini hatırlıyorum. Ama bu
makalede de söylendiği gibi, diyelim ki bu defa kazandım. O
zaman on iki tane marka alacağım. Ama yine de başlangıca göre
üç marka zararım var. Kurallara göre, 1 ve 5 rakamlarını
çizmeliyim. Seri şimdi
1, 2, 3, 4, 5
haline gelir. Koyacağım marka sayısı iki artı dört, yani altı
olmalıdır.”
Maud iç çekerek “Burada yine kaybettiğini yazıyor.” dedi.
Kocasının omuzunun üzerinden makaleyi okuyordu. “Öyle ise
seriye altı rakamını ilave edeceksin ve sonra sekiz marka
koyacaksın. Doğru mu?”
“Evet doğru. Ama yine kaybettim. Şimdi seri şöyle olacak:
1, 2, 3, 4, 5, 6, 8
Bu defa on marka koymam gerekiyor. Kazandım. 2 ve 8
rakamlarını çiziyorum ve bundan sonra koyacağım marka sayısı
üç artı altı olacak. Yani dokuz marka koyacağım. Ama yine
kaybettim.”
Maud dayanamadı, “Bu kötü bir örnek” dedi. “Şimdiye
kadar üç defa kaybettin. Sadece bir defa kazandın. Adil de değil
bu!”
Bay Tompkins, sihirbazların kendilerinden emin tavrı
içinde “Aldırma, aldırma,” dedi.

105
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

“Turun sonunda biz kazançlı olacağız. Son defa dokuz


marka kaybettim. Seriye dokuz rakamını ekleyelim.
1, 2, 3, 4, 5, 6, 8, 9
On iki marka koymam lazım. Bu defa kazandım. 3 ve 9
rakamını çiziyorum, geriye kalan iki rakamın toplamını
yatırıyorum. Yani on marka koyuyorum. Bundan sonra bir daha
kazanınca bütün rakamların üstü çiziliyor ve tur sona eriyor. Ben
de sadece dört defa kazandığım, beş defa kaybettiğim halde altı
marka kazançlı oluyorum!”
Maud şüphe içinde “Altı marka kazançlı olduğuna emin
misin?”
“Elbette eminim. Görüyorsun sistem öyle düzenlenmiş ki,
tur bittiği zaman hep altı marka kazançlı çıkıyorsunuz.
Aritmetikle bunu ispatlayabiliriz. Bu sebepten bu sistemin
yanılmayacağını söylüyorum. İnanmıyorsan bir kâğıt al ve
kendin gör.”
Maud düşünceli bir şekilde “Pekiyi, sana inanıyorum, ama
altı marka kazanmak pek önemli değil” dedi.
“Evet, her turun sonunda kazanacağını bilirsen önemli. Bu
işleme her defasında 1, 2, 3 yazarak başlar ve çok sayıda tekrar
oynayarak istediğin kadar para kazanabilirsin. Şahane değil
mi?”
Maud “Harika!” dedi. “O zaman bankadaki işini
bırakırsın. Daha iyi bir eve taşınırız. Bugün bir dükkânın
vitrininde çok güzel bir kürk ceket gördüm. Fiyatı sadece…”
“Kuşkusuz onu satın alırız, ama önce hemen Monte
Carlo’ya gitmemiz daha iyi olur. Bu makaleyi benim gibi birçok
kimse okumuştur. Oraya gidip bizden önce gelip gazinoyu iflas
ettiren birini görmek çok acı olur.”
Maud “İstersen havayollarına telefon edip ilk uçağın ne
zaman kalktığını sorayım”' diyerek telefona giderken holden
tanıdık bir ses geldiğini duydular.
Maud’un babası “Bu acele neden?”' diyordu. Odaya girdi
ve heyecanlı çifte merakla baktı. Bay Tompkins, “İlk uçakla

106
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

Monte Carlo’ya gidiyoruz. Orada zengin olup döneceğiz”


diyerek Profesörü selamlamak üzere ayağa kalktı.
Profesör şöminenin yanındaki bir koltuğa oturarak “Evet
anladım” diyerek gülümsedi. “Yeni bir kumar sistemi
buldunuz!”
Maud eli telefonda “Ama baba, bu defaki gerçek” diye
itiraz etti.
Bay Tompkins, dergiyi Profesöre uzatırken “Evet” diye
ekledi. “Burada yanılma yok.”
Profesör gülümseyerek “Yanılma yok mu? Peki, görelim”
dedi. Makaleyi çabucak inceledikten sonra devam etti. “Bu
sistemin belirgin özelliği, kurallar her kaybedişten sonra
koyduğun marka sayısını artırmayı, diğer taraftan, kazandıktan
sonra ise koyduğun marka sayısını azaltmayı gerektiriyor.
Sürekli olarak sıra ile bir kazanıp bir kaybedersen, kapitalin bir
artacak bir azalacaktır. Ama her kazanç bir öneki kayıptan biraz
daha fazla olacaktır. Böyle bir durumda, tabii kısa zamanda
milyoner olabilirsin. Kuşkusuz farkına vardığın gibi, böyle bir
süreklilik çoğu zaman meydana gelmez. Gerçekten böyle
düzenli değişen bir seri ihtimali, devamlı kazanma ihtimali
kadar azdır. Öyle ise peşi sıra gelen birkaç kazanma ve kaybetme
durumunu inceleyelim. Eğer kumarbazların dediği gibi şans
paçandan akıyorsa, kurallar her oyundan sonra miktarı
azaltmanı ya da en azından artırmamanı gerektiriyor. O zaman
da toplam kazancın çok yüksek olamıyor. Diğer taraftan her
kayıptan sonra ortaya koyduğun parayı artırman gerektiği için
şansın kötü gidince kaybın fazla olacak ve oyun dışı
kalabileceksin. Kapitalindeki değişimi gösteren eğriye bakınca,
orada yavaş yükselen kısımları ani düşüşlerin izlediğini
göreceksin.
Oyunun başında muhtemelen eğrinin uzun ve yavaşça
yükselen kısmında bulunacaksın ve paranın yavaş ama düzenli
artışını görerek sevineceksin. Ama daha çok kar etmek ümidi ile
işi uzattın mı beklemediğin bir şekilde keskin bir inişe

107
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

rastlayacaksın. Bu iniş belki öyle derin olabilecek ki son


kuruşuna kadar kaybedeceksin.
Oldukça genel olarak gösterilebilir ki, bu ya da başka bir
sistemde eğrinin başlangıçtakinin iki katı değere ulaşması
ihtimali sıfıra ulaşması ihtimaline eşittir. Diğer bir deyişle,
oyunun en sonunda kazanma şansı ile, bütün paranı ya kırmızı
ya da siyaha yatırıp ruleti sadece bir defa çevirerek, kapitali, iki
misline çıkarma ya da tamamını kaybetme şansı aynıdır.
Sistemin yaptığı tek şey oyunu uzatarak para için daha çok
zaman harcamaktır. İstediğin şey bu ise bu kadar karmaşık
yoldan gitmeye hiç gerek yok. Rulette otuz altı sayı olduğunu
biliyorsun. Kurallara göre bir sayının dışında diğer otuz beşini
kapatmana hiçbir engel yok. Kazanma şansın otuz altıda, otuz
beş. Kasa her kazanışta otuz beş sayıya koyduğun marka
sayısından bir fazla marka ödeyecek. Ama her otuz altı çevirişte
bir defa bilye senin kapatmamayı tercih ettiğin sayıda duracak
ve otuz beş sayıya yatırdığın paranın hepsini kaybedeceksin. Bu
oyunu uzun süre sürdürürsen kapitalindeki değişimlerin,
dergideki sistemi uygulayarak elde edilen eğrinin tamamen
benzeri olduğunu göreceksin.”
“Kuşkusuz ben kasanın hiçbir kesinti yapmadığını
varsayıyorum. Esasında gördüğüm her rulette bir ya da iki sıfır
vardı. Bu da oyuncunun kazanma şansını azaltır. Kullanılan
sistem ne olursa olsun böylece kumarbazın parası yavaş yavaş
kendi cebinden çıkarak kumarhane sahibinin cebine girer.”
Bay Tompkins hayal kırıklığına uğramıştı. Üzgün bir sesle,
“Yanılmıyorsam iyi bir kumar sistemi diye bir şeyin var
olmadığını ve biraz daha fazla olan kaybetme ihtimalini göze
almadan para kazanmanın mümkün olmadığını söylemek
istiyorsun.”
Profesör “Evet, söylemek istediğim aynen bu” dedi.
“Dahası, söylediklerim sadece şans oyunları gibi böyle önemsiz
problemlere değil, ilk bakışta olasılık kanunları ile ilişiği yokmuş
gibi görünen birçok fiziksel olaylar için de geçerlidir. Konu bu

108
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

olunca şans kanunlarını yenecek bir sistem geliştirebilirsen bu


sistemle para kazanmaktan daha heyecan verici başka şeyler de
yapılabilir. Benzinsiz gidebilen otomobiller, kömürsüz işleyen
fabrikalar ve hayal edilebilecek başka birçok şey.”
“Böyle hayal ürünü makinalar hakkında bir yerde bir yazı
okumuştum. Sanıyorum bunlara devridaim makinası
deniliyordu. Yanlış hatırlamıyorsam yakıtsız işleyen makinalar,
hiçbir şey olmadan enerji üretilemeyeceği düşüncesi ile
mümkün görülmüyordu” dedi. “Ama böyle makinaların kumar
ile hiçbir ilgisi yok.”
Profesör damadının fizik konusunda birşeyler bildiğinden
hoşlanmıştı. “Çok haklısın oğlum” diyerek onu onayladı. “Bu
çeşit devridaim makinalarına “Birinci tip devridaim makinaları”
deniliyor. Böyle makinalar, Enerji Korunumu kanununa aykırı
olacaklarından var olamazlar. Ama benim kastettiğim makinalar
oldukça değişik tiptedirler. Bunlara “ikinci tip devridaim
makinaları” denilir. Bunlar yoktan enerji üretecek şekilde
planlanmamışlardır. Dünyada, çevremizdeki ısı depolarından,
denizler ve hava gibi, enerji çıkaracak şekilde düşünülmüşlerdir.
Örneğin, bir buharlı gemi varsayalım. Bu gemide buhar, kömür
yakarak değil, çevredeki sudan ısıyı çekerek üretilsin. Gerçekten,
eğer ısıyı diğer yönde değil de soğuk taraftan daha sıcak tarafa
akmaya zorlamak mümkün olsa idi, deniz suyunu içeri
pompalayıp, içindeki ısıdan onu yoksun ederek, geriye kalan
buz bloklarını gemide depolayacak bir sistem inşa edilebilirdi.
Bir litre soğuk su buz haline gelince, bir litre soğuk suyu
kaynama noktasına getirecek kadar ısı verir. Dakikada on, on beş
litre deniz suyunu pompalayarak, normal büyüklükte bir
motoru çalıştıracak ısı kolaylıkla temin edilebilir. Pratik amaçlar
için böyle ikinci tip bir devridaim makinası, yoktan enerji
yaratan birinci tip makine kadar yararlıdır. İş yapabilen böyle
makinalar sayesinde herkes, rulet oyununda hiç
kaybetmeyeceğini bilen birisi kadar tasasız yaşayabilirdi. Ne

109
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

yazık ki, bu ikisi de olasılık kanunlarına aykırı olduklarından,


gerçekleşmeleri mümkün değildir.”
Bay Tompkins, “Deniz suyundan ısı çıkararak, bir geminin
kazanındaki suyu buhar haline getirme fikrinin saçma olduğunu
kabul ediyorum” dedi. “Bununla beraber, bu problemle şans
kanunları arasında hiçbir bağıntı göremiyorum. Kuşkusuz, bu az
yakıtlı makinaların hareketli parçalarında zar ve rulet tekerinin
kullanılması gerektiğini tavsiye etmiyorsunuz. Yoksa yanılıyor
muyum?”
Profesör gülerek “Tabii yanılmıyorsun!” dedi. “En az,
şimdiye kadar, en deli devridaim makinası mucidinin bile böyle
bir iddia ile ortaya çıktığını sanmıyorum. Önemli olan nokta, ısı
ile ilgili işlemlerin tabiat itibarı ile zar oyunlarına tamamen
benzer olmasıdır. Nasıl paranın gazinonun kasasından çıkıp
sizin cebinize akacağını beklemiyorsanız, ısının da soğuk
cisimden çıkıp, sıcak cisme akmasını bekleyemezsiniz.”
Artık Bay Tompkins oldukça şaşırmıştı, “Kasanın sıcak,
cebimin soğuk olduğunu mu söylüyorsunuz?” diye sordu.
“Bir bakıma öyle” dedi Profesör. “Geçen hafta verdiğim
konferansı kaçırmadınsa, ısının çok sayıda parçacığın hızlı ve
düzensiz hareketinden başka birşey olmadığını biliyorsun
demektir. Bu parçacıklara atomlar ve moleküller denir ve bütün
maddesel cisimler bunlardan yapılmıştır. Moleküller hareket
şiddetini artırdıkça, cisim bize daha sıcak görünür. Bu
moleküllerin hareketi oldukça düzensiz olduğundan, şans
kanunlarına uyar. Büyük sayıda parçacıklardan meydana gelen
bir sistemin en muhtemel durumunun, toplam enerjinin
parçacıklar arasında düzgün bir şekilde dağılımına karşılık
geldiği kolayca gösterilebilir. Eğer maddesel cismin bir tarafı
ısıtılırsa; yani bu kısımdaki moleküller daha hızlı hareket etmeye
başlarlarsa, bir seri gelişigüzel çarpışmalar sonucunda bu fazla
enerjinin kısa zamanda geri kalan bütün parçacıklar arasında
düzgün olarak dağılacağını umarız. Bununla beraber,
çarpışmalar tamamen gelişigüzel olduğu için, yine de sadece

110
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

şans eseri olarak, belki bir grup parçacığın enerjinin büyük bir
kısmını, diğer parçacıkların aleyhine, kendilerinde toplanmaları
ihtimali vardır. Temel enerjinin kendiliğinden cismin belirli bir
kısmında toplanması, ısının, sıcaklığın arttığı kısma doğru
akışına karşılık gelir ve prensipte olamayacağı söylenemez.
Ama, böyle kendiliğinden ısı toplanması olayının meydana
geme ihtimali hesaplanırsa çok küçük bir sayı elde edilir. Öyle
ki, böyle bir olay pratik olarak gerçekleşemez diye
damgalanabilir.”
“Ha, şimdi anlıyorum” dedi Bay Tompkins. “Bu ikinci tür
devridaim makinalarının kırk yılda bir çalışabileceğini; fakat
bunun olması ihtimalinin, zar oyununda üst üste yedi yüz defa
aynı sayıyı tutturma ihtimali kadar az olduğunu söylemek
istiyorsunuz.”
“Hatta bundan da az” dedi Profesör. “Gerçekten, doğaya
karşı başarı ile kumar oynama ihtimali o kadar küçüktür ki, bunu
tarif etmek için kelime bulmak bile zordur. Örneğin, bu odadaki
bütün havanın kendiliğinden bu masanın altına toplanıp, diğer
kısımların tamamen havadan yoksun, yani boşluk olarak
bırakması ihtimalini hesaplayabilirim. Bir defada attığın zar
sayısı, odadaki molekül sayısına eşdeğer olacaktır. O zaman
odada kaç molekül olduğunu bilmem gerekiyor. Atmosfer
basıncında bir santimetre küpteki hava moleküllerinin sayısı
yirmi rakamlı bir sayı ile ifade edilir. O halde, odadaki bütün
hava moleküllerinin sayısı yirmi yedi rakamlı bir sayıya
ulaşmalıdır. Masanın altındaki hacim, odanın hacminin yüzde
biri kadardır. Bu sebepten, bir molekülün başka bir yerde değil
de, masanın altında olması ihtimali yüzde birdir. Bütün
moleküllerin masanın altında olma ihtimalini bulmak için,
yüzde biri, yüzde bir ile odadaki molekül sayısı kadar çarpmak
gerekir. Sonuçta, virgülden sonra elli dört sıfırı olan ondalıklı bir
sayı çıkıyor.”
Bay Tompkins kısa bir ıslık sesi çıkardı. “Bu konuda
şansımı denemeye hiç gerek yok! Fakat bütün bunlar eşit

111
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

dağılımdan ayrı bir dağılımın mümkün olmayacağını


göstermiyor mu?”
Profesör “Evet” diyerek O’nu onayladı. “Bunu, bütün
havanın masanın altına toplanması sebebi ile ölmeyeceğimiz
anlamına alabilirsin. Aynı şeklide, bardağındaki sıvı da kendi
kendine kaynamaya başlamayacaktır. Ama çok küçük sayıda
moleküller içeren çok küçük alanları düşünürsen, istatistik
dağılımlardan sapmanın, çok daha fazla muhtemel olduğu bir
gerçektir. Örneğin, bu odada hava molekülleri bazı belli
noktalarda daha yoğun olarak gruplanırlar. Bu çok küçük
homojen olmama haline, yoğunluğun istatistiksel değişimi adı
verilir. Güneş ışınları dünya atmosferinden geçerken bu
homojen olmama durumu, güneş tayfındaki mavi ışınların
saçılmasına sebep olur ve gökyüzüne o güzel rengini verir. Bu
yoğunluk değişimleri olmasaydı, gökyüzü her zaman simsiyah
olurdu ve gün ışığında bile yıldızları kolayca görebilirdik. Aynı
şekilde, sıvıları kaynama noktalarının yakınına kadar ısıttığımız
zaman aldıkları hafif opal renk, moleküllerin hareketlerindeki
düzensizlik sebebi ile meydana çıkan yoğunluk değişimleri ile
açıklanabilir. Ama, büyük ölçekte, bu değişimlerin meydana
gelme ihtimali o kadar zayıftır ki, böyle bir olayı görmek için
milyarlarca yıl beklemek gerekebilir.”
Bay Tompkins hâlâ ısrar ediyordu “Ama hemen şimdi bu
odada bile olağanüstü olaylar olması şansı var. Yok mu?”
“Evet, kuşkusuz var. Bir tas dolusu çorbanın kendisini,
moleküllerinin yarısı şans eseri aynı yönde termal hızlar
kazandıkları için, tastan taşıp masa örtüsüne dökmeyeceğini
ısrarla savunmak makul olamaz.”
Maud dergi okumayı bitirmiş ve konu ile ilgilenmeye
başlamıştı. “Bu olayın aynısı daha dün oldu” diye söze karıştı.
“Çorba döküldü ve hizmetçi masaya bile dokunmadığını
söyledi.”
Profesör sessizce güldü “Söylediğin olayda Maxwell’in
Şeytanına değil, hizmetçiye kızmak lazım.”

112
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

Bay Tompkins şaşırmıştı. “Maxwell’in Şeytanı mı?” diye


tekrarladı.
Profesör “Çok da ciddiye almayın” dedi. “Konu
kahramanı olarak böyle bir istatistiksel şeytan kavramını ileri
süren meşhur fizikçi CLARK MAXWELL’dir. Bunu,
tartışmalarda ısı ile ilgili olayları anlatabilme kolaylığı sağlamak
için yapmıştı. Maxwell’in Şeytanı oldukça hızlı birisi idi. Tek tek
her molekülün istediğiniz yönde gitmesini sağlayabiliyordu.
Eğer gerçekten böyle bir şeytan var olsa idi, ısı akışı sıcak tarafa
doğru olabilirdi ve termodinamiğin temel kanunu, artan entropi
prensibinin pul kadar değeri olmazdı.”
“Entropi mi?” diye tekrarladı Bay Tompkins. “Bu kelimeyi
daha önce de duymuştum. Meslektaşlarımdan biri bir keresinde
bir parti vermiş ve birkaç içki içtikten sonra davet ettiği bazı
kimya öğrencileri, Ach du lieber Augustine’in melodisine göre
' Artar, azalır
Azalır, artar
Ne umurumuzda
Entropi neye yarar?'
diye şarkı söylemeye başlamışlardı. Gerçekten, entropi nedir?”
“Bunu anlatmak güç değil. “Entropi” belli bir fiziksel
cismin ya da cisimler sisteminin moleküllerinin hareketindeki
düzensizlik derecesini göstermek için kullanılan bir terimdir.
Moleküller arasında meydana gelen çok sayıda ki çarpışma her
zaman entropiyi artırmaya yöneliktir. Çünkü mutlak bir
düzensizlik, herhangi bir istatistiksel topluluğun en muhtemel
durumudur. Bununla beraber, eğer Maxwell’in Şeytanı işe
koşulabilirse, aynen iyi bir çoban köpeğinin koyun sürüsünü
toplayıp, yönelttiği gibi, moleküllerin hareketine kısa zamanda
çekidüzen verecektir. Böylece entropi azalmaya başlayacaktır.
Şunu da söylemeliyim ki, Ludwing Boltzmann’ın bilime
kazandırdığı H -teoremi diye adlandırılan teoreme göre de…”.
Profesör belli ki, kendisini ileri bir fizik sınıfı önünde
sanıyor, hemen hemen hiç fizik bilmeyen birisi ile konuştuğunu

113
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

unutmuş görünüyordu. Termodinamiğin temel kanunlarını ve


bunların istatistiksel mekaniğin Gibbs formu ile olan ilişkisini
apaçık ortaya koyduğunu sanarak, konuları anlatırken
“genelleştirilmiş parametreler” ve “kuazi-ergodik sistemler”
gibi korkunç terimler kullanıyordu. Bay Tompkins,
kayınpederinin böyle konuşmalarına alışıktı. Düşünceli bir
tavırla viski ve sodasını yudumluyor ve anlıyormuş gibi
görünmeye gayret ediyordu. Ama istatistiksel fiziğin bu
konuları, Maud için çok fazla gelmişti. Koltukta, büzülmüş
gözlerini açık tutabilmek için çaba sarf ediyordu.
Mahmurluğunu atabilmek için, gidip akşam yemeğinin hazır
olup olmadığına bakmak istedi.
“Madam birşey mi istiyorlar?” diye soran uzun boylu,
güzel giyimli bir uşak yemek odasında eğilerek O’nu
selamlıyordu.
Maud, o uşağın nasıl olup da orada bulunduğuna hayret
etmekle beraber “Hayır, siz işinize devam edin” dedi.
Şimdiye kadar hiç uşakları olmadığı için ve buna zaten
güçleri de yetmediğinden ortada çok garip bir durum vardı.
Adam zayıf, uzun boylu idi. Sivri bir burnu vardı. Yeşil
gözleri garip, yoğun bir kıvılcımla yanıyordu. Siyah saçları ile
kapanmış alnının iki tarafındaki hafif şişkinlikleri fark edince,
Maud baştan ayağa titredi.
“Ya ben düş görüyorum.” diye düşündü, “ya da bu adam
operadan çıkıp gelmiş Mefisto’nun ta kendisi.”
Sadece birşey söylemiş olmak için “Sizi kocam mı tuttu?”
diye sordu. Garip uşak “Tam öyle sayılmaz” diyerek masaya en
son düzeni verdi. “Aslında ben buraya sayın babanıza, O’nun
inandığı gibi bir masal kahramanı olmadığımı göstermek için
kendi isteğimle geldim. İzninizle size kendimi tanıtayım. Ben
Maxwell’in Şeytanıyım.”
Maud rahat bir nefes aldı. “O zaman siz, belki diğer
şeytanlar gibi kötü huylu değilsiniz. Kimseye kötülük yapmak
istemiyorsunuz, değil mi?”

114
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

“Tabii istemiyorum” dedi Şeytan. Gülümseyerek devam


etti. “Ama ben şaka yapmaktan çok hoşlanırım. Şimdi de
babanıza bir şaka yapacağım.”
Maud “Nasıl bir şaka yapacaksınız?” diye sordu. Hâlâ
tedirginliği sürüyordu.
“O’na, artan entropi kanununun ihlal edilebileceğini

“Cehennem böyle mi görünüyor?”

115
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

göstereceğim. Sizi ikna etmek için benimle beraber gelmenizi


diliyorum. Sizi temin ederim ki, tehlikeli hiçbir yanı yok.”
Maud, bu sözlerden sonra Şeytanın elinin, kolunu sıkıca
tuttuğunu hissetti. Aniden çevrelerindeki her şey değişmişti.
Yemek odalarındaki eşyalar hızla büyümeye başlamıştı. Hatta
son olarak sandalyelerinden birisinin arkalığının bütün ufku
kapladığını gördü. Her şey sakinleşince kendisini, refakatçisinin
desteği ile havada uçuyor buldu. Tenis topu büyüklüğündeki
sisli görünüşlü küreler her yöne doğru hızla uçuşuyorlardı. Ama
Maxwell’in Şeytanı, bu tehlikeli cisimlerin Maud’a ve kendisine
çarpmasına akıllıca engel oluyordu. Maud aşağıya bakınca,
titreyen, titrerken de parıldayan balıklarla tıka basa dolu, gemi
gibi bir şey gördü. Bunlar balık değildi. Çevrelerinde hızla
uçuşan kürelere benzeyen sayısız sisli toplardı. Şeytan O’nu,
düzensiz şekilde hareket eden bu karmaşa denizini rahatça
gözleyebilecek kadar aşağı indirdi. Bazı toplar kaynayarak
yüzeye çıkıyor, diğerleri içeriye doğru emiliyordu. Arada bir,
toplardan biri yüzeye öyle bir hızla geliyordu ki, yüzeyden
çıkarak uzaya giriyordu. Bazen de havada uçuşanlardan biri bu
karmaşaya hızla dalıyor, binlerce topun altında gözden
kayboluyordu. Bu karmaşaya dikkatle bakan Maud, topların
gerçekte iki tür olduğunu keşfetti. Çoğu tenis topuna
benziyordu. Daha büyük ve uzun olanları ise daha çok
Amerikan futbolu topunu andırıyordu. Hepsi yarı saydamdı ve
Maud’un anlayamadığı bir içyapıları vardı.
Maud dayanamadı; “Neredeyiz?” diye sordu. “Cehennem
de böyle mi acaba?” diye devam etti.
Şeytan gülerek, "Hayır, burası gibi güzel değil. Biz sadece
babanız kuazi-ergodik sistemleri anlatırken eşinizi uyanık
tutmayı başarabilen viski-soda yüzeyinin çok küçük bir kısmına
yakından bakıyoruz. Bu topların hepsi moleküllerdir. Küçük,
yuvarlak olanları su, büyük, uzun olanları ise alkol
molekülleridir. Eğer sayılarındaki orana dikkat ederseniz,

116
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

eşinizin kendisine ne denli sert bir içki hazırladığını


görebilirsiniz.”
Maud ciddi bir tavırla, “'Çok ilginç” dedi. “Ama şurada
suda oynayan bir çift balina gibi görünen şeyler nedir? Bunlar
herhalde atomik balinalar olamaz, yoksa olabilir mi?”
Şeytan, Maud’un gösterdiği yere baktı. “Hayır onlar balina
olamaz” dedi. “Aslında o gördükleriniz, viskiye lezzetini ve
rengini veren yanmış yulafın çok küçük parçacıklarıdır. Her bir
parça oldukça büyük ve ağırdır; çünkü milyonlar ve milyonlarca
karmaşık organik molekülden yapılmıştır. Sağa sola gelişigüzel
oynamaları, termal hareketleri ile ona çarpan su ve alkol
moleküllerinin verdikleri etkidir. İşte bu orta boyutlu molekül
hareketinden etkilenecek kadar küçük; fakat güçlü bir
mikroskopla görülebilecek kadar büyük parçacıkların
incelenmesi ile bilim adamları, ısının kinetik teorisinin doğrudan
ispatını sağlayabildiler. Fizikçiler, sıvıların içindeki böyle küçük
parçacıkların yaptığı bu garip dansın şiddetini ölçerek, Brown
hareketi diye isimlendirilen bu moleküler hareketin enerjisi
hakkında doğrudan bilgi sahibi olabildiler.”
Şeytan, Maud’u tekrar havada gezdirmeye başlamıştı. Az
sonra, sayısız su molekülünün birbirlerine tuğlalar gibi
düzgünce yapışarak oluşturdukları çok büyük bir duvarla
karşılaştılar.
Maud “Çok etkileyici!” dedi. “Bu tam yaptığım portre
resim için aradığım fona benziyor. Bu güzel bina nedir, acaba?”
Şeytan “Bu eşinizin bardağındaki buz küplerinden
birisindeki bir buz kristalinin parçasıdır” dedi. “Şimdi bana izin
verirseniz, kendinden emin yaşlı Profesöre yapacağım şakanın
sırası geldi.”
Böyle söyleyen Maxwell’in Şeytanı, Maud’u buz kristalinin
yüksek bir yerinde mutsuz bir dağcı gibi yalnız bırakarak
uzaklaştı ve işine koyuldu. Elindeki raket gibi bir alet ile
çevresindeki molekülleri yönlendiriyordu. Orada, burada, yanlış
yöne gitmekte ısrar eden inatçı moleküllere tam vaktinde yetişip

117
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

vurarak belli bir tarafa gönderiyordu. Maud oldukça tehlikeli bir


yerde olmasına rağmen, Şeytanın hızına ve dakikliğine hayran

olmaktan kendisini alıkoyamadı. Şeytan ne zaman çok hızlı ve


güç bir molekülü yansıtmayı başarsa, Maud heyecanla
bağırıyordu. Tanık olduğu bu olayla karşılaştırıldığında,
şimdiye kadar gördüğü tenis şampiyonları bile beceriksiz
kalıyorlardı. Birkaç dakika içinde, Şeytan’ın gayretleri
semeresini göstermeye başladı. Artık sıvı yüzeyinin bir kısmı
yavaş hareket eden sakin moleküllerle kaplı idi. Ama ayağının
tam altındaki kısım, öncekinden çok daha fazla hareketlenmişti.
Bu buharlaşma işleminde, yüzeyden kaçan moleküllerin sayısı
hızla artıyordu. Şimdi yüzeyi dev kabarcıklar şeklinde yırtarak,
binlik gruplar halinde kaçıyorlardı. Sonra Maud’un bütün görüş
alanını bir buhar bulutu kapladı. Arada bir, hızla uçan raketin
bazı kısımlarını ya da binlerce çılgın molekül arasından Şeytanın
takım elbisesinin kuyruğunu görebiliyordu. Sonunda, üzerinde
durduğu buz kristali tabakasındaki moleküller O’nu bırakınca,
aşağıdaki kalın buhar bulutunun içine düştü...
Bulutlar dağılınca, Maud kendisini yemek odasında,
118
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

gitmeden önce oturduğu koltukta oturuyor buldu. Babası,


“Kutsal entropi!” diye bağırdı. Hayretle Bay Tompkins’in viski-
sodasına bakıyordu. “Kaynıyor!”
Bardağın içindeki sıvı, şiddetle fokurdayan kabarcıklarla
kapanmıştı ve ince bir buhar bulutu tavana doğru yükseliyordu.
Ama işin ilginç yanı, içkinin sadece buz küplerinin yakınındaki
oldukça küçük, bir alanda kaynaması idi. İçkinin geri kalan
kısmı, halen oldukça soğuktu.
Profesör korku ve hayranlıkla karışık titrek bir sesle devam
etti. “Düşünün! Ben burada entropi kanunundaki sapmalar
hakkında konuşuyorum ve aynı anda böyle bir olayı görüyoruz!
İnanılmaz bir şans eseri olarak ve belki dünya kurulduğundan
bu yana ilk defa, daha hızlı moleküller kazara su yüzeyinin bir
tarafında toplandılar ve su kendiliğinden kaynamaya başladı.

“Kutsal entropi! O kaynıyor!”

Belki daha milyarlarca sene, biz bu olağanüstü olayı


gözleme şansına erişmiş, üç insan olarak kalacağız.” İçkiyi
gözlemeye devam etti. Artık içki yavaşça soğuyordu. Mutluluk
içinde “Ne şanslı imişiz!” diyerek derin bir nefes aldı.
Maud gülümsedi, yine de hiçbir şey söylemedi. Babası ile
119
MAXWELL‘İN ŞEYTANI

tartışmak istemiyordu; ama bu defa babasından daha iyi


bildiğine emindi.

120
10

Neşeli Elektronlar Kabilesi


Profesör, atomun yapısı hakkında bir konferans verecekti.
Bay Tompkins o konferansa geleceğine Profesöre söz vermişti.
Evdeki sohbetlerinden birkaç gün sonra, akşam yemeğinin
sonunda, konferansın o gece olduğunu hatırladı. Ama
kayınbabasının sonu gelmez açıklamalarından o kadar
usanmıştı ki, konferansı unutup, evde rahat bir gece geçirmeğe
karar verdi. Tam kitabını okumak üzere koltuğa yerleşiyordu ki,
Maud saate bakarak evden çıkma zamanının geldiğini O’na
nazikçe ama kesin bir ifade ile hatırlatarak, kaçış yolunu
engelledi. Böylece yarım saat sonra kendisini üniversite
amfisinin sert tahta sıralarında, meraklı genç öğrenci
kalabalığının içinde buldu.
Profesör, gözlüğünün üzerinden ciddiyetle bakarak söze
“Bayanlar, baylar” diye başladı.
“Son konferansımda size atomun içyapısı hakkında daha
ayrıntılı bilgi vereceğimi ve bu yapının maddenin fiziksel ve
kimyasal özelliklerini nasıl belirlediğini anlatacağımı vaat
etmiştim. Kuşkusuz biliyorsunuz ki, atomlar artık maddenin
temel, bölünemez yapıtaşları olarak düşünülmüyor. Bu rol
elektronlar, protonlar vs. gibi çok daha küçük parçacıklara
devredilmiş bulunuyor.
Maddesel cisimlerin bölünebilme sürecinde mümkün olan
son adımı temsil eden, maddeyi meydana getiren temel
parçacıklar fikri, milattan önce dördüncü asırda yaşamış olan
Egeli filozof DEMOKRİTUS zamanına kadar uzanır.
DEMOKRİTUS eşyaların gizli tabiatını düşünürken maddenin
yapısı problemi ile karşılaştı. Maddenin sonsuz küçük kısımları
olup olmayacağı sorusuna cevap bulması gerekti. O devirde,
herhangi bir problemi çözmek için sadece düşünmekten başka
yapabilecek birşey olmadığı için ve deneysel metotlarla hiçbir

121
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

probleme çözüm aranamayacağından, Demokritus doğru cevabı


kendi zekâsı içinde aradı. Bazı karışık felsefi düşüncelere
dayanarak, sonunda maddenin hiçbir sınır olmaksızın, giderek
daha küçük parçacıklara ayrılabilmesinin “düşünülemez”
olduğuna karar verdi. Böylece “daha fazla bölünemeyecek en
küçük parçacığın” varlığını kabul etmek gerekiyordu. Bu
parçacıklara, belki daha önce de bildiğiniz gibi, bölünemez
anlamına gelen “atomlar” adını verdi.
Demokritus’un tabii bilimlerin gelişmesine olan büyük
katkısını hafife almak istemiyorum; ama Demokritus ve onun
izinden gidenlerden başka, Ege uygarlığında kuşkusuz bir başka
felsefe okulu daha vardı. Bu okulun mensupları, maddenin
bölünebilirliğine hiçbir sınır olmadığı görüşünde idiler. Böylece,
gelecekte bilimin tam olarak vereceği cevabın karakterinden
bağımsız olarak, Ege uygarlığı felsefesi fizik tarihinde şerefli
yerini garantilemiş oluyordu. Demokritus’un zamanında ve
daha sonra asırlarca, maddenin bu bölünemez kısımlarının
varlığı sadece felsefi bir hipotez olmaktan ileri gidemedi. Ancak
on dokuzuncu asırda bilim adamları nihayet, Egeli filozof
tarafından iki bin yıldan fazla bir zaman önce söylenmiş olan,
maddenin bu bölünemez yapıtaşlarını buldular.
1808 yılında İngiliz kimyacısı JOHN DALTON nispi
oranların ...”
Bay Tompkins, konferansın başından beri gözlerini
kapatmak ve geri kalan zamanda kestirmek için dayanılmaz bir
istek içinde idi. O’nu alıkoyan, üniversite sırasının akademik
sertliği idi. Bununla beraber, Dalton’un “'nispi oranlar” kanunu
ile ilgili fikirler bardağı taşıran son damla oldu ve kısa zamanda
sessiz amfiye Bay Tompkins’in oturduğu köşeden hafif bir
horultu sesi yayılmaya başladı.
Bay Tompkins uykuya dalınca, sıranın uzlaşmaz sertliği
havada uçuyormuşçasına hoş bir duyguya döndü. Gözlerini
açınca kendisini oldukça pervasız bir hızla uzayda hareket
ediyor bulup hayret etti. Etrafına bakıp bu nefis yolculukta

122
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

yalnız olmadığını gördü. Yakınında belirsiz puslu şekiller,


büyük, ağır görünüşlü bir cismin etrafında uçuşuyorlardı. Bu
acayip şeyler çiftler halinde, neşe ile dairesel ya da eliptik yollar
çizerek, birbirlerinin peşinden gidiyorlardı. Bay Tompkins
aniden kendisini yalnız hissetti. Çünkü bütün grupta oyun
arkadaşı olmayan bir o vardı.

Üzgünce söylendi “Neden Maud’u beraberimde


getirmedim? Burada, bu mutlu kalabalıkla çok güzel vakit
geçirirdik.” O’nun hareket ettiği yol hepsinin dışında idi ve her
ne kadar bu gruba katılmak istedi ise de, yabancı birisi olmak
düşüncesi O’nu rahatsız ettiğinden istediğini yapamadı Yine de
elektronlardan birisi (Bay Tompkins artık bir mucize eseri
olarak, atom topluluğuna katılmış olduğunu anlamıştı.) uzamış

123
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

yörüngesinde yakınından geçerken, durumdan O'na şikâyet


etmeğe karar verdi.
“Neden benimle oynamak isteyen kimse yok?” diye ona
doğru seslendi.
Elektron, dönüp tekrar dans eden kalabalığa karışırken
“Çünkü bu atom tek atom ve sen de valans elektronusuuuun”
diye cevap verdi.
Yanından hızla geçen bir başka elektron yüksek perdeli
soprano sesi ile “Valans elektronu ya yalnız yaşar ya da
arkadaşını başka atomlardan bulur” diye bağırdı. Ardından,
“Eğer uygun bir eş arıyorsan,
Klora atla ve bir tane bul”
diyerek hızla uzaklaştı.
Arkasından yumuşak bir ses “Sen burada oldukça yenisin
galiba evladım” dedi. Bay Tompkins gözlerini yukarı kaldırıp
bakınca kahverengi tunik içinde iri yarı bir rahip gördü.
Rahip devam etti. “Ben Peder Paulini’yim.” Bay
Tompkins’in takip ettiği yörüngede, peşinden geliyordu. “Benim
hayattaki görevim, atomlarda ve başka yerlerdeki elektronların
morallerini ve sosyal hayatlarını kullanmaktır. Bu oyun seven
elektronların, büyük mimarımız Niels Bohr tarafından kurulan
atom yapısının farklı kuantum odalarında uygun şeklide
dağılımını ben ayarlarım. Düzeni muhafaza etmek ve özellikleri
bozmamak için iki elektrondan fazlasının aynı yolu izlemesine
asla izin vermem. Biliyorsunuz “üçlü ilişki”ler her zaman birçok
sıkıntıya yol açar. Böylece elektronlar, hep zıt yönlü “spin”lere
sahip çiftler halinde gruplanırlar. Bir oda bir çift tarafından
tutulmuş ise buraya başka hiçbir elektronun girmesine izin
verilmez. Bu kural çok kesindir. Şimdiye kadar hiçbir elektronun
emirlerimin dışına çıkmadığını da söylemeliyim.”
Bay Tompkins “Belki iyi bir kuraldır ama” diye itiraz etti
“şu anda benim için hiçte yararlı değil.”
Rahip gülümsedi “Olmadığını görüyorum, ama tek
atomda valans elektronu olmak senin şanssızlığın. Mensubu

124
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

olduğun sodyum atomunun çekirdeğindeki (ortada gördüğün


büyük siyah kültle) elektrik yükü on bir elektronu bir arada
tutabilir. Ama maalesef on bir tek bir sayıdır. Düşünürsen,
esasen bütün sayıların yarısı tek, ancak diğer yarısı çifttir. Bu
yüzden, sonradan gelen birisi olarak, en azından bir süre yalnız
kalacaksın.”

“Yani sonradan içeri girebileceğimi mi söylemek


istiyorsunuz?” diye merakla sordu. “Örneğin eskilerden birini
yerinden kovarak.”
125
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

Rahip ona parmağını sallayarak kınarken “Böyle yapmanı


söylemedim ben,” dedi “ama kuşkusuz içteki dairelerden
birisine alt bir elektron, dış bir etki ile dışarı atılarak boş bir yer
bırakabilir. Bununla beraber, yerinde olsaydım bu ihtimale fazla
bel bağlamazdım.”
Peder Paulini’nin sözleri ile cesareti kırılmış olan Bay
Tompkins, “Bana klor atomuna gidersem daha iyi olacağını
söylediler” dedi. “Bunu nasıl yapacağımı söyler misiniz?”
Rahip üzüntülü olarak çıkıştı “Genç adam, arkadaş
bulmak için bu ısrar neden? Neden yalnızlığı minnetle
karşılamıyorsun? Neden Tanrı’nın verdiği bu fırsatı, ruhuna
barış getirmek için değerlendirmiyorsun? Neden elektronlar bile
hep dünyevi hayata meylediyorsunuz? Ama yine de arkadaş
edinmek için ısrar ediyorsan, istediğine kavuşman için sana
yardım edeceğim. İşaret ettiğim tarafa bakarsan, bir klor
atomunun yaklaştığını göreceksin. Bu uzaklıktan bile, işgal
edilmemiş bir yer olduğunu görebiliyorsun. Oraya seni severek
kabul edeceklerine emin olabilirsin. Boş yer, dış grup elektronlar
arasında. Bu dış kısma “M kabuğu” adı verilir. Bu kabuk dört çift
halinde, sekiz elektron grubundan oluşur ama gördüğün gibi,
bir yöne doğru kendi etrafında dönen dört tane elektron olduğu
halde, diğer yönde dönen sadece üç elektron var. Bir yer boş
demektir. “K ve L” diye adlandırılan daha içteki kabuklar
tamamen doludur. Atom seni de alarak, dış kabuğu da
tamamlamakla pek memnun olacak. İki atom birbirine
yaklaşınca, valans elektronların her zaman yaptıkları gibi
öbürüne atlayıver. Evladım daima barış içinde ol.” Bu sözlerden
sonra, elektronların rahibinin izi ve etkili silueti çabucak yok
oluverdi.
Neşesi yerine gelen Bay Tompkins, bütün kuvvetini
toplayarak müthiş bir zıplama ile yanından geçen klor
atomunun yörüngesine atladı. Umduğunun aksine, atlayışı çok
güzel oldu ve kendisini klorun M-kabuğunun mensuplarının
dost ortamında buldu.

126
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

Zıt spinli yeni arkadaşı yolunda zarifçe kayarken “Bize


katılmana çok sevindim” dedi Bay Tompkins’e. Şimdi kimse
toplumumuza eksik diyemez. Artık hep beraber çok
eğleneceğiz.”
Bay Tompkins, bunun çok güzel bir eğlence olduğunu
kabul ediyordu; ama aklı bir şeye takılmıştı. “Maud’u tekrar
görünce bütün bunları nasıl açıklayacağım?” Kendisini suçlu
hissediyordu; ama bu çok uzun sürmedi. “Maud buna pek
aldırmaz” diye karar verdi. “Ne de olsa bunlar elektron.”
Arkadaşı şüpheli bir bakışla “Az önce terk ettiğin atom
neden uzaklaşmıyor?” diye sordu. “Seni hâlâ geri alacağını mı
sanıyor?”
Gerçekten, valans elektronu gitmiş olan sodyum atomu,
sanki Bay Tompkins fikrini değiştirip tekrar yalnız yörüngesine
atlayacakmış ümidi içinde imiş gibi klor atomuna sıkıca
yapışıyordu.
Bay Tompkins, onu önce çok soğuk karşılamış olan atoma
kızgın bir sesle serzeniş yaptı. “Şimdi yaptığını beğeniyor
musun? Hem bana iyi davranmadın hem de peşimden
ayrılmıyorsun.”
M-kabuğunun daha tecrübeli bir üyesi “Hep böyle
yaparlar” dedi. “Anladığıma göre seni, sodyum atomunun
elektronlar topluluğundan çok, atomun çekirdeğinin kendisi
geri istiyor. Merkezi çekirdek ile buna eşlik eden elektronlar
arasında her zaman bir anlaşmazlık vardır. Çekirdek, etrafında,
elektrik yükü ile tutabileceği en çok sayıda elektronun
bulunmasını ister. Halbuki elektronlar, sadece kabukları
tamamlayacak bir sayıda olmayı tercih ederler. Yönetici çekirdek
ile, önem sırasında ikinci olan elektronların isteklerinin tamamen
birbirine uyduğu, sadece birkaç atom örneği vardır.
Bunlar nadir gazlar ya da Alman kimyagerinin verdiği
isimle, asal gazlar diye adlandırılırlar. Helyum, neon ve argon bu
atomlardandır. Bu atomlar kendi durumlarından
memnundurlar. Elektron çıkarmazlar ve yeni elektron da davet

127
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

etmezler. Bu atomlar, kimyasal olarak başka atomlarla


etkilenmeye girmezler, onlardan uzak dururlar. Ama diğer
bütün atomlar da elektronlar topluluğu her zaman üyeliklerini
değiştirmeye hazırdır. Senin daha önce bağlı olduğun sodyum
atomu da çekirdek elektrik yükü sebebi ile, elektronların
kabuklarda uyum içinde olmaları için gereken sayıdan bir
fazlasını etrafında tutabilir. Diğer taraftan, bizim atomumuzda
normal elektron grubu tam bir uyum için yeterli değildir.
Böylece senin gelişini, varlığın çekirdeğe fazla geleceği halde
sevinçle karşıladık. Ama burada kaldığın sürece, bizim
atomumuz yüksüz olmayacak, fazla bir elektrik yüküne sahip
olacak ve terk ettiğin sodyum atomu da elektrik çekim kuvveti
ile yanımızda duracaktır. Bir defasında büyük rahibimiz Peder
Paulini’nin fazla elektronu olan ya da elektronları eksik olan
böyle elektron topluluklarına negatif ve pozitif “iyonlar” adı
verildiğini söylediğini duymuştum. Peder Paulini, iki ya da daha
fazla sayıda atomun elektrik kuvveti ile bir araya gelerek
meydana getirdikleri grup için de “molekül” kelimesini kullanır.
Sodyum ve klor atomlarının buradaki bileşimlerine de ne
anlama geliyorsa “mutfak tuzu” molekülü diyor.”
Bay Tompkins, kiminle konuştuğunu unutmuş gibi “Yani
mutfak tuzunun ne olduğunu bilmediğinizi mi söylemek
istiyorsunuz? Kahvaltıda yumurtanızın üzerine döktüğünüz şey
o değil mi?” Meraklanan elektron, “Kahvaltı nedir? Yumurta ne
demek?” diye sordu.
Bay Tompkins, birkaç kelime kekeledi ve sonra
arkadaşına, insanların yaşayışı ile ilgili en basit ayrıntıyı bile
anlatmaya çalışmanın gereksiz olduğuna karar verdi. Kendi
kendine “Bu yüzden, ben de onların valans ve tamamlanmış
kabuklar hakkındaki konuşmalarından bir anlam
çıkaramıyorum” diyerek, bu harikulade ülkede bazı şeyleri
anlamaya çalışmaktansa, eğlenmenin daha doğru olacağı
sonucuna vardı. Ama, uzun elektronik hayatı boyunca topladığı

128
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

bilgiyi O’na aktarmak için istekli olan konuşkan elektrondan


uzaklaşabilmek o kadar kolay değildi.
“Düşün” diye devam etti arkadaşı “atomların moleküllere
bağlanması, her zaman sadece bir valans elektronu tarafından
sağlanır. Kabuklarını tamamen doldurabilmek için iki elektrona
ihtiyacı olan atomlar vardır. Örneğin oksijen gibi. Üç ve hatta
fazla elektrona muhtaç atomlar da vardır. Diğer taraftan bazı
atomlarda, çekirdek iki ya da daha fazla elektronu -valans-
tutabilir. Böyle atomlar yan yana gelince, birinden diğerine
sürekli atlamalar olur ve bağlanmalar oluşur. Bunun sonucu
olarak çoğu zaman binlerce atomdan oluşan oldukça karmaşık
moleküller meydana gelir. Böyle moleküllere “homopolar”
moleküller adı da verilir. Bunlar, tamamen birbirinin aynı olan
iki tür atomlardan yapılmışlardır. Bu ise hiçte hoş olmayan bir
durumdur.”
Bay Tompkins yeniden ilgi duymaya başlamıştı. “Neden
hoş olmasın?” diye sordu.
“Bunları bir arada tutmak çok zor bir iştir. Bir süre önce bu
işle ben görevlendirilmiştim de, orada bulunduğum müddetçe
hiç kendime zaman ayıramadım. Neden? Çünkü buradaki gibi
valans elektron sadece kendi keyfine bakıp, elektriksel yönden
aç olan yalnız kalmış atomu bekletmiyor. Hayır beyim. Birbirinin
aynı iki atomu bir arada tutmak için valans elektronun birinden
öbürüne, sonra tekrar geriye sürekli atlaması gerekiyor. İnanın
bana, kendimi pingpong topu gibi hissediyordum.”
Bay Tompkins, yumurtanın ne olduğunu bilmeyen
elektronun, pingpong hakkında böyle bilgili konuşmasına
hayret etti. Ama sesini çıkarmadı.
Tembel elektron, hoş olmayan hatıraların etkisi ile ezilerek
“O işi bir daha asla kabul etmeyeceğim” diye mırıldandı.
“Şimdiki yerimden çok memnunum.'”
Aniden “Bir dakika” diye bağırdı. “Gidecek daha da iyi bir
yer buldum galiba. Allahaısmarladık.” Büyük bir zıplama ile
atomun içerilerine doğru koştu.

129
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

Bay Tompkins, omuzuna parmağıyla dokunarak, geçmek


için izin isteyen genç bir öğrencinin uyarısı ile gözlerini açabildi.
Profesör konferansın yarısına gelmiş, dinleyicilerinin biraz
dinlenebilmeleri için beş dakika ara vermişti. Bay Tompkins, yarı
uykulu oturduğu yerden, kalabalık bir grubun kapı önünde
çıkmak için biriktiğini, bir diğer grubun da Profesörün
çevresinde bir halka oluşturarak, O’na sorular sorduklarını
görebildi.
Bay Tompkins, Profesörün, atomun yapısı konulu
konferansının birinci yarısından sonra verilen arada, yerinden
kalkıp dışarı çıkarak biraz kendine gelmek istedi, ama bunu
yapmadı. Gördüğü rüyanın geri kalan kısmını merak ediyordu.
Sonra herkes amfideki yerini tekrar aldı ve Profesör konuşmaya
başladı. O da gözlerini kapayarak kısa zamanda yeniden
uyuklamaya başladı.
Bay Tompkins, bir süre önce konuştuğu M-elektronunun
gittiği yöne uzun uzun baktı. “M” elektronunun, nasıl olup da iç
yörüngede bir yer bulabildiğini anlamaya çalıştı. İç dairelerden
bir elektron, beklenmedik bir şeklide dışarıdan büyük bir hızla
gelerek onların sistemine giren yabancı bir elektron tarafından
atomdan uzaklaştırılmıştı. “K” kabuğundaki rahat bir yer de
böylece açık kalmıştı. Daha içerideki bir daireye ka1ılmak
fırsatını kaçırdığı için kendisine kızan Bay Tompkins, az evvel
konuştuğu elektronun gittiği tarafı büyük bir ilgi ile gözlüyordu.
Elektron, kıvançla atomun içlerine doğru hızlandıkça parlak ışık
ışınları onun bu muzaffer uçuşuna eşlik ediyordu. Bu ışıma,
ancak elektron içerideki yörüngeye ulaştığı zaman son buldu.
Bay Tompkins, gözleri bu beklenmeyen olayı takip
etmekten yorulmuş durumda “Ne idi bu?” diye sordu. “Bu
pırıltının sebebi nedir?” Bay Tompkins’in yörünge arkadaşı,
onun utangaçlığını gülümseme ile karşıladı. “O mu? Bu geçişle
meydana gelen X-ışınıdır. İçimizden birisi atomun daha içine
doğru gitmeyi başardığı zaman, fazla enerji ışıma şeklinde
yayınlanır. O şanslı arkadaş oldukça büyük bir atlayış yaptı ve

130
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

epey enerji kaybetti. Biz elektronlar, daha çok ufak atlayışlarla


yetiniriz. O zaman bu ışımaya “görünür ışık” adı verilir, ya da
en azından Peder Paulini böyle diyor.”
Bay Tompkins itiraz etti. “Ama bu X ışını dediğimiz şey de
görünüyor. Kullandığınız kelimeler yanıltıcı değil mi?”
“Doğru, biz elektronlar her çeşit ışımaya karşı duyarlıyız.
Ama Peder Paulini’nin söylediğine göre “insanlar” denilen dev
yaratıklar, ışıma ancak dar bir enerji ya da dalga boyu bölgesinde
ise görebiliyorlarmış. Bize bir defasında, X-ışınlarını Roentgen
isimli büyük bir bilim adamının keşfettiğini söylemişti. X-ışınları
“tıp” denilen bir alanda geniş ölçüde kullanılıyormuş.”
“Evet evet. Bu konuda epey şey biliyorum” dedi Bay
Tompkins. Şimdi ne kadar bilgili olduğunu gösterebileceği için
gurur duyuyordu. “Anlatmamı ister misin?”
“Hayır, teşekkür ederim” dedi elektron. “Aslında
umurumda değil. Konuşmazsan mutlu olamıyor musun? Beni
yakalamaya çalış!”
Bay Tompkins, uzun süre uzayda diğer elektronlarla nefis
bir trapez gösterisindeki gibi dalışlar yaparak hoş duygularla
kendini eğlendirdi. Sonra, aniden saçlarının diken diken
olduğunu hissetti. Böyle bir olayı dağda fırtınalı ve yağışlı bir
gün yine yaşamıştı. Kuvvetli bir elektrik etkinin atomlarına
yaklaştığı belli oluyordu. Bu etki elektronların hareketindeki
düzeni bozuyor ve normal yollarından dışarı çıkmaya
zorluyordu. Bir insan fizikçinin görüşüne göre, bu sadece
atomun bulunduğu noktadan geçen bir morötesi ışık dalgası idi.
Ancak küçük elektronlar için müthiş bir elektrik fırtınası olduğu
aşikârdı.
Arkadaşlarından birisi “Sıkı tutun! Yoksa foto-etki
kuvvetleri seni dışarı atar!” diye seslendi. Fakat artık çok geç
kalmıştı Bay Tompkins, sanki kuvvetli parmaklar tarafından
yakalanmış gibi arkadaşlarından uzaklaştırılıyor ve müthiş bir
hızla uzaya sürükleniyordu. Nefes bile alamadan uzayda
sürüklendi durdu. Her çeşitten farklı atomları öyle bir hızla

131
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

yutarak geçti ki, ayrı elektronları çok zor fark edebiliyordu.


Aniden tam önünde büyük bir atom belirdi. Bir çarpışmanın
kaçınılmaz olduğunu biliyordu.
Bay Tompkins kibarca söze başladı. “Kusura bakmayın,
ama ben foto-etkisi altındayım ve …” Dış elektronlardan birisi
ile çarpıştığı için cümlenin geri kalan kısmı kulakları yırtan
gürültünün arasında kayboldu. İkisi uzayda dönmeye
başladılar. Bununla beraber Bay Tompkins, çarpışma esnasında
hızını büyük ölçüde kaybetmişti. Şimdi etrafını daha yakından
inceleyebiliyordu. Etrafındaki yığınla atom, daha önce
gördüklerinden çok daha büyüktüler. Her birinde yirmi dokuz
elektron bulunduğunu sayabiliyordu. Eğer fizik bilgisi daha iyi
olsa idi, bunların bakır atomları olduğunu tanıyabilecekti. Ama
böyle yakından bakınca, bütün grup hiç de bakıra
benzemiyordu. Bunlar birbirine oldukça yakın olarak, düzgün
bir şekilde sıralanmışlardı ve bu sıra görebildiği kadar ileriye
doğru uzanıyordu. Bay Tompkins’in en garibine gideni ise bu
atomların kendilerine ait elektronları özellikle dışta olanları,
yakınlarında tutmak için çok istekli görünmemeleri idi.
Gerçekten, dış yörüngeler çoğunlukla boştu. Kalabalık bir
bağlanmamış elektron grubu uzayda tembel tembel
sürükleniyor, zaman zaman, kısa sürelerle bir atomun ya da
diğerinin kenarında duraklıyorlardı. Uzaydaki o müthiş
uçuşundan oldukça yorgun düşmüş olan Bay Tompkins, önce
bakır atomlarının birisinin devamlı yörüngesinde biraz
dinlenmek istedi. Ama kısa zamanda, kalabalığın üstün gelen
maceracı hayat tarzı O’na da bulaştı ve geri kalan elektronların
hiçbir özel hedefi olmayan hareketlerine o da katıldı.
Kendi kendisine “Burada organizasyon denilen hiçbir şey
yok. İşini yapmayan bir sürü elektron var. Peder Paulini’nin
buna bir çare bulması gerekir” dedi.
Birdenbire Rahip yine ortaya çıkmıştı. “Neden bunu
yapacakmışım?” diye sordu. “Bu elektronlar benim emirlerimi
dinlemezlik yapmıyorlar ki. Ayrıca çok yararlı bir iş yapıyorlar.

132
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

Bütün atomların, diğer bazıları gibi elektronlarını sıkıca


tutmaları halinde, elektrik iletiminin hiç mümkün
olamayacağını duymak belki sana ilginç gelebilir. Evinizde
elektrikli bir zilin sesini duyamaz, aydınlanamaz, telefon
kullanamazdınız.”
Bay Tompkins, konuşmanın az ya da çok bildiği bir
konuya kayması ümidi ile sordu. “Yani elektrik akımını bu
elektronların taşıdığını mı söylemek istiyorsunuz? Ama ben
onların belirli bir yönde ilerlediklerini görmedim ki”.
Rahip ciddi “Evladım her şeyden önce “onlar” kelimesini
kullanma; “biz” kelimesini kullan. Kendinin de bir elektron
olduğunu unutmuş gibisin. Bu bakır telin bağlandığı düğmeye
birisi bastığı an, diğer iletkenlik elektronları ile beraber sen de
elektrik geriliminin etkisi ile hizmetçiyi çağırmak ya da hangi iş
gerekiyorsa onu yapmak için koşmak mecburiyetindesin.”
Bay Tompkins, sesinde kızgın ve kesin bir ifade ile “Ama
ben bunu yapmak istemiyorum” dedi. “Aslında elektron
olmaktan bıktım. Bunun bir eğlence olduğuna da inanmıyorum
artık. Sonsuza kadar hep bu elektron görevlerini yapmak, ne
hayat!”
“Sonsuza kadar sürmesi gerekmez” dedi Peder Paulini.
Sade bir elektronun böyle cevaplar vermesi hoşuna gitmemişti.
“Yok olup, varlığının sona ermesi ihtimali her zaman vardır.”
“Yok olmak mı?” diye tekrarladı Bay 'Tompkins. Soğuk
terler dökmeye başlamıştı. “Ben elektronları ölmez sanırdım.”
Peder Paulini sözlerinin yaptığı etkiden hoşlanmıştı.
“Fizikçiler, yakın zamanlara kadar öyle olduğunu sanıyorlardı.
Ama bu tam doğru değil. Elektronlar da insanlar gibi doğar ve
ölürler. Kuşkusuz, yaşlanıp ölmek diye birşey yok; ölüm
çarpışmalar sonucu olur ancak.”
“Peki, kısa bir süre önce çok kötü bir çarpışma yaptım”
dedi. Yeniden güven kazanıyordu. “O çarpışma beni yok etmedi
ise, hangisi edebilir ki!”

133
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

Peder Paulini O’nu düzeltti. “Bu ne kadar kuvvetli


çarptığına bağlı değil, kiminle çarpıştığına bağlı. Son
çarpışmada, belki başka bir negatif elektronla karşılaştın. Seninle
tamamen aynı olduğu için böyle bir karşılaşmada hiçbir tehlike
yoktur. Aslında bir çift koç gibi senelerce birbirinizle
toslaşabilirsiniz ve size hiçbir şey olmaz. Ama başka tür
elektronlar da vardır. Bunlar pozitif elektronlardır. Fizikçiler
tarafından varlıkları 1932 senesinde keşfedilmiştir. Pozitif
elektronlara pozitron denir. Bunlar aynen senin gibidirler, tek
fark; elektrik yükleri negatif değil, pozitiftir. Böyle birisinin
yaklaştığını görürsen, senin kabilenin masum bir üyesi
olduğunu düşünüp onu selamlamaya hazırlanırsın. Ama normal
elektronun çarpışmayı önlemek için hafifçe itmesi verine seni
kendine çektiğini fark etmekte gecikmezsin. Ne yazık ki, artık
yapacak birşey kalmamıştır.”
Bay Tompkins “Ne korkunç!” diyerek, hayretini gösterdi.
“Bir pozitron kaç tane zavallı elektronu yiyip yok edebilir?”
“Bereket versin, sadece bir elektronu yiyebilir. Çünkü
negatif elektronu tahrip ederken, kendisi da tahrip olur. Bunları,
intihar komandoları olarak tanımlayabiliriz. Karşılıklı yok olmak
için eş ararlar. Birbirlerine zarar vermezler. Ama önlerine bir
negatif elektron çıkar çıkmaz, yaşama şansı kalmamıştır.”
“Şanslıyım ki, henüz böyle bir canavara rastlamadım” dedi
Bay Tompkins. Pozitron tanımından çok etkilenmişti.
“Sayılarının çok olmadığını umarım. Yoksa çok mu?”
“Hayır, çok değiller. Her zaman belâ aradıklarından dolayı
da doğduktan kısa bir süre sonra yok olurlar. Bir dakika
beklersen sana bir tanesini gösterebilirim.”
Kısa bir sessizlikten sonra Peder Paulini “Evet, işte bir tane.
Oradaki ağır çekirdeğe dikkatle bakarsan bir pozitronun
doğduğunu göreceksin” dedi. Rahibin gösterdiği atom, dışardan
üzerine düşen etkin bir ışıma sebebi ile kuvvetli bir
elektromanyetik sıkıntı geçiriyordu. Bu, Bay Tompkins’i klor
atomunun dışına atan etkiden çok daha şiddetli idi. Atomun

134
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

çekirdek etrafındaki elektron ailesi, fırtınada etrafa uçuşan kuru


yapraklar gibi sağa sola dağılmışlardı.
Peder Paulini “Çekirdeğe daha yakından bak” dedi.
Dikkatini toplayan Bay Tompkins, tahrip olmuş atomun
derinliklerinde yer alan çok olağanüstü bir olaya tanık oldu.
Çekirdeğin çok yakınında iç elektron kabuğunun içinde, belli
belirsiz iki gölge şekilleniyordu. Bir saniye sonra Bay Tompkins,
doğum yerlerinden büyük bir hızla uzaklaşan iki yepyeni
elektronun fırıltılarını gördü.
Bay Tompkins gördüğü manzaraya hayran olmuştu.
“Ama iki tane görüyorum.”
Peder Paulini O’nu onayladı. “Doğru, elektronlar hep
çiftler halinde doğarlar. Aksi halde elektrik yükünün korunumu
kanununa uyulmamış olur. Kuvvetli gamma ışınının çekirdek
üzerindeki etkisi ile doğan bu iki parçacıktan birisi bildiğimiz
negatif elektrondur, diğeri ise -katil- pozitrondur. Kendisine bir
kurban bulmak için hemen uzaklaşıyor.”
“Eğer mutlaka bir elektronu tahrip etmek için doğan her
pozitronla beraber bir de elektron doğuyorsa, işler o kadar kötü
değil demektir” diye fikir yürüttü Bay Tompkins. “En azından
elektron kabilesi sona ermez ve ben…”
Yeni doğmuş pozitron, birkaç santimetre yakınlarından
hızla geçerken Rahip O’nu uyardı. “Aman, dikkat et! Bu katil
ruhlu parçacıklar çevrende iken çok dikkatli olmalısın.
Sanıyorum ki, seninle konuşarak çok zaman harcıyorum.
Yapacak başka işlerim de var. “Nötrino”ma da vakit ayırmam
gerek. Rahip, nötrinonun ne olduğunu ondan de korkup
korkmayacağını Bay Tompkins’e anlatmadan, gözden kayboldu.
Terk edilince Bay Tompkins, kendisini daha yalnız hissetti.
Uzaydaki yolculuğunda bir başka elektron O’na yaklaştığı
zaman, böyle masum bir dış görünüşün içinde bir katil kalbi
olabileceğini gizli gizli ümit etti.

135
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

O’na asırlar gibi gelen uzun bir süre, korkuları ve ümitleri


doğru çıkmadı. O da isteksizce, iletkensiz elektronlarının sıkıcı
görevini sürdürdü.
Sonunda aniden olan oldu. Hem de hiç beklemediği bir
anda. Aptal bir iletkenlik elektronu olsa bile, birisi ile konuşmak
için kuvvetli bir istek duyarak yavaşça hareket eden ve bakır
telin bu kısmına yeni geldiği belli olan bir parçacığa yaklaştı.
Uzaktan bile kötü bir seçim yaptığını anlamakta gecikmedi.
Kaçmasına fırsat tanımayan dayanılmaz bir çekim kuvveti O’nu
çekiyordu. Bir saniye mücadele edip, kendisini kurtarmayı
denedi. Ama aralarındaki uzaklık hızla küçülüyordu. Bay
Tompkins, kendisini esir alan parçacığın yüzünde şeytani bir
tebessüm görür gibi oldu.
Bay Tompkins, avazı çıktığı kadar “Bırakın beni! Bırakın
beni!” diye bağırıyor, kollarını kaldırıp indiriyor, ayaklan ile
tekmeler savuruyordu. “Yok edilmek istemiyorum. Sonsuza
kadar elektrik akımını ileteceğim.” Ama hepsi boştu. Etrafını
çeviren uzay aniden şiddetli bir ışımanın kör eden parıltısı ile
aydınlandı.

136
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

“Oh, artık kurtuldum” diye düşündü Bay Tompkins.


“Ama nasıl oluyor da hâlâ düşünebiliyorum? Acaba sadece
vücudum yok oldu da, ruhum kuantum cennetine mi gitti?”
Sonra yeni bir kuvvet hissetti. Bu defaki daha nazikçe idi. Onu
sıkıca ve ısrarla sarsıyordu. Gözlerini açınca üniversitenin
odacısını tanıdı.
Odacı “Üzgünüm efendim, ama konferans biteli epey
oldu. Amfiyi kilitlemem gerekiyor artık.” " Bay Tompkins
esnemeyi durdurdu ve safça etrafına bakındı.
Odacı, sempatik bir gülümseme ile “İyi geceler efendim!”
dedi.

137
NEŞELİ ELEKTRONLAR KABİLESİ

138
1
10 2

Bay Tompkins’in Uyuduğu Önceki


Konferansın Bir Kısmı
Gerçekten 1808 yılında İngiliz kimyacısı John DALTON
çeşitli elementlerin, daha karmaşık bileşikler meydana getirmek
için gereken kısmi oranlarının hep tam sayıların oranları olarak
ifade edilebileceklerini gösterdi. Dalton bu empirik kanunu, tüm
bileşik maddelerin değişen sayılarda parçacıklardan yapıldıkları
şeklinde yorumladı. Bu parçacıklar da basit kimyasal
elementlerdi. Ortaçağ simyasının bir kimyasal elementi bir başka
elemente dönüştürme çabalarındaki başarısızlığı, bu
parçacıkların bölünemez olduğunun ispatı idi. Fazla bir
tereddüde yol açmadan bu parçacıklara eski Yunanca ismi olan
“atomlar” denildi. Bu isim verilince de kaldı. Oysa şimdi
biliyoruz ki bu “Dalton atomları” bölünemez değildir. Gerçekten
çok sayıda daha küçük parçacıklardan yapılmışlardır. Ancak biz
isimlerinin gerçeği aksettirmemesine göz yumuyoruz.
Böylece modem fizikte “atomlar” adı verilen bütünler,
Demokritus tarafından düşünülen maddenin temel ve
bölünemez elemanları değildir.
"Atom" terimi de “Dalton atomunu” meydana getiren çok
daha küçük elektronlar ve protonlar için kullanılsa daha doğru
olurdu. Ama isimlerin böyle değiştirilmesi yanılmalara yol
açacaktır. Fizikte de hiç kimse dil yönünden tutarlığa pek önem
vermemektedir aslında! O halde biz de eski “atom” adını
Dalton’un kullandığı gibi kullanacağız ve elektronlar, protonlar
ile diğerlerine “temel parçacıklar” diyeceğiz.
Bu isim kuşkusuz, daha küçük parçacıkların, kelimenin
Demokritus’un kullandığı anlamında gerçekten temel ve
bölünemez olduklarına inandığımızı işaret ediyor. Tarihin
tekerrür edip etmeyeceğini ve bilimin daha da ilerlemesi ile,

139
ÖNCEKİ KONFERANSIN BİR KISMI

modern fiziğin temel parçacıklarının oldukça karmaşık bir


yapıya sahip olduklarının ispat edilip edilmeyeceğini
sorabilirsiniz. Cevabın her ne kadar bunun olmayacağına kesin
bir şekilde garanti verilemeyeceği ise de, şimdi bu konuda haklı
olduğumuzu düşünmek için çok iyi sebeplerin var olduğudur.
Gerçekten günümüzde bilinen kimyasal element sayısı kadar
farklı çeşit atom vardır. Her bir atom da oldukça karışık
karakteristik özelliklere sahiptir. Böyle bir durum, karmaşık
görünümü daha basit bir görünüme indirgeme yaparak, kolaylık
sağlamayı davet eder niteliktedir. Diğer taraftan bugünün fiziği
sadece birkaç çeşit farklı temel parçacığı tanımaktadır.
Bunlardan konumuzla ilgili olanlar elektronlar (pozitif ve negatif
hafif parçacıklar), nükleonlardır (yüklü ya da yüksüz ağır
parçacıklar, aynı zamanda proton ve nötron olarak bilinirler) ve
muhtemelen, doğası tam olarak açıklığa kavuşturulmamış sözde
nötrinolar.
Bu temel parçacıkların özellikleri son derece basittir. Daha
fazla indirgeme yaparak çok az bir kolaylaştırma sağlanabilir
ancak. Ayrıca, anlayacağınız gibi, eğer daha karmaşık bir şey
inşa etmek istiyorsanız, elinizde birkaç tür temel kavram
bulunmalıdır. İki ya da üç çeşit temel kavram da fazla sayılmaz.
Benim kanımca, paranızın son liralarını, modern fiziğin temel
parçacıklarının isimlerine uygun kalacakları iddiası tarafına
yatırmak oldukça garantilidir.
Şimdi Dalton atomlarının temel parçacıklardan nasıl
yapıldıkları sorusuna gelelim. Bu sorunun ilk doğru cevabı 1911
yılında tanınmış İngiliz fizikçisi ERNEST RUTHERFORD (sonra
Nelson Lordu Rutherford) tarafından verildi. Rutherford
radyoaktif elementlerin bölünmesi işleminde yayınlanan, alfa
parçacıkları olarak bilinen çok küçük, hızlı hareket eden
parçacıklarla çeşitli atomları bombardıman ederek, atom yapısı
üzerinde çalışmalar yapıyordu. Bu parçacıkların bir madde
parçasından geçtikten sonra yön değiştirmelerini (saçılma)
gözleyen Rutherford, bütün atomların çok yoğun, pozitif yüklü

140
ÖNCEKİ KONFERANSIN BİR KISMI

merkezi bir öz (atom çekirdeği) ile bunun etrafında oldukça


seyrekleştirilmiş negatif elektrik yüklü bir bulut (atomun
atmosferi) bulunduğu sonucuna ulaştı. Şimdi biliyoruz ki atom
çekirdeği belli sayıda proton ve nötronlardan yapılmıştır. Bu
parçacıklara “nükleonlar” denir ve büyük yapışma kuvvetleri ile
sıkıca birbirlerine bağlanmışlardır. Atomun atmosferini
meydana getiren değişen sayıda negatif elektron da çekirdekteki
pozitif yükün elektrostatik çekiminin etkisi ile dolanırlar.
Atomun atmosferindeki elektron sayısı verilen bir atomun bütün
fiziksel ve kimyasal özelliklerini belirler. Bu sayı da birden
(hidrojen), bilinen en ağır elementler kadar, kimyasal
elementlerin tabii sırası ile artar.
Rutherford atom modelinin basit yapısına rağmen,
ayrıntılı olarak anlaşılması hiç de basit olmadı. Gerçekten klasik
fiziğin en iyi inançlarına göre, atom çekirdeğinin etrafında dönen
negatif yüklü elektronlar, radyasyon (ışık yayını) işlemi ile
hareket enerjilerini kaybetmeleri gerekirdi. Bu sürekli enerji
kaybından dolayı da, atomun atmosferini meydana getiren
bütün elektronların, bir saniyenin çok küçük bir kesrinde
çekirdek üzerine düşmeleri gerektiği hesaplanmıştı. Oysa klasik
teorinin bu sağlam gibi görünen sonucu, empirik gerçeklerle tam
bir zıtlık içinde idi. Atomun atmosferi çok dengeli idi, yani
elektronlar çekirdek üzerine düşmek yerine, merkezi kütle
etrafındaki dönme hareketlerine çok uzun süreler devam
ediyorlardı. Böylece, görüyoruz ki klasik mekaniğin temel
fikirleri ile atomlar dünyasının küçük parçalarının mekanik
davranışlarından elde edilen empirik bulgular arasında köklü
farklar ortaya çıkmıştı. Bu gerçek meşhur Danimarkalı fizikçi
Niels Bohr’u, asırlar boyu tabii bilimler arasında öncelikli ve
sağlam bir yere sahip olmuş olan klasik mekaniğin, bundan
sonra sadece günlük deneylerimizin makroskopik dünyasına
uygulanabilecek kısıtlı bir teori olduğu sonucuna ulaştırdı. Bu
teori çeşitli atomlar içindeki çok daha hassas hareketlere
uygulandığı zaman başarısız oluyordu. Atom mekanizmasının

141
ÖNCEKİ KONFERANSIN BİR KISMI

küçük parçalarının hareketlerine de uygulanabilen, yeni


genelleştirilmiş mekaniğin ön temeli olarak, Bohr, klasik teoride
düşünülen sonsuz hareket çeşitleri içinde sadece özel olarak seçilmiş
birkaç tanesinin tabiatta meydana geldiğini kabul etmenin gerekli
olduğunu ileri sürdü. Bu müsaade edilen hareket çeşitleri, ya da
yörüngeler, Bohr teorisinin kuantum şartları diye bilinen, belirli
matematik şartlara göre seçilmektedir. Burada bu kuantum
şartlarının ayrıntılı incelemesine girmeyeceğim, ancak bu
şartların yaptıkları bütün kısıtlamaların hareketli parçacığın
kütlesinin atom yapısında karşılaştıklarımızdan çok daha büyük
olduğu bütün durumlarda hiçbir öneme sahip olamayacak
şeklide seçilmiş olduklarını söylemekle yetineceğim. Böylece
yeni mikro mekanik makroskopik cisimlere uygulandığı zaman
eski klasik teorinin verdiği sonuçların tamamen aynı sonuçları
verecektir (mütekabiliyet prensibi). Sadece küçük atomik
mekanizmalarda iki teori arasındaki uyarsızlıklar önemli
değerlere ulaşacaktır. Ayrıntılara fazla girmeden, atomdaki Bohr
kuantum yörüngelerinin bir çizimini göstererek, Bohr teorisi
görüş açısından atomun yapısı hakkındaki merakınızı
gidermeğe çalışacağım (İlk çizim lütfen). Burada (sayfa 143)
kuşkusuz çok büyütülmüş olarak, atom atmosferini meydana
getiren elektronların Bohr kuantum şartları ile “müsaade edilen”
hareket türlerini temsil eden dairesel ve eliptik yörünge
sistemlerini görüyorsunuz. Oysa klasik mekanik, elektronun
çekirdekten herhangi bir uzaklıkta dönmesini öngörüyor ve
yörüngenin eksantrikliğine (yani uzamasına) hiçbir kısıtlama
getirmiyordu. Bohr teorisinin seçtiği yörüngeler, tüm
karakteristik boyutları ile kesikli bir takım oluşturuyordu. Her
bir yörüngenin yanında bulunan harfler ve sayılar genel
sınıflandırmada verilen bir yörüngenin adını gösteriyor; örnek
olarak, dikkat ederseniz büyük sayılar daha büyük çaplı
yörüngelere tekabül ediyor.
Her ne kadar atom yapısının Bohr teorisi atomların ve
moleküllerin çeşitli özelliklerini açıklamak hususunda çok

142
ÖNCEKİ KONFERANSIN BİR KISMI

olumlu sonuçlar verdi ise de, kesikli kuantum yörüngelerini


içeren temel kavram oldukça karanlık kaldı. Klasik teorideki bu
olağanüstü kısıtlamanın analizi üzerinde daha derin çalışmalar
yapmaya çalıştığımızda, tüm resim daha da karanlıklaştı.

Böylece, hidrojen atomundaki bir elektronun izin verilen kuantum


yörüngelerinin orijinal Bohr-Sommerfeld şemasını elde ederiz.

Sonunda anlaşıldı ki Bohr teorisinin eksik yanı, klasik


mekaniği temelli bir şekilde değiştirmek yerine, ilave şartlarla o
sistemin sonuçlarına kısıtlamalar getirmiş olması gerçeğinde
yatıyordu. Çünkü bu ilave şartlar prensipte klasik teorinin tüm
yapısına yabancı idi. Problemin doğru çözümü sadece on üç yıl
sonra verildi. “Dalga mekaniği” adı verilen bu yeni çözüm klasik
mekaniğin bütün temellerinde yeni kuantum prensibine göre
değişiklikler yaptı. Her ne kadar ilk bakışta dalga mekaniği
sistemi eski Bohr teorisinden daha çılgın görünebilirse de, bu
yeni mikro mekanik bugünkü teorik fiziğin en tutarlı ve iyi kabul
143
ÖNCEKİ KONFERANSIN BİR KISMI

görmüş kısımlarını temsil eder. Yeni mekaniğin temel prensibi


ve özellikle “karar verilemezlik” ve “yörüngelerin dağılması”
kavramları daha önceki konferanslarımdan birinde konu
edildiği için, hafızanıza başvurmanızı ya da notlarınıza
bakmanızı önererek, atomun yapısı problemine yeniden
döneceğim. Şimdi gösterdiğim şekilde (ikinci resim, lütfen!)
atomun elektronlarının hareketlerinin dalga mekaniği teorisinde

“yörüngelerin dağılması” görüşüne göre nasıl canlandırıldığını


görüyorsunuz. Bu resim, daha önceki şekilde klasik olarak temsil
edilen tipteki hareketlerin aynısını (sadece teknik sebeplerden
her bir tip hareket burada ayrı ayrı çizilmiştir) temsil etmektedir.
Bohr teorisindeki kesin çizgili yörüngeler yerine, burada
belirsizlik prensibine uygun olarak dağınık bir görünüm vardır.
Hareketin farklı durumları için işaretleme öncekinin aynıdır. İki
şekli karşılaştırarak ve hayalinizi de biraz genişleterek
göreceksiniz ki bulutlu şeklimiz, eski Bohr yörüngelerinin genel
özelliklerini oldukça sadık bir şekilde tekrar etmektedir.

144
ÖNCEKİ KONFERANSIN BİR KISMI

Bu şekiller size, kuantum işe girdiği zaman, klasik


mekaniğin eski moda yörüngelerinin nasıl değiştiğini açık olarak
gösteriyor. Sokaktaki adam bu değişimi olağanüstü bir rüya imiş
gibi düşünse bile, atomların mikro evreninde çalışan bilim
adamları bu şekli kabul etmekte hiçbir güçlük çekmezler.
Bir atomun elektronik atmosferindeki hareketlerin
mümkün olan durumlarını kısaca inceledikten sonra, şimdi
atomun çeşitli elektronlarının, hareketin mümkün olan çeşitli
durumları arasında nasıl dağılacağı ile ilgili olan önemli bir
probleme geliyoruz. Burada yine yeni bir prensiple
karşılaşıyoruz. Bu da makroskopik dünya için oldukça
yabancıdır. Bu prensip ilk defa genç arkadaşım WOLFGANG
PAULİ tarafından ifade edilmiştir. Belli bir atomun elektronlar
topluluğu içinde aynı anda iki parçacık aynı tip harekete sahip olamaz.
Klasik mekanikte olsa idi, bu kısıtlamanın büyük bir önemi
olmazdı. Çünkü sonsuz sayıda mümkün olan hareket vardır.
Ama “izin verilen” hareket durumlarının sayısı kuantum
kanunları ile büyük ölçüde azaltıldığı için, Pauli prensibi atomlar
dünyasında çok önemli bir rol oynar: Elektronların atom
çekirdeğinin etrafında az ya da çok, düzgün olarak dağılımını
sağlar ve bir noktada toplanmalarını önler.
Yine de, yeni prensibin yukarıdaki ifadesinden
gösterdiğim şekilde temsil edilen dağınık kuantum
durumlarının her birinin sadece bir elektron tarafından “işgal”
edildiği sonucunu çıkarmayınız. Gerçekten, yörünge üzerindeki
hareketinden tamamen ayrı olarak her elektron kendi ekseni
etrafında da döner ve iki elektron aynı yörüngede hareket etseler
bile, farklı yönlerde kendi eksenleri etrafında dönmeleri şartı ile
bu olgu Dr. Pauli’yi rahatsız etmez. Elektronun bu dönme
hareketinin incelenmesi ile dönme hızının hep aynı olduğu ve
dönme ekseninin yörünge düzlemine her zaman dik olduğu
anlaşılmıştır. Böylece eksen etrafında dönme için sadece iki farklı
durum kalmaktadır. Bunlardan birisi “saat ibreleri yönünde”

145
ÖNCEKİ KONFERANSIN BİR KISMI

diye adlandırılırsa, diğeri “saat ibrelerinin aksi yönünde”


olmalıdır.
Böylece, bir atomdaki kuantum durumlarına uygulanan
Pauli prensibi yeniden şu şekilde ifade edilebilir: Hareketin her
kuantum durunu iki elektrondan daha fazlası tarafından “işgal”
edilemez. Bu iki elektronun eksenleri etrafındaki dönme yönleri de zıt
olmalıdır.
Giderek artan sayıda elektronlara sahip elementlere doğru
sırayı takip ettikçe, elektronlar tarafından sıra ile doldurulan
farklı kuantum durumlar ile karşılaşırız ve atomun çapı da
sürekli olarak artar. Bu vesile ile birbirlerine bağlanmalarının
kuvveti konu ise, atomun elektronlarının farklı kuantum
durumları, kabaca eşit bağlanmaya haiz ayrı durum grupları (ya
da kabuklar) halinde bir araya geldiklerini de söylemeliyim.
Elementlerin tabii sırasını takip ettiğimiz zaman, bir gruptan
sonra başka bir grup doldurulur ve elektron kabuklarının
böylece sıra ile doldurulmasının sonucu olarak, atomların
özellikleri de periyodik olarak değişir. Rus kimyager DIMITRIJ
MENDELEÉFF tarafından empirik olarak keşfedilen,
elementlerin periyodik özellik değiştirme gerçeğinin açıklaması
işte budur.

146
12

Çekirdeğin İçinde
Bay Tompkins’in izlediği diğer konferans, atomun
elektronlarının dönüşlerinin merkezi olan çekirdeğin içini konu
alıyordu.
Profesör, Bayanlar Baylar diye söze başladı.
Şimdi maddenin yapısı konusunda iyice derine inerek,
atomun çekirdeğinin içine girmek istiyoruz. Bu bölge, atomun
toplam hacminin sadece milyarda birini işgal eder. Yeni çalışma
alanımızın inanılmaz küçüklüğüne rağmen, içinin cıvıl cıvıl
kaynaştığını görüyoruz. Gerçekten, çekirdek her şeyden önce
atomun kalbidir ve hacmi her ne kadar küçükse de toplam atom
kütlesinin % 99,97’sini kapsar.
Atomun çok ince bir kısmını işgal eden elektronik
atmosferinden çekirdek bölgesine girerken, bu bölgenin çok
fazla kalabalık olması bizi şaşırtacaktır. Atomun atmosferindeki
elektronlar, ortalama olarak kendi çaplarının yüzbinlerce misli
uzaklıklara hareket ettikleri halde çekirdeğin içinde bulunan
parçacıkların, kolları olsa idi dirsek dirseğe sürtünerek hareket
ederlerdi. Bu yönden çekirdeğin iç kısmının temsil ettiği durum,
sıvılardaki bildiğimiz durumun benzeridir. Moleküller yerine,
burada sadece protonlar ve nötronlar olarak bilinen çok daha
küçük ve çok daha temel parçacıklarla karşılaşıyoruz. Burada
farklı isimlerle anıldıkları halde proton ve nötronların, şimdi
“nükleon” olarak bilinen ağır temel parçacığın iki farklı
elektriksel durumu olarak düşünüldüğüne işaret etmek isterim.
Proton, pozitif yüklü nükleondur, nötron ise elektriksel olarak
nötral, yani yüksüz nükleondur.
Geometrik boyutları yönünden ise nükleonlar,
elektronlardan pek farklı değillerdir. Çapları 0.000.000.000.000.1
cm. kadardır; fakat çok daha ağırdırlar. Bir proton ya da nötron
teraziyi, 1840 elektrona karşı dengeleyebilirler. Söylediğim gibi,

147
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

atomun çekirdeğini şekillendiren parçacıklar birbirleri ile çok


sıkışık durumda bulunurlar. Bu, sıvı moleküllerinin arasındaki
kuvvetlere benzeyen, belli ve özel nükleer yapışma kuvvetleri
sayesinde olmaktadır. Aynen sıvılarda olduğu gibi, bu kuvvetler
parçacıkların birbirinden tamamen ayrılmasını önlerken,
birbirlerine göre yer değiştirmelerine engel olmazlar. Böylece,
çekirdek maddesi belli bir derece akışkanlığa sahip olur ve dış
kuvvetlerden de rahatsız olmadığı için, aynen bir su damlası gibi
küresel bir damla seklini alır. Şimdi çizeceğim şematik şekilde,
proton ve nötronlardan yapılmış tipte çekirdekler göreceksiniz.
Bunların en basiti sadece bir protondan oluşan hidrojen
çekirdeğidir. Oysa en karmaşık uranyum çekirdeği 92 proton ve
142 nötron içerir. Kuşkusuz bu resimleri, gerçek durumun son
derece şematik temsilleri olarak düşünmeniz gerekir. Çünkü
kuantum teorisindeki temel belirsizlik prensibine göre, her bir
nükleonun yeri tüm çekirdek bölgesine yayılmış olmalıdır.
Daha önce söylediğim gibi, atomun çekirdeğini meydana
getiren parçacıklar kuvvetli yapıştırma kuvvetleri ile bir arada
tutulurlar. Fakat bu çekici kuvvetlerden başka zıt yönde etki
eden bir kuvvet vardır. Gerçekten, toplam çekirdek nüfusu
içinde önemli sayıda yer alan protonlar pozitif elektrik yükü
taşırlar ve bunun sonucu olarak da birbirlerini Coulomb
(elektrostatik kuvvet) kuvveti ile iterler. Elektrik yükünün
nispeten az olduğu hafif çekirdeklerde bu Coulomb itmesinin
etkisi önemli olmaz. Fakat daha ağır ve çok yük taşıyan
çekirdeklerde Coulomb kuvvetleri, çekici yapışma kuvvetleri ile
ciddi bir rekabete girerler. Durum böyle olunca, çekirdek artık
kararlı kalamaz ve kendisini meydana getiren parçalardan
bazılarını dışarı çıkarmaya zorlanır. İşte periyodik sistemin en
sonunda yer alan ve “radyoaktif elementler” olarak bilinen bazı
elementlerin başına gelen olay budur.
Bu ağır kararsız çekirdeklerin, nötronlarının elektrik
yüküne sahip olmamaları sebebi ile Coulomb itici kuvveti
etkisinde kalmadıklarını düşünerek, sadece protonlar

148
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

çıkardıkları sonucuna varabilirsiniz. Ancak deneyler bize


göstermektedir ki, çıkan parçacıklar alfa parçacıkları (helyum
çekirdeği) diye isimlendirilen, her biri iki proton ve iki
nötrondan oluşan karmaşık parçacıklardır. Bu olayın
açıklanması, çekirdeği meydana getiren parçacıkların özel bir
şekilde gruplanmaları ile ilgilidir. Öyle görünüyor ki, iki proton

ve iki nötronun bir araya gelerek bir alfa parçacığı oluşturması


çok kararlı bir yapı meydana getirmektedir. Bu yüzden ayrı ayrı
proton ve nötronlara bölmektense, tüm grubu olduğu gibi dışarı
atmak deha kolaydır.
Belki daha önceden bildiğiniz gibi, radyoaktif bölünme
olayı ilk kez Fransız fizikçi HENRİ BECOUEREL tarafından
bulunmuştur. Radyoaktivitenin, çekirdeğin kendiliğinden
bölünmesi sonucu olarak yorumlanması, ilk defa İngiliz fizikçi
Lord Rutherford tarafından yapılmıştır. Lord Rutherford’un
adından, başka vesilelerle daha önce bahsetmiştim. Atom
çekirdeğinin fiziği konusundaki önemli keşiflerinden dolayı
bilim O’na çok şey borçludur.
149
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

Alfa çözünmesinin en ilgi çekici özelliklerinden birisi, alfa


parçacıklarının bir yol bulup çekirdekten kaçabilmeleri için çok
uzun zaman sürelerine ihtiyaçları olmasıdır. Uranyum ve toryum
için bu süre milyonlarca sene ile ölçülür; radyum için on altı asır
kadardır. Her ne kadar, çözünme işlemi saniyenin kesri kadar
olan bazı elementler varsa da, bunların ömürlerinin çekirdek
içindeki hareketle karşılaştırıldığında çok uzun olduğu
düşünülebilir.
Bazen alfa parçacığını milyonlarca sene çekirdek içinde
kalmaya zorlayan nedir? Eğer bu kadar uzun süre içeride
kalmışsa neden sonunda dışarı çıkmaktadır?
Bu soruya cevap verebilmek için önce parçacık çekirdekten
çıkış yolunda iken ona etki eden çekici yapışma kuvvetleri ile
elektrostatik itme kuvvetlerinin büyüklüklerinin birbirlerine
göre değeri hakkında daha çok bilgi edinmeniz gerekir. Bu
kuvvetler üzerinde dikkatli bir deneysel çalışma, Rutherford
tarafından yapılmıştır. Bu çalışmada “atom bombardımanı” adı
verilen yöntem kullanılmıştı. Cavendish Laboratuvarı’ndaki
meşhur deneylerinde Rutherford, bazı radyoaktif maddelerden
salınan ve hızla hareket eden alfa parçacıkları demeti yöneltiyor
ve bu atomik mermilerin, bombardıman edilen maddenin
çekirdekleri ile yaptıkları çarpışma sonucunda uğradıkları yön
değiştirmeyi (saçılma) gözlüyordu. Bu deneyler, mermiler
çekirdekten çok uzakta olduklarında, çekirdeğin yükünün
elektrik kuvveti tarafından büyük bir güçle itildikleri gerçeğini
onayladı. Ama mermi çekirdek bölgesinin dış sınırlarına çok
yaklaşabildiği zamanlar bu itme kuvveti, kuvvetli bir çekme
haline dönüşüyordu. Çekirdeği her tarafı yüksek, dik ve kalın
duvarlarla çevrili, parçacıkları dışarı bırakmadığı gibi içeriye de
almayan bir kaleye benzetebiliriz. Bununla beraber
Rutherford’un deneylerinin en çarpıcı sonucu dışarıdan gelerek
çekirdeğe giren atomik mermiler gibi, radyoaktif çözünmede çekirdekten
çıkan alfa parçacıklarının da, aslında kalın duvarın ya da çoğu zaman
söylediğimiz terimle “potansiyel engeli” nin en üstüne karşı gelen

150
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

enerjiden daha az enerjiye sahip olduklarının belirlenmesidir. Bu olay


klasik mekaniğin bütün temel fikirleri ile tam bir uyuşmazlık
halindedir. Gerçekten, eğer bir topu tepeye ulaşması için gereken
enerjiden çok az bir enerji ile fırlatmışsanız, zirveye çıkmasını
nasıl beklersiniz? Klasik fizik sadece, gözlerini hayretle açıp,
Rutherford’un deneylerinde bir yanlışlık olduğunu ileri
sürebiliyordu.
Ama gerçekte hiçbir hata yoktu. Eğer hatalı biri varsa, o da
Lord Rutherford değil, klasik mekanikti. Bu durum, yakın
arkadaşım DR. GEORGE GAMOW ve DR. RONALD
GURNEY’le DR. E. U. CONDON tarafından açıklığa
kavuşturuldu. Onlar, probleme modern kuantum teorisi görüşü
ile bakıldığı zaman hiçbir güçlük çıkmadığını işaret ettiler.
Gerçekten bugün kuantum fiziğinin, klasik teoride belirgin bir
şekilde tanımlanan çizgisel yörüngeleri reddedip, onları dağınık,
hayalet gibi yollarla değiştirdiğini biliyoruz. Ve aynen eski moda
hayaletlerin eski bir şatonun kalın taş duvarlarını hiçbir güçlük
çekmeden geçebildiği gibi, bu hayaletimsi yörüngeler de, klasik
görüşe göre geçilemez sanılan potansiyel engellerini geçebilirler.
Lütfen şaka yaptığımı sanmayın. Yetersiz enerjili
parçacıkların potansiyel engellerini geçebilirliği, yeni kuantum
mekaniğinin temel denklemlerinin doğrudan doğruya
matematiksel sonucu olarak ortaya çıkar ve hareket hakkındaki
yeni ve eski fikirler arasında en önemli farklardan birisini temsil
eder. Ama, her ne kadar yeni mekanik böyle olağanüstü etkilere
izin veriyorsa da, bunu ancak kuvvetli kısıtlamalarla
yapmaktadır. Çoğu durumlarda engeli geçme şansı çok çok
küçüktür ve hapsolmuş parçacık, teşebbüsleri en sonunda
başarılı olana kadar, kendini inanılmayacak kadar çok defa
duvara çarpmak zorunda kalır. Kuantum teorisi bize, böyle bir
kaçış ihtimalini hesaplamak için kesin kuralları vermektedir.
Alfa çözünmesinin gözlenen sürelerinin, teoriden beklenen ile
tam bir uyuşma halinde olduğu gösterilmiştir. Aynı zamanda

151
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

çekirdeğe dışarıdan atılan mermiler durumunda, kuantum


mekaniksel hesaplar, deneyle çok yakın bir uyum içindedir.
Daha fazla ilerlemeden, yüksek enerjili atomik mermilerle
vurulan çeşitli çekirdeklerin çözünmelerini temsil eden bazı
fotoğraflar göstermek istiyorum. (Fotoğraf lütfen)
Bu resimde [bkz. s142], daha önceki konferansımda size
anlattığım sis odasında çekilmiş iki ayrı çözünme işlemini
görüyorsunuz. Üstteki resimde, hızlı bir alfa parçacığının
çarptığı azot atomu görülüyor. Bu, elementlerin suni
başkalaşımının, çekilen ilk resmidir. Lord Rutherford’un
öğrencisi PATRICK BLACKETT tarafından gerçekleştirilmiştir.
Resimde, görülemeyen güçlü bir kaynaktan çıkan çok sayıda alfa
ışını izlerini görüyorsunuz. Bu parçacıkların çoğu, görüş alanını
tek bir önemli çarpışma yapmaksızın geçmişlerdir. Ama
içlerinden birisi, bir azot çekirdeğine çarpmayı başarmıştır. Alfa
parçacığının izi tam orada sona ermekte ve çarpışma
noktasından diğer iki izin çıktığını görmektesiniz. Uzun, ince iz,
azot çekirdeğinden dışarı tekmelenen bir protona aittir. Kısa
kalın olanı ise geri tepen çekirdeğin kendisini temsil etmektedir.
Ama, o artık bir azot çekirdeği değildir. Çünkü bir proton
kaydedip gelen alfa parçacığını içine aldığından, oksijen
çekirdeği haline dönüşmüştür. Böylece, eski kimyacıların
düşündüğü gibi, burada azotun, yan ürün olarak hidrojen
vererek, oksijene dönüşümüne şahit oluyoruz.
İkinci fotoğraf, yapay olarak hızlandırılmış bir protonun
etkisiyle bir nükleer parçalanmayı gösteriyor. Özel bir yüksek
gerilim makinasında (halk bunlara “atom parçalayıcı” adını
takmıştır) hızlı bir protonlar demeti meydana getirilmekte ve bu
demet, ucu fotoğrafta görülen uzun bir borudan odaya
girmektedir. Burada hedef, ince bir boron tabakası olup,
borunun alt ucuna yerleştirilmiştir. Öyle ki, çarpışmada
meydana gelecek çekirdek parçaları odanın içindeki havadan
geçerek, sisteki izler gibi izler meydana getirsinler. Resimde
gördüğümüz gibi, protonun çarptığı bor çekirdeği üç parçaya

152
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

(a) Helyum ile çarpışan nitrojen, ağır oksijen ve hidrojene dönüşür


14
7 𝑁𝑁 + 2 𝐻𝐻𝐻𝐻 4 ⟶ 8 𝑂𝑂17 + 1 𝐻𝐻1
(b) Hidrojen ile çarpışan lityum, iki helyuma dönüşür
7 1 4
3 𝐿𝐿𝐿𝐿 + 1 𝐻𝐻 ⟶ 22 𝐻𝐻𝐻𝐻
(c) Hidrojen ile çarpışan bor, üç helyuma dönüşür
11
5 𝐵𝐵 + 1 𝐻𝐻1 ⟶ 32 𝐻𝐻𝐻𝐻 4

153
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

bölünmüştür. Elektrik yükü dengesine bakarak, bu parçaların


her birinin alfa parçacıkları; yani helyum çekirdekleri oldukları
sonucuna varıyoruz. Fotoğrafta gösterilen dönüşümler, bugün
deneysel fizikte gerçekleştirilmiş yüzlerce çekirdek
dönüşümünün sadece iki tipik örneğidir. Yer değiştirmeli
çekirdek reaksiyonlar olarak bilinen bu tür dönüşümlerin
hepsinde, gelen parçacık (proton, nötron ya da alfa parçacığı)
çekirdeğin içine giderek bazı diğer parçacıkları dışarı atar ve
kendisi orada kalır. Proton alfa parçacığı ile alfa parçacığı
protonla: proton nötronla vb. yer değiştirmiştir. Bütün bu
dönüşümlerde, reaksiyonda meydana gelen yeni element,
bombardıman edilen elementin periyodik sistemde yakın bir
komşusudur.
Profesör konferansa ara vermeyi unutarak coşku ile
anlatıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen önce iki Alman
kimyageri O. HAHN ve F. STRASSMANN tamamen yeni bir tip
çekirdek dönüşümü keşfettiler. Burada ağır bir çekirdek müthiş bir
enerji açığa çıkararak iki eşit parçaya bölünüyordu. Şimdi
göstereceğim slaytta (slayt lütfen) (sayfa 155) sol tarafta ince bir
uranyum flamandan çıkarak zıt yönlere doğru uçuşan iki
uranyum parçasını görüyorsunuz. Çekirdek fisyonu olarak
bilinen bu olay ilk defa nötronlarla bombardıman edilen
uranyumda dikkate çarptı. Ama kısa zamanda periyodik
sistemin sonunda yer alan diğer elementlerin de benzer
özellikler gösterdikleri anlaşıldı. Gerçekten, öyle görünüyor ki
bu ağır çekirdekler zaten kararlılığın tam sınırında bulunuyorlar
ve nötronun çarpması ile doğan en küçük bir dürtü onları, aynen
olması gerekenden daha büyük bir cıva damlası gibi, iki parçaya
bölmeye yeterli oluyor.
Ağır çekirdeklerin bu tür kararsızlığı tabiatta neden sadece
92 element olduğu sorusunu aydınlatıyor. Aslında uranyumdan
daha ağır çekirdekler varlıklarını sürdüremezler ve hemen çok

154
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

Açıklama için karşı sayfaya bakın


155
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

daha küçük parçalara bölünürler. “Çekirdek fisyonu” olayı


pratik yönden de ilgi çekicidir. Çünkü çekirdek enerjisinin
kullanılabilmesini mümkün kılar. Önemli nokta, ağır çekirdek
ikiye bölünürken belli bir sayıda nötron da çıkarır. Bu nötronlar
da komşu çekirdeklerde fisyona yol açarlar. Bu ise, çekirdeğin
içindeki bütün enerjiyi, saniyenin çok küçük bir kesrinde, serbest
bırakan patlayıcı bir reaksiyona yol açabilir. Yarım kilogram
uranyumun sahip olduğu çekirdek enerjisinin on ton kömürün
enerjisine eşdeğer olduğunu hatırlarsanız, bu enerjiyi açığa
çıkarabilmenin ekonomimizde çok önemli değişiklikler
yapabileceğini kolayca anlarsınız.
Bununla beraber, bütün çekirdek reaksiyonları çok küçük
ölçekte elde edilebilir. Bunlar bize çekirdeğin içyapısı hakkında
zengin bilgiler veriyorsa da önceleri büyük miktarda çekirdek
enerjisi açığa çıkarma ümidi çok zayıftı. 1939’da Alman
kimyagerleri O. Hahn ve p. Strassmann tamamen yeni bir tip
çekirdek dönüşümünü keşfettiler. Bu dönüşümde tek bir
nötronun çarptığı ağır bir uranyum çekirdeği aşağı yukarı eşit iki
parçaya bölünüyor, iki ya da üç nötronla birlikte çok büyük
miktarda enerji açığa çıkarıyordu. Çıkan yeni nötronlar ise diğer
uranyum çekirdeklerine çarparak onları ikiye bölebiliyor ve
daha çok enerji ve daha çok nötron açığa çıkarıyordu. Kollara
ayrılan bu fisyon işlemi müthiş bir patlamaya yol açabildiği gibi
kontrol edilebildiği taktirde yüksek bir enerji kaynağı elde
edilebiliyordu. Şanslıyız ki atom bombası üzerinde çalışmalar
yapmış olan ve “hidrojen bombasının babası” olarak tanınan DR.
TALLERKIN birçok işini bırakıp bize burada çekirdek (nükleer)
bombaları hakkında kısa bir konuşma yapmayı kabul etmiş
bulunuyor. Bir iki dakika içinde burada olacağını sanıyorum.

(a) Bragg'in bir diyopsit kristalindeki atomların fotoğrafı. Köşedeki daireler


ayrı ayrı kalsiyum, magnezyum, silikon ve oksijen atomlarını tanımlar.
Yaklaşık 100.000.000 büyütme
(b) Bir nötronla çarpışan uranyumdan zıt yönlerde uçan iki fisyon parçası
(c) Nötr lambda ve anti-lambda hiperonlarının üretimi ve bozulması

156
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

Profesör bu sözleri söylerken kapı açıldı ve içeriye ışıl ışıl


yanan gözlerinin üzerinde koyu ve gür çalılıklar gibi kaşları olan
etkili görünüşlü birisi girdi. Profesörün elini sıktıktan sonra
dinleyicilere döndü.
“Hölgyeim és Uraim” diye söze başladı. “Röviden kell
beszélmem, mert nagyon sok a dolgom. Mareggel több megbeszélésem
volt a Pentagon-ban és a Febér Haz-ban. Délutan… Hay Allah, çok
özür dilerim! Bazen hangi dille konuşacağımı şaşırıyorum.
Tekrar başlayayım.” Bayanlar, Baylar! Konuşmamı kısa kesmeye
mecburum. Çünkü çok meşgulüm. Bu sabah Pentagon ve Beyaz
Saray’da birkaç konferansa katıldım. Öğleden sonra da
Nevada’daki French Flats’de yapılacak olan yeraltı deneme
patlamasında bulunmam gerekiyor. Akşam da Kaliforniya’daki
Vandenberg Hava Üssündeki yemekte bir konuşmam var.
“Esas nokta atom çekirdeğinin iki tür kuvvet tarafından
dengelenmiş olmasıdır: çekirdeği bir bütün olarak tutmaya
çalışan çekici çekirdek kuvvetleri ve protonlar arasındaki itici
elektrik kuvvetleri. Uranyum ve plütonyum gibi ağır
çekirdeklerde itici kuvvetler üstün gelir ve çekirdek en ufak bir
dürtü ile çatlayıp iki fisyon ürününe bölünmeye hazırdır. Böyle
bir dürtüyü de çekirdeğe çarpan tek bir nötron yapabilir.”
Tahtaya dönerek devam etti. “Burada fisyon yapabilen bir
çekirdekle buna çarpan bir nötron görüyorsunuz. İki fisyon
parçası takriben bir milyon elektron volt enerji taşıyarak zıt
yönlere ayrılıyorlar ve taze fisyon nötronları da dışarı atılıyor -
hafif uranyum izotopunda iki nötron kadar, plütonyum da ise üç
nötron kadar. Sonra bölünmeler devam ediyor. Tahtada
çizdiğim gibi reaksiyon ilerliyor. Eğer fisyon yapabilen madde
parçası küçükse fisyon nötronlarının çoğu fisyon yapacak 'bir
çekirdeğe çarpamadan yüzeye çıkarlar ve zincir reaksiyon da
asla başlayamaz. Ama, parça büyük olduğu zaman, yani bizim
kritik kütle dediğimiz kütlenin çapı 8 − 10 𝑐𝑐𝑐𝑐. kadar ise,
nötronların çoğu içeride kalır ve patlama gerçekleşir. İşte çoğu

157
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

zaman yanlış olarak atom bombası diye isimlendirilen ve bizim


fisyon bombası dediğimiz şey budur.
“Ama çekici çekirdek kuvvetlerinin elektrik itmesinden
daha büyük olduğu yerde, yani elementlerin periyodik
sisteminin diğer ucunda çalışılırsa, yukardaki olay tersine döner.
İki hafif çekirdek birbirine dokununca, aynen çay tabağındaki iki

İsimler benzer görünse de, fisyon ve füzyon tamamen


farklı işlemlerdir

cıva damlası gibi hemen birleşirler. Bu olay yalnız çok yüksek


sıcaklıklarda meydana gelebilir. Çünkü elektrik itme kuvvetleri
yaklaşan hafif çekirdeklerin birbirine değmesini önler. Ama
sıcaklık milyonlarca dereceye çıkınca, elektrik itme temasa engel
olamaz ve füzyon işlemi başlar. Füzyon işlemi için en uygun
çekirdek döteron, yanı ağır hidrojen atomlarının çekirdeğidir.
Resimde sağda döteryumdaki termonükleer reaksiyonun basit
bir şemasını görüyorsunuz. Hidrojen bombasını ilk
düşündüğümüz zaman bunun dünya için bir nimet olduğunu
sanmıştık. Çünkü dünyanın atmosferinde yayılabilecek hiçbir
radyoaktif fisyon ürünü meydana getirmiyordu. Ama böyle

158
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

“saf” bir hidrojen bombası yapamadık. Çünkü okyanuslardaki


sudan elde edilebilecek olan döteryum en iyi nükleer yakıt idi
ama kendi başına yanamıyordu. Bu sebepten döteryum özü, ağır
bir uranyum kabuğu ile çevrelemek zorunda idik. Bu kabuklar
çok miktarda fisyon parçaları meydana getiriyorlar. Bazı
kimseler de ona “kirli” hidrojen bombası diyorlar. Benzer
güçlükler, kontrol edilebilen termonükleer döteryum
reaksiyonlarının planlanmasında da karşımıza çıktı. Bütün
gayretlere rağmen henüz bunu başarmış değiliz. Ama eninde
sonunda bu problemin üstesinden gelinebileceğine eminim.”
Dinleyicilerden birisi “Dr. Tallerkin tüm dünya nüfusunda
zararlı başkalaşımlar yaratan fisyon ürünlerinden hiç
bahsetmediniz'?” diye sordu.
Dr. Tallerkin gülümseyerek “Başkalaşmaların hepsi zararlı
değildir. Bazıları nesillerin gelişimine yol açabilir. Yaşayan
organizmalarda böyle etkilerle başkalaşımlar olmasa idi, siz ve
ben şimdi birer amip olabilirdik. Hayatın evriminin tamamen
tabii başkalaşımlara ve en kuvvetlinin varlığını
sürdürebilmesine dayandığını bilmiyor musunuz?”
Dinleyiciler arasından bir kadın sinirli bir şeklide
bağırarak “Yani, hepimiz düzinelerle çocuk meydana getirip, en
iyi birkaçını alıkoyarak diğerlerini imha mı edelim?!”
Dr. Tallerkin “Sayın Bayan” diye söze başlamıştı ki, tam o
anda amfinin kapısı açıldı ve pilot elbiseli bir adam içeri girdi.
“Efendim acele etmelisiniz! Helikopteriniz dışarıda sizi
bekliyor. Hemen hareket etmezsek havaalanında az sonra
kalkacak uçağa yetişemeyeceğiz.”
Dr. Tallerkin dinleyicilere “Özür dilerim. Gitmem
gerekiyor. Isten velük!” dedi ve ikisi hızla dışarı çıktılar.

159
ÇEKİRDEĞİN İÇİNDE

160
13

Tahta Oymacısı
Orada, tam ortasında etkileyici bir şekilde yazılmış
YAKLAŞMAYIN  YÜKSEK GERİLİM levhası bulunan büyük
ve ağır bir kapı vardır. Bununla beraber, hiç davetkar olmayan
bu ilk izlenim, kapının önünde duran paspasın üzerindeki
“hoşgeldiniz” yazısı ile biraz yumuşuyordu. Kısa bir tereddütten
sonra, Bay Tompkins kapının ziline bastı. Genç bir asistan
tarafından içeriye alınan Bay Tompkins, kendisini yarısında çok
karmaşık ve masallardaki gibi bir makinanın bulunduğu büyük
bir odada buldu.

Asistan “Bu makina gazetelerde “atom parçalayan” ... diye


adlandırılan büyük siklotronumuz" diye açıklama yaparken, bir
elini sevgi ile modern fiziğin etkileyici görünüşlü bu aletin ana

161
TAHTA OYMACISI

“Bu bizim büyük siklotronumuz veya ‘atom parçalayıcımız’”

162
TAHTA OYMACISI

parçalarından birisi olan dev bir elektromıknatısın


bobinlerinden birine koydu.
Gururla ekledi “On milyon elektron volta kadar enerjisi
olan parçacıklar üretiyor. Böyle müthiş enerji ile çarpan bir
mermiye dayanabilecek çok sayıda çekirdek bulunamaz tabii!”
Bay Tompkins “Peki, çekirdekler oldukça sert olmalı!
Düşünün küçücük bir atomun, küçücük bir çekirdeğini ancak
çatlatabilmek için böyle dev gibi bir alet yapmak gerekiyor.”
Neyse, bu makine nasıl çalışıyor acaba?”
Siklotronun dev çerçevesinin arkasından çıkan
kayınpederi “Hiç sirke gitmedin mi” diye sordu.
Bu beklenmedik soru ile şaşırmış ve utanmış olan Bay
Tompkins, “Evet, evet, kuşkusuz gittim” diye mırıldandı.
“Yoksa bu gece sizinle sirke gitmemi mi istiyorsunuz?”
Profesör gülümsedi. “Hayır, öyle değil, ama gitmişsen bu
senin siklotronun nasıl çalıştığını anlamana yararlı olacak. Şu
büyük mıknatısın kutupları arasına bakarsan, daire şeklinde
bakır bir kutu göreceksin. Bu kutu, sirkin dairesel gösteri alanına
benzetilebilir. Çekirdeklerin bombardımanı deneylerinde
kullanılan çeşitli yüklü parçacıklar, bu bölgede hızlandırılırlar.
Bu kutunu merkezinde, bu yüklü parçacıkların; yani iyonların
üretildiği kaynak yer alır. Bu parçacıklar kaynaktan çıktıkları
zaman hızlan küçüktür. Mıknatısın kuvvetli alanı, bunların
yörüngesini merkezin çevresinde küçük daireler halinde büker.
Sonra onları kamçılamaya başlar ve giderek hızlarını artırırız.”
“'Bir atın nasıl kamçılanacağını biliyorum” dedi Bay
Tompkins, “ancak bu küçük parçacıklara aynı şeyi nasıl
yapabildiğinizi aklım almıyor doğrusu.”'
“Hiç merak etme, çok kolay. Parçacı, daire şeklinde bir yol
izliyorsa, yapılması gereken iş, yörüngesindeki belli bir
noktadan her geçişinde ona elektrik şokları uygulamaktır.
Aynen sirkteki hayvan terbiyecisinin, meydanın kenarında
durup önünden her geçişinde atı kamçılaması gibi.”

163
TAHTA OYMACISI

Bay Tompkins itiraz etti. “Ama terbiyeci atı görebiliyor. Siz


bu bakır kutu içinde dönen parçacığı görebiliyor musunuz ki,
tam gereken anda ona bir itme verebilesiniz!”
“Kuşkusuz göremiyorum,” diyerek Profesör onu onayladı,
“ama görmem de gerekmiyor. Siklotronda bütün hile şudur: Her
ne kadar, hızlanan parçacık her an daha hızlı giderse de daima
tam bir turu hep aynı zaman süresi içinde tamamlar. Burada
önemli noktaya dikkatini çekerim. Anladığın gibi, paracığın
sürekli artan hızı ile beraber, yarıçapı ve bunun sonucu olarak,
dairesel yörüngenin toplam uzunluğu, orantılı olarak artar.
Böylece parçacık, açılan bir spiral boyunca hareket eder ve
“halkanın” aynı tarafına hep aynı zaman sürelerinde ulaşır.
Yapılması gereken, şokları aynı zaman aralıkları ile verecek bir
elektrik cihazını yerine koymaktır. Biz bunu, titreşim yapan bir
elektrik devresi sistemi ile gerçekleştiriyoruz. Bu sistem,
herhangi bir radyo vericisinde gördüğünün benzeridir. Bu
cihazda meydana getirilen her bir elektrik şoku çok kuvvetli
değildir; fakat toplam etkisi, parçacığı son derece büyük hızlara
ulaştırır. Aletin büyük özelliği buradadır. Çünkü milyonlarca
volta eşdeğer bir etki yaratır. Oysa, sistemin hiçbir yerinde böyle
yüksek bir gerilim yoktur.”
Bay Tompkins düşünceli olarak “çok parlak bir buluş bu.
Kime ait acaba?” diye sordu.
Profesör “İlk defa ERNEST ORLANDO LAWRENCE
tarafından Kaliforniya Üniversitesi’nde yapıldı.” diye cevap
verdi. “O zamandan beri siklotronların boyutları giderek artıyor
ve dedikodu hızı ile fizik laboratuvarlarına yayılıyorlar.
Siklotronlar gerçekten, bir dizi transformatörler ya da
elektrostatik prensiplere dayalı makinalar kullanan eski
sistemlerden daha kullanışlı görünüyorlar.”
Bay Tompkins, basitliğin büyük bir inanıcısı olarak,
“Gerçekten bu karmaşık cihazlar olmadan çekirdeği parçalamak
mümkün değil mi?” diye sordu. Çekişten daha karmaşık hiçbir
şeye pek itimat edemiyordu.

164
TAHTA OYMACISI

“Kuşkusuz o da yapılabilir. Aslında Rutherford,


elementlerin suni dönüşümleri üzerindeki ilk meşhur
deneylerini yaptığı zaman, tabii radyoaktif cisimlerden çıkan
normal alfa-parçacıklarını kullandı. Fakat bunun üzerinden çok
zaman geçti. O zamandan beri atom parçalama teknikleri önemli
ölçüde gelişti.”
Bay Tompkins “Bana hiç böyle çarpılarak bölünmüş bir
atom gösterebilir misiniz?” diye sordu. Her zaman uzun
açıklamalar dinlemektense, olayları kendi gözü ile görmeyi
tercih ederdi.
Profesör “Memnuniyetle”, diye cevap verdi.
Tam bizde bir deneye başlıyorduk. Şu sıralarda hızlı
protonların çarpışması sonucu, boronun bölünmesi üzerinde
ileri çalışmalar yapıyoruz. Bir boron çekirdeğine, çekirdek
potansiyel engelini aşıp içeri girebilecek hızda bir proton çarptığı
zaman, çekirdek üç eşit parçaya ayrılır ve her bir parça ayrı
yönlere dağılırlar. Bu olay “sis odası” adı verilen cihazlarla
doğrudan gözlenebilir. Bu cihazda, çarpışma olayında yer olan
bütün parçacıkların yollarını görebiliriz. Ortasında bir parça
boron bulunan böyle bir oda, hızlandırma odamızın çıkışına
bağlanmıştır. Siklotronu çalıştırır çalıştırmaz, çekirdek
bölünmesini kendi gözlerinle göreceksin.”
Asistanına dönerek “Ben manyetik alanı ayarlamaya
çalışıyorum, sende akım düğmesini açar mısın lütfen” dedi.
Siklotronun çalışmaya başlaması bir süre sürdü. O sırada
Bay Tompkins yalnız kalmıştı ve laboratuvarda gezinmeğe
başladı. Karmaşık amplifikatör sistemin büyük lambalarından
çıkan hafif mavi ışık dikkatini çekmişti. Siklotronda kullanılan
elektrik geriliminin, her ne kadar bir çekirdeği bölecek kadar
yüksek olmasa bile, bir boğayı devirecek güçte olduğundan
habersiz, daha yakından görebilmek için öne doğru eğildi.
Aslan terbiyecisinin kamçısından çıkıyormuş gibi keskin
bir ses duyuldu ve bütün vücudunda müthiş bir şok hissetti. O
anda her şey karardı ve Bay Tompkins şuurunu kaybetti.

165
TAHTA OYMACISI

Gözlerini açtığı zaman, kendisini elektrik deşarjının


fırlattığı yerde yüzükoyun yatıyor buldu. Çevresindeki oda aynı
gibi görünüyordu, ama içindeki cisimler oldukça değişmişti. Bay
Tompkins, kule gibi siklotron mıknatısı, parlak bakır bağlantılar
ve olabilecek her yere bağlı bir sürü elektrik cihazları yerine
üzeri basit marangoz aletleri ile kaplı uzun bir tahta masa gördü.
Duvardaki eski moda raflarda, acayip ve olağanüstü şekillerde,
çok sayıda değişik tahta oymalar gözüne çarptı. Yaşlı ve sevecen
görünüşlü bir adam masada çalışıyordu ve onun yüzüne
dikkatle bakan Bay Tompkins, Walt Disney’in Pinokyosundaki
yaşlı adam Gepetto Usta’ya ve Profesörün laboratuvarında resmi
asılı olan merhum Lord Rutherford’a son derece benzer oluşu
karşısında hayrete düştü.
Bay Tompkins yerden kalkarak “İzinsiz girdiğim için özür
dilerim. Nükleer laboratuvarı ziyaret ediyordum, ama bana
garip bir şey oldu herhalde.”
Yaşlı adam, oyduğu tahta parçasını kenara koyarak
“Çekirdekler ilginizi çekiyor olmalı. Öyleyse tam yerine
geldiniz. Buradaki bütün çekirdekleri ben yapıyorum. Küçük
atölyemi size göstermekten memnun olacağım” dedi.
“Ben mi yapıyorum dediniz?” Bay Tompkins aptallaşmış
gibi idi.
“Evet, kuşkusuz ben yapıyorum. Tabii, özellikle radyoaktif
çekirdeklerde maharet gerekiyor. Çünkü bunlar daha
boyanmadan parçalanabilirler.”
“Boyamak mı?”
“Evet, pozitif yüklü parçacıklar için kırmızı, negatif
parçacıklar için yeşil kullanıyorum. Belki kırmızı ile yeşilin
“birbirini tamamlayan renkler” diye isimlendirildiğini ve
karıştırıldıkları zaman birbirlerini yok edeceklerini
biliyorsunuzdur. (Okuyucu, renk karışımının boyaların kendilerine değil,
yalnızca ışık ışınlarına ait olduğunu akılda tutmalıdır. Kırmızı ve yeşil boyayı
karıştırırsak, sadece kirli bir renk elde ederiz. Öte yandan, bir oyuncağın üst
kısmını kırmızıya diğer tarafını yeşile boyayıp hızlı bir şekilde döndürürsek
beyaz görünecektir.)

166
TAHTA OYMACISI

Bu, pozitif ve negatif yüklerin birbirlerinin etkisini yok


etmesine karşı gelir. Eğer çekirdek hızla ileri geri hareket eden
eşit sayıda pozitif ve negatif yüklerden yapılmışsa, elektrik yükü

bakımından nötral olacak ve size beyaz görünecektir. Eğer daha


fazla pozitif ya da daha fazla negatif yük varsa, bütün sistem
kırmızı ya da yeşil olacaktır. Basit, değil mi?”

167
TAHTA OYMACISI

Yaşlı adam Bay Tompkins’e, masanın yanında duran iki


büyük tahta sandığı göstererek “Şimdi” diye devam etti, “Çeşitli
çekirdeklerin yapıldığı malzemeleri burada saklıyorum. Birinci
sandıktaki kırmızı toplar protonlardır. Bunlar oldukça
kararlıdırlar ve bıçak gibi sivri uçlu bir şeyle kazımazsanız
renklerini olduğu gibi korurlar. İkinci sandıktaki nötron diye
isimlendirilenlerden ise çok şikayetçiyim. Normal durumda
beyazdırlar ya da elektriksel olarak yüksüzdürler. Ama kırmızı
protonlara dönüşmeye çok meyillidirler. Sandık sıkıca kapalı
olduğu sürece, her şey yolunda gider, ancak bir tanesini dışarı
çıkarırsam ne olacağını göreceksin.”
Sandığı açan yaşlı tahta oymacısı, beyaz toplardan bir tane
aldı ve masanın üzerine koydu. Bir süre hiçbir şey olmadı. Ama
tam Boy Tompkins’in sabrı tükeniyordu ki, top birden canlandı.
Yüzeyinde, düzensiz kırmızımsı ve yeşilimsi çizgiler belirdi ve
kısa bir süre ile top, çocukların çok sevdiği renkli cam bilyelere
benzedi. Sonra yeşil renk bir tarafta toplanmaya başladı ve
sonunda toptan tamamen ayrıldı ve parlak yeşil bir damla haline
gelerek yere düştü. Top şimdi tamamen kırmızı olarak kalmıştı.
Birinci sandıktaki kırmızı renkli toplardan hiç farkı yoktu.
Şimdi sert ve yuvarlak hale gelen yeşil boya damlasını
yerden alırken “Ne olduğunu görüyorsun. Evet, kırmızı topu
ovalayarak yeşil boyanın tekrar yüzeye gelmesini ve topun yine
beyaz olmasını sağlayabiliriz; ama kuşkusuz bu biraz enerji
gerektirir. Bunu yapmanın bir başka yolu da kırmızı boyayı
kazımaktır. Tabii bu da enerji ister. Sonra protonun yüzeyinden
kazınan boya kırmızı bir damla meydana getirir. Bu kırmızı
damla, belki daha önce de adını duyduğunuz pozitif
elektrondur.”
Bay Tompkins “Evet, ben elektron iken ...” diye söze
başladı ama hemen kendini toparladı. “Yani pozitif ve negatif
elektronların bir araya geldikleri zaman birbirlerini yok
ettiklerini duymuştum demek istedim” dedi. “Bana bu numarayı
da gösterebilir misiniz?”

168
TAHTA OYMACISI

169
TAHTA OYMACISI

Yaşlı adam “O mu? Çok kolay” dedi. “Ama bu protonun


boyasını kazıyarak kendimi sıkıntıya sokmayacağım. Çünkü
burada, sabahki çalışmamdan kalan birkaç tane pozitronum var
zaten.”
Çekmecelerden birisini çekerek ufak bir kırmızı top çıkardı
ve onu parmağı ile başparmağı arasında sıkıca tutarak, masadaki
yeşil topun yanına koydu. Maytap patlar gibi keskin bir ses
duyuldu ve her iki top da aniden yok oldu.
Tahta oymacısı “Görüyor musun?” dedi. Biraz yanmış
olan parmaklarına üfleyerek “işte bu yüzden çekirdekleri inşa
ederken elektron kullanamayız. Bir defa denedim, ama hemen
vazgeçtim. Şimdi sadece protonları ve nötronları kullanıyorum.”
Bay Tompkins son gösteriyi hatırlayarak sordu. “Ama
nötronlar da kararsızlar, değil mi?”
“Yalnız oldukları zaman evet. Ama çekirdekte sıkışık
durumda, diğer parçacıklarla sarılmış iken oldukça kararlı
olurlar. Bununla beraber, göreli konuşursak, çok fazla nötron ya
da çok fazla proton varsa, değişikliğe uğrayabilirler ve fazla boya
çekirdekten negatif ya da pozitif elektron halinde dışarı çıkar.
Böyle bir ayarlamaya biz beta dönüşümü diyoruz.”
Bay Tompkins ilgi ile sordu. “Çekirdeği yaparken
yapıştırıcı kullanıyor musunuz?”
Yaşlı adam cevap verdi. “Yapıştırıcıya hiç gerek yok.
Görüyorsunuz ki, bu parçacıkları dokundurur dokundurmaz
hemen birbirlerine yapışıyorlar. İstiyorsan kendin
deneyebilirsin.”
Bu tavsiyeye uyan Bay Tompkins, bir eline bir proton
diğerine de bir nötron alarak, onları dikkatle birbirine
yaklaştırdı. Hemen kuvvetli bir çekme hissetti ve parçacıklara
bakınca çok garip bir olay dikkatini çekti. Bu parçacıklar sürekli
renklerini birbirleri ile değiştirip, bir kırmızı bir beyaz
oluyorlardı. Sanki kırmızı boya, sağ elindeki toptan sol elindeki
topa ve sonra da tekrar geriye “atlıyordu”. Renklerin bu geçişi o
kadar hızlı idi ki, iki top sanki pembemsi bir bantla birbirine

170
TAHTA OYMACISI

bağlanmış ve renk de bu bant üzerinde salınım yaparak, bir


ileriye bir geriye gidip geliyordu.
Yaşlı usta Bay Tompkins’in hayret dolu bakışlarına
gülmemeye çalışarak “Teorikçi arkadaşlarımın değiş tokuş olayı
dedikleri olay budur. Her iki top da kırmızı olmak istiyor ya da
böyle değerlendirmek istersen, ikisi de elektrik yüküne sahip
olmak istiyor. Aynı anda ikisi birden buna sahip olamayacakları
için de onu sıra ile ileri geri çekiyorlar. Hiçbirisi vazgeçmek
istemiyor ve böylece biz onları, kuvvet uygulayarak ayırıncaya
kadar birbirlerine yapışık olarak kalıyorlar.”
Bay Tompkins, tahta oymacısı ile sohbet ediyordu. Yaşlı
adamın söyledikleri ve yaptığı gösteriler sayesinde, daha önce
bir türlü anlayamadığı çekirdek işi olayları artık daha açık
görebiliyordu.
“Şimdi sana, istenilen bir çekirdeği meydana getirmenin
ne kadar kolay olduğunu göstereceğim. Hangi çekirdeği
yapalım dersin?” diye sordu oymacı. Bay Tompkins, ortaçağ
simyacılarının arzularını hatırlayarak hemen “Altın”, diye
cevaplandırdı. Yaşlı usta “Altın mı? Bakalım.” diyerek
mırıldandı. Duvarda asılı duran büyük bir levhaya yöneldi.
“Altın çekirdeği yüz doksan yedi birim ağırlığında ve yetmiş
dokuz pozitif elektrik yükü taşıyor. Demek ki yetmiş dokuz
proton alıp, doğru kütleyi elde edebilmek için bunlara yüz on
sekiz nötron daha eklemem gerekiyor.”
Uygun sayıda parçacığı sayarak, onları uzun silindir
şeklinde bir kaba doldurdu ve ağır tahta bir piston ile sütünü
kapattı. Sonra bütün gücü ile pistonu aşağıya doğru itti.
Bay Tompkins’e “pozitif yüklü protonlar arasındaki
kuvvetli itme sebebi ile bunu yapmam lazım.” diye açıklama
yaptı. “Pistonun basıncı ile bir defa bu itme önlenirse, karşılıklı
değişim kuvvetleri sayesinde protonlar ve nötronlar birbirlerine
yapışırlar ve istenen çekirdeği meydana getirirler.”
Pistonu, gidebildiği kadar aşağıya ittikten sonra tekrar geri
çıkardı ve silindir şeklindeki kabı çabucak ters çevirdi. Parlak

171
TAHTA OYMACISI

pembemsi bir top masa üzerine yuvarlandı. Topa daha yakındın


bakan Bay Tompkins, pembemsi rengin çok hızlı hareket eden
parçacıkların arasındaki kırmızı ve beyaz ışıldamalardan dolayı
oluştuğunu anladı.
“Ne güzel! İşte bu altın atomu!” diye neşelendi. Yaşlı
oymacı “Henüz atom değil, atomun çekirdeği” diye yanlışını
düzeltti. “Atomu tamamlamak için, çekirdeğin pozitif yükünü
nötralize edecek sayıda elektronlar ekleyip, çekirdeğin etrafında
bildiğimiz elektron tabakasını meydana getirmeliyiz. Bu iş
oldukça kolay, çünkü etrafta elektronlar gözükür gözükmez
çekirdeğin kendisi, elektronlarını kapacaktır.”
Bay Tompkins “Komik”, dedi. “Kayınpederim bu kadar
kolaylıkla altın yapılabileceğini hiç söylememişti.”
Yaşlı oymacı sinirli bir sesle “Ah o senin kayınpederin ve
nükleer fizikçi denilen diğerleri! Onlar işin gösterişindeler, ama
gerçekte çok az iş yapıyorlar. Ayrı ayrı protonları, karmaşık bir
çekirdek yapmak için sıkıştıramayacaklarını söylüyorlar. Çünkü
bu işi yapmak için yeterli basıncı uygulayamazlarmış. Hatta
bunlardan binsi, protonların birbirine yapışmasını temin için,
Ay’ın tüm ağırlığına ihtiyaç olduğunu bile hesaplamıştı. Bütün
dertleri bu ise o halde neden Ay’ı kullanmıyorlar! Bay Tompkins
sakince “Ama yine de bazı çekirdek başkalaşımları meydana
getirebiliyorlar.” dedi.
Evet, kuşkusuz. Ama işte öyle, gelişigüzel ve çok sınırlı
olarak. Meydana getirdikleri yeni elementlerin miktarı o kadar
az ki, kendileri bile zorlukla görebiliyorlar. Nasıl yaptıklarını
sana göstereceğim.” Bir proton alarak, masanın üzerinde duran
altın çekirdeğine doğru hızla fırlattı. Çekirdeğe yaklaşan proton
yavaşladı, bir an duraladı ve çekirdeğe girdi. Protonu yutan
çekirdek, kısa bir süre sanki ateşi varmış gibi titredi ve çatlayarak
ufak bir kısmı koptu.
Parçayı eline alan oymacı “Görüyorsun” dedi, “alfa-
parçacığı dedikleri işte budur. Yakından incelersen, iki proton ve
iki nötrondan ibaret olduğunu göreceksin. Bu parçacıklar,

172
TAHTA OYMACISI

genellikle radyoaktif elementler adı verilen ağır çekirdeklerden


çıkarlar. Ama bunları, bildiğimiz kararlı çekirdeklerden de dışarı
kovmak mümkündür. Bunun için bu çekirdeklere gereken, hızla
çarpmak icap eder. Masanın üzerinde kalan daha büyük
parçanın, artık bir altın çekirdeği olmadığına dikkatini çekmek
isterim. Bir pozitif yük kaybettiği için bu çekirdek, şimdi
periyodik cetvelde bir önce sırada yer alan platin çekirdeği
haline geldi. Bununla beraber, bazı durumlarda çekirdeğe giren
proton, onun ikiye ayrılmasına sebep olmaz ve sonuçta meydana
gelen çekirdek, periyodik cetvelde altından sonra gelen çekirdek
olur. Bu da cıva çekirdeğidir. Bu ve buna benzer işlemleri bir
araya getirerek çoğu zaman, verilen bir elementi herhangi başka
bir elemente dönüştürmek mümkündür.”
Bay Tompkins hatırlamaya başlamıştı. “Evet, siklotronda
elde edilen hızlı protonlar demetini neden kullandıklarını şimdi
anlıyorum. Ama niçin bu metodun iyi olmadığını
söylüyorsunuz?”
“Çünkü etkinliği son derece düşük. Birincisi, benim
yaptığım gibi parçacıkları çekirdeğe doğru nişanlayamıyorlar.
Öyle ki, birkaç bin tanesi içinden ancak birisi gerçekten
çekirdeğe çarpıyor. İkincisi ise, doğrudan doğruya çekirdeğe
çarpma halinde bile, çok muhtemelen parçacık, çekirdeğin içine
giremeyip geriye yansıyabilir. Altın çekirdeğine protonu attığım
zaman, içeri girmeden nasıl duraksadığını fark etmişsindir.
Hatta ben, bir an geriye fırlatılacağını bile düşündüm”.
Bay Tompkins ilgi ile sordu “Orada parçacıkların içeriye
girmesini engelleyen ne var?”
Yaşlı adam “Kendin tahmin edebilirsin bunu.” diye
cevaplandırdı. “Bombardıman eden protonların da, çekirdeğin
de pozitif yüklü olduklarını hatırla. Bu yükler arasındaki itici
kuvvetler, aşılması kolay olmayan bir engel oluşturur. Eğer
bombardıman eden protonlar çekirdek kalesini delmeyi
başarırlarsa, bu sadece, Truva atı gibi bir tekniği kullandıkları

173
TAHTA OYMACISI

içindir. Çünkü çekirdeğin duvarlarından parçacık olarak değil,


dalga olarak geçerler.”
Bay Tompkins üzüntülü bir sesle, “Burada biraz duralım.
Söylediklerinizin bir kelimesini bile anlayamadım.” dedi.
Tahta oymacısı gülümseyerek “anlamayacağından
korkuyordum zaten. Gerçeği söylemek gerekirse, ben bir
işçiyim; bunları ellerimle yapabiliyorum ama, bu işin teorik
abrakadabrasında çok bilgili değilim. Yine de, esas nokta şudur.
Bütün bu çekirdek parçacıkları kuantum malzemesinden
yapıldıkları için, normal olarak geçilemeyecek engelleri her
zaman geçebilirler. Sızarlar da diyebiliriz.”
Bay Tompkins “anlıyorum” dedi. “Bir zamanlar, henüz
Maud’la tanışmamışken tuhaf bir yere gittiğimi hatırlıyorum.
Orada bilardo topları, tam sizin anlattığınız gibi
davranıyorlardı.” “Bilardo topları mı? Yani fildişi bilardo
toplarını mı kastediyorsunuz?” diye tekrarladı yaşlı oymacı.
“Evet, bunlar kuantum fillerinden çıkan dişlerden
yapılmışlardı.” Diye cevaplandırdı Bay Tompkins.
Yaşlı adam üzgün sesle “Ne yapalım, hayat böyle,” dedi.
“Oyun için böyle pahalı malzeme kullanıyorlar. Bense, tüm
evreni meydana getiren temel parçacıklar olan proton ve
nötronları basit kuantum meşesinden oynak zorundayım!”
Üzüntüsünü gizlemeye çalışarak “ama, benim basit ağaç
oyuncaklarım, o pahalı fildişi toplardan daha beceriklidir.
Onların, her çeşit engelden nasıl kolayca geçebildiklerini sana
göstereceğim.” Sıranın üzerinden en üstteki rafa uzanarak, bir
volkan modeline benzeyen tuhaf şekilli bir oyma aldı.
Tozlarını fırçalarken “Bu gördüğün” diye devam etti,
“herhangi bir atomu çevreleyen itici kuvvetler engelinin bir
modelidir. Dış yamaçlar, yükler arasındaki elektrik itmesini
simgeler. Krater de çekirdek parçacıklarının birbirine
yapışmasını sağlayan çekici kuvvetleri temsil eder. Şimdi bu
topu, yamaç yukarı zirveye ulaşamayacak bir hızla yuvarlarsam,

174
TAHTA OYMACISI

tabii topun tekrar geriye yuvarlanacağını düşünürsün. Ama bak


gör ne oluyor ...” diyerek, topu yavaşça yamaca yuvarladı.
Top, yamacın yansına kadar çıkıp tekrar geriye, masanın
üzerine yuvarlandıktan sonra Bay Tompkins “Olağanüstü birşey
görmedim” dedi.
Oymacı sakince “Bekle” dedi. “İlk denemede olacağını
sanmamalısın.” Sonra topu yine yamaca gönderdi. Bu defa da
olmadı, ama üçüncü denemede top, tam yamacın yarısına
ulaşmışken aniden gözden kayboldu.
Yaşlı oymacı bir sihirbaz edası ile sordu. “Peki bu topun
nereye gittiğini sanıyorsun?”
Bay Tompkins “Yani şimdi, kraterin içinde mi demek
istiyorsun?” diye sordu. Yaşlı adam “Evet tam orada.” diyerek,
topu parmakları ile aldı.
“Şimdi bu işin tersini ele alalım. Tepeden aşmadan, top
acaba dışarı çıkabilir mi? Onu görelim.” Diyerek, topu tekrar
deliğe attı.

Bir süre hiçbir şey olmadı. Bay Tompkins sadece krater


içinde ileri geri yuvarlanan topun hafif tıkırtılarını
duyabiliyordu. Sonra bir mucize oldu. Top aniden yamacın
ortasında dışarıda belirdi ve yavaşça masaya yuvarlandı.
Oymacı “Burada gördüğün, radyoaktif alfa çözünmesinde
meydana gelen olayın iyi bir temsilidir.” Diyerek, modeli tekrar
eski yerine koydu. “Sadece orada, şimdi gördüğün kuantum-
meşesi engeli yerine, itici elektrik kuvvetlerinin engeli bulunur.
Ama prensipte ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Bazen bu
elektrik engelleri o kadar “şeffaftır” ki, parçacık, saniyenin çok

175
TAHTA OYMACISI

küçük bir kesri kadar kısa zamanda dışarıya kaçar. Bazen de o


kadar “opak” olurlar ki, parçacığın dışarı çıkabilmesi için
milyarlarca yıl geçer. Mesela, uranyum çekirdeğinde olduğu
gibi”.
Bay Tompkins tekrar sordu. “Acaba neden bütün
çekirdekler radyoaktif değiller?”
“Çünkü çekirdeklerin çoğunda kraterin tabanı dış
seviyenin altındadır. Sadece bilinen en ağır çekirdeklerde bu
taban, böyle bir kaçışı mümkün kılacak seviyededir.”
Bay Tompkins’in, bilgisini kiminle olursa olsun
paylaşmaya istekli olan kibar yaşlı tahta oymacısı ile kaç saat
vakit geçirdiğini söyleyebilmek güç. Orada birçok başka
olağanüstü şeyler de gördü. Bunlardan en dikkatini çekeni de
sıkıca kapatılmış, ama belli ki içi boş olan bir kutu idi. Üzerinde,
‘NÖTRİNOLAR, Dikkatle açınız, dışarı bırakmayınız.’ yazılı bir
etiket yapıştırılmıştı.
Bay Tompkins, kutuyu kulağının yanında sallayarak
“Bunun içinde bir şey var mı?” diye sordu.
Oymacı, “Evet” dedi ve ekledi: “Kutunun içinde nötrino
adı verilen ama henüz hakkında her şeyi bilmediğim parçacıklar
var. Bu süslü kutuyu bana teorikçi bir arkadaşım vermişti. Onu
ne yapacağımı da tam olarak bilemiyorum. En iyisi bu kutuyu
şimdilik olduğu gibi bırakmak.”
İncelemelerine devam eden Bay Tompkins tozlar içinde
eski bir keman buldu. Keman o kadar eskiydi ki, Stradivari’nin
büyük babası tarafından yapılmış olmalı idi.
Oymacıya dönerek “Keman çalıyor musunuz?” diye
sordu.
Yaşlı adam “Sadece gamma-ışını melodilerini çalıyorum”
diye cevap verdi. “Bu kuantum-kemanıdır ve başka bir melodi
çalmaz. Bir zamanlar bir kuantum-çellom vardı. Optik melodiler
çalardı. Ama birisi ödünç aldı ve bir daha geri getirmedi.”
Bay Tompkins “Peki, bana bir gamma-ışını melodisi çalar
mısınız? Daha önce hiç dinlememiştim” dedi.

176
TAHTA OYMACISI

Tahta oymacısı kemanı omuzuna doğru kaldırırken “Sana


“Nucleét in Th C sharp”ı çalacağım" dedi, “ama bu çok hüzünlü
bir melodi olduğu için hazırlıklı olmalısın.”

Gerçekten müzik çok tuhaftı. Bay Tompkins’in daha önce


duyduklarına hiç benzemiyordu. Kumsallarda sona eren
okyanus dalgalarının sürekli sesi, zaman zaman hızla geçen bir
merminin ıslığını hatırlatan tiz bir melodi ile kesiliyordu. Bay
Tompkins müzikten çok hoşlanmazdı, ama bu melodi, üzerinde
büyülü ve güçlü bir etki yaptı. Eski bir koltukta, iyice kendini
bıraktı ve gözlerini kapattı...
177
TAHTA OYMACISI

178
14

Boşlukta Delikler
Bayanlar, Baylar:
Bu gece sizden beni dikkatle dinlemenizi isteyeceğim.
Çünkü şimdi anlatacağım konular, büyüleyici olduğu kadar
kavranması zor konulardır. “Pozitron” adı ile bilinen ve
olağanüstü özelliklere sahip parçacıklardan bahsedeceğim. Bu
tür parçacıkların varlığının sadece teorik düşüncelere dayalı
olarak ileri sürülmesi ve birkaç sene sonra da gerçekten deneyle
bulunması ilginçtir. Elbette teorik olarak özelliklerinin
belirlenmiş olması bu empirik keşfin gerçekleştirilmesine çok
yardımcı olmuştur.
Bu önemli kehaneti yapma şerefi İngiliz fizikçi Paul Dirac’a
aittir. Onun adını daha önce duymuştunuz. Dirac’ın ulaştığı
sonuç o kadar tuhaf ve masalımsı teorik düşüncelere
dayanıyordu ki birçok fizikçi uzun süre bunlara inanmak
istemediler. Dirac’ın teorisinin ana fikri şu basit kelimelerle ifade
edilebilir. “Boş uzayda delikler bulunmalıdır”. Görüyorum ki,
siz de şaşırdınız. Tabii, Dirac bu sözleri söylediği zaman bütün
fizikçiler de şaşırmıştı. Boşlukta delik nasıl olabilirdi? Bunun
hiçbir anlamı var mı idi? Boş uzay denilen uzayın gerçekte
inandığımız kadar boş olmadığını söylersek bundan bir anlam
çıkarabiliriz. Gerçekten, Dirac teorisinin ana noktası boş uzay ya
da vakumun aslında düzenli ve aynı şeklide bir araya getirilmiş sonsuz
sayıda, bildiğimiz elektronlarla dolu olduğu varsayımıdır. Böyle bir
garip hipotezin Dirac’ın aklına bir hayal olarak takılmadığını,
aksine negatif elektronlar teorisi ile ilgili birtakım düşüncelerin
onu bu varsayıma zorladığını belirtmek isterim. Gerçekten bu
teori bazı kaçınılmaz sonuçlar vermektedir. Atomlardaki
kuantum durumlarından başka, saf vakuma ait sonsuz sayıda
özel “negatif kuantum durumları” da vardır. Elektronlar, bu
“daha rahat” hareket durumlarına girmekten alıkonulmazlarsa,

179
BOŞLUKTA DELİKLER

atomlarını terk edip boş uzayda -tabiri caizse- çözüneceklerdir.


Ayrıca, bir elektronu hoşlandığı yere gitmekten alıkoymanın tek
yolu, bu yerin başka bir elektron tarafından önceden işgal
edilmiş durumda bulunmasıdır. -Pauli’yi hatırlayınız- o halde
vakumdaki bütün bu kuantum durumlarının uzayda düzgün
olarak dağılmış sonsuz sayıda elektron tarafından tamamen
doldurulmuş bulunması gerekir.
Korkarım ki sözlerim size bilimsel bir abrakadabra gibi
gelmekte. Ama bu konu gerçekten çok zordur. Sanıyorum ki
ancak beni çok dikkatle dinlerseniz Dirac teorisinin tabiatı
hakkında bir fikir sahibi olacaksınız.
Her neyse, Dirac şu ya da bu şekilde, boş uzayın düzgün
olarak dağılmış, çok sayıda elektronlarla büyük bir yoğunlukla
doldurulmuş olduğu sonucuna ulaştı. Peki, nasıl oluyor da biz
bu elektronları hiç fark etmiyoruz ve vakumu tamamen boş bir
uzay olarak düşünüyoruz?
Kendinizi okyanusun derinliklerinde yüzen bir balığın
yerine koyarsanız cevabı anlamakta güçlük çekmezsiniz. Balık
böyle bir soruyu soracak kadar akıllı olsa bile su ile çevrili
olduğunu düşünür mü?
Bu sözler Bay Tompkins’i konferansın başlarında girdiği
uykulu durumdan kurtardı. Biraz balıkçılığı vardı. Aheste aheste
yuvarlanan dalgaları görüyordu. Serin deniz meltemini
yüzünde hissetti. Yüzmeyi iyi bilmesine rağmen yüzeyde
duramıyordu. Derinlere doğru batmaya başladı. Garip şey,
havanın yokluğunu hiç hissetmiyordu ve çok rahattı. Belki diye
düşündü, bu dinlenmeye geçişin özel bir etkisidir.
Paleontologlara göre hayat okyanuslarda başladı ve kuru
toprağa çıkan ilk öncü Ciğer balığı adı verilen bir yaratıktı.
Kumsalda yüzgeçleri üzerinde emekleyerek karaya adım attı.
Biyologlara göre, Avusturalya’da Neoceratodus, Afrika’da
Protopterus ve Güney Amerika’da Lepidosiren adını alan bu ilk
ciğer balıkları tedricen karada yuva kuran hayvanlara
dönüştüler. Fareler, kediler ve insanlar gibi. Ama bazıları,

180
BOŞLUKTA DELİKLER

balinalar ve yunuslar gibi, kuru toprakta yaşamanın sıkıntılarını


öğrendikten sonra tekrar okyanuslara döndüler. Suda
yaşamakla birlikte, karadaki mücadelelerinde kazandıkları
vasıfları muhafaza ettiler ve memeli olarak kaldılar. Dişiler
havyarlarını döküp daha sonra erkekler tarafından
döllenmelerini beklemediler. Yumurtalarını ve yavrularını
vücutlarının içinde taşıdılar. Yunusların insanlardan daha akıllı
olduklarını söyleyen meşhur Macar bilim adamı LEO SZILARD*
değil mi idi?

P. A. M. Dirac bir yunusla sohbet ediyordu

Bu düşünceleri okyanus yüzeyinin çok altından,


derinlerden gelen seslerle kesildi. Bay Tompkins’in Cambridge
üniversitesinden, fizikçi Paul Adrien Maurice Dirac olarak
tanıdığı tipik bir homo sapiens (akıllı insan) bir yunusla
konuşuyordu.
Yunus “Bak Paul” diyordu “sen iddia ediyorsun ki biz
vakumda değil, negatif kütleli parçacıkların meydana getirdiği
bir maddesel ortamın içindeyiz. Beni ilgilendirdiği kadarı ile, su
hiç de boş uzaydan farklı birşey değil; tamamen düzgün
* Leo Szilard, Yunusların Sesi ve Diğer Öyküler (Simon ve Schuster,
New York, 1961).

181
BOŞLUKTA DELİKLER

yoğunlukta ve içinde her yöne doğru serbestçe hareket


edebiliyorum. Ama atalarımdan duyduğuma göre karalar çok
farklı imiş. Orada kimsenin gayret sarf etmeden geçemeyeceği
dağlar ve kanyonlar varmış. Burada suyun içinde istediğim her
yöne gidebiliyorum.”
“Deniz suyu konusunda çok haklısın dostum” diye
cevaplandırdı P.A.M. “Su vücudunun yüzeyine sürtünme
uyguluyor ve eğer yüzgeçlerini ve kuyruğunu oynatmazsan hiç
hareket edemezsin. Su basıncı da derinlikle değiştiği için,
vücudunu genişleterek ya da kasarak yukarı çıkabilir ya da
aşağıya batabilirsin. Ama suyun sürtünmesi ve derinlikte basınç
değişimi olmasa idi roketinin yakıtı bitmiş bir astronot kadar
çaresiz kalırdın. Benim, negatif kütleli elektronların meydana
getirdiği okyanusum ise tamamen sürtünmesizdir. Bu yüzden
gözlenemez. Fiziksel cihazlarla sadece elektronlardan bir
tanesinin yokluğu gözlenebilir. Çünkü negatif elektrik yükünün
yokluğu pozitif bir elektrik yükünün varlığına eşdeğerdir. Öyle
olunca bunu Coulomb bile fark edebilirdi.”
“Bununla beraber benim elektronlardan ibaret
okyanusumu bildiğimiz okyanusla karşılaştırırken bu
benzerlikte çok uzaklara sürüklenmemek için önemli bir istisna
yapmamız gerekir. Elektronlar benim okyanusumu meydana
getirirlerken Pauli prensibine uyarlar. Bütün kuantum seviyeleri
dolu ise bu okyanusa fazladan bir elektron bile ilave edilemez.
Böyle bir fazla elektron ancak benim okyanusumun yüzeyinin
üzerinde yer alabilir ve deneyciler tarafından kolaya ayırt
edilebilir. Elektronlar ilk defa SIR J.J. THOMPSON tarafından
keşfedildi. Atomun çekirdeği etrafında dönen ya da radyo
lambalarında uçuşan elektronlar bu fazla elektronlardandırlar.
Ben 1930 da ilk makalemi yayınlayana kadar uzayın geri kalan
kısmı boş olarak düşünülüyordu ve fiziki gerçeğin de sadece
arada bir sıfır enerji yüzeyinin üzerine sıçrayan çalkantılar
olduğuna inanılıyordu.”

182
BOŞLUKTA DELİKLER

Yunus “Ama”, dedi “eğer sizin okyanusunuz sürekliliği ve


sürtünmenin yokluğu sebebi ile gözlenemez ise, onun hakkında
konuşmanın yararı nedir?”
P.A.M. “Güzel” dedi, “sayalım ki bir dış kuvvet
okyanusun derinliklerindeki negatif kütleli elektronlardan
birisini, okyanus yüzeyinin üzerine çıkardı. Bu durumda
gözlenebilir elektronların sayısı bir artacaktır. Bu ise korunum
kanununa aykırıdır. Ama artık okyanusta elektronun çıktığı
yerdeki boş delik gözlenebilir hale gelmiştir. Çünkü düzgün
dağılmış elektrik yüklerindeki bir negatif yük eksikliği eşit
miktarda bir pozitif yükün varlığı olarak algılanabilir. Bu pozitif
yüklü parçacık aynı zamanda pozitif bir kütleye sahiptir ve
kütlesel çekim kuvveti ile aynı yöne hareket edecektir.”
Yunus hayretle sordu “Yani, bu parçacığın batmayacağını,
aksine yukarıya doğru yüzeceğini mi söylemek istiyorsunuz?”
“Elbette, eminim ki birçok defa dibe batan çok sayıda cisim
görmüşsündür. Gemiden denize atılan cisimler ve bazen de
gemiler gibi. Bunları aşağıya çeken kütlesel çekim kuvvetleridir.
Ama buraya bakın.” P.A.M. bir an sustu. Sonra devam etti.
“Yüzeye doğru çıkan gümüş renkli şu küçük şeyleri görüyor
musun? Bunların hareketine sebep olan kütlesel çekim
kuvvetidir. Ama bunlar zıt yönde hareket ediyorlar”.
Yunus “Ama bunlar sadece hava kabarcıkları" diye cevap
verdi. “Belki dipteki kayalara çarpıp kırılan hava dolu bir
eşyadan da çıkmış olabilirler.”
“Haklısın. Ama boşlukta yukarı doğru yüzen kabarcıkları
göremezdin, değil mi? Bu sebepten benim okyanusum boş
değil.”
Yunus “Çok akıllıca bir teori bu” dedi. “Ama acaba doğru
mu?”
P.A.M. “Ben bu teoriyi 1930 da ilk defa açıkladığım zaman
hiç kimse inanmadı” dedi. “Büyük ölçüde hata benimdi. Çünkü
ilk önce, pozitif yüklü bu parçacıkların deneycilerin çok iyi
tanıdıktan protonlardan başka birşey olmadıklarını ileri

183
BOŞLUKTA DELİKLER

sürmüştüm. Kuşkusuz biliyorsun ki protonlar elektronlardan


1840 defa daha ağırdır, ama verilen bir kuvvet etkisi ile
ivmelenmeye karşı olan bu yüksek direnci birtakım
matematiksel yöntemlerle açıklayabileceğimi ve teorik olarak
1840 sayısını elde edebileceğimi sanmıştım. Ama öyle olmadı ve
okyanusumdaki kabarcıkların maddesel kütlesi tam tamına
bildiğimiz elektronunkinin aynısı çıktı. O sıralarda meslektaşım
Pauli, ki mizah yönünün çok kuvvetli olduğunu söylemeliyim,
etrafta dolaşıp “İkinci Pauli Prensibi” adını verdiği prensibi
anlatıyordu. Pauli, okyanusumdan çıkarılan bir elektrondan
dolayı meydana gelen deliğe yaklaşan bildiğimiz bir başka
elektronun hiç vakit kaybetmeden deliği dolduracağını
hesapladı. Böylece eğer hidrojen atomundaki proton gerçekten
bir “delik” ise etrafında dönen elektron tarafından hemen
doldurulacak ve her iki parçacıkta bir ışık parıltısı ile -ya da
gamma ışını- yok olacaklardır. Kuşkusuz diğer elementlerin
atomlarında da aynı şeyin olması gerekecektir. Şimdi, ikinci
Pauli Prensibine göre, bir fizikçi tarafından ileri sürülen herhangi
bir teori hemen, kendi vücudunu meydana getiren maddeye de
uygulanmalıdır. Öyle ki bir başkasını fikrimi söylemek imkanını
bulamadan yok olmuş olacağım. Aynen böyle. P.A.M. parlak bir
radyasyon ışıldaması ile ortadan kayboldu.
Israrlı bir ses Bay Tompkins’in kulağına “Efendim
konferansta uyumanıza karışamam ama, lütfen horlamayın.
Profesörün söylediklerini hiç duyamıyorum” diyordu.
Bay Tompkins gözlerini açtı. Profesör konuşuyor,
kalabalık dinleyicileri de onu izliyorlardı:
Şimdi yolculuk eden bir deliğin, Dirac’ın okyanusunda
rahat bir yer arayan, ihtiyaç fazlası bir elektronla karşılaşması
halinde ne olacağını görelim. Açıktır ki, böyle bir karşılaşmanın
sonucu olarak, ihtiyaç fazlası elektronun deliğe düşmesi
kaçınılamaz. Böylece delik dolmuş olacak ve bu işlemi gözleyen
hayretler içindeki fizikçi, pozitif ve negatif elektronların karşılıklı
yok olmaları olayını kaydedecektir. Bu düşmede serbest hale

184
BOŞLUKTA DELİKLER

gelen enerji, kısa dalga radyasyonu halinde ortaya çıkacaktır. Bu


ışıma, aynen meşhur peri masalındaki kurtlar gibi, birbirini yiyip
bitiren iki elektronun kalıntısıdır.
Bu işlemin aksini de düşünebiliriz. Burada negatif ve
pozitif elektronlardan ibaret bir sistem, güçlü bir dış
radyasyonun etkisi ile hiç yoktan yaratılmaktadır. Dirac teorisi
görüşüne göre, böyle bir işlem, sürekli dağılımdan bir
elektronun atılmasından ibarettir ve aslında bir “yaratılma”
olarak değil, iki zıt elektrik yükünün birbirinden ayrılması
olarak düşünülmelidir. Şimdi size bu iki elektronla ilgili,
“yaratılma ve yok olma” işlemlerinin çok kaba bir şema ile temsil

Çiftin yaratılması Çiftin yok edilmesi

edilişlerini göstereceğim. Bu şekilde gördüğünüz gibi, bu


konunun öyle anlaşılmayacak bir yanı yoktur. Burada şunu da
ilave etmeliyim: Her ne kadar çift yaratılması işleminin mutlak
vakumda meydana gelebileceğini söylersek te, bu ihtimaliyet
son derece küçüktür. Diyebiliriz ki, boşluktaki elektron dağılımı

185
BOŞLUKTA DELİKLER

o derece düzgündür ki, bunu bozmak oldukça zordur. Diğer


taraftan, ağır maddesel parçacıkların varlığı halinde, çift
yaratılması ihtimali büyük ölçüde artar ve bu artış gözlenebilir.
Çünkü ağır maddesel parçacıklar, elektronik dağılımı
deşebilmeleri için, gamma-ışınlarına destek noktası görevi
yaparlar.
Bununla beraber, bilinmektedir ki, yukarıda anlatılan
şekilde yaratılan pozitron, uzun ömürlü değildir ve kısa
zamanda negatif elektronların birisi ile karşılaşıp yok olacaktır.
Kainatın bizim bulunduğumuz köşesinde, negatif elektronlar
sayıca diğer parçacıklardan çok fazladır. İşte bu gerçek, bu ilginç
parçacıkların; yani pozitronların diğerlerine göre daha geç
keşfedilmesine sebep olmuştur. Pozitif elektronların varlığını
haber veren ilk rapor, 1932 yılının Ağustos ayında (Dirac teorisi
1930’da yayınlandı) Kaliforniya’lı fizikçi CARL ANDERSON
tarafından verildi. Anderson, kozmik radyasyon üzerindeki
çalışmalarında, her yönü ile bildiğimiz elektronlara benzeyen;
ama önemli bir farklılık olarak negatif elektrik yükü yerine,
pozitif yük taşıyan yeni parçacıklar buldu. Bundan kısa bir süre
sonra, laboratuvar şartlarında elektron çiftleri elde etmek için
basit usuller öğrendik. Çok güçlü yüksek frekans radyasyonunu
(radyoaktif gamına-ışınları) herhangi bir çeşit maddesel cisme
göndermek, bu çiftlerin meydana gelmesine yetiyordu.
Bundan sonraki resimde size, kozmik ışın pozitronlarının
hasıl ettiği “sis odası fotoğraflarını” göstereceğim. Bunların
arasında çift-yaratılması işlemi de vardır. Ama resmi
göstermeden önce bu fotoğrafların nasıl elde edildiğini
açıklayalım. Sis -ya da Wilson- odası, modern deneysel fiziğin en
yararlı cihazlarından birisidir. Herhangi bir elektrik yüklü
parçacığın bir gaz içinden geçerken takip ettiği yol boyunca çok
sayıda iyonlar meydana getirmesi olayı, sis odasının esasını
oluşturur. Eğer gaz su buharı ile doyurulmuş ise, bu iyonlar
üzerinde ufak su damlacıkları birikir ve böylece yol boyunca ince
bir tabaka halinde sis görünür. Bu sisli çizgiyi siyah bir fon

186
BOŞLUKTA DELİKLER

önüne alır ve kuvvetli bir ışıkla aydınlatırsak, hareketin her türlü


ayrıntısını gösteren mükemmel resimler elde ederiz.
Şimdi perdede gördüğünüz iki resmin birincisi, Anderson
tarafından alınmış bir kozmik-ışın pozitronun orijinal
fotoğrafıdır. Aynı zamanda da bir parçacığın çekilen ilk
fotoğrafıdır. Resmi boydan boya geçen geniş yatay band, odaya
yerleştirilmiş kurşun bir levhadır. Pozitronun yolu da levhayı
geçen, ince, eğilimli bir çizgi olarak görünüyor. Yolun eğimli
olmasının sebebi, deney esnasında sis odasının bir manyetik alan
içine konulmuş olması ve manyetik alanın parçacığın hareketini
etkilemesidir. Kurşun levha ve manyetik alan da parçacığın
taşıdığı elektrik yükünün işaretini tayin için kullanılmıştır.
Elektrik yükünün işareti şöyle anlaşılır. Yörüngede manyetik
alandan dolayı hasıl olan eğimin hareketli parçacığının yükünün
işaretine bağlı olduğunu biliyoruz. Bu uygulamada mıknatıs o
şekilde yerleştirilmiştir ki, negatif elektronlar hareketlerinin
başlangıç yönüne göre sola doğru saparlar. Pozitif elektronlar ise

187
BOŞLUKTA DELİKLER

hareket yönlerine göre sağa doğru saparlar. Böylece eğer


fotoğraftaki parçacık yukarıya doğru hareket ediyorsa yükü
negatif olabilir. Ama ne tarafa doğru gittiğini nasıl bileceğiz? İşte
burada kurşun levha işe yaramaktadır. Levhayı geçen parçacık,
ilk enerjisinin bir kısmını kaybedecektir. Bu yüzden, manyetik
alanın eğme etkisi de daha fazla olacaktır. Gördüğünüz
fotoğraftaki yol, levhanın altında (görülmesi oldukça zor ama
ölçme yapılınca kesin olarak belli oluyor) daha çok eğilmiştir.
Sonuç olarak parçacık aşağıya doğru hareket etmekteydi ve
yükü de pozitif idi diyebiliriz.
Diğer fotoğraf, Cambridge Üniversitesi’nde JAMES
CHADWICK tarafından çekilmiştir ve sis odası havasında çift-
yaratılması işlemini temsil etmektedir. Aşağıdan giren kuvvetli
bir gamma-ışını, fotoğrafta hiçbir iz yapmadan odanın ortasına
kadar gelip, orada çift hasıl etmiştir. Bu parçacık çifti, uçuşurken
kuvvetli manyetik alan tarafından zıt yönlere saptırılmıştır. Bu
fotoğrafa bakınca, soldaki pozitronun gaz içinde yoluna devam
ederken neden yok olmadığını merak etmiş olabilirsiniz. Bu
sorunun cevabını da Dirac teorisi vermektedir. Golf oyununu
bilen birisi bunu kolayca anlayabilir. Yeşil noktaya koyduktan
sonra topa çok hızlı vurursanız, doğru nişan almış olsanız bile,
top deliğe düşmeyecektir. Aslındı hızlı hareket eden top, deliğin
üzerinden aşar ve yuvarlanmaya devam eder. Aynı şekilde çok
hızlı hareket eden elektron da, hızı büyük ölçüde azalmadan
Dirac deliğine düşmeyecektir. Böylece, pozitronun yolunun
sonunda, çarpa çarpa yavaşladığı zaman yok olma şansı daha
fazladır. Ve gerçekten dikkatli gözlemler, herhangi bir yok olma
işleminde çıkması gereken radyasyonun, pozitron yolunun
sonlarında göründüğünü tespit etmiştir. Bu olay Dirac teorisinin
doğruluğuna ek bir kanıt olmuştur.
Şimdi geriye tartışılması gereken iki nokta kalıyor. Her
şeyden önce Dirac’ın okyanusunu meydana getiren
parçacıkların negatif elektronlar olduğunu ve pozitronların da
delikler olduğunu söylemiştim. Bununla beraber, bunun zıddı

188
BOŞLUKTA DELİKLER

da söylenebilir. Bildiğimiz elektronları delikler olarak düşünüp,


pozitronları dışarı atılmış parçacıklar rolü de verebiliriz. Bunu
yapmak için, Dirac’ın okyanusunun parçacıklarla dolup
taşmadığını, aksine her zaman parçacık noksanlığı olduğunu
varsaymak yeterlidir. Böyle bir durumda Dirac dağılımını,
içinde birçok delik bulunan İsviçre peyniri gibi gözümüzde
canlandırabiliriz. Genel olarak parçacık noksanlığından dolayı
delikler devamlı olarak var olacaklardır ve eğer parçacıklardan
birisi dağılımdan atılacak olursa, kısa zamanda tekrar
deliklerden birisine düşecektir. Söylemek gerekir ki, bu iki resim
de, hem fiziksel hem de matematiksel yönden mutlak olarak
eşdeğerdir ve hangisini seçersek seçelim hiçbir şey fark etmez.
İkinci nokta bir soru haline getirilebilir: “Eğer dünyanın
bizim yaşadığımız kısmında negatif elektronların sayısında
başlangıçtan beri çok büyük bir fazlalık varsa, kâinatın bir başka
yerinde bunun tersine bir durum olduğunu varsayabilir miyiz?”
“Diğer bir deyişle çevremizdeki Dirac okyanusunun taşması,
başka bir yerde parçacık noksanlığı ile dengeleniyor mu?”
Bu son derece ilginç soruyu cevaplandırmak zordur.
Gerçekten, negatif çekirdeğin etrafında dönen pozitif
elektronlardan yapılmış atomlar, bildiğimiz normal atomlarla
tamamen aynı optik özelliklere sahip olduklarından, bu soru
hakkında spektroskopik gözlemlere dayanarak karar vermek
imkansızdır. Diyelim ki, Büyük Andromeda Nebula’yı meydana
getiren madde, belki böyle içi dışına çevrilmiş türdendir. Ama
bunu ispat etmenin tek yolu, o maddeden birazını getirip,
dünyamızdaki madde ile temas ettiği zaman yok olup
olmadığını görmektir. Kuşkusuz çok müthiş bir patlama olurdu!
Dünyamızın atmosferine girdiği zaman patlayan bazı
meteoritlerin, bu içi dışa çevrili maddeden yapıldığı hakkında
bazı rivayetler vardır, ama bunlara çok itibar etmemek gerekir.
Aslında Dirac okyanusunun, Kâinatın farklı yerlerinde taşması
ve eksilmesi sorusu ebediyen cevapsız kalacaktır.

189
BOŞLUKTA DELİKLER

190
15

Bay Tompkins Japon Yemeğini Tadıyor


Bir hafta sonu Maud, Yorkshire’daki teyzesini ziyarete gitti
ve Bay Tompkins, profesörü ünlü bir sukiyaki restoranında
kendisiyle akşam yemeği yemeye davet etti. Alçak bir masada
yumuşak minderlere oturarak Japon mutfağının tüm lezzetlerini
tadıp küçük fincanlardan sake (Japonların pirinç ve tahıl tozundan
yapılan ulusal içkisi) yudumluyorlardı.
“Söyle bana,” dedi Bay Tompkins. “Geçen gün Dr.
Tallerkin’in konferansında bir çekirdekteki protonların ve
nötronların bazı nükleer kuvvetler tarafından bir arada
tutulduğunu söylediğini duydum. Bunlar bir atomda
elektronları tutan kuvvetlerle aynı mı?”
“Yoo hayır!” diye cevap verdi profesör. “Nükleer
kuvvetler oldukça farklı bir şeydir. Atomik elektronlar, sıradan
elektrostatik kuvvetler tarafından çekirdeğe çekilir. Elektrostatik
kuvvetler, ilk olarak Fransız fizikçi CHARLES AUGUSTIN DE
Coulomb tarafından on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru
ayrıntılı olarak incelenmiştir. Nispeten zayıftırlar ve merkezden
uzaklığın karesiyle ters orantılı olarak azalırlar. Nükleer
kuvvetler ise oldukça farklıdır. Bir proton ve bir nötron
birbirlerine yaklaştığında, henüz bir temas yoksa aralarında
neredeyse hiç kuvvet yoktur. Ancak temasa geçer geçmez onları
bir arada tutan son derece güçlü bir kuvvet ortaya çıkar. Küçük
bir mesafede bile birbirini çekmeyen, fakat birbirine değdiği
anda kardeşler gibi birbirine yapışan iki yapışkan bant gibidir.
Fizikçiler bu kuvvetleri ‘güçlü etkileşim’ olarak adlandırırlar.
Etkileşen parçacıkların elektrik yükünden bağımsızdırlar ve iki
proton, iki nötron arasındaki etkileşim kuvveti, bir proton bir
nötron arasındaki etkileşim kuvveti ile hemen hemen aynıdır.
“Bu güçleri açıklayan herhangi bir teori var mı?” diye
sordu Bay Tompkins.

191
BAY TOMPKİNS JAPON YEMEĞİNİ TADIYOR

"Evet” dedi Profesör, “otuzların başlarında HIDEKEI


YUKAWA, bunların iki nükleon arasında henüz bilinmeyen bazı
parçacıkların değiş tokuşundan kaynaklandığını öne sürdü; bir
nükleon, atom çekirdeğini oluşturan protonlar ve nötronların
her ikisinin birden ortak adıdır. İki nükleon birbirine
yaklaştığında, bu gizemli parçacıklar aralarında ileri geri
zıplamaya başlar ve onları bir arada tutan güçlü bir bağlanma
kuvvetine yol açar. Yukawa, bu parçacıkların kütlelerini teorik
olarak, bir elektronun kütlesinden yaklaşık 200 kat daha büyük
veya bir proton ya da bir nötronun kütlesinden yaklaşık 10 kat
daha küçük olduğunu tahmin edebildi. Bu yüzden onlara
‘mezatronlar’ dediler. Sonra klasik diller profesörü olan Werner
Heisenberg’in babası, Yunanca’nın bu ihlaline itiraz etti. Bildiğin
gibi, ‘elektron’ adı kehribar anlamına gelen Yunanca ηλεκτρον
kelimesinden türetilmiştir, ‘proton’ ise ilk anlamına gelen
Yunanca πρώτον’dan gelmektedir. Ancak Yukawa’nın
parçacığının adı, içinde r harfi olmayan orta anlamına gelen
Yunanca μεσον’dan türetilmiştir. Bu nedenle Heisenberg,
uluslararası bir fizik toplantısında, mezatron adını ‘mezon’
olarak değiştirmeyi önerdi. Bazı Fransız fizikçiler, imladan
bağımsız olarak meson kelimesinin, Fransızca ev veya konut
anlamına gelen maison gibi ses çıkardığı için itiraz ettiler. Ama
itirazları reddedildi ve şimdi mezon terimi kesin olarak yerleşti.
Ama şu sahneye bak! Şimdi bir mezon gösterisi yapacaklar."
Ve gerçekten de, altı geyşa dışarı çıktı ve ellerinde
tuttukları iki fincan arasında bir topu ileri geri fırlattıkları bir
bilboke (bilboquet) gösterisi yapmaya başladılar. Arka planda
şarkı söyleyen bir adamın yüzü belirdi:

Bir mezon için Nobel Ödülü aldım,


Küçümsemeyi tercih ettiğim bir başarı.
Lambda sıfır, Yokohama,
Eta kaon, Fujiyama-
Bir mezon için Nobel Ödülü aldım.

192
BAY TOMPKİNS JAPON YEMEĞİNİ TADIYOR

Japonya’da Yukon olarak adlandırmayı önerdiler.


Ben çok mütevazı bir adam olduğum için itiraz ettim.
Lambda sıfır, Yokohama,
Eta kaon, Fujiyama-
Japonya’da Yukon olarak adlandırmayı önerdiler.

“Ama neden üç çift geyşa var?” diye sordu Bay Tompkins.


“Mezon değişiminin üç olasılığını temsil ediyorlar" dedi
profesör. “Üç çeşit mezon olabilir: pozitif yüklü, negatif yüklü ve
elektriksel olarak nötr. Belki üçü de nükleer güçlerin
üretilmesinde rol alır.”
“Yani şimdi sekiz temel parçacık var,” dedi Bay Tompkins,
parmaklarıyla sayarak, “nötronlar, protonlar (pozitif ve negatif),
negatif ve pozitif elektronlar ve dört çeşit mezon.”
“Ohooo!” dedi profesör, “sekiz değil, seksene yakın. İlk
önce iki tür mezon olduğu bulundu: Yunanca π ve μ harfleriyle
gösterilen, pionlar ve müonlar olarak adlandırılan ağır ve hafif
mezonlar. Pionlar, çok yüksek enerjili protonların, havayı
oluşturan gazların çekirdeklerine çarpmasıyla atmosferin
kenarlarında üretilir. Ancak çok kararsızdırlar ve Dünya
yüzeyine ulaşmadan önce müonlara ve bunların en gizemli
parçacığı olan, kütlesi ve yükü olmayan ve sadece enerji

193
BAY TOMPKİNS JAPON YEMEĞİNİ TADIYOR

taşıyıcıları olan nötrinolara ayrılırlar. Müonlar biraz daha uzun,


birkaç mikrosaniye kadar yaşarlar, böylece dünyanın yüzeyine
ulaşmayı başarırlar ve gözlerimizin altında bozunarak sıradan
elektronlara ve iki nötrinoya dönüşürler. Sonra, kaonlar olarak
bilinen, Yunanca κ harfiyle gösterilen parçacıklar da vardır.”

Üç geyşa olağandışı şekilde bilboke oyunu oynuyordu

“Bu geyşalar oyunlarında ne tür parçacıklar kullandılar?”


diye sordu Bay Tompkins.
“Muhtemelen pionlar, nötr olanlar, yapı olarak en
önemlileri ama emin değilim. Artık neredeyse her ay keşfedilen
yeni parçacıkların çoğu o kadar kısa ömürlüdür ki, ışık hızıyla
hareket etseler bile, başlangıçlarından birkaç santimetre
uzaklıkta bozunurlar, öyle ki balonlarla atmosfere gönderilen
aletler bile onları fark etmez. Ancak artık protonları, kozmik
ışınlarda ulaştıkları aynı yüksek enerjiye hızlandıran güçlü
parçacık hızlandırıcılarımız var: binlerce milyon elektron volt.
Lawrencetron (siklotron) adlı bu makinelerden biri, burada,

194
BAY TOMPKİNS JAPON YEMEĞİNİ TADIYOR

tepenin yukarısında bulunuyor ve bunu size göstermekten


memnuniyet duyacağım.”
Kısa bir otomobil yolculuğu onları parçacık hızlandırıcı
makinenin bulunduğu büyük bir binaya getirdi. Yapıya giren
Bay Tompkins, bu dev aygıtın karmaşıklığından etkilendi.
Ancak, profesörün onu inandırdığı gibi, prensipte Davut’un
Golyat’ı öldürmek için kullandığı sapandan daha karmaşık
değildi. Yüklü parçacıklar o dev tamburun merkezine giriyor ve
çözülen sarmal yörüngeler boyunca hareket ediyor, değişen
elektrik darbeleriyle hızlandırılıyor ve güçlü bir manyetik alan
tarafından hizada tutuluyorlardı.
“Sanırım birkaç yıl önce ‘atom parçalayıcı’ dedikleri
Cyclotron’u ziyaret ettiğimde buna benzer bir şey görmüştüm,”
dedi Bay Tompkins.
“Evet,” dedi profesör, “daha önce gördüğünüz makine ilk
olarak Dr. Lawrence tarafından icat edildi. Burada gördüğünüz
aynı prensibe dayanmaktadır, ancak parçacıkları birkaç milyon
volt ile hızlandırmak yerine, onları binlerce milyon volt ile
hızlandırabilir. Bunlardan ikisi yakın zamanda Amerika Birleşik
Devletleri’nde inşa edilmiştir. Bunlardan biri Berkeley,
California’dadır ve milyarlarca elektron volt enerjisine sahip
parçacıklar ürettiği için Bevatron olarak adlandırılır. Bu
kesinlikle bir Amerikan ismidir çünkü, o ülkede bir ‘billion’
(milyar) bin milyondur. Birleşik Krallık’ta bir ‘milyar’ bir milyon
milyon anlamına gelir ve oldukça yaşlı olan İngiltere’de henüz
kimse bu hedefi elde etmeye çalışmadı. Long Island,
Brookhaven’daki bir başka Amerikan parçacık hızlandırıcısı,
Cosmotron olarak adlandırılıyor, bu da onu biraz abartıyor,
çünkü doğal kozmik ışınlar genellikle Cosmotron’un
sağlayabileceğinden çok daha yüksek enerjiye sahip. Avrupa’da,
CERN’de (Cenevre yakınlarında), iki Amerikan hızlandırıcısına
benzer hızlandırıcılar yaptılar. Rusya’da, Moskova’dan çok da
uzak olmayan, bu türden bir başka makine daha var, alışkın bir

195
BAY TOMPKİNS JAPON YEMEĞİNİ TADIYOR

şekilde Khruschevtron olarak bilinir ve şimdi muhtemelen


Brezhnevtron olarak yeniden adlandırılacaktır.”
Bay Tompkins etrafına bakınırken, üzerinde tabela
bulunan bir kapı fark etti:

ALVAREZ‘İN SIVI HİDROJEN


BANYOSU TESİSİ

”Orada ne var?” diye sordu.


“Lawrencetron burada daha çok ve daha yüksek enerjilere
sahip farklı temel parçacıklar üretiyor ve biri onların
yörüngelerini gözlemleyerek ve kütlelerini, yaşam sürelerini,
etkileşimlerini ve acayiplik, benzerlik vb. gibi birçok başka
özelliklerini hesaplayarak analiz etmeli.

Parçacıklar tavşanlar gibi çoğalıyordu

Eski zamanlarda, 1927’de Nobel Ödülü alan C. T. R. WILSON


tarafından icat edilen sözde bulut odası kullanılırdı. O zaman,
fizikçiler tarafından incelenmekte olan birkaç milyon elektron

196
BAY TOMPKİNS JAPON YEMEĞİNİ TADIYOR

voltluk enerjinin hızlı, elektrik yüklü parçacıkları, su buharıyla


neredeyse sınırına kadar doymuş havayla dolu bir cam
hazneden gönderildi. Haznenin alt kısmı sarsıldığında, içindeki
hava genleşme yoluyla soğudu ve su buharı aşırı doygun hale
geldi. Bu nedenle, buharın bir kısmının küçük su damlacıkları
halinde yoğunlaşması gerekiyordu. Wilson, buharın
yoğunlaşarak suya dönüşmesinin, iyonların yani, gazın elektrik
yüklü parçacıklarının etrafında çok daha hızlı olduğunu keşfetti.
Yani gaz, hazneden geçen elektrik yüklü parçacıkların
yörüngeleri boyunca iyonize olur. Böylece haznenin yan
tarafındaki bir ışık kaynağı tarafından aydınlatılan sisin bulanık
çizgileri, haznenin siyah boyalı tabanında görünür hale geldi. Bir
önceki derste bu fotoğrafları gösterdiğimi hatırlamalısın.
Şimdi, daha önce incelediklerimizden bin kat daha büyük
enerjilere sahip kozmik ışın parçacıkları söz konusu olduğunda,
durum farklıdır. Çünkü izleri o kadar uzundur ki hava ile dolu
bulut odaları, izleri başından sonuna kadar takip etmek için çok
küçük kalır ve tüm resmin sadece küçük bir kısmı
gözlemlenebilirdi.
Son zamanlarda genç bir Amerikalı fizikçi olan DONALD
A. GLASER tarafından ileriye doğru büyük bir adım atıldı.
Glaser 1960’ta Nobel Ödülü’nü aldı. Anlattığına göre bir
keresinde bir barda kasvetli bir şekilde oturmuş, önünde duran
bira şişesinde yükselen baloncukları izliyormuş. Birdenbire
düşünmüş, C. T. R. Wilson gazdaki sıvı damlacıklarını
inceleyebiliyorsa, ben neden sıvıdaki gaz kabarcıklarını
inceleyerek daha iyisini yapamıyorum? Teknik ayrıntıları ve
aygıtın tasarımıyla ilgili zorlukları tartışmayacağım,” diye
devam etti profesör, “ancak, şimdi kabarcık odası dediğimiz
şeydeki sıvının düzgün çalışması için, sıcaklığı suyun donma
noktasının yaklaşık beş yüz elli Fahrenhayt derece altında olan
sıvı hidrojen olması gerektiği ortaya çıktı. Yan odada Louis
Alvarez tarafından yapılmış ve sıvı hidrojenle doldurulmuş
büyük bir kap var; genellikle ona ‘Alvarez’in Küveti’ derler.”

197
BAY TOMPKİNS JAPON YEMEĞİNİ TADIYOR

“Brrr... benim için biraz soğuk!” diye yakındı Bay


Tompkins.
“Yoo, buna girmene gerek kalmayacak. Sadece şeffaf
duvarlardan parçacıkların yörüngelerini izleyeceksin.”
Küvet her zamanki gibi çalışıyordu ve etrafına
yerleştirilmiş flaşlı fotoğraf makineleri sürekli bir dizi fotoğraf
çekiyordu. Küvet, hareket hızlarını tahmin etmek için
yörüngeleri büken büyük bir elektromıknatısın içine
yerleştirildi.
“Tek bir fotoğraf üretmek sadece birkaç dakika sürüyor"
dedi Alvarez, “cihazın arızalanmaması ve onarılması şartıyla,
günde birkaç yüz resim ekler. Her fotoğraf dikkatle incelenmeli,
her iz analiz edilmeli ve kavislenmesi dikkatle ölçülmelidir. Bu
işlem, resmin ne kadar ilginç olduğuna ve analiz eden kızın ne
kadar hızlı çalıştığına bağlı olarak birkaç dakikadan bir saate
kadar sürebilir.”
“Neden ‘kız’ dedin?” diyerek sözünü kesti Bay Tompkins.
“Bu tamamen kadınsı bir meslek mi?”
“Yoo hayır,” dedi Alvarez, “bu kızların çoğu aslında erkek.
Ancak bu tür bir işte, cinsiyetten bağımsız olarak kız terimini
basitçe verimlilik ve kesinlik birimi olarak kullanırız. ‘Daktilo’
veya ‘sekreter’ dediğinizde bir erkeği değil bir kadını
düşünürsünüz. Laboratuvarımızda elde edilen tüm fotoğrafları
yerinde analiz etmek için yüzlerce kıza ihtiyacımız var, bu da bir
sorun teşkil edecek. Bu nedenle çok sayıda fotoğrafımızı
Lawrencetron ve Kabarcık Küvetleri inşa etmek için yeterli
parası olmayan, ancak fotoğraflarımızı analiz etmek için alet
satın alabilecek diğer üniversitelere gönderiyoruz.”
“Bu işi yapan tek kurum siz misiniz?” diye sordu Bay
Tompkins.
“Hayır! Benzer makineler New York, Long Island’daki
Brookhaven Ulusal Laboratuvarı’nda; İsviçre’de Cenevre
yakınlarındaki CERN (Corporation Europeenne de Recherche
Nucleaire) Laboratuvarı’nda, Rusya’da Moskova yakınlarındaki

198
BAY TOMPKİNS JAPON YEMEĞİNİ TADIYOR

Mendeleyev’in tablosundan daha karmaşık! (G. F. Chow sonrası, M.


Gell-Mann ve A. H. Rosenfeld, Scientific American, Şubat 1964.)

199
BAY TOMPKİNS JAPON YEMEĞİNİ TADIYOR

Shchelkunchik (Fındıkkıran) Laboratuvarı’nda bulunmaktadır.


Hepsi samanlıkta iğne arıyor ve Tanrı’nın yardımıyla arada bir
buluyorlar!”
“Ama bütün bu işler neden yapılıyor?” diye şaşkınlıkla
sordu Bay Tompkins.
“Samanlıkta iğne bulmaktan daha zor olan şey, yeni temel
parçacıkları bulmak ve aralarındaki etkileşimi incelemek.
Burada duvarda bir parçacık tablosu asılı ve zaten
Mendeleyev’in sistemindeki öğelerden daha fazla sayıda
parçacık içeriyor."
“Ama neden sadece yeni parçacıklar bulmak için böylesine
müthiş çabalar sarf ediliyor?” diye sordu Bay Tompkins.
“Eh, bu bilim,” diye yanıtladı profesör, “insan zihninin,
ister dev yıldız galaksileri, mikroskobik bakteriler veya bu temel
parçacıklar olsun, etrafımızdaki her şeyi anlama girişimi. İlginç
ve heyecan verici ve bu yüzden yapıyoruz.”
“Fakat bilimin gelişimi, insanların rahatını ve refahını
artırarak pratik amaçlara hizmet etmiyor mu?”
“Elbette öyle ama, bu sadece ikincil bir amaç. Müziğin asıl
amacının, borazancıya sabahları askerleri uyandırmayı, onları
yemeğe çağırmayı veya savaşa gitmelerini emretmeyi öğretmek
olduğunu mu düşünüyorsunuz? ‘Merak kediyi öldürür’ derler;
‘Merak bilim adamı yapar’ diyorum.”
Profesör bu sözlerle Bay Tompkins'e iyi geceler diledi.

200

You might also like