You are on page 1of 2

18.YY - 19.

YY FELSEFESİ

18. YÜZYIL-19. YÜZYIL FELSEFESİNİN AYIRICI NİTELİKLERİ

Aydınlanma olarak da bilinen 18-19. yüzyıl felsefesi insanı ve doğayı sadece akıl temelinde anlamak
amacındadır. Bu çağın felsefesinde insanın biyolojik olarak doğanın bir parçası olduğu ve akıl sahibi olması
bakımından da hayatı daha güzel hâle getirebileceği düşünülmüştür. Mutluluğu ve doğruyu özgürce bulabilen bir
insanlık hayal edilmiştir. Akla önem veriş, birçok alanda birçok gelişmeyi beraberinde getirmiştir.
Ekonomik ve siyasal açıdan kendini hissettiren bu süreç, Fransız İhtilali gibi bir olayın ve Sanayi Devrimi gibi
üretime dair bir olgunun yaşanmasına neden olmuştur. Bu olayların yarattığı etki, aydınlanmanın içeriğini de
belirlemiştir.

18. YÜZYIL-19. YÜZYIL FELSEFESİNİN GENEL ÖZELLİKLERİ


1-Akla güven duyulmuş ve akılcı düşünceye önem verilmiştir.
2-Özgürlüğü engelledikleri düşüncesiyle siyasi ve dinî otoritelere karşı gelinmiştir.
3-Düşünce özgürlüğü desteklenmiştir.
4-Aydın ve yazarlar sınıfı oluşmuştur.
5-Sanat, felsefe ve edebiyatta önemli eserler verilmiştir.
6-Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi gerçekleşmiş ve buna bağlı problemler tartışılmıştır.
7-Felsefede yeni ekoller ortaya çıkmıştır.

18. YÜZYIL-19. YÜZYIL FELSEFESİNDE ÖNE ÇIKAN PROBLEMLER

1- Bilginin Kaynağı
Bilimdeki gelişme, Batı’nın bilgiye olan bakışını değiştirmiştir. Filozoflar, bilginin üzerine gitmiş ve onun
doğasına yönelik düşünceler oluşturmuştur. “Bir şeyi bilmek ne anlama gelmektedir?”, “İnsan, nelerin bilgisini
bilebilir?” ve “Bilginin sınırı var mıdır?” gibi sorular sorulmuştur. Doğru bilginin mümkün olduğu görüşünde
birleşen bu dönem filozofları, bilginin kaynağı bakımından birbirlerinden ayrılmıştır.
Descartes, “Düşünüyorum, o hâlde varım.” önermesine ulaşma sürecinde kesin bilgilerin kaynağı olarak
akıl görüşüne varır. Ona göre bilgi, sonradan oluşan deneyimlerle değil doğuştan gelen aklın ilkeleriyle
gerçekleşir. Doğru bilginin kaynağını akıl olarak belirlemiştir.(Rasyonalizm)
J. Locke, Descartes’ın doğuştancılık fikrine karşı çıkar ve bilginin doğuştan değil sonradan deneyimler
aracılığıyla oluştuğunu belirtir. İnsan zihni, ona göre doğuştan boş bir levhadır (tabula rasa) ve insan,
deneyimleri sayesinde bu boş levhayı bilgileriyle doldurur.(Emprizm)
Kant, İnsanın bilgi edinmede deney ve aklı kullanmak gerektiği görüşüyle bilginin kaynağı konusunda
rasyonalizm ve empirizmi birleştirerek yeni bir yol önerir. İnsan, ona göre duyuları aracılığıyla dışarıdan veriler
alır ve bunları aklın formlarında işleyerek bilgiyi oluşturur. Bu görüşü Kritisizm olarak adlandırılır( “Algısız
kavramlar boş, kavramsız algılar kördür”).

2- Birey-Devlet İlişkisi
Mutlak monarşiye dayalı devlet sistemleri ve devletin her türlü gücü elinde bulundurmasının birlik ve beraberlik
açısından zorunlu olduğu görüşüne J.Locke, Montesquieu, J.J. Rousseau karşı çıkmıştır.
J.Locke: İnsan doğasından yola çıkarak toplumsal sözleşmeyi kabul eder İnsanların doğal ortamda özgür
yaşadığını ifade eden Locke, herkesin eşit olduğunu ve birbiriyle dayanışma hâlinde bulunduğunu belirtir.
Hukukun güvencesi için insanların haklarını kendi istekleriyle siyasal bir otoriteye yani devlete devrettiklerini
belirtir. Meşru yönetimin kaynağı çoğulcu iradedir.
Montesquieu: Devlet yönetiminde hukuk sisteminin önemli olduğunu ve yasaların niteliğinin, yapıldığı
toplumun özelliklerine göre belirlendiğini ifade eder. İnsanın özgürce davranma yetisine sahip olduğunu belirten
Montesquieu, bu özgürlüğün korunması için güçler ayrılığı ilkesini benimser. Devletlerde yasama, yürütme ve
yargı güçlerinin bulunduğunu ve özgürlüğü kısıtlamamak için bunların birbirini denetlemeleri gerektiğini
belirtir. Montesquieu, görüşleriyle günümüz devlet sistemini oluşturan ve güçler ayrılığını kuramlaştıran
ilk düşünürdür.
Rousseau: İnsanların bir araya gelip zorunlu olarak “toplumsal sözleşme” yaptığını ve bunun doğrultusunda
devletin kurulduğunu ileri sürer. Toplumda kötülüğe yol açan unsurların ortadan kaldırılması için doğal yaşama
uygun yasaların çıkarılması gerekir. Rousseau, medeni toplumun yasalarla düzenli bir bütün oluşturabileceğini
düşünür.(“İnsan özgür doğar oysa her yerde zincire vurulmuştur.” sözünden hareketle özgürlük problemi
tartışılmıştır.)
3-Ahlakın İlkeleri
Bu dönemin filozoflarından bazıları aklı merkeze alarak ahlakı anlama ve yorumlamaya yönelmiştir. Bunlar
arasında Kant ve Bentham’ın görüşleri önemlidir.
Kant, iyi istenç (iyi isteme) kavramıyla şartlar ne olursa olsun her zaman doğru olarak kabul edilebilecek
ilkelere göre davranmayı temele alır ve bu davranış akıl eşliğinde yapılır. İnsan, iyiyi sırf iyi olduğu için aklı ile
içten karar vererek istemişse orada iyi istenç vardır. İyi istenç, ahlak açısından değerli olan şeyin koşulsuz
biçimde yerine getirilmesidir. Kant; ahlakı ve iyiyi, eylemlerin sonucuna göre değil onların arkasındaki amaca
göre değerlendirir. Buradaki amaç ödeve uygun olmalıdır. Ödev, insanın kendi isteğiyle sorumluluğunu aldığı,
koşulsuz, içten ve vicdanı tarafından verilen emirlerdir. Ödev, bütün insanlar için geçerli olan ama kimsenin arzu
ve isteklerine bağlı olmayan evrensel ahlak ilkesi taşır.
Kant, ahlaki açıdan üç ilke(maksimler) öne sürer. Kişi, bu ilkelere uygun davranırsa ödeve uygun davranmış
olacaktır.
Kant’ın maksimleri:
1-“Öyle eylemde bulun ki eyleminin gerisindeki maksim, herkes için geçerli evrensel bir yasa olsun!”
2-“Kendinde ve başkalarında insanlığı bir araç olarak görecek şekilde değil de onu bir amaç edinecek şekilde
davran.”
3- Her zaman akıllı iradeni, evrensel bir yasa koyucu olarak görevde bulunacağı şekilde davran.”
Bentham, ahlakı fayda temelinde açıklar. Ona göre mutluluk, insanın aklıyla kendi eylemini seçmesindedir.
Kötülük ise insanın yanlış tercihte bulunmasından kaynaklanır. Haz ve acı arasında hesabını yeterince
yapamayan insan, kötülüğün ortaya çıkmasına neden olur. Ona göre mutluluk, insanın çevresiyle ilgilidir.
‘Çoğunluğun faydasına olan davranış iyi eylemdir.’

4-Varlığın Oluşu
Hegel, bütün varlıkların tek bir özden bir yasa dâhilinde var olduğunu söyler. Hegel’de “Tanrı”, “geist”,
“fikir”, “akıl” veya “tin” kavramları mutlak olanı temsil eder. Varlıkların oluş ve değişimini ‘diyalektik yöntem’
ile açıklar.
Diyalektik yöntem üç aşamadan oluşur: Tez (sav), antitez (karşı sav) ve sentez (yeni sav). Yeni sav, yeni bir
diyalektik sürecin de başlangıcıdır. Her bir varlık, içinde bir şey olma potansiyeli taşır. Her varlığın olacağı şey
için başkalaşması yani kendi karşıtına dönüşmesi gerekir. Sonuçta yeni bir sentezle olabileceği şeye bu
diyalektik sürecin sonunda dönüşür. Örneğin bir elma çekirdeği aynı zamanda tohumdur, bu tohumda bir ağaç ve
ağaçta bir elma olma gücü vardır. Tohumdan yeniden meyvenin içinde tohum olma süreci diyalektik bir
döngüdür. Tohum, toprağa düştüğünde yeterli koşullar oluşursa filizlenir yani tohumluktan çıkar. Tohum bedeni
oluşturmaktadır ve bu beden, henüz yeni tohumları içermez. Büyüme koşulları yerindeyse yeni bir sıçramayla
çiçeklenmeye, ardından meyve vermeye ve dolayısıyla yeni tohumlar oluşturmaya başlar.

18-19. YÜZYIL FELSEFESİNİN DÖNEMİN DİL VE EDEBİYATI İLE İLİŞKİSİ


Felsefenin dil ve edebiyatla olan ilişkisi, 18-19. yüzyıl felsefesini önemli ölçüde etkilemiştir. Düşüncelerin
oluşturulması ve bunların aktarımı felsefenin dışına çıkmış, genel olarak sanatta özel olarak edebiyatta yeni
anlatım yöntemleri kazanmıştır. Edebiyat, bir yandan düşünce alanını genişletmiş bir yandan da insanların
kitaplara olan ilgisini artırmıştır.
18. yüzyılda matbaaların sayısı hızla artmış ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde birçok yayın görülmeye
başlanmıştır(kitap, gazete, dergi). Bu dönemde burjuva sınıfının giderek büyümesi, felsefenin yanı sıra dil ve
edebiyata olan ilgi edebiyat ve felsefe alanında verilen ürünlerin artmasını sağlamıştır. Siyaset, sanat ve felsefe
gibi alanlarda yapılan entelektüel tartışmaların gazete ve dergilerde anlatıldığı, problemlere yönelik eserlerin de
kitaplaştığı görülmektedir. Akıl, deney, ilerleme, özgürlük, insan hakları, adalet ve eşitlik gibi kavramlar sık sık
kullanılmıştır.
Edebî eserler, felsefenin halk arasında yayılmasına etki eden en önemli alan olmuştur. Filozoflar, edebî eserler
de kaleme almıştır. Dil ve edebiyat alanındaki yazarların eserlerinde de felsefenin etkisi görülür. Felsefi ve edebî
eserlerin giderek çoğalması düşünsel zenginliği artırmış ve halkın aydınlanmasında etkili olmuştur. Voltaire,
Montesquieu , Rousseau, d’Alembert ve Diderot bu dönemde ön plana çıkmıştır. Edebiyatta Romantizm(Victor
Hugo), Realizm( Tolstoy ve Dostoyevski) akımları ortaya çıkmıştır.
Romantizm ve realizm akımları, 19. yüzyıl Türk edebiyatı ve düşünce hareketini etkilemiştir.
Türk edebiyatında bu akımın temsilcileri Namık Kemal, Ahmet Mithat, Recaizade Mahmut Ekrem,
Abdülhak Hamit Tarhan ve Ziya Paşa’dır.

You might also like