You are on page 1of 17

TANZİMAT’TAN CUMHURİYET’E KADIN YAZARLAR

VE
KADINLA İLGİLİ KONULAR

Hülya ARGUNŞAH

Türk edebiyatı kadın olgusuyla Tanzimat sonrasında ve edebiyatın kendini yenilemeye


başladığı yıllarda tanıştı. Anlatmaya dayalı eserlerde çatışmaya duyulan ihtiyaç ve bu
çatışmanın en ilgi çekeni olarak kadın erkek ilişkileri, kadınlara edebî eserin dünyasında yer
açar. Kadınlar edebiyattaki bu yerlerini, yine bu yıllarda sıkça yapılan dünyanın yarısını
oluşturdukları ve onun ihmaliyle medenileşmenin mümkün olamayacağı vurgusuna
borçludurlar. Kadınların edebî eserin tamamlayanı olmanın ötesinde, bir sanatçı olarak
edebiyata katılımları 19. yüzyılın son çeyreğinde mümkün olabildi. Bu tarihlere kadar ilk
kadın imgeleri, kadınlara özgü bir dünyanın ve bu dünyaya ait sorunların anlatımı, erkek
yazarlar tarafından ve erkeğe özgü bir bakış açısıyla sürdürülmüştü. Zira sosyal hayatın içinde
bizzat var olabilen ve aldıkları eğitim sayesinde modernizm tarafında zihinsel dönüşümlerini
gerçekleştirmiş olan erkekler, doğal olarak dünyaya ve hayata yeni bakışın edebiyattaki ilk
örneklerini verme önceliğine de sahip oldular. Bütün bunların sonucu olarak yeni hayatın yeni
insanını, bu arada kadınını tasarlama ayrıcalığı da ister istemez onların elindeydi.

Erkeğin tasarladığı kadından, kadının tasarladığı kadına geçiş…


19. yüzyıl ortalarında başlayan ve yeni Türk edebiyatı diye adlandırdığımız dönemde
kadınların yazar, karakter ve okuyucu olarak yerlerinin erkek bakış açısıyla şekillenmiş
olması, sonuç olarak 'erkeğe göre bir kadınlık' durumunu ortaya çıkarmıştır. Kadınlar önce
birer okuyucu olarak çıktıkları edebiyat yolculuğunda erkekler tarafından oluşturulmuş kadın
imgelerini tanıyıp içselleştirdikten sonra kendileri üzerinde düşünmeye, kendilerini yazmaya
ve nihayet kendilerini kurmaya başlayabildiler. Kadınların kendi adlarına ve kendileri olarak
düşünmeye ve yazmaya başlamaları için öncelikle bir eğitim almaları ve zihinsel
dönüşümlerini gerçekleştirmeleri gerekir. Çünkü modern edebiyat, sanatın hem tüketimi hem
de üretimi açısından bir aydın edebiyatıdır. Oysa kadın dünyasının belirleyicileri, 19. yüzyılın
sonlarına kadar yazarlık bir yana, okuyucu olarak bile edebiyata katılımın önünde ciddi bir
engel oluşturmuştur. Bu elbette yazan ve okuyan kadınların olmadığı anlamına gelmez.
Özellikle seçkin ailelerin ihtimamla yetiştirdikleri kadınlarının özel bir eğitim aldıkları ve
bunun sonucu olarak edebiyat sanatıyla daha yakından ilgilendikleri bilinmektedir. Sayıca az
olmaları ve edebiyatın cinsel kimlikleri silen sesini kullanmaları gibi sebeplerle dar bir çevre
içinde kalmışlar ve varlıklarının göstergesi olan bir külliyatı ortaya koyamamışlardır. Osmanlı
kadınlarının edebiyattaki görünürlükleri ise ancak 19. asrın son çeyreğinde mümkün
olabilmiştir.

Kadınların okur olmakla yetinmeyip edebiyata yazar olarak katılımları, yaşadıkları bireysel ve
sosyal dünyanın kendilerine dayattığı şartların üstesinden gelerek yazmaya başlamalarıyla ve
yazdıklarının bir değer taşıdığına inanarak başkalarıyla paylaşmalarıyla olabilirdi. 19. asrın
kadınları sosyal hayatın içinde istemesi, bu sürecin daha hızlı ve kolay aşılmasına yardımcı
olur. Kadınlar bir yandan yenilikçi fikirlerle tanışırlar bir yandan yenilikçi eğitim anlayışıyla
kendilerini yetiştirerek asırlar içinde kaybettikleri zamanı telafiye çalışırlar.

Kadınların sosyal hayata katılımları, milletin 20. yüzyıl başında verdiği varlık mücadelesiyle
ciddi bir ivme kazanmıştır. Aldıkları eğitimle kendi kimliklerine yönelik bir uyanışı
gerçekleştiren kadınlar, 1908 Meşrutiyetinin verdiği haklarla biraz daha güven kazanırlar.
Artık onlar için eksik olan, hayatın katacağı tecrübedir. Bu tecrübeyi uzun ve zorlu savaş
yıllarında edinirler. Bu yıllarında hayatta kalma mücadelesi veren ve erkeklerden boşalan
yerleri doldurarak cephe gerisinde hayatın devamını üstlenen kadınlar, kendilerini birden bire
sosyal dünyanın tam ortasında ve etkin bir katılımcı olarak bulurlar. Millet yararına faaliyet
gösteren derneklerin kurucusu ve çalışanı olarak üstlendikleri görevler onlara, sadece sosyal
değil fikrî ve siyasî deneyimler de katar. Bütün bu bilgi ve deneyim birikimini, istek, teklif ve
önerileriyle birleştirerek yazan kadınlar, edebî cesaretlerini de yükseltirler. Cumhuriyet
yıllarına gelindiğinde artık Türk edebiyatının kadınlar tarafından yazılmış hatırı sayılır bir
külliyatı vardır. Fatma Aliye ve Halide Edib bu külliyatın önderi ve temsilcisi
konumundadırlar. Fatma Aliye, kadın konusunda sorunları ortaya koyan ve çözüm
söylemlerine giren isim olarak öncüdür. Fakat bir ilk olmasının tereddüt ve çıkmazlarını da
taşır. Halide Edip onun bir adım sonrası olarak yola çıktığında devrinin sağladığı imkânlarla
daha aktif bir söylem alanı oluşturabilir. Kadınların sosyal hayattaki yerleri kadar kadınların
edebiyat ve matbuat dünyasındaki yerleri konusunda da ilkleri gerçekleştiren bu öncü
isimlerin etrafına yerleştirilebilecek isimler, onların açtığı yolu olabildiğince genişletirler.
Zafer Hanım, Şair Nigâr Hanım, Makbule Leman, Emine Semiye, İhsan Raif, Güzide Sabri,
Yaşar Nezihe, Şükûfe Nihal, Halide Nusret, Müfide Ferit, Nezihe Muhittin, Suat Derviş…
Onlar eserleri kadar hayatın içindeki duruşlarıyla da 19. yüzyılı 20. yüzyıla bağlayan kadınlar
olurlar. Yazdıklarıyla ve yaşadıklarıyla ilkleri gerçekleştirmenin ayrıcalığını taşırlar. Edebiyat
dünyasında varlık göstermenin yanında, kadınlara yönelik gazete ve dergilerle bir matbuat
hareketi oluştururlar, kadın dünyasının kendine özgü sorunlarını ve çözüm önerilerini dile
getirirler, teorik bilgiden pratik hayat tecrübesine geçişi adım adım gerçekleştirirler. Böylece
19. asırda bilginin kaynağı erkeklerin anlattığı ve şekillendirdiği kadından, kadınların anlattığı
ve şekillendirdiği kadına geçiş sağlanır.

Türk edebiyatında kadın söyleminin ilk ismi Mithat Efendi'dir. Onun kadından söz ettiği
Esaret'in ve Felsefe-i Zenan'ın 1870'de yayımlanmasıyla, bir kadın eliyle yazılmış ve kadın
dünyasını anlatan ilk eser Zafer Hanım‟ın “Aşk-ı Vatan‟ın 1877 Nisan başlarında”1
okuyucusuyla buluşması arasında sadece yedi yıl vardır. “İlk kadın romancımız ve
gazetecimiz” sayılan Fatma Aliye Hanım‟ın Muhadarat'ının 1892'de okuyucusuna ulaşması
Felsefe-i Zenan‟dan yirmi iki yıl sonra gerçekleşir. Kadının bir yazar olarak ortaya çıktığı,
bizzat kendini anlattığı ve ait olduğu dünyaya özgü sorun belirlemeleri yapıp çözüm önerileri
sunduğu zamana geçişi açısından bakıldığında bu 22 yıl çok uzun bir zaman sayılmaz. Çünkü
asırların kemikleştirdiği bir toplumsal yapının yepyeni bir anlayışı benimsemesi, kendi
insanını bu anlayış paralelinde yetiştirmesi ve nihayet bu insanın kendisini bizzat anlatmaya
başlaması, uzun zamanlara ihtiyaç duyan köklü değişimlerin sonucu olabilir. Osmanlı dünyası
„yeni kadın' ile kadınların sosyal hayata katılması yolunda gösterdiği kararlılık sayesinde
ancak 19. asrın sonunda tanışabilmiştir. Toplumun kendilerine yüklediği kimlik dolayısıyla
yazdığı ilk kalem tecrübelerinde 'Bir Mütercime', 'Bir Muharrire' yahut 'Bir Kadın'2 gibi
çekingen imzaların arkasına gizlenen kadınlardan; sivil toplum örgütleri kuran, üniversiteye
devam eden, memuriyet hakkını elde eden, politikayla ilgilenen, kürsülerden hitap eden,
kalabalıkları toplumsal hareketlere sevk eden kadınlara başka bir söyleyişle, pasif kadından
aktif kadına çok hızlı bir şekilde geçilir. Süratle aşılmış olsa bile bu sürecin hiç sorunsuz
yaşandığı, herkes tarafından aynı kabulle benimsendiği ve desteklendiği asla
düşünülmemelidir. Süreç çok boyutlu, birbiriyle ilintili ve üstelik zorlu sorunlarla örülüdür.

Fatma Aliye Hanım’dan Halide Edib’e geçerken…


Modern edebiyatın insan ve hayat odaklı bir edebiyat olması, pek çok konu gibi kadınların
sosyalleşme sürecinin de edebî eser üzerinden takip edilebilmesine imkân tanır. İlk kadın
yazarların eserleri bu anlamda çok önemli bir sosyolojik malzemeyi içermektedir. Bu eserler

1
Zehra Toska, “Zafer Hanım ve Aşk-ı Vatan”, Aşk-ı Vatan, (hzl. Z. Toska). Oğlak Yay., İstanbul, 1994, s. 7. (7-
20).
2
Hülya Argunşah, “Tanzimattan Meşrutiyete Türk Romanı”, Literatür Dergisi, (Yeni Türk Edebiyatı Özel
Sayısı), 2006/2, s. 23-100.
kadın dünyasının olgularını, sorunlarını ve kendi içinden üretilen çözüm önerilerini, evin
içiyle dışındaki kamusal alan arasında bağ kurmayı isteyen kadınların çabalarını bizzat kendi
dönemleri gibi asırlar sonrasına da anlatırlar.
Türk edebiyatı kadın yazarla 19. yüzyılın son on yılında, 1890 başlarında tanışır. Fatma Aliye
Hanım, Türk edebiyatının kadınları -bir anlamda da kendisini- yazma cesaretini gösteren ilk
kadınıdır. Kitap, dergi ve gazete yanında sivil toplum örgütleri içinde de sorumluluk alan
çağdaşları Şair Nigâr Hanım ve Makbule Leman'la ilk kuşağın kadın ediplerini temsil ederler.
Bu halleriyle hemcinsleri için birer „rol-model‟ olurlar, Halide Edib ve kuşağının yolunu
açarlar.

Fatma Aliye Hanım ve Halide Edib birbirini takip eden çok yakın zamanın kadın yazarları
olmalarına rağmen kendilerini var eden tarihî ve sosyal şartlardaki değişiklik, onları iki ayrı
kuşak haline getirmiştir. Bir kadın olarak kadınla ilgili ilk söylemler Fatma Aliye Hanım‟ın
kaleminden çıkmıştır. Onun attığı adımların daha ötelere ulaşması ise Halide Edib‟in cesur
kimliği ve kalemiyle mümkün olur. Fatma Aliye Hanım'ın söylemleri Halide Edib‟le uzun
soluklu ve yaratıcı yankılara dönüşür. Halide Edib'se Fatma Aliye Hanım sayesinde kısmen
de olsa aşılmış engelleri, üstesinden gelinmiş sorunları ardında bırakarak yoluna daha emin
devam edebilir. Bu anlayışla Fatma Aliye ile Halide Edib‟in temsil ettiği bu iki kuşağın
1923‟e kadar yazdıkları eserlere bakıldığında birbiriyle çok ilgili, aralarında çok yakın sebep
sonuç ilişkileri bulunan ve devrin izdüşümleri olarak değerlendirilebilecek iki esas konuya
geniş yer verdikleri görülür. Bunlar; kadın eğitiminin gerekliliği, bu eğitimin yönü ve
sonuçları ile evlilik ve etrafında yer alan eş seçme ve boşanma gibi dönem ve kadın açısından
önem arz eden başlıklardır.

Kadın eğitiminin gerekliliği, bu eğitimin yönü ve sonuçları…


Tanzimat sonrasında modernizm yönündeki eğitim hareketinin kadınları içine almadıkça
yarım kalacağının kabul görmesi, kadınların da bu eğitim hareketin bir parçası olması
sonucunu doğurur. İlk olarak Namık Kemal tarafından 1866‟da kaleme alının “Terbiye-i
Nisvana Dair Bir Risale”yle, kadına ve kadınların eğitimi konusuna dikkat çekilmiş ve konu
geniş bir aydın grubu tarafından kabul görmüştür. Namık Kemal‟in bu çerçevede yazdığı
“Medeniyet”, “Aile”, “Nüfus” gibi makaleler, görüşün devir içinde yaygınlaşmasına hizmet
eder. Fakat kadın eğitiminin toplumsal hayat açısından büyük fayda sağlayacağı düşüncesinin
yaygınlaştırılması, uygulama alanına konulması ve daha önemlisi geniş kitlelerin buna
inandırılması özellikle de Mithat Efendi vasıtasıyla olur.3 Mithat Efendi‟nin 19. asrın ikinci
yarısındaki okuyucu, özellikle de kadın okuyucu üzerindeki etkisi tartışmasızdır.
Mithat Efendi, modernleşmenin toplumun bütünü tarafından aynı zamanda ve aynı ölçüde
gerçekleşmesinin mümkün olmayacağı öngörüsüyle, kadınları öncelikle evdeki erkeklerin
eğitimine emanet eder. Erkekler evdeki kadınların, eşlerinin ve kız kardeşlerinin öğretmeni
olurlar. Dönemin şartları değerlendirildiğinde bu yaklaşım doğru ve işlevsel görünür. Çünkü
1870 başlarında Darülmuallimat‟ın açılmasına ve 1876 Kanun-ı Esasi‟sinde kız ve erkek
çocukların eğitiminin devlet garantisine alınmış olmasına rağmen, kadınlara yönelik eğitim
hemen benimsenerek uygulamaya geçirilememiştir. Dolayısıyla evde sürdürülmek durumunda
kalınan bu eğitim programında modern dünyayla daha erken tanışmış ve zihinsel dönüşümünü
gerçekleştirmiş olan erkekler, bilginin kaynağı olarak kabul edilirler. Yüzyılın sonuna
gelindiğinde kadınların konumlarına ve kendileri için sarf ettikleri çabaya bakılırsa Mithat
Efendi'nin bu rolünün ve görevlendirmesinin anlamı daha açık anlaşılır. Çünkü bütün bu
çabaların bir sonucu olarak 19. yüzyıl sonlarında hatırı sayılır bir kadın okuyucu kitlesi ve az
da olsa bir grup kadın yazar yetişmiştir.

Şemsettin Sami‟nin 1879 yılında yayımlanmış olan “Kadınlar” risalesi, toplumda kadının
yerinin eğitim yoluyla yükseltilmesi bahsine önemli katkılar sunmuştur. “Bu risalenin yazılma
sebebi yazarın, bütün insanlar için hak ve hürriyetlerin konuşulduğu yıllarda, üzerinde
durulması gereken bir mesele olarak kadın ve ona ait hakların kazandırılması konusuna olan
inancıdır. Kadının en tabii haklarından biri de eğitimdir. Çünkü eğitim, sadece bireysel olarak
kadının durumunu iyileştirmeyecek, toplumun yükselmesini ve medenileşmesini de
sağlayacaktır. Zira eğitimli kadın aynı zamanda iyi bir anne ve iyi bir eş olacaktır. Dolayısıyla
toplumun temeli olarak görülen aile, eğitimli kadınlar sayesinde yükselecektir. … Bunun için
yapılması gereken ilk şey kadın eğitiminin öncelikli bir konuma alınmasıdır.”4

1890‟ların başından itibaren kadınların matbuat dünyasında hem yazar hem de okur olarak
daha belirgin şekilde görünür olması, Fatma Aliye Hanım‟ın yetişmesi ve Hanımlara Mahsus
Gazete‟nin (1895) yayın hayatına girmesi bu çabaların en somut sonucudur.5 Fatma Aliye
Hanım‟dan başka Şair Nigâr Hanım, Makbule Leman, Emine Semiye, Halide Edib, Şükûfe

3
İnci Enginün, “Ahmet Mithat‟in Hâlâ Geçerli Bir Öğüdü: Kızlarınızı Okutun”, Merhaba Ey Muharrir, İstanbul,
2006, s. 192-200.
4
Şahika Karaca, “Şemsettin Sami ve Kadınlar”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi/The Journal of
İnternational Social Research, Volume: 3, Issue: 13, 2010, s. 146 (136-146.)
5
Hanımlara Mahsus Gazete: 1895-1908 yılları arasında çıkan ve dönemin en uzun zaman yayınlanabilme
ayrıcalığına sahip kadın gazetesidir. Bir dönem Fatma Aliye Hanım‟ın başyazarlığında yayımlanmıştır (Çaha
1996: 90; Çakır 1994: 30).
Nihal gibi -aslen seçkin sınıfa mensup- kadınların, daha üstün bir seviyede eğitim alması ve
yazarak hemcinslerini aydınlatmaları, kadınların daha hızlı ve etkin sosyalleşmelerinin önünü
açar. Hanımlara Mahsus Gazete'nin yayın hayatına girişini önceleyen tarihlerde yayımlanmış
olan Mithat Efendi‟nin Fatma Aliye Hanım‟ı, ailesini, özellikle de babası ve kocasıyla
münasebetlerini, eğitimini ve yaşayış tarzını anlattığı Bir Muharrire-i Osmaniye’nin Neşeti
(1893), açık bir şekilde Osmanlı kadınlarına bir rol model sunmayı hedefler. Bu modelin
sosyal hayatın eşiğinde bekleyen çekingen Osmanlı kadınlarını cesaretlendirmesi ve hayata
katılma konusunda yüreklendirmesi beklenir.

Fatma Aliye Hanım'ın, Halide Edib'in ve Şükûfe Nihal‟in eserlerinde kadınların evde özel
hocalardan ders aldıkları, eğitim konusunda biraz dağınık da olsa babalarıyla çok yakın bir
temas içinde oldukları ve babaları tarafından yönlendirildikleri fark edilir. Tanzimat sonrası
modernist hareketin genç erkekleri, eskinin temsilcisi olan ve kendilerine ayak bağı oluşturan
babalarından uzak dururken kızlar, evin içinde bilginin kaynağı ve eğitim için gerekli
imkânların kapısı olarak gördükleri babalarıyla yakındırlar.6 Bu sebeple ilk kadın yazarların
eserlerinde eğitim konusunun vaz geçilmez rehberi olarak daima babalar yer alır. Ufukları
hayranlık seviyesinde bağlı oldukları babaları sayesinde genişler. Babaları kocalar izler. Ne de
olsa devir kadınları için hayat, yani mutlaka bir erkeğin gölgesinde tüketilen bir zamandır.

Fatma Aliye Hanım‟ın, Muhadarat'tında (1892) Fazıla, Udi'sinde (1897) Bedia babalarının
yetiştirdiği kadınlardır. Onlar evliliklerinde de babalarının rolünü üstelenecek ama
genişleterek sürdürecek bir erkekle karşılaşmayı kurarlar. Evlenmeden önce babalarıyla
yaptıkları gibi eşleriyle de karşılıklı okumayı, okuduklarını paylaşmayı hatta Fransızca
konuşmayı isterler. Anlaşılan asırlarca bilgiden uzak kalmanın verdiği açlık kadınları, evliliği
kendilerine bilgiyi getiren yol olarak görmeye götürmüştür. Aslında bu, devrin erkeklerinin
ikna edilmeye çalışıldığı yeni bir aşk ve evlilik anlayışıdır. Böylelikle Servet-i Fünün
yazarlarının sıklıkla vurguladıkları sağlıklı bir evlilik için „ruh arkadaşlığı‟ oluşturmanın yolu
açılır ve aynı şeyleri bilmekten ve aynı şeylerden zevk almaktan oluşan „estetik haz‟
ortaklığına kadar yükselir.

6
Hülya Argunşah, “İlk Kadın Yazarlarda Toplumsal Kimliğin Yapılandırılması Sürecinde Babanın Keşfi”,
Uluslararası Multidisipliner Kadın Kongresi Bildiriler Kitabı, C. 2, İzmir 2011, s. 389-402.
Fatma Aliye Hanım romandan romana kadınlarının eğitimleri konusundaki görüşünü geliştirir
ve kadınları babaların planlı olmayan keyfi eğitiminden kurumsallaşmış bir eğitime doğru
geçirir. Bunun sebebi, evde bizzat babaların sürdürdüğü ya da baba gözetiminde sürdürülen
eğitimin plansız olması ve kadınları hayata hazırlamaktan uzak oluşudur. Fatma Aliye Hanım
Mithat Efendi'nin yetiştirdiği kadın olarak hayata dönen ve hayatı dönüştüren pratik bilgiye
önem verir. Bu paralelde varılan sonuç, kadınların aldıkları eğitimin hayatlarını kendi
başlarına sürdürmelerine yardımcı olacak nitelik taşımasıdır.

Muhadarat'ta Fazıla babasının ihtimamıyla yetişmiştir, ancak babası Sai efendi'nin yaptığı
ikinci evlilik bu eğitimin aksatır. Üstelik bu eğitim her ne kadar devrin moda eğilimlerini
içerirse de hayata hazırlayan, başka bir söyleyişle paraya dönüştürülebilen bir eğitim değildir.
Romanda Fazıla eşini terk ettikten sonra hayatını sürdürecek hiç bir kabiliyetinin, bilgi
birikiminin olmadığını fark etmiş ve ahlakçı bir yazarın devri için çok ileri sayılabilecek
çıkışını yaparak kendini cariye olarak sattırmıştır. Böylece yüksek faziletlerle donatılmış olan
Fazıla, bir kadın olarak hayatını sürdürme becerisini yine kadına özgü bir çalışma biçimiyle
gösterir. Zengin ailelerin ev idaresini üstenir ve çocuklarına dadılık eder.

Fazıla hayatını bedeniyle kazanan kadındır. Ancak Fatma Aliye‟nin ahlakçı kimliği ve
yazdıklarıyla hemcinslerine umut olmayı istemesi Fazıla'nın beden işçiliğinin yönünü
değiştirir ve onu düşmüş bir kadın olmaktan uzaklaştırır. Ancak Fatma Aliye bundan sonra
yazdığı roman Udi'de hayatını erkekleri eğlendirerek kazanan kadınları da anlatarak hayatı bu
şekilde kazanmanın eleştirisini yapar. Buna göre Muhadarat'ta yazarın kadın eğitiminin
gerekliliği kadar, bu eğitimin yönü konusunda da uyarıcı olmak istediği söylenebilir. Udi'de
buna bir çözüm önerisi geliştirmeye çalışmıştır. Romanın asıl kadını Bedia, devir kadınlarının
bir uzantısı olarak babasından öğrendikleriyle kendi başına ayakta durmayı başarır. Müziğe
meraklı babası tarafından iyi bir ud sanatçısı olarak yetiştirilmiş, kocasından ayrıldıktan,
babası ve ağabeyini de kaybettikten, yani hayatını yanlarında geçirebileceği bütün erkekleri
yitirdikten sonra, zengin ailelerin kızlarına müzik dersleri vermeye başlamıştır. Üstelik o
kadar başarılı olur ki öldüğünde arkasında küçük bir servet bırakır.

Fatma Aliye bu iki romanıyla kadınların eğitimi ve çalışma hayatına katılımı konusunda
önemli adımlar atmıştır. Fazıla bir kadın olarak 'kadınca' işlerle geçimini temin ederken, ev
idare edip çocuk bakarken, Bedia sahip olduğu bir kabiliyeti paraya dönüştürme cesareti
gösterir. Hem Fazıla hem de Bedia ne hayatlarını bedenleri üzerinden kazanmak ne de bir
erkeğin zulm sayılabilecek davranışlarına boyun eğerek evliliklerini sürdürmek zorunda
kalmazlar.

Ancak alınan eğitimin, öğrenilen bilginin hayata döndürülmesini isteyen Fatma Aliye Hanım,
bu noktada kalmaz. O kadınların birer 'diplomalı çalışan' olmalarını ister. Bunun için de
üçüncü adımda Refet (1896) tiplemesini yaratır. Refet, Darülmuallimat'tan mezun olarak
öğretmen olur ve romanın sonunda Anadolu'ya bir öğretmen olarak tayin edilir. Romanda
Refet'in babasız olması, çamaşır yıkayıp ev temizleyen, dikiş dikip nakış işleyen annesi
tarafından yetiştirilmesi, öğretmen okulundan mezun olduğu ilk günlerde annesinin ölümü
oldukça anlamlı bir metafora dönüşür. Eski kadın yeni kadının yetişmesine yardımcı olmuş,
kendini feda etmiştir. Artık görevi tamamlandığında da hayattan çekilmiştir. Buna karşılık
romanın başında ölümcül biçimde hasta olan Refet'in giderek iyileşmesi, kadınların eğitim
yoluyla dirilerek hayata katılışlarını sembolize eder. Böylece Türk edebiyatı Çalıkuşu'ndan
(1922) çok önce öğretmen kadınıyla da tanışmış olur.

Yazarın Refet adlı romanıyla yapmak istediği, kadınlara eğitim sonucunda elde edilen bir işin
sahibi olmalarını telkin etmektir. Bu romanla aynı zamanda Şemsettin Sami'nin 1879
başlarında yazdığı "Kadınlar" risalesinde kadın için uygun bir meslek olarak gördüğü
öğretmenliğin altı bir kez daha çizilmiş, ayrıca kadınların yeni açılmış belki de yeterince ilgi
görememiş Darülmuallimat'a ilgi göstermeleri sağlanmaya çalışılmıştır.

Fatma Aliye Hanım'ın bir adım sonrası olmasına rağmen Halide Edib kadınların eğitimi
konusunda bu denli öncü bir tekliflere sahip değildir. Özellikle ilk dönem romanlarında kadın
meselesi üzerinde yoğunlaşan yazarın, yabancı kadınlardan kaçındığı ve yabancı eğitmenlerin
elinde yetişen kadınları tenkit ettiği ve modern ama yerli bir kadın arayışı içinde olduğu
söylenebilir. Seviyye Talip'te (1910) Macide, Halide Edib‟in kadının eğitimle dönüşümü
konusunda verdiği ilk örnektir. Macide meşrutiyetin ilanıyla Avrupa'dan dönen kocası
tarafından eğitilir, hayata ve sosyal meseleye uyandırılır. Fahir, Avrupa'da yaşadığı yıllarda
batılı kadını gözlemlediği için karısının öğretmeni olmaya, ona gerekli bilgiyi öğreterek
hayata kazandırmaya İstanbul'a adım attığı ilk anlarda söz vermiştir. Onun bu planı, Tanzimat
yıllarının kadın eğitimini erkeklere emanet eden yaklaşımından hiç farklı değildir. Romanın
sonunda eskiyi temsil eden annesiyle yeniyi temsil eden kocası arasında bir seçim yapan
Macide'nin, evini ve çocuğunu unutacak kadar kendini okumaya ve öğrenmeye verdiği ve
sosyal meseleye bağlandığı görülür. Bundan sonraki romanı Handan'la (1912) yine kadın
eğitiminden söz eden yazar, bu defa asıl mesele olarak eğitilmiş kadının durumunu ele alır.
Bu meselenin bir başka tarafıdır. Kadın modernizmle eğitim alarak hayata hazırlanmıştır.
Ama hayat kadına hazır mıdır? Handan hemcinslerinden örneğin Neriman'dan daha seviyeli
bir eğitim almışken bilgisini hayata dönüştüremez, hayattaki karşılığını bulamadığı için yok
olur.

Handan, aklıyla kalbi arasında kalan, Meşrutiyet sonrasının eğitimli kadının trajedisini anlatır.
Handan'ın harcanması, aklını kullanmak üzere yetiştirilmişken kalbinin sesini dinlemesi
yüzündendir. 'Maksadın kızı' olmayı reddeden Handan, okuyucusunun gözünde kadın
psikolojisini anlatan örnek kadın olarak yükselir, ancak devrinin rol modeli olamaz. Çünkü
devir kadınından 'maksadın kızı' olmasını ve artık 'dava arkadaşı' kimliğini kazanması
beklenmektedir. Handan vatanperverdir, bir kadını esneten ancak bir erkeğin rüyalarını
süsleyen büyük davaları tanımaktadır. Anadolu'ya gidip ev ev, insan insan dolaşarak hizmet
etmeyi ister. Ancak kadın tarafının sesini susturamadığı için kendi yok oluşunu hazırlar. Onun
romanın sonunda ateşli bir humma sonrasında çıldırarak ölümü, iki kimliği arasında kalan ve
seçimini yapamayan kadının buhranlarını temsil eder.

Halide Edib bundan sonraki roman Yeni Turan'da (1912) bir adım daha ileriye geçer ve
Kaya'da seçimini „maksadın kızı‟ olma tarafında yapan kadını anlatır. Kaya, zihni açılmış bir
kadın olarak devrin ihtiyacı olan insan tipini tamamlayacak biçimde mutluluğu „dava
arkadaşı/maksadın kızı‟ kimliğinde arayan kadını temsil etmek üzere yaratılmıştır. Kaya,
diğer pek çok roman kadını gibi, babası tarafından ve 'erkek gibi' yetiştirildiği için dava kadını
olmayı başarmıştır. Açtığı okulda kız erkek Türk çocuklarını yetiştirdikten sonra, dünya
görüşünü daha geniş kitlelere daha etkin bir şekilde anlatmak için siyasi mücadeleye girer.
Siyasal bir anlayışın prensiplerini oluşturacak yetkinliğe sahiptir. Adı gibi serttir. Fakat o da
Handan gibi mutluluğu bulamaz. Çünkü dava, kadın ve erkeği karşısında eşit kimlikte
görmekte ve çarkları arasında tüketmektedir.

Halide Edib birbirinin peşi sıra yazdığı bu iki romanıyla eğitilen kadının arada kalmışlığına
dikkati çekmektedir. Eğitilen kadın giderek kritik bir noktaya gelen sosyal dünyanın içinde bir
sorumluluk üstlenmek ister. Çünkü artık kadınların hayatın akışını belirleme ve sosyal
dünyayı biçimlendirme güç ve değerini taşıyan sözleri vardır. Ancak verili kadın kimliği
onlara ayak bağı olmaya devam etmektedir. Dönem, kadınlıkla ilgili önemli kazanımlara
rağmen, tereddütleri de sürdürmektedir. Kadın olarak yaşamak ve algılanmakla dava insanı
olarak yaşamak ve algılanmak arasındaki keskin çizgi, kadınlar için tehlikeli bir trajik alan
oluşturmaktadır. Handan ve Kaya bu trajik alanın kaybedenleri olurlar. Ancak yeni Türk
kadını bir anka gibi onların kaybettiği yerden doğar.

Halide Edib kadınlık adına bundan sonraki adımı Ateşten Gömlek'in (1922) Ayşesiyle atar. Bu
eserde kadının sosyal şartların bir sonucu olarak dava kadını olmayı seçtiği ve erkeklerin
önüne geçtiği görülür. Eserde kadın, davayla birleşir ve çevresindeki erkekler tarafından
davanın bizzat kendisi olarak algılanır. Romanda Ayşe'nin eğitiminde söz edilmez. Fakat
Ayşe'nin İngiliz gazeteciyle yaptığı düzgün Fransızca konuşma hem sosyal meseleden
haberdar olma hem de bir yabancı dili konuşacak kadar üstün eğitim sahibi olduğunu
düşündürmektedir. Halide Edib Ayşe‟de, Handan ve Kaya kimlikleriyle yitirdiği kadınına
daha üstün nitelikleriyle yeniden doğma imkânı tanımıştır. Sosyal meselenin içinde ve
milletin ölüm kalım davasında önemli bir sorumluluklar üstlenebilen kadın, bu rolüyle hem
kendinin hem de milletinin yeniden doğuşunu gerçekleştirir. Bu haliyle Ayşe tam bir mitik
kahraman, Ateşten Gömlek ise modern bir destan olur.

Fatma Aliye Hanım'dan Halide Edib'e geçerken kadın eğitimi konusunun sosyal hayatın
ihtiyaçları doğrultusunda değişim gösterdiği görülüyor. Fatma Aliye eğitimi, daha kadın
odaklı bir beceri edinme süreci olarak algılarken bu eğitimin kadının birey oluşuna katkıda
bulunduğu ancak ona sosyal bir duyarlılık katmadığı anlaşılır. Her ne kadar Fatma Aliye
Hanım, 1897 Osmanlı Yunan Savaşından itibaren sosyal sorumluluklar içinde olmaya, sivil
toplum örgütleri kurarak onların içinde yer almaya, toplumla yakınlaşmaya başlamışsa da
onun roman kadınları henüz sosyal mesele içinde yer alamamışlardır. Halide Edib‟in ilk
romanlarında da kadınlarının bundan farklı oldukları söylenemez. Seviye Talip ve Handan‟ın
eğitimlerine ve cesaretlerine rağmen, mücadeleleri kişisel dünyalarıyla sınırlı kalır. Yazar bu
çizgiyi Kaya‟dan itibaren aşma eğilimi gösterir. Oysa yarattığı kadınların çekingen ve
kendilerine dönük dünyalarına rağmen Halide Edib, ilk yazısından itibaren Osmanlı‟dan
Türkiye Cumhuriyeti‟ne giden tarihî ve sosyal sürecin etkin parçasıdır. Eğitim yoluyla zihni
açılan kadınların sosyal bir duyarlılık kazanmasını, bilginin kadına aşkın bir kimlik
kazandırmasını ister. Fatma Aliye Hanım‟la Halide Edib‟in kadınları arasında ortaya çıkan
farkın belirleyeni, onları var eden dış dünyanın şartlarıdır. Onlar hemcinslerini eserleri
üzerinden şekillendirirken sosyal hayatın ihtiyaçları üzerinden bakarlar. Fatma Aliye Hanım
için 19. asır sonu kadınının en önemli meselesi eğitim alması ve sosyal hayata katılmasıdır.
Ancak 20. Asır başı kadını için eğitim az çok aşılmış bir konudur ve artık mesele tarihsel
dönüşümün içinde sorumluluk almaktır.
Muhadarat ile Halide Edib‟in ilk eseri Heyula (1909) arasında 18yıl; kadının eğitim alması ve
sosyal hayatta rol üstlenmesi fikrine vurgu yapan Refet ile Ateşten Gömlek arasında ise 26 yıl
gibi çok uzun olmayan bir zaman olmasına karşılık, dış dünyanın olguları kadınları hızla
değiştirmiştir. Halide Edib‟in yazmaya başladığı yıllar, Fatma Aliye Hanım yazmayı artık
bıraktığı yıllardır.7 Devam edebilseydi büyük ihtimalle, Anadolu‟ya gönderdiği Refet
öğretmenle, Anadolu‟nun vatan yapılmasına katılan kadınların yazarı olurdu. İlk kuşak
kadınları ile ikinci kuşak kadınlarının eserleri üzerinden kadın eğitimi konusuna bakıldığında
bu çizginin önce kadınları kendi kimlikleri ve kadınlıkla ilgili konularda duyarlık
kazandırmaya yönelik olduğu fakat bu duyarlığın „ben‟den „biz‟e doğru bir genişleyerek
sosyal hayatın duyarlıklarıyla birleştiği görülür. Takip edilen yol, kadınların entelektüel
seviyelerinin sosyal sorumluluk alma noktasına kadar yükseldiğini göstermesi bakımından
önemlidir.

Osmanlı'dan Cumhuriyet'e devam eden çizgide kadın yazarların üzerinde ısrarla durdukları
diğer konu evlilik ve onun beraberindeki konulardır. Başlangıç olarak kadınların eğitim
almasının, erkeklere benzer biçimde evlilikten ve sosyal hayattan beklentilerinde büyük
değişiklikler meydana getirdiği söylenebilir.

Evlilik ve etrafında yer alan eş seçme, boşanma ve çok eşlilik…


Tanzimat sonrası edebiyatın en çok ilgi gören ve işlenen konusu değişen aşk ve bu paralelde
yeni evlilik anlayışıdır. Bu konu Fransız İhtilali sonrasında dünyaya yayılan bireysel hak ve
özgürlükler düşüncesiyle ilişkilendirilebilir. Bireyin evleneceği kişiyi bizzat kendisinin
seçmesi insan hak ve hürriyetleri içinde değerlendirilmesi gereken bir konudur. Ancak tek
elden idareyi benimsemiş otoriter yapı, bireylerin dünyasını şekillendirmeyi de görevlerinin
arasında belki de başında görür. Bu konuyu sadece kadınlarla ilişkilendirmek de doğru bir
yaklaşım olmamalıdır. Zira konunun öteki tarafında Avrupa'da ya da Türkiye'de açılmış
modern okullarda eğitim görerek zihinsel dönüşümünü gerçekleştirmiş erkeklerin, zihinsel
karşılıklarını bulma ve hayatlarını onunla sürdürme istekleri durur. Bu 19. yüzyılda üzerinde
ciddiyetle durulan bir sosyal sorundur.
Şair Evlenmesi'nden (1859) itibaren modern edebiyatın vaz geçilmez konuları arasına giren
görücü usulüyle evliliğin tenkidi ya da evlilikte eş seçimi, ilk kadın yazar Fatma Aliye'nin
eserlerinde cesur bir durum sergilemez. Zira Mithat Efendi ve Cevdet Paşa'nın derin tesirleri

7
Fatma Aliye Hanım‟ın son edebi nitelikli eseri Enin 1910 tarihli bir romandır. Ancak bir yazma faaliyeti olarak
Cevdet Paşa ve Zamanı ise 1914 yılında yayımlanır. Onun bundan sonra vefat tarihi 1936 tarihine kadar başka
bir eser yazmadığı yazdıysa da yayımlamadığı anlaşılmaktadır.
altında olan Fatma Aliye, gelenekle ters düşmeyen bir yaklaşımdan yanadır. Muhadarat'ta
kızlar evlenecekleri erkeğin seçimini babalarına bırakırlar. Romanın ana karakteri Fazıla, ne
olursa olsun babasının uygun gördüğü biriyle evlenecektir. Çünkü yazar ebeveynin hayat
tecrübesine güvenin altını çizmekte ve gençler için sadece seçilen adayın reddi hakkını saklı
tutmaktadır. Hatta romanda kendisinin seçtiği erkekle evlenen Fevkıye'nin büyük yanılgısı,
başlangıçta bu görüşteki doğruluğun altını çizer. Ancak romanın akışı bu kararın da
yanlışlığını ortaya koyacaktır. Fazıla babasının uygun gördüğü evlilikte mutluluğu bulamaz ve
hayatının Beyrut‟ta geçen ikinci devresinde, adeta yeniden dirilirken kendisinin seçtiği
erkekle evlenir.

Udi'de Bedia'nın evliliğinin babası ve ağabeyi arasında bir tartışmanın konusu olması,
sorunun başka bir tarafını düşündürür. Kızlar yaşıtlarıyla mı yoksa yaşı ne olursa olsun
varlıklı bir adayla mı evlenmelidirler? Bu soru dönemin kadınlarının evlilik karşısındaki
konumları açısından önemlidir. Çünkü hayatlarını kendi başlarına sürdüremeyen kadınlar için
evlilik, güçlü bir hayat sigortasıdır. Bu kabul kadınları evlenmeye mecbur kıldığı gibi
evliliğin her türlü sıkıntısına katlanma zorunluluğunu da getirir. Bu konuda Fatma Aliye'nin
en zengin malzeme içeren romanı 1898 tarihli Levayıh-ı Hayat'tır. Bu romanda yazar, beş
kadının birbirlerine yazdıkları 11 mektupla devir kadınları için evlilik konusunun farklı anlam
alanlarını irdeler. Üçü evli olan bu kadınlar evlilikle ilgili görüşlerini ve içinde bulundukları
evliliğin özelliklerini yazdıkları mektuplarla birbirlerine, aslında dönemin okuyucusuna
anlatırlar. Mektuplara göre evliliğin temel sorunlarından biri erkeğin ihaneti, başka bir
söyleyişle çok eşliliğidir. Roman bu noktada çok eşlilik karşısında kesin bir tavır takınan ve
tek eşliliğe ikna edemedikleri kocalarını terk ederek kendilerine yeni bir hayat kuran
Muhadarat‟ta Fazıla‟nın Udi‟de Bedia‟nın hikâyesiyle birleşir.

Levayıh-ı Hayat'ta mektuplaşan kadınlar da erkeğin ihanetiyle ya bizzat mağdurdurlar ya da


mağduriyeti söz konusu olan bir kadını tanırlar. Evli üç kadınının yazışmaları evli olmayan
diğer iki kadının dünyasında evlilikle ilgili görüşlerin şekillenmesini getirir ki bunlar da
kadının evlilik ilişkisi içindeki yeri açısından devrin sorunlarına işaret etmektedir. Kızlardan
Nebahat'in mektubuna göre diğer kadınlar başlarına gelen mutsuzluk, aldatılma gibi
talihsizlikleri yaşamaktansa 'gelinliğin tellerine pullarına aldanmamalı' ve gerçekten olumlu
bir adayla karşılaşıncaya kadar beklemelidirler. Ancak bu mektuba İtimat'ın yazdığı cevap
konunun kadın cephesinden başka bir tarafını gösterir. Arkadaşının söylediklerine tamamen
katılan genç kız, evlilik konusunda bağımsız karar veremeyecektir. Çünkü istemediği erkekle
evlenmeme ya da kafasının yüzünden ailesi tarafından evlenmeye zorlanacağından hatta
sonunda bir yük olduğunun yüzüne söyleneceğinden emindir. Bu gerçekler karşısında daha
evlenmeden, evlenme kararı vermek zorunda kalmanın mutsuzluğunu yaşar.

İlk kadın yazarların evlilikle ilgili olarak üzerinde durdukları bir başka konu da mutlu bir
evliliğin şartlarıdır. Romanlarını Servet-i Fünun yıllarında yazan Fatma Aliye, ideal evlilik
için dönemin diğer yazarları 'ruh arkadaşlığı'nı telkin ederken o, 'zihinsel arkadaşlık' önerisini
getirir. Bu iki yaklaşımın birbirinden farkı, estetik kaygının 'zihinsel arkadaşlık'ta
olmamasıdır. Fatma Aliye'nin kahramanlarında sanatla ilgili bir yöneliş ve paylaşım yoktur.
Yazarın bizzat kendisi gibi Fazıla da evliliği Fransızcasını ilerletebileceği, karşılıklı
okuyabileceği, bilmediklerini öğreneceği bir paylaşım ortamı olarak alır. Ancak bu defa
öğrenme açlığı taşıyan kadının karşısındaki erkek, hem bilgi düzeyi hem de hayatı
algılayışıyla yetersiz kalır. Böylece boşanma konusu tartışmaya açılır.

Fatma Aliye'nin kadınlarından Fazıla ve Bedia, aradıklarını bulamadıkları hatta


aldatıldıklarını fark ettikleri eşlerinden ayrılmak isterler. Ancak boşanmanın hoş görüyle
karşılanmaması, boşanma hakkının erkeklerde olması ve kadınların boşandıktan sonra
hayatlarını sürdürecek durumda olmamaları, başka bir söyleyişle çalışan kadın olamamaları
evliliğe katlanmalarını getirir. Fazıla bütün bunların çaresizliği içinde intiharı dener. Bedia
kendisini boşamayan eşinden yıllarca ayrı ama ağabeyinin himayesinde bir hayatı sürdürür.
Levayih-i Hayat'ta Fehame boşanırsa yanlarına sığınabileceği bir ailesinin olmaması ve
çocuklarının varlığı yüzünden mutsuz evliliğini sürdürmek zorunda kalır. Fakat Refet için
evlilik, düşündüğü bir şey değildir. O her işini kendi yaptıktan sonra evlenmenin ne anlamı
vardır diye sorar.

Halide Edib'de de evliliğin bundan çok farklı bir anlayışla ele alınmadığı görülür. İlk
romanlardan Raik'in Annesi'nde (1909) kadının çok eşliliğe meyyal kocasına çocuğu
yüzünden katlandığı hatta affettiği okunur. Seviyye Talip'te Macide önce Avrupa'da geçirdiği
uzun yıllarda sonra da ihanetine tanık olduğu kocasının hava değişimi için İstanbul'dan
uzaklaştığı sırada boşanmayı aklına getirmez, sabırla dönüşünü bekler. Ancak Halide Edib'in
Cumhuriyet'e kadar yazdığı romanlar içinde en radikal karar, Seviyye Talip'te verilir. Seviyye,
evli olmasına rağmen „ruh arkadaşı‟ olduğuna inandığı müzik hocası Cemal'le yaşama kararı
almıştır. Bu karar, roman boyunca tartışılır. Kimilerinin onaylamasına rağmen Seviyye,
kendisinden çekinilen ama cesareti dolayısıyla daha çok merak edilen sıra dışı kadındır.
Zaman içinde boşanıp Cemal'le evlenerek hem namusunu hem de vicdanını temizleyecektir.
Halide Edib, özel hayatında boşanmayı tecrübe etmiş bir kadın olmasına rağmen, belki tam da
bu sebeple boşanmaya karşıdır. Bunun için de Handan, bütün ıstırabına rağmen Hüsnü
Paşa'dan boşanmayı istemez. Bütün aşağılanmasına rağmen Handan için Hüsnü Paşa, kendini
tamamlayacak kişiyle evlenme şansını kullanamayan kadının kendini cezalandırma biçimidir.

Seviyye Talip ve Handan romanları bir anlamıyla önceki nesil erkeği için geçerli olan
evlenmek için zihnî ve ruhî karşılığını bulma sorununun kadınlar için de söz konusu olduğunu
düşündürür. Handan bir tarafıyla da zihinsel dönüşümünü gerçekleştirmiş ve sosyal duyarlılık
kazanmış kadınının dava arkadaşı olmanın eşiğinde yaşadığı tereddütleri yansıtmaktadır.
Böylece aslında değişen bir aşk anlayışıyla karşılaşılır. Seviyye'nin Cemal'le birlikteliğinde
aşkı besleyen estetik birliğin getirdiği ruh arkadaşlığıdır. Handan'da Nazım'la Handan'ı, Yeni
Turan'da Kaya ile Oğuz'u Ateşten Gömlek'te Ayşe ile İhsan'ı birleştiren ise davadır. Tarihsel
şartları değişen hayat, sosyal düzeni kendi etrafında şekillendirdiği gibi aşkı ve kadını da
kendine benzetmiştir. Dönem sosyal bir dönemdir, bu durumda 'ben' anlamsızdır ya da 'biz'in
içinde ve onun kattığı anlamla var olmalıdır.

Halide Edib'in kadın ve erkek karakterleri ihtiraslıdırlar ve şiddetli aşk duygusu onları tüketir.
İlk romanların ihtiraslı aşkı, Yeni Turan'dan itibaren yerini dava bağlılığına bırakır. Yeni
Turan’da Oğuz, Ateşten Gömlek'te Peyami ve İhsan için aşk, davaya yakın olmaktır. Onlar
kendilerinin yakanın aşk mı dava mı olduğunu bir türlü ayıramazlar. Tıpkı Şükûfe Nihal‟in
Yalnız Dönüyorum (1938) adlı romanında olduğu gibi. Bu romanlarda kadınlar aşkın birer
karakter olarak ortaya çıkarlar. Oysa Fatma Aliye'nin kadınları için aşk evlilikten sonra gelen
bir şeydir. Onlar içlerinde potansiyel bir aşk duygusu taşırlar. Bu aşk evliliğe kurulmuş bir
saat gibi ancak evlendikten sonra ortaya çıkar. Muhadarat'ta Fazıla, Enin'de Sabahat bu
anlamda ahlakçı bir yazarın kadın karakteri olduklarını o denli hissettirirler ki ideal bir
evliliğe doğru yol alırken sevgi sözcüğü etmekten ısrarla kaçınırlar ve aşkın evlilik sonrasına
ait bir duygu olduğunu anlatırlar. Bununla yazarın ilk eseri Hayal ve Hakikat’te (1892)
anlattığı aşk duygusuna çok yatkın kadınlarını korumaya çalıştığı söylenebilir. Tam bu
yıllarda genç kızların fazla hassas oldukları için roman okumalarına izin verilmemesiyle ilgili
bir tartışmanın yapıldığı hatırlanırsa, yazarın bir tedbir almaya çalıştığı anlaşılır.

Bu bağlamda Fatma Aliye Hanım‟ın önem verdiği ancak Halide Edib‟de üzerinde durulmayan
bir konuya işaret etmek gerekir. Bu da kadınların para kazanması ve çalışma hayatına
katılmaları konusudur. Fatma Aliye kadınların doğru evlilik yapmaları kadar evliliğin
olumsuzluğunu karşılayabilmek için bunun önemli olduğuna inanır. Kadınlar geçimlerini
sürdürecek bir parayı kazanma yeteneğini edindiklerinde, evlilik kadınlar için baba evinden
koca evine devam eden hayatı tüketme biçiminin adı olmaktan çıkmış olacaktır. Kabul etmek
gerekir ki bu 19. yüzyıl sonunda sunulmuş oldukça ileri bir görüştür. Bu sebeple onun
kadınları adım adım çalışma hayatının parçası olurlar. Muhadarat‟tan Udi‟ye oradan Refet‟e
geçişte bu süreci olgunlaştıran Fatma Aliye‟nin önerisi, kadınların „diplomalı çalışan‟
olmalarıdır. Fakat bu konu, dönemin daha baskın sosyal ve tarihî gerçekleri yüzünden Halide
Edib‟in 1920‟ye kadar yazdığı ilk dönem eserlerinin meselesi olarak görünmez. Ancak ilk
romanlarını Cumhuriyet‟in ilk yıllarında yazmaya başlayan Şükûfe Nihal‟de asli konulardan
biri olarak yeniden ortaya çıkar. Şükûfe Nihal Çöl Güneşi‟nde (1933) yeniden sağlam bir
evlilik için kadın ve erkeğin maddi eşitliklerini önerir. Bu öneri Şükûfe Nihal‟in başta gazete
yazıları olmak üzere bütün kalem faaliyetinde devam eden fikirdir. Çalışan kadın kendine
güven kazanacak ve bu sayede hayatı daha iyi değerlendirerek, doğru kararlar verebilecektir.
Bu sebeple Fatma Aliye gibi, o da kadının mutlak eğitim almasını ve bir meslek sahibi
olmasını ister. Kadınlar eğitim yoluyla bir iş sahibi olamamışlarsa, bu durumda el becerilerini
ve zevklerini değerlendirmek suretiyle para kazanmalıdırlar.

Kadın ve kadınla ilgili meseleler konusunda devrin duyarlı sanatçılarından olan Şükûfe Nihal
bu inançla, Çöl Güneşi‟nde kahramanını zengin bir adamla evlenme inancından kurtarır.
Çalışmaya karar veren Feriha, el işleri ve dekorasyondaki maharetini değerlendirir.
Beyoğlu‟nda, üst katında bir çalışma odası olan küçük bir dükkân kiralar, kendi eliyle yaptığı
işleri maharetli başka hanımların işleriyle birleştirir. Böylece birkaç kadına daha para
kazanma imkânı sunarken, bir işveren de olur. Sahip olunan becer ve zevk işlerlik
kazandırılarak hayata katılmış ve ihtiyacı olanların kullanımına sunulmuştur. Karşılığında
elde edilen gelir, kadını hayatı sürdürmek adına istemediği evlilikleri yaşamaktan kurtarır.
Romanın son sahnesinde „Çöl Güneşi‟ Feriha “Yeni Elişleri Mağazası”nda anlatılır: “Çöl
Güneşi neş‟e ve gurur içinde, onu insanların esaretinden, fenalıklarından muhafaza eden
küçük dükkânında; avcılardan kaçıp da ormanına iltica eden minimini bir ceylân gibi, rahat,
emin, çalışıyor.”8

Kadınların insanî haklarını elde etmeleri için verilen mücadelelerde ön saflarda yer alan
kadınlardan biri olan Şükûfe Nihal‟e göre bütün dünya değişirken kadın da bu değişimdeki
yerini almalı, kendisini dünyanın üretici parçası olmaktan alıkoyan işlerden sıyrılmalı ve
çalışmalıdır. Kadınlık görevi olarak kabul edilen işler için müesseseler kurulmasını öneren

8
Şükûfe Nihal, Çöl Güneşi, İstanbul, 1933, s. 100.
yazar, sosyal hayatın içinde aktif olarak yer alamayan kadınlara buralarda çalışmayı önerir.
Kadınlar yemek pişirip pasta yaparak birçok insanın, özellikle bu tür işleri yapmaya zamanı
olmayan kadınların hizmetine sunarak üretmenin ve bunun karşılığında para kazanmanın
hazzını yaşayabileceklerdir.

Şükûfe Nihal kadınların çalışma hayatına girmelerini ve para kazanmalarını sadece evlilik
sonrasını güvence altına almak için düşünmez. Ona göre sağlam evlilik, eşler arasında
ekonomik bir eşitlikle mümkündür. Kadınların çalışması asırlara dayalı ve sosyal dünyanın
her tarafını kendine göre tanzim etmiş olan „köle efendi diyalektiğini‟ evlilik içinde ve eşler
arasında sonlandıracaktır. Bunun bir devamı olarak yine Çöl Güneşi‟nde boşanma da dâhil
olmak üzere, evlilik içinde gelişebilecek bütün ihtimaller, çiftler tarafından imzalanan „bir
evlilik mukavelesi‟ne bağlanır. Kadının haklarının güvence altına alınması açısından oldukça
ileri olan bu teklif romanın diğer kahramanları tarafından yadırganır. Ancak bu haliyle 1 Ocak
2002 tarihinde yürürlüğe giren Yeni Türk Medeni Kanunu‟nun Aile Hukukuyla ilgili
hükümlerini çok erken bir dönemde hazırlar.

Sonuç:
19. yüzyılın son çeyreğinde kendilerini yazarak ifade etmeyi ve yazdıklarıyla geniş kitlelere
ulaşmayı seçen yazar kadınlar, devirle ve devir insanıyla ilk konuşmalarını gazete ve dergiler
aracılığıyla yapmışlardır. Kadınların bizzat çıkaracakları gazete ve dergilerle, telif eserler
yazıp yayımlayabilme cesaretini elde edecekleri 20. yüzyıl başlarına kadar mevcut neşriyat
onlara sütunlarını açar. Kadınların yazarak ve okuyarak aktif bir şekilde matbuat dünyasına
katılımları, onların çağdaşlaşma konusundaki tereddütlerini ortadan kaldıran ve daha emin
durmalarını sağlayan çok önemli bir adımdır. Çünkü ilk modernist kadınlar hemcinsleri için
birer rol-model olurken aynı zamanda bundan sonra kadınların kendi deneyimlerini bizzat
kendi kalemleriyle ve hemcinsleriyle paylaşma yolunu da açarlar. Kısacası kadınların
yazmaya başlaması önemli bir başlangıçtır ve dönemin kadınları tarafından da hemen
algılanarak sahiplenilmiştir.
Tanzimat‟tan Cumhuriyet‟e uzanan süreçte gerek medeniyet değiştirme, gerekse
imparatorluktan millî devlete geçme süreci, kadın dünyasının bu değişimlere ayak uydurması
açından apayrı yoğunluklarla katlanır. Ancak değişim başlamıştır ve kadınlar birbirlerine
açtıkları yolu devrederler. Bu anlamda birbirini takip eden kuşakların kadınları, tıpkı Fatma
Aliye ve Halide Edib‟te olduğu gibi birbirlerine sadece edebi tecrübeyi değil kadınlıkla ilgili
tecrübelerini de devrederler. Kadınlar, bu meselelerin kendi cinsiyetleri açısından çözümünü
bulmaya çalışırken, aslında sosyal hayatın bütününü kapsayan çözümleri gerçekleştirirler.
Bunun için 19. yüzyılı 20. yüzyıla bağlayan yılların kadın yazarlarının eserleri bu sosyal
dönüşüme ait tecrübelerle doludurlar. Onları bir macera olmanın ve estetik bir bütünlük
olmanın ötesinde bu birikimi tanımak için de okumak gereklidir ve mümkündür. Bütün edebi
eserlerde olduğu gibi sosyal ve zihinsel dönüşümün tarihi delilleriyle birlikte edebiyatın
malzemesidir. Ancak kadınların yazdıkları eserler bu anlamda okuyucuya bu değişimin kadın
cephesini aktarma ayrıcalığını taşırlar.

You might also like