You are on page 1of 442

İÇİNDEKİLER

ANAYASA HUKUKU / TEK / FİNAL / 15’-16’............................................................5


ANAYASA HUKUKU/ ÇİFT / BÜTÜNLEME / 15’-16’ ............................................... 17
ANAYASA HUKUKU / TEK / BÜTÜNLEME / 15’-16’ ............................................... 26
ANAYASA HUKUKU / TEK-ÇİFT / FİNAL / 16’-17’ .................................................. 39
ANAYASA HUKUKU / TEK-ÇİFT / FİNAL / 17’-18’ .................................................. 45
ANAYASA HUKUKU / İÖ / FİNAL / 17’-18’ ............................................................ 57
ANAYASA HUKUKU / TEK-ÇİFT / BÜTÜNLEME / 17’-18’ ....................................... 63
ANAYASA HUKUKU / İÖ / BÜTÜNLEME / 17’-18’ ................................................. 76
ANAYASA HUKUKU / TEK-ÇİFT / FİNAL / 18’-19’ .................................................. 89
ANAYASA HUKUKU / İÖ / FİNAL / 18’-19’ .......................................................... 100
ANAYASA HUKUKU / TEK-ÇİFT-İÖ/ BÜTÜNLEME / 18’-19’ ................................. 109
ANAYASA / TEK / FİNAL / 19’-20’ ...................................................................... 116
ANAYASA / ÇİFT / FİNAL / 19’-20’ ..................................................................... 122
ANAYASA / İÖ / FİNAL / 19’-20’ ........................................................................ 129
ANAYASA / TEK-ÇİFT-İÖ / FİNAL TELAFİ / 19’-20’ ............................................... 135
ANAYASA / TEK-ÇİFT / BÜTÜNLEME / 19’-20’ .................................................... 142
ANAYASA / İÖ / BÜTÜNLEME / 19’-20’ .............................................................. 151
MEDENİ HUKUK / TEK / FİNAL / 15’-16’............................................................. 159
MEDENİ HUKUK / ÇİFT / FİNAL / 15’-16’ ............................................................ 169
MEDENİ HUKUK / ÇİFT / BÜTÜNLEME / 15’-16’ ................................................. 180
MEDENİ HUKUK / İÖ / FİNAL / 15’-16’ ............................................................... 189
MEDENİ HUKUK / TEK / FİNAL / 18’-19’............................................................. 199
MEDENİ HUKUK / ÇİFT / FİNAL / 18’-19’ ............................................................ 207
MEDENİ HUKUK / İÖ / FİNAL / 18’-19’ ............................................................... 213

1
MEDENİ HUKUK / TEK / BÜTÜNLEME / 18’-19’ .................................................. 220
MEDENİ HUKUK / ÇİFT / BÜTÜNLEME / 18’-19’ ................................................. 229
MEDENİ HUKUK / TEK / FİNAL / 19’-20’............................................................. 234
MEDENİ HUKUK / ÇİFT / FİNAL / 19’-20’ ............................................................ 241
MEDENİ HUKUK / İÖ / FİNAL / 19’-20’ ............................................................... 253
MEDENİ HUKUK / TEK / FİNAL TELAFİ / 19’-20’ ................................................. 264
MEDENİ HUKUK / TEK / BÜTÜNLEME / 19’-20’ .................................................. 270
MEDENİ HUKUK / ÇİFT / BÜTÜNLEME / 19’-20’ ................................................. 276
MEDENİ HUKUK / İÖ / BÜTÜNLEME / 19’-20’ .................................................... 285
ROMA HUKUKU / TEK / FİNAL / 15’-16’ ............................................................. 294
ROMA HUKUKU / TEK / BÜTÜNLEME / 15’-16’ .................................................. 296
ROMA HUKUKU / TEK / FİNAL / 16’-17’ ............................................................. 299
ROMA HUKUKU / İÖ / FİNAL / 16’-17’ ............................................................... 303
ROMA HUKUKU / TEK-İÖ / BÜTÜNLEME / 16’-17’ ............................................. 307
ROMA HUKUKU / ÇİFT / FİNAL / 17’-18’ ............................................................ 310
ROMA HUKUKU / ÇİFT / BÜTÜNLEME / 17’-18’ ................................................. 315
ROMA HUKUKU / İÖ / FİNAL / 18’-19’ ............................................................... 320
ROMA HUKUKU / İÖ / BÜTÜNLEME / 18’-19’ .................................................... 329
ROMA HUKUKU / ÇİFT-İÖ / FİNAL / 19’-20’ ....................................................... 337
ROMA HUKUKU / ÇİFT-İÖ / FİNAL TELAFİ SINAVI / 19’-20’ ................................ 342
ROMA HUKUKU / TEK / BÜTÜNLEME / 19’-20’ .................................................. 345
ROMA HUKUKU / ÇİFT-İÖ / BÜTÜNLEME / 19’-20’ ............................................ 346
GENEL KAMU HUKUKU / TEK / BÜTÜNLEME / 12’-13’ ....................................... 350
GENEL KAMU HUKUKU / TEK / FİNAL / 13’-14’ .................................................. 353
GENEL KAMU HUKUKU / ÇİFT / FİNAL /13’-14’ .................................................. 353

2
GENEL KAMU HUKUKU / İÖ / FİNAL / 13’-14’ .................................................... 356
GENEL KAMU HUKUKU / İÖ / FİNAL / 14’-15’ .................................................... 359
GENEL KAMU HUKUKU / TEK / FİNAL/ 14’-15’ ................................................... 369
GENEL KAMU HUKUKU / ÇİFT / FİNAL / 14’-15’ ................................................. 372
GENEL KAMU HUKUKU / TEK / BÜTÜNLEME / 14’-15’ ....................................... 376
GENEL KAMU HUKUKU / İÖ / BÜTÜNLEME / 14’-15’ ......................................... 379
GENEL KAMU HUKUKU / ÇİFT / FİNAL / 16’-17’ ................................................. 384
GENEL KAMU HUKUKU / İÖ / BÜTÜNLEME / 16’-17’ ......................................... 389
GENEL KAMU HUKUKU / ÇİFT / FİNAL/ 17’-18’ .................................................. 394
HUKUK BAŞLANGICI / TEK-ÇİFT / FİNAL / 14’-15’ ............................................... 397
HUKUK BAŞLANGICI / İÖ / FİNAL / 14’-15’ ......................................................... 401
HUKUK BAŞLANGICI / ÇİFT / BÜTÜNLEME / 14’-15’ ........................................... 409
HUKUK BAŞLANGICI / İÖ/ BÜTÜNLEME / 14’-15’ ............................................... 412
HUKUK BAŞLANGICI / ÇİFT / FİNAL / 15’-16’ ...................................................... 417
HUKUK BAŞLANGICI / İÖ / FİNAL / 18’-19’ ......................................................... 420
HUKUK BAŞLANGICI / İÖ / BÜTÜNLEME / 18’-19’ .............................................. 428
HUKUK BAŞLANGICI / TEK / FİNAL / 19’-20’ ...................................................... 436
HUKUK BAŞLANGICI / TEK / FİNAL TELAFİ / 19’-20’ ........................................... 437
HUKUK BAŞLANGICI / TEK / BÜTÜNLEME / 19’-20’ ............................................ 438
HUKUK BAŞLANGICI / İÖ / BÜTÜNLEME / 19’-20’ .............................................. 439

3
Alpha Notu: Merhabalar değerli Alpha okuyucusu; elinde
bulundurduğun çıkmış sorularımız Alpha Takımımızca, hocalarımızın
cevaplı olarak yayınladığı final/bütünleme sorularından özenle ve hiçbir
ekleme-çıkarma yapılmadan hazırlanmış olup elimizde bulunmasına
rağmen yasa değişiklikleri gibi sebeplerle doğru bilgiler
içermeyebildiğinden daha eski sınav sorularına yer verilmemiştir. Bazı
sınavlarımızda ise sorular yayınlanmayıp sadece cevaplar yer aldığından
yalnızca cevaplar bulunmaktadır.

Yoğun çalışmamıza rağmen gözümüzden kaçırdığımız hatalarımızı bize


ilettiğiniz takdirde bir sonraki Alphalarınızda teşekkür indirimi
uygulanacaktır; daimi başarılar dileklerimizle…

Alpha Hukuk

4
ANAYASA HUKUKU / TEK / FİNAL / 15’-16’

I. OLAY
Bakanlar Kurulu tarafından Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’ne sunulduktan sonra
10 Şubat 2016 tarihinde kabul edilen yasa ile farklı yasalarda bulunan gözaltı, tutuklama
ve diğer koruma tedbirleri ile ilgili hükümlerde değişiklik yapılarak koruma tedbirlerinin
uygulanacağı süreler azaltılmış, tedbirlerin uygulanması daha sıkı koşullara bağlanmıştır.

Yasa yürürlüğe girdikten yalnızca üç ay sonra ülkede terör olayları artmış ve yapılan
değişikliklerin yerinde olmadığı yolunda kamuoyu oluşmaya başlamıştır. Eleştirilerin
artması üzerine TBMM’deki ikinci büyük muhalefet partisi üyesi milletvekili A, 10 Mayıs
2016 tarihinde katıldığı bir televizyon programında, “Böyle bir yasanın hazırlanmış
olması dahi bir ihanettir, yasa Anayasamıza da aykırıdır ve bu yasanın kabul edilmesi ile
uygulanması nedeniyle oluşan güvenlik zafiyetinden İçişleri Bakanı B sorumludur. İçişleri
Bakanı B Yüce Divan önünde yargılanmalıdır!” şeklinde beyanda bulunmuştur. Ertesi
gün A, partisinden 58 arkadaşı ile beraber TBMM Başkanlığı’na önerge vererek İçişleri
Bakanı B’nin Yüce Divan’a sevki için gereken işlemlerin başlatılmasını istemiştir.

SORULAR:
1. Milletvekili A ve arkadaşlarının olayda belirtilen denetim yoluna başvurmaları
yerinde midir? Bu denetim yolunun özelliklerini de belirterek tartışınız. (10 puan)
CEVAP: Milletvekili A ve arkadaşlarının başvurdukları denetim yolu meclis
soruşturmasıdır. 1982 Anayasasının 100. maddesi uyarınca başbakan veya bakanlar
hakkında, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az onda birinin vereceği
önerge ile soruşturma açılması istenebilir. Meclis, bu istemi en geç bir ay içinde görüşür
ve gizli oyla karara bağlar.

Soruşturma açılmasına karar verilmesi halinde, Meclisteki siyasî partilerin, güçleri


oranında komisyona verebilecekleri üye sayısının üç katı olarak gösterecekleri adaylar
arasından her parti için ayrı ayrı ad çekme suretiyle kurulacak on beş kişilik bir komisyon
tarafından soruşturma yapılır. Komisyon, soruşturma sonucunu belirten raporunu iki ay
içinde Meclise sunar. Soruşturmanın bu sürede bitirilememesi halinde, komisyona iki
aylık yeni ve kesin bir süre verilir Rapor Başkanlığa verildiği tarihten itibaren on gün
içinde dağıtılır, dağıtımından itibaren on gün içinde görüşülür ve gerek görüldüğü
takdirde ilgilinin Yüce Divan’a sevkine karar verilir. Yüce Divan’a sevk kararı ancak üye
tamsayısının salt çoğunluğunun gizli oyuyla alınır. (3 puan)

5
Meclis soruşturması başbakan ya da bakanların görevleri sebebiyle işlemiş oldukları
suçlar sebebiyle Yüce Divan önünde yargılanmalarını sağlayan bir yoldur. Haliyle bu yola
başvurulması için başbakan ya da bakanların görevleri sebebiyle işlemiş oldukları
suçların bulunması gerekir. Oysa olaydaki verilere bakıldığında eleştirilen İçişleri Bakanı
B’nin görevi sebebiyle işlemiş olduğu bir suç bulunmamaktadır. Bu bakımdan işletilmesi
gereken yol İçişleri Bakanı’nın siyasi sorumluluğunun harekete geçirilmesini sağlayacak
1982 Anayasasının 99. maddesinde düzenlenen gensoru mekanizmasıdır. Sonuç olarak
Milletvekili A ve arkadaşlarının meclis soruşturması yoluna başvurmaları yerinde
değildir. (4 puan)

Bakanların siyasi sorumluluğunu işletme yolu olan gensoru mekanizması 1982


Anayasasının 99. maddesinde düzenlenmiştir. Söz konusu madde uyarınca gensoru
önergesi, bir siyasî parti grubu adına veya en az yirmi milletvekilinin imzasıyla verilir ve
önerge verilişinden sonraki üç gün içinde bastırılarak üyelere dağıtılır; dağıtılmasından
itibaren on gün içinde gündeme alınıp alınmayacağı görüşülür. Gündeme alma kararıyla
birlikte, gensorunun görüşülme günü de belli edilir; ancak gensorunun görüşülmesi,
gündeme alma kararının verildiği tarihten başlayarak iki gün geçmedikçe yapılamaz ve
yedi günden sonraya bırakılamaz. Gensoru görüşmeleri sırasında üyelerin veya grupların
verecekleri gerekçeli güvensizlik önergeleri veya Bakanlar Kurulunun güven isteği, bir
tam gün geçtikten sonra oylanır. Bakanlar Kurulunun veya bir bakanın düşürülebilmesi,
üye tamsayısının salt çoğunluğuyla olur; oylamada yalnız güvensizlik oyları sayılır. (3
puan)

2. Kabul edilen yasanın Anayasaya aykırı olduğunu düşünen A ve partili


arkadaşlarının başvurabileceği başka bir yol mevcut mudur? Açıklayınız. (10 puan)
CEVAP: Kabul edilen yasanın Anayasaya aykırı olduğunu düşünen A ve partili
arkadaşlarının soyut norm denetimi yoluyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurmaları akla
gelebilir. 1982 Anayasasının 150 ve devamındaki maddeler uyarınca kanunların, kanun
hükmündeki kararnamelerin, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün veya bunların
belirli madde ve hükümlerinin esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa
Mahkemesi’nde doğrudan doğruya iptal davası açabilme hakkı, Cumhurbaşkanına,
iktidar ve ana muhalefet partisi meclis grupları ile Türkiye Büyük Millet Meclisi üye
tamsayısının en az beşte biri tutarındaki üyelere aittir. Kanunların şekil bakımından
denetlenmesi ise Cumhurbaşkanınca veya Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin beşte
biri tarafından istenebilir. (2 puan)

6
İptal davası açma hakkı, iptali istenen kanun, kanun hükmünde kararname veya
içtüzüğün Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak altmış gün sonra düşer.
Kanunların şekil bakımından denetlenmesi ise kanunun yayımlandığı tarihten itibaren on
gün içinde istenebilir. Esas bakımından denetim için 60, şekil bakımından denetim içinse
10 günlük süre söz konusudur. (2 puan)

Olaydaki verilere bakıldığında eleştirilen yasanın Resmi Gazete’de yayımlanmasından


sonra üç aydan fazla sürenin geçmiş olduğu görülmektedir. Bu nedenle hem esas hem de
şekil bakımından soyut norm denetimine başvurulabilecek süreler geçmiştir. (3 puan)

Diğer taraftan süre unsuru sakat olmasaydı dahi A ve partili arkadaşları TBMM
üyelerinin beşte birini teşkil etmediğinden şekil denetimine başvurmaları mümkün
değildir. A’nın partisi ana muhalefet partisi de olmadığından esas denetimi bakımından
da yetersayı sağlanmamaktadır. (3 puan)

II. OLAY
Adalet Bakanlığı’nın infaz kurumu kantinlerinde yalnızca FM ve orta dalga radyo cihazları
satılmasına dikkat edilmesi yolundaki talimatının ardından, ceza infaz kurumunda
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını çekmekte olan hükümlü A’nın daha önceden
kurum kantininden aldığı uzun dalgalı radyosuna Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı
Hakkında Kanun ve ilgili tüzük ve yönetmelik hükümleri uyarınca kurum tarafından el
konulmuştur. Bunun üzerine A radyonun uzun dalgasının iptal edilerek kendisine teslim
edilmesi amacıyla infaz hakimliğine başvurmuş ancak talebi, “uzun dalgalı radyonun
bilirkişi marifetiyle incelenmesi ve değiştirilmesi maliyetinin radyonun değerinden fazla
olması ve kantinden FM ve orta dalgalı radyo cihazları alınabileceği” gerekçesiyle
01.09.2012 tarihinde reddedilmiştir.

Söz konusu karara yapılan itiraz da yetkili ağır ceza mahkemesi tarafından 01.10.2012
tarihinde verilen karar ile reddedilmiştir. Bunun üzerine A, anayasal hakkının ihlal
edildiği iddiasıyla 30.10.2012 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda
bulunmuştur. Diğer taraftan bundan böyle A ile olan evliliğini sürdürmemeye karar veren
B, A’dan boşanmak amacıyla dava açmıştır. Boşanma davasının ilk celsesinde hakim,
B’nin avukatı olan Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği (KA-DER) üyesi C’nin
duruşmada başörtülü olarak görev yapamayacağını belirterek yeni bir avukat bulması
için bir sonraki celseye kadar B’ye süre verilmesine karar vermiştir.

7
Avukat C, duruşmada başörtülü olarak görev yapmasına engel olacak bir düzenleme
olmadığı gerekçesiyle itiraz etse de hakim “Laik devlette bu uygulama için bir düzenleme
olmasına gerek olmadığı” gerekçesiyle kararını değiştirmemiş ve duruşmayı ertelemiştir.
Bunun üzerine C, anayasal hakkının ihlal edildiğinden bahisle Anayasa Mahkemesi’ne
bireysel başvuruda bulunmuştur. (Anayasa Mahkemesi’nin 2013/2909 başvuru numaralı,
9/3/2016 tarihli kararı ile 2014/256 başvuru numaralı, 25/6/2014 tarihli kararından
esinlenilmiştir.)

SORULAR:
1. a) A tarafından Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuruyu kabul
edilebilirlik koşulları bakımından değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: 1982 Anayasasının 148. maddesi uyarınca herkes, Anayasada güvence altına
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki
herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne
bireysel başvuruda bulunabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının
tüketilmiş olması şarttır. Ayrıca, 23 Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen işlemler ve
kararlar bakımından bu yola başvurulabilir. Bireysel başvurunun, başvuru yollarının
tüketildiği tarihten; başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren
otuz gün içinde yapılması gerekir. Haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde
başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten itibaren on beş gün içinde ve mazeretlerini
belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler. Son olarak belirtilmesi gereken husus ihlal
iddiasının açıkça dayanaktan yoksun olmamasıdır.

Olayın Değerlendirilmesi:
Konu yönünden: Olayda A’nın “ifade özgürlüğü” ve/veya “maddi ve manevi varlığı
koruma ve geliştirme hakkı” na bir müdahale olduğu anlaşılmaktadır. İfade özgürlüğü ile
maddi ve manevi varlığı koruma ve geliştirme hakkı hem 1982 Anayasası hem de Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında olduğundan ortak koruma altındadır ve konu
unsuru bakımından bir sorun yoktur. (2 puan)

Süre yönünden: Olayda 01.10.2012 tarihinde verilen karar ile başvuru yolları
tüketilmiştir. Bireysel başvuru ise 30.10.2012’de yapılmıştır. Başvuru yolları tüketildikten
sonra 30 gün içinde başvuru yapıldığından süre unsuru bakımından da bir sorun
bulunmamaktadır. (2 puan)

8
Zaman yönünden: Olayda başvuru yolları 01.10.2012 tarihinde tüketilmiş olup 23 Eylül
2012’den sonra kesinleşen bir karar söz konusudur. Zaman bakımından da bir sorun
bulunmamaktadır. (2 puan)

Kişi yönünden: Bireysel başvuru kişisel ve güncel bir hakkı doğrudan ihlal edilen gerçek
kişiler yahut özel hukuk tüzel kişileri tarafından yapılabilir. Olayda A’nın kişisel, güncel ve
doğrudan müdahale edilen bir hakkı söz konusudur. (2 puan)

Son olarak olaydaki verilere bakıldığında ihlal iddiasının açıkça dayanaktan yoksun
sayılmasını gerektirecek (hukuki bilgi ve gerekçeyle desteklenmemiş olduğuna dair açık
kanıt olmadığından) bir husus da bulunmamaktadır. (2 puan)

b) Kabul edilebilirlik kararı verildiği varsayıldığında, Anayasa Mahkemesi’nin


A’nın bireysel başvurusuna ilişkin esas değerlendirmesi ne yönde olabilir? Olağan
dönem temel hak ve özgürlükler rejimi çerçevesinde tartışınız. (10 puan)
CEVAP: 1982 Anayasasının 13. maddesi uyarınca, temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak
ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
aykırı olamaz.

Öncelikle ilgili hak ve özgürlüğün tespit edilmesi gerekir. Olay ifade özgürlüğü ve/veya
maddi ve manevi varlığın geliştirilmesiyle alakalıdır. Hak ve özgürlüğe yönelik
müdahalenin yasa ile öngörülmüş olması gerekmektedir. Bu bakımdan yasa dışındaki
tüzük, yönetmelik gibi düzenleyici işlemlere dayanılarak hak ve özgürlük
sınırlandırılamaz. (2 puan)

Ayrıca sınırlama öngören yasa hükmünün açık ve öngörülebilir nitelikte de olması


gerekmektedir. Aksi takdirde yasallık ilkesi gerçekleşmiş olmaz. (2 puan)

Yasallık unsurunun gereklerinin yerine getirildiği tespit edildiğinde yapılması gereken


olaydaki müdahalenin demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü olup
olmadığını belirlemektir. Eğer müdahale demokratik bir toplumda zorlayıcı bir toplumsal
ihtiyacın karşılanması amacına yönelik değilse yahut bu amacı karşılasa dahi
başvurulabilecek en son çare niteliğinde değilse müdahalenin demokratik toplum
düzeninin gereklerine aykırı ve ölçüsüz olduğu söylenebilir. Bu bağlamda ölçülülük ilkesi

9
kapsamında bir hak ya da özgürlüğe müdahale ile elde edilmek istenen amaç ile
müdahale arasında makul bir dengenin bulunup bulunmadığına bakılır. Bu yapılırken de
müdahalenin öngörülen amacı gerçekleştirmek bakımından gerekli/zorunlu olup
olmadığı (1 puan), elverişli olup olmadığı (1 puan) ve orantılı olup olmadığı (1 puan)
değerlendirilir.

Olayda müdahale ile elde edilmek istenen amaç ceza infaz kurumunda güvenliğin ve
düzenin sağlanmasıdır. Bu bağlamda uzun dalgalı radyoya el konulması elde edilmek
istenen amacı gerçekleştirmek için gerekli sayılabilir. Ayrıca olaydaki verilere bakıldığında
başvurucunun ifade özgürlüğü ve/veya maddi ve manevi varlığın geliştirilmesi hakkını
kullanabilmesi için alternatif imkanların da bulunduğu (zorunluluğun sağlandığı)
söylenebilir. (1 puan).

Diğer taraftan uzun dalgalı radyoya el konulması, ceza infaz kurumunda güvenliğin ve
düzenin sağlanması amacını gerçekleştirmek amacı bakımından elverişlidir (1 puan).
Ölçülülük ilkesinin üçüncü unsuru olan orantılılık açısından ise ifade özgürlüğü ve/veya
maddi ve manevi varlığın geliştirilmesi hakkına yönelik müdahalenin gerçekleştirilmek
istenen amaçla makul bir denge içerisinde olup olmadığı değerlendirilmelidir. Bu
bakımdan özellikle kurum kantininden FM ve orta dalgalı başka radyoların alınabilir
olması dikkate alınmalıdır. Dolayısıyla müdahale ile elde edilmek istenen amaç arasında
makul bir dengenin, orantılılığın olduğu söylenebilir. (1 puan).

2. a) C’nin üye olduğu KA-DER’in bireysel başvuru talebi olsaydı, bu ihtimal nasıl
değerlendirilirdi? Açıklayınız. (5 puan)
CEVAP: Bireysel başvuru yoluna güncel ve kişisel hakkı doğrudan etkilenen gerçek kişiler
ile özel hukuk tüzel kişileri gidebilir. Ancak özel hukuk tüzel kişilerinin bireysel
başvuruda bulunabilmesi için ihlal edildiği ileri sürülen hakkın özel hukuk tüzel kişiliğine
ait olması gerekir. (2 puan)

Özel hukuk tüzel kişisi olan KA-DER’in tüzel kişiliğe ait haklarla ilgili bireysel başvuru
yapması mümkündür. Ancak olayda KA-DER’in tüzel kişiliğine ait hakların ihlali söz
konusu değildir. KA-DER’in üyesi bulunan C adına bireysel başvuru yapması ise mümkün
değildir. (3 puan)

b) Kabul edilebilirlik kararı verildiği varsayıldığında, Anayasa Mahkemesi’nin


C’nin bireysel başvurusuna ilişkin esas değerlendirmesi ne yönde olabilir? Olağan

10
dönemde temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin ilgili neden(ler)
çerçevesinde tartışınız. (5 puan)
CEVAP: Yukarıda da belirtildiği üzere 1982 Anayasasının 13. maddesi uyarınca, temel hak
ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde
belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar,
Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin
gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.

Hak ve özgürlüğe yönelik müdahalenin yasa ile öngörülmüş olması gerekmektedir.


Nitekim yasa ile öngörülen bir müdahale olmadıkça müdahalenin demokratik toplum
düzeninde gerekli, ölçülü olup olmadığını tespit etmeye gerek yoktur. Salt müdahalenin
yasal olmaması bu bakımdan ihlale yol açar. (2 puan) Olaya bakıldığında C’nin
duruşmada başörtülü olarak görev yapmasına engel olacak bir yasal düzenleme
olmamasına rağmen bir müdahalenin bulunduğu görülmektedir. Bu sebeple C’nin din ve
vicdan hürriyetinin (Anayasa m. 24) ihlal edildiği söylenebilir. (3 puan)

III. OLAY
8 Haziran 2016 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile 1982 Anayasasına
eklenen geçici madde, “Bu maddenin Türkiye Büyük Millet Meclisinde kabul edildiği
tarihte; soruşturmaya veya soruşturma ya da kovuşturma izni vermeye yetkili
mercilerden, Cumhuriyet başsavcılıklarından ve mahkemelerden; Adalet Bakanlığına,
Başbakanlığa, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına veya Anayasa ve Adalet
komisyonları üyelerinden kurulu Karma Komisyon Başkanlığına intikal etmiş yasama
dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin dosyaları bulunan milletvekilleri hakkında, bu
dosyalar bakımından, Anayasanın 83 üncü maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesi
hükmü uygulanmaz.” hükmünü getirmiştir. Bunun üzerine hakkında çeşitli fezlekeler
bulunan milletvekili A, TBMM’nin bu işleminin Anayasaya, kanuna ve İçtüzüğe aykırılığı
iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuş ve 15 gün içerisinde karara bağlanmasını
talep etmiştir.

1. Milletvekili A’nın Anayasa Mahkemesi’ne yapmış olduğu başvuruyu, 1982


Anayasası ve Anayasa Mahkemesi’nin ilgili içtihadı bağlamında değerlendiriniz. (15
puan)
CEVAP: 1982 Anayasasının 85. maddesi uyarınca yasama dokunulmazlığının
kaldırılmasına karar verilmiş olması halinde, Meclis Genel Kurulu kararının alındığı

11
tarihten başlayarak yedi gün içerisinde dokunulmazlığı kaldırılan milletvekili veya bir
diğer milletvekili, kararın, Anayasaya, kanuna veya içtüzüğe aykırılığı iddiasıyla iptali için
Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir. Anayasa Mahkemesi, iptal istemini on beş gün
içerisinde kesin karara bağlar. Olayda milletvekili A’nın başvurusu da 85. maddede
öngörülen başvuru yoludur. (5 puan)

Her ne kadar milletvekili A, dokunulmazlığın kaldırılması kararının iptalini düzenleyen


85. maddedeki usule başvurmuş olsa da olayda yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına
ilişkin bir parlamento kararı bulunmamakta olup bir anayasa değişikliğine ilişkin bir
kanun söz konusudur. Dolayısıyla milletvekili A’nın başvurusu yerinde değildir. (5 puan)

Burada yapılması gereken anayasa değişikliğinin soyut norm denetimi yoluyla Anayasa
Mahkemesi önüne götürülmesidir. Söz konusu denetimin koşullarına bakacak olursak
1982 Anayasası uyarınca anayasa değişikliklerinin denetlenmesi yalnızca şekil
bakımından mümkündür. Bu denetim de teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle
görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlıdır. Şekil bakımından
denetleme, Cumhurbaşkanınca veya Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin beşte biri
tarafından istenebilir. Anayasa değişikliğine ilişkin kanunun yayımlandığı tarihten
itibaren on gün geçtikten sonra, şekil bozukluğuna dayalı iptal davası açılamaz; def’i
yoluyla da ileri sürülemez. (5 puan)

IV. OLAY
2015 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerinde Ağrı’dan seçilecek milletvekili sayısı 6
olarak belirlenmiştir. Yapılan seçimlerde oy kullanma süresinin bitiminin ardından, İl
Valiliği’nin güvenlik gerekçesiyle aldığı karar uyarınca, oy sayımı ve bunlara ilişkin
tutanak düzenleme işlemleri, güvenlik güçleri dışında görevli kimsenin bulunmadığı il
emniyet müdürlüğü binasında ve emniyet yetkililerinden oluşan bir kurul tarafından
yapılmıştır. Ağrı seçim çevresinde alınan sonuçlara göre, ülke çapında seçim barajını aşan
siyasi partilerden; 1. Parti 100.000, 2. Parti 40.000, 3. Parti 30.000 ve 4. Parti 5.000 oy
almıştır.

Yüksek Seçim Kurulu tarafından mazbataların seçilen adaylara verilmesinden iki gün
sonra, seçimlerde dördüncü olan siyasi partinin temsilcileri, birinci olan siyasi partiden
bazı adayların kanunda öngörülen seçilme yeterliliğine sahip olmadıkları iddiasıyla
Yüksek Seçim Kurulu’na itirazda bulunmuşlardır. Yüksek Seçim Kurulu itirazları
incelerken, 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu’nun “seçilme yeterliği” başlıklı 11.

12
maddesinin e) bendinin Anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne
başvurmuştur.

SORULAR:
1. Yukarıdaki olayı 1982 Anayasası’nda öngörülen seçim ilkeleri ve devletin temel
nitelikleri bağlamında tartışınız. (15 puan)
CEVAP: 1982 Anayasasında seçim ilkeleri; “serbest oy”, “eşit oy”, “gizli oy”, “tek dereceli
seçim”, “genel oy”, (“kişisel oy”, “bireysel oy”, “mecburi oy”) “açık sayım ve döküm” ile
“seçimlerin yargının yönetimi ve denetimi altında yapılması” şeklinde belirlenmiştir.

• Serbest oy ilkesi: Bu ilke, vatandaşların hiçbir baskı ve zorlama olmadan oy


kullanabilmelerini ifade eder. Seçmen oyunu tamamen kendi özgür iradesine göre
kullanır.
• Eşit oy ilkesi: Eşit oy ilkesine göre her seçmen bir tek oya sahiptir. Her seçmenin
oyu eşit ağırlıkta ve değerdedir.
• Gizli oy ilkesi: Seçmenin her türlü baskıdan uzak bir şekilde ve gizlilik içinde
iradesini oyuyla ortaya koyması, kendisi dışında kimsenin ne yönde oy kullandığını
bilmemesini esas alan ilkedir.
• Tek dereceli seçim ilkesi: Seçmenlerin temsilcileri doğrudan aracısız olarak
seçmesidir. Bu ilkeye göre seçmenlerle seçilenler arasında herhangi bir aracı
bulunmamaktadır.
• Genel oy ilkesi: Vergi, servet, eğitim durumu ve cinsiyet gibi unsurlara
bakılmaksızın herkesin oy hakkına sahip olmasıdır.
• Kişisel oy ilkesi: Seçmenlerin bizzat kendilerinin oylarını aracısız ve vekâletsiz
olarak kullanmasıdır.
• Bireysel oy ilkesi: Bu ilkeye göre oy hakkı bireyseldir. Herkes sadece vatandaş
olması dolayısıyla oy hakkına sahiptir.
• Mecburi oy ilkesi: Mecburi oy ilkesinde seçmenler oy kullanmak zorundadır, oy
kullanıp kullanmama konusunda keyfilik yoktur. Bu ilke milli egemenlik anlayışına
dayanır.
• Açık sayım ve döküm ilkesi: Kullanılan oyların sayım işlemlerinin kamuoyuna
açık biçimde yapılmasıdır. Buna göre isteyen herkes oy sayım işlemini izleyebilir.
• Yargının denetimi ve gözetimi ilkesi: Oy sayımı ve kayıt altına alınma işlemleri
ile seçimlerle ilgili uyuşmazlık konularında bağımsız yargısal organların yetkili
olması.

13
(Söz konusu ilkelerden her biri 2 puan değerinde olmakla birlikte ilkelerin tamamının
sayılması durumunda 10 puan alınacaktır.)

1982 Anayasası’nın ikinci maddesi devletin temel niteliklerini ortaya koymuştur. Buna
göre Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına saygılı, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk
devletidir. Olayda, yukarıda belirtilen seçim ilkelerinden açık sayım ve döküm ilkesi ile
yargının denetimi ve gözetimi ilkesi açısından tartışmalı hususların olduğu
görülmektedir. Dolayısıyla, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan ve idarenin
eylem ve işlemlerinde bağımsız yargı organlarının denetimini esas alan hukuk devleti
ilkesi ile de bağlantılı bir durum söz konusudur (1 puan).

Oy hakkı Anayasada güvence altına alınmış siyasi haklardandır. Bu hakkın ideal şekilde
kullanılabilmesinin şartlarından biri de oy sayım ve tasnif işlemlerinin bağımsız yargının
gözetimi ve denetiminde yapılmasıdır. Olayda seçimlerin yapıldığı ilde güvenlik
gerekçesiyle sayım işlemi ve bunlara ilişkin tutanakların düzenlenmesi il emniyet
müdürlüğü yetkililerinden oluşan bir kurul tarafından yapılmıştır. Buna göre, ilk olarak,
Anayasaya hâkim olan ilkelerden; yargının denetimi ve gözetimi ilkesi ihlal edilmiştir. Oy
sayım işlemlerinin, başkanlığını bir hâkimin yaptığı il seçim kurulu tarafından yapılması
ve tutanakların bu kurul tarafından düzenlenmesi gerekirdi (2 puan).

İkinci olarak, sayım işleminin sadece güvenlik görevlilerinin bulunduğu bir mekânda
gerçekleştirilmiş olması nedeniyle de açık sayım ve döküm ilkesi ihlal edilmiştir. Oysaki
demokratik bir hukuk devletinde oyların kullanımında gizlilik, sayımında ve tasnifinde ise
şeffaflık esastır. Seçmenlerin iradelerinin herhangi bir müdahaleye maruz kalmaksızın
demokrasinin gereklerine uygun olarak ortaya çıkabilmesi açısından bu husus önemlidir
(2 puan).

2. Türkiye’de uygulanan milletvekili seçim sistemi dikkate alındığında, olaydaki


seçim sonuçlarına göre siyasi partilerin Ağrı’daki milletvekili dağılımı nasıl oluşur?
Değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: Türkiye’de temsilde adalet, yönetimde istikrar ilkesi gereğince, nispi temsil
sistemi esas alınmaktadır. Nispi temsil sistemine göre siyasi partiler aldıkları oy oranına
göre yasama organına temsilci göndermektedir. Bu sistem çoğunluğun yanı sıra, azınlıkta
bulunan kesimlerin de temsilini sağlamayı amaçlar (2 puan).

14
Dünyada farklı uygulamaları görülen nispi temsil sisteminin D’Hondt sistemi ülkemizde
uygulanmaktadır (1 puan). Bu sisteme göre, seçime katılmış siyasi partilerin ve bağımsız
adayların adları alt alta ve aldıkları geçerli oy sayıları da hizalarına yazılır. Siyasi
partilerin oy sayıları, o çevrenin çıkaracağı milletvekili sayısına (önce bire, sonra ikiye,
sonra üçe vb., ) ulaşıncaya kadar bölünür. Elde edilen paylar ile bağımsız adayların
aldıkları oylar ayrım yapılmaksızın en büyükten en küçüğe doğru sıralanır. Seçim
çevresinden çıkacak milletvekili sayısı kadar bu payların sahibi olan partilere ve bağımsız
adaylara rakamların büyüklük sırasına göre milletvekili ayrılır (2 puan).

Olayda, 1. Parti 100.000, 2. Parti 40.000, 3. Parti 30.000 ve 4. Parti 5.000 oy almıştır.
Buna göre partilere göre milletvekili dağılımı aşağıdaki şekilde gerçekleşir:

1. Parti 100.000 / 60.000 / 33.333 / 25.000 / 20.000 / 16.666


2. Parti 40.000 / 20.00 / 13.333 / 10.000 / 8.000 / 6.666
3. Parti 30.000 / 15.000 / 10.000 / 7.500 / 6.000 / 5.000
4. Parti 5.000 / 2.500 / 1.666 / 1.250 / 1.000 / 833,33

Bu sonuçlara göre, 1. Parti dört, 2. ve 3. Parti birer milletvekili kazanmıştır. 4. Parti ise
herhangi bir milletvekili kazanamamıştır (5 puan).

3. Yüksek Seçim Kurulu’nun Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru, ne yönde


değerlendirilir? Bu başvurunun esaslı unsurlarını dikkate alarak açıklayınız. (10
puan)
CEVAP: Anayasaya göre seçimlerle ilgili işlemlerin yürütülmesi, yapılan itirazların ve
şikâyetlerin değerlendirilerek kesin karara bağlanması Yüksek Seçim Kurulu (YSK)
tarafından yapılmaktadır. Olayda Milletvekili Seçim Kanunu’nun seçilme yeterliğine
ilişkin hükmünün anayasaya aykırılığından bahsedilmiştir. Bu aykırılık, YSK tarafından
Anayasa Mahkemesi (AYM) önüne götürülmüştür.

Bir kanunun Anayasaya aykırılığına ilişkin AYM’de iki şekilde dava açılabilir. Bunlardan
birincisi iptal davası (soyut norm denetimi), ikincisi ise itiraz davasıdır (somut norm
denetimi).

Olayda itiraz davası (somut norm denetimi) söz konusudur. İtiraz davasına ancak kanun
ve kanun hükmünde kararnameler konu olabilir. Kanunların şekil bakımından Anayasaya
aykırılığı da itiraz yolunun konusu olamaz. Bu yolda, bir davaya bakmakta olan

15
mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini
kendiliğinden Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık
iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, AYM’nin bu konuda vereceği karara kadar
davayı geri bırakır. Bu çerçevede itiraz yolunun koşulları şunlardır:
• Bakılmakta olan bir dava olmalıdır; Yargı yoluyla çözümlenmekte olan her iş birer
davadır. Yöntemine uygun olarak açılmış, başlamış ve yürütülmekte olan her
yargılama, görülmekte olan davadır (1 puan).
• Davaya bakmakta olan bir “mahkeme” olmalıdır; AYM’nin içtihatlarında mahkeme,
bir davaya bakmakta olan, hâkim niteliğindeki kişilerden kurulu, yargı yetkisine
sahip, taraflar arasındaki uyuşmazlığın esasını çözümleyen merci olarak
tanımlanmaktadır (1 puan).
• Davada uygulanacak olan bir kanun ya da kanun hükmünde kararname (KHK)
hükmü olmalıdır; Davada uygulanabilir nitelikte olmayan hükümler somut norm
denetimine konu olmaz (1 puan).
• Mahkeme, uygulanacak hükmü Anayasaya aykırı görmeli veya aykırılık iddiasının
ciddi olduğu kanısına varmalıdır; Uyuşmazlığa ilişkin davanın görülmesi esnasında
ilgili mahkeme kendiliğinden veya davaya taraf olanların talebi üzerine, anayasaya
aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa AYM önünde itiraz davası açabilir
(1 puan).
• Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde
kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı
yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa
Mahkemesi’nin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse,
mahkeme buna uymak zorundadır. (1 puan).

Olaydaki verilere bakıldığında mahkeme unsuru bakımından tartışmalı bir durumun


olduğu söylenebilir (1 puan). Nitekim 1982 Anayasasının yürürlüğe girmesinden sonra
Anayasa Mahkemesi Yüksek Seçim Kurulu’nu ve diğer seçim kurullarını somut norm
denetimine başvurabilecek mahkeme niteliğinde görmemiştir (2 puan).

Ancak bireysel başvuru usulünün işlemesi ile birlikte Anayasa Mahkemesi ilçe seçim
kurullarını “yargı yeri” niteliğinde kabul etmiştir. Söz konusu karara göre seçim
kurullarının kanunla kurulması, seçimlerle ilgili uyuşmazlıkların çözüldüğü bağımsız
merci niteliğinde olmaları ve kararlarının kesin olması gibi hususlar bu kabulü gerekli
kılmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin ilçe seçim kurulunu yargı yeri kabul etmesi
karşısında Yüksek Seçim Kurulu’nu da bu nitelikte kabul edeceği öngörülebilir.

16
Dolayısıyla bu konudaki son dönem AYM içtihatları dikkate alındığında; açılan itiraz
davasının, YSK’nın, itiraz davasının koşullarından biri olan “mahkeme” şartını taşıdığı
gerekçesiyle AYM tarafından kabul edilebileceği ve esas hakkında karar verilebileceği
söylenebilir (2 puan).

ANAYASA HUKUKU/ ÇİFT / BÜTÜNLEME / 15’-16’

I. OLAY
Ceza İnfaz Kurumu’nda bulunan A, avukatı B’ye yollanması amacıyla bir mektup yazmış
ve kurumun idaresine başvurmuştur. Ancak mektubu savunmayla ilgisiz bulunarak Ceza
İnfaz Kurumu Disiplin Kurulu’nca sakıncalı olarak değerlendirilen A’nın talebi
reddedilmiş, mektubun B’ye gönderilmemesine karar vermiştir. Bunun üzerine A, Ceza
ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun uyarınca avukatına göndermek istediği
mektubun savunmaya yönelik olup olmadığının değerlendirilmesinin infaz hakimi
tarafından yapılması gerektiğini ileri sürerek disiplin kurulunun kanunlarda olmayan bir
yetkiyi kullandığını ileri sürmüştür.

Sonrasında A, infaz hakimliğine itiraz etmiş ancak itirazı 10.09.2012 tarihinde


reddedilmiştir. Red kararında “Her ne kadar kanunda infaz hakimliği yetkili kılınmış olsa
da disiplin kurulunun kararında isabet bulunduğundan hakimliğe başvurulmuş olsa idi
bir şey değişmeyeceği” ifade edilmiştir. Sonrasında infaz hakimliği kararına karşı itiraz
eden A’nın bu itirazı da 05.10.2012’de reddedilmiştir. Bunun üzerine A, 25.10.2012’de
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur. (Anayasa Mahkemesi’nin
2013/1700 başvuru numaralı, 20/1/2016 tarihli kararından esinlenilmiştir.)

SORULAR:
1. A’nın Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuruyu, kabul edilebilirlik koşulları
bakımından değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: 1982 Anayasasının 148. maddesi uyarınca herkes, Anayasada güvence altına
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki
herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne
bireysel başvuruda bulunabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının
tüketilmiş olması şarttır.

17
Ayrıca, 23 Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen işlemler ve kararlar bakımından bu
yola başvurulabilir. Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru
yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması
gerekir. Haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde başvuramayanlar, mazeretin kalktığı
tarihten itibaren on beş gün içinde ve mazeretlerini belgeleyen delillerle birlikte
başvurabilirler. Son olarak belirtilmesi gereken husus ihlal iddiasının açıkça dayanaktan
yoksun olmamasıdır.

Olayın değerlendirilmesi
• Konu yönünden: Olayda A’nın haberleşme özgürlüğüne bir müdahale olduğu
anlaşılmaktadır. Haberleşme özgürlüğü hem 1982 Anayasası hem de Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi kapsamında olduğundan ortak koruma altındadır ve konu
unsuru bakımından bir sorun yoktur. (2 puan)
• Süre yönünden: Olayda 05.10.2012 tarihinde verilen karar ile başvuru yolları
tüketilmiştir. Bireysel başvuru ise 25.10.2012’de yapılmıştır. Başvuru yolları
tüketildikten sonra 30 gün içinde başvuru yapıldığından süre unsuru bakımından
da bir sorun bulunmamaktadır. (2 puan)
• Zaman yönünden: Olayda başvuru yolları 05.10.2012 tarihinde tüketilmiş olup 23
Eylül 2012’den sonra kesinleşen bir karar söz konusudur. Zaman bakımından da
bir sorun bulunmamaktadır. (2 puan)
• Kişi yönünden: Bireysel başvuru kişisel ve güncel bir hakkı doğrudan ihlal edilen
gerçek kişiler yahut özel hukuk tüzel kişileri tarafından yapılabilir. Olayda A’nın
kişisel, güncel ve doğrudan müdahale edilen bir hakkı söz konusudur. (2 puan)

Son olarak olaydaki verilere bakıldığında ihlal iddiasının açıkça dayanaktan yoksun
sayılmasını gerektirecek (hukuki bilgi ve gerekçeyle desteklenmemiş olduğuna dair açık
kanıt olmadığından) bir husus da bulunmamaktadır. (2 puan)

2. Kabul edilebilirlik kararı verildiği varsayıldığında Anayasa Mahkemesi’nin A’nın


bireysel başvurusuna ilişkin esas değerlendirmesi ne yönde olabilir? Olağan
dönemde temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin ilgili neden(ler)
çerçevesinde tartışınız. (10 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 13. maddesi uyarınca, temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak
ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna,

18
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
aykırı olamaz. (3 puan)

Hak ve özgürlüğe yönelik müdahalenin yasa ile öngörülmüş olması gerekmektedir. Bu


bakımdan yasa dışındaki tüzük, yönetmelik gibi düzenleyici işlemlere dayanılarak hak ve
özgürlük sınırlandırılamaz. Bu bakımdan yasa ile öngörülen bir müdahale olmadıkça
müdahalenin demokratik toplum düzeninde gerekli, ölçülü olup olmadığını tespit etmeye
gerek yoktur. Salt müdahalenin yasal olmaması bu bakımdan ihlale yol açar. (2 puan)
Ayrıca sınırlama öngören yasa hükmünün ulaşılabilir, açık ve öngörülebilir nitelikte de
olması gerekmektedir. Aksi takdirde yasallık ilkesi gerçekleşmiş olmaz. (2 puan)

Olaya bakıldığında yasada infaz hakimliği yetkili kılınmış olmasına rağmen disiplin
kurulu tarafından mektubun B’ye gönderilmemesine karar verilmiştir. Haliyle disiplin
kurulu kanunda öngörülmeyen bir yetki kullanmıştır. Bu bağlamda, hakimliğe
başvurulmuş olsaydı dahi kararın değişmeyeceği iddiası yasallık unsurunu karşılamaz.
Sonuç olarak olayda yasa ile öngörülen bir müdahale yoktur ve bu sebeple A’nın
haberleşme hürriyetinin ihlal edildiği söylenebilir. (3 puan)

II. OLAY
Türkiye’de faal durumda bulunan kilise ve sinagoglara bazı imtiyazlar tanınması ve
ödenek verilmesi amacıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) sunulan kanun teklifi
12.08.2016’da Genel Kurul’da kabul edilmiş; Cumhurbaşkanı tarafından imzalanarak
25.08.2016 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Haftalık basın toplantısında söz
konusu kanunu eleştiren muhalefet partisi milletvekili C, kabul edilen yasanın 1982
Anayasasının 2. maddesinde düzenlenen Cumhuriyetin niteliklerine aykırı olduğunu ileri
sürmüş, yasanın iptali için elinden geleni yapacağını belirtmiştir. Sonrasında C, daha
önceden ticari ilişkilerinin bulunduğu, aynı zamanda bir kilisenin iaşesini de sağlayan
vakfın kendisi aleyhine açtığı davada 12.08.2016’da kabul edilen yasanın anayasaya aykırı
olduğunu ileri sürmüş ve dosyanın Anayasa Mahkemesi’ne gönderilmesi gerektiğini ifade
etmiştir.

SORULAR:
1. Milletvekili C olayda kabul edilen kanunun Cumhuriyetin hangi ilkesine aykırı
olduğunu ileri sürüyor olabilir? Söz konusu ilkenin gerekleri ışığında tartışınız. (10
puan)

19
CEVAP: Cumhuriyetin nitelikleri 1982 Anayasasının ikinci maddesinde sayılmaktadır.
Söz konusu madde uyarınca “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve
adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Olayda
ibadethane olan kilise ve sinagoglara imtiyaz tanınması söz konusu olup bu durum
Cumhuriyetin niteliklerinden laiklikle alakalıdır. (3 puan)

Laiklik ilkesinin gereklerine bakıldığında;


• Din Hürriyeti:
- İnanç Hürriyeti
- İbadet Hürriyeti
• Din-Devlet İşlerinin Ayrılığı
- Devletin resmi bir dini olmamalıdır
- Devlet bütün dinler karşısında tarafsız olmalıdır
- Devlet bütün din mensuplarına eşit davranmalıdır
- Din kurumları ile devlet kurumları birbirinden ayrı olmalıdır
- Hukuk kuralları din kurallarına uymak zorunda olmamalıdır (5 puan)

Laiklik ilkesinin gereklerine baktığımız zaman, Türkiye’de faal durumda bulunan kilise ve
sinagoglara bazı imtiyazlar tanınması ve ödenek verilmesi sayılan gereklere aykırılık
taşımadığından Milletvekili C’nin iddiaları yerinde olmayacaktır. (2 puan)

2. Milletvekili C’nin olayda belirtilen yola başvurması yerinde midir? Bu yolun


özelliklerini de belirterek açıklayınız. (20 puan)
CEVAP: Bir kanunun Anayasaya aykırılığına ilişkin olarak Anayasa Mahkemesi’nde iki
şekilde dava açılabilir. Bunlardan birincisi iptal davası (soyut norm denetimi), ikincisi ise
itiraz davasıdır (somut norm denetimi). Olayda itiraz davası (somut norm denetimi) söz
konusudur. İtiraz davasına ancak kanun ve kanun hükmünde kararnameler konu olabilir.
Kanunların şekil bakımından Anayasaya aykırılığı da itiraz yolunun konusu olamaz. Bu
yolda, bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun
hükmünde kararnamenin hükümlerini kendiliğinden Anayasaya aykırı görürse veya
taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa,
AYM’nin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Bu çerçevede itiraz
yolunun koşulları şunlardır:

20
• Bakılmakta olan bir dava olmalıdır; Yargı yoluyla çözümlenmekte olan her iş birer
davadır. Yöntemine uygun olarak açılmış, başlamış ve yürütülmekte olan her
yargılama, görülmekte olan davadır. (2 puan)
• Davaya bakmakta olan bir “mahkeme” olmalıdır; AYM’nin içtihatlarında mahkeme,
bir davaya bakmakta olan, hâkim niteliğindeki kişilerden kurulu, yargı yetkisine
sahip, taraflar arasındaki uyuşmazlığın esasını çözümleyen merci olarak
tanımlanmaktadır. (2 puan)
• Davada uygulanacak olan bir kanun ya da kanun hükmünde kararname (KHK)
hükmü olmalıdır; Davada uygulanabilir nitelikte olmayan hükümler somut norm
denetimine konu olmaz. (2 puan)
• Mahkeme, uygulanacak hükmü Anayasaya aykırı görmeli veya aykırılık iddiasının
ciddi olduğu kanısına varmalıdır; Uyuşmazlığa ilişkin davanın görülmesi esnasında
ilgili mahkeme kendiliğinden veya davaya taraf olanların talebi üzerine, anayasaya
aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa AYM önünde itiraz davası açabilir.
(2 puan)
• Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde
kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı
yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa
Mahkemesi’nin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse,
mahkeme buna uymak zorundadır. (2 puan)

Olaydaki verilere bakıldığında davada uygulanacak bir kanun ya da KHK hükmü olması
koşuluyla ilgili olarak bir sorun bulunduğu görülmektedir. (3 puan) Nitekim olayda ticari
bir uyuşmazlıktan kaynaklanan dava söz konusudur. Ancak C kilise ve sinagoglara
ödenek verilip imtiyaz tanınması ile ilgili kanun için somut norm denetimini işletmeye
çalışmaktadır. Söz konusu kanun hükümleri davada uygulanabilir nitelikte olmadığından
C’nin bu yola başvurması yerinde olmayacaktır. (7 puan)

III. OLAY
Eski bir spor kulübü yöneticisi olan Gençlik ve Spor Bakanı A hakkında, üzerine yüklü
miktarda bahis oynanan süper lig maçında futbolcuları skora etki edecek biçimde tehdit
ederek spor müsabakalarına hile karıştırmak iddiasıyla İstanbul Cumhuriyet Savcılığı
tarafından soruşturma başlatılmıştır. Savcılık soruşturmanın ilerlemesi için Meclis
Başkanlığına Bakan A hakkında yazı göndermiştir. Meclis Başkanlığı ise, bu konuda
yetkinin TBMM’de olduğu gerekçesiyle yazının işleme konulamayacağını belirtmiştir.
Muhalefet Partisinden 60 milletvekilinin yazılı talebiyle, Meclis Başkanlığı Bakan A

21
hakkındaki iddiaları gündemine almıştır. Kurulan komisyona konu havale edilmiştir.
Konuyu inceleyen ilgili komisyonun kararı 13.10.2015 tarihinde Meclis Başkanlığına
teslim edilmiştir. Meclis Başkanlığı tarafından 21.10.2015 tarihinde karar meclis genel
kurulunda okunduktan sonra, genel kurulda hali hazırda bulunan 447 milletvekilinin
278’i Bakan A’nın yargılanmasına ilişkin evet oyu kullanmıştır.

SORULAR:
1. Olay bağlamında Bakan A’nın savcılık tarafından soruşturulması mümkün
müdür? Gerekçeli olarak açıklayınız. (5 puan)
CEVAP: Olayda bahsi geçen Bay A bir bakandır. İşlediği iddia edilen suç görev
kapsamında bir suçtur. Bakanlar görev suçlarından ötürü normal soruşturma ve
kovuşturma prosedürlerine tabi olmayıp Meclis Soruşturması usulü işletilerek, Anayasa
Mahkemesinin Yüce Divan sıfatıyla yapacağı yargılamada yargılanabilirler. Savcılığın
Bakan A hakkında soruşturma başlatıp yargılanmasını istemesi doğru değildir. Savcılık
durum tespiti yapıp dosyayı Meclise göndermekle yetinmelidir.

Meclis Soruşturması, Başbakan ve ilgili bakanların görevde bulundukları sırada


görevleriyle ilgili cezai sorumluluklarının araştırılmasını sağlayan bir denetim aracıdır. (5
puan)

2. Bakan A’nın ileri sürebileceği anayasal koruma mekanizmaları var mıdır? Olay
bağlamında etkisi ne olur? Tartışınız. (10 puan)
CEVAP: Milletvekillerinin, Bakanların ve milletvekili olmayan Bakanların anayasamız
tarafından kendilerine sağlanan en önemli imtiyaz yasama bağışıklıklarıdır. Bu bağlamda
yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığı çeşitli korumalar sağlamaktadır.

Yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin görevlerini yerine getirmeleri sırasında


açıkladıkları düşüncelerden ve verdikleri oylardan dolayı herhangi bir soruşturmaya
uğramamalarını ifade eder. Hukuki ve cezai sorumsuzluk sağlar. Niteliği mutlaktır ve
kaldırılamaz. Yasama dönemi boyunca koruma sağlar.

Yasama Dokunulmazlığı, milletvekilleri ve Bakanların suç işlediklerinden bahisle


Meclisin kararı olmadan cezai takibata maruz bırakılamayacakları anlamına gelir. Amacı
Milletvekillerini ve Bakanları keyfi asılsız ceza kovuşturmalarından ve tutuklamalardan
korumaktır. Tutulmaya, Sorguya Çekilmeye, Tutuklanmaya, Yargılanmaya karşı koruma
sağlar. İstisnaları ise; ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce

22
soruşturmasına başlanmış olmak kaydıyla anayasanın 14.maddesindeki durumlardır. (5
puan)

Olaydaki verilere bakıldığında, Bakan A yasama dokunulmazlığının olduğunu ve cezai


takibata karşı koruma altında olduğunu iddia edebilir. Ancak bu iddia yerinde değildir.
Bakan A, Bakan değil milletvekili olsaydı bu iddiası yerinde olabilirdi. Ancak ilgili kişinin
Bakan olması ve söz konusu suçun Bakanın görevi ile ilgili bir suç olması nedeniyle
yasama dokunulmazlığı güvencesi burada uygulanmayacak onun yerine özel bir usul olan
meclis soruşturması usulü uygulanacaktır. Bu usulde de yasama dokunulmazlığının bir
etkisi olamayacaktır. (5 puan)

3. Bakan A hakkında Meclis’te yürütülen işlemler yerinde midir? Değerlendiriniz.


(10 puan)
CEVAP: Bakan A ile ilgili meclis çatısı altında gerçekleştirilmek istenen işlem Meclis
soruşturmasıdır. Meclis Soruşturması, görevde olsun olmasın Başbakan ve Bakanların
görevde bulundukları sırada görevleriyle ilgili cezai sorumluluklarının araştırılmasını
sağlayan bir denetim aracıdır.
• Anayasamızın 100.maddesi uyarınca, TBMM üye tam sayısının en az onda biri (55
milletvekili) tarafından verilecek öneri ile soruşturma açılması istenebilir.
• Siyasi parti gruplarının meclis soruşturması açılması önerisi verme yetkisi yoktur.

Meclis bu istemi en geç 1 ay içinde görüşür ve karar bağlar. Meclis soruşturması


açılması için genel kurulda gizli bir oylama yapılır. Özel nitelikli bir sayı öngörülmediği
için toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar alınır. Meclis soruşturması yapılması
kararı alınırsa bir komisyon kurulur. 15 kişiden oluşacak bu komisyon meclisteki siyasi
partilerin güçleri oranınca belirlenir. Komisyonun netice olarak ortaya koyacağı rapor
meclis başkanlığına verildikten sonra 10 gün içinde görüşülür. Genel kurulda yapılacak
ikinci görüşme de Yüce Divana sevk olabilmesi için meclis üye tam sayısının salt
çoğunluğunun gizli oyu (276 milletvekili) gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi Yüce
Divan sıfatıyla çalışırken yürürlükteki kanunlara göre duruşma yapar ve hüküm verir.
Dolayısıyla işlenen fiilin TCK kapsamında bir suç niteliğine sahip olması gerekmektedir.
(5 puan)

Olayda verilen bilgiler ışığında değerlendirirsek, 60 milletvekilinin teklifi sürecin


başlaması için yeterlidir. Olayda konunu komisyona havale edilmesi bu işlemin usule
uygun yerine getirildiğini göstermektedir. Komisyonun netice olarak ortaya koyacağı

23
rapor meclis başkanlığına verildikten sonra 10 gün içinde görüşülür. Olayda tarihlere
bakıldığında bu sürenin de sağlandığı görülecektir. Genel kurulda yapılacak ikinci
görüşme de Yüce Divana sevk olabilmesi için meclis üye tam sayısının salt çoğunluğunun
gizli oyu (276 milletvekili) gerekmektedir. Olay da verilen bilgilerde “genel kurulda hali
hazırda bulunan 447 milletvekilinin 278’i Bakan A’nın yargılanmasına evet oyu
vermiştir” denilerek, Yüce divana sevk için gerekli oy çoğunluğuna ulaşıldığı
görülmektedir. Netice itibariyle Meclis Soruşturması kapsamında Bakan A’nın Yüce
Divan’a sevki gerçekleşmiştir. (5 puan)

4. Bakan A hakkında yürütülen sürecin sonuçları nelerdir? Açıklayınız. (5 puan)


CEVAP: Meclis soruşturması neticesinde Yüce Divana sevk edilen bakan, sevk edilmekle
birlikte bakanlık sıfatını kaybedecektir. Bunun için yargılama sonucunun
beklenmesine gerek yoktur. (2 puan)

Yüce Divan’da yapılacak yargılama neticesinde Bakan A’nın suçu bulunması halinde
burada mahkûm olunan suçun niteliğine bakılacaktır. Mahkûm olunan suç milletvekili
seçilmeye engel bir suç ise bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula
bildirilmesiyle milletvekilliği düşecektir. Eğer mahkûm olunan suç milletvekili seçilmeye
engel bir suç değilse milletvekilliği devam edecek ve dokunulmazlığı olduğu için cezalarını
milletvekilliği sona erdikten sonra çekecektir. Yüce Divan kararları kesindir aleyhine
itiraz etmek mümkün değildir. (3 puan)

IV. OLAY
2005 yılında trafikte yol vermeme neticesinde çıkan bir olayda karşılıklı silahların
ateşlendiği bir çatışma çıkmıştır. Ölü ve yaralıların olduğu çatışmada Bay B’de
yaralanmıştır. Bay B’nin silahından çıkan mermilerle bir kişinin yaralandığı tespit
edilmiştir. Olayla ilgili yargılama devam ederken 2007 seçimlerinde Bay B milletvekili
adayı olmuş ve seçilmiştir. Soruşturma kapsamında Bay B hakkında dokunulmazlığının
kaldırılması için yapılan talebi inceleyen Karma Komisyona ifade vermeye giden Bay B,
kendisine Bakan D tarafından komplo yapıldığını belirterek, Bakanı komisyon önünde
haysiyetsiz, alçak olarak nitelemiştir. Bunun üzerine Meclis genel kurulunda 330
milletvekilinin hazır olduğu bir anda 197 kişinin evet oyu ile yaralama suçuna karışma ve
Bakan D’ye hakaret gerekçeleri ile Milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır.

24
SORULAR:
1. Hakkında bir ceza davası devam eden Bay B’nin milletvekili seçilmesi mümkün
müdür? Tartışınız. (5 puan)
CEVAP: Anayasanın milletvekili seçilme yeterliliğine ilişkin 76.maddesinin 2.fıkrasına
göre,
“En az ilkokul mezunu olmayanlar, kısıtlılar, yükümlü olduğu askerlik hizmetini
yapmamış olanlar, kamu hizmetinden yasaklılar, taksirli suçlar hariç toplam bir yıl veya
daha fazla hapis ile ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanlar; zimmet, ihtilâs, irtikâp,
rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz
kızartıcı suçlarla, kaçakçılık, resmî ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet
sırlarını açığa vurma, terör eylemlerine katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik
suçlarından biriyle hüküm giymiş olanlar, affa uğramış olsalar bile milletvekili
seçilemezler.” (3 puan)

Bu maddeden anlaşılacağı üzere seçilme engeli belirtilen suçlardan hüküm giymiş


olanları kapsamaktadır. Milletvekili seçildiği tarihte Bay B hakkında verilmiş ve
kesinleşmiş bir ceza hükmü bulunmamaktadır. Bu nedenle seçilmeye engel bir durum
yoktur. (2 puan)

2. TBMM’nin dokunulmazlığın kaldırılması kararı yerinde midir? Değerlendiriniz.


(5 puan)
CEVAP: Yasama dokunulmazlığı anayasa tarafından milletvekillerine sağlanan ve mutlak
olmayan nisbi nitelikli bir haktır. Dokunulmazlığın kaldırılması için, bir savcılıklar veya
mahkemeler tarafından Adalet Bakanlığına ulaştırılır. Bakanlık durumu Meclis
Başkanlığına ulaştırır. Meclis Başkanlığınca ilgili istem Karma Komisyona havale edilir.
Anayasamızın 83.maddesinin son fıkrasına göre TBMM’deki siyasi parti gruplarınca
yasama dokunulmazlığı ile ilgili görüşme yapılamaz, karar alınamaz. TBMM genel
kurulunda yapılacak oylamada karar için nitelikli bir çoğunluk öngörülmemiştir.
Anayasa’nın 96.maddesine göre karar alınacaktır. (2 puan)

Olaydaki veriler ışığında değerlendirirsek, Savcılığın istemi, Mecliste Karma Komisyonun


konuyu ele alması ve karar oylamasında Anayasa’nın 96.maddesi uyarınca salt
çoğunluğun sağlanması nedeniyle Bay B’nin dokunulmazlığı yaralama suçuna
karışmaktan kaldırılabilir. (2 puan) Bay B’nin dokunulmazlığının kaldırılma sebebi
olarak Karma Komisyon önünde sarf ettiği sözlerin gerekçe gösterilmesi ise
dokunulmazlığın kaldırılması usulüne aykırıdır. Bay B’nin sarf etmiş olduğu sözler Meclis

25
Çalışmaları olarak kabul edilecek bir komisyon çalışmasında söylendiğinden Yasama
Sorumsuzluğu kapsamında değerlendirilmeli cezai sorumsuzluğu mutlak olduğundan
yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına gerekçe teşkil etmeyecektir. (1 puan)

3. TBMM’nin aldığı kararın milletvekilliği sıfatına etkisi nedir? Açıklayınız. (5


puan)
CEVAP: TBMM tarafından dokunulmazlığı kaldırılan milletvekilinin, milletvekilliği
devam etmektedir. Dolayısıyla yasama çalışmalarına kaldığı yerden devam edebilir.
Dokunulmazlığı kaldırılan bir milletvekili, sadece dokunulmazlık hangi iddia için
kaldırılmışsa o iddiadan yargılanabilir. (3 puan) Anayasanın 83. maddesi uyarınca
dokunulmazlığı kaldırılan bir milletvekili yargılandığı sırada seçimler yenilenir ve
yeniden milletvekili seçilirse, yargılama için dokunulmazlığın tekrar kaldırılması
gerekmektedir. Dokunulmazlığı kaldırılan milletvekili yargılama sonucunda milletvekili
seçilme yeterliliğine engel bir suçtan kesin hüküm giyerse milletvekilliğinin düşmesi söz
konusu olacaktır. (2 puan)

4. Bay B’nin TBMM kararına karşı itiraz etme hakkı var mıdır? Açıklayınız. (5
puan)
CEVAP: Anayasamızın 85.maddesine göre; “Yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına
veya milletvekilliğinin düşmesine 84 üncü maddenin birinci, üçüncü veya dördüncü
fıkralarına göre karar verilmiş olması hallerinde, Meclis Genel Kurulu kararının alındığı
tarihten başlayarak yedi gün içerisinde ilgili milletvekili veya bir diğer milletvekili,
kararın, Anayasaya, kanuna veya İçtüzüğe aykırılığı iddiasıyla iptali için Anayasa
Mahkemesine başvurabilir. Anayasa Mahkemesi, iptal istemini onbeş gün içerisinde kesin
karara bağlar.” (2 puan)

Buna göre Bay B, dokunulmazlığın kaldırılması kararına karşı 7 gün içerisinde Anayasa
Mahkemesine itiraz etme hakkına sahiptir. (3 puan)

ANAYASA HUKUKU / TEK / BÜTÜNLEME / 15’-16’

I. OLAY
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) hükümete, Türkiye’nin ulusal güvenliğine yönelik
terör tehdidi ve her türlü güvenlik riskine karşı uluslararası hukuk çerçevesinde gerekli
her türlü tedbiri almak, Irak ve Suriye’deki tüm terörist örgütlerden ülkemize

26
yönelebilecek saldırıları bertaraf etmek için gerektiğinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin
yabancı ülkelere gönderilmesi, yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de Bulunması ve bu
kuvvetlerin hükümetin belirleyeceği esaslara göre kullanılması için izin vermiştir. 432
milletvekilinin katıldığı oylamada 229 kabul, 101 red ve 102 çekimser oy çıkmıştır. Bir
milletvekili yapılan oylamadan sonra, yeterli kabul sayısının sağlanmadığını ve
TBMM’nin bir yasayla izin vermesi gerektiğini ileri sürmüştür.

SORULAR:
1. Milletvekilinin iddiasını, olayda hükümete izin veren işlemin unsurlarını da
açıklayarak değerlendiriniz. (15 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 92. maddesi uyarınca, “Milletlerarası hukukun meşrû saydığı
hallerde savaş hali ilânına ve Türkiye’nin taraf olduğu milletlerarası andlaşmaların veya
milletlerarası nezaket kurallarının gerektirdiği haller dışında, Türk Silahlı Kuvvetlerinin
yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına
izin verme yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde
veya ara vermede iken ülkenin ani bir silahlı saldırıya uğraması ve bu sebeple silahlı
kuvvet kullanılmasına derhal karar verilmesinin kaçınılmaz olması halinde
Cumhurbaşkanı da, Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar verebilir.” Görüldüğü
üzere olayda olduğu gibi Türk silahlı kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine izin
verme yetkisi TBMM’ye aittir.

Parlamento iradesini yasa ya da parlamento kararı olarak açıklar. Yasalar genel geçer ve
soyut kurallar getirirken, parlamento kararları kişilerin temel hak ve özgürlüklerinden
ziyade özel konulara ilişkin olur. Olayda olduğu gibi silahlı kuvvetlerin yabancı ülkelere
gönderilmesine ilişkin karar parlamento kararı ile olur. Nitekim 92. maddede söz konusu
iznin yasa ile verileceği de düzenlenmemiştir. Konuya ilgili TBMM İçtüzüğü hükmüne (m.
130) de bakıldığında Anayasanın 92. maddesinin birinci fıkrası gereğince, Türk Silahlı
Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesine veya yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de
bulunmasına belli bir süre için, Bakanlar Kurulu’nun istemi üzerine, Türkiye Büyük
Millet Meclisince izin verileceği ve bu kararı Cumhurbaşkanı’nın uygulayacağı
düzenlenmektedir. Görüldüğü üzere milletvekilinin TBMM’nin bir yasayla izin vermesi
gerektiğine ilişkin iddiası yersizdir. (5 puan)

Anayasanın toplantı ve karar yeter sayısını düzenleyen 96. maddesinin birinci fıkrası
uyarınca “Türkiye Büyük Millet Meclisi, yapacağı seçimler dahil bütün işlerinde üye
tamsayısının en az üçte biri ile toplanır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasada başkaca

27
bir hüküm yoksa toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir; ancak karar yeter
sayısı hiçbir şekilde üye tamsayısının dörtte birinin bir fazlasından az olamaz.”
Dolayısıyla anayasada TBMM’nin toplantı ve karar yeter sayısına ilişkin özel bir
düzenleme olmadıkça 96. maddedeki genel kural geçerli olacaktır. (5 puan)

Yukarıda yer verilen 92. maddede silahlı kuvvetlerin yabancı ülkelere gönderilmesi için
özel bir toplantı ya da karar yeter sayısı öngörülmediğinden 96. maddedeki genel kural
uygulanır. Olaya bakıldığında oylamaya 432 milletvekili katılmış olup bu sayı TBMM üye
tamsayısının üçte birinden fazladır. Haliyle toplantı yeter sayısı bakımından bir sorun
yoktur. Karar yeter sayısına bakılacak olursa olayda 229 kabul oyu bulunmakta ve bu sayı
toplantıya katılanların salt çoğunluğunu sağlamaktadır. Ayrıca 229 kabul oyu 96.
maddenin aradığı eşik olan üye tamsayısının dörtte birinin bir fazlasından (139) da az
değildir. Sonuç olarak toplantı ve karar yeter sayısı bakımından bir sorun
bulunmamaktadır. Haliyle milletvekilinin bu husustaki iddiası da yersizdir. (5 puan)

II. OLAY
Ülke çapında gerçekleşen terör kalkışması ve şiddet hareketlerinin ardından, Milli
Güvenlik Kurulu’nun tavsiye kararı göz önünde bulundurulmak suretiyle Cumhurbaşkanı
başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından yurdun bütününde doksan gün
süreyle olağanüstü hal ilan edilmiştir. Söz konusu ilana ilişkin kararın TBMM tarafından
onaylanmasının ardından olağanüstü hal kapsamında bazı tedbirler alınması amacıyla
Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu olağanüstü hal kanun
hükmünde kararnamesi çıkartmıştır. Ertesi gün TBMM’de basın toplantısı yapan ana
muhalefet partisi milletvekili A, yetki kanunu olmadan kanun hükmünde kararname
çıkarılamayacağını ve çıkarılan kanun hükmünde kararname ile gözaltı süresinin otuz
gün uygulanabilmesine imkan tanındığını ancak bu durumun anayasada düzenlenen kişi
hürriyeti ve güvenliği hakkına aykırı olduğunu ileri sürerek parti olarak Anayasa
Mahkemesi’ne başvuracaklarını söylemiştir.

SORULAR:
1. Olaydaki olağanüstü hal ilanını 1982 Anayasasının ilgili hükümleri çerçevesinde
değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: Anayasamızda olağanüstü hal ilanını gerektiren iki farklı durum öngörülmüş
olup söz konusu durumlar Anayasamızın 119 ve 120. maddelerinde düzenlenmiştir.
Bunlardan ilkinde tabiî afet ve ağır ekonomik bunalım sebebiyle olağanüstü hal ilânı söz
konusu iken (m. 119) diğerinde ise şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin

28
ciddî şekilde bozulması sebepleriyle olağanüstü hal ilânı (m. 120) söz konusudur. (2
puan)

Olayımızda ülke çapında gerçekleşen terör kalkışması ve şiddet hareketleri


bulunduğundan 1982 Anayasasının 120. maddesinde öngörülen durum gerçekleşmiştir.
İlgili madde uyarınca, “Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve
hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin
ortaya çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması
hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik
Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya
bütününde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilân edebilir.” (2 puan)

120. Maddeye bakıldığında yaygın şiddet hareketlerine dair belirtilerin ortaya çıkması
veya şiddet olaylarının meydana gelmesi, olağanüstü hal ilanının Cumhurbaşkanı
başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu tarafından Milli Güvenlik Kurulu’nun görüşü
alındıktan sonra gerçekleştirilmesi, olağanüstü halin yurdun bir veya birden fazla
bölgesinde yahut bütününde en fazla altı ay süre ile ilan edilmesi gerekmektedir. Olaya
bakıldığında bütün bu koşullar gerçekleşmiş olup olağanüstü hal ilanında bir sorun
bulunmamaktadır. (6 puan)

2. Milletvekili A’nın yetki kanunu ve gözaltı süresine ilişkin ileri sürdüğü görüşler
yerinde midir? Açıklayınız. (10 puan)
CEVAP: Her ne kadar kanun hükmünde kararnamelere ilişkin genel hüküm niteliğinde
olan 1982 Anayasasının 91. maddesinde “Türkiye Büyük Millet Meclisi, Bakanlar
Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verebilir. Ancak sıkıyönetim ve
olağanüstü haller saklı kalmak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci
bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleri ile dördüncü bölümünde yer
alan siyasî haklar ve ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez.” denilse de
aynı maddenin 5. fıkrasında “Sıkıyönetim ve olağanüstü hallerde, Cumhurbaşkanının
Başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulunun kanun hükmünde kararname çıkarmasına
ilişkin hükümler saklıdır.” denmektedir. (2 puan)

Olayımızda olağanüstü hal sırasında çıkarılan bir kanun hükmünde kararname (KHK)
söz konusudur. Konuyu düzenleyen 1982 Anayasasının 121. maddesinin 3. fıkrası
uyarınca “Olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar
Kurulu, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, kanun hükmünde kararnameler

29
çıkarabilir. Bu kararnameler, Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük
Millet Meclisinin onayına sunulur; bunların Meclisce onaylanmasına ilişkin süre ve usul,
İçtüzükte belirlenir.” Dikkat edilirse olağan dönem kanun hükmünde kararnamelerini
düzenleyen Anayasamızın 91. maddesinin aksine burada herhangi bir yetki kanunundan
bahsedilmemektedir. Dolayısıyla, olağanüstü hal süresince KHK çıkarma yetkisi yetki
kanunundan değil, doğrudan Anayasamızın 121. maddesinden kaynaklanır ve bir yetki
kanununa ihtiyaç duyulmaz. Haliyle milletvekili A’nın yetki kanununa ilişkin ileri
sürdüğü görüş yerinde değildir. (3 puan)

Milletvekili A’nın gözaltı süresine ilişkin iddiasına bakılacak olursa, Anayasamızın kişi
hürriyeti ve güvenliği başlıklı 19. maddesi uyarınca “Yakalanan veya tutuklanan kişi,
tutulma yerine en yakın mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç en geç kırksekiz
saat ve toplu olarak işlenen suçlarda en çok dört gün içinde hâkim önüne çıkarılır. Kimse,
bu süreler geçtikten sonra hâkim kararı olmaksızın hürriyetinden yoksun bırakılamaz.”
Dikkat edilirse ilgili düzenleme uyarınca olağan dönemlerde gözaltı süresi en fazla 4 gün
olabilir. Ancak yine aynı maddede bu sürelerin olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş
hallerinde uzatılabileceği düzenlenmektedir. Ayrıca Anayasamızın 15. maddesi de “Savaş,
seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde, milletlerarası hukuktan doğan
yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla, durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve
hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir veya bunlar için
Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.” hükmünü taşımaktadır. (2
puan)

Haliyle Anayasada olağan dönemler için geçerli olan güvenceler olağanüstü dönemlerde
geçerliliğini yitirebilmektedir. Sonuç olarak olayda gözaltı süresinin otuz gün
uygulanabilmesine imkan tanınması anayasada düzenlenen kişi hürriyeti ve güvenliği
hakkına aykırı olmaktan ziyade Anayasamızın 15 ve 19. maddelerinin müsaade ettiği bir
durumdur. Bu durumda milletvekili A’nın gözaltı süresine ilişkin ileri sürdüğü görüş de
yerinde değildir. (3 puan)

3. Milletvekili A’nın mensubu olduğu ana muhalefet partisinin olaydaki kanun


hükmünde kararnamenin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurması mümkün
müdür? Tartışınız. (15 puan)
CEVAP: 1982 Anayasasının Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkilerini düzenleyen 148.
maddesinin birinci fıkrası uyarınca, “Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde
kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas

30
bakımlarından uygunluğunu denetler ve bireysel başvuruları karara bağlar. Anayasa
değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler. Ancak, olağanüstü
hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil
ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava
açılamaz.” (2 puan)

Dikkat edilirse Anayasamız olağan dönemde çıkartılan KHK’ların Anayasa Mahkemesi


tarafından denetimine iziz verirken olağanüstü hallerde çıkarılan KHK’ların anayasaya
aykırı olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne dava açılamayacağını düzenlemektedir.
Olayda olağanüstü dönemde çıkartılan bir KHK söz konusudur. Dolayısıyla söz konusu
KHK’nın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz. (3 puan) Ancak Anayasa
Mahkemesi daha önce vermiş olduğu kararlarla söz konusu denetim yasağını aşmıştır.
Nitekim mahkemeye göre ismi öyle olsa dahi gerçekte olağanüstü hal kanun hükmünde
kararnamesi niteliğinde olmayan KHK’lar olağan dönemde çıkarılmış gibi kabul edilerek
denetime tabii tutulabilir. (2 puan)

Nitekim Anayasa Mahkemesi’ne göre, “Olağanüstü hal yurdun bir bölgesinde ilân
edilmişse, olağanüstü hal KHK'leri ile yapılan düzenlemelerin bu bölge dışına taşmaması
gerekir. Bu koşulu taşımayan KHK'ler olağanüstü hal KHK'leri olarak kabul edilemezler.
Bunlar olağan KHK sayılabilirler. Ancak, bu durumda da bu kural, bir yetki yasasına
dayanmadığından iptal edilmesi gerekir.” (AYM, E: 1991/6, K: 1991/20, KT: 3.7.1991).
Yine Anayasa Mahkemesi’ne göre, “Olağanüstü hallerde Anayasa'nın 121. maddesinin
üçüncü fıkrasına göre çıkarılabilecek KHK'lerde konu sınırlaması yoktur. Ancak bu,
olağanüstü KHK'lerin düzenleme alanının sınırsız okluğu anlamında değildir.

Bu tür KHK'lerin düzenleme alanları, Anayasa'nın 121. maddesinin' üçüncü ve 122.


maddesinin ikinci fıkraları gereğince "olağanüstü halin veya sıkıyönetim halini gerekli
kıldığı konular"la sınırlıdır. Olağanüstü halin gerekli kılmadığı konuların olağanüstü hal
KHK'leriyle düzenlenmesi olanaksızdır. Olağanüstü halin gerekli kıldığı konular,
olağanüstü halin neden ve amaç öğeleriyle sınırlıdır. İlân edilmiş olan olağanüstü halin
nedeni, şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin bozulmasıdır. Olağanüstü
halin amacı, neden öğesiyle kaynaşmış bir durumdadır.

Başka bir anlatımla, olağanüstü halin varlığını gerektiren nedenler saptandığında amaç
öğesi de gerçekleşmiş demektir. Şu durumda olağanüstü hal KHK'lerinin "olağanüstü
halin gerekli kıldığı konularda" olağanüstü halin amacı ve nedenleriyle sınırlı

31
çıkarılmaları gerekir. Anayasa'nın 148. maddesinin biçim ve öz yönünden Anayasa'ya
uygunluk denetimi dışında tuttuğu KHK'ler "olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda"
çıkartılan KHK'lerdir. Anayasa Mahkemesi'nin çıkartılan bir olağanüstü hal KHK'sinin bu
niteliği taşıyıp taşımadığını belirlemesi ve eğer bu niteliği taşımıyorsa uygunluk
denetimini yapması zorunludur.” (AYM, E: 1990/25, K: 1991/1, KT: 10.1.1991).

Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi’ne göre olağanüstü hal kanun hükmünde


kararnamesinde olsa dahi;
• Olağanüstü hal ilan edilen bölgenin dışına taşan, (2 puan)
• Olağanüstü hal süresini aşan, (2 puan)
• Olağanüstü halin gerektirdiği konularla ilgili olmayan (2 puan) düzenlemeler
Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenebilip iptal edilebilir.

Böyle bir durumun varlığı halinde, “kanunların, kanun hükmündeki kararnamelerin,


Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün veya bunların belirli madde ve hükümlerinin
şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesinde
doğrudan doğruya iptal davası açabilme hakkı, Cumhurbaşkanına, iktidar ve ana
muhalefet partisi Meclis grupları ile Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az
beşte biri tutarındaki üyelere” ait olduğundan (1982 Anayasası, m. 150) milletvekili A’nın
mensubu olduğu ana muhalefet partisinin olağanüstü hal KHK’sı niteliğinde olmayan
düzenlemeler için Anayasa Mahkemesi’ne başvurması mümkün olacaktır. (2 puan)

III. OLAY
Terörist kalkışmanın ardından TBMM’de bulunan siyasi partiler ortak bir bildiri
yayımlayarak kalkışmanın nedenleri ve benzer olayların yaşanmaması için alınması
gereken önlemlerle ilgili incelemelerde bulunulması çağrısında bulunmuşlardır. Ayrıca
söz konusu çağrıdan sonra muhalefet partisi milletvekillerinden D, olaylardan sonra
emniyet teşkilatında nasıl bir yapılanmaya gidildiği ile ilgili olarak İçişleri Bakanı’ndan
bilgi istemiştir.

SORULAR
1. Siyasi partilerin bildirisi dikkate alındığında TBMM söz konusu amacı
gerçekleştirmek amacıyla hangi yolu işletebilir? Açıklayınız. (10 puan)
CEVAP: 1982 Anayasasının 98. maddesi uyarınca TBMM’nin denetim yolları 5 tanedir:
• Soru,
• Meclis araştırması,

32
• Genel görüşme,
• Gensoru
• Meclis soruşturması yollarıyla denetleme yetkisini kullanır.

Soru: Bakanlar Kurulu adına, sözlü veya yazılı olarak cevaplandırılmak üzere Başbakan
veya bakanlardan bilgi istemekten ibarettir.

Meclis araştırması: belli bir konuda bilgi edinilmek için yapılan incelemeden ibarettir.

Genel görüşme: toplumu ve Devlet faaliyetlerini ilgilendiren belli bir konunun, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunda görüşülmesidir.

Soru, Meclis araştırması ve genel görüşme ile ilgili önergelerin verilme şekli, içeriği ve
kapsamı ile cevaplandırılma, görüşme ve araştırma yöntemleri Meclis İçtüzüğü ile
düzenlenir.” (3 puan)

Olayda TBMM’nin belirtilen amacı gerçekleştirmek amacıyla işletmesi gereken yol meclis
araştırmasıdır. (2 puan)

TBMM İçtüzüğünün 101-105. madde hükümleri uyarınca meclis araştırması hükümet,


siyasî parti grupları veya en az yirmi milletvekili tarafından Başkanlıktan bir önergeyle
istenebilir. Bu istem derhal gelen kâğıtlar listesine alınır, Genel Kurula ve Hükümete
duyurulur. Araştırma istemi önergesi beşyüz kelimeden fazla ise önerge sahipleri beşyüz
kelimeyi geçmemek üzere özetini eklemek zorundadır. Meclis araştırmasının yürütülmesi
görevi, genel hükümlere göre seçilecek bir özel komisyona verilir.

Bu komisyonun üye adedi, çalışma süresi ve gerektiğinde Ankara dışında da çalışabileceği


hususu Meclis Başkanının teklifi ile Genel Kurulca tespit edilir. Araştırmasını üç ay içinde
bitiremeyen komisyona bir aylık kesin süre verilir. Komisyon bu süre sonunda da
çalışmasını tamamlayamadığı takdirde süre bitiminden itibaren onbeş gün içinde
araştırmanın tamamlanmaması nedenleri veya o ana kadar varılan sonuçlar üzerinde
Genel Kurulda görüşme açılır. Genel Kurul bu görüşme ile yetinebileceği gibi yeni bir
komisyon da kurabilir. Meclis araştırma komisyonu bakanlıklarla genel ve katma bütçeli
dairelerden, mahallî idarelerden, muhtarlıklardan, üniversitelerden, Türkiye Radyo-
Televizyon Kurumundan, kamu iktisadî teşebbüslerinden, özel kanun ile veya özel
kanunun verdiği yetkiye dayanılarak kurulmuş banka ve kuruluşlardan, kamu kurumu

33
niteliğindeki meslek kuruluşlarından ve kamu yararına çalışan derneklerden bilgi istemek
ve buralarda inceleme yapmak, ilgililerini çağırıp bilgi almak yetkisine sahiptir.
Komisyon, gerekli gördüğünde uygun bulacağı uzmanların bilgilerine başvurabilir. Devlet
sırları ile ticarî sırlar, Meclis araştırması kapsamının dışında kalır. Meclis araştırma
komisyonu tarafından hazırlanan rapor hakkında Genel Kurulda genel görüşme açılır. (5
puan)

2. Milletvekili D’nin başvurduğu yolu, koşullarını dikkate alarak değerlendiriniz.


(10 puan)
CEVAP: Olayda milletvekili D’nin emniyet teşkilatında nasıl bir yapılanmaya gidildiği ile
ilgili olarak İçişleri Bakanı’ndan bilgi istemesi “soru” denetim yoluna başvurduğunu
göstermektedir. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz üzere soru, Bakanlar Kurulu adına,
sözlü veya yazılı olarak cevaplandırılmak üzere Başbakan veya bakanlardan bilgi
istemekten ibarettir. (4 puan)

Soru denetim yoluna ilişkin düzenlemeler TBMM İçtüzüğünün 96 ile 100. maddeleri
arasında bulunmaktadır. Söz konusu düzenlemeler uyarınca soru; kısa, gerekçesiz ve
kişisel görüş ileri sürülmeksizin; kişilik ve özel yaşama ilişkin konuları içermeyen bir
önerge ile Hükümet adına sözlü veya yazılı olarak cevaplandırılmak üzere, Başbakan veya
bir bakandan açık ve belli konular hakkında bilgi istemekten ibarettir. Sözlü soru
önergeleri yüz kelimeyi geçemez. Soru önergelerine belge eklenemez. Soru önergesi,
sadece bir milletvekili tarafından imzalanır ve Başkanlığa verilir. Başkan, İçtüzük
şartlarına uygun gördüğü önergeleri gelen kâğıtlar listesinde yayımlar ve Başbakanlığa
veya ait olduğu bakanlığa gönderir. Başka bir kaynaktan kolayca öğrenilmesi mümkün
olan konular, tek amacı istişare sağlamaktan ibaret konular, konusu, evvelce Başkanlığa
verilmiş gensoru önergesiyle aynı olan sorular Başkanlıkça kabul edilmez. (2 puan)

Sözlü sorular, önergenin Başbakanlığa veya ait olduğu bakanlığa sevk tarihinden itibaren
beş gün sonra gündeme alınır. Sözlü soruların cevaplandırılması için; Anayasa, kanun ve
İçtüzük gereği zorunluklar hariç olmak üzere, haftanın en az iki gününde, birleşimin
başında ve birer saatten az olmamak şartıyla, Danışma Kurulunun önerisi ve Genel
Kurulun onayı ile belli bir süre ayrılır. Hükümet adına verilecek cevabın süresi beş
dakikayı geçemez. Bu cevap üzerine soru sahibi, yerinden, konu ile ilgili çok kısa ek bir
açıklama isteyebilir. Hükümet adına verilecek cevapla görüşme tamamlanır. İkinci cevap
süresi de beş dakikayı geçemez. Soru sahibinin Genel Kurulda bulunmaması, sorunun
cevaplandırılmasına engel değildir. Hükümet adına cevap vermek için söz alan bakan;

34
gündemde bulunan sözlü soru önergelerinden birden fazlasını sıra gözetmeden
cevaplayabilir. Bu hakkını kullanmak isteyen bakan, önceden, birleşimi yöneten Başkana
isteğini bildirir. Başkan bu isteği birleşimi açtıktan sonra derhal Genel Kurula duyurur.
Konuları aynı olan sözlü sorular birleştirilerek cevaplandırılabilir. (2 puan)

Yazılı soruların cevabı, Başbakanlık veya ait olduğu bakanlık eliyle Başkanlığa sunulur.
Başkan, bu cevabı derhal soru sahibine iletir. Cevap ayrıca soru metniyle birlikte
Başkanlıkça alındığı günkü veya bir sonraki birleşim tutanağının arkasına eklenir. Yazılı
sorular, Başbakanlığa veya ait olduğu bakanlığa gönderildiği tarihten itibaren en geç
onbeş gün içinde cevaplandırılır. Başkan, bu süre içinde cevaplandırılmayan yazılı sorular
için Başbakanın veya ilgili bakanın dikkatini çeker. Yazılı sorular, dikkat çekme yazısının
gönderildiği tarihten itibaren on gün içinde de cevaplandırılmazsa, önergenin süresi
içinde cevaplandırılmadığı gelen kâğıtlar listesinde ilan edilir. Hükümet, yazılı sorunun
cevabını, gereken bilgilerin derlenebilmesi için Başkanlığa bilgi vermek suretiyle bir ayı
geçmemek üzere geciktirebilir. (2 puan)

IV. OLAY
Evlenmeden önceki soyadını tek başına kullanmak isteyen kamu görevlisi B’nin bu
amaçla açtığı dava yerleşim yerindeki aile mahkemesi tarafından reddedilmiş, red kararı
Yargıtay tarafından onanmıştır. Bunun üzerine B, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel
başvuruda bulunarak her ne kadar Türk Medeni Kanunu’nda kadının evlenmekle
kocasının soyadını alacağı düzenlenmiş olsa da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
kararları gereğince soyadını tek başına kullanabileceğini belirterek gereğine
hükmedilmesini talep etmiştir.

Diğer taraftan Yalova’da bulunan bir kamu kurumunda sözleşmeli olarak çalışan B’nin eşi
C, yapılan kanuni düzenleme sonucunda sözleşmeli çalıştığı kurumun memur kadrosuna
atanmıştır. Bunun üzerine C, eşine daha yakın olabilmek amacıyla Kocaeli’nde bulunan
eşinin çalıştığı kamu kurumuna atanmasını talep etmiş ancak bu talebi reddedilmiştir.
Talebinin yerine getirilmesi için idare mahkemesinde dava açan C’nin davası hem ilk
derece mahkemesi hem de sonraki yetkili mahkeme tarafından reddedilmiştir. Red
kararının gerekçesinde, “İlgili kanun gereğince C gibi sözleşmeli iken memur kadrolarına
atananların beş yıl süreyle başka kamu kurum ve kuruluşlarına naklinin yapılamayacağı
öngörülmüştür.

35
Kural olarak memur statüsünde çalışmak, bu amaçla yapılan bir seçme sınavında başarılı
olma koşuluna bağlı bulunmakta iken kanun koyucu tarafından, söz konusu sınavdan
muaf tutulmak suretiyle genel kurallara istisna tanınarak sözleşmeli personel
statüsünden memur kadrosuna atananlara beş yıl süresince diğer kamu kurum ve
kuruluşlarına nakil yasağının getirilmesi de makul bir sınırlama olarak kabul edilmelidir.
Ayrıca davacı bakımından ücretsiz izin kullanma gibi imkanların varlığı göz önünde
bulundurulmalıdır.” görüşlerine yer verilmiştir. Bunun üzerine C, nakil yasağından dolayı
aile hayatının bittiği ve özel yaşamın gizliliği hakkının ihlal edildiğinden bahisle Anayasa
Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur. Ancak Anayasa Mahkemesi başvurunun
açıkça dayanaktan yoksun olduğu gerekçesiyle kabul edilmezlik kararı vermiştir.
(Anayasa Mahkemesi’nin 2015/98 esas, 2016/35 karar sayılı, 05.05.2016 tarihli kararı ile
2013/2187 başvuru numaralı, 19.12.2013 tarihli kararından esinlenilmiştir.)

SORULAR:
1. Anayasa Mahkemesi’nin C’nin başvurusunun reddine sebep olan gerekçesini
değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: 1982 Anayasasının 148. maddesi uyarınca herkes, Anayasada güvence altına
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki
herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne
bireysel başvuruda bulunabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının
tüketilmiş olması şarttır. Ayrıca, 23 Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen işlemler ve
kararlar bakımından bu yola başvurulabilir. Bireysel başvurunun, başvuru yollarının
tüketildiği tarihten; başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren
otuz gün içinde yapılması gerekir. Haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde
başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten itibaren on beş gün içinde ve mazeretlerini
belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler. Son olarak belirtilmesi gereken husus ihlal
iddiasının açıkça dayanaktan yoksun olmamasıdır. (5 puan)

Olaya bakıldığında C’nin başvurusunun reddine sebep olan gerekçe başvurunun açıkça
dayanaktan yoksun olmasıdır. Anayasa Mahkemesi’ne göre başvurucunun ihlal
iddialarını kanıtlayamadığı, iddialarının salt kanun yolunda gözetilmesi gereken
hususlara ilişkin olduğu, temel haklara yönelik bir müdahalenin olmadığı veya
müdahalenin meşru olduğu açık olan başvurular ile karmaşık veya zorlama şikâyetlerden
ibaret başvurular açıkça dayanaktan yoksun kabul edilebilir (Örneğin bkz: AYM, No:
2012/1334, KT: 17.09.2013). Bu durumda da başvurunun kabul edilmezliğine karar
verilir. Olayda, başvurucunun aile hayatının bittiği ve böylece özel yaşamının gizliliği

36
hakkının ihlal edildiği iddiası hukuki bilgi ve gerekçeyle desteklenmemiş olduğundan
açıkça dayanaktan yoksun bulunmuştur. Zira sırf süreli nakil yasağı sebebiyle aile
hayatının bittiği ve bu nedenle özel yaşamın gizliliği hakkının ihlal edildiği
gerekçelendirilememiştir. (5 puan)

2. Her iki bireysel başvuruda kabul edilebilirlik kararı verildiği varsayıldığında;


a) Anayasa Mahkemesi’nin B’nin bireysel başvurusuna ilişkin esas değerlendirmesi
ne yönde olabilir? Olağan dönem temel hak ve özgürlükler rejimi çerçevesinde
tartışınız. (10 puan)
CEVAP: 1982 Anayasasının 13. maddesi uyarınca, temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak
ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
aykırı olamaz. (3 puan) Hak ve özgürlüğe yönelik müdahalenin yasa ile öngörülmüş
olması gerekmektedir. Nitekim yasa ile öngörülen bir müdahale olmadıkça müdahalenin
demokratik toplum düzeninde gerekli, ölçülü olup olmadığını tespit etmeye gerek yoktur.
Salt müdahalenin yasal olmaması bu bakımdan ihlale yol açar. (2 puan)

Anayasamızın 90. maddesinin son fıkrası uyarınca “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık
iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel
hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı
hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma
hükümleri esas alınır.” Dolayısıyla uluslararası andlaşmalar ile kanunların aynı konuda
farklı hüküm içermesi halinde yasallık ilkesi gereğince uygulanması gereken hüküm
uluslararası andlaşmada bulunan hükümdür. Aksi takdirde temel hak ve özgürlüğe
yönelen müdahalenin yasal olmadığı sonucuna varılır. B’nin de belirttiği üzere ülkemizin
taraf olduğu AİHS, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları gereğince kadının soyadını
tek başına kullanabilme hakkını da içermektedir. Haliyle olayda temel hak ve özgürlüğe
kanuni bir müdahale bulunmadığından Anayasa Mahkemesi, B’nin bireysel başvurusuna
ilişkin olarak ihlal kararı verecektir. (5 puan)

b) Anayasa Mahkemesi’nin C’nin bireysel başvurusuna ilişkin esas değerlendirmesi


ne yönde olabilir? Olağan dönem temel hak ve özgürlükler rejimi çerçevesinde
tartışınız. (10 puan)

37
CEVAP: Yukarıda da belirtildiği üzere 1982 Anayasasının 13. maddesi uyarınca, temel hak
ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde
belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar,
Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin
gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.

Dolayısıyla hak ve özgürlüğe yönelik müdahalenin yasa ile öngörülmüş olması


gerekmektedir. Bu bakımdan yasa dışındaki tüzük, yönetmelik gibi düzenleyici işlemlere
dayanılarak hak ve özgürlük sınırlandırılamaz. Ayrıca sınırlama öngören yasa hükmünün
açık ve öngörülebilir nitelikte de olması gerekmektedir. Aksi takdirde yasallık ilkesi
gerçekleşmiş olmaz. Olaya bakıldığında temel hak ve özgürlüğe yönelik müdahalenin
kanunla öngörüldüğü anlaşılmaktadır. (2 puan)

Kanunilik unsurunun gereklerinin yerine getirildiği tespit edildiğinde yapılması gereken


olaydaki müdahalenin demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü olup
olmadığını belirlemektir. Eğer müdahale demokratik bir toplumda zorlayıcı bir toplumsal
ihtiyacın karşılanması amacına yönelik değilse yahut bu amacı karşılasa dahi
başvurulabilecek en son çare niteliğinde değilse müdahalenin demokratik toplum
düzeninin gereklerine aykırı ve ölçüsüz olduğu söylenebilir. Bu bağlamda ölçülülük ilkesi
kapsamında bir hak ya da özgürlüğe müdahale ile elde edilmek istenen amaç ile
müdahale arasında makul bir dengenin bulunup bulunmadığına bakılır. Bu yapılırken de
müdahalenin öngörülen amacı gerçekleştirmek bakımından gerekli/zorunlu olup
olmadığı (1 puan), elverişli olup olmadığı (1 puan) ve orantılı olup olmadığı (1 puan)
değerlendirilir.

Olayda müdahale ile elde edilmek istenen amaç kamu hizmetinin devamlılığının (kamu
yararı) sağlanmasıdır. Bu bağlamda kamu görevlilerine belirli bir süre nakil yasağı
getirilerek personel açığının engellenmesi istenen amacı gerçekleştirmek için gerekli
sayılabilir. Ayrıca olaydaki verilere bakıldığında başvurucunun aile hayatına saygı hakkı
için alternatif imkanların da bulunduğu (zorunluluğun sağlandığı) -nakil yasağı olsa da
ücretsiz izin kullanılabilmesi gibi- söylenebilir. (2 puan). Diğer taraftan yapılan
müdahale elde edilmek istenen amaç bakımından elverişlidir (1 puan).

Ölçülülük ilkesinin üçüncü unsuru olan orantılılık açısından ise hakka yönelik
müdahalenin gerçekleştirilmek istenen amaçla makul bir denge içerisinde olup olmadığı
değerlendirilmelidir. Bu bakımdan eşlerin çalıştıkları kurumların birbirlerine yakınlığı

38
(Kocaeli-Yalova) ve nakil yasağının beş yıl süreyle sınırlı olması özellikle dikkate
alınmalıdır. Dolayısıyla aile hayatına saygı ve böylelikle özel yaşamın gizliliğine müdahale
ile elde edilmek istenen amaç (kamu yararı) arasında makul bir dengenin, orantılılığın
olduğu söylenebilir. (2 puan).

ANAYASA HUKUKU / TEK-ÇİFT / FİNAL / 16’-17’

Alpha Notu: Sorular yayınlanmadığı için yalnızca cevaplara yer verilmiştir.

I. OLAY
CEVAP 1: İç hukukun tüketilmesi kuralı, Anayasa’nın 148. maddesi ile düzenlenen olağan
kanun yollarının tüketilmiş olması kuralıdır. Bu kural gereğince, ihlale neden olduğu ileri
sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal başvuru
yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması gerekir. İdari
ve yargısal yolların hem şekli hem de maddi yönden tüketilmesi gereklidir. İdari ve
yargısal başvuru yolları tüketilirken ilgili mevzuatın öngördüğü usul hükümlerine ya da
sürelere riayet edilmek zorundadır. Usulüne uygun olarak kullanılmayan iç hukuk yolları
şeklen tüketilmiş sayılamaz. Ayrıca olağan başvuru yollarında, ihlale konu olan olayın özü
itibariyle gündeme getirilmesi gerekmektedir. Aksi halde kanun yollarında dile
getirilmeyen hususlar bakımından kesinleşmiş bir hükümden söz edilemez. (5 puan)

Tutuklama kararına karşı ilk derece mahkemesi önünde yapılan itiraz sonrasında
başvurulabilecek farklı bir kanun yolu bulunmamaktadır. İtiraza ilişkin ara kararın
kesinleşmesi ile olağan hukuk yolları tüketilmiş sayılır. Kesinleşen ara karar, tutuklama
tedbirine neden olan esas davadan ayrı olarak değerlendirilir. Dolayısıyla ara kararın
kesinleşmesinden sonraki 30 gün içerisinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru
yoluyla gidilmesi mümkündür. (5 puan)

CEVAP 2: Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvurularda, ancak Anayasa’da


güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
kapsamında olanların ihlal edildiği ileri sürülebilir. Kamu gücü tarafından ihlal edildiği
iddia edilen temel hak ve özgürlüklerin hem Anayasa’da güvence altına alınmış olması
hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokollerinin kapsamında olması
gerekmektedir. Ayrıca yasama işlemleri ile düzenleyici idari işlemler aleyhine doğrudan
bireysel başvuru yapılamayacağı gibi Anayasa Mahkemesi kararları ile Anayasa’nın yargı

39
denetimi dışında bıraktığı işlemler de bireysel başvurunun konusu olamaz. Ancak bir
yasama işlemi veya düzenleyici işleme dayanılarak yapılan işlemler neticesinde anayasal
bir hakkın ihlal edildiği iddiasıyla bireysel başvuru yapmak mümkündür. (5 puan)

Bireysel başvuru kapsamında bireylere doğrudan yasama işleminin Anayasa’ya


aykırılığını öne sürerek iptalini isteme yetkisi tanınmamıştır. Dolayısıyla milletvekili A’nın
kendisine uygulanan kanunun Anayasa’ya aykırılığı iddiasını bireysel başvuru
kapsamında öne sürmesi mümkün değildir ve konu bakımından yetki koşulu
sağlanmamaktadır. (5 puan)

CEVAP 3: Milletvekili B’nin talebi, Anayasa Mahkemesi tarafından bir tedbir kararı
alınması yönündedir. Tedbir kararları, başvurucuların yaşamına ya da maddi veya
manevi bütünlüğüne yönelik ciddi bir tehlike bulunduğunun anlaşılması üzerine,
bölümlerce re’sen veya başvurucunun talebi üzerine verilebilir. Bölümlerin tedbire karar
vermesi hâlinde gereğinin ifası için karar ilgili kişi ve kurumlara bildirir. Tedbir kararı
verilen başvurunun esası hakkındaki kararın en geç altı ay içinde alınması gerekir.
Tedbirin devamı konusunda yeni bir karar alınmadığında, başvurucunun hakkının ihlal
edilmediğine ya da başvurunun düşmesine karar verildiği durumlarda tedbir kararı
kendiliğinden kalkar. (5 puan)

Olayda milletvekili B, kanser hastası olduğunu ve cezaevinde tutuklu bulunmasının


yaşamını tehdit ettiğini ileri sürerek kendisi hakkında bir tedbir kararı verilmesini
istemiştir. Eğer B’nin başvurusunu değerlendiren bölüm, hastalığı nedeniyle yaşamına
yönelik ciddi bir tehlike olduğu kanısına varırsa, tedbir kararı vererek B’nin salıverilmesi
yönünde işlem yapılması yönünde ilgili mahkemeye bildirimde bulunacaktır. (5 puan)

CEVAP 4: Herkes, Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından
ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir. Fakat kamu tüzel kişileri
bireysel başvuru yapamaz. Özel hukuk tüzel kişileri ise sadece tüzel kişiliğe ait haklarının
ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir. Yalnızca Türk vatandaşlarına
tanınan haklarla ilgili olarak yabancıların bireysel başvuruda bulunması da mümkün
değildir. (5 puan)

Olayda bir siyasi parti, tutuklamalara karşı milletvekilleri adına bireysel başvuruda
bulunmuştur. Siyasi partiler özel hukuk tüzel kişileridir ve ancak kendi tüzel kişiliklerine

40
ait hakların ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilirler. Söz konusu siyasi
partinin milletvekilleri adına bireysel başvuruda bulunması, kişi bakımından yetki
koşulunu sağlamamaktadır. (5 puan)

II. OLAY
CEVAP 1: Ana Muhalefet Partisi Meclis Grubunun olağanüstü halin uzatılmasına yönelik
karar ve olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi (OHAL KHK) aleyhine yaptığı
başvurular soyut norm denetimi (iptal davası) yoluyla gerçekleşir. İptal davaları
kapsamında denetime tabi tutulan normlar kanunlar, olağan dönem kanun hükmünde
kararnameleri ve TBMM İçtüzüğü’dür. Olağanüstü halin uzatılmasına yönelik karar, bir
parlamento kararıdır ve iptal davasına konu olabilen tek parlamento kararı TBMM
İçtüzüğü’dür. Dolayısıyla bu kararlar aleyhine Anayasa’ya aykırılık iddiasıyla Anayasa
Mahkemesi’ne başvurulamaz. (5 puan)

Anayasa, olağan dönemde çıkartılan KHK’ların Anayasa Mahkemesi tarafından


denetimine iziz verirken olağanüstü hallerde çıkarılan KHK’ların Anayasa’ya aykırı
olduğu iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne dava açılamayacağını düzenlemektedir. Olayda
olağanüstü dönemde çıkartılan bir KHK söz konusudur. Dolayısıyla söz konusu OHAL
KHK’sının iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvurulamaz (1982 Anayasası m. 148). (2
puan)

Fakat Anayasa Mahkemesi daha önce vermiş olduğu kararlarla söz konusu denetim
yasağını aşmıştır. Mahkemeye göre ismi öyle olsa dahi gerçekte olağanüstü hal kanun
hükmünde kararnamesi niteliğinde olmayan KHK’lar olağan dönemde çıkarılmış gibi
kabul edilerek denetime tabii tutulabilir. Anayasa Mahkemesi’ne göre olağanüstü hal
kanun hükmünde kararnamesinde olsa dahi; olağanüstü hal ilan edilen bölgenin dışına
taşan, olağanüstü hal süresini aşan, olağanüstü halin gerektirdiği konularla ilgili olmayan
düzenlemeler Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenebilip iptal edilebilir. Bu koşulları
taşımayan KHK'ler olağanüstü hal KHK'leri olarak kabul edilemezler. Bunlar olağan KHK
sayılabilirler. Ancak, bu durumda da bu kural, bir yetki yasasına dayanmadığından iptal
edilmesi gerekir.” (AYM, E. 1991/6, K. 1991/20, K.T. 3.7.1991).

Anayasa Mahkemesi, 2016 tarihli bir kararıyla bu içtihadını değiştirmiştir: Anayasa


Mahkemesinin yeni kararına göre, “Olağanüstü hâl KHK’larının Anayasa’ya aykırı
düzenlemeler içerdiğinin ileri sürülmesi, bunların anayasallık denetimine tabi tutulmaları
için yeterli değildir. Olağanüstü hâl KHK’larının Anayasa Mahkemesi tarafından

41
denetlenebilmesi için bu yöndeki bir anayasal yetkinin açıkça tanınması gerekir.
Anayasa’nın 148. maddesinin lafzı, Anayasa koyucunun amacı ve ilgili yasama belgeleri
göz önünde bulundurulduğunda, olağanüstü dönem KHK’larının herhangi bir ad altında
yargısal denetime tabi tutulamayacağı açıktır. Anılan hükme rağmen yapılacak yargısal
denetim, Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğünü düzenleyen Anayasa’nın 11. maddesiyle
ve hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağına ilişkin Anayasa’nın 6. maddesiyle bağdaşmaz.” (AYM, E. 2016/166, K.
2016/159, K.T. 12.10.2016). (3 puan)

CEVAP 2: Olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan


Bakanlar Kurulu, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, kanun hükmünde
kararnameler çıkarabilir. Bu kararnameler, Resmî Gazetede yayımlanır ve aynı gün
Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. TBMM tarafından kabul edilen OHAL
KHK’ları kanun gibi etki doğururlar ve artık Anayasa’ya aykırı oldukları iddiasıyla
Anayasa Mahkemesi’ne başvurulması mümkündür. (5 puan)

Ana Muhalefet Partisi Meclis Grubunun yaptığı başvuru, soyut norm denetimi (iptal
davası) yoluyla gerçekleşir. (2 puan)

1982 Anayasası’na göre, kanunların, kanun hükmündeki kararnamelerin, Türkiye Büyük


Millet Meclisi İçtüzüğünün veya bunların belirli madde ve hükümlerinin esas bakımından
Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’nde doğrudan doğruya iptal davası
açabilme hakkı, Cumhurbaşkanına, iktidar ve ana muhalefet partisi meclis grupları ile
Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az beşte biri tutarındaki üyelere aittir.
Kanunların şekil bakımından denetlenmesi ise Cumhurbaşkanınca veya Türkiye Büyük
Millet Meclisi üyelerinin beşte biri tarafından istenebilir. İptal davası açma hakkı, iptali
istenen kanun, kanun hükmünde kararname veya içtüzüğün Resmî Gazete’de
yayımlanmasından başlayarak altmış gün sonra düşer. Kanunların şekil bakımından
denetlenmesi ise kanunun yayımlandığı tarihten itibaren on gün içinde istenebilir. Esas
bakımından denetim için 60, şekil bakımından denetim içinse 10 günlük süre söz
konusudur. (3 puan)

CEVAP 3: Herkes, Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden


Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından
ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne başvurabilir. Fakat yasama işlemleri ile
düzenleyici idari işlemler aleyhine doğrudan bireysel başvuru yapılamaz. Ancak bir

42
yasama işlemi veya düzenleyici işleme dayanılarak yapılan işlemler neticesinde anayasal
bir hakkın ihlal edildiği iddiasıyla bireysel başvuru yapmak mümkündür. (5 puan)

OHAL KHK’sı ile görevinden ihraç edilen öğretim üyesi B, ihraç kararına karşı Anayasa
Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur. B’nin doğrudan OHAL KHK’sı aleyhine
bireysel başvuru yoluna gitmesi mümkün olmayıp, OHAL KHK’sına dayalı olarak ihraç
edilme işlemi nedeniyle anayasal haklarının ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa
Mahkemesi’ne başvurması mümkündür. (5 puan)

CEVAP 4: Anayasa ile kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri
ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya
çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması hallerinde,
Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli Güvenlik Kurulunun da
görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla bölgesinde veya bütününde, süresi
altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilân edebilir. Olağanüstü halin uzatılması kararı
ise, Bakanlar Kurulunun istemi üzerine TBMM tarafından verilmektedir (1982 Anayasası
m. 121). (5 puan)

Cumhurbaşkanı, ancak vatana ihanetten dolayı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye
tamsayısının en az üçte birinin teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün
vereceği kararla suçlandırılır. Bu halde cumhurbaşkanı, Yüce Divan sıfatıyla Anayasa
Mahkemesi tarafından yargılanmaktadır.

Olayda vatana ihanet yolunun işletilebilmesini, cezai sorumluluğun istisnalarından birini


karşılayan bir husus olduğu söylenemeyebilir. Zira olağanüstü halin uzatılmasına
Anayasa’nın 121. maddesi uyarınca Bakanlar Kurulu’nun istemi üzerine TBMM tarafından
karar verilir. Kaldı ki, sayısal çoğunluk itibariyle de TBMM üye tamsayısının üçte birini
sağlayarak teklifte bulunmaları ve ardından üye tamsayısının en az dörtte üçünün bu
yönde karar vermesi ile cumhurbaşkanının Yüce Divan’da yargılanması söz konusu
olabilir. Cumhurbaşkanının Yüce Divan’da yargılanması ancak vatana ihanet halinde
mümkündür. Dolayısıyla olayda, yargılanmak üzere Yüce Divan’a sevk edilmesi mümkün
görülmemektedir. (5 puan)

III. OLAY
Milletvekili M açıklamasında yasama-yürütme ilişkisine dair iki hususu vurgulamış ve
eleştirilerini dile getirmiştir: i) Yetki ve sorumluluk dengesi ve ii) kuvvetler ayrılığı

43
i) M, açıklamasında “bu sistemde” diyerek, parlamenter sistemde yetki-sorumluluk
mekanizmasının olmadığını belirtmektedir. Halbuki parlamenter sistemde de yetki-
sorumluluk mekanizması vardır: Parlamentonun bilgi edinme ve gensoru gibi hükümeti
denetleme yolları mevcuttur. Yürütmenin ise parlamento seçimlerinin yenilenmesine
karar vererek yasamanın görevine son vermesi mümkündür. (5 puan)

Milletvekili M’nin değerlendirmesi hatalıdır. Mevcut sistemde denetim görevinin yerine


getirilememesi, parlamentoda belli çoğunlukların sağlanamamasından kaynaklanır.
Yeterli çoğunlukların sağlanamaması nedeniyle denetim yollarının işletilememesi ile
denetim yollarının mevcut olmaması birbirinden farklı hususlardır. M’nin açıklamasının
aksine, ilgili düzenleme ile parlamentonun denetim yollarından olan gensoru
kaldırılmaktadır. (5 puan)

ii) Parlamenter sistem de başkanlık sistemi de kuvvetler ayrılığına dayalı hükümet


sistemleridir. Parlamenter sistemde başbakan başkanlığındaki bakanlar kurulu ile
cumhurbaşkanından oluşan iki kanatlı bir yürütme mevcutken, başkanlık sisteminde
yürütme tek bir kişinin elindedir. (2 puan)

M’nin açıklanmasında, parlamenter sistemde kuvvetler ayrılığının olmadığı ve iktidar


partisinin hem yasama hem yürütmeyi elde ettiği belirtiliyor. Oysa parlamenter sistemde
iktidar partisi hem yasama hem yürütme organının tamamını eline alamaz. İktidar
partisi, parlamento çoğunluğunu sağlasa dahi sadece hükümeti kurma görevini alır;
cumhurbaşkanı yürütmenin diğer kanadı olarak görevine devam eder. Başkanlık
sisteminde ise yürütme organı tek kişiden oluşmaktadır ve başkan olan kişi ile bağlı
olduğu siyasi parti yürütme organının tamamını elde etmektedir. Siyasi partinin
parlamentoda da çoğunluk sağlaması halinde iki kuvveti de elde etmesi söz konusu olur.
Ama başkanlık sistemi de kuvvetler ayrılığına dayalı bir hükümet sistemidir. (4 puan)

Getirilen düzenlemede, M’nin açıklamasının aksine, cumhurbaşkanının gönderilen kanun


(yasama yetkisi) üzerindeki yetkisi, kuvvetler ayrılığı tartışmasını doğuracak şekilde
arttırılmıştır. Zira geri gönderilen kanunun TBMM üye tamsayısının ancak salt
çoğunluğuyla aynen kabul edilmesi durumunda cumhurbaşkanınca yayımlanacağı
hükme bağlanmıştır. Getirilen düzenlemede yasama ve yürütme kuvvetlerinin ayrılığını
zedeleyecek diğer bir husus, münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülmemiş
konularda yürütmenin bir işlemi olan cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılabileceğinin
öngörülmesidir. (4 puan)

44
ANAYASA HUKUKU / TEK-ÇİFT / FİNAL / 17’-18’

I. OLAY
17 Mart 2018 tarihinde yapılan seçim sonrasında Milletvekili A, Cumhurbaşkanı
tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilmiştir. Milletvekili A’nın oluşturduğu
listedeki isimlerin bakan olarak atanmalarının ardından hükümet programı Türkiye
Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’nda okunmuş ve ertesi gün görüşülmeye
başlanmıştır. Yapılan oylamada 192 milletvekilinden 141 milletvekili kabul oyu
kullanmıştır. Bunun üzerine muhalefet partisi milletvekillerinden B, ülkeyi yıllarca
yönetecek bir hükümetin kurulması için çıkan kabul sayısının yeterli olmadığını ileri
sürmüş; yaptığı itiraz kabul edilmemiştir. Sonrasında Cumhurbaşkanı Gelir Vergisi
Kanunu uyarınca bazı malların katma değer vergisi oranlarının yeniden tespit edilmesi ile
ilgili karar alarak yürürlüğe koymuştur. Bu kararın yalnızca Cumhurbaşkanı tarafından
imzalanması, diğer bakanlar ile başbakan tarafından imzalanmaması sebebiyle anayasaya
aykırı olduğunu belirten Milletvekili B parti olarak karar aleyhine yargıya
başvuracaklarını ifade etmiştir.

Derneklerle ilgili yeni düzenlemeler yapılması gerektiğini kararlaştıran Bakanlar Kurulu


TBMM’ne konu ile ilgili bir tasarı sunmuş ve ardından Dernekler Kanunu’nun dernek
kurma hakkını düzenleyen 3. maddesinde değişiklik yapan yasa 10 Nisan 2018’de
TBMM’de kabul edilmiştir. Söz konusu düzenlemenin oldukça hızlı kabul edildiği
yolundaki eleştirilere karşı hükümet sözcüsü C, aynı düzenlemelerin zaten kısa süre
sonra yürürlüğe girecek 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun gereğince cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile de yapılmasının
mümkün olduğunu ifade etmiştir.

SORULAR
1. Milletvekili B’nin TBMM’deki oylamada çıkan kabul sayısının hükümetin
kurulması için yeterli olmadığı yönündeki iddiasını, 1982 Anayasası’nın mevcut
hükümleri bağlamında değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: Olayda söz konusu olan güvenoyu 1982 Anayasası bağlamında Bakanlar Kurulu
için başvurulan göreve başlarken güvenoyu mekanizmasıdır. 1982 Anayasası’nın 110.
maddesi uyarınca “Bakanlar Kurulunun listesi tam olarak Türkiye Büyük Millet Meclisine
sunulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilde ise toplantıya çağrılır. Bakanlar Kurulunun
programı, kuruluşundan en geç bir hafta içinde Başbakan veya bir bakan tarafından
Türkiye Büyük Millet Meclisinde okunur ve güvenoyuna başvurulur. Güvenoyu için

45
görüşmeler, programın okunmasından iki tam gün geçtikten sonra başlar ve
görüşmelerin bitiminden bir tam gün geçtikten sonra oylama yapılır.” (3 puan)

İlgili hükümde de görüldüğü üzere göreve başlarken alınacak güvenoyu ile ilgili özel,
nitelikli bir çoğunluk aranmamaktadır. Göreve başlarken alınacak güvenoyu bakımından
1982 Anayasası’nın toplantı ve karar yeter sayısına ilişkin genel hükmü olan 96. maddesi
uygulanır. 96. maddeye göre “Türkiye Büyük Millet Meclisi, yapacağı seçimler dahil
bütün işlerinde üye tamsayısının en az üçte biri ile toplanır. Türkiye Büyük Millet Meclisi,
Anayasada başkaca bir hüküm yoksa toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir;
ancak karar yeter sayısı hiçbir şekilde üye tamsayısının dörtte birinin bir fazlasından az
olamaz.” Bu durumda toplantı yeter sayısı bakımından en az 184, karar yeter sayısı
bakımından ise en az 139 milletvekilinin oyunun sağlanması gerekmektedir. (2 puan)

Olayda, 192 milletvekili toplantıya katıldığından toplantı yeter sayısı sağlanmıştır. (2


puan) Karar yeter sayısının da en az 139 olması gerektiği göz önüne alındığında 141
milletvekilinin verdiği kabul oyu ile bu koşul da sağlanmıştır. (3 puan)

2. 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair


Kanun’un tüm hükümlerinin yürürlüğe girdiği varsayıldığında ilk soruya
vereceğiniz cevap değişir miydi? Açıklayınız. (10 puan)
CEVAP: 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un tüm hükümlerinin yürürlüğe girmesi ile birlikte yürütme yetkisini sadece
devlet başkanı kullanacaktır. Başkanlık sisteminin gereklerine uygun olarak, parlamenter
sistemde görülen, homojen yapıda ve kolektif sorumluluğu olan bir hükümet anlamında
bakanlar kurulu bu modelde bulunmamaktadır. Ayrıca parlamenter sistemde görülen
denetim mekanizmalarından gensoru ve güven oylaması gibi araçlar da bu sistemde yer
almamaktadır. Dolayısıyla parlamentodan ayrı olarak seçilen ve seçildikten sonra bir veya
daha fazla Cumhurbaşkanı yardımcısı atayabilen başkanın oluşturduğu yürütme
organının parlamentoya karşı herhangi bir sorumluluğu olmayacaktır. (5 puan)

Yukarıda belirtilen yeniliklerle beraber Bakanlar Kurulu, başbakanın belirleyeceği listenin


Cumhurbaşkanınca atanması ile kurulmayacak, Cumhurbaşkanı yardımcıları doğrudan
Cumhurbaşkanı tarafından atanacak ve bunların parlamentoya karşı siyasi sorumluluğu
bulunmayacaktır. (2 puan) Ayrıca yardımcıların göreve başlaması için yapılacak güven
oylaması yeni sistemde söz konusu olmayacaktır. (3 puan)

46
3. Milletvekili B’nin Cumhurbaşkanı’nın işlemi ile ilgili iddiasını, 1982
Anayasası’nın mevcut hükümleri bağlamında tartışınız. (10 puan)
CEVAP: Milletvekili B’nin iddiaları Cumhurbaşkanı’nın işlemlerine ilişkindir. İki kanatlı
yürütme organının bulunduğu ve tarafsız devlet başkanının daha çok sembolik yetkiler
kullandığı parlamenter sistemde devlet başkanının işlemleri iki gruba ayrılmaktadır.
Birinci grup işlemler, devlet başkanlarının devletin başı sıfatıyla tek başına yaptıkları
işlemlerdir. İkinci grup işlemler ise, devlet başkanlarının yürütmenin başı sıfatıyla
gerçekleştirdikleri, yürütme yetkisine ilişkin olan ve karşı imza kuralına uygun olarak
yaptıkları işlemlerdir. (2 puan)

Tek başına yapılan işlemlerde başbakan ve diğer bakanların imzaları gerekli değilken
devlet başkanlarının yürütmenin başı sıfatıyla gerçekleştirdikleri işlemlerde ise başbakan
ve diğer bakanların imzalarının bulunması gerekmektedir. Öğretide karşı imza kuralı
olarak anılan bu gereklilik, cumhurbaşkanının siyasi sorumsuzluğunun bir parçası olarak
icrai nitelikteki yetkilerin kullanılması kapsamındaki işlemlerinin başbakan ve ilgili
bakanların imzalarını gerektirmesini ifade etmektedir. İngiltere’de parlamenter sistemin
gelişmesine paralel olarak ortaya çıkan bu kural, icrai yetkilerin kullanıldığı durumlarda
tek başına sembolik yetkiler kullanması öngörülen devlet başkanının yerine işlemden
doğan sorumluluğun kime ait olduğunu belirleme amacı taşımaktadır. (3 puan)

Olayda Cumhurbaşkanı, Gelir Vergisi Kanunu uyarınca bazı malların katma değer vergisi
oranlarının yeniden tespit edilmesi ile ilgili karar alarak yürürlüğe koymuştur. Bu karar
yürütme yetkisinin alanına giren bir işleme işaret etmekle devlet başkanının tarafsız
hakem sıfatıyla tek başına yaptığı bir işlem niteliğinde değildir. (2 puan)

Kaldı ki 1982 Anayasası’nın 73. maddesinde de “Vergi, resim, harç ve benzeri mali
yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle oranlarına ilişkin hükümlerinde
kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak yetkisi”nin Bakanlar
Kurulu’na verilebileceği belirtilmektedir. (2 puan) Bu sebeple olaydaki işlem 1982
Anayasası’nın mevcut hükümleri bağlamında karşı imza kuralına tabi olup işlemin diğer
bakanlar ile başbakan tarafından imzalanmaması ve yalnızca Cumhurbaşkanı tarafından
imzalanarak yürürlüğe konulması 105. madde bağlamında anayasaya aykırı görülebilir. (1
puan)

47
4. Milletvekili B’nin Cumhurbaşkanı’nın işlemi ile ilgili iddiasını, 6771 sayılı
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un getirdiği
yenilikler çerçevesinde değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: 6771 sayılı kanun ile benimsenen başkanlık sisteminin yürürlüğe girmesiyle
birlikte, yürütmede iki başlılık kaldırılarak, yürütmeye ilişkin bütün yetkiler
Cumhurbaşkanı’na verilmektedir. Bu doğrultuda, 1982 Anayasası’nın mevcut
hükümlerinde Bakanlar Kurulu tarafından kullanılması öngörülen yetkiler
Cumhurbaşkanı tarafından kullanılacaktır. (2 puan)

Nitekim 6771 sayılı kanunun 8. maddesinde yürütme yetkisinin Cumhurbaşkanı’na ait


olduğu, Cumhurbaşkanı’nın, yürütme yetkisine ilişkin konularda cumhurbaşkanlığı
kararnamesi çıkarabileceği, kanunların uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı
olmamak şartıyla ise yönetmelikler çıkarabileceği belirtilmektedir. Bu bakımdan 6771
sayılı kanunun yürürlüğe girmesinin ardından Cumhurbaşkanı’nın çıkaracağı
kararnameler yürütme yetkisine ilişkin konularda ve değişiklik öncesinde kanun
hükmünde kararnameler ile düzenlenebilen alanlarda çıkarılabilecektir. (3 puan)

Olağanüstü dönemlerde ise Cumhurbaşkanı olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda


kanun hükmünde kararnameler çıkarabilecektir. (2 puan) Bütün bu veriler ışığında,
olayda Milletvekili B’nin, Gelir Vergisi Kanunu uyarınca bazı malların katma değer vergisi
oranlarının yeniden tespit edilmesi ile ilgili kararın yalnızca Cumhurbaşkanı tarafından
imzalanarak diğer bakanlar ile başbakan tarafından imzalanmaması sebebiyle anayasaya
aykırı olduğu iddiasının 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun’un getirdiği yenilikler çerçevesinde yerinde olmadığı
söylenebilir. Nitekim 6771 sayılı kanun da yukarıda belirtilen vergi ödevine ilişkin 73.
maddede Bakanlar Kurulu’na tanınan yukarı ve aşağı sınırlar içinde değişiklik yapmak
yetkisinin artık Cumhurbaşkanı tarafından kullanılacağını belirtmektedir. (3 puan)

5. Hükümet sözcüsü C’nin derneklere ilişkin düzenleme ile ilgili ifadesini


değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: 6771 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 8. maddesi uyarınca “Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir.” Aynı düzenlemede anayasanın ikinci
kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle
dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevlerin cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle
düzenlenemeyeceği ve anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen

48
konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamayacağı belirtilmektedir. Maddede
ayrıca kanunda açıkça düzenlenen konularda cumhurbaşkanlığı kararnamesi
çıkarılamayacağı, kararname ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde kanun
hükümlerinin uygulanacağı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aynı konuda kanun
çıkarması durumunda kararnamelerin hükümsüz hale geleceği belirtilmektedir. (5 puan)

Olayda, Dernekler Kanunu’nun dernek kurma hakkını düzenleyen 3. maddesi çıkarılan


bir yasa ile değiştirilmiştir. Dernek kurma hürriyeti 1982 Anayasası’nın ikinci kısmının
ikinci bölümünde (m. 33) güvence altına alınmaktadır. (2 puan) Yukarıda belirtildiği
üzere 6771 sayılı kanunun 8. maddesi uyarınca bu bölümde yer alan hak ve özgürlükler
cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenlenemeyeceğinden hükümet sözcüsü C’nin, aynı
düzenlemelerin zaten kısa süre sonra yürürlüğe girecek 6771 sayılı kanun gereğince
cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile de yapılmasının mümkün olduğuna dair ifadesi
yerinde değildir. (3 puan)

II. OLAY
X Devleti’nin Y Devleti topraklarında yaptığı bombardıman sonucunda 200 sivilin
hayatını kaybetmesi dolayısıyla dünyanın her tarafında gösteriler düzenlenmiştir.
Türkiye’de de “Y Devleti Kardeşlik Derneği”, yaşanan olaylar nedeniyle X Devleti
büyükelçisinin Ü Üniversitesi’nde katılacağı panel esnasında gösteri düzenlemek amacıyla
valiliğe bildirimde bulunmuştur. Valilikten gelen cevap yazısında, güvenliğin
sağlanmasının güç olduğu gerekçesiyle ilgili gösterinin üniversitede yapılamayacağı
belirtilmiştir.

Vali, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun 6. maddesindeki mülki


amirin toplantının yapılacağı yeri belirleme yetkisine dayanarak gösterinin A
Meydanı’nda yapılması kararını vermiştir. “Y Devleti Kardeşlik Derneği” üyeleri karara
itiraz etmişlerse de itirazları reddedilmiş; bunun üzerine ret kararına karşı idare
mahkemesinde dava açmışlardır. İdare mahkemesinde dava görülürken davacı dernek
üyeleri, mülki amire yer ve güzergâh belirleme yetkisi tanıyan bu hükmün anayasaya
aykırı olduğu iddiasını dile getirmişlerdir.

12 Eylül 2008 tarihinde, grup, üniversitede panelin gerçekleştirileceği alanda toplanmış


ve X Devleti aleyhine slogan atmıştır. Gösteri sürerken güvenliği sağlayan polisler
tarafından gruba dağılmaları uyarısında bulunulmuş, sonrasında ise herhangi bir ihtarda
bulunulmaksızın zor kullanılmak suretiyle topluluk dağıtılmıştır. B’nin de aralarında

49
bulunduğu göstericiler adli takibat yapılabilmesi için gözaltına alınmış ancak birkaç gün
sonra serbest bırakılmışlardır. B, gözaltı işlemine karşı ilgili hukuki yollara başvurmuşsa
da bu girişimi sonuçsuz kalmış ve gözaltına ilişkin karar aynı yıl kesinleşmiştir.

Diğer taraftan B’nin de aralarında bulunduğu göstericiler hakkında kanuna aykırı toplantı
ve gösteri yürüyüşü düzenlemek ve bunlara katılmak suçundan 15 Ekim 2008 tarihinde
kamu davası açılmıştır. Yapılan yargılamanın sonunda B kanuna aykırı gösteride yer
aldığı gerekçesiyle iki buçuk yıl hapis cezasına mahkum edilmiştir. Sonrasında B kararı
temyiz etmiş ve temyiz talebinin reddine dair karar 11 Kasım 2016 tarihinde
kesinleşmiştir. B haksız yere gözaltına alındığını, yıllardır mahkemelerde hukuksuz
şekilde yargılandığını ve ilgili özgürlüklerinin ihlal edildiğini ileri sürerek 30 Kasım 2016
tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur.

Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, m. 23: “6 ve 10 uncu maddeler gereğince


belirtilen yerler dışında (…) Yapılan toplantılar veya gösteri yürüyüşleri Kanuna aykırı
sayılır.” m. 24: “Kanuna uygun olarak başlayan bir toplantı veya gösteri yürüyüşü, (…)
Kanuna aykırı toplantı veya gösteri yürüyüşü hâline dönüşürse: (…) c) Mahallin en büyük
mülki amiri, yazılı veya acele hâllerde sonradan yazı ile teyit edilmek kaydıyla sözlü
emirle, mahallin güvenlik amirlerini veya bunlardan birini görevlendirerek olay yerine
gönderir. Bu amir, topluluğa Kanuna uyularak dağılmalarını, dağılmazlarsa zor
kullanılacağını ihtar eder. Topluluk dağılmazsa zor kullanılarak dağıtılır.” m. 28: “Kanuna
aykırı toplantı veya gösteri yürüyüşleri düzenleyen veya yönetenlerle bunların
hareketlerine katılanlar, fiil daha ağır bir cezayı gerektiren ayrı bir suç teşkil etmediği
takdirde bir yıl altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

SORULAR
1. Dernek üyelerinin anayasaya aykırılık iddialarını ileri sürebilecekleri bir yol var
mıdır? 1982 Anayasası’nın mevcut hükümleri bağlamında değerlendiriniz. (10
puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın mevcut hükümlerine göre anayasaya aykırılık iddiasının iki
şekilde ileri sürülebilmesi mümkündür. Birincisi, 1982 Anayasası’nın 150. maddesinde
düzenlenen, belirli sayıda milletvekili ve bazı organlara tanınan iptal davası yoludur.
İkincisi ise 1982 Anayasası’nın 152. maddesinde düzenlenen, bir mahkemede görülmekte
olan bir davada uygulanılacak olan normun anayasaya aykırı olduğu iddiası karşısında
mahkemenin bu iddiayı ciddi bularak Anayasa Mahkemesi’ne taşıması şeklindeki itiraz
yoludur.

50
Olayda bir mahkemede görülmekte olan davada anayasaya aykırılık ileri sürüldüğünden
somut norm denetimi (itiraz yolu) söz konusudur. Somut norm denetimine ancak kanun
ve kanun hükmünde kararnameler konu olabilir. Kanunların şekil bakımından Anayasaya
aykırılığı da itiraz yolunun konusu olamaz. Bu yolda, bir davaya bakmakta olan
mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini
kendiliğinden Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık
iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) bu konuda
vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Bu çerçevede itiraz yolunun koşulları şunlardır:
• Bakılmakta olan bir dava olmalıdır. Yargı yoluyla çözümlenmekte olan her iş birer
davadır. Yöntemine uygun olarak açılmış, başlamış ve yürütülmekte olan her
yargılama, görülmekte olan davadır. Bu durumda sonuçlanmış bir dava dolayısıyla
Anayasa Mahkemesi’ne itiraz yoluna başvurulamaz. Fakat Anayasa Mahkemesi’ne
yapılan başvurudan sonra dava bir nedenle ortadan kalksa dahi, Anayasa
Mahkemesi anayasaya aykırılık incelemesine devam edecektir. Anayasa Mahkemesi
konuya ilişkin kararında “(…) Bu itibarla, dava mahkemelerinde itiraz yoluna
başvurma kararı alınarak bu yol işlemeye başladıktan sonra, ne mahkeme ve ne de
taraflar işlemeye başlayan bu düzeni durdurmaya yetkili değillerdir. Sonradan
doğacak hukuki durumlar, Anayasa Mahkemesi'ndeki çalışmayı
etkilemeyeceğinden, dava mahkemesindeki davadan davacının feragat etmiş
olması, başlamış olan Anayasaya uygunluk denetiminin sonuçlandırılmasına
engellik edemez.” diyerek bu hususu belirtmektedir (Bkz. E.1981/10, K.1983/16, K.t.
8/12/1983). (1 puan)
• Davaya bakmakta olan bir “mahkeme” olmalıdır. AYM’nin kararlarında mahkeme,
bir davaya bakmakta olan, hâkim niteliğindeki kişilerden kurulu, yargı yetkisine
sahip, taraflar arasındaki uyuşmazlığın esasını çözümleyen merci olarak
tanımlanmaktadır. Bu bakımdan davaya bakmakta olan mahkemenin, “(…) adli,
askerî veya idarî dâvalara bakan ve bu dâvalarda nihai hüküm vermek suretiyle
anlaşmazlıkları çözümleyen her derecede” olması mümkündür. (Bkz. E. 1964/51,
K.1965/3, K.t. 12/1/1965). (1 puan)
• Davada uygulanacak olan bir kanun ya da kanun hükmünde kararname (KHK)
hükmü olmalıdır. Davada uygulanabilir nitelikte olmayan hükümler somut norm
denetimine konu olmaz. Anayasa Mahkemesi’nin önceki kararlarında belirtildiği
üzere davaya uygulanacak kural, davanın değişik evrelerinde ortaya çıkan
sorunların çözümünde veya davayı sonuçlandırmada olumlu ya da olumsuz yönde
etki yapacak nitelikteki kuralları ifade etmektedir (Bkz. E.2006/114, K.2006/81, K.t.
5/9/2006). (1 puan)

51
• Mahkeme, uygulanacak hükmü anayasaya aykırı görmeli veya aykırılık iddiasının
ciddi olduğu kanısına varmalıdır. Uyuşmazlığa ilişkin davanın görülmesi esnasında
ilgili mahkeme kendiliğinden veya davaya taraf olanların talebi üzerine, anayasaya
aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa AYM önünde itiraz davası açabilir.
Bu bakımdan anayasaya aykırılık iddiasının hukuken savunulabilir (ilgili bilgi ve
belgelerle desteklenebilir) nitelikte olması gerekmekte olup yalnızca tarafların
iddiası itiraz yolunun işletilebilmesi bakımından yeterli değildir. Anayasaya
aykırılık iddiasının mahkeme tarafından ciddi görülmemesi halinde aykırılık iddiası
üst derece mahkemesi tarafından esas hükümle birlikte karara bağlanır. (2 puan)

Olayda, devam eden bir yargılamada, yetkili ve görevli olan mahkemede açılmış bir dava
bulunmaktadır. (2 puan) Dernek üyeleri davada uygulanan kuralın anayasaya aykırı
olduğunu ileri sürmektedirler. Bu durumda idare mahkemesinin ara karar vermek
suretiyle Anayasa Mahkemesi’ne itiraz yolu ile başvurabilmesi dernek üyelerinin
anayasaya aykırılık iddiasını ciddi bulması veya kendiliğinden bu kanaate ulaşması
halinde mümkün olabilir. Olayda tarafların ileri sürdüğü anayasaya aykırılık iddiasının
hukuki bilgi ve belgelerle desteklenmesi, hukuken savunulabilir ve tartışılabilir olması
kısacası mahkeme tarafından ciddi bulunması gerekir. Bu nedenle tarafların aykırılık
iddiaları itiraz yolunun işletilebilmesi için tek başına yeterli değildir. (3 puan)

2. Bireysel başvurunun kabul edilebilirlik koşullarını dikkate alarak B’nin her bir
ihlal iddiasını, bu koşullar bağlamında inceleyiniz. (20 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 148. maddesi uyarınca herkes, anayasada güvence altına
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki
herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne
bireysel başvuruda bulunabilir. (1 puan)

Bireysel başvuru yalnızca kişisel ve güncel bir hakkı doğrudan ihlal edilen gerçek kişiler
yahut özel hukuk tüzel kişileri tarafından yapılabilir. Kamu tüzel kişileri bireysel başvuru
yapamaz. Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait haklarının ihlal edildiği
gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir. Son olarak yalnızca Türk vatandaşlarına
tanınan haklarla ilgili olarak yabancılar bireysel başvuru yapamaz. (1 puan)

Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. Ayrıca, 23
Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen işlemler ve kararlar bakımından bu yola
başvurulabilir. (1 puan)

52
Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu
öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir.
Haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten
itibaren on beş gün içinde ve mazeretlerini belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler.
Bu durumda mahkeme, öncelikle başvurucunun mazeretinin geçerli görülüp
görülmediğini inceleyerek talebi kabul veya reddeder. (1 puan)

Son olarak belirtilmesi gereken husus ihlal iddiasının açıkça dayanaktan yoksun
olmamasıdır. Anayasa Mahkemesi’ne göre başvurucunun ihlal iddialarını
kanıtlayamadığı, iddialarının salt kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin
olduğu, temel haklara yönelik bir müdahalenin olmadığı veya müdahalenin meşru olduğu
açık olan başvurular ile karmaşık veya zorlama şikâyetlerden ibaret başvurular açıkça
dayanaktan yoksun kabul edilebilir (Örneğin bkz. Hikmet Balabanoğlu Başvurusu,
Başvuru Numarası: 2012/1334, K.T.: 17/09/2013). (1 puan)

Olayda B’nin gözaltına alınması işleminin haksız olduğuna ilişkin iddiaları kişi özgürlüğü
ve güvenliği hakkına dair iddialardır. B’nin yıllardır mahkemelerde hukuksuz şekilde
yargılandığı iddiası ise, adil yargılanma hakkının esaslı unsurlarından makul sürede
yargılanma hakkına ilişkindir. B’nin ilgili özgürlüklerinin ihlaline yönelik sözleri ise,
toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına yapılan müdahaleye ilişkindir.

Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı hem 1982 Anayasası hem de Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi kapsamında olduğundan ortak koruma altındadır ve konu unsuru
bakımından bir sorun yoktur. Olayda başvuru yollarının tüketilmesi koşulu yönünden
gerekli idari ve hukuki başvuru yollarının tüketilmediğini gösteren bir veri
bulunmamaktadır. Olayda ayrıca ihlal iddiasının açıkça dayanaktan yoksun sayılmasını
gerektirecek (hak ihlali iddialarının somutlaştırılamadığına ve hukuki bilgi ve gerekçeyle
desteklenmemiş olduğuna dair açık kanıt olmadığından) bir husus da bulunmamaktadır.
Ancak gözaltı işlemine karşı başvurulan hukuki yolların kesinleşme tarihi 2008 yılı olarak
dikkat çekmektedir. 23 Eylül 2012’den daha önce kesinleşen bir karar söz konusu
olduğundan zaman bakımından yetkisizlik nedeniyle kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkına
yönelik ihlal iddiası kabul edilemez bulunacaktır. (5 puan)

B’nin yıllardır mahkemelerde hukuksuz şekilde yargılandığına dair iddiaları makul


sürede yargılanma unsuru bağlamında adil yargılanma hakkına ilişkindir. Adil
yargılanma hakkı hem 1982 Anayasası’nda hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

53
kapsamında korunan bir hak olduğundan konu unsuru sağlanmaktadır. Bireysel başvuru
kişisel ve güncel bir hakkı doğrudan ihlal edilen gerçek kişiler yahut özel hukuk tüzel
kişileri tarafından yapılabilir. B’nin adil yargılanma hakkına dair şikayetleri kişisel ve
güncel bir hakkın doğrudan ihlal edildiği iddiasına ilişkin olduğundan kişi unsuru
bakımından da bir sorun olmadığı söylenebilir. Olaydaki verilere bakıldığında ihlal
iddiasının açıkça dayanaktan yoksun sayılmasını gerektirecek (hak ihlali iddialarının
somutlaştırılamadığına ve hukuki bilgi ve gerekçeyle desteklenmemiş olduğuna dair açık
kanıt olmadığından) bir husus da bulunmamaktadır. Başvuru yollarının tüketilmesi
koşulu yönünden gerekli idari ve hukuki başvuru yolları tüketilmiş ve temyiz talebinin
reddine ilişkin karar kesinleşmiştir. Kararın kesinleştiği tarih olan 11 Kasım 2016
tarihinden itibaren 30 gün içinde bireysel başvuru yapıldığından ve kararın kesinleşme
tarihi 23 Eylül 2012 sonrasında olduğundan süre unsuru bakımından da bir sorun
bulunmamaktadır. (5 puan)

B’nin ilgili özgürlüklerinin ihlal edildiği yönündeki iddiası toplantı ve gösteri yürüyüşü
düzenleme hakkına ilişkindir. Bu hak hem 1982 Anayasası’nda hem de Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi kapsamında korunan bir hak olduğundan konu unsuru
sağlanmaktadır. Bireysel başvuru kişisel ve güncel bir hakkı doğrudan ihlal edilen gerçek
kişiler yahut özel hukuk tüzel kişileri tarafından yapılabilir. B’nin barışçıl gösteri hakkına
dair şikayetleri kişisel ve güncel bir hakkın doğrudan ihlal edildiği iddiasına ilişkin
olduğundan kişi unsuru bakımından bir sorun bulunmadığı söylenebilir. Diğer taraftan
olayda ihlal iddiasının açıkça dayanaktan yoksun sayılmasını gerektirecek (hak ihlali
iddialarının somutlaştırılamadığına ve hukuki bilgi ve gerekçeyle desteklenmemiş
olduğuna dair açık kanıt olmadığından) bir husus da bulunmamaktadır. Kararın
kesinleştiği tarih olan 11 Kasım 2016 tarihinden itibaren 30 gün içinde bireysel başvuru
yapıldığından ve kararın kesinleşme tarihi 23 Eylül 2012 sonrasında olduğundan süre
unsuru bakımından da bir sorun bulunmamaktadır. (5 puan)

3. B tarafından Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvuru ile ilgili olarak


kabul edilebilirlik kararı verildiği varsayıldığında,
a) B’nin yıllardır mahkemelerde hukuksuz şekilde yargılandığına ilişkin iddiası ile
ilgili olarak Anayasa Mahkemesi ne yönde karar vermiş olabilir? Tartışınız. (10
puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 13. maddesi uyarınca, temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak
ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna,

54
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
aykırı olamaz. (2 puan)

B’nin yıllardır mahkemelerde hukuksuz bir şekilde yargılandığına dair iddiası adil
yargılanma hakkının esaslı unsurlarından biri olan makul sürede yargılanmaya ilişkindir.
(2 puan)

2008-2016 arasında süren 8 yıllık yargılama süresinin 13. maddede öngörülen koşullara
uygun olup olmadığının belirlenmesi gerekmektedir. Olaydaki uzun yargılama
bakımından yasallık ilkesi ile ilgili bir sorun bulunmamaktadır. Yasallık unsurunun
gereklerinin yerine getirildiği tespit edildiğinde yapılması gereken olaydaki müdahalenin
demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü olup olmadığını belirlemektir.
Eğer müdahale demokratik bir toplumda zorlayıcı bir toplumsal ihtiyacın karşılanması
amacına yönelik değilse yahut bu amacı karşılasa dahi başvurulabilecek en son çare
niteliğinde değilse müdahalenin demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı ve
ölçüsüz olduğu söylenebilir. Bu bağlamda ölçülülük ilkesi kapsamında bir hak ya da
özgürlüğe müdahale ile elde edilmek istenen amaç arasında makul bir dengenin bulunup
bulunmadığına bakılır. Bu yapılırken de müdahalenin öngörülen amacı gerçekleştirmek
bakımından gerekli/zorunlu olup olmadığı, elverişli olup olmadığı ve orantılı olup
olmadığı değerlendirilmelidir. (3 puan)

Ceza yargılamasının süresi tespit edilirken sürenin başlangıç tarihi olarak bir kişiye suç
işlediği iddiasının yetkili makamlar tarafından bildirildiği veya isnattan ilk olarak
etkilendiği, arama ve gözaltı gibi birtakım tedbirlerin uygulandığı tarih; sürenin sona
erdiği tarih olarak ise suç isnadına ilişkin nihai kararın verildiği, yargılaması devam eden
davalar yönünden ise Anayasa Mahkemesi’nin makul sürede yargılanma hakkının ihlal
edildiğine ilişkin şikayetle ilgili kararını verdiği tarih esas alınmaktadır (Örneğin bkz. B.E.
Başvurusu, Başvuru Numarası: 2012/625, K.t: 9/1/2014). Bu ölçütler uyarınca, olayda
kanuna aykırı gösteriye katılma suçu sebebiyle gerçekleştirilen yargılamanın 8 yıl
sürdüğü görülmektedir.

Anayasa Mahkemesi, ceza yargılamasının süresinin makul olup olmadığı


değerlendirilirken yargılamanın karmaşıklığı ve kaç dereceli olduğu, tarafların ve ilgili
makamların yargılama sürecindeki tutumu ve başvurucunun yargılamanın süratle
sonuçlandırılmasındaki menfaatinin niteliği gibi hususları dikkate almaktadır (Örneğin
bkz. Murat Yıldırım Başvurusu (2), Başvuru Numarası: 2014/16919, K.t. 5/4/2018). Söz

55
konusu hususlar olaydaki verilere uygulandığında, kanuna aykırı gösteriye katılmaktan
ibaret bir eylem için yargılamanın oldukça uzun sürdüğü söylenebilir. Bu bakımdan 8
yıllık yargılama süresinin makul sürede yargılanma hakkına gelen yük bakımından
dengeyi bozduğu ve hakka müdahalenin orantısız olduğu söylenebilir. (3 puan)

b) B’nin ilgili özgürlüklerinin ihlal edildiğine ilişkin iddiası ile ilgili olarak Anayasa
Mahkemesi ne yönde karar vermiş olabilir? Tartışınız. (10 puan)
CEVAP: Yukarıda da belirtildiği üzere 1982 Anayasası’nın 13. maddesi uyarınca, temel
hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde
belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar,
Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin
gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. Hak ve özgürlüğe yönelik müdahalenin
yasa ile öngörülmüş olması ve bu yasanın açık, öngörülebilir ve ulaşılabilir olması
gerekmektedir. Olayda B’nin ilgili özgürlüklerinin ihlal edildiğine ilişkin iddiası toplantı
ve gösteri yürüyüşü hakkına ilişkindir. Hem gösteriye müdahale edilmesi hem de B’nin
kanuna aykırı toplantıya katılmasının cezalandırılmasının yasal dayanağı olduğu
anlaşılmaktadır. (2 puan)

Yasallık unsurunun gereklerinin yerine getirildiği tespit edildiğinde ise yapılması gereken
bir önceki cevapta da belirtildiği üzere olaydaki müdahalenin demokratik toplum
düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü olup olmadığını belirlemektir.

Olayda müdahale ile elde edilmek istenen amaç kamu düzeninin korunması yolundaki
kamusal çıkardır. Bu bağlamda kanuna aykırı gösterilerin zorla dağıtılması ve bu tarz
gösterilere katılanların cezalandırılması elde edilmek istenen amacı gerçekleştirmek için
elverişli sayılabilir. Ancak olaydaki verilere bakıldığında ihtarda bulunulmaksızın zor
kullanılması suretiyle topluluğun dağıtılması ve B’nin iki buçuk yıl hapis cezasına
çarptırılmasının müdahale ile elde edilmek istenen amacın gerçekleştirilmesi bakımından
zorunlu olmadığı söylenebilir. Nitekim barışçıl olmadığına dair herhangi bir emare
bulunmayan gösterinin ihtarda bulunulmaksızın zor yoluyla dağıtılması ve iki buçuk yıl
mahkumiyete hükmedilmesi kamu düzeninin korunması ve suç işlenmesinin önlenmesi
amacının sağlanması bakımından zorunlu olarak gerçekleştirilmesi gereken müdahaleler
olarak kabul edilemez. Bu bakımdan öncelikle zor kullanılmadan ihtarda bulunulması ve
iki buçuk yıl hapis cezasından daha hafif bir yaptırım ile de elde edilmek istenen amacın
gerçekleştirilmesi mümkündür. (4 puan)

56
Ölçülülük ilkesinin üçüncü unsuru olan orantılılık açısından ise toplantı ve gösteri
yürüyüşü hakkına yönelik müdahalenin gerçekleştirilmek istenen amaçla makul bir
denge içerisinde olup olmadığı değerlendirilmelidir. Bu çerçevede gösteri düzenlenirken
herhangi bir ihtar olmaksızın topluluğun zorla dağıtılması ve B’nin iki buçuk yıl hapis
cezasına çarptırılması şeklinde ortaya çıkan müdahaleler ile elde edilmek istenen amaç
arasında makul bir dengenin, orantılılığın olduğu söylenemez. Bu bağlamda hakka gelen
yükün kamu düzenine gelen yüke kıyasla oldukça ağır olduğu söylenebilir. Anayasa
Mahkemesi de özellikle şiddet içermeyen gösterilerin dağıtılması ve katılımcıların cezai
yaptırıma tabi tutulmalarının meşru amaçları gerçekleştirmek için gerekli görülen
önlemler ile barışçıl toplanma hakkı arasındaki dengeyi sağlamadığını sürekli olarak
vurgulamaktadır (Bkz. Osman Erbil Başvurusu, Başvuru Numarası: 2013/2394, K.t.
25/3/2015). (4 puan)

ANAYASA HUKUKU / İÖ / FİNAL / 17’-18’

SORULAR
1. Anayasal düzenli devlet ile Anayasalı devlet ne demektir? Örnek vererek
açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: Bazı ülkelerde anayasalar belirli organlar tarafından kabul edilen bir belge olarak
yazılı şekilde ortaya çıkan anayasalardır. Türkiye yazılı anayasası olan ülkelere örnek
gösterilebilir. Bazı ülkelerde ise anayasalar yazılı değildir. Bu tür ülkelerde devlet
düzenini, hak ve özgürlükleri ve bunların güvencelerini belirleyen yazısız anayasa
kuralları bulunmaktadır (2 puan).

Yazısız anayasalar zaman içinde oluşur ve zamanla ortadan kalkabildiği gibi yazılı hale de
dönüşebilir. İngiltere bu bağlamda örnek gösterilebilir. Zira İngiltere’de devlet
organlarına, iktidara ve iktidarın yer değiştirmesine, temel hak ve özgürlüklere ilişkin
kuralların bir bölümü yazısız nitelikte iken, diğer bölümü çeşitli hukuki metinlerde
düzenlenmiştir (3 puan).

Bir ülkede yazılı anayasa olmasa da anayasal düzenin olduğu kabul edilmelidir. Örneğin,
Osmanlı Devleti’nde ilk anayasa olan 1876 Anayasası’ndan önce Osmanlı Devleti anayasalı
bir devlet değilse de Osmanlı Devleti’nde anayasal bir düzen bulunmaktaydı (3 puan).
Sonuç olarak anayasal düzenli devlette maddeler halinde yazılı bir anayasa olmasa da
devlet düzeni bakımından bir işleyiş mevcuttur (2 puan).

57
2. Osmanlı anayasal düzeninde Sened-i İttifak’ın önemini açıklayarak, Sened-i
İttifak ile Tanzimat Fermanı arasında farklılıklar olup olmadığını değerlendiriniz.
(15 Puan)
CEVAP: Sened-i İttifak iki taraflı bir anlaşma (misak) olarak o güne kadar tartışmasız tek
otorite olan Padişah ile ayanları bir araya getirmiş, merkezi iktidarın sınırlandırmasını
amaçlamıştır. Dolayısıyla kısa süreli de olsa Padişahın dengelenmiş olması Anayasa
Hukuku bakımından önemlidir. Sened-i İttifak’la birlikte Padişah ayanlar karşısında
iktidarının sınırlanmasını kabul etmiştir (3 puan). Ayrıca Sened-i İttifak’ın demokratik
düzene gidişin ilk çabası, ilk belirtisi niteliğinde olduğu da ifade edilebilir (2 puan).

1839 yılında padişahın tek taraflı iradesine göre ilan edilen Tanzimat Fermanı’na göre ise
kalkınma yapılacak yeni kanunlarla sağlanacaktır. Bu kanunlarla kişi dokunulmazlığı, ırz,
namus ve mal güvenliği sağlanacak, vergiler kanuna göre alınacak, askerlik görevi düzene
sokulacaktır. İdam cezası Padişahın iradesiyle değil, yapılacak yargılama sonucunda
verilecek, müsadere kaldırılacak, mülkiyet hakkı güvence altına alınacak, dini aidiyet
bakımından vatandaşlar arasında ayrım yapılmayacaktır. Kanunlar bir heyet tarafından
hazırlanacak, son söz yine Padişahın olacaktır (4 puan). Bu fermana uyulmamasının
pozitif hukuk açısından yaptırımı olmayıp, dini bir yaptırım (Allah korkusu) söz konusu
olacaktır (1 puan).

Sened-i İttifak ve Tanzimat Fermanı arasındaki başlıca fark, birincisinin bir sözleşme,
ikincisinin ise padişah tarafından tek taraflı bir ferman şeklinde ilan edilmesidir (1 puan).
Diğer taraftan, kapsamları bakımından da bu iki belge farklı içeriğe sahiptir: Sened-i
İttifak, Anadolu ve Rumeli Ayanlarının can ve mülküne dokunulmayacağı şeklinde sınırlı
bir kapsama sahipti. Tanzimat Fermanı ise iktidarın bütün uyrukların çok daha çeşitli
hak ve özgürlüklerine dokunmayacağını ve egemenliğini kullanırken kanunlara uyacağını
vaat ettiği bir belgedir (3 puan). Tanzimat Fermanı’yla Padişahın kanunlara saygı
göstermesi güvence altına alınırken, kişi hak ve özgürlüklerine dokunulmayacağı,
uyruklar arasındaki eşitliğin sağlanacağı şeklindeki düzenlemelerin birer pozitif hukuk
kuralı olduğu, bu düzenlemelerle birlikte hukuk devleti kavramına doğru gidildiği
söylenebilir (1 puan).

3. 1876 Anayasası’nda Heyet-i Ayan’ın rolü ve etkisi nedir? Açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: 1876 Anayasası’na göre Heyet-i Ayan ve Heyet-i Mebusan olmak üzere çift
meclisli bir yasama organı oluşturulmuştur. Heyet-i Ayan, Heyet-i Mebusan’ın üçte birini

58
geçmemek üzere doğrudan Padişah tarafından seçilirdi (2 puan). Heyet-i Ayan üyeleri
ömür boyu görevde kalır ve Padişaha bağlı bir meclis gibi çalışırdı (1 puan).

1876 Anayasası’nda kanun koyma yetkisi Padişah lehine sınırlanmıştı. Heyet-i Ayan ve
Heyet-i Mebusan ancak görevleri ile ilgili konularda kanun teklif edebilmekteydiler. Şura-
yı Devlet kanun tasarısı metnini hazırladıktan sonra hazırlanan bu metin önce Heyet-i
Mebusan’da sonra Heyet-i Ayan’da görüşülüp kabul edildikten sonra onay için Padişaha
sunulurdu. Padişahın yapılan kanunlar bakımından mutlak veto yetkisi vardı. Heyet-i
Ayan’ın metin üzerindeki görüşmesi sınırlıydı (2 puan).

Heyet-i Ayan metnin dini kurallara, Padişahın haklarına, özgürlüğe, Anayasa


hükümlerine, devletin bütünlüğüne, iç güvenliğe, ülkenin savunma ve korunmasına ve
genel ahlaka aykırı olup olmadığına bakardı. Bunlara aykırı gördüğü durumlarda ise ya
metni reddeder ya da değişiklik yapılması için Heyet-i Mebusan’a gönderirdi (2 puan).
Dolayısıyla Heyet-i Ayan’ın yaptığı bu denetimle kanunların anayasa uygunluğunun siyasi
yolla denetimi Türk Anayasa Hukuku’nda ilk defa uygulanmaya başlanmıştır (3 puan).

4. 1876 Anayasası’na göre Heyet-i Mebusan seçiminde etkili olan seçim ilkelerini
açıklayarak milletvekili olmak için hangi şartların arandığını belirtiniz? (15 Puan)
CEVAP: 1876 Anayasası’nın 66. maddesine göre milletvekili seçimi, kabul edilecek bir
kanuna göre yapılacaktı. Ancak kanunun çıkarılması için öncelikle milletvekillerine
ihtiyaç duyulduğundan anayasanın hazırlanması esnasında bir geçici yönetmelik (talimatı
muvakkate) kabul edilmişti (1 puan). Seçim sistemiyle ilgili olarak Anayasa’da sadece
seçimin gizli (gizli oy ilkesi) yapılacağı hüküm altına alınmıştır (2 puan). Heyet-i
Mebusan Osmanlı vatandaşları arasından her elli bin erkeğe (seçimlerin genelliği ilkesine
aykırılık) bir temsilci seçilmesi ile oluşmaktaydı. Milletvekilleri yalnızca seçildikleri
bölgenin değil tüm milletin vekilleriydiler (2 puan).

Heyet-i Mebusan’ın seçimi için belirlenen seçim ilkelerine ve seçim sistemine geçici
yönetmelikte yer verilmişti. Yönetmelik iki dereceli basit çoğunluk sistemini
öngörmekteydi. Seksen tanesi Müslüman, otuz tanesi Hristiyan olmak üzere toplamda
yüz otuz milletvekili öngörülmüştü. Seçimler bakımından ülke iki bölgeye ayrılmıştı. Bu
bölgelerden birisi İstanbul ve İzmit’in de dahil olduğu yirmi daireli seçim bölgesiydi. Bu
bölgeden beşi Müslüman beşi gayrimüslim olan milletvekilleri iki dereceli olarak
seçileceklerdi (tek veya iki dereceli seçim ilkesi). Her daireden iki tane ikinci seçmen
seçilecek ve böylece kırk tane ikinci seçmen milletvekillerini seçecekti (3 puan).

59
İstanbul dışındaki yerlerde ise ilçe, liva ve il merkezlerinde önceden seçilmiş idare meclis
üyeleri ikinci seçmen olarak kabul edilmişti ve bunların milletvekillerini doğrudan
doğruya seçebilmesi öngörülmüştü (2 puan).

Milletvekili seçilme yeterliliği için ise yaş sınırı otuz olmasına rağmen bu sınır
uygulanmayarak yirmi beş yaş sınırı kabul edilmiştir (2 puan). Bunların yanında Türkçe
bilmek, seçildiği vilayet ahalisinden olmak, güvenilir olmak, az-çok taşınmazı olmak gibi
şartlar da seçilme yeterliliği için öngörülmüştür (3 puan)

5. 1876 Anayasası’nda özgürlükleri güvencesiz kılan temel unsur nedir? Açıklayınız.


(10 Puan)
CEVAP: 1876 Anayasası kanun önünde eşitlik ilkesini ve kamu hizmetlerine girme
hakkını vatandaşlara tanımaktaydı. Bunun yanında basın özgürlüğü, mülkiyet hakkı,
eğitim özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, yasama organına başvuru ve şikâyet hakkı,
müsadere ve angarya ile her türlü işkence yasağı, tabii hâkim ilkesi Anayasa’da yer
bulmuş olan diğer hak ve özgürlüklerdi (4 puan). Ancak düşünce özgürlüğü anayasal
güvence altına alınmamıştı (1 puan).

Bütün bu hak ve özgürlüklerin düzenlenmesi kanun vasıtası ile yapılacağından ve kanun


da Padişah iradesiyle kabul edilip uygulandığından kişi hak ve özgürlüklerinin
gerçekleşmesinin Padişah iradesine bırakılması özgürlükleri güvencesiz kılmıştı (2
puan). Diğer bir güvencesizliği ise Anayasa’nın 113. maddesi oluşturmaktaydı. Bu göre
polis tarafından yapılan inceleme sonucunda hükümetin güvenliğini bozan hareketler
belirlenirse Padişaha, hükümetin güvenliğini tehlikeye düşüren kişiyi Osmanlı ülkesinden
sürme yetkisi verilmişti. Bu madde sayesinde Padişah iktidarı için tehlikeli gördüğü kişiyi
sürgüne gönderebilmekteydi (3 puan).

6. 1876 Anayasası’nda 1909 yılında yapılan değişikliklerle siyasi rejimde nasıl bir
değişim/dönüşüm yaşanmıştır? Açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: 1876 Anayasası 1909 yılında yapılan değişikliğe kadar yürütmeyi yasamadan
üstün tutan bir anayasalı meşruti monarşi rejimi öngörmüştü. Zira Bakanlar yasamaya
karşı değil, Padişaha karşı sorumluydu. Devlet faaliyetlerinde ve kanunların yapılmasında
son söz yürütmenin başı olan padişahındı (3 puan). Yasama organı Padişah tarafından
feshedilebilmesine rağmen, yasamanın bakanlara güven verip vermeme konusunda bir
yetkisi yoktu. Yani kuvvetler arasında herhangi bir denge söz konusu değildi. (2 puan)

60
1909 değişikliğiyle birlikte Anayasa, parlamenter rejime dayalı bir sistem öngörmüştür.
Devletin başında sorumsuz bir Padişah bulunmaktaydı. Ancak değişiklikle birlikte
Padişah tarafından atanan ancak parlamentoya karşı sorumlu olan bir bakanlar kurulu
düzenlemesi getirilmiştir. Bunun yanında 1909 değişikliğiyle birlikte yasama ve yürütme
arasında dengeye de yer verilmiştir. Yasamanın yürütmeye güven vermesi düzenlendiği
gibi yürütmenin de yasamayı feshetme yetkisi bulunmaktaydı (3 puan). Değişiklikle
birlikte kanunların yapılmasında da yasamaya üstünlük tanınmıştır. Kanun teklifleri
meclis tarafından yapılabilir, teklif meclislerde görüşülüp kabul edildikten sonra Padişaha
sunulurdu. Padişah kanunu geri gönderdiği takdirde meclis kanun teklifini 2/3
çoğunlukla kabul edip tekrar Padişaha gönderirse artık Padişah kanun teklifini kabul
etmek zorundaydı (2 puan).

7. 1921 Anayasası’nın uygulandığı dönemde Bakanlar hususunda hangi


aşamalardan geçilerek 29 Ekim 1923’e gelinmiştir? Açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: 1921 Anayasası’nın uygulandığı dönemde ayrıca yürütme organının başı
bulunmamaktaydı. Meclis Başkanı aynı zamanda bakanların da başıydı (2 puan). Bu
dönemde Bakanların üç aşamada seçildiği görülmektedir. İlk olarak bakanlar meclis
içinden salt çoğunlukla seçilmekteydi. Daha sonra, Meclis Başkanı’nın meclis üyeleri
arasından göstereceği milletvekilleri arasından bakanların meclis tarafından seçilmesi
yolu benimsenmiştir (3 puan).

29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyetin ilanıyla ise devlet başkanlığı getirildi. Devlet başkanı
olarak cumhurbaşkanı meclis içinden dört yıllığına seçilmekteydi. Cumhurbaşkanı,
başbakanı meclis üyeleri arasından seçer, bakanlar ise meclis üyeleri arasından başbakan
tarafından seçildikten sonra cumhurbaşkanı tarafından TBMM’nin onayına sunulurdu.
TBMM, bakanları onaylamazsa bakanlar düşerdi (3 puan). Bu sistemle birlikte salt meclis
hükümeti sisteminden yarı parlamenter sisteme geçildiği görülmektedir. Öncesinde
bakanları seçen meclis, 29 Ekim 1923 tarihinden sonra onaylayan meclise dönüşmüştür
(2 puan).

8. 1924 Anayasası’nda siyasi rejim hangi siyasi rejimlere


benzemekteydi? Açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: 1924 Anayasası bünyesinde hem parlamenter rejime hem de meclis hükümeti
rejimine benzer özellikler taşıdığından bu Anayasanın bir “Karma rejim” öngördüğünü
söylemek mümkündür (2 puan).

61
1924 Anayasası’nda öngörülen rejimin parlamenter rejime benzeyen yönleri şöyle
sıralanabilir: Yürütmenin kanun teklif etme yetkisinin olması; Başbakan ve bakanların
meclis komisyonlarında veya genel kurulda görüşmelere katılıp söz alabilmesi;
Cumhurbaşkanının, her yıl Meclis açılışında genel politika üzerine konuşma yapması;
Kanunların yayımı ve ilanının hükümete ait olması ve Meclis üyelerinin başbakan veya
bakanlara soru yöneltebilmesi ve bunlar hakkında araştırma açılmasını isteyebilmesi (5
puan).

1924 Anayasası’na göre yasama ve yürütme görev ve yetkisinin TBMM’de toplanmış


olması ve yürütme organına (hükümete veya cumhurbaşkanına) meclisi feshetme yetkisi
tanınmamasına rağmen, meclisin bakanlar kurulunun görevine son verilmesine ve
seçimlerin yenilenmesine karar verebilmesi ise 1924 Anayasası’nın öngördüğü siyasi
rejimin meclis hükümeti sistemine benzeyen yönlerini ortaya koymaktadır (3 puan).

9. 1961 Anayasası’nda parlamenter rejim neden/nasıl işlemez hale gelebiliyordu?


Açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: 1961 Anayasası’nda yasama ve yürütme organları arasında görev bakımından bir
iş birliği olmasına rağmen denge unsuru olan yürütmenin yasamayı feshetmesinin
kolayca gerçekleşememesi, öngörülen parlamenter rejimi “zorlaştırılmış parlamenter
rejim” haline getirmekteydi (2 puan).

1961 Anayasası’na göre Bakanlar Kurulu göreve başlarken ve görev sırasında yasama
organının güvenine ihtiyaç duymaktaydı (2 puan). Başbakan, Bakanlar Kurulu’nun
madde 108’e göre on sekiz aylık bir süre içinde üç defa düşmesi ve üçüncü defa da
güvensizlik oyuyla karşılaşması durumunda Cumhurbaşkanından seçimlerin
yenilenmesini isteyebilirdi (3 puan).

On sekiz ay içinde Bakanlar Kurulu’nun üç kez güvenoyu alamaması durumunda


cumhurbaşkanı isterse seçimlerin yenilenmesi yoluna gidilebilmesi yasama ve yürütme
organları arasındaki denge unsurunu bozmaktaydı. Dolayısıyla parlamenter rejim işlemez
hale gelebiliyordu (3 puan).

62
ANAYASA HUKUKU / TEK-ÇİFT / BÜTÜNLEME / 17’-18’

I. OLAY
Türk lirasının döviz karşısında yaşadığı değer kaybı sebebiyle yaşanan ekonomik
sıkıntıların giderilmesi amacıyla yapılacak reformların açıklandığı toplantıda
Cumhurbaşkanı Yardımcısı reform paketinin işe yaramaması durumunda olağanüstü
tedbirler alınabileceğini ifade etmiştir. Reform paketinden beklenen sonuçların
gerçekleşmemesi ve liranın değer kaybetmeye devam etmesi üzerine Cumhurbaşkanı
yurdun tamamında 6 ay süreyle olağanüstü hal ilan etmiştir. Ardından karar Resmi
Gazete’de yayımlanmış ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) onayına
sunulmuştur. Sonrasında Bankacılık Kanunu başta olmak üzere birçok kanunda
değişiklik öngören bir kararname Cumhurbaşkanı tarafından çıkarılmış ve Resmi
Gazete’de yayımlandığı gün TBMM’nin onayına sunulmuştur.

1 ay sonra kararnamenin TBMM tarafından görüşüldüğü oturumda Milletvekili C, 1982


Anayasası’nın 104. maddesi uyarınca çıkarılacak kararnamelerin kanunları
değiştiremeyeceğini belirterek çıkarılan kararnamenin anayasaya aykırı olduğunu ileri
sürmüştür. Ancak bu itiraz dikkate alınmayarak kararname TBMM tarafından
onaylanmıştır. Olağanüstü halin ilanının üzerinden 6 ay geçmesine rağmen ekonomideki
durgunluğun geçmemesi üzerine TBMM, Cumhurbaşkanı’nın talebinin ardından 5 ay
süreyle olağanüstü hal süresini uzatmıştır.

Sonrasında ise herhangi bir uzatma kararı alınmamış ve olağanüstü hal sona ermiştir.
Olağanüstü halin sona ermesinin ardından A Bankası, müşterilerinden B’nin yurtdışına
yaptığı 60.000 ABD doları tutarındaki para transferine ilişkin bilgileri, transfer tarihinden
itibaren 32 gün geçtikten sonra ilgili mercie bildirmiştir. Söz konusu bildirimin Türk
Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Karar’da belirtilen 30 günlük süre içinde
yapılmadığından bahisle A Bankası 25.000 lira para cezası ile cezalandırılmıştır. Söz
konusu cezanın iptali amacıyla yargıya başvuran A’nın davası reddedilmiştir. Davanın
reddi üzerine A Bankası bir üst derece mahkemesine başvurmuşsa da bu başvurusu
reddedilmiş ve karar kesinleşmiştir. Kesinleşme kararı bankaya 25 Ağustos 2018
tarihinde tebliğ edilmiştir. Ardından A, yalnızca iki günlük gecikmeye rağmen verilen ağır
ceza sebebiyle anayasal haklarının ihlal edildiği iddiasıyla 10 Eylül 2018 tarihinde Anayasa
Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuştur.

63
1567 Sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun, m. 3:
“Cumhurbaşkanının bu Kanun hükümlerine göre yapmış bulunduğu genel ve düzenleyici
işlemlerdeki yükümlülüklere aykırı hareket eden kişi, üçbin Türk Lirasından yirmibeşbin
Türk Lirasına kadar idarî para cezası ile cezalandırılır. (…)”

Türk Parası Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı Karar, m. 3/c: “Bankalar, ithalat,
ihracat ve görünmeyen işlemler dışındaki yurtdışına yapılan 50.000 ABD Doları
karşılığını aşan Türk Lirası transferlerine ilişkin bilgileri, transfer tarihinden itibaren 30
gün içinde Bakanlıkça belirlenecek mercilere bildirirler.”

SORULAR:
1. Olaydaki olağanüstü hal ilanını ve olağanüstü halin uzatılmasını 1982
Anayasası’nın mevcut hükümleri çerçevesinde değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 119. maddesi uyarınca “Cumhurbaşkanı; savaş, savaşı
gerektirecek bir durumun baş göstermesi, seferberlik, ayaklanma, vatan veya
Cumhuriyete karşı kuvvetli ve eylemli bir kalkışma, ülkenin ve milletin bölünmezliğini
içten veya dıştan tehlikeye düşüren şiddet hareketlerinin yaygınlaşması, anayasal düzeni
veya temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerinin
ortaya çıkması, şiddet olayları nedeniyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması, tabiî
afet veya tehlikeli salgın hastalık ya da ağır ekonomik bunalımın ortaya çıkması
hallerinde yurdun tamamında veya bir bölgesinde, süresi altı ayı geçmemek üzere
olağanüstü hal ilan edebilir. Olağanüstü hal ilanı kararı, verildiği gün Resmî Gazetede
yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur. Türkiye Büyük
Millet Meclisi tatilde ise derhal toplantıya çağırılır; Meclis gerekli gördüğü takdirde
olağanüstü halin süresini kısaltabilir, uzatabilir veya olağanüstü hali kaldırabilir.
Cumhurbaşkanının talebiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi her defasında dört ayı
geçmemek üzere süreyi uzatabilir. Savaş hallerinde bu dört aylık süre aranmaz.”

Olayda, Türk lirasının döviz karşısında yaşadığı değer kaybı sebebiyle yaşanan ekonomik
sıkıntıların giderilmesi amacıyla yapılacak reformların açıklandığı toplantıda
Cumhurbaşkanı Yardımcısı reform paketinin işe yaramaması durumunda olağanüstü
tedbirler alınabileceğini ifade etmiş, reform paketinden beklenen sonuçların
gerçekleşmemesi ve liranın değer kaybetmeye devam etmesi üzerine Cumhurbaşkanı
yurdun tamamında 6 ay süreyle olağanüstü hal ilan etmiştir. Türk lirasının döviz
karşısında değer kaybı yaşaması ve bu kaybın reformlarla dahi azaltılamaması 1982
Anayasası’nın 119. maddesinde de belirtildiği üzere “ağır ekonomik bunalımın ortaya

64
çıkması hallerinden” biri olarak kabul edilebilir. Ayrıca olağanüstü hal ilanı yine ilgili
madde uyarınca Cumhurbaşkanı’na bırakılmıştır. Olayda olağanüstü hal ilanı yer
bakımından tüm ülkeyi kapsayacak niteliktedir. Son olarak belirtilmesi gereken 6 ay
süreyle olağanüstü hal ilan edilmesinin süre koşulunu sağladığıdır. (5 puan)

Olağanüstü halin ilanının üzerinden 6 ay geçmesine rağmen ekonomideki durgunluğun


geçmemesi üzerine TBMM, Cumhurbaşkanı’nın talebinin ardından 5 ay süreyle
olağanüstü hal süresini uzatmıştır. Ekonomide devam eden durgunluk süreci olağanüstü
halin ilan sebebi olan ağır ekonomik bunalımın devam ettiğini işaret etmektedir. Buna
göre, 1982 Anayasası’nın 119. maddesi uyarınca Cumhurbaşkanı’nın talebiyle TBMM
olağanüstü hali uzatabilir. Fakat bu uzatma her sefasında 4 ay ile sınırlı tutulmuştur.
Olayda 4 aylık süre sınırına uyulmamıştır. (5 puan)

2. Milletvekili C’nin iddiasını 1982 Anayasası’nın mevcut hükümleri çerçevesinde


değerlendiriniz. (15 puan)
CEVAP: Milletvekili C’nin iddiası Cumhurbaşkanlığı kararnameleri, bunların kanunlarla
ilişkisi ve olağanüstü dönemlerde çıkarılması öngörülen olağanüstü kararnamelere
ilişkindir. 1982 Anayasası’nın 104. maddesinin 17. fıkrası uyarınca, “Cumhurbaşkanı,
yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir.
Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi
hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler
Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez.

Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı


kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı
kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler
bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı
konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale
gelir.” (5 puan)

Olağanüstü hale ilişkin olarak çıkarılabilecek Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ise


anayasanın 119. maddesinde düzenlenmektedir. İlgili madde uyarınca “Olağanüstü
hallerde Cumhurbaşkanı, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda, 104 üncü maddenin
onyedinci fıkrasının ikinci cümlesinde belirtilen sınırlamalara tabi olmaksızın
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir. Kanun hükmündeki bu kararnameler Resmî
Gazetede yayımlanır, aynı gün Meclis onayına sunulur. Savaş ve mücbir sebeplerle

65
Türkiye Büyük Millet Meclisinin toplanamaması hâli hariç olmak üzere; olağanüstü hal
sırasında çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri üç ay içinde Türkiye Büyük Millet
Meclisinde görüşülür ve karara bağlanır. Aksi halde olağanüstü hallerde çıkarılan
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi kendiliğinden yürürlükten kalkar.” (5 puan)

Olayda, olağanüstü hal ilanından sonra Bankacılık Kanunu başta olmak üzere birçok
kanunda değişiklik öngören bir kararname Cumhurbaşkanı tarafından çıkarılmış ve
Resmi Gazete’de yayımlandığı gün TBMM’nin onayına sunulmuştur. Haliyle
Cumhurbaşkanı’nın olağanüstü hal ilanından sonra olağanüstü halin gerekli kıldığı
konularda yaptığı bu düzenleme olağanüstü hal cumhurbaşkanlığı kararnamesi
niteliğindedir. (2 puan)

İlgili anayasa maddesinde belirtildiği üzere bu kararnameler “kanun hükmünde” olup


yürürlükteki kanun hükümlerini değiştirebilmekte ve kaldırabilmektedirler. Ayrıca 119.
maddede 104. maddedeki sınırlamalara tabi olmaksızın olağanüstü hal cumhurbaşkanlığı
kararnamesi çıkarılacağı belirtildiğinden 104. maddede düzenlenen kararnameler için var
olan sınırlamalar olağanüstü hal kararnameleri için geçerli olmamaktadır. Bu durumda
Milletvekili C’nin çıkarılan kararnamenin kanunları değiştiremeyeceğini ve anayasaya
aykırı olduğunu ileri sürmesi yanlıştır. (3 puan)

3. Bireysel başvurunun kabul edilebilirlik koşullarını dikkate alarak A’nın iddiasını,


bu koşullar bağlamında inceleyiniz. (10 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 148. maddesi uyarınca. “Herkes, Anayasada güvence altına
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki
herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine
başvurabilir. Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması
şarttır. Bireysel başvuruda, kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlarda inceleme
yapılamaz.”
• Olayda, A Bankası’na uygulanan para cezası ile müdahale edilen anayasal hak
mülkiyet hakkıdır. Mülkiyet hakkı 1982 Anayasası’nın 35. maddesinde ve Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 1 Numaralı Protokolü’nde güvence altına
alınmaktadır. Haliyle A Bankası’nın yapmış olduğu bireysel başvuruda konu
unsuru bakımından bir sorun bulunmamaktadır. (3 puan)
• Bireysel başvuru yalnızca kişisel ve güncel bir hakkı doğrudan ihlal edilen gerçek
kişiler yahut özel hukuk tüzel kişileri tarafından yapılabilir. Kamu tüzel kişileri
bireysel başvuru yapamaz. Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait

66
haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir. Son olarak
yalnızca Türk vatandaşlarına tanınan haklarla ilgili olarak yabancılar bireysel
başvuru yapamaz. Olayda A Bankası özel hukuk tüzel kişisi niteliğini taşıdığından
ve ortada tüzel kişiliğe ait bir hak olduğundan kişi unsuru sağlanmıştır. (3 puan)
• Başvuruda bulunabilmek için idari ve yargısal başvuru yollarının tüketilmiş olması
şarttır. Ayrıca, 23 Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen işlemler ve kararlar
bakımından bu yola başvurulabilir. Bireysel başvurunun, başvuru yollarının
tüketildiği tarihten, başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten
itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir. Haklı bir mazereti nedeniyle süresi
içinde başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten itibaren on beş gün içinde ve
mazeretlerini belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler. Bu durumda mahkeme,
öncelikle başvurucunun mazeretinin geçerli görülüp görülmediğini inceleyerek
talebi kabul veya reddeder. Olayda, başvuru yollarının tüketildiği tarih olan 25
Ağustos 2018 tarihinden itibaren 30 günlük süre içinde başvuru yapılmıştır. Ayrıca
başvuru 23 Eylül 2012 tarihinden sonra yapıldığı için hem süre hem de zaman
koşulunu sağlamaktadır. (2 puan)
• Bireysel başvurunun kabul edilebilirlik koşullarından bir diğeri ihlal iddiasının
açıkça dayanaktan yoksun olmamasıdır. Anayasa Mahkemesi’ne göre
başvurucunun ihlal iddialarını kanıtlayamadığı, iddialarının salt kanun yolunda
gözetilmesi gereken hususlara ilişkin olduğu, temel haklara yönelik bir
müdahalenin olmadığı veya müdahalenin meşru olduğu açık olan başvurular ile
karmaşık veya zorlama şikâyetlerden ibaret başvurular açıkça dayanaktan
yoksundur (Örneğin bkz. Hikmet Balabanoğlu Başvurusu, Başvuru Numarası:
2012/1334, K.t. 17/09/2013). Olaydaki verilere bakıldığında ihlal iddiasının açıkça
dayanaktan yoksun sayılmasını gerektirecek (hak ihlali iddialarının
somutlaştırılamadığına, hukuki bilgi ve gerekçeyle desteklenmemiş olduğuna dair)
bir husus bulunmamaktadır. Son olarak başvurunun anayasal ve kişisel önemden
yoksun olmaması aranmaktadır. Kişisel ve anayasal önem unsuru, 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 48.
maddesinin 2. fıkrasında "Mahkeme, Anayasanın uygulanması ve yorumlanması
veya temel hakların kapsamının ve sınırlarının belirlenmesi açısından önem
taşımayan ve başvurucunun önemli bir zarara uğramadığı başvurular ile açıkça
dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar verebilir." şeklinde
düzenlenmektedir. Olayda A Bankası’na 25.000 TL tutarında para cezası
kesilmesiyle yapılan müdahalenin anayasal ve kişisel önem taşıma kriterini
sağladığı şüphesizdir. (2 puan)

67
4. Bireysel başvuru ile ilgili olarak kabul edilebilirlik kararı verildiği
varsayıldığında, A’nın anayasal haklarının ihlal edildiğine ilişkin iddiası ile ilgili
olarak Anayasa Mahkemesi ne yönde karar vermiş olabilir? Tartışınız. (20 puan)
CEVAP: A Bankası’nın yaptığı bireysel başvuruya konu olan işlem olağanüstü halin sona
ermesinden sonra gerçekleştiğinden olayda olağan dönemde temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılması söz konusudur. 1982 Anayasası’nın 13. maddesi uyarınca, temel hak ve
hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen
sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve
ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. (5 puan)

Olayda Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Karar’da belirtilen 30 günlük süre
içinde bildirim yapılmadığından bahisle A Bankası’na 25.000 TL tutarında para cezası
kesilmiştir. Anayasa ve AİHS’nin ortak koruma alanında yer alan mülkiyet hakkı, mevcut
mal, mülk ve varlıkları koruyan bir güvencedir (Örneğin bkz. Kemal Yeler ve Ali Arslan
Çelebi Başvurusu, Başvuru Numarası: 2012/636 K.t. 15/04/2014). Olayda para cezası
kesilmesi işlemi malvarlığında bir azalmaya neden olacağından mülkiyet hakkına
müdahale teşkil etmektedir. (2 puan)

Hak ve özgürlüğe yönelik müdahalenin yasa ile öngörülmüş olması gerekliliği yasallık
ilkesine işaret etmektedir. 13. maddenin gereği olan yasallık ilkesi bakımından, hak ve
özgürlüğün sınırlandırılması şekli anlamda kanunun varlığını gerektirmektedir. Bu
bakımdan yasa dışındaki tüzük, yönetmelik gibi düzenleyici işlemlere dayanılarak hak ve
özgürlük sınırlandırılamaz. Ayrıca sınırlama öngören yasa hükmünün açık ve
öngörülebilir nitelikte de olması gerekmektedir. Aksi takdirde yasallık ilkesi gerçekleşmiş
olmaz. Olayda A Bankası’na kesilen idari para cezasının yasal dayanağının 1567 Sayılı
Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun’un 3. maddesinde açıkça yer aldığı
görülmektedir. (4 puan)

Yasallık unsurunun gereklerinin yerine getirildiği tespit edildiğinde yapılması gereken


olaydaki müdahalenin demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü
olup olmadığını belirlemektir.

Ölçülülük ilkesi kapsamında bir hak ya da özgürlüğe müdahale ile elde edilmek istenen
amaç arasında makul bir dengenin bulunup bulunmadığına bakılır. Bu yapılırken de

68
müdahalenin öngörülen amacı gerçekleştirmek bakımından gerekli/zorunlu olup
olmadığı, elverişli olup olmadığı ve orantılı olup olmadığı değerlendirilir.

• Elverişlilik, müdahalenin aracının müdahale amacını gerçekleştirmeye katkı


sağlayıp sağlamadığının tespitidir. Elverişlilik kriterinde amaca ulaşma şart
koşulmaz, amacı gerçekleştirmeye uygun bir aracın varlığı yeterlidir.
• Gereklilik, müdahalenin aracının müdahale ile hedeflenen amacın
gerçekleştirilmesinde hakkı en az sınırlayan alternatifin seçilip seçilmediğinin test
edilmesidir. Gereklilikte seçilen aracın alternatiflerinin bulunması yeterli değildir,
söz konusu alternatiflerin amacı gerçekleştirmeye eşit düzeyde katkı sağlayabilecek
nitelikte olması ve araçlar arasında hakkı en az sınırlayanın tercih edilmesi
gerekmektedir.
• Orantılılık, hedeflenen amacın gerçekleşmesi ile elde edilecek yarar ve bu amacı
gerçekleştirmek için yapılan sınırlamanın hak üzerindeki zararı arasında denge
kurulmasıdır.

Olayda, müdahalenin amacı Türk parasının kıymetinin korunması ile ülke ekonomisinin
korunmasıdır. Müdahalenin aracı ise Türk parasının korunması düzenlemelerine aykırı
eylemlere karşı para cezası öngörülmesidir. Para cezası yaptırımı Türk parasının
korunması amacını gerçekleştirmeye elverişli olduğundan elverişlilik sağlanmaktadır.
Türk parasının korunması amacını gerçekleştirmeye yönelik para cezası yaptırımına
alternatif bir yaptırım kanunda öngörülmediğinden bu amacı gerçekleştirmeye yönelik
hakkı daha az sınırlayan bir alternatif bulunmamaktadır. Gereklilik unsuru sağlanmıştır.

Orantılılık bakımından ise, A Bankası’nın düzenlemede öngörülen süreyi yalnızca iki gün
geçirdiği ve para cezasının kanunda öngörülen ceza miktarının üst sınırından verildiği
göz önüne alındığında mülkiyet hakkının uğradığı zarar ile Türk parasının değerinin
korunması amacından sağlanacak fayda arasındaki dengenin sağlanmadığı ve orantılılık
unsurunun gerçekleşmemesi nedeniyle müdahalenin ölçüsüz olduğundan söz edilebilir.
Ancak bankanın basiretli bir tacir olarak hareket etmesi gerektiğinden yola çıkılarak
müdahalenin orantılı olduğu sonucuna da ulaşılabilir. (9 puan)

II. OLAY
Bir bankada müdür olarak çalışan A hakkında bankanın parasını zimmetine geçirdiği
şüphesiyle soruşturma başlatılmıştır. Soruşturma devam ederken A, 24 Haziran 2018
seçimlerinde İstanbul ilinden milletvekili adayı olmuş ve seçilmiştir. Soruşturmanın

69
ilerlemesinin ardından kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren somut deliller
bulunması sebebiyle A hakkında tutuklama kararı verilmiştir. Bunun üzerine A, TBMM
binasından ayrıldıktan sonra kelepçelenerek tutukevine gönderilmiştir. Her ne kadar A,
milletvekili olması sebebiyle TBMM kararı olmadan tutuklanamayacağını ileri sürmüşse
de bu itirazı kabul edilmemiştir. Ertesi gün parlamentoda söz alan Milletvekili B, A’nın
hukuksuz yere tutuklandığını ifade ederek yargı organının siyasi kararlar verdiğini ve bu
durumun baş sorumlusunun Adalet Bakanı E olduğunu belirtmiştir.

Bunun üzerine Milletvekili C, B’ye laf atmış ve çıkan kargaşada B, C’ye tokat atmıştır.
Ertesi gün C adliyeye giderek söylediği sözler ve attığı tokat sebebiyle B aleyhine manevi
tazminat davası açmıştır. Bütün bu olanlardan Adalet Bakanı’nın sorumlu olduğunu
düşünen B, 300 milletvekili ile birlikte E hakkında soruşturma açılması amacıyla önerge
vermiştir. Önergenin görüşülmesinin ardından 350 milletvekilinin kabul oyu ile E
hakkında soruşturma açılmıştır. Oluşturulan komisyonun hazırladığı raporun Genel
Kurul’da görüşülmesinin ardından E, 500 milletvekilinin olumlu oyu ile Yüce Divan’a
sevk edilmiştir.

E’nin Yüce Divan’a sevkinden 3 gün sonra 250 milletvekiliyle toplanan TBMM, yargının
bağımsızlığının güçlendirilmesi amacıyla Hakimler ve Savcılar Kanunu’nda değişiklik
yapan ve Yargıtay Başkanı’nın Hakimler ve Savcılar Kurulu başkanı olmasını öngören
kanunu 150 milletvekilinin olumlu oyuyla kabul etmiştir. 10 Eylül 2018’de Resmi
Gazete’de yayımlanan kanunun şekil ve esas bakımlarından anayasaya aykırı olduğunu
ileri süren D Partisi Grubu tarafından 18 Eylül 2018 tarihinde Anayasa Mahkemesi’nde
dava açılmıştır.

SORULAR:
1. Milletvekili A’nın tutuklanmasını 1982 Anayasası’nın ilgili hükümleri
çerçevesinde değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: Milletvekili A’nın tutuklanması yasama bağışıklıklarından yasama
dokunulmazlığını ilgilendirmektedir. Yasama bağışıklıkları yasama sorumsuzluğu ve
yasama dokunulmazlığı olarak ikiye ayrılır. Yasama sorumsuzluğu milletvekillerinin
meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden sorumlu tutulmamalarına, yasama
dokunulmazlığı ise milletvekillerinin meclisteki fiziki varlıklarını korumaya yönelik
güvencelerdir.1982 Anayasası’nın 83. maddesi uyarınca “Türkiye Büyük Millet Meclisi
üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri
düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar

70
alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu
tutulamazlar. Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili,
Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.
Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak
kaydıyla Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır. Ancak, bu
halde yetkili makam durumu hemen ve doğrudan doğruya Türkiye Büyük Millet
Meclisine bildirmek zorundadır.”

Görüldüğü üzere yasama dokunulmazlığının kapsamına alınan işlemler ve istisnalar 83.


maddede tek tek sayılmıştır. Milletvekillerinin seçimden önce veya sonrasında cezai
bir kovuşturmaya tabi tutulması halinde milletvekilleri tutulamaz, sorguya
çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz. Bunların dışında kalan delil tespiti ve
yargılamanın ilerlemesi için gerekli olan işlemlerin yapılması önünde bir engel yoktur.

Milletvekilinin ifadesine başvurulması da mümkündür fakat milletvekilinin işlemlere


karşı çıkması halinde tazyik önlemlerine başvurulması imkanı yoktur. Yasama
dokunulmazlığı milletvekilliği süresi ile sınırlıdır yani geçicidir ve TBMM kararı ile
milletvekilliği süresi devam ederken yasama dokunulmazlığının kaldırılması
mümkündür. Bu özellikleri nedeniyle yasama dokunulmazlığı nispidir. Yasama
dokunulmazlığı milletvekilinin kişisel yararı gerektirdiği için değil kamu yararı için
tanındığından kamu düzenindendir. Ancak ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve
seçimden önce soruşturulmasına başlanması kaydıyla 1982 Anayasası’nın 14. maddesinde
sayılan haller istisnai olarak yasama dokunulmazlığı kapsamı dışında bırakılmıştır. Bu
istisnai hallerde, yetkili makamlar durumu hemen ve doğrudan doğruya TBMM’ye
bildirmek zorundadır. (5 puan)

Olayda, A milletvekili seçilmesi ile yasama dokunulmazlığını kazanmıştır. Yasama


dokunulmazlığı yasama dönemi boyunca Milletvekili A’nın meclisteki fiziki varlığını
korumaya yöneliktir. Yasama dokunulmazlığı kapsamına giren eylemlerden biri de
tutuklamadır. 1982 Anayasası’nın 83. maddesine göre milletvekili yasama dönemi
boyunca tutuklanamayacaktır. Yasama dokunulmazlığının istisnalarını oluşturan ağır
cezayı gerektiren suçüstü hali ve soruşturulmasına seçimden önce başlanmak kaydıyla
1982 Anayasası’nın 14. maddesinde sayılan haller Milletvekili A’nın zimmet suçuna ilişkin
yargılamasında söz konusu olmadığından Milletvekili A’nın yasama dokunulmazlığından
faydalanması gerekmektedir. Olayda dokunulmazlığın bir istisnasının söz konusu

71
olmaması ve parlamentonun dokunulmazlığı da kaldırmamış olması karşısında A’nın
tutuklanması hukuka aykırıdır. (5 puan)

2. Milletvekili B’nin TBMM’de sarf ettiği sözler ve gerçekleştirdiği fiilden dolayı


sorumlu tutulması mümkün müdür? Açıklayınız. (10 puan)
CEVAP: Milletvekili B’nin TBMM’de sarf ettiği sözler yasama bağışıklıklarından yasama
sorumsuzluğuna ilişkindir. Yasama sorumsuzluğu 1982 Anayasası’nın 83. maddesinde
düzenlenmektedir. “83. madde uyarınca Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis
çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki
Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis
dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar”.

Yasama sorumsuzluğu, yasama meclisi üyelerinin yasama görevlerini gereği gibi yerine
getirebilmeleri için milletvekillerinin ifade hürriyetlerinin korunması amacını taşır.
Milletvekilinin yasama sorumsuzluğundan faydalanabilmesi için eylemin meclis
çalışmaları esnasında ve oy, söz veya düşünce açıklaması şeklinde ortaya çıkması gerekir.
Ayrıca yasama sorumsuzluğunun kapsamına TBMM aksi yönde karar almadıkça Mecliste
ileri sürülen düşüncelerin tekrarlanması da dahildir.

Yasama sorumsuzluğu mutlak niteliktedir. Cezai kovuşturmalara karşı tam bir koruma
sağlamaktadır. Aynı zamanda bu koruma milletvekili sıfatının sona ermesinden sonra de
devam ettiğinden süreklidir. Milletvekilinin şahsi çıkarlarına değil yasama görevinin
ifasına hizmet etmesi nedeniyle kamu düzenindendir. Bunun bir sonucu olarak
milletvekili kendi iradesiyle dahi yasama sorumsuzluğundan vazgeçemez. Yasama
sorumsuzluğu mutlak olmakla birlikte bu sorumsuzluğun kişilik haklarına saldırı ve
küfür gibi durumlarda da geçerli olup olmayacağı tartışmalıdır. Ancak doktrinde baskın
görüş kişilik haklarına saldırı niteliği taşıyan sözlerden dolayı hukuki sorumluluğun
sürdüğü ve tazminat davası açılabileceği yönündedir.

Olayda, Milletvekili B’nin A’nın hukuksuz yere tutuklandığını ifade ederek yargı organının
siyasi kararlar verdiğini ve bu durumun baş sorumlusunun Adalet Bakanı E olduğuna
ilişkin sözleri meclis çalışmaları kapsamında ileri sürdüğü düşünceleridir. Herhangi bir
hakaret de içermeyen bu ifadelerden dolayı B’nin sorumlu tutulması mümkün değildir. (5
puan)

72
Yukarıda belirtildiği üzere, yasama sorumsuzluğundan söz edilebilmesi için Milletvekili
B’nin eyleminin Meclis çalışmaları esnasında gerçekleştirilen oy, söz ve düşünce
açıklaması niteliğinde olması gereklidir. Olayda Milletvekili B’nin tokat atma fiili Meclis
çalışmaları esnasında gerçekleştirilmiş olsa da oy, söz ve düşünce açıklaması niteliğinde
olmadığından yasama sorumsuzluğu kapsamında olmayacaktır. Bu bakımdan tokat fiili
sebebiyle B’nin hem hukuki hem de cezai sorumluluğu bulunmaktadır. (5 puan)

3. E’nin Yüce Divan’a sevkini 1982 Anayasası’nın mevcut hükümleri çerçevesinde


değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: Meclis soruşturması, Cumhurbaşkanı yardımcıları veya bakanların görevleriyle
ilgili “cezai sorumluluklarını” sağlayan bir denetim aracıdır. 1982 Anayasası’nın 106.
maddesinde belirtildiği üzere, “Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar,
Cumhurbaşkanına karşı sorumludur. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında
görevleriyle ilgili suç işledikleri iddiasıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının
salt çoğunluğunun vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebilir. Meclis, önergeyi en
geç bir ay içinde görüşür ve üye tamsayısının beşte üçünün gizli oyuyla soruşturma
açılmasına karar verebilir.

Soruşturma açılmasına karar verilmesi halinde, Meclisteki siyasi partilerin, güçleri


oranında komisyona verebilecekleri üye sayısının üç katı olarak gösterecekleri adaylar
arasından, her siyasi parti için ayrı ayrı ad çekme suretiyle kurulacak on beş kişilik bir
komisyon tarafından soruşturma yapılır. Komisyon, soruşturma sonucunu belirten
raporunu iki ay içinde Meclis Başkanlığına sunar. Soruşturmanın bu sürede
bitirilememesi halinde, komisyona bir aylık yeni ve kesin bir süre verilir.

Rapor Başkanlığa verildiği tarihten itibaren on gün içinde dağıtılır ve dağıtımından


itibaren on gün içinde Genel Kurulda görüşülür. Türkiye Büyük Millet Meclisi, üye
tamsayısının üçte ikisinin gizli oyuyla Yüce Divana sevk kararı alabilir. Yüce Divan
yargılaması üç ay içinde tamamlanır, bu sürede tamamlanamazsa bir defaya mahsus
olmak üzere üç aylık ek süre verilir, yargılama bu sürede kesin olarak tamamlanır. Bu
kişilerin görevde bulundukları sürede, görevleriyle ilgili işledikleri iddia edilen suçlar
bakımından, görevleri bittikten sonra da beşinci, altıncı ve yedinci fıkra hükümleri
uygulanır. Yüce Divanda seçilmeye engel bir suçtan mahkûm edilen Cumhurbaşkanı
yardımcısı veya bakanın görevi sona erer.” (5 puan)

73
Olayda Adalet Bakanı E’nin sorumlu olduğunu düşünen B, 300 milletvekili ile birlikte E
hakkında soruşturma açılması amacıyla önerge vermiştir. Soruşturma önergesinin
Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının salt çoğunluğu tarafından verilmesi
gerekmekte olup Milletvekili B ve 300 milletvekilinden oluşan grubun belirtilen sayıyı
sağladığı görülmektedir. Olaya dönüldüğünde önergenin görüşülmesinin ardından 350
milletvekilinin olumlu oyu ile E hakkında soruşturma açılmış ve oluşturulan komisyonun
hazırladığı raporun Genel Kurul’da görüşülmesinin ardından E, 500 milletvekilinin
olumlu oyu ile Yüce Divan’a sevk edilmiştir. Anayasanın ilgili maddesi uyarınca Türkiye
Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının beşte üçünün gizli oyuyla soruşturma açılmasına
karar verebilmektedir ve maddede belirtilen bu çoğunluk 360 milletvekiline tekabül
etmektedir. Olayda 350 milletvekili tarafından olumlu oy verildiği dikkate alındığında
yeterli oyun sağlanmadığı anlaşılmaktadır. Her ne kadar Yüce Divan’a sevk için gereken
sayı (2/3) sağlanmış olsa da soruşturma açılmasına ilişkin sayı sağlanmadığından
işletilen usul anayasaya aykırı olmuştur. (5 puan)

4. D Partisi’nin açtığı davada Anayasa Mahkemesi ne yönde karar vermiş olabilir?


Tartışınız. (15 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası uyarınca kanunların anayasaya aykırılığının denetimi iki yolla
yapılır. Birincisi, 1982 Anayasası’nın 150. maddesinde düzenlenen, belirli sayıda
milletvekili ve bazı organlara tanınan iptal davası yoludur. İkincisi ise 1982 Anayasası’nın
152. maddesinde düzenlenen, bir mahkemede görülmekte olan bir davada uygulanılacak
olan normun anayasaya aykırı olduğu iddiası karşısında mahkemenin bu iddiayı ciddi
bularak Anayasa Mahkemesi’ne taşıması şeklindeki itiraz yoludur. Olayda, Hakimler ve
Savcılar Kanunu’nda değişiklik yapan ve Yargıtay Başkanı’nın Hakimler ve Savcılar
Kurulu başkanı olmasını öngören kanuna ilişkin D Partisi Grubu tarafından Anayasa
Mahkemesi’ne açılan dava iptal davası niteliğindedir.

1982 Anayasası’nın 150. maddesine göre “(…) Kanunların, Cumhurbaşkanlığı


kararnamelerinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün veya bunların belirli madde
ve hükümlerinin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa
Mahkemesinde doğrudan doğruya iptal davası açabilme hakkı, Cumhurbaşkanına,
Türkiye Büyük Millet Meclisinde en fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubuna ve üye
tamsayısının en az beşte biri tutarındaki üyelere aittir.”

Yine 148. madde uyarınca, “Kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın,
öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı; Anayasa değişikliklerinde ise, teklif ve oylama

74
çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile
sınırlıdır. Şekil bakımından denetleme, Cumhurbaşkanınca veya Türkiye Büyük Millet
Meclisi üyelerinin beşte biri tarafından istenebilir. Kanunun yayımlandığı tarihten
itibaren on gün geçtikten sonra, şekil bozukluğuna dayalı iptal davası açılamaz; def'i
yoluyla da ileri sürülemez. (…)” 151. maddede de “Anayasa Mahkemesinde doğrudan
doğruya iptal davası açma hakkı, iptali istenen kanun, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi
veya içtüzüğün Resmî Gazetede yayımlanmasından başlayarak altmış gün sonra düşer.”
denilmektedir. (6 puan)

Olayda D Partisi Grubu TBMM’de en fazla üyeye sahip iki siyasi parti grubundan biri ise
esas bakımından iptal davası yoluna başvurabilir. Şekil bakımından denetim ise,
Cumhurbaşkanı veya Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin beşte biri tarafından
istenebileceği için D Partisi Grubu’nun şekil denetimi için parti grubu olarak Anayasa
Mahkemesi’ne başvurması mümkün değildir.

Ancak D Partisi Grubu’nun milletvekili sayısı TBMM üyelerinin beşte biri ve fazlasıysa
parti grubu olarak değil de en az 120 milletvekili ile şekil denetimi için Anayasa
Mahkemesi’ne başvurulması düşünülebilir.

Bu bağlamda süre koşuluna bakıldığında, kanunun Resmi Gazete’de yayınlanma tarihi


olan 10 Eylül 2018 tarihinden 8 gün sonra yani 18 Eylül 2018 tarihinde açıldığından hem
esas hem de şekil davası bakımından süre koşulu sağlanmaktadır.1982 Anayasası’nın 96.
maddesi uyarınca “Türkiye Büyük Millet Meclisi, yapacağı seçimler dahil bütün işlerinde
üye tamsayısının en az üçte biri ile toplanır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasada
başkaca bir hüküm yoksa toplantıya katılanların salt çoğunluğu ile karar verir; ancak
karar yeter sayısı hiçbir şekilde üye tamsayısının dörtte birinin bir fazlasından az
olamaz.”

Olayda, 250 milletvekiliyle toplanan TBMM, Hakimler ve Savcılar Kanunu’nda değişiklik


yapan ve Yargıtay Başkanı’nın Hakimler ve Savcılar Kurulu başkanı olmasını öngören
kanunu 150 milletvekilinin olumlu oyuyla kabul etmiştir. Anayasanın 96. maddesine
bakıldığında 600 milletvekilinden 250 milletvekili ile toplanan Meclis’in toplantı yeter
sayısını sağladığı ancak karar yeter sayısının yani üye tamsayısının dörtte birinin bir
fazlası olan 151 olumlu oyun sağlanmadığı görülmektedir. Bu sebeple kanunun kabulünde
şekle aykırılık söz konusudur. (5 puan)

75
Anayasa Mahkemesi’nin kanunların anayasa uygunluğunun esas incelemesinde kanunun
sebep, konu ve amaç unsurları gündeme gelir:
• Sebep unsuru, kanunun çıkarılmasında rol oynayan gereklilikleri ifade etmektedir.
• Amaç unsuru ise getirilen düzenleme ile ulaşılmak istenen nihai sonucu kasteder.

Olayda düzenlemenin amaç unsurunu yargının bağımsızlığının güçlendirilmesi


oluşturmaktadır. Konu unsuru ile normun sonucunda ortaya çıkan hukuki durum ve
normun içeriği değerlendirilmektedir. Olayda, Hakimler ve Savcılar Kanunu’nda
değişiklik yapan ve Yargıtay Başkanı’nın Hakimler ve Savcılar Kurulu başkanı olmasını
öngören kanunla getirilen değişiklik, Anayasanın Hakim ve Savcılar Kurulu’nu
düzenleyen 159. maddesinin Kurul’un başkanını Adalet Bakanı olarak düzenleyen
hükmüne aykırıdır. Bu nedenle kanun ile düzenlenen bir konu anayasadaki emredici
hükme aykırılık teşkil ettiğinden konu unsuru bakımından olaydaki düzenlemenin
anayasaya aykırı olduğu söylenebilir. (4 puan)

ANAYASA HUKUKU / İÖ / BÜTÜNLEME / 17’-18’

SORULAR:
1. Yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığı kavramlarını açıklayınız.
CEVAP: Demokratik ülkelerde yasama meclisi üyelerine yasama görevini yerine
getirebilmelerini sağlamak amacıyla birtakım güvenceler tanınmıştır. Yasama
bağışıklıkları/parlamenter bağışıklıklar adı verilen bu güvencelerin amacı meclis
üyelerine kişisel yarar veya ayrıcalık sağlamak değil, yasama fonksiyonunun yerine
getirilmesini sağlamaktır. Bu sebeple yasama bağışıklıkları kamu düzenindendir. Yasama
bağışıklıkları 1982 Anayasasının 83. maddesinde “Yasama Dokunulmazlığı” başlığı
altında düzenlenmiştir.

83. madde ilk olarak yasama bağışıklıklarından yasama sorumsuzluğunu


düzenlemektedir. 83. maddenin 1. fıkrası uyarınca “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri,
Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o
oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisçe başka bir karar alınmadıkça
bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar”. Yasama
sorumsuzluğu, yasama meclisi üyelerinin söz hürriyetlerinin korunması amacını taşır.
Sorumsuzluğun söz konusu olabilmesi için eylemin milletvekilleri tarafından ve Meclis
çalışmaları sırasında işlenmiş olması gerekmektedir.

76
Fiiller bakımından ise eylemin oy, söz veya düşünce açıklamaları yoluyla işlenmiş olması
gerekmektedir. Bu sebeple yaralama, adam öldürme gibi eylemler diğer şartların
sağlanması halinde dahi yasama sorumsuzluğunun sağladığı güvenceler kapsamında
değildir. Sorumsuzluğun hakaret veya sövme gibi durumlarda da geçerli olup olmayacağı
tartışmalıdır. Doktrinde yaygın görüş, hakaret ve sövme gibi kişilik haklarına saldırı
niteliği taşıyan sözlerin ceza kovuşturmaları yönünden sorumsuzluk kapsamında
sayılması gerektiği ancak bu sözlerden dolayı hukuki sorumluluğun sürdüğü ve tazminat
davası açılabileceği yönündedir.

Ayrıca TBMM aksi yönde karar almadıkça Mecliste ileri sürülen düşüncelerin Meclis
dışında tekrarlanması da yasama sorumsuzluğunun kapsamı dâhilindedir. Yasama
sorumsuzluğu bu sınırlar içerisinde ceza kovuşturmalarına karşı tam ve mutlak bir
koruma sağlar. Sorumsuzluk, meclis ya da başka bir makamca kaldırılamaz. Milletvekili
kendi iradesiyle dahi yasama sorumsuzluğundan vazgeçemez. Aynı zamanda yasama
sorumsuzluğunun sağladığı koruma milletvekili sıfatının sona ermesinden sonra da
devam etmesi sebebiyle süreklidir. (5 Puan)

83. madde ikinci olarak yasama bağışıklıklarından yasama dokunulmazlığını


düzenlemektedir.

83. maddenin 2 ila 4. fıkraları uyarınca “Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri
sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez,
tutuklanamaz ve yargılanamaz. Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce
soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar
bu hükmün dışındadır. Ancak, bu halde yetkili makam durumu hemen ve doğrudan
doğruya Türkiye Büyük Millet Meclisine bildirmek zorundadır.” Yasama dokunulmazlığı,
yasama meclisi üyelerinin asılsız veya keyfi ceza kovuşturmaları ile geçici de olsa
görevlerinden uzaklaştırılmalarını önlemeyi amaçlamaktadır.

Maddeden de anlaşılacağı üzere milletvekillerinin seçimden önce veya sonrasında cezai


bir kovuşturmaya tabi tutulması halinde milletvekilleri tutulamaz, sorguya çekilemez,
tutuklanamaz ve yargılanamaz. Bunların dışında kalan delil tespiti ve yargılamanın
ilerlemesi için gerekli olan işlemlerin yapılması önünde bir engel yoktur. Milletvekilinin
ifadesine başvurulması da mümkündür fakat milletvekilinin işlemlere karşı çıkması
halinde tazyik önlemlerine başvurulması imkânı yoktur. Yasama dokunulmazlığı mutlak
değildir. Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış

77
olmak kaydıyla Anayasanın 14. maddesindeki temel hak ve özgürlüklerin kötüye
kullanılmasının durdurulmasına ilişkin durumlar dokunulmazlığın istisnalarıdır.

Bunun yanı sıra yasama dokunulmazlığı yalnızca ceza kovuşturmalarına karşı koruma
sağlamaktadır. Dolayısıyla dokunulmazlık, milletvekilleri hakkında hukuk davası
açılmasını önlemez. Yasama sorumsuzluğunun aksine, TBMM kararı ile milletvekilliği
süresi devam ederken yasama dokunulmazlığının kaldırılması mümkündür. Yasama
dokunulmazlığı bu sebeple nisbidir. Ayrıca yasama dokunulmazlığı yasama sorumsuzluğu
gibi sürekli değildir. Milletvekilliği süresi ile sınırlı, geçici bir koruma sağlar. Bu sebeple,
kişinin milletvekilliği sıfatı sora erdiğinde dokunulmazlığı da kalkmış olur. (5 Puan)

2. 1982 Anayasası’na göre yasama üyeliğinin düşme nedenlerini açıklayınız.


CEVAP: Yasama üyeliğinin düşmesi 1982 Anayasası’nın 84. maddesinde düzenlenmiştir.
Buna göre yasama üyeliğinin düşme nedenlerinden biri milletvekilinin istifa etmesidir.
İstifa eden milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesi, istifanın geçerli olduğu Türkiye
Büyük Millet Meclisi Başkanlık Divanınca tespit edildikten sonra, Türkiye Büyük Millet
Meclisi Genel Kurulunca kararlaştırılır. (2 Puan)

Kesin hüküm giyme veya kısıtlanma da üyeliğin düşme nedenleri arasında sayılmıştır.
Milletvekilliğinin kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinde düşmesi, bu husustaki
kesin mahkeme kararının Genel Kurul’a bildirilmesiyle olur. (2 Puan)

Milletvekilinin milletvekilliğiyle bağdaşmayan görev veya hizmeti sürdürmekte ısrar


etmesi de üyeliğin düşme nedenlerindendir. 1982 Anayasası’nın 82. maddesine göre
milletvekilliğiyle bağdaşmayan bir görev veya hizmeti sürdürmekte ısrar eden
milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, yetkili komisyonun bu durumu tespit eden
raporu üzerine Genel Kurul gizli oyla karar verir. (3 Puan)

Anayasanın 84. maddesi son olarak devamsızlığı üyeliğin düşme nedenlerinden biri
olarak saymıştır. Meclis çalışmalarına özürsüz veya izinsiz olarak bir ay içerisinde toplam
beş birleşim günü katılmayan milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, durumun
Meclis Başkanlık Divanı tarafından tespit edilmesi üzerine, Genel Kurul tarafından üye
tamsayısının salt çoğunluğunun oyuyla karar verilebilir. (3 Puan)

3. Anayasa Mahkemesi’nin anayasa denetiminde kullandığı ölçü normları


açıklayınız.

78
CEVAP: Anayasa Mahkemesi’nin anayasaya uygunluk denetimi yapabilmesi için bu
denetime konu olan normun/normların hangi norma veya normlara uygunluğunun
araştırılacağının yani ölçü normların saptanması gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin
anayasaya uygunluk denetiminde ölçü norm elbette öncelikle Anayasanın kendisidir.
Anayasa Mahkemesi denetim yaparken önüne getirilen işlemin öncelikle anayasaya
uygun olup olmadığına bakacaktır. Ancak bazı ülkelerde anayasaların belirlediği veya
yargı kararları ile belirlenen Anayasa dışında birtakım ölçü normlar bulunmaktadır.
Örneğin Macaristan, Çekya, Slovakya ve Bulgaristan gibi ülkelerin anayasaları, anayasa
mahkemelerine anayasanın yanı sıra bu ülkelerin taraf olduğu milletlerarası antlaşmaları
da ölçü norm olarak kullanma yetkisi vermektedir. Türk Anayasa Mahkemesi de
anayasaya uygunluk denetiminde ölçü normları pozitif anayasa metni ile sınırlı
tutmamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa metni dışında kullandığı ölçü normlar
milletlerarası antlaşmalar, hukukun genel ilkeleri ve Atatürk ilke ve inkılapları olmak
üzere üç başlık altında incelenebilir. (3 Puan)

Milletlerarası antlaşmaların Türk iç hukukuyla ilişkisi genel bir kurala tabi kılınmamıştır.
Bu hususta 1982 Anayasası’nda bulunan tek hüküm 90. maddenin son fıkrasıdır. Bu
düzenlemeye göre “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun
hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine
başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin
milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle
çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”

Bu hüküm dışında 1982 Anayasası’nda milletlerarası teamül kuralları ile uygar milletlerce
tanınmış genel hukuk ilkelerinin Türk iç hukukundaki bağlayıcılığına ilişkin genel bir
hüküm bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesi kararlarında ise milletlerarası hukuk
kuralları bağımsız ölçü norm olarak kullanılmamış ancak destek ölçü norm olarak
kullanılmıştır. (Örneğin bkz. AYM, E. 1984/14, K. 1985/7, K.t. 13/06/1985)

Ayrıca belirtilmelidir ki Anayasanın açıkça atıfta bulunduğu milletlerarası hukuk


kurallarının Anayasa Mahkemesi tarafından ölçü norm olarak kullanılabileceği
hususunda şüphe yoktur. 1982 Anayasası 15., 16., 42. ve 92. maddeleri ile açıkça
milletlerarası hukuka atıfta bulunmuştur. Ayrıca temel hak ve hürriyetlere ilişkin
milletlerarası antlaşmaların anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında
sayılan insan haklarına saygı ilkesi kapsamında değerlendirilmesi mümkündür. Nitekim
Anayasa Mahkemesi de insan haklarına ilişkin sözleşmeleri (özellikle İnsan Hakları

79
Evrensel Bildirisi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) kararlarında destek ölçü norm
olarak kullanmıştır. (3 Puan)

Hukukun genel ilkeleri, Milletlerarası Adalet Divanı Statüsünde belirtildiği üzere uygar
milletlerce tanınmış olan ilkelerdir. Anayasa Mahkemesi bu ilkelerden de destek ölçü
norm olarak yararlanmıştır. Mahkeme hukukun genel ilkelerini bugüne kadar hiçbir
kararında esas ölçü norm olarak kabul etmemiş, bu ilkeleri anayasanın 2. maddesinde yer
alan hukuk devleti ilkesinin ayrılmaz bir parçası olarak yorumlamıştır. (2 Puan)

“Atatürk ilke ve inkılapları” ifadesi 1982 Anayasası’nın başlangıcı ile 42., 58., 81., ve 134.
maddelerinde yer almıştır. Anayasa Mahkemesi de yargısal denetimde Atatürk ilke ve
inkılâplarını ölçü norm olarak kabul etmiş, hatta Atatürk ilke ve inkılaplarının 1982
Anayasası’nın temel dayanağını oluşturduğunu ifade etmiştir. (Bkz. AYM, E. 1983/2, K.
1983/2, K.t. 25/10/1983) Başka bir kararında da mahkeme, Anayasanın 174. maddesinde
yer alan inkılap kanunlarının Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan öğeler
olduğunu ifade etmiştir. (Bkz. AYM, E. 1989/1, K. 1989/12, K.t. 07/03/1989). (2 Puan)

OLAY SORULARI:
I. OLAY
2015 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerinin ardından Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne yedi (7) siyasi parti girmiştir. Seçime katılan partilerden A Partisi 145, B Partisi
135 ve C Partisi 35 milletvekili kazanmıştır. Geri kalan D, E, F ve G partileri ise sırasıyla
85, 65, 50 ve 35 milletvekili kazanmıştır. Seçim sonuçlarına göre hiçbir parti tek başına
hükümet kuracak çoğunluğu elde edemediğinden seçime katılan üç siyasi parti tarafından
bir koalisyon hükümeti kurulmuştur.

TBMM’nin yasama çalışmalarına başlamasıyla birlikte, A Partisi milletvekilleri tarafından


Bakanların bakmakla yükümlü oldukları kimselerin yurt içi ve yurt dışındaki sağlık
harcamalarının Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından karşılanmasını öngören bir kanun
teklifi sunulmuştur. TBMM’de ilgili kanun hakkında yürütülen görüşmeler sonunda
yapılan son oylamaya 370 milletvekili katılmış; oylamada 200 kabul, 125 ret, 35 çekimser
ve 10 geçersiz oy kullanılmıştır. Bu sonuçlardan sonra TBMM Başkanlığı tarafından
teklifin kanunlaştığı açıklanmıştır. Cumhurbaşkanınca onaylanan ilgili kanun 18.07.2015
tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Koalisyon ortağı C Partisi, ilgili kanunun
Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırı olduğu ve TBMM’de ilgili

80
kanun hakkında yapılan son oylamada Anayasa’da gerekli görülen çoğunluk sağlanmadığı
iddialarıyla 22.08.2015 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne dava açmıştır.

SORULAR:
1. Anayasa denetiminin içeriğini (kapsamını) unsurlarıyla birlikte açıklayarak C
Partisi’nin işletmeyi amaçladığı anayasa denetimini bu bağlamda değerlendiriniz.
CEVAP: 1982 Anayasası uyarınca kanunların anayasaya uygunluğunun denetimi iki
yolla yapılır:
• Birincisi, 1982 Anayasası’nın 150. maddesinde düzenlenen, belirli sayıda milletvekili
ve bazı organlara tanınan iptal davası yoludur.
• İkincisi ise 1982 Anayasası’nın 152. maddesinde düzenlenen, bir mahkemede
görülmekte olan bir davada uygulanılacak olan normun anayasaya aykırı olduğu
iddiası karşısında mahkemenin bu iddiayı ciddi bularak Anayasa Mahkemesi’ne
taşıması şeklindeki itiraz yoludur.

Olayda, sosyal güvenliğe ilişkin değişiklikle ilgili olarak C Partisi tarafından Anayasa
Mahkemesi’ne açılan dava iptal davası (soyut norm denetimi) niteliğindedir. Nitekim ilgili
kanunun Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırı olduğu ve TBMM’de
ilgili kanun hakkında yapılan son oylamada Anayasa’da gerekli görülen çoğunluk
sağlanmadığı iddialarıyla dava açılmıştır. Buna göre C Partisi, kanunun eşitlik ilkesine
aykırı olduğu iddiasıyla kanunun içeriğinin denetlenmesini talep ederek esas bakımından
denetim yolunu, son oylamada gerekli çoğunluğun sağlanmadığına ilişkin iddiası ile de
şekil bakımından denetim yolunu işletmeyi amaçlamaktadır. (5 puan)

1982 Anayasası’na göre (m. 148/1) Anayasa Mahkemesi, kanun, kanun hükmünde
kararname ve TBMM İçtüzüğü’nün anayasaya uygunluğunu esas ve şekil bakımından
denetler. Esas bakımından denetim Anayasa Mahkemesi önüne gelen kuralın içeriğinin
anayasaya uygun olup olmadığının denetlenmesidir. Esas bakımından denetimde sebep,
amaç ve konu olmak üzere üç unsur bulunmaktadır. Bir kanunun çıkarılma sebebi
TBMM’nin takdirindedir.

Anayasa Mahkemesi kanunun hangi sebeple çıkarıldığını denetleyemez. Ancak


anayasada bir işlemin sebebi özel olarak belirtildiği takdirde bu koşulun
sağlanması gerekir. Örneğin savaş sebebiyle seçimlerin ertelenmesini öngören anayasa
hükmü karşısında (m. 78), savaş dışında bir nedenle seçimlerin ertelenmesini öngören
bir kanun çıkarılırsa, mahkeme sebep unsuru bakımından denetim yapabilir. Amaç

81
unsuru ile ise kanunların hangi amaçla yapıldığı ifade edilmektedir. Kanunların
düzenlenmesinde amaç, kamu yararıdır. Anayasa Mahkemesi birkaç istisna dışında
kanunların kamu yararı amacı dışında yapıldığından iptaline hükmetmemiştir. Konu
unsuru ile ifade edilen ise kanunun meydana getirdiği sonuç, içeriktir. Anayasamıza göre
anayasaya aykırı olmayan her konuda kanunla düzenleme yapılabilir.

Anayasa Mahkemesi, konusu anayasaya aykırı olan her kanunu iptal edebilir. Örneğin,
angarya ve sansür gibi konuları içeren kanunlar Anayasaya aykırı olacaklardır.
Kanunların şekil bakımından denetlenmesi ise, son oylamanın, öngörülen çoğunlukla
yapılıp yapılmadığı, anayasa değişikliklerinde ise, teklif ve oylama çoğunluğuna ve
ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlıdır.
Anayasamıza göre (m. 148) anayasa değişiklikleri sadece şekil bakımından denetlenebilir.
(5 puan)

2. Olayda C Partisi tarafından Anayasa Mahkemesi’ne açılan davanın özelliklerini


1982 Anayasası’nın yürürlükteki hükümleri çerçevesinde açıklayınız.
CEVAP: Olayda C Partisi tarafından açılan dava 1982 Anayasası’nın 150. maddesinde
düzenlenen iptal davası, diğer adıyla soyut norm denetimidir.

İptal davası bir kuralın uygulama dolayısıyla değil, sadece soyut olarak şekil ve esas
bakımından anayasaya aykırı görülmesi durumunda davayı açmaya yetkili organlar
tarafından açılan dava türüdür. 1982 Anayasası’na göre iptal davası açma yetkisi sınırlı
organlara tanınmıştır. 1982 Anayasası’nın 150. maddesine göre kanunların, kanun
hükmünde kararnamelerinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü’nün veya bunların
belirli madde ve hükümlerinin şekil ve esas bakımından anayasaya aykırılığı iddiasıyla
Anayasa Mahkemesi’nde doğrudan doğruya iptal davası açabilme hakkı,
Cumhurbaşkanı’na, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde en fazla üyeye sahip iki siyasi parti
grubuna ve üye tamsayısının en az beşte biri tutarındaki üyelere aittir.

İktidarda birden fazla parti bulunması halinde ise iptal davası iktidarı (koalisyon
hükümetini) oluşturan partilerden en fazla üyeye sahip olan parti tarafından açılabilir.
Yine 148. madde uyarınca, kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın,
öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı, anayasa değişikliklerinde ise, teklif ve oylama
çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile
sınırlıdır. (5 puan)

82
Anayasanın 148. maddesi uyarınca, “(…) Şekil bakımından denetleme,
Cumhurbaşkanınca veya Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin beşte biri tarafından
istenebilir. Kanunun yayımlandığı tarihten itibaren on gün geçtikten sonra, şekil
bozukluğuna dayalı iptal davası açılamaz; def'i yoluyla da ileri sürülemez. (…)” 151.
maddede de Anayasa Mahkemesi’nde doğrudan doğruya iptal davası açma hakkı, iptali
istenen kanun, kanun hükmünde kararname veya içtüzüğün Resmî Gazete’de
yayımlanmasından başlayarak altmış gün sonra düşer denilmektedir. Dolayısıyla
kanunların şekil bakımından denetlenmesinde 10, esas bakımından denetlenmesinde ise
60 günlük süre sınırı bulunmaktadır. (5 puan)

3. C Partisi’nin yaptığı başvuruyu Anayasa Mahkemesi hangi yönde


değerlendirebilir? Gerekçeli olarak açıklayınız.
CEVAP: Olayda bakanların bakmakla yükümlü oldukları kimselerin yurt içi ve yurt
dışındaki sağlık harcamalarının karşılanması ile ilgili bir kanun teklifi söz konusudur.
Yukarıda belirtildiği üzere 1982 Anayasası’nın 148. maddesi uyarınca, kanunların şekil
bakımından denetlenmesi, son oylamanın, öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı
hususları ile sınırlıdır. 1982 Anayasası’nın 96. maddesi uyarınca “Türkiye Büyük Millet
Meclisi, yapacağı seçimler dahil bütün işlerinde üye tamsayısının en az üçte biri ile
toplanır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Anayasada başkaca bir hüküm yoksa toplantıya katılanların
salt çoğunluğu ile karar verir; ancak karar yeter sayısı hiçbir şekilde üye tamsayısının
dörtte birinin bir fazlasından az olamaz.” Olayda, kanun hakkında yürütülen görüşmeler
sonunda yapılan son oylamaya 370 milletvekili katılmış; oylamada 200 kabul, 125 ret, 35
çekimser ve 10 geçersiz oy kullanılmıştır. Dolayısıyla anayasanın kanunların kabulü için
öngördüğü şekil şartlarının sağlandığı söylenebilir. Bu durumda C Partisi’nin son
oylamada anayasada gerekli görülen çoğunluk sağlanmadığı yolundaki iddiası yersizdir.
Öte yandan, kanunun kabulünde şekle aykırılık olsaydı dahi iptal davası 22.08.2015
tarihinde açılmış olduğundan, şekil bakımından iptal davası açma konusunda anayasada
öngörülen 10 günlük süre şartı sağlanmamıştır. (4 Puan)

Kanunların anayasaya uygunluğunun esas incelemesinde ise yukarıda belirtildiği üzere,


kanunun sebep, konu ve amaç unsurları incelenir. Ancak Anayasa Mahkemesi’ne
başvurulabilmesi ve bu değerlendirmenin yapılabilmesi için C Partisi’nin anayasada
öngörülen diğer koşulları da sağlaması gerekmektedir. Olaydaki verilere bakıldığında,
koalisyon ortağı C Partisi’nin TBMM’de 35 milletvekili bulunduğu görülmektedir.

83
Dolayısıyla C Partisi, G Partisi ile birlikte TBMM’de en az üyeye sahip parti olarak, TBMM
üye tamsayısının 1/5’i (110) milletvekili şartını sağlamamaktadır. Ayrıca milletvekili sayısı
bakımından iktidar ya da ana muhalefet partisi olması veya iktidarın en büyük partisi
olması mümkün değildir. Dolayısıyla C Partisi Anayasada öngörülen üye sayısı şartını
sağlamamaktadır. (3 puan)

Son olarak, olayda ilgili kanunun 18.07.2015 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlandığı
görülmektedir. Kanunun yayımlandığı günden itibaren 60 günlük süre aşılmadığı için C
Partisi’nin dava açmaya yeterli sayıda milletvekili bulunsaydı ya da C Partisi iktidar veya
ana muhalefet partisi olsaydı esas denetimi bakımından iptal davası kabul edilebilirdi.
Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi iptal davası için Anayasada öngörülen şartlar
sağlanmadığından C Partisi’nin açtığı davayı reddedecektir. (3 Puan)

4. İlgili kanun hakkında B Partisi milletvekillerinin tümü tarafından Anayasa


Mahkemesi’ne dava açılsaydı 3. soruya vereceğiniz cevap değişir miydi?
Değerlendiriniz.
CEVAP: Olayda seçimi kazanan partiler tarafından bir koalisyon hükümeti kurulduğu
belirtilmekte, fakat C Partisi dışında koalisyonda hangi partilerin bulunduğuna ilişkin bir
veri bulunmamaktadır. Olaydaki verilere bakıldığında B Partisi’nin sahip olduğu 135
milletvekili ile 145 üyeye sahip A Partisi’nin ardından seçimleri ikinci olarak kazanan parti
olduğu görülmektedir. Buna göre birkaç varsayım üzerinden soru cevaplanabilir.

İlk olarak B Partisi’nin, A Partisi tarafından oluşturulan bir koalisyon iktidarının ortağı
olmadığı varsayımından hareket edildiğinde, B Partisi sahip olduğu 135 milletvekili ile
anayasada öngörülen TBMM üye tamsayısının 1/5’i (110) oranındaki milletvekili sayısını
karşılamakta, ayrıca A Partisi’nin kurduğu bir koalisyon hükümetine karşı ana muhalefet
partisi sıfatını kazanmaktadır. Dolayısıyla B Partisi, C Partisi’nden farklı olarak hem 110
milletvekiline sahip olması hem de TBMM’de ana muhalefet grubunu oluşturması
dolayısıyla sayı şartını sağlayacağı için Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açma hakkına
sahiptir. (5 Puan)

İkinci olarak B Partisi’nin, A Partisi’nin olmadığı bir koalisyon hükümetini kuran parti
olduğu varsayıldığında, Anayasaya göre iktidarın en fazla sayıda milletvekiline sahip
partisi olarak Anayasa Mahkemesi’ne iptal davası açma yetkisi olacaktır. Ancak 145
milletvekiline sahip A Partisi tarafından oluşturulacak bir koalisyon hükümetinde yer

84
alması olması durumunda ikinci parti olacağı için B Partisi, parti grubu olarak iptal
davası açamayacaktır. (5 Puan)

II. OLAY
Antalya’da çiftçilik yapan A, babasından miras kalan arazisinde ya da söz konusu arazisini
satıp başka bir yerde otel yaparak turizm sektöründe işletmeci olmak istemektedir. Fakat
A, bu taşınmaza konulan I. Derece Sit Alanı şerhi nedeniyle, taşınmazı ne satabilmekte ne
de başka bir araziyle değiştirebilmektedir. Bu sebeple A, taşınmazın kullanım hakkının
kısıtlandığı gerekçesiyle kamulaştırılması veya trampası için yetkili idareye başvuruda
bulunmuştur. İdare, kamulaştırmanın ödenek yetersizliği nedeniyle yapılamadığını,
takasın ise 2863 sayılı Kanun’un 15/f1 maddesi hükümlerine uyarınca, taşınmazın
bulunduğu adadaki diğer parsel maliklerinin bu yöndeki başvurularını da gerektirdiği
gerekçesiyle reddedildiğini tebliğ etmiştir. Netice itibariyle A, idarenin bu işleminden
dolayı sahibi olduğu taşınmazdan istediği gibi yararlanamamış, bu durum üzerine de
bulunduğu yerleşim yerindeki ilk derece mahkemesinde idare aleyhine dava açarak 2863
sayılı Kanun’un ilgili maddesinin anayasaya aykırı olduğunu ileri sürmüştür.

Arazisini istediği gibi değerlendirememesinden dolayı kızgın bir şekilde köy kahvesinde
oturarak cep telefonundan internete giren A, daha önce bağış yaptığı, fakat bağışının nasıl
kullanıldığına dair bilgi alamadığı Hayvan Hakları Derneği’yle ilgili bir paylaşımı sosyal
medya hesabı Facebook’ta görmüştür. Paylaşımın altına "B denen haddini bilmez kadına
sesleniyorum..." şeklindeki kendi yorumunu eklemiştir. Bunun üzerine kendisine
hakarette bulunulduğunu iddia eden dernek yetkilisi B, A’dan şikayetçi olmuştur. Yapılan
kovuşturma neticesinde Antalya 3. Sulh Ceza Mahkemesi A’nın hakaret suçundan 1.800
TL adli para cezası ile cezalandırılmasına kesin olarak karar vermiştir.

2863 sayılı Kanun’un 15/f maddesi: “Sit alanı ilan edilen ve 1/1000 ölçekli oranlı koruma
amaçlı imar planında kesin inşaat yasağı getirilen korunması gerekli taşınmaz kültür ve
tabiat varlıklarının bulunduğu parseller, aynı ada içerisindeki bütün parsel maliklerinin
başvurusu ve karşılığında önerilen parsellerin tamamının kabulü koşuluyla, başka Hazine
arsa veya arazileri ile müstakil veya hisseli olarak değiştirilebilir. Sit alanı ilan edildiği
tapu kütüğüne şerh edilen taşınmazları, miras ve ölüme bağlı tasarruflar dışında,
sonradan edinenlerin talepleri değerlendirilmez. Ancak, Bakanlık izniyle gerçekleştirilen
kazıların yapıldığı alanlarda bulunan parsellerde, maliklerin başvurusu ve kabulüne
ilişkin koşul parsele yönelik uygulanır ve 1/1000 ölçekli oranlı koruma amaçlı imar planı
şartı aranmaz. Bu parsellerin üzerinde bina veya tesis varsa malikinin başvurusu üzerine

85
rayiç bedeli, 2942 sayılı Kanunun 11 inci maddesi hükümlerine göre belirlenerek ödenir.
Bu bentle ilgili usul ve esaslar Maliye Bakanlığının uygun görüşü alınarak Bakanlıkça
çıkarılan yönetmelikle belirlenir.”

SORULAR:
1. A’nın ileri sürdüğü anayasaya aykırılık iddiası ilk derece mahkemesi tarafından
hangi yönde değerlendirilebilir? 1982 Anayasası’nın yürürlükteki hükümleri
bağlamında açıklayınız.
CEVAP: 1982 Anayasası’na göre bir normun anayasaya aykırılığı soyut norm denetimi
(iptal davası) ve somut norm denetimi (itiraz davası) olmak üzere iki şekilde ileri
sürülmektedir. Olayda mahkeme önüne gelen somut olaya uygulanan bir kuralın
anayasaya aykırılığı ileri sürülmüştür. Dolayısıyla olayda somut norm denetimi söz
konusudur. 1982 Anayasası’nın 152. maddesine göre somut norm denetimi, bir
mahkemede görülmekte olan davanın karara bağlanması, o davada uygulanacak olan
kuralın anayasaya uygun olup olamadığına bağlı olması halinde başvurulacak bir
anayasal mekanizmadır.

Somut norm denetiminde davaya bakan mahkeme bir anayasaya aykırılık ile karşı
karşıya kaldığında bu konuda bir karar veremez, davayı durdurarak bu anayasaya
aykırılığın çözümünü Anayasa Mahkemesi’ne havale eder. Bu duruma bekletici sorun
denir. Anayasa Mahkemesi bu aykırılık itirazını 5 ay içerisinde neticelendirmelidir. Somut
norm denetimine ancak kanun ve kanun hükmünde kararname konu olabilir. (2 Puan)

Somut norm denetiminin koşulları şunlardır:


• Davaya bakmakta olan bir “mahkeme” olmalıdır. Ayrıca bu mahkemenin davaya
bakmakla görevli mahkeme olması gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin
kararlarında, mahkeme, bir davaya bakmakta olan, hâkim niteliğindeki kişilerden
kurulu, yargı yetkisine sahip, taraflar arasındaki uyuşmazlığın esasını çözümleyen
merci olarak tanımlanmaktadır (Bkz. E. 1964/51, K. 1965/3, K.t. 12/01/1965). (1
Puan)
• Mahkeme önünde bakılmakta olan bir dava olmalıdır. Sonuçlanmış bir dava
dosyasıyla somut norm denetimine başvurulamaz. Ancak dava, Anayasa
Mahkemesi’ne gönderildikten sonra ortadan kaldırılmış ise, örneğin feragat yoluyla
veya af yoluyla bu durum Anayasa Mahkemesi’nin anayasaya aykırılığı
incelemesine engel değildir. (1 Puan)

86
• Davada uygulanacak olan bir norm olmalıdır. Davada uygulanabilir nitelikte
olmayan hükümler somut norm denetimine konu olmaz (1 Puan)
• Mahkemenin davada uygulanacak kuralı anayasaya aykırı görmesi veya tarafların
anayasaya aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması gerekmektedir (1
puan)

Olayda A, taşınmazını istediği gibi değerlendiremediği için ilk derece mahkemesinde dava
açmış ve dava esnasında da anayasaya aykırılık iddiasında bulunmuştur. Yani A
görülmekte olan bir davada, uygulanacak bir hüküm hakkında ve davaya bakmakla
görevli mahkeme huzurunda anayasaya aykırılık iddiasında bulunmuştur. Mahkeme
A’nın bu iddiası karşısında ilgili kuralın anayasaya aykırılığı konusunda ciddi bir kanaate
vardığı takdirde Anayasa Mahkemesi’ne somut norm denetimi için başvurabilecektir. (4
Puan)

2. A ve B’nin haklarına müdahale edilmiş midir? Müdahale olduğunu


düşünüyorsanız ilgili hakları tespit ederek açıklayınız.
CEVAP: İlk olarak A bakımından değerlendirildiğine, A’nın mülkiyet hakkına ve ifade
hürriyetine bir müdahale olduğu görülmektedir. Mülkiyet hakkı 1982 Anayasası’nın 35.
maddesinde güvence altına alınmıştır. Anayasa Mahkemesi kararlarında mülkiyet hakkı,
kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve kanunların koyduğu sınırlamalara uymak
koşuluyla, sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ürünlerinden yararlanma ve
tasarrufta bulunma olanağı veren bir hak olarak tanımlanmıştır (Bkz. AYM, E. 2017/89,
K. 2018/5, K.t. 18/01/2018). Olayda A’nın sahip olduğu taşınmazdan dilediği gibi
faydalanamaması mülkiyet hakkına müdahale oluşturmaktadır. (3 Puan)

İfade hürriyeti bakımından değerlendirildiğinde ise A’nın Facebook’ta yazmış olduğu


yazıdan dolayı adli para cezası ile cezalandırılması, A’nın ifade hürriyetine müdahale
oluşturmaktadır. İfade hürriyeti 1982 Anayasasının 26. maddesinde güvence altına
alınmıştır. Anayasa Mahkemesi’ne göre ifade özgürlüğü, sadece “düşünce ve kanaate
sahip olma” özgürlüğünü değil aynı zamanda sahip olunan “düşünce ve kanaati (görüşü)
açıklama ve yayma”, buna bağlı olarak “haber veya görüş alma ve verme” özgürlüklerini
de kapsamaktadır. Bu çerçevede ifade özgürlüğü bireylerin serbestçe haber ve bilgilere,
başkalarının fikirlerine ulaşabilmesi, edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı
kınanamaması ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte çeşitli yollarla serbestçe
ifade edebilmesi, anlatabilmesi, savunabilmesi, başkalarına aktarabilmesi ve yayabilmesi

87
anlamına gelir (Örneğin bkz. Yaman Akdeniz ve Diğerleri Başvurusu, Başvuru Numarası:
2014/3986, K.t. 02/04/2014). (4 Puan)

Olayda B bakımından bir değerlendirme yapıldığında ise, A tarafından ifade edilen


sözlerle işlenen hakaret suçu nedeniyle B’nin maddi ve manevi varlığını koruma ve
geliştirme hakkına müdahale edildiği görülmektedir. 1982 Anayasası’nın 17. maddesinde
güvence altına alınan kişi dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı, tüm temel hak ve
özgürlüklerin üstünde yer almakta ve herkesin kişiliğini serbestçe geliştirme imkanına
sahip olması anlamına gelmektedir (Bkz. AYM E. 1990/15, K. 1991/5, K.t. 28/02/1991). (3
Puan)

3. A’nın adli para cezasıyla cezalandırılmasını 1982 Anayasası’nın 13. maddesi


çerçevesinde değerlendiriniz.
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 13. maddesi uyarınca, temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak
ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
aykırı olamaz. (2 Puan)

A’nın, B’ye hakaret ettiği gerekçesiyle adli para cezasıyla cezalandırılması ifade
hürriyetine bir müdahale olduğunu göstermektedir. 13. maddeye göre değerlendirme
yaparken ilk bakılacak ilke kanunilik ilkesidir. Buna göre, 5237 sayılı Türk Ceza
Kanunu'nun 125. maddesine dayanılarak yapılan müdahalenin Anayasa'nın 13.
maddesinde yer alan “kanunla sınırlama” ölçütünü karşıladığı sonucuna varılabilir. İkinci
olarak müdahalenin meşru bir amaçla yapılıp yapılmadığı araştırılmalıdır. Müdahalenin
"başkalarının şöhret veya haklarının" korunmasını amaçladığı dolayısıyla meşru bir amaç
taşıdığı görülmektedir. (2 Puan)

Öze dokunma yasağı ise Anayasa Mahkemesi’nin belirttiği üzere, “(…) Her temel hak ve
özgürlük açısından farklılık göstermekle birlikte kanunla getirilen sınırlamanın (…) temel
hakların kullanılmasını ciddi surette güçleştirip amacına ulaşmasına engel olmaması ve
etkisini ortadan kaldırıcı bir nitelik taşımamasını” gerektirmektedir (Bkz. AYM, E.
2018/69, K. 2018/47, K.t. 31/05/2018). Demokratik toplum düzeninin gerekleri ise öze
dokunmayan bir sınırlamanın demokratik bir toplumda zorlayıcı bir toplumsal ihtiyacın
karşılanması amacına yönelik olmasını ifade etmektedir. Demokratik toplum düzeninin
gerekleri ile birbirini tamamlayan ölçülülük ilkesi ise temel hak ve özgürlüklerin

88
sınırlanmasındaki amaçlar ile sınırlama getiren araçlar arasındaki ilişkinin
değerlendirilmesidir. Bu çerçevede kuralın hedeflenen amaca ulaşabilmek için elverişli,
gerekli ve orantılı olup olmadığı değerlendirilmelidir. (3 Puan)

1982 Anayasası'nın 26. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca ifade özgürlüğü, başkalarının
şöhret ve haklarının korunması amacıyla sınırlanabilir. Buna göre, ilk derece
mahkemesinin kararında A’nın ifade özgürlüğü ile B’nin şöhret veya haklarının
korunması arasında adil bir dengenin gözetilip gözetilmediği yani ölçülülük
değerlendirilmesi yapılmalıdır. Ölçülülük üç alt ilkeden oluşmaktadır. Bunlar elverişlilik,
orantılılık ve zorunluluktur. Olaya bakıldığında A hakkında gerekli soruşma ve
kovuşturma işlemi yapılıp hüküm tesis edilerek, B’nin şeref ve itibarının korunması için
elverişli, yani istenen amaca ulaşmaya katkı sağlayan bir araç seçildiği görülmektedir.

Zorunluluk ilkesi ise hak veya özgürlüğü sınırlama araçları içinden bunları daha az
sınırlayan aracın seçilmesini gerektirmektedir. Buna göre, aynı amacı gerçekleştirecek,
A’ya verilen para cezasından farklı ve ifade özgürlüğünü daha az sınırlayıcı bir sınırlama
aracı mevcut ise olayın şartlarına göre bu aracın uygulanması gerekmektedir. Olayda ise
böyle alternatif bir imkanın varlığı söz konusu değildir. Orantılık açısından
değerlendirildiğinde ise, A’nın adli para cezasıyla cezalandırılması ile B’nin şeref ve
itibarının korunması amacı arasında makul bir denge olup olmadığı belirlenmelidir. Bu
çerçevede para cezasının öngörülen amacı gerçekleştirmek bakımından orantılı bir
müdahale olduğu sonucuna varılabilir. (3 Puan)

ANAYASA HUKUKU / TEK-ÇİFT / FİNAL / 18’-19’

I. OLAY
Anayasa Mahkemesi’nin Kanun Hükmünde Kararnamelere (KHK) ilişkin yerleşik içtihadı
aşağıdaki gibidir:

“Olağan dönemlerde çıkarılan KHK'lerin mutlaka bir yetki yasasına dayanması


zorunludur. Yetki Yasası'nın içeriği ve öğeleri de Anayasa'nın 91. maddesinde
belirlenmiştir. 87. maddede ise Bakanlar Kurulu'na ‘belli konularda’ KHK çıkarma yetkisi
vermek TBMM'nin görev ve yetkileri arasında sayılmıştır.”

89
“Bakanlar Kurulu'nun belli bir konuda KHK çıkarabilmesi için öncelikle TBMM tarafından
kendisine bu konuda yasa ile bir yetkinin verilmiş olması gerekir. Bakanlar Kurulu, bir
yasa ile önceden yetkilendirilmedikçe, kendiliğinden KHK çıkartamaz. Yasa ile verilen
yetkiye dayanılarak çıkartılan KHK, yürürlükteki yasa hükümlerini kaldırabilmekte ve
değiştirebilmekte, başka bir anlatımla yasanın hukuksal gücüne sahip bulunmaktadır.
Yasama Yetkisinin, "kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak" öğelerini içerdiği
kuşkusuzdur. KHK, yürürlükteki yasa hükümlerini kaldırabilmekte ve
değiştirebilmektedir.”

“Anayasa'da öngörüldüğü biçimi ile KHK'ler yapısal (organik-uzvi) bakımdan yürütme


organı işlemi, işlevsel (fonksiyonel) yönden ise yasama işlemi niteliğindedirler. Ancak,
Türkiye Büyük Millet Meclisi verdiği yetkiyi bir yasa ile her zaman geri alabileceği gibi
kendisine sunulan KHK'leri aynen kabul etmek ya da reddetmek zorunda olmayıp
dilediğinde değiştirerek de kabul edebilir. Bakanlar Kurulu'na KHK çıkarma yetkisinin
verilmesi, yasayla düzenlemesi gereken konuların yasama alanından çıkarılıp yürütme
organının düzenleme alanına sokulması sonucunu doğurmaz.”

“Anayasa'nın, bir konunun yasayla düzenleneceğini öngördüğü durumlarda, o konu KHK


ile ilgili özel hüküm olan 91. maddesinin sınırlaması dışında kalmadıkça ya da 163.
maddede olduğu gibi kanun hükmünde kararname çıkarılamayacağı açıkça
belirtilmedikçe KHK ile düzenlenebilir. Anayasa'nın genelde yasayla düzenlemeyi
öngörmesi, ayrık kural olan 91. maddeyi gereksiz ve geçersiz kılamaz. Yasa ile KHK’nın
hukuksal yapıları, nitelik ve oluşum yöntemleri ayrı olsa da Anayasa, 91. maddesiyle
açıkça KHK ile düzenlemeye olur vermiştir. Anayasa'nın 12-40. maddeleriyle 66-74
maddelerinin öngördüğü yasayla düzenleme yolu, 91. maddeyle korunarak bu konularda
KHK de çıkarılamayacağı kolaylığı getirilmiştir. Bu durum karşısında, Anayasa'nın
yasayla düzenleme yapılacağını öngören her maddesini, mutlak ve yalnız yasa
çıkarılmasını gerektiren bir zorunluluk sayıp KHK’yı sakıncalı bulmak, 91. maddeyi
bunlar dışında geçerli görmek olanaksızdır… Anayasa'nın bir maddesinin yasayla
düzenleneceğini öngördüğü bir konunun, Anayasa'nın 91. maddesinin birinci fıkrasının
açıkça yasakladığı hükümler ile ilgili olmadıkça, ya da KHK ile düzenlenemeyeceği
Anayasa'da özel olarak belirtilmedikçe KHK ile düzenlenmesi Anayasa'ya aykırı değildir.”

“Anayasa'nın 42. maddesinde yer alan, "Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir
ve düzenlenir." hükmü de, öğrenim hakkına ilişkin her konunun mutlaka kanunla
düzenlenmesi zorunluluğunu içermemekte, kanunla öğrenim hakkına ilişkin bir

90
düzenleme yapılmaksızın söz konusu düzenleme yetkisinin tamamen yürütme organına
bırakılamayacağını ifade etmektedir.”

SORULAR:
1. Anayasa Mahkemesi’nin yukarıdaki içtihadından hareketle, KHK’lar ile olağan
Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin (CBK) hukuki nitelik farkını; normlar
hiyerarşisindeki yeri ve işlemin fonksiyonu bakımından açıklayınız. (15 puan)
CEVAP: 2017 Anayasa değişikliği ile Bakanlar Kurulu tarafından yetki kanununa dayalı
olarak çıkarılan, Kanun Hükmünde Kararname (KHK) uygulamasına son verilerek;
yerine Cumhurbaşkanı tarafından tek başına çıkarılan “kanun hükmünde olmayan”
Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (CBK) getirilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin yukarıdaki
kararında da yer aldığı gibi KHK’lar “yürürlükteki yasa hükümlerini kaldırabilmekte ve
değiştirebilmekte, başka bir anlatımla yasanın hukuksal gücüne sahip bulunmaktadır.”

Bu nedenle normlar hiyerarşisinde KHK’lar kanunlara denk kabul edilmektedir. Oysa


Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile kanunlar değiştirilememekte ve yürürlükten
kaldırılamamaktadır. Kanunlar ile KHK’ların çatışması durumunda genel çatışma
kuralları uygulanırken; kanunlar ile Cumhurbaşkanlığı kararnameleri çatıştığında,
kanunlara üstünlük tanınmıştır. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı kararnameleri normlar
hiyerarşisinde kanunlardan alttadır. Nitekim olağanüstü hal Cumhurbaşkanlığı
kararnamelerinin kanun hükmünde olduğu Anayasa’da açıkça ifade edilmişken; olağan
cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin kanun hükmünde olduğu Anayasa’da yer
almamıştır. (8 puan)

Anayasa Mahkemesi kararında geçtiği gibi yasama yetkisi, "kanun koymak, değiştirmek
ve kaldırmak" öğelerini içermektedir. KHK’lar, yürürlükteki yasa hükümlerini
kaldırabilmekte ve değiştirebilme gücüyle yasama işlevine sahiptir. Bu nedenle, KHK'lar
yapısal (organik-uzvi) bakımdan yürütme organı işlemi, işlevsel (fonksiyonel) yönden ise
yasama işlemi niteliğindedirler. CBK’lar yetki kanununa dayanmadan, bir konuyu
doğrudan doğruya düzenleme yetkisi içerdiğinden ilkel düzenleme yetkisi içermektedir.
Kanun koyma yetkisi, yasama fonksiyonunun ilk-el düzenleme yetkisine karşılık
gelmektedir. İlk el düzenleme yetkisi “kanun koymak” işlevine sahip olduğundan,
Cumhurbaşkanlığı kararnameleri de ilk el düzenleme yetkisi bakımından yasama işlevine
sahiptir. Dolayısıyla KHK’lar kanunları değiştirme ve kaldırma yönüyle yasama işlevine
sahipken; Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ilk el düzenleme yetkisi yönüyle yasama
işlevine sahiptir. Nitekim Cumhurbaşkanlığı kararnameleri de KHK’lar gibi yasama

91
işlevine sahip olduğundan Anayasa Mahkemesi’nin denetimine tabi tutulmuştur. (7
puan)

2. Münhasır yetki alanı bakımından KHK’lar ile olağan CBK’lar arasındaki farkları
açıklayınız. (20 puan)
CEVAP: Münhasır kanun alanı, daha önce Anayasa’da açıkça yer almamış, bu kavram
Anayasa Mahkemesi içtihatları ile ortaya konulmuştur. 2017 Anayasa değişikliği ile
Anayasa’nın 104/17-3. maddesinde açıkça münhasır kanun alanı dile getirilmiştir. Bu
maddeye göre, “Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz”. Anayasa Mahkemesine göre Anayasa’da
“emredici” ya da “yasaklayıcı” bir hüküm olmadıkça kanunla düzenlenir denilen konular,
kanuna denk hukuki güce sahip KHK ile düzenlenebilir.

Ancak, Cumhurbaşkanlığı kararnameleri kanun hükmünde olmadığına göre, “kanunla


düzenleneceği öngörülen” bir konunun CBK’lar ile düzenlenmesi mümkün değildir. Bu
nedenle, Anayasa’nın herhangi bir maddesinde “kanunla düzenlenir” denilen her konu
münhasıran kanun konusudur. Dolayısıyla münhasır kanun alanı, KHK’lar için sadece
emredici ya da yasaklayıcı hükümler kapsamında kabul edilmişken, CBK’lar için kanunla
düzenleme öngören tüm hükümler münhasır kanun alanı haline gelmiştir. Kanunla
düzenlenmesi açıkça öngörülmeyen ya da Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile
düzenlenmesi yasaklanmayan konular, “ortak düzenleme alanı”nı oluşturur. Bu alanda,
yasama organı kanun çıkarmamış ise, Cumhurbaşkanı bu alanı kararname ile
düzenleyebilir. (10 puan)

Anayasa’da bazı alanların doğrudan Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile düzenleneceği


ifade edilmiştir. CBK’lar ile düzenleneceği ifade edilen alanların (m.104/9, 106/11,
108/son, 118/son), münhasır bir alan oluşturduğu tezi, genel-özel hüküm ilişkisi ile
açıklanabilir. Anayasa’nın 123. maddesinin 1. fıkrasında “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir
bütündür ve kanunla düzenlenir” denilmektedir. İdarenin kanunla düzenlenmesi
yönündeki bu hüküm tüm idari teşkilat bakımından genel hükümdür. Ancak, idari
teşkilat içinde, bakanlıklar (m.106/son), Milli Güvenlik Kurulu (m.118/son) ve Devlet
Denetleme Kurulunun (m.108/son) özel olarak CBK ile düzenleneceği öngörülmektedir.
Dolayısıyla CBK ile düzenleneceği ifade edilen bu konular, Anayasa’da “idarenin kanunla
düzenlenme ilkesine” getirilen istisnalardır. Özel hüküm genel hükme üstün gelir (lex
specialis deregat legi generali) kuralı gereğince, CBK ile düzenlenir denilen konularda
kanunla düzenleme yapılamayacaktır. (10 puan)

92
3. Temel hak ve özgürlükleri sınırlama ve düzenleme rejimi bakımından KHK’lar
ile olağan CBK’lar arasındaki farkları açıklayınız. (15 puan)
CEVAP: Yukarıda Anayasa Mahkemesi kararında da geçtiği gibi Anayasa’nın 91.
maddesinde, sosyal ve ekonomik haklar dışında diğer hakların KHK’lar ile düzenlenmesi
yasaklanmıştır. Anayasa Mahkemesi, sosyal ve ekonomik haklar bakımından, kanunla
düzenleme yapılması öngörülen hükümlerde KHK ile düzenleme yapılabileceğini kabul
etmiştir. Bunun nedenini KHK’ların kanunlara denk işlem olmasına bağlamıştır. Benzer
yasak Anayasa’nın 104/17. maddesinde Cumhurbaşkanlığı kararnameleri için de
getirilmiştir. Ancak, CBK’lar kanun hükmünde kabul edilmediğinden, sosyal ve ekonomik
haklar içinde özellikle kanunla düzenleneceği açıkça ifade edilen konular, CBK’lar ile
düzenlenemeyecektir. (10 puan)

Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması bakımından, KHK’lar ile CBK’lar arasında bir
fark bulunmamaktadır. Anayasa’nın 13. maddesi gereğince temel hak ve hürriyetler
ancak kanunla sınırlanır denildiğinden, bu alanda KHK’lar ile sınırlama yapılamadığı gibi
CBK’lar ile de sınırlama yapılamayacaktır. (5 puan)

II. OLAY
Matbaa Firması sahibi A hakkında, ihalelere fesat karıştırdığı iddiasıyla Nisan 2018’de
soruşturma açılmıştır. Soruşturma devam ederken Haziran 2018’de genel seçimler
yapılmış ve A milletvekili seçilmiştir. Seçildikten sonra A, 298 sayılı Seçimlerin Temel
Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un 7. maddesinde değişiklik yapılması
amacıyla kanun teklifinde bulunmuştur. 250 milletvekilinin hazır bulunduğu Genel
Kurulda görüşülen teklif, 240 milletvekilinin olumlu oyu ile kabul edilmiştir. Teklif,
kabulün ardından imzalanıp Resmî Gazete’de yayımlanması amacıyla Cumhurbaşkanı’na
gönderilmiş; Cumhurbaşkanı ise bir daha görüşülmek üzere teklifi Türkiye Büyük Millet
Meclisine (TBMM) geri göndermiştir.

Teklifin görüşmelerine katılmak amacıyla evinden ayrılan A, polis tarafından yolda


yakalanarak gözaltına alınmıştır. Her ne kadar A dokunulmazlığa sahip olduğunu ileri
sürmüşse de bu itirazı dikkate alınmamış ve suç şüphesini gösteren somut delillerin
varlığı gerekçesiyle tutuklanmıştır. A’nın tutuklanma haberinin duyulmasının ardından
TBMM, gündemdeki işleri görüşmeyi bırakmış; A’nın derhal serbest bırakılmasına
yönelik karar almıştır. Ancak Resmî Gazete’de yayımlanması amacıyla Cumhurbaşkanı’na
gönderilen bu karar, Cumhurbaşkanı tarafından TBMM’ne geri gönderilmiştir. 298 sayılı
Kanun’da değişiklik yapılması amacıyla sunulan teklif ise beş hafta sonra tekrardan

93
görüşülebilmiştir. Teklifi ikinci defa görüşmek amacıyla toplanan Genel Kurulda 500
milletvekili hazır bulunmuş ve teklif, 290 milletvekilinin olumlu oyu ile kabul edilerek
yeniden Cumhurbaşkanı’na gönderilmiştir.

İstanbul’da ikamet eden B, askerlik görevini ifa etmek amacıyla Manisa Birinci Komando
Tugayındaki birliğine katılmıştır. Yaklaşan yerel seçimlerin izinli olacağı tarihte
yapılacağını öğrenen B, ailesinin yanında izinliyken oy kullanmak için ilçe seçim kuruluna
başvurmuş ancak talebi 298 sayılı Kanun’un 7. maddesi gerekçe gösterilerek
reddedilmiştir. Talebinden vazgeçmeyen B, il seçim kuruluna başvurmuş; sonuç
alamayınca Yüksek Seçim Kuruluna da başvurmuştur. Ancak B’nin talebi Yüksek Seçim
Kurulu tarafından reddedilmiş ve karar B’ye 15 Nisan 2019’da tebliğ edilmiştir. Kararda,
askerlik görevini yapan kimseler için getirilen sınırlamaların askeri düzen ve disiplini
korumak bakımından önemli olduğu, yerel seçimlerde askerlerin çoğunlukla ikamet
ettikleri yerde görevlerini yapamadıkları, izinli olsa dahi kişinin oy kullanamamasının
kamu düzeni için gerekli olduğu belirtilmiştir. Bunun üzerine B, anayasal hakkı olan
seçim hakkının anlamsız ve kullanılamaz hale getirildiğini ileri sürerek Anayasa
Mahkemesine 30 Nisan 2019’da bireysel başvuruda bulunmuştur.

İLGİLİ MEVZUAT:
298 Sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun, m. 7:
“Aşağıda yazılı olanlar oy kullanamazlar: 1. Silah altında bulunan erler, onbaşılar ve kıta
çavuşları (Her ne sebeple olursa olsun, izinli bulunanlar da bu hükme tabidir), (…)”

SORULAR:
1. A’nın tutuklanmasını 1982 Anayasası’nın ilgili hükümleri ışığında
değerlendiriniz. (10 puan)
CEVAP: Milletvekili A’nın tutuklanması yasama bağışıklıklarından yasama
dokunulmazlığını ilgilendirmektedir. Yasama bağışıklıkları yasama sorumsuzluğu ve
yasama dokunulmazlığı olarak ikiye ayrılmaktadır. Yasama sorumsuzluğu,
milletvekillerinin meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden sorumlu tutulmamalarına,
yasama dokunulmazlığı ise milletvekillerinin meclisteki fiziki varlıklarını korumaya
yönelik güvencelerdir.

1982 Anayasası’nın 83. maddesi uyarınca, “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis
çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki
Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis

94
dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar. Seçimden önce veya
sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz,
sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz. Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve
seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasanın 14 üncü
maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır. Ancak, bu halde yetkili makam durumu
hemen ve doğrudan doğruya Türkiye Büyük Millet Meclisine bildirmek zorundadır.” (1
puan)

Görüldüğü üzere, yasama dokunulmazlığının kapsamına alınan işlemler ve istisnalar 83.


maddede tek tek sayılmıştır. Milletvekillerinin seçimden önce veya sonra cezai bir
kovuşturmaya tabi tutulması halinde milletvekilleri tutulamaz, sorguya çekilemez,
tutuklanamaz ve yargılanamaz. Bunların dışında kalan delil tespiti ve yargılamanın
ilerlemesi için gerekli olan işlemlerin yapılması önünde bir engel yoktur. Milletvekilinin
ifadesine başvurulması da mümkündür fakat milletvekilinin işlemlere karşı çıkması
halinde tazyik önlemlerine başvurulması imkânı yoktur. Yasama dokunulmazlığı
milletvekilliği süresi ile sınırlıdır, yani geçicidir ve TBMM kararı ile milletvekilliği süresi
devam ederken yasama dokunulmazlığının kaldırılması mümkündür. Bu özellikleri
nedeniyle yasama dokunulmazlığı nispidir. Yasama dokunulmazlığı milletvekilinin kişisel
yararı gerektirdiği için değil kamu yararı için tanındığından kamu düzenindendir. Ancak
ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturulmasına başlanması
kaydıyla 1982 Anayasası’nın 14. maddesinde sayılan haller istisnai olarak yasama
dokunulmazlığı kapsamı dışında bırakılmıştır. Bu istisnai hallerde, yetkili makamlar
durumu hemen ve doğrudan doğruya TBMM’ye bildirmek zorundadır. (4 puan)

Milletvekili A, seçilmesi ile yasama dokunulmazlığını kazanmıştır. Bu çerçevede yasama


dokunulmazlığı, A’nın yasama dönemi boyunca meclisteki fiziki varlığını korumaya
yöneliktir. Yasama dokunulmazlığı kapsamına giren eylemlerden biri de tutuklamadır.
Olayda, seçimden önce A hakkında başlatılmış bir soruşturma söz konusudur. Seçimden
önce başlatılan bir soruşturma çerçevesinde dokunulmazlık kaldırılmadan milletvekilinin
tutuklanabilmesi ise yukarıda belirtildiği üzere, soruşturma konusunun Anayasa’nın 14.
maddesinde sayılan hallerle ilgili olması durumunda mümkündür. Ancak A’nın işlediği
ileri sürülen ihaleye fesat karıştırma suçu bu hallerle ilgili değildir. Bu durumda A’nın
tutuklanması 1982 Anayasası hükümlerine aykırıdır. (5 puan)

95
2. 298 sayılı Kanun’da değişiklik yapılması amacıyla sunulan teklif kabul edilmiş
midir? 1982 Anayasası’nda öngörülen kanun yapım usulü bağlamında açıklayınız.
(10 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 88. maddesine göre, “Kanun teklif etmeye milletvekilleri
yetkilidir”. Gerekçesiyle birlikte bir milletvekili dahi teklif verebilir. Anayasa’nın 96.
maddesi uyarınca, kanun tekliflerinin Genel Kurulda görüşülebilmesi için sağlanması
gereken toplantı yetersayısı, üye tamsayısının üçte biri yani 200 milletvekilidir. Karar
yetersayısı ise toplantıya katılanların salt çoğunluğudur. Ancak söz konusu maddede,
karar yetersayısına bir alt sınır da konulmuştur. Buna göre karar yetersayısı üye
tamsayısının dörtte birinin bir fazlasından yani 151 milletvekilinden az olamaz. Olaya
bakıldığında, 250 milletvekilinin hazır bulunduğu Genel Kurulda görüşülen teklifin 240
milletvekilinin olumlu oyuyla kabul edildiği görülmektedir. Bu durumda hem toplantı
yeter sayısı hem de karar yeter sayısının sağlandığı söylenebilir. (5 puan)

Anayasa’nın 89. maddesi uyarınca, “Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisince


kabul edilen kanunları onbeş gün içinde yayımlar. Yayımlanmasını kısmen veya
tamamen uygun bulmadığı kanunları, bir daha görüşülmek üzere, bu hususta gösterdiği
gerekçe ile birlikte aynı süre içinde, Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderir.” Aynı
maddeye göre, Türkiye Büyük Millet Meclisinin geri gönderilen kanunu aynen kabul
etmesi halinde kanun Cumhurbaşkanınca yayımlanır ancak Meclisin, geri gönderilen
kanunda yeni bir değişiklik yapması halinde, Cumhurbaşkanı değiştirilen kanunu tekrar
Meclise geri gönderebilir.

Ayrıca geri göndermeden sonra TBMM’nin aynı kanunu kabul etmesi üye tamsayısının
salt çoğunluğunun oyuyla mümkündür. Olayda geri göndermenin ardından Meclis 500
milletvekili ile toplanmıştır. Bu sayı, 200 olan toplantı yeter sayısını sağlamaktadır. Ancak
karar 290 milletvekilinin olumlu oyuyla verilmiştir ve bu sayı üye tamsayısının salt
çoğunluğu olan 301 sayısından azdır. Karar yetersayısı Anayasa’nın 89. maddesine uygun
olmadığı için tekrar Cumhurbaşkanı’na gönderilen kanun teklifi 1982 Anayasası’nda
öngörülen usule uygun olarak kabul edilmemiştir. (5 puan)

3. a) Bireysel başvurunun kabul edilebilirlik koşullarını dikkate alarak B’nin ihlal


iddiasını, bu koşullar bağlamında inceleyiniz. (15 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 148. maddesi uyarınca herkes, anayasada güvence altına
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki
herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’ne

96
bireysel başvuruda bulunabilir. Bu çerçevede bireysel başvurunun belirli kabul
edilebilirlik koşulları bulunmaktadır.

Bireysel başvuru yalnızca kişisel ve güncel bir hakkı doğrudan ihlal edilen gerçek kişiler
yahut özel hukuk tüzel kişileri tarafından yapılabilir. Kamu tüzel kişileri bireysel başvuru
yapamaz. Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait haklarının ihlal edildiği
gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir. Son olarak yalnızca Türk vatandaşlarına
tanınan haklarla ilgili olarak yabancılar bireysel başvuru yapamaz. Olayda gerçek kişi
olan B’nin kişisel ve güncel hakkına yönelik doğrudan bir müdahale bulunmaktadır. Bu
durumda kişi koşulunun gerekliliklerinin yerine getirildiği söylenebilir. (2 puan)

Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. Ayrıca, 23
Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen işlemler ve kararlar bakımından bu yola
başvurulabilir. Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu
öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir.
Haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten
itibaren on beş gün içinde ve mazeretlerini belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler.
Bu durumda mahkeme, öncelikle başvurucunun mazeretinin geçerli görülüp
görülmediğini inceleyerek talebi kabul veya reddeder. Olaya bakıldığında 15 Nisan
2019’da tebliğ edilen karar aleyhine 30 Nisan 2019’da bireysel başvuru yoluna gidilmiştir.
Bu durumda hem zaman hem de süre koşulu bakımından bir sorun bulunmamaktadır.
(3 puan)

Belirtilmesi gereken bir diğer husus, ihlal iddiasının açıkça dayanaktan yoksun
olmamasıdır. Anayasa Mahkemesi’ne göre başvurucunun ihlal iddialarını
kanıtlayamadığı, iddialarının salt kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin
olduğu, temel haklara yönelik bir müdahalenin olmadığı veya müdahalenin meşru olduğu
açık olan başvurular ile karmaşık veya zorlama şikâyetlerden ibaret başvurular açıkça
dayanaktan yoksun kabul edilebilir (Örneğin bkz. Hikmet Balabanoğlu Başvurusu,
Başvuru Numarası: 2012/1334, Kt: 17/09/2013). Olayda ihlal iddiasının açıkça
dayanaktan yoksun sayılmasını gerektirecek (hak ihlali iddialarının
somutlaştırılamadığına ve hukuki bilgi ve gerekçeyle desteklenmemiş olduğuna dair açık
kanıt olmadığından) bir husus da bulunmamaktadır. (2 puan)

Son olarak konu unsuruna bakılabilir. Olayda, B’nin müdahale edilen anayasal hakkı
seçme hakkıdır. Ancak olayda yerel seçimler söz konusudur. Avrupa İnsan Hakları

97
Sözleşmesi’nin Ek 1 Numaralı Protokolü’nde güvence altına alınan seçme ve seçilme
hakkı yerel seçimleri kapsamamaktadır. (3 puan)

Ayrıca Anayasa’nın yargı denetimi dışında bıraktığı işlemlerin bireysel başvurunun


konusu olması mümkün değildir. Anayasa’nın 79. maddesinde de Yüksek Seçim
Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamayacağı düzenlenmektedir.
Oysa olayda Yüksek Seçim Kurulu tarafından verilen karar aleyhine bireysel başvuru
yoluna başvurulmaktadır. Bu durumda B’nin başvurusu kabul edilmez bulunacaktır. (5
puan)

b) Kabul edilebilirlik kararı verildiği varsayıldığında, B’nin başvurusu ile ilgili


olarak Anayasa Mahkemesi ne yönde karar vermiş olabilir? Tartışınız. (15 puan)
CEVAP: Olayda olağan dönemde temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması söz
konusudur. 1982 Anayasası’nın 13. maddesi uyarınca, temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı
olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
aykırı olamaz.

Hak ve özgürlüğe yönelik müdahalenin yasa ile öngörülmüş olması gerekliliği yasallık
ilkesine işaret etmektedir. 13. maddenin gereği olan yasallık ilkesi bakımından, hak ve
özgürlüğün sınırlandırılması şekli anlamda kanunun varlığını gerektirmektedir. Bu
bakımdan yasa dışındaki tüzük, yönetmelik gibi düzenleyici işlemlere dayanılarak hak ve
özgürlük sınırlandırılamaz. Ayrıca sınırlama öngören yasa hükmünün açık ve
öngörülebilir nitelikte de olması gerekmektedir. Aksi takdirde yasallık ilkesi gerçekleşmiş
olmaz. Olayda B’nin seçme hakkına yönelik müdahalenin yasal dayanağının 298 Sayılı
Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun’un 7. maddesinde
açıkça yer aldığı görülmektedir. (2 puan)

Yasallık unsurunun gereklerinin yerine getirildiği tespit edildiğinde yapılması gereken,


olaydaki müdahalenin hakkın özüne dokunup dokunmadığını tespit etmektir. Hakkın
özüne dokunulmadığının tespiti halinde yapılması gereken ise müdahalenin demokratik
toplum düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü olup olmadığını belirlemektir. Öze
dokunma yasağı Anayasa Mahkemesi’nin belirttiği üzere, “(…) Her temel hak ve özgürlük
açısından farklılık göstermekle birlikte kanunla getirilen sınırlamanın (…) temel hakların
kullanılmasını ciddi surette güçleştirip amacına ulaşmasına engel olmaması ve etkisini

98
ortadan kaldırıcı bir nitelik taşımamasını” gerektirmektedir (Bkz. AYM, E. 2018/69, K.
2018/47, K.t. 31/05/2018). Zira hakkın özü, “(…) dokunulduğunda söz konusu temel hak
ve özgürlüğü anlamsız kılan çekirdek alanı ifade etmekte olup bu yönüyle her temel hak
açısından kişiye dokunulmaz asgari bir alan güvencesi sağlamaktadır. Bu çerçevede
hakkın kullanılmasını önemli ölçüde güçleştiren, hakkı kullanılamaz hâle getiren veya
ortadan kaldıran sınırlamalar hakkın özüne dokunmaktadır.” (Bkz. E. 2017/136, K.
2018/7, K.t. 18/01/2018). B’nin askerlik görevini ifası süresince oy kullanamayacak
olmasının seçme hakkını anlamsız hale getiren veya ortadan kaldıran bir müdahale
olduğu kabul edilirse, hakkın özüne dokunulduğu belirtilebilir. Hakkın özüne
dokunulmadığı kabul edildiğinde ise yapılması gereken 13. maddedeki diğer koşullara
bakmak olmalıdır. (5 puan)

Demokratik toplum düzeninin gerekleri, sınırlamanın demokratik bir toplumda zorlayıcı


toplumsal ihtiyacın karşılanması amacına yönelik olmasını ifade etmektedir. Demokratik
toplum düzeninin gerekleri ile birbirini tamamlayan ölçülülük ilkesi ise temel hak ve
özgürlüklerin sınırlanmasındaki amaç ile sınırlama getiren araçlar arasındaki ilişkinin
değerlendirilmesidir. Bu çerçevede kuralın hedeflenen amaca ulaşabilmek için elverişli,
gerekli ve orantılı olup olmadığı değerlendirilmelidir. Ölçülülük ilkesi kapsamında bir hak
ya da özgürlüğe müdahale ile elde edilmek istenen amaç arasında makul bir dengenin
bulunup bulunmadığına bakılır. Bu yapılırken de müdahalenin öngörülen amacı
gerçekleştirmek bakımından gerekli/zorunlu olup olmadığı, elverişli olup olmadığı ve
orantılı olup olmadığı değerlendirilir.

Elverişlilik, müdahalenin aracının müdahale amacını gerçekleştirmeye katkı sağlayıp


sağlamadığının tespitidir. Elverişlilik kriterinde amaca ulaşma şart koşulmaz, amacı
gerçekleştirmeye uygun bir aracın varlığı yeterlidir. Gereklilik, müdahale ile hedeflenen
amacın gerçekleştirilmesinde hakkı en az sınırlayan alternatifin seçilip seçilmediğinin test
edilmesidir. Gereklilikte seçilen aracın alternatiflerinin bulunması yeterli değildir; söz
konusu alternatiflerin amacı gerçekleştirmeye eşit düzeyde katkı sağlayabilecek nitelikte
olması ve araçlar arasında hakkı en az sınırlayanın tercih edilmesi gerekmektedir.
Orantılılık ise hedeflenen amacın gerçekleşmesi ile elde edilecek yarar ve bu amacı
gerçekleştirmek için yapılan sınırlamanın hak üzerindeki zararı arasında denge
kurulmasıdır.

Olayda, müdahalenin amacı askeri düzen ve disiplini korumaktır. Müdahalenin aracı ise
askerlik görevinin ifası boyunca oy hakkının kullanılamamasıdır. Araç amacı

99
gerçekleştirmeye elverişli olduğundan elverişlilik sağlanmaktadır. Askerlik görevi
boyunca oy kullanılamaması, düzen ve disiplinin hayati önemde olduğu kurumda söz
konusu düzen ve disiplinin korunması yolundaki amacı gerçekleştirmek bakımından
gerekli sayılabilir. Orantılılık bakımından ise seçme hakkının uğradığı zarar ile askeri
düzen ve disiplinin korunması amacından sağlanacak fayda arasındaki dengenin sağlanıp
sağlanmadığı tartışılmalıdır. Bu çerçevede olaydaki veriler değerlendirilerek müdahalenin
orantılı veya orantısız olduğu sonucuna ulaşılabilir. (8 puan)

ANAYASA HUKUKU / İÖ / FİNAL / 18’-19’

I. OLAY
Türkiye’de 31 Mart yerel seçimlerinden sonra İstanbul’da seçimin iptal edilmesi üzerine,
beklenmedik şekilde ağır ekonomik kriz ortaya çıkmış, bunun üzerine Cumhurbaşkanı
İstanbul’da bir ay süreyle olağanüstü hal ilan etmiştir. Olağanüstü hal ilan kararı, bir
Cumhurbaşkanlığı kararı olarak aynı gün Resmi Gazete’de ilan edilmiş ve uygulamaya
sokulmuştur. Türkiye ağır ekonomik kriz nedeniyle ilan ettiği olağanüstü hali Avrupa
Konseyi Genel Sekreterliğine bildirerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki mülkiyet
hakkına ilişkin hükümleri askıya aldığını bildirmiştir.

Cumhurbaşkanı, ekonomik hayata ilişkin birtakım sınırlamalar içeren olağanüstü hal


Cumhurbaşkanlığı kararnamesini Resmi Gazete’de yayımlamıştır. Bu kararnamede, 31
Mart seçimlerinden sonra ve seçimin iptal edilmesinden önceki dönemde, ekonomik krize
yol açacak şekilde yüklü miktarda döviz alıp-satanlara cezai müeyyideler getirilmiştir.
Muhalefet partisi geçmişe dönük cezalandırma yapılamayacağı gerekçesiyle olağanüstü
hal Cumhurbaşkanlığı kararnamesine karşı Anayasa Mahkemesinde iptal davası açmıştır.

SORULAR:
1. Olağanüstü yönetim usulleri bakımından 2017 Anayasa değişikliği öncesi ile
sonrasındaki hukuki rejimi karşılaştırınız. Olaydaki olağanüstü hal ilan usulünün
Anayasaya uygun olup olmadığını değerlendiriniz. (15 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın ilk halinde, olağanüstü yönetim usulleri başlığı altında 119. ve
120. maddelerde "Olağanüstü haller", 122. maddesinde ise "Sıkıyönetim, seferberlik ve
savaş hali" olmak üzere iki tür olağanüstü yönetim usulüne yer verilmiştir. Olağanüstü
haller de 119. maddede "Tabii afet ve ağır ekonomik bunalım sebebiyle olağanüstü hal
ilânı", 120. maddede "şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde

100
bozulması sebepleriyle olağanüstü hal ilânı" şeklinde iki farklı türde düzenlenmiştir. Yeni
düzenlemede ise sıkıyönetim kaldırılmış, Anayasa’nın 119. maddesi altında her iki tür
olağanüstü yönetim biçimini içine alacak şekilde, “Olağanüstü hal yönetimi” tek maddede
yer verilmiştir. Yeni düzenleme ile olağanüstü yönetim usulleri için geçerli tüm sebepler,
olağanüstü hal yönetimi altında birleştirilmiştir. Bu kapsamda, sıkıyönetim ilan sebepleri
de olağanüstü hal ilan sebebi haline gelmiştir. (5 puan)

Daha önceki düzenlemede, olağanüstü hal kararını, “Cumhurbaşkanı başkanlığında


toplanan Bakanlar Kurulu” almaktaydı. Anayasa’nın 120. maddesinde düzenlenen
olağanüstü hal ilan kararında tek fark, “Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar
Kurulu, Milli Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra” olağanüstü hal ilan
etmesiydi. Milli Güvenlik Kurulunun görüşü bağlayıcı olmamakla birlikte, Anayasa’nın
emredici hükmü nedeniyle, görüşüne başvurulması gerekmekteydi. Yeni düzenlemede
ise, olağanüstü hal ilan yetkisi tek başına Cumhurbaşkanı’na verilmiştir. Milli Güvenlik
Kurulundan görüş olma usulü tamamen kaldırılmıştır. Anayasa’nın değişiklikten önceki
121. maddesinde her iki olağanüstü hal durumu için ortak hükümlere yer verilmiştir.
Anayasa’nın 119 ve 120’nci maddelerinde düzenlenen ortak usul yeni düzenlemede aynen
korunmuştur.

Anayasa’nın 119. maddesine göre, “Olağanüstü hal ilanı kararı, verildiği gün Resmî
Gazetede yayımlanır ve aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur”. (5
puan)

Olayımızda Cumhurbaşkanı ağır ekonomik kriz nedeniyle olağanüstü hal ilan etmiştir.
Anayasa’nın 119. maddesinde “ağır ekonomik bunalımın ortaya çıkması” olağanüstü hal
ilan sebepleri arasında sayıldığından, sebep unsuru bakımından Anayasa’ya aykırılık söz
konusu değildir. Olağanüstü hal ilan yetkisi tek başına Cumhurbaşkanına ait olduğundan
yetki unsur bakımından da Anayasaya aykırılık yoktur. Ancak, Anayasa’nın 119.
maddesinde, “Olağanüstü hal ilanı kararı, verildiği gün Resmî Gazetede yayımlanır ve
aynı gün Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayına sunulur” denildiği halde TBMM’nin
onayına sunulmaması Anayasaya aykırılık oluşturmaktadır. (5 puan)

2. Olağanüstü hallerde temel hak ve özgürlüklerin sınırlama rejimine ilişkin 1982


Anayasası’nın getirdiği ölçütleri açıklayınız. Türkiye’nin Avrupa Konseyine yaptığı
bildirimi bu çerçevede değerlendiriniz. (15 puan)

101
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 15. maddesinde olağanüstü hallerde temel hak ve
hürriyetlerin sınırlama rejimi düzenlenmiştir. Bu maddede, öngörülen koşullar şunlardır:
Savaş, seferberlik veya olağanüstü hallerin varlığı, milletlerarası hukuktan doğan
yükümlülükleri ihlâl etmemek, durumun gerektirdiği ölçüde tedbirler almak ve
olağanüstü hallerde bile belirli haklarla dokunmamaktır. Temel hak ve özgürlüklerin
olağanüstü hal gerekçesiyle sınırlanabilmesi için öncelikle, olağanüstü hal ilanını haklı
kılacak sebeplere dayalı bir olağanüstü hal ilanının resmi olarak gerçekleşmesi
gerekmektedir.

Resmi ve aleni bir şekilde olağanüstü hal ilan edilmeden, özgürlüklere ilişkin güvenceler
askıya alınamaz. İkincisi, Anayasa'da öngörülen güvencelere aykırı önlemler alınabilmesi,
“milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklere aykırı olmama” koşuluna bağlanmıştır.
Milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler içine öncelikle milletlerarası “hukukun
genel ilkeleri”, sonra da Devletin taraf olduğu “sözleşmelerden doğan yükümlülükler”
girmektedir. Olağanüstü hallerde temel hak ve özgürlüklerin ancak, “durumun
gerektirdiği ölçüde” sınırlanabileceği öngörülmüştür. Son olarak, Anayasa’nın 15.
maddesinin 2. fıkrasında olağanüstü hallerde bile dokunulamayacak haklar sayılmıştır.
Bu haklar olağanüstü hallerde dahi sınırlandırılamaz. (10 puan)

Türkiye ağır ekonomik kriz nedeniyle ilan ettiği olağanüstü hali Avrupa Konseyi Genel
Sekreterliğine bildirerek Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki mülkiyet hakkına ilişkin
hükümleri askıya aldığını bildirmesi Anayasaya uygundur. Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin “Olağanüstü hallerde yükümlülükleri askıya alma” kenar başlıklı 15.
maddesi, Taraf Devletlere, istisnai koşullarda, Sözleşme kapsamındaki belirli hak ve
özgürlükleri koruma yükümlülüklerini geçici, kısıtlı ve denetimli bir şekilde askıya alma
imkânı sunmaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 15. maddesinin 3. fıkrasında
taraf devletlerce resmen ilan edilen olağanüstü halin, Avrupa Konseyi Genel
Sekreterliğine bildirilme yükümlülüğü getirilmiştir. Uluslararası sözleşmeler kapsamında
yapılacak bildirimlerde, “alınan tedbirler, tedbirlerin gerekçeleri ve tedbirlerin sona
ereceği tarih” yer almalıdır. (5 puan)

3. Olağan ve olağanüstü hal Cumhurbaşkanlığı kararnameleri arasındaki farkları


yazınız. Olayda ilan edilen Olağanüstü hal cumhurbaşkanlığı kararnamesini ve
açılan davanın Anayasaya uygun olup olmadığını değerlendiriniz. (20 puan)
CEVAP: Olağan ve olağanüstü hal Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin ortak özelliği, her
iki işlemin de tek başına Cumhurbaşkanlığı tarafından kabul edilmesidir. Ancak iki işlem

102
hukuki nitelik olarak birbirinden ayrılmaktadır. Olağanüstü cumhurbaşkanlığı
kararnameleri kanun hükmünde kabul edilirken, olağan Cumhurbaşkanlığı
kararnameleri kanun hükmünde değildir. Düzenleme alanı olarak, olağanüstü hal
cumhurbaşkanlığı kararnameleri ile sadece Anayasa’nın 15. maddesinde öngörülen
mutlak haklar sınırlanamaz.

Bunun dışında her konuda olağanüstü CBK’lar ile düzenleme yapılabilir. Olağan
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile münhasıran kanunla düzenlenen alanlarda düzenleme
yapılamaz. Olağanüstü hal CBK’ları üç ay içinde TBMM’de görüşülüp karara
bağlanmaması halinde kendiliğinden yürürlükten kalkar. Olağan CBK’lar ise TBMM’nin
onayına tabi değildir. Olağanüstü CBK’lar Anayasa Mahkemesi tarafından
denetlenemezken; olağan CBK’lar Anayasa Mahkemesi’nin denetimine açıktır. (10 puan)

Olayda, Cumhurbaşkanı, ekonomik hayata ilişkin bir takımı sınırlamalar içeren


olağanüstü hal Cumhurbaşkanlığı kararnamesini Resmi Gazetede yayımlamıştır. Yeni
düzenlemede üç ay içinde TBMM’de görüşülme şartı getirildiğinden, kararnamenin
Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmesinde Anayasa’ya aykırılık söz konusu
değildir. Bu kararnamede 31 Mart seçimlerinden sonra ve seçimin iptal edilmesinden
önceki dönemde ekonomik krize yol açacak şekilde yüklü miktarda döviz alıp-satanlara
cezai müeyyideler getirilmesi, Anayasa’nın 15. maddesinde öngörülen “suç ve cezalar
geçmişe yürütülemez” hükmüne aykırılık oluşturmaktadır. Muhalefet partisi geçmişe
dönük cezalandırma yapılamayacağı gerekçesiyle olağanüstü hal Cumhurbaşkanlığı
kararnamesine karşı Anayasa Mahkemesine iptal davası açamaz. Çünkü olağanüstü
Cumhurbaşkanlığı kararnamelerine karşı Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açılamaz.
(10 puan)

II. OLAY
Yüksek enflasyon ve cari açıkla mücadele edilebilmesi için anayasa değişikliği
yapılmasının şart olduğunu düşünen 250 milletvekili, 1982 Anayasası’nın piyasaların
denetimi ve dış ticaretin düzenlenmesine ilişkin 167. ve 168. maddelerinde değişiklik
yapılması amacıyla hazırladıkları teklifi Türkiye Büyük Millet Meclisine (TBMM)
sunmuşlardır. 20 Mayıs 2019’da Genel Kurulda teklifin tümü hakkında görüşme açılmış
ve 310 milletvekilinin olumlu oyuyla teklifin maddelerine geçilmiştir. Sonrasında ise
teklifte yer alan maddelerden birincisi 370 ve ikincisi 305 olumlu oy almıştır. 21 Mayıs
2019’da teklif için ikinci görüşme başlamıştır.

103
İkinci görüşmenin başında, teklifte yer alan her iki madde ayrı ayrı oylanmış ve 420
olumlu oy ile iki madde de kabul edilmiştir. Ardından teklifin tümü oylanmış ve 450
milletvekilinin oyuyla değişiklik teklifinin tümü kabul edilmiştir. Teklif, kabulün ardından
onaylanması amacıyla Cumhurbaşkanı’na gönderilmiş; Cumhurbaşkanı ise bir daha
görüşülmek üzere teklifi parlamentoya geri göndermiştir. Sonrasında ise TBMM geri
gönderilen anayasa değişikliği kanununu 390 milletvekilinin oyuyla aynen kabul etmiştir.
Bunun üzerine Cumhurbaşkanı anayasa değişikliği kanununu onaylayarak Resmi
Gazete’de yayımlamıştır.

Ekonomideki sorunların yalnızca anayasa değişikliği ile çözülemeyeceğini düşünen


TBMM, çeşitli kanunlarda da değişiklikler yapmıştır. Bu çerçevede, Türk Ceza
Kanunu’nun (TCK) parada sahteciliği yaptırım altına alan 197. maddesi de değiştirilmiş;
sahte para üreten kişilerin müebbet hapis cezası ile cezalandırılacağı hüküm altına
alınmıştır. Yeni düzenleme uyarınca, “Memlekette veya yabancı ülkelerde kanunen
tedavülde bulunan parayı, sahte olarak üreten, ülkeye sokan, nakleden, muhafaza eden
veya tedavüle koyan kişi, müebbet hapis cezası ile cezalandırılır.” Değişikliklerin
yürürlüğe girmesinden sonra, atölyesinde sahte para basarken yakalanan A hakkında
ceza davası açılmıştır.

Davada A’nın sahte para basma suçu sebebiyle müebbet hapis cezası ile cezalandırılması
talep edilmiştir. Bu talebe karşı A’nın avukatı B, sahte para basma fiilinin cinayet gibi ağır
bir suçla aynı cezaya çarptırılmasını öngören TCK’nın 197. maddesinin ve müebbet hapis
cezası öngören kasten öldürme suçuna ilişkin 81. maddenin temel anayasal ilkelere aykırı
olduğunu belirtmiş; Anayasa Mahkemesine başvurulması gerektiğini ileri sürmüştür.
Bunun üzerine mahkeme dosyayı Anayasa Mahkemesine göndermiştir. Anayasa
Mahkemesinin bu başvuruyla ilgili olarak 1 yıl geçmesine rağmen herhangi bir karar
vermemesi üzerine, A’nın sahte para basma suçundan müebbet hapis cezası ile
cezalandırılmasına karar verilmiştir. Bunun üzerine B, Anayasa Mahkemesinden cevap
gelmeden mahkûmiyet hükmü verilmesinin hukuka aykırı olduğunu ileri sürmüştür.

SORULAR:
1. Anayasa değişiklik süreci 1982 Anayasası’nda öngörülen usule uygun olarak
tamamlanmış mıdır? Değerlendiriniz. (15 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 175. maddesi uyarınca, “Anayasanın değiştirilmesi Türkiye
Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının en az üçte biri tarafından yazıyla teklif edilebilir.
Anayasanın değiştirilmesi hakkındaki teklifler Genel Kurulda iki defa görüşülür.

104
Değiştirme teklifinin kabulü Meclisin üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun gizli
oyuyla mümkündür.” Olayda anayasa değişiklik teklifi 250 milletvekili tarafından
sunulmuştur. Söz konusu sayı üye tamsayısının üçte biri olan 200’den fazla olduğu için
teklif yeterli sayıda milletvekili tarafından sunulmuştur. (3 puan)

Anayasa değişikliklerine ilişkin kanun tekliflerinin ivedilikle görüşülmemesi


gerekmektedir. TBMM İçtüzüğü’nün 93. maddesi uyarınca, “Anayasa değişiklik teklifleri,
diğer kanun tekliflerinin görüşülmesindeki usule tabidir. Ancak, bu teklifler Genel
Kurulda iki defa görüşülür. İkinci görüşmeye, birinci görüşmenin bitiminden kırk sekiz
saat geçmeden başlanamaz.” Olaya bakıldığında, teklifin birinci görüşmeleri 20 Mayıs
2019’da, ikinci görüşmeleri ise 21 Mayıs 2019’da gerçekleştirilmiştir. İkinci görüşme 48
saat geçmeden gerçekleştirildiğinden ivedilikle görüşme yasağına uyulmamıştır. (2
puan)

Anayasa’nın aynı maddesi uyarınca, anayasa değişikliği öngören kanunun üye


tamsayısının en az beşte üçünün oyuyla kabul edilmesi gerekmektedir. Kanunun beşte üç
ile üçte iki çoğunluk arasında kabulü halinde Cumhurbaşkanı kanunu onaylama yetkisine
sahip olmayıp halk oylamasına sunabilir. Teklifin üçte ikiden fazla oy alması halinde ise
Cumhurbaşkanı kanunu halkoylamasına sunma ve onaylama yetkisine sahiptir.
Cumhurbaşkanı anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları, bir daha görüşülmek üzere
TBMM’ne geri gönderebilir.

Geri gönderilen kanunun en az üçte iki çoğunluk ile kabul edilmesi halinde
Cumhurbaşkanı kanunu halkoylamasına sunabileceği gibi onaylayabilir. Geri
gönderildikten sonra üye tam sayısının beşte üçünden fazla ancak üçte ikisinden az
sayıyla kabul edilen tekliflerin ise onaylanması mümkün olmayıp halkoylamasına
sunulması gerekmektedir.

Anayasa değişiklikleri iki defa görüşüldüğünden karar yeter sayıları ikinci görüşmede
aranmaktadır. İlk görüşmede maddelerden birisi beşte üçten az oy alsa da bu durum
ikinci görüşmelere geçilmesine engel değildir. İkinci görüşmede ise teklifte yer alan her
iki madde ayrı ayrı oylanmış ve 420 olumlu oy ile iki madde de kabul edilmiştir. Ardından
teklifin tümü oylanmış ve 450 milletvekilinin oyuyla değişiklik teklifinin tümü kabul
edilmiştir. Dolayısıyla anayasa değişikliğine ilişkin kanun üye tamsayısının üçte ikisinden
fazla bir sayıyla kabul edilmiştir.

105
Teklif, kabulün ardından onaylanması amacıyla Cumhurbaşkanı’na gönderilmiş;
Cumhurbaşkanı ise bir daha görüşülmek üzere teklifi parlamentoya geri göndermiştir.
Sonrasında ise TBMM geri gönderilen anayasa değişikliği kanununu 390 milletvekilinin
oyuyla aynen kabul etmiştir. Bunun üzerine Cumhurbaşkanı anayasa değişikliği
kanununu onaylayarak Resmi Gazete’de yayımlamıştır. Görüldüğü üzere, geri
göndermeden sonra anayasa değişikliğine ilişkin kanun üye tamsayısının üçte ikisi ile
beşte üçü arasında bir sayıyla kabul edilmiştir. Bu durumda Cumhurbaşkanı’nın anayasa
değişikliğine ilişkin kanunu onaylama yetkisi bulunmayıp halkoylamasına sunması
gerekmektedir. Sonuç olarak anayasa değişiklik süreci 1982 Anayasası’nda öngörülen
usule uygun olarak tamamlanmamıştır. (10 puan)

2. a) B tarafından işletilmek istenen denetim yolunun koşulları çerçevesinde olayı


değerlendiriniz. (15 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın mevcut hükümlerine göre anayasaya aykırılık iddiasının iki
şekilde ileri sürülebilmesi mümkündür. Birincisi, 1982 Anayasası’nın 150. maddesinde
düzenlenen, belirli sayıda milletvekili ve bazı organlara tanınan iptal davası yoludur.
İkincisi ise 1982 Anayasası’nın 152. maddesinde düzenlenen, bir mahkemede görülmekte
olan bir davada uygulanılacak olan normun anayasaya aykırı olduğu iddiası karşısında
mahkemenin bu iddiayı ciddi bularak Anayasa Mahkemesine taşıması şeklindeki itiraz
yoludur. Olayda bir mahkemede görülmekte olan davada anayasaya aykırılık ileri
sürüldüğünden somut norm denetimi (itiraz yolu) söz konusudur. Bu yolda, bir davaya
bakmakta olan mahkeme, uygulanacak hükmü kendiliğinden Anayasaya aykırı görürse
veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa,
Anayasa Mahkemesinin (AYM) bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Bu
çerçevede itiraz yolunun koşulları şunlardır:

Bakılmakta olan bir dava olmalıdır. Yargı yoluyla çözümlenmekte olan her iş birer
davadır. Yöntemine uygun olarak açılmış, başlamış ve yürütülmekte olan her yargılama,
görülmekte olan davadır. Bu durumda sonuçlanmış bir dava dolayısıyla Anayasa
Mahkemesine itiraz yoluna başvurulamaz. Fakat Anayasa Mahkemesine yapılan
başvurudan sonra dava bir nedenle ortadan kalksa dahi, Anayasa Mahkemesi anayasaya
aykırılık incelemesine devam edecektir. Anayasa Mahkemesi konuya ilişkin kararında,
“(…) Bu itibarla, dava mahkemelerinde itiraz yoluna başvurma kararı alınarak bu yol
işlemeye başladıktan sonra, ne mahkeme ve ne de taraflar işlemeye başlayan bu düzeni
durdurmaya yetkili değillerdir.

106
Sonradan doğacak hukuki durumlar, Anayasa Mahkemesi'ndeki çalışmayı
etkilemeyeceğinden, dava mahkemesindeki davadan davacının feragat etmiş olması,
başlamış olan Anayasaya uygunluk denetiminin sonuçlandırılmasına engellik edemez.”
diyerek bu hususu belirtmektedir (Bkz. E.1981/10, K.1983/16, K.t. 8/12/1983). Davaya
bakmakta olan bir “mahkeme” olmalıdır.

AYM’nin kararlarında mahkeme, bir davaya bakmakta olan, hâkim niteliğindeki


kişilerden kurulu, yargı yetkisine sahip, taraflar arasındaki uyuşmazlığın esasını
çözümleyen merci olarak tanımlanmaktadır. Bu bakımdan davaya bakmakta olan
mahkemenin, “(…) adli, askerî veya idarî dâvalara bakan ve bu dâvalarda nihai hüküm
vermek suretiyle anlaşmazlıkları çözümleyen her derecede” olması mümkündür. (Bkz. E.
1964/51, K.1965/3, K.t. 12/1/1965). Davada uygulanacak olan bir kanun ya da kararname
hükmü olmalıdır. Davada uygulanabilir nitelikte olmayan hükümler somut norm
denetimine konu olmaz. Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında belirtildiği üzere,
davaya uygulanacak kural, davanın değişik evrelerinde ortaya çıkan sorunların
çözümünde veya davayı sonuçlandırmada olumlu ya da olumsuz yönde etki yapacak
nitelikteki kuralları ifade etmektedir (Bkz. E.2006/114, K.2006/81, K.t. 5/9/2006).

Mahkeme, uygulanacak hükmü anayasaya aykırı görmeli veya aykırılık iddiasının ciddi
olduğu kanısına varmalıdır. Uyuşmazlığa ilişkin davanın görülmesi esnasında ilgili
mahkeme kendiliğinden veya davaya taraf olanların talebi üzerine, anayasaya aykırılık
iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa AYM önünde itiraz davası açabilir. Bu bakımdan
anayasaya aykırılık iddiasının hukuken savunulabilir (ilgili bilgi ve belgelerle
desteklenebilir) nitelikte olması gerekmekte olup yalnızca tarafların iddiası itiraz yolunun
işletilebilmesi bakımından yeterli değildir. Anayasaya aykırılık iddiasının mahkeme
tarafından ciddi görülmemesi halinde aykırılık iddiası üst derece mahkemesi tarafından
esas hükümle birlikte karara bağlanır. (5 puan)

Olayda, devam eden bir yargılamada, yetkili ve görevli olan mahkemede açılmış bir dava
bulunmaktadır. A’nın avukatı B, sahte para basma fiilinin cinayet gibi ağır bir suçla aynı
cezaya çarptırılmasını öngören TCK’nın 197. maddesinin ve müebbet hapis cezası
öngören kasten öldürme suçuna ilişkin 81. maddenin temel anayasal ilkelere aykırı
olduğunu belirtmiştir. Davada uygulama kabiliyeti olan kurallar için somut norm
denetimi yoluna başvurulabileceğinden davada uygulanma imkanı olmayan kasten
öldürmeye ilişkin 81. maddenin anayasaya uygun olup olmadığının incelenmesi mümkün
değildir.

107
Davada uygulanan 197. maddenin ise davada uygulanabilir norm olduğu şüphesizdir. Bu
kuralın anayasaya aykırı olduğuna yönelik iddianın ciddi bulunması veya mahkemenin
kendiliğinden bu kanaate ulaşması halinde somut norm denetimi işletilebilir. Olayda da
mahkeme dosyayı Anayasa Mahkemesine göndermiştir. (10 puan)

b) B’nin, Anayasa Mahkemesinden cevap gelmeden mahkûmiyet hükmü


verilmesinin hukuka aykırı olduğu yolundaki iddiası yerinde midir? Tartışınız. (5
puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın somut norm denetimini düzenleyen 152. maddesi uyarınca,
“Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını
verir ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun
hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki
karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır.” Görüldüğü üzere,
somut norm denetimi yoluna başvurulan mahkemelerin Anayasa Mahkemesinin kararını
beklemeleri gereken süre beş aydır. Olayda, Anayasa Mahkemesinin başvuruyla ilgili
olarak 1 yıl geçmesine rağmen herhangi bir karar vermemesi üzerine, A’nın sahte para
basma suçundan müebbet hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmesi söz
konusudur. Beş aydan fazla bir süre beklendiği için mahkemenin karar vermesinde bir
mahzur bulunmamaktadır. Bu durumda B’nin, Anayasa Mahkemesinden cevap gelmeden
mahkûmiyet hükmü verilmesinin hukuka aykırı olduğu yolundaki iddiasının yerinde
olmadığı söylenebilir. (5 puan)

3. TCK’nın 197. maddesinin anayasaya aykırı olduğu iddiası ile ilgili olarak Anayasa
Mahkemesi ne yönde karar vermiş olabilir? 1982 Anayasası’ndaki mevcut
düzenlemeler ışığında tartışınız. (15 puan)
CEVAP: Olayda, TCK’nın 197. maddesinin anayasaya aykırılık iddiası ile ilgili Anayasa
Mahkemesinin ne yönde karar vermiş olabileceği sorulmaktadır. Söz konusu düzenleme
uyarınca, “Memlekette veya yabancı ülkelerde kanunen tedavülde bulunan parayı, sahte
olarak üreten, ülkeye sokan, nakleden, muhafaza eden veya tedavüle koyan kişi, müebbet
hapis cezası ile cezalandırılır.” Görüldüğü üzere, düzenlemede sahte para basma suçunun
ömür boyu hapis cezası ile cezalandırılması öngörülmekte, kişi hürriyetine yönelik
oldukça ağır bir sınırlama düzenlenmektedir.

Temel hak ve özgürlüklerin kamu yararı amacıyla sınırlanması mümkün olmakla birlikte,
sınırlamaların 1982 Anayasası’nda öngörülen koşullara uygun olması gerekmektedir. Zira
Anayasanın 2. maddesi uyarınca, Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir. Anayasa

108
Mahkemesinin de belirttiği üzere, “Hukuk devleti eylem ve işlemleri hukuka uygun olan,
insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir
hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, hukuk kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık
olan devlettir.” (Bkz. AYM, E. 2017/158, K. 2018/89, K.t. 06/09/2018)

Bu çerçevede hukuk devleti, hak ve özgürlüklere sınırlama getirirken ölçülü olmak


zorundadır. Anayasanın 13. maddesinde de belirtildiği üzere, “Temel hak ve hürriyetler,
özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere
bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve
ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine aykırı olamaz.” Hem hukuk devletine ilişkin 2. madde hem de temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasına yönelik 13. madde, hak ve özgürlüklere yönelik
sınırlamaların ölçülü olmasını gerektirmektedir. Anayasa Mahkemesinin de belirttiği
üzere, “Ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden
oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen müdahalenin ulaşılmak istenen amacı
gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından
müdahalenin gerekli olmasını, orantılılık ise bireyin hakkına yapılan müdahale ile
ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade
etmektedir.” (Bkz. AYM, E. 2016/196, K. 2018/34, K.t. 28/03/2018)

Öngörülen tedbirin ulaşılmak istenen kamu yararı karşısında kişiyi olağan dışı ve aşırı bir
yük altına sokması durumunda müdahalenin orantılı ve dolayısıyla ölçülü olduğundan
söz edilemeyecektir. Sahte para basma suçunun müebbet hapis cezası ile
cezalandırılması, elde edilecek yarar bakımından elverişli ve gerekli sayılabilirse de bu
suçu işleyen kişinin hürriyetine yönelik müdahale ile amaç arasında orantısızlık olduğu
söylenebilir. Bu durumda Anayasa Mahkemesi, TCK’nın 197. maddesini ölçülülük ilkesine
aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edecektir. (15 puan)

ANAYASA HUKUKU / TEK-ÇİFT-İÖ/ BÜTÜNLEME / 18’-19’

TBMM Başkanlığı tarafından 24.10.2017 tarihinde Milletvekili (A)’ya devamsızlığı


sebebiyle “dikkat çekme yazısı” gönderilmiştir. 23.1.2018 tarihinde ise ilgili milletvekiline
1.10.2017 ile 31.12.2017 tarihleri arasında Genel Kurulun 47 birleşimine mazeretsiz
katılmadığı bildirilmiş; milletvekilinin talebi üzerine, katılmadığı birleşimleri gösterir

109
“devamsızlık cetveli” de 1.2.2018 tarihinde tebliğ edilmiştir. Anılan milletvekili,
devamsızlık cetvelinin kendisine tebliğinin ardından mensubu bulunduğu siyasi parti
tarafından, 1.10.2017 tarihinden 30.4.2018 tarihine kadar partisinin yurt dışı faaliyetlerini
yürütmek üzere görevlendirildiğine ilişkin yazıyı TBMM Başkanlığına sunmak suretiyle
devamsızlık cetveline İçtüzük’ün 152. maddesi uyarınca itirazda bulunmuştur. Başkanlık
Divanınca itiraz reddedilmiş, Karma Komisyon, ilgili milletvekili hakkında işlem
yapılması ve milletvekilliğinin düşmesi görüşüyle dosyanın Genel Kurula sunulmasına
karar vermiştir. Karma Komisyon raporu Genel Kurulda 298 kabul oyu almıştır.

SORULAR:
1. 1982 Anayasası m. 84’te belirtilen milletvekilliği düşme sebeplerini açıklayınız?
(20 puan)
CEVAP: Milletvekilliğinin düşmesi, milletvekilliği hakkının sonradan oluşan bazı
sebeplerle süresinden önce sona ermesidir. Milletvekilliğinin düşme sebeplerinden ilki
istifadır. İstifanın geçerli olması için öncelikle geçerli bir istifanın olup olmadığının Meclis
Başkanlık Divanınca tespiti aranmakta, daha sonra TBMM Genel Kurulunun kararı
gerekmektedir. Genel Kurulun kararı için nitelikli bir sayı belirtilmediğinden basit
çoğunluk yeterlidir. (5 puan)

TBMM üyeliğine seçilmeye engel bir suçtan dolayı kesin hüküm giyen veya kısıtlanan
milletvekilinin milletvekilliği, bu konudaki kesinleşmiş mahkeme kararının Genel Kurula
bildirilmesiyle düşmektedir. Kesin hüküm giyen veya kısıtlanan milletvekilinin
milletvekilliğinin düşmesi sadece Genel Kurula bilgi verilmesine bağlanmıştır.
Milletvekilinin kesin hüküm giymesi için öncelikle dokunulmazlık engelinin aşılmış ve
yargılama sonucunda seçilmeye engel bir ceza almış olması gerekir. Kesinleşen mahkeme
kararı hakkındaki tezkere TBMM Başkanlığına gelmekte, başkanlık bu tezkereyi Genel
Kurulun gündemine alarak, Genel Kurulda okunmaktadır. Okuma sonunda hiçbir oylama
yapılmadan, bu okuma işlemine bağlı olarak milletvekilliği düşmüş olmaktadır. (5 puan)

Anayasa’nın 82. maddesinde ve kanunlarda milletvekilliği ile bağdaşmayacağı belirtilen


herhangi bir hizmeti veya görevi sürdürmekte ısrar eden milletvekilinin milletvekilliğinin
düşmesine, yetkili komisyonun bu durumu tespit eden raporu üzerine Genel Kurulda
gizli oyla ve basit çoğunlukla karar verilir. (5 puan)

Bir milletvekili, meclis çalışmalarına özürsüz ve izinsiz olarak bir ay içinde toplam beş
birleşim günü katılmazsa, devamsızlığı Başkanlık Divanınca tespit edilir ve Anayasa ve

110
Adalet Komisyonları üyelerinden kurulu Karma Komisyona gönderilir. Karma
Komisyonun konuyu inceleyerek hazırladığı rapor Genel Kurulda görüşülür ve Genel
Kurul, devamsızlık sebebiyle milletvekilinin düşmesine üye tam sayısının salt çoğunluğu
ile karar vermektedir. (5 puan)

2. Olayda Milletvekili (A)’nın milletvekilliğinin düşüp düşmediği hususunu


değerlendiriniz? (20 puan)
CEVAP: Anayasa’nın 84/son hükmüne göre Meclis çalışmalarına özürsüz veya izinsiz
olarak bir ay içerisinde toplam beş birleşim günü katılmayan milletvekilinin
milletvekilliğinin düşmesine, durumun Meclis Başkanlık Divanınca tespit edilmesi
üzerine, Genel Kurulca üye tamsayısının salt çoğunluğunun oyuyla karar verilebilir.
Olayımızda milletvekilinin bir ayda beş bileşimi aşan devamsızlığı söz konusudur. İlgili
milletvekili devamsızlığını kabul etmekte ancak, mazeret olarak siyasi partisi tarafından
yapılan görevlendirmeyi ileri sürmektedir. Oysa devamsızlıkta izin hususu İçtüzük’ün 151.
maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre bir milletvekiline on güne kadar izin verme
yetkisi TBMM Başkanına, daha uzun süreli izinlerde ise TBMM Başkanlık Divanının teklifi
üzerine Genel Kurula aittir. (10 puan)

Anılan düzenlemeler uyarınca siyasi partilerin herhangi bir milletvekiline devamsızlık


konusunda izin verme yetkisi bulunmamaktadır. Siyasi parti genel merkezinin yurt dışı
görevlendirmelerinin Anayasa ve İçtüzük çerçevesinde devamsızlığa mazeret oluşturan
resmi görev sayılmadığından ilgili milletvekilinin devamsızlık nedeniyle milletvekili
düşme sebebi oluşmuştur. Ancak, Anayasaya göre düşme kararı üye tam sayısının salt
çoğunluğu ile alınması gerekmektedir. Olayımızda, salt çoğunluk olan 301 sayısının
altında bir kabul çıktığından milletvekilinin milletvekilliği düşmemiştir. (10 puan)

II. OLAY
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun, 6.12.2006 tarihli ve 5560 sayılı Kanun’un 24.
maddesiyle değiştirilen 253. maddesinin, “…veya yurt dışında olma…” ibaresinin de içinde
yer aldığı, (6) numaralı fıkrası ile (12) numaralı fıkrasının birinci cümlesine yönelik açılan
iptal davasında iptal başvurusu, Anayasa Mahkemesinin 12.3.2009 tarihli ve E.2007/14,
K.2009/48 sayılı kararıyla esastan reddedilmiş ve bu karar 25.6.2009 tarihli ve 27269
sayılı Resmî Gazete’de yayımlanmıştır. Ancak 06.11.2016 tarihinde aynı hükmün itiraz
yolu ile tekrar iptali istenmiştir.

111
SORULAR
3. 1982 Anayasası’nın 152. maddesinde öngörülen “itiraz yoluna” ilişkin koşulları
ve süreleri açıklayınız? (20 puan)
CEVAP: İtiraz yolu, “Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi” kenar
başlıklı Anayasa’nın 152. maddesinde düzenlenmektedir. Buna göre, “mahkemede
görülmekte olan dava olacak, davada uygulanacak bir kanun veya Cumhurbaşkanlığı
kararnamesi hükümleri bulunacak, anayasaya aykırılık iddiası ciddî olacaktır. Maddede
itiraz yoluna ilişkin olarak iki süre öngörülmektedir. Bunlardan biri, Anayasa
Mahkemesinin itiraz davasını 5 ayda inceleme süresi; ikincisi, Anayasa Mahkemesinin
işin esasına girerek verdiği ret kararı üzerine aynı kanun hükmüne karşı 10 yıl tekrar
dava açılamaması süresidir. (4 puan)

İtiraz yoluna başvurulabilmesi için öncelikle derece mahkemelerinde usulüne göre açılmış
ve devam etmekte olan bir dava olmalıdır. Anayasa Mahkemesi bu kriter bakımından
öncelikle davaya bakan makamın “mahkeme” olup olmadığını, mahkeme ise davada
“görevli ve yetkili” olup olmadığını, sonra da davanın “derdest” olup olmadığını,
incelemektedir. Anayasa Mahkemesine göre, mahkeme bir davaya bakmakta olan, hâkim
niteliğinde kişilerden kurulu, yargı yetkisine sahip, taraflar arasında uyuşmazlığın esasını
çözümleyen mercidir. Anayasa Mahkemesi, savcılıkları, sorgu hâkimlerini, hakemleri,
vergi itiraz ve temyiz komisyonlarını, mahkeme saymamaktadır. Buna karşın icra tetkik
mercileri ile askeri disiplin mahkemelerini mahkeme kavramı içinde
değerlendirmektedir. (4 puan)

Bir davaya bakmakta olan mahkeme, herhangi bir norm için değil, davada “uygulanacak
bir kanun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerini” Anayasa’ya aykırı
görürse itiraz yoluna başvurabilir. Anayasa Mahkemesine göre, bir davanın değişik
evrelerinde ortaya çıkan sorunların çözümünde veya davayı sonuçlandırmada olumlu ya
da olumsuz yönde etki yapacak nitelikte bulunan ya da tarafların istek ve savunmaları
çerçevesinde bir karar vermek için göz önünde tutulması gereken kurallar davada
uygulanacak hüküm kabul edilir. Anayasa Mahkemesi, itiraz davasında iptali istenen
kuralın bütünüyle mi yoksa kısmen mi inceleneceği sorununa “sınırlama sorunu”
demektedir. Anayasa Mahkemesi, iptali istenen kurallardan uygulanacak hüküm
niteliğinde görmediği kısma ilişkin davayı açan mahkemenin yetkisizliği sebebiyle ret
kararı verir. (4 puan)

112
İtiraz yoluna başvurulmasında aranan bir diğer koşul, davaya bakan mahkeme
tarafından, anayasaya aykırılık iddiasının “ciddi” görülmesidir. Davaya bakan mahkeme
anayasaya aykırılık iddiasında “resen” bulunabileceği gibi “taraflardan birinin ileri
sürdüğü aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına varırsa” itiraz yoluna başvurabilir.
Anayasaya aykırılık iddiasının ciddi görülmesinden kasıt, “hukuki bakımdan savunulabilir
veya tartışılabilir bir argümana” dayanmasıdır. Davayı uzatma veya engelleme amacına
yönelik olduğu anlaşılan veya hukuki dayanaktan açıkça yoksun bulunan iddialar ciddi
kabul edilmez. İtirazın ciddiliğini davaya bakmakta olan mahkeme takdir eder. Anayasa
Mahkemesi, iddianın ciddiliği konusunda bir ön inceleme yapmaz. (4 puan)

İtiraz yolunda Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay
içinde kararını verir ve açıklar. Bu süre içinde Anayasa Mahkemesince karar verilmezse
derece mahkemesi davayı yürürlükteki kanun hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak,
Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, derece
mahkemesi buna uymak zorundadır. İtiraz davasında Anayasa Mahkemesinin işin
esasına girerek verdiği ret kararının Resmî Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl
geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda
bulunulamaz. (4 puan)

4. Olayda daha önce Anayasaya aykırılık talebi reddedilen hükümlere karşı itiraz
yolu ile tekrar başvuru yapılıp yapılamayacağını doktrin ve Anayasa Mahkemesi
içtihadı doğrultusunda değerlendiriniz? (20 puan)
Doktrinde hâkim görüş, on yıl süreli denetim yasağının sadece “itiraz davası” kapsamında
uygulanabileceği yönündedir. Doktrine göre on yıllık süre Anayasa’nın 152. maddesi ve
6216 sayılı Kanun 41. maddelerinde itiraz yolu için düzenlendiğinden ve on yıl süreli
denetim yasağının sınırlayıcı bir hüküm olması nedeniyle dar yorumlanması gerektiği
nedeniyle, iptal davası bakımından geçerli olmaması gerektiği yönündedir. (10 puan)

Doktrinin aksine, Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadı, bu sürenin iptal davası


kapsamında verilen ret kararları için de geçerli olduğu yönündedir. Mahkeme iptal veya
itiraz başvurularında verilecek kararların nitelik olarak aynı olduğu argümanına
dayanmaktadır. Mahkemenin iki dava kapsamında yapılan incelemede nitelik farkı
olmadığını göstermek için kullandığı bir diğer argüman, “aynı kurala ilişkin olarak
Anayasa Mahkemesi önünde aynı anda hem iptal davası hem de itiraz başvurusunun
bulunması durumunda bu başvuruların birleştirilerek incelenmesinin” mümkün
olduğudur. Anayasa Mahkemesi, bu hükmün 152/son’da yer almasını, iptal davası

113
bakımından özel olarak düzenlenmesine ihtiyaç duyulmadığı; kanun yapma tekniğine
daha uygun olduğu için de itiraz başvurularına ilişkin bölümde düzenlendiği sonucuna
varmaktadır. Dolayısıyla olayımızda on yıllık süre yasağı dolmadığından Anayasa
Mahkemesi başvuruyu reddedecektir. (10 puan)

SORULAR
5. Aşağıda yer alan Anayasal kuruluşların üye yapısı ve seçimini yazınız? (20 puan)
a) Yüksek Seçim Kurulu (5 puan)
CEVAP: Yüksek Seçim Kurulu yedi asıl ve dört yedek üyeden oluşur. Üyelerin altısı
Yargıtay, beşi Danıştay Genel Kurullarınca kendi üyeleri arasından üye tamsayılarının salt
çoğunluğunun gizli oyu ile seçilir. Bu üyeler, salt çoğunluk ve gizli oyla aralarından bir
başkan ve bir başkanvekili seçerler. Yüksek Seçim Kuruluna Yargıtay ve Danıştaydan
seçilmiş üyeler arasından ad çekme ile ikişer yedek üye ayrılır. Yüksek Seçim Kurulu
Başkanı ve Başkanvekili ad çekmeye girmezler.

b) Hakimler ve Savcılar Kurulu (5 puan)


CEVAP: Hâkimler ve Savcılar Kurulu onüç üyeden oluşur. Kurulun Başkanı Adalet
Bakanıdır. Adalet Bakanlığı Müsteşarı Kurulun tabiî üyesidir. Kurulun, üç üyesi birinci
sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren nitelikleri yitirmemiş adlî yargı hâkim ve
savcıları arasından, bir üyesi birinci sınıf olup, birinci sınıfa ayrılmayı gerektiren
nitelikleri yitirmemiş idarî yargı hâkim ve savcıları arasından Cumhurbaşkanınca; üç
üyesi Yargıtay üyeleri, bir üyesi Danıştay üyeleri, üç üyesi nitelikleri kanunda belirtilen
yükseköğretim kurumlarının hukuk dallarında görev yapan öğretim üyeleri ile avukatlar
arasından Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilir. Öğretim üyeleri ile avukatlar
arasından seçilen üyelerden, en az birinin öğretim üyesi ve en az birinin de avukat olması
zorunludur. Kurulun Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından seçilecek üyeliklerine ilişkin
başvurular, Meclis Başkanlığına yapılır.

Başkanlık, başvuruları Anayasa ve Adalet Komisyonları Üyelerinden Kurulu Karma


Komisyona gönderir. Komisyon her bir üyelik için üç adayı, üye tamsayısının üçte iki
çoğunluğuyla belirler. Birinci oylamada aday belirleme işleminin sonuçlandırılamaması
halinde ikinci oylamada üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu aranır. Bu oylamada da
aday belirlenemediği takdirde, her bir üyelik için en çok oyu alan iki aday arasında ad
çekme usulü ile aday belirleme işlemi tamamlanır. Türkiye Büyük Millet Meclisi,
Komisyon tarafından belirlenen adaylar arasından, her bir üye için ayrı ayrı gizli oyla
seçim yapar.

114
Birinci oylamada üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu; bu oylamada seçimin
sonuçlandırılamaması halinde, ikinci oylamada üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu
aranır. İkinci oylamada da üye seçilemediği takdirde en çok oyu alan iki aday arasında ad
çekme usulü ile üye seçimi tamamlanır.

c)Anayasa Mahkemesi (5 puan)


CEVAP: Anayasa Mahkemesi onbeş üyeden kurulur. Türkiye Büyük Millet Meclisi; iki
üyeyi Sayıştay Genel Kurulunun kendi başkan ve üyeleri arasından, her boş yer için
gösterecekleri üçer aday içinden, bir üyeyi ise baro başkanlarının serbest avukatlar
arasından gösterecekleri üç aday içinden yapacağı gizli oylamayla seçer. Türkiye Büyük
Millet Meclisinde yapılacak bu seçimde, her boş üyelik için ilk oylamada üye tam sayısının
üçte iki ve ikinci oylamada üye tam sayısının salt çoğunluğu aranır. İkinci oylamada salt
çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamada en çok oy alan iki aday için üçüncü oylama yapılır;
üçüncü oylamada en fazla oy alan aday üye seçilmiş olur.

Cumhurbaşkanı; üç üyeyi Yargıtay, iki üyeyi Danıştay genel kurullarınca kendi başkan ve
üyeleri arasından her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden; en az ikisi hukukçu
olmak üzere üç üyeyi Yükseköğretim Kurulunun kendi üyesi olmayan yükseköğretim
kurumlarının hukuk, iktisat ve siyasal bilimler dallarında görev yapan öğretim üyeleri
arasından göstereceği üçer aday içinden; dört üyeyi üst kademe yöneticileri, serbest
avukatlar, birinci sınıf hâkim ve savcılar ile en az beş yıl raportörlük yapmış Anayasa
Mahkemesi raportörleri arasından seçer.

Anayasa Mahkemesi üyeleri arasından gizli oyla ve üye tam sayısının salt çoğunluğu ile
dört yıl için bir Başkan ve iki başkanvekili seçilir. Süresi bitenler yeniden seçilebilirler.

d) TBMM Başkanlık Divanı (5 puan)


Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanı, Meclis üyeleri arasından seçilen Meclis
Başkanı, Başkanvekilleri, Kâtip Üyeler ve İdare Amirlerinden oluşur. Başkanlık Divanı,
Meclisteki siyasî parti gruplarının üye sayısı oranında Divana katılmalarını sağlayacak
şekilde kurulur. Siyasî parti grupları Başkanlık için aday gösteremezler. Türkiye Büyük
Millet Meclisi Başkanlık Divanı için, bir yasama döneminde iki seçim yapılır. İlk
seçilenlerin görev süresi iki yıldır, ikinci devre için seçilenlerin görev süresi ise o yasama
döneminin sonuna kadar devam eder. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan adayları,
Meclis üyeleri içinden, Meclisin toplandığı günden itibaren beş gün içinde, Başkanlık
Divanına bildirilir, Başkan seçimi gizli oyla yapılır. İlk iki oylamada üye tamsayısının üçte

115
iki ve üçüncü oylamada üye tamsayısının salt çoğunluğu aranır. Üçüncü oylamada salt
çoğunluk sağlanamazsa, bu oylamada en çok oy alan iki aday için dördüncü oylama
yapılır; dördüncü oylamada en fazla oy alan üye, Başkan seçilmiş olur. Başkan seçimi,
aday gösterme süresinin bitiminden itibaren, beş gün içinde tamamlanır.

ANAYASA / TEK / FİNAL / 19’-20’

I. OLAY
Bay (A), Sivas’tan bağımsız milletvekili adayı olmuştur. Seçim çalışmaları sırasında (A)
konvoy halinde ilerlerken kırmızı ışığı fark etmemiş ve yaya geçidinde karşıdan karşıya
geçen kişiye çarparak yaralanmasına sebep olmuştur. Olay yargıya intikal etmiş, tutuklu
olarak yapılan yargılama sonucu (A), taksirle adam yaralama suçundan dolayı bir yıl altı
ay özgürlüğü bağlayıcı cezaya mahkûm olmuştur. Aynı bölgeden rakip partinin adayı (B),
mahkûmiyetin kesinleşmesi sonrası seçilme ehliyetini kaybettiği gerekçesiyle (A)’nın
adaylığına İl Seçim Kurulunda itiraz etmiştir. İl Seçim Kurulunun ret kararına karşı
Yüksek Seçim Kuruluna (YSK) başvuru yapılmıştır. YSK kararını açıklamadan önce, (A)
içine düştüğü durum karşısında bunalıma girmiş ve seçim günü sabahı ceza evinde
intihar etmiştir. (A)’nın anne ve babası, evlatlarının intiharında cezaevi görevlilerinin
kusuru bulunduğu gerekçesiyle hak arama mücadelesi başlatmıştır.

SORULAR
1. Cezaevinde bulunan kişilerin tutuklu, kısıtlı, hükümlü olma durumlarını göz
önüne alarak milletvekili adaylık durumlarını açıklayınız. Olayımızda (A)’nın
durumu hakkında YSK’nın verebileceği muhtemel kararı değerlendiriniz.
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 76. maddesinde milletvekili seçilme yeterliliği
düzenlenmektedir. Söz konusu madde uyarınca, “Onsekiz yaşını dolduran her Türk
milletvekili seçilebilir. En az ilkokul mezunu olmayanlar, kısıtlılar, askerlikle ilişiği
olanlar, kamu hizmetinden yasaklılar, taksirli suçlar hariç toplam bir yıl veya daha fazla
hapis ile ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanlar; zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet,
hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas gibi yüz kızartıcı
suçlarla, kaçakçılık, Resmî ihale ve alım satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarını açığa
vurma, terör eylemlerine katılma ve bu gibi eylemleri tahrik ve teşvik suçlarından biriyle
hüküm giymiş olanlar, affa uğramış olsalar bile milletvekili seçilemezler. Hakimler ve
savcılar, yüksek yargı organları mensupları, yükseköğretim kurumlarındaki öğretim
elemanları, Yükseköğretim Kurulu üyeleri, kamu kurum ve kuruluşlarının memur

116
statüsündeki görevlileri ile yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer
kamu görevlileri ve Silahlı Kuvvetler mensupları, görevlerinden çekilmedikçe, aday
olamazlar ve milletvekili seçilemezler.” Dolayısıyla cezaevinde bulunan tutuklu kişilerle
ilgili henüz bir hüküm olmadığından bu kimselerin milletvekilliğine aday olması
mümkündür.

Kısıtlılık 4721 sayılı Medeni Kanun’da düzenlenmektedir. Söz konusu Kanun’un 407.
maddesinin birinci fıkrası uyarınca, “Bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı bir
cezaya mahkûm olan her ergin kısıtlanır.” Bir yıl ve daha fazla süreli hapis cezasına
hüküm giyen ergin kişi infaz savcısının talebi üzerine, ayrıca dinlenilmesine gerek
kalmadan sulh hukuk mahkemesinin kararı ile infaz süresince doğrudan
kısıtlanmaktadır. Kısıtlı olan bir kişi, Anayasa’nın 76. maddesine göre milletvekili
seçilemez. Ancak Anayasa’nın 76. maddesinde “taksirli suçlar hariç, toplam bir yıl veya
daha fazla hapis veya süresi ne olursa olsun ağır hapis cezasına hüküm giymiş olanlar
milletvekili seçilemez” denilmektedir. Bu iki hüküm birlikte yorumlandığında, bir yıldan
fazla hapis cezası olan kişi infaz süresince kısıtlı sayıldığından bu süre içinde milletvekili
olamayacak, infaz tamamlandıktan sonra ise, taksirli suçlardan dolayı hüküm giymişse
milletvekili olabilecek, kasıtlı suçlardan hüküm giymişse hak mahrumiyeti devam
edecektir. Taksirli bir suçtan hüküm giymiş ve cezası da bir yıldan az ise hakkında
kısıtlılık kararı da verilemeyeceğinden infaz sırasında milletvekili seçilebilir.

Olayda (A), taksirle adam yaralama suçundan dolayı bir yıl altı ay özgürlüğü bağlayıcı
cezaya mahkûm olmuştur. A bir yıldan daha uzun süreli hapis cezasına hüküm
giydiğinden hakkında kısıtlılık kararı verilecek ve infaz süresince kısıtlı sayılacağından bu
süre içinde milletvekili olamayacaktır. Ancak taksirli bir suçtan hüküm giydiği için infaz
tamamlandıktan sonra milletvekili olabilecektir.

2. Olayımızda YSK’nın milletvekili seçilme yeterliliği hakkında olumlu karar


verdiği varsayıldığında (A)’nın milletvekili sıfatını kazanıp kazanmadığını
değerlendiriniz.
CEVAP: Milletvekili sıfatının ne zaman kazanıldığına ilişkin açık bir kural 1982
Anayasası’nda bulunmamaktadır. Anayasa’nın 75. maddesine göre, “Türkiye Büyük Millet
Meclisi genel oyla seçilen altıyüz milletvekilinden oluşur.” Bu maddede “genel oyla
seçilen” ifadesi, milletvekillerinin seçimin tamamlanması ile milletvekili sıfatını
kazandığını göstermektedir. Dolayısıyla milletvekilliği sıfatını kazanma anı; seçim sonrası
mazbatanın alınması, seçim sonuçlarının Resmi Gazetede ilan edilmesi ya da yemin

117
edilmesi zamanı değil, seçim günü oylamanın bittiği an kabul edilmektedir. Nitekim
Yüksek Seçim Kurulu, 22/07/2007 tarihinde yapılan 23. Dönem Milletvekili Genel
Seçiminde seçimler tamamlandıktan sonra, ancak seçildiğine dair mazbatayı almadan
vefat eden bir milletvekili hakkında verdiği kararda, milletvekili sıfatının kazanıldığı anı
seçimin tamamlandığı an olarak kabul etmiştir.

Olayda (A) içine düştüğü durum karşısında bunalıma girmiş ve seçim günü sabahı ceza
evinde intihar etmiştir. Milletvekili sıfatının kazanıldığı an, seçimin tamamlandığı an
olarak kabul edildiğinden (A)’nın milletvekili sıfatını kazanmadığı söylenebilir. Zira (A)
seçim tamamlanmadan hayatını kaybetmiştir.

3. (A)’nın anne ve babasının “mağdur sıfatını” değerlendiriniz. İç hukukta bu olay


karşısında başvurabilecekleri yargısal ve yargı dışı mekanizmaları açıklayınız.
CEVAP: İnsan hakları hukukunda yargısal ve yargı dışı mekanizmalara başvurulabilmesi
için başvurucuların hak ve özgürlüklerinin birisinin veya birden fazlasının ihlal edildiğini
iddia etmeleri gerekmektedir. Bu bağlamda başvurucu mağdurluk sıfatına sahip
olmalıdır. AYM ve AİHM, mağdur kavramının tam ve kesin bir tanımını yapmaktan
kaçınmıştır. Böylece mağdur kavramının zamanın şartlarına göre kendisini güncellemesi
ve dinamik kalması sağlanmıştır. Günümüzde doğrudan, dolaylı ve potansiyel olarak üç
çeşit mağdur kavramının olduğu kabul edilmektedir. Doğrudan mağdur, başvuruların
hak ve/veya özgürlüğü ihlal edilenler tarafından doğrudan yapılması şeklinde
açıklanabilir. Dolaylı mağdur, doğrudan mağdur ile arasında kişisel ve özel bir bağ
bulunan, dolayısıyla da ihlalden olumsuz olarak etkilenmiş veya ihlalin sona ermesinden
meşru ve kişisel bir menfaati bulunan kimseler olarak açıklanabilir. Son olarak potansiyel
mağdur ise somut olaya dayanmayan başvurucunun potansiyel ve kendisine yaklaşan bir
ihlal tehdidi altında olduğunu inandırıcı bir şekilde açıklaması halinde başvurusunun
kabul edilebilir bulunması şeklinde açıklanabilir. Bu bakımdan bir değerlendirme
yaptığımızda başvuruların hak ve/veya özgürlüğü ihlal edilenler tarafından doğrudan
yapılması gerekmektedir. Bu çerçevede doğrudan mağdurların başvurusu söz konusudur.
Ancak bazı hak ve özgürlükler bakımından kişilerin doğrudan başvuru yapması söz
konusu olamamaktadır. Yaşam hakkının ihlali iddiası böyledir. Nitekim hayatını
kaybeden kişi herhangi bir başvuru yapamayacağından bu durumda kişinin yakınlarının
ölen kişinin yaşam hakkının ihlal edildiği iddiasını ileri sürmeleri mümkündür. Olayda da
(A)’nın anne ve babası yaşam hakkı bakımından dolaylı mağdur sıfatına sahiptir. Bu
bağlamda da evlatlarının intiharından cezaevi görevlilerinin kusuru bulunduğu
gerekçesiyle hak arama mücadelesi başlatmışlardır.

118
Ulusal hukuk içinde her türlü hak ihlali, esas olarak yargıda çözülür. Yargısal korumadan
yararlanma her şeyden önce, bir insan hakkı olarak kabul edilir. Yargı içinde insan
haklarının korunması, genel mahkemelerce genel yargı yolu içinde gerçekleştiği gibi,
anayasa mahkemesi tarafından özel bir yol olan “bireysel başvuru yolu” ile de
gerçekleştirilmektedir. Genel yargı yolunda insan hakları, yasal haklar çerçevesinde ileri
sürülebilirken, bireysel başvuru yolunda doğrudan temel hak ve özgürlükler olarak ileri
sürülmektedir. Bu anlamda genel yargı yolunun koruma işlevi ile bireysel başvuru yolu
birbirinden ayrılmaktadır. Ayrıca bireysel başvuru yolu olağan yargı yollarının
tüketilmesinin ardından başvurulacak bir yoldur.

Yargısal koruma çoğunlukla hak ihlali gerçekleştikten sonra, ihlalden doğan sonuçları
ortadan kaldırma ya da devam eden bir ihlale son verme işlevi görmektedir. Yargı
kararlarının kesin ve herkesi için bağlayıcı olması yargısal korumayı etkin ve esas
kılarken, bu yolun, detaylı ve zaman alan bir inceleme usulüne tabi olması ve masraflı
olması, yargı dışı koruma mekanizmalarının kurulmasında etkili olmuştur. Yargı dışı
koruma, daha çok ihlalin kaynağını oluşturun kamu makamlarının, kendi içinde bu ihlali
yargıya gitmeden çözme düşüncesine dayanmaktadır. Bu çözüm tarzı, hem yapılan
hatadan dönme konusunda idareye öncelik vermekte hem de konunun insan hakları
açısından değerlendirilmesi fırsatını doğurmaktadır. Bu çözüm tarzı hem yargının yoğun
iş yükünü azaltma hem de hak ihlaline uğrayan kişiye daha çabuk çözüm bulma fırsatı
vermektedir. Yargısal denetimin yavaş işlemesi ve sonucun geç alınması, yargı dışı
denetim mekanizmalarının kurulmasında etkili olmuştur. Türkiye’de de benzer
mekanizmalar oluşturulmuş olup iki kurum dikkat çekmektedir: Kamu Denetçiliği
Kurumu, Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu. Bu iki kurum yarı yargısal bir
mekanizma olup, bunların vermiş olduğu kararlar kesin değildir.

Kamu Denetçiliği Kurumu, idarenin işleyişi ile ilgili şikâyet üzerine, idarenin her türlü
eylem ve işlemleri ile tutum ve davranışlarını; insan haklarına dayalı adalet anlayışı
içinde, hukuka ve hakkaniyete uygunluk yönlerinden incelemek, araştırmak ve idareye
önerilerde bulunmakla görevlidir. Türkiye İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu ise insan
haklarının korunmasına, geliştirilmesine, ayrımcılığın önlenmesine ve ihlallerin
giderilmesine yönelik çalışmalar yapmak, insan hakları ve ayrımcılıkla mücadele
konularında kitle iletişim araçlarını da kullanarak bilgilendirme ve eğitim yoluyla
kamuoyunda duyarlılığı geliştirmek, millî eğitim müfredatında bulunan insan hakları ve
ayrımcılık yasağıyla ilgili bölümlerin hazırlanmasına katkıda bulunmak gibi görev ve
yetkilere sahiptir. Kurumun ayrıca insan hakları ihlallerini resen incelemek, araştırmak,

119
karara bağlamak ve sonuçlarını takip etmek görevi de bulunmaktadır. Kurum’un
ayrımcılık yasağının ihlali halinde idari yaptırım uygulama yetkisi de bulunmaktadır. Her
iki kuruma başvurmak zorunlu değildir. Zira bu kurumların kararları yargı kararı
kesinliği taşımamaktadır.

II. OLAY
2017 Anayasa değişikliklerinden önce işlemiş olduğu kişisel bir suç nedeniyle
Cumhurbaşkanı hakkında fezleke düzenlenmiş ve fezleke Türkiye Büyük Millet Meclisine
(TBMM) gönderilmiştir. Ancak 2017 Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı’nın yargılama
usulü değişmiştir. TBMM yeni usule göre Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma
açılmasına karar vermiştir. Buna sinirlenen Cumhurbaşkanı seçimlerin yenilenmesi
kararı almıştır. Kararın Resmî Gazete’de yayımlanması üzerine, Yüksek Seçim Kurulu bu
kararın Anayasa’ya aykırı olduğunu ifade ederek seçimlerin yapılamayacağına karar
vermiştir.

SORULAR
1. Cumhurbaşkanı’nın yargılanmasına ilişkin usulü 2017 öncesi ve sonrası olarak
karşılaştırarak açıklayınız. Olayımızda TBMM’nin hangi usulü uygulaması
gerektiğini değerlendiriniz.
CEVAP: Osmanlı-Türk Anayasaları’nda 2017 Anayasa değişikliğine kadar
Cumhurbaşkanı’nın cezai sorumluluğu, vatana ihanet ve kişisel suçlar şeklinde ayrıma
tabii tutulmuştur. Bu çerçevede 1982 Anayasası’nın ilk halinde Cumhurbaşkanı’nın görevi
ile ilgili suçları vatana ihanet kavramı kapsamında Yüce Divan yargılamasına konu
edilmiştir. 2017 Anayasa değişikliği sonrası Cumhurbaşkanı’nın cezai sorumluluğu usulü
tamamen değiştirilmiştir. Değişiklik öncesinde Cumhurbaşkanı’nın görev suçları
kapsamında Yüce Divanda, kişisel suçlarında dokunulmazlık kapsamında genel
mahkemelerde yargılanması söz konusu iken; yeni düzenlemede “bir suç işlediği
iddiasıyla” denilerek her türlü suç için Yüce Divanda yargılanma usulü getirilmiştir.
Üstelik 2017 değişiklikleri öncesinde çok daha az yeter sayılarla cezai sorumluluk
mekanizmasını işletmek mümkünken değişikliklerle birlikte çok daha yüksek sayılar
gerekmektedir. Nitekim 1982 Anayasası’nın 105. maddesi uyarınca,

“Cumhurbaşkanı hakkında, bir suç işlediği iddiasıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi üye
tamsayısının salt çoğunluğunun vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebilir.
Meclis, önergeyi en geç bir ay içinde görüşür ve üye tamsayısının beşte üçünün gizli
oyuyla soruşturma açılmasına karar verebilir. Soruşturma açılmasına karar verilmesi

120
halinde, Meclisteki siyasi partilerin, güçleri oranında komisyona verebilecekleri üye
sayısının üç katı olarak gösterecekleri adaylar arasından her siyasi parti için ayrı ayrı ad
çekme suretiyle kurulacak onbeş kişilik bir komisyon tarafından soruşturma yapılır.
Komisyon, soruşturma sonucunu belirten raporunu iki ay içinde Meclis Başkanlığına
sunar. Soruşturmanın bu sürede bitirilememesi halinde, komisyona bir aylık yeni ve
kesin bir süre verilir. Rapor Başkanlığa verildiği tarihten itibaren on gün içinde dağıtılır,
dağıtımından itibaren on gün içinde Genel Kurulda görüşülür. Türkiye Büyük Millet
Meclisi, üye tamsayısının üçte ikisinin gizli oyuyla Yüce Divana sevk kararı alabilir. Yüce
Divan yargılaması üç ay içinde tamamlanır, bu sürede tamamlanamazsa bir defaya
mahsus olmak üzere üç aylık ek süre verilir, yargılama bu sürede kesin olarak
tamamlanır. Hakkında soruşturma açılmasına karar verilen Cumhurbaşkanı, seçim
kararı alamaz. Yüce Divanda seçilmeye engel bir suçtan mahkûm edilen
Cumhurbaşkanının görevi sona erer. Cumhurbaşkanının görevde bulunduğu sürede
işlediği iddia edilen suçlar için görevi bittikten sonra da bu madde hükmü uygulanır.”

Olayda 2017 Anayasa değişikliklerinden önce işlemiş olduğu kişisel bir suç nedeniyle
Cumhurbaşkanı hakkında fezleke düzenlenmiş ve fezleke Türkiye Büyük Millet Meclisine
(TBMM) gönderilmiştir. Sonrasında ise Cumhurbaşkanı’nın yargılama usulü
değiştiğinden TBMM yeni usule göre Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açılmasına
karar vermiştir. 1982 Anayasası’nın 105. maddesinde Cumhurbaşkanı hakkında, “bir suç
işlediği iddiasıyla” Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının salt çoğunluğunun
vereceği önergeyle soruşturma açılması istenebileceği düzenlendiğinden, kişisel suçlarla
görev suçları arasında bir ayrım yapılmadığından TBMM’nin 105. maddedeki yeni usulü
uygulaması yerindedir. Zira usul kuralları bakımından derhal uygulanma ilkesi geçerlidir.

2. Cumhurbaşkanı’nın yargılanmasına ilişkin süreci göz önüne alarak, sürecin


Cumhurbaşkanı bakımından doğurduğu hukuki sonuçları açıklayınız. Olayımızda,
Cumhurbaşkanı’nın aldığı seçim kararını ve YSK’nın kararını değerlendiriniz.
CEVAP: 2017 Anayasa değişikliği öncesinde Cumhurbaşkanı’nın Yüce Divanda yargılanıp
ceza alması durumunda ne olacağı açıkça düzenlenmemiştir. Yeni düzenleme ile birlikte
“seçilmeye engel bir suçtan” mahkûm olması halinde Cumhurbaşkanı’nın görevi sona
ermektedir. Dolayısıyla her türlü suçtan dolayı Cumhurbaşkanı’nın Yüce Divanda
yargılanması mümkünken, ancak milletvekili seçilmeye engel bir suçtan mahkûm olma
halinde Cumhurbaşkanlığı görevi sona ermektedir. Bu kapsamda olmayan bir suçtan
dolayı Yüce Divanda yargılanıp ceza alsa bile Cumhurbaşkanı’nın görevi sona

121
ermeyecektir. Bu durumda aldığı ceza görevinin sona ermesine kadar ertelenecek, görevi
sona erince infaz edilecektir.

1982 Anayasası’nın 105. maddesi uyarınca, “Hakkında soruşturma açılmasına karar


verilen Cumhurbaşkanı, seçim kararı alamaz.” Dolayısıyla olayda TBMM’nin yeni usule
göre Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açılmasına karar vermesinin ardından buna
sinirlenen Cumhurbaşkanı’nın seçimlerin yenilenmesi kararı alması Anayasa’ya aykırıdır.
1982 Anayasası’nın 79. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, “Seçimlerin başlamasından
bitimine kadar, seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri
yapma ve yaptırma, seçim süresince ve seçimden sonra seçim konularıyla ilgili bütün
yolsuzlukları, şikayet ve itirazları inceleme ve kesin karara bağlama ve Türkiye Büyük
Millet Meclisi üyelerinin seçim tutanaklarını ve Cumhurbaşkanlığı seçim tutanaklarını
kabul etme görevi Yüksek Seçim Kurulunundur.” Görüldüğü üzere YSK’nın temel görevi
seçimlerin başlamasından bitimine kadar seçimlerin yönetimi ve seçim uyuşmazlıkları ile
ilgili kararlar vermektir. Bu çerçevede Kurulun 1982 Anayasası’na açıkça aykırı şekilde
alınan seçimlerin yenilenmesi kararının Anayasa’ya aykırı olduğunu ifade ederek
seçimlerin yapılamayacağına karar verip veremeyeceği tartışmalıdır.

ANAYASA / ÇİFT / FİNAL / 19’-20’

I. OLAY
Sivas ili seçim bölgesinden bağımsız milletvekili adayı olan (A), adaylık başvurusunun
kabul edilmesinden hemen sonra Sivas İl Sağlık Müdürlüğünde kamu görevine
atanmıştır. Ardından (A) 24 Haziran 2018 Pazar günü yapılan genel seçimlerde
milletvekili olarak seçilmiştir. Seçildikten sonra (A) kamu görevinden istifa etmiştir.
Bunun üzerine aynı seçim bölgesinden aday olan ancak seçilemeyen (B), Milletvekili
(A)’nın seçilme yeterliliğini sağlamadığı halde seçildiğini ifade etmiş ve bu gerekçeyle
seçim tutanağının iptali için Yüksek Seçim Kurulu’na başvurmuştur.

Bu arada (A), Meclis’te grubu bulunan (C) Partisi’ne katılmıştır. Meclis’te düzenlenen
basın toplantısında Milletvekili (A), (C) Partisi’ne katılma sebebini anlatırken, basın
toplantısı yapma sırası bekleyen bir diğer parti milletvekili (D) çok uzattığını belirterek
“İki saattir bekliyoruz, yeter!” diye söz atmıştır. Bunun üzerine sinirlenen (A) basın
toplantısı sırasında “Senin de partinin de…” diyerek hakaret ve küfür etmiştir.
Sonrasında her iki milletvekili birbiri hakkında suç duyurusunda bulunmuş, maddi ve

122
manevi tazminat davası açmıştır. Meclis Başkanlığı çıkan olaylar üzerine disiplin
soruşturması başlatmış, Başkan’ın teklifi üzerine her iki milletvekiline Meclisten geçici
çıkarma ve bir aylık ödenek ve yolluğun üçte ikisinin kesilmesi cezası Genel Kurul
tarafından verilmiştir.

SORULAR
1. Yüksek Seçim Kurulunun seçilme yeterliliğine ilişkin içtihadını açıklayarak
(A)’nın durumunu değerlendiriniz.
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 76. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca, “Hakimler ve savcılar,
yüksek yargı organları mensupları, yükseköğretim kurumlarındaki öğretim elemanları,
Yükseköğretim Kurulu üyeleri, kamu kurum ve kuruluşlarının memur statüsündeki
görevlileri ile yaptıkları hizmet bakımından işçi niteliği taşımayan diğer kamu görevlileri
ve Silahlı Kuvvetler mensupları, görevlerinden çekilmedikçe, aday olamazlar ve
milletvekili seçilemezler.” Seçim yapıldıktan ve milletvekili seçilen kişiye tutanak
verildikten sonra, kişi aleyhine seçilme yeterliliği olmadığı yönünde bir itirazda
bulunulacaksa, tutanak verildikten sonraki 3 gün içerisinde YSK’ya itirazda bulunulabilir.
Eğer seçim neticesine müessir olaylar ve haller mevcutsa o zaman itiraz süresi 7 gündür.
Bu süreler dışında YSK’ya itiraz yapılamamaktadır. Bu itiraz süreleri dışında YSK’nın
“Tam Kanunsuzluk Hali” olarak adlandırdığı durumlarda, adaylık her zaman iptal
edilebilmektedir. YSK’nın “tam kanunsuzluk” içtihadı şöyledir:

“2972 sayılı Kanunda yer alan seçilme yeterliğine ilişkin hükümlerin bir kısmı T.C.
Anayasasının 76 ncı maddesindeki amir hükme dayandığından seçilenin Türk olmadığı,
yaşının kanunda gösterilenden küçük olduğu, okur-yazar olmadığı ve seçilme yeterliliğini
kaybettiren bir mahkumiyeti bulunduğu ile ilgili iddia ve itirazların süresine
bakılmaksızın ve seçim sonuçlarının kesinleşmesinden sonra dahi T.C. Anayasasının 79
uncu maddesinin verdiği görev ve tam kanunsuzluk hali sebebiyle, Yüksek Seçim
Kurulunca her zaman ele alınıp karara bağlanabileceği Kurulumuzca kabul edilmektedir.
(YSK, Karar No: 331)”

YSK tam kanunsuzluk halini, milletvekilliği adaylığı için aranan “görevden çekilme”
şartının yerine getirilmemesi halinde uygulamamaktadır. Zira YSK’ya göre “(…) kamu
görevlilerinin görevlerinden ayrılmadıkça aday olamayacakları benimsenmiş ise de,
Yüksek Seçim Kurulunun istikrarlı kararlarında bu kuralın adaylık kesinleşmeden önceki
dönemde ileri sürülmesi durumunda dikkate alınabileceği, adaylık kesinleştikten sonra
bu durumun ortaya çıkması halinde ise tam kanunsuzluk niteliğinde görülmeyerek

123
adaylığın iptal nedeni sayılmayacağı kabul edilmiştir. Kaldı ki, Yasalarımızda
milletvekilliği adaylığı kesinleştikten sonra seçim süreci devam ederken Devlet
Memurluğuna girişi yasaklayan açık bir hüküm mevcut değildir. (YSK, Karar No: 699)”
Görüldüğü üzere istifa şartı YSK tarafından tam kanunsuzluk sebebi sayılmamaktadır.

Olayda A’nın kamu görevinden çekilmesi/çekilmemesi ile ilgili bir sorun bulunmaktadır.
Ancak A’nın adaylığının kesinleşmesinden, hatta milletvekili seçilmesinden sonra ileri
sürülmüş bir itiraz söz konusudur. Bir üst paragrafta belirtildiği üzere, Yüksek Seçim
Kurulunun istikrarlı kararlarında görevden çekilme şartının adaylık kesinleşmeden
önceki dönemde ileri sürülmesi durumunda dikkate alınabileceği, adaylık kesinleştikten
sonra bu durumun ortaya çıkması halinde ise tam kanunsuzluk niteliğinde görülmeyerek
adaylığın iptal nedeni sayılmayacağı kabul edilmektedir. Diğer bir deyişle, “görevden
çekilme” şartının yerine getirilmemesi halinde tam kanunsuzluk hali
uygulanmamaktadır. Bu durumda A’nın seçilme yeterliliği bakımından da tam
kanunsuzluk içtihadı uygulanmayacaktır.

2. Yasama sorumsuzluğunu unsurları ile birlikte açıklayınız. Olayda Milletvekili (A)


ve Milletvekili (D)’nin açtığı davaları değerlendiriniz.
CEVAP: Yasama sorumsuzluğu, milletvekillerinin meclis çalışmalarındaki oy ve
sözlerinden sorumlu tutulmamalarına, yasama dokunulmazlığı ise milletvekillerinin
meclisteki fiziki varlıklarını korumaya yönelik güvencelerdir.1982 Anayasası’nın 83.
maddesi uyarınca, “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve
sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının
teklifi üzerine Meclisce başka bir karar alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve
açığa vurmaktan sorumlu tutulamazlar.” Milletvekilleri; sorumsuzluk kapsamına giren
oy, söz ve düşünce açıklamaları için milletvekillikleri sona erdikten sonra dahi sorumlu
tutulamazlar. Sorumsuzluk, meclis kararı ile kaldırılamaz.

Yasama sorumsuzluğu meclis çalışmaları için geçerlidir. Meclis çalışmaları; Genel Kurul
toplantılarını, Komisyon toplantıları gibi Meclis çatısı altında yapılan çalışmaları olduğu
kadar meclis araştırması gibi şehir dışında dahi yapılabilen çalışmaları da kapsar. Öte
yandan üçüncü kişilerin kişilik haklarına saldırı niteliğindeki söz ve ifadelerin
sorumsuzluk kapsamında olup olmadığı doktrinde tartışmalıdır. Ancak uygulamada ve
Yargıtay kararlarında benimsenen görüş, hakaret ve kişilik haklarına saldırı niteliğindeki
ifadelerin hukuki sorumluluk doğuracağı yönündedir.

124
Olayda, Mecliste düzenlenen basın toplantısında milletvekilleri (A) ve (D)’nin birbirlerine
sarf ettikleri sözler söz konusudur. Bu çerçevede söylenen sözlerin meclis çalışmaları
çerçevesinde söylendiği kabul edilebilir. (D)’nin sarf ettiği sözler içerisinde kişilik
haklarına saldırı niteliğindeki söz ve ifadeler bulunmamaktadır. Bu bakımdan (A)’nın (D)
aleyhine suç duyurusunda bulunması veya maddi ve manevi tazminat davası açmasının
herhangi bir sonucu olmayacaktır. Ancak (A)’nın sarf ettiği kelimeler hakaret ve küfür
içermekte olup (D)’nin kişilik haklarına saldırı niteliğindedir. Her ne kadar Meclis
çalışmaları kapsamında söylenen bu sözler sebebiyle (A) cezai sorumluluktan muaf olsa
da (D)’nin açtığı maddi ve manevi tazminat davası sonucunda (A)’nın hukuki
sorumluluğuna gidilebilir.

3. Milletvekillerine karşı açılan disiplin soruşturmasını yasama sorumsuzluğu


bakımından değerlendiriniz. Milletvekillerinin kendilerine verilen disiplin cezasına
karşı başvurabilecekleri yargı yollarını açıklayınız.
CEVAP: Yasama sorumsuzluğunun sağladığı güvencelerin Meclis kararı ile kaldırılması
mümkün değildir. Ancak sorumsuzluk çerçevesinde milletvekillerinin sorumluluktan
muaf tutulması, TBMM İçtüzüğü kapsamında milletvekillerine disiplin yaptırımları
uygulanmasına engel değildir. Nitekim TBMM İçtüzüğü’nün 156 ile 163. maddeleri
arasında milletvekillerine verilebilecek disiplin cezaları düzenlenmektedir. Olayda (A)’ya
ve (D)’ye Meclisten geçici çıkarma ve bir aylık ödenek ve yolluğun üçte ikisinin kesilmesi
cezası Genel Kurul tarafından verilmiştir. Bir diğer deyişle ortada bir TBMM kararı söz
konusudur. TBMM kararları üç istisna dışında yargı denetimine kapalıdır. Bu çerçevede
eylemli içtüzük değişikliği içtihadı bir tarafa bırakılırsa milletvekilliğinin düşmesine
ilişkin kararlar, yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin kararlar ve TBMM
İçtüzüğü’nde yapılan değişiklikler Anayasa Mahkemesinin denetimine tabiidir. Olaydaki
disiplin cezaları üç gruba giren parlamento kararlarından olmadığından olayda
milletvekillerinin başvurabilecekleri bir yargı yolu da bulunmamaktadır. Anayasa
Mahkemesinin belirttiği üzere, “Anayasa’nın 85. maddesi uyarınca inceleme yapılabilmesi
için iptali talep edilen parlamento kararının yasama dokunulmazlığının kaldırılmasına
veya milletvekilliğinin düşmesine ilişkin olması gerekmesine karşılık, iptali talep edilen
parlamento kararları, bir milletvekili hakkında disiplin cezası verilmesini ve cezaya konu
sözlerinin tutanaktan çıkarılmasını konu edinmekte olup bu kapsamda değildirler. Bu
nedenle başvuru konusu TBMM kararlarının, Anayasa’nın 85. maddesi çerçevesinde
denetlenebilmesi mümkün değildir. (AYM, E. 2017/13, K. 2017/21, T: 09/02/2017)”

125
II. OLAY
Cumhurbaşkanı, 2021 yılının ocak ayında Türkiye’de COVID-19 salgınının tekrar artması
üzerine olağanüstü hâl ilan etmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) olağanüstü hâl
ilan kararını görüşürken, yaşanan yoğun tartışmalar üzerine seçimlerin yenilenmesi
kararı almıştır. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) bu karar üzerine seçim takvimini
belirlemiştir. Cumhurbaşkanlığı adaylığı için başvurular başlamış, bu arada mevcut
Cumhurbaşkanı’nın bir daha seçilemeyeceğine, daha önce iki defa Cumhurbaşkanı olarak
seçildiğine ilişkin kamuoyunda tartışmalar başlamıştır. Bu tartışmalar üzerine,
yayımlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile iki defa seçilme koşulunun 2017
Anayasa değişiklikleri sonrası yapılan seçimleri kapsadığı belirtilmiştir. YSK, adayların
başvurularını değerlendirmek üzere toplanmıştır. YSK üyeleri çıkarılan
Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin Anayasa’ya aykırı olduğunu düşünerek, Anayasa
Mahkemesine başvurmuştur.

SORULAR
1. Cumhurbaşkanlığı adaylığına ilişkin koşulları ve adaylık sürecini açıklayınız.
Olayımızda mevcut Cumhurbaşkanı’nın adaylığına ilişkin tartışmayı
değerlendiriniz.
CEVAP: Cumhurbaşkanlığı adaylığına ilişkin koşullar 1982 Anayasası’nın 101.
maddesinde düzenlenmektedir. 101. madde uyarınca, “Cumhurbaşkanı, kırk yaşını
doldurmuş, yükseköğrenim yapmış, milletvekili seçilme yeterliliğine sahip Türk
vatandaşları arasından, doğrudan halk tarafından seçilir. Cumhurbaşkanının görev süresi
beş yıldır. Bir kimse en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebilir. Cumhurbaşkanlığına,
siyasi parti grupları, en son yapılan genel seçimlerde toplam geçerli oyların tek başına
veya birlikte en az yüzde beşini almış olan siyasi partiler ile en az yüzbin seçmen aday
gösterebilir.”

1982 Anayasası’nın 116. maddesine göre ise “Türkiye Büyük Millet Meclisi, üye
tamsayısının beşte üç çoğunluğuyla seçimlerin yenilenmesine karar verebilir. Bu halde
Türkiye Büyük Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır.
Cumhurbaşkanının seçimlerin yenilenmesine karar vermesi halinde, Türkiye Büyük
Millet Meclisi genel seçimi ile Cumhurbaşkanlığı seçimi birlikte yapılır.
Cumhurbaşkanının ikinci döneminde Meclis tarafından seçimlerin yenilenmesine karar
verilmesi halinde, Cumhurbaşkanı bir defa daha aday olabilir.”

126
Olayda mevcut Cumhurbaşkanı’nın bir daha seçilemeyeceğine, daha önce iki defa
Cumhurbaşkanı olarak seçildiğine ilişkin kamuoyunda tartışmalar söz konusudur. Bu
tartışmalar üzerine, yayımlanan bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile iki defa seçilme
koşulunun 2017 Anayasa değişiklikleri sonrası yapılan seçimleri kapsadığı belirtilmiştir.
Haliyle yukarıda belirtilen, bir kimsenin en fazla iki defa Cumhurbaşkanı seçilebileceğine
ilişkin düzenlemenin 2017 Anayasa değişiklikleri yürürlüğe girmeden önce yapılan
Cumhurbaşkanlığı görevlerini içerip içermediği hususunda bir tartışma söz konusudur.
Bu bakımdan iki temel görüş söz konusudur. İlk görüşe göre, Anayasa’nın 101.
maddesinin ikinci fıkrasının lafzi yorumu neticesinde sınırlandırıcı bir sonuç çıkmaktadır.
Bu durumda 2017 Anayasa değişiklikleri öncesinde yerine getirilen Cumhurbaşkanlığı
görevi de iki defa görev yapma kuralı bakımından değerlendirmeye alınmalıdır. İkinci
görüş ise, Anayasa’da Cumhurbaşkanlığı kavramı korunmuş olsa da devlet başkanının
yeni statüsünün başkanlık olduğunu ve iki defa seçilme hususunun başkanlık seçimi için
kabul görmesi gerektiğini ifade etmektedir. Haliyle ikinci görüş iki defa seçilme
koşulunun 2017 Anayasa değişiklikleri sonrası yapılan seçimleri kapsadığını
savunmaktadır.

2. YSK üyelerinin Anayasa Mahkemesine yaptıkları başvuruyu değerlendiriniz. YSK


kararlarına karşı Anayasa Mahkemesine ne tür davalar açılabilir? Açıklayınız.
CEVAP: YSK’nın Anayasa Mahkemesine yaptığı başvuru somut norm denetimini işaret
etmektedir. Somut norm denetimi, belirli bir olaya ilişkin bakılmakta olan davada
uygulanacak normun anayasaya aykırılığı söz konusu olduğunda başvurulan yöntemdir.
Anayasamıza göre, bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan
birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına varırsa, Anayasa
Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Bu çerçevede somut
norm denetiminin dört şartı bulunmaktadır:
• Davaya bakmakta olan mahkeme: Bir davaya bakmakta olan hakim niteliğinde
kişilerden kurulu, yargı yetkisine sahip, taraflar arasındaki uyuşmazlığın esasını
çözme yetkisine sahip mercidir.
• Bakılmakta olan dava: Somut norm denetimi ancak bakılmakta olan bir dava
dolayısıyla ve dava sırasında başvurulabilen bir denetim yöntemidir.
• Davada uygulanacak kural: Somut norm denetimi yoluyla anayasaya uygunluk
denetimi başvurusu ancak bakılmakta olan davada uygulanacak bir kanun veya
CBK hükümleri için yapılabilir.

127
• Mahkemenin davada uygulanacak kuralı Anayasa’ya aykırı görmesi veya
tarafların anayasaya aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması: Eğer
mahkeme kendisi davada uygulanacak kanun ya da CBK’nın Anayasa’ya aykırı
olduğu kanısına varırsa kendisi re’sen Anayasa Mahkemesine başvurur. İkinci
olarak davalı veya davacı veya bunların avukatlarının veyahut da savcı ya da
sanığın anayasaya aykırılık iddiasının ilgili mahkeme tarafından ciddi bulunması
gerekmektedir.

Anayasa Mahkemesi, işin kendisine gelişinden başlamak üzere beş ay içinde kararını verir
ve açıklar. Bu süre içinde karar verilmezse mahkeme davayı yürürlükteki kanun
hükümlerine göre sonuçlandırır. Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı, esas hakkındaki
karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır.

Olayda YSK üyelerinin çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin Anayasa’ya aykırı


olduğunu düşünerek, Anayasa Mahkemesine başvurması söz konusudur. Bu bakımdan
tartışılması gereken en önemli husus Yüksek Seçim Kurulunun mahkeme olarak kabul
edilip edilmeyecek olmasıdır. Anayasa Mahkemesi YSK ile seçim kurullarını önceleri
mahkeme saymamıştır. Ancak Mahkeme sonrasında bu görüşünü değiştirmiştir: Anayasa
Mahkemesi bireysel başvuru kapsamında il ve ilçe seçim kurullarını mahkeme saymış,
Yüksek Seçim Kuruluna ilişkin somut norm denetimi yoluyla önüne bir dava
gelmediğinden seçim kurullarının mahkeme olduğuna ilişkin karara benzer bir kararı
YSK için vermemiştir. Yine de il seçim kurulunu yargı yeri sayan Anayasa Mahkemesinin
Yüksek Seçim Kurulunu da somut norm denetimi bakımından mahkeme sayması
gerektiği söylenebilir.

1982 Anayasası’nın 79 maddesi uyarınca, “Seçimlerin başlamasından bitimine kadar,


seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma,
seçim süresince ve seçimden sonra seçim konularıyla ilgili bütün yolsuzlukları, şikayet ve
itirazları inceleme ve kesin karara bağlama ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin
seçim tutanaklarını ve Cumhurbaşkanlığı seçim tutanaklarını kabul etme görevi Yüksek
Seçim Kurulunundur. Yüksek Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie
başvurulamaz.” Görüldüğü üzere 1982 Anayasası YSK kararlarına karşı başka bir merci
başvurulmasını yasaklamaktadır. Anayasa Mahkemesi de YSK’nın kararlarına karşı
bireysel başvuru yolunun kapalı olduğunu ifade etmektedir: “Tartışılması gereken temel
husus, YSK’nın yargı yeri ve kararlarının da yargısal nitelikli kararlar olduğu kabul edilse
dahi Anayasa’nın 79. maddesinin ikinci fıkrasının son cümlesi karşısında YSK

128
kararlarının bireysel başvuru yoluyla Anayasa Mahkemesince incelenip incelenemeyeceği
sorunudur. Bu konunun aydınlatılmasında Anayasa’nın anılan hükmünde geçen “Yüksek
Seçim Kurulunun kararları aleyhine başka bir mercie başvurulamaz.” ibaresi ve 298 sayılı
Kanun’un 132. maddesinde geçen “Kurulun kararı kesindir. Aleyhine hiçbir mercie ve
kanun yoluna başvurulamaz.” ibaresinin ne anlam ifade ettiğine bakılmalıdır. Anılan
hükümlerde yer alan “merci” ifadesiyle başvurulacak idari ve yargısal tüm yer veya
makamların kastedildiği anlaşılmaktadır ve Anayasa Mahkemesi de buna dâhildir. Buna
göre anılan hükümler karşısında, YSK kararlarının Anayasa Mahkemesi önünde bireysel
başvuruya konu olması mümkün değildir. (AYM, B. No: 2015/6723, T: 14.07.2015).”

ANAYASA / İÖ / FİNAL / 19’-20’

I. OLAY
İzin almadan ABD vatandaşlığına geçtiği gerekçesiyle Sivas milletvekili (A)’nın Türk
vatandaşlığını kaybettiğine Cumhurbaşkanı kararıyla karar verilmiştir. Söz konusu
Cumhurbaşkanı kararı, Milletvekili Genel Seçimleri yapıldıktan sonra Resmî Gazete’de
yayımlanmıştır. (A)’nın avukatı Cumhurbaşkanı kararına karşı Danıştay’a başvurmuştur.
Danıştay’da açılan dava devam ederken Cumhuriyet Başsavcısı, bazı suçlardan dolayı
milletvekilliği dokunulmazlığının kaldırılması için (A) hakkında hazırladığı fezlekeyi
TBMM Başkanlığına göndermiştir. TBMM Başkanı verdiği cevabî yazıda, "Türk
vatandaşlığının kaybı ile birlikte (A)'nın milletvekilliğinin düştüğünü, milletvekili
olmayan (A)’nın yasama dokunulmazlığının kaldırılması hakkında bir karar verilmesine
gerek olmadığını” belirtmiştir. Bu arada Danıştay yapılan itirazı reddetmiş ve
vatandaşlıktan çıkarma kararı kesin yargı kararına bağlanmıştır. Kesinleşen yargı kararı
TBMM Başkanlığına gönderilmiştir. TBMM Başkanlığı vatandaşlığın kaybı nedeniyle
milletvekilliğinin iptali için kararı Yüksek Seçim Kuruluna (YSK) göndermiştir.

SORULAR
1. Vatandaşlık koşulunu, seçme ve seçilme ehliyeti bakımından açıklayınız.
Olayımızda (A)’nın durumu hakkında YSK’nın verebileceği muhtemel kararı
değerlendiriniz.
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 67. maddesi uyarınca, “Vatandaşlar, kanunda gösterilen
şartlara uygun olarak seçme, seçilme ve bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi
faaliyette bulunma ve halkoylamasına katılma hakkına sahiptir.” Yine 1982 Anayasası’nın
76. maddesi uyarınca “Onsekiz yaşını dolduran her Türk milletvekili seçilebilir.”

129
Görüldüğü üzere Türkiye’de seçme ve seçilme ehliyeti bakımından vatandaş olma
olmazsa olmaz bir koşuldur. Karşılaştırmalı örneklerde görülen, yerel seçimlerde
vatandaş olmayanların da oy kullanabilmesine veya aday olabilmesine yönelik
düzenlemeler hukukumuzda bulunmamaktadır. Öte yandan çift vatandaşlık Türkiye’de
seçilme engeli teşkil etmemektedir.

Olayda izin almadan ABD vatandaşlığına geçtiği gerekçesiyle Sivas milletvekili (A)’nın
Türk vatandaşlığını kaybettiğine Cumhurbaşkanı kararıyla karar verilmiştir. Bu karara
karşı yapılan başvuru da Danıştay tarafından reddedilmiş, kesinleşen karar TBMM
Başkanlığına gönderilmiştir. Başkanlık ise vatandaşlığın kaybı nedeniyle milletvekilliğinin
iptali için kararı Yüksek Seçim Kuruluna (YSK) göndermiştir. Ancak YSK bu başvuru ile
ilgili yetkisizlik kararı verecektir. Zira olayda (A)’nın seçildikten sonra vatandaşlığını
kaybetmesi söz konusudur. Seçilmeden önce Türk vatandaşlığının kaybedilmesi
durumunda YSK tam kanunsuzluk sebebiyle seçimi iptal ederken, seçildikten sonra
vatandaşlığın kaybedilmesi halinde kendisinin yetkili olmadığına karar vermektedir.
Kurula göre “Türk vatandaşlığının kaybedilmesi seçildikten sonraya rastladığından
konunun incelenmesi ilgili mercilere ait olup, (…) ortaya çıkan tam kanunsuzluk halinin
değerlendirilmesi Yüksek Seçim Kurulunun görevi dışındadır. Bu nedenle, seçimden
sonra hasıl olan durumun değerlendirilmesi ve gereken işlemin yapılması idari
makamların görev ve yetkisine dahil olup, bu konuda seçim hukuku yönünden yapılacak
bir işlem bulunmamaktadır.”

2. Dokunulmazlığın kaldırılması usulünü açıklayarak, olayımızda (A)’nın


vatandaşlıktan çıkarılması kararından sonra, Cumhuriyet Başsavcısının
dokunulmazlığın kaldırılması talebini ve Meclis Başkanı’nın verdiği cevabı
değerlendiriniz.
CEVAP: Yasama bağışıklıkları yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığı olarak
ikiye ayrılmaktadır. 1982 Anayasası’nın 83. maddesi uyarınca, “Türkiye Büyük Millet
Meclisi üyeleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözlerinden, Mecliste ileri sürdükleri
düşüncelerden, o oturumdaki Başkanlık Divanının teklifi üzerine Meclisce başka bir karar
alınmadıkça bunları Meclis dışında tekrarlamak ve açığa vurmaktan sorumlu
tutulamazlar. Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili,
Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.
Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak
kaydıyla Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır. Ancak, bu

130
halde yetkili makam durumu hemen ve doğrudan doğruya Türkiye Büyük Millet
Meclisine bildirmek zorundadır.”

Dokunulmazlığın kaldırılması usulü TBMM İçtüzüğü’nde düzenlenmiştir. Buna göre, bir


milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması hakkında istemler, Meclis Başkanlığınca,
Anayasa ve Adalet Komisyonları üyelerinden kurulu Karma Komisyona havale edilir.
Karma Komisyon Başkanı, dokunulmazlık dosyalarını incelemek üzere ad çekme suretiyle
beş üyeli bir hazırlık komisyonu teşkil eder. Karma Komisyon, hazırlık komisyonunun
raporunu görüştükten sonra, ya dokunulmazlığın kaldırılmasına veya kovuşturmanın
milletvekilliği sıfatının sona ermesine kadar ertelenmesine karar verir. Karma komisyon
raporu, kovuşturmanın ertelenmesi şeklinde ise Genel Kurulda okunur. On gün içinde bu
rapora yazılı olarak itiraz edilmezse kesinleşir. Rapor, dokunulmazlığın kaldırılması
şeklinde ise veya itiraza uğramışsa, Genel Kurulda görüşülür. Dokunulmazlığının
kaldırılması istenen milletvekili, isterse hazırlık komisyonunda, Karma Komisyonda ve
Genel Kurulda kendisini savunur veya bir üyeye savundurur. Savunma için çağrıda
bulunan milletvekili davete uymazsa evrak üzerinde karar verilir. Son söz herhalde
savunmanındır. Dokunulmazlığın kaldırılmasını üyenin bizzat istemesi, dokunulmazlığın
kaldırılması için yeterli değildir.

Olayda (A)’nın vatandaşlığı kaybettiğine dair karara karşı açılan dava devam ederken
Cumhuriyet Başsavcısı, bazı suçlardan dolayı milletvekilliğinin dokunulmazlığının
kaldırılması için (A) hakkında hazırladığı fezlekeyi TBMM Başkanlığına göndermiştir.
TBMM Başkanı verdiği cevabî yazıda, "Türk vatandaşlığının kaybı ile birlikte (A)'nın
milletvekilliğinin düştüğünü, milletvekili olmayan (A)’nın yasama dokunulmazlığının
kaldırılması hakkında bir karar verilmesine gerek olmadığını” belirtmiştir. Oysa olayın
sonunda görüldüğü üzere, TBMM Başkanlığı vatandaşlığın kaybı nedeniyle
milletvekilliğinin iptali için kararı Yüksek Seçim Kuruluna (YSK) göndermiştir. Yani
(A)’nın milletvekilliğini kaybettiğine dair ne TBMM ne de YSK tarafından verilmiş bir
karar mevcut değildir. Durum böyleyken Türk vatandaşlığının kaybı ile birlikte (A)'nın
milletvekilliğinin düştüğünü ve milletvekili olmayan (A)’nın yasama dokunulmazlığının
kaldırılması hakkında bir karar verilmesine gerek olmadığını ileri sürmek yerinde
değildir. Buna paralel olarak Cumhuriyet Başsavcısı’nın bazı suçlardan dolayı
milletvekilliğinin dokunulmazlığının kaldırılması için (A) hakkında hazırladığı fezlekeyi
TBMM Başkanlığına göndermesinde sorun bulunmamaktadır.

131
3. Milletvekilliğinin düşme sebeplerini açıklayarak, olayımızda (A)’nın durumunu
düşme sebepleri bakımından değerlendiriniz.
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 84. maddesi uyarınca, “İstifa eden milletvekilinin
milletvekilliğinin düşmesi, istifanın geçerli olduğu Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlık
Divanınca tespit edildikten sonra, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kurulunca
kararlaştırılır. Milletvekilliğinin kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinde düşmesi, bu
husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula bildirilmesiyle olur. 82 nci maddeye
göre milletvekilliğiyle bağdaşmayan bir görev veya hizmeti sürdürmekte ısrar eden
milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesine, yetkili komisyonun bu durumu tespit eden
raporu üzerine Genel Kurul gizli oyla karar verir. Meclis çalışmalarına özürsüz veya
izinsiz olarak bir ay içerisinde toplam beş birleşim günü katılmayan milletvekilinin
milletvekilliğinin düşmesine, durumun Meclis Başkanlık Divanınca tespit edilmesi
üzerine, Genel Kurulca üye tamsayısının salt çoğunluğunun oyuyla karar verilebilir.”

Görüldüğü üzere 1982 Anayasası’nda vatandaşlığın kaybı milletvekilliğinin düşme


sebepleri arasında sayılmamaktadır. Düşme sebeplerinden istifa, bağdaşmayan görevi
sürdürmeye devam etme ve devamsızlık gerekçesiyle milletvekilliğinin düşmesi için
parlamento kararı gerekmektedir. Milletvekilliğinin kesin hüküm giyme veya kısıtlanma
halinde düşmesi, bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula bildirilmesiyle
olduğundan bir parlamento kararı gerekmemektedir. Bu durumda (A)’nın vatandaşlığı
kaybetmesi ile birlikte milletvekili sıfatının da sona erip ermediği, milletvekili sıfatının
sona ermesi gerektiği kabul edildiğinde ise bu konuda bir meclis kararı gerekip
gerekmediği sorularının cevaplanması gerekmektedir. 1982 Anayasası’nda vatandaşlığın
kaybı açıkça bir düşme sebebi olarak öngörülmemiştir. Şimdiye kadar uygulamada,
seçildikten sonra vatandaşlığın kaybedilmesi üzerine TBMM Başkanlığı tarafından Genel
Kurulun bilgisine sunma yoluyla bir milletvekilinin milletvekilliği sıfatının sona
erdirilmesi söz konusu olmuştur. Diğer bir deyişle 84. maddede vatandaşlığın kaybı
düşme sebebi olarak öngörülmemesine rağmen uygulamada vatandaşlığın kaybı kesin
hüküm giyme veya kısıtlanma halinde düşmeye benzer şekilde değerlendirilmiştir. Ancak
olayda TBMM daha önce uygulamada sergilediği hareket tarzını benimsememiştir.
Nitekim TBMM Başkanlığı bu konu ile ilgili karar verilmesi amacıyla milletvekilliğinin
iptali için kararı Yüksek Seçim Kuruluna (YSK) göndermiştir. Böylelikle TBMM daha
önceki uygulamasıyla çelişmiş durumdadır. Öte yandan yukarıda belirtildiği üzere, Türk
vatandaşlığının kaybedilmesi seçildikten sonraya rastladığından ortaya çıkan tam
kanunsuzluk halinin değerlendirilmesi Yüksek Seçim Kurulunun görevi dışındadır. Bu

132
bakımdan TBMM Başkanlığının konu ile ilgili karar vermesi amacıyla kararı YSK’ya
yollaması da yerinde değildir.

II. OLAY
Adalet Bakanı, barolara ilişkin kanun teklifi görüşmeleri için Komisyona davet edilmiştir.
Anayasa Komisyonunda yapılan görüşmeler sırasında Bakan’ın baro seçimlerini
kazanamayan bazı avukatlardan rüşvet aldığı yolunda iddialar ortaya atılmıştır. Rüşvet
iddialarının basına sızması üzerine Cumhuriyet Başsavcısı Adalet Bakanı ile ilgili
soruşturma başlatmış ve Bakan’ın yargılanması için fezlekeyi Türkiye Büyük Millet
Meclisi (TBMM) Başkanlığına göndermiştir. Ayrıca ertesi gün 350 milletvekili TBMM’de
verdikleri önergeyle Adalet Bakanı hakkında soruşturma açılmasını talep etmişlerdir.
Kamuoyunda artan tepkiler üzerine Cumhurbaşkanı bakanı görevden almıştır.

SORULAR
1. Bakanların yargılanma usullerini 2017 öncesi ve sonrası sistemde karşılaştırınız.
Olayımızda Adalet Bakanı’nın yargılanmasında izlenecek usulü açıklayınız.
CEVAP: 1982 Anayasası uyarınca bakanlar görev suçları bakımından Yüce Divanda,
görevleriyle olmayan suçlarda yasama dokunulmazlığı kapsamında genel mahkemelerde
yargılanmaktadır. 1982 Anayasası’nın 106. maddesine göre, “Cumhurbaşkanı
yardımcıları ve bakanlar, Cumhurbaşkanına karşı sorumludur. Cumhurbaşkanı
yardımcıları ve bakanlar hakkında görevleriyle ilgili suç işledikleri iddiasıyla, Türkiye
Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının salt çoğunluğunun vereceği önergeyle soruşturma
açılması istenebilir. Meclis, önergeyi en geç bir ay içinde görüşür ve üye tamsayısının
beşte üçünün gizli oyuyla soruşturma açılmasına karar verebilir. Soruşturma açılmasına
karar verilmesi halinde, Meclisteki siyasi partilerin, güçleri oranında komisyona
verebilecekleri üye sayısının üç katı olarak gösterecekleri adaylar arasından, her siyasi
parti için ayrı ayrı ad çekme suretiyle kurulacak onbeş kişilik bir komisyon tarafından
soruşturma yapılır. Komisyon, soruşturma sonucunu belirten raporunu iki ay içinde
Meclis Başkanlığına sunar. Soruşturmanın bu sürede bitirilememesi halinde, komisyona
bir aylık yeni ve kesin bir süre verilir. Rapor Başkanlığa verildiği tarihten itibaren on gün
içinde dağıtılır ve dağıtımından itibaren on gün içinde Genel Kurulda görüşülür. Türkiye
Büyük Millet Meclisi, üye tamsayısının üçte ikisinin gizli oyuyla Yüce Divana sevk kararı
alabilir. Yüce Divan yargılaması üç ay içinde tamamlanır, bu sürede tamamlanamazsa bir
defaya mahsus olmak üzere üç aylık ek süre verilir, yargılama bu sürede kesin olarak
tamamlanır.” Bu düzenleme önceki düzenlemeye göre bakanlar için meclis soruşturması
açılmasını zorlaştırmıştır. Önceki düzenlemede bakanlar hakkında meclis soruşturması

133
açılması için önerge verme sayısı üye tam sayısının onda biri olarak belirlenmişken yeni
düzenlemede bu sayı salt çoğunluğa yükseltilmiştir. Ayrıca soruşturma açılmasına karar
verilebilmesi için önceki düzenlemede basit çoğunluk yeterliyken yeni düzenlemede beşte
üç gibi nitelikli bir çoğunluk öngörülmektedir. Yüce Divana sevk kararı önceki
düzenlemede üye tamsayısının salt çoğunluğu iken yeni düzenlemede üçte iki olarak
belirlenmiştir.

Olayda Adalet Bakanı’nın baro seçimlerini kazanamayan bazı avukatlardan rüşvet aldığı
yolunda iddialar söz konusudur. Söz konusu suçun Adalet Bakanı’nın göreviyle ilgili bir
suç olarak kabul edilmesi gerekmektedir. Bu sebeple meclis soruşturması usulünün
işletilmesi gerekmektedir. Nitekim olayda da 350 milletvekili TBMM’de verdikleri
önergeyle Adalet Bakanı hakkında soruşturma açılmasını talep etmişlerdir.

2. Cumhurbaşkanı’nın bakanı görevden alması kararının TBMM’nin vereceği karar


üzerine etkisini değerlendiriniz.
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 106. maddesi uyarınca, “Cumhurbaşkanı, seçildikten sonra
bir veya daha fazla Cumhurbaşkanı yardımcısı atayabilir… Cumhurbaşkanı yardımcıları
ve bakanlar, milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olanlar arasından Cumhurbaşkanı
tarafından atanır ve görevden alınır.” Görevden almalar ve bakan değişiklikleri her
zaman hiçbir koşula bağlı olmadan gerçekleştirilebilir. Bu bakımdan olayda
Cumhurbaşkanı’nın Bakan’ı görevden almasında bir sorun bulunmamaktadır.

Yukarıda değinilen 1982 Anayasası’nın 106. maddesinde, “Bu kişilerin görevde


bulundukları sürede, görevleriyle ilgili işledikleri iddia edilen suçlar bakımından,
görevleri bittikten sonra da beşinci, altıncı ve yedinci fıkra hükümleri uygulanır.”
düzenlemesi bulunmaktadır. Bu çerçevede bakanların görevleri sona erdiğinde de görev
sırasında işlenen suçlar bakımından meclis soruşturması usulü izlenecektir. Haliyle
Cumhurbaşkanı’nın bakanı görevden alması kararının TBMM’nin vereceği karar üzerinde
etkisi bulunmamaktadır.

Öte yandan Cumhurbaşkanı’nın görevden almasıyla birlikte artık Bakan’ın


dokunulmazlığı da kalkmıştır. Ancak olayda görev suçu olduğundan ve meclis
soruşturması usulü izleneceğinden dokunulmazlığın kalkmasının meclis soruşturması
bakımından herhangi bir etkisi bulunmamaktadır.

134
ANAYASA / TEK-ÇİFT-İÖ / FİNAL TELAFİ / 19’-20’

I. OLAY
Bir kamu kurumunda görev yapan başvurucu, 11/11/2009 tarihinde kınama cezası ile
cezalandırılmıştır. Başvurucunun anılan cezaya karşı yaptığı itiraz, idare tarafından cevap
verilmemek suretiyle 17/11/2009 tarihinde reddedilmiştir. Başvurucu, Anayasa’nın 129.
maddesinde değişiklik öngörerek devlet memurlarına verilen uyarma ve kınama
cezalarına karşı yargı yolunu açan değişikliğin 13/5/2010 tarih ve 27580 sayılı Resmi
Gazete’de yayımlanması üzerine, hakkında tesis edilen kınama cezasının iptali istemiyle
20/5/2010 tarihinde dava açmıştır. İdare Mahkemesi, 24/9/2010 tarih ve E.2010/2844,
K.2010/2477 sayılı kararıyla, İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun ilgili hükümlerinde
belirtilen sürelerden sonra açıldığı anlaşılan davada süre aşımı bulunduğu gerekçesiyle
davayı reddetmiştir. Başvurucu tarafından temyiz edilen karar, Danıştay 12. Dairesinin
24/9/2012 tarih ve E.2011/2181, K.2012/5016 sayılı kararı ile onanmıştır. Karar
başvurucuya 26/12/2012 tarihinde tebliğ edilmiştir. Başvurucu, Danıştay 12. Dairesinin
onama kararına karşı karar düzeltme isteminde bulunmuş, ancak başvurunun sonucunu
beklemeden aynı zamanda 24/1/2013 tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Bireysel
başvuru dosyası Anayasa Mahkemesinde derdest iken Danıştay 12. Dairesinin 24/10/2013
tarih ve E.2013/2748, K.2013/7397 sayılı kararı ile başvurucunun karar düzeltme talebi
reddedilmiştir.

Başvurucu, hiç bir hukuki ve fiili dayanağı olmayan isnatlara dayanılarak 11/11/2009
tarihinde kınama cezasıyla cezalandırıldığını, cezanın verildiği tarihte kınama cezalarına
karşı yargı yolunun kapalı olduğunu, tüm disiplin kararlarına karşı yargı yolunu açan
7/5/2010 tarihli ve 5982 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un Resmi Gazete’de yayımlanması üzerine kendisi
için yeniden dava açma hakkının doğmuş kabul edilmesi gerektiğini ve buna dayanarak
yedi gün içinde süresinde dava açtığı halde bu husus gözetilmeksizin davasının süre
aşımından reddedildiğini iddia etmiştir.

SORULAR
1. Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda aranan “zaman ve süre bakımından
yetki” kurallarını açıklayınız. Olayımızda yapılan başvurunun zaman ve süre
koşuluna uygun yapılıp yapılmadığını değerlendiriniz. (20 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 148. maddesi uyarınca herkes, anayasada güvence altına
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki

135
herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine
bireysel başvuruda bulunabilir. Bu çerçevede bireysel başvurunun belirli kabul
edilebilirlik koşulları bulunmaktadır. Zaman ve süre koşulları da bu çerçevede gerekleri
yerine getirilmesi gereken koşullardandır.

Zaman koşulu bakımından 23 Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen işlemler ve kararlar
bakımından bu yola başvurulabilir. Süre koşulu bakımından bireysel başvurunun,
başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği
tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir. Haklı bir mazereti nedeniyle süresi
içinde başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten itibaren on beş gün içinde ve
mazeretlerini belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler. Bu durumda mahkeme,
öncelikle başvurucunun mazeretinin geçerli görülüp görülmediğini inceleyerek talebi
kabul veya reddeder.

Hukuk ve idari yargıda karar düzeltme yoluna gidilmemesi halinde temyiz kararına
ilişkin onama kararının kişiye tebliği ile süre başlamaktadır. Bu çerçevede karar düzeltme
yoluna başvurma için gerekli olan sürenin doldurulması beklenmemektedir. İdari ve
hukuk yargılamasında karar düzeltme yoluna başvurulması halinde ise sonuç gelmeden
bireysel başvuru yapılamamaktadır. Ancak Anayasa Mahkemesi kabul edilebilirlik kararı
vermeden önce karar düzeltme talebi sonuçlanır ise süre aşımı sorunu ortaya
çıkmamaktadır.

Olayda başvurucu, Danıştay 12. Dairesinin onama kararına karşı karar düzeltme
isteminde bulunmuş, ancak başvurunun sonucunu beklemeden aynı zamanda 24/1/2013
tarihinde bireysel başvuruda bulunmuştur. Ancak bireysel başvuru dosyası Anayasa
Mahkemesinde derdest iken Danıştay 12. Dairesinin 24/10/2013 tarih ve E.2013/2748,
K.2013/7397 sayılı kararı ile başvurucunun karar düzeltme talebi reddedilmiştir.
Yukarıda belirtildiği üzere, Anayasa Mahkemesi kabul edilebilirlik kararı vermeden önce
karar düzeltme talebi sonuçlanır ise bireysel başvuru anında karar düzeltmenin
sonuçlanmamış olması bir sorun yaratmamaktadır.

Olayda onama kararı başvurucuya 26/12/2012 tarihinde tebliğ edildiğinden ve bireysel


başvuru 24/1/2013’te yapıldığından süre bakımından sorun bulunmamaktadır.

Zaman koşulu bakımından 23 Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen işlemler ve kararlar
bakımından bireysel başvuru yoluna başvurulabilir. Olayda ise 2009 yılında kesinleşmiş

136
bir işlem söz konusudur. Eğer başvurucu 2009 yılında dava açmış ve anayasa değişikliği
esnasında davası kesinleşmemiş olsaydı zaman koşulunun yerine getirildiği
söylenebilirdi. Bir diğer deyişle, uyarma ve kınama cezalarına karşı yargı yolunun kapalı
olduğu dönemde ve fakat süresi içinde açılan, yargı yolunun kapalı olması gerekçe
gösterilerek ilk derece mahkemelerince reddedilen ve Anayasa değişikliğinin yürürlüğe
girmesinden sonra yargılaması henüz sonuçlanmamış, dolayısıyla işin esasının
incelenmesinin mümkün olduğu davalar ancak bireysel başvuruya konu olabilirdi. Olayda
ise bu durum söz konusu değildir. Haliyle bireysel başvuru zaman koşuluna uygun
yapılmamıştır.

2. Kanunların zaman bakımından uygulama kurallarını açıklayarak, başvurucunun


bu yöndeki iddialarının doğruluğunu değerlendiriniz. (15 puan)
CEVAP: Kanunların zaman bakımından uygulanmasında temel kural derhal uygulama
ilkesidir. Bu ilke uyarınca bir olaya o sırada yürürlükte olan hukuk kuralları uygulanır. Bu
ilkenin bir diğer sonucu yürürlüğe giren kanunların yürürlüğe girmeden sonraki olaylara
uygulanması ve geçmişe uygulanmamasıdır. Ancak geçmişe uygulanmama kuralına
hukuk sistemlerinde çeşitli istisnalar getirilebilmektedir. Örneğin ceza hukuku
bakımından çıkarılan yeni kanunlar sanıkların lehine ise bu sanıklar bakımından yeni
kanunlar geçmişe etkili olarak uygulanmaktadır.

Anayasa Mahkemesinin belirttiği üzere, “Kanunların geriye yürümezliği ilkesi uyarınca


kamu yararı ve kamu düzeni, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme
gibi kimi ayrıksı durumlar dışında kanunlar, ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki
olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Ancak, kanun koyucunun kişilerin
lehine yeni haklar sağlayan kanuni düzenlemeleri geçmişe etkili olarak yapma konusunda
takdir yetkisine sahip olduğunda kuşku yoktur. Uyarma ve kınama cezalarına yargı
yolunu açan … düzenlemeler açısından ise kanun koyucu takdir yetkisini geçmişe etkili
olma yönünde kullanmamıştır. Bu nedenle anılan düzenlemeler, yürürlüğe girdikleri
tarih itibarıyla hüküm ifade etmekte olup bu tarihten önce tesis edilen ve iptali için
süresinde dava açılmayan disiplin cezaları yönünden yeni bir başvuru ya da dava hakkı
sağlamamaktadır” (Anayasa Mahkemesi, Sema Öktem, B. No: 2013/852, 6/3/2014, § 34-
35). Bu durumda başvurucunun cezanın verildiği tarihte kınama cezalarına karşı yargı
yolunun kapalı olduğunu, tüm disiplin kararlarına karşı yargı yolunu açan 7/5/2010
tarihli ve 5982 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun’un Resmi Gazete’de yayımlanması üzerine kendisi için

137
yeniden dava açma hakkının doğmuş kabul edilmesi gerektiğine yönelik iddiaları yerinde
değildir.

II. OLAY
Başvurucu, İstanbul Barosuna kayıtlı serbest avukat olarak çalışmaktadır. Başvurucu,
müvekkilini temsilen 4/12/2012 tarihinde İstanbul 11. Aile Mahkemesine boşanma davası
açmıştır. Aile Mahkemesinin 2012/1629 Esas sırasında görülmekte olan boşanma
davasının 11/12/2013 tarihli celsesinde mahkeme hâkimi, başvurucunun başörtülü olarak
duruşmada görev yapamayacağını ve bu nedenle duruşmanın yapılamayacağını belirtmiş
ve başvurucunun müvekkiline kendisini yeni bir avukatla temsil ettirmesi için bir sonraki
celseye kadar süre vermiştir. Başvurucu ara karar üzerine doğrudan 8/1/2014 tarihinde
Anayasa Mahkemesine başvuru yapmıştır. Başvurucu, başörtülü olarak duruşmalara
girilmesini engelleyen herhangi bir kuralın bulunmadığını, dolayısıyla 11. Aile
Mahkemesinin başörtülü olarak duruşmada görev yapamayacağı yönündeki ara kararının
Anayasa’nın 36. maddesinde yer alan adil yargılanma hakkına, 49. maddesinde yer alan
çalışma hakkına aykırılık oluşturduğunu iddia etmiştir.

SORULAR
3. Kanun yollarını tüketme kuralını ve istisnalarını açıklayınız. Olayımızdaki
başvuruyu bu kurallar bakımından değerlendiriniz. (15 puan)
CEVAP: Kanun yollarının tüketilmesi kuralı, Anayasa’nın 148. maddesi ile düzenlenen
olağan kanun yollarının tüketilmiş olması kuralıdır. Bu kural gereğince, ihlale neden
olduğu ileri sürülen işlem, eylem ya da ihmal için kanunda öngörülmüş idari ve yargısal
başvuru yollarının tamamının bireysel başvuru yapılmadan önce tüketilmiş olması
gerekir. İdari ve yargısal yolların hem şekli hem de maddi yönden tüketilmesi gereklidir.
İdari ve yargısal başvuru yolları tüketilirken ilgili mevzuatın öngördüğü usul
hükümlerine ya da sürelere riayet edilmek zorundadır. Usulüne uygun olarak
kullanılmayan iç hukuk yolları şeklen tüketilmiş sayılamaz. Ayrıca olağan başvuru
yollarında, ihlale konu olan olayın özü itibariyle gündeme getirilmesi gerekmektedir. Aksi
halde kanun yollarında dile getirilmeyen hususlar bakımından kesinleşmiş bir hükümden
söz edilemez. Ancak olağan kanun yollarının etkisiz olduğunun saptanması durumunda
kanun yollarının tüketilme zorunluluğu aranmamaktadır. Örneğin Anayasa Mahkemesi,
Yargıtay Hukuk ve Ceza Genel Kurulu kararlarına karşı ısrar yetkisi bulunmayan yargı
mercilerinin bozmaya uyma kararlarına karşı, başvurucuların tekrar temyiz yoluna
başvurması yükümlülüğü olmadığına karar vermiştir. Ayrıca kanun yollarının
tüketilmesinin beklenmesi halinde başvurucunun haklarına yönelik ciddi ve geri

138
dönülmesi olanaksız bir tehlike ortaya çıkacaksa kanun yollarının tüketilmesi
aranmamaktadır.

Olayda Aile Mahkemesinin 2012/1629 Esas sırasında görülmekte olan boşanma davasının
11/12/2013 tarihli celsesinde mahkeme hâkiminin, başvurucunun başörtülü olarak
duruşmada görev yapamayacağını ve bu nedenle duruşmanın yapılamayacağını
belirtmesi ve başvurucunun müvekkiline kendisini yeni bir avukatla temsil ettirmesi için
bir sonraki celseye kadar süre vermesi söz konusudur. Başvurucu söz konusu ara karar
üzerine doğrudan Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapmıştır. Belirtmek gerekir ki
hukuk sistemimizde, mahkemelerin ara kararlarına karşı gidilebilecek, ara kararları
denetleyerek hukuka aykırılığı tespit edecek ve gerekiyorsa ara kararı kaldıracak etkili
ama aynı zamanda pratik olarak da yeterince belirgin bir idari veya yargısal başvuru yolu
bulunmamaktadır. Olayda başvurucunun 11. Aile Mahkemesinin verdiği ara kararın
gözden geçirilmesi ve kaldırılması için aynı mahkemeye başvurması mümkün ise de İlk
Derece Mahkemesi bu konuda görüşünü daha önce açıkladığından ve bu kararını
değiştirmesi ihtimal dâhilinde görünmediğinden bu yol etkili bir kanun yolu olarak kabul
edilemez. Bu durumda etkili bir kanun yolu söz konusu olmadığından başvuru, kanun
yollarının tüketilmesi yönünden kabul edilebilir niteliktedir (Benzer bir Anayasa
Mahkemesi kararı için bkz.: Anayasa Mahkemesi, Tuğba Arslan [GK], B. No: 2014/256,
25/6/2014, § 40-42).

4. Olayımızda avukatın adil yargılanma hakkı bakımından yaptığı başvuruyu kişi


bakımından yetki kuralı açısından; çalışma hakkına ilişkin yaptığı başvuruyu konu
bakımından yetki kuralı açısından değerlendiriniz. (20 puan)
CEVAP: Bireysel başvuru yalnızca kişisel ve güncel bir hakkı doğrudan ihlal edilen gerçek
kişiler yahut özel hukuk tüzel kişileri tarafından yapılabilir. Kamu tüzel kişileri bireysel
başvuru yapamaz. Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait haklarının ihlal
edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir. Son olarak yalnızca Türk
vatandaşlarına tanınan haklarla ilgili olarak yabancılar bireysel başvuru yapamaz.

Olayda başvurucu, görülmekte olan bir davada taraflardan birinin avukatlığını


yapmaktadır. Başka bir deyişle başvurucu, davanın taraflarından biri değil bir tarafın
avukatıdır. Oysa Anayasa’nın 36. maddesinde yer alan adil yargılanma hakkı hukuk
yargılamasında tarafların ve ceza yargılamasında hakkında suç isnat edilen kişilerin
usulden kaynaklanan haklarını garanti altına almaktadır. “Somut olayda mahkemeye
erişim hakkı ve savunma hakkına müdahale edilen kişi başörtülü olması nedeniyle

139
duruşması ertelenen ve sonraki duruşmaya kabul edilmeyeceği söylenen başvurucu
değildir. Başörtülü olması sebebiyle duruşması ertelenen ve sonraki duruşmaya kabul
edilmeyeceğine karar verilen başvurucunun adil yargılanma hakkı bağlamında güncel ve
kişisel bir hakkı doğrudan etkilenmemiştir. Bu işlemden dolaylı olarak etkilenmek
başvurucuya bu şikâyet bakımından mağdur statüsü kazandırmaz. Bu durumda, söz
konusu işlemin başvurucunun haklarına bir müdahale oluşturduğu söylenemez. İşlemin
mağduru olmayan başvurucunun, bu işlem aleyhine de bireysel başvuru yapma hakkı
bulunmamaktadır” (Bkz.: Anayasa Mahkemesi, Tuğba Arslan [GK], B. No: 2014/256,
25/6/2014, § 29-30).

Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvurularda, ancak Anayasa’da güvence altına


alınmış temel hak ve özgürlüklerden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamında
olanların ihlal edildiği ileri sürülebilir. Kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddia edilen
temel hak ve özgürlüklerin hem Anayasa’da güvence altına alınmış olması hem de Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokollerinin kapsamında olması gerekmektedir. Ayrıca
yasama işlemleri ile düzenleyici idari işlemler aleyhine doğrudan bireysel başvuru
yapılamayacağı gibi Anayasa Mahkemesi kararları ile Anayasa’nın yargı denetimi dışında
bıraktığı işlemler de bireysel başvurunun konusu olamaz. Ancak bir yasama işlemi veya
düzenleyici işleme dayanılarak yapılan işlemler neticesinde anayasal bir hakkın ihlal
edildiği iddiasıyla bireysel başvuru yapmak mümkündür.

Anayasa Mahkemesinin belirttiği üzere, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (Sözleşme) ve


buna ek protokoller, Sözleşme’ye taraf olan devletlere kamu hizmetine girmeyi, belli bir
mesleği icra etmeyi garanti altına almaz. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
(AİHM), çalışma hakkı kapsamında değerlendirilebilecek bazı konularla ilgili şikâyetlerin
Sözleşme’de korunan diğer hakları da ilgilendirmesi durumunda, ilgili haklarla bağlantı
kurarak bir inceleme yapabilmektedir… Anayasa’nın 48. maddesinde yer alan çalışma ve
sözleşme hürriyeti, Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerden
olmakla beraber, AİHS ve buna ek Türkiye’nin taraf olduğu protokollerden herhangi
birinin kapsamına girmemektedir” (Bkz.: Anayasa Mahkemesi, Tuğba Arslan [GK], B.
No: 2014/256, 25/6/2014, § 33-34). Bu durumda avukatın çalışma hakkına ilişkin yaptığı
başvuru konu bakımından yetki kuralı açısından reddedilecektir.

140
METİN SORUSU
5. Türkiye’de 2017 Anayasa değişikliği ile Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsünde
ne gibi değişiklikler olduğunu önceki durum ile karşılaştırarak açıklayınız. (30
puan)
CEVAP: Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsü Anayasa’da yer alan nitelikler, seçim,
sorumluluk, görev ve yetkilere göre belirlenmektedir. 2017 Anayasa değişikliği öncesinde
parlamenter sistem olmanın bir gereği olarak Cumhurbaşkanı’nın bağımsızlığı ve
tarafsızlığını sağlamaya yönelik düzenlemeler yer almıştır. Bu çerçevede milletvekili
sıfatını taşıyorsa, seçilmesiyle birlikte bu sıfatın düşmesi ve partisiyle ilişkisinin
kesilmesine ilişkin düzenleme örnek olarak gösterilebilir. Sorumluluk bakımından ise
2017 Anayasa değişikliği öncesinde Cumhurbaşkanı’nın siyasi sorumluluğu söz konusu
olmamıştır. Cezai sorumluluk bakımından ise göreviyle ilgili suçlarda,
Cumhurbaşkanı’nın yalnızca “vatana ihanet” suçundan sorumlu olduğu kişisel
suçlarından dolayı ise Cumhurbaşkanı’nın tam sorumlu olduğu kabul edilmiştir. Görev ve
yetkiler bakımından, devletin başı olma sıfatıyla kullandığı yetkilerin yanı sıra
Cumhurbaşkanı’nın yürütme organının diğer kanadı olan Başbakan ve Bakanlar Kurulu
ile kullanması öngörülen yetkiler söz konusu olmuştur. Ancak Anayasal yetki ve görevlere
bakıldığında Cumhurbaşkanı’na tanınan bu geniş etki alanının Cumhurbaşkanlığı
makamını sembolik ve hakem olma rolünün ötesine taşıyarak siyasal sistemin önemli bir
unsuru haline getirdiği söylenebilmektedir.

2017 Anayasa değişikliği ile birlikte Cumhurbaşkanı yürütme organının tek kanadı haline
gelmiş, Anayasa’da devlet başkanı sıfatı ile kullanılan yetkiler ile yürütme yetkilerinin
tamamı Cumhurbaşkanı’nda toplanmıştır. Tarafsızlık ve bağımsızlık bakımından
Cumhurbaşkanı’nın kurumsal tarafsızlığı kaldırılmış, kişisel tarafsızlığı ise devam
ettirilmiştir. 2017 Anayasa değişikliği ile parlamenter sistemden başkanlık sistemine
geçildiğinden karşı imza kuralı kaldırılmıştır. Yürütme yetkisi ve görevinin tek başına
Cumhurbaşkanı tarafından yerine getirileceği düzenlenmiş, iki başlı yürütme yapısı ve
haliyle başbakan ve bakanlar kurulu da kaldırılmıştır. Yeni sistemde Cumhurbaşkanı
yardımcıları ve bakanların parlamentoya karşı siyasi sorumluluklarının söz konusu
olmayacağı düzenlenmiş, yardımcı ve bakanların karşı imza benzeri bir mekanizma ile
sorumluluğunun söz konusu olmayacağı kabul edilmiştir. Anayasa’da yer alan
“Cumhurbaşkanı Devletin başıdır.” ve “Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir.”
düzenlemeleri ile devletin başı olma ve yürütme fonksiyonları Cumhurbaşkanı’nda
birleştirilmiştir.

141
Sorumluluk bakımından başkanlık sisteminin gereği olarak Cumhurbaşkanı’nın
parlamentoya karşı herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Cezai sorumluluk
bakımından ise 2017 Anayasa değişikliği önemli bir farklılığı beraberinde getirmiştir.
Nitekim yeni düzenlemelerle birlikte Cumhurbaşkanı’nın işleyebileceği her suç için Yüce
Divanda yargılanması öngörülmüştür.

Seçim bakımından ise hem 2017 Anayasa değişikliği öncesinde hem de sonrasında
Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi öngörülmektedir. Bu bakımdan 2017
Anayasa değişikliği ile 2007 yılında benimsenen Cumhurbaşkanı seçim usulü
değiştirilmemiştir.

ANAYASA / TEK-ÇİFT / BÜTÜNLEME / 19’-20’

OLAY I
Cumhurbaşkanı tarafından çıkarılan 19 numaralı, Yeni Kurulan Bazı İdarelerin Kamu
Malî Yönetimi ve Kontrol Kanununa Ekli Cetvellere Eklenmesine Dair Cumhurbaşkanlığı
Kararnamesi ile 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na ekli (I) Sayılı
Cetvel’in sonuna sıralar eklenmiştir. Ertesi gün gerçekleştirdiği basın toplantısında söz
konusu kararname ile ilgili görüşleri sorulan Milletvekili A, “1982 Anayasası uyarınca
Cumhurbaşkanı ancak kanunları uygulamak amacıyla kararname çıkarabilir. Bu
kararname Anayasa’ya aykırıdır!” ifadelerini kullanmıştır. Bu ifadelere sinirlenen
Cumhurbaşkanı, A’nın hakkında mahkeme hükmü bulunan, sözüne güvenilmez bir suçlu
olduğunu ifade etmiş ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) üzerine düşeceğini
yapacağına inandığını belirtmiştir.

Sonraki hafta gerçekleştirilen TBMM’nin 4/6/2020 tarihli 95. Birleşiminde, 30/1/2020


tarihli ve (3/1219) esas numaralı Cumhurbaşkanlığı tezkeresinin okunması suretiyle
Milletvekili A’nın milletvekilliği Anayasa'nın 84. maddesinin ikinci fıkrası gereğince
düşmüştür. Hüküm giydiğine dair hakkındaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula
bildirilmesi suretiyle A’nın milletvekilliğinin düşmesine ilişkin işlemin Anayasa'nın 85.
maddesi uyarınca iptali talebiyle Milletvekili B 10/6/2020 tarihinde Anayasa
Mahkemesine başvurmuştur.

142
SORULAR
1. Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin genel rejimini açıklayınız. Olaydaki
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile A’nın iddialarını bu çerçevede değerlendiriniz.
(20 puan)
CEVAP: 2017 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle düzenlenen Cumhurbaşkanlığı
kararnameleri (CBK), Cumhurbaşkanı tarafından çıkarılan, organik açıdan yürütme,
fonksiyonel açıdan ise yasama işlemi niteliğinde düzenlemelerdir. CBK’lar olağan ve
olağanüstü dönem Cumhurbaşkanlığı kararnameleri olmak üzere iki şekilde çıkarılabilir.

Olağan CBK’lar 1982 Anayasası’nın, Cumhurbaşkanı’nın görev ve yetkilerine ilişkin 104.


maddesinin 17. fıkrasında konu bakımından bazı anayasal sınırlamalara tabi tutulmuştur.
Buna göre Cumhurbaşkanı, ancak yürütme yetkisine ilişkin konularda CBK
çıkarabilmekte ve Anayasa’nın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan
temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve
ödevler CBK ile düzenlenememektedir. Anayasa’nın münhasıran kanunla
düzenlenmesini öngördüğü ve kanunda açıkça düzenlenen konularda CBK
çıkarılamamaktadır. Yine aynı madde hükmü uyarınca, CBK ile kanunlarda farklı
hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanacaktır. Türkiye Büyük Millet
Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda ise CBK hükümsüz hale gelecektir.
Bu genel hüküm dışında, Anayasa’nın çeşitli maddelerinde (m. 104/9, m.106/son,
m.108/son ve m. 118/son) CBK ile düzenleneceği ifade edilen hususlar bulunmaktadır. Bu
maddelerde; Kamu yöneticilerinin atanması, görevlerine son verilmesi ve bunların
atanmasına ilişkin usul ve esasların belirlenmesi; bakanlıkların kurulması, kaldırılması,
görevleri, yetkileri, teşkilat yapısı ile merkez ve taşra teşkilatlarının kurulması; Devlet
Denetleme Kurulunun işleyişi, üyelerinin görev süresi ve diğer özlük işlerinin yanı sıra,
Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin teşkilat ve görevlerinin CBK ile düzenleneceği
öngörülmüştür.

Olağanüstü dönem CBK’ları ise olağanüstü hallerde ve olağanüstü halin gerekli kıldığı
konularda 104. maddenin 17. fıkrasında belirtilen sınırlamalara tabi olmaksızın çıkarılan
düzenlemeler olup, bu kararnameler kanun hükmündedir. Kanunlarla düzenlenen tüm
konularda çıkarılabilen bu kararnameler Resmi Gazete’de yayımlanmalarının ardından
olağan dönem CBK’larından farklı olarak aynı gün TBMM’nin onayına sunulur ve üç ay
içerisinde TBMM’de görüşülüp karar bağlanır. Olağan dönem CBK’larının aksine
olağanüstü dönem CBK’ları AYM denetimine tabi değildir.

143
Olayda olağanüstü bir durumdan bahsedilmediğinden yapılan düzenlemenin olağan
dönem CBK’sı olduğu ve çıkarılan 19 numaralı, Yeni Kurulan Bazı İdarelerin Kamu Malî
Yönetimi ve Kontrol Kanununa Ekli Cetvellere Eklenmesine Dair Cumhurbaşkanlığı
Kararnamesi ile 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na ekli (I) Sayılı
Cetvel’in sonuna sıralar eklendiği görülmektedir. Anlaşılacağı üzere, CBK ile 5018 sayılı
Kanun’a ekli (I) Sayılı Cetvel’e bazı eklemeler yapmak suretiyle kanun metninde
değişiklik yapılması öngörülmüştür. Bu sebeple, söz konusu CBK’nın 1982 Anayasası’nın
104. maddesinin 17. fıkrasına aykırı olduğu sonucuna ulaşılabilir. Zira, anılan madde
hükmüne göre olağan CBK’lar ancak yürütme yetkisine ilişkin konularda
çıkarılabileceğinden, olağan CBK ile herhangi bir kanunda değişiklik yapılması yürütme
yetkisine ilişkin sayılamaz.

Milletvekili A’nın, olayda söz konusu CBK’nın Anayasa’ya aykırı olduğu yolundaki iddiası
yerinde olmakla birlikte, aykırılığa ilişkin gerekçe olarak sarf ettiği, “1982 Anayasası
uyarınca Cumhurbaşkanı ancak kanunları uygulamak amacıyla kararname çıkarabilir.”
ifadesi yerinde değildir. Zira, Anayasa’nın yukarıda belirtilen hükümlerinden de
anlaşılacağı üzere, CBK’lar, kanunları uygulamak amacıyla çıkarılan düzenlemeler
olmayıp, kanunlarla düzenlenmeyen alanları ilk elden düzenleme amacı güden asli
düzenleyici işlemlerdir.

2. Milletvekili B’nin başvurusu ile ilgili Anayasa Mahkemesi ne yönde karar vermiş
olabilir? Tartışınız. (15 puan)
CEVAP: Olayda bir milletvekilinin, hüküm giydiğine dair hakkındaki kesin mahkeme
kararının Genel Kurula bildirilmesi suretiyle milletvekilliğinin düşmesi söz konusudur.
Bu durum 1982 Anayasası’nın “Milletvekilliğinin Düşmesi” başlıklı 84. maddesinin 2.
fıkrasında düzenlenmiştir. Söz konusu fıkra uyarınca, milletvekilliğinin kesin hüküm
giyme veya kısıtlanma halinde düşmesi için, bu husustaki kesin mahkeme kararının
Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Kuruluna bildirilmesi yeterli olmaktadır. 1982
Anayasası’nın “İptal İstemi” başlıklı 85. maddesinde ise milletvekilliğinin düşmesinin
iptali için bir başvuru yolu öngörülmektedir. Bu madde uyarınca, milletvekilliğinin
düşmesine 84 üncü maddenin birinci, üçüncü veya dördüncü fıkralarına göre karar
verilmiş olması hallerinde, TBMM Genel Kurulu kararının alındığı tarihten başlayarak
yedi gün içerisinde ilgili milletvekili veya bir diğer milletvekili, kararın, Anayasa’ya,
kanuna veya İçtüzüğe aykırılığı iddiasıyla iptali için Anayasa Mahkemesine başvurabilir.
Anayasa Mahkemesi, iptal istemini onbeş gün içerisinde kesin karara bağlar. Görüldüğü
üzere 85. maddede öngörülen iptal istemi milletvekilliğinin düşmesine 84 üncü

144
maddenin birinci, üçüncü veya dördüncü fıkralarına göre karar verilmiş olması
hallerinde söz konusu olabilmektedir.

Olayda ise A’nın milletvekilliği Anayasa'nın 84. maddesinin ikinci fıkrası gereğince, bir
diğer deyişle hüküm giydiğine dair hakkındaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula
bildirilmesi suretiyle düşmüştür. Her ne kadar 85. madde belirli durumlarda
milletvekilliği düşürülen vekilin yerine başka bir vekilin Anayasa Mahkemesine
başvurmasına imkân tanısa da bu imkân kesin hüküm giyme sebebiyle milletvekilliğinin
düşmesi için söz konusu değildir. Bu durumda Milletvekili B’nin başvurusu ile ilgili
Anayasa Mahkemesi ret kararı verecektir.

OLAY II
07/02/2015 tarihinde Hakkâri'nin Yüksekova ilçesinde bir otelde kaldığı sırada
Yüksekova Asayiş Büro Amirliği personelince A’ya yoklama kaçağı durumunda olduğu
bildirilmiş, askerlik işlemlerini tamamlamak üzere on beş gün içinde en yakın askerlik
şubesine başvurması gerektiği aktarılmış ve bu hususta bir tutanak tanzim edilmiştir.
10/02/2015 tarihinde otomobiliyle Diyarbakır'a doğru seyir hâlindeyken jandarma
ekiplerince A’nın aracı durdurulmuş, yoklama kaçağı olduğundan tutanak düzenlenmesi
için araçtan inmesi istenmiştir. A daha önceki tutanağı göstermiş ve on beş günlük
sürenin dolmadığını belirtmiştir. Bakaya durumunun devam etmesi nedeniyle tutanak
tutulmasının zorunlu olduğu jandarma ekiplerince kendisine ifade edilmiş ve A, tutanak
imzalaması için karakola davet edilmiştir. Bunun üzerine yaklaşık bir saatte tanzim edilen
tutanağı karakolda imzaladıktan sonra A serbest bırakılmıştır. Sonrasında A, Yüksekova
Asayiş Büro Amirliğince bakaya kaydının sistemden düşülmemiş olması nedeniyle aranan
kişi konumunun sürdüğünü, hakkında tekrar tutanak düzenlenmesi neticesinde bir
saatlik kaybının olduğunu, özgürlüğünün kısıtlandığını, olayın idarenin hizmet
kusurundan kaynaklandığını belirterek 500 TL manevi tazminatın yasal faiziyle birlikte
ödenmesine karar verilmesi istemiyle Van 3. İdare Mahkemesinde tam yargı davası
açmıştır. Ancak söz konusu dava kesin olarak reddedilmiş ve itiraz etmenin mümkün
olmadığı karar 23/03/2017 tarihinde A’ya tebliğ edilmiştir. Ardından A 10/04/2017
tarihinde Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuştur.

2019 yılında birliğine teslim olan A terhis olmak üzereyken 7179 sayılı Askeralma
Kanunu’nda TBMM değişiklik yapmış, COVID-19’la mücadele amacıyla 2019 yılında silah
altına alınan ve halihazırda görevini sürdüren er ve erbaşların hizmet süresinin üç ay
daha fazla olacağı düzenlenmiştir. Değişikliği eleştiren Milletvekili B, getirilen düzenleme

145
ile öngörülmez bir durum yaratıldığını ve 2019 yılında silah altına alınanlara haksızlık
yapıldığını ileri sürerek düzenlemenin 1982 Anayasası’nda belirtilen temel ilkelere aykırı
olduğunu ifade etmiştir.

SORULAR
1. Bireysel başvurunun kabul edilebilirlik koşullarını dikkate alarak A’nın ihlal
iddiasını, bu koşullar bağlamında inceleyiniz. (15 puan)
CEVAP: Bireysel başvuru yolu 1982 Anayasası’nın 148. maddesinde düzenlenmiştir. Söz
konusu hüküm uyarınca herkes, Anayasa’da güvence altına alınmış temel hak ve
özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) kapsamındaki herhangi
birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa Mahkemesine bireysel
başvuruda bulunabilir. Bireysel başvuru yalnızca kişisel ve güncel bir hakkı doğrudan
ihlal edilen gerçek kişiler yahut özel hukuk tüzel kişileri tarafından yapılabilir. Kamu tüzel
kişileri bireysel başvuru yapamaz. Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait
haklarının ihlal edildiği gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir. Son olarak yalnızca
Türk vatandaşlarına tanınan haklarla ilgili olarak yabancılar bireysel başvuru yapamaz.
Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. Ayrıca, 23
Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen işlemler ve kararlar bakımından bu yola
başvurulabilir. Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu
öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir.
Haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten
itibaren on beş gün içinde ve mazeretlerini belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler.
Bu durumda mahkeme, öncelikle başvurucunun mazeretinin geçerli görülüp
görülmediğini inceleyerek talebi kabul veya reddeder. Son olarak Mahkeme, Anayasa’nın
uygulanması ve yorumlanması veya temel hakların kapsamının ve sınırlarının
belirlenmesi açısından önem taşımayan ve başvurucunun önemli bir zarara uğramadığı
başvurular ile açıkça dayanaktan yoksun başvuruların kabul edilemezliğine karar
verebilir. Anayasa Mahkemesine göre başvurucunun ihlal iddialarını kanıtlayamadığı,
iddialarının salt kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin olduğu, temel
haklara yönelik bir müdahalenin olmadığı veya müdahalenin meşru olduğu açık olan
başvurular ile karmaşık veya zorlama şikâyetlerden ibaret başvurular açıkça dayanaktan
yoksun kabul edilebilir. Kişisel önem koşulu ise başvurucunun önemli bir zarara
uğramamış olmasını ifade eder. Anayasa Mahkemesinin ifadesiyle bu koşul, somut olayın
başvurucunun kişisel durumu üzerindeki olumsuz etkisinin derecesiyle ilgilidir. Somut
olayda ortaya çıkan kişisel zararın önemli olup olmadığını başvurucunun sübjektif algısı
belirlemez. Bu husus başvurucunun içinde bulunduğu koşullar da dâhil olmak üzere her

146
olayın kendine özgü koşulları dikkate alınarak ve objektif verilerden hareket edilerek
Anayasa Mahkemesi tarafından değerlendirilir. Zararın parayla ölçülüp ölçülememesi,
onun önemini değerlendirme bakımından belirleyici değildir. Parayla ölçülmesi mümkün
olmayan zararlar yönünden de anayasal ve kişisel önemden yoksun olma kriterinin
uygulanması mümkündür.

Olayda hem 1982 Anayasası hem de AİHS’te korunan haklarla ile ilgili bir başvuru söz
konusudur. Başvuru yollarının tüketilmesi koşulu yönünden gerekli idari ve hukuki
başvuru yollarının tüketilmediğini gösteren bir veri bulunmamaktadır. Olayda ayrıca ihlal
iddiasının açıkça dayanaktan yoksun sayılmasını gerektirecek (hak ihlali iddialarının
somutlaştırılamadığına ve hukuki bilgi ve gerekçeyle desteklenmemiş olduğuna dair açık
kanıt olmadığından) bir husus da bulunmamaktadır. Kesinleşen kararın tebliğ tarihi olan
23 Mart 2017 tarihinden itibaren 30 gün içinde bireysel başvuru yapıldığından ve kararın
kesinleşme tarihi 23 Eylül 2012 sonrasında olduğundan süre unsuru bakımından da bir
sorun bulunmamaktadır.

Başvuruya konu olan şikayet idarenin kusuru sebebiyle yaklaşık bir saat bekletilme olup
talep 500 liralık manevi tazminattır. Anayasa Mahkemesi başvurucunun içinde
bulunduğu koşullar da dâhil olmak üzere olayın kendine özgü koşullarını dikkate alarak
ve objektif verilerden hareket ederek değerlendirme yapacaktır. Bu bakımdan kişisel
önem koşulu bakımından Mahkeme kabul edilmezlik kararı verebileceği gibi kabul
edilebilirlik kararı da verebilir.

2. Milletvekili B eleştirilerinde haklı mıdır? 1982 Anayasası’nda belirtilen ilgili


ilkelerin gerekleri ışığında tartışınız. (20 puan)
CEVAP: Olayda Milletvekili B, getirilen düzenleme ile öngörülmez bir durum yaratıldığını
ve 2019 yılında silah altına alınanlara haksızlık yapıldığını ileri sürerek düzenlemenin
1982 Anayasası’nda belirtilen temel ilkelere aykırı olduğunu ifade etmiştir. Bu ifadeler
Anayasa’da güvence altına alınan hukuk devleti ilkesi ile eşitlik ilkesini çağrıştırmaktadır.
Hukuk devleti ilkesi en basit şekilde, hukukun hâkim olduğu ya da hukuka bağlı devleti
ifade etmektedir. Hukuk devletinin temel özellikleri sınırlı bir sayıma tâbi
tutulmamaktadır. Uluslararası örgütlerin raporlarında ya da yargısal içtihatlarda, hukuk
devletiyle ilişkili birçok alt ilkeye yer verilmektedir. Bunlar arasında; hukuk önünde hesap
verebilirlik, hukukun üstünlüğü, bağımsız ve tarafsız bir yargı, hukuk önünde eşitlik,
hukukun uygulanmasında adalet, kuvvetler ayrılığı, hukuki belirlilik, usulî ve yasal açıklık
sayılmaktadır.

147
Hukuk devletinin temel unsurlarından biri de kişilere “hukuk güvenliği”nin
sağlanmasıdır. Hukuk güvenliği öncelikle insan haklarına saygı (respect for human
rights) ilkesine uyulmasıyla gerçekleşir. İkinci olarak hukuk güvenliği “hukuki belirliliği”
gerektirir. Hukuki belirlilik yargıya ve devlete güven duyulmasını sağladığı gibi ekonomik
istikrar açısından da önemli görülmektedir. Hukuk devletinde hem idarenin eylem ve
işlemleri hem de genel hukuk kuralları, “ulaşılabilir, öngörülebilir ve açık” olmalıdır.
Özellikle temel hak ve hürriyetleri sınırlayan kanunlarda hukuki belirlilik çok daha
önemlidir. Bireyler kendilerine uygulanacak kuralların neler olduğunu önceden bilme ve
kendi davranışlarını ona göre ayarlayabilme imkânına sahip olmalıdır. Kurallarda aranan
hukuki belirlilik, ne idarenin keyfiliğine yol açacak kadar esnek ne de idarenin takdir
yetkisini ortadan kaldıracak kadar katı olmamalıdır.

Hukuk devletinde hukuk güvenliği ile doğrudan ilişkili bir diğer konu ise kişiler arasında
“ayrımcılık yapılmaması” ve “kanun önünde eşitlik” sağlanmasıdır. Eşitlik ilkesi ayrıca
1982 Anayasası’nın 10. maddesinde de düzenlenmektedir. Gerçek eşitliğin sağlanması için
kişiler arasında makul ve haklı nedenlerle farlı davranılmasına izin veren şekli eşitliğe
uyulması, hukuk devletinin ve eşitlik ilkesinin önemli bir yönünü oluşturur. Ancak
kanunda farklı davranmanın makul ve haklı nedenlerinin olmaması ayrımcılık anlamına
geleceği gibi hukuk devletine de zarar verecektir. Ayrıca eşitliğin ihlal edilmesi, ayrımcılık
yapmak anlamına gelmektedir. Ayrımcılık yapılması ile eşitliğin ihlali kesişen olgulardır.
Aynı durumda olan kişilere aynı, farklı durumda olan kişilere farklı davranılmaması
ayrımcılık sayılır. Ancak kişiler arasında her türlü farklı muamele ayrımcılık anlamına
gelmez. Farklı muamelenin ayrımcılık sayılması için farklılığın makul ve objektif bir
nedene dayanmaması gerekir.

Olayda sözü geçen COVID-19’la mücadele amacıyla 2019 yılında silah altına alınan ve
halihazırda görevini sürdüren er ve erbaşların hizmet süresinin üç ay daha fazla
olacağına ilişkin düzenlemenin yukarıda belirtilen kriterler uyarınca incelenmesi
gerekmektedir. Bu çerçevede düzenlemenin hizmete başlandığı anda öngörülmeyen bir
durum oluşturarak hukuk devleti ve hukuk güvenliği ilkeleri ve sadece 2019 yılında
askere alınan ve halihazırda görevini sürdüren er ve erbaşların hizmet süresini arttırdığı
için ayrımcılık yararak da eşitlik ilkesinin ihlal edildiği sonucuna ulaşılabileceği gibi aksi
de savunulabilir.

148
METİN SORUSU
1. Hükümet sistemleri açısından 1982 Anayasası’nın 2017 öncesi ve sonrası
durumunu karşılaştırarak açıklayınız. (30 puan)
CEVAP: Hükümet sistemleri, yürütme organının yapısı, oluşumu, yetkileri ve diğer
organlarla ilişkileri üzerine şekillenmektedir. Bu sistemler, liberal ülkelerde çok partili ve
kuvvetler ayrılığına dayalı, parlamenter, başkanlık, yarı başkanlık ve meclis hükümeti
sistemi olarak karşımıza çıkarken, sosyalist ülkelerde tek partili ve kuvvetler birliği
ilkesine dayalı kendine özgü sosyalist hükümet sistemi şeklinde, İslami anayasal
düzenlerde ise liberal ülkelerdeki gibi veya bu ülkelerin kendine has özellikleri
çerçevesinde şekillenmektedir.

Ülkemiz açısından bakıldığında, meclis hükümeti sisteminin uygulandığı 1921-1924 arası


dönemi hariç tutulduğunda, 2017 yılında yapılan anayasa değişikliğine kadar parlamenter
sistemin uygulandığı görülmektedir. 1982 Anayasası’nın ilk halinde 1961 Anayasası’nda
olduğu gibi parlamenter sistem benimsenmekle birlikte 1982 Anayasası, 1961
Anayasası’ndan farklı olarak sistem içinde Cumhurbaşkanı’nı ön plana çıkarmıştır.
Cumhurbaşkanı yine tarafsız ve sorumsuz olarak kabul edilmiş fakat, 1961 Anayasası’na
göre daha fazla yetkileri olan bir Cumhurbaşkanlığı makamı öngörülmüştür. Diğer
taraftan, 1982 Anayasası’nda Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler, yarı başkanlık
sisteminin uygulandığı Fransa’da Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkilere göre daha kısıtlı
olmuştur. Özellikle, Cumhurbaşkanın parlamentoyu feshetme yetkisi belli koşullara
bağlanmış, Bakanlar Kuruluna başkanlık etme yetkisi kural değil, istisnai bir durumda
kabul edilmiştir. Bu nedenle, klasik parlamenter sisteme göre, Cumhurbaşkanı’nın
yetkileri fazla olduğu söylense bile, bu yetkilere bakarak bir yarı başkanlık sisteminden
söz edilememiştir.

2007 Anayasa değişikliklerinden sonra Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesinin


öngörülmesi ile Türkiye’de hükümet sistemi tartışmaları yeniden alevlenmiştir. Ancak,
Anayasa’da hala Cumhurbaşkanı’nın “tarafsızlığı, sorumsuzluğu ve yetkisizliği” ilkeleri
devam ettiğinden, sadece halkın seçmesine bakılarak, sistemin yarı başkanlık sistemine
dönüştüğü söylenememektedir. Bu bakımdan Osmanlı-Türk Anayasalarında yürütme
organı, 1921-1923 arası kısa bir süre hariç, 2017 Anayasa değişikliklerine kadar çift yapılı
olmuştur.

2017 Anayasa değişikliği öncesinde, parlamenter sistem olmanın bir gereği olarak
Cumhurbaşkanı’nın bağımsızlığı ve tarafsızlığını sağlamaya yönelik düzenlemeler yer

149
almıştır. Bu çerçevede, milletvekili sıfatını taşıyan, bir kişinin Cumhurbaşkanı
seçilmesiyle birlikte bu sıfatın düşmesi ve partisiyle ilişkisinin kesilmesine ilişkin
düzenleme örnek olarak gösterilebilir. Sorumluluk bakımından bir değerlendirme
yapıldığında, 2017 Anayasa değişikliği öncesinde Cumhurbaşkanı’nın siyasi sorumluluğu
söz konusu olmamıştır. Cezai sorumluluk bakımından ise Cumhurbaşkanı’nın göreviyle
ilgili suçlarda, yalnızca “vatana ihanet” suçundan sorumlu olduğu kişisel suçlarından
dolayı ise tamamen sorumlu olduğu kabul edilmiştir. Görev ve yetkiler bakımından,
Cumhurbaşkanı’nın devletin başı olması sıfatıyla kullandığı yetkilerin yanı sıra, yürütme
organının diğer kanadı olan Başbakan ve Bakanlar Kurulu ile kullanması öngörülen
yetkiler de söz konusu olmuştur. Anayasal yetki ve görevlere bakıldığında
Cumhurbaşkanı’na tanınan bu geniş etki alanının Cumhurbaşkanlığı makamını sembolik
ve hakem olma rolünün ötesine taşıyarak siyasal sistemin önemli bir unsuru haline
getirdiği söylenebilmektedir.

2017 Anayasa değişikliği ile birlikte Cumhurbaşkanı yürütme organının tek kanadı haline
gelmiş, Anayasa’da devlet başkanı sıfatı ile kullanılan yetkiler ile yürütme yetkilerinin
tamamı Cumhurbaşkanı’nda toplanmıştır. Anayasa’da yer alan “Cumhurbaşkanı Devletin
başıdır.” ve “Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir.” düzenlemeleri ile devletin başı
olma ve yürütme fonksiyonları Cumhurbaşkanı’nda birleştirilmiştir. Diğer bir deyişle tek
yapılı yürütme organı öngören yeni sistemde yürütme yetkisi ve görevi, tek başına
Cumhurbaşkanı tarafından yerine getirilmektedir. Önceki sistemde yürütmenin ikinci
kanadını oluşturan “bakanlar kurulu”, yapılan sistem değişikliği ile kaldırılmış yerine
Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar getirilmiştir. Ancak yeni sistemde
Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanların oluşturduğu bir “kabine”den söz edilse bile,
kabinenin Cumhurbaşkanı karşısında bir yetkisi bulunmamaktadır.

Tarafsızlık ve bağımsızlık bakımından Cumhurbaşkanı’nın kurumsal tarafsızlığı


kaldırılmış, kişisel tarafsızlığı ise devam ettirilmiştir. 2017 Anayasa değişikliği ile
parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçildiğinden karşı imza kuralı kaldırılmıştır.
Yeni sistemde Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanların parlamentoya karşı siyasi
sorumluluklarının söz konusu olmayacağı düzenlenmiş, yardımcı ve bakanların karşı
imza benzeri bir mekanizma ile sorumluluğunun söz konusu olmayacağı kabul edilmiştir.

150
ANAYASA / İÖ / BÜTÜNLEME / 19’-20’

OLAY I
Türkiye Büyük Millet Meclisinin, 29 Temmuz 2020 Çarşamba gününden başlamak ve 1
Ekim 2020 Perşembe günü saat 14.00’te toplanmak üzere tatile girmesine, Genel Kurulun
28 Temmuz 2020 tarihli 118’inci Birleşiminde karar verilmiştir. Bu karar 30 Temmuz
2020 günü Resmi Gazete’de yayınlanmıştır. Ertesi gün, Doğu Akdeniz’de doğal gaz arama
faaliyetlerinde bulunan Oruç Reis Gemisi’ne uyruğu tespit edilemeyen bir savaş
gemisinin yaklaşması üzerine Cumhurbaşkanı hava kuvvetlerinin kullanılmasına karar
vermiş ve söz konusu gemi batırılmıştır. Cumhurbaşkanı’nın kuvvet kullanılmasına karar
verme yetkisi olmadığını ve TBMM’nin tatilde olmaması gerektiğini düşünen 200
milletvekili 5 Ağustos 2020 tarihinde Anayasa Mahkemesine başvurarak TBMM Genel
Kurulunun 28 Temmuz tarihli tatile girme kararının iptalini istemişlerdir. Doğu
Akdeniz’deki gerilimin artması üzerine Cumhurbaşkanı yurdun tamamında 6 ay süreyle
olağanüstü hâl ilan etmiştir. Olağanüstü hâl devam ederken Cumhurbaşkanı çıkardığı
olağanüstü hâl Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile devletin güvenliğine karşı suçlar ile
terör suçları bakımından gözaltı süresinin olağanüstü hâl süresince 21 gün olacağını
düzenlemiştir. Gündemi değerlendiren A Partisi başkanı B, 1982 Anayasası’nın 19.
maddesinde gözaltı süresinin kırksekiz saat ve toplu olarak işlenen suçlarda en çok dört
gün olarak düzenlendiğini belirterek getirilen düzenlemenin Anayasa’ya aykırı olduğunu
ileri sürmüştür.

SORULAR
1. TBMM Genel Kurulunun 28 Temmuz tarihli tatile girme kararının iptali için
yapılan başvuruda Anayasa Mahkemesi ne yönde karar verecektir? Tartışınız. (20
puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 148. maddesinin 1. fıkrası uyarınca, “Anayasa Mahkemesi,
kanunların, Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler ve bireysel
başvuruları karara bağlar. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve
denetler.”

Anayasa Mahkemesi, Meclis’in kanun niteliğindeki işlemlerini denetleyebilirken “meclis


kararları” kural olarak bu denetime tabi değildir. Ancak Anayasa’nın 85. ve 148.
maddelerindeki özel hükümler nedeniyle, dokunulmazlığın kaldırılması ve
milletvekilliğinin düşürülmesi kararları ile TBMM İçtüzüğü Anayasa Mahkemesinin

151
denetimine açıktır. Anayasa Mahkemesi, bu üç meclis kararı dışındaki Meclis kararlarını
“eylemli içtüzük değişikliği” adı altında geliştirdiği içtihat ile denetlemektedir:

“Anayasa Mahkemesinin birçok kararında belirtildiği gibi, iptali istenilen bir yasama
tasarrufunun Anayasal denetime bağlı tutulabilecek nitelikte olup olmadığı saptanırken
sadece, onun bu tasarrufta bulunan organ tarafından nasıl nitelendirildiğine ve hangi
ismin verildiğine veya bu işlemin nasıl bir yöntem izlenerek yapıldığına bakılması yeterli
olmayıp, yapılış yöntemi ve adı ne olursa olsun hukuksal niteliği, etkisi ve doğurduğu
sonuçlar da gözetilmelidir. Yapılacak değerlendirme sonucunda, iptali istenilen
tasarrufun, Anayasa'nın 148. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesinin denetim alanına
giren kanun, KHK veya TBMM İçtüzüğü ile aynı değer ve etkide bir işlem olduğu kanısına
varılırsa bu işlem Anayasa Mahkemesince denetlenebilir. Aksi halde, hukuksal nitelikleri,
etkileri ve meydana getirdikleri sonuçlar bakımından, Anayasa'ya uygunluk denetimine
tâbi tutulan kanun, KHK ve TBMM İçtüzüğü ile eşdeğerde bulunan ve bu nedenle de
belirtilen işlemlere özgü yöntem ve isimlerle tesis edilip, hukuki varlık kazanması gereken
bazı yasama tasarrufları, farklı yöntem ve isimlerle hukuk sistemine dahil edilerek
Anayasa'ya uygunluk denetiminin kapsamı dışına çıkarılabilir.” (AYM, E. 2007/45, K.
2007/54, T. 01/05/2007).

Olayda TBMM Genel Kurulunun 28 Temmuz tarihli tatile girme kararının iptali
istenmektedir. İptali istenen işlem bir meclis kararıdır. Ancak bu, denetlenebilir TBMM
kararları arasında yer almamaktadır. Tatile girme kararının eylemli içtüzük değişikliği
niteliğinde olduğuna ilişkin bir veri de olayda bulunmamaktadır. Bu durumda TBMM
Genel Kurulunun 28 Temmuz tarihli tatile girme kararının iptali için yapılan başvuruda
Anayasa Mahkemesi ret kararı verecektir.

2. B’nin gözaltı ile ilgili getirilen düzenlemenin Anayasa’ya aykırı olduğu iddiasını
değerlendiriniz. (15 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 15. maddesi uyarınca, savaş, seferberlik veya olağanüstü
hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlal edilmemek kaydıyla,
durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya
tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasa’da öngörülen güvencelere aykırı
tedbirler alınabilir.

Anayasa’nın 19. maddesinde de yakalanan veya tutuklanan kişinin, tutulma yerine en


yakın mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç en geç kırk sekiz saat ve toplu

152
olarak işlenen suçlarda en çok dört gün içinde hâkim önüne çıkarılacağı ve kimsenin bu
süreler geçtikten sonra hakim kararı olmaksızın hürriyetinden yoksun bırakılamayacağı
düzenlenmekle birlikte söz konusu sürelerin olağanüstü hâl ve savaş hallerinde
uzatılabileceği düzenlenmektedir.

Olayda olağanüstü hâl devam ederken Cumhurbaşkanı’nın 1982 Anayasası’nın 119.


maddesi uyarınca çıkardığı olağanüstü hâl Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile devletin
güvenliğine karşı suçlar ile terör suçları bakımından gözaltı süresinin olağanüstü hâl
süresince 21 gün olacağı düzenlenmiştir. Görüldüğü üzere olağanüstü hâl durumunda 15.
madde normalde Anayasa’da yer alan güvencelere aykırı önlemlerin alınabilmesine
imkân tanımaktadır. Ayrıca 19. maddede de gözaltına ilişkin sürelerin olağanüstü hâl
döneminde uzatılabileceği açıkça belirtilmektedir. Bu durumda A Partisi başkanı B’nin
iddialarına konu olan Anayasa’nın 19. maddesinde gözaltı sürelerini uzatan düzenleme,
Anayasa’da dayanak bulmuş olmaktadır. Ancak olağanüstü dönemlerde Anayasa’da yer
alan güvencelere aykırı tedbirler alınabiliyor olması bunların bir sınırının olmadığı
anlamına gelmemektedir. Nitekim Anayasa’nın 15. maddesinde olağanüstü hallerde
alınan tedbirlerin milletlerarası hukuktan doğan yükümlülüklere aykırı olmaması ve
ölçülü olması gerektiği ifade edilmiştir. A Partisi başkanı B’nin iddialarının yerindeliği
ancak bu iki ilke çerçevesinde yapılacak bir değerlendirme neticesinde ortaya
konulabilecektir.

OLAY II
1951 doğumlu A serbest avukat olarak çalışmaktadır. Sağlık Bakanlığının, Türkiye'de ilk
COVID-19 vakasının görüldüğünü 11/03/2020 tarihinde kamuoyuna duyurmasının
ardından Türkiye'de tedbirler alınması gerektiği toplumun her kesiminde dile getirilmeye
başlanmıştır. Bu çerçevede İçişleri Bakanlığı 21/03/2020 tarihinde tüm il valiliklerine 65
yaş üstü olanlar ile kronik rahatsızlığı bulunanların sokağa çıkmalarının yasaklanmasına
dair bir genelge göndermiştir. Bunun üzerine A genelgenin kapsamına girdiğinden
bahisle Danıştay’a yürütmeyi durdurma ve iptal davası açmıştır. Dava devam ederken
evde oturmaktan bunalan A yakalanmayacağını düşünerek gece yarısı sokağında bulunan
büfeye gitmiş ve büfe sahibi B ile muhabbet etmeye başlamıştır. Aynı zamanda A’nın
müvekkili olan ve açacağı bütün davalar bakımından A’ya vekalet veren büfe sahibi B
mevcut bir uyuşmazlıkla ilgili A’ya sorular sorarken iki polis memuru büfeye girmiştir.
Polis memurları sokağa çıkma kısıtlamalarına aykırı davrandığı gerekçesiyle Umumi
Hıfzıssıhha Kanunu’na dayanarak A hakkında 3150 lira tutarında idari para cezası
tutanağı düzenlemişlerdir. Ayrıca 22:00’den sonra alkol satışı yaptığı gerekçesiyle büfe

153
sahibi B hakkında da tutanak düzenlenmiştir. Bu tutanak Tütün ve Alkol Piyasası
Düzenleme Kurumuna gönderilmiş, ertesi gün Kurum gece vakti alkollü içki satışı yaptığı
gerekçesiyle B’ye 30.454 lira idari para cezası verilmesine karar vermiştir. İki gün sonra
A, kendisine ve B’ye kesilen idari para cezalarının iptali için sulh ceza hakimliğine
başvurmuştur. Ancak her iki itiraz da hakimlik tarafından reddedilmiş ve kararlar A’ya
tebliğ edilmiştir. Bu kararlara da itiraz eden A’nın itirazları yine reddedilmiş ve ret
kararları 20 Temmuz 2020 tarihinde A’ya tebliğ edilmiştir. Bunun üzerine A, 15 Ağustos
2020 tarihinde hem kendisi hem de B adına Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda
bulunmuştur. A kendi başvurusu için yazdığı dilekçede kesilen cezanın kanuni dayanağı
olmadığını ve genelgelerle getirilen kısıtlamaların öngörülebilir olmadığını ileri
sürmüştür.

SORULAR
1. Bireysel başvurunun kabul edilebilirlik koşullarını dikkate alarak A’nın
başvurularını bu koşullar bağlamında inceleyiniz. (20 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 148. maddesi uyarınca herkes, Anayasa’da güvence altına
alınmış temel hak ve özgürlüklerinden, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)
kapsamındaki herhangi birinin kamu gücü tarafından, ihlal edildiği iddiasıyla Anayasa
Mahkemesine bireysel başvuruda bulunabilir.

Bireysel başvuru yalnızca kişisel ve güncel bir hakkı doğrudan ihlal edilen gerçek kişiler
yahut özel hukuk tüzel kişileri tarafından yapılabilir. Kamu tüzel kişileri bireysel başvuru
yapamaz. Özel hukuk tüzel kişileri sadece tüzel kişiliğe ait haklarının ihlal edildiği
gerekçesiyle bireysel başvuruda bulunabilir. Son olarak yalnızca Türk vatandaşlarına
tanınan haklarla ilgili olarak yabancılar bireysel başvuru yapamaz.

Başvuruda bulunabilmek için olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır. Ayrıca, 23
Eylül 2012 tarihinden sonra kesinleşen işlemler ve kararlar bakımından bu yola
başvurulabilir.

Bireysel başvurunun, başvuru yollarının tüketildiği tarihten; başvuru yolu


öngörülmemişse ihlalin öğrenildiği tarihten itibaren otuz gün içinde yapılması gerekir.
Haklı bir mazereti nedeniyle süresi içinde başvuramayanlar, mazeretin kalktığı tarihten
itibaren on beş gün içinde ve mazeretlerini belgeleyen delillerle birlikte başvurabilirler.
Bu durumda mahkeme, öncelikle başvurucunun mazeretinin geçerli görülüp
görülmediğini inceleyerek talebi kabul veya reddeder.

154
Son olarak Mahkeme, Anayasa’nın uygulanması ve yorumlanması veya temel hakların
kapsamının ve sınırlarının belirlenmesi açısından önem taşımayan ve başvurucunun
önemli bir zarara uğramadığı başvurular ile açıkça dayanaktan yoksun başvuruların
kabul edilemezliğine karar verebilir.

Anayasa Mahkemesine göre başvurucunun ihlal iddialarını kanıtlayamadığı, iddialarının


salt kanun yolunda gözetilmesi gereken hususlara ilişkin olduğu, temel haklara yönelik
bir müdahalenin olmadığı veya müdahalenin meşru olduğu açık olan başvurular ile
karmaşık veya zorlama şikâyetlerden ibaret başvurular açıkça dayanaktan yoksun kabul
edilebilir (Örneğin bkz. AYM, Başvuru Numarası: 2012/1334, Kt: 17/09/2013). Kişisel
önem koşulu ise başvurucunun önemli bir zarara uğramış olup olmaması ile ilgilidir.

Olayda Avukat A’nın hem kendi adına hem de müvekkili B adına yaptığı iki ayrı bireysel
başvuru söz konusudur. Bu çerçevede hem 1982 Anayasası hem de AİHS’te korunan
haklarla ile ilgili başvurular söz konusudur. B, A’nın müvekkili olduğundan ve açacağı
bütün davalar bakımından A’ya vekalet verdiğinden kişi unsuru bakımından bir sorun
bulunmamaktadır. Başvuru yollarının tüketilmesi koşulu yönünden gerekli idari ve
hukuki başvuru yollarının tüketilmediğini gösteren bir veri bulunmamaktadır. Olayda
ayrıca ihlal iddiasının açıkça dayanaktan yoksun sayılmasını gerektirecek (hak ihlali
iddialarının somutlaştırılamadığına ve hukuki bilgi ve gerekçeyle desteklenmemiş
olduğuna dair açık kanıt olmadığından) bir husus da bulunmamaktadır. Kesinleşen
kararların tebliğ tarihi olan 20 Temmuz 2020 tarihinden itibaren 30 gün içinde bireysel
başvurular yapıldığından ve kararların kesinleşme tarihi 23 Eylül 2012 sonrasında
olduğundan süre ve zaman unsuru bakımından da bir sorun bulunmamaktadır.

2. Kabul edilebilirlik kararı verildiği varsayıldığında, A’nın kendisine kesilen idari


para cezası ile ilgili başvurusu bakımından Anayasa Mahkemesi ne yönde karar
vermiş olabilir? 1982 Anayasası’nın 13. maddesi çerçevesinde tartışınız. (15 puan)
CEVAP: 1982 Anayasası’nın 13. maddesi uyarınca, temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak
ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
aykırı olamaz.

Hak ve özgürlüğe yönelik müdahalenin yasa ile öngörülmüş olması ve bu yasanın açık,
öngörülebilir ve ulaşılabilir olması gerekmektedir. Anayasa Mahkemesinin ifadesiyle,

155
“Anayasal haklara yönelik müdahalenin bir kanuna dayanması yeterli olmayıp, bu
kanunun belirlilik ve öngörülebilirlik gibi belli niteliklere sahip olması gerekir. Başka bir
ifadeyle kanun, ilgili kişinin davranışlarını belirlemesi amacıyla, kolayca ulaşabileceği,
gerektiğinde profesyonel yardım almak suretiyle de olsa anlayabileceği, açık, net ve
yeterince belirgin nitelikte olmalıdır” (AYM, Başvuru Numarası: 2014/4705, Kt:
29/05/2014, § 56). Olayda İçişleri Bakanlığının il valiliklerine 65 yaş üstü olanlar ile
kronik rahatsızlığı bulunanların sokağa çıkmalarının yasaklanmasına dair genelge
göndermesi ve bu genelgeye dayanılarak sokağa çıkma kısıtlamalarının uygulanması söz
konusudur. Genelgenin kanuni dayanağı ile ilgili bir veri olayda bulunmamaktadır. 1982
Anayasası’nın 13. maddesinde öngörülen ve yukarıda gerekleri belirtilen yasallık koşuluna
uyulması durumunda ortada yasal bir müdahalenin olduğu söylenebilir aksi takdirde
yasallık ilkesine aykırılıktan dolayı ihlal kararı verilecektir.

Yasallık ilkesinin gereklerinin yerine getirildiği kabul edildiğinde ise yapılması gereken
olaydaki müdahalenin demokratik toplum düzeninin gereklerine uygun ve ölçülü olup
olmadığını belirlemektir. Eğer müdahale demokratik bir toplumda zorlayıcı bir toplumsal
ihtiyacın karşılanması amacına yönelik değilse yahut bu amacı karşılasa dahi
başvurulabilecek en son çare niteliğinde değilse müdahalenin demokratik toplum
düzeninin gereklerine aykırı ve ölçüsüz olduğu söylenebilir.

Bu bağlamda ölçülülük ilkesi kapsamında bir hak ya da özgürlüğe müdahale ile elde
edilmek istenen amaç arasında makul bir dengenin bulunup bulunmadığına bakılır. Bu
yapılırken de müdahalenin öngörülen amacı gerçekleştirmek bakımından gerekli/zorunlu
olup olmadığı, elverişli olup olmadığı ve orantılı olup olmadığı değerlendirilmelidir.

Bu çerçevede sokağa çıkma kısıtlamalarından umulan amaç ile A’ya kesilen 3150 lira
tutarındaki cezanın değerlendirilmesi gerekmektedir. Ölçülülük kriterleri kullanılmak
suretiyle söz konusu cezanın ölçülü olduğu ya da olmadığı sonucuna ulaşılabilir.

METİN SORUSU
1. Olağanüstü hal rejimi bakımından 2017 öncesi ve sonrası durumu karşılaştırarak
açıklayınız. (30 puan)
CEVAP: 2017 yılında çıkarılan 6771 sayılı kanun ile 1982 Anayasası’nda olağanüstü hal
rejimi birtakım değişikliklere uğramıştır. 1982 Anayasası’nda 2017 öncesinde olağanüstü
yönetim usulleri başlığı altında, 119. ve 120. maddelerde "Olağanüstü haller", 122.
maddede ise "sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hali" olmak üzere iki tür olağanüstü

156
yönetim biçimine yer verilmiştir. Olağanüstü haller de 119. maddede "Tabii afet ve ağır
ekonomik bunalım sebebiyle olağanüstü hal ilânı", 120. maddede "şiddet olaylarının
yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması sebepleriyle olağanüstü hal
ilânı" şeklinde iki farklı türde olmuştur. Önceki düzenlemede olağanüstü hâl yönetimleri
arasındaki temel fark, olağanüstü yönetim ilan etme sebepleri arasındaki farktan
kaynaklanmaktaydı. Yeni düzenlemede ise sıkıyönetim kaldırılmış Anayasa’nın 119.
maddesi altında tüm olağanüstü hâl ilan etme sebepleri birleştirilerek, “Olağanüstü hal
yönetimi” tek maddede düzenlenmiştir.

Türkiye’de parlamenter sistemin uygulanması sebebiyle 2017 tarihine kadar, olağanüstü


hâl kararını “Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu” almaktaydı.
Yürütmenin iki kanadını oluşturan Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna birlikte bu
yetki verilmişti. Yeni düzenlemede ise olağanüstü hâl ilan yetkisi tek başına
Cumhurbaşkanı’na verilmiştir. Anayasa’nın 119. maddesine göre, “Cumhurbaşkanı; …
yurdun tamamında veya bir bölgesinde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal
ilan edebilir”. Anayasa’da “ilan edebilir” denildiğinden olağanüstü hâl ilan sebepleri
gerçekleşmiş olsa bile olağanüstü hâl ilan yetkisini kullanma konusunda
Cumhurbaşkanı’na takdir yetkisi tanınmıştır. Ayrıca yeni sistemde Cumhurbaşkanı
olağanüstü hâl ilan yetkisini kullanırken, Milli Güvenlik Kurulundan görüş alma usulü
2017 değişikliği ile Anayasa’nın 119. maddesinden çıkarılmıştır.

Dikkat çeken bir diğer değişiklik ise olağanüstü hâl döneminde çıkarılan kararnamelere
ilişkindir. 2017 öncesinde Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu
olağanüstü hâl kanun hükmünde kararnamesi (KHK) çıkarma yetkisine sahipti. 2017
değişikliği sonrasında ise Cumhurbaşkanı tek başına olağanüstü hal Cumhurbaşkanlığı
kararnamesi (CBK) çıkarma konusunda yetkili kılındı. 2017 öncesinde de sonrasında da
bu kararnamelerin Meclis’te görüşülmesi usulü benimsenmişse de bu hususta bir farklılık
bulunmaktadır. 2017 öncesinde olağanüstü hal KHK’larının Türkiye Büyük Millet
Meclisinde onaylanması için Anayasa’da bir süre öngörülmemişti. Meclis İçtüzüğünün
128. maddesinde “Anayasanın 121 ve 122 nci Maddeleri gereğince çıkarılan ve Türkiye
Büyük Millet Meclisine sunulan kanun hükmünde kararnameler, Anayasanın ve
İçtüzüğün kanun tasarı ve tekliflerinin görüşülmesi için koyduğu kurallara göre ancak,
komisyonlarda ve Genel Kurulda diğer kanun hükmünde kararnamelerle, kanun tasarı ve
tekliflerinden önce, ivedilikle en geç otuz gün içinde görüşülür ve karara bağlanır.”
ifadelerine yer verilmekteydi. Ancak bu süreye riayet edilmemesi halinde nasıl bir sonuç
doğacağı belirlenmemişti. 2017 sonrasında ise savaş ve mücbir sebeplerle Türkiye Büyük

157
Millet Meclisinin toplanamaması hâli hariç olmak üzere; olağanüstü hâl sırasında
çıkarılan Cumhurbaşkanlığı kararnameleri üç ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde
görüşülür ve karara bağlanır; aksi halde kararnameler kendiliğinden yürürlükten kalkar.
1982 Anayasası’nda yer alan olağanüstü hale ilişkin olup 2017’de değiştirilmeyen
düzenlemeler de bulunmaktadır. 2017 öncesinde olduğu gibi 2017 sonrasında da
olağanüstü hal ilan kararı Resmi Gazete’de yayımlandığı gün Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nin onayına sunulmaktadır. Meclis 2017 öncesinde de sonrasında da gerekli
gördüğü takdirde olağanüstü halin süresini kısaltabilir, uzatabilir veya olağanüstü hali
kaldırabilir. Talep olması halinde her defasında 4 ayı geçmemek üzere olağanüstü hali
uzatabilir. Bunun yanında olağanüstü hal ilan kararı ne 2017 öncesinde ne de sonrasında
denetlenebilir niteliktedir.

158
MEDENİ HUKUK / TEK / FİNAL / 15’-16’

OLAY I
17 yaşında olan (A), yaşını 20 olarak gösteren sahte bir nüfus cüzdanı düzenlemiş ve bu
kimlik kartı ile (S)'den 2.500 TL'ye bir cep telefonu satın almıştır. (A) bu telefonu bir yıl
kullandıktan ve bu arada 18 yaşını tamamladıktan sonra, elden düşme eşyaların satıldığı
bir pazarda (Z)'ye 1.500 TL'ye telefonu satarak, teslim etmiştir.

Elektronik Eşya Perakendecileri Derneğine üye olan (S), 1 Mart 2016 günü bu derneğin
genel kurul toplantısına katılmıştır. Genel kurulda yapılan görüşmeler sonucunda aylık 10
TL olan üye aidatının miktarı 100 TL'ye çıkarılmıştır.

SORULAR:
1. (A)'nın (S) ile yaptığı sözleşme geçerli midir? Bu sözleşmenin kurulması
sırasında (A)'nın kendisini 20 yaşında göstermesinin bir etkisi var mıdır?
Açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: Ayırt etme gücüne sahip küçük ya da kısıtlılar sınırlı ehliyetsizdir. (A), 17
yaşındadır ve ergin değildir. Ancak ayırtım gücüne sahiptir. Bu nedenle sınırlı
ehliyetsizdir. Sınırlı ehliyetsizler, kural olarak ehliyetsiz olup, bazı hallerde fiil ehliyetine
sahip kabul edilirler. Karşılıksız kazanınalar ve kişiye sıkı sıkıya bağlı haklar yönünden ve
haksız fiil sorumluluğu bakımından ise fiil ehliyetine sahiptirler.

Sınırlı ehliyetsizler, kendi işlemleriyle borç altına giremezler. İşlemi yaparken yasal
temsilcisinin ya işleme katılması, ya işlemin yapılmasına rıza göstermesi ya da işlem
yapıldıktan sonra işleme onay vermesi gereklidir. (A) bir hukuki işlem yapmış, borç altına
girmiştir. Bu işlemin geçerli olması için, baştan işleme katılma ya da rıza
bulunmadığından, sonradan işlemin yasal temsilcisi (velisi) tarafından onaylanması
gerekir. Onay verilmesine kadarki süreçte işlem askıda hükümsüzdür. Onay geldiğinde
işlem baştan itibaren geçerli olacak, onay gelmezse baştan itibaren geçersiz hale
gelecektir. İşlemin diğer tarafı, onay için yasal temsilciye bir süre verebilir. Olayda

(A) açısından işlem askıda hükümsüzdür, velisi onay verdiği takdirde baştan itibaren
geçerli hale gelecektir.

159
Sınırlı ehliyetsiz kimse, fiil ehliyetine sahip olduğu konusunda karşı tarafı yanıltmış ise,
onun yüzünden uğradığı zararı tazmin etmelidir. Vesayet altındaki kişiler açısından
getirilmiş bu kural, kıyasen velayet altındaki kimseler hakkında da uygulanmalıdır. (A),
bu nedenle (S)'nin uğradığı zararı tazmin etmekle yükümlüdür.

2. (A)'ya satarak teslim ettiği telefonun (Z)'de olduğunu öğrenen (S) telefonu
(Z)'den geri alabilir mi? Nasıl? Açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: (A), (S) ile aralarındaki işlemin yapılması sırasında (S)'ye kendisini 20 yaşında
gibi göstererek (S)'nin iradesinin sakatlanmasına yol açmıştır. Telefon (S)'nin elinden
rızası hilafına çıkmıştır.

Taşının çalınan, kaybolan ya da iradesi dışında elinden herhangi bir şekilde çıkan zilyet, o
şeyi elinde bulunduran kimseye karşı beş yıl içinde taşınır davası açabilir. Ancak kişi,
zilyetliği iyi niyetle edinmemişse, taşınır davası her zaman açılabilir. Telefonu (Z)'den
alması, (Z)'nin iyi niyetli olması halinde, beş yıl içinde taşınır davası açması ile
mümkündür. (Z), taşının beş yıl boyunca iyi niyetle ve malik sıfatıyla elinde
bulundurursa, zamanaşımı ile iktisap yoluyla taşınırın maliki olur. Bu taşının pazar ve
benzeri eşya satan yerlerden alan iyi niyetli kimselere karşı taşınır davası, ancak ödenen
bedelin geri verilmesi ile açılabilir.

3. Elektronik Eşya Perakendecileri Derneğinin aylık 10 TL olan üyelik aidatının 100


TL'ye çıkarılmasını istemeyen (S), hangi hukuki yola, hangi şartlarla başvurabilir?
Açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: Demek genel kurul kararlarına itiraz, iptal davası açma yoluyla olur. Genel
kurulda alınan karar ancak kanuna veya demek tüzüğüne aykırı olması halinde, ya da
derneğin iç düzeninde yerleşmiş kurallara aykırı ise iptal davasına konu teşkil edebilir.

Bunun için iptal davası açacak üyenin genel kurul toplantısına katılmamış ya da olumsuz
oy kullanılmış olması lazımdır.

Dava, kararın öğrenilmesinden itibaren bir ay içinde açılmalıdır. Bu süre hak düşürücü
süredir. (S), 1 Mart 2016 günü yapılan toplantıya katılmıştır. Eğer karar aleyhine oy
kullanılmışsa, bir ay içinde dava açmalıdır. Genel Kurula katılmayan üyeler ise, kararın
öğrenilmesinden itibaren bir ay ve her halde genel kurul kararından somaki üç ay içinde
dava açmalıdır.

160
Genel kurul kararı yok ya da mutlak butlanla batıl ise, bu hak düşürücü süreye tabi
değildir. Bunlar hakkında açılacak davada alınacak karar bir tespit hükmü niteliğindedir.

OLAY II
Bir iş toplantısında tanışan Bayan (A) ile Bay (B) bir süre sonra evlenmeye karar
vermişlerdir. Evlenme töreninden önce düzenlenen eğlencede Bay (B) aşırı miktarda içki
içmiş ve alkolün etkisi ile sarhoş olmuştur. Bay (B) bu haldeyken evlenme töreni
gerçekleştirilmiştir.

SORULAR:
1. Bayan (A) ile Bay (B) arasındaki nikâh töreni sırasında Bay (B)'nin sarhoş
olmasının evliliğin geçerliliğine etkisi nedir? Açıklayınız. (8 Puan)
CEVAP: Medeni Kanuna göre, evlenme ehliyetine sahip· olabilmenin temel şartlan
evlenme yaşını tamamlamak ve ayni etme gücüne sahip olmaktır. MK 125’e göre, ayni
etme gücünden yoksun olan kimseler evlenirlerse bu evlenme hükümsüzdür. Ancak
hükümsüzlüğün türü, ayni etme gücünden yoksunluğun sürekli mi, yoksa geçici mi
olduğuna göre değişir. Sürekli olarak ayırt etme gücünden yoksunluğun sonucu mutlak
butlan iken, sadece evlenme töreni yapılırken geçici olarak ayni etme gücünden
yoksunluk nisbi butlan sonucunu doğurur. Olayda, nikâh töreni sırasında Bay (B) aşırı
miktarda içki içerek sarhoş olmuştur. Yani Bay (B), nikâh töreni sırasında geçici olarak
ayırt etme gücünü kaybetmiştir. Dolayısıyla söz konusu evlilik, nisbi butlanla sakattır. Bay
(B), ayırt etme gücüne kazandığı tarihten itibaren 6 ay, herhalde evliliğin
tamamlanmasından itibaren 5 yıl içinde nisbi butlan davası açarak evliliğin sona
erdirilmesini talep edebilir.

2. Evlenmenin kurulmasından 2 ay soma bir trafik kazasında Bay (B) hayatını


kaybetmiş olsaydı; evlenme töreni sırasında Bay (B)'nin sarhoş olması nedeniyle
evliliğin geçersizliğinin ileri sürülmesi yine mümkün olabilir miydi? Açıklayınız. (6
Puan)
CEVAP: Nisbi butlan davası, ayni etme gücünden geçici yoksunluk sebebiyle açılıyorsa,
davayı açma hakkı, ayni etme gücünden geçici olarak yoksun olan eşe aittir. Dava hakkına
sahip olan kişinin ölümü halinde ilgililer veya mirasçılar dava açma hakkına sahip
değildir. Olayda Bay (B), evlenmenin kurulmasından 2 ay sonra bir trafik kazasında
hayatını kaybetmiş olsaydı, evliliğin geçersizliğinin ileri sürülmesi mümkün olamazdı.
Ancak Bay (B) ölmeden önce davayı açmış olsaydı, söz konusu davaya mirasçıları devam
edebilirdi. Davayı açtıktan soma davacı eşin ölmesi ve mirasçılarının davaya devam

161
etmesi halinde, sağ kalan eşin evlenme sırasında iyiniyetli olmadığı anlaşılırsa, sağ kalan
eş yasal mirasçı olamaz. Ayrıca daha önce yapılan ölüme bağlı tasarruflarda kendisine
sağlanan hakları da kaybeder. Burada sağ kalan eşin kötüniyetli olduğunu davaya devam
eden mirasçıların ispat etmesi gerekir. Ancak sağ kalan eş iyiniyetliyse, ya da mirasçılar
davaya devam etmezlerse mirasçı olur.

3. Evlenme töreni sırasında sarhoş olan Bay (B), törenden soma da alkolü içecek
tüketmiş ve aşın alkolün etkisiyle kalp krizinden hayatını kaybetmiş olsaydı; 1.
sorunun cevabı açısından herhangi bir değişiklik olur muydu? (6 Puan)
CEVAP: Bay (B), törenden soma da alkollü içecek tüketmiş ve aşırı alkolün etkisiyle kalp
krizinden hayatını kaybetmiş olsaydı, cevabımız değişirdi. Çünkü Bay (B) ayni etme
gücünü kazanamadan öldüğü için, ayni etme gücünden yoksunluğu, geçici olmaktan
sürekli olmaya dönmüş olurdu. Ayni etme gücünün sürekli olarak kaybı, Medeni
Kanunda mutlak butlan sebebi olarak sayılmıştır. Dolayısıyla da evlilik mutlak butlanla
sakat olurdu. Mutlak butlan davası, Cumhuriyet savcısı tarafından re'sen açılır. Ancak bu
dava ilgili olan herkes tarafından da açılabilir. İlgililerin kapsamına, söz konusu
evlenmenin butlanını istemekte maddi ya da manevi menfaati olan herkes girer. Olayda,
Bay (B), mutlak butlan davası açılmadan ölmüştür. Dolayısıyla evlilik ölümle sona
ermiştir. Evlilik sona erdiği için Cumhuriyet Savcısı dava açamaz.

OLAY III
Bayan (A) ile Bay (B) 2004 yılında evlenmişlerdir. Bayan (A) mimar, Bay (B) ise
mühendistir. Evlendikleri sırada Bay (B)'nin 600.000 TL değerinde bir dairesi vardır.
2007 yılında Bayan (A) 800.000 TL'ye 'bir daire almıştır. Bayan (A) bu bedelin 600.000
TL'sini evlilik soması kazandığı gelirden karşılamış, 200.000 TL'sini ise Bay (B), sahip
olduğu dairenin evlilik soması kira geliriyle biriktirdiği paradan Bayan (A)'ye vermiştir.

Bayan (A), 2005 ile 2008 yılları arasında elde ettiği kazançtan 200.000 TL değerinde bir
otomobil almıştır. 2010 yılında ise Bayan (A)'ya vefat eden babasından 400.000 TL miras
kalmıştır. Aynı yıl arabası ile kaza yapan Bayan (A), arabanın eski hale gelmesi için
50.000 TL harcama yapmak zorunda kalmış, tamir giderlerini de babasından miras
olarak kalan paradan karşılamıştır. Bu trafik kazasında yaralanan Bayan (A) 6 ay
çalışamamıştır. Bayan (A) kazaya sebebiyet veren Bay (C)'den, çalışamadığı 6 aylık süre
için 100.000 TL çalışma gücü kaybına dayanan maddi tazminat ve 60.000 TL manevi
tazminat almıştır.

162
2014 yılında Bay (B) mali açıdan zor günler geçiren kardeşine, Bayan (A)'nin karşı
çıkmasına rağmen 200.000 TL bağışlamıştır. Bu parayı, evlendikleri sırada sahip olduğu
daireden 2007 somasında elde ettiği kira geliri ile karşılamıştır.

(A) ile (B) 2014 yılında anlaşmalı olarak boşanmışlardır. Bu sırada, Bayan (A)'nın 2007'
de aldığı dairenin değeri 1.200.000 TL'dir. Bay (B)'nin evlendikleri sırada sahip olduğu
dairenin değeri 800.000 TL, Bayan (A)'nın evlilik sırasında aldığı otomobilin değeri ise
160.000 TL'dir.

SORULAR:
1. Olayda belirtilen anlaşmalı boşanmanın gerçekleşebilmesi için hangi şartların
bulunması gerektiğini belirtiniz. (10 Puan)
• Bunun için evliliğin en az bir yıl sürmüş olması aranır.
• Eşler boşanmak için mahkemeye birlikte başvurmalı ya da bir eş diğerinin açtığı
davayı kabul etmelidir.
• Hâkim, tarafları bizzat dinlemeli ve iradelerinin serbestçe açıklandığı kanaatine
varmalıdır.
• Tarafların aralarında boşanmanın mali sonuçları ve varsa çocukların durumu ile
ilgili olarak yaptıkları anlaşmanın hâkim tarafından uygun bulunması
gerekmektedir.
• Hâkim uygun bulmazsa, anlaşmada değişiklik yapabilir ve tarafların bu değişikliği
kabul etmesi halinde bu koşul gerçekleşmiş olur.
• Tüm bu koşulların varlığı halinde hâkim boşanmaya karar verir.

2. 2007 yılında bayan (A)'nın 800.000 TL'ye aldığı dairenin bedelinin ödenmesi
için, bayan (A)'ya 200.000 TL veren bay (B), boşanma sonrasında bu ödeme
nedeniyle bir talepte bulunabilir mi? Hangi hukuki sebebe dayanarak, ne zaman,
ne miktarda talepte bulunabileceğini belirtiniz. (10 Puan)
CEVAP: Bayan (A) ile Bay (B) başkaca bir düzenleme yapmadıkları için evlilik birliği yasal
mal rejimi olarak edinilmiş mallara katılma rejimine tabidir. Edinilmiş mallara katılma
rejimi sırasında eşlerden biri diğerine ait bir malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya
korunmasına hiç ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda bulunmuşsa, değer artış
payı alacağına sahip olur. Değer artış payı alacağı malın tasfiye sırasındaki değerine göre
hesaplanır. Malın değeri aynı kalmış veya azalmışsa katkının başlangıçtaki değeri esas
alınır. Malın değeri artmışsa tasfiye sırasında bu malda ortaya çıkan değer artışı için
katkısı oranında alacak hakkına sahip olur.

163
Bay (B), Bayan (A)'dan değer artış payı alacağı talebinde bulunabilir. Bu talebi tasfiye
sırasında bulunacaktır. Bay (B), başlangıçta 800.000 TL değerindeki dairenin edinilmesi
sırasında 200.000 TL katkıda bulunmuştur. Katkı oranı l/4'tür. Tasfiye sırasında malın
değeri 1.200.000 TL'ye yükselmiştir. Buna göre Bay (B), (A)'dan 300.000 TL talepte
bulunabilecektir.

3. Yukarıdaki olayda hangi eşin diğerinden, ne miktarda katılma alacağı talep


edebileceğini, 2. soru çerçevesinde eşler açısından ortaya çıkabilecek talep ve
yükümlülüğü de dikkate alarak, hesaplayınız. (10 Puan)
CEVAP: Bayan (A) ile Bay (B) başkaca bir düzenleme yapmadıkları için evlilik birliği yasal
mal rejimi olarak edinilmiş mallara katılma rejimine tabidir. Edinilmiş mallara katılma
rejimi sırasında eşlerden biri diğerine ait bir malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya
korunmasına hiç ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda bulunmuşsa, değer artış
payı alacağına sahip olur. Değer artış payı alacağı malın tasfiye sırasındaki değerine göre
hesaplanır. Malın değeri aynı kalmış veya azalmışsa katkının başlangıçtaki değeri esas
alınır. Malın değeri artmışsa tasfiye sırasında bu malda ortaya çıkan değer artışı için
katkısı oranında alacak hakkına sahip olur.

Bay (B), Bayan (A)'dan değer artış payı alacağı talebinde bulunabilir. Bu talebi tasfiye
sırasında bulunacaktır. Bay (B), başlangıçta 800.000 TL değerindeki dairenin edinilmesi
sırasında 200.000 TL katkıda bulunmuştur. Katkı oranı l/4'tür. Tasfiye sırasında malın
değeri 1.200.000 TL'ye yükselmiştir.

Buna göre Bay (B), (A)'dan 300.000 TL talepte bulunabilecektir.

A'nın edinilmiş malları/borçları A'nın kişisel malları


+ 1.200.000 daire 400.000 TL miras
+ 160.000 TL Otomobil 60.000 TL manevi tazminat
+ 100.000 TL Tazminat
- 300.000 TL DAP borcu
- 40.000 TL Denkleştirme

B'nin edinilmiş malları B'nin kişisel malları


+ 300.000 DAP alacağı 600.000 TL ev
+ 200.000 TL eklenecek değer

164
Her bir eşin katılma alacağı diğer eşin artık değerinin yarısı tutarındadır. Artık değer,
eklenmeden ve denkleştirmeden elde edilen miktarlar da dâhil olmak üzere her eşin
edinilmiş mallarının toplam değerinden bu mallara ilişkin borçlar çıkarıldıktan sonra
kalan miktardır.

Artık değer= Edinilmiş mallar + eklenecek değerler +/- denkleştirme- edinilmiş mallara
ilişkin borçlar’dır.

A'nın katılma alacağı = B'nin artık değeri / 2


B'nin artık değeri = 300.000 TL DAP alacağı + 200.000 TL
eklenecek değer
A'nın katılma alacağı = 500.000 TL / 2 = 250.000 TL

B'nin katılma alacağı = A'nın artık değeri/ 2


A'nın artık değeri = 1.200.000 TL daire + 160.000 TL otomobil +
100.000 TL maddi tazminat – 40.000 TL denkleştirme – 300.000 TL
DAP borcu
B'nin katılma alacağı= 1.120.000 / 2 = 560.000 TL

Karşılıklı katılma alacakları takas edilir= 560.000 TL- 250.000 TL= 310.000 TL

OLAY IV
Bayan B ile kocası F, yeni evlenmiş bir çifttir. Ne var ki Bay A, evli olan Bayan B ile gizli
bir birliktelik yaşamakta olup, Bayan B'nin F ile evlenmesinden 160 gün soma, B ile A'nın
cinsel ilişkisinden Ç dünyaya gelmiştir. Bay F, Ç'nin kendi çocuğu olmadığını iddia ederek
evi terk etmiştir.

1. Olayda Ç'nin ana ve baba yönünden soybağı durumunu tespit ediniz. Çocuğun
kendisinden olmadığını iddia eden Bay F, kim ya da kimlere karşı, hangi hukuki
gerekçelere dayanarak, hangi hukuki yola başvurmalıdır? F'nin iddiasının
mahkemece kabul görmesi durumunda, Ç'nin baba yönünden soybağının
kurulması için kim ya da kimler kim ya da kimlere karşı hangi hukuki gerekçeyle
hangi hukuki yola başvurmalıdır ve bu dava sonucunda verilecek karar çocuğun
soyadı ve velayet durumunu nasıl etkiler? (10 Puan)

165
CEVAP: Çocuk ile ana arasında soybağı doğumla kurulur (MK 282/1), Ç'nin annesi onu
doğuran B'dir. Ç, evlilik içinde dünyaya geldiği için, Ç'nin babası, karine olarak annesi
B'nin kocası F'dir (MK 285/1).

Çocuğun kendisinden olmadığını iddia eden Bay F'ye, soybağının reddi davası açmak
suretiyle Ç ile arasındaki soybağının kaldırılmasını sağlama imkânı tanınmıştır. Koca F bu
davayı, ana B ve çocuk Ç'ye karşı açmalıdır (MK m.286/1) Burada zorunlu dava
arkadaşlığı vardır. Olayda çocuk küçük olduğu için onu bu davada kayyım temsil eder
(MK m.426/b.2). "Koca, davayı, doğumu ve baba olmadığını veya ananın gebe kaldığı
sırada başka bir erkek ile cinsel ilişkide bulunduğunu öğrendiği tarihten başlayarak bir yıl
içinde açmak zorundadır " (MK m.289/1). Bu süre hak düşürücü süredir.

TMK m.287/2 gereğince, "evlenmeden başlayarak en az yüzseksen gün geçtikten sonra ve


evliliğin sona ermesinden başlayarak en fazla üçyüz gün içinde doğan çocuk evlilik içinde
ana rahmine düşmüş sayıl(alacağına)" göre; hükmün mefhum-u muhalifinden,
evlenmeden başlayarak en az yüzseksen gün geçmeden önce (somut olayımızda 160 gün
soma) dünyaya gelen Ç, hukuken "evlenmeden önce ana rahmine düşmüş" kabul edilir.

Bu durumda MK m.288/1 hükmündeki, "çocuk, evlenmeden önce veya ayrı yaşama


sırasında ana rahmine düşmüşse, davacının başka bir kanıt getirmesi gerekmez" kuralına
göre, koca F'nin sadece evlenme tarihi ile çocuğun doğumu tarihini ispatlaması yeterli
kabul edilecek, başkaca bir delil göstermesi gerekmeyecektir. Ekleyelim ki, koca, hukuken
zorunlu olmamakla birlikte, her zaman baba olmadığını [a) cinsel ilişkinin imkânsızlığını
(örneğin, kocanın o sırada seyahatte olduğunu), veya b) çocuğun kocanın cinsel
ilişkisinden olmasının imkânsızlığını (örneğin kocanın çocuk yapma yeteneğine sahip
olmadığını)) ispatlamak suretiyle de babalık karinesini çürütebilir.

Babalık karinesinin çürütülmesi halinde mahkemece soybağının kaldırılmasına karar


verilir ve yenilik doğurucu bu karar ile çocuk baba yönünden nesepsiz hale gelir ve evlilik
ilişkisi devam ettiği müddetçe çocuk, kocanın üvey çocuğu statüsünde olur; kocanın
velayet hakkı son bularak, velayet hakkı aksine hüküm tesis edilmedikçe tek başına
anneye verilir; koca ile çocuğun karşılıklı olarak birbirlerine olan mirasçılık hakları da son
bulur ve nihayet çocuk ananın soyadım alır.

Ç'nin baba yönünden soybağının kaldırılması karan üzerine, Ç'nin biyolojik babası olan A
ile soybağının kurulması; annesi B'nin, kocası F'den boşanarak, bekâr olması kaydıyla A

166
ile evlenmesi veya A'nın Ç'yi tanıması ya da bunlara rıza göstermeyen A'ya karşı açılacak
bir "babalık davası" ile mümkün olabilir.

Çocuk ile baba arasındaki soybağının mahkemece belirlenmesini, ana B ve çocuk Ç,


biyolojik baba A'ya karşı açacakları babalık davası ile isteyebilirler (MK m.301/1). Ana ve
çocuğun dava hakları birbirinden bağımsızdır. Bu dava için ön koşul, yukarıda açıklandığı
haliyle, Ç’nin F ile olan soybağının kaldırılmış olmasıdır. Kişiye sıkı surette bağlı olan bu
dava hakkı, çocuk küçük ve ayni etme gücüne sahip olmadığında, kendisine kayyım
atanmak suretiyle gerçekleşir (MK m.426/b.2).

MK m.302 gereğince: Babalık davasında, davalı biyolojik babanın, çocuğun doğumundan


önceki üçyüzüncü gün ile yüzsekseninci gün arasında ana ile cinsel ilişkide bulunmuş
olması, babalığa karine sayılır (f.1). Bu sürenin dışında olsa bile fiili gebe kalına
döneminde davalının ana ile cinsel ilişkide bulunduğu tespit edilirse aynı karine geçerli
olur (f.2). Davalı, çocuğun babası olmasının olanaksızlığını veya bir üçüncü kişinin baba
olma olasılığının kendisininkinden daha fazla olduğunu ispatlarsa karine geçerliliğini
kaybeder (f.3).

Babalık davası, çocuğun doğumundan önce veya soma açılabilir. Ananın dava hakkı,
doğumdan başlayarak bir yıllık hak düşürücü süre geçmekle düşer (MK m.303/1).
Olayımızda çocuk ile başka bir erkek (Bay F) arasında soybağı ilişkisi mevcut idi ve bu
nedenle MK m.303/3 gereğince, ananın açacağı dava bakımından bir yıllık süre bu
ilişkinin ortadan kalktığı tarihte işlemeye başlar. Çocuğun dava hakkı yönünden, Anayasa
Mahkemesinin sınırlayıcı süreleri iptal etmesinden soma, 7.2.2013 tarihinden itibaren
çocuk tarafından açılacak babalık davalarında bir hak düşürücü süre bulunmamaktadır.

Babalık davası uyarınca A'nın babalığı yönünde mahkemece hüküm kurulması üzerine,
çocuk ile Bay A arasında soybağı kurulur. Bay A ile Ç arasında karşılıklı müstakbel
(beklenen) mirasçılık hakları doğar. Çocuk, Nüfus Hizmetleri Kanunun 103/1 hükmü
gereğince babanın (Bay A’nın) soyadım alacaktır. Velayet kendiliğinden babaya geçmez.
Zira MK m.337/1 gereğince "Ana ve baba evli değilse velayet anaya aittir". Şu halde
anadan velayet kaldırılmış olmadıkça, velayet anaya ait olacaktır.

OLAY V
Eşini yıllar önce kaybetmiş olan 80 yaşındaki Bayan Ş'nin mali gücü oldukça kötü olup,
hastalıkları sebebiyle yatağa bağlı yaşamakta ve bakıcı, tedavi ilaç, geçim vs masraflar için

167
aylık 3.000-TL'ye ihtiyaç duymaktadır. Çocuklarından P asgari ücretle geçinmekte olup,
annesine yardım etme gücü bulunmamaktadır. Çocuklarından R'nin aylık geliri 4.000-TL
olup kendi eşinin ve ilkokula giden 3 çocuğunun geçimi için zorunlu olarak sarf edeceği
miktar dışında en çok 500-TL kadar annesi Ş'ye yardım edebilecek durumdadır. Ş'nin
kendisinden evvel ölen kızı Z’den olma tek torunu T’nin ise aylık geliri 3000-TL olup
kendi kirası ve geçimi haricinde yardım edebileceği maksimum rakam 1.000-TL'dir.
Ş'nin kendi anne babası hayatta olmayıp hayatta olan tek kardeşi ise çok zengin olan ve
aylık geliri 20.000-TL olan J'dir. J, yardım için gerekli olan 3.000-TL'yi rahatlıkla
ödeyebilecek durumdadır. Ş'nin bahsedilen aile üyeleri ve yine onların bahsedilen gelirleri
dışında başkaca malvarlıkları bulunmamaktadır. Ne var ki defalarca yardım istemesine
rağmen, söz konusu aile üyelerinden hiç kimse Bayan Ş'ye yardım etmemektedir ve
Bayan Ş, komşuları ile belediyenin yardımları neticesinde hayatta kalabilmektedir.

1. Bayan Ş, ihtiyacı olan 3.000-TL'nin ödenmesi için aile üyelerine karşı herhangi
bir hukuki yola başvurabilir mi? Başvurabilirse hangi gerekçeyle, kim ya da
kimlerden ne kadar tutardaki bir paranın ödenmesini isteyebilir? Açıklayınız. (10
Puan)
CEVAP: Bayan Ş, yoksulluk içinde bulunduğundan, kendisi ya da eğer kendisinin bakımı
resmi veya kamuya yararlı kurumlar tarafından sağlanıyorsa, bu kurumlar tarafından
aile üyelerine karşı yardım nafakası için dava açılabilir. Çünkü "herkes, yardım etmediği
takdirde yoksulluğa düşecek olan üstsoyu ve altsoyu ile kardeşlerine nafaka vermekle
yükümlüdür (MK m. 364, f.1).

"Nafaka davası, mirasçılıktaki sıra göz önünde tutularak açılır. Dava, davacının
geçinmesi için gerekli ve karşı tarafın malı gücüne uygun bir yardım isteminden ibarettir
(MK m.365/f.1 ve 2). Bu durumda Ş'nin hayatta olan en yakın hısımları, mirastaki sıraya
göre birinci derecede altsoyu olan P ve R’dir.

Bayan Ş'nin ihtiyaç duyduğu 3.000.- TL için P'nin ödeme yapacak mali gücü
bulunmadığından, dava tarihi itibariyle P için nafaka yükümlülüğü söz konusu
olmayacaktır.

R ise zorunlu ihtiyaçları nedeniyle en çok 500.- TL ödeyebildiğinden, Ş, R'den aylık 500.-
TL'nin ödenmesini isteyebilir.

168
Bakiye 2.500.- TL nafaka tutarı için altsoyun malvarlığı yeterli olmadığından, bu kere
miras hukuku kuralları gereğince ölmüş altsoyun çocuğuna gidilecektir. Olayda Ş'nin
ölmüş kızından olma tek torunu olan T'nin nafaka bedelinin ödenebilmesi için mali
gücünün üst sınırı, olayda 1.000.- TL olduğundan, T de aylık 1.000.- TL’nin
ödenmesinden sorumlu olacaktır.

Böylece Bayan Ş'nin 1.500.- TL aylık bakiye paraya ihtiyacı kalmış olmaktadır. Altsoy (P,
R ve T açısından) nafaka ile yükümlü tutulabilmeleri için mali güç açısından refahta ya da
zengin olmaları gerekli olmayıp, ödeme konusunda mali güçlerinin varlığı gerekli ve
yeterlidir.

Olayda Kardeş J, zümre başları olan anne ve baba hayatta olmadığından ve başkaca
kardeş de bulunmadığından ikinci zümrede yer alan tek hısımdır. Kardeşlerin nafaka
yükümlülükleri, refah içinde bulunmalarına bağlıdır (MK m. 364/f.2). Olayda J refah
içerisindedir. J, isterse 3.000 TL nafaka bedelinin tamamını ödeyebilecek mali güçte
olmasına rağmen, MK m. 365/f.1 gereğince, ancak birinci zümre hısımlar (P, R, T)
tarafından karşılanamayan kısım olan bakiye 1.500 TL'nin ödenmesinden hukuken
sorumlu tutulabilir. Hal böyle olunca da mahkemece aylık 1.500 TL bakiye bedel
yönünden, refah içinde bulunana kardeş J'nin nafaka yükümlülüğüne hükmedilmek
gerekir yoksa sırf refahta diye kardeş J 3.000.- TL'nin tamamından sorumlu tutulamaz.

Hâkim, istem halinde, irat biçiminde ödenmesine karar verilen nafakanın gelecek yıllarda
tarafların sosyal ve ekonomik durumlarına göre ne miktarda ödeneceğini karara
bağlayabilir (f.5).

MEDENİ HUKUK / ÇİFT / FİNAL / 15’-16’

OLAY I
Borçlularından mal kaçırmak isteyen tacir (A), iflasına karar verilmeden önce bankada
bulunan parasını gerçekte (B)’ye bağışlamadığı halde göstermelik bir bağışlama
sözleşmesi imzalamış, iflasına karar verildikten sonra ise tapuya kayıtlı taşınmazlarını
(C)’ye devretmiştir. Daha önce de vakıf kurma yönünde resmi senet düzenleyen (A)’nın
bu talebi hakkında mahkemenin henüz bir karar vermediği ortaya çıkmıştır.

1. Olayda verilen hukuki işlemlerin geçerli olup olmadığını açıklayınız. (15 P)

169
CEVAP: “Belirli bir hukuki sonucun gerçekleştirilmesine yönelik arzuyu açıklayan irade
beyanına hukuk düzeninin bu beyanın içerdiği sonucu tanıması halinde hukuki işlem söz
konusu olur. (3)

A’nın göstermelik bağışlama sözleşmesi yaptığı halde taraflar, dışa karşı açıkladıkları
iradeleri çerçevesinde hukuken ortaya çıkmış bulunan işlemi yapmış gözükmekte,
gerçekte işlemin hiç hüküm doğurmaması hususunda anlaşmaktadır. Bu halde, her türlü
hukuki işlemler için muvazaalı olmama koşulu yerine getirilmediğinden hukuki işlem
geçersizdir. (4)

A, iflasına karar verildikten sonra, malvarlığı üzerindeki tasarruf yetkisini yitirir. Bu


halde, tapuya kayıtlı taşınmazları üzerinde tasarruf yetkisini yitiren A, her ne kadar hak
sahibi de olsa, bazı hukuki işlemler için aranan tasarruf yetkisini bulundurmadığı için
hukuki işlem geçersizdir. (4)

Bazı hukuki işlemlerde, işlemin hüküm ifade etmesi için bunun bir resmi makamın fiili ile
tamamlanması aranmıştır. Bir vakfın tüzel kişilik kazanması için gerekli olan tescil (TMK
m. 102) bunlardan biridir. A’nın, vakıf kurma yönünde düzenlediği resmi senet,
mahkeme nezdinde tutulan sicile tescil edilmedikçe noksandır/askıdadır.” (4)

OLAY II
Uzun süredir yurtdışında yaşayan (M), ülkesine döndüğünde oturmak üzere (C)’ye ait
taşınmazı satın almaya karar vermiş ve bu konuda temsilcisi (T)’yi yetkilendirmiştir.
Maddi güçlük içerisinde bulunan (C) ise hâlihazırda kiracısı (K)’nın oturmakta olduğu
taşınmazda alacaklısı (A) lehine ipotek tesis etmiştir. (M)’den hiçbir ücret almadığı için
kendisine kızgın olan (T), arkadaşı (B)’yi sahte vekâletname düzenleyerek (C)’ye ait
taşınmazı satması hususunda yönlendirmiş ve bu şekilde satış işleminin gerçekleşmesini
sağlamıştır.

1. Olayda sözü edilen hakları belirleyerek türlerine göre sınıflandırınız. (10 P)


CEVAP: “Olayda C, taşınmaz üzerinde mülkiyet hakkı sahibidir. Mülkiyet hakkı, sahibine,
hakkın konusu olan şeyi kullanma, semerelerinden yararlanma ve tüketme yetkilerini
sağlayan en geniş yetkili ayni haktır. Mülkiyet hakkı, ayni hak olması sebebiyle, herkese
karşı ileri sürülebilir. (3)

170
K, taşınmazda oturma yönünde alacak hakkı sahibidir. Alacak hakkı, bir kimseye bir
başkasından bir edimi yerine getirmesini, yani bir şey vermesini, yapmasını veya
yapmamasını isteme yetkisi sağlayan haktır. Para ile ölçülebilen bir değere sahip olup
olmama bakımından malvarlığı hakları içinde yer alan alacak hakkı, ileri sürülebileceği
çevre bakımından nısbi haklar içinde yer almaktadır. (3)

A, lehine tesis edilen ipotekle, rehin hakkı sahibidir. Rehin hakkı, hak sahibinin bir
alacağını teminat altına alan ve borçlunun borcunu yerine getirmediği ve alacaklının
alacağını elde edemediği hallerde, alacaklıya malı cebri icra yoluyla sattırma ve alacağını
rehin konusu malın satışından elde edilecek paradan karşılama yetkisi sağlar (TMK m.
850 vd.). Rehin hakkı, bu yönüyle sınırlı ayni haklardandır.” (4)

2. (M), söz konusu taşınmazın mülkiyetini kazanmış mıdır? Açıklayınız. (T)’nin


iyiniyetli olması halinde bu soruya vereceğiniz cevap değişir miydi? Açıklayınız. (15
P)
CEVAP: “Hakkın kazanılması, hakkı devredecek kişinin tasarruf yetkisinin bulunmasına
bağlıdır. Tasarruf yetkisinin bulunmamasının normal hukuki sonucu, tasarruf işleminin
geçersiz olması ve sonuçta yapılan devir işleminin hakkı kazandırmamasıdır. Yasa, bazı
hallerde, hakkın kazanılması için gerekli unsurlardan birinin eksikliğini bilmediği yahut
bilmesi gerekmediği hallerde iyiniyetli kimseyi, eksikliğin etkisine karşı korur. (5)

Olayda, C’nin tasarruf yetkisine sahip olmadığından hareketle, tasarruf işleminin geçersiz
olduğu ve M’nin taşınmazın mülkiyetini kazanmadığı sonucuna varılmadır. (5)

Burada, T’nin iyiniyetli olması varsayımında M’nin taşınmazın mülkiyetini kazanıp


kazanmadığı iyiniyet hükümleri çerçevesinde incelenebilir. Ancak bu halde de iyiniyetin
koruyucu etkisinin tapu kütüğündeki tescile yönelik olduğu, hazırlanan sahte
vekâletname ile mülkiyet veya başka bir ayni hak kazanımının korunmayacağı sonucuna
varılacaktır (TMK m. 1023). (5)”

OLAY III
17 yaşındaki Bay (A), ikinci el ürünler satan bir teknoloji mağazasında 8.000 TL
değerinde bir fotoğraf makinesi beğenir. Mağaza sahibi (S), (A)'nın yaşı konusunda
şüpheye düşer. Durumu hisseden (A), akşam arkadaşlarıyla 20. yaş gününü
kutlayacağını, fotoğraf makinesini de doğum günü partisinde kullanmak üzere almak
istediğini, ancak yanına para almayı unuttuğunu söyler. Bunun üzerine (S), satış bedelini

171
bir ay içinde ödeyeceğine ilişkin bir sözleşme imzalatarak, fotoğraf makinesini (A)'ya
teslim eder.

Makineyi denemek amacıyla evinin balkonuna çıkan (A), karşı dairenin salonunda ünlü
film yıldızı (B)'nin genç bir kadınla sohbet etmekte olduğunu görür. Gizlice fotoğraflarını
çekerek, kişisel internet sitesinde "Yasak Aşk" başlığı ile paylaşır. Fotoğrafların sosyal
medyada yayılması üzerine (C) bankası, (B) ile olan reklam sözleşmesini fesheder. Bir
süre sonra ise, fotoğraftaki kadının (B)'nin kuzeni olduğu anlaşılır.

1. a) (A)'nın (S) ile yaptığı satış sözleşmesi geçerli midir? Gerekçeli olarak
açıklayınız. (5 P)
CEVAP: Olayda (A), ayırt etme gücüne sahip küçük durumundadır. Bu nedenle (A)’nın
ehliyet durumunu sınırlı ehliyetsiz olarak nitelendirebiliriz.

TMK m.16’ya göre, ayırt etme gücüne sahip küçükler, kural olarak yasal temsilcilerinin
rızası olmadıkça kendi işlemleriyle borç altına giremezler.

Olayda sınırlı ehliyetsiz (A), yasal temsilcisinin rızası olmaksızın kendini borç altına sokan
bir sözleşme imzalamıştır. Dolayısıyla bu sözleşmenin geçerliliği, (A)’nın yasal
temsilcisinin işleme sonradan rıza göstermesine bağlıdır. Bu rıza ortaya koyuluncaya
kadar işlem askıda hükümsüz kabul edilecektir.

b) Sözleşmenin geçersiz olması halinde (S), (A)'dan hangi taleplerde bulunabilir?


(5 P)
CEVAP: (A)’nın yasal temsilcisinin askıda hükümsüz işleme rıza göstermeyeceğinin
ortaya çıkması sonucu işlemin hükümsüz hale gelmesi nedeniyle (S), öncelikle (A)’ya
karşı açacağı istihkak davası ile teslim ettiği fotoğraf makinesinin iadesini talep edebilir.

Bunun dışında (S), sınırlı ehliyetsiz (A) kendisini tam ehliyetli gibi gösterdiği için,
sözleşmenin geçersiz olması nedeniyle uğradığı olumsuz (menfi) zararının tazminini
talep edebilir. Çünkü (A), (S)’yi yanıltmak için, yaşını olduğundan daha büyük
göstermiştir.

2. (A)'ya karşı yasal yollara başvurmak isteyen (B);


a) Hangi hukuki gerekçeye dayanabilir? (5 P)

172
CEVAP: Olayda (B)’nin kişilik hakkına yönelik bir saldırı gerçekleşmiştir. (A)’nın (B)’yi
kendi evinin salonunda iken fotoğraf makinesiyle görüntüleyerek gerçek dışı bilgilerle
internette paylaşması, (B)’nin kişilik hakkına dâhil değerlerden gizli / özel hayat alanının
ve saygınlığının ihlali anlamına gelir. Sonuç olarak (B), kişilik hakkının ihlal edildiği
gerekçesine dayanabilir.

b) Hangi taleplerde bulunabilir? (5 P)


CEVAP: Kişilik hakkı ihlali nedeniyle açılabilecek davalar TMK md. 25’te özel olarak
belirtilmiştir. Somut olay şartları dikkate alındığında (B);
• Sürmekte olan saldırıya son verilmesi talebi ile görüntülerin internetten
kaldırılmasını,
• Eğer fotoğraflar internet üzerinden geniş bir kitleye ulaşmış ise, saldırının
hukuka aykırılığını tespit eden mahkeme kararının yayımlanmasını,
• Banka ile arasındaki reklam sözleşmesinin feshedilmesi nedeniyle, uğradığı
maddi zararın tazminini,
• Hakkında gerçek dışı iddialar ileri sürülmesi nedeniyle, uğradığı manevi
zararın tazminini, talep edebilir.

OLAY IV
Bayan (A) ile Bay (B) 1.6.2010 tarihinde evlenmiş ve 1.7.2010 tarihinde (Ç) ismini
verdikleri bir çocuk sahibi olmuşlardır. (A) ve (B)’nin mutlu süren evliliği, 1.6.2016
tarihinde (B)’ye gelen isimsiz bir mektupla çatırdamaya başlar. Mektupta, (Ç)’nin gerçek
babasının (A)’nın iş arkadaşı (D) olduğu ve ilişkilerinin 2010 yılının sonuna kadar devam
ettiği, bütün bunların DNA testi ile kolayca ortaya çıkacağı yazmaktadır. Aldığı bu haber
üzerine büyük şok yaşayan (B), derhal (A) aleyhine boşanma davası açar. Açılan boşanma
davasında (A), kocasının sosyal medyada başka kadınlarla sohbet mesajlarını yakaladığını
ve asıl kusurlu olanın kendisi olduğunu iddia ederek davanın reddini talep eder. Ayrıca
(A) dava sırasında geçim masraflarının karşılanması için tedbir nafakası talebinde
bulunur.

1. (Ç) ile (B) arasında soybağı kurulmuş mudur? Açıklayınız. Yanıtınız olumlu ise
bu soybağının ortadan kaldırılması mümkün müdür? Açıklayınız. (5 P)
CEVAP: “Ç, A ile B arasında 1.6.2010 tarihinde gerçekleşen evlilikten sonra doğmuştur.
Bu halde, babalık karinesi gereği, evliliğin kurulmasından sonra doğan Ç ile B arasında
soybağı kurulmuştur. (2)

173
Çocuğun, evliliğin kurulmasından kısa bir süre sonra doğması, babalık karinesinin
çürütülmesi açısından önem taşır. Bu halde, B tarafından A ve Ç aleyhine açılacak
soybağının reddi davasında çocuğun evlenmeden önce ana rahmine düştüğünü ispat
edecek davacının başka bir kanıt getirmesi gerekmez. A’nın gebe kaldığı dönemde B ile
cinsel ilişkide bulunduğu konusunda inandırıcı kanıtlar getirmesi halinde babalık karinesi
yeniden kurulur. Bu halde B, Ç’nin kendi cinsel ilişkisinden olmasının imkânsızlığını ispat
etmesi halinde soybağı ortadan kaldırılabilir. (3)”

2. (Ç) ile (B) arasında soybağının ortadan kaldırılmış olması varsayımında (Ç)’ye
harcanan giderlerin geri istenebilmesi mümkün müdür? Bu talep hangi
kalemlerden oluşur ve kime/kimlere karşı ileri sürülebilir? Açıklayınız. (5 P)
CEVAP: “Soybağının reddi kararı ile birlikte, çocuk ile koca arasında soybağı geçmişe
etkili olarak ortadan kalktığı için, kocanın çocuğa karşı mali yükümlülüğü sona erdiği gibi
daha önce yerine getirilmiş edimlerin iadesi sebepsiz zenginleşme hükümleri
çerçevesinde talep edilebilir. (2)

Çocuğun bakım ve eğitim giderleri ile nafaka yükümlülüklerinden oluşan bu talep, A ve Ç


ile soybağının kurulması halinde gerçek baba D’den talep edilebilir. Bu talep, Ç’ye karşı
TBK m. 79/1 hükmü doğrultusunda yöneltilemez. (3)”

3. a) (B), hangi boşanma sebeplerine dayanarak (A)’ya karşı dava açabilir. Açılacak
bu davaların başarı şansını (A)’nın savunma sebeplerini de göz önünde bulurak
gerekçeli olarak değerlendiriniz. (10 P)
CEVAP: Olayda uygulama alanı bulabilecek boşanma sebepleri özel boşanma
sebeplerinden zina ve onur kırıcı davranış ile genel boşanma sebebi olan evlilik birliğinin
temelinden sarsılmasıdır.

MK md 161’de düzenlenmiş olan zina kusura dayalı, mutlak ve özel bir boşanma
sebebidir. Bunun için evlilik birliği içerisinde eşlerden birinin karşı cinsle cinsel
münasebet kurmuş olması gereklidir. Olayda (A)’nın (D) ile ilişkisinin 2010 yılının
sonuna kadar devam ettiği belirtildiğinden ilişkinin evlilik içerisinde gerçekleşmiş olması
şartı yerine gelmiş görünmektedir. Ancak bu noktada zina davasına ilişkin hak düşürücü
sürelerin dikkate alınması gerekmektedir. MK md. 161 f. 2 uyarınca dava hakkı eşin
boşanma sebebini öğrenmesinden itibaren 6 ay ve her halde zina eyleminin üzerinden 5
yıl geçmekle sona ermektedir. Bu süreler hak düşürücü süreler olup hâkim tarafından

174
resen dikkate alınacaktır. Dolayısıyla (B)’nin zina sebebine dayalı olarak boşanma davası
açma imkânı bulunmamaktadır.

Eşlerden birinin onur kırıcı davranışı da özel bir boşanma sebebi olarak düzenlenmiştir
(MK md 162). Bu boşanma sebebi de mutlak ve kusura dayalıdır. Zinanın varlığı kesin
olarak ispat edilememesine rağmen kuşku yaratacak şekilde karşı cinsten biri ile birlikte
olmak da onur kırıcı davranış niteliğindedir. Bu dava hakkına ilişkin süreler boşanma
sebebinin öğrenilmesinden itibaren 6 ay ve her halde sebebin doğumunun üzerinden beş
yıl geçmekle sona ereceğinden henüz dava hakkı düşmemiştir. Dolayısıyla (B), bu sebebe
bağlı olarak boşanma davası açabilecektir.

(B)’nin boşanma davasını dayandırabileceği bir başka boşanma sebebi ise MK md 166’da
düzenlenen evlilik birliğinin temelinden sarsılmış olmasıdır. Nispi bir boşanma sebebi
olan bu davada takdir hakkı hâkime aittir. Bunun için evlilik birliğinin temelinden
sarsılmış olması ve bu durumun en az eşlerden biri için ortak hayatı çekilmez kılacak
derecede olması gerekir. Evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebebine dayalı olarak
dava açılabilmesi için davalının meydana gelen olaylarda kusurlu olması gerekmez. Bir
başka deyişle bu boşanma sebebi kusura dayalı değildir. Ancak MK md. 166 f. 2 ile
davalıya karşı tarafın kusurunu ileri sürerek davaya engel olma hakkı tanınmıştır. Buna
göre davalı karşı tarafın daha fazla kusurlu olduğunu ileri sürerek davaya itiraz edebilir.
Bunun için kendisinin kusursuz olması gerekmez. Kendisi kusurlu olsa dahi davacının
kusurunun daha fazla olması halinde davaya itiraz etme hakkına sahiptir. Buna karşılık
iki tarafın da kusurunun bulunmadığı veya eşit kusurlu olduğu hallerde bu defi
kullanılamaz. Olayımıza baktığımızda bir eşin aldatma ve onur kırıcı davranışı karşısında
(B)’nin başka kadınlarla internet ortamında görüşmesi kusur olarak ileri sürülmektedir.
(A)’nın davranışlarıyla karşılaştırıldığında (B)’nin kusuru eşit olarak görülse bile (B),
(A)’dan daha fazla kusurlu sayılamayacağından (A)’nın bu itirazının reddedilmesi
gerekmektedir. Diğer yandan itiraz hakkının kullanılması hakkın kötüye kullanılması
niteliğinde ise ve evlilik birliğinin devamında davalı ve çocuklar bakımından korunmaya
değer bir yarar kalmamışsa hâkim yine de boşanmaya karar verebilecektir.

b) (A)’nın açılan bu boşanma davası sırasında tedbir nafakası talep etmesi


mümkün müdür? Gerekçeli olarak açıklayınız. (5 P)
CEVAP: Boşanma davası açılınca hâkim davanın devamı süresince gerekli olan tüm geçici
önlemleri re’sen alır. Bunlardan biri de eşin geçimine ilişkin olarak hükmedilen tedbir
nafakasıdır. Tedbir nafakasına hükmedilebilmesi için nafaka yükümlüsünün ya da nafaka

175
alacaklısının kusuruna bakılmaz. Geçimini sağlayamayan eş ister davalı ister davacı olsun
isterse davanın açılmasında daha kusurlu olsun diğer eşten tedbir nafakası isteyebilir.
Hakim nafaka miktarını tarafların mali durumlarını göz önünde bulundurarak belirler.
Ancak düzenli geliri olan eş lehine tedbir nafakasına hükmedilemez. Bu veriler
çerçevesinde olayımıza döndüğümüzde (A)’nın boşanma davasında kusurlu olması tedbir
nafakası talebi bakımından bir önem taşımayacaktır. (A), kusurlu olmasına rağmen
tedbir nafakası talep edebilecektir. Fakat olayda bir başka veri olarak (A)’nın çalıştığı
bilgisi de verilmektedir. Bu durumda (A), boşanma davasının açıldığı sırada düzenli bir
gelire sahip ve çalışmakta ise tedbir nafakasına hükmedilemeyecektir.

OLAY V
Bir şirkette müdür olarak çalışan (A) ile ressam (R) 2010 yılında evlenmişlerdir.
Evlenmeden önce (A)’nın banka hesabında 100.000 TL parası ve 60.000 TL değerinde bir
otomobili bulunmaktadır. (A)’nın annesi ise nikâh töreni sırasında (R)’ye 10.000 TL
değerinde bir mücevher takımı hediye etmiştir.

2012 yılında (R)’nin babası vefat etmiş (R)’ye 400.000 TL değerinde bir taşınmaz
bırakmıştır. (R) bu taşınmazı satıp üzerine çalışma gelirlerinden 100.000 TL ekleyerek
500.000 TL’ye yeni bir taşınmaz alır.

(A) ise 120.000 TL’ye bir otomobil almış, bu paranın 60.000 TL’sini eski otomobilinin
satışından 60.000 TL’sini ise maaşından elde ettiği kazancından sağlamıştır. Bir süre
sonra (R) yatırım amacıyla 250.000 değerinde bir tablo satın almış, bunun 200.000
TL’sini mesleğinden elde ettiği parayla karşılamış, 50.000 TL’sini ise (A), bankada
bulunan parasıyla ödemiştir. 2015 yılının Kasım ayında (R), galerisinde bulunan 50.000
TL değerindeki bir resmi çok sevdiği dostu (D)’ye hediye eder.

2016 yılının Mayıs ayında taraflar boşanırlar. Tasfiye anında yatırım amaçlı alınan
tablonun değeri 200.000 TL’ye, (D)’ye hediye edilen tablonun değeri de 40.000 TL’ye
düşmüştür. (A)’nın satın aldığı 120.000 TL’lik aracın değeri 100.000 TL olmuştur. (R)’nin
satın aldığı taşınmazın değeri ise 750.000 TL’ye yükselmiştir.

1. (A) ve (R)’nin edinilmiş malları ile kişisel mallarını belirleyerek, katılma


alacağının miktarını hesaplayınız. (15 P)

176
CEVAP:
(A)’NIN MALVARLIĞI
• Bankada bulunan 100.000 TL para: MK md 220 b.2 uyarınca mal rejiminin
başlangıcında eşlerden birine ait malvarlığı kişisel mal olduğundan kişisel mallar
arasında yer alır.
• (A)’nın yeni otomobilin alımı için katkıda bulunduğu 60.000 TL: Maaşından
elde ettiği kazancıyla katkıda bulunulduğundan MK md. 219 b.1 uyarınca
edinilmiş mallar arasında yer alır.
• 60.000 TL değerinde otomobil: Aynı şekilde mal rejiminin başlangıcında (A)’nın
malvarlığında bulunduğundan MK md 220 b.2 uyarınca kişisel mallar arasında
yer alır.
• Eski otomobilin satışının ardından 120.000 TL’ye alınan yeni otomobil:
Otomobilin alımına her iki mal grubundan da eşit oranda katkıda bulunulduğunda
edinilmiş mal karinesi gereğince otomobil edinilmiş mallar içerisinde yer alacaktır.
Ancak bu malın alımında kişisel mal grubunun da katkısı bulunduğundan kişisel
mal grubunun denkleştirme alacağının tasfiye anındaki değerden çıkartılması
gerekecektir.
• Bankada bulunan 50.000 TL ile (R)’nin satın almış olduğu tablonun alımına
katkı: Bankadaki para evliliğin başlangıcında (A)’nın malvarlığında
bulunduğundan MK md 220 b.2 uyarınca kişisel mallar arasında yer alır.

(A)’nın edinilmiş mallarına bakıldığında sadece 120.000 TL’lik otomobilin bulunduğunu


ve bu malın alımına kişisel mallardan 60.000 TL’lik bir katkının yapılmış olduğunu
görmekteyiz. Bu durumda aynı eşin malvarlığı arasında bir değer kayması
bulunduğundan denkleştirme yapmak gerekmektedir. Otomobilin 120.000 TL’lik alım
değeri ile orantılandığında kişisel mallardan edinilmiş malın alımına ½ oranında bir
katkıda bulunulduğu görülmektedir. MK md. 235 f. 1 uyarınca katkı oranının tasfiye
tarihindeki değere oranlanması gerekmektedir. Otomobilin tasfiye anındaki değeri
100.000 TL’dir. Bu durumda tasfiye tarihindeki değerin ½’si olan 50.000 TL kişisel
mallar lehine bir denkleştirme alacağı oluşturacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken
husus değer artış payından farklı olarak katkıda bulunan eşin, malda gerçekleşen değer
azalmasına da katlanmak zorunda olmasıdır. Bir eşin kendi malları arasında yapmış
olduğu katkılar bakımından katkı miktarının iadesi garanti altında değildir. Değer
azalması durumunda eşin denkleştirme alacağı da orantılı olarak azalacaktır. Sonuç
olarak 100.000 TL’lik araç değerinden 50.000’lik denkleştirme borcu çıkartıldığında
(A)’nın edinilmiş malı 50.000 TL olarak bulunur.

177
(R)’NİN MALVARLIĞI
• 100.000 TL çalışma geliri: MK md 219 b.1 uyarınca çalışma karşılığı edinilen
kazançlar edinilmiş mal olduğundan edinilmiş mallar arasında yer alır. (R)’ye
babasından kalan 400.000 TL değerinde taşınmaz: MK md. 220 b.2 uyarınca miras
yoluyla elde edildiğinden kişisel mallar arasında yer alır.
• 250.000 TL’ye yatırım amacıyla alınan tablo: (R)’nin mesleğinden edinmiş
olduğu kazancıyla alınmış olduğundan MK md 219 b.1 uyarınca edinilmiş mallar
arasında yer alır.
• (R)’ye babasından kalan taşınmazın satışının ardından 500.000 TL’ye alınan
yeni taşınmaz: MK md 220 b.4 gereğince kişisel mal yerine geçen değer olup
alımında daha çok kişisel malın katkısı bulunduğundan kişisel mallar arasında yer
alır.
• (R)’ye hediye edilen 10.000 TL değerinde mücevher: MK md. 220 b.2 uyarınca
bağışlama yoluyla karşılıksız olarak elde edildiğinden kişisel mallar arasında yer
alır.

EKLENECEK DEĞER
(D)’ye hediye edilen 50.000 TL değerinde tablo: Tablo edinilmiş mallar arasında yer
almakta olup MK md. 229 b.1 uyarınca evliliğin sona ermesinden önceki bir yıl içinde
diğer eşin rızası olmadan yapılmış ve olağan hediye kapsamına girmeyen bir karşılıksız
kazandırma olduğundan eklenecek değer olarak yer alır.

(R), edinilmiş malları arasında yer alan 100.000 TL’lik çalışma gelirini 500.000 TL’lik
yeni taşınmazın alımında kullanmıştır. Bu durumda (R)’nin edinilmiş mallarından kişisel
malları lehine bir kazandırma bulunduğundan denkleştirme yapmak gerekmektedir.
Edinilmiş mallardan taşınmazın alımına yapılan katkının oranı 1/5’tir. MK md. 235 f. 1
uyarınca katkı oranının tasfiye tarihindeki değere oranlanması gerekmektedir
Taşınmazın tasfiye anındaki değeri 750.000 TL olduğundan edinilmiş malların
denkleştirme alacağı 750.000 / 5= 150.000 TL olacaktır.

(R)’nin 250.000 TL’ye almış olduğu tablonun alımında ise (A)’nın kişisel mallarından
yapmış olduğu 50.000 TL’lik bir katkı bulunmaktadır. Bu durumda bir eşin kişisel
mallarından diğer eşin edinilmiş mallarına bir katkıda bulunulduğundan (A)’nın kişisel
malları lehine bir değer artış payı alacağı söz konusudur. (A)’nın yapmış olduğu katkının
tablonun değerine oranı 1/5’tir. Tablonun tasfiye anındaki değeri ise 200.000 TL’dir.
Görüldüğü üzere katkıda bulunulan tablo tasfiye tarihi itibariyle değer kaybına

178
uğramıştır. Değer artış payının söz konusu olduğu durumlarda yani eşlerden birinin
diğerinin malvarlığına katkıda bulunduğu durumlarda katkıda bulunan eş malın
değerindeki azalmalardan etkilenmez. Böyle bir durumda katkıda bulunan eş başlangıçta
yapmış olduğu katkı miktarını geri alır. Dolayısıyla (A), değer artış payı alacağı olarak
200.000’in ¼’ü olan 40.000 değil katkının başlangıçtaki değeri olan 50.000 TL alacaktır.
Tablonun tasfiye tarihindeki değeri olan 200.000 TL’den değer artış payı borcu olan
50.000 TL’yi çıkarttığımızda kalan 150.000 TL ise (R)’nin edinilmiş malları arasına
yazılacaktır.

Tabloda da görüleceği üzere artık değer hesabında dikkate alınması gereken son husus
eklenecek değer olup olmadığının belirlenmesidir. Olağan hediye kapsamını aşan ve eşin
rızası olmadan yapılan bu bağışlama boşanma tarihinden önceki bir yıl içinde yapılmış
olduğundan artık değer hesabına eklenecektir (MK md. 229 b.1). Bu durumda MK md.
229 b.2’den farklı olarak bağışlamanın artık değer alacağını azaltma kastıyla yapılıp
yapılmadığı araştırılmaz. Eklenecek değerin hangi tarihteki değerinin esas alınacağı ise
MK md. 235 f.2’de düzenlenmiştir. Buna göre artık değer hesabına eklenecek malların
tasfiye tarihindeki değerleri değil devir tarihindeki değerleri esas alınacaktır. Bu sebeple
artık değer hesabında hediye tablonun değeri 50.000 TL olarak yer alacaktır.

Sonuç olarak yukarıda yer alan veriler çerçevesinde önce eşlerin artık değerleri
hesaplanacak ardından da bu alacaklar karşılıklı takas edilerek eşlerden biri lehine ortaya
çıkacak katılma alacağı bulunacaktır. MK md. 236 uyarınca eşlerden her biri diğer eşe ait
artık değerin yarısı üzerinde hak sahibi olacaktır.

Buna göre;
(A)’nın artık değeri: 50.000 (otomobil alımına yapılan katkıdan gelen denkleştirme
alacağı) ÷ 2= 25.000 TL’dir.
(R)’nin artık değeri: 150.000 (Taşınmaza yapılan katkıdan gelen denkleştirme alacağı)
+ 150.000 (Tablonun değer artış payı indirildikten sonra kalan değeri) + 50.000 (Hediye
edilen tablonun devir tarihindeki değeri) olmak üzere toplam 350.000 ÷ 2 = 175.000
TL’dir.

MK md. 236 uyarınca karşılıklı alacaklar takas edildiğinde ise, 175.000 – 25.000 =
150.000 TL (A)’nın (R)’den katılma alacağı olduğu sonucuna ulaşılır.

179
MEDENİ HUKUK / ÇİFT / BÜTÜNLEME / 15’-16’

OLAY I
Bayan (A), uzun yıllardır kullandığı evrak çantasını tamir etmesi için tamirci (T)’ye
bırakır. Çantayı tamir ederken içinde (A)’ya ait pahalı bir yüzük bulan (T) yüzüğü
kuyumcu (K)’ya, tamir ettiği çantayı ise eskici (E)’ye satar ve teslim eder.

1. a) (E), çantanın mülkiyetini kazanmış mıdır? Açıklayınız. (5 P)


CEVAP: “(T), mülkiyetini devretmek istediği çantanın maliki değildir ve bu yüzden söz
konusu mal üzerinde tasarruf yetkisi yoktur. Tasarruf yetkisi bulunmamasının hukuki
sonucu, tasarruf işleminin geçersiz olması ve sonuçta (T)’nin (E)’ye mülkiyeti
kazandıramamasıdır. Kural olarak hiç kimse sahip olduğundan daha fazlasını başkasına
devredemez. Ne var ki (T), malın maliki (A) tarafından emin sıfatıyla zilyet kılınmıştır.
TMK m. 988 hükmüne göre, bir taşınırın mülkiyetini emin sıfatıyla zilyedinden devralan
iyiniyetle üçüncü kişinin bu kazanımı korunur. İyiniyet, durumun gerektirdiği dikkat ve
özen gösterildiği halde bir hakkın kazanılmasına veya başka bir hukuki sonucun
gerçekleşmesine ilişkin bir engelin varlığının farkında olunmamasıdır. Olayda, (E)’nin
iyiniyetli olduğu varsayımında çantanın mülkiyetini kazandığı sonucuna varılmalıdır.”

b) (T) ile (E) arasındaki satış sözleşmesinin kurulduğu ve satım parasının da


ödendiği; ancak çantanın henüz iyiniyetli (E)’ye teslim edilmediği varsayımında
yukarıdaki soruya vereceğiniz cevap değişir miydi, neden? (5 P)
CEVAP: “İyiniyetin koruyucu etkisi, yasanın iyiniyete hukuki sonuç bağladığı hallerde
kendini gösterir. Şayet yasada, iyiniyete kısmen veya tamamen koruyucu etki tanınan
özel bir hüküm yoksa iyiniyet korunmaz. Bir önceki soruda TMK m. 988 hükmü, taşınır
malın kendisine güvenilerek bırakıldığı kimseden, emin sıfatıyla zilyet kılınan kimseden
mülkiyet veya sınırlı ayni hak kazanımını korumaktadır. Taşınır mülkiyetinin nakli için
zilyetliğin devri gerekir. Bir taşınırın zilyetliğini iyiniyetle ve malik olmak üzere devralan
kimse, devredenin mülkiyeti devir yetkisi olmasa bile, zilyetlik hükümlerine göre
kazanmanın korunduğu hallerde o şeyin maliki olur (TMK m. 763). Olayda, çantanın
(E)’ye teslim edilmediği varsayımında, zilyetliğin devri gerçekleşmediği için taşınır
mülkiyetinin (E) tarafından kazanılmasının mümkün olmadığı sonucuna varılmalıdır.

2. (K), yüzüğün mülkiyetini kazanmış mıdır? Açıklayınız. (10 P)


CEVAP: “(T)’nin mülkiyetini devretmek istediği yüzük, (A)’nın iradesi dışında elinden
çıkmıştır. TMK m. 989/1 hükmüne göre, taşınırı iradesi dışında elinden çıkan zilyet, o

180
şeyi elinde bulunduran herkese karşı beş yıl içerisinde taşınır davası açabilir. Kötü niyetli
zilyede karşı bu davanın açılması ise her zaman mümkündür. Olayda (K), yalnız TMK m.
777/1 hükmü çerçevesinde, tartışmasız ve aralıksız biçimde malik sıfatıyla beş yıl boyunca
iyiniyetle bu yüzüğün zilyedi olmaya devam ederse ve bu süre içinde gerçek malik (A)’nın
hak iddiası ile karşılaşmazsa yüzüğün mülkiyetini kazanabilir.”

OLAY II
İş adamı (A), işlerini büyütmek ve ülkenin içinde bulunduğu ekonomik krizin etkilerinden
kurtulmak için kendisine ait fabrika binasını güvence olarak göstermek suretiyle banka
(B)’den yüklü miktarda kredi kullanır. Ne var ki aldığı krediyi geri ödemekte çok zorlanan
(A), nakit sıkıntısını çözebilmek için fabrikayı diğer bir iş adamı (K)’ya kiralamak zorunda
kalır.

1. Olayda sözü edilen hakları belirleyerek temel özelliklerini kısaca açıklayınız. (10
P)
CEVAP: “Olayda (A), taşınmaz üzerinde mülkiyet hakkı sahibidir. Mülkiyet hakkı,
sahibine, hakkın konusu olan şeyi kullanma, semerelerinden yararlanma ve tüketme
yetkilerini sağlayan en geniş yetkili ayni haktır. Mülkiyet hakkı, ayni hak olması sebebiyle,
herkese karşı ileri sürülebilir.

(B), akdedilen kredi sözleşmesi gereği (A)’ya karşı bir alacak hakkına sahiptir. Alacak
hakkı “nisbi hak” niteliği taşır. Bu sebeple sadece (A)’ya karşı ileri sürülebilir. Üçüncü
kişilere karşı bir etkisi yoktur.

(B), taşınmaz üzerinde rehin hakkı sahibidir. Rehin hakkı, hak sahibinin bir alacağını
teminat altına alan ve borçlunun borcunu yerine getirmediği ve alacaklının alacağını elde
edemediği hallerde, alacaklıya malı cebri icra yoluyla sattırma ve alacağını rehin konusu
malın satışından elde edilecek paradan karşılama yetkisi sağlar. Rehin hakkı, bu yönüyle
sınırlı ayni haklardandır. Bu niteliği gereği sadece taşınmaz maliki (A)’ya karşı değil
herkese karşı ileri sürülebilir.

(K), taşınmaz üzerinde alacak hakkı sahibidir. Alacak hakkı, bir kimseye bir başkasından
bir edimi yerine getirmesini, yani bir şey vermesini, yapmasını veya yapmamasını isteme
yetkisi sağlayan haktır. Para ile ölçülebilen bir değere sahip olup olmama bakımından
malvarlığı hakları içinde yer alan alacak hakkı, ileri sürülebileceği çevre bakımından nisbi
haklar içinde yer almaktadır.”

181
2. Fabrikanın (A) tarafından üçüncü kişi (Ü)’ye satılması ihtimalinde, (K)’ya ait
hakkın (Ü)’ye karşı ileri sürülebilmesi mümkün müdür? Açıklayınız. (10 P)
CEVAP: “K’nın taşınmaz üzerindeki alacak hakkı, kira sözleşmesinden kaynaklanmakta
olup nisbi bir haktır. Bu sebeple sadece kira sözleşmesinin diğer tarafına karşı ileri
sürülebilir. Bu haklara sadece hakkın kendilerine karşı ileri sürülebildiği kişiler uymak
zorundadır. Ne var ki TBK m. 310 hükmüne göre kira sözleşmesinin kurulmasından
sonra kiralanan herhangi bir sebeple el değiştirirse, yeni malik kira sözleşmesinin tarafı
olur. Bu hüküm karşısında K’nın kiracılık hakkını Ü’ye karşı ileri sürebilmesi
mümkündür. Ayrıca belirtmek gerekir ki nisbi haklardan bazılarına tanınan şerh imkânı
ile bu hakların ileri sürülebildiği çevrenin genişlediği de kabul edilmektedir. Taşınmaz
kiralarında, sözleşmeyle kiracının kiracılık hakkının tapu siciline şerh edilmesi
mümkündür (TBK m. 312). (K), TBK m. 310’da yer alan özel hüküm bulunmasaydı dahi,
kiracılık hakkını tapu siciline şerh ettirebildiği takdirde söz konusu hakkını (Ü)’ye karşı
ileri sürebilmesi mümkün olurdu.”

OLAY III
İş adamı Bay (A)’nın bindiği özel jet Atlas Okyanusu üzerindeyken yakıt sisteminden
kaynaklanan bir sorun nedeniyle alev alarak havada infilak eder. Bölgeyi arayan
kurtarma ekipleri bazı uçak parçalarına ulaşmakla birlikte, herhangi bir ceset bulamaz.
(A)’nın yakınları, cesede ulaşılamamasına rağmen, kendisinin iyi bir yüzücü olduğunu
düşünerek, uzun süre herhangi bir işlem yapmadan beklerler; Ancak olayın üzerinden
geçen 8 ayın sonunda ümitler tükenir ve yasal yollara başvurmaya karar verirler.

1. (A)’nın hukuki durumunu belirterek, buna bağlanacak sonuçları açıklayınız. (5


P)
CEVAP: “Soruda gerçekleştiği belirtilen olay, (A)’nın ölümüne kesin gözle bakılmasına
sebep olacak ağırlıkta bir olaydır. (A)’nın yakınlarının uzun süre ümidini kaybetmemiş
olması, bu konuda yapılacak nitelendirmede belirleyici değildir. Ölüm karinesi olarak
isimlendirilen bu durumu düzenleyen TMK md. 31’e göre, “Bir kimse, ölümüne kesin
gözle bakılmayı gerektiren durumlar içinde kaybolursa, cesedi bulunamamış olsa bile
gerçekten ölmüş sayılır.”. Bu durumda (A)’nın yakınları, mahkemeye başvurmaksızın en
büyük mülki amire başvurarak, mülki amirin vereceği kararla (A)’nın ölümünün nüfus
kaydına işlenmesini sağlayabilirler (TMK md. 44 f. 1). Eğer mülki amir başvuruyu
reddederse, bu durumda mahkemeye başvurarak (A)’nın ölü olduğunun mahkemece
tespitini dava edebilirler (TMK md. 44 f. 2).”

182
OLAY IV
16 yaşındaki (Ç), babası (B)’nin işlettiği büfede uzun yıllardan beri kendisine yardımcı
olmaktadır. (B)’nin geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmesi üzerine,
kendisinin ve ileri derecede alzheimer hastası olduğu için hastanede yatan annesi (A)’nın
masraflarını karşılamak amacıyla, büfeyi çalıştırmaya devam etme kararı alır. Ancak
büfenin sahibi (S), (Ç)’nin yaşının küçük olduğu gerekçesiyle süresi dolan kira
sözleşmesini yenilemeye yanaşmaz. Bu konuda bir avukata danışmak isteyen (Ç),
bisikletiyle yol alırken (D)’ye ait mağazanın vitrinine çarparak zarar verir.

1. (Ç)’nin bu tür işlemleri tek başına yapabilmek için nasıl bir hukuki yol izlemesi
gerekir? (10 P)
CEVAP: “Olaydaki veriler çerçevesinde (Ç), ayırt etme gücüne sahip küçük, yani sınırlı
ehliyetsiz durumundadır. (Ç)’nin bu tür işlemleri tek başına yapabilmek için başvurması
gereken hukuki yol, mahkeme kararı ile ergin kılınmasını (kazai rüşt) talep etmektir.
TMK md. 12’ye göre, “Onbeş yaşını dolduran küçük, kendi isteği ve velisinin rızasıyla
mahkemece ergin kılınabilir.”. Görüldüğü üzere, mahkeme kararıyla reşit olmanın
şartları:
• 15 yaşını doldurmuş olmak (Olayda bu şart gerçekleşmiştir.),
• Küçüğün bu konuda istemde bulunması
• Velisinin rızası (Olayda (A) tam ehliyetsiz olduğu için mahkeme, velinin rızasını
aramaksızın erginlik kararı verebilecektir.).

Bu şartların gerçekleşmesi halinde mahkeme, küçüğün yararına olması şartıyla erginlik


kararı verebilecektir. Bu kararın verilmesiyle birlikte (Ç), tam ehliyetli olarak her türlü
hukuki işlemi tek başına yapabilir.”

2. (Ç), (D)’nin vitrinine verdiği zararı tazmin etmek zorunda mıdır? Gerekçesiyle
açıklayınız (5 P)
CEVAP: “Zararın verildiği anda (Ç), ayırt etme gücüne sahip küçük, yani sınırlı ehliyetsiz
statüsündedir. Dolayısıyla olayda, sınırlı ehliyetsizin gerçekleştirdiği haksız fiil ile (D)’nin
zarara uğramasına sebep olması söz konusudur. TMK md. 16 f. 2’ye göre, “Ayırt etme
gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar haksız fiillerinden sorumludurlar.”. Kanunun bu
şekilde bir düzenleme getirmesinin sebebi, haksız fiil sorumluluğunun kusur esasına
dayanması ve bir kişinin kusurlu kabul edilebilmesi için ayırt etme gücüne sahip
olmasının yeterli kabul edilmesidir. Sonuç olarak (Ç), (D)’nin uğradığı zararı tazmin
etmek borcu altındadır.”

183
OLAY V
Bayan (A), gebe olduğunu anladıktan sonra, uzun yıllardır birlikte yaşadığı Bay (B)’ye
kendisinden bir çocuk beklediğini ve artık evlenmek istediğini iletir. Evliliğe bir türlü
yanaşmayan (B), çocuğu bahane ederek kendisini nikâh masasına oturtamayacağını fakat
çocuğu nüfusuna kaydettireceğini söyler. (A), 1.6.2015 tarihinde (Ç) ismini verdiği bir
çocuk sahibi olur.

1. (B)’nin, (Ç)’yi kendi çocuğu olarak nüfusuna kaydettirmesini hukuken


nitelendiriniz. (5 P)
CEVAP: “(B)’nin, (Ç)’yi kendi çocuğu olarak nüfusuna kaydettirmesi tanıma olarak
nitelendirilir. Tanıma, evlilik dışı çocuğun babasının, yasada öngörülen şekil koşullarına
uygun olarak yapıldığında çocuk ile babası arasında soybağının kurulmasını sağlayan tek
taraflı irade beyanıdır. Tanıma beyanı bu yönüyle yenilik doğuran işlem niteliğindedir.
Geçmişe etkili olarak, doğum anından itibaren çocuk ile babası arasında soybağını kurar.
Olayda, tanıma işlemi gerçekleştiği takdirde (B) ile (Ç) arasında 1.6.2015 tarihinden
itibaren soybağı ilişkisi kurulmuş olur.”

2. (B)’nin (Ç)’yi kendi çocuğu olarak nüfüsuna kaydettirmekten kaçınması halinde


soybağının kurulabilmesi için (A) ve (Ç)’ye önerebileceğiniz hukuki bir yol var
mıdır? Açıklayınız. (10 P)
CEVAP: “Çocuk ile baba arasında soybağının kurulması ana ile evlilik ve tanıma dışında
babalık hükmü ile de gerçekleşebilir. (A) ve (Ç), birbirlerinden bağımsız olarak (B)’ye
karşı açacakları davada, tıbbi yollara başvurabilir, bunun yanında TMK m. 302
hükümlerinde öngörülen karineden de yararlanabilirler. Buna göre, doğumdan önceki
yüz sekseninci gün ile üç yüzüncü gün arasında, ana ile cinsel ilişki kurması, babalığa
karine olarak sayılır (TMK m. 302/1). Aynı karine, fiili hamilelik döneminde cinsel
ilişkinin ispatlanması halinde de geçerlidir (TMK m. 302/2). (B), çocuğun babası
olmasının imkânsızlığını veya bir üçüncü kişinin baba olma olasılığının daha fazla
olduğunu ispat ederek karineyi çürütebilir. Ana tarafından açılacak dava, her halde,
doğumdan itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde açılmalıdır. Çocuk tarafından
açılacak babalık davası ise herhangi bir süreye bağlı değildir.”

OLAY VI
Eşi (E)’nin üç aydır ortak konuta dönmemesi üzerine (A), (E)’ye noter kanalıyla bir
ihtarname göndererek eve dönmesi ihtarında bulunur. Ancak bu talebine bir karşılık
alamaması üzerine (A), terk sebebine dayalı boşanma davası açmaya karar verir.

184
Boşanma davasında (E), ihtarın hâkim tarafından yapılması gerektiğini, noter tarafından
çekilen ihtarın geçersiz olduğunu, süre şartına uyulmadığını ve ayrıca (A)’nın anne ve
babası ile yaşaması dolayısıyla ortak konuta dönmesinin kendisinden beklenemeyeceğini
iddia ederek davanın reddini talep eder.

1. (E)’nin savunma sebeplerini de dikkate alarak terk sebebiyle açılan boşanma


davasının başarı şansını değerlendiriniz. (10 P)
CEVAP: “Terk, MK md 164’te düzenlenmiş olup özel, mutlak ve kusura dayalı bir
boşanma sebebidir.

Eşlerden birinin evlilik birliğinden doğan yükümlülüklerini yerine getirmemek amacıyla


ortak ikametgâhı terk etmesi veya haklı bir sebep olmaksızın ortak konuta dönmemesi
özel bir boşanma sebebi olarak öngörülmüştür. Buna karşılık eşin ortak konuttan
ayrılması haklı bir sebebe dayanıyorsa terk söz konusu olmaz. Eşlerden birinin diğerini
anne babasıyla birlikte oturmaya zorlaması da bu anlamda haklı sebep sayılır. Bu sebeple
eğer (A), söz konusu daveti ortak ikametgâha dönme şeklinde yapmamış ise, (E)’nin
yapmış olduğu savunma geçerli bir savunma olacaktır. Diğer yandan terk sebebiyle
boşanmaya karar verilebilmesi için terkin en az altı ay sürmüş olması gerekir. Bu süre
dolmadıkça terke dayalı boşanma davası açılamaz.

Terk davası için gerekli bir diğer unsur ise terk eden eşe ihtarda bulunulmuş olmasıdır.
İhtarda ayrıca ortak konuta dönmemenin sonuçları da belirtilmiş olmalıdır. MK md. 164
f.2 uyarınca ihtar en erken terkin dördüncü ayından itibaren yapılabilir. Bu süreden önce
yapılan ihtar geçersiz olacaktır. Ayrıca ihtarın ardından dava açılabilmesi için de iki aylık
bir bekleme süresi öngörülmüştür. Bu süre dolmadan da dava açılamaz. (A), söz konusu
ihtarı 3. ayın sonunda yaptığından, geçersiz bir ihtar söz konusudur.

İhtar hâkim veya noter tarafından yapılabilir. Bu bakımdan (E)’nin ihtarın hâkim
tarafından yapılması gerektiği yönündeki itirazı geçerli değildir. Ancak ihtar henüz terkin
üzerinden dört aylık süre dolmadan üçüncü ayda yapılmıştır. Bu bakımdan (E)’nin
savunması yerindedir. Davanın bu bakımdan da reddi gerekmektedir. Sonuç olarak
(E)’nin gerekli sürenin dolmadığı ve (A)’nın ailesiyle yaşadığı yönündeki savunmaları
geçerli olduğundan terk sebebiyle açılan davanın reddi gerekecektir.”

185
OLAY VII
Bir bankada müdür olarak çalışan (A) ile Mimar (M) 2010 yılında evlenmişlerdir.
Evlenmeden önce (A)’nın 80.000 TL değerinde bir otomobili ve 25.000 TL parası,
(M)’nin ise 20.000 TL değerinde mücevheri bulunmaktadır. 2012 yılında (M)’nin babası
vefat etmiş (M)’ye 450.000 TL tutarında nakit parayı miras olarak bırakmıştır. (M) bu
parayı 1 yıllık mevduat faizine yatırmış ve yılsonunda elde ettiği 50.000 TL faiz gelirini de
bu paraya ekleyerek 500.000 TL’ye bir daire satın almıştır. (A) ise 120.000 TL’ye bir
otomobil satın almış, bu paranın 80.000 TL’sini eski otomobilinin satışından 40.000
TL’sini ise (M)’nin mimarlıktan elde ettiği kazancından karşılamıştır. Bir süre sonra (A),
bankacı bir arkadaşının tavsiyesi üzerine yatırım amacıyla 100.000 TL değerinde hisse
senedi satın almış, bunun 75.000 TL’sini maaşından elde ettiği kazancıyla karşılamış,
25.000 TL’sini ise bankada bulunan parasıyla ödemiştir. 2015 yılının Aralık ayında (A),
ekonomik açıdan zor günler geçiren dostu (D)’ye iade edilmemek üzere 20.000 TL
vermiştir. 2016 yılının Ağustos ayında taraflar boşanmışlardır. Tasfiye anında (A)’nın
yatırım amacıyla almış olduğu hisse senetlerinin değeri 80.000 TL’ye, otomobilinin
değeri ise 90.000 TL’ye düşmüştür. (M)’nin satın aldığı taşınmazın değeri ise 1.000.000
TL’ye yükselmiştir.

1. (A) ve (M)’nin edinilmiş malları ile kişisel mallarını belirleyerek, katılma


alacağının miktarını hesaplayınız. (15 P)

CEVAP:
(A)’NIN MALVARLIĞI
• Bankada bulunan 25.000 TL para: MK md 220 b.2 uyarınca mal rejiminin
başlangıcında eşlerden birine ait malvarlığı kişisel mal olduğundan kişisel mallar
arasında yer alır.
• (A)’nın hisse senetlerinin alımı için kullanılan 75.000 TL: (A)’nın maaşından
elde ettiği kazancıyla satın alındığından MK md. 219 b.1 uyarınca edinilmiş mallar
arasında yer alır.
• 80.000 TL değerinde otomobil: Aynı şekilde mal rejiminin başlangıcında (A)’nın
malvarlığında bulunduğundan MK md 220 b.2 uyarınca kişisel mallar arasında
yer alır.
• Eski otomobilin satışının ardından 120.000 TL’ye alınan yeni otomobil: MK
md 220 b.4 gereğince kişisel mal yerine geçen değer olduğundan yine kişisel mallar
arasında yer alır. Ancak bu malın alımında (M)’nin edinilmiş mal grubunun da

186
katkısı bulunduğundan (M)’nin değer artış payı alacağının (M)’nin edinilmiş
malları arasına yazılması gerekmektedir.

EKLENECEK DEĞER
(D)’ye bağışlanan 20.000 TL: MK md. 229 b.1 uyarınca evliliğin sona ermesinden
önceki bir yıl içinde diğer eşin rızası olmadan yapılmış ve olağan hediye kapsamına
girmeyen bir karşılıksız kazandırma olduğundan eklenecek değer olarak yer alır.

(A)’nın edinilmiş mallarına bakıldığında tasfiye anında 80.000 TL değerinde olan hisse
senetlerinin bulunduğunu ve bu hisse senetlerinin alımına (A)’nın kişisel mallarından
25.000 TL’lik bir katkının yapılmış olduğunu görmekteyiz. Bu durumda aynı eşin
malvarlığı arasında bir değer kayması bulunduğundan denkleştirme yapmak
gerekmektedir. Hisse senetlerinin 100.000 TL’lik alım değeri ile orantılandığında kişisel
mallardan edinilmiş malın alımına 100.000/25.000 =1/4 oranında bir katkıda
bulunulduğu görülmektedir. MK md. 235 f. 1 uyarınca katkı oranının tasfiye tarihindeki
değere oranlanması gerekmektedir. Hisse senetlerinin tasfiye anındaki değeri 80.000
TL’dir. Bu durumda tasfiye tarihindeki değerin 1/4’ü olan 20.000 TL kişisel mallar lehine
bir denkleştirme alacağı oluşturacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken husus değer artış
payından farklı olarak katkıda bulunan eşin, malda gerçekleşen değer azalmasına da
katlanmak zorunda olmasıdır. Bir eşin kendi malları arasında yapmış olduğu katkılar
bakımından katkı miktarının iadesi garanti altında değildir. Değer azalması durumunda
eşin denkleştirme alacağı da orantılı olarak azalacaktır. Sonuç olarak 80.000 TL’lik hisse
senedi değerinden 20.000’lik denkleştirme borcu çıkartıldığında (A)’nın edinilmiş malı
60.000 TL olarak bulunur.

Tabloda da görüleceği üzere artık değer hesabında dikkate alınması gereken bir başka
husus ise eklenecek değer olup olmadığının belirlenmesidir. Olağan hediye kapsamını
aşan ve eşin rızası olmadan yapılan bu bağışlama boşanma tarihinden önceki bir yıl
içinde yapılmış olduğundan artık değer hesabına eklenecektir (MK md. 229 b.1). Bu
durumda MK md. 229 b.2’den farklı olarak bağışlamanın artık değer alacağını azaltma
kastıyla yapılıp yapılmadığı araştırılmaz. Bu sebeple (A)’nın (D)’ye vermiş olduğu 20.000
TL artık değer hesabında eklenecek değer olarak yer alacaktır.

187
(M)’NİN MALVARLIĞI
• (A)’nın otomobil alımı için katkıda bulunulan 40.000 TL: (M)’nin mimarlıktan
elde ettiği kazancı olduğundan MK md. 219 b.1 uyarınca edinilmiş mallar arasında
yer alır.
• (M)’nin 20.000 TL değerindeki mücevheri: MK md 220 b.2 uyarınca mal
rejiminin başlangıcında eşlerden birine ait malvarlığı kişisel mal olduğundan
kişisel mallar arasında yer alır.
• 50.000 TL faiz geliri: Kişisel malların geliri MK md 219 b.4 gereğince edinilmiş
olduğundan 50.000 TL edinilmiş mallar arasında yer alır.
• (M)’ye babasından kalan 450.000 TL nakit para: MK md. 220 b.2 uyarınca
miras yoluyla elde edildiğinden kişisel mallar arasında yer alır.
• (M)’ye babasından kalan 450.000 TL’ye elde edilen 50.000 TL’lik faiz geliri
eklenerek 500.000 TL’ye alınan yeni taşınmaz: MK md 220 b.4 gereğince kişisel
mal yerine geçen değer olup alımında daha çok kişisel malın katkısı
bulunduğundan kişisel mallar arasında yer alır. Ancak kişisel malın geliri MK md
219 b.4 gereği edinilmiş olduğundan edinilmiş mallar lehine denkleştirme
yapılması gerekmektedir.

(A)’nın 120.000 TL’ye almış olduğu otomobilin alımında (M)’nin edinilmiş mallarından
yapmış olduğu 40.000 TL’lik bir katkı bulunmaktadır. Bu durumda bir eşin edinilmiş
mallarından diğer eşin kişisel mallarına bir katkıda bulunulduğundan (M)’nin edinilmiş
malları lehine bir değer artış payı alacağı söz konusudur. (M)’nin yapmış olduğu katkının
otomobilin değerine oranı 1/3’tür. Otomobilin tasfiye anındaki değeri ise 90.000 TL’dir.
Görüldüğü üzere katkıda bulunulan otomobil tasfiye tarihi itibariyle değer kaybına
uğramıştır. Değer artış payının söz konusu olduğu durumlarda yani eşlerden birinin
diğerinin malvarlığına katkıda bulunduğu durumlarda katkıda bulunan eş malın
değerindeki azalmalardan etkilenmez. Böyle bir durumda katkıda bulunan eş başlangıçta
yapmış olduğu katkı miktarını geri alır. Dolayısıyla (M), değer artış payı alacağı olarak
90.000’in 1/3’ü olan 30.000 değil katkının başlangıçtaki değeri olan 40.000 TL alacaktır.

40.000 TL (M)’nin edinilmiş malları arasına yazılacaktır.

(M), edinilmiş malları arasında yer alan 50.000 TL’lik faiz gelirini 500.000 TL’lik yeni
taşınmazın alımında kullanmıştır. Bu durumda (M)’nin edinilmiş mallarından kişisel
malları lehine bir kazandırma bulunduğundan denkleştirme yapmak gerekmektedir.
Edinilmiş mallardan taşınmazın alımına yapılan katkının oranı 1/10’dur. MK md. 235 f. 1

188
uyarınca katkı oranının tasfiye tarihindeki değere oranlanması gerekmektedir
Taşınmazın tasfiye anındaki değeri 1.000.000 TL olduğundan edinilmiş malların
denkleştirme alacağı 1.000.000 / 10= 100.000 TL olacaktır.

Sonuç olarak yukarıda yer alan veriler çerçevesinde önce eşlerin artık değerleri
hesaplanacak ardından da bu alacaklar karşılıklı takas edilerek eşlerden biri lehine ortaya
çıkacak katılma alacağı bulunacaktır. MK md. 236 uyarınca eşlerden her biri diğer eşe ait
artık değerin yarısı üzerinde hak sahibi olacaktır.
Buna göre;

(A)’nın artık değeri: 80.000 (Hisse senetlerinin değeri) + 20.000 (Eklenecek değer) –
20.000 (Denkleştirme borcu) ÷ 2 = 40.000 TL’dir.
(M)’nin artık değeri: 40.000 (A’nın hisse senedi alımına katkıdan gelen değer artış payı
alacağı) + 100.000 (Taşınmazın alımına katkıdan doğan denkleştirme alacağı) ÷ 2 =
70.000 TL’dir.

MK md. 236 uyarınca karşılıklı alacaklar takas edildiğinde ise, 70.000 – 40.000 = 30.000
TL (A)’nın (M)’den katılma alacağı olduğu sonucuna ulaşılır.

MEDENİ HUKUK / İÖ / FİNAL / 15’-16’

OLAY II
A, son derece lüks ve pahalı olan yatını, görünüş itibariyle bir zengin bir beyefendi gibi
davranan ve insanda güven duygusu uyandıran B’ye aylık 20.000-TL bedelle kiralamıştır.
Oysa kira sözleşmesinden çok önce B savurganlığı nedeniyle kısıtlanmış ve V’nin vesayeti
altına konulmuş durumdadır. Kira paralarının ödenmediğini gören A, B aleyhine icra
takibi başlatınca, B’nin vasisi V’nin sözleşmenin geçerli olmadığı ve B’nin kısıtlı
bulunduğu itirazı ile karşılaşır.

1. Kira sözleşmesinin geçerli olup olmadığını, olaydaki tüm verileri de dikkate


alarak tartışınız. Ayrıca B’nin hiçbir bedel ödemediği halde üç aydır Bodrum
kıyılarında yat ile geziler ve eğlenceler düzenlemesi karşısında bu kullanmanın
karşılığı kendisinden talep edilebilir mi, hangi gerekçeyle açıklayınız. (10 P)
CEVAP: B savurganlığı nedeniyle kısıtlanarak V’nin vesayeti altına konulmuştur. Somut
olaydaki bilgiye göre kısıtlama nedeni yalnızca B’nin savurganlığı olduğundan, B’nin ayırt

189
etme gücü bulunaktadır. Bu nedenle tam ehliyetsiz değildir. Kısıtlanan kişi, ayırt etme
gücüne sahip ise sınırlı ehliyetsiz durumda olacağından, buna göre B, vasinin açık veya
örtülü izni veya sonraki onamasıyla yükümlülük altına girebilir veya bir haktan
vazgeçebilir (MK 451/1). B, bu izni almaksızın kira sözleşmesi akdettiği için kural olarak
kira sözleşmesi akdedildiği sırada askıda hükümsüz durumdadır. Nitekim vasi V,
sonradan yapılan işleme (kira sözleşmesine) onay vermeyeceğini açıklamıştır. Böylece
askıdaki hükümsüzlük bu tarihte kesin hükümsüzlüğe dönüşmüş olur ve yapılan kira
sözleşmesi baştan itibaren kesin hükümsüz addedilir (MK 451/2).

Vasinin onamadığı işlemlerde taraflardan her biri verdiğini sebepsiz zenginleşme


hükümleri gereğince geri isteyebilir (MK 452/1, c.1). Ancak, vesayet altındaki kişi, sadece
kendi menfaatine harcanan veya geri isteme zamanında malvarlığında mevcut olan
zenginleşme tutarıyla ya da iyiniyetli olmaksızın elden çıkarmış olduğu miktarla
sorumludur (MK 452/1, c.2). Bu durumda Kısıtlı B, bedelsiz yattan yararlanmasının
mahkemece takdir edilecek olan tutarı kadar bir miktarın Bay A’ya ödenmesi ile yükümlü
tutulacaktır.

Ancak MK m.452/f.3 gereğince “Vesayet altındaki kişi, fiil ehliyetine sahip olduğu
hususunda diğer tarafı yanıltmış ise, onun bu yüzden uğradığı zarardan sorumlu olur”.
Somut olayda Bay B’nin görünüş itibariyle bir zengin bir beyefendi gibi davranarak
insanda güven duygusu uyandırması, fiil ehliyetine sahip olduğu yönünde karşı tarafı
aldatma niteliği taşıyorsa, bu durumda B, sadece sebepsiz zenginleşme gereğince
zenginleşilen tutarın iadesi ile değil (ki bu tutar kira bedelinden daha düşük olabilir);
ayrıca talep halinde A’nın uğradığı zararın tazmininden de sorumlu olur. Bu durumda
sebepsiz zenginleşilen tutarın kira bedelinden düşük olması halinde bu farkın, ayrıca icra
takip giderlerinin tazminat olarak talebi mümkündür.

OLAY III
Tarihi Yarımadayı Koruma ve Güzelleştirme Derneği’nin tüzüğüne göre, “Madde 18 -
Dernek Üyeleri sebep gösterilmeksizin dernek üyeliğinden çıkarılabilir. Madde 19-Dernek
üyeliğinden çıkarma hakkında nihai karar organı Disiplin Kuruludur. Disiplin Kurulu,
çıkarma kararına karşı itirazlar hakkında da nihai kararı verir”.

Bir süre sonra imar planlarında yapılan bir değişikliğin tarihi yarımadaya zarar
verebileceği gerekçesiyle dernek tarafından bu imar planlarının iptali için dava açılması
gerektiği konusunda dernekte tartışmalar yaşanmış, imar planındaki değişiklikten ticari

190
yararı bulunan çoğunluğun baskısıyla Disiplin Kurulu, aksi görüşteki 30 üyenin
dernekten çıkarılmasına karar vermiştir.

1. Dernek Tüzüğünün 18 ve 19.maddelerini de dikkate alarak somut olayda


çıkarılan 30 üyenin hangi hukuki gerekçelerle, hangi hukuki yollara
başvurabileceğini açıklayınız. (15 P)
CEVAP: Çıkarılan dernek üyeleri öncelikle, tüzüğün 19.maddesinin kesin hükümsüz
olduğu gerekçesiyle, 19.madde için tüzük değişikliği ve/veya ister tüzük değişikliği olsun
ister olmasın çıkarma kararının iptal edilmesini talep edebilirler. Zira MK 80/1 gereğince
Genel kurul, (..) üyelikten çıkarma hakkında son kararı ver(en) organ olup, Genel
Kurulun bu yetkisi İhtiyari bir organ olan Disiplin Kuruluna devredilemez. Zira MK
m.72/2 gereğince (ihtiyari) organlara zorunlu organların görev, yetki ve sorumlulukları
devredilemez.

Çıkarılan dernek üyeleri ikinci olarak, çıkarma kararının haklı sebebinin bulunmadığına
dayanabilir. “Dernek üyelerinin sebep gösterilmeksizin dernek üyeliğinden
çıkarılabileceği” hakkındaki 18.madde, hukuka uygun bir düzenlemedir (MK m.67).
Bununla birlikte MK m.67/son gereğince, tüzükte çıkarma sebebi düzenlenmemişse üye,
ancak haklı sebeple çıkarılabilir. Bu çıkarma kararına, haklı sebep bulunmadığı ileri
sürülerek itiraz edilebilir. Somut olayda dernekten çıkarma sebebi düzenlenmemekle
birlikte, çıkarılan üyeler, çıkarmanın, muhalif görüşteki üyelerin bertaraf edilmesi
amacıyla yapıldığını ispat ederek haklı nedene dayanmadığı yolunda itiraz ileri
sürebilirler.

Çıkarılan üyelerin yukarıdaki iki durumda da öncelikle Genel Kurula itirazda bulunmaları
gerekir. Zira diğer organların (bu arada disiplin kurulunun) kararlarına karşı, dernek içi
denetim yolları tüketilmedikçe iptal davası açılamaz (MK 83). Olağan toplantı dışında,
ayrıca, çıkarılan üyeler, Yönetim Kuruluna veya Denetim Kuruluna başvurarak bu
organların talebi ile ya da dernek üyelerinin 1/5’inin yazılı başvurusu üzerine Genel
Kurulun toplantıya çağrılmasını isteyebilirler. Bu durumda Yönetim Kurulu, Genel kurulu
toplantıya çağırmak zorundadır. Şayet yönetim kurulu, genel kurulu toplantıya
çağırmazsa; üyelerden birinin başvurusu üzerine, sulh hâkimi, üç üyeyi genel kurulu
toplantıya çağırmakla görevlendirir.

Genel kurulun, disiplin kurulunun verdiği kararı haklı bularak onaması halinde kararın
iptali için mahkemede dava açılabilir. Toplantıda hazır bulunan ve kanuna veya tüzüğe

191
aykırı olarak alınan genel kurul kararlarına katılmayan her üye, karar tarihinden
başlayarak bir ay içinde; toplantıda hazır bulunmayan her üye kararı öğrenmesinden
başlayarak bir ay içinde ve her hâlde karar tarihinden başlayarak üç ay içinde
mahkemeye başvurmak suretiyle kararın iptalini isteyebilir.

Genel kurul kararlarının yok veya mutlak butlanla hükümsüz sayıldığı durumlar saklıdır.
Bu tip kararlar yönünden, açılacak dava iptal davası olmayıp, kesin hükümsüzlüğün
tespitin yönelik bir dava olabilir ve bir süreye tabi değildir. Olayda, şayet, Genel Kurul,
disiplin kurulunun verdiği kararın haklı olduğu gerekçesiyle kararı onamış olmayıp da,
disiplin kurulunun çıkarma kararı ile çıkarma işleminin gerçekleştiğine ve bu yüzden
Genel Kurulda tekrar bir karar almaya yer olmadığına karar verse idi; bu durumda bu
karar MK m.83’deki çıkarma konusunda nihai karar verme görevi Genel Kurula ait
olduğu hakkındaki emredici kurala aykırılık oluşacağından, alınan böylesine bir karar
kesin hükümsüz olacaktı ve süreye tabi olmaksızın kesin hükümsüzlüğün tespiti dava
edilebilecekti.

OLAY IV
Bayan (A) ile Bay (B) beş yıldır evlidirler. Çiftin, sekiz yaşında (Ç) adında bir çocukları
vardır. Aralarında geçen bir tartışmada (A), (B)’ye, çocuğun gerçek babasının kendisi
olmayabileceğini, çocuğa gebe kaldığı dönemde işyerindeki pek çok erkekle ilişkisi
olduğunu açıklamıştır. Bundan yedi ay sonra çocuğun tıpkı (A)’nın işyerindeki (G)’ye
benzediğini düşünen B, avukatı aracılığıyla A ve G’ye karşı soybağının reddi davası
açmıştır. Bu esnada Ç’nin okuduğu özel okul (Ö), okul taksitlerinin ödenmediği
gerekçesiyle B’ye karşı dava açmayı düşünmektedir.

1. Olayda Ç’nin soybağı durumunu belirleyiniz. B’nin soybağı reddi davası açması
mümkün müdür? Açılan davada izlenecek usulü kısaca anlatınız. (10 P)
CEVAP: “Soybağı, bir kişinin ana ve babası arasındaki bağı ifade eder. Kan bağına
dayanan soybağı ana ile çocuk arasında doğumla kurulurken (TMK m. 282/1) baba ile
çocuk arasında ana ile evlilik, tanıma veya hâkim hükmüyle kurulur (TMK m. 282/2).
Olayda, A ve B’nin arasındaki evliliğin çocuğun doğumundan sonra kurulduğu
anlaşılmaktadır. Bu halde Ç ile A arasında soybağı doğumla, Ç ile B arasında soybağı
sonradan evlenme yoluyla kurulmuş olabilir. Evlilik dışında doğan çocuk, ana ve
babasının birbiriyle evlenmesi halinde kendiliğinden evlilik içinde doğan çocuklara ilişkin
hükümlere tabi olur (TMK m. 292). Sonradan evlenme halinde eşlerin ortak çocukları

192
nüfus memurluğuna bildirmeleri gerekse de bu husus soybağının kurucu bir unsuru
olarak değerlendirilmez. (5)

B’nin kurulan soybağının reddine dair dava açması mümkündür. Bu davayı, koca,
doğumu ve baba olmadığını veya ananın gebe kaldığı sırada başka bir erkek ile cinsel
ilişkide bulunduğunu öğrendiği tarihten başlayarak bir yıl içinde (TMK m. 289/1) ana ve
çocuğa karşı açılır (TMK m. 286/1). Olayda, B tarafından, yedi ay sonra dava açılmasında
hukuki bir engel bulunmamakla birlikte davanın A ve Ç’ye yöneltilmesi gerekirken A ve
G’ye yöneltilmesi mümkün değildir. Çocuk, evlenmeden önce veya ayrı yaşama sırasında
ana rahmine düşmüşse, davacının başka bir kanıt getirmesi gerekmez (TMK m. 288/1).
Bu halde, açılan soybağının reddi davasında B’nin, A ile evliliğinin çocuğun doğumundan
sonra gerçekleştiğini ileri sürmesi yeterli kabul edilecektir. Ne var ki gebe kalma
döneminde kocanın karısı ile cinsel ilişkide bulunduğu konusunda inandırıcı kanıtlar
varsa, kocanın babalığına ilişkin karine geçerliliğini korur (TMK m. 288/2). (5)”

2. Ö’nün, okul taksitlerini B’den talep edebilmesi mümkün müdür? B’nin gerçek
baba olmadığı yönündeki muhtemel iddiasını değerlendiriniz. (5 P)
CEVAP: “Soybağının velayet hakkına bağlı olmayan hükümlerinden biri ana ve babanın
çocuğun bakım ve eğitim giderlerini karşılama yükümlülüğüdür. Gerçekten, çocuğun
bakımı, eğitimi ve korunması için gerekli giderler ana ve baba tarafından karşılanır (TMK
m. 327/1). Ana ve baba açısından bu yükümlülük, soybağının kurulması ile yasa uyarınca
kendiliğinden doğarken soybağı ilişkisi ortadan kaldırılmadıkça devam eder. Bu
yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde dava hakkı çocuğa yahut söz konusu
yükümlülüğü yerine getirmeyen ana veya babadan diğerine tanınmıştır. Olayda, B’nin
gerçek baba olmadığı yönündeki iddiası dikkate alınmayacaksa da soybağının velayete
bağlı olmayan bu hükmü doğrultusunda Ö’nün B aleyhine dava açması mümkün
değildir.”

OLAY V
Üç yıldan beri evli olan 28 yaşındaki Bayan (A) ile 35 yaşındaki Bay (B), iki yıldır bakım
ve eğitimini üstlendikleri 5 yaşındaki (Ç)’yi evlat edinmek istemektedir. A ve B ile Ç’nin
anne ve babası, noter aracılığıyla düzenledikleri resmi senette Ç’nin A ve B tarafından
evlat edinildiğini, Ç’nin anne ve babasının bu işleme rıza gösterdiğini beyan ederler.

1. Olayda verilen evlat edinme işleminin geçerli olup olmadığını, evlat edinme
işleminin hukuki niteliğini de belirleyerek, açıklayınız. (10 P)

193
CEVAP: “Türk Medeni Kanunu’nda soybağının kurulmasını sağlayan yollardan biri
olarak düzenlenen evlat edinme, küçükler ile ergin veya kısıtlıların evlat edinilmesinde
farklı esaslara tabi tutulmuştur. Olayda, küçüklerin evlat edinilmesinde, küçüğün evlat
edinen tarafından bir yıl bakılmış ve eğitilmiş olması (TMK m. 305/1), evlat edinilen ile
evlatlık arasındaki onsekiz yaş farkının buluması (TMK m. 308/1) koşullarının yerine
getirildiği anlaşılmaktadır. Ne var ki eşlerin birlikte evlat edinebilmesi için aranan en az
beş yıldan beri evli olma yahut her iki eşin de otuz yaşını doldurmuş bulunma
koşullarının (TMK m. 306/2) yerine getirilmediği, bundan başka evlat edinilenin ana ve
babasının rızasının mahkeme aracılığıyla alınmadığı (TMK m. 309/2) anlaşılmaktadır.
Belirtelim ki evlat edinme, mahkeme kararı ile birlikte kurulmuş olur (TMK m. 315/1).
Olayda, bu yönde bir mahkeme kararı bulunmadığı ve bahsedilen geçerlilik koşulları
yerine getirilmediği için evlat edinme ilişkisinin geçersiz olduğu sonucuna varmak
gerekir.”

OLAY VI
Uzun yıllardır eşi (E) ile sorunlar yaşayan Bayan (A), boşanma davası açmaya karar verir.
Boşanma davasına dayanak olarak da (E)’nin kendisine fiziksel şiddet uygulamasını ve
evlendikten bir süre sonra dolandırıcılık suçundan mahkûm olmuş olmasını gösterir.
Açılan davada (E) her iki dava sebebinin da uzun yıllar önce gerçekleşmiş olaylar
olduğunu ve karısı ile herhangi bir sorunlarının bulunmadığını ifade eder.

1. (A)’nın ileri sürdüğü boşanma sebeplerini nitelendirerek davanın başarıya


ulaşma şansını değerlendiriniz. (10 P)
CEVAP:(A)’nın açtığı boşanma davasında ileri sürmüş olduğu boşanma sebepleri
incelendiğinde (A)’nın MK md. 162’de düzenlenen pek fena muamele ve MK md. 163’te
düzenlenen küçük düşürücü suç işleme sebeplerine dayandığı görülmektedir. Dolayısıyla
bu boşanma sebeplerine ilişkin şartların gerçekleşip gerçekleşmediğinin belirlenmesi
gerekmektedir.

Bir eşin diğer eşe fiziki şiddet uygulaması MK md. 162’de belirtilen pek fena muamele
kapsamına girmektedir. Bu boşanma sebebi mutlak, kusura dayalı ve özel boşanma
sebeplerindendir. Pek fena muamelenin varsayılması için devamlılık unsuru aranmaz.
Bazen tek bir davranış dahi pek fena muamelenin varsayılması için yeterli olabilir.

Davanın açılması kanun koyucu tarafından hak düşürücü süreye bağlanmıştır. Buna göre
dava hakkı, davaya hakkı olan eşin boşanma sebebini öğrenmesinden itibaren 6 (altı) ay

194
ve herhalde bu sebebin doğumunun üzerinden beş (5) yıl geçmekle düşer (MK md. 162
f.2). Ayrıca affeden tarafın da dava hakkı yoktur (MK md. 162 f.3).

Bu veriler çerçevesinde olaya döndüğümüzde (A)’nın maruz kaldığı pek fena muamelenin
uzun yıllar önce gerçekleştiği ve (A)’nın öğrenmeden itibaren altı (6) aylık süre içerisinde
dava açmadığı görülmektedir. Diğer yandan olayın uzun yıllar önce gerçekleşmiş olması
ve (A)’nın bu duruma rağmen ortak hayatı sürdürmeye devam etmesi örtülü olarak eşin
affedildiği yönünde güçlü bir karine oluşturmaktadır. Tüm bu sebeplerle (A)’nın bu özel
boşanma sebebine dayalı dava hakkının düştüğünün kabul edilmesi gerekir.

(A)’nın boşanma davasında gerekçe olarak gösterdiği küçük düşürücü suç işleme ise
kanunda kusura dayalı, özel ancak nispi bir boşanma sebebi olarak düzenlenmiştir. Nispi
bir boşanma sebebi olması dolayısıyla bu durumun ortak hayatın devamını çekilmez hale
getirmesi koşulu da aranır. Bu konudaki takdir yetkisi hâkime aittir. Bu çerçevede olaya
bakıldığında dolandırıcılık suçunun işlendiği ve bu suçun küçük düşürücü suçlardan
olduğu görülmektedir. Diğer yandan MK 162’den farklı olarak küçük düşürücü suç işleme
sebebine dayalı boşanma davası bir hak düşürücü süreye bağlanmamıştır. Ancak böyle
bir davanın uzun yıllar sonra açılmış olmasının birlikte yaşamanın davacı eş bakımından
beklenemez hal sayılmayacağı şeklinde yorumlanması mümkündür. Olayda da davanın
uzun yıllar sonra açıldığı görülmektedir. Dolayısıyla bu boşanma talebinin de bu gerekçe
ile reddedilmesi olasılığı bulunmaktadır. Bu husus hâkimin takdirindedir.

OLAY VII
Avukat (A) ile Doktor (D) 2010 yılında evlenmişlerdir. Evlendikleri tarihte (A)’nın banka
hesabında 200.000 TL parası bulunmaktadır. (D)’nin ise bankadaki kasasında sakladığı
75.000 TL değerinde mücevheri bulunmaktadır.

2012 yılında (A)’nın babası vefat eder ve (A)’ya 900.000 TL değerinde bir iş hanı bırakır.
(A) iş hanının kira gelirlerini biriktirerek elde ettiği 100.000 TL ile iş hanının bakım ve
onarımını yapar ve iş hanının değerini 1.000.000 TL’ye yükseltir. Diğer yandan (A),
bankada bulunan 200.000 TL’sinin üzerine avukatlıktan kazandığı paradan 100.000 TL
daha ekleyerek 300.000 TL’ye bir ofis satın alır. Bu arada (D) ise 100.000 TL’ye bir
otomobil satın almıştır. Otomobilin parasının 75.000 TL’si mücevherlerin satışından elde
edilmiş, 25.000 TL’si ise (A)'nın avukatlıktan elde ettiği kazancından karşılanmıştır.

195
2016 yılının Ocak ayında (A) evlenen kız kardeşine 25.000 TL değerinde mücevher hediye
etmiştir. 2016 yılının Haziran ayında eşler boşanmaya karar vermişlerdir. Tasfiye
sırasında (A)’ya miras olarak kalan iş hanının değeri 1.500.000 TL’ye (A)’nın ofis olarak
kullanmak üzere satın aldığı taşınmazın değeri ise 450.000 TL’ye yükselmiştir. (A)’nın kız
kardeşine hediye ettiği mücevherlerin değeri de 30.000 TL olmuştur. Buna karşılık
(D)’nin otomobilinin değeri ise 80.000 TL’ye düşmüştür. Bunlara ek olarak (D)’nin banka
hesabında mesleki kazancından biriktirdiği 100.000 TL bulunmaktadır.

1. (A) ve (D)’nin edinilmiş malları ile kişisel mallarını belirleyerek, katılma


alacağının miktarını hesaplayınız. (15 P)
CEVAP:
(A)’NIN MALVARLIĞI
• Bankada bulunan 200.000 TL para: MK md 220 b.2 uyarınca mal rejiminin
başlangıcında eşlerden birine ait malvarlığı kişisel mal olduğundan kişisel mallar
arasında yer alır.
• (A)’nın babasından kalan iş hanının bakım ve onarımı için katkıda bulunduğu
100.000 TL: Miras yoluyla elde edilen malvarlığı değerleri MK md 220 b.2
uyarınca kişisel mallar arasında yer alır. Buna karşılık kişisel malların gelirleri ise
kanun gereğince edinilmiş mal niteliğindedir (MK md 219 b.4). Bu sebeple yapılan
bu katkı edinilmiş mallardan yapılmış sayılarak denkleştirme konusu olacaktır.
• (A)’nın babasından kalan 900.000 TL değerinde iş hanı: MK md. 220 b.2
uyarınca miras yoluyla elde edildiğinden kişisel mallar arasında yer alır.
• 100.000 TL çalışma geliri: MK md 219 b.1 uyarınca çalışma karşılığı edinilen
kazançlar edinilmiş mal olduğundan edinilmiş mallar arasında yer alır.
• 300.000 TL’ye satın alınan ofis: Ofisin alımına kişisel mal grubundan 200.000
edinilmiş mal grubundan 100.000 TL katkıda bulunulmuştur. Malın edinilmesine
kişisel mal grubundan daha fazla katkıda bulunulduğundan mal kişisel mal grubu
içerisinde yer alır. Ancak 100.000 TL’lik katkı için edinilmiş mallar lehine
denkleştirme yapılması gerekir.
• (A)’nın 25.000 TL’lik çalışma geliri: MK md 219 b.1 uyarınca çalışma karşılığı
edinilen kazançlar edinilmiş mal olduğundan edinilmiş mallar arasında yer alır.

EKLENECEK DEĞER
(A)’nın kız kardeşine hediye edilen 25.000 TL değerinde mücevher: MK md. 229 b.1
uyarınca evliliğin sona ermesinden önceki bir yıl içinde diğer eşin rızası olmadan yapılmış

196
ve olağan hediye kapsamına girmeyen bir karşılıksız kazandırma olduğundan eklenecek
değer olarak yer alır.

(A)’nın edinilmiş malları arasında yer alan iş hanından elde edilen 100.000 TL’lik kira
geliri 900.000 TL değerindeki iş hanının bakım ve onarımında kullanmıştır. Bu durumda
(A)’nın edinilmiş mallarından kişisel malları lehine bir kazandırma bulunduğundan
denkleştirme yapmak gerekmektedir. Bir malın iyileştirilmesine veya korunmasına
katkıda bulunulduğu durumlarda katkı oranının belirlenebilmesi için öncelikle malın
katkıdan önceki değerine yapılan katkı miktarı eklenerek malın başlangıç değeri
belirlenir. Malın başlangıç değeri bu şekilde belirlendikten sonra ikinci aşamada bu
rakam yapılan katkı miktarına bölünerek tasfiyede kullanılacak katkı oranı tespit edilir.
Bakım ve onarımdan önce 900.000 TL değerinde olan iş hanına 100.000 TL katkıda
bulunularak taşınmazın değeri 1.000.000 TL’ye yükseltilmiştir. Bu rakam taşınmaza
yapılan katkı miktarı olan 100.000’e bölündüğünde ise 1/10 oranına ulaşılır. Dolayısıyla
edinilmiş mallardan kişisel malın iyileştirilmesine yapılan katkının oranı 1/10’dur. MK
md. 235 f. 1 uyarınca katkı oranının tasfiye tarihindeki değere oranlanması
gerekmektedir Taşınmazın tasfiye anındaki değeri 1.500.000 TL olduğundan edinilmiş
malların denkleştirme alacağı 1.500.000 / 10= 150.000 TL olacaktır.

(A)’nın bir başka edinilmiş mal değeri de 100.000 TL’lik çalışma geliridir. (A), bu
kazancını evlilik öncesinde biriktirdiği 200.000 TL’nin üzerine ekleyerek 300.000 TL’ye
bir ofis satın almıştır. Bu durumda (A)’nin edinilmiş mallarından kişisel malları lehine bir
değer kayması bulunduğundan denkleştirme yapmak gerekmektedir. Ofisin 300.000
TL’lik alım fiyatı ile orantılandığında edinilmiş mallardan kişisel malın edinilmesine 1/3
oranında bir katkıda bulunulduğu görülmektedir. MK md. 235 f. 1 uyarınca katkı oranının
tasfiye tarihindeki değere oranlanması gerekmektedir. Ofisin tasfiye anındaki değeri
450.000 TL’dir. Bu durumda tasfiye tarihindeki değerin 1/3’ü olan 150.000 TL edinilmiş
mallar lehine bir denkleştirme alacağı oluşturacaktır.

(D)’nin 100.000 TL’ye almış olduğu otomobilin alımında ise (A)’nın edinilmiş
mallarından yapmış olduğu 25.000 TL’lik bir katkı bulunmaktadır. Bu durumda bir eşin
edinilmiş mallarından diğer eşin kişisel mallarına bir katkıda bulunulduğundan (A)’nın
edinilmiş malları lehine bir değer artış payı alacağı söz konusudur. (A)’nın yapmış olduğu
katkının otomobilin değerine oranı 1/4’tür. Otomobilin tasfiye anındaki değeri ise 80.000
TL’dir. Görüldüğü üzere katkıda bulunulan otomobil tasfiye tarihi itibariyle değer
kaybına uğramıştır. Değer artış payının söz konusu olduğu durumlarda yani eşlerden

197
birinin diğerinin malvarlığına katkıda bulunduğu durumlarda katkıda bulunan eş malın
değerindeki azalmalardan etkilenmez. Böyle bir durumda katkıda bulunan eş başlangıçta
yapmış olduğu katkı miktarını geri alır. Dolayısıyla (A), değer artış payı alacağı olarak
80.000’in ¼’ü olan 20.000 değil katkının başlangıçtaki değeri olan 25.000 TL alacaktır.
Katkı (A)’nın edinilmiş mallarından yapıldığından 25.000 TL (A)’nın edinilmiş malları
arasına yazılacaktır.

Tabloda da görüleceği üzere artık değer hesabında dikkate alınması gereken son husus
eklenecek değer olup olmadığının belirlenmesidir. Olağan hediye kapsamını aşan ve eşin
rızası olmadan yapılan bu bağışlama boşanma tarihinden önceki bir yıl içinde yapılmış
olduğundan artık değer hesabına eklenecektir (MK md. 229 b.1). Bu durumda MK md.
229 b.2’den farklı olarak bağışlamanın artık değer alacağını azaltma kastıyla yapılıp
yapılmadığı araştırılmaz. Eklenecek değerin hangi tarihteki değerinin esas alınacağı ise
MK md. 235 f.2’de düzenlenmiştir. Buna göre artık değer hesabına eklenecek malların
tasfiye tarihindeki değerleri değil devir tarihindeki değerleri esas alınacaktır. Bu sebeple
artık değer hesabında hediye mücevherin değeri 25.000 TL olarak yer alacaktır.

(D)’NİN MALVARLIĞI
• (D)’nin 100.000 TL çalışma geliri: MK md 219 b.1 uyarınca çalışma karşılığı
edinilen kazançlar edinilmiş mal olduğundan edinilmiş mallar arasında yer alır.
• (D)’nin kasasında sakladığı 75.000 TL değerinde mücevher: Kasadaki
mücevher evliliğin başlangıcında (D)’nin malvarlığında bulunduğundan MK md
220 b.2 uyarınca kişisel mallar arasında yer alır.
• (D)’ye ait mücevherlerin satışının ardından 100.000 TL’ye alınan otomobil:
Yeni alınan otomobil MK md 220 b.4 gereğince kişisel mal yerine geçen değer olup
alımında daha çok kişisel malın katkısı bulunduğundan kişisel mallar arasında yer
alır. (A)’nın 25.000 TL’lik katkısı ise (A)’nın edinilmiş malları lehine Değer Artış
Payı alacağı oluşturur.

(D)’nin edinilmiş mallarına bakıldığında sadece 100.000 TL’lik çalışma gelirinin olduğunu
görmekteyiz.

Sonuç olarak yukarıda yer alan veriler çerçevesinde önce eşlerin artık değerleri
hesaplanacak ardından da bu alacaklar karşılıklı takas edilerek eşlerden biri lehine ortaya
çıkacak katılma alacağı bulunacaktır. MK md. 236 uyarınca eşlerden her biri diğer eşe ait
artık değerin yarısı üzerinde hak sahibi olacaktır. Buna göre;

198
• (A)’nın artık değeri: 150.000 (İş hanına yapılan katkıdan doğan denkleştirme
alacağı) + 150.000 (Ofisin alımına yapılan katkıdan doğan denkleştirme alacağı) +
25.000 (D)’nin almış olduğu otomobile yapılan katkıdan doğan Değer Artış Payı
alacağı) + 25.000 (Hediye edilen tablonun devir tarihindeki değeri) olmak üzere
toplam 350.000 ÷ 2 = 175.000 TL’dir.
• (D)’nin artık değeri: 100.000 (D’nin çalışma geliri) ÷ 2= 50.000 TL’dir.

MK md. 236 uyarınca karşılıklı alacaklar takas edildiğinde ise, 175.000 – 50.000 =
125.000 TL (D)’nin (A)’dan katılma alacağı olduğu sonucuna ulaşılır.

MEDENİ HUKUK / TEK / FİNAL / 18’-19’

Alpha Notu: Sadece cevaplar yayınlanmıştır.

CEVAP 1: Olayda eşler fiilen ayrı yaşamaktadır. Eşlerden biri, haklı bir sebep olmaksızın
diğerinin birlikte yaşamaktan kaçınması veya ortak hayatın başka bir sebeple olanaksız
hale gelmesi üzerine hâkimden bazı istemlerde bulunabilir (MK m. 197 II ve III). Bu
kapsamda A’nın istemi üzerine hakim B’nin A’ya yapacağı parasal katkıyı belirletecektir.
Buna ek olarak istem üzerine hakim ortak konut ve ev eşyalarından A’nın yararlanmasına
karar verebilir. Yine A’nın istemi üzerine hakim eşlerin mallarının yönetimine ilişkin
önlemleri alacak ve gerekiyorsa eşler arasında mal ayrılığı rejimine de hükmedebilecektir.

A ile B’nin oturdukları ev aile konutu niteliğindedir ve bu niteliği evliliğin sona ermesine
kadar devam eder. Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası olmadıkça aile konutunu
devredemez (MK m. 194). Türk hukukundaki hakim görüş ve Yargıtay uygulaması aile
konutuna ilişkin kanunen getirilen sınırlamayı tasarruf yetkisi sınırlaması olarak
görmektedir. Öte yandan Medeni Kanun’da (MK m. 194/III) aile konutu olarak özgülenen
taşınmaza ilişkin tapu kütüğüne konutla ilgili şerh verilmesini isteme imkanı
öngörülmüştür. Bu kapsamda A aile konutuna ilişkin gerekli şerhin verilmesini talep
edebilecektir. Bu şerh aile konutunu kurucu değil açıklayıcı bir şerhtir. Şerh verilmiş
olsun ya da olmasın B’nin aile konutu üzerinde yaptığı tasarruflar geçersiz olacaktır.
Buna göre B, A’nın açık rızasını almaksızın aile konutunu üçüncü bir kişiye satar ve
taşınmaz o kişi adına tescil olunursa bu tescil yolsuz bir tescil olacaktır. Bununla beraber
tescil yolsuz olsa da bu kayda iyiniyetle güvenen üçüncü kişilerin söz konusu taşınmaz

199
üzerinde ayni hak kazanmaları mümkündür. Şerh verilmiş olması etkisini burada
gösterir. Şayet A’nın talebi üzerine aile konutuna ilişkin olarak tapu kütüğüne şerh
verilmiş ise adına yolsuz tescil bulunun kişi ile işlem yapan üçüncü kişilerin, tescilin
yolsuzluğuna ilişkin iyiniyeti bertaraf edilmiş olacaktır. Öte yandan olayda B diğer
taşınmazını da satışa çıkartmıştır. Evlilik birliğini koruyucu önlem olarak A, B’nin bu
taşınmaz üzerindeki tasarruf yetkisinin sınırlanmasını hakimden talep edebilir (MK m.
199/I). Bu halde B’nin söz konusu taşınmaz üzerindeki tasarrufu ancak A’nın izni ya da
icazeti ile mümkün olacaktır. Aksi halde yapılan tasarruf işlemi geçersiz olacaktır. Hakim
B’nin tasarruf yetkisini kısıtlarsa, re’sen durumun tapu kütüğüne şerh edilmesine karar
verecektir (MK m. 199/III). Olayda evliliğin sona erdirilmesi için (boşanma ya da butlan)
davası açılınca hakim, davanın devamı süresince gerekli olan, özellikle eşlerin
barınmasına, geçimine, eşlerin mallarının yönetimine ve çocukların bakım ve
korunmasına ilişkin geçici önlemleri re’sen alır (MK m. 157, m. 158, m. 169). Dolayısıyla
dava sürerken herhangi bir talep olmasa dahi hakim, A ve çocuklar için gerekli önlemleri
alacaktır. Dava sırasında ortak konuttan kimin ayrılacağını eşler anlaşarak
kararlaştırabilirlerse mesele yoktur. Anlaşamamaları halinde, kimin ortak konuttan
yararlanacağına hakim karar verecektir.

Bu kapsamda A’nın dava esnasında ortak konuttan yararlanması mümkün olabilecektir.


Öte yandan boşanma davası ya da butlan davası açılmış olsa bile evlilik birliği devam
eder. Buna paralel olarak, karı kocanın birbirlerine karşı bakım yükümlülükleri devam
eder. Bu bakımın nasıl olacağı eşler arasında kararlaştırılırsa bu anlaşma uygulanır.
Eşlerin anlaşamamaları halinde, hakim, dava açıldığı zaman, eşlerden birinin geçimini
teminde güçlük çektiği durumda, diğerinin onun geçimine ne miktarda katkıda
bulunacağına da karar verir. Eşin, diğer eşe dava devam ettiği sürece yapacağı bu
yardıma uygulamada tedbir nafakası denilmektedir. Nafaka miktarını hakim tarafların
mali durumlarını göz önünde tutarak belirleyecektir. Üst sınırı nafakayı verecek olanın
geliridir.

CEVAP 2: Öncelikle A evlendikten sonra tesadüfen eşi B’nin, eski eşini kasten yaralama
suçundan sabıkası olduğunu öğrendiğinden, evliliğin nispi butlan sebebi ile sona
erdirilmesi yoluna başvurabilecektir. Burada nispi butlan sebeplerinden irade
sakatlıklarından yanılmaya başvurulabilir. MK m. 149’da hangi hallerin evlenmeyi nispi
butlanla sakatlayacağı tüketici olarak sayılmış olup, bunlardan biri de diğer eşin önemli
bir niteliğinde yanılmadır. Burada yanılmaya düşülen niteliğin bizzat eşin kendisine ait
olması ve önemli nitelikte olması şartı aranır.

200
Ayrıca nispi butlan davası açma hakkı, hak düşürücü süreye bağlanmış olup bu dava,
iptal sebebinin öğrenildiği veya korkunun etkisinin ortadan kalktığı tarihten başlayarak
altı ay ve her halde evlenmenin üzerinden beş yıl geçmekle düşer. A ile B arasındaki
evlilik ayrıca taraflardan birinin boşanma davası açması ile sona erdirilebilecektir.
Boşanma sebepleri MK’da özel boşanma sebepleri ve genel boşanma sebepleri olarak
ayrılmış olup, bu olayda öncelikle özel boşanma sebeplerinden “terk” sebebine
dayanılabilecektir. B, 10.10.2010 tarihinde evi terk etmiştir. Terk sebebi ile boşanmaya
karar verilebilmesinin şartları: 1. Eşlerden birinin ortak konutu terk etmesi 2. Terkin en
az altı ay sürmüş olması 3: Terk eden eşe hakim ya da noter tarafından ihtarda
bulunulması ve eşin buna rağmen dönmemesi. Son olarak belirtelim ki ihtar, terkin
dördüncü ayından itibaren yapılabilir ve iki ay içinde eşin ortak konuta dönmemesi
halinde sonuçlarının neler olacağı yazılmış olmalıdır.

Somut olayda başvurulabilecek diğer bir özel boşanma sebebi ise zina olabilir. Zira
çocuğun başka bir erkekten olduğuna dair iddialar bulunmaktadır. Zina kusura dayalı,
mutlak ve özel bir boşanma sebebi olup, eşlerden birinin evlilik birliği devam ederken,
karşı cinsten bi kişi ile isteyerek cinsi münasebette bulunmuş olması gerekmektedir. Zina
sebebi ile dava açılabilmesi için hak düşürücü süre öngörülmüş olup bu süre, zinanın
öğrenilmesinden itibaren altı ay ve zina fiilinin işlenmesinden itibaren beş yıldır. Ayrıca
açılacak olan boşanma davasında genel boşanma sebeplerinden olan “evlilik birliğinin
temelinden sarsılması”na da dayanılabilir. Eğer ortak hayatı devam ettirme, eşlerden
beklenmeyecek derecede temelinden sarsılmış ise, bu sebebe de dayanılabilecektir.
Şartları: 1. Evlilik birliğinin temelinden sarsılmış olması 2. Evlilik birliğinin temelinden
sarsılması en az eşlerden biri için ortak hayatı sürdürmesi beklenemeyecek derecede
olmalıdır. 3. Davacının, davalının daha kusurlu olduğu itirazını ileri sürmemiş ya da ileri
sürülen itiraz kabul edilmemiş olmalıdır. Son olarak taraflar anlaşmalı boşanma yoluna
da gidebilirler. Anlaşmalı boşanmanın şartlar: 1. Evlilik en az bir yıl sürmüş olmalıdır. 2.
Eşler birlikte mahkemeye başvurmalı veya birinin açtığı boşanma davasını diğeri kabul
etmelidir. 3. Hakim tarafları bizzat dinlemelidir. 4. Tarafların yaptıkları anlaşmanın
hakim tarafından uygun bulunması gerekmektedir.

CEVAP 3: 01.01.2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nda
yasal mal rejimi olarak edinilmiş mallara katılma rejimi kabul edilmiştir (MK m. 202/I).
Olayda A ve B 04.04.2004 tarihinde evlenmişlerdir. Eşlerin evlenmeden önce ya da sonra
başka bir mal rejimi sözleşmesi yaptıklarına dair olayda bir bilgi bulunmadığından,
evliliğin devamı süresince eşler arasındaki mal rejiminin de edinilmiş mallara katılma

201
rejimi olduğu kabul edilecektir. Mahkemece evliliğin iptal veya boşanma sebebiyle sona
erdirilmesine karar verilmesi halinde, mal rejimi dava tarihinden geçerli olmak üzere
sona erer (MK m. 225/II). Edinilmiş mallara katılma rejiminin sona ermesine bağlı ön
sonuç mal rejiminin tasfiyesi aşamasına gelinmiş olmasıdır. Bu doğrultuda eşlerin kişisel
malları ile edinilmiş malları, mal rejiminin sona erme anındaki durumlarına göre
ayrılacaktır (TBK m. 228/ II). Yine eklenecek değerler söz konusu ise bunlar da eşlerin
edinilmiş mallarına değer olarak eklenecektir (TBK m. 229).

Şayet edinilmiş mallardan kişisel mallara veya kişisel mallardan edinilmiş mallara yönelik
bir değer kayması var ise (denkleştirme alacağı) bu da tespit edilecektir (MK m. 230/I,
III). Mal rejiminin tasfiyesinde malvarlığı değerlerinin parasal karşılığı tespit edilecek ve
bu belirleme yapılırken söz konusu değerlerin tasfiye anındaki sürüm (rayiç) değeri esas
alınacaktır (MK m. 233-235). Eklenecek değerler ve denkleştirmeden elde edilen
miktarlar da dahil olmak üzere her eşin edinilmiş mallarının toplam değerinden bu
mallara ilişkin borçlar çıkarıldıktan sonra her bir eşin artık değerine ulaşılacaktır. Eşler
aralarında artık değere katılma oranını belirlememişlerse (MK m. 237) her bir eş diğerine
ait artık değerin yarısı miktarında katılma alacağına sahiptir (TBK m. 236). Bu
açıklamalar kapsamında;
B’nin katılma alacağının hesaplanması için A’nın malvarlığının tasfiyesi edilecektir.

A’nın kişisel malları:


• Miras kalan 450.000 TL değerindeki ev
A’nın edinilmiş malları:
• Bodrum’daki yazlık: Boşanma davası açıldığı tarihteki değeri 600.000 TL (A bu
yazlığı evlilik birliği içinde çalışmanın karşılığı olan 120.000 TL ile almıştır. 120.000
TL’nin tümünün aksi ispat edilmediği müddetçe evlilik birliği içinde iktisap edildiği
kabul edilecek ve dolaysıyla edinilmiş mal olarak değerlendirilecektir. Satın aldığı
yazlık da edinilmiş malın yerine geçen değerdir. Tasfiye yapılırken de yazlığın
sürüm değeri olan 600.000 TL edinilmiş mal olarak hesaba katılacaktır).
• Banka hesabında biriken para: 50.000 TL (kişisel mal olan miras kalan evden
elde edilen kira geliri edinilmiş mal sayılır)

Denkleştirmeden Elde Edilecek Değer:


Olayda A evlilik devam ederken biriktirdiği 120.000 TL ile Bodrum’da yazlık almış ve
babasının kendisine düğün hediyesi olarak verdiği otomobili 40.000 TL’ye satarak bu
parayla satın aldığı yazlıkta tamirat yaptırmıştır. Dolayısıyla kişisel malından edinilmiş

202
mala bir değer kayması söz konusudur. Edinilmiş malın iyileştirilmesine kişisel mal ile
katkıda bulunulmuştur ve bu denkleştirmeye tabidir. Buna göre denkleştirme yapılarak
elde edilen değer artık değerden çıkarılacaktır. Burada denkleştirme oranı, 40.000 /
160.000 = 1/4’tür.

Malın tasfiye anındaki sürüm değeri ise 600.000 TL’dir. Buna göre kişisel mal lehine
denkleştirme yapıldığında; 600.000 x 1/4 = 150.000 TL’nin tekrar kişisel mala dönmesi
gerekir.

Bu kapsamda,
• A’nın artık değeri: 600.000 + 50.000 – 150.000 = 500.000 TL
• B’nin katılma alacağı: 500.000 / 2 = 250.000 TL

A’nın katılma alacağının tespiti için B’nin malvarlığı tasfiye edilecektir.

B’nin kişisel malı: YOK


B’nin edinilmiş malları:
• Yatırım amaçlı daire: 800.000 TL (mal rejimi sona erdiği esnada mevcut, daha
sonra satılmış olması önemli değildir, edinilmiş mal olarak tasfiyeye girecektir).
• Aile konutu olan Emirgan’daki daire: Boşanma davası açıldığı tarihteki değeri
600.000 TL

Eklenecek Değer: 200.000 TL (B’nin H’ye yaptığı karşılıksız kazandırma – MK m. 229


b.2)
Edinilmiş mala ilişkin borç: 100.000 TL (Olayda B’nin dava açıldığı tarihte Z bankasına
olan 100.000 TL borcuna ilişkin bir bilgi verilmediği için bu borcun kanuni karine olarak
edinilmiş mallara ilişkin olduğu kabul edilecektir – MK m. 230/II).

Bu kapsamda,
• B’nin artık değeri: 800.000 + 600.000 + 200.000 – 100.000 = 1.500.000 TL
• A’nın katılma alacağı: 1.500.000 / 2 = 750.000 TL

A ve B’nin katılma alacakları kanun gereği takas edilecektir (MK m. 236 /I). Bu durumda
tarafların karşılıklı borçları, az olan borç tutarınca sona erer. Dolayısıyla somut olayda
B’nin, A’ya karşı (750.000 – 250.000 =) 500.000 TL katılma alacağı mevcuttur.

203
CEVAP 4: Olayda Ç2, evlilik birliği devam ederken dünyaya gelmiştir. Babalık karinesi
gereği Ç2’nin babası koca B’dir (TBK m. 285/I). Boşanma ya da butlan davası sonucunda
velayet kendisine verilmemiş taraf gücü oranında çocuğun bakım masraflarına katılmak
zorundadır. Olayda hakim Ç2 için B tarafından verilecek iştirak (bakım) nafakasına talep
olmadan karar vermelidir. Bu bakımdan Ç2’nin A ile B’nin ayrı yaşadığı dönemde ana
rahmine düştüğü gerekçesiyle nafaka talebinin reddedilmesi yerinde değildir. B ile Ç2
arasındaki soybağının ortadan kalkması ancak soybağının reddi davası açılması ile
mümkün olabilir. Bu olmadığı müddetçe baba B’nin Ç2’ye iştirak nafakası ödemesine
hükmedilmesine gerekir. İştirak nafakası Ç2 ergin olana kadar ödenmeye devam
edecektir. Şayet Ç2 ergin olmasına rağmen eğitimine devam ediyorsa iştirak nafakası
eğitim sona erinceye kadar devam edecektir (MK m. 328/II). Bu halin dışında ergin
olduktan sonra da bakıma muhtaçsa ve B ile arasındaki soybağı hala ortadan kalkmamış
ise Ç2, iştirak nafakası yerine yardım nafakası da talep edilebilcektir (MK m. 364).

CEVAP 5: Olayda Ç2, dava açıldıktan sonra dünyaya gelmiş olsa da doğumu esnasında A
ile B arasındaki evlilik devam etmektedir. Çocuk ile babası arasında soybağının kurulması
açısından Medeni Kanun “babalık karinesi”ne yer vermiştir (MK m. 285/I). Buna göre
evlilik devam ederken veya evliliğin sona ermesinden başlayarak üçyüz gün içinde doğan
çocuğun babası kocadır. Dolayısıyla babalık karinesi kapsamında Ç2’nin babası B’dir ve
bu şekilde aralarında soybağı kurulmuştur. Ç2’nin kendi çocuğu olduğunu düşünen K,
Ç2’yi tanımak istiyorsa öncelikle B ile Ç2 arasındaki soybağının ortadan kalkması gerekir.
Zira çocuk ile birden fazla erkek arasında soybağının bulunması mümkün değildir. B eğer
Ç2’nin babası olmadığını ileri sürüyorsa, soybağının reddi davası açmalıdır.

Bu davayı A ve Ç2’ye karşı açmalıdır (MK m. 286). B bu davada babalık karinesini


çürüterek soybağının ortadan kaldırılmasını sağlayabilir. Çocuk evlilik içinde ana
rahmine düşmüşse, D baba olmadığını ispatlamak zorundadır (MK m. 287/I). Ancak
olayda Ç2’nin eşlerin fiili olarak ayrı yaşadıkları esnada ana rahmine düştüğü
anlaşılmaktadır. Bu halde kanun (MK m. 288/I) babalık karinesinin çürütülmesi için bir
kolaylık öngörmüştür. B’nin (davacının) babalık karinesini çürüterek soybağının reddini
sağlamak için yapması gereken, çocuğun fiilen ayrı yaşadıkları sırada ana rahmine
düştüğünü ispatlamaktan ibarettir. Bunun için B’nin muhtemel gebe kalma döneminde
eşlerin fiilen ayrı yaşadıklarının ispatı yeterlidir. B soybağının reddi davasını, doğumu ve
baba olmadığını veya gebelik sürecinde annenin başka bir erkek ile cinsel ilişkide
bulunduğunu öğrendiği tarihten başlayarak bir yıl içinde açmak zorundadır.

204
Bu süre hak düşürücü süredir. Ancak gecikmenin haklı bir sebebe dayanması hali saklıdır
(MK m. 289/ I ve III). Öte yandan çocuk Ç2 de ergin olduğundan itibaren bir yıl içinde
soybağının reddi davasını açmak hakkına sahiptir (MK m. 289/II). Yine belirli şartlarla
koca ve çocuk dışındaki kişilere de soybağının reddi davası açma hakkı tanınmıştır (TBK
m. 291/I). Soybağının reddi kararı yenilik doğuran hüküm niteliğindedir. Dolayısıyla
hükmün kesinleşmesiyle birlikte, çocuk ile baba arasındaki soybağı, geçmişe etkili olarak,
çocuğun doğum tarihinden itibaren kalkar. Çocuk doğum tarihinden itibaren, baba
yönünden soybağına sahip olmayan çocuk haline gelir. Şayet olayda soybağının reddi
davası yoluyla B ile Ç2 arasındaki soybağı ortadan kaldırılmış ise Ç2’nin K tarafından
tanınması söz konusu olabilir. Geçerli olarak yapılan tanıma beyanı geçmişe etkili olarak,
doğum anından itibaren çocuk (D) ile babası (C) arasında soybağının kurulmasını sağlar.
Tanıma beyanı yenilik doğuran işlem niteliğindedir. Tanımanın vasiyetname
düzenlenerek yapılması da mümkündür (MK m. 295 / I) ve bu yolla yapılan tanıma
tanıyanın ölümünde hüküm doğurur.

CEVAP 6: Emredici bir hüküm olan MK m. 321’e göre evlilik içinde doğan çocuk
babasının soyadını doğar doğmaz kazanır. Medeni Kanun’da çocuğun soyadını kazanması
velayet esasına göre değil, nesebe bağlı olarak düzenlendiğinden boşanma sonucunda
velayet hakkının anneye verilmiş olması çocuğun soyadının değiştirilmesini
gerektirmemektedir. Boşanan annenin çocuğuna kendi soyadını verebilmesi için bu
yönde bir düzenlemenin kanunumuzda bulunması gerekir. Anayasa Mahkemesi’nin
boşanan annenin çocuğuna kendi soyadını verebileceğine dair kararında konu ile ilgisi
olmayan Soyadı Kanunu m. 4 iptal edilmiş ancak iptal edilen hüküm soyadının ilk kez
alınmasına ilişkin bir hüküm olması sebebiyle sorunun çözümüne bir katkı
sağlanmamıştır. AYM 2015 yılında bireysel başvuru sonucu vermiş olduğu kararda ise
Medeni Kanun’un evliliğin bitiminden sonra çocuğun soyadına ilişkin düzenleme
içermemesi ve annenin aile hayatına saygı hakkı gereği çocuğa kendi soyadını
verebileceğine hükmetmiştir. Bu kararlar sonrasında Yargıtay, velayet hakkının soyadını
belirleme hakkı verdiğini, bu hakkın evliliğin sona ermesiyle anneye tanınmamasının
cinsiyete bağlı ayrımcılık olacağı ve annenin çocuğun soyadını değiştiremeyeceği yönünde
kanunda bir hüküm bulunmaması gerekçeleriyle çocuğuna kendi soyadını vermek isteyen
annenin talebini kabul etmiştir. Yargıtay uygulaması bu yönde olmakla birlikte,
hukukumuzda soyadı velayet hakkına değil nesebe bağlı olarak düzenlendiğinden
çocuğun boşanan annesinin soyadını almasına ilişkin karar, ancak çocuğun üstün
yararının gerektirdiği, örneğin çocuğun birlikte yaşadığı annesinden farklı soyadını
taşımasının yaşadıkları çevrede çocuk açısından olumsuz durumlar yarattığı hallerde

205
haklı sebebe dayanılarak (MK m. 27/I) verilebilir. Bu nedenlerle olayda boşanma sonucu
velayet hakkı kendisine verilen anne A, ancak çocuğun üstün yararının gerektirdiği haller
mevcutsa, çocuğu Ç1’e kendi soyadının verilmesini talep edebilir.

CEVAP 7: B sosyal medyadaki paylaşımlarıyla boşanma sürecinde olduğu eşi A’nın ve


Ç2’nin kişilik haklarını ihlal etmiştir. Bu bağlamda somut olayda eğer Ç2 B’nin gerçekten
kendi çocuğu ise ve buna rağmen bu paylaşımları yapmış ise, B’nin paylaşımları A’nın
haysiyet ve onurunu zedeleyerek kişilik hakkını ihlaline sebebiyet vermiştir. Kişinin insan
olmak sıfatıyla sahip olduğu bütün özellik ve diğer niteliklerin olmadığı veya eksik olduğu
fikrini uyandıran ve toplumda küçük düşürmeyi hedefleyen tüm söz, yazı, resim veya
benzerleri ile yapılan ifade ve beyanlar şeref ve haysiyetin ihlali niteliği taşır. Şayet Ç2
gerçekte B’nin oğlu değil ise bu halde de B’nin paylaşımları A’nın özel hayatının ihlali
niteliği taşıyacaktır. Her iki ihtimalde de A ve Ç2’nin kişilik hakkı B tarafından ihlal
edilmiş olacaktır.

Ayrıca B somut olayda Ç2’nin resimlerini yayınlamıştır. Kişinin resmi üzerindeki hakkı da
kişilik hakkının kapsamına girer. Kişinin rızası olmadan, menfaatlerine aykırı şekilde
resminin yayınlanması, kullanılması kişilik haklarına tecavüz teşkil eder. Bu bilgiler
ışığında somut olayda A ve Ç2’nin kişilik hakkı ihlali söz konusu olup kişilik haklarına
saldırılan kişilere tanınan dava hakları şu şekildedir:
• Saldırıya son verilmesi davası (burada devam eden bir saldırı olmadığından bu
dava açılamaz)
• Saldırı tehlikesinin önlenmesi davası (somut olayda B’nin tekrar bu paylaşımları
tekrarlaması ihtimali varsa söz konusu olabilir)
• Saldırının hukuka aykırılığının tespiti davası (Sona eren bir saldırının etkisinin
devam etmesi halinde açılabilir)
• Maddi tazminat davası (A ve Ç2’nin söz konusu paylaşım dolayısıyla maddi bir
zarara uğramış olmaları halinde söz konusu olabilir)
• Manevi tazminat davası (Kişilik haklarına hukuka aykırı saldırıdan dolayı duyulan
acı, elem ve ıstırabın telafisi için söz konusu olur).

Bu davaları hem A hem de Ç2 açabilir. Fakat Ç2 henüz bebek olduğundan onun adına bu
davayı velayet hakkına sahip anne A, B’ye karşı açabilecektir. Zira ayırt etme gücüne
sahip olmayan küçük ve kısıtlılar, kendi adlarına hareket edemeyeceklerinden, onları
korumak amacı ile kanuni temsilcilerinin bu davaları açabilecekleri kabul edilmektedir.

206
CEVAP 8: D’nin B’ye hakaret içeren yorumları, eğer B’nin kişilik hakkını ihlal eder
nitelikte ise, bu paylaşımlar sebebiyle B manevi tazminat davası açılabilecektir. Manevi
tazminat davası kişilik haklarına hukuka aykırı saldırıdan dolayı acı, elem ve ıstırabın
telafisi amacını güder. Manevi tazminat talebi karşı tarafça kabul edilmedikçe
devredilemez ve miras bırakan tarafından ileri sürülmüş olmadıkça miras yoluyla intikal
etmez. Burada Kadınları Koruma Derneği bir tüzel kişilik olup, tüzel kişilerde yetkili
organın yapmış olduğu hukuki işlemler tüzel kişiyi bağlamaktadır. Ayrıca tüzel kişi,
organın görevi sırasında ika ettiği haksız fiillerinden sorumlu tutulmuştur. Zarara
uğrayan kişi TBK m. 49 uyarınca isterse tüzel kişiye isterse de kusurlu organa başvurarak
zararının tazminini isteyebilecektir. Yani tüzel kişi ile organ müteselsilen sorumlu
tutulmuştur. Tüzel kişinin organlarının belirlenmesi bağlamında ise İsviçre Federal
Mahkemesi, fiili organ kavramından hareketle tüzel kişi adına uygulamaya yönelik
kararlar alabilen kişileri organ olarak kabul etmiş ve bu kişilerin fiillerinden tüzel kişilerin
sorumlu olduğunu kabul etmiştir. Bu bağlamda somut olayda dernek tüzüğünde yetkili
organ olarak belirtilmiş olmasa da başkanın fiillerinden tüzel kişi sorumlu olacaktır.
Fakat tüzel kişinin haksız fiil sorumluluğunun iki sınırı bulunmaktadır. İlk sınır tüzel
kişinin hak ehliyeti olup, sadece tüzel kişinin hak ehliyetine giren bir konuda haksız fiil
işlenmiş ise -ki olayda böyledir- tüzel kişiyi sorumlu tutmak mümkün olacaktır. İkinci
sınır ise organın, organ sıfatı ile görevini yerine getirirken görevi dolayısıyla haksız fiili
işlemiş olmasıdır. Yani somut olayda D’nin bu açıklamayı dernek adına yapmış olması
gerekmektedir.

MEDENİ HUKUK / ÇİFT / FİNAL / 18’-19’

OLAY I:
16 yaşındaki Bay (E), üniversiteye hazırlık eğitimi veren A dershanesi sahibi Bay (A) ile
bir sözleşme yapmış ve 8 ay sürecek kursun ücretini peşin olarak ödemiştir. Daha sonra
dershaneden memnun kalmayınca, parasının iadesini talep etmiş ancak bu talebi
reddedilmiştir.

1. Bay E’nin Bay A ile sözleşme yapabilip yapamayacağını ve söz konusu


sözleşmeden doğan borçtan sorumlu olup olamayacağını açıklayınız.
CEVAP: Olayda Bay E, 16 yaşında olması ve üniversiteye hazırlanacak kapasitede olması
nedenleriyle sınırlı ehliyetsizdir. Sınırlı ehliyetsizler, kendilerini borç altına sokacak
işlemleri tek başlarına yapamazlar. Bunun için yasal temsilcilerinin rızası veya katılımı

207
gereklidir. Sınırlı ehliyetsizlerin yasal temsilcilerinin katılımı veya onayı olmadan
yaptıkları işlemler askıda hükümsüzdür. Yasal temsilcilerinin onayı ile geçerli hale
gelirler. Yasal temsilcinin onay vermemesi halinde ise, işlem geçersiz olur. Onayın verilip
verilmediğinin belli olmadığı dönemde sınırlı ehliyetsizler yapılan işlem ile bağlı olmazlar.

OLAY II
Kısa bir süre önce Bayan (K) ile evlenen Bay (E), bir müddet sonra evdeki zamanının
çoğunu internet kullanımıyla geçirmeye başlar. İnternet kullanımının iyice artması, Bay
(E)’nin özellikle sosyal paylaşım sitelerini aşırı sık kullanması ve bu sitelerde işyerindeki
karşı cins arkadaşlarıyla oldukça samimi fotoğraflar ve yorumlar paylaşması üzerine
Bayan (K) evlilik birliğinin temelinden sarsıldığı gerekçesiyle boşanma davası açar.

1. Olaydaki uyuşmazlıkta boşanmaya karar verilmeli midir?


CEVAP: “Evlilik birliği, ortak hayatı sürdürmeleri kendilerinden beklenmeyecek derecede
temelinden sarsılmış olursa, eşlerden her biri boşanma davası açabilir” hükmünden
anlaşıldığı üzere TMK m. 166/f. 1 uyarınca boşanmaya karar verilebilmesi için evlilik
birliğinin temelinden sarsılması ve bunun eşlerden en az biri için ortak hayatı sürdürmesi
beklenemeyecek derecede olması gerekmektedir. Dolayısıyla davacı temelden sarsılmaya
sebep olduğunu iddia ettiği olayları ispatlasa bile bu olayların evlilik birliğini temelden
sarsıp sarsmadığını hakim takdir edecektir.

Bay (E)’nin zamanının çoğunu internette geçirmesi, bu nedenle eşine zaman ayırmaması
ve özellikle eşinden başkasıyla ilişkide bulunduğu görünümünü yaratmak gibi sebepler
Yargıtay uygulamasında evlilik birliğini ortak hayatı sürdürmeleri kendilerinden
beklenmeyecek derecede temelden sarsan sebepler arasında yer alır. Dolayısıyla olayda
boşanma kararı verilmesi isabetlidir.

2. Bayan (K) ve Bay (E)’nin dava açıldıktan sonra tekrar birlikte yaşamaya
başladıkları ve birlikte tatile gittikleri ortaya çıksaydı vereceğiniz yanıt değişir
miydi?
CEVAP: Bununla beraber davaya rağmen birlikte yaşamaları ve birlikte tatile gitmeleri
eşler arasında evlilik birliğinin temelden sarsılmadığının göstergesidir. Yargıtay’ın
ifadesiyle davacının davalıya yönelik af iradesini ortaya koyduğu için boşanma davası
reddedilmelidir. Çünkü temelden sarsılmaya sebep olduğu iddia edilen olaylar ispatlansa
bile hakim bu olayların evlilik birliğini temelden sarsıp sarsmadığını takdir etmelidir.

208
Nispi bir boşanma sebebi söz konusudur. Olayda da bu ihtimalde Bayan (K)’nin davası
reddedilecektir.

OLAY III
Evlilik hazırlığı yapmakta olan öğretmen Bay (E) nişanlısı Bayan (K)’ye bir nişan yüzüğü
ve bir takı seti hediye etmiştir. Ayrıca Bay (E)’nin annesi Bayan (A); Bayan (K)’ye ceket
almış, Bayan (K)’nin ailesine de iki bilezik hediye etmiştir. Hazırlıklar sürerken Bay
(E)’nin Bayan (K)’yi bir başkası ile aldattığı ortaya çıkar. Bunun üzerine Bayan (K) nişanı
bozar. Bay (E), nişan yüzüğünün ve takı setinin; Bayan (A) da ceketin ve iki adet bileziğin
iadesini talep eder. Fakat nişanın bozulmasında kusurlu tarafın Bay (E) olduğunu ileri
süren Bayan (K) ve ailesi nişan yüzüğü dışındaki hediyeleri geri vermez.

1. Bay (E) ve Bayan (A)’nın mahkemeye başvurarak hediyelerin geri verilmesini


sağlamaları mümkün müdür?
CEVAP: Hediyelerin geri verilmesi TMK m. 122’de düzenlenmiştir: “Nişanlılık evlenme
dışındaki bir sebeple sona ererse, nişanlıların birbirlerine veya ana ve babanın ya da onlar
gibi davrananların, diğer nişanlıya vermiş oldukları alışılmışın dışındaki hediyeler,
verenler tarafından geri istenebilir.” Bu hükme göre hediyelerin geri verilebilmesi için
nişanlılığın evlilik dışı bir sebeple sona ermesi, hediyenin nişanlılık dolayısıyla verilmiş ve
alışılmışın dışında olması gerekir.

Olayda nişan bozulmuş ve hediyeler nişanlılık dolayısıyla verilmiştir. Bir hediyenin


alışılmış olup olmadığını değerlendirirken yerel örfe, tarafların maddi ve sosyal
durumlarına bakılır. Yargıtay uygulamasına göre nişan yüzüğü dışında kalan tüm takı,
ziynet eşyası ve altın alışılmışın dışında hediye kabul edilmiştir. Olayda nişan yüzüğü iade
edilmiştir. Takı seti alışılmışın dışında hediye olduğu için Bay (E) takı setinin iadesini
talep edebilecektir. Nişanın bozulmasında kusurlu olması da bunu değiştirmez. Çünkü
tazminat talebinden farklı olarak hediyelerin geri verilmesi için kusur şartı aranmaz. Bu
nedenle kusurlu olan nişanlı da verdiği hediyeleri geri isteyebilir.

Bayan (A)’nın iade talebi ise yalnızca Bayan (K)’ye vermiş olduğu hediyeler için geçerlidir.
Çünkü bir nişanlının hısımlarının diğer nişanlının hısımlarına verdiği hediyeler TMK m.
122 uyarınca geri istenemez. Böylece Bayan (A) Bayan (K)’nin ailesine verdiği iki adet
bileziğin iadesini talep edemez. Ceket ise alışılmış hediye olarak kabul edildiğinden iadesi
talep edilemeyecektir. Yargıtay da giymekle ya da kullanılmakla eskiyen eşyaların
alışılmış hediye niteliğini taşımadığı için iade edilemeyeceği görüşündedir.

209
OLAY IV
Olay 1:
Bay (E) ile Bayan (K) 01.01.2005 tarihinde evlenmiştir. Evlendikleri sırada Bayan (K)’nın
Bodrum’da 400.000 TL değerinde bir yazlığı bulunmaktadır. 01.01.2006 tarihinde Bayan
(K), bu yazlığı satar ve satıştan elde edilen parayla tekne satın alıp kiraya verir.

1. Bay (E) ile Bayan (K) arasındaki mal rejimi çerçevesinde tekneden elde edilen
kira gelirlerini nitelendiriniz.
CEVAP: Bay (E) ile Bayan (K) arasında mal rejimi edinilmiş mallara katılma rejimidir.
Bayan (K)’nın evlendikleri sırada malik olduğu yazlık “kişisel mal” niteliğindedir. Bunun
kanuni temeli TMK. m. 220 / b. 2 şu şekilde kaleme alınmıştır:
“Aşağıda sayılanlar, kanun gereğince kişisel maldır:

2. Mal rejiminin başlangıcında eşlerden birine ait bulunan veya bir eşin sonradan miras
yoluyla ya da herhangi bir şekilde karşılıksız kazanma yoluyla elde ettiği malvarlığı
değerleri,”

Bu yazlığın satılması sonucunda elde edilen bedel ve bu para harcanmak suretiyle satın
alınan tekne “kişisel mal” niteliğini haiz olacaktır. Bunun kanuni temeli ise TMK. m. 220
/ b. 4’te şu şekilde belirtilmiştir:

Aşağıda sayılanlar, kanun gereğince kişisel maldır:



4. Kişisel mallar yerine geçen değerler.

Kişisel mal niteliğindeki teknenin kiraya verilmesi suretiyle elde edilen kira gelirleri ise
“edinilmiş mal” niteliğinde olacaktır. Bunun kanuni temeli ise TMK. m. 219 / f. 2, b. 4
olup bu düzenleme şu şekilde kaleme alınmıştır:

“Bir eşin edinilmiş malları özellikle şunlardır:



4. Kişisel mallarının gelirleri,”

Olay 2:
Bay (E) ile Bayan (K) 01.01.2005 tarihinde evlenmişlerdir. Evlendikleri sırada Bayan
(K)’nın 300.000 TL değerinde mücevheri bulunmaktadır. 01.01.2009 tarihinde Bayan (K)

210
400.000 TL değerinde bir araba satın alır. Bu bedelin 300.000 TL’lik kısmı mücevherin
satışından elde edilen paradan, 100.000 TL’lik kısmını ise Bay (E)’ye 2008 yılında
babasından miras kalan paradan karşılanır. Arabanın değerinin 500.000 TL olduğu
01.01.2012 tarihinde Bay (E) boşanma davası açar ve Bayan (K)’dan arabaya yapmış
olduğu katkıdan dolayı olarak 125.100 TL talepte bulunur. Buna karşılık Bayan (K), Bay
(E)’nin yaptığı katkının 100.000 TL olduğunu ileri sürer.

1. Bay (E)’nin yapmış olduğu katkıya ilişkin talebini ve Bayan (K)’nın bu talebe
karşı savunmasını değerlendiriniz.
CEVAP: Somut olayda Bay (E) değer atış payı alacağı talebinde bulunmaktadır. Değer
artış payı alacağı TMK. m. 227 / f. 1 uyarınca şu şekilde tanımlanmaktadır:

“Eşlerden biri diğerine ait bir malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya korunmasına hiç
ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda bulunmuşsa, tasfiye sırasında bu malda
ortaya çıkan değer artışı için katkısı oranında alacak hakkına sahip olur ve bu alacak o
malın tasfiye sırasındaki değerine göre hesaplanır; bir değer kaybı söz konusu olduğunda
katkının başlangıçtaki değeri esas alınır.”

Somut olayda araba Bayan (K)’nın her ne kadar evlilik süresince elde etmiş olduğu
malvarlığı değeri olsa da esas itibariyle bu malvarlığı değeri hem Bayan (K)’nın hem de
Bay (E)’nin kişisel malları ile elde edilmiştir. Bayan (K)’nın elde etmiş olduğu bu kişisel
mala Bay (E) kişisel malından katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla Bay (E)’nin değer artış
payı alacağına ilişkin bir talepte bulunmasında herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.
Bu noktada Bay (E)’nin talep ettiği miktarın da incelenmesi gerekmektedir. Değer artış
payı alacağı TMK. m. 227 / f. 1 uyarınca tasfiye sırasındaki değere göre hesaplanacaktır.
Bundan hareketle Bay (E)’nin 125.000 TL’lik değer artış payı talebinde bulunmasında bir
isabetsizlik bulunmamakta olup, Bayan (K)’nın bu katkının 100.000 TL ile sınırlı
olduğuna ilişkin savunması isabetten uzaktır.

OLAY V
Bayan (K) ve Bay (E) aralarında evlilik ilişkisi bulunmamasına rağmen birlikte
yaşamaktadırlar. Bir süre sonra Bayan (K) hamile olduğunu anlar. Çocuk (Ç), 22.03.2017
tarihinde dünyaya gelir. (Ç)’nin doğumundan bir süre sonra Bay (E) ile Bayan (K)
evlenir. Evlendikten iki gün sonra Bay (E) annesi Bayan (N) ile birlikte çocuğun kayıtlı
olduğu nüfus memurluğuna giderek çocuğun babası olduğuna ilişkin beyanda bulunur.
Daha sonra Bayan (K)’nın Bay (E) ile birlikteliği devam ederken kısıtlı ergin Bay (Ü1) ve

211
Bay (Ü2) ile de birlikte olduğu anlaşılır. 22.03.2018 tarihinde bu çocuğun kendisinden
olduğunu düşünen Bay (Ü2), soybağının reddi davası açar. Aynı dönemde Bay (Ü1) de
(Ç)’yi tanıdığına dair vasiyetname düzenler. (Ç)’nin torunu olamayacağı şüphesiyle
araştırma yapan Bayan (N) ise, 21.06.2017 tarihinde çocuğun babasının Bay (Ü2)
olduğunu öğrenir ve 07.07.2018’de tanımanın iptali davası açar.

1. Somut olay çerçevesinde a-) Bay (Ü2)’nin açmış olduğu davanın isabetini b-) Bay
(Ü1)’in tanıma beyanının geçerliliğini c-) Bayan (N)’nin açmış olduğu davanın
isabetini değerlendiriniz.
CEVAP: Somut olayda çocuk ile babası arasında soybağı tanıma yoluyla gerçekleşmiştir.
Medeni Kanun’un 295. maddesinin ilk fıkrası şu şekilde kaleme alınmıştır:

“Tanıma, babanın, nüfus memuruna veya mahkemeye yazılı başvurusu ya da resmî


senette veya vasiyetnamesinde yapacağı beyanla olur”

Somut olayda Bay (E) ile Bayan (K) (Ç) doğduktan sonra evlenmişlerdir. Evlendikten
sonra Bay (E) (Ç)’yi tanıdığından dolayı Bay (E) ile (Ç) arasında soybağı tanıma yoluyla
kurulmuştur. Bu noktada;
• Halihazırda kısıtlı Bay (Ü1)’nin vasiyetname yoluyla (Ç)’yi tanıması, ayırt etme
gücünü haiz ve 15 yaşından büyük olduğu için vasiyetname yoluyla tanıma ehliyeti
olsa dahi, hükümsüzdür. Bay (E) ile çocuk arasındaki soybağı ortadan kaldırılmış
olmadıkça çocuğun tanınması mümkün değildir.
• Bay (Ü2)’nin açmış olduğu isabetli değildir. Somut olayda babalık karinesi yoluyla
değil, tanıma yoluyla kurulmuş olacağından burada açılabilecek dava tanımanın
iptali davası olacaktır. Dolayısıyla Bay (Ü2)’nin açtığı dava reddedilmelidir. Bay
(Ü2) tarafından açılabilecek dava ancak tanımanın iptali davası açabilir.
• Bayan (N) Bay (E)’nin mirasçısı olarak tanımanın iptali davası açısından davacı
sıfatını haiz olabilmekle birlikte2 bu davanın açılması hak düşürücü süre geçtiği
için mümkün olmayacaktır: “İlgililerin dava hakkı, davacının tanımayı ve tanıyanın
çocuğun babası olamayacağını öğrendiği tarihten başlayarak bir yıl ve herhâlde
tanımanın üzerinden beş yıl geçmekle düşer.”

TMK. m. 300 / f. 2’den hareketle tanımayı ve tanıyanın baba olmadığını öğrendiği


günden itibaren bir yıl, herhalde tanımadan itibaren beş yıl içerisinde açılması
gerektiğinden Bayan (N)’nin davası hak düşürücü süre geçmiş olduğundan
reddedilecektir.

212
OLAY VI
Vesayet makamı, ayırt etme gücüne sahip kısıtlı Bay (A)’ya sanat atölyesini kendisi
işletmesi için izin verir. İznin verilmesinin ardından Bay (A) atölyesindeki temizlik işlerini
yaptırmak üzere yeni işçilerle hizmet sözleşmesi yapar. Ayrıca boya, tuval gibi gerekli
malzemeleri satın alır. Bay (A)’nın vasisi Bay (V) ise Bay (A)’nın bu malzemeleri piyasa
fiyatının üstünde bir bedelle satın aldığı gerekçesiyle işleme rıza göstermediğini bildirir.
Bir süre sonra işler kötü gitmeye başlar ve Bay (A) atölyesinin bulunduğu araziyi
devretmek ister. Bay (V) bu işleme de izin vermez. Bay (A) ise yaptığı işlemler için onun
rızasına ihtiyacı olmadığını belirtir ve arazinin satışı konusunda Bay (Ü) ile anlaşır.

1. Bay (A)’nın yaptığı hizmet ve satış sözleşmelerinin geçerliliğini inceleyiniz.


CEVAP: TMK m. 453 uyarınca “Vesayet altındaki kişiye vesayet makamı tarafından bir
meslek veya sanatın yürütülmesi için izin verilmiş ise, o kişi bununla ilgili her türlü
olağan işlemleri yapmaya yetkilidir ve bu tür işlemlerden dolayı bütün malvarlığı ile
sorumludur.” İznin kapsamı, ilgili mesleki veya ticari işletmenin amacına uygun, zorunlu
ve gereklilik taşıyan tüm hukuki işlemlerdir. Doktrinde olağan işlemlere örnek olarak
alım- satım (işletmeyi doğrudan ilgilendiren hammadde, demirbaş eşya veya gerekli
malların satın alınması), hizmet sözleşmesi yapmak gösterilmektedir. Dolayısıyla yeni
işçilerle anlaşması ve hammadde satın alması işlemleri geçerlidir. Vasisinin rızasına
ihtiyaç duymadığı için Bay (V)’nin rıza göstermediğini belirtmesi bir sonuç doğurmaz.
Atölyenin bulunduğu araziyi devretmek ise atölyeyle ilgili olağan işlemlerden değildir.
Dolayısıyla TMK m. 453 uyarınca verilen iznin kapsamında yer almaz ve kural olarak
vasinin iznine tabidir. Ayrıca taşınmaz söz konusu olduğu için TMK m. 462/b. 1 uyarınca
vesayet makamının izni de gerekmektedir. Bu eksikliklerden dolayı araziyi konu alan satış
sözleşmesi geçersizdir.

MEDENİ HUKUK / İÖ / FİNAL / 18’-19’

OLAY I
Doktorun iğnesi sonucunda alerjik şok geçiren Bay (E) dengesini kaybedip yere düşerken
yanından geçmekte olan Bayan (K)’nin kolunun kırılmasına neden olur.

1. Bay (E)’nin bu fiilinden dolayı sorumlu olup olmayacağını açıklayınız.


CEVAP: Alerjik şok geçiren Bay (E) temyiz kudretini geçici olarak yitirmiştir. Temyiz
kudretine sahip olmayan kişiler tam ehliyetsiz olduklarından kural olarak haksız

213
fiillerinden sorumlu olmazlar. Ancak BK. m. 54/f.2’de bu kuralın bir istisnası
öngörülmüştür. Buna göre, temyiz kudretini geçici olarak kaybeden kimse, bu
durumdayken vermiş olduğu zarardan sorumlu olur. Ancak bu durumda iken vermiş
olduğu zarardan sorumlu olmak istemeyen kişinin söz konusu duruma kendi kusuru ile
düşmediğini ispat etmesi gerekir.

Olayda Bay (E), alerjik şoku kendi kusuru ile geçirmediğinden vermiş olduğu zarardan
sorumlu olması söz konusu olmaz. Bununla birlikte Türk Borçlar Kanunu’nun 65.
maddesi uyarınca hakkaniyet sorumluluğu söz konusu olabilir. Anılan düzenleme şu
şekilde kaleme alınmıştır:

“Hakkaniyet gerektiriyorsa; hâkim, ayırt etme gücü bulunmayan kişinin verdiği zararın,
tamamen veya kısmen giderilmesine karar verir.” (Hakkaniyet sorumluluğundan
bahsedilmesi halinde ek puan verilmiştir.)

OLAY II
Bayan (K) ile Bay (E) evlendikten bir süre sonra Bay (E)’nin anne ve babası onlarla
birlikte yaşamaya başlar. Bu durumu kabullenemeyen Bayan (K) 10.05.2017 tarihinde
ortak konutu terk eder ve kendi ailesinin yanına yerleşir. Aradan 3 ay geçince Bay (E)
eşinden ayrı kalmaya dayanamaz ve eşinin geri gelmesi için anne babasını başka bir yere
yerleştirir. Bu haberi hemen eşine ulaştırır fakat Bayan (K) dönmez. Bunun üzerine Bay
(E) 23.09.2017 tarihinde noter aracılığıyla eşinin ortak konuta dönmesi için ihtarda
bulunur. İhtarın üzerinden iki ay geçtikten sonra da Bayan (K)’nin dönmemesi üzerine
terke dayalı boşanma davası açar ve mahkemece boşanmaya karar verilir.

1. Mahkemenin verdiği karar isabetli midir? Terke dayalı boşanma davası


açılabilmesinin şartlarını göz önünde bulundurarak yanıtlayınız.
CEVAP: TMK m. 164 uyarınca eşlerden birinin ortak hayatı terk etmesi üzerine bu terk
en az altı ay sürmüşse ve mahkeme ya da noter aracılığıyla yapılan ilana rağmen terk
eden eş dönmediyse diğer eş boşanma davası açabilir. Ancak terk etme haklı bir sebebe
dayanıyorsa yani evlilik birliğinin kendisine yüklediği görevleri yerine getirmemek
amacıyla yapılmış değilse TMK m. 164/f. 1’de belirtilen terk sebebinin şartları
gerçekleşmiş olmaz. Bununla birlikte ortak konut haklı nedenle terk eden eş, o neden
ortadan kalkmış olmasına rağmen konuta dönmüyorsa terk eden eş sayılır. Terk, haklı
nedenin ortadan kalktığı andan itibaren söz konusu olur.

214
Olayda Bayan (K) ortak konutu haklı bir sebeple (eşin ailesiyle birlikte yaşamaya
zorlanması) terk etmiştir. Fakat haklı sebep ortadan kalkmasına rağmen Bayan (K) ortak
konuta dönmemektedir. Dolayısıyla olayda terk, haklı sebebin ortadan kalktığı 10.08.2017
tarihinden itibaren gerçekleşmiş demektir. İhtar terkten itibaren en az dört ay sonra
yapılabilir ve boşanma davası açılabilmesi için de ihtar üzerinden en az iki ay geçmiş
olmalıdır. İhtarın yapıldığı 23.09.2017 tarihindeyse henüz dört aylık süre dolmamıştır.
Buna bağlı olarak toplamda aranan altı aylık süre de dolmamıştır. Dolayısıyla
mahkemenin terke dayalı boşanmaya karar vermesi isabetli değildir.

OLAY III
Düzenli bir geliri bulunmayan Bay (E), eşi Bayan (K)’nin karşı çıkmasına rağmen kira
geliriyle aile giderlerine önemli katkı sağlayan tek taşınmazını yok pahasına elden
çıkarmak ister. Elde edeceği parayla kumar borcunu kapatmayı planlamaktadır. Bunun
üzerine Bayan (K) mahkemeye başvurarak eşinin sahip olduğu tüm malvarlığı değerleri
üzerindeki tasarruf yetkisinin sınırlanmasını talep eder. Mahkeme talebi haklı bularak
Bay (E)’nin tasarruflarını ancak Bayan (K)’nin izniyle yapabileceğine hükmeder.

1. Mahkemenin vermiş olduğu bu karar isabetli midir? Gerekçeli olarak açıklayınız.


CEVAP: TMK m. 199/f. 1 uyarınca “Ailenin ekonomik varlığının korunması veya evlilik
birliğinden doğan malî bir yükümlülüğün yerine getirilmesi gerektirdiği ölçüde, eşlerden
birinin istemi üzerine hâkim, belirleyeceği malvarlığı değerleriyle ilgili tasarrufların ancak
onun rızasıyla yapılabileceğine karar verebilir.” Taşınmazın aniden satılması kararı
nedeniyle ailenin ekonomik varlığının ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığı ve bu
durumun evlilik birliğinden doğan yükümlülüklerin yerine getirilmemesine sebep olacağı
açıktır. Dolayısıyla TMK m. 199/f. 1’de yer alan önleme karar verilebilir. Bununla beraber
tasarruf yetkisinin sınırlanması ancak somut malvarlığı değerlerine ilişkin olabilir. Genel
ve soyut bir tasarruf yetkisi sınırlaması yapılamaz. Yargıtay uygulamasında da
sınırlamanın ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli ve ölçülü olması gerektiği ifade
edilmiştir. Olayda Bay (E)’nin taşınmazla ilgili yapacağı tasarrufların değil tüm
malvarlığına ilişkin yapacağı tasarrufların Bayan (K)’nin iznine bağlanması isabetli
değildir.

OLAY IV
a-) Bay (E) ile Bayan (K) 01.01.2007 tarihinde evlenmiştir. Eşler evlenmeden bir gün önce
adi yazılı şekilde yaptıkları sözleşmede “kişisel malların gelirlerinin edinilmiş mallara
dahil olmayacağını” kararlaştırırlar. Evlendikten iki ay sonra Bayan (K)’nın babası vefat

215
eder ve kendisine miras olarak 100.000 TL değerinde bir araba kalır. Bir süre sonra bu
arabayı satan Bayan (K) elde ettiği bedeli vadeli mevduat hesabına yatırır.

1. Bay (E) ile Bayan (K) arasındaki mal rejimi çerçevesinde Bayan (K)’nın vadeli
mevduat hesabında bulunan paranın faizini nitelendiriniz.
CEVAP: Bay (E) ile Bayan (K) arasında mal rejimi edinilmiş mallara katılma rejimidir.
Bayan (K)’ya evlilik devam ederken miras kalan araba “kişisel mal” niteliğindedir. Bunun
kanuni temeli TMK. m. 220 / b. 2 şu şekilde kaleme alınmıştır:

“Aşağıda sayılanlar, kanun gereğince kişisel maldır:



2. Mal rejiminin başlangıcında eşlerden birine ait bulunan veya bir eşin sonradan miras
yoluyla ya da herhangi bir şekilde karşılıksız kazanma yoluyla elde ettiği malvarlığı
değerleri,”

Bu arabanın satılması sonucunda elde edilen bedel de “kişisel mal” niteliğini haiz
olacaktır. Bunun kanuni temeli ise TMK. m. 220 / b. 4’te şu şekilde belirtilmiştir:

“Aşağıda sayılanlar, kanun gereğince kişisel maldır:



4. Kişisel mallar yerine geçen değerler.”

Kişisel mal niteliğindeki satış bedelinin vadeli mevduat hesabına yatırılması sonucu elde
edilen faiz ise “edinilmiş mal” niteliğinde olacaktır. Bunun kanuni temeli ise TMK. m. 219
/ f. 2, b. 4 olup bu düzenleme şu şekilde kaleme alınmıştır:

“Bir eşin edinilmiş malları özellikle şunlardır:



4. Kişisel mallarının gelirleri,”

Tarafların evlenmeden bir gün önce “kişisel malların gelirlerinin edinilmiş mallara dahil
olmayacağına” ilişkin yapmış oldukları adi yazılı şekildeki sözleşme ise mal rejimi
sözleşmesine ilişkin şekil şartlarına uygun olmadığı için geçersizdir. Bunun temeli ise
TMK m. 205 / f. 1’de şu şekilde kaleme alınmıştır:

216
“Mal rejimi sözleşmesi, noterde düzenleme veya onaylama şeklinde yapılır. Ancak,
taraflar evlenme başvurusu sırasında hangi mal rejimini seçtiklerini yazılı olarak da
bildirebilirler.”

Dolayısıyla bu geçersiz sözleşmenin varlığı faiz gelirinin niteliğinin “edinilmiş mal” olarak
nitelendirilmesinin kabulüne engel olmayacaktır.

b) Bayan (K) ile Bay (E) 01.01.2005 tarihinde evlenmiştir. Evlendikleri sırada Bayan
(K)’nın 500.000 TL değerinde yazlığı; Bay (E)’nin ise 300.000 TL değerinde arabası
bulunmaktadır. 01.01.2010 tarihinde Bayan (K) 800.000 TL değerinde bir daire satın alır.
Bu bedelin 500.000 TL’lik kısmı Bayan (K)’nın yazlığının satış bedelinden, 300.000 TL’lik
kısmı ise Bay (E)’nin arabasının satış bedelinden karşılanır. Dairenin değerinin 600.000
TL olarak belirlendiği 01.01.2014 tarihinde Bay (E) boşanma davası açar ve Bayan (K)’dan
daire için yapmış olduğu katkıdan dolayı 300.000 TL talepte bulunur. Buna karşılık
Bayan (K), Bay (E)’nin yaptığı katkının 225.000 TL olduğunu ileri sürer.

1. Bay (E)’nin yapmış olduğu katkıya ilişkin talebini ve Bayan (K)’nın bu talebe
karşı savunmasını değerlendiriniz.
CEVAP: Somut olayda Bay (E) değer atış payı alacağı talebinde bulunmaktadır. Değer
artış payı alacağı TMK. m. 227 / f. 1 uyarınca şu şekilde tanımlanmaktadır:

“Eşlerden biri diğerine ait bir malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya korunmasına hiç
ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda bulunmuşsa, tasfiye sırasında bu malda
ortaya çıkan değer artışı için katkısı oranında alacak hakkına sahip olur ve bu alacak o
malın tasfiye sırasındaki değerine göre hesaplanır; bir değer kaybı söz konusu olduğunda
katkının başlangıçtaki değeri esas alınır.”

Somut olayda daire Bayan (K)’nın her ne kadar evlilik süresince elde etmiş olduğu
malvarlığı değeri niteliğini haiz olsa da esas itibariyle bu malvarlığı değeri hem Bay
(E)’nin hem de Bayan (K)’nın kişisel malları ile elde edilmiştir. Bayan (K)’nın elde etmiş
olduğu bu kişisel mala Bay (E) kişisel malından katkıda bulunmuştur. Dolayısıyla Bay
(E)’nin değer artış payı alacağına ilişkin bir talepte bulunmasında herhangi bir sakınca
bulunmamaktadır. Bu noktada Bay (E)’nin talep ettiği miktarın da incelenmesi
gerekmektedir. Değer artış payı alacağı TMK. m. 227 / f. 1 uyarınca tasfiye sırasındaki
değere göre hesaplanacak olup, “bir değer kaybı söz konusu olduğunda katkının

217
başlangıçtaki değeri esas alınacaktır.” Bundan hareketle Bay (E)’nin 300.000 TL’lik değer
artış payı alacağı talebinde bulunması isabetli olup, Bayan (K)’nın savunması isabetsizdir.

OLAY V
Yıllar önce eşi ölmüş olan ve iki çocuğu bulunan Bay (A) bir restoranda çalışmaktadır.
Restoranda bir gün maden suyu şişlerini taşırken kaza geçiren Bay (A) görme yetisinin
%60’ını kaybeder. Bu durum üzerine işten ayrılan Bay (A)’ya 971 TL malûl (engelli) aylığı
bağlanır. Tek başına yaşayan ve yakınlarından herhangi bir destek görmeyen Bay (A),
aylık geliri 7.800 TL olan evli ve iki çocuk sahibi oğlu esnaf (Ç1), akıl hastası, malvarlığı
bulunmayan ve anneannesiyle yaşayan diğer oğlu (Ç2), Darülaceze’de yaşayan ve
malvarlığı bulunmayan babası (B), Fransa’da bir fabrikada çalışan evli kardeşi (K1) ve
büyük projeler tasarlayan inşaat şirketi sahibi diğer kardeşi (K2)’ye karşı yardım nafakası
talebiyle dava açar. Bu dava sonucunda mahkeme sadece (Ç1) aleyhine 2.000 TL yardım
nafakasına hükmeder.

1. Mahkemenin bu kararının isabetini yardım nafakasına ilişkin düzenlemeler


ışığında değerlendiriniz.
CEVAP: Mahkemenin bu kararı yardım nafakasında sıra meselesiyle ilgilidir. Yardım
nafakası ödeme yükümlülüğü açısından sıra şu şekilde düzenlenmiştir:

“Nafaka davası, mirasçılıktaki sıra göz önünde tutularak açılır″

Her ne kadar miras hukukundaki zümre sistemine dayalıymış gibi kaleme alınmış olsa da
esas itibariyle aile hukukuna göre yakınlıktan hareketle düzenlenmiş olan bu düzenleme
uyarınca ilk sırada talepte bulunanın altsoyu, ikinci sırada ana ve babası ve üçüncü sırada
refah halinde olmaları halinde kardeşler bulunmaktadır.

Bu sıralama uyarınca ilk başta bakılması gereken Bay (A)’nın altsoyudur. Altsoydan
yardım nafakası talebinde bulunabilmek için esas olan “altsoyun ödeme gücünün
bulunması”dır. Ödeme gücü değerlendirilirken nafaka alacaklısının bakmakla yükümlü
olduğu kişilerin varlığı göz önünde bulundurulur. Somut olayda ilk sırada evli ve iki
çocuk sahibi esnaf (Ç1) vardır. (Ç1)’in ödeme gücünün bulunduğu hususunda bir şüphe
olmasa da, esnaf olarak beş kişilik bir aileyi geçindiren kişinin (dört kişilik bir ailenin
yoksulluk sınırının 6.500 TL olarak belirlendiği göz önünde bulundurulursa) 2.000
TL’nin tamamını ödeyebilecek durumda olduğu söylenemez.

218
Onunla aynı sıradaki (Ç2) ise, akıl hastası ve malvarlığının bulunmaması durumu göz
önüne alındığında, mali gücü olmadığından nafaka yükümlüsü olamayacaktır. Bu
durumda ilk sırada bu yükümlülüğün sadece bir kısmını ödeyebilecek bir altsoy
mevcuttur. Bu durumda ikinci sıraya geçerek o sırada ödeme gücü olanların tespiti
gerekmektedir.

Somut olayda Bay (A) darülacezede yaşayan babasına talep yöneltmiş olup babası
Darülaceze’de kalan ve malvarlığı bulunmayan birisi olduğundan ödeme gücünü haiz
değildir. Bu durumda üçüncü sıraya diğer bir ifadeyle refah içinde bulunan kardeşlerin
tespiti gerekmektedir. Fransa’da işçi olarak çalışan evli kardeşi (K1)’in kazancı her ne
kadar TL cinsinden refah içerisinde yaşama değerlendirmesi açısından yeterli görünse de
esas itibariyle refah halinin bulunup bulunmadığı hususunda o kişinin yaşadığı çevrenin,
Fransa’daki sosyo-ekonomik duruma göre değerlendirme yapılması gerekmektedir. (Y. 2.
HD, 05.11.1985 tarih ve 9089/8985) Bu durumda Bay (K1)’in refah halinden
bahsedilemeyecektir. İnşaat şirketi sahibi (K2)’nin refah içerisinde yaşadığı hususunda
herhangi bir şüphe yoktur. Sonuç olarak yardım nafakasına ilişkin borcun (Ç1) ile (K2)
arasında ödeme güçleri oranında paylaştırılması gerekmektedir.

OLAY VI
Bayan (K) ve Bay (E) boşanmış, mahkeme ortak çocukları (Ç)’nin velayetini annesi Bayan
(K)’ye bırakmıştır. Daha sonra Bayan (K), Bay (Ü) ile tanışmış ve evlenme kararı almıştır.
Ayrıca evlendikten sonra Bodrum’a yerleşmeyi planlamaktadırlar. (Ç) ise o sırada 16
yaşında olup İstanbul’da bir Anadolu Lisesine devam etmekte ve üniversite sınavlarına
hazırlanmaktadır. Bayan (K)’nin yeniden evlenmesi üzerine Bay (E) velayetin Bayan
(K)’den kaldırılması için mahkemeye başvurur. Mahkemece dinlenen (Ç) okul
değiştirmek istemediğini ayrıca Bay (Ü)’nün kendisine sürekli hakaret ettiğini, annesinin
yanında olmadığı zamanlarda da ağır fiziksel şiddet uyguladığını belirterek babasıyla
kalmak istediğini söyler. Bu durum raporla tespit edilmiştir. Bayan (K) ise yeniden
evlenmenin velayetin kaldırılması sebeplerinden biri olmadığını, dolayısıyla velayetin
kendisinde bırakılması gerektiğini ileri sürmektedir. Mahkeme verdiği kararla velayeti
Bayan (K)’den kaldırır ve Bay (E)’yi de velayet görevini yerine getirebilecek nitelikte
bulmayarak (Ç)’ye bir vasi atar.

1. Mahkemenin vermiş olduğu bu karar isabetli midir? Gerekçeli olarak açıklayınız.


CEVAP: TMK m. 349 uyarınca “Velâyete sahip ana veya babanın yeniden evlenmesi,
velâyetin kaldırılmasını gerektirmez.” Öyleyse olayda Bayan (K)’nin evlenmesi velayetin

219
kaldırılması için yeterli değildir. Ancak hükmün devamında gelen ikinci cümleye göre
“çocuğun menfaati gerektirdiğinde velâyet sahibi değiştirilebileceği gibi, durum ve
koşullara göre velâyet kaldırılarak çocuğa vasi de atanabilir.” Çocuğun alıştığı ortamda
kalarak sınavlara hazırlanması onun bedeni ve fikri gelişimi açısından önemli olup
çocuğun menfaatinedir. Ayrıca velayet sahibi eşin yeni eşinin çocuğa şiddet uyguladığı
belirtilmektedir. Bu durumun da çocuğun menfaatine aykırı olduğu açıktır. Velayetin
kaldırılması uygundur. Bay (E)’nin velayet görevini ifa edebilecek nitelikte bulunmaması
hâlinde vasi atanması da isabetli olacaktır (Somut olayda Bay (E)’nin velayet görevini
yerine getiremeyecek nitelikte olduğuna dair bilgi bulunmadığı için vasi atanmaması
gerektiği yönündeki cevaplar, hakimin vasi atamasının mümkün olduğunun belirtilmesi
şartıyla kabul edilmiştir).

MEDENİ HUKUK / TEK / BÜTÜNLEME / 18’-19’

OLAY
A, 2003 yılında B ile evlenmiştir. Evliliğin beşinci ayında sinir krizi geçirerek hastaneye
kaldırılan B’ye bir akıl hastalığı tanısı konulmuştur. Sonrasında B’nin durumu ağırlaşınca
A, B’yi evin bir odasında kilitli halde tutmaya başlamıştır. A’nın ziyaretine gelen kardeşi
karikatürist C, B’nin durumuna üzülmüş ve ona hukuki destekte bulunmak istemiştir.

C, E ile 02.02.2004 tarihinde evlenmiş, bir süre sonra çocukları F dünyaya gelmiştir.
E’nin resim dersi almakta olduğu ressam R, ders için eve geldiği sırada C’ye ait çantayı
almış ve içindeki hamiline yazılmış çekleri kullanmış, saati ise saatçi S’ye satmıştır. S ise
saati M’ye satmıştır. R’nin eve gelmesine sinirlenen C, eşi E ile kavga etmiş, bu kavgada
E, F’nin biyolojik babasının R olduğunu itiraf etmiştir. Bunun üzerine C, E ile olan
evliliğini sona erdirmek üzere 01.04.2016 tarihinde boşanma davası açmıştır.

Boşanma davasının açıldığı tarihte C’nin babasından kendisine miras kalmış olan
2.000.000 TL değerinde bir arsası bulunmaktadır. C, evlendikten sonra bu arsayı kiraya
vermiş ve kira gelirlerini bankada biriktirmiştir. 2010 yılına gelindiğinde kira
gelirlerinden biriken 350.000 TL ile bir yazlık satın almıştır. Bu yazlıkta birtakım
tadilatlar yapmak amacıyla E, dedesinden kalmış olan antika tabloları satmış ve bu
satıştan elde ettiği paranın 50.1TL’sini eşine vermiştir. Boşanma davasının açıldığı esnada
arsanın değeri 4.000.000 TL, yazlığın değeri 600.000 TL olup, bu tarihte C’nin ayrıca
160.000 TL değerinde bir arabası ve 35.000 TL arabasına ilişkin sigorta ve vergi borcu

220
bulunmaktadır. C, kardeşi K’ye 2014 yılında iş kurması amacıyla 50.000 TL borç vermiş
ve 01.10.2015’te E’nin karşı çıkmasına rağmen bu parayı geri almayacağına dair kardeşi
ile ibra sözleşmesi akdetmiştir. Bir şirkette genel müdür yardımcısı olarak çalışmakta
olan E, 2010 yılında 75.000 TL değerinde bir araba satın almıştır. E, antika tabloların
satışından geriye kalan 25.000 TL ile arabasına özel bir ses sistemi yaptırmıştır. E, 2014
yılında ise 500.000 TL’ye bir daire satın almıştır. Boşanma davasının açıldığı tarihte E’nin
sahip olduğu arabanın değeri 120.000 TL, dairesinin değeri ise 600.000 TL olup, bu
tarihte bankaya dairesinin alımında kullandığı krediden dolayı 60.000 TL borcu
bulunmaktadır.

C, çalıştığı dergide bir bakanı, tembelliğini ve basiretsizliğini hicvetmek üzere ağustos


böceği olarak çizmiştir. Bu olay üzerine Karikatüristler Derneği, tüzüklerine göre kişilik
hakkı ihlalinin ihraç sebebi olduğu gerekçesiyle C’yi üyelikten ihraç etmiştir.

SORULAR
1. a) A ile B arasındaki evlilik A tarafından hangi hukuki gerekçelere dayanılarak ve
hangi şartlarla sona erdirebilir? (15 Puan)
CEVAP: B’ye konulan hastalığı tanısı üzerine A, akıl hastalığının derecesi ve ortaya çıkma
anına göre farklı boşanma ve butlan sebeplerine dayanarak B ile olan evliliğini sona
erdirebilir.

Akıl hastalığı, evlenme anında mevcutsa ve bu hastalık evlenmeye engel derecede ise A,
MK m. 145/I b. III hükmü uyarınca mutlak butlan davası açabilir.

B’nin akıl hastalığı evlenme anında mevcutsa ve bu hastalık B’nin evlenme işlemi
açısından ayırt etme gücünü ortadan kaldırıyorsa A, MK m.145 /I b. II hükmüne
dayanarak da mutlak butlan davası açabilir. Öte yandan B’nin evlenme anında akıl
hastalığının bulunması ancak A’nın bundan habersiz olarak sağlıklı olduğunu düşündüğü
B ile evlenmesi A’nın B’ye ilişkin birlikte yaşamayı imkansız kılacak derecede bir özellikte
yanıldığını gösterir. Bu nedenle A, MK m. 149/I b. II hükmü uyarınca nisbi butlan davası
açarak da evliliği sona erdirebilir.

Ayrıca, B’nin akıl hastalığı A veya A’nın altsoyunun sağlığı için tehlike oluşturacak
nitelikte ise MK m. 150/I b. II hükmünde düzenlenen aldatma nisbi butlan sebebi de
gerçekleşmiş olur.
* Kanun maddeleri sadece bilgi amaçlı yazılmış olup notlandırmada dikkate alınmamıştır.

221
Yukarıda belirtilen butlan sebeplerinden, mutlak butlan sebeplerine ilişkin dava her
zaman açılabilir. MK m. 147/II hükmünün uygulama koşulları bulunmamaktadır. Nisbi
butlan sebeplerinde ise dava hakkı butlan sebebinin öğrenildiği andan itibaren altı aylık
nisbi ve evliliğin kurulmasından itibaren beş yıllık bir mutlak hak düşürücü süreye tabi
tutulmuştur. Davanın bu süre içinde açılması gereklidir.

B’nin akıl hastalığı, evlilik anında mevcut olsa da evlilikten sonra ortaya çıksa da aynı
zamanda boşanma sebebi de teşkil eder. B’nin akıl hastalığı A açısından evliliğin devamını
çekilmez hale getiriyorsa, salt bu sebeple MK m. 166/I hükmü uyarınca evlilik birliğinin
temelinden sarsılması sebebiyle A boşanma davası açabilir. Öte yandan, MK m. 165
hükmünde düzenlenmiş akıl hastalığı sebebiyle de boşanma davası açılabilir. Bu sebeple
dava açıldığında A’nın akıl hastalığını, hastalık nedeniyle evliliğin çekilmez hale geldiğini
ve de hastalığın geçmesine olanak bulunmadığını resmi sağlık kurulu raporuyla
kanıtlaması gerekir. Buna karşılık MK m. 166/I hükmüne ilişkin olarak yapılacak
yargılamada B’nin durumunun evliliği çekilmez hale getirdiğinin ispatlanması boşanma
kararının verilebilmesi için yeterli olacaktır. MK m. 165 ve m. 166/I hükümlerine dayalı
olarak açılan boşanma davası süreye bağlanmamıştır.

A, mutlak ve nisbi butlan davaları ile boşanma davalarını terditli olarak açılabilir.

b) A ile B arasındaki evlilik B tarafından hangi hukuki gerekçelere dayanılarak ve


hangi şartlarla sona erdirebilir? (10 puan)
CEVAP: B açısından gerçekleşen evliliği sona erdirme sebepleri sadece boşanma sebepleri
kapsamında değerlendirilebilir. Zira evliliğin kurulma anında A bakımından gerçekleşen
mutlak ve nisbi butlan sebebi yoktur. B’nin hastalığı nedeniyle evin bir odasında kilitli
halde ve insanlık onuruna yakışmayacak şekilde tutulması, B açısından evlilik birliğinin
sürdürülmesini çekilmez kılan bir olgudur ve MK m. 166/I hükmü uyarınca boşanma
davası açmaya hak kazandırır. Bu davada, B’nin kilitli halde tutulmasının evliliği çekilmez
hale getirdiği davacı tarafından ispatlanmak gerekir. Bu durum, ayrıca, A’nın B’ye karşı
“pek kötü davrandığını” gösterir. Dolayısıyla A’ya karşı MK m. 162 hükmü uyarınca da
boşanma davası açılması mümkündür. Bu sebebe dayalı yargılamada ise kilitli halde
tutmanın pek kötü davranış olduğunun kanıtlanması yeterlidir.

Evlilik birliğinin çekilmez hale gelmesine ilişkin dava, çekilmezlik devam ettiği müddetçe
her zaman açılabilirken, MK m. 162’e dayalı dava, boşanma sebebinin oluşmandan
itibaren her halde beş yılda ve sebebin öğrenilmesinden itibaren altı ay içinde düşer.

222
Somut olayda, B kilitli halde sürekli olarak tutulduğu için henüz hak düşürücü süre
işlemeye başlamamıştır.

Ayrıca B, ilk soruda mutlak butlana ilişkin olarak açıklanan sebepler dolayısıyla da
evliliğin sona erdirilmesini talep edebilecektir.

2. B’nin sağlıklı koşullarda yaşamasını ve bakılmasını isteyen C’ye hangi hukuki


yollara başvurmasını önerirsiniz? Açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: Somut olayda B’ye akıl hastalığı tanısı konulmuştur. B’nin daha sağlıklı
koşullarda yaşamasını ve bakılmasını isteyen C, B hakkında kısıtlama kararı verilmesini
ve B’ye vasi olarak kendisinin atanmasını isteyebilir. MK m. 405’e göre, akıl hastalığı veya
akıl zayıflığı sebebiyle işlerini göremeyen veya korunması ve bakımı için sürekli yardım
gereken ya da başkalarının güvenliğini tehlikeye sokan her ergin kısıtlanır. Fakat MK m.
409 uyarınca, akıl hastalığı sebebiyle kısıtlama kararı ancak resmi sağlık kurulu raporu
uyarınca verilebilecektir. Kısıtlama kararı ile birlikte kişi sınırlı ehliyetsiz hale gelecek ve
kendisine vasi atanacaktır. Vasi, vesayet altındaki kısıtlının kişiliği ve malvarlığı ile ilgili
bütün menfaatlerini koruyacak ve hukuki işlemlerinde onu temsil edecektir.

MK m. 447 uyarınca vasi, kısıtlıyı korumak ve bütün kişisel işlerinde ona yardım etmekle
yükümlüdür. M. 447/2’ye göre ise, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde vasi, koruma
amacıyla özgürlüğün kısıtlanmasına ilişkin hükümlere göre kısıtlıyı bir kuruma
yerleştirebilir veya orada alıkoyabilir ve durumu derhal vesayet makamına bildirir. Bu
bağlamda MK m. 432 uyarınca akıl hastalığı sebebiyle toplum için tehlike oluşturan bir
kişi, kişisel korunmasının başka şekilde sağlanamaması halinde, tedavisi, eğitimi ve ıslahı
için elverişli bir kuruma yerleştirilir ve alıkonulabilir. Eğer toplum için tehlike arz eden
bir durum söz konusu ise C, B hakkında bu yolun işletilmesini de sağlayabilecektir.

3. C’nin saatin ve çeklerin iadesini talep etmesi mümkün müdür? Şartlarını da


belirterek açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: Olayda R, ders vermek için eve geldiğinde C’ye ait çantayı almış ve içindeki
hamiline yazılı çekleri kullanmış, saati ise saatçi S’ye satmış ve S de bu saati M’ye
satmıştır. Burada söz konusu hamiline yazılı senetler ve saat bakımından iyi niyetin
koruyucu etkisinin söz konusu olup olamayacağının değerlendirilmesi gerekir. Öncelikle
ifade etmek gerekir ki söz konusu çanta, C’nin elinden iradesi dışında çıkmıştır, zira R
çantayı gizlice almış, yani çalmıştır.

223
İyiniyetin koruyucu etkisi bazı hallerde tam, bazı hallerde ise sınırlıdır. İyiniyetin tam bir
koruyucu etki sağladığı durum, para ve hamiline yazılı senetlerin, malik olmayan bir
kimseden iyiniyetle iktisap edilmesi hali olup, bunların malikin elinden irade dışında
çıkmış olması da fark yaratmaz. Dolayısıyla R’nin kullandığı hamiline yazılı senetler
bakımından, bunları edinen kimse iyiniyetli ise korunacak, yani C çeklerin iadesini talep
edemeyecektir.

Somut olayda saat bakımından ise, bu saat C’nin elinden iradesi dışında çıkmış olup, R
emin sıfatıyla zilyed değildir. Dolayısıyla MK m. 988 uygulama alanı bulmaz, M malik
olmamıştır. Fakat MK m. 989/2 uyarınca söz konusu saat, benzeri eşya satan bir kişi olan
S’den, eğer M tarafından iyiniyetle iktisap edilmiş ise, C, ancak ve ancak M’nin saati
almak için S’ye ödediği bedeli M’ye verir ise, saatini M’den geri alabilecektir.

4. Özel müzik eğitimi alan F’nin bakımı ve eğitimi için ciddi bir meblağ harcadığını
düşünen C, bu meblağı R’den talep edebilir mi? Tartışarak değerlendiriniz. (10
Puan)
CEVAP: Somut olayda C, biyolojik babası R olan F’nin bakım masraflarını ve bu
bağlamda eğitim masraflarını da karşılamıştır. Bu durumda C, esasen R’nin baba olarak
sorumlu olduğu masrafları yapmış durumdadır. Dolayısıyla hukuken C’nin yaptığı
masrafları R’den talep edebilmesi (gerçek vekaletsiz işgörme hükümleri çerçevesinde [BU
BİLGİNİN VERİLMEMESİ PUANLAMADA DİKKATE ALINMAZ.] mümkündür. Bunun için
öncelikle C’nin, F’nin soybağını reddederek hukuken baba olmadığını ispatlaması
gerekmektedir. Dolayısıyla C’nin F’ye ve anne E’ye karşı MK m. 286 hükmü uyarınca
babalık karinesini çürütmek suretiyle soybağının reddi davasını MK m. 289/I hükmü
çerçevesinde baba olmadığını öğrendiği tarihten itibaren bir yıl içinde açmalıdır. Bu
davanın başarıyla sonuçlanmasıyla C ile F arasındaki soybağı ilişkisi geçmişe etkili olarak
sona erer.

F’nin soybağını reddeden C, R’ye karşı masrafların karşılanması için açtığı davada R’nin
baba olduğunu kanıtlaması gerekir. Kural olarak iki kişi arasındaki babalık ilişkisi
soybağının tesis edilmesiyle ispatlanabilir. Bu durumda, R ile F arasında soybağı tesis
edilmediği sürece F’nin davasının başarıya ulaşamayacağı ileri sürülebilir. Bu durumda, R
ile F arasında soybağı ilişkisi kurulmadığı sürece R’nin masrafları talep etmesi mümkün
olmayacaktır. Zira B’nin R ve F arasında soybağını kurmaya yönelik babalık davası açma
hakkı MK m. 301/I uyarınca yoktur. Bu olumsuz duruma karşı, B’nin R’ye karşı masraflar

224
için dava açabilmesi ve bu davada R ve F arasında babalık hükmü tesis etmeyecek şekilde
R’nin F’nin babası olduğunu ispat etme olanağı tanınması gerektiği ileri sürülebilir.

5. C’nin, eşi ile olan ilişkisi sebebiyle R’den manevi tazminat talep etmesi mümkün
müdür? Açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: Sadakat yükümlülüğü evlilik sözleşmesinin tarafları için geçerli olup nisbi
niteliktedir. Dolayısıyla R ve E arasındaki ilişki ile E, C’ye karşı olan sadakat
yükümlülüğünü ihlal etmiş olup bu ihlalden C’nin ileri gelen manevi zararını tazmin
etmekle yükümlüdür. C’nin E üzerinde mutlak hak niteliğinde bir hakkı bulunmadığı için
R’nin E ile ilişkiye girmesi C ve R arasında hukuka aykırılık doğurmaz. Bu nedenle C’nin
R’den manevi tazminat talep etmesi, R’nin salt C’ye zarar vermek kastı bulunmadığı
takdirde, mümkün değildir. Yargıtay’ın bu hususta farklı kararları bulunmakla birlikte
6.7.2018 tarih ve 5/7 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile evlilik birliği devam ederken
eşlerden biri ile evli olduğunu bilerek birlikte olan üçüncü kişiye karşı diğer eşin manevi
tazminat isteminde bulunamayacağı kabul edilmiştir.

6. Evliliğin sona erdirilmesi karşısında C ve E’nin mal rejiminden doğan


alacaklarını, hukuki sebeplerini de belirterek hesaplayınız. (25 Puan)
CEVAP: 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nda yasal mal rejimi olarak edinilmiş mallara
katılma rejimi kabul edilmiştir Olayda C ve E 02.02.2004 tarihinde evlenmişlerdir.
Eşlerin evlenmeden önce ya da sonra başka bir mal rejimi sözleşmesi yaptıklarına dair
olayda bir bilgi bulunmadığından, evliliğin devamı süresince eşler arasındaki mal
rejiminin de edinilmiş mallara katılma rejimi olduğu kabul edilecektir. Mahkemece
evliliğin iptal veya boşanma sebebiyle sona erdirilmesine karar verilmesi halinde, mal
rejimi dava tarihinden geçerli olmak üzere sona erer (MK m. 225/II). Edinilmiş mallara
katılma rejiminin sona ermesine bağlı ön sonuç mal rejiminin tasfiyesi aşamasına
gelinmiş olmasıdır. Bu doğrultuda eşlerin kişisel malları ile edinilmiş malları, mal
rejiminin sona erme anındaki durumlarına göre ayrılacaktır ( TBK m. 228/ II). Yine
eklenecek değerler söz konusu ise bunlar da eşlerin edinilmiş mallarına değer olarak
eklenecektir (TBK m. 229).

Şayet edinilmiş mallardan kişisel mallara veya kişisel mallardan edinilmiş mallara yönelik
bir değer kayması var ise (denkleştirme alacağı) bu da tespit edilecektir (MK m. 230/I,
III). Mal rejiminin tasfiyesinde malvarlığı değerlerinin parasal karşılığı tespit edilecek ve
bu belirleme yapılırken söz konusu değerlerin tasfiye anındaki sürüm (rayiç) değeri esas
alınacaktır (MK m. 233-235). Eklenecek değerler ve denkleştirmeden elde edilen

225
miktarlar da dâhil olmak üzere her eşin edinilmiş mallarının toplam değerinden bu
mallara ilişkin borçlar çıkarıldıktan sonra her bir eşin artık değerine ulaşılacaktır. Eşler
aralarında artık değere katılma oranını belirlememişlerse (MK m. 237) her bir eş diğerine
ait artık değerin yarısı miktarında katılma alacağına sahiptir (TBK m. 236). Bu
açıklamalar kapsamında:

E’nin katılma alacağının hesaplanması için C’nin malvarlığının tasfiyesi edilecektir.

C’nin kişisel malları


• 4.000.000 TL değerinde arsa
C’nin edinilmiş malları
• 600.000 TL değerinde yazlık. (Kişisel mal olan miras kalan arsadan elde edilen kira
geliri edinilmiş mal sayılır)
• 160.000 TL değerinde araba.
Değer Artış Payı
• Olayda E, dedesinden kendisine miras olarak kalmış olan tabloların, yani kişisel
malının satışından elde edilen paradan 50.000 TL eşinde vermiş ve o da bu para ile
edinilmiş malında iyileştirme yapmıştır. Dolayısıyla burada E’nin eşi C’den değer
artış payı alacağı bulunmaktadır. Öncelikle değer artışının, ardından değer artış
payının ve son olarak da DAP alacağının hesaplanması gerekmektedir. Katkı
yazlığın alındığı esnada yapıldığından katkının yapıldığı anda yazlığın değeri
350.000 TL’dir.

Bu bilgiler ışığında:
Değer artışı: Davanın açıldığı tarihteki değer – Katkının yapıldığı tarihteki değer =
600.000 – 400.000 = 200.000 TL
Değer artış payı: Başlangıçta yapılan katkı oranı = 50.000/400.000 = 1/8

Bunu değer artış payına oranlarsak: 200.000 x 1/8 = 25.000 TL DAP E’nin DAP alacağı +
Katkı tutarı + DAP 50.000 +25.000 = 75.000 TL’dir.

Somut olayda E’nin kişisel malından C’nin edinilmiş malına bir katkı söz konusu
olduğundan, C’nin edinilmiş mallarına ilişkin bir borç söz konusudur ve bu sebeple de
E’nin DAP alacağı olan 75.000 TL’nin C’nin artık değer hesabında pasif kısımda yer
alması gerekmektedir.

226
Eklenecek Değerler
• Olayda C, kardeşi K’ya 2014 yılında borç para vermiş ve 01.10.2015 yılında kardeşi
ile ibra sözleşmesi yapmıştır. MK m. 229/1 b.1’e göre, eşlerden birinin mal
rejiminin sona ermesinden önceki bir yıl içinde diğer eşin rızası olmadan, olağan
hediyeler dışında yaptığı karşılıksız kazandırmalar, edinilmiş mallara değer olarak
eklenecektir. Bu kapsamda 50.000 TL, C’nin artık değer hesabında eklenecek
değerdir.

Edinilmiş mala ilişkin borç


• 35.000 TL arabasına ilişkin sigorta ve vergi borcu. (Edinilmiş mala ilişkin bir borç
olduğundan pasifte yer alacaktır).

Bu bilgiler ışığında:
C’nin artık değeri = 600.000 + 160.000 – 75.000 + 50.000 – 35.000
= 700.000 TL
E’nin katılma alacağı = 700.000 / 2 =350.000 TL’dir.
C’nin katılma alacağının hesaplanması için E’nin malvarlığının tasfiyesi edilecektir.

E’nin kişisel malları


• YOK
E’nin edinilmiş malları
• 120.000 TL araba. (MK m. 219/2 b. 1 uyarınca çalışmanın karşılığı olarak
edinildiğinden edinilmiş maldır)
• 600.000 TL daire. (MK m. 222/3 uyarınca aksine bilgi olmadığından edinilmiş mal
olarak kabul edilir)
Denkleştirmeden elde edilecek değer
• Olayda E kişisel malı olan antika tabloların satışından elde ettiği 25.000 TL ile
edinilmiş malı olan arabasına, özel bir ses sistemi yaptırmıştır. Dolayısıyla kişisel
malından edinilmiş mala bir değer kayması söz konusudur. Edinilmiş malın
iyileştirilmesine kişisel mal ile katkıda bulunulmuştur ve bu denkleştirmeye tabidir.
Buna göre denkleştirme yapılarak elde edilen değer artık değerden çıkarılacaktır.

Burada denkleştirme oranı: 20.000 / 80.000 = 1/4


Arabanın tasfiye anındaki sürüm değeri 120.000 TL olup buna göre kişisel mal lehine
denkleştirme yapıldığında, 120.000 x 1/4 = 30.000 TL’nin tekrar kişisel mala dönmesi
gerekmektedir.

227
Edinilmiş mala ilişkin borç
• 60.000 TL bankaya borç

E’nin artık değeri = 120.000 + 600.000 – 60.000 – 30.000= 630.000


C’nin katılma alacağı = 630.000 / 2 = 315.000 TL

C ve E’nin katılma alacakları kanun gereği takas edilecektir (MK m. 236 /I). Bu durumda
tarafların karşılıklı borçları, az olan borç tutarınca sona erer. Dolayısıyla somut olayda
C’nin, E’ye karşı (350.000 – 315.000 =) 35.000 TL katılma alacağı mevcuttur.

7. C’nin, ihraç kararına karşı başvurabileceği hukuki bir yol var mıdır?
Değerlendiriniz. (10 Puan)
CEVAP: MK m. 67’ye göre, dernek tüzüğünde dernek üyeliğinden çıkarılma sebepleri
gösterilebilir. Eğer çıkarma sebepleri tüzükte gösterilmişse çıkarma kararına bu
sebeplerin haklı sayılmayacağı iddiası ile itiraz edilemez. Tüzükte çıkarma
düzenlenmemişse üye, ancak haklı sebeple çıkarılabilir ve bu çıkarma kararına, haklı
sebebin bulunmadığı ileri sürülerek itiraz edilebilir. Somut olayda dernek tüzüğünde
kişilik hakkı ihlalinin ihraç sebebi olduğu gerekçesiyle C, üyelikten çıkarılmıştır. MK m.
67/3 uyarınca, kişilik hakkı ihlali dernek tüzüğünde çıkarma sebebi olarak düzenlenmiş
olduğundan, C, bu sebebin haklı sebep olmadığını iddia edemeyecek sadece, çıkarma
sebebinin gerçekleşmediğini ileri sürerek itiraz edebilecektir. Bu bağlamda somut olayda
C’nin yaptığı karikatürün, söz konusu bakanın kişilik hakkını ihlal etmediği ispatlanarak
çıkarma kararına itiraz edilebilir.

Kişilik hakkının kapsamına kişinin haysiyet ve onuru gireceği gibi kişinin resmi de kişilik
hakkının kapsamında korunmaktadır. Bir kişinin karikatürü de kişinin resmi olarak
kişilik hakkı kapsamına girmektedir. Fakat somut olayda bir Bakanın, yani toplum
tarafından tanınan bir siyasetçinin kişilik hakkının ihlal edilip edilmediği tartışılmaktadır
ki bu noktada, siyasetçilerin kamu yararının korunması bakımından eleştiriye açık
olmaları gerektiğinden, bu kişilerin onur ve haysiyetlerinin korunması ile ilgili sınırlar
gevşetilmektedir. Siyaset adamlarının özel hayatlarının veya resimlerinin
yayınlanmasında, diğer kişilere nazaran daha geniş bir imkan bulunmaktadır. Nitekim
basının kamuyu bilgilendirme ve eleştiri işlevi bulunmakta olup, bu çerçevede
siyasetçilerin eleştiriye açık olması gerekmektedir. Bu kapsamda eleştiri sınırları içinde
kalındığı sürece kişilik hakkı ihlali söz konusu olmayacaktır. Bununla birlikte yapılan
davranış, kamuyu aydınlatma fonksiyonunun dışına taşmış, özellikle o kişiyi küçük

228
düşürme amacı gütmüş ise, bu davranış hukuka aykırı sayılmak gerekecektir. Ayrıca ifade
edelim ki siyasi kişilere ilişkin olarak yapılan bir haber, doğru olduğu, doğru olaylara
dayandığı ve doğru amaca yönelik bulunduğu müddetçe, eleştirinin sert, kırıcı ve kişiyi
küçük düşürücü olabileceği ve bu gibi durumlarda hukuka aykırılığın ortadan kalkacağı
yönünde Yargıtay kararları bulunmaktadır. Dolayısıyla bu kişilik hakkı ihlalinin söz
konusu olmadığı kabul edildiğinde C’nin ihraç kararına itiraz etmesi mümkün olacaktır.

MEDENİ HUKUK / ÇİFT / BÜTÜNLEME / 18’-19’

OLAY I
Bay (E), yeni işini kutlamak üzere yakın arkadaşları Bay (A), Bay (B) ve Bay (C) ile
yemeğe gittiği akşam alkol almıştır. Arkadaşlarının uyarısına rağmen fazla alkol tüketen
Bay (E), kendisi için manevi değeri büyük olan kol saatini sonuçlarını kavrayamadığı bir
anda lokantanın sahibi Bay (S)’ye satmıştır. Ertesi sabah kendine geldiğinde pişman olan
Bay (E), Bay (S)’yi görmeye gitmiş ve saatin iadesini istemiştir. Ancak Bay (S), Bay
(E)’nin kendi isteğiyle alkol aldığını, dolayısıyla aralarındaki satış sözleşmesinin geçerli
olduğunu ileri sürerek kol saatini geri vermekten kaçınmıştır.

1. Bay (S)’nin kol saatini geri vermemesine ilişkin iddiaları isabetli midir?
Gerekçeli olarak açıklayınız.
CEVAP: Olayda Bay (E)’nin ayırt etme gücü bulunmamaktadır. TMK m. 15 uyarınca
“Kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere, ayırt etme gücü bulunmayan
kimsenin fiilleri hukukî sonuç doğurmaz.” Bay (E)’nin ayırt etme gücünü geçici olarak
kaybetmesinde kendi kusurunun bulunması yalnızca hukuka aykırı fillerinden
sorumluluk açısından önem taşımaktadır1. TBK m. 59 uyarınca ayırt etme gücünü geçici
olarak kaybeden kişi, bu kaybetmede kusuru bulunuyorsa verdiği zararlardan sorumlu
olur. Ancak somut olayda hukuka aykırı fiilden sorumluluk değil sözleşmenin geçerliliği
söz konusudur. Ayırt etme gücü bulunmayan tam ehliyetsiz Bay (E)’nin yaptığı işlemler
kesin hükümsüzdür2. Bu nedenle Bay (S)’nin iddiaları isabetli değildir.

OLAY II
Bayan (K), kendisini evlat edinen Bayan (B)’nin oğlu olan Bay (O) ile evlenmiştir. Ancak
daha sonra aralarında anlaşmazlıklar yaşanmaya başlamış, bu sırada Bay (O), Türk
vatandaşlığı elde etmek isteyen Bayan (Y) ile tanışmış ve taraflar göstermelik bir evlilik
yapmışlardır3. Bu durumu öğrenen Bayan (K), Bay (O) ile Bayan (Y) arasındaki evliliğin;

229
Bay (O) zaten kendisiyle evli olduğu için hükümsüz olduğunu ileri sürmüş ve evliliğin
butlanını talep etmiştir. Mahkeme ise Bayan (K) ve Bay (O) arasında evlenme engeli
bulunduğu için ilk evliliğin hükümsüz olduğunu, bu nedenle Bay (O) ve Bayan (Y)
arasındaki evliliğin ikinci evlilik olarak nitelendirilemeyeceğini belirtmiş, ancak bu
evliliğin vatandaşlık kazanmak amacıyla görünürde yapıldığı gerekçesiyle evliliğin
butlanına karar vermiştir.

1. Mahkemenin ileri sürdüğü gerekçeler ve verdiği karar isabetli midir?


CEVAP: Bayan (K) ile Bay (O) arasında evlenme TMK m. 129/b. 3 uyarınca (Evlât edinen
ile evlâtlığın veya bunlardan biri ile diğerinin altsoyu ve eşi arasında) yasaktır4. Ancak
hükümsüz bir evlilik butlan kararına kadar geçerli bir evliliğin hüküm ve sonuçlarını
doğurur. Bu nedenle Bay (O) ile Bayan (Y) arasındaki evlilik ikinci evlilik olarak
nitelendirilebilecektir6. Eşlerden birinin evlenme sırasında evli bulunması, TMK m.
145/b. 1 uyarınca mutlak butlan sebeplerindendir. İlgililer bu evliliğin butlanını talep
edebilir. Somut olayda Bayan (K) ilgili sıfatını taşıyacağı için ikinci evliliğin butlanını
sağlamak amacıyla mahkemeye başvurması isabetlidir.

Mutlak butlan sebepleri kanunda sınırlı olarak sayılmıştır7. Vatandaşlık kazanmak amaçlı
görünürde yapılan evlilikler ise bu sebeplerden biri değildir. Bu nedenle mahkemenin
evliliğin görünürde olmasına dayanarak butlan kararı vermesi isabetli değildir. Bu
evlilikler doktrinde calî ya da muvazaalı evlilik olarak adlandırılmaktadır. Baskın fikir,
Türk Vatandaşlık Kanunu’nun 16. maddesinde yapılan değişikliğe kadar böyle evlenmeler
yoluyla vatandaşlığın kazanılması hakkının kötüye kullanıldığını, dolayısıyla vatandaşlığın
kazanılamadığını kabul etmekteydi. Ancak Türk Vatandaşlık Kanunu’nun 16. maddesi,
evlenmeyle vatandaşlığın doğrudan kazanılmasını engelleyici şekilde değiştirilmiştir.

OLAY III
Bayan (K) ile eşi Bay (E) evin mutfağını tamamen yenilemeye karar vermiş ve birden
fazla beyaz eşya mağazası gezmişlerdir. Bayan (K) gezdikleri mağazalar arasında en çok
satıcı Bay (S)’nin mağazasındaki eşyaları beğenmiş ve ertesi gün oraya giderek seçtiği
tüm eşyaları bedelini daha sonra ödemek üzere 60.000 TL karşılığında Bay (S)’den satın
almıştır. Eşi Bay (E)’nin de bu ürünleri tercih ettiğini belirtmiştir. Ancak aslında Bay (E),
Bay (S)’nin ürünlerinin bedellerini çok yüksek bulmuştur. Bayan (K)’nin satış bedelini
ödeyememesi üzerine Bay (S), Bay (E)’ye başvurmuştur. Bay (E) ise kendisinin bu
işlemden haberi olmadığını ve rıza göstermediği bir işlem için kendisine
başvurulamayacağını ileri sürmüştür.

230
1. Bay (S), satış bedelinin ödenmesinden Bay (E)’yi sorumlu tutabilir mi? Bay
(E)’nin ileri sürdüğü iddiaları değerlendirerek cevaplayınız.
CEVAP: TMK m. 188 / f. 2’nin mefhumu muhalifinden anlaşıldığı üzere eşlerin sürekli
ihtiyaçlar dışındaki ihtiyaçları için evlilik birliğini birlikte temsil etmeleri aranmaktadır11.
Olayda tüm beyaz eşya takımını değiştirmek sürekli ihtiyaçların ötesindedir12. Eşlerden
biri, diğer eşin rızasını almadan sürekli ihtiyaçlar dışındaki ihtiyaçlara ilişkin bir işlem
yapmışsa işlemi yapan eş, işlemin diğer tarafı olan üçüncü kişiye karşı kişisel olarak
sorumludur (TMK m. 189/f. 2, c. 1)13. Ancak, kanun koyucu müteselsil sorumluluğun
yerini kişisel sorumluluğa bırakmasını üçüncü kişi lehine sınırlamıştır. 14. TMK m. 189/f.
2, c. 2 uyarınca “Ancak, temsil yetkisinin üçüncü kişilerce anlaşılamayacak şekilde
aşılması hâlinde eşler müteselsilen sorumludurlar.” Olayda Bay (S)’nin, yetki aşımını
bilmediği ve bilmesinin beklenemeyeceği (iyiniyetli olduğu15) kabul edilebileceği için bu
hükme dayanarak Bay (E)’yi de satış bedelinden sorumlu tutabilecektir.

OLAY IV
Bayan (K) ile Bay (E) 10.07.2018 tarihinde boşanmışlardır. Boşandıktan sonra Bay (B) ile
görüşmeye başlayan Bayan (K), 15.02.2019 tarihinde (Ç)’yi dünyaya getirmiş, nüfus
kütüğüne baba olarak Bay (B) yazılmıştır. Durumu öğrenen Bay (E), (Ç)’nin kendi çocuğu
olduğu iddiasıyla mahkemeye başvurmayı düşünmektedir. Avukat olarak size danışır.

1. Bay (E)’ye hangi davayı açmasını önerirsiniz? Gerekçeli olarak açıklayınız.


CEVAP: TMK m. 285 / f. 1 uyarınca “Evlilik devam ederken veya evliliğin sona
ermesinden başlayarak üçyüz gün içinde doğan çocuğun babası kocadır.” Kanun koyucu
evlilik devam ederken ana rahmine düşen ve evliliğin sona ermesinden itibaren 300 gün
içinde doğan çocuğu babalık karinesine ilişkin hüküm kapsamında düzenlemiş, bu
bağlamda eski kocayla çocuğun soybağının kurulduğunu kabul etmiştir17. Somut olayda
evlilik 10.07.2018 tarihinde sona ermiş, (Ç) bu tarihten 220 gün sonra doğduğu için
babalık karinesi nedeniyle Bay (E) ile (Ç) arasında soybağı kurulmuştur. Dolayısıyla
hukuken baba, Bay (E)’dir. Nüfus kaydı kurucu olmadığı için Bay (B), nüfusa kayıt ile
baba hâline gelmez. Bu nedenle Bay (E)’nin açması gereken dava, nüfus kaydının
düzeltilmesi davasıdır.

OLAY V
Pankreas kanseri hastası 30 yaşındaki Bayan (B), gördüğü kemoterapi tedavisinin işlerini
görmesini engellediği iddiasıyla mahkemeye başvurarak kısıtlanma talebinde bulunur. Bu
başvuru üzerine mahkeme kısıtlama kararı vererek eşi Bay (E)’yi vasi olarak tayin eder.

231
Kısıtlama kararı verildikten iki gün sonra Bayan (B) maliki olduğu taşınmazı, Bay (E)’den
habersiz olarak, üç aylığına Bay (K)’ya kiraya verir. Bu işlemi sonradan öğrenen Bay (E)
buna icazet vermediğini açıklar. Bir süre sonra Bayan (B) hakkındaki kısıtlama kararı
kesinleşir ve ilân edilir. İlandan iki gün sonra yakın arkadaşı Bay (A), Bayan (B) ile ivazsız
miras sözleşmesi yapmak suretiyle Bayan (B)’yi mirasçısı olarak atar. Bir süre sonra,
hastalığı boyunca kendisine destek olan yeğeni Bay (Y)’yi Bay (E)’nin izniyle evlât edinen
Bayan (B) ömrünün sonlarında olduğunu düşünerek vasiyetname yaparak bir vakıf
kurar.

1. Bayan (B)’nin a-) Bay (K) ile yaptığı kira sözleşmesinin b-) Bay (A) ile yaptığı
miras sözleşmesinin c-) Bay (Y)’yi evlât edinmesinin d-) Vakıf kurma işleminin
geçerli olup olmadığını inceleyiniz.
CEVAP:
a) Sınırlı ehliyetsiz Bayan (B) ile Bay (K) arasında akdedilen üç aylık kira sözleşmesine
Bay (E)’nin işleme itiraz etmesi herhangi bir hüküm doğurmayacaktır. Bayan (B) sınırlı
ehliyetsiz olsa dahi, onun kısıtlanmasına ve Bay (E)’nin de vasi olarak atanmasına ilişkin
karar işlemin gerçekleştirildiği anda henüz ilân edilmemiştir. Bu bağlamda Bay (K)
kısıtlamayı bilmediği ve bilmesi de gerekmediği için, işlemin geçersizliğine yönelik olarak
iyiniyeti kanun tarafından koruma görecektir. Bu noktada TMK. m. 410 / f. 2 şu şekilde
kaleme alınmıştır:
“Kısıtlama, iyiniyetli üçüncü kişileri ilândan önce etkilemez.”

b) Bay (A) ile sınırlı ehliyetsiz Bayan (B) arasındaki miras sözleşmesi geçerlidir. Somut
olayda ivazsız olduğu belirtilen miras sözleşmesi ile sınırlı ehliyetsiz Bayan (B) sağlararası
ivaz borcu altına girmemiştir. Miras sözleşmesinin karşı tarafı olan kişi sınırlı ehliyetsiz
ise ve sağlararası bir ivaz borcu altına girmiyorsa bir karşılıksız kazandırma söz konusu
olduğu için bu işlem yasal temsilcinin işleme katılmasına gerek olmaksızın sınırlı
ehliyetsiz tarafından tek başına yapılabilecektir.

c) Sınırlı ehliyetsiz Bayan (B)’nin Bay (Y)’yi evlât edinebilmesi için sadece vasinin rızası
değil aynı zamanda vesayet makamının ardından denetim makamının da izni
gerekmektedir. TMK. m. 463 / b. 1 şu şekilde kaleme alınmıştır:

“Aşağıdaki hâllerde vesayet makamının izninden sonra denetim makamının da izni


gereklidir: Vesayet altındaki kişinin evlât edinmesi veya evlât edinilmesi.”

232
(Evlatlık işleminin geçersizliğine ilişkin değerlendirmeler de dikkate alınacaktır.)

d) Sınırlı ehliyetsiz Bayan (B) ayırt etme gücüne sahip ve on beş yaşını doldurmuş bir kişi
olarak vasiyetname yoluyla vakıf kurabilir. Vasiyetname yoluyla vakıf kurma TMK. m.
449 kapsamında yasak işlem olarak değerlendirilemez.

OLAY VI
(Ç) isimli bir kız çocuk sahibi olan Bayan (K) ile Bay (E) 20.09.2018 tarihinde boşanmış
olup, mahkeme tarafından (Ç) Bayan (K)’ya bırakılmıştır. Bir süre sonra Bay (Ü) ile
evlenen Bayan (K) çekeceği kredi için (Ç) ile birlikte paylı mülkiyetinde bulunan
İzmir’deki taşınmazın tamamı üzerinde X Bankası lehine ipotek tesis eder. Bunun üzerine
Bay (E), Bayan (K)’nın yeniden evlenmesi sebebiyle artık (Ç)’nin velisinin kendisi
olduğunu iddia ederek bu işleme icazet vermediğini açıklar.

1. Bay (E)’nin iddiasını değerlendirmek suretiyle X Bankası lehine ipotek tesis


edilmesi işleminin geçerliliğini inceleyiniz. Bu ipotek ailenin geçimini sıkıntıya
sokacak kadar borçlu olan Bay (Ü)’nün bunları kapatmak için çektiği kredi borcu
için aynı taşınmaz üzerinde tesis edilmiş olsaydı vereceğiniz cevapta herhangi bir
değişiklik olur muydu?
CEVAP: Bay (E)’nin “(Ç)’nin velâyetinin kendisinde bulunduğuna” dair iddiasını
değerlendirmek için somut olayda velayeti kimin haiz olduğunu tespit etmek
gerekmektedir. Somut olayda boşanma davası sonucunda (Ç) Bayan (K)’ya bırakılmıştır.
Bu hususta TMK. m. 336 / f. son şu şekilde kaleme alınmıştır:

“Velâyet, ana ve babadan birinin ölümü hâlinde sağ kalana, boşanmada ise çocuk
kendisine bırakılan tarafa aittir.”

Bu düzenleme çerçevesinde velayetin Bayan (K)’ya ait olduğu tespit edilebilecektir. Bu


noktada Bayan (K)’nın yeniden evlenmiş olması tek başına velayetin Bayan (K)’dan
alınmasına sebebiyet vermez. Yeniden evlenmenin velayete etkisine dair ilgili kanun
hükmü şu şekilde kaleme alınmıştır:

“Velâyete sahip ana veya babanın yeniden evlenmesi, velâyetin kaldırılmasını


gerektirmez. Ancak, çocuğun menfaati gerektirdiğinde velâyet sahibi değiştirilebileceği
gibi, durum ve koşullara göre velâyet kaldırılarak çocuğa vasi de atanabilir.”

233
Somut olayda velayetin Bayan (K)’dan alındığına ve Bay (E)’ye verildiğine dair herhangi
bilgi söz konusu olmadığı için evlenmenin (Ç)’nin velayetine herhangi bir etkisinin
bulunmadığı tespit edilecektir. Bu bağlamda Bay (E)’nin velayete ilişkin iddiası isabetli
olmayacaktır.

Somut olayda Bayan (K), kendi çektiği kredi için (Ç) ile birlikte malik oldukları
taşınmazın tamamı üzerinde ipotek tesisi geçersizdir. Bunun temel sebebi ise söz konusu
işlemin TMK. m. 345’e aykırı yapılmış olmasıdır. Anılan düzenleme şu şekilde kaleme
alınmıştır:

“Çocuk ile ana veya baba arasında ya da ana ve babanın menfaatine olarak çocuk ile
üçüncü kişi arasında yapılacak bir hukukî işlemle çocuğun borç altına girebilmesi, bir
kayyımın katılmasına ve hâkimin onayına bağlıdır.”

Somut olayda ipotek işleminin geçerli olabilmesi için hem küçüğe kayyım atanması hem
de -tamamlayıcı bir olgu olarak- hâkimin onayının alınması gerekmektedir. Somut olayda
buna uyulmadığı için ipotek işlemi geçersizdir.

Bay (Ü) için çekilen krediye teminat sağlamak amacıyla ilgili taşınmazın rehnedilmesi
durumunda esasen TMK. m. 345’in temelinde yatan çocuğun bizzat ebeveynleriyle
arasında olan ilişkilerinde korunması durumu söz konusu olmadığından bu işlem
açısından sadece TMK. m. 426 / b. 2 çerçevesinde temsil kayyımının atanması yeterli
olacak ayrıca hâkimin onayına gerek olmayacaktır18. TBK. m. 426 / b. 2 şu şekilde
kaleme alınmıştır:

“Vesayet makamı, aşağıda yazılı olan veya kanunda gösterilen diğer hâllerde ilgilisinin
isteği üzerine veya re'sen temsil kayyımı atar: Bir işte yasal temsilcinin menfaati ile
küçüğün veya kısıtlının menfaati çatışıyorsa.

MEDENİ HUKUK / TEK / FİNAL / 19’-20’

OLAY I
Bay (A) İstanbul’da Kadıköy ilçesinde bir dükkânın sahibidir. Bay (A) 1 Nisan 2015
tarihinde bu dükkânı Bayan (B)’ye kiralamıştır. 1 Şubat 2016 tarihinde Bay (A) ile Bay
(C), Bay (A)’nın sahip olduğu dükkânı bir üçüncü kişiye satması hâlinde Bay (C)’nin tek

234
taraflı olarak dükkânın alıcısı olabilmesi konusunda anlaşmışlardır. Kendine yeni bir
işyeri açmak isteyen Bay (A), 3 Mart 2017 tarihinde (G) Bankasından 100.000 TL kredi
kullanmıştır. Bay (A) ile (G) Bankası; Bay (A)’ya ait dükkânın söz konusu kredinin
teminatı olmasını, süresinde Bay (A)’nın krediyi geri ödeyememesi hâlinde (G)
Bankasının dükkânı paraya çevirterek, elde edilen meblağdan alacağını öncelikle tahsil
edebilmesini kararlaştırmışlardır. Daha sonra bu anlaşmaya ilişkin gerekli işlemler
dükkânın kayıtlı olduğu tapu müdürlüğünde gerçekleştirilmiştir.

1. Olayda adı geçen kişilerin İstanbul Kadıköy ilçesinde bulunan dükkân ile ilgili
sahip oldukları hakları tespit ederek; tespit ettiğiniz her bir hakkın ileri
sürülebilecek kişiler açısından niteliğini, etkilerinin güçlendirilmesinin mümkün
olup olmadığını; bağımsız veya bağlı hak olup olmadıklarını; devredilebilir olup
olmadıklarını belirtiniz. (15 Puan)
CEVAP: Dükkânın sahibi olan Bay A dükkân üzerinde mülkiyet hakkına sahiptir. Aynî
hak olan mülkiyet hakkı, mutlak hak olup herkese karşı ileri sürülebilir. Mülkiyet hakkı
bağımsız bir haktır ve Mülkiyet hakkı devredilebilir bir haktır.
1 Nisan 2015 tarihinde kurulan kira sözleşmesi ile Bayan B dükkânın kullanımına ilişkin
alacak hakkı elde etmiştir. Kira sözleşmesinden doğan alacak hakkı, nisbi (kişisel) hak
niteliğindedir ve yalnızca sözleşmenin diğer tarafına karşı ileri sürülebilir. Kira
sözleşmesinden doğan alacak hakkı, tapu kütüğüne şerh verilerek etkisi güçlendirilebilir.
Bu kullanım hakkı, tapuya şerh verildiği takdirde taşınmazı devralan üçüncü kişilere
karşı da ileri sürülebilir. Kira sözleşmesinden doğan bu alacak hakkı, bağımsız bir haktır
ve Kira sözleşmesinden doğan hak başkasına devredilebilir niteliktedir.

Bay A ile Bay C arasındaki önalım anlaşması ile Bay C lehine önalım hakkı tanınmıştır.
Yenilik doğuran bir haktır olan önalım hakkı nisbi haktır ve sadece sözleşmenin diğer
tarafına karşı ileri sürülebilir. Tapuya şerh verilerek etkisi güçlendirilebilir ve böylelikle
üçüncü kişilere de ileri sürülebilir hale gelir. Sözleşmeden doğan bu önalım hakkı,
bağımsız bir haktır. Aksine anlaşma olmadıkça devredilemez. Ancak taraflar aralarında
önalım hakkının devredilebileceğini kararlaştırabilirler.

G Bankasının, Bay A’nın kredi borcunu dükkân ile teminat altına alması ve tarafların,
borç ödenmediği takdirde G Bankasına taşınmazı paraya çevirme yetkisinin verilmesi
hususunda anlaşmaları, taşınmaz üzerinde G Bankası lehine rehin hakkı tesis edildiğini
gösterir. Aynî hak olan rehin hakkı mutlak hak olup, herkese karşı ileri sürülebilir. Rehin

235
hakkı, alacağa bağlı bir haktır. Rehin hakkı bağımsız olarak devredilemez. Ancak teminat
altına aldığı alacağın devri ile rehin hakkı yeni alacaklıya geçmiş olur.

OLAY II
(A) Gazetesinde 20 yıldan beri çalışan Bayan (B), bu süre boyunca (A) Gazetesinde
yaşadıklarını anı tarzında kaleme almıştır. Bir gün Bayan (B)’nin ziyaretine gelen
yayınevi sahibi arkadaşı Bay (C), bu anıların yazılı olduğu defteri görmüş, Bayan (B)’nin
dalgınlığından yararlanarak, anıların yazılı olduğu bu defteri çalmıştır. Bay (C), aradan 1
ay geçtikten sonra Bayan (B)’nin haberi olmadan onun adını kullanarak bu anıları içeren
bir kitap yayımlamıştır. Kitabın içeriği kamuoyunda büyük tartışmalara yol açmış ve
birçok çevre kitabın içeriğinden dolayı Bayan (B)’ye ağır eleştirilerde bulunmuştur. Aynı
dönemde (A) Gazetesi, Bayan (B) ile olan hizmet sözleşmesini feshetmiş, 1 yıl boyunca
işsiz kalan Bayan (B) 240.000 TL gelir kaybına uğramıştır. Buna karşılık kitabın
satışından Bay (C) 500.000 TL kazanç elde etmiştir.

1. Bay (C)’nin, Bayan (B)’nin anılarını içeren defteri çalmasına ve haberi olmadan
yayımlamasına karşı Bayan (B)’nin başvurabileceği hangi hukukî imkânlar
bulunmaktadır ve bu çerçevede Bayan (B), Bay (C)’den hangi taleplerde
bulunabilir? (20 Puan)
CEVAP: Kişinin anıları ve bunların yer aldığı anı defteri, kişinin gizlilik alanına dahildir.
Dolayısıyla kişilik hakkına dahil ve korunması gereken kişisel varlıklardandır. Bay
(C)’nin, Bayan (B)’nin anı defterini çalması ve rızası olmadan yayımlaması, Bayan (B)’nin
kişilik hakkının ihlâl edilmesi anlamına gelir. Kişilik hakkının ihlâl edilmesi halinde
açılabilecek davalar şunlardır:
• Durdurma: Bayan (B), kendisinin rızası olmadan yayımlanan kitabın yayımımın
durdurulmasını talep edebilir.
• Önleme: Kitabın basımının tekrar başlaması söz konusu ise, Bayan (B), bunu
engellemek için, önleme davası açabilir.
• Hukuka aykırılığın tespiti: Bayan (B), hukuka aykırılığın tespiti davası açarak,
kişilik hakkına yapılan müdahalenin tespit edilmesini talep edebilir. Ayrıca kararın
(ilgili) üçüncü kişilere bildirilmesini veya ilan edilmesini de talep edebilir.
• Maddi tazminat: Bayan (B)’nin, kitabın yayımlanması sebebiyle, çalıştığı gazete ile
olan hizmet sözleşmesi feshedilmiş ve kendisi 1 yıl boyunca işsiz kalarak 240.000
TL gelir kaybına uğramıştır. Bu sebeple Bayan (B), kitabı yayımlayan Bay (C)’ye
karşı maddi tazminat davası açarak uğradığı 240.000 TL’lik kazanç kaybını
kendisinden talep edebilir.

236
• Manevi tazminat: Kişilik hakkı ihlal edilerek kitabın yayımlanması sebebiyle
Bayan (B), ağır eleştirilere maruz kalmış ve işten çıkarılmıştır. Bayan (B), meydana
gelen bu bu olaylar sebebiyle duyduğu elem ve ıstırabın giderilmesi için Bay
(C)’den manevi tazminat olarak bir miktar para talep edebilir.
• Vekaletsiz iş görmeden doğan davalar: Bay (C), Bayan (B)’nin rızası olmadan anı
defterini yayımlamış ve kitabın satışından 500.000 TL kazanç elde etmiştir. Bayan
(B), kendisinin elde etmeye niyetli olmadığı, ancak Bay (C) tarafından elde edilen
bu kazancı, vekaletsiz iş görme davası açarak talep edebilir.

OLAY III
17 yaşındaki Bay (A), kendisini 19 yaşında gösteren sahte bir T.C. Kimlik Kartı
düzenlemiştir. Ardından bu kimlik kartını kullanarak, iyiniyetli Bay (B)’den 2.000 TL’ye
bir bisiklet satın almıştır. Bay (A) ile Bay (B), 2.000 TL bisiklet bedelinin 1 ay sonra
ödeneceğini kararlaştırmışlar ve bu anlaşmalarını içeren bir sözleşme kaleme alarak
imzalamışlardır. Arkadaşlarının düzenlediği yılbaşı partisine giden Bay (A) çok fazla
miktarda alkollü içecek tüketmiş, bu hâlde aldığı bisikletle eve dönerken kaza yapmıştır.
Kaza sonrası bisiklet kullanılamaz hâle gelmiştir.

1. Bay (A) ile Bay (B)’nin bisiklet satışına ilişkin kurdukları sözleşme geçerli midir?
Bu sözleşmenin kurulması sırasında Bay (A)’nın düzenlediği sahte kimlik belgesi
ile kendini ergin göstermesinin bir etkisi var mıdır? (20 Puan)
CEVAP: Bay (A), ergin olmadığı için sınırlı ehliyetsizdir. Sınırlı ehliyetsizler, yasal
temsilcilerinin izin veya icazeti olmadan, kendilerini borçlandırıcı işlemleri tek başlarına
yapamazlar. Olayda Bay (A)’nın, sözleşme ile 2.000 TL’lik borçlandırıcı işlem yapması söz
konusudur. Bay (A)’nın yasal temsilcisinin rızası olmadan yapılan bu işlem askıda
hükümsüzdür. Yasal temsilcinin sonradan icazet vermemesi halinde ise geçersiz
olacaktır.

Bay (A)’nın kendisini tam ehliyetli göstermesi ve Bay (B)’nin iyiniyetli olması bu durumu
değiştirmez. Ehliyet eksikliğine karşı iyiniyet korunmuş değildir.

Sınırlı ehliyetsiz Bay (A)’nın, karşı tarafı fiil ehliyetine sahip olduğu konusunda aldatması
haksız fiil oluşturur. Sınırlı ehliyetsizler işledikleri haksız fiillerden sorumludurlar. Olayda
Bay (A), Bay (B)’yi, kendisinin 19 yaşında yani tam ehliyetli olduğu konusunda
aldatmıştır. Ayrıca bisikleti de kullanılamayacak hâle getirmiştir. Bu sebeple, bisikletin

237
değeri olan 2.000 TL’yi Bay (B)’ye ödeyerek onun uğradığı zararı tazmin etmekle
yükümlüdür (MK. m. 452/ II).

OLAY IV
Bayan (A) ile Bay (B) 2010 yılında evlenmişler ve İstanbul’da birlikte yaşamaya
başlamışlardır. 2013 yılında Bay (B)’nin çalıştığı inşaat şirketi Bay (B)’yi Antalya’da bir
otelin inşaatını yürütmesi için görevlendirmiştir. Antalya’da yaşamaya başlayan Bay (B)
bir süre sonra Bayan (C) ile tanışmış, ardından Bay (B) elde ettiği sahte nüfus belgeleriyle
Bayan (C) ile evlenmiştir. Bu evliliğin üzerinden bir yıl geçtikten sonra Bayan (C) ile Bay
(B)’nin bir çocukları dünyaya gelmiştir.

1. Bayan (C) ile Bay (B)’nin yaptıkları evliliğin hukukî durumu nedir? Bu evlilik
devam ederken Bayan (A) ile Bay (B)’nin boşanmasının herhangi bir hukukî etkisi
olur mu? (10 Puan)
CEVAP: Taraflardan birinin evlenme sırasında evli bulunması halinde yapılan
evlenmenin mutlak butlanla batıldır. Bay (B) 2010 yılından bu yana Bayan (A) ile evli
olduğundan ve bu evlenme herhangi bir nedenle sona ermiş bulunmadığından, Bayan (C)
ile yaptığı evlilik mutlak butlanla batıldır.
Cumhuriyet savcısı ve ilgisi olan herkes tarafından mutlak butlan davası açılarak evlilik
iptal ettirilebilir.

İkinci evlilik hakkında butlan kararı verilmeden önce ilk evliliğin boşanma ile sona ermesi
halinde Bayan (C)’nin iyi niyetli olup olmadığı önem taşır. Medeni Kanun m. 148/3
uyarınca butlan kararı verilmeden önce Bay (B)’nin önceki evliliği sona ermişse ve Bayan
(C) iyi niyetli ise, bu halde artık Bay (B) ile Bayan (C)’nin evlilikleri bakımından
evlenmenin butlanına karar verilemez.

2. Bayan (C) ile Bay (B)’nin dünyaya gelen çocuklarının soybağı durumu nedir? Bay
(B)’nin Bayan (A) ile olan evliliği devam ederken, Bayan (C) ile evlenmesinin
çocuğun soybağı durumu açısından bir etkisi olur mu? (10 Puan)
CEVAP: Dünyaya gelen çocuk ile annesi Bayan (C) arasında doğum ile soybağı kurulur.
Çocuk evlilik içinde doğar ya da evlilik içinde ana rahmine düşerse babalık açısından da
babalık karinesi uyarınca koca ile soybağı kurulmuş olur. Olayda Bay (B)’nin Bayan (A)
ile evli iken Bayan (C) ile evlenmesi nedeniyle ikinci evliliği mutlak butlan ile batıldır.
Ancak mahkemece butlanına karar verilen bir evlilikten doğan çocuklar, ana ve baba
iyiniyetli olmasalar bile, evlilik içinde doğmuş sayılır.

238
OLAY V
Bayan (A) ile Bay (B) 2008 yılında evlenmişlerdir. Bayan (A) diş hekimi, Bay (B) ise
avukattır. Bayan (A) ile Bay (B) evlenirken ve evlilik boyunca herhangi bir mal rejimi
sözleşmesi kurmamışlardır.

Evlendikleri sırada herhangi bir malvarlığı değeri bulunmayan Bayan (A)’ya, babasının
2010 yılında ölmesi üzerine 600.000 TL miras kalmıştır. Bayan (A) bu para ile bir dükkân
almış ve bu dükkânı aylık 5.000 TL bedelle kiraya vermiştir. 2012 yılında, Bayan (A)
çalışması sonucu biriktirdiği para ile 100.000 TL bedelle bir otomobil almıştır. Bayan (A),
2013 yılında bir trafik kazası geçirmiş, bu kaza sonrası 6 ay çalışamamıştır. Bayan (A) bu
kazanın sorumlularından 6 ay çalışamadığı için 100.000 TL maddî tazminat ve 50.000 TL
manevî tazminat almıştır. Belirtilenler dışında 2014 yılında Bayan (A)’nın bankada
200.000 TL tutarında parası bulunmaktadır ve bu paranın tamamı sahip olduğu
dükkânın kira gelirlerinden oluşmaktadır.

Evlendikleri sırada Bay (B)’nin 500.000 TL değerinde bir dairesi mevcuttur ve Bay (B) bu
daireyi avukatlık bürosu olarak kullanmaktadır. Bay (B), 2011 yılında kazandığı bir dava
sonucunda 250.000 TL kazanç elde etmiştir. Elde ettiği bu kazanç ile avukatlık bürosu
olarak kullandığı daireyi yenilemiş ve yeni hâliyle dairenin değeri 750.000 TL’ye
yükselmiştir. 2014 yılının Şubat ayında Bay (B), eşi Bayan (A)’nın karşı çıkmasına rağmen
malî açıdan zor günler yaşayan kardeşi Bay (K)’ya 300.000 TL bağışlamıştır. Bay (B),
bağışladığı bu parayı 2010’dan itibaren çalışması karşılığı elde ettiği gelirden
biriktirmiştir. 2014 yılında Bay (B)’nin avukatlık bürosu olarak kullandığı dairenin değeri
1.200.000 TL’ye yükselmiştir.

Bayan (A) ile Bay (B) 2014 yılının Nisan ayında açtıkları dava sonucunda aynı yılın
Haziran ayında boşanmışlardır.

SORULAR
1. Bayan (A) ile Bay (B) arasındaki mal rejiminin tasfiyesi sonucunda hangi eş
diğerinden ne miktarda katılma alacağı talep edebilir? (15 Puan)
CEVAP:
Bayan (A) ile Bay (B) arasındaki evlilik edinilmiş mallara katılma rejimine tâbidir.
Bayan A’nın malvarlığı değerleri bakımından değerlendirme:
• Bayan A’ya 2010 yılında babasından miras kalan 600.000 TL kişisel maldır ve
bununla alınan dükkân kişisel mal yerine geçen değer olarak kişisel maldır.

239
• Kişisel mal olan dükkândan elde edilen gelir edinilmiş maldır. Bankadaki 200.000
TL’nin tamamı bu gelirden oluştuğundan edinilmiş mal olarak kabul edilecektir.
• Bayan A’nın 2012 yılında çalışması sonucu aldığı 100.000 TL değerindeki otomobil
edinilmiş mal niteliğindedir.
• Bayan A’nın 6 ay çalışamaması sonucu aldığı 100.000 TL’lik maddi tazminat
edinilmiş maldır. 50.000 TL’lik manevi tazminat kişisel maldır.

Bay B’nin malvarlığı değerleri bakımından değerlendirme:


• Bay B’nin evlendiği sırada sahip olduğu 500.000 TL değerindeki daire kişisel mal
niteliğindedir.
• Bay B’nin daireyi yenilerken kullandığı 250.000 TL’lik tutar çalışması karşılığı elde
edildiğinden edinilmiş maldır. Edinilmiş maldan kişisel mala yapılan bu katkı
kişisel mallar lehine 1/3 oranında denkleştirmeye tâbi olacaktır. Tasfiye zamanında
dairenin değeri 1.200.000 TL olduğundan denkleştirmeye tabi olacak tutar da
bunun 1/3’ü yani 400.000 TL olacaktır.
• 2014 yılında Bay B’nin kardeşi Bay K’ya yaptığı 300.000 TL’lik bağış eklenecek
değer niteliğindedir.

Yukarıdaki bilgiler ışığında;


• Bayan A’nın artık değer hesabı: 200.000 (EM) + 100.000 (EM) + 100.000 (EM)
= 400.000 TL
TMK m. 236/2 hükmü gereğince Bay B, Bayan A’ya ait 400.000 TL tutarındaki artık
değerin yarısı üzerinde hak sahibidir ki bu da 200.000 TL yapar.

• Bay B’nin artık değer hesabı: 400.000 (DA) + 300.000 (ED) = 700.000 TL
TMK m. 236/2 hükmü gereğince Bayan A, Bay B’ye ait 700.000 TL tutarındaki artık
değerin yarısı üzerinde hak sahibidir ki bu da 350.000 TL yapar.

TMK m. 236/1 hükmü gereğince her bir eş, diğer eşe ait artık değerin yarısı üzerinde hak
sahibi olur ve bu alacaklar takas edilir. Buna göre Bayan A, 150.000 TL’lik katılma
alacağına sahiptir.

2. Yukarıdaki olayda belirtilenler yanında, 2011 yılında Bayan (A), evlilik sonrası
çalışması karşılığında kazandığı gelirden biriktirdiği 300.000 TL’ye, Bay (B)’nin
kendisine verdiği 100.000 TL’yi eklemek suretiyle 400.000 TL’ye bir arsa satın
almıştır. Bay (B)’nin Bayan (A)’ya verdiği 100.000 TL, Bay (B)’ye annesinden miras

240
kalmıştır. Bu arsanın değeri 2014 yılında 800.000 TL’ye yükselmiştir. Olaydaki
verilere ilaveten gerçekleşen bu durum nedeniyle mal rejiminin tasfiyesi sırasında
Bay (B), Bayan (A)’dan herhangi bir talepte bulunabilir mi? Bulunabilirse bunun
miktarı nedir? Bayan (A)’nın ayrıca bu arsanın sahibi olması ve Bay (B)’nin Bayan
(A)’ya karşı bir talepte bulunabilmesi, 1. sorunun cevabı olarak hesaplanan katılma
alacağının miktarında değişiklik yapar mı? (10 Puan)
CEVAP: Bu ihtimalde Bay B 100.000 TL’lik kişisel malıyla Bayan A’nın 400.000 TL
değerinde arsayı edinmesine karşılık almaksızın katkı sağlamıştır. Eşlerden birinin
diğerine ait bir malın edinilmesine, iyileştirilmesine veya korunmasına karşılık
almaksızın yaptığı katkı değer artış payı alacağı oluştur. Yapılan katkının oranı 1/4’tür.
Arsanın 2014 yılındaki değeri 800.000 TL olduğundan talep edilebilecek değer artış payı
miktarı da 200.000 TL olacaktır.

Bayan A’nın evlilik sonrasındaki çalışmasıyla kazandığı gelir edinilmiş maldır. Bunu
kullanarak aldığı arsa (edinilmiş mal yerine geçen değer olarak) edinilmiş maldır. Bay
B’nin miras yoluyla sahip olduğu 100.000 TL ve bunu kullanarak elde ettiği değer artış
payı alacağı kişisel maldır. Bu kişisel mal katılma alacağının hesaplanmasında dikkate
alınmayacağı için Bay B’nin artık değerinde bir değişiklik olmayacaktır. Bayan A
açısından ise üst soruda belirlenen 400.000 TL’ye arsanın değeri olan 800.000 TL
eklenecek ve 200.000 TL değerindeki değer artış borcu da bulunan toplam değerden
indirilecektir. Bu durumda ulaşılacak sonuç 1.000.000 TL olacak ve Bay B 500.000 TL
üzerinde hak sahibi olacaktır. Takas işlemi yapıldığında ise nihai olarak Bay B lehine
150.000 TL’lik bir katılma alacağından söz edilecektir.

MEDENİ HUKUK / ÇİFT / FİNAL / 19’-20’

OLAY I
(A) sahibi olduğu zeytinlikteki zeytinlerin satışı konusunda (B) şirketi ile müzakere eder.
Yapılan müzakerelerde (B) şirketi zeytinlerin teslim edilmemesi durumunda zararının
karşılanması için güvence talep eder. (A), zeytinliğin değeri ile sınırlı olmak üzere (B)
şirketi lehine bir hak tesis eder. Tarafların yaptıkları sözleşmeye göre (A), zeytinleri
12.12.2019 tarihinde teslim edecektir. (A) 21.11.2019 tarihinde zeytinliği (C)’ye devreder.
(B) şirketi yetkilileri 14.12.2019 tarihinde, (C)’ye zeytinleri teslim etmesi gerektiği, aksi
takdirde zeytinliğin satılması suretiyle zararlarını karşılayacakları konularını içeren bir
ihtarname gönderir.

241
1. (C) zeytinliği satın aldığını, (A)’nın (B) ile yapmış olduğu sözleşmenin ise kendisi
yönünden geçerliliğinin olmadığını iddia eder. (C)’nin iddiası yerinde midir? (20
Puan)

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: (C)’nin, (A)’nın (B) ile yapmış
olduğu sözleşmenin kendisi yönünden geçerliliğinin olmadığı iddiası incelenmesi gereken
hukuki sorunu oluşturur.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m. 839, TMK m. 849.

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 839 uyarınca,


taşınmaz yükü, bir taşınmazın malikini yalnız o taşınmazla sorumlu olmak üzere diğer
bir kimseye bir şey vermek veya yapmakla yükümlü kılar. Hak sahibi olarak bir başka
taşınmazın maliki de gösterilebilir. Taşınmaz yükü iki unsurdan oluşur. İlk unsur bir
verme ya da yapma borcunun varlığıdır. Taşınmaz yükünde, bir taşınmazın maliki, sahip
olduğu taşınmazın ekonomik niteliğinden doğan veya yararlanan kişinin taşınmazının
ekonomik ihtiyaçlarını karşılayan bir şeyi yapma veya verme borcu altına girmiştir.
Yapma veya verme borcunun borçlusu üzerinde taşınmaz yükünün bulunduğu
taşınmazın malikidir. Üzerinde taşınmaz yükü olan taşınmaza kim malik ise söz konusu
borcu o yerine getirir. Bu anlamda eşyaya bağlı bir borç söz konusudur. İkinci unsur ise
bu verme ve yapma borcunun ifasının taşınmazın değeri ile güvence altına alınmasıdır.
Bu borç yerine getirilmediği takdirde taşınmaz yükü sahibi yüklü taşınmazın paraya
çevrilmesini sağlayarak alacağını elde edebilir. Bu unsur taşınmaz yüküne ayni hak
niteliği kazandırır. Zira bu durumda rehin hakkında olduğu gibi taşınmaz yükü sahibi
malikin aracılığına gerek duymaksızın yüklü taşınmazı paraya çevirebilir. Buna göre
taşınmaz yükü sahibi eşya üzerinde doğrudan doğruya hakimiyet elde eder. Borcun hiç
veya gereği gibi ifa edilmemesi durumunda taşınmaz yükü sahibi yüklü taşınmazı icra
yoluyla paraya çevirterek borcun yerine getirilmemesi sebebiyle uğradığı zararların
karşılanmasını sağlar. Bu durumda taşınmaz yükü verme ya da yapma şeklindeki bir
alacak hakkı ile bu hakkı güvence altına alan ayni teminat hakkından oluşur. Taşınmaz
yükünde sorumluluk taşınmazın değeri ile sınırlıdır, bu itibarla malikin diğer malvarlığı
değerlerine başvurulamaz.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda zeytinlerin satışına ilişkin sözleşme ile (A) verme
borcu üstlenmiştir. (B) şirketi lehine tesis edilen hak taşınmaz yükünün unsurlarını taşır.
(B) şirketi zeytinlerin teslim edilmemesi hâlinde zeytinliğin paraya çevrilmesi suretiyle

242
zararlarının giderilmesini sağlayabilir. Zeytinlerin verilmesi borcunun borçlusu, taşınmaz
yükünde eşyaya bağlı borç ilişkisi bulunduğundan taşınmazın malikidir. Buna göre
(A)’nın zeytinliği 21.11.2019 tarihinde zeytinliği (C)’ye devretmesinden sonra (C)’nin
zeytinleri teslim borcu söz konusu olur. Sonuç olarak 14.12.2019 tarihinde (B) şirketi
yetkililerinin (C)’yi zeytinlerin teslim edilmesi gerektiği, aksi takdirde zeytinliğin satılması
suretiyle zararlarını karşılayabilecekleri yönünde ihtar etmesi haklıdır. Buna karşılık
(C)’nin kendisinin zeytinliği yeni devraldığından (B) ile yapılmış olan sözleşmenin
kendisini bağlamayacağı yönündeki iddiası isabetsizdir. Zira burada nisbi bir hak söz
konusu değildir. Taşınmaz yükü ayni haklar kategorisine girer.

OLAY II
(B) yurt dışında eğitim görmek üzere (D) derneğinden burs kazanır. Burs
taahhütnamesine göre, bursiyerlerin eğitimlerini tamamlayamaması durumunda
ödemeler faizi ile geri ödenecektir. Taahhütnamede, geri ödemenin kefil tarafından
güvence altına alınacağı da yazılıdır. (B)’nin babası (A) işsiz olduğundan kefaletinin kabul
edilmeyeceğini düşünür ve sosyal medyada ürettiği içeriklerden gelir sağlayan on altı
yaşındaki kızı (C) adına kefalet sözleşmesi imzalar.

1. (B) derslerinden başarılı olamayınca eğitimini yarıda bırakır. (D) derneği


yetkilileri (C)’den (B)’ye yapılmış olan ödemelerin iadesini talep eder. (C)’nin
ödeme talebine karşı başvurabileceği hukuki bir imkân var mıdır? Cevabınız
olumlu ise nasıl, olumsuz ise niçin? (15 Puan)

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: (A) tarafından imzalanan kefalet


sözleşmesine dayalı olarak kendisinden ödeme talep edilen (C)’nin bu talebe karşı
başvurabileceği hukuki bir imkânın bulunup bulunmadığı incelenmesi gereken hukuki
sorunu oluşturur.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m. 16 f. 1, TMK m. 342 f. 3, TMK m. 449

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 16 f. 1 uyarınca, ayırt


etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar, yasal temsilcilerinin rızası olmadıkça, kendi
işlemleriyle borç altına giremezler. Karşılıksız kazanmada ve kişiye sıkı sıkıya bağlı
hakları kullanmada bu rıza gerekli değildir. Görüldüğü üzere, TMK m. 16 hükmüne göre
sınırlı ehliyetsizler kendilerini borç altına girdiren işlemleri ancak yasal temsilcilerinin

243
rızası ile yapabilir. Bazı işlemleri ise ne yasal temsilcinin rızasıyla sınırlı ehliyetsiz, ne de
onun adına yasal temsilcisi yapabilir.

TMK m. 342 f. 3 uyarınca, vesayet makamlarının iznine bağlı hususlar dışında kısıtlıların
temsiline ilişkin hükümler velâyetteki temsilde de uygulanır.

TMK m. 449 yasak işlemler madde başlığıyla düzenleme getirir. Hüküm uyarınca, vesayet
altındaki kişi adına kefil olmak, vakıf kurmak ve önemli bağışlarda bulunmak yasaktır.
TMK m. 449 hükmünde sayılan işlemlerden bir tanesi de kefalettir. (TMK m. 449
hükmünde vesayet altındaki kişinin kefil olarak yer aldığı kefalet sözleşmesi yasak
işlemler arasında sayılmıştır. Buna karşılık kişinin alacaklı tarafında bulunduğu kefalet
sözleşmeleri yasak kapsamında değerlendirilmez. TMK m. 449 hükmüne aykırı olarak
yapılan hukuki işlemler kesin hükümsüzdür. Bu itibarla vesayet altındaki kişinin fiil
ehliyetini tamamen kazanmasından sonra vereceği icazet, işlemi geçerli kılmaz. Bu
açıklamalar TMK m. 342 f. 3 hükmünde kısıtlıların temsiline ilişkin kuralların velayetteki
temsile de uygulanacağı düzenlendiğinden velayet altındaki küçüğün yaptığı veya onun
adına yapılacak kefalet sözleşmeleri bakımından da geçerlidir.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda 16 yaşındaki (C) sınırlı ehliyetsizdir. Bu sebeple
ne kendisi ne de onun adına yasal temsilcisi kefil sıfatı ile kefalet sözleşmesi yapabilir. Bu
bakımdan (A)’nın (C) adına yaptığı kefalet sözleşmesi geçersizdir. (C) kendisinden (B)’ye
yapılmış olan ödemelerin iadesini talep eden (D) Derneği yetkililerine, yapılan kefalet
sözleşmesinin kesin olarak hükümsüz olduğunu ve kendisinin herhangi bir ödeme
yükümlülüğünün bulunmadığını ileri sürebilir.

OLAY III
Avukat (A), (E)’yi 04.03.2004 tarihli mahkeme kararıyla evlat edinir. 08.08.2019
tarihinde meydana gelen altı şiddetindeki depremde, (E) ve (E)’nin eşi (D) hayatlarını
kaybeder. (E) ve (D)’nin ortak çocukları (Ç) ise depremden ağır yaralı olarak kurtulur.
Çalışma gücünü tamamen kaybeden (Ç), hayattaki tek yakını (A)’dan maddi yardım talep
eder.

1. (A) bu talebin hukukî dayanaktan yoksun olduğunu, zira (E) ile kendisi arasında
evlatlık ilişkisi bulunduğu, ona karşı birtakım hak ve yükümlülüklerin
bulunduğunu ve bunları zamanında yerine getirdiğini belirtir. İsterse (Ç)’ye ahlaki

244
gerekçelerle yardım edebileceğini, fakat (Ç)’yi bir türlü benimseyemediğini de ilave
eder. (A)’nın iddialarını hukukî açıdan değerlendiriniz (15 Puan).

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: Deprem nedeniyle çalışma gücünü


tamamen kaybeden (Ç)’nin (A)’dan yardım nafakası talep edip edemeyeceği incelenmesi
gereken hukuki sorunu oluşturmaktadır.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m. 282 f. 3, TMK m. 364 f. 1

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 364 f. 1 uyarınca,


herkes, yardım etmediği takdirde yoksulluğa düşecek olan üstsoyu ve altsoyu ile
kardeşlerine nafaka vermekle yükümlüdür.

En genel ifadeyle, yaşaması yahut geçimi için zaruri olan araçları kendi imkânları ile
temin edemeyen kimse yoksulluğa düşmüş sayılır. Yardım nafakasını talep eden kişinin,
bütün çabalarına rağmen kendi ihtiyaçlarını gideremiyor olması gerekir. Yardım
yükümlüsünün altsoy üstsoy hısımlarından biri olması halinde ondan nafaka
istenebilmesi için sadece ödeme gücünün bulunması yeterlidir.

TMK m. 282 f. 3 uyarınca, soybağı evlât edinme yoluyla da kurulur. Evlat edinme ilişkisi
evlat edinen ve evlatlık arasında soybağının kurulmasını sağlar. Bu ilişkinin kurulması ile
evlatlık ve evlat edinen arasında hısımlık ilişkisi meydana gelir. Böylece kural olarak
soybağının kurulmasına bağlı sonuçlar ortaya çıkar. Sözgelimi taraflar arasında TMK m.
364 vd. hükümlerde düzenlenen karşılıklı nafaka yükümlülüğü doğar. Öğretide hâkim
görüş evlat edinme ilişkisinin yalnızca evlatlık ve evlat edinen arasında hısımlık bağı
kuracağı yönündedir. Buna göre evlat edinen ve evlatlığın arasında nafaka ilişkisi
doğmayacaktır.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Somut olayda (Ç) deprem sebebiyle çalışma gücünü
yitirmiştir ve geçimini sağlayamamaktadır. Bu bakımdan (Ç) yardım nafakası talep
edebilme şartını sağlamaktadır. Öğretide hâkim görüş olan evlat edinme ilişkisinin
evlatlığın altsoyu ile evlat edinen arasında hısımlık bağı kurmayacağı yönündeki görüşe
göre (A) nafaka yükümlüsü olmayacaktır. Buna göre (A)’nın iddiası isabetlidir.

245
OLAY IV
(A) kendisini aldattığını öğrendiği eşi (B)’ye boşanma davası açar. Evlilik süresince ev
işleri ile ilgilenmesi sebebiyle bir işte çalışmayan (A), artık bir iş bulup kendi geçimini
bizzat kendisi sağlamak ister. Bu düşünceyle de dava sırasında eşine karşı maddi bir
talepte bulunmaz. Mahkemenin verdiği boşanma kararı 10.10.2017 tarihinde kesinleşir ve
fakat (A) hâlâ bir iş bulamaz ve ekonomik açıdan zor duruma düşer. (A) bu gelişmeler
üzerine (B)’nin maddi yardımını temin etmek üzere bir dava açar.

1. (B), (A)’nın boşanma davasında böyle bir talep yöneltmediğini, dolayısıyla böyle
bir hakkı olacak idiyse bile artık bulunmadığını, kaldı ki kendisinin (C) ile yeni bir
evlilik yaptığı savunmalarını ileri sürer. Bütün bu sebeplerle davanın reddini talep
eder. (B)’nin savunmalarını hukukî açıdan değerlendiriniz (15 Puan).

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: (B)’nin savunmalarının isabetli olup


olmadığı incelenmesi gereken hukuki sorunu oluşturur.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m. 175, TMK m. 177, TMK m. 178

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 175 uyarınca,


boşanma yüzünden yoksulluğa düşecek taraf, kusuru daha ağır olmamak koşuluyla
geçimi için diğer taraftan malî gücü oranında süresiz olarak nafaka isteyebilir. Nafaka
yükümlüsünün kusuru aranmaz. TMK m. 175 hükmüne göre yoksulluk nafakasının ilk
şartı taraflardan birinin bu yönde bir talepte bulunmasıdır. Buna göre hâkim resen bu
nafakanın ödenmesine hükmedemez. Yoksulluk nafakasına ilişkin talebin mutlaka
boşanma davası sırasında ileri sürülmesi gerekmez. TMK m. 177 uyarınca, boşanmadan
sonra açılacak nafaka davalarında, nafaka alacaklısının yerleşim yeri mahkemesi
yetkilidir.

TMK m. 178 hükmü uyarınca evliliğin boşanma sebebiyle sona ermesinden doğan dava
hakları, boşanma hükmünün kesinleşmesinin üzerinden bir yıl geçmekle zamanaşımına
uğrar.

Yoksulluk nafakası boşanma davasında boşanma kararının bir fer’i olarak kararda
bulunur. Ayrı istenmişse usulüne uygun açılacak bir davada karar verilir. TMK m. 175
hükmünde yoksulluk nafakası talep edecek eşin boşanma bakımından hiç kusurunun
bulunmaması değil, daha az kusuru olması aranır. Buna göre talep eden eş yoksulluğa

246
düşmüş olsa dahi daha kusurlu ise onun lehine yoksulluk nafakasına hükmedilemez.
Nafaka isteyen eş çalışma gücünden yoksunsa ve başka bir geliri ya da serveti de yoksa
yoksulluk nafakasına hak kazanır. Yoksulluk nafakasını ödeyecek eşin mali gücü,
yoksulluk nafakasının üst sınırını oluşturur. Yeniden evlenmenin nafaka alacağını sona
erdirmesi sadece alacaklı olan taraf yönünden söz konusu olur. Nafaka borçlusunun
yeniden evlenmesi ise TMK m. 176 f. 4’e göre bir indirim sebebi sayılabilir.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda (A) boşanma nedeniyle yoksulluğa düşmüştür.
Zira (A) evlilik süresince ev işleri ile ilgilendiğinden bir işte çalışmamıştır. Boşanma zina
sebebiyle gerçekleştiğinden kusurlu olan taraf (B)’dir. Olayda (A)’nın boşanmada kusurlu
bulunduğuna ilişkin bir bilgi bulunmamaktadır. Bu bakımdan (A) yoksulluk nafakası
talep edebilir. Yoksulluk nafakası boşanma davasından ayrı bir dava ile de talep
edilebileceğinden (B)’nin evliliklerinin sona ermesi nedeniyle kendisinden talepte
bulunulamayacağı yönündeki iddiası isabetsizdir. Nafaka borçlusu (B)’nin (C) ile yaptığı
evlilik onun nafaka borcunu sona erdirmez. Bu durum yalnızca TMK m. 176 f. 4 uyarınca
bir indirim sebebi teşkil edebilir. Bu bakımdan (B)’nin (C) ile olan evliliği nedeniyle
kendisinden yoksulluk nafakası talep edilemeyeceği yönündeki iddiası isabetsizdir.

OLAY V
(A) ve (B) 02.01.2002 tarihinde evlenir. (B) evliliğin başlangıcından itibaren evin
giderlerine katkıda bulunmaz. (A) çocukların büyümesiyle (B)’nin düzeleceğini düşünse
de bu sefer (B) çocukların eğitim ve sağlıkları için harcamada bulunmaz. (B) kayıtlı
olduğu bireysel emeklilik sistemi dolayısıyla (C) bankasından 20.000 TL alacaklıdır.

1. (A) doğalgaz ve elektrik faturalarını ödeyemeyince 16.01.2020 tarihinde kesinti


yaşanır. Gerek bu hizmetlere erişimin ivediliği gerekse çocukların eğitim ve sağlık
durumlarının kötüye gitmesi sebebiyle (A) bir çare arar. (A)’ya önerebileceğiniz
hukukî bir imkân var mıdır? (15 Puan)

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: (B)’nin evlilik birliğinin giderlerine


katılmaması nedeniyle evlerine verilen elektrik ve doğalgaz hizmetinin ödeme
yapmamaları sebebiyle kesilmesi ve çocuklarının eğitim ve sağlık durumlarının kötüye
gitmesi nedeniyle (A)’nın başvurabileceği hukuki bir imkânın bulunup bulunmadığı,
incelenmesi gereken hukuki sorunu oluşturmaktadır.

II- İlgili Hukuk Kuralının Tespiti: TMK m. 198

247
III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 198 hükmü uyarınca
eşlerden biri, birliğin giderlerine katılma yükümlülüğünü yerine getirmezse, hâkim onun
borçlularına, ödemeyi tamamen veya kısmen diğer eşe yapmalarını emredebilir.

Hükümde düzenlen tedbir özel hukuk karakterli bir icra tedbiri niteliğindedir. Hâkimin
bu tedbire hükmedebilmesi için bakım borçlusu eşe ait bir alacak hakkı mevcut olmalıdır.
Tedbirin uygulanabilmesi için eşin katılma yükümlülüğünü ihlalinin kusurlu olması şart
değildir. Ancak ihlalin ciddi olması gerekir. TMK m. 198 hükmünde, borçlulara talimat
tedbirinin uygulanabilmesi için eşlerden birinin talebinin gerekip gerekmediği konusunda
bir açıklık bulunmamaktadır. Öğretide tedbirin uygulanabilmesi bakımından diğer
tedbirlerde olduğu gibi eşlerden birinin talebinin gerektiği ifade edilmektedir. Hüküm
kapsamında verilecek talimatın konusu eşlerin özel hukuk ilişkilerinden doğan
alacaklarıdır. Borçluya verilen gelecekteki alacaklara ilişkin katkı alacaklısı eşe ödeme
yapma talimatının hüküm ve sonuç doğurması için talimatın uygulanacağı anda somut
bir birlik giderlerine katılma alacağının muaccel olması da şarttır. Hâkimin borçluya
yönelik talimatı, alacaklı eşin katkı payının tamamı ya da bir kısmını karşılayacak miktara
ilişkin olabilir. Talimat bakım yükümlüsü eşin zaruret durumuna düşmesine neden
olmamalıdır. Borçlulara yönelik diğer eşe ödeme yapma talimatı eşler için tedbir
kararının kesinleşmesi ile hüküm ve sonuç doğurur. Buna karşılık talimatın muhatabı
borçlu için, kendisi tedbir yargılamasına katılmadığından, talimatın kendisi için hüküm
ve sonuç doğurması için kendisine bildirimi şarttır.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda (B) evlilik birliğinden doğan giderlere katılma
yükümlülüğünü yerine getirmemektedir. (B)’nin gerek elektrik ve doğalgaz faturalarının
ödenmesine gerekse çocukların sağlık ve eğitim giderlerine katılmaması, ihlalin ciddi bir
ihlal olduğunu gösterir. (B) kayıtlı olduğu bireysel emeklilik sistemi dolayısıyla (C)
Bankasından 20.000 TL alacaklıdır. Buna göre evlerine verilen elektrik ve doğalgaz
hizmetinin ödeme yapmamaları sebebiyle kesilmesi ve çocuklarının eğitim ve sağlık
durumlarının kötüye gitmesi nedeniyle (A) katılma alacağının, TMK m. 198 hükmü
uyarınca (B)’nin (C) Bankasından olan alacağından kendisine ödenmesini hâkimden talep
edebilir.

OLAY VI
Avukat (A) ile bir şirkette yönetici olarak çalışan (Y) 2016 yılında evlenir. Evlenmeden
önce (A)’nın banka hesabında 100.000 TL parası, (Y)’nin ise 40.000 TL değerinde bir
otomobili bulunmaktadır.

248
2017 yılında (A), 100.000 TL’sini banka hesabında bulunan parasından kalan 300.000
TL’sini ise mesleki kazancından elde ettiği paradan karşılamak suretiyle ekleyerek
400.000 TL’ye bir taşınmaz almıştır. (A) ayrıca yine mesleki kazancından elde ettiği
parayla 120.000 TL’ye bir otomobil almış, bu paranın 40.000 TL’sini otomobilinin
satarak (Y) sağlamıştır. (Y) kişilik hakkının ihlali sebebiyle açmış olduğu manevi tazminat
davasından 5.000 TL manevi tazminat kazanmış bu paraya mesleki kazancından elde
ettiği 20.000 TL’yi ekleyerek 25.000 TL’ye bir motosiklet almıştır. (Y), ayrıca 2019 yılının
Haziran ayında evlenen kız kardeşine 30.000 TL değerinde mücevher takımı hediye
etmiştir.

2019 yılının Kasım ayında taraflar boşanır. Tasfiye tarihinde; (A)’nın satın aldığı 120.000
TL’lik aracın değeri 90.000 TL’ye düşmüş, taşınmazın değeri ise 600.000 TL’ye
yükselmiştir. (Y)’nin satın aldığı motosikletin değeri 20.000 TL’ye düşmüş, kız kardeşine
hediye ettiği mücevher takımının değeri ise 35.000 TL’ye yükselmiştir. Tasfiye tarihinde
ayrıca (A)’nın satın almış olduğu taşınmazdan elde etmiş olduğu 50.000 TL kira geliri
bulunmaktadır.

1. (A) ve (Y)’nin edinilmiş malları ile kişisel mallarını belirleyerek katılma


alacağının miktarını hesaplayınız (20 Puan).

(A)’NIN MALVARLIĞI
EDİNİLMİŞ MALLAR KİŞİSEL MALLAR
(A)’nın 300.000 TL çalışma geliri: TMK Bankada bulunan 100.000 TL para:
m. 219 b.1 uyarınca çalışma karşılığı TMK m. 220 b.2 uyarınca mal rejiminin
edinilen kazançlar edinilmiş mal başlangıcında eşlerden birine ait
olduğundan edinilmiş mallar arasında yer malvarlığı kişisel mal olduğundan kişisel
alır. mallar arasında yer alır.
400.000 TL’ye satın alınan taşınmaz:
Taşınmazın alımına edinilmiş mal
grubundan 300.000 TL; kişisel mal
grubundan 100.000 TL katkıda
bulunulmuştur. Malın edinilmesine
edinilmiş mal grubundan daha fazla katkıda
bulunulduğundan mal edinilmiş mal grubu
içerisinde yer alır. Ancak 100.000 TL’lik
katkı için kişisel mallar lehine denkleştirme
yapılması gerekir.

249
(A)’nın 80.000 TL çalışma geliri: TMK md
219 b.1 uyarınca çalışma karşılığı edinilen
kazançlar edinilmiş mal olduğundan
edinilmiş mallar arasında yer alır.
Eski otomobilin satışının ardından
120.000 TL’ye alınan yeni otomobil:
Otomobilin alımına edinilmiş mal
grubundan 80.000 TL katkıda
bulunulduğundan otomobil edinilmiş mallar
içerisinde yer alacaktır. Ancak bu malın
alımında (A)’nın eşi (Y)’nin evlilik öncesince
sahip olduğu otomobilin satışından
sağladığı 40.000 TL’lik katkısı
bulunduğundan (Y)’nin değer artış payı
alacağının tasfiye anındaki değerden
çıkartılması gerekecektir.
(A)’nın 50.000 TL’lik kira geliri: Kira
gelirinin elde edildiği taşınmazın bedeli
kısmen kişisel mallardan kısmen de
edinilmiş mallardan karşılanmıştır. Ancak
elde edilen gelirin nitelendirilmesi
bakımından bu durumun bir önemi
bulunmamaktadır. Zira TMK m. 219 b. 4
uyarıca kişisel malın geliri de edinilmiş mal
olacağından elde edilen tüm gelir edinilmiş
mal niteliğinde olacaktır.

(A), evlilik öncesinde biriktirdiği 100.000 TL’nin üzerine edinilmiş malından 300.000 TL
daha ekleyerek 400.000 TL’ye bir taşınmaz satın almıştır. Bu durumda (A)’nın kişisel
mallarından edinilmiş malları lehine bir değer kayması bulunduğundan denkleştirme
yapmak gerekmektedir. Ofisin 400.000 TL’lik alım fiyatı ile orantılandığında kişisel
mallardan edinilmiş malın edinilmesine 1/4 oranında bir katkıda bulunulduğu
görülmektedir. TMK md. 235 f. 1 uyarınca katkı oranının tasfiye tarihindeki değere
oranlanması gerekmektedir. Taşınmazın tasfiye anındaki değeri 600.000 TL’dir. Bu
durumda tasfiye tarihindeki değerin 1/4’ü olan 150.000 TL kişisel mallar lehine bir
denkleştirme alacağı oluşturacaktır.

250
(A)’nın 120.000 TL’ye almış olduğu otomobilin alımında ise (Y)’nin kişisel malından
yapmış olduğu 40.000 TL’lik bir katkı bulunmaktadır. Bu durumda bir eşin
malvarlığından diğer eşin malvarlığına bir katkıda bulunulduğundan (Y)’nin kişisel
malları lehine bir değer artış payı alacağı söz konusudur. (Y)’nin yapmış olduğu katkının
(A)’nın satın aldığı otomobilin değerine oranı 1/3’tür. Otomobilin tasfiye anındaki değeri
ise 90.000 TL’dir. Görüldüğü üzere katkıda bulunulan otomobil tasfiye tarihi itibariyle
değer kaybına uğramıştır. Değer artış payının söz konusu olduğu durumlarda yani
eşlerden birinin diğerinin malvarlığına katkıda bulunduğu durumlarda katkıda bulunan
eş malın değerindeki azalmalardan etkilenmez. Böyle bir durumda katkıda bulunan eş
başlangıçta yapmış olduğu katkı miktarını geri alır. Dolayısıyla (Y), değer artış payı
alacağı olarak 90.000’in 1/3’ü olan 30.000 değil katkının başlangıçtaki değeri olan
40.000 TL alacaktır. Ancak bu katkı (Y)’nin kişisel mallarından yapıldığından katılma
alacağının hesaplanmasında bir etkisi olmayacaktır.

Tabloda da belirtildiği üzere (A)’nın taşınmazdan elde ettiği 50.000 TL kira gelirinin de -
malın edinilmesine kısmen kişisel mal grubunun katkısı bulunmuş olsa bile- edinilmiş
mallara eklenmesi gerekmektedir. Zira MK md 219 b. 4 uyarıca kişisel malın geliri de
edinilmiş mal olacağından elde edilen tüm gelir edinilmiş mal niteliğinde olacaktır.
(Y)’NİN MALVARLIĞI
EDİNİLMİŞ MALLAR KİŞİSEL MALLAR
(Y)’nin 20.000 TL çalışma geliri: TMK m. 40.000 TL değerinde otomobil: Mal
219 b.1 uyarınca çalışma karşılığı edinilen rejiminin başlangıcında (Y)’nin
kazançlar edinilmiş mal olduğundan malvarlığında bulunduğundan TMK m.
edinilmiş mallar arasında yer alır. 220 b.2 uyarınca kişisel mallar arasında
yer alır.
(Y)’nin 25.000 TL değerindeki (Y)’nin kişilik hakkının ihlali sebebiyle
motosikleti: Motosikletin alımına kazanmış olduğu 5000 TL manevi
edinilmiş mal grubunda yer alan çalışma tazminat: TMK m. 220 gereğince manevi
gelirinden 20.000 TL, kişisel mal tazminat alacakları kişisel mallar arasında
niteliğindeki manevi tazminat bedelinden yer alır.
ise 5.000 TL katkıda bulunulmuştur. Malın
edinilmesine edinilmiş mal grubundan
daha fazla katkıda bulunulduğundan mal
edinilmiş mal grubu içerisinde yer alır.
Ancak 5.000 TL’lik katkı için kişisel mallar
lehine denkleştirme yapılması gerekir.
EKLENECEK DEĞER

251
(Y)’nin kız kardeşine hediye edilen
30.000 TL değerinde mücevher: TMK m.
229 b.1 uyarınca evliliğin sona ermesinden
önceki bir yıl içinde diğer eşin rızası
olmadan yapılmış ve olağan hediye
kapsamına girmeyen bir karşılıksız
kazandırma olduğundan eklenecek değer
olarak yer alır.

(Y)’nin edinilmiş mallarına bakıldığında 20.000 TL’lik çalışma gelirinin bulunduğunu ve


bu paranın üzerine kişisel mal niteliğindeki 5.000 TL manevi tazminat alacağı eklenmek
suretiyle bir motosiklet satın alındığını görmekteyiz. Bu durumda kişisel mallar lehine
denkleştirme yapmak gerekecektir. Motosikletin 25.000 TL’lik alım değeri ile
orantılandığında kişisel mallardan edinilmiş malın alımına 1/5 oranında bir katkıda
bulunulduğu görülmektedir. TMK m. 235 f. 1 uyarınca katkı oranının tasfiye tarihindeki
değere oranlanması gerekmektedir. Motosikletin tasfiye anındaki değeri 20.000 TL’dir.
Bu durumda tasfiye tarihindeki değerin 1/5’i olan 4.000 TL kişisel mallar lehine bir
denkleştirme alacağı oluşturacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken husus değer artış
payından farklı olarak katkıda bulunan eşin, malda gerçekleşen değer azalmasına da
katlanmak zorunda olmasıdır. Bir eşin kendi malları arasında yapmış olduğu katkılar
bakımından katkı miktarının iadesi garanti altında değildir. Değer azalması durumunda
eşin denkleştirme alacağı da orantılı olarak azalacaktır. Sonuç olarak 20.000 TL’lik araç
değerinden 4.000’lik denkleştirme borcu çıkartıldığında (Y)’nin edinilmiş malı 16.000 TL
olarak bulunur.

Artık değer hesabında dikkate alınması gereken son husus eklenecek değer olup
olmadığının tespitidir. Olağan hediye kapsamını aşan ve eşin rızası olmadan yapılan bu
bağışlama boşanma tarihinden önceki bir yıl içinde yapılmış olduğundan artık değer
hesabına eklenecektir (TMK m. 229 b.1). Bu durumda TMK m. 229 b.2’den farklı olarak
bağışlamanın artık değer alacağını azaltma kastıyla yapılıp yapılmadığı araştırılmaz.
Eklenecek değerin hangi tarihteki değerinin esas alınacağı ise TMK m. 235 f.2’de
düzenlenmiştir. Buna göre artık değer hesabına eklenecek malların tasfiye tarihindeki
değerleri değil devir tarihindeki değerleri esas alınacaktır. Bu sebeple artık değer
hesabında hediye mücevherin değeri 30.000 TL olarak yer alacaktır.

Sonuç olarak yukarıda yer alan veriler çerçevesinde önce eşlerin artık değerleri
hesaplanacak ardından da bu alacaklar karşılıklı takas edilerek eşlerden biri lehine ortaya

252
çıkacak katılma alacağı bulunacaktır. TMK m. 236 uyarınca eşlerden her biri diğer eşe ait
artık değerin yarısı üzerinde hak sahibi olacaktır.

Buna göre;
• (A)’nın artık değeri: 450.000 (Taşınmazın alımına kişisel maldan yapılan
katkıdan doğan 150.000 TL denkleştirme alacağı düşüldükten sonra kalan miktar)
+ 50.000 (A)’nın almış olduğu otomobile (Y) tarafından yapılan katkıdan doğan
40.000 TL Değer Artış Payı alacağı borcu düşüldükten sonra kalan miktar) +
50.000 (Taşınmazdan elde edilen kira geliri) olmak üzere toplam 550.000 ÷ 2 =
275.000 TL’dir.
• (Y)’nin artık değeri: 16.000 (Motosikletin alımına kişisel maldan yapılan katkıdan
doğan 4.000 TL denkleştirme alacağı düşüldükten sonra kalan miktar) + 30.000
(Hediye edilen mücevherlerin devir tarihindeki değeri) olmak üzere toplam 46.000
÷ 2= 23.000 TL’dir.

MK md. 236 uyarınca karşılıklı alacaklar takas edildiğinde ise, 275.000 – 23.000 =
252.000 TL (Y)’nin (A)’dan katılma alacağı olduğu sonucuna ulaşılır.

MEDENİ HUKUK / İÖ / FİNAL / 19’-20’

OLAY I (Bu soruda olay çözüm tekniği uygulanmayacaktır.)


Bay (A), İstanbul Bakırköy’de bir cep telefonu mağazasının sahibidir. Bay (A), 01.03.2019
tarihinde Bayan (B) ile bir ay sonra piyasaya çıkacak bir cep telefonu modelinin 4.000 TL
karşılığında satışı ve telefonun 01.04.2019 tarihinde teslimi konusunda anlaşır. Bay (A)
03.03.2019 tarihinde daha önce sattığı başka bir telefonu Bay (C)’ye teslim eder.
10.03.2019 tarihinde Bay (A), çalışanı Bay (Ç)’nin kasadan para çaldığını tespit eder ve
onun hizmet sözleşmesini sona erdirir.

12.03.2019 tarihinde Bay (A), Bay (D)’nin tamir için kendisine bıraktığı telefondan çıkan
eski iki parçayı kendi telefonunu tamir etmek için kullanır, bu tamirattan sonra Bay
(A)’nın telefonu eskisi gibi çalışmaya başlar.

15.03.2019 tarihinde Bay (A) üyesi olduğu Bakırköy İş İnsanları Derneğinin genel
kuruluna katılır, genel kurulda yapılan oylama sonucunda üyelik aidatının aylık 500
TL’den 1.000 TL’ye yükseltilmesi kabul edilir. Bay (A) da bu konuda olumlu oy kullanır.

253
Eşi Bayan (E) kendisine karşı pek kötü davrandığı ve onur kırıcı davranışlarda bulunduğu
için bir süredir eşinden ayrı yaşayan Bay (A), eşine 20.03.2019 tarihinde bir mektup
göndererek bütün olanları geçmişte bırakarak, onunla tekrar birlikte yaşamak istediğini
ifade eder.

30.03.2019 tarihinde Bay (A) ölümünden sonra malvarlığına ilişkin gerçekleşmesini


istediği son arzularını içeren bir vasiyetname düzenler.
30.05.2019 tarihinde Bay (A) geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybeder.

1. Olaydaki hukukî olay, hukukî fiil ve hukukî işlemleri tespit ederek taşıdıkları
özelliklere göre bunların türlerini belirtiniz (15 Puan).
• Bay A ile Bayan B bir sözleşme kurmuşlardır. Sözleşme iki taraflı bir hukuki
işlemdir Borçlandırıcı işlemdir. Kazandırıcı işlemdir.
• Bay A’nın Bay C’ye cep telefonu teslim etmesi, bir tasarruf işlemidir. Kazandırıcı
işlemdir.
• Bay A’nın Bay Ç’nin hizmet sözleşmesini sona erdirmesi, fesih, yenilik doğuran bir
hakkın kullanılması niteliğinde olduğundan bozucu yenilik doğuran bir hukuki
işlemdir. Tek taraflı bir hukukî işlemdir.
• Bay (A), Bay (D)’nin tamir için kendisine bıraktığı telefondan çıkan eski iki parçayı
kendi telefonunu tamir etmek için kullanması, dış dünyada maddi bir değişiklik
yaratmaya yöneldiğinden maddi fiildir.
• Bay (A)’nın üyesi olduğu Bakırköy İş İnsanları Derneğinin genel kurulda yapılan
oylama sonucunda üyelik aidatının aylık 500 TL’den 1.000 TL’ye yükseltilmesi, bir
karardır. Karar, çok taraflı bir hukuki işlemdir.
• Bay (A)’nın eşine bir mektup göndererek onunla tekrar birlikte yaşamak istediğini
ifade ederek affetmesi duygu (his) açıklamasıdır.
• Bay (A) ölümünden sonra malvarlığına ilişkin gerçekleşmesini istediği son
arzularını içeren bir vasiyetname düzenlemesi, tek taraflı bir hukuki işlemdir. Bay
(A)’nın ölümünden sonra sonuç doğuracağı için ölüme bağlı bir işlemdir.
• Bay (A) geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmesi hukuki olaydır.

2. Aynı zamanda elden düşme telefon alım satımı yapan Bay (A) 01.04.2019
tarihinde Bay (H)’den kullanılmış bir telefonu 1.000 TL’ye satın alır. Bu telefonu
beş gün sonra Bayan (S)’ye 1.250 TL’ye satarak teslim eder. Daha sonra ise bu
telefonu Bay (H)’nin Bayan (T)’den çaldığı anlaşılır.

254
Telefonun Bayan (S)’de olduğunu belirleyen Bayan (T), Bayan (S)’den telefonu geri
vermesini isteyebilir mi? Böyle bir talebe karşı Bayan (S)’nin ileri sürebileceği
hangi imkânlar bulunmaktadır? (15 Puan)
CEVAP: Bayan S, malik olmayan birinden telefonu teslim aldığı için telefonun mülkiyetini
kazanamamıştır. Telefon malikin rızası dışında elden çıktığından Bayan S iyiniyetli olsa
da telefonun mülkiyetini kazanmaz. Sahibinin elinden rızası olmadan çıkan eşyayı açık
artırma, pazar veya benzeri eşya satanlardan iyiniyetle devralan kişiden eşyanın geri
istenebilmesi için bu kişinin ödediği paranın iade edilmesi gerekir. Bedel ödeninceye
kadar, iyiniyetli kişi eşyayı iadeden kaçınabilir.

OLAY II
(A) ve (B), 04.05.2018 tarihinde kesinleşen mahkeme kararı ile boşanır. Dava evlilik
birliğinin temelinden sarsılması nedeniyle açılmıştır. Üç yıl süren evlilikleri boyunca
(A)’nın (B)’ye sürekli hakaretler ettiği ve (B)’yi aşağıladığı, (B)’nin ise kusursuz olduğu
hususları mahkeme kararında tespit edilir. (B), 08.06.2019 tarihinde (A)’ya karşı manevi
tazminat davası açar.

1. (A) cevap dilekçesinde, çoğu evlilikte rastlanan bu gibi tavırların manevi


tazminat davasına temel teşkil etmeyeceği, bir an için dava kabul edilse bile talep
edilen tazminat miktarının çok yüksek olduğu savunmalarını ileri sürer. Mahkeme,
boşanma kararının kesinleşmesinden itibaren bir yıldan uzun süre geçtiği
gerekçesiyle davayı reddeder. (A)’nın savunmalarını ve mahkeme kararının
gerekçesini ayrı ayrı değerlendiriniz (10 Puan).

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: Boşanma kararı verilmesi üzerine


kusursuz olan tarafın manevi tazminat talep etme imkânının olup olmadığı incelenmesi
gereken hukuki sorunu oluşturur. (A)’nın savunmaları ve mahkeme kararının gerekçesi
hukuki sorun bağlamında değerlendirilmelidir.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m. 174, m.178

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 174 f.2 uyarınca
boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı ihlal edilen taraf manevi tazminat
talep edebilir. Manevi tazminat talep edilen tarafın ağır kusurlu olması gerekmez,
herhangi bir derecede kusurlu olması yeterlidir. Manevi tazminat talep eden tarafın ise
tamamen kusursuz olması gerekmez, diğer tarafa göre daha az kusurlu olması yeterlidir.

255
Kişilik hakkı ihlal edilen taraf boşanma davası ile birlikte manevi tazminat talebinde
bulunabileceği gibi, TMK m. 178 hükmüne göre boşanmadan sonra da manevi tazminat
talebinde bulunabilir. Ancak bu talep boşanma kararının kesinleşmesinden itibaren bir yıl
içinde gerçekleştirilmelidir. Bir yıllık süre zamanaşımı süresidir.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda (B)’nin boşanmaya sebep olan olaylarda
kusursuz olduğu tespit edilmiştir. Buna karşılık evlilikleri boyunca (A), (B)’ye sürekli
olarak hakaret edip onu aşağıladığı için (B)’nin kişilik hakkını ihlal etmiştir ve manevi
tazminatla yükümlü tutulması gerekir. Hâkimin takdir edeceği tazminat “uygun
miktar”da olacaktır. TMK m. 178 uyarınca evliliğin boşanma ile sona ermesinden doğan
dava hakları boşanma kararının kesinleşmesinden itibaren bir yıllık zamanaşımı süresine
tabi tutulmuştur. Zamanaşımı süresinin geçmesiyle alacak hakkı sona ermez; borçlu
zamanaşımı def’ini ileri sürerek borcunu ifadan kaçınma hakkına sahip olur. Olayda (B)
bir yıllık zamanaşımı süresinin dolduğunu ileri sürmemiştir. (B) kendi tavırlarına çoğu
evlilikte rastlanacağı, bu tavırların manevi tazminat davasına temel teşkil etmeyeceği, bir
an için dava kabul edilse bile talep edilen miktarın yüksek olduğu gibi esasa yönelik
savunmalar ileri sürmüştür. Açıklanan bu nedenlerle mahkemenin sürenin geçtiğini
resen göz önünde bulundurarak karar vermesi yerinde değildir.

OLAY III
Bahçe tasarım işlerine meraklı on yedi yaşındaki (A), satıcı (B)’den bahçe salıncağı satın
alır. (B), (A)’nın yasal temsilcisi (C)’ye ödeme yapması için üç haftalık bir süre verir. (C),
bir hafta sonra, sözleşmenin yapılmasına rızası olmadığını ve ödemeyi de yapmayacağını
bildirir.

1. (B)’nin verdiği süre içinde (A)’nın on sekiz yaşına girmesinin, sözleşmenin


geçerliliğine etki edip etmeyeceğini, (C)’nin bildirimini de göz önünde
bulundurarak tartışınız (10 Puan).

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: Yasal temsilciye verilen süre içinde
sınırlı ehliyetsizin tam fiil ehliyetini kazanması durumunda işlemin geçerliliği incelenmesi
gereken hukuki sorunu oluşturmaktadır.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m.16

256
III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: Ayırt etme gücüne sahip
küçük ya da kısıtlılar sınırlı ehliyetsizdir. Sınırlı ehliyetsiz bir kişinin geçerli bir
borçlandırıcı işlem yapabilmesi için yasal temsilcinin işleme rıza göstermesi gerekir.
Sınırlı ehliyetsiz yasal temsilcinin izni olmadan borçlandırıcı işlem yaptığında yasal
temsilci bu işleme onay (icazet) verirse işlem geçerli hâle gelir. Sınırlı ehliyetsizin
önceden izin almadan yaptığı işlem yapıldığı andan yasal temsilcinin iradesini açıkladığı
ana kadar olan sürede askıda hükümsüzdür. Yasal temsilci işleme icazet verirse işlem
baştan itibaren geçerli olur, icazet vermezse işlem baştan itibaren hükümsüz olur.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda sınırlı ehliyetsiz (A)’nın yaptığı satış
sözleşmesinin geçerli olması için yasal temsilcisi (C)’nin işleme icazet vermesi gerekir.
Olayda yasal temsilci işleme icazet vermediğinden sözleşme geçersizdir. Bu süreçte
(A)’nın tam ehliyetli hâle gelmesi, sözleşmenin geçersizliğini engellemez. Diğer bir ifade
ile (A)’nın tam ehliyetli hâle gelmesi, sözleşmenin kendiliğinden geçerli hâle gelmesini
sağlamaz. Tam ehliyetini kazanan (A)’nın yeniden sözleşme kurması gerekir.

OLAY IV
(A) ve (B) 20.12.2019 tarihinde kesinleşen boşanma kararı ile boşanır. (B), (A)’nın önceki
evliliğinden olan oğlu (C) ile 02.02.2020 tarihinde evlenir. (B), 05.08.2020 tarihinde (D)
isminde bir çocuk dünyaya getirir.
1. (B) ve (C) arasındaki evliliğin geçerliliğini ve (D)’nin baba açısından soybağı
durumunu belirleyiniz (15 Puan).

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: (B) ve (C) arasındaki evliliğin


geçerliliği ve bu evlilik içinde doğan çocuğun baba açısından soybağının belirlenmesi
incelenmesi gereken hukuki sorunu oluşturmaktadır.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m. 129, m.132, m.145, m.157, m. 285, m.290.

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m.129 b.2 hükmü
uyarınca kayın hısımlığı meydana getirmiş olan evlilik sona ermiş olsa bile, eşlerden biri
ile diğerinin üstsoyu veya altsoyu arasında evlenme yasaktır. Hükümde anılan kayın
hısımları arasında kesin evlenme engeli vardır. Kesin evlenme engelleri evlenmenin
mutlak butlanla sakat olmasına neden olur. Evlenmenin butlanı kendiliğinden hüküm
doğurmaz. Bunun için bir davanın açılması gerekir. Sakat olan evlenme hâkim kararına
kadar geçerli olan bir evlenmenin bütün sonuçlarını doğurur. TMK m. 157 ile mahkeme

257
tarafından butlanına karar verilen bir evlilikten doğan çocukların evlilik içinde doğmuş
sayılacağı hüküm altına alınmıştır.

TMK m.132 f. 1 uyarınca kadın önceki evliliğinin sona ermesinden itibaren üçyüz gün
geçmeden evlenemez. Üç yüz günlük süre boşanma kararının kesinleştiği tarihten
itibaren işlemeye başlar. Bu hükümde öngörülen engel ise kesin olmayan evlenme
engelidir. Kesin olmayan evlenme engelleri ise evlenmenin geçerliliğini etkilemez.

TMK m. 285 uyarınca, evlilik devam ederken veya evliliğin sona ermesinden başlayarak
üçyüz gün içinde doğan çocuğun babası kocadır. Bu süre geçtikten sonra doğan çocuğun
kocaya bağlanması, ananın evlilik sırasında gebe kaldığının ispatıyla mümkündür.
Kocanın gaipliğine karar verilmesi hâlinde üçyüz günlük süre, ölüm tehlikesi veya son
haber tarihinden işlemeye başlar. TMK m. 290 uyarınca ise çocuk evliliğin sona
ermesinden başlayarak üçyüz gün içinde doğmuş ve ana da bu arada yeniden evlenmiş
olursa, ikinci evlilikteki koca baba sayılır. Bu karine çürütülürse ilk evlilikteki koca baba
sayılır.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda (B) boşanma kararının kesinleşmesinin


üzerinden üçyüz gün geçmeden eski eşinin altsoyu ile evlenmiştir. Bu nedenle (B) ve (C)
arasında kesin bir evlenme engeli ve kesin olmayan bir evlenme engeline rağmen
gerçekleştirilmiş bir evlilik söz konusudur. (B) ve (C) arasındaki evlenme mutlak butlanla
sakattır. Ancak bu konuda dava açılıp bir karar alınana kadar geçerli bir evliliğin
sonuçları doğar.

Bu bakımdan (D), (B) ve (C)’nin evliliği içinde doğmuş sayılır. Öte yandan (D)’nin doğum
tarihine bakıldığında (A) ve (B)’nin evliliğinin sona ermesinden başlayarak üç yüz gün
geçmeden doğmuştur. Bu durumda iki babalık karinesinin çakışması söz konusudur.
TMK m.290 uyarınca ikinci evlilikteki karineye üstünlük tanınır. Sonuç olarak (D),
(C)’nin çocuğu sayılır.

OLAY V
Yirmi yıldır evli olan (A) ve (B)’nin on altı yaşındaki çocukları (C) onlarla birlikte
yaşamaktadır. (C) bir sosyal medya hesabı açar ve kısa sürede çok sayıda takipçiye ulaşır.
(C) anne ve babasının izniyle hesabı üzerinden birtakım reklam faaliyetleri yapar ve gelir
elde eder. (A) ve (B) bu gelir ile evlerinin eskimiş olan mobilyalarını yenileme
düşüncesindedir.

258
1. (A) ve (B)’nin bu düşüncelerini gerçekleştirebilmeleri için yararlanabilecekleri
hukukî bir imkân var mıdır? Açıklayınız (15 Puan).

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: Anne ve babanın çocuk malları


üzerindeki kullanım hakkı incelenmesi gereken hukuki sorunu oluşturmaktadır.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m. 354, 359

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 354 uyarınca anne ve
baba velayet hakları kusurları sebebiyle kendilerinden alınmadıkça çocuğun mallarını
kullanma hakkına sahiptir. Ancak bazı durumlarda çocuğun mallarının gelirinden
yararlanmak mümkün değildir. Anne babanın üzerinde yönetim ve kullanma hakkının
bulunmadığı mallara çocuğun serbest malları denir. TMK m. 359 uyarınca çocuğun anne
ve babasıyla aynı evde yaşayıp yaşamadığı fark etmeksizin anne ve baba tarafından bir
meslek veya sanat ile uğraşması için kendi malından verilen kısım veya kişisel kazancının
yönetimi ve bunlardan yararlanma hakkı kendisine aittir. Ancak çocuk anne ve babasıyla
aynı evde yaşıyorsa anne ve baba ondan kendisinin bakımı için uygun bir katkıda
bulunmasını isteyebilir.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda on altı yaşındaki çocuğun kişisel kazancı anne ve
babası tarafından ailenin ihtiyaçlarına yönelik olarak kullanılmıştır. Ancak TMK m. 359
uyarınca bu kazancın yönetimi ve bu kazançtan yararlanma hakkı çocuğa aittir. Çocuk
anne ve babasıyla birlikte yaşadığı için, anne ve babası ondan ancak kendisinin bakımı
için uygun bir katkıda bulunmasını isteyebilir. Mobilyalar ise çocuğun bakımı için uygun
katkı kapsamında kabul edilemez. Bu nedenle (A) ve (B), çocuğun kazancını mobilyalar
için kullanamaz.

OLAY VI
Avukat (A) ile Bankacı (B) 2016 yılında evlenmişlerdir. Evlendikleri tarihte (A)’nın banka
hesabında 150.000 TL parası, (B)’nin ise 50.000 TL değerinde mücevheri bulunmaktadır.
2017 yılında (A)’nın babası vefat eder ve (A)’ya 400.000 TL değerinde bir daire bırakır.
(A) mesleki faaliyetinden elde ettiği 50.000 TL ile dairenin bakım ve onarımını yapar. (B),
ise 450.000 TL’ye bir daire satın alır. Bu paranın 300.000 TL’sini (B) mesleki
kazancından,150.000 TL’sini ise (A) avukatlıktan kazandığı paradan karşılamıştır. (B)
ayrıca 100.000 TL değerinde hisse senedi satın almış, bunun 50.000 TL’sini
mücevherlerinin satışından, 50.000 TL’sini ise mesleki kazancından karşılamıştır. 2019

259
yılının Ocak ayında (A) mesleki kazancından elde ettiği kazancıyla satın almış olduğu
30.000 TL değerindeki motosikletini kardeşi (K)’ya hediye etmiştir.

2019 yılının Haziran ayında taraflar boşanır. Tasfiye sırasında (A)’ya miras olarak kalan
dairenin değeri 540.000 TL’ye yükselmiştir. (B)’nin ise, satın aldığı taşınmazın değeri
420.000 TL’ye, hisse senetlerinin değeri de 80.000 TL’ye düşmüştür. (A)’nın kardeşine
hediye ettiği motosikletin değeri ise 35.000 TL olmuştur. Ayrıca tasfiye tarihinde (A)’nın
çalışmasından elde ettiği kazancıyla aldığı kişisel kullanımına ait 2.000 TL değerinde bir
de bilgisayar bulunmaktadır.

1. (A) ve (B)’nin edinilmiş malları ile kişisel mallarını belirleyerek katılma


alacağının miktarını hesaplayınız (20 Puan).

(A)’NIN MALVARLIĞI
EDİNİLMİŞ MALLAR KİŞİSEL MALLAR
(A)’nın kendisine miras kalan taşınmazın Bankada bulunan 150.000 TL para:
bakımı için katkıda bulunduğu 50.000 TMK m. 220 b. 2 uyarınca mal rejiminin
TL: Maaşından elde ettiği kazancıyla başlangıcında eşlerden birine ait
katkıda bulunulduğundan TMK m. 219 b.1 malvarlığı kişisel mal olduğundan kişisel
uyarınca edinilmiş mallar arasında yer alır. mallar arasında yer alır.
150.000 TL çalışma geliri: TMK m. 219 b. 1 (A)’ya babasından kalan 400.000 TL
uyarınca çalışma karşılığı edinilen kazançlar değerinde taşınmaz: TMK m. 220 b. 2
edinilmiş mal olduğundan edinilmiş mallar uyarınca miras yoluyla elde edildiğinden
arasında yer alır. kişisel mallar arasında yer alır.
2000 TL değerinde bilgisayar:
Bilgisayar, meslekli faaliyetten elde edilen
kazançtan satın alınmış olmakla beraber
kişisel kullanıma ait bir eşya olduğundan
kişisel mallar arasında yer alır.
EKLENECEK DEĞER
(A)’nın kardeşi (K)’ya hediye edilen
30.000 TL değerinde motosiklet:
Motosiklet (A)’nın mesleki kazancıyla satın
alınmış olması dolayısıyla edinilmiş mallar
arasında yer almakta olup TMK m. 229 b.1
uyarınca evliliğin sona ermesinden önceki
bir yıl içinde diğer eşin rızası olmadan
yapılmış ve olağan hediye kapsamına

260
girmeyen bir karşılıksız kazandırma
olduğundan eklenecek

(A)’nın edinilmiş malları arasında yer alan mesleki faaliyetinden elde edilen 50.000 TL’lik
gelir, (A)’ya miras olarak kalan 400.000 TL değerindeki dairenin bakım ve onarımında
kullanmıştır. Bu durumda (A)’nın edinilmiş mallarından kişisel malları lehine bir
kazandırma bulunduğundan denkleştirme yapmak gerekmektedir. Bir malın
iyileştirilmesine veya korunmasına katkıda bulunulduğu durumlarda katkı oranının
belirlenebilmesi için öncelikle malın katkıdan önceki değerine yapılan katkı miktarı
eklenerek malın başlangıç değeri belirlenir. Malın başlangıç değeri bu şekilde
belirlendikten sonra ikinci aşamada bu rakam yapılan katkı miktarına bölünerek
tasfiyede kullanılacak katkı oranı tespit edilir. Bakım ve onarımdan önce 400.000 TL
değerinde olan daireye 50.000 TL katkıda bulunularak taşınmazın değeri 450.000 TL’ye
yükseltilmiştir. Bu rakam taşınmaza yapılan katkı miktarı olan 50.000’e bölündüğünde
ise 1/9 oranına ulaşılır. Dolayısıyla edinilmiş mallardan kişisel malın iyileştirilmesine
yapılan katkının oranı 1/9’dur. TMK m. 235 f. 1 uyarınca katkı oranının tasfiye tarihindeki
değere oranlanması gerekmektedir Taşınmazın tasfiye anındaki değeri 540.000 TL
olduğundan edinilmiş malların denkleştirme alacağı 540.000 / 9= 60.000 TL olacaktır.

Artık değer hesabında dikkate alınması gereken bir diğer husus eklenecek değer olup
olmadığının tespitidir. Olağan hediye kapsamını aşan ve eşin rızası olmadan yapılan bu
bağışlama boşanma tarihinden önceki bir yıl içinde yapılmış olduğundan artık değer
hesabına eklenecektir (TMK m. 229 b.1). Bu durumda TMK m. 229 b.2’den farklı olarak
bağışlamanın artık değer alacağını azaltma kastıyla yapılıp yapılmadığı araştırılmaz.
Eklenecek değerin hangi tarihteki değerinin esas alınacağı ise TMK m. 235 f.2’de
düzenlenmiştir. Buna göre artık değer hesabına eklenecek malların tasfiye tarihindeki
değerleri değil devir tarihindeki değerleri esas alınacaktır. Bu sebeple artık değer
hesabında hediye mücevherin değeri 30.000 TL olarak yer alacaktır.

(B)’NİN MALVARLIĞI
EDİNİLMİŞ MALLAR KİŞİSEL MALLAR
300.000 TL çalışma geliri: TMK m. 219 b.1 (B)’ye ait 50.000 TL değerinde
uyarınca çalışma karşılığı edinilen kazançlar mücevher: TMK m. 220 b. 2 uyarınca
edinilmiş mal olduğundan edinilmiş mallar bağışlama yoluyla karşılıksız olarak elde
arasında yer alır. edildiğinden kişisel mallar arasında yer
alır.

261
450.000 TL’ye satın alınan daire:
Dairenin alımında kullanılan 300.000 TL
mesleki faaliyet sonucunda elde
edildiğinden taşınmaz edinilmiş mallar
içerisinde yer alacaktır. Ancak bu malın
alımında (B)’nın eşi (A)’nın avukatlıktan
elde ettiği kazancından sağladığı 150.000
TL’lik katkısı bulunduğundan (A)’nın değer
artış payı alacağının tasfiye anındaki
değerden çıkartılması gerekecektir.
50.000 TL çalışma geliri: TMK m. 219 b.1
uyarınca çalışma karşılığı edinilen kazançlar
edinilmiş mal olduğundan edinilmiş mallar
arasında yer alır.
100.000 TL değerinde hisse senedi: Hisse
senetlerinin bedelinin yarısı edinilmiş mal
niteliğindeki çalışma gelirinden diğer yarısı
ise evlilik öncesi sahip olunması dolayısıyla
kişisel mal niteliğinde olan mücevherlerin
satışından karşılanmıştır. Hisse senetlerinin
alımına her iki mal grubundan da eşit
oranda katkıda bulunulduğundan edinilmiş
mal karinesi gereğince hisse senetleri
edinilmiş mallar içerisinde yer alacaktır.
Ancak bu malın alımında kişisel mal
grubunun da katkısı bulunduğundan kişisel
mal grubunun denkleştirme alacağının
tasfiye anındaki değerden çıkartılması
gerekecektir.

(B)’nin 450.000 TL’ye almış olduğu dairenin alımında ise (A)’nın edinilmiş mallarından
yapmış olduğu 150.000 TL’lik bir katkı bulunmaktadır. Bu durumda bir eşin
malvarlığından diğer eşin malvarlığına bir katkıda bulunulduğundan (A)’nın edinilmiş
malları lehine bir değer artış payı alacağı söz konusudur. (A)’nın yapmış olduğu katkının
dairenin değerine oranı 1/3’tür. Dairenin tasfiye anındaki değeri ise 420.000 TL’dir.
Görüldüğü üzere katkıda bulunulan daire tasfiye tarihi itibariyle değer kaybına
uğramıştır. Değer artış payının söz konusu olduğu durumlarda yani eşlerden birinin
diğerinin malvarlığına katkıda bulunduğu durumlarda katkıda bulunan eş malın

262
değerindeki azalmalardan etkilenmez. Böyle bir durumda katkıda bulunan eş başlangıçta
yapmış olduğu katkı miktarını geri alır. Dolayısıyla (A), değer artış payı alacağı olarak
420.000’in 1/3’ü olan 140.000 değil, katkının başlangıçtaki değeri olan 150.000 TL
alacaktır. Katkı (A)’nın edinilmiş mallarından yapıldığından 150.000 TL (A)’nın edinilmiş
malları arasına yazılacaktır.

(B)’nin edinmiş olduğu hisse senetlerine baktığımızda bunun 100.000 TL’lik bedelinin
yarısının edinilmiş mallarından diğer yarısının da kişisel mallarından karşılandığını
görmekteyiz. Bu durumda aynı eşin malvarlığı arasında bir değer kayması
bulunduğundan denkleştirme yapmak gerekmektedir. Hisse senetlerinin 100.000 TL’lik
alım değeri ile orantılandığında kişisel mallardan edinilmiş malın alımına ½ oranında bir
katkıda bulunulduğu görülmektedir. MK md. 235 f. 1 uyarınca katkı oranının tasfiye
tarihindeki değere oranlanması gerekmektedir. Hisse senetlerinin tasfiye anındaki değeri
80.000 TL’dir. Bu durumda tasfiye tarihindeki değerin ½’si olan 40.000 TL kişisel mallar
lehine bir denkleştirme alacağı oluşturacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken husus
değer artış payından farklı olarak katkıda bulunan eşin, malda gerçekleşen değer
azalmasına da katlanmak zorunda olmasıdır. Bir eşin kendi malları arasında yapmış
olduğu katkılar bakımından katkı miktarının iadesi garanti altında değildir. Değer
azalması durumunda eşin denkleştirme alacağı da orantılı olarak azalacaktır. Sonuç
olarak 80.000 TL’lik hisse senedi değerinden 40.000’lik denkleştirme borcu
çıkartıldığında (B)’nın edinilmiş malı 40.000 TL olarak bulunur.

Sonuç olarak yukarıda yer alan veriler çerçevesinde önce eşlerin artık değerleri
hesaplanacak ardından da bu alacaklar karşılıklı takas edilerek eşlerden biri lehine ortaya
çıkacak katılma alacağı bulunacaktır. TMK m. 236 uyarınca eşlerden her biri diğer eşe ait
artık değerin yarısı üzerinde hak sahibi olacaktır.

Buna göre;
• (A)’nın artık değeri: 60.000 (Dairenin bakım ve onarımı için yapılan katkıdan
gelen denkleştirme bedeli) + 150.000 (B’nin satın aldığı taşınmaza yapılan katkıdan
doğan değer artış payı alacağı) + 30.000 (Hediye edilen motosikletin devir
tarihindeki değeri) olmak üzere toplam 240.000 ÷ 2= 120.000 TL’dir.
• (B)’nin artık değeri: 270.000 (Dairenin A’nın değer artış payı alacağı indirildikten
sonra kalan değeri) + 40.000 (Hisse senedinin denkleştirme borcu indirildikten
sonra kalan değeri) olmak üzere toplam 310.000 ÷ 2 = 155.000 TL’dir.

263
TMK m. 236 uyarınca karşılıklı alacaklar takas edildiğinde ise, 155.000 – 120.000 =
35.000 TL (A)’nın (B)’den katılma alacağı olduğu sonucuna ulaşılır.

MEDENİ HUKUK / TEK / FİNAL TELAFİ / 19’-20’

OLAY I
Beyoğlu’nda bir sanat galerisi işleten (S) ile koleksiyoncu (K) 03.03.2015 tarihinde,
“İstanbul’da Günbatımı” isimli bir tablonun 100.000 TL karşılığında satışı konusunda
anlaşmışlardır. Ertesi gün (S), galerinin tadilat işlerini yapan ve kendisinden bir süredir
ödeme bekleyen (Y)’ye olan borcunu ödemek için (K) ile kurduğu sözleşmeden doğan
100.000 TL tutarındaki alacağını (Y)’ye devretmiştir. Bir hafta sonra ise (S) tabloyu
(K)’ya teslim etmiştir. 03.04.2015 tarihinde (S), sahibi olduğu bir dairenin, yakın arkadaşı
(G)’nin kullandığı kredinin teminatı olması konusunda (B) Bankası ile anlaşmış ve (S) ile
(B) Bankası bu anlaşmaya ilişkin işlemleri dairenin kayıtlı olduğu tapu müdürlüğünde
gerçekleştirmişlerdir.

SORULAR
1. a) Olayda (S)’nin tarafı olduğu hukukî işlemleri ve bu işlemlerin türlerini
belirtiniz. (10 Puan)
CEVAP:
• (S) ile (K) bir sözleşme kurmuşlardır. Sözleşme iki taraflı bir hukuki işlemdir.
Borçlandırıcı işlemdir. Kazandırıcı işlemdir.
• (S), (Y)’ye (K) ile kurduğu sözleşmeden doğan 100.000 TL tutarındaki alacağını
devretmiştir. Alacağın devri bir sözleşmedir. İki taraflı hukuki işlemdir. Tasarruf
işlemidir. Kazandırıcı işlemdir.
• (S)’nin (K)’ye tabloyu teslim etmesi tasarruf işlemidir. Kazandırıcı işlemdir.
• (S)’nin (B) Bankası lehine dairesi üzerinde rehin hakkı tanıması söz konusudur.
Tasarruf işlemidir. Kazandırıcı işlemdir.

b) Olayda söz konusu hakları tespit ederek, bu hakların gösterdikleri özellikleri


belirtiniz. (10 Puan)
CEVAP:
• (S), (K)’ye karşı bir tablonun devredilmesi hakkında, (K) ise (S)’ye karşı 100.000
TL’nin ödenmesi konusunda alacak hakkına sahiptir. Alacak hakkı nisbî (kişisel) bir
haktır.

264
• (Y), (K)’ye karşı 100.000 TL’nin ödenmesi konusunda alacak hakkına sahiptir.
Nisbî (kişisel) bir haktır.
• (S) daire üzerinde mülkiyet hakkına sahiptir. Aynî haktır. Mutlak haktır.
• (B) Bankası (S)’ye karşı rehin hakkına sahiptir. Aynî haktır. Mutlak haktır.

2. (S)’nin 17 yaşındaki oğlu (C) babasının verdiği harçlıklardan biriktirdiği para ile
bir güneş gözlüğü satın almış ve bunu doğum gününde kız arkadaşı (A)’ya hediye
etmiştir. (C)’nin güneş gözlüğü satın alması ve bunu (A)’ya hediye etmesi işlemleri
geçerli midir? (15 puan)
CEVAP: Ayırt etme gücüne sahip küçük ya da kısıtlılar sınırlı ehliyetsizdir. Sınırlı
ehliyetsiz bir kişinin geçerli bir borçlandırıcı işlem yapabilmesi için yasal temsilcinin
işleme rıza göstermesi gerekir. Sınırlı ehliyetsiz yasal temsilcinin izni olmadan
borçlandırıcı işlem yaptığında yasal temsilci bu işleme onay (icazet) verirse işlem geçerli
hâle gelir. Ancak sınırlı ehliyetsiz kendi tasarrufuna bırakılan mallar üzerinde dilediği gibi
tasarrufta bulunabilir. Olayda (C), babasının verdiği harçlıkları biriktirerek güneş gözlüğü
satın almıştır. Babası tarafından kendisine verilen harçlıklar kendi tasarrufuna bırakılan
mallardan sayılır. Bu sebeple (C)’nin güneş gözlüğü satın alması geçerlidir. Sınırlı
ehliyetsizlerin önemli bağışlamada bulunmaları yasaktır. Bu tür bağışlamaları yasal
temsilci de sınırlı ehliyetsiz için yapamaz ve bunlar yasal temsilcinin rızası ile de geçerli
hâle gelmez. Bu durumda (C)’nin satın aldığı gözlüğü (önemli bağışlama olarak kabul
etmemiz halinde) (A)’ya hediye etmesi yasak işlemlerden sayılır ve geçersizdir. Buna
karşılık (A)’nın hediyesi olağan bir hediye olarak kabul edilirse geçerli olacaktır.

3. 01.07.2015 günü arabasıyla tatile çıkan (S) Bursa yakınlarında trafik kazası
yapmış ve kaza sonrası bilinci kapalı şekilde kaldırıldığı hastanede hemen
ameliyata alınmıştır. Bilinci kapalı hâldeyken hiç kimseye haber verilmeksizin
(S)’nin ameliyata alınması (S)’nin kişilik haklarını ihlâl eder mi? Açıklayınız. (15
Puan)
CEVAP: Kişinin hayat, vücut bütünlüğü ve sağlığı üzerinde sahip olduğu hak, kişilik
hakkına dahildir. Kişinin rızası olmadan kişilik hakkı üzerinde yapılan her türlü
müdahale, hukuka aykırı sayılır. Ancak, hastanın rızasının alınamadığı ve bilincinin
kapalı olduğu acil durumların varlığı halinde, hastaya tıbbi müdahalede bulunmak rızaya
bağlı değildir. Bu durumlarda hastanın üstün özel yararı yapılan müdahalenin hukuka
aykırılığını ortadan kaldıracaktır. Olayda (S), hastaneye bilinci kapalı olarak kaldırılmış ve
hemen ameliyata alınmıştır. Bu sebeple rızası aranmaz. (S)’nin ameliyata alınması kişilik
haklarını ihlâl etmez.

265
OLAY II
2018 yılının başlarında tanışan bayan (A) ile bay (B), çok kısa süre içinde evlenmişlerdir.
Bayan (A) evlilikten 6 ay sonra (Ç)’yi dünyaya getirmiştir. Bu durum bayan (A) ile bay
(B)’nin ilişkilerinde ciddi huzursuzluğa yol açmıştır. Bu durumun düzelmemesi
karşısında, bayan (A)’nın karşı çıkmasına rağmen bay (B)’nin açtığı dava sonucu
boşanmaya karar verilmiştir.

SORULAR
1. (Ç)’nin anne ve baba yönünden soybağı durumu nedir? Her biri yönünden
soybağının ne şekilde kurulduğunu belirtiniz. (Ç)’nin, baba yönünden kurulan
soybağında; kim tarafından, hangi hukukî yola başvurularak ve hangi hususlar
ispatlanarak değişiklik yapılması mümkün olabilir? (15 Puan)
CEVAP: Çocuk ile ana arasında soybağı doğumla kurulur. Ana ile soy bağının kurulması
için çocuğun soybağı kurulacak kadın tarafından doğurulduğunun tespiti yeterlidir. Bu
bakımdan olayda çocuğun (A) tarafından doğurulmuş olmasının tespiti ile (A) ve (Ç)
arasında soybağı kurulacaktır.

Baba ile soybağının kurulması ise, ana ile evlilik, tanıma ya da hâkim hükmüyle olur.
Olayımızda bayan (A) ile bay (B) evlidirler. Kocanın babalığı, MK m. 285/1’de yer verilen
babalık karinesi uyarınca kabul edilir. Buna göre, olaydaki gibi, evlilik devam ederken
(evlilik içinde) doğan çocuğun babası, karine olarak kocadır. Olayda (Ç) evlilik içinde
doğmuştur, bu bakımdan karine uyarınca baba yönünden soybağı (B)’ye bağlıdır.

MK m. 286, kocanın ve çocuğun karineye dayalı soybağını reddedebilmesi için bir dava
hakkı tanımıştır. Koca bu davayı ana ve çocuğa karşı açar. Davacı çocuk ise, dava ana ve
kocaya karşı açılır. Evlenmeden itibaren 180 gün geçmeden doğum gerçekleşmişse çocuk
ana rahmine evlilikten önce düşmüş kabul edilir ve soybağının reddi için başka bir kanıt
aranmaz. Evlenmeden itibaren 180 gün geçtikten sonra (ve evliliğin sona ermesinden
başlayarak 300 gün içinde) doğan çocuğun evlilik içinde ana rahmine düştüğü kabul
edilir. Bu durumda soybağının reddi davası açacak olan davacının ispat yükü ağırlaşır ve
davacı, kocanın baba olmadığını ispat etmek durumunda kalır. Diğer yandan çocuk bu
sürelere göre ana rahmine evlilik içinde düşmemişse, kocanın kadın ile gebe kalma
döneminde cinsel ilişkide bulunduğuna dair inandırıcı kanıtlar varsa, kocanın babalığına
ilişkin karine geçerliliğini korur.

266
Olayda (Ç) evlenmeden altı ay geçtikten sonra dünyaya gelmiştir. 6 aylık sürenin 180
günün geçtiğini gösterdiği kabul edildiğinde, yasa uyarınca çocuk ana rahmine evlilik
içinde düşmüş sayılır. Bu halde davacı (B) ya da (Ç), (B)’nin baba olmadığını ispat etmek
durumundadırlar. Bunun için kocanın baba olmasının imkânsız olduğunun ispatı gerekir.
Bu hususun ispatı, (A) ile (B) arasında cinsel ilişkinin fiilen imkansızlığının (seyahat,
mahkûmiyet, fiziki ya da psikolojik problemler) ya da (Ç)’nin (B) ile cinsel ilişkiden
olmasının imkansızlığının, cinsel ilişki ile gebeliğin illiyet bağının bulunmadığının ispatı
ile mümkündür. Bunun için de kan muayenesi ve genetik inceleme yöntemine
başvurulabilir.

2. Bayan (A) ile Bay (B) arasında hangi sebeple boşanmaya karar verilmiş olabilir?
Söz konusu boşanma sebebine göre boşanmaya karar verilebilmesi için gereken
şartlar nelerdir? (15 Puan)
CEVAP: Bayan (A) ile Bay (B) arasında ciddi bir huzursuzluk olduğundan söz
edilmektedir. Boşanmanın özel sebeplerinin varlığına dair bir bilgi yer almamaktadır. Bu
durum boşanmanın genel sebeplerinden, evlilik birliğinin temelinden sarsılması nedenine
dayanarak boşanma davası açılmasına olanak sağlar. MK m. 166’da ifade edilen bu
boşanma nedenine dayanarak boşanma kararı verilebilmesi için aranan koşullar şu
şekildedir:
1. Evlilik birliğinin temelinden sarsılması, yani eşler arasında önemli ölçekte fikir ve
duygu ayrılığının oluşması, duruma göre bunun geçimsizliğe yol açması;
2. Evlilik birliğinin temelinden sarsılmasının eşlerden en az biri için ortak hayatın
sürdürülmesinin kendisinden beklenmeyecek derecede ağır olması;
3. Davalının, davacının daha kusurlu olduğu itirazını ileri sürmemiş olması ya da ileri
sürmüşse dahi bu itirazın kabul edilmemiş olması.

Bayan (A) boşanmaya karşı çıktığından eşlerin boşanma konusunda anlaşmış olmaları
söz konusu değildir, bu nedenle anlaşmalı boşanmanın varlığını kabul mümkün
olmayacaktır.

OLAY III
Bayan (A) ile Bay (B) 2010 yılında evlenmişlerdir. Bay (B) mimardır. Bayan (A) ise
çalışmamaktadır. Bayan (A)’nın babasından miras kalan 300.000 TL değerinde dairesi ve
500.000 TL değerinde bir dükkânı mevcuttur ve buradan aylık 8.000 TL kira geliri elde
etmektedir. 2012 yılında üst üste işler alan bay (B), bu yılın sonunda kazandığı toplam
800.000 TL ile bir daire satın almıştır. Bay (B) 2013 yılında da 400.000 TL gelir elde

267
etmiş ve bununla da bir yazlık ev almıştır. 2014 yılında bayan (A), bay (B)’nin karşı
çıkmasına rağmen 300.000 TL değerindeki babasından miras kalan dairesini kardeşi
(K)’ya bağışlamıştır. Bir süredir araları zaten iyi olmayan bayan (A) ile bay (B) arasındaki
huzursuzluk bu olayla iyiden iyiye artmış ve eşler aynı yıl boşanmışlardır. Boşanma
davası açıldığı sırada bayan (A)’nın, evlilik sırasındaki kira gelirlerinden biriktirdiği
240.000 TL tutarında parası vardır. Olaydaki taşınmazların değerinde ise bir değişiklik
olmamıştır.

SORULAR
1. Bayan (A) ile Bay (B) arasındaki mal rejiminin tasfiyesi sonucu hangi eş
diğerinden ne miktarda katılma alacağı talep edebilir? (10 Puan)
CEVAP: Taraflar arasında edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir. Buna göre;
Bayan A’nın edinilmiş malları:
• Kişisel malların geliri edinilmiş mal olacağından (A)’nın kira gelirlerinden
biriktirdiği 240.000 TL edinilmiş maldır.
Bayan A’nın kişisel malları:
• Bayan (A)’nın, babasından miras kalan 300.000 TL değerindeki dairesi ve 500.000
TL değerindeki dükkânı kişisel maldır.

Bay B’nin edinilmiş malları:


• (B)’nin çalışması karşılığı elde ettiği 800.000 TL edinilmiş maldır. Edinilmiş malın
ikamesi de edinilmiş mal olacağından bu para ile alınan daire de edinilmiş maldır.
• B’nin kazandığı 400.000 TL edinilmiş maldır. Edinilmiş malın ikamesi de edinilmiş
mal olacağından bu para ile alınan yazlık da edinilmiş maldır.
Bay B’nin kişisel malları: YOK

Bayan A’nın, eşinin rızasını almaksızın yaptığı karşılıksız kazandırma kişisel mallardan
yapıldığından tasfiyede eklenecek değer olarak göz önünde bulundurulmaz. Zira katılma
alacağının hesaplanmasında kişisel mallar dikkate alınmaz.
Buna göre;
• 240.000 / 2 = 120.000 TL → Bay B’nin katılma alacağı
• 400.000 + 800.000 TL / 2 = 600.000 TL → Bayan A’nın katılma alacağı
Alacaklar kanunen karşılıklı takas edilir ve netice itibarıyla Bayan A’nın, Bay B’den
480.000 TL katılma alacağı talep etmesi mümkündür.

268
2. Yukarıdaki olayda belirtilenler yanında, 2013 yılında Bay (B), evlilik sonrası
çalışması karşılığında kazandığı gelirden biriktirdiği 100.000 TL’ye, Bayan (A)’nın
kendisine verdiği 100.000 TL’yi eklemek suretiyle 200.000 TL’ye bir otomobil satın
almıştır. Bayan (A)’nın Bay (B)’ye verdiği 100.000 TL, 2012 yılında çalışmaya
başlayan (A)’nın çalışması karşılığında elde ettiği gelirdir. Bu otomobilin değeri,
2014 yılında 100.000 TL’ye düşmüştür. Olaydaki verilere ilaveten gerçekleşen bu
durum nedeniyle mal rejiminin tasfiyesi sırasında Bayan (A), Bay (B)’den herhangi
bir talepte bulunabilir mi? Bulunabilirse bunun miktarı nedir? Bay (B)’nin ayrıca
bu otomobilin sahibi olması ve Bayan (A)’nın da Bay (B)’ye karşı bir talepte
bulunabilmesi, 1. sorunun cevabı olarak hesaplanan katılma alacağının miktarında
değişiklik yapar mı? (10 Puan)
CEVAP: Eşlerden biri mal rejiminin devamı sırasında diğerine ait bir malın edinilmesine,
iyileştirilmesine veya korunmasına hiç ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda
bulunmuşsa, tasfiye sırasında yaptığı bu katkının karşılığı bir alacak hakkı elde eder. Bu
alacak hakkı değer artış payı alacağı olarak isimlendirilir.

Mal rejiminin tasfiyesi sırasında katkının yapıldığı malın değeri artmışsa katkıda bulunan
eş, bu malda ortaya çıkan değer artışı için katkısı oranında alacak hakkına sahip olur.
Buna karşılık bir değer kaybı söz konusu olduğunda katkının başlangıçtaki değeri esas
alınır. Somut olayda otomobilin değeri 100.000 TL’ye düştüğünden başlangıçtaki katkı
esas alınacak ve Bay B yaptığı 100.000 TL’lik katkı miktarınca alacak hakkına sahip
olacaktır.

Bay B ve Bayan A’nın çalışmaları sonucu elde ettikleri 100.000 TL’lik kazançlar edinilmiş
maldır. Somut olayda eşlerden birinin edinilmiş malı ile diğer eşe ait edinilmiş mala katkı
yapması durumu bulunmaktadır. Bu halde katkıya dayanan alacak artık değer hesabında
alacaklı eşin edinilmiş malı olarak kabul edilir. Borçlu eş bakımından ise edinilmiş
mallara ilişkin bir borç söz konusu olacaktır.

Buna göre;
• 240.000 + 100.000 TL DAP Alacağı / 2 = 170.000 TL → Bay B’nin katılma alacağı
• 400.000 + 800.000 TL + 100.000 TL otomobil – 100.000 TL DAP Borcu / 2 =
600.000 TL → Bayan A’nın katılma alacağı

269
MEDENİ HUKUK / TEK / BÜTÜNLEME / 19’-20’

OLAY I
1 Mart 2019 tarihinde saat 09:00’da iş görüşmesi olan A o gün çok geç uyanabilmiş,
görüşmeye yetişme telaşı ile bindiği takside çantasını unutmuştur. Daha sonra bu çantayı
bulan taksici T, çantada bulduğu 500 TL ile B Akaryakıt İstasyonundan benzin satın
almış; yine çantada bulduğu dizüstü bilgisayarı C’ye 3.000 TL’ye satarak, bilgisayarı
teslim etmiştir.

SORULAR
1. Olayda T’nin B Akaryakıt İstasyonundan benzin satın alması ve bunun bedelini
çantada bulduğu 500 TL ile ödemesi ne tür hukukî işlemlerdir? Ödeme sonucunda
B, 500 TL’nin sahibi hâline gelmiş midir? (10 Puan)
CEVAP: T’nin benzin satın alması ve bunun bedelini ödemesi hususunda Akaryakıt
İstasyonu ile anlaşması durumunda taraflar arasında bir sözleşme kurulmuştur.
Sözleşme, iki taraflı bir hukuki işlemdir. T’nin benzin satın alması malvarlığına ilişkin
hukuki işlemlerden borçlandırıcı işlemdir. Borçlandırıcı işlem, malvarlığının aktifine
doğrudan etki etmeyen, sonuçlarını malvarlığının pasifinde doğurarak kişinin pasifini
artıran hukuki işlemlerdir. T’nin, aldığı benzinin bedelini ödemesi ise bir tasarruf
işlemidir. Tasarruf işlemleri, malvarlığında yer alan belirli bir hakkı doğrudan doğruya
etkileyerek başkasına devreden, içeriğini sınırlayan, değiştiren veya sona erdiren
işlemlerdir. Para ve hamile yazılı senetlerin kazanılması, iyiniyetin tam koruma bulduğu
hallerden biridir. Dolayısıyla para ve hamiline yazılı senetleri devreden kişi gerçek malik
olmasa bile devralan, bu kişinin malik olmadığını bilmiyorsa ve hâlin gerektirdiği özeni
gösterse bile bilecek durumda değilse tasarruf yetkisi eksikliğine rağmen para ve hamile
yazılı senetlerin mülkiyetini kazanır. Ödeme sonucunda B, 500 TL’nin sahibi haline gelir.

2. Olayda T’nin, çantada bulduğu dizüstü bilgisayarı C’ye 3.000 TL’ye satması ve
daha sonra bu bilgisayarı C’ye teslim etmesi ne tür hukukî işlemlerdir? Teslim
sonrasında C, dizüstü bilgisayarın sahibi hâline gelmiş midir? (10 Puan)
CEVAP: T ile C arasında sözleşme kurulmuştur. Bu sözleşme, iki taraflı ve sağlararası bir
hukuki işlemdir. T’nin dizüstü bilgisayarı C’ye satması, borçlandırıcı işlemdir. Bu işlemle
T, dizüstü bilgisayarı C’ye teslim etme; C ise 3.000 TL olan satış bedelini T’ye ödeme
yükümlülüğü altına girmiştir. Bilgisayarın C’ye teslim edilmesi, bir tasarruf işlemidir.
Para ve hamiline yazılı senetler dışındaki taşınırların çalınması, kaybolması ya da malikin
iradesi dışında başka herhangi bir şekilde elden çıkması hallerinde bunların zilyetliğini

270
malik olmayan kişilerden devralan kişilerin iyiniyeti kısmen korunmuştur. Bu eşyaları
malik olmayan kişiden devralan kişi iyiniyetli olsa dahi, eşyanın mülkiyetini veya eşya
üzerinde sınırlı ayni hak kazanmış olmaz. Ancak bu taşınırı, açık artırmadan, pazardan
veya benzeri eşya satanlardan iyiniyetle devralan kişiden eşyanın geri istenebilmesi için
bu kişinin ödediği paranın iade edilmesi gerekir.

3. Çantasını takside unutan ve geciktiği iş görüşmesi de olumsuz sonuçlanan A, bir


barda aşırı derecede alkol kullanmış, bardan çıkar çıkmaz da kendisine 4.000 TL’ye
yeni bir dizüstü bilgisayar satın almıştır. A’nın bu şekilde yeni bir bilgisayar alma
işlemi geçerli midir? Açıklayınız. (10 Puan)
CEVAP: Bir hukuki işlemin geçerli olabilmesi için, irade beyanında bulunan kişi veya
kişilerin ehil olması gerekir. Ayırt etme gücüne sahip, kısıtlı olmayan ve ergin olan kişinin
fiil ehliyeti tamdır. Sarhoş bir kimse, akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun
olduğundan geçici süre ayırt etme gücüne sahip değildir. Dolayısıyla hiçbir hukuki işlemi
kendi fiilleriyle yapamaz. A’nın bu şekilde yeni bir bilgisayar satın alma işlemi geçersizdir.

OLAY II
Fatih İlçesini Güzelleştirme Derneğinin tüzüğüne göre, dernek üyeliğinden çıkarma
kararı verilebilmesi için bir sebep göstermek zorunluluğu yoktur. Aynı apartmanda
oturup birbiri ile komşu olan dernek başkanı A ile dernek üyelerinden B arasında
apartman yönetimi konusunda tartışma yaşanmış, bu tartışmadan sonra dernek başkanı
A, B’yi Fatih İlçesini Güzelleştirme Derneği üyeliğinden çıkarmak için faaliyete geçmiştir.

SORULAR
1. Dernek başkanı A’nın, B’nin dernek üyeliğinden çıkarılmasını sağlaması,
derneğin hangi organının ne şekilde bir karar alması ile mümkün olabilir? (5
Puan)
CEVAP: Üyelikten çıkarma kararı almaya yetkili organ genel kuruldur. Dernek tüzüğü ile
çıkarma yetkisi başka bir organa da tanınabilir. Karar toplantıya katılan üye sayısının salt
çoğunluğu ile alınır.

2. B’nin dernek üyeliğinden çıkarılmasına ilişkin bir karar alınması hâlinde, B bu


karara karşı hangi hukukî yola başvurarak ne şekilde itiraz edebilir? (15 Puan)
CEVAP: Dernek tüzüğünde üyelikten çıkarma için sebep gösterme zorunluluğunun
bulunmadığının belirtilmesi, üyenin sebepsiz şekilde üyelikten çıkarılabileceği anlamına
gelmez. Bu durumda da dernek üyeliğinden çıkarma için bir sebebin bulunması gerekir

271
ve çıkarma sebebinin varlığını çıkarma konusunda yetkili organ takdir eder. Fakat bu
sebebin üyeye bildirilmesine gerek yoktur.

Çıkarma kararını genel kurul vermişse; genel kurula katılan üyeler karar tarihinden
itibaren, katılmayanlar ise çıkarma kararının verildiğinin öğrenilmesinden itibaren bir ay
içinde iptal davası açılmalıdır. Toplantıya katılmayan üyelerin her halükârda karar
tarihinden itibaren üç ay içinde dava açması gerekir. Çıkarma kararını genel kurul
dışındaki bir organ vermişse, önce bu karara karşı genel kurula şikâyet hakkını
kullanmalıdır.

Dernek tüzüğünde sebep göstermeksizin üyenin çıkarılabileceğinin öngörüldüğü


durumlarda, üyenin itirazı yetkili organın sebepsiz çıkarma yetkisini dürüstlük kuralına
aykırı kullandığı, çıkarma kararının hakkın kötüye kullanılması teşkil ettiği olacaktır.
Apartman tartışması nedeniyle üyenin dernekten çıkarılması bu duruma örnek oluşturur.

OLAY III
Bayan A ile Bay B 20 yıldır evlidirler ve çok istemelerine rağmen bir çocuk sahibi
olamamışlardır. Bu durum karşısında Bay B, eşi Bayan A’nın teşviki ile bir çocuk sahibi
olmak amacıyla Bayan D ile de birlikte yaşamaya başlamıştır. Bir süre sonra Bay B ve
Bayan D’nin birlikteliğinden Ç dünyaya gelmiştir. Bay B, doğum belgelerinin gerçeğe
aykırı düzenlenmesini sağlayarak, Ç’yi nüfus siciline Bayan A ile Bay B’nin, evlilik birliği
içinde doğmuş müşterek çocukları olarak kaydettirmiştir.

SORULAR
1. Ç’nin anne ve baba yönünden soybağı durumu nedir? Her biri yönünden ayrı ayrı
belirtiniz.
CEVAP: Çocuk ile anne arasında soybağı doğum ile kurulur. Ç ile Bayan D arasında
soybağı doğum ile kurulmuştur. Baba ile soybağı “ana ile evlilik, tanıma veya hâkim
hükmüyle kurulur.” Olayda Ç’nin doğal babası Bay B, anne D ile evli olmadığı gibi bir
tanıma veya hâkim hükmü de yoktur. Dolayısıyla Ç’nin baba yönünden herhangi bir
soybağı yoktur.

2. Ç’nin nüfus siciline Bayan A ile Bay B’nin, evlilik birliği içinde doğmuş müşterek
çocukları olarak kaydedildiğini öğrenen D, Ç’nin gerçek anne ve babası adına doğru
şekilde kaydettirilmesi için her biri yönünden hangi hukukî yollara başvurmalıdır?
(15 Puan)

272
CEVAP: Kişisel durum siciline (nüfus siciline) Ç’nin annesinin bayan A olduğu şeklinde
gerçeğe aykırı bir kayıt yapılmıştır. Bu durumda D’nin yapması gereken, gerçeğe aykırı
kaydın düzeltilerek, Ç’nin gerçek annesinin D’nin nüfus kütüğüne kaydedilmesi için kayıt
düzeltme davası açılmalıdır. Bu davayı herhangi bir süre sınırlamasına tâbi olmaksızın D
her zaman açabilir. Bu davada, bayan D Ç’nin kendi çocuğu olduğunu (Ç’nin kendisinden
dünyaya geldiğini) ispatlayacaktır. Bayan D tarafından doğurulduğunun tespit edilmesi
gerekecektir. Baba ile soybağı anne ile evlilik, tanıma veya babalık davası yolu ile kurulur.
Ç, evlilik devam ederken doğmuş bir çocuk olarak gösterildiği için, her ne kadar evlilik
dışı doğmuş olsa da soybağı gerçek babası olan bay B ile kurulmuştur.

Bayan D’nin, Ç’nin babası ile soybağının kurulmasını sağlamak için babalık davası açması
gerekmektedir. Ana bayan D’nin dava hakkı, doğumdan başlayarak 1 yılın geçmesi ile hak
düşürücü süreye uğrayacaktır. Davada bayan D, Ç’nin bay B’den olduğunu
ispatlayacaktır.

3. Ç’nin dünyaya gelmesinden sonra Bay B’nin bütün ilgisini Ç’ye yönlendirmesi ve
kendisi ile artık hiç ilgilenmemesi karşısında, Bayan A Bay B’den boşanmaya karar
vermiştir. Bayan A’nın hangi sebeple boşanma davası açması mümkün olabilir?
Belirtiniz. (10 Puan)
CEVAP: Bay B’nin Bayan A ile evliliği devam ederken, Bayan D ile birlikte olması zina
teşkil eder. Ancak Bayan A, Bay B’nin çocuk sahibi olması amacıyla bu ilişkiyi teşvik
etmiş, devamı sırasında da ses çıkarmamıştır. Zinanın devamında buna ses çıkarılmaması
af teşkil eder. Bay B’nin çocuk sahibi olması için ilişkinin teşvik edilmesi ise daha sonra
zina sebebiyle boşanma davası açılmasının hakkın kötüye kullanılması olmasına yol açar.
Buna karşılık Bayan A, evlilik birliğinin temelden sarsılması sebebiyle boşanma davası
açabilir. Evlilik birliğinin temelden sarsılması genel ve nisbi bir boşanma sebebidir. Bu
sebebe dayanarak dava açılması için kusur şartı aranmaz. Evlilik birliğinin temelinden
sarsılmış olması, evlilik birliğinin temelinden sarsılması en az eşlerden biri için ortak
hayatı sürdürmesi beklenemeyecek derecede olması ve davalının, davacının daha kusurlu
olduğu itirazını ileri sürmemiş ya da ileri sürülen itirazın kabul edilmemiş olması gerekir.

OLAY IV
Bayan A ile Bay B 2008 yılında evlenmişlerdir. Bayan A doktor, Bay B ise bir kitabevi
sahibidir. Bay B’nin evlenme sırasında sahip olduğu kitabevinin değeri 2.000.000 TL’dir.
Evlilik sonrasında Bayan A’nın babası, Bayan A’ya 500.000 TL değerinde bir daire hediye
etmiştir. Bayan A bu daireyi aylık 3.000 TL karşılığında kiraya vermiştir. 2012 yılında

273
kitabevinden evlilik sonrasında elde ettiği gelirle Bay B, 1.000.000 TL karşılığında bir
matbaa satın almıştır. 2014 yılında ise Bayan A, evlilik sonrasında çalışması karşılığı
biriktirdiği 250.000 TL’yi kullanarak, babasının kendisine hediye ettiği dairede tadilat ve
yenileme yaptırmıştır. Bunlar sonrasında dairenin değeri 750.000 TL olmuştur.

Bayan A, babasının hediye ettiği daireden elde ettiği kira gelirini mümkün oldukça
biriktirmesi sonucunda 2018 yılında toplam 300.000 TL’nin sahibi hâline gelmiştir.
Ancak aynı yıl kardeşinin işlerinin bozulması karşısında, eşi Bay B’nin karşı çıkmasına
rağmen bu parayı kardeşine bağışlamıştır. Bu bağışlama eşlerin arasını açmış ve sonuçta
Bayan A ile Bay B aynı yıl boşanmışlardır.

Boşanma davasının açıldığı anda Bayan A’nın, evlilik sonrası çalışması karşılığı elde ettiği
500.000 TL parası bulunmaktadır. Bayan A’ya babasının hediye ettiği dairenin değeri ise
1.500.000 TL’dir. Bay B’nin sahibi olduğu kitabevinin değeri 4.000.000 TL, evlilik
sırasında satın aldığı matbaanın değeri ise 2.500.000 TL olmuştur. Ancak Bay B’nin
sahibi olduğu matbaa nedeniyle 500.000 TL de borcu bulunmaktadır.

1. Bayan A ile Bay B arasındaki mal rejiminin tasfiyesi sonucu hangi eş diğerinden
ne miktarda katılma alacağı talep edebilir? (20 Puan)
CEVAP: Taraflar 2008 yılında evlenmişlerdir. Olayda herhangi bir seçimlik mal rejiminin
kabul edildiği belirtilmediğinden yasal mal rejimi olan edinilmiş mallara katılma rejimi
uygulama alanı bulur. Bu rejim kapsamında tarafların malları şu şekilde tasnif edilir:
Bay B:
• Bay B’nin evlendiği sırada sahip olduğu kitabevi onun kişisel malıdır. Dolayısıyla
tasfiyede göz önünde bulundurulmaz. (TMK m. 220/1-2)
• Bay B kitabevi sahibidir. Bu kitabevinden elde ettiği gelir onun edinilmiş malıdır
(TMK m. 219/2-1). Edinilmiş malın ikamesi de edinilmiş maldır (TMK m. 219/2-5).
Matbaa, tasfiye zamanındaki değeriyle yani 2.500.000 olarak hesaba katılır.
• Edinilmiş mallara dair borç da tasfiyede eksi değer olarak göz önünde
bulundurulur. Dolayısıyla matbaaya ait 500.000 TL’lik borç da tasfiyede dikkate
alınarak, edinilmiş malların değerinden düşülecektir.

Buna göre;
2.500.000 – 500.000 = 2.000.000 / 2= 1.000.000 TL → Bayan A’nın, Bay B’nin artık
değerinden olan alacağıdır.

274
Bayan A:
• Bayan A’ya babasının hediyesi olan daire onun kişisel malıdır. Dolayısıyla bu daire
tasfiye sırasında göz önünde bulundurulmaz. (TMK m. 220/1-2)
• Bayan A’nın çalışması karşılığı elde ettiği 250.000 TL edinilmiş maldır. Bayan A,
edinilmiş malını kullanarak, kişisel malını iyileştirdiği için kişisel mallardan
edinilmiş mallar lehine denkleştirme yapılması gerekmektedir.
• Bayan A’nın, evlilik sonrası çalışması karşılığı elde ettiği 500.000 TL onun
edinilmiş malıdır (TMK m. 219/2-1).
• 2018 yılında Bayan A’nın kira gelirinden elde ettiği 300.000 TL de kişisel malın
geliri olduğundan edinilmiş mal niteliğindedir (TMK m. 219/2-4). Fakat Bayan A,
eşinin karşı çıkmasına rağmen bunu kardeşine bağışlamıştır. TMK m. 229/1-1’e
göre; “Eşlerden birinin mal rejiminin sona ermesinden önceki bir yıl içinde diğer
eşin rızası olmadan, olağan hediyeler dışında yaptığı karşılıksız kazandırmalar,”
edinilmiş mallara değer olarak eklenecektir. Olayda Bayan A tarafından edinilmiş
mallarından kardeşine yapılan 300.000 TL’lik bağış tasfiye hesabına değer olarak
eklenir.

Denkleştirme hesabı:
250.000 / 750.000 = 1/3 → söz konusu dairedeki edinilmiş mal oranı

Dairenin tasfiye anındaki değeri 1.500.000 TL olmuştur.


1.500.000 / 3 = 500.000 TL edinilmiş malların lehine denkleştirme yapılacaktır.

Eklenecek Değerler: 300.000 TL değer olarak tasfiyeye eklenecektir.

Buna göre;
500.000 + 500.000 + 300.000 = 1.300.000 / 2 = 650.000 TL → Bay B’nin, Bayan A’nın
artık değerinden olan alacağıdır.

Tarafların birbirlerinden olan alacakları karşılıklı kanunen takas edilir. Netice itibarıyla
Bayan A, Bay B’ye karşı 350.000 TL katılma alacağına sahiptir.

275
MEDENİ HUKUK / ÇİFT / BÜTÜNLEME / 19’-20’

OLAY I
(A) ve (Ü) 20.07.2018 tarihinde notere giderek taşınmaz satış vaadi sözleşmesi yaparlar.
Sözleşmeye göre (A), arazisine yapılacak apartmandaki bağımsız bölümlerden birini
(Ü)’ye devredecektir. (Ü)’nün sözleşmeden doğan hakkı tapuya şerh edilir. (B)
Belediyesi’nin altyapı çalışmaları sırasında kazıyı gereğinden fazla derine yapması
nedeniyle, (Ü)’ye vaat edilen bağımsız bölümün kolonları zarar görür. (A) henüz (Ü)’ye
vaat ettiği bağımsız bölümü devretmemiştir.

1. (Ü), (B) Belediyesi’ne şerh edilmiş hakkını da belgelendirerek uğradığı zararı


tazmin etmesi gerektiği, aksi takdirde yasal yollara başvuracağı konusunu içeren
bir ihtarname gönderir. (Ü) ihtarında haklı mıdır? (20 Puan)

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: (Ü)’nün (B) Belediyesi’ne şerh


edilmiş hakkını da belgelendirerek gönderdiği ihtarnamenin haklılığı incelenmesi gereken
hukuki sorunu oluşturur.
II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m. 1009

III- İlgili Hukuk Kuralının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 1009 uyarınca arsa payı
karşılığı inşaat, taşınmaz satış vaadi, kira, alım, önalım, gerialım sözleşmelerinden doğan
haklar ile şerh edilebileceği kanunlarda açıkça öngörülen diğer haklar tapu kütüğüne şerh
edilebilir. Bunlar şerh edilmekle o taşınmaz üzerinde sonradan kazanılan hakların
sahiplerine karşı ileri sürülebilir.

Nisbi haklar, alelade nisbi haklar ve etkisi kuvvetlendirilmiş nisbi haklar olarak iki gruba
ayrılır. Kanun tanıdığı şerh mekanizmasıyla nisbi haklardan bazılarının ileri
sürülebileceği çevreyi genişletmek suretiyle, bunların etkisini kuvvetlendirmiştir.
Taşınmaz (gayrimenkul) satış vaadi sözleşmesinden doğan hakkın şerh edilebileceği TMK
m. 1009 hükmünde düzenlenir. Şerhin şerh edilen nisbi hakkın niteliğini
değiştirmeyeceği, o hakkı bir aynî hak hâline getirmeyeceği, sadece etki alanını
genişleteceği kabul edilir. Şerh, hakkın taşınmazın sonraki maliklerine ve o taşınmaz
üzerinde şerhten sonra hak kazanan diğer kişilere karşı ileri sürülmesi ve böylece nisbi
hak sahibinin bu kişilere karşı da korunması imkânını sağlar.

276
IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Taşınmaz satış vaadi sözleşmesinden (Ü) lehine doğan
hak şerh edilmiştir. Ancak bu şerh (Ü)’nün sahip olduğu nisbi hakkı ayni hak
mertebesine çıkarmaz. Bu bakımdan henüz kendisine vaat edilen bağımsız bölümün
devredilmemiş olduğu sırada, yani hâlâ malikin (A) olduğu bir zaman diliminde binaya
(B) Belediyesi tarafından verilen zararın tazminini (Ü) talep edemez. Zira bu durumda
(Ü)’nün sahip olduğu etkisi kuvvetlendirilmiş nisbi hak, bir ayni hak olmadığından
herkese karşı ileri sürülemez. Başka bir deyişle, herkes tarafından ihlal edilebilecek bir
hak bulunmamaktadır.

OLAY II
(A)’nın eşi arkeolog (B) 01.10.2017 tarihinde başlayan kazı çalışmasına katılır. Kazı
çalışmasında sona yaklaşılmışken, iki yüz kişinin ölümüne neden olan bir nükleer
patlama gerçekleşir. Otuz kişi ise çevre illerdeki hastanelerde tedavi görmeye başlar.
(B)’nin dâhil olduğu on kişiye yapılan arama kurtarma çalışmalarına rağmen ulaşılamaz.
(A) 15.12.2018 tarihinde (B)’nin mevcut durumunu tespit ettirmek amacıyla bir dava açar
ve dava 06.11.2019 tarihinde (B)’nin gaipliğine karar verilmesiyle sonuçlanır. Geçen
zamanla birlikte (B)’nın anılarıyla dolan evde yaşamaya devam etmesinin psikolojisini
kötü etkilediğini düşünen (A), mülkiyetinde olan daireyi 05.04.2020 tarihinde (Ü)’ye
devreder. (B) 18.08.2020 tarihinde sağ olarak döner.

1. a) Hukuk fakültesinde öğrenci olduğunuzu öğrenen (A), gerçekleştirdiği devrin


akıbetini size sorar. Değerlendirmeniz ne şekilde olurdu? (A) devirden önce
görüşünüze başvurmuş olsa idi tavsiye edeceğiniz hukukî bir yol olur muydu? (10
Puan)

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: (A)’nın gerçekleştirdiği devrin


akıbeti ve devirden önce izleyebileceği yolun tespiti incelenmesi gereken hukuki sorunu
oluşturur.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m. 131, TMK m. 194 f. 1

III- İlgili Hukuk Kuralının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 131 uyarınca gaipliğine
karar verilen kişinin eşi, mahkeme tarafından evliliğin feshine karar verilmedikçe
yeniden evlenemez. Kaybolan kişinin eşi evliliğin feshini, gaiplik başvurusuyla birlikte
veya ayrıca açacağı bir dava ile isteyebilir. Buna göre gaiplik kararı evliliğe kendiliğinden

277
son vermez. Gaibin eşi evliliğe son vermek istiyorsa, anılan hüküm uyarınca evliliğin
feshini de istemelidir.

TMK m. 194 f. 1 uyarınca eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile
ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu
üzerindeki hakları sınırlayamaz. Türk Medeni Kanunu’nda aile konutunun tanımı
bulunmamaktadır. Öğretide aile konutu, eşlerin evlilik birliğinin devamı sırasında ortak
yaşamı sürdürmenin gerekli kıldığı bir yerde ortak olarak oturma ihtiyacının
giderilmesinde kullanmak üzere sürekli olarak seçtikleri, kısaca aile yaşamının merkezi
durumuna getirdikleri konut olarak kullanılmaya elverişli taşınır veya taşınmaz yer
olarak tanımlanır (Dural/Öğüz/Gümüş, Aile Hukuku, N. 879). Bir konutun fiilen eşler
tarafından kullanılmaya başlaması, aile konutunun varlığı için zorunludur. Taşınmazın
aile konutu niteliğini kaybetmesi ise ancak evliliğin sona ermesi ile olur. Aile konutu
üzerinde eşin izni alınmadan yapılan tasarruf işlemi geçersizdir. Bu geçersizlik, rızası
alınmayan eşin aile konutuyla ilgili tapuda yapılan bir işlem varsa bunun iptalini talep ve
dava edebilmesini ifade eder.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda devir tarihinden önce, (B) hakkında gaiplik
kararı verilmiştir. Buna karşılık ne (A) açtığı gaiplik davası ile birlikte ne de sonrasında
evliliğin feshini talep etmiştir. Bu bakımdan (A) ve (B) arasındaki evlilik geçerli bir şekilde
varlığını korur. Bu sebeple olayda geçen daire de 05.04.2020 tarihinde aile konutu
niteliğini muhafaza eder. Bu bakımdan (A)’nın aile konutu niteliğindeki daireyi
devredebilmesi için TMK m. 194 f. 1 uyarınca eşi (B)’nin bu devre izin vermesi gerekirdi.
Buna karşılık anılan tarih itibarıyla (B) gaip olduğundan (A)’nın bu hususta onun iznini
alması mümkün değildir. Buna göre (A) devirden önce görüşümüze başvurmuş olsaydı,
öncelikle evliliğin feshini dava etmesini tavsiye ederdik, böylelikle dairenin aile konutu
niteliği sona ererdi. Buna karşılık (A) bu yolu izlemeden 05.04.2020 tarihinde daireyi
(Ü)’ye devretmiştir. (A)’nın eşi (B)’nin iznini almaksızın daire üzerinde yaptığı bu
tasarruf işlemi TMK m. 194 f. 1 hükmü uyarınca geçersizdir.

b) Nükleer patlamanın ardından kurtarılan kimse olmasaydı ve hazırlanan rapor


da patlamadan kimsenin sağ çıkamayacağı şeklinde olsaydı yukarıdaki soruya
verdiğiniz cevap değişir miydi? Cevabınız olumlu ise nasıl, olumsuz ise niçin? (10
Puan)

278
I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: Gerçekleşen patlamada ulaşılamayan
kişiler olmasına rağmen, raporun olaydaki patlamadan kimsenin sağ çıkamayacağı
yönünde olması faraziyesi sorulmaktadır. Bu durumda dairenin devredilmesinin tabi
olacağı esaslar incelenmesi gereken hukuki sorunu oluşturur.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m. 31, TMK m. 44

III- İlgili Hukuk Kuralının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 31 uyarınca bir kimse,
ölümüne kesin gözle bakılmayı gerektiren durumlar içinde kaybolursa, cesedi
bulunamamış olsa bile gerçekten ölmüş sayılır. Bu halde ölümü iddia edenler, sadece
kişinin içinde kaybolduğu olayı ispat etmekle yetinirler. TMK m. 44 uyarınca cesedi
bulunamayan kişinin kütüğüne mahallin en büyük mülki amirinin emriyle ölü kaydı
düşülür. Kişinin cesedinin bulunmamasına sebep olan olayın, kesin olarak ölüm
sonucunu doğuracak nitelikte bulunması gerekir. Ölü kaydının düşülmesiyle kişi, olayın
meydana geldiği andan itibaren gerçekten ölmüş kabul edilir ve ölümün tüm sonuçları
doğar. Sözgelimi evliliği kendiliğinden sona erer. Bu itibarla gaiplikte olduğu gibi, evliliğin
feshine ilişkin bir dava açılmaz.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda meydana gelen patlamada ulaşılamayan kişiler
olsa ve bilimsel rapor olaydaki patlamadan kimsenin sağ çıkamayacağı yönünde olsaydı,
bu durumda ölüm karinesi hükümlerine başvurulurdu. Ölüm karinesi sonucu en büyük
mülki amirin (B)’nin kütüğüne ölü kaydı düşülmesi ile (B) patlamanın meydana geldiği
andan itibaren gerçekten ölmüş kabul edilir. Bu sebeple de (A) ve (B) arasındaki evlilik
evliliğin feshi davasına gerek olmaksızın sona erer. Bu itibarla yukarıdaki soruya
verdiğimiz cevap değişirdi. (A)’nın evi devretmeye ilişkin tasarruf işlemini yapmak
bakımından (B)’den izin alması söz konusu olmazdı. (A)’nın 05.04.2020 tarihinde (Ü)’ye
yaptığı devir de geçerli olur.

OLAY III
Bay (A) ve Bayan (B) 03.03.2013 tarihinde evlenir, bir süre sonra da Göcek’te bir butik
otel işletmeye başlarlar. (A) uzun zamandır iş arayan yakın arkadaşı (C)’ye otelin reklam
faaliyetlerini üstlenmesi için iş teklif eder. (C) 25.06.2018 tarihinde işe başlar. (C)’nin (B)
ile olan ilişkisinden 02.02.2020 tarihinde haberdar olan (A) büyük hayal kırıklığı yaşar ve
iki dava açar. İlk davayı (B)’ye açmıştır, dava zina sebebiyle boşanma ve manevi tazminatı
konu edinir. İkinci davayı ise, (C)’ye açmıştır ve dava manevi tazminatı konu edinir.

279
Dilekçesinde (C)’nin evli olduğunu bilmesine rağmen (B) ile böyle bir ilişkiye girmesinin
kendisinin kişilik hakkını ihlal ettiği gerekçesine de yer verir.

1. (C) cevap dilekçesini, (A)’nin dilekçesinde yer verdiği gerekçenin dayanaktan


yoksun olduğu üzerine kurgulamak ister. (C)’nin yararlanabileceği bir hukukî bir
imkân var mıdır? (A)’nın açtığı davalara bakan hâkim olsaydınız, ne şekilde karar
verirdiniz? (20 Puan)

I-İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: Evlilik birliği devam ederken


eşlerden biri ile evli olduğunu bilerek birlikte olan üçüncü kişiye karşı diğer eşin manevi
tazminat isteminde bulunmasının mümkün olup olmadığı incelenmesi gereken hukuki
sorunu oluşturur.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: Yarg. İBBGK, 06.07.2018, E. 2017/5 K. 2018/7,
TMK, m. 24, m.185.

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: Yargıtay’ın 06.07.2018 tarihli


İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, evlilik birliği devam ederken eşlerden biri ile evli
olduğunu bilerek birlikte olan üçüncü kişiye karşı diğer eş manevi tazminat isteminde
bulunamayacaktır. Ancak üçüncü kişinin manevi tazminatla yükümlü tutulabileceği bazı
hâller söz konusu olabilir. (TBK m. 49 f. 2 uyarınca zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk
kuralı bulunmasa bile ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de bu zararı
gidermekle yükümlüdür. Üçüncü kişinin evli biriyle evli olduğunu bilerek birlikte olması
ahlaka aykırıdır. Ancak üçüncü kişinin tazminatla yükümlü tutulabilmesi için bunun
yanında salt aldatılan eşe kasten zarar verme amacı taşıması gerekir.)

TMK m. 24 f. 1 uyarınca, hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hâkimden,
saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir. TMK m. 25 uyarınca, davacının,
maddî ve manevî tazminat istemleri ile hukuka aykırı saldırı dolayısıyla elde edilmiş olan
kazancın vekâletsiz iş görme hükümlerine göre kendisine verilmesine ilişkin istemde
bulunma hakkı saklıdır.

TMK m. 185 uyarınca, evlenmeyle eşler arasında evlilik birliği kurulmuş olur. Eşler, bu
birliğin mutluluğunu elbirliğiyle sağlamak ve çocukların bakımına, eğitim ve gözetimine
beraberce özen göstermekle yükümlüdürler. Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık
kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar.

280
TMK m.185 f. 3 uyarınca evlilik birliği eşlerden her birine diğer eşe sadık kalma
yükümlülüğü yükler. Sadakat yükümlülüğünün ihlali zina teşkil ediyorsa özel ve mutlak
bir boşanma sebebi olan zinaya dayalı boşanma davası açılabilir. Ayrıca sadakat
yükümlülüğünü ihlal eden eşten maddi ve manevi tazminat de talep edilebilir. Ancak
evlilik birliğinden doğan sadakat yükümlülüğü nisbidir. Bir kişinin eşi tarafından
aldatılmamayı isteme hakkı şeklinde herkese karşı ileri sürebileceği bir kişilik hakkı özel
olarak düzenlenmediğinden, aldatma fiiline katılan üçüncü kişinin aldatılan eşin mutlak
hakkını ihlal etmesi söz konusu olmaz. Üçüncü kişinin sadakat yükümlülüğünün
bulunmaması nedeniyle, evli eşle birlikte olan üçüncü kişinin bu davranışının diğer eşin
kişilik hakkına doğrudan bir saldırı teşkil ettiği söylenemez. Ayrıca evlilik birliği ve evlilik
hayatının kişiye toplum nezdinde sağladığı statü de eşlerin kişilik hakkının bir parçası
olmayıp eşlerin birbirleri üzerinde herhangi bir kişilik hakkı da bulunmaz.

IV-Altlama Faaliyeti ve Sonuç: (C)’nin (A)’ya karşı bir sadakat yükümlülüğü olmadığı
ve bu durum tek başına aldatılan eşin kişilik hakkını ihlal etmediği için üçüncü kişiye
karşı sadakat yükümlülüğünün ihlalinden kaynaklanan bir manevi tazminat davası
açılamaz. Ancak (C) yalnızca (A)’ya zarar verme amacıyla (B) ile birlikte olsaydı TBK m.
49 f. 2 hükmü gereği tazminatla yükümlü tutulabilirdi. Bununla birlikte (B)’ye açılan
dava bakımından zinanın eşin kişilik değerlerini ihlal ettiği kabul edilir ve (A)’nın manevi
tazminata hak ettiği sonucuna varılır.

OLAY IV
(A) ve (B) 04.08.2020 tarihinde evlenir. Epilepsi hastası olan (A)’nın 06.08.2020
tarihinde nöbet geçirmesi üzerine acilen hastaneye giderler. Yapılan incelemeler
neticesinde (A)’nın kullandığı ilaçların bir haftadır ayırt etme gücünü kaldırdığı hususu
tespit edilir. Yatarak tedavisine başlanan (A) yapılan tetkik ve tedaviler neticesinde,
10.08.2020 tarihinde ayırt etme gücüne kavuşur.

1. 11.08.2020 tarihi itibarıyla durumdan haberdar olan Cumhuriyet savcısı


evlenmenin geçersizliği için dava açar. Davanın açılması için gereken şartlar
oluşmuş mudur? Cevabınız olumlu ise nasıl, olumsuz ise davanın açılması için
gereken şartlar nelerdir? Mevcut durumda davayı kimler açabilir? (10 Puan)

I-İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: Eşlerden birinin ayırt etme gücünden
yoksun olduğu sırada evlenmesi durumunda Cumhuriyet savcısının butlan davası açma
yetkisinin olup olmadığı incelenmesi gereken hukuki sorunu oluşturur.

281
II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m.145, TMK m.146, TMK m.147, TMK m.
148

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 145 uyarınca,


eşlerden birinin evlenme sırasında sürekli bir sebeple ayırt etme gücünden yoksun
bulunması durumunda evlenme mutlak butlanla batıldır. TMK m. 146 uyarınca mutlak
butlan davası, Cumhuriyet savcısı tarafından resen açılır. Bu dava, ilgisi olan herkes
tarafından da açılabilir. TMK m. 147 f. 2 uyarınca, ayırt etme gücünün sonradan
kazanılması veya akıl hastalığının iyileşmiş olması durumlarında mutlak butlan davasını
yalnız ayırt etme gücünü sonradan kazanan veya akıl hastalığı iyileşen eş açabilir.

Mutlak butlan davası açma hakkının sınırlandığı ve kaldırıldığı bazı durumlar


öngörülmüştür. TMK. m. 147 f. 2 hükmü dava açma hakkının sınırlandığı hallerden
biridir. Bu hüküm uyarınca ayırt etme gücünden sürekli olarak yoksun olan eş ayırt etme
gücünü sonradan kazanırsa mutlak butlan davasını yalnızca kendisi açabilir. Bu ihtimalde
savcının ve ilgililerin dava açma hakkı yoktur. TMK m. 148 uyarınca, evlenme sırasında
geçici bir sebeple ayırt etme gücünden yoksun olan eş, evlenmenin iptalini dava edebilir.
Ayırt etme gücünden yoksunluk geçici ise açılacak olan dava nisbi butlan davasıdır. TMK
m.148 uyarınca nisbi butlan davasını ayırt etme gücünden yoksun olan eş açar.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda ayırt etme gücünden yoksun olan (A)’nın
evlenmesi söz konusudur. (A) daha sonra ayırt etme gücünü kazanmıştır. Kural olarak
ayırt etme gücünden yoksunluk sürekli ise Cumhuriyet savcısı davayı açmaya yetkili ve
bununla yükümlüdür. Ancak olayda (A) ayırt etme gücünü kazandığı için savcının dava
açma yetkisi ve yükümlülüğü ortadan kalkmıştır. İlgililerin de dava açma hakkı yoktur.
Davayı yalnızca (A) açabilir. Bu ihtimalde mutlak butlanın nisbi butlana döndüğü kabul
edilir.

Ayırt etme gücünden yoksunluğu geçici ise açılacak dava nisbi butlan davasıdır. Nisbi
butlan davasını savcının ve ilgililerin açma hakkı yoktur. Davayı yalnızca (A) açabilir.
Sonuç olarak (A)’nın evlenme sırasında ayırt etme gücünden yoksunluğu sürekli ise de
daha sonra ayırt etme gücünü kazandığı için butlan davasını yalnızca kendisi açabilir.
Evlenme sırasında ayırt etme gücünden yoksunluğu geçici ise davayı yine yalnızca kendisi
açabilir.

282
OLAY V
(A) ve (B) 19.06.2019 tarihli mahkeme kararıyla boşanır. Ortak çocukları sekiz yaşındaki
(C)’nin velayeti baba (B)’ye bırakılır. Anne (A) ise hafta sonları (C)’yi belirli saatlerde
görebilecektir. (B)’nin 04.05.2020 tarihinde (E) ile evlenmesi üzerine (A) bu durumu
gerekçe göstererek velayetin kendisine bırakılması istemiyle dava açar.

1. (B), yapılan duruşmada (C)’nin annesiyle yaşamak istediğini söylemesi üzerine


söz alır. (C)’nin bakımı ve yetiştirilmesi konularında azami özeni gösterdiği, (E) ile
olan evliliğin bu durumu etkilemediği iddiasındadır. Aile mahkemesi hâkimi ne
şekilde karar vermelidir? (10 Puan)

I-İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: Çocuğun velayeti kendisine bırakılan


ebeveynin yeniden evlenmesinin velayet hakkına etkisi incelenmesi gereken hukuki
sorunu oluşturmaktadır.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m. 349

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 349 uyarınca


velâyete sahip ana veya babanın yeniden evlenmesi, velâyetin kaldırılmasını gerektirmez.
Ancak çocuğun menfaati gerektirdiğinde velâyet sahibi değiştirilebileceği gibi, durum ve
koşullara göre velâyet kaldırılarak çocuğa vasi de atanabilir.

IV-Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda (C)’ye karşı yükümlülüklerini ihlal etmeyen


(B)’nin (E) ile evlenmesi tek başına velayetin değiştirilmesine veya kaldırılmasına sebep
olmaz. (C)’nin annesi ile yaşamak istemesi de tek başına yeterli değildir. Ancak (C)’nin
menfaati gerektiriyorsa velayeti (A)’ya verilebileceği gibi velayet hakkı da kaldırılabilir.
(Velayet hakkı kaldırılırsa (C)’ye vasi atanması gerekir.)

OLAY VI
Bir şirkette müdür olarak çalışan (A) ile doktor (D) 2015 yılında evlenmişlerdir.
Evlenmeden önce (A)’nın 300.000 TL değerinde bir taşınmazı ve 20.000 TL değerinde
bir motosikleti; (D)’nin ise 10.000 TL nakit parası bulunmaktadır. 2017 yılında (D)’nin
babası vefat etmiş ve (D)’ye 200.000 TL nakit para miras bırakmıştır. (D), bu parayı bir
yıllık vadeli mevduat hesabına yatırarak yıl sonunda 30.000 TL faiz geliri elde etmiştir.
Daha sonra (D), bu faiz gelirinin üzerine evlenmeden önce banka hesabında bulunan
10.000 TL’yi de ekleyerek 240.000 TL’ye yeni bir otomobil satın almıştır. (A) ise 400.000

283
TL’ye bir taşınmaz satın almış, bu paranın 300.000 TL’sini evlenmeden önce sahibi
olduğu taşınmazın satışından; 100.000 TL’sini ise mesleki faaliyetinden elde ettiği
gelirinden karşılamıştır. (D), ayrıca bir arkadaşının tavsiyesi üzerine yatırım amacıyla
80.000 TL değerinde hisse senedi satın almış, bunun 20.000 TL’sini (A), motosikletinin
satışından elde edilen parayla ödemiş, kalan 60.000 TL’sini ise (D) mesleki faaliyetinden
elde ettiği gelirinden karşılamıştır. 2017 yılının Aralık ayında (A), çok yakın arkadaşı
(B)’nin oğluna evlilik hediyesi olarak 30.000 TL değerinde bir saat hediye etmiştir.
Taraflar 2018 yılının Haziran ayında boşanmışlardır. Tasfiye anında (D)’nin yatırım
amacıyla almış olduğu hisse senetlerinin değeri 60.000 TL’ye, satın aldığı otomobilin
değeri ise 160.000 TL’ye düşmüştür. (A)’nın ise satın aldığı taşınmazın değeri 600.000
TL’ye, arkadaşının oğluna hediye ettiği saatin değeri ise 35.000 TL’ye yükselmiştir.

1. (A) ve (D)’nin edinilmiş malları ile kişisel mallarını belirleyerek katılma


alacağının miktarını hesaplayınız (20 Puan).
• (A)’nın artık değeri: 150.000 (Taşınmazın alımına edinilmiş maldan yapılan
100.000 TL değerinde ve 1/4 oranındaki katkıdan doğan denkleştirme alacağı) +
30.000 (Hediye edilen saatin devir tarihindeki değeri) olmak üzere toplam 180.000
÷ 2 = 90.000 TL’dir.
• (D)’nin artık değeri: 20.000 (Otomobilin alımına edinilmiş maldan yapılan
30.000 TL değerinde ve 1/8 oranındaki katkıdan doğan denkleştirme alacağı) +
40.000 (D)’nin almış olduğu hisse senetlerine (A) tarafından yapılan katkıdan
doğan 20.000 TL değer artış payı alacağı borcu düşüldükten sonra kalan miktar)
olmak üzere toplam 60.000 ÷ 2= 30.000 TL’dir.

TMK m. 236 uyarınca karşılıklı alacaklar takas edildiğinde ise, 90.000 - 30.000 = 60.000
TL (D)’nin (A)’dan katılma alacağı olduğu sonucuna ulaşılır.

Malvarlığının Tespiti:
(A)’nın malvarlığı:
• Evlenmeden önce sahip olduğu 300.000 TL değerindeki taşınmaz kişisel maldır.
• Evlenmeden önce sahip olduğu 20.000 TL değerindeki motosiklet kişisel maldır.
• Yeni taşınmazın alımında kullandığı mesleki faaliyetinden elde ettiği 100.000 TL
edinilmiş maldır.
• Eklenecek değer olan arkadaşının oğluna hediye ettiği saatin edinilmiş mal karinesi
gereği edinilmiş maldır.

284
(D)’nin malvarlığı:
• Evlenmeden önce banka hesabında bulunan 10.000 TL para kişisel maldır.
• Babasından miras kalan 200.000 TL nakit para kişisel maldır.
• Babasından miras kalan paranın bir yıl vadeli mevduat hesabına yatırılmasından
doğan 30.000 TL faiz geliri edinilmiş maldır.
• Hisse senetlerinin alımında kullandığı 60.000 TL edinilmiş maldır.

Hesaplama:
• (A)’nın taşınmazın alımına edinilmiş maldan yaptığı katkıdan doğan denkleştirme
alacağı 150.000 TL’dir.
• TMK m. 235 f. 2 gereğince artık değer hesabına eklenecek malların tasfiye
tarihindeki değil devir tarihindeki değerinin esas alınacağını belirterek eklenecek
değeri 30.000 TL’dir.
• (D)’nin kendisine miras kalan paranın faizi ve bankadaki parasının eklenmesiyle
alınan otomobilin alımına edinilmiş maldan yapılan katkıdan doğan denkleştirme
alacağının 20.000 TL’dir. (200.000 TL miras yoluyla kaldığı için kişisel maldır.
Ancak bu paranın bir yıllık faizi olan 30.000 TL ise kanunun açık hükmü gereği
kişisel malın geliri olarak edinilmiş mal niteliğindedir. Bankada bulunan 10.000 TL
de kişisel mal niteliğindedir. Böylece alınan otomobilin toplam değeri olan 240.000
TL’nin 1/8’i edinilmiş maldan karşılanmış olmaktadır. Bu oranı otomobilin tasfiye
tarihindeki değerine orantıladığımızda 20.000 TL edinilmiş malların denkleştirme
alacağı ortaya çıkmaktadır.)
• (A)’nın tasfiye tarihindeki değeri 60.000 TL olan hisse senetlerinin alımına yaptığı
katkıdan dolayı, değer artış payı alacağını, değer azalmasını dikkate almayarak
20.000 TL olarak bulana ve buna bağlı olarak (D)’nin edinilmiş mal miktarının
40.000 TL’dir.

MEDENİ HUKUK / İÖ / BÜTÜNLEME / 19’-20’

OLAY I
1 Mart 2019 tarihinde saat 09:00’da iş görüşmesi olan (A) o gün çok geç uyanabilmiş,
görüşmeye yetişme telaşı ile bindiği takside çantasını unutmuştur. Daha sonra bu çantayı
bulan taksici (T), çantada bulduğu 500 TL ile (B) Akaryakıt İstasyonundan benzin satın
almış; yine çantada bulduğu dizüstü bilgisayarı (C)’ye 3.000 TL’ye satarak, bilgisayarı
teslim etmiştir.

285
1. Olayda (T)’nin (B) Akaryakıt İstasyonundan benzin satın alması ve bunun
bedelini çantada bulduğu 500 TL ile ödemesi ne tür hukukî işlemlerdir? Ödeme
sonucunda (B), 500 TL’nin sahibi hâline gelmiş midir? (10 Puan)
CEVAP: T’nin benzin satın alması ve bunun bedelini ödemesi hususunda Akaryakıt
İstasyonu ile anlaşması durumunda taraflar arasında bir sözleşme kurulmuştur.
Sözleşme, iki taraflı bir hukuki işlemdir. T’nin benzin satın alması malvarlığına ilişkin
hukuki işlemlerden borçlandırıcı işlemdir. Borçlandırıcı işlem, malvarlığının aktifine
doğrudan etki etmeyen, sonuçlarını malvarlığının pasifinde doğurarak kişinin pasifini
artıran hukuki işlemlerdir. T’nin, aldığı benzinin bedelini ödemesi ise bir tasarruf
işlemidir. Tasarruf işlemleri, malvarlığında yer alan belirli bir hakkı doğrudan doğruya
etkileyerek başkasına devreden, içeriğini sınırlayan, değiştiren veya sona erdiren
işlemlerdir. Para ve hamile yazılı senetlerin kazanılması, iyiniyetin tam koruma bulduğu
hallerden biridir. Dolayısıyla para ve hamiline yazılı senetleri devreden kişi gerçek malik
olmasa bile devralan, bu kişinin malik olmadığını bilmiyorsa ve bilecek durumda değilse
tasarruf yetkisi eksikliğine rağmen para ve hamile yazılı senetlerin mülkiyetini kazanır.
Ödeme sonucunda B, 500 TL’nin sahibi haline gelir.

2. Olayda (T)’nin, çantada bulduğu dizüstü bilgisayarı (C)’ye 3.000 TL’ye satması
ve daha sonra bu bilgisayarı (C)’ye teslim etmesi ne tür hukukî işlemlerdir? Teslim
sonrasında (C), dizüstü bilgisayarın sahibi hâline gelmiş midir? (10 Puan)
CEVAP: T ile C arasında sözleşme kurulmuştur. Bu sözleşme, iki taraflı ve sağlararası bir
hukuki işlemdir. T’nin dizüstü bilgisayarı C’ye satması, borçlandırıcı işlemdir. Bu işlemle
T, dizüstü bilgisayarı C’ye teslim etme; C ise 3.000 TL olan satış bedelini T’ye ödeme
yükümlülüğü altına girmiştir. Bilgisayarın C’ye teslim edilmesi, bir tasarruf işlemidir.
Para ve hamiline yazılı senetler dışındaki taşınırların çalınması, kaybolması ya da malikin
iradesi dışında başka herhangi bir şekilde elden çıkması hallerinde bunların zilyetliğini
malik olmayan kişilerden devralan kişilerin iyiniyeti kısmen korunmuştur. Bu eşyaları
malik olmayan kişiden devralan kişi iyiniyetli olsa dahi, eşyanın mülkiyetini veya eşya
üzerinde sınırlı ayni hak kazanmış olmaz. Ancak bu taşınırı, açık artırmadan, pazardan
veya benzeri eşya satanlardan iyiniyetle devralan kişiden eşyanın geri istenebilmesi için
bu kişinin ödediği paranın iade edilmesi gerekir.

3. Çantasını takside unutan ve geciktiği iş görüşmesi de olumsuz sonuçlanan (A),


bir barda aşırı derecede alkol kullanmış, bardan çıkar çıkmaz da kendisine 4.000
TL’ye yeni bir dizüstü bilgisayar satın almıştır. (A)’nın bu şekilde yeni bir
bilgisayar alma işlemi geçerli midir? Açıklayınız (10 Puan).

286
CEVAP: Bir hukuki işlemin geçerli olabilmesi için, irade beyanında bulunan kişi veya
kişilerin ehil olması gerekir. Ayırt etme gücüne sahip, kısıtlı olmayan ve ergin olan kişinin
fiil ehliyeti tamdır. Sarhoş bir kimse, akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun
olduğundan geçici süre ayırt etme gücüne sahip değildir. Dolayısıyla hiçbir hukuki işlemi
kendi fiilleriyle yapamaz. A’nın bu şekilde yeni bir bilgisayar satın alma işlemi geçersizdir.

OLAY II
Fatih İlçesini Güzelleştirme Derneğinin tüzüğüne göre, dernek üyeliğinden çıkarma
kararı verilebilmesi için bir sebep göstermek zorunluluğu yoktur. Aynı apartmanda
oturup birbiri ile komşu olan dernek başkanı (A) ile dernek üyelerinden (B) arasında
apartman yönetimi konusunda tartışma yaşanmış, bu tartışmadan sonra dernek başkanı
(A), (B)’yi Fatih İlçesini Güzelleştirme Derneği üyeliğinden çıkarmak için faaliyete
geçmiştir.
1. Dernek başkanı (A)’nın, (B)’nin dernek üyeliğinden çıkarılmasını sağlaması,
derneğin hangi organının ne şekilde bir karar alması ile mümkün olabilir? (5
Puan)
CEVAP: Üyelikten çıkarma kararı almaya yetkili organ genel kuruldur. Dernek tüzüğü ile
çıkarma yetkisi başka bir organa da tanınabilir. Karar toplantıya katılan üye sayısının salt
çoğunluğu ile alınır.

2. (B)’nin dernek üyeliğinden çıkarılmasına ilişkin bir karar alınması hâlinde, (B)
bu karara karşı hangi hukukî yola başvurarak ne şekilde itiraz edebilir? (15 Puan)
CEVAP: Dernek tüzüğünde üyelikten çıkarma için sebep gösterme zorunluluğunun
bulunmadığının belirtilmesi, üyenin sebepsiz şekilde üyelikten çıkarılabileceği anlamına
gelmez. Bu durumda da dernek üyeliğinden çıkarma için bir sebebin bulunması gerekir
ve çıkarma sebebinin varlığını çıkarma konusunda yetkili organ takdir eder. Fakat bu
sebebin üyeye bildirilmesine gerek yoktur.

Çıkarma kararını genel kurul vermişse; genel kurula katılan üyeler karar tarihinden
itibaren, katılmayanlar ise çıkarma kararının verildiğinin öğrenilmesinden itibaren bir ay
içinde iptal davası açılmalıdır. Toplantıya katılmayan üyelerin her halükârda karar
tarihinden itibaren üç ay içinde dava açması gerekir. Çıkarma kararını genel kurul
dışındaki bir organ vermişse, önce bu karara karşı genel kurula şikâyet hakkını
kullanmalıdır.

287
Dernek tüzüğünde sebep göstermeksizin üyenin çıkarılabileceğinin öngörüldüğü
durumlarda, üyenin itirazı yetkili organın sebepsiz çıkarma yetkisini dürüstlük kuralına
aykırı kullandığı, çıkarma kararının hakkın kötüye kullanılması teşkil ettiği olacaktır.
Apartman tartışması nedeniyle üyenin dernekten çıkarılması bu duruma örnek oluşturur.

OLAY III
Bay (A) ve Bayan (B) 03.03.2013 tarihinde evlenir, bir süre sonra da Göcek’te bir butik
otel işletmeye başlarlar. (A) uzun zamandır iş arayan yakın arkadaşı (C)’ye otelin reklam
faaliyetlerini üstlenmesi için iş teklif eder. (C) 25.06.2018 tarihinde işe başlar. (C)’nin (B)
ile olan ilişkisinden 02.02.2020 tarihinde haberdar olan (A) büyük hayal kırıklığı yaşar ve
iki dava açar. İlk davayı (B)’ye açmıştır, dava zina sebebiyle boşanma ve manevi tazminatı
konu edinir. İkinci davayı ise, (C)’ye açmıştır ve dava manevi tazminatı konu edinir.
Dilekçesinde (C)’nin evli olduğunu bilmesine rağmen (B) ile böyle bir ilişkiye girmesinin
kendisinin kişilik hakkını ihlal ettiği gerekçesine de yer verir.

1. (C) cevap dilekçesini, (A)’nin dilekçesinde yer verdiği gerekçenin dayanaktan


yoksun olduğu üzerine kurgulamak ister. (C)’nin yararlanabileceği bir hukukî bir
imkân var mıdır? (A)’nın açtığı davalara bakan hâkim olsaydınız, ne şekilde karar
verirdiniz? (20 Puan)

I-İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: Evlilik birliği devam ederken


eşlerden biri ile evli olduğunu bilerek birlikte olan üçüncü kişiye karşı diğer eşin manevi
tazminat isteminde bulunmasının mümkün olup olmadığı incelenmesi gereken hukuki
sorunu oluşturur.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: Yarg. İBBGK, 06.07.2018, E. 2017/5 K. 2018/7,
TMK, m. 24, m.185.

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: Yargıtay’ın 06.07.2018 tarihli


İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, evlilik birliği devam ederken eşlerden biri ile evli
olduğunu bilerek birlikte olan üçüncü kişiye karşı diğer eş manevi tazminat isteminde
bulunamayacaktır. Ancak üçüncü kişinin manevi tazminatla yükümlü tutulabileceği bazı
hâller söz konusu olabilir. (TBK m. 49 f. 2 uyarınca zarar verici fiili yasaklayan bir hukuk
kuralı bulunmasa bile ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren de bu zararı
gidermekle yükümlüdür. Üçüncü kişinin evli biriyle evli olduğunu bilerek birlikte olması

288
ahlaka aykırıdır. Ancak üçüncü kişinin tazminatla yükümlü tutulabilmesi için bunun
yanında salt aldatılan eşe kasten zarar verme amacı taşıması gerekir.)

TMK m. 24 f. 1 uyarınca, hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hâkimden,
saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir. TMK m. 25 uyarınca, davacının,
maddî ve manevî tazminat istemleri ile hukuka aykırı saldırı dolayısıyla elde edilmiş olan
kazancın vekâletsiz iş görme hükümlerine göre kendisine verilmesine ilişkin istemde
bulunma hakkı saklıdır.

TMK m. 185 uyarınca, evlenmeyle eşler arasında evlilik birliği kurulmuş olur. Eşler, bu
birliğin mutluluğunu elbirliğiyle sağlamak ve çocukların bakımına, eğitim ve gözetimine
beraberce özen göstermekle yükümlüdürler. Eşler birlikte yaşamak, birbirine sadık
kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar.

TMK m.185 f. 3 uyarınca evlilik birliği eşlerden her birine diğer eşe sadık kalma
yükümlülüğü yükler. Sadakat yükümlülüğünün ihlali zina teşkil ediyorsa özel ve mutlak
bir boşanma sebebi olan zinaya dayalı boşanma davası açılabilir. Ayrıca sadakat
yükümlülüğünü ihlal eden eşten maddi ve manevi tazminat de talep edilebilir. Ancak
evlilik birliğinden doğan sadakat yükümlülüğü nisbidir. Bir kişinin eşi tarafından
aldatılmamayı isteme hakkı şeklinde herkese karşı ileri sürebileceği bir kişilik hakkı özel
olarak düzenlenmediğinden, aldatma fiiline katılan üçüncü kişinin aldatılan eşin mutlak
hakkını ihlal etmesi söz konusu olmaz. Üçüncü kişinin sadakat yükümlülüğünün
bulunmaması nedeniyle, evli eşle birlikte olan üçüncü kişinin bu davranışının diğer eşin
kişilik hakkına doğrudan bir saldırı teşkil ettiği söylenemez. Ayrıca evlilik birliği ve evlilik
hayatının kişiye toplum nezdinde sağladığı statü de eşlerin kişilik hakkının bir parçası
olmayıp eşlerin birbirleri üzerinde herhangi bir kişilik hakkı da bulunmaz.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: (C)’nin (A)’ya karşı bir sadakat yükümlülüğü olmadığı
ve bu durum tek başına aldatılan eşin kişilik hakkını ihlal etmediği için üçüncü kişiye
karşı sadakat yükümlülüğünün ihlalinden kaynaklanan bir manevi tazminat davası
açılamaz. Ancak (C) yalnızca (A)’ya zarar verme amacıyla (B) ile birlikte olsaydı TBK m.
49 f. 2 hükmü gereği tazminatla yükümlü tutulabilirdi. Bununla birlikte (B)’ye açılan
dava bakımından zinanın eşin kişilik değerlerini ihlal ettiği kabul edilir ve (A)’nın manevi
tazminata hak ettiği sonucuna varılır.

289
OLAY IV
(A) ve (B) 04.08.2020 tarihinde evlenir. Epilepsi hastası olan (A)’nın 06.08.2020
tarihinde nöbet geçirmesi üzerine acilen hastaneye giderler. Yapılan incelemeler
neticesinde (A)’nın kullandığı ilaçların bir haftadır ayırt etme gücünü kaldırdığı hususu
tespit edilir. Yatarak tedavisine başlanan (A) yapılan tetkik ve tedaviler neticesinde,
10.08.2020 tarihinde ayırt etme gücüne kavuşur.

1. 11.08.2020 tarihi itibarıyla durumdan haberdar olan Cumhuriyet savcısı


evlenmenin geçersizliği için dava açar. Davanın açılması için gereken şartlar
oluşmuş mudur? Cevabınız olumlu ise nasıl, olumsuz ise davanın açılması için
gereken şartlar nelerdir? Mevcut durumda davayı kimler açabilir? (10 Puan)

I- İncelenmesi Gereken Hukuki Sorunun Tespiti: Eşlerden birinin ayırt etme


gücünden yoksun olduğu sırada evlenmesi durumunda Cumhuriyet savcısının butlan
davası açma yetkisinin olup olmadığı incelenmesi gereken hukuki sorunu oluşturur.

II- İlgili Hukuk Kurallarının Tespiti: TMK m.145, TMK m.146, TMK m.147, TMK m.
148

III- İlgili Hukuk Kurallarının İçeriğinin Aydınlatılması: TMK m. 145 uyarınca,


eşlerden birinin evlenme sırasında sürekli bir sebeple ayırt etme gücünden yoksun
bulunması durumunda evlenme mutlak butlanla batıldır. TMK m. 146 uyarınca mutlak
butlan davası, Cumhuriyet savcısı tarafından resen açılır. Bu dava, ilgisi olan herkes
tarafından da açılabilir. TMK m. 147 f. 2 uyarınca, ayırt etme gücünün sonradan
kazanılması veya akıl hastalığının iyileşmiş olması durumlarında mutlak butlan davasını
yalnız ayırt etme gücünü sonradan kazanan veya akıl hastalığı iyileşen eş açabilir.

Mutlak butlan davası açma hakkının sınırlandığı ve kaldırıldığı bazı durumlar


öngörülmüştür. TMK. m. 147 f. 2 hükmü dava açma hakkının sınırlandığı hallerden
biridir. Bu hüküm uyarınca ayırt etme gücünden sürekli olarak yoksun olan eş ayırt etme
gücünü sonradan kazanırsa mutlak butlan davasını yalnızca kendisi açabilir. Bu ihtimalde
savcının ve ilgililerin dava açma hakkı yoktur.

TMK m. 148 uyarınca, evlenme sırasında geçici bir sebeple ayırt etme gücünden yoksun
olan eş, evlenmenin iptalini dava edebilir. Ayırt etme gücünden yoksunluk geçici ise

290
açılacak olan dava nisbi butlan davasıdır. TMK m.148 uyarınca nisbi butlan davasını ayırt
etme gücünden yoksun olan eş açar.

IV- Altlama Faaliyeti ve Sonuç: Olayda ayırt etme gücünden yoksun olan (A)’nın
evlenmesi söz konusudur. (A) daha sonra ayırt etme gücünü kazanmıştır. Kural olarak
ayırt etme gücünden yoksunluk sürekli ise Cumhuriyet savcısı davayı açmaya yetkili ve
bununla yükümlüdür. Ancak olayda (A) ayırt etme gücünü kazandığı için savcının dava
açma yetkisi ve yükümlülüğü ortadan kalkmıştır. İlgililerin de dava açma hakkı yoktur.
Davayı yalnızca (A) açabilir. Bu ihtimalde mutlak butlanın nisbi butlana döndüğü kabul
edilir.

Ayırt etme gücünden yoksunluğu geçici ise açılacak dava nisbi butlan davasıdır. Nisbi
butlan davasını savcının ve ilgililerin açma hakkı yoktur. Davayı yalnızca (A) açabilir.
Sonuç olarak (A)’nın evlenme sırasında ayırt etme gücünden yoksunluğu sürekli ise de
daha sonra ayırt etme gücünü kazandığı için butlan davasını yalnızca kendisi açabilir.
Evlenme sırasında ayırt etme gücünden yoksunluğu geçici ise davayı yine yalnızca kendisi
açabilir.

OLAY V
Bir şirkette müdür olarak çalışan (A) ile doktor (D) 2015 yılında evlenmişlerdir.
Evlenmeden önce (A)’nın 300.000 TL değerinde bir taşınmazı ve 20.000 TL değerinde
bir motosikleti; (D)’nin ise 10.000 TL nakit parası bulunmaktadır. 2017 yılında (D)’nin
babası vefat etmiş ve (D)’ye 200.000 TL nakit para miras bırakmıştır. (D), bu parayı bir
yıllık vadeli mevduat hesabına yatırarak yıl sonunda 30.000 TL faiz geliri elde etmiştir.
Daha sonra (D), bu faiz gelirinin üzerine evlenmeden önce banka hesabında bulunan
10.000 TL’yi de ekleyerek 240.000 TL’ye yeni bir otomobil satın almıştır. (A) ise 400.000
TL’ye bir taşınmaz satın almış, bu paranın 300.000 TL’sini evlenmeden önce sahibi
olduğu taşınmazın satışından; 100.000 TL’sini ise mesleki faaliyetinden elde ettiği
gelirinden karşılamıştır. (D), ayrıca bir arkadaşının tavsiyesi üzerine yatırım amacıyla
80.000 TL değerinde hisse senedi satın almış, bunun 20.000 TL’sini (A), motosikletinin
satışından elde edilen parayla ödemiş, kalan 60.000 TL’sini ise (D) mesleki faaliyetinden
elde ettiği gelirinden karşılamıştır. 2017 yılının Aralık ayında (A), çok yakın arkadaşı
(B)’nin oğluna evlilik hediyesi olarak 30.000 TL değerinde bir saat hediye etmiştir.
Taraflar 2018 yılının Haziran ayında boşanmışlardır. Tasfiye anında (D)’nin yatırım
amacıyla almış olduğu hisse senetlerinin değeri 60.000 TL’ye, satın aldığı otomobilin

291
değeri ise 160.000 TL’ye düşmüştür. (A)’nın ise satın aldığı taşınmazın değeri 600.000
TL’ye, arkadaşının oğluna hediye ettiği saatin değeri ise 35.000 TL’ye yükselmiştir.

1. (A) ve (D)’nin edinilmiş malları ile kişisel mallarını belirleyerek katılma


alacağının miktarını hesaplayınız (20 Puan).
• (A)’nın artık değeri: 150.000 (Taşınmazın alımına edinilmiş maldan yapılan
100.000 TL değerinde ve 1/4 oranındaki katkıdan doğan denkleştirme alacağı) +
30.000 (Hediye edilen saatin devir tarihindeki değeri) olmak üzere toplam 180.000
÷ 2 = 90.000 TL’dir.
• (D)’nin artık değeri: 20.000 (Otomobilin alımına edinilmiş maldan yapılan
30.000 TL değerinde ve 1/8 oranındaki katkıdan doğan denkleştirme alacağı) +
40.000 (D)’nin almış olduğu hisse senetlerine (A) tarafından yapılan katkıdan
doğan 20.000 TL değer artış payı alacağı borcu düşüldükten sonra kalan miktar)
olmak üzere toplam 60.000 ÷ 2= 30.000 TL’dir.
TMK m. 236 uyarınca karşılıklı alacaklar takas edildiğinde ise, 90.000 - 30.000 = 60.000
TL (D)’nin (A)’dan katılma alacağı olduğu sonucuna ulaşılır.

Malvarlığının Tespiti:
(A)’nın malvarlığı:
• Evlenmeden önce sahip olduğu 300.000 TL değerindeki taşınmaz kişisel maldır.
• Evlenmeden önce sahip olduğu 20.000 TL değerindeki motosiklet kişisel maldır.
• Yeni taşınmazın alımında kullandığı mesleki faaliyetinden elde ettiği 100.000 TL
edinilmiş maldır.
• Eklenecek değer olan arkadaşının oğluna hediye ettiği saatin edinilmiş mal karinesi
gereği edinilmiş maldır.
(D)’nin malvarlığı:
• Evlenmeden önce banka hesabında bulunan 10.000 TL para kişisel maldır.
• Babasından miras kalan 200.000 TL nakit para kişisel maldır.
• Babasından miras kalan paranın bir yıl vadeli mevduat hesabına yatırılmasından
doğan 30.000 TL faiz geliri edinilmiş maldır.
• Hisse senetlerinin alımında kullandığı 60.000 TL edinilmiş maldır.

Hesaplama:
• (A)’nın taşınmazın alımına edinilmiş maldan yaptığı katkıdan doğan denkleştirme
alacağı 150.000 TL’dir.

292
• TMK m. 235 f. 2 gereğince artık değer hesabına eklenecek malların tasfiye
tarihindeki değil devir tarihindeki değerinin esas alınacağını belirterek eklenecek
değeri 30.000 TL’dir.
• (D)’nin kendisine miras kalan paranın faizi ve bankadaki parasının eklenmesiyle
alınan otomobilin alımına edinilmiş maldan yapılan katkıdan doğan denkleştirme
alacağının 20.000 TL’dir. (200.000 TL miras yoluyla kaldığı için kişisel maldır.
Ancak bu paranın bir yıllık faizi olan 30.000 TL ise kanunun açık hükmü gereği
kişisel malın geliri olarak edinilmiş mal niteliğindedir. Bankada bulunan 10.000 TL
de kişisel mal niteliğindedir. Böylece alınan otomobilin toplam değeri olan 240.000
TL’nin 1/8’i edinilmiş maldan karşılanmış olmaktadır. Bu oranı otomobilin tasfiye
tarihindeki değerine orantıladığımızda 20.000 TL edinilmiş malların denkleştirme
alacağı ortaya çıkmaktadır.)
• (A)’nın tasfiye tarihindeki değeri 60.000 TL olan hisse senetlerinin alımına yaptığı
katkıdan dolayı, değer artış payı alacağını, değer azalmasını dikkate almayarak
20.000 TL olarak bulana ve buna bağlı olarak (D)’nin edinilmiş mal miktarının
40.000 TL’dir.

293
ROMA HUKUKU / TEK / FİNAL / 15’-16’

OLAY:
A, evinin bahçesine elma fidanı dikmek istemektedir. Bu amaçla kuzeni B’nin C’den elma
fidanı almasını istemiştir. B, C’den fidanı almış, ancak fidanın elma değil incir fidanı
olduğunu fark etmişlerdir.

Bahçesine küçük bir süs havuzu da yaptırmak isteyen A, bu amaçla K ile anlaşmış ve
taraflar havuz yapımı için gerekli malzemelerin A tarafından temin edileceği ve havuzun
yapımının bir ayda bitirileceği üzerine anlaşmışlardır. Ancak henüz iki hafta geçmişken
büyük bir deprem olmuş ve havuz telef olmuştur.

SORULAR:
1. A’nın kuzeni B’den kendisine bir fidan almasını istemesi neticesinde aralarında
kurulan hukuki ilişkiyi nitelendiriniz. (15 puan)
CEVAP: A’nın kuzeni B’den kendisine bir fidan almasını istemesi ile aralarında bir vekalet
ilişkisi kurulmuştur. Vekalet, bir işin görülmesi anlamına gelmekte olup buradaki iş
kavramı bir maddi fiilin yapılması veya bir hukuki işlemin yapılması olarak geniş şekilde
anlaşılır. Vekalet sözleşmesi ile vekil sıfatını kazanan kişi, vekalet verenin menfaatine
olarak hareket etmek durumundadır, zira vekalet yalnızca vekalet verenin lehine olabilir.
Aksi takdirde sözleşme kurulmuş olmaz. Vekalet sözleşmesi, malvarlığına etki
bakımından borçlandırıcı, kuruluşu bakımından rızai, taraflara yüklenen borç
bakımından tek taraflı (veya eksik iki taraflı) sözleşme, edim tipi bakımından sürekli
edimli bir hukuki ilişkidir.

2. B’nin aldığı fidanın elma yerine incir fidanı olduğunun fark edilmesi olayında ne
gibi bir hukuki sonuç veya sonuçlar doğar? Bu durumda B’nin başvurabileceği
herhangi bir hukuki olanak mevcut mudur, açıklayınız. (20 puan)
CEVAP: B, C’den aldığı fidanın elma değil de incir fidanı olduğunu fark etmesi çeşitli
olasılıklara göre cevaplandırılmalıdır. Buna göre ilk olasılık, B’nin elma fidanı diyeceği
yerde incir fidanı demiş olması veya C’nin dalgınlıkla elma fidanı yerine incir fidanı
vermiş olmasıdır. Bu durumda irade ile beyan uyuşmazlığı söz konusu olup klasik
dönemde beyan teorisi söz konusu olduğundan işlem geçerli sayılır. Ancak şeklin yerini
iradenin almaya başladığı dönemlerden itibaren iradelerin uyuşmamış olması nedeniyle
hata halinde sözleşme kesin hükümsüz sayılmıştır. Burada bir konuda esaslı hata söz
konusu olup irade teorisi uyarınca sözleşme geçersiz olacaktır.

294
İkinci olasılık, C’nin elma fidanı yerine incir fidanı göndermiş olmasıdır ki bu durumda
aliud ifa söz konusu olur. Aliud, alacaklıya ifa konusu olan şeyden başka bir şeyin
gönderilmiş olmasıdır. Bu durumda ifa yapılmamış sayılarak sözleşmeye aykırılık
hükümleri uygulama alanı bulur. Üçüncü olasılık, C’nin incir fidanını elma fidanı olarak
tanıtıp sözleşmeyi kurdurması olasılığıdır ki bu durumda da hile vardır. Hile halinde
irade beyan uyuşmazlığı söz konusu olmadığından, sözleşme geçerli olarak kabul edilir;
fakat eski hale iade ya da actiodoli olanakları ile sözleşme geçmişe etkili olarak sona
erdirilebilir.

3. K’nın A için süs havuzu yapmasını hukuken nitelendiriniz, malzemeleri K temin


etseydi cevabınız değişir miydi, kısaca belirtiniz. (20 puan)
CEVAP: K’nın, A için süs havuzu yapması eser sözleşmesi olarak ifade edilebilecek olan
locatio conductio operis’tir. Bu sözleşme ile bir kimse bir başkası için mesleki bilgi ve
deneyimini kullanarak bir sonuç meydana getirmeyi taahhüt eder. Locatio conductio
operis, borçlandırıcı, rızai, tam iki taraflı, ani edimli bir hukuki ilişkidir. Bu sözleşme
locatio condutio grubu içinde yer aldığı için hukuki nitelik bakımından tartışmalıdır.
Hakim fikir bunun bir iş görme borcu doğuran sözleşme olduğu yönündedir. Mesleki
bilgi ve deneyimin söz verilmesi nedeniyle bağımsız çalışma unsuru ile diğerlerinden
ayrılır. Malzemeyi K temin etseydi, bunun bir eser sözleşmesi olarak değil, alım satım
sözleşmesi olarak kabul edilmesi fikri hakimdir. Fakat burada iki ayrı sözleşmenin
bulunduğu, işlemeye ilişkin olarak eser sözleşmesi, malzemenin teminine ilişkin olarak da
alım satım sözleşmesinin varlığı kabul edilir. Çünkü malzeme, eserin bünyesinde iş
sahibine teslim edilecektir.

4. Havuz yapımının bir ayda tamamlanacağına ilişkin kaydı hukuken nitelendiriniz.


(10 puan)
CEVAP: Bu kayıt, vade olarak nitelendirilecektir. Fakat bu aynı zamanda ifanın hazırlık
süresini de içine almaktadır. Zira taraflar, bir ay sonra teslimi kararlaştırmakla bu süre
içinde ifanın tamamlanmış olmasını da ifanın hazırlığının bitmiş olmasını da kabul etmiş
olmaktadırlar.

5. Meydana gelen deprem neticesinde havuzun telef olması olayında hangi mesele
ortaya çıkar, zarara kim katlanır? Açıklayınız. (20 puan)
CEVAP: Meydana gelen depremde havuzun telef olması ifa imkânsızlığını ortaya çıkarır.
Eser sözleşmesinde eserin teslime hazır hale getirilmesinden sonra telef olması ile teslime
hazır hale gelmeden önce ifanın imkansızlaşması konusu ayrı ayrı değerlendirilmelidir.

295
Olayda henüz eser tamamlanmadan, teslime hazır hale gelmeden önce telef olmuş, bu
nedenle ifa imkansızlaşması vardır. Eserin teslimden önce imkansızlaşması halinde bu
imkansızlık, iş görenin kusurundan kaynaklanmıyorsa borcu sona erer. Bu durumda da
hasar problemi ortaya çıkar. Eser henüz tamamlanmadan önce imkansızlık olduğundan
ortaya çıkacak olan hasar malzeme hasarıdır, malzemenin hasarına bu malzemeyi
sağlayan katlanmalıdır. Buna göre olayda deprem dolayısıyla imkansızlaşma söz konusu
olup K’nın borcu ortadan kalkar. Fakat bunun karşılığında ücret talep edemez, bu
durumda edim hasarına katlanır. Malzeme hasarına ise A katlanacaktır, malzeme karşılığı
ücret talep edemeyecektir.

METİN SORUSU:
1. Iustinianus’un Institutiones sistemini açıklayınız. (15 puan)

ROMA HUKUKU / TEK / BÜTÜNLEME / 15’-16’

OLAY:
Vergi borçları nedeniyle para sıkıntısı içinde olan Romalı tüccar A, Kartaca’daki evini
yakın dostu B’ye satmaya karar verir. Taraflar, 5000 sesters olan satış bedelini 1000
sesters gibi göstererek satış ve devir işlemlerini tamamlarlar. Bir süre sonra B, satın almış
olduğu evin duvarlarının boyanması işi için C ile 200 sesters karşılığı anlaşmaya varır. C,
D’ye giderek 50 sesterslik saatini teminat gösterip karşılığında boya malzemeleri satın
alır. Boyaları teslim alan ve işe başlayan C, bir süre sonra duvarda dalgaların oluştuğunu
ve bu durumun boyaların içine katılan kireçten kaynaklandığını fark eder. Duruma çok
sinirlenen C, D’nin dükkanına giderek tartışmaya başlar ve tartışma esnasında elindeki
boya kutularını D’ye fırlatır, kutulardan biri sekerek o sırada alışveriş yapan E’nin
bacağını yaralar. Ayrıca, dökülen boyalar nedeniyle D’nin dükkanın zeminindeki halı
kirlenir.

SORULAR:
1. A’nın evini B’ye satması işlemi geçerli midir? Neden? Gerekçeli olarak
açıklayınız. (20 puan)
CEVAP: Vergi borçları nedeniyle para sıkıntısı içinde olan Romalı tüccar A’nın,
Kartaca’daki evini yakın arkadaşı B’ye, 5000 sesterslik asıl değerin yerine 1000 sesters
gibi göstererek satıp devretmesi olayında irade ile beyan arasındaki kasti uygunsuzluk
hallerinden muvazaa mevcuttur. Muvazaa tarafların, beyanlarının iradelerine uygun

296
olmayacağı konusunda anlaşmalarıdır. Muvazaada dış dünyaya akseden muamele hiç
hüküm ifade etmeyecektir, zira tarafların iradeleri gerçek irade değildir. Somut olaydaki
satış işlemine konu olan evin gerçek değeri 5000 sesters olmasına rağmen taraflar, bedeli
1000 sesters olarak göstermişler ve bu nedenle muvazaalı bir işlem yapmışlardır.

Bununla birlikte muvazaa, mutlak ve nisbi muvazaa olmak üzere iki çeşittir. Mutlak
muvazaada dış dünyaya yapılmış gibi yansıyan tek bir muamele vardır. Nisbi muvazaada
ise biri dışa karşı yapılmış görüntüsü veren muvazaalı muamele, diğeri bu muamelenin
arkasına gizlenmiş olan tarafların gerçek iradesine uygun muamele olmak üzere iki işlem
vardır. Somut olayda, dış dünyaya yapılmış gibi yansıyan iki işlem olup, birisi tarafların
5000 sesters üzerinden anlaşmaya vardıkları ve gerçek iradelerini yansıtan işlem, diğeri
ise 1000 sesters üzerinden anlaştıkları ve görünürdeki işlemdir. Görünürdeki işlem
gerçek irade uyuşması olmadığı için kesin hükümsüz, arkasındaki gizli işlem ise gerçek
iradelerini yansıttığı ve kendi geçerlilik koşullarını da taşıdığı için geçerlidir.

2. B ile C arasında hangi hukuki işlem kurulmuş olabilir? Gerekçeli olarak


açıklayınız. (10 puan)
CEVAP: Olayda B, evinin duvarlarını boyaması için C ile anlaşmıştır. Burada taraflar
arasında locatio conductio kavramı altındaki sözleşmelerden biri olan hizmet sözleşmesi
kurulmuştur. C, B’nin talimatları doğrultusunda boyama işini yapmayı üstlenmiştir.
Burada maksat, bir sonucun meydana getirilmesinden ziyade bir işin yapılmasında
kendisine yardım edilmesidir.

Hizmet sözleşmesi rızai, borçlandırıcı, tam iki tarafa borç yükleyen sürekli edimli bir
sözleşmedir. (B’nin, mesleki deneyiminden faydalanmak amacıyla C ile anlaştığı
varsayılırsa, mesela C boyacı ise, tarafların arasındaki sözleşmenin eser sözleşmesi
olduğu kabul edilebilir. Eser sözleşmesi locatio conductio grubunda bulunan diğer bir
sözleşme olup bir kimsenin başkası için mesleki bilgi ve deneyimini kullanarak bir işin
yapılması, bir sonucun meydana getirilmesi ve karşılığında bir ücret ödenmesi
hususlarında tarafların anlaşmalarıyla kurulur. Rızai, borçlandırıcı, tam iki tarafa borç
yükleyen ani edimli bir sözleşmedir. Sözleşmenin kurulması için iradelerin uyuşması
dışında bir gereklilik yoktur.)

3. C’nin boya malzemelerini satın almak için 50 sesterslik saatini teminat olarak
göstermesi olayında, taraflar arasında hangi hukuki ilişki kurulmuştur? Hukuki
sonuçları nelerdir? (15 puan)

297
CEVAP: C’nin boya malzemelerini satın almak için 50 sesterslik saatini teminat olarak
göstermesi rehin hakkı tesisidir. Rehin hakkı, bir alacağı teminat altına almak için bir
malın üzerinde tesis edilen ve borç ödenmediği zaman söz konusu malın paraya
çevrilerek içinden alacağın tahsil edildiği bir sınırlı ayni haktır. Söz konusu alacağın
ödenmemesi durumunda alacaklı kişi alacağını, rehinli malı satarak bunun satış
bedelinden karşılayabilir. Somut olayda rehinli alacaklı D, C’nin boya malzemelerinin
bedelini kendisine ödememesi durumunda üzerinde rehin hakkı tesis edilen saati satabilir
ve alacağını bu bedelden karşılayabilir.

4. C’nin satın aldığı boyaların içine kireç karışmış olması durumu hangi hukuki
soruna işaret eder? Bu hukuki sorunun çözümünde Roma hukukunun devirlerine
göre C’ye tanınan hukuki imkanlar nelerdir, açıklayınız. (20 puan)
CEVAP: Alınan boyaların içine kireç karışmış olduğunun sonradan fark edilmesi halinde
burada maddi bir ayıbın varlığından söz etmek gerekir. Maddi ayıp, malın taşıması
gereken nitelikleri taşımaması veya satıcının vaat ettiği hususları taşımamasıdır. Maddi
ayıbın varlığı halinde Roma’nın eski devirlerinde satıcının herhangi bir sorumluluğu
bulunmamaktadır. Ancak ilerleyen devirde aedilis curulis adlı magistraların faaliyetleri
çerçevesinde ayıplı mal alan alıcıya birtakım haklar tanınmıştır. Bu hususta tanınan ilk
hak 6 ay içinde satış sözleşmesinden dönme hakkı tanıyan actio redhibitoria davasıdır.

İkinci bir imkan ise 1 yıl içinde satış bedelinin indirimi için açılan actio quantiminoris
davasıdır. Bu şekilde satıcının sorumluluğu ağırlaştırılmış, satıcı açık ayıptan sorumlu
olmamakla birlikte gizli ayıplardan sorumlu tutulmuştur. Iustinianus devrinde maddi
ayıpla ilgili tüm himaye vasıtaları actio empti ile istenebilir hale gelmiştir.

5. C’nin boya kutularını fırlatması sonucunda E’nin yaralanması ve D’nin halısının


zarar görmesi olayında kim, kime karşı, hangi hukuki sebeplerle sorumlu
tutulabilir? Gerekçeli olarak açıklayınız. (20 puan)
CEVAP: C’nin, boya kutularını fırlatması sonucunda E’nin yaralanması ve D’nin halısının
zarar görmesi durumlarında haksız fiil söz konusudur. Iustinianus hukukunda haksız
fiilin unsurları; hukuka aykırı bir fiil, bu fiil neticesinde meydana gelen zarar, fiil ile zarar
arasındaki illiyet bağı ve kusurdur. C’nin, E’nin yaralanması ve halının zarar görmesi ile
neticelenen boya kutularını fırlatması hukuka aykırı bir fiildir. Olayda mevcut bir zarar
vardır. Fırlatma eylemi ile yaralanma ve halının kirlenmesi zararları bakımından illiyet
bağı da mevcuttur. C’nin kusuru da mevcuttur. Halının kirlenmesi bakımından C’nin

298
kasıtla yani zarar verecek belli bir sonucu bilerek ve isteyerek hukuka aykırı şekilde
hareket ettiği söylenebilir.

E’nin yaralanması açısından ise, C’nin fiili E’ye yönelmemiştir, fakat E’ye de zarar vermiş,
onun yaralanmasına neden olmuştur, bu nedenle fakat C’nin fiili ile E’nin yaralanması
olayı arasında hukuka aykırılık bağı ve illiyet bağı vardır. C’nin bu fiilinden dolayı E’ye
karşı sorumu tutulabilmesi Klasik devirde her halükarda mümkün iken, Iustinianus
devrinde kusuru varsa mümkün olabilir. Olayda C’nin E’ye yönelik kastı yoktur, ancak
C’nin dikkatsiz ve tedbirsiz davrandığından hareketle kusurlu olduğu da kabul edilebilir.
Herhangi bir kimsenin alacağı tedbiri almadığı için de bu ihmal ağır ihmaldir. Iustinianus
döneminde de ağır ihmal, kasıt hükümlerine tabi tutulmuştur. Yani C hem halının
kirlenmesinden hem de E’nin yaralanmasından kasıt hükümlerine göre sorumlu
olacaktır.

ROMA HUKUKU / TEK / FİNAL / 16’-17’

Alpha Notu: Sınav boşluk doldurma tarzında olduğu için boşluklar kalın ve
italik harflerle yazılacaktır.

Çiftlik işleri için artık çok yaşlandığını düşünen ve şehir merkezine taşınmak isteyen
Romalı R, oturduğu çiftlik evini ve arazisini “çiftlik işlerini devam ettirmesi” kaydıyla,
çocuklarının içinde en sadık ve iyi ahlaklı olduğunu düşündüğü büyük oğlu Ç’ye
bağışlayarak şehir merkezine yerleşir. Bu arada çiftliğin bitişiğindeki araziyi satın alan ve
anayola çıkmak için çiftlik yolunu kullanmaktan başka çaresi olmayan komşu K, Ç’den
kendi lehine bir hak tesisi talebinde bulunur. Ç, aylık 1000 sesters karşılığında bu talebi
kabul edebileceğini söyler.

K’nın rakamı çok yüksek bulması üzerine Ç, bu bölgedeki emsal ortalama fiyatın zaten bu
civarda olduğunu söyleyerek K’yı ikna eder. Çiftlik işlerini devam ettirmek istemeyen ve
yüksek miktarda da kumar borcu bulunan Ç, çiftlik evini ve arazisini Ü’ye satar ve
taraflar, devrin bir ay sonra yapılması hususunda anlaşmaya varırlar. Ancak bu
anlaşmadan birkaç gün sonra çiftlik evi, kumar çetesi tarafından kundaklanarak yakılır;
yangını söndürmek için yardıma koşan komşu K da bu yangında ölür.

299
Anayola çıkmak için çiftlik yolunu kullanması gereken K’ya, Ç’nin tesis etmiş olduğu
hakkın ne olduğu Primus’a soruldu, Primus cevap verdi ki; Bu hak bir geçit irtifakıdır.
Geçit irtifakı, yükümlü taşınmaz malikinin yararlanan taşınmaz lehine, bu
taşınmazdan geçilmesi hususunda tesis etmiş olduğu taşınmaz lehine ve sınırlı bir
ayni haktır.

K, bu hak tesisinden sonra yakın bir dostu ile karşılaşmış ve ödediği miktarın, aslında
bölgedeki ortalama fiyatın çok üzerinde olduğunu öğrenmiştir. Bunun üzerine hem bu
yüksek rakamı ödemek istemeyen hem de bu hakkı kullanmaya devam etmek isteyen K,
Primus’a giderek, sahip olduğu hukuki olanakları öğrenmek istemiştir. Primus, bu bedeli
ödememek için K’ye iki çare önermiştir:

Birincisi, gabin nedeniyle sözleşmenin iptalidir. Gabin, sözleşme taraflarından


birinin deneyimsizliği, hafifliği ya da zor durumda olmasından yararlanarak
edimler arasında aşırı bir dengesizliğin yaratılmasına ilişkin bir irade bozukluğu
halidir ve bu sebeple eski hale iade talep edilerek sözleşme ortadan kaldırılabilir,
malvarlıkları eski hallerine döndürülür.

İkincisi; hile hükümlerine başvurarak sözleşmeyi sona erdirmektir. Hile, bir


kimsenin zihninde yanlış bir kanaat uyandırarak onu sözleşme yapmaya sevk
etmektir. Ç, bölgedeki emsal fiyatların bu yolda olduğunu söyleyerek K’yi
aldatmıştır. Bu nedenle K Ç’e karşı actio doli (hile davası) açabilir ya da eski hale
iade talep edebilir. Kendisinden irtifak bedeli talep edildiğinde ise hile defini öne
sürerek ödeme yapmaktan kaçınabilir.

Primus, bu yüksek bedeli ödemeksizin bu haktan yararlanmaya devam etmek için de


K’ya, praetor’a giderek, kanuni bir geçit hakkı talep etmesini önerir. Çünkü, kanuni geçit
irtifakı, anayola çıkmak için başka bir olanağın bulunmadığı ya da çok zahmetli olduğu
durumda malikin arazisi üzerinde hakim kararıyla tesis edilen hak demektir.

R, “çiftlik işlerini devam ettirmesi” kaydıyla Ç’ye bağışlama yapmıştır. Ç’nin bu kaydın
aksine hareket ederek, çiftlik evi ve arzisini Ü’ye sattığını ve devretmek üzere olduğunu
öğrenen R, bu kayda rağmen, devir sonrası, mülkiyetin Ü’ye geçip geçmeyeceğini merak
etmektedir. Primus’a sorar.

300
Primus, mülkiyetin Ü’ye geçeceğini söyler. Çünkü; söz konusu kaydın anlamı,
yüklemedir. Yükleme, sağlararası ivazsız bir kazandırmada ya da ölüme bağlı bir
tasarrufta, belli bir amacın gerçekleştirilmesi için, karşı taraftan yapma borcu
konusu olan bir davranışın yerine getirilmesinin istenmesidir. Burada yüklemeli bir
bağışlama yapılmıştır. Yükleme şarttan farklı olarak sözleşmenin hüküm
doğurmasını engellemez. Bağışlama hükümlerini doğurmuş, çiftlik evi ve arazisinin
mülkiyeti oğul Ç’e geçmiştir. Dolayısıyla Ç malik olmuştur ve tasarruf yetkisine
sahiptir. Bu durumda evi Ü’ye satıp devredebilir, devir işlemlerinin
tamamlanmasının ardından Ü malik olur.

R, aldığı cevap üzerine, oğlu Ç’nin kendisini hayal kırıklığına uğrattığını, yaptığı
bağışlama için pişman olduğunu söyleyerek, Ç’ye karşı başvurabileceği hukuki bir yol
olup olmadığını Primus’a sorar: Primus, R’ye iki seçenek sunar:

Birincisi, hata hükümlerine dayanmak suretiyle bağışlamanın geçersiz olduğunu


ileri sürmektir. Zira kişinin niteliklerinde düşülen bir hata vardır. Bu bir saik hatası
olmakla birlikte dürüstlük kuralları uyarınca yorum yapıldığında, eğer kişinin
gerçek niteliklerini bilseydi bu sözleşmeyi yapmayacak idi olduğu kanaatine
varılabiliyorsa, temel hatasına dönüşmüştür. Bu durumda sözleşmenin hükümsüz
olduğu ileri sürülebilir.

İkincisi, bağışlamanın geçersiz olduğunu ileri sürmeksizin, yüklemenin ifası davası


açmaktır. Fakat bu seçenekte, Ç’ye yüklenen davranış bir yapma borcu olduğundan
ve buna bağlı olarak yapma borcunun cebri icraya konulmasının bir imkansızlık
hali oluşturması nedeniyle, söz konusu dava artık bir tazminat davasına
dönüşecektir.

Ç’nin Ü’ye satmış olduğu evin kundaklanması ve bu nedenle teslim edilemeyecek


olmasından ötürü Ü, praetor’a giderek, Ç’ye peşin olarak ödediği 100.000 sesterslik satış
bedelinin kendisine iadesini istemiştir. Praetor, Ç’nin bu parayı geri vermek zorunda
olmadığına hükmederek, Ü’nün talebini reddetmiştir. Praetor’un kararının gerekçesi
şöyledir:

Borcun ifa edilmemesinde Ç’nin kusuru yoktur, bu bir beklenmedik haldir.


Dolayısıyla imkansızlık nedeniyle Ç’min borcu sona erer. Ancak ortada bir zarar
vardır ve bu zarara kimin katlanacağı meselesi, yani hasar problemi doğar. Hasar,

301
tam iki taraflı bir sözleşmede borçlunun kusuru olmaksızın edimin imkansızlaşması
halinde borçlunun borcunun sona ermesine karşılık bu zarara kimin katlanacağı
meselesidir. Satış sözleşmesinde Roma hukukunda kural, hasarın alıcıya ait
olmasıdır. Normalde, zarar kimin malvarlığında meydana gelmişse onun
katlanacağına ilişkin hasar kuralına, satış sözleşmesi bakımından uyulmamış,
hasar alıcıya yüklenmiştir. Bu durumda Ü, evi teslim alamamasına rağmen satış
bedelini ödemek zorunda kalacaktır.

Yangında ölen komşu K’nın çocukları, babalarının ölümünden dolayı bir haksız fiil davası
açmak istemektedirler. Babalarının ölümünden kimi sorumlu tutmaları gerektiğini (Ç’in
mi kumar çetesinin mi) Primus’a sorarlar. Primus haksız fiil sorumluluğunu şartlarını
sayarak;
• Hukuka aykırı fiil; Hukuk düzeninin kabul etmediği davranıştır,
• Zarar; hukuka aykırı fiilin kişinin malvarlığı veya kişi varlığı alanında
meydana getirdiği azalma ya da kayıplardır.
• İlliyet bağı; hukuka aykırı fiil ile zarar arasındaki nedensellik bağıdır, başka
deyişle, zararın bu fiil neticesi meydana gelmesidir.
• Kusur; hukuka aykırı davranışın meydana gelmesinde iradenin rolüdür.

K’nın ölümünden kumar çetesinin sorumlu olduğu cevabını verir. Çünkü; kumar
çetesinini fiili ile K’nın ölümü arasında illiyet bağı vardır. Her ne kadar kumar
çetesinin fiili K’ya yönelmemiş olsa da, hukuka aykırılık bağı olduğundan, söz
konusu fiil normun koruma kapsamındaki hukuksal yararı ihlal ettiğinden, hukuka
aykırılık vardır. K’nın ölümünde kumar çetesinin fiili yoğun etkili sebep olup illiyet
bağı vardır. Ç’nin ise olayda kundaklamaya ilişkin hiçbir hukuka aykırı fiili yoktur.

Bu olaya ilişkin tüm olup biteni hocası ile birlikte inceleyen ve olayla ilgili aklına bir soru
gelen Primus’un öğrencisi Secundus, hocasına sorar: Ç, kumar borcunu ödemek için, hiç
istemediği halde tefeci T’den yüksek faizle borç para almış olsaydı, Ç ile T arasında ödünç
sözleşmesi kurulmuş olur muydu? Primus öğrencisine cevap verir:

Bu olayda bir irade ile beyan arasındaki uyumsuzluk hallerinden biri olan zihni
kayıt vardır. Bu durumda, klasik devrin ortalarına kadar, beyan teorisi hakim
olduğundan, tarafların stipulatio yoluyla yaptıkları bu sözleşme beyanlar
üzerinden uyuştuğu gerekçesiyle sözleşme kurulmuş kabul edilir. Iustinianus
döneminde ise irade teorisi hakim olduğundan, iç irade ile beyan arasında bir

302
uyumsuzluk olduğu, yani iç irade beyan yönünde olmadığı zaman, iç iradeye
üstünlük tanınması gerekçesiyle sözleşme kurulmamış kabul edilir ve Ç aldığı
parayı sebepsiz zenginleşme davası ile geri vermek zorunda kalır.

ROMA HUKUKU / İÖ / FİNAL / 16’-17’

OLAY:
Romalı R, sahip olduuğu arazideki su kuyularından biri üzerinde, içme suyuna ihtiyaç
duyan yakın dostu D’ye, bu su kuyularından yararlanması için, üç yıllığına ve 3000
sesters karşılığı bir hak tesis eder. Arazisinde başka su kaynaklarının da bulunduğunu
düşünen R, yeni kaynaklar bulunması ve ayrıca bir su kanalının inşa edilmesi için inşaat
ustası Y ile 5000 sesters karşılığı anlaşmaya varır. Parayı iş bitiminde alacak olan Y’nin,
bu para karşılığı bir teminat istemesi üzerine R, sahip olduğu çiftli evini Y’ye rehin olarak
verir; ancak bu teminat olayının iş çevresi tarafından duyulmasını istemediği için Y ile
anlaşarak, çiftlik evini ona kiralamış gibi gösterir.

R, bu anlaşmadan birkaç gün sonra, maden suyu ticareti ile uğraşan B’ye, “bulunacak ilk
maden suyu kuyusundan elde edilecek on fıçı maden suyu”nu 1500 sesters karşılığı
satmaya söz verir ve parayı da peşin olarak alır. Bu arada, bir gece yaşanan şiddetli sel
felaketi yüzünden R’nin arazisi, kanal inşası ve yeni su kaynaklarının aranması için
elverişsiz hale gelmiştir.

-R’nin yakın dostu D lehine su kuyusu üzerinde hak tesisinden kısa süre sonra D
ölmüştür. D’nin mirasçılarını bu haktan yararlandırmak istemeyen R, bu hakka son verip
veremeyeceğini Primus’a sormuştur. Primus cevap verir:

D yararına tesis edilen bu hak; su irtifakı (kaynak hakkı)dır. Söz konusu hak şöyle
tanımlanabilir: Su irtifakı, yükümlü taşınmaz malikinin yararlanan taşınmaz
lehine, kendi taşınmazı üzerindeki su kaynaklarından yararlanması için tesis ettiği
taşınmaz lehine ve sınırlı bir ayni haktır.

D’nin mirasçılarının bu haktan yararlanmalarına engel olunamaz. Çünkü; Su irtifakı


kural olarak, yani taraflarca aksi kararlaştırılmadıkça, taşınmaz lehine bir haktır,
taşınmaza bağlı olarak tesis edilir. Kişiye bağlı irtifaklardan farklı olarak, kişiye
bağlı olmadığı için başkalarına devredilebilir, miras yolu ile intikal edebilir. Bu

303
durumda D’nin mirasçıları yeni irtifakın sahibidirler ve ayrıca, sınırlı bir ayni hak
olduğu için herkese karşı bu sınırlı ayni haklarını ileri sürebilirler.

-Sel felaketi neticesi arazinin elverişsiz hale gelmesinden dolayı, inşaat ustası Y, R’ye
başvurarak, işin tamamlanmayacağını ve bunda kendisinin hiçbir kusuru bulunmadığını
ileri sürerek, anlaştıkları gibi işin karşılığı olan 5000 sestersin kendisine ödenmesini
istemiştir. R’nin ödeme yapmayı kabul etmemesi üzerine Y, praetora gider.

Praetor, yaptığı yargılamada önce, R ile Y arasındaki hukuki ilişkinin nitelendirmesini


yapar: R ile Y arasında kurulan hukuki ilişki; locatio conductio faciendi (eser
sözleşmesi)dir. Bu sözleşme; taraflardan birinin bir eser meydana getirme ve teslim
etme, diğerinin bunun karşılığı olan bedeli ödemeyi üstlendiği bir sözleşmedir.
Sözleşmenin kurucu unsurları olan eser ve eser bedeli üzerinde irade uyuşması ile
sözleşme kurulur. Bu sözleşmenin belli başlı özellikleri; rızai, tam iki taraflı,
borçlandırıcı ve ani edimli olmasıdır.

Yargılamaya devam eden praetor, Y’nin, işin karşılığı olan 5000 sesters’in R tarafından
kendisine ödenmesi gerektiği konusundaki talebini reddeder. Çünkü; İfanın
imkansızlaşması nedeniyle taraflar arasındaki eser sözleşmesi sona ermiştir. Zira
sel felaketi beklenmedik bir haldir ve imkansızlığın kaynağında borçlunun kusuru
olmadığı zaman borçlunun borcu sona erer. iş sahibinin eser bedelini ödeme borcu
da kural olarak sona ermiştir, zira ifa imkansızlığı, borç ilişkisini sona erdiren bir
sebep olduğundan her iki tarafın borcu da sona erer. Ancak ortada bir zarar vardır
ve buna kimin katlanacağı meselesi hasar problemidir. Hasar; tam iki taraflı bir
sözleşmede borçlunun kusuru olmaksızın edimin imkansızlaşması halinde ortaya
çıkan zarara kimin katlanacağı meselesidir. Hasar bakımından kural, bu zarar
kimin malvarlığında meydana gelmişse onun katlanması gerektiğidir. Bu durumda
sel felaketi nedeniyle kanalın inşa edilemeyecek ve yeni su kuyuları bulunamayacak
olması zararına iş sahibi R, emeği karşılığı olan ücret zararına ise yüklenici Y
katlanacaktır. Bu durumda yüklenicinin kendisine 5000 sesters ödenmesi talebi
haklı olmayıp reddi gerekir.

Bu arada kendi aleyhine bir karar çıkması ihtimalini hesaplayan Y, vakit geçirmeden,
R’nin teminat olarak verdiği çiftlik evini Ü’ye satarak paraya çevirir. Durumu öğrenen R,
Ü’ye karşı rei vidicatio davası açar. R, dava gerekçesinde; Y ile aralarında kira sözleşmesi
bulunduğunu, bu nedenle Y’nin evi satmak konusunda tasarruf yetkisi olmadığını, rızasız

304
çıkış olduğunu ve bu nedenle de mülkiyetin Ü’ye geçmediğini beyan etmiştir. Praetor,
R’nin ileri sürdüğü tüm gerekçeleri inceleyerek, rei vindicatio talebini reddeder.
Praetor’un davayı reddetmekteki gerekçeleri şunlardır:
• R ile Y arasında muvazaalı bir işlem vardır. Taraflar önce görünüşteki işlem
kira sözleşmesini yapmışlardır. Bu işlem dış dünyayı aldatabilmek için
yaptıkları ve gerçekte hüküm ifade etmesini istemedikleri işlemdir. Muvazaalı
olduğu için kesin hükümsüzdür. Bu işlemin arkasına gizledikleri rehin
sözleşmesi ise, tarafların gerçekten hüküm ifade etmesini istedikleri işlem
olduğundan ve kendi geçerlik koşullarını taşıdığından dolayı geçerlidir. O
halde tarafların arasındaki hukuki ilişkinin kira olduğuna yönelik itiraz
yerinde değildir.
• Rehin alacaklısı olan Y, rehin hakkına dayanarak rehin konusu malı borç
ödenmediği zaman paraya çevirebilir. Rehin hakkı, tasarruf yetkisi (kimse
hakkından fazlasını başkasına devredemez) kuralının tek istisnasıdır.
Tasarruf yetkisi olmamakla beraber, rehin hakkının doğası gereği malik
olmadığı bir malı başkasına satıp devredebilir. O halde tasarruf yetkisi
olmasa da mülkiyet Ü’ye geçmiştir.

R, arazinin elverişsizliği nedeniyle yeni kaynaklar bulunamayacağının anlaşılması


üzerine, B’ye söz verdiği 10 fıçı maden suyunu teslim edemeyeceğini anlamıştır. Bu
durumda, peşin olarak aldığı 1500 sestersi B’ye geri ödemek zorunda olup olmadığını
Primus’a sorar. Primus burada iki ihtimal olduğunu söyleyerek cevap verir:
• Birinci ihtimal, gelecekte doğacak bir ürüne ilişkin olarak, şarta bağlı bir satış
yapılmıştır. Şart, hukuki işlemin hükümlerinin gelecekte gerçekleşmesi
objektif olarak şüpheli bir olaya bağlanmasıdır. Şart gerçekleşmeyince
sözleşme kendiliğinden sona erer, Bu durumda 1500 sesters paranın iadesi
gerekir.
• İkinci ihtimal, rizikolu bir sözleşme yapılmıştır. Doğup doğmayacağı ya da
kapsamı belli olmayan bir edimin üstlenildiği sözleşmeler, bir riskin
üstlenilmesi demek olduğundan rizikolu sözleşmedir. Rizikolu sözleşmede
riziko gerçekleşince sözleşme hükümleri doğar. Maden suyu elde edilemeyecek
olması şart değil, bir riziko olarak üstlenildiği vakit, bu riziko gerçekleşince
sözleşme sona ermez, hükümlerini doğurmaya devam eder, risk üstlenen kişi
yaptığı ödemeyi geri alamaz. Bu durumda 1500 sesters paranın iade
edilmesine gerek yoktur.

305
Bu arada, R’nin D lehine tesis ettiği su kuyusundan çıkan suyun zehirli olduğu, bu
nedenle içme suyu olarak kullanılmaya elverişli olmadığı anlaşılmıştır. D’nin mirasçıları,
R ile yapılan bu anlaşmayı bozmak istemektedirler. Bunu nasıl yapabileceklerini Primus’a
sorarlar. Primus cevap verir:

Yanılma (hata) hükümlerine dayanarak sözleşmenin geçersiz olduğu ileri


sürülmelidir. Kuyudan çıkan suyun içme suyu olduğu hususundaki yanılma
sözleşme konusunun niteliklerindeki bir yanılma halidir. Bu bir saik hatası olmakla
birlikte, dürüstlük kurallarına göre değerlendirildiğinde söz konusu saik işlemin
temeli durumunda ise, artık bir temel hatasından bahsedilir. Başka deyişle, eğer D,
kuyunun içme suyu için elverişli olmadığını bilseydi bu sözleşmeyi yapmayacak idi
olduğuna dürüstlük kuralları uyarınca karar verilebiliyorsa esaslı dönüşmüş
demektir ve bu durumda Roma hukukunda irade teorisi (iç iradeye üstünlük
tanıyan teori) uyarınca sözleşme kurulmamış kabul edilir.

Eğer, D ile R arasında, kuyu üzerinde bir hak tesisi değil de, kuyudan çıkan suyun içme
suyu olarak satışı konusunda bir anlaşma yapılmış olsaydı, Primus’un bu soruya vereceği
cevap nasıl değişirdi?

Bu durumda hata hükümlerinin yanı sıra maddi ayıp hükümlerine de gidilebilirdi. Maddi
ayıp, satılanın taşıması gereken nitelikleri taşımaması veya satıcının vaat ettiği nitelikleri
taşımaması halidir. Maddi ayıp halinde Roma hukukunda alıcıya iki seçenek verilmiştir:
Ayıp oranında satış bedelinde indirim talebi veya sözleşmeden dönme talebi. D,
sözleşmeyi sona erdirmek istediğine göre, sözleşmeden dönme seçeneğini kullanabilirdi.

D’nin mirasçıları, babalarının bu kuyu suyundan zehirlendiği için öldüğünü öğrenmişler


ve R’ye haksız fiil davası açmışlarıdır. Praetor bu davayı haksız fiil şartlarının oluşmadığı
gerekçesiyle reddetmiştir. Prator’a göre haksız fiilin şartları;
• Hukuka aykırı fiil; Hukuk düzeninin kabul etmediği davranıştır,
• Zarar; hukuka aykırı fiilin kişinin malvarlığı veya kişi varlığı alanında
meydana getirdiği azalma ya da kayıplardır.
• İlliyet bağı; hukuka aykırı fiil ile zarar arasındaki nedensellik bağıdır, başka
deyişle, zararın bu fiil neticesi meydana gelmesidir.
• Kusur; hukuka aykırı davranışın meydana gelmesinde iradenin rolüdür.

306
Eğer R, kuyunun zehirli olduğunu bilmiyorsa ve öngöremiyorsa, hukuka aykırı fiilinin
varlığından (fiil +hukuka aykırılık bağı) varlığından söz edilemeyeceği için, D’nin
ölümünde R’nin sorumluluğu yoktur.

ROMA HUKUKU / TEK-İÖ / BÜTÜNLEME / 16’-17’

OLAY:
Elma sirkesi ticareti ile uğraşan Romalı R, bu iş için elverişli olduğunu düşündüğü
komşusu K’ya ait elma bahçesindeki elmaları satın almaya karar verir. R ile K yaptıkları
anlaşmada; olgunlaşmış olan ilk elli kasa elmanın hemen, diğer elli kasanın ise
olgunlaştıktan sonra teslim edileceğini ve R’nin elmalar için K’ya toplamda 1000 sesters
ödeyeceğini kararlaştırırlar. R, ayrıca elmaların taşınması işi için de işçi İ ile bir yıllığına
ve günlüğü 1 sestersten olmak üzere anlaşmaya varır. Ücreti çok düşük bulan, ancak
acilen işe ihtiyacı bulunan İ, “daha iyi bir iş teklifi gelmemesi” kaydıyla işi kabul eder ve
işe başlar.

I-İlk elli kasa elmayı alan ve sirke üretimine girişen R, elmaların tür itibariyle aslında
sirke üretimi için elverişli olmadığını ve ayrıca bazı kasalardaki elmaların da kurtlanmış
olduğunu fark eder. K ile yaptığı sözleşmeyi sona erdirmek isteyen R, Primus’a giderek
hangi hukuki seçeneklere sahip olduğunu sorar. Primus, R’nin dayanabileceği iki hukuki
seçenekten bahseder:
• Birinci seçenek; elmaların kurtlanmış olduğu gerekçe gösterilerek
sözleşmeye son verilmesidir zira elmaları kurtlanmış olması halinde
maddi ayıp mevcuttur.

Bundan dolayı sorumluluğun şartları;


Maddi ayıptan dolayı bir sorumluluğun söz konusu olabilmesi için satılanda maddi
bir ayıp bulunmalıdır. Maddi ayıp, satılanın taşıması gereken nitelikleri veya
satıcının vaat ettiği nitelikleri taşımaması halidir. Ayıbın gizli olması gerekir. Gizli
ayıp, bir denetim ve muayene sonucu ya da kullanılmakla fark edilebilecek
ayıplardır, görünürdeki ayıplardan dolayı satıcının sorumluluğu söz konusu olmaz.
Ayrıca ayıptan sorumluluk için ayıbın satıcıya ihbar edilmiş olması da gerekir.

Hukuki sonucu;

307
Maddi ayıp halinde; alıcının sahip olduğu olanaklardan biri, 6 ay içinde
actioredhibitoria (ayıp sebebeiyle dava) davası açarak sözleşmeden dönme ya da 1
yıl içinde actioquantiminoris (ayıp oranında indirim) davası açarak satış bedelinde
ayıp oranında bir indirim yapılmasını istemektir. Olayda R, sözleşmeyi sona
erdirmek istediği için ayıp nedeniyle sözleşmeden dönme hakkını kullanmalıdır.

• İkinci seçenek; elmaların tür itibariyle sirke üretimine elverişli


olmadığıdır zira bu durumda; hata söz konusudur. Ancak olayda irade ile
beyan arasında bir uyumsuzluk olmayıp, iradenin oluşumunda bir
bozukluk vardır. R, komşusunun bahçesindeki elmaların sirke üretimi için
daha elverişli olduğu düşüncesine kapılarak saik hatasına düşmüştür.
Saik hatası kural olarak hukuk düzeni tarafından dikkate alınmaz.
Bununla birlikte, temel hatasına dönüşmesi durumunda, yani
sözleşmeden beklenen yarar sağlanamıyorsa, sözleşme hükümsüzleşir.
Bunun ölçütü de, dürüstlük kurallarına göre yorumlandığında, R, hataya
düştüğünü bilseydi bu sözleşmeyi yapmayacak idiyse, hukuk düzeni
tarafından bu hata dikkate alınır. Roma hukukunda hata halinde
sözleşmenin kurulmadığı kabul edilmiştir.

Primus, ayrıca daha avantajlı olması sebebiyle R’ye birinci seçeneği önermiştir. Birinci
seçeneği daha avantajlı olmasının nedeni; Maddi ayıp nedeniyle satıcının sorumluluğu
kusursuz bir sorumluluk halidir. Bu nedenle alıcı, ayıbın varlığında satıcının
kusurunu kanıtlamak zorunda değildir, satıcı kusurlu olsa da olmasa da ayıptan
sorumlu tutulur. Alıcının, sadece ayıbın varlığını ispatlaması yeterlidir. Bu sebeple
uğradığı tüm zararları da alıcı, ayrıca satıcıdan zararın tazmini davası ile
isteyebilir. R, ikinci seçeneğe başvuracak olursa, bir saik hatası olması nedeniyle bu
hatanın hukuk düzeni tarafından dikkate alınması gereken bir temel hatası
olduğunu ispat etmek zorunda kalabileceği gibi; ayrıca hataya düşmekte kendisi
kusurlu ise, karşı tarafın (K’nın) sözleşmeye olan güveni dolayısıyla uğradığı tüm
zararları da ödemek zorunda kalacaktır.

II-Bu arada daha iyi bir iş teklifi alan işçi İ, elma taşıma işini bırakmıştır. İ’nin işi
bırakmasının haklı olup olmadığı Primus’a sorulmuş ve Primus, İ’nin haklı olduğu
cevabını vermiştir. Zira “daha iyi bir iş teklifi gelmemesi” kaydı; bozucu şart
anlamını taşır.

308
Bu kaydın sözleşmeye etkisi; Bozucu şart; hükümlerini doğurmaya başlamış bir
sözleşmenin, gelecekte gerçekleşmesi objektif olarak şüpheli bir olaya bağlanarak,
bu olayın gerçekleşmesi ile doğmakta olan hükümlerin sona ermesidir. Bozcu şart
halinde hüküm ifade etmeye başlamış olan sözleşme, şart konusu olayın
gerçekleşmesi ile kendiliğinden sona erer. Olayda İ’nin daha iyi bir iş bulması ile
kayıt gerçekleşmiş ve aralarındaki sözleşme başkaca bir işleme gerek kalmadan,
kendiliğinden sona ermiştir.

Eğer böyle bir kayıt konulmasaydı, İ’nin hangi gerekçeyle işi bırakabileceği de Primus’a
sorulmuş olup Primus şu cevabı vermiştir: Aşırı yararlanma (gabin) sebebiyle işi
bırakabilirdi. Çünkü; Gabin, sözleşme taraflarından birinin deneyimsizliği, hafifliği
ya da zor durumda olmasından yararlanarak edimler arasında aşırı bir
dengesizliğin yaratılmasına ilişkin bir irade bozukluğu halidir ve bu sebeple eski
hale iade talep edilerek sözleşme ortadan kaldırılabilir, malvarlıkları eski hallerine
döndürülür.

III-Bu arada K tarafından teslime hazır hale getirilen diğer elli kasa elma, bir gece elma
bahçesine giren hırsız H tarafından çalınarak Ü’ye satılıp teslim edilmiştir. Elmaların
malikinin kim olduğu Primus’a sorulmuş, Primus, elmaların malikinin K olduğu cevabını
vermiştir. Çünkü; Hırsız H’nin tasarruf yetkisi yoktur. Malın maliki K’dan
devralmamıştır. K’nın elinden malı rızasız olarak çıktığı için K, malın maliki olmaya
devam eder. Bu durumda hırsız malik olmadığından, kimse hakkından fazlasını
başkasına devredemeyeceği için (tasarruf yetkisi) Ü’ye de mülkiyet geçmemiştir.

Primus ayrıca K ve Ü’nün kime karşı hangi davaları da açabileceğini de söylemiştir:


• K, Ü’ye karşı rei vindicatio (istihkak) davasını açabilir.
• K, H’ye karşı actio furti (hırsızlık-haksız fiil) davasını açabilir.
• Ü, H’ye karşı satış sözleşmesinden doğan davayı açabilir.

IV-İşçi İ’nin işi bıraktığını duyan R bu duruma çok sinirlenerek İ ile tartışmaya başlar.
Tartışma esnasında elindeki sert bir cismi İ’ye fırlatan R’nin fırlattığı bu cisim o sırada
kavgayı izlemekte olan T’nin kafasına isabet eder ve T ölür. T’nin çocuklarının açtığı dava
üzerine praetor, T’nin ölümünden R’yi sorumlu tutmuştur. Praetor’un gerekçesi şöyledir:

Söz konusu dava haksız fiil davasıdır. Haksız fiilin söz konusu olması için hukuka
aykırı bir fiil olmalıdır. Hukuka aykırılıktan kasıt, hukuk düzeninin tasvip etmediği

309
davranışlardır. Bunun için fiil olması, bu fiilin hukuka aykırı olması ve hukuka
aykırılık bağı olması gereklidir. Haksız fiil sorumluluğunun şartları ise; hukuka
aykırı fiil, zarar, illiyet bağı ve kusurdur. Olayda R’nin davranışı İ’ye yönelmiş
olmakla birlikte bundan T zarar görmüştür. Üçüncü kişilerin söz konusu hukuka
aykırılıktan zarar görmeleri halinde yansıma zarardan bahsedilir. Olayda R’nin fiili
normun koruma amacı kapsamında yer alan bir fiildir ve bu nedenle her ne kadar
T’ye bizatihi yönelmiş olmasa da, hukuka aykırılık bağı vardır. T’nin ölümü R’nin
fiili sonucu meydana gelmiştir, bu nedenle illiyet bağı da vardır. Olayda R
kusurludur, zira bu fiilinden dolayı hukuka aykırı sonucu öngörebilir durumdadır.
Bu nedenle ölüm olayından sorumludur.

ROMA HUKUKU / ÇİFT / FİNAL / 17’-18’

OLAY:
Romalı R, yakın bir arkadaşı ile sohbeti esnasında, babadan kalma değerli bazı el yazması
kitapları saklamak için korunaklı bir sandığa ihtiyacı olduğundan söz eder. Elinde, R’nin
aradığı özellikte fazladan bir sandık bulunan A, sandığı hemen R’nin evine gönderir.
Sandığın kendisine bağışlandığını zanneden R, sandığı teslim alarak içine kitapları
yerleştirir. Yaklaşık üç ay sonra A, sandığın kira bedeli olduğunu söyleyerek R’den 100
sesters talep etmiştir.

Bu arada, kumarbaz K’ya yüklü miktarda kumar borcu bulunan R, K tarafından


öldürüleceği korkusuyla, tefeci T’den bir ay sonra ödemek kaydıyla ve çok yüksek bir faiz
oranı ile borç para alır ve bu parayla kumar borcunu kapatır. R, T’ye olan borcunu
ödemek için de, el yazması kitapları satışa çıkarır ve 10.000 sesters karşılığında Ü’ye
satar. Teslime birkaç gün kala, kamusal değeri olduğu gerekçesiyle kitaplara Roma devleti
adına el konur. Bu arada bir aylık süre dolmuş ve R, T’ye olan borcunu ödeyememiştir.
Bu duruma çok öfkelenen T, bir gece R’nin dükkanını kundaklar, o sırada dükkanda
bulunan R’nin iş ortağı O, bu yangında ölür.

SORULAR:
1. R, A’nın kira bedeli adı altında talep ettiği 100 sestersi ödemek zorunda mıdır?
Tarafların arasında geçerli bir tasarrufi işlemin bulunup bulunmadığını
değerlendirerek cevaplandırınız. (10 p)

310
CEVAP: R, A’nın kira bedeli adı altında talep ettiği 100 sestersi ödemek zorunda değildir,
zira tarafların arasında geçerli bir hukuki işlem mevcut değildir. R ile A arasında sandığın
teslimine ilişkin tasarrufi işlem traditio’dur. Traditio, Roma hukukunda res nec mancipi
malların devrinde kullanılır. Traditio işleminin geçerli olması için, malın zilyetliğinin
devri konusunda tarafların irade uyuşması (animus) ve fiili hakimiyetin karşı tarafa
sağlanması (corpus) gereklidir.

Olayda tarafların zilyetliğin devri konusundaki iradeleri uyuşmamaktadır (dissensus).


Zira R, bağışlama iradesi ile yani malın mülki yetini devralma iradesi ile zilyetliği
devralırken; A ise, zilyetliği devretme iradesi ile zilyetliği devretmiştir. Bu durumda malın
mülkiyeti R’ye geçmiş olmaz. R, kiralama iradesi ile zilyetliği devralmadığı için hukuki
sebebe dayalı bir zilyetlik devrinden de bahsedilemez. Bu durumda tasarrufi bir işlem
olan traditio, devir esnasında tarafların aralarında bir dissensus (devretme ve devralma
anındaki iradelerindeki uyuşmazlık) söz konusu olduğu için, kendi geçerlik koşullarını
taşımamaktadır ve geçerli bir hukuki işlem mevcut değildir.

2. Eğer R ile A arasındaki işlem geçerli değilse; A, sandığı ve sandığın kullanım


bedellerini R’den hangi hukuki gerekçe veya gerekçelerle isteyebilir? (10 P)
CEVAP: R ile A arasında geçerli bir hukuki işlem mevcut olmadığı için A, R’den kira
ücreti adı altında bir talepte bulunamaz. Bu durumda sandığı rei vindicatio ile isteyebilir.
Zira A, sandığı bağışlama iradesine sahip olarak zilyetliği devretmediği için sandığın
mülkiyeti R’ye geçmiş değildir. A, halen sandığın maliki olduğundan ve sandığın zilyetliği
elinde bulunmadığından, zilyet olmayan malikin malik olmayan zilyete karşı açtığı dava
rei vindicatio ile talepte bulunabilir. Sandığın kullanım bedellerini ise sebepsiz
zenginleşme (zira bu kullanım kadar R’nin malvarlığında bir azalmanın önüne
geçilmiştir, çünkü eğer kira işlemi geçerli olsaydı, kira ücreti ödeyecekti, halbuki kira
ücreti ödemeden sandıktan yararlanmıştır) veya vekaletsiz iş görme (A, kendisine ait
sandıktan yararlandırarak R lehine bir iş yapmıştır) hükümlerine dayalı olarak talep
edebilir.

3. A, sandığı kiraladığını açıkça beyan etmiş, fakat R, kulakları ağır işittiği için
yanlış anlayarak kabul etmiş olsaydı, 1. soruya vereceğiniz cevap ne yönde
değişirdi? Gerekçeli olarak belirtiniz. (20 P)
CEVAP: A, sandığı zilyetliği devir iradesi ile devretmiş ve R de sandığın zilyetliğini
devralma iradesi ile hareket etmiş olsaydı, sağlanan fiili hakimiyet ile birlikte traditio
işlemi geçerli olacaktı. Ancak traditio sebebe bağlı bir hukuki işlem olarak kabul

311
edildiğinden, traditio’nun arkasındaki sebep geçerli olmayınca traditio da geçersizleşir
Traditio’nun arkasındaki hukuki sebepler üzerinde tarafların irade uyuşması yoktur. Zira
R, causa donandi (bağışlama sebebi) iradesi ile zilyetliği devralırken, A, causa credendi
(kira- alacak sebebi) iradesi ile hareket etmiştir.

Bu durumda R’nin iradesi ile beyanı arasında uyuşmazlık vardır. İrade ile beyan
arasındaki uyuşmazlık hallerinde, irade teorisi (iç irade üstün tutulur), beyan teorisi
(beyanların uyuşması nedeniyle beyan üzerinden sözleşmenin kurulduğu kabul edilir)
meselenin çözümünde dikkate alınabilir. Roma hukukunda, özellikle Iustinianus
döneminde irade teorisinin hakim olarak kabul edilmesinden dolayı, R’nin iç iradesi
causa donandi olmasına karşılık, A’nın iç iradesinin causa credendi olması nedeniyle, iç
iradeler uyuşmadığı için sözleşme kurulmamış kabul edilir. (Türk hukukunda güven
teorisi uyarınca beyan muhatabının beyana verdiği anlam dürüstlük kuralları uyarınca
dikkate alınarak, beyan muhatabı bu beyana güvenmekte haklı ise sözleşme kurulur,
ancak hataya düşen tarafa bir iptal hakkı verilir.)

Bu durumda traditio, kendi geçerlilik koşullarını taşısa da, sebebe bağlılık ilkesi uyarınca,
arkasındaki hukuki sebebin geçerli olmaması nedeniyle geçerli olmaz ve sandığın
mülkiyeti R’ye geçmiş olmaz.

4. T’nin, R’den anapara ve faizleri bir ay sonra isteyebileceğine ilişkin kayıt


hukuken ne anlama gelir? Hukuki sonucu nedir? (10 p)
CEVAP: T’nin, R’den ana para ve faizleri bir ay sonra isteyebileceğine ilişkin kayıt, vade
anlamına gelir. Vade, bir hukuki işlemin hükümlerini doğurmasını ya da doğmuş olan
hükümlerinin sona ermesinin gelecekte gerçekleşmesi kesin bir olaya bağlanmasıdır.
Vade halinde tarafların borçları doğar, fakat ifa, vade sonuna kadar ertelenir (geciktirici
vade). Bu durumda alacaklı, borçludan, vadesinden önce bir ifa talep edemez
(Muacceliyet şartı). Ancak borçlu, eğer isterse vadesinden önce ödeme yapabilir (ifa
kabiliyeti). Zira borçlu, ileride ödemede aciz haline düşüneceğini düşünerek borcunu
vadesinden önce ifa etmek isteyebilir, bu durum alacaklının aleyhine değil, aksine lehine
olan bir durum olduğundan, alacaklının bir an önce alacağına kavuşmasında faydası
olduğundan, borçlunun borcunu vadesinden önce ifa etmesine izin verilmiştir. Bu
durumda ifa için, alacaklı, vadeyi beklemek zorundadır, fakat borçlu kural olarak vadeyi
beklemek zorunda değildir.

312
5. R, K tarafından öldürüleceği korkusuyla, T’den aldığı yüksek orandaki faiz
miktarını ödemek istemezse, bunu hangi hukuki gerekçe veya gerekçelere
dayanarak yapabilir? Açıklayınız. (10 p)
CEVAP: R, saik hatasına dayanabilir. Saik hatası; kişiyi hukuki işlem yapmaya iten
nedenlerde düşülen hatadır. Saik hataları kural olarak sözleşmenin geçerliliğine etki
etmez. Ancak, dürüstlük kuralları ışığında değerlendirildiğinde, saik hatası temel hatasına
dönüşüyorsa, yani işlem artık kendisinden beklenen faydayı sağlayamaz hale gelmişse,
sözleşmenin geçersizliğini sağlayabilir. Olayda R, kumar alacaklısı R tarafından
öldürüleceğini düşünmeseydi T’den bu denli yüksek oranda bir faizle borç para
almayacaktı. Objektif ölçüte göre, R’nin yerine kimi koyarsak koyalım, “eğer hataya
düştüğünü bilseydi bu sözleşmeyi yapmayacak idi” olduğu kanaatine varabiliyoruz. Bu
durumda temel hatasına dönüşen bir hata söz konusudur, yani R, artık işlemden
beklediği faydayı sağlayamamaktadır.

Bir başka ihtimal, zihni kayıttır. Zihni kayıt irade ile beyan arasında bilerek ve isteyerek
yapılan uyuşmazlık halidir. R, bu denli yüksek faizle borç para almak istemediği halde
beyanı bu parayı almak yönündedir. Bu durumda beyan teorisine göre sözleşme
kurulmuş olur ve zihni kayda düşen tarafa iptal hakkı da verilmemiştir. İrade teorisine
göre iç irade üstün tutulduğundan ve R’nin iradesi yüksek faizle borç para almak
olmadığından, sözleşmenin zihni kayıt sebebiyle geçersiz olduğunu iddia edebilir.

Bir başka ihtimal gabindir. Gabin; borçlunun zor durumda olmasından veya
tecrübesizliğinden veya hafifliğinden (hiffet) yararlanarak edimler arasında aşırı
dengesizlik yaratılmasıdır. Olayda para ödüncü olarak tek taraflı bir sözleşme bulunduğu
için, edimler arasında aşırı dengesizlik şartı gerçekleşmemiş gibi görünüyorsa da, yüksek
faiz kararlaştırıldığı hallerde gabin hükümlerine de gidilebilmesi mümkün olabilir.

Bir başka ihtimal, yüksek faiz kararlaştırılmasının dürüstlük kurallarına aykırılık teşkil
etmesidir. Bu durumda R, hakkın kötüye kullanılması olduğunu ileri sürebilir, zira T,
yüksek bir faiz kararlaştırarak ve karşı tarafın zor durumundan yararlanarak, aslında
sözleşme yapma hakkını kötüye kullanmıştır. Bu durumda her ne kadar karşılıklı edimler
söz konusu olmasa da, T’nin davranışı dürüstlük kurallarına aykırılıktır.

6. R’nin, K’ya olan kumar borcu ne tür bir borçtur? R’nin, kumar borcunu
ödedikten sonra bu ödemeyi geri alabilmesi hukuken mümkün müdür? (10 p)

313
CEVAP: R’nin, K’ya olan kumar borcu tabii (eksik borç) borçtur. Tabii borçlar, dava hakkı
verilmemiş olan borçlardır. Tabii borçlar bakımından borç ortadan kalkmış değildir,
sadece talep edilebilirlik ortadan kalkmış olur. Kumar borcunun Roma’da tabii borç
olarak görülmesinin nedeni, bir üretim faaliyeti sonucu elde edilmemiş olması ve bu
nedenle ahlaka aykırılık kapsamında değerlendirilmesidir.

Bununla birlikte, tabii borç, sona ermiş bir borç olmadığı için, tabii borcun borçlusu bu
borcu ifa ettiği zaman, tam borcun ifası gibi kabul edilir ve sebepsiz zenginleşme ile geri
istenemez; başka deyişle, borçlu, tabii borç olduğunu ve ödemek yükümlülüğü altında
olmadığını bilmediğini söyleyerek hataen ödediği gerekçesiyle ödediğini sebepsiz
zenginleşeme ile geri isteyemez.

7. R’nin, Ü’ye sattığı el yazması kitaplara, kamusal değeri olduğu gerekçesiyle


Roma devleti tarafından el konmasının, tarafların borçlarına olan etkisi nedir?
Açıklayınız. (10 p)
CEVAP: Bu olayda sonraki imkansızlık hali vardır. Borçlunun borcunun konusu olan
edim, borç ilişkisinin kurulmasından sonra imkansızlaşmıştır, ifa edilmesi artık mümkün
değildir. Sonraki imkansızlık halinin taraflar arasındaki borç ilişkisine etkisi, bu
imkansızlığın kaynağında borçlunun kusurunun bulunup bulunmamasına göre değişir.
Eğer imkansızlığın kaynağında borçlunun kusuru yoksa borç sona erer; eğer
imkansızlığın kaynağında borçlunun kusuru varsa sorumluluk borcuna dönüşeceğinden,
borçlu tazmin etme borcu altına girer. Olayda sonraki kusursuz imkansızlık vardır, bu
durumda Ü’ye olan borcu sona ermiştir.

8. O’nun ölümü olayında; O’nun mirasçıları, kime veya kimlere karşı, hangi hukuki
gerekçeyle, hangi hukuki taleplerde bulunabilirler? Kısaca açıklayınız. (20 p)
CEVAP: O’nun ölümü olayı bir haksız fiildir. Haksız fiil, genel davranış kurallarına
aykırılıktan doğan bir borç kaynağıdır. Hukuk düzeninin tasvip etmediği bir davranış
tarzının icrası halinde haksız fiilden söz edilir. Haksız fiil sorumluluğunun doğması için;
• Haksız fiil bulunmalı (hukuka aykırı fiil ve hukuka aykırılık bağı). Burada, T’nin
fiilinin O’ya yönelmemiş olması, ortada O’ya yönelmiş bir hukuka aykırı fiilin
bulunup bulunmadığı sorusunu aka getirebilir. Hemen belirtelim ki T’nin fiili O’ya
yönelmemiş olsa da can güvenliğini de ihlal etmeye elverişli bir fiil olduğundan,
hukuka aykırılık bağı vardır.
• Zarar meydana gelmiş olmalı

314
• Zarar ile hukuka aykırı fiil arasında illiyet bağı bulunmalı yani bu zarar bu hukuka
aykırı fiilden doğmuş olmalı
• Kusur (Kast, ağır ihmal, hafif ihmal) olmalıdır.

Olayda kundaklama, hukuk düzeninin onay vermediği bir davranıştır ve hukuka


aykırıdır. Zarar vardır; ölüm zararı maddi ve fiili bir zarardır. İlliyet bağı; O’nun ölümü
T’nin yangın fiilinin doğrudan neticesi olduğu için çıkan yangın ile O’nun ölümü arasında
illiyet bağı vardır. Kusur da kundaklamaya ilişkin olarak kast, O’nun ölümüne yönelik
olarak da ağır ihmaldir. Iustinianus hukukunda kast ile ağır ihmal birbirine eşdeğer
sayılmıştır. Olayda O’nun mirasçıları, O’nun ölümünden dolayı meydana gelen zararları,
T’ye karşı haksız fiil davası açarak talep edebilirler.

ROMA HUKUKU / ÇİFT / BÜTÜNLEME / 17’-18’

OLAY:
Romalı R, yakın bir arkadaşı ile sohbeti esnasında, bazı değerli eşyalarını saklayabileceği
küçük bir sandığa ihtiyacı olduğundan söz eder. Elinde, R’nin aradığı özellikte fazladan
bir sandık bulunan A, bu sandığı R’ye bağışlamayı teklif eder ve R de memnuniyetle kabul
eder. Sandığı çok beğenen ve gayet estetik bulan R, bu sandığı evlilik dışı ilişki yaşadığı
C’ye hediye eder. C sandığı kabul eder; ancak taraflar, aralarındaki ilişkinin etrafta
duyulmasından korktukları için bu işlemi bir satış gibi gösterirler.

Bu arada C, terzi T’ye diktirdiği bazı elbiselerin parasını hemen ödeyememiş ve en geç bir
ay içinde ödenmesi kararlaştırılan bu borcuna karşılık, sandığı teminat olarak T’ye
vermiştir. Ancak T, bir aylık vadenin dolmasını beklemeden, sandığın çok değerli ve
antika olduğu yalanını uydurarak, 5000 sesters karşılığında Ü’ye satıp teslim etmiştir. Ü,
5000 sesterslik satış bedelini peşin olarak ödemiştir. Bu arada, R ile C arasındaki evlilik
dışı ilişki çevrede duyulmuş, durumu öğrenen C’nin kardeşi K, R’nin yolunu kesmiştir.
Çıkan tartışmada K, eline geçirdiği sert bir cisimle R’yi yaralayarak kaçmıştır. R, kan
kaybından olay yerinde ölmüştür.

SORULAR:
1. a) R ile A arasında hangi hukuki ilişki kurulmuştur? Kurucu unsurları ve belli
başlı özellikleri nelerdir? (10 p)

315
CEVAP: R ile A arasında kurulan hukuki ilişki bağışlama sözleşmesidir. Bağışlama, bir
başkasının malvarlığına yapılan karşılıksız kazandırmalardır. Tek taraflı bir sözleşme
olup yalnızca bağışlayan borç altındadır. Bağışlama sözleşmesi, malvarlığına etki
bakımından tasarruf işlemidir, bağışlama işlemi yapıldığı anda bağışlama konusu mal ya
daha geniş anlamda menfaat karşı tarafın malvarlığına girer.

b) A, sandığı R’ye bağışlamayı değil de, 100 sesters karşılığı satmayı teklif etmiş ve
R, bir anlık dalgınlıkla bağışlama zannederek bu teklifi kabul etmiş olsaydı,
sandığın mülkiyeti R’ye geçmiş olur muydu? (20 P)
CEVAP: Böyle bir varsayımda; taraflar arasında geçerli bir teslim işleminin bulunup
bulunmadığına bakılmalıdır. Sandığın mülkiyetinin devredilmesi için Roma’da kullanılan
tasarruf işlemi traditio (teslim) dur. Traditio’nun geçerli olması için; devredilen malın
zilyetliğinin maddi bir fiille karşı tarafa devredilmesi ve hangi hak devredilmek
isteniyorsa, tarafların bu hakkın devri hususunda irade uyuşmasına varmış olmaları
şarttır. Buna göre olayda A, malın mülkiyetini devretme iradesi ile hareket ederek
zilyetliği R’ye geçirmiş olmalı; R de, mülkiyeti devralma iradesi ile zilyetliği devralmış
olmalıdır.

Olayda R, bağış iradesiyle mülkiyeti devralırken; A, satış iradesiyle mülkiyeti


devretmektedir. Ancak dikkat edilmelidir ki her iki sözleşme de bir malın mülkiyetinin
devrini gerektiren sözleşmelerdir. Gerek bağışlamada gerek satışta, mülkiyeti devretme
iradesiyle malın zilyetliği devredildiğinden, traditio kendi içinde geçerlidir, malın
mülkiyetini karşı tarafa geçirir. Bununla birlikte taraflar, traditio’nun arkasındaki hukuki
sebep üzerinde anlaşmış değillerdir.

Yani; mülkiyeti devretme iradesi hem A’da hem R’de mevcuttur; fakat A’da satış sebebiyle
mülkiyeti devretme iradesi mevcutken, R’de bağış amacıyla mülkiyeti devretme iradesi
vardır. R, causa donandi hukuki sebebine dayanarak traditio işlemine taraf olurken, A,
causa solvendi (satıştan doğan borcunu ifa amacıyla) sebebine dayanarak traditio’ya taraf
olmaktadır. O halde traditio’nun dayandığı hukuk sebep üzerinde bir dissensus (irade
uyuşmazlığı) vardır. Traditio, Roma hukukunda baskın olarak sebebe bağlı bir işlem
kabul edilir. Bu durumda traditio, kendi içinde geçerli olup kendi geçerlilik koşullarını
taşısa bile, sebebe bağlılık ilkesi gereği geçersiz olacaktır. Hukuki sebepteki geçersizlik
traditio’ya da tesir eder ve traditio’yu geçersiz hale getirir.

316
Burada, taraflar arasında geçerli bir borçlandırıcı işlem olarak satış sözleşmesinin
kurulup kurulmadığına da bakılmalıdır. Tarafların beyanları satış yönünde
uyuşmaktadır, ancak iç iradeler satış yönünde değildir. R, bağışlama iradesiyle kabul
beyanında bulunmuştur, bu nedenle iç iradesi ile beyanı arasında bir uyuşmazlık vardır.
R, kendisine yapılan beyanı, bir anlık dalgınlıkla yanlış anlamış ve hataya düşmüştür.

Hata, irade ile beyan arasındaki kasti olmayan uyumsuzluk halidir. Hata halinde beyan
teorisine (klasik dönem) göre sözleşme kurulmuştur, irade teorisine göre (Iustinianus
dönemi) ise, hataya düşenin iç iradesine üstünlük tanınır ve sözleşme kurulmuş olmaz.
Bu durumda taraflar arasında geçerli bir satış işlisinin varlığından bahsedilemez. Bu
durum, yukarıda belirttiğimiz üzere, sebebe bağlılık ilkesinin gereği olarak traditio’yu da
etkiler ve geçersiz hale getirir. Bu durumda mülkiyet R’ye geçmiş olmazdı.

2. R ile C arasındaki ilişkide; C sandığın maliki olmuş mudur? Neden? (10 p)


CEVAP: C ile R arasındaki ilişkide, C sandığın maliki olmuştur. Şöyle ki; taraflar,
aralarında muvazaalı bir işlem yapmışlardır. Muvazaa, üçüncü kişileri aldatmak amacıyla,
tarafların, aralarında yaptıkları bir hukuki işlemin hüküm doğurmayacağı hususunda
anlaşmalarıdır. Hukuk düzeni muvazaalı işlemlere geçerlilik tanımamıştır, çünkü
tarafların iradesi gerçek irade değildir. Muvazaalı işlem daima görünüşte bir işlemdir ve
gerçek iradeyi yansıtmadığı için kesin hükümsüzdür. Olayda nisbi muvazaa vardır.
Görünüşteki işlem satış işlemidir ve tarafların gerçek iradesini yansıtmadığı için bu işlem
kesin hükümsüzdür.

Satış işleminin arkasındaki gizli işlem ise bağışlamadır ve tarafların gerçek iradesi, bu
işlemin hüküm doğurması yönünde olduğundan bağışlamanın geçersiz olduğu
söylenemez. O halde bağışlama kendi geçerlik koşullarını taşıyorsa geçerli olur,
muvazaadan etkilenmez. Olayda sandığın bağışlanması bakımından şekil, ehliyet gibi
hususlarda bir geçersizlik söz konusu olmadığına göre, bağışlama geçerlidir, sandığın
mülkiyeti C’ye geçmiştir.

3. C’nin, diktirdiği elbiselerin borcuna karşılık olmak üzere sandığı terzi T’ye
teminat olarak vermesiyle birlikte, taraflar arasında hangi hukuki ilişki
kurulmuştur? Geçerlilik şartlarını ve hukuki sonucunu açıklayınız. (15 p)
CEVAP: Bu durumda taraflar arasında rehin akdi kurulmuştur. Rehin akdi, bir alacağın
teminatı olmak üzere, bir malın borçlu veya üçüncü bir kişi tarafından alacaklıya teslim
edilmesi ve eğer borç ödenmezse, teminat konusu malın paraya çevrilerek alacaklının

317
alacağına kavuşmasını sağlamak üzere kurulan bir teminat sözleşmesidir. Rehin akdi,
Roma’da ayni bir sözleşme (consensus + res) formülüne dayanır.

Rehin akdinin geçerli olması için; taraflar arasında geçerli bir borç ilişkisinin bulunması,
teminat konusu mal üzerinde anlaşma ve teminat konusu malın alacaklıya teslimi
gereklidir. Rehin akdi neticesinde alacaklı, paraya çevirme yetkisine sahip olur. Eğer borç,
borçlu tarafından ödenmezse, alacaklı teminat konusu malı paraya çevirterek içinden
alacağını elde edip geriye kalan bir şey varsa bunu borçluya ya da malın malikine geri
vermek zorundadır.

4. T’nin, borcun vadesinin dolmasını beklemeden sandığı Ü’ye satması olayında;


a) Vadenin dolmamış olması, Ü’nün sandığın maliki olmasını engeller mi? Neden?
Vereceğiniz cevaba göre, C’nin kime karşı ve nasıl bir hukuki talepte bulunması
gerektiğini açıklayınız. (15 p)
CEVAP: T’nin, vadenin dolmasını beklemeden sandığı Ü’ye satması olayında Ü, sandığın
maliki olmuştur. Zira, Ü’nün malik olması için tasarruf işleminin yapılması, yani
mülkiyeti devir amacıyla malın zilyetliğinin karşı tarafa devredilmesi gereklidir. T ve
Ü’nün mülkiyeti devir hususunda anlaşmaları ve zilyetliğin devrinin yanı sıra,
devredenin, yani T’nin de tasarruf yetkisine sahip olması şarttır. T, malın maliki
olmamakla birlikte rehin hakkına sahip olduğu için malı paraya çevirtebilir. Bu bakımdan
rehin ilişkisi, Roma’da, kimse hakkından fazlasını devredemez (tasarruf yetkisi) kuralının
istisnası olarak görülmüştür. T’nin, vadenin doluşunu beklemeksizin sandığı Ü’ye satarak
paraya çevirtmesi mümkündür, bu durum Ü’nün sandığa malik olmasına engel değildir.

Böyle bir durumda C, sandığın mülkiyetini kaybetmiş olur ve bundan dolayı bir zarara
uğramış olur. T’nin davranışı rehin sözleşmesine aykırılık teşkil ettiğinden, C, borca
aykırılık hükümlerine dayanarak uğradığı zararı T’den talep edebilir.

b) Ü, sandığın değerli ve antika bir sandık olmadığını öğrendiğinde; kime karşı,


hangi hukuki gerekçeyle ve hangi hukuki taleplerde bulunabilir? Açıklayınız. (15 p)
CEVAP: Ü, sandığın değerli ve antika olmadığını öğrendiğinde hile hükümlerine
dayanarak T’den taleplerde bulunabilir. Hile, bir kimsenin zihninde yanlış bir kanaat
uyandırarak onu sözleşme yapmaya teşvik etmektir. Hile halinde sözleşme geçerli olarak
kurulur; başka deyişle hilenin varlığı, sözleşmenin geçerli olarak kurulmasına engel
değildir. Çünkü hile halinde, irade ile beyan arasında bir uyuşmazlık yoktur, her iki
tarafın iradesi de beyanı da aynı yöndedir, bu sözleşmeyi yapmak istiyordur. Bu nedenle

318
hile halinde irade ile beyan arasında uyuşmazlıktan değil, iradenin oluşumunda bir
bozukluktan bahsedilebilir.

İrade ile beyan arasında uyuşmazlık olmadığı ve bu nedenle sözleşmenin geçerli olarak
kurulduğu kabul edildiğinden, hileye rağmen sözleşme ayakta kalacaktır. Ius Civile’de
katı şekilde uygulanan bu prensip, praetor’lar tarafından yumuşatılmıştır, zira hileli bir
sözleşmenin devam etmesi hakkaniyete aykırı görülmüştür. Bu nedenle praetorlar, hileye
uğrayan tarafa üç seçenek sunmuşlardır; actio doli (hile davası) açmak, in integrum
restitutio (eski hale iade), exceptio doli (hile defi). Actio doli, ceza davası olup hile yapan
tarafı, sözleşme konusu olan şeyin iki katını ödemeye mahkum eder ve ayrıca hile yapan
kişinin güvene ihanet etmesi nedeniyle şerefsizlik yaptırımına çarptırılmasına neden olur.

Bu durumda Ü, T’den 10.000 sesters (2 x 5000) talep edebilir. Eski hale iade, tarafların
malvarlıklarının hileden önceki haline geri döndürülmesi talebidir. Bu durumda Ü,
ödediği 5000 sesters in kendisine geri verilmesini isteyebilir, bu durumda sandığı T’ ye
iade etmek zorundadır. Hile defi, hile yapan tarafın, hileye maruz bıraktığı taraftan
edimini yerine getirmesini istemesi halinde, hileye uğrayan tarafça ileri sürülebilecek bir
defidir ki bu defi sayesinde hileye uğrayan taraf, sonsuza kadar bu edimi yerine
getirmekten kaçınabilir. Olayda Ü, 5000 s e stersi ödediği için hile defini kullanabilmesi
olanaksızdır.

5. R ile C’nin evlilik dışı ilişkisinin duyulması ve C’nin kardeşi K ile R’nin tartışması
olayında; R’nin ölümünden kim, kime karşı hangi hukuki gerekçeyle sorumludur?
Açıklayınız. (15 p)
CEVAP: Olayda R’nin ölümü bir haksız fildir. Haksız filden dolayı bir sorumluluğun söz
konusu olabilmesi için; hukuka aykırı fiil, zarar, uygun illiyet bağı ve kusur şartı
gereklidir. Klasik hukuk döneminde objektif sorumluluk anlayışı hakim olduğundan,
hukuka aykırı fiil, zarar ve bu zararın, failin fiili neticesi olması, sorumluluğun
gerçekleşmesi için yeterlidir. Iustinianus döneminde sorumluluk şartlarına kusur da ilave
edilmiştir. Kusur; kast, ağır ihmal ve hafif ihmal şeklinde üç tür olarak görünebilir.
Hukuka aykırı fiil; hukuk düzeninin tasvip etmediği bir davranış demektir. Olayda K’nın
R’yi yaralaması hukuka aykırı bir fiildir. Zarar, malvarlığı ya da vücut bütünlüğündeki
eksilmelerdir. Olayda R yaralanmış ve sonrasında ölmüştür, bu durum R’nin vücut
bütünlüğüne yönelik bir zarardır. Uygun illiyet bağı; zarar ile fiil arasında bir nedensellik
bağının bulunmasını ifade eder; zarar doğrudan failin fiilinden ileri gelmiş olmalıdır.
Olayda R’nin ölümü kan kaybı neticesi olsa da, K’nın fiili ölümü meydana getirmeye

319
elverişli bir sebeptir. Bu durumda R’nin ölümü K’nın fiili sonucudur. Kusur ise; R’yi
yaralamaya yönelik kast, ölümüne yönelik ise ağır ihmaldir. Bu noktada, Iustinianus
döneminde kast ile ağır ihmalin birbirine eşdeğer kabul edildiğini de söylemek gereklidir.
Bu durumda R’nin ölümünden R’nin mirasçılarına karşı K haksız fiil sebebiyle
sorumludur.

ROMA HUKUKU / İÖ / FİNAL / 18’-19’

1. M, kaleme aldığı vasiyetnamesinde, “her sene istekli ve yetenekli bir gence hukuk
öğrenimi yapması için gereken parasal desteği sağlaması” kaydıyla tüm terekesini
büyük oğlu O’ya bıraktığını yazmış ve ölmüştür. Hukuk eğitimi almak isteyen
istekli ve başarılı bir genç olan A, O’ya giderek vasiyetnamenin gereğini yerine
getirmesini istemiş, O ise bu talebi reddetmiştir. Bu olay ile ilgili olarak
aşağıdakilerden hangisi söylenemez?

a) Bu kayıt bir yüklemedir; yükleme, hukuki işlemin hüküm doğurmasına etki etmez.
b) Yüklemenin gereğini yerine getirmediği zaman yapılan ölüme bağlı
kazandırmalar hükümsüzleşir.
c) A, yüklemenin tenfizi davasını açarak O’yu bu kaydın gereğini yerine getirmeye
zorlayabilir.
d) Yükleme, sağlararası ya da ölüme bağlı karşılıksız kazandırmalarda kazandırma
lehdarına yüklenen yapma borcu konusu olabilecek davranışların yerine getirilmesi
ricasıdır.
e) Yüklemede daima belli bir amacın gerçekleşmesi isteği vardır.

(I) Tabii hukuk akımı, hukukun insan aklından ve eşyanın tabiatından doğduğunu kabul
eder.
(II) Bu sebeple hukuk düzeninin geçmişin geleneklerinden ve örf ve adet hukukundan
arındırılmış olması gerektiğini savunur, o halde geçmiş geleneklerden beslenen Roma
Hukuku, milli kanunlaştırmalar söz konusu olduğu zaman reddedilmelidir.
(III) XIX uncu yüzyıldaki kanunlaştırma hareketleri esas olarak tabii hukuk akımının
tesirinde yapılmıştır.
(IV) 1794 Prusya Medeni Kanunu ve 1811 tarihli Avusturya Medeni Kanunu, tabii hukuk
akımının etkisinin en fazla hissedildiği kanunlardır.

320
(V) Bütün bunlar göstermektedir ki, Romalıların kabul ettikleri exfactoiusoritur (hukuk
somut olaydan doğar) sözü, tabii hukukçuların düşüncesine de uygun düşer.

2. Yukarıda numaralandırılmış cümlelerden hangisi yanlıştır?


a)I b) II c) III d) IV e) V

3.
I. Roma’da sadece praetor beyanname yayınlamak hakkına sahiptir.
II. Bir kimse üzerinde maddi cebir kullanarak onu sözleşme yapmaya teşvik etmek
korkutma (metus) demektir.
III. Defi; davalının, davacının iddiasını kabul etmekle birlikte, hakkında verilecek
mahkumiyet kararını ortadan kaldıran bir sebebin bulunduğunu ileri sürmesidir.
IV. Terzinin elbise dikerek teslim etmesi sürekli edimli bir ilişkidir.

Yukarıdaki cümlelerden hangisi veya hangileri doğrudur?


a) Yalnız I b) Yalnız III c) Yalnız IV d) II-III e) III-IV

4. Aşağıdakilerden hangisi Iustinianus dönemi için uygun bir nitelendirme


sayılamaz?
a) Corpus Iuris Civilis bu dönemde yapılmıştır
b) Praetorların yargılama faaliyetleri bu dönem de önemli bir hukuk kaynağıdır.
c) Kusura dayanan sorumluluk prensibi bu dönemde kesin olarak yerleşmiştir.
d) Hukuki işlemlerin kurulmasında iradeye üstünlük tanınması ilkesi bu dönemde kabul
edilmiştir.
e) Siyasi rejim olarak imparatorun iradesinin tek doğru kabul edildiği bir dönemdir.

5. (I) Sözleşme, karşılıklı irade uyuşmasıdır. (II) Ancak bazı hukuki ilişkiler, karşılıklı
irade uyuşması mevcut olmadığı halde kanun koyucu tarafından sözleşme gibi kabul
edilmiştir. (III) Vekaletsiz iş görme, vesayet, belirli mal vasiyeti, sebepsiz zenginleşme
gibi ilişkiler böyledir. (IV) Bu tür hukuki ilişkiler Roma Hukukunda quasi contractus
(sözleşme benzeri) olarak adlandırılmıştır. (V) O halde sözleşme benzeri, başkasının
menfaatine iş görmek demektir.

Yukarıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır?


a)I b) II c) III d) IV e) V

321
6. Tabii borçlar için aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Tabii borç, dava hakkı verilmemiş borç ilişkilerinden doğar.
b) Aile evladının ödüncünden doğan borçlar tabii borç örneğidir.
c) Zamanaşımına uğramış borçlar tabii borç haline gelir.
d) Kumar ve bahis borçları tabii borç olarak doğar.
e) Borcun tabii borca dönüşmesi borç ilişkisini sona erdirir.

Nakit sıkıntısı içinde olan R, villasını 50 000 sesters karşılığı satmış ve parayı da peşin
olarak almıştır. Devir işlemine birkaç gün kala, “üzerinde vergi borcu bulunan villaların
satış yoluyla devirlerinin yasaklandığına” dair bir kanun çıkar. Villası yüklü miktarda
vergi borcu altında olan R, villayı satış yoluyla devredemeyeceğini ve parayı da iade
etmek zorunda kalacağını anlayınca, villayı A’ya teminat olarak vermeyi teklif eder ve A
da bu teklifi kabul eder. Taraflar sözleşmeye ayrıca, “borç ödenmediği takdirde villanın
mülkiyetinin A’ya geçeceği”ne dair bir de kayıt ilave ederler. Bu arada, villayı teslim almış
olan, ancak villanın ödenmeyen vergi borçları dolayısıyla cezai bir takibata uğramaktan
korkan A, villayı derhal elden çıkarmaya karar verir ve 60 000 sesters karşılığı Ü’ye satıp
devreder. A, paranın devlet hazinesine ödenmesi hususunda Ü’ye talimat verir. Bu arada
işleri düzelen R, kendisine ait olduğunu söyleyerek Ü’den villayı istemiş, Ü ise villanın
malikinin kendisi olduğunu iddia etmiştir. Uyuşmazlık mahkemeye taşınmıştır. Praetor,
bu meselede verdiği kararı şöyle açıklamıştır:

R’nin Ü’ye karşı açmış olduğu (7)---------- davasında, mülkiyetin kime ait olduğu
problemi tartışılmaktadır. R ile A arasında villanın satışına dair bir satış sözleşmesi
yapılmış, ancak bu sözleşme (8)---------- nedeniyle kesin hükümsüz olmuştur. Bunun
üzerine taraflar aralarında, villa A’ya teminat verilmiş gibi göstererek, bir (9)----------
yapmışlardır. Ancak tarafların aralarında yaptıkları bu sözleşme (10)---------- nedeniyle
geçersizdir, hiçbir hüküm doğurmaz. Tarafların bu sözleşmeye ilave ettikleri, borç
ödenmeyince villanın mülkiyetinin A’ya geçeceğine dair kayıt, (11) ---------- kaydıdır ve
böyle bir kaydın konması hem yasaktır, hem de geçersiz bir sözleşmeye konduğu için
hiçbir anlam ifade etmez. Şu durumda villanın mülkiyeti A’ya geçmemiştir. A, daha sonra
villayı Ü’ye 60 000 sesters karşılığı satıp devretmiştir. Fakat Ü malik olamamıştır. Bunun
nedeni, hukukumuzun en önemli ilkelerinden biri olan (12)---------- ilkesi gereğidir. O
halde villanın mülkiyeti halen R’dedir. Bu durumda villayı R’ye geri vermek zorunda
kalan Ü’nün uğradığı bu kayıp nedeniyle, A’ya başvuruda bulunmak için önünde üç
seçenek vardır: Birincisi, (13)---------- açarak, uğradığı zararı tazmin ettirmektir. İkincisi,
(14)----------- hükümlerine dayanarak talepte bulunmaktır. Üçüncü seçenek de şudur: A,

322
60 000 sesters paranın Roma devletine ödenmesi için talimat vermiş ve Ü de ödemeyi
devlete yapmıştır. Burada A ile Ü arasında (15)-------İlişkisi kurulmuştur ve geçerlidir. Bu
ödemeyle aslında R’nin üzerinde olan vergi borcu sona ermiştir. Ödeme geçerli olduğu
için Ü yaptığı ödemeyi Roma devletinden geri alamaz. Bu durumda Ü yaptığı ödemenin R
için (16)---------- olduğunu söyleyerek ödediği parayı R’den isteyebilir. R’de duran 50 000
sesterslik paranın akıbetine gelince; R ile A arasındaki satış sözleşmesi geçersiz olduğu
için aslında bu R için bir (17)----------alacağıdır. Fakat A, R’ye karşı ödünç sözleşmesinden
doğan davayı açarak 50 000 sestersin iadesi isteyebilir; çünkü taraflar arasında (18)-------
---yapılmış olup 50 000 sesters ödeme borcu ödünç sözleşmesinin içinde devam
etmektedir.

7. Praetor’un verdiği bu karar metninde boş bırakılan yerlere uygun düşen ifadeyi
işaretleyiniz.
a) sebepsiz zenginleşme davası b) rei vindicatio davası c) borca aykırılık davası
d) vekaletsiz iş görme e) zapt davası

8.
a) muvazaa b) hile c) zihni kayıt
d) yanılma e) kanuna aykırılık

9.
a) rehin hakkı anlaşması b) rehin sözleşmesi c) kefalet sözleşmesi
d) kira sözleşmesi e) bağışlama sözleşmesi

10.
a) muvazaa b) hile c) zihni kayıt
d) yanılma e)kanuna aykırılık

11.
a) ipotek kaydı b) faiz kaydı c) yükleme
d) lex commissoria e) bozucu şart

12.
a) nevi telef olmaz ilkesi
b) herkes kendi hukuka aykırı davranışının sonuçlarına kendisi katlanır ilkesi
c) hasarın alıcıya ait olduğu ilkesi

323
d) herkesin tüm kusurlarından sorumlu olduğu ilkesi
e) kimse hakkından fazlasını başkasına devredemez ilkesi

13.
a) satış sözleşmesine aykırılıktan doğan dava b) haksız fiilden doğan dava
c) sebepsiz zenginleşme davası d) sözleme benzerinden doğan dava
e) vekaletsiz iş görmeden doğan dava

14.
a) rei vindicatio b) haksız fiil c) vekaletsiz iş görme
d) zapt e) muvazaa

15.
a) ifa yerine edim b) ifa uğruna edim c) alacağın temliki
d) havale e) yenileme

16.
a) rei vindicatio b) sebepsiz zenginleşme c)yenileme
d) hukuki ayıp e) ifa uğruna edim

17.
a) sebepsiz zenginleşme b) tazminat c) havale
d) zapt e) haksız fiil

18.
a) havale b) alacağın temliki c) ifa yerine edim
d) yenileme e) ibra

19. Aşağıdakilerden hangisi Cumhuriyet Devrinde halk meclislerinin yargı


fonksiyonuna işaret eder?
a) Kanun çıkarma yetkisi
b) Vasiyetname ve evlat edinme gibi hukuki işlemlere onay verme yetkisi
c) Provocatio ad populum (halka başvuru)
d) Bazı magistraları seçme yetkisi
e) Savaş veya barışa karar verme yetkisi

324
20. Aşağıdakilerden hangisi misli bir malın parça borcuna konu olmasına bir
örnektir?
a) Ressam A’nın “Tabiat Ana” tablosu b) Bir kilo elma
c) Büyük Roma turnuvasına katılmış yarış atları d) Deniz kıyısındaki üçüncü ev
e) Dedesinden kalma vazo

21. Aşağıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır?


a) In ius re aliena (sınırlı ayni haklar) numerus clausus (sınırlı sayı) ilkesine tabidir.
b) Şart ve vade, hukuki işlemin hükümlerine etki eden ve hukuki işlemi tamamlayıcı
nitelikte unsurlardır.
c) Temerrüt (ifada gecikme) borcu sona erdiren bir sebeptir.
d) Rızasız çıkış olgusu, malikin mülkiyet hakkını sona erdirmez.
e) Kusursuz imkansızlık halinde nevi telef olmaz.

22. Aşağıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır?


a) Nevi borcu-parça borcu ayrımı eş yanın tabiatından çık an bir ayrımdır
b) İntifa hakkının kullanımının başkasına devri geçerlidir
c) İbra tasarrufi bir sözleşmedir
d) Edim, para ile ölçülebilecek ve iradi olarak yerine getirilebilecek bir davranıştır.
e) Sorumluluk, borcun hiç veya gereği gibi yerine getirilmemesinin yarattığı neticelere
katlanmak demektir.

Titius ile Livius, arazileri birbirine bitişik iki komşu taşınmaz malikidir. Anayola çıkmak
için Livius’un arazisinden geçmek ten başka çaresi olmayan Titius, Livius’tan kendisine bu
yönde bir hak tanımasını ister, Fakat Livius bu talebi reddeder. Bunun üzerine Titius,
praetor’a giderek, durumu anlatır ve söz konusu hakkı praetor kararı ile elde eder.

Aşağıdaki soruları (23-27) yukarıdaki parçaya göre cevaplayınız.

23. Praetor’un Titius lehine tesis etmiş olduğu hak aşağıdakilerden hangisidir?
a) İntifa hakkı b) Oturma hakkı c) Kanuni geçit hakkı
d) Kira hakkı e) Kanuni kaynak irtifakı

24. Praetor’unTitius lehine verdiği bu hak tesisi kararının gerekçesi


aşağıdakilerden hangisine dayandırılmış olamaz?
a) Anayola çıkmanın Titius için imkansız, zor ya da zahmetli olması

325
b) Livius’unTitius’un talebini reddetmek için haklı bir sebebinin bulunmaması
c) Titius lehine karar vermenin daha hakkaniyetli olması
d) Praetor’un ius civile’deki boşlukları doldurma yetkisine sahip olması
e) Bu hakkın eşya lehine tesis edilecek olması

25. Titius, kısa süre sonra arazisini Cladius’a satıp devretmiştir. Cladius, anayola çıkmak
için Livius’un arazisinden geçmek isteyince Livius, söz konusu hakkın sadece Titius lehine
tesis edildiğini söyleyerek Cladius’un geçişine izin vermemiştir. Uyuşmazlık praetor
önüne taşınmıştır. Praetor, Cladius’un da söz konusu haktan aynen
yararlandırılabileceğini kabul etmiştir. Çünkü bu hak, ……………………………………………………
Yukarıda boş bırakılan cümle aşağıdakilerden hangisi ile tamamlanmalıdır?
a) eşya lehine bir haktır.
b) sınırlı bir ayni haktır.
c) hak sahibinin ölümü süresince devam eden bir haktır.
d) praetor kararı ile tesis edilmiştir.
e) nisbi bir haktır

26. Livius, kısa süre sonra arazisini Paulus’a kiralamış ve Paulus, arazinin kendisine
kiralandığını söyleyerek, Cladius’un geçişine izin vermemiştir. Uyuşmazlık tekrar praetor
önüne taşınmış ve praetor yine Cladius lehine karar vermiştir.
Praetor’un bu kararının gerekçesi aşağıdaki ilkelerden hangisine dayandırılmış
olabilir?
a) Zamanda öncelikli olan hakta da önceliklidir ilkesi
b) Ayni hakkın nisbi hakka üstünlüğü ilkesi
c) Hakkaniyet ilkesi
d) Kimse hakkından fazlasını başkasına devredemez ilkesi
e) Kimse kendi hukuka aykırı davranışının sonuçlarından yararlanamaz ilkesi

27. Kiracı Paulus, Cladius’un araziden geçişi nedeniyle araziyi tam olarak
kullanamadığından yakınmakta ve arazi kiralanırken Cladius’un mevcut hakkından
kendisine hiç bahsedilmediğini söyleyerek Livius’a dava açıp tazminat istemeyi
planlamaktadır.
Paulus, bunu hangi gerekçe ile yapabilir?
a) Aliud b) Haksız fiil c) Muvazaa
d) Temerrüt e) Hukuki Ayıp

326
28. A’nın, B’ye olan 100 sesters borcuna karşılık, sahip olduğu ve B’nin de çok
beğendiği gümüş bir kolyeyi teslim etmesi ve B’nin de bunu kabul etmesi hukuken
ne anlama gelir?
a) İfa yerine edim b) ifa uğruna edim c) Novatio
d) Havale e) Alacağın temliki

29. “Şaka yapan aldatmış olmaz” sözünün gerekçesi aşağıdaki cümlelerin


hangisinde en doğru şekilde açıklanmıştır?
a) Aldatma beyanlarının aksine şaka beyanlarının hüküm ifade etmesi istenmez.
b) Şaka beyanında bulunan kimsenin aldatma kastı yoktur.
c) Şaka ve aldatma farklı hukuki sonuçlar doğurur; şaka halinde kural olarak hukuki
işlem geçerli olmamasına rağmen, aldatma halinde hukuki işlem geçerlidir.
d) Aldatma halinde aldatan tarafa cezai yaptırımlar uygulandığı halde, şaka yapana hiçbir
yaptırım uygulanmaz.
e) Şaka, irade ile beyan arasında kastî olmayan, aldatma ise kastî olan bir uygunsuzluk
halidir.

30. Yüklü miktarda kumar borcu bulunan A’nın, öldürüleceği korkusuyla tefeci
T’den borç para alması olayı ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenebilir?
a) A, korkutmanın etkisi altında akdettiği için bu sözleşme geçerli değildir
b) A, kendisinden talepte buluna tefeci T’ye karşı exceptio metus (korkutma defi) ileri
sürerek borcu ödemekten sonsuza kadar kaçınabilir.
c) A, tefeci T’ye karşı actio metus denilen ceza davasını açarak onun korkutmadan dolayı
cezalandırılmasını isteyebilir.
d) A, saik hatasına düştüğü için bu sözleşme ile b ağlı kalma ya devam eder.
e) A ile tefeci T arasındaki bu sözleşme kanuna aykırılık sebebiyle kesin hükümsüzdür.

Romalı R, sahip olduğu su kuyuları üzerinde komşusu K lehine, bahçesini sulaması için
bir su irtifakı tesis etmiştir. Suyu içme suyu olarak kullanan K, sudan zehirlenerek
ölmüştür. K’nın mirasçıları R’ye karşı açtıkları davada babalarının ölümü nedeniyle R’den
tazminat talep etmişlerdir. Praetor bu talebi reddetmiştir.
Aşağıdaki 31. ve 32. soruları yukarıdaki parçaya göre cevaplayınız.

31. K’nın mirasçıları tarafından, R’ye karşı açılmış olan dava aşağıdakilerden
hangisidir?
a) İrtifak hakkı anlaşmasına aykırılık b) Sözleşme benzerinden doğan dava

327
c) Haksız fiil davası d) Haksız fiil benzerinden doğan dava
e) Borca aykırılık davası

32. Praetor’un bu davada tazminat talebini reddetmesinin gerekçesi


aşağıdakilerden hangisinde en doğru şekilde verilmiştir?
a) K’nın ölümünde R’nin kusuru olmadığı için tazminat talebi haksızdır.
b) R’nin ifası ayıplı bir ifa olup, tazminat değil, sözleşmeden dönme ya da ayıp oranında
indirim talep edilebilir.
c) K’nın ölümü, onun mirasçıları için bir zarar niteliğinde olmadığından, tazminat
talebinin reddi gerekir.
d) K’nın ölümüyle birlikte R ile K arasındaki sözleşme ilişkisi sona erdiği için K’nın
mirasçıları tazminat talebinde bulunamaz.
e) R’nin, K’ya yönelik hukuka aykırı bir davranışı bulunmadığı için, K’nın
ölümüyle bir illiyet bağı da kurulamaz, bu durumda tazminat talebine yer
yoktur.

33. Aşağıdakilerden hangisi tabii hukuk akımının en önemli temsilcisidir?


a) Savigny b) Puchta c) Grotius d) von Tuhr e) Thomasius

34. Aşağıdakilerden hangisi praetor ile klasik dönem hukukçuları arasındaki


farklardan biri değildir?
a) Praetor yargılama makamıdır, kararları bağlayıcıdır; hukukçular hukuki
uyuşmazlıklarda kendilerine danışılan kişilerdir, kararları bağlayıcı değildir.
b) Praetor bir magistra’dır ve magistralıktan kaynaklanan sorumlulukları vardır;
hukukçular ise magistra değillerdir, hukuki uyuşmazlıklarda verdikleri cevaplardan
dolayı sorumlulukları yoktur.
c) Praetorlar, respondere (cevap verme) faaliyetini hukuki uyuşmazlığı çözme
aşamasında yapabilirken; hukukçular her zaman yapabilirler.
d) Praetorlar beyanname çıkarma yetkisine sahipken, hukukçuların böyle bir yetkisi
yoktur.
e) Praetorlar yaptıkları iş için ücret almazlar; hukukçular ise “onur ücreti” adı verilen bir
ücret talep edebilirler.

35. Cumhuriyet döneminde yapılan ve tarihin bilinen en eski toprak reformu


kanunu olan Lex Agraria’da şöyle bir madde vardır: “Patricius sınıfına mensup
büyük toprak sahiplerinin ellerinde bulunan ihtiyaç fazlası topraklar, bedeli

328
karşılığında ellerinden alınacak ve pleblere dağıtılacaktır.” Bu kanun teklifinin
sahibi olan ve patricius’lar tarafından bir suikastle öldürülen tarihi şahsiyet
hangisidir?

a)Tiberius Gracchus b) Sylla c) Octavianus


d) Caesar e) Brutus

ROMA HUKUKU / İÖ / BÜTÜNLEME / 18’-19’

Bir gün hukukçu Salvius Mucius’a bir Roma vatandaşından bir mektup gelir. Mektupta;
“başkasına ait zannederek aslında kendime ait olan kayıp atımı satın almışım. Bu at için
100 sesters ödedim. Paramı geri almak için lütfen bir çare söyleyiniz” yazılıdır. Mektuba
derhal cevap yazan Mucius Salvius bunun için üç çare olabileceğinden bahsetmiştir:
Birinci seçenek; (1)------------- davasını açarak ödenen bedelin geri alınmasıdır. Zira bu
durum bir (2)------- olduğu için bir (3)-------------- teşkil eder. Fakat (4)--------------
gerekçesiyle sözleşme geçersiz sayılır ve ödenen para geri istenebilir. İkinci seçenek; (5)--
----------- gerekçesine dayanarak bir talepte bulunmaktır. Çünkü sözleşme konusu at
zaten malike aittir, satış konusu atın devri konusunda satıcının tasarruf yetkisi yoktur, bu
nedenle satış konusu atın mülkiyetini devredemeyecektir. Bu da, (6)--------------- davası
açarak tazminat istenmesini mümkün kılar. Üçüncü seçenek; eğer satıcı, atın
mülkiyetinin alıcıya ait olduğunu biliyorsa ve buna rağmen bu satış sözleşmesini
yapmışsa, bu durum (7)--------------- demek olduğundan, iki ayrı seçenekle satıcıdan
talepte bulunulabilir. Alıcı, ya (8)-------------- davası açarak ödenmiş olan 100 sestersin iki
katını telep eder ya da (9)--------------- istenerek, sözleşme baştan itibaren sona erdirilir.
Böylece satıcıya ödenmiş olan 100 sesters, (10)--------------- davası açılarak satıcıdan geri
istenebilir.

Salvius Mucius’un verdiği cevapta boş bırakılan yerlere uygun düşen ifadeyi
işaretleyiniz.

1.
a) sebepsiz zenginleşme davası b) reivindicatio davası c) ifa davası
d) tazminat davası e) ceza davası

329
2.
a) konuda hata b) kişide hata c) Kişinin niteliklerinde hata
d) Konunun niteliklerinde hata e) Miktarda hata

3.
a) Beyan hatası b) Hile c) Korkutma
d) Saik Hatası e) Muvazaa

4.
a) İrade ile beyan arasındaki uyumsuzluk
b) İradenin oluşumundaki bozukluk
c) Sözleşmenin dürüstlük kuralları uyarınca beklenen faydayı artık sağlayamaması
d) İrade ile beyan arasında kasti olmayan uygunsuzluk
e) İradenin beyandan üstün tutulması

5.
a) Kusurlu ifa imkansızlığı b) Aliud c) Hukuki Ayıp
d) Zapt e) Maddi ayıp

6.
a) ceza davası
b) haksız fiilden doğan dava
c) sebepsiz zenginleşme davası
d) satış sözleşmesine aykırılıktan doğan dava
e) sözleşme benzerinden doğan dava

7.
a) maddi ayıp b) hile c) aliud d) borca aykırılık e) hırsızlık

8.
a) hileden doğan dava b) hırsızlıktan doğan dava c) sebepsiz zenginleşme
d) ifa davası e) borca aykırılık davası

9.
a) defi b) sebepsiz zenginleşme c) tazminat
d) eski hale iade e) sözleşmeden dönme

330
10.
a) sebepsiz zenginleşme davası b) rei vindicatio davası
c) borca aykırılık davası d) vekaletsiz iş görme e) zapt davası

11. Bu olayda Roma vatandaşından gelen mektup ve Salvius Mucius’un buna verdiği
cevap aşağıdaki klasik hukuk kaynaklarından hangisine tekabül eder?
a) senatus consultum
b) edictum
c) respondere
d) cavere
e) interpretare

12.
I. Roma’da beyanname yayınlamak hakkına sahip olan kişi sadece praetor’dur.
II. Bir kimse üzerinde maddi cebir kullanarak onu sözleşme yapmaya teşvik etmek
korkutma (metus) demektir.
III. Defi; davalının, davacının iddiasını kabul etmekle birlikte, hakkında verilecek
mahkumiyet kararını ortadan kaldıran bir sebebin bulunduğunu ileri sürmesidir.
IV. Terzinin elbise dikerek teslim etmesi sürekli edimli bir ilişkidir.

Yukarıdaki cümlelerden hangisi veya hangileri doğrudur?


a) Yalnız I b) Yalnız III c) Yalnız IV d) II-III e) III-IV

13. Aşağıdakilerden hangisi Klasik Hukuk dönemi için uygun bir nitelendirme
sayılamaz?
a) Bu dönemde hukuki uyuşmazlıklar kural olarak praetor tarafından çözüme
bağlanmıştır.
b) Eski Hukuk Devrindeki respondere (cevap verme) faaliyeti bu dönemde de bir hukuk
kaynağı olarak devam etmiştir.
c) Kusura dayanan sorumluluk prensibi bu dönemde kesin olarak yerleşmiştir.
d) İmparatorlar da bu dönemde beyanname çıkarma yetkisine sahip olmuşlardır.
e) Hukukçuların faaliyetleri sayesinde bu dönemde hukuk okulları kurulmuştur.

14. Aşağıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır?


a) Misli mal-gayri misli mal ayrımı eşyanın tabiatından çıkan bir ayrımdır
b) İntifa hakkının kullanımı başkasına devredilemez.

331
c) İbra tasarrufi bir sözleşmedir
d) Edim, para ile ölçülebilecek ve iradi olarak yerine getirilebilecek bir davranıştır.
e) Sorumluluk, borcun hiç veya gereği gibi yerine getirilmemesinin yarattığı neticelere
katlanmak demektir.

15. Cumhuriyet döneminde yapılan ve tarihin bilinen en eski toprak reformu


kanunu olan Lex Agraria’da şöyle bir madde vardır: “Patricius sınıfına mensup
büyük toprak sahiplerinin ellerinde bulunan ihtiyaç fazlası topraklar, bedeli
karşılığında ellerinden alınacak ve pleblere dağıtılacaktır.” Bu kanun teklifinin
sahibi olan ve patricius’lar tarafından bir suikastle öldürülen tarihi şahsiyet
hangisidir?
a)Tiberius Gracchus b) Sylla c) Octavianus
d) Caesar e) Brutus

A, B’den 100 sesters borç para istemiş ve teminat olarak da elindeki gümüş işlemeli bir
vazo veya sedef kakmalı takı kutusunu vermeyi teklif etmiştir. Teklifi kabul eden B, 100
sestersi borç vererek gümüş işlemeli vazoyu teminat almıştır. Taraflar “borç ödenmezse
vazonun mülkiyetinin B’ye geçeceği”ni kararlaştırmışlardır.

Aşağıdaki soruları (16-18) yukarıdaki parçaya göre cevaplayınız.


16. A ile B arasında kurulan teminat ilişkisi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Rehin hakkı b) Rehin sözleşmesi c) Kefalet sözleşmesi
d) Vekalet sözleşmesi e) Kullanma Ödüncü

17. Taraflar arasında kurulan teminat ilişkisindeki edim ile ilgili olarak
aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Teminat ilişkisindeki edim seçimlik bir nitelik taşımaktadır.
b) Teminat ilişkisindeki edim parça borcu konusudur.
c) Teminat ilişkisindeki edim gayrimisli mal niteliğindedir.
d) Edimi seçme hakkı kural olarak alacaklı B’ ye aittir.
e) Seçme hakkı kullanılmadan önce edimlerden biri telef olursa diğeri kendiliğinden onun
yerine geçer.

18. Borç ödenmediğinde vazonun mülkiyetinin A’ya geçeceğine ilişkin kayıtla ilgili
olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Bu kayıt lex commissoria kaydıdır.

332
b) Bu kayıt Roma hukukunda da günümüzde de hukuken geçerli kabul edilmemiştir ve
lex commissoria yasağı olarak bilinir.
c) Lex commissoria yasağı borçluları korumak amacıyla getirilmiştir.
d) Lex commissoia yasağı nedeniyle alacaklıya sadece teminat konusu malın paraya
çevrilmesi yetkisi verilmiştir.
e) Lex commissoria yasağı, teminat konusu malın değeri borç miktarından fazla
olduğu zaman devreye girebilir.

19. (I) Romalılar yeryüzünde üç tür hukuk düzeninin hakimiyetinden söz ederler: Ius
naturale, Ius gentium ve Ius civile. (II) Ius gentium tıpkı ius naturale gibi doğal hukuk
demektir; insanın doğal hukuku, yani ona yönelik varlık kanunlarıdır. (III) Ius gentium,
insanın doğuştan getirdiği haklar ve tabi olduğu ilkeler bütünü olup tüm toplumlarda
genel geçer, değişmez nitelikteki kurallar bütünüdür. Bu nedenle ius gentium yazılı bir
materyale ihtiyaç göstermez; mesela evlenme, boşanma, velayet, vesayet gibi konularda,
kanunlarda yazılı olmasa bile, bütün insanlar hak sahibidirler. (IV) Ius civile ise her
toplumun kendi yarattığı hukuk kuralları olup, o toplumun ismiyle anılır; mesela
Romalıların ius civile’sine ius quiritum denir. (V) Bu nedenle ius quiritum Roma
toplumunu oluşturan Roma vatandaşları, yabancılar ve köleler gibi tüm unsurlara
uygulanır.

Yukarıda numaralandırılmış cümlelerden hangisi yanlıştır?


a)I b) II c) III d) IV e) V

20. A’nın B’ye olan 100 sesters borcuna karşılık 5 altın vermeyi teklif etmesi ve
B’nin de bunu kabul etmesi olayı aşağıdaki seçeneklerden hangisinde e n u yg un
şek ilde nitelendirilmiştir?
a) İfa uğruna edim b) İfa yerine edim c) Havale
d) Aliud e) Yenileme (Novatio)

A ile B, 100 000 sesters karşılığında B’ye bir bina inşa edecektir. Taraflar villanın “bir yıl
içinde tamamlanıp bir ay sonra da teslimi” hususunda anlaşırlar. A, villa inşaatını
tamamlamış ancak teslime birkaç gün kala düşen bir yıldırım neticesi villa yanmıştır.

Aşağıdaki soruları (21-24) yukarıdaki parçaya göre cevaplayınız.

333
21. Bu olayda taraflar arasında kurulmuş olan hukuki ilişki aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Eser Sözleşmesi b) Hizmet sözleşmesi c) Kira Sözleşmesi
d) Satış sözleşmesi e) Vekalet sözleşmesi

22. Tarafların sözleşmede kararlaştırdıkları “villanın bir yıl içinde tamamlanıp bir
ay sonra teslim edileceği” hususundaki kayıt sırayla aşağıdakilerden hangisine
tekabül eder?
a) İfa süresi-Vade b) İfanın hazırlık süresi-Vade
c) Vade-İfanın hazırlık süresi d) Şart-İfa süresi e) Vade-Yükleme

23. Villanın teslime birkaç gün kala, yıldırım neticesi çıkan yangında yok olması
aşağıdaki hukuki olaylardan hangisine işaret eder?
a) Kusursuz ifa imkansızlığı b) Hukuki ayıp c) Hasar
d) Kusurlu ifa imkansızlığı e) Haksız fiil

24. Villayı teslim edemeyen A, emek ve masraflarının karşılığı olan 100 000
sestersi talep etmiş, B ise ödemeyi reddetmiştir. B’nin ödeme yapmamasının
gerekçesi aşağıdakilerden hangisi olabilir?
a) Hasar alıcıya aittir
b) Zarar kimin malvarlığında meydana gelmişse hasar ona aittir.
c) A, borca aykırı davranışı nedeniyle tazminat borcu altındadır.
d) Villanın yangında telef olması nedeniyle taraflar arasındaki sözleşme ilişkisi sona
ermiştir.
e) Hiç kimse kendi hukuka aykırı davranışının sonuçlarından yararlanamaz.

25. Aşağıdakilerden hangisi On İki Levha Kanunların özelliklerinden biri olarak


nitelendirilemez?
a) Patricius-pleb siyasi mücadelesini sona erdirmek kaygısıyla kaleme alınmıştır.
b) Roma’nın bilinen ilk yazılı hukuk kaynağı niteliğindedir.
c) Roma örf ve adet hukukunun derlemesinden oluşmaktadır.
d) Bu kanunlar sayesinde Rom a sınırları içinde yaşayan herkese vatandaşlık hakkı
verilmiştir.
e) Eski Hukuk Devrinde yaratılmıştır.

334
Oldukça yaşlı ve hasta olan Romalı R, vasiyetnamesini hazırlamaya karar verir. R,
vasiyetnamesinde çiftlik işlerine merakı olduğunu düşündüğü büyük oğlu O1’i “çiftlik
işlerini eskisi gibi devam ettirmesi” kaydıyla mirasçı atayarak, tüm arazilerini ona bırakır;
fakat aslında çiftlik işlerine merak olan kişi küçük oğlu O2’dir. Bunu fark eden R,
vasiyetnamesini düzeltmeye fırsat bulamadan ölür. O1 babasının ölümünden hemen
sonra tüm arazileri satışa çıkararak 100 000 sesters karşılığında Ü’ye satıp devreder. Bu
satışı duyan O2, derhal pretor’a başvurarak O1’in vasiyetnamedeki kayda aykırı
davrandığını ve bu sebeple satışın geçersiz olduğunu ileri sürer. Praetor O2’nin iddiasını
reddeder. Praetor kararını şu gerekçeye dayandırır: A’nın vasiyetnameye koyduğu “çiflik
işlerini eskisi devam ettirmesi” kaydı (26)------------- niteliğindedir. Bu kaydın hukuki
işleme etkisi, (27)------------- yönündedir. O1 bu kaydın gereğini yerine getirmek
istemediği zaman onu şahsen ifaya zorlayacak bir mekanizma da mevcut değildir. Çünkü
bu kayıttan doğan yükümlülük, (28)------------- konusudur. Ancak O1’in bu kayda aykırı
hareketi elbette tasvip edilemez. Bu durumda O1’e karşı bir dava olanağı tanınmıştır. Bu
dava (29)-------------- olup ilgililerin zararının giderilmesine yöneliktir. Bu davanın O1 ile
Ü arasındaki satışın geçerliliğine hiçbir etkisi yoktur. Zira (30)---------------- kuralı da
bunu gerektirir. Tüm bu nedenlerle O1 ile Ü arasındaki satış işlemi geçerlidir.
Davayı kaybettiğini öğrenen O2, bu defa iddiasını değiştirerek yeni bir dava açar. Yeni
davada O2, vasiyetname işleminin (31)-------------- sebebiyle geçersiz olduğunu ve
dolayısıyla O1’in mirasçı olamadığını ileri sürer. Buna dayanarak da O1 ile Ü arasındaki
satış işleminin geçersiz olduğunu iddia eder. Praetor bu sefer O2’yi haklı bulmuştur. Yeni
davada praetor, O1 ile Ü arasındaki satış işleminin (32)-------------- gerekçesiyle geçersiz
olduğuna karar vermiştir. Ayrıca praetor, O2’nin terekeyi temsilen Ü’ye karşı (33)--------
------ davasını açarak arazileri geri alabileceğini ve bu durumda Ü’nün O1’e karşı (34)-----
---------- gerekçesiyle taleplerde bulunabileceğine de karar vermiştir.

26.
a) şart b) vade c) yükleme d) borç e) ivaz

27.
a) hukuki işlemin derhal hüküm doğurmasını engeller.
b) hukuki işlem kurulduğu anda taraflar üzerinde hak ve borçlar doğmasını engeller.
c) hukuki işlemin belli bir süre dolduktan sonra sona ermesini sağlar.
d) hukuki işlemin hükümlerine hiçbir etkisi yoktur.
e) bu kaydın gereği yerine getirilmediğinde hukuki işlem geçmişe etkili olarak sona erer.

335
28.
a) yapma borcu b) verme borcu c) garanti borcu
d) sorumluluk borcu e) yükümlülük borcu

29.
a) ifa davası b) yüklemenin tenfizi davası
c) satış sözleşmesinden doğan dava d) rei vindicatio davası
e) borca aykırılık davası

30.
a) kimse hakkından başkasını başkasına devredemez kuralı
b) kimse hukuka aykırı davranışının sonuçlarından yararlanamaz kuralı
c) zamanda öncelikli olan hakta da önceliklidir kuralı
d) hasar alıcıya aittir kuralı
e) nisbilik kuralı

31.
a) saik hatası b) beyan hatası c) hile
d) ahlaka aykırılık e) zihni kayıt

32.
a) hile b) sebepsiz zenginleşme c) Ahlaka aykırılık
d) tasarruf yetkisi eksikliği e) beyan hatası

33.
a) rei vindicatio davası b) satış sözleşmesinden doğan dava
c) ifa davası d) haksız fiil davası
e) yüklemenin tenfizi davası

34.
a) hile b) sebepsiz zenginleşme c) zapt d) saik hatası e) zihni kayıt

35. “…kanun çıkarma yetkisi sadece imparatora tanınmıştır. Kanunları


yorumlamak da sadece onun yetkisine girer”.

Bu cümle Roma Hukukunun hangi dönemine ait olabilir?

336
a) Cumhuriyet Devri b) İlk İmparatorluk Devri
c) Son İmparatorluk Devri d) Klasik Hukuk Devri e) Krallık Devri

ROMA HUKUKU / ÇİFT-İÖ / FİNAL / 19’-20’

Aşağıda MS 3 üncü yüzyıl sonlarında yaşanmış dava konusu bir olaya yer
verilmiştir:
Uzun zamandır çocuk sahibi olmak isteyen, ancak henüz çocuğu bulunmayan Romalı R,
sahip olduğu üç villadan oluşan büyük bir malikâneyi, “yeni evlendiği eşi E’den de bir
çocuk sahibi olamadığı takdirde” ve “ölümünden sonra eşi E’nin bu villalardan birinde
oturmasına izin verilmesi” karşılığında yeğeni Y’ye bağışlar. R, kısa süre sonra ölür. R’nin
ölümü üzerine R’nin eşi E, R’nin tek mirasçısı sıfatıyla Y’ye dava açarak tüm malikânenin
kendisine verilmesini ister. Y, ise bu davada kendisini; amcası R ile yaptıkları sözleşmede
kararlaştırılan “yeni eşi E’den de bir çocuk sahibi olamadığı takdirde” kaydının, amcası
R’nin hiç çocuğu olmadığına göre, gerçekleştiğini dolayısıyla villanın mülkiyetinin
kendisine ait olduğunu öne sürerek savunmuştur. E ise Y’nin bu savunmasına, R’nin kısır
olması nedeniyle zaten hiç çocuğu olamayacağını, bu sebeple R ile Y arasındaki
sözleşmede konulan kaydın batıl olduğunu ve dolayısıyla bu sözleşmenin hiçbir hüküm
doğurmadığını söyleyerek karşılık vermiştir.

1. E’nin Y’ye karşı açtığı dava hangisidir? Sadece dava ismini yazınız.
CEVAP: Rei vindicatio/istihkak davası (10 puan).

2. Davada sırasıyla Y ve E’nin savunmalarının hukuki anlamını açıklayınız.


CEVAP: Y’nin savunması, sözleşmenin olumsuz-bozucu şarta bağlı olduğu yolundadır.
Bozucu şart, hukuki işlemin doğmuş olan hükümlerini sona erdirmesinin gelecekte
gerçekleşmesi objektif olarak şüpheli bir olaya bağlanması demektir. Olayda R, yeni eşi
E’den de çocuk sahibi olamadan öldüğünden ötürü şart gerçekleşmiştir, bu durumda
bağışlama sözleşmesinin zaten doğmakta olan hükümleri doğmaya devam edecektir. (5
puan). E’nin savunması ise şartın imkansız olduğu yolundadır. Kısır olduğu için,
ölmeseydi de R çocuk sahibi olamayacak olduğu için şartın gerçekleşmesi imkansızdır ve
şartın imkansızlığı Roma Hukukunda, sağlararası hukuki işlemleri hükümsüz kılar (5
puan).
(Not: Hangi tarafın savunması daha haklıdır diye sorulmuyor, tarafların savunmalarının
hukuken ne anlama geldiği soruluyor).

337
3. E ile Y arasındaki dava sonuçlanmış, praetor E’nin haklı olduğuna karar
vermiştir. Bu kararı verirken praetor önce R ile Y arasındaki hukuki ilişkiyi
nitelendirmiştir. Buna göre bu işlem hangisidir? Ve belli başlı özellikleri nelerdir?
Aşağıdaki başlıklar altında sadece sayınız.
• Bu işlem, BAĞIŞLAMA sözleşmesidir. (2p.)
• Malvarlığına etki bakımından; TASARRUF İŞLEMİ (2p.)
• Hükümlerini doğurduğu an bakımından; SAĞLARARASI İŞLEM (2p.)
• Taraf sayısı bakımından; İKİ TARAFLI HUKUKİ İŞLEM (2p.)
• Taraflara yüklediği borç bakımından; TEK TARAFLI SÖZLEŞME‘dir. (2p.)

4. Hukuki nitelendirmeyi bu şekilde yaptıktan sonra praetor, bu sözleşmede


kararlaştırılan “yeni eşi E’den de çocuk sahibi olamadığı takdirde” kaydının R’nin
kısırlığı nedeniyle hiçbir zaman gerçekleşemeyecek bir kayıt oluğuna kanaat
getirerek E’nin talebini haklı bulmuş ve malikânenin mülkiyetinin E’ye ait
olduğuna hükmetmiştir. Bu arada, nakit sıkıntısı içinde bulunan Y, dava sonucunu
beklemeden bu malikâneyi 500 000 sesters karşılığı Ü’ye satıp teslim etmiştir. Ü
satış bedelini bir yıl sonra ödeyecektir. Lehindeki kararı öğrenir öğrenmez E, Ü’ye
karşı dava açarak malikânenin zilyetliğinin kendisine verilmesini istemiştir. Bu
dava da E lehine sonuçlanmış ve malikânenin zilyetliği Ü’den alınarak E’ye
verilmiştir. Kararın gerekçesi ne olabilir? Bu durumda Ü’nün başvurabileceği
hukuki bir çare var mıdır?
CEVAP: Malikanenin mülkiyeti mahkeme kararı ile E’ye ait kabul edildiğine göre Y’nin
tasarruf yetkisi yoktur. Kimse hakkından fazlasını başkasına devredemeyeceği için Y,
malikanenin mülkiyetini Ü’ye devredemez. Borçlandırıcı işlem aşamasında tasarruf
yetkisi gerekmediğinden Ü ile aralarındaki satış işlemi geçerli fakat devir işlemi geçersiz
olur (5 puan). Bu durumda Ü’nün başvuracağı hukuki çare Y’ye karşı, aralarındaki satış
sözleşmesi/borç ilişkisine aykırılık hükümlerine dayanarak uğradığı zararın
giderilmesini/tazminat talep etmekten ibarettir (5 puan).

5. Karardan memnun kalmayan Ü, imparatora bir mektup yazarak olayı olduğu


gibi anlatmış ve praetor’un kararının doğru olup olmadığı konusunda kendisine
yazılı bir cevap vermesini rica etmiştir. Ü’nün imparatorluk rejiminin en önemli
destekçilerinden biri olduğunu hesaba katan imparator, praetor’un verdiği kararın
yanlış olduğunu, aslında Ü’nün haklı olduğunu yazmıştır. İmparatordan hayli
çekinen praetor, bu yazılı cevap karşısında yargılamanın tekrar edilmesini isteyen
Ü’nün talebi üzerine yeniden yargılama yaparak, bu defa kararını Ü lehine vermiş

338
ve malikânenin zilyetliğini E’den alarak Ü’ye iade etmiştir. Bu karar değişikliği
üzerine E, hukuki bir çare önermesi için hukukçu Primus’tan yardım istemiştir.
Primus, bu karar değişikliğine karşı yapılacak bir şey olmadığını söylemiştir.
Primus’un böyle bir cevap vermesinin nedenini, imparatorun verdiği cevabın
hukuki niteliğini göz önünde bulundurmak suretiyle, açıklayınız.
CEVAP: Burada iki ihtimal olabilir: Rescripta ve decreta. İmparatorun verdiği cevap,
olayın MS 3.yy sonlarında yaşandığı düşünülecek olursa, bir rescripta teşkil eder.
Rescripta; imparatorun, praetor ya da herhangi bir Roma vatandaşının herhangi bir
meselede yazılı olarak sorduğu bir soruya yazılı olarak cevap vermesi demektir (5 puan).
Hukuki ihtilaflarla ilgili sorulan sorularda verilen cevaplar bu dönemde henüz kural
olarak mahkeme kararı niteliğinde değildir, dolayısıyla bir bağlayıcılığı da yoktur. Fakat
olayın koşulları imparatora doğru olarak arz edilir ve praetor da imparatorun verdiği
kararı yargılama esnasında dikkate alırsa bu cevap bir mahkeme kararına dönüşerek
bağlayıcı hale gelir. Olayda da bu şartlar geçekleştiği için karar değişikliğine karşı
yapılacak bir şey yoktur (5 puan).

Bu olayda bir başka ihtimal, imparatorun Ü’ye verdiği yanıtın hakim sıfatıyla verilmiş
olması yani bu cevabın bir decreta teşkil etmesidir. İmparator hem hukuk hem de ceza
işlerinde bizzat hakimlik yapabilir ve böylece gerek ilk derece hakimi, gerek üst derece
hakimi olarak karar verebilir ve praetorların verdikleri kararları da üst derece hakimi
olarak inceleyebilirdi (5 puan). İmparatorun bu sıfatla verdiği kararlar demek olan
decreta bağlayıcı olup, kesin hüküm niteliğindedir. Bu nedenle karar değişikliğine karşı
yapılacak bir şey yoktur (5 puan).
[Not: Bu iki ihtimalden birini (rescripta veya decreta) yazmak yeterlidir].

6. Hukukçu Primus biraz düşündükten sonra, R’nin Y ile yaptığı sözleşmeye


koydurduğu “ölümünden sonra eşi E’nin bu villalardan birinde oturmasına izin
verilmesi” kaydını dikkate alarak, E’ye başka bir tavsiyede bulunmuştur. Size göre
hukukçu Primus, E’ye ne tavsiye etmiş olabilir? Neden?
CEVAP: Yüklemenin tenfizi/ifası davasını açmasını önermiş olabilir (5 puan). Çünkü bu
kayıt bir “yükleme”dir. Yükleme, sağlararası karşılıksız kazandırmalarda veya ölüme
bağlı tasarruflarda, belli bir amacın gerçekleşmesini sağlamak için, yapma borcu konusu
bir yükümlülüğün, kazandırmayı yapan tarafından kazandırmayı alana yüklenmesi
demektir (3 puan). Olayda da; R’nin Y’ye böyle bir kazandırma yapmaktaki amacı, eşi
E’nin kendi ölümünden sonra da bu villalardan birinde oturmaya devam etmesini
sağlamaktır. Y’ye yüklenmiş bu yükümlülük bir yapma edimidir; çünkü E’nin villalardan

339
birinde oturması kaydı kendiliğinden gerçekleşecek değildir, Y tarafından ifa edilmek
suretiyle yerine gelecektir. Yükleme hukuki işlemin hükümlerini doğurmasını
engellemez; ancak yerine getirilmediğinde yüklemenin tenfizi davası ile yerine getirilmesi
istenebilir (2 puan).

7. Eğer Y, malikanenin maliki olarak kalsaydı ve R’nin sözleşmeye koydurduğu


“ölümünden sonra eşi E’nin bu villalardan birinde oturmasına izin verilmesi”
kaydının gereğini yerine getirmek isteseydi, kaç türlü hareket edebilirdi? Sadece
isimlerini yazınız.
CEVAP: Üç türlü hareket edebilirdi: Oturma/sükna/habitatio hakkı tanıyarak; İntifa
hakkı/ususfructus hakkı tanıyarak ya da kira sözleşmesi yaparak (Puanlama: 4+3+3).

8. Hukukçu Primus, E’yi bilgilendirirken, Y’nin istese bile bu kaydın gereğini


yerine getiremeyeceğini söylemiştir. Primus neden böyle düşünmektedir? Bu
durumda size göre Primus E’ye ne yapmasını önermelidir? Kısaca açıklayınız.
CEVAP: Primus’un böyle düşünmesinin nedeni Y’nin artık malikanenin, dolayısıyla
villaların maliki olmamasıdır. Y, villalar üzerinde tasarruf yetkisine sahip olmadığı için
E’ye, ancak malik olan kişilerce tanınabilecek bir hak olan oturma ya da intifa hakkını
tanıyamaz. Kira sözleşmesinin borçlandırıcı işlem olması ve bu aşamada tasarruf
yetkisine ihtiyaç olmaması nedeniyle E ile kira sözleşmesi yapmasına bir engel yok ise de,
kiralanın zilyetliğinin devri aşamasına gelindiğinde zilyetliği devredemeyeceği için yine
yükleme kaydının gereğini yerine getirememiş olacaktır (5 puan).

Bu durumda Primus E’ye şunu önermelidir: Y, yükleme kaydının gereğini aynen ifa
edemeyecek olup bu bir” sonraki imkansızlık” halidir. Sonraki imkansızlık hallerinde
imkansızlığın kaynağında borçlunun kusuru varsa bu bir sorumluluk borcu/tazminat
borcuna dönüşür. Bu nedenle de yükleme borçlusu Y’ye karşı bir tazminat davası
açılmalıdır (5 puan).

9. Hukukçu Primus’un tavsiyeleri üzerine derhal harekete geçen E, Y’ye dava açar
ve Y bu davada E’ye 250 000 sesters ödemeye mahkum edilir. Y’nin Ü’den olan
500.000 sesterlik alacağı dışında başka bir malvarlığı yoktur. Y, biraz araştırma
yaptıktan sonra bu ödemeyi yapmak için önünde üç seçeneği olduğunu fark eder.
Bu seçeneklerin hangileri olduğunu birer cümle ile açıklayınız.
CEVAP: Birincisi, alacağın temlikidir. Ü’den olan alacağını (250 000 sesterslik kısmını)
E’ye, Ü’nin rızasına ve bilgisine ihtiyaç duymaksızın devredebilir.

340
İkincisi, havaledir. Ü’ye talimat vererek borcun 250 000 sesters kısmını E’ye ödemesi ve
E’ye de talimat vererek Ü’nün yapacağı ödemeyi kabul etmesini emreder ve böylece kendi
borçlusunun kendi alacaklısına ödeme yapmasını sağlayarak borcundan kurtulur.

Üçüncüsü, üçüncü kişi lehine şarttır. Ü ile yaptığı satış sözleşmesine, ödemenin (250 000
sesters) E’ye yapılması hususunda sonradan bir kayıt ekleterek, Ü’nün ödemeyi üçüncü
kişi olan E’ye yapmasını sağlayabilir ve bu suretle E’ye olan borcundan kurtulur
(Puanlama 4+3+3).
(Not: yenileme diye cevap verenler de kabul edilmiştir).

10. Y, bu üç seçenekten birini uygulamaya koymak üzereyken, R ile evlendiği için


E’ye karşı büyük bir kıskançlık ve kin duyan R’nin eski eşi ve aynı zamanda Y’nin
teyzesi olan T’nin etkisi altında kalarak ödeme yapmaktan vazgeçer. Y, E’ye
giderek; “Y’den olan 250 000 sesterslik alacağımı affediyorum” ve “bundan sonra
Y’ye karşı doğmuş ve doğacak hiçbir alacağımı talep etmeyeceğim, dava
açmayacağım” yazılı iki belgeyi ölüm tehdidiyle E’ye imzalatır. İmzaları attıktan
sonra hukukçu Primus’tan yardım isteyen E’ye cevaben Primus; birinci belgenin
geçersiz kılınabileceğini, ikinci belgenin ise zaten geçersiz olduğunu belirterek
endişelenmemesini söylemiştir. Primus’un böyle bir cevap vermesinin
gerekçelerini, her iki belgenin niteliğini de dikkate alarak ayrı ayrı,
değerlendiriniz.
CEVAP: Birinci belge ibra sözleşmesidir (2 puan). Bu belge, iradenin oluşumundaki
bozukluk hali olan korkutmanın etkisi altında kaleme alınmıştır. Korkutma halinde irade
ile beyan arasında bir uyumsuzluk olmadığından sözleşme geçerli olmaya devam eder.
Ancak praetor’un korkutulan tarafa tanımış olduğu eski hale iade imkanı ile bu sözleşme
baştan itibaren ortadan kaldırılabilir/iptal edilebilir (3 puan).

İkinci belge alacak hakkından feragat anlaşması/pactum de non petendo/borcun


istenmeyeceğine dair anlaşma’dır. (2 puan). Bu belge, doğmamış bir alacak ya da talep
hakkından önceden feragat edilememesi/bunun kişilik haklarına/ahlaka aykırı olması
nedenleriyle, baştan itibaren geçersiz/kesin hükümsüzdür (3 puan).

341
ROMA HUKUKU / ÇİFT-İÖ / FİNAL TELAFİ SINAVI / 19’-20’

Aşağıda Cumhuriyet Devrinin başlarında (Eski Hukuk Devrinde) yaşanmış bir


olaya yer verilmiştir:
Titius ve Atticus kumar borcu yüzünden praetor önünde davalaşmaktadırlar. Titius’un
iddiasına göre: Atticus’un kendisine 10 000 sesters kumar borcu vardır; taraflar bir süre
sonra bu ilişkiyi ödünç sözleşmesi bünyesine alarak bu borcu ödünç borcu olarak devam
ettirmeye karar vermişlerdir; bunlara ilaveten, bu borcun vadesi Titius tarafından talepte
bulunulduğu an dolmuş sayılacak ve eğer ilk talepte ödenmeyecek olursa, ödeme
yapılmadan geçen her gün için Atticus tarafından kendisine 1000 sesters ceza
ödenecektir; bir hafta geçmesine rağmen ödeme yapılmamıştır, bu durumda toplam 17
000 sesters paranın ve ayrıca uğradığı 1000 sesters gecikme zararının Atticus’tan
alınarak kendisine verilmesi gerekmektedir. Bu iddia karşısında söz alan Atticus’un
savunmasına göre: Titius’a 10 000 sesters kumar borcunun bulunduğu doğrudur; daha
sonra bir ödünç sözleşmesi kurmuş oldukları da doğrudur, fakat kumar borcunun ödünç
sözleşmesi içinde devam etmesi imkansızdır; bu ödünç sözleşmesi kumar ilişkisinin
yanında ondan ayrı bir sözleşme olup bu sözleşme de geçersizdir, çünkü bu sözleşmeyi
gerçekte böyle bir sözleşmeye taraf olmak istemediği halde Titius’un ısrarlı taleplerine ve
sürekli tacizlerine dayanamayarak ve çevresinde kumarbaz biri olarak tanınmak
istemediği için kabul etmiştir; bu sebeple Titius’a ödenecek hiçbir borcu
bulunmamaktadır.

1. Bu olayda Titius’un iddialarının her birinin hukuki anlamını sırasıyla ve kısaca


açıklayınız.
CEVAP: Kumar borcu bulunduğu iddiası; kumar ve bahis ilişkisi anlamına gelir. Kumar
bahis ilişkisi Roma Hukukunda çalışma ve emek karşılığı olmayan bu sebeple ahlaka
aykırı kabul edilen bir hukuki ilişkiden doğan yükümlülükler olarak ifade edilmiştir. Bu
nedenle bazı yazarlara göre bu borçlar Roma Hukukunda hukuken tanınmayan ve
dolayısıyla dava hakkının verilmediği tabii (eksik) borç olarak nitelendirilmiş; bazı
yazarlarca bunların Roma Hukukunda eksik borç dahi olmadıkları kabul edilmiştir. (5
puan)

Kumar borcunun ödünç sözleşmesi içinde devam ettiği iddiası; yenileme iddiasıdır.
Yenileme, eski borç ilişkisinin sona erdirilerek buradan doğan borcun yeni bir hukuki
ilişki bünyesinde devam ettirilmesi hususunda tarafların anlaşmaları demektir. (5 puan)

342
Borcun ilk talepte ödeneceği iddiası; vadesiz borç ilişkisi iddiasıdır. Vadesiz borç,
tarafların arasında ifa zamanının kararlaştırılmayıp, alacaklı tarafından talep edildiğinde
ödenmesinin kararlaştırıldığı borçlardır. (5 puan)

Ödeme yapılamadan geçen her gün için 1000 sesters ödeneceği iddiası; cezai şart
iddiasıdır. Cezai şart, borcun hiç veya gereği gibi yerine getirilmemesi halinde borçlu
tarafından alacaklıya ödenmesinin kararlaştırıldığı ve ne miktar olacağı sözleşme
kurulurken kararlaştırılan bir miktar paradır. (5 puan)

1000 sesters gecikme zararı talebi temerrüt iddiasıdır. Temerrüt, borçlunun borcunu
ifa etmemek için direnmesi anlamına gelir. Borçlu borcunu zamanında ifa etmediğinde,
ki bu aynı zamanda ifa yokluğu anlamına gelir, temerrüde düşmüş demektir. (5 puan).

2. Praetor, tarafları dinledikten sonra, Atticus’un yaptığı “kumar borcunun ödünç


sözleşmesi içinde devam etmesinin imkansız olduğu” yolundaki savunmayı haklı
bulmuştur. Paretor’un Atticus’u haklı bulmaktaki gerekçesi nedir? Kısaca
açıklayınız.
CEVAP: Praetor’un Atticus’u haklı bulmakta iki gerekçesi olabilir: Birincisi, kumar
borcunun eksik borç dahi olarak kabul edilmediğini düşünerek bir borç olmadığı ve
doğmamış bir borcun da yenileme konusu olamayacağıdır. Kumar borcu çalışma ve emek
karşılığı olmayan ahlaka aykırı bir hukuki ilişkiden doğan bir yükümlülük olarak kabul
edilmiştir. Ancak bu borçların hukuki sonucu Roma Hukukunda tartışmalıdır. Kimilerine
göre hukuken tanınmayan ve dolayısıyla dava hakkının verilmediği tabii (eksik) borç
olarak nitelendirilmiş; kimilerine göre ise bu borçlar Roma Hukukunda eksik borç dahi
değildir. (15 puan). Praetor bu borcun eksik borç dahi olmadığını kabul etmiş olacaktır.
Bu sebeple yenilemeye konu olamayacağını kabul etmiştir. Çünkü yenileme, borç
ilişkisinin sona erdirilerek buradan doğan borcun yeni bir hukuki ilişki bünyesinde
devam ettirilmesi konusunda tarafların bir iradeye sahip olmaları demektir. Eğer
tarafların arasındaki ilişkiden bir borç doğmamışsa doğmamış borcun canlanarak yeni
hukuki ilişki bünyesinde devamı olanaksızdır. (10 puan)

İkinci gerekçe, Atticus’ta yenileme iradesinin (animus novandi) bulunmayışıdır. Zira


Atticus, Titius ile aralarında yenileme olmadığını, kurulan ödünç sözleşmesinin de ayrı,
bağımsız bir ödünç sözleşmesi olduğunu iddia etmiştir. Bu durum, animus novandi’nin
Titius’ta bulunsa bile Atticus’ta bulunmadığını gösterir. Yenileme ancak tarafların her

343
ikisinde de animus novandi yani yenileme iradesi mevcutsa hukuki sonuç doğurur. (25
puan)
(Not: Bu iki gerekçeden sadece birini yazmak yeterli kabul edilmiştir.)

3. Yargılamasına devam eden praetor, daha sonra, Atticus ile Titius arasında
kumar ilişkisinin yanında ayrı bir ödünç sözleşmesinin bulunup bulunmadığını
değerlendirmiş ve Atticus’un savunmasının aksine, bu sözleşmenin geçerli olarak
kurulduğuna karar vermiştir. Atticus ödünç sözleşmesinin geçersizliğini neye
dayandırmış olabilir ve praetor bu savunmayı niçin kabul etmemiştir?
CEVAP: Atticus ödünç sözleşmesinin geçersizliğini zihni kayda dayandırmış olabilir.
Zihni kayıt, irade ile beyan arasındaki kasti olarak yapılan uyumsuzluk halidir. Sözleşme
kurulurken taraflardan biri hiç istemediği halde beyanını o yönde yapmışa, bu
sözleşmenin hüküm ifade etmesini istememiş demektir (10 puan). Praetor bu savunmayı
kabul etmemiştir. Çünkü zihni kayıt irade ile beyan arasında bir uyumsuzluk hali
olduğundan, sözleşmenin kurulup kurulmadığına karar vermek için ya irade ya da beyan
üstün tutularak hareket edilecektir. Yani irade –beyan teorileri söz konusu olur. İrade
teorisi esas alınırsa iç irade önem arz edeceği için bu sözleşme kurulmamış kabul edilir,
Iustinianus hukukunda bu hakimdir. Beyan teorisine göre ise beyanlar esas alındığından,
kişinin iradesi beyanı yönünde olmasa bile sözleşme kurulmuş kabul edilecektir. Eski
Hukuk ve Klasik Hukukta bu teori hakimdir (5 puan). Olay Eski Hukuk Devrinde geçtiği
için beyanlar dikkate alınır. Çünkü bu devirde tarafların iradeleri beyanlarında
somutlaşmış kabul edildiği, şekilcilik ağır bastığı için zihni kayda rağmen sözleşme
kurulmuş kabul edilirdi (10 puan).

4. Praetor nihai kararını açıklamıştır. Karara göre; bu davada Atticus Titius’a


17.000 sesters borçlu olup bu paranın Atticus’tan alınıp Titius’a verilmesi
gerekmektedir. Praetor, Titius’un 1000 sesterslik gecikme zararı talebini ise
reddetmiştir. Paretor’un bu talebi reddetmekteki gerekçesi ne olabilir? Kısaca
açıklayınız.
CEVAP: Atticus Titius’a 17.000 sesters ödeyecektir. 1000 sesters gecikme zararının kabul
edilmemesinin nedeni taraflar arasında cezai şart bulunmasıdır (5 puan). Cezai şart,
borcun hiç veya gereği gibi yerine getirilmemesi halinde borçlu tarafından alacaklıya
ödenmesinin kararlaştırıldığı ve sözleşme kurulurken belirlenmesi gereken bir miktar
paradır (5 puan). Cezai şart söz konusu olduğunda, bu devirde, ya ceza miktarı istenecek
ya da borca aykırılık hükümlerine göre, (olayda bu borca aykırılık temerrüt şeklindedir),
zarar miktarı istenecektir; hem ceza hem zarar birlikte istenemez. Başka ifadeyle cezai

344
şarttan doğan hükümler ile borca aykırılıktan doğan tazminat hükümleri arasında
yığılma/kümülatiflik yoktur, bunların arasında yarışma vardır (15 puan).

ROMA HUKUKU / TEK / BÜTÜNLEME / 19’-20’

1. Antonius Brutus’a yaz sonunda teslim etmek üzere bir at satması halinde satıp
tradition yoluyla devrettiği atı geri almak için dava açmak istediği takdirde; “yaz
sonunda” ifadesi hukuken nasıl değerlendirilir? Akde etkisi nedir? (10p.)
Vade (5p.) İfa tarihi olması (5p.)

2. a) Aemilius, Cassius’tan aldığı divanı odasına sığmadığını söyleyerek geri


verebilir mi? Hukuki gerekçesiyle yazınız. (10p.)
Saik hatası (5p.) – Dikkate alınmaz (5p.)

b) Aemilius, Cassius’tan aldığı divanı üzerinde çizik olduğu gerekçesiyle geri


verebilir mi? Hukuki gerekçesiyle yazınız. (10p.)
Maddi ayıp (5p.) – 6 ay içinde akdin feshi davası (5p.)

3. Julius’un, ödünç aldığı 5000 sesters’i 2 ay geç ödeyen Neratius’tan faiz talebinde
bulunması mümkün müdür? (10p.)
Stipulatio ile kararlaştırılmışsa.

4. a) Iulia altın kolyesini bir düğünde takması için komşusu Aurelia’ya verecek
olursa burada nasıl bir işlem yapılmış olur? Tarafların borçları nelerdir? Aurelia
düğünden sonra kolyeyi arkadaşının verdiği bir partide de takacak olursa nasıl bir
durum oluşur? (20p.)
Ariyet olur. Ayni sözleşme tiplerindendir. Consensus + res ile kurulur. Res burada
detentio’yu geçirir. Aurelia kolyeyi amacından başka bir yerde kullanırsa kullanma
hırsızlığı yapmış olur. Sorumluluğu ağırlaşır.

b) Iulia’nın Aurelia’ya olan borcuna teminat teşkil etsin diye altın kolyesini
Aurelia’ya vermis olması halinde aralarında nasıl bir hukuki ilişki oluşur? (10p.)
Teminat bir eşya ile sağlandığından ayni teminattır. Rehin akdi: consensus + res
(zilyetlik) gerekir, zilyedin interdictum hakkı vardır. Fer’idir.

345
5. İspanya’da uzun süredir magistralık yapmakla görevlendirilen komşusu
Varius’un yakında Roma’ya döneceğini öğrenen Marcus, komşusunun uzun süredir
boş olan evine döndüğünde muhtemel tamir işleri nedeniyle sıkıntı çekmemesi için
Fabius’la anlaşarak 3000 sesters karşılığında gereken onarımların yapılmasını
ister.
a) Marcus ve Fabius arasındaki hukuki muameleyi değerlendiriniz? (15p.)
Belirli bir ücret karşılığında bir işin tamamlanması konusunda anlaşıldığından istisna
sözleşmesi (locatio conductio operis) yapılmıştır. Bir taraf (iş sahibi) semeni; diğer taraf
(müteahhit) bir sonucu, bir şey imalini borçlanır. Rızai, tam iki taraflı ve hüsnüniyet
davası doğuran bir sözleşmedir.

b) Marcus ve Fabius arasındaki anlaşmadan dolayı Varius’un sorumluluğu


doğabilir mi? Hukuki dayanağıyla açıklayınız? (15p.)
Marcus, Varius’un onayını almadığı için vekalet (mandatum) söz konusu değildir. Marcus
masrafları Varius’tan alacağını düşünerek ve kendisi için bir beklentisi olmadan hareket
etmiştir. Vekaletsiz iş idaresi (negotiorum gestio) olan bu durum, taraflar arasında
consensus bulunmadığı halde her iki tarafı da borç altına sokabildiği için sözleşme
benzeri olarak değerlendirilir. Vekaletsiz iş idare edenin (yararına iş yapılan kişiye
danışılmasa da yararlanacağı düşünülerek, muhtemel iradesi ile çelişmeyecek şekilde)
yaptığı zorunlu ve faydalı masraflar ile varsa uğradığı zararların karşılanması gerekir.
Yararlanan, lüks masrafları ödemekten kaçınabilir.

ROMA HUKUKU / ÇİFT-İÖ / BÜTÜNLEME / 19’-20’

OLAY
Bir zeytinyağı imalatçısı olan Romalı R, zeytinyağı üretiminde kullanılmak üzere zeytin
üreticisi olan A’dan 50 teneke yeşil zeytin sipariş eder. Taraflar, aralarındaki sözleşmeye;
“zeytinlerin 25’şer teneke olmak üzere iki parti halinde teslim edileceği” ve “son partinin
teslim edildiği gün zeytinlerin bedeli olan 1000 sestersin de ödeneceği” kayıtlarını ilave
etmişlerdir. Son parti zeytinler bu anlaşmadan bir hafta sonra teslim edilmiş ancak R
ödemesi gereken 1000 sestersi nakit olarak hazırlayamadığı için elinde bulunan 800
sesters değerinde altın kaplama bir süs eşyasını ifa karşılığı vermeyi teklif etmiş, süs
eşyalarını biriktirmeye merakı olan A da bu teklifi hemen kabul etmiştir.

346
1. Tarafların aralarındaki sözleşmeye koydukları; “zeytinlerin iki parti halinde
teslim edileceği” ve “son partinin teslim edileceği gün zeytinlerin bedeli olan 1000
sestersin de ödeneceği” kayıtları hukuken ne anlama gelir?
CEVAP: “Zeytinlerin iki parti halinde teslim edileceği” kaydı kısmi ifa kaydıdır. Kısmi ifa,
borç konusu olan ve bölünebilir bir edimin tek seferde değil, birden fazla defada ifa
edilmesi anlamına gelir. Kısmi ifa yalnızca bölünebilir nitelikte olan, yani ekonomik ya da
fiziki bütünlüğü bozulmaksızın bölünebilir nitelikteki mallar bakımından söz konusu olur.
Kısmi ifa kaydının hukuki sonucu olarak, alacaklı kısmi ifayı kabule zorlanamaz; ancak
taraflar arasında bir anlaşma var ya da kısmi ifaya ilişkin bir kanun hükmü mevcut yahut
da işin niteliği gerektiriyorsa alacaklı kısmi ifayı kabule zorlanabilir. Olayda zeytin
bölünebilir nitelikte bir maldır ve taraflar arasında kısmi ifaya dair bir anlaşma vardır (10
puan).

“Son partinin teslim edileceği gün 1000 sesters ödeneceği kaydı” vade anlamına gelir.
Vade, ifanın gelecekte gerçekleşmesi kesin bir olaya bağlanması demektir. Vade söz
konusu olduğunda taraflar arasındaki borç ve alacaklar doğmuştur, ancak henüz ifa
edilebilir hale gelmemiştir. Olayda vade belirsiz sürelidir, zira ifanın yapılması gibi kesin
bir olaya bağlanmıştır, ancak henüz ifanın ne zaman yapılacağı belli olmadığı için belirsiz
süreli bir vade söz konusudur (10 puan).

2. R’nin, ifa aşamasındayken, zeytinlerin bedeli olan 1000 sesters yerine 800
sesters değerinde altın kaplama bir süs eşyasını teklif etmesi ve A’nın da bunu
kabul etmesi hukuken ne anlama gelir? A aradaki 200 sesters farkı isteyebilir mi?
İsteyebilirse nasıl?
CEVAP: İfa yerine /makamına temlik (datio in solutum) anlamına gelir. (5 puan). İfa
makamına temlik, tarafların ifa aşamasındayken aralarında anlaşarak borç konusu olan
edim yerine başka bir edimin ifasını kararlaştırmaları demektir (5 puan). İfa yerine
temlikte ifa olarak teklif edilen edim borç miktarını tam olarak karşılamasa bile taraflar
arasındaki borç ilişkisi sona erer. (5 puan). Olayda, A’nın süs eşyaları biriktirmeye
merakının olması taraflar arasında ifa yerine bir temlik yapıldığını gösterir. Bu durumda
A, aradaki 200 sesters farkı ancak sebepsiz zenginleşme davasını açarak isteyebilir.
Çünkü olayda ifa yerine temlik olduğu ve teklif edilen edimin değeri borç miktarının
altında kalsa bile bu edimin ifası ile borçlu borcundan kurtulacağı için tarafların
arasındaki borç ilişkisi ister istemez sona ermiştir. Olmayan bir borç ilişkisine dayanarak
aynen ifa ya da tazminat talebinde bulunmak mümkün olamayacağına göre, satış
sözleşmesine dayanarak A’nın talepte bulunması olanaksızdır. Bu durumda 200 sesters

347
R’nin malvarlığında haksız bir kazanç teşkil ettiği (ki 200 sesters daha malvarlığından
çıkması gerekiyordu) ve A’nın malvarlığında haksız yere bu miktar bir azalma
olduğundan (ki 200 sesters daha malvarlığında bulunması gerekiyordu), A’nın bu farkı
sebepsiz zenginleşme ile istemesi gerekmektedir (5 puan).

3. Yağ üretimine geçmek için hazırlıklara başlayan R, son partideki zeytinlerin


bayatlıktan dolayı küflenmiş olduğunu fark etmiştir. Bu küflü zeytinleri istemeyen
R, ne yapması gerektiğini hukukçu Primus’a sormuştur. Primus R’ye ne cevap
vermiş olabilir?
CEVAP: Bu durum maddi ayıp teşkil eder (5 puan). Maddi ayıp, satılanın taşıması
gereken nitelikleri taşımaması ya da satıcının vaat ettiği nitelikleri taşımaması demektir
(5 puan). Maddi ayıp halinde Roma Hukukunda alıcıya iki seçenek tanınmıştır: Birincisi
sözleşmeden dönme, ikincisi satış bedelinde ayıp oranında indirim (5 puan). Olayda R
küflü zeytinleri istemediğine göre Primus ona birinci seçeneği, yani maddi ayıp sebebiyle
sözleşmeden dönme seçeneğini önermiş olmalıdır (5 puan).

4. Eğer zeytinler küflü değil de taze olsaydı, fakat bu defa da sözleşmede


kararlaştırılan yeşil zeytin yerine siyah zeytin teslim edilmiş olsaydı, yukarıdaki
soruya vereceğiniz cevap ne yönde değişirdi?
CEVAP: Bu durum aliud olurdu (5 puan). Aliud, sözleşme konusu olan edimden başka
bir edimin ifası anlamına gelir (5 puan). Aliud, ifa yokluğu ile eşdeğer kabul edilmiştir.
Bu nedenle borçlu borç konusu olan şeyden başka bir şeyle ifa yapmaya kalktığında
borcunu hiç ifa etmemiş gibi olur (5 puan). Buna göre aliud ifa gerçekleştiren borçluya
karşı borca aykırılık hükümlerine dayanarak aynen ya da nakden tazmin talebinde
bulunmak mümkündür (5 puan).
(Not: Konuda hata hükümlerine dayanarak ilgili teoriler çerçevesinde irade beyan
uyuşmazlığı ya da temel hatasına dönüşmüş bir saik hatası olduğu yönündeki cevaplar da
gerekçelerine göre doğru kabul edilmiştir.)

5. Primus’tan aldığı tavsiye üzerine harekete geçen R, küflü zeytinler konusunda A


ile konuşmak için onun dükkanına gider. Tarafların konuşmaları kısa sürede
tartışmaya dönüşür ve R, kendisine hakim olamayarak masada duran bir şişeyi
A’nın kafasına vurarak yaralanmasına eden olur. Bu olaydan dolayı kim, kime
karşı, hangi gerekçeyle, hangi hukuki taleplerde bulunabilir? Kısaca açıklayınız.
CEVAP: Bu olay bir haksız fiildir (5 puan). Haksız fiil sorumluluğunun doğması için;
genel davranış kurallarına aykırılık şeklinde hukuka aykırı bir davranış, zarar, illiyet bağı

348
ve Iustinianus döneminden itibaren kusur olmak üzere dört unsur aranır (5 puan).
Olayda R’nin A’ya karşı davranışı olan şişeyle yaralama genel davranış kurallarına aykırı
nitelikte bir hukuka aykırı fiildir. A, başının yaralanması sebebiyle zarara uğramıştır. Bu
zarar, maddi (vücut bütünlüğüne yöneldiği için), doğrudan (yaralanma nedeniyle),
dolaylı (tedavi masrafları nedeniyle), gelecekteki zarar (iş göremezlik nedeniyle) ve
manevi zarar (manevi olarak duyulan acı, elem ve ızdırap sebebiyle) niteliklerini taşır.
A’nın uğradığı tüm bu zararlar R’nin şişeyle yaralama fiilinden kaynaklanmış olup bu
davranış ile zarar arasında uygun nedensellik bağı vardır. R’nin bu fiili işlemekteki irade
payı demek olan kusur derecesi kasttır, yani R yaralama fiilini kasten işlemiştir (5 puan).
Bu durumda A; R’ye karşı, haksız fiil gerekçesine dayanarak, yukarıda sayılan zararları,
haksız fiil davası (actio iniuria) ile talep edebilecektir. Bu dava kişiliğe karşı saldırılardan
doğan özel bir dava olup aslında cezai bir nitelik taşımaktadır. Fakat bu davada
hükmedilen para cezası mağdurun kendisine ödeneceği için bu dava aynı zamanda bir
tazminat işlevine de sahiptir (5 puan).

349
GENEL KAMU HUKUKU / TEK / BÜTÜNLEME / 12’-13’

SORULAR:
1. Thomas Hobbes ve John Locke’ta siyasi iktidara itaatsizlik hakkı/meşru direnme
hakkı ne zaman ortaya çıkar? Kapsamı nedir? Karşılaştırmalı olarak açıklayınız.
CEVAP: Hobbes’a göre insanlar toplumdan ve devletten önce bir doğa durumu içinde
yaşıyorlardı. Burada insanlar birbirlerini öldürebilme yeteneğinde birbirlerine eşittirler
ve bu durum güvensizlik yaratmaktadır. Güvensizlikten kurtulmak için başkaları
üzerinde egemenlik kurmaktan başka yol yoktur. Başkaları üzerinde egemenlik kurmaya
çalışmak ise, savaşı doğurur. Hobbes’a göre uygar yönetimin bulunmadığı bu doğa
durumunda “insan insanın kurdudur”. (5 puan)

İnsanlar arasında doğa durumuna, herkesin herkesle savaşına son verilmesi, akla uygun
biçimde karşılıklı güvenin yerleşmesi, insanların bir araya gelip yaptıkları toplum
sözleşmesi ile sağlanır. İnsanlar sözleşmeyle bütün haklarını bir egemene devrederler.
İnsanlar başlarına, bütün haklarını devrettikleri bir egemeni geçirerek devleti kurarlar ve
böylece doğa durumundan uygar toplum durumuna geçilir. Egemenlik devredilmez,
bölünmez, mutlak ve süreklidir. (5 puan)

Hobbes’a göre devletin kurulmasının temel sebebi doğa durumundaki güvensizlik


olduğuna göre devlet kurulurken insanlar egemene bütün haklarını devretmelerine
rağmen bir tanesini, yaşam hakkını, devretmemesi gerekir. Toplum sözleşmesinin varlık
nedeni esasen can güvenliğinin sağlanmasıdır. Can güvenliği sağlandığı sürece uyruklar
egemene boyun eğer. Ancak egemen yasal olarak cezalandırmak için bile bir uyruğu
öldürmeye, yaralamaya kalktığında uyruğun egemene boyun eğmeme özgürlüğü vardır.

Doktrinde bu özgürlüğün meşru direnme hakkı mı yoksa itaatsizlik mi olduğu


tartışmalıdır. Çünkü sözleşme uyruklar arasında yapıldığından ve egemen sözleşmeye
taraf olmadığından uyruklara karşı hiçbir yükümlülük altına girmemiştir. Uyruklar ise
kendilerini yönetme haklarını tümüyle egemene devrettiklerinden egemenin
buyruklarına koşulsuz olarak boyun eğme yükümlülüğü altındadır. Bu nedenle uyruklar
sözleşmede taraf konumunda olmayan egemeni başlarından atamazlar. Bununla Hobbes,
uyrukların sözleşmeden başkaldırma, direnme, devrim hakları çıkaramayacaklarını
belirtmektedir. Direnme hakları olmadığı gibi yönetim biçimini değiştirme hakları da
yoktur. (10 puan)

350
Hobbes’un egemen haksız hatta zorba da olsa ona boyun eğilmesini istemesinin
gerisinde, egemene karşı konulduğunda ortaya çıkabilecek iç savaş durumunun
zorbalıktan daha kötü sonuçlar doğuracağı inancı yatmaktadır. Direnme ve yönetimi
değiştirme hakları olmadığına göre uyrukların bu durumda yapabilecekleri tek şey
egemenin değiştirilmesidir. Egemen değişir yerine tiran değil makul bir egemen
gelmesinin yolu açılır. (5 puan)

Locke, insanların uygar toplum aşamasından doğa durumu içinde yaşadıkları


görüşündedir. Doğa durumu Locke’a göre Hobbes’un sandığı gibi insanın insanın kurdu
olduğu herkesin herkesi “yediği” bir savaş içinde bulunulan durum değildir. İnsanların
doğa durumunda özgür, eşit ve barış içinde olmalarına karşın uygar toplum durumuna
geçmeye karar vermelerinin sebebi doğa durumunda haksızlığa uğrayanın kendisine
haksızlık edeni cezalandırma hakkını elinde tutmasıdır. Bu hakkın kullanılması bir savaş
durumu yaratır. “Bu savaş durumundan kurtulmak insanların doğa durumunu bırakarak
topluma girmelerinin başlıca nedenidir.” (5 puan)

Locke’a göre topluluğu oluşturan herkesin birbirleriyle yaptığı bir sözleşmeyle doğa
durumundan uygar toplum durumuna geçmişlerdir. Sözleşmeyle insanlar yalnızca
yargılama ve cezalandırma haklarını değil siyasal haklarını da devlete bırakmışlardır.
Devletin yönetme hakkı koşulsuz, sınırsız ve mutlak değildir. Toplumsal sözleşmenin
özünden çıkarılacak bazı sınırlamalara ve kurallara bağlıdır. Yönetim yönetilenlerin
sözleşmeden önce sahip oldukları yaşam, özgürlük ve mülkiyet doğal haklarını çiğnerse
sözleşmeyi bozmuş olur ve halkın direnme hakkı doğar. (10 puan)

Locke’a göre topluluğu yasaların dışında yöneten yönetici yasallığını yitirmiştir. Bu


yorumuyla Locke yönetilenlerin direnme hakkını tanımış olur. Locke’un direnme hakkını
yasama erkinden çok yürütme erkinin kötüye kullanılmasına karşı bir güvence olarak
düşünmüştür. Kendisine yönetimce haksızlık yapıldığına inanan herkesin başkaldırmaya
devrim hakkını kullanmaya kalkmasının toplumun temellerini sarsıp anarşiye ve
kargaşaya yol açacak bir durum olarak göründüğünü söyler. (5 puan)

Yöneticilerin doğal hakları çiğneyerek kendilerine gösterilen güvene aykırı davranışları


halkın değil kendilerinin ayaklandıkları ve savaş durumunu geri getirdikleri anlamına
gelir. Bu durumda halk da aynı aracı yani kaba gücü onlara karşı kullanmakta haklı
olacaktır. Ancak prensin doğal hakları çiğneyip çiğnemediğine, halkla prens arasında
karar verecek bir yargıç, bir organ yoktur. Bu durumda yargıç Tanrı olacaktır. (5 puan)

351
2. “İsa hiç kimseyi dışarıda bırakmadan çobandan en yukarıdakine kadar herkesi
akıttığı kendi değerli kanıyla özgür kıldı”.
1525 tarihli “Alman Köylülerinin Talepleri”nde geçem bu ifadenin siyasi iktidar
bakımından anlamını Stoacı düşünce ile karşılaştırarak tartışınız.
CEVAP: 1525 tarihli “Alman Köylülerinin Talepleri” Alman köylülerinin ayaklanması
sonucu oluşturulan bir metindir. Bu ayaklanmaya yol açan çok sayıda ekonomik ve sosyal
faktör bulunmaktadır. Temel sebep köylülerin feodal düzenin eşitsizlikçi yapılanmasının
en alt kısmında yer almalarıdır. Bu toplumsal konumlarının zorluğuna ek olarak
ayaklanma öncesi dönemde büyük salgın hastalıklara bağlı kitlesel ölümler sonucu
köylülerin iş yükünün artması ve hayat koşullarının daha da zorlaşarak tahammül
edilebilirlik sınırını aşması temel sebepler arasında gösterilebilir. Köylüler şikayetlerini on
iki madde altında özetleyerek ilan etmişlerdir. (10 puan)

“Alman Köylülerinin Talepleri” birçok radikal hüküm içermektedir. Bunların arasında en


önemlisi üçüncü madde olarak görülmelidir. Madde metninde geçen “İsa hiç kimseyi
dışarıda bırakmadan çobandan en yukarıdakine kadar herkesi akıttığı kendi değerli
kanıyla özgür kıldı.” ifadesi eşitsizlikçi temele dayanan feodal düzene yöneltilmiş açık bir
eleştiridir. Güçlü ekonomik, askeri, yargısal ve dinsel öğelerle desteklenen feodal düzene
yöneltilen bu eleştiri o günün koşullarında oldukça önemlidir. (10 puan)

Köylülerin serfliğin kaldırılmasını içeren bu talebi her insanın eşit olduğu düşüncesine
dayanmaktadır. Bu düşüncenin ilk örneği Stoacı düşüncedir. Stoa felsefesine göre evreni
tanrısal akıl (logos) yönetmektedir. Her insan da logostan pay aldığına göre soy,
zenginlik, toplumsal konum farkı gözetilmeksizin herkes eşittir.

Yine aynı sebepten her insan kozmopolisin bir parçasıdır. Stoa felsefesinin herkesi eşit
gören bu yapısı çağının gerçekleriyle uyum içinde sayılmaz. Herkesin eşit olduğu bir
düzende en temelinde kölelik kurumunun olmaması gerekir. Stoacı düşünürler köleliğe
karşı çıkmamış ama onu düşünce yapısıyla uyumlaştırmaya çalışmıştır. Stoacılara göre
gerçek özgürlük dış özgürlük değil, iç özgürlüktür. Tutkularının kölesi olmadan akla
uygun davranışlarda bulunabilen kişi iç özgürlüğe sahiptir ve gerçek özgürlük de budur.
(15 puan)

Stoa felsefesinin her insanı eşit sayan görüşü Alman Köylülerinin Talepleri’nde de
görülmektedir. Toplumsal koşullara uygun olarak bu görüşlerini logosla değil dini bir
referansla desteklemişlerdir. Ayrıca Stoacı eşitlik düşüncesini kabul etmekle kalmayıp

352
daha da ileri taşıyarak eşitsizlikçi bir kurum olan serfliğin ilgasını da talep etmişlerdir.
Siyasi iktidara yönelik bu talep serfliğin feodal düzendeki önemi düşünülecek olursa
devrimci bir harekettir. (15 puan)

GENEL KAMU HUKUKU / TEK / FİNAL / 13’-14’

Alpha Notu: Cevap Anahtarı Yayınlanmamıştır.

1. Platon ve Aristo’nun, “demokrasi, güçler ayrılığı ve özel mülkiyet” konusundaki


yaklaşımlarını karşılaştırarak anlatınız. (20 puan)

2. Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd’ün devletin amacına ilişkin görüşlerini açıklayıp
İbn-i Haldun’u, benimsediği metodun özgünlüğünü de hesaba katarak, devleti ele
alış biçimi bakımından, bu düşünürlerden ayıran hususları anlatınız. (20 puan)

3. Hobbes, Locke ve Rousseau’nun “sözleşme” anlayışlarını,


a) İnsanları sözleşme yapmaya iten nedenler,
b) Sözleşme sonrasında öngörülen siyasal düzen açısından karşılaştırarak
açıklayınız. (30 puan)

4. Liberalizm, Marksizm, Faşizm ve Ssyal Devletin özgürlük anlayışlarını


karşılaştırarak anlatınız. (30 puan)

GENEL KAMU HUKUKU / ÇİFT / FİNAL /13’-14’

1. Platon ve Aristo’nun görüşlerini, “demokrasi”, “güçler ayrılığı” ve “özel


mülkiyet” bağlamında tartışınız.

CEVAP:
DEMOKRASİ: Platon için, aristokratik kuramın en yetkin temsilcisi ve demokratik
değerlerin de en yıkıcı eleştiricisidir diyebiliriz. Temel demokratik değerlerin bireycilik,
çıkarcılık ve cehalet olduğunu söyler ve demokrasinin öngördüğü eşitliğe karşı çıkar.
Toplumu seçkin insanların yönetmesi gerektiği görüşündedir. Aristo’ya gelince, o da
demokrasiyi kötü yönetimler arasında sayar. Ona göre demokrasi, çoğunluğun, kamu

353
yararını değil sınıfsal çıkarını esas alan yönetimdir. Demokrasi herhangi bir bakımdan
eşit olan insanların mutlak eşit oldukları düşüncesine dayanır. Demokraside yasaya saygı
azdır. Fakat Aristo demokrasiden aşırı demokrasiyi anlar. Çoğunluğun kamu yararına
yönetimini ifade eden Cumhuriyete, ılımlı demokrasi adını verir ve onu iyi yönetimler
arasında sayar. (15 PUAN)

GÜÇLER AYRILIĞI: Platon çok kesin bir biçimde monist devlet anlayışına sahiptir
denilebilir. Sitenin üstünlüğünden yanadır, her etkinliğin sitenin çıkarına göre olmalıdır.
Bu bağlamda Platon devlet gücünün sınırlandırılması sorunuyla ilgilenmemiş ve iktidarın
tolumdaki çeşitli güçler arasında paylaştırılması fikrine yabancı kalmıştır. (Ancak bu
iktidarın hukuk dışına çıkabileceği anlamına gelmez, yasaya bağlılık fikri Platon’da da
var) Aristo’ya gelince, o, anayasa ve hukukun üstünlüğüne vurgu yapıyor. Devletin
fonksiyonlarını- yasama, yürütme, yargı- birbirinden ayırıyor. Aristo ayrıca toplum
içindeki gruplara, güçlere vurgu yapıyor ve onları iktidara katmanın yararına işaret
ediyor. Buradan yola çıkarak Aristo, Platona kıyasla, güçler ayrılığından yanadır
diyebiliriz. (10 PUAN)

ÖZEL MÜLKİYET: Platon devlet adlı eserinde, yöneticiler ve savaşçılar için özel
mülkiyetin olmaması gerektiğini katı bir biçimde savunur. Bunun temel gerekçesini,
mülkiyetin görevlerini yapmaktan alıkoyması olarak belirtir. Fakat çalışan sınıfın,
aşırılığa kaçmamak suretiyle mülk sahibi olabileceklerini söyler. Yasalar adlı eserinde
görüşlerini biraz yumuşatsa da temel doğrultusunu sürdürdüğü söylenebilir. Aristo ise,
esasında özel mülkiyete karşı değildir. Toplumun çalışmaya teşviki ve ilerlemesi için özel
mülkiyetin önemli olduğunun bilincindedir. Ancak Aristo da özel mülkiyette aşırılığın
sorun yaratacağına inanır. Ayrıca ticarete ve mülk sahibi olmaya iyi gözle bakmaz, bu
değerleri küçümser. (10 PUAN)

2. Ölümsüz yasa-doğal yasa ve insansı yasa arasındaki ilişki bağlamında Aquinolu


Thomas, Ockhamlı William ve Padovalı Marsilius’un hukuk anlayışlarını
karşılaştırınız.
CEVAP:
AQUİNOLU THOMAS: Aquinolu Thomas dört çeşit yasa olduğunu söyler: ölümsüz yasa,
doğal yasa, tanrısal yasa ve insansı yasa. Ölümsüz yasa, dünyanın–daha doğrusu tüm
kainatın-Tanrısal güç tarafından yaratıldığını ve yönetildiğini ifade eder. Bu, ebedi ve
ezeli yasadır. Bütün eylemler, tüm hareketler bu yasaya göre gerçekleşir. Doğal yasa ise

354
ölümsüz yasanın insan aklına yansımasını ifade eder. İnsanı yaratan tanrı ona akıl vermiş
ve böylece ona, ölümsüz yasayı keşfetme yeteneği kazandırmıştır.

Tabii ki, insan aklının Tanrısal aklın kendisi değil, sadece bir benzeri olması, onun
ölümsüz yasayı doğrudan ve tam olarak kavrayamaması sonucunu doğuracaktır. Ancak
yine de insan, akıl aracılığıyla, iyiyi kötüden ayırma, adil bir düzen kurma imkanına sahip
olur. Yine aklı onu, birlikte yaşadığı insanları incitmeme yükümlülüğüne götürür.

İşte bu doğal yasadır ve kaynağını ölümsüz yasadan alır. İnsansı (pozitif) yasaya gelince,
o, toplum yaşamını düzenleyen yasadır, halkın iyiliği için aklın düzene sokulmuş şeklidir.
Ölümsüz yasanın tam olarak kavranamaması ve doğal yasa(lar)ın da özgül durumlarda
tamı tamına uygulanamaması-yani soyut olmaları- insansı yasaları gerekli kılar. Bu
bağlamda insansı yasalar çok önemlidir. Ancak bunların doğal hukuka uygun olması
şarttır. (15 PUAN)

OCKHAMLI WILLIAM: O. William, yukarıda A. Thomas’nın görüşleri bağlamında


tanımlanan ölümsüz yasa fikrine karşı çıkmaktadır. Ölümsüz yasa fikri Tanrı’nın
aşkınlığını inkar etmek demektir. Çünkü insan aklı kutsal değerleri kavrayamayacak
kadar sınırlıdır. İnsan aklı Tanrı aklının bir benzeri değildir, dolayısıyla akıl yoluyla
Tanrıya varılamaz. Tanrının varlığı vs. gibi hususlar ancak inanç konusu olabilirler. Tanrı
bize aklı, yeryüzündeki işlerimizi çözmek için vermiştir. Dünyadaki işlerimizi aklımızla,
kendi doğal yasamızla çözeriz. Bu doğal yasanın ölümsüz yasa ile ilişkisi yoktur. O.
William da pozitif hukukun üstünde bir doğal hukuk olduğu fikrine sahiptir, ancak A.
Thomas’dan ayrıldığı nokta, bu doğal hukukun ölümsüz yasa ile ilişkisi olmadığı
noktasıdır. (10 PUAN)

PADOVALI MARSILIUS: P. Marsilius, pozitivist diyebileceğimiz bir hukuk anlayışına


sahip olmakla diğer iki düşünürden ayrılır. Ölümsüz yasa fikrine değinmez. Doğal yasa
ise müeyyideden yoksun, faydasız ve kapalı (müphem) bir kavramdır. Önemli olan
insanların yaptığı yasalar, pozitif hukuktur. Elbette bu hukukun birtakım koşulları vardır,
örneğin kanunlar ihtiyacın ürünü olmalı, hukukçular tarafından hazırlanmalıdır... Fakat
bunlar arasında, A. Thomas’da olduğu gibi, ölümsüz yasa-doğal yasa-pozitif yasa; yahut
O. William’da olduğu gibi doğal yasa-pozitif yasa hiyerarşisine uymak yoktur. (10 PUAN)

3. İbn-i Haldun’un devlet düşüncesinin özgünlüğünü, diğer Ortaçağ İslam


filozoflarının yaklaşımlarıyla da kıyaslayarak anlatınız.

355
CEVAP: İbn-i Haldun’u özgün kılan ilk husus, onun devleti açıklamada (hem ortaya çıkışı
hem gelişimi hem de yıkılışı itibarıyla) benimsediği metottur. İbn-i Haldun, diğer İslam
filozoflarının idealizmine karşı realist bir düşünürdür. Olması gerekeni değil olanı
incelemiştir. Yöntem olarak, deney ve gözlemi benimsemiştir. Devleti de realist bir
bakışla ele almış ve onu, sadece ortak yararı gerçekleştiren bir kurum olarak
değerlendirmemiştir.

Devlet olgusunun arkasında bazı olgular, olaylar vardır. Rekabet, savaş, iktidar hırsı,
korunma arzusu gibi olgular devletin ortaya çıkmasında ve şekillenmesinde rol oynar.
Göçebe toplum/yerleşik toplum ayrımı ve devletin yerleşik toplumlarda ortaya çıkması
olayı bu çerçevede anlatılır. Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşt ise daha ziyade iyi bir yönetim
nasıl olmalı sorunu üzerinde durmuşlar ve büyük ölçüde Antik Yunan düşünürlerinden
esinle, ideal yönetimi aramışlardır. (15 PUAN)

İbn-i Haldun’u özgün kılan bir diğer husus, devlet ile devlet başkanlığını birbirinden
ayırmasıdır. Devlet, içeride ve özellikle dışarıda, başka devletlere karşı egemenlik
bilincine varınca ortaya çıkan bir olgudur. Devleti devlet başkanından ayırmak gerekir.
Bu bağlamda İbn-i Haldun’un devleti, kişisel değil kurumsal bir varlık olarak gördüğü
söylenebilir. Diğer İslam düşünürleri, örneğin Farabi, soyut olarak devletten ziyade devlet
başkanı ya da yöneticinin niteliğiyle ilgilenmişler ve devleti yönetici ile özdeş
görmüşlerdir. (15 PUAN)

Hükümdarlıkla hilafeti birbirinden ayırması ve hilafetin İslam’ın tek ve kaçınılmaz


yönetim tarzı olmadığını vurgulaması da İbn-i Haldun’un özgün yönleri arasındadır. (Bu
soruda diğer kısımlarda eksik yazanlar açısından beş puanlık değerlendirme buradan
yapılmıştır).

GENEL KAMU HUKUKU / İÖ / FİNAL / 13’-14’

SORULAR:
1. Baskıya karşı direnme hakkının işlevi ve kapsamı ile Thomas Paine’nin
kullandığı anlamda devrim hakkı arasında siyasi iktidarın yapılanması açısından
farklar nelerdir?
CEVAP: Thomas Aquino örneğinde görüldüğü gibi henüz Hırıstiyan Orta Çağ
düşüncesinde, meşru yönetimin sınırlarını aşan yöneticilere karşı, belirli bir ölçüde

356
baskıya karşı direnme hakkı savunulmaktadır. Modern devletin oluşumu evresinde
ortaya çıkan doğal hukukçu argümanlarda da doğal hukuk kaynaklı sınırların aşılması ve
yöneticilerin tiran niteliğine dönüşmesi halinde, yöneticilerin baskısına karşı direnme
hakkı ileri sürülmektedir. (5 puan)

Ancak baskıya karşı direnme hakkı bakımından önemli bir husus, bu hakkın mevcut
siyasi iktidara karşı değil, bu iktidarı önceden meşru olarak kullanmakta iken tirana
dönüşmüş yöneticiye karşı kullanabilecek olmasıdır. Bu sebeple, siyasi iktidar değişikliği
ve köklü yapısal değişiklikler yapma hakkını içermemekte, sistemin restorasyonu
hedeflenmektedir. (10 puan).

Hatta bu sebeple baskıya karşı direnme hakkının tirana dönüşmüş yöneticinin


uyarılmasıyla başlayıp görevden zorla azledilmesine ve nihayetinde öldürülmesine kadar
uzanan tedrici ve ölçülü şekilde kullanılması gerekmektedir. (5 puan).

17. yüzyıl İngiltere’sinin hukuksal ve siyasal gelişmelere bakıldığında baskıya karşı


direnme hakkının nasıl somutlaştığı görülmektedir. İngiltere’de Kral ile Parlamento
arasındaki iktidar mücadelesinin sonucunda, önce 1649’da Kral Charles I hakkında ölüm
cezasına hükmedilip, cezanın infazı gerçekleştirilecek ve ardından 1688’de Kral James II
yerine Hollanda’dan William of Orange ile karısı Mary taca layık görülecektir Soylular ve
burjuvaziden oluşan Parlamento, Kral’ı değiştirebilecek güce kavuşmuştur. John Locke’un
savunduğu ılımlı monarşi doğrultusunda, Parlamento’nun doğal hukuka uygun olarak
çıkaracağı yasaları doğal hukuka uygun olarak uygulama görevini yerine getiren Kral’ın
önündeki en önemli engel Parlamento’dur. (5 puan).

Fransız ve Amerikan Devrimlerinde etkili bir figür olan Thomas Paine’e göre İngiltere’de
yaşananlar, hukuksal, siyasal ve sosyal kurumlarda köklü değişikliklerin gerçekleştiği bir
devrim değildir. Monarşinin sınırlı da olsa varlığını sürdürdüğü, geleneksel kurumların
ve sosyal statülerin temelden değişmediği 17 ve 18. Yüzyıl İngiltere’sinde tam anlamıyla
devrim veya devrimlerin varlığından söz edilememektedir. Kişisel düzeyde yöneticinin
değişimi veya sınırlı kurumsal değişiklikler değil kurumsal/yapısal düzeyde siyasi
iktidarın ve yönetimin geçirdiği köklü değişim devrim olarak görülmektedir.

Paine’nin yaklaşımında Kral’ın varlığıyla monarşik, soyluların varlığıyla da aristokratik


tiranlığın bulunduğu İngiltere’nin karşısına, yasanın kral olduğu bağımsız ve özgür
Amerika çıkarılmaktadır. Nitekim İngiltere’den kopuş 18. Yüzyıl Amerikan belgelerine,

357
halkın yasama, yürütme ve yargı organlarının oluşumuna katılımı ve ayrıcalıkların
kaldırılmasına yapılan vurgularla yansımaktadır. Paine’nin perspektifine benzer bir süreç
de Fransız Devrimidir. Kral, soylular ve din adamlarının sahip olduğu yetki ve
ayrıcalıkların ellerinden alındığı 04/08/1789 tarihli Feodal Sistemin İlgası
Kararnamesiyle başlayan hukuki ve yapısal süreçte İngiltere’dekinden farklı olarak
geçmiş kurumsal yapıdan köklü kopuş gözlemlenebilmektedir. Amerika ve Fransa
örneklerinde, işleyen sistemin sürekliliği çerçevesinde bir baskıya karşı direnme hakkı
değil mevcut hukuksal, siyasal ve sostal kurumların temelden değiştiği devrim hakkı
kullanılmaktadır. (25 puan)

2. “Her vatandaşın bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal


adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde
onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak
ve yetkisine doğuştan sahip olduğu; …”
Liberal burjuva ve Marksist/sosyalist devlet anayasalarının genel özelliklerini
karşılaştırmalı olarak açıklayarak, alıntıda vurgulanan ifadeyi içeren bir
anayasanın bu kategorilerden hangisine girdiğini tartışarak değerlendiriniz.
CEVAP: Anayasalar iki kolonlu yapıya sahiptir. Bu iki kolon, devletin organları, bunların
yetkileri, görevleri ve birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen hükümler ile haklar, özgürlükler
ve ödevlere ilişkin hükümlerden oluşmaktadır. Anayasaların büyük çoğunluğunun sahip
olduğu başlangıç kısımları da bir çatı vasıtası görerek hem o anayasaya ideolojik rengini
vermekte hem de bu iki kolon arasında bağı kurmaktadır.

Liberal burjuva anayasalarında hak ve özgürlükler, sınırlı olarak yer verilen ödevlere göre
daha ağırlıklı olacak biçimde ilk bölümlerde düzenlenirken, Marksist/Sosyalist
anayasalarda öncelik devletin organlarına verilmekte ve haklarla ödevler arasında
bağlantı daha sıkı kurulmaktadır. Öyle ki hak ve ödevler birlikte, bütünsellik içerisinde
varlık kazanmaktadır. Bu bütünsellik, toplumun ve bireyin çıkarlarının uyumlu
birlikteliğini yansıtmakta ve devlet ve bireye karşılıklı sorumluluklar yüklemektedir. (10
puan)

Anayasalarda görülen bu farklılık, basit bir şekil farklılığı değildir. Liberal burjuva
öğretisinin insan hakları anlayışında, insan hakları kendiliğinden, yani herhangi bir
nedene bağlı olmadan vardır. Buradan ulaşılan sonuca göre sadece insan olarak doğmak,
insan haklarının varlığı için yeterlidir. Marksist/sosyalist insan hakları anlayışında ise
insan hakları, belirli bir tarihsellik çerçevesinde anlam kazanmaktadır.

358
Kendiliğinden varlık kazanamayacak olan insan hakları, tarih ve toplumun ürünüdür.
Üstelik Devletin bu hakları gerçekleşmesinde önemli rolü bulunmaktadır. Sosyal nitelikte
olan haklar toplumun gereksinimlerine göre değişebilir, yani görelidir. Sosyalist bir
toplumda bu değişim, emekçi ve sömürülen halkın istemleri doğrultusunda gelişen
devrimci bir süreçtir. Sonuçta birey hak ve özgürlükleri, toplum içerisinde sosyal fırsatlar
olarak açığa çıkar ve hukuksal kurumlarla teyit edilirler. Toplumdan bağımsız,
soyutlanmış bireyin kendiliğinden var olan hak ve özgürlükleri söz konusu değildir. (15
puan)

Liberal burjuva anayasalarında hukuksal eşitlik ön plana çıkarılmakta ve haklar,


kendiliğinden var olmanın getirdiği soyutlukla ifade edilmektedir. Marksist/sosyalist
anlayışa göre ise fiili durum göz ardı edilemez ve sömürenle sömürülenin arasında eşitlik
kabul edilmez. Soyut ifadeler kullanılması yerine devrimci süreçte anlam kazanan somut
hedefler gösterilmektedir. Bu nedenle haklar listesi ödevlerle birlikte tarihsel süreç
içerisinde genişleyecek şekilde anayasalarda dönemin geldiği noktayı yansıtan ölçüde yer
alır. (10 puan)

Alıntıda vurgulanan ifade, bir anayasanın başlangıç kısmından alıntılanmıştır. Bu


ifadeden o anayasanın hiçbir sınıfsal ve sosyal tabaka/statü ayrımına gidilmeksizin soyut
bir özgürlük ve eşitlik anlayışını benimsediği görülmektedir. Buna ek olarak insanın
doğuştan, başka hiçbir nedene ihtiyaç duymadan ve toplumdan soyutlanmış olarak sahip
olduğu temel hak ve hürriyetlerden/özgürlüklerden söz edilmektedir. Yukarıda belirtilen
liberal burjuva ve Marksist/Sosyalist anayasa ekolleri arasındaki ayırt edici unsurlar
dikkate alındığında alıntılanan ifadeyi içeren söz konusu anayasanın liberal burjuva tipi
bir anayasa olduğu anlaşılmaktadır. (15 puan)

GENEL KAMU HUKUKU / İÖ / FİNAL / 14’-15’

SORULAR:
1. Yunan, Roma ve Ortaçağ Hıristiyan düşünürlerinin devlete, siyasete bakışlarını
açıklayınız (15p).
CEVAP: Antik Yunan ve Roma’da birey doğası gereği sosyal bir varlık olarak
görülmüştür. Aristoteles’e göre insan, biyolojik (nesli devam ettirme arzusu) ve psikolojik
(sevgi, dayanışma arayışı) ihtiyaçların yönlendirmesiyle önce ailede (hane), sonra

359
çocukların evlenip hanelerini kurması, bunların bir araya gelmesiyle köyde, son olarak da
birkaç köyün bir araya gelmesiyle devlette (polis) bir araya gelmekteydiler.

Ona göre, toplum halinde yaşamayan birey Tanrı ya da canavardır. Bu düşüncenin


Platon, Cicero, Seneca tarafından paylaşıldığı söylenebilir. Buna göre birey herhangi bir
ussal değerlendirmenin sonunda, maddi/manevi ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılamak
için toplum halinde yaşamamaktadır. Doğası gereği toplum halinde yaşamaya eğilimlidir.
Böyle bir doğaya sahip insanların bir araya gelmesiyle ortaya çıkan şey de doğal olacaktır.
Toplum bir konvansiyon (nomos) değildir; doğanın (phusis) bir ürünüdür. Doğada
çatışma değil uyum vardır.

Doğanın bir eseri olarak toplum da uyumlu olmalıdır. Olan çatışmalar idealden sapmadır.
Siyaset felsefecisinin rolü var olan sapmaları saptamak, toplumu ideale yönlendirmek için
önerilerde bulunmaktır. Platon filozofların rolünü sadece sapmayı saptamakla
sınırlamamış, sapmayı ortadan kaldırma rolünü de onlara yüklemişti: Ya filozoflar kral ya
da krallar filozof olana dek doğadaki, idealar âlemindeki uyumlu, ideal düzen dünyada
sağlanamayacaktır.

Bu noktada antiklerin devlet ve siyasete bakışı ortaya çıkmaktadır. Bireyi doğal olarak
sosyal, dolayısıyla, toplumu da bir konvansiyonun ürünü olmayıp doğal bir varlık olarak
gören antikler siyaset felsefesine de toplum halinde yaşayan bireylerin kolektif hayatını
düzenleme, var olan toplumsal çatışmaları ortadan kaldırıp kozmosta var olan uyumu
devlette sağlama görevini yüklemişlerdir.

Bu idealin yakalanabilmesi bireyin kendisi, çevresiyle barışık, uyum içinde olması, ahlaklı
bir hayat sürmesiyle mümkündür. Bireyin ahlaklı/erdemli olmasının toplum için taşıdığı
önem düşünüldüğünde, bireyin ahlaki yönelimi kendi tercihlerine bırakılmayacak denli
önemlidir. Bu nedenle antiklere göre ahlak, siyaset iç içedir. Yetkin bir siyaset felsefecisi
aynı zamanda yetkin bir ahlak felsefecisi olmalıdır. Siyaset felsefecisi, ahlaklı/erdemli
bireyler yaratması için siyasetçilere önerilerde bulunacaktır.

Devletin, siyasetin rolü, sahip olduğu akıl sayesinde kendi başına doğru yaşamın ne
olduğunu bulamayıp çatışan bireylerin ahlaki gelişimlerini eğitim, yasalar yoluyla
sağlamak, bireysel/toplumsal düzeyde mutluluğu tesis etmektir. Aristoteles’e göre siyaset,
“insanı mutlu etme sanatı”dır. Aristoteles, Nikomakhos’a Etik’te insanın ancak erdemli
yaşayarak mutlu olabileceğini saptamış nasıl gerçekleştirileceğini anlatmak üzere

360
Politika’yı yazmıştır. Siyaset insanları mutlu etme sanatı, devlet de bu sanatın
atölyesindeki en temel araçtır.

İnsana, topluma, devlete/siyasete dair bu bakış açısının kimi değişikliklere uğramakla


birlikte Hıristiyan düşüncesinde sürdüğü söylenebilir. Aziz Augustine kimi açılardan antik
Yunan, Roma düşüncesinden kopuşu temsil eder. Augustine, İncil’deki Cennet’ten Çıkış
hikâyesinden hareketle Âdem ile Havva’nın cennette Tanrı’nın emirleriyle uyumlu
yaşarken, yasak elmayı yemeleriyle birlikte, cennetten kovulmuşlar. Cennette huzur
içerisindeyken dünyaya çile çekmeye gönderilmişler. Cennette barış içerisindeyken
dünyada birbirinin kuyusunu kazmaya başlamışlar. Artık onları kontrol edecek bir
kuruma ihtiyaç vardır. Bu noktada zorunlu bir kötülük olarak siyasi faaliyet, devlet ortaya
çıkmaktadır.

Cennette kaynakların sınırsız olması nedeniyle nasıl bir iktisatçıya ihtiyaç yoksa
insanların hırslarını yenmiş, Tanrı ile uyum içinde olmalarından ötürü de siyasetçiye
ihtiyaç yoktu. Fakat cennetten kovulan insanların bir arada yaşayabilmeleri, kaosun
önlenebilmesi ancak devletle mümkündür. Ona göre devlet, antiklerde olduğu gibi
insanların erdemli kılınmasına, böylelikle mutluluğa ulaşmalarına hizmet eden bir okul
olmayıp, onların nefislerine yenik düşerek birbirlerine zulmetmelerini engellemenin
aracıdır.

Augustine’i antiklerden ayıran bir başka özellik de insanın temel özelliğinin akıl değil
irade sahibi olmasıdır. İnsan, aklı sayesinde öğrendiği/anladığı erdemi hayatında
uygulayarak mutluluğa ulaşamaz; mutluluğa iradesi sayesinde Tanrı’nın emirlerine itaat
ederek, iman ederek ulaşabilir. Emirlerin ne olduğunu anlamak için ihtiyaç duyulan tüm
bilgi İncil’dedir. Bu düşünüşün ağır basmasıyla, M.S. V. Yüzyıldan XII. Yüzyıla dek
Hıristiyan dünyasında akıl imanın yedeğine koşulmuş, felsefe tahtını teolojiye, filozof
teoloğa bırakmıştır.

Bu dönemde devletin antik dünyadaki rolünü, kilise üstlenmiştir. Devlet artık sadece
istikrarı sağlayacaktır. İnsanları mutluluğa yönlendirecek, dünyada çektikleri acılara
metanetli bir şekilde katlanmalarını kilise sağlayacaktır. İnsana, topluma, siyasete ilişkin
karamsar bakış XII. Yüzyıla dek sürmüştür.

Aziz Thomas’ın düşünceleriyle Augustine’in düşünceleri hegemonyasını yitirmiştir.


Thomas, Aristoteles felsefesini, Hıristiyan düşünüşünü, Cicero’nun doğal hukuk

361
geleneğini harmanlamıştır. Aristoteles gibi Thomas’a göre de insan sosyal bir varlıktır.
Ona göre de insanlar biyolojinin, psikolojinin etkisiyle doğal olarak sırasıyla ailede, köyde,
devlette bir araya gelirler. İnsanlar akıl sahibidir. Mutluluğa iman kadar akıl yoluyla
bulunan erdem de hizmet eder. Doğal hukukun ilkeleri de akıl yoluyla bulunabilir.

Özetle, Yunan, Roma düşünürlerinin düşünceleriyle, Augustine’in kimi düşünceleri hariç


tutulursa, Hıristiyanlık düşüncesi, topluma, devlete bakışta bir devamlılık göstermektedir.
Buna göre insan, doğası gereği sosyal bir varlıktır, yalnızca toplum içinde yaşayabilir.
Toplum insan aklının bir eseri olmayıp doğal olarak ortaya çıkmıştır. Devletin işlevi
insanların erdemli bireyler kılınıp kendileri, çevreleri, evrenin geri kalanıyla uyum
içerisinde yaşayarak mutluluğa ulaşmalarını sağlamaktır.

2. Platon’un siyaset felsefesine temel oluşturan genel felsefesi hakkında bilgi


veriniz (20p).
CEVAP: Platon’un siyaset felsefesi düşünüşünün odak noktasını oluşturur. Genel
felsefesini siyasi görüşlerini desteklemek için geliştirmiş. Toplumu filozofların yönetmesi
gerektiği yolundaki aristokratik, eşitsizlikçi görüşlerine evrensel temel kazandırmak için
aklın üstünlüğünü yönetimin akla ait olduğunu felsefi düzeyde kanıtlamaya çalışmış.
Bunun için varlığı nesne (madde), idea (düşünce) olarak ayırmıştır. Bu ayrım
benimsetilirse nesnenin kendini yönetemeyip düşünce tarafından yönetileceği görüşü
kaçınılmaz olarak kabul edilecektir.

Bunları kabul ettirdikten sonra insanın da nesne, düşünce olarak iki kısımdan
oluştuğunu, düşüncenin bedeni yöneteceğini ekler. Ne ki kimi insanlarda akıl çok,
kimisinde azdır. Aklın kıt olduğu insanlarda o kimseyi beden (bedenin istekleri)
yönetirse, bunun ne kadar kötü sonuçlar doğuracağını gösterir. Bunlar kendilerini
yönetemezken toplumu yönetmeye kalkarsa toplum için felaket olur. Onlar kendilerini
bile yönetmemeli, başkaları tarafından yönetilmelidir. Bu onların da yararınadır.
Toplumu akıllılar, filozoflar yönetmelidir.

Ne ki toplumu yönetmek, insanın kendini yönetmesi gibi kolay değildir. Bu kimselerin


önce evren, dünya, yaşam, toplum hakkında felsefi bilgiler edinmeleri, sonra tüm
zamanlarını başka işle uğraşmaksızın yönetim sanatına, bilimine ayırmaları gerekir.
Onlar halkı yönetecek, halk da onları besleyecektir. Böylece toplumu, çalışan çalıştıran,
yöneten yönetilen olarak iki sınıfa ayırmış olur. Bu iki sınıf birbirlerinin işlerine

362
karışırlarsa düzen bozulur. Platon bunu önlemek için, kurumları değişmeyen kapalı,
durağan bir toplum tasarısı çizer.

3. Totalitarizmin özelliklerini sayıp neden 20. Yüzyılda ortaya çıktığını açıklayınız


(10p).
CEVAP: Otoriter rejimler baskıcı politikalarıyla öne çıkarken, totaliter rejimler kapsayıcı
olmak, bireysel, toplumsal yaşamın tüm alanlarını mutlak denetim altında tutmak
iddiasındadır. Bu çoğu kez baskıcı ve sert politikalarla mümkündür. Totaliter rejimlerin
genel olarak otoriter rejimlerden daha baskıcı olduğu söylenebilir. Otoriter, totaliter
rejimleri inceleyen yazarlar, bir rejimi totaliter olarak nitelendirebilmek için şu altı koşulu
aramaktadırlar:
• Her yurttaşın benimsemekle yükümlü olduğu güçlü bir resmi ideolojinin varlığı,
• Mutlak yetkili tek bir lider veya bir oligarşi tarafından yönetilen partinin devletle
özdeşleşmesi,
• Polis, ordu, paramiliter gruplar gibi silahlı güçlerin hükümetin tekelinde olması,
• Kamuoyunu yönlendirebilecek tüm kitle iletişim araçlarının hükümetin tekelinde
olması,
• Korkutucu, sindirici, insanlara her an gözetlendiği hissini veren bir polis sisteminin
varlığı,
• Ekonomik yaşamın bütün boyutları üzerinde etkili bir devlet denetimi veya
tümüyle hükümetin yönettiği bir ekonomi.

Yukarıda, totaliter diktatörlüğü diğer rejimlerden ayırt etmek için sıralanan altı özelliğin
gerçekleşmesi, büyük ölçüde teknolojik kapasiteye bağlıdır. Resmi ideolojiyi herkese
empoze edebilmek için devletin her yurttaşa ulaşabilmesi okul, dini kurumlar, medya gibi
araçlarla beyin yıkamayı başarması gerekir. Kitlesel televizyon yayınları ilk defa Hitler
Almanya’sında yapılmıştır. Siyasal propaganda ilk kez teknoloji sayesinde kitlelere
ulaşabilmiştir.

4. İbn-i Haldun’da siyasal iktidarın kökenini açıklayınız (20p).


CEVAP: İbn-i Haldun, toplumun varlık nedeni hakkındaki açıklamalarında, insanların
beslenme, barınma, güvenlik gereksinimleri nedeniyle bir arada dayanışma içinde
yaşamak zorunda olduğunu belirtir. Aksi halde insanlar yaşamlarını sürdüremez.
Doğaları gereği toplum içinde yaşayan insanlar, üstün bir otoriteye/siyasi iktidara
gereksinim duyar. İnsan toplulukları neden bir düzenleyicisiz düşünülemez? Siyasi
iktidarın varlığı neden zorunludur?

363
Düşünüre göre insanların hayvanlık eğilimlerinde doğuştan düşmanlık, zulüm vardır.
Yabancı hayvanların saldırılarını önlemek için sahip oldukları silahları, insanlardan
gelecek saldırıları önleyemez. Aynı silahlar hepsinde vardır. Bu durumda kendilerini
diğerlerinden koruyacak bir başka şey gereklidir. Bu başka şey, bir hayvan olamaz. Bu
durumda düzenleyici, insanlardan olmalıdır. Hepsine baskın, hepsi üzerinde egemenliği,
eziciliği olan bir düzenleyici. Artık kimse başkasına saldırmasın, başkasının hakkına
geçmesin. Egemen olmanın anlamı budur.

Ortaçağ’da Batı’da, İslam dünyasında siyasi iktidar dini referanslarla açıklanmaktaydı. Bu


dönemde Hıristiyan düşünürler, siyasi iktidarı, genel olarak iktidarın kökenini tanrıya
dayandırmışlardır: “Her türlü iktidar tanrıdan gelir.” Düşünür, bu görüşü
benimsememiştir. Ona göre siyasi iktidarın nasıl, neden ortaya çıktığı, iktidarı kimlerin
kullanabileceği, iktidarın gücünü ne zaman yitireceği, “umran” bilimi çerçevesinde ortaya
koyduğu sosyal/siyasal yasalarla belirlenmiştir.

Bu yasalar, konuyu tüm yönleriyle açıkladığından dini referanslar aramak gereksizdir. Bu


tartışma İslam dünyasında, peygamberlik, halifelik bağlamında yapılmıştır. Düşünür,
peygamberlerin dini önderliklerinin, siyasi iktidara bağlanıp bağlanmayacağını
incelemiştir. Kimi İslam bilginlerinin siyasi iktidarı açıklamak için peygamberliğe, onun
aracılığıyla tanrıya başvurduğunu belirtmiştir. Bunlar, peygamberliğin zorunlu olduğunu,
toplulukların başında daima dini bir önderin bulunduğunu ileri sürmüşlerdir.

Peygamberlik kurumuyla siyasi iktidar arasında böyle bir ilişki kurulduğunda, siyasi
iktidarın tanrıdan kaynaklanan bir örgütlenme olduğunu kabul etmek gerekecektir.
Peygamber olmadan, iktidarı tanrısal temele dayandırmadan, toplumsal düzen
kurulabilir. Devlet tanrısal kökenli değildir, insan doğasının kimi özelliklerinden
kaynaklanan, toplumsal yasalara göre açıklanabilen, akılla kavranabilen,
temellendirilebilen bir örgütlenmedir.

5. Postmodern siyasetin özelliklerini açıklayınız (20p).


CEVAP: Genel olarak postmodernler hakikati keşfetme yolunun bilimsel rasyonaliteden
geçtiği iddiasının ömrünü tamamladığını, yeni bir üçüncü tarihsel dönemin açıldığını ileri
sürer. Bilimsel aklın evrenselliğinin reddedilmesi çoğulcu siyaset teorisinin ifade
edilmesine imkân tanır. Bu, her toplum için küçük anlatılara, yerel adetlere dayalı siyasal,
etik değerlerin oluşturulması demektir. Böylece hem sosyal bir örgütlenme olarak hem de

364
geleneksel olarak dışlanan gruplar postmodern çeşitliliğe duyulan saygıyla yeniden
topluma katılır.

Bu açıdan modern dönemde bir özellik olarak kendini gösteren küreselleşme yerini
postmodern dönemde yerelleşmeye bırakır. Dünyanın tek bir akıl etrafında benzer
sistemler, kültürler tarafından kuşatılması yerine toplumsal grupların, etnik kimliklerin
kendi sosyal yapılarını farklı “akıl”lara dayanarak yeniden yapılandırmaları söz
konusudur. Postmodern dönem aklı özgürleştirici aktör olarak görmez. Bu sebeple
postmodernler siyasal iktidarı tanımlamak, kontrol etmek üzere bir azınlığın elinde
bulunan bilim, akıl, siyaset arasındaki bağları koparmayı umut eder.

Daha çoğulcu, demokratik bir toplumsal düzen üreten toplum görüşünün ortaya çıkması
bilimsel akıl despotluğunun kırılmasına bağlıdır. Postmodern siyasi dönemi ifade eden en
önemli olay, yeni toplumsal hareketlerdir. Yeni toplumsal hareketler postmodernitenin
bütün özelliklerine sahiptir. Bu hareketler sınıf temelli, klasik mücadele stratejileriyle
donanmış, belirli bir bölgeye özgü kitlesel hareketler değildir.

Doğaya, felsefeye yönelik bakış açılarının değişmesi, iletişim araçlarının gelişmesiyle


farklı örgütlenme biçimlerinin ortaya çıkması, insanların farklılıklarına karşı
duyarlılıklarının artmasıyla modern dönemde görülmeyen toplumsal hareketler ortaya
çıkmıştır. Bunlar arasında, çevreci, gay-lezbiyen, kadın hareketleri sayılabilir. Dünyanın
değişik bölgelerindeki insanlar tarafından internet üzerinde kurulan çevreci bir grubun
OECD toplantısını protesto etmek için Avrupa’daki bir ülkeye gelmesi, eylem
gerçekleştirerek mesajlarını tüm dünyaya duyurması artık sıradan bir hadisedir.

Çevreci toplumsal hareketler bu farklı örgütlenme, yapısal durumlarının yanında,


modern insanın doğaya bakışını eleştirdiklerinden postmodern ideolojik angajmana da
sahiptir. Çevreci hareket, doğayı insan ihtiyaçları için kaynak, ona hâkim olmayı hak
olarak gören modern insana tepkidir. Postmodern meydan okuma insanların doğanın
parçası olduğunu, sanayi medeniyetinin sanıldığı gibi bir erdem olmadığını ileri sürer.
Böylece çevreciler postmodern teoride kendilerine önemli yer bulur.

Baskı gören gruplar da taleplerini meşrulaştıran argümanları postmodern yaklaşımda


bulur. Etnik kimlik taleplerinden gay-lezbiyen haklarına kadar farklı gruplar kendilerini
siyasi alanda ifade edebilmelerinin yollarını postmodern dönemde bulabilmektedir.
Postmodernitenin bu iddiası aynı zamanda toplulukçu (komüniteryen) siyasetin

365
haklılaştırılmasıdır. Komüniteryenizm siyasetin odağını bireyin otonomi ve
özgürlüğünden kolektivitenin özgürlüğüne yönelterek modernliğe meydan okur. Böylece
bireysel özgürlükle modern akıl arasındaki doğrudan bağlantı da zayıflatılmış olur.

6. Feodaliteden kapitalizme geçiş sürecini açıklayınız (20p).


CEVAP: Ortaçağ toplumunun nasıl bir değişmeye, gelişmeye uğrayarak Yeniçağ
toplumuna dönüştüğünü izleyebilmek için önce Ortaçağın düzenini hatırlamak, sonra
onun iç ve dış dinamiklerine, iç ve dış çelişkilerine bakmak gerekir.

A. Feodal Düzenden Kapitalist Düzene Geçiş: Ortaçağda üretim feodal beylerin


malikanelerinde yapılıyordu. Bu üretim, feodal beyin ailesinin ve serflerin tüm tarımsal
ürün gereksinimlerini karşıladığı gibi malikanelerin zanaatçıları da malikanenin sanayi
malı gereksinimlerini karşılıyordu. Malikaneler, kendine yeterli ekonomik birimlerdi. Pek
az ürün kasabaya satılıyor, kasabadan çok sınırlı bazı sanayi malları alınıyordu. Feodal
düzenin iç çelişkileri, Haçlı Seferlerinin etkileri, yeni ticaret ve sanayi etkinlikleri ve yeni
savaş teknikleri böyle bir düzenden kapitalist düzene geçişi sağlayan başlıca etmenlerdir.

a. Feodal Düzenin İç Çelişkileri: Feodal üretim düzeni, üretim birimlerinin kendilerine


yeterliliklerinden dolayı, kendini yineleyen kısır döngüye girmişti. Feodal toplumun
kabuğunun kırılmasının, iç ve dış olarak iki ana nedeni vardır. İç neden, feodal toplumun
iç çelişkileri, dış neden bu iç çelişkinin yol açtığı Haçlı Seferleridir. Feodalitenin iç
çelişkisinin temelinde, bu düzenin üretici güçleri geliştirme yeteneğinden yoksun oluşu
yatar.

Üretimin artırılamayışı, bir yandan, zamanla besleyemediği, dolasıyla düzeni yıkıcı öğeler
durumuna gelen bir “tarımsal kökenli proletarya” oluşturmuş; öte yandan, ekonomik
durumlarında yüzyıllarca gelişme olmayan serflerde, düzene karşı bir düşmanlığın
oluşmasına yol açmıştır. Bu ikisinin birleşmesi, feodaliteyi sarsacak bir tehlike olarak
görülmüştür. Feodal toplumun egemen zümresinin iki kanadından birini oluşturan ileriyi
gören din adamları, bu tehlikeyi görmüştür. Haçlı Seferlerini örgütleyerek, feodal düzenin
yaratıp tehlikeli olabilecek kadar artırdığı tarımsal kökenli proletaryayı dışarıya atmanın
yolunu bulmuşlardır.

b. Haçlı Seferlerinin Yeniçağın Tohumlarını Atışı: Dikkatli bakıldığında Haçlı


Seferlerinin din örtüsü altında ekonomik, toplumsal amacın yattığı görülmektedir. Papa
II. Urban, Hıristiyan hacıların yollarda çektiği sıkıntıları anlatarak, Kudüs’ü

366
Müslümanlardan almak için, Avrupa’yı Haçlı savaşına çağırmıştır. Karşılık olarak bu
yolda ölenlerin şehit sayılıp, cennete gidecekleri vaat edilmiştir. Sağ kalacaklara da,
Doğu’nun zenginliklerinden söz edilmiştir. Haçlı Seferleri, kısa dönemde papanın
umduklarını vermiş, safra dışarı atılmış, Haçlı devletleri kurulmuş, sonuçlar kilisenin
saygınlığını artırmıştır. Ama uzun dönemde kilisenin saygınlığını sarsmış, feodal
toplumun egemen sınıflarının egemenliklerine son verecek tohumları atmıştır. Feodal
düzenin kabuğunu kıracak olayların, üretim teknolojisinde yeni gelişmelerin başlatıcısı
olmuştur.

c. Yeniçağda Üretim Teknolojisindeki Gelişmeler: Karayolları güvenli olmadığından,


sonraki Haçlı Seferlerinin çoğu, denizyoluyla yapılmıştır. Bu yolla önce Haçlıları, sonra
hacıları taşıyan İtalyan armatörleri onlarla birlikte İtalyan liman kentleri zenginleşmiştir.
Haçlı Seferleri aslında bir yağma seferiydi, tarihte görülen, tüm yağma seferleri gibi
yerini zamanla düzenli ticarete bırakarak ülkelerarası ve denizaşırı ticareti başlatmıştır.

Denizaşırı Ticaretin Etkileri: Haçlı Seferleri Doğu’nun ipek, baharat, koku vb. mallarını
Batı’ya tanıtmış, Doğu’nun sultanları da Batı’nın yapılmış mallarından, özellikle yünlü
kumaşlarından pek hoşlanmışlardı. Belçika’nın Flanders kentleri yünlü kumaş ticaretiyle
zenginleşmiş, yünlü dokuma ticareti, bu bölgede dokumacılığı kışkırtmıştır. Haçlı
Seferleri, İtalya’da kıtalararası ticaretin, Kuzey Avrupa’da sanayi devriminin tohumlarının
atılmasını sağlamıştır. Haçlı Seferlerinin başlattığı ticaretle, topraktan elde edilen servet
yanında ticaretten elde edilen servet, aristokratların yanında ticaretle zenginleşmiş
tacirler yaratmıştır. Giderek imalat/sanayi yoluyla zenginleşen sanayiciler belirmiştir.

Burjuvazinin ve Burjuva Cumhuriyetlerinin Doğuşu: Bu sınıflar, kasabalarda,


kentlerde oturduklarından, bunlara kasabalı, kentli anlamında “burjuva” denir. Toprak
sınırlı olduğu halde, ticaretin, ticaretten edinilecek servetin de sınırı yoktu. Ekonomik
gücü eline geçiren bu sınıf, siyasal gücü de eline geçirmek istemiş, artık, kırın kenti
yönetmesine, feodal beye boyun eğmek istememişler, kentleri kendileri yönetmeye
başlamışlar. Böylece ticaretle uğraşan İtalyan kentlerinde feodal yönetimlerin yerini
cumhuriyet yönetimleri almıştır.

Ticaret Sermayesinin Sanayi Sermayesine Dönüşmesi: Feodal toplumun kabuğunu


çatlatan şey “ticaret sermayesi”dir. Ticaret sermayesi “sanayi sermayesi”ne dönüştü.
Tacirin büyük siparişleri karşılamak için ev ev, dükkan dükkan dolaşıp mamul mal
toplaması zordu. Kasabada, kentte oturup satıcıların ayağına getirmesini beklese,

367
kendisine küçük miktarlarda, çok farklı nitelikte mal gelecektir. Bu da büyük çaplı ticarete
elverişli değildir.

Bu durumda ya tacir eve iş verme denen sistemle, köylülere hammadde sağlayıp, istediği
malı yaptıracak veya kimi zanaatçılar işlerini, dükkanlarını genişletip çok sayıda kişi
çalıştırarak tacirin istediği miktarda standart mal üretecektir. Tacir için daha elverişli,
daha karlı bir yol da büyük imalathane açıp, zanaatçıları, köylüleri, buraya toplayıp,
ücretle çalıştırarak, büyük miktarlarda mal üretilmesidir. Ticaret sermayesinin sanayi
sermayesini yaratması budur.

Serflerin, Zanaatçıların İşçileşmesi: Yapımevi üretimi, sanayi alanında iş bölümü buna


bağlı olarak “serflerin işçileşmesi”, “zanaatçıların işçileşmesi” sürecini başlatmıştır. Çok
kişinin çalıştığı yapımevinde bir işçinin işin tümünü değil de bir bölümünü yapınca daha
çok ürettiği görülmüş iş bölümüne gidilerek her işçiye işin bir bölümü verilmiş maliyetler
düşmüştür. Kendi dükkanında kendi araçlarıyla üretim yapan zanaatçılar, yapımevlerinin
ucuz mallarıyla yarışamamış iflas etmiş, yapımevlerinde ücretli çalışmaya başlamışlar.

Bu “zanaatçıların işçileşmesi”dir. Tacirlerin eve iş vererek çalıştırdığı köylüleri


yapımevlerine çağırmaları “serflerin işçileşmesi”ni başlatmıştır. Doğu-Batı ticareti,
Doğunun yünlü kumaş talebi dolayısıyla dokumacılığı kışkırtmış, dokumacılık en hızlı
gelişen sanayi dalı olmuştur. Sanayi devriminin ilk ürünlerinden olan dokuma makineleri
dokuma kumaş fiyatlarını düşürerek talebi artırmıştır. Dokumaya olan talep artışı yün
talebini artırmış, toprağı ekmektense orada sürü beslemek daha karlı olmuştur. Bunun
üzerine büyük toprak sahipleri, topraklarında tahıl yetiştirmek yerine sürü beslemeye
başlamışlar böylece, kasabalar, kent pazarına yün satıp, buralardan gelişen ticaretin,
sanayinin sunduğu yeni lüks malları satın almaya başlamıştır.

Çitleme Hareketi: Büyük toprak sahipleri, çitleme hareketiyle tarlalarını otlağa


dönüştürünce, birkaç çobanla işi yürütüp geri kalan serfleri özgürlüklerini bağışlayarak,
topraklarından çıkardılar. Kasaba ve kentlerdeki yapımevleri, fabrikalar işsiz serfleri
istihdam etmiş bu “serflerin işçileşmesi”ni hızlandırmıştır. Bu gelişmelerle, feodal
tarımsal üretim sistemi önemini yitirip, kapitalist üretim biçiminin yavaş yavaş egemen
üretim biçimi olmasıyla aristokrasi ekonomik gücünü yitirmeye başlamışsa da, tahtını
kolay teslim etmek istememiştir. Ekonomik gücünün yanında askeri gücü, güçlü kaleleri
bulunduğundan toplumu yöneten sınıf olarak varlığını sürdürmekte direnmiştir.

368
d. Savaş Teknolojisinde Gelişmeler, Ateşli Silahların Toplumsal Etkileri: Savaş
teknolojisindeki gelişmeler ağır süvari savaş taktiklerini, kalelere sığınma yöntemlerini
sona erdirmiştir. Savaş teknolojisinde devrim ateşli silahlarla başlamıştır. Bu silahlar
Avrupa’da 14.Yüzyıldakullanılmaya başlamış, bunlara dayanan savaş taktikleri gelişmiştir.
Tüfekler yetkinleşmiş toplar kaleleri yıkmaya başlamıştır.

Bu teknolojinin altından feodal prensler, imparator kalkamamıştır. Feodal beyler bu


silahları malikânede ürettirememişler, çok miktarda satın alamamışlar. İmparator da bu
pahalı silahlarla büyük ordular donatabilecek olanaktan yoksundu. Bu silahlar sanayi
üretimine bağımlı olan sanayiyle uğraşan kentlerin, burjuva sınıfının altından
kalkabileceği savaş teknolojisi yaratmıştır.

Dolayısıyla burjuva sınıfı güçlü olan bu savaş teknolojisini yürütebilen hükümetler


güçlenmiştir. Bu savaş teknolojisi gemilere de uygulanmaya başlamıştır. Bu sayede
Avrupa ülkeleri denizlerde egemenlik kurmaya, deniz ticaretini tekellerine almaya
başlamışlar bu da sömürgeciliğin başlamasına yardımcı olmuştur.

GENEL KAMU HUKUKU / TEK / FİNAL/ 14’-15’

1. Farabi’nin görüşleri çerçevesinde organizmacı devlet anlayışını, özellikle işbirliği


ve hiyerarşi kavramları ekseninde açıklayınız. (20p)
CEVAP: Tıpkı Platon gibi Farabi de devlete, parçaları uyum içinde görev yapan canlı bir
varlık gözüyle bakmış, daha yalın bir ifadeyle, devleti insan organizmasına benzetmiştir.
Organizmayı oluşturan organlar arasında karşılıklı ilişki vardır; bu ilişki çerçevesinde her
organ kendine düşen görevi yerine getirir. Ancak organlar arasındaki karşılıklı ilişki
hepsinin eşit olduğu anlamına gelmez. Tıpkı insan bedeninde olduğu gibi, devleti
oluşturan organlar arasında da doğal bir hiyerarşi vardır. Nasıl beden içindeki organlar
kalpten başlayarak aşağıya doğru sıralanıyorsa, devlet içinde de böyle bir sıralama
mevcuttur. Bu sıralamanın en başında devlet başkanı, hükümdar bulunur. (10p)

Farabi'ye göre ideal devlet, hiyerarşik ilişki çerçevesinde, bütün organlarının kendilerine
düşen görevleri yerine getirdiği ve toplumda aynı hedefe hizmet ettiği devlettir. Eğer
böyle bir bütünleşme yoksa, orada ideal devletten söz edilemez. (5p)

369
Devleti insan bedenine benzeten Farabi, insan vücudundaki organların zorunlu olarak
görev yaptıklarının fakat devleti oluşturan bireylerin irade ve seçme özgürlüğüne sahip
olduklarının farkındadır. Bu yüzden insanların pekala erdemsiz bir kenti seçebileceklerini
de öngörmüştür. (5p)

2. Machiavelli, Bodin ve Hobbes (modern) devletin oluşumuna hangi noktalarda


katkı yapmışlardır? (30p)
CEVAP: Modern devleti diğer siyasal iktidar tiplerinden ayıran en önemli yönleri olarak
dünyevileşme ve kurumsallaşmayı sırası ile Machiavelli ve Bodin'in yapıtlarında
bulurken, modern devletin meşrulaştırılmasına ilişkin teşebbüs de Hobbes'un
Leviathan'ında karşımıza çıkmaktadır. (3p)

Machiavelli Orta Çağ ile bağlantıyı kesen, onun ahlak ve din anlayışının yerine politikayı
temel alan bir sistemi kuran isim olmuştur. Sisteminin temeli zora, güce dayanmaktadır.
İtalyan birliğini kurma görevini yüklediği Hükümdar'ı bu amacı gerçekleştirmede tüm
araçları kullanma yetkisiyle donatmıştır. Yasayı hükümdarın iradesi ile özdeşleştiren
iradeci pozitivizmi ile dünyevi bir iktidar anlayışının öncüsü olmuştur. Benzer biçimde,
ahlak ile siyaset arasında kendinden önceki tüm düşünürlerde varsayılan bağı reddederek
"erdem siyaseti" yerine ahlak-dışı bir siyaset anlayışını ikame etmiştir. (9p)

Bodin egemenlik kavramını ortaya atmakla, devletin kişilerden soyutlanarak kurumsal


olarak düşünülmesine kapı aralayan düşünürdür. "Yurttaşlar ve uyruklar üzerinde
yasayla kısıtlanmamış en üstün iktidar" biçimindeki klasik egemenlik tanımının sahibi
olan Bodin, egemenliğin mutlak, sınırsız, sürekli, devredilemez ve zamanaşımına
uğramaz olduğu şeklinde özelliklerini vurgulamıştır. Süreklilik unsuru ile egemenliğin
hükümdarın kişiliğinin dışında kurumsal bir mahiyette anlaşılmasına olanak tanımıştır.
(9p)

Hobbes, toplum sözleşmesi fikri ile egemenlik yetkisini halkın iradesine


dayandırmaktadır. Toplum sözleşmesi düşüncesi ile Hobbes, barış ve güvenlik ihtiyacı
duyan insanların bunları sağlamak amacıyla sözleşerek kendi dışlarında egemeni yani
Leviathan'ı oluşturduklarını söylemektedir. Devletin ve egemenlik yetkisinin halkın
iradesi ile ortaya çıktığını söyleyen Hobbes, egemenin varlık nedenini insanların
güvenliklerini sağlamakla açıklayarak devletin amacını ve meşru bir iktidar olma
gerekçesini ortaya koymaktadır. (9p)

370
3. Küreselleşme olgusunun devletin temel unsurları bağlamında yarattığı değişimi,
özellikle egemenlik unsuru bakımından örneklendirerek açıklayınız. (20p)
CEVAP: Küreselleşme, devletin egemenlik unsurunu çeşitli bakımlardan zayıflatmıştır.
Eskiden nispeten mutlak olarak görülen egemenlik, insan hakları alanındaki gelişmeler,
ulusalüstü siyasal oluşumlar ve bazı ekonomik gerçekler karşısında zayıflamış, devlet bu
mutlak karakterinden uzaklaşmıştır. (2p)

Küreselleşmenin beraberinde getirdiği ekonomik bütünleşme nedeniyle devletlerin


ekonomi üzerindeki hükümranlık alanı daralmıştır. Dünya ekonomisinin çerçevesi Dünya
Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası tarafından çizilmekte ve
devletler bu örgütlerin dışında kalamamaktadır. (5p)

İnsan haklarının uluslararası düzeyde korunmaya başlanması ile devletler, kanun koyucu
olarak eskisi kadar bağımsız olamamaktadır. Devletler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi
gibi sistemlerin parçası olarak iç hukuklarında küresel standartlara uyma yükümlülüğü
altına girmektedir. İnsan haklarının uluslararası boyut kazanması ile devletler, egemenlik
kavramına sığınarak sorumluluktan kurtulamamaktadır. (5p)

Küreselleşme ile sınırları aşan etkileşimlerin yaşanması, devletin ülke unsurunu derinden
etkilemiştir. Sınırlar belirli olsa da eskiye göre daha etkisizdir. Ekonomik bütünleşme,
sınırları zorlamaktadır. Ayrıca Avrupa Birliği gibi ulusalüstü siyasal oluşumlar da ülkesel
bütünleşmelerin göstergesidir. (4p)

Küreselleşme ile devletin insan unsurunu oluşturan ulus da değişmekte ve neredeyse


parçalanmaktadır. Küreselleşme ile devletler, türdeşleştiren politikalardan uzaklaşmış ve
çok kültürlü toplum anlayışını benimsemiştir. Çok kültürlü toplum anlayışı, ırk, cinsiyet
ve sınıf farklılıklarını tanımayı gerekli kılmakta ve ulus devlet alt kimliklere
ayrılmaktadır. (4p)

4. Liberal özgürlük anlayışının temel özelliklerini belirterek, Marksizm ve Faşizmin


bu anlayışı hangi noktalardan eleştirdiğini açıklayınız. (30p)
CEVAP: Liberalizm, insanların doğuştan özgür olduğunu kabul eder. Özgür olmak, bireye
toplumun ya da devletin sonradan kazandırdığı bir özellik değildir. Bireyin özgürlüğü
kendiliğinden var olduğu için Liberalizm, devletin bireye karışmamasını ve özgürlüğünü
kısıtlamamasını yeterli görür. Bu, negatif özgürlük anlayışıdır. Liberalizm, insanın

371
devletin karışmaması ölçüsünde özgür olacağına inanır ve devlete düşen, bireyde
kaynağını bulan özgürlüğü tanımak ve açıklamaktır. (10p)

Marksizm’e göre ise özgürlük, kazanılması gereken bir durumdur ve bu nedenle liberal
özgürlük anlayışından ayrılır. Marksizm, özgürlüğü verili kabul eden ve sosyo-ekonomik
koşullarla irtibatlı görmeyen liberal anlayışın karşısına “özgürleştirme” kavramını
çıkarmaktadır. İnsanın özgür olması, doğuştan kişiliğinde taşıdığı varsayılan hakların
güvence altına alınmasına değil, içinde yaşadığı koşulların değişmesine bağlıdır. Bu da
her biçimiyle (ekonomik, sosyal ve siyasal) yabancılaşmanın aşılması ile sağlanabilir.
Liberalizm’in aksine Marksizm, devletin özgürlüğün işleyebileceği gerçek koşulları
hazırlayıp kişinin özgürlüğünü sağlaması gerektiğini savunmaktadır. (10p)

Faşizm Liberalizm’in aksine, kişinin doğuştan özgür olduğunu kabul etmez. Her ne kadar
Liberalizm’in özgürlük anlayışını sahici bulmayıp kendisinin gerçek özgürlük peşinde
olduğunu ima etse de, kişinin devlete karşı ileri sürebileceği hakları olduğunu
reddetmektedir. Çünkü Faşizm, kişinin hak ve özgürlük sahibi olmasını değil, ödev sahibi
olmasını esas alır. Gerçek özgürlük, ulus ve devlet için faydalı olmaya bağlıdır. (10p)

GENEL KAMU HUKUKU / ÇİFT / FİNAL / 14’-15’

1-"Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan;


Anayasa ve Hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir
iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk
Milleti;..."
1961 Anayasasının başlangıç bölümünde yer alan bu ifadede ileri sürülen
düşüncenin tarihsel kökenlerini Hobbes ve Locke'un görüşleri temelinde
açıklayınız ve bunun devrim hakkından farkını anlatınız.
CEVAP: Baskıya karşı direnme hakkı siyasal iktidarı kullanan yöneticinin hukuk dışına
çıkması ve tebasına/uyruklarına iyi yöneticilik yapmamaya başlayarak keyfi yönetim
uygulaması sebebiyle meşruiyetini kaybettiği ve bireyin, hukukun dışına çıkarak
tiranlaşan iktidara karşı direnme hakkının olduğu düşüncesidir. (5 puan)

Ortaçağ düşünürlerinde de karşılaşılabilen bir kavram olarak direnme hakkı, modern


devletin temellerini atan düşünürlerden Hobbes ve Locke'un teorilerinde çok önemli bir

372
yer tutar. Siyasal iktidarın sınırları meselesi, iki düşünür bakımından da toplumsal
sözleşme kuramlarının incelenmesini gerektirmektedir.

Hobbes'a göre insanlar, toplum halinde yaşamazdan evvel doğa durumundaydılar ve bu


doğa durumunda, aynı şeyi istemek bakımından eşit olan insanlar bitmek bilmeyen bir
çatışma ve savaş ortamında yaşamaktaydılar. Yaşamını kaybetme korkusunun ağır
bastığı bu ortamdan kurtulmak isteyen insanlar, ellerinde olan her şeyi devretmek
suretiyle egemeni meydana getirmişlerdir. Herkesin bütün haklarını devrettiği bu güçlü
egemeni sınırlayan tek şey ise yaşam hakkının keyfi olarak sonlandırılamamasıydı ki,
yaşamlarını ve vücut bütünlüklerini korumak için egemeni doğuran insanlar İçin bu hak
doğal olarak vazgeçilmezdir.

Yani egemenin tiranlaştığı nokta, keyfi olarak yaşam hakkına veya vücut bütünlüğüne
müdahale ettiği ve ayrıca toplumsal sözleşmenin ana unsuru olarak yönetilenlerin
güvenliğini sağlama yükümlülüğüne aykırı hareket ettiğinde an olmakta ve direnme
hakkı bireyler için kullanılabilir olmaktadır. Buna rağmen Hobbes düşüncesinde baskıya
karşı direnme hakkının tam olarak bulunduğunu söylemek mümkün görünmemektedir.
Hobbes bu hakkı adeta gönülsüz bir şekilde insanlara vermektedir. Bazı yazarlar bu
durumu direnme hakkından çok itaat etmeme özgürlüğü olarak yorumlamaktadır. (10
puan)

Locke da bir doğa durumu tasviriyle siyasi düşüncelerini temellendirir. Ancak onun doğa
durumu düşüncesi Hobbes'un tam zıddıdır. Zira Locke'a göre doğa durumunda insanlar
son derece mutlu ve huzurludur. İnsanlar doğa durumunda geniş anlamda bir mülkiyet
hakkına sahiplerdir. Bu hakkın kapsamına yaşam, özgürlük ve malvarlığı hakları
girmektedir. Mülkiyet dışında insanlar, aynı zamanda, yargılama ve cezalandırma
yetkisine de sahiptirler. Mülkiyet haklarına yönelik bir tecavüz söz konusu olduğunda, bu
eylemi geçekleştiren kişileri yargılama ve bu yargılama sonucunda takdir ettikleri cezayı
uygulama, Locke'a göre, doğa durumundaki mutlu halin sonunu getirebilecek bir
yetkidir.

Zira bu yetkiyi kullanırken insanlar ölçüsüzce davranabilmektedirler. Bu sebeple


sözleşme yapan insanlar, meydana getirdikleri egemene sadece bu yetkilerini
devretmişler, geniş anlamda mülkiyet haklarını ise muhafaza etmişlerdir. Bu durumda
egemen bakımından mülkiyet hakkı bir doğal sınırdır ve bu sininin aşılmasıyla

373
yöneticinin tiranlaşması söz konusu olacaktır. Dolayısıyla direnme hakkı da bu andan
itibaren kullanılabilirdir. (10 puan)

Baskıya karşı direnme hakkı bakımından önemli olan husus, bu hakkın mevcut siyasi
iktidara karşı değil, bu iktidarı önceden meşru olarak kullanmakta iken tirana dönüşmüş
yöneticiye karşı kullanılabilecek olmasıdır. Bu sebeple, siyasi iktidar değişikliği ve köklü
yapısal değişiklikler yapma hakkını İçermemekte, sistemin restorasyonu
hedeflenmektedir. Hatta bu sebeple baskıya karşı direnme hakkının tirana dönüşmüş
yöneticinin uyarılmasıyla başlayıp görevden zorla azledilmesine ve nihayetinde
öldürülmesine kadar uzan uzanan tedrici ve ölçülü şekilde kullanılması gerekmektedir.

Sonuç olarak direnme hakkı kullanıldığında ya tiranlığa geçen yöneticinin devletin/siyasi


iktidarın varlık esaslarına riayet etmesi sağlanır ya da bu esaslara uygun yeni bir yönetici
atanması/belirlenmesi süreci söz konusudur. Devrim hakkı ise kişisel düzeyde yöneticinin
değişimi veya sınırlı kurumsal değişiklikler değil kurumsal/yapısal düzeyde siyasi
iktidarın ve yönetimin geçirdiği köklü değişim olarak görülmektedir ve özellikle Paine'nin
ortaya attığı düşüncelere dayanmaktadır. Dolayısıyla devrim hakkı kullandığında siyasi
iktidarın/devletin restorasyonu değil yeni esaslara dayanan bir siyasi iktidar/devlet
kurulması amaçlanmaktadır. (15 puan)

Örnek vermek gerekirse, 17 ve 18. yüzyılda İngiltere'de yaşananlar, hukuksal, siyasal ve


sosyal kurumlarda köklü değişikliklerin gerçekleştiği bir devrim değildir. Monarşinin
sınırlı da olsa varlığını sürdürdüğü, geleneksel kurumların ve sosyal statülerin temelden
değişmediği İngiltere'de tam anlamıyla devrim veya devrimlerin varlığından söz
edilememektedir.

Ancak Amerika ve Fransa öreklerinde ise, isleyen sistemin sürekliliği çerçevesinde bir
baskıya karşı direnme hakka değil mevcut hukuksal, siyasal ve sosyal kurumların
temelden değiştiği devrim hakkı kullanılmıştır. Bu anlamda 1961 Anayasası'nda geçen
baskıya karşı direnme hakkı kabul edilebilir bir kavramsa da teorik boyutuyla bir
devrimden bahsetmek mümkün değildir. Zira devletin temel niteliklerinde ve
kurumlarında köklü bir değişiklik olmamıştır. (10 puan)

2. "Zannederim ki hep saatte kalıyor onun arkasındaki şeyleri ihmal ediyorsunuz.


Saat bir vasıta, bir alettir. Tabii mühim bir alettir. Terakki saatin tekamülüyle
başlar. İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri, onu güneşten ayırdıkları zaman

374
medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymağa
başladı. Fakat bu kadarı kafi değil. Saat zamandır, bunu düşünmemiz lazım!"
(Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü 12. Baskı, İstanbul, Dergah
Yayınları, 2008, sf. 243).
Yukarıda alıntılanan metni de dikkate alarak, 14. yy.'dan itibaren görülmeye
başlayan "kent/şehir meydan saatlerinin" işlevini ve dolayısıyla feodal toplum ile
modern toplumun zaman algısındaki değişimini siyasal iktidar ve hukuk düzeni
bakımından etkilerini tartışınız.
CEVAP: Ortaçağın temel özellikleri; ekonomik yapıda feodalitenin, toplumsal yapıda
eşitsizliğin ve siyasal yapıda ise parçalanmışlığın hakim olmasıdır. Genel olarak Ortaçağ
boyunca kapalı tarım ekonomisinin egemen olduğunu söylemek mümkündür. Ticaretin
neredeyse hiç yapılamadığı bu dönemde, siyasi yapıdaki parçalanmışlık hukuksal yapıda
da kendini göstermekteydi.

Siyasi yapıdaki parçalılığın aktörleri; kral, feodal beyler ve en nihayetinde kiliseydi. Bu


aktörler arasında sıklıkla alevlenen gerilimler, düşünsel dünyada da hangi iktidarın
diğerlerinin üzerinde olduğu tartışmalarının yapılmasına neden olmaktaydı. Bu dönemde
zaman durağan kabul edilmekte, sermaye sahipliğine dayanan kar anlayışı etik
görülmemekteydi. (15 puan)

Ortaçağa ilişkin bu genellemeler her ne kadar doğru olsa da bu kadar geniş zaman ve bu
kadar geniş coğrafya ölçeğinde ayrıksı durumların söz konusu olduğunu gözden
kaçırmamak gerekmektedir. Zira yine ortaçağ içerisinde olmakla birlikte 12. yüzyıldan
itibaren ticarette ve şehir hayatında kıpırdanmalar da gözlenmekteydi. Bu da yeni bir
toplumsal sınıfın yani burjuvanın yavaş yavaş ortaya çıktığının habercisiydi. Nitekim bu
dönemde ortaya çıkan çeşitli hukuksal belgelerde ticaret özgürlüğüne ilişkin hükümler
görülmeye başlanmıştı. (10 puan)

Bu dönemde başlayan hareketlilik 14. yüzyılda iyiden iyiye kendini göstermiş ve


Ortaçağın zenginlik anlayışında dönüşüm de başlamıştı. Nitekim bir yüzyıl kadar sonra,
siyasi iktidar burjuvanın talepleri doğrultusunda şekillenmeye başlayacaktır. Ticaret ise
doğal olarak daha düzenli ve sistematik bir hayatı dayatıyordu. İşte meydan saatlerinin
İşlevi de burada önem kazanmakta ve gerek aynı şehirdeki insanların ve gerekse farklı
şehirlerdeki tacirlerin işlerini düzenlemesi ve uyum içerisinde çalışmasını sağlamaktaydı.

375
Zira artık feodal toplum düzeninden farklı olarak ihtiyaçları karşılama değil, kar etme
amacı birinci sırada yer almaktaydı. Bu dönemde etik anlayış da değişmiş ve zaman
üzerinden para kazanmanın meşru addedildiği talepleri merkantilist etik/ticaret etiği
yerleşmiştir. Bunun, bir sonucu olarak, burjuvanın doğrultusunda yapılması gereken şey
siyasi ve hukuki yapıdaki parçalanmışlığı sona erdirmekti. (10 Puan)

Siyası iktidardaki dönüşüm de bu yönde olmuştur. Ortaçağ, siyasi iktidar modeli olarak
mutlak monarşilerin ortaya çıkmasıyla sona ermiştir. Bu süreçte hem toprakların
yönetimini elinde bulunduran soylular hem de kralın üzerinde bir iktidar iddiasında
bulunan kilise ile mücadeleye girişilmiş ve sonuç burjuvanın talepleri doğrultusunda
şekillenmiştir. Bu süreçte siyasi iktidarın kökeni tanrısallıktan arındırılmış ve yeryüzüne
indirilmiş, egemenliğin görünümü olarak da yasama yetkisi ön plana çıkartılmıştır.
Böylece hem kilisenin üstün iktidar iddiaları boşa çıkarılmış hem de kral yasama
yetkisiyle donatılarak güçlendirilmiştir. (10 puan)

Ancak mutlak monarşiler dönemi burjuva bakımından sadece bir başlangıç olmuş, rahat
ticaret ortamında iyice serpilen burjuva bir sonraki adımda ise siyasi iktidarı
sınırlandırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Burjuvanın bu girişiminde en büyük
silahı yine hukuk olmuş ve siyasi iktidar önce doğal haklar anlayışıyla, sonra ise pozitif
hukuk yoluyla sınırlandırılmıştır. (5 puan)

GENEL KAMU HUKUKU / TEK / BÜTÜNLEME / 14’-15’

1. İbn-i Haldun’da “otorite” ve “devlet” kavramlarını toplum tipleri bağlamında


açıklayınız. Bu iki olguyu yaratan temel kavramı izah edinir. (20 puan)
CEVAP: İbn-i Haldun’a göre iki çeşit toplum vardır: Göçebe toplumlar ve yerleşik
toplumlar. Her iki toplumda da “otorite” vardır. Otorite ya da iktidar kaçınılmazdır.
Çünkü karmaşayı önleyip düzeni koruyacak, barışı sağlayacak güce ihtiyaç vardır. Göçebe
toplumlarda iktidar ya da otorite şeftir. Medeni toplumlarda ise devlettir.

İlkel toplumlarda şefin otoritesini, yerleşik toplumlarda ise devleti yaratan, ona meşruiyet
kazandıran şey asabiye bağıdır. Asabiye bağı, aynı zümreye mensup olmanın yarattığı
dayanışmadan doğar. Asabiye, grup dayanışması, ortak ruh, yakınlık bağıdır. Başlangıçta
kan bağı (akrabalık) toplumu bir arada tutan bağ olur. Geniş anlamda bir kavim ya da

376
daha geniş topluluğu ifade eden bir bağ haline dönüşür. Devlet ya da devletin egemenliği
asabiye bağının son halkasıdır.

Özetle belirtmek gerekirse, otorite ayrı devlet ayrı bir şeydir. Otorite her toplumda
bulunur. Devlet ise sadece medinede, yerleşik toplumda mevcuttur.

2. Machiavelli’ye göre adalet kaynağını nerede bulmaktadır, doğal hukukla ilişkisi


var mıdır? Özellikle bu son noktayı Bodin ve Hobbes’la de karşılaştırarak
açıklayınız. (25 puan)
CEVAP: Machiavelli adaletin doğal kaynağını şöyle açıklıyor: “Önceleri dağınık yaşayan
insanlar, bir araya geldiklerinde iyi ve haklıyla kötü ve haksızı ayırmaya başladılar.
Kendine iyilik yapanı zarar vereni gördüklerinde iki his doğdu içlerinde; iyi olana sevgi,
kötü olana karşı nefret ayıplama! Kötülük yapanı ayıpladılar ama aynı şey kendi başlarına
gelmesin diye YASA koydular.

İyiliğe kötülükle karşılık vereni cezalandırdılar. İşte adaletin kaynağı ortaya böyle çıktı.
Burada düzen fonksiyonunu yerine getiren ve pratik amaca uygun bir adalet anlayışını
gözlemliyoruz. Bu adalet anlayışının doğal hukukla alakası yoktur. Adil olanı belirleyen
prensip koyduğu yasalardır. Bu bağlamda Machiavelli hukuki pozitivizm içinde
değerlendirilebilecek bir düşünürdür (iradeci pozitivizm).

Bodin’e gelince, O, Machiavelli’nin aksine doğal hukuk görüşüne bağlıdır. Bodin’e göre
egemen Tanrı’nın iradesi diye tanımladığı doğal hukuka bağlıdır.

Hobbes’a gelince, adaletin temeli, “anlaşmalara karşı çıkma, onlara sadık ol!”
buyruğudur. Böyle olunca, adil olmak, devlete itaat etmekle eş anlama geliyor. Haksızlık,
ona karşı çıkmakla başlıyor. Böylece devletin bütün buyrukları adil, yasakladıkları
adaletsiz demektedir. Suçu devlet tayin edecektir. Durum böyle olunca devletin temel
organı olan egemenin koyduğu yasalar da kesin hüküm niteliğini taşımakla karşı
gelinemez olmaktadır. Ona uygun davranış adildir.

Böylece Hobbes’da hukukun tek kaynağı olduğunu görüyoruz. Doğal yasa, doğal akıl,
kutsal aklın yansıması (doğal yasalar) bunların hiçbiri gerçek anlamda hukuk değildir.
Tek gerçek hukuk, medeni yasalar diye adlandırdığı egemenin koyduğu yasalar
bütünüdür.

377
3. J. Locke'da yasama organının sistem içindeki yeri ve yasama yetkisinin sınırları
sorununu tartışınız. Aynı tartışma J.J. Rousseau bakımından nasıl yapılabilir?
Karşılaştırınız. (25 puan)
CEVAP: Yasama, yürütme erkine oranla üstündür, kutsaldır, egemen bir iktidardır.
Çünkü "yasama toplumda herkesin uyacağı kuralları koyar ve diğer devlet organlarının
yetki ve iktidarları hep yasama iktidarından kaynaklanır ve yasama iktidarına tabi olur".
Locke, yasamayı "toplumun ve toplumda yaşayanların varlıklarının korunması için devlet
güçlerinin nasıl kullanılması gerektiğini belirleyen iktidardır" şeklinde tanımlar.

Ne var ki, yasama yetkisi de sınırsız değildir; doğal yaşama döneminde sahip olduğu
doğal haklarla sınırlıdır. Bunlardan en temel olanları ise, bilindiği gibi, özgürlük ve
eşitliğe dayalı kişi güvenliği ve mülkiyet hakkıdır. Yasama organı asla yetkisini bu hakları
sınırlamak için kullanamaz, toplumun iyiliğini, gelişmesini, huzurunu sağlamak ve bunun
için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür. Yasama yetkisinin sınırlılığı fikri onu liberal
demokrasinin öncüsü yapmakta ve bu sistem içinde demokrasi çoğulcu ve temsili
demokrasi özelliği taşımaktadır.

Rousseau'ya gelince, O, yasama yetkisini genel iradeye vermekte ve genel irade diye
formülleştirdiği halkın iradesini mutlak bir egemen güç olarak tanımlayarak onun
sınırlandırılmazlığına işaret etmektedir. Bu ise bizi, sınırsız, mutlak ve doğrudan
demokrasi düşüncesine götürmektedir.

4. 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinin kabul etmiş olduğu özgürlük
anlayışını açıklayarak bu anlayışın l848'den sonra almış olduğu biçimi ana
hatlarıyla anlatınız ve bu yeni anlayışı Marksist özgürlük anlayışıyla kıyaslayınız.
(30 puan)
CEVAP: 1789 Bildirisi Liberal özgürlük anlayışını benimser. Buna göre “özgürlük,
karşısındakinin –ya da başkasının– özgürlüklerine zarar vermeyecek biçimde
davranışlarını kendine göre düzenleme yeteneğidir. Liberal özgürlük anlayışının bir
sonucu; insan salt kendi iradesine uymakla yükümlü olduğu ölçüde özgür sayılıyor. Bu
özgürlük insanla birlikte, daha doğuştan vardır; tartışılamaz, yadsınamaz. İnsanın
toplumdaki durumu, iktidarla ilişkileri ve özgürlüğünün düzenlenmesi sorunları, hep
başlangıçta bu varsayımın öncelikle kabullenilmesine bağlıdır.

Burada devlete ya da yasa koyucuya düşen, bireyde kaynağını bulan özgürlüğü “tanımak
ve açıklamak”tır. Çünkü özgürlük, iktidardan ve yöneticilerden önce de insanın yapısında

378
mevcuttu. Bu noktada BİREY sözcüğünün soyut, toplumun üstünde kendi değerler
sistemini kurmuş insanı sembolleştirdiğini belirtmek gerekir. Bireylerdeki bu özgürlük,
aynı zamanda yönetenleri bağlar, koyacakları kuralların sınırlarını çizer, yön verir.

Liberal özgürlük anlayışı negatif bir özgürlük anlayışıdır. Bireyin devletin karışmadığı
ölçüde özgür olduğu fikrine dayanır.

1848 anlayışı, Klasik Liberal Özgürlük Anlayışının Aşılması bağlamında 1848


Anayasasının katkısına gelince, varılacak en öneli sonuç, sosyal haklar adı altında yeni bir
haklar kategorisinin ortaya çıkmasıdır. Sosyal haklar, genel olarak, toplumun güçsüz
kesimlerinin insan onuruna yaraşır bir yaşam sürebilmeleri için devletin önlemler alması
ya da doğrudan edimlerde bulunması şeklinde olumlu müdahalesiyle gerçekleşebilen
haklardır. Bu haklar, sosyal devlet anlayışının gelişimi sonucu ortaya çıkmaktadır.

Bu yeni anlayışla birlikte özgürlük negatif anlamından sıyrılarak pozitif bir içerik
kazanmıştır. Artık özgürlük, sadece dış baskıya maruz kalmamak, bedence ve ruhça
bağımsız olmak şeklinde anlaşılmamaktadır. Gerçekten özgür olabilmek için, hakların
ayırım gözetilmeksizin uygulamaya taşınabilmesi ve "kâğıt üstünde kalmaktan
kurtularak" etkinliklerinin, işlerliklerinin sağlanabilmesi için bir takım mali, ekonomik
kaynakların seferber edilebilmesi gerekli ortamın sağlanmasına bağlıdır ki bu da
doktrinde "özgürleştirme" kavramıyla karşılanıyor.

Bu yeni anlayışın Marksizm ile ilişkisine gelince, özgürlüğü insanın içinde bulunduğu
ekonomik koşulların güçlüklerinden kurtarılmasına bağlamasıyla Marksizmden
etkilendiği söylenebilir. Ancak sosyal devlet son tahlilde özel mülkiyete karşı çıkmaz.
Özünde liberal anlayışa bağlı kalır. Bu yönüyle de Marksist özgürlük anlayışından ayrılır.
Çünkü Marksizme göre özgürlük ancak özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla
mümkündür.

GENEL KAMU HUKUKU / İÖ / BÜTÜNLEME / 14’-15’

SORULAR:
1. Yunan Sitelerinde geçerli olan demokrasi anlayışını açıklayınız. (35p).

379
CEVAP: Halkın yönetimi anlamına gelen demokrasi sözcüğünün aslı Yunancadır. Ama
demokrasinin beşiği olarak bilinen Yunan Siteleri ve özellikle Atina Sitesi her zaman
demokrasiyle yönetilmemiştir.

Yunan düşünürlerinin yapıtlarına bakıldığında birbirini izleyen üç yönetim biçiminden ve


onun bozulmuş biçimlerinden sık sık söz ettikleri görülmektedir. Monarşi zamanla
tiraniye dönüşmekte; oligarşi kendi içinde yozlaşmakta; demokrasi ise aşırı bir biçimde
uygulanınca anarşi haline gelmektedir.

Atina Sitesinde M.Ö. V. Yüzyılda uygulanan demokrasiden ne anlamak gerekir? Her


şeyden önce Yunan demokrasisi büyük bir köle yığını üzerine kurulmuştur. Demokrasi
vatandaşlar içindir, yoksa köleler için değil. Yunan’da kimi insan emretmek, kimisi de
emirlere boyun eğmek üzere doğar. Yunan’a göre vücudun ruha bağlı olması gibi köle de
efendisine bağlıdır. Kölelik doğuştan olduğu gibi aynı zamanda savaş hukukunun bir
ürünüdür.

Perikles’e göre demokrasi olabilmesi için yasaların herkes için aynı olması (isonomia),
Site’nin işlerine katılmakta (isegoria), siyasi iktidara katılmakta (isocratia) eşitlik olması
gerekir. Görüldüğü gibi Yunan demokrasisi eşitliğe özel önem vermektedir. Böylece
halkın oligarşinin saldırısına karşı koyması sağlanacağı gibi büyük aileler de halka
dayanan bir tiraniden korunmuş olacaktır. Demek ki demokrasi, aşırılıkları önleme,
denge sağlama aracıdır.

Yunan’da ahlak kuralları içinde “ölçülü olmak” başta gelmektedir. Demokrasinin görevi
işte bu ölçüyü sağlamaktır. Yunan düşünürleri için ahlak ile siyaset birbirinden kesin
sınırlarla ayrılmamaktadır. Bir başka ifadeyle ahlak ve siyaset iç içedir. Yunan
demokrasisi, vatandaşlar arasında eşitliğe önem veren yanıyla klasik demokrasi
anlayışından birçok bakımlardan ayrılmaktadır. Yunan demokrasisi mutlak bir
demokrasidir. Liberal bir demokrasi değildir. Ağır basan eşitçiliğiyle, daha sonra ortaya
çıkacak yol ayrımında, Rousseau’ların Robespierre’lerin demokrasisine, XIX. Yüzyıl
Avrupa burjuvazisinin liberal demokrasisinden çok daha yatkın.

Yunan Sitesinde özgür olan vatandaştır, yani köle ve yabancıların (Metek) dışında, Site
yönetimine, kamu hizmetlerine katılan kişi özgürdür. Özgürlüğün ölçütü yönetime,
yasaların yapılmasına katılabilmektir. Yunan vatandaşı, yasaların yapılmasına doğrudan

380
doğruya katılabildiği gibi seçimle, kura usulüyle ya da sırası gelince kısa bir süre yönetici
de olmaktadır.

O dönemde daha kamu hizmetleri uzmanlık gerektirecek kadar karmaşık hale


gelmemiştir. Öte yandan o dönemde Sitenin yüzölçümü ve nüfus bakımından bugünün
milli devletinden çok daha küçük oluşu, Yunan Sitelerinde doğrudan demokrasinin
(vatandaşların tümünün kanunların yapılamasına katılması) uygulanmasını
kolaylaştırmıştır.

Yunan Siteleri doğal, terk edilemez, devredilemez haklara sahip bireyler ile bu hakları
çiğnemek için fırsat bekleyen, bu yüzden de yetki sınırlarının çizilmesine çalışılan devlet
iktidarları arasındaki çekişmeye yabancıdır. Görüldüğü gibi Yunan’da özgürlük, yönetime
katılmak anlamına gelmektedir. XIX. Yüzyılın liberal devletinden farklı olarak bireyleri
çoğunluğunun baskısından kurtaracak önlemle düşünülmemiştir.

2. Hobbes’un toplum sözleşmesinden ortaya çıkan sonuçları açıklayınız. (25p).


CEVAP: Hobbes toplum sözleşmesinden şu çıkarsamaları yapar:
• Ancak egemen yasal olarak bile, yani yasalara uygun olarak uyruğu cezalandırmak
için bile, bir uyruğu öldürmeye, yaralamaya kalktığında, uyruğun egemene boyun
eğmeme özgürlüğü vardır. Bu durumda egemenle uyruk arasında doğa durumuna,
savaş durumuna dönülmüş olur. Uyruk karşı koyar, egemen de doğa durumunun
yasasına uygun bir biçimde büyük gücünü kullanarak gerekeni yapar, o başka.
Hobbes, can güvenliği konusundaki bu tutumunu mal güvenliği konusunda
sürdürmez. Nedeni, doğa durumunda zaten mülkiyetin bulunmamasıdır. Bu
nedenle uyruklar egemene karşı mülkiyet haklarını öne süremezler. Ama egemen,
uyrukların birbirlerine karşı mülkiyet haklarının koruyucusudur.
• Sözleşme, uyruklar arasında yapılmış bir sözleşmedir. Egemen, sözleşmeye taraf
değildir. Dolayısıyla uyruklara karşı hiçbir yükümlülük altına girmemiştir.
Uyruklar ise kendilerini yönetme haklarını tümüyle egemene devrettiklerinden,
egemenin buyruklarına mutlak boyun eğme yükümlülüğü altına girmişlerdir.

Bu nedenle uyruklar sözleşmede taraf olmayan egemeni başlarından atamazlar. Hobbes,


uyrukların, sözleşmeden, başkaldırma, direnme, devrim hakları çıkaramayacaklarını
belirtmektedir. Uyrukların direnme hakları olmadığı gibi yönetim biçimini değiştirme
hakları da yoktur. Dikkat edilirse Hobbes hep bir iç savaşı önlemeye yarayacağını sandığı

381
çıkarsamalar yapmaktadır. Egemenin uyruklar üzerindeki erki mutlaktır. “Yaşamaktan
öldürmeye kadar her şeye egemen erktir o.”

Egemen, yasama, yürütme, yargı haklarını; savaş ve barış yapma yetkisini, cezalandırma
yetkisini elinde toplamıştır. Yetkileri düşünce özgürlüğüne sansür koyma noktasına kadar
uzanmaktadır.

Egemenin emri ile bir uyruk öldürülebilir. Uygulamada bu sık sık görülür. Gene de
egemen uyruğuna bir kötülük yapmış sayılmaz. Çünkü uyruk ona bu yetkiyi vermiştir.
Suçsuz bir uyruğu öldüren egemen bile uyruğa haksızlık yapmış sayılmaz. Gerçi
egemenin bu tutumu doğa yasasına aykırıdır. Ama bu yolda egemenin yaptığı haksızlık,
doğa yasasını çiğnediği için uyruğa karşı değil tanrıya karşı yaptığı bir haksızlıktır.
Dolayısıyla egemen tanrıya karşı sorumludur. Hobbes’un egemen haksız hatta zorba da
olsa ona boyun eğilmesini istemesinin gerisinde, egemene karşı konulduğunda ortaya
çıkabilecek iç savaş durumunun zorbalıktan (despotluktan, tiranlıktan) daha kötü
sonuçlar doğuracağı inancı yatmaktadır.

• Uyrukların kendilerini yönetme haklarını devrettikleri egemen bir kişi ya da kurul


olabilir. Egemen bir kurul ise oy çokluğu bu kurulun iradesini tek bir iradeye
dönüştürür. Böylece egemenlik gene mutlak ve bölünmemiş kalır. Hobbes’un
toplum sözleşmesi kuramı, daha çok monarşiye uyan bir kuram olmakla birlikte,
Hobbes’un temel kaygısı monarşiyi savunmak değil, anarşiden korunmaktır.

Hobbes’un siyaset kuramı daha çok monarşiye uygundur. Hobbes, monark kamu çıkarı
için çalıştıkça monarşiyi yeğleyeceğini ortaya koyar. Meclis ise zıt görüşlere bölünebilir ve
bu anarşiye yol açabilir.

Öte yandan Hobbes’a göre egemenliğin bir kurulda, mecliste olduğu durumlarda,
insanların eşitliği çiğnenebilir. Meclisler belli bazı sınıfları temsil edip, onların çıkarlarına
çalışıp, insanların doğal eşitliği ilkesine aykırı davranabilirler ki bu başka bir iç savaş
nedeni olabilir. Hobbes’un zamanındaki meclisler, Lordlar Kamarası hatta Avam
Kamarası, Venedik Büyük Konseyi, demokratik halk meclisleri değil, oligarşik sınıf
meclisleri olduğu için böyle düşünmekte haklıdır. Hobbes’a göre bu meclis yönetimlerine
karşılık monarşide bütün uyruklar, monarkın karşısında eşit durumdadır.

382
3. Machiavelli’nin siyasal düşüncenin bilimselleşmesine ve laikleşmesine yaptığı
katkıyı açıklayınız. (10p).
CEVAP: Machiavelli siyasal düşünüşte bir dönüm noktasıdır. Ondan önceki tüm
düşünürler, hatta burjuvazinin siyasal görüşlerini savunuyor da olsalar, kendilerini dinsel
düşünüşün etkilerinden kurtaramamışlardır. Daha da önemlisi, dinsel düşünüşün
etkisiyle, siyasal görüşlerini hep “ideal olarak nasıl olması gerekir, nasıl olması daha
doğru olur?” sorusu açısından sunmuşlar, siyasal olayları bu açıdan değerlendirmişlerdir.

Machiavelli ise siyasal erkin tanrıdan değil, kuvvetten doğduğunu gözlemleyip, bunu
kabul edebilmiştir. Böylece Machiavelli siyasal düşünüşü dinsel düşünüşten arındırarak
“laikleştirirken”, dinsel olan ve olmayan her türlü önyargıları bir yana bırakmaya
çalışarak, siyasal düşünüşü aynı zamanda “bilimselleştirme” girişiminde bulunmuştur.
Bu nedenle Machiavelli, günümüz siyasal biliminin de kurucusu kabul edilmektedir.

4. Locke’un mülkiyet hakkındaki görüşlerini açıklayınız. (30p).


CEVAP: Locke, mülkiyet konusuna büyük önem vermekle birlikte, mülkiyete ilişkin
düşüncelerini berraklaştırmış, ya da daha doğrusu kesin, tutarlı bir duruma getirmiş
değildir. Locke, mülkiyet anlamına gelen property ve estate sözcüklerini kullanmıştır.
Property sözcüğü mülkiyet yanı sıra yaşam ve özgürlüğü de içererek, bir insanın sahip
olduğu “geniş anlamda mülkiyeti” dile getirir. Estate’i ise bildiğimiz dar mülkiyet için
kullanır. Ancak bu anlamda bile birbirinden farklı iki mülkiyet anlayışına sahiptir.
Mülkiyet konusunda, bir yandan kapitalizmin yararına işleyecek düşünceleri, öte yandan
emek-değer kuramına temel olarak alınabilecek görüşleri savunur.

Mülkiyet hakkını savunurken, insanın üzerinde emek harcadığı şeyi istediği gibi kullanma
hakkının doğacağını ileri sürmektedir. Çünkü emek harcayıp onu biçimlendirip üreterek,
kişinin kişiliğini sanki o nesnenin üzerine genişletmekte, ürettiği mal kişiliğinin bir
parçası durumuna gelmektedir. Burada Locke, bir yandan mülkiyeti kişiliğin bir parçası
durumuna getirecek kadar kutsallaştıran bir burjuva mülkiyet tutkusunu dile getirirken,
bir yandan da mülkiyet hakkını emeğe bağlayarak, ileride Ricardo ve Marx tarafından
geliştirilecek olan “emek-değer” kuramına benzeyen görüşü savunmaktadır.

Öte yandan Locke’un toprak mülkiyeti konusunda, bir kişinin ancak sürebileceği
büyüklükte toprağa sahip olmasının gerektiğini, daha çoğuna hakkının olmadığını
söylemesi de daha çok aristokratların büyük toprak mülklerine karşı duyulan burjuva
görüşünü dile getirmektedir. Gerçekten, toprak biçimindeki mülkiyetin

383
sınırlandırılmasından yana olan Locke, ticaretten ve sanayiden elde edilen büyük
mülkiyet konusunda hiçbir şey söylememektedir.

Onun mülkiyete neredeyse özgürlükten fazla önem verdiği görülmektedir. Sonuç olarak,
Locke’un mülkiyete karşı duyduğu bu tutkusunun, onun bir burjuva liberal siyaset
kuramcısı olması rolüne uygun düşmektedir.

GENEL KAMU HUKUKU / ÇİFT / FİNAL / 16’-17’

1. Atina kent devleti yurttaşlığını, Atina demokrasisi uygulaması ile ilişkisi


bağlamında değerlendiriniz. (20p)
CEVAP: Atina demokrasisi iki temel değer üzerine kuruludur. Bunlar yurttaşların yasa
önünde eşitliği ve yurttaşların kamusal makamlara gelmelerinde fırsat eşitliğidir (5 p).

Kleisthenes reformları klanlara dayalı toplumsal ve siyasal yapının yerine, ikamete dayalı
deme sistemini oluşturması, klan temelli aristokrasinin, yerini yurttaşlar arasında eşitliğe
bırakmasını sonuçlamıştır (5 p).

Ancak demokratik mekanizmalara katılım imkanı toplumun belirli bir bölümü sınırlıdır.
Zira Atina nüfusunun bileşenleri olan köleler ve sürekli yerleşik yabancılar, yurttaş
statüsüne sahip değillerdir. Dahası Atina yurttaşı olsalar dahi kadınlar siyasal alanın
dışında bırakılmışlardır. Böylelikle demokrasi, nüfusun çok küçük bir kısmını oluşturan
yetişkin, erkek Atina yurttaşlarının rejimidir (10 p).

2. Orta Çağ’da kamu hukuku ile özel hukuk arasındaki ilişkiyi feodal toplumun
yapısını da dikkate alarak açıklayarak, Magna Carta’nın söz konusu siyasi-hukuki
düzlemdeki yerini tartışınız (20p).
CEVAP: Ortaçağın temel özellikleri; ekonomik yapıda feodalitenin, toplumsal yapıda
eşitsizliğin ve siyasal yapıda ise parçalanmışlığın hakim olmasıdır. Siyasi yapıdaki
parçalılığın aktörleri; kral, feodal beyler ve en nihayetinde kiliseydi. Ortaçağ toplumsal
yapısının bir diğer unsuru serflerdi. Serfler, Ortaçağ boyunca farklılık arz etse de, toprağa
bağlı olarak çalışan ve herhangi bir siyasi hakka sahip olmayan köylülerdi.

Feodal beylerin, feodal hiyerarşideki yerinin ve bunun yanı sıra serfler üzerindeki siyasi
ve hukuki hakimiyetinin kaynağı toprak mülkiyetiydi. Bir başka ifadeyle serfler ile tabi

384
oldukları derebeyi arasındaki siyasi iktidar ve dolayısıyla kamu hukuku ilişkisi, derebeyi
ile toprak arasındaki özel hukuk ilişkisine tabiydi. Böylelikle de kamu hukuku – özel
hukuk ayrımı feodal toplumsal düzende birbirine karışmış ve sonuç olarak da ortadan
kalkmıştı (10 p).

Magna Carta’nın belirleyici özelliği kralın yetki ve erkinin feodal aristokrasinin çıkarlarını
ifade eden istemlerle sınırlayan bir belge olmasıdır. Bu anlamda Ortaçağın ruhuna uygun
bir siyasal yapıyı yansıtmaktadır. Magna Carta’nın siyasal iktidara olan etkisi feodal
beyleri kral karşısında daha güçlü bir konuma getirmesi şeklinde olmuştur. Belgeyi
oluşturan birçok madde doğrudan feodal beylere tanınan haklardır.

Örneğin krala ödenen vergi ve yardımlara sınırlamalar getirilmiş, yine bu vergi ve yardım
miktarlarının feodal beylerden müteşekkil bir meclis tarafından belirleneceği kayıt altına
alınmıştır. Bu örneğin dışında soyluların sahip oldukları ve fief sözleşmesine dayanan
birtakım hakları güvence altına alınmıştır. İçerdiği bu hükümler sebebiyle, Magna
Carta’nın büyük bir bölümünün, o zamana kadar yazılı olmayan feodal hukukun
kodifikasyonu mahiyetinde olduğu şeklinde değerlendirmeler bulunmaktadır. Magna
Carta ilerleyen süreçte birer insan hakkı haline gelmiş olan düzenlemeler içerse de
doğrudan geniş halk kesimlerinin istemlerini içerdiği ya da yansıttığı söylenemez (10 p).

3. Farabi’nin ideal devlet anlayışını açıklayınız (20p).


CEVAP: Farabi, evren ile ilgili görüşlerini siyaset alanına da uygulamıştır. Bu onun
felsefesinin en bilindik bölümüdür. Farabi’ye göre devlet, akıl ilkesinde kurulan bir
yönetimdir. Çünkü en yüksek mutluluğun aracı akıldır ve toplumun ve kişisel yaşamın
her aşamasında onu kullanmak gerekmektedir. Böylece Farabi, Platon’un Devlet’inde
yaptığı gibi Medinetü’l-Fazıla’sında akıl ilkesine göre işleyen ideal bir şehir/site tasavvuru
ortaya koyar.

Onun ideal devleti, Thomas Moore’un devleti gibi belirli bir ideoloji kurmak yerine
mevcut şehirlerin toplumsal ve siyasal yapısını tenkite dayalı olarak gelişmektedir. Farabi,
olanı eleştirerek olması gerekene doğru hareket etmek ister. Farabi Erdemli Şehir’inde
İslami erdem anlayışı açısından İslamî siyasal toplumun normatif bir teorisini ortaya
koymayı amaçlamaktadır (5 p)

Erdemli şehir hiyerarşik bir yapıdadır ve bu yapının en üstünde hükümdar yer alır.
Farabi evrendeki “teklik” esasını ideal şehrine de uygular. Buna göre şehir bir anlamda

385
hükümdarın yansımasıdır. Farabi için şehir sağlıklı bir vücuda ve çeşitli kesimleri de
vücudun organlarına benzer.

Organlar arasındaki önem dereceleri şehrin kısımları arasında da vardır. Ancak vücuttaki
işleyiş doğal, şehirdeki işleyiş iradidir. Şehrin egemeni/hükümdarı en yüksek
mertebededir. Alttakiler her ne kadar yararlı olsalar da bayağıdırlar. Evrendeki ilk neden
(Allah) ile gök cisimlerinin düzeni arasındaki ilişki şehirdeki hükümdar ile halk arasında
gerçekleşir. Erdemli şehir egemenin koyduğu amaç etrafında şekillenir (7 p).

Farabi’nin hükümdarı Platon’un filozof kralına benzer. Bu hükümdar sağduyuya, bilgiye,


yüce gönüllüğe, cesarete sahip olmakla birlikte mal/mülk, güvenlik, adalet, rütbe gibi
konularda insanlar arasındaki ilişkileri nasıl düzenleyeceği hakkında yetkindir de.
Bunlara ek olarak Farabi’nin hükümdarı gaipten haber verme gücüne de sahiptir. Derin
düşünme yoluyla Etkin Akıl’ın doğrudan bilgisine ulaşıp, halkına iletir. Burada vahye
ilişkin hakikat felsefi hakikatin imgesel karşılığı olarak kabul edilir.

Dolayısıyla felsefi hakikat Etkin Akıl’ın filozofun edilgen aklına iletmiş olduğu hakikattir;
vahye ilişkin hakikat ise imgeleme verilmiş hakikattir. İmgelem ile kastedilen, duyulabilir
nesnelerin kopyası değil, bir tür zihinsel imgeleri yaratma yetisidir. Tinli bir doğanın
imgelerini yaratabilen hükümdar, Etkin Akıl tarafından aydınlatılabilir. Bu bir insanın
yükselebileceği en üst düzeydir (8 p).

Görüldüğü gibi erdemli şehrin vatandaşları Etkin Akıl’ın hakikatleri üzerine derin bir
düşünceye dalarlar ve en yüksek seviyedeki ruhsal gelişmeyi sağlamış olmanın getirdiği
mutluluğu ararlar (2 p. bonus).

4. İbn-i Haldun’a göre soy dayanışmasının niteliğini açıklayınız (15p).


CEVAP: İbn-i Haldun’un siyasal iktidarın niteliğini açıklarken soy birliğine büyük önem
vermesi, onun kan bağını veya soy bağını yücelttiği anlamına gelmiyor. Tersine, aynı
soydan olmadığı halde soy birliğine katılan kişilerin de benzer dayanışma duygusunu ve
coşkusunu paylaşabileceğini ileri sürer.

Önemli olan, soy bağının, yapma da olsa, dayanışmaya yol açmasıdır. Cinayet işlediği için
kendi soyundan çıkıp bir başka kabileye sığınan kimse durumunda olduğu gibi; bu kimse
o kabile tarafından korunup savunuluyor ise, o kabilenin soyundan sayılır artık. Düşünür,

386
soyu biyolojik kökeninden tamamen bağımsız olarak değerlendirmektedir. Ona göre kan
bağının, köken birliğinin, aynı soydan gelmenin yararı sadece işlevindedir.

Bu işlev başka yollarla sağlanabiliyorsa, soy bağının pek bir anlamı kalmaz. Soyun yararı,
yakınlar arasındaki bağı güçlendirmeye yarayan kaynaştırıcılığında toplanır.
Kaynaştırması sonucunda dayanışma oluşur ve koruma, savunma coşkusu doğar. Bunun
ötesinde, soya gerek duyulmaz. Çünkü ‘soy’ denen şey, gerçeği olmayan, kuruntuya dayalı
bir şeydir. Yararı, sadece söz konusu dayanışmayı, kaynaşmayı sağlamasıdır. (12 p).

Onun soy bağı hakkındaki görüşleri, yalnızca yaşadığı çağ için değil, bugün için de ders
alınacak açıklamalarla doludur. İnsanlık tarihinde soya, etnisiteye dayalı ayrımcılık ve
nefretin ne denli kökleşmiş olduğu düşündüğünde, Mukaddime’de soyun gerçeği
olmayan, kuruntuya dayalı bir olgu olarak tanımlanmasının önemi daha iyi kavranır.

Yazarın aynı soydan gelme olgusunu ırkçılığa ve şovenizme hiçbir açık kapı bırakmadan
açıklamasının üstünden altı yüz yıl geçmiştir. Bu uzun süre, dünyanın hemen her
köşesinde ırk ve soy temelli savaşlar ve katliamlara tanıklık etmiştir ve hala etmektedir
(3p).

5. “Rousseau, Aydınlanma Çağında yaşamakla beraber onun düşüncesi Aydınlanma


felsefesine bir meydan okuma mahiyetindedir.” Bu saptamanın nedenlerini
açıklayınız. (15p)
CEVAP: Aydınlanma Çağı düşüncesi, aklın dogmaların esaretinden kurtulmasını, doğayı
ve toplumu bilimsel bir yöntemle anlamakla yetinmeyip onları kontrol etmeyi
hedeflemekteydi. Aydınlanma düşünürlerine göre evrene ve insanın evrendeki yerine
ilişkin yanlış bilgi ve boş inançlar bilimsel yöntem ışığında ayıklanmakta, doğru bilgi
sürekli gelişmekteydi. İnsanlığın artık geçmiş çağların çocukluk döneminden çıkıp
olgunluk evresine girdiğine dair bir ilerleme düşüncesi Aydınlanma Çağına egemen olan
düşüncesiydi. Bu düşünce, insan doğasının belirleyici özelliği olarak aklı ön plana
çıkarmaktadır (3 p).

Rousseau’nun bu düşünceye karşı çıkmasındaki temel hareket noktalarından birisi, onun


insanın ayırt edici özelliği olarak akıl sahibi olduğu fikrini sorgulamasıdır. O, akıl yerine
duyguyu öne çıkartmış ve duyguların içerisinde de merhamete vurgu yapmıştır.

387
Ona göre insan doğal halinde, akıl temelinde eylemde bulunan bir varlık değildir, daha
çok içgüdüleri ve duygularıyla hareket eden bir varlıktır. Zaman içerisinde insanın akli
melekeleri gelişmiştir ancak bu gelişme insanın masumiyetini kaybetmesi, doğallığını
yitirmesi ve yozlaşması pahasına olmuştur (4 p).

Bu açıdan çağının en önemli gelişmesi olarak bilimsel devrime ve bununla ilişkili olan
materyalist yaklaşıma da meydan okumuştur. Aklın ilerleme ve özgürlüğe varacağı
biçimindeki iyimser anlayışın yanlış bir yöne yöneltildiğini ifade ederken, insanın
şartlarında meydana gelen değişimin ilerleme veya gelişmeyle aynı anlama gelmeyeceği
uyarısında bulunmuştur. Hatta bu uyarısı beraberinde aklın, insanların köleleşmesine yol
açtığı yönündeki görüşünü de taşımaktadır (4 p).

Ona göre bilgisizlikten kurtulmak için harcanan boş çabaların cezası, her zaman lükse,
ahlaksızlığa ve köleliğe düşmek olmuştur. Ona göre, insan bilgilerinin kaynakları ve
amaçları da olumsuz niteliktedir. Bilimler de hırstan, kinden, dalkavukluktan, cimrilikten,
boş meraktan, insanın kendisini beğenmesinden doğmuştur (4 p).

6. Liberallere göre faşizmin ortaya çıkış nedenlerini açıklayınız (10p).


CEVAP: Faşizm, liberaller tarafından tarihsel bir sapma olarak değerlendirilir (2 p).
Demokrasinin tam olarak gelişmediği ülkelerde savaş, büyük iktisadi bunalım, ulusal
gururu inciten ağır yaptırımlar gibi olağanüstü koşulların varlığında, hükümet
bunalımlarından yararlanan bir maceraperest çete, devleti ele geçirebilir (2 p). İtalyan
faşizmi Birinci Dünya Savaşının yol açtığı bunalımdan, Alman Nasyonal Sosyalizmi 1929
Dünya İktisadi Bunalımından doğmuştur. (3 p).

Olağanüstü koşullar, otoriter ve totaliter bir rejim kurmaya yönelen siyasal harekete
kitlenin destek vermesini, en azından ses çıkarmamasını kolaylaştırabilir (2 puan).
Liberalizm faşizmi bir tür kanser veya manevi hastalık olarak görme eğilimindedir.
Olağanüstü koşullar kalktığında, faşizm de sona erecek ve demokrasiye geri dönülecektir
(1 p).

388
GENEL KAMU HUKUKU / İÖ / BÜTÜNLEME / 16’-17’

1. İbn-i Rüşd’ün devlet anlayışını açıklayınız (10 p).


CEVAP: İbn-i Rüşd, şehrin erdemli kılınabilmesi için liderliğin öneminden söz etmiştir.
Erdemler arasında en önemlisi bilgeliktir. Bu şehirde kararlar felsefe aracılığıyla alınır.
Diğer önemli erdemler ise yiğitlik, ölçülülük, adalet, birlik ve bütünlüktür. Şehrin
sakinleri, şiir ve hitabet sanatları ile ikna edilerek ya da şiddet kullanılarak erdemli hale
getirilir. (4 p).

Düşünür, erdemli şehrin liderinin özellikleri üzerinde de durmuştur. Bir çeşit filozof kral
olan lider, varlığın bilgisini elde etmeye çalışan ve onun ilk maddeden soyut hakikatini
araştıran kişidir. Lider teorik bilimleri araştırmayı amaç edinmiştir ancak, pratik
bilimlerde de derin bilgiye sahiptir. Şehir halkı, erdem ve adaletin pratikteki görünüşünü
bu liderden öğrenecektir. Böylece lider, erdemli kişilerin yetişmesini sağlayarak uygun
ortamı hazırlayacaktır. (4 p).

Anlaşıldığı gibi Platon’un görüşlerini aktaran İbn-i Rüşd, devlete ilişkin düşüncelerini
İslam felsefesine uygun bir özle ortaya koymuştur. Farabi’de karşımıza çıkan lider kültü
ve mistik bilgelik, İbn-i Rüşd’de de devam etmiştir. (2 p).

2. İbn-i Haldun’a göre devletin yıkılış nedenlerini açıklayınız (15 p).


CEVAP: Devletin yıkılmasına yol açan birinci neden; hükümdarın egemenliği tekeline
alması ve kendi soyunu yönetimden uzaklaştırması yüzünden soy dayanışmasının
zayıflamasıdır (5 p).

İkinci neden ekonomiktir Kentsel yaşam biçimini karakterize eden özelliklerden biri olan
gösterişli yaşam, zamanla mevut üretim biçimiyle sürdürülemeyerek hale gelir. Devletin
gelirleri, giderlerini karşılamaz olur. Ekonomik alandaki bu zayıflama, başta devletin
savunma gücü olmak üzere pek çok alanı olumsuz yönde etkiler (5 p).

Üçüncü neden, kentsel yaşam biçiminin devleti yönetme yeteneğini köreltmesi,


yozlaşmaya ve ahlaki çöküntüye yol açmasıdır. Gösterişli kent yaşamı, zamanla, kırsal
yaşam biçiminin bütün izlerini siler. Kırsal yaşamın azla yetinmeyi, sadeliği, esareti,
özveriyi temel alan gelenek ve görenekleri unutulur. Oysa devlet, kırsal yaşam biçiminin
unutulan bu erdemleri sayesinde kurulmuştu (5 p).

389
İbn-i Haldun’a göre, devletler yukarıda belirtilen beş dönemden geçerek yıkılır. Bu beş
dönemin toplam süresi, yaklaşık yüz yirmi yıldır. Bazı önlemler alınarak devletin
ömrünün uzatılması mümkündür. Ancak alınacak önlemler, yalnızca yıkılışı geciktirir,
önleyemez. Yüz yirmi yıllık süre geçince, askeri ve ekonomik yönden güçsüz düşen, ahlaki
çöküntüye uğrayan devlet, güçlü kır toplumları tarafından fethedilir. Bazı durumlarda,
devletin uzak yörelerdeki valileri, yönettikleri topraklar üzerinde bağımsız devlete
dönüşerek mevut devletin egemenliğini sınırlarlar veya tümüyle ortadan kaldırır. Bir
başka olasılık da, ömrünü tamamlamış devletin bir başka devletin egemenliğine
girmesidir. (2 p. bonus)

3-Antik Çağ siyasi düşüncesine egemen olan “erdem siyaseti” anlayışını açıklayınız
(15 p).
CEVAP: Antik Çağ’ın siyasi düşünesine damgasını vuran tema, erdem siyasetidir.
Bununla ifade edilmek istenen, antik düşünürlere göre insan, doğası gereği toplumsal bir
varlıktır. Fakat kendi kendine yeter bir varlık değildir. Aristoteles’in ifadesiyle bir varlığın
toplum dışında yaşayabilmesi için ya bir tanrı ya da bir canavar olması gerekir.

İnsanlar üreme gibi biyolojik sevgi, aşk gibi psikolojik etkenlerle toplum halinde
yaşamaya doğal olarak eğilimlidirler. Bu nedenle toplum, ussal (rasyonel) bir
hesaplamanın sonucunda icat edilmemiştir. Bir başka ifadeyle toplum, kurulmuş, bir
sözleşmeyle ortaya çıkmış bir varlık değildir. Toplum, doğanın (phusis) ürünüdür (5 p).

Doğada parçaları birbiriyle uyum içinde çalışan organik ve hiyerarşik bir düzen vardır.
Doğada çatışma değil uyum vardır. Toplum da doğanın bir eseri olarak uyumlu olmalıdır.
Bu noktada antiklerin devlete ve siyasete ilişkin bakışları da ortaya çıkmaktadır. Bireyi
doğal olarak toplumsal, dolayısıyla, toplumu da doğal bir varlık olarak gören antik
düşünürler siyaset felsefesine de toplum halinde yaşayan bireylerin kolektif hayatını
düzenleme, var olan toplumsal çatışmaları ortadan kaldırıp (evrende) kozmosta var olan
uyumu poliste/devlette de tesis etme görevini yüklemişlerdir.

Bu idealin yakalanabilmesi bireyin kendisi ve çevresiyle barışık ve uyum içinde olması, bir
başka anlatımla, erdemli bir hayat sürmesi ile mümkündür. Bireyin erdemli bir hayat
sürmesinin toplum açısından taşıdığı büyük önem dikkate alındığında, bireyin ahlaki
yönelimi bireyin kendi tercihlerine terk edilemeyecek denli önemli bir konu haline gelir.

390
Bu bağlamda, devletin ve siyasetin rolü, kendi başına sahip olduğu akılla doğru yaşamın
ne olduğunu bulamayıp birbiriyle çatışmaya düşen bireylerin ahlaki olgunluklarını eğitim
ve yasalar yolu ile sağlamak ve bireysel ve toplumsal düzeyde mutluluğu tesis etmektir.
Bu çerçevede antik dünyada, ahlak ve siyasetin iç içe geçmiş olduğu söylenebilir. Etik,
mutluluğa giden yolun nereden geçmekte olduğunu tespit ederken, siyaset de bu yolun
taşlarını sermekteydi. İşte antik siyaset felsefesinin ana temasını oluşturan erdem siyaseti
ile ifade edilmek istenen şey budur (10 p).

4. Hobbes, Locke ve Rousseau’nun “tabiat hali” tasvirlerini, öngördükleri siyasi


iktidar modellerindeki işlevleri bağlamında karşılaştırmalı olarak tartışınız (20 p).
CEVAP: Hobbes, Locke ve Rousseau siyasal iktidarı toplum sözleşmesi varsayımına
dayandıran düşünürlerin en bilinenleridir. Toplum sözleşmesi varsayımı beraberinde
sözleşme öncesi bir dönemi yani “tabiat hali”ni zorunlu kılar. Tıpkı toplum sözleşmesi
gibi bir varsayım olan tabiat hali tasvirleri, sonunda ulaşılmak istenen devlet modelini
belirlemede oldukça önemli roller oynamaktadır (5 p).

Hobbes tabiat halini oldukça karamsar bir şekilde tasvir eder. Ona göre bu dönemde
herkes herkesle bir savaş halindedir. İnsanlar bu olumsuz durumdan kurtulmak için
toplum sözleşmesi yaparlar ve her şeylerini yarattıkları egemene devrederler. Hobbes’un
devleti mutlak monarşiye işaret eden güçlü bir devlet modelidir (5 p).

Locke’un tabiat halinde ise insanlar oldukça mutlu ve özgürdürler. Ancak herhangi bir
kimse yargılanmayı ve cezalandırılmayı gerektiren bir davranış sergilediğinde hem yargıç
hem de cezayı tatbik eden kişi eylemden zarar gören olmaktaydı. İnsanların böylesi bir
durumda ölçülü hareket etmesi her zaman mümkün olamayacağı için mutlu tabiat hali
olumsuz bir yöne evirilebilirdi. İşte bu sebeple insanlar bir sözleşme yaptılar ve ona
sadece yargılama ve cezalandırma haklarını devrettiler. Locke’un devlet modeli daha
sınırlı bir yapıdadır. Tarihsel olarak karşılığı meşruti monarşilerdir (5 p).

Rousseau’ya göreyse tabiat halinde eşitlik, özgürlük ve mutluluk vardır. Toplumsal


olmayan insanlar tabiatın zorlamasıyla bir arada yaşamaya başlar ve kurnaz kişilerin
kandırmasıyla bugün cari olan ve olumsuzlanması gereken sözleşmeyi yaparlar. Ancak bu
sözleşmenin sonuçları insan doğasına aykırı sonuçlar doğurmuştur. Bu sebeple insanlık
yeni bir sözleşme yapmalı ve bu sözleşmeyle herkes eşit kılınmalıdır. Herkesin eşit oyuyla
ortaya çıkacak egemen asla yanılmaz bir şekilde daima toplumsal iyiliği üretecektir.

391
Yasama gibi faaliyetlerin halkın oybirliğiyle alınması gerektiğini söyleyen Rousseau’nun
ideal devlet modeli halk egemenliğine dayalı doğrudan demokrasidir (5 p).

5. 1789 Fransız Devrimi’nin anayasa düzen ve insan hakları anlayışı çerçevesindeki


sonuçlarını tartışınız (20 p).
CEVAP: 1789 devrimi her ne kadar geniş halk yığınlarının desteği ile gerçekleşmiş ise de,
tarihe burjuva devrimi olarak geçmiştir. Devrim, siyasal iktidar eski rejimin hakim
güçlerinden devralmayı hedeflemiş; devrim sonrası ortaya çıkan kamu hukuku düzeni de
bu hedef doğrultusunda oluşturulmuştur (5 p).

Devrimi izleyen süreçte üretilen anayasalarda burjuvazinin taleplerinin belirleyici olduğu,


mülkiyet hakkının ve bu hakkın korunması başta olmak üzere bu sınıfın diğer hak
taleplerini teşkil eden doğal ve medeni hakların öncelendiği görülmektedir. Ayrıca söz
konusu hakları zedeleyebilecek herhangi bir yasanın çıkartılamayacağına dair güvenceler
yer almıştır (5 p).

Burjuvazinin yeni düzenden beklentileri Fransız Ulusal Meclisi’nce kabul edilen İnsan ve
Yurttaş Hakları Bildirisi’nde somutlaşmıştır. Burjuva insan hakları anlayışı olarak
adlandırılabilecek söz konusu yaklaşım çerçevesinde mülkiyet hakkı diğer tüm hakların
temeli olarak kabul edilmiş, seçme ve seçilme hakkı mülkiyet sahipliğine bağlanmış
dolayısıyla da toplumun önemli bir bölümü siyasal alanın dışına itilmiştir. Yeterli mülk
sahibi olmayanların yanı sıra kadınların da siyasal alandan dışlanması burjuva hak
anlayışının önemli bir unsurudur (10 p).

6-“Madde 2 1. Antlaşmalar’ın Birliğe belirli bir alanda münhasır yetki vermesi


halinde, sadece Birlik yasama faaliyetinde bulunabilir ve hukuken bağlayıcı
tasarruflar kabul edebilir (…)
Madde 3 – Birlik, aşağıdaki alanlarda münhasır yetkiye sahiptir:
a) gümrük birliği,
b) iç pazarın isleyişi için gerekli olan rekabet kurallarının oluşturulması,
c) para birimi avro olan üye devletler için para politikası,
d)ortak balıkçılık politikası çerçevesinde biyolojik deniz kaynaklarının koruma
altına alınması,
e) ortak ticaret politikası.
Madde 19 – 1. Avrupa Birliği Adalet Divanı Adalet Divanı, Genel Mahkeme ve ihtisas
mahkemelerinden oluşur. Avrupa Birliği Adalet Divanı, Antlaşmalar’ın

392
yorumlanmasında ve uygulanmasında hukuka riayet edilmesini sağlar.” (Avrupa
Birliği Antlaşması ve Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma, T.C.
Başbakanlık Avrupa Birliği Genel Sekreterliği, Ankara, 2011)
Jean Bodin’in egemenlik teorisini açıklayarak alıntılanan antlaşma hükümlerini, bu
bağlamda değerlendiriniz (20 p).
CEVAP: Bodin siyasal düşünceye egemenlik kavramını kazandırarak kralların tanrısal
hakları kuramı yerine, tarihsel, felsefi ve hukuksal öğelerle egemenlik kavramını
geliştirmiş ve siyasal iktidarın kökeninin modern zemininin temellerini atmıştır. Bodin’e
göre egemenlik, “yurttaşlar üzerindeki en yüksek, en mutlak ve en sürekli güçtür; öteki
bütün erkler, öteki bütün buyurma güçleri ondan kaynaklanır.” (5 p).

Bodin’e göre egemenlik mutlak, sürekli ve bölünmez ve devredilmezdir. Egemenliğin


mutlaklığı onu sınırlayan herhangi bir gücün olmadığı anlamına gelir. Egemen
eylemlerinde ve kararlarında tam anlamıyla özgürdür ve ne uyruklar, ne bir toplumsal
katman ne kurumlar ve hatta ne de yasalar onu sınırlayabilir.

Süreklilik ise devletin, siyasi iktidarı kullanan kişi veya kurumlardan ayrı bir yapı
olduğunu nitelemektedir. Buna göre süreyle kısıtlı olan ya da geri alınabilen bir iktidar
ancak yetki olarak adlandırılabilir ve bu yetkiyi kullanana da ancak yönetici denilebilir.
Bodin’e göre egemenliğin son özelliği bölünmez ve devredilmez oluşudur. Egemen tektir
ve eğer egemenlik paylaştırılırsa karışıklıkların ortaya çıkacağını iddia etmiştir.
Egemenlik gerçekte var olabilmek için ancak belirli kişi ya da kişilerin elinde
somutlaşmak zorundadır (10 p).

Alıntıdaki hükümler çerçevesinde Avrupa Birliği üyesi bir devletin, klasik egemenliğin
kapsamı dahilinde olduğu kabul edilegelen bazı alanlarından, münhasıran Birlik lehine
bırakılacak şekilde feragat ettiği anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra Avrupa Birliği’nin
siyasal-kurumsal yapısını oluşturan andlaşmaların hukuki denetimi yetkisi Avrupa Birliği
Adalet Divanı’na verilmiştir. Bu iki olgu, Bodin’in egemenlik teorisiyle açık şekilde
uyuşmazlık gösterir. Zira Avrupa Birliği üyesi bir devletin egemenliği, mutlaklık ve
bölünmezlik-devredilmezlik unsurları bakımından Bodin’in şablonuna aykırıdır (5 p).

393
GENEL KAMU HUKUKU / ÇİFT / FİNAL/ 17’-18’

1. Aristoteles’in özel mülkiyet ile ilgili görüşlerini açıklayınız.


CEVAP: Özel mülkiyeti doğal bir kurum olarak görür. Bir şeye sahip olma duygusu doğal
bir duygudur. Kötülüğün kaynağı özel mülkiyet değil, insan doğasının kötülüğüdür.
Ekonomik eşitsizlik mülkiyeti eşitlemekle değil, insanları aşırı zenginlik peşinde
koşmayacak şekilde eğitmekle olur. Özel mülkiyet durumunda insan mülklerini korur,
daha çok çalışır, ihtiyacı olanlara bu özel mülk sayesinde yardım eder. Paylaşmak insanı
mutlu eder. (15 puan)

Mülkiyetin özel bir türü olan ortak yarar için özel mülkiyeti savunur. (Bonus 3 puan)

2. İbn Haldun’a göre bir devletin kuruluşundan yıkılışına kadar geçirdiği dönemleri
sayıp, kuruluş dönemini açıklayınız.
CEVAP:
• Kuruluş dönemi,
• Egemenliğin Kişiselleşmesi Dönemi,
• Refah ve Büyüme Dönemi,
• Duraklama Dönemi,
• Yıkılış Dönemi. (5 puan)

Kuruluş Döneminin Özellikleri:


Kır toplumlarının kendi aralarında birleşip kent toplumlarına saldırması ile başlar. (3
puan) Asabiyet, egemenliğin elde edilişiyle ortadan kalkmış değildir. Göçebe ve kırsal
yaşamın gelenekleri sürer, soy dayanışması gücünü korur. (4 puan)

Hükümdar, henüz tüm yetkileri kendinde toplayan tek karar verici değildir. Devlet,
hükümdarlığı kuran güçlerin katılımıyla yönetilir. (3 puan)

3. Bodin’e göre devletin kökenini anlatınız.


CEVAP: İnsanlar zora dayanılarak bir araya getirilmişlerdi. Ancak zamanla baba otoritesi,
bu zorun yerini alıp hukuku getirerek devleti yaratmıştır. (5 puan)

Bodin Romalılar’ın ataerkil aile anlayışlarının ürünü olan “pater familias” (aile başkanı)
kavramını canlandırmak istemektedir. (5 puan)

394
Devletin kaynağı ailedir. Bodin, devleti aileye benzetmekle, babanın aile içindeki yerini ve
rolünü devlet içinde krala vermek istemektedir. Kral da bu ailenin üyeleri (uyrukları)
üzerinde mutlak egemenliğe sahip olarak onu yöneten baba durumundadır. (7 puan)

4. Locke’un siyaset felsefesinde direnme hakkını açıklayınız.


Locke, topluluğu yasaların dışında yöneten yöneticinin artık yasaların atadığı dolayısıyla
halkın onayladığı bir kimse olmak durumundan çıktığı için, halkın kendisine itaat
görevinin kalkacağını söyleyerek, yönetilenlerin direnme hakkını, devrim hakkını tanımış
olur. (8 puan)

Yönetimin tiranca uygulamaları büyük kitlelere dokunur ve halk gerçek bir tehlike
sezerse, o zaman devrim koşulları doğar. (3 puan)

Prensin doğal hakları çiğneyip çiğnemediğine, halkla prens arasında karar verecek bir
yargıç, bir organ yoktur. Bu durumda yargıç tanrı olacaktır. Yani sonucu iç savaş
belirleyecektir. Locke savaşta tanrının zaferi haklı olana bağışlayacağını düşünür. (7
puan)

5. Montesquieu’ye göre yönetim biçimlerini açıklayıp, bunların dayandıkları


ilkeleri belirtiniz.
CEVAP: 3’e ayrılır. Cumhuriyet, despotizm, monarşi. (3 puan) Cumhuriyet, demokrasi-
aristokrasi karışımı bir yönetimdir. Bir tür meşruti monarşi düzenini amaçlar. Bu
yönetim biçiminde, kralla halk arasında aristokratlar ve komünler gibi aracı kurumlar
bulunur. Cumhuriyet uyrukların siyasi erdemine, ya da kamu ruhuna dayanır. Küçük
ülkelerde görülür. (4 puan) Monarşi, savaşçılar sınıfının onur duygusuna yaslanır.
Monarşi orta büyüklükteki ülkelerde görülür. (4 puan)

Despotluk (mutlak monarşi demek ister) monarşideki kral ile halk arasında aracı
kurumların bulunmadığı, kralın yasalara bağlı olmayan keyfi yönetimidir. Despotluk,
uyrukların korkularına ya da köle ruhlu oluşlarına dayanır. Despotluk büyük ülkelerde
görülen yönetim biçimidir. (6 puan)

6. Marksizm’in özgürlük anlayışını açıklayınız.


CEVAP: Özgürlük sadece doğuştan sahip olduğumuz haklara bağlı değildir bir mücadele
sonucunda kazanılır. (6 puan) Özgürlük siyasi, sosyal ve ekonomik yabancılaşmanın

395
aşılması ile gerçekleşir. (6 puan) Tekrar kolektif mülkiyete dönüşle (komünist düzen)
insan tamamen özgürleşecektir. (6 puan)

İnsan tarihin ilk dönemlerinde doğanın kölesiydi, bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle


doğaya karşı özgürlüğünü kazandı. Özel mülkiyetin ve sınıfların belirmesiyle insanlar
kendi sosyal koşullarının kölesi olur. İnsan, sosyal yasaları keşfettiğinde topluma karşı da
özgürlüğünü kazanacaktır. (Bonus 5 puan)

396
HUKUK BAŞLANGICI / TEK-ÇİFT / FİNAL / 14’-15’

1.
I. Yabancılık unsuru taşıması
II. Modernleşme amacı
III. İradi bir karar
Yukarıdakilerden hangisi veya hangileri resepsiyon unsurları arasında sayılabilir?
a) Yalnız I b) I ve II c) II ve III d) I ve III

2. (I) Kanunlar kural olarak yürürlüğe girdikten sonraki olaylara uygulanırlar. (II) Bu bir
hukuk genel ilkesi değildir, kanunlarda açıkça belirtilmesi halinde söz konusu olur. (III)
Bu ilkenin en önemli fonksiyonlarından biri hukuk güvenliğini sağlama düşüncesidir. (IV)
Diğer bir fonksiyonu da kazanılmış haklara saygı ilkesidir. (V) Bununla birlikte idare
hukuku alanında kazanılmış hak yoktur.
Yukarıdaki paragrafta numaralandırılmış cümlelerden hangisi veya hangileri
yanlıştır?
a) Yalnız V b) Yalnız II c) II ve V d) IV ve V

3.
I. Vakıf Kurma II. Soybağının reddi
III. Satım sözleşmesi IV. Mülkiyetin terki
Yukarıdaki hukuki işlemlerden hangisi veya hangileri kaç tanesi tek taraflı hukuki
işlemler kategorisinde yer alır?
a) I b) I ve II c) III ve IV d) II, III ve V

4. (a) “Erkek veya kadın on yedi yaşını doldurmadıkça evlenemez.” (MK m.124)
(b) “Yerleşim yeri bir kimsenin sürekli kalma niyetiyle oturduğu yerdir.” (MK m.19)
Yukarıda verilen hukuk kuralları, hukuk kurallarının çeşitlerinden hangilerine
örnek teşkil eder?
a) (a) – Emredici / (b) – Tanımlayıcı
b) (a) – Tamamlayıcı / (b) – Emredici
c) (a) – Tanımlayıcı / (b) – Yorumlayıcı
d) (a) – Yorumlayıcı / (b) – Tamamlayıcı

5. Aşağıdakilerden hangisi özel hukuk müeyyideleri arasında yer almaz?


a) Cebri icra b) Tazminat c) Para cezası d) Butlan

397
6. Kamu hakları içerisinde yer alan ve kişinin devlet tarafından aşılamayacak ve
dokunulamayacak özel alanının sınırlarını çizen haklar aşağıdakilerden hangisidir?
a) Negatif Statü Hakları b) Pozitif Statü Hakları
c) Aktif Statü Hakları d) Pasif Statü Hakları

7. Aşağıdaki hukuki işlemlerden hangisi diğerlerinden farklıdır?


a) Kira b) Şirket c) Vekalet d) Bağışlama

8. Aşağıdakilerden hangisi idare hukuku alanında başvurulabilecek davalardandır?


a) İnşai dava b) Eda davası c) Tam yargı davası d) Kamu davası

9. Aşağıdakilerden hangisi bir resepsiyon türü olarak kabul edilemez?


a) Esinlenme b) Hukukun nakli c) Uyarlama d) Kısmi resepsiyon

10. Dağda yollarını kaybedip aç kalan dağcıların rastladıkları bir kulübenin kapısını
kırıp içeriden yiyecek almaları olayında hakların korunması yolları açısından hangi
durumun var olduğu söylenebilir?
a) İhkak-ı hak b) Iztırar hali c) Meşru müdafaa d) Kuvvet kullanma

11.“A, B’ye çok değerli bir vazo bağışlamıştır.”


Bu olayla ilgili aşağıdaki hukuki işlemlerden hangisinin var olduğu söylenebilir?
a) Çok taraflı – Ölüme bağlı – Tasarruf
b) Tek taraflı – Sağlararası – Tasarruf
c) Çok taraflı – Sağlararası – Taahhüt
d) Tek taraflı – Sağlararası – Taahhüt

12. İnşaat ruhsatı verme, kamulaştırma işlemleri gibi işlemler idari işlem
türlerinden hangisinin içinde yer alır?
a) Düzenleyici idari işlemler b) Genel idari işlemler
c) İki yanlı idari işlemler d) Bireysel idari işlemler

13. Aşağıdakilerden hangisi Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında yapılan hukuk


resepsiyonunun sebeplerinden biri değildir?
a) Modernleşme isteği
b) Laiklik ilkesine dayalı hukuk sistemi oluşturma amacı

398
c) Bağımsızlığın korunması isteği
d) Batılılaşma düşüncesi

14. Hukukun bilinçli bir iradenin ürünü olmadığını, kanun koyucu tarafından
yaratılmadığını, bilakis hukukun halkın ruhundan doğduğunu savunan hukuk
kuramı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Tarihçi Hukuk Kuramı b) Tabii Hukuk Kuramı
c) Sosyolojik Hukuk Kuramı d) Hümanist Hukuk Kuramı

15. Normlar hiyerarşisine ilişkin aşağıda verilen cümlelerden hangisi yanlıştır?


a) Yönetmelikle kanuna istisna getirilemez
b) Anayasa değişikliğiyle kanuna aykırı düzenleme yapılamaz
c) Yönetmelikle kanun hükmü ilga edilemez
d) Kanunla Anayasada değişiklik yapılamaz

16. Aşağıdakilerden hangisi hukukun yardımcı kaynakları arasında yer alır?


a) Örf ve adet b) Kanun Hükmünde Kararname
c) Yargı kararları d) Tüzük

17. Resepsiyon kavramı ile ilgili aşağıdaki bilgilerden hangisi doğrudur?


a) Fransızların sömürge konumundaki Cezayir’de 1881’den itibaren cebir ve şiddet
yoluyla uyguladıkları yasalar bir resepsiyon örneği değil, expansion (sömürgecilik)
faaliyeti olarak kabul edilebilir.
b) Ülkemizdeki resepsiyon faaliyetleri Tanzimat sonrasında başlar.
c) Eskiden uygulanıp yürürlükten kalkmış hukuk kurallarının yeniden uygulanması da
bir resepsiyondur.
d) Resepsiyon iç hukuk olanakları ile hukuk kurallarının yaratımı demektir.

18. Bir kanunun, bir ülke sınırlarında bulunan yerli veya yabancı olan herkese
uygulanması hangi ilke ile ifade edilir?
a) Mülkilik ilkesi b) Şahsilik ilkesi
c) Milliyet ilkesi d) Kanunilik ilkesi

19. Aşağıdakilerden hangisi özel hukukun dallarından biri değildir?


a) Medeni Hukuk b) İcra ve İflas Hukuku
c) Vergi Hukuku d) Ticaret Hukuku

399
20. Aşağıdakilerden hangisi çete ile devlet arasındaki gerçek ayrımı ortaya koyar?
a) Devlet düzeni normatiftir; çete kuralları ise normatiflik özelliğinden yoksundur.
b) Devlet toplumsal yararlara, çete ise çete liderinin kişisel çıkarlarına hizmet eder.
c) Devlet meşruluğunu halktan alır, çete ise cebir ve şiddetten alır.
d) Her ikisi de cebire dayanır, fakat devletin uyguladığı cebir çeteninkinden daha
büyüktür.

21. “Mevcut bir hukuki ilişkiden doğarak bir hukuki ilişki kuran veya bir hukuki ilişkide
değişiklik yaratan ya da bir hukuki ilişkiyi sona erdiren tek taraflı hukuki işlemlerdir.”
Yukarıdaki tanım aşağıdaki hukuk kurumlarından hangisini ifade etmektedir?
a) Fesih b) Sözleşmeden dönme
c) Sorumluluk borç ilişkisi d) Yenilik doğuran hak

22. Aşağıdakilerden hangisi iç olanaklarla yaratılmış bir hukuk örneğidir?


a) 1926 tarihli Türk Medeni Kanunu b) 2001 tarihli Türk Medeni Kanunu
c) Kanunname-i Ticaret d) Mecelle-i Ahkam-ı Adliyye

23. Herhangi bir işlemin hukuk normu olarak geçerli olabilmesi için gerekli olan ön
koşul aşağıdakilerden hangisidir?
a) Adillik b) Etkililik
c) Geçerlilik d) Maddi varlık

24. Borçlar Kanunumuzun 343. maddesinde “Kira sözleşmelerinde kira bedelinin


belirlenmesi dışında, kiracı aleyhine değişiklik yapılamaz” hükmü yer almaktadır.
Bu hüküm hangi adalet anlayışının daha fazla yansıtmaktadır?
a) Hakkaniyet b) Dağıtıcı adalet
c) Denkleştirici adalet d) Sosyal adalet

25. (I) İtham sisteminde davaların görülmesine en etkili olan unsur taraflardır. (II)
Davalar herkese açık ve alenidir. (III) Bu sebeple de daha liberal ve özgürlükleri koruyucu
bir tarafı vardır. (IV) Bu durum maddi gerçeğin ortaya çıkmasına da büyük katkı sağlar.
(V) Yine bu sistemde kimse hakim resen dava açamadığı gibi kimse de dava açmaya
zorlanamaz.
Yukarıdaki cümlelerden hangisi veya hangileri yanlıştır?
a) II ve III b) II ve IV c) Yanız IV d) Yalnız V

400
HUKUK BAŞLANGICI / İÖ / FİNAL / 14’-15’

ÇOKTAN SEÇMELİ:
1. Aşağıdaki davranışlardan hangisi hem hukuk hem de ahlak kurallarına aykırıdır?
a) Metroda engelli bir yolcuya yer vermeyen bir genci yüksek sesle uyarmak
b) Trafik kazası sonucu yaralanan birine yardım etmemek
c) Yağmurlu bir günde yanından bir arabanın hızlıca geçmesi sonucu üstü çamurlanan
birine kahkahalarla gülmek
d) Arkadaşının verdiği bir davette hesabı ödemeyeceği için normalde yiyemeyeceği kadar
yemek için kendini zorlamak

2. A, bir davette giymesi için gömleğini B’ye ödünç vermiştir. Sözleşmenin tarafları
olan A ve B ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Taraflar birbirlerine karşı eşit konumdadır, bir tarafın ötekine üstünlüğü yoktur
b) Tarafların birinin resen icrai karar alma yetkisi vardır
c) Hukuki ilişki yalnızca taraflardan birinin irade beyanıyla kurulmuştur
d) Taraflardan biri hukuka uygunluk karinesinden yararlanmaktadır

3. TBMM, Anayasa’nın bir maddesinin değiştirilmesini 367 milletvekilinin oyuyla


kabul etmiştir. Bu aşamadan sonra cumhurbaşkanı aşağıdaki yetkilerden hangisine
sahip değildir?
a) Onaylama b) Halkoylamasına götürme
c) Meclise geri gönderme d) Veto hakkını kullanarak iptal etme

4. Yabancı bir sanatçının Türk vatandaşlığına geçirilmesine dair hazırlanan bir


kanun, kanunların genel özelliklerinin hangisiyle bağdaşmaz?
a) Genellik b) Yazılılık c) Süreklilik d) Belirlilik

5. TBMM’nin 260 milletvekiliyle toplandığı ve görüşülen bir kanunu 131


milletvekilinin oyuyla kabul ettiği varsayımında aşağıdakilerden hangisi doğru
olur?
a) Toplantı yeter sayısı sağlanamadığı için kanun kabul edilemez
b) Toplantıya katılan milletvekillerinin yarıdan bir fazlasının kabul oyu olduğu için kanun
kabul edilir
c) Kabul yeter sayısı TBMM üye tamsayısının dörtte birinin bir fazlasından az
olamayacağı için kanun kabul edilemez

401
d) TBMM üye tamsayısının en az yarısından bir fazla milletvekilinin oyu gerektiği için
kanun kabul edilemez.

6. Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnameleri ile ilgili olarak hangisi


yanlıştır?
a) Cumhurbaşkanı başkanlığındaki bakanlar kurulu tarafından çıkarılır
b) Yetki kanunu gerekmez
c) Temel hak ve hürriyetler dahil her konuda çıkarılabilir
d) Gizlilik gerektirdiği için resmi gazetede yayımlanmazlar

7. Bir babanın üniversiteye giden çocuğuna daha fazla, ilkokula giden çocuğuna ise
daha az harçlık vermesi hangi adalet türüne örnek olarak gösterilebilir?
a) Dağıtıcı adalet b) Ekonomik adalet
c) Denkleştirici adalet d) Sosyal adalet

8. Aşağıdakilerden hangisi kişinin hakkını bizzat koruması yollarından biri


değildir?
a) Meşru müdafaa b) Tazminat davası
c) Zorunluluk hali d) İhkak-ı Hak

9. Bir normun muhatabının norma yeterince uyup uymadığı, normun ihlali halinde
normu koyan otoritenin cebri vasıtalarla normun saygınlığını sağlayıp
sağlayamadığı sorunu normun hangi özelliğine işaret eder?
a) Adillik b) Bağlayıcılık
c) Geçerlilik d) Etkililik

10. Kendisine hiçbir zaman uyulmayan ve hiçbir zaman uygulanmayan bir normun
geçerliliğini yitirmesi aşağıdakilerin hangisiyle ifade edilir?
a) Etkisizlik b) Metrukiyet
c) Mülga d) Geçersizlik

11. (I). Ticaret Hukuku (II). Medeni Hukuk (III). Vergi Hukuku (IV). Milletlerarası Genel
Hukuk
Yukarıda sayılan hukuk dallarından hangisi veya hangileri özel hukuk
dallarındandır?
a) Yalnız I b) I ve II c) III ve IV d) I, II ve IV

402
12. Aşağıdakilerden hangisi Anayasa Mahkemesi’nin temel görev ve yetkileri
arasında yer alır?
a) Siyasi partilerin mali denetimini yapmak
b) Bireysel başvuruları karara bağlamak
c) TBMM İçtüzüğünü denetlemek
d) Bakanları Yüce Divan sıfatıyla yargılamak

13. (I). Anayasa Mahkemesi


(II). Askeri Yargıtay
(III). Uyuşmazlık Mahkemesi
(IV). Askeri Yüksek İdare Mahkemesi
(V). HSYK
Yukarıdakilerden kaç tanesi tek başına bir yargı kolu teşkil etmektedir?
a) 2 b) 3 c) 4 d) 5

14. Bir mahkemede görülmekte olan bir davanın karara bağlanmasının, o davada
kullanılacak hukuk normunun Anayasa’ya uygun olup olmamasına bağlı olması
halinde yapılan denetim aşağıdakilerden hangisidir?
a) Soyut norm denetimi b) İptal davası yolu
c) Bireysel başvuru yolu d) İtiraz yolu

15.Aşağıdakilerden hangisi adli yargı kolu içinde yer alan mahkemelerden değildir?
a) Tüketici Mahkemesi b) Yargıtay
c) Disiplin Mahkemesi d) Ağır Ceza Mahkemesi

16. (I). Tüzük tasarılarını incelemek


(II). Bazı durumlarda ilk derece mahkemesi olarak görev yapmak
(III). Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nca gönderilen kanun tasarıları hakkında düşüncesini
bildirmek
(IV). Temyiz incelemesi yapmak
Yukarıdakilerden hangileri Danıştay’ın görevlerindendir?
a) I, II ve IV b) II, III ve IV c) I, III ve IV d) I, II, III ve IV

17. Aşağıdakilerden hangisi normlar hiyerarşisinde diğerlerinin üstünde yer alır?


a) İçtihadı birleştirme kararları b) Tüzükler
c) Yönetmelikler d) Örf ve adet kuralları

403
18. A, beyaz eşya dükkânı olan B ile bir televizyon satışı hususunda anlaşmıştır. A
televizyonu teslim almasına rağmen satış bedelini kararlaştırılan zamanda ve
şekilde ödememişse bu durumda hangi müeyyidenin uygulanma alanı bulduğu
söylenebilir?
a) Adli para cezası b) Cebri icra c) El koyma d) İdari para cezası

19. Bir kimse evlenmesi kanunen yasak olan biriyle evlenmişse, bu evlilik hangi
müeyyideye tabidir?
a) Yokluk b) Nisbi butlan c) İptal edilebilirlik d) Mutlak Butlan

20. (I). Kira sözleşmesi (II). Tanıma (III). Vakıf kurma (IV). Dernek kararı (V). Sözleşmeyi
iptal etme
Yukarıdaki işlemlerden kaç tanesi çok taraflı hukuki işlemlere örnek olarak
gösterilebilir?
a) 2 b) 3 c) 4 d) 5

21. “Ceza kanunlarının uygulanmasında çocuk deyiminden; henüz on sekiz yaşını


doldurmamış kişi anlaşılır” şeklinde TCK’nın 6. maddesinde ifade edilen kuralın
türü aşağıdakilerden hangisidir?
a) Emredici b) Tamamlayıcı
c) Tanımlayıcı d) Yorumlayıcı

22. Aşağıdakilerden hangisi Kara Avrupası Hukuk Sisteminin özelliklerinden


değildir?
a) Adli Yargı-İdari Yargı şeklinde yargı ayrılığı vardır
b) İçtihat hukukun asıl kaynaklarındandır
c) Tedvin edilmiştir
d) Yazılıdır

23. Belli bir dönemde yaşayan fakihlerin bir sorun üzerinde aynı düşüncede
olmaları şeklinde tanımlanan İslam Hukuku kaynağı aşağıdakilerden hangisidir?
a) İçtihad b) İstihsan c) İcma d) İstishab

24. “Bir sözleşme maddesinde kullanılan sözün anlamı tartışmaya açık olmakla
birlikte bu söze hakiki veya mecazi bir anlam yüklemek mümkün ise o söze

404
yüklenebilecek olan hakiki veya mecazi anlamın yüklenmesi gerekir.” şeklinde
açıklanabilecek olan Mecelle ilkesi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Ukudda itibar makasıd ve meaniyedir; elfaz ve mebaniye değildir
b) Senede müstenid olan ihtimal ile hüccet yoktur
c) Tasrih mukabelesinde delalete itibar yoktur
d) Kelamın i’mali, ihmalinden evladır.

25. Hangisi “sıfat-ı arızada aslolan ademdir” ilkesinden çıkarılan diğer ilkelerden
değildir?
a) Beyyine hilaf-ı aslı ispat içindir (Delil, aslın aksini ispat içindir)
b) Beraet-i zimmet asıldır (Hak ve borçtan uzak olmak asıldır)
c) Sıfat-ı asliye kaide, sıfat-ı arıza ise istisnadır (Asıl olan şey kuraldır, arızi olan şey ise
istisnadır
d) Kelamda aslolan manayı hakikidir (Konuşmada esas olan şey gerçek anlamdır)

26. Bir asansöre 10 kişinin binmesi yasaklanmışsa 15 kişinin binmesinin zaten


yasak olması hangi akıl yürütme yöntemiyle varılan bir sonuçtur?
a) Kıyas b) Aksi ile kanıt
c) Büyükten küçüğe akıl yürütme d) Küçükten büyüğe akıl yürütme

27. Aşağıdaki cümlelerden hangisi normatif bir nitelik taşımaktadır?


a) İki gün boyunca sağanak yağmur yağacak
b) Telefonum kapalı şekilde masanın üzerinde duruyor
c) Kimlik olmadan sınava girilmez
d) Yarınki sınav test olacak

28. “Türk Medeni Kanununda belirtildiği üzere hakim, kanunda uygulanabilir


hüküm yoksa …… göre, bu da yoksa …… göre karar verir.” İfadesindeki boşluklara
aşağıdakilerden hangisi sırayla gelmelidir?
a) Anayasaya; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarına
b) Tüzüğe; Yönetmeliklere
c) Örf ve adet hukukuna; kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak
idiyse ona
d) Örf ve adet hukukuna; Doktrine ve mahkeme içtihatlarına

405
29. (I). Hukuk kuralları
(II). Din kuralları
(III). Ahlak kuralları
(IV). Örf ve adet kuralları
Yukarıda verilen beşeri davranış kurallarından hangileri normatiftir?
a) I-IV b) I-III-IV c) II-III-IV d) I-II-III-IV

30. Kendisine itiraz edilemeyen, bir başka mahkemede temyiz edilemeyen ve


hukuk düzeninin kendisine hukuki sonuç bağladığı karara ne denir?
a) İçtihat b) Metrukiyet c) Kesin hüküm d) Karine

31. Aşağıdaki hukuki işlem çeşitlerine ilişkin eşleştirmelerden hangisi yanlıştır?


a) Bağışlama işlemi – Tasarruf işlemi
b) Vasiyet – Ölüme bağlı hukuki işlem
c) Temsil yetkisi verme – İki taraflı hukuki işlem
d) Bağışlama işlemi – İvazsız hukuki işlem

32. Aşağıdakilerden hangisi negatif statü hakları arasında yer almaz?


a) Konut dokunulmazlığı b) Mülkiyet hakkı
c) Düşünce özgürlüğü d) Çalışma hakkı

33. Aşağıdakilerden hangisi kişinin, başkalarının şahsı üzerindeki mutlak


haklarındandır?
a) Telif hakkı b) Rehin hakkı
c) Vesayet hakkı d) Marka hakkı

34. Bir işlemi yapan makamın o işlemi değiştirmeye, ilga etmeye veya geri almaya
da yetkili olduğunu ifade eden ilke aşağıdakilerden hangisidir?
a) Türemiş yetki, asli yetkiden daha büyük olamaz ilkesi
b) Yetki ve usulde paralellik ilkesi
c) Çoğu yapmaya yetkili olan azı yapmaya da yetkilidir ilkesi
d) Devlet organlarının yetkisiz olması asıl, yetkisiz olmaları ise istisnadır ilkesi

406
35. Kanunun her yeni durumda yeniden o günün ihtiyaçlarına ve ilgili olayın somut
gerçekliğine göre yorumlanmasının hukuk güvenliğini sarsacağına ilişkin eleştiri
hangi yorum yöntemi için getirilmiştir?
a) Lafzi yorum b) Tarihsel yorum
c) Sistematik yorum d) Amaçsal yorum

36. Aşağıdakilerden hangisinin uluslararası antlaşma akdetme yetkisi


bulunmamaktadır?
a) Bakanlar kurulunca yetkilendirilen çalışma bakanı
b) Meclis başkanı
c) Dışişleri bakanı
d) Başbakan

37. Aşağıdakilerden hangisinde yer alan bir hükme dayanarak tüzük çıkarmak
mümkün değildir?
a) Kanun b) Yönetmelik
c) Kanun hükmünde kararname d) Milletlerarası antlaşma

38. Aşağıdakilerden hangisi hukukla ilgili başlıca eser tipleri arasında yer almaz?
a) Sistematik eserler b) Otobiyografiler
c) Monografiler d) Şerhler

39. Aşağıdakilerden hangisi Yüksek mahkemeler arasında yer almaz?


a) Yargıtay b) Danıştay c) Sayıştay d) Uyuşmazlık mahkemesi

40. Bir kanun ile kanun hükmünde kararname arasında çatışma varsa, bu çatışma
sayılan esaslardan hangisine göre çözülebilir?
a) Yeni tarihli olanın eski tarihliyi ilga etmesi
b) Genel nitelikli olanın özel nitelikli olanı ilga etmesi
c) Hiyerarşide altta yer alanın üstte yer alanı ilga etmesi
d) Hiyerarşide üstte yer alanın altta yer alanı ilga etmesi

41. Aşağıdakilerden hangisi aktif statü haklarında biridir?


a) Sağlık hakkı b) Konut hakkı
c) Sosyal güvenlik hakkı d) Seçme hakkı

407
42. Aşağıdakilerden hangisi devredilemeyen özel haklardandır?
a) Telif hakkı b) Soybağının reddi hakkı c) Mülkiyet hakkı d) Alacak hakkı

43. Bir kişinin borçlu ya da suçlu olması hususu hangi kaide ile ilgilidir?
a) Sıfat-ı ârızada asıl olan ademdir (yokluk)
b) Beyyine hilaf-ı aslı ispat içindir
c) Manayı hakiki müteazzir (imkânsız, çok güç) olunca mecaza gidilir
d) Kelamın İmali (anlamlandırılması) ihmalinden (yok sayılmsından) daha iyidir

44. Aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?


a) Yorum yoluyla istisna üretilemez b) Kaideler geniş yorumlanır
c) İstisnalar dar yorumlanır d) İstisnanın istisnası çok dar yorumlanır

45. Numerus clausus (tahdidi olarak tadat etmek= sınırlı sayma) ne demektir?
a) Bir kuralın sınırlarını belirlemek
b) Sayılanları örnek olarak verip kıyasa kapı açmak
c) Sayılanlardan başka bir ögeyi dışlamak
d) Sayılanları derecelendirmek ve numaralandırmak

46. Aşağıdakilerden hangisi bir yorum yöntemi değildir?


a) Lafzi yorum b) Tarihi yorum
c) Yargısal yorum d) Gai(amaçsal) yorum

47. TCK 141’e göre hırsızlık suçunun cezası 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasıdır.
Buna göre hakimin aç kaldığı için ekmek çalan birine 1 yıl, ihtiyacı olmamasına
rağmen keyif duyduğu için hırsızlık yapan birine ise 3 yıl cezaya hükmetmesi hangi
tür adalete göre karar verdiği anlamına gelir?
a) Dağıtıcı adalet b) Denkleştirici adalet
c) Hakkaniyet d) Ekonomik adalet

48. Kamu Hukuku – Özel Hukuk ayrımının ölçütü konusundaki aşağıdaki


teorilerden hangisi kuralların emredici olup olmadıklarına ilişkindir?
a) Menfaat teorisi b) Kuralların mahiyeti teorisi
c) Uygulama yöntemi teorisi d) İlişkilerin tarafları teorisi

408
49. Müeyyide bakımından, örf ve adet kurallarının çeşitlerinden en ağır olanı
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Adetler b) Alışkanlıklar
c) Örfler d) Teamüller

50. Aşağıdaki hukuk dallarından hangisi örf âdete yer vermez?


a) Ticaret Hukuku b) Medeni Hukuk
c) Ceza Hukuku d) İş Hukuku

HUKUK BAŞLANGICI / ÇİFT / BÜTÜNLEME / 14’-15’

1. Aşağıdakilerden hangisi bağlayıcı bir örf ve adet kuralının zorunlu unsurudur?


a) Eskilik ve etkililik b) Bağlayıcılık ve geçerlilik
c) Süreklilik ve genel inanç d) Eskilik ve adillik

2. I. Hukuk kuralları
II. Din kuralları
III. Ahlak kuralları
IV. Örf ve adet kuralları
Yukarıdaki beşeri davranış kurallarından kaç tanesi normatif etkiye sahiptir?
a) 1 b) 2 c) 3 d) 4

3. Hakkı ihlal edilen kişilerin, idarenin birel veya genel düzenleyici işlemlerine
karşı idare mahkemesinde açabileceği dava aşağıdakilerden hangisidir?
a) Tespit davası b) İptal davası c) Kamu davası d) Tam yargı davası

4. Aşağıdakilerden hangisi yenilik doğuran haklara bir örnek teşkil etmez?


a) Şufa (önalım) hakkı b) Sözleşmeden dönme
c) Feragat d) Boşanma

5. Herhangi bir olay ve davaya uygulanmayan, kanun aleyhinde Anayasa’da


belirtilen organların doğrudan doğruya Anayasa Mahkemesi’ne başvurması
şeklinde tanımlanan denetim şekli aşağıdakilerden hangisidir?
a) İtiraz (def’i) yolu b) Soyut norm denetimi
c) Bireysel başvuru yolu d) Somut norm denetimi

409
6. I. İdare mahkemesi
II. Vergi mahkemesi
III. Danıştay
Yukarıdaki idari yargı kolu içersinde yer alan mahkemelerden hangileri ilk derece
mahkemesi olarak görev yapabilir?
a) Yalnız I b) I ve II c) II ve III d) I, II ve III

7. “Kamu Hukuku”nun özellikleriyle ilgili aşağıda verilen cümlelerden hangisi


doğrudur?
a) Kural olarak kamu hukuku işlemlerinin hukuka uygunluk karinesi vardır
b) Kamu hukuku kuralları emredici olmakla beraber taraflar kuralların aksini
kararlaştırabilirler
c) Kamu hukuku kuralları re’sen uygulanamaz, kuralların tatbik edilebilmesi için talebe
ihtiyaç vardır
d) Kamu hukuku kuralları icrai nitelikte değildir

8. I. Tanıma – Tek taraflı hukuki işlem


II. Kira sözleşmesi – Çok taraflı hukuki işlem
III. Dernek kurma – Tek taraflı hukuki işlem
IV. Şufa hakkını kullanma – Çok taraflı hukuki işlem
Yukarıda verilen hukuki işlem eşleştirmelerinden hangisi veya hangileri yanlıştır?
a) Yalnız III b) I ve IV
c) III ve IV d) I, II ve III

9. (I) Hukuka uygun fiiller fikir açıklamaları, duygu açıklamaları ve irade açıklamaları
olmak üzere üçe ayrılır.
(II) Hukuk düzeninin kendisine hukuki sonuçlar bağladığı irade açıklamalarına hukuki
işlem denir.
(III) Hukuki işlemin unsurları ise irade açıklaması ve hukuki sonuçtur. (IV) Sarih veya
zımni olmak üzere iki şekilde yapılabilen irade açıklamaları kural olarak şekle bağlı
değildir.
Aşağıdaki şıklardan hangisinde yukarıdaki paragrafta numaralandırılmış doğru
cümlelerin tümü bulunmaktadır?
a) II ve III b) II ve IV c) I, III ve IV d) I, II, III ve IV

410
10. Türk Ceza Kanunu’nun 147. maddesinde “Hırsızlık suçunun ağır ve acil bir ihtiyacı
karşılamak için işlenmesi halinde, olayın özelliğine göre, verilecek cezada indirim
yapılabileceği gibi, ceza vermekten de vazgeçilebilir.”hükmü yer almaktadır.
Bu hüküm aşağıdaki adalet anlayışlarından hangisini daha fazla yansıtmaktadır?
a) Denkleştirici adalet b) Hakkaniyet
c) Sosyal adalet d) Dağıtıcı adalet

11. Medeni Kanunu’nun 129’uncu maddesine göre kişinin evlenmesi yasak olan
kişilerden (amca, hala, teyze, dayı gibi) birisiyle evlenmesi halinde evlilik akdi
hangi müeyyideye tabi tutulur?
a) Yokluk b) Nisbi butlan c) Mutlak butlan d) Nisbi etkisizlik

12. I. Cebri icra – Kamu hukuku müeyyidesi


II. Adli para cezası – Kamu hukuku müeyyidesi
III. El koyma – Kamu hukuku müeyyidesi
IV. Kesin hükümsüzlük – Özel hukuk müeyyidesi
V. Tazminat – Özel hukuk müeyyidesi
Yukarıda verilen müeyyide eşleştirmelerinden kaç tanesi yanlıştır?
a) 1 b) 2 c) 3 d) 4

13. Kanunların yer bakımından uygulanması kapsamındaki şahsilik ilkesi ile ilgili
aşağıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır?
a) Bir devletin vatandaşının, yabancı ülkede bulunsa bile yine vatandaşı olduğu devletin
kanunlarına tabi olduğunu gösteren ilkedir
b) Şahsilik ilkesi kamu hukukunda değil, özel hukuk alanında geçerli olabilen bir ilkedir.
c) Medeni hukukun kişiler hukuku, aile hukuku, miras hukuku alanlarında daha ziyade
şahsilik ilkesinin geçerli olduğu söylenebilir.
d) Şahsilik ilkesi sadece özel hukuk alanında geçerli olan bir ilkedir.

14. Aşağıdakilerden hangisi pozitif hukukçuların hukuk tanımında yer alan


fonksiyonlardan biri değildir?
a) Adalet b) Toplum c) Düzen d) Cebri icra

15. Aşağıdakilerden hangisi kamu hukukunun dalları arasında yer almaz?


a) İdare hukuku b) Ceza hukuku c) Ticaret hukuku d) Vergi hukuku

411
16. “Kanunun hükmünü yerine getirene ceza verilmez” (TCK 24/1) ifadesi hangi tür
hukuk kuralıdır?
a) Tamamlayıcı b) Tanımlayıcı c) Emredici d) Yorumlayıcı

17. A, sokakta tartıştığı B’ye yumruk atmak istemiş ancak B, A’nın yumruğundan
sıyrılarak A’yı yere düşürmüş ve bu düşmenin etkisiyle A’nın eli kırılmıştır. Bu
durumda hakların korunması açısından aşağıdaki durumların hangisinin var
olduğu söylenebilir?
a) Iztırar hali b) İhkak-ı hak c) Kuvvet kullanma d) Meşru müdafaa

18. İdare, bir bölge için farklı ölçeklerde imar planları hazırlamışsa bu imar
planları idari işlem türlerinin hangisine girer?
a) Genel düzenleyici işlem b) Birel işlem
c) İki yanlı idari işlem d) Hiçbiri

19. Aşağıdakilerden hangisi normlar hiyerarşisinde diğerlerinin üzerinde yer alır?


a) Kanun b) Anayasa
c) OHAL KHK’leri d) İçtihadı birleştirme kararları

20. Bir normun muhatabının o norma yeterince uyup uymadığını, ihlali halinde
normu koyan otoritenin cebri araçlarla normun saygınlığını sağlayıp sağlayamadığı
sorunu normun hangi özelliği ile ilgilidir?
a) Adillik b) Bağlayıcılık c) Geçerlilik d) Etkililik

HUKUK BAŞLANGICI / İÖ/ BÜTÜNLEME / 14’-15’

SORULAR:
1. “Hukuk düzeni tarafından öngörülen bir cebir olma”sı müeyyidenin unsurlarından
biridir. (D) – (Y)

2. Hukuk kuralları diğer sosyal davranış kurallarından normatif olmasıyla ayrılmaktadır.


(D) – (Y)

3. Anayasa hukuku, idare hukuku, ceza hukuku kamu hukuku; icra ve iflas hukuku,
ticaret hukuku, vergi hukuku ise özel hukuk içerisinde yer alır. (D) – (Y)

412
4. Belli bir ülkede ve belli bir zamanda yürürlükte olan hukuka tabii (doğal) hukuk denir.
(D) – (Y)

5. Üniversite yönetiminin bir mahkeme kararı olmaksızın bir öğrenciye disiplin cezası
verebilmesi kamu hukuku işlemlerinin icrai nitelikte olması sebebiyledir. (D) – (Y)

6. Hukuk sistemlerinden biri olan İslam Hukuku’na göre Peygamberin bir kimseyi bir iş
yaparken görüp de engellememek, bir şeyin yapıldığını duyup da ses çıkarmamak yoluyla
koymuş olduğu kurallara takriri sünnet denir. (D) – (Y)

7. Soyut norm denetimi yoluna başvurabilecekler arasında Cumhurbaşkanı, Bakanlar


Kurulu ve 110 milletvekili yer alır. (D) – (Y)

8. İnşaat ruhsatı verme, kamulaştırma işlemleri gibi işlemler düzenleyici idari işlemlere
örnek olarak gösterilebilir. (D) – (Y)

9. Anayasa Mahkemesi kural olarak parlamento kararlarının Anayasa’ya uygunluğunu


denetleyemez. (D) – (Y)

10. Kadastro Mahkemeleri idari yargı kolu içerisinde yer alan mahkemelerdendir. (D) –
(Y)

11. Yıkım, işyerinin kapatılması vb. müeyyideler idari müeyyideler kategorisinde yer
almaktadır. (D) – (Y)

12. “Yargı fonksiyonunu yürüten makam ve organdır” şeklinde yapılan tanım yargı
fonksiyonunun maddi ölçütüne (içeriksel) göre yapılan tanımdır. (D) – (Y)

13. Doktrin ve içtihat, hukukun yardımcı kaynakları arasında yer almaktadır. (D) – (Y)

14. Anglo-Sakson hukuk sisteminde kurallar büyük ölçüde yazılıdır, örf ve adet bu hukuk
sisteminde hukukun tamamlayıcı kaynağı durumundadır. (D) – (Y)

15. Sıkıyönetim ve olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamelerinin Anayasa’ya şekil


ve esas bakımından uygunluğunun denetimi Anayasa Mahkemesi tarafından yapılır. (D)
– (Y)

413
16. Kişinin devlet tarafından aşılamayacak ve dokunulamayacak özel alanının sınırlarını
çizen haklar negatif statü haklarıdır. (D) – (Y)

17. Sahiplerine mülkiyet hakkından doğan “kullanma”, “yararlanma” ve “tasarrufta


bulunma” yetkilerinin hepsini değil, bir veya ikisini tanıyan haklara irtifak hakları denir.
(D) – (Y)

18. Günümüz ceza yargısında 1 yıllık hapis cezasını gerektiren suçlara ilişkin davalara
bakmak ve bu dava dosyalarını karara bağlamak sulh ceza mahkemesinin görevi alanı
içerisindedir. (D) – (Y)

19. Hukuka uygun fiiller fikir açıklamaları, duygu açıklamaları ve irade açıklamaları
olmak üzere üçe ayrılır. (D) – (Y)

20. “A, B’ye çok değerli bir saat bağışlamıştır.” Bu örnekteki hukuki işlem sağlararasında
gerçekleştirilen, ivazsız, çok taraflı bir tasarruf işlemidir. (D) – (Y)

21. Telif hakkı, patent hakkı gibi haklar gayri maddi mallar üzerindeki mutlak
haklardandır. (D) – (Y)

22. Mutlak hak-Nisbi hak ayrımı hakların amaçlarına göre yapılmış bir ayrımdır. (D) –
(Y)

23. Medeni Kanunu’nun 129’uncu maddesine göre bir kimsenin amca, dayı, hala veya
teyzesi ile evlenmesi yasaktır. Bu nedenle bu kişilerle bir evlilik akdi yapılması halinde söz
konusu evlilik “yokluk” müeyyidesine tabidir. (D) – (Y)

24. Hakim mutlak butlanı re’sen dikkate alırken nispi butlan ancak ilgilinin talebi üzerine
dikkate alınabilir. (D) – (Y)

25. Dağda yollarını kaybedip aç kalan dağcıların rastladıkları bir kulübenin kapısını kırıp
içeriden yiyecek almaları olayında ıztırar halinin var olduğu söylenebilir. (D) – (Y)

26. Yorumlayıcı hukuk kuralları belirli bir hususun taraflarca hiç kararlaştırılmamış
olması halinde, tamamlayıcı hukuk kuralları ise bir hususun taraflarca kararlaştırılmış,
ancak buna rağmen anlamının belirsiz olduğu halde uygulanır. (D) – (Y)

414
27. Bağışlama sözleşmesi, bağışlayanın sağlararası sonuç doğurmak üzere,
malvarlığından bağışlanana karşılıksız olarak bir kazandırma yapmayı üstlendiği
sözleşmedir” ifadesi bir tamamlayıcı hukuk kuralıdır. (D) – (Y)

28. Kural olarak kanunların mülkiliği (yersellik) ilkesi kamu hukuku alanında, şahsilik
(kişisellik) ilkesi ise özel hukuk alanında geçerlidir. (D) – (Y)

29. Bir kanun, kendi içerisinde bir yürürlüğe girme tarihi barındırıyorsa o tarihte
yürürlüğe girer. Ancak böyle bir hüküm içermiyorsa resmi gazete yayımlandığı gün
yürürlüğe girer. (D) – (Y)

30. Bir kanun maddesindeki kelimenin anlamı belirsizse, tartışmaya açıksa, ancak bu
kelimeye hakiki veya mecaz olarak bir anlam yüklemek mümkünse, “Kelamın i’mali,
ihmalinden evladır” ilkesi gereği bu hakiki veya mecaz anlamın yüklenmesi gerekir. (D) –
(Y)

31. Kanunların derhal uygulanması ilkesi gereğince, bir öğrenci dört yıllık hukuk
fakültesinin ikinci sınıfında okurken, yeni bir düzenleme ile eğitim süresi beş yıla
çıkarılırsa, bu öğrenci beş yıl okumak zorundadır. (D) – (Y)

32. Kanun koyucunun kanun hükmünü koyarken izlediği amaç, kanunun


yorumlanmasında dikkate alınıyorsa lafzi yorum ilkesi uygulanmıştır. (D) – (Y)

33. Bir kanun maddesinin anlamı, bu maddenin içinde bulunduğu bağlama, diğer
maddeler karşısındaki durumuna göre tespit edilmişse sistematik yorum yöntemine
başvurulmuştur. (D) – (Y)

34. Bir kanunu yürürlükten kaldıran (ilga eden) kanun, Anayasa Mahkemesi tarafından
iptal edilirse, ilk kanun kendiliğinden tekrar yürürlüğe girer. (D) – (Y)

35. Kişinin, suçlu ya da borçlu olmaktan temiz olması, yani suç ve borcun yokluğunun
asıl olması “Beraet-i zimmet asıldır” ilkesi ile ifade edilir. (D) – (Y)

36. Yetkide ve usulde paralellik ilkesi gereği başbakanı atayan cumhurbaşkanı, istediği
zaman başbakanı görevden alma yetkisine de sahiptir. (D) – (Y)

415
37. Mutlak butlanla sakat bir hukuki işlemde zamanaşımı işlemez (D) – (Y)

38. Kıyaslanan şey (feri), kıyaslanılan şeyin (asıl) aynısı ise kıyas yapılmasına gerek
kalmaz. (D) – (Y)

39. Aynı düzeyde yer alan önceki genel kanun ile sonraki özel kanun arasında çatışma
mevcutsa önceki tarihli genel kanun yürürlükte kalır. (D) – (Y)

40. Kanun koyucu tarafından istenerek, bilinçli olarak bırakılmış boşluklar “kural dışı
boşluk” olarak ifade edilmektedir. (D) – (Y)

41. Özel hukuk müeyyideleri cebri icra, tazminat ve geçersizlik olarak 3’e ayrılır.
Geçersizlik ise “yokluk” veya “butlan” olabilir. (D) – (Y)

42. Bir asansöre 4 kişinin binmesi yasaklanmışsa 5 kişinin binmesinin de yasak olması
sonucuna, büyükten küçüğe akıl yürütme yöntemi ile varılır. (D) – (Y)

43. Bir annenin 2 yaşındaki çocuğuna ve 9 yaşındaki çocuğuna eşit miktarda yemek
vermesi dağıtıcı adalete örnektir. (D) – (Y)

44. Hâkimin haberleşmenin gizliliğini ihlal suçunda suçun ağırlığına göre bir yıldan üç
yıla kadar ceza verebilmesi adalet türlerinden sosyal adaleti sağlama amacı güder. (D) –
(Y)

45. Organlar hiyerarşisi piramidinde kurucu iktidar; yasama organı ve yürütme


organının üzerinde yer alır. (D) – (Y)

46. Normlar hiyerarşisinde Anayasa ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası
anlaşmalar aynı basamakta yer alır. (D) – (Y)

47. Yönetmelikler Danıştay incelemesinden geçtikleri için hiyerarşik olarak tüzüklerin


üstünde yer alırlar. (D) – (Y)

48. Yüksek mahkemelerin içtihatları birleştirme kararları, mahkeme kararı oldukları için,
Türk normlar hiyerarşisine dâhil değildirler. (D) – (Y)

416
49. Başbakan, bakanların hiyerarşik olarak üstünde olduğu için Başbakanlık
yönetmelikleri Bakanlık yönetmeliklerinden üstündür. (D) – (Y)

50. Önceki tarihli ve temel hak ve özgürlüklere ilişkin olmayan bir milletlerarası anlaşma
ile sonraki tarihli kanun hükmü çatışırsa milletlerarası anlaşma hükmü uygulanır. (D) –
(Y)

HUKUK BAŞLANGICI / ÇİFT / FİNAL / 15’-16’

1. Hukukun Kamu Hukuku – Özel Hukuk olarak ikiye ayrılmasında dikkate alınan
ölçütleri maddeler hâlinde sıralayınız. Bu ölçütlerden “Hukuka Uygunluk Karinesi
Ölçütü”nü anlatınız.
CEVAP:
Ölçütler:
• Çıkar ölçütü • Tek yanlılık-iki yanlılık ölçütü
• Egemenlik ölçütü • İcrailik ölçütü
• İrade ölçütü • Hukuka uygunluk karinesi ölçütü
• İlişkinin tarafları ölçütü (15 Puan).
• Re’sen uygulama ölçütü

Hukuka uygunluk karinesi ölçütü: Kamu hukukunda alanında icrai olan hukuki
işlemlerin karine olarak hukuka uygun olduğu kabul edilir. Bu uygunluğun bir anlamı
kamu hukuku alanındaki işlemlerin bir mahkeme kararı ile iptal edilene kadar geçerli
olarak kabul edilecekleridir. Özel hukuk alanında ise tarafların eşitliği söz konusu olduğu
için böyle bir karineye ihtiyaç duyulmaz (10 Puan).

2. Hukuk dışında toplumsal hayatı düzenleyen norm kategorilerini sayınız. Hukuk


ile ahlâk arasındaki ilişkiyi ve ayrımı açıklayınız.
CEVAP: Hukuk kurallarının benzerlik gösterdiği toplumsal normlar; ahlak, din, örf ve
adet, moda kuralları olarak sayılabilir (10 Puan).

Hukuk ile en yakın ilişkide olan alanlardan biri ahlaktır. Hukukun idesi ve ideali olan
adalet değerinin aynı zamanda ahlaki değerler alanında yer alıyor olması bunun en
önemli sebebidir. Dürüst yaşamak (honeste vivere) ahlak alanı içindeyken, başkasına
zarar vermeme (neminem laedere) ilkesi hukuk alanına ilişkindir.

417
İki alan arasındaki ilişkiye baktığımızda ahlakın da tıpkı hukuk gibi kişinin irade ve
fiillerine yöneldiğini ve yine ahlakın hukukta olduğu gibi zorlayıcı bir karakterinin
olduğunu ifade etmek mümkündür. İki alanın birbiri ile ilişkisini kesişen iki küme
aracılığıyla ortaya koymak gerekirse, salt ilk kümeye ait alan ahlaka özgü, salt ikinci
kümeye ait alan hukuka özgü olup aradaki kesişim kümesi ise hukuk ve ahlakın ortak
alanı olarak betimlenebilir. Bu şemayı ortaya çıkaran husus, ahlakın idesinin “salt iyi”,
hukukun idesinin ise “adalet” olmasıdır.

Değerler tablosunda adalet asgari etik olarak iyi alanı içinde yer alır ve birisine hakkı
olanı verme ile sınırlıdır. Dolayısıyla hukuk ile ahlak arasındaki asıl ayrım, idelerinin
darlığı ve genişliği üzerinden yapılır. Yine bir diğer ayrım kriteri ise ahlakın otonom,
hukukun ise heteronom olmasıdır. Heteronomi bir dış yasa koyucunun varlığını
gerektirir. Hukukta düzenleme kişinin katkısı ve katılımı ile yapılır. Heteronomi aynı
zamanda dış makama karşı sorumlu olmayı da kapsar.

Zira bir dış yasa koyucu varsa söz konusu yasaya aykırılıklarda durumu düzeltecek
sorumlu olunan bir dış makam da vardır. Heteronomi söz konusu olduğunda yaptırım da
dışsal olmak zorundadır. Ahlak alanında ise otonomi söz konusudur. Ahlakla ilgili
sınırları kişi kendi içsel onaması ile ve kendine uyarak kurar. İç yasa koyma söz konusu
olduğu için sorumluluk da kişinin kendisine karşıdır. Bundan dolayı yaptırım da içsel
olup ahlak söz konusu olduğunda bu yaptırım vicdan azabıdır (15 Puan).

3. Örf ve âdet hukukunun unsurlarını açıklayarak, Türk Medeni Kanunu


bakımından örf ve âdet hukukunun konumunu anlatınız.
CEVAP: Örf ve âdet hukukunun unsurları olarak maddi unsur, psikolojik unsur ve devlet
desteği şartı hususları dikkate alınmaktadır. Doktrinde bunlardan ilk ikisi hakkında fikir
birliği olmasına karşın üçüncü unsur olarak gündeme gelen devlet desteği şartı hakkında
tartışmalar caridir.

Maddi unsur, örf ve âdet kurallarının uzun süreden beri ve sürekli uygulanıyor oluşunu
anlatır. Belirli bir bölgede, belirli birtakım örf ve âdet kuralları başlangıçta az sayıda kişi
tarafından uygulansa dahi zamanla yayılıp süreklilik arz eden biçimde uygulana geliyorsa,
burada maddi unsurun mevcut olduğu kabul edilir. Zira burada bilinçli bir tercihle örf ve
âdet kuralının uygulanması yönünde bir eğilim oluşmuştur.

418
Örf ve âdet hukukunun ikinci unsuru olan psikolojik unsur, uzun süreden beri aynı
şekilde davranma koşuluna, bu kurala uygun davranmanın zorunlu olduğu yönünde bir
inancın eklenmesini anlatır. Dolayısıyla psikolojik unsur, kuralın uygulanması yönünde
bir zorunluluk inancını gerekli kılmaktadır.

Örf ve âdet hukukunun üçüncü unsuru üzerinde tartışmalar vardır. Örf ve âdet
hukukunun oluşması için sürekli uygulama ve bu uygulamanın zorunlu olduğuna dair
genel bir inancın olmasını yeterli görmeyen bazı hukuk bilimciler, bu iki koşula ek olarak,
mevzu hukuk düzenince bir yaptırıma bağlanmış olma koşulunu da aramaktadır. Başka
bir deyişle, örf ve âdet hukukundan bahsedebilmek için devlet hukukunca da örf ve
adetlerin tanınmış olması şartı aranmaktadır.

Bu görüşün aksi yönde görüş bildiren hukuk bilimciler ise zorunluluk inancı olarak tarif
edilen psikolojik unsurun devlet desteği şartını da kapsadığını, zira, belli bir örf ve âdet
kuralına uygun davranma inancının varlığı koşulu toplumun geneli için söz konusu
olduğunda, bu genelden ayrı düşünülemeyecek olan kanun koyucuların ve mahkemelerin
de ilke olarak aynı psikolojik unsuru sağladığı ve barındırdığını gerekçe etmektedirler (15
Puan).

Türk Medeni Kanunu açısından örf ve âdet hukukunun konumuna bakmak için, kanunun
ilk maddesinde yer alan ve kanunun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda
uygulanacağı; kanunda uygulanabilir hüküm yoksa, hâkimin, örf ve âdet hukukuna göre,
bu da yoksa kendisi vaz-ı kanun olaydı ne koyardı ise ona göre karar vereceği yönündeki
düzenleme dikkate alınmalıdır. Buradan hareketle, Kanun’un bu düzenlemesinin hâkimin
uyuşmazlığı çözüme kavuştururken önce kanuna bakması, ancak kanunda ilgili bir
hükmün olmaması halinde örf ve âdet hukuku kurallarının tıpkı kanun gibi
uygulanmasına cevaz verildiği anlaşılmaktadır. Bunun sonucu, normlar hiyerarşisi
tablosunda örf ve âdet hukukunun yerinin kanunla aynı seviyede olmasıdır (10 Puan).

4. Aşağıdaki kavramları tanımlayınız (Her şık 5’er Puan):


Geçerlilik: Bir hukuksal düzenlemenin, söz konusu düzenlemeyi objektif olarak hukuk
normu kılacak usullere, uygunluğa ve koşullara sahip olmasıdır.

Yürürlük: Objektif biçimde bir hukuk normu olarak yapılan, yani geçerli hukuksal
düzenlemenin burada kalmayıp, hukuk dünyasında etki yaratabilme potansiyeli anlamına
gelmek üzere hukuki dolaşıma girmesi ve bu dolaşımdan çıkarılmamış olmasıdır.

419
Etkinlik: Geçerli ve yürürlükteki hukuksal normun uygulanması ve böylece dış dünyada,
muhataplarının yaşamında bir değişiklik yaratmasıdır.

Prosedüral Adalet: Daha çok adil yargılanma, yargıya başvurma biçimlerindeki adalet
gibi şekli konular üzerinde duran ve yeni ayrıştırılmaya başlanan bir adalet türüdür.

Sosyal Devlet: Kişi hak ve özgürlüklerinin gerçekleşmesini sağlayan sosyal hakların


pratiğe yansımasına zemin hazırlayan, yurttaşlarının insan onuruna yaraşır yaşam
koşulları içinde yaşamaları için hizmet, dağıtım ve paylaşımı düzenleyen, sosyal hakların
gerçekleştirilmesini devlet için bir yapma borcuna çevirerek sosyal adaleti amaçlayan
devlet türüdür.

HUKUK BAŞLANGICI / İÖ / FİNAL / 18’-19’

1. Aşağıdakilerden hangisi hukukun fonksiyonlarından biri değildir?


a) Hukukun düzen sağlaması
b) Hukukun güvenlik sağlaması
c) Hukukun eşitlik sağlaması
d) Hukukun özgürlük sağlaması
e) Hukukun toplum sal yarar sağlaması

2. Aşağıdakilerden hangisi kişi varlığı alanında yer alan haklardan biridir?


a) Sözleşme yapma hakkı
b) Vasiyetname yapma hakkı
c) Sözleşmeyi iptal hakkı
d) Mülkiyet hakkı
e) Yenilik doğuran haklar

3. Bir davranış biçiminin bir toplumda sayıca çokluk tarafından benimsenmiş olması, o
davranışın ahlaken mutlaka iyi olduğu anlamına gelmez. Önemli olan, bu davranışın içsel
olarak benimsenip benimsenmediğidir. Bireyin akıl ve vicdanından oluşan iç onamasından
geçmeyen bir davranış, çoğunluk tarafından benimsense de, “iyi” demek değildir ve
bireyin, bu davranışa uymama hakkı vardır.
Bu paragraftan yola çıkarak, aşağıdaki yargılardan hangisine varılabilir?

420
a) Toplum ahlaklı değilse, toplumdaki değer yargıları reddedilebilir.
b) Toplumdaki yerleşik davranışlar, ahlaken iyi sayılamasa bile, sayıca çokluk tarafından
benimsendiği için bu davranışlara mutlaka uyulmalıdır.
c) Ahlak kurallarının iç yasa koyucusu bireyin kendisidir, bireyin akıl ve vicdanına
uygun olmayan bir davranış, toplum tarafından iyi olarak nitelendirilse bile, iyi bir
davranış olmayabilir.
d) Bireyin ahlaken iyi bir birey olması, toplumda kabul görmesine bağlıdır, bu da toplum
tarafından benimsenmiş davranış biçimlerine kesin olarak uymasıyla mümkün olur.
e) Bireyin ahlaki anlayışı, toplumun değer yargıları ile sınırlandırılmıştır, bu değer
yargılarının dışına çıkmak zordur.

4. (I). Resepsiyon, en genel anlamıyla yabancı bir hukuk normunun alınmasıdır. (II).
Kaynak ülkenin hukuk normları, benimseyen ülke tarafından toptan veya kısmen
alınabilir. (III). Yabancı hukuk normunun uyarlanarak veya esinlenerek alınması da,
yabancılık unsuru taşıdığı müddetçe, birer resepsiyon olarak kabul edilmektedir. (IV).
Aynı şekilde, benimseyen ülkenin iradesi olmaksızın, yabancı bir hukuk normunun ona
dayatılması da bir resepsiyon örneğidir. (V). Resepsiyon, daima dış hukuk olanaklarından
yararlanmak suretiyle yapılan bir kural koyma faaliyetidir.
Resepsiyon ile ilgili olarak, yukarıda numaralandırılmış cümlelerdeki yargılardan
hangisi yanlıştır?
a) I b) II c) III d) IV e) V

5. Avrupa Birliği Temel Haklar Şartının 25. maddesi şu şekildedir: “Birlik, yaşlıların
onurlu ve bağımsız bir yaşam sürdürme ve sosyal ve kültürel yaşama katılma hakkını
tanır ve bu haklara saygı gösterir”.
Bu madde ağırlıklı olarak, hangi adalet türünü göz önünde bulundurarak kaleme
alınmıştır?
a) Dağıtıcı adalet b) Sosyal adalet c) Denkleştirici adalet
d) Hakkaniyet e) Hiçbiri

6. (I). Yorum, bir hukuk kuralının anlamının saptanması için yapılan zihinsel faaliyettir.
(II). Yorum, bu faaliyeti yapan organa göre, temel olarak yasama yorumu, yürütme
yorumu ve yargı yorumu olarak üçe ayrılır. (III). Yasama yorumu yasama, yürütme ve
yargı da dahil olmak üzere tüm organları ve kişileri bağlayan bir yorumdur. (IV). Yargı
yorumu, bağımsız mahkemeler tarafından yapılır ve yalnızca o somut olay için
bağlayıcıdır; genel ve soyut nitelik taşımaz. (V). Bilimsel yorum bağlayıcı değildir, fakat

421
bir mahkeme kararında dikkate alındığı zaman dolaylı yoldan ve yalnızca o somut olay
için bağlayıcı hale gelir.

Yukarıdaki paragrafta numaralandırılmış cümlelerden hangisi yanlıştır?


a) I b) II c) III d) IV e) V

7. MK m.1/1’de yer alan “Kanun, sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda


uygulanır” hükmü, bizim hukukumuzda hangi yorum türünün esas alındığını
göstermektedir?
a) Kavramcı yorum b) Serbest yorum c) Amaca göre yorum
d) Söze göre yorum e) Yasama yorumu

8.
• MK m.166/1’e göre, evlilik birliği temelinden sarsılmış olursa eşlerden biri boşanma
davası açabilir.
• MK m.239/2’ye göre; edinilmiş mallara katılma rejiminde, katılma alacağının
derhal ödenmesi ciddi güçlükler doğuracaksa, borçlu eş erteleme talebinde
bulunabilir.
• MK m.196/1’e göre; hakim, eşlerden birinin talebi doğrultusunda ailenin geçimini
sağlamak için, her bir eşin birlik giderlerine yapması gereken katkı oranını
belirleyebilir.

(I). Her üç hüküm de aile birliğinin korunması amacını taşır.


(II). Her üç hüküm de yedek hüküm niteliğindedir, taraflar aksini kararlaştırabilirler.
(III). Her üç hükümde de hakim tarafından doldurulması gereken bir hüküm içi boşluk
vardır.
(IV). Her üç hüküm de denkleştirici adalet esasına göre kaleme alınmıştır.

Bu üç hükümle ilgili olarak, yukarıda numaralandırılmış cümlelerden hangisi veya


hangileri doğrudur?
a) III b) I c) IV d) II- III e) III- IV

9. MK m. 193 hükmü şöyledir: “Kanunda aksine hüküm bulunmadıkça, eşlerden


her biri diğeri ve üçüncü kişilerle her türlü hukuki işlemi yapabilir”.
Bu hüküm ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Normatiftir b) Yedek hükümdür c) Tamamlayıcı hükümdür

422
d) Maddi bir varlığı yoktur e) Hukuken ve fiilen etkili bir hükümdür.

10. Aşağıdakilerden hangisi, edinilmiş mallara katılma rejiminin ratio legis’i


(hükmün konuluş amacı) olarak kabul edilebilir?
a) Eşler arasında, evlilik birliği süresince var olduğu kabul edilen işbölümü ve
işbirliği ilkelerinin zorunlu bir sonucu olarak, eşlerin birbirlerinin malvarlıksal
değerlerine yaptıkları katkının bu birlik sona erdiğinde geri verilmesinin gerektiği
düşüncesi
b) Kadın erkek arasında eşitlik sağlama düşüncesi
c) Boşandıktan sonra kadının maddeten kötü duruma düşmesini engelleme düşüncesi
d) Evlilik esnasında eşler arasındaki malvarlıksal ilişkileri belirleme düşüncesi
e) Evlilik birliğinin mümkün olduğunca devamını sağlama düşüncesi

11. Aşağıdaki hükümlerden hangisi örtülü bir boşluğa örnek olabilir?


a) MK m.1024/2 gereğince, taşınmazların devrinde sebebe bağlılık ilkesi kabul edildiği
halde, taşınırlardaki durumdan hiç bahsedilmemesi
b) MK m.145/2 uyarınca, evlenme sırasında sürekli ayırt etme gücünden yoksunluğun,
mutlak butlan sebebi olarak düzenlenmiş olmasına karşılık, evlendikten sonra ayırt etme
gücünün kaybı halinde evliliğin akıbetinin ne olacağından hiç bahsedilmemesi
c) BK m.49 uyarınca, haksız fillerde ödenecek olan tazminat miktarının tayininin hakime
bırakılmış olması
d) Şekle aykırılığın, işlemi kesin hükümsüz kıldığının ileri sürülmesinin bazı
olaylarda hakkın kötüye kullanılması teşkil etmesi
e) MK m.507/2 uyarınca, ölenin cenaze masraflarının terekeden karşılanacağının
belirtilmesi, ancak terekenin bu masrafları karşılamaya yetmemesi halinde ne olacağının
belirtilmemiş olması

12. Aşağıdakilerden hangisi, bir görgü kuralının hukuk kuralı haline geldiğinin
örneğidir?
a) MK m.685 uyarınca, bir maldan elde edilen verimlerin ürün olup olmadığını
belirlemede yerel örf ve adetlere göre hareket edilmesi
b) Kamu görevlilerinin kılık kıyafet yönetmeliğine uygun olarak işe gelme ve
çalışma zorunlulukları
c) Yaralı veya hasta olan bir kişiye yardım etmeyenlerin Türk Ceza kanunu hükümleri
uyarınca cezalandırılması

423
d) Yardım edilmediğinde yoksulluğa düşecek olan alt soy-üst soy ve kardeşlere, MK
m.364 uyarınca ödenmesi gereken nafaka yükümlülüğü
e) Ahlaka aykırı bir sözleşmenin BK m. 27 uyarınca kesin hükümsüzlük yaptırımına tabi
olması

13. Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme hakkında, aşağıdaki


eşleştirmelerden hangisi doğru olarak kabul edilebilir?
a) Pozitif hukuk – ulusalüstü hukuk
b) Pozitif hukuk – iç hukuk
c) Yazılı hukuk – ulusal hukuk
d) Yürürlükteki hukuk – Uluslararası hukuk
e) İç hukuk – uluslararası hukuk

14. Aşağıdakilerden hangisi kanunların geçmişe yürütülemeyeceği ilkesinin bir


istisnasını teşkil eder?
a) Ceza kanunlarının sanığın lehine o larakgeçm işe yürütülebilmesi
b) Kazanılmış hakkın korunması ilkesi
c) Sosyal adalet anlayışına bağlı olarak zayıfın korunması ilkesi
d) Temel hak ve özgürlüklerin korunması ilkesi
e) Kanun boşluklarının doldurulmasında, geçmiş kanun hükümlerinden kıyas yoluyla
yararlanılması

15. Aşağıdaki objektif ahlaki değerlerin hangisinde hukuk ile ahlakın örtüştüğü
söylenemez?
a) Dürüstlük b) Adalet c) Kimseye zarar vermeme
d) Ahde vefa e) Bakıma muhtaç yakınların tüm üne yardım etme

16. Aşağıdakilerden hangisi kesin hükümsüzlük yaptırımının nedenlerinden biri


değildir?
a) Kanunun emredici ilkelerine aykırılık b) Ahlaka aykırılık
c) İspat şekline aykırılık d) Kişilik haklarına aykırılık
e) Kamu düzenine aykırılık

424
17. Bazı hukuki durum ya da ilişkilerde, henüz güncel bir hakkın varlığından
bahsedilemeyeceği için tam bir haktan da söz edilemez. Bu gibi durumlarda bir
beklenen haktan söz edilebilir. Buna en iyi örnek aşağıdakilerden hangisidir?
a) Şarta bağlı borçlar
b) Yenilik doğuran haklar
c) Tabii (eksik) borçlar
d) Ahlaka aykırı sözleşmelerden doğan borçlar
e) Sebepsiz zenginleşmeden doğan borçlar

18-Örtülü boşluk açık boşluk gibi değildir, zira örtülü boşlukta, somut olaya uygulanacak
bir kural vardır. Bu nedenle örtülü boşluk olayı ile karşılaşan hakimin, önce görünüşte
uygulanabilir durumda bulunan bu kuralı bertaraf etmesi gerekir. Bu da, söz konusu
kuralın sözünün ve amacının birbiriyle çeliştiğinin ya da bu kuralın, başka bir kural ile
çeliştiğinin ya da bu kuralın uygulanmasının hakkın kötüye kullanılması teşkil ettiğinin
ortaya konmasını gerektirir. Bu gerekçelerden biri varsa hakim, söz konusu kuralın
uygulanamayacağını söyleyerek önce örtülü boşluğu açık boşluğa dönüştürür, daha sonra
da boşluğu doldurur. Hakim bu boşluğu doldururken; ..........................
Bu paragraf aşağıdaki cümlelerin hangisiyle en uygun şekilde tamamlanabilir?
a) MK m.1’e göre hareket etmeli, önce örf ve adete bakmalı, örf ve adet hukukunda
bir hüküm yoksa, kanun koyucu gibi davranarak kendisi bir hüküm sevk etmelidir.
b) Kanunda bir boşluk olduğunu belirterek yasama organına başvurmalıdır.
c) Uygulanacak bir hükmün bulunmadığı gerekçesiyle somut olayı karara bağlamaktan
kaçınmalıdır.
d) MK m.4’e göre, durumun gereklerine ve haklı sebeplere dayanarak, hukuka ve
hakkaniyete göre karar vermelidir.
e) İlk etapta, mahkeme kararlarından ve doktrinden yararlanmalıdır.

19. Aşağıdakilerden hangisi sadece idare hukuku alanına özgü bir dava türüdür?
a) İptal davası b) İfa davası c) Tespit davası
d) Kamu davası e) Tam yargı davası

425
20. BK m.115/son uyarınca, uzmanlığı gerektiren bir meslek ya da sanat icra eden
kişilerin hafif kusurlarından sorumlu olmayacaklarına dair önceden yapılan
anlaşmaların geçersiz olduğu kabul edilmiştir. Bu durumda, ağır kusurlarından
sorumlu olmayacaklarına dair anlaşmaların da geçersiz olduğu hangi yorum
ilkesine dayandırılarak söylenebilir?
a) Kıyas b) A fortiori (evleviyet)
c) Düz anlam d) Zıt anlam (mefhum u muhalif)
e) Kanun gereği atıf

21. Aşağıdakilerden hangisi Anglo-Sakson hukuk sisteminin Kara Avrupası


hukuk sistemi ile aralarındaki farklılıklardan biri olarak kabul edilemez?
a) Kara Avrupası hukuk düzeninde kamu hukuku özel hukuk ayrımı olduğu halde, Anglo-
Sakson hukuk sisteminde bu ayrım yoktur.
b) Anglo-Sakson hukuk sistemi kodifiye edilmemiştir (kanunlaştırılmamıştır), içtihatlar
hukuku şeklinde gelişmiştir; Kara Avrupa hukuk sistemi ise yazılı hale getirilmiş hukuk
kurallarına dayanır.
c) Anglo-Sakson hukuk sisteminde örf ve adet hukukundan yararlanılırken, Kara
Avrupa’sı hukuk düzeninde örf ve adet hukukunun yeri yoktur.
d) Kara Avrupa’sı hukuk düzeninde hakimin takdir yetkisi, ancak kanunda öngörülen
hallerde sınırlı bir ölçüdeyken, Anglo-Sakson hukuk sisteminde hakim daha serbesttir.
e) Kara Avrupa’sı hukuk düzeninde yargı ayrılığı esastır, Anglo-Sakson hukuk sisteminde
ise yargı birliği esası geçerlidir.

22. Hukuk devleti ile kanun devleti birbirinden farklı kavramlardır, birbiri ile
karıştırılmamalıdır. Kanun düzeyinde normları olan her devlet kanun devletidir. Fakat
hukuk devleti olmak için kanunların varlığı yetmez, kanunların adil olması da gerekir.
Aynı şekilde, hukuk devleti ile hukuklu devlet de birbirinden farklı kavramlardır,
karıştırılmamalıdır. Bir hukuk düzenine sahip olan devlet hukuklu devlettir. Fakat hukuk
devleti olmak için sadece kanunların adil olması yetmez, her durumda ve her şart altında
hukuk kuralları üstün tutulmalıdır.
Bu paragrafın yazarına göre, hukuk devleti olmak için aşağıdakilerden hangisi
olmazsa olmaz şart olarak kabul edilebilir?
a) Siyasi erk de dahil olmak üzere, herkesin tüm eylem ve işlemleri, hiçbir ayrım
yapılmaksızın yargı denetimine tabi olmalı, hiç kimse hukukun üstünde kabul
edilmemelidir.
b) Hukuk, görevini yapmadığında siyasi erk harekete geçip hukuka müdahale etmelidir.

426
c) Hukuk normları ihlal edildiğinde, ihlal edene karşı uygulanacak yaptırımlar ağır olmalı
ve süratle uygulanmalıdır.
d) Hukuk normları yazılı olarak kaleme alınmış olmalıdır.
e) İç ya da dış güvenlik gerekçesiyle siyasi iktidar, hukuk normlarını zaman zaman askıya
alabilmelidir.

23. Aşağıdakilerden hangisi bir yaptırım türü olarak kabul edilemez?


a) Yokluk b) Kesin hükümsüzlük c) Sözleşmeden dönme
d) İptal e) Para cezası

24. MK m.4’te hakime takdir yetkisi verilmesi ile ilgili olarak, aşağıdaki
yargılardan hangisine varılamaz?
a) Bu hüküm kanıtlamaktadır ki hakkaniyet, yasalarımızda yer verilen bir adalet türüdür.
b) Hakimin takdir yetkisi, doğal hukukun etkisi altındaki hukuk düzenlerinde daha fazla
olacaktır.
c) Hakim, takdir yetkisini kullanarak hüküm içi boşlukları doldurur.
d) Bizim hukukumuzda hakim, takdir yetkisini, ancak kanunun öngördüğü hallerde
kullanabilir.
e) Hakim, takdir yetkisi sayesinde, hakkında hüküm bulunmayan meselelerde
kanun koyucu gibi davranarak hukuk yaratır.

25. Büyük İskender, bir gün yakaladığı bir korsana, denizde niçin haydutluk yaptığını
sormuştur. Korsanın cevabı, “Ya sen! niçin bütün dünyayı eline geçiriyorsun? Ben bu işi
küçük bir gemiyle yaptığım için bana haydut deniyor, sen aynı işi büyük bir filoyla
yapınca sana imparator deniyor” olmuştur.
Korsanın Büyük İskender’e verdiği cevap, aşağıdaki yorumlardan hangisini
destekler niteliktedir?
a) Uygulanan cebrin büyüklüğü, bu cebrin meşru olduğunu göstermez; bu nedenle
hukuk, adalete dayalı bir cebir uygulamadıkça meşru olamaz.
b) Cebir büyük olduğu zaman etki alanı da genişler, bu durumda hukuk daima geniş bir
alana hitap eder.
c) Hukuk kurallarının yaptırımı daha güçlü ve etkilidir, çete (haydut) kuralları ise aynı
güce ve etkiye sahip değildir.
d) Çete kuralları kalıcı değildir, hukuk kuralları ise kalıcıdır.

427
e) Çete kuralı ile hukuk kuralı arasındaki fark, cebri uygulayacak kişidedir; cebir
devlet tarafından uygulanıyorsa hukuk kuralı, birey tarafından uygulanıyorsa çete kuralı
olur.

HUKUK BAŞLANGICI / İÖ / BÜTÜNLEME / 18’-19’

1. Hukuk devleti ile hukuklu devleti birbirine karıştırmayalım. Hukuklu devlet, bir hukuk
düzenine sahip olan devlet demektir, yasal düzenlemelere sahip olan her devlet hukuklu
devlettir. Hukuk devleti ise, hukukun üstünlüğünün kabul edildiği devlet demektir.
Bundan kasıt, herkesin yargı denetimi altında olmasıdır. Belli bir kişi, zümre veya
topluluk ayrımı gözetilmeksizin herkes, yaptığı eylem ve işlemlerinden dolayı hukuk
önünde hesap verecektir; hiç kimse hiçbir gerekçeyle yargı denetimi dışında bırakılamaz.
Buna siyasi iktidar da dahildir. Hatta siyasi iktidar halk tarafından seçilmiş olsa bile
sonuç değişmez. Bu nedenle siyasi iktidar, kendi iradesine göre değil, hukukun belirlediği
temel ilkelere ve evrensel değerlere göre ülkeyi yönetmek zorundadır. Siyasi iktidarlar
gider, hukukun belirlediği temel ilke ve evrensel değerler kalır.

Bu paragrafın yazarına göre, aşağıdaki durumların hangisinde bir hukuk devletinin


varlığından söz edilemez?
a) Siyasi iktidarın kanun hükmünde kararname ve benzeri düzenleyici işlemlerinin
anayasal yargı denetimi dışında tutulması
b) Medeni Kanun, Ceza Kanunu gibi temel kanunların halk oylamasına sunulmaksızın
kabul edilmiş olması
c) Hukukun temel ilkelerinin, halk tarafından seçilmiş siyasi organların yetkilerini dahi
sınırlandırabilecek olması
d) Temel hak ve özgürlüklerin korunmasının güvencesi olan bağımsız yargı organlarının
oluşturulmasında siyasi iktidara söz hakkı verilmemesi
e) Yargı organlarının kararlarının da yine yargı denetimine tabi olması

2. Yürürlükte bulunan 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunumuz ile ilgili olarak
aşağıdaki nitelendirmelerden hangisi yapılabilir?
a) İç hukuk – Yazılı hukuk – Özel hukuk
b) İç hukuk – Doğal Hukuk – Özel hukuk
c) Pozitif hukuk – Doğal hukuk – Özel hukuk
d) Özel hukuk – Dış hukuk – Pozitif hukuk

428
e) Pozitif hukuk – Dış hukuk – Yazılı hukuk

3. Aşağıdakilerden hangisi hukuki işlemlerin geçersizliği halinde söz konusu


olabilecek yaptırımlardan biri değildir?
a) Yokluk b) Kesin hükümsüzlük c) İptal
d) Manevi tazminat e) Kısmi hükümsüzlük

4. Aşağıdakilerden hangisi yenilik doğuran haklardan biri olarak kabul edilemez?


a) Sözleşmeden dönme hakkı
b) Sözleşmeyi iptal hakkı
c) Seçimlik borçlarda edimi seçme yetkisi
d) Nişanlanma sonrası evlenme hakkı
e) Evliliğin butlanını isteme hakkı

5. BK m.90’da yer alan, “ifa zamanı taraflarca kararlaştırılmadıkça veya hukuki


ilişkinin özelliğinden anlaşılmadıkça her borç, doğumu anında muaccel olur”
hükmünün nitelendirilmesi ile ilgili olarak aşağıdaki yargılardan hangisine
varılamaz?
a) Borcun talep edilebilir olma anını belirlemekte olan bir hükümdür.
b) Maddede bahsedilen, ifa zamanının taraflarca kararlaştırıldığı borç, vadeye bağlanmış
borç demektir.
c) Bu hüküm, emredici olmayıp yedek hüküm (tamamlayıcı) niteliğinde bir hükümdür.
d) Bu hüküm, zamanaşımının alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlayacağını belirten
BK m.149/1 hükmünün tamamlayıcısı niteliğindedir.
e) Talep edilebilirliği belirlemede hukuki ilişkinin özelliğinin dikkate alınması,
yerel örf ve adetlerin dikkate alınması anlamına gelir.

6. Aşağıdakilerden hangisi hukuk normunun etkili olmasının önündeki engellerden


biri olarak kabul edilemez?
a) Hukuk normunun geçerlilik şartlarını taşımaması
b) Hukuk normunun yürürlüğe girdikten belli bir süre sonra uygulanacak olması
c) Hukuk normunun sık sık değişmesi
d) Hukuk normunun belirsiz, anlaşılmaz veya çelişkili olması
e) Hukuk normu ihlal edildiğinde derhal bir yaptırım uygulanmaması

429
7. Hukuk kuralları, örf ve adetleri kaynak olarak kullanabilir ve böylelikle örf ve
adetler, hukukun bir kaynağı haline getirilebilir. Aşağıdakilerden hangisi bu
duruma örnek olarak verilemez?
a) Roma’nın On İki Levha Kanunlarının örf ve adetlerin derlenmesi yoluyla oluşturulmuş
olması
b) Türk Medeni Kanununun m. 1 /f. 2 hükmünde, hakkında hüküm bulunmayan
meselelerde örf ve adete yollama yapması
c) MK m.684 uyarınca, bir eşyanın bütünleyici parçasını tespit ederken yerel ve örf ve
adetlere yollama yapılması
d) Bir hukuki kavramın açıklanmasında doktrin tarafından örf ve adet
kurallarından yararlanılması
e) İlk çağ toplumlarının örf ve adet hukukuna göre yaşaması

8. Rüşvetin yaygın olduğu ve adeta bir yönetim biçimine dönüştüğü bir toplumda,
rüşvete başvurmaksızın işlerini yürüten bir kimsenin davranışı, aşağıdaki
yargılardan hangisini en fazla destekler?
a) Toplumun geneline yayılmış olan bir davranış, toplumun yaşantısını da düzenler.
b) Toplumun değer yargılarına göre iyi olan bir davranış, ahlaken de iyi demektir.
c) Bir toplumun çoğunluğu rüşvete başvuruyorsa, o toplum ahlaksız olarak
nitelendirilebilir.
d) Bireyin davranışları, sadece toplumun değer yargılarına göre şekillenebilir.
e) Ahlak kuralları iç yasa koyucunun ürünüdür, toplumun değer yargılarına
rağmen her birey kendi ahlaki seçişine göre davranabilir.

9. Aşağıdakilerden hangisi pozitif hukuk ile doğal hukuk arasındaki farklardan biri
değildir?
a) Pozitif hukuk; yürürlükte bulunan kanun, tüzük, yönetmelik gibi tüm mevzuatı hukuk
olarak kabul eder; doğal hukuka göre ise, hukuk kuralının maddi bir materyalinin
olmasına gerek yoktur.
b) Pozitif hukuk; hukuk kurallarının belli bir zamanda ve belli bir toplumda yürürlükte
olacağını kabul eder; doğal hukuk, tüm toplumlar ve zamanlar için genel geçer nitelikte
ilkelerin varlığını savunur.
c) Pozitif hukuka göre hukuk kuralları yazılı olmalıdır, yazılı olmayan bir kuraldan hukuk
kuralı olarak bahsedilemez; doğal hukuka göre ise, hukuk kuralının yazılı olmasına gerek
yoktur, insanın doğası gereği var olan ilkelerdir

430
d) Pozitif hukuk; hukuku, belli bir zaman ve belli bir toplumda yürürlükte bulunan yazılı
normlar bütünü olarak tanımlar; doğal hukuk ise, hukuku adalete yönelmiş toplumsal
yaşama düzeni olarak tanımlar.
e) Pozitif hukuk ile doğal hukuk çeliştiği zaman, pozitif hukuk ancak doğal
hukukun içeriğine uygun olduğu ölçüde yürürlükte kalabilir.

10. Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı 23. maddede: “Erkekler ve kadınlar arasında eşitlik;
istihdam, çalışma ve ücret dahil olmak üzere bütün alanlarda sağlanmalıdır. Eşitlik ilkesi,
yeterli şekilde temsil edilmeyen cinsin lehine belirli avantajlar sağlanmasını öngören
önlemlerin sürdürülmesi veya benimsenmesini engellemez” denilmektedir.
Bu maddedeki ifadeden, AB Temel Haklar Şartında kadın erkek eşitliğinin
sağlanmasında hangi adalet anlayışının ağır bastığı söylenebilir?
a) Sosyal adalet b) Dağıtıcı adalet c) Denkleştirici adalet
d) Hakkaniyet e) Hepsi

11. Aşağıdakilerden hangisi çete kuralları ile hukuk kuralları arasındaki farkı en iyi
şekilde ortaya koyar?
a) Çete meşru değildir, hukuk meşrudur.
b) Çetenin yaptırım gücü yoktur, hukuk maddi bir cebir uygular.
c) Çetenin kanunları yoktur, hukuk kanunlara dayalıdır.
d) Çete kuralının kanun koyucusu yoktur, hukuk kuralı bir kanun koyucunun iradesinin
ürünüdür.
e) Çete kuralları çete liderinin ya da belli bir grubun çıkarlarını korumaya
yönelmiştir, hukuk kuralları adalete yönelmiştir.

12. Aşağıdakilerden hangisi maddi varlığı bulunmayan bir hukuk normuna


örnektir?
a) MK m.685 uyarınca ürün kavramının belirlenmesinde dikkate alınması istenen
yerel örf ve adetler
b) MK m. 2 uyarınca dürüstlük ilkesi
c) Anayasa uyarınca yaşam hakkı ve işkence yasağı
d) Akdedilen bir uluslararası anlaşma normları
e) Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulanma Şekli Hakkındaki Kanun m. 1
uyarınca kanunların geçmişe yürümezliği ilkesi

431
13. Türk Medeni Kanunu m. 4 uyarınca hakime verilen takdir yetkisi ile ilgili olarak
aşağıdakilerden hangisi söylenemez?
a) Hakime takdir yetkisi verilmesi, hakkaniyetin hukukumuzda benimsenmiş bir adalet
türü olduğunu gösterir.
b) Hakim, takdir yetkisi sayesinde, hakkında hüküm bulunmayan meselelerde
kanun koyucu gibi davranarak hukuk yaratır.
c) Pozitif hukuk düzenlerinde, hakimin takdir yetkisi sınırlı olup ancak kanunun
öngördüğü hallerde kullanılabilir.
d) TMK m.4, hakime takdir yetkisi veren genel bir hükümdür, ancak özel hükümlerde de
hakime takdir yetkisi verilmiş olabilir.
e) Hakim takdir yetkisini kullanarak hüküm içi boşlukları doldurur.

14. Aşağıdakilerden hangisi sosyal adalet ilkesinin etkisi altında kaleme alınmış
normlardan birisi olabilir?
a) MK m.347/1 uyarınca; bedensel veya zihinsel gelişimi tehlikede bulunan veya
manen terk edilmiş bir çocuğun hakim kararı ile koruyucu aile yanına
yerleştirilmesi
b) MK m.364 uyarınca; herkesin, yardım edilmediği takdirde yoksulluğa düşecek üst soy,
alt soy ve kardeşlerine nafaka ödemek zorunda olması
c) Aile hukukundan doğan uyuşmazlıkların çözümü için aile mahkemelerinin ihdas
edilmiş olması
d) Ceza kanunları uyarınca; sanığın son savunması alınmadan, hakkında mahkumiyet
kararı verilememesi
e) BK m. 138 uyarınca; sözleşmenin ifasının borçlu için aşırı güçlük teşkil ettiği
durumlarda, sözleşme şartlarında borçlu lehine uyarlamaya gidilmesi

15. Aşağıdakilerden hangisi bir resepsiyon türü olarak kabul edilebilir?


a) Hukuk kurallarının nakli
b) Eski hukukun canlandırılması
c) Uyarlama
d) Expansiyon (sömürgeci anlayışla hukuk normlarını dayatma)
e) Hukuk kurallarının birleştirilmesi

16. İnsan denince her istediğini yapmak ve bu konuda tam bir serbestiye sahip olmak
isteyen bir varlıkla karşı karşıyayız. İnsan, sınırsız özgür olmak ister. Buna doğal
özgürlükler alanı denir. Fakat doğal özgürlük alanında insanlar arasında zorunlu olarak

432
bir güç mücadelesi de başlar ve bu durum bir kaos yaratır. Doğal özgürlük alanı
sınırlandırılmalıdır ki hukuksal özgürlük alanı da yaratılabilsin. O halde hukuk,
insanların hak ve özgürlük alanını belli bir ölçüde sınırlandırarak, aslında insanlara hak
ve özgürlük sağlamış olur.
Bu paragraftaki gibi düşünen bir kimse, aşağıdaki savlardan hangisini
desteklemez?
a) İnsanlara hak ve özgürlük sağlamak isteyen hukuk, insanların hak ve özgürlük alanını
sınırlandırarak aslında bir çelişki içine de düşmektedir.
b) İnsanların doğal özgürlük alanının sınırlandırılması bir zorunluluk olsa da, aslında
insanın doğasına terstir.
c) Bütün insanlar temel hak ve özgürlüklere sahip olmada eşit olmalıdırlar.
d) Hukuk, herkesin sınırsız olan doğal özgürlük alanını asgari bir düzeye çekerek ortak
özgürlük alanı yaratır.
e) Sınırsız hak ve özgürlük isteyen kaos yaratıcı insan karşısında, hukuk hak ve
özgürlük sağlamada yetersiz kalır.

17. Aşağıdakilerden hangisi hukukun fonksiyonlarından biri değildir?


a) Hukukun düzen sağlaması
b) Hukukun güvenlik sağlaması
c) Hukukun eşitlik sağlaması
d) Hukukun toplumsal yarar sağlaması
e) Hukukun özgürlük sağlaması

18. Hukuk kurallarının meşruluğunu sağlayan değer aşağıdaki seçeneklerden


hangisinde doğru olarak verilmiştir?
a) Hukukun idesi olan adalet
b) Hukukun yaptırımı olan devlet eliyle kullanılan cebir
c) Temel hak ve özgürlüklere saygı
d) Normatiflik
e) Toplumsal yaşamı düzenleme

19. Aşağıdakilerden hangisi eşya üzerinde doğrudan doğruya hakimiyet sağlayan


haklardan biri olarak kabul edilemez?
a) İntifa hakkı b) Oturma hakkı c) Geçit irtifakı
d) Rehin hakkı e) Fikri hak

433
20. Yargısal yorum ile ilgili olarak aşağıdaki yargılardan hangisi yanlıştır?
a) Yargısal yorumu yapmaya yetkili olan organ mahkemelerdir.
b) Yargısal yorum, sadece o somut olay için bağlayıcı olup genel ve soyut nitelikte değildir
c) Yargısal yorum tüm yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayacak güçte bir
yorumdur.
d) Hakim, yargısal yorum yaparken keyfi davranamaz, bilimsel ve mantıki esaslara dayalı
yorum ilkelerini işleterek bir sonuca varmak zorundadır.
e) İçtihadı Birleştirme Kararları, karar kapsamına giren tüm somut olayları bağlayıcı
niteliktedir, aksine yorum yapılamaz.

21. Menfaat teorisyenlerine göre hak, hukuken korunan bir menfaattir. Aşağıdaki
düzenlemelerden hangisi bu tanıma uymaz?
a) Başkasının menfaatine olarak vekaletsiz iş gören bir kimsenin, iş sahibin den
ücret talep etmesi
b) Ayırt etme gücünden yoksun olanların, yaptıkları hukuki işlemlerin sonuçlarından
sorumlu tutulmamaları
c) Mirasbırakanın, vasiyetnamesinde mirasçılarından kendi adını taşıyan bir kütüphane
kurmalarını istemesi
d) Borçlu olmadığı bir şeyi ödeyen bir kimsenin, ödediği şeyi sebepsiz zenginleşme davası
ile geri isteyebilmesi
e) Borçlunun kişisel niteliklerinin önemli olduğu işlerde, alacaklının borçludan şahsen ifa
talep edebilmesi

22. Aşağıdakilerden hangisi kanunların geçmişe yürütülebileceği kuralının bir


istisnasını teşkil eder?
a) Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulanma Şekli Kanun m. 10 uyarınca,
edinilmiş mallara katılma rejiminin eşler tarafından evlenme tarihine kadar
geçmişe yürütülebilmesi
b) Sözleşmeden dönme hakkının kullanılması ile mevcut sözleşmenin baştan itibaren
ortadan kalkması
c) Yanılma halinde, BK m.39 uyarınca kullanılan iptal hakkının geçmişe etkili olması
d) Babanın evlilik dışı çocuğunu tanıması ile, çocuğun doğduğu andan itibaren babasına
soybağı ile bağlanması
e) Ölüme bağlı tasarrufun iptaline dair mahkemece verilen kararın geçmişe etkili olması

434
23. Aşağıdakilerden hangisi moda kuralları ile örf ve adet kuralları arasındaki asıl
farkı ortaya koyar?
a) Örf ve adet uzun süre tekrarlanır – moda geçicidir.
b) Örf ve adet akla dayalıdır – moda alışkanlıkların ürünüdür.
c) Örf ve adet toplumsal yaşamı düzenler – moda bireyin davranışını düzenler
d) Örf ve adetlerin yaptırımı ayıplanma, kınanma ve dışlanmadır – modanın bir yaptırımı
yoktur
e) Örf ve adet genel nitelik taşır, tüm topluma yaygındır – moda bireye özeldir

24. MK m. 15 hükmü şöyledir: “Kanunda gösterilen ayrık durumlar saklı kalmak üzere,
ayırt etme gücü bulunmayan kimsenin fiilleri hukuki sonuç doğurmaz”.
Buna göre;
(I) Ayırt etme gücünden yoksun olan kişi, kendisini borç altına sokacak hiçbir hukuki
işleme taraf olamaz; ancak kanuni temsilcisi bu işlemleri onun adına yapabilir. (II) Ayırt
etme gücünden yoksun olan kişi, kural olarak haksız fiillerinden de sorumlu olmayacaktır.
(III) Ayırt etme gücünden yoksun olan kişi, kişilik işlemlerini de yapamayacaktır;
sözgelimi nişanlanamayacak, evlenemeyecek ve ölüme bağlı tasarrufta bulunamayacaktır;
aynı şekilde, mesela boşanma gibi kişiye bağlı hakları da kullanamayacaktır. (IV) Ayırt
etme gücünden yoksun olan kişinin tüm bu kişilik hakları, kendisi tarafından olduğu
kadar kanuni temsilcisi tarafından da kullanılamayacaktır, kişiye bağlılığın gereği budur.
(V) Buna göre; evlendikten sonra ayırt etme gücünü kaybeden bir kimse, boşanma hakkını
kendisi kullanamayacağı gibi kanuni temsilcisi de bu hakkı onun adına
kullanamayacaktır; hatta ayırt etme gücünden yoksun olan bu kişi, eşinden kötü muamele
görse bile sonuç değişmeyecektir.

MK m. 15’in yorumu ile ilgili yukarıdaki cümlelerden hangisi, hükmün konuluş


amacına (ratio legis) aykırı bir yorumdur?
a) I b) II c) III d) IV e) V

25. Aşağıdaki seçeneklerden hangisinde Türk Medeni hukuk sisteminin sıralaması


doğru bir şekilde verilmiştir?
a) Kişiler – Aile – Eşya – Borçlar – Miras
b) Kişiler – Eşya – Borçlar – Aile – Miras
c) Kişiler – Aile – Miras – Eşya – Borçlar
d) Aile – Kişiler – Miras – Eşya – Borçlar
e) Kişiler – Aile – Borçlar – Eşya – Miras

435
HUKUK BAŞLANGICI / TEK / FİNAL / 19’-20’

1. Hukukun uygulanması süreci hangi aşamalardan oluşur ve bu süreçte “yorum”


faaliyetinin önemi ve işlevi nedir açıklayınız. (30 p.)
Hukukun uygulanma süreci başlıca dört aşamadan oluşur. Bunlar; pozitif hukukun
içeriğinin saptanması, hukukun yorumlanması, boşluk doldurma ve hukukun sistematik
hâle getirilmesidir. Bu aşamalardan yorum, biri dar diğeri geniş olmak üzere iki anlamda
kullanılır. Dar anlamda yorum, herhangi bir normun belirsiz olması, anlaşılmaz olması
veya başka normlarla çelişmesi durumunda başvurulan ve ilgili normun anlamını ortaya
çıkartmayı amaçlayan bir zihin faaliyetidir. Buna karşılık geniş anlamda yorum ise
hukukun uygulanması sürecinin her aşamasında ihtiyaç duyulan, herhangi bir normun
somut bir olay bakımından ne anlam ifade ettiğini ve o somut olaya nasıl uygulanacağını
belirlemeye yönelik bir anlama ve anlamlandırma faaliyetidir. Hukuk kuralları ne kadar
gelişmiş ve detaylı olursa olsun somut hayat olaylarının hepsine uygulanabilecek
yeterlilikte formüle edilemeyeceğinden hukukçunun somut olayda doğru hükme
varabilmesi için yoruma başvurması, tabiri caizse hukuk metinlerini konuşturması veya
ete kemiğe büründürmesi gerekir. İşte bunun için her olayda yorum yapmak, hukukçuluk
faaliyetinin sıhhati için vazgeçilmezdir. (Bkz. Yasemin Işıktaç, Hukuk Başlangıcı, ss. 165-
166)

2. Aşağıdaki örneklerde hangi “geçersizlik” türleri vardır, herbirini kısaca


tanımlayarak ve farklarını belirterek yazınız. (40 p.)
a) Evlendirme memuru önünde yapılmayan evlilik töreni: YOKLUK
b) Kişinin amca, dayı, halı veya teyzesiyle evlenmesi: MUTLAK BUTLAN
c) Evlenme töreni sırasında kişinin yoğun ilaç etkisi altında olması: NİSPİ BUTLAN
d) Küçüğün kanuni temsilcisinin onayı olmaksızın evlenmesi: NOKSANLIK

3. Aşağıdaki çıkarımlarda hangi “hukuki akıl yürütme ilkeleri” söz konusudur,


gerekçeleriyle birlikte yazınız. (30 p.)
a) “Trende sigara içilmesi yasaksa, pipo içilmesi de yasaktır.”: KIYAS
b) “Vatandaşlar, seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkına sahipse
vatandaş olmayanlar bu haklara sahip değildir.”: MEFHUMU MUHALİF (AKSİ İLE
KANIT)
c) “Çimlere basmak yasaksa, oturmak da yasaktır.”: EVLEVİYET (ÖNCELİK)

436
HUKUK BAŞLANGICI / TEK / FİNAL TELAFİ / 19’-20’

1. “Yorum”, “boşluk doldurma” ve “takdir yetkisi” ne demektir, birbirinden


farklarını da göstererek yazınız. (30 p.)
Yorum, herhangi bir hukuk normunun belirsiz ve anlaşılmaz olduğu veya diğer
normlarla çelişik olduğu durumlarda o normun anlamını belirleme faaliyetidir. Boşluk
doldurma, pozitif hukukta herhangi bir hukuki olaya uygun çözüm bulunmadığında
hakimin bir yasa koyucuymuşçasına ilgili olaya uygulanacak bir norm oluşturmasıdır.
Takdir yetkisi ise kanunun izin verdiği hâllerde ve izini verdiği sınırlar içerisinde somut
olaya en uygun çözümün bulunması için hakimin takdir yetkisini kullanmak suretiyle
hükme varmasıdır. Yorum ve takdir yetkisinde ortada bir norm vardır, fakat bu normun
somut olaya nasıl uygulanacağına hakim karar verir. Buna karşılık boşluk doldurmada
ortada bir norm yoktur, hakim tıpkı bir kanun koyucu gibi ilgili olaya uygun bir norm
koyar.

2. “Yargısal yorumun çeşitleri” (“yorum yöntemleri”) nelerdir, açıklayınız. (30 p.)


Lafzi yorum, sistematik-mantıksal yorum, tarihsel yorum ve amaçsal yorum (Bkz.
Yasemin Işıktaç, Hukuk Başlangıcı, ss. 171-176).

3. “Geçerli hukuk”, “yürürlükteki hukuk”, “etkin hukuk” ve “meşru hukuk”


kavramlarını tanımlayınız ve herbirinin hukukun fonksiyonlarıyla ilişkisini ayrı
ayrı yazınız. (40 p.)
Geçerli hukuk, belirli bir yetkili organ tarafından, yine belirli bir takım şekil kurallarına
uygun olarak görüşülüp kabul edildikten sonra uygulanmak üzere ilan edilen hukuk
kuralları toplamıdır. Geçerli hukuk kurallarının bireyler açısından hukuki sonuç
doğuracak hâle gelmesi, diğer bir ifadeyle hukuk âlemine girmesi yürürlükteki hukuku
ifade eder. Çoğu zaman geçerli hukuk, aynı zamanda yürürlüğe girmiş olan hukuktur.
Fakat bazen geçerlilik tarihi ile yürürlük tarihi aynı olmayabilir. Dolayısıyla her
yürürlükteki hukuk kuralının geçerli olduğunu, buna karşılık her geçerli hukuk kuralının
yürürlüğe henüz girmemiş olabileceğini söyleyebiliriz.

Etkin hukuk ise sosyolojik bir kavramdır. Geçerli ve yürürlükteki bir hukuk kuralının
veya bir hukuk sisteminin tamamının toplum nezdinde kabul görmesidir. Toplum
nezdinde kabul görüp görmeme ise söz konusu hukuk kuralının belirli bir uyuşmazlık söz
konusu olduğunda mahkemeler tarafından o uyuşmazlığı çözmek amacıyla uygulanıp
uygulanmadığına veya toplumun büyük bir çoğunluğunun o hukuk kuralarının

437
gereklerini bizzat ve bilfiil yerine getirip getirmediğine göre belirlenir. Eğer bir hukuk
kuralının mahkemeler eliyle uyuşmazlıkların çözümünde uygulandığını veya o hukuk
kuralına toplumun büyük bir çoğunluğu tarafından uyulduğunu söyleyebiliyorsak söz
konusu hukuk kuralının etkin olduğu sonucuna varabiliriz.

Meşru hukuk ise bireysel ve ahlaki bir kavramdır. Bireylerin kendi vicdanında hukuku
onaması, kabul etmesi demektir. Yani bir hukuk kuralı, geçerli ve yürürlükte olabilir,
hatta toplumun geneli tarafından kabul görebilir fakat yine de bireyin kendisi için
vicdanen kabul edilebilir nitelikte olmayabilir. Bu durum, o hukuk kuralının o birey için
meşru olmadığı anlamına gelir. Meşru olmayan bir hukuk kuralı karşısında bireyin
tavrının ne olacağı ise hukuk felsefesinin bir meselesidir.

HUKUK BAŞLANGICI / TEK / BÜTÜNLEME / 19’-20’

1. Aşağıdaki normlarda altı çizili ifadelerden hareketle hangi boşluk türlerinin


olduğunu, tespit ettiğiniz boşluk türüne dair açıklama ile birlikte, gerekçeli olarak
ayrı ayrı anlatınız.
a) “… mirasbırakanın borçları, cenaze giderleri, terekenin mühürlenmesi ve yazımı
giderleri, mirasbırakan ile birlikte yaşayan ve onun tarafından bakılan kimselerin
üç aylık geçim giderleri terekeden indirilir.” (20 Puan)
Verilen norm, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu m.507/2’den alınmıştır. 20 Puan’lık
sorunun cevaplanmasında; boşluk türü olarak Açık Boşluk belirlemesi yapıldığında 10
Puan, açık boşluk türüne dair açıklamada (Yasemin Işıktaç, Hukuk Başlangıcı, Gözden
Geçirilmiş 3. bs., İstanbul, Filiz Kitabevi, 2015, ss.178-179) 5 Puan ve söz konusu normda
altı çizili ifadelerin neden açık boşluk yarattığına dair gerekçelendirmede ise 5 Puan tatbik
edilmiştir.

b) “… ahlaka aykırı bir fiille başkasına kasten zarar veren… bu zararı gidermekle
yükümlüdür.” (30 Puan)
Verilen norm, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu m.49/2’den alınmıştır. 30 Puan’lık
sorunun cevaplanmasında; boşluk türü olarak Hüküm İçi Boşluk belirlemesi yapıldığında
15 Puan, hüküm içi boşluk türüne dair açıklamada (Yasemin Işıktaç, Hukuk Başlangıcı,
Gözden Geçirilmiş 3. bs., İstanbul, Filiz Kitabevi, 2015, s.180) 10 Puan ve söz konusu
normda altı çizili ifadenin neden hüküm içi boşluk yarattığına dair gerekçelendirmede ise
5 Puan tatbik edilmiştir.

438
2. Aşağıdaki normlarda yer alan yaptırımların özel hukuk veya kamu hukuku
yaptırımları ayrımında hangi alana dahil olduklarını ve bu ayrımda içerilen alt
hukuk dallarından hangisine girdiklerini, tespit ettiğiniz alt hukuk dalına dair
yapacağınız kısa ve genel bir açıklama ile birlikte, anlatınız.
a) “Yükseköğretim kurumları içinde veya dışında… öğrenme ve öğretme
hürriyetini, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak kısıtlayan… öğrencilere…
uyarma, kınama, bir haftadan bir aya kadar veya bir veya iki yarıyıl için kurumdan
uzaklaştırma veya yükseköğretim kurumundan çıkarma cezaları verilir.” (15 Puan)
Verilen norm, 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu m.54/a’dan alınmıştır. 15 Puan’lık
sorunun cevaplanmasında; yaptırım alanı olarak Kamu Hukuku belirlemesi yapıldığında
5 Puan, alt hukuk dalı olarak İdare Hukuku belirlemesi yapıldığında (Yasemin Işıktaç,
Hukuk Başlangıcı, Gözden Geçirilmiş 3. bs., İstanbul, Filiz Kitabevi, 2015, s.154) 5 Puan ve
idare hukukuna dair kısa ve genel açıklama yapıldığında ise 5 Puan tatbik edilmiştir.

b) “Yabancı devletlerden, uluslararası kuruluşlardan ve Türk uyrukluğunda


olmayan gerçek ve tüzel kişilerden maddi yardım alan siyasi partiler temelli olarak
kapatılır.” (15 Puan)
Verilen norm, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (1982) m.69/10’dur. 15 Puan’lık sorunun
cevaplanmasında; yaptırım alanı olarak Kamu Hukuku belirlemesi yapıldığında 5 Puan,
alt hukuk dalı olarak Anayasa Hukuku belirlemesi yapıldığında (Yasemin Işıktaç, Hukuk
Başlangıcı, Gözden Geçirilmiş 3. bs., İstanbul, Filiz Kitabevi, 2015, ss.154-155) 5 Puan ve
anayasa hukukuna dair kısa ve genel açıklama yapıldığında ise 5 Puan tatbik edilmiştir.

c) “Kişiler arasındaki haberleşme içeriklerini hukuka aykırı olarak ifşa eden kimse,
iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” (20 Puan)
Verilen norm, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu m.132/2’dir. 20 Puan’lık sorunun
cevaplanmasında; yaptırım alanı olarak Kamu Hukuku belirlemesi yapıldığında 10 Puan,
alt hukuk dalı olarak Ceza Hukuku belirlemesi yapıldığında (Yasemin Işıktaç, Hukuk
Başlangıcı, Gözden Geçirilmiş 3. bs., İstanbul, Filiz Kitabevi, 2015, ss.153-154) 5 Puan ve
ceza hukukuna dair kısa ve genel açıklama yapıldığında ise 5 Puan tatbik edilmiştir.

HUKUK BAŞLANGICI / İÖ / BÜTÜNLEME / 19’-20’

1. “Bir insanın sağlıklı olması asıl, hasta olması ise arızi bir durumdur. Dolayısıyla
bir kimsenin hasta olduğunu iddia eden tarafın o kişinin hasta olduğunu

439
ispatlaması gerekir. Sağlıklı bir kişinin ise kendi durumunu ispatlaması
gerekmez”.
Yukarıdaki tespite hangi yorum ilkesi çerçevesinde ulaşılmaktadır, açıklayınız. (25
puan)
“Sıfat-ı arızada aslolan ademdir” ilkesi ve bu ilkeden türeyen “beyyine hilaf-ı aslı ispat
içindir” ilkesi birlikte değerlendirilmelidir. Nitelenen şeyde bizzat bulunan durum, nitelik
veya özellik sıfat-ı asliye; nitelenen şeyde bizzat bulunmayıp, sonradan eklenen nitelik ise
sıfat-ı arıza olarak ifade edilir. Bir kimsenin sağlıklı ya da sağ olması sıfat-ı asliye, hasta
ya da ölü olması ise sıfat-ı arızadır. Sıfat-ı asliyenin varlığı, sıfat-ı arızanın ise yokluğu
asıldır. Yani bir insanda yaşamın ve sağlığın asıl, ölümün ve hastalığın arızi olması sebebi
ile ölümü veya hastalığı iddia eden kişi bunu ispatlamalıdır.

2. Hakkın devlet eliyle korunması ilkesinin istisnalarını yazarak kısaca açıklayınız.


(25 puan)
İhkak-ı hak yasağının istisnası olarak nitelendirilebilecek durumlar meşru müdafaa (haklı
savunma), ıztırar hali (zorunluluk hali) ve kişinin kendi hakkını kendi gücüyle koruması
yoludur. Meşru müdafaa bir kişinin haksız bir saldırıya karşı kendisini veya başkasını
korumak için gösterdiği zorunlu tepkidir. Hukuka uygunluk sebebi olarak kabul edilen
meşru müdafaa için tehlikenin yakın olması ve verilen zararla orantılı olması
aranmaktadır. Iztırar hali ise bir kişinin bilerek neden olmadığı bir tehlikeden kendisini
veya başkasını kurtarmak için, bu tehlikeyle ilgisi olmayan bir üçüncü kişinin şahsına
veya malına zarar vermesidir. Ceza hukukunda iztırar halindeki faile ceza verilmediği gibi
borçlar hukukunda da haksız fiil oluşturmaz. Bununla birlikte zarar gören üçüncü kişinin
bu zararını giderim yükümlülüğü doğabilir ve hâkim bunu hakkaniyete göre belirler
(TBK m.64/f.2). Kişinin kuvvet kullanarak kendi hakkını koruyabileceği durumlar ise
sınırlıdır. Hakkını kendi gücüyle koruma durumunda kalan kişi, durum ve koşullara göre
o sırada kolluk gücünün yardımını zamanında sağlayamayacak ise ve hakkının kayba
uğramasını ya da kullanılmasının önemli ölçüde zorlaşmasını önleyecek başka bir yol da
yoksa kuvvet kullanabilir ve bu durumda verdiği zarardan sorumlu tutulamaz (TBK
m.64/f.3).

3. Bir hukuki ilişki hayal edin;


“a) Bu hukuki ilişkinin, taraflardan birisi olan kamu tüzel kişisinin tek taraflı
iradesiyle kurulması
b) Bu hukuki ilişkide, taraf kamu tüzel kişisinin icrai karar alma yetkisinin
bulunması

440
c) Bu hukuki ilişkiden doğan davaya idare, vergi veya ceza mahkemelerinde
bakılması”
söz konusu hukuki ilişkinin mahiyeti hakkında ne söyler? Bu mahiyetin
özelliklerini karşılıklı olarak açıklayınız. (25 puan)
Öncüllerde yer verilen ifadeler, söz konusu hukuki ilişkinin muhtemelen bir kamu
hukuku ilişkisi olduğu yönünde izlenim uyandırmaktadırlar. Hukuki ilişkinin
taraflarından birinin öncüllerdeki tarz yetkilere sahip olmaması ise bir özel hukuk
ilişkisine işaret ederdi.

• Kamu hukuku ilişkilerinde taraflardan biri olan devlet üstün konumdadır. Özel
hukuk ilişkilerinde ise taraflar arasında eşitlik esastır.
• Kamu hukuku kuralları emredicidir. Taraflarca aksi kararlaştırılamaz. Özel hukuk
kuralarının ise çoğu emredici değildir. Taraflarca aksi kararlaştırılabilir.
• Kamu hukuku işlemlerinin amaçları kamu yararıdır. Özel hukuk işlemlerinin
temelinde ise kişilerin özel çıkarlarının karşılanması söz konusudur.
• İdari sözleşmeler hariç kamu hukuku işlemleri tek yanlıdır. Özel hukuk ilişkisi için
ise tarafların karşılıklı birbirine uygun irade beyanı asıldır.
• Kamu hukuku işlemleri icraidir. Yani devlet ve kamu tüzel kişileri kararlarının
icrasını kendileri sağlayabilirler. Özel hukuk ilişkisinin tarafları ise kural olarak
icrai karar alma ve bunu kendiliklerinden uygulama haklarına sahip değillerdir.
• Kamu hukuku işlemleri karine olarak hukuka uygundur. Mahkemece iptal edilene
kadar hukuka uygun olduğu kabul edilip hukuki sonuçlarını doğurur. Özel hukukta
ise taraflar eşit konumda olduklarından yaptıkları işlemler konusunda hukuka
uygunluk karinesi yoktur. Kural olarak her iki taraf da iddialarını ispat ile
yükümlüdürler.
• Kamu hukuku kurallarını resen uygulanırlar. Özel hukuk kuralları ise resen
uygulanmaz.
• Özel hukuk uyuşmazlıklarına asliye ve sulh hukuk mahkemelerinde bakılır. Kamu
hukuku uyuşmazlıklarına ise hangi alana ait ise ona göre, idare, vergi ve ceza
mahkemeleri bakar.
• Teknik bakımdan kamu hukuku, özel hukuka nazaran daha geridir. Zira ceza
hukuku dışında kalan kısmı özel hukuka nazaran tarihsel olarak çok daha yeni
ortaya çıkmıştır.

441
4. a) Müeyyide nedir, hukuk kuralları açısından gerekli olup olmadığını tartışınız?
Müeyyide, hukuk kuralının ihlaline tepki olarak verilen ve hukuk düzeni tarafından
öngörülen cebri ifade eder. Hukuk kuralları açısından gerekli olup olmadığı her iki yönde
de gerekçeli olarak anlam bütünlüğü sağlayacak şekilde savunulabilir.

b) Hukuk alanları açısından müeyyide çeşitlerini yazarak çok kısa açıklayınız. (25
puan)
Özel hukuk müeyyideleri olarak cebri icra, tazminat ve geçersizlik söz konusudur.
Geçersizlik ise kendi içerisinde yokluk, mutlak ve nisbi butlan olarak ayrılmaktadır. Kamu
hukuku müeyyideleri ise hapis cezası ve adli para cezası olan cezai müeyyideler ve idari
müeyyidelerdir.
• Cebri icra: Borç doğuran ilişkilerde yükümlülüklerini yerine getirmeyen kimselere
karşı devletin yetkili kıldığı makam ve kişiler tarafından uygulanan ve borcun
yerine getirilmesini sağlayan tedbirlerin tümüdür.
• Tazminat: Kusurlu ve hukuka aykırı fiille başkasına zarar verene, bu zararın
ödettirilmesidir.
• Yokluk: Hukuki işlemin kurucu unsurlarından birinin yokluğuna bağlanan
sonuçtur.
• Mutlak butlan: Hukuki işlemin kurucu unsurlarının tamam ama kanunun
emredici hükümlerine aykırı olmasıdır.
• Nisbi butlan: Kurucu unsurlara sahip ve kanunun emredici hükümlerine bir
aykırılığın da bulunmadığı hukuki işlemde, o işlemi oluşturan iradede sakatlık
bulunması halinde söz konusudur. Bu müeyyideye iptal adı da verilmektedir.
• Cezai müeyyideler: Ceza hukuku kurallarının müeyyidesini ifade eder. Bunlar
TCK’ya göre, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası, müebbet hapis cezası, süreli
hapis cezası ve adli para cezası müeyyideleridir. Ayrıca bir eğitim kurumuna devam
etmek veya belirli yerlere gitmekten yasaklanmak tarzında kısa süreli hapis
cezasına seçenek yaptırımlar da vardır.
• İdari müeyyideler: Özel kişilere karşı idari para cezası, mülkiyetin kamuya
geçirilmesi, el koyma, yıkım, sürücü belgesinin geri alınması, barodan kaydın
silinmesi gibi ve idarenin kendisine karşı yokluk, iptal ve tazminat gibi
müeyyidelerdir.

442

You might also like