You are on page 1of 752

A’LÂ (Alî, Müte’âl) ve görülmeyeni bilendir.

Pek yücedir”
Yüksek olmak anlamındaki a-l-v (Râd, 13/9) âyetinde ve alî ismi ile birlikte

kökünden türeyen a ’lâ, en yüce, en geçmektedir. Allah’ın bu sıfatı, Tirmizî


yüksek; alî ve müteâl ise yüce ve yük­ ve İbn Mâce’nin el-esmâü’l-hüsnâ ile
sek demektir. ilgili rivâyetinde de geçmiştir (Tirmizî,
Deavat, 83; İbn Mâce, dua, 10).
Allah’ın sıfatı olarak a’lâ; yüce, en
yüce, en şerefli; alî, şânı, kadri yüce ve Alî ve Müte’âl isimleri, Allah’ın
noksan sıfatlardan münezzeh, her şey­
kudreti büyük olan; müte’âl, pek yüce
den yüce ve üstün olduğunu ifade eder.
ve noksan sıfatlardan münezzeh olan,
O’ndan daha yüce, daha üstün hiçbir
gücü ile her şeyden üstün olan demektir.
varlık yoktur. En yüce O’dur. Zâtı,
A ’lâ"" sıfatı Kur’ân’da 4 âyette geç­ gücü, ilmi, mülkü, rahmeti, mağfireti,
mektedir: azabı gibi bütün sıfat ve fiilleriyle en
"‘Ancak yüce Rabb’inin rızasına yüce O’dur.
ermek için (malını) verir" (Leyi, 92/20), “A’lâ”, Kur’ân’ın 87. sûresinin adı­
“En yüce sıfatlar Allah "indir” (Kehf, dır. îlk âyeti “sebbihisme Rabbike’l-
18/80), a ’lâ"" (Rabb ’inin yüce adını teşbih
“...Göklerde ve yerde en yüce sıfat­ et) diye başlar. Peygamberimiz (a.s.),
lar O’nündür ” (Rûm, 30/27). namazların secdelerinde üç defa ve
bu sûre okunduğu zaman, “sübhâne
Allah’ın yüceliği mekân itibariyle
Rabbiye’l-a’lâ” diye tesbihatta bulun­
değil, güçlü olması itibariyledir.
muştur (Ebû Dâvûd, Salat, 153, I, 549).
A ’lâ kelimesi, Kur’ân’da diğer var­
Nahl sûresinin 60 ve Rûm sûresinin
lıkların sıfatı olarak da kullanılmıştır
27. âyetlerinde geçen “el-meselü’l-
(Tâ-hâ, 20/68; Sâffât, 37/8).
a’lâ"" ise, en yüce sıfatlar demektir.
Alî ismi Kur’ân’da 9 âyette azîm, Allah’ın bütün isim ve sıfatları yücedir.
kebîr ve hakîm isimleriyle birlikte
Allah’ın bu sıfatı, Kur’ân’da “teâlâ”
geçmektedir:
(yüce oldu) fiiliyle de ifade edilmiş­
“...O, yücedir, uludur"" (Bakara, 2/255; tir. “Gerçek melik Allah pek yücedir,
Şûrâ, 42/4) (teâlâ) O’ndan başka ilâh yoktur.”
“...Gerçekten ancak Allah, yücedir, (Mü’minûn, 23/116; İsrâ, 17/43; En’âm, 6/100)
büyüktür” (Enbiyâ. 21/30; Sebe\ 34/23) (İ-K.)
“...O yücedir, hikmet sahibidir” A’LEM
(Şûrâ, 42/51; Zuhruf, 43/4) Allâh’ın sıfatlarından biri olan
Müte’âl ismi yücelikte mübalağa a’lem, daha iyi bilen, en iyi bilen
ifade etmekte olup, “(Allah) görüleni demektir, (bk. Âlim) (İ.K.)

1
A’MÂ A’râf’ın cennetle cehennem arasında
Sözlükte “iki gözü görmeyen bir yer olduğu, burada henüz cennete
kimse” anlamına gelen a’mâ kelimesi, girmeyen ancak girmeyi uman kimsele­
mecâzî olarak “câhil, düşüncesiz, basi­ rin bulunacağı ve bu kimselerin cennet
retsiz, idraksiz” anlamlarında da kulla­ ve cehennem halkı ile konuşacakları
nılmaktadır. Bu kelime Kur’ân’da çoğu bildirilmiştir, (bk. Ashâb-ı A’râf) (İ.K.)
manevî, bir kısmı da maddî körlük A’RÂZ
anlamında on üç defa tekil, on defa da Sözlükte “işaret, belirti, tesadüf,
çoğul şeklinde geçer. Hepsi de “basiret­ hastalık, felaket, ansızın başgösteren,
sizlik, kalp gözünün körlüğü, manevî varlığı devamlı ve zorunlu olmayan
körlük, gerçeklere ilgisiz kalma, inat­ durum” anlamına gelen a’râz, bir fel­
çılık, sapıklık, Allah’ın hidâyet ve rah­ sefe terimi olarak, bizzat var olmayan,
metinden mahrum kalma” gibi anlam­ ancak herhangi bir mahalle dayanan ve
larda olmak üzere iki defa masdar onunla birlikte var olabilen, onun yok
şeklinde (Fussiiet, 41/17,44), sekiz defa da olmasıyla ortadan kalkan şey demektir.
çekimli fiil kalıplarında kullanılmıştır.
Kelam ilminde a’râz terimini ilk
Ayrıca körlerin -genel olarak sakatla­
rın- hukukuna dikkat çekmek üzere defa Ca’d ibn Dirhem ile onun takip­
Abese sûresinde Abdullah ibn Ümmü çisi Cehm ibn Safvân’ın kullandığı
Mektûm’dan adı verilmeksizin “a’mâ” belirtilmektedir. Daha sonra Mu’tezile,
diye söz edilir. Ancak Kur’ân’a göre Mâturidî ve Eş’arî ekolleri başta olmak
asıl kör, görme kabiliyetini yitiren üzere diğer itikadî mezhep mensupla­
değil, basiretsiz (kalp gözü kör olan) rının gündemine girmiştir. Kelamcılar
ve gerçeği anlamak istemeyenlerdir metafizik gayelerine ulaşmak için
(Hac, 22/46). Kur’ân’da ayrıca toplumun fizik sistemlerinde a’râzın varlığını
da şuursuz, basiretsiz, bilgisiz ve yolu­ ispat etmeye önem vermişlerdir. Hatta
nu şaşırmış hale gelebileceğine işaret belli nitelikleriyle onları kabul etmeyi
edilerek a’mâlığın ferdî olduğu kadar bir inanç meselesi haline getirmişler­
sosyal bir hastalık olduğu da vurgulan­ dir. Kelamcıların çoğuna göre âlemde
cevher ve a’râzdan başka bir varlık
maktadır (A’râf, 7/64). (M.C.)
türü yoktur. Ünlü mutasavvıf îbnu’l
A’RÂF Arabî de konuya başka bir açıdan baka­
Yüksek yer, atın yelesi ve horozun rak, gölgenin varlığı cismin varlığına
ibiği anlamlarındaki “a-r-f ’ kökünden bağlı olduğu gibi, âlemin de bütünüyle
türeyen “a’râf” din dilinde, cennetle Allah’ın zatına bağlı bulunduğunu ve
cehennem arasındaki perdenin (sûr/ o nedenle âlemin sırf a’râzdan ibaret
duvar) yüksek yerleri demektir. A’râf, olduğunu belirtmiştir.
aynı zamanda Kur’ân’ın yedinci sûre­ A’râzların tasnifi kelam ekolleri
sinin adıdır. İyilik, lütûf, bilme, tanıma, arasında farklı yapılmıştır. Mu’tezile,
akıl ve dinin iyi ve güzel gördüğü şey esas oluş ve renklere dayanan doksan
anlamına gelen “örf’ kelimesinin çoğu­ çeşit arazdan bahsetmektedir. Eş’ari
lu da “a’râf’tır. ve Mâturidîlere göre ise otuz çeşit araz
A’râf kelimesi, Kur’ân’da iki âyette vardır. Bunlar iki kategoridir. Birinci
geçmektedir (A’râf, 7/46,48). Bu âyetlerde, kategoriye dahil olanlar hareket, sükûn,

2
terkip, vaz’ gibi oluşlar; ikinci kategori­ ABDAL
ye dahil olanlar ise renk, ses, sıcaklık, Birinin yerine geçen, karşılık anla­
soğukluk gibi niteliklerdir. (F.K.) mına gelen bedel ve bedii kelimele­
A’YÂN-I SÂBİTE rinin çoğuludur. Tasavvuf! bir terim
olarak ise “dünya ilgilerinden kurtula­
^A’yân-ı sabite”; bir tasavvuf
rak kendisini bütünüyle Allah yoluna
kavramı olarak; “dış âlemde var olan
adayan ve ricâlü’l-gayb diye adlandı­
eşyanın görünür hale gelmeden önce
rılan veliler topluluğu içinde yer alan
Allah’ın ilminde bilgi olarak mevcudi­
“sûfi veya erenler” anlamına kulla­
yeti, ortaya çıkan varlıkların Allah’ın
nılmaktadır. Bu kelime yerine budelâ
ilmindeki gizli hakikatleri, mahiyetleri”
kelimesi de kullanılmaktadır. Abdallar,
anlamına gelir. (M.C.) insanlara karşı iyi niyetli, kendilerine
ABD kötülük yapanları bağışlayan, sahip
Sözlükte “kul” demek olan “abd” oldukları şeyleri başkalarıyla payla­
kavramı Kur’ân’da; “kul” ve “kullar” şan, kazâ ve kadere gönül hoşluğu ile
şeklinde yalın olarak veya “kullarım”, boyun eğip rıza gösteren, haramlardan
“kullarımız” ve “Allah’ın kulları” şek­ titizlikle kaçınan, ibadetlerinde ihlâs ve
linde Allah’a izâfet ile genel olarak samimiyeti ön planda tutan, sevgi, şef­
kat, merhamet ve iyi niyet gibi ahlâkî
bütün insanları ifade etmek için; bazen
erdemlerle donanmış kimselerdir.
de “mü’min kullar”, “ihlaslı kullar”,
Hadis olduğu öne sürülen rivâyetlerde
“muttaki kullar”, “bilgin kullar”, “sâlih
abdalların sayıları konusunda 7, 30, 40,
kullar” ve “şükreden kullar” şeklinde
70, 80 gibi değişik rakamlar verilmek­
sıfat ve övgü ifadesi olarak kullanılmış­
tedir. Yaygın görüş ise sayılarının 40
tır. Çoğulu, “abîd” ve “ibâd”dır (Bakara,
kişi olduğudur. Ancak abdal konusu ile
2/23, 178; îsrâ, 17/3; Meryem, 19/63; Enbiya, 21/26;
ilgili hadislerin büyük bir Jcısmı veya
Nemi, 27/15, 19; Fâtır, 35/28, 31; Sâd, 38/83; Zümer,
tamamı titiz muhaddisler ve kelâmcılar
39/53; İnsan, 76/6) (Î.K.)
tarafından senet veya metin tenkidine
ABÂDİLE tâbi tutularak reddedilmiştir. Abdal
Allah’ın kulu anlamına gelen ve budelâ kelimeleri tasavvuf gelene­
‘Abdullah’ kelimesinin çoğuludur. ğinde ifade edildiği anlamda Kur’ân-ı
İlimleriyle ve özellikle verdikleri fet­ Kerim’de yer almamıştır. Ayrıca abdal,
valarla meşhur olmuş Abdullah adlı Afganistan’da bir Türk kabilesinin,
dört sahâbî hakkında kullanılmakta­ Anadolu’da ise göçebe bir topluluğun
dır. Bunlardan Abdullah ibn Abbas, adıdır. (M.C.)
Abdullah ibn Ömer ve Abdullah ibn ABDEST
Zübeyr’in abâdile’den olduğu konu­ Farsça âb (su) ve dest (el) kelime­
sunda alimler söz birliği etmişler. lerinin birleşmesinden meydana gelen
Ahmed ibn Hanbel ve bazı alimlere abdest kelimesi, “el suyu” anlamı­
göre dördüncü isim Abdullah ibn Amr na gelir. Abdest kavramı Arapça’da
ibn As, Hanefîlere göre ise Abdullah “güzellik ve temizlik” manasına gelen
ibn Mes’ud’dur. (M.C.) vudû’ kelimesiyle ifade edilir.

3
Namazın şartlarından birisi olan yıkanır. Yıkamaya sağ uzuvlardan baş­
abdest, namaz ve Kabe’yi tavaf, tila­ lamak, suyu iktisatlı kullanmak, abdest
vet secdesi gibi bazı ibadetleri yapmak esnasında ve sonunda dua etmek, keli-
için, vücudun belirli uzuvlarını usulü­ me-i şahadet getirmek abdestin sün-
ne uygun olarak yıkamak veya mes- netlerindendir.
hetmektir. Abdest müstakil bir ibadet Kişinin önünden ve arkasından
olmayıp, belli ibadetleri yapmak için herhangi bir şeyin çıkması, vücudun
vasıta niteliğinde bir ibadettir. Manevî herhangi bir yerinden kan ve irin gibi
temizlik ve namaz başta olmak üzere şeylerin akması, ağız dolusu kusmak,
ibadetlere ruhen ve bedenen hazırlık bayılmak, delirmek, uyku ve sarhoşluk
mahiyetinde olan abdest, aynı zamanda gibi şuuru engelleyen durumlar abdesti
maddî bir temizlenme vasıtasıdır. bozar. (İ.P.)
Mâide sûresinin 6. âyetinde, abdes- ABES
tin namaz için farz kılındığı bildiril­
mekte ve rükünleri (farzları) sayılmak­ Kişiye dünya ve âhirette herhangi
tadır. Âyette zikredilen abdestin farz­ bir yarar sağlamayan söz, iş ve davra­
nış anlamındadır. Başka bir deyişle, hiç
ları; yüzü yıkamak, kolları dirseklerle
kimseye faydası dokunmayan veya dini
beraber yıkamak, başı meshetmek ve
ayakları topuklarla birlikte yıkamak­ bir gaye taşımayan her söz ve davranış
abes sayılır. Kur’ân-ı Kerim’de insan­
tır. Bu şartlara Şafıîler, niyet ve tertibi;
ların abes olarak yaratılmadığı, âhireti
Hanbelîler, tertip ve uzuvların peşpeşe
olmayan bir dünya hayatının da abes
yıkanmasını; Malikîler, niyet ve uzuv­
ların ardarda ovalanarak yıkanmasını olduğu belirtilmiştir. (Mü’minûn, 23/115).
ilave ederler. Bu şartlara riâyet edilerek Ayrıca insanların başıboş bırakılmadı­
alınan abdestin sahih olabilmesi için, ğı (Kıyame, 75/36) göklerin ve yerin abes
olarak yaratılmadığı da (Enbiya, 21/16;
abdest uzuvlarında kuru yer bırakılma­
Sâd, 38/27) ifade olunmuştur. Evrendeki
ması ve deri üzerinde suyun temasını
engelleyecek bir şeyin bulunmaması
olağanüstü mükemmellikteki nizam,
varlıkta abese yer olmadığının açık bir
gerekir.
kanıtıdır. (M.C.)
Usul ve adabına uygun bir şekilde
abdest şöyle alınır: Abdeste niyet ve ABESE
besmele ile başlanır, parmak aralıkla­ Sözlükte “surat astı” anlamına gelen
rı da dahil eller bileklere kadar üçer “abese” Kur’ân’ın 80. sûresinin adı­
defa yıkanır, dişler temizlenir, ağza ve dır. Peygamberimiz, Mekke’nin ileri
buruna üçer defa su verilip yıkanır. Yüz gelenlerine îslâm’ı anlatırken âmâ olan
ve dirseklerle beraber kollar üçer defa Abdullah ibn Ümmü Mektûm gelmiş,
yıkanır. Sağ el ıslatılarak elin içiyle dini kendisine öğretmesini istemiş ve
başın üstü bir defa meshedilir. îki elin bunda ısrar etmişti. Peygamberimiz
içi ile başın tamamının meshedilmesi Velid veya Ümeyye ibn Halef’i ikna
daha iyidir. Eller ıslatılarak parmaklar­ etmeye çalışıyordu. Bu adamlar ken­
la kulakların içi ve dışı, sonra da ense dilerinin yanında fakirlerin bulunup
birer defa meshedilir. En son olarak da, söze karışmalarından hoşlanmazlardı.
üç defa ayaklar topukları ile birlikte Bu sebeple Peygamber’in, Abdullah

4
ibn Ümmü Mektûm’un ısrarına canı ğı olarak” kullanılmaktadır. Âdâbı yeri­
sıkılmış ve memnuniyetsizliğini ifade ne getiren sevap kazanır, yerine getir­
etmek için yüzünü ekşitmiştir. Sûre meyen günaha girmez ve kınanmaz.
bunun üzerine inmiş ve Peygamber’in Bu yönüyle nâfıle, mendub, müstehap,
bu tavrının Allah tarafından hoş karşı­ tatavvu ve fazilet ile eş anlamlıdır.
lanmadığı açıklanmıştır. (Î.K.) Âdâb kelimesi, bir iş veya sanata,
ÂBİD bir hal veya davranışa nispet edildi­
Sözlükte “hizmet eden, itaat eden, ği zaman o alana ait özel kuralları ve
kulluk eden ve ibadet eden” anlamla­ incelikleri ve o konuda uyulması gere­
rına gelen “âbid” kavramı; din dilin­ ken dinî, ahlâki ve mesleki hüküm ve
de namaz, oruç, hac, zekat, dua, zikir, esasları ifade eder. Âdâbü’s-sülük, âdâ-
tevbe, cihâd, takvâ ve sabır... gibi bü’l-müftî gibi. (M.C.)
güzel amelleri işleyen; içki, kumar, ADAK (Nezir)
zina, yalan, hırsızlık, gasp, zulüm ve
Adak, dinen mükellef olmadığı
adam öldürme... gibi haramlardan
halde, kişinin farz veya vacip türün­
kaçınan, kısaca Allah ve Peygambere
den bir ibadeti yapacağına dair Allâh’a
itâat eden kimse anlamında kullanıl­
söz vermesine denir. Adak, ferdin,
maktadır. Çoğulu, âbidin ve âbidât’tır.
“Âbid” kavramı Allah’a ibâdet edeni arzu ettiğine kavuşmak, korktuğundan
sakınmak hususunda Allâh’ın yardım
de Allah’tan başkalarına ibadet edeni
ve desteğini sağlamak amacıyla, ken­
de ifâde eder. Kur’ân’da tekil ve çoğul
diliğinden birtakım dinî mükellefiyet­
şekliyle 12 âyette geçmiş, Allah’a
ibâdet edenler övülmüş (Bakara, 2/138; ler altına girmesi olarak yorumlana­
Tevbe, 9/112) Allah’tan başkasına ibâdet
bilir. Bu nedenle, adak hemen hemen
edenler ise yerilmiştir (Enbiyâ, 21/53). bütün dinlerde değişik şekillerde
(Î.K.) bulunmaktadır.

ÂCÎR Bir adağın dinen geçerli olabilme­


si için, adakta bulunan şahsın, akıllı,
İcâre (kira) akdin-i yapan kimse buluğ çağına erişmiş ve Müslüman
anlamındadır, (bk. İcâre) (İ.P.) olması gerekir. Ayrıca adanan şeyin,
ÂDÂB gerçekte mümkün, dinen de makbul
Edep kelimesinin çoğulu olan âdâb; ve meşru olması, namaz, oruç, hac,
dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel kurban, sadaka gibi farz veya vacip
bulduğu bütün söz ve davranışları, ibadetler cinsinden olması gerekir.
uyulması gereken görgü kurallarını, Türbelere mum yakma, bez bağlama,
göz önünde bulundurulması ve izle­ horoz kesme, şeker ve helva dağıtma
nilmesi gereken esasları ifade eder. şeklinde yapılan adaklar geçersizdir.
İyiliğe ve güzelliğe yönelttiği için, Şartlarına uygun olarak yapılan
insanın övgüye değer özelliklerine de adağın yerine getirilmesi vaciptir.
edep denilir. Adaklarda, belli bir mekânı, malı veya
Bir fıkıh terimi olarak âdâb, “Hz. fakiri zikretmiş olma bağlayıcı değildir.
Peygamber’in devamlı olarak değil de Aslolan o ibadetin yerine getirilmesi­
ara sıra yaptığı işler, davranışlar karşılı­ dir. (İ.P.)

5
ADALET Düzeltmek, ölçülü bir biçim vermek
“Adi” kökünden gelen “adalet” kav­ (İnfıtâr, 82/6-7),
ramı sözlükte; “insaflı ve doğru olmak, Tevhîd (yani Allah’ı bir olarak
doğru davranmak, zulmetmemek, eşit kabul etmek) (Nahl, 16/90), anlamlarında
olmak, eşit tutmak, her şeye hakkını kullanılmıştır.
vermek, düzeltmek, mutedil olmak, Sözde (En’âm, 6/152), Şahitlikte (Mâide,
her şeyi yerli yerinde yapmak, istika­ yargıda (Nisâ, 4/58), barışın sağlan­
5/8),
met ve hakkâniyet” anlamlarına gelir. masında (Hücurât, 49/9), borçlanmalarda,
“Adi” kökü Arapça’da “an” harfi cerri senet tanziminde (Bakara, 2/282) ve aile
ile kullanıldığında doğruluktan ve yol­ hayatında (Nisâ, 4/3, 129) âdil olunması
dan sapmak ve meyletmek; (ilâ) edatı emredilmiştir. Adâlet kavramının zıddı,
ile kullanıldığında dönmek; (be) edatı cevr ve zulümdür. (İ.K.)
ile kullanıldığında denk ve eşit tutmak
Hadis terimi olarak “adalet”; bir
anlamına gelir.
râvînin rivâyetinin kabul edilebilmesi
“Adi” kavramı meyletmek, sap­ için gerekli şartlardan birisi olup, her
mak, hak yoldan ayrılmak anlamına da türlü günahtan ve mürüvvete aykı­
gelir. Dolayısıyla bu kökün birbirine zıt rı durumlardan kaçınması demektir.
iki anlamı vardır. Biri doğru, düzgün Mürüvvet, İnsanî ve örfî meziyet­
olmaya, diğeri de eğri olmaya delalet lerdir. Adalet vasfını taşıyan kimse­
eder. Bu iki zıt anlam; tevhîd (Allah’ı ye “âdil” veya “adi” denir. Bunların
birlemek) ve şirk (Allah’a ortak koş­ çoğulu “udûl” dür. Râvînin adaletli
mak) şeklinde Kur’ân’da da kullanıl­ kabul edilebilmesi için; akıllı ve müs-
mıştır (Nahl, 16/90; En’âm, 6/1). lüman olması, büyük günah işlememe­
“Adi” ve “adâlet” kavramı dinî birer si, küçük günahlarda ısrar etmemesi,
terim olarak; ifrat ve tefrit arasında orta İnsanî ve örfî meziyetlere aykırı söz ve
yolu takip etmek, hak yol üzere dos­ davranışlardan kaçınması gerekir.
doğru olmak, dinen haram kılınan şey­ Herhangi bir râvînin adaleti, cerh ve
leri terk etmek, farzları yapmak, içi ve ta’dîl bilginleri veya muhaddislerden
dışı, özü, sözü, fiil ve davranışları eşit birinin tezkiyesiyle bilinir, (bk. Cerh
olmak, haklıya hakkını, haksıza ceza­ ve Ta’dil) (A.G.)
sını vermek, suç ve cezada eşit davran­
mak, şirk, küfür, nifak ve zulmü terk ADAVET
etmek, anlamlarına gelir. Adalet genel­ Bir şeye tecâvüz etmek, haddi
likle verilen ile hak edilen arasındaki aşmak ve kötülük etmek anlamında­
dengeyi ifade eder. ki “a-d-v” kökünden türeyen adâvet,
Adalet kavramı Kur’ân’da; “düşmanlık ve zulmetmek” demektir.
Kur’ân’da da bu anlamda kullanılmıştır
Fidye (bir şeyin karşılığı) (Bakara,
(Mâide, 5/2, 82).
2/48),
Adüv (çoğulu a’dâ’) düşman demek­
Kıymet, denk, eşit (Mâide, 5/95),
tir. Kur’ân’a göre şeytan, bütün insan­
Şirk, (yani Allah’a ortak koşmak) ların (Yûsuf, 12/5); kâfir (Nisâ, 4/101), müş-
(En’âm, 6/1), rik (Mâide, 5/82) ve münafıklar (Münâfıkûn.
Haktan sapmak (Nemi, 27/60), 63/4) mü’minlerin; Allah da (Bakara, 2/98)

6
kâfirlerin düşmanıdır. Kur’ân’da; Allah Dil bilimcilerin çoğu bu kelimenin
peygamber ve meleklerin
(Fussîiet, 41/19), “esmerlik” anlamına gelen “üdme”
(Bakara, 2/98) düşmanlarından söz edil­ veya “tip, örnek” anlamına gelen
miştir. Allah, peygamber ve meleklerin “edeme” veya “bir şeyin dış yüzü”
düşmanları; Allah’ı, dinini ve peygam­ anlamına gelen “edime” kelimesinden
berlerini tanımayan kâfir, müşrik ve türetildiğini söylemişlerdir.
münafık İnsanlardır (Mümtehine, 60/1; Enfâl, Yüce Allah, Âdem’i yeryüzünün her
8/60). Peygamberimiz (a.s.)’in beyanı­ tarafından alınan toprak örneklerinin
na göre insanın kendi nefsi insana en birleşiminden yaratmıştır. Kur’ân’da
büyük düşmanıdır. (Aclunî, Keşfü’l-Hafa, Âdem’in topraktan (Ai-î imrân, 3/59),
i/160) Kur’ân’da insanın eş ve çocuk­ çamurdan (Secde, 32/7), çamur süzmesin­
larından da insana düşman olanların den (Mü’minûn, 23/12), yapışkan çamurdan
bulunduğu ve onlardan sakınılması (Sâffat, 37/11), değişmiş cıvık balçıktan
gerektiği bildirilmiştir (Teğabûn, 64/14). (Hicr, 15/26), kömür gibi pişmiş çamurdan
(Rahmân, 55/14) ve sudan (Nûr, 24/45) yaratıl­
Yüce Allah, mü’minlere sadece şey­
dığı bildirilmiştir. Bu âyetlerden anlaşı­
tana düşmanlık edilmesini emretmiş
lan o ki; Allâh, Âdem’in bedenini, top­
(Fâtır, 35/6), kötülüğe karşı iyilik yapılma­
rak ve su karışımını çeşitli aşamalardan
sını, böyle yapıldığı takdirde düşmanlı­
geçirdiği bir özden yaratmış, ona şekil
ğın dostluğa dönüşeceğini bildirmiştir
vermiş ve canlılığını sağlamak için
(Fussilet, 41/34). (İ.K.)
kendi ruhundan ona ruh üflemiştir (Sâd,
ADEM 38/71-72).
Sözlükte “yokluk, hiçlik, varlığın Allah; Âdem’i yeryüzünde halife
zıddı ve varlığın yaratılmasından önce­ yapmış, ona ilim vermiş ve meleklerin
ki hal” anlamına gelen adem, tasavvuf­ secde etmelerini emretmiştir. Bütün
ta, “mâsivâ, zulmet, bâtıl, çirkin” anla­ melekler secde etmiş, îblis secde etme­
mında kullanılmaktadır. Tasavvufta miş, bu yüzden kovulmuş ve lanetlen­
adem iki çeşittir: a) Mutlak adem miştir. Âdem (a) ve eşi cennette şey­
(adem-i mahz); sırf yokluk anlamına tana Allah’ın yasağını ihlâl etmişler,
gelir. Bu manada adem, var olması bu sebeple cennetten çıkarılmışlardır.
mümkün olmayan yok anlamındadır, b) Âdem ve eşi işledikleri bu hatadan
Mümkün adem; mevcut olmayan, ancak tövbe etmişler ve tövbeleri kabul edil­
miştir (Bakara, 2/30-37). (Î.K.)
var olması mümkün olan yokluktur. Bu
anlamda adem, “şey”, “ayn” ve “zât” ÂDET
olup bir kısım nitelik ve özelliklere bk. Hayız ve Örf.
sahiptir. Mümkün adem, HakkTn ken­ ÂDİL
disinde tecelli ettiği bir aynadır. (M.C.)
Adaletli ve insaflı olan, hakla hük­
ÂDEM meden, haklıya hakkını haksıza ceza­
İlk insan ve ilk peygamberin adı­ sını veren, bu prensibi herkese uygula­
dır (Ahmed,v/ı 78). Bütün insanların atası yan, her şeyi yerli yerinde yapan, hak
olduğu için “Ebû’l-beşer” (beşerin ve hukuka riâyet eden, dürüst ve doğru
babası) diye de anılır. olan insana denir.

7
Âdil insan; Kur’ân ve Sünnete kin, sizi adaletten saptırmasın. Adil
göre îman edip sâlih ameller işleyen, olun. Adalet takvaya daha yakındır... ”
Allah’ın emir ve yasaklarına uyan; (Mâide, 5/8; bk. Nisâ, 4/135) (Î.K.)
fert, âile ve toplum hayatında söz, fiil ADÜV
ve davranışlarını İslâm’a göre ayarla­
Zulmetmek, haddi aşmak, vazge­
yan, yönetim, yargı, tanıklık, ticaret vb.
çirmek anlamındaki “a-d-v” kökünden
her işini iyi, güzel ve dosdoğru yapan,
türeyen adüv düşman demektir.
insan haklarına riâyet eden kimseye
denir, (bk. Adâlet) (l.K.) Allah’ın sıfatı olarak Kur’ân’da bir
âyette geçmiştir: “Kim Allah ’a, melek­
ADL
lerine, peygamberlerine, Cebrail ve
Âdil olmak, insaflı olmak, işi doğru
MikaiCe düşman olursa bilsin ki Allah
olmak; yoldan sapmak, meyletmek,
da kâfirlerin düşmanıdır” (Bakara, 2/98).
dönmek, eşit davranmak, düzeltmek,
doğrultmak, doğru dürüst olmak, şirk Allah "in kâfirlere düşmanlığı; onları
koşmak ve zulmetmek anlamlarındaki sevmemesi, kötü olan söz, fiil ve dav­
“a-d-1” kökünden türeyen bir isim olup ranışlarından razı olmaması, onların
adalet, âdil, güvenilir, doğruluk, ben­ düşmanlığını kendilerine çevirmesi­
zer, nazîr, eş, nafile, fidye demektir. dir. Bu da, onların Allah’a düşmanlığı
sebebiyledir. Allah’ın bu vasfı Allah’a
Adil anlamında âdi, Allah’ın sıfa­
düşmanlık eden kâfirlere yöneliktir.
tı olarak “el-esmâü’l-hüsnâ” ile ilgili
Allah, mü’minlerin dostu olduğu gibi
Tirmizî rivâyetinde geçmektedir (Tirmizî. kâfirlerin de düşmanıdır. (İ.K.)
Deavat, 83).
ADVENTİZM
Allah’ın sıfatı olarak adi, adaletli ve
insaflı olan, hakla hükmeden, haklıya Hz. İsa’nın bir kez daha yeryüzüne
hakkını haksıza cezasına veren, her şeyi geleceğini savunan bir Hristiyan mez­
yerli yerinde yapan, her söylediği, her hebinin adıdır. Bu inanca göre Hz. İsa
emir ve yasağı, her yaptığı hak ve doğru tekrar yeryüzüne gelecek ve günah işle­
olan, asla zalim olmayan demektir. yenlerle günahsızları birbirinden ayıra­
caktır. (F.K.)
Kur’ân’da isim şekli geçmemekle
birlikte insanlara adaleti emreden şu AF (Afv)
âyetler, O’nun âdil olduğuna delalet Sözlükte “bir şeyi yok etmek, izini
eder: gidermek, silip süpürmek; fazlalık,
“Allah âdaleti emreder... ” (Nahi, artık” gibi anlamlara gelen afv, bir
16/90); ahlâk ve hukuk terimi olarak genellik­
“Konuştuğunuz zaman akrabanız le, “kötülük ve haksızlık yapanı, suç
veya günah işleyeni, hatalı davrananı
bile olsa âdil olun. ” (En’âm, 6/152);
bağışlamak ve cezalandırmaktan vaz­
“...İnsanlar arasında hükmettiğiniz
geçmek” anlamlarında kullanılmak­
zaman adaletle hükmedin... ” (Nisâ, 4/58); tadır. Afv kelimesi Kur’ân’da birinde
“Ey mü ’minler! Adaleti tam yeri­ “bağışlama (A’raf, 7/199), diğerinde “faz­
ne getirerek Allah için şahitlik edenler lalık” (Bakara, 2/219), anlamında olmak
olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz üzere iki yerde geçmektedir. “Malın

8
Nisâptan fazla olan kısmına” da afv savvıflar enfusi (psikolojik ve ahlâkî)
denilmektedir. delilleri kullanma yoluna gitmişlerdir.
Kur’ân’da Allah’ın affedici oluşu ve Bir fıkıh terim olarak âfâk, Mekke
affın İlâhi bir sıfat ve yüksek bir ahlâkî dışından hacca gelenler için belirlen­
meziyet olduğu çeşitli vesilelerle ifade miş ve “mîkât” denilen yerlerin dışın­
olunarak mü’minler affedici olmaya da kalan bölgelere denir. Bu bölgede
teşvik olunmuştur (Âl-i îmrân, 3/134; Nûr, yaşayanlara da “âfâkî” denir, (bk. hac)
24/22; şûra, 42/40). Affetmek bütün fazi­ (M.C.)
letlerin temelini teşkil eden takvaya en ÂFET
yakın meziyettir (Bakara, 2/237). Ayrıca Sözlükte “musibet, belâ, zarar,
Kur’ân’da kötülük eden kimselerden kusur, hastalık, isabet ettiği şeyleri
değil, onların yaptıkları kötülüklerden genellikle yararlı olmaktan çıkaran
uzak durmak gerektiğine işaret edil­ durum” gibi anlamlara gelen âfet,
miştir (Yûnus, 10/41; Hûd, 11/35). Kur’ân-1 ahlâkî bir terim olarak, insan nefsi­
Kerim’de affın teşekkür ve minnet nin kötü eğilimleri ile dış organlarının
duygularını harekete geçireceğine işa­ ahlâk dışı fiil ve hareketleri anlamında
ret edilerek (Bakara, 2/52) affın sağlaya­ kullanılmaktadır. Kıskançlık, kin, riya
cağı yararlar üzerinde de durulmuştur. gibi nefsin kötü eğilimleri, iftira, yalan,
(M.C.) gıybet gibi kötü sözler ve diğer yanlış
ÂFÂK-ÂFÂKÎ davranışlar ve haksız fiiller insanın
Âfâk, ufuk kelimesinin çoğuludur. selim fıtratını bozduğu, ahlâkî yönden
Âfâka nisbet eki eklenerek yapılmış kemâle ermeyi engellediği ve mutsuz­
luğa götürdüğünden dolayı bunlara
bir kelime olan âfâkî kelimesi kelâm,
genellikle âfât (âfetler) adı verilmek­
felsefe ve psikoloji ilimlerinde objek­
tedir.
tif (nesnel) karşılığı olarak kullanıl­
maktadır. Âfâkî kelimesiyle genellikle Âfet terimi; fıkıhta, insan müda­
“dış dünya ile ilgili olan, bireyin şahsî halesi olmadan meydana gelen zararı;
görüş ve inançlarından bağımsız olarak fıkıh usûlünde insanın irade ve ihtiya­
gerçekliği bulunan, herkesin izleyip rını bozan veya ortadan kaldıran ehliyet
gözleyebileceği reel durumlarla ilgili arızalarını; hadis ilminde ise hadisin
olan şey” kastedilmektedir. Âfâkî keli­ zayıf olmasının illet ve sebebini ifade
için kullanılır. (M.C.)
mesinin karşıtı enfüsî (sübjektif) keli­
mesidir. Kur’ân’da âfâk ve enfüs keli­ AFOROZ
meleri karşıt kavram olarak bir arada Hristiyanlık ve Yahudilikte öngö­
geçmektedir. “Gerek âfâkta (dış dünya rülen bir dinî ceza türü olup, Kilise
ve madde âlemi), gerek enfüste (insa­ hukukuna göre yetkili dinî şahsiyetler
nın iç dünyası ve ruh âlemi) delillerimi­ tarafından suçlu görülen bir Hristiyanın
zi yakında onlara göstereceğiz” (Fussilet, kendi topluluklarından uzaklaştırılma­
41/53). Kur’ân’ın bu yaklaşımına uygun sıdır. Aforoz, Ezra zamanında bağım­
olarak Allah’ın varlığını ispatta kelâm- sız bir ceza müessesesi haline gelmiştir.
cılar daha çok âfâkî (kozmolojik ve Bu ceza genellikle dinsel inanışlardan
ontolojik) delilleri kullanırken, muta­ ayrılanlarla, ağır ve büyük günah işle-

9
yenlere verilmektedir. Ortaçağda papa­ "...Allah gerçekten çok affeden çok
lar ve piskoposlar bu cezayı hükümdar güçlü olandır. ” (Nisâ, 4/149).
ve prenslere karşı bir çıkar ve siyaset Allah ile ilgili afüv ismi ve afâ fii­
silahı olarak da kullanmışlardır. linin geçtiği âyetlerde hep kötülükleri
Aforoz cezasını vermeye veya ve günahları affetme söz konusu edil­
kaldırmaya yetkili olanlar, papalar, miş, Allah’ın affettiği ve çok affedici
ruhanî meclisler veya piskoposlardır. olduğu bildirilmiş (Mâide, 5/95), insanların
Cezayı gerektiren sebepler ise şöyle da aynı şekilde affetmeleri ve affedici
sıralanmıştır: 1- İnanç değerlerini olmaları İstenmiştir (Nisâ, 4/149; Bakara,
inkar etmek, 2- Sapık bir mezhebe tabi 2/109). Muttaki insanların özellikleri ara­
olmak, 3- Papa’ya isyân etmek veya
sında onların "insanları affedici olma­
saldırıda bulunmak, 4- Kutsal kabul
ları” zikredilmiştir (Âl-i İmrân, 3/134).
edilen eşyayı, saygınlığı ile bağdaş­
mayan bir yere atmak, 5- Dinî niteliği Allah, tevbe ile şirk, küfür, nifak ve
bulunan bir sırrı ifşâ etmek, 6- Büyük isyân her türlü günahları affettiği gibi
günah işlemek. tevbe etmeden de mü’min kullarının
günahlarını affedebilir. Peygamberimiz
Aforoz cezasına çarptırılan kişi,
kilise üyeliğine tanınan hak ve yetki­ (a.s.), "Allah, affedicidir (afüvv), affı
lerden yararlanamaz. Katolik, Ortodoks sever" (Müslim, Birr, 157) buyurmuş ve
ve Ermeni kiliselerinin tamamında "Allah'ım! Şüphesiz Sen affedicisin,
Aforoz bulunmaktadır. kerimsin, affı seversin, beni affet" diye
İslâm’da ruhânî bir sınıf bulunma­ dua etmiştir (Tirmizî, Deavat, 85).
dığı gibi böyle bir ceza da söz konusu Allah’ın bu vasfı; "afâ - ya’fû” fii­
değildir. İşlenen suç hangi türden olur­ liyle de ifade edilmiştir:
sa olsun mahkemeden başka suçluya "...Allah, sizin kendinize yazık
ceza verecek bir merci yoktur. İslâm etmekte olduğunuzu bildi. Böylece tev-
dininin belirlediği cezalar arasında bir benizi kabul etti ve sizi affetti... (afâ
müslümanı dinî görev ve ibadetlerden
anküm)” (Bakara, 2/187). (Î.K.)
mahrum bırakmak veya toplumdan tec­
rit etmek gibi bir uygulama söz konusu AĞYAR
değildir. (F.K.) Başka, yabancı, el anlamlarına
AFÜVV gelen gayr kelimesinin çoğuludur.
Silmek, gizlemek, bağışlamak, Tasavvufta genellikle mâsiva karşılı­
affetmek hakkından vazgeçmek anla­ ğı olarak kullanılmaktadır. Ayrıca sûfi
mındaki a-f-v kökünden türeyen ve afi olmayan, tasavvuf! hayata yabancı olan
kelimesinin mübalağalı şekli olan afüv veya aynı tarikatta olmayan anlamında
çok affeden, çok bağışlayan demektir. da kullanılır. (M.C.)
Allah’ın sıfatı olarak afüvv kelime­ ÂHAD HABER
si; Kur’ân’da 3 âyette ğafur, bir âyette Hadis usulünde "haber-i vâhid”
kadîr kelimesiyle birlikte geçmiştir: olarak da ifade edilen "ahad haber”,
"Şüphesiz Allah çok affeden, çok ilk devirlerde, tek kişinin rivâyet ettiği
bağışlayandır. ” (Hac, 22/60); hadis olarak kabul edilirken, sonraki

10
devirlerde mütevâtir olmayan haberler Allâh ile ahidleşmiş ve böylece ken­
için kullanılmıştır. disini hür iradesiyle kendisini sada­
Âlimlerin çoğunluğuna göre hadis­ kat yükümlülüğü altına sokmuş olan
ler, mütevâtir ve âhâd olmak üzere iki müminin ahlâkî bir borcudur. İster
ana bölüme; âhâd haberler de garib, insanlara, ister Allâh’a karşı verilmiş
aziz, meşhur diye üç bölüme ayrılır. olsun her ahid ve söz, yükümlülük
Hanefîlere göre ise, mütevâtir, meşhur şartlarını taşıyan her insanı borçlu ve
ve âhâd olmak üzere üçe ayrılır. sorumlu kılar. Bu sorumluluğun yeri­
Âhâd haber; sahih, hasen veya ne getirilmesine ahde vefâ veya ahde
zayıf olabilir. Âhâd hadislerden sahih riâyet denilir (Bakara, 2/177; Mü’minûn, 23/8).
ve hasen hadis, inanç esasları dışın­ (M.C.)
daki dinî hükümlerde delil teşkil eder. AHÎD
(A.G.) Ahid kelimesi mastar olarak “bir
AHBÂR şeyin yerine getirilmesini emretmek,
“Hıbr” veya “habr” sözcüğünün tâlimat vermek, birine söz vermek”;
çoğulu olan ahbâr kelimesi; sözlükte; isim olarak ise “emir, taahhüt, ant­
bilginler, din büyükleri ve güzel eser­ laşma, güven veren söz, yükümlülük,
ler anlamına gelir. Din terimi olarak tâlimat” gibi anlamlara gelir. Ahlâkî
ahbâr; Tevrat’ı ve hükümlerini iyi bir kavram olarak ahit genellikle “biri­
bilen Yahûdî din âlimlerine, hahamlara ne söz verme, vaat etme, taahhütte
denir. Kur’ân’da bu kelime “rabbâniy- bulunma, anlaşma yapma” anlamların­
yûn” (Mâide, 5/44, 63) Ve “ruhban” (Tevbe, da kullanılmıştır. Fıkıh kavramı olarak
9/31,34) kelimeleriyle birlikte dört âyette ahit daha çok “anlaşma” ve “taahhüt”
geçmektedir. Hristiyan ve Yahûdilerin; anlamında akid kelimesiyle eş anlamlı
ahbar ve ruhbanlarını (haham ve rahip­ olarak kullanılmaktadır.
lerini) Allah’tan ayrı rab edindikleri Ahidde hem kesin söz verme, hem
(Tevbe, 9/31), haham ve rahiplerin çoğu­ de yemin anlamı vardır. Kur’ân’da
nun insanların mallarını batıl yollarla Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem’e, Mûsâ’ya,
yedikleri ve insanları Allah yolundan îbrâhim ve İsmail’e ahid verdiği ifade
menettikleri (Tevbe, 9/34) bildirilmiş, edilmektedir (Bakara, 2/125; A’râf, 7/134; Tâhâ,
insanları günah söz söylemekten ve 20/115). Bu ahidden maksadın emir veya
haram yemekten men etmemeleri sebe­ tâlimat verme olduğu ifade olunmuştur.
biyle (Mâide, 5/63) kınanmışlardır. Buna Yine Kur’ân’da Allah’la kulları ara­
mukabil Abdullah ibn Selâm gibi îman
sındaki bir ahidleşmeden söz edilmiş
edip sâlih amel işleyenler övülmüştür
(Yâsin, 36/60) ve bu ahdin bozulmaması
(Âl-i İmrân, 3/113-114). (Î.K.)
istenmiştir (Nahi, 16/91). Ahidlerine bağlı
AHDE VEFA kalanlara büyük mükâfât vadedilmiş
Sözünde durma, verdiği sözlere (Feth, 48/10), ahdini yerine getirmeyen­
bağlı kalma, özü ve sözü doğru olma ler bozguncu olarak nitelendirilmiştir
anlamına gelen ahde vefâ, İslâm ahlâ­ (Bakara, 2/27). Tasavvufta müridin tarika­
kının en önemli prensiplerinden biridir. ta girerken şeyhe verdiği söze de ahid
Kur’ân’a göre ahde vefâ, îmân ederek denir. (M.C.)

11
AHİDNÂME Bu teşkilatın futüvvetnâme adı veri­
Söz vermek, yemin etmek, ısmar­ len bir nizâmnâmesi vardı. Teşkilata
lamak, vasiyet etmek, emanet vermek girecek gençler bu kurallara uymak
ve zimmetine almak anlamlarına gelen zorundaydı ve kendilerinde doğruluk,
ahid kelimesi ile Farsça mektup, kitap güven, tevazu, vefa, cömertlik gibi
anlamındaki nâme kelimelerinin bir­ nitelikler aranırdı. Yalan, içki, zina,
leşiminden meydana gelen bir isim­ hile, gıybet gibi davranışlar meslekten
dir. Üst seviyedeki yetkililerin emriy­ atılmayı gerektiren suçlardı. Ahîlik,
le, çeşitli kademelerdeki yönetici ve “iş ahlâkına sahip nitelikli kişi, ancak
memurlar hakkında düzenlenen tayin kaliteli mal ve hizmet üretebilir” ger­
kararı, yazılı emir ve tâlimat; bazı şahıs çeğini yakalayıp uygulamada ortaya
ve gruplara tanınan hak ve imtiyazla­ koymuştur. Anadolu’da özellikle XIII.
rı (ayrıcalıkları), yabancılarla yapılan yüzyılda devlet otoritesinin oldukça
antlaşma hükümlerini ihtiva eden belge zayıfladığı bir dönemde şehir hayatında
demektir. Tasavvufta ise, şeyhin yeri­ sadece İktisadî değil, siyasî bakımdan
ne geçecek olan müridi veya halifeyi da önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.
belirleyen yazılı belge veya sözlü beya­ (M.C.)
nı ile müridlere yapılan tavsiyeleri, ÂHİR
uymaları gereken kuralları ihtiva eden AllâhTn sıfatlarından birisi olup,
yazılı metin anlamında kullanılmakta­ sonu olmayan, ebedî demektir, (bk.
dır. (M.C.) Evvel - Âhir) (İ.K.)
AHÎLİK ÂHİR ZAMAN
“Ahi” kelimesi Arapça olup “kar­ Dünyanın sonu anlamına kulla­
deşim ” anlamına gelmektedir. Ancak nılan bir kavramdır. İslâm inancına
bu kelimenin Türkçe’deki cömert göre, âlemin başı olduğu gibi sonu da
anlamındaki akı kelimesinden türetil- vardır. Ancak bu sonu bilmek insan
diği de ileri sürülmektedir. Anadolu’da gücünün dışındadır. İnsanın ömrü gibi
ahiliğin kurucusu olarak bilinen Ahi alemin ömrünü belirleme hususundaki
Evran (0. 1262), İran’ın Hay şehrinde bilgi Cenab-ı Hakk’a aittir. Kur’ân-ı
doğan Şeyh Nasirüddin Mahmûd’dur. Kerim’de bu gerçek şöyle dile getiril­
Ahiliğin prensipleri temelde Kur’ân mektedir:
ve sünnete dayanmaktadır. Ahilik dinî,
“Kıyametin ne zaman kopacağı­
ahlâkî kurallarla İktisadî kuralları bir­
nı sana sorarlar. De ki: Onun bilgisi
leştiren ve sosyal bir yapıya kavuşturan
sadece Rabbimin nezdindedir. Onun
bir teşkilattır. Bu teşkilatın Anadolu’da
vaktini kendisinden başka kimse açık-
kurulmasında futüvvet teşkilatının rolü
layamaz ... ” (A’raf, 7/187),
büyüktür. Türkler, İslâm’ı kabul etme­
leri ve Anadolu’ya yerleşmelerinden “Kıyametin ne zaman kopacağını
itibaren fütüvvet ülküsünü benimse­ bilmek, ancak Allah’a aittir” (Lokmân,
mişler ve kendilerine özgü cömertlik, 31/34).
yiğitlik ve kahramanlık özellikleriyle Hz. Peygamber’den sonra elçi gön­
süslemişlerdir. derilmeyeceği için ona ahir zaman

12
Peygamberi, ümmetine de ahir zaman görevleri “vacip”; Hanefî bilginler
ümmeti denmiştir. (F.K.) ise, kesin bir delille yapılması istenen
ÂHİRET dini görevleri “farz”, zannî bir delil­
le yapılması istenen dini görevleri ise
Sözlükte “sonra olan ve son” gün
“vacip” olarak isimlendirmişlerdir.
anlamına gelen âhiret kavramıyla hem
Farz ve vaciplerin dışında yapılma­
bu dünyanın sonu, hem de ölümle baş­
sı istenen dini görevlere “mendup”
layan dünya hayatından farklı ve ebedî
denir. Mendup; sünnet ve müstehap
olan hayat kastedilmektedir.
kısımlarına ayrılır. Yapılıp yapılmama­
Din literatüründe âhiret, İsrafil’in sı insanların iradelerine bırakılan fiille­
Allah’ın emriyle kıyametin kopması re “mubah” denir. “Caiz” ve “helâl”
için Sûr’a ilk defa üflemesinden ikinci kavramları da “mubah” kavramına
defa üflemesine, daha sonra cennetlik­ dahildir. Kesin bir delille yapılması
lerin cennete, cehennemliklerin cehen­ yasaklanan fiillere “haram”, yapılması
neme girmelerine kadar olan zaman
kesin ve bağlayıcı olmayan bir delille
veya Sûr’a ikinci kez üfürülüşten baş­
yapılması yasaklanan fiillere de “mek­
layıp, ebedî olarak devam edecek olan
ruh ” denir. Harama yakın olan mek­
zaman anlamında kullanılmıştır.
ruhlara “tahrîmen mekruh”, helala
Ahirete îmân, İslâm inanç esasla­ yakın olanlara ise “tenzîhen mekruh ”
rından biridir. Genellikle Kur’ân’da, denir. Haramlar da “haram li aynihî”
Allah’a îmân ve âhiret gününe îmân ve “haram li gayrihî” diye iki kısma
birlikte zikredilmiştir. Ahireti inkâr ayrılır, (bk. farz, vacip, sünnet, mubah,
eden kimse kâfir olur (Nisâ, 4/136). mekruh, mendup, haram, helâl) (İ.K.)
Âhiret ve ona ait olaylar, duyular AHKÂMÜ’L-KUR’ÂN
ötesi konuları olduğu için, gözlem ve
deneye dayanan pozitif bilimler ve akıl Kur’ân hükümleri anlamına gelen
yürütmeyle açıklanamaz. Bu konu­ “ahkâmü’l-Kur’ân”; ibâdet, muâme-
da bilgi edinilecek tek kaynak vahiy­ lat, keffâret ve ukûbât ile ilgili âyetlerin
dir. Bunları, Kur’ân-ı Kerim ve sahih yorumunu konu edinen bilim dalına ve
hadislerde haber verildiği şekliyle bu dalda yazılan eserlere denir.
kabul etmek en uygun olanıdır. Bunun îslâm bilginleri ahkâm âyetleri­
ötesinde aklî yorumlara gitmek doğru nin sayısını belirlemeye çalışmışlar
değildir. (F.K.) ancak bir sayıda ittifak edememiş­
AHKÂM lerdir. Çünkü âyetler Kur’ân’da ayrı
gruplar halinde yer almadıkları gibi bir
bk. Hüküm.
âyetten birden fazla hüküm içerebilir
AHKÂM-I HAMSE hatta kıssalarla ilgili âyetlerden bile
Beş hüküm anlamına gelen dini hükümler çıkartılabilmektedir. Bu
”ahkâm-ı hamse”', vacip, mendup, sahada eser yazan her âlim ilmi nis­
mubah, mekruh ve haram’dan oluşan petinde âyetleri ele almış, bu yüzden
teklifi hükümlere denir. Hanefî bilgin­ ahkâmü’l-Kur’ân adlı eserlerde yoru­
lerin dışındaki fakihlerin çoğunluğu, ma tâbi tutulan âyet sayısı farklı olmuş­
kesin bir delille yapılması istenen dini tur. (bk. Fıkhî Tefsîr) (İ.K.)

13
AHLÂK Her
(Fetih, 48/29; Muhammed, 47/2, 3/144).
Sözlükte “huy, seciye, tabiat, mizaç, iki isim de “övülmüş” demektir.
karakter” gibi anlamlara gelen hulk Peygamberimiz (a.s.); fiilleri, sözleri,
veya huluk kelimesinin çoğuludur. ahlâkı ve davranışlarıyla övüldüğü için
İnsanın fiziki yapısı için çoğunlukla “Muhammed”, kendisinden önceki
halk, manevî yapısı için ise hulk keli­ Peygamber ve insanlardan daha çok
mesi kullanılmaktadır. Bir terim ola­ övüldüğü için “Ahmed” ismi ile nite­
rak ise “insanın iyi veya kötü olarak lenmiştir. (Î.K.)
nitelendirilmesine sebep olan manevî AHSEN-Î TAKVÎM
vasıfları, huyları ve bunların etkisiyle
ortaya koyduğu iradeli davranışları­ Bu tabir, Tîn sûresinin 4. âyetinde
nın bütününe” verilen addır. Ayrıca geçmektedir. Âyette; “Andolsun ki biz
bu konuları inceleyen bilim dalına da insanı en güzel biçimde (ahsen-i tak-
ahlâk adı verilir. yîm) yarattık” denilmektedir. Bu tabir­
İslâm ahlâkının kaynağı Kur’ân ve de geçen “takvim”, eğriyi doğrultmak,
sünnettir. Hz. Âişe, bir soru münase­ kıvama ve nizama koymak, kıymet
betiyle Hz. Peygamber’in ahlâkının vermek ve kıymetlendirmek; “ahsen”
Kur’ân ahlâkı olduğunu belirtmiştir ise en iyi, en güzel demektir. “Ahsen-i
(Müslim, Müsafırîn, 139). Bu iki kaynak dinî Takvim” ifadesi insanın; ruh ve bedeni
ve dünyevî hayatın genel çerçevesini ile en mükemmel şekilde yaratıldığını,
çizmiş, amelî kurallarını ortaya koy­ boyunun düzgünlüğünü, endamının
muş, başta fıkıhçı ve hadisçiler olmak eşsizliğini, dileyen, isteyen, düşünen,
üzere kelamcılar, mutasavvıflar ve filo­ konuşan, yazan, anlayan, anlatan ve
zoflar tarafından geliştirilen ahlâk anla­ sanat kabiliyeti olan; hakkı bâtıldan,
yışının temellerini oluşturmuştur. Allah güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, doğ­
insanı en güzel bir biçimde (kıvamda) ruyu yanlıştan, hayrı şerden, tatlıyı
yaratmış (Tîn, 95/4), ona kendi ruhundan acıdan ayıran akıllı bir varlık oluşunu
üflemiştir (Hicr, 15/29). Bu sebepledir ki, ifâde eder. (Î.K.)
Allâh’ın emriyle melekler, insanlığın AHSENÜ’L-HÂKİMÎN
atası olan Hz. Âdem (a.s.) karşısında
saygı ile eğilmişlerdir. Ancak insanın Allâh’ın sıfatlarından olan bu tabir,
bu üstün ruhî cephesi yanında bir de hükmedenlerin en iyisi demektir, (bk.
bedeni cephesi vardır. însan, ahlâkî Hâkim) (Î.K.)
bakımdan çift kutuplu bir varlık özel­ AHSENÜ’L-HÂLİKÎN
liği taşımaktadır. Allah insan nefsine Allah’ın sıfatlarından biri olup,
“fücurunu da takvasının da"’ ilham yaratanların, takdir ve tasvir edenlerin
etmiş, yani iyilik de, kötülük de yap­ en güzeli, en iyisi demektir. Bu sıfat;
maya yatkın bir kabiliyet ve istidatla
Allah’ın mutlak ve mükemmel yara­
yaratmıştır (Şems, 91/9-10). (M.C.)
tıcı, takdir edici olduğunu ifade eder.
AHMED Kur’ân’da iki âyette geçmektedir:
Peygamberimizin (a.s.) Kur’ân’da “Yaratanların en güzeli Allah ne yüce­
zikredilen isimleri “Ahmed” (Sâf, dir. ” (Mü’minûn, 23/14; bk. Sâffât, 37/125) (bk.
61/6) diğeri de “Muhammed”dir Hâlik) (Î.K.)

14
AHZ Şerif Cürcânî de “Akâid”i tanımlar­
Sözlükte “almak” anlamına gelen ken "İslâm dininin amelî değil, itikadî
ahz, kelimesine tasavvufta çeşitli hükümlerini ihtiva eden ve bunlardan
dönemlerde farklı anlamlar yüklen­ bahseden bir ilim ” olarak ifâde etmiştir
miştir. İlk sûfîler, benliğinden koparı­ (Ta’rîfât).
lıp alınmış ve bir cezbeyle kendinden Hangi devirde ve hangi metodla
geçerek Allah’a ermiş meczuplara olursa olsun îmân esaslarından bahse­
me ’hûz, yaşanılan bu hale de ahz adı den ilim akâid ilmidir. Bu tür kitaplara
veriyorlardı. Ahz, cezbe makamının da akâid kitapları denir. Fakat hususi
sonu olup, bu makama ulaşan sûfî, mânâda akâid îmân esaslarından kısa
Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmış olur. olarak bahseden bir ilim olmuştur.
Ayrıca tarikata girmeye ahz-ı tarikat, Akâid ilmi, Allah’ın varlığından,
bir şeyhe bağlanmaya ahz-ı yed (el sıfatlarından, fiillerinden bahseden
alma) denilir. Hadis ilminde ise hoca­ bir ilimdir. Her ne kadar nübüvvet ve
dan hadis almak, öğrenmek anlamında ahiret ile ilgili konular da anlatılmakta
kullanılmaktadır. (M.C.) ise de bunlar, İlâhî fiillere râcidir. Zira
AKABE bütün itikadî meselelerin konusu Yüce
Allâh’tır. Akâid ilminin gayesi, taklid-
Sözlükte “sarp yokuş, dağdaki aşıl­
den kurtulmak, tahkiki îmân derecesine
ması zor dik geçit” anlamına gelmek­
ulaşmaktır.” (F.K.)
tedir. Kur’ân’da köle azat etmek, yetim
ve yoksulu doyurmak; inançlı, birbirle­ AKAR
rine sabrı ve merhameti tavsiye eden­ Taşınmaz mal (gayrimenkul) şek­
lerden olmak gibi faziletler için mecazî linde Türkçe’de yaygın olarak kullanı­
anlamda kullanılmıştır (Beied, 90/11-17). lan bu kelime sözlükte; her malın aslı,
Tasavvufta ise, maksada erişmek için temeli vb. mânalara gelmektedir. Arazi,
aşılması, yok edilmesi gereken tabiî bağ, bahçe, tarla, bina, ev belli başlı
engeller ve nefsânî bağlar anlamında akar türleridir.
kullanılmıştır. Halvetiyye tarikâtın- Sanayi ve ticâretin yeterince geliş­
da nefsin emmâre, levvâme, mülhi- mediği ekonomilerde birinci derecede
me, mutmainne, râziyye, marziyye ve gelir aracı olarak gayr-i menkul ve
kâmile sıfatları onun akabeleri kabul akar geliyordu. Teknolojinin, uluslar
edilmektedir. (M.C.) arası ticâretin ve endüstrinin gelişme­
AKÂİD İLMİ siyle birlikte, akarât denilen taşınmaz
mallardan gelir sağlama yolu ikincil
Akâid “akîde” kelimesinin çoğu­
dereceye düşmüştür. (Î.U.)
ludur. Akid ise sözlükte düğüm bağla­
mak, düğümlemek ve kesinlikle inanı­ AKIL
lan şey anlamlarına gelir. Buna göre, Sözlükte “menetmek, engellemek,
“İslâm akâidi” İslâm dininde kesinlik­ alıkoymak, bağlamak, sığınmak ve tut­
le inanılan hususlar mânâsına gelir ki mak” gibi anlamlara gelmektedir. Akıl
bunlara "îmân esasları ” da denir. Buna terim olarak düşünmek, duyu vasıta­
göre îmân esaslarını ihtiva eden ilme larıyla idrak etmek sûretiyle bilinmesi
de “akâid ilmi” denir. Nitekim Seyyid mümkün olan şeyleri bilme ve anlama

15
gücü, iyiyi kötüden ayırt etme kabili­ İmam Eş’arî de aklı, “vacip, mümkün
yeti, varlığın hakikatini idrak meleke­ ve muhal olan hususları bilmek" şek­
si, maddî olmayan, fakat maddeye tesir linde tarif etmiştir. Mutezile ekolüne
eden cevher demektir. Bu tanımın bir mensup bilginler ise aklı, “Hakikatin
uzantısı olarak bazıları aklı Cenab-ı bilinmesini sağlayan kaynak veya insa­
Hakk’ın insan bedenine müteallik halk nı diğer varlıklardan ayıran ve nazarî
ettiği ruhânî bir cevher ya da kalpde bilgilerin öğrenilmesini sağlayan bir
hak ve batılı birbirinden ayıran, insanı güç ’’ olarak değerlendirmişlerdir. Aklı
koruyan, kale içine alan ve helâk edici ruhî bir güç olarak kabul eden Elmahlı
yollardan uzaklaştıran kalbî ve ruhî bir M. Hamdi Yazır, onu duyulardan hare­
kuvvet olarak kabul etmişlerdir. ketle duyularla elde edilemeyen bilgiyi
Kur’ân’a göre insanı diğer varlık­ bizzat keşfeden idrak aleti diye tarif
lardan farklı kılan, onun her türlü dav­ etmiştir.
ranışlarına anlam kazandıran ve İlâhî Sonuç olarak kelamcılar; aklı duyu
emirler karşısında sorumlu kılan ancak organlarının ve beynin çalışmasından
akıldır. Kur’ân’ın toplam kırk dokuz doğan maddî bir kuvvet kabul eden
yerinde geçen akıl, bilgi edinmeye natüralist, materyalist ve sansüalist
yarayan bir güç ve doğru düşünmenin filozofların aksine, onu insanda doğuş­
ölçüsü olarak sunulmuştur. Bu âyetler­ tan mevcut olan ruhî bir güç olarak
den ikisinin meâli şöyledir: kabul etmişlerdir.
"(Hidâyet çağrısına kulak verme­ Kelâmcılara göre akıl, genel olarak
yen) kâfirlerin durumu; sadece çobanın iki kısma ayrılır: 7- Garîzi akıl: Her
bağırıp çağırmasını işiten hayvanların insanda doğuştan var olan ve insanın
durumuna benzer Çünkü onlar sağır­ diğer canlılardan ayrılmasını sağlayan
lar, dilsizler ve körlerdir Bu sebeple asıl akıldır. Bu, aynı zamanda deney ve
düşünmezler ” (Bakara, 2/171) düşünme yoluyle elde edilen bilgilerin
“Ve: şâyet kulak vermiş veya aklı­ de esasını teşkil eder. 2- Müktesep akıl:
mızı kullanmış olsaydık, (şimdi) şu Garizî aklın kullanılmasıyla kazanılan
alevli cehennem "in mahkumları ara­ akıldır. Sezgi, deney, düşünme ve öğre­
sında olmazdık! diye ilâve ederler ” nim yoluyla oluşan bu tür akla mesmu
(Mülk, 67/10) müstefâd ve tecrübî akıl adı da verilir.
(F.K.)
Kelâm ekolleri de aklın mahiyeti
hakkında farklı yorumlarda bulun­ AKÎKA
muşlardır. Ahmet ibn Hanbel ve Hâris Yeni doğan çocuğun başındaki saça
el-Muhasibî, aklın; “faydalıyı zararlı Arapça’da akîka denir. Istılahta ise,
olandan ayırt etmesi için Allah tara­ yeni doğan çocuk için kesilen şükür
fından insana doğuştan verilen bir kurbanına verilen isimdir. Akîka kur­
tabiat (garîze) ” olduğunu belirtmişler­ banı kesildiği gün çocuğun saçı da tıraş
dir. Maturidî’ye göre akıl, “varlıkları edildiğinden bu isim verilmiştir.
ve onlarla ilgili bilgileri tasnif ede­ Malikî, Hanbelî ve Şafıîlere göre
rek sonuçlar çıkaran ve insana kıyas akîka kurbanı kesmek sünnettir.
yapma gücü veren zihnî bir alettir ” Hanefîlere göre ise mubah, bir rivâye-

16
te göre de menduptur. Akîka kurbanı­ Âkile
nın, çocuğun doğumunun yedinci günü Arapça’da, bağlayan, engelleyen
kesilmesi, aynı gün saçlarının tıraş anlamına gelen âkile; ıstılahta diyeti
edilerek çocuğa isim konması ve kesi­ ödemeyi üstlenen veya diyet ödemekle
len saçın ağırlığınca altın veya gümüş mükellef tutulan şahıslar veya toplulu­
sadaka olarak dağıtılması müstehaptır. ğa denir.
Akîka kurbanı, koyundan olabile­ Klasik fıkıh kaynaklarında, kasıt
ceği gibi, sığır ve deveden de olabilir. ve taammüt bulunmaksızın hata ile
Kurban edilecek hayvanda bulunması adam öldürmede, ölenin diyetinin,
gereken şartlar, etinin kimlere verile­ ölüme sebebiyet verenin erkek tarafın­
dan akrabaları (asabe) arasında veya
bileceği ve kimler tarafından yenile-
aşireti, divan ya da meslek ve benze­
bileceği, kurban bayramında kesilen
ri mensubu bulunduğu grubu arasında
kurban gibidir. (İ.P.)
taksim edilmesi kabul edilmiştir. Böyle
Âkil bir hadisede diyete akl, diyet ödemekle
Âkil; akıllı, akıl sahibi kimse yükümlü olan şahıs veya topluluğa da
demektir. Eşyanın güzellik, çirkinlik, âkile denmiştir.
kemal ve noksanlık sıfatlarını idrak Âkile sisteminin kökleri, İslâm
etme; her çeşit faaliyette doğruyu yan­ öncesi Araplardaki kabile dayanışma­
lıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden sına kadar uzanmakla birlikte; İslâm’da
ayırma yetisine sahip kişiye âkil denir. meşruiyeti Hz. Peygamber’in uygula­
masına dayanmaktadır (ibn Mâce, Diyât, 15).
Akıl ve bulûğ devresi, genelde, dini
Âkile sisteminde, hata sonucu
mükellefiyetlerin, ferdî ve toplumsal
bir insanın ölümüne sebep olan kişi
görev ve sorumlulukların başlangıcı­
bir bakıma mazur olması sebebiy­
dır. Akıllı olmayan, dini mükellefiyet­
le, masum bir insanın kanının heder
lere muhatap olmadığı gibi, bunların
olmaması için ağır diyet yükü, yakın-
ferdî ve toplumsal sorumlulukları da
ları/sosyal grubu arasında taksim edil­
sınırlıdır. miştir. Ayrıca bununla, akrabaları veya
Akıl, ferdin psikolojik ve manevî içerisinde bulunduğu topluluğun kişiyi
olgunluğunu, bulûğ ise biyolojik ve terbiye ve denetleme konusunda daha
maddî yetişkinliğini ifade eder. Fert titiz davranmalarını sağlamak amaçlan­
bulûğ çağına erişmeden iyiyi kötüden mıştır. Bunun yanında, şahsın işlediği
ayırt edebilecek çağa ulaştığında, nok­ hata sebebiyle, sosyal grubu malî yön­
san bir eda ehliyetine sahiptir; tama­ den sorumluluk altına girmekle, kolek­
men zararına olan tasarrufları geçer­ tif ve müteselsil sorumluluk duygusu
sizdir; yarar ve zararına muhtemel olan geliştirilerek bir nevi sosyal sigorta
kurulması hedeflenmiştir. (Î.P.)
tasarrufları ise, velisinin iznine bağlıdır.
Akıllı olarak bulûğ çağına erişen kimse AKİT
ise, tasarruf ehliyetine sahip olup, dini Sözlükte “bağ” anlamına gelen akit,
hükümlere muhatap olduğu gibi bütün ıstılahta, hukukî sonuç doğurmak, yani
tasarruflarından da sorumludur. (İ.P.) bir hak veya hukukî ilişkiyi kurmak,

17
değiştirmek veya ortadan kaldırmak akitler, sahih akitler ve sahih olmayan
amacıyla, iki veya daha çok kimsenin akitler olmak üzere ikiye ayrılır:
veya kuruluşun karşılıklı ve birbirine Sahih akitler; sıhhat şartlarını ve
uygun irade beyanları ile gerçekleş­ rükünlerini içinde bulunduran akitler-
tirdikleri işlem, sözleşme, mukavele,
dir. Sahih akitler de; akit serbestisinin
kontratı ifade eder.
sınırları açısından mevkuf, lazım olma­
İnsanlığın tanıdığı en eski hukukî yan ve hem nafiz, hem de lazım olan
müesseselerden biri olan akit, borç
akitler olmak üzere üçe ayrılır.
kaynağı olan hukukî işlemlerin başın­
da gelir. İslâm’a göre de, Kur’ân ve Mevkuf akitler; akdin rükünlerini
Sünnetin koyduğu temel ilkelere aykırı ve sıhhat şartlarını taşımakla birlikte
olmamak, yasakları çiğnememek şar­ nefâz (yürürlük) şartlarını taşımayan
tıyla her türlü akit caizdir. Kur’ân’da akitlere denir. Mevkuf akitler kurulmuş
ahde vefa ve akde bağlılık emredil­ olmakla birlikte, hüküm ve sonuçlarını
miştir (Mâide, 5/1). Hz. Peygamber de, başlangıçta meydana getirmez. Ancak
“Müslümanlar şartlarına bağlıdırlar başlangıçta eksik olan bu şartların
Ancak haramı helal kılan veya helali tamamlanmasıyla akdin hukukî sonuç­
haram kılan şartlar müstesna. ” (Tirmizi, ları tam olarak meydana gelir. Mesela,
Ahkam, 17) buyurmak sûretiyle, dinin açık fuzulinin (üçüncü kişilerin) yapmış
hükümlerini ihlal etmediği sürece akit olduğu bir akit, adına işlem yapılanın
serbestisinin bulunduğunu bildirmiştir. vereceği icazet anına kadar mevkuf bir
İslâm’da, akitlerde şekil ve isimden muameledir.
ziyade, muhteva ve anlam önem taşı­ Lazım olmayan akitler; akit sıh­
maktadır. İslâm’ın açık ilkelerine aykırı hat ve nefâz (yürürlük) şartlarını haiz
olmaması, yasaklarını ihlal etmeme­ olmakla beraber ya akdin tabiatından
si, kişilerin birbirlerini aldatmaması, kaynaklanan ya da muhayyerlikler­
beklenmedik mağduriyet ve tehlikeler
den birinin bulunması sebebiyle akdin
doğurmaması, amme nizamını ihlâl
bağlayıcı olmamasıdır. Lazım olmayan
etmemesi şartıyla taraflar, diledikleri
akit, kurulmuş, meydana gelmiş bir
akitleri, istedikleri şart ve muhteva ile
akittir. Ancak, muhayyerlik hakkına
düzenleyebilirler.
sahip taraf, isterse böyle bir akdi, geç­
Akdin konusunun mevcut, malum
mişe etkili olarak ortadan kaldırabilir.
ve mümkün olması, dinen ve hukuken
müsaade edilmiş olması gerekir. Hem nafiz, hem de lazım olan akit­
ler; akdin bütün unsur ve şartlarını
Akdin kuruluşunda aslolan, taraf­
ların karşılıklı rızaları ile serbest ve kendisinde bulunduran akitlere denir.
hür iradeleriyle bunu beyan etmeleri­ Akdin bütün hükümlerini doğurur.
dir. Buna icap ve kabul denir. îcap ve Sahih olmayan akitler; akdin unsu­
kabulün şekli, akitte iradeyi ifade edip ru, in’ikad (kuruluş) ve sıhhat şartla­
etmediği örf ve teamüle, dil kurallarına rından biri veya bir kısmı halel gören
göre belirlenir. akitlerdir. Sahih olmayan akitler; batıl
Hükümleri ve kanun koyucunun akitler ve fasit akitler olmak üzere
vermiş olduğu vasıfları bakımından ikiye ayrılırlar, (bk. Butlân, Fesat) (Î.P.)

18
AKL-I SELÎM Yemin, sözü tekit etmeyi ve muha­
Hüküm ve kararlarında doğruyu tabı sözün doğruluğuna inandırmayı
yanlıştan, iyiyi kötüden ayırabilen akıl, hedeflediği gibi yemin edilen şeyin
sağduyu anlamındadır. Her insanda az değerini ve şanını da ifâde eder. (İ.K.)
veya çok akl-i selim vardır. Akl-ı seli­ AKSIRMA
min Kur’ân’da (Rûm, 30/30) ve hadisler­ Aksırma, burun yollarında gelişen
de geçen ve müfessirlerin genellikle ve beyincikteki reflekse bağlı olarak
“bütün insanların yaratılışında bulu­ ağız ve burundan soluk boşalmasını
nan hak dini ve onun mesajlarını kabul sağlayarak burundaki yabancı madde­
etmeye yatkın olan kabiliyet” şeklinde leri temizleyen fizyolojik bir olaydır.
yorumladıkları fıtrat ile yakın ilgi­ Aksırma, esnemenin aksine vücuda
si vardır. Hz. Peygamber de, “Her zindelik verir. Aksırma, “Allah ’ın sevip
çocuk fıtrat üzere doğar; sonra anne bahşettiği bir nimet” (Buhârî, Edeb, 125; Ebû
ve babası onu Yahudi, Hristiyan veya Dâvûd, Edeb, 89) olduğundan bu nimete
mecûsi yapar" (Müslim, Kader, 22) buyur­ şükretmek gerekir. Aksıran müslüman,
mak sûretiyle insanın yaratılıştan sahip “elhamdülillah” veya “elhamdûlillâhi
olduğu bu yüce değerin, çevrenin etki­ alâ külli hâl" (her hal ve şartta Allâh’a
siyle bozulabileceğine dikkat çekmiştir. hamd olsun) der. Aksırırken ağzın el
Kur’ân’da geçen “kalb-i selîm” (Şu’arâ, veya mendille kapatılması sünnettir.
26/89) akl-ı selim’e yakın bir anlam taşı­ Aksıran müslümanın “elhamdülillah”
maktadır. Bu nedenle selâmetini koru­ demesi halinde yanında bulunanlardan
yabilmek için yaratılıştaki saflığını ve biri “yerhamükellâh” (Allah sana rah­
istikametini devam ettiren bir kalbe ya metiyle muamele etsin) diye dua etme­
da vicdana sahip olmak gerekecektir. lidir. (M.C.)
(M.C.)
ALEM
AKSÂMÜ’L-KUR’ÂN
İlim kökünden türeyen alem sözlük­
Kur’ân’ın yeminleri anlamına gelen te; “belli eden, bildiren, iz, alâmet, işâ-
aksâmü '/-Kur "ân, Kur’ân’da geçen ret ve nişan” anlamlarına gelir. Çoğulu,
yeminleri konu edinen tefsir usulünde a’lâmdır. Arap dilinde özel isme alem
bir bilim dalıdır. Kur’ân’da çok yemin dendiği gibi bayrak, sancak ve sınır taşı­
kullanılmıştır. Yüce Allah; kendi adına, na da alem denir. Ülkemizde câmi kub­
peygamberlere, Kur’ân’a, meleklere, belerinin tepelerinde ve daha çok mina­
kıyâmet gününe, göğe, aya, güneşe, yıl­ relerin en ucuna takılan ve hilal şeklin­
dızlara, geceye, gündüze ve zamana... deki işaretlere alem denilmektedir.
yemin etmiştir. 17 sûre yeminle baş­
Kur’ân’da bu kelime çoğul şekliyle
lamaktadır. Kur’ân’da birçok gerekçe
iki âyette “dağlar” anlamında kullanıl­
ile yemin edilmiştir. Meselâ, Allah’ın mıştır (Şûra, 42/32; Rahmân, 55/24). (İ-K.)
tekliğini (Sâffât, 37/1-4), Kur’ân’ın (Vâkıa,
56/75-77) ve peygamberin (Yâsîn, 36/1-4) hak
ÂLEM
olduğunu, ceza, va’d ve vaîdin mutlaka Alâmet ve nişan koymak anlamın­
gerçekleşeceğini (Zâriyât, 51/1-5; Tûr, 52/1-8) daki a-l-m kökünden türemiş olan
bildirmek için yemin edilmiştir. âlem, yaratıcının varlığına delalet

19
eden, onun bilinmesini sağlayan şeye Hz. Ali’ye ulaşan tarikatlara da Alevi
denir. Âlem terimi maddî ve manevî denir.
bütün varlıkları kapsar, tabiat âlemi, İslam siyasi tarihinde Alevi terimi;
akıl âlemi, İslâm âlemi gibi. Kur’ân-ı ilk defa hilafet hakkındaki tartışma­
Kerim’de âlem kavramının çoğulu olan larla ortaya çıkmıştır. Bilindiği gibi
âlemin kelimesi birçok yerde kâinat ve Hz. Peygamberin vefatını müteakip
insan topluluklarını ifâde etmek için ve üçüncü halife Hz. Osman’ın şehit
kullanılmıştır. Rabbu’l-âlemîn tabiri edilmesinden sonra hilafet konusun­
ise, Allah’ın canlı ve cansız tüm var­ daki anlaşmazlık giderek şiddetlen­
lıkların sahibi olduğunu ifade eder. miştir. Bu ihtilaf esnasında Hz. Ali’nin
Ehl-i Sünnet kelâmcılarına göre tarafını tutanlara Alevi veya şiatü "l Ali
âlem cevher ve arazlardan oluşmuş­ (Ali’ye bağlı olanlar veya Ali taraf­
tur. Cevher; kendi başına boşlukta yer tarı) denilmiştir. Bunlara göre; “Hz.
tutan ve arazları taşıyan şey demektir. Ali; Hz. Peygamberin tabii varisiy­
Araz ise varlığı ancak kendisini taşıyan di. Daha çocuk yaşta iken ve herkes­
başka bir varlıkla bilinebilen, kendi ten önce İslam’ı kabul etmiştir. Hz.
başına boşlukta yer tutamayan, renk, Muhammed’in amcası oğlu ve dama­
koku, oluşum gibi durum ve özellikleri dıdır. Ehl-i Beyttendir. Mekke’den
belirtir. Sürekli değişime uğrayan araz­ Medine’ye hicret ederken emanetlerini
ların ezelî olması düşünülmediği gibi ilgili yerlere ulaştırmak üzere yerine
arazları taşıyan cevher ve arazlardan onu vekil bırakmıştır. Böylece sevgi­
oluşmuş âlem de ezelî değildir; sonra­ sini ve güvenini bildirerek onun ken­
dan yaratılmıştır. Âemi yoktan var eden disinden sonra halife olacağına işaret
de Allah’tır. (EK.) etmiştir. Bu yüzden Ebubekir, Ömer ve
ALEVİ(LİK) Osman’ın halife olarak seçilmiş olma­
ları doğru değildir.”
Hz. Ali’ye bağlılık noktasında bir­
leşen çeşitli dini ve siyasi gruplar için İslam tarihinde Alevilik anlayı­
kullanılan bir terimdir. Sözlükte “Hz. şı; inanç, ibadet ve ahlak bakımından
Ali’ye mensup” onun soyundan gelen, Kur’an ve Sünnetin ışığında geliş­
onu seven, sayan ve bağlılığını ifade miştir. Halk şairi Virani, Aleviliği;
eden kimse demektir. Bu kavram, siya­ “Allah’ın birliğine, Hz. Muhammed’in
si anlamda Hz. Peygamberin vefatın­ nübüvvetine ve Ali’nin imametine ikrar
dan sonra Hz. Ali’yi ve onun soyundan vermek” olarak tanımlamaktadır. Buna
gelenleri imam (halife veya devlet baş­ göre tarihi süreç içinde çeşitli yollarla
kanı) olarak kabul edenler için günde­ Aleviliğin bünyesine girmiş bazı kül­
me gelmiştir. Daha sonraları, Hz. Ali ve türel değerleri Aleviliğin inanç esas­
oğulları Haşan ile Hüseyin’in neslinden ları olarak algılamak doğru değildir.
gelenler için Alevi nisbesi dışında şerif, Bunları daha çok kültürel zenginlik,
seyyid ve emir gibi lakaplar da kulla­ birikim ve farklılık olarak değerlendir­
nılmıştır. Bazı tasavvufçulara göre, mek gerekir. Alevi kültürünün; ahlak
bütün tarikatlar ashaptan birine nispet kuralları ve insani ilişkiler açısından
edilir. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. da önemli ve zengin bir yeri vardır.
Osman’a mensup tarikatlar olduğu gibi Dostluk, kardeşlik, komşuluk, misafır-

20
perverlik, mertlik, cömertlik, küçüklere ÂLÎ
sevgi, büyüklere saygı ve doğruluk gibi bk. Ulüvv.
ilkeler bu değerlerin başında gelmekte­
ÂLÎ İSNAT - NÂZİL İSNAT
dir. Ayrıca her türlü haram ve yasaklar­
dan korunmak için; “Eline, Beline ve Âli isnat, hadisi en kısa yoldan Hz.
Diline” sahip çıkması zorunlu bir temel Peygamber’e ulaştıran sahih isnattır.
felsefe olarak benimsenmiştir. Âli isnatta, hadisi rivâyet eden râvi
Tarih içinde Alevi nisbesi; İran, Irak, ile Hz. Peygamber arasındaki râvi
Mısır (Fatımiler), Fas ve Yemen gibi sayısı diğer isnatlara göre daha azdır.
İsnadın sahih olması şartı ile, isnattaki
farklı coğrafyada yaşayanlar arasında
da kullanılmıştır. Bu alanda detay­ râvi sayısı ne kadar az olursa, o isna­
lı bilgiye ulaşmak isteyenler, “İslam dın değeri de o kadar artar. Çünkü râvi
Mezhepleri Tarihi Kaynaklarına” baş sayısı arttıkça, bunlardaki kusur ve hata
vurmaları gerekir. Anadolu Aleviliğinin ihtimali de artabilir.
gelişmesinde; 13. Yüz yıldan itibaren Nâzil isnad, âlî isnâdın karşıtı olup,
Orta Asya’dan ve Horasandan göç hadîsi Hz. Peygamber’e çok râvi sayısı
eden bilgin ve mutasavvıfların derin ile ulaştıran isnattır. Sahih olduğu süre­
etkileri olmuştur. Bu itibarla günü­ ce, isnadın nâzil olması hadise zarar
müzde yaşayan Alevi kültürünün vermez. Âli isnat, nâzil isnattan daha
büyük bir bölümünün, bu dönemin üstündür. Bundan dolayı herhangi bir
ürünü olduğunu söylemek mümkün­ konuda eşit sıhhatte farklı hüküm ifade
dür. Günümüzde sıkça kullanılan Alevi eden hadisler arasında, isnadı âlî olan
ve Sünni kavramları birbirinin karşıtı tercih edilir. Ancak, nâzil isnattaki râvi-
değildir. Tersine bu kavramların üst ler daha güvenilir ise, senete ait diğer
kimliği veya ortak paydası, İslam ve özellikler, âlî isnadınkinden daha üstün
Müslümanlıktır. Bu durumda Alevi ve ise, elbette bu durumda nâzil isnat daha
Müslümanlar arasında ayırım yapmak üstün olur. (A.G.)
din, tarih, akıl ve bilim açısından müm­ ÂLİM (Alîm, Allâm, A’lem)
kün değildir. (F.K.)
İşaretlemek, üst dudağı yarılmak,
ALEYHİ’S-SELÂM bilmek, anlamak, tanımak hakikati­
Selam üzerine olsun anlamına ni idrâk etmek anlamlarındaki a-l-m
gelen bir dua ve dilek cümlesidir. Bu kökünden türeyen âlim; bilen, anlayan,
dua, peygamberlerin adı anılınca saygı tanıyan demektir. Alîm ve allâm keli­
ifadesi olarak kullanılır, (bk. Selâm, meleri, âlim kelimesinin mübalağalı
Salvele) (İ.K.) şekli olup çok bilen; a ’lem ise ism-i
ALIŞVERİŞ tafdil olup daha iyi, en iyi, pek iyi bilen
demektir. Bu sıfatlar Allah’ın, sırları,
bk. Bey’.
gizli olanları, olmuşu ve olacağı, görü­
ALÎ nen ve görünmeyen âlemi, yerde ve
AllâhTn sıfatlarından biri olan alî, göklerde olup bitenleri, geçmişi, hâli
şânı, kadri yüce ve kudreti büyük olan ve geleceği, canlı ve cansız bütün var­
demektir, (bk. ATâ) (İ.K.) lıkları, insanların gizli ve âşikâr bütün

21
yaptıklarını, küçük ve büyük her şeyi (görünmez bilginin) anahtarları O dun
bildiğini ifade eder. yanındadır Onları ancak O bilir. Karada
Âlim ismi Kur’ân’da, Allah’ın gayb ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı,
ve şehadet âlemini bildiğini beyan yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı
sadedinde 13 âyette geçmiştir: “Allah, kuruyu - ki bunlar apaçık Kitap tadır -
göklerin ve yerin gaybını bilendir O ancak O bilir. ” (En’âm, 6/59)
göğüslerin özünü çok iyi bilendir ” (Fâtır, Alîm kelimesi, Kur’ân’da insa­
35/38); “O Allah ki O’ndan başka ilâh nın vasfı olarak da kullanılmıştır
yoktur, gayb ve şehadet âlemini (görül­ (A’râf, 7/109, 112). Allâm mübalağalı ismi
meyen ve görülen varlıkları) bilendir ise, sadece Allah hakkında kullanıl­
O rahmandır, rahimdir ” (Haşr, 59/22) mıştır: “...Şüphesiz Allah allâmü’l-
Âlim kelimesinin çoğulu olan ğuyûb=gayıpları çok iyi bilendir. ”
(Tevbe, 9/78)
alimin, Allah hakkında iki âyette aza­
met ifadesi olarak kullanılmıştır: "... Kur’ân’da 49 âyette; üstünlük ifade
Biz her şeyi bilenleriz. ” (Enbiyâ, 21/51,81) eden (ism-i tafdîl) a’lemu kelimesi
kullanılarak “Allah’ın daha iyi bildiği”
Âlim kelimesi, “ulemâ’ “ ve
ifade edilmiştir. Allah, insanların gizle­
“alimîn-âlimûn” şeklinde 6 âyette
diklerini (Âi-i imrân, 3/167), îmanlarını (Nisâ.
insanlar için de kullanılmıştır. Allah 4/25), mü’minlerin düşmanlarını (Nisâ.
da insanlar da bilir, ancak insanların 4/45), kendisine şükredenleri, zalimle­
ilmi sınırlı, Allah’ın ilmi ise sınırsız­ ri, yolundan sapanları, sınırı aşanları,
dır. İnsan gaybı, gizliyi ve geleceği hidâyete erenleri (En’âm, 6/50,53,117,119),
bilemez. Allah ise bilir. İnsan, ancak muttakileri (Necm, 53/32), bozguncula­
Allah’ın lütfettiği öğrenme yetene­ rı (Yûnus, 10/40), peygamberlik görevini
ği sayesinde bilebilir. Allah’ın ilmi, kime vereceğini (En’âm, 6/124), insanların
ezelîdir, ebedîdir. O, her şeyi ilmiyle içinde olanları (Hûd, ıı/3i) ve yaptıkları­
kuşatmıştır. nı (Hac, 22/68), göklerde ve yerde olanları
Allah’ın bilgisine konu olan şeyler (isrâ, 17/55)... daha iyi bilir, en iyi bilir.
nelerdir? Başka bir ifade ile Allah nele­ Kur’ân’da; âlim, alîm, allâm ve
ri bilir? Kur’ân’da “alîm” kelimesinin a’lem isimleriyle Allah’ın ilmi anlatıl­
geçtiği âyetlerde Allah’ın neleri bildiği dığı gibi “alime - ya’lemü” fiili ile de
zikredilmiştir. Bunların bir kısmını şöyle Allah’ın ilmi anlatılmıştır:
sıralayabiliriz; zalimleri (Bakara, 2/95), boz­ “Bilmiyorlar mı ki Allah onların
guncuları (Âi-i imrân, 3/63), muttakileri (Âl-i gizlediklerini ve açığa vurduklarını
imrân, 3/115), göğüslerin içinde olanları (Âi-i
biliyor. ” (Bakara, 2/77);
imrân, 3/154), insanların yaptıkları amelleri
"... Biliniz ki Allah içinizden geçeni
(Bakara, 2/283) ve hayırları (Bakara, 2/273) gök­
bilir... ” (Al-i İmrân, 3/29)
lerde ve yerde olanlan ve söylenen sözle­
ri (Mâide, 5/97, Enbiyâ, 21/4), kalplerde olanları “...Allah sizin gizlinizi, açığınızı ve
(Ahzâb, 33/51), klSaca her şeyi bilir (Bakara, ne kazandığınızı bilir. ” (En’âm, 6/3);
2/29). “Bir şeyi açığa varsanız da gizle- “Allah her dişinin neyi yüklendiğini
seniz de (fark etmez) çünkü Allah her ve rahimlerin neyi eksiltip artırdığını
şeyi çok iyi bilir ” (Ahzâb, 33/54); “Gaybın bilir... ” (Râd, 13/8);

22
“...Yeregireni, ondan çıkanı, gökten ğı zorunlu olan yaratıcıyı ifade eder.
ineni ve ona çıkanı bilir... ” (Hadîd, 57/4); Başka bir varlığa, Allah ismi verile­
“Yaratan bilmez mi? O latiftir, mez. Yani Allah’ın adaşı yoktur (Meryem,
19/65). Diğer isimler çoğul yapılabilir.
haber alandır. ” (Mülk, 67/14);
İlahlar (âlihe), tanrılar, rablar (erbab)
“Allah bilir siz bilmezsiniz. ” (Nahi,
gibi. Çünkü hak veya batıl ma’bûda
16/74).
tanrı, hüda, ilah denilebilir.
Âlim, âlimin, alîm, allâm ve a’lem
“Allah” isminin çeşitli asıllardan
isimleri, Allah’ı anlatan, tanıtan ve
türediği ileri sürülmüşse de “el-ilah”
niteleyen kelimelerdir. “Alime - ya’le-
kelimesindeki hemze olan elifin düşü­
mü” fiil şekli ile birlikte Kur’ân’da
rülmesiyle elde edildiği görüşü tercih
Allah’ın hudutsuz ilmini ifadede kulla­
edilmektedir.
nılmıştır. Her şeyi bilen olması Allah’ın
en önemli vasfıdır. Yüce Yaratıcı’nın ism-i a’zamı yani
en ulu ismi olan “Allah” lafzının her
“Rabbimiz! Sen bizim içimizde giz­
harfi O’nu ifade eder. Allah lafzının
lediğimizi ve açığa vurduğumuzu hep
elifi kaldırıldığında “lillâh” olur. Yine
bilirsin. Ne yerde ne de gökte hiçbir şey
o yüce Yaratıcı’yı ifade eder. Elif ve
Allah 'a gizli kalmaz. ” (ibrâhîm, 14/38);
lam birlikte kaldırıldığında “lehû” olur.
“Sözü açık söylesen de gizli söyle­ Yine O yüce Allah’ı ifade eder. Elif ve
sen de muhakkak O, gizliyi de ondan iki lam birlikte kaldırıldığında “hû”
daha gizli olanı da bilir. ” (Tâ-hâ, 20/7). kalır. Bu da Allah’ı ifade eder. "Allâhü
Zikrettiğimiz bu âyetler ve benzer­ lâilâhe illâ hû (Allah ki, O’ndan başka
leri Allah’ın hudutsuz, eşsiz ve muaz­ ilâh yoktur) ” (Bakara, 2/255) âyetinde
zam ilmini tasvir ediyor. olduğu gibi.
“Alîm” sıfatında; Allah’ın amelleri­ İnsanlar, Allah’ın zatını, hakikat ve
ne göre kullarını ödüllendirmesi ve tec­ mahiyetini bilemezler. O’nu eserleri ve
ziye etmesi anlamı da vardır, (bk. Ankebût, eserlerin delalet ettiği sıfatları ve isim­
29/5, 60; Mü’minûn, 23/51). (Î.K.) leriyle tanıyabilirler. Allah’ın eserleri
ALLAH isimlerine, isimleri sıfatlarına, sıfatla­
rı da zatına delalet eder. Allah’ın isim
Allah; Yüce Yaratıcının özel ismi­
ve sıfatları zatı gibi ezelî ve ebedîdir.
dir. Bu isim, O’nun kemal, cemal ve
Zatı ile birlikte vardır. Sıfat ve isimle­
celal sıfatlarının ifade ettiği anlamların
ri zatından ne ayrı ne de gayrıdır, (bk.
tamamını kapsar. Allah’ın diğer isimle­
Esmâ-i Hüsnâ) (Î.K.)
ri ise Allah’ı tasvir eder.
ALLÂHÜMME
Allah özel isminin hiçbir dilde tam
karşılığı yoktur. Arapça ilah, Türkçe “AllâhTm!” “Yâ Allâh!” anlamına
tanrı, Farsça hüda, İngilizce god, gelen bir nida cümlesidir. Cümlenin
Almanca gott kelimeleri “Allah” keli­ sonundaki mim, “Yâ” nida harfinden
mesi gibi özel isim değildir. Bunlar, bedeldir. “Mim” ile “Yâ” birlikte kulla­
ilah, ma’bûd, rab gibi cins isimlerdir. nılmaz. “Yâ Allah!” veya “Allâhümme”
Allah kelimesi ikil ve çoğul yapılmaz. denir. “Allâhümme” cümlesi Kur’ân’da
Bu isim sadece hak ma’bûdu, varlı­ beş âyette geçmiştir. Bu cümleden sonra

23
dua veya övgü cümleleri kullanılmıştır. de temelli kalacağı Cehennemdir. Allah
“Ey Peygamberim! De ki Allah ’ım! ona gazap etmiş, lanetlemiş ve büyük
(Sen) mülkün sahibisin, mülkü dilediği­ azap hazırlamıştır. ’’ buyurulmaktadır
ne verir, dilediğinden mülkü alırsın... ” (Nisâ, 4/92, 93). (İ.P.)
(Âi-i tmrân, 3/26) âyeti ve namazda okunan
AMEL
“Allâhümme salli alâ Muhammed... ”
(Allah’ım! Muhammed’e rahmet ve Sözlükte “davranış, hareket, iş,
mağfiret eyle) duası gibi. (İ.K.) çaba, emek, çalışma ve eylem” anlam­
larına gelen “amel”; din dilinde, niyet
ALLÂM
ve iradeye bağlı olarak yapılan dünya
Allah’ın sıfatlarından biri olup âlim veya âhirette ceza veya mükâfat konu­
kelimesinin mübalağalı şeklidir Çok
su olan iş, davranış ve bilinçli yapılan
bilen, her şeyi bilen demektir, (bk.
fiile denir. Bir iş, fiil ve davranışın
Âlim) (İ.K.)
amel olabilmesi için iradeli ve bilinç­
ALTIN OLUK li yapılmış olması gerekir. İrade, kasıt
Ka’be’nin üzerine konan ve yağmur ve bilinç bulunmayan fiil, amel olmaz.
sularının dışarıya akmasını sağlayan, Dolayısıyla “amel” fiilden daha özel­
altından yapılmış oluğa verilen isimdir. dir. Her “amel”, fiildir ama her “fiil”,
Bu oluğa mîzab-ı Ka ’be de denir. Bu amel değildir. İnsanın dışındaki diğer
oluk, Hatîm’in karşısındaki duvarın canlıların eylemleri fiildir fakat amel
üst orta kısmındadır. (İ.K.) değildir.
AMD(EN) Amel kavramı; hayırlı, iyi ve sevap
Sözlükte “bir şeyi kasıtlı olarak, olan eylemler ve davranışlar için de
bilerek, şuurlu ve isteyerek yapmak” kullanılır. Allah ve peygamberin emir
anlamına gelen amden kelimesi, fıkıh ve yasaklarına uymak amel, uymamak
ıstılahında, kişinin fiillerini kasten amelsizliktir.
yaptığını ifade etmek için kullanılır.
Kur’ân’da insanların ameli iyi
Genellikle cinâyetler bahsinde kas­
yapıp yapmama bakımından imtihana
ten adam öldürme ve yaralama için
tâbi tutuldukları bildirilmiştir (Kehf, 18/7.
amden veya teammüden ifadesi kul­
Mülk, 67/2). İnsanlar, amellerine göre âhi­
lanılır. Amden (teammüden) cerh;
rette mükâfat veya ceza göreceklerdir
bir insanı, haksız yere kasten yarala­
(Yâsin, 36/54; Mü’min, 40/40).
maktır. Bu yaralamanın, yaralayıcı bir
aletle olması ile yaralayıcı olmayan Ameller, İslâm’a uygun olup
bir aletle olması arasında fark yoktur. olmama bakımından tâat, ma’siyet
Amden (teammüden) kati; bir insanı, ve mubah kısımlarına ayrıldığı gibi,
yaralayıcı bir aletle, haksız yere kasten Kur’ân ve sünnette itâat olan ameller;
öldürmektir. amel-i sâlih ve amel-i hasene” (iyi
Kur’ân-ı Kerim’de; “bir Mü'minin amel); masiyet ameller ise, amel-i sû’,
diğer Mü 'mini yanlışlık dışında öldür­ amel-i seyyie (kötü amel) ve amel-i
mesi asla caiz değildir. (...) Kim bir gayri sâlih (sâlih olmayan amel) olarak
mü 'mini kasten öldürürse cezası, için­ da zikredilmiştir. (İ.K.)

24
AMEL DEFTERİ amel-i kalildir. Namazda amel-i kalil,
İnsanların dünyada kabul ettikleri mekruh bir davranıştır. (Î.K.)
inançlarla, yaptıkları işlerin kaydedil­ AMEL-İ KESİR
diği ve âhirette kendilerine takdim edi­ Çok iş demektir. Namazı bozan
leceği bildirilen deftere (veya kitaba) davranışlardan biridir. Namaz kılan bir
verilen addır. Kur’ân’da “amel defteri” insanı dışandan gözlemleyen bir kişide,
tabiri geçmez. Ancak bu anlamda kitap
bu kimsenin namazda olmadığı izleni­
ve suhuf kelimeleri zikredilmektedir.
mini verecek her hangi bir davranışta
Kur’ân’da, insanın dünyada yaptıkla­
bulunması amel-i kesirdir. Meselâ,
rının, kıyamet günü açılmış bir kitapta
namazda saç ve sakalı taramak, üç
kendisine gösterileceği ve her fertten
adımdan fazla yürümek, vücudun her
kendi kitabını okumasının isteneceği
hangi bir yerini üç kereden fazla kaşı­
(isrâ, 17/13-14) açıklanmaktadır. Kirâmen
mak, çocuğu alıp emzirmek amel-i
katibin, hafaza, rusûl, rakîb ve atîd
kesirdir ve namazı bozar. (Î.K.)
isimleriyle anılan meleklerin yazdı­
ğı (Enbiyâ, 21/94; Kâf, 50/18; Zuhruf, 43/80) bu AMEL-İ SÂLİH
kitap, insanın hak-batıl, doğru-yalan, Sözlükte “yararlı, iyi ve güzel
iyi-kötü bütün inanç, düşünce, söz amel” anlamına gelen amel-i sâlih, din
ve eylemlerini içerecektir (Kehf, 18/49). dilinde; îmanın gereği olarak ihlas ve
Amel defterleri cennetliklere sağdan, iyi niyetle yapılan, Kur’ân ve sünnete
cehennemliklere soldan veya arkadan uygun olan her türlü söz, fiil ve dav­
verilecektir. Defterleri sağdan verilen­ ranışlara denir. Kur’ân’da yetmiş iki
ler, Kur’ân’da “ashâbu’l-yemîn”; sol­ âyette “amel-i sâlih ” “îman ” ile bir­
dan veya arkadan verilenler “ashâbu ’ş- likte geçmiş, îman edip amel-i sâlih
şimal” olarak zikredilir (Hakka, 69/19, 25; işleyenlere mağfiret, büyük mükâfat
İnşikâk, 84/7, ıo). Defterin sağdan verilme­ ve cennet vaat edilmiştir (Bakara, 2/25;
si bir müjde, soldan veya arkadan veril­ Mâide, 5/9).
mesi ise bir korku ve azap işaretidir. İslâm bilginleri “amel-i sâlihi”;
Kur’ân’da sadece fertlerin değil, millet
farz, vacip, sünnet, müstehap ve men-
ve toplumların da “kitap” diye anılan
dup kısımlarına ayırmışlardır. Namaz
amel defterlerinin bulunduğu ve hesap
kılmak ve zekat vermek gibi ibadetler
gününde her milletin kendi kitabını
amel-i sâlih olduğu gibi, dürüstlük,
okumaya çağırılacağı belirtilir. (Câsiye,
doğru sözlülük ve meşru bir işte çoluk
45/28-29). (F.K.)
çocuğunun rızkını temin için çalış­
AMEL-İ KALİL mak da sâlih ameldir. Allah’ın rızasına
Az iş demektir. Namaz kılan bir uygun olan her amele sâlih amel diye­
kimsenin, namaz içinde yapılma­ biliriz. Tevbe sûresinin yüz yirminci
sı uygun olmayan ancak amel-i kesir âyetinde mü’minlerin Allah yolunda
düzeyine ulaşmayan bir davranışta açlık, susuzluk, yorgunluk ve sıkıntı­
bulunmasına amel-i kalil denir. Meselâ, ya uğramaları, bir yeri zaptetmeleri,
vücudunun bir yerini bir iki defa kaşı­ kâfirlere karşı zafer kazanmaları sâlih
mak, düşen takkesini başına koymak, amel olarak ifade edilmiştir. Sâlih amel
secdeye giderken pantolonunu çekmek ile sevap elde edebilmek için insanın

25
mutlaka îmanının bulunması ve şirkten “Âmentü” deyimi ile herkesin
uzak olması gerekir (Kehf, ıs/ııo). inanması gereken îmân esasları şöyle
îman, ibadet, Allah ve peygamberin formüle edilmiştir: “Allah’a, melek­
emir ve yasaklarına uymak amel-i sâlih lerine, kitaplarına, peygamberlerine,
kavramına dahildir (Kehf, 18/30; Buhârî, ahiret gününe, iyi veya kötü her şeyin
îmân, 18 (II, 12). Allah’ın takdiri ile olduğuna îmân
ettim. Ölümden sonra diriliş gerçektir.
Kur’ân’da îman edip sâlih amel
Allah’tan başka İlâh olmadığına, Hz.
işleyenlerin, yaratıkların en hayırlıları
olduğu bildirilmiştir (Beyyine, 98/7). Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi
olduğuna şahitlik ederim.” Bu îmân
Allah’ın rızasına uygun olmayan
esasları Kur’ân’ın çeşitli yerlerinde
her türlü inanç, söz, fiil ve davranışla­
İfadesini bulmuştur (Bakara, 2/177, 285;
ra amel-i gayr-i sâlih denir. Bu kavram,
Nisâ, 4/136). Buhârî ve Müslim’de yer
sâlih amelin zıddı olup Kur’ân’da bir
alan Cibril hadisinde de söz konusu
âyette geçmiştir (Hûd, ıı/46). Sâlih olma­
îmân esaslarına, benzer bir şekilde yer
yan amel, Kur’ân’da amel-i seyyie ola­
verilmiştir (Buhârî, İmân, 37; Müslim, İmân, 1).
rak da ifade edilmiştir.
İslâm’a ait dinî bilgilerin öğretil­
Amel-i seyyie; sözlükte kötü ve
mesinde geleneksel inanç metni olan
zararlı amel anlamına gelen bu tabir,
“Âmentü ”, itikadla ilgili kaynaklarda
din dilinde, Allah ve peygamberin
da yer almıştır. (F.K.)
emir ve yasaklarına uygun olmayan,
sahibinin günaha girmesine sebep olan ÂMİL
söz, fiil ve davranışlara denir. Bu tâbir Sözlükte “çalışan, iş yapan” anla­
Kur’ân’da amel-i sâlih’in zıddı ola­ mına gelen âmil; Kur’ân’da; îman
rak kullanılmıştır (Tevbe, 9/102; Fâtır, 35/10; edip sâlih ameller işleyenler (Âı-i imrân,
Mü’min, 40/58). Nisâ sûresinin 123. âyetin­ 3/136), kötü iş yapanlar (Mü’minûn, 23/63) ve
de (<Kim kötü bir amel işlerse onunla zekat toplayan Devlet memurları (Tevbe,
cezalandırılır” denilmiştir. (İ.K.) 9/60) anlamında kullanılmıştır. Çoğulu
ÂMENTÜ âmilîn ve ummâl’dır. Allah, erkek veya
Ehl-i sünnet inancı açısından kadın her çalışanın (âmil) amelini zâyî
mü’minlerin îmân esaslarını ana hat- etmeyeceğini bildirmiştir (Âı-i imrân,
3/195). Âmil’in ameli iyi veya kötü ola­
larıyle ifâde eden özel bir kavramdır.
bilir. (Î.K.)
Arapça’da “âmene” fiilinin birinci tekil
şahsı olup Türkçe karşılığı “îmân ettim” Bir fıkıh terimi olarak âmil, devle­
demektir. Kur’ân’da üç yerde; kişinin tin vergi alacağını toplayan tahsildar,
îmânını açıklarken kullandığı bir ifâde bölge idarecisi, vali gibi manalara gel­
olarak geçmektedir. Şûrâ sûresinde mektedir.
şöyle buyurulmaktadır: “İşte onun için Hz. Peygamber devrinde çeşitli
sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun bölgelere gönderilen âmil adı verilen
gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine memurların, hem dini tebliğ etmek, o
uyma ve de ki: Ben Allâh ’ın indirdiği bölgede asayiş ve düzeni sağlamak,
bütün kitaplara inandım... ” (Şûra, 42/15; İslâm ahkamını uygulamak; hem de
Ayrıca bk. Yûnus, 10/90; Yâsîn, 36/25). zekat ve vergileri toplamak gibi çeşitli

26
görevleri vardı. Zekatın kamu yararını kendi kendilerine dört ay on gün bek­
ilgilendirmesi nedeniyle, ilk devirler­ lerler. ” (Bakara, 2/234) âyeti, kocası ölen
den itibaren belli malların zekatı devlet her kadını içine almaktadır. Ancak
eliyle toplanmış ve dağıtılmıştır. Zekat âmm lafız tahsis edildikten sonra, dela­
ve vergilerin toplanması ve dağıtımın­ leti zannî olur.
da, zulmedilmemesi, denge ve adaletin Maliki, Şafiî ve Hanbelî’lere göre
sağlanması gerekir. Hz. Peygamber, ise, âmm lafzın, delaleti zannidir;
âmillik görevini cihada benzeterek bu kesinlik ifade etmez. Zira, âmm lafız­
göreve atananlarla yakından ilgilen­ lar çoğunlukla tahsis edilmiştir; tahsis
miş, döndüklerinde hesaplarını bizzat edilmeyen âmm lafız yok gibidir. (Î.P.)
kontrol edip, âmillerin halktan hediye
ÂMME
almalarını yasaklamıştır. (Buhan, Hiyel, 15;
Ebû Dâvûd, İmaret, 7; Tirmizi, Zekat, 18). (İ.P.) Fıkıh terimi olarak, damarları dima­
ğa ulaşan yaraya denir, (bk. Câife) (Î.P.)
ÂMÎN
ANGLİKANİZM
Yüce Allah’ın kabul etmesini
temenni amacıyla dua sonunda “kabul “Anglo-Saksonlar” olarak bili­
buyur" anlamında söylenen bir sözdür. nen İngilizlerin mensubu bulundu­
Bu kelime Kur’ân’da geçmemektedir. ğu Hristiyanlık mezhebidir. Yeni
Peygamberimiz (a.s.), duanın sonun­ Çağ’ın başlarında İngiliz Kraliyet
da âmîn denilmesini tavsiye etmiş­ Hânedanı’nın desteğiyle gelişen bu
tir (Müslim, Salât, 62, 87; Buhârî, Ezân, 111). yeni mezheb, sadece bu ülkeye özgü
Namazda Fâtiha sûresi okunduktan bir mezhep olarak kalmıştır. Kral, bu
sonra âmîn demek sünnettir (îbn Mâce, mezhebin en yetkili kişisidir. Abdülaziz
İkâme, 14). (I.K.) Çâviş’in “Anglikan Kilisesine Cevap"
isimli eseri meşhurdur. (İ.U.)
ÂMM
ANÎD
Lügatte “sayıca çok olan şeylerin
hepsini kapsayan” demektir. Istılahta Yoldan ve haktan sapmak, inat
ise, bir kullanılışta, lafzın anlamının etmek, karşı çıkmak ve muhalefet
kapsadığı fertlerin tümüne herhangi bir etmek anlamındaki unûd kelimesinden
sınırlama olmaksızın delalet eden lafız türeyen anîd. bile bile hakkı reddeden,
demektir. Başka bir ifadeyle, tekrara azgın, doğru yoldan sapan, Allah’a itaat
gerek olmaksızın, sadece bir defada etmeyen, haddi aşan ve zorbalık yapan
manasının bütün fertlerini içine almak kimse demektir. Kur’ân’da 4 âyette
üzere konulmuş olan lafızdır. Bunlara geçmiş “cebbâr” ve “keffâr” kelimele­
umum ifade eden lafızlar da denir. ri ile birlikte kâfir insanların vasfı ola­
Örneğin, “Mü’minler” kelimesi âmm rak kullanılmıştır. (Hûd, 11/59; İbrâhim, 14/15;
lafızdır. Bu kelime, manasına elverişli Kâf, 50/24; Müddessir, 74/16). Anîd, hakka

olan mü’minlerin tamamını içine alır. karşı inatçı ve Allah’a teslim olmayan
insandır. (Î.K.)
Hanefîlere göre, tahsis edilmemiş
olan âmm lafızların bütün fertlerine ARAFAT
delaleti kafidir. Örneğin, “İçinizden Sözlükte “bilme, tanıma, anlama
ölenlerin bırakmış oldukları eşler, ve güzel koku” anlamlarına gelen a.r.f.

27
kökünden türeyen “Arafat”, Mekke’nin ARÂYÂ
25 km. güney doğusunda ova görünü­ Lügatte “meyvesi yenmiş veya
münde düz bir alanın adıdır. Doğu, hediye edilmiş hurma ağacı” anlamı­
kuzey ve güneyi dağlarla çevrilidir. na gelen araya, bir fıkıh terimi olarak,
Arafat, Hıll bölgesinde Harem sınırla­ ağaçtaki taze hurmanın, kuru hurma
rı dışında kalır. Harem sınırı ile Arafat karşılığında satışını ifade eder. Bu alış­
arasında Ürene vadisi vardır. Haccın verişte, kuru hurma ölçekle, ağaçtaki
rükünlerinden biri olan vakfe burada hurma ise tahminen belirlenir.
yapılır. Vakfenin zamanı, Zilhicce ayı­ Zaruret sebebiyle arâyâya müsa­
nın 9. günü güneşin zevalinden sonra ade edilmiştir. Hz. Peygamber’e bazı
burada başlar, ertesi günü şafak vak­ ihtiyaç sahipleri gelerek, taze hurma­
tine kadar devam eder. Burada kısa lar olgunlaştığı halde paraları olmadığı
için alamadıklarını, sadece kuru hur­
bir süre de kalınsa vakfe yapılmış
malarının bulunduğunu söylemişler,
olur. Arafat’ın tamamı vakfe mahal­
Hz. Peygamber de, tahmini bir ölçekle,
lidir (Müslim, Hac, 149). Arafatta vakfe
ellerindeki kuru hurma ile taze hurma
yapılmadan hac görevi tamamlanmaz.
almalarına müsaade etmişlerdir (Müslim,
Peygamberimiz (a.s.) “Hac, Arafat'tır” Büyü’, 61-68).
buyurmuştur (Ebû Davut, Menasik, 68) Arafat
Arâyânın caiz olması için, meyve­
kelimesi Kur’ân’da bir âyette geç­ nin olgunlaşma belirtileri göstermesi,
miştir. “Arafat’tan ayrılıp (seller gibi kuru hurmanın 5 veskten (875 kg.) az
Müzdelife’ye) akın edince Meş’ar-i olması, satışın peşin olması ve taze
Haram ’da Allah ’ı anın. ” (Bakara, 2/198) hurma almak isteyen kişinin fakir
Arafat’ın ortasında “Cebel-i Rahmet” olması ve kuru hurmadan başka ücret
(rahmet dağı), batısında Nemîre olarak verebilecek malı bulunmaması
Mescidi vardır. Arafat, ağaçlandırıl­ gerekir. (Î.P.)
mış ve dokuz oto yol ile Müzdelife’ye ARAZÎ
bağlanmıştır. (Î.K.) Sözlükte “yer, yeryüzü, toprak, kara
ARASÂT parçası” anlamlarına gelen arz keli­
mesinin çoğuludur. Toprak mülkiyeti,
“Arsa” kelimesinin çoğulu olan
arazînin sahipliği, kullanımı, sınırlan­
“arasât”, sözlükte, üzerinde bina bulun­
ması gibi konular, ilk devirlerden beri
mayan boş arazi anlamındadır. Din
insanlığı meşgul etmiş, ciddî bir prob­
dilinde, kıyâmetin kopmasından sonra lem kaynağı olarak ortaya çıkmıştır.
diriltilecek olan insanların, dünyadaki Günümüzde “arazî hukuku” müstakil
inanç, söz, fiil ve davranışlarından sor­ bir hukuk dalı olarak karşımıza çık­
guya çekilmek üzere sevk edilecekleri maktadır.
yerin adına denir. Bu mekâna mahşer Bütün İslâm hukukçuları, arazinin
ve mevkif de denir. Kur’ân’da geçme­ hem özel, hem de kamu mülkiyetinin
yen bu kelime, hadislerde sözlük anla­ konusu olabileceği hususunda ittifak
mında kullanılmıştır (Buhârî, Megâzî, 8). etmişlerdir. Müslümanların eline geçiş
(Î.K.) tarzı ve mülkiyet şekline göre, arazinin

28
tasnifi yapılmış ve maliklerine belli Mukataalı arazî, devletin götürü
mükellefiyetler ve sınırlamalar getiril­ vergi takdir ederek dağıttığı arazîdir.
miştir. Hz. Peygamber’in hadisleri ile Mülkiyeti ve tasarruf hakkının veril­
daha sonraki devirlerdeki uygulamalar mesi şeklinde olabileceği gibi, sadece
doğrultusunda gelişen İslâm hukukuna geliri de verilebilir. Birinci durumda
göre arazî temelde iki gruba ayrılır; arazî mülk olmakla birlikte, İkincisinde
arazî-i memlûke (mülk arazî), arazî-i kişinin mülkü değildir.
gayri memlûke (mülk olmayan arazî). Tetimme-i süknâ, ikamet ve yerle­
Arazî-i memlûke, sahibi bulunan şime konu olan arsalardır. Buna mes­
ve tasarruf hakkı tamamen sahibine ken inşa edilen arsalar ile meskenin
ait olan araziye denir. Sahibi, diğer tamamlayıcısı olan yerler dahildir. Bu
bütün malları, eşyası gibi bu araziyi arsalar, Müslüman veya gayrimüslim­
de, satabilir, hibe edebilir, vakfedebilir lere ikâmet için terk edilmiş olup, öşür
ve miras bırakır. Mülk arazî, kullanım ve haraca tabi değildir.
alanı, tâbi oldukları vergi ve statü bakı­
Arazî-i gayri memlûke, şahsî mül­
mından dört gruba ayrılır: Arazî-i hara-
kiyete konu olmayan, mülkiyeti dev­
ciyye, arazî-i öşriyye, mukataalı arazî
lete veya kamuya ait olan ve menfaati
ile yerleşime konu olan arazî.
ammeye veya devletin tahsis edeceği
Arazî-i haraciyye, barış yoluyla alan veya şahıslara ait olan arazilerdir.
haraç vergisine bağlanan veya savaşla Bu nevi arazî, arazî-i mevkufe, arazî-i
fethedildiği halde gazilere dağıtılma- metruke, arazî-i mevat ve arazî-i mîriy-
yıp yerli gayrimüslim ahaliye bırakılan ye olmak üzere dörde ayrılır.
yerlere denir. Bu tür arazi, mülk arazî
Arazî-i mevkufe, vakıf arazî­
olup, sahibi üzerinde tasarruf yetkisine
si demektir. Âlimlerin çoğunluğuna
sahiptir. Ancak bu arazîden, haraç isim­
göre, mülkiyeti kamuya, menfaati ise
li bir vergi alınır. Bu vergi de, harâc-ı
belli şahıs ve zümrelere tahsis edilen
mukaseme ve harâc-ı muvazzaf olmak
arazidir.
üzere ikiye ayrılır. Harâc-ı mukaseme,
yerin durumuna göre, arazînin mahsu­ Arazî-i metruke (arazî-i mahmiy-
lünden 1/10’dan 1/2’ye kadar olmak ye, arazî-i mirfekat), yollar, ormanlar,
üzere alınan vergidir. Harâc-ı muvazzaf meydanlar gibi herkesin istifadesine
ise, arazi için kesim usulü ile belirlen­ sunulan arazi veya meralar, pazar ve
miş olan belirli miktar akçedir. harman yerleri gibi belli bir köy veya
Arazî-i öşriyye, ahalisi kendiliğin­ kasaba halkının ortak istifadesine ter­
den Müslüman olan veya savaş yoluyla kedilmiş yerlerdir. Buraların mülkiyeti
fethedilip de gazilere taksim edilen ara­ hâzineye ait olup, kimsenin özel tasar­
zilere denir. Bu araziye, arz-ı sadaka da ruf yetkisi yoktur.
denmektedir. Bu topraklar sahiplerinin Arazî-i mevât, kimsenin mülk ve
mülkü olup, üzerlerinde her türlü tasar­ tasarrufunda olmayan, belli bir köye
rufa yetkilidirler. Sahipleri, bu arazide yahut kasabaya tahsis edilmemiş, ziraat
yapmış olduğu ziraata karşılık, öşür yapılmayan ve iskân mahallinden uzak­
isminde bir vergi vermekle yükümlü­ ta bulunan boş arazilerdir. Devletin yet­
dür. kili birimlerinden izin alınmak kaydıy-

29
la, bu araziyi imar eden kişi ona sahip kimse anlamında kullanılmaktadır.
olur. Ârifin sahip olduğu bilgiye marifet
Arazî-i mîriyye (arazî-i emiriyye), denilir. Kelam ve felsefede genellikle
mülkiyeti hâzinede kalmak üzere, dev­ ilim ile eş anlamlı, bazen de marife-
let tarafından belli şahıslara tasarruf tullah ve Allah hakkındaki bilgi anla­
hakkı verilen arazîdir. Bu tür arazîye, mında kullanılmaktadır. Tasavvufta ise,
arazî-i memleket, arazî-i beytülmal, Allah hakkında olan bilgi başta olmak
arazî-i sultaniyye isimleri de verilmek­ üzere bütün varlık ve olayların mahiye­
tedir. Arazî-i mîriyyenin kuru mülkiye­ ti hakkındaki bilgiye mârifet denilmiş­
ti, yani rakabesi devlete ait olup, halka tir. Böylece âlim ile ârif arasında açık
ariyet şeklinde verilir ve karşılığında bir ayırım yapılmıştır. Marifete ulaş­
belli bir vergi alınır. Mülkiyeti devlete mada dinî ve ahlâki şahsiyetin önemi
ait olduğundan, özel mülkiyet ve miras büyüktür. Ârif, manevî ve ahlâkî arın­
hükümleri cereyan etmez; tasarrufa ma sayesinde derûnî tecrübe ve sezgi
yetkili olan kimse, kanunun tayin ettiği gücü ile öğrenir ve aydınlanır. (M.C.)
şartlar ve kayıtlar dairesinde intifa ve
ÂRÎYET
tasarruf eder. (I.P.)
Bir malın kullanımının, geçi­
AREFE GÜNÜ
ci süreyle, ücretsiz olarak başkasına
Kurban bayramının bir gün öncesi verilmesini konu edinen sözleşmedir.
olan Zilhicce ayının dokuzuncu günü­ Akitten dönülmesi mümkün olmak
dür. Haccın iki rüknünden biri olan
üzere, menfaatin karşılıksız olarak baş­
vakfe bugünde yapılır. Arefe günü
kasına temliki şeklinde de tanımlanabi­
Arafat’ta, öğle namazının farzı ile
lir. Türkçe’de bu sözleşmeye iğreti akdi
ikindi namazının farzı öğle vaktinde
de denilmektedir. Âriyet vermeye iâre,
peş peşe kılınır (cem-i takdim). Arefe
günü güneş batınca hacılar Arafat’tan âriyet verene muîr, ariyet almaya isti­
Müzdelife’ye hareket ederler. Arefe are, alana müsteîr, bu mala da müsteâr
günü, Arafat’ta hacılar, vakitlerini dua, veya muâr denir.
namaz, zikir, teşbih, va’z dinleme, îslâm dini, daima yardımlaşmayı,
Kur’ân okuma vb. ibadetlerle geçirir­ muhtaç olana yardım etmeyi tavsiye
ler. Peygamberimiz (a.s.) “Allah'ın, etmektedir. Bu itibarla, âriyet vermek,
arefe günü müzminlerin günahlarını müstehabdır. Ancak, âriyet alanın ihti­
bağışlayacağını umarım ” demiştir yacının şiddetine göre farz veya vacip,
(Müslim, Sıyâm, 1162). Ülkemizde Ramazan gayri meşru bir yolda kullanmak söz
Bayramının öncesindeki güne de arefe konusu olduğunda ise, mekruh veya
günü denilmektedir. (İ.K.) haram olur.
ARİF Âriyet akdi, ehliyet sahibi tarafların
Sözlükte “bilen, tanıyan, halden icap ve kabulü ile kurulur ve malın ari­
anlayan, vâkıf ve âşinâ olan” gibi yet alana teslim edilmesiyle tamamla­
anlamlara gelen ârif kelimesi bir tasav­ nır. Âriyet olarak verilen malın, para,
vuf terimi olarak manevî tecrübeyle buğday gibi tüketilen değil, kullanılan
mârifet ve hakîkat mertebesine erişen bir mal olması gerekir.

30
Ariyet, zaman, mekân veya başka edilmektedir. Kâhin ve arrâfa giderek
bir şartla sınırlandırılmışsa, bu şartlara onların söylediklerini tasdik edenlerin
uyulması zorunludur. Böyle bir sınır­ Muhammed’e indirilene inanmamış
landırma yoksa, âriyet alan kişi, aldığı sayılacaklarını, kırk gün namazlarının
şeyi örf ve âdetin çizmiş olduğu sınırlar kabul edilmeyeceğini ve cennete gire­
içinde, dilediği yer, zaman ve şekilde meyeceklerini ” (Müslim, Selâm, 125; Ebû
kullanabilir. Âriyet alınan mal, emanet Dâvûd, Tıb, 2i) bildiren hadislerde arrâf,
hükmündedir. Ariyet alanın kullanım kâhin ile eş anlamlı kullanılmış ve
veya muhafazasında bir kusur veya gaybı bilme iddiaları reddedilmiştir.
ihmali olmaksızın kısmen veya tama­ (M.C.)
men hasar görmesi halinde tazmin etti­
ARŞ
rilmez. Ancak bir kusuru olması halin­
de zarar tazmin ettirilir. Sözlükte “yükseklik, tavan, çadır,
çardak, ayağın tümsek yeri ve taht”
Âriyet belirli bir süre için verilmiş
anlamına gelen arş (çoğulu urûş); ıstı­
ise sürenin bitiminde, bunun dışında
lahta, gerçek mahiyetini, ölçü ve sını­
iâre verenin istemesi veya alanın iade
rını insan aklının kavrayamayacağı,
etmesiyle akit sona erer. (Î.P.)
gerçek içeriğini sadece Yüce Allah’ın
ARRÂF bildiği, bütün âlem denilen yeri, gök­
Sözlükte “bir şeyi bildirmek” anla­ leri, cenneti, cehennemi, sidreyi, kür-
mındaki a-r-f kökünden türemiş bulu­ siyi kaplayan İlâhî taht ve hükümranlık
nan arrâf kelimesi bir terim olarak demektir.
herkesin farkına varamayacağı gizli Arş konusunda genel olarak üç
ve karmaşık olan hususları doğuştan görüş vardır:
sahip bulunduğu bir kabiliyetle hisse­
1- Arş ile en büyük cisim kastedil­
den, kazandığı deneyimlerle de gelecek
miştir. Bu anlamda kurulmuş, çatılmış
hakkında önceden tahminlerde bulunan
ve tamamlanmış her binaya da arş
kimse demektir. Arrâfın gelecekle ilgi­
denir. Cenab-ı Hak da gökleri ve yeri
li verdiği haberlerin bir kısmı doğru
yarattıktan sonra bunların her birinin
çıksa da her söylediğinin gerçekleşme­
şeklini, yüksekliğini, birbirleriyle uyum
si mümkün değildir. Zira bu haberler
ve orantı özelliklerini de vermiştir. Bu
kesin bilgi vasıtalarının değil, bazı zan
husus Kur’ân’da şöyle açıklanmıştır.
ve tahminlerin ürünüdür. Geçmişe ait
“Görmekte olduğunuz gökleri direk­
verdiği bilgiler ise daha çok soru soran
siz olarak yükselten, sonra arşa istivâ
kimsenin psikolojik ve fizyolojik yapı­
sından elde ettiği ipuçlarına dayan­ eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdi­
maktadır. Hz. Peygamber’in geçmiş ren Allah ’tır (Bunların) her biri muay­
milletler içinde Peygamber olmadıkları yen bir vakte kadar akıp gitmektedir. O,
halde tahminleri gerçekleşen muhadde- Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak
sûn denilen kimseler bulunduğunu ve inanmanız için her işi düzenleyip âyet­
ümmetinden böyleleri varsa Ömer’in leri açıklamaktadır. ” (Ra’d, 13/2)
bunlardan biri olması gerektiğini (Buhârî, 2- îslâm bilginlerinin çoğuna göre
Fezâiiü’s-sahâbe, 6) bildiren hadisinde geçen arş ile kastedilen, gökleri kaplayan o
muhaddes ile arrâfı kastettiği kabul büyük cisimdir. İşte kâinattaki bütün

31
cisimleri kuşatan ve mahiyetini bile­ Miras konusunda ise, tek başına
mediğimiz bu arş, her şeyden önce bulunduğunda mirasın tamamını, ken­
yaratılmıştır. Daha sonra sırasıyla su, dilerine belirli hisseler tayin edilen
gök ve yer yaratılmıştır. ((O, hangini­ mirasçılarla beraber bulunduğunda ise,
zin amelinin daha güzel olacağı husu­ onlardan arta kalanı alan mirasçılara
sunda sizi imtihan etmek için, Arş "ı su asabe denmiştir. Asabe olma vasfı,
üzerinde iken, gökleri ve yeri altı günde verasetin en kuvvetli sebebi olarak
yaratandır ” (Hûd, 11/7) kabul edilmiştir. Yakın asabe bulundu­
ğunda, daha uzak olan mirastan düşer.
3- Arş’tan maksat mülktür. “Falan
Asabe sebebî ve nesebî olmak üzere
kimse, arşına hakim oldu” denir. Bu
ikiye ayrılır. Sebebî asabe, köleyi azat
ifade o kimsenin, mülküne sahip oldu­
eden efendi veya onun asabesinin, azat
ğu anlamına gelir. Şu âyetlerdeki “arş”
edilen kölenin mirasçısı olmaması
kelimesi de Hz. Yusuf’un ve Saba
halinde mirasçı olmasına denir. Nesep
Melikesi Belkıs’ın tahtı anlamında
yönünden asabe ise, kan bağı dolayı­
kullanılmıştır. “Ana ve babasını tah­
sıyla meydana gelen asabeliktir. (Î.P.)
tının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi
onun için (ona kavuştukları için) sec­ ASABİYET
deye kapandılar” (Yûsuf, 12/100). “(Sonra Sarmak, kuşatmak ve yakınlarını
Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey korumada aşırı gitmek anlamlarına
ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelen asabiyet, bir terim olarak, ara­
gelmeden önce, hanginiz o melikenin larında soy birliği veya başka sebep­
tahtını bana getirebilir?” (Nemi, 27/38) Arş lerle yakınlık bulunanların, muhalif­
hakkındaki müşterek kanaati şu şekilde lerine karşı birlikte hareket etmelerini
özetlemek mümkündür: Mahiyeti Allah sağlayan dayanışma duygusu ve ruhu
ve kâinatla ilişkisi ne olursa olsun, demektir.
Arş’ın varlığını kabul etmek gerekmek­ Câhiliyye döneminde, bir kabilenin
tedir. Çünkü İlâhî azamet ve saltanatın ya da kabileden birinin başka bir kabile
sembolü sayılan ve meleklerce taşınıp tarafından, hangi sebeple olursa olsun,
çevresinde dönülen ulvî bir makam saldırıya uğramasını engelleyen veya
olduğunu inkâr etmek, Nasslara aykırı herhangi bir saldırının meydana gel­
düşmektedir. (F.K.) mesi halinde bunun doğuracağı maddî
ve manevî zararın telâfi edilmesinde
ASABE
en etkili faktör asabiyet idi. Asabiyetin
Önceleri erkek çocuklar ve baba siyasî ve hukukî alanlardaki otorite
tarafından gelen erkek akraba anlamına boşluğunu doldurmak, can, mal, ırz ve
gelen asabe kelimesi, Hz. Peygamber namus güvenliği sağlamak gibi olumlu
zamanından itibaren, diyet ve miras tarafları yanında aile, aşiret, kabile ve
konusunda belirli yakınlar için kulla­ benzeri toplulukların hak ve menfaat­
nılmıştır. Hata ile adam öldürmede, lerine tecavüzde bulunmak gibi olum­
maktulün yakınlarına ödenecek diyeti suz yönleri de vardı. Hz. Peygamber,
yüklenen, ölüme sebebiyet veren kim­ asabiyeti ((bir kimsenin haksız olması­
senin erkek tarafından akrabalarına na rağmen kavmine yardımcı olması ”
(âkile) asabe denmiştir. (Ebû Dâvûd, Edeb, 112) şeklinde tanımlamış

32
ve asabiyet davasının İslâm’ın ruhu­ ve Rasûlü katında şerefli ve seçkin bir
na aykırı olduğunu söylemiştir (Müslim, yeri vardır. (A.G.)
imare, 57). Bununla birlikte bir kimsenin ASHÂB-I CAHÎM
haklı olduğu konularda kendi yakınla­
rına yardım etmesi, yerine göre vacip “Cahîm” Kur’ân’da zikri geçen yedi
yerine göre müstehabtır. (M.C.) cehennemden biridir. Çok şiddetli ve
sürekli yanan kızgın ateş, çok sıcak yer
ASHAB
demektir. Ashâb-ı cahîm tabiri, cehen­
bk. Sahabî. nem halkı, cehenneme atılacak kimse­
ASHAB-I A’RÂF ler anlamına gelir. Kur’ân’da 6 âyette
A’râf ehli demektir. A’râf sûresinin geçmiş ve inkâr edenlerin, Allah’ın
44-50. âyetlerinde âhirette üç sınıf insa­ âyetlerini yalanlayanların (Bakara, 2/119;
nın varlığından söz edilmiştir. Bunlar; Mâide, 5/10,86; Hadîd, 57/19) ve âyetleri red
ashâbü ’l-cennet (cennet halkı, cennet­ ve iptal etmek için çalışanların (Hac,
likler), ashâbü ’n-nâr (cehennem halkı, 22/51) ashâb-ı cahîm olduğu bildirilmiş
cehennemlikler) ve ashâbü’l-a’râf. ve ashâb-ı cahîm, îmân edip sâlih amel­
Cehennem halkı ile cennet halkı ara­ ler işleyen cennet halkının zıddı olarak
sında bir sûr (perde, duvar) vardır. Bu zikredilmiştir (Mâide, 5/9-10). (Î.K.)
sûrun cennet tarafı nur, cehennem tarafı ASHÂB-I CENNET
ateştir. (Hadîd, 57/13) Cennet ile cehennem
Cennet halkı demektir. Bu tabir,
arasında bulunan a’râfta, hem cennet­
Kur’ân’da 12 defa geçmiştir. Bir âyette
likleri, hem de cehennemlikleri yüz­
lerindeki işaretlerinden tanıyan kim­ bahçe sahipleri (Kalem, 68/17) diğer âyet­
seler vardır. Bunlar, cennet halkına; lerde cennete girecek insanlar anla­
“selâmün aleyküm (selam size) ” diye mında kullanılmıştır. Kur’ân’da îmân
seslenirler. Cehennem halkını görünce edip sâlih amel işleyenlerin (Bakara, 2/82),
de “Rabbimiz, bizi bu zâlim toplum ile Allah’a gönülden boyun eğenlerin (Hûd,
beraber bulundurma!” diye dua ederler ıı/23) güzel amelleri en iyi bir şekilde

(A’râf, 7/44-50). Bu kimseler, iyilikleri ile yapanların (Yunus, ıo/26) ve müslümanla-


kötülükleri, sevapları ile günahları eşit rın (Ahkâf, 46/15-16) cennet halkı olduğu
olduğu için henüz cennete giremeyen bildirilmiştir.
ancak cennete girmeyi uman mü’min- Âhirette insanlar, îman ve sâlih
lerdir. Ashâb-ı a’râf, a’râf’ta bir müd­ amellerine veya inkâr ve kötü amelle­
det kalır, sonra Allah onları cennete rine göre cennet halkı veya cehennem
koyar. (İ.K.) halkı olarak iki sınıf olurlar. Cennet
ASHAB I BEDİR halkı, kurtuluşa eren (Haşr, 59/20) ve cen­
Bedir savaşında Hz. Peygamber’le nette ebedi kalacak olan (Bakara, 2/82)
birlikte savaşa katılan sahabeye Ashâb-ı mutlu insanlardır. Cennette istedikle­
Bedir denir. Sayılarının 313 civarında ri her şey vardır (Yâsîn, 36/57). ((O gün
olduğu rivâyet edilir. İslâm Tarihi’nde, cennet halkının kalacakları yer daha
Müslümanların oldukça olumsuz şart­ iyi, dinlenip safa sürecekleri yer daha
larda kazandıkları ilk büyük zaferi olan güzeldir” (Furkân, 25/24). Kur’ân’da cen­
bu savaşa katılan mü’minlerin, Allah net halkı; sâbık, mukarreb, ashâb-ı

33
yemîn ve ashâb-ı meymene olarak da sûresinde geçmekte ve fil olayı bu sûre­
ifade edilmiştir (Vâkıa, 56/8). (İ.K.) de anlatılmaktadır.
ASHÂB-I EYKE Ebrehe, Hristiyan idi. Yemen’i dinî
merkez yapmak amacıyla San’a’da
Eyke halkı demektir. “Eyke” keli­
Kules adında bir kilise yaptırdı.
mesi, sık ormanlık anlamına gelir.
Herkesin buraya gelmesini istiyordu.
Kendilerine Şuayb (a.s.) Peygamber
Fakat gelen olmadı. Herkes Ka’be’yi
olarak gönderilmiştir. Eyke halkı,
tercih ediyordu. Kinâne oğullarından
Kızıl Deniz sahilleri ile Medyen ara­
biri Kules kilisesini kirletti. Bunun
sında yaşıyordu. Bozgunculuk, ölçü ve
üzerine Ebrehe çok kızdı. Ka’be’yi yık­
tartıda hile yapıyorlar, insanların hakla­
maya karar verdi. Ordusu ile Mekke’ye
rını eksik veriyorlardı (Şu’arâ, 26/181-183).
hareket etti. Ordusunda filler de vardı.
Zalim bir toplum idi (Hicr, 15/78). Şuayb
Ka’be’yi yıkmak istedi, ancak muvaf­
(a.s.), bunları ıslaha çalıştı, “Allah’a
fak olamadı. Ebrehe ordusu Ka’be
karşı gelmekten sakının, bana itaat
yakınına varınca Allah üzerlerine sürü
edin” dedi. Ashâb-ı Eyke, Şuayb’ı
sürü kuşlar gönderdi. Kuşlar, üzer­
(a.s.) yalanladı. Ona “sen iyice büyü­
lerine taşlar attılar. Ebrehe ordusu,
lenmişsin, sen de bizim gibi bir insan­
kurtların yediği ekin yaprağı gibi dar­
sın, senin yalancılardan olduğuna ina­
madağın oldu (Fil, 105/1-5). Bu olay, Hz.
nıyoruz, doğrulardan isen üzerimize
Muhammed (a.s.)’in doğumundan yak­
gökten parçalar indir” dediler (Şu’arâ,
laşık iki ay kadar önce vuku bulmuştur.
26/176-190). Allah, Eyke halkının üzerine
(İ.K.)
şiddetli bir sıcak musallat etti. Bu sıcak
ASHAB-I HADÎS
yedi gün sürdü. Bütün ırmakların suyu
kesildi. Sonra üzerlerine bir bulut geldi. bk. Ehl-i Hadis.
Sıcaktan hepsi bulutun altına toplandı­ ASHÂB-I HICR
lar. Buluttan ateş yağdı, hepsi helâk
Hıcr halkı demektir. Hıcr, Şam ile
oldu. Kur’ân’da buna, “azâbü yevmi’z-
Hicaz arasındaki bölgenin adıdır. Hıcr
zıll” (gölge gününün azabı), “azabü bölgesinde Semûd kavmi yaşamıştır.
yevmin azîm ” (büyük bir günün azabı) Semûd kavmi, Âd kavminden geriye
denilmektedir (Şu’arâ, 26/189). (Î.K.) kalan insanlardır. Bu nedenle Semûd,
ASHÂB-I FERÂİZ ikinci Âd diye de anılır. Semûd kavmi,
Kelime anlamıyla “hisse sahiple­ birçok nimet ve imkâna sahipti. Dağlan
ri” demek olan ashab-ı ferâiz, fıkıhta delmiş, taşları oymuş, sağlam ve muh­
mirastan hisseleri belirlenen kişileri kem yazlık ve kışlık evler, konaklar
ifade etmek için kullanılan bir tabirdir, yapmışlardı (Şu’arâ, 26/149). Ucuzluk, bol­
(bk. Ferâiz) (İ.P.) luk ve refah içinde idiler. Bu nimetler­
le azdılar, hak yoldan saptılar. Ashâb-ı
ASHÂB-I FÎL Hıcr; bozguncu (A’râf, 7/74), zorba ve
Fil sahipleri demektir. “Ashab-ı İnatçı (İbrâhim, 14/15), kâfir (A’râf, 7/76),
Fîl” ile kastedilenler, Habeşistan Kralı zâlim (Hûd, 11/67) ve azgın idi (Şems, 91/11).
Necaşî’nin Yemen Valisi Ebrehe ve Kendilerine Peygamber olarak gön­
ordusudur. Ashab-ı Fil kavramı, Fil derilen Sâlih (a.s.)’ı yalanladılar (Hac,

34
22/42). O’na büyülenmiş (Şu’arâ, 26/153), mü’mindir. Kur’ân’ın 18. sûresi, adını
çok yalancı ve şımarık dediler (Kamer, bu kıssadan almıştır. Sûrenin 9-26.
54/25). Mucize olarak verilen dişi deveyi âyetlerinde bu kıssa anlatılmaktadır.
öldürdüler (Şems, 91/14), şeytana uydular Kur’ân’da mağaraya sığınanla­
ve doğru yoldan saptılar (Ankebût, 29/38). rın gençler olduğu, mağarada yıllarca
Allah’a şirk koştular, putlara taptılar uyudukları, köpeklerinin de yanlarında
(A’râf, 7/73). Âhireti inkâr ettiler (Hâkka,
bulunduğu, belli bir süre sonra uyandık­
69/4-5). İnsanlara kötülük yapıyorlar­
ları, aralarında mağarada ne kadar kal­
dı (Fecr, 89/12). Peygamberin öğütlerine
dıklarını konuştukları, içlerinden birinin
kulak vermeyen Ashâb-ı Hıcr, dehşetli
şehre gümüş para ile yiyecek almaya
bir sayha (gürültülü ses) ile helâk oldu­
gittiği, mağarada 309 yıl kaldıklarının
lar. Ağılcının topladığı kuru ot gibi kırı­
lıp gittiler (Kamer, 54/31). (İ.K.) söylendiği, ancak ne kadar kaldıklarını
Allah’ın bildiği ifâde edilmiştir.
ASHÂB-I KARYE
Tefsîr kitaplarında zikredilen rivâ­
Şehir veya köy halkı demektir. yetlere göre şehre giden genç, çarşıda
“Ashâb-ı Karye” tabiri, Kur’ân’da alışveriş yaparken, zulmünden kaç­
sadece Yâsîn sûresinin 13. âyetinde tıkları Kral Dakyanus’un adı bulunan
geçmektedir. Sözü edilen şehir halkı
paraları verince halk, bunu hazine bul­
kendilerine gönderilen iki elçiyi yalan­
muş sanarak Kral’ın huzuruna götür­
lamışlardı. Üçüncü bir elçi gönderildi.
müştür. Bu zaman içerisinde, halk ve
Şehir halkı, elçilere “sizin yüzünüz­
Kral, Hristiyan olmuştu. Genç, Krala
den uğursuzluğa uğradık. Sözünüzden
kaçış olayını anlatınca Kral ve şehir
vazgeçmezseniz sizi taşlarız, size azap
halkı mağaraya gitmiş, mağaradaki
ederiz” demişlerdi. Şehir halkından
biri, “Ey kavmim! Peygamberlere gençlerle konuşmuştur. Gençler tekrar
uyun” demiş, îmân ettiğini açıklamıştı. uykuya dalmışlar, Kral da onları mağa­
Halk, bu mü’mini öldürmüş, Allah da raya gömmüş ve üzerlerine mescjd
bunları korkunç bir sesle helâk etmiştir yaptırmıştır. Kur’ân’da gençlerin uyku­
(Yâsîn, 36/13-29). dan uyandıktan sonra insanlarla konuş­
tukları beyan edilmiş, ancak mağaranın
Ashâb-ı Karye’nin kimler olduğu,
nerede ve gençlerin sayısının kaç oldu­
gönderilen elçilerin ve îman eden kişi­
ğu bildirilmemiştir. (Î.K.)
nin isimleri Kur’ân’da bildirilmemiş­
tir. Ancak rivâyetlere göre, “Ashâb-ı ASHÂB-I KUBÛR
Karye” Antakya halkıdır. Söz konusu “Kubûr”, “kabir” kelimesinin çoğu­
elçileri de Hz. îsa (a.s.) göndermiştir. ludur. “Kabir”, ölen insanların gömül­
Elçilere arka çıkıp îman eden kişi ise düğü yere denir. Türkçe’de kabir,
Habîbü’n-Neccâr’dır. (Î.K.)
ziyaret edilen yer anlamına gelen
ASHÂB-I KEHF “mezar” sözcüğü ile ifâde edilmektedir.
Mağara halkı, mağara sahipleri “Ashâb-ı kubûr”, kabirdekiler demektir
demektir. Ashâb-ı Kehf ile kastedilen ki bununla ölüler kastedilmektedir. Bu
insanlar; kâfir bir toplumdan kaçıp tabir, Kur’ân’da bir âyette geçmiştir
dağda bir mağaraya sığınan bir grup (Mümtehine, 60/13). (Î.K.)

35
ASHÂB-I MEDYEN zikredilmiş ve bu kimselerin dünya­
Medyen halkı demektir. Medyen, da iken azgın insanlar olduğu, büyük
Akabe körfezinden Humus vadisine günah işlemekte ısrar ettikleri, öldük­
kadar uzanan bölgenin adıdır. Medyen ten sonra dirilmeyi inkâr ettikleri, hak
halkı; putperest, bozguncu, fâsık ve yoldan saptıkları, (âyetleri ve peygam­
kâfir bir toplum idi. Ölçü ve tartıyı tam berleri) yalanlayım oldukları bildiril­
yapmazlar, insanların haklarını eksik miştir (Vakıa, 56/45-51). Ashâb-ı Meş’eme/
verirler ve haksızlık yaparlardı. Hırsız Ashâb-ı Şimal; vücudun derilerine
ve hilebaz idiler. Allah, kendilerine nüfuz eden bir ateş ve kaynar su içinde,
Şuayb’ı (a.s.), peygamber olarak gön­ kara dumandan bir gölge altında ola­
derdi. Şuayb (a.s.) tatlı dili, fasih, beliğ caklar, zakkumdan yiyip kaynar sudan
ve tesirli sözleriyle Medyen halkını içeceklerdir (Vâkfa, 56/42, 43, 52-56).
tevbeye, tevhide, ibâdete ve kötü dav­
Ashâb-ı Meş’eme / Ashâb-ı Şimal;
ranışları bırakmaya davet etti. Ancak
cehennemde ebedî kalacak olan kâfir­
Şuayb peygamberin dâvetine uymadık­
lerdir. Hâkka sûresinde kıyamet kopun­
ları gibi, onu yalanladılar ve yalancılık­
ca yazıcı melekler tarafından tutulan
la suçladılar, ona büyülenmiş dediler.
amel defterlerini (infitâr, 82/10-12) insanla­
Mü’minleri Allah yolundan men ettiler.
ra sağ veya sol ellerinden (Hâkka, 69/19-
Allah da onların kâfir olanlarını kor­
39) İnşikâk sûresinde ise sağ ellerinden
kunç bir ses ve zelzele ile helâk etti.
Yurtlarında çöküp kaldılar (A’râf, 7/85,86, veya arka tarafından verileceği (inşikâk,
91, 92, 93,102; Hûd, 11/85-90, 94; Şu’arâ, 26/183- 84/7-15) bildirilmiştir. Kitabı sağından

186). (İ.K.) verilenlerin hesabı kolay olacak ve cen­


nete girecekler, solundan ve arkasından
ASHÂB-I MEŞ’EME
verilenler ise cehenneme atılacaklar­
“Meş’eme”, uğursuzluk demektir. dır. İşte kitabı arkasından ve solundan
Sol kol anlamına da gelir. “Şimal” keli­ verilecek olanlar Ashâb-ı Meş’eme /
mesi ile anlamdaştır. Ashâb-ı Meş’eme Ashâb-ı Şimâl’dir.
tâbiri; alçak mevkide bulunan, değersiz
Âhirette, kişilerin amel defterlerinin
veya kendilerine ve yakınlarına kötülü­
sağ veya soldan verilmesi sembolik bir
ğü dokunan uğursuz kimseler anlamına
gelir. anlatım olup burada yön ve taraf olarak
sağ ve solun övülmesi veya kınanması
Vâkfa sûresinde (56/1-11) kıyamet
söz konusu değildir. (İ.K.)
kopunca insanların üç sınıf olacakları
bildirilmiştir. Bunlar; ashâb-ı meyme- ASHÂB-I MEYMENE
ne amel defteri sağ elinden verilenler), “Meymene”; bereket, saâdet, mut­
ashâb-ı meş ’eme (amel defteri sol elin­ luluk ve uğurluluk demektir. Sağ taraf
den verilenler) ve sâbıkûn (öncüler). ve sağ kol anlamına da gelir. Sağ taraf,
Beled sûresinin 19. âyetinde, meclis ve mahfillerde saygı yeridir.
Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerin Ashâb-ı Meymene; saygı mevkiinde
ashâb-ı meş’eme olduğu bildirilmiş­ bulunan yüksek haysiyet sahipleri, ken­
tir. Ashâb-ı meş’eme, Vâkıa sûresinin dilerine ve başkalarına yararı dokunan
41. âyetinde “Ashâb-ı Şimâl” olarak bereketli insanlar anlamlarına gelir.

36
Kıyamet kopunca insanlar üç rin, insanları Allah yolundan men eden
kısım olacaklardır: Ashâb-ı Meymene, ve Allah yolunu eğriltmek isteyenlerin,
Ashâb-ı Meş’eme ve Sâbıkûn (îmân âhireti inkâr edenlerin, dinlerini oyun
ve itâatte öncü olanlar) (Vâkfa, 56/7-10) ve eğlence yerine koyanların, dünya
Ashâb-ı Meymene; Beled sûresinde hayatı kendilerini aldatanların (A’râf, 7/44,
köle azat eden, yetimi, yoksulu ve aç 45,47,50,51), kötü işler yapanların (Yûnus,
insanı doyuran, îmân edip sabrı ve 10/27), Allah’a eşler, ortaklar koşanların
merhameti birbirine tavsiye eden kim­ (Zümer, 39/8), haddi aşan ve aşırı giden­
seler olarak tanıtılmıştır (Beled, 90/13-18). lerin (Mü’min, 40/43) ateş halkı olduğu
Ashâb-ı Meymene, Vâkfa sûresinde, ve bu kimselerin cehennemde ebedî
Ashâb-ı Yemin olarak ifade edilmiştir kalacakları bildirilmiştir. Ashâb-ı nârın
(Vâkfa, 56/27, 38, 90-91). zıddı olarak Kur’ân’da îmân edip sâlih
Yemîn, sağ, sağ taraf, uğur, kuv­ ameller işleyen ashâb-ı cennet zikre­
dilmiştir (Bakara, 2/81-82). (İ.K.)
vet ve kasem (and) demektir. Ashâb-ı
Meymene ile Ashâb-ı Yemîn aynı ASHÂB-I RESS
insanlardır. Kıyamette bunlara amel Res halkı, Ress’liler demektir. Ress
defterleri sağ tarafından verilecek sözlükte “bir şeyin evveli, başlangı­
(Hâkka, 69/19) ve hesapları kolay olacaktır cı, kuyu, maden, alâmet, eser, kalın­
(inşikâk, 84/8). Her can kazandığıyla Allah tı” anlamlarına gelir. “Ashâb-ı Ress”,
katında rehin alınacak, ancak Ashâb-ı Kur’ân’da tarihte yaşamış bir hal­
Yemîn bundan hariç olacaktır (Müddessir, kın adı olarak iki yerde geçmektedir.
74/38-39). “Ashâb-ı Meymene / Ashâb-ı Furkân sûresinin 38. âyetinde Âd ve
Yemîn”; cennetlerde her türlü nimetler Semûd kavimleriyle birlikte Ress hal­
İçinde olacaklardır (Vâkfa, 56/27-38; Hâkka, kının da helâk edildiği, Kaf sûresinin
69/19-24). 12-15. âyetlerinde ise, Nuh’un kavmi,
“Ashâb-ı Meymene / Ashâb-ı Semud, Ad, Firavun, Lut’un kavmi
Yemîn”; îman edip sâlih ameller işle­ Eyke halkı ve Tubba’ kavmi gibi Ress
yen, Allah ve Peygambere itâat eden halkının da Peygamberleri yalanladığı
insanlardır. Âhirette kişiye amel defte­ bildirilmiş; ancak peygamberlerinin ve
rinin sağ taratan verilmesi, o kimsenin kendilerinin kim olduğu, nerede yaşa­
hayırlı akıbetini ifade eder, sembolik dıkları ve nasıl helâk edildikleri beyan
bir anlatımdır. (İ.K.) edilmemiştir. (İ.K.)
ASHÂB-I NÂR ASHÂB-I SA’ÎR
“Nâr” ateş demektir. Cehennemin “Sa’îr” Kur’ân’da ismi geçen yedi
isimlerinden biridir. “Ashâb-ı Nâr” cehennemden birinin adıdır. Alevli, çıl­
tabiri; ateş halkı, cehennem halkı gın ateş demektir. Ashâb-ı sa ’îr tabiri;
demektir. Bu tâbir, Kur’ân’da 20 yerde alevli ateş/cehennem halkı anlamına
geçmiş ve inkâr edenlerin, Allah’ın gelir. Bu tâbir Kur’ân’da üç âyette geç­
âyetlerini yalanlayanların (Bakara, miş ve Peygamberleri yalanlayan, onla­
2/39), günah işleyen ve günahı kendi­ rın sözlerine kulak vermeyen, akıllarını
sini kuşatanların (Bakara, 2/81), dinin­ kullanmayan ve şeytana uyan insanla­
den dönenlerin (Bakara, 2/217), faizciliğe rın Ashâb-ı Sa’îr olduğu bildirilmiştir
devam edenlerin (Bakara, 2/275), zalimle­ (Fâtır, 35/6. Mülk, 67/9-11).

37
Şeytan, taraftarlarını Ashâb-ı Sa’îr’- îkinci görüşe göre maymun gibi taklit­
den olmaya çağırır (Fâtır, 35/6). Allah’ı çi ve şahsiyetsiz kişiler haline gelmiş;
inkâr edenler, cehennem bekçilerinin, maymun iştahlı olmuşlardır. (Î.K.)
“size bir uyarıcı gelmedi mi?” sorusuna, ASHÂB-I SEFİNE
“Evet bize uyarıcı (nezîr=peygamber)
Gemi halkı demektir. Bundan mak­
geldi ama biz onu yalanladık ve Allah
sat, Nuh (a.s.)’ın gemisine binerek
hiçbir şey indirmedi, siz ancak büyük
tufandan kurtulan mü’minlerdir. Bu
bir sapıklık içindesiniz” dedik derler ve
tâbir, Kur’ân’da bir âyette geçmiş ve;
“Biz, uyarıcıların sözlerini dinleseydik
veya aklımızı kullansaydık çılgın alevli “Andolsun biz, Nuh d kavmine gönder­
ateşin halkı olmazdık” deyip günahları­ dik, onların arasında bin seneden elli
nı itiraf ederler (Mülk, 67/8-11). yıl eksik kaldı, sonunda onlar, zulme
devam edip dururken kendilerini tufan
Bu âyetlerden anlaşılıyor ki
yakalayıverdi. Onu ve gemi halkını kur­
alevli ateş halkı olanlar, Allah’ı ve
tardık ve bunu âlemlere bir ibret yap­
Peygamberini bırakıp şeytana uyanlar,
akıllarını kullanmayıp günah bataklığı­ tık” denilmiştir (Ankebût, 29/14-15).
na dalanlardır. (Î.K.) Nuh (a.s.)’ın peygamber gönderil­
ASHÂB-I SEBT diği toplum; zâlim, fâsık, kötü, günah­
kâr, câhil müşrik, gerçekleri görmeyen
“Sebt” cumartesi, “Ashâb-ı Sebt” (kör), haddi aşan, mütekebbir, zorba,
de cumartesi halkı demektir. Bu ifade inatçı ve inkârcı bir kavimdi. Nuh (a.s.)
ile, cumartesi yasağına uymayan, deniz kendilerini tevhide, ibâdet, itâat ve tak­
kıyısındaki bir sahilde yaşayan bir grup vaya davet etti, ancak onlar; Allah’ın
Yahûdi kastedilmektedir. Yahûdilikte âyetlerini ve Peygamberini yalanladı­
cumartesi günü, ibadet günüdür ve bu lar. Nuh’u (a.s.) sapıklık, yalancılık ve
günde av yapmak yasaktır. Balıklar delilik ile itham ettiler, alaya aldılar ve
cumartesi günü akın akın gelir, diğer öğütlerden yüz çevirdiler. Hakka karşı
günleri gelmezdi. Allah, “Cumartesi batılı savundular. Birçok insanı saptır­
yasağını çiğnemeyin” buyurmuştu. dılar. Mü’minleri hakir gördüler, onlara
Allah’ın emrini dinlemeyen bir grup ayak takımı ve bayağı kimseler dedi­
Yahûdi bu yasağı ihlal etti, bir grup ler. Putlara tapmakta ısrar ettiler. Nuh
da bunlara mani olmaya çalıştı, fakat (a.s.), kavmi ıslah olmayınca helâk
zâlim ve fâsıklar, söz dinlemediler. edilmesi için Allah’a dua etti. Allah,
Allah, bu kimseleri lanetledi, aşağılık kendisine gemi yapmasını emretti.
maymunlar yaptı, çetin bir azap ile Gemi yapılınca mü’minleri gemiye
cezalandırdı (Bakara, 2/65; Nisâ, 4/47, 154; bindirdi. Gök, sularını boşalttı. Yer altı
A’râf, 7/163-166; Nahl, 16/124). suları fışkırdı. Büyük bir tufan oldu.
Cumartesi yasağını ihlal edenle­ Mü’minler kurtuldu, kâfirler boğulup
re yönelik olarak zikredilen “aşağılık helâk oldu. Sular çekilince Nuh’un
maymunlar olun” ifadesini Kur’ân gemisi Cûdi dağına oturdu (A’râf, 7/64,76;
yorumcuları hakîki ve mecâzî anlama Yûnus, 10/71-74; Hûd, 11/27, 29, 37- 48; İbrâhim,
alarak iki değişik görüş ortaya koymuş­ 14/15; Nuh, 71/3-40; Enbiyâ, 21/77; Mü’minûn,
lardır. Birinci görüşe göre yasağı ihlal 23/25; Şu’arâ, 26/111; Ankebût, 29/14; Mü’min, 40/5;
edenler gerçekten maymun olmuşlardır. Zâriyât, 51/46; Kâmer, 54/9-14). (Î.K.)

38
ASHÂB-I SUFFE Bu olayda sözü edilen “Ashâb-ı
Ashâb-ı Suffe, suffe halkı demektir. Uhdûd”, bazılarının sandığı gibi hen­
Suffe sözlükte “sofa, revak, üzeri örtü­ değe atılıp yakılan mü’minler değil,
lü geniş ve yüksek yer” gibi anlamla­ mü’minleri ateşte yakan zalimler­
ra gelir. Medine’de bulunan Mescid-i dir. Ashâb-ı Uhdûd’un ve yakılan
Nebî etrafındaki odalara “suffe” den­ mü’minlerin kim oldukları ve nerede
miştir. Hz. Peygamber, Mescidine yaşadıkları Kur’ân’da bildirilmemiştir.
bitişik bu odalarda ikâmet ederek ilim Âyetlerden anlaşılan; bir grup kâfirin,
ve ibâdetle meşgul olan sahâbîlere, hendekler kazıp buralara ateş doldur­
Ashab-ı Suffe veya Ehl-i Suffe denir. dukları, îmân eden kimseleri bu ateş­
Fakir ve barınaksız kimseler olarak te yaktıklarıdır. Konu ile ilgili olarak
ashab-ı suffenin ihtiyaçları çoğu kere, kaynaklarda aktarılan rivâyetler sâhih
değildir. (İ.K.)
Hz. Peygamber ve diğer sahabe tara­
fından karşılanmıştır. Âdeta yatılı ASHÂB-I YEMÎN
mektep durumunda olan Peygamber Kıyamet günü amel defteri sağ elin­
mescidi etrafındaki odalar, Suffe den verilecek olanlar demektir, (bk.
Mektebi olarak da isimlendirilmiştir. Ashâb-ı Meymene) (İ.K.)
Suffe Mektebi’nin, dolayısıyla Ashab-ı ÂSİ
Suffe’nin, Kur’ân ve Sünnet’in öğretil­
Âsi, isyân eden anlamındadır. Terim
mesinde son derece önemli rolü olmuş­
tur. Çok hadis rivâyet edenler arasında olarak ise Allah emir ve buyruklarını
isimleri geçen Ebû Hüreyre ve Ebû yerine getirmeyen, yasakladığı şeyler­
Saîd el-Hudrî, bunlardandır. (A.G.) den kaçınmayan günahkâr kimse anla­
mında kullanılmaktadır, (bk. İsyân)
ASHÂB-I ŞİMAL (M.C.)
Kıyamet günü amel defteri sol ÂSİM
elinden verilecek olanlara denir, (bk.
Ashâb-ı Meş’eme) (İ.K.) Günahkâr demektir, (bk. İsm) (İ.K.)
ÂSİTÂNE
ASHÂB-I UHDÛD
Farsça’da “kapı eşiği, eşik yanı,
“Uhdûd”; hendek, yarık demektir.
kapı dibi” gibi anlamlara gelen âstan
Hendek halkı anlamına gelen Ashâb-ı
kelimesinden türetilmiş olup Türkçe’de
Uhdûd ile maksat, mü’minleri ateş dolu
âsitâne veya âstâne şeklinde telaffuz
hendeklere atarak yakan kimselerdir.
edilmektedir. Osmanlı döneminde bir
Bu tâbir Kur’ân’da bir âyette geçmiştir.
tarikatın veya tarikat kolunun merkezi
Bu olay Burûc sûresinde şöyle anlatıl­
konumunda büyük tekkeler için kul­
maktadır: “Yakıt doldurulup tutuşturul­
lanılmakta idi. Osmanlı döneminde
muş ateş hendeğinin halkı helâk olsun.
İstanbul için özel ad olarak da kulla­
Onlar, hendeğin kenarına oturmuşlar,
nılmıştır. (M.C.)
müminlere yaptıkları (zulmü/işkence-
yi) seyrediyorlardı. Onlar; mü’minleri ASR
sırf aziz, övgüye layık Allah’a îmân Sözlükte; gündüz, gece ve öğle­
ettikleri için cezalandırıyorlardı (Burûc, den sonra güneşin kızarmasına kadar
85/4-8). olan ikindi vakti anlamına geldiği gibi,

39
yüz yıllık zaman anlamına da gelir. rında bulunan ticarî malların zekatını,
Kur’ân’ın 103. sûresinin adıdır. Sûre 3 Müslüman olmayanlardan ise bir nevi
âyettir. Bu sûrede Allah; asra / zamana, gümrük vergisi almaktaydılar.
çağa yemin ederek vaktin kıymetine Âşir aynı zamanda, bölgesindeki
işaret etmiş ve dünyada ziyana uğrama­ yol ve ticaret emniyetini sağlamak­
yan insanların niteliklerini bildirmiştir. la da görevliydi. Bu sebeple, âşirde
Bu nitelikler; îmân, sâlih amel, hakkı bulunması gereken şartlar sayılırken,
tavsiye ve sabrı tavsiyedir. Bunlar, tam ehliyetli olmasının yanında, yol
Îslâm’î görevlerin tümünü genel olarak ve ticaret güvenliğini sağlamaya gücü
ifade etmektedir. (İ.K.) yeter olması da zikredilmektedir. (Î.P.)
AŞERE-İ MÜBEŞŞERE AŞİRET
Henüz hayatta iken Hz. Peygamber Arapça’da kabile veya kabileden
(a.s.) tarafından cennetlik oldukları daha küçük topluluklar için, Türkçe’de
kendilerine müjdelenen on sahâbî anla­ göçebe topluluklar hakkında kullanıl­
mına gelmektedir. Abdurrahman ibn maktadır. Osmanlılar döneminde ise
Avf rivâyetiyle gelen bir hadise göre, ‘boy’un altında, cemaatin üstünde bir
cennetle müjdelenenler şunlardır: Hz.
topluluğa ad olmuştur. (M.C.)
Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz.
Ali, Talha ibn Ubeydullah, Zübeyr ibn AŞK
Avvam, Abdurrahman ibn Avf, Sa’d ibn Sözlükte “aşırı sevgi, bir insanı belli
Ebî Vakkas, Ebû Ubeyde ibn Cerrah ve bir varlığa, bir nesneye ya da evrensel
Saîd ibn Zeyd’dir (Ahmed, 1/193). bir değere doğru sürükleyip götüren
İbn Abdi’l-Berr’in İstiab adlı ese­ gönül bağı” anlamına gelen aşk, tasav-
rinde gelen haber de Ebû Ubeyde ibn vufî bir terim olarak, sevginin insanı
Cerrah yerine Abdullah ibn Mesud zik­ bütünüyle hükmü altına alması, sev­
redilmiştir (İstiab, III/112). ginin son mertebesi, varlığın yaratılış
Hadislerde cennetlik oldukla­ sebebi, varlığın aslı anlamında kullanıl­
rı topluca bildirilen bu sahabîlerden maktadır. Kur’ân’da ve sahih hadisler­
başka, Hz. Hatice, Abdullah ibn Ömer, de aşk kelimesi yerine, sevgi kelimesi­
Abdullah ibn Selâm gibi bazı sahabe de nin karşılığı olarak çoğunlukla hubb ve
münferit olarak cennetle müjdelenmiş- mehabbet, bazen de vüdd ve meveddet
tir (Müslim, Fedâîlü’s-Sahabe, 71; Tirmizî, Menâkıb, kelimeleri ile bunların türevleri kulla­
26). (A.G.) nılmıştır. İslâmî literatürde aşk İlâhî ve
beşerî olmak üzere başlıca iki anlam­
ÂŞİR
da kullanılmıştır. İlâhi aşka genellikle
İslâm’ın ilk asırlarında, ticarî mal hakiki aşk, beşeri aşka da mecazi aşk
veya bir nevi gümrük vergisi olarak adı verilmiştir, (bk. Hubb) (M.C.)
kabul edilebilecek öşür vergisini tah­
sil eden kimseye denir. Şehirler veya AŞR-I ŞERİF
milletler arası ticaret yollarının kav­ Kelime olarak “değerli, şerefli on”
şak noktalarında, önemli geçitlerde anlamına gelen aşr-ı şerifterim olarak,
görev yapan âşirler, bölgelerinden Kur’ân-ı Kerim’in bir topluluk içerisin­
geçen Müslüman tüccarlardan yanla­ de yükses sesle okunan ve çoğunlukla

40
on âyet uzunluğundaki bölümlerine Hz. Ömer (r. a.); haraç, cizye, gani­
verilen isimdir. (M.C.) met ve ticaret mallarından alınan vergi­
AŞÛRÂ ORUCU ler (fey) ile zekat gelirlerinden kurdu­
ğu divan teşkilatı vasıtasıyla yılda bir
Muharrem ayının onuncu günü­ defa müslümanlara verdiği paraya atâ/
ne “âşûrâ” denir. Hz. Aişe validemi­ atıyye demiştir. Atıyyelerin dağıtımını
zin bildirdiğine göre İslâm öncesin­ Medine’de bizzat Hz. Ömer’in kendi­
de Mekke halkı ve Peygamberimiz si üstlenmiş, diğer bölgelerde ise bu
“âşûrâ” gününde oruç tutmuştur. görevi âmillere vermiştir. Bölgelerdeki
Peygamberimiz Medine’ye geldiği kabileleri iyi tanıyan arif, nakîb ve
zaman Yahudîlerin “âşûrâ” orucu tut­ emin unvanındaki görevliler, atıyye-
tuklarını görmüş, kendilerine bu orucu leri evlere kadar götürüp sahiplerine
niçin tuttuklarını sormuş, onlar, “bu vermişlerdir.
gün hayırlı bir günüdür, bu günde Allah
Daha sonraki devirlerde atıyyeler,
İsrail oğullarını düşmanlarından kur­
halifelerin tercih ettiği belirli kimsele­
tardı. Musa (a.s.) bu günde oruç tuttu”
re tahsis edilmiştir. Meselâ Abbasiler
cevabını vermişlerdir. Bunun üzerine
döneminde Hz. Ali ve Hz. Abbas
Peygamberimiz (a.s.), ‘biz Musa’ya soyundan gelen bazı aileler ile askerliği
sizden daha evla ve layığız 'dedi, âşûrâ meslek edinenlere verilmiştir.
orucunu tuttu ve ashabına da tutmala-
Atâ/atıyye; zengin bir kimsenin,
rini emretti (Buhârî, Savm, 69, II, 251; Müslim,
hizmet karşılığı olmadan bir insana
Sıyâm, 128; Tirmizî, Savm, 49. III, 117.).
verdiği bağış, yardım ve hibe anlamına
Ramazan orucu farz kılındıktan da gelir. (Î.K.)
sonra da Peygamberimiz (a.s.) âşûrâ
ATEİZM
orucunu tutmuş ve ‘‘Ramazan orucun­
dan sonra en faziletli oruç Allah "in ayı Felsefî bir kavram olan ateizm,
olan muharrem ayında tutulan âşûrâ Tanrı inancı karşısında tepkisel bir
orucudur ” (Tirmizî, Savm, 40, III, 117; Müslim, düşünceyi dile getiren dünya görüşü­
Savm, 38) sözleriyle tutulmasını teşvik
nün ismidir. Ateizm kelimesi Yunanca
etmiştir. Sahabeden isteyen bu orucu da Tanrı anlamına gelen Theostan
tutmuş, isteyen de tutmamıştır (Buhârî, türemiştir. Bu kelimeden “Tanrı inan­
Savm, 69, II, 251; Müslim, Sıyâm, 113-126. I, 792-
cına sahip olmak”, “Tann’ya inanmak”
795) Âşûrâ orucu, muharrem ayının 9. anlamına gelen theism ortaya çıkmış;
ve 10. günlerinde tutulur (Tirmizî, Savm, bunun karşıtı olan “tanrıtanımazlık”
50, III, 128). (İ.K.)
anlayışını ifade etmek için bu kelime­
nin başına, olumsuzluk bildiren “a” ön
ATÂ takısının eklenmesiyle türetilmiştir.
Sözlükte “bağışlama, hibe, atıyye, Ateizm kavramı, felsefî bir bakış açı­
ihsan verme ve verilen şey” anlamına sını ifade etmenin yanında, belli bir
gelen atâ, Kur’ân’da dört âyette geçmiş yaşam tarzını ve davranış biçimini de
ve lütuf, ihsan ve bağış anlamlarında dile getirmektedir. Bu anlayışı benim­
kullanılmıştır (Hûd, ll/108; İsrâ, 17/20; Yasin, seyenlere ateist denir. Günlük hayatta,
36/39 ve Nebe 78/36). Atâ, atiyye (çoğulu toplumumuzda bu kavramı ifade etmek
atâya) ile eşanlamdadır. için, inançsız veya inkârcı gibi kelime-

41
ler de kullanılmaktadır. Ayrıca dinî lite­ Bunların arasında Comte’un pozitivist;
ratürümüzdeki zındık, mülhid kavram­ FeuerbachTn antropolojik; Marx’ın
ları da aynı manayı ifade etmektedir. sosyopolitik; Freud’ün psikanalitik ve
Ateizm tarihte çok yaygın olmasa Nietzche ile Sartre’ın varoluşçu ateizmi
da eski dönemlerden itibaren günümü­ bulunmaktadır. Henüz kanıtlanamayan
ze kadar var olan ve bazı fılozoflarca ve kanıtlanması da mümkün olmayan
da dile getirilen önemli bir problemdir. bu teorilerin etkisi ve gücü ise günü­
Yüzyılımızın ilk yarısında tarihte hiç­ müzde oldukça zayıflamış, yaygınlığı
bir zaman olmadığı kadar yaygınlaşan da sona ermiştir.
ve kendine taraftar bulan bir düşünce Tanrı’nın varlığı meselesi insanlı­
akımıdır. Günümüzde ise eski gücün­ ğın ortak bir problemidir. İnsanların
den uzaklaşan ve fikrî dayanaklarını büyük bir kısmı Tanrı’nın varlığına
da yitiren ideolojik bir tavırdır. Felsefî inanmış ve varlığıyla ilgili çok güçlü
tartışmaların yanında ateizm bazen
kanıtlar ileri sürmüşlerdir. Tanrı’nın
ideolojik biçimlere sokulmuş ve bazı
varlığına inananlar bu inancın felsefî,
sosyalist yönetimlerin resmî politikası
İlmî, teolojik, mistik ve moral temel­
haline getirilmiştir. Bilindiği gibi Marx,
leri olduğunu ifade etmiş ve bunları
Lenin ve Engels’in fikirlerinden hare­
da tek tek açıklamışlardır. Ateizme yol
ketle sosyalist ülkelerde bilinçli bir din
açan gerekçelerin ise hiçbir bilimsel,
karşıtlığı politikası izlenmiştir. Ateizmi
rasyonel ve etik değeri bulunmadığını
ilke edinen ideolojiler dogmatik, statik
ifade etmişlerdir. İnançsız olduğunu
ve dayatmacı tavırlar sergilemişler;
dinle ilgili eleştirilerinde karşı tarafa söyleyenlerin büyük bir kısmında da,
cevap verme ya da yanlış anlamayı materyalistler dahil olmak üzere, zihin­
düzeltme şansı vermemişlerdir. lerinde Tanrı’nın yerini tutacak ancak
mahiyet itibariyle farklı olan değerler
XX. yüzyılda ateizm adına orta­
görülmektedir. Dolayısıyla mutlak bir
ya pek çok şey konmuş, konuşulmuş,
ateizmden sözetmek imkânsızdır.
yazılmış ve çizilmiştir. Özellikle son
dönemlerde ateizm adına yapılan şey­ Ateistler, bütün uğraşılarına rağ­
lerin çoğunluğu ne yazık ki tutarlı ve men Tanrı’nın varlığı aleyhinde güçlü
insaflı fikrî tartışmalar olmak yerine, kanıtlar ortaya koyamamışlardır. Buna
birer ateizm retoriği haline gelen ide­ karşın Tanrı’nın varlığı konusunda pek
olojik söylemler olmuştur. Yakından çok kanıt ileri sürülmüştür. Bu kanıtlar
bakıldığında ortaya çıkan şeylerin daha da ateistlerin “Tanrı yoktur” şeklin­
ziyade ideolojik bilim, ideolojik felse­ deki iddialarını tek tek çürütmektedir.
fe ve ideolojik ateizm olduğu görül­ Bunlar arasında da varlık (ontolojik),
mektedir. Bu söylemlerin temelinde âlem (kozmolojik), nizam ve gaye
de pozitivist ya da materyalist esintiler (teleolojik), mistik tecrübe ve ahlâk
bulunmaktadır. kanıtları bulunmaktadır. Aslında kimi­
Felsefî tartışmalarda kendine güçlü leri için bu kanıtların dile getirilmesi­
bir zemin bulamayan ateizm kendine ne dahi gerek yoktur. Çünkü Tanrı’nın
çağımızdaki bazı bilimsel varsayımla­ varlığı insan için kanıtlanmaya gerek­
rın içerisinde yer aramaya çalışmıştır. sinim duymayacak kadar açık ve seçik

42
bir konudur. Dolayısıyla ateistin inkârı mekten âcizdir. Bundan dolayı ahlâkî
şaşılacak bir şeydir. (Î.P.) arınma ve ruhî yücelme gayreti göster­
ATVÂR-I SEB’A meyen fakih ve kelâmcılar da avamdan
sayılmıştır. Mutasavvıflara göre Hz.
Kelime olarak “yedi tavır” anlamına Peygamber’in genel tavırları yanında
gelen atvâr-ı seb ’a, bir tasavvuf terimi bir de özel halleri vardır. O, özel hal­
olarak nefsin; emmâre, levvâme, mül- leriyle havassa, genel tavırları ile de
hime, mutmainne, râziye, marziyye ve avama örnektir. Avam, dinî hükümlere
kâmileden ibaret yedi tavrı anlamında caiz olup olmaması açısından bakar ve
kullanılmaktadır. (M.C.) ruhsatları araştırır. Havas, azimetlerle
AVÂLÎ amel etmeye özen gösterir. HavâsüT-
Âlî isnadla rivâyet edilen hadislere havâs (arifler) ise dinî bütün incelik­
denir, (bk. Âlî İsnad) (A.G.) leriyle anlar ve en iyi şekilde uygular.
(M.C.)
AVAM
AVLANMAK
Lügatte “halk, sıradan insanlar”
bk. Sayd.
anlamına gelen avam, âlim, filozof,
mutasavvıf ve idareci gibi zümrelerin AVLİYE
kendilerinden olmayan çoğunluk için Sözlükte “haktan ayrılmak, zul­
kullandıkları bir terim olmuştur. metmek; yükselmek ve çoğalmak”
Fıkıh usulünde, müçtehit seviye­ anlamlarına gelen avl kökünden gelen
sine ulaşamayan ve onları taklit eden avliye, fıkıh terimi olarak, bir mirasın
kimseler anlamında kullanılır. '‘Avamın taksiminde, belirli hisse sahiplerinin
mezhebinin olmadığı, avamın mezhe­ (eshab-ı ferâiz) terekeden alacakları
binin müftüsünün fetvası veya ilmihal payların toplamının ortak paydadan
kitapları olduğu” şeklindeki ifadelerde fazla çıkması halinde, payların topla­
anlatılmak istenen husus da budur. Bu mından elde edilen sayının ortak payda
sözle, ilimde belli bir derecesi olma­ kabul edilerek mirasçıların hisselerinin
belirlenmesine denir. (Î.P.)
yan şahıslann, fıkıh alanında yerli yer­
siz tercih ve takdirlerde bulunmasının AVRET
doğru olmadığı, her işin ehline ve o Sözlükte “eksik, gedik, açık; açılıp
alanda ihtisas sahibi kimselere bırakıl­ görülen şey; korkulacak, zarar gelecek
ması gerektiği belirtilmektedir. (Î.P.) yer” gibi anlamlara gelen avret, dinî
Tasavvufta ise, alim, mutasavvıf bir kavram olarak, insan vücudunda
(sûfi), filozof ve idarecilerin dışın­ örtülmesi farz, görünmesi ve gösteril­
da kalan çoğunluk anlamında kulla­ mesi yasak olan, başkaları tarafından
nılan bir terimdir. Karşıtı havastır. da bakılması haram olan yerlere denir.
Mutasavvıflara göre avam havassın Avret yerlerini örtmek, nama­
gerçekleştirdiği nefis tasfiyesini ger­ zın şartlarından biridir. Buna “setr-i
çekleştiremediği, yaşadığı hal ve avret” denir. Erkeğin avret yerleri, diz
makamları yaşayamadığı için derunî kapağı ile göbeği arasıdır. Hanefîlere
tecrübe, sezgi gücü ve zevk yoluyla göre diz kapağı da avret mahalline
ulaşılabilen yüksek hakikatleri keşfet­ dahildir. Kadınların avret mahalli ise,

43
el ile yüz dışındaki bütün uzuvlarıdır. uzun âyet ise bir sayfadır (Bakara, 2/282).
Hanefî mezhebindeki bir görüşe göre, Fâtiha sûresinin başındaki besmele
ayaklar da örtülmesi gereken yerlerin dâhil, Kur’ân da 6236 âyet vardır. Diğer
dışında tutulmuştur. sûrelerin başlarındaki âyetler, sûreleri
Namaz için örtülmesi gereken yer­ birbirinden ayırmak için konulmuştur,
lerin, namaz dışında da örtülmesi gere­ o sûreden birer âyet değildir. Âyetlerin
kir. Ancak kadınların kendi mahremi son kelimelerine kendisinden sonra
olan erkeklere karşı, el, yüz ve ayak­ gelen âyeti ayırdığı için “fasıla” (çoğu­
lu, fevâsıl) denir. Âyetlerin sûrelerdeki
larına ek olarak, saç, kol, boyun gibi
yerlerini açık bırakabileceği konusunda dizilişi vahiy ile belirlenmiştir (tevkîfî).
Âyetlerin bir kısmı Mekke’de bir kısmı
ruhsat vardır (Nûr, 24/31-32).
da Medine’de inmiştir. Manalarının
Kadının kadına karşı avret mahalli, anlaşılırlığı bakımından âyetler muh­
diz kapağı ile göbek arasıdır. Ancak, kem ve müteşâbih kısımlarına ayrıl­
ihtiyaç olmadan bu yerlerin dışındaki makla birlikte (Âı-i imrân, 3/7) sağlam ve
uzuvlarını açması uygun değildir. Eşler güzel olma bakımından bütün âyetler,
arasında ise, avret konusunda bir sınır­ muhkem ve müteşâbihtir (Hûd, ıı/i; Zümer,
lama yoktur. 39/23). İlk inen âyetler Alâk sûresinin ilk
Avret yerlerinin örtülmesi ile ilgi­ beş âyetidir. Son inen âyetler hakkında
li emir genel ilke olup, tıbbî tedavi, görüş birliği yoktur. Bakara sûresinin
doğum, teşhis ve benzeri ihtiyaç halle­ 278 ve 281, Nisâ sûresinin 176, Tevbe
rinde açılması caizdir. (Î.P.) sûresinin 128-129, Nâs sûresinin 1-3 ve
ÂYET Mâide sûresinin 3. âyetlerinin son inen
âyetler olduğu söylenmektedir. (t.K.)
Sözlükte “açık alâmet, işâret,
ÂYETÜ’L-KÜRSÎ
emâre, iz ve nişâne” demektir. Çoğulu
ây ve âyât’tır. Allah’ın varlığına delâ­ Bakara sûresinin iki yüz elli beşin­
let eden şeylere ve peygamberlerin ci âyetine denir. Âyet, bu ismi, içinde
hak olduğunu ispat eden mucizelere geçen “kürsî” kelimesinden almıştır.
de âyet denir. Kur’ân’da bu kelime; Âyet, Allah’ı tanıtmakta ve Allah’ın
aynı temel anlamları içerecek şekilde ism-i azamini (en yüce ismini) içermek­
mucize (Bakara, 2/211; Mü’min, 40/78), alâ­ tedir (Dârimî; Fedâilü’l-Kur’ân, 14). Kur’ân’in
met (Bakara, 2/248), İbret (Nahl, 16/11), acâib en yüce âyetidir. Peygamberimiz (a.s.)
İŞ (Mü’minûn, 23/50), delil (Rûm, 30/20-25; İsrâ, özellikle farz namazların arkasından,
17/12) ve Kur’ân âyeti (Nahl, 16/101) karşı­ akşam, sabah ve yatağa yatınca bu âye­
lığı olarak kullanılmıştır. tin okunmasını tavsiye etmiştir (Tirmizî,
Fedâilü’l-Kur’ân, 2, V, 158; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân,
Kur’ân, sûrelerden, sûreler de âyet­
14). (İ.K.)
lerden oluşmuştur. Ayet, sonu ve başı
belli olan, uzun veya kısa, bir harf AYIP
veya birkaç kelime veya cümleden olu­ Sözlükte “eksiklik, leke, kusur,
şan Allah’ın sözlerine denir. Her âyet utanç veren söz ve davranış” anlamı­
Kur’ân’dır. Anlamlı en kısa âyet bir na gelen ayıp, bir ahlâk terimi olarak
kelime olan ve “yemyeşil” anlamındaki İslâm toplumunun ortak ve objektif
“müdhâmmetân ” dır (Rahmân, 55/64). En ahlâk kurallarına aykırı olan, başkaları

44
tarafından kınanan tutum ve davranış­ ibadetle ilgili bütün görevleri gösterir
lar demektir. Ayıp olarak görülen bir hale gelmiştir. 20. yüzyılda özellikle
davranış, genellikle, benimsenen ve savaş sonrası dönemde inanan insan­
yararına inanılan sosyal kuralların ihlâ­ ların katıldığı kilise hayatını belirt­
line yol açtığı için, hukukî bir yaptırımı mektedir. Günümüzde ise bu törenler
bulunmasa bile ayıplama ve yerme diye toplu dua ve yakarış niteliğindedir.
adlandırılan dinî - sosyal yaptırımlar­ Kiliselerde yapılan dinî nitelikli bu tür
la karşılaşır ve bunlar o kimsede piş­ törenlere âyin-i ruhâni denir. (F.K.)
manlık ve utanma duygularını doğurur ÂYİSE
ve kişinin bu kusurlarını düzeltmesi­
Sözlükte “ümidini kesmiş” manası­
ne vesile olur. Peygamberimiz (a.s.)
na gelen âyise, ıstılahta, belirli bir yaşa
“Bütün insanlar hata yapar, hata
gelip de tamamen âdetten kesilmiş olan
yapanların en hayırlısı ise hatasından kadın anlamına gelir. Âdetten kesilme
dönendir” buyurmuştur. haline ise, iyâs denilmektedir.
Bir insanın ayıplarını giderme­ İyas çağı hakkında müçtehitler ihti­
si için; bilge kişilerden yararlanma­ laf etmişlerdir. Tercih edilen görüşe göre
lı, ayıpları gören ve düzelten dostlar elli beş yaş âdetten kesilme çağı olarak
edinmeli, düşmanlarının tenkitlerinden kabul edilmektedir. Bu yaşa ulaşan bir
faydalanmalı ve başkalarında gördüğü kadın, en az altı ay kadar kesintisiz ola­
ayıpları kendisinde de aramalıdır. rak âdet görmezse âyise kabul edilir.
Bir fıkıh kavramı olarak ayıp, akde İyas çağının elli, altmış, yetmiş olduğu­
konu olan malın insanlar nazarındaki nu söyleyenler de bulunmaktadır.
kıymet ve itibarını azaltan ârizî kusur Âyiseden gelen kan, hayız kanı
ve eksiklik anlamında kullanılmaktadır, olmayıp, istihaze (özür) kanıdır; bu
(bk. Muhayyerlik) (M.C.) durumdaki kadın her vakitte abdest
ÂYİN almak kaydıyla namaz kılar, oruç tutar.
Sözlükte “adet, merasim, usûl, tarz, Sahih bir akit ile evlenip zifafa gir­
adap, örf, kanun, zinet ve süs” mana­ dikten sonra, kocasından boşanan âyise
larına gelen ayin, terim olarak, dinî kadının iddet süresi, boşandığı tarihten
inançları ortak olan bir toplulukta yet­ itibaren üç aydır (Talâk, 65/4). (bk. İddet)
kili makamlarca belirlenmiş birlikte (İ.P.)
yapılan dualar, okunan İlâhîler ve dinî AYN
ağırlıklı kurallara bağlanmış törenlere Sözlükte “göz, çeşme, su kaynağı, bir
denir. şeyin kendisi, zatı ve aslı gibi” anlam­
Toplumumuzda âyin deyince, genel­ lara gelen ayn (çoğulu uyun, a’yün ve
likle kiliselerde yapılan dinî törenler a’yân); kelam ilminde, boşlukta kendi
anlaşılır. Katolik kilisesinde en önemli başına yer tutan mümkin varlık veya
âyin Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesini cevher; tasavvufta bütün varlıkların ken­
sembolize eden missa âyinidir. Âyin disinden zuhur ettiği Allah’ın zâtı, her
terimi, özellikle 16. asırdan itibaren şeyi Allah’tan ve Allah’ta görme hali,
genel bir anlam kazanmış ve kutsama­ eşyanın varlık âlemine çıkmadan önce
lar, kutsama törenleri, toplu dualar gibi, Allah’ın ilmindeki sûretleri; fıkıhta ise,

45
mevcut, hazır ve belirlenmiş mal, deyn oğullarının erkek, çocuklarını öldürme­
zıttı olan şey, malın kendisi, çıplak ola­ sine “azap” denilmiştir (A’râf, 7/141).
rak mal demektir. (M.C.) Zina yapanların (Nisâ, 4/25; Nûr, 24/2,8)
AYNE’L YAKÎN ve cumartesi günü balık avlama yasağını
ihlal eden Yahûdilerin cezalandırılması
Duyu organlarının deney ve göz­
(A’râf, 7/165), fakirin hakkını vermeyenle­
lemlerine dayanarak elde edilen bilgiye
rin bağ-bahçe ve ürünlerine âfet uğra­
denir. Tekâsür sûresinde bu bilgiye işaret
ması (Kalem, 68/33), Nuh kavminin suda
edilmiştir: “Sonra andolsun onu yakın
boğulması (Nuh, 71/1), dolu düşmesi, şid­
gözüyle göreceksiniz” (Tekâsür, 102/5) Bu
detli yağmur yağması, yıldınm çarpması,
tür bilgi ya gözlem ve deneye dayanan
zelzele, sel felâketi ve âfet olması (En’âm,
bilimsel bilgidir, ya da anlatıma dayalı
6/65), açlık (Mü’minûn, 23/18), insan öldürme
tarihsel bilgidir. Birinci yolla elde edilen
(Lokmân, 31/21), dövme, işkence vb. kötü­
yakîn, ikinci yoldan elde edilen yakinden
lükler (Yâsin, 36/18), kabir hayatında (En’âm,
daha yüksek ve kuvvetlidir. Ateşi ya da
6/93), dünya ve âhirette Allah tarafından
Kâbe’yi görerek bilmek ve tanımak gibi.
günahkârlara verilen cezâlar (Ra’d, 13/34)
Hz. İbrahim’in ayne’l yakîn derecesinde­
azâb kavramı ile ifâde edilmiştir.
ki bir bilgiye ulaşmak için Allah’a müra­
caatı Kur’ân’da şöyle anlatılmaktadır: Kâfirler için “büyük, alçaltıcı, acıklı
(Bakara, 2/7, 90, 104), şiddetli (İbrâhim, 14/2),
“Hani İbrahim ‘Ey Rabbim ölüyü nasıl
sürekli (Mâide, 5/37) ve kötü (A’râf, 7/165) bir
dirilttiğini bana göster ’ demişti. Rabbi
azâb olduğu bildirilmiştir.
de ona, ‘Yoksa inanmadın mı?" dedi.
İbrahim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin Azâb’ın zıddı rahmet’tir. Yüce
mutmain olması için (görmek istedim) ’ Allah, “...Azabıma dilediğimi uğratı­
dedi... ” (Bakara, 2/260). (F.K.) rım, rahmetim ise her şeyi kuşatmış­
tır...” (A’râf, 7/156), “...Ben çok bağış­
AZÂB
layan, çok merhamet edenim, fakat
Sözlükte “mastar olarak susuzlu­ benim azabım da çok acı bir azaptır. ”
ğun şiddetinden yemeyi terk etmek, (Hicr, 15/49-50) buyurmuştur. Azap keli­
vurmak, “an” edatı ile kullanıldığında mesi Kur’ân’da 321 defa geçmiştir.
men etmek; isim olarak; ceza, zarar, Özellikle inkâr edenler cehennem azabı
ezâ, işkence, insana elem veren ve zor ile tehdit edilmişlerdir (Duhân, 44/56; Mülk,
gelen şey” anlamına gelir. Bu kavram 67/6; Haşr, 59/3; Nisâ, 4/56). (İ.K.)
Kur’ân’da çoğunlukla inkâr ve isyân Kur’ân’ın cehennem tasvirlerinden
edenlerin dünya veya âhirette Allah tara­ anlaşıldığına göre, ahiret azâbı fizyolo­
fından cezalandırılmalarını ifade etmek jik ve psikolojik olmak üzere iki kısım­
için kullanılmıştır. Allah, hiç kimseye dır. Birincisi bedeni etkileyen yakıcı
suçu olmadan azab etmez. Allah, îmân ateşler, dondurucu ya da kaynar sular,
edip sâlih amel işleyenlere mükâfat vaad demir topuzlar, ateş yalaklar, örtüler,
ettiği gibi inkâr edip isyân edenlere de zakkum, dikenli ağaçlar, katranlar ve
azab vaadinde bulunmuştur. kelepçelerdir (Saffat, 37/ 62-63; Nisâ, 4/55;
însanlann birbirlerine yaptıkları kötü İbrahim, 14/16, 17, 49; İnsan, 76/4; Kehf, 18/29;
muâmele de “azap” kelimesi ile ifâde Bu âyetlerden biri şöy-
Mü’min, 40/71-72).
edilmiştir. Meselâ Firavun’un İsrâil ledir: “Biz, onların boyunlarına hal-

46
kalar geçirdik çenelere kadar dayan­ fâni olup Hakk’ın zât ve sıfatlarıy­
maktadır Bu yüzden kafaları yukarı la bekâ bulduğu mahviyet makamına
kalkıktır ” (Yâsin, 36/8) Ruhlara şiddetli denir. Allah’a tam anlamıyla kul olan
ızdırap ve tasa kaynağı olan ikinci tür O’ndan başkasına kul olmaktan kur­
azab ise suçluların Allah’ı görmemele­ tulur. Bundan dolayıdır ki, maddî ve
ri, Allah’ın onları azarlaması, onlarla süflî arzuların köleleştiremediği kim­
konuşmaması ve yüzlerine bakmama­ selere de âzat adı verilmektedir. Kişi
sıdır (Kıyamet, 75/24-25; Mutaffıfın, 83/15; Al-i hangi mertebeye ulaşırsa ulaşsın dinî
îmran, 3/75). (F.K.) sorumluluklardan kurtulamaz. Belli bir
AZÂT ETMEK mertebeye ulaştıktan sonra dinî yüküm­
lülüklerin kalktığını ileri sürmek, dini
Serbest bırakmak, salıvermek; köle inkâr anlamı taşıdığından küfürdür.
veya cariyeyi hürriyetlerine kavuştur­ (M.C.)
mak demektir.
AZÂZÎL
İslâm’ın indiği dönemlerden çok
önceleri yeryüzünde mevcut ve yay­ Yahûdi ve Hristiyan kaynaklarında
gın bir olgu olan köleliği, İslâm dini azâzel, azâel. hazazel şeklinde geç­
tedricen tasfiye etmeyi hedeflemiştir. mektedir. Îslâmî literatürde şeytan veya
Bu amaçla, köleliğin sun’î kaynakla­ iblisin bir diğer adı olarak kullanılan
rını kaldırmış, bunun yanında, sürekli azâzil kelimesi Kur’ân’da ve hadisler­
olarak ve değişik vesilelerle köle azat de geçmez. (M.C.)
etmeyi teşvik etmiştir. ÂZÎFE
Kur’ân’da, köleleri hürriyete kavuş­ Yaklaşmak, acele etmek ve çabuk
turmak için mal harcamak gerçek iyi­ olmak anlamlarındaki “ezef ’ kelime­
lik olarak tanımlanmış (Bakara, 2/177), sinden türeyen, sözlükte “yaklaşan”
zekat gelirlerinden bir kısmı, kölelerin anlamına gelen “âzife” kelimesi,
azat edilmesine ayrılmıştır (Tevbe, 9/60). Kur’ân’da Kıyamet gününe verilen
Bunun yanında, hataen adam öldürme bir isimdir. Bu kelime Kur’ân’da “el-
(Nisâ, 4/92), yemini bozma (Mâide, 5/89), âzife” ve “yevme’l-âzife” şeklinde
zıhar (Mücadele, 57/3), Ramazan orucunu geçmiştir. “O yaklaşıcı (kıyamet) yak­
kasten bozma hallerinde keffaret olarak laştı ” (Necm, 53/57), “(Ey Peygamberim!)
yapılması gerekenler arasında köle azat Onları yaklaşan güne (yevme’l-âzife)
etmek sayılmıştır. karşı uyar O gün kalpler (korkudan
Kur’ân ve sünnette kölelerin azat edil­ âdeta) gırtlaklara dayanmıştır, keder­
melerinin devamlı olarak teşvik edilme­ lerini yutkunur dururlar Zalimlerin ne
sinin yanında, kölelerle anlaşma yapıla­ bir dostu ne de sözü tutulur bir şefâat-
rak (bk. Mükatebe) veya ölüme bağlı bir CİSİ vardır. ” (Mü’min, 40/18)
tasarrufla (bk. Müdebber) azat edilmesi, Hz. Muhammed’in (a.s.) Peygamber
cariyenin efendisinden çocuk doğurması olarak gönderilmesi, kıyametin en
(bk. Ümmü Veled) halinde hürriyetine büyük alâmetidir. Hz. Muhammed’den
kavuşması sistemi getirilmiştir. (İ.R) (a.s.) öncesine göre kıyamet yaklaşmış­
Bir tasavvuf terimi olarak azat. tır. Bu sebeple kıyamete el-âzife denil­
sâlikin benliğinden ve sıfatlarından miştir. (İ.K.)

47
AZİL rivâyetinde geçmiştir (Tirmizî, Deavat, 83;
Arapça asıllı bir kelime olan azil, îbn Mâce, Dua, 10, 11).
sözlükte “ayırmak, uzaklaştırmak” “O, yücedir, uludur. ” (Bakara, 2/255);
anlamlarına gelir. Bir vazife veya “Ulu Rabb "inin adını teşbih et. ”
memuriyetten ayırmaya da azil den­ (Vakfa, 56/74, 96);
miştir. Istılahta ise, bir nevi doğum
“Çünkü o (kitabı solundan verilen
kontrolü usulü olup, cinsî münasebet
sırasında erkeğin geri çekilip menisini kimse) Ulu Allah'a îman etmiyordu"
(Hâkka, 69/33).
dışarı akıtması demektir.
Azil, İslâm’ın çıktığı dönem­ Azîm sıfatı; Allah’ın izzet ve cela­
lerde, Araplar arasında bilinmekte linin, gücü ve şanının büyüklüğünü,
olan bir doğum kontrolü metodudur. azâmet ve kibriyâ sahibi olduğunu
Hadislerde Hz. Peygamber’in buna ifade eder. Allah, her şeyden büyüktür.
izin verdiği görülmektedir: Bir sahabî O’ndan büyük hiçbir şey yoktur. Bu
Hz. Peygamber’e azil yaptığını, bunun büyüklük, cisimlerin büyüklüğü gibi
sakıncası olup olmadığını sorduğunda; bir büyüklük değil, sıfatlarının büyük­
“istersen azil yap, fakat Allâh "in takdir lüğüdür:
ettiğine mani olamazsın ” buyurmuşlar­ “...Allah, büyük lütuf ve kerem sahi­
dır (Ebû Dâvûd, Nikâh, 48). Sahabeden Cabir bidir. ” (Bakara, 2/103),
de; “biz Rasulullah devrinde, Kur "ân “O, büyük arşın Rabb 'idin ” (Tevbe,
nazil oluyorken azil yapıyorduk; eğer 9/129),
yasak edilecek olsaydı, bunu Kur "ân “En büyük mükâfat Allah ’ın yanın­
yasaklardı ” demiştir (Buharî, Kader, 4). dadır. ” (Enfâi, 8/28) âyetlerinde olduğu
Müçtehitlerin çoğunluğu bu ve ben­ gibi “azîm”, Allah’ın sıfat, nimet ve
zeri hadisleri esas alarak azlin mubah azabını (Bakara, 2/7), İmtihan (Bakara, 2/49)
olduğunu, ancak, azil konusunda erkeğin ve cezasını (Tevbe, 9/63) nitelemektedir.
hanımmdan izin alması gerektiğini belirt­
Azîm kelimesi Kur’ân’da 109 defa
mişlerdir. Azle kıyas edilerek, erkeğin ve
geçmiş, Allah’ı ve sıfatlarını niteleme­
kadının ruh ve beden sağlığına zarar ver­
nin dışında diğer objelerin büyüklüğü­
meyen diğer korunma yöntemleri de caiz
nü ifade etmek için de kullanılmıştır:
kabul edilmiştir. Ancak, döllenme olduk­
tan sonra doğuma engel olma, çocuk Büyük Kur’ân (Hicr, 15/87),
düşürme, İnsanî ve ahlâkî bir suç, dinen Büyük kurtuluş (Nisâ, 4/13),
de büyük günah sayılmaktadır. (İ.P.) Büyük gün (En’âm, 6/15),
AZÎM Büyük hile (Yûsuf, 12/28),

Büyük olmak anlamındaki a-z-m Büyük sıkıntı (Enbiyâ, 21/76),


kökünden türeyen azîm, büyük, ulu Büyük İftira (Nisâ, 4/156),
demektir. Azuma fiilinin asıl anlamı Büyük dağ (Şu’arâ, 26/63),
kemiği büyük oldu demektir. Daha
Büyük taht (Nemi, 27/23),
sonra her büyük şeye azîm denmiştir.
Kur’ân’da 6 âyette ve Tirmizî ile îbn Büyük nasîp (Kasas, 28/79),
Mâce’nin el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgili Büyük zulüm (Lokmân, 31/13),

48
Büyük haber (Sâd, 38/67), dür. Azimetin zıttı ise, ruhsattır, (bk.
Büyük günah (Nisâ, 4/48), Ruhsat) (Î.P.)
Büyük ahlâk (Kalem, 68/4) ve AZÎZ
Büyük SÖZ (îsrâ, 17/40) gibi. Kadri yüce, şerefli, kuvvetli, zor
Görüldüğü gibi azîm, dağın büyük­ ve güç, az ve nadir, kerim ve cömert
lüğü gibi hakikî, Kur’ân’ın ve ahlâkın olmak, galip ve üstün gelmek, su
büyüklüğü gibi mecazî anlamda kulla­ akmak anlamlarındaki a-z-z kökün­
nılmıştır. Kur’ân’ın büyüklüğü deyince den türeyen azız Allah’ın sıfatı olarak;
bu kitap olarak sayfa olarak büyüklü­ üstün, güçlü, kuvvetli, galip, âciz olma­
ğünü değil, yüceliğini, değerini, şanını yan, şerefli, değerli, kahhar ve melik
ifade eder. îşte Allah’ın büyüklüğü de demektir.
böyledir. Azîz kelimesi Kur’ân’da 99 defa
“Yüce Rabb9inin adını teşbih geçmiştir. Bunlardan 9O’ı Allah’ın sıfa­
et” (Vakfa, 56/74, 96) âyeti nazil olunca tıdır. 47 yerde, hakîm ismi ile birlik­
Peygamberimiz, “bu teşbihi secdenizde te bunun dışında zü’ntikam (Âi-i îmrân,
3/4), kavî (Hûd, 11/16), hamîd (İbrahim, 14/1),
söyleyiniz ” buyurmuştur (Ebû Dâvûd, Salat,
rahîm (Şu’âra, 26/9), alîm (Nemi, 27/78),
147, 149). Bu emre binaen namazların
gafûr (Fâtır, 35/28), Vehhab (Sâd, 38/9),
rükuunda üç defa “Sübhâne Rabbiye’l-
ğaffâr (Sâd, 38/66), kerîm (Duhân, 44/49),
Azîm” denir. (İ.K.)
cebbâr (Haşr, 59/23) isimleriyle birlikte
AZÎMET kullanılmıştır.
Sözlükte “bir şeye kesin karar ver­ “Allah azizdir, hakimdir” (Bakara,
mek, niyet etmek” anlamına gelen azi­ 2/220);
met, fıkıh usulünde, mükelleflerin özür
“Allah azizdir, intikam sahibidir”
ve daha sonra meydana gelen durumla­
(Âl-i îmrân, 3/4);
rı göz önünde bulundurulmaksızın ilk
olarak konulan hükümlere denir. Başka “Allah elbette güçlüdür, azizdir”
bir ifade ile, umumî ve kaide olarak bir (Hac, 22/40);

şeyin yapılması ve terk edilmesi yolun­ “Senin Rabbin azizdir, rahimdir”


da konan hükümlerdir. (Şu’ârâ, 26/9);
Azîmet, ilk olarak meşru kılınan ve “O azizdir, alimdir” (Nemi, 27/78);
yapılması arızî sebeplere dayanmadı­ “O azizdir, hakimdir” (Ankebût, 29/42);
ğından, asıl ve genel olan hükümler­
“Allah azizdir, gafurdur” (Fâtır, 35/28).
dir; bunlar herkesi ilgilendirir ve tabiî
hallerinde mükelleflerin hepsi buna Azîz sıfatı; Allah’ın güçlü, kuvvet­
uymak zorundadır. li, gâlip, her istediğini yapabilen, her
söz, iş ve hükmünü icra edebilen, her
Azîmet, teklifi hükümlerden olup,
şeyden üstün ve şerefli olduğunu ifade
farz, vacip, mendub, haram, mekruh
eder.
çeşitleri bulunmaktadır. Namaz, oruç,
zekat ve diğer vecibeler, domuz ve Bütün izzet Allah 'indir (Nisâ, 4/139).
ölü eti yeme, kumar oynama ve zina­ O, şeref ve kudret sahibidir (Sâffât,
nın yasaklanması birer azîmet hükmü­ 37/180).

49
Peygamber ve müzminlere izzeti AZIZ HADÎS
veren de O’dur (Münafikûn, 63/8). Tercih edilen tanıma göre, herhangi
İzzet, şeref, güç ve kudret isteyenin bir tabakada râvî sayısı ikiden az olma­
de O’na yönelmesi gerekir (Fâtır, 35/10). yan hadise denir. Genellikle ilk dönem­
“O, dilediğini azız, dilediğini de lerde râvî sayısı azdır.
zelil eder" (Âl-i İmrân, 3/26). Aziz hadis, sahih, hasen ya da zayıf
olabilir. Sahih ya da hasen olduğu tak­
Allah’ın bu sıfatına muızz denir.
dirde, dinde delil olur ve hadisin hük­
Aziz ismi ile aynı kökten gelen mu’ızz
müyle amel edilir. (A.G.)
kelimesi, isim şeklinde Kur’ân’da
geçmemiştir, ancak bu vasfı, Al-i AZRÂÎL
İmrân sûresinin 26. âyetinde “tu’ız- Dört büyük melekten birinin ismi
zü” fiili ile ifade edilmiştir. “Muizz” olup, insanların canını almakla görev­
ismi, Tirmizî’nin el-esmâü’l-hüs- lidir. Azrâil kelimesi îbranice asıllıdır.
nâ ile ilgili rivâyetinde geçmektedir Bu melek Kur’ân ve sahih hadislerde,
(Tirmizî, Deavat, 83). Azrâîl ismiyle değil, melekü’l-mevt
Aziz kelimesi güç ve zor gelmek (ölüm meleği), elçilerimiz şeklinde geç­
anlamında Hz. Muhammed’in (Tevbe, mektedir. “De ki: Size vekil kılınan (bu
9/128), şerefli, değerli, benzeri zor bulan konuda görevlendirilen) ölüm meleği
anlamında Kur’ân’ın (Fussiiet, 41/41) sıfatı canınızı alacak, sonra Rabbinize döndü­
olarak ve güc (Hûd, ıı/9i), şanlı, şerefli rüleceksiniz.” (Secde, 32/11) “Nihâyet biri­
(Fetih, 48/3) anlamında da kullanılmıştır. nize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli
Aziz kelimesi Kur’ân’da, Mısır melekler) onun canını alırlar. Onlar
hazine bakanının sıfatı olarak da geç­ vazifede kusur işlemezler.” (En’âm, 6/61;
mektedir (Yûsuf, 12/30, 51, 78, 88). (Î.K.) A’râf, 7/37). Her insanın canını almakla
görevli bir ölüm meleği vardır. Azrâîl,
bu meleklerin başıdır. (F.K.)

50
B

BÂ’İS sağlayan kişi anlamında kullanılmıştır.


Göndermek, uykudan uyarmak, Zamanla bab, gelişi beklenen, gelmesi
teşvik etmek, diriltmek, uyanık olmak, yakın olan ve Allâh’ın ortaya çıkaraca­
uykusuz olmak anlamlarındaki “b-a-s” ğı önemli kişiye unvan olmuştur.
kökünden türeyen bâis, Allah’ın sıfatı Nusayrîliğin kurucusu Muhammed
olarak; kıyamet kopunca ölüleri diril­ b. Nusayr en-Nemirî (ö. 883), 11.
ten, kabirlerinden kaldırıp mahşer yeri­ İmam Haşan el-Askerî’nin babı oldu­
ne sevkeden, uyarıcı ve müjdeci olarak ğunu ileri sürmüştür. Aynı şekilde 12
insanlara peygamberler gönderen, kıya­ imamın nurunu ve Hz. Muhammed’in
mette şahitler getiren demektir. Bas hakikatini aksettiren ve kamil Şiî oldu­
(Hac, 22/5) ölümden sonra dirilme, can­ ğunu ileri süren, Şeyhîlik adlı Şiî tarika­
lanmadır. Bunu yapan Allah’tır. tının kurucusu Şeyh Ahmet el-Ahsâî ve
bu tarikattan etkilenerek Bâbîlik adlı
Allah’ın bâ’is sıfatı isim şeklin­
dini ekolü kuran Mirza Ali Muhammed
de Tirmizî’nin el-esmâü’l-hüsnâ ile
de imamların babı olduklarını iddia
ilgili rivâyetinde geçmektedir (Tirmizî,
etmişlerdir.
Deavat, 83).
Şeyhîlere göre imamlar, marife-
Allah’ın bu sıfatı, Kur’ân’da
tullaha açılan kapılardır. İsmailîlere
“ba’ase - yeb’asü” fiili ile ifade edil­
göre bab, dini hiyerarşide bir rütbedir.
miştir: “Bir gün Allah, onların hepsini
Dürzîlerde bab, “el-aklü’l-külli” ile
diriltir (yeb’asü) ve yaptıklarını kendi­ irtibatı sağlayan dini otoriteyi ifade
lerine haber verir..." (Mücadele, 58/6); “Her eder.
ümmet içinden, kendilerine bir şahit
Bab fikrinin Şiî grublarda orta­
getirdiğimiz gün, (yevme neb’asü) seni
ya çıkması ve yayılmasında, Hz.
de bunlara şahit getirmiş olacağız..." Peygamber’e nispet edilen “Ben ilim
(Nahl, 16/84, 89). (Î.K.)
şehriyim Ali ise o şehrin kapısıdır
BÂB (bab)” (bk.Aciunî, i, 235-236) sözün etkisi
Sözlükte “kapı, vesile ve konu” büyük olmuştur. (Î.K.)
anlamına gelen bab, bir kitabın bölüm­ BÂBÎLİK
lerine, Arapça fiil çekim kalıplarının 12 imamın nurunu ve Hz.
her birine denir. Muhammed’in hakikatini aksettirecek
Şiîliğin ilk döneminde bab, en kâmil bir şiînin var olması gerektiğini
kıdemli ve en yetkili talebeler için ve kendisinin kâmil şiî olduğunu iddia
kullanılmakta idi. Daha sonraları bu eden Şeyh Ahmed el-Ahsâ’nın kurdu­
kelime, 12. imamın gizlenmesinden ğu Şeyhîlik adlı Şiî tarikatından etkile­
sonra, bu imamla buluşup, onun emir­ nen Şirazlı Mirza Ali Muhammed’in
lerini alarak inananlar arasında irtibatı (0.1892) kurduğu batıl bir dinî ekoldür.

51
Mirza Ali, kendisinin ölümünden sonra bâğy kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de,
mehdinin zuhur edeceğini ileri süren sözlük anlamının dışında Allâh’a karşı
el-Ahsâî’nin müridi Seyyid Kâzım’ın gelme ve dinin çizdiği sınırları aşma
ölümü üzerine 23/05/1844 tarihinde manasında ahlâkî bir terim olarak kul­
önce kendisinin beklenen mehdi’ye lanılmıştır (bk. En’âm, 6/164; Nahl, 16/90; Kasâs,
açılan kapı (bâb), kısa bir süre sonra da 28/76; Şûra, 42/27; Hucurât, 49/9). Flklh ıstıla­
beklenen mehdi olduğunu ilân etti. Mirza hında bâğy, devlet başkanına silahla
Ali’nin mehdiliğini, bir grub şeyhî kabul karşı koymak, isyân etmek, bu kökten
etti. Fikirlerini, îrân’ın Tebriz, Tahran, ismi fail olan bâğî kelimesi de isyan
Isfehan ve Şîraz’da daîleri tarafından eden, isyankâr anlamına gelmektedir.
yaymaya çalıştı. Peygamberliğini ilan Kur’ân’da bâğîlerle AllâhTn buy­
etti. Kur’ânTn neshedildiğini, Islâm’ın ruğuna dönünceye kadar savaşılması
emir ve yasaklarının kaldırıldığını, el- emredilmektedir (Hucurât, 49/9). İslâm
Beyân adlı kitabı ile yeni hükümler geti­ bilginleri, bağy suçu sabit olan isyân-
rildiğini ve bu kitabın Kur’ân’dan üstün cılarla savaşmak gerektiğini, isyân bas­
olduğunu iddia etti. tırıldıktan sonra, isyân sırasında işlenen
Bâbîlik’te 19 rakamı kutsaldır. Yıl suçtan da ayrıca cezalandırılacağını
19 ay; aylar da 19 gündür. Her bâbî, ay ifade ederler. (Î.P.)
sonu 19 bâbîye, bir bardak su bile olsa BAHAÎLİK
ikramda bulunmak zorundadır. Sadece
Peygamber olduğunu; Kur’ânTn
cenaze namazı cemaatle kılınır. Diğer
neshedildiğini, İslâm’ın emir ve yasak­
namazlarda cemaat yoktur. Malın beşte
larının kaldırıldığını ve el-Beyan adlı
biri zekat olarak verilir. Sigara, içki ve
kitabı ile yeni hükümler getirildiğini
dilencilik haramdır. Boşanmak caizdir.
iddia eden Bâbîliğin kurucusu Mirza
Dul erkekler boşandıktan 90 gün, dul
Ali Muhammed’in Tebriz’de öldü­
kadınlar ise 95 gün sonra evlenmek
rülmesi üzerine bâbî fikirleri sürdü­
zorundadırlar.
ren Tahranlı Mirza Hüseyin Ali en-
Mirza Ali Muhammed, Tebriz’de Nûrî’nin kurduğu dini ekole denir.
1850 yılında Nâsıruddin Şah’ın eniriyle
Mirza Hüseyin, Bâb Mirza Ali
öldürüldü. İki bâbî, Nâsıruddin Şah’a
Muhammed’in fikirlerini benimse­
karşı başarısız bir suikast teşebbüsü
di. Baba bir kardeşi Mirza Yahya
üzerine çoğu öldürüldü veya hapsedildi.
en-Nûrî ile birlikte Bağdat’a sürül­
Bâbîlik, Mirza Hüseyin Ali en-Nûrî dü. Burada kardeşiyle Bâb Mirza’nın
tarafından Bâhilik adıyla devam ettiril­ vekilliği konusunda ihtilafa düştü.
miştir. (bk.Bahâilik) (Î.K.) Süleymaniye’ye gitti. Bir müddet sonra
BÂCÎYAN-I RÛM Bağdat’a döndü, Bâbiler etrafında top­
Âhiler tarafından Anadolu’da XIV. landı. Kendisinin Bâb Mirza Ali’nin
y.y. da kurulan kadınlar birliğinin önceden haber verdiği “Allah’ın orta­
ya çıkaracağı zat” olduğunu ilan etti
adıdır. (M.C.)
(1863). Bunun üzerine İstanbul’a, 4 ay
BÂĞY sonra da Edirne’ye sürüldü. Bu arada
Sözlükte “haktan ayrılmak, zulmet­ fikirlerini yaymaya çalıştı. Devlet
mek, haddi aşmak” anlamına gelen başkanlarına mektuplar yazdı. Sultan

52
Abdülaziz, Mirza Yahya en-Nûrî’yi şur. Merkezi Hayfa’dadır. Üyeleri bura­
Kıbrıs’a, Mirza Hüseyin Ali en-Nûrî’yi da ikamet ederler.
ise Akka’ya sürdü (1868). Mirza Yahya Bahâîlikte Bahâullah’ın Kitabü’l-
1912 yılında Kıbrıs’ta öldü. Akdes adlı eserindeki hükümler ve
Mirza Hüseyin Ali’ye taraftarları diğer emirleri, Adulbahâ ve Şevki
Bahâullah (Allah’ın nuru, rahmeti ve Efendinin te’vil ve tefsirleri esastır,
lütfü) adını verdiler. Mirza Hüseyin, bunlar değiştirilemez.
bâbîleri “bahâî” adı altında örgütledi. İnanç ve ibadet esasları şöyle-
Akka’da 1892 yılında öldü. dir: Mahiyeti tam olarak bilinmeyen
Mirza Hüseyin, el-îkân ve Kitabü’l- Allah, nebi ve resullere tecelli eder.
Akdes adında Farça iki kitap yazdı. Peygamberin beşerî ve İlahî olmak
Bâbîliğin temel eseri olan Kitâbü’l- üzere iki vasfı vardır. Hz. Adem’den
Akdes’in Allah’tan geldiğini ve beri gelen bütün peygamberler
Kur’ân’ı neshettiğini ileri sürdü. Tanrı’nın zuhuru olan Bahâ’yı müj­
Kelimât-ü Meknûne, İbnü’z-Zi’b, delemek için gönderilmişlerdir. Bahâ,
Tarâzât, Kelimât-ı Firdevsiyye, îşrâkât bütün dinlerin geleceğini müjdelediği
ve Tecelliyât adlı risaleler yazdı. (mev’ûd) zattır. Bütün dinler Bahâ’nın
Mirza Hüseyin, ölümünden beş yıl görüşlerinin bir başlangıcı olarak gön­
önce Abdülbahâ unvanıyla oğlu Abbas derilmiştir. Dinler, Bahâ’nın gelmesiyle
Efendi’yi yerine halef tayin etti. işlevini tamamlamıştır.
Bahâiler, birinci dünya savaşından Kıyâmet kopmayacaktır, cennet ve
sonra İsrail’in Hayfa kentini merkez cehennem birer semboldür. Cennet
edindiler. Bâb Mirza Ali Muhammed’in Tanrı’ya yolculuğu, cehennem ise yok­
Akka’daki mezarını Hayfa’dan luğa gitmeyi temsil eder.
Kermil dağına naklettiler. Abdülbahâ, Namaz, ferdî olarak, sabah, öğle
1921’de ölünce Bâb Mirza’nın yanına ve akşam samimi bir kalple Allah’ı
defnedildi. anmaktır. Oruç 19. ay olan a ’lâ ayın­
Abdülbahâ, ölümünden önce büyük da (2-21 mart) 19 gün olarak tutulur.
kızından torunu Şevki Efendi’yi Hac, imkânı olan erkeklere farzdır ve
“Veliyy-ü Emrullah” unvanıyla halefi bab Mirza’nın Şiraz’daki evine veya
tayin etti. Oxford’da öğrenim gören Bahâullah’ın Bağdat’taki evine yapı­
Şevki Efendi, Bahâiliği dünyaya yay­ lır. Zekat malî bir vergidir. Malın beşte
mak için çalıştı. 1957’de Londra’da biri verilir. Akşam sabah Bahâullah’a
ölümünden önce, çocuğu olmadığı için ait dua ve sözleri okumak vaciptir.
Bahâiliğin yönetimini “baş koruyucu­ Çalışmak ibadettir. Ancak yılda 9 gün
lar” dediği 27 kişiye bıraktı. çalışmak yasaktır. Bu günler Bahâiliğin
kutsal günleridir. (İ.K.)
Günümüzde Bahâiler; Mahallî
Ruhâni Mahfiller, Merkezî Mahfiller BÂİN TALÂK
ve Umumî Adalet Evi adını verdikle­ Klasik fıkıh ıstılahında boşama
ri üç heyet tarafından yönetilmektedir. türlerinden birisi olup, nikâhtan sonra
Umumî Adalet Evi, dünya Bahâileri zifaf olmadan meydana gelen; zifaftan
arasından seçilen 9 kişilik üyeden olu­ sonra tarafların anlaşarak kadının eşine

53
ödediği bir bedel karşılığında yapılan BÂRÎ
(muhalaa) veya kocanın üçüncü boşa­ Yaratmak, iyi niyetli olmak, borç,
ma hakkını kullanarak yapmış olduğu ayıp vs.’den kurtulmak, uzaklaşmak,
boşamadır. Bunun dışında kinayeli söz­ uzak olmak ve hastanın iyileşmesi
lerle veya şiddet ifade eden lafızlarla anlamlarındaki “b-r-e” kökünden türe­
yapılan boşama da Hanefîlere göre bâin yen bârı kelimesi, Allah’ın sıfatı olarak
talâk kabul edilmiştir. yaratan, örneği olmadan varlıkları îcad
Bâin talâk ile meydana gelen ayrı­ eden demektir.
lığa beynûnet denmiştir. Bir veya iki Kur’ân’da, “hâlik" ve “musavvir"
bâin talak ile meydana gelen ayrılık kelimeleriyle birlikte Haşiye sûresinin
beynûnet-i suğrâ (küçük ayrılık) olup, 24. âyeti ile Yahudilere hitap eden bir
bu durumda eşler yeni bir nikâhla tek­ âyette geçmiştir: “O Allah, yaratan,
rar evlenebilirler. Üçüncü boşanma
var eden, varlıklara şekil verendir."
ile, beynûnet-i kübrâ (büyük ayrılık)
(Haşr, 59/24); “...Sizi var edene tevbe edi­
meydana gelir. Bu durumda eşlerin
niz." (Bakara, 2/54). Afet, hastalık, belâ vb.
yeniden evlenmeleri helal değildir.
musibetleri var etmesi de bu kelime ile
Ancak kadının normal şartlarda bir baş­
ifade edilmiştir (Hadîd, 57/23). (Î.K.)
kasıyla geçerli bir evlilik yapıp ölüm
veya geçimsizlik nedeniyle ayrılmaları BÂRR
halinde ilk eşiyle evlenebilir. (Î.P.) Allah’ın sıfatlarından biri olup, kul­
BAKÎ larına iyilik yapan, çok lütufkâr (latîf),
çok merhametli (rahim), çok şefkatli
Kalmak, devam etmek, sabit olmak,
(raûf) demektir, (bk Berr) (Î.K.)
bakmak, gözetlemek anlamlarındaki
“b-k-y” kökünden türeyen bâkî, ebedî BASAR
olan, devam eden demektir. Basar, Yüce Allah’ın sübûtî sıfatla­
Allah’ın sıfatı olarak bâkî, sonlu rından biri olup, görmek demektir, (bk.
ve ölümlü olmayan, sonsuz yaşayan, Basîr) (Î.K.)
varlığı sürekli olan demektir. Allah’ın BASİT
zatî sıfatlarındandır. Tirmizî ve İbn
Yaymak, elini uzatmak, çok cömert­
Mâce’nin esmâ-i hüsnâ ile ilgili rivâ-
lik etmek, sevindirmek, îzah etmek,
yetinde geçmiştir (Tirmizî, Deavat, 83; İbn
inceltmek, özür beyan etmek, rızkı
Mâce, Dua, 10).
çoğaltmak, kılıcı çekmek, basit olmak
“...Her şey helâk olacak ancak anlamlarındaki “b-s-t” kökünden türe­
O ’nun zâtı bakî kalacaktır" (Kasas, 28/88) yen bâsıt; yayan, cömert, elini uzatan,
ve “Yeryüzünde bulunan her şey yok bol rızık veren demektir.
olacaktır, ancak celal ve ikram sahibi Allah’ın sıfatı olarak bâsıt, diledi­
Rabb "inin zâtı bâki kalacaktır" (Rahmân, ğine rızkı bol veren demektir. Allah’ın
55/26-27) âyetleri de Allah’ın bâkî sıfatını
bu sıfatı isim şeklinde Tirmizî’nin el-
ifade etmektedir. (Î.K.)
esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde
BÂLİĞ geçmiştir (Tirmizî, Deavat, 83).
Bulûğ / ergenlik çağına erişmiş kişi Allah’ın bu vasfı Kur’ân’da “yeb-
demektir, (bk. Bulûğ) (Î.P.) sütu” fiili ile 9 âyette ifade edilmiştir:

54
“Allah (rızkı) kısar ve açar” (Bakara, sonra nice nesilleri helak ettik.
2/245); “Allah, dilediğine rızkı bol Kullarının günahlarını haber alan ve
verir (dilediğine) kısar” (Ra’d, 13/26). gören olarak Allah yeter.” (isrâ, 17/17)
“Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, cim­ âyetlerindeki Allah’ın görmesinden
ridir ’ dediler Kendi elleri bağlandı ve maksat, kulunun yaptıklarını, bilmesi
söylediklerinden ötürü lanetlendiler. ve ona göre cezalandırmasıdır.
Hayır Allah ’ın iki eli de açıktır (meb- “...Nerede olursanız olun O, sizinle
sutatani) dilediği gibi verir. ” (Mâide, beraberdir. Allah yaptıklarınızı gören­
5/64) âyetleri Allah’ın bu vasfını anlat­ dir.” (Hadîd, 57/4), “Kim dünyanın sevabı­
maktadır. “O Allah ki rüzgârları gön­ nı isterse (bilsin ki) dünya ve âhiretin
derir, bulutu kaldırır, sonra onu gökte sevabı Allah katindadır. Allah, işiten­
dilediği gibi yayar ve parça parça dir, görendir” (Nisâ, 4/134) âyetlerindeki
eder.” (Rûm, 30/48) âyetinde “yebsütu” Allah’ın görmesinden maksat, kuluna
fiili sözlük anlamında kullanılmıştır. yaptıklarının karşılığını vermesidir.
(İ.K.)
8 âyette semî sıfatı insanı nitelemek
BASÎR için kullanılmıştır: “...Biz insanı işiten
Bakmak, görmek, bilmek, görüş ve gören yaptık” (insan, 76/2); “Kör ile
sahibi olmak, kesmek anlamlarındaki gören bir olmaz.” (Mü’min, 40/58).
“b-s-r” kökünden türeyen basîr kelime­ Allah’ın görmesi ile insanın görme­
si, gören, bilen, anlayan, basiret sahibi si aynı değildir. İnsan göz vasıtasıyla
olan demektir. Allah’ın sıfatı olarak ancak belirli bir uzaklıkta, büyüklük­
basîr; aydınlık ve karanlıkta küçük ve te ve aydınlıkta olanı görebilir. Allah
büyük her şeyi gören demektir. ise büyük, küçük, aydınlıkta karanlık­
Basîr kelimesi Kur’ân’da 51 âyet­ ta, vasıtasız ve sınırsız olarak her şeyi
te geçmiştir. 8 âyette semî’, 5 âyette görendir.
habîr kelimesiyle birlikte, 7 âyette Allah’ın görme vasfını anlatmak
yalnız olarak kulanılmıştır: “Şüphesiz için “basara-yabsuru fiili kullanılma­
Allah işitendir, görendir.” (semî’ , mış, bunun yerine aynı anlamı ifade
basîr) (Mü’min, 40/44); “Şüphesiz Allah eden “reâ - yerâ” fiili kullanılmıştır
kullarının (her halinden) haberdardır, (Tevbe, 9/94, 105). (İ.K.)
(onları) görendir, (habir, basîr)” (Fâtır, BASİRET
35/31); “...Allah, kullarını görendir.” (Âi-i
Görme anlamına gelen “basar” keli­
îmrân, 3/15, 20)
mesinden türeyen ve idrak gücü, yakın,
16 âyette Allah’ın kullarının yaptık­ ma’rifet, ferâset, akıl, zekâ, hüccet, delil,
larını gördüğü bildirilmiştir: “...Allah, sezgi, öngörü... vb. anlamlara gelen
onların yaptıklarını görendir.” (Bakara, “basiret” kelimesi, Kur’ân’da; açık delil,
2/227); “O, her şeyi görendir.” (Mülk, beyan, İbretler (Kasâs, 28/43;. Yûsuf, 12/108),
67/19). şâhit (Kıyâme, 75/14), Allah’ın âyetleri,
Basîr kelimesinde, ödüllendirme ve delilleri, beyanlan ve nurları (En’âm, 6/104;
cezalandırma anlamı da vardır. Mesela A’râf, 7/203; Câsiye, 45/20) anlamında kullanıl­
“...Dilediğinizi yapın O, yaptıklarınızı mıştır. Basiret; hakla-batılın, hidâyetle-
görmektedir.” (Mü’min, 40/41), “Nuh'tan dalaletin, hayırla-şerrin, doğru ile yan-

55
lışın birbirinden aynldığı marifet, bilgi BATAR
ve kalp nurudur. Basiret; ilham ile veya Sözlükte “neşelenmek, sevinmek,
tecrübe ve öğrenme sonucunda oluşur. nimetin çokluğundan hayret edip şaşır­
Çoğulu, besâir’dir. (Î.K.) mak, nimet ile azmak, şımarmak, nime­
BAST te şükretmemek, kibir, gurur, sevinme
Sözlükte “açılma ve keyifli olma” ve övünmede haddi aşmak” anlamları­
gibi anlamlara gelmektedir. Tasavvuf! na gelen batar kelimesi, Kur’ân’da iki
bir terim olarak ise “rûhen rahatlama âyette geçmiş ve mal, mülk, zenginlik
ve manevî ferahlık duyma” anlamında ve servet ile şımarmak, azmak, Hakkı
kullanılmaktadır. Ümit ve korku (recâ- inkâr edip ibâdet ve itâate yanaşmamak
havf) hallerinden sonra, neşe ve endişe anlamında kâfir ve zalimlerin vasfı ola­
(üns-heybet) hallerinden önce gelen iki rak kullanılmıştır. Bu iki âyette, serveti
halden biri. Bast ve kabz ariflerin hali­ ile şımaran nice zalim belde halkının
dir. Bastı da kabzı da veren Allah’tır. helâk edildiği bildirilmiş (Kasâs, 28/58-59)
Kabz halinde kul tutuk, zihnen de kısır ve mü’minlerin şımaranlar gibi olma­
bir haldedir. Bast halinde ise gönlü şen, maları istenmiştir (Enfai, 8/47). Azmak ve
zihni de açıktır. (M.C.) şımarmak (batar) yerilen, kötü ve ahlâk
BAŞLIK dışı bir davranıştır. (Î.K.)
Evlenecek erkeğin kız tarafına BÂTIL
verdiği para veya mala başlık adı Boşa gitmek, fâsit olmak, hükmü
verilmektedir. îslâm öncesi Arap top- düşmek, işsiz kalmak, cesur olmak,
lumunda mehir, sadak, sıdak veya bir şeyi bozmak, saçmalamak anlam­
saduka adı altında genellikle evlene­ larındaki “b.t.l.” kökünden türeyen
cek kıza değil, ailesine bir mal veri­ “bâtıl” kelimesi; gerçekliği olmayan,
lirdi. îslâm, bu uygulamayı kadının yok olan demektir. “Hak” kavramının
lehine olarak değiştirmiş ve mehri zıddıdır. Din dilinde var gibi görünen
onun evlenirken aldığı ve serbestçe ancak varlığı olmayan, hakikati bulun­
kullanabildiği bir mal haline getirmiş­
mayan, boş, temelsiz ve asılsız şeylere
tir. îslâm öncesi Türk toplumunda da
denir. Çoğulu, ebâtıl’dır. Bâtıl kelimesi
kalın adıyla anılan başlığa benzer bir
Kur’ân’da yirmi altı âyette geçmiş ve
uygulama vardı. Türklerin müslüman
yalan (Âl-i İmrân, 3/71), put (Lokmân, 31/30),
olmalarından sonra da bu isimle veya
şirk (Bakara, 2/42), haram, haksızlık,
başlık adı altında bu uygulama devam
zulüm (Bakara, 2/188) boş, faydasız (Âl-i
etmiştir. Başlık, bugün de ülkemizde
İmrân, 3/191) Ve boşa gitmek (Hûd, 11/16)
bazı yörelerde sürmektedir. Bu durum
anlamlarında kullanılmıştır.
evliliği olumsuz yönde etkilemektedir.
Hz. Peygamber’in evliliği teşvik (Nesâî, Kur’ân’a göre; tevhid inancına
Nikâh, 2; İbn Mâce, Nikâh, 1; Dârimî, Nikâh, 1) ve uymayan her türlü inanç, Allah’tan
evliliğin kolaylaştırılmasını tavsiye (Ebû başka tapılan ve yalvarılan her şey (Hac,
Dâvûd, Nikâh, 31; Müsned, VI/82) eden hadisle­ 22/62; Lokmân, 31/30); kumar, hırsızlık, rüş­
ri, başlığın dinimizin ruhuna ters düştü­ vet, yalan, hile vb. yollarla elde edilen
ğünü göstermektedir. (M.C.) bütün kazançlar (Nisâ, 4/29) bâtıl’dır.

56
Fıkıh ıstılahında ise, rükünleri ve Allah’ın ismi olarak “bâtın”; gizli
şartları tamamen veya kısmen eksik olan şeyleri ve sırları bilen, akıl ve
olan ibadetler ile gerekli şartları taşı­ uzuvlarla hakikati idrâk edilemeyen
mayan akitler batıl (yok, geçersiz) demektir. Zâhir’in zıddıdır. (bk. Zâhir)
kabul edilmiştir. Batıl olan akit, her­ (Î.K.)
hangi bir hukukî sonuç doğurmaz, (bk. BÂTINÎ MANÂ-ZÂHÎRÎ MANÂ
Butlan) (Î.K.)
Gizli anlam demek olan bâtını
BÂTIL DÎN manâ; Kur’ân’ın ilk bakışta anlaşılan
“Batıl din”; İlâhi vahye dayanma­ anlamının dışında ancak inceleme,
yan, insanların ihdas ettiği dinlere denir. araştırma ve düşünme ile elde edilen,
Batıl dinler, beşerî dinler olarak da ifade âyetin işaretinden kalbe doğan mana;
edilir. Beşerî dinlerin belli başlıları şun­ açık anlam demek olan zâhirî manâ
lardır: Varlıklarda ruh bulunduğu inan­ ise, Kur’ân lafızlarının zâhirinden
cına dayalı animizm; tabiat kuvvetleri­ anlaşılan manaya denir. Zahirî manâ
ne tapılan naturizm; bitki ve hayvanlan “ne diyor”, bâtınî manâ ise, “ne demek
kutsal sayan totemizm; atalann ruhlanna istiyor” sorularının karşılığıdır. Kur’ân
tapılan sinizm; konfiçyanizm ve taoizm; yorumcuları, Kur’ân’ın zâhirî anlamı­
nın dışında bâtınî anlamının da bulun­
gök tanrı ve yer-su denilen ve tekin
duğunu kabul ederler. Bâtınî manaya
olmayan ruhlann varlığı inancına dayalı
tasavvufta “işârî ma’na” fıkıhta “dâl
Şamanizm; ölülerin ruhuna tapılan şinto-
bi’l-işâre” (işaretle delalet) denir. îşâri/
izm; ateşe tapılan mecusilik, Zerdüşt’ün
bâtınî mana; fıkıhta filolojik yapıya,
peygamberliğine inanılan zoroastrizm;
kıyas ve mantığa, tasavvufta ise ilham
iyilik ve kötülük ilahına inanılan parsî-
ve işâretlere dayanır.
lik; güneş ve ışık tanrısı Mitra’ya ina­
Bâtınî manânın geçerli olabilmesi
nılan mitraizm; kâinatta zıtların varlığı
için; zâhirî manaya aykırı olmaması,
ve kötülüklerin hakim olduğu inancına
bâtınî manayı doğrulayacak bir delilin
dayalı manihaizm; nur ve zulmet esa­
bulunması, şer’î ve aklî bir muarızın
sına dayalı mazdaizm; Veda adlı kutsal bulunmaması, bâtınî mananın tek mana
metinleri olan vedizm; tenasüh inancı­ olduğunun ileri sürülmemesi gerekir.
na dayalı hinduizm!brahmanizm; Allah (Î.K.)
inancı ve ibadeti olmayan budizm;
BATÎNIYYE (Bâtınîlik)
Şeytana tapılan satanizm ve putlara tapı­
lan putperestlik. (Î.K.) Vâdiye girmek ve yürümek, içine
nüfuz etmek, içini ve iç yüzünü bil­
BÂTIN
mek, karnı büyük olmak, gizli olmak,
Sözlükte “gizli şey, bir şeyin içi” malı çok olmak anlamlarındaki “b-t-
anlamına gelen “bâtın” kelimesi n” kökünden türeyen Bâtınıyye, bâtınî
Kur’ân’da; Allah’ın ismi (Hadîd, 57/3) görüşü esas alan düşüncenin adıdır.
gizli olan (En’âm, 6/120) ve bir şeyin iç Bâtınıyye görüşünün, Cafer-i Sâdık ve
kısmı, görülmeyen (Lokmân, 31/20) anlam­ oğlu İsmail ile başladığını söyleyen­
larında kullanılmıştır. Çoğulu “bevâtın” ler olduğu gibi bu görüşün menşeini
ve “ebtıne”dır. Mecûsîlik, Sâbiîlik ve Yahudilik inanç

57
ve kültürüne; hatta Yeni Eflâtunculuk kopması; zamanın imamının ortaya
ve Yeni Pisagorculuk gibi agnos­ çıkıp yeni bir şeriat getirmesi demek­
tik felsefî akımlara dayandıranlar da tir. Ölen insan toprağa dönüşür, ruhu
olmuştur. başka bir bedene girer. Cennet, dünya­
Bâtınıyye görüşüne sahip olan­ da mutlu yaşamak; cehennem, sıkıntı
lar çeşitli bölgelerde, farklı inançları ve ızdırap dolu bir hayat sürmektir.
sebebiyle değişik isimlerle anılmışlar­ Abdest almak, zâhir ehlinin bilgisizli­
dır: Cafer-i Sâdık’tan sonra imametin ğini tevillerle gidermek; namaz kılmak,
oğlu İsmail’e geçtiğini savundukları imam ve yardımcılarına itaat etmek;
için îsmailiyye; âlem, nübüvvet ve oruç tutmak, imamın sırrını korumak;
imamet anlayışlarında yedili bir sis­ zekat vermek, mezhep mensuplarına
tem kabul ettikleri için Seb ’iyye; ger­ bilgi dağıtmak; hacca gitmek, imamı
çeğin ancak gizli bir imam vasıtasıy­ ziyaret etmek; zina, sırları başkalarına
la bilinebileceğini savundukları için yaymak; lâşe, bâtınî olmayan, zâhir;
Talimiyye; Islâm’ın haram kıldıklarını domuz eti, münafık; şarap, Ebû Bekr;
helal saydıkları için îbâhiyye; mal ve kumar Ömer demektir. Bâtınıyye men­
kadında ortaklığı kabul eden Mazdek supları bu ve benzeri görüşleriyle Islâm
dışı sayılmışlardır.
ve Babek’e uydukları için Mazdekiyye
ve Bâbekiyye; İslâm inancına aykırı Bâtınîler; görüşlerini insanlara akta­
görüşleri sebebiyle Zenâdıka; âlemin rabilmek için şu yöntemi uygularlar: 1)
yaratılışını ve âhiret hayatını inkâr Muhatabı tanır ve ona yaklaşma yönte­
ettikleri için Melâhide, Bâbek zama­ mini belirlerler, 2) dostluk kurarlar, 3)
nında kırmızı elbise giydikleri için sorularla muhatabı şüpheye düşürürler,
Muhammmire; Rey şehrinin Hürrem 4) muhataba bu soruların cevaplarını
bölgesinde bulunduklarından dolayı başkalarına duyurmayacağına yemin
Hürremiyye^ ayrıca liderlerinin isim­ ettirirler ve bir süre verirler, 5) bu
lerine nispetle Karâmita, Nâsiriyye. cevapları başkalarına söylediği takdir­
Nusayriyye, Dürziyye ve Sabbâhiye vb. de eşinin boş olacağı şartını koşarlar, 6)
tanınan Islâm âlimlerinin bâtınî oldu­
adlarla adlandırılmışlardır.
ğunu söyleyerek muhatabı aldatırlar, 7)
Bâtınıyyenin görüşleri; âyet ve
zâhirin kabuk, batının öz olduğu, bunu
hadislerin bâtıl te’villerine daya­
ancak Allah’la irtibat kuran imamın
nır. Bâtınîlere göre gerçek bilginin
bilebileceği fikrini işlerler, 8) muhata­
kaynağı masum imamlardır. Allah
ba dinin zâhirî anlamlarıyla belirlenen
masum imamların bedenine hulül eder
dini yükümlülüklerden kurtulduğunu
ve kâinatı onlar vasıtasıyla yönetir.
söylerler ve 9) böylece muhatabı, müs-
Peygamberin Allah’tan vahiy almasını
lüman çoğunluğun kabul ettiği îmân
ve mucizeleri inkâr ederler. Peygamber
esaslarından uzaklaştırırlar. (I.K.)
kullî akıldan taşan manaları alır, zâhi-
ri bir söze dönüştürür ve insanlara BAYRAM
bildirir, imamlar da bâtınî tevillerle Uluslara ait toplu sevinç, mutluluk
bu sözlerin gerçek anlamını ortaya ve ortak kutlama vesilesi olarak kabul
koyarlar. Ahireti inkâr ederler. Âlem edilen belirli zamanlar için kullanılan
ezelidir, yok olmayacaktır. Kıyametin bir terimdir.

58
İslâm dininde Ramazan ve Kurban Ramazan bayramında ikinci; kurban
Bayramı olmak üzere iki bayram bayramında ise ikinci ve üçüncü gün­
bulunmaktadır. Ramazan Bayramı; ler kılınabilir.
Ramazan ayının sonunda, Şevval ayı­ Bayram namazında imama birinci
nın birinci, ikinci ve üçüncü günlerinde rekatta zait tekbirlerden sonra yetişen
kutlanır. Kurban Bayramı ise, Zilhicce kişi, iftitah tekbirini aldıktan sonra
ayının on, on bir, on iki ve on üçüncü peşinden zait tekbirleri de alır. Rükûda
günleridir. Bu bayramın ilk üç günün­ iken yetişir ise, ayakta tekbir alıp
de, zengin olan Müslümanların kurban imama uyar ve rükûa giderek burada
kesmeleri vacip olduğundan Kurban teşbihlerin yerine elleri kaldırmaksızın
Bayramı denilmiştir. zait tekbirleri alır. İkinci rekatta yetişen
Bayram günlerinde, inananlar bir­ kimse ise, imam selam verdikten sonra,
birlerini ziyaret ederler, dargınlar barı­ ayağa kalkıp önce kıraatleri tamamlar
şır, dostluklar pekişir. Bunun yanında, sonra zait tekbirleri alır. (Î.R)
ölüler anılır, fakirler unutulmaz, yar­ BEDÂ
dımlar yapılır, çocuklar sevindirilir, Zâhir olmak, açık olmak, belir­
hediyeler verilir. (Î.P.) mek, görüşü değişmek, çöle çıkmak ve
BAYRAM NAMAZI çölde yaşamak anlamlarındaki “b-d-v”
Bayram namazı, biri Ramazan kökünden türeyen ve sözlükte gizli bir
şeyin sonradan ortaya çıkması, kişinin
Bayramı ve diğeri Kurban Bayramında
görüş değiştirmesi, zâhir açık anlamına
olmak üzere yılda iki defa kılınan iki
gelen bedâ, Allah’ın ilim, irade ve tek­
rekatlık bir namazdır. Hanefî mezhebi­
vin sıfatlarında değişme olabileceğini
ne göre, Cuma namazı kılmak farz olan
ileri süren Şîa fırkasına ait bir görüşün
kimselerin bu namazı kılması vaciptir.
adıdır. Bu görüşe göre; Allah’ın belli
Bayram namazının sıhhatinin şartları,
bir şekilde vuku bulacağını haber ver­
hutbe hariç, Cuma namazının şartları
diği bir olay daha sonra haber verdi­
gibidir. Farklı olarak bu namazda hutbe
ğinden başka bir şekilde vuku bulabilir.
sünnetidir.
Bu fikri ilk ortaya atanın Muhtar es-
Bayram namazı cemaatle kılınan
Sakafî olduğu kabul edilirse de Taberî,
namazlardan olup, tek başına kılınmaz.
Tarih’inde, bedâdan ilk önce Muhtar’ın
Bu namazın kılınışında diğer namazlar­ adamlarından Abdullah b Nevfi’nin
dan farklı olarak, birinci rekatta iftitah bahsettiğini söylemiştir. Abdullâh, bir
tekbiri ve “sübhaneke” duasının okun­ savaş öncesi, Allah’ın kendilerini zafe­
masından sonra, Fatiha sûresinin okun­ re erdireceğini söylemiş, zafere erince
masından önce üç ve ikinci rek’atte Allah’tan aldığı bilgiye göre bunu
rükudan önce üç olmak üzere fazladan haber verdiğini bildirmiştir. Daha sonra
altı tekbir alınır. Bunlara zevâid tek­ Mus’ab b. Zübeyr’in ordusuna yeni­
birleri denir. Namaz tamamlandıktan lince; Allah bana zafer vaat etmişti,
sonra hutbe okunur. fakat O’na bu değişik sonuç zâhir oldu
Bayram namazının vakti, kuşluk demiş, böylece Allah’ın ilim ve irade­
vaktidir. Bir mazeret sebebiyle birinci sinde değişiklik olduğunu imâ etmiştir.
günü bayram namazı kılınamamış ise, Abdullah bu görüşünü; “Allah dilediği-

59
ni siler, dilediğini sabit kılar” (Ra’d, 13/39) âyet (Nisâ, 4/148) ve hadisler de vardır.
âyetine dayandırmıştır. Bu fikir, Cafer-i Nitekim Peygamber (a.s.) azılı İslâm
Sâdık’a da isnat edilir. Cafer-i Sâdık, düşmanlarından Ebû Cehil, Ümeyye
kendisinden sonra oğlu İsmail’in imam ibn Halef ve benzerlerinin de içinde
olacağını söylemiş fakat oğlu kendisin­ bulunduğu yedi kişiye beddua etmiş,
den önce ölünce bunu bedâ görüşüyle bu kişilerin hepsi de Bedir Savaşında
açıklamıştır. Beda görüşünü benimse­ öldürülmüş, böylece Hz. Peygamber’in
yenlere Bedâiyye denir. bedduası yerini bulmuştur (Ahmed, i, 393,
Bedâ fikri, Allah’a bilgisizlik ve 397). Ayrıca mü’minleri uyarmak ama­
eksiklik nispet ettiği için ehl-i sünnet cıyla, paraya taparcasına düşkün olan­
tarafından kabul görmemiştir. lara (Buhârî, Cihad, 70; Rikâk, 10) ana-baba-
ya karşı gelenlere (Müslim, Birr, 8; Müsned,
Bedâ kelimesi ve türevleri çeşitli fiil
zı/346) ve benzerlerine ad vermeksizin
kalıplarıyla, 26 âyette geçmiş ve gizli
beddua etmiştir. Mazlumun duasının
olmak anlamındaki “h-f-y” kökünün
mutlaka kabul olunacağını beyan etmiş
zıddı olarak açık olmak, açığa çıkmak,
(Buhârî, Mezalim, 9), bizzat kendisi de maz-
görünmek anlamında kullanılmıştır:
lümün bedduasına uğramaktan Allah’a
“Hayır daha önce gizledikleri şey sığınmıştır (İbn Mâce, Dua, 20; Müsned, V/82-
onlara (kâfirlere) zâhir oldu (bedâle- 83). (M.C.)
hüm). ” (En’âm, 6/28);
BEDEL
“Kazandıklarının kötü olanları
Sözlükte “karşılık, yok olan bir
(günahları) onlara (zalimlere) görün­
şeyin yerine geçen, birinin yerine
dü. (bedâlehüm) ” (Zümer, 39/48);
geçen kimse, ivaz, denk, eşit” anlam­
"... İçinizdekini açıklasanız da larına gelen bedel, fıkıh ıstılahında,
(tübdû) gizleseniz de (tuhfû) Allah sizi alışverişte satılan mala karşılık ödenen
onunla hesaba çeker... ” (Bakara, 2/284). para veya mal; bazı ibadet ve borçla­
(Î.K.) rın aslî şekliyle yapılamaması halinde,
BEDDUA yerini alan ifa şekli anlamlarına gelir.
Farsça’da “kötü” anlamına gelen Bedel, iki tarafa borç yükleyen
bed ile Arapça’da “isteme, dileme” akitlerde, akdin konusuna karşılık öde­
gibi anlamlara gelen dua kelimelerin­ nen veya ödenecek olan şeye de denir.
den oluşmuş bir bileşik isimdir. Bir Bunun dışında, mevcut anlaşmazlığı
kimsenin başına kötü şeylerin gelme­ kaldırmak maksadıyla karşılıklı rıza
si için yapılan duaya beddua denil­ ile yapılan sulh akdinde, verilen veya
mektedir. Müslümanların olur olmaz verilmesi üstlenilen şeye bedel-i sulh,
sebeplerle birbirleri aleyhine beddua kadının kocasını boşamaya razı etmek
etmeleri İslâm ahlâkıyla bağdaşmaz. amacıyla vermiş olduğu şeye bedel-i
Hz. Peygamber, genellikle İslâm’a düş­ hul’ denir. Ayrıca, asıl borcun öden­
manlık gösterenlere beddua etmemiş, mesi imkânsız olduğunda, yerine geçen
onların hidâyeti için dua etmiştir (Buhârî, ödemeye de bedel denilmiştir.
Deavat, 59). Bununla birlikte zulme uğra­ Dar anlamda ibadet, kulun Allâh’a
yan kimsenin zalimler hakkında bed­ karşı dini yükümlülükleri demek olup,
dua etmesinin caiz olduğunu gösteren şahsî ifa ve niyet şarttır. Bununla bir-

60
likte bazı ibadetlerde bedel ve niyabet büyük baş hayvan kesilmesi gerekir.
yoluyla ifa caiz görülmüştür. Namaz, Kesilen kurbanın eti, fakirlere dağıtılır.
oruç gibi bedenî ibadetlerde, niyet ve Bedene gerektiren cinâyetler:
şahsî îfa asildir; bedel ve niyabet caiz
1) Arafat vakfesinden sonra, ihramlı
değildir. Zekat ve sadaka-i fıtır gibi
iken cinsî münasebette bulunmak. Bu
malî ibadetlerde, eylemin ibadet mahi­ kimsenin Hanefiler dışındaki üç mez­
yeti kazanması için niyet şart olmakla
hebe göre, haccı bozulur; Hanefilere
birlikte, mükellefin bizzat yerine getir­ göre ise, haccı bozulmayıp, bedene
mesi gerekmez; bedel veya niyabet gerekir.
yoluyla ifâ edilebilir. Hem malî, hem
2) Ziyaret tavafını cünüp olarak
de bedenî yönü bulunan hac ibadetin­
yapmak. Kadınların hayız ve nifas hal­
de ise, asıl olarak mükellefin bizzat
leri de cünüplük gibidir. Cünüp olarak
kendisinin ifa etmesi gerekir. Ancak,
yapılan tavafın, abdestli olarak yeniden
mükellefin bizzat ifadan aciz olması
yapılması vacip olup, bu durumda ceza
halinde, bedel yoluyla ifa edilebilir.
düşer. (İ.P.)
Hz. Peygamber, hayvana binemeyecek
kadar yaşlı olan babanın yerine (Buharı, BEDÎ’ (Bedîu’s-Semâvâti ve’l-Ard)
Hac, i; Müslim, Hac, 407-408) ve ölen annenin Eşi, numûnesi olmayan bir şeyi
yerine hac edilmesine (Buharı, Cezâü’s-Sayd, yapmak, îcad etmek, işini güzel yap­
22) izin vermiştir. mak, kuyu kazmak ve bid’at işlemek
Âlimlerin çoğunluğuna göre, üzeri­ anlamlarındaki “b-d-‘a” kökünden
ne hac farz olduğu halde sürekli has­ türeyen bedî’ kelimesi, Allah’ın sıfa­
talık, yaşlılık, sakatlık gibi ömür boyu tı olarak, bir şeyi numûnesi ve örneği
devam edebilecek bir özrü sebebiyle yokken yaratan, var eden, îcâd ve inşâ
bizzat haccedemeyecek durumda bulu­ eden demektir.
nanlar yerlerine bedel gönderebilirler. Kur’ân’da iki âyette “bedî’u’s-
Aynı şekilde, sağlığında hacca gide­ semâvâti ve’l-ard” şeklinde geçmiştir.
meyen kimse, yerine bedel hac yapıl­ "'(O), göklerin ve yerin yaratıcısı, îcad
masını vasiyet etmesi halinde, bıraktığı edicisidir..." (Bakara, 2/117; En’âm, 6/101).
malın 1/3 masraflarını karşıladığı tak­ (İ.K.)
dirde, mirasçıların yerine bedel gönder­ BEDİR
meleri gerekir. (İ.P.)
Sözlükte “olgun, tamam, kâmil”
BEDENE demek olan “bedir” ayın en dolgun
Arapça’da büyükbaş hayvan anla­ ve parlak haline denir. Türkçe’de bu
mında kullanılmakta olup, Mekke’de durum dolunay tabiri ile ifade edi­
kurban olarak kesilen deve veya sığıra lir. Edebiyatta güzellik sembolüdür.
bedene denir. Istılahta ise, hac esnasın­ Sevgilinin güzelliği bedre benzetilir.
da işlenen cinâyetlerden bazılarında Tasavvufta ise vahdeti (Allah’ın birli­
keffâret olarak kesilen kurban anlamı­ ğini) temsil eder.
na gelir. Bedir, Mekke ile Şam yolu üzerin­
Hac esnasında işlenen bazı ihram de yaya yürüyüşle Medine’ye 3 gün­
yasaklarına keffâret olarak, bedene lük (160 km), Mekke’ye 10 günlük,

61
Kızıldeniz sahiline 30 km uzaklıkta bir yılda kurulan bir Türk tarikatının
yerleşim yerinin adıdır. Burada 14 Mart adıdır. Hacı Bektâşî Velî, 646/1248
624 tarihinde 17 Ramazan Cuma günü (veya 645/1209) tarihinde Horasan’ın
Mekke Müşrikleri ile Müslümanlar kültür merkezi olan Nişabur şeh­
arasında savaş olmuştur. Müşrik ordu­ rinde doğmuştur. Babası, Horasan
su 950, îslâm ordusu ise 305 kişi idi. hükümdarı İbrahim es-Sâni Seyyid
Müşriklerin 100 atlısı 700 devesi vardı, Muhammed, annesi, Nişaburlu Şeyh
çoğu zırhlı idi. Müslümanların ise 3 Ahmed’in kızı Hatme Hatun’dur.
atlısı 70 devesi vardı. Müşrik ordusu­ Hacı Bektâşî Velî, küçük yaşta, Hoca
nun başkomutanı Ebû Cehil idi. Savaş Ahmed Yesevî’nin halifelerinden Şeyh
müslümanların zaferiyle sonuçlandı. Lokman Perende’nin yanında yetiş­
Ebû Cehil dahil 70 ölü 70 esir bıra­ miştir. Hocası vasıtasıyla Yesevî tari­
kıp kaçtılar. Müslümanlar da 14 şehit katına intisap etmiş, ilim ve tasavvuf­
verdiler. (Î.K.) ta kendini iyi yetiştirmiş ve Horasan
BEKA erlerinden biri olmuştur. Hacı Bektâşî
Velî, aynı zamanda Seyyid EbuT-Vefâ
Sözlükte “kalıcı olma” anlamına
el-Bağdâdî’nin (ö. 501/1107) kurduğu bir
gelen beka, tasavvufta “kötü huyların
vefâî tarikatı şeyhi olan Baba îlyas
yerini güzel huy ve iyi davranışların
Horasânî’nin halifesi idi.
alması; kulun Allah’ın sıfat ve vasıf­
larıyla donanması” demektir. Allah’ta Hacı Bektâşî Veli, aldığı manevî
fâni olma haline fena fi’llâh, Allah’ta bir işaretle Horasan’dan ayrılmış,
bâki olma haline bekâ billâh denir. Necef, Mekke, Medine, Kudüs, Halep,
(M.C.) Elbistan, Sivas, Kırşehir ve Kayseri
Beka, Yüce Allah’ın zatî sıfatların­ illerini dolaştıktan sonra Suluca
dan biri olup, varlığının sonu olma­ Karahöyük’e (bugünkü Hacıbektaş
mak veya ebedî olmak demektir. Zira ilçesine) gelip yerleşmiştir. 738/1337
bekâ vasfı, kıdem sıfatının bir gereği­ (veya 670/1271) yılında Hacıbektaş’ta
dir. Çünkü kıdemi sabit olan bir var­ ölmüş ve buraya defnedilmiştir. Hacı
lığın bekâsı da zorunlu olur. Öyle ise Bektâşî Velî’nin; “Makâlât”, “Şerh-ı
Yüce Allah, kadîm olduğu için bakîdir, Besmele”, “Şerh-ı Fatihai”, “Makalâtı
ebedîdir. Bekâ’nın zıddı olan fena ve Gaybiyye ve Kelimat-ı Ayniyye”,
sonu olmak Allah hakkında muhaldir. “Kitabü ’l-Fevâid”, “Üssü ’l-Hakîka”
Kur’ân’da şöyle buyurulmaktadır: ve “Şathiyye” adlı eserleri vardır.
“O ilktir, sondur, zâhirdir, batındır, Hacı Bektâşî Velî, Selçuklu
O herşeyi bilendir.” (Hadîd, 57/3) Devletinin Moğol istilası altına girerek,
siyasi hakimiyetini kaybettiği yıllarda
“Yeryüzünde bulunan her canlı yok
çevresindeki insanlara birlik, beraber­
olacak, Ancak azamet ve ikram sahibi
lik ve sevgi temasını işlemiş, herkese
Rabbinin Zatı baki kalacak. ” (Rahman,
hoşgörü ile yaklaşmıştır. “Makalat”
55/26-27) (İ.K.)
adlı eserinde inanç ve düşüncesinde
BEKTÂŞÎLİK Kur’ân’ı ve Hz. Peygamberin Sünnetini
Adını Türk düşünürü Hacı Bektâşî esas almış, iman, ibadet ve ahlak esas­
Velî’den alan Anadolu’da XIII. yüz­ larını âyet ve hadislerle izah etmiştir.

62
İman esasları altı tanedir: 7. İyi ve olgun insanların yoluna gir­
1.Allah’ın varlığına ve birliğine iman mek, 8. Kerametlerini gizlemek,
2. Meleklere iman, 3. Kitaplara iman, 9. Sabırlı olmak ve Allah’a dua etmek,
4. Peygamberlere iman, 5. Ahiret günü­ 10. İlm-i ledünniyi öğrenmek.
ne iman, 6. Kaza ve kadere iman. Bektâşîlik, Balım SultanTn (ö.
Hacı Bektâşî Velî, dinî düşüncesini tarikatın başına geçmesi ile
922/1516)
dört kapı on makam şeklinde formüle bugünkü şeklini almıştır. Balım Sultan,
etmiştir. Dört kapıyı; “şeriat, tarikat, bu etkinliği sebebiyle tarikatın ikinci
marifet ve hakikat” diye isimlendirmiş piri kabul edilmiştir.
ve her bir kapının onar makamı oldu­ Bektâşîlik, XV. ve XVI. Yüzyıllarda
ğunu söylemiş ve bu makamları şöyle Yeniçeri Ocağı’nda büyük bir nüfuz
açıklamıştır: sahibi olmuş ve Osmanlı devletinin
Şeriat Makamları: 1. îman, himayesine mahzar olmuştur. XVII.
2. îslâm, 3. îlim, 4. İhsan, 5. Evlenmek, Yüzyılda bu gelişme devam etmiş,
6. Helalinden yemek ve giyinmek, XVIII ve XIX. Yüzyıllarda Balkanlar,
7. Ehl-i sünnet ve’l-cemaatten olmak, Tuna kıyıları ve Arnavutluk’ta taraf­
8. Şefkat ve merhamet, 9. Helal kazan­ tar bularak faaliyetini sürdürmüştür.
mak ve faizi haram bilmek, 10. İyiliği Irak ve Mısır’daki Türkler arasında
emretmek ve kötülüğü yasaklamak. da kısmen kabul gören Bektâşîlik;
Tarikat Makamları: 1. Tövbe etmek, II. Mahmut tarafından 1826 yılında
2. Şeyhe (bir mürşide) bağlanmak, Yençeri Ocağı ile birlikte kapatılmış,
3. Başı tıraş etmek ve tarikat elbisesi giy­ tekkeleri Nakşibendî tarikatının emri­
mek, 4. Korku ile ümit arasında olmak, ne verilmiştir. Abdülaziz zamanında
5. Hizmet, 6. Nefse hakim olmak, yeniden eski haline dönmüş ise de
7. Allah’tan başkasını terk etmek, 1925 yılında tarikat, tekke ve zaviyele­
8. Hırka, makas, seccade, icazet, ibret rin kapatılması ile resmen sona ermiş,
ve hidayet, 9. Cemaat sahibi, nasihat ancak diğer tarikatlar gibi varlığını
sahibi, bütün yaratılmışlara sevgi sahi­ günümüze kadar sürdürmüştür.
bi olmak, 10. Aşk, şevk ve kanaat. Bektâşîlikte Hz. Ali, Hz. Haşan ve
Marifet Makamları: 1. Edep, Hz. Hüseyin başta olmak üzere ehl-i
2. Allah korkusu, 3. Nefis terbiye­ beyt sevgi ve saygısı ön plana çıkarıl­
si, 4. îkrar ve tasdik, 5. Haya / utan­ mış, ehl-i beyti ve Hz. Ali’nin evladını
mak, 6. Cömertlik, 7. İlim, 8. Sükunet sevme ve onlara bağlanma anlamında
ve miskinlik, 9. Gönül adamı olmak, “tevella” ve bunları sevmeyenlerden
10. Kendini bilmek. uzak durma anlamında “teberra” ilkesi
Hakikat Makamları: 1. Toprak gibi benimsenmiş, 12 imam’a itibar edil­
alçak gönüllü olmak, 2. Bütün yaratıl­ miştir. “Teslim Taşı” denilen ve boyu­
mışlara aynı gözle bakmak, 3. Allah’ın na takılan on iki köşeli yıldız kolye on
kendisine verdiği gibi başkalarına iki imamı temsil eder. Pîr evinde on iki
ikramda bulunmak, 4. Ölmeden önce imamı temsilen başta Hz. Muhammed
nefsini yok etmek, 5. Hiçbir yaratığa olmak üzere her biri peygamberlere ve
zarar vermemek, 6. Konuştuğu zaman Bektâşî velilerine izafe edilen on iki
sadece hakkı / doğruyu söylemek, post / makam bulunur.

63
Bektâşîlikte “ikrâr” ve “cem” adı lanıldığını görmekteyiz. Firavun’un
verilen iki önemli âyin vardır. “İkrâr îsrailoğulları’na reva gördüğü korkunç
ayini”, Bektâşîliğe giriş merasimidir. işkenceler “büyük bir imtihan (belâün
Ayinler; kırk kapı kırk makam şeklin­ azim)” (Bakara, 2/49; Â’raf, 7/141; İbrahim, 14/6)
de ifade edilen tasavvufî anlayışa daya­ ve “apaçık bir imtihan (belâün mübin)”
nır. İnsan ancak; şeriat, tarikat, marifet (Duhân, 44/33) diye nitelendirilmiştir. Hz.
ve hakikat kapılarını ve her kapıdaki İbrâhim’in oğlu İsmail’i kurban etme
on makamı geçerek Hakka ulaşabilir. girişimi de “apaçık bir imtihan” sayıl­
Ayinlerde “nefes” adı verilen İlahîler mıştır (Sâffât, 37/106). Kulun denendiği
söylenir. imtihandan başarıyla çıkmasına da
“güzel bir imtihan (belâün hasen)”
Bektâşîlikte; eline, diline ve beli­
denilmiştir (Enfâi, 8/17). Allah’ın korku
ne sahip olma temel düsturdur. Birlik;
ve kıtlık vermesi, can, mal ve meyve­
iman, amel ve ahlak ile gerçekleşir.
leri eksiltmesi de birer belâ (deneme)
Birlik ve dirliği; kibir, haset, cimrilik,
dır (Bakara, 2/155). Dünya, kimin daha
aç gözlülük, öfke ve gıybet gibi ahlâk
güzel iş yaptığının anlaşılacağı bir
dışı davranışlar bozar. Muharrem ayı­
belâ (deneme) yeridir, ölüm de hayat
nın ilk on günü oruç tutulur.
da bunun için yaratılmıştır (Mülk, 67/2).
Bektâşî zaviyesinde oturan ve Peygamberler de dahil olmak üzere
bütün Bektâşîlerin şeyhi ve manevi Allah herkesi bir belâ ile denemektedir.
lideri sayılan zata “dede-baba” denir. Belânın en şiddetlisine uğrayanlar önce
“Dede-baba”dan sonra ikinci sırada Peygamberler, sonra da mânevi bakım­
“baba” gelir. Babalık makamı, tekke dan onlara en yakın olanlardır (Buhârî,
başkanlığıdır. Babalar arasında “dede- Merdâ, 3; Tirmizî, Zühd, 56; İbn Mâce, Fiten, 23;
baba”yı temsil eden “halifeler” seçi­ Bir kimsenin gerçek
Dârimî, Rekâik, 67).
lir. Her zaviyede “canlar” diye anılan şahsiyeti denenmesi halinde belli olur.
“dervişler” vardır. “Canlar”, “muhip” Büyük belâlara büyük insanlar daya­
tabir edilen “müritler” arasından seçi­ nabilir. Elde edilecek olan sevabın
lir. Tarikat adaylarına “talip”, tarikata büyüklüğü katlanılan belânın büyük­
henüz girmeyenlere ise “âşık” denir. lüğüne göredir. Belâya uğrama günah­
Bektâşîler; çelebiler / bel oğulları ve lardan arınmaya ve mânen yükselmeye
babalar / yol oğullan / mücerretler şek­ vesile olur. Bununla birlikte belâ isten-
linde iki gruba ayrılmıştır. Birinciler, memeli, Allah’tan âfiyet dilenmelidir.
kendilerinin Hacı Bektâşî Velî’nin Hz. Peygamber de “dayanılamayacak
soyundan geldiklerini iddia ederler; belâlardan” Allah’a sığınmıştır (Tirmizî,
İkinciler ise, bunu kabul etmezler ve Zühd, 56; Deavat, 91; Buhârî, Deavat, 23; İbn Mâce,
gerçek Bektâşîlerin kendileri olduğunu Fiten, 23, 31; el-Muvatta, Ayn, 8; Müsned, VI/157).
söylerler. (İ.K.) (M.C.)
BELÂ BELEDÜ’L-EMÎN
Sözlükte “denemek, sınamak; Güvenli belde demek olan bu tâbir,
eskimek; musibet, darlık ve sıkın­ Kur’ân’da Tîn sûresinin 3. âyetinde geç­
tı” anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı miş ve bununla Mekke ve çevresindeki
Kerim’de de bütün bu anlamlarda kul­ harem bölgesi kasdedilmiştir. Bakara

64
2/126 ve İbrâhim 14/35. âyetlerinde midir. Hz. Peygamber, “Allâh Teâlâ
Mekke ve çevresinin güvenli belde oldu­ Şaban ’ın 15. gecesi dünya semasında
ğu bildirilmiştir. Mekke ve çevresinin tecelli eder ve Kelb kabilesinin koyun-
güvenli belde olması; yeryüzünün ilk larının kıllarının sayısından daha fazla
ma’bedi olan Ka’be’nin ve çevresinde­ kişiyi bağışlar” buyurmuştur (ibn Mâce,
ki Mescid-i Haram’m, Arafat, Müzdelife ikame, 191). Başka bir hadislerinde de,
ve Mina gibi hac menasikinin yapıldığı “Şaban ’ın ortasında gece ibadet edi­
yerlerin burada olması, belâ, âfet ve fit­ niz, gündüz oruç tutunuz. Allâh o gece
nelerden korunmuş olması sebebiyledir. güneş batınca dünya semasına tecellî
Mekke, aynı zamanda âlemlere rahmet eder ve fecir doğana kadar, ‘Yok mu
olarak gönderilen son Peygamber Hz. Benden af isteyen affedeyim; yok mu
Muhammed (a.s.)’in doğduğu ve son Benden rızk isteyen vereyim; yok mu
İlâhî kitap Kur’ân’ın inmeye başladığı bir musibete uğrayan ona afiyet vere­
yerdir. (İ.K.) yim, yok mu şöyle, yok mu böyle!’der”
BELVÂ buyurmuştur (İbn Mâce, İkâme, 191).
bk. Umumu Belvâ. Bu geceye mahsus olmak üzere
BERÂET belirlenmiş ibadet yoktur. Hatta bazı
alimler; belli ibadet ve kutlama şekil­
Sözlükte “bir borçtan, ceza veya leri ihdas edip âdet haline getirmenin
sorumluluktan kurtulma; temize çık­ dinde yeri bulunmadığını söylemişler­
mak; uzak olmak; ilişkiyi kesmek” gibi dir. Ancak, Hz. Peygamber’in bu gece­
anlamlara gelmektedir. ye önem vererek ihya etmesi göz önün­
Kur’ân-ı Kerim’de, suçsuzluk, kur­ de bulundurulduğunda, namaz kılmak,
tuluş belgesi (Kamer, 54/43) ve müşrikler­ Kur’ân okumak ve dua etmek sûretiyle
le her türlü ilişkiyi kesme, onlardan bu gecenin ihya edilmeye çalışılması,
uzak durma (Tevbe, 9/1) anlamlarında gündüzünde de oruç tutulması sevaba
iki yerde berâet kelimesi geçmektedir. vesile olacaktır.
Hadislerde ise genellikle, günahtan Berâet yemini; sözünün doğru­
kurtulma, bir iş veya zümreden uzak luğunu kuvvetlendirmek amacıyla,
durma anlamlarında kullanılmıştır. “eğer yalan söylemişsem İslâm’dan
Dinî bir kavram olarak berâet keli­ çıkayım” veya “şöyle yaparsam kâfir
mesi ise; “berâet-i zimmet (berâet-i olayım” şeklinde yapılan yemindir. Hz.
asliyye)”, “berâet gecesi” ve “berâet Peygamber, bu şekilde yapılan yemini
yemini” ile borçlar hukukunda kulla­ yasaklamış; “bir kimse (eğer yalansa)
nılan berâet olmak üzere dört anlamda İslâm ’dan uzak olayım diye yemin eder
kullanılmaktadır. de, söylediği yalan olursa, söylediği
Berâet gecesi, Şaban ayının 15. gibi İslâm ’dan çıkmış olur; şâyet doğru
gecesi için kullanılan bir tabir olup, söylemiş ise, İslâm kendisine sağlam
halk arasında berat gecesi de denmek­ olarak geri dönmez” buyurmuştur (ibn
tedir. Berâet gecesi, Müslümanlarca Mâce, Keffârât, 3). Bu tarzda söylenen söz­
kutsal sayılan, rahmet ve mağfiret lerin yemin sayılması, yani bozuldu­
gecesi, mü’minlerin dualarının kabul, ğunda keffaret gerektirmesi için, bunun
günahlarının af olduğu bir zaman dili­ yemin niyetiyle, yani sözü kuvvetlen-

65
dirmek maksadıyla söylenmiş olması BERÎ (Berî’ün Min’el-Müşrikîn)
gerekir, (bk. Yemin) Uzak olmak, uzaklaşmak, hasta
Berâet-i Zimmet (Berâet-i Asliyye) iyileşmek ve yaratmak anlamındaki
ise, fıkhın genel prensiplerinden birisi­ “b-r-e” kökünden türeyen berî uzak
dir. Aksine bir hüküm veya delil bulun­ olan demektir. Allah’ın sıfatı olarak
madığı sürece, kişinin hukukî ve cezâî Kur’ân’da bir âyette geçmiştir: “...
Şüphesiz Allah müşriklerden berî’dir,
sorumluluğunun olmaması demektir.
Uzaktın.” (Tevbe 9/3).
Bu prensibe göre, Şâri’in (kanun koyu­
cunun, Allâh’ın) hükmü bulunmadan Allah'ın berî olması, müşriklere
fert herhangi bir yükümlülükle mükel­ yakın olmaması, onların inanç ve dav­
ranışlarını beğenmemesi, onlara yardım
lef tutulamaz; aynı şekilde aksine bir
etmemesi demektir. Karîb sıfatının
delil bulunmadıkça kişinin suçsuzluğu
zıddıdır. (Î.K.)
ve borçsuzluğu esastır. Mecelle’de,
“berâet-i zimmet asildir” şeklinde yer BERR
alan küllî kaide de bunu ifade etmekte­ İtaat, ibadet ve iyilik etmek, ibadeti
dir. Anayasamızda da, “suçluluğu hük­ kabul etmek, yeminine sâdık olmak,
men sabit oluncaya kadar kimse suçlu va’dini yerine getirmek anlamlarındaki
sayılamaz” (Maide, 5/38) denilmektedir. “b-r-r” kökünden türeyen berr, Allah’ın
sıfatı olarak, kullarına iyilik yapan, çok
Borçlar hukukunda berâet-i zim­ lütufkâr (latîf), çok merhametli, (rahim)
met, aksine bir delil bulununcaya çok şefkatli (raûf) demektir. Kur’ân’da
kadar kişinin borçsuzluğunun esas bir âyette geçmiştir: "‘...Şüphesiz O
olması anlamına gelir. Bunun dışında Allah, çok iyilik eden (berr) çok mer­
berâet kelimesi, kişinin, borçlu veya hametli olandır (rahim).” (Tûr, 52/28)
kefilinin ifası, alacaklının ibrası veya İyilik yapan anlamında berr (çoğu­
tazmin sebebinin ortadan kalkması lu, ebrar ve berere) insanları (Meryem,
sûretiyle, mevcut bir borçtan kurtul­ 19/14, 32; Âl-i İmrân, 3/193, 198; İnşân, 76/7-10,
ması anlamına gelir. Ayrıca alışverişte, 12); iyi, sâdık, itaatkâr ve temiz anla­
satılan maldaki ayıptan dolayı satıcının mında melekleri (Abese, 80/16) nitelemek
sorumlu tutulmaması için akit esnasın­ için kullanılmıştır. /
da ileri sürülen şarta da, berâet şartı Allâh’ın iyilik edene, iyi ve yararlı
denilmektedir. (Î.P.) bir amel yapana en az on katı ile mükâ­
fat vermesi, kötülük yapana, kötü ve
BEREKET
zararlı bir fiil işleyene sadece misliyle
Sözlükte “çokluk, artmak, ziyâde- ceza vermesi (En’âm, 6/160), îmân edip
leşmek, yeterli olmak vb.” anlamları­ sâlih amel işleyenlere dünyada iyi bir
na gelen bu kelime; verilen nimetin ve hayat yaşatması, onları yaptıklarının
maddî imkânın artması, fazlalaşması, daha iyisi ile ödüllendirmesi (Nahi, 16/97),
genişlik ve bolluk vesilesi olması vb. karşılıksız bol rızık ve nimet vermesi
anlamlara gelir. Mü’min Duasında yer O’nun berr olmasının sonucudur.
alan unsurlardan biri de rızkının bol Allah’ın bu sıfatı, İbn Mâce’nin el-
helâl ve bereketli olmasıdır. (İ.U.) esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde el-

66
bârr şeklinde geçmiştir (ibn Mâce, Dua, 10, ettiği berzah âlemine “âlem-i ervah”
ıı, 1270). Bârr, berr ile aynı anlamdadır. veya “dârü’l ervah” da denir.
“Berr”, Yahya ve İsa (a.s.)’ın sıfatı Berzah; iki şey arasındaki engel ve
olarak da kullanılmıştır. (Meryem, 19/14, mania anlamlarında Kur’ân-ı Kerim’de
32). Bu âyetlerde “berr” ana-babası- de zikredilmiştir: “Birinin suyu tatlı ve
na iyilik eden, iyi davranan, ikrâm ve içimi kolay, diğerininki tuzlu ve acı iki
ihsanda bulunan ve merhamet eden denizi salıveren ve aralarına bir engel,
demektir. Kur’ân’da; insanın övüldüğü aşılmaz bir sınır koyan O’dur.” (Furkân,
kavramlardan biri ‘ebrar’ dır. Kur’ân 25/53) Şu âyette geçen “Berzah” ise
ve sünnete göre, mü’min, muttaki ölümden sonra yeniden dirilişe kadar
olan, (Âi-i imrân, 3/193, 198), adağını yeri­ geçecek zaman diliminin oluşturduğu
ne getiren kıyâmet gününden korkan, engel anlamındadır: “ Onların gerisin­
yoksula, yetime ve esire yemek yedi­ de ise, yeniden dirilecekleri güne kadar
ren, Allah’tan korkan, sabırlı (insan, 76/7, (süren) bir berzah vardır.” (mü’minûn,
10,12) îman, amel, söz, fiil ve davranış­ 23/100) (F.K.)
larında doğru (sâdık) (Müslim, îmân, 104. BESMELE
m, 2013), güzel ahlâk sahibi olan (Müslim,
Rahman ve Rahim olan
Bin-, 14. iii,1980), ana-babasına iyilik eden
Allah’ın adıyla anlamına gelen
(Meryem, 19/14,32) ve Allah’a yaklaştırıl­
“Bismillâhirrahmânirrahîm” âyeti­
mış (Mutaffıfm, 83/21-28) kimselere “ebrâr”
nin adıdır. Besmeleye “Allah’ın adını
(iyiler) denilmiştir. Buna göre bir insa­
anmak” anlamına gelen “tesmiye” de
nın “ebrâr” derecesine erebilmesi için
denir. Besmele, Nemi sûresinin 30.
iman edip Allah ve peygambere itâat
âyetinin bir bölümü ve Fâtiha sûresi­
etmesi, isyân olan söz, fiil ve davranış­
nin ilk âyetidir. Tevbe sûresi hâriç diğer
ları terk etmesi, Allah ve kul haklarına
sûrelerin başında besmele yazılmıştır.
riâyet etmesi, kemaliyle hayır sahibi,
Sûre başlarındaki besmeleler, müsta­
iyilik sever, şerre razı olmayan, sâlih,
kil birer âyettir. Ancak o sûreye dahil
itaatkâr ve dürüst olması gerekir.
değildir.
“Berr” kelimesi Kur’ân’da 12 âyet­
Peygamberimiz (a.s.) her hayırlı
te kıta ve geniş kara parçası anlamında
işe besmele ile başlanmasını tavsiye
da kullanılmıştır. (İ.K.)
etmiş ve “Besmele ile başlanmayan
BERZAH her iş bereketsiz ve sonu güdüktür”
Sözlükte “iki şey arasındaki engel, buyurmuştur (Aclûni, Keşfu’l-Hafa, 11,174).
perde ve ayırıcı sınır” manasınadır. Kur’ân okumaya, bir şey yiyip içmeye
Dinî ıstılahtaki karşılığı ise: ölümden ve bir işe başlanırken besmele çekilir.
sonra başlayan ve mahşerdeki dirilişe Kur’ân’da Allah’ın adı anılmadan kesi­
kadar devam edecek olan kabir hayatı­ len hayvanların etlerinin yenmeyeceği
dır. Buna göre ölen herkes berzah ale­ bildirilmiştir (En’âm, 6/121).
mine girecektir. Berzah hayatı, daha Besmele çeken insan; başka bir
çok “kabir hayatı” şeklinde de anılır. varlık adına değil sâdece Allah adına,
Ölümden sonra beden genellikle çürü­ O’nun rızası için ve O’nun izniyle baş­
yüp ortadan kalktığı için insanın göç lıyorum, demiş olur. Besmelede Yüce

67
Yaratıcının üç ismi geçmektedir: Allah, ölçü ve tartıda hile yapmamak, haksız­
Rahman ve Rahim. Besmele çeken lık etmemek, Kur’ân’da bir emir olarak
Kur’ân okumuş ve Allah’ı anmış olur. yer almıştır.
(Î-K.) Hz. Peygamber’in hadislerinde
BEŞÎR alışveriş, ayrıntılı bir şekilde yer almış
olup, insanlığın ilk devirlerinden beri
Müjdeleyici demektir. Mübeşşir
var olan ticarî işlemleri, olması gere­
kelimesi ile eş; nezir ve münzir (uya­
ken aslî tabiatına ve sağlıklı işleyişi­
rıcı) kelimeleri ile zıd anlamdadır.
ne kavuşturmak amacıyla, daha çok
Beşir ve mübeşşir, nezir ve münzir
hukukî hükümler üzerine olmuştur.
bütün Peygamberlerin ortak vasfıdır
Hadislerde, aldatma, haksızlık ve
(Bakara, 2/213). Peygamberler, îmân edip
sömürüye yol açan alışveriş çeşitle­
sâlih amel işleyenleri Allah’ın rızası,
ri tek tek yasaklanmış, alışveriş faizli
cennet ve nimetleriyle müjdelerler.
işlemlerden arındırılmış, alışveriş için
Hz. Muhammed (a.s.), bütün insanlara
gerekli temel şart ve hükümler vaz
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderildiği
edilmiştir.
gibi (Sebe’, 34/28), Kur’ân da müjdeci ve
uyarıcı olarak gönderilmiştir (Fussiiet, Ticarî işlemlerin en yaygını olan
41/4). Beşîr kelimesi nezir kelimesi ile
bey’, mülkiyeti nakleden, bağlayıcı,
birlikte Kur’ân’da 8 âyette, mübeşşir iki taraflı, tam bir akittir. Tarafların
rızalarına delalet eden irade beyanı ile
kelimesi ise nezir ve münzir kelime­
kurulur. Bedelleri açısından alışveriş;
si ile birlikte 9 âyette geçmiştir, (bk.
Nezîr) (Î.K.) satım akdi, sarf, mukâyaza (trampa)
ve selem şeklinde dörde ayrılır. Mala
BEY’ karşılık para ödeme şeklinde yapılan
İki veya daha fazla taraflı akitlerden alışverişe, satım akdi veya bey’ denir.
olan bey’, genel olarak ticarî muame­ Satılan malın bedeli peşin olarak öde­
leyi, özel olarak da satım akdini ifade nebileceği gibi, vadeli veya taksitli
etmekte olup, Türkçe’de alışveriş şek­ de olabilir. Ancak bu durumda, taksit
linde ifade edilir. Çoğulu buyû’dur. şekillerinin ve vadenin taraflarca bilin­
Bey’ akdi, Arapça’da şirâ kelimesi ile mesi gerekir.
de ifade edilmektedir. Satılan malın mevcut, teslimi müm­
Kur’ân-ı Kerim’de bey’ teknik kün, belirli ve bilinebilir olması gere­
bir terim ve hukukî işlem olmaktan kir. Bu nedenle, akit esnasında ortada
çok, bütün ticarî işlemleri kapsayabi- bulunmayıp ileride meydana gelmesi
len genel bir anlama sahiptir. Kur’ân, muhtemel olan malların satışı caiz
dünya hayatının geçici değerlerini, görülmemiştir.
maddî ve ticarî kazancı tek ölçü ve Alışverişte taraflar, akdin gerçekleş­
gaye edinen dar ve kısa görüşlü kimse­ mesini bazı şartlara bağlayabilir, belli
leri uyarmak ve onlara gerçek kazancı bir süre muhayyerlik isteyebilirler.
göstermek için bey’ tabirini kullanmış­ Satılan malda, değerini düşürecek ölçü­
tır. Bunun yanında, alışverişin dinî ve de bir ayıbın olduğunun ortaya çıkması
ahlâkî temellerini belirleyen, ahde vefa, halinde, alıcının malı iade hakkı vardır,
sözde durma, adalet, akitlere bağlılık, (bk. Muhayyerlik) (Î.P.)

68
BEY’AT met edenim ve gerçekten benim azabım
Bağlılık, itimat bildirmek anlamla­ da çok acıtıcı bir azaptır.” (Hicr, 15/49-50),
rına gelir. “Ahirette şiddetli azap, Allah ’tan mağ­
Hz. Peygamber, kendini tasdik eden­ firet ve rıza vardır.” (Hadîd, 57/20)
lerden sadakat yemini almıştır. Ancak Bu âyetler insanın korku ile ümit
bu aslında, Hz. Peygamber’in şahsı­ arasında olmasını ön görmektedir.
na değil, onun aracılığıyla Allâh’adır. İnsan Allah’ın azabından korkacak ama
Kur’ân-ı Kerim’de, “Gerçekte sana rahmetini de umacak, ümitsiz olmaya­
bey ’at edenler, Allah ’a bey ’at etmiş cak fakat İlâhî azaptan da tamamen
olurlar” (Fetih, 48/10) buyurulmaktadır. güven içinde bulunmayacaktır (A’râf,
7/97-99). İkisi arasında dengeli olacaktır.
İslâm tarihinde devlet başkanının
tayin veya tespit yollarından biri bey’at Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.),
usulü olup, bir bakıma günümüzdeki Allah’ın rahmet ve azabının çokluğu­
seçim sistemini karşılamaktadır. Tarihi nu şöyle bildirmiştir: “Mü ’min, Allah
uygulaması bakımından bey’at, seçme katındaki azabı bilseydi cennetini
ehliyetine sahip kişilerin, seçilme ehli­ ummazdı. Kâfir de Allah in rahmetini
yetini haiz bir kimseyi seçip ona sada­ bilseydi cennetinden ümit kesmezdi.”
katlerini bildirmeleri şeklinde yapılır. (Müslim, Tevbe, 23. m, 2109), “Allah, cennet
Bilindiği gibi Hz. Peygamber bir hali­ için; sen benim rahmetimsin, cehen­
fe tayin etmeden vefat etmiştir. Hz. nem için de sen de benim azabımsın ”
Peygamber’in vefatından sonra Ashap, demiştir (Buhârî, Tevhîd, 25. VIII,186).
Benî Saide denilen yerde toplanarak Kur’ân’da peygamber ve sâlih
devlet başkanlığı konusunda görüşmüş­ insanlann korku ve ümit arasında oldu­
ler ve Hz. Ömer’in teklifi ile Hz. Ebû ğu, “korkarak ve umarak Allah’a dua
Bekir’e bey’at etmişlerdir. (İ.P.) ve ibâdet ettikleri” (Enbiyâ, 21/90; Secde,
BEYNE’L-HAVFİ VE’R RECA 32/16) bildirilmiştir.

İnsanın korku ile ümit arasın­ Allah’ın rahmetinden ümit kesmek


da olmasını ifade eden bir deyimdir. de azabından güven içinde olmak da
Kur’ân’da insanın Allah’ın azabından mü’mine yakışan bir davranış değildir.
korkması (Nûr, 24/52) ve rahmetinden de Bunu ancak, kâfir, sapık ve hüsrana
ümitvar olması (Bakara, 2/218) istenmiştir. uğrayanlar yapabilir (Hicr, 15/56; Ankebût,
29/23; A’râf, 7/97-99). (bk. Havf, Reca) (Î.K.)
Allah kendisini hem rahmet ve
mağfiret sahibi hem de azap edici ola­ BEYT
rak tanıtmıştır: “...Şüphesiz Rabb’ın Sözlükte “ev” anlamında olan beyt,
insanların zulümlerine karşı mağfiret tasavvufta mecazî olarak “kalp” anla­
sahibidir, fakat Rabb’inin azabı da mında kullanılmaktadır. Sûfilere göre
çok şiddetlidir. " (Ra’d, 13/6), “İyi biliniz insanın manevî âlemindeki kalp de
ki Allah in cezası çok şiddetlidir ve “Beytullah” tır. Bu bakımdan herhangi
gerçekten Allah, çok bağışlayan, çok bir canlıyı öldürme, fitne ve fesat çıkar­
merhametli olandır.” (Mâide, 5/98), “(Ey ma, kavga etme gibi kötülüklere Kâ’be
Rasûlüm!) kullarıma haber ver; ben ve civannda olduğu gibi kalpte de yer
gerçekten çok bağışlayan, çok merha­ verilmemelidir. (M.C.)

69
BEYTULLAH Beytullah da olabilir. Çünkü, 7. gökte­
Allah’ın evi demektir. Allah’ın ki meleklere ait mabed gibi Kâ’be de
evinden maksat Ka’be’dir. Ka’be’ye ma’murdur, gece-gündüz ibâdet eden­
Beytullah denildiği gibi Beytü’l- lerle dolup taşmaktadır.
Harem, (harem evi) Beytü’l-Muazzam Tasavvufta Beyt-i Ma ’mûr ile hem
(muazzam ev) Beyt-i Şerif (şerefli ev) 7. gökteki mabed hem de Hakk’ın
Harem-i Şerif (şerefli harem) de denir, tecelligâhı olan mü’minin kalbi
(bk. Ka’be ve Harem) (İ.K.) kastedilir. (İ.K.)
BEYTÜ’L-ÎZZE BEYTÜ’L-MAL
İzzet evi anlamına gelen beytü’l- Arapça beyt (ev) ve mal kelime­
izze, Kur’ân’ın bir bütün halinde indi­ lerinin birleşiminden meydana gelen
rildiği dünya semasında (yere en yakın beytülmal kelimesi, sözlükte “mal evi”
gökte) bulunan yerin adıdır. Levh-i anlamına gelir. Terim olarak ise, İslâm
Mahfuz’da bulunan Kur’ân (Bürûc, tarihinde devlet hâzinesi, devletin
85/21-22), Ramazan ayında (Bakara, 2/185) bütçe ve maliye işlerine bakan kurum
mübarek bir gece (Duhân, 44/2-3) olan anlamında kullanılmıştır.
Kadir gecesinde (Kadr, 97/1) buradan bey- Ana batlarıyla beytülmalin gelir
tü’l-izze’ye indirilmiştir (Hakim, ıı, 323; kaynaklarını; müslümanlardan alınan
ibn Ebî Şeybe, vı,144). Beytü’l-İzze’den de zekat ve öşür gibi vergiler, araziden
Cebrail vasıtasıyla veya vasıtasız ola­ alınan vergiler, İslâm devletinin teba­
rak şartlara ve ihtiyaçlara göre peyder ası olarak yaşayan gayrimüslimlerden
pey Hz. Muhammed (a.s.)’e gönderil­ alınan “cizye” vergisi, savaştan elde
miştir (îsrâ, 17/106; Furkân, 25/32). edilen ganimet ve Devletin zaman ve
Beytü’l-İzze, tasavvuf terimi olarak duruma göre tayin ve takdir edeceği
Hak’ta fânî olma halinde cem makamı­ vergiler oluşturmaktadır.
na vasıl olan kalp demektir. (Î.K.) Beytülmal ile ilgili hususlar, dev­
BEYTÜ’L-MA’MÛR letin sosyal adaleti temin edip bütün
Sözlükte “imâr edilmiş ev” anla­ vatandaşların refah ve saadetini sağ­
mına gelen el-beytü 7-ma ’mûr; yedin­ laması, toplumda hakça bölüşümün,
ci semada melekler için inşa edilmiş, külfet ve nimetlerin dengeli ve adalet­
bir geleni bir daha gelmemek üzere li tarzda dağıtımının temini gayesine
her gün yetmiş bin meleğin ziyaret matuf olup, zaman ve şartlarla yakın­
dan ilgisi bulunmaktadır. (Î.P.)
edip ibâdet ettiği bir mabeddir (Buhârî,
Bed’ül-Hak, 6; Müslim, îmân, 259; Nesâî, Salat, 1; BEYYİNE
Ahmed, III, 149). Ayırmak, ayrılmak, uzaklaşmak
“el-Beytü ’l-Ma ’mûr”, yeryüzün- ve uzaklaştırmak anlamındaki “beyn”
deki Beytullah’ın kutsiyetine benzer veya açık-seçik olmak, açık-seçik hale
bir kutsiyete sahiptir. Miraç esnasında getirmek anlamındaki “beyân” kökün­
Hz. Muhammed (a.s.)’e gösterilmiştir. den gelen “beyyine” apaçık delil, hüc­
Kur’ân’da bir âyette geçmiştir (Tûr, 52/4). cet, kesin belge demektir. Bir davayı
Bu âyetteki el-Beytü’l-Ma’mûr, 7. gök­ açıkça ispat eden, kendisi açık, başkası­
teki meleklerin mabedi olabileceği gibi nı açıklayıcı delil demektir. Kur’ân’da

70
bir âyette “beyyin”, 19 âyette “beyyi- bağlanan bir olayın ispatını sağlayan
ne” şeklinde geçmiş ve aklî ve naklî katî delil anlamında kullanılmış olup,
delil, açık belge, bilinen tarihi olaylar, genel olarak, şahitlik, yazılı delil ve
vahiy, Kur’ân, Peygamberlik, mucize, kesin karine şeklinde üç grupta topla­
Hz. Muhammed ve Sâlih Peygamberin nabilir.
mucizesi olan deve (A’râf, 7/73) anlamla­ İlk devirlerden beri şahitliğin en
rında kullanılmıştır. kuvvetli ispat vasıtası olması sebebiy­
Çoğulu olan “beyyinât” kelimesi le, klasik İslâm fıkıhçıları tarafından,
ise 52 defa geçmiş ve genellikle âyet­ beyyine ile kastedilenin şahitlik olduğu
ler anlamında kullanılmış (meselâ; Mâide, söylenmiştir. Bununla birlikte, beyyi­
5/32) veya “âyet” kelimesini nitelemiş­ ne başlığı altında hem şahitliği, hem
tir. “Âyâtün beyyinâtün” terkibi (meselâ; de diğer katî delilleri incelemişlerdir.
Bakara, 2/99) apaçık âyetler, belgeler, Buna mukabil bazı âlimler beyyineyi,
deliller demektir. “Beyyinâtün mine’l- mahkeme önünde gerçeğin ortaya çıka­
hüdâ” (Bakara, 2/185) hidâyeti, doğruyolu rılmasını sağlayan her türlü kesin delil
açıklayıcı anlamında Kur’ân’ın sıfatı şeklinde tanımlamışlardır.
olarak kullanılmıştır. Ayrıcı Kâ’be’deki Bunun yanında, mahkemelerde
Makam-ı İbrâhim’e (Âı-i imrân, 3/97), Hz. beyyine dışında, bunun kadar kuvvetli
Musa (a.s.)’a verilen 9 mucizeye (îsrâ, olmayan, ikrar, yeminden nükûl gibi
17/101) ve Hz. İsâ (a.s.)’a verilen hikmete deliller de bulunmaktadır, (ayrıca bk.
de (Zuhruf, 43/63), “beyyinât” denilmiştir. Delil, Hüccet, İspat, Şahit) (İ.P.)
Aynı kökten türeyen mübeyyin BEZM-İ ELEST
kelimesi, 13 defa geçmiş ve apaçık
Farsça’daki “sohbet meclisi” anla­
anlamında ism’in (günahın) sultan’ın
mına gelen bezm sözcüğüyle Arapça’da
(gücün), adüvv’ün (düşmanın), hüs­
“ben değil miyim” anlamındaki çekimli
ranın, nûrun, (Nisâ, 4/20, 91, 101, 119, 174)
bir fiil olan elestü’den oluşan bezm-i
dalaletin (sapıklığın) (Ahzâb, 33/36) ve
elest terkibi “Ben sizin Rabbiniz değil
fetih’in (zaferin) (Fetih, 48/1) sıfatı olarak
miyim” hitabının yapıldığı ve ruhlann
kullanılmıştır. “Mübeyyine” kelimesi da “belâ / evet” diye cevap verdikle­
üç âyette geçmiş ve apaçık anlamında, ri meclis anlamında kullanılmaktadır.
“fâhişe” kelimesinin (meselâ; Nisâ, 4/19) Kur’ân’da geçmişte Allah’ın Âdem
sıfatı olarak, “mubeyyinât” ise üç âyet­ oğullarından yani onların sırtlarından
te “beyyinât” anlamında âyetlerin sıfatı (veya sulplerinden) zürriyetini çıkardı­
olarak (Meselâ; Nûr, 24/34), bir âyette geçen ğı, kendilerini nefislerine şahit tuttuğu
“müstebîn” kelimesi apaçık anlamında ve onlara “Ben sizin Rabbiniz değil
kitabın sıfatı olarak kullanılmıştır. (Saffât, miyim” diye hitap ettiği, onların da
37/117). (bk. Tebyin, Mübîn, Mübeyyin)
“evet” dedikleri anlatılmaktadır (A’râf,
Kur’ân’ın 98. sûresinin adı da 7/172). Allah’la insanlar arasında mey­
Beyyine’dir. (Î.K.) dana gelen bu sözleşmeye misâk, kâlu
Bir fıkıh terimi olarak ise, kesinlik belâ, rûz-i elest, bezm-i ezel, ahid,
ifade eden ispat vasıtalarına verilen belâ ahdi gibi çeşitli isimler verilmiş­
genel addır. Fıkıh literatüründe, bir tir. Kur’ân’da aynı konuyla ilgili açık
hakkın veya kendisine hukukî sonuç veya dolaylı ifadeler çeşitli sûrelerde

71
yer almaktadır (Rûm, 30/30). Bezm-i dest­ ihdas edilen her türlü yeniliklere bid’at
te yapılan sözleşmenin zamanı, yeri ve denilmesi caiz olmakla birlikte, bu kav­
keyfiyeti konusunda farklı görüşler ramın zamanla dinî konularda fazlalık
ileri sürülmüştür. Bunları şöylece özet­ veya noksanlık olarak telakki edilen
lemek mümkündür: davranışlar için kullanılmasının teâmül
1-Allah’ın insanlardan aldığı söz haline geldiği görülmektedir.
insanın dünyaya gelişinden önce ger­ Istılah bakımından bid’at; dinin
çekleşmiştir. Bütün insanların zürriye- aslından olmayan ve şer’î delillere
ti Âdem’in sırtından zerreler halinde istinad etmeden sünnete aykırı ola­
çıkartılmış, ruh ve akıl verilerek ken­ rak icad edilen şeylerdir. Başka bir
dilerine hitap olunmuş, onlar da sözlü ifadeyle; dinî emirlerin ikmalinden
olarak cevap vermişlerdir. sonra, Hz. Muhammed’in sünnetine,
2-Nass’larda sözü edilen sözleşme Kur’ân’ın sarîh hükümlerine, ashab,
mecâzî anlamda olup ruhlar âleminde tabiin ve müctehitlerin genel görüşleri­
değil, bedenlerin yaratılmasıyla ger­ ne tamamen aykırı olarak ortaya çıkan
çekleşmiştir. însanın Allah’ın varlığını hal, davranış ve işler demektir. Bu iki
ve birliğini kavrayabilecek bir nitelikte tanımdan da anlaşıldığı gibi, sonradan
yaratılması sözlü olmayan, fıtrî denebi­ ortaya çıkan bir olay veya davranışın
lecek bir ahit ve misak niteliğindedir. bid’at olabilmesi için dinin muhtevası­
Bu iki görüşten ilkini insan türüne ait na zıt olması gerekir.
genel bir sözleşme, İkincisini de her Yaygın olan kanaata göre; bid’at-
ferdin bizzat yaptığı sözleşme şeklinde ların asıl doğuş sebebi, toplumlardaki
değerlendirmek mümkündür. (M.C.) kültür değişmeleridir. Bid’atlann doğu­
Bİ’SET şuna ve yaygınlaşmasına sebep olan
Arapça (Be-a-se) kökünden mas­ hususlar şunlardır: 1- Bid’atın, bilinçli
tardır. Göndermek ve gönderilmek olarak üretilmesi, 2- cehalet, 3- kültür
anlamına gelir. İnsanları hak ve doğru etkileşimi, 4- İslâm öncesinden kalan
yola sevk için gönderilen bütün pey­ gelenek ve görenekler, 5- eski dinler­
gamberlerin özel olarak da peygambe­ den kalan alışkanlıklar, 6- çok sevap
rimizin, peygamberlik görevinin baş­ kazanmak veya dinî vecibeleri fazla­
langıç zamanı demektir. Bu durumda sıyla ifa etmek düşüncesi. (F.K.)
Hz. Muhammed’in peygamberlik göre­ BİRR
vi verilmeden önceki hayatına bi’set
Sözlükte “iyilik, doğruluk, itaat,
öncesi, kendisine nübüvvet verildikten
hayır ve hasen” anlamlarına gelen
sonraki devreye de bi’set sonrası denir.
“birr” kavramı din dilinde; îman, doğ­
(F.K.)
ruluk, güzel ahlâk, sâlih amel, hayır,
BİD’AT iyilik, ihsan, Kur’ân ve sünnete uyma,
Örneksiz bir şey yapmak, yepyeni farzları eda etmek ve masiyetleri terk
bir iş ortaya koymak, umumî kanaata etmek gibi insana sevap kazandıran ve
aykırı davranışta bulunmak ve daha Allah’ın rızasına vesile olan her türlü
evvel benzeri olmayan bir şeyi icat hayırlı amellere, itâatlere ve güzel dav­
etmek gibi anlamlara gelir. Sonradan ranışlara denir. Peygamberimiz (a.s.)

72
“Birr, güzel ahlâk’tır” buyurmuştur mi şeklinde ayn edimi yahut da bir işin
(Müslim, Birr, 14. iii,1980). (bk. Berr) (Î.K.) yapılması şeklinde iş edimi gibi olumlu
BORÇ olabileceği gibi belli bir işi yapmaktan
kaçınma şeklinde olumsuz da olabilir.
Kişilerin birbirlerine karşı bir
şey yapmak veya vermekle yüküm­ Borcun sebebi ise, borcu doğuran
lü kılan hukukî ilişki veya bu ilişki­ hadiseden ibarettir ki buna borcun
nin doğurduğu yükümlülük anlamın­ kaynağı da denmektedir. Bunlar da,
da kullanılan hukuk terimidir. Borç tek taraflı hukukî işlem, akit, haksız
tabiri, hukuk dilinde üç ayrı anlamda kazanç, haksız fiil ve kanun şeklinde
kullanılmaktadır: sıralanabilir. (Î.P.)
En geniş anlamıyla borç, bir şahsın BUĞZ
diğerine karşı, bir şeyi yapmak veya Sevmemek, kin gütmek, hoşlanma­
yapmamak yükümlülüğünü ifade eden mak demektir. Başkalarına buğz edip
hukukî ilişkidir. Daha dar manada borç, düşmanlık beslemek, İslâm ahlâkıyla
alacaklının borçludan istemeye yetkili
bağdaşmayan bir davranıştır. Kur’ân’da
olduğu, borçlunun da yerine getirmek
mü’minlerin birbirleriyle kardeş olduk­
zorunda bulunduğu bir tek edimi içine
ları ilân edilmiş (Hucurât, 49/10), Hz.
alan hukukî ilişkiyi ifade etmektedir.
Peygamber de çeşitli vesilelerle kardeş­
Üçüncü ve en dar manasıyla borç, yal­
lik duygularını yok edecek davranışlar­
nızca para mükellefiyetini ifade eder.
dan kaçınmaları hususunda mü’minleri
Türkçe’de borç kelimesi daha çok bu
anlamda kullanılmaktadır. uyarmıştır: “Birbirinize buğz etmeyi­
niz, birbirinize haset etmeyiniz, bir­
Borcun unsurları; borcun tarafla­
birinize sırt çevirmeyiniz. Ey Allah ’ın
rı, konusu ve sebebi olmak üzere üç
kullan kardeş olunuz... ” (Buhârî, Edeb, 57;
kısımdan oluşur.
Müslim, Birr, 24-28). Bir âyette, “Şeytan,
Borcun tarafları, edimi yerine
içki ve kumar ile sadece aranıza düş­
getirmekle yükümlü olan borçlu ile
manlık ve nefret (buğz) sokmaya çalı­
kendisine karşı bir edimde bulunula­
cak olan alacaklıdır. İki taraflı akitlerde şır... ” (Mâide, 5/91) buyrulmak sûretiyle
kin ve düşmanlığa vesile olacak her
borcun tarafları birbirlerine karşı hem
alacaklı hem de borçludur. Taraflar türlü davranıştan uzak durulması isten­
tek kişi olabileceği gibi ortak borç­ miştir. Başka bir âyette ise, “Ey îmân
larda görüldüğü üzere birden fazla da edenler! Sizden olmayan kişileri sırdaş
olabilir. edinmeyin. Onlar sizi yoldan çıkarmak
Borcun konusu; borç ilişkisine için ellerinden gelen hiçbir çabayı esir­
dayanarak alacaklının borçludan tale­ gemezler ve sizi sıkıntıda görmekten
be yetkili olduğu, borçlunun da yeri­ hoşlanırlar. Şiddetli öfke (buğz) ağız­
ne getirmek zorunda bulunduğu fiile, larından taşmaktadır...” (Âl-i İmrân, 3/118)
başka bir ifade ile edime, borcun konu­ buyrularak mü’minler kendilerine kin
su denir. Borcun konusu, para veya ve düşmanlık besleyen topluluklardan
misli eşya borcunun ödenmesi şeklinde gelebilecek kötülüklere karşı dikkatli
deyn edimi veya belirli bir malın tesli­ olmaları konusunda uyarılmaktadır.

73
Buğz, nefreti, nefret de düşmanlığı anlamlarındaki “b-r-h” kökünden türe­
doğurur, sevgi ve dostluğu yok eder. yen burhan sözlükte, kesin delil, kanıt
Mü’min, başkasına kızarken de, başka­ hüccet anlamlarına gelir. Kur’ân’da
larını severken de ölçülü olmalıdır. Bir isim şeklinde 8 âyette geçmiş ve hak
hadiste, "‘Sevdiğin kimseyi ölçülü sev, ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran bütün
belki bir gün ona buğz edersin; buğz şüpheleri gideren kesin delil anlamın­
ettiğine de ölçülü buğz et, olur ki onu da kullanılmıştır: “Ey İnsanlar! Size
bir gün seversin” buyrulmuştur (Tirmizî, Rabbinizden bir delil (burhan) geldi ve
Birr, 60). (M.C.) size apaçık bir nur indirdik” (Nisâ, 4/174)
âyetindeki; buradaki delil/burhan, Hz.
BUHL
Muhammed’dir (a.s.) “Allâh ile birlik­
bk. Cimrilik. te başka bir ilâh mı var? De ki: Eğer
BULÛĞ doğru iseniz delilinizi (burhaneküm)
Sözlükte “ulaşmak, yetişmek, iş getirin” (Nemi, 27/64; Enbiyâ, 21/24; Bakara,
gayesine varmak gibi” anlamlara gelen 2/ıi; Mü’minûn, 23/117). Hz. Musa’nın asası

bulûğ, fıkıh terimi olarak, bir kimsenin ve elinin bembeyaz olması mucizesine
çocukluk dönemini bitirip, ergenlik de burhan denilmiştir (Kasas, 28/32).
çağına ulaşması demektir. Bulûğ çağı­ Gazzalî burhanı, “doğruluğu
na ulaşan kimseye bâliğ denir. devamlı olan, değişikliğe uğraması
Ergenlik yaşı çocuğun vücut yapısı­ imkânsız olan ve kesin bilgi meydana
getiren delildir” diye tanımlamıştır.
na ve iklim şartlarına göre değişebilir.
İslâm hukukçularınca bulûğ çağının alt Fıkıh usulünde, fıkhî kıyas ve kesin
sınırı, erkekler için 12, kızlar için 9 yaş delile; Kelam ilminde Allah’ın varlığını
olarak belirlenmiştir. Bu yaşa ulaştık­ ispat etmede kullanılan delillere burhan
tan sonra erkeğin ihtilam olması, baba denilmiştir. Burhan, kesin öncüllerden
olabilme devresine girmesi; kızın da oluştuğu doğru bilgiye dayandığı ve
adet görmesi, gebe kalabilme çağına bütün bilgiler için güvenilir delil sayıl­
ulaşması fiilî olarak bâliğ olmalarıdır. dığı için mu’temed diye de isimlendiril­
Ancak erkek ve kızlar 15 yaşlarına miştir. Ayrıca tecrübî verilere dayanan
ulaştıklarında, kendilerinde bu erginlik burhanlara, burhan-ı tecrübî, hem akıl
alametleri görülmese de bâliğ oldukla­ hem tecrübî verilere dayanan burhana
rına hükmedilir. ise, burhan-ı mahlut; zarûrî ve bedihî
öncüllere dayanan burhana burhan-ı
Buluğ, kişinin dinen mükellef sayı­
vicdâni; zarûrî ve bedihî öncüllerden
lıp, yetişkin insan statüsünü kazandığı
çıkarılmış bilgilere dayanan burhana,
dönemdir. Bu çağa ulaşan ve akıllı olan
burhan-ı nazarî adı verilmiştir.
kimse artık tam edâ ehliyeti kazanır.
Böylece, ibâdet, helal ve haram gibi Mantık ilminde burhan; bir kıyasta
dinî hükümlere muhatap; cezâî, malî ve sonucun ispat edilmesini sağlayan orta
hukukî yükümlülüklere ehil olur. (Î.P.) terimdir. Orta terim öncüller ile sonu­
cu birbirine bağlar. Mesela; “Her şeyi
BURHAN yaratan Allah’tır”, “su da bir şeydir”,
Beyazlaşmak, hastalıktan kurtulup “öyle ise suyu da yaratan Allah’tır”
iyileşmek, delil getirmek, galip gelmek kıyasında “yaratma” orta terimdir.

74
Birinci cümle büyük öncül, ikinci denilmektedir. Sonuçlardan hükümlere
cümle küçük öncül, üçüncü cümle gidilerek yapılan delile burhan-ı tahlili
sonuçtur. hükümlerden sonuçlara gidilerek yapı­
İslâm mantıkçıları, burhan’ı delil­ lan delile burhan-ı terkibi denir. Bu
den daha özel bir anlamda kullan­ iki delili çağdaş felsefeciler burhan-ı
mışlardır. Bunlara göre burhanda orta riyazi olarak adlandırmışlar ve bunun
terim; büyük öncül ile küçük öncül ara­ en mükemmel delil olduğunu kabul
sındaki ilginin yani sonuçtaki hükmün etmişlerdir.
illeti olur. Orta terimin, bu ilginin hem Bir fikrin doğruluğunu, zıddının
zihindeki hem de realitedeki illeti olur­ yanlışlığını ispat ederek ortaya çıkar­
sa buna burhan-ı limmî, sadece zihin­ maya burhan-ı hulfi /burhan-ı nakz
deki illeti olursa burhan-ı innî adını denir. (Î.K.)
alır. Mesela, “her öksüren hastadır”,
BURHAN-I İNNÎ
“Ali öksürüyor”, “öyleyse Ali de has­
tadır” kıyasında “öksürme” orta teri­ Eserden müessire ya da hadise­
mi hem zihnî hem haricî illettir. Yani lerden kanuna doğru götüren delildir.
öksürme, hem zihnen Ali’nin hasta (Tüme varım) Mümkün olan bu âlemin
olduğu hükmüne varılmasını sağlıyor, Yaratıcısına; dumanın ise ateşe delil
hem de hastalığın fiilen vuku bulduğu­ olması gibi. (bk. Burhan) (F.K.)
na delalet ediyor. BURHAN-I LÎMMÎ
“Her veremli öksürür”, “Ali verem­
Müessirden esere ya da kanunlardan
lidir”, “öyleyse Ali de öksürür” kıyası
hadiselere götüren delildir. (Tümden
sadece burhan-ı innîdir. Çünkü verem­
gelim) Ateşin dumana delil olması gibi.
li olma orta terimi, öksürüğe zihinde
Zira ateş olunca dumanın çıkması bek­
delalet ediyor, realitede ise Ali’nin
lenir. (bk. Burhan) (F.K.)
öksürüp öksürmediği bilinmiyor.
BURHAN-I TEMÂNU’
Fıkıh usulünde burhan-ı limmîye
kıyas-ı illet, burhan-ı innîye ise kıyas-ı Temânu’ sözlükte “bir şeyi birin­
delalet denir. Bazı mantıkçılar sebepten den men etmek ya da onun yapma­
sonuca götüren kıyasa burhan-ı limmî ması için mücadele etmek” demektir.
(argument apriori), sonuçtan sebebe Kelam ilminde, Yüce AllâhTn birliğini
götüren kıyasa burhan-ı innî (argument ispat vasıtalarından biri olan burhan-ı
aposteriori) demişlerdir. Genel ve küllî temânu ’, kâinatta birden fazla yaratı­
hükümlerden cüz’î ve hususî hüküm­ cı olması halinde nizamın bozulacağı
ler elde etmeye ta ’lil (tümden gelim, esasına dayanan bir delildir. Bu delilin
dedüksüyon), özel hükümlerden genel Kur’ân’daki dayanağı şu âyettir: “Eğer
hükümlere geçmeye, cüziden külliye yerde ve gökte Allah "tan başka tanrılar
gitmeye istikrâ (tüme varım, endüksi- bulunsaydı, yer ve gök, (bunların niza­
yan) denir. mı) kesinlikle bozulup gitmişti. Demek
îlk ve orta çağ felsefesinde sadece ki Arş’ın Rabbi olan Allah, onların
aklın verilerine dayanan delillere bur­ yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir/'
han denilirken modern felsefede hem (Enbiyâ, 21/22) Bu âyet, Allah’ın birliğini
aklî, hem de tecrübî delillere burhan ispatlayan en güçlü delillerden biri-

75
dir. Bu delilde esas alınan şey âlemin nı halinde, akitte ileri sürülen şartlar,
nizamıdır. Eğer birden fazla ilâh olsay­ ödeme, kabız, bu sebeple yapılan ikrar
dı, bunlar ya birbiriyle anlaşır veya ve ibra da geçersiz olur.
anlaşamazlardı. Birbiri ile anlaştıkları, Batıl akitler, hukukî açıdan mev­
beraberce aynı şeyi yaptıkları, yarattık­ cut olmadıklarından hukukî bir sonuç
ları aleme beraberce nizam verdikleri doğurmasalar da, icra edilmiş işlemler­
takdirde, ya biri diğerine muhtaç olur­ de fiilî bir durum olarak bazı istisnaî
du ki, muhtaç olan ilâh olamaz; veya sonuçların doğduğu kabul edilmiştir.
yardıma muhtaç olmazdı; bu durumda Bu istisnalardan biri nikâhta kendi­
da diğerinin varlığı gereksiz olurdu. ni gösterir. Batıl nikâh akdinde, zifaf
Şu halde Allah birdir. Şâyet bu ilahlar meydana gelmişse, nikâh şüphesiyle
birbirleriyle anlaşamazlar, birinin yap­ birleşme olduğundan dolayı zina ceza­
tığına, yarattığına diğeri karşı çıkarsa, sı uygulanmaz, bu birleşmeden doğan
o zaman da âlemde nizamdan eser kal­ çocuğun nesebi sabit olur, kadın iddet
maz; yer, gök ve diğer cisimler arasın­ bekler ve mehre hak kazanır.
daki ahenk bozulup giderdi. O halde
Batıl akdin ikinci istisnası ise, batıl
tüm evreni idare eden ve düzenleyen
satış akdinde, mal teslim alındıktan
bir hâkim kuvvet olmalı ki, mükemmel
sonra zayi olması halinde mislini veya
olan bu nizam devam etsin. Kâinattaki
kıymetini tazmîn etmesi gerekir. (Î.P.)
bu İlâhî sanat ve varlıklar arasındaki
denge devam etmektedir. (F.K.) BUYÛ’
BUTLÂN Alışveriş demektir, (bk. Bey’) (Î.P.)
Sözlükte “boşa gitme, heder ve heba BÜYÜ
olma” anlamına gelen butlan, fıkıh lite­ Sözlükte “aldatmak, göz boyamak,
ratüründe, akdin unsurlarının bulun­ oyalamak, uzaklaşmak, gönlünü çal­
maması veya kurulma şartlarının eksik mak, batıl şeyi hak diye göstermek ve
olması nedeniyle, akdin hükümsüz gizli işlem yapmak” gibi anlamlara
olmasına denir. Bu durumda akit sanki gelen büyü, ıstılahta, tabiat üstü âlem
hiç doğmamış, keenlem yekündür. ile bağ kurarak, yahut kendilerinde
Butlan, akit serbestisinin sınırlarının gizli güçler bulunduğuna inanmak
aşılmasının en şiddetli müeyyidesidir. sûretiyle bazı doğal nesneler kullanarak
Butlan müeyyidesine duçar olan yapılan işlerdir.
akide bâtıl akit denir. Büyü, İslâm’dan önceki toplumlarda
Batıl akit şeklen mevcut olmakla ve dinlerde de gelecekten haber verme,
beraber hukuken yoktur ve herhangi tılsımla tedavi etme, cincilik ve falcılık
bir hukukî sonuç doğurmaz. Mesela, yapmak sûretiyle kehanette bulunma
leşin satışı batıl bir akittir. Batıl akide gibi davranışlar biçiminde bir çıkar vası­
istinaden, taraflar rızalarıyla bir edada tası olarak kullanılmıştır. Büyünün asıl
bulunmuşlarsa, bu hükümsüz olup geri amacı, insana ve olaylara etki ederek
almaları gerekir. Bir hukukî işlemin çok avlama, balık tutma, hayvan yetiş­
butlanı, ona dahil olan veya ona istina­ tirme, düşmanı yenme, zarara uğrat­
den yapılan şeylerin de batıl olmasını ma veya öldürme, çocuk, ürün ve mal
gerektirir. Mesela; alışverişin butla­ çoğaltma, hastalıktan kurtulma, kısaca

76
kişilere etki ederek iyilik ya da kötülük BÜYÜK GÜNAH
etmek sûretiyle bir menfaat sağlamadır. Günah kelimesi Kur’ân’da cünah
Büyü, olağanüstü etkileyici bir güç veya şeklinde geçmiştir.
bilgiye sahip olduğuna inanılan kişiler­ Meyletmek, bir tarafa eğilmek anla­
ce diğer bazı insanlara yapılır. Bunlar mındaki “c-n-h” kökünden türeyen
büyücü, şaman, sihirbaz, hekim gibi cünah, doğru yoldan sapmak demektir.
toplumlara göre adları değişen insanlar­ Kur’ân’da cunah kelimesi “lâ cunaha
dır. Bunların güçlerini iyiye de, kötüye aleyküm” ve “leyse aleyküm cünahun”
de kullanabileceklerine inanılır. Büyüde formuyla günah olmayan şeyler zikre­
araç olarak ruhlar, cinler, şeytanlar, canlı dilmiştir.
veya ölmüş bazı hayvanlar, cisimler, Günah olan inanç söz, fiil, amel
şekiller hatta adlar bile kullanılır. ve davranışlar isim (kasıtlı ve bilerek
Kur’ân-ı Kerim’de çoğunlukla büyü işlenen günah), zenb (kasıtlı ve kasıt­
anlamına gelen sihir kelimesi, türevle­ sız işlenen günah), hatîe (kasten ve
riyle birlikte 62 defa geçmektedir. Bu bilerek işlenen günah), hata (kasıtsız
işlenen günah, kusur), vizr (günah,
kavram ilk kez Müddessir sûresinde
ağır yük), hıns (günah), kebîre (büyük
insanları etkileyen söz anlamında kul­
günah), lemem (küçük günah), masiyet
lanılmıştır. “Sonra baktı, sonra kaşla­
(günah, isyân), seyyie (kötülük, küçük
rını çattı, suratını astı. En sonunda, ve büyük günah), fuhş ve fahşâ (çok
kibrini yenemeyip sırt çevirdi de: “Bu çirkin olan günah, isyân) vb. kavram­
(Kur ’ân) dedi, olsa olsa (sihirbazlar­ larla ifade edilmiştir.
dan öğrenilip) nakledilen bir sihir­ Büyük ve küçük günah ayırımı
dir. Bu insan sözünden başka bir şey Kur’an’da yer almıştır (Nisâ, 4/31; şûrâ,
değildir.” (Müddessir, 74/21-25) “Bir mucize 42/37; Necm, 53/32). Kur’ân’da, küfur/inkâr
görecek olsalar yüz çevirirler ve ‘süre­ (el-hınsü’l-azim) (Vakfa, 56/46), haksız
gelen bir büyüdür. ’ derler.” (Kamer, 54/2) yere yetim malı yemek (hûben kebî-
îslâm dinî büyü yapmayı, kesin ola­ ren) (Nisâ, 4/2), açlık korkusuyla çocuk­
rak yasaklamış ve bunu büyük günah­ ları öldürmek (hıt’en kebiren) (îsrâ,
17/31), Zİnâ (fevahiş) (Necm, 53/32), içki
lar arasında saymıştır. Büyü yapma­
ve kumar (ismûn kebirun) (Bakara, 2/219),
da, Allah’ın irade ve kudreti üstünde
Allah’a ortak koşmak/şirk (zulmün
işler başarabilme iddiası vardır. Ayrıca
azim) (Lokmân, 31/13), (ismen azimen)
büyücülerin her şeyi bildiği, başara­
(Nisâ, 4/48), haram aylarda savaş (kıta-
madıkları hiçbir iş olmadığı tarzındaki lün kebirun) (Bakara, 2/217), iftira etmek
inançlar da İslâm dinine ters düşmek­ (bühtânen azimen) (Nisâ, 4/156), Allah,
tedir. Bu yüzden İslâm bilginleri kitap meleklerden kızlar edindi demek (kav-
ve sünnete uymayan sadece aldatmaya len azimen) (Îsrâ, 17/40) büyük günah ola­
matuf büyüyü tamamen reddetmişler­ rak zikredilmiştir. Buna göre her türlü
dir. Büyü ve onun eseri olan davra­ inkâr, şirk ve nifak büyük günahtır.
nışlardan kurtulmak için yine Allah’a İnkâra varmayan fısk ve ma’siyetlerden
sığınmak gerekir. (F.K.) de büyük günahlar vardır.

77
Büyük günah; Allah’ın yapılması­ leri farklı görüşler serdetmişlerdir:
nı yasak ettiği her fiil, haram olduğu­ 1) İnkâra varmayan günah işleyen
na dair Kur’ân’da âyet bulunan yasak mü’min, îmândan çıkmaz, kâfir ve
fiil, işleyene had / ceza gereken suç, münafık olmaz; ancak fâsık ve âsi olur.
hakkında kıyamet gününde cehennem Tevbe etmeden ölürse ya Allah bağış­
olduğu bildirilen, Allah’ın gazap ve lar ya da günahı nispetinde cehennem­
lanetini gerektiren, hakkında şiddetli de cezalandırır, sonra cennetine koyar
va’îd bulunan, Allah’ın failini fasık ve (Ehl-i Sünnet); 2) büyük günah işleyen
âsi vasfı ile nitelediği günah şeklinde îmândan çıkar, kâfir olur (Haricîler);
farklı şekillerde tanımlanmıştır. Büyük 3) îmândan çıkar fakat kâfir olmaz. Bu
günahların sayısı konusunda fark­ kimse ne mü’mindir ne de kâfir. Tevbe
lı rakamlar zikredilmiştir. Kur’ân’da etmeden ölürse, ebedî cehennemde
olduğu gibi hadislerde de büyük günah kalır (Mutezîlîler); 4) kâfire itaat fayda
kavramı geçmiştir (Buhari, Hudud, 44; Müslim, vermediği gibi mü’mine de büyük
îmân, 144). Namaz, oruç, hac, zekat gibi günah zarar vermez (Mürcie).
farz görevleri terk etmek; içki, kumar, Bu görüşlerin Kur’ân ve sünnete en
zina, hırsızlık, yalan, yalancı şahitlik, uygun olanı Ehl-i Sünnetin görüşüdür.
iftira, zulüm, adam öldürme ve gıybet (İ.K.)
gibi haramları işlemek büyük günahtır.
Büyük günah işleyen kimsenin
durumu hakkında îslâm kelam ekol­

78
CÂ’İL Âlim ve halim kavramlarının zıddı-
Koymak, vaz’etmek, kılmak, yap­ dır. Çoğulu; cehûl, cehele, cühhâl ve
mak, işlemek, zannetmek, vermek cühelâdır. Kur’ân’da kâfirler (Zümer,
anlamlarındaki “c-a-1” kökünden türe­ 39/64), müşrikler (A’râf, 7/199) ve günah­
yen câ’il, Allah’ın sıfatı olarak, yapan, kârlar (Yûsuf, 12/33) câhil vasfı ile nite­
yaratan, vâr eden demektir. Kur’ân’da lenmiştir. Kur’ân ve sünnete göre câhil,
bu isim 5 âyette geçmiş; insanı yer­ bilgisiz insandan daha ziyade şirk,
yüzünde halîfe olarak vâr etmesi (Âi-i küfür, nifak ve isyân gibi günah olan
imrân, 3/55), melekleri ikişer, üçer, dör­
inanç, söz, fiil ve davranış sahiplerine
der kanatlı elçiler yapması (Fâtır, 35/1),
denilmiştir, (bk. Cehâlet) (İ.K.)
İbrahim peygamberi insanlara önder
yapması (Bakara, 2/124), bir gün yerin CÂHİLÎYYE
üzerindekiler! kupkuru yapacağı (Kehf, Arapların İslâm’dan önceki inanç,
18/8) “câ’il” kelimesi ile ifade edilmiş­ tutum ve davranışlarını İslâmî devir-
tir. Allah’ın gökleri ve yeri yaratması dekinden ayırt etmek için kullanılan
“halaka” fiili ile nuru ve karanlıkları
bir kavramdır. Kabalık, görgüsüzlük
var etmesi ise aynı âyette “ce’ale” fiili
ve gayr-ı medenîlik anlamına da gelen
ile anlatılmıştır (En’âm, 6/1). “Ceale” fiili,
bu kavram; İslâm’a uymayan her türlü
bir varlıktan bir şey yapmayı ifade eder
(Mesela bk. Zümer 39/6; Şûrâ 42/11; Nahl 16/81).
inanç, söz, fiil ve davranışı ifade eder.
Günah olan söz ve fiiller, kaba ve çirkin
Vâr etti, yaptı, yapıyor, etti, kıldı...
davranışlar câhiliyye işidir. Kur’ân’da 4
anlamlarında Allah’ın faaliyetlerini
bildirmek üzere Kur’ân’da, “ce’ale - çeşit “câhiliyye” zikredilmiştir: Bunlar,
yec’alü” fiili kullanılmıştır: “O Allah câhiliyye zannı (Âi-i îmrân, 3/154), gerçeği
ki sizi yeryüzünün halifeleri yaptı bilmeden ileri geri konuşmak ve Allah
(ceale)...” (En’âm, 6/165); ‘‘Allah isteseydi hakkında kötü zanda bulunmak; câhi­
sizi bir tek ümmet yapardı (ceale)...” liyye hükmü (Mâide, 5/50), Allah’ın hük­
(Nahl, 16/93); “Kim Allah "a karşı gelmek­ müne ters düşen hükümler; câhiliyye
ten sakınırsa Allah O’na bir çıkış, kur­ hamiyyeti / taassubu (Fetih, 48/26), İlahî
tuluş yolu var eder (yec’alhu)...” (Talâk, gerçeklere karşı çıkmak, hiddet, öfke
65/2); “Biz müslümanları mücrimler gibi ve kızgınlık göstermek, kibir ve gurur
yapar mıyız? (nec’alü)” (Kalem, 68/35). sebebiyle Allah ve Rasûlü’nün emir ve
(Î.K.) yasaklarına uymamak; câhiliyye teber-
CÂHİL rücü (Ahzâb, 33/33), Allah ve peygamberin
İlmi, bilgisi ve marifeti olmayan, emirlerine uymayarak kadınların örtül­
kaba ve sert davranışlı, inanç, söz mesi zorunlu olan yerlerini örtmemele-
ve fiilleri kötü olan kimseye denir. ridir. (Î.K.)

79
CAHÎM Melekler, muttaki mü’minlerin
Ateş yakmak, ateş tutuşup büyü­ cahîmden korunması için Allah’a dua
mek, gözün kırmızılığı artmak ve ederler (Mü’min, 40/7). (Î.K.)
gözünü açmak anlamlarındaki “c-h-m” CÂİFE
kökünden türeyen ve sözlükte alevli
Karına ulaşan yaraya câ’ife, dimağa
ateş, çok şiddetli yanan ateş, çok sıcak
ulaşan yaraya da âmme denir.
yer ve derin kuyu-vadi demek olan
cahîm, yedi cehennemin, azabı en şid­ Hanefî fıkhında, câife ve âmmeye
detli olan tabakalarından birinin adıdır. sürülen ilaçların orucu bozup bozma­
yacağı konusu tartışılmıştır. İmam-ı
Kur’an’da 26 âyette geçen cahîm
Azam Ebû Hanîfe’ye göre, herhangi
bir yerde Hz İbrahim’in atıldığı ateş (sâf-
bir yaraya konan kuru ilaç orucu boz­
fât, 37/97), 25 yerde cehennem ve şiddetli
maz. Fakat, karına veya dimağa kadar
ateş anlamında kullanılmıştır. Cahîmin
derin olan yaraya sürülen yaş ilaç, içine
tutuşturulmuş ateş olduğu Tekvîr sûre­
nüfuz ederse orucu bozar; kaza edilme­
sinin 12. âyetinde açıkça bildirilmiş­
si gerekir. Çünkü İmam-ı Azam’a göre,
tir. Cahîmin dibinden zakkum ağacı
vücuda yararlı herhangi bir şeyin, vücu­
çıkar (Sâffât, 37/64), buraya atılanlar bu
dun herhangi bir yerinden içeriye girip
ağaçtan yeyip karınlarını doldururlar,
kaybolması halinde oruç bozulur. İmam
irinden içerler, zakkum karınlarında
Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e
sıcak suyun kaynaması gibi kaynar.
Sonra yanar sudan susuzluk hastalığı­ göre ise, orucun bozulması için, vücuda
na tutulmuş develer gibi içerler. Ayrıca giren şeyin normal yollarla karına veya
tepelerinden kaynar su dökülür (Sâffât, dimağa ulaşması esas kabul edildiğin­
37/66-67; Duhân, 44/43-48; Vakfa, 56/52-55; Hâkka, den, ister yaş, isterse kuru olsun yaraya
69/35-37). sürülen ilaç orucu bozmaz. Buna göre,
iğneyle vücuda bir şey zerk edilmesi
Kur’ân’da Cahîm’in azgınlar için
durumunda, İmam-ı Azam’a göre oruç
hazırladığı (Şû’arâ, 26/91) ve kâfirlerin,
bozulmakta, diğer iki imama göre ise
Allah’ın âyetlerini yalanlayan (Mâide,
oruç bozulmamaktadır.
5/10,86), âyetleri red ve iptal etmek
için yarışanların (Hac, 22/51), müşrikle­ Dinimiz, hasta olan ve tedavi süre­
rin (Tevbe, 9/113), hak yoldan sapanların cinde bulunan kişilerin oruç tutmama­
(Vakfa, 56/92), zalimlerin (sâffât 37/63-68), larına ruhsat vermektedir. Bu nedenle,
günahkârların (Duhân, 44/44), Allah’a tedavisi devam eden kimseler, sağlık­
inanmayanların, yoksulu doyurmayan- larına kavuşup, tedavileri tamamlanın­
ların (Hâkka, 69/25-37), azgınların, dünya caya kadar oruçlarını erteleyebilirler.
hayatını ahirete tercih edenlerin (Nâzi’at, Bununla birlikte, Ramazan ayında her­
79/26-29), facirlerin (înfitâr, 82/14) ve günah­ kesle birlikte oruca devam etmeyi arzu
ları kalplerini bütünüyle kaplamış ediyorlar ve oruç tutmalarına başka bir
olanların (Mutaffifin, 83/14-16) cahîme atı­ engelleri de bulunmuyorsa, iğneleri­
lacakları bildirilmiştir. Bu kimselerin, ni iftardan sonra yaptırmaları yerin­
amel defterleri sol elinden verilecek ve de olur. Bu imkâna sahip olmayanlar,
bunlar yetmiş arşın zincire bağlanarak tedavi ve aşı amaçlı iğne yaptırabilirler;
cahime atılacaklardır (Hâkka, 69/25-32). oruçları bozulmaz. Ancak, oruçlu iken

80
gıda ve vitamin iğneleri yaptırılması Bu tabir, daha sonraki devirlerde İslâm
uygun değildir. (İ.P.) âlimlerince, geliştirilen bir ıstılahtır.
CÂİHA Fıkıh usulünde caiz teriminin,
Sözlükte “afet ve musibet” anlamı­ mubah kavramı ile yakından ilişkisi
na gelen câiha, bir fıkıh terimi olarak bulunmaktadır; her ikisi de mükellefin
dalında veya tarlada iken satılan, fakat yapıp, yapmamakta serbest bırakıldığı
müşteri tarafından henüz kaldırılma­ fiilleri ifade etmektedir. Ancak câiz,
dan, meyve ve sebzelerin afete maruz mubahtan daha kapsamlı bir kavram
kalması halinde zararın kime ait ola­ olup, haram ve tahrimen mekruh
cağı; bedelin zarar oranınca indirilip dışında kalan teklifi hükümlerin hepsi­
indirilmeyeceği fakihler arasında tar­ ni kapsamaktadır. Buna göre caiz kav­
tışılmıştır. Hanefî ve Şafiî hukukçula­ ramı, farz, vacip, mendub, mubah ve
rı, böyle bir alışverişte kabzın gerçek­ tenzihen mekruhu içine almaktadır.
leştiği ve akdin tamamlandığını kabul Fıkıh literatüründe ise, işlenmesinde
ederek, zararın müşteriye ait olduğu­ günah bulunmayan fiilleri ifade etmek
nu, bedel indirimi yapılmasının doğru için, başka bir deyişle fiilin dine uygun­
olmadığını söylemişlerdir.
luğunu belirtmek için caiz tabiri kulla­
Buna karşılık, Maliki ve Hanbelîler, nılmaktadır. Bu anlamda caiz ile helal
ziraî hastalıkları, dolu, kuraklık ve ve meşru kavramları arasında yakın
su baskını gibi afetleri câiha kabul ilişki bulunmaktadır. Buna göre caiz,
etmişler ve bu durumda, müşterinin işlenmesinde dinî, dünyevî, hukukî ve
ödeyeceği bedelden indirim yapabile­ cezâî sorumluluk bulunmayan fiilleri
ceğini prensip olarak benimsemişler­ ifade etmektedir.
dir. Malikilere göre bedelde indirimi
gerektiren zarar, genelde üçte birden Kelam ilminde caiz, aklî hüküm­
az olmamalıdır. Bundan az olan zarar lerden olup zatına nispetle varlığı ve
caîha olarak kabul edilmeyip, indirim yokluğu eşit olan, varlığı da yokluğu
yapılmaz. Hanbelîlere göre ise, zara­ da vacip olmayan şeyi ifade eder. (İ.P.)
rın makul bir sınırı aşması ölçü olarak CÂLİYET
kabul edilmiştir. (İ.P.)
Sözlükte “vatanlarından çıkan veya
CÂİZ çıkarılan bir grup insan” anlamına
Sözlükte “mümkün olmak, serbest gelen câliyet, bir fıkıh terimi olarak,
olmak, geçip gitmek ve geçerli olmak” cizye mükellefi veya cizye tahsildâ-
anlamlarına gelen caiz, fıkıh terimi ola­ rı demektir. Bu deyim, ilk defa Hz.
rak, bir söz veya davranışın dinî veya Ömer’in halifeliği döneminde Arap
hukukî esaslara uygunluğunu, yapılma­ yarımadasından çıkarılan ehl-i zim­
sının serbest ve geçerli olduğunu ifade metten bir grup için kullanılmıştır. Bu
eder. terim daha sonra, ülkenin her yerinde
Caiz kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de bulunan ve cizye (vergisi) ödemekle
geçmemekle birlikte, hadislerde az da görevli olan kişi ve topluluklar için
olsa ıstılah manasında kullanılmıştır. kullanılmıştır. (Î.U.)

81
CÂMÎ Diyanet îşleri Başkanlığı, 1986
Dağınık şeyi toplamak, biriktirmek, yılında Ekim ayının ilk haftasını
birleştirmek, elbise giymek anlamında­ camiler haftası ilan etmiştir. Camiler
ki “c-m-‘a” kökünden türeyen câmi’, Haftasında, camilerin ve cemaatin
toplayan, bir araya getiren, birleştiren, önemi, yazı, va’z, konferans ve hutbe­
müellif, mürettip demektir. lerde anlatılmakta, camiler ve çevresi
gözden geçirilmekte, yıllık bakım, ona­
Dinî terim olarak, toplu ibâdet edi­ rım ve temizliği yapılmaktadır.
len yerlere denir. Kur’ân ve sünnette
Allah’ın sıfatı olarak câmi’; bütün
câmi, mescid kavramı ile ifade edilmiş­
erdemleri, iyilikleri ve nimetleri ken­
tir. Mescid; secde edilen yer demektir.
disinde toplayan; yeryüzünde hava,
Yeryüzünde ilk yapılan mescid, su, hayvan ve bitki gibi çeşitli varlık­
Mekke’deki Mescid-i Haram’dır ları, soğuk-sıcak, yaş-kuru gibi zıdları
(Müslim, Mesâcid, i). Hz. Muhammed bir arada tutan, kalpleri bir inanç ve
(a.s.)’in ilk yaptığı mescid ise Medine düşüncede birleştiren; kıyâmet günün­
yakınındaki Küba Mescidi, daha sonra de insanları hesap için diriltip çürümüş
da Mescid-i Nebevî’dir. uzuvları bir araya getiren ve mahşer
Mescidler; beldelerin Allah’a en yerinde toplayan demektir.
sevimli mekânları (Müslim, Mesâcid, 288) ve Kur’ân’da Allah’ın sıfatı olarak iki
Allah’ın evleridir (Münâvî, ıı, 445). âyette geçmiştir: “Rabbimiz, Sen insan­
Kur’ân ve sünnette camilerin yapı­ ları, asla şüphe olmayan bir günde
mı, bakımı, temizliği ve cemaatine çok toplayacaksın, (câmiu’n-nâs) Şüphesiz
önem verilmiştir. Allah’ın mescitlerini Allah sözünden dönmez." (Âi-i imrân,
ancak Allah’a ve âhiret gününe îman 3/9); "‘Allah, münafıkların ve kâfirlerin
eden, namaz kılıp zekat veren ve sade­ hepsini cehennemde toplayıcıdır." (Nisâ,
ce Allah’tan korkan kimselerin imar 4/140).
edeceği (Tevbe, 9/18), Allah için bir mes­ Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da,
cid bina edene Allah’ın da o kimse için “ceme’a-yecme’u” fiiliyle de ifade
cennette bir köşk bina edeceği (Münzirî, edilmiştir: “De ki: Allah sizi yaşatıyor,
Terğîb, 1/193), buna mukabil Allah’ın mes- sonra öldürecek, sonra sizi kendisinde
cidlerinde Allah’ın adının anılmasına şüphe olmayan kıyamette toplayacak­
ve mescidlerin harap olmasına çalışan­ tır..." (Câsiye, 45/26). Allah bütün insanla­
ların en zalim kimseler olduğu (Bakara, rı kıyamet günü bir araya toplayacağı
2/114) bildirilmiştir. için bugüne “yevmü’l-cem”’ (toplanma
Camilerde sadece Allah’a ibadet günü) denilmiştir (Şûrâ, 42/7). “İnsan, biz
edilmesi (Cin, 72/18), camilere güzel- kendisinin kemiklerini bir araya topla-
temiz elbiselerle gidilmesi (A’râf, 7/31), yamayacağımızı mı sanıyor? Evet biz
camilerin temizlenmesi (Bakara, 2/125; onların parmak uçlarını (izlerini) yapıp
Hac, 22/26) Allah’ın emridir. Namazlarını düzeltmeye kâdiriz." (Kıyâme, 75/3-4)
camide cemaatle kılan müslüman 27 Hadis ilminde câmi. konularına
kat daha fazla sevap kazanır (Müslim, göre hadisleri toplayan eserlere denir.
Mesacîd, 249, I, 450). Buhârî ve Müslim’in el-Camiu’s-Sahîh

82
adlı eserleri camilerin en meşhur iki gücü yeten, kahhar; dertlere derman
örneğidir. (Î.K.) veren, kırılanları onaran, yoksullara
CÂRİYE rızık veren, perişanlıkları yoluna koyup
düzelten anlamındadır.
Köle ve cariye, tarihte hukukî, İkti­
sadî ve sosyal bakımdan hür insanlara Kur’ân’da “cebbâr” kelimesi; anîd
göre daha aşağı bir statüde bulunan (inatkâr) (Hûd, ıı/59; ibrâhîm, 14/15), müte-
bir sınıfın adıdır. Bu sınıfın kadın­ kebbir (Mü’min, 40/35), asiyy (isyânkâr)
(Meryem, 19/14) ve şakîyy (azgın) (Meryem,
ları için cariye, eme, memlûke tabiri
19/32) kelimeleri ile birlikte 10 âyet­
kullanılmaktadır.
te insanın, sadece 1 âyette (Haşr, 59/23)
Tarihin eski çağlarından beri yeryü­
Allah’ın sıfatı olarak kullanılmıştır.
zünde mevcut ve yaygın bir olgu olan
Azgın, zâlim ve insanları küfre ve
kölelik, İslâm’ın öngördüğü ve teşvik
isyâna çağıran, insan ve toplumları
ettiği bir durum değildir. Bilakis, indiği
niteleyen cebbâr kavramı Allah’ın sıfatı
dönemde sosyal bir gerçeklik olan bu
olarak hem O’nun gücünü, kuvvetini,
olguyu tedricen tasfiye etmeyi plan­
dilediğini kullarına yaptırabileceği­
lamış, bu arada, kölelerin durumlarını
ni, âsileri cezalandırabileceğini hem
iyileştirmeyi sağlayacak ön tedbirleri
de insanların dertlerine derman olan,
almış ve altyapıyı kurmaya öncelik
yaraları saran ve yoksulları zengin eden
vermiştir.
olduğunu ifade eder. (Î.K.)
Köleliğin ıslah ve zamanla tasfiyesi
amacıyla îslâm’da, kölelerin eğitilme­ CEBEL-Î NÛR
si, hürriyete hazırlanarak faydalı bir Nûr dağı demektir. Mekke yakı­
kimse haline getirilmesi ve hür kılın­ nında yüksek bir dağın adıdır. Hz.
ması konusunda teşvik ve tedbirler Muhammed (a.s.), Peygamberlikle
getirilmiştir; sürekli olarak ve değişik görevlendirilmeden önce dağın adı
vesilelerle köle azat edilmesi tavsiye Hira idi. Peygamberimiz bu dağda
edilmiş, hatta keffaretlerde olduğu gibi, inzivaya çekilirdi. M. 610 yılı Ramazan
bazı durumlarda bunu dini bir zorunlu­ ayında Pazartesi günü bu dağda Alak
luk haline getirmiştir. (İ.P.) sûresinin ilk beş âyeti inmiş ve Hz.
CEBBÂR Muhammed (a.s.) Peygamberlikle
görevlendirilmiştir. Hira / Nûr dağı,
Kırığı yerine getirip sıkıca sarmak,
hacıların ziyaret ettiği mekânlardan
eksiği giderip tamamlamak, telafi
biridir. (Î.K.)
etmek, birini bir işe zorlamak, bir şeyi
zorla yaptırmak anlamlarındaki “c-b- CEBEL-Î SEVR
r” kökünden türeyen cebbâr sözlükte; Sevr dağı demektir. Sevr, Mekke’de
zalim, kibirli, gaddar, azgın, zorba, bir dağın adıdır. Medine cihetin­
kahredici, insanları hükmü altına alan de Mekke’den 1.5 saat uzaklıktadır.
istediği şeyi yaptırmaya zorlayan, mer­ Peygamberimiz (a.s.) ve Ebû Bekir
hametsiz ve baskıcı demektir. (r.a.) M. 622 yılında Medine’ye hic­
Allah’ın sıfatı olarak cebbâr; âsî ret ederken Mekke müşriklerinin
ve azgınları kahredici, emir ve yasak­ takibinden kurtulmak için bu dağda
lardan istediğini kullarına yaptırmaya bir mağaraya saklanmışlardır. Hz.

83
Muhammed (a.s.) ve Ebû Bekir (r.a.) bu mesh, o uzvun hükmen yıkanması
mağarada iken, mağaranın girişine sayılır. Hatta meshetmenin de zararlı
örümcek ağ örmüş, bir ağaç bitmiş ve olması halinde, bundan da vazgeçilebi­
ağacın dallarına yabanî güvercinler lir. Sargının abdestsiz veya cünüp iken
yuva yapmıştır. Burada üç gün üç gece sarılmış olması meshe engel olmadığı
kalmışlardır. Peygamberimizi tâkip gibi belirli bir süresi de yoktur; yara
edip arayan müşrikler, bu mağaraya veya kırık iyileşinceye kadar devam
gelmişler, içlerinden biri içeri girip eder.
aramak istemiş, Ümeyye ibn Halef, Sargıya meshettikten sonra bu sargı
“orada ne gezsinler baksana örümcek değiştirilirse veya sargı düşerse, mesh
ağ germiş, kuşlar yuva yapmış” diye­ bozulmaz; iade edilmesi de gerekmez.
rek fikrinden vazgeçilmiştir. Böylece Ancak, yaranın iyileşip sargının çıka­
Allah, Peygamberimizi ve yol arkada­ rılması halinde, mesh bozulur. Yara
şını korumuştur. Kur’ân’da bu mağa­ iyileştiği halde, sargı olsa bile mesh
ra olayı, Tevbe sûresinin 40. âyetinde bozulur. Bu durumda, yaraya zarar ver­
anılmakta ve Allah’ın Peygamberimizi meden sargı çözülerek altının yıkanma­
ve arkadaşını görünmeyen askerler­ sı gerekir. (Î.P.)
le koruduğu, onlara yardım ettiği ve
güven verdiği bildirilmektedir. (Î.K.) CEBR

CEBERÛT Cebr sözlükte “zorlama, düzeltme,


tamir etme” anlamlarına gelmektedir.
Kahr, zorlama, hâkimiyet anlamın­ Fıkıhta cebr ise, hukukun tanıdığı bir
daki cebr kökünden gelen ceberut, yetki kullanılarak kişinin yapması gere­
hadislerde azamet, kibriyâ, zorbalık, ken işe zorlanmasını ifade eder.
cebbarlık anlamlarında kullanılmış­
Mükelleflerin hukuk kuralları­
tır. Tasavvuf kavramı olarak ise mülk
na uymalarını temin etmek amacıy­
ile melekût âlemleri arasında veya
la hukukun aslî kaideleri yanı sıra,
melekût âleminin üstünde zaruretin
insanları hukukun emir ve yasaklarına
hüküm sürdüğü âlem, Allah’ın zâtı,
uymaya zorlayan birtakım tedbirler
azamet ve celâl sıfatı anlamında kulla­
de tesis edilmiştir ki, bunlara müeyyi­
nılmaktadır. (M.C.)
de denilmektedir. Hukukta müeyyide,
CEBÎRE cebir ve zorlamadır.
Sözlükte “kırık kemiğe bağlanan Hukuk kaidelerinin en önemli özel­
tahta, sargı,” alçı manasına gelmektedir. liklerinden biri, ihlal edilmesi halinde,
Vücudun herhangi bir yerinde kırık, ihlal edene fiilî bir karşılığın gösteril­
çıkık veya yaradan dolayı sargı bulun­ mesidir. îhlal eden, sadece ayıplanmak­
duğunda, abdest alırken veya gusleder­ la, hor görülmekle kalmaz, fiilî bir kar­
ken bu sargı çözülerek altı yıkanır ve şılığa da maruz kalır. Hukuk kuralları­
yaranın üstü meshedilir. Ancak sargı­ na riâyet edilmesini temin ve hukuku
nın çözülmesinin zararlı olması halin­ teyit için çeşitli icbar vasıtaları ihdas
de çözülmeyip üzerine meshedilebi- edilmiştir. Bazı gayri kanunî hareketler
lir. Sargının çoğunluğunun sadece bir için doğrudan doğruya ceza tayin edil­
defa meshedilmesi yeterlidir. Yapılan miş, bazıları için kaideye uygun hare-

84
ket etmesini sağlamak amacıyla cebrî disine itaat ettiği şerefli bir elçidir. Bu
icra usulü seçilmiş, bazen de zarar yönüyle Cebrâil kuvvet manasına gelen
gören kişiye tazminat ödetme yoluna Cebra ile, Allah anlamına gelen îl’den
gidilmiştir. meydana gelmiş bir isimdir. Allah’ın
Hukuk kurallarına uygun hareket kuvveti demektir. Yenilmez bir kuvvet
edilmesini sağlamak amacıyla, hukuka ve Allah nezdinde büyük bir makam
aykırı davranıştan sonra, böyle bir dav­ sahibi olduğu ifâde edilmiştir: “O
ranışta bulunan kişinin canına, malına, (Kur ’ân), şüphesiz değerli, güçlü ve
hürriyetine veya itibarına yönelik tatbik arşın sahibi (Allah "in) katında itibarlı
edilen cezalar; hukukî yükümlülükleri­ bir elçinin (Cebrâilfin) getirdiği söz­
ni yerine getirmeyenlerin, kamu gücü dür" (Tekvîr, 81/19-20)
harekete geçirilerek cebrî icra vasıtala­ Cebrâil, Hz. Muhammed’e aslî
rıyla bu yükümlülüklerini zorla yerine şekliyle iki kere görünmüştür. Biri
getirmelerinin sağlanması veya başka­ Hira mağarasında ilk vahyi getirdiği
sına verdiği zararın giderimi hukukun zaman, diğeri de Miraç’ta “sidretü’l-
maddî müeyyidelerini oluşturmaktadır. münteha”da gerçekleşmiştir. Bazen
(Î.P.) de Rasûlullah’a insan şeklinde asha-
Kelam ilminde ise kulun irade hür­ btan yüzü nurlu olan Dıhye el-Kelbî
riyetini yok sayan ve onun bütün fiil­ sûretinde görünmüştür. İlgili hadislere
lerini İlâhî iradenin zorlaması altında göre Cebrâil dünyada ve ahirette Allah
işlediğini iddia eden görüş anlamına ile kul arasında elçidir. Hem meleklere
gelmektedir. Bu düşünce akımının hem peygamberlere İlâhî emirleri tebliğ
taraftarlarına göre insan, Allah’ın emir­ eder, bu sebeple de Allah ile vasıtasız
leri karşısında hiçbir hareket kabiliyeti konuşur. Allah tarafından Cebrâil’e
olmayan adeta kumanda ile çalışan bir yüklenen misyonu inkâr etmek veya
robot konumundadır. Nitekim kalp atış­ onun görevini tam anlamıyla yeri­
ları, solunum ve midenin sindirimi de ne getirmediğini iddia etmek, kişiyi
zorunlu olup refleks hareketi gibi kud­ küfre götürür. Müşrikler ve Yahudiler
ret ve irademiz dışında meydana gel­ Cebrâil’e verilen görevi inkâr ettikle­
mektedir. Cebr fikrini benimseyenlerin rinden dolayı Kur’ân’ın şu âyetinde
oluşturduğu akıma Cebriyye denmiştir, kınanmışlardır: ‘"Kim, Allah "a, melek­
(bk. Cebriye) (F.K.) lerine, peygamberlerine, Cebrâil ’e ve
CEBRÂİL MikâiCe düşman olursa bilsin ki Allah
da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır"
Dört büyük melekten birinin ismi (Bakara, 2/98) (F.K.)
olup, peygamberlere vahiy getirmekle
görevlidir. Kur’ân’da bu meleğin ismi CEBRİYYE
Cibril, Rûhu’l-Kudüs, Ruhu’l-Emîn, Sözlükte “bir şeyi ıslah etmek,
Ruh ve Rasûl şeklinde geçmektedir. düzeltmek ve birine zor kullanarak
Bütün peygamberlere vahyi getiren iş yaptırmak” anlamlarındaki c-b-r
Cebrâil’dir. Kur’ân’a göre o, karşı kökünden türeyen cebriyye itikadî bir
konulmayacak bir güce, üstün ve kesin ekolün adıdır. İnsanların kendilerine
bilgilere sahip, Allah nezdinde çok has bir iradeye sahip olmadıklarını,
itibarı olan ve diğer meleklerin ken­ zihnî ve amelî bütün fiillerinin İlâhî

85
gücün zorlayıcı tesiriyle meydana gel­ detli olmak; saldırmak, tecavüz etmek”
diğini savunan grupların ortak adıdır. anlamlarına gelir. îlim ve hilmin
İnsanın bütün davranışlarını Allah’ın zıddıdır.
iradesine bağlayan ve beşerî irade­ Cehâlet kavramı Kur’ân’da, iki
yi inkâr eden bu ekolün ilk kurucusu yerde (Bakara, 2/273; Hucurât, 49/6) bilmeme
Cehm ibn Safvân’dır. Kurucusuna ve tanımama anlamında; bunun dışın­
nispetle bu fırkaya Cehmiyye de da fert ve toplumların îlâhî iradeye
denilmiştir. uymayan yanlış ve hatalı inanç, söz,
Bu ekole göre, Kaderiyye taraftar­ fiil ve davranışlarını ifade etmek için
larının aksine, insan iradesinin mev­ kullanılmıştır.
cut olmadığı, kulun Allah tarafından Kur’ân’da “cehâlet” olarak ifade
önceden takdir edilmiş fiilleri yapmak edilen inanç ve davranışlar şunlar­
zorunda bulunduğu ileri sürülmektedir. dır: Şirke ve küfre dalmak (A’râf, 7/138),
Allah’ın ezelî ilmi, kulların fiillerine, günah fiiller işlemek (Nisâ, 4/17), zina
o fiiller meydana gelmeden önce taal­ etmek (Yûsuf, 12/33), homoseksüellik
luk etmiştir. Dolayısıyla o fiilin aynen yapmak (Nemi, 27/55), alay etmek (Bakara,
yapılması gerekir. Aksi halde, Allah’ın 2/67), sabredilecek yerde sızlanmak
ilminde değişiklik olması söz konusu (En’âm, 6/35), fakirleri küçük görmek
olur ki bu muhaldir. Başka bir ifadeyle (Hûd, ıı/29), emânetlere ihânet etmek ve
insan, Allah’ın iradesi karşısında rüz­ dinî görevleri yapmamak (Ahzâb, 33/72),
gârın önündeki bir yaprak gibidir. Bu Allah hakkında kötü zanda bulunmak
yönüyle cebriyye determinist ve fatalist (Âi-i imrân, 3/154) ve Allah’ın hükümle­
bir görüşe meyletmiştir. Ayrıca bunlara rinden başka hükümlerle hükmetmek
göre, Allah’dan başka failin olmasını (Mâide, 5/50). Görüldüğü üzere “cehâlet”
kabul etmek tevhid inancına da aykırı­ kavramı Kur’ân’da bilgisizlikten ziya­
dır. Bu ekol sahipleri, Allah’a ait sıfat­ de Allah’a ve insanlara karşı olumsuz
ları da nefyetmişler ve Kur’ân’ın mah­ tutum ve davranışları ifade etmektedir.
luk olduğunu, Allah’ın ahirette görü­ Kur’ân’a göre cehâlet; insanın
lemeyeceğini, cennet ve cehennemin görünen eşya ve olayların arkasındaki
içindekilerle birlikte yok olacaklarını İlâhî irâdeyi anlayamaması, Allah’ın
ileri sürmüşlerdir. (F.K.) âyetleri olan kâinatı Allah’ın âyetle­
CEFÂ ri olarak görememesi, dinî gerçekleri
İşkence, azap anlamına gelen cefâ anlayamaması, iradesini ve hâkimiye­
tasavvufta, sâlikin gönlünü marifet ve tini yitirmesi, şirk, küfür, nifak, isyân
temâşaya kapatması; sevgilinin vefâsız- ve zulme dalması, Allah’a ve yaratık­
lığı gibi anlamlarda kullanılmaktadır. larına karşı kötü, kaba ve çirkin dav­
(M.C.) ranmasıdır. Cehâlet; 1- a) İnsanı kâfir,
müşrik ve münafık yapan cehalet; b)
CEHALET Asî, fâsık ve zâlim yapan cehâlet; 2- a)
Cehl ve cehâlet kelimeleri söz­ Allah’a ve dinine karşı yapılan cehâlet,
lükte “bilmemek, tanımamak, haberi b) İnsanlara ve diğer varlıklara karşı
olmamak; ahmak, akılsız, kaba, katı yapılan cehâlet. 3- a) Basit cehâlet (bil­
ve sert davranışlı olmak; bir şey şid­ gisizlik) b) Mürekkeb cehâlet (yanlış

86
inanç, hatalı söz, fiil ve davranışlarda bedeli; ibrâda, ibrâ edilen; şüf’ada,
bulunmak ve bunları idrâk edememek) şüf’a bedeli; ikrarda, lehine ikrarda
şeklinde kısımlara ayrılır. bulunulan; davada, davalı ve dava
Hadis usulünde cehâlet kavramı; konusu belli olmalıdır.
hadis rivâyet eden râvînin halinin bilin­ Bununla birlikte, başta Malikîler
memesini ifade eder. (Î.K.) olmak üzere bazı îslâm hukukçuları,
Fıkıh terimi olarak^ genellikle belirsizliğin ivazsız akitleri etkileme­
cehalet, varlık ve olaylar hakkındaki yeceğini kabul etmişlerdir.
belirsizlik, bilinmezlik; cehl ise, kişi­ 2. Bilgisizlik (cehl); İslâm’da kişinin
nin kendisinin bilgisizliği anlamlarında
sorumlu tutulması için yükümlülüğün
kullanılmaktadır.
kendisine bildirilmiş olması, ön şart ola­
1. Belirsizlik - Bilinmezlik (ceha­ rak kabul edilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de,
let); îslâm fıkhında, hukukî işlemlerde peygamber gönderilmedikçe kimseye
ve özellikle de iki tarafa borç yükleyen azap edilmeyeceği belirtilmektedir (isrâ,
sözleşmelerde, akdin konusunun bili­ 17/15). Sorumluluğun temel şartı olan
niyor ve belirli olması gerekir. Akdin
bilme, bilfiil bilgi sahibi olma anlamına
konusu ile ilgili belirsizlik garar, bilin­
gelmeyip, bilme imkânına sahip olma
mezlik ise cehalet kavramıyla ifade
demektir. Bu nedenle fakihler, îslâm
edildiği gibi, her iki kavramın birbirinin
toplumunda bilgisizliği mazeret ola­
yerine kullanıldığı da görülmektedir.
rak kabul etmemişlerdir. Buna karşılık,
Taraflar arasında çekişmeye yol
yabancı bir ülkede Müslüman olup da
açması kuvvetle muhtemel olan akdin
dini hükümler konusunda bilgisi bulun­
konusundaki cehaletin, akdin sıhhatine
mayan kişi, dinî emirleri yerine getirme
engel olduğu konusunda âlimler ittifak
ve yasaklardan kaçınma konusunda
etmişlerdir. Çekişmeye yol açmayaca­
ğı kuvvetle muhtemel olan durumlarda mazur görülmüştür.
cehaletin, akdin sıhhatine engel teşkil Bilgisizliğin mazeret olarak kabul
etmeyeceğini ittifakla kabul etmişler­ edilmesi için, davranışın yasak oldu­
dir. Çekişmeye neden olması muhtemel ğunun bilinmemesi gerekir; davranışın
durumlarda ise, akdin sıhhatine mani yasaklığı bilindiği halde, buna bağla­
teşkil edip etmeyeceği hususunda ihti­ nan hukukî sonucun bilinmemesi özür
laf etmişlerdir. olarak kabul edilmez. Ayrıca, bilgisiz­
Hukukî tasarruflarda belli olması lik Allah hakları konusunda geçerli
gereken hususlar şöyle sıralanabilir: mazeret olmakla birlikte, kul hakların­
Satım akdinde, akdin konusu mal, da verilen zararın tazmîni konusunda
bedeli, vade ve taksit durumu; kira geçerli sayılmaz. (Î.P.)
akdinde, kiralanan şey, kira bede­
CEHENNEM
li; kefalette, kefil olunan; havalede,
havale edilen miktar; ariyette, ariye­ Sözlükte “derin kuyu” anlamı­
tin konusu; hibede, bağışlanan mal; na gelen cehennem, dinî literatürde
ortaklıkta, kârın ortaklar arasında ne dünya hayatında îmân etmeyenlerin
şekilde bölüşüleceği; vekalette, veka­ sürekli olarak, îmân ettiği halde sâlih
letin konusu; sulhta, sulhun konusu ve amel işlemeyen kimselerin de günah-

87
lan ölçüsünde, cezalandırılmak üzere CEBRÎ - CEHREN
kalacakları ceza ve azap yeridir. Açıktan, yüksek sesle, alenen söy­
Kur’ân-ı Kerim’de Cehennem için lemek, okumak, yapmak anlamlarına
yedi isim kullanılmıştır: Cehennem gelmektedir.
(derin kuyu), nâr (ateş), cahîm, (alevle­ Cemaatle kılınan akşam ve yatsı
ri kat kat yükselen ateş), hâviye (düşen­ namazlarının ilk iki rekatı ile sabah
lerin çoğunun bir daha geri döneme- namazı, bayram ve Cuma namazları,
diği uçurum, yer), sair (çılgın ateş), terâvîh namazı ve Ramazan ayında
lezâ (dumansız ve katıksız alev), sakar terâvîh namazından sonra kılınan vitir
(ateş), hutame (obur ve kızgın ateş). namazının her rekatında imamın fati­
Bunlardan Kur’ân’da en çok geçeni ha ve zammu sûreyi açıktan, yüksek
cehennem kavramıdır. sesle okuması vaciptir. Öğle ve ikindi
Âlimlere göre, Kur’ân-ı Kerim’de namazlannda ise, imamın kıraati hafi
birçok âyette cehennem hayatıyla ala­ yapması gerekir.
kalı olarak geçen acı, ıstırap, azap, ateş Tek başına kılınan namazlarda ise,
vb. şeyler bu dünyadakilere benzetile- öğle ve ikindi namazları ile gündüz
mez. Bunların içyüzünü insanların bil­ kılınan nafile namazlarda, kıraatin gizli
mesi mümkün değildir. (hafi) olarak yapılması gerekir. Sabah,
akşam ve yatsı ile gece kılınan nafile
Ehl-i Sünnet inancına göre Kur’ân-ı
namazlarda kişi serbesttir; dilerse sesli
Kerim’de geçmiş zaman kipiyle ifâde
(cehri), isterse gizli (hafi) okuyabilir.
edilen “cehennem kâfirler için hazır­
(İP.)
landı” (Bakara, 2/24; Âl-i İmrân, 3/131) cüm­
CEHRÎ ZÎKİR
lesi, cehennemin şu anda var ve yara­
tılmış olduğunu gösterir. Haşrin ve Açıktan ve yüksek sesle yapılan
cehennemdeki azabın cismanî değil de zikir. Kadiriye ve Mevlevîye gibi bazı
ruhanî olacağını iddia eden İslâm filo­ tarikatlar açıktan zikri benimsemişler­
zoflarına karşı, Ehl-i Sünnet âlimleri, dir. Nakşibendiye gibi bazı tarikatlar
bazı Kur’ân âyetlerine dayanarak (Nisâ, ise müridin ancak kendisinin işitebi­
4/56) Cehennem azabının hem ruhanî leceği bir sesle zikir yapmasını uygun
hem de cismanî olacağını ifade etmiş­ görürler. Buna hafi zikir denilir ki cehrî
lerdir. Ayrıca Ehl-i Sünnet kelâmcıları zikrin mukabilidir. (M.C.)
“...Orada ebedî kalıcıdırlar. ” (Nisâ, 4/169; CELÂBÎB
Ahzâb, 33/65) mealindeki âyetlere dayana­ Gömlek, elbise ve baş örtüsü anla­
rak, cehennem hayatının sonsuz olduğu mına gelen cilbab kelimesinin çoğulu­
fikrini benimsemiş, bunun aksini savu­ dur. (bk. Tesettür) (İ.P.)
nan Cehmiyyeyi bid’atçı olarak nite­
CELDE
lendirmişlerdir. (F.K.)
Sözlükte “derisine dokunmak, vur­
CEHMİYYE mak, kırbaç ve benzeri şeylerle vur­
İslâm toplumunda ilk ortaya mak” anlamına gelen “celd” kökün­
çıkan itikâdî ekollerden biridir, (bk. den türetilen celde kelimesi, bir fıkıh
Cebriyye) (F.K.) terimi olarak kırbaç veya değnekle

88
uygulan bir tür cezayı ifade etmek için Kur’ân’da bu iki sıfatın geçtiği
kullanılmıştır. âyetlerin mealleri şöyledir; “Yalnız
Kur’ân’da celde kelimesi iki yerde celâl ve ikram sahibi Rabb ’inin yüzü
geçmektedir: “Zinâ eden kadın ve zina (zatı) bâki kalacaktır. ” (Rahmân, 55/27);
eden erkekten her birine yüzer değnek “Azamet ve ikram sahibi Rabb ’inin adı
vurun.,.”; “Namuslu kadınlara zina ne yücedir. ” (Rahmân, 55/78) (İ.K.)
isnat edip sonra da dört şahit getire­ CELLE CELÂLUH
meyenlere seksen değnek vurun. Artık Allâh’ın adı anıldığında kullanı­
onların şahitliğini asla kabul etme­ lan bir saygı ifâdesidir. Celâl, büyük­
yin. İşte bunlar fasık kimselerdir” lük, ululuk ve yücelik manasına gelen
(Nisâ, 24/2, 4). (Î.P.) Allah’ın isimlerinden biridir. Celle ise
CELÎL büyük ve yüce oldu anlamına gelmek­
tedir. Celle celâluh tabiri ise, “azameti
Büyük, ulu, kuvvetli ve münezzeh
olmak anlamındaki “c-1-1” kökünden yüce ve ulu oldu” demektir. Bu tabirin
türeyen çelil; ulu, kudretli, yüce olan yerine “Celle şânuhû” ya da “Celle ve
demek olup Allah’ın sıfatlarından biri­ alâ” ifâdeleri de kullanılmaktadır. Bu
dir. Tirmizî’nin el-esmâü’l-hüsnâ ile
tabir, îslâm sanat, tezhib ve hat kül­
ilgili rivâyetinde geçmiştir (Deavat, 83). türünde Allâh lafzından sonra uygun
bir biçimde yazılmakta ve zikir mec­
Allah’ın sıfatı olarak celîl; zengin,
lislerinde Allah’ın kudretine dikkat
mâlik, alîm, kadîr gibi yüce sıfatlarla
çekmek için zikrin başında, ortasın­
muttasıf olan, azamet ve kibriya sahibi
da veya sonlarında söylenmektedir.
demektir. Peygamberimiz; “Allah'ım! Böylece “Allah” lafzının geçtiği yerde
Selam sensin, selamet şendendir. Ey tefekkür, zikir, saygı ve teslimiyet
celâl ve ikram sahibi (Rabbim!) Sen hatırlatılmaktadır. (F.K.)
yücesin" diye duasında bu ismini zik­
CELLE ŞÂNUH
retmiştir (Müslim, Mesavid, 135-136).
Allah lafzının geçtiği yerde “O ’nun
Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da “zü’l-
celal-i ve’l-ikram” şeklinde geçmiş­ şanı yüce olsun ” anlamında söylenen
bir ibaredir, (bk. Celle Celâluh) (F.K.)
tir. “Zü ’l-celâli ve ’l-ikram ”; celal ve
ikram sahibi demektir. Bu terkip, iki CELSE
âyette geçmiştir (Rahmân, 55/27,78). “zü ’l- Sözlükte “oturma, oturum, oturuş
celâl” sıfatı, Allah’ın azamet ve ulu­ şekli” anlamına gelen celse, dini terim
luğunu, kadrinin ve şanının yüceliğini olarak namazda iki secde arasındaki
ve her şeyden üstün olduğunu, “zü ’l- oturuş anlamına gelmektedir.
ikram” sıfatı ise, yaratıklarına karşılık Namazda birinci secdeden sonra
beklemeksizin nimet veren, fazlı ve uzuvlar sakin oluncaya kadar oturmak
ihsanı tam, şerefli ve değerli olduğunu Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleri­
ifade eder. ne göre farz, Hanefîlere göre vacip­
“Zü’l-Celâli vel-İkram” sıfatı tir. Hz. Peygamber, iki secde arasında
Yüce Allah’a mahsus olup, diğer var­ böyle oturmayan bir sahabîye namazını
lıklar için kullanılmaz. yeniden kılmasını ve secdeler arasın-

89
da bu şekilde oturmasını emretmiştir döndükten sonra, Bursa Ferhâdiye
(Ebû Davûd, Saiât, 148). Ayrıca, ikinci sec­ Medresesine müderris ve Cami-i
deden sonra ayağa kalkmadan yapılan Atîk Mahkemesine nâib tayin edil­
bir oturuş daha vardır ki, buna istirahat di. Hocası Nâzırzâde’nin vefatının
celsesi denilmektedir. İstirahat celse­ üzerinde bıraktığı derin tesir dola­
si, Hanefî ve Maliki mezheplerine göre yısıyla resmi görevlerden ayrılarak
mekruh; Şafiî mezhebinde sahih kabul Muhyiddin Üftâde’ye intisap etti.
edilen görüş ile Ahmed ibn Hanbel’den Şeyh Üftâde, kendisini memleketi
nakledilen bir görüşe göre ise sünnet­ Sivrihisar’a halife tayin etti. Şeyhinin
tir. Yapıldığı takdirde bu celsenin kısa vefatı üzerine Rumeli’ye gitti. Trakya
olması gerekir. (Î.P.) ve Balkanlar’da bir süre kaldıktan
sonra İstanbul’a geldi. Küçükayasofya
CELVET Tekkesinde sekiz yıl şeyhlik maka­
Ortaya çıkma, açığa çıkma anla­ mında bulundu. İstanbul’un çeşitli
mına gelen celvet; tasavvufta, sâlikin camilerinde vaaz edip ders okutan
benliğinden arınmış ve İlahî niteliklerle Aziz Mahmud Hüdâyî, Anadolu ve
bezenmiş olarak halvetten çıkıp insan­ Balkanlardaki dini hayat üzerinde derin
lara karışması anlamında kullanılmak­ tesirler bırakmıştı. 1628 yılında vefat
tadır. Celvet halindeki kulda benlikten etti. Türbesi İstanbul’dadır. Kurucusu
eser kalmadığı için fiilleri Hakk’a nis­ olduğu Celvetiyye tarikatı Selâmiyye,
pet olunur ve buna da CiAttığında sen Hakkıyye, Fenâiyye, Hâşimiyye adlı
atmadın, ancak Allah attr (Enfâi, 8/17) dört kola ayrılmıştır. Aziz Mahmud
âyeti delil gösterilir. Halk ile ilişkile­ Hüdâyî’nin Arapça ve Türkçe otuz
ri geliştirmek isteyen bir sûfi Hak ile kadar eseri bulunmaktadır. Başlıcaları
sağlam bir halvete sahip bulunmalıdır. şunlardır: “Nefâisü ’l-mecâlis ”,
Böylece o görünürde halk, gerçekte ise “Miftâhu s-salât ve Mirkâtü ’n-Necât ”,
Hak ile beraber olur. (M.C.) “Habbetü ’l-Mahabbe ” ve “Câmiu ’l-
Fezâilve Kâmiu ’r-Rezâil”
CELVETÎLİK
Bu tarikatta zikir sesli yapılır. Zikrin
Celvetiyye, Aziz Mahmud Hüdâyî
temelini “kelime-i tevhid” (lâilâhe illal­
(ö. 1038/1628) tarafından kurulan
lah) zikri teşkil eder.
Bayramiyye tarikatının bir kolu­
nun adıdır. Aziz Mahmud Hüdâyî, Bu tarikat, nefis tezkiyesine önem
Şereflikoçhisar’da doğdu. İstanbul’da verir. Yapılan ibadet ve zikirlerden
amaç, insanın gerçek kulluğa erişme­
Küçükayasofya medresesinde tahsilini
sidir. Halk ile ilişkiler geliştirmek iste­
tamamladı. Bu arada Halvetiyye tari­
yen bir sûfi, Hak ile sağlam bir halvete
katına mensup Küçükayasofya camii
sahip olması gerekir. Böylece o, görü­
şeyhi Nureddinzâde Muslihiddin
nürde halk, gerçekte ise Hak ile beraber
Efendinin sohbetlerine devam etti.
olur. (M.C.)
Mısır’da hocası Nâzırzâde ile bera­
ber bulunduğu sıralarda Halvetiyye CEM’
tarikatının Demirtâşiyye kolundan Sözlükte “toplamak, bir araya
Kerîmüddin el-Halvetî’den “usul- getirmek, birleştirmek” anlamına
i esmâ” terbiyesi gördü. Mısır’dan gelen cem" tasavvufta “sâlikin her

90
şeyi Allah’tan bilerek yaratıkları yok, vaktinde; akşam ile yatsı namazları­
yaratıcıyı var görmesi” anlamında kul­ nın akşam veya yatsı vaktinde birlikte
lanılır. Cem’in karşıtı ‘fark'tır. Cem, kılınmasını ifâde eder.
dağınık bir durumda bulunan dikkat ve îslâm bilginleri hacca gidenlerin
ilgiyi tek noktada toplamak anlamına Arafat’ta öğle ile ikindi namazlarını
da gelir. Buna göre dikkat ve ilgisini öğle vaktinde Müzdelife’de ise akşam
Allah’ta yoğunlaştıran sûfı, zikreder­ ile yatsı namazlarını yatsı vaktinde bir­
ken yalnız “Allah” der, başka bir şey leştirerek kılmaları konusunda ittifak
söylemez ve görmez. Dikkat ve ilgisini etmelerine karşın yolcu ve mukim iken
Hakk’ın dışındaki varlıklara yönelten mazeretli ve mazeretsiz cem yapılması
kişi ise yaratıklardan başka bir şey gör­ konusunda ihtilaf etmişlerdir. Hanefî
mez. (M.C.) bilginler, Arafat ve Müzdelife dışında
CEM’U’L-KUR’ÂN cem’i câiz görmezlerken diğer bil­
ginler yolculukta cem yapmanın câiz
Kur’ân’m toplanması, mushaf hâli­
olduğunda ittifak, mukim iken ihtilaf
ne getirilmesi demektir. Hz. Peygamber
etmişlerdir.
(a.s.)’e inen âyetler; ince ve yassı taşla­
ra, kaburga kemiklerine, derilere, kağıt­ Pek çok sahih hadis; özellikle
lara, hurma dallarına vb. şeylere yazı­ seferi iken öğle ile ikindi, akşam ile
lıyor ve muhafaza ediliyordu. Âyetler, yatsı namazlarının birleştirilerek kılı­
inmeye devam ettiği için Peygamberin nabileceğini öngörmektedir. îbn Abbâs
sağlığında Kur’ân, mushaf haline geti­ (ö. 68/687), “Rasulüllah (a.s.) Tebûk
rilmemişti. Hz Peygamber (a.s.)’in Savaşı için yaptığı seferde öğle ile
vefatından altı ay sonra, Yemâme ikindi, akşam ile yatsı namazlarını bir­
savaşında birçok hâfızın şehit olması leştirerek kıldr demiştir. Hadis râvîle-
üzerine Hz. Ömer’in teşvikiyle Halife rinden Sa’d ibn Cübeyr (ö. 95/713), îbn
Hz. Ebû Bekir, Kur’ân-ı mushaf hali­ Abbas’a, Rasulüllah’ı namazları bir­
ne getirme kararı aldı ve bu görevi, leştirerek kılmaya sevk eden şey nedir,
Peygamberin Kur’ân’ı vahiy meleği diye sormuş, îbn Abbas da ümmetine
Cebrail’e son okuyuşunda hazır bulu­ zorluk olmamasını istedi cevabını ver­
nan, vahiy kâtibi ve hâfız olan Zeyd ibn miştir. (Müslim, Salâtü’l-Müsâfırîn, 51, 53)
Sabit’e verdi. Zeyd, titiz bir çalışma ile Yine îbn Abbas ‘‘Rasulüllah (a.s.)
Kur’ân’ı mushaf haline getirdi ve hali­ Medine'de (yolcu olmadığı), korku
feye teslim etti. Bu mushaf, Hz. Osman ve yağmur bulunmadığı halde öğle
zamanında yine Zeyd ibn Sabit’in baş­ ile ikindi akşam ile yatsı namazlarını
kanlığında Abdullah ibn Zübeyr, Sâid birleştirerek kıldr demiştir. Veki’ ibn
ibn As ve Abdurrahman ibn Hâris’den Cerrah (ö. 97/812) îbn Abbas’a, “bunu
oluşan bir komisyon tarafından çoğal­ niçin yaptı” diye sormuş, îbn Abbas
tıldı. Yeryüzündeki bütün mushaflar, bu da “ümmetine zorluk çıkarmamak için
ilk mushafların aynıdır. (İ.K.) yaptı” cevabını vermiştir. (Müslim, Saiâtü’i-
CEM’U’S-SALÂTEYN Musâfırîn, 54)
Fıkıh dilinde “iki namazı birleştir­ Örnek olarak verdiğimiz bu iki
mek” anlamına gelen bu tâbir; öğle ile hadis, seferilikle ve mukîm iken
ikindi namazlarının öğle veya ikinde Peygamber (a.s.)’in namazları birleşti-

91
rerek kıldığını ortaya koymaktadır. Her daha faziletli olduğunu söylemişlerdir.
namazı vaktinde kılma ile ilgili pek çok Mazeretsiz olarak cem’i câiz görenler
hadisin varlığı da dikkate alındığında de “alışkanlık haline getirmeme” şar­
şunu söylemek mümkündür: Mukîm tını koşmuşlardır. Bu sebeple seferde
iken her namaz vaktinde kılınmalıdır. ve hazarda cem’i mazeret ve ihtiyaç
Ancak zarûret ve ihtiyaç hallerinde hâline hasretmek daha isabetli ola­
öğle ile ikindi, akşam ile yatsı namaz­ caktır. Uygulaması şöyledir: Öğle ile
ları, cem-i takdim veya cem-i te’hir ile ikindi, akşam ile yatsının farzları, öğle
kılınabilir. Bu bir ruhsattır. Aralarında veya ikindi akşam veya yatsı vaktinde
bazı görüş farklılıkları bulunmakla peş peşe, ara vermeden kılınır, iki farz
birlikte Mâliki, Şâfıî ve Hanbelî bil­ arasındaki sünnet kılınmaz, başka bir
ginler yağmur, çamur, şiddetli rüzgar şeyle meşgul olunmaz. (l.K.)
ve karanlık gibi bir mazeret sebebiyle CEMAAT
mükîm iken camide cemâatle namaz
Sözlükte “insan topluluğu” anla­
kılacak kimseler için cem’i câiz gör­
mına gelen cemaat, dinî bir terim
müşlerdir. Mukîm iken cem konusunda
olarak, ashap, müçtehit imamlar veya
en musâmahah görüş sahipleri, Hanbelî
her devirdeki Müslümanların büyük
bilginlerdir. Onlara göre; emzikli
çoğunluğu anlamlarına gelen ve Ehl-i
kadın, hasta olan, idrarını tutmakta
sünnet için kullanılan bir tabirdir.
zorluk çeken, zayıf ve halsiz ihtiyar,
Ayrıca, Müslümanların din kardeşliği
kör ve sağır, canına, malına, işine ve
esasına dayalı olarak gerçekleştirdikle­
ırzına zarar gelmesinden korkan kimse
ri ve katılmak zorunda oldukları birlik,
cem yapabilir. Herhangi bir sebeple
beraberlik anlamında da kullanılmakta­
namaz vaktinde kılınamayacaksa cem dır. (bk. Tefrika)
yapılmalıdır.
Fıkıh terimi olarak ise, namaz­
Yolculukta, mazeret olsun olmasın da imama uyanlar; namazı imamla
cem yapmak câizdir. Hanefî bilginler, birlikte kılan topluluk manasına gel­
hadislerde geçen cem’i şeklî cem ola­ mektedir. Cemaatle namaz kılma, Hz.
rak yorumlamışlardır. Şeklî cem; öğle Peygamber devrinden itibaren teşvik
ve akşam namazlarını son, ikindi ve edilmiş ve İslâm’ın şiarından sayılmış­
yatsı namazlarını ilk vaktinde kılmak­ tır. Hatta bazı ibadetler için cemaat şart
tır. Ancak bu, gerçekte cem değil, her koşulmuştur. Hz. Peygamber cemaat­
namazı vaktinde kılmaktır. le namazı teşvik etmek maksadıyla,
Caferîler, öğle ile ikindi namazla­ cemaatle kılınan namazın, tek başına
rını öğle; akşam ile yatsı namazlarını kılınan namazdan yirmi yedi derece
akşam vaktinde kılmayı sürekli hâle daha faziletli olduğunu belirtmiştir
getirmişlerdir. Bu uygulama, beş vakit (Buhârî, Sahih, Ezan, 30; Müslim, Mesâcid, 42).
namazın üç vakitte kılınması gibi bir Cemaatle kılınan namazlar esas iti­
sonuç doğurmuştur. Bu durum, her bariyle farz namazlardır. Günlük beş
namazı vaktinde kılmayı öngören vakit kılınan farz namazların cema­
hadislere ters düşmektedir. atle kılınması sünnet-i müekkededir.
Cem’e cevaz veren bilginler, cem-i Ancak, tek başına da kılınabilir. Cuma
terk edip her namazı vaktinde kılmanın ve bayram namazları cemaatle kılınır;

92
tek başına kılınamaz. Terâvîh namazı sıfatı Allah’ın söz, fiil ve işlerinin iyi
dışındaki sünnet ve nafile namazlar ve güzel, O’nun iyilik ve ihsan sahibi
cemaatle kılınmaz. Terâvîh namazı ise, olduğunu ifade eder. Allah’ın her eseri,
tek başına kılınabileceği gibi cemaatle her yaptığı ve her davranışı güzeldir.
de kılınabilir. Vacip olan vitir nama­ O’nun kazası, kaderi, emir ve
zı, sadece Ramazan ayında cemaatle yasakları, helal ve haramları, hüküm
kılınabilir. ve tavsiyeleri kısaca her şeyi güzeldir,
Hz. Peygamber, müezzin kâmet lütfü da hoştur, kahrı da... (Î.K.)
getirmeye başlayınca veya farz namaza CEMRE
durulunca başka namaz kılınmayacağı-
Sözlükte “çakıl taşı, kor parçası”
ni bildirmektedir (Buhârî, Ezan, 38; Müslim,
gibi anlamlara gelen cemre, bir fıkıh
Müsâfırîn, 63-64). Buna göre, camiye gelen
terimi olarak, haccedenlerin kurban
kimse, farz namazın kılınmaya başlan­
bayramı günleri Mina’da, halk ara­
mış olması halinde, vaktin sünneti de
sında şeytan diye isimlendirilen yer­
olsa nafile namaza durmaması gere­
lere attıkları küçük taşların her birini
kir. Sünnete başladıktan sonra cema­
ifade etmektedir. Ayrıca taşların atıldı­
atin farza durması halinde, iki rekat
ğı üç ayrı yere de cemre denmektedir.
tamamlanınca selam vererek imama
Cemrelerden Mekke yönündeki ilkine
uyar. (İ.P.)
büyük cemre (Cemre-i Akabe), İkin­
CEM-İ TAKDİM cisine orta cemre (Cemre-i Vustâ) ve
Seferi iken veya ihtiyaç ve maze­ üçüncüsüne de küçük cemre (Cemre-i
ret halinde mukim iken öğle ile ikin­ Ulâ) adı verilir. Bu yerlere taş atmaya
di namazlarını öğle vaktinde; akşam da remy-i cimar denir. Halk arasında
ile yatsı namazlarını akşam vaktinde şeytan taşlama olarak da isimlendirilen
birleştirerek kılmaktır, (bk. Cem’u bu fiil, haccın vaciplerindendir.
Salâteyn) (Î.K.) Bayramın birinci günü, sadece
CEM-İ TE’HÎR Akabe cemresine yedi taş atılır. Bu taş
Seferi iken veya ihtiyaç ve maze­ atmanın zamanı, tan yerinin ağarmasın­
ret halinde mukim iken öğle ile ikin­ dan başlar, ertesi günün tan yeri ağar­
di namazlarını ikindi; akşam ile yatsı masına kadar devam eder. Bayramın
namazlarını yatsı vaktinde kılmaktır, ikinci ve üçüncü günleri, her üç cem­
(bk. Cem’û Salâteyn) (Î.K.) reye yedişer taş atılır. Bu iki günde taş
atma zamanı, zeval vaktinden başlayıp
CEMİL ertesi gün tan yerinin ağarmasına kadar
Şekli, yaratılışı ve ahlâkı güzel devam eder. Bayramın ikinci ve üçüncü
olmak anlamındaki “c-m-1” kökünden günü Mina’da kalınması halinde, dör­
türeyen cemîl; iyilik ve güzellik sâhibi, düncü günü de, her üç cemreye yedişer
güzel, ihsan ve iyilik demektir. taş atılır. Güneşin batmasıyla taş atma
Allah’ın sıfatı olarak îbn Mâce’nin zamanı sona erer.
el-esmâüT-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde Atılacak taşların nohuttan büyük,
geçmiştir (Dua, 10, ıı, 1270). ‘‘Allah güzel­ cevizden küçük olması tavsiye edilmiş­
dir, güzeli sever" (Müslim, Birr, 57). Bu tir. Taşların Müzdelife’den toplanması

93
müstehaptır. Temiz olmayan yerlerden taları ziyaret ederek onlara Allah’tan
taş alınmamalıdır. Taşlamanın sahih şifa, sıhhat ve afiyet dilemek, sabır ve
olması için, taşların cemreye el ile atıl­ tahammül tavsiye etmek, dünya hayatı­
ması; atılan şeyin yeryüzü cinsinden nı terk etmek üzere olan hastaları kıble­
olması; taşların teker teker atılması; atı­ ye çevirip, onlara şahadet telkin etmek
lan taşların taş yığınının üzerine veya tavsiye edilmiş, vefat hadisesi gerçek­
yakınına düşmüş olması; gücü yetenle­ leşince ölüyü yıkamak, kefenlemek,
rin taşları kendilerinin atması ve vakti namazını kılmak, kabre kadar taşımak,
içinde atılması gerekir. Atılan taş yeri­ defnetmek ve ölü için dua etmek de
ne ulaşmaz veya uzağa düşerse, yerine sosyal görev olarak kabul edilmiştir.
başkası atılır. Taşlar vaktinde atılmazsa Ayrıca ölen bir Müslüman’ın ardın­
ceza kurbanı gerekir. dan Allah’tan rahmet dilemek, hayırla
Taşları bizzat atamayacak kadar yad etmek ve iyiliklerinden bahsetmek
hasta, yaşlı ve sakat olanlar, uygun dinimizin tavsiye ettiği davranış biçi­
kişileri vekil tayin ederek taşlarını midir. Ölü için kötü sözler sarf etmek
attırırlar. veya arkasından varsa kötülüklerini
Hacılar birinci gün Akabe cemresi­ açıklamak ise, İslâm’ın hoş görme­
ni attıktan sonra, kurbanlarını kesebilir, diği bir hareket tarzıdır. Nitekim Hz.
tıraş olup ihramdan çıkabilir, Kabe’yi Peygamber, ölülerimizi hayırla anma­
tavaf ve sa’y etmeye gidebilirler. (Î.P.) mızı bizlere tavsiye etmiştir.
CENABET Son nefesine yaklaşmış ve ölmek
üzere olan kişiye muhtazar; ölen kişi­
Bazı temel ibadetlerin yerine geti­
ye meyyit; ölü için genel olarak yapıl­
rilmesine engel olan manevî kirlilik
ması gereken hazırlıklara teçhiz; ölü­
hali, gusül etmeyi gerektiren durum,
nün yıkanmasına gasil; kefenlenmesine
cünüplük anlamına gelmektedir, (bk.
tekfin; musallâya ve namazdan sonra
Cünüplük) (Î.P.)
kabristana taşınmasına teşyî’ ve kabre
CENAZE konulmasına da defin denir.
Cenâze, ölü, anlamına gelmektedir. Ölen bir Müslüman’ı yıkamak,
Her canlı ölümü tadacaktır (Âı-i imrân, kefenlemek, onun için namaz kılıp dua
3/185; Enbiyâ, 21/35). Doğum gibi ÖİÜm de, etmek ve kabre gömmek Müslümanlar
AllâhTn değişmez sünneti, tabiî bir için farz-ı kifayedir. (İ.P.)
olaydır. Fakat İslâm inancı bakımın­
CENÂZE NAMAZI
dan ölüm bir son değil, yeni bir hayatın
başlangıcıdır. Dinimizde insan, dünya Cenâze için dua olan cenâze nama­
hayatında da, ölümünden sonra da say­ zı, farz-ı kifayedir; yalnız bir erkeğin
gıya layıktır. Ölüye gösterilen bu saygı, veya bir kadının bu namazı kılma­
ölünün yakınlarına bir teselli mahiyeti sıyla farz yerine getirilmiş olur. Ebû
taşıdığı gibi, ölümün hiçlik olmadığını Hanife’ye göre, cenâze namazı, Allâh’a
da anlatma amacına yöneliktir. övgü, Rasulullah’a salavât ve ölüye
İslâm dini, sosyal dayanışma, ada­ duadan ibarettir.
let ve yardımlaşmaya büyük önem Cenâze namazı rükû ve secdesi
vermiştir. Bu çerçeveden olarak, has­ olmayan bir namazdır; rükünleri kıyam

94
ve tekbirdir. Cenâze namazında iftitah Müslümanın ölen bir müslümana
tekbirinden başka, üç tekbir bulunmak­ karşı görevlerinden olan cenazeyi yıka­
tadır. Selam vermek vaciptir. Sünnetleri ma, kefenleme, namazını kılma ve def­
ise, Allâh’a hamd ve senâ etmek, netmenin bir amacı da hayatta kalan­
Rasulullah’a salât ve selam getirmek, lar için ölümü ve âhireti hatırlamak
hem ölüye hem de Müslümanlara dua ve ölümden ibret almaktır. Bu itibarla
etmekten ibarettir. cenaze törenlerinde, bağırıp çağırmayı
Cenâze namazında taharet, kıble­ ve feryat emeyi îslâm, uygun görme­
ye yönelmek, setr-i avret ve niyet gibi diği gibi cenazenin taşınması ve defni
şartlara riâyet edilir. îslâm âlimlerinin esnasında alkış tutmayı da uygun gör­
çoğunluğuna göre, kerahet vakitleri de mez, îslâm kültür tarihinde böyle bir
dahil günün her saatinde cenâze namazı davranış da olmamıştır. (Î.P.)
kılınabilir. CENİN
Namazı kılınacak cenâzenin Sözlükte “gizli olan şey, anne kar­
Müslüman olması, yıkanıp kefenlen­ nındaki çocuk” gibi anlamlara gel­
miş olması, cemaatin önünde sabit bir mektedir. Çoğulu ecinnedir. Kur’ân-ı
yere konmuş olması, bedeninin tamamı Kerim ve hadislerde, henüz doğmamış
veya yarıdan fazlası, yahut başı ile bir­ anne karnındaki çocuk anlamında kul­
likte en az yarısının bulunması gerekir. lanılmıştır (bk. Necm, 53/32; Buhârî, Feraiz, 11;
Canlı olarak doğan çocuk yıkanır ve Müslim, Kasame, 35, 36, 38).
cenâze namazı kılınır. Birkaç cenâ­ Anne karnındaki cenin, bir yönden
ze bir araya gelmiş olursa, bunların anneye bağlı, onun bir parçası, diğer
namazlarının ayrı ayrı kılınması daha yönden ise, kendine ait hayatiyeti olan
iyidir. Bununla birlikte, hepsine birden müstakil bir varlıktır. Bu iki yönü dik­
bir namaz kılmak da yeterli olur. kate alınarak, cenine hak sahibi olabil­
Cenâzeye karşı ve kıbleye yöne­ meye ve borç altına girebilmeye elve­
lik olarak saf bağlanır ve niyet edilir. rişli kamil bir ehliyet tanınmamıştır.
İmam tekbir alarak ellerini bağlar; Bununla birlikte kendine ait hayatiyeti
cemaat da tekbir alarak ellerini bağlar. olan müstakil bir varlık olduğu, sağ
Tekbirden sonra imam ve cemaat içle­ olarak doğup yaşaması ihtimali dikkate
rinden, “ve celle senâüke” cümlesiyle alınarak, eksik bir vücup ehliyeti tanın­
birlikte “Sübhaneke” duasını okurlar. mıştır. Bununla doğum zamanına kadar
Ardından imam ellerini kaldırmadan zayi olması muhtemel birtakım hakla­
tekbir alır, cemaat da içinden tekbir alır rın, cenin için saklı tutulması amaçlan­
ve hepsi içlerinden “Salli” ve “Barik” mıştır. Bu ehliyetle cenin, sadece men­
dualarını okur. Tekrar aynı şekilde tek­ faatine olan ve kabule ihtiyaç duyma­
bir alırlar ve bilenler cenâze duasını, yan miras, vasiyet, vakıfta lehtar olmak
bilmeyenler de, dua niyetiyle “Fatiha” gibi bazı haklara sahip olur.
sûresini veya başka bir dua okur. Daha Hanefî âlimlerine göre, annesinin
sonra yine aynı şekilde tekbir alınır ve karnında iken cenine intikal eden mal­
arkasından sağa ve sola selam verilir. lar, yed-i emine verilir. Yed-i emin,
Böylece namaz tamamlanmış olur. o malları muhafaza eder. Hanefîlerin

95
dışındaki fakihlere göre ise, cenin için söz işitilmeyen sonsuz nimet ve güzel­
bir vasî veya velî tayin edilir. likler (Nebe, 78/35) bulunduğu Kur’ân’da
Ceninin söz konusu haklardan isti­ bildirilmektedir. (F.K.)
fade edebilmesi için, miras bırakan CENNETÜ’L-BAKÎ’
öldüğünde veya lehine vasiyet ve vakıf Sözlükte çeşitli ağaç kalıntıları
yapıldığında anne karnında mevcut ve bitkiler bulunan bahçe anlamına
olması ve sağ olarak doğması gerekir. gelen “Cennetü’l-Bakî”; Medine’de
Ceninin sağ doğması gerçek anlamda Mescid-i Nebevî’nin doğu tarafın­
olabileceği gibi, bir haksız fiil sonucu da bulunan mezarlığa verilen bir
ölü doğması şeklinde takdiri de ola­ isimdir. Bu mezarlığa ilk defnedilen
bilir; bu şekilde ölü doğan çocuk sağ Peygamberimizin süt kardeşi Osman
doğmuş gibi kabul edilir. Miras ve ibn Maz’un’dur. On bin civarında
vasiyet yoluyla intikal eden mallar ile sahâbî bu mezarlığa defnedilmiştir.
haksız fiili yapan kimsenin ödeyeceği Hz. Osman, Peygamberimizin amcası
tazminat (gurre) da çocuğun mirasçı­ Hz. Abbas, halası Hz. Safiye, süt anne­
larına intikal eder. (Î.P.) si Halime, eşi Hz. Aişe, oğlu İbrâhim,
CENNET İmâm Mâlik de burada medfundur.
Sözlükte “bitki ve ağaçlarla örtü­ (İ.K.)
lü yer ve bahçe” anlamına gelen cen­ CENNETÜ’L-MUALLÂ
net, din literatüründe, îmân edip sâlih Sözlükte “yüceltilmiş bahçe”
amel işleyenlere, ahirette vaad edilen anlamına gelen “Cennetü’l-Mualla”;
nimet ve mükafât yurdu demektir. Mekke’de Beytullah’ın iki kilometre
Kur’ân-ı Kerim’de cennet için çeşitli kuzeyinde bulunan mezarlığın adıdır.
isimler kullanılmıştır: adn cenneti, fir- Peygamberimizin dedesi, amcası ve eşi
devs cenneti, naim cenneti, dâru’l-huld Hatice burada medfundur. (İ.K.)
(ebedilik yurdu), dâru’s-selâm (esenlik
CERH VE TA’DÎL
yurdu), dâru’l-mukame (ebedî durula­
cak yer) ve makâm-ı emîn (güvenilir Sözlükte “yaralamak, ta’n etmek”
makam). anlamlarına gelen cerh, terim olarak,
Cennette; bakanlara hoş görünen, hadis râvisinin, adalet ve zabt yönle­
içenlere zevk veren nehirler ve sular, rinden sahip olduğu kusurlu vasıfları
süzme baldan ırmaklar (Muhammed, 47/15), dolayısıyla tenkid edilip reddedilmesi­
tatlı su pınarları (insan, 76/18), sarhoş dir. Cerh edilen râviye mecruh denir.
etmeyen, içenlere zevk veren ve bem­ Mecrûh bir râvinin hadisi zayıf sayılır.
beyaz bir kaynaktan çıkan içkiler (sâffât, Tezkiye etmek, bir kimsenin adalet­
37/45-47), çeşitli meyveler, hurmalar, nar li olduğunun açıklanması anlamına
ağaçlan (Rahmân, 55/60), bağlar (Nebe, 78/32), gelen ta ’dil ise, hadis ıstılahında, râvi­
sedir ağaçları ve salkımdı muz ağaçları nin âdil ve zâbıt olduğuna karar veri­
(Vâkı’a, 56/28-29), ince ve kalın ipek elbi­ lerek, rivâyetlerinin sahih olduğunu
seler (Kehf, 18/31; İnsan, 76/21), altın SÜSİer bildirilmesidir.
(Kehf, 18/21, Hac, 22/23; Fâtır, 35/33), güzel Cerh ve tadil, hadis ilminin en
meskenler, hiçbir yorgunluk ve zahmet önemli konulanndandır. Gayesi, hadis­
vermeyen (Hicr, 15/47-48), boş ve yalan leri zayıflarından ayırmaktır. Nihâî

96
hedefi ise dini korumaktır. Cerh ve Cehâletu’r-râvî: Râvinin, bilinme­
ta’dil olmadan hadislerin değeri tespit yen bir isimle anılması ya da rivâyeti
edilemez. Hadisin değeri, diğer etken­ az olduğu için tanınmayıp, adalet ve
lerden önce, hadisi nakleden râvîlerin zabtının bilinmemesidir. Bu durumda­
güvenilir olup olmadığına bağlıdır. ki bir râvî, cerh veya ta’dil edilemediği
Cerh ve ta’dil bakımından râvîler, için meçhul dur. Meçhûl râvînin adaleti
metâin-i aşere ya da ta’n sebepleri tespit edilemedikçe hadisi kabul edil­
denilen on konuda incelenirler. On mez, araştırma maksadıyla yazılabilir.
kusurdan birisi ile tenkid edilen râvî Zabtla ilgili olanlar da şunlardır:
mecruh sayılır ve hadisi reddedilir. Gaflet (Fart-ı gaflet): Râvînin dik­
Cerh ve ta’dile konu olan kusurla­ katsizliği veya dalgınlığı demektir.
rın beşi adaletle, diğer beşi de zabtla Râvî’nin, dikkat göstermesi gerek­
ilgilidir. li yerlerde gaflet etmesi, rivâyetinin
Adaletle ilgili olanlar şunlardır: kabul edilmemesine sebep olur.
Kizbu’r-râvi: Râvînin, hadis rivâ- Fuhş-ı galat (Kesret-i galat):
yetinde yalan söylediğinin ortaya çık­ Râvînin rivâyette çok yanılmasıdır.
masıdır. Hadis rivâyet ederken yalan Hadis imamları bu durumu, hadisleri
söylediği tespit edilen bir râvînin rivâ- yok eden en büyük tehlikelerden biri
yeti, tevbe etse bile kabul edilmez. olarak görmüşlerdir. Bu nedenle rivâ-
Yalancı râvînin hadis rivâyeti uydurma yetinde sürekli yanlışlık yapan, yalan­
(mevzû) sayılır. cılıkla itham olunan kimse ile aynı
İttihâmu’r-râvî bFl-kizb: Râvînin tutulmuş, her ikisinin rivâyeti de terk
yalancılıkla suçlanmasıdır. Hadis rivâ- edilmiştir.
yetinde yalanı tespit edilmese bile Vehim: Râvînin zanna dayalı olarak
günlük hayatta yalan söylemesi, râvî­ hataya düşmesidir. Mürsel veya mun-
nin yalancılıkla ittihamına sebep teşkil katı olan hadisi muttasıl rivâyet etmek,
eder. Bu durumdaki râvî tevbe etme­ bir hadisin metnini bir başka hadisle
dikçe rivâyeti kabul edilmez. Tevbeden birleştirmek gibi hatalar bunlardandır.
sonraki rivayetleri, güvenilir râvîlerin Vehim isnadda da olsa, metinde de olsa
rivâyetlerine uygun olması şartıyla cerh sebebidir. Vehim anlaşılmasından
kabul edilir. itibaren hadis sahihliğini kaybeder,
Fısku^r-râvi: Râvînin günah işle­ illetli hale gelir.
mesi, dinî emir ve yasaklardan her­ Muhalefetu’s-sîkât: Sika bir râvî­
hangi birine uymaması anlamına gelir. nin, kendinden daha sika olan râvînin
Böyle bir râvînin hadisi reddedilir. rivâyetine veya birden çok sayıdaki
Tevbe etmesi halinde muhaddislerin kendisi gibi sika râvîlerin ortak rivâ­
çoğunluğuna göre rivayeti kabul edilir. yetlerine aykırı rivâyette bulunması­
Bid’atu’r-râvî: Râvinin, küfrü dır. Bu şekilde aykırı rivâyeti olan bir
gerektirmeyecek şekilde îslâm Dini’nin râvînin hadisine, sika topluluğun ya da
prensiplerine aykırı görüşler ileri sür­ daha sika olan tek râvînin rivâyeti ter­
mesidir. Bu tür görüşlerin propaganda­ cih olunur. Sikalara muhalefet hadiste
sını yapan bid’atçının hadisi reddedilir. zayıflık sebebidir.

97
Sû-i hıfz: Râvînin hafızasının zayıf Hz. Peygamber’in şu hadisleri bun­
olması, bundan dolayı sık sık yanılma­ lara örnektir: “Ameller, niyetlere göre­
sıdır. Hafızası zayıf olan râvînin rivâ- dir.” (Buhârî, îmân, 41; Müslim, İmare, 155);
yeti kabul edilmez. (A.G.) “Allah "a inandım de, sonra dosdoğru
CERH-Î MÜBHEM ol!” (Müslim, îmân, 62); "‘Zarar vermek
Sebebi belirtilmeyen cerhe denir. de, zarara karşı zararla mukabelede
(bk. Cerh ve Ta’dîl) (A.G.) bulunmak da yoktur. ” (İbnMâce, Ahkâm, 17)
CERH-Î MÜFESSER Bu tür hadisleri toplayan eserler yazıl­
Sebebi açıklanan cerhe denir, (bk. mıştır. Kaffal eş-Şâşî’nin (ö. 365/976),
Cerh ve Ta’dîl) (A.G.) “Cevâmiu ’l-Kelim” ve îbn Receb’in
(ö. 795/1392), “Câmiu’l-Ulûm ve’l-
CEVÂD (Sahıyy)
Hikem” adlı eserleri bunlardandır.
îyi olmak, iyi yapmak, iyi söyle­
(A.G.)
mek, ikram, in’am ve ihsan etmek ve
yağmur çok olmak anlamındaki “c-v- CEVAZ
d” kökünden türeyen cevâd. cömert, Caiz kavramının mastarı olan cevaz,
serî, çabuk ve soylu at; cömert olmak caizlik, caiz olma, mubahlık ve serbest­
anlamındaki “s-h-v” kökünden türeyen lik anlamlarına gelmektedir, (bk. Caiz)
sahıyy ise cömert demektir. (ÎH)
Allah’ın sıfatı olarak cevâd ve
CEVHER
sahıyy kelimeleri Tirmizî’nin rivâyet
ettiği bir hadiste geçmiştir. “Allâh.... Sözlükte “bir şeyin özü, esası, kıy­
cömerttir, (cevâd, sahıyy) cömertliği metli taş, çelik üzerindeki nakış ve nok­
sever” (Tirmizî, Edeb, 41, IV, 112). talı harf’ anlamına gelmektedir. Felsefe
Her iki kelime eş anlamda kullanıl­ ya da kelâm ilminde ise cevher kavra­
mıştır. Allah’ın bu vasfı; O’nun kul­ mı, boşlukta bizzat yer tutan ve ger­
larına ikram ve ihsanının çok ve bol çekleşmesi için başka bir şeye ihtiyacı
olduğunu ifade eder. Allah, dilediğine olmayan şey’dir. Mahiyet bakımından
hesapsız derecede rızık verir; Allah, cevher; cevher-i ferd ve cevher-i ulvî
cömerttir, cimri değildir. (İ.K.) olmak üzere iki kısımdır. Cevher-i
CEVÂMÎU’L-KELİM ferd; Parçalara ayrılabileceği tasavvur
“Cevâmî”, “câmî” kelimesinin, edilmeyen zerre ve atom gibi şeylerdir.
“kelim” de “kelime” sözcüğünün çoğu­ Cevher-i ulvî ise; en yüksek cevher,
ludur. Câmi, toplayıp bir araya geti­ felekler, ateş gibi şeylerdir. (F.K.)
ren; kelime ise, “söz” anlamına gelir. CEVR
“CevâmiuT-kelim”, terim olarak, Hz.
Peygamber’in az sözle çok mânâ ifade Sözlükte “meyletmek, yoldan sap­
etme özelliğini belirtmektedir. Hz. mak, doğru yoldan çıkmak ve zulmet­
Peygamber, diğer Peygamberlerden mek” demektir. Kur’ân’da bir âyette
farklı özelliklerini açıkladığı bir hadis­ (Nahi, 16/9) isim şekli olan câir kelimesi
te, "‘ben, cevâmiu ’l-kelim olarak gön­ kullanılmıştır. Câir, doğru yoldan sapan
derildim” buyurmuştur (Buhârî, Cihad, 122). kimse anlamındadır. (İ.K.)

98
CEZA bir tasnife tabi tutulmaktadır, (bk. Had
Sözlükte “bir şeyin bedeli, karşılığı; Cezaları; Kısas; Diyet ve Tazir)
iyi veya kötü olan bir fiil veya davra­ Cezaî müeyyidelerin nitelik ve ilke­
nışın tam ve yeterli karşılığını vermek” leri, kanûnî ve şahsî olması; genel ve
anlamlarına gelmektedir. Kur’ân-ı sürekli olması; yetkili kişiler tarafından
Kerim’de, hem iyi, hem de kötü fiil ve uygulanması; caydırıcı olması ve uygu­
davranışın karşılığı olarak ceza tabi­ lanabilir olması; suç-ceza dengesinin
ri kullanılmıştır. Kur’ân’da, iyilerin, gözetilmesi ve cezalandırmada adalet
Allâh’ın emirlerine uyup yasaklarından ve Hâkkaniyet ölçülerine riâyet edilme­
sakınanların ahirette mükâfatlandırıla- si şeklinde sıralanabilir. (I.P.)
cağı, kötülerin, günahkârların, yalancı­
CEZBE
ların, kibirlilerin de cezalandırılacağı
belirtilmiştir (bk. Âl-i İmrân, 3/144, 145; Nahl, Sözlükte “çekmek” anlamına gelen
16/31; En’âm, 6/120; A’râf, 7/147).
cezbe, tasavvufta, Allah’ın kulu kendi­
ne çekmesi ve yüce huzuruna yükselt­
Bir fıkıh terimi olarak ise, hukuk
mesi demektir. Cezbe Allah’ın sevdiği
düzeni tarafından, suçluya dünyada
kulunun kalbinden perdeyi kaldır­
uygulanacak maddî ve manevî müey­
ması ve gayreti olmadan onu manevî
yideyi ifade etmektedir. Hukuka aykırı
makamlara çıkarmasıdır. Cezbe, kulda
davranışlar, toplumun emniyetini ve
istikâmet ve ibadet arzusu doğura­
düzenini ihlal eden bir suç olduğun­
rak ona belâ ve musibetlere dayanma
da, fertleri hukuka uygun davranmaya
gücü kazandırır. Kul cezbe sırasında
zorlayan müeyyide, bu fiile uygun bir
Allah’ın dışında her şeyi unutarak ken­
ceza olur. Bu cezalar, hayata, bedene,
dinden geçer ve kulluğundan habersiz
şahsiyete, mal varlığına veya suçlunun
hale gelir, vecd ve istiğrak haline girer.
temel hak ve hürriyetlerine yönelik ola­
Zikir, sohbet ve semâ toplantılarında
bilir ya da teşhir ve terzil gibi manevî
kalbine doğan şeylere dayanamıyarak
olabilir. Bazen bu cezaların birkaçı
kendinden geçen, gayri ihtiyarî sıçra­
birleştirilebilir.
yıp bağıran kimselerin davranışlarına
Cezalandırmanın amacı, genel­ da cezbe denilmektedir. (M.C.)
de suçun aleniyetine ve yayılmasına
engel olarak toplum vicdanını ve sosyal CÎBT
yapıyı korumak, hukuka kuvvet kazan­ Put demektir. Kâhinlere de cibt
dırmak ve bu sûretle fertleri hukuka denir. Tağut ile eş anlamdadır. Allah’tan
uygun yaşamaya mecbur etmektir. başka tapılan canlı ve cansız bütün var­
Bunun yanında, hukuka aykırı dav­ lıklara verilen bir isimdir. Kelimenin
ranışta bulunan kişinin te’dibi, gayri aslı cibsâir. Cibs, habîs, alçak demek­
kanunî davranışa meyleden kişiyi bu tir. Cibt kelimesi Kur’ân’da bir âyette
niyetinden caydırma, keffaret, tasfiye, geçmiştir: ^Kendilerine kitaptan bir
zarar görenin tatmini ve zararın gideril­ pay verilenleri görmedin mi? Onlar
mesi olarak sıralanabilir. puta ve tağuta îmân ediyorlar ve inkâr
Fıkıh literatüründe cezalar, nass- edenlere; "'Bunlar îmân edenlerden
larla belirlenip belirlenmediğine göre daha doğru yoldadır ” diyorlar” (Nisâ,
had, kısas ve tazir cezaları şeklinde 4/51). (Î.K.)

99
CİHÂD Geriye kalan on dört âyetten iki­
Sözlükte “gayret etmek, bir işi yapa­ sinde Sözlük anlamında (Ankebût, 29/8;
bilmek için bütün imkânları kullan­ Lokmân, 31/15), On âyette (bk. Mâide, 5/35,69;

mak” anlamına gelen “cihâd” kavramı; Hac, 22/78; Nahi, 16/no...) mutlak anlamda

Kur’ân ve hadislerde; Allah yolunda kullanılmıştır. Özellikle Mekke’de inen


savaşmak anlamını ifade ettiği gibi dini âyetler; İslâm’ın bilinmesi, tanınması,
öğrenmeyi, dinin emir ve yasaklarına yaşanması ve yücelmesi için gösterilen
uymayı, haram ve günahlara karşı nefis çabayı ifade eder.
ile mücadele etmeyi, İslâm’ın bilinme­ “Ey peygamber! Kafirlere ve
si, tanınması, yaşanması ve yücelmesi münafıklara karşı cihat et ve onla­
için çalışmayı da ifade eder. ra karşı çetin ol...” (Tevbe, 9/73; Tahrîm,
66/9) anlamındaki âyette Peygambere
“Cihâd” kavramı; Mekke dönemin­
emredilen münafıklarla savaş, “kıtâl”
de İslâm’ın tebliğ edilmesi ve dinin
anlamında savaş değildir. Dolayısıyla
emir ve yasaklarının yerine getirilmesi
âyetteki cihâd kavramı; münafıklarla
anlamında kullanılmış; Medine döne­
hak uğrunda dil ile mücadele etmek,
minde ise fiili savaşların yapılmaya
İslâm gerçeği ile ilgili delilleri anlat­
başlanması ile “kıtâl/savaş” anlamını
mak, fitne ve fesatlarına engel olmak
da içermeye başlamıştır. Bunu hem
anlamındadır.
Kur’ân’da hem de hadislerde görmek­
teyiz. Mekke’de ve henüz fiili savaşa izin
verilmeyen bir dönemde inen Furkân
“Cihâd” kavramı ile ilgili otuz bir sûresinin, “Öyle ise kafirlere itaat etme,
âyetten onyedisi savaş bağlamında ve onlara karşı bu Kur’ân ile büyük bir
çoğunlukla Hz. Peygamber ve asha­ cihatta bulun” anlamındaki 52. âye­
bının savaşlarının söz konusu edildi­ tinde geçen ‘"kâfirlere karşı Kur fân ile
ği Enfâl ve Tevbe sûrelerinde, ayrıca büyük cihat”, harp meydanında fiilen
Bakara, Âl-i îmrân, Nisâ, Muhammed savaşmayı değil, onlara karşı Kur’ânî
ve Mümtehine sûrelerinde geçmekte delillerle mücadele etmeyi, onlara
ve Allah yolunda malları ve canla­ boyun eğmemeyi ifade eder.
rıyla cihâd edenler övülmekte, onlara
Yine İslâm düşmanlarıyla fii­
Allah’ın rahmeti, mağfireti, mükâfatı
len savaşa izin verilmeden önce
ve cenneti va’d edilmektedir. İmanları
inen,“Bizim uğrumuzda cihat edenler
uğrunda hicret edenler ve bunlara var ya, biz onları mutlaka yollarımı­
yardım edenler, gerçek müminler ola­ za ileteceğiz. Şüphesiz Allah mutlaka
rak nitelendirilmektedir (Bakara, 2/218; yararlı işleri en güzel biçimde yapan­
Nisâ, 4/95-96; Enfâl, 8/74). Tevbe Sûresinin
larla beraberdir” (Ankebût, 29/69) anla­
20. âyetinin meâlini örnek olarak mındaki âyette geçen ""Allah yolunda
zikredebiliriz: cihâd; düşmanlarla fiilen savaşmayı
“İman edip hicret eden ve Allah değil, Allah’ın dinine yardım etmeyi,
yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat İslâm’a karşı çıkanlarla en güzel şekil­
eden kimselerin mertebeleri, Allah de mücadele etmeyi, zulmü önlemeyi,
katında daha üstündür. İşte ancak onlar, emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ‘anil-mün-
başarıya erenlerdir.” ker görevini yapmayı ve Allah’a itaat

100
edebilmek için nefisle mücadele etmeyi yan nefisle mücadele etmeyi, İslâm’ın
ifade eder. bilinmesi, yücelmesi, emir ve yasak­
Bu âyetler, cihâdın İslâm’ın doğu­ larına uyulması için gösterilen çabayı
şundan beri var olduğunun ve sadece ifade eden hadislere yer verildiğini
savaş anlamına gelmediğinin delilidir. görüyoruz. Bu da “cihâd” kavramı­
Medine döneminde müşriklerin müs- nın “harb, gazâ ve kıtal” kavramları
lümanlara saldırıları ve savaş açmaları ile özdeş olmayıp çok daha geniş bir
sebebiyle fiili savaşa izin verilmesi ve içerikle kullanıldığını görmekteyiz.
savaş yapılması üzerine “cihâd” kav­ Mesela,
ramına, ağırlıklı olarak savaş anlamı “Allah ’ı inkâr edenlerle savaşın”
yüklenmiş ve bu anlamda algılanmaya (İbn Mâce, Cihâd, 38, II, 953)
başlanmıştır.
“Kim Allah ’ın kelimesinin yücelme­
Mâide sûresinin 54., Hucurât sûre­ si için savaşırsa o, Allah yolundadır”
sinin 15. ve Sâf sûresinin 11. âyetlerin­ (Buhârî, Cihâd, 15, III, 206)
de geçen Allah yolunda cihâd”, Allah
“Allah yolunda öldürülen kimse
sevgisine mahzar olan, kurtuluşa eren,
şehittir” (ibn Mâce, Cihâd, 17, ıı, 937-938) anla­
özünde, sözünde ve işlerinde dürüst
mındaki doğrudan savaş ile ilgili hadis­
müminlerin niteliği olarak zikredil­
miştir. Allah’ın övdüğü bu kimseler; ler ve benzerlerine cihâd bölümünde
sadece Allah yolunda fiilen savaşanlar yer verilmiştir.
değil, İslâm’ın bilinmesi, tanınması, Allah’a itaat konusunda nefsi ile
yücelmesi, emir ve yasaklarına uyul­ mücadele etmeyi ifade eden,
ması için çaba gösteren her müslümanı “Mücâhid, nefsi ile mücadele eden
ifade eder. kimsedir” (Tirmizî, Cihâd, 2, iv, 165) anlamın­
“Allah uğrunda hakkıyla cihat daki hadis,
edin...” (Hac,22/78) anlamındaki âyetler­ İslâm’ı müslüman olmayanlara
de geçen “Allah yolunda cihâd” emri, tebliğ etmeyi ifade eden, “Müşrikler
hem düşmanla savaş araç gereçleriyle ile mallarınız, canlarınız ve dilleriniz
fiilen savaşmayı hem İslâm’ın emir ve
İle Cİhâd edin” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 17, III, 22)
yasaklarına bizzat uymayı, nefsi kötü­ anlamındaki hadis,
lüklerden ve haramlardan alıkoymayı,
hem de İslâm’ın bilinmesi, yücelmesi Oruç ibadeti ile ilgili, “Kim Allah
ve egemen olması için gösterilen sözlü, rızası için bir gün oruç tutarsa Allah
ekonomik ve her türlü çabayı ifade onu cehennemden bin (yıllık) bir mesa­
eder. feye uzaklaştırır” (Buhârî, Cihâd, 36, III, 213)
Hadis kitaplarının “cihâd” bölüm­ anlamındaki hadis cihâd bölümlerinde
lerine baktığımızda, bu bölümler­ zikredilmiştir.
de hem fiili savaş yapma, savaş araç Anne-babaya hizmet de cihat­
gereci hazırlama (Tirmizî, 6, iv, 168), Allah tır. Abdullah ibn Amr anlatıyor: Bir
yolunda infakta bulunma (Tirmizî, Fedâiiu’i- sahâbî Hz. Peygambere geldi ve ondan
Cihâd, 4, IV, 167, No: 1625) Ve Savaş hukuku cihâda (savaşa) katılmak için izin iste­
ile ilgili hadislere yer verildiğini hem di. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona,
de doğrudan fiili savaş ile ilgili olma­ “Annen-baban var mı” diye sordu,

101
Adamın “evet” demesi üzerine, ‘‘Sen CÎLBÂB
onlara hizmet ederek cihâd et” buyurdu Bu kelimenin çoğul şekli olan
(Müslim, Birr, 5, III, 1975). “celâbib” Kur’ân’da Ahzâb sûresi 59.
Adaletsizlik ve haksızlık (zulüm) âyette geçmektedir. Ayette şöyle buy-
karşısında susmayıp doğru sözü söy­ rulmaktadır: “Ey Peygamber! Eşlerine,
lemek de cihattır (Tirmizî, Fiten, 13, IV, 471): kızlarına ve mü ’minlerin kadınlarına
söyle, üzerlerine cilbaplarını alsınlar
Yukarıda zikrettiğimiz âyet ve
Bu, onların tanınıp, böylece eziyet edil­
hadisleri birlikte değerlendirdiğimiz­ memelerine en uygun olanıdır...”
de; cihâdı^ iman edip sâlih ameller
Ayette geçen “celâbib”; kadınların
işlemek, hak dinde sebat etmek, kötü­
dışarı çıkarken giyindikleri elbise etek,
lüklerden ve haramlardan geri dur­ gömlek, pardösü vb. giysiler ve baş
mak, îslâm’ı öğrenmek ve öğretmek, örtüsü demektir, (bk. Tesettür) (İ.K.)
İslâm’ın bilinmesi, tanınması, yücel­
CİMRİLİK
mesi, emir ve yasaklarına uyulması
için çalışmak, müslümanları her türlü Farsça’da “âdi, soysuz, alçak”
anlamına gelen cimri kelimesinden
tehlike ve saldırılara karşı savunmak,
Türkçe’ye geçmiş olup pintilik, hasis­
fitne ve fesadı önlemek, güven ve
lik anlamında kullanılmaktadır. Şuh ve
huzuru sağlamak ve benzeri şekilde
buhl kelimeleri Arapça’da aynı anlamı
İslâm toplumunun yararına olan kişi­
ifade etmektedir. Ancak şuh, öncelikle
sel ve kurumsal bazda sözlü, yazılı, kişiyi mal-mülk edinme hırsına sevk
görsel, bilimsel ve ekonomik olarak eden, harcamalarda bulunmaktan ve
yapılan her türlü çabayı göstermek; yardım etmekten alıkoyan bencil bir
Allah rızasına yönelik her türlü gayret; duygu, buhl ise bu duygunun etkisiyle
gerektiğinde düşmanla canı ve malı ile iyilik ve cömertlik yapmaktan kaçın­
savaşmak ve savaş araç gereci hazırla­ mak anlamına gelmektedir. Ayrıca
mak ve hazırlanmasına katkı sağlamak özel olarak mal konusundaki cimriliğe
şeklinde anlayabiliriz. buhl, iyiliğin her türlüsünden kaçına­
cak derecede köklü ve yaygın bir huy
Buna göre cihâdı, üç kısma ayırmak
halinde bulunan cimriliğe de şuh denil­
mümkündür:
mektedir. Kur’ân’da nefislerin cimrili­
a) İslâm’ı anlatarak ve bizzat yaşa­ ğe eğilimli yaratılmış olduğuna dikkat
yarak tebliğ etmek; düşmanlar tarafın­ çekilmekte (Nisâ, 4/128), cimrilikten koru­
dan saldırı yapıldığında ve savaş açıldı­ nanların kurtuluşa erişeceği müjdelen-
ğında gerekeni yapmak (Buhârî, Rikâk, 34, mektedir (Haşr, 59/9; Teğâbün, 64/16). Başka
VII, 188; Cihâd, 2, III, 201) bir âyette ise cimriliğin insanın yararına
olan bir davranış olmadığı, tam aksine
b) Allah’a itaat konusunda sabırlı ve
aleyhine sonuç doğuracağı belirtilmiş­
kararlı olmak, nefisle mücadele etmek,
tir (Âl-i imrân, 3/180). Hz. Peygamber de
c) Şeytanın hile ve tuzaklarına karşı en kötü ve alçaltıcı iki huyun cimrilik
koymak (bk. Bakara, 2/ 44, 285; Âl-i îmrân, 3/173; ve korkaklık olduğunu (Ebû Dâvûd, cihad,
Mâide, 5/67; Yûsuf, 12/ 108;Nahl, 16/125; Ankebût, 2i; Müsned, ıı, 302,320), cimrilik duygusuy-
29/46; Sebe’, 34/46) (İ.K.) la îmânın bir arada barınamayacağını

102
(Nesâî, Cihad, 8; Müsned, 11/256, 340, 331) Söy­ husus Kur’ân’da şöyle açıklanmıştır:
leyerek cimriliğin çirkinliğine dikkat “Andolsun biz insanı, (pişmiş) kuru bir
çekmiş, kendisi de cimrilikten Allah’a çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan
sığınmış (Buhârî, Cihad, 74), geçmiş kavim- yarattık. Cinleri de daha önce duman­
lerden bir kısmının cimrilik yüzünden sız ateşten yaratmıştık. Hani Rabbin
birbirlerinin mallarına saldırmak, kan­ meleklere demişti ki: Ren kupkuru bir
larını akıtmak sûretiyle helâk oldukla­ çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan
rını belirtmiş (Müslim, Bin-, 56) cimriliğin, bir insan yaratacağım.'" (Hicr, 15/27-28)
bencilliğin doğurabileceği sosyal buna­
Cinler de insanlar gibi yerler, içer­
lımlara dikkat çekmiştir. Cimriliğin
ler, erkeklik ve dişilikleri vardır. Cinler
psikolojik temelinde mal sevgisi yat­
doğar, büyür, evlenir, çoğalır ve ölürler.
maktadır. Malı yaratılış gayesinin
Ancak onların ömrü insanlarınkine nis­
dışında harcamak israf, bu gaye için
petle daha uzundur. îmân ve ibadetle
harcamaktan kaçınarak elde tutmak
de sorumludurlar. înanç bakımından
cimrilik, yaratılış gayesine uygun ola­
mü’min, kâfir, itaatkâr ve asi olanları
rak harcamak ise cömertliktir.
vardır. Bu amellerine göre cennet veya
Cimrilik, ahlâkî ve psikolojik bir
cehenneme gideceklerdir.
hastalık olduğundan bunun ilim ve
amel yoluyla tedavi edilmesi gerekir. Bazı kaynaklarda cinlerin de çeşitli
Cimriliğin ahlâkî, dinî ve toplumsal insan ve hayvan şekillerine bürünebile­
zararlarını ve bunlardan kurtulma yol­ cekleri belirtilmektedir. Cinler, Allah’ın
larını araştırıp öğrenmek İlmî yolunu, aciz ve sorumlu yaratıklarıdır. Allah’ın
insanların dertleriyle ilgilenmek, insan­ izni olmadıkça kimseye iyilik ya da
lara yardım etmeye kendini zorlamak kötülük yapamazlar. İlâhî vahye veya
da amelî yolunu teşkil etmektedir. gayba muttali olamazlar. Çünkü Allah
(M.C.) gaybı kimseye bildirmemiştir. Ancak
peygamberlerine tebliğ etmek üzere
CİN
emirlerini ve yasaklarını bildirmiştir.
Sözlükte “gözle görülmeyen var­ Hz. Muhammed cinlerin de peygam­
lıklara” denir. Genel kanıya göre cin­ beridir. (F.K.)
ler, meleklerden ve insan ruhlarından
CİNÂS
ayrı, maddî yönleri bulunan, fakat ruh­
sal yönü ağır basan varlıklardır. İtaata Edebi bir sanat türüdür; iki keli­
ve isyâna kabiliyetleri vardır. Bundan menin, harfleri aynı, anlamları farklı
dolayı sorumludurlar. Cinlerin de pey­ olmasına denir. Harflerin çeşidi, şekli,
gamberleri ve uyarıcıları vardır. Hz. sayısı ve tertibi aynı ise “tam cinâs”,
Peygamber’in haber verdiğine göre bunlardan biri eksik ise “tam olmayan
“melekler nurdan, cinler nâr (ateş) cinâs”tır.
den, Âdem de topraktan yaratdmıştır” “Yevme tekûmü’s-sâati yuksimu’l-
(Müslim, Zühd, 60) mücrimûne mâ lebisû ğayra sâatin -
Cinler de melekler gibi görün­ Kıyamet koptuğu zaman suçlular bir
meyen varlıklar olup çeşitli şekillere saat’ten fazla kalmadıklarına yemin
girerler. Ancak cins ve mahiyet bakı­ ederler..." (Rûm, 30/55) âyetinde saat keli­
mından meleklerden farklıdırlar. Bu mesi iki defa geçmiştir. Harfleri aynı,

103
ise anlamları farklıdır. (Tam cinâs) veya yanılarak yapılması arasında bir
birinci saat kelimesi kıyamet, ikinci fark yoktur. Kıran haccına niyet eden
saat kelimesi ise, bir günün 1/24’idir. kimsenin, ihram yasaklarından birini
“Feemme T-Yetime felâ takher ve işlemesi halinde, biri umrenin, diğeri
emme’s-sâile felâ tenher - Yetimi ezme, de haccın ihramı olmak üzere, her bir
dilenciyi de azarlama” (Duhâ, 93/9-10) cinâyet için iki ceza ödemesi gerekir.
âyetinde “takher” ve “tenher” kelime­ Tavafın abdestsiz yapılması gibi sadece
lerinin bir harfi değişik, diğerleri aynı, umre veya haccı ilgilendiren fiillerde
anlamları ise tamamen farklıdır, (tam ise tek bir ceza öder.
olmayan cinâs). (Î.K.) Hac ve umre ile ilgili veya ihram
CİNÂYET yasakları ile ilgili cinâyetler; hac ve
umreyi bozup kazayı gerektiren cinâ­
Sözlükte “günah işlemek, işlenen yetler, bedene, dem veya sadaka ver­
suç ve günah” anlamlarına gelen cinâ- meyi gerektiren cinâyetler olmak üzere
yet, bir fıkıh terimi olarak, mala ve cana dörde ayrılırlar, (bk. Bedene; Dem)
yönelik hukuka aykırı fiiller ile hacda
Hac için ihrama giren kimsenin
ihram veya harem sebebiyle yapılması
Arafat vakfesinden önce, umre için
yasak olan işleri ifade etmektedir.
ihrama giren kimsenin de, tavafın en
Geniş anlamda mala ve cana yöne­ az dört şavtını tamamlamadan önce
lik hukuka aykırı fiiller için cinâyet cinsî münasebette bulunması hac veya
tabiri kullanılmakla birlikte, mala umreyi bozar, bunların kaza edilmesi
yönelik işlenen suçlar daha çok gasp ve cinâyet sebebiyle de bir koyun veya
veya itlaf başlıkları altında incelen­ keçi kesilmesi gerekir. Bedene veya
miştir. Cinâyet kavramı ise, daha çok dem gerektirmeyecek derecedeki cinâ-
dar manada, cana yönelik işlenen adam yetlerle ilgili olarak ise, sadaka-i fıtır
öldürme ve müessir fiil suçları karşılı­ miktarı sadaka vermesi gerekir. Bunlar,
ğında kullanılmıştır. Bu manada cirah vücudun bir organından daha azına
kavramı da kullanılmaktadır. güzel koku sürmek, başının veya saka­
İslâm hukukçuları cana yönelik lının dörtte birinden azını tıraş etmek
cinâyetleri, adam öldürme, müessir gibi cinâyetlerdir. (Î.P.)
fiil ve anne karnındaki çocuğa yönelik CÎNNET
cinâyetler olmak üzere üçe ayırmakta­
dırlar. Adam öldürme, Hanefîlere göre bk. Cünûn.
amd, şibh-i amd, hata, hataya benzer ve CİRAH
sebebiyet vermek şeklinde beşe ayrılır. Arapça’daki “yara” anlamındaki
Müessir fiiller ise, kişinin uzuvlarına ciraha kelimesinin çoğulu olup, fıkıh
yönelik, beden bütünlüğünü ihlal eden terimi olarak müessir fiille bir kimse­
fiillerdir. yi yaralama ve meydana gelen yarayı
Hac veya umrede cinâyet sayılan ifade etmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de,
işlerin yapılması halinde, eyleme göre cirah kelimesinin çoğulu olan cürûh
ceza gerekir. Yapılan işin cinâyet olup kelimesi, kasten yaralamanın cezaî
olmadığının bilinmesi ya da bilinme­ müeyyidesini göstermek üzere bir âyet­
mesi; bu fiilin kasten veya hata ile te geçmektedir (Mâide, 5/45).

104
Şafiîler gibi bir kısım fakihler cirah darlardan gelen fiillerle cömertlik teş­
tabirini, ölümle sona ermesi veya vik edilmiştir. Hadislerde ise sayılan
ölüme neden olmamasına bakmaksızın bu kelimelerle birlikte sehâ, sehâvet ve
bütün yaralamalar için kullanmışlar­ cûd kelimeleri geçmektedir.
dır. Buna karşılık çoğunlukla alimlere İslâm, cömertliği bir erdem olarak
göre ise, bu tabir ölümle sonuçlanma­ yüceltmekle kalmamış, onu bencil duy­
yan yaralamaları kapsamaktadır. En guların aracı olmaktan çıkararak Allah
dar anlamıyla cirah, baş ve yüz dışın­ rızası ve insan sevgisinden oluşan bir
daki yaralamaları ifade eder. Baş ve muhtevaya kavuşturmuştur. Kur’ân,
yüzdeki yaralamalar için şecce tabiri malını gösteriş için harcayan kimsele­
kullanılmaktadır. (İ.P.) rin bu davranışlarının ahlâkî bir değer
CİZVÎTLER taşımadığını, yardımlaşmanın ancak
Onaltıncı asırda reform ve fel­ insanlara iyilik etme (birr) gayesiy­
sefî reaksiyon hareketlerini yaşayan le ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci
Avrupa’da Katolik mezhebi içinde; içinde (takvâ) olması gerektiğini ısrar­
Hristiyanlığa (aslında Katolikliğe) la vurgular (Bakara, 2/264; el-Mâide, 5/2; Leyi,
92/17-20). Allah sonsuz lütuf ve kerem
yeni bir dinamizm kazandırmak için
oluşturulan yeni bir Hristiyan tarika­ sahibidir (Rahmân, 55/27, 72; el-Alak, 96/93). O
tıdır. Cizvitler, özellikle dışa dönük kerîmdir (infitâr, 82/6), cevâddır (cömert)
(Tirmizî, Edeb, 4 i). Hz. Peygamber de
bir çalışma yöntemi izlemişler; yeni
ülkelere yönelerek başka toplumları insanların en cömertidir (Buhârî, BedüT-
vahy, 5, Savm, 7, Menâkıb, 23; Müslim, Fezâil,
Hristiyanlığa dâvet için örgütlenmiş­
lerdir. (İ.U.) 56-57; Müsned, vı/130). Cömertlik, israf ve
cimrilik diye adlandırılan iki aşırılığın
CİZYE ortasıdır. Kur’ân’da mü’minlere her iki
Sözlükte “karşılığını vermek” anla­ aşırılıktan da sakınarak harcamalarında
mına gelen cezâ kelimesinden türetilen ölçülü olmaları emredilmiştir (A’râf, 7/31;
bir isim olup, İslâm tarihinde, gayri­ isrâ, 17/29; Furkân, 25/67). Cömert olabil­
müslim tebaanın erkeklerinden alınan mek için yapılan yardımın isteyerek ve
başvergisinin adıdır. (İ.P.) seve seve yapılması gerekir (Haşr, 59/9).
CÖMERTLİK Cömertliğin diğer bir şartı da yardıma
mukabil mükâfat, övgü, teşekkür ve
Farsça cevân-merd sözcüğünden
hizmet gibi maddî ve manevî bir karşı­
Türkçeleştirilmiştir. Cömertlik İslâm
lık beklenmemesi (İnsan, 76/8-10), yardım
ahlâk literatüründe genellikle sehâ,
olarak verilen malın gözden çıkarılan
sehâvet ve cûd kavramlarıyla ifade bir şey olmayıp sahibi nezdinde değer
olunmaktadır. Bir kavram olarak
taşıması (Bakara, 2/267; Âl-i İmrân, 3/92), gös­
cömertlik, eldeki imkânlan meşru ölçü­ terişten uzak ve yardım edilen kimseyi
ler içinde, hiçbir karşılık beklemeden
rencide edecek tutumlardan kaçınılma­
gönüllü olarak başkalarının yararına
sıdır (Bakara, 2/261-265). (M.C.)
sunma eğilimi demektir. Kur’ân’da
sehâ, sehâvet ve cûd kelimeleri geç­ CUÂLE (Ödül)
mez. Ancak pek çok âyette infak, itâ, Yapılacak belirli bir iş karşılığında
îsâr, ikram, ihsan, ifâm, bezi gibi mas- ücret veya mükafat vaad etme ya da

105
ödenecek ücret veya mükafata cuâle yapılan duaların kabul edileceği bir ica­
denir. Cuâle tek taraflı irade beyanı ile bet saatinin bulunduğunu belirtmiştir
borç doğuran hukukî işlemlerdendir. (Buhârî, Cum’a, 35).
Hanefîlere göre cuâle, sadece kaçak Cuma gününün Müslümanlar için
kölenin sahibine getirilmesine karşı­ önemli bir gün olmasının sebeplerin­
lık ödenen ücret olarak kabul edilmiş, den birisi de, bu günde kılınan Cuma
bunun dışında cuâle kabul edilmemiş­ namazıdır. (İ.P.)
tir. Malikî, Şafiî ve Hanbelî mezheple­
rine göre ise, ihtiyaç sebebiyle bunun CUMA NAMAZI
dışındaki alanlarda da cuâle kabul Cuma gününün özelliklerinden biri
edilmiştir. Kaçak bir hayvanı yakala­ ve en önde geleni Cuma namazıdır.
yacak kimseye, bir hastayı iyileştirecek Cuma namazı hicret esnasında farz
doktora mükafat vadi bu konuda örnek kılınmıştır. Peygamberimiz ilk Cuma
olarak verilebilir. namazını, Ranûna vadisinde kıldırmış-
Cuâlenin geçerli olması için vaat­ tır. Yüce Allah, “Ey inananlar! Cuma
te bulunan kişinin tam ehliyete sahip günü namaz için çağırıldığınızda, alış­
olması; irade beyanının da, yapıla­ verişi bırakıp Allah ’ı anmaya koşun.
cak işi, ödenecek ücreti ve borçlanma Eğer bilirseniz bu, sizin için daha
taahhüdünü açık ve kesin bir şekilde hayırlıdır." buyurmaktadır (Cum’a, 62/9).
ortaya koyması gerekir. Cuâle, Şafiî Cuma namazı, farz namazlardan
ve Hanbelî fakihleri ile Malikîlerdeki
olup, Cuma günü öğle namazı vak­
hâkim görüşe göre, işe başlamadan
tinde kılınır. Cumanın farzı iki rekat­
önce iki taraf için de bağlayıcı olma­
tır. Hanefîlere göre farzdan önce dört
yan bir hukukî işlemdir; bundan önce
ve sonra da dört rekat sünnet kılınır.
iki taraf da vazgeçebilirler. (Î.P.)
Cuma namazının özelliklerinden birisi
CÛD de namazdan önce hutbe okunmasıdır,
bk. Cömertlik. (bk. Hutbe)
CUMA Cuma namazı, akıllı, buluğ çağına
Kelime olarak “toplamak, toplan­ erişmiş, sağlıklı, hür ve mukim erkek
mak” anlamlarına gelen Cuma, hafta­ Müslümanlara farz kılınmıştır; kadınla­
nın günlerinden birinin adı ve Kur’ân-ı ra, kölelere, yolculara ve cemaata gele­
Kerim’de 62. sûrenin ismidir. îslâm meyecek kadar mazereti olanlara farz
dininde Cuma, haftalık ibadet günü değildir. Bununla birlikte, Cuma nama­
olarak seçilmiş ve bu günün bir bay­ zını kılmaları halinde geçerli olup,
ram olduğu hadislerde belirtilmiştir ayrıca öğle namazı kılmaları gerekmez.
(Beyhakî, m, 243). Hz. Peygamber, Cuma Hanefîlere göre Cuma namazının
günü hakkında, “Üzerine güneşin doğ­ Cuma günü öğle namazı vaktinde kılın­
duğu en hayırlı gün Cuma günüdür. ması, namazdan önce hutbe okunması,
Çünkü Hz. Adem o gün yaratıldı, o Cuma kılınan yerin halka açık olması,
gün Cennete girdi ve o gün Cennetten imam hariç en az üç kişilik bir cema­
çıkarıldık buyurmuştur (Müslim, Cum’a, atin olması, Cuma kılınan yerin şehir
18). Başka bir hadislerinde de, bu günde hükmünde olması gerekir.

106
Cuma günü namazdan önce gusül âyetlerde “işlerin ehline verilmesinin
abdesti almak, temizlik yapmak ve ve istişare ile yapılmasının emredilme-
namaza hazırlanmak, temiz elbise­ si” toplumu yönetecek kimselerin ehil
ler giymek, güzel kokular sürünmek olanlardan seçilmesi gerektiğine işaret
Cuma’nın adabındandır. (Î.P.) etmiştir.
CUMHÛR Bu ilke ve tavsiyeler en iyi şekliyle
Cumhuriyet idaresinde ve demokratik
Çoğunluk, ekseriyet, umumî olan
yönetimlerde gerçekleşeceği düşünce-
vb. anlamlarına gelen bu terim; genel­
siyledir ki son dönem îslâm bilginleri
likle îslâm bilginlerinin büyük bir
Cumhuriyetin ve demokrasinin îslâm
çoğunluğunu ve genel temayülünü
dininin genel öğretisine en uygun
yansıtmak için, cumhür-i ulemâ terimi
yönetim biçimleri olduğu tezine ısrarla
şeklinde kullanılır. (İ.U.)
vurgu yapmışlardır.
CUMHURİYET CÜNÂH
Sözlükte, çoğunluk anlamında­
bk. Günah.
ki “cumhûr” kelimesinden türeyen
“cumhuriyet terim olarak, bir toplu­ CÜNDULLÂH
mu yönetme yetkisinin, seçimle halk­ Allah’ın ordusu, askeri demektir.
tan alındığı siyasal örgütlenme biçi­ Asker, ordu, yardımcı ve destekçi kuv­
mine denir. Cumhuriyet, tek kişinin vet anlamına gelen cünd, Kur’ân’da
bir toplumu yönetmesi anlamındaki yedi yerde tekil, yirmi iki yerde de
“monarşinin karşıtıdır. Cumhuriyet çoğul (cünûd) olarak kullanılmıştır.
yönetiminde, toplumu yönetecek olan­ Îslâmî bir kavram olarak cündullah,
lar, halk tarafından seçilir. Monarşide “Allah’ın îmân edenlere yardım etmek
ise böyle bir seçim yoktur, yönetim, üzere gönderdiği manevî güçler, İlâhî
babadan oğula veya kardeşe geçen bir iradenin hâkim olmasına vesile kılınan
sistemle iş başına gelen bir kişi tarafın­ tabiat varlıkları ve olayları” anlamında
dan yönetilir. kullanılmaktadır. Kur’ân’da sayı bakı­
Kur’ân belirli bir siyasî yönetim mından az olan mü’minlere müşrik
şekli belirlememiş, bu hususu top- ordularına karşı yardım etmek üzere
lumların insiyatifine ve tercihine Allah tarafından binlerce meleğin gön­
derildiği bildirilmektedir (Âi-i imrân, 3/124-
bırakmıştır. Cunta da içinde yaşanılan
125; Enfâl, 8/9). (M.C.)
dönemin, sahip olunan imkânların ve
devralınan geleneğin belirgin bir payı CÜNÛN
olacaktır. Ancak Kur’an, yönetimde Sözlükte “örtünmek, gizlenmek,
adaleti ve sorumluluk bilincine sahip aklını kaybetmek” anlamlarına gelen
olmayı emretmiş, haksızlığı yasakla­ cünün, bir fıkıh terimi olarak, söz
mış, “Şüphesiz Allah size emanetleri ve fiillerin, normal cereyan etmesini
mutlaka ehline vermenizi ve insanlar engelleyecek derecedeki akıl bozuk­
arasında hükmettiğiniz zaman adalet­ luğu şeklinde tanımlanabilir. Bu has­
le hükmetmenizi emrediyor... ” (Nîsâ, talığa maruz kalana mecnûn denir. Bu
4/58) ve “müminlerin işleri aralarında anlamda cünün bir ehliyet arızasıdır.
danışma iledir” (Şûrâ, 42/39) anlamındaki Fıkhî sonuç doğurması bakımından bir

107
zihnî rahatsızlığın cünûn sayılması için, dan dolayı, diyet ve tazmînât gibi malî
bu rahatsızlığın kişiyi temyiz gücünden yükümlülükleri yerine getirir. (Î.P.)
yoksun kılacak nitelikte olması gerekir. CÜNÜPLÜK
Akıl hastası olarak buluğ çağına Bazı temel ibadetlerin yerine getiril­
erişmesi halinde cünûn-ı aslî, daha mesine engel olan manevî kirlilik hali,
sonra bu hastalığa tutulması halinde ise gusül etmeyi gerektiren durum anlamı­
cünûn-ı arızî söz konusudur. Ayrıca,
na gelmektedir. Böyle kimseye cünüp
rahatsızlığın uzun süreli olması halin­
denilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de bu
de bu akıl hastalığına cünûn-ı mutbık,
anlamda cünüp kelimesi iki yerde geç­
kısa süreli olması halinde ise cünûn-ı
mektedir (Nisâ, 4/43; Mâide, 5/6).
gayr-i mutbık denir.
Bir kimse, şehvetle menisinin gel­
Mecnun, ehliyet bakımından
mesi (orgazm olması), rüyasında iken
mümeyyiz olmayan çocuk hükmünde­
ihtilam olması ya da orgazm gerçekleş­
dir. Buna göre, cünûn halinin vücup
sin veya gerçekleşmesin cinsî münase­
ehliyetine hiçbir etkisi yoktur. Mecnun
bette bulunması halinde cünüp olur,
“haklara sahip olabilme ve borçlar
îslâm dininde cünüplük manevî kirlilik
altına girebilme” şeklinde tarif edilen
olarak kabul edildiğinden, yıkanmadan
vücup ehliyetine sahiptir; mirasçı olur,
namaz kılamaz, Kur’ân-ı Kerim oku­
haksız fiilden dolayı tazminat öder, vb.
yamaz, Kur’ân’a dokunamaz, Kabe’yi
İslâm dinine göre insanı insan tavaf edemez ve mescitlere giremez.
yapan ve onu ilahi emir ve yasaklara Temizlenmesi için yıkanması, bunun
muhatap kılan aklıdır. Hz. Peygamber, mümkün olmaması halinde teyemmüm
“Üç kişiden sorumluluk kaldırılmış­ etmesi gerekir.
tır: Buluğ çağına erişinceye kadar
Cünüp kimsenin bu sayılanlar
çocuktan, uyanıncaya kadar uyuyan­
dışında yemesi, içmesi, uyuması,
dan ve şifa buluncaya kadar mecnûn­ Allah’ı zikretmesi, dua maksadıyla
dan ” buyurmuştur (Buharî, Hudud, 22). Bu dua anlamlı âyetleri okuması, yemek
nedenle mecnûndan bedenî ibadetlerin pişirmesi, çocuk emzirmesi caizdir. Bu
hepsi düşer; namaz kılmaz, oruç tut­ haldeki şahsın kesmiş olduğu hayvanın
maz, hac ve keffâretle mükellef değil­ eti yenir. Ancak cünüplük hali manevî
dir. Hanefîlere göre malî ibadetlerle kirlilik olarak kabul edildiğinden bir an
de mükellef değildir. Ancak malından önce gusledilmelidir. (İ.P.)
sadaka-i fıtır ödenir. Cumhura göre ise,
mecnun malî ibadetlerle mükelleftir; CÜRÜM
malından zekat ve sadaka-i fıtır veril­ Hata, günah, suç, kabahat, isyân
mesi gerekir. gibi anlamlara gelen cürüm ıstılah­
Eda ehliyetinin temelini tem­ ta, hukuken yasaklanan ve yapılması
yiz gücü teşkil ettiğinden, mecnunun halinde failin had, kısas veya tazirle
hukukî tasarrufu geçersiz olup, hiçbir cezalandırılması öngörülen eylemlere
hukukî sonuç doğurmaz. Cezaî sorum­ denir.
luluğu da yoktur; bir suç işlediğinde Kur’ân-ı Kerim’de, cürüm kelime­
ceza tatbik edilmez. Ancak işlemiş si doğrudan geçmemekle birlikte, dini
olduğu cinâyetten veya verdiği zarar­ anlamda kâfir, isyankâr ve günahkâr

108
anlamında mücrim kelimesi çok sayı­ CÜZÂF
da geçmektedir, (bk. Mücrim) Bir şeyi tartmadan, saymadan veya
Fıkıh literatüründe ise, genel olarak ölçmeden satmak yahut satın almak
cerime, özel olarak ise cinâyet, kati, demektir. Buna mücâzefe de denir.
serika vb. suç nevileriyle ifade edil­ Fıkıh literatüründe satılan malın
mektedir. (bk. Suç) miktarının belirlenmesi esas olarak
Ciirmü meşhûd kavramı ise, suçüs­ kabul edilmekle birlikte, ihtiyaca bina­
tü yapılan cürümler için kullanılmakta­ en malın bazı şartlar doğrultusunda
dır. (bk Suç) (Î.P.) götürü (kabala) usulle satılmasına izin
CÜZ verilmiştir.
Götürü usulle satışta, malın satış
Sözlükte “parça, pay, hisse ve
anında hazır bulunması gerekir. Satılan
bölüm” demektir. Çoğulu eczadır.
malın tane, ölçek veya tartı ile belirle­
Istılah’ta Kur’ân’ın otuza bölünmüş
nebilir olması, akdin gerçekleşmesine
parçalarından her birine denir. Kur’ân
mani teşkil etmez. Ancak faize konu
600 sayfadır. Her yirmi sayfa bir cüz
olan ribevî malların, kendi cinsleriyle
sayılmış, böylece Kur’ân 30 cüz’e
götürü olarak değişimi caiz değildir.
bölünmüştür. Kur’ân’da her cüz, ilk
Götürü usulle satışta malın tahmin
sayfasında cüz 1, cüz 2, diye bir şekil
edilen miktardan az veya fazla olması
içine yazılarak işâretlenmiştir. Kur’ân-ı
ihtimali bulunduğundan, bu malların
cüzlere bölmek, okuma ve ezberleme
kabala satımı caiz değildir. Bu neden­
konusunda kolaylık ve takibi sağlamak
le altının altın ile, gümüşün gümüş ile
amacıyla yapılmıştır. (İ.K.)
götürü usulle değişimi caiz değildir.
(İ-P.)

109
ÇİLE rinden uzak durmak ve nefsine acı
Farsça’da kırk anlamındaki “çihl” çektirmekten geçtiği zannıyla evlen­
kelimesinden türeyen bir kelimedir. memeye, sürekli oruç tutmaya veya
Tasavvuf! bir kavram olarak ise nef­ geceleri sabahlara kadar namaz kılma­
sin bayağı arzularından kurtularak ruh ya karar veren üç sahâbi bu davranışı
temizliğine erişmek için tenha ıssız (Buhârî, Nikâh, ı.), Osman ibn Maz’ûn’un
bir yere çekilip kırk gün kırk gece sıkı kendisini iğdiş etmek istemesi (Buhârî,
bir perhiz ve mahrumiyet döneminden Nikâh, 8; Müslim, Nikâh, 6, 7.), EbÛ îsrâİl’İn
geçme anlamında kullanılmaktadır. Bu sıcak bir günde güneş altında ayakta
süre içinde yeme-içme, uyku ve dünya oruç tutma teşebbüsü Hz. Peygamber
kelâmı azaltılarak nefis terbiyesi sağ­ tarafından reddedilmiştir (Buhârî, Eymân,
lanır. Tasavvuf kaynakları, çile uygu­ 3 i; îbn Mâce, Keffaret, 2 i). Ayrıca Kur’ân’da
lamasına Hz. Musa’nın vahiy almak dünya nimetlerinden ölçülü bir şekilde
üzere kırk gece Tûr’da kalarak ibadet yararlanılması emredildiğinden (ei-A’râf,
ettiğine işaret eden A’râf, 7/142 âyeti ile 7/33; ei-Kasas, 28/77.) insan fıtratına aykırı
Bakara, 2/51 ve Mâide, 5/26 âyetlerini delil düşen hal ve hareketleri tasvip etmek
gösterirler. mümkün değildir. (M.C.)
Allah katında yüce mertebelere
ulaşmanın yolunun dünya nimetle­

110
D

DÂBBETÜ’L-ARZ maya ehliyet kazanan, buluğ çağına


Sözlükte “canlı, hafif yürüyen, erişen her Müslüman’ın o günün oru­
debelenen, binek hayvanı, nüfûz ve cunu tutması farz olur.
sirâyet eden” anlamlarına gelen dâbbe Ramazan ayında tutulan oruç, günü
kelimesi ile yeryüzü anlamına gelen arz belirlenmiş adak orucu ve nafile oruç­
kelimesinin birleşmesinden oluşan bir lara bu vakte kadar niyet edilebilir.
terkiptir. Bu terkip Kur’ân-ı Kerim’de Ramazan ayında tutulmayıp da kaza
bir âyette geçmiş ve ağaç kurdu anla­ edilen Ramazan orucu ile keffâret oruç­
mında kullanılmıştır (Sebe’ 34/14). Ayrıca ları, başlanıp da bozulan nafile oruç­
“Dâbbetün mine’l-arz” şeklinde, kıya­ ların kazası ve zaman belirlenmeyen
met alameti olarak bir âyette geçmiş­ adak oruçlarına ise imsak vaktinden
tir: “O söz başlarına geldiği (kıyamet önce, geceleyin niyet edilmesi gerekir.
yaklaştığı) zaman, onlara yerden bir (Î.P.)
dâbbe, (yaratık) çıkarırız da, bu onlara DAHVE-İ SUĞRÂ
insanların âyetlerimize kesin bir îmân
Güneşin doğduktan sonra 5° (bir
getirmemiş olduklarını söyler." (Nemi, mızrak boyu) yükselmesinden itibaren
27/82). Bunların dışında dâbbe kelime­
başlayan zaman, işrak vakti anlamına
si, Kur’ân’da 12 âyette her türlü canlı gelmektedir. (İ.P.)
anlamında kullanılmıştır.
DÂİM
Kıyametin alameti olarak yerden
çıkacağı bildirilen dâbbetü’l-arzın nasıl Bir şey devamlı olmak, sabit olmak,
bir yaratık olduğu ve ne zaman çıkaca­ durmak ve ikâmet etmek anlamında­
ğı bildirilmemiştir. (Î.K.) ki “d-v-m” kökünden türeyen dâim
devamlı, daima ve sabit demektir.
DAHVE-İ KÜBRÂ
Allah’ın sıfatı olarak dâim, sürek­
Kaba kuşluk vaktini ifade etmek
li var olan, ölümlü olmayan, bâkî
için kullanılan bir tabirdir. Buna dahve demektir. İbn Mâce’nin el-esmâü’l-
de denir. Oruç müddetinin yarısı, öğle­
hüsnâ ile ilgili rivâyetinde geçmiştir
den bir saat önceki vakte dahve-i kübra
(Dua, 10. II, 1270).
denir.
Kasas sûresinin 28. ve Rahmân
Dahve-i kübraya bazı dinî hükümler
sûresinin 26-27. âyetleri de Allah’ın bu
bağlanmıştır. Ramazan orucunun sebe­
sıfatına delalet eder. Bâkî sıfatı ile aynı
bi, Ramazan günlerinden herhangi biri­ anlamı ifade eder. (İ.K.)
nin oruca başlamaya müsait bir cüzüne
yetişmektir. Bu da günün dahve-i kübra DALÂLET
denilen kaba kuşluk vaktine kadar olan Gizlemek, kaybolmak, sapmak,
kısmıdır. Bu zaman içerisinde oruç tut­ unutmak ve doğru yolu bulamamak

111
gibi anlamlara gelir. Dînî literatürde ise DARB-I MESEL
hidâyet kavramının zıddı olup, bilerek Eskiden söylenen ve bir hikmeti
veya bilmeyerek doğru yoldan sapmak içeren söz anlamına gelen bir tâbir olup
demektir. Kur’ân’da dalâlet kavramı Türkçe karşılığı ata sözüdür. Tefsîr
türevleriyle birlikte yüz doksan bir usulünde darb-ı mesel’e “emsâlü’l-
yerde geçmektedir. “İşte onlar hidâye­ Kur’ân” denir, (bk. Emsâlü’l-Kur’ân)
te karşılık dalâlet satın alanlardır..." (Î.K.)
(Bakara, 2/16); “Bize doğru yolu göster, DÂRR-NÂFÎ’
kendilerine lütuf ve ikramda bulundu­ Zarar vermek, mecbur etmek anla­
ğun kimselerin yoluna; gazaba uğra­ mındaki “d-r-r” kökünden türeyen dârr,
mışların ve sapmışların yoluna değil." zarar veren; fayda vermek, faydalı
(Fâtiha, 1/6-7). olmak anlamındaki “n-f-‘a” kökünden
türeyen nâfi ’ ise, fayda veren, faydalı
Dalâlet kavramının içeriğinde biri
olan demektir.
sapma diğeri saptırma olmak üzere
Dârr ve nâfi’ Allah’ın sıfatlarından
iki anlam bulunmaktadır. Kur’ân’da,
ikisidir. Tirmizî’nin el-esmâü’l-hüsnâ
Allah’a, meleklere, kitaplara, peygam­
ile ilgili rivâyetinde geçmiştir (Deavat, 83.
berlere ve ahiret gününe inanmamak IV, 531).
(Nisâ, 4/136), Allah’a şirk koşmak (Nisâ,
Allah’ın sıfatı olarak dârr ve nâfi’’,
4/116), zulüm yapmak (Lokmân, 31/11) gibi
insanlara zarar ve fayda veren şeyle­
davranışlar sapma olarak ifâde edilmiş­
ri yaratan; bütün yaratıklara faydalı,
tir. Saptırma terimine gelince, Kur’ân sadece âsilere dünya ve âhirette zarar
bunu da kişinin kendi kendisini sap­ veren demektir. Bu iki sıfat; Allah’ın
tırması (Bakara, 2/108) ve Allah’ın kulla­ kazası, kaderi, gücü ve kudretiyle ilgi­
rını saptırması olmak üzere iki şekilde lidir. Allah; dilediğine nimet, bolluk,
vasıflandırmıştır. “...Verdiği misallerle sıhhat, huzur ve güven verir, dilediğini
Allah ancak/asıkları saptırır..." (Bakara, bunlardan mahrum eder; ancak O, asla
2/26); “Allah kimi hidâyete erdirmek zalim değildir, suçsuz yere kimseyi
isterse onun göğsünü İslâm "a açar ve cezalandırmaz, zarar vermez.
her kimi de saptırmayı dilerse onun Kur’ân’da Allah’ın bu iki vasfına
göğsünü daraltır." (En’âm, 6/125). işaret eden birçok âyet vardır: “Eğer,
Allah sana bir zarar dokundurursa
Allâh’ın insanları saptırması, insan­
onu, O ’ndan başka kaldıracak yoktur
ların fiillerini onları iradeleri doğrul­ ve eğer sana bir hayır dilerse, O ’nun
tusunda yaratması olarak anlaşılmalı­ fazlını da geri çevirecek yoktur. O hay­
dır. Dolayısıyla insanların dalâletinde rını kullarından dilediğine verir. O
Allah’ın herhangi bir zorlama ve bas­ ğafurdur, rahimdir." (Yûnus, 10/107); “...
kısı yoktur. Çünkü Allâh, olmuş ve ola­ De ki: Allah size bir zarar vermek dile­
cak her şeyi bilir. Hidâyet ve dalâletten miş, yahut size bir fayda vermek iste­
her biri kulların seçimiyle takdir edilip miş olsa Allah "in sizin için dilediğine
kazanılmış, İlâhî kazâ ve kaderle de kim engel olacak? Hayır (kimse engel
yaratılmıştır. (F.K.) olamaz) Allah yaptıklarınızdan haber-

112
dardır. ” (Feth, 48/11). Allah izin vermeden ğe) çevirenlere bakmadın mı? Onlar,
hiçbir şey, hiçbir varlık, hatta kişinin kavimlerini helâkyurduna yaslanacak­
kendisi bile zarar vermez (Yûnus, ıo/49; ları cehenneme kondurdular. Ne kötü
A’râf, 7/188; Furkân, 25/3). bir karargâhtır orası” (İbrahim, 14/28-29).
Âyetler, Allah’ın zarar ve fayda (Î.K.)
verebilme gücünü ifade ediyor. Allah DÂRU’L-FÂSİKÎN
dilediğini yapar, ancak zalim olmadığı Fasıkların yurdu demektir.
için kimseye suçsuz yere zarar vermez. Kur’ân’da bir âyette geçmiştir. Âyette,
Ancak imtihan için musibet verebilir “...Size /asıkların yurdunu göste­
(Bakara, 2/155). Musibete sabredenlere ise receğim” (A’râf, 7/145) denilmektedir.
hesapsız derecede sevap verir (Zümer, Müfessirler dâru’l-fâsikîn ile muradın
39/10). Ad ve Semud gibi helâk edilen kavim-
Dârr ve nâfi’ vasfı, Allah’ın gerçek lerin yurtları veya Firavun’un yurdu
Tanrı olmasının gereğidir (En’âm, 6/71; Mısır veya cehennem olduğunu söy­
Yûnus, 10/18, 106; Enbiyâ, 21/66; Hac, 22/12, Ra’d, lemişlerdir. Âyetin siyak sibakından
13/16). (İ.K.) anlaşılan o ki; hem helâk edilen kâfirle­
DÂRU’L-ÂHİRE rin yurtları hem de âhirette gidecekleri
cehennem hatırlatılarak Musa (a.s.)Tn
Son yurt demektir. Bununla maksat, kavmi ve bütün kâfirler uyarılmakta ve
cennet ve cehennemdir. ed-Dâru’l-Âhi- tehdit edilmektedir. (İ.K.)
re şeklinde Kur’ân’da 7 âyette geçmiş,
DÂRU’L-HADÎS
âhiret yurdunun muttakiler için daha
hayırlı (En’âm, 6/32), asıl yaşanacak yerin Hadis evi, hadis okulu anlamlarına
âhiret yurdu olduğu (Ankebût, 29/64) bil­ gelen dâru ’l-hadis, terim olarak, hadis
dirilmiş ve dünya hayatının mukabili ilimlerinin öğretildiği özel branş okul­
olarak zikredilmiştir. (Î.K.) larına verilen isimdir.
DÂRU’L-BEKÂ Selçuklular devrine kadar İslâmî
ilimlerin öğretimi amacıyla yapılmış
“Dâr”, ev, yurt; “bekâ” sonsuzluk binalar yoktu. NizâmüT-Mülk (ö. 452
“DâruT-bekâ” ise sonsuzluk, ebedîlik / 1060) tarafından, bu amaçla ilk ola­
yurdu demektir. Bu tâbir ile maksat; rak Bağdat’ta, Nizâmiye Medreseleri
ölüm, yokluk ve sonu olmayan âhiret kurulmuştur. Bundan yaklaşık bir asır
hayatı, cennet ve cehennemdir, (bk. sonra, sadece Hadis ilimlerinin okutul­
Âhiret) (Î.K.) duğu dârü’l-hadisler kurulmaya başlan­
DÂRU’L-BEVÂR mıştır. OsmanlIlar devrinde de birçok
dârü’l-hadis yapılmıştır. (A.G.)
Helâk yurdu demektir. Kesada
uğramak, boşa gitmek, başarılı ola­ DÂRU’L-HULD
mamak, helâk olmak anlamındaki Ebedîlik, ölümsüzlük, sonsuzluk
“b-v-r” kökünden gelen bevâr, helâk, yurdu demektir. Dâru ’l-huld ile kasıt,
kesat, ekilmeyen arâzi, nadas demektir. cehennemdir. Kur’ân’da bir âyette geç­
Dâru ’l-bevâr terkibi ile maksat cehen­ miştir. Dâru’l-hulda kâfirler girecekler­
nemdir. Kur’ân’da bir âyette geçmiştir: dir. İlgili âyette şöyle buyurulmuştur:
"‘Allah ’ın nimetlerini küfre (nankörlü­ “İnkâr edenlere şiddetli bir azap tattı-

113
racağız ve onları yaptıklarının en kötü­ çeşitli sebeplerle muhtaç duruma düşen
sü ile cezalandıracağız. Bu, Allah düş­ yetim ve öksüz çocukların korunması
manlarının cezası, ateştir. Ayetlerimizi için kurulan yurtlar ve pansiyonlar için
inkâr etmelerinin cezası olarak onlara kullanılan bir terimdir. Özellikle 1910-
orada ebedî kalma yurdu (dâru ’l-huld) 1920 yılları arasında pek çok yetimhâ-
Vardır." (Fussilet, 41/27-28) (Î.K.) ne açılmıştır. (Î.U.)
DÂRU’L-KARAR DÂVA
Sürekli, ebedî kalınacak yurt Sözlükte “çağırmak, seslenmek, dua
demektir. Bununla maksat, âhiret haya­ etmek, getirilmesini istemek” anlamına
tıdır. Dâru’l-Karâr, hem cennet hem gelen dâvâ, hukuk terimi olarak, mah­
de cehennemin sıfatıdır. Kur’ân’da keme yoluyla bir hakkın talep edilmesi
bir âyette geçmiştir: “Ey kavmim! Bu manasına gelir. Tanımdaki haktan, hak­
dünya hayatı (kısa) bir geçinmedir. kın tespiti ve temini kastedildiği gibi,
Ahiret ise ebedî olarak durulacak yurt­ hak ihlalinin önlenmesi ve haksız talep­
tur. (dâru’l-karâr)" (Mü’min, 40/39) (İ.K.) lere karşı kişinin hukuken korunması
DÂRU’L-MÜTTEKÎN da kastedilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de davâ kelime­
Muttakilerin yurdu demektir.
si, sözlük anlamına uygun olarak,
Dâru’l-muttekîn’den maksat, cennet­
“çağırma ve dua” manasında üç âyet­
tir. “...Muttakilerin yurdu (dâru’l-mut-
te geçmektedir (A’râf, 7/5; Yûnus, 10/10;
tekîn) ne güzeldir. (Onlar) adn cen­
Enbiyâ, 21/15).
netlerine, zemininden ırmaklar akan
cennetlere girerler. Orada onlar için Hz. Peygamber’in sünnetinde, davâ,
diledikleri her şey vardır. İşte Allah ispat, savunma ve kararlarla ilgili bir­
muttakileri böyle mükâfatlandırır" çok hüküm ve uygulama bulunmakta­
(Nahi, 16/30-31) (bk. Muttaki) (İ.K.) dır. Hadislerde iddia ve davâların iki
şahitle ispat edilmesi, delilin bulun­
DÂRU’S-SELÂM
madığı durumlarda yemine başvurul­
Barış, esenlik ve huzur yurdu ması, delil getirmenin iddia sahibine,
demektir. Kur’ân’da bu tâbir, 2 âyet­ yeminin ise inkâr edene gerektiği belir­
te geçmiştir. Dâru’s-selâm’dan mak­ tilmekte; hâkimin davâda iki tarafı da
sat, cennettir. Yüce Allah, Kur’ân’da dinlemesi, açık ve eşit şartlarda yargı­
insanları Dâru’s-Selâm’a da’vet etmek­ laması, objektif verileri ve tarafların
te (Yûnus, ıo/25) ve bu yurdun îman edip mahkemede ileri sürdükleri delil ve
sâlih amel işleyen, sırat-ı müstakim izahları esas alması gibi birtakım pren­
üzere bulunanlara özgü olduğunu bil­ sipler verilmektedir (Müslim, Akdiye, 1-5;
dirmektedir (En’âm, 6/127). (İ.K.) Ebû Davûd, Akdiye, 6-7; Tirmizî, Ahkâm, 12).
DÂRÜL-EYTÂM îslâm tarihinde, fıkhın tedvin edil­
Sözlükte “Yetimlerin yurdu, barı­ mesiyle birlikte hukuk ve ceza ayrımı
nağı” anlamına gelen bu kelime; tarihî yapılmaksızın yargılama hukuku ince­
bir terim olarak OsmanlIların; son lenmeye başlanmıştır. Önceleri belli
asrında çeşitli şehirlerde vakıfların türden davalar konu edilmekle birlikte,
veya Devlet yetkililerinin gayretleriyle asırlarca süregelen uygulamanın da kat-

114
kışıyla giderek zengin bir fıkıh doktrini olarak zikredilmiştir. Deccal’ın doğu
oluşmuştur. Ancak şartların getirdiği bu tarafından çıkacağı, ilahlık iddia ede­
uygulamaları îslâm ile özdeşleştirmek ceği, olağanüstü şeyler sergileyeceği,
yerinde olmayacaktır. Bunları, o dev­ Mekke ve Medine hariç bütün köy ve
rin şartları içinde aranmış bir çözüm, kasabalara gireceği, pek çok kişinin,
yapılmış bir değerlendirme olarak algı­ onun fitnesiyle doğru yoldan çıkacağı
lamak doğru olacaktır. (Î.P.) ve onun peşine takılacağı, ancak gerçek
mü’minlerin bu fitneden kurtulacakları
DAVET
rivâyet edilmektedir. (F.K.)
Sözlükte “birini çağırmak, ölüye
ağlamak, birinden yardım istemek, DEFİN
dua ve beddua etmek, alıkoymak, Cenâzeye karşı yapılan görevlerden
iddia etmek, propaganda yapmak” gibi birisi olan defin, ölünün gömülmesi
anlamlara gelen davet, din literatü­ anlamına gelmektedir. Defin işlemi,
ründe, insanları dine ve sâlih ameller İslâm’ın insana verdiği değerin bir
işlemeye, Allâh ve Peygamberine itaat göstergedir. Cenâze namazı kılındıktan
etmeye, iyilikler yapmaya, kötülükler­ sonra Müslümanların cenâzeyi kabre
den sakındırmaya çağırmak; İslâm’ı kadar taşıyarak onu usulüne uygun bir
tanıtmak demektir. Kur’ân’da çağırmak şekilde defnetmeleri farz-ı kifâyedir.
(Bakara, 2/23), Allah’a yalvarmak, dua Kur’ân-ı Kerim’de, defin işleminin
etmek, ibadet ve itaat etmek (Bakara,2/186) Allâh Teâlâ tarafından, Hz. Âdem’in
manalarında kullanılmıştır. oğluna gönderilen bir karga vasıtasıyla
İslâm’a davet konusunda Hz. öğretildiği anlatılmaktadır (Mâide, 5/31).
Muhammed’in koyduğu temel prensip Cenâzenin toprağa verilmesinin
ve metodlar vardır. Bunların başında çevre, sağlık, insanın saygınlığının
Kur’ân ve Sünneti rehber edinme gelir. korunması, ölümü hatırlatma gibi hik­
Hz. Peygamber devlet başkanlarına metleri bulunmaktadır. Cenâzeye karşı
mektup yazarak onları Islâm’a davet görevlerin yerine getirilmesi; defin
etmiş, yakın kabilelere ise öğretici ve işleminin geciktirilmemesi; cenâze
mürşitler göndermiştir. (F.K.) kabre götürülürken, sükunet içinde kal­
DÂYİN ben zikir, dua ve tefekkürle takip edil­
mesi tavsiye edilmiş; gösteri yaparak
Alacaklı, borç veren, anlamına gel­ mezarlığa götürülmesi, yüksek sesle
diği gibi, zıt manada borç alan mana­ Kur’ân okunması, zikir getirilmesi hoş
sında da kullanılmaktadır, (bk. Deyn,
karşılanmamıştır. Mezarlığa varıldı­
Borç) (Î.P.)
ğında cenâze kabre indirilinceye kadar
DECCAL ayakta durmak, sonrasında ise oturmak
Sözlükte “yalan söylemek, bir şeyi sünnettir.
örtmek, yaldızlamak veya boyamak” Kabir 100-150 cm. derinliğinde,
anlamlarındaki “d-c-1” kökünden türe­ kıbleye dik açı oluşturacak şekilde
yen deccâl sözlükte çok yalan söyle­ kazılır ve kıble tarafına ölünün konu­
yen, göz boyayan, sahtekâr demektir. labileceği şekilde oyularak lahit açılır.
Deccâl, kelâm ilmi ile kaynaklarda Ölü kıble tarafından kabre indirilerek,
kıyametin büyük alametlerinden biri yüzü kıbleye gelecek şekilde bu lahde

115
konur. Lüzumuna göre bir veya bir­ Klasik fıkıh eserlerinde, define­
kaç kişi kabre inebilir. Kadın cenâzeyi nin kime ait olacağı ve bundan dev­
kabre yakın mahremlerinin indirme­ lete ödenmesi gereken vergi gibi özel
si daha iyidir. Çeşitli sebeplerle lahit hükümler bulunmaktadır. Hanefî
yapılması mümkün olmaması halinde, fakihleri, madenler ile eski devirler­
cenâzenin kabrin tabanına konulup, de yeraltına gömülüp gizlenen her
üzerine toprak dökülmesini önleyecek türlü kıymetli eşyayı rikaz mefhumu
tedbir alınabilir. içinde mütalaa etmişlerdir. Definenin
Ölüyü lahde koyan kimse işlenmemiş sahipsiz topraklarda veya
sahibi bilinmeyen topraklarda bulun­
“Bismillahi ve alâ milleti Rasûlillah”
ması halinde 1/5’i vergi olarak alınır;
der. Kabirde ölü sağ yanına ve yüzü
kalan 4/5’ü bulana verilir. Mülk arazi­
kıbleye gelecek şekilde çevrilir ve dön­
de bulunması halinde, Hanefîlere göre
memesi için arkası toprakla desteklenir.
4/5’ü mülk sahibi veya varislerine
Sonra kefenin bağları çözülür ve lahit
ait olur. Bulunan definenin üzerinde
tahta veya kerpiçle kapatılır. Kadın
Îslâmî alamet bulunması halinde bulun­
kabre konulurken lahit kapatılıncaya
tu (lukata) hükümleri uygulanır. Bu
kadar kabrin üzerine bir örtü gerilmesi
durumda, bulunan eşya bir sene sürey­
uygundur.
le ilan edilir, sahibi çıkmazsa hâzineye
Lahit kapatıldıktan sonra kabre top­ teslim edilir. Bulunan eşyanın vergiye
rak dökülerek doldurulur ve kabir balık tabi olması için Nisâp miktarına ulaş­
sırtı şeklinde yerden bir karış veya daha ması veya üzerinden bir yıl geçmesi
fazla yükseltilir. Orada bulunanların da şart değildir. Alınan vergi fey’ hük­
kabre toprak atması müstehaptır. münde olup, zekatın sarf yerleri dışında
Cenâzeyi gece defnetmekte bir kamu hizmetlerine de harcanabileceği
sakınca bulunmamakla birlikte, gündüz kabul edilmiştir. (Î.P.)
defnetmek daha uygundur. Bir zorun­ DEHR
luluk olmadıkça birden fazla ölünün bk. Zaman.
bir kabre konması caiz değildir. Ancak
zaruret olması halinde, cenâzelerin DEHRÎYYE
arası toprak veya kerpiçle ayrılarak bir­ Zaman ve maddenin ebedîliği görü­
den fazla ölü bir kabre defnedilebilir. şünü benimseyen kimselere verilen bir
(Î.P.) isimdir. Bu ekolün mensupları Allah’ı
ve ahiret gününü inkâr etmektedirler.
DEFÎNE
Onlara göre kâinat kadîmdir. Tabiat
Sözlükte “bir şeyi örtmek, gizle­ kanunlarına veya feleklerin devrine
mek; ölüyü gömmek” anlamına gelen tabidir. Âlem ezelîdir, yaratıcısı da
defin kelimesinden türetilen define, yoktur. îbni Ravendi’nin öncülüğünü
gizlenen şey demektir. Define terim yaptığı Dehriyye mezhebi herşeyin
olarak toprağın altında gizlenmiş, dünya hayatına göre planlandığını
sahibi bilinmeyen para ve her türlü savunarak ahiret âlemi ve tekrar diril­
kıymetli eşyayı ifade eder. Bu anlam­ meyi inkâr etmişlerdir. İslâm’dan önce
da, rikaz, kenz ve hazîne kelimeleri de de bir inkârcılık akımı olarak var olan
kullanılmaktadır. bu düşünce Kur’ân’da şöyle açıklan-

116
maktadır. “Dediler ki: "Ne varsa dünya incelenmiştir. Kapalı lafızlar ise, en az
hayatımızdır. Başka bir şey yoktur. kapalı olandan daha kapalıya doğru,
Ölürüz, yaşarız. Bizi zamandan baş­ hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih
kası helâk etmiyor. ’ Fakat onların bu şeklinde ele alınmıştır.
hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar Diğer yönden lafızlar vazolundu-
sadece zannediyorlar. Onlara açık açık ğu mana itibarıyla delaleti bakımın­
âyetlerimiz okunduğu zaman Doğru dan, hâs, âm ve müşterek şeklinde
iseniz, babalarınızı getirin ’ demele­ üç kısma ayrılır. Vazolunduğu manada
rinden başka bir delilleri olmamıştır. kullanılıp kullanılmaması yönünden de,
De ki: 'Allah sizi yaratır, sonra sizi hakikat, mecaz, sarih ve kinâye şek­
öldürür, sonra da sizi toplayıp kıyamet linde dörde ayrılır.
gününe getirecektir. Bunda asla şüphe Hanefî bilginleri, lafızların hüküm­
yoktur. Ama insanların çoğu bilmezler." lere delaletini dört kısma ayırmaktadır­
(Casiye, 45/24) Görüldüğü gibi bu inancı lar. Bunlar;
savunanlar, ölümü “dehr” denen sürekli a) İbarenin delaleti, lafzın, nassın
zamana veya tabiata bağlayarak onun sevk edildiği manaya delalet etmesidir.
dışında ve üstündeki hakiki müessir Nassın zâhirinin bu hükmü içerdiği
olan Allah’ı tanımadıklarını ifâde eder­ düşünmeden anlaşılabilir.
ler. Bunlara göre ölümü, gece ve gün­ b) İşaretin delaleti, lafız bu maksat
düzü, zaman hazırlar. Ruhları alan bir
için gönderilmemekle birlikte, dil ve
ölüm meleği de yoktur. Bütün olaylar
mantık kurallarına göre lafızdan dolaylı
zamana endekslidir. Dehrîler bu inancı
olarak çıkarılabilen bir manaya delalet
beslerken zandan başka hiçbir delilleri
etmesidir.
yoktur. (F.K.)
c) Nasfsın delaleti, inceleme ve içti­
DELÂLET hatta bulunmaya ihtiyaç duyulmaksızın
Sözlükte “yol gösterme, kılavuz­ ve sırf dil unsurlarına dayanarak anlaşı­
luk etme, alamet” gibi anlamlara gelen labilen illetteki müştereklik sebebiyle,
delalet, fıkıh ve mantık terimi olarak, nassın ibaresiyle delâlet ettiği mananın
zihnin bir şey hakkındaki bilgiden benzeri veya daha elverişli bir başka
başka bir şeyin bilgisine ulaşması olaya da uygulanmasıdır.
demektir. İlk bilinen şeye delil, İkin­ d) İktizanın delaleti, sözün aklen
cisine de medlul (delalet edilen) denir. yahut şer’an doğru olması için tak­
Fıkıh usulünde Kur’ân ve hadislerin dir edilmesi gerekli olan manaya
lafzının manaya delaleti farklı açılar­ delaletidir.
dan tasnife tabi tutulmuştur: Delalet yollarının en kuvvetlisi, iba­
Lafızların manaya delaletinin açık renin delâletidir; daha sonra bunu sıra­
veya kapalı olması yönünden lafızlar sıyla, işaretin delâleti, nassın delaleti
açık ve kapalı olmak üzere iki kate­ ve iktizânın delâleti takip etmektedir.
goride ele alınmıştır. Manaya delaleti Eğer bir delalet kendisinden daha kuv­
açık olan lafızlar, en az açıktan daha vetli başka bir delaletle çatışırsa, kuv­
açık olana doğru, zâhir, nass, müfes- vetli olan tercih edilir; zayıf olan dela­
ser ve muhkem şeklinde dört grupta lete itibar edilmez

117
Fıkıh usulündeki Kelamcılar ekolü­ bütün öncülleri akla dayanan delildir.
ne göre ise, lafzın manaya delâlet yol­ Fıkıhçılara göre ise, naklî delil ile bağ­
ları, mantûkun delâleti ve mefhumun lantılı olmakla birlikte, aklî muhakeme
delâleti olmak üzere ikiye ayrılır. ve beşerî yorumun ağırlıkta olduğu,
Mantûkun delâleti, lafzın, ifa­ oluşmasında müçtehidin katkısının
dede zikri geçen ve ifade edilen bir bulunduğu delillerdir.
şeyin hükmüne delâlet etmesidir. Bu Ayrıca Kelamcılar delilleri, ortaya
Hanefîlerdeki, ibarenin delâleti, işare­ koydukları sonuçların değerine göre
tin delâleti ve iktizanın delâletini içerir. kat’î delil ve zannî delil kısımlarına
Mefhumun delâleti, lafzın, ifade­ ayırmışlardır. Kat’î delili, kanıtlamayı
de zikri geçmeyen ve ifade edilmeyen amaçladığı konuya ilişkin karşı ihti­
bir şeyin hükmüne delalet etmesidir. malleri tamamen ortadan kaldıran delil
Bu da mefhum-ı muvafakat ve mef- şeklinde tanımlamışlardır. Buna yakînî
hum-ı muhalefet kısımlarına ayrılır, delil de denir. Zannî delil ise, kanıt­
(bk. Mefhum-ı Muvafakat; Mefhum-ı lamayı amaçladığı konuya ilişkin karşı
Muhalefet) (İ.P.) ihtimallerin tamamını ortadan kaldıra­
mayan delildir. Bu tür delillere iltizamî
DELİL
delil veya iknâî delil de denir.
Sözlükte “yol gösteren, kılavuz,
Fıkıhçılar ise, delilleri sübut ve dela­
alamet, rehber, işaret, iz” gibi anlam­
let yönünden ayrım ve derecelendirme­
lara gelen delil, kelamda, herhangi bir
ye gitmişlerdir. Kur’ân-ı Kerim’in Hz.
konuda gerçeğe veya kanıtlanması iste­
Peygamber’den bizlere kadar intikal
nen hususa ulaştıran şey; fıkıh usulün­
ettirilmesinde hiçbir şüphe ve kesin­
de üzerinde düşünüldüğünde şer’î ve
ti olmadığından, bütün âyetler sübut
amelî bir hükme götüren şey; muamelât
yönünden kat’îdir. Allâh’tan peygam­
ve özellikle muhakeme hukukunda,
beri vasıtasıyla bize kadar geldiğinde
sözlük anlamıyla bağıntılı olarak bir
şüphe yoktur. Hadisler ise, mütevatir
şeyi bilmeye yarayan alamet ve karine
ve bir görüşe göre de meşhur olanlar
manasına gelir. Yargılama usulü huku­
hariç sübut yönünden zannîdir. Buna
kunda ispat vasıtalarına genel olarak
göre naklî deliller, sübutu ve delâle­
delil denilmektedir.
ti kat’î deliller; sübutu kat’î delâleti
Kur’ân-ı Kerim’de delil kelimesi zannî deliller; sübutu zannî delâleti
bir âyette sözlük anlamında geçmekte­ kat’î deliller ile sübutu ve delâleti zannî
dir. (Furkân, 25/45). deliller olmak üzere dörtlü bir ayrım ve
Deliller, bilginin kaynağı bakımın­ derecelendirmeye tabi tutulmuştur.
dan aklî delil ve naklî delil şeklinde Fakihler, Kitap ve Sünnetin şer’î
ikiye ayrılır. Naklî delil, kelamcılara delil olduğunda görüş birliği içindedir­
göre, bütün öncülleri nakle dayanan ler. îcma’ ve kıyas ise, âlimlerin çoğun­
delildir. Fıkıhçılara göre ise, oluşu­ luğuna göre şer’î delildir. (İ.P.)
munda müçtehidin katkısı olmayan,
Şâri’den nakledilen şer’î asıllardır. DELK
Bunlar da Kitap ve sünnetten iba­ Ovmak, ovuşturmak, çitilemek
rettir. Aklî delil, kelamcılara göre, anlamlarına gelen delk kelimesi, abdest

118
ve gusül ile necasetin temizlenmesin­ sebebiyle tamamlayamayıp ihramdan
de bir kavram olarak fıkıh kitaplarında çıkmak zorunda kalan kişinin kesmek
kullanılmaktadır. zorunda olduğu kurbana ihsar demi;
Abdest ve gusülde yıkanan uzuvla­ Allâh rızası için nafile olarak kesilen
rın ovulması, abdestin sünnetlerinden- kurbana nafile dem ve ihram yasakları­
dir. Malikîlere göre gusülde uzuvları na riâyet etmeyen veya hac ve umrenin
ovalamak farzdır. vaciplerinden birini yerine getirmeyen
kimsenin kesmesi gereken kurbana da
Necasetin temizlenmesinde ovala­
cinâyet demi denir. (İ.P.)
ma, bir temizleme aracı olarak kabul
edilmiştir. Mest, kundura ve deriden DEMOKRASİ
mamul elbiseler gibi necaseti emme­ Bir tür idare sistemi olan demokra-
yen giyeceklere, hayvan pisliği gibi si, halkın egemenliği temeline dayanan
görünür bir necaset dokunduğunda, yönetim biçimi, el erki anlamına gel­
su ile temizleneceği gibi, bıçak gibi mektedir. Demokrasi, bir ülke halkı­
bir şeyle kazımak veya yere sürtmekle nın ekseriyetle temsil edilmesi; siyasî
de temizlenir. Ancak, idrar gibi görül­ eşitlik ve hürriyet içinde halkın ekse­
meyen necaset mutlaka yıkanmalıdır. riyetini yönetimde söz sahibi kılma
Necaseti emen elbise veya bedene esasına dayanır. Demokrasinin saf ve
dokunan necasetin yıkanması gere­ ciddi şekli, kuvvet ve yetkinin, siyasi
kir. Bununla birlikte, insan menisinin, hürriyet ve eşitlik esasları içinde oluş­
kuruduktan sonra ovalanmak sûretiy- muş bir çoğunluğun elinde bulunduğu
le temizlenebileceği kabul edilmiştir. yönetim biçimidir. Demokrasinin man­
Fakat kurumadan temizlenmesi için tığı sınıf gerçekliğini inkâr etmemekle
yıkanması gerekir. (İ.P.) birlikte, sınıf imtiyazını kesinlikle red­
deder.
DEM
Kur’ân ve sünnette, yönetici ve
Sözlükte “kan” anlamına gelmekte yönetilenleri de kapsayacak tarzda
ve kan akıtmak sûretiyle gerçekleştiri­ beşerî ilişkilerin genel dinî ve ahlâkî
len kurban kesimi için mecazî olarak çerçevesine temas edilmiş olmakla
kullanılmaktadır. Fıkıh terimi olarak, birlikte toplumların yönetim biçimini,
hac ve umre esnasında ibadet maksa­ bunun ayrıntısını, tarz ve yöntemini
dıyla veya bir vacibin terki, geciktiril­ belirleme işi toplumsal tercihe bırakıl­
mesi ya da bir ihram yasağının çiğnen­ mıştır.
mesine ceza olarak koyun veya keçi îslâm geleneğinde yönetim model
kesilmesi anlamına gelir. Bunun yerine
ve şeklinin belirlenmesinde, zamanın
birden fazla kişi (yediye kadar) ortak­ imkân ve şartları çerçevesinde, bazı
laşa bir deve veya sığır da kesebilirler. milletlerin birikimlerinden de yararla­
Hac veya umre dolayısıyla kesilen nan Müslüman toplumların bilgi, kültür
kurbanlar, kesiliş amaçlarına göre deği­ ve tecrübe birikimleri rol oynamıştır.
şik isimler alırlar. Kıran veya Temettü Dinin bu konudaki katkısı, biçimden
haccı yapanların kesmeleri vacip olan çok muhteva yönüyle olmuştur. Bu
kurbana şükür demi; hac veya umre nedenle îslâm tarihinde, yöneticile­
için ihrama girip de meşru mazereti rin Müslümanlığı kavrayışlarındaki

119
derinliğe ve kamuoyunun dinî hassa­ DEVİR
siyetine bağlı olarak çok iyi yönetim bk. Iskat.
örneklerine rastlanılmıştır. Bu itibarla
Müslüman toplumların siyasî tarihini, DEVRAN
çeşitli dönemlerde sergiledikleri siya­ Yapılan bir va’zın, okunan âyetle­
set anlayışlarını İslâm’ın siyasî teorisi rin veya söylenen İlâhîlerin etkisiyle
olarak nitelendirmek doğru olmaz.(İ.P.) duygulanan ve coşan bir sûfînin çoğu
DERGÂH kez iradesi dışında yerinden fırlayıp
dönmeye başlamasına devir, devran,
Farsça asıllı olan ve sözlükte kapı
deveran, sema ve benzeri isimler veril­
anlamına gelen der kelimesinin sonuna
mektedir. Devran bir sûfînin tek başına
yer bildiren gâh ekinin getirilmesiyle
dönmesiyle, bazen de bir derviş toplu­
oluşan dergâh, “kapı yeri” demektir.
luğunun ayağa kalkıp dönmesiyle ger­
Tasavvuf kavramı olarak ise, tarikat pir­
çekleşir. Devran konusu ise tartışmalı­
lerinin veya büyük şeyhlerinin ikâmet
dır. Usulüne uygun ve samimi olarak
edip irşad faaliyetini sürdürdükleri ve
yapılırsa sakıncalı olmayacağı söylen­
mezarlarının bulunduğu merkezi tekke
miştir. (M.C.)
anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca bir­
çok İslâm ve müslüman Türk devletin­ DEYN
de, özellikle Selçuklular’da hükümdar Sözlükte “ödünç almak, ödünç ver­
sarayı karşılığında da kullanılmıştır. mek, emir ve itaat altına almak, ceza
(M.C.) ve mükafatla mukabelede bulunmak”
DERVİŞ manalarına gelen deyn, bir fıkıh terimi
Farsça asıllı bir kelime olup, söz­ olarak, kişinin zimmetinde sabit olan
lükte “dilenci, yoksul, muhtaç” anla­ borç anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı
mına gelmektedir. Tasavvufta bir tari­ Kerim’de, beş defa deyn kelimesi terim
kat veya bir şeyhe bağlı olan mürid, anlamında geçmektedir (Bakara, 2/282; Nisâ,
sûfilerin hayat tarzına uygun bir hayat 4/11, 12). Deyn pek çok hadiste, terim
süren kişi demektir. Dervişlik bir riya­ manasında kullanılmıştır. Aynı kökten
zet ve mücâhede faaliyetiyle başlar. türetilen dâyin alacaklı, medin veya
Bu dönemde yeme, içme, konuşma ve medyun ise borçlu anlamına gelir.
uyku en aza indirilerek sıkı bir perhize En geniş anlamıyla deyn, zimmette
girilir; ibadet, zikir ve tefekkür artırılır; sabit olan şey diye tarif edilebilir. Bu
nefsin bayağı arzularına gem vurulma­ tarife göre, zimmette sabit olan malî bir
ya, disiplinli ve ölçülü yaşamaya, böy- borç deyn olduğu gibi, kişinin ifa etme­
lece manevî olgunluğa ve ruhî yüksek­
diği namaz, oruç, hac gibi dinî borçla­
liğe ulaşılmaya çalışılır. (M.C.)
rı da deyn kapsamı içine girmektedir.
DESTUR Daha dar anlamda ise, zimmette sabit
Sözlükte “izin, ruhsat, müsâade” olan ve alacaklıya ait bulunan malı
anlamındadır. Bazı tarikatlarda, özel­ ifade eder. Buna göre deyn, semen,
likle Mevlevîlik ve Bektaşîlikte tarikat ücret, haraç, cizye, zekat, nafaka ve
büyüklerinden müsaade almak için kul­ diyet gibi malî borçları kapsamakta,
lanılan bir deyimdir. (M.C.) namaz, oruç gibi dinî borçları içine

120
almamaktadır. En dar anlamıyla deyn bir kazanç yolu değil, zaruret haliyle
ise, ödünç anlamına gelmektedir. sınırlı bir ruhsattır. Kur’ân’da da dilen­
Zimmette sabit olan itibari bir malı cilik insan haysiyetiyle bağdaşmayan
ifade eden deyn, bir yönüyle aynın kar­ bir tutum olarak değerlendirilmiştir
şıtı olmaktadır. Ayn borcunda belli bir (Bakara, 2/273). Ancak, ihtiyacından dolayı
malın ödenmesi gerekir. Deyn borcun­ isteyenin zenginlerin mallarından belli
da ise, belli bir malın değil, aynı cins bir hakkı olduğu bildirilmiş (zâriyât, 51/19;
ve miktarda olan bir malın ödenmesi Me’âric, 70/25). Hz. Peygamber’e hitaben
gerekmektedir. Deynin zimmette bir de “isteyeni azarlama” buyurulmuştur
borç olması, edası için borçlunun aracı­ (Duhâ, 93/10). Diğer bir âyette ise iyi bir
lığına ihtiyaç gösterir. Halbuki ayn bor­ mü'minin özellikleri arasında ihtiya­
cunda böyle bir aracılığa gerek yoktur; cından dolayı isteyenlere malından
alacaklı malını bulduğunda alabilir. vermesi hususu da sayılmıştır (Bakara,
2/177). Hz. Peygamber, yeni müslüman
Deyn ödenmekle veya borcu düşü­
olan bazı kimselerden Allah’ın birliği­
ren diğer sebeplerden birinin ortaya
ne inanıp O’na ibadette bulunmaları
çıkmasıyla sona erer. (İ.P.)
ve namaz kılmaları yanında dilenci­
DİĞERGÂMLIK lik yapmayacaklarına dair söz almış-
Türkçede özgecilik kelimesiyle de tir (Müslim, zekat, 108; İbn Mâce, Cihad, 4; Ebû
ifade edilen bu kavram; başkalarını Dâvûd, zekat, 27). Ayrıca hadislerde şeref
düşünmek, onların hukukunu korumak ve haysiyetini koruyan fakirle yoksul­
hususunda özverili olmak, başkalarının luğunu istismar eden ve dilenmeyi bir
hukukunu düşünüp, gözetmek husu­ kazanç yolu görenler arasındaki ahlâkî
sunda fedâkâr ve ferâgat sâhibi olmak farka dikkat çekilmiş (Müslim, Zekat, 102),
anlamlarına gelmektedir. Hicretten elinin emeğiyle geçinme imkânı var­
sonra, Mekke’den göç etmiş muhâcir- ken dilenenlerin, özellikle mal biriktir­
leri korumak ve onlara yardım etmek mek için avuç açıp isteyenlerin aslında
konusunda üstün gayretleri görülen cehennem ateşi talep ettikleri bildiril­
Medineli müslümanların bu erdem­ miş (Müslim, Zekat, 105), bunların dünyada
li davranışları Kur’ân-ı Kerim’de ve yüzsüzlük ederek dilenmelerine karşı­
hadis-i şeriflerde övülmüş ve örnek lık âhirette yüz etleri soyulmuş olarak
gösterilmiştir. İslâm kültüründe fütüv- Allah’ın huzuruna çıkacakları ifade
vet ve âhilik gibi örgütlenmelerde olunmuştur (Buhârî, zekat, 52; Müslim, zekat,
diğerkâmlık ve diğer müslümanlara 103,104). İnsanlar da dahil olmak üzere
karşı özverili davranmak eğitim konu­ bütün canlıların rızkının Allah tara­
sunda önemli bir haslet olarak görülür. fından verileceği (Hûd, ıı/6) bilincinde
(İ.U.) olan bir müslüman dilencilik yapamaz.
DİLENCİLİK (M.C.)

İslâm’da kural olarak dilencilik DÎN


yasaklanmıştır. Bir kimse çalışama­ “Din” kavramı; “d-y-n” kökünden
yacak derecede güçsüz hale gelmiş ve türeyen bir isimdir. Arap dilinde çok
zarurî ihtiyaçlarını karşılayamamışsa geniş bir anlamı vardır. Aynı zamanda
dilenmesi caizdir. Buna göre dilencilik bu kelime zıt anlamlı kelimelerdendir.

121
Sözlükte “cezâ/mükafat, âdet/durum, zaman Hicaz bölgesinde “şirk dini”,
itaat/isyân, hesap, zül, inkıyad, hüküm/ Hristiyanlık ve Yahudilik dinleri vardı.
kaza, galebe, kahr, isti’lâ, mülk, fer­ Haniflerin (Allah’ı bir olarak kabul
man, tevhît, ibâdet, millet, şeriat, vera’, edenlerin) sayısı azdı. Müşrikler,
takva, hizmet, ihsan, ikrah” gibi anlam­ Allah’ın varlığını, yaratıcı ve rızk
lara gelir. Hamdi Yazır, “din” kelime­ verici olduğunu kabul ediyorlar (Yûnus,
sini tanımlarken “siyâset” anlamını da ıo/3i), fakat Ona başka ilahları ortak
zikretmiştir. koşuyorlar (Nisâ, 4/51) ve âhireti inkâr
Terim olarak “din”; akıl sahiplerini ediyorlardı (A’râf, 7/45).
kendi arzuları ile bizzat hayırlara sevk Din kavramı, îmân ve uygulamadan
eden İlâhî bir nizam, Allah tarafından oluşan bir bütündür: “Eğer (müşrik­
konulmuş ve insanları O’na ulaştıran ler şirkten) tevbe (edip îmân) ederler,
bir yoldur. îmân ve amel konusu olarak namazı kılarlar ve zekatı verirlerse
akıl ve ihtiyara (iradeye), teklif oluna­ onlar da (ey müminler!) Sizin dinde
cak hak ve hayır kanunlarının bütününe kardeşlerinizdir... ” (Tevbe, 9/ıi) âyeti bu
denir. gerçeğin ifadesidir. (Î.K.)
Din kelimesi ve türevleri Kur’ân’da DÎN GÜNÜ (Yevmü’d-din)
95 defa geçmiş ve; “din”, “dinu’l-hak”
(hak din), “dinü’llah” (Allah’ın dini), “Yevmü’d-din” tabiri, 12 âyette
“dinü’l-kayyîm” ve “dini kıyem” geçmiştir. Bu tabirdeki “din” kelime­
(doğru din), “dinü’l-hâlis” (halis din), si ceza anlamındadır. “Ceza” kelime­
“dinü’l-melik” (hükümdarların kanu­ si iyi veya kötü yapılan bir işin tatlı
nu), ve “yevmü’d-din” (din-hesap veya acı karşılığını vermek, sevap
günü) şeklinde yalın ve terkip olarak; ve ikap; “yevm” kelimesi ise âhiret
ceza (sevap ve ikap) (Fâtiha, ı/4), hüküm, günü demektir. “Yevmü’d-din” (rûz-
kanun (Yûsuf, 12/76), tevhit (A’râf, 7/29), din i ceza); her işin karşılığı verilip biti­
edinmek (Tevbe, 9/29), İtaat (Nahl, 16/52), rileceği son gün, gelecekte mükâfat
hesap, sayı (Tevbe, 9/36), şirk dini, ehl-i ve mücazatın tevzi olunacağı vakit
kitap dini, hak din, batıl din gibi meş­ demektir ki buna “el-yevmü’l-âhire”
hur manasıyla din (Kâfırûn, 109/6; Nisâ, (âhiret günü, son gün) de denilir. Bunda
4/171-172; Âi-i îmrân, 3/19) anlamlarında kaza ve hüküm manası da mündemiç­
kullanılmıştır. tir. Buradaki “gün” 24 saat demek
değildir. Kur’ân’da dünya günlerine
Din olgusu ilk insandan beri var
nispetle âhiret günlerinin uzunluğunu
olagelmiştir. Yüce Allah, hak dinin
belirtmek için, çokluktan kinaye ola­
ilkelerini, ilk insan/ilk peygamber,
Âdem (a.s.)’dan itibaren bütün insan­ rak “bin sene” (Hac, 22/47) veya “elli bin
lara “vahiy” yoluyla bildirmiştir. sene” (Secde, 32/5; Me’âric, 70/4) gibi Ölçüler
Allah, insanları “hak dine” zorlama­ kullanılmıştır.
dığı için (Bakara, 2/256) “hak dini” kabul “Din günü” (yevmü’d-din) âhirete
eden de, hak dinden sapan ve “hak işarettir. Yoksa burada “din” kıyamet
dini” tahrif eden insanlar da olmuş­ demek değildir. Yüce Allah, “yevmü’d-
tur. Peygamberimiz Hz. Muhammed din”i Kur’ân’da şöyle tanıtmıştır: “Ve
(a.s.)’e Kur’ân verilmeye başlandığı (kâfirler) yazık bize bu din (ceza=sevap

122
veya ikap) günüdür dediler. Bu (din ve ızdırap veren ahlâkî bir duygudur.
günü) yalanlamakta olduğunuz fasl (EK.)
(iyi ile kötünün ayrıldığı, hesap ve Yüce Allah; insana vicdan ve akıl
hüküm) günüdür." (Saffat, 37/20-21); vermiş, bununla yetinmeyerek örnek
“Sonra din gününün ne olduğunu sen ve önder olması için peygamber ve
nereden bileceksin? (O gün) kimsenin rehber olması için de kitaplar gönder­
kimseye yardım edemeyeceği bir gün­ miştir. Ancak insanı, peygamber ve
dür. O gün emir yalnız Allah "a aittir." kitaplarla gönderdiği dinî kabule ve
(İnfıtar, 82/18-19) ibadete zorlamamıştır. Çünkü insanı
“Din günü”; alış-verişin, dost­ ölüm ve hayat (Mülk, 67/2), mal ve evlad
luğun ve kâfirlere şefaatin olmadığı (Enfâi, 8/28), hayır ve şer (Enbiyâ, 21/35), iyi­
(Bakara, 2/254), hesabın görüleceği, göz­ lik ve kötülük (A’râf, 7/168), doğruluk ve
lerin dehşetten donup kalacağı (İbrahim, yalan (Ankebût, 29/3), Allah yolunda çalı­
14/41-42), “ne oğulların ne de malların şıp çalışmama (Muhammed, 47/3) ve veri­
fayda vermeyeceği, selim bir kalp ile len nimetler (Bakara, 2/155) ile imtihana
gelenin fayda göreceği” (Şu’arâ, 26/88-89) tabi tutmuştur. İmtihan halinde olanın
bir gündür. inanıp inanmamakta, ibadet edip etme­
“Din (mükafat ve mücazat) muhak­ mekte hür olması gerekir. Nitekim yüce
kak Vuku bulacaktır” (Zâriyât, 51/6). “O Allah; “(Ey Peygamberim!) De ki: Hak
gün Allah onlara hak ettikleri cezalarını Rabb ’inizden (geîmiş)tir Öyle ise dile­
tam verir...” (Nûr, 24/25). (Î.K.) yen îmân etsin, dileyen de inkâr etsin ”
DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ buyurmuştur (Kehf, 18/29).

Din ve Vicdan Özgürlüğü, insan Eğer Allah insanları îmâna ve iba­


haklarının önemli bir bölümünü teşkil dete zorlamış olsaydı, yeryüzünde îmân
etmektedir. Bu nedenle dinin, canın, edip ibadet ve itaat etmeyen bir tek
aklın, neslin ve malın korunması bütün insan kalmazdı. “(Ey Peygamberim!)
semâvî dinlerin olmazsa olmaz şartı­ Eğer Rabb "in dileseydi, yer yüzünde-
dır. Buradan hareketle din ve vicdan kilerin hepsi elbette îmân ederlerdi. O
özgürlüğünün tarihin her döneminde halde sen îmân etmeleri için insanları
fert, toplum ve milli bütünlük açısından zorlayacak mısın?". (Hud, 11/99)
önem arzettiğini görüyoruz. Peygamber insanları dine zorla­
Din ve Vicdan özgürlüğünün temel mak için değil öğüt vermek, dinî tebliğ
unsurları îmân etme, bağlı bulundu­ etmek ve dinî kuralları sözlü ve uygula­
ğu dinin esaslarına göre amel etme, malı olarak açıklamak için görevlendi­
onu öğrenme, öğretme, tebliğ etme rilmiştir: “(Ey Peygamberim!) Sen öğüt
emir ve yasaklarına riâyet etmek gibi ver. Çünkü sen ancak öğüt vericisin.
hususlardır. İnsanların üzerinde bir zorba değil­
Vicdan ise iyiyi kötüden, hayrı şer- sin". (Ğaşiye, 88/21-22); “...Sen onların
den ayırmaya yardımcı olan ve insana üzerinde bir zorlayıcı değilsin. Sadece
iyilik yaptığı zaman huzur ve sevinç, tehdidimden korkanlara öğüt ver. "
kötülük işlediği zaman pişmanlık, elem (Kâf, 50/45)

123
Peygamber insanları, dine zorla­ gerçek îmân değil, zorlama ile kılınan
maz. Çünkü dinde zorlama yoktur namaz, gerçek namaz değil, zorlama ile
(Bakara, 2/256). Zorla ne îmân olur ne de tutulan oruç, gerçek oruç değil, zorla­
ibadet. îmâna zorlanan insan “mü’min” ma ile yapılan hac, gerçek hac değil­
değil “münafık”; ibadete zorlanan dir. Diğer görevler için de aynı şey söz
insan ise “muhlis” (samîmi, ihlaslı konusudur.
insan) değil “mürâî” (gösteriş yapan, Yapılan bir fiilde zorlama olursa
ihlası olmayan insan) yapılır. îmân ve bu, ihtiyarı/rızayı yok eder veya ifsat
ihlas kalp işidir. Kalbe Allah’tan başka eder. Bir görev rızasız yapılırsa, bu fiil,
kimse hakim olamaz ve baskı yapamaz. failin müktesebi olmaz ve fiil sonunda
Allah da din konusunda insanlara baskı oluşan hayır veya şerrin sorumluluğu
yapmamaktadır. Eğer baskı yapsaydı, fiili yapana değil zorlayana ait olur,
insanlar melekler gibi olur, Allah’a asla îrade dışı ve zorlama ile yapılan fiil­
isyân etmezlerdi. den sorumlu olmak şöyle dursun “hata”
“Zorlama/ikrah”; bir kimseye hoş­ ile yapılan fiillerden bile insan sorumlu
lanmadığı bir işi tehdit ile rızası hilafı­ tutulmamıştır (Ahzâb, 33/5).
na yaptırmaktır. Bir fiili zorla ve gönül­ İslâm’da tam bir inanç özgürlüğü
süz olarak yapan insanın bu fiili, ihlas vardır. Dileyen müslüman olur, dile­
bulunmadığı için sevabı mucip olma­ yen müşrik, kâfir, Hristiyan, Yahudi ve
dığı gibi cezayı da gerektirmez. Hatta Mecusi olarak yaşar. Peygamberimiz
küfre zorlanan bir insan, gönlünü küfre (a.s.)’in devrinde de böyle olmuştur.
açmadıkça diliyle inkârı gerektiren bir İslâm’daki “cihadın” amacı da insan­
söz söylemesi bile îmânına zarar ver­ ları baskıdan korumak, baskıyı kabul
mez (En’âm, 6/106). Peygamberimiz (a.s.), etmeyen hak dini hâkim kılarak î’lâ-i
şöyle bildirmiştir: “Allah, ümmetimin kelimetullâh etmek (Allah’ın yüce keli­
zorla yaptırıldığı şeyler ile göğüsle­ mesini / tevhit inancını yüceltmek), hak
rinin kendilerine vesvese verdiği şey­ dinî kendi isteği ile kabul etmek iste­
lerden bunlarla amel etmedikleri veya yenlere, dinin anlatılmasına ve yaşan­
bunları (başkalarına) konuşmadıkları masına mani olanlara, zorlama yapan­
takdirde (kendilerini cezalandırmak­ lara engel olmak ve doğru yolu insan­
tan) vaz geçmiştir. ” (İbn Mace, Talak, lara anlatmaktır. Dolayısıyla İslâm’da
16. No:2044. (I, 659); “Allah benim savaş; intikam, öldürme ve din değiş­
için ümmetimi, hata, unutma ve zorla­ tirmeye zorlamak için yapılmaz.
narak yaptırıldığı şeylerden sorumlu Peygamberlerin tebliğ ettiği tevhit
tutup cezalandırmaktan vazgeçmiştir^ dini; beş şeyi (dini, malı, canı, aklı
(Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, II, 219. No: 1705.). ve nesli) korumayı amaç edinmiştir.
Zorlama, insandaki rıza ve iyi niye­ Bu beş şey, temel insan haklarıdır.
ti yok eder. Rıza ve iyi niyet olmayın­ Toplum düzeninin temelini teşkil eder.
ca hiçbir amel ibadet sayılmaz. Dinen Dolayısıyla kamu düzeninin sağlanma­
yapılması istenen şeylerin hepsi zor- sı ve temel insan haklarının korunması
lamasız, iyi bir niyet ve rıza ile yapıl­ amacıyla bu beş ilkeyi ihlal ederek suç
malıdır. Zorlama ile inanç mümkün işleyenlere dünyada cezaî müeyyide
değildir. Zorlama ile gösterilen îmân konulmuştur. Ancak, bu suçlara dün-

124
yada ceza ceza uygulanması “dinde sanların dinlerini yaşamalarına mani
zorlama vardır” anlamına gelmez. Çün­ olanları fesatçılık / bozgunculukla nite­
kü bir suçun, cezayı mucip olabilmesi lemektedir (Nahl, 16/88). (Î.K.)
için kişinin hür iradesi ile bu suçu işle­
DİRÂYETTEFSÎRİ
mesi gerekir. Hür iradenin olduğu yerde
Kur’ân âyetlerini, âyetler ve ha­
baskı ve zorlama olamaz. Baskı varsa
dislerle tefsir etmekle yetinmeyip dil,
kişi, o suçu zorlama ile yapmıştır. Bu
edebiyat, din ve çeşitli bilgilere dayanı­
takdirde o suçtan dolayı ceza uygulan­
larak, akıl ve içtihatla yapılan tefsire de­
maz.
nir. Dirâyet tefsirine re ’y tefsiri de denir.
Dinde zorlama değil, dini anlatma/ Dirâyet tefsirinde; kelimelerin eti­
tebliğ etme vardır. Bütün peygamber­ molojik yapısı, hakikat veya mecaz olu­
ler dini tebliğ ve tebyin etmekle gö­ şu, cümlelerin tahlili, emir ve yasakların
revlendirilmişlerdir. Peygamberler bu ne ifade ettiği, sözün bağlamı ve belâ-
görevlerini ifa ederlerken zorlama yap­ ğat yönleri dikkate alınır. Müfessir,
mamışlar, ikna etme metodunu kullan­ ilmi gücüne göre âyetleri yorumlar.
mışlardır. Mü’minlerin de görevi sadece Dirâyet tefsirinin makbul olabilme­
İslâm’ı insanlara anlatmaktır. si için bu tefsirin, İslâm’ın ruhuna,

Dine girmekte ve dinî kuralları uy­ Kur’ân ve sünnet bütünlüğüne uygun

gulamakta zorlama olmadığı gibi, dini olması gerekir. Aksi takdirde bu tefsir,

kabul etmek ve dinin kurallarını uy­ ilhadî bir tefsir olur.

gulamak isteyen kimseye mani olmak Fahruddin Râzi’nin “Mefâti-


da yoktur. Din ve vicdan hürriyeti, hu’l-Gayb”, Beydâvî’nin “Envâru’t-Ten-

din seçme ve din kurallarını uygulama zil ve Esrâru’t-Te’vîl”, Nesefî’nin “Me-

hürriyetini de ifade eder. dâriku’t-Tenzil ve Hakâiku’t-Te’vîl” adlı


eserleri bu metotla yazılan tefsirlere ör­
Kur’ân’da insanların Allah yolun­
nektir. (bk. Tefsir) (Î.K.)
dan men edilmesi şiddetle kınanmak­
tadır: "'Şiddetli azaptan dolayı kâfirle­ DİRHEM
rin vay haline. Onlar dünya hayatını Dirhem, bir çeşit ağırlık ölçüsü biri­
ahirete tercih ederler, (insanları) Allah midir. Bir dirhem 1/12 ukiyyedir. Şer’î
yolundan alıkoyarlar ve onu eğriltmek ve örfî olmak üzere iki ayrı hesaplanma
isterler. İşte bunlar derin bir sapıklık şekli vardır. Günümüzde kabul edilen
içindedirler. ” (İbrahim, 14/2-3). Allah, in­ ondalık sisteme dayalı gram, kilogram

125
gibi ölçülere göre, bir örfî dirhem 3,207 hadislerde diyetlerin miktarı belirlenmiş,
gr.; şer’î dirhem ise 2,806 gr.’dır. (Î.P.) 100 deve, 100 dinar altın, 10.000 veya
12.000 dirhem gümüş, 200 sığır, 2.000
DİYET ve erş
koyun veya 200 elbise olduğu belirtil­
Klasik fıkıh ıstılahında diyet, cana
miştir (Ebû Dâvud, Diyât 18, 19, 20; Tirmizî,
veya can hükmündeki uzuvlara karşı
Diyât 1; Nesâi, Kasâme 30, 32, 44; Muvatta, Ukül
işlenen cinâyet dolayısıyla ödenen mal
1,9.). Ayrıca, hadislerde, uzuvların diyet­
veya paraya; erş ise, uzuvlara karşı iş­
lerinden de bahsedilmiştir.
lenen cinâyetlerde, miktarı nasslarla be­
lirlenmiş veya takdiri hâkime bırakılmış Ölümle sonuçlanmayan cinâyet ve

ödenmesi gereken mal veya paraya de­ yaralamalarda, genel olarak ödenecek

nir. Diğer bir tanıma göre, ölümle so­ malî bedel, erş ve hükûmet-i adi

nuçlanmayan belli yaralama ve sakat şeklinde özel isim verilen bir tür diyet­
bırakmalarda ödenen ve miktarı belir­ tir. Yaralama ve sakatlamalarda hareket
lenmiş olan bedele erş denir. Bunun dı­ noktası olarak tam diyet miktarı esas
şında kalan ve miktarı yetkili mercilerce alınmıştır. Yaralamanın derecesi, suçun
takdir edilecek olan cinâyet bedeline de işleniş tarzı, müessir fiilin yol açtığı ka­
hükûmet-i adi denir. yıp, organın hayatî fonksiyonu, tek-çift
Kur’ân-ı Kerîm’de, yanlışlıkla bir oluşu gibi hususlar göz önünde bulun­
mü’minin öldürülmesi halinde, keffâ- durularak, tam diyete göre miktarlar be­
ret olarak bir köle azat edilmesi ve öl­ lirlenmiştir.
dürülenin ailesine ödenmek üzere diyet Konu incelendiğinde, diyetle ilgili
verilmesinden bahsedilmektedir (Nisâ, esasların, maruz kalınan mağduriyetin
4/92). Bununla birlikte, Kur’ân’da diye­ hafifletilmesi ve tazmîni gayesine yö­
tin miktarı ve ödenme şekliyle ilgili bir nelik olduğu görülür. Bu nedenle, failin
ayrıntı bulunmamaktadır. sorumluluğu için cezaî ehliyete sahip
Hata ile adam öldürmelerde diyet, nassla olması aranmamıştır. (Î.P.)
belirlenmiş bir tazminattır. Mağdur ya­
kınları affetmediği takdirde, ölüme se­ DOGMATİZM

bebiyet verenin âkılesinin diyet ödemesi Tecrübeye dayanan kanıtları dışla­


öngörülmüştür. Diyetin miktarı ise, hadis yarak, düşüncenin özgürlüğünü ve ba­
ve sahabeden gelen haberlerde belirlen­ ğımsızlığını sınırlayan ya da ortadan
miştir. Hz. Peygamber’den gelen değişik kaldıran her türlü düşünme şekli olarak

126
tanımlanmıştır. Dogmatizm şüphecili­ Peygamber’e yardım edecek, onları
ğin zıddıdır. koruyacak, bağışlayacak, karanlıklar­
Fizikçi ve tabiatçı olan ilk Yunan dan aydınlığa çıkaracak olan gerçek
filozoflarının tabiat ve âlem hakkında- dostun Allah olduğu, bu anlamda onla­
ki düşünceleri, dogmatik bir anlayışın rın Allah’tan başka dostları bulunma­
mahsulüdür. İlâhî ve semavî dinlerin dığı ifade edilerek, gerçek dost olarak
vahiy mahsulü olan hükümlerini dogma Allah’ı bilmeleri, O’na dayanıp güven­
olarak nitelemek doğru değildir. Çünkü meleri ÖğÜtlenmektedİr (Bakara, 2/257; Nisâ,
İlâhî dinlerin içeriği ve özü evrensel bir 4/45, 75, 119, 123, 173). Ayrıca kâfirlerin,
boyuta sahiptir. Söz gelişi İslâm nazar zalimlerin, Yahûdi ve Hristiyanların
ve istidlale büyük değer verir. Ancak, ancak birbirlerinin ve şeytanın dostla­
temeli vahye dayanmayan sun’î inanç rı olabilecekleri bildirilmekte, dinî ve
sistemleriyle bazı felsefî doktrinlerin ahlâkî zihniyetin beşerî ilişkiler üze­
ürünü olan iddialar dogmatizm olarak rindeki etkileri dolayısıyla mü’minlerin
değerlendirilebilir. Zira felsefe tarihi bu sayılan zümreleri sırdaş anlamında
incelendiğinde bazı iddiaların en katı dost edinmeleri yasaklanmakta (Mâide,
dogmatizmi oluşturduğu görülmekte­ 5/51,55,56,57; Tevbe, 9/23), dostlukların tesi­
dir. Mesela Marks’ın ortaya koyduğu sinde kan bağı yerine inanç birliğinin
bazı iddialar halen değişmez hakikat­ esas alınmasının gerekliliği üzerinde
ler olarak kabul edilmekte ve doğrulu­ durulmaktadır (Tevbe, 9/23). Mü’minlerin
ğu hakkında en ufak bir şüpheye yer
vaktiyle birbirlerine düşman iken
verilmemektedir. (F.K.)
Allah’ın gönüllerini kaynaştırmasıyla
DOĞRULUK dost ve kardeş olduklarını (Âı-i imrân,
İnsanın; inancında, özünde, sözün­ 3/173) ve bu kardeşliğin sürdürülmesi
de, niyetinde, sözleşmelerinde, tica­ gerektiğini (Hucurât, 49/ıo) bildiren âyetler
retinde kısaca bütün fiil ve davranış­ dostluğun önemini ortaya koymaktadır.
larında doğru, dürüst, hakkı gözetir, Yine Kur’ân’da hülle kelimesi, dost­
âdil, ihlaslı ve samîmi olma hâlidir. luk anlamında kullanılmakta, âhirette
Hile, yalan, bâtıl, iki yüzlülük, riya ve zalimlerin “Keşke falanı dost (halil)
sahtekârlığın zıddıdır. Doğruluk kav­ edinmeseydim” (Furkân, 25/28) şeklindeki
ramı, Kur’ân ve Sünnette sıdk, ihlas, pişmanlıkları ifade edilmektedir. “Kişi
istikâmet ve hak kavramları ile ifade dostunun (halil) dinî (ahlâkı) üzere­
edilmiştir. (İ.K.) dir” (Tirmizî, Zühd, 45). “Ruhlar bir araya
DOSTLUK getirilmiş gruplar gibidir, tanışıp uyu­
Sözlükte “seven, sevgili, yâr” anla­ şanlar birleşir, uyuşamayanlar ayrılır.”
mına gelen dostluk kavramı, İslâmî (Buhârî, Enbiyâ, 3; Müslim, Birr, 159) meâlin-
literatürde sadâkat, meveddet, uhuv­ deki hadisler dostluğun ancak ahlâkî,
vet, sohbet, veli, refik gibi kelimelerle psikolojik vb. yönlerden uyuşabilenler
ifade olunmuştur. Veli (dost) kelime­ arasında kurulabileceğini ifade etmek­
si Kur’ân’da tekil ve çoğul (evliyâ) tedir. Böylece kişinin dost seçiminde
olarak 87 âyette geçmektedir. Pek oldukça dikkatli davranması gerektiği
çok âyette insanlara, mü’minlere ve vurgulanmaktadır. (M.C.)

127
DÖVME Duada daima tâzim ve tâzimle bir­
İnsan cildinde boya maddesiyle likte istekte bulunma anlamı vardır.
yapılan kalıcı şekillere dövme denir. Dua aynı zamanda zikir ve ibadettir.
Ana batlarıyla dövme, deride yan Böylece duada biri zikir ve saygı, diğe­
yana küçük delikler açılıp içine boyalı ri de dilek olmak üzere iki unsur hep
maddeler doldurmak sûretiyle yapı­ yan yana bulunur. Bu sebeple "Dua
lır. Günümüzde ise, özel olarak imal ibadetin özüdür"(Tirmizî, Deavat, i) ve aynı
sebeple en önemli ibadet olan namaz
edilmiş elektrikli dövme kalemleri
dua (salât) kelimesiyle ifade edilmiştir
kullanılır.
(En’âm, 6/52; Kehf, 18/28). Bir âyette, "De
Arapça’da veşm kelimesiyle ifade
ki; duanız olmasa Rabbim size ne diye
edilen dövme, Hz. Peygamber tara­ değer versin ” (Furkân, 25/77) buyrulmak
fından yasaklanmış; dövme yapan ve sûretiyle insanın ancak Allah’a olan
yaptırana Allâh’ın lanet ettiği bildiril­ bu yönelişiyle değer kazanabileceği
miştir (Buhârî, Libas, 87; Müslim, Libas, 119- belirtilmiştir. Kur’ân’da insanın ihti­
120). Hadiste sadece kadınlardan bahse­ yaç ve sıkıntılarının giderildiği, kendi­
dilmesi, o dönemde Arap toplumunda ni emniyet içinde ve başarılı gördüğü
dövmenin kadınlar arasında yaygın durumlarda dua isteğinin zayıfladığı,
olmasındandır. Dövme yaptırmanın Allah’tan yüz çevirdiği, kendi güç ve
dinî hükmü açısından erkek ile kadın yeterliliğini gözünde büyütüp nankör
arasında fark yoktur; her ikisi için de ve bencil olduğu, zalimâne tutum ve
haramdır. Sağlık bakımından zarar ver­ davranışlar sergilediği anlatılmaktadır
memesi ve çirkin bir manzara bırakma­ (bk. îsrâ, 17/67; Lokmân, 31/32; Fussilet, 41/51).
ması durumunda dövmenin vücuttan İnsanın başı dara düştüğünde dua
giderilmesi gerekir. (Î.P.) etmesinin (Mü’min, 40/60) yanı sıra özel­
likle refah ve rahatlık durumlarında da
DUA
Allah’ı hatırlaması kulluğun bir gere­
Sözlükte “çağırmak, seslenmek, ğidir. Duanın sadece Allah’a yöneltil­
istemek, yardım talep etmek” anlamı­ mesi; Allah’tan başkasına, putlara veya
na gelen dua, din literatüründe, insa­ kendilerine üstün nitelikler izafe edilen
nın bütün benliğiyle Allah’a yönelerek başka yaratıklara dua (ve ibadet) edil­
maddî ve manevî isteklerini O’na arz memesi hususu Kur’ân’da ısrarla vur­
etmesi demektir. Duanın ana gaye­ gulanmıştır (bk. Şu’arâ, 26/213; Kasas, 28/88).
si insanın Allah’a halini arzetmesi ve Özet olarak duanın âdâbı şöyledir:
O’na niyazda bulunması olduğuna Dua gönülden, gizlice ve alçak sesle
göre dua, Allah ile kul arasında bir yapılmalı, mübarek vakit ve yerler
diyalog anlamı taşır. Bir başka deyiş­ tercih edilmeli, kıbleye yönelinerek
le dua sınırlı, sonlu ve âciz olan varlı­ ve Allah’ın adıyla başlanarak, günah­
ğın sınırsız ve sonsuz kudret sahibi ile lara pişmanlık duyularak yapılmalı,
kurduğu bir köprüdür. Kur’ân’da yirmi kabulü için acele edilmemeli, kabul
yerde dua kelimesi geçmekte, ayrıca edileceğine inanılarak duaya ısrarla
pek çok âyette dua kökünden fiiller yer devam edilmeli, sebepler dünyasın­
almaktadır. da yaşadığının bilincine ererek talep

128
ettiği şey birtakım sebeplere bağlıysa âhiret kaygısını geri planda tutan hayat
önce bu sebepleri yerine getirmeli yani tarzı kastedilmektedir (Âi-i imrân, 3/185;
fiili duasını yapmalıdır. Ayrıca isteği­ En’âm, 6/32; Ankebût, 29/64). Sahih hadisler­
ni Allah’a arz etmeden önce Allah’a de de dünya bu anlamda kullanılmıştır
hamdü senâ Peygamberine de salâtü (Buhârî, Cihâd, 37; Tirmizî, Fiten, 26). Yaşanılan
selâm getirmelidir. (M.C.) hayat ile yeryüzü arasında yakın bir
DUHÂ NAMAZI ilişki bulunduğundan zamanla anlam
kayması olmuş, dünya denilince yer­
Güneşin doğduktan sonra 5° (bir küre anlaşılır olmuştur. (M.C.)
mızrak boyu) yükselmesinden, başka
DÜRZÎLİK
bir deyişle güneşin doğmasından tak­
riben 45-50 dakika geçmesinden, Şiiliğin îsmâiliyye kolundan doğan
zeval vaktine kadar olan süreye kuş­ Dürzîlik, Fâtimî halifelerinden el-
luk (duhâ) vakti; bu zaman diliminde Hâkim Biemrillah’ın veziri Hamza ibn
kılınan nafile namaza da duhâ namazı Ali tarafından kurulmuştur. Dürzîlere
denir. Diğer bir ismi de kuşluk namazı­ göre Halife el-Hakim Batınî anlayışı­
dır. Bu niyetle en az iki, en çok on iki na bağlı olarak Allah’ın birliğini yay­
rek’at namaz kılmak menduptur. Ancak mak üzere etrafa tebliğciler gönderir.
sekiz rekat kılınması daha faziletlidir. Yedi yıl boyunca bu tebliğ yapıldık­
Hz. Peygamber’in kuşluk vaktinde tan sonra maksada ulaşılır. Dürzîliğin
nafile namaz kıldığı ve ashabına da tav­ inanç esasları Hamza ibn Ali tarafın­
siye ettiği pek çok hadiste geçmektedir dan şöyle belirlenmiştir: 1- Allah’ın
(Tirmizi, Vitr, 15). (İ.P.) birliğini ikrar etmek, 2- ulûhiyetin
insan şeklinde devamlı tezahür etti­
DÜNYA
ğine inanmak, 3- el-Hakim’i bu İlâhî
Yakın olmak anlamına gelen dünüv hülûlun son ve en büyüğü olarak
kökünden türemiş en yakın anlamın­ kabul etmek, 4- Hamza’yı çağın en
daki ednâ kelimesinin müennesi olup, büyük sahibi olarak görmek, 5- İlâhî
canlıların üzerinde yaşamış olduğu varlıkta yer tutan beş veziri tanımak,
gezegen, yer küre demektir. Bir terim 6- kaderin felsefî mefhumuna inan­
olarak, insanın ölmeden önceki haya­ mak, 7- nefislerin tenâsühüne inanmak,
tı, bu hayattayken ilişki içinde bulun­ 8- el-Hakim adına kendisine uyulan
duğu varlıklar ve bu varlıklarla ilgili ve mensuplarını İslâmî mükellefiyet
eğilimleri, tutum ve davranışları anla­ ve bağlardan çözen ve onlar için yeni
mına gelir. Kur’ân’da yer ve yeryüzü esaslar koyan Hamza’nın yedi esası­
için arz kelimesi kullanılırken, içinde nı bilmek. Dürzîlikte kabul edilme­
yaşadığımız hayata “el-hayâtü’d-dün- si gereken Hamza’nın yedi prensibi
ya (yakın hayat), âcile ve ûlâ (önce şunlardır: 1- Sözde doğruluk, 2- îmân
gelen hayat)” adı verilmiştir. Böylece kardeşlerini koruma ve karşılıklı yar­
Kur’ân’da arz (yeryüzü) coğrafî, dünya dım. 3- önceki inançlarla batıl inanç­
ise dinî ve ahlâkî bir terim olarak yer ların tamamını terk, 4- İblisi ve bütün
almıştır. Bu itibarla dünya kötülenir şer güçleri tanımama, 5- Allah olarak
ve aşağılanırken üzerinde yaşadığımız sadece Hâkim’in birliğine inanma 6-
yeryüzü değil, burada sürdürülen ve ne olursa olsun fiillerine sahip olma,

129
7- açık ve gizli Hakim’in İlâhî iradesine kişilerdir. Özel kıyafetleri mevcuttur.
teslimiyet ve O’nu kabullenmek. Sigara ve şarap içmezler. İnsan öldür­
Dürzîlere göre ahiret ve ahiret- me, hırsızlık, zina, fuhuş, fısk ve riya
le ilgili cennet, cehennem, arş, kürsi, gibi davranışlar haram olup, bunlardan
hesap, cezâ, mükafat gibi şeyler hep bu uzak durmak gerekir. Cahiller ise ikin­
dünyadadır. Kıyamet ve hesap günü, ci tabakayı teşkil eder. Bunlar Dürzî
Hamza’nın kendilerine inanmayanlar kitaplarının aslını okumazlar. Ancak
aleyhine kıyamıdır. Dürzîler, kendi­ şerhlerini okuyabilirler. Sigara içebilir,
lerine “tevhid ehli” veya “muvahhid” refah içinde yaşayarak dünya zevkle­
demek sûretiyle bazı meselelerde İslâm rinden yararlanabilirler.
hukukunun esaslarına uyduklarını söy­ Bugün Lübnan, Suriye, Filistin ve
lemektedirler. Bazen takiyye yaparak Ürdün’de yaklaşık 400-500 bin kadar
“dinimiz hepimizin bildiği müslüman- Dürzî olduğu sanılmaktadır. Ayrıca
lıkdan başka bir şey değildir” iddia­ bir kısmı da 19. yüzyılda Lübnan
sında bulunmaktadırlar. Böylece İslâm ve Suriye’den Amerika, Avustralya
esaslarını hiçe sayarak, îmân esasla­ ve Batı Afrika’ya göç etmişlerdir.
rını keyfî bir şekilde tahrif ve tağyir Halen Venezüella, Brezilya, Arjantin,
etmektedirler. Dürzîliğe göre toplum, Meksika, A.B.D. ve Kanada’da yakla­
akıllılar ve cahiller diye ikiye ayrılır. şık 40-50 bin civarında Dürzî bulundu­
Akıllılar, din işlerini bilen, sağlam ğu sanılmaktadır. (F.K.)

130
EBÂBÎL zıddıdır. Kur’ân’da “ebeden” kelime­
Sürü sürü, bölük bölük, grup grup, si te’kit için kullanılan bir zarf olarak
peş peşe, ardı ardına gelen demektir. Fil yirmi sekiz yerde geçmektedir.
Sûresinde kuşların sıfatı olarak kulla­ Ehl-i Sünnet inancına göre, Allah’ın
nılmıştır. Yemen Vâlisi Ebrehe, ordusu ne başlangıcı ne de sonu vardır. Allah
ve filleriyle Ka’beyi yıkmak için gelip ezelî ve ebedîdir. O’ndan başka gerçek
Beytullah’ı kuşatınca Allah üzerlerine ezelî ve ebedî olan bir varlık yoktur.
sürü sürü, ardı ardına gelen kuşlar (tay- Allah’ın âhir, bakî ve dâim sıfatları,
ran ebâbîl) göndermiştir. Bu sürü sürü O’nun ebedî olduğunu ifade etmekte­
kuşlardan her biri; biri ağzında ikisi de dir. (F.K.)
ayaklarında olmak üzere mercimek, EBRU
nohut ve fındık büyüklüğünde üçer taş
Ciltçilikte kullanılan, yol yol renkli
atarak Ebrehe’nin ordusunu perişan
parlak kağıda, dalga dalga renkli kuma­
etmiş, darmadağın yapmıştır. Kur’ân’ın
şa ve kağıt üzerinde renkli hareler oluş­
tâbiriyle Ebrehe’nin ordusu yenilmiş,
turma sanatına verilen bir isimdir.
çiğnenmiş, ezilmiş, taze ekin yaprağı
gibi delik deşik olmuş ve işe yaramaz Ebru; kağıt süsleme sanatının en
hale gelmiştir. (Î.K.) önemlilerinden biridir. Ebru sanatının
icrasında kullanılan boyalar tabiattaki
EBED renkli kaya ve topraklardan elde edilir.
Bir yerde ikâmet etmek, ayrılma­ Ebru, İslâm süsleme ve bezeme
mak ve sonsuz olmak anlamındaki sanatı olarak ortaya çıkmış, levhalara
“e-b-d” kökünden türeyen “ebed”, yazılan bazı âyet ve hadislerin süslen­
sonsuzluk, daima, her zaman demektir. mesinde kullanılmıştır. (Î.K.)
Allah’ın sıfatı olarak ebed, son­ ECEL
suz olarak yaşayan, ölümlü olmayan
demektir. İbn Mâce’nin el-esmâü’l- Sözlükte “mutlak vakit, belirlenmiş
zaman veya muayyen bir müddetin
hüsnâ ile ilgi rivâyetinde geçmiştir (Dua,
10. ıı, 1270). Bâkî ve dâim sıfatlarıyla
sonu” gibi anlamlara gelen ecel, dinî
aynı anlamı ifade eder. (İ.K.) literatürde, Allah tarafından her canlı
için önceden takdir edilen hayat süre­
EBEDÎ si ve bu sürenin sonu olan ölüm vakti
Sözlükte “zeval bulmayan, sonu demektir. Ecel, ölüm (A’râf, 7/34), muay­
olmayan, uzun ve sonu gelmeyen, sona yen vakit (Kasas, 28/28), helak etme (A’râf,
ermeyen zaman” demektir. Dinî lite­ 7/185), iddet bekleme (Bakara, 2/231) ve
ratürde ise, varlığı, gelecek açısından ceza gibi (Nûh, 71/4) muhtelif anlamlar­
sonsuz olarak devam etmesi anlamına da Kur’ân’ı Kerim’in 34 ayrı yerinde
gelmektedir. Buna göre ebed, ezel’in geçmektedir.

131
Ecel, hem insanlar hem de toplum­ hazır bulunmakla ücrete hak kazanır.
lar için geçerlidir. Güneş ve ayın bile Bu nedenle, işverenden kaynaklanan
belirlenmiş bir süresi vardır. İtikadî sebeplerle işe başlayamazsa yine de
mezhepler arasında iki ecelin olup ücreti hak eder.
olmadığı, ayrıca ecelin uzayıp uzama­ Ecîr-i Müşterek: Yapılan sözleş­
yacağı konusunda farklı görüşler ortaya me, işçinin belli bir süre emeğini tahsis
çıkmıştır. Mu’tezile ve Şia, insanların etmesini değil de, belli bir işi görmesini
iki ecelinin olduğunu ve ömürlerinin konu alıyorsa, o takdirde bu işçiye ecîr-
uzayıp kısalabileceğim savunmuşlar­ i müşterek denir. Bu tür bir sözleşme­
dır. Ehl-i Sünnet âlimleri ise, insanla­ de işçi, aynı anda birden fazla iş söz­
rın bir tek ecelinin bulunduğunu, bunun leşmesi yapabilir. Terzi, dişçi, doktor,
da ölümle gerçekleşen vakit olduğunu tamirci gibi ücret karşılığı bir hizmet
kabul etmişlerdir. Çünkü ecel kaza ve ifa eden esnaf ve sanatkarlar; ücret kar­
kaderle ilişkilidir. Bu da Allah’ın ilim şılığı iş takibinde bulunan vekil ecîr-i
ve irade sıfatını ilgilendirir. Hal böyle müşterek grubunda yer alır. îşi tamam­
olunca ölecek kişinin sağlık kurallarına lamakla ücrete hak kazanır. (Î.P.)
uyup uymayacağı, herhangi bir kaza ya
ECR
da katilin eylemine maruz kalıp kalma­
yacağı İlâhî bilgi ve iradenin kapsamı Sözlükte “ücret, karşılık, mükafat,
dışında değildir. Bu durumda insanların cehiz ve mehir” anlamlarına gelen ecr,
ecelleri yalnız Allah tarafından bilin­ dinî bir terim olarak, dünyada veya
mektedir. Sahiplerince keşfedilmesi âhirette îman ve sâlih amellerin kar­
mümkün olmamaktadır. O halde yaşa­ şılığı olarak verilen mükafaat (Ankebût,
29/27; Yûsuf, 12/57) ve kadına evlenme
mak için gerekli tedbirlerin alınması
kulluğun bir gereğidir. (F.K.) akti sonunda verilen mehir anlamına
gelir (Nisâ, 4/24-25). Çoğulu ücûr’dur. Bu
ECÎR kelime, Kur’ân’da 100’den fazla âyet­
Bir fıkıh terimi olarak “kurulan te geçmiştir. Âhirette îmân edip sâlih
bir iş akdine istinaden, ücret karşılığı amellere verilecek ücret Kur’ân’da;
belirli bir işi gören işçi” anlamına gelir. “Ecr-i azîm”, büyük ücret (Mâide,
Ecîr, yapılan işin ölçüsüne göre ecîr- 5/9),
i hâs ve ecîr-i müşterek kısımlarına
“Ecr-i kebîr”, büyük ücret (Hûd,
ayrılır.
11/11),
Ecîr-i Hâs: Yapılan iş sözleşmesi
“Ecr-i kerîm”, şerefli ücret (Hâdid,
işçinin belli bir süre işveren için çalış­ 57/11),
masını konu alıyorsa, yani işçinin belli
“Ecr-i ğayri memnun”, kesintisiz
bir zaman diliminde emeğini işverenin
ecr (Fussilet, 41/8),
emrine tahsis etmesi gerekiyorsa, bu
işçiye ecîr-i hâs denir. Böyle bir işçi, “Ecr-i hasen”, güzel ücret (Fetih,
emeğini tahsis ettiği zaman diliminde 48/16) ve
başka bir iş yapamaz. Günümüzdeki “Ecr-i gayri hisâp”, hesapsız
devlet memurları, sanayi ve tarım kesi­ ecr (Zümer, 39/10) olarak nitelenmiştir.
mi işçileri ile günlük işçiler bu kapsam­ Zikredilen bu ücretler ile maksat; cen­
da mütalaa edilir. Ecîr-i hâs, çalışmaya net ve nimetleridir.

132
Kur’ân’da Yüce Allah’ın; mü’min- İslâm’da emeğe ve haklı kazanca
lerin (Âi-i îmrân, 3/171) muslihlerin (A’râf, önem verilmiştir. Bu nedenle, iş akdi­
7/170) ve muhsinlerin (Hûd, ı ı/ı ıo) ecir­ nin herhangi bir sebeple fasit olma­
lerini zayi etmeyeceğini âhiret ücre­ sı halinde, işçi çalıştığı miktar kadar
tinin daha hayırlı olduğunu (Yûsuf, emeğine karşılık olarak ecr-i misile
12/57) bildirmiştir. Ücreti veren Allah hak kazanır. Bu durumda ecr-i misil,
(Bakara, 2/277), hak eden ise çalışanlar­ tarafsız bilirkişilerin işçinin fiilen har­
dır. Kur’ân’da "‘çalışanların ücreti cadığı emeğe biçtikleri değerdir. Ayrıca
ne güzeldir" (Ankebût, 29/58) denilmiştir. zaruret ve ihtiyaç sebebiyle başkasının
Allah; mü’minlere ücretlerini yaptık­ malını kullanan kimsenin, belli durum­
larının en güzeliyle (Nahi, 16/97), sâlih larda bunun için makul bir ücret (ecr-
amellere on katı ile (En’âm, 6/160), Allah i misil) ödemesi gerekir. Aynı şekilde
yolunda infaka 700 katı ile (Bakara, 2/261) kira süresi sona ermekle birlikte, haklı
ve sabretmeye hesapsız derecede (Zümer, gerekçe ve ihtiyaç sebebiyle kiralanan
39/10) vereceğini “Zerre miktarı bir iyi­ şeyin kullanılması durumunda, makul
lik olsa onu kat kat yapacağını ve kendi bir müddet akdin uzatılması halinde,
katından büyük mükâfat lütfedeceğini emsal ücret ödenmesi gerekir. (Î.P.)
(Nisâ, 4/40) açıklamıştır. (Î.K.) EDÂ
Allâh Teâlâ, kendisine inanıp da Sözlükte “bir şeyi yerine ulaştırma,
sâlih amel işleyenlere bu dünyada yap­ bir borç veya görevi yerine getirme,
tıklarının karşılığını ahirette verecek­ ödeme ve ifa etme” anlamına gelen
tir. Bu karşılığa ise ecr denilmektedir. edâ9 fıkıh terimi olarak, dinî veya
Kur’ân’da, iyilik edenler ve sakınanlar hukukî bir görevin usulüne uygun bir
(Âi-i îmrân, 3/172), inananlar ve sâlih amel şekilde zamanında yerine getirilmesi­
işleyenler (Mâide, 5/9), sabredenler (Hud ni ifade etmektedir. Kur’ân’da geçen
n/115), infak edenler (Hadid, 57/7), ödünç “edâ” ve “edâ etme” ifadeleri de, genel
para verenler (Hadîd, 57/18), namaz kılıp olarak bu anlamdadır (Bakara, 2/187, 283;
zekat verenler (Bakara, 2/277) için ecr Nisâ, 4/58).
olduğu açıklanmaktadır. Dinen veya hukuken aranan bütün
Bir fıkıh terimi olarak ecr, kiralama şart ve vasıfları toplayıp toplamaması
akdindeki ücret karşılığı olarak da kul­ bakımından edâ; kâmil, kâsır ve kazâya
lanılmaktadır. îcare akdinde unsurlar­ benzeyen edâ şeklinde üçe ayrılır.
dan biri de ücrettir. Ücret işçinin çalış­ İbadetler edâ vakti itibariyle, her­
masının karşılığı ve en temel hakkıdır. hangi bir vakit tayin edilmeyen mutlak
Ücretin ödenmesi, işverenin temel ibadetler ve belirli bir zamanda yapıl­
görevi olduğu gibi işçinin de en başta ması gereken mukayyet ibadetler olmak
gelen hakkıdır. Hz. Peygamber, “işçiye üzere ikiye ayrılır. Mukayyet ibadet­
teri kurumadan ücretini veriniz" buyur­ ler de, geniş zamanlı ve dar zamanlı
maktadır (Mecmau’z-Zevâid, IV, 97). ibadet şeklinde ikiye ayrılır. İbadetin
Ecr-i Misil*. Kelime anlamıyla edası için belirlenen vakit, namazda
emsal ücret demek olan kavram, âdil olduğu gibi hem bu ibadete hem de
iki bilirkişi tarafından takdir edilen aynı cinsten başka ibadete imkân veri­
ücret manasına gelmektedir. yor ise, geniş zamanlı ibadet; oruçta

133
olduğu gibi aynı cinsten başka ibadet dilinde hayırlı ve yararlı bilgilerle dav­
yapılması mümkün değilse dar zamanlı ranış alışkanlıklarını ifade etmekte,
ibadet söz konusudur. İster geniş ister Kur’ân’da bu bilgi ve davranışları ser­
dar zamanlı olsun, edası için belli vakit gileyen İlâhî edeb kaynağı anlamında
tayin edilen ibadetlerin bu vakit içinde kullanılmaktadır. Bir kavram olarak
yapılması gerekir; meşru bir mazeret edeb bir toplumda örf, âdet ve kural
bulunmadıkça vaktinden sonraya bıra­ halini almış iyi ve faydalı tutum ve dav­
kılması caiz olmaz. Buna göre farz ve ranışlar veya bunları kazandıran bilgi
mükellefiyetlerin zamanında ifa edil­ anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca Hz.
mesi edâ, bu borcun daha sonra telafi Peygamber’in sünnetinde müekked ve
edilmesine kazâ denir. zevâid sünnet dışında kalan davranış­
İslâm muhakeme hukukunda edâ lar fıkıh literatüründe genel olarak edeb
kavramı, şahitliğin ifası için kullanıl­ terimiyle ifade olunmuştur. (M.C.)
maktadır. Şahidin duyu organları vası­ EDİLLE-İ ERBEA
tasıyla doğrudan muttali olduğu bilgi bk. Edille-i Şeriyye
ve olayı, mahkeme huzurunda açıkla­
EDİLLE-İ ŞER’İYYE
masına şahitliğin edâsı denilmektedir.
Şahıslar hukukunda edâ kavramı, Şer’î deliller anlamına gelen edille-
kişinin bir fiil ve hukukî işlemi biz­ i şer’iyye, dinî hükümlerin dayandığı
zat yapması anlamına gelmektedir. Bu kaynaklara denir. Fıkıh usulünde delil,
bağlamda kullanılan edâ ehliyeti de, şer’î ve amelî bir hükme götüren şey
kişinin dinî ve hukukî hak ve borçları diye tarif edilebilir. Bunun için âlimler,
bizzat kullanmaya ehil oluşunu ifade hem dinî hükmün çıkarıldığı aslı, hem
etmektedir, (bk. Ehliyet) de hükmü elde etmek için kullanılan
yöntem ve genel prensipleri delil olarak
Borçlar hukukunda ise, borcun adlandırmışlardır. Bu nedenle, hüküm
konusunu teşkil eden edimin yerine çıkarılmakta asıl olan âyet ve hadisler
getirilmesi manasına gelen ifâ kavramı ile hüküm çıkarma usulü olan icma,
ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. kıyas, sahabenin sözü, istihsan, istıslah,
Hadis ıstılahında ise, hocanın tale­ ıstıshab gibi metotlar şer’î delil olarak
besine hadis rivâyet etmesine denir, kabul edilmiştir. Ancak İslâm âlimleri,
(bk. Tahammül ve Edâ) (I.P.) bir bakıma bütün şer’î delilleri temsil
EDEP eden ve hükümlerin kaynağını oluştu­
ran bir konumda gördüklerinden, bun­
Ziyafete davet etmek anlamındaki
lardan dördü üzerinde ittifak etmişler­
“edb” veya zarif ve edepli olmak anla­
dir; bunlar Kitap yani Kur’ân-ı Kerim,
mındaki “edeb” masdarından isimdir.
Sünnet, icma’ ve kıyastır. Bu delillere
Sözlükte “davet, incelik ve kibarlık, iyi
edille-i erbaa da denilmektedir. (İ.P.)
tutum ve davranış, takdir ve hayran­
lık” gibi anlamlara gelmektedir. Ebeb EF’ÂL-1 MÜKELLEFİN
kelimesi veya türevleri Kur’ân’da geç­ Mükelleflerin fiilleri anlamına gelen
mez. Bir hadiste Kur’ân’dan “Allah’ın ef’âl-i mükellefin, dinen yükümlü sayı­
edebi” diye söz edilmektedir (Dârimî, lan insanların davranışları ve bunlarla
Fezâilü’l-Kur’ân, 1). Böylece edeb, hadis ilgili hükümler manasına gelir. Fıkıh

134
usulü bilginlerinin çoğunluğu teklifi EFLAKİYYE
hükümleri Şâri’in hitabına nispetle, Allah’ı inkâr edip kâinatın yaratılış
îcap, nedb, ibâha, kerâhe ve tahrîm ve idare edilişini kadîm telakki ettikleri
şeklinde beş kısma ayırırlar. Hanefî yedi yıldıza bağlayan bir inanç siste­
bilginler ise mükellefin fiiline nispetle midir. Bu yedi yıldız, zühal, müşteri,
farz, vacip, mendup, mubah, tenzi- merih, zühre, utarid, güneş ve ay’dır.
hen mekruh, tahrimen mekruh ve (F.K.)
haram olmak üzere yedi kısma ayırır­ EĞLENCE
lar. Bu kavramlar aynı zamanda ef’âl-i İnsanın neşelenmesine ve hoş vakit
mükellefin tabirinin de ana bölümlerini geçirmesine yarayan ve oyun, yarış,
oluşturur. Bunlardan hareketle ef’âl-i raks, mûsiki gibi şeylerin genel adı­
mükellefin; farz, vacip, sünnet, müste- dır. Eğlencenin Arapça karşılığı lehv-
hap, mubah, haram, mekruh ve müfsit dir. Lehv, Kur’ân’da genellikle âhirete
şeklinde sıralanabilir. oranla dünya hayatının değersizliğini
Farz, Allâh ve Rasulünün açık bir vurgulamak üzere kullanılmıştır. Hz.
ifade ile emrettiği, kat’î delillerle sabit Peygamber’in zaman zaman bazı eğlen­
fiiller olup, Müslümanların öncelik­ celeri seyretmesi, ashâbını bayram ve
düğün gibi günlerde eğlenceye teşvik
li olarak yerine getirmekle mükellef
etmesi, düzenlenen eğlenceleri dur­
oldukları, terk edilmesinin dünyevî ve
durmak isteyenlere engel olması, ilke
uhrevî kınanmayı gerektirdiği emirler­
olarak eğlencenin dinen yasak olmayan
dir. (bk. Farz). Vacip, amel bakımın­ bir davranış olduğunu göstermektedir
dan farz gibi olan, fakat katî ve açık (Meselâ bk. Buhârî, İdeyn, 2, Cihâd, 56, 57, 58, 81,
delillere dayanmayan emirlerdir (bk. Îslâmî
Salât, 41; Müslim, îmare, 95, îdeyn, 16-20).
Vacip). Sünnet Hz. Peygamber’in söz, âdâba ve genel ahlâk kurallarına aykırı
fiil ve onayı ile sabit olan tavsiyeleridir olmaması, fuhuş, içki, kumar gibi dinin
(bk. Sünnet). Müstehap, yapılması hoş yasaklamış olduğu şeylerden arınmış
karşılanan, daha uygun olan iyi işle­ olması şartıyla oyun, mûsiki ve yarış
ri, ahlâkî davranışları ifade eder (bk. gibi her tür eğlence meşru; Îslâmî ölçü­
Müstehap). Mekruh, delil yönünden lere göre müstehcen sayılabilecek, doğ­
kesin olmamakla birlikte yapılmama­ rudan ya da dolaylı olarak İslâm dinini,
sı istenen şeylerdir. Tahrimen mekruh bu dinin inanç, ibadet ve ahlâk esas­
ve Tenzihen mekruh kısımlarına ayrılır larını, düşünce ve hayat tarzını, üstün
(bk. Mekruh). Haram, açık ve katî bir şahsiyetlerini, kurum ve şiarını tahrif
ve tezyife yönelik her türlü eğlence de
delille yapılmaması istenen fiile denir
gayri meşrûdur. Ayrıca İslâm’ın doku­
(bk. Haram). Müfsit ise, başlanılan
nulmaz saydığı ve genellikle ırz kavra­
ameli bozan hal ve fiildir (bk. Müfsit).
mıyla ifade olunan insanların manevî
Buluğ çağına erişmiş akıllı bir şahsiyetlerini, namus, şeref ve diğer
Müslüman’ın, dininin kendisiyle ala­ kişilik haklarını hedef alan eğlenceler
kalı hükümlerini, emir ve yasakları­ de meşru kabul edilemez. Eğlenceyi bir
nı bilmesi, sorumluluklarını tanıması dinlenme ve rahatlama aracı olmaktan
Müslümanlığının bir gereğidir. (İ.P.) çıkarıp insanların din ve dünya haya-

135
tıyla ilgili işlerinde etkinlik ve verim­ “Bir tek ilâh’tan başka ilâh
(Nisâ, 4/171),
liliklerini olumsuz yönde etkileyen yoktur” (Mâide, 5/73), “Gerçekten ilâhınız
bir duruma getirmek de îslâm dininin tektir” (Sâffât, 37/4).
eğlenceyle ilgili müsamaha sınırını Kur’ân’da Allah’ın ismi-sıfatı ola­
aşar. Eğlenceler toplum psikolojisi açı­ rak el-vâhid şeklinde de geçmiştir:
sından büyük bir önem taşımaktadır. “Kahredici tek Allah” (Yûsuf, 12/39), “O
Eğlenceler, insanlar arasındaki sosyal
kahredici tektir” (Ra’d, 13/16), “Tek ve
bağların güçlenmesine, kardeşlik bilin­
kahredici Allah lan başka Tanrı yoktur”
cinin yerleşmesine, kültür mirasının,
(Sâd, 38/65), “O tek ve kahredici Allah lir”.
geleneklerin ve millî benliğin korun­
(Hüvallâhü ’l-vâhidü ’l-kahhâr)
masına vesile olur. (M.C.)
(Zümer, 39/4)
EHAD-VÂHİD
“Ehad” ile “vâhid” sıfatları söz­
Sözlükte “bir, tek, yegane, biricik” lükte bir, tek anlamında birleşseler de
anlamlarına gelir. Dişili ihdâ. çoğu­ aralarında anlam farkı vardır. “Ehad”,
lu âhâddır. Ehad kelimesi Kur’ân’da daha beliğdir. “Ehad” sıfatı sadece
yalın ve izâfet terkibi halinde 85 defa Allah için, “vâhid” sıfatı ise hem Allah
geçmiştir. için hem de başka varlıklar için kul­
Sayı olarak kullanılmıştır: Mesela lanılır. Her “ehad”, vahid”dir fakat,
“Hani bir zaman Yûsuf, babasına, her “vâhid”, “ehad” değildir. “Ehad”,
"babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıl­ denilince “vâhid” denilmiş olur, ancak
dız (ehade aşere) görüyorum 'demiştik “vâhid” denilince “ehad” denilmiş
(Yûsuf, 12/4). Herhangi bir kimse anla­ olmaz, “vâhid”, ispatta, “ehad” nefîde
mında kullanılmıştır (Hâkka, 69/47). kullanılır. İspatta bir insan gördüm
Eşi, benzeri ve İkincisi bulunmayan (reaytû recûlen vâhiden), nefîde hiç
bir tek anlamında Allah’ın ismi-sıfatı kimse görmedim (ma reaytu ehaden)
olarak kullanılmıştır. Allah’ın ehad denir.
ismi sadece îhlas sûresinin 1. âyetinde “Ehad”, Allah’ın her bakımdan
geçmiştir; “De ki O Allah tektir,” (Kul “vâhid” olduğuna ve O’nda asla çokluk
hü vallahü ehad) bulunmadığına delalet eder. “Allah”
Vâhid sözlükte ortağı, misli bulun­ ismi, zâti ve subûtî sıfatlarının hepsi­
mayan bir, tek demektir. Vâhid kelimesi ne; “Ehad” ismi ise selbî sıfatlarının
Kur’ân’da 36 defa geçmiş ve; “bir tek” tamamına delalet eder. “Allah’u ehad“
anlamında yemeğin (Bakara, 2/61), kapının sözü ile; zâti, sübûtî ve selbî sıfatlarıyla
(Yûsuf, 12/67), suyun (Ra’d, 13/4), ölümün Allah’ın birliği ifâde edilmiş olur.
(Furkân, 25/14), toplumun (Bakara, 2/213), O, varlıkta, ilah, rab, ma’bud,
nefsin (Nisâ, 4/1), milletin (Nisâ, 4/102), hâlik, râzık... oluşunda tektir, ehaddır.
sesin (Yasîn, 36/29), koyunun (Sâd, 38/23) ve “O’nun gibi hiçbir şey yoktur” (Şûra,
çarpmanın (Hâkka, 69/14) sıfatı olarak; bir 42/1), “Hiçbir kimse O’na denk değil­
kimse anlamında (Nisâ, 4/ıi) ve Allah’ın dir.” (îhiâs, 112/4) âyetleri Allah’ın tekliği­
isminin sıfatı olarak kullanılmıştır. ni anlatır. “Allah tektir” demek; gerek
“ilâhınız bir tek ilâhtır” (Bakara, 2/163, zâtı gerek sıfatlan gerek isimleri hangi
Nahi, 16/22), “Ancak Allah bir tek ilâhtır” noktadan mülahaza edilirse edilsin bir-

136
dir, hiç ortağı yoktur, bir tek hakikattir, Hz. Peygamber’in ehl-i beytine
ilahlık O’na mahsustur demektir. kimlerin dahil olduğu hususunda fark­
“Ehad”, Allah varken hiçbirşey lı görüşler vardır. Ehl-i sünnet âlim­
yoktu gerçeğinin ifadesidir. Allah lerinin bir kısmına göre ehl-i beyt
sayı itibariyle değil, hiç ortağı ve kapsamına sadece Hz.Peygamber’in
benzeri bulunmaması itibariyle tektir. hanımları dahildir. Diğerlerine göre
Evveli bulunmayan (kadîm), sonsuz Allah Rasûlü’nün eşleri, çocukları,
olan (bâkî) sadece O’dur. “Allah’tan torunları Haşan ve Hüseyin ile damadı
başka ilah yoktur”, (lâ ilâhe illallah) Hz. Ali’dir. Şii âlimlere göre ehl-i beyt
Kelime-i tevhidi, Allah’ın uluhiyyette kapsamına Hz. Peygamber, Ali, Fatıma,
ehad olduğunu, “Allah her şeyin yara­ Haşan ve Hüseyin girer.
tıcısıdır” (Allahu hâliku külli şey’in) Ehl-i beyte mensup olanların vasıf­
(Zümer, 39/12) âyeti yaratıcı olmada ehad ları da tartışma konusu olmuştur.
olduğunu ifade eder. Sünnî alimlere göre ehl-i beyt men­
“Ehad” ve “vâhid” isimleri, İbn supları, Hz.Peygamber’in neslinden
Mâce’nin esmâü’l-hüsna ile ilgili rivâ- gelme şerefini taşımaktadırlar. Ancak
yetinde geçmiştir (Dua, 10, ıi). (Î.K.) hata ve günah işlemekten korunmuş
değildirler. Çünkü ismet sıfatı sadece
EHİL
peygamberlere mahsustur. Gaybı bil­
Sözlükte “sahip, eş, akraba, ehliyet­ mezler. Onlar da diğer insanlar gibi
li” anlamına gelen ehil, bazı kelimele­ İlâhî emirlere uydukları takdirde, Allah
rin başına getirilmek sûretiyle terimler nezdinde değer kazanırlar; aksi halde
üretilir. (M.C.) Hz. Nuh’un oğlu, Hz. Lut’un hanımı
EHL-İ BEYT ve Hz. Muhammed’in amcası örnek­
lerinde olduğu gibi peygamber soyun­
Ev halkı anlamına gelen bu terim
dan olmaları kendilerine bir üstünlük
İslâm tarihinde Hz.Peygamber’in aile
sağlamaz. Şii âlimlerine göre; ehl-i
fertleri için kullanılmıştır. Ev halkı ya
beyt” mensupları günah işlemekten
da ehl-i beyt ifâdesiyle aileyi teşkil
korunmuştur. Allah, her türlü hatayı
eden ev sahibi, onun eşi, çocukları ve
onlardan giderip yerine doğruyu ve
torunları anlaşılmaktadır. Kur’ân’da
hakikâti ikâme etmiştir. Hz. Ali ve
ehl-i beyt terkibi, üç yerde geçmektedir.
onun soyundan gelen onbir imam Hz.
Bunların birinde Hz. İbrahim’in (Hud,
Adem’den itibaren bütün peygamber­
11/73) birinde Hz. Musa’nın (Kasas, 28/12),
lere verilen ilme sahiptirler. Ehl-i beyt
birinde de Hz. Peygamberin ev halkına
tabiri, Alevilik ve Bektaşîliğin yanı sıra
işaret edilmiştir. Hz.Peygamberin ehl-i
Mevleviyye, Rufaiyye ve Kâdiriyye
beytini gösteren âyet meali şöyledir:
gibi Sünnî tarikatlarda da Şia’nın tasvir
“Evlerinizde oturun, eski cahiliyye
ettiği mânâda anlaşılmıştır. (F.K.)
âdetinde olduğu gibi açılıp saçılma­
yın, namazı kılın, zekatı verin, Allah ’a EHL-İ HADİS (Ehl-i Eser)
ve Rasûlüne itaat edin. Ey ehl-i beyt! Ashâbu ’l-hadis, ehl-i eser deyimle­
Allah sizden, sadece günahı gider­ riyle de anılan ehl-i hadis, hadis ilmiyle
mek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” uğraşanlar anlamına gelir. Sahâbe’den
(Ahzâb, 33/33) itibâren kullanılan bu deyim ilk devir-

137
lerde, hadis öğrenim ve öğretimiy­ demektir. Ehl-i ehvâ tabiri Kur’ân’da
le uğraşan, râvilerin hallerini bilen, ve Hz. Peygamber’e nispet edilen
hadiste her konuda söz sahibi uzman hadislerde yer almaz. Ancak Kur’ân’da
kimseler anlamına geliyordu. Zamanla, müşrikler, Yahudiler, Hristiyanlar, put­
hadislere göre amel etmeye çalışan perestler, âhireti inkâr edenler gibi fark­
kimseler, anlamına kullanılmaya baş­ lı toplulukların Kur’ân’a inanmayıp
landı. Ahmed ibn Hanbel, bu manada­ beşerî arzularına (hevâ, ehvâ) uyduk­
ki ehl-i hadis’in ileri gelenlerindendir. ları bildirilmiştir. Hz. Peygamber’e de
Daha çok hadise ağırlık veren Medine onların arzularına (hevâ) uymaması
merkezli ekolün adı da ehl-i hadisdir. emredilmiştir (Bakara, 2/145).
Ehl-i hadis, mümkün mertebe nassla-
Böylece beşerî görüş ve arzulara
rı yorumlamaktan ve kıyastan kaçınır.
dayanan anlayışların din haline getiril­
Ehl-i hadis kavramı ile bazen, hadisle
mesinin yanlışlığına işaret edilmiştir.
amel eden kimseler anlamına bütün
Hz. Peygamber de insanların hevâları
müslümanlar kastedilmiştir.
tarafından saptırılmasına engel olacak
Ehl-i hadis, bazı dönemlerde şekilci yegâne kaynağın Kur’ân olduğuna
tutumlarından dolayı tenkit edilmiş, bu dikkat çekmiş (Tirmizî, FezâilüT-Kur’ân, 14),
durum tarihte bazı tartışmalara da yol ümmeti hakkında en çok endişe duydu­
açmıştır. Bunun neticesinde bazı eserler ğu hususlardan birinin de onların hevâ-
kaleme alınmıştır. Hatîb el-Bağdâdî’nin
ları tarafından saptırılma ihtimali oldu­
“Şerefti Ashâbi’l-Hadis”i bunlardandır.
ğunu dile getirmiş ve ümmeti içinden
Bağdâdî, “Nasîhat-u Ehli’l-Hadis” ese­
de böyle toplulukların çıkacağını haber
riyle de hadis ehlini, hadislerin fıkhını
vermiştir (Ahmed, IV/102, 423). (M.C.)
da öğrenmeye teşvik etmiştir. (A.G.)
EHL-Î HÎBRE
EHL-İ HAK
îmân, îslâm ve Hak yolunda olan ya Bilirkişi anlamına gelir, (bk. Ehl-i
Vukuf) (İ.P.)
da kitap ve sünnete uygunluğu kabul
edilen mezhebe tabi olanlar için kul­ EHL-Î KIBLE
lanılan bir kavramdır. Kelâm bilginle­ Kabe’ye doğru yönelerek namaz
rinden Nurettin es-Sabûnî, bu terimle, kılmanın farz oluşunu kabul eden kim­
Selefîyye, Eş’ariyye ve Mâtüridîye’yi seler için kullanılan bir kavramdır, (bk.
kastetmektedir. Tasavvufta ise Hakka Ehl-i Salât) (F.K.)
ve hakikate vasıl olan kimseler için
EHL-Î KÎTAB
kullanılmıştır. (F.K.)
EHL-İ HÂL Kitap ehli / kitaplılar anlamına
gelen “Ehl-i Kitap”; Allah’ın pey­
bk. Hâl. gamberlerine indirdiği kitaplara iman
EHL-İ HEVÂ edenlere verilen bir isimdir. Kitap Ehli,
Sözlükte “nefsin arzularına uyanlar” Kur’ân’da;”te/?&rme kitap verilen­
anlamına gelmektedir. Bir kavram ola­ ler^ (Müddessir, 74/31), ‘"kendilerine kitap
rak “inançlarını, tutum ve davranışları­ verdiklerimiz” (Bakara, 2/121) ve “kendi-
nı İlâhî buyruklara değil, beşerî görüş lerine kitaptan bir pay verilenler” (Nisa,
ve arzularına göre oluşturan kimseler” 4/44) şeklinde de ifade edilmiştir.

138
Kur’ân’da Yahudi ve Hristiyanlara “De ki: Ey Kitap Ehli! Hakkın dışı­
“Ehl-i Kitap” denildiği gibi (Nisa, 4/153; na çıkarak dininizde aşırı gitmeyin.... ”
Mâide, 5/15,19) diğer peygamberlere indi­ (Mâide, 5/77),
rilen kitaplara iman edenlere de “Ehl-i Anlamındaki âyetlerle Kitap Ehlini
Kitap” denilmiştir (En’âm, 6/84-90). uyarmakta ve onlara;
Allah’ı; melekleri, kitapları, pey­ “De ki: Ey Kitap Ehli! Bizimle sizin
gamberleri ve âhiret gününü inkâr aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız
edenlerin derin bir sapıklık içinde Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir
olduklarının bildirilmesine rağmen
şeyi ortak koşmayalım. Allah ’ı bırakıp
(Nisâ, 4/136) “Ehl-i Kitab’ı” müşrik,
da kimimiz kimimizi ilah edinmesin... ’’
münafık ve ateist ve benzeri nitelikteki
(Âl-i İmrân, 3/63),
diğer kâfirlerden ayrılmış ve onların
iffetli kadınları ile evlenilebileceğini “İçlerinden zulmedenleri hariç
(Mâide, 5/5) bildirilmiştir. Kitap Ehli ile en güzel bir yolla müca­
dele edin ve (onlara): Biz, bize indiri­
Ehl-i Kitabın kâfir olanlarının;
hakkı batıla karıştırdıkları (Âı-i imrân, lene de, size indirilene de iman ettik.
3/71), bile bile Allah’a karşı yalan söy­
Bizim ilahımız ve sizin ilahınız birdir
ledikleri (Âı-i imrân, 3/75), emanete riayet /aynı ilahtır. Biz sadece O’na teslim
etmedikleri (Âı-i imrân, 3/75), kendilerine olmuş kimseleriz” (Ankebût, 29/46) denil­
verilen kutsal kitapları tahrif ettikleri mesini emretmektedir. (Î.K.)
(Âı-i imrân, 3/78), peygamberleri öldür­ EHL-İ SALÂT
dükleri (Âı-i imrân, 3/112), müslümanları Sözlükte “namaz kılanlar” anla­
sapıtmak (Âı-i imrân, 3/69) ve küfre düşür­ mında gelir. İslâmî bir kavram olarak
mek istedikleri (Bakara, 2/109), Tevrat ve “Kâ’be’ye yönelerek namaz kılmanın
Incil’in hükümlerini hakkıyla uygula­
farz olduğuna inanan, ancak inanç
madıkları (Mâide, 5/68) bildirilmiştir.
esaslarını değişik şekillerde yorumla­
Yüce Allah; yan farklı mezheplere bağlı bütün müs-
“Ey Kitap Ehli! (Gerçeğe) şahit lümanları” ifade eder. Farklı mezheple­
olduğunuz halde niçin Allah ’ın âyetle­ re bağlı âlimler, îmânla küfür arasında
rini inkâr ediyorsunuz? ” (Âı-i imrân, 3/70), bir sınır çizmek ve müslüman adını
“Ey Kitap Ehli! Niçin hakkı batılla taşıyabilmek için aralarındaki asgari
müştereklerin nelerden ibaret olduğu­
karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizli­
nu konuyla ilgili hadislerden hareketle
yorsunuz?” (Âl-i İmrân, 3/71),
belirlemeye çalışmışlardır. Buna göre
“De ki: Ey Kitap Ehli! (Gerçeği) bir kimsenin müslüman sayılabilmesi
görüp bildiğiniz halde niçin Allah ’ın için Allah’tan başka ilâh olmadığına
yolunu eğri ve çelişkili göstermeye ve Hz. Muhammed’in O’nun elçisi
yeltenerek insanları Allah ’ın yolun­ olduğuna inanmanın yanında “zarûrât-
dan çevirmeye kalkışıyorsunuz? ” ı diniyye” adı verilen İslâm’ın temel
(Âl-i îmrân, 3/99), hükümlerini de kabul etmesi gerekir.
<(Ey Kitap Ehli! Dininizde sınırları Hz. Peygamber, çeşitli hadislerinde
aşmayın ve Allah hakkında ancak hakkı kelime-i şehadeti söyleyip namaz kılan
söyleyin... ” (Nisâ,4/171), ve İslâmî usullere göre kesilmiş hay-

139
yanların etini yiyen kimseleri müslü- Tarihçiler ve bilim adamları Haçlı
man saymış, canlarının ve mallarının seferlerinin çıkış nedeni olarak siyasî,
güvenlik içinde bulunduğunu bildirmiş­ sosyal ve ekonomik sebepler üzerinde
tir (Buhârî, Saiât, 28). Ayrıca namazın kişi­ durmuşlarsa da asıl ve önemli sebep
yi şirk ve inkârdan koruduğunu, hatta olarak “din” unsuruna dikkat çekmiş­
namazı terkedenlerin inkâra sürüklene- lerdir. Tarihî gelişim ve olaylar da
bileceğini haber vermiştir (Müslim, îmân, zaman zaman bu derecelendirmeyi
134; Müsned, ı/60, m/ 370). Hz. Peygamberin te’yid etmiştir. (F.K.)
hadislerini dikkate alan îslâm âlimle­ EHL-İ SUFFE
ri, namaz kılmayı müslüman olmanın
bk. Ashab-ı Suffe.
ayırıcı vasfı ve müslümanların asgari
müştereği saymışlar, bunu da ehl-i salât EHL-İ SÜNNET
tabiriyle ifade etmişlerdir. Çünkü bir îmân, İslâm ve Hak yolunda olan ya
kimsenin müslümanlığına namaz dışın­ da Kitap ve sünnete uygunluğu kabul
da başka bir davranışıyla hükmetmek edilen bir mezhebe tabi olanlar için
oldukça güçtür. Ehl-i salât tabiri yerine kullanılan bir kavramdır. Selefiyye,
ehl-i kıble tabiri de kullanılmıştır. Maturîdiyye ve Eş’ariyye, ehl-i sünnet
“Ehl-i Kıble”ye mensup kimsele­ mezhepleridir. (F.K.)
rin tekfir edilemeyeceği hususu, Ehl-i EHL-İ VUKUF
Sünnet’in genel prensipleri arasında Günümüz Türkçe’sinde “bilirkişi”
yer almaktadır. (M.C.) denilen ehl-i vukuf, hukukî uyuşmaz­
EHL-İ SALÎB lık ve ispat konusunun özel ve teknik
On birinci yüzyılın sonların­ bilgi gerektirmesi durumunda, uzman­
da Avrupa dünyasının “Kudus’ü lığına başvurulan üçüncü kişi anlamına
Kurtarma” sloganı ile Türkleri gelmektedir.
Anadolu’dan atmak ve bütün Ehl-i vukuf, bir olayın tespitin­
Ortadoğu’yu ele geçirmek için başlattı­ de veya uyuşmazlığın giderilmesin­
ğı siyasî amaçlı askerî harekata katılan- de mahkemeye bilgi vermekteyse de,
lara verilen ortak bir isimdir. Bu kuv­ durumu şahitten farklıdır. Şahit geçmiş­
veti oluşturanlar Hristiyan oldukları, te bizzat tanık olduğu olayı veya bilgiyi
elbiselerinde ve bayraklarında, “Haç” nakleder, fakat bu konuda görüş belirt­
işareti bulunduğu için söz konusu mez. Ehl-i vukuf ise, bilgisine başvu­
ismi almışlardır. Haçlı seferlerinin ilki rulan olaya tanık olmamakla birlikte,
1096 yılında başlamış olup 1291 yılın­ kendisinden sadece konu hakkında özel
da Latin Hristiyanların doğudaki son bilgisine dayanarak inceleme yapması
merkezi olan Akkâ’dan çıkarılmasına ve görüş bildirmesi istenir.
kadar devam etmiştir. Toplam dokuz Ehl-i vukufun, görüşüne başvu­
büyük seferden oluşan Haçlı hareka­ rulan konuda özel bilgi ve uzmanlık
tı yaklaşık iki yüz yıllık bir dönemi sahibi olması, tarafsız olması gerekir.
kapsamaktadır. Daha sonraki yıllarda Bir konuda iki veya daha fazla bilir­
Türk îslâm dünyasına karşı yapılan kişi tayin edilebilir. Bu durumda ara­
bütün savaşlar da Haçlı seferleri olarak larında anlaşamamaları halinde hakim
değerlendirilmiştir. çoğunluğun görüşüne göre karar verir.

140
Aralarında eşitlik varsa, hakim takdir ve kabule ihtiyaç duymayan miras,
hakkını kullanır. (Î.P.) vasiyet, vakıfta lehtar olmak gibi bazı
EHL-Î ZİMMET haklan kazanır. Sağ olarak doğmasıyla
bu ehliyete tamamen sahip olur.
bk. Zimmî.
Edâ ehliyeti, muamelat ehliye­
EHLİYET ti demek olup, kişinin dinî ve hukukî
Sözlükte “yetki; elverişli, lâyık ve hak ve borçları bizzat kullanmaya ehil
yeterli olmak” anlamlarına gelen ehli­ oluşunu ifade etmektedir. Bu ehliyetin
yet, fıkıh terimi olarak, kişinin dinî esasını akıl oluşturmaktadır. Akıl nok­
ve hukukî hükümlere muhatap olma­ san olursa edâ ehliyeti noksan olur, akıl
ya elverişli oluşunu ifade etmektedir. kemale ererse, ehliyet de kamil olur.
Başka bir deyişle, insanların leh ve Akıl bulunmadığı zaman edâ ehliye­
aleyhindeki hak ve sorumluluklara ti sabit olmaz. Buna göre edâ ehliyeti
muhatap olabilmesi halidir. nakıs ve kamil olmak üzere ikiye ayrı­
İnsanın şer’î hitaba ehil ve muhatap lır. Nakıs edâ ehliyeti mümeyyiz çocuk
oluşu, akıl denilen anlama, düşünme ve ve benzerinin sahip olduğu ehliyettir.
ona göre davranma kabiliyetine sahip Bununla zarar ve yararına olması muh­
bulunmasıyladır. İnsanın bu anlamdaki temel akitleri velisinin iznine bağlı
ehliyet ve sorumluluğuna ehliyetü’l- olarak, sırf yararına olan akitleri ise
hitap denir. müstakil olarak kurabilir. Ancak iba­
Ehliyet kişinin haklardan faydalan­ detler ve tamamen kendisinin zararına
maya, bu hakları kullanmaya ve borç­ olan akitler konusunda ehliyeti yoktur.
lanmaya elverişliliği demek olduğun­ Kamil edâ ehliyeti ise, akıllı olarak
dan, cenin safhasından itibaren aklî ve buluğ çağına erişen, başka bir deyişle
bedenî gelişimine paralel olarak parça reşit olan kişinin sahip olduğu ehliyet­
parça kazanılır ve rüşt ile tamamla­ tir. Bu ehliyete sahip kişi, bütün hukukî
nır. Kişinin aklî ve bedenî gelişimine tasarruflara yetkilidir. Hukukî ve cezâî
uygun olarak, önce lehindeki haklara, sorumluluğa sahip ve ibadetler gibi
sonra aleyhindeki haklara sahip olur, şer’î tekliflere de muhataptır.
daha sonra bazı muamele ve tasarruf­ Ehliyet Arızalan. Eda ehliyetini
larının sahih olmasına; en son olarak daraltan veya ortadan kaldıran sebep­
da hukukî ve cezaî müeyyide ve mesu­ lere ehliyet arızalan denir. Vücup
liyete ehil hale gelir. ehliyeti, insanın insan olarak mevcut
Hukuk dilinde ehliyet iki ana gruba olmasına bağlı bulunduğundan daral­
ayrılır: Vücup ehliyeti, edâ ehliyeti. ması veya ortadan kalkması mümkün
Vücup ehliyeti, haklara sahip ola­ değildir. Ehliyeti kaldıran veya daraltan
bilme ve borçlar altına girebilme ehli­ arızalardan bir kısmı, kişinin irade ve
yetidir. Bu ehliyet, insanın var olmasıy­ isteği dışında meydana gelmekte olup,
la gerçekleşir ve ölünceye kadar devam bunlara semâvî arızalar denir. Akıl has­
eder. Bu ehliyete zimmet adı da veril­ talığı, bunama, bayılma, uyku, ölümle
mektedir. Vücup ehliyeti ceninde nakıs sonuçlanan hastalık, kölelik, küçüklük,
olarak mevcuttur; ana karnındaki cenin unutma, ölüm ve kadınlara mahsus
bu ehliyet ile sadece menfaatine olan haller bu tür arızalardandır. Diğer bir

141
kısmı ise, şahsın kendi irade ve isteğiy­ kişiden oluşması daha uygundur. Bu
le meydana gelmekte veya oluşmasına heyeti oluşturacak kimselerin erkek
kasten sebebiyet verdiği arızalardır ki, olması şart değildir. Hz. Peygamber’in
bunlara müktesep arızalar denilmekte­ kadınlarla biat etmesi ve gerektiğin­
dir. Sarhoşluk, sefihlik, yolculuk, bil­ de onlarla istişare etmesi buna işaret
memek, yanılmak, şaka gibi durumlar etmektedir. (Î.P.)
bu tür arızalardandır. (Î.P.) EHLÜ’L-MAĞFİRE
EHLÜ’L-HAL VE ’L-AKD Bağış sahibi, mağfiret ehli anlamı­
Klasik fıkıh literatüründe, dev­ na gelen bu tabir, Allâh’ın sıfatların­
let başkanını seçmek ve gerektiğinde dan biri olarak, günahları bağışlayan
azletmek yetkisine sahip olan heyet demektir, (bk. Ğâfir) (İ.K.)
anlamında bir terimidir. Bu kavra­ EHLÜ’T-TAKVÂ
mın, Şîa ile Ehl-i Sünnet arasında Azabından korkup sakınılma-
imamet, halifenin iş başına getiriliş ya, korunmaya layık olan demektir:
usulü ve meşruiyeti konularının tartı­ Kur’ân’da bir âyette geçmektedir: “O,
şılmaya başlamasıyla literatüre girdiği takva ve mağfiret ehlidir." (Müddessir,
söylenebilir. 74/56)
Şîa, imamın nas ile belirlendiğini, “Zü’l-celali ve’l-ikram” ve “zü
buna göre Hz. Peygamber’in kendi­ mağfiretin ve zû ikah" gibi bu sıfat da
sinden sonra Hz. Ali’yi halife olarak Allah’ın hem celâl hem cemal vasfı­
belirlediği görüşünü ileri sürmektedir­ nı ifade etmektedir. Allah, tevbe edip
ler. Ehl-i Sünnet ise, halifenin ümmetin hâlini düzelten, îman edip sâlih amel
hakimiyetini temsil ettiğini ve ümmetin işleyenlere karşı mağfiret ehlidir. İnkâr,
seçimiyle iş başına gelmesi gerektiğini isyân ve günahta ısrar edenlere karşı
kabul etmiş; devlet başkanının ehlü’l- ehl-i takvadır, zü’l-celaldır, zü ıkabdır,
hal ve’l-akd denilen bir heyet tarafın­ şedîdü’l-azabtır. (İ.K.)
dan belirlenmesi gerektiğini ağırlıklı
EHVEN-Î ŞER
olarak işlemeye başlamışlardır.
Zararı ve kötülüğü daha az olan
Ehlü’l-hal ve’l-akdin gerek sayısı
manasına bir isim tamlamasıdır. İki
gerekse nitelikleri konusundaki görüş
zararlı, kötü şeyden birini işlemek
ayrılıkları, dört halife döneminin fark­
zorunda kalan kimsenin, bunlardan
lı şekillerde yorumlanmasından kay­ hafif olanını tercih edebileceğini ifade
naklanmaktadır. Bunun yanında görüş etmek için kullanılır. Mecellenin 29.
ayrılıklarında, âlimlerin içinde bulun­ maddesinde, “ehven-i şerreyn ihtiyar
duğu siyasî ve sosyal şartlar ve mev­ olunur" (iki kötülükten hafif olanı
cut siyasî yapıyı eleştirme veya meşru tercih olunur) denilmektedir. Ayrıca
gösterme gayretleri de etkili olmuştur. 26-28. maddeleri de bu konuyu düzen­
Hz. Peygamber’in “ümmetim dela­ lemektedir: Umumî zararı defetmek
lette birleşmez" (îbn Mace, Fiten, 8) mealin­ için, hususi zararın tercih edileceği;
deki hadisine göre ehlü’l-hal ve’l-akdin şiddetli zararın daha hafif zarar ile
sınırlı sayıda seçici yerine, toplumun giderileceği; iki fesat çeliştiğinde hafifi
görüşünü aksettirebilecek şekilde çok işlenmek sûretiyle daha büyük olandan

142
kurtulmanın çaresine bakılması gerek­ Hristiyanlarca Allah anlayışının
tiği bu maddelerde işlenmiştir. (İ.P.) teşekkül ettiği üç sıfatın birbiriyle
EİMME-İ ERBAA olan ilişkisini sağlayan baba, oğul ve
Ruhu’l-Kudüs demektir. Bu üç esas
Dört imam anlamına gelen bu tam­
(ekânîm-i selâse) şöyle açıklanmak-
lama, dört büyük fıkıh mezhebinin
tadır; Allah Teala’dan ibaret olan zat
kurucuları olan İmam-ı Azâm Ebû
(baba), İsa’dan ibaret olan ilim (oğul)
Hanîfe, İmam Malik b. Enes, İmam
Muhammed b. İdris eş-Şafıî ve İmam ve Meryem’den ibaret bulunan hayat
Ahmet b. Hanbel için kullanılmaktadır. (zevce) dir. (F.K.)
Bu tabirin ne zaman çıktığı bilinme­ EKREM
mekle birlikte, terkibin yerleşmesinden Allâh’ın sıfatlarından biri olup, en
sonra yazılan fıkıh kitaplannda, isimle­ çok ikram eden demektir, (bk. Kerîm)
ri geçen imamlardan topluca bahseder­ (Î.K.)
ken eimme-i erbaa tabiri kullanılmıştır.
(İP) ELEST

EİMME-İ SELÂSE bk. Bezm-i Elest.

Üç imam anlamına gelen bir ter­ ELFÂZ-I KÜFÜR


kiptir. Hanefî fıkıh kitaplarında, Ebû Elfâz, söz anlamındaki “lafız” keli­
Hanife ile talebeleri Ebû Yûsuf ve mesinin çoğulu olup sözler demektir.
Muhammed için eimme-i selâse tabiri Küfür kelimesiyle birleşip terkip haline
kullanılmaktadır. Ayrıca fıkıh kitapla­ gelince; îmândan çıkıp küfre girmeye
rında, mezhep imamlarının görüşleri sebep olan sözler anlamına gelir.
sıralanırken, dört fıkıh mezhebinin Kur’ân’da bu terim yerine “kelime-
kurucularından üçünün görüş birliğinde tü’l küfr” (küfür sözü) kavramı geç­
olup birinin diğerlerinden farklı görüşte mektedir (Tevbe, 9/74). îmânın temel pren­
olması halinde, muhalefet edenin ismi
sipleri olarak ifâdesini bulan, Allah’ı,
açıkça zikredilmekte, diğerleri için de
melekleri, kitapları, peygamberleri,
eimme-i selâse tabiri kullanılmaktadır.
kaderi (hayır ve şerrin Allâh’ın yarat­
(İP)
ması ile meydana geldiğini) ve âhiret
EİMME-İ SİTTE gününü ya da Kur’ân’ın âyetlerinden
Hadiste kütübü sitte denen, altı herhangi birini yalanlayan ve inkâr
meşhur hadis mecmuasının yazarlarına edenler veya alay konusu yapıp küçüm­
verilen isimdir. Kütübü sitte yazarları seyenler, Allah’a iman veya ibadetinde
meşhur isimleriyle şunlardır: Buhârî (ö. ortak koşanlar, iman esaslarını kalpleri
256 / 869), Müslim (0.216 / 83 i), Ebû Dâvûd ile tasdik etmeyenler küfür eylemini
(0.275 / 888), Nesâî (o. 303 / 915), Tirmizî (ö. gerçekleştirmiş olurlar.
279 / 892) ve îbn Mâce (o. 273 / 886). (A.G.) Genel olarak küfrü gerektiren söz
EKÂNİM-İ SELÂSE ve ifâdelerin oluşması için şu kriterler­
Uknum kelimesinin çoğulu olup, den birine uyması gerekir:
sözlükte “asıl, esas ve temel” anla­ 1-Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri
mına gelmektedir. Dînî ıstılahta ise, konusunda uluhiyyet makamı ile bağ-

143
daşmayan ve tevhid prensibine aykırı rimüslim yabancıdan, barış antlaşması
düşen her türlü söz ve fiiller. bulunmayan yabancı devlet vatandaşı
2-Hz. Muhammed başta olmak kastedilmektedir. Emân isteyen kim­
üzere bütün Peygamberlerin getirdik­ seye müste’min, eman verilene müs-
leri vahyi inkâr etmek veya peygam­ te’men, emân veren kişiye de müem-
berlerden birini kabul etmemek ya da min denir. Hadislerde emân kelimesi
onları küçümseyen veya alaya alan bir ile birlikte, ahd ve zimmet tabirleri de
davranışın içine girmek. kullanılmaktadır.
3-Kur’ân’ın tamamını veya bir kıs­ Emân isteyen taraf kadın veya
mını inkâr etmek, ondaki îmân, ibadet, erkek, herhangi bir dine mensup tek bir
ahlâk, ve sosyal hayat ile ilgili hüküm­ kişi ya da bir topluluk olabilir. Bir erke­
lerin yetersiz olduğunu iddia etmek ğe verilen emân, hem kendisinin hem
veya haram kıldıklarını helal, helal kıl­ de yanında bulunan aile fertlerinin can
dıklarını da haram kabul etmek. Ancak ve mallarını hukukî güvence altına alır.
bu tür sözlerin hüküm ifade etmesi için Emân isteyen kişide casusluk, sabotaj,
bu sözleri söyleyenlerin buluğ çağına kışkırtıcılık gibi zarar vermeye yönelik
ermeleri, sarhoşluk, uyku ve ikrah gibi bir kastın olmaması şartı aranmaktadır.
hallerden uzak bulunmaları gerekir. Klasik fıkıh literatüründe, belli bir
(F.K.) şahsa veya sınırlı sayıdaki yabancı­
ELHAMDÜLİLLÂH ya verilen özel emânın (emânu’l-hâs)
(el-Hamdü lillâh) yanında, bir şehir, bölge, kale veya ülke
halkı gibi geniş topluluklara tanınan
Her türlü övgü Allah’a mahsustur
genel emândan (emânu’l-âmm) da bah­
anlamına gelen bir dua cümlesidir. Bu
cümle, Kur’ân’da 23 âyette geçmiş­ sedilmektedir. Zaman ve mekân bakı­
tir. Kur’ân’ın ilk sûresi olan Fâtiha, mından sınırlanabilir olan emân akdi,
besmeleden sonra bu cümle ile başla­ müste’menin kendisine emân verildi­
maktadır. Maddî ve manevî nimetleri ğini öğrenmesinden veya kabulünden
elde eden (İbrâhim, 14/39; Kehf, 18/1; Nemi, sonra başlar ve ülkesine dönmesi veya
27/15), musibet ve belalardan kurtu­
sürenin dolmasıyla sona erer.
lan (Mü’minûn, 23/28; Fâtır, 35/34) kimse bu Günümüz toplumlarında milletler
cümle ile Allah’a şükreder. îmân edip arası örf ve âdetlerin değişmesi sebe­
sâlih ameller işleyenlerin, cennetlerde biyle emân ve emânnamelerin yerini
dualarının sonu da bu cümledir (Yûnus, tamamen devlet kontrolünde olan pasa­
io/io). (bk. Hamd kavramı) (Î.K.) port, vize, ikâmet izni gibi uygulamalar
EMÂN almıştır. (Î.P.)

Sözlükte “güven, güvence, güven­ EMANET


lik, emniyette olmak, korkusuz olmak” Güvenilir olmak, doğruluk, bir
gibi anlamlara gelen emân; bir fıkıh kimseye koruması için geçici olarak
terimi olarak, İslâm ülkesine girmek verilen şey gibi anlamlara gelmektedir.
isteyen gayrimüslim yabancıya, can ve Kur’ân-ı Kerim’de emânet kelimesi
mal güvencesi sağlayan taahhüt ve akdi iki yerde tekil ve dört yerde de çoğul
ifade etmektedir. Tanımda yer alan gay­ olmak üzere, dinî yükümlülükler (Ahzâb,

144
33/72), emanet (Bakara, 2/283; Mü’minûn; sebep olmuşsa verdiği zarardan sorumlu
ve Allâh’ın insanlara
23/8; Me’âric, 70/32) tutulur. Emanet bırakılan şahıs malı koru­
vermiş olduğu idarecilik, yönetici­ ması karşılığında ücret alıyorsa, sorumlu­
lik, malın idaresi gibi iş ve sorumlu­ luk artar. Bu takdirde, alınması gereken
luklar (Nisâ, 4/58; Enfâi, 8/9) manalarında tedbirleri almadığı için veya kaçınılması
kullanılmaktadır. mümkün bir sebepten dolayı mal zarar
îslâm literatüründe emânet olduk­ görmüşse tazmîni gerekir. (Î.P.)
ça geniş kapsamlı bir kavram olup, Peygamberlerin sıfatı olarak emâ­
bir kimseye koruması için geçici ola­ net, Allâh’tan aldığı vahiyleri, aynen
rak verilen malın yanında, ücret, kira, insanlara tebliğ etmeleri anlamında­
ortaklık hakkı, buluntu gibi maddî hak­ dır. Peygamberler, almış oldukları
lar ile îmân, ibadet gibi dinî yükümlü­ İlâhî emirleri ne değiştirmişler ne de
lükleri; beden ve ruh sağlığı, servet, onlara bir şey ilâve etmişlerdir. Çünkü
makam ve mevki gibi imkân ve kabi­ Peygamber en güvenilir insandır.
liyetleri; sözleşmeleri; mesken ve aile Onlarda hiçbir şekilde ihanet ve hıyâ-
mahremiyetine saygı, nimet ve ikrama net bulunmaz. O halde güven ve emni­
teşekkür, selama karşılık verme, sırla­ yet, nübüvvetin vazgeçilmez şartıdır.
rın saklanması gibi dinî, ahlâkî, sosyal Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyu­
ilke ve kuralları kapsamaktadır. ruyor: "O peygamberler ki Allah "ın
Bir fıkıh terimi olarak emânet, bir gönderdiği emirleri duyururlar,
kimseye koruması için bir malın geçi­ Allah'tan korkarlar ve O’ndan başka
ci olarak tevdi edilmesi akdini ve bu kimseden korkmazlar. ” (Ahzâb, 33/39).
şekilde bırakılan malı ifade etmektedir. Bütün Peygamberler görevlerini en
Bu manada emanet terimi ile eşanlamlı mükemmel şekilde yerine getirmişler
olarak vedîa kavramı da kullanılmak­ ve kavimlerine şöyle demişlerdir: “Size
tadır. Fıkıh literatüründe emanet, taraf­ Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ
ların birbirine uygun karşılıklı irade ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir
beyanıyla kurulan ve bağlayıcı olma­ öğütçüyüm. ” (A’râf, 7/68). (Î.K.)
yan bir akittir. Emanet akdin kurulabil­ EMARE
mesi için tarafların edâ ehliyetine sahip
bk. Karîne.
olmaları ve emanet bırakılan malın akit
konusu olmaya elverişli bulunması EMEL
gerekir. Bunun dışında, sahibinin açık­ Sözlükte “istemek, ummak” anla­
ça veya imâ yoluyla iznine bağlı ola­ mına gelen emel, bir kavram olarak ise
rak elde bulundurulan şeyler de emanet gerçekleşmesi uzun zamana bağlı olan
hükmündedir. ümit, arzu ve istekler anlamında kulla­
Emanet bırakılan kimse kural olarak nılmaktadır. Kur’ân’da biri “insanı oya­
emin kimse sayılır ve iyi niyetli olduğu, layan, âhireti unutturan dünyevî arzu
emanet bırakılan malı korumada makul ve tutkular” (Hicr, 15/3), diğeri de mutlak
derecede titizlik gösterdiği sürece mala olarak “arzu edip ümit bağlama” (Kehf,
gelen zarardan sorumlu olmaz. Ancak 18/46) anlamında iki yerde geçmektedir.
kişi bilerek, ölçüsüz, aşırı ve kusurlu Hadislerde ise emel, çoğunlukla züh­
davranarak bu malın zarar görmesine dün karşıtı olarak temelinde bedensel

145
hazların tatmini ve dünya sevgisi bulu­ Fakihlerin çoğunluğu, emrin
nan arzuları ifade etmek için kulla­ kural olarak vücuba, yani kesin ola­
nılmıştır. İnsanın uzun vadeli arzular rak işin yapılması gerektiğine delalet
taşıması, zihnini yoğun olarak bunlarla ettiği; ancak özel bir karine olma­
meşgul etmesi ve bütün enerjisini bu sı halinde nedb (bk. Mendup) veya
arzuları elde etmek için tüketmesine ibahaya (bk. Mubah) delalet edeceği
tûl-i emel; arzu ve tutkularına bir sınır görüşündedirler.
çizerek âhirette kendisine yarar sağ­ Emir işin hemen yerine getiril­
layacak işlere önem vermesine kasr-ı mesinin şart olup olmadığına delalet
emel denilmektedir. Hz. Peygamber’in etmez. Derhal veya bilahare yapılma­
“yaşlı kimsenin bütün güçleri zayıflaşa sı birer kayıt olup ayrı delillerle sabit
da dünya sevgisi ve uzun emeller konu­ olur. Bununla birlikte, derhal yapılması
sunda gönlü hep genç kalır” (Buhârî, daha iyidir. Aynı şekilde emir, talebin
Rikâk, 5) hadisi emelin bütünüyle yok sadece yapılmasına delalet eder; tek­
edilmesinin mümkün olmadığını ifade rar edilmesine delalet etmediği gibi,
etmektedir. Esasen hırsa dönüşmediği bir defa yapılmasına da delalet etmez.
sürece, insana istikbal ümidi ve yaşama Tekrar veya bir defa yapılması emirle
arzusu sağlaması bakımından emelin ilgili birer kayıt olup, ayrı bir delille
olumlu bir yönü de vardır. (M.C.) sabit olur. (Î.P.)
EMİR (Emr) EMÎR
Sözlükte “bir işin yapılmasını İslâmî bir kavram olan emîr; dev­
kesin olarak istemek, buyurmak; hal, let başkanı, vâli, yönetici, komutan,
durum, iş, olay, konum” gibi anlam­ emir ve komuta sahibi gibi anlamlara
lara gelmektedir. Kur’ân’da 180’den gelmektedir. Hadislerde ve ilk dönem
fazla yerde geçmekte olan emir keli­ fıkıh kitaplarında emîr kelimesi ile
mesi, genellikle ikinci manada, bazen eşanlamlı olarak âmil kelimesi de kul­
de birinci manada da kullanılmaktadır lanılmaktadır.
(A’râf, 7/77, 150; Zâriyât, 51/44; Talâk, 65/8). Kur’ân-ı Kerim’de emîr kelimesi
Fıkıh usulünün önemli konuların­ geçmemekte, yalnız bu manayı ifade
dan birini oluşturan emir, genel olarak eden ülüT-emr tabiri kullanılmaktadır
otoriter bir tarzda kesin olarak bir işin (Nisâ, 4/59,83). Hadislerde ise pek çok
yapılmasının istenmesi için vazedilen yerde emîr kelimesi geçmektedir.
söz demektir. Allâh ve Rasulünün bir Dört halife döneminde ordu komu­
fiili emretmesi değişik söz kalıpları ve tanlarına ve ordunun bir kısmına
ifade tarzlarıyla olabilir; “namaz kılın, kumanda edenlere ve fetihleri ger­
zekat verin”; “... adaklarını yerine çekleştiren valilere emîr denilmiş­
getirsinler, Eski Evi (Kabe yi) tavaf tir. Genellikle emirler idârî ve malî
etsinler” şeklinde sarih olabileceği bütün yetkilere sahip; kendi vilâyet­
gibi, “anneler çocuklarını emzirirler”; lerinde halifenin yetkilerine haizdiler.
“yanlışlıkla bir mü "mini öldüren kimse­ Namazlarda imamlık yapar, camiler
nin, mü ’min bir köle azat etmesi gere­ inşa ettirir, dinî tebliğ eder ve yerleş­
kir” şeklinde gayri sarih de olabilir. mesini sağlardı. Adlî işleri de kendisi

146
yönetir; kadıları tayin ederdi. Daha yaptıkları deniz yolculuğunda, kur’a
sonra tarih içinde emirlerin statülerinde sonucunda geminin kamara ve güver­
değişiklikler olmuştur. (Î.P.) tesine yerleşenlerden, kamarada yolcu­
EMÎR-İ HAC luk yapanların, su ihtiyaçlarını kolayca
karşılamak ve güvertedekileri rahatsız
Haccın kurallarına uygun bir şekil­ etmemek için gemiyi delmek isteme­
de ve emniyet içinde edâ edilmesini lerine benzetilmiştir... (bk. Buhârî, Şehâdât,
sağlamak üzere görevlendirilen kimse 30, Şerike, 6; Tirmizî, Fiten, 12; Ahmed, 4/268, 270,
için kullanılan bir tabirdir. Hac emir­ 273) Hadis-i şerifteki temsili anlatım­
liği Mekke’nin fethinden sonra ihdas la, iyiliği emredip, kötülükten alıkoy­
edilmiş bir görevdir. Emîr-i haccın, ma konusunda toplumsal duyarlılığın
hac kervanlarını güvenlik içinde götü­ önemi vurgulanmıştır. (A.G.)
rüp getirmenin dışında cezaların uygu­
lanmasına nezaret etmek gibi önem­ EMSÂLÜ’L-KUR’ÂN
li görevleri vardır. Hz. Peygamber, Kur’ân’ın meselleri anlamına gelir.
Mekke’nin fetih yılında emîr-i hac Tâbirde geçen “emsâl” “mesel” keli­
tayin etmemiş, ikinci senesinde ise Hz. mesinin çoğuludur. “Mesel”; benzer ve
Ebû Bekir’i Medine’den hacca giden delil demektir. “Atasözüne” de mesel
300 kişinin başında emir-i hac olarak denir.
görevlendirmiştir. Hac emirliği kuru­ Kur’ân’da meseller (örnekler) var­
mu, 1924 yılında Hicaz bölgesinin dır. Varlığının sebebi; düşündürme,
Suûd ailesinin yönetimine girmesi ve hatırlatma, öğüt verme, duygulandırma,
bu ailenin hac emirliğini yasaklama­ ibret verme ve böylece insanları iyiye,
sıyla sona ermiştir. Bu tarihten itibaren güzele ve doğruya yönlendirmedir.
her ülkenin ilgili bakanlık veya kurumu
“Andolsun biz bu Kur ’ân "da insan­
hac emîrinin görevini yerine getirmek­
lara öğüt almaları için her misali
tedir. (İ.P.)
anlattık" (Zümer, 39/27), “Biz bu misal­
EMR-İ Bİ’L MA’RUF leri insanlara anlatıyoruz ama onla­
İslâm’a ve akl-ı selime uygun olan rı âlimlerden başkası düşünüp anla­
her şeyi tavsiye etme anlamına gelen maz" (Ankebût, 29/43) âyetleri ile Allah
bir tabirdir, (daha geniş bilgi için bk. Kur’ân’da misaller anlattığını bildir­
Ma’ruf) (İ.K.) mektedir. Meseller, Tahrim sûresinin
EMSÂLÜ’L-HADİS 11-12. âyetlerinde olduğu gibi sarih ve
zâhir; A’râf sûresinin 58. âyetinde oldu­
İçerisinde darbı mesel ya da mesel ğu gibi gizli, remizli ve imalı olabilir.
bulunan hadisleri derleyen kitapla­ (Î.K.)
ra “emsâlü’l-hadis” denir. Hadislerde
darb-ı mesel, bir konunun anlaşıl­ EMVAL ŞİRKETİ
masını kolaylaştırmak, etkinliğini ve (Şirket-i Emval)
sürekliliğini sağlamak amacıyla baş­ Ortaklardan her birinin bir miktar
vurulan temsilî anlatımdır. Örneğin, sermaye koyup, bununla yapacakla­
bir hadis-i şerif’le, Allah’ın koyduğu rı ticaretten doğacak kârı paylaşmak
sınırlara riâyet edenlerle bu sınırları üzere kurdukları şirkettir, (bk. Şirket)
ihlal edenlerin toplumundaki durumu; (İ.P.)

147
EMVÂL-İ BÂTINA belirtilmektedir. Ancak ülkemizde,
Kelime anlamıyla “gizli mallar” zekatlar Devlet eliyle toplanmadığın­
anlamına gelen kavram, bir fıkıh terimi dan, mükellefler kendileri bu malların
olarak, nakit paralar ile evlerde, mağa­ zekatlarını vermekle yükümlüdürler.
zalarda bulunan ticaret mallarını ifade Fakihlerin çoğunluğuna göre, zâhirî
etmektedir. Bu kavram zekat ile ilgili mallarda borçların Nisâbın gerçekleş­
hükümler açıklanırken geçmektedir. mesine mani olmadığı kabul edilmiştir.
Zekatın kamu yararını ilgilendirme­ Buna göre, borçlu olduğuna bakılmak­
si nedeniyle, ilk devirlerden itibaren sızın, toprak mahsulleri, hayvanlar ve
zekat, âmil diye isimlendirilen zekat ve madenler kendileri için belirlenen
vergi toplayıcıları vasıtasıyla toplanmış Nisâp miktanna ulaştığında zekatı veri­
lir. (Î.P.)
ve devlet eliyle dağıtılmıştır. Bununla
birlikte emvâl-i bâtınanın zekatlarının EMVÂT
dağıtılması sahiplerinin dinî duyarlılık­ Meyyit kelimesinin çoğulu olup,
larına bırakılmıştır. Bunlar, gizli mal­ ölüler anlamına gelmektedir, (bk.
larının zekatlarını diledikleri fakirlere, Ölüm) (Î.P.)
muhtaçlara bizzat verebilirler.
ENÂNÎYET
Bir malın zekata tabi olması için
Bencillik anlamına gelen enâniyet
öngörülen şartlardan birisi de, Nisâp
kelimesi Arapça “ben” anlamına gelen
miktarına ulaşmasıdır. Borçların
ene kelimesinden yapılmış bir masdar
Nisâbın gerçekleşmesine mani olup
isimdir. Kur’ân’da ve hadislerde enâ-
olmadığı konusu ise tartışılmıştır.
niyyet kelimesi geçmez. Ancak günü­
Fakihlerin çoğunluğuna göre, emvâl-i
müzde bir ahlâk ve psikoloji terimi
bâtınada borç etkili olmaktadır. Borç
olarak kullanılan “insanın yalnız ken­
miktarı düştükten sonra Nisâp miktarı­
disiyle ilgilenmesi, herkesi ve her şeyi
na ulaşmış ise zekat gerekli olur. (İ.P.)
kendi çıkarı için kullanma isteği (ego­
EMVÂL-İ ZÂHİRE izm)” ve “kendini üstün görme, kendini
Kelime anlamıyla “açık, aşikâre her şeyin amacı olarak kabul etme eği­
mallar” anlamına gelen kavram, bir limi (egosantrizm)” anlamındaki enâni-
fıkıh terimi olarak, saime denilen yılın yeti yeren pek çok ifade Kur’ân’da ve
çoğunluğunu otlakta geçiren hayvanlar hadislerde yer almaktadır. (M.C.)
ile bir kısım arazî mahsulleri, maden­ ENDÜLJANS
ler, yer altındaki hazineler ve gümrük­ Hristiyanlık inancına göre günah­
lere uğrayan ticaret malları ve nakit lara karşı bir nevi keffâret işleminin
paraları ifade etmektedir. Bu kavram yerine getirilmesidir. Buna göre; insa­
da zekat ile ilgili hükümler açıklanır­ nın, günahının bedelini din adamlarının
ken geçmektedir. aracılığı ile gidermesi gerekmektedir.
Fıkıh kitaplarında, zâhirî malların Diğer bir ifâde ile din adamlarının Tanrı
zekatları ile belirlenmiş olan vergileri­ ile insan arasındaki aracılık faaliyeti,
nin, âmil, sâî, âşir diye isimlendirilen endüljansın temelini oluşturmaktadır.
zekat ve vergi toplayıcıları vasıtasıyla Bu işlem katolik kilisesinin önemli
toplanıp, devlet eliyle sarf edileceği işlevlerinden biridir. Zira Roma Katolik

148
kilisesinde, herhangi bir suçun İlahî ve değerlendirmeler; iç âlem anlamına
adalet nezdinde affından sonra dünyevî gelir, (bk. Âfâkî) (M.C.)
karşılığının tamamen ya da kısmen ENSÂB
affedilmesi mümkündür. Endüljans
bahşetmek yetkisi gerçekte Papa’ya Hadis râvilerinin ve muhaddisle-
aittir. Bununla birlikte Papa bu yetkiyi rin kimliklerini açıklayan ilim dalına
kardinallere ve Psikoposlara devrede­ “ensâb” denir. (A.G.)
bilir. Endüljans sahibi olabilmek için ENSÂR
katolik kilisesine bağlı olmak gerekir. Sözlükte “yardımcılar” anlamına
Kilise tarafından endüljans bahşetme, gelen ensâr; “nasîr” veya “nâsır” keli­
haçlı seferleri döneminde daha da art­
mesinin çoğuludur. Terim olarak; dinle­
mıştır. Çünkü 1095 tarihinde başlayan
ri uğruna Mekke’den Medine’ye hicret
ilk haçlı hareketleri esnasında Papa
eden Hz. Muhammed (a.s.)’i ve asha­
Urban Il.’nin kutsal toprakları kurtar­
bını Medine’ye kabul eden ve onlara
maya katılacak olanlara bütün günah­
her türlü yardımı yapan Medineli müs-
larının affedileceğine dair endüljans
lümanlara denir.
bahşedileceğini ilan etmesiyle başla­
mıştır. Tarih içinde endüljansın kötüye Ensâr kavramı Kur’ân’da iki âyette
kullanıldığından da şikâyet edilmiştir. geçmiş; Allah’ın muhacirlerle birlikte
O yüzden protestan hareketinin önder­ ensârdan razı olduğu, onlar için cen­
lerinden Martin Luther de bu doktrini netler hazırladığı (Tevbe, 9/100) onları
ağır bir biçimde tenkit etmiştir. (F.K.) bağışladığı (Tevbe, 9/117); ensârın muha­
cirleri sevdiği, onları kendilerine tercih
ENE
ettikleri (Haşr, 59/9), malları ve canlarıyla
Ben anlamına gelen “ene” kelimesi Allah yolunda cihad ettikleri (Enfâl, 8/72)
Arap dilinde birinci tekil şahıs zami­ bildirilmiştir.
ridir. Bir tasavvuf terimi olarak ise
Hz. Muhammed (a.s.) Medine’ye
sâlikin fenâ (kulun kendi fiil ve davra­
göç eden Mekkeli müslümanlarla ensâ-
nışlarını görmekten fâni olması) halini
rı birbirlerine kardeş yapmıştır. Ensâr
ifade eder. Ayrıca iddia, kibir ve bencil­
lik anlamında kullanılmaktadır. Kibir muhacirlere kucak açmış ve her şeyle­
ve gurur anlamını taşıyan ene (ben) rini onlarla paylaşmışlardır. (Î.K.)
kelimesi, Kur’ân’da yerilmiş (Nâzi’ât, ERBAÛN
79/24), böyle bir davranışın şeytana özgü Hadis literatüründe kırk hadis topla­
olduğu belirtilmiştir (A’râf, 7/21). Kibir ve yan eserlere denir. (A.G.)
gurur anlamı taşımayan ene sözünün
ERGENLİK
kullanılmasında sakınca bulunmamak­
tadır (Kehf, 18/118; Fussilet, 41/6). (M.C.) Bulûğ çağına erişmek anlamına
ENFÜSÎ gelir, (bk. Bulûğ) (Î.P.)

Sözlükte “ruh, can, kan, bir şeyin ERHAMÜ’R-RÂHİMÎN


kendisi” anlamındaki nefs kelimesinin Merhamet edenlerin en merhametlisi
çoğulu olan enfüsden türetilmiştir. Bu anlamına gelen ve Allah’ın merhameti­
kavram âfâkinin karşıtı olup, sübjektif nin çokluğunu ifade etmek için kulla­
karakterdeki bütün sezgi, deney, delil nılan bir tabirdir. Kur’ân’da bir âyette

149
geçmiştir. Âyet meâli şöyledir: “Eyyûb, ESER
Rabb "ine; "Bu dert bana dokundu, sen Hadîs ve haber anlamında kullanı­
merhametlilerin en merhametlisisin’ lan bir kavramdır. Çoğulu “âsâr” dır.
diye dua etmiştir" (Enbiyâ, 21/83) (bk. Hadis, Haber) (A.G.)
“Rahmân” ve “Rahim”, Allah’ın ESÎM
güzel isimlerinden ikisidir. Her iki Çok günah işleyen kimse demektir,
isim de Allah’ın çok merhametli oldu­ (bk. îsm) (Î.K.)
ğunu ifâde eder. (bk. Rahmet, Rahim
ESÎR
ve Rahmân) (Î.K.)
Savaş tutsağı anlamına gelmekte­
ERŞ
dir. Bunun yanında tutuklu ve hüküm­
Sözlükte “bedel, rüşvet, fesat, husu­ lü manasında kullanıldığı da görülür.
met” gibi farklı anlamlara gelen erş; bir Bu anlamda esir kelimesi Kur’ân-ı
fıkıh terimi olarak, satılan malın kusur­ Kerim’de bir yerde tekil (insan, 76/8) ve
lu çıkması halinde satış bedelinden üç yerde de çoğul olarak (Bakara, 2/85;
düşülen miktarı; bir mala zarar veril­ Enfâi, 8/67,70) geçmektedir.
mesi durumunda meydana gelen nok­ Hz. Peygamber ve ardından gelen
sanlığın maddî karşılığını; şahıs aley­ dört reşit halifenin uygulamaları ve
hine işlenen suçlardan ölümle sonuç­ talimatları doğrultusunda İslâm’a göre,
lanmayan yaralama ve sakatlamalarda savaşan erkekler dışında kalan kadın,
mağdura ödenmesi gereken malî karşı­ çocuk ve yaşlılar ile sakatlar, din adam­
lığı ifade eder. Erş terim olarak genel­ ları ve savaşla ilgisi bulunmayan diğer
likle bu son anlamda kullanılmaktadır, kimseler, fiilen savaşmadıkça öldürül­
(bk. Diyet) (İ.P.) mezler. Bunların esir olarak tutulup
ESBÂBU VURÛDÎ’L-HADÎS tutulmayacağı fakihler arasında tartış­
malıdır.
Bir hadis-i şerifin söylenmesi­
Savaş esnasında ele geçirilen esirle­
ne veya hadise konu olan davranışın
re nasıl muamele edileceği, düşmanın
yapılmasına yol açan nedenlere esbâb-
Müslüman esirlere yaptığı muameleye,
ı vurûdu ’l-hadis denir. Sebebü ’l-hadis,
hal ve şartlara göre devletin takdirine
vurûdu ’l-hadis, esbâbü ’l-hadis terimle­ bırakılmıştır. Hz. Peygamber, Bedir’de
ri de aynı anlama gelir. esir almış olduğu müşrikleri fidye kar­
Rasûlüllah (a.s.), birçok hadisini şılığı serbest bırakmış, parası olmayan­
çeşitli sebeplerden dolayı söylemiş­ ları da on Müslüman’a okuma-yazma
tir. Bu sebepler, çoğu kere hadislerde öğretmesi mukabilinde serbest bırakı­
ifade edilmez. Bazı hadislerin sebeb-i lacağını ilan etmiştir.
vurudları ise hadislerde açıkça görülür. Esirlere işkence ve zulüm yapıl­
Hadislerin vürûd sebeplerinin bilin­ ması yasaklanmış, İnsanî muamelede
mesi, hadislerin doğru anlaşılması için bulunulması tavsiye edilmiştir. Ayrıca,
son derece önemlidir. Bu konuda başlı güçlerinin üstünde iş gördürülmesi men
başına eserler hazırlanmıştır. Suyutî’nin edilmiş, nikâh, akrabalık gibi bağları
Esbâbu’l-Hadis\ îbn Hamze’nin el- korunmuştur. Cenevre Sözleşmesi’nde
Beyan ve ’t -Ta ’rîf’i bunlardandır. (A.G.) yer alan esirlerle ilgili hükümler ince-

150
lendiğinde, kendilerine tanınan bütün cisim, cevher, akıl ve illet gibi isimler
temel İnsanî hakların, esasen İslâm’da vermek ilhaddır.
garanti altına alındığı; ele alınmayan Hadislerde geçen “ihsâ” (saymak)
tarafların birçoğunun ise günümüz ve “hıfz” (ezberlemek) kelimeleri
şart ve imkânlarının ortaya çıkardığı ile maksat; Allah’ı güzel isimleriyle
görülür. (İ.P.) tanımak, O’na O’nun istediği şekil­
ESMÂ-İ HÜSNÂ de ibadet ve itaat etmektir. Yoksa
(el-Esmaü’l-Hüsnâ) bu isimleri anlamadan ezberlemek
ve tekrarlamak değildir. Mesela bir
En güzel isimler demektir. Bu tabir
insan yaptığı bir işte Allah’ın kendi­
âyet ve hadislerde geçmiştir: “En güzel
sini gördüğünü, yaptıklarını bildiğini,
isimler Allah ’ındır. O halde, O ’na bu
ameline göre ödül veya ceza verece­
güzel isimlerle dua edin ve O ’nun isim­
ğini düşünmesi ve ona göre hareket
leri hakkında eğriliğe sapanları bıra­
etmesi Allah’ın isimlerini hıfz ve ihsâ-
kın.... ” (A’râf, 7/180; bk. Tâ-hâ, 20/8; Haşr, 59/24);
dır. Tirmizî (ö. 279) esmâü’l-hüsna
“Allah ’ın 99 ismi vardır. Bu isimleri ile ilgili Ebû Hüreyre’den yaptığı bir
ezberleyen (hıfz) kimse cennete girer. ” rivâyette, Allâh’ın 99 isimini zikretmiş
(Buhârî, Deavat, 68. VII, 169); “Allâh ’in 99 ve bu hadis için garîb demiştir (Deavat,
ismi vardır. Bu isimleri sayan (ihsâ) 83. No: 3506). Tirmizî, Ebû Hüreyre’den
kimse cennete girer. ” (Müslim, zikr, 6. m, aynı anlamda iki hadis daha rivâyet
2062) etmiş ancak bu rivâyetlerde isimler
Âyet ve hadislerde zikredilen “el- sayılmamıştır. îbn Ebî Ömer - Sufyan
esmâü’l-hüsnâ”; Allah’ın nasıl bir b. Uyeyne - Ebû’z-Zinad - el-A’rac
varlık olduğunun, O’nun niteliklerini, tarikıyla gelen hadise “hasen-sahih”
özelliklerini ve hangi vasıflara sahip demiştir. Buhârî ve Müslim’in rivâyet-
olup olmadığını beyan eden isim ve lerinde de isimler yoktur.
sıfatlardır. İbn Mâce, el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgili
Allah’ı güzel isimleriyle tanımak rivâyetinde 101 isim zikretmiştir (Dua,
ve anmak, O’na layık olmayan nitelik­ 10, ıı. No: 1269-1270). Tirmizî’nin rivâye­
ler isnat etmemek insanın başta gelen tinde el-esmâü’l-hüsnâ, “hüvallahül-
görevidir. Allah’ın isimleri hakkında lezî lâilâhe illâ hû” ile başlarken, îbn
Allah’a layık olmayan isimler isnat Mâce’nin rivâyetinde “Allah” lafzı ile
etmek, Allah’a “baba” demek gibi başlamaktadır.
veya “cebbar”, “mütekebbir”, “zû Tirmizî ve İbn Mâce’nin el-
intikam” gibi azamet ve kudret ifade esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetlerinin
eden isimleri kabul etmemek veya dışında başka hadislerde de Allah’ı
Allah’a özgü isimleri Allah’tan başka tanıtan isim ve sıfatlar geçmektedir.
varlıklara vermek Kur’ân’da ilhad Hadislerde geçen kâbid, bâsıt, hâfıd,
kavramıyla ifade edilmiştir. İlhad, râfı’, mu’ızz, müzill, sabûr, muhsî,
doğru olandan, haktan sapmak demek­ mübdi’, mümît, vâcid, reşîd, mukad-
tir. Arapların Lat ismini el-ilâh, Menat dim, muahhir, muğnî, mâni’, dâir, nâfi’
ismini el-mennân, Uzza ismini el-Azîz ve mâcid gibi bazı sıfatlar, isim şeklin­
isminden türetmeleri ilhaddır. Allâh’a, de Kur’ân’da geçmemektedir. Ancak

151
bu sıfatlann ifade ettiği manalar fiililer Akrab ıjyi; bilmesi, görmesi, duy­
ile ifade edilmiştir. Allah’ın isimleri / ması, haberdâr olması ve yardım etmesi
sıfatlan 99 adetten ibaret değildir. 99 açısından insanlara en yakın olan (KK)
rakamı çokluktan kinayedir. Nitekim, el-Alî ^l; şanı, şerefi, izzeti ve
el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgili hadisler, kudreti yüce olan (KK, İC, TR, NS,
Allah’ın isimlerinin 99’dan ibaret oldu­ HK, İH, BK)
ğunu da belirtmemekte, sadece bu isim­ el-Alîm ~LJl; her şeyi çok iyi bilen
leri sayanların cennete gireceklerini (KK, İC, HK, İH, BH)
bildirmektedir. Ayrıca hadislerde geç­
el-Âiim ^UJI; bilen, anlayan, tanı­
meyen ancak Kur’ân’da geçen Allah’ın
yan (KK, TR, İC, İH, BK)
güzel isim ve sıfatları vardır. Bu isim
ve sıfatların sayısı iki yüzü geçmekte­ Âlimü’l-ğaybi ^_*Ji X; gaybı bilen
dir. Aşağıda zikrettiğimiz isim ve sıfat- (KK)
lann önündeki KK, Kur’ân-ı Kerîm’i; Âlimü ğaybi’s-semâvâti ve’l-ard
İC, İbn Mâce’yi; TR,Tirmizî’yi, HK, ^lj djUJl v__p Ji*; yerin ve göklerin
Hâkim Neysabûrî’yi; İH, İbn Hıbban’ı; gaybını bilen (KK)
BY, Beyhakî’yi; NS, Nesâî’yi ifade Âlimü’l-ğaybi ve’ş-şehâdeti ^
etmektedir. Diğer hadislerde geçenlerin iil^Jlj k__jJI; görünen ve görünmeyen
kaynakları verilmiştir. âlemi bilen (KK, NS)
Ayet ve hadislerde geçen Allah’ın el-Allâm ^MJl; çok bilen, bilgisi çok
isim ve sıfatlarının kısaca anlamları: olan, her şeyi bilen (HK)
el-A’lâ ^1; en yüce, en şerefli. Allâmü’l-ğuyûb ^l ^; görün­
(KK, NS,) meyenleri çok iyi bilen (KK)
A’lem ^1; her şeyi en iyi bilen (KK) el-Azîm ^l; zatı, isim, sıfat ve
el-Adl JjüJI; âdil, insaflı, her şeyi fîileri itibariyle pek ulu, büyük, yüce
yerli yerinde yapan, her şeyi hak ve (KK, TR, İC, NS, HK, İH, BK)
doğru olan (TR, BK, İH) el-Azîz^yJl; üstün, güçlü, kuvvetli,
Adüvvün li’l-kâfirîn jjyiSÜJ ^; galip, şerefli, değerli, melik (KK,TR,
kâfirlerin düşmanı (KK) İC, NS, HK, İH, BK)
el-Afüvv jiJl; çok affedici, çok el-Bâ’ıs e^Ul; kıyamet kopunca
bağışlayan (KK, TR, İC, NS, İH, BK) ölüleri dirilten, mahşer yerine sevk
el-Âhir /\l; varlığının sonu olma­ eden, uyarıcı ve müjdeci olarak pey­
yan, ölümsüz, ebedî ve bâkî olan (KK, gamber gönderen, kıyamette şahitler
TR, İC, NS, HK) getiren (TR, İC, HK, İH, BK)
Âhizü’n bi nâsiyetih «^L i>i; suç­ el-Bâkî jUl; sonlu ve ölümlü olma­
luları cezalandıran (KK, NS) yan, varlığı sürekli olan, ebedî (TR, İC,
HK, İH, BK)
Ahkemü’I-hâkimîn ^bJi ^i;
hüküm verenlerin en iyisi, hâkimler Bâli’ğu emrih yi ^u; emri, hükmü
hâkimi (KK,) hedefine ulaşan, kararım infaz eden (KK)
Ahsenü’l-hâlikîn jjJ^Ji ^i; yara­ el-Bâri’ ^Ul; yaratan, örneği olma­
tanların, takdir ve tasvir edenlerin en dan varlıkları îcat eden (KK, TR, İC,
iyisi (KK) HK, İH, BK)

152
ni düzelten (KK, TR, İC, NS, HK, İH,
el-Berr^Ji; iyilik eden, çok lütüfkâr,
BK)
çok merhametli, çok şefkatli (KK, TR,
İH, BK) el-Celîl JsM; ulu, kudretli, yüce,
azamet ve Kibriya sahibi (KK, TR, İC,
el-Bârr jUl; iyilik eden, çok lütuf-
HK, İH, BK)
kâr, çok merhametli, çok şefkatli (İC)
el-Cemîl J-^l; zatı, isim, sıfat,
el-Bâsıt W; dilediğine rızkı bol
söz, fiil ve hükümleri iyi, güzel, iyilik
veren (TR, İC, İH, BK)
ve ihsan sahibi (TR, İC , HK, İH, BK)
el-Basîr^l; aydınlık ve karanlık­
el-Cevâd ^l; cömert, nimet ve
ta küçük ve büyük her şeyi gören (KK,
İhsam bol Olan (Tirmizî, Edeb, 41)
TR, İC, NS, HK, İH, BK)
ed-Dâim jWI; ölümsüz, varlığı
el-Bâtın ^Ul; mâhiyeti akıl ile idrâk
sürekli olan, bâkî ve dâim (İC, HK,
olunamayan, haya ile tahayyül edileme­
İH, BK)
yen, her şeyin iç yüzünü, sırlarını bilen
(KK,TR,İC, NS, HK, İH, BK) ed-Dârr jUl; zarar veren şeyleri
yaratan âsileri zarar vererek cezalandı­
el-Bedî’ ^Jl; bir şeyi nümûnesi
ran (TR, İC)
olmadan yaratan , vâr eden, îcât eden
(TR, HK, İH, BK) ed-Dehr ^Jl; zamanı ve zaman
içinde olup biten her şeyi vâr eden,
Bedîu’s-semâvâti ve’l-erd
zamanın sahibi ve yöneten (Müslim,
^ij JjLJl; gökleri ve yeri örneği
Elfâz,l, 3. Buhârî, Edeb, 101. Tevhîd, 34)
olmadan yaratan (KK)
ed-Deyyân dL-üi; hüküm veren,
Berîü’n mine’l-müşrikîn ^ »^
hesaba çeken, zelil eden, kahhâr (Buhârî,
j^/Ji; müşriklerden beri, uzak olan
Tevhîd, 32. Ahmed, III, 495)
(KK)
el-Ebed aNl; ölümsüz, varlığı sürek­
el-Bürhân ûü^Jl; delil sahibi, kul­
li, bâkî ve dâim (İC)
larına delil gösteren, varlığına her şey
delalet eden (İC) Ebkâ ^i; verdiği nimetler sürekli
ve daha kalıcı olan (KK)
Câ’ıl(ûn) ûjİpU-; yaratan, vâr eden,
bir varlıktan başka bir varlık yapan, el-Ehad j^I; eşi, benzeri ve İkinci­
(KK) si bulunmayan bir tek, yegâne (KK, İC,
NS, HK, İH, BK)
el-Câmi’ ^ı^Ji; kıyamette insanları
bir araya toplayan, cem eden (TR, İC, Ehlü’l-mağfire «^dJl J*t; mağfiret
İH, BK) ehli, affedici (KK)
Câmi’u’n-nâs ^Ul ^; kıyamette Ehlü’t-takvâ ^l jj; azabından
insanları bir araya toplayan, cem eden korkup sakınmaya, korunmaya layık
(KK) olan (KK)
el-Cebbâr jLJl; emir ve yasakları­ Ekber /İ; zatı, isim, sıfat ve fiil­
nı, hüküm ve karalarını kullarına yap­ leri, şana ve şerefi, nimet ve ihsanı
tırmaya gücü yeten, azgın ve zalimleri en yüce en ulu (Müslim, Tahâre, 17;Tirmizî,
kahredici, dertlere derman olan, yara­ Deavat, 25)
ları sarıp onaran, yaratıklarının halleri­ el-Ekrem ^l; en çok ikram eden
(KK)

153
Erhamü’r-râhımîn j^ı^ı ^i; el-Ferd iyJi; tek kadîm, ezelî, ebedî
merhamet edenlerin en merhametlisi ve bâkî olan varlık. (Beyhakî, i, 16i)
(KK, NS) el-Fettâh ^Utll; en âdil hüküm veren
Esdeku hadisen lij» j^İ; en iyilik kapılarını açan (KK, TR, HK, İH,
doğru sözlü (KK) BK)
Esdeku Kilen SJ jxJ; en doğru Gâlib’ün ‘alâ emrihî Oj_»î ^ Jü;
sözlü (KK) emirinde işinde ve hükmünde galip
Esra’n Mekren ı/. ^-i; hile ve olan, üstün gelen (KK)
tuzak kuranları en sür’atli bir şekilde el-Gaffâr jlüll; çok affeden, çok
cezalandıran (KK) bağışlayan, günah ne kadar çok olursa
Esra’n Ferahan L»y ^i; kullarının olsun yine bağışlayan (KK, TR, İH, BK)
tevbesine çok sevinen (KK) Gâfiru’z-Zenbi uJ yit; günahları
Esra’u’l-hâsibîn j_.Wi ^i; hesap bağışlayan (KK)
soranların, hesap görenlerin en sür’at- el-Ğafûr j^Jl; çok affeden, çok
lisi (KK) bağışlayan (KK,TR, İH, BK)
Eşeddü Kuvveten öy xJ; çok kuv­ el-Ganî ^l; zengin, hiçbir şeye
vetli, çok güçlü (KK) muhtaç olmayan (KK, TR, HK, İH,
Eşeddü Tenkîlen ^ jlJ; çok şid­ BK)
detli cezalandıran (KK) el-Habîr ^yJl; her şeyden haberdar
Eşeddü be’sen Lb j-J; çok şiddetli olan, gizli âşikâr her şeyi bilen, haber
cezalandıran (KK) veren (KK, TR, İC, HK, NS, İH, BK)
el-Evvel J^l; öncesi olmayan, el-Hâdî ^Ul; hidayet eden, doğru
yaratılmamış, ezelî ve kadîm tek varlık yolu gösteren (KK, TR, İC, HK, İH,
(KK, TR, İC, NS, HK, ÎH, BK) BK)
Fa’âlün limâ yürîd v^ U JUi; dile­ el-Hâfız iiUJl; koruyup gözeten
diğini yapan (KK) (İC, HK)
Fâil(ûn) û^bli; Yapan, yaratan, vâr el-Hafî juiJI; çok ikram eden, son
eden (KK) derece iyilik ve lütuf sahibi, her şeyi
Fâliku’I-habbi ve’n-nevâ ^Jl jJU bilen (Ebu Davud, Tirmizî, İC)
^ly çekirdek ve taneleri çatlatan, el-Hâfld yiUl; şan, şeret ve itibar
yarıp açan (KK, NS) bakımından kâfirleri alçaltan, değersiz
Fâliku’l-ısbâh ^U^l ^ü; karanlığı yapan, cezalandıran (TR, ÎC)
yarıp sabahı ortaya çıkaran (KK) el-Hafiz kbJl; varlıkları yok
el- Fâtır ^HJI; yaratan, îcat eden, olmaktan koruyan, (KK, TR, HK, İH,
yoktan var eden (ÎC, HK) BK)
Fâtıru’s-semâvâti ve’l erdi ^li el-Hakem (^»Jl; hüküm veren, son
y>^lj JjLJl; yeri ve gökleri yaratan kararı veren (KK, TR, İH, BK)
(KK, NS); el-Hakîm ^1; hikmet sahibi, her
el-Fâtın yül; deneyen, imtihan işi, emri ve yasağı yerli yerinde olan
eden (Mâlik, Kader, 5) (KK)

154
el-Hâkim ^UJi; hükmeden, karar Hayru’l-ğâfîrîn ^yUJI ^; bağışla­
veren, haklıyı haksızı ayıran (TR, İC) yanların en hayırlısı (KK)
el-Hakk jsJI; varlığı, ilah ve rab Hayru’l-hâkimîn j^l^l ^;
oluşu hak olan, eşyayı var eden hakkı hüküm ve karar verenlerin en hayırlısı
izhar eden, mülk sahibi, yok olmayan, (KK)
varlığında şüphe bulunmayan, âdil Hayru’l-mâkirîn j^/Ul^; hile
(KK, TR, ÎC, NS, HK, ÎH, BK) ile kötülük yapanları bilemeyecekleri,
el-Hâlik jJWi; her şeyi yaratan anlayamayacakları, cihetlerden daha
(KK, TR, İC, HK, NS, İH, BK) şiddetli cezalandıran (KK)
el-Halîm (^Ji; çok sakin, hemen Hayru’l-münzilîn jJyJI ^; nimet
öfkelenmeyen, kızmayan, heyecanlan­ verenlerin, ikram edenlerin en hayırlısı
mayan, acele etmeyen hoşgörülü, teen­ (KK)
ni ile hareke eden (KK, TR, İC, HK, Hayru’l-vârisîn ^yi j>; varisle­
NS, İH, BK) rin en hayırlısı (KK)
el-Hallâk jWl; mükemmel yara­ Hayru’n-nâsırîn ^Ü^; yardım
tan, devamlı yaratan (KK, HK) edenlerin en hayırlısı (KK)
el-Hamîd jjUI; çok övülen, övgüye Hayru’r-râhımîn ^l^l ^; mer­
layık olan (KK, TR, NS, İH, BK) hamet edenlerin en hayırlısı (KK)
el-Hannân cl^JI; çok merhametli, Hayru’r-râzikîn ^91^; rızık,
çok şefkatli (HK) nimet verenlerin en hayırlısı (KK)
el-Hâsib ç_L>Jl; insanları sorgula­ Hayrun hâfizan Üül> yt; en iyi
yan, hesaba çeken (KK) koruyup gözeten (KK)
Hasbü s__ >; yardım etmede, rızık el-Hayy ^1; yaşayan, diri, canlı,
vermede ve korumada yeten, ölümsüz, ezelî ve ebedî olan (KK, TR,
el-Hasîb ^^Ji; insanlara yeten, ÎC, NS, HK, İH, BK)
insanların yaptıklarını koruyup hesaba Hüvallahüllezî lâilâhe illâ hû «dİ
çeken (KK, TR, İH, BK) jj» Nl JJ M 4HI; kendisinden başka tanrı
el-Hayî ^l; edep ve haya sahibi, bulunmayan Allah (KK, TR, ÎH, BK)
çirkinliği bulunmayan, bağış, ihsan ve el-İlâh J^l; ma’bûd. Tanrı (KK,
nimeti terk etmeyen (Ebû Dâvud, Hammam, HK)
2; İbn Mâce, Dua, 13; Nesaî, Gusl, 7) İlâhü’n-nâs ^Ul Jl; insanların ilahı
Hayr ^; hayırlı, faydalı olan, iyilik (KK)
eden (KK) el-Kâbid ^liJI; dilediğine rızkı
Hayru’l-fâsılîn jJ^HJI j>; hükme- daraltan, ölüm zamanı gelenlerin ruh­
denlerenin, haklı ile haksızı ayırt eden­ larını kabzeden (TR, İC, İH, BK)
lerin en hayırlısı (KK) Kâbilü’t-tevb ^1 J.ü; tevbeleri
Hayru’l-fâtihîn ^UJl ^; hükme­ kabul eden (KK)
denlerin, nimet verenlerin, hayır kapı­ el-Kâdî ^UJl; hakla hükmeden
larını açanların en hayırlısı (KK) (Beyhâkî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, s. 111)

155
ihtiyaçlarını üstlenen (KK, TR, İC, HK,
Kâdî’l-umûr^l ^; işlere karar
NS, ÎH, BK)
veren (Tirmizî)
el-Kebîr^JI; zatı, isim ve sıfatları,
el-Kadîm ^1; evveli olmayan,
şanı ve şerefi, kadri ve kıymeti, değer
ezelî olan ilk varlık (ÎC, HK)
ve izzeti pek yüce, ulu ve büyük (KK,
el-Kâdir ^UJl; güçlü, kuvvetli, her TR, HK, ÎH, BK)
şeye gücü yeten (KK, TR, İC, HK, ÎH,
el-Kefîl Jj^i; bütün canlıların
BK)
rızıklarını üstlenen, bu konuda kulları­
el-Kadîr ^1; çok güçlü, çok kuv­ na yeten, nimet veren, kullarını görüp
vetli, istediğini istediği gibi eksiksiz, gözeten (HK)
kusursuz ve tam yapabilen (KK , HK)
el-Kerîm ^/ül; değerli, şerefli, çok
el-Kâfi ^KJI; kullarına yardım nimet veren, nimet ve ihsanı bol olan
eden, vekil olan, yol gösteren, yaptık­ (KK, TR, ÎC, HK, NS, İH, BK)
larını bilen, gören, haberdar olan ve
el-Kuddûs ^>uJi; her türlü çirkinlik
hesaba çeken (KK, ÎC, HK)
noksanlık ve ayıplardan
(Nesefî, vı, 234),
el-Kahhâr^l; yenilmeyen, daima uzak, tertemiz, bütün kemal sıfatları
galip gelen (KK, TR, NS) kendisinde toplayan, güzellik, iyilik ve
el-Kâhir ^Ul; galip gelen, zelil faziletlerle övülen (KK, TR, ÎC, HK,
eden, güçlü, her şeyi kuşatan, yaratık­ NS, ÎH, BK)
larını dilediği gibi yöneten (KK, ÎC)
el-Latîf ^kUl; yaratıklara karşı
el-Kâim ^UJl; varlıkları görüp göze­ yumuşak davranan, çok merhametli,
ten, koruyan, yöneten (KK, ÎC) çok lütufkâr, ihsan sahibi, insanlara hak
el-Kâin ^1; kadîm, ezelî, ebedî, ettiklerinden fazlasını veren her şeyin
bâkî, ilk varlık, varlığı sürekli olan detayını, sırlarını en iyi bilen, işleri çok
(Ahmed, II, 539) hassas düzenleyen, gözle görülmeyen
el-Karîb ^7)1; aff, mağfireti, rah­ (KK, TR, ÎC, HK, NS, İH, BK)
meti, bilmesi, görmesi ve duyması iti­ el-Mâcid j>UI; şan ve şeref sahibi,
bariyle kullarına yakın olan (KK, HK, hayır ve ihsanı, kerem ve lütfü bol olan
NS, ÎH, BK) (TR, İH, BK)
el-Kâşif juiKjl; azap, sıkıntı, bela Mâhid(ûn) ûj^; yer yüzünü yara­
ve dertleri gideren (KK) tıkları için elverişli, yarayışlı ve faydalı
Kâşifü’l-azâb l^IUI Jtils; azabı, olarak yaratan (KK)
sıkıntıyı, derdi kaldıran (KK) el-Mâlik dJUl; bütün varlıkların
Kâtib(ûn) d^ls; insanların yaptık­ sahibi (KK, HK)
larını yazan (KK) Mâliki yevmi’d-din ^Jl ^ UJU; din
el-Kavî ^/il; kuvvetli, kudretli, her gününün, âhiretin sahibi (KK)
şeye gücü yeten (KK, TR, İC, İH, BK) Mâlikü’l-mülk UUUI ddU; mülkün
el-Kayyûm ^l; zatı ile kaim sahibi (KK, TR, ÎH, BK)
olana, ezelî ve ebedî, her şeyin varlığı el-Mâni’ ^Ul; istediği şey engel
kendisine bağlı, uykusu ve uyuklaması olan, koruyan, kurtaran, yardım eden
olmayan, varlıkları yöneten, koruyan, (TR, ÎC, ÎH, BK)

156
el-Muhît k>JI; ilim ve kudretiyle
el-Mecîd x>Jl; çok şerefli, çok iti­
her şeyi kuşatan, her şeye muttali olan
barlı (KK, TR, İC, HK, NS, İH, BK)
(KK)
el-Melik dlLJl; bütün varlıkları yöne­
Muhîtü’n bi’l-kâfirîn ^ybdt k^»;
ten, dilediğini yapan, dilediği gibi hük­
kâfirleri kuşatan
meden (KK, TR, İC, HK, NS, İH, BK)
el-Muhric ^/Jl; bir şeyi açığa çıka­
Meliki’n-nâs ^Ul JL; insanların
ran, bir varlıktan başka bir varlık var
meliki (KK)
eden, gizli şeyleri ortaya çıkaran (KK)
el-Melîk dUl; çok mülkü olan, her
el-Muhsî ^^^Jl; insanların bütün
şeyin sahibi ve Maliki, onları terbiye
yaptıklarını , olup biten her şeyi bilen
edip yetiştiren, mülk ve güç veren (KK,
ve koruyan (TR, İH, BK)
HK)
el-Muhsin j^Jl; yaptığı şeyleri
el-Mennân ûUI; kullarına bol
iyi, güzel, sağlam ve kaliteli yapan,
ihsânda bulunan, sayısız nimetler veren
insanlara ikram ve in’am eden (Süyûtî,
(İbn Mace, Dua, 9. HK)
No: 1817.1, 215)
el-Metîn ^l; çok kuvvetli, çok
el-Muhyî t^l; varlıklara hayat
dayanıklı, âcizliği, za’fıyeti ve gevşek­
liği olmayan (KK, TR, İC, İH, BK) veren, onları yaşatan, ölümlerinden
sonra dirilten (TR, İC)
el-Mevlâ J^Jl; dost, yardımcı,
Muhyî’l-mevtâ ^l ^j ölüleri
görüp gözeten (KK, HK)
dirilten (KK)
Mu’azzib(în) ^j.^; suç işleyenle­
Muhzî’l-kâfîrîn ^yiâl ^; kâfir­
ri, zalimleri, günahkârları cezalandıran
leri rezil rüsvay eden (KK)
(KK)
el-Mukaddim ^l; öne alan (TR,
el-Mu’ızz yjl; izzet ve şeref, güç
İH, BK)
ve kuvvet, itibar ve şeref veren, aziz
yapan (KK, İC) Mukallibü’l-kulûb ^jlill Ui«;
kalpleri halden hale çeviren (NS)
el-Mu’îd jjJI; canlı varlıkları
ölümlerinden sonra dirilten, yeniden Musarrifu’l-kulub ^1 J^;
yaratan (TR, İC, HK, İH, BK) kalpleri halden hale çeviren (NS)
el-Mu’tî J«Jl; nimet veren ihsanda el-Mu’îd xaJI; ölümlerinden sonra
bulunan (İC) da tekrar diriltecek ve hayatlarını iade
edecek olan
el-Muahhır /yJl; geriye bırakan
(TR, İH, BK) el-Mukît W; her şeye gücü yeten,
, rızık veren, yapılanları bilen, koruyan,
el-Muğîs ejJl; yağmur yağdıran
mükâfat veren (KK, TR)
(HK)
el-Muksıt -Is-jlJI; âdil, hakla hük­
el-Muğnî ^l; insanlara mal mülk
meden (TR, İC, İH, BK)
veren, onları zengin yapan, cömert,
nimet sahibi, (TR, İH, BK ) el-Muktedir jjüJl; güçlü, kuvvetli,
istediğini istediği gibi yapan (KK, TR,
Mûhinü keydi’l-kâfirîn a^ ^
İH, BK)
jjyKil; kâfirlerin tuzağını zayıflatan,
gevşeten, boşa çıkaran (KK)

157
el-Musavvir^l; yaratıklara şekil el-Mükevvin c/CJl; ebedî olarak
ve özellik veren (KK, TR, İC, HK, İH, vâr olan (Ahmed, II, 539; Buhârî, Tevhîd, 26)
BK) el-Mümidd j^JI; yardım eden (KK)
Mûsi’(ûn) o^; gökleri genişleten el-Mü’min ^jjl; yaratıklarına
(KK) güven veren (KK, TR, İC, HK, İH, BK)
el-Muksıt LjJI; âdil, hakla ve el-Mümît c~«Jl; varlıkların hayat­
adaletle hükmeden, mazlumun hakkını larına son veren, canlarını alan (TR, İC,
zalimden adaletle olan demektir (TR, HK, İH, BK)
İH, BK) el-Müneccî ^1; sıkıntı, bela ve
Mutahhir ^^L; müminleri manevî azaptan kurtaran (KK)
kirlerden, günahlardan temizleyen, el-Münezzil JyJl; nimet veren, su,
kötülüklerden kurtaran (KK) sekînet, melek, kitap ve peygamber
el-Mübdi’ ^jJI; varlıkları ilk indiren (KK)
defa yaratan (TR, İC, HK, İH, BK) el-Münîr ^-Jl; ışık veren, aydınla­
Beyhakî’in el-Esmâ ve’s-Sıfât adlı tan, (KK, İC)
eserinde (s. 61) bu isim el-Bâdi’ ola­ Münşi(ûn) û^; îcat eden, inşa
rak geçmektedir. Her iki kelime aynı eden, yapan, ilk defa yaratan (KK)
anlamdadır.
el-Müntekim ^l; suçluları ceza­
el-Mübîn ^-Ji; varlığı âşikâr olan, landıran (KK, TR, İH, BK)
hakkı izhar eden, gerçeği beyan eden
Münzil(în) jJ^; melek. Kitap, bu,
(KK, İC, HK, İH, BK)
sekînet indiren, nimet veren (KK)
Mübrim(ûn) d^^; hile ile kötülük
Münzilü’t-Tevrâti ve’l-İncîli ve’I-
yapmaya karar verenleri bilir, onların
Fürkân oüyJIj J-~>'j ^byJl Jy.; Tevrat,
bu kötülüklerini boşa çıkarır, onları
İncil ve Kur’ânT indiren (NS)
kesin olarak cezalandırır (KK)
Münzir(în) ^L.; kullarına fayda
Mübtel(în) ^j deneyen, imtihan
ve zarar veren şeyleri bildiren; inkâr
eden, gizli olanları açığa çıkaran (KK)
ve isyan edenlerin âkibetinin kötü oldu­
el-Mücîb ç_?Jl; duaları, istekleri, ğunu haber vererek onları bu davranış­
dilekleri kabul eden, ihtiyaçları karşı­ lardan sakındıran ve azabı ile korkutan
layan, sıkıntıları gideren (KK, TR, HK, (KK)
İH, BK) Mürsil(în) j-L/ vahiy, peygam­
el-Müdebbir^xJI; kâinatı yöneten, ber, bol yağmur, aşılayıcı rüzgar, koru­
işleri yerli yerince düzene koyan (HK) yucu melek âsiler için yıldırımlar ve
el-Müheymin ^^Jl; insanların âfetler gönderen (KK)
bütün yaptıklarını bilen, koruyan, el-Müsa’ır j*^₺Jl; ürünleri azaltıp
görüp gözeten (KK, TR, İC, HK, İH, çoğaltan, kıtlaştırıp bollaştıran (Tirmizî,
BK) Büyü’, 73. Ebû Dâvud, Büyü’, 51)
el-Mühlik ell^Jl; isyan eden, azan, el-Müsteân ûl*ı~Ji; kendisinden
günaha dalan ve zulmeden fert ve top- yardım istenen, kindisine sığınılan
lumları yok eden, helak eden (KK) (KK)

158
Müstemi’(ûn) ûj*^; sesleri Rabb’ü’l-Arş ^yJl ^; ArşTn
işiten,duyan (KK) Rabbi (KK)
el-Müteâl ; aşkın, pek yüce, ulu, Rabbö’l-Felak jLdl ^; sabahın
eksik ve noksanlıklardan beri olan Rabbi (KK)
(KK, TR, ÎC, İH, BK)
Rabbü’s-Semâvâti JjLJUj; gök­
el-Mütekebbir ^l; ihtiyaç lerin Rabbi (KK)
ve noksanlığı gerektiren her şeyden
RabbüT-Ard ^l ^; yerin Rabbi
münezzeh, pek yüce ve ulu (KK, TR,
(KK)
İC, İH, BK)
Rabbü’l-Izzeti »yJl ^; kudret ve
el-Müteveffî ^jdl; yaratıkların
şeref sahibi (KK)
canlarını alan (KK)
Rabbü’ş-Şi’râ ^ydl ^; Şi’ra yıl­
Mütimmü nûrihî (Jy ^; nurunu,
dızının sahibi (KK)
dinini tamamlayan (K)
Rabbü Külli Şey’in ^ js ^;; her
el-Müzill JUl; boyun eğdiren, zelil
şeyin Rabbi (KK)
eden, alçaltan (TR, İC, İH, BK)
er-Râfi’ ^IJI; peygamber ve
en-Nâfi’ ^Ul; faydalı şeyleri yara­ müminlerin itibar, şan ve şereflerini
tan, bütün yaratıklara faydası olan (TR, artıran, göğü yükselten (KK, TR, İC,
İC, İH, BK) HK, İH, BK)
en-Nâsır ^LJl; yardım eden (KK, HK) er-Rahîm ^Jl; çok merhametli
en-Nasîr ^l; çok yardım eden, (KK, TR, İC, HK, NS, İH, BK)
sürekli yardım eden (KK) er-Rahmân ^Jl; çok merhametli,
en-Nazîf üüJI; sözleri, işleri ve pek müşfik (KK, TR, İC, HK, İH, BK)
hükümleri temiz, iyi ve güzel olan er-Rakîb ^1; insanların hallerini,
(Tirmizî, Edeb, 41) sözleri, yaptıklarını ve davranışlarını
en-Nûr j^l; aydınlatıcı, ışık verici bilen, haber alan, murakabe edip koru­
(TR, İC, HK, NS, İH, BK) yan (KK, TR, HK, İH, BK)
Nûru’s-semâvâti ve’l-ard jy er-Râşid wlJl; doğru yolu gösteren,
^ij cıljM; gökleri ve yeri aydınla­ her işi isabetli olan (İC)
tan (KK) er-Raûf j?y; çok merhametli, çok
er-Rabb ^l; varlıkları yaratıp şefkatli, çok acıyan (KK, TR, İC, HK,
yetiştiren, terbiye eden, eğiten, yetiş­ İH, BK)
tiren, her şeye nizamını, güzelliğini ve Refî’u’d-derecât ol>j' (^jî
yeteneklerini veren, her şeyin Maliki manevî dereceleri ve gökleri tabaka
ve sahibi (KK, TR, İC, HK, NS, İH, tabaka yükselten (KK)
BK) er-Refîk ^jjl; yumuşak davranışlı,
Rabbii’l-âlemîn jJUl ^; âlemle­ merhametli (Müslim, Selam, 15, Buharî, Edeb,
rin rabbi (KK) 35, Ebû Dâvûd, Edeb, 15)
Rabbü’n-Nâs ^Ul ^; insanların er-Reşîd j^JI; her işinde isabetli
Rabbi (KK) olan, doğru yolu en iyi gösteren (TR)

159
er-Rezzâk jyi; bol nimet, maddî es-Seyyid j_JI; en şerefli, en yüce,
kâinatın sahibi, Malikî ve yöneticisi
ve manevî rızık veren (KK, TR, HK,
(Ahmed, IV, 24. Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, I, 54)
NS, İH, BK)
es-Sübbûh ^Ul; her türlü kötülük,
Hayrü’r-râzikîn ^jiji^; rızık
eksiklik, acizlik, ve noksanlıklardan
verenlerin en hayırlısı (KK)
UZak olan (Müslim, Salat, 223; Ebu Davut, Salat,
es-Sabûr j^Ji; çok sabırlı (TR) 17; Nesai, Tatbik, 11, Ahmed, V 35, 99,115,148)
es-Sâdık jiUi; söz, iş, va’d ve eş-Şâfi’ jiüJl; maddî ve ma’nevî
va’îdinde doğru olan her sözünü ve hastalıklara şifa veren, sıkıntıları gide-
va’dini yerine getiren (KK, İC, HK, ren (Buhârî, Merda, 20. Tıb, 40; Müslim, Selam, 46,
İH, BK) 47, 48; Ebû Dâvud, Tıb, 17)
es-Sâil JsUl; insanları âhirette sor­ eş-Şâhid a*LaJI; bilen, muttali olan,
gulayan, hesaba çeken (Müslim, imâre, 45. tanık (KK)
Buhârî, Enbiyâ, 50)
eş-Şâkir /Ul; verdiği nimetlere
es-Samed jl»JI; her şeyin kendisi­ şükredi ve çalışan kimseyi ödüllendi­
ne muhtaç olduğu, yöneldiği, her dilek ren (KK, HK)
ve isteğin mercîi; hiç eksiği, kusuru ve eş-Şedîd jujjJI; çok kuvvetli, ceza­
ihtiyacı olmayan ulu, şanlı, dosdoğru, landırması çok şiddetli (İC)
âdil ve güvenilir (KK, TR, İC, HK, NS,
Şedîdü’l-‘azâb UjüJI xja; azabı
İH, BK)
çok şiddetli (KK)
es-Sâmi’ ^Ul; sözlerini açığını da
Şedîdü’l-‘ıkâb cjI₺J| juxi; cezalan­
gizlisini de işiten (İ)
dırması çok şiddetli (KK)
es-Sâni’ ^Ui; varlıkları, iyi, güzel,
Şedîdü’l-mihâl JbJi j^aa; cezası.
sağlam ve muhkem yapan, fâil, halik,
Azabı, kuvveti çok şiddetli olan (KK)
musavvir (Müslim, Zikr, 9)
eş-Şefî’ çiJl; müminler yâr ve yar­
es-Selâm ^LJl; eksiklik, acizlik,
dımcısı, azap ve sıkıntılardan koruyu­
hastalık, ölüm ve benzeri şeylerden
cusu (KK)
salim olan kullarına güven ve selamet
veren (KR,TR, İC, HK, NS, İH, BK) eş-Şehîd x^aJI; her şeye muttali
olan, gören, bilen, haberdâr olan, her
es-Semî’ ^^—Ji; her sözü, bütün yerde hazır nazır olan, hiçbir şey ken­
konuşulanları en iyi işiten, duyan (KK, disinden gizlenemeyen, bütün sırlara
TR, İC, HK, NS, İH, BK) vakıf olan, her şeyi murakabe eden
Semî’u’d-Dü’â *UjJI j^; duaları (KK, TR, İC, HK, İH, BK)
duyar kabul eden (KK) eş-Şekûr j^Jl; ibadet eden kulla­
Serîu’l-hısâb ^i—^Ji ^^j çok sürat­ rının mükâfatlarını bolca veren, az çok
li sorgulama yapan, hesap soran (KK) her itaati ödüllendiren (KK, TR, HK,
Serî’u’l-‘Ikâb, ^UJl ^^ çok hızlı İH, BK)
cezalandıran (KK) eş-Şey »^l; var olan, mevcut (KK)
es-Setîr j^Jl; kularının ayıp ve et-Tâmm ^Ul; zat, isim, sıfat ve fiil­
kusurlarını örten (Nesâî, Gusi, 7. Ebû Dâvûd, leri, eksisiksiz, kusursuz ve mükemmel
Hammam, 2. Ahmed, IV, 224) olan, acziyet ve za’fıyeti olmayan (İC)

160
et-Tayyib UJl; söz, iş ve hüküm­ el-Vitr jj^l; ilah, yaratıcı ve ma’bud
leri iyi, güzel ve faydalı olan eksiklik olmada eşi ve benzeri bulunmayan, tek
ve noksanlardan münezzeh olan (Tirmizî, (İC, HK)
Edeb, 41; Müslim, Zekat, 65)
ez-Zâhir ^ikJl; varlığı her şeyden
et-Tewâb JyJi; tevbeleri çok kabul âşikâr olan, her şeye galip gelen her
eden, sürekli tevbeleri kabul eden (KK, şeyden yüce olan (KK, TR, İC, HK,
TR, İC, HK, İH, BK) NS, İH, BK)
el-Vâcid j^yi; zengin, hiç bir şeye ez-Zâri’ ^M; yetiştiren, büyüten,
muhtaç olmayan, her şeyin sahibi, her İnşa eden (Beyhâkî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, s. 57)
şeye gücü yeten (TR, İC, HK, İH, BK) Zâri’ûn û^y ekinleri, bitkileri
el-Vâhid ^1; zatında, isim ve sıfat­ yetiştiren, büyüten (KK)
larında eşi ve benzeri bulunmayan, tek Zû’l-izzeti îyJl ji; izzet, güç, kuvvet
olan (KK, TR, İC, HK, NS, İH, BK) ve şeref sahibi (NS)
el-Vâkî‘ ^yi; yaratıklarını tehlike­ Zî’t-tavl JjU ^i; lütuf, bağış, ikram
lerden koruyan (İC) , ihsan, af ve bağış sahibi, (KK, HK)
el-Vâlî jyi; koruyup gözeten, yar­ Zû fadl j-ai ji; ikram sahibi (KK),
dım eden, işleri deruhte eden (KK, TR, Zü’l-fadli’l-azîm ^ AJI Jadil j^. çok
İH, BK) ikram sahibi (KK, HK),
el-Vâris iJjJI; bütün varlıkların sahi­ Zû-intikam flasl y; intikam sahibi,
bi, bâkî, ebedî ve dâim olan her şey ken­ âsileri, zalimleri cçezalandıran (KK)
disine dönen (KK, TR, İC, İH, BK) Zü’l-‘ıkâb olull jS; suçluları,
el-Vâsi’ ^.yi; güçlü, kuvvetli, ilim günahkârları, zalimleri cezalandıran
ve merhameti her şeyi kuşatan, bütün (KK)
yaratıklara rızık veren, nimet ve ihsanı Zü’l-Arşjı/I ji; Arşın sahibi (KK)
bol olan (KK, TR, HK, İH, BK) Zü’l-celâli ve’l-ikrâm fly^lj J^lji;
Vâsi’u’l-mağfire «yiJi f-y bağış­ azamet ve kibriya, ikram ve ihsan sahibi
laması, mağfireti bol olan (KK) (KK, TR, HK, NS, ÎH, BK
el-Vedûd ^yi; müminleri çok Zü’l-kuvveti iyll ji; güç ve kuvvet
seven, kulları tarafından çok sevilen sahibi (KK, İC)
(KK, TR, HK, İH, BK) Zü’l-mağfireti o^üJl ji ; af ve bağış
el-Vehhâb ^l»yi; karşılıksız çok sahibi (KK)
nimet veren, ikram ve ihsanda devam­ Zü’l-me’âric ^bJI ji; bütün dere­
lı olan lütfü,, ihsanı ve rahmeti bütün celerin sahibi (KK, HK)
kulları kuşatan (KK, TR, HK, İH, BK) Zû’l-mecd ve’l-ikrâm, j?JI ji
el-Vekîl J^yi; güvenilen, koruyucu, fiy^ıj; şeref ve ikram sahibi,
yardım eden, görüp gözeten, her şeyin Zü’r-rahmeti ^>yi ji; merhamet
Maliki ve yöneticisi (KK, TR, İC, HK) sahibi (KK)
el-Velî ^l; dost, seven, görüp Bu kelimelerin detaylı anlam ve
gözeten, yardım eden (KK, TR, İC, açıklamaları için ilgili maddelere bakı­
İH, BK) nız. (İ.K.)

161
ESREU’L-HÂSİBÎN dir. Hz. Muhammed, Allah’ın izniyle
Allah’ın sıfatlarından biri olup, mü’minlere şefaat edecektir.”
en süratli hesap gören demektir, (bk. Eş’arî ekolu daha sonra Bakıllânî,
Hâsib) (İ.K.) Cüveynî, Gazzalî, Şehristanî, Râzî,
EŞ’ARİYYE Amidî, Taftazanî, Cürcanî ve Devvanî
gibi âlimler tarafından geliştirilerek
Ebû’l Haşan Ali bin İsmâil el-
daha da temellendirilmiştir. Amelde
Eş’arî’nin görüşlerine dayanan itikadî
Şafiî mezhebinin yaygın olduğu böl­
mezhebin adıdır. Hicrî 260 tarihinde
gelerde itikadî yönden de Eş’arî’nin
Basra’da doğan el-Eş’arî, hayatının ilk
görüşleri kabul görmüştür.
yıllarında mu’tezilî düşünceye sahip
iken kırk yaşından sonra bir Cuma günü Genel bir değerlendirme yapıldığın­
Basra Camii’nde minberde bu mezhe­ da Eş’ariyye’nin, Mu’tezile’ye karşı bir
bi terk ettiğini açıklamıştır. Eş’arî’nin tepki olarak doğduğu ve felsefeye karşı
amelde önce Hanefî daha sonra Şafiî olduğu bilinmektedir. Buna rağmen
veya bir dönem için de Mâlikî oldu­ Eş’arî kelâm âlimleri zamanla te’vile
ğu söylenmektedir. Ancak îslâm âle­ olumlu yaklaşmak sûretiyle Kelâm’da
minde Şafiî olanların itikadî yönden yenilikler yaparak Kelâm ilmini felsefe
Eş’arî’nin görüşlerini paylaştıklarına ile rekabet edebilecek bir güce kavuş­
bakılırsa onun en son Şafiî mezhebin­ turmuşlardır. Bu sebeple Eş’arî Kelâmı,
de karar kıldığı kuvvet kazanmaktadır. aklı ön planda tutan Mu’tezile’den ayrı
gibi görünüyorsa da, genelde akılcılık
el-Eş’arî’nin kelâm alanındaki
ilkesini de benimsemiştir. (F.K.)
görüş ve düşüncelerini, kendisin­
den nakledilen şu sözlerden öğren­ EŞHÂD
mek mümkündür: “Bizim için gerek­ Şâhidler ve şehidler demektir, (bk.
li olan, Aziz Rabbimizin kitabına, Şâhid, Şehîd) (Î.K.)
Peygamberimizin sünnetine, sahâbe,
EŞHURU’L-HURUM
tabiin ve hadis imamlarından rivâyet
(el-Eşhuru’l-Hurum)
olunan şeylere tabi olmak”tır. Kelâm
ilmine getirdiği diğer katkılar ise şöyle Haram ayları manasına gelen bu
özetlenebilir: “Kulun iradesi müstakil terkip, kamerî aylardan Zi’l-Ka’de,
değildir. Allah onu yaratıyor. Huşun ve Zi’l-Hicce, Muharrem ve Recep ayla­
kubuh akıl ile idrak olunamaz. İnsan rını ifade etmek için kullanılmaktadır.
dinî tebligât olmadan Allah’ı bilemez. Cahiliye döneminde de hürmet edilen
Allah’ın “tekvin” sıfatı kudret sıfatı­ bu aylar, muhterem kabul edilmiş ve
nın aynıdır. Erkek olmak peygamber­ bu aylarda savaşmak haram kılınmış­
liğin şartlarından değildir. Kâfirler de tır. Ancak, düşman tarafından taarruz
ibadetle mükellef olup, ibadet yap­ edilmesi halinde, müdafaa mahiyetin­
madıkları taktirde ayrıca azap göre­ de savaşa müsaade edilmiştir. Kur’ân-ı
ceklerdir. îmân kalb ile tasdik, söz ve Kerim’de haram ayları ile ilgili âyet­
amelden ibarettir. Fiillerin tek yaratıcısı te şöyle buyurulmaktadır: “Allah’ın
Allah’dır. Ancak kulun da cüz’î iradesi gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısı­
vardır. O irade ile ceza veya mükafat na göre, Allah katında ayların sayısı
kazanılabilir. Kur’ân mahluk değil­ on ikidir. Bunlardan dördü (hürmet-

162
li) haram aylardır. İşte bu dosdoğ­ ve İmam Şâfıî (ö. 204/819) bu devrin
ru nizamdır. Öyleyse o aylar içinde fakih ve muhaddislerindendir. (A.G.)
(Allah "in koyduğu yasağı çiğneyerek) EVÂMÎR
kendinize zulmetmeyin; sizinle topye-
Emir kelimesinin çoğulu olup,
kun savaşan müşriklerle siz de topye- emirler, buyruklar anlamına gelir, (bk.
kün savaşın. Ve bilin kiAllâh, sakınan­ Emir) (İ.P.)
larla beraberdir” (Tevbe, 9/36) (İ.P.)
EVKAF
EŞİR
Vakıf kelimesinin çoğuludur, (bk.
Bir insanın malı, mülkü, serveti, Vakıf) (İ.P.)
makam ve şöhreti ile azması, şımarma­
EVLÂ
sı, kibir, gurur, sevinme ve övünmede
aşırı gitmesidir. Batar halinin ileri şek­ Daha iyi, daha uygun anlamına
lidir. Arapça bir kelime olup, tercih edilen
delil veya eylemi göstermek için kul­
Eşir kelimesi Kur’ân’da iki âyet­
lanılan bir terimdir. (İ.P.)
te geçmiştir. Semûd halkının Sâlih
Peygamberi yalancılık ve şımarıklık EVRENSELLİK
(eşir) ile itham ettikleri, Sâlih (a.s.)’ın Doğruluğun ve geçerliliğin ölçüsü
da kendilerine; “yarın onlar, yalancının, olarak bütün insanların onayını temel
şımarık ve küstahın kim olacağını bile­ alan; dünyayı, içinde yaşayanları
ceklerdir” şeklinde cevap verdiği bildi­ zaman ve mekân itibariyle kapsayan
rilmiştir (Kâmer, 54/25-26). (İ-K.) şey veya değerin özelliğidir. Aynı husu­
ETBÂU’T-TÂBİÎN su cihanşümul terkibiyle açıklamak da
mümkündür. Bu durumda cihanı ala­
(Tebeu’t-Tâbiîn)
kadar eden ve dünyayı kapsayan şey
Tâbiîne uyanlar anlamına gelen, demektir. (F.K.)
etbâu’t-tâbiîn, herhangi bir tâbiî ile
Hz. Muhammed son peygamber,
karşılaşıp, müslüman olarak vefât
Kur’ân son kitap, İslâm da İlâhî mesa­
eden kimselere denir. Bu nesil, Hz.
jın insanlara tebliğ edildiği, son ve
Peygamber’den sonraki üçüncü
kamil dindir. Artık ondan sonra, başka
tabakadır.
bir peygamber, başka bir kitap ve din
Etbeu’t-tâbiîn’in fazileti bir hadis­ gelmeyecektir (Ahzâb, 33/40). Bu neden­
te şöyle bildirilmektedir: “İnsanların le, İslâm’ın evrensel olması, dünyanın
en hayırlısı benim yaşadığım devirde diğer bölgelerinde yaşayan insanlara ve
yaşayanlardır. Sonra onlardan sonra kıyamete kadar bütün zamanlara uzan­
gelenler, sonra da onlardan sonra ması gerekir (Âl-i İmrân, 3/19, 83, 85; Sebe’,
gelenlerdir.” (Buhârî, Şehâdât, 9, Fedâil-u 34/28). Nitekim İslâm’ın temel kaynağı
Ashâbi’n-Nebî, 1, Rikak, 7, İmân, 10, 27) Kur’ân’ın mesajları, kıyamete kadar
Etbâu’t-tâbiîn devri, İslâmî ilimle­ bütün zamanları kapsayacak ve bütün
rin oldukça parlak olduğu bir dönem­ insanları ve hatta cinleri de içine alacak
dir. Bu devirde hadis rivâyeti sağlam Özellik taşımaktadır (Rahmân, 55/31-35).
usullere bağlanarak en mükemmel şek­ İslâm’ın evrensel oluşunun en
lini almıştır. İmam Malik (ö. 179/795) önemli sonuçlarından biri; hükümleri-

163
nin, mümkün olduğunca, bütün millet­ vaktinde kılınan namazın da hadislerde
ler için eşit olmasıdır. Bu sebeple Yüce evvabîn namazı olarak vasıflandırıldığı
Allâh, hükümleri, milletlere ve âdetlere görülmektedir (Müslim, Salâtu’l-Müsâfırîn, 19).
göre değişmeyen, aklın anlayabildiği Altı rekatlı bir namaz olan evvâbîn
illetlere bağlamıştır. Değişik asırlarda namazı, altı rekatın sonunda selam
yaşayan İslâm bilginleri, bu illetleri verilmek sûretiyle bir defada kılına­
esas alarak, âyet ve hadis bulunmayan bileceği gibi, dört veya iki rekatta bir
alanlarda, kıyas ve diğer hüküm çıkar­ selam da verilebilir. Ancak iki rekatta
ma yöntemlerini kullanarak hükümler bir selam vermek daha iyidir. (Î.P.)
koymuşlardır.
EVVEL-ÂHÎR
İslâm’ın evrensel oluşunun sonuçla­
rından bir diğeri ise, Kur’ân âyetlerinde Sözlükte “zaman veya rütbe bakı­
ve Rasûlullâh’ın her devir için geçerli mından önce gelen şeye evvel; sonra
olan bağlayıcı hadislerinde külli kaide­ gelen şeye de âhir” denir. Bu kavram­
ler (genel prensipler) verilip, fazla deta­ lar Allah’ın sıfatı olarak, sadece Hadîd
ya girilmemesidir. Meselâ, bu meyanda Sûresinin 3. âyetinde geçmiştir. “O
Kur’ân-ı Kerim’de, “Allâh size kolay­ evveldir, âhirdir..." Allah’ın sıfatı ola­
lık murat eder, zorluk istemez" (Bakara, rak evvel ve âhir, ilk varlık ve yaşama­
2/205); hadislerde de, “Kanlarınız, mal­ ya devam edecek olan son varlık, önce­
larınız ve ırzlarınız birbirinize haram­ si ve sonrası bulunmayan demektir.
dır" (Buhârî, Hudud, 9), “Zarar ve zarara Hiçbir şey yok iken O vardı. Her şey
karşılık zarar yoktur" buyurulmaktadır yok olacak, O yine var olmaya devam
(Malik, Kada, 26). (İ.P.) edecektir. Yaratıkların bir evveli, bir
de sonu vardır. Yaratıklar yok iken
EVVABÎN NAMAZI
vâr edilmişler, bir gün bunların varlığı
Evvabîn, tövbe eden, sığınan anla­ son bulacaktır. Allah’ın varlığının ise
mına gelen evvâb kelimesinin çoğulu­ öncesi ve sonrası yoktur, yani O’nun
dur. Kur’ân’da beş yerde tekil ve bir yok olduğu bir zaman mevcut olmadığı
yerde de çoğul olarak geçen bu kelime gibi hiçbir zaman da yok olmayacak­
ile peygamberlerin ve sâlih kulların tır. Varlıkları ve zamanı var eden de
tövbe edip Allâh’a yöneldikleri anla­ Allah’tır.
tılır.
Allah’ın zatî sıfatlarından kıdem
Evvâbîn namazı ise, tövbe eden ve ve bekâ, evvel ve âhir ismine râcidir.
Allâh’a sığınanların namazı demektir.
Evvel ve âhir, kadîm ve bâkî, ezelî ve
Hz. Peygamber’in, akşam namazın­
ebedî demektir.
dan sonra altı rekat namaz kıldığı ve
bunu tavsiye ettiği rivâyet edilmekte­ “...O'nun zatından başka her şey
dir (îbn Mace, İkâme, 185; Tirmizi, Salat, 202). helâk olacaktır..." (Kasas, 28/88), “
Rasulullah, akşam ile yatsı arasında Yeryüzünde bulunan her şey yok ola­
kılınan bu namazı, Kur’ân’da evvabîn caktır. Yalnız celal ve ikram sahibi
diye nitelendirilen sâlih kulların nama­ Rabbi "nin zatı bâkîkalacaktır." (Rahmân,
zı gibi sayılacağını belirtmek maksa­ 55/26-27) âyetleri Allah’ın âhir olduğu­
dıyla “evvabîn namazı” olarak vasıf­ nu; “Allah, her şeyin yaratıcısıdır..."
landırmaktadır. Bunun yanında kuşluk (Zümer, 39/62), “Allah'tan başka yara-

164
tıcı mı var?...” (Fâtır, 35/3) âyetleri de ateş, ancak sayılı günlerde dokunur”
Allah’ın evvel olduğunu ifade eder. dedikleri ve bu kanaatleriyle aldan­
Peygamberimizin şu hadisi evvel dıkları bildirilmektedir (Âi-i îmrân, 3/24).
ve âhir isimlerini açıklamaktadır: (Î.K.)
“Allah'ım! Sen evvelsin. Senden önce EYYÂM-I MA’LÛMÂT
hiçbir şey yoktur. Sen, âhirsin. Senden Bilinen günler demektir. Zilhiccenin
sonra da hiçbir şey olmayacaktır... ” ilk on gününe denir. Terviye, arefe ve
(Müslim, Zikir, 60; İbn Mâce, Dua, 2; Ahmed, 1,404). kurban bayramı bu günlerdedir. (İ.K.)
“Evvel” ve “âhir” isimleri Tirmizî EYYÂM-I MİNA
ve îbn Mâce’nin el-esmâüT-hüsnâ ile
Mina günleri demektir. Zilhicce ayı­
ilgili rivâyetinde de geçmiştir (Tirmizî,
nın 10, 11 ve 12. günleridir. Bu gün­
Deavat, 83; İbn Mâce, dua, 10). (Î.K.)
lerde hacılar Mina’da bulunurlar ve
EVZÂR şeytan taşlama görevini yaparlar. (Î.K.)
Vizir kelimesinin çoğulu olup, EYYAM-I NAHR
günahlar demektir, (bk. Vizr) (İ.K.) Kurban kesme günleri demektir.
EYYÂM-I BÎD Zilhicce ayının 10, 11 ve 12. günleridir,
“Eyyâm-i bîd”, kamerî ayla­ (bk. Kurban) (Î.K.)
rın 13., 14. ve 15. günlerine denir. EYYAM-I TEŞRÎK
Peygamberimiz (a.s.), Ramazan orucu Teşrîk günleri demektir. Zilhiccenin
farz kılınmadan önce bu orucu tutmuş 9-13. günleridir. Eyyam-ı ma’dûdât da
(Ahmed, V, 246; Tirmizî, Savm, 41, 54, III, 118, 134), denir. Bu günlerde teşrîk tekbirleri alı­
Ramazan orucu farz kılındıktan sonra nır. (bk. Teşrîk tekbiri) (Î.K.)
da bu orucu tutmaya devam etmiş
EZAN
(Tirmizî, Savm, 54, III, 135) Ve “Kim her
aydan üç gün oruç tutarsa ömür boyu Sözlükte “bildirmek, duyurmak,
oruç tutmuş gibi olur" (Tirmizî, Savm, 54, çağrıda bulunmak, ilan etmek” anlam­
in, 135) sözleriyle bu orucun tutulmasını larına gelen ezan, dinî bir terim olarak,
teşvik etmiştir. Bu itibarla eyyâm-i bîd farz namazlarının vaktinin girdiğini
orucu tutmak müstehaptır. (Î.P.) belli sözlerle ve özel bir şekilde ilan
etmek, bildirmek demektir.
EYYÂM-I MA’DÛDÂT
Namaz Mekke döneminde farz
Sayılı günler demektir. Bu günlere kılınmakla birlikte, ezan hicretten sonra
eyyam-ı teşrik de denir. Zilhiccenin uygulamaya konulmuştur. Medine’ye
9-13. günleridir. 9-12. günlerinde farz hicretten sonra, Mescid-i Nebevî’nin
namazlardan sonra teşrîk tekbirleri alı­ inşası tamamlanıp düzenli bir şekilde
nır. Eyyam-ı ma ’dûdât tabiri, Kur’ân’da cemaatle namaz kılınmaya başlanın­
üç âyette geçmiştir. Kur’ân’da geçen ca, Hz. Peygamber vakitlerin girdiğini
sayılı günler ile maksat, oruç tutulan duyurmak için ne yapabileceğini arka­
Ramazan ayı günleri, hac menasiki- daşlarıyla görüşmeye başlamıştır. Bu
nin yapıldığı günlerdir (Bakara, 2/183,203). esnada Hz. Peygamber’e vahiyle, ayrı­
Kur’ân’da Allah’ın hükmünden yüz ca sayıları yirmiye kadar ulaşan saha-
çeviren Yahudi ve Hristiyanların “Bize biye rüyalarında bugünkü ezanın şekli

165
öğretilmiştir. Hz. Bilal tarafından sabah “Eşhedü en lâ ilâhe illallah - Şüphesiz
namazında, yüksekçe bir evin damında bilirim ve bildiririm ki Allâh’tan başka
okunarak uygulamaya konulmuştur. ilah yoktur” (2 kere); “Eşhedü enne
Ezan sünnet-i müekked olmakla Muhammeden Rasulullah - Şüphesiz
birlikte, Müslümanlığın şiarı hali­ bilirim ve bildiririm ki Muhammed
ne gelmiştir. Ezan aracılığıyla halka Allâh’ın elçisidir.” (2 kere); “Hayye
hem namaz vaktinin girdiği ilan edil­ ale’s-salâh - Haydin namaza” (2 kere);
mekte, hem de Allâh’ın büyüklüğü, Hayye ale’l-felâh - Haydin kurtuluşa”
Peygamberimizin O’nun kulu ve elçisi (2 kere); Allahu ekber- Allah uludur”
olduğu ve namazın kurtuluş yolu oldu­ (2 kere); “Lâ ilâhe illallah -Allâh’tan
ğu ilan edilmektedir. başka tanrı yoktur” (1 kere). (Î.P.)
Ezanın sözleri ve anlamı şöyledir:
“Allahu ekber - Allah uludur” (4 kere);

166
FA’ÂL (Fa’âlun limâ yürîd) rın arz ve talebe göre oluşması tercih
Allâh’ın sıfatlarından biri olup, dile­ edilmiştir. Bu nedenle ticaret malla­
diğini yapan demektir, (bk. Fâil) (İ.K.) rında çeşitlerine göre yüzde hesabı ile
bir kâr da belirlenmemiştir. Ancak kâr
FÂCİR
nispetinin çok fazla büyüyüp tüketiciye
Sözlükte “yalancı, fasık, zinakâr ve zarar verici bir durum alması halinde,
âsî” anlamına gelen “fâcir” kavramı buna müdahale edilebilir. Aynı şekilde
din ıstılahında; inkâr, şirk, yalan, zina, müstahsili, satıcıları ve esnafı zarara
hırsızlık gibi, Allah ve Peygamber’in sokucu bir ölçüde küçüldüğü zamanda
haram kıldığı fiilleri işleyen, kâfir, da devlet eliyle yukarıya çıkarılması
münâfık, müşrik ve âsîlere, doğru yol­ gerekir.
dan sapan ve ahlâk dışı davranışlarda
Fiyatlara müdahale, doğrudan ve
bulunan kimselere denir. Çoğulu, füc-
dolaylı müdahale olmak üzere ikiye
câr ve fecere’dir.
ayrılır. Doğrudan müdahale, fiyatla­
Kur’ân’da fâcir kelimesi nankörler ra narh koymak suretiyle olur. (bk.
anlamındaki keffâr kelimesi ile, çoğul Narh) Dolaylı olarak müdahale ise,
şekli olan fecere, kâfirler anlamındaki arz ve taleple oynamak, rekabet orta­
kefere kelimesi ile birlikte birer âyette mının oluşturulması, dışarıdan mal
geçmiştir (Nûh, 71/27; Abese, 80/43). Yine bu istihsali gibi yöntemlerle yapılır. Hz.
kelimenin çoğulu olan fiiccâr üç âyet­ Peygamber’in ticareti teşvik eden ve
te geçmiş ve muttakîler ile ebrârın mal istihsalini öven hadisleri, dolay­
zıddı olarak kullanılmıştır (Sâd, 38/28; lı olarak müdahale yoluyla fiyatla­
infitâr, 82/13-14). Kur’ân’da füccârın; din rın düşürülmesinin tercih edildiğini
gününü yalanlayan, haddi aşan, çok göstermektedir (İbn Mace, Ticaret, 6).
günah işleyen, Allah’ın âyetlerine eski­
İslâm’da serbest piyasa sistemi
lerin masalları diyen, işledikleri suçla­
benimsenip, kâr için bir oran belir­
rı kalplerini karartmış olan kimseler
lenmemekle birlikte, aldatma, malın
olduğu (Abese, 80/11-14), bunların yakıcı
fiyatı hakkında yanlış bilgi verme, hile
ateş içinde (cahim) (infitâr, 82/14) ve zin­
yapma, malın kusurlarını gizleme, malı
danda (siccin) olacakları (Mutaffifîn, 83/7)
olduğundan fazla methetme gibi şey­
bildirilmiştir. (Î.K.)
ler yasaklanmıştır. İslâm hukukçula­
FAHÎŞ FİYAT rı, alışverişte fiyat bakımından makul
Aşırı yüksek fiyat anlamına gelen ölçüler içinde fazlalık veya noksanlı­
bir tabirdir. İslâm’da genel olarak ğı kabul etmekle birlikte, müşterinin
serbest piyasa sistemi benimsenmiş; rağbeti, ihtiyacı veya bilgisizliğinden
İktisadî hayatın serbest akışı içinde yararlanarak yüksek fiyatla satışı hoş
ve tam rekabet şartları altında fiyatla­ karşılamamıştır. (bk. Gabn) (İ.P.)

167
FAHŞÂ öven ve büyüklenen kimse anlamın­
Sözlükte “çirkin ve aşırı olmak” dadır. Kur’ân’da 4 âyette geçmiştir
anlamına gelen fuhuş İslâmî literatürde (Nisâ, 4/36). (Î.K.)

kelimenin sözlük anlamıyla da bağlan­ FÂÎLÎN-FA’ÂLÜN LİMÂ YÜRÎD


tılı olarak, aşırı derecede çirkin söz ve
Bir şeyi işlemek ve yapmak anla­
davranış büyük günah, edeb ve ahlâka
mındaki “f-^a-l” kökünden türeyen
aykırı olup dinen yasaklanan her türlü
fa ’âl, fâil isminin mübalağalı şeklidir.
kötülük ve çirkinlik anlamında kulla­
Çok iş yapan demektir. Kur’ân’da iki
nılmaktadır. Kur’ân’da bu kökten türe­
âyette Allah’ın sıfatı olarak kullanıl­
yen fahşâ,fâhişe ve fevâhiş kelimeleri
yirmi dört yerde geçmektedir. Çoğunda mıştır. “...Gerçekten Rabb’in istediğini
yukarıdaki anlamlarda, bir kısmında ise yapandır (fa’âlün lima yürîd)” (Hûd,
kinaye yoluyla zina, livâta, sevicilik n/107). Allah’ın bu sıfatı Kur’ân’da

gibi çirkin ve yüz kızartıcı fiiller kas­ “yef’alü” fiiliyle de ifade edilmiştir.
tedilmektedir (Nisâ, 4/15, 19, 25; Nemi, 27/54; “Allah dilediğini yapar” (...yef’alü
Ahzab, 33/30; Talâk, 65/1). Hadislerde de mâ yürîd) (Hac, 22/4); “Allah istediğini
fuhuş kelimesi ve türevleri Kur’ân’daki yapar” (yef’alü mâ yesâü) (Hac, 22/18).
gibi farklı anlamlarda kullanılmaktadır Fâil ismi azamet çoğulu olan
(Buhârî, Edeb, 38/, 39,48; Müslim, “Birr”, 37, Selâm, “fâilîn” şeklinde 3 âyette geçmiştir
11; Tirmizî, “Birr”, 47, 59). Ancak, fuhuş Ve (Enbiyâ, 21/17, 79). “O gün göğü kitapla­
fahişe kelimeleri zamanla Îslâmî kay­ rı dürer gibi (toplarız) ilk yaratmaya
naklarda yukarıda tanımlanan terim nasıl başladıksa yine onu öyle çevirir
anlamını kazanmıştır.
(yok eder)iz. Üzerimize söz. Biz mut­
İslâm’ın amaçlarından biri de neslin laka yaparız. ” (innâ fâilün) (Enbiyâ,
korunması, sağlıklı bir toplumun oluştu­ 21/104). (Î.K.)
rulmasıdır. Bu bakımdan fuhuş ve fuhşa
FÂİTE
götüren bütün davranışlar yasaklanmış
(isrâ, 17/32) mü’min erkek ve kadınla­ Sözlükte “kaçmış” anlamına gelen
rın gözlerini haramdan sakınmaları, fâite, bir fıkıh terimi olarak vaktinde
kadınların tahrik edici bir şekilde giyi­ kılınamayan namazı ifade etmektedir.
nip süslenmemeleri emredilmiş, ayrıca Çoğulu fevâittir. Vaktinde kılınama-
kadının erkeğin cinsî duygularını uyan­ yan namazları ifade etmek için kaçmış
dıracak şekilde yürümesi de hoş karşı­ manasındaki fâite kelimesinin kullanıl­
lanmamıştır (Nûr, 24/30-31). İslâm’da ferdin ması, bir Müslüman’ın namazı kasten
cinsi ihtiyaçları tabii bir ihtiyaç olarak terk edemeyeceğini, ancak elde olma­
görülmüş, evlilik kolaylaştırılmış, fuhşu yan nedenlerle namazın kaçabileceğini
kolaylaştıran ve özendiren yollar kapa­ hissettirmektedir.
tılmış, ayrıca bu yönde gerekli sosyal ve
Namazı bilerek, özürsüz olarak
hukukî tedbirler de alınmıştır. (M.C.)
vaktinden sonraya bırakmak büyük
FAHÛR günahtır. Namaz, vakti çıktıktan sonra
Mübalağalı isim olup Allah’ın ver­ kaza edilmekle yerine getirilmiş olur.
diği nimetlerle övünen fakat bu nimet­ Ancak vaktinden sonraya bırakıldığı
lerin şükrünü eda etmeyen, kendini için tövbe edilmesi gerekir.

168
Meşru bir mazeret sebebiyle nama­ ve şuur sahibi olmak anlamında kulla­
zın kazaya kalması günah olmaz. Hz. nılmıştır. Hadislerde ise, fıkıh ve tefak­
Peygamber hadislerinde uyuyakalma kuh kelimeleri, iyi anlamak, din ve
ve unutma mazeret olarak kabul edil- Kur’ân konularında bilgi sahibi olmak
miştir (Buhârî, Mevâkit, 37; Müslim, Mesacid, anlamında kullanılmıştır (Buhârî, ilim, 20).
314-316). Bunun dışında düşman kor­ Hz. Peygamber’in vefatından
kusu, ebenin doğum yapacak kadının sonra, vahy dönemi sona erdiğinden,
başından ayrılması halinde çocuğun Müslümanlar kıyamete kadar karşılaş­
veya annesinin; cerrahın ameliyatha­ tıkları problemleri vahy döneminden
neden ayrılması halinde hastanın zarar intikal eden âyet ve hadislerle çözüm­
göreceğinden korkulması meşru birer lemeye çalışmışlardır. Hz. Peygamber
mazerettir. Nitekim Hz. Peygamber, sağlığında ashabını içtihat konusun­
Hendek savaşında namazlarını tehir da eğitmiş ve buna teşvik etmiştir;
etmiştir (Buhârî, Mevâkit, 36,38). Hayız ve Muaz ibn Cebel’i Yemen’e kadı olarak
nifas hallerinde kadınlardan namaz gönderirken, önüne gelen problemin
borcu düşer; kılınmayan namazlar kaza çözümü konusunda Kitap ve sünnette
edilmez. bir hüküm bulamadığında neye göre
Beş vakit namazın farzları ile vitir hüküm vereceğini sorması üzerine,
namazı kaza edilir. Vakit çıktıktan Muaz “kendi reyimle içtihat ederim”
sonra sünnetler kaza edilmez. Ancak şeklinde cevap vermiş, Hz. Peygamber
vaktinde kılınmayan sabah namazı, de bunu memnuniyetle karşılamıştır
zevalden önceye kadar sünnetleri ile (Tirmizî, Ahkâm, 3; ed-Daremi, Mukaddime, 19).
birlikte kaza edilir. Kaza namazı kıl­ İslâm ümmeti içinde, her devirde
mak için belirli vakit yoktur; üç kera­ fakihler bulunmuş, bilgi ve gayretleri
het vakti dışında gece ve gündüz her ile Müslümanlara yardımcı olmuşlar­
zaman kılınabilir. (Î.P.) dır. Her devirde dinî ve hukukî mese­
leleri, nassların ışığında, devrin şart ve
FAKD
ihtiyaçlarını göz önünde bulundurarak
Kelime anlamıyla yokluk, ayrılık çözümleyecek fakihlerin yetiştirilme­
manalarına gelen fakd, fıkıhta, muris si, İslâm toplumunun en başta gelen
veya eşin kaybolması için kullanılmak­ görevlerindendir. (l.P.)
tadır. (bk. Mefkud) (l.P.)
FAKR (Fakir)
FAKÎH
Sözlükte “kırmak, delmek, kazmak”
Sözlükte “dikkatli ve ince anlayışlı, anlamına gelen fakr kelimesi, tasavvuf
ayrıntılı bir şekilde bilen âlim” anla­ terimi olarak kişinin zorunlu ihtiyaçla­
mına gelen fakih, ıstılahta din bilgini, rını karşılayabileceği imkânının bulun­
fıkıh âlimi, İslâm hukukçusu demektir. maması veya kendisinin her an Allah’a
Çoğulu fukahâdır. muhtaç olduğunu bilmesi demektir.
Kur’ân-ı Kerim’de on dokuz yerde, Kur’ân’da yer alan fakirlikle ilgili
anlamak, hakkıyla idrak etmek mana­ kelimeler maddî veya manevî ihtiyaç
sında, aynı kökten fiil olarak geçmek­ anlamında kullanılmaktadır. Mânevî
tedir. Bir âyette de, yine aynı kökten anlamda zengin olan yalnız Allah’tır ve
türetilen tefakkuh kelimesi, dinde bilgi bütün insanlar fakir olup O’na muhtaç-

169
tır (Fâtır, 35/15). Maddî anlamdaki fakirlik insanları kabirden diriltip çıkaracağına,
ise Allah’ın kullarını imtihan için vası­ haşr edeceğine işaret vardır. (İ.K.)
ta kıldığı bir yoldur ve sabredenler bu FÂNÎ
imtihanı başarmış olurlar (Bakara, 2/155).
Sözlükte “ölümlü, geçici, muvak­
Zenginlerin mallarında ihtiyacından
kat” anlamlarına gelen fânî, hâkinin
dolayı isteyenin ve yoksulun belirli
karşıtıdır. İslâm inancına göre Allah’ın
bir hakkı bulunması (Me’âric, 70/24-25) ve
dışında her şey fânidir. Kur’ân’da şöyle
zekatın verilecek kimselerin başında
buyrulmaktadır: “Yeryüzünde bulunan
fakirlerin yer alması (Tevbe, 9/60) bu imti­
her şey fânidir. Ancak yüce ve cömert
hanın sadece fakirlere yönelik olmadı­
olan Rabbinin varlığı bâkîdir ” (Rahmân,
ğını göstermektedir. Hz. Peygamber,
55/26-27). Geçici ve sonlu olmasın­
fakirlikten Allah’a sığınmış (Ebû Dâvûd,
dan dolayı dünya hayatına fâni âlem
Edeb, 101; Nesâî, îstiâze, 14, 16) Ve çevresin-
denilmiştir. (M.C.)
dekilerin de sığınmasını istemiş (Ahmed,
u/540), başa geldiği takdirde sabredil- FARİZA
mesini öğütlemiştir. Ayrıca fakirliğin Kelime anlamıyla takdir ve tayin
ve zenginliğin dinî ve ahlâkî bakımdan edilmiş şey, belirlenmiş pay anlamı­
hem yararları hem de tehlikeleri oldu­ na gelen fariza, dinî bir terim olarak,
ğunu belirterek insana dinî ve ahlâkî mükelleften kesin ve bağlayıcı bir
yükümlülüklerini unutturan fakirliğin şekilde yapılması istenen namaz, oruç
yanında azgınlığa sürükleyen zengin­ gibi dinî görevleri ifade etmek için kul­
liğin tehlikesine de dikkat çekmiştir lanıldığı gibi (bk. Farz), evlenme akdi
(Tirmizî, Zühd, 3). (M.C.) gereği kadına ödenmesi gereken mehir
FÂLİK ve mirasçıların terikedeki payları için
de kullanılmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’de
Bir şeyi yarmak, sabahı aydınlat­
geçen farîza kelimesi de bu manadadır
mak anlamındaki “f-l-k” kökünden (Bakara, 2/286; Nisâ, 4/11, 24; Tevbe, 9/60). (Î.P.)
türeyen fâlik; Allah’ın sıfatı olarak,
yaratan, tohumları ve çekirdekleri çat­ FARK
latan, yarıp açan demektir. Kur’ân’da Sözlükte “ayırmak, ayırt edici
iki âyette Fâliku’l-habbi ve’n-neva nitelik” anlamına gelen fark kelimesi
ve fâlıku’l-ısbah şeklinde geçmiştir: tasavvufta varlıkların kul ile Allah ara­
“Gerçekten Allah, taneyi ve çekirdeği sında perde oluşturması ve maddî âle­
yarıp açandır... karanlığı yarıp sabahı min etkisi altında kalan kulun Allah’tan
ortaya çıkaran’dır...” (En’âm, 6/95-96). ayrı kalması veya kulun yaratıkların
Hak’la var olduğunu bilmesi anlamın­
Allah tohum ve çekirdekleri topra­
da kullanılmaktadır. Kulun kendisini
ğın içinde bozulmadan korur, mevsimi
Hak’la hissetmesine de cem denilir.
gelince kabuğunu çatlatır, açar, ağaç ve
Hak ile batılı ayırt eden ayrıntılı bilgiye
bitki olarak yeryüzüne çıkarır. Akşam
furkân denir. (M.C.)
olunca karanlığı, sabah olunca aydınlığı
var eden, güneş, dünya ve diğer geze­ FARZ
genlere nizam veren Allah’tır. Allâh’ın Sözlükte “bir şeyi kesinleştirmek,
bu sıfatında, kıyamet koptuktan sonra, takdir etmek, pay ve parçalara ayır-

170
mak, belirlenmiş şey ve pay” anlamla­ mü’min fâsıktır ama kâfir değildir.
rına gelen farz, bir fıkıh terimi olarak, Fâsık kelimesinin çoğulu fösekâdır.
Allâh ve Rasulü tarafından kat’î bir Kur’ân’da; kâfirlere (Sâd, 38/20; Secde,
delille emredilen fiil ve amel demektir. 32/18), âyetleri inkâr eden (Bakara, 2/99) ve
Fakihlerin çoğunluğuna göre, farz ile yalanlayanlara (En’âm, 6/49), münâfıklara
vacip aynı manada kullanılmaktadır. (Tevbe, 9/67), müşriklere (Tevbe, 9/8) “fâsik”
Ancak Hanefîlere göre, farz ile vacib denildiği gibi Allah’ın indirdiği ahkâm
birbirinden farklı olarak kabul edilmiş­ ile hükmetmeyenlere (Mâide, 5/47), iffetli
tir. Buna göre farz, Kur’ân âyeti veya kadınlara suç isnat edenlere (Nûr, 24/4),
mütevatir sünnet gibi kesin olarak sabit yalan haber yayanlara (Hucurât, 49/6)
olan bir nassla, açık bir şekilde yapıl­ Allah’ı unutanlara (Haşr, 59/19) ve benze­
ması emredilen fiil ve amellerdir. Farzı ri günah olan söz, fiil ve davranışları
yapan sevap kazanır, özürsüz olarak işleyenlere de fâsık denilmiştir.
yapmayan azabı hak eder, inkâr eden
Mâide sûresinin 49. âyetinde insan­
ise dinden çıkmış olur.
ların çoğunun fâsık olduğu bildiril­
Farz, mükellefin ifa sorumluluğu miştir. Fâsık vasfı, zem ifâde eden bir
açısından farz-ı ayın ve farz-ı kifâye kavramdır. Allah fâsıklardan râzı olmaz
şeklinde ikiye ayrılır. Farz-ı ayın, beş (Tevbe, 9/96) ve onlara hidâyet etmez
vakit namaz, oruç gibi, her mükellefin (Tevbe, 9/24).
yapması gereken farz demektir. Farz-ı
Fâsıklık vasfından kurtulabilmek,
ayın, bazılarının yapmasıyla diğer
ancak îman edip sâlih ameller işle­
mükelleflerden düşmez. Farz-ı kifâye,
mek, haram ve günahlardan uzak dur­
toplumsal, sosyal bir vazife mahiyetin­
mak, işlenen günahlara tevbe etmek ile
de olup, bazı mükelleflerin yapmasıyla
mümkündür. (İ.K.)
diğerlerinin yapması gerekmeyen farz
demektir. Cenâze ile ilgili vazifeler ve FASIL - HAYRU’L-FASILÎN
cenâze namazı, bazı mesleklerin icra­ Bir şeyi kesmek, iki hasmın arası­
sı bunun örneğini teşkil eder. Farz-ı nı ayırmak, hükme bağlamak, uzak­
kifayenin sevabı, yalnız onu işleyene laştırmak, çocuğu sütten ayırmak, bir
aittir. Toplumda farz-ı kifayeyi ifa ede­ yerden ayrılmak anlamındaki “f-s-1”
cek ikinci bir kişi bulunmazsa, artık kökünden türeyen fâsıl, kesin hüküm,
bu farz, o kişi için farz-ı ayına dönü­ haklıyı haksızdan ayıran, hükmeden,
şür. Meselâ, cenâzeyi yıkayabilecek hâkim demektir.
tek kişinin bulunması halinde, bunun Kur’ân’da Allah’ın sıfatı olarak
yıkaması farz-ı ayın olur. (İ.P.) hayra’l-fasılın terkibiyle bir âyette
FÂSIK geçmiştir. ‘‘...Hüküm vermek yalnız
Sözlükte “bir şeyden çıkan” anlamı­ Allah'a aittir. O, hakkı / gerçeği anla­
na gelen fâsık kavramı, din ıstılahında, tır. O hükmedenlerin en hayırlısıdır."
inkâr edenlere ve îman ettiği halde (En’âm, 6/57)
Allah ve Peygamber’e itâat etmeyen, Âyetteki “fasılîn”, hüküm verenler,
dinî görevlerini terk eden ve günah fiil­ suçlu ile suçsuzu, haklı ile haksızı ayı­
leri işleyenlere denir. Her kâfir fâsıktır, ran, beyan eden, bildirenler demektir.
ancak her fâsık kâfir olmayabilir. Âsi “Hayru’l-fâsılîn” vasfı, Allah’ın adale-

171
tini, kulları arasında hak ile hükmede­ leyen olarak doğru dine çevir. Allah "in
ceğini ifade eder. fıtratı/dini ki Allah insanları O din
Allah’ın bu vasfı “yafsılu” fiili üzerine yaratmıştır. (Fatara)...” (Rûm,
ile de ifade edilmiştir: “îman eden­ 30/30) Allah’ın insanı ilk defa yaratışı
ler, Yahudiler, Sâbiîler, Hristiyanlar, da fatara fiili ile ifade edilmiştir (isrâ,
Mecüsiler ve müşrikler, Allah kıyamet 17/51). (t.K.)
günü bunlar arasında hüküm verecektir FÂTİHA
(yefsılü). Şüphesiz Allah her şeye şahit­ Sözlükte “açan, açılabilecek şey­
tir.” (Hac, 22/17). Haklı ile haksızın, suçlu lerin başı, ilk açılacak yeri” anlamına
ile suçsuzun, zâlim ile mazlumun belli gelen Fâtiha, Kur’ân’ın birinci sûresi­
olacağı Allah’ın bunlar hakkında kesin nin adıdır. Sûreye, indirilişinde, terti­
hükmünü vereceği için kıyamet gününe binde, yazılışında ve namazda okunu­
yevmü ’l-fasl (hüküm günü) denilmiş­
şunda ilk olduğu için Fâtihatü ’l-Kitap
tir (Sâffât, 37/21; Duhân, 44/40; Mürselât, 77/13).
(Kitabın başı); her türlü övgü Allah’a
(Î.K.)
mahsustur anlamına gelen “el-hamdü
FÂSİT lillâhi” ile başladığı için el-Hamd, el-
Sözlükte “bozuk olan, muteber Hamdü lillah; Kur’ân’ın mukaddimesi,
olmayan, geçersiz” anlamına gelir. ön sözü ve özeti mesabesinde olduğu
Istılahta ise, başlanmış bir ibadeti veya için Ümmü ’l-Kur "ân (Kur’ân’ın anası),
yapılan bir akdi bozan şeye denir, (bk. el-Esas (Kur’ân’ın esası); yedi âyetten
Fesât) (İ.P.) oluştuğu ve her fırsatta tekrar tekrar
FÂTIR okunduğu için Seb u ’l-Mesânî; namaz­
da bölünmeden tamamı okunduğu için
Bir şeyi yarmak, bir işi ilk defa îcat
el-Vâfıye; yine namazda sadece Fâtiha
etmek; orucu bozmak, açmak anlamla­
okunularak yetinilebildiği için el-Kâfı-
rındaki “f-t-r” kökünden türeyen, fâtır
ye”; okuyan kimse Allâh’a şükür ve dua
kelimesi, Allah’ın sıfatı olarak, yaratan,
yapmış olduğu için şükür ve dua süre­
îcad eden, yokken vâr eden demektir.
Kur’ân’da isim olarak 6 âyette geçmiş­ si; her namazda okunduğu için salât
tir. Hepsi de gökleri ve yeri yaratma­ (namaz) süresi; dertlere deva olduğu
sıyla ilgilidir. “De ki, gökleri ve yeri için eş-Şifa; arşın hâzinelerinden bir
yoktan var eden, besleyen fakat, kendisi hazine olduğu için el-Kenz ismi veril­
beslenmeyen Allah "tan başka dost mu miştir. Hz. Peygamber (a.s.)’in beyanı­
tutayım...” (En’âm, 6/14) Âyetlerin hepsin­ na göre; “Fâtihayı okumayanın nama­
de bu kelime, “fâtıru’s-semâvati ve’l- zı olmaz” (Müslim, Salat, ııi). Fâtiha, her
ard” şeklinde geçmiştir. fırsatta okunur, okuyan kimse Allah’a
karşı zikir, şükür ve hamd görevlerini
Allah’ın gökleri ve yeri yokken vâr
îfa etmiş, dua ve niyazda bulunmuş
edişi için fatara fiili kullanıldığı (En’âm,
olur. Fâtiha, Kur’ân’ın nitelik itibarıyla
6/79) gibi insanın yaratılması için de
en büyük sûresidir. (Î.K.)
fatara fiili kullanılmıştır. “Ben yüzü­
mü Allah ’ı birleyen olarak gökleri ve FAZİLET (Fazl)
yeri yoktan var edene (fatara) çevir­ Fazilet kelimesi fazl kelimesin­
dim...” (En’âm, 6/79) “Yüzünü Allah ’ı bir­ den türetilmiştir. Fazl masdar olarak

172
artmak, üstün olmak, isim olarak ise güneşin doğmasından önce beliren tan
artık, fazlalık, ihsan, eksikliğin zıddı yeri ağarmasını ifade eder. Türkçe’de
gibi anlamlara gelmektedir. şafak sökmesi, gün ağarması denilen
Fazl terim olarak, Allâh’ın çok bu olay, gece ile gündüzün birbirinden
yönlü lütuf, ihsan ve keremi demek­ ayrıldığı vakittir. Fecr-i kâzip ve fecr-i
tir. Kur’ân’da fazlın Allah’ın elinde sâdık olmak üzere iki türü vardır.
bulunduğu, onu dilediğine verdiği (Âi-i Fecr-i kâzip, yalancı fecr demektir.
İmrân, 3/73; Hadid, 57/29) İfade edilmekte, Fecrin doğuşundan önce, ufukta göğe
O’nun fazlına engel olabilecek kim­ doğru dikine yükselen aydınlık için
senin olmadığı belirtilmektedir (Yûnus, kullanılan bir tabirdir. Fecr-i sâdık,
10/107). Çeşitli âyetlerde dünya ve âhiret hakîki, gerçek fecir demektir. Gece
mutluluğu, cennet ve cennet nimetleri, karanlığının kaybolmaya başlayıp
Allah’ın bazı günahkârları cezalan­ güneş ışığının belirtilerinin görünme­
dırmada acele etmemesi, günahlarını ye başladığı, ufuktaki aydınlığın enle­
bağışlaması ya da azaplarını hafiflet­ mesine, uzunlamasına ufka yayıldığı
mesi, hüsrandan koruması, hidâyete vakittir. Hz. Peygamber, “ne BilaVin
erdirmesi, bilmediğini öğretmesi, iyi­ ezanı, ne de ufuktaki dikine göğe doğru
liklere fazlasıyla sevap vermesi, İslâm, yükselen aydınlık sizi sahur yemekten
îman, vahiy, şefaat ve Peygamberlik alıkoysun. Işık şu şekilde (yatay olarak)
gibi Allah’ın insanlığa büyük lütuf ve
yayılıncaya kadar yiyin." buyurmuştur
ihsanları, çeşitli varlık ve imkânlar
(Buharî, Ezan, 13; Müslim, Siyam, 39).
fazl kavramı içerisinde gösterilmiş­
tir (bk. Nisâ, 4/69, 70, 83, 95; Nemi, 27/15-16; Gündüzün başlangıcı olan fecr-i
Hucurât, 49/7-8). sâdıkla, sabah namazının vakti girer ve
imsak vakti başlar. (İ.P.)
Fazl kelimesinden türeyen fazilet
kelimesi ise, kişinin iyilik yapmasını ve FEDÂÎLÜ’L-KUR’ÂN
kötülüklerden uzak durmasını sağlayan Kur’ân’ın faziletleri anlamına gelen
ruhî yetenekler anlamında kullanılmak­ Fedâilü ’l-Kur ’ân, Kur’ân’ın üstünlük­
tadır. Âyet ve hadislerde adalet, i’tidal, lerinden ve meziyetlerinden bahseden
doğruluk, takvâ, hoşgörü, dostluk, kar­ bir ilim dalıdır. Kur’ân’ın faziletleri ile
deşlik, sevgi ve dayanışma, barışçılık, ilgili birçok rivâyet vardır. Bunların bir
tövbe, tevekkül, kanaatkârlık, hikmet, kısmı Kur’ân’ın bütünü, bir kısmı da
hayırda yarışma, ölçü ve tartıda dürüst belirli sûre ve âyetleriyle ilgilidir.
davranma, ağır başlılık, selamlaşma,
Kur’ân; sözlerin en güzeli, en iyisi,
cesaret ve kahramanlık gibi birçok fazi­
en üstünü, en değerlisi ve en fazilet­
letli tutum ve davranış üzerinde duru­
lisidir. Çünkü, Kur’ân, kelimelerinin
lur ve mü’minlerin bu erdemlere sahip
dizilişi ve cümlelerinin kuruluşu ile
bulunması ısrarla vurgulanır (bk. Bakara,
tamamen Allah’a aittir. Kur’ân, apa­
2/177; Âl-i İmrân, 3/133 -135). (M.C.)
çık bir nûr, dosdoğru bir yoldur. Ona
FECR sarılan doğru yolu bulur, onunla hük­
Sözlükte “yarmak, bir şeyi ikiye meden âdil, onu öğrenen âlim, onun­
ayırmak, fışkırmak, açığa çıkmak” la amel eden sâlih olur. Kur’ân’ı terk
anlamlarına gelen fecir, isim olarak eden hak yoldan sapar, emir ve yasak-

173
larına uymayan günah bataklığına dalar yemini bozma (Mâide, 5/89),
(Nisâ, 4/92),
ve ziyana uğrar. Süyûtî, Kur’ân’ın fazi­ zıhar (Mücadele, 57/3), Ramazan orucunu
letleri ile ilgili sahih haberleri bir araya kasten bozma hallerinde keffaret olarak
getirmiş ve eserine “Hamâilü’z-Zehr fî yapılması gerekenler arasında köle azat
Fedâilü’s-Sûver” adını vermiştir. etmek sayılmıştır.
'“'Sizin en hayırlınız Kur ’ân ’ı öğre­ Fıkıh literatüründe rehinin çözülme­
nen ve öğretendir” hadisi (Tecrid, xn, 240) si, hacir ve haczin kaldırılması konuları
Kur’ân’ın faziletine işaret eden haber­ da fekk kavramı ile ifade edilmektedir,
lerin en meşhurudur. (İ.K.) (bk. Rehin; Hacir; Haciz) (İ.P.)
FEHVÂ FELÂH
Sözlükte “anlam, mefhum” demek bk. Kurtuluşa Erme.
olan fehva, fıkıh usulünde fehva’l-
FELAK
hitap, fehva ’l-kavl tabirleriyle geçmek­
te olup, inceleme ve içtihatta bulunma­ Bir şeyi yarmak anlamındaki “f-1-
ya ihtiyaç duyulmaksızın ve sırf dil k” kökünden türeyen felak, sözlükte,
unsurlarına dayanarak anlaşılabilen sabah, cehennem, iki tepe arasındaki
illetteki müştereklik sebebiyle, nassın düz yol, falaka, yaratık ve yank demek­
ibaresiyle delâlet ettiği mananın ben­ tir. Kur’ân’ın 113. sûresinin adıdır, sûre
zeri veya daha elverişli başka bir olaya 4 âyettir. İhlas ve Nâs sûreleriyle birlik­
da uygulanmasıdır. Buna nassın delâ­ te muavvizât (sığındırıcılar) adını alır,
leti, celi kıyas, mefhumu muvafakat da (bk. Muavvizât)
denilmektedir. (İ.P.) Sûre, ismini ilk âyette geçen felak
FEKK kelimesinden almıştır. Âyetteki felak
yaratıklar, sabah, sabah aydınlığı, fecr,
Sözlükte “bir şeyi ayırmak, kopar­
cehennem, cehennem vâdisi anlamla­
mak, kurtarmak, bir bağı çözmek”
rına gelir. Bu kelime; buluttan yağmur,
anlamlarına gelen fekk, bir fıkıh terimi
topraktan bitki, rahimden çocuk çıkma­
olarak, kölenin azât edilmesini, esirin
sı gibi bir asıldan doğup çıkan bütün
salıverilmesini, rehin, hacir ve haciz
mahlukâta şamildir. (Î.K.)
gibi hukukî bir bağ ve kaydın kaldırıl­
masını ifade eder. FENÂ
Kur’ân-ı Kerim’de, köle âzât etmek Sözlükte “geçici olmak, ölmek,
manasında bir yerde geçmektedir yok olmak” gibi anlamlara gelen fenâ
(Beled, 90/13). Hadislerde kelime kölelik­ kelimesi, genellikle var olmak, sürekli
ten, esaretten, dünyevî sıkıntılardan, olmak anlamındaki bekâ kelimesiyle
uhrevî azaptan kurtulmak gibi mana­ birlikte kullanılmaktadır. Kur’ân’da her
larda kullanılmaktadır. iki kavramın da türevleri geçmektedir
Kur’ân’da, köleleri hürriyete kavuş­ (Nahl, 16/96; Rahmân, 55/26-27). Tasavvufta
turmak için mal harcamak gerçek iyi­ fenâ kulun kendi fiil ve davranışlarını
lik olarak tanımlanmış (Bakara, 2/177), görmekten fâni olup gerçek kul olma
zekat gelirlerinden bir kısmı, kölelerin noktasına ulaşması anlamında kulla­
azat edilmesine ayrılmıştır (Tevbe, 9/60). nılmaktadır. Fenâ, müridin kötü huy­
Bunun yanında, hataen adam öldürme larını yok etmesi, bekâ da iyi vasıflar

174
kazanmasıdır. Fenâ, Allah ile birleşme bir başkasına terk ve devri için de ferağ
değil, Allah’ın mutlak irade ve kudreti­ tabiri kullanılmıştır.
nin tanınmasından ibarettir. Kulun fâni Ferağ, karşılığında maddî bir bedel
olması demek Hakk’ın celâl ve aza­ alınıp alınmamasına göre ivazlı ve
metini temâşa etmesi, O’nun celâlinde ivazsız ferağ şeklinde ikiye ayrılır.
dünya ve âhireti unutmasıdır. (M.C.) İvazsız ferağ, herhangi maddî bir bedel
FER’ zikredilmeden veya bedelsiz olacağı
açıkça belirtilerek yapılan ferağdır.
Sözlükte “kısım, dal, faydalı mal,
İvazlı ferağ ise, para yahut mal karşılığı
asıl olmayan” gibi anlamlara gelenfer",
veya mübadele şeklinde yapılan ferağ
bir fıkıh terimi olarak, miras hukukun­
işlemidir.
da, vefat edenin çocukları, torunları,
Usulüne uygun tarzda yapılan ferağ
torunlarının çocukları gibi kendinden
işlemi sonunda ferağda bulunulanın
aşağıdaki soyundan gelenleri; fıkıh
mîrî arazi veya vakıf malı üzerindeki
usulünde, hükmü nassla belirlenmeyip
tasarruf hakkı sona erer. Daha önceki
asla kıyas edilen meseleyi ifade eder.
tasarruf eden şahsın, devlet veya vakıf
Fıkıh usulünde makîs, müşebbeh de
yönetimine karşı taşınmaz sebebiyle
denilen fer’, kıyasın dört rüknünden
sahip bulunduğu hak ve yükümlülük­
biri olup, hükmü hakkında nass bulun­
ler, olduğu gibi yeni alacaklıya geçer.
mayan ve asla kıyas edilip onun hük­
Ferağ akdi, yetkili memurun izniyle
münü alan mesele olarak tanımlanır.
gerçekleştiği zaman iki taraf için de
Hadiste ise, hocaya nispetle talebe­ bağlayıcılık kazanır. Günümüzde şahıs­
leri, yani bir râvîden hadis alanlara fer’ lara tahsis edilen hazine arazileri ve
denir. Aynı şekilde hocasının yazmış vakıf mallarının devri ferağ kavramı ile
olduğu hadislerden yazılan veya bun­ ifade edilebilir. Bu konuda mal sahibi
larla karşılaştırılmış olan hadis kitabı olan devlet veya vakıf, günün şartlarına
nüshasına da denmektedir. Hocanın göre düzenlemelerde bulunabilir. (İ.P.)
nüshasına asıl, öğrencininkine ise fer’
FERAH
denir. (Î.P.)
Bir insanın malı ve serveti ile şıma­
FERAĞ rıp azması, sevinme ve övünmede
Sözlükte “boş kalmak” anlamına ileri gitmesi demektir. Ferah genellik­
gelen ferağ, fıkıh terimi olarak, bir le olumsuzluk ifade eden ve yermeyi
şahsın gayrimenkul üzerindeki tasar­ gerektiren bir davranıştır. Ancak ölçü­
ruf hakkını bir başkasına terk ve tevfîz yü aşmayan sevinme, kötüleme ve yer­
etmesini ifade etmektedir. Ferağ, çıplak meyi gerektirmez. Ferah, hüznün zıddı-
mülkiyeti bir başkasına ait olan gayri­ dır. Ferah kelimesi Kur’ân’da 22 âyette
menkul üzerindeki tasarruf hakkının geçmiş ve şımarmak (batar) (En’âm, 6/44),
üçüncü şahsa nakledilmesidir. Osmanlı sevinmek (meserret) (Âi-i imrân, 3/170) ve
hukukunda mîrî arazî ve icâreteynli razı olmak (Ra’d, 13/26) anlamlarında kul­
vakıf malları üzerinde şahıslar için lanılmıştır.
mülkiyet hakkına benzer bir tasarruf Allah, nimetlerle şımarılmaması-
hakkı verilmiştir. Bu tasarruf hakkının nı istemiştir (Hadîd, 57/23). Nimetleriyle

175
şımaranları helâk ettiğini bildirmiş murisini öldürmesi, farklı dinlerden
nimet elde edince sevinip
(En’âm, 6/44), olmaları mirasçılığa engel haller olarak
şımaran, musibetle karşılaşınca üzü­ kabul edilmiştir.
lüp ümitsizliğe düşenleri kınamıştır Ölenin geride bıraktığı mal ve hak­
(Âl-i îmrân, 3/120; Rûm, 30/36). lardan, teçhiz ve tekfîn masrafları çık­
Âhirette melekler; dünyada malı- tıktan, borçları ödendikten ve vasiyeti
mülkü ile şımarıp azan, âyetleri yalan­ de terikenin 1/3’ini geçmemek kay-
layan, Allah’a ortaklar koşan ve hak dıyla yerine getirildikten sonra geriye
yoldan sapan kâfirlere (Mü’min, 40/69-74), kalan mirasçılarına intikal eder.
“Bu (cehennemde cezalandırılmanız) Fıkıhta mirasçılar, varis olma sıra ve
sizin yeryüzünde haksız yere şımar­ derecelerine göre dokuz sınıftan oluşur.
manızdan ve aşırı derecede sevinip Bunların başında ashâb-ı ferâiz gelir.
böbürlenmenizden ötürüdür” (Mü’min, Ashâb-ı ferâiz, mirastan alacağı hisse­
40/75) diyeceklerdir. Bu âyet, şımarıp
leri belirlenmiş olan kimseler olup, on
azmanın cezayı gerektiren çirkin bir bir nevi akrabadır. Bunlar; baba, dede,
davranış olduğunu ifade etmektedir, anne bir erkek kardeş, kız, oğul kızı,
(bk. Batar ve Eşir) (İ.K.)
anne, nine, anne-baba bir kız kardeş,
FERÂİZ baba bir kız kardeş, anne bir kız kar­
Sözlükte “takdir ve tayin edilmiş deş, kan ve kocadır. Bunların her biri­
şey, belirlenmiş hisse, kesin dinî emir” nin yalnızken ve diğer mirasçılarla bir­
manalarına gelen fariza kelimesinin likte alacakları hisseler belirlenmiştir.
çoğulu olan ferâiz, İslâm hukukunda İkinci sırada, vefat edenin baba tarafın­
mirasçılann terikeden alacakları paylar dan erkek akrabası ve erkek çocukları
ile miras hukuku manasında kullanılan anlamındaki asabe gelir. Asabe, tek
bir terimdir. başına bulunduğunda mirasın tama­
Kur’ân’da (Nisa, 4/11, 12, 176) ve Hz. mını, ashâb-ı ferâiz ile beraber bulun­
Peygamber’in, konuyla ilgili uygulama duğunda ise, onlardan arta kalanı alır.
ve ilave açıklamalarında, mirasçıların Bu iki gruptan kimse bulunmadığın­
hisselerinin açık ve kesin bir şekilde da, zevi’l-erhâm grubunu teşkil eden
belirlenmiş olması sebebiyle miras hısımlar mirasçı olurlar. (İ.P.)
hukukuna ferâiz, ilm-i ferâiz denilmiş FERT HADİS
ve Rasûlullah döneminden itibaren bk. Garib Hadis.
doğup gelişmiştir.
FESÂD
Klasik fıkıh kaynaklarında miras-
çılığın iki temel sebebi vardır; kan Sözlükte “bir şey önceden düzgün,
hısımlığı ve evlilik bağı. Mirasın düzenli ve yararlı iken sonradan bu
varislere intikali için, miras bırakanın nitelikleri kaybedip değişmesi, bozul­
vefat etmesi veya ölümüne mahkemece ması, çürümesi, bir kimsenin itidâl ve
hükmedilmesi gerekir. Bunun yanında, doğruluktan sapması, zulüm, karışıklık,
ölüm anında mirasçının hayatta bulun­ kuraklık ve kıtlık” anlamlarına gelir.
ması ve miras almasına mani bir duru­ Kur’ân’da fesâd kelimesi isim ve
mun bulunmaması gerekir. Varisin fiil olarak 14 âyette, aynı kökten gelen

176
ifsad ve müfsid kelimeleri ise, 36 âyet­ âyeti; fesadın, Allah katında ne
28/83)
te geçmiştir. kadar kötü bir şey olduğunu beyân
Fesâd kavramı; Kur’ân’da genel etmektedir. (Î.K.)
olarak, fert ve toplumun yeryüzü ve Bir fıkıh terimi olarak fesâd, bir iba­
çevrenin, barış ve huzur ortamının, det veya hukukî işlemin, vasıf ve şart­
mal, can ve namus güvenliğinin bozul­ larındaki eksiklik ve bozukluk sebebiy­
masını ve yok olmasını, îmân, ibâdet, le hükümsüz olması demektir.
ahlâk, hak ve istikâmetten sapılmasını, Gerek ibadetler ve gerekse hukukî
şirk, küfür, nifâk ve isyân olan inanç, işlemler, kendisinde bulunması gereken
söz, fiil ve davranışları ifade eder. rükün ve şartları taşıyıp taşımaması­
Kur’ân’da Allah’ın fesadı sevme­ na göre sahih - fâsit ve bâtıl şeklinde
diği (Bakara, 2/205), eğer insanların bir bir ayrıma tabi tutulur. Bir ibadet veya
kısmıyla diğerlerini savmamış olsay­ hukukî işlem, kendisinde bulunması
dı (Bakara, 2/251), insanların arzuları­ gereken rükün ve şartları ihtiva etme­
na uysaydı (Mü’minûn, 23/71) ve iki ilâh si halinde sahihtir. İşlem rükün veya
bulunsaydı (Enbiyâ, 21/22) yeryüzü, gökler kurucu unsurlarından birisinin yok
ve diğer varlıkların fesada uğrayacağı, olması halinde bâtıl; rüknü ve unsurla­
denizde ve karada insanların fiil ve rı tamam olduğu halde şartlannın eksik
davranışları sebebiyle fesadın çıktığı olması halinde fâsit olur.
(Rum, 30/41), yeryüzünde fesâd çıkaran­ Fakihler, ibadetler ve nikâh konu­
ların cezasının ölüm olduğu (Mâide, 5/32- sunda fesâd ve butlânın aynı anlama
33) bildirilmiş; fesâdın istenilmemesi geldiği konusunda ittifak etmişlerdir.
(Kasas, 28/77) ve nehyedilmesi (Hûd, 11/116) İbadetlerdeki eksiklik, ister rükünler­
emredilmiştir. de olsun, isterse şartlarda olsun sonuç
Fesâd kavramı hem kâinattaki İlâhî aynıdır; ibadet bozulmuş olur. Mesela,
iradeye uygun olan düzen, denge ve rükû, secde gibi namazın rükünlerinden
kuralların bozulmasını hem de fert ve birinin terk edilmesi ile şartlarından
toplumda Allah’ın istediği nizamın, birisi olan abdestsiz namaz kılınması
düzenin, ahlâkın ve ilkelerin bozulma­ arasında fark yoktur. Bunun yanında,
sını ifade eder. İlâhî irâdeye uymayan usul ve adabına uygun olarak başlan­
her türlü inanç, söz, fiil, davranış, kural mış bir ibadet, mahiyetiyle bağdaşma­
ve yaşama biçimi fesâddır. Meselâ yan bir davranış sebebiyle de bozula­
ekini ve nesli helâk etmek (Bakara, 2/205), bilir. Namazda konuşmak, oruçlu iken
mü’minlerin Allah’ın emirlerini tutup yemek-içmek böyledir. İster başladık­
birbirlerine destek olmamaları (Enfâi, tan sonra bozulan olsun, isterse rükün
8/73), azgınlık, düşmanlık, kindarlık veya şartlarından birisi olmaması sebe­
ve savaş kışkırtıcılığı (Mâide, 5/64) birer biyle başlangıçtan itibaren batıl olan
fesâddır. Fesâd kavramının, fitne, ibadet olsun, iade edilmesi veya kaza
isrâf, bağy (azgınlık), isyân ve zulüm edilmesi gerekir. Bazen de ceza olarak
kavramlarıyla eş anlam ilişkisi vardır. keffâret gerekir. Nikâh konusunda ise,
Fesâd, salâhın zıddıdır. “İşte ahiret akit geçersiz sayılmakla birlikte, zifaf
yurdu, onu yeryüzünde böbürlenme gerçekleşmişse, doğan çocuğun nesebi­
ve fesâd istemeyenlere veririz.” (Kasas, nin sabit olması, zina cezasının düşme-

177
si ve kadının mehre hak kazanması gibi FESİH (Fesih - İnfisah)
bazı maddî sonuçlar doğurur. Sözlükte “aklen veya bedenen zayıf
Fakihlerin çoğunluğuna göre mua­ olmak, cahillik; bozmak, iki şeyi birbi­
melat, yani hukukî işlemler konusunda rinden ayırıp dağıtmak, hükümsüz ve
da fâsit ile bâtıl arasında fark yoktur. geçersiz kılmak” gibi anlamlara gelen
Ancak Hanefîlere göre, bu konuda fesih, bir fıkıh terimi olarak bir akdin
fâsit ile bâtıl arasında bir fark vardır. ortadan kaldırılmasını, bozulmasını
Hanefîlere göre butlân, hukukî işlemin ifade eder.
rükünleri veya bu rükünleri ayakta Fıkıh literatüründe fesih kavramı,
tutan temel unsurlardan birisinde eksik­ sözleşmeden dönme, iptal, geri alma
lik bulunması sebebiyle muamelenin ve cayma da dahil akit bağının ve borç
hiçbir hukukî sonuç doğurmamasıdır. ilişkisinin iradeye dayalı olarak sona
Fesâd ise, bu unsurların dışında kalan erdirilmesinin bütün çeşitlerini kapsar.
şartlar veya vasıflardan birisinin yok Bağlayıcı olmayan akitlerde tek taraflı
irade beyanı ile, bağlayıcı akitlerde ise
olması sebebiyle hukukî muamelede­
ancak iki tarafın karşılıklı rızaları veya
ki bozukluktur. Bu noksanlık genelde
mahkeme kararı ile feshedilebilir. Bir
sonradan tamamlanabilir mahiyettedir.
akit, ya muhayyerlik, ikrah, fesât, yet­
Başka bir tanımla akdin sıhhat şartla­
kisizlik gibi arızî bir sebeple bağlayıcı
rından birisinin bulunmaması fesadı
olmaz, ya da emânet sözleşmesi gibi
doğurur. Genel olarak fesâd sebepleri; doğasından bağlayıcı olmaz.
akit konusundaki belirsizlik ve bilin­
Fâsit akitlerde, taraflar akdi feshet­
mezlik, ikrah ve müfsit şartlardır.
mekle yükümlüdürler. Bunun yanında
Fâsit akit yasaklanmış olduğu için ortada feshi mümkün kılan haklı ve
sahih değildir. Bununla birlikte esas iti­ geçerli sebep bulunması halinde, ilgi­
bariyle kurulmuş sayıldığından maddî li taraf akdi fesih imkânına sahiptir.
varlığının yanında birtakım hukukî Borcun ifa edilmemesi, muhayyer­
sonuçlar da doğurur. Taraflar fâsit akdi likler, kiralanan şeyin arızalı çıkması
feshetmekle yükümlüdürler. Ancak gibi mazeretler akdin feshine imkân
akdin konusunun değişikliğe uğraması sağlayan sebeplerdendir. Akdin devam
veya feshin üçüncü şahıslara zarar ver­ etmesinin maddeten ve hukuken müm­
mesi halinde akit feshedilmez. Diğer kün olmaması halinde akdin infisa­
taraftan, bu tür akitte herhangi bir yolla hı, yani kendiliğinden çözülmesi söz
fesadın giderilme imkânı varsa, feshe konusudur.
gidilmeksizin sebep ortadan kaldırılır îslâm fıkhında fesih çok geniş
ve akit sahihe dönüştürülebilir. olarak ele alınmış ve bununla ilgili
Hanefî hukukçularının ortaya atıp ayrıntılı bir fesih-infisah nazariyesi
geliştirilmiştir. (Î.P.)
geliştirmiş olduğu fesâd teorisi, ger­
çekten çok ileri bir hukuk mantığı ve FETÂNET
hukuk tekniği olup, günümüz hukuk Peygamberlerin zeki ve dik­
anlayışıyla birbirine çok yakın benzer­ katli olduklarını belirten bir sıfat­
lik arz etmektedir. (Î.P.) tır. Yüce Allah gönderdiği bütün

178
Peygamberlerine üstün bir zeka, gamberin ölümü ile diğerinin zuhuru
büyük bir dikkat ve olgunlaşmış bir arasında geçen zaman dilimine denir.
akıl ihsan etmiştir. Böylece Allah’tan Bu kavram daha çok Hz. İsa ile Hz.
aldıkları vahyi kavrayacak bir idrak Muhammed (a.s.) arasında geçen teb-
gücüne sahip olmuşlardır. Yüce Allah, liğsiz dönem ile yine Hz. Peygambere
Hz. İbrahim için şöyle buyuruyor: nazil olan “Alak” sûresinin ilk âyetle­
“Andolsun biz, daha önce İbrahim ’e de rinden “Müddessir” sûresinin başındaki
hidâyet, dürüstlük ve bilgi gücü vermiş­ âyetlerin inişine kadar vahyin geçici bir
tik. Biz onu iyi tanıdık^ (Enbiyâ, 21/51). süre için kesilmesi anı için kullanılmış­
Peygamberler gönderildikleri toplu­ tır. Her iki anlamda da peygamberlik
mun içinde, zeka, fizik, meslek, ahlâk zincirinde süreklilik ve benzerlik arz
ve huy güzelliği bakımından mükem­ eden tebliğ ve davetin belli bir süre
mel, cesaret ve şahsiyet sahibi olan için kesintiye uğraması anlaşılmak­
kimselerdir. Fetanet, anlayış ve zeka tadır. Peygamberler tarihi incelendi­
üstünlüğüne ilave olarak hassas dere­ ğinde hangi dönemde ne kadar yıl ve
cede şuuru, zihin berraklığını, duyar­ süre nübüvvet zincirinde kesinti oldu­
lılığını ve çabuk kavrayışlı oluşlarını ğu net olarak bilinmemektedir. Ancak
ifade eder. (F.K.) Hz. îsa ile Hz. Muhammed arasında
yaklaşık 600 yıl gibi bir süre geçmiş­
FETİH
tir. Böylece Hz. Peygamber’in bi’seti
Sözlükte “açmak, yol göstermek, öncesi dönemde yaşayan bazı insan­
yardım etmek, hüküm vermek, gali­ ların hanif inancı üzerine, yani Hz.
biyet ve zafere ulaşmak” anlamlarına İbrahim’in dinine bağlı olarak yaşa­
gelen feth, bir terim olarak, müslüman- dıkları bilinmektedir.
ların ülke ve şehirleri ilâyi kelimetullah
İster İslâm öncesi dönemde, ister
(Allah’ın kelamını yüceltmek) ama­
İslâmî devirde yaşamış olsun, peygam­
cıyla İslâmiyet’e açmaları anlamında
ber davetinden haberdar olmayanların
kullanılır. Fetih, öncelikle kalbi ve aklı
dinî sorumluluğu hususunda kelâm
İslâm gerçeğine açmak, ikinci olarak
bilginleri başta olmak üzere bütün
da İslâm mesajının önündeki engelle­
İslâm müctehidlerince farklı yorumlar
ri kaldırmak, insanın gönlüne ve aklı­
yapılmıştır.
na ulaşmayı mümkün kılacak ortamı
hazırlamak anlamına gelir. Fetih bir Haricî, Şiâ ve Eş’arî mensupları
istilâ ve sömürü savaşı değildir. insanların dinî yönden sorumlu tutul­
masını peygamber davetinden haberdar
Fetih kelimesi bir fıkıh kavramı ola­
olma şartına bağladıklarından “fetret
rak cemaatle kılınan namazlarda ima­
ehlinin” âhirette kurtuluşa ereceği ve
mın yanlış okuyuşunu düzeltme veya
cennete gireceği görüşündedirler. Ebû
unuttuğu âyeti hatırlatma anlamında
Hanife, Mu’tezile ve Mâtüridî gibi iti-
kullanılmaktadır. (M.C.)
kadî ekollerin temsilcileriyle bu ekol­
FETRET lere bağlı olan diğer kelam bilginlerine
Sözlükte “gevşeme, gücünü ve göre, fetret ehli, Allah’ın varlığına ve
te’sirini kaybetme” manasına gel­ birliğine inanmak, ayrıca akılla biline­
mektedir. Dînî literatürde ise bir pey­ bilecek olan iyi filleri yapmak ve kötü

179
fiillerden kaçınmakla yükümlüdür. Bu hükmedenlerin en hayırlısısın” (A’râf,
sorumluluğu yerine getirenler kurtuluşa 7/89) Ayetteki, fatihin kelimesi, hükme­
erecek, getirmeyenler ise cezaya muha­ denler, haklı ile haksızı belirleyenler
tap olacaklardır. Selefıyye düşüncesi­ demektir. Hayru’l-hâkimîn ile aynı
ni benimseyen âlimler ise fetret ehli­ anlamdadır.
nin durumu, yapılacak bir imtihandan “(Ey peygamberim!) De ki:
sonra belli olacak derler. Bu durumda Rabbimiz (kıyamet günü) hepimizi bir
aklî melekesi yerinde olmayanlarla
araya toplayacak, sonra aramızda hak
geç bir yaşta davete muhatap olanların
ile hükmedecektir. O fettâhdır, alim­
mazereti kabul edilecek, diğerleri ise
dir" (Sebe’, 34/26) Âyetteki fettâh; en âdil
fiillerine göre sorumlu olacaklardır.
hüküm veren demektir.
Hz. Peygamber’in nübüvveti ile
“Fettâh” ismi hem Allah’ın en âdil
onun tebliğ ettiği îslâm dininin son ve
hüküm veren olduğunu hem de kulları­
evrensel olması dikkate alındığında
na nimet, rahmet, rızık ve hayır kapıla­
Hz. Peygamberin döneminde ve son­
rını açan, onlara yardım eden olduğunu
rasında sorumluluğu tamamen ortadan
ifâde eder.
kaldıracak bir fetret söz konusu değil­
dir. Hz. Peygamber sadece Hira’da Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da, “fete-
başlayan vahyin biraz gecikmesiyle ha - yeftehu” fiiliyle de ifâde edil­
vahyin kendisinden uzaklaşmış olduğu miştir: “(Ey peygamberim!) Biz sana
hissine kapılmış ve o yüzden küçük bir apaçık bir fetih verdik (fetahnâ)” (Fetih,
manevî üzüntü çekmiştir. Bu durgunluk 48/1); ‘‘Allâh insanlara bir rahmet açtı
devri kısa bir süre sonra “Müddessir” mı onu tutan olmaz, O’nun tuttuğunu
sûresinin vahyi ile, sona ermiştir. Hz. da O ’ndan sonra salacak yoktur. O
Peygamber’den sonra da bir fetret söz azizdir, hakimdir. ” (Fâtır, 35/2; bk. A’râf, 7/96;
konusu değildir. Zira insanlık, îslâm En’âm, 6/44) (Î.K.)
vahyinden asla uzak kalmamıştır. (F.K.)
FETVA
FETTÂH (Hayru’l-Fâtihîn) Sözlükte “bir olayın hükmünü açık­
Açmak, genişletmek, öğretmek, layan veya hükmünü koyan, güçlükleri
yol göstermek, fethetmek zaptetmek, çözen kuvvetli cevap” anlamına gelen
insanlar arasındaki anlaşmazlığı hükme fetvâ, ıstılahta fıkhî bir meselenin dinî-
bağlamak, yardım etmek anlamlarında­ hukukî hükmünü açıklama, fakih bir
ki “f-t-h” kökünden türeyen fatih; açan, kimsenin, sorulan fıkhî bir meseleye
zafer kazanan, yol gösteren, yardım yazılı veya sözlü olarak verdiği cevap,
eden ve hâkim demektir. Fettâh, fâtih ortaya koyduğu hüküm demektir. Fetvâ
kelimesinin mübalâğalı şeklidir. verene müftî, fetvâ sorana mösteftî,
Kur’ân’da Allah’ın sıfatı olarak fetvâ sormaya istiftâ ve fetvâ vermeye
birer âyette “fettah” ve “hayru’l- de iftâ denir.
fatihîn” geçmiştir: “...Rabbimiz ilmi ile Kur’ân-ı Kerîm’de türevleriyle bir­
her şeyi kuşatmıştır. Biz Allah "a güven- likte dokuz âyette geçen fetvâ kelimesi,
mişizdir. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz hepsinde sözlük anlamına uygun ola­
arasında hakla hükmet (iftah) sen rak görüş sorma, görüş bildirme, soru

180
sorma, rüya yorumlama gibi anlamlar­ ve tercihinde yanılabileceği tabii kar­
da kullanılmıştır. şılanmalı ve buna bağlı olarak eski fet­
Fetvâ içtihada göre daha dar kap­ vasından dönerek yeni fetvâ vermesi
samlıdır. Bir kimsenin fetvâ verebil­ yadırganmamalıdır. (Î.P.)
mesi için bazı ön şart ve bilgilere sahip FEVAÎT
olması gerekir. Ahmed b. Hanbel’e
Vaktinde kılınamayan namazı ifade
göre, bir kimsenin fetva verme yet­
etmek için kullanılan fâite kelimesinin
kisine sahip olması için şu beş şartı
çoğuludur, (bk. Fâite) (Î.P.)
haiz olması gerekir; 1) iyi niyet sahibi
olması, 2) ilim, hilim, vakar ve ciddi­ FEVASILÜ’L-ÂYÂT
yet sahibi olması, 3) kendinden ve bil­ Âyetlerin fâsılaları demektir.
gisinden emin olması, 4) Müslümanlar Âyetlerin son kelimesine kendisinden
nezdinde itibarlı olması, 5) toplum ve sonra gelen âyeti evvelkinden ayırdığı
insanları tanıması. için fâsıla denilmiştir. Çoğulu fevâsıl-
Fetvâ verecek kimsenin, bu şartları dır. Kelimenin son harfine “fasıla harfi”
taşımasının yanında, fetvâ soran kişinin denir. Fâsıla harfleri, bir tane veya daha
sosyal, İktisadî, ruhî, ahlâkî durumunu fazla olabilir. Meselâ ihlâs sûresinde­
bilmesi; içinde yaşadığı toplumu, örf ki âyetlerin fasılası dal harfidir. Fâtiha
ve âdetlerini tanıması; vereceği cevabın sûresindeki âyetlerin fasılası ise nûn ve
yol açacağı fayda ve zararı göz önün­ mim harfleridir. (Î.K.)
de bulundurması gerekir. Bu sebeple
FEVÂT
fetvâ, sadece fetvâyı soran kişiyle ilgili
olmalıdır. Sözlükte yitirmek ve zamanını
kaçırmak anlamlarına gelen “fevât”,
Müftü, sorulan soruyu iyice anla­
dıktan sonra meseleyi çeşitli yönle­ hac görevini yapan kimsenin süresi
rinden ele alıp incelemeli ve dinî hük­ içinde Arafat vakfesine yetişememesi,
münü eksiksiz ve doğru olarak soranın vakfenin zamanını kaçırması demek­
anlayabileceği bir şekilde açıklamalı­ tir. Bu kimse, umre yapıp traş olur
dır. Cevabını bilmediği bir mesele ile ve ihramdan çıkar. Hanefî mezhebine
karşılaşınca bunu açıkça belirtmeli ve göre herhangi bir ceza gerekmez. Şafiî,
meseleyi uzmanına havale etmelidir. Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre
Fetvalarda orta yol tercih edilmeli, bu kimsenin fevât kurbanı kesmesi
fazla katı veya fazla yumuşak davranış­ gerekir. Arafat vakfesine yetişemeyen
tan kaçınılmalıdır. Müftü, örf ve âdetini kimse daha sonraki yıllarda haccırnı
bilmediği bir bölgeden gelen müstef- kaza eder.
tîye hemen fetvâ vermemeli, özellikle Arafat Vakfesinden önce ihramlı
yemin, ikrar ve talâk gibi konularda iken cinsel ilişkide bulunan kimsenin
dikkatli davranmalıdır. de haccı fevât olur. Bu kimse o yılki
Zamanın değişmesiyle hükümlerin haccına devam eder, ceza olarak Hanefî
de değişeceği kuralı gereğince, örf ve mezhebine göre dem, diğer mezheplere
âdetlere, zaman ve şartların değişme­ göre bedene (büyü baş hayvanı) kurban
sine uygun olarak fetvâların değişebi­ keser ve daha sonraki yıllarda haccını
leceği açıktır. Ayrıca müftünün fetvâ kaza eder (bk. Hac) (Î.K.)

181
FEVÂTİHU’S-SÜVER razı olduğu ve cehennemden korudu­
Sûrelerin başlangıçları demektir. ğu (En’âm, 6/16; Mü’min, 40/9; Mâide, 5/119)
“El-hamdü’lillah” (her türlü övgü Cennet halkı (Haşr, 59/20) kurtuluşa eren
Allah’a aittir) ve “Sübhânellah” kimselerdir. (Î.K.)
(Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih ede­ FEY’ (Fey’-i Zevâl)
rim) gibi 14 sûre Allah’ı övme ile; 29
sûre “sâd” ve “nûn” gibi hece harfi Sözlükte “gölge, zevalden sonraki
ile; 11 sûre, “yâ eyyühâ’nnâsü” (ey gölge, geri dönmek, şekil değiştirmek”
insanlar!) gibi nida ile; “kad eflaha’l- anlamlarına gelen fey’, bir fıkıh kav­
mü’minûn” (mü’minler kurtuluşa ramı olarak, îslâm tarihinde gayrimüs­
ermiştir) gibi 21 sûre haber cümlesiyle; limlerden alınan haraç, cizye, ticârî mal
“ve’l-asri” (asra andolsun) gibi 17 sûre vergisi ve diğer bazı gelirleri ifade eder.
yeminle; “izâcâe nasrullah^ (Allah’ın Fey’ kelimesi, türevleriyle birlikte,
yardımı geldiği zaman) gibi 7 sûre şart Kur’an-ı Kerim’de üç yerde kelime
cümlesiyle; “kulhüvallâhü ehad” (de anlamına uygun olarak geri dönmek
ki Allah tektir) gibi 6 sûre emir ile; (Bakara, 2/226; Hucurât, 49/9); ÜÇ âyette de,
“ ’amme yetesâelün” (neden soruyor­
ıstılah manasına uygun olarak ganimet
lar) gibi 6 sûre soru ile, “tebbet yedâ
olarak vermek (Ahzâb, 33/50; Haşr, 59/6,7)
ebî leheb” (Ebû Leheb’in eli kurusun)
manasında geçmektedir. Hadislerde de,
gibi 3 sûre dilek ile ve Kureyş sûresi
hem sözlük hem de ıstılah anlamlarında
illet bildirme ile başlamaktadır. (Î.K.)
kullanılmıştır.
FEVZ
Fey’ kelimesi, ilmihal kitapların­
Sözlükte “bir şeyi elde etmek, kur­ da namazların vakitleri açıklanırken,
tulmak, zafer kazanmak, ölmek ve
sözlük anlamında gölgeyi ifade etmek
helâk olmak” anlamlarına gelen fevz
için fey’-i zeval şeklinde kullanılmış­
kavramı, Kur’ân’da 29 defa geçmiş
tır. Öğle namazının vakti, güneşin tepe
ve zafer kazanmak (Nisâ, 4/73), îmân
noktasını geçip batıya doğru kaymasın­
edip ibâdet etmek, sâlih ameller işle­
dan itibaren başlar. Güneşin tepe nok­
mek, günah ve haramlardan sakınmak
suretiyle Allah’ın rızasını, cennet ve tasına ulaşıp batıya doğru yönelmesine
nimetlerini elde etmek, kötülüklerden, zeval denir. Bu esnada bir şeyin yere
haramlardan ve cehennemden kurtul­ düşen gölgesine zeval anındaki gölge
mak (Âı-i imrân, 3/185) anlamlarında kulla­ anlamında fey’-i zevâl denir. Fey’-i
nılmıştır. Kurtuluşa eren kimselere, fâiz zevâlin yönü ve uzunluğu bölgenin
denir. Çoğulu faizündur. Mefâz kelime­ ekvatordan uzaklığına, kuzey veya
si de fevz kelimesi ile aynı anlamdadır. güney yarıkürede oluşuna göre değişir.
Mü’min olup (Tevbe, 9/72) Allah ve Güneşin tam tepe noktasına ulaşma­
Rasûlüne itâat eden (Ahzâb, 33/71), özün­ sından biraz önce başlayıp zevâl vak­
de, sözünde, fiil ve davranışlarında tine kadar süren istivâ vaktinde, yani
dosdoğru olan (sâdık) (Mâide, 5/119), güneş herkesin başının üzerindeymiş
mallarıyla ve canlarıyla Allah yolun­ gibi gözüktüğü zaman zarfında herhan­
da çalışan ve savaşan (cihad ve kıtal) gi bir namaz kılınmaz, namaz kılmak
(Tevbe, 9/89, ııi), Allah’ın rahmet ettiği, mekruhtur.

182
Fıkıhta devlet geliri anlamına kul­ FIKHÎ TEFSÎR
lanılan fey’ kavramı, Hz. Peygamber Sözlükte “bir şeyi anlamak, bilmek,
döneminden itibaren şekillenmeye kavramak ve bellemek” anlamına gelen
başlamakla birlikte, Hz. Ömer devrin­ fıkıh kavramı; ıstılahta, kişinin leh ve
de daha netleşmiş ve kurumlaşmıştır. aleyhine olan şer’î-amelî hükümleri
Genelde îslâm hukukçuları, ister men­ bilmesidir, (bk. Fıkıh)
kul, isterse gayrimenkul olsun, barış Kur’ân, Allah ile kul, insan ile insan
yoluyla gayrimüslimlerden temin edi­ ve insan ile diğer varlıklar arasındaki
len malların fey’ olduğu konusunda ilişkilerde rehber olması için indiril­
ittifak etmişlerdir. Savaş yoluyla elde miştir. Allah-kul ilişkisinin iki boyu­
edilen mallardan menkul olanların tu vardır: îmân ve amel. İslâm’ın ilk
ganimet hükmünde olduğu, gayrimen­ yıllarında bu iki boyut fıkıh kavramı
kulların ise, devlet başkanı tarafından ile ifâde edilmiştir. Daha sonra îmân
ganimet olarak dağıtılabileceği gibi, kelâm ilminin, ibâdet-amel ise fıkıh
eski sahiplerinde bırakılarak bu top­ ilminin konusu olmuştur. İşte fıkıh
raklardan vergi alınabileceğini söyle­ alanı ile ilgili âyetleri tefsîr eden bilim
mişlerdir. Bu durumda alınan vergi, dalına ve bu dalda yazılan eserlere
fey’ hükmündedir. Hanefîlere göre, fıkhî tefsîr denilmiştir. Fıkhî tefsirin
gayrimüslim devletler tarafından veri­ bir diğer adı da Ahkâm tefsiridir, (bk.
len hediyeler de fey’ kapsamındadır. Ahkâmü ’ 1-Kur ’ ân)
Genel olarak hukukçular, zekat ve Fıkhî tefsîr; ya hadisleri, ya içti-
ganimet dışında kalan devlet gelirle­ hadı-re’yi, ya da her ikisini birlik­
rinin tamamını fey’ kapsamına dahil te ele alarak yapılmıştır. Bazı îslâm
etmek eğilimindedirler. (Î.P.) bilginleri ibâdet-muâmelât ile ilgili
âyetlere dayanarak fıkhî bir sistem
FEYÎZ kurmuşlar (Hanefî, Şâfıî ekolleri gibi)
Feyiz (feyz) ve feyezân kelimeleri bazıları da söz konusu âyetleri tefsîr
sözlükte “fazla suyun yatağından taş­ edip “AhkâmüT-Kur’ân” adlı eserler
ması, bir haberin yayılması, bir sırrın yazmışlardır: îmam Şâfıî (ö. 204/819),
açığa çıkarılması” gibi anlamlara gel­ Tahâvî (0.321/933), Cassâs (0.370/981) ve
mektedir. Çoğulu füyûz, füyüzat’tır. Ebû Bekr Îbnü’l-Arabî el-Kurtubi (0.
Tasavvufta bütün bilgi ve varlıkların 671/1272), el-Câmi ’ li-Ahkâmi ’l-Kur "ân.

Allah’tan zuhur ve tecelli etmesi anla­ Sâbûnî’nin Ravâiu’l-Beyan fî Tefsiri


mında kullanılmaktadır. Mürşidin doğ­ Âyâtil-Ahkâm, Ali Sâyis’in Tefsîru
rudan doğruya Hz. Peygamber vasıta­ Âyâti’l-Ahkâm, Mehmet Vehbi’nin
sıyla Hak’tan aldığı feyze İlâhî feyiz, Ahkâmü ’l-Kur ’âniyye adlı eserleri bu
sahada yazılmış meşhur eserlerdir.
silsile vasıtasıyla aldığı feyze isnâdî
(Î.K.)
feyiz, müridin şeyhten aldığı feyiz ve
irfana da ahz-ı feyz adı verilmektedir. FIKHU’L-HADİS
Kur’ân ve hadislerde bu kökten türeyen FıkhuT-hadis, herhangi bir sözden,
kelimeler akmak, taşmak, dalmak anla­ onu söyleyenin ne demek istediğini
mında kullanılmaktadır. (M.C.) anlamak ve kavramak demektir. Hz.

183
Peygamber’in hadislerindeki amacını lar ise, ahlâk ve tasavvuf ilim dalının
kavramak fıkhu’l-hadis’dir. Terim ola­ konusu haline gelmiştir.
rak, hadislerden fıkhî hüküm çıkarmayı Fıkıh amelî hayata ait bilgileri ve
konu edinen ilim dalına; ayrıca, hadis­ hükümleri ihtiva eden ilim dalının adı
lerin ifade ettiği fıkhî hükümlere de olduktan sonra da kapsamı geniş kal­
fikhu ’l-hadis denir. Bu alanda yazılan mış, çağımıza kadar ilmihal, hukuk ve
müstakil eserler vardır. (A.G.) hukuk metodolojisi, ekonomi, siyaset,
FIKHU’R-RÂVÎ idare bilimleri ve bu bilimlerle ilgili
kurumlar, küllî kaide, hilafıyat ilmi,
Hadis ilmiyle meşgul olan kim­
fıkıh tarihi, mukayeseli hukuk, fıkıh
senin, rivâyetin şartlarını, hakikatini,
dalı içinde kabul edilmiştir. Furû-ı fıkıh
çeşitlerini, hükümlerini (değerlerini),
da, ibadet, muâmelât ve ukubât şeklin­
râvîlerin durumlarını ve şartlarını, rivâ-
de üç ana bölüme ayrılır. (Î.P.)
yet edilen metinlerin çeşitlerini gereken
şekilde bilmesine; ve bu bilgiye daya­ FIRKA
narak hadislerin zayıflarını sahihlerin­ Sözlükte “bölüm, insan grubu,
den ayırabilmesine fikhu ’r-râvî denir. ayırma, topluluk, parti ve tümen” gibi
(A.G.) anlamlara gelen fırka, terim olarak,
İslâm fikir tarihinde siyasî düşünce
FIKIH
veya itikadî telakkilere sahip bulunan
Sözlükte “bir şeyi bilmek, derinle­
mezhep anlamındaki düşünce akımı ve
mesine kavramak, tam olarak anlamak” grupları demektir. Kur’ân-ı Kerim’de
gibi manalara gelen fıkıh, ıstılahta, tefrik ve teferruk olarak geçen bu kav­
İslâm’ın kişisel ve sosyal hayata dair ram, dinde ve sosyal hayatta bölün­
amelî hükümlerini bilmeyi ve bu konu­ meyi, parçalanmayı dağılıp çözülmeyi
yu inceleyen bir ilim dalını ifade eder. ifâde etmektedir.
Fıkıh kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de, Siyasî, itikadî ve sosyal nedenlerle
çeşitli fiil kalıplarıyla yirmi yerde âyet ve hadisler farklı yorumlanarak
geçmekte olup, bir şeyi iyi ve tam İslâm tarihinde çeşitli fırkalar ortaya
olarak anlamak, bir şeyin hakikatini çıkmıştır. îslâm dini, birliği esas alır.
bilmek ve akıl etmek gibi anlamlarda Bölünmeye ve fırkalaşmaya karşı­
kullanılmıştır. dır. Nitekim Peygamberimiz, "‘ Allah
İslâm’ın ilk devirlerinde fıkıh tabi­ benim ümmetimi dalâlet (sapıklık)
riyle, bütün dinî bilgileri bilme kastedil­ te bir araya getirmeyecektir. Allah ’ın
mekteydi. Hicrî ikinci asrın ortaların­ yardım eli cemaatin üzerindedir.”
dan itibaren fıkıh, sadece amelî hayatı (Tirmizî, Ebvabü’l Fiten, 8) buyurmuştur.
kapsayan bir ilim dalı haline geldi. Bu Ancak toplum hayatının bir gerçeği
arada, îmân ve itikat konusuyla ilgili olarak Müslümanlar, çeşitli fırkalara
bilgiler, “ilm-i tevhîd, ilm-i usuli’d- ayrılmışlardır. Şu rivâyet de, bu olgu­
din, akaid, kelâm” gibi isimlerle anı­ ya işaret etmektedir: “Mecusîler yet­
lan ayrı bir ilim dalının; Müslüman’ın miş, Yahudiler yetmiş bir, Hristiyanlar
iyi ve kötü huyları, özel hayatı, sosyal yetmiş iki fırkaya ayrılmışken
ilişkileri ve davranışlarıyla ilgili husus­ Müslümanlar da yetmiş üç fırka ola-

184
çaktır. Bunlardan bir tanesi kurtuluşa FITR BAYRAMI
erecektir. (Fırka-i Naciye)” (F.K.) Kelime anlamıyla oruç açma bay­
FISK ramı anlamına gelen terkip, Ramazan
Bayramının diğer bir ismidir. Şevval
Fısk kelimesinin Arap dilindeki
ayının 1. günü başlayan bayram ülke­
asıl anlamı bir şeyden çıkmaktır. Din
mizde üç gün olarak kutlanmaktadır.
ıstılahında; doğru yoldan sapmak,
(İ.P.)
isyân etmek, Allah’ın emir ve yasak­
larına uymamak, günah ve suç işlemek FITRAT
anlamlarına gelir. “Fısk” kavramı, bu Bir şeyi yarmak, bir işi ilk defa îcat
anlamını Kur’ân’ın inmesi ile kazan­ etmek; orucu bozmak, açmak anlam­
mıştır. Şirk, küfür ve nifak “fısk” oldu­ larındaki “f-t-r” kökünden türeyen
ğu gibi günah ve haram olan fiilleri fıtrat, yaratılış ve yaratmak demektir.
işlemek de fısktır. Bu itibarla “fısk” iki Kur’ân ve hadislerde fıtrat; ağırlıklı
kısma ayrılır. 1- însanı dinden çıkarıp olarak Allah’a yönelme, tevhid inancı
küfre götüren fısk: Kur’ân’da küfür ve dinin özünü koruma şeklinde geç­
(Bakara, 2/99), Şİrk (Tevbe, 9/7-8), nifak (Tevbe, mektedir: “(Rasûlüm) Sen yüzünü hanif
9/67) ve âyetleri yalanlamanın (En’âm, 6/49) olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat
fısk olduğu bildirilmiştir. 2- Dinden üzere yaratmış ise ona çevir. Allah "in
çıkarmayan fısk: Bu, mü’minlerin, yaratışında değişme yoktur." (Rûm,
Allah ve Peygamberin emir ve yasakla­ 30/30). Görüldüğü gibi Yüce Allah, Hz.
rına uymamaları, itâatsizlik etmeleridir. Peygamber’in şahsında insanlara yüz­
Bu anlamda Kur’ân’da; Allah adı anıl­ lerini dosdoğru Allah’a yöneltmelerini
madan kesilen ve ölmüş hayvan etini ve beşer için yararlı görülen dinin yasa­
yemek (En’âm, 6/121; Mâide, 5/3), insanlara larına uymalarını hatırlatarak, gerçek
kötü lakap takmak (Hucurât, 49/11), yalan yaratışın değiştirilmeyeceğim bildir­
(Nûr, 24/4) Ve kötü SÖZ (Bakara, 2/97) Söyle­ miştir. Bu âyeti te’yid mahiyetinde bir
mek, çirkin işler yapmak (Enbiyâ, 21/74), hadiste de şöyle buyurulmuştur. “Her
suç işlemek, azgınlık etmek (isrâ, 17/16), çocuk, fıtrat üzerine doğar, sonra anne­
kumar oynamak (Mâide, 5/3), Allah’ı si, babası onu ya Yahudi, ya Hristiyan,
unutmak (Haşr, 59/9), günah (Bakara, 2/282), ya da mecusîyapar. Nasıl ki hayvan da
İsyân (En’âm, 6/21), ZUİÜm (A’râf, 7/165) Ve uzuvları tam olarak doğar. Hiç doğan
itaatsizlik (A’râf, 7/163) fısk olarak ifâde hayvanda bir eksiklik görür müsünüz?"
edilmiştir. (Buhâri, Cenaiz, 79). îbn-i Abbas, fıtrattan

Fısk kavramı Kur’ân’da; hem küfrü maksad “İslâm” olduğunu belirtmiş­


hem de isyân olan inanç, söz, fiil ve tir. Gerçekten insan Allah’a inanma
davranışları ifâde eder. Çünkü inkâr eğilimi ile doğar. Sonra anne babanın
da isyân da Allah’a itâatten çıkmaktır. ve çevrenin etkisiyle bu eğilim başka
Allah, mü’minlere îmânı sevdirmiş, yönlere çevrilir. O halde ailenin ve çev­
küfrü, fışkı ve isyânı çirkin göstermiştir renin etkisi, bu doğal eğilimin yönünü
(Hucurât, 49/7). (Î.K.)
saptırabilir. Birtakım doğal eğilimlere
yatkın olarak dünya’ya gelen insanın
FISKU’R-RÂVÎ ruhu, üzerine yazıları olmayan beyaz
bk. Cerh ve Ta’dil. bir sayfa gibidir. (F.K.)

185
FITRATULLAH her gününe karşılık bir fidye öder. Bu
“Fıtrat” kelimesi yaratma anlamına durumdaki bir kimsenin fidye ödeme­
gelmekle birlikte “fitratullah” tabiri, si vaciptir. Kur’ân-ı Kerim’de, “Oruç
Kur’ân’da “Allah’ın dini” anlamına tutmaya güç yetiremeyenler, bir fakir
kullanılmıştır. Bir âyette geçmektedir: doyumu kadar fidye öder.” (Bakara, 2/184)
“Hakka yönelen bir kimse olarak yüzü­ buyurulmaktadır. Bu âyetten hareketle
nü dine, Allah’ın fıtrî dinine çevir ki fidye miktarının, bir kişiyi bir gün için
Allah insanları bu din üzere yaratmıştır. doyuracak yiyecek olarak anlaşılmıştır.
Allah’ın yaratmasında hiç bir değiştir­ Hac ve umre için ihrama giren
me yoktur. îşte, bu doğru dindir. Fakat kişilere bazı hususlar yasaklanmıştır.
insanların çoğu bilmezler” (Rûm, 30/30) Bu fiillerden birini işleyen kimsenin
(bk. Fıtrat) (Î.K.) keffâret ödemesi gerekir. Bu Kur’ân-ı
FİDYE Kerim’de fidye olarak isimlendirilmek-
tedir (Bakara, 2/196).
Sözlükte “bir kimseyi bulunduğu
sıkıntılı durumdan kurtarmak için öde­ Hastalık veya başka bir sebeple
nen bedel” anlamına gelen fidye, bir ihram yasaklarından birini çiğnemek
fıkıh terimi olarak, esaretten kurtulmak zorunda kalan kimse, fidye olarak üç
için ödenen bedeli veya bazı ibadetlerin gün oruç tutma veya altı fakiri doyurma
eda edilmemesi ya da edası sırasında ya da kurban kesme hususunda muhay­
birtakım kusurların işlenmesi halinde yerdir. Bu yasakları kasten çiğneyen
ödenen dinî-malî yükümlülüğü ifade kimse ise, işlediği cinâyetin türü ve şid­
eder. detine göre, kurban keser veya sadaka
verir. Fidye olarak kesilen kurbanlar
Fidye kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de,
Harem bölgesinde kesilmesi gerekir.
iki âyette terim manasında (Bakara, 2/184,
Oruç tutma ve fakir doyurma ise, her
196) ve bir âyette de sözlük anlamında
yerde olabilir. Bütün fakihlere göre,
(Hadîd, 57/15) geçmektedir.
kasten çiğnenen bir ihram yasağı için
Esaretten kurtulmak için ödenen fidye ödemenin yanında ayrıca işlediği
fidyeye kurtuluş fidyesi denir. Savaş günahtan dolayı tövbe etmesi gerekir.
esnasında ele geçirilen esirler, düşma­ (Î.P.)
nın Müslüman esirlere yaptığı mua­
FÎ SEBÎLÎLLÂH
meleye, hal ve şartlara göre, fidye kar­
şılığı salıverilebilir. Hz. Peygamber, Sözlükte “Allah yolunda” demek
Bedir’de esir almış olduğu müşrikleri olan bu tâbir, Kur’ân’da, Allah’ın
fidye karşılığı serbest bırakmış, parası emirlerine uygun olarak, Allah rızası
olmayanları da, on Müslüman’a oku- için, İslâm uğruna anlamlarında kulla­
ma-yazma öğretmesi mukabilinde ser­ nılmıştır. Allah yolundan maksat, hak
best bırakılacağını ilan etmiştir. din İslâm’dır. Allah yolunun zıddı ola­
rak Kur’ân’da tağut yolu zikredilmiş­
İbadetlerle ilgili fidye ise, oruç ve
hacda söz konusu olmaktadır. İhtiyarlık tir (Nisâ, 4/76). Tağutyolu inanç, söz, fiil,
ve şifa ümidi olmayan bir hastalık sebe­ amel, iş ve davranış, kural ve hüküm
itibariyle İslâm’a uymayan, Allah’ı
biyle oruç tutamayan kimse, daha sonra
kaza etmesi mümkün olmadığından değil nefsi ve şeytanı razı eden yol
ve sistem demektir. Bu yol Kur’ân’da

186
sebîlü’l-ğay (azgınlık yolu) (A’râf, 7/146), ve çare (En’âm, 6/23), günah (Tevbe, 9/40),
sebîlü’l-müfsidin (bozguncuların yolu) savaşma (öldürme) (Nisâ,4/91; Ahzâb, 33/14),
(A’râf, 7/142) ve sebîlü’l-mücrimîn (suç­ kargaşa, karışıklık, fesat (Âi-i imrân, 3/7;
luların yolu) (En’âm, 6/55) olarak da ifade Tevbe, 9/47,48) ve baskı (işkence / eziyet
edilmiştir. / kötülük) (Bakara, 2/191, 193, 217; Nisâ, 4/101;
İnfâk (malından hayır için harca­ Enfâl, 8/39) anlamlarında kullanılmıştır.

mak) (Bakara, 2/195), Cİhad (Bakara, 2/217) Malların ve çocukların insan için
savaş (Bakara, 2/244), şehit olmak (Âl-i bir imtihan olduğu (Enfâl, 8/28), insanlara
İmrân, 3/157) Ve hicret (Nisâ, 4/89, 100) gibi baskı, zulüm, işkence, eziyet ve kötü­
dünyevî bir ücret, menfaat ve karşılık lük etmenin öldürmeden daha büyük
beklemeden, Allah rızası için ve îslâm ve şiddetli olduğu (Bakara, 2/191,217) fitne
uğruna yapılan, Allah’ın iradesine kavramı ile ifade edilmiş, inanca baskı­
uygun olan her şey “fi sebîlillâh” kav­ nın (fitne) yok oluncaya kadar savaşıl­
ramına dahildir. ması emredilmiştir. (Bakara, 2/193) (Î.K.)
Sebîlü ’l-mü’minîn (mü’minle- FİTRE
rin yolu) (Nisâ, 4/115) ve sebîlü’l-reşâd bk. Sadaka-i Fıtır.
(doğru yol) (A’râf, 7/146) kavramları da FUÂD
sebîlüllâh kavramı ile eşanlamlıdır.
(İ.K.) Sözlükte “kalb, gönül” anlamına
gelen fuâd kelimesi tasavvufta, İlâhî
FİTNE tecellileri seyretme mahalli anlamında
Sözlükte “denemek, imtihan etmek, kullanılmaktadır. Kur’ân’da ‘"gözün
yakınmak, bir şeyden çok hoşlanmak, gördüğünü gönül yalanlamadı” (Necm,
görüş ayrılığı, kargaşa, delilik, dalalet, 53/11) buyrulmaktadır. (M.C.)
sapıtmak, şaşırtmak, aldatmak, şiddet, FUKAHÂ
işkence, öldürmek, belâ, musibet, kötü­
îslâm hukukçusu anlamına gelen
lük, mihnet” anlamlarına gelir. Çoğulu
fakih kelimesinin çoğuludur, (bk.
/itendir.
Fakih) (Î.P.)
Bu kelime Türk diline de girmiş
FUKAHÂ-İ SEB’A
ve azdırma, baştan çıkarma, fesat, ara
bozma, ihtilaf, âfet, musibet, sıkıntı, Tabiîn döneminde, Medine’de şöh­
belâ, ceza, delilik, dinsizlik, cânilik ve ret kazanan yedi fakih için kullanı­
daha çok karışıklık ve kargaşa anlamı­ lan bir tabirdir. Bu fakihlerden altısı;
na gelmektedir. Urve b. Zübeyr, Saîd b. Müseyyeb,
Ubeydullah b. Abdullah, Harice b.
30 âyette geçen “fitne”, çok anlam­
Zeyd, Süleyman b. Yesar ve Kasım b.
lı bir kavramdır. Kur’ân’da; imtihan
Muhammed’dir. Yedincisi ise ihtilaflı
(deneme-sınama) (Bakara, 2/102), belâ
olup, Ebû Bekir b. Abdurrahman, Ebû
(musîbet-dert) (Hac, 22/11), saptırma
Seleme b. Abdurrahman veya Sâlim
(Mâide, 5/41), kandırma (Sâffât, 37/162),
b. Abdullah isimli fakihlerden biridir.
şaşırtma (A’râf, 7/27), delilik (cinnet)
(İ.P.)
(Kâiem, 68/6), azap (yakılma / ateşe atıl­
ma) (Enfâl, 8/25; Zâriyat, 51/13-14), mazeret

187
FURKÂN konusu işlem, yapıldığı andan itibaren
îmânı küfürden, ihlası riyadan, tev­ yetkili kimse tarafından yapılmış gibi
hidi şirkten, hakkı bâtıldan, doğruyu sonuç doğurur. Fuzûlînin yapmış oldu­
eğriden, hayrı şerden, iyiyi kötüden, ğu akdi, ehliyetli olan mal sahibi feshe­
helali haramdan, tayyîbi habisten... ayı­ debileceği gibi, vekil, vasî veya velîsi
ran ve gerçekleri açıklayan demektir. gibi hukukî temsilcisi ve fuzûlînin ken­
Bu kelime Kur’ân’da 7 âyette geçmiş disi de feshedebilir.
Kur’ân ve Tevrat’ın adı/sıfatı (Âi-i imrân Fuzûlînin işlemlerinin geçerli ola­
3/4; Bakara, 2/53), Bedir Savaşı (Enfâl, 8/41) bilmesi için, akdin vekalet ve temsil
ve insana verilen hak ile batılı, iyi ile yoluyla yapılabilen türden olması gere­
kötüyü birbirinden ayırt etme yeteneği kir. Ayrıca icazetin gerçekleşmesi için,
(Enfâl, 8/29) olarak kullanılmıştır. satıcı, alıcı, icazet verecek kişi ve akde
Furkân aynı zamanda Kur’ân’ın 25. konu olan şey mevcut bulunmalıdır.
sûresinin adıdır. Sûre Mekke’de inmiş (İP.)
ve 77 âyetten oluşmaktadır. FÜCÛR
Kur’ân ve İlâhî kitapların hepsi fur- Sözlükte “açmak, yarmak, meylet­
kândır; hakkı bâtıldan ayırır, gerçekle­ mek, haktan sapmak, yalan söylemek,
ri açıklar. Bedir savaşına yevmü ’l-fur- zina etmek, isyân etmek” demektir.
kân (furkân günü) denilmiştir. Çünkü Din ıstılahında; inkâr etmek, Allah’a
bu savaş mü’minle kâfiri birbirinden ortak koşmak, isyan etmek ve günah
ayırmıştır. İnsanın furkân yeteneğine işlemek anlamlarına gelir. Kur’ân’da;
sahip olabilmesi için mü’min ve mut­ “iman, ibadet, itaat ve takva’nın”
taki olması gerekir: “Ey mü’minler! (günah olan söz, fiil ve davranışları
Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız terk ederek Allah’a karşı gelmekten
(ittika) Allah sizi Furkân sahibi yapar sakınmanın) (Şems, 91/8) zıddı olarak kul­
/ size iyi ile kötüyü ayırt edici anlayış lanılmıştır. Fücûr ve takva Allah tara­
verir. F (Enfâl, 8/29) âyeti bu gerçeğin fından nefse ilham edilen iki melekedir.
ifadesidir. (Î.K.) Nefsini fücûr ile kirleten ziyana uğrar,
FUZÛLÎ takva ile temizleyen kurtuluşa erer
(Şems, 91/8-10). (İ.K.)
Sözlükte “lüzumsuz ve manasız
FÜRÛ’
işlerle uğraşan, kendisini ilgilendirme­
yen işlerle ilgilenen kimse” anlamına Sözlükte “bir şeyin üst tarafı, dal,
gelen fuzûlî, bir fıkıh terimi olarak, kol, şube” anlamına gelen fer’ kelime­
hukukî bir yetkisi bulunmadığı halde, sinin çoğulu olan fürû’, ıstılahta fıkıh
başkası adına hukukî işlemde bulunan ilminin nazarî kısmı dışında kalan
kimse manasına gelir. amelî tatbikî bölümünü oluşturan kıs­
Fuzûlînin yapmış olduğu işlemler mını ve miras hukukunda alt soy hısım­
geçerli olmakla birlikte, bir hüküm ları ifade eder.
ifade edebilmesi ve hukukî sonuç Doktrinde ağırlık kazanmış ve
doğurması için adına iş yapılan kim­ fakihler tarafından genel kabul gör­
senin veya temsilcisinin onayına bağlı müş usul kuralları ve küllî kaideler
bulunmaktadır. Onaylaması halinde söz asıl, onların uzantısı veya uygulaması

188
sayılan cüzî meseleler ve hükümler ise geçinmesi ve herkesle barışık olması,
fer’ olarak adlandırılır. Fıkıh ilmi, ağır­ sofrasında yemek yiyen mü’minle kâfir
lıklı olarak meseleci bir metotla geliş­ arasında ayırım gözetmemesi”, “insan­
miş, usul kuralları ve küllî kaideler bu lara eziyet etmekten kaçınıp bol bol
gelişim süreci içinde oluşarak tedvin ikramda bulunma” vb. anlamlarda bir
edilmiştir. Fıkıh metodolojisi ile usul terim olarak kullanılmıştır. Kur’ân’da
kuralları ve küllî kaidelerinin oluşma­ “yiğit, cömert, genç” anlamına gelen
sıyla, fürû’ kavramının, usul-i fıkhın fetâ, çoğulu fıtye ve benzeri kelime­
karşıtı olan diğer yarısını ifade eden bir ler geçmektedir (bk. Nisâ, 4/25; Yûsuf, 12/30,
terim olarak ortaya çıkıp kullanılmaya 36, 62; Kehf, 18/60,62). Sûfıler, Kur’ân’da
başlandığı söylenebilir. övgüyle bahsedilen bir vasıf olmasın­
Fer’î meseleleri içeren fıkıh kitapla­ dan dolayı bu kelimeyi bir tasavvuf
rında, ibadetten ahlâk ve görgü kural­ kavramı haline getirmişlerdir. XI. yüz­
larına kadar yaklaşık 25-30 civarında yıldan itibaren sûfıliğin yavaş yavaş
ana bölüm bulunmaktadır. Ancak bun­ kurumsallaşma sürecine girmesine
lar genel olarak ibadât, muamelât ve paralel olarak onunla iç içe geçmiş
ukubât şeklinde üç gruba ayrılmaktadır. fütüvvet kurumunda da sûfı nitelikler
(Î.P.) ağır basmaya başlamış ve tasavvufta-
kinin benzeri bir kurumlaşma onda da
FÜTÜVVET
kendini göstermiştir. Abbasi Halifesi
Sözlükte “gençlik, kahramanlık, Nâsır Lidinillâh, fütüvvet müessesesini
cömertlik” anlamına gelmektedir. kendine bağlamak suretiyle, onu devle­
Başlangıçta tasavvufta “dostların kusu­ tin resmî bir kurumu haline getirmiştir.
runa bakmama”, “kişinin herkesle iyi (M.C.)

189
GABN ikiye ayırmışlardır. Gabn-i yesir, basit
Sözlükte “bir şeyi unutmak, gizle­ ve önemsiz gabn anlamına gelmekte
mek, yanlış yapmak, noksanlaştırmak, olup, bedelde önemsiz sayılabilecek,
saklamak, eksik vermek, aldatmak” ekseriya vuku bulabilen eksiklik veya
anlamlarına gelen gabn, bir fıkıh teri­ fazlalıktır. Bu nedenle kaçınılması
mi olarak, iki taraflı akitlerde iki bedel mümkün olmadığı varsayılır ve tabiî
arasında değer yönünden farklılık ve karşılanır. Gabn-i fahiş ise, bedeldeki
dengesizliği ifade eder. Alışverişte bir aşırı ve belirgin fazlalık veya eksik­
malın normal piyasa değerinin altında lik olup kaçınılması mümkündür. Bu
veya üstünde satılması gabn olarak nedenle, olağan dışı sayılarak, maruz
adlandırılır. Gabn iki bedel arasındaki kalan tarafın rızası dışında gerçekleş­
değer farkı olduğundan, iki tarafa kar­ tiği kabul edilir. Bir akitte vuku bulan
şılıklı borç yükleyen bey’ (alışveriş), gabnin, fahiş olup olmadığını belir­
icâre (kiralama), şirket, kısmet, sulh lemede örf ve adet ölçü alınır. Buna
gibi ivazlı akitlerde söz konusudur. göre, bilirkişilerin belirledikleri değişik
değerlerin alt ve üst sınırını aşan fiyat­
Akitlerin kuruluşunda ve işlerli­
lar gabn-i fahiş; ikisi arasında kalanlar
ğinde, tarafların rızalarının bulunması
ise gabn-i yesir olacaktır.
kadar, rızanın sıhhati de önem taşır. Bu
sebeple akitlerde rızanın sakat ve arı­ Bir akitte gabn-i fahiş var ise, gab­
zalı olarak bulunduğu hata, galat, hile nin rızayı sakatlayan bir sebepten kay­
ve ikrah halleri irade ayıpları olarak naklanıp kaynaklanmadığına bakılır.
kabul edilmiştir. Bunların yanında iki Bir kimse kendi iradesiyle, bilerek
taraflı akitlerde bedeller arasında değer ve farkında olarak gabin sayılacak
yönünden makul bir denkliğin bulun­ bir bedelle akdi kurmuş ise, bu gabin
maması da rızayı sakatlayan etken ola­ sebebiyle kendisine fesih hakkı tanın­
rak kabul edilmiştir. Bununla birlikte, maz. Ancak kişinin bilgisizliği ve dik­
gabnin hukukî sonuçları tek ve genel katsizliği sebebiyle aşırı gabne maruz
bir hükme bağlanması yerine, gabnin kalmışsa, aldatma söz konusu ise, zara­
kaynağı, ağırlığı ve yol açtığı olumsuz­ ra uğrayan tarafa akdi feshetme hakkı
luklara göre belirlenmiştir. tanınmıştır. (Î.P.)
îslâm hukukçuları, alışverişte fiyat GÂFÎL
bakımından makul ölçüler içinde aldan­ Sözlükte “önemsemeyen, kasıtlı
mayı kabul etmekle birlikte, müşterinin veya kasıtsız terk eden, farkına var­
rağbeti, ihtiyacı veya bilgisizliğinden mayan, kayıtsız kalan, ihmal eden, boş
yararlanarak yüksek fiyatla satışı hoş bulunan ve aldanan; dalgın ve dikkat­
karşılamamıştır. Bu nedenle gabn-i siz kimse” anlamına gelir. Kur’ân’da
yesir ve gabn-ifahiş olmak üzere gabnı Allah’ın kınadığı ve azap edeceğini bil-

190
dirdiği “gafiller” daha çok kâfir insan­ Gâfir sıfatı, Kur’ân’da, “zenb” keli­
ları ve onların inanç, söz, fiil ve davra­ mesi ile birlikte bir âyette izafet terkibi
nışlarını ifâde eder. Kâfirlerin gafleti; şeklinde geçmiştir, “ğâfîrü’z-zenbi”,
îmân esaslarını inkâr etmeleridir (Nahi, = (Allah), günahı bağışlayandır...”
16/107-108). Âhiretten yüz çevirenler (Mü’min, 40/3).
(Yûnus, ıo/7), âyetleri yalanlayanlar (A’râf, Gafur sıfatı; 91 âyette, çoğunluk­
7/136), âhirete inanmayanlar ve oradaki la “rahim”, bazen “vedûd”, “aziz”,
hesaba hazırlanmayanlar (Meryem, 19/39; “şekûr”, “afuvv” ve “halim” isimleriyle
Enbiyâ, 21/1, 97), cehennemlikler (A’râf, birlikte geçmiştir: “...Gerçekten Allah
7/179) ve Allah’ı anmayı terk edenler gafurdur, rahimdir.” (Bakara, 2/^3); “...
(A’râf, 7/205) Kur’ân’da “gafiller” olarak Allah, gafurdur, halimdir” (Âl-i imrân,
nitelenmiştir. 3/155; Mâide, 5/101); “...Allah, çok affe­
îmân ettiği halde; îmânın gerek­ dici (afüvv) gafurdur.” (Hac, 22/60); "...
lerini yerine getirmeyenler de “gâfil” Allah, azizdir, gafurdur.” (Fâtır, 35/28);
vasfını alırlar. A’râf sûresinin 205. âyeti “...Allah, gafurdur, şekûrdur.” (Şûrâ,
buna işaret etmektedir. Tasavvuf ehli, 42/23); “...O, ğafûrdur vedûddur.” (Burûc,
Allah’ın emir ve yasaklarına riâyet 85/14); ‘"Rabbin gafurdur, rahmet sahi­
etmeyenlere “gâfiller” demiştir, (bk. bidir.” (Kehf, 18/58); “(Ey Peygamberim!)
Gaflet) (Î.K.) Kullarıma haber ver; gerçekten ben
GÂFİR (Gafûr, Gaffâr, (evet) ben çok bağışlayan çok merha­
Zü Mağfîre, EhlüT-Mağfire, met edenim.” (Hicr, 15/49)
Vâsiu’l Mağfîre, Hayrü’l-Ğâfirin) Gafûr isminin çoğunlukla “rahim”
Bir şeyi örtmek, gizlemek, ıslah ismiyle birlikte geçmesi, Allah’ın mağ­
etmek, bir kimseyi bağışlamak, yara firetinin, merhametinin çokluğu sebe­
artmak anlamındaki “ğ-f-r” kökün­ biyle olduğunu ifade eder. Nitekim
den türeyen gâfir, affeden, bağışlayan bir âyette <((Ey Peygamberim!)
demektir. Gâfûr ve gaffâr kelimeleri, Ayetlerimize îmân edenler sana gel­
gâfir, kelimesinin mübalâğalı şekli dikleri zaman: "Size selam olsun de,
olup, çok affeden, çok bağışlayan anla­ Rabbiniz rahmeti kendi üzerine yazdı.
mındadır. Zu mağfiret, mağfiret sahi­ Sizden kim bilmeyerek bir kötülük
bi, affedip bağışlayıcı; vâsiu ’l-mağfire yapar da sonra ardından tevbe eder,
bağışlaması, affı geniş, bol, çok olan; kendini düzeltirse, muhakkak ki O,
ehlü’l-mağfıre, mağfiret ehli, affedi­ gafurdur, rahimdir ’” (En’âm, 6/54) buyur­
ci; hayru ’l-ğâfirîn, bağışlayanların en muştur. Âyet, tevbe eden, kendini
hayırlısı demektir. düzelten kulunu affedeceğini bildiriyor,
Bu kelimeler, Allah’ın sıfatı ola­ însan ne zaman günah işleyip af-mağfı-
rak; tevbe eden, af ve mağfiret dile­ ret istese Allah Onu bağışlar.
yen kullarını bağışlayan, çok affeden, Gaffâr sıfatı, 4 âyette geçmiştir:
günahlarını silen, tekrar tekrar affeden “Bilin ki O azizdir, gaffardır. ” (Sâd,
demektir. İnsanların günahları ne kadar 38/66); “O gaffardır. ” (Nûh, 71/10); “Ve
çok, ne kadar büyük olursa olsun tevbe ben, tevbe eden, îmân edip sâlih amel
ettikleri takdirde yine affeder. işleyen, sonra doğru yola gelen kimse-

191
ye karşı elbette çok bağış layıcıyimdir” ve günahlarınızı bağışlasın... ” (Ahzâb,
(Tâ-hâ, 20/82) 33/70-71); ”(Tarafımdan) de ki: Ey
Hayru’l-ğâfîrîn sıfatı, bir âyette nefislerine karşı aşırı giden kullarım!
geçmiştir: “(Musa)... Sen bizim veli- Allah "in rahmetinden ümit kesmeyin.
mizsin, bizi bağışla, bize merhamet et Allah bütün günahları bağışlar... ”
ve Sen bağışlayanların en hayırlıs ısın, (Zümer, 39/53). (İ.K.)

(demiştir)” (A’râf, 7/155) GAFLET


Vâsiu’l-mağfiret sıfatı, bir âyette Sözlükte “önemsememek, kasıtlı
geçmiştir: ”.... Gerçekten senin Rabbin, veya kasıtsız terk etmek, farkına var­
mağfireti geniş olandır... ” (Necm, 53/32) mamak, kayıtsız kalmak, ihmal etmek,
Zû mağfiret sıfatı, iki âyette geç­ boş bulunmak ve aldanmak; dalgınlık,
miştir: Gerçekten Senin Rabb’in yanılgı ve dikkatsizlik” anlamlarına
insanların zulümlerine karşı mağfiret gelen “gaflet” kavramı, din ıstılahın­
sahibidir...” (Ra’d, 13/6) ”...Gerçekten da bilim dallarına göre farklı mana­
Senin Rabb "in elbette mağfiret sahibi­ larda kullanılmıştır. Bir hukuk terimi
dir...” (Fussilet, 41/43) olarak bir kimsenin hukûkî işlemlerde
kolayca aldanabilecek derecede saf,
Ehlü’l-mağfîret sıfatı bir âyet­
dikkatsiz ve tecrübesiz oluşunu; fıkıh
te geçmiştir: “...O, takva ve mağfiret
usûlünde, çocuk, unutkan, sarhoş vb.
ehlidir.” (Müddessir, 74/56) kimselerin İlâhî hitabı anlamayışını;
Mü’minlere Allah’ın mağfireti­ hadis usulünde; hadis râvisinin ezber­
ni elde etmeleri için yarış yapmaları leyerek veya yazarak hocasından aldığı
emredilmiş (Âi-i imrân, 3/133), îmân edip hadisi dikkatsizlik veya dalgınlık sebe­
sâlih amel işleyenlere büyük ecir, rah­ biyle hatalı rivâyet edişini; dinî hayatta,
met, kerîm, rızk ve cennetle birlikte mü’minin Allah ve Peygamberin emir
mağfiret va’dedilmiştir (Hac, 22/50; Âi-i ve yasakları yerine nefsinin ve şeytanın
İmrân, 3/136, 157; Mâide, 5/9; Sebe’, 34/4; Fâtır, arzusuna uymasını, işlediği günahları
35/7; Fetih, 48/29). ve âhirette vereceği hesabı düşünme­
Allah insanları mağfiretine çağırır mesini, Allah’ı zikretmeyi ve günahlara
(Bakara, 2/221). Allah’ın af ve mağfiret tevbe etmeyi terk etmesini, ibadetler­
alanına girmeyen hiçbir insan ve hiç­ de kurallara riâyet etmemesini, kalbin
bir günah yoktur. Yeter ki insan O’na kasvet içinde oluşunu ve zamanını boşa
yönelsin, tövbe etsin ve bağış dilesin geçirmesini ifâde eder.
(Zümer, 39/53). “Gaflet” kavramı Kur’ân’da Allah
Allah’ın bu vasfı; Kur’ân’da, “ğafe- ve insanların fiil ve davranışlarını
ra - yağfıru” fiiliyle de ifade edilmiştir. anlatmada kullanılmıştır: 12 âyette
Şu âyetleri örnek olarak zikredebiliriz: Allah’ın insanların yaptıklarından gâfıl
”... Allah dilediğini bağışlar, dilediğine Oİmadlğl bildirilmiştir (Bakara, 2/74, 85, 140,
azab eder...” (Bakara, 2/284); “...Günahları 149. Âl-i îmrân, 3/99).
Allah ’tan başka kim bağışlayabilir?... ” Allah’ın gâfıl olmaması; insanların
(Âi-i imrân, 3/135); ”Ey Mü ’minler! Allah "a gizli-âşikâr, az-çok, iyi-kötü bütün yap­
karşı gelmekten sakının, doğru söz tıklarından ve söylediklerinden haber­
söyleyin ki Allah işlerinizi düzeltsin dâr olması, bütün fiil ve davranışlarını

192
görmesi, bilmesi ve şâhit olması, hiçbir dış irade iç iradeye tercih edilmiştir.
şeyin ondan gizli kalmamasıdır. Bununla birlikte, gerçek iradeye itibar
İnsanlar açısından gaflet, Kur’ân’da edildiğinde istikrarın zarar görmeye­
genellikle yerme ifade etmektedir. ceği durumlarda gerçek irade dikkate
Ancak kınamayı gerektirmeyen gaflet alınmıştır. Buna karşılık, akdi yapan
de söz konusudur. Kınamayı gerek­ kimsenin, akit esnasında gerçek ira­
tirmeyen gaflet; habersiz olmak, bir desini açıklayan beyanda bulunması
şeyi bilmemek, unutmak, aklına gel­ veya bu iradenin herhangi bir yolla
memek ve bilgisi olmamak anlamına anlaşılabildiği durumlarda, galata iti­
gelir (Yûsuf, 12/13; En’âm, 6/156; Yûnus, 10/29). bar edilmiştir.
Kınamayı gerektiren gaflet ise; insanın Galatın varlığından söz edilebilme­
yaratılış gayesini, kulluk görevini ve si için, hukukî işlemin iki taraflı olma­
sorumluluğunu, Allah’ı ve âyetlerini, sı ve galatın akdin yapıldığı esnada
âhireti ve hesabı unutması, âyetlerden mevcut bulunan akit konusu üzerinde
yüz çevirmesi, dinî görevlerini terk gerçekleşmiş olması lazımdır. Ayrıca
etmesi, aklını, gözünü, dilini ve kula­ galata itibar edilebilmesi için, açık ve
ğını gerçekleri bilmede, anlamada, bilinebilir derecede olması gerekir.
görmede ve duymada kullanmaması Bu da ya akdi yapan kişinin akdi inşa­
ve dünyaya dalıp âhireti bırakması... sı sırasında gerçek iradesine açıklık
demektir. Bu bağlamda “gaflet” kavra­ getirmesiyle olur, ya da akit esnasın­
mı daha çok kâfirleri nitelemede kulla­ daki objektif karineler bunu gösterir.
nılmıştır (A’râf, 7/179, 205; Rûm, 30/7). (Î.K.) Mesela bir tabağı alırken, bu gümüş
tabağı şu kadara alıyorum demesi veya
GAFÛR
bir antikacıdan antika zannederek bir
Allâh’ın sıfatlarından biri olup, çok eşyayı alması durumunda aldığı eşyalar
bağışlayan demektir, (bk. Gâfır) (Î.K.) gümüş veya antika değilse, bu galata
GALAT itibar edilir.
Sözlükte “yanılmak, yanılgı, yanlış­ Galat akdin konusunda, tarafların
lık” gibi anlamlara gelen galat, bir fıkıh kimliğinde veya temel bazı özellikle­
terimi olarak kasıt unsuru olmaksızın, rinde, kıymette ya da hükümde olabilir.
maksatla irade arasında ortaya çıkan (Î.P.)
uyuşmazlığı ifade etmektedir. Başka GALEBE
bir deyişle, akit yapılırken akdin unsur, Tasavvufta “sâlikin üzerinde bulun­
şart ve hükümlerindeki hata şeklinde duğu hâlin kendisini hükmü altına
tanımlanabilir. Bu hatanın esaslı olma­ alması” anlamında kullanılmaktadır.
sı, yani akit yapan bilmiş olsaydı, akdi Allah korkusu, cehennem azabı, cen­
yapmayacağı derecede olması gerekir. net nimetleri, haya ve dinî gayret gibi
Fıkıh kaynaklarında orta bir yol ter­ durumların sâlikte meydana getirdiği
cih edilerek, hukukî ilişkilerde güven bir haldir. Galebe halinde bulunan kişi
ve istikrarı muhafaza etmek için, şeklî tam olarak dinî kaidelere uyamaz, şer’i
ve objektif ölçüler esas alınıp gerçek edebi gözetemez. Ancak bu hal geçtik­
iradeye ve galata itibar edilmemiş; ara­ ten sonra eski haline döner. Galebe
larında bir çatışma bulunması halinde halinde sâlik mâzur görülür. (M.C.)

193
GÂLİB len bir hizmet veya görev karşılığında
Sözlükte “birine galip gelmek, kah­ verilecek maaş veya tahsisat olabilece­
retmek, yenmek, zafer kazanmak, zorla ği gibi, herhangi bir görev söz konusu
almak, üstün olmak” anlamlarındaki olmaksızın da verilebilir. îmam veya
“g-l-b” kökünden türeyen gâlib; üstün öğretmene tahsis edilen vakıf geliri
gelen ve kazanan demektir. birincisine, bir semtin fakirlerine dağı­
tılan ise İkincisine örnek teşkil eder.
Kur’ân’da bir âyette Allah’ın sıfa­
(Î.P.)
tı olarak gâlibün alâ emrihi şeklinde
kullanılmıştır: "‘Allah emrinde galiptir GANÎ - MUĞNÎ
fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler" Malı çok olmak, zengin olmak, bir
(Yûsuf, 12/21). şeyle yetinip başkasına muhtaç olma­
Allah, her işinde galiptir, yenil­ mak, bir yerde ikâmet etmek, evlen­
mez, âciz ve başarısız olmaz, diledi­ mek anlamlarındaki “ğ-n-y” kökünden
ğini dilediği gibi yapar, isteğine engel türeyen ganî (çoğulu ağnıyâ) zengin,
olunamaz. Galip, sıfatı Allah’ın güç ve başkalarına muhtaç olmayan, muğnî
kuvvetine delalet eder. (İ.K.) ise mal-mülk veren, zengin yapan
demektir.
GALLE
Sözlükte “gelir, kira, topraktan sağ­ Ganî kelimesi, Kur’ân’da hem
lanan mahsul” anlamlarına gelen gaile, Allah’ı hem de insanları nitelemek
bir fıkıh terimi olarak, ev, han, dük­ için kullanılmıştır. Allah’ın zenginliği
kan gibi gayrimenkullerin kirası, bağ, ve hiçbir şeye muhtaç olmayışı mut­
bahçe ve tarlaların ürünü ve paranın lak ve sınırsız, insanların zenginliği
getirisi manalarına gelmektedir. Gaile ise Allah’ın lütfü ile kayıtlı ve sınırlı­
tabiri bu tür gelirleri ifade etmekte ise dır. Zengin de olsalar insanlar, Allah’a
de, daha çok vakıf mallarının gelirleri muhtaçtırlar. Allah ise bütün varlıklar­
konusunda kullanılmaktadır. Buna göre dan müstağnidir. Bu husus, Kur’ân’da
bir vakfa gelir sağlamak üzere tahsis ısrarla vurgulanmıştır: “Rabbin ganîdir,
edilen menkul, gayrimenkul her türlü rahmet sahibidir" (En’âm, 6/132); “Kim
malın tabiî ve hukukî semerelerine inkâr ederse (bilsin ki Allah) bütün
gaile denir. âlemlerden müstağnidir, (kimseye
muhtaç değildir.)” (Âi-i imrân, 3/97); “Kim
Vakıf malları cami, yol, hastane
gibi bizzat kendisinden istifade edilen (Allah uğrunda malını vermekten)
türden olabileceği gibi, dükkan, çiftlik yüz çevirirse (bilsin ki) Allah zengin­
gibi gelirinden istifade edilen de olabi­ dir, hamîddir (övgüye layıktır)" (Hadîd,
lir. Gelir getirmek, gelirinden istifade 57/24); “İnkâr ettiler ve yüz çevirdiler

etmek üzere tahsis edilen vakıf mal­ Allah da (onlara hiçbir şeye) muhtaç
larının gelirleri, vakfı kuran kimsenin olmadığını gösterdi. Allah ğanîdir,
ortaya koyduğu amaçlar doğrultusun­ hamîddir" (Teğâbun, 64/6); “Allah çocuk
da harcanır. Genelde vakfeden kimse, edindi dediler Hâşa Allah, bundan
vakıf senedinde vakıftan faydalanacak münezzehtir. O, zengindir. Göklerde
kimseleri, harcama kâlemlerini ayrıntılı ve yerde ne varsa hepsi O’nündür..."
olarak belirler. Vakıf gelirleri, ifa edi­ (Yûnus, 10/68); “...Kim cimrilik ederse

194
kendisine cimrilik eder, Allah zengin­ yoksul iseler, Allah, lütfü ile onları
dir, Sİzler fakirsiniz...” (Muhammed, 47/38); zengin eder.” (Nûr, 24/32); “Zengin eden
“Ey insanlar! Siz Allah ’a muhtaçsınız. O ’dur, sermaye veren de O ’dur” (Necm,
Allah ise işte zengindir ve övgüye layık 53/48) âyetleri bu gerçeği ifade eder.
olan sadece O’dur.” (Fâtır, 35/15); “Kim Bir fıkıh terimi olarak ganî, Nisâp
nefsiyle mücahede ederse, ancak kendi miktarı mala sahip zengin kişi demek­
nefsi için mücahede eder. Çünkü Allah tir. (bk. Nisâp) (İ.K.)
âlemlerden müstağnidir.” (Ankebût, 29/6).
GANİMET
Ganî sıfatı, 10 âyette “hamîd”, bir
Sözlükte “bir şeyi zorluk çekme­
âyette (Bakara, 2/263) “halîm”, bir âyette
“zü’r-rahmeti” (En’âm, 6/132), bir âyette den almak” anlamına gelen ganimet,
“kerîm” (Nemi, 27/40) sıfatıyla birlikte terim olarak savaşta düşmandan ele
kullanılmıştır. İki âyette “âlemler­ geçirilen her türlü malı ifade etmek­
den” (Ankebût, 29/6), bir âyette kâfir­ tedir. Kur’ân-ı Kerim’de ganimetlerin
lerden (zumer, 39/7) müstağni olduğu 1/5’inin Allâh’a, Rasûlüne ve onun
bildirilmiştir. akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve
yolculara ait olduğu bildirilmiş (Enfai,
Ganî kelimesinin geçtiği âyetleri
8/41), Hz. Peygamber’in uygulamasın­
birlikte ele aldığımızda, bu kelime ile
da da kalan gaziler arasında taksim
Allah’ın; insanların îman, ibadet, itaat,
edilmiştir.
hayır ve hasenat yapmalarına, eş ve
çocuk edinmeye ve yardımcıya ihtiya­ Fıkıh bilginleri ganimetleri genel
cının olmadığının, yerde ve göklerde olarak, savaş esirleri, arazi ve menkul
bulunan her şeyin O’na ait olduğu­ mallar olmak üzere üçe ayırmışlardır.
nun, insanlara ve diğer canlılara rızkı Savaş esnasında ele geçirilen esirlere
O’nun verdiğinin, bütün varlıkların nasıl muamele edileceği, düşmanın
O’na muhtaç olduğunun ifade edildi­ Müslüman esirlere yaptığı muamele­
ğini anlıyoruz. Çünkü Allah; zengindir, ye, hal ve şartlara göre devletin tak­
halimdir, kerîmdir, hamîddir, her şeyi dirine bırakılmıştır (bk. Esir). Arazî
yaratan ve yaşatandır. Her şey O’na konusunda da, devlete yetki tanınmış­
muhtaçtır. O hiçbir şeye, hiçbir varlığa tır. Eski sahiplerinde bırakılarak haraç
muhtaç değildir. alınabileceği gibi, gazilere de dağıtıla­
Allah’ın sıfatı olarak muğnî; cömert bileceği kabul edilmiştir. Menkul mal­
olan, nimet, ihsan, ikram ve lütuf sahi­ lar ise, 1/5’i âyette belirlenen yerlere
bi, insanları zengin eden demektir. Bu harcanmak üzere hâzineye alınır, kalanı
vasıf, Tirmizî’nin el-esmâü’l-hüsnâ ile gaziler arasında taksim edilir. Hanefî
ilgili rivâyetinde geçmiştir (Deavat, 83). mezhebinde, ganimet mallarının helâl
Allah’ın bu sıfatı, Kur’ân’da olabilmesi için, bir askerî müfreze tara­
“ağna-yuğnî” fiili ile de ifade edilmiş­ fından ele geçirilmesi gerektiği kabul
tir. İnsanları fakir iken zengin yapan edilmiştir.
Allah’tır. “(Ey Muhammed! Allah,) Ganimetlerin taksim edilmesi ve
seni fakir bulup zengin etmedi mi?” hangi ölçülerde kimlere dağıtılacağı,
(Duhâ, 93/8); “İçinizden bekârları, köle ve devlet başkanının bu konudaki yetkileri
cariyelerinizden iyileri evlendirin. Eğer İslâm hukuk literatüründe tartışılmakla

195
birlikte, getirilen öneri ve tedbirlerin, amacını taşıdığında ise garâmet veya
Müslüman toplumun bu paydan azami tağrîm olarak adlandırılır. Garâmet,
ölçüde ve dengeli bir şekilde yararlan­ tazir cezaları grubunda yer almak­
dırılması, devlet menfaatinin gözetil­ ta olup, tek başına verilebileceği gibi
mesi gayesine matuf olduğu görülür. diğer bedenî ve maddî cezalarla birlikte
(İP) de verilebilir. (Î.P.)
GARÂMET GARAR
Sözlükte “bir şeye düşkün olmak, Sözlükte “tehlike, risk, kişinin bil­
bağlanmak, ısrar etmek” anlamına meden canını veya malını tehlikeye
gelen garâmet, ıstılahta borçlunun sokması” gibi anlamlara gelen garar,
ödeme yükümlülüğü ve malî ceza bir fıkıh terimi olarak akdin haksız
manalarına gelmektedir. Aynı kökten kazanca yol açacak ölçüde kapalılık
türeyen garîm, borçlu ve alacaklı anla­ taşıması manasına gelir.
mına gelirken; gârim sadece borçlu; îslâm fıkhına göre, hukukî işlem­
tağrîm ise, borcu ödetmek demektir. lerde ve özellikle de iki tarafa borç
Garâmet kelimesi fıkıh literatürün­ yükleyen sözleşmelerde, akdin konu­
de, borç, tazmîn, malî ceza ve vergi sunun biliniyor ve belirli olması gere­
anlamlarını ifade etmekle birlikte, kir. Kur’ân ve sünnette, sözleşmelerde
daha çok malî cezalar için kullanılmış; açıklık, dürüstlük ve güven ilkeleri
borç için deyn, tazmîn için ise damân üzerinde ısrarla durulmuştur (Bakara,
tabiri kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de 2/188; Nisa, 4/29). Akdin konusu ile ilgi­
garâmet kelimesi ile aynı kökten türe­ li belirsizlik garar, vasıflarının bilin­
yen gârim kelimesi borçlu anlamında mezliği ise cehalet kavramıyla ifade
kullanılmakta, zekatın sarf edileceği edilmektedir. Bununla birlikte, her iki
sekiz sınıftan birisi olarak sayılmakta­ kavramın birbirinin yerine kullanıldığı
dır (Tevbe, 9/60). Garâmet ve gurm keli­ da görülmektedir.
meleri, tazmîn ile aynı manada zarara Hz. Peygamber alışverişlerde gara-
katlanma sorumluluğunu ifade etmek­ ri yasaklamıştır (Buhârî, Buyû’, 75; Müslim,
tedir. Ganimet ve haraç bir şeyden elde Buyû’, 4). Bundan hareketle İslâm hukuk­
edilen her türlü yararı, karşıt anlamlısı çuları gararın yasak olduğu konusunda
olan garâmet ise, üstlenilen maddî kül­ ittifak etmekle birlikte, hangi tür akit­
feti, harcama yapma, tazmîn etme veya lerde etkili olacağı ve tesirinin derece­
zarara katlanma sorumluluğunu ifade si konusunda ihtilaf etmişlerdir. Genel
eder. olarak garar, önem ve derecelerine
Fıkıhta şahsa ve mala yönelik hak­ göre; akdi iptal edici, akdi ifsat edici
sız fiil, haksız iktisap ve dinî-hukukî ve kaçınılması mümkün olmayan garar
düzeni ihlal eden eylemlerin, suçluya şeklinde üçe ayrılabilir. Kaçınılması
hukukî veya cezâî mahiyette bir ödeme mümkün olmayan gararın akde her­
borcu yüklediği kabul edilmiştir. hangi bir tesiri yoktur. Buna karşılık,
Yapılması istenen ödeme, verilen zara­ önemli ölçüde kapalılık ve risk içeren,
rın, telef edilen mal ve menfaatin kar­ ana karnındaki yavru, kaçmış hayva­
şılanması amacına yönelik olduğunda nın satımı gibi akitler batıl sayılmış­
tazmîn; kişiye malî bir cezâ uygulamak tır. Kapalılık ve risk akdin konusunun

196
vasfı, miktarı, vade gibi hususlarda hadise garîb-i nisbî ya da ferd-i nisbî
olup, daha sonra giderilebilir ölçüde denir.
ise, bu tür garar akdi ifsat eder. Bu Hadislerde gariblik, metinde, isnad-
belirsizlikler ortadan kalktığında akit da veya her ikisinde görülebileceği
sahih bir akde dönüşür. gibi, bunların bir kısmında ya da bun­
Garar ile ilgili düzenlemelere bakıl­ lara ait ziyâdelikte de görülebilir.
dığında, hukukî işlemlerde karşılıklı Garip hadis, şaz hadisten farklıdır.
rızayı, açıklık ve dürüstlüğü korumayı, Şaz hadiste garabetle birlikte muhale­
tarafların beklenmedik bir zarar ve risk fet şartı da aranır. Bundan dolayı şaz
altına girmesine, aldatılmasına engel hadis zayıf ve merduttur. Garîb hadis
olmanın amaçlandığı görülür. Bu doğ­ ise isnadın durumuna göre sahih, hasen
rultuda, gararın şart ve unsurları günün ya da zayıf olabilir. Sahih veya hasen
şartlarına göre düzenlenebileceği gibi, olan garîb hadis, akâid dışındaki dinî
ortaya yeni çıkan hukukî işlemler de konulara delil teşkil eder, hükmü bağ­
bu ilkeler doğrultusunda kurallara layıcıdır. Bu itibarla hadislerdeki garip­
bağlanabilir. (Î.P.) lik, hadisin sıhhatini yok edici bir özel­
lik değildir. (A.G.)
GARÎB HADİS
GARÎBÜ’L-HADÎS
Garîb sözlükte “yabancı, tek başı­
Hadislerdeki, anlaşılması zor olan
na kalmış kimse” anlamına gelir. Hadis
ve ancak sahanın uzmanları tarafın­
çeşitlerinden garîb hadis, herhangi bir
dan anlaşılabilen kelimelere “garîbuT-
tabakada, bir râvînin yalnız başına rivâ-
hadis” dendiği gibi, garîbu’l-hadis’i
yet ettiği ve başka râvîler tarafından
konu edinen hadis bilim dalı da aynı
rivâyet edilmeyen hadise verilen isim­
terimle isimlendirilmiştir.
dir. Gariblik, hadisin metin ya da isna­
Hadislerdeki bazı kelimeler, bili­
dındaki ziyâdelikte de olabilir. Hadisi
nen sözlük anlamları dışında kullanıl­
garib olarak rivâyet etmeye ya da garîb
mıştır. Hadislerin doğru anlaşılması
hadisleri nakletmeye iğrab, hadisin
için, bu kelimelerin bilinmesi gerekir.
garîb olmasına da garabet denir. Bundan dolayı sadece Arapça bir söz­
Hadis ilimlerinde garîb hadis, lükten yararlanarak hadisleri anlamaya
fert hadisle aynı anlama kullanılmış­ çalışmak hataya götürebilir. Hadisleri
tır. Bazı hadisçiler “ferd” kavramını doğru anlamak için “garîbu’l-hadis”
“ferd-i mutlak” ile; “garib” kavramını dalında yazılan eserlerden yararlan­
da “ferd-i nisbi” ile eş anlamlı kabul mak gerekir. İbn-û’l-Esîr el-Cezerî’nin
etmişlerdir. en-Nihâye fî Garîbi ’l-Hadis ve ’l-Eser,
Garabet, Sahabe’den tek bir tabiînin Zemahşerî’nin el-Fâik fî Garîbi’l-
rivâyet etmesi gibi, isnadın başı olan Hadis, Îbnü’l-Cevzî’nin Garîbu’l-
Sahabe tarafında meydana geliyor­ Hadis adlı eserleri bu sahada yazılmış
sa, bu tür hadise garîb-i mutlak ya da eserlerden bazılarıdır. (A.G.)
ferd-i mutlak denir. GARÎBÜ’L-KUR’ÂN
Garabet, isnadın başlarında değil Garîb üstü kapalı ve zor anlaşılan
de ortasında meydana gelmiş ise bu tür söz, yabancı demektir. Terkip ola-

197
rak “garîbü’l-Kur’ân”, Kur’ân’ın zor GASİL
anlaşılan kelimeleri anlamına gelir. Sözlükte “yıkama” anlamına gelen
Kelimelerin zor anlaşılması; ya anla­ gasil, ilmihalde daha çok cenâze yıkan­
mının kapalı ya da şâz ve yabancı olu­ ması için kullanılmaktadır. Ölen bir
şundan kaynaklanır. Müslüman’ı yıkamak, kefenlemek,
Kur’ân, Arapça (Fussilet, 41/2-3; Yûsuf, onun için namaz kılıp dua etmek ve
12/2)ve büyük çoğunlukla Kureyş leh­ kabre gömmek Müslümanlar için farz-ı
çesi ile inmiştir. Diğer Arap lehçelerin­ kifayedir.
den kelimeler de vardır. Mesela “azap” Cenâzenin bir an önce yıkanması,
anlamına gelen “ricz” kelimesi Tayy; kefenlenip hazırlanması ve defnedil­
“farz” anlamına gelen “nihle” kelimesi mesi müstehaptır. Cenâzeyi yıkamak
Kays lehçesinden alınmıştır. için önce teneşir denilen yüksekçe bir
Kur’ân’da Arapça olmayan kelime­ yere, ayakları kıbleye gelecek şekil­
lerin bulunup bulunmadığı dil bilim­ de sırt üstü yatırılır. Göbeğinden diz
cileri arasında ihtilaf konusu olmuşsa altına kadar olan avret yeri bir örtü ile
da, şu bir gerçektir ki her dile diğer dil­ örtülür ve elbisesi tamamen çıkarılır.
lerden kelimeler girmiştir. Bu, Arapça Ağzına ve burnuna su vermeksizin
için de söz konusudur. Dolayısıyla abdest aldırılır. Sonra üzerine ılık su
Kur’ân’da az da olsa Arapça’ya diğer dökülür. Sonra sabun ile yıkanır. Sonra
dillerden girmiş kelimeler vardır. sol yanına çevrilerek sağ tarafı, daha
Mesela; “çamur” anlamına gelen “sic- sonra da sağ tarafına çevrilerek sol
cîl” Farsça, “kitap” anlamına gelen tarafı yıkanır. Ölü oturur duruma geti­
“rakîm” Rumca, “dağ” anlamına gelen rilerek karnına hafifçe bastırılır. Eğer
“tür” Süryânice asıllı kelimelerdir. ölüden bir şey çıkarsa yıkanıp giderilir,
yeniden yıkanması ve abdest aldırılma­
“Garîbü’l-Kur’ân”, tefsirde bir
sı gerekmez.
bilim dalıdır. Anlaşılması zor olan keli­
meleri konu edinir. Kur’ân yorumcusu Her yıkayış üç defadan az olmama­
lı, gereksiz yere su israf edilmemeli­
sahabî Abdullah ibn Abbas bu ilmin
dir. Dağılacak şekilde bozulmuş olan
öncüsüdür. Bu ilim dalında “garîbü’l-
cenâzenin sadece üzerine su dökül­
Kur’ân” ve “müşkilü’l-Kur’ân” adında
mekle yetinilir. Ölüyü kendisine en
pek çok eser yazılmıştır. Ebû Ubeyde
yakın akrabasının yıkaması iyidir. Ölü
Kâsım ibn Sellâm, Ebû Bekr es-Sicis-
yıkandıktan sonra bir bezle kurulanır
tânî ve İbn Kuteybe’nin “Garîbü’l-
ve kefenlenir. Başına ve sakalına güzel
Kur’ân”, Râğıb el-İsfehânî’nin “el-
koku sürülür, secde yerlerine kâfur
Müfredât fi Garîbi’l-Kur’ân” adlı
dökülür.
eserleri bu sahada yazılmış önemli
kitaplardan bir kaçıdır. (İ.K.) Ölünün âdeta yeni doğmuş gibi
yıkanması, bir yönüyle yeniden doğuşu
GARÛR
sembolize etmekte; başka bir yönüyle
Aldatan, kandıran anlamında şeyta­ de fanî yolculuğun, yani dünya haya­
nı, dünyayı ve genel olarak insanı gaf­ tının kendi üzerinde bıraktığı kir,
lete düşürüp yanıltan şeyleri ifade eder, toz ve bulaşıkları gidermeyi temsil
(bk. Gurur) (M.C.) etmektedir. (Î.P.)

198
GASP dan kalkmış ise, tazmîn cihetine gidi­
Başkasına ait bir malı sahibinin lir. Tazminin şekli ve uygulanacak ceza
veya yetkilisinin izni olmaksızın zor günün şartlarına göre yapılan yasal
kullanarak almak anlamına gelir. düzenlemelerle belirlenir. (Î.P.)
Kur’ân-ı Kerim’de bir yerde geçen GAYB
gasp kelimesi bu anlamda kullanılmış­ Gizli kalmak, gizlenmek, görünme­
tır (Kehf, 18/79).
mek, uzaklaşmak, gözden kaybolmak
Dinlerin ve hukukun korumayı ilke anlamında masdar, gizlenen, hazırda
edindiği beş temel değerden biri olan olmayan anlamında ise isim veya sıfat
mülkiyet hakkı, îslâm dininde muh­ olarak kullanılan gayb, dinî bir kav­
terem kabul edilmiş, hırsızlık, gasp ram olarak, nakle dayalı bilgi olmak­
gibi buna yönelik tecavüzler şiddetle sızın hakkında bilgi edinilemeyen
yasaklanmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de; varlık alanı demektir. Gayb kelimesi
“Ey îmân edenler! Karşılıklı rızaya Kur’ân’da altmış yerde geçmektedir.
dayanan bir ticaret olmaksızın, birbi­ Gayb kelimesi Allah’a nispet olunduğu
rinizin malını haram yollarla, haksız­ yerlerde sadece Allah tarafından bili­
lıkla yemeyin. ” buyurulmaktadır (Nisâ, nebilen mutlak gaybı ifade eder. İlgili
4/29). Hz. Peygamber de; “Müslüman "in âyet ve hadislerin bazılarında gaybı
malı gönül rızası bulunmadıkça helal sadece Allah’ın bildiği ifade edilmek­
olmaz ” demişlerdir (Şevkanî, Neylü’l-Evtâr, te (bk. En’âm, 6/59; Yûnus, 10/20; Hûd, 11/123;
v/316). Vedâ haccı hutbesinde de, bütün Buhârî, İstiskâ, 29, Tevhid, 4; Müslim, İmân, 77),
insanlığa hitap ederek, “Şüphesiz bu bir kısmında ise Allah’ın dilediği kul­
günleriniz nasıl mukaddes bir gün, bu larını gayb konusunda bilgilendirdiği
aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve bu (Âi-i imrân, 3/179; cin, 72/26-27) haber veril­
şehriniz nasıl mukaddes bir şehir ise, mektedir. Bu bağlamda Hz. İbrahim’e
canlarınız, mallarınız ve namusları­ göklerin ve yerin melekûtunun göste­
nız da öyle muhteremdir, tecavüzden rildiği (En’âm, 6/75), Hz. Yusuf’a rüyaları
korunmuştur” demiştir (Tecrîd, ıv/412, yorumlama ilminin ve kavminin yiye­
VI/334, X/389, 395). ceği yemekleri önceden bilme yete­
Gaspın biri dünyevî diğeri uhrevî neğinin verildiği (Yûsuf, 12/21, 37), Hz.
olmak üzere iki hükmü bulunmakta­ İsa’nın, İsrailoğullan’nın evlerinde ne
dır. Gasp eylemini gerçekleştiren kişi, yiyip neleri biriktirdiklerine vâkıf olup
bilerek bir günah işlediğinden âhiret bunları kendilerine haber verdiği (Âi-i
cezasını hak etmiştir. Hz. Peygamber, imrân, 3/49) belirtilmektedir. Buna göre
“Kim bir karış toprak gasp ederse, gaybı, sadece Allah’ın bildiği mutlak
A ilâh kıyamet gününde o kimseyi yedi gayb; O’nun bildirdikleri tarafından
kat yeri onun boynuna geçirir" buyu­ bilinebilen izafi gayb şeklinde ikiye
rur (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 2; Müslim, Müskât, 30). ayırmak mümkündür. Hz. Peygamber
Dünyevî hükmü ise, cezanın yanında de Allah’ın kendisine öğrettikleri­
gasp etmiş olduğu malı tazmîn etmesi­ nin dışında gayb hakkında bilgiye
dir. Malda bir değişiklik olmamış ise, Sahip değildi (Müslim, İmân, 287; Tirmizî,
olduğu gibi sahibine iade edilir; malın Tefsîr, 7). Kur’ân mutlak gaybın bilin­
olduğu gibi iade edilmesi imkânı orta­ mesini sadece Allah’a tahsis etmiş, bu

199
niteliğin diğer yaratıklardan birine tah­ ramdır. (bk. Haram; Tahrimen Mekruh)
sis edilmesini tevhide aykırı bulmuş, (Î.P.)
gayb kapılarını zorlama denemeleri GAYR-İ MÜEKKET SÜNNET
olan fal, kehanet vb. yollara başvurma­
Kelime anlamıyla “kuvvet­
yı şiddetle yasaklamıştır. (M.C.)
li olmayan sünnet” anlamına gelen
GAYBET gayr-i müekket sünnet kavramı, Hz.
Sözlükte “bir şeyin başka bir şey Peygamber’in bazen yapmış oldukları
içinde kaybolması, kişinin kendini kay­ sünnetlere denir. İkindi namazının sün­
betmesi” gibi anlamlara gelen gaybet, neti ile yatsı namazının ilk dört sünneti
tasavvufta, sâlikin kendisine gelen vârid böyledir. (bk. Sünnet, Mendûb) (İ.P.)
ve ilhamın etkisiyle kendinden geçerek GAYR-İ MÜSLİM
dış dünya ile ilgili şuurunu kaybetmesi Müslüman olmayan anlamına gelen
demektir. Gaybet halini yaşayan sâlike gayrimüslim, din ıstılahında kâfir,
gâib denilir. Sûfıler, Kur’ân’da anlatı­ müşrik ve münafık kimseyi ifade eder.
lan bazı olayları gaybet haliyle açık­ (FK.)
larlar. Hz. Yusuf’u gören kadınların
GAZAP
şaşkınlıktan ellerini kesmeleri (Yûsuf,
12/31,50), Hz. Meryem’in “Allah’a oruç Sözlükte “kızmak, öfkelenmek;
adadım, bugün hiçbir insanla konuş­ kızgınlık, öfke duygusu” anlamına
mayacağım” (Meryem, 19/26) şeklindeki gelen gazap genellikle rızâ ve hilim
ifadesi bu hâle birer örnektir. “Hazır kavramlarının karşıtı olarak kullanıl­
bulunmak, rahat olmak; yüce makam” maktadır. Bir ahlâk kavramı olarak ise
anlamlarındaki huzur ise genel olarak acı veren kötü bir davranışın kişinin
ruhunda uyandırdığı kızgınlık, inti­
gaybet halinin sona ermesiyle birlikte
kam alma duygusu ve cezalandırma
başlayan uyanıklık durumunu ifade
isteği anlamında kullanılmaktadır.
eder. Huzur halinde bulunana ise hâzır
Gazap kavramı Kur’ân’da ve hadisler­
denilir. (M.C.)
de hem Allah’a hem Peygamber’e ve
GAYR-İ İLAHÎ VAHİY hem de diğer insanlara nispet edilerek
İlâhî olmayan, cin ve insanlar kullanılmıştır. Bir kutsî hadise göre
arasında cereyan eden vahye denir. Allah, “Rahmetim gazabımı geçmiştir
Zekeriya (a.s.)’ın kavmine vahyi gibi (kuşatmıştır) ” buyurur (Buhârî, Tevhid, 15,
(Meryem, 19/11), bu vahiy, imâ ve işâret 22, 28, 55; Müslim, Tevbe, 14-16). Kur’ân’da
etmek anlamındadır. Şeytanın şeytana mü’minlerin üstün nitelikleri sayılır­
vahyi gibi (En’âm, 6/121); bu vahiy, fısıl­ ken öfkelendikleri zaman bile kusur­
damak ve gizli konuşmak anlamında­ ları bağışladıklarından övgüyle söz
dır. (İ.K.) edilmektedir (Şûrâ, 42/37). Dinî, ahlâkî
ve İçtimaî konularda görülen yanlış­
GAYR-İ MEŞRU lıklar ve haksızlıklar karşısında tutum
Dine ve hukuka uygun olmayan, ve davranışlarında aşırılığa yol açmasa
kanun ve dinî kurallara aykırı davra­ bile Hz. Peygamber’in kızdığı ve bu
nışlar anlamına gelmektedir. Haram durumun yüzünün kızarması gibi fiz­
ve tahrimen mekruhu içeren bir kav­ yolojik belirtilerden anlaşıldığı rivâ-

200
yet edilmektedir (Buhârî, Edeb, 75; Müslim, seferlerine gazve, bir sahâbinin komu­
Fezâil, 127). “... Yiğit, öfkelendiği sırada tasında gönderdiği askeri birliklere de
kendine hâkim olan kimsedir" (Buhârî, seriyye adı verilmektedir. (M.C.)
Edeb, 76, 102; Müslim, Birr, 107, 108) hadisinde İslâm Tarihi kaynaklarında yirmi
vb. hadislerde gazab duygusunun fıtrî yedi kadar gazveden söz edilir. Bedir
olması hasebiyle yok edilmesi değil, bu ve Uhud savaşları bu gazveler arasında
duygunun etkisiyle yanlış hüküm veya yer alır. (A.G.)
iş yapılmasından kaçınılması gerektiği
GIPTA
üzerinde durulmaktadır. Ilımlı bir öfke
duygusuna “şecaat” veya “hamiyet” Sözlükte “incelemek, araştırmak,
denilir. İnsanın onurunu, haklarını ve yoklamak” gibi anlamlara gelen “gabt”
değerlerini koruyabilmesi için hamiyet kökünden türetilen gıbta kelimesi,
sahibi olması gerekir. (M.C.) nimete kavuşma arzusu, sevinç demek­
tir. Bir ahlâk terimi olarak ise, kişinin
GÂZÎ
başkalarının sahip olduğu maddî veya
Din uğruna savaşan, mücahit anla­ manevî imkân ve meziyetlere imren­
mına gelen gazi, özellikle Türklerde mesi, onun elindeki nimetlerin yok
savaşta başarı kazanan kumandanlara, olmasını istemeksizin kendisinin de
hatta hükümdarlara şeref unvanı olarak aynı şeylere kavuşmayı arzulaması
kullanılmıştır. Hz. Peygamber’in pek anlamında kullanılmaktadır. Kur’ân’da
çok hadislerinde gazi ve çoğulu guzât gıpta kelimesi geçmemektedir. Ancak
kelimeleri, Allâh yolunda savaşanlar “... Allah’tan O’nun lütfunu isteyin”
anlamında kullanılmaktadır (bk. Buhârî, (Nisâ, 4/32) meâlindeki âyet ve benzeri
Humus, 13, Ta’bir, 12; Tirmizî, zekat, 18, Deavat, 5). âyetlerde gıpta kastedilmiştir. Ayrıca
Hz. Peygamber’in hadislerinde Allâh hayırda yarışmayı öğütleyen âyetlerde
yolunda savaşanları övmesi, şehitlik de gıpta ve münâfese teşvik edilmiştir
ve gazilik hakkındaki müjde ve haber­ (bk. Bakara, 2/148; Mü’minûn, 23/61; Mutaffîfîn,
leri sebebiyle Türk kültüründe, “ölür­ 83/18-26). Hz. Peygamber de, “Ancak iki
sem şehit, kalırsam gazi” tabiri ortaya kişiye imrenilir, bunlardan biri Allah'ın
çıkmıştır. (İ.P.) kendisine mal verdiği ve bu malı Hak
GAZVE yolunda tüketme iradesine sahip kıl­
dığı kişi, diğeri de Allah ’ın kendisine
Sözlükte “istemek, arzu etmek, kas­
ilim verdiği, hem bu ilimle amel eden
tetmek, niyetlenmek, düşmanla savaş­
hem de onu başkasına öğreten kişidir"
mak” anlamlarındaki “gazv” kökün­
(Buhârî, îlim, 15. zekat, 5. Müsned, II/9, 36) buyur­
den türeyen gazve (çoğulu gazavât);
mak suretiyle müslümanların başkala­
akın, saldırı, din uğruna yapılan savaş
rının elinde bulunan nimetleri kıskan­
demektir. İslâmî bir kavram olarak ise,
madan kendilerinin de aynı şeyleri
Hz. Peygamber’in bizzat sevk ve idare
elde etmek için gayret göstermelerini
ettiği savaşlar anlamında kullanılmak­
öğütlemiştir. (M.C.)
tadır. Asker sayısı az veya çok olsun,
savaş ya da başka bir amaçla hareket GIYBET
edilsin, çarpışma meydana gelsin veya Sözlükte “uzaklaşmak, gözden kay­
gelmesin Hz. Peygamber’in bütün bolmak, gizli kalmak” gibi anlamlara

201
gelen “gayb” kökünden türeyen gıybet, ması gerekir. Gıybetin sebepleri kin ve
dinî bir kavram olarak, bir kimseden, öfke, başkasını kötüleyerek kendi iti­
gıyabında hoşlanmadığı sözlerle bah­ barını yükseltme düşüncesi, kıskançlık
setmek demektir. Kur’ân’da gıybet vb. hususlardır. Tedavisi de bunlardan
yasaklanmış, gıybet yapmak ölmüş bir kurtulmaktır.
din kardeşinin etini yemeye benzeti­ Haksızlık yapanı ilgili mercilere
lerek bu davranıştan sakındırılmıştır şikâyet etmek, fetvâ sormak, insanları
(Hucurât, 49/12). İslâm’da insan hakları­ kötülüklerden korumak, kötülüğe engel
nın en önemlilerinden ve genellikle olmak için destek aramak, lakabıyla
“ırz” kavramıyla ifade olunan kişinin şöhret bulmuş birini lakapla tanıtmak,
dokunulmazlığı ilkesine büyük değer zulüm ve ahlâksızlığı hayat tarzı haline
verilmiştir. Bu itibarla bir kimsenin getirenleri kınamak amacıyla aleyhinde
gıyabında gerek onun şahsıyla ilgili konuşmak gıybet sayılmaz. Gıybetten
maddî ve manevî, rûhî ve ahlâkî veya dolayı tevbe etmek farzdır. (M.C.)
dinî kusurlarından söz edilmesi, gerek­
se kendi çocukları, annesi, babası ve GURRE
diğer yakınlarının kusurlarından bah­ Sözlükte “atın alnındaki beyazlık,
sedilmesi gıybet sayılmıştır. bir şeyin başlangıcı ve göze ilk çarpan
Gıybet, sözle olabileceği gibi yazı, kısmı, bir şeyin en iyisi, en değerlisi,
ima, işaretle ve taklit gibi davranışlarla yüzdeki güzellik ve parlaklık” anlamla­
da olabilir. Bu tür söz ve davranışlar rına gelen gurre, bir fıkıh terimi olarak,
gerçeği ifade ediyorsa gıybet, etmi­ düşürülen ceninden dolayı verilmesi
yorsa iftira sayılır (Müslim, Birr, 70; Tirmizî, gereken malî tazminatı ifade eder.
Bin-, 23). İslâm âlimleri gıybetin haram Fıkıh kaynaklarında, müessir fiil,
ve büyük günah olduğu konusunda tehdit, korkutma veya ilaç kullanma
ittifak etmişlerdir. Ancak bir söz veya sonucunda ceninin düşmesi halinde,
davranışın gıybet sayılıp sayılmaması gurre ismi verilen bir tazminatın öden­
niyetle yakından ilgilidir. Buna göre bir mesi öngörülmüştür. Bu tazminatın
kimsenin yanlışlarının sırf onu küçük miktarı, Hz. Peygamber’in uygulama­
düşürmek amacıyla söylenmesi gıybet sından hareketle 1/5 diyet, yani 5 deve
sayılırken, yanlışlarının düzeltilmesi veya 50 dinar (200,45 gr. altın) olarak
maksadıyla söylenmesi gıybet sayıl­ kabul edilmiştir (Ebû Dâvûd, Diyât, 19; Tirmizî,
maz. Herhangi bir kişi veya zümreyi Diyât, 15). Ceninin düşmesine neden olan
kastetmeden genel olarak insanların kişinin, ceninin annesi, babası veya
kötülüğünden söz etmek de gıybet başka bir kişi olması arasında fark yok­
olmaz. tur. Ceninin düşmesini kastedip etme­
Gıybetin yapılması gibi dinlenmesi mesi de hükmü değiştirmez. Hanefîlere
de haramdır. Bir zarar doğurma ihtima­ göre gurre, ceninin düşmesine sebep
li yoksa sözle veya fiilî olarak gıybete olan kişinin akilesi tarafından ödenir.
engel olunması, bu mümkün olmazsa Düşürülen ceninden dolayı güne
gıybet edilen yerin terkedilmesi, bu ödenmesi için ceninin ölü olarak düş­
da mümkün değilse gıybete karşı bir mesi, organlarının kısmen de olsa
hoşnutsuzluk duygusu içinde bulunul­ belirmiş olması ve annenin bu esnada

202
hayatta olması gerekir. Cenin sağ ola­ Allah'ın affına güvendirerek sizi kan­
rak doğduktan sonra ölürse, gurre değil dırmasın.” (Lokmân, 31/33). Türkçe’de
tam diyet ödenmesi gerekir. Çocukla gurur kelimesi böbürlenme, kendini
birlikte anne de ölürse, iki tam diyet beğenme, kibir anlamında kullanılmak­
ödenmesi gerekir. tadır. Bu tür duyguları taşıyan kimseye
Gurre, ceninin mirası kabul edile­ de mağrûr denilmektedir. (M.C.)
rek, mirasçılarına intikal eder. Ancak GUSÜL
ceninin düşmesine neden olan kişi Sözlükte “yıkanmak” anlamına
mirasçılar arasında ise, bu mirastan gelen gusül, ıstılahta, cünüplük, hayız
hisse alamaz. (İ.P.) ve nifas gibi hükmî kirlilik halinden
GURUR kurtulmak için gerekli olan dinî temiz­
Sözlükte “aldatma, kandırma, lik demektir. Kur’ân-ı Kerim’de, “eğer
aldanma, kapılma, gaflet, bilgisizlik” cünüp iseniz, iyice temizlenin (yıka­
anlamına gelen gurur, ahlâk terimi ola­ nın) ” buyurulmaktadir (Nisâ, 4/43; Mâide,
rak, kişinin, manevî ve ahlâkî bakım­ 5/6). Hz. Peygamber’in hadis ve uygu­
dan değersiz sayılan şeylerin cazibesi­ lamalarıyla da, cünüplük halinde veya
ne kapılarak onlarla avunması demek­ hayız ve nifas sonrasında gusletmek
tir. Aynı kökten türeyen garûr, aldatan, farz kılınmıştır (Buharî, Gusül, 28; Müslim,
kandıran anlamında şeytanı, dünyayı Hayız, 87, 88).

ve genel olarak insanı gaflete düşürüp Guslün üç farzı vardır; ağzın içini
yanıltan şeyleri ifade eder. Kur’ân’da yıkamak, burnun içini yıkamak ve
yirmi yedi yerde geçen gurur kelime­ bütün vücudu hiç kuru yer kalmayacak
si bunların çoğunda dünyaya kapılma, şekilde yıkamak. Gusletmek isteyen
aldanma anlamı ağır basar. Kur’ân’da kimse önce besmele çekerek niyet eder.
dünya hayatının aldatıcı bir metâdan Ellerini yıkar, vücudunda bir necaset
İbaret olduğu (Âl-i İmrân, 3/185; Hadid, 57/20) var ise onu temizler, avret yerlerini
ifade edilerek geçici olanın sürekli yıkar. Sonra sağ eli ile üç defa ağzına
olana (âhirete) tercih edilmemesi öğüt- su vererek iyice çalkar, daha sonra üç
lenmektedir. Ayrıca insanların inkâra defa burnuna su çekerek temizler ve
sapmaları ve sonuçta azaba uğratılma- namaz abdesti gibi abdest alır. Sonra
larında dünya hayatına aldanıp onunla da, hiç kuru yer kalmamasına dik­
avunmalarının büyük etkisi bulunduğu kat ederek bütün vücudunu yıkar. En
(A’râf, 7/51; câsiye, 45/35), cinlerin de insan­ son da ayaklarını yıkayarak guslünü
lar gibi dünyaya aldanarak kâfir olabi­ tamamlar. Kaplama veya dolgu diş
leceği (En’âm, 6/130) haber verilmektedir. gusle zarar vermediği gibi, elde olma­
Bir âyette, güçlü bir dinî ve ahlâkî dan kıl diplerinin, kabuk altlarının kuru
şuurun en önemli öğeleri olan Allah’a kalması da gusle mani değildir.
saygı, uhrevî sorumluluk duygusu ve Bedeninin herhangi bir yerinde
Allah’ın vaadinin hak olduğuna inan­ sargı bulunan kişi, bu sargıyı çıkararak
manın gerekliliği vurgulandıktan sonra yıkanır; yıkamak altındaki yaraya zarar
insanlar şu şekilde uyarılmaktadır: veriyor ise sargının üstüne mesheder.
“Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın Bu da zarar veriyorsa, yıkaması veya
ve sakın aldatıcı (garûr “şeytan”) meshetmesi gerekmez. (İ.P.)

203
GÜNAH leri, yani eğitilmiş ve dizginlenmiş,
Günah Farsça bir kelime olup söz­ iyilik yapmayı kabullenmiş nefislere
lükte “suç” anlamına gelir. Dinî bir ulaşmayı Öğütler (Kıyâme, 75/2; Fecr, 89/27-
kavram olarak İlâhî emir ve yasaklara 28). Ayrıca insanın hassas bir psikolojik
aykırı fiil ve davranış anlamında kul­ yapıya sahip bulunması (Nisâ, 4/28), fiz­
lanılır. Kur’ân’da ve hadislerde günah yolojik ve psikolojik bağımlılıklarının
kavramını ifade eden birçok kelime bulunması önemli günah faktörlerin-
vardır. Bunlardan genel anlamıyla dendir (Bakara, 2/155; Âl-i İmrân, 3/14).
günah yerine kullanılanlar ism, zenb, Günaha sürükleyen dış etkenler
vizr, cünâh ve hûb kelimeleridir. içinde dünya hayatının çekiciliği (bk.
Günaha sevk eden etkenleri, insanın Yûnus, ıo/23), kötü örneklerin bol mik­
yapısında bulunan eğilim ve arzularla tarda bulunması (En’âm, 6/116; Furkân,
onu dışarıdan etkileyen âmiller olmak 25/27-29) ve insanın yücelişini engel­
üzere iki grupta toplamak mümkündür. lemeye çalışan şeytanın tahrikleri de
İslâm’a göre insan yapısında bulunan (bk. Hicr, 15/36-42) önemli bir yer tutar.
kötülüklerin kaynağı nefistir. Zira Günahlar nitelikleri bakımından büyük
nefis, “kötülüğü olabildiğine emre­ ve küçük olmak üzere ikiye ayrılır (bk.
den ” (nefs-i emmâre) (Yûsuf, 12/53) ve Nisâ, 4/31; Necm, 53/32). (bk. Büyük Günah)
kişiyi günaha yöneltmek için sürekli Tevbesiz affedilmeyen yegane günah
fısıltılar halinde telkinde bulunan (Kâf, küfür, nifak ve şirk olup cezası da ebedî
50/16; Necm, 53/23) bir güçtür. Günaha sevk olarak cehennemde kalmaktır. îslâm,
eden bir başka etken de ölümsüz bir kişiye günahlardan kurtulmanın yolu­
dünya hayatı içgüdüsü ve öbür dünya­ nu da göstermiş, ona tevbe imkânını
yı unutmadır (Bakara, 2/95-96). Kur’ân bu sunmuştur. (M.C.)
olumsuz eğilimli nefse karşı, kendini GÜNAH ÇIKARMA
kınayan (levvâme) ve Hakk’ın rızasın­ bk. Vaftiz.
da huzura kavuşan (mutmainne) nefis­

204
ĞAFFÂR terâvîh namazını cemaatle kılmaması,
Allâh’ın sıfatlarından biri olup, çok dua ederken sesi yükseltmemesi, yol­
bağışlayan demektir, (bk. Gâfır) (Î.K.) culuk esnasında namaz ve oruç gibi
ibadetlerde tanınan ruhsat, imamlık
ĞUFRÂN
yapanların namazı uzatmamaları, zühd
bk. Gafır, İstiğfar. ve takvasını öne sürerek evlenmeyi
ĞULÜVV terketmek isteyenlere izin verilmeme­
si gibi uygulamalar da aşırılığın tasvib
Sözlükte “normal sınırı aşmak, dav­
görmediğini bildirmektedir.
ranış ve her türlü anlayışta itidal çiz­
gisinin ötesine geçmek” demektir. Bu İslâm tarihi boyunca Müslümanlar
aşırılık ve eylem Batlarda olursa galâ, arasında yaygın hale gelen “gulüvv”ü
değer ve rütbede olursa gulüvv anlamı­ diğer bir ifâde ile aşırılığı itikadî ve
na gelir. Terim olarak gulüv, Kur’ân ve amelî olmak üzere iki grupta ele almak
sünnete göre belirlenen İslâmî anlayı­ mümkündür. İtikadî davranışlara örnek
şın sınırlarını aşan inanç ve davranışlar olarak, Ehl-i Beyte mensup imamların,
olarak tanımlanabilir. ya da veli ve şeyh olduklarına inanılan
kişilerin gaybı bildiklerine, kâinatın
Kur’ân, Ehl-i Kitab’a hitap ederken
işlerinin yürütülmesinde tasarruf sahi­
aşırı gitmemeleri için onları uyarmıştır.
İki ayrı yerde Hristiyanların kendi pey­ bi olduklarına inanmak, onların söz ve
emirlerini nass olarak kabul etmek gibi
gamberlerine gösterdikleri aşırı tepkiye
davranışlardır.
dikkat çekilmektedir. “De ki: Ey kitap
ehli! Dininizde haksız yere haddi aşma­ Amelî konularla ilgili “gulüvv” ise,
yın. Daha önceden sapan, birçoklarını emredilen veya yasaklanan hususlara
saptıran ve yolun doğrusundan uzak­ ilavelerde bulunmak şeklinde özetle­
laşan bir topluma uymayın. ” (Mâide, nebilir. Zira dinde aşırılık, insanı ama­
cından saptırır. Allah’ın koymadığı
5/77); “Ey Ehl-i Kitap! Dininizde aşırı
hükümlerin konmasına, yasaklamadığı
gitmeyin ve Allah hakkında gerçekten
işlerin de yasaklanmasına yol açar. Bu
başkasını söylemeyin... ” (Nisâ, 4/171).
da ya insanların hareket alanını daraltır
Hadis literatüründe de dinde ve veya aşırılığa götürerek dinden uzak­
sosyal hayatta görülen bütün aşırı­ laştırır. Her ikisi de dinin muhtevasına
lıklar gulüvv olarak kabul edilmiştir. zarar verir. (F.K.)
Rasûlullah’ın farz olur endişesiyle

205
H

HABER İnşâ, talebi ve gayri talebi olur.


Hadis usulü terimi olarak haber; Talebi ise; emir, nehiy, temenni, tereccî,
hadis ve eserle eş anlamlı olarak kabul nidâ, dua ve istifhâm kısımlarına; gayri
edilmiştir. Bazı âlimler Rasûlullah’dan talebi ise; teaccüp, medh, zem, kasem
(a.s.) gelen rivâyetleri hadis. Hz. ve reca kısımlarına ayrılır. Haber cüm­
Peygamber’in dışındaki kimselerden lesi; emir, nehiy, dua ve teaccup ve nefî
nakledilen sözleri haber olarak tanımla­ olabilir. (İ.K.)
mışlardır. Genellikle Hz. Peygamber’e HABER-t ÂHÂD
sahabeye ve tabiûna nispet edilen rivâ- bk. Âhâd Hadisler.
yetlerin tümüne haber denir. Çoğulu
HABERÎ SIFATLAR
“ahbâr” dır. (A.G.)
Haberi sıfatlar; Allah’ın eli, yüzü,
HABER VE İNŞÂ
gözü, gelmesi, inmesi ve yakın olması
Belagat ilminin iki kavramıdır. Söz, gibi âyet ve hadislerde geçen sıfatlar­
ya haberdir ya da inşa. Haber, sözü dır. Kur’an’da Allah’ın eli, yüzü, gözü,
söyleyen için “sözünde doğrudur” veya arşı istivası, gelmesi, insanlara yakın­
“yalancıdır” denmeye elverişli söze; lığı ve onlarla beraber olmasından söz
inşâ ise, sözü söyleyen için “sözünde edilmektir.
doğrudur” veya “yalancıdır” denmeye
“De ki lütufAllah ’ın elindedir. Onu
elverişli olmayan söze denir.
dilediğine verir” (Âl-iimrân, 3/73),
Haber: 1- îbtidaiyye olur. Muhatabın
zihni cümlenin içerdiği hükümden “Allah ’ın eli anlarının elinin üstün­
hâlidir. Bu haberde te’kit edatı olmaz. dedir” (Fetih, 48/10),
İhlas sûresinin ikinci âyeti gibi: “Allâh “Doğu ve batı (bütün yeryüzü)
samettir”. 2- Talebiyye olur. Muhatabın Allah ’ındır. Nereye dönerseniz Allah ’ın
zihni, hüküm konusunda mütereddittir. yÜZÜ İşte Oradadır” (Bakara, 2/115),
Haber “inne” “enne” vb. tekit edatı “Ey Nuh! Gözümüzün önünde ve
ile kullanılır. îsrâ sûresinin dokuzun­ vahyimize göre gemiyi yap ” (Hûd, 11/37),
cu âyeti gibi: “Muhakkak bu Kur’ân
“Ey Musa sevilesin ve gözümün
insanları en doğru yola iletir...”.
önünde yetiştirilesin diye tarafımdan
3- İnkâriyye olur. Muhatap hükmü
bir sevgi bırakmıştım ” (Tâhâ, 20/39),
inkâr etmektedir. Haber iki te’kit
edatı ile ifade edilir. Âl-i İmrân sûresi “Rabbin ve melekler saf saf geldi”
186. âyeti gibi: “And olsun ki, elbet­ (Fecr, 89/2),

te mallarınız ve canlarınız konusunda “Rahman arşa istiva etmiştir” (Tâhâ,


sınanacaksınız... ”. 20/5),

206
‘‘Kullarımı beni senden sorarlarsa beraber olmasından maksat, O’nun
(bilsinler ki) gerçekten ben onlara çok kullarının her halini görmesi, bilmesi,
yakınım ” (Bakara, 2/186), murakabesi, ve onlara yardım etmesi­
“Nerede olursanız olun O Allah dir. (Î.K.)
sizinle beraberdir” (Hadîd, 57/4). HABER-Î VÂHİD
Meallerini arz ettiğim âyetlerde bk. Âhâd Hadisler.
Allah’ın eli, yüzü, gözü, arşı istivası, HABÎBULLAH
gelmesi, yakın ve beraber olması hangi
anlamdadır? Allah yaratıklarından hiç Tabirde geçen “habîb” sevgili, seven
birine benzemez. Dolayısıyla Allah’ın ve sevilen demektir. Çoğulu, ahıbbâ
elini, yüzünü, gözünü ve gelmesini ve ahbâbtır. Habîbullah, Allah’ın çok
insanların eli, yüzü, gözü ve gelmesi sevdiği kulu anlamına gelir. Bu kavram
gibi düşünemeyiz. Öyle ise bu ayetler­ ile kast edilen insan, son Peygamber
de geçen Allah’ın bu sıfatları ne anla­ Hz. Muhammed’dir (a.s.). Bir sözün­
ma gelmektedir? de, “Biliniz ki ben Allah'ın sevgili
Bir kısım İslâm âlimleri, Kur’ân’da kuluyum, dostuyum. Ancak övünme
Allah’ın elinden, yüzünden, gözünden yoktur (övünmüyorum).” demiştir.
ve gelmesinden söz etmektedir. Biz, (Tirmizî, Menâkıb, i) Hz. Muhammed (a.s.)

bunların mahiyetini, nasıl olduklarını Allah’ın en çok sevdiği kuludur. Bu


bilemeyiz, çünkü Allah bize bildirme­ sebeple onu âlemlere rahmet olsun diye
miştir. Biz sadece bu sıfatlarını kabul bütün insanlığa Peygamber olarak gön­
ederiz. Allah’ın eli, yüzü, gözü gibi dermiş ve en mükemmel kitap Kur’ân’ı
sıfatları vardır. Fakat bunlar; bizim eli­ da O’na indirmiştir. (Î.K.)
miz, yüzümüz, gözümüz gibi değildir. HABÎR
Bu sıfatların keyfiyetlerinden, nasıl Bir şeyi bilmek, tecrübe etmek,
olduklarından bahsetmeyiz şeklinde denemek imtihan etmek, yeri sürmek
görüş beyan etmişlerdir. anlamındaki “h-b-r” kökünden türeyen
Bir kısım İslâm âlimleri ise Allah’ın habîr, bilen, haber veren, uzman, bilir­
el, yüz, göz, arşa istiva ve gelmesi gibi kişi demektir.
niteliklerini yorumlamış ve tevil etmiş­
Allah’ın sıfatı olarak habîr; her şey­
lerdir. Bu âlimlerin yorumlarına göre,
den haberdar olan, gizli ve açık hiçbir
Allah’ın elinden maksat, gücü, kudreti
şey kendisinden gizli olmayan, bütün
ve nimetidir. Allah’ın yüzünden maksat
sırları, işlerin iç yüzünü bilen, haber
O’nun zatı ve rızasıdır. Allah’ın gözün­
veren demektir.
den maksat, ilmi, yardımı, himayesi,
gözetimi ve denetimidir. Allah’ın gel­ Habîr ismi Kur’ân’da 45 âyet­
mesinden maksat emrinin gelmesidir. te geçmiştir. 17 âyette “Ö hakimdir,
Allah’ın arşı istivasından maksat; arşı habîrdir” (En’âm, 6/18), “Allah latiftir,
istila etmesi ve arşa hâkim olmasıdır. habîrdir. ” (Hac, 22/63), “Allah, alimdir,
Allah’ın inmesinde masat, nimet ve habîrdir” (Lokman, 31/34), “Allah, kulla­
rahmetinin inmesidir. Allah’ın yakın rının her halini haber alandır, (habîr)
olmasından maksat, af, merhamet ve görendir (basîr) ” (Fâtır, 35/31) terkibiyle
yardımının yakın olmasıdır. Allah’ın geçmiştir. 24 âyette Allah’ın insanların

207
yaptıklarından haberi olduğu bildiril­ lı olan maddeler; kumar, riba, rüşvet,
miştir: “Gerçekten Allah yaptıklarınız­ gasb, hırsızlık, hile zulüm vb. fiiller
dan haber almaktadır. ” (Nûr, 24/34). (A’râf, 7/157) “habis” kavramı ile ifade
Allah’ın haber aldığı eylemler için edilmiştir. Bu kavram ile nitelenen her
“ta’melûn, tesne’ûn, tef’alûn” fiille­ şey yerilmektedir (A’râf, 7/157). (İ.K.)
ri kullanılmıştır. Allah, insanların iyi HABLULLAH
veya kötü, hayır veya şer, gizli veya
Tabirde geçen “habl”, ip, ahit, and
aşikâr bütün yaptıklarından haberdar
ve eman anlamlarına gelir. “Hablullâh”,
olur: “Kullarının günahlarını haber
Allah’ın ipi demektir. Kur’ân’da bir
alıcı, görücü olarak Rabbin yeter. ’’ (isrâ,
17/17); “O (kıyamet) günü, Rabb’leri
âyette geçmiş ve “Topluca Allah ’ın
onların her halini haber almış / bil­ ipine sarılın ve ayrılmayın... ” (Âi-i imrân,
miştir. ” (Âdiyât, 100/11); “O, kulları­ 3/103) denilmiştir. Hablullah ile kasıt,

nın her hâlini haber alandır / bilendir, hak din İslâm’dır. İslâm, Allah kelamı
görendir. ” (Şûra, 42/27). Kur’ân’a ve Kur’ân’ı sözlü ve uygula­
malı olarak açıklayan Hz. Muhammed
“Habîr” isminde bilme ve O’na göre
(a.s.)’in sünnetine dayandığı için hab­
ödüllendirme ve cezalandırma anlamı
da Vardır, (bk. Mücadele 58/11; Münâfıkûn 63/11;
lullah kavramı; Kur’ân ve Sünneti,
İsrâ 17/17) (Î.K.) Allah ve Peygambere itaati ifade eder.
Bir de Âl-i İmrân sûresinin 112. âye­
HABÎS
tinde “hablin minallah” (Allah’ın ipi)
Sözlükte “kirli, pis, murdar, iğrenç, tabiri geçmiştir. Bu âyette “Allah’ın
zararlı, şerli, bozuk, kötü, hileci, entri­ ipi”, Allah’ın ahdi demektir. Allah’ın
kacı” anlamlarına gelir. Kur’ân’da; ahdi ile maksat da Allah’ın dini İslâm,
habis, habise ve çoğul şekli olan kitabı Kur’ân’dır. Bakara sûresi 256.
habâis, habîsât ve habîsûn şeklinde âyette tağutu inkâr edip Allah’a îman
15 defa kullanılmış ve bu kelimelerle eden kimsenin “sağlam kulpa / ipe”
pis, kötü, çirkin, zararlı, şerli, bozuk,
(el-Urveti’l-Vüska) sarılmış olaca­
haram, âdî, düşük, değersiz ve kerih
ğı bildirilmiştir. Bu âyetteki sağlam
olan varlıklar, mallar, insanlar, söz, fiil,
kulp / ip de İslâm Dini’dir. Dolayısıyla
amel ve davranışlar (Mâide, 5/100) kaste­
“Hablullah” ile “el-Urvetü’l-Vüskâ”
dilmiştir. Yenecek, içecek, giyilecek,
aynı anlamı ifade eder. Sağlam bir
kullanılacak, sadaka olarak verilecek
ipe / kulpa yapışmak, bir tehlikeden
şeylerin kötüsü, değersizi ve haramı
(Bakara, 2/267; Nisâ, 4/2); SÖZİerİn, Çİrkİn,
kurtulmayı ve güvende olmayı temsil
kötü ve yalan olanı (ibrâhim, 14/26), erkek­ eder. İslâm dinini kabul etmek, zul­
le erkeğin cinsel ilişkisi (Enbiyâ, 21/74); metten nura çıkmak, İlâhî azap, gazap,
İnsanların münafık (Âı-i imrân, 3/179), kâfir lanet ve hüsrandan, İlâhî mükâfat, rıza,
(Enfâi, 8/37), kötü, terbiyesiz, ahlâksız, rahmet ve felaha ermektir. Bu husus,
kirli, hâin, küfürbâz ve pis (Nûr, 24/26) Allah’ın ipine ve sağlam kulpa yapış­
olanları; toprağın verimsiz ve çorak mak ve sanlmak tâbiriyle ifade edilerek
olanı (A’râf, 7/58); ölü eti, kan, domuz eti, zihinde canlandırma imkânı sağlanmış­
alkollü içkiler, uyuşturucu vb. zarar­ tır. (İ.K.)

208
HAC HACAMAT
Kelime olarak “Allah’a yönelme, Emmek anlamındaki hacm kökün­
günahlardan arınma, Hak yolunda fera­ den türeyen hacamat, sağlığı koruma
gat gösterme, meşakkatleri göğüsleme veya tedavi amacıyla kan almak anla­
ve dinin özüyle temasa geçme” mana­ mına gelmektedir. Kan aldırmaya ihti-
sına gelen hac, terim olarak, Mekke’de câm, kan alan kimseye haccâm denir.
bulunan Kabe’yi ve civarındaki kutsal Hacamat yoluyla kan alınmak veya kan
olan özel yerleri, belirli vakti içinde, toplamak istenen yere, ateşle içinin
usulüne uygun olarak ziyaret etmek ve havası boşaltılan cam bir fanus kapa­
yapılması gereken diğer menasiki yeri­ tılır. Böylece içinin havası boşaltılan
ne getirmek demektir. İslâm’ın beş esa­ fanusun emmesiyle kan burada topla­
sından biri olan hac, Hicretin 9. yılında nır. Şâyet sadece kan toplanması değil
farz kılınmıştır. de kan alınması amaçlanırsa, deride
çizikler yapılarak bu işlem yapılır.
Kur’ân-ı Kerim’de; “Gitmeye gücü
Tıp tarihinde uygulanan bu kan
yetenlerin Kâbe’yi ziyaret etmeleri,
alma veya kanı bir yerde toplama
Allâh ’ın insanlar üzerinde bir hakkı­
metodunun, tecrübelerin artması, has­
dır ” büyütülmüştür (Al-i İmran, 3/97). Hz.
talıkların sebebi ve tedavi şekliyle ilgili
Peygamber de; “İslâm beş esas üzeri­
bilgi ve imkânların değişmesiyle buna
ne kurulmuştur: Allâh ’tan başka ilâh ihtiyaç kalmamıştır. Ancak bu tedavi
olmadığına ve Muhammed’in O’nun yöntemi, halk arasında yakın zaman­
Elçisi olduğuna şahitlik etmek, namaz lara kadar yapılmaya devam etmiştir.
kılmak, zekat vermek, Kâbe ’yi ziyaret Hijyenik olmayan ortamda ve steril
etmek ve Ramazan orucunu tutmaktır. ” olmayan aletlerle bu işlemin yapıl­
buyurmuştur (Buharî, îmân, 2; Müslim, îmân, 5). ması, tıp bilgisi bulunmayan kimseler
Ayrıca hadislerinde haccın önemini ve tarafından icra edilmesi sağlık açısın­
yararlarını belirtmiş; nasıl yapılacağını dan önemli tehlikeler doğurabilecek­
fiilen göstermiştir. tir. Özellikle şeker hastalığı ve hemo­
Gücü yeten, yani sağlık ve servet fili gibi hastalıklarda hayati tehlike
yönünden haccetme imkânına sahip, arz eden sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu
hür, akıllı ve buluğ çağına erişmiş nedenle, tedavinin modern tıp yönte­
miyle yapılması yerinde olacaktır. (Î.P.)
Müslüman’ların, ömürlerinde bir defa
haccetmeleri farzdır. Bu şartları taşıyan HACB
kişinin, imkân elde edince, geciktirme­ Sözlükte “örtmek, engellemek”
den bu farzı yerine getirmesi gerekir. anlamlarına gelen hacb, klasik fıkıh
Hayatında bir defa hac yapmış olan eserlerinde, bir mirasçının, ölen kim­
Müslüman’ın bir daha haccetmesi seye kendisinden daha yakın mirasçı
gerekmez. bulunması sebebiyle miras hakkından
Yapılış şekli bakımından hac üçe mahrum olmasını ifade etmektedir.
ayrılır; ifrat haccı, kıran haccı ve temet­ Buna göre mirastan belirli bir
tü’ haccı. (bk. İfrat Haccı, Kıran Haccı, pay sahibi olan mirasçıların (ashab-i
Temettü’ Haccı) (İ.P.) ferâiz), ölen kimseye kendisinden daha

209
yakın bir hısımının bulunması halinde, Allah’u ekber (Allah’ın adı ile Allah en
ya mirastaki payları azalır, ya da tama­ büyüktür) denilerek selamlanır. (Î.K.)
men mirastan mahrum kalır. Mirastaki HACET NAMAZI
payının azalmasına hacb-i noksanı^
însan, ihtiyaçlarını çalışarak ve
tamamen mirastan mahrum kalması­
sebeplere yapışarak karşılar. Bununla
na da hacb-i hirmânî denir. Ashab-i
birlikte dünyevî ve uhrevî bir ihtiyacı­
ferâizin mirastaki hisselerini aldıktan
nı elde edebilmek için Allah’tan yar­
sonra kalanı alan yakın kan hısımları
dım ister, dua eder. Hacet namazı da
(asabe) ise, ölene kendilerinden daha
bu tür bir ihtiyacı için kılınan namaza
yakın bir asabenin bulunması halinde,
denir. Peygamberimiz (a.s.) bu konuda
mirastan tamamıyla mahrum kalırlar.
şöyle buyurmuştur: “Kimin Allah’tan
Ancak asabe sınıfına giren baba ve
veya insanlardan bir dileği varsa, şart­
babanın babası bundan istisna edilmiş­
larına uygun güzel bir abdest alsın,
tir. Bunlar oğul veya oğlun oğlu ile bir­
sonra Allah’a hamd ve senada bulun­
likte bulunduğunda asabelik sıfatlarını
sun, Peygambere salât ve selam getir­
kaybederler, ancak ashab-i ferâiz olarak
sin ve şöyle dua etsin; Lâ ilâhe illal-
mirastan pay alırlar. Ölenin çocukları,
lâhü’l-halîmüT-kerîm, sübhânellâhi
eşi ve anne-babası, onun en yakınları
RabbiyeT-arşiT-azîm, el-hamdü lillâhi
sayıldığından, aralarına daha yakın bir
RabbiT-âlemîn, es’elüke mûcibâti rah-
akrabanın girmesi düşünülemez. Bu
metike ve azâime mağfiretike, ve’l-
sebeple de, bu kişiler için hacb-i hir­
ismete min külli zenbin ve’l-ganîmete
mânî söz konusu değildir; ancak hacb-i
min külli birrin ve’s-selâmete min külli
noksândan söz edilebilir. (Î.P.)
ismin, lâ teda’ lî zenben illâ ğafertehû
HACER-Î ESVED ve lâ hemmen illâ ferrectehû, ve lâ
Siyah taş demektir. Kâ’be’nin doğu hâceten hiye leke rıdan illâ kadaytehâ,
köşesinde bulunan 18-19 cm kutu- yâ erhamer-râhımîn (hilim ve kerem
runda kırmızımsı, esmer, parlak bir sahibi Allah’tan başka ilah yoktur, ulu
taştır. îbrâhim ve İsmail (a.s.) tarafın­ arşın Rabbi Allah’ı noksan sıfatlardan
dan Kâ’be inşa edilirken Ebû Kubeys tenzih ederim, her türlü övgü âlemle­
dağından getirilmiştir. Kâ’be’nin doğu rin Rabbi Allah’a mahsustur, Ey mer­
köşesine, tavafa başlangıç işareti ola­ hametlilerin en merhametlisi Allah’ım!
rak konulmuştur. Tavafa başlarken, her Rahmetini, bağışlamanı, bütün günah­
şavtın sonunda ve sa’ye başlarken bu lardan korunmayı ve kurtulmayı ve her
taşı istilam etmek sünnettir. Hz. Ömer türlü iyiliği isterim, bütün günahlarımı
(r.a.) Hacer-i Esved’i öpmüş ve; “Çok bağışla, bütün sıkıntılarımı gider, bütün
iyi biliyorum ki sen faydası da zararı ihtiyaçları ancak sen giderebilirsin)
da olmayan bir taş parçasısın. Eğer (Tirmizî, Salât, 140, 348).
Rasûlullah (a.s.) ’in öptüğünü görme­ Hâcet namazı, dört veya on iki rekat
seydim seni öpmezdim” demiştir. (Buhârî, olarak kılınır. Dört rekat olarak kılın­
Hac, 50) Dolayısıyla Hacer-i Esved, tenha dığı zaman birinci rekatta Fatiha’dan
olur ve imkân bulunursa öpülür, yoksa sonra üç âyet’el-kürsî, diğer üç rekatta
uzaktan eller kaldırılıp bismillah’i ise Fatiha’dan sonra birer kere İhlas,

210
Felak ve Nâs sûreleri okunur. Namazda ağır borç yükü altına giren müflis
sonra yukarıdaki dua okunur. (Î.K.) olması veya ödeme gücü bulundu­
HACİR (Hacr) ğu halde borcunu ödememesi halin­
de söz konusudur. Hanefilerden Ebû
Sözlükte “engellemek, kısıtlamak, Yusuf, Muhammed ile, İmam Malik
yasaklamak” anlamına gelen hacir, bir ve Şafiî’ye göre, alacaklılarının talepte
fıkıh terimi olarak, kişinin sözlü/malî bulunması halinde hâkim, müflis borç­
tasarruflarından men edilmesi şeklinde luyu hacreder; alım-satım, tasarruf ve
tarif edilmiştir. Bu tariften de anlaşıldı­ ikrardan meneder. Mirasçıların korun­
ğı gibi, kişi hacredilmekle medenî hak­ masına matuf olarak, ölüm hastalığında
lardan istifade etme ve onları kullan­ bulunan kişinin tasarrufları ile kişinin
ma ehliyetini kaybetmiş olmaz; sadece malının 1/3’ünden fazlasını vasiyet
elinde mevcut haczi caiz mallarında, etmesi kısıtlanmıştır. Bunların tasar­
özellikle alacaklılara zararlı olacak rufları, mirasçılarının iznine bağlıdır,
tasarruf yetkisi elinden alınmış veya (bk. Maraz-i Mevt) (Î.P.)
kısıtlanmış olur. Hacir tedbiri konulan
HÂCÎYYÂT
kimseye mahcûr denir.
Muteber maslahatlardan ikinci
Hacir, mahcûrun veya üçüncü şahıs­
mertebeyi teşkil eden maslahatlardır,
ların yararlarının korunmasına yönelik
(bk. Maslahat) (Î.P.)
bir tedbir olup, sebepleri; çocukluk,
akıl hastalığı, bunama, sefahet, borç, HACİZ (Hacz)
kölelik ve ölüm hastalığı şeklinde sıra­ Sözlükte “menetmek, iki şeyin ara­
lanabilir. Küçük, deli, bunak ve malı­ sını ayırmak” anlamına gelen haciz,
nı saçıp savuran sefihin hacredilmesi bir alacağın ödenmesini sağlamak
kendi yararını korumak sebebiyle; için, alacaklı lehine, yetkili organlar
borçlu ve ölüm hastasının tasarrufları­ tarafından, borçlunun para, mal veya
nın kısıtlanması ise üçüncü şahısların haklarına hukuken el konulmasıdır.
haklarını korumak sebebiyledir. Borçlunun haciz edilebileceği konu­
Kendisini malî yönden korumak sunda mezhepler ittifak etmiş olmakla
amacıyla hacir altına alınan küçük, birlikte, şartları ve hangi durumlarda
deli, bunak ve sefihin tamamen kendi haciz uygulanacağı hususunda farklı
zararına olan tasarrufları geçersizdir; görüşler belirtmişlerdir.
hibenin kabulü gibi tamamen yararına Malikî ve Şafiî mezheplerinde, deyn
olan tasarrufları geçerli; diğer tasar­ borçları için cebri icra ilk önce borç­
rufları ise velî veya vasisinin iznine lunun mallarına yöneliktir. Hapis ise
tabidir. ikinci derecede bir cebri icra tedbiri
Alacaklıların korunması gaye­ kabul edilmiştir. Bu görüş, hem sonuca
siyle, borçlunun hacir edilmesi Ebû ulaşmak açısından, hem de ekonomik
Hanife’nin dışında kalan fakihlerce olması açısından daha uygundur. Hz.
kabul edilmiştir. Borç nedeniyle hacir Peygamber’in ve Hz. Ömer’in uygula­
konulabilmesi için, alacaklıların talebi maları da bu doğrultudadır.
üzerine hâkim kararı alınması gerek­ îslâm bilginleri, borçlunun zaruri,
lidir. Borç sebebiyle hacir, borçlunun aslî ihtiyaçlarını giderecek mallarına

211
haciz konmayacağı konusunda ittifak HADDİ AŞMAK
etmişlerdir. Buna göre, oturduğu eve, Allah’ın insanlar için koyduğu
giyim ve ev eşyalarına, meslekleriyle sınırları yani ilkeleri, kuralları, emir
ilgili araç ve gereçlerine haciz konu­ ve yasakları ihlal etmek demektir.
lamaz. Bununla birlikte aslî ihtiyaçlar, Türkçe’de bu kavram aşırı gitmek anla­
örf-âdet, zaman, muhit ile borçlunun mında kullanılmaktadır.
durumuna göre değişebileceğinden, Kur’ân’da haddi aşmak, “i’tedâ”
bunun tayin ve tespitinin, hâkimlerin kavramı ile ifâde edilmiştir. Haddi aşan­
takdirine bırakılması yerinde olacaktır. lara “mu’tedî” denilmiştir. Mu’tedî;
(Î.P.) saldıran, zulmeden, aşırı giden, hak­
HAÇ sızlık eden anlamlarına da gelir (Bakara,
2/176, 190, 229, 231). înkâr etmek, Allah
Hristiyanlığın simgesel olarak ifa­
ve Peygambere isyân etmek de haddi
desi olan ve artı (+) işaretine benzeyen
aşmaktır: "Haddi aşmayın, çünkü Allah
işarete denir. Hristiyanlarca, Hz. İsâ’nın
haddi aşanları sevmez” (Bakara, 2/190;
idâm edildiği kabul edilen dar ağacına
Mâide, 5/87) âyetiyle Allah haddi aşmayı
benzetilerek oluşturulan bu şekil, tarih
haram kılmış, haddi aşanların kalplerini
boyunca, bu dinin simgesi olmuştur.
mühürleyeceğini (Yûnus, 10/74) ve onları
Arapça’da buna salib denilmiştir. (Î.U.)
cehennemle cezalandıracağını (Kâf, 50/25)
HAD CEZALARI bildirmiştir. (Î.K.)
Sözlükte “sınır çizmek, tarif etmek, HADES
iki şeyi birbirinden ayırmak, ceza tat­ Bazı ibadet ve fiillerin yapılmasına
bik etmek, sınır, tanıma” gibi anlamlara engel olan hükmî kirliliğe hades denir.
gelen had, bir fıkıh terimi olarak mik­ Abdestsizlik ve cünüplük hali hades
tar ve keyfiyeti nasslarla belirlenmiş olarak nitelendirilir. Namazın altı şar­
cezaî müeyyideler demektir. Çoğulu tından (dışındaki farzları) birisi olan
hudûddur. hadesten taharet tabiriyle, bu hükmî
Kur’ân-ı Kerim’de on üç yerde kirlilikten temizlenmek kastedilir.
geçen had ve hudûd kelimesi, ıstılah Hades biri küçük ve diğeri büyük
manasından çok genel anlamında kul­ olmak üzere ikiye ayrılır; namaz abdes-
lanılmış; Allâh’ın koyduğu ölçüler, tinin olmaması küçük hades, cünüplük,
çizdiği sınırlar, emir ve yasakları kas­ ay halî (hayız) ve loğusalık (nifas) ise
tedilmiştir (Bakara, 2/229; Nisâ, 4/14; Tevbe, büyük hades olarak adlandırılır. Küçük
9/112; Talâk, 65/1). Hadislerde de had keli­ hadesten temizlenmek için abdest alın­
mesi, daha çok sözlük anlamında ola­ ması, büyük hadesten temizlenmek için
rak ve Kur’ân’daki muhtevasını yan­ ise gusledilmesi gerekir. Abdest almak
sıtacak şekilde yer almaktadır. Klasik veya gusül için su bulamayan veya
fıkıh kaynaklarında ise; kamu hukuku bir mazereti sebebiyle kullanamayan
olarak yerine getirilmesi gerekli olan, kimse teyemmüm eder.
miktar ve keyfiyeti nassla belirlen­ Abdestsiz olan kişinin, namaz kıl­
miş cezâî müeyyideler anlamında ması ve Kâbe’yi tavaf etmesi caiz
kullanılmaktadır. (Î.P.) değildir. Cünüp olan kimse ise, bunlara

212
ilave olarak, Kur’ân-ı Kerim’e doku­ (derler)'' (A’râf, 7/43) âyetlerindeki “hidâ­
namaz, okuyamaz ve camiye giremez. yet” bu anlamdadır.
(Î.P.) Bu dört hidâyet sırasıyla birbirine
HÂDÎ bağlıdır; birincisi olmadan İkincisi,
İkincisi olmadan üçüncüsü, üçüncüsü
Doğru yolu göstermek, irşâd etmek,
olmadan da dördüncüsü hasıl olmaz.
doğru yola gitmek anlamındaki “h-d-y”
Dördüncü varsa ilk üçü, üçüncü varsa
kökünden türeyen hâdî (çoğulu hüdât),
ilk ikisi önceden var demektir.
yol gösteren, rehber, mürşit demektir.
Gerçek anlamda hâdî Allah’tır.
Allah’ın sıfatı olarak hâdî; lütfü ile kul­
Mecâzî anlamda insan için de hâdî
larına hidâyet eden, kurtuluşa götüren
denilmiştir. Kur’ân’da “hâdî” ismi
ve doğru yolu gösteren demektir.
özellikle Peygamberler ve Allah için
Allah’ın insanlara hidâyeti 4 şekil­ kullanılmıştır. “Her toplumun bir
de olur: a) Her mükellef insana akıl, hâdî'si vardır” (Ra’d, 13/7)
kabiliyet, anlayış ve zarurî bilgiler ver­
Allah’ın sıfatı olarak hâdî iki âyette
mesiyle: “(Musa), Rabbimiz, her şeye
geçmiştir: “...Gerçekten Allah, îman
yaratılışını veren sonra ona doğru yolu
eden kimseleri doğru yola mutlaka ile­
gösterendir, ’ dedi, (hedâ) ” (Tâ-hâ, 20/50)
tendir. ” (hâdî) (Hac, 22/54); “Yol gösteri­
âyetinde geçen “hidâyet” bu anlam­
ci (hâdî) ve yardım edici (nasîr) olarak
dadır. b) Gönderdiği peygamberler ve
Allah yeter.'' (Furkân, 25/31).
indirdiği kitaplar vasıtasıyla insanla­
Allah’ın hidâyet etmesi Kur’ân’da
ra doğru yolu göstermesiyle: “Onları
daha çok “hedâ-yehdî” fiiliyle ifâde
(peygamberleri) emrimizle doğru yolu
edilmiştir. “Allah kime hidâyet ederse
gösteren önderler yaptık...” (Enbiyâ,
doğruydu bulan odur...” gerçeği birçok
21/73) âyetinde geçen “hidâyet” bu
âyette vurgulanmıştır (bk. A’râf, 7/178; isrâ,
anlamdadır, c) Doğru yola gelmek iste­
17/97; Kehf, 18/17); “Allah kime doğru yolu
yeni bu isteğinde muvaffak kılmasıyla:
gösterirse artık onu saptıran olmaz... ”
“Hidâyete erenlere gelince Allah onla­
(Zümer, 39/37). Allah, kimi de saptırırsa
rın hidâyetlerini arttırmış ve onlara onun için doğru yolu gösteren, (A’râf,
takvalarını vermiştir. ” (Muhammed, 47/17), 7/186), dost, mürşid (Kehf, 18/17) ve yardım­
“...Kim Allah'a îman ederse, Allah cı (Nahi, 16/37) yoktur. “Allah, dilediğini
onun kalbine hidâyet eder... ” (Teğâbün, doğru yola iletir... ” (Bakara, 2/213), “dile­
64/11) âyetlerindeki “hidâyet” bu anlam­ diğini de sapıtır...” (İbrahim, 14/4).
dadır. d) Âhirette cennete koymasıyla:
Allah’ın hidâyeti veya saptırma­
“Onlara (Allah yolunda savaşanlara) sı keyfi değil bir bilgiye, hikmete
hidâyet edecek ve durumlarını düzel­ ve insanların davranışlarına göredir.
tecek, onları (dünyada iken) kendile­ Çünkü Allah âdildir, zâlim değildir.
rine tarif ettiği cennete sokacaktır. ” Kur’ân’da kimlere hidâyet ettiğini,
(Muhammed, 47/5-6), “(Cennet halkı)... kimlere etmediğini bildirmiştir. Mesela
lütfedip bizi buraya getiren (hedana) fâsıklara, zalimlere, kâfirlere (Bakara,
Allah'a hamd olsun, Allah bize hidâ­ 2/26, 258, 264), yalancı nankörlere (Zümer,
yet etmeseydi biz hidâyete eremezdik... 39/3), müşriklere (Mü’min, 40/28) hidâyet

213
etmez. Ancak “kendisine yönelenlere HÂFIZ - HAFÎZ
hidâyet eder.” (Ra’d, 13/27). Allah, yolun­ Ezberlemek, zihinde tutmak, sak­
dan sapanı da hidâyete ereni de bilir lamak, korumak anlamındaki “h-f-z”
(Nahl, 16/125). (Î.K.) kökünden türeyen hâfız, ezberleyen,
HADİS zihninde tutan, saklayan, koruyan
demektir. Hafız, hâfız kelimesinin
Söz, haber, yeni şey anlamlarına
mübalâğalı şeklidir. Hafız kelimesi,
gelen hadis (çoğulu ehâdis), terim ola­
din ıstılahında farklı anlamlara gelir:
rak, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve tak­
Koruyan ve esirgeyen anlamında
rirleridir. Bu tanıma göre hadis, sünnet­
Allah’ın güzel isimlerinden biridir.
le eş anlamlıdır. Bazı hadisçiler, sahabe
Kur’ân’ı başından sonuna kadar hatasız
ve tabiûn sözlerini de hadis kavramına olarak ezberleyenlere, yüz bin hadisi
dahil etmişlerdir. Bu tanıma göre hadis, senet ve metinleriyle birlikte ezberle­
haber ve eser ile anlamdaş olur. yip râvîlerin terceme-i hallerini bilen
Hadisler, delil değeri açısından; muhaddislere de hâfız denir. Çoğulu
sahih, hasen ve zayıf; kaynağı açısın­ hu/faz-, hafaza, hafızın ve hafızât’dır.
dan merfû, mevkuf ve maktû; senet Kur’ân’da “hâfız” kavramı tekil
sayısı açısından, mütevâtir, meşhûr ve ve çoğul şekliyle 28 defa geçmekte­
âhâd (aziz, garîb); senedinin mutta­ dir. İnsanların hayır ve şer, sevap ve
sıl olup olmaması açısından, müsned günah, iyi ve kötü, doğru ve yanlış
(mevsul), muttasıl, munkatı, mu’dal, bütün inanç, söz, fiil ve davranışlarını
mürsel, muallak, muanan, müennen, amel defterine yazarak koruyan yazı­
müdelles kısımlarına ayrılır. (A.G.) cı meleklere hâfız (Târik, 86/4) hâfizin
HADÎS USÛLÜ (infitâr, 82/10) ve ırzlarını, namuslarını
(Nîsâ, 4/34; Ahzâb, 33/35) koruyan mü’min-
bk. Mustalahu’l-Hadis.
lere “hâfızîn” ve “hâfizât” denilmiştir.
HADR Kur’ân’da bu kavram, sözlük anla­
Sözlükte “dolmak, şişmek, hızlı mında insanı bir tehlikeden koruyan
söylemek” anlamına gelen hadr. kıra­ (Yûsuf, 12/12, 63), gİZİİyİ bilen (Yûsuf, 12/81)
at ilminde Kur’ân-ı Kerim’in tecvîd ve bekçi (Mutaffifîn, 83/33) anlamında da
kaidelerine uygun olarak okunduğu üç kullanılmıştır.
tarzdan hızlı olanına denir. (M.C.) Allâh’ın sıfatı olarak hâfız, muha­
HAFÂ faza eden, koruyan, kollayan ve göze­
Sözlükte “kapalılık” anlamına gelen ten demektir. “Kur’ân-ı biz indirdik
hafâ, fıkıh usulünde harici bir sebepten ve O’nu koruyacak olan da bizizfle
dolayı lafızda meydana gelen kapalılı­ hâfızûn) ” (Hicr, 15/9) âyetindeki hâfizûn,
ğa denir, (bk. Hafi) (Î.P.) azamet çoğuludur. Kur’ân-ı tahrif ve
yok olmaktan korumayı Allah, kendi­
HAFAZA MELEKLERİ si üstlenmiştir: “En hayırlı koruyucu
İnsanın sağ ve sol yanında bulunup Allah’tır. O merhametlilerin en mer­
bütün söz, fiil ve davranışlarını kay­ hametlisidir. ” (Yûsuf, 12/64). Allah’ın bu
deden meleklere denir, (bk. Kiramen âyetteki “hâfız” vasfı, yaratıklara yöne­
Katibin) (Î.K.) liktir. Allah, mahlukatı korur, gözetir.

214
Hafiz kelimesi 11 âyette geçmiştir. namazlarda kıraatin gizli yapılması
Bunlardan üçü Allah, diğerleri pey­ manasına gelmektedir.
gamber (En’âm, 6/104), mü’min ve kitap Fıkıh usulünde âyet ve hadis lafız­
(Kâf, 50/32) ile ilgilidir: “...Rabbim her ları açıklık ve kapalılık yönünden bir
şeyi koruyup gözetendir. ” (hafiz) (Hûd, tasnife tabi tutulmuştur. Manası kapalı
11/57); “...Rabbin her şeyi koruyandır. ” olan lafızlar da kendi arasında, hafi,
(Sebe’, 34/21). müşkil, mücmel ve müteşâbih olmak
Allah’ın “hâfiz” vasfı; gökleri, üzere dörde ayrılmıştır. Bunlardan hafi,
yeri ve ikisinde olanları yok olmaktan kapalılık derecesi en az olanıdır.
koruduğunu, yaratıkları helâk olmak­ Aslında âyet ve hadisin lafzında
tan, şerlerden muhafaza ettiğini; insan­ bir kapalılık bulunmamakla birlikte,
ların iyi veya kötü bütün amellerini bir kısım olay veya şeylerin bu nassın
sözlerini, niyetlerini bildiğini, onları kapsamına girip girmediğinde kapalılık
tespit edip sakladığını, ondan hiçbir mevcuttur. Başka bir ifadeyle hafi, kap­
şeyin gizli olmadığını, hiçbir ameli samında bulunması muhtemel fertler­
zayi etmeyeceğini ifade eder. "'Onları den birine veya bir kısmına delaletinde
korumak Allah "a ağır gelmez. ” (Bakara, kapalılık bulunmasıdır. Bu kapalılık,
2/255) âyeti Allah’ın “hafiz” vasfını lafzın olaylara tatbiki sırasında orta­
ifade etmektedir. Hafiz kelimesi vekil, ya çıkmakta olup çoğunlukla, normal
muhafız, murakıb ve rakîb, kelimele­ olarak lafzın kapsamında bulunması
ri ile anlamdaştır (bk. Hicr, 15/16-18; En’âm, gereken fertlerden birinin özel ve ayrı
6/61; Kâf, 50/18). (Î.K.) bir adlandırma veya hükme konu olma­
sından kaynaklanmaktadır. Eksik veya
HAFÎ
fazla bazı özellikleri sebebiyle başka
îkram etmek, vermek anlamında­ adlar alan bu fertlerin lafzın kapsamına
ki “h-f-v” kökünden türeyen “hafi” girip girmediği açık değildir. Meselâ;
(çoğulu, hufevâ’) çok ikram eden, bir kefen soyucu ve yankesici hırsız sayılıp
şeyi derinlemesine bilen âlim demektir. sayılmayacağında böyle bir kapalılık
Allah’ın sıfatı olarak hafi; çok ikram söz konusudur.
eden, son derece iyilik ve lütuf sahibi,
Hafi lafızdaki kapalılık, bu yönde
her şeyi bilen demektir. yapılacak bir inceleme ve araştırma
Bu kelime Kur’ân’da iki âyette; ile giderilebilir. Müçtehit, bu konudaki
biri bilen, haberdar olan anlamında nasslara başvurmak ve hükmün kon­
peygamberin sıfatı (A’râf, 7/186), diğe­ masındaki gayeyi göz önünde bulun­
ri de Allah’ın sıfatı olarak geçmiştir: durmak suretiyle yapılan bir araştırma
“(İbrahim babasına) selam sana ” dedi. sonucunda, lafzın manasının kapalılık
Senin için Rabbimden mağfiret dileye­ bulunan fertlerde tam olarak gerçekleş­
ceğim. Çünkü o bana çok lütufkârdır tiği kanaatine varırsa, hükmün bunlara
(hafif7 (Meryem, 19/47). (Î.K.) da uygulanacağına karar verir; bu kana­
Fıkıh usulü terimi olarak hafi; hari­ ate ulaşmazsa, aksi yönde hükmeder.
cî bir sebepten dolayı kapsamındaki Kıraatin hafi olarak yapılması, oku­
fertlerin bir kısmına delaletinde kapa­ yanın kendinin işitebileceği kadar bir
lılık bulunan lafıza denir. Fıkıhta ise, sesle okumasıdır. Namazda, Fatiha ve

215
zammu sûrelerin dili kıpırdatmaksızın HAFÎ ZİKİR
ve ses çıkarmadan zihinden geçirilmesi Allah’ı yüksek olmayan sesle veya
kıraat olarak kabul edilmemiştir. Ancak içten anmak demektir, (bk. Cehri Zikir)
kıraat ederken yanındakine işittirecek (İK.)
ve onun huşû ve huzurunu bozacak HAFÎZ
derecede yapması da doğru değildir.
Namaz dışında ise, dili hareket ettir­ Çok koruyan, kollayan ve gözeten
meden Kur’ân okumak ibadet olarak anlamında Allah’ın sıfatlarında biridir,
kabul edilmiştir. (bk. Hâfız) (Î.K.)

Cemaatle ve tek başına kılınan HAHAMBAŞILIK


namazlarda, öğle ve ikindi namazları Yahudiliğe / Museviliğe men­
ile gündüz kılınan nafile namazlarda, sup kişilerin Türkiye’deki en yüksek
kıraatin hafi olarak yapılması gerekir. dinî makamını ifade eden dinî-res-
Tek başına kılınması halinde sabah, mî bir unvandır. Yeri İstanbul’dadır.
akşam ve yatsı ile gece kılınan nafile Hahambaşı, Türkiye’deki Musevî yurt­
namazlarda kişi serbesttir; dilerse sesli taşların en üst dinî yetkilisidir. (İ.U.)
(cehri), isterse gizli (hafi) okuyabilir. HÂİN
Ancak bu namazların cemaatle kılın­
bk. Hıyanet.
ması halinde, ayrıca Cuma ve bayram
namazlarında imamın sesli olarak oku­ HAK DÎN
ması vaciptir. (İ.P.) Hak Din, Allah’ın peygamberle­
HÂFİD ri vasıtasıyla gönderdiği dine denir.
Bu din, tevhit esasına dayanan İslâm
İndirmek, alçaltmak, eksiltmek, ikâ­
dinidir. İlk peygamberden itibaren
met etmek, geçimi ve hayatı iyi olmak,
bütün peygamberlerin tebliğ etti­
mütevazi olmak, mütevazi davran­ ği hak dinin adı İslâm (Âi-i imrân, 3/19;
mak anlamlarındaki “h-f-d” kökünden Bakara, 2/132; Yusuf, 12/40), bu dini kabul
türeyen hâfid, indiren, alçaltan, vakur, edenlerin adı da müslümandır (Hac,
sakin, mütevâzi demektir. Allah’ın sıfa­ 22/78). Muamelat ile ilgili bazı kurallar
tı olarak hâfid; dünya ve âhirette, inkâr Peygamberden peygambere değişmiş
ve isyân eden kimseleri; şan, şeref ve ise de Hak Dinin temel ilkelerinde bir
itibar bakımından alçaltan, değersiz değişme olmamıştır. Hz. Muhammed
yapan ve cezalandıran demektir. (a.s.)’in gönderilmesiyle son şeklini
Allah’ın bu sıfatı, Tirmizî’nin el- almıştır: '‘Bugün size dininizi kemale
esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde erdirdim, size nimetimi tamamladım
geçmiştir (Deavat, 83). Kur’ân’da kıyamet ve din olarak İslâm ’dan razı oldum... ”
için “alçaltıcıdır, yükselticidir” (hâfida- (Mâide, 5/3) âyeti bu gerçeği ifade etmek­
râfia) denilmiştir (Vâkı’a, 56/3). Aslında tedir. Kur’ân’da İslâm, “DinüT-Hak”
toplumları kıyamet kopunca alçaltıp kavramı ile de ifade edilmiştir (Tevbe,
yükselten Allah’tır. Mecazen bu husus, 9/33). Hak dinin üç ana unsuru vardır;
kıyamete nispet edilmiştir. Allah, kıya­ İlahîdir, akıl sahiplerine hitap eder ve
met gününde kâfir ve âsileri, cehenne­ ihtiyarîdir. Din İlahî olmayınca hak din
mine koyarak alçaltır. (Î.K.) olmaz. Aklı olmayanın dinî mükelle-

216
fıyeti yoktur. İhtiyarî olmayınca yani hayatın en yüksek seviyede yaşana­
isteyerek kabul edilmeyince dinin rak İlâhî sırlara âşinâ olunması gibi
tesiri olmaz, böyle bir kimsede “diya- anlamlarda kullanılmaktadır. Böylece
net/dindarlık” bulunmaz. Hak dinin dini, sadece şekil ve merasimden iba­
vasıfları şu âyette sayılmıştır: “(Ey ret görmeyip, bunların yanı sıra ondan
Peygamberim!) De ki: ‘Rabbim, beni daha önemli olan anlam ve özüne değer
dosdoğru yola, dosdoğru dine, Allah ’ı vermek gerekir. Bu ise dinî hükümlerin
birleyen İbrahim'in dinine iletti..’.” gaye ve hikmetlerine uygun bir şekilde
(En’âm, 6/161). yorumlanması, eksiksiz uygulanması
İslâm, emir ve yasaklarında, hüküm ve yaşanması anlamına gelmektedir.
ve kurallarında eğrilik ve yanlışlık Hakikat ile şeriat bir paranın iki yüzü
bulunmadığı, dosdoğru olduğu için gibidir. Hakikatsiz (özsüz, anlamsız)
“Hak Din” ve “Sırat-ı Müstakim” şeriat makbul değil, şeriatsız hakikat
adını almıştır. Dinin hak din olması için ise bâtıldır. îkisi arasında tam bir uyum
bütün kurallarının İlâhî olması gerekir: vardır. (M.C.)
Cibril hadisi diye meşhur olan hadiste HAKÎKAT-İ MUHAMMEDİYYE
hak din; îmân, İslâm ve ihsan kavram­ Muhammedi gerçek anlamı­
larıyla nitelenmiştir. Hadisin sonun­ na gelen bu kavram tasavvufta, Hz.
da Peygamberimiz Hz. Muhammed Muhammed’in mânevi şahsiyetini ifade
(a.s.)’in ‘‘işte bu Cibril idi. İnsanlara etmek için kullanılır. Mutasavvıflara
dinlerini öğretmek için gelmiştir” göre Hz. Peygamber’in cismanî haya­
beyanı bunu ifade etmektedir (Buhârî, tından ayrı bir varlığı daha mevcuttur.
îmân, 37). (Î.K.)
Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk
HAKEM defa hakikat-i Muhammediyye var
Allâh’ın sıfatlarından biri olup, hük­ olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten
meden, karar veren, hakîm anlamlarına ve onun için yaratılmıştır. Âlemin var
gelir.(bk. Hâkim) (Î.K.) olma gayesi, sebebi ve maddesi bu
hakikattir. (M.C.)
HAKİKAT
HÂKÎM (Hakîm, Hakem,
Sözlükte “gerçek, sabit ve doğru
Hayru’l-Hâkimîn, Ahkemü’l-
olmak, gerekmek, bir şeyi gerçekleş­
tirmek” gibi anlamlara gelen hakk Hâkimîn)
kökünden türetilmiştir. Hakikat keli­ Hükmetmek, hâkim olmak, hikmetli
mesi Kur’ân’da geçmez. Bazı hadis ve olmak, yönetmek, men etmek, dönmek
haberlerde yer alan “Allah’ı bilmenin ve sağlam yapmak anlamındaki “h-k-
hakikati, takvânın hakikati” gibi ifade­ m” kökünden türeyen hâkim hük­
lerde (bk. Buhârî, îmân, 1; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16) meden, karar veren, yargıç; hakem”
hakikat kelimesi “en doğru, en mükem­ (çoğulu hakeme), uzman, hâkim;
mel olan” anlamında kullanılmıştır. Bir hakîm (çoğulu hukemâ’), hikmet sahi­
mantık terimi olarak hakikat, düşünce­ bi, âlim, hâkim, filozof, doktor; hay-
nin dış dünyadaki nesnelere uygunlu­ ru’l-hâkimîn, hâkimlerin en hayırlısı;
ğunu ifade eder. Tasavvufta ise zâhirin ahkemü’l-hâkimîn. hâkimler hâkimi
ardındaki örtülü ve gizli mâna, dinî demektir.

217
Dört kelime de Kur’ân’da Allah’ın uymayan hükümler “cahiliyye hükmü­
sıfatı olarak kullanılmıştır. Hâkim dür.” (Mâide, 5/50).
kelimesi Kur’ân’da tekil olarak değil; Allah’ın hüküm verdiği daha çok
“hayru’l-hâkimîn” ve “ahkemü’l- “hakeme - yahkümü” fiili ile ifade
hâkimîn” terkipleriyle geçmiştir. edilmiştir. “...Hükmü Allah verir.
Herhangi bir konuda insan da O ’nun hükmünün arkasına düşüp onu
hüküm, karar verir, taraflar arasında geri çevirecek yoktur...” (Ra’d, 13/41);
ihtilaflı konuları çözümler. İnsanların “...Allah istediği hükmü verir. ” (Mâide,
hüküm ve kararlarında yanılma ihtimali 5/1); “O gün mülk Allah’ındır. O, onla­
vardır. Allah’ın hükmünde ise yanılma, rın aralarında hükmeder... ” (Hac, 22/56);
hata ve zulüm asla yoktur. Çünkü O, ‘‘Allah kıyamet günü aranızda hüküm
hâkimler hâkimi, hüküm verenlerin en verecektir... ” (Nisâ, 4/141) ve benzeri âyet­
hayırlısıdır: ler; Allah’ın hâkim vasfını ifade etmek­
Hayru’l-hâkimîn terkibi üç âyette tedir. Kur’ân’a uygun bir şekilde (Mâide,
geçmiştir: “(Şuayb, kavmine) eğer içi­ 5/48, 49) adaletle hükmetmeyi emreden
nizden bir kısmı benimle gönderilene (Nisâ, 4/58, Mâide, 5/42) Allah, her hükmün­
îman etmiş, bir kısmı da îman etme­ de âdildir, en güzel hükmü verendir.
miş ise Allah, aramızda hükmedinceye "... İyice bilen bir toplum için Allah ’tan
kadar sabredin. O, hükmedenlerin en daha güzel hüküm veren kim olabilir? ”
hayırlısıdır ” (A’râf, 7/87); “(Ey peygam­ (Mâide, 5/50).
berim!) Sana vahyedilene uy ve Allah Hakem kelimesi iki âyette geçmiş­
hükmünü verinceye kadar sabret. O, tir. Bunlardan biri Allah ile ilgilidir: “O
hükmedenlerin en hayırlısıdır. ” (Hûd, size kitabı açıklanmış olarak indirmiş
11/109; bk. Yûsuf, 12/80) iken ben Allah ’tan başka bir hakem mi
Ahkemü’l-hâkimîn terkibi iki isteyeyim?... ” (En’âm, 6/114).
âyette geçmiştir: “Nuh Rabbine şöyle Dilciler, “hakem” ile “hâkim” keli­
seslendi: Rabbim! Oğlum ailem- melerinin aynı anlamda olduğunu söy­
dendir. Senin sözün elbette haktır ve lemişlerdir. Hâkim ve hakem, haklı ile
sen hâkimler hâkimisin.” (Hûd, 11/45); haksızı, suçlu ile suçsuzu ayırt eder,
“Allah, hâkimler hâkimi değil mi?” ihtilaflı konuları çözümler.
(Tûr, 95/8). Kur’ân’da en çok hakim ismi zikre­
Allah, dünyada peygamber ve dilmiş, 97 âyette geçmiştir. Bunlardan
kavmi arasında hüküm verip uygu­ 92’si Allah’ın vasfı ile ilgilidir. Allah’ın
ladığı gibi âhirette de (Hac, 22/56) top­ sıfatı olarak hakim; her işi, her hükmü,
lumlar ve insanlar arasında adaletle her emir ve yasağı, hikmetli, doğru, isa­
hükmedecektir. betli ve bir amaca yönelik olan, yara­
Allah’ın Kur’ân’da bildirdiği emir tıkları mükemmel ve sağlam bir şekilde
ve yasakları, helal ve haramları, öğüt vâr eden, onları iyi bilen anlamlarına
ve tavsiyeleri de birer hükümdür gelir.
(Mümtehine, 60/10). Gerçek hükmü veren Hakim ismi; “habîr”, “alî”, “hamîd”,
Allah’tır. Kur’ân, Allah’ın bir hük­ “aziz”, “alîm”, “vâsi”’ ve “tevvâb”
müdür (Ra’d, 13/37). Kur’ân ölçülerine isimleriyle birlikte zikredilmiştir:

218
"'Şüphesiz Allah, azizdir, hakimdir. ” ancak Allah apaçık haklın ” (Nûr, 24/25).
(Bakara, 2/220); “Şüphesiz Allah alimdir, "Eğer, hak, onların arzularına uysaydı
hakimdir. ” (Tevbe, 9/28); "O, hakim­ gökler, yer ve bunların içinde bulunan­
dir, habîrdir. ” (En’âm, 6/18); "Şüphesiz lar bozulur giderdi... ” (Mü’minûn, 23/71);
Allah, tevvâbdır, hakimdir. ” (Nûr, 24/10); "(Allah) buyurdu ki; Hak (benim adım­
"Şüphesiz O, yücedir (alî) hâkimdir. ” dır) ve ben gerçeği söylerim. ” (Sâd, 38/84)
(Şûrâ, 42/51); "Allah, (nimeti) geniş olan­ Kur’ân’da 221 defa geçen “hak"
dır, (vâsi) hakimdir.” (Nisâ, 4/130); kavramı ayrıca şu anlamlarda da kul­
"...(Kur "ân) hakim, hamîd (Allah ) tan lanılmıştır: Kur’ân (Kasas, 28/48), vahiy
indirilmiştir. ” (Fussilet, 41/42). (Enfâl, 8/5), risalet (Bakara, 2/109), İslâm (Nisâ,
Hakîm kelimesi 4 âyette Kur’ân’ın 4/170), adalet (A’râf, 7/89), tevhid (Kasas,
ve bir âyette Allah’ın
(Âı-i imrân, 3/58) 28/75), doğru-gerçek (Yûnus, ıo/4), gerek­
işinin (Duhân, 44/4) sıfatı olarak da lilik (Ahkâf, 46/18), İhtiyaç (Hûd, 11/79),
kullanılmıştır. (Î.K.) mal (Bakara, 2/252), nasip (Me’âric, 70/24-25),
HAKÎM beyan (Bakara, 2/71), Zekat (En’âm, 6/141),
doğru haber (Âı-i imrân, 3/60), Ka’be’nin
Sözlükte “hikmet sahibi, âlim,
kıble olması (Bakara, 2/147), batılın zıddı
hâkim, filozof, doktor” anlamına gelen
(İsrâ, 17/81).
hakîm (çoğulu hukemâ’), Allâh’ın
sıfatı olarak haklı ile haksızı, suçlu ile Hakk, “gerçek” anlamında Allah’ın
suçsuzu ayırt eden, ihtilaflı konuları isimlerine sıfat olarak da kullanılmıştır:
çözümleyen ve her işi hikmetli olan "İşte gerçek Rabbiniz Allah budun.. ”
demektir, (bk. Hâkim) (Î.K.) (Yûnus, 10/32); "Gerçek melik olan Allah

Hadis ilminde hakîm, bu ilimle yücedir... ” (Tâ-hâ, 20/114); "...O’nun sözü


uğraşanların en üst mertebesinde bulu­ haktır... ” (En’âm, 6/73); "Bilin ki gerçek­
nan kimse olarak, rivâyet edilen bütün ten Allah "in va’di haktır. ” (Yûnus, 10/55);
hadisleri metin ve senet, cerh-ta’dil ve "Allah, gökleri ve yeri gerçek olarak
târihi ile bilen kimseye denir.. (A.G.) yarattı... ” (Câsiye, 45/22).
HAKK Hakk ismi, Tirmizî ve İbn Mâce’nin
el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde
Sözlükte “inkârı caiz olmayan sabit
de geçmiştir (Tirmizî, Deavat, 83, İbn Mâce,
şey, doğru, doğruluk, adalet, hikmet,
Dua, 10). (Î.K.)
hikmete uygun vuku bulan hüküm,
görev, gerekli, ahenk, uyum, uygunluk, HAKKA’L-YAKÎN
pay, hisse, kısmet ve vâr olma” anlam­ Yaşayarak elde edilen bilgidir. Kalp
larına gelen hakk kavramı, Allah’ın ile sezilip bizzat duyulan ve basiretle
isim-sıfatı olarak; gerçekten var olan, müşahade olunarak yaşanmak suretiyle
varlığında şüphe bulunmayan, varlığı, hasıl olan bilgi mertebesidir. Bu bilgi
ilah ve rab oluşu hak olan, eşyayı vâr yakîn ifâde eden bilgilerin en yüksek
eden, gerçek anlamda mülk sahibi olan, mertebesini teşkil eder. Bu yüzden “tat­
yok olmayan hakkı izhar eden ve âdil mayan bilmez” denilmiştir. Hakka T-
olan demektir. yakîn mertebesine ulaşan kimselere
"...Gerçekten ancak Allah hak’tır... ” ehl-i marifet (marifet sahibi) ve arif
"...Gerçekten
(Hac, 22/6, 62, Lokmân, 31/30); denir. Bunların elde ettikleri bilginin

219
sözle ifâdesi güçtür. Bazı müfessirle- mek, zayıflatmak, yahut akardan elde
re göre Kur’ân’ın şu âyetleri ilmin bu edilmesi istenen faydayı engellemek
mertebesine işaret etmektedir: “Ve O, gibi önemli ve büyük bir zarar olma­
gerçekten kat’î bilginin ta kendisidir ” sı halinde dava ve menetme hakkına
(Vakfa, 56/95); “Şüphesiz ki bu, kesin ger­ sahiptirler. (Î.P.)
çektir. ” (Hâkka, 69/51). (F.K.) HAKK-I MECRÂ
HAKK I CİVAR Mecrâ suyun aktığı yer demektir.
Türkçe’de komşuluk hakkı şeklinde Hakk-ı mecrâ ise, sulama suyunu baş­
ifade olunan bu hakları, dinî ve ahlâkî kasının akarından geçirme hakkıdır.
yönlerinin yanında, irtifak hakları içe­ Göl, ırmak, dere gibi bir sudan akarını
risinde mütalaa edilen fıkhî yönü de sulama hakkı bulunan bir akar sahibi­
vardır. nin, kendi akarı ile bu su arasında bulu­
nan araziden irtifak hakkına dayanarak
İslâm dini toplumsal dayanışma­
suyu akıtmasına hakk-ı mecrâ denir.
ya büyük önem vermiş, bu çerçeve­
Komşu akar sahiplerinin bu hakkı önle­
den olmak üzere komşuluk haklarına
meye yetkileri yoktur. Mecrâ birkaç
riâyet önemle tavsiye edilmiştir. Hz.
kişinin arasında ortak ise, bunlardan
Peygamber, “Cebrail bana komşu­
biri, aşağıdakilerin sulamasını önle­
luk haklarını o kadar tavsiye etti ki,
yecek şekilde su yolunu kapatamaz.
ben komşuyu komşuya varis kılacak Ancak aralarında anlaşarak nöbetleşe
Sandım. ” buyurmuştur (Buharî, Edeb, 28; sulamaya razı olurlarsa, suyun tama­
Müslim, Birr, 140-141). Başka bir hadisle­
mını kendi arazilerine çevirebilirler.
rinde de, “komşusu zarar ve kötülükle­ Bunun yanında arazisi yüksek olduğu
rinden emin olmadıkça hiçbiriniz hak­ için suyun önünü kapatmadıkça sulama
kıyla îmân etmiş olmaz. ” demişlerdir yapamayan kişi, ihtiyacını giderecek
(Buharî, Edeb, 29; Müslim, îmân, 73). Komşunun kadar suyun önünü kapatabilir.
malının, canının ve namusunun korun­ Mecrâların bakım ve temizliğinin
ması, komşuya iyi davranılması ve masraf ve külfeti, mecranın durumu­
elden gelen yardımın yapılması kom­ na göre belirlenmiştir. Fırat, Dicle gibi
şuluk haklarındandır. Ayrıca, komşuya büyük nehirlerin mecralarının bakım
zarar verilecek şeylerden kaçınılması, ve temizliği, zararların önlenmesi ve
komşunun akarından istifade etme­ istifade edilebilmesi için gerekli ted­
sini engelleyecek duvar, bina, havuz birlerin alınması devletin vazifelerin-
gibi şeyler yapmaması da bu haklar dendir. Belli bir yerleşim bölgesinden
arasındadır. geçen akarsu kollarının bakım ve ıslahı
Komşuluk hakları sadece dinî ve bu sudan faydalanan kimselere aittir.
ahlâkî değil, aynı zamanda hukukîdir. Gerekli bakımı yapmadıkları takdirde
Kişilerin kendi mülklerindeki tasarruf­ devletin zorla temizletme yetkisi var­
ları, başkalarına ve özellikle komşula­ dır. Sınırlı sayıda kişinin arazisini sula­
rına zarar vermemek kaydıyla sınırlıdır. yan akarsular ise, bu sudan yararlanan
Komşular birlikte yaşamanın getirdiği kişiler tarafından bakım ve temizliği
küçük rahatsızlık ve zararlara katla­ yapılır. Bunlar bakım yapmadıkları
nacaklardır. Ancak, binaya zarar ver­ takdirde, zorlanmazlar. (Î.P.)

220
HAKK-I MESÎL olmayan, bir akarın diğeri üzerindeki
Mesîl, suyun aktığı yer, geçtiği geçiş hakkı, bu hakkı ortadan kaldı­
yol demektir. Hakk-ı mesîl ise, yukarı racak hukukî bir sebep bulunmadıkça
taraftaki akardan ihtiyaç fazlası suyun, engellenemez. (Î.P.)
saçak sularının veya atık sulann umumî HAKK-I ŞEFEH
su yollarına veya kanalizasyona ulaştır­ Şefeh kelimesi sözlükte dudak
maya yarayan su yolları veya kanalların anlamına gelir. Hakk-ı şefehin kelime
aşağıdaki akardan geçirilmesi hakkıdır. manası da, “dudak hakkı” demektir.
Bu suların akıtıldığı yerler, açık, kapalı, Bir fıkıh terimi olarak ise, insanların ve
kanal, künk, boru ve benzeri şekiller­
hayvanlarının su içme hakkı ile yemek
de olabilir. Önemli bir zarar meydana
pişirmek, abdest almak, gusletmek,
gelmediği müddetçe men edilemezler.
çamaşır yıkamak gibi ev ihtiyacı için
Akarın sahibinin değişmesi veya kul­
su alma hakkını ifade etmektedir. Aynı
lanım şeklindeki değişiklikler mesîl
hak için, hakk-ı şürb tabiri de kullanıl­
hakkını ortadan kaldırmaz. Bu kanal­
maktadır.
ların ıslah ve bakımı, bu haktan istifa­
de eden kişiye aittir. Diğer arsa sahip­ Bu haklar bakımından sular dörde
leri bakımın yapılmasına izin vermek ayrılmaktadır: a) Umuma ait olan
veya kendisi yaptırıp masrafını almak ırmak, nehir, çay, dere gibi sulardan
durumundadır. (Î.P.) herkesin su alma ve sulama hakları var­
dır. b) Özel dereler ile ark, kanal gibi
HAKK-I MÜRÛR
yerlerden akan sulardan kendisinin su
Mürûr sözlükte geçiş demek olup, içme ve hayvanını suvarma hakkı var­
hakk-ı mürûr “geçiş hakkı” anlamına dır; ancak sahibinin izni olmaksızın
gelmektedir. Bir akar sahibinin kendi arazisini sulama hakkı yoktur, c) Bir
akarına ulaşabilmesi için bir başka kimseye ait havuz, kuyu ve çeşme sula­
akardan geçmek mecburiyetinde olma­ rından da kendisinin su içme ve hayva­
sı halinde, bir geçiş irtifak hakkı vardır. nını suvarma hakkı vardır. Ancak bu su
Ayrıca umuma ait yollardan herkesin kaynakları kişinin mülkü içinde ve su
geçme hakkı vardır. isteyenin arazisine girmesini istemiyor­
Umuma açık yolların kıyısında­ sa, suyu kendisi talepte bulunana getir­
ki evlerin sahipleri diledikleri kadar mesi gerekir. Hatta mülk sahibi suyu
yola bakan pencere ve kapı açabilirler. vermekten kaçınırsa, başka yakınlarda
Ancak yolda yapılan veya yola uzanan, da su yoksa, ihtiyacı olan bu kişinin
bu sebeple de halkın zarar görmesine zorla suyu alma hakkı vardır, d) Su bu
sebep olan yapı ve benzeri şeyler yıktı­ kaynaklardan alınıp da su kabı, sarnıç,
rılır. Bu konuda günümüzde imar mev­ depo gibi bir yere alınmışsa, özel mül­
zuatı doğrultusunda belediyeler yet­ kiyet altına girmiş olur ve artık bundan
kilidirler. Belli şahısların özel mülkü kimsenin sahibinin izni olmaksızın ne
olan veya çıkmaz sokaklar hususî yol sulama, ne de içme, hayvanını suvarma
olarak kabul edilmiştir. Buraya sahip gibi ihtiyaçlar için su alma hakkı var­
olanların veya kullananların sokağı dır. Ancak hayatî tehlikeye maruz kalan
kapatma veya satma yetkileri yoktur. kişi, sahibinin izni olmaksızın bu sudan
Umumî veya hususî yol mahiyetinde alabilir.

221
Su alma veya sulama hakkı bulu­ da ise âlimler ihtilaf etmişlerdir. Ebû
nan kişinin, bu hakkını kullanırken mal Hanife’ye göre bu tasarruflar caiz
sahiplerine ve diğer hak sahiplerine değildir, Ebû Yusuf ve Muhammed’e
zarar vermemeleri gerekir. (Î.P.) göre ise caizdir. Günümüzde, yapılacak
HAKK-I ŞÎRB tasarrufun binaya zarar verip vermeye­
ceği konusunda mühendislere başvur­
Ziraî mahsulleri sulamak veya belir­
ması ve gerekli izinlerin alması daha
li bir sudan sırayla belirli bir müddet
yerinde olacaktır. (Î.P.)
kullanma hakkıdır. Bu hak, umuma ait
olan ırmak, nehir, çay, dere gibi akarsu­ HAKSIZ FİİL
lar ile göl, gölet gibi durgun sularda söz Hukuka aykırı olarak bir kimsenin
konusudur. Sulama kanalları da buna şahsına veya mal varlığına zarar veren
dahil edilebilir. Özel mülkiyet içerisin­ fiile haksız fiil denir. Haksız fiil borç
deki dere, ark, kanal, havuz, kuyu ve kaynaklarından birisi kabul edilmiş
benzeri yerlerden arazi sulaması ancak olup, zararı veren tazminle sorumlu­
sahibinin iznine bağlıdır. (Î.P.) dur. Haksız fiil sorumluluğu, akit dışı,
HAKK-I ŞÜRB hukuka aykırı, kusurlu bir davranışla
İnsanların ve hayvanlarının su bir kimseye verilen zararın giderilmesi
içme hakkı ile yemek pişirmek, abdest demektir. îslâm hukukunda haksız fiil
almak, gusletmek, çamaşır yıkamak sorumluluğu iki şekilde ortaya çıkar;
gibi ev ihtiyacı için su alma hakkını mübaşereten (doğrudan) zarar doğuran
ifade eder. Hakk-ı şefeh tabiri de kul­ haksız fiil ve tesebbüben (sebebiyet
lanılmaktadır. bk. Hakk-ı Şefeh. (Î.P) yoluyla) zarar doğuran haksız fiil.
HAKK-I TEALLÎ Haksız fiilin unsurlarını; davranış,
zarar, uygun illiyet bağıntısı, kusur ve
Türkçe’de kat hakkı veya üst kat
hakkı şeklinde ifade edilebilecek olan hukuka aykırılık oluşturmaktadır.
hakk-ı teallî, çok katlı binalarda ika­ Haksız fiil sorumluluğunun gerçek­
met edenlerin birbirlerine karşı hakları leşmesi için, meydana gelen zararı bir
anlamına gelir. Binayı yıkmak veya insan davranışı oluşturması ve hukuka
tahrip etmek suretiyle diğerine zarar aykırı olması gerekir. Hukuka aykırılık
veremez. Katlardan birinin yıkılması ise, kişilerin mal ve şahıs varlıkları­
veya yanması halinde, alt veya üst kat nı doğrudan doğruya veya dolaylı bir
Malikinin irtifak hakkı ortadan kalk­ şekilde koruma amacı güden, yazılı ya
maz. Gerek bu mal sahipleri ve gerekse da yazılı olmayan emredici davranış
varisleri aynı hakları kullanarak binala­ kurallarının ihlalidir. Hukuka aykırılı­
rını eski düzen üzere kurabilirler. ğın iki şartı vardır: a) davranışın, zarar
Kat malikleri binayı zayıflatacak, vermeyi yasaklayan veya zarar vermeyi
ona zarar verecek şekilde tasarrufta önlemek amacıyla belirli bir davranı­
bulunamazlar; yapmaya kalkışırlarsa şı emreden bir hukuk normuna aykırı
men olunurlar. Binaya herhangi bir olması; b) hukuka uygunluk sebepleri­
zarar vermeyen tasarrufları yapmak­ nin bulunmamasıdır. Hukuka uygunluk
ta serbesttirler. Zararlı olup olmadığı sebepleri ise; hakkın kullanılması, hak
kesin olarak bilinmeyen tasarruflar­ sahibinin izni, kamu yetkisinin kulla-

222
nılması veya salahiyetli makamın izni maksızın bir şahsın mal varlığının,
ve zarurettir. başka bir mal varlığı aleyhine çoğalma­
Haksız fiilden doğan zarar maddî sı demektir. Haksız iktisabın meydana
veya manevî zarar olabilir. Maddî gelmesi için, meydana gelen çoğalma­
zarar; Bir kimsenin iradesi dışında nın meşru herhangi bir nedene dayan­
malvarlığında meydana gelen eksil­ maması ve bu artış ile diğer mal var­
meye denir. Haksız fiil sorumluluğun­ lığındaki azalma arasında sebep sonuç
da, tazmînât için, zararın fahiş olma­ ilişkisi bulunması gerekir; istifadenin
sı gerekmez, aksine haksız fiillerin kusurlu olup olmadığına bakılmaz.
meydana getirdiği zararda azlık ve Borcu olmadığı halde borcu olduğunu
çokluk farkı bulunmaksızın tazmînât zannederek ödemede bulunması, baş­
söz konusudur. Manevî zarar ise; bir kası adına zorunlu olarak ödeme yapıl­
kişinin, kişiliğini, yani şahıs varlığını ması, buğday gibi ayrılması mümkün
olmayan iki malın birbirine karışması
oluşturan hukukî değerlerin saldırıya
haksız iktisaba örnek teşkil etmektedir.
uğraması dolayısıyla uğramış olduğu
objektif eksilme ve kayıplardır. İslâm îslâm dininde hukukî ve medenî
bilginlerinin çoğunluğuna göre, manevî muamelelerde rıza prensibine önem
zarar sebebiyle tazmînâta hükmedile- verilmiş, izni ve rızası olmadan başka­
mez. Zira maddî tazmînâtın, manevî sının malının alınması veya tasarrufta
zararı karşılaması mümkün değildir. bulunulması yasaklanmıştır. Kur’ân’da,
"'mallarınızı aranızda haksız yollarla
Zararı doğuran fiili birkaç kişi
yemeyin ” buyurulmaktadır (Bakara, 2/188;
beraberce işlemiş iseler sorumluluk­
Nisâ, 3/29). Hz. Peygamber de, "Gönül
ları ortak ve eşittir. Ancak faillerden
biri doğrudan zarar veren fiili, diğeri rızası olmadıkça bir Müslüman "in
de sebebiyet veren bir fiili işlemişse, diğer bir Müslüman ’ın malını yeme­
sorumluluk doğrudan zarar veren fiilin si helâl değildir" (Ahmed, v/72,113) ve
failine yüklenir. "Şüphesiz bu günleriniz nasıl mukad­
des bir gün, bu aylarınız nasıl mukad­
Gerek şahsa ve gerekse mala yöne­
des bir ay ve bu şehriniz nasıl mukad­
lik haksız fiillerde, daha ziyade ger­
des bir şehir ise, canlarınız, mallarınız
çekleşmiş zararın tazmini cihetine
ve namuslarınız da öyle muhteremdir,
gidilmiş; gerçekleşecek zararlar, belir­
tecavüzden korunmuştur" (Tecrid ıv/412,
sizlik nedeniyle tazmin edilmesi gere­
vı/334, x/389,395) buyurmuştur.
ken zarar olarak görülmemiştir. Haksız
fiil neticesinde zarar gören malın misli Başkasına ait bir malı haklı bir
olması halinde, misliyle; misli olma­ sebep olmaksızın iktisap eden veya
ması halinde de kıymetiyle tazmin böyle bir işlem sonucu mal varlığı artan
edilir. (Î.P.) kimse, aldığı şeyi sahibine iade etmek­
le yükümlüdür. Malında eksilme olan
HAKSIZ KAZANÇ kişinin de bunu talep etme hakkı var­
Modern hukuk literatüründe, haksız dır. İktisap edilen malda bir değişiklik
iktisap, sebepsiz zenginleşme, sebepsiz olmamış ve aynen mevcut ise sahibine
iktisap tabirleriyle de ifade edilen hak­ iade edilir. Aynen iade edilmesi müm­
sız kazanç, hukukî bir sebebe dayan­ kün olmaması halinde, mislî mallardan

223
ise misli, misli mal değil ise kıymeti dine mahsus halleri vardır. Manevî
mal varlığında azalma olana verilir. halleri yaşamakta olan bir sâlikten bazı
Zenginleşme konusu bir mal değil de, kerâmetler zuhur edebilir. Bu itibarla
malın menfaati veya hizmetten yarar­ ehl-i hâl bazen duası makbul kerâmet
lanma ise, bu menfaat veya hizmetin sahibi velî anlamına da gelir. (M.C.)
piyasa değerinin (ecr-i misil) ödenmesi
HALEF (Halefıyyet)
gerekir. (Î.P.)
Sözlükte “bir şeyin yerine geçen
HÂL
şey, bedel; sonraki nesil veya kişi” gibi
Sözlükte “değişme, dönüşme, anlamlara gelen halef, fıkıh literatürün­
durum ve tavır” gibi anlamlara gelen de aslın zıttı olarak, aslın yerine geçen
hâl (çoğulu ahvâl) bir tasavvuf terimi manasına kullanılmaktadır. Meselâ,
olarak, insanın iradesi ve çabası olma­ hastalık veya su bulunmaması sebe­
dan İlâhî bir lütuf olarak kalbe gelen biyle abdest veya gusül alma imkânı
his ve bunun ruh ve bedene yansıması olmaması halinde teyemmüm bunların
demektir. Neşe - hüzün, kabz - bast gibi halefi olarak yerine geçer. Aynı şekilde
rûhî durumlar gelip geçici bir his ve müvekkilin yerine iş gören vekil, onun
heyecân olup süreklilik göstermezler. halefidir. Aslın yerine geçme işine de
Ancak bir hal yok olunca, hemen onun halefıyyet denir.
ardından onun bir benzeri veya zıddı
Genel olarak, aslın ifası mümkün
olan başka bir hal meydana gelir. Hz.
olmaması halinde halefi onun yerine
Peygamber’in sohbetlerinde bulunan
Hanzale ibn Rebî’in O’nun huzurun­ geçer. Gasp edilen malın aynen iadesi
da iken cennet ve cehennemi gözüy­ mümkün olmaması halinde misli veya
le görüyormuş gibi bir hal yaşaması, kıymetinin verilmesi bu çerçevedendir.
huzurundan ayrılınca da bu duygula­ Aynı şekilde, namazın vaktinde iadesi
rın kaybolması, durumundan yakınan mümkün olmaması; abdest veya gusül
Hanzale’ye, Hz. Peygamber’in bu alma imkânı bulunmaması halinde bun­
hallerin zaman zaman meydana gele­ ların halefi olan kaza veya teyemmüm
bileceğini, ancak devamlılık arzetme- yerlerine geçebilir. Halefıyet şahsî, aynî
yeceğini haber vermesi (Müslim, Tevbe, ve küllî, cüzî şeklinde tasnif edilmek­
12) mutasavvıflarca hâl sahibi olmanın tedir. Şahsî halefiyet, bir hukukî ilişki­
önemini belirtmek üzere örnek olarak de, bir kimsenin başka birinin yerine
verilir. Sûfîler, ancak yaşanarak anla­ geçmesi, onun yerine kaim olmasıdır.
şılabilmesi, sözle ve yazıyla anlatma Kefil, vekil bu tür bir halefiyettir. Aynî
veya anlaşılma imkânı bulunmamasın ­ halefıyyet ise, bir malın diğerinin yeri­
dan dolayı tasavvufa, ilm-i hâl adını ne kaim olmasıdır. Buna ikâme pren­
vermişlerdir. Geçici olan duyguların sibi de denir. Küllî halefıyyet, mirasta
(hâl) süreklilik arzetmesine, makam olduğu gibi bir mâmelekin tamamının
denilmektedir. Makamlar, irade ile ve bir başkasına intikal etmesidir. Cüzî
çalışarak elde edilir, haller ise sami­ halefıyyet ise, belirli bir malın başka­
mi olarak iyi işler ve güzel davranış­ sına intikal etmesidir. Miras hukukunda
lar ortaya koyanlara Allah’ın lütuf ve belirli bir malın vasiyet edilmesi halin­
bağışlarıdır. Ayrıca her makamın ken­ de, bu malı alan kişi cüzî haleftir. (Î.P.)

224
HALÎFE bulunmamaktadır. Bu nedenle, seçim
Sözlükte “arkada olmak, birinin usulü ve şartları zamanın şartlarına
arkasından gelmek, yerine geçmek” göre düzenlenir. (Î.P.)
anlamlarına gelen half kökünden HÂLİK
türetilmiş olan halife (çoğulu hulefa, (Hallâk, Ahsenü’l-Hâlikîn)
halâif), birinin yerine geçerek onun Tahmin etmek, ölçmek, bir şeyi
adına iş yapan demektir. Tasavvufta, yaratmak, ömeksiz meydana getirmek,
şeyhi adına irşad faaliyetinde bulu­ yalan uydurmak, bir şeyi düzeltmek,
nan, ölümünden sonra da yerine yumuşatmak, elbise eskimek, güzel
geçen kimse, insân-ı kâmil anlamında huylu olmak, yumuşak olmak, düz
kullanılmaktadır. olmak anlamlarındaki “h-l-k” kökün­
“ ...Yeryüzünde bir halîfe yarataca­ den türeyen hâlik Allah’ın sıfatı olarak;
ğım... ” (Bakara, 2/30), “...Sizi yeryüzünün yaratıcı demektir.
halîfeleri kılan... “ (En’âm, 6/165; Nemi, Allah’ın hâlik sıfatı, Kur’ân’da
27/62) meâlindeki âyetlerde geçen halî­ sekiz âyette geçmiş ve her şeyi yarata­
fe kelimesi Hz. Âdem ve soyunu ifade nın Allah olduğu bildirilmiştir: “De ki,
eder. (M.C.) Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O tektir,
Dini literatürde halîfe denilince daha kahhardır. ” (Ra’d, 13/16); “O Allah yara­
çok devlet başkanı, en yüksek yönetici tan, var eden, şekil verendir...’’ (Haşr,
anlamına gelmektedir. Halîfe ve hilafet 59/24).
tabiri, Hz. Peygamber’in vefatından Kur’ân’da Allah’ın bütün varlıkları
sonra, onun yerine devlet başkanı olarak yaratmasıyla ilgili olarak bu kökten fiil,
geçenler için, Hz. Peygamber’in yerine isim ve mastar şeklinde pek çok kelime
geçerek dini koruyan, dünya işlerini kullanılmıştır. Bütün bunlar, yaratma­
düzenleyen anlamında kullanılan bir nın sadece Allah’a özgü olduğunu ifade
ıstılahtır. Halîfe tabirinin yanında, emî- etmektedir. “Allah’tan başka yaratıcı
ru’l-mü’minîn de denmiştir. mı var?... ’’ (Fâtır, 35/3) “Allah, dilediğini
Klasik fıkıh kitaplarında halîfe yaratır. ”; “Her canlıyı sudan yaratmış­
veya devlet başkanının seçim, tayin tır. ” (Nûr, 24/45)
veya tespit yollarından en başta gele­ îki âyette “hâlik” kelimesinin çoğu­
ni bey’at usulü olarak gösterilmekte­ lu olan “hâlikûn” geçmiştir ki bu,
dir. Seçme ehliyetine sahip kişilerin, yaratıcıların çokluğu anlamına gelmez.
seçilme ehliyetini haiz bir kimseyi Bu, azamet çoğuludur. “Attığınız meni-
seçip ona sadakatlerini bildirmele­ yi gördünüz mü? O ’nu siz mi yaratıyor­
ri şeklinde yapılır. Bilindiği gibi Hz. sunuz yoksa yaratan biz miyiz? ” (Vâk’ıa,
Peygamber’in vefatından sonra ashap, 56/58-59)
Benî Saide’nin gölgeliğinde toplanarak Hallâk sıfatı, hâlik kelimesinin
devlet başkanlığı konusunda görüşmüş­ mübalâğa ifade eden şeklidir. Devamlı
ler ve Hz. Ömer’in teklifi ile Hz. Ebû yaratan, mükemmel bir şekilde yaratan
Bekir’e bey’at etmişlerdir. demektir. Kur’ân’da iki âyette geçmiş­
Kur’ân ve hadislerde devlet başka- tir: “Gerçekten senin Rabb ’in hallaktır,
nının seçimi konusunda açık bir hüküm alîmdir. ” (Hicr, 15/86; bk. Yâsîn, 36/81)

225
Ahsenü ’l-hâlikîn, yaratanların, “...Allah ganîdir, halimdir. ” (Bakara,
takdir ve tasvir edenlerin en güzeli, 2/235,263); “...Allah, şekûrdur, halimdir. ”
en iyisi demektir. Bu vasıf, Allah’ın (Teğabun, 64/17); “...Allah, âlimdir, halim­
mutlak ve mükemmel yaratıcı, takdir dir. ” (Nisâ, 4/12)
edici olduğunu ifade eder. Kur’ân’da Halim sıfatının çoğunlukla “ğafûr”
iki âyette geçmiştir: “Yaratanların ismiyle birlikte geçmesi, hilmde; affe-
en güzeli Allah ne yücedir. ” (Mü’minûn, dicilik, bağışlayıcılık ve hoşgörülülü­
23/14; Bk. sâffât, 37/125). Âyetlerde geçen
ğün esas olduğunu ifade eder. Kızmayı
“hâlikîn” kelimesi takdir ve tasvir edi­ ve öfkelenmeyi gerektiren bir davra­
ciler demektir. “...İyi bilin ki yaratma
nışta bulunanı, suç işleyeni cezalandır­
ve emir O’nundur... ” (A’râf, 7/54) (Î.K.)
maya gücü yettiği halde cezalandırma­
HALÎLULLAH ması Allah’ın “halim” olmasının sonu­
Halil, samimi dost demektir. cudur. Şu âyet Allah’ın halim sıfatını
Çoğulu ehillâdır. Halîlullah, Allah’ın ifade etmektedir: “Eğer Allah yaptık­
dostu anlamına gelir. Bu tabir ile kaste­ ları yüzünden insanları (hemen) ceza-
dilen İbrahim Peygamberdir. Kur’ân’da landırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı
“Allah, İbrahim’i dost (halîl) edindi” yaratık bırakmazdı. Fakat Allah onları
denilmiştir (Nisâ, 4/125). (İ-K.) belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor... ”
(Fâtır, 35/45). (Î.K.)
HALIM
Rüya görmek, ihtilam olmak, HALKU’L-KUR’ÂN
deriden kene çıkarmak, yavaş, sâkin, bk. Kelam Sıfatı, Mihne.
sabırlı, ağırbaşlı ve yumuşak davranış­
HALLÂK
lı olmak anlamındaki “h-l-m” kökün­
den türeyen halim, hâlim kelimesinin Allah’ın sıfatlarından biri olup,
mübalâğalı şeklidir. Çok ağırbaşlı, hâlik kelimesinin mübalâğa ifade eden
çok sakin demektir. Çoğulu hulemâ ve şeklidir. Devamlı yaratan, mükemmel
ahlâmdır. bir şekilde yaratan demektir. Kur’ân’da
iki âyette geçmiştir: “Gerçekten senin
Allah’ın sıfatı olarak halim; çok
Rabb ’in hallâktır, alimdir.” (Hicr, 15/86; bk.
sâkin, çok sabırlı, hemen öfkelenme­
Yâsîn, 36/81) (bk. Hâlik) (Î.K)
yen, kızmayan, heyecanlanmayan,
gücü yettiği halde cezalandırmayıp HALVET
affeden, cezada acele etmeyen, teenni Sözlükte “bir yerin boş olması, o
ile hareket eden, müsamahakâr olan yerde hiç kimsenin ve hiçbir şeyin
demektir. bulunmaması, yalnız kalma veya biriy­
Halim sıfatı Kur’ân’da hem le baş başa kalma” anlamlarına gelen
Allah’ın hem de insanın vasfı olarak halvet, bir tasavvuf terimi olarak,
kullanılmıştır. Meselâ İbrahim (a.s.) günahtan korunmak ve daha iyi iba­
halim vasfı ile nitelenmiştir (Tevbe, 9/114). det edebilmek amacıyla ıssız yerlerde
Allah’ın sıfatı olarak halim “ğafur”, yaşamayı tercih etmek demektir. Hz.
“âlim”, “ganî” ve “şekûr” isimleriyle Peygamber’in zaman zaman Mekke
birlikte 11 âyette geçmiştir: “...Biliniz yakınındaki Hira mağarasına çekilip
ki gerçekten Allah ğafiırdur, halimdir.”', burada inziva hayatı yaşaması ve iti-

226
kafa girmesi (Buhârî, Bed’ül-vahy, 3; Müslim, HAMELE-İ KUR’ÂN
îmân, 252), ıssız yerlerde Allah’ı zikredip Hamele, taşıyıcı ve yüklenmiş
göz yaşı dökmeyi teşvik etmesi (Buhârî, anlamına gelen hâmil kelimesinin
Ezan, 36; Müslim, zekat, 91) halvetin dinî çoğuludur. Sözlükte “Kur’ân taşıyıcı­
açıdan önemini ortaya koymaktadır. ları” anlamına gelen, hamele-i Kur ’ân,
Tasavvufta halvet kadar sohbet ve hiz­ Kur’ân’ın tamamını ezberlemiş ve
met de önemlidir. Bundan dolayı soh­ hâfız unvanını almış, Kur’ân’ın mana­
bet ve hizmet için insanların arasında sına âşinâ olan ve hükümlerini uygula­
bulunmak ve bütünüyle toplumdan yan kimseler için kullanılan bir tabirdir.
kopmamak gerekir. (İ.K.)
Fıkıh terimi olarak halvet sahih bir HAMÎD
nikâhtan sonra kadın ile erkeğin, üçün­ Övmek, râzı olmak, kızmak, hak­
cü bir şahsın izinsiz muttali olamayaca­ kını ödemek, teşekkür etmek anlam­
ğından emin bulundukları bir yerde baş larındaki “h-m-d” kökünden türeyen
başa kalmaları anlamına gelir. (M.C.) hamîd kelimesi; övülen, övgüye değer
HAMDELE olan demektir.
Hamîd kelimesi Kur’ân’da Allah’ın
“El-Hamdü lillah = Allah’a hamdol-
sıfatı olarak mecîd, ğaniyy, azîz, (Sebe’,
sun” cümlesini söylemeye denir, (bk.
34/6) hakîm (Fussiiet, 41/42) ve veliy keli­
Tahmîd) (Î.K.)
meleriyle birlikte 16 âyette geçmiştir:
HAMELE-Î ARŞ “...Biliniz ki gerçekten Allah, ganîdir,
Sözlükte “arşın taşıyıcıları” anlamı­ hamîddir” (Bakara, 2/267); <(O, hamîd-
na gelen “hamele-i arş'\ Allah’ın arşı­ dir, mecîddir. ” (Hûd, 11/73); “O, velidir,
nı taşıyan meleklerin adıdır. Kur’an’da hamîddir. ” (Şûrâ, 42/28).
bu melekler hakkında şöyle buyurul- Allah’ın sıfatı olarak hamîd, fiil­
maktadır: “Sûr’a bir defa üfürüldüğü, leriyle övgüye layık olan, melekler,
yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine insanlar, cinler, canlı ve cansız tüm
çarptırıldığı zaman, işte o gün kıyamet varlıklar tarafından çok övülen demek­
kopmuş olur. Gökyüzü yarılmış ve o tir. “Her türlü övgü Allah "a özgüdür ”
gün çökmeye yüz tutmuştur. Melekler, (Fâtiha, 1/2); “Yedi gök, yer ve bunların
semanın kıyılarındadır ve Rabb’ini içinde bulunanlar, O ’nu tespih ederler,
arşını taşırlar. Onların üstünde sekiz Ofnu övgü ile tespih etmeyen hiçbir
taşıyıcı (melek daha) vardır. O gün şey yoktur, ama siz onların tespihlerini
(hesap için Allah’a) arz olunursunuz. anlamazsınız, O halimdir, çok bağışla­
Hiçbir sırrınız gizli kalmaz” (Hâkka, yandır ” (İsrâ, 17/44) (Î.K.)
69/13-19). HAMİYET
Hz. Peygamberden yapılan bir riva­ Sözlükte “bir şeyin ateşte kızması,
yete göre dünyada Allah’ın arşını taşı­ öfkelenme, himaye etme, kıskanma”
yan meleklerin sayısı dörttür, kıyamet anlamlarındaki hamy kökünden türe­
kopunca sekiz tane olacaktır (bk. Yazır, yen hamiyet, bir ahlâk terimi olarak,
ilgili âyetin tefsiri) (bk. Arş) (Î.K.) din, namus ve vatan gibi üstün değer-

227
leri koruma, bunların saldırıya uğra­ arasına kin ve düşmanlık sokabilmekte,
masından dolayı öfkelenme, savun­ Allâh’ı anmaktan ve namazdan alıkoy­
mak için harekete geçme, utanç verici maktadır. Yüce Allâh içkiyi yasakladığı
bir işi yapmaktan kaçınma, aralarında âyette, “Şeytan, içki ve kumar yoluyla
kan bağı bulunan kimselerde bulunan ancak aranıza düşmanlık ve kin sok­
birbirini koruma duygusu demektir. mak; sizi, Allah ’ı anmaktan ve namaz­
Hamiyet kelimesi Kur’ân’da bir âyet­ dan alıkoymak ister Artık (bunlardan)
te iki defa geçmektedir (Fetih, 48/26). Bu vazgeçtiniz değil mi?" buyurmaktadır
âyette müşriklerin müslümanlar karşı­ (Bakara, 2/91). İçki, insanı diğer canlılar­
sındaki inatçı ve uzlaşmaz tutumları dan ayıran ve mükellef yapan özelliği
“hamiyet” olarak adlandırılmış, ancak olan aklını örtmektedir. Bu sebeple,
bunun “cahiliyye hamiyeti” olduğu can ve mal kaybına sebep olan ve pek
ifade olunmuştur. (M.C.) çok kimsenin sakat kalması sonucunu
doğuran trafik kazalarının önemli bir
HAMR
kısmını alkollü sürücüler yapmaktadır.
Sözlükte “örtmek, gizlemek, maya­ Sinir sistemini bozduğu için, cinâyetle­
lamak” gibi anlamlara gelen hamr, aklı re varan kavgalara yol açmaktadır. İçki
örttüğü için özelde şarap için, genelde boşanmalara kadar varan aile huzur­
bütün sarhoşluk veren maddeler için suzluklarına sebep olmaktadır. Bunun
kullanılmaktadır. yanında, insan sağlığını olumsuz yönde
İslâm’ın geldiği dönemde çok etkilemekte, mide ve karaciğer başta
yaygın bir şekilde kullanılan içki, bir olmak üzere iç organlarında tahribata
kerede yasaklanması halinde insanla­ neden olmaktadır. Bu nedenle Hulefâ-i
rın alışkanlıklarından hemen kurtula­ Raşidin döneminden itibaren, sarhoşa
mayacakları dikkate alınarak tedricen hadd cezası tatbik edilmesi kabul edil­
dört merhalede yasaklanmıştır. İlk önce miştir. (İ.P.)
içki, güzel rızktan ayrılmış (Nahi, 16/67); HANBELÎ MEZHEBİ
ikinci olarak kesin bir şekilde yasaklan-
Dört büyük fıkıh mezhebinden biri­
mamakla birlikte içkide büyük günah
si olan Hanbelî mezhebi, büyük hadisçi
ve faydalar bulunduğu, ancak zararının
ve fakih Ahmed b. Hanbel’in görüşleri
daha büyük olduğu belirtilmiş (Bakara,
etrafında oluşmuştur. Mezhep imamı­
2/219); üçüncü merhalede sarhoş iken
nın yaşadığı dönem ve mezhepleşme
namaza yaklaşmak yasaklanmış (Nisâ,
süreci bakımından Hanefî, Maliki ve
4/43), son olarak da kesin bir şekilde
Şafiî mezhebinden sonra ortaya çıkmış
haram kılınarak şeytan işi bir pislik
dördüncü büyük ehl-i sünnet mezhebi­
olduğu bildirilmiştir (Mâide, 5/90).
dir. Bu mezhebe mensup olan fakihlere
Hz. Peygamber, “çoğu sarhoşluk ve bu mezhebin görüşüyle amel eden
veren şeyin azı da haramdır” (Tirmizî, kişilere Hanbelî denir. Hanbelî mez­
Eşribe, 3); "içkiden sakının, çünkü içki hebi halen, başta Hicaz bölgesi olmak
bütün pisliklerin anasıdır” (Camiu’l-Usul üzere Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’da
fî Ehadîsi’r-Rasûl, V/103) buyurmuştur. yaygındır.
İçkinin haram kılınmasında pek çok Hanbelî mezhebinin hüküm çıkar­
hikmetler bulunmaktadır. İçki, insanlar mada kullandığı kaynak ve deliller

228
konusunda diğer fıkıh mezhepleri ile dan hüküm çıkarmayı sürdürmüşlerdir.
aralarında önemli bir ayrılık bulun­ Hanefî fıkhının delilleri, Kitap, Sünnet,
mamaktadır. Şer’î hükümlerin kendi­ sahabe fetvaları, icma, kıyas, istihsan,
sinden çıkarıldığı kaynaklar içinde ilk örf ve âdet şeklinde sıralanabilir. (İ.P.)
sırayı âyet ve hadisler oluşturmaktadır. HANÎF
Bundan sonra hüküm çıkarmada, saha­
be fetvaları, zayıf hadisler, maslahat ve Meyletmek anlamındaki “h-n-f.”
kıyas kullanılmaktadır. (İ.P.) kökünden türeyen hanîf kelimesi söz­
lükte; dalâletten istikâmete meyleden
HANEFÎ MEZHEBİ kimseye; din ıstılahında ise Hz. İbrahim
Ehl-i Sünnet fıkıh mezheplerinin (a.s.)Tn tebliğ ettiği hak din üzere
tarih itibariyle birincisi olan Hanefî olan ve Allah’ın birliğini kabul eden
mezhebi, ismini kurucusu sayı­ mü’minlere denir. Çoğulu hunefâdır.
lan büyük fakih İmam-ı Azam Ebû Hz. Muhammed (a.s.)’in Peygamber
Hanife’den almıştır. Mezhep imamı olarak gönderildiği Hicâz bölgesinde,
Ebû Hanife’nin asıl ismi Numan b. Yahudi, Hristiyan ve müşriklerin dışın­
Sabit olup, “İmam-ı Azam” (büyük da az da olsa hanîfler vardı. Bunlar,
imam) lakabıyla anılır. Bu mezhe­ putlara tapmıyorlar, Allah’ın birliğine
be mensup fakihlere ve bu mezhe­ inanıyorlardı.
bin görüşüyle amel edenlere Hanefî
Kur’ân’da “hanîf’ kelimesi ikisi
denir. Günümüzde Türkiye, Türkistan,
çoğul şekli olmak üzere 12 âyette
Afganistan ve Balkanlar’da bu mezhep
geçmiştir. Kur’ân’da İbrahim (a.s.)Tn
çok yaygındır. Hindistan ve Pakistan’da
dininin hanif (Bakara, 2/135; Âl-i İmrân, 3/95),
ise, Hanefî mezhebinin tek mezhep
kendisinin de müslüman bir hanif
olduğu söylenebilir.
(Bakara, 2/135; Nahl, 16/120) olduğu bildi­
Ebû Hanîfe, hocaları tarafından ken­ rilmiş, İbrahim’in dinine uyanlar ve
disine intikal ettirilen önceki nesillere “hanîf’ vasfını kazananlar övülmüştür
ait fıkhî görüşleri, rivâyetleri ve İlmî (Nisâ, 4/125; En’âm, 6/ıoi). Hz. Muhammed
mirası, içinde bulunduğu devrin şart­ (a.s.)’in tebliğ ettiği hak din İslâm da,
larını ve insanların ihtiyaçlarını dikka­ İbrahim (a.s.)Tn tebliğ ettiği hanîf din
te alarak, dinin genel ilke ve amaçları de tevhîd esasına dayalı dosdoğru yol,
açısından yeniden değerlendirmeye ve
dosdoğru dindir. “(Ey Rasûlüm!) De ki;
sınırlı nasslar ile sınırsız olaylar, nak­
Rabb’im beni sırat-ı müstakime (dos­
lin hükmü ile aklın yorumu, hadis ile
doğru yola=îslâma) dosdoğru dine,
rey arasında makul bir denge kurmaya
Allah ’ı birleyen İbrahim "in dinine ilet­
çalışmıştır. Bunun için de, Kur’ân’ın
ti...” âyeti bu gerçeği ifade etmektedir
genel ilkelerini, örf ve âdeti, kamu
(En’âm, 6/161).
yararını daima göz önünde bulundur­
muş ve istihsan metodunu sıklıkla Hanîf esasına dayalı din, fıtrat dini­
kullanmıştır. îmam-ı Azam’ın talebe­ dir. Allah, bütün insanları bu din üze­
leri ve özellikle içtihat derecesine yük­ rine yaratmıştır: “Sen yüzünü/özünü
selen Ebû Yusuf ve Muhammed, onun Allah ’ı birleyici (hanîf) olarak dine,
tedrisatını devam ettirmişler ve ondan Allah'ın dinine çevir ki Allah insan­
öğrendikleri usule uyarak kaynaklar­ ları bu din üzere yaratmıştır. Allah ’ın

229
yaratması değiştirilemez. İşte doğru vâr edensin, celâl ve ikram sahibisin
din budun Fakat insanların çoğu bunu niyazı ile senden istiyorum. Ey diri
bilmez. ” (Rûm, 30/30) olan (hayy) ey sürekli vâr olan, var­
Kur’ân’da Allah’a ortak koşmadan lıkları yöneten (kayyûm) Senden isti­
hâlis olarak Allah’ı birleyenler (hunefâ) yorum” diye dua etmiş, bunu duyan
olunması (Hac, 22/31), hanîf olarak, hak Peygamberimiz bu kişinin ne ile dua
dine yönelinmesi (Yûnus, 10/105) ve ibâdet ettiğini biliyor musunuz diye sormuş,
edilmesi (Beyyine, 98/4) emredilmiştir. onlar da Allah ve Rasûlü daha iyi bilir
(Î.K.) demişler. Peygamberimiz, Nefsim kud­
retinde olana yemin ederim ki bu zat,
HÂNİS
ism-i azam (Allah’ın en büyük ismi)
Yeminini bozan, yeminini yerine
ile dua etmiştir ki bununla dua edildiği
getirmeyen anlamında bir fıkıh teri­
zaman Allah bu duayı kabul eder, bu
midir. Yemin, yapılacak bir işe Allâh’ı
isimle bir şey istendiği zaman Allah o
şahit tutmak demek olup, yerine geti­
isteği verir” buyurmuştur (Ahmed, m, 158).
rilmesi gerekir. Bir kişi geleceğe ait bir
konuda yemin eder de yerine getirmez­ Bu hadiste geçen ve ism-i azam
se, yeminini bozmuş olur. Şâyet yemi­ olduğu bildirilen sıfatlar arasında “el-
ni Allâh üzerine yapmış ise, keffâret hannân” ismi de vardır. Allah’ın sıfatı
ödemesi gerekir. Bu keffâret, Allâh’a olarak “hannân” kullarına karşı çok
karşı işlenen bir hatanın ve mahcubi­ merhametli ve çok şefkatli demektir.
yetin, ibadet cinsinden bir davranışla (Î.K.)
örtülmeye, affedilmeye çalışılmasıdır. HARAÇ
Kur’ân-ı Kerim’de yemin keffâretinin
Sözlükte “toprağın geliri” anlamı­
on fakiri yedirmek veya giydirmek
na gelen haraç, fıkıhta toprak vergisi
ya da köle azat etmek olduğu, bunları
demektir. Haraç aslen, savaşta fethe­
bulamayan kimsenin üç gün ardarda
dilip gayrimüslimlerin elinde bırakı­
oruç tutması gerektiği belirtilmektedir
lan araziden alınan vergidir. Bununla
(Mâide, 5/89). (Î.P.)
birlikte sulh yoluyla alınıp da bir ücret
HANNÂN karşılığında sahibinde bırakılan toprak­
Çok ağlamak, inlemek, özlemek, lar için de haraç tabiri kullanılmıştır.
merhamet etmek, şefkatli olmak anla­ Fıkıh kaynaklarında sulh yoluyla
mındaki “h-n-n” kökünden türeyen elde edilen topraklar ikiye ayrılmakta­
hannân çok merhametli, kendisinden dır: Birincisi mülkiyeti Müslümanların
yüz çevirene yönelip iltifat eden, açık ortak malı olmakla birlikte, bir haraç
yol ve özleyen demektir. karşılığında gayrimüslim ahalisine
Allah’ın güzel isimlerinden biri bırakılan topraklar; diğeri ise, yapı­
olup Ahmed b. Hanbel’in rivâyet ettiği lan anlaşma ile bir haraç karşılığında,
bir hadiste geçmiştir: mülkiyeti ile birlikte gayrimüslim aha­
Bir sahâbi namazda tahiyattan liye terk edilen topraklar. Birincisinde,
sonra; “Allah’ım! Her türlü övgü araziden alınan haraç ücret hükmünde­
Sana’dır. Senden başka ilâh yok­ dir, halkı Müslüman olmakla bu vergi
tur. (Sen) hannân’sın, yeri ve gökleri düşmez.

230
Bu şekilde barış yoluyla haraç ver­ Haram, dinî bir kavram olup, bunu
gisine bağlanan veya savaşla fethedil- tespit ve tayin yetkisi sadece Allâh’a
diği halde gazilere dağıtılmayıp yerli aittir. Bu konuda insanların yetkisi
gayrimüslim ahaliye bırakılan yerlere yoktur. Hz. Peygamber’in bu konu­
arazî-i haraciyye (haraç arazisi) den­ daki hadisleri, Allâh’ın koymuş oldu­
miştir. Bu tür arazi, mülk arazî olup, ğu hükmü açıklamaktan ibarettir. Bu
sahibi üzerinde istediği gibi tasarruf nedenle İslâm âlimleri, hakkında nass
yetkisine sahiptir. Ancak bu arazîden, bulunmayan konularda ihtiyatlı dav­
haraç isimli bir vergi alınır. Bu vergi ranarak haram tabirini kullanmaktan
de, harâc-ı mukaseme ve harâc-ı kaçınmışlardır.
muvazzaf olmak üzere ikiye ayrılır. Haramı işleme ve harama ulaşma
Harâc-ı mukaseme, yerin durumuna konusunda iyi niyet, dolaylı yollar ve
göre, arazînin mahsulünden 1/10’dan vasıtalar haramı helal kılmaz. (İ.P.)
1/2’ye kadar alınan vergidir. Harâc-ı
muvazzaf ise, arazi için kesim usulü HARAM AYLARI
ile belirlenmiş olan belirli miktar akçe­ Kamerî aylardan Zi’l-Ka’de, Zi’l-
dir. Bu tür arazinin sahibi Müslüman Hicce, Muharrem ve Recep aylarını
da olsa aynı statüsünü korur ve haraç ifade etmek için kullanılan bir terkip
düşmez. (İ.P.) olup, aynı manada eşhuru’l-hurum tabi­
ri de kullanılmaktadır, (bk. Eşhuru’l-
HARAM
Hurum) (İ.P.)
Sözlükte “yasak, memnu” anlamı­
na gelen haram, dini bir terim olarak, HAREM
kesin bir delille, açık bir şekilde yapıl­ Sözlükte “korunan yer, korunan şey,
maması istenen fiildir. Hanefîlere göre yasak bölge, dokunulmazlığı olan şey­
bir fiilin haram olması için, âyet, müte- ler, çiğnenmeyen kurallar” gibi anlam­
vatir veya meşhur sünnet gibi kesin bir lara gelen harem, dinî bir terim olarak
nassla sabit olması ve açık bir şekilde Mekke ve Medine şehirleriyle çevre­
haramlığa delalet etmesi gerekir. Bu lerindeki belirli bölgeler için kullanıl­
nedenle, açık bir şekilde delalet etme­ maktadır. Mekke ve Medine’ye harem
yen veya ahad yolla sabit olan hadisle denilmesinin sebebi, zararlılar dışında
haramlık sabit olmaz. canlılarının öldürülmesi ve bitki örtü­
Haramlar, li-aynihi haram ve li-gay- süne zarar verilmesinin haram kılın­
rihi haram olmak üzere ikiye ayrılır. mış olmasındandır. Daha dar anlamda
Kendisinde bulunan kötülük sebebiy­ Mescid-i Haram da denilen Kabe’nin
le, baştan itibaren haram kılınan fiille­ etrafındaki mescit ile Mescid-i Nebevî
re li-aynihî haram denir. Zina, hırsızlık, için kullanılmaktadır.
adam öldürme bu türden haramlardan­ Harem kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de
dır. Aslında haram olmamakla birlikte, iki defa geçmekte olup, Mekke’nin
başka bir şeyden dolayı haram kılınan güvenli ve dokunulmaz bir belde
fiiller de, li-gayrihî haramdır. Bayram olduğuna işaret etmektedir. Mekke,
günü oruç tutma, Cuma vaktinde alış­ Kabe’nin inşasından itibaren harem
veriş, avret mahallinin açılması böyle kabul edilmiş ve cahiliye dönemin­
yasaklardandır. de dahi bu özelliğini korumuştur. Hz.

231
Peygamber Mekke’nin fethedildiği gün HAREM-Î ŞERÎF
yaptığı bir konuşmasında, Allâh’ın bu Şerefli harem anlamına gelen
beldeyi yerleri ve göğü yarattığı gün “harem-i şerif’, Mescid-i Haram için
haram kıldığını ve kıyamete kadar da kullanılan bir tabirdir, (bk. Harem ve
haram kalacağını belirtmiştir (Buhari,
Mescid-i Harem) (İ.K.)
Sayd, 10; Müslim, Hac, 445-446).
HARF-İ MED
Mekke ile etrafında, bitkileri kopa­
rılmamak ve av hayvanlarına zarar Uzatma harfleri demektir, (bk. Med)
verilmemek üzere belirli sınırlar için­ (İ.K.)
deki emniyetli bölgeye harem veya HARİCÎLER
harem bölgesi denir. Harem bölgele­
rinin sınırlarını Cibril’in rehberliğiyle Dinî ve siyasî konularda itaattan
Hz. İbrahim belirlemiş, sınırları göste­ ayrılıp isyân derecesine varan aşırı
ren işaretler daha sonra Hz. Peygamber görüş ve faaliyetleriyle tanınan bir fır­
tarafından yenilenmiştir. Bu sınırlar, kadır. İslâm tarihinde ilk kez meşru oto­
Medine yönünde Ten’îm, Taif yönün­ riteye başkaldıran ve kabilecilik ruhu­
de Ci’râne, Cidde cihetinde Aşâir, nu tekrar canlandırmak isteyen siyasî
Irak yolu üzerinde Seniyyetü’l-cebel, anlayışın dinî bir hüviyete bürünerek
Yemen tarafında Edâdü Libn ve Arafat toplumdan kopan radikal bir hareketin
sınırında Batn-ı Nemîre’dir. taraftarları olarak da tanımlanmaktadır.
Haremde bulunan kimseye, ihramlı Haricilik, Hz. Ali ile Muaviye ara­
olsun ihramsız olsun, zararlılar dışın­ sında cereyan eden Sıffin savaşı sonrası
daki av hayvanlarını öldürmek, kendi­
hakem meselesi yüzünden ortaya çık­
liğinden biten bitki ve ağaçları kesmek
mıştır. Bu hareketi ilk başlatanlar çölde
veya sökmek, Müslümanlara saldır­
yaşayan Temimli’ler ve taraftarlarıdır.
madıkça düşmanlarla savaşmak haram
kllinmiŞtir (Buhârî, Meğâzi, 51; Buhârî, îdeyn, 9). “Allah’tan başka hüküm sahibi yok­
Harem dahilindeki, yılan, akrep, fare, tur.” ilkesiyle tavizsiz İslâm’ı yaşadık­
yırtıcı hayvanlar ve kuşlar öldürülebi- larını iddia eden Haricîler, Hz. Osman
lir. (Buhârî, Bed’ul-halk, 16. Sayd, 7) ve Hz. Ali’yi ve bunların yönetimini
Medine ise, Hz. Peygamber tarafın­ benimseyenleri küfürle itham ede­
dan, bu şehre hicret etmesinden sonra rek öldürecek kadar ileri gitmişlerdir.
harem sayılmıştır. Rasûlullah; “Her Dinin emir ve yasaklarına uymayanları
peygamberin haremi vardır. Benim kâfirlikle suçlamışlardır. Haricî olma­
haremim de Medine’dir” demiştir yan herkes düşman ve kâfirdir. Takva
(Ahmed, 1/312). Mekke için geçerli olan ve şecaat, ibadetlere devam, sürekli
yasaklar Medine için de geçerlidir Kur’ân okuma, dini kurallara uyma
(Müslim, Hac, 457; Ebû Dâvûd, Menasik, 96). (Î.P.)
belirgin özellikleridir. Bunların ken­
HAREMEYN dilerinin dışında herkesi kâfir olarak
İki Harem anlamına gelen kelime, nitelemeleri ve şiddet uygulamaları,
Mekke ve Medine şehirlerini birlikte İslâm’la örtüşmeyen en bariz vasıfla­
ifade etmektedir, (bk. Harem) (İ.P.) rıdır. (F.K.)

232
HÂRİKULÂDE HARS (Harrâs)
Normal ve tabiî olanın üzerinde, Yalan söylemek, zan ve tahmin
çok farklı olan hadiseler için kullanı­ üzere söz söylemek, kesin olmayan,
lan bir terimdir. îslâm Akaidine göre; yanlış olan bir görüş ile iş yapmak
tabiî olan olayların dışında bazı olay­ demektir. İlim kelimesinin zıddıdır.
lar da vardır ki; bunlar da mümkünat Kur’ân’da dört âyette geçmiş ve saç­
denilen olaylardandır. Cenâb-ı Hakk’ın malamak, yalan söylemek, hakka
kudretinin eseri olarak meydana gelir­ uymayan söz, fiil ve davranışlarda
ler. Mucize ve kerametler bunların bulunmak anlamında kullanılmıştır
(En’âm, 6/116, 148; Yûnus, 10/66).
başlıcasıdır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed
HARÎM
(a.s.)’e; büyücü, yalancı ve şair diyen
Sözlükte “yasaklanan, korunan, müşrikler için “yalancılar, saçmalayan-
dokunulmayan, mukaddes olan, saygı lar, gerçeği söylemeyenler” anlamında
duyulan” anlamına gelen harîm, terim “harrâsûn” denilmiştir (Zâriyât, 51/10).
olarak, ihya edilen araziden, bu arazi­ (İ.K.)
de yapılan tesisten ve kamu malların­ HASEN HADİS
dan hak sahiplerinin gerektiği şekilde
Adalet ve zabt özelliklerini taşı­
faydalanabilmesi için, bunların çevre­
yan râvîlerin, muttasıl isnadla birbir­
sinde oluşturulan ve hukukî korumaya
lerinden rivâyet ettikleri, şaz ve illetli
alınan bölge ve müştemilat manasına
olmayan ancak; râvîleri sahih hadisteki
gelmektedir.
râvîlerin zabtından daha aşağı derecede
İhya edilen arazide açılan kuyunun, olan hadise “hasen hadis” denir. Hasen
akarsuyun, kanalın, dikilen ağacın, inşa hadis, sahih hadis ile zayıf hadis ara­
edilen evin veya tarıma elverişli hale sında yer alan, fakat sahih hadise daha
getirilen arazinin çevresinde bunlardan yakın olan bir hadis çeşididir. Hasen
tam olarak faydalanmaya imkân veren hadiste de sahih hadiste aranan beş
bir alanın bulunması zarureti ortaya şartın bulunması gerekli olmakla bir­
çıkmış ve bu amaçla çevredeki belli likte, hasen hadis râvîlerinin zabtı,
bir alan, sahibinin mülkü gibi telak­ sahih hadis râvîlerinin zabt özelliğin­
ki edilerek başkalarının müdahale ve den az aşağı derecededir. Sahih hadis
kullanımına kapatılmıştır. Aynı şekilde râvîlerinde mükemmel bir zabt aranır­
nehir, köy, yol gibi kamuya ait malla­ ken, hasen hadis râvîlerinde zabtın ana
rın çevresindeki belli bir alan da mevat esasları aranır. Bundan dolayı hasen
arazî statüsünden çıkarılarak başkaları­ hadis râvîlerinde, hadise zarar verecek
nın tasarrufuna karşı hukuken koruma derecede bir zabt hatası görülmez. Aksi
altına alınmış ve umumun istifadesine halde râvî mecruh, hadisi de zayıf olur,
açık tutulmak istenmiştir. Günümüzde, (bk. Sahih Hadis, Zayıf Hadis)
su yatağına bina yapılmasının yasak­ Hadisleri sahih, hasen ve zayıf diye
lanması, yol kenarlarında bir alanın ilk defa Hattabî (o. 388) sınıflandırmıştır.
ayrılması, orman alanları harim kapsa­ Hasen hadis, her ne kadar kuvvet
mında incelenebilir. (İ.P.) itibariyle sahih hadisten aşağıda ise de,

233
delil olma ve kendisiyle amel etmenin söz; yenilen, giyilen, içilen, kullanılan,
gerekliliği yönünden sahih hadis gibi­ insana faydası olan her türlü nimet­
dir. Fıkıh bilginlerinin tamamı ve hadis ler, güzellikler ve imkânlar, cennet ve
bilginlerinin çoğunluğuna göre, hasen nimetleri, Allah’ın rahmeti, mağfireti,
hadis, akâid esasları dışındaki bütün lütfü, sevgisi ve rızası hasene kavra­
dinî hükümlerde delildir; hükmüyle mına dahildir. Hasene çok anlamlı kav­
amel edilir. Hasen hadis, sahih hadisle ramlardan biridir. (Î.K.)
çakışırsa, sahih hadis tercih olunur.
HASET
Hasen hadis, hasen li-zâtihi ve
Türkçe’de “çekememezlik” anlamı­
hasen li-gayrihi olmak üzere iki kısma
na gelen hased kelimesi bir ahlâk teri­
ayrılır: Hasen li-zâtihî; hasen hadis mi olarak kişinin, başkalarının sahip
özelliklerini kendisinde doğrudan bulunduğu maddî ve manevî imkânla­
bulunduran hadise denir. Bu çeşit hadi­
rının elinden çıkmasını veya o imkân­
sin hasen olması için destekleyici bir
ların kendisine geçmesini istemesi
isnada ihtiyacı yoktur. Hasen li-gayri­
anlamına gelir. Kur’ân’da, Yahudilerin
hi; hasen hadis özelliklerini, kendisin­
müslümanları küfre döndürme yönün­
de direkt olarak bulundurmadığından
deki niyet ve istekleri onların nefisle­
dolayı, aslında az zayıf olduğu halde,
rindeki hasede bağlanmak suretiyle
başka bir isnadla desteklendiği için
hasedin temelde bir duygu ve niyet
hasen rütbesine yükselen hadise denir.
meselesi olduğu vurgulanmış (Bakara,
Hadislerin bir üst dereceye yükselmele­
2/109), aynı zümrenin Allah tarafından
ri şâhid ve mütâbî denen destekleyici
müslümanlara bahşedilen başarıları
hadisler sayesinde olur. (A.G.)
kıskanması da haset kavramıyla ifade
KASENE olunmuştur (Nisâ, 4/54). Ayrıca haset etti­
Güven, sıhhat, mal, servet, zen­ ği zaman hasetçinin şerrinden Allah’a
ginlik, bolluk, fetih, zafer, ganimet, sığınılması gerektiği belirtilmiştir (Felâk,
makam... gibi insanın hoşuna giden 113/5). Haset kelimesi hadislerde hem
her türlü maddî ve manevî iyiliklere ve yukarıdaki anlamda, hem de “gıpta”
nimetlere denir. Seyyie’nin zıddıdır. anlamında kullanılmıştır (Buhârî, ilim,
Çoğulu “hasenât”tır. Hasene kelimesi 15. zekat, 5. Ahkâm, 3; Ahmed, Müsned, II/9, 36).
Kur’ân’da 30 âyette geçmiş ve tevhid Hadislerde, haset hakkında olduk­
“Allah’ı birlemek, ona eş ve ortak koş­ ça sert ifadeler yer almaktadır. Buna
mamak” (Nemi, 27/89), zafer ve ganimet göre, “Bir kulun kalbinde îmânla haset
(Âl-i İmrân, 3/120), bolluk (A’râf, 7/130), Slhhat bir arada bulunmaz." (Nesâî, Cihad, 8);
ve saâdet (Râ’d, 13/6), maddî ve ma’nevî “Ateşin odunu yakıp bitirmesi gibi
nimet (Bakara, 2/201; Nisâ, 4/78-79) güzel SÖZ, haset de iyilikleri yok eder." (ibn Mâce,
iyilik ve iyi davranış (Fussiiet, 41/34) hayır­ Zühd, 22; Ebû Dâvûd, Edeb, 44). Bir başka
lı, iyi ve faydalı amel-iş (En’âm, 6/160), iyi hadiste de kin ile hasedin önemli sosyal
ve güzel (Nahi, 16/125; Ahzâb, 33/21), îman ve problemlere yol açan ahlâkî hastalıklar
sâlih ameller (Hûd, ıı/ıi4) anlamlarında olduğuna dikkat çekilmektedir (Müslim,
kullanılmıştır. îmân, 243). Din kardeşliğini pekiştirmek
îmân, namaz, oruç, hac, zekat, sada­ ve sosyal barışı sağlamak için gerek­
ka, hayır, insanlara yardım, iyilik, güzel li olan hususlar bir hadiste şu şekilde

234
sıralanmaktadır: "Dedikodunun peşi­ Allah’ın sıfatı olarak hâsib azamet
ne düşmeyin, başkalarının kusurlarını çoğulu ile hâsibîn şeklinde bir âyette
araştırmayın, birbirinize haset etmeyin, geçmiştir: “Kıyamet günü için adalet
birbirinize sırt çevirmeyin,kin gütme­ terazileri kurarız. Hiç kimseye zulme­
yin. Ey Allah'ın kulları, kardeş olun!" dilmez. (İnsanın yaptığı iş) bir hardal
(Buhârî, Edeb, 57, 58; Müslim, Birr, 24, 28, 30, 32.) tanesi ağırlığınca olsa bile onu getiri­
Haset genellikle aralarında meslekî, riz, hesap görenler olarak biz yeteriz.”
İktisadî, İlmî, siyasî ve sosyal ilişkiler (Enbiyâ, 21/47)
bulunan insanlar arasında ortaya çıkar. Allah’ın sıfatı olarak hâsib, kul­
Psikolojik ve sosyal zararları bulunan larının bütün yaptıklarını, söz, fiil ve
ve şeytanî bir huy olan haset dinimizce davranışlarını bilen, muhafaza eden ve
haram kılınmış, gıpta ve hayırda yarış­ bunlardan hesaba çeken demektir.
ma (münafese) teşvik edilmiştir. Bir İnsanlar da bilir, korur, sayar, hesa­
tür ruhî hastalık olan haset duygusu,
ba çeker, ancak bütün bu eylemle­
insan tabiatındaki bencillik eğilimin­
rinde yanılabilir, hata edebilir. Allah
den, dolayısıyla başkalarının kendisin­
için böyle bir şey söz konusu değildir.
den üstün durumda olmasına taham­
Allah’ın bu vasfını beyan sadedinde
mül edememesinden kaynaklanır. Bu
hesabı sür’atli, en sür’atli anlamında
hal hasetçiyi bir tür bunalıma sokar ve
hayru i-hâsibîn ve esre ’u ’l-hâsibîn ter­
mutsuz kılar. İnsanlar, yaratılıştan haset
kipleri kullanılmıştır: “Şüphesiz Allah,
duygusu taşımalanna rağmen bu duy­
hesabı sür ’atligörendir.” (Tevbe, 9/4) “...
guyu aklın ve dinin buyruklarına uya­
rak baskı altında tutabilirler, onun etki­ Bilin ki hüküm sadece Allah’a aittir.
sine maruz kalmaktan kendilerini koru­ O, hesap görenlerin en sür ’atlisidir. ”
(En’âm, 6/62)
yabilirler. Zira haset duygusunu bütü­
nüyle yok etmek herkes için mümkün Kıyamet günü Allah, insanları bütün
olmaz. Ayrıca haset edilen kimsenin yaptıklarından hesaba çekecek (Gaşiye,
de hasetçi ve muzır kimselere iyilik ve 88/26), hesabı çok sür’atli olacaktır. Bu
ikramda bulunarak onların kalplerinde­ sebeple kıyamet gününe “yevmü’l-
ki kötülük ateşini söndürmeye çalışma­ hısâb” (hesap günü) denilmiştir (Sâd,
ları (Kasas, 28/54; Fussilet, 41/34-36), kendisine 38/16). “Kitabı sağından verilenler,
lütfedilen nimetleri kullanırken israftan kolay bir hesaba çekilirler. ” (inşikâk,
kaçınmaları, davranışlarını başkalarının 84/8).
kıskançlığına sebep olmayacak şekilde Hasîb ismi, yeten, şâhit olan, muha­
ayarlamaları gerekir. (M.C.) faza ve muhasebe eden anlamında
HÂSİB - HASÎB, Kur’ân’da 3 âyette geçmiştir: “Hesaba
(Serîu’l-Hisâb - Esre’ül-Hâsibîn) çeken olarak Allah yeter. ” (Nisa, 4/6);
Saymak, hesap etmek, takdir etmek, “Şüphesiz Allah, her şeyi hesaplayan­
ölçmek, soylu ve şerefli olmak, san­ dır” (Nisâ, 4/86)
mak, yetmek anlamındaki “h-s-b” Hâsib ve hasîb vasfı, bütün iyilikleri
kökünden türeyen hâsib hesap eden; ve kötülükleri gören, sayan, koruyan ve
hasîb, hesap sahibi, soylu, şerefi, kâfi, mükafatını veya cezasını veren anlamı­
hesaba çeken, hesap gören demektir. na da gelir.

235
Allah’ın hesaba çeken olduğu ölülere ruhları iade edip onları hesa­
Kur’ân’da, “hâsebe - yühâsibü” fiili ile ba çekmek üzere toplaması ve top­
de ifâde edilmiştir: "Nice kent var ki lanma yerine sevketmesi demektir.
Rab ’lerinin ve O ’nun elçilerinin emir­ Toplanacak olan yere de “Mahşer”
lerine başkaldırdı, biz de onları çetin denir.
bir hesaba çektik (hâsebna) ve onlara Kur’ân-ı Kerim’de “Sizi topraktan
görülmemiş şekilde azab ettik. ” (Talak, yarattık, oraya döndüreceğiz ve sizi
65/8) "...İçinizdekini açıklasanız da tekrar oradan çıkaracağız.” (Tâ-hâ, 20/59)
gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba buyurularak; ölünce toprağa gömülen,
çeker (yühâsibü), dilediğini bağışlar, çürüyüp toprak olan insanların tekrar
dilediğine azab eder. Allah her şeye oradan çıkarılacakları haber verilmiş ve
gücü yetendir. ” (Bakara, 2/284). Ayetler; bunu imkânsız görenlere karşı deliller
Allah’ın “hâsib-hasîb” vasfını beyan getirilmiştir (Rûm, 30/19; Bakara, 2/259-260).
etmektedir. (Î.K.) Herkesin yaptığının karşılığını tam
HASİSLİK olarak alacağı cennet ve cehenneme
doğru yol alan yolcularının uğrayacak­
bk. Cimrilik.
ları bir durak olan mahşerde de, diğer
HÂSS merhale ve duraklarda olduğu gibi
Sözlükte “özel, hususî” gibi anlam­ iyiler daima izzet, ikram ve mükafat
lara gelen hâss, fıkıh usulünde, tek bir görecek, oradaki sıkıntı ve ızdıraplar-
manaya delalet eden kelimelere denir. dan korunacak; kötüler ise mahşerin
Bu kelime hayvan sözcüğü gibi cins, her türlü sıkıntı ve ızdıraplarına maruz
insan gibi tür ifade eden bir kelime ola­ kalacaklardır. Çeşitli sıkıntılarla dolu
bileceği gibi Ahmet, Mehmet gibi şahıs olan haşr, mü’minlere çok kolay, kâfir­
isimleri de olabilir. Aynı şekilde, muh­ lere ise çetin olacaktır. (F.K.)
tevasında çokluk bulunmakla birlikte HAŞVİYYE
bu çokluk sınırlı ise, lafız yine hâsstır.
Sözlükte “yastık ve benzeri eşyanın
Âlimler, hâss lafzın delaletinin kat’î
içini dolduran şey, lüzumsuz ve gerek­
olduğunda ittifak etmişlerdir. Buradaki siz söz” anlamına gelen “haşv” kelime­
kesinlikten maksat, delilden doğan sine nispet ekinin ilâvesiyle oluşan haş­
ihtimalin bulunmamasıdır. Bu kesinlik
viyye, genellikle birtakım manasız dinî
başka bir ifadeyle şöyle izah edilebi­
telakkilere sahip bilgisiz kimseler için
lir; başka bir manaya çeken bir delil
kullanılır. Bu kavramın ilk kez Hicrî II.
bulunmadıkça, vaz’ olunduğu manaya
yüzyılın başlarında ortaya çıktığı tah­
delaleti kat’îdir. Delil bulunması halin­
min edilmektedir.
de ise, bu delilin gerektirdiği manada
anlaşılabilir. (Î.P.) Haşviyye ekolüne mensup olanlar
Allah’a sıfat nispet etmek hususunda,
HAŞR O’na cisim diyecek kadar ifrata düş­
Sözlükte “bir şeyi mekân ve mes­ müşlerdir. Dinî konularda akıl yürüt­
kenden çıkarmak, toplamak, bir araya meyi reddederek sadece nakle itibar
getirip sevketmek” anlamlarına gelen etmişlerdir. Ancak bunu yaparken
haşr, terim olarak, Cenab-ı Hakk’ın özellikle ülûhiyyet meselesinde nass-

236
lar arasında bağlantı kuramayarak teş­ yen Mısır hazîne bakanının eşi Zeliha
bih ve tecsîme kadar varan anlayışları (Yûsuf, 12/25-29), ilâhlık iddia eden Fravun
benimsemiştir. İtikadî, amelî ve ahlâkî (Nâzi’ât, 79/17,24) ve helâk edilen toplum­
konularda Hz. Peygamber’e atfedilen lar (Hâkka, 69/9) “hâtf” ve “hatı’în” olarak
rivâyetleri kabul ettiklerini iddia etmiş­ itham edilmişlerdir. 2- İstemeden yasak
lerdir. Ancak Allah’a nispet edilen yüz, ve kötü olan bir fiili işlemek. Hatâen bir
göz, el, ayak gibi uzuvları aynen kabul insan öldürmek gibi (Nisâ, 4/92). Bu tür
etmiş ve O’nu cismanî bir varlık olarak hatalardan dolayı insan günahkâr olmaz.
düşünmekte bir sakınca görmemişler­ 3- Kötü ve yasak bir fiilin yapılmasını
dir. Öyle anlaşılıyor ki îsrailiyat’a veya istemek, ancak bunun zıddını yapmak.
diğer din ve kültürlere dayanan pek çok Kişi, isteğinde hata etmiş, fiilinde isâbet
asılsız rivâyet, Haşviyye anlayışının etmiştir. Bu kimse isteği sebebiyle yeri­
kaynakları arasında yer almıştır. (F.K.) lir, fiili sebebiyle övülmez.
HAŞYE Kur’ân’da “hatîe” kavramı; “zenb”,
bk. Havf ve Haşye. “ism” ve “seyyie” kavramları ile aynı
HAT SANATI anlamda kullanılmıştır (Nisâ, 4/112; Bakara,
2/81). Şirk (Allah’a ortak koşmak)
Âyet ve hadis metinlerini veya güzel
(Bakara, 2/54) İnkâr (Nûh, 71/21-25) ve nifâk
sözleri değişik yazı stili ile göze güzel
(iki yüzlülük) “hatîe” (büyük günah)
görünecek tarzda levhalara yazma sana­
olduğu gibi hırsızlık, iftira, yalan...
tına denir. Bu levhalar, genellikle süsle­
me (tehzip) sanatı ile tezyin edilir. (İ.K.) vb. söz ve fiiller de hatîe (büyük
günah) dır.
HATA
Amel defteri solundan verilecek
“Hatîe” fiilinin mastarı olan hata olan kâfirler, müşrikler, Allah’a inan­
sözlükte; hata yapmak, yanılmak, mayan ve yoksulu doyurmaya ön ayak
doğru yoldan uzaklaşmak ve günah olmayanlar (Hâkka, 69/16,25,33-34,37) hakkı
işlemek; isim olarak; hata, yanlışlık yalanlayanlar (Alak, 96/13), mütekebbir,
ve kusur; aynı kökten gelen “hatîe”
zorba, bozguncu (Kasas, 28/4) azgın, zalim
(çoğulu “hataya”) ve “hit’ü” kasten ve ve âsî olan kimseler (Nâzi’at, 79/17, 21)
bilerek yapılan günah (zenb) “hâtf”;
Kur’ân’da “hatâkârlar” (hâtie, hâti’în,
kasten günah işleyen kimse demektir.
hâli9ün) olarak nitelenmişlerdir.
“Harfe” kelimesinin dişil şekli “hatîe-
tü” çoğulu “hatîât” tır. Aynı kökten gelen “ahtae” hata
yaptı anlamında kullanılmıştır (Ahzâb,
Doğru yoldan sapmak anlamındaki
33/5). (Î.K.)
hata üç kısımdır: 1- Yapılması yasak
ve çirkin olan bir fiili bilerek yapmak. Bir fıkıh terimi olarak hata, mükel­
İnsan bu tür söz, fiil ve davranıştan lefiyeti tamamen veya kısmen kaldıran
sorumludur. Kur’ân’da, fakirlik kor­ ehliyet arızalarından biri olup, fiil veya
kusuyla çocukları öldürmek (îsrâ, 17/31) sözün, fail veya söylenenin iradesine
“hıt’en kebiren” (=büyük hata / günah) aykırı olarak vuku bulması anlamına
olarak ifade edilmiştir. Yusuf (a.s.)’ı gelir. Ayrıca hata isyân kastedilmeksi-
kuyuya atanlar (Yûsuf, 12/91-97), Yusuf zin düşülen yanlışlık, küçük günah gibi
(a.s.) ile cinsel ilişkide bulunmak iste­ anlamlara da gelmektedir.

237
Hz. Peygamber, “Ümmetimden HATTÂR
hatâ, nisyân (unutma) ve ikrah yoluyla Hâince davranmak ve ahdi bozmak
yaptıkları şeyler kaldırılmıştır" buyur­ anlamındaki “hatr” kökünden türeyen
muştur (îbn Mâce, Talak, 16). Bu hadise ve mübalâğalı isim olan hattâr insanla­
göre hata, bir özür olup, ehliyet arıza- ra hile ve entrika ile hainlik eden; ahdi
larındandır. Bu nedenle hata ile yapılan bozma, gaddarlık etme ve aldatmada
davranıştan dolayı uhrevî sorumluluk ileri giden kimseye denir. Kur’ân’da bir
bulunmamaktadır. Yani hata ile işle­ âyette geçmiş ve gaddar anlamında kul­
nen fiillerin günahları kaldırılmıştır. lanılmıştır. i6Bizim âyetlerimizi nankör
Dünyevî hükümler bakımından ise, gaddarlardan başkası inkâr etmezi
hata ile işlenen suçlarda cezaî sorum­ (Lokmân, 31/32) âyeti hattâr kavramının

luluk tamamen veya kısmen kalkmak­ kâfirlere özgü bir vasıf olduğunu ifade
etmektedir. (Î.K.)
la birlikte, malî mesuliyet düşmez.
Akitlerin kuruluşunda yapılan açık HAVAİC-İ ASLÎYYE
hatalar ise, akdi iptal eder. Buna muka­ Havâic kelimesi sözlükte “kendi­
bil, ikinci derecedeki hatalar, karşı tara­ sine ihtiyaç duyulan şeyler” anlamına
fa fesih hakkı veren bir muhayyerlik gelmektedir. Havâic-i asliyye ise, temel
doğurur. (İ.P.) ihtiyaçlar demektir. Bir fıkıh terimi ola­
rak zekata tabi olmayan temel ihtiyaç
HATÂYA
maddeleri manasına gelmektedir.
bk. Hata. İslâm’da diğer bedenî ve malî
HÂTI’ yükümlülüklerde olduğu gibi, zekat­
bk. Hata. ta da mükellefin durumu göz önünde
bulundurularak, makul ve taşınabilir
HATÎE
sorumluluk yüklenmiştir. Bu neden­
bk. Hata. le fakihler, zekat ve sadaka-i fıtr ile
HÂTİF yükümlü olmak için, kişinin temel ihti­
yaçlarından fazla olarak Nisâp miktarı
Bağıran, çağıran, seslenen anlamına mala sahip olma şartını aramışlardır.
gelen hâtif kelimesi tasavvufta gâipten Zira temel ihtiyaç miktarı ile refah ve
gelen ses anlamında kullanılmaktadır. zenginlik meydana gelmez. Temel ihti­
(M.C.) yaç miktarı mal, kişinin yaşaması için
HATİM zarurî olan miktardır.
Kâ’be’nin kuzey batı duvarının Allâh Teâlâ Kur’ân’da, “Neyi infak
karşısında, yerden 1 m yükseklikte 1.5 edeceklerini sana soruyorlar, de ki,
m kalınlığında yarım daire şeklindeki fazlayı, artanı... ” buyurmuştur (Bakara,
duvara denir. (Î.K.) 2/219). Hz. Peygamber’e bir adam gele­
rek bir dinarım var ne yapayım, dedi.
HATÎRA
Kendine harca buyurdu. Bir dinarım
Kâ’be’nin kuzey batı duvarı ile daha var dedi, ailene harca buyurdu.
Hatim arasındaki boşluğa denir, (bk. Bir dinarım daha var dedi, çocukları­
Hicr-i Kâ’be) (Î.K.) na harca, buyurdu. Adam bir dinarım

238
daha var deyince, sen daha iyi bilirsin, havale edilen yeni borçlunun borca
buyurdu (İbn Kesir, 1/256). batık olarak ölmesi veya hâkimin ifla­
Temel ihtiyaç maddeleri insanın sına hükmetmesi, havale edilenin havâ-
kendinin ve bakmakla yükümlü oldu­ leyi inkâr etmesi ve alacaklının elinde
ğu aile bireylerinin hayat ve hürriyetini delil bulunmaması gibi sınırlı durum­
korumak için muhtaç olduğu şeylerdir. larda alacaklının borcu tahsil edeme­
Bunlar, genel olarak, barınma, nafaka mesi halinde, alacaklının eski borçluya
(yiyecek, giyecek ve sağlık giderle­ rücû hakkı vardır. Günümüzde yaygın
ri), ulaşım, eğitim, ev eşyası, sanat ve olan poliçe ve çek gibi kıymetli evrak
mesleğe ait alet ve makineler, kitaplar, yoluyla borcun havalesi, ilk devirler­
den beri Müslüman toplumlarda uygu­
güvenlik amacıyla kullanılan aletler ve
lanmaktadır. Bunun yanında günlük
elektrik, su, yakıt, aidat gibi diğer carî
ticarî ihtiyaçları karşılamak amacıyla
giderlerdir.
çağın ve teknolojinin getirdiği yeni
Temel ihtiyaçları karşılamak için imkânlar da, dinin belirlediği temel
ayrılan para da, havâic-i asliyye kap­ ilkelere aykırı olmamak şartıyla caizdir
samında olup zekattan muaftır. Ancak ve mümkündür. (Î.P.)
barınma, işyeri ve ulaşım gibi temel
HAVÂRÎ
ihtiyaçları karşılamak için gerek duyu­
lan menkul veya gayrimenkulları satın Sözlükte “seçilmiş, kusursuz, taraf­
almak üzere biriktirilen para, bu şeyleri tar, özverili arkadaş, dost, bir kimseye
almak için kanalize edilmediği sürece ileri derecede yardım eden ve kendisi­
zekattan muaf değildir. (Î.P.) ni bir davaya adayan kimse” anlamına
gelen havari, din literatüründe, genelde
HAYÂLE
peygamberlere îmân edip, onlara yar­
Sözlükte “bir şeyi bir yerden başka dımcı olanlar demektir. Özel olarak
bir yere nakletme, gönderme, yönünü havârî, özellikle Hz. İsa tarafından
değiştirme, intikal” anlamlarına gelen seçilmiş, tebliğ ve irşad görevinde ona
havale, bir fıkıh terimi olarak, bor­ yardımcı olan on iki kişilik grubu ifâde
cun bir kimsenin zimmetinden başka eder.
bir kimsenin zimmetine nakledilmesi Havarilerin sayısının on iki olarak
demektir. tespiti İsrailoğulları’nın on iki kabi­
Havale işleminin kurulabilmesi ve lesiyle ilgili olduğu söylenmektedir.
sıhhatli olabilmesi için, ilgili tarafların Kur’ân-ı Kerim’de de Allah’ın yar­
razı olmaları ve ehliyetli olmaları gere­ dımcıları olarak Havariler beş ayrı
kir. Bunun yanında havalenin konusu yerde zikredilmektedir: “İsa, anlar­
borcun, zimmette sabit olabilen cins­ daki inkârcdığı sezince: Allah yolunda
ten, belli, meşru ve bağlayıcı olması bana yardımcı olacaklar kimlerdir?
şarttır. dedi. Havariler: Biz Allah yolunun
Havale akdi ile, borç eski borçlu­ yardımcılarıyız, Allah ’a inandık, şahit
nun zimmetinden yeni borçlunun zim­ ol ki bizler Müslümanlarız cevabını
metine geçer. Havale işlemi sonucunda verdiler.” (Âi-i imrân, 3/52) Havari keli­
birinci borçlu ve ona bağlı fer’î borç­ mesi Hz. Peygamber’in hadislerinde
lular borçtan kurtulmuş olur. Ancak, de geçmektedir: “Benden önce Allah

239
hangi ümmete peygamber göndermişse, duygu ve düşünceler anlamında kulla­
bu peygamberlerin hepsinin de ümmeti nılmaktadır. Tasavvufta, sâlikin kalbine
için havarileri ve sünnetini takip eden, Hak’tan, melekten, nefisten veya şey­
emrine uyan yakın dostları olmuştur" tandan gelen hitaplar, sesler anlamına
(Müslim, îmân, 89), (tHer peygamberin bir gelir. Hiçbir vasıta olmadan doğrudan
havarisi vardır. ” Benim havarim de doğruya Allah’tan gelen hitaba rabbâ-
Zübeyr ibn Avvâm ’dır” (Buhâri, Cihad, 40, ni veya hakkâni hâtır, melekten gelene
41, 135). melekî hâtır veya ilham, nefisten gele­
Hz. İsa’ya bağlılığını kanıtlayan ne nefsâni hâtır veya hâcis, şeytan­
ve on iki havari olarak kabul edilen dan gelene şeytâni hâtır veya vesvese
bu yardımcıların isimleri şöyledir: denilir. Hak hâtırı son derece güçlü-
Matta, Tomas, Petrus, Yuhanna, Yahya, dür; taşıdığı mesaj açık ve kesin olup
Büyük Yakup, Küçük Yakup, Andreas, yanılma ve yanlış anlama söz konusu
Bartholomeus, Mattias, Filipus ve değildir. Melekten gelen hâtır bir teş­
Yahuda’dır. Bunlardan dördünün İncil viktir. Nefisten gelen hâtır ya bedenin
yazarlarından olduğu söylenmektedir. zorunlu ve doğal ihtiyaçlarıyla veya
(F.K.) bunun üstündeki aşırılıklarla ilgilidir.
HAVÂRİC İhtiyaçtan fazla olan arzular yerine
getirilmemelidir. Şeytandan gelen hâtır
bk. Haricîler. ise, insanı kötülüklere kışkırtır; çirkin
HAVÂS ve haram olan şeyleri çekici gösterir.
Sözlükte “bir nesneyi diğerlerinden Hâtırın dinî hükümlere uygun olması
farklı ve üstün kılan nitelik” anlamı­ bunun melekten, aykırı bulunması da
na gelen hâssa kelimesinin çoğuludur. nefis veya şeytandan geldiğini gösterir.
Seçkinler anlamında genellikle avam (M.C.)
karşıtı olarak kullanılır. Tasavvufta, HAVELÂN-İ HAVL
“herkeste bulunmayan birtakım bilgi­
Sözlükte havelân kelimesi dönmek,
lere ve hallere, yetenek ve ruh temizli­
dolaşmak ve değişmek; havi kelime­
ğine sahip veliler” anlamında kullanıl­
si de, yıl anlamına gelmektedir. Buna
maktadır. Bunların en üstün olanlarına
göre havelân-i havi, “bir senenin geç­
hâssü ’l-havâs adı verilir. Havâs, haram
mesi” demektir. Bu kavram, fıkıhta
ve mekruhlardan titizlikle kaçınması,
zekatın şartları arasında yer almaktadır.
nâfîle ibadetlere önem vermesi ve böy-
Zekâtı verilecek bir malın üzerinden bir
lece birtakım özel bilgilere ve hallere
kamerî yılın geçmesi gerekir. Toprak
sahip olmaları bakımından avamdan
mahsullerinin zekâtı ile hazine ve defi­
ayrılır. (M.C.)
ne vergisi dışında kalan zekâta tabi
HAVÂTIR malların zekâtının verilmesinin farz
Sözlükte “aklına gelmek, hatırla­ olması için üzerinden bir yıl geçmesi
mak, içine doğmak” anlamına gelen gerekir. Başka bir ifadeyle, Nisâp mik­
hutur kökünden türeyen hâtır kelime­ tarından fazla namî malın üzerinden bir
sinin çoğuludur. Kavram olarak ise, yıl geçmesi halinde zekâtı verilmesi
insanın iradesi dışında zihnine gelen gerekir. Yılın geçmesinde, senenin başı
veya kalpte hissedilen iyi veya kötü ve sonu dikkate alınır; yılın ortasında-

240
ki artma ve eksilmeler dikkate alınmaz. korku, tefrit korkusudur ki bu korku da
Üzerinden bir yıl geçtikten sonra aynı makbul değildir, değersizdir.
cinsten mala sahip olması halinde, bu Mutedil korku; iffet, vera’, takva
sonradan gelen mal için bir sene geçme ve sıdk sahiplerinin korkusudur ki
şartı aranmaz; daha önceki mal ile bir­ bu korku, sahibini Allah’ın rahmet,
likte zekatının verilmesi gerekir. (Î.P.) mağfiret ve nimetlerinden ümitsizliğe
HAVF VE HAŞYE düşürmediği gibi günah ve kötülüklere
dalmasına da engel olur. Makbul olan
Sözlükte havfi korkmak, bilinen
korku bu korkudur (A’râf, 7/56, 205).
veya hissedilen bir işaretten dolayı
İşsizlik, açlık, hastalık, ölüm, düş­
irkilmek, bir tehlike karşısında ne ola­
man, yalnızlık, yükseklik, karanlık ve
cağı endişesi içinde olmak, gelecek­
sevdiklerini kaybetme... gibi pek çok
te hoşlanmadığı bir şeyle karşılaşma
korku çeşidi vardır.
düşüncesiyle kalbin yanıp üzülmesi;
haşye ise tazim ile karışık korku anla­ Kur’ân’da; a) Allah’tan, Allah’ın
mına gelir. makamından, azabından, âhiretten,
hesabın kötüsünden, adaleti yerine
Korku; üzülme, sevinme, heyecan­
getirememekten, İlâhî sınırları uygu-
lanma, sevme ve kızma gibi insan­
layamamaktan ve b) insandan, şeytan­
da doğuştan vâr olan bir duygudur.
dan ve putlardan korkma söz konusu
Korku duygusu, insanın aldığı eğitim,
edilmiş, birinciler övülmüş, İkinciler
öğretim, yetiştiği toplum, gelenek ve yerilmiştir.
görenekler ve sahip olduğu inançlara
Allah korkusu, Kur’ân’da teş­
göre farklılık arz eder. Korku, terbiye
vik edilen korkulardan biridir. “Eğer
ve telkinlerle değişebildiği gibi azalıp
mü’minler iseniz benden korkun"
çoğalabilir de. Korku insanda iradeye
(Âl-i imrân, 3/175) “Ey kullarım! Benden
bağlı ve irade dışı olabilir.
korkun, sakının" (Zümer, 39/16) gibi
Korku, Allah’ın suç işleyenleri Kur’ân’da birçok âyette Allah’tan kor­
cezalandırma yöntemlerinden biridir kulması emredilmiştir.
(Nahl, 16/112).
Allah korkusu; insanın karanlıktan,
Korkunun ifrat, tefrit ve itidal şekli açlıktan, yırtıcı hayvanlardan ve düş­
vardır. İnsanı ümitsizliğe düşüren mandan korkması gibi bir korku değil­
korku ifrat derecesinde korkudur ki dir. İnsan, isyânı sebebiyle Allah’ın
bu yerilmiş bir korkudur, iyi değildir. rahmet, mağfiret, rıza, sevgi, dostluk
Çünkü ümitsizlik, “...Allah’ın rahme­ ve nimetlerinden mahrum kalmak­
tinden ümit kesmeyiniz. Allah bütün tan; İlâhî huzurda hesap vermekten ve
günahları bağışlar... ’’ (Zümer, 39/53) âye­ dünya ve âhirette azabına uğramaktan
tine ters düşmektedir. Kur’ân’ın beyanı korkar. Kur’ân’da Allâh’ın gıyabında,
ile Allah’ın rahmetinden ancak kâfirler makamından, va’îdinden ve azabından
ümit keserler (Ankebût, 29/23; Yûsuf, 12/87; korkmak söz konusu edilmiştir.
Hıcr, 15/56). Allah ’in gıyabında korkmak (Mâide,
Az olan, insanın söz, fiil ve dav­ Allah’ı görmeden,
5/94; Yâsîn, 36/11);
ranışları üzerinde etkisi bulunmayan henüz huzuruna varmadan korkmaktır.

241
Allahın Makamından korkmak landıran olarak tanıtmıştır. İşte Allah
(Rahmân, 55/46; Nâzi’ât, 79/40-41); Kur’ân’da korkusu insanın; Allah’ın mağfiret ve
“Allah "in makamından korkma" ifadesi rızasından mahrum kalma, acı ve şid­
kullanılmış ve bu korkuya sahip olan­ detli azabına uğrama endişesi taşıma­
lar, cennetle müjdelenmişlerdir. sına yöneliktir. Allah korkusu deyince
Allahın makamı ile murat, insan bunun anlaşılması gerekir (Zümer, 39/16).
ve cinlerin kıyamet gününde hesap ver­ Allah’ın azabından korkulması
mek için Allah’ın huzurunda durmala­ gerekir. Çünkü Allah’ın azabı; büyük
rıdır. Dolayısıyla Allah’ın makamından (Bakara, 2/7), alçaltlCl (Bakara, 2/90), şiddet­
korkmak; insanların dünyada yaptıkla­ li (Bakara, 2/165), korkunç (îsrâ, 17/57), Sert
rının âhirette Allah’ın huzurunda hesa­ (Lokmân, 31/24) ve kötü (Zümer, 39/24) bir
bını vermekten korkmalarıdır. azaptır. Allah, suçsuz yere hiç kimseyi
Allah'ın makamı ile muradın, cezalandırmaz. Ancak insanlar cezalan­
Allah’ın kullarını murakabe etmesi ve dırmayı hak ettikleri bir suç işledikleri
bütün yaptıklarını zaptetmesi olduğu­ takdirde cezalandırır. Asıl cezalandırma
nu söyleyen Kur’ân yorumcuları da yeri âhirettir. Bununla birlikte Allâh,
olmuştur. Allah, kullarının gizli-âşikâr dünyada da insanları çeşitli şekiller­
bütün yaptıklarını bilir, görür ve söyle­ de ıslah olmaları için cezalandırabilir.
diklerini duyar. İnsanlar Allah’ın dene­ Geçmiş kavimlerden birçok insan ve
timi ve gözetimi altındadırlar. toplumu inkâr ve isyânları sebebiyle
cezalandırmıştır. (Ankebût, 29/40; En’âm, 6/65)
Allah'ın vaadinden korkmak
Allah’ın rızasından, cen­
(İbrahim, 14/14); Allah korkusu hem dünyada hem
net ve nimetlerinden mahrum kalmak­ de âhirette cezalandırılmaktan kork­
tan, lanete ve sürekli azaba uğramaktan mayı ve cennet nimetlerinden mahrum
korkmaktır. Allah, mü’minlere cennet; kalmayı ifade etmektedir.
kâfir ve münafıklara ise cehennem Kur’ân’da Allah’ın azabından
va’dinde bulunmuştur (Tevbe, 9/68, 72). emin olunmaması istenmiş (A’râf, 7/97)
Allah'ın azabından korkmak (Ra d, ve Allah’ın azabından ancak hüsrana
13/6; Hicr, 15/49; Fussilet, 41/43; Hadîd, 57/20);
uğrayanların emin olacakları bildiril­
Allah korkusu; Allah’ın celal sıfatları­
miştir. (A’râf, 7/99)
na, vaîd ve azabına yöneliktir. “Allah Kur’ân’da peygamberlerin (Ahzâp,
kullarına zerre kadar zulmetmez" (Nisâ, 33/39), âlimlerin (Fâtır, 35/28), akıllı insanla­
4/40). Yüce Allah; varlığını, birliğini, rın (Ra’d, 13/19), hidâyete erenlerin (Tevbe,
meleklerini, kitaplarını, âyetlerini ve 9/18), muttakilerin (Enbiyâ, 21/49), sâlihlerin
peygamberlerini inkâr edenleri, yalan­ (Beyyine, 98/7-8), namazlarım kılan (Me’âric,
layanları ve isyân edenleri cezalandıra­ 70/27), hayırda yarışan (Mü’minun, 23/60),
cağını Kur’ân’da bildirmiştir. İsyankâr kurutuluşa eren mü’minlerin (Nur, 24/52),
insan, tevbe edip af dilerse bağışlanır. meleklerin (Enbiyâ, 21/26), canlı ve cansız
İnkâr, isyân ve zulmüne devam ederse bütün varlıkların (Nahi, 16/49-50; îsrâ, 17/57)
cezalandırılır. İşte insan, bu inkâr, isyân Allah’tan korktukları bildirilmiştir.
ve zulüm sebebiyle Allah’ın cezalan­ Allah korkusuna sahip olmak için
dırmasından korkar. Yüce Allâh, ken­ günahkâr olmak şart değildir. İnsan ve
disini hem bağışlayan hem de ceza­ cinlerin dışındaki varlıkların günahları

242
olmadığı halde onlar da Allah’tan kork­ ve azabı ile cezalandırılacakları sonsuz
maktadırlar. hayattır.
Allah korkusu, varlıklarda övgüye İnsanlar dünyada söyledikleri söz­
layık olan ve teşvik edilen bir haslet­ lerden, yaptıkları fiil ve davranışlar­
tir. Kalbinde Allah korkusu bulunan dan hesaba çekileceklerdir. Bu hesabın
kimse, bunu; inanç, söz, fiil ve davra­ kolay veya zor olması söz konusudur.
nışlarıyla dışa yansıtır. Allah’tan kor­ Kur’ân’da akıllı insanların kötü hesap­
kan insanın üç özelliğe sahip olması la karşılaşmaktan korktukları bildiril­
gerekir. Bunlar; şartlarına uygun îmân miştir. (Ra’d, 13/21)
etmek, Allah’ın emirlerine uymak ve Kur’ân’da peygamberlerin; kavim-
yasaklarından kaçınmaktır. lerine kendileri hakkında; (tbüyük bir
Allah ’tan korkanlar; peygamberin günün azabından” (A’râf, 7/59; Hûd, 11/3;
uyarısına kulak verirler (Fâtır, 35/18), îmân Şu’arâ, 26/135; Zuhruf, 46/21), “aci bir günün
edip sâlih ameller işlerler (Beyyine, 98/7- azabından” (Hûd, 11/26), “kuşatıcı bir
8), Kur’ân’dan öğüt alırlar (Tâ-hâ, 20/3), günün azabından” (HM, 11/84), “çağırış­
Kur’ân kıssalarından ibret alırlar (Nâzi’ât, ına gününden” (Mü’min, 40/32) korktukla­
79/26), Allah ve Peygamberin emirlerine rını bildirdikleri haber verilmektedir.
uyarlar (Nahi, 16/49-50), Kur’ân okununca Âhirette insanları hesaba çekecek
derileri ürperir, kalpleri Allah’ın zikri­ olan Allah’tır. Birçok âyette Allah,
ne karşı yumuşar (Zümer, 39/23; Enfâl, 8/2) kendisini “süratli hesap gören” olarak
ve günahları terk ederler (Mâide, 7/27-28).
tanıtmıştır. “Allah, gerçekten hesabı
Allah’tan korkan insan; hırsızlık, Çabuk görendir” (Âl-i İmrân, 3/19; bk. Âl-i
gasp, hainlik, iftira, zulüm ve işkence İmrân, 3/199; Mâide, 5/4; Ra’d, 13/41; İbrahim,
yapamaz, insan öldüremez, içki içe­ 14/51)
mez, kumar oynayamaz, hiç kimsenin
“İçinizdekini açığa vursanız da giz-
bulunmadığı bir yerde olsa bile suç
leseniz de Allah ondan dolayı sizi hesa­
işleyemez, namazını, orucunu, zekâtını
ba çekecektir. ” (Bakara, 2/284)
ve haccını terk edemez, hiçbir görevi­
ni ihmal edemez. Çünkü Allah korku­ “Kıyamet günü için adalet terazileri
su bütün bunlara mani olur. Allah’tan kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edil­
korkan kimse; ibadetlere devam eder, mez. (İnsanların yaptıkları iş) bir har­
günahlardan sakınır, bir günah işle­ dal tanesi ağırlığınca da olsa onu geti­
yince üzülür ve hemen bu günahından ririz. Hesap gören olarak biz yeteriz. ”
tevbe eder, nefsini hesaba çeker ve (Enbiyâ, 21/47)
ahlâkını güzelleştirir. Kıyamet gününün bir adı da “hesap
Âhiretten korkmak ifadesi günü” (Enbiyâ, 21/47) ve “hesabın görüle­
Kur’ân’da bir çok âyette geçmektedir. ceği gün ”dür. (İbrahim, 14/41),
(Zümer, 39/13; En’âm, 6/15; Yûnus, 10/15) Peygamberimiz (a.s.), kıyamet
“Âhiret hayatı”; dünyada hayır veya gününde insanların nelerden hesa­
şer insanların yaptıklarının karşılığını ba çekileceğini şöyle bildirmiştir:
görecekleri, cennet ve nimetleri ile “Kıyamet günü insan; ömrünü nerede
mükâfatlandırılacaklar! veya cehennem tükettiğinden, ilmiyle ne yaptığından,

243
malım nereden kazanıp nereye harcadı­ lerin (Bakara, 2/112), muttakilerin (A’râf,
ğından, bedenini nerede yıprattığından 7/35), muslihlerin (En’âm, 6/48), sâlihlerin
sorulmadıkça hiçbir yere hareket ede­ (Ankebût, 29/9), şehitlerin (Âl-i îmrân, 3/170)
mez.” (Tirmîzî, Kıyame, 1) ve îmânında, özünde, sözünde, fiil ve
İnsanlar bütün yaptıklarından ve davranışlarında dosdoğru olanların
bütün nimetlerinden hesaba çekile­ (Ahkâf, 46/13-14; Fussilet, 41/30-31), İslâm’a

ceklerdir: “Ve siz mutlaka yaptığınız uyanların (Bakara, 2/38), hasene sahipleri­
şeylerden sorulacaksınız ” (Nahi, 16/93) nin (Nemi, 27/89), mallarını Allah yolunda
“Sonra o gün (size verilen) nimetlerden harcayanların (Bakara, 2/262), namazlarını
sorulacaksınız.” (Tekâsür, 102/8) kılan ve zekâtlarını veren (Bakara, 2/277),
Allah dostu (Yûnus, ıo/62), mü’min, müs-
Allah’ın huzurunda verilecek hesap
lüman (Zuhruf, 39/68) ve saadet ehlinin
kolay veya zor olabilir. İşte mü’minler,
(Enbiyâ, 21/101-103) korku ve üzüntü içinde
hesabın zor olmasından, kötü olma­
olmayacakları bildirilmiştir. (İ.K.)
sından korkarlar. Kur’ân’da bir âyette,
“hesabın kötüsünden korkmak” zikre­ HAVKALE
dilmiştir ki bu korkmak, söz konusu Lâ havle ve lâ kuvvete illa bi’l-
ettiğimiz hesaptan korkmadır. (Ra’d, ilâhî’l-alîyyi’l-azîm = (güç ve kuvvet
13/18-21) Kolay hesapla karşılaşacak ancak Yüce ve büyük olan Allah ile
olanlar ise kitabı sağ elinden verilecek vardır) cümlesini söylemeye denir.
olan mü’minlerdir. (inşikâk, 84/7-8) “Havkale”; “havi” ve “kuvvet” söz­
Âhirette kimsenin kimseye faydası cüklerinin ilk heceleri alınarak oluştu­
olmaz. Herkes kendi ameliyle baş başa rulmuştur.
kalır. Böyle bir günden korkulması Ezanda “hayye ale’s-salâh” (hay­
istenmektedir. (Lokmân, 31/33) din namaza gelin) ve “hayye ale’l-
“Ahiretten korkmak”; âhiretin var­ felâh” (haydin kurtuluşa gelin) cümle­
lığından korkmak değil, isyân sebebiy­ leri okununca Hz. Peygamber (a.s.) “lâ
le âhirette İlâhî azaba duçar olmaktan havle velâ kuvvete illâ billah” demiş,
korkmak, neticede Allah’tan korkmak­ bu zikre devam edenlerin affedileceğini
tır. (İnsan, 76/10) ve bu zikrin cennet hâzinelerinden bir
Kur’ân’da âhiret korkusuna, “el- hazine olduğunu bildirmiştir (Buhârî, Ezân,
fezeu’l-ekber” (en büyük korku) denil­ 7; Tirmizî, Deavat, 57, 58; Müsned, 1/66, 71, 180).
miştir. (Enbiyâ, 21/103) Ezanda “hayye ale’s-salâh” ve “hayye
ale’l-felâh” cümleleri okunduktan
Kur’ân’da mü’minlerin (Şûrâ, 42/18),
sonra havkale okumak sünnettir. (Î.K.)
muttakîlerin (Enbiyâ, 21/49), Allah’ı zik­
reden, namazlarını kılıp zekatlarını HAVRA
verenlerin (Nûr, 24/37) ve iyilerin (Hûd, Yahudilere ait mabed ve dinî tapı­
n/102-103) kıyametten korktukları, buna nak demektir. Günümüzde kullanılan
mukabil kâfirlerin âhiretten korkma­ yine Yahudilerin mabedi olarak bili­
dıkları (Müddessir, 74/53) bildirilmiştir. nen Sinagog da aynı anlama gelmekte­
Âhirette mücrimlerin (Kehf, 18/49) dir. İlk Havra’nın nerede ve ne zaman
ve zalimlerin (Şûrâ, 42/22) korku için­ yapıldığı kesin olarak bilinmemekle
de olacakları buna mukabil muhsin- beraber M.Ö.597’de Babil’e sürülen

244
Yahudilerce yapıldığı kabul edilmekte­ tan kaçınma ve bunu sağlayan duygu
dir. İlk çağlarda Havralarda ibadet ola­ demektir. Kur’ân’da hayâ kelimesinin
rak sadece kurban kesilirdi. Zamanla türevleri üç yerde geçmektedir (Bakara,
dua ve diğer dinî törenler, burada 2/26; Kasas, 28/25; Ahzâb, 33/53). Ayrıca A’râf
düzenlenmeye başlanmıştır. Havralara sûresinin 26. âyetinde geçen “libâ-
insan resmi asılması da yasaklanmış sü’t-takvâ” (takva elbisesi) sözü de
ancak bu yasağın da her zaman uygu­ hemen bütün müfessirlerce hayâ şek­
lanmadığı görülmüştür. Havralardaki linde yorumlanmıştır. Hz. Peygamber,
dinî törenler Hahamlar tarafından “Hayâ bütünüyle hayırdır” (Müslim, imân,
yönetilmektedir. (F.K.) 61; Müsned, v/426,427) “Hayâ sadece iyilik
Kur’ân’da manastırlar (savâmi’), getirir” (Buhârî, Edeb, 77; Müslim, îmân, 60).
kiliseler (biya’), havralar (salavât) ve “Dört haslet Peygamberlerin sünne-
mescitler birlikte zikredilmiş ve bura­ tindendir. Hayâ, güzel koku sürünmek,
larda Allah’ın adının çok anıldığı bil­ misvak kullanmak ve evlenmek” (Tirmizî,
dirilmiştir. (Hac, 22/40) Bu âyet, bütün Nikâh, 1; Müsned, v/42i), “Hayâ imândan­
ma’bedlerin korunmasını ve dokunul­ dır” (Buhârî, îmân, 16. Edeb, 77; Müslim, İmân,
mazlığını öngörmektedir. (Î.K.) 57-59), “Her dinin bir ahlâkı vardır;
İslâm ’ın ahlâkı da hayâdır” (ibn Mâce,
HAVZL KEVSER
Zühd, 17; Muvatta, HüsnüT-Hulk, 9) buyurmak
Kıyamet gününde Peygamberimiz suretiyle hayânın müslümanların en
Hz. Muhammed (a.s.)’e verilecek olan belirleyici ahlâkî nitelikleri ve değer
havuzun adıdır. “Şüphesiz biz sana ölçüleri arasında bulunması gerektiği­
kevseri verdik” (Kevser, 108/1) anlamın­ ni ifade etmiştir. Ayrıca “Utanmıyorsan
daki âyette geçen “kevser” kelimesi ile dilediğini yap” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Edeb, 78;
maksat, “havz-ı kevser”dir. Ebû Dâvûd, Edeb, 6) hadisi de hayânın kötü­
Kıyamet günü her peygamberin bir lüklerden alıkoymada ne denli güçlü
havuzu olacaktır. Bu havuzdan o pey­ bir duygu olduğunu ortaya koymak­
gamberin kendisi ve iman eden ümmeti tadır. Kendisi, evinde edebiyle otu­
içecektir. Hadis-i şeriflerde bildirildi­ ran bir genç kızdan daha hayâlı olan
ğine göre Peygamberimize verilecek Peygamberimiz (a.s.) (Buhârî, Edeb, 73,
“havz-ı kevser”; çok geniş, suyu sütten 77; Müslim, Fezâil, 67), aynı fazilete sahip
daha beyaz, kokusu miskten daha güzel olmasından dolayı Hz. Osman’a özel
ve kadehlerinin sayısı gökteki yıldız­ bir değer vermiştir. Türkçe’de ar keli­
lardan daha çok olacaktır. Müminler mesi genellikle hayânın eş anlamlısı
bu havuzun suyundan içeceklerdir. Bu olarak kullanılmaktadır. (M.C.)
havuzun suyundan bir kere içen kimse
HAYAT
bir daha susamayacaktır (Buhârî, Rikâk, 53;
Müslim, Fezâil, 9; Tirmizî, Kıyamet, 14-15) (Î.K.)
Mutasavvıflara göre İlâhî tecelli ve
nurlardan mahrum kalmış bir ruh veya
HAYÂ kalp ölüdür. Bu nedenle hayat kavra­
Sözlükte “utanma, çekinme, tövbe, mı tasavvufta İlâhî tecellilere mazhar
vazgeçme” gibi anlamlara gelen hayâ, ruhun bu sayede kavuştuğu yeni yaşa­
bir ahlâk kavramı olarak, kınanma ma tarzı anlamında kullanılmaktadır.
endişesiyle kurallara aykırı davranmak­ Gerçek hayat gönül hayatıdır. Bu haya-

245
ta ancak nefsin öldürülmesiyle ulaşılır. en az süresi 3 gün; en çok da 10 gün­
Ölmeden önce ölmekle başlayan bu dür; 3 günden az ve 10 günden çoğu
hayata sûfıler ikinci hayat adı verirler. hayız değildir.
“Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki Kadınlar hayız ve nifas hallerinde,
defa dirilttin" (Mü’min,40/11) meâlindeki cinsel ilişkide bulunamaz (Bakara, 2/222);
âyetinde geçen ikinci dirilmeden mak­ namaz kılmaz, oruç tutmazlar (Buhârî,
sat sûfilere göre bu hayattır. Bu yolla Hayz, 1; Müslim, Hayz, 14, 15). Bu konuda
ölümsüzlüğe erişmeye de “aynü’l- müçtehitler görüş birliği içindedirler.
hayât” (ab-ı hayât) denilmektedir. Kadınlar hayız ve nifas hallerinde kıl­
(M.C.) madıkları namazları daha sonra kaza
Yüce Allah’ın sübûtî sıfatların­ etmez, ancak, oruçları kaza ederler.
dan biri olup, Allâh’ın hayat sahibi ve Diğer taraftan kadınlar, bu hallerinde
ölümsüz olması anlamına gelir, (bk. müçtehitlerin büyük çoğunluğuna göre
Hayy) (Î.K.) Kâbe’yi tavaf edemezler.
Özel hallerinde kadınların Kur’an
HAYIZ
okumaları ile ilgili olarak, Hanefî ve
Sözlükte “suyun akıp taşması, kanın
Şafiîlere hayızlı ve loğusa kadınlar,
akması” anlamlarına gelen hayız, bir dua kastıyla dua anlamı içeren ayetler
fıkıh terimi olarak, ergenlik çağına
dışında Kur’an okuyamayacaklarını;
giren sağlıklı kadının döl yolundan îmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel, el
düzenli aralıklarla belirli sürelerle sürmeden ezbere veya yüzünden oku­
gelen kanı ifade eder. Kadınların ergen­ yabileceklerini söylemişlerdir. îmam
lik dönemine girdiklerinden menapoz Mâlik bu durumdaki öğretici ve öğren­
dönemine kadar görülen fizyolojik cilerin Kur’an-ı Kerim’i tutmalarını da
bir olaydır. Kadının döl yatağının iç câiz görmüştür. İbn Hazm ise, hayız
yüzünü kaplayan zarın, yumurtanın ve loğusa olan kadınlarla cünüp olan
döllenmeyip ölmesi ve yumurtalık kimselerin hem Kur’an-ı Kerim’i tut­
hormon salgısının kesilmesi üzerine malarının ve hem de okumalarının câiz
parçalanarak kanla birlikte dışarı atıl­ olduğunu söylemiştir. Bu görüşler bir­
masından ibarettir. Türkçe’de bu olaya, likte değerlendirildiğinde, Kur’an oku­
hayız hali denildiği gibi, âdet hali, âdet maya veya araştırma yapmaya ihtiyaç
görme, adet kanaması, aybaşı hali de duyan kadınların, dinin asıl kaynağı
denilmektedir. olan Kur’an ile irtibatını kesmemek
Kadının cinsel organından üç türlü amacıyla hayız ve nifas hallerinde
kan gelir. Birincisi belirli çağda ve Kur’an-ı Kerim okumalarında sakınca
belirli periyotlarla gelen hayız kanı; yoktur.
İkincisi doğumdan sonra gelen loğusa­ Kadınların bu hallerinde, namaz
lık kanı (bk. Nifas); üçüncüsü ise, bu ve oruçtan muaf tutulmaları, onların
ikisi dışında kalan ve bir hastalıktan pis olmalarından dolayı değil, psiko­
kaynaklanan özür kanıdır, (bk. îstihaza) lojik ve fizyolojik yüklerini hafifletme
Hayız ile kadın ergenlik çağma ula­ amacına yöneliktir. Bu ibadetleri yapa­
şır, dinî ve hukukî hükümlerle mükellef madığı için dini bir sıkıntı, eksiklik ve
olur. Hanefî mezhebine göre ay halinin sorumluluk duyması yersizdir. (İ.P.)

246
HAYÎY İslâm (Kalem, 68/12), Kur’ân (Bakara, 2/105),
Canlı olmak, utanmak, yol açık çok mal (Bakara, 2/180,215), sıhhat, afiyet
ve işlek olmak anlamındaki “h-y- (En’âm, 6/17; Yûnus, 10/107), Ücret, mükafât

y” kökünden türeyen hayîy utangaç (Hac, 22/36), en İyi en üstün (Mü’minûn,


23/118), taam, yiyecek (Kasas, 28/24), zafer
demektir.
(Ahzâb, 33/25), at (Sâd, 38/32), daha faydalı
Allah’ın sıfatı olarak hayiy, Ebû
(Bakara, 2/106), daha hayirll (Yûsuf, 12/64),
Dâvud, Nesâi ve îbn Mâce’nin rivâ-
bolluk (Hûd, ıı/84), iyilik, yarar, salah
yet ettiği bir hadiste geçmiştir: “Allah (Nur, 24/33), gÜC, kuvvet (Duhân, 44/37),
hayâ, edeb sahibidir, (hayiyy) günah­ dünya, mal, mülk (Âdiyât, ıoo/8), iyi,
ları, ayıpları örtendir, (setîr) hayâyı, güzel, yararlı olan şey (Âi-i îmrân, 3/104),
edebi, edep yerlerini örtmeyi sever. hayırlı, sâlih çocuk (Nisâ, 4/19), iffet (Nûr,
Biriniz guslettiği zaman avret yerlerini 24/12), daha güzel daha iyi daha edepli,
Örtsün. ” (Ebû Dâvud, Hammam, 2), terbiyeli, ahlâklı (Hucurât, 49/5), faydalı
“Allah, hayâ, edep sahibidir, (A’râf, 7/188), şerrin zıddı olan hayr (Âi-i
(hayiyy) kerimdir, ellerini kendisine îmrân, 3/26) anlamlarında; ahyar kelimesi
açan kulunu boş çevirmekten haya ise 2 âyette geçmiş ve hayırlılar anla­
eder. ” (İbn Mâce, Dua, 13), mında peygamberlerin sıfatı olarak
kullanılmıştır (Sâd, 38/47-48). “Sizi hayr
“Allah, halimdir, hayâ ve edep
ve şerle deneyeceğiz... ” (Enbiyâ, 21/35)
sahibidir, (hayiyy), kusurları, ayıpları
örtendir, (setîr) Hayâyı ve edep yerle­ Allâh’ın sıfatı olarak hayr,
Kur’ân’da bir âyette geçmiştir: "...
rinin örtülmesini sever, biriniz guslet­
Allah daha hayırlı, (mükâfat ve ceza­
tiğiniz zaman avret yerlerini örtsün^
sı) daha devamlıdır, (hayr ve ebkâ)”
(Nesaî, Gusl, 7).
(Tâ-hâ, 20/73)
Allah’ın sıfatı olarak hayiy çirkinlik­
Allah’ın insanlara, yararı, hayrı,
leri bulunmayan; bağış, nimet ve ihsa­
nimeti, ihsanı her şeyden daha çoktur.
nı terk etmeyen demektir. İnsanlardaki
O, hayırlıdır, faydalıdır. Bütün hayr
utanma anlamında değildir. (İ.K.)
onun elindedir (Âi-i îmrân, 3/26). Yardım
HAYR edenlerin (Âı-i îmrân, 3/150), hüküm veren­
Bir şeyi diğerine tercih etmek, lerin (A’râf, 7/87), cezalandıranların (Enfâl,
hayırlı olmak, hayırda birine üstün 8/30), rızık verenlerin (Hac, 22/58), merha­
gelmek, birine hayırlı olan şeyi ver­ met edenlerin (Mü’minûn, 23/109) ve konuk
mek anlamındaki “h-y-r” kökünden edenlerin (Mü’minûn, 23/29) en hayırlısıdır.
türeyen “hayr” isim olarak; insanların (Î.K.)
rağbet ettiği, sevip arzu ettiği ve hayırlı HAYRÂT
olan şeylere denir. İsm-i tafdîl olarak Hayr kelimesinin dişili olan hay-
daha hayırlı, en iyi, en faydalı demek­ ra’nın çoğulu olup sözlükte “hayırlı
tir. Çoğulu; hıyâr ve ahyârdır. Hayr olanlar, seçilip tercih edilenler ve ken­
kelimesi, şer ve zarar kelimelerinin disinde çok fayda bulunanlar” demek­
zıddıdır. tir. Bu anlamda hayr ve hayra’nın aslı
Hayr kelimesi Kur’ân’da 176 âyet­ hayyir ve hayyira olup sıfat-ı müşeb-
te geçmiş ve îman (Enfâl, 8/70; Hûd, ıı/3i), behedir. Kur’ân’da 10 âyette geçmiş

247
ve sâlih ameller, hayırlı işler (Bakara, Kur’ân’da Allah’ın sıfatı olarak,
2/148), iyi huylu, güzel ahlâklı kadınlar “tuzak kuranların en hayırlısı” anla­
(Rahmân, 55/70), hayırlar, mükafatlar ve mında iki âyette hayru ’l-mâkirîn şek­
manevî nimetler (Enfâl, 8/88) anlamların­ linde geçmiştir: ‘‘Tuzak kurdular, Allah
da kullanılmıştır. da onların tuzaklarına karşılık verdi.
Allah en iyi tuzak kurandır. ” (Âı-i îmrân,
Türk kültüründe; halka parasız
3/54; Enfâl, 8/30)
olarak yemek ve su vermek veya has­
taları tedavi etmek için yapılan aşha­ Allah’ın mâkîr vasfı, O’nun hile ile
ne, çeşme, sebil, hastahane vb. hayır aldattığı anlamında değil, hile ile kötü­
kurumlan ve binalarına denir. (İ.K.) lük yapanları, bilemeyecekleri ve anla­
yamayacakları cihetten daha şiddetli
HAYRET cezalandırması demektir. Allah’ın hile
Sözlükte “şaşırmak, yolunu kay­ ve tuzak kurmaya ihtiyacı yoktur. Onun
betmek” anlamına gelen hayret, bir her şeye gücü yeter.
tasavvuf terimi olarak ise Allah’ı tanı­ Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da “meke-
yan, ancak bunu ifade edemeyen ârifın re - yemkürü” fiiliyle de anlatılmıştır:
yaşadığı hal anlamında kullanılmakta­ “Bir tuzak kurdular, biz de onlar hiç
dır. Allah’ın varlığı konusunda hayret, farkında olmadan onlara bir tuzak kur­
şirk ve küfürdür, O’nun keyfiyetiyle duk. ” (Nemi, 27/50). Yani onların tuzakla­
ilgili hayret ise mârifettir. Zira O’nun rını, kendi helâklerinin sebebi yaptık,
keyfiyeti konusunda insan aklı hiçbir onları tuzakları sebebiyle cezalandır­
bilgiye sahip değildir. (M.C.) dık.
HAYRU’L-FÂSILÎN Allah’ın bu sıfatı, sadece hile ve
tuzak ile kötülük yapanlara yöneliktir.
Hakkı batıldan, suçsuzu suçludan, (İ.K.)
haklıyı haksızdan, iyiyi kötüden ayı­
HAYRU’N-NÂSIRÎN
ranların en hayırlısı anlamına gelen bu
tâbir, Allah’ı tanıtan vasıflardan biridir, AllâhTn sıfatlarından biri olup,
(bk. Fâsıl) (Î.K.) yardım edenlerin en hayırlısı demektir,
(bk. Nâsır) (İ.K.)
HAYRU’L-ĞÂFİRÎN
HAYRÜ’R-RÂHİMÎN
AllâhTn sıfatlarından biri olup,
AllâhTn sıfatlarından biri olup, mer­
bağışlayanların en hayırlısı demektir,
hamet edenlerin en hayırlısı demektir.
(bk. Gâfir) (İ.K.)
Kur’ân’da iki âyette geçmiştir (Mü’minûn,
HAYRU’L-HÂKİMÎN 23/109,118). (bk. Rahmân, Rahîm) (Î.K.)

AllâhTn sıfatlarından biri olup, HAYRÜ’R-RÂZİKÎN


hâkimlerin en hayırlısı demektir, (bk. AllâhTn sıfatlarından biri olup,
Hâkim) (İ.K.) rızık, nimet verenlerin en hayırlısı
HAYRU’L-MÂKİRÎN demektir, (bk. Râzık) (İ.K.)
Hile ile aldatmak anlamındaki HAYY
“m-k-r” kökünden türeyen mâkir hile Yaşamak, canlı olmak anlamındaki
ile aldatan, tuzak kuran demektir. “h-y-y” kökünden türeyen hayy; canlı,

248
diri, yaşayan demektir, ölünün zıddıdır. HAZR VE İBÂHA
Çoğulu ahyâ’dır. Allah’ın sıfatı olarak Hazr kelimesi haram, yasak; ibâha
hayy, yaşayan, ölümlü olmayan demek­ kelimesi de helal kılma, mubah anlamı­
tir. Kelam ilminde Allâh’ın sübutî sıfat­ na gelmektedir, (bk. Haram; Mubah).
ları arasında geçen hayat da bu anlamı “Hazr ve ibâha” tabiri, fıkıh ve hadis
ifade eder. kitaplannda, dinen yasaklanan ve helal
Hayy kelimesi Kur’ân’da çoğul şek­ kılınan şeylerin işlendiği bölüme veri­
liyle birlikte 24 defa geçmiştir. Hayy len isimdir. Bazı fıkıh kitaplarında, bu
kelimesi hem Allah için hem diğer terkibin yerine kerâhiyye veya istih-
san tabirleri de kullanılmaktadır. Bu
canlılar için kullanılmıştır: “Her canlı
bölümde, yiyecek, içecek, giyim ve
(hayy) şeyi sudan vâr ettik” (Enbiyâ,
kazanç konusunda helal ve haramlar,
21/30). Allah’ın dışındaki varlıklar için
avret mahalli, ihtikar, kumar oyunları,
kullanılan hayy, ölü anlamındaki mevt
süs aletleri ve benzeri pek çok konu ele
kelimesinin zıddı olarak zikredilmiştir alınmaktadır. (Î.P.)
(Âı-i imrân, 3/27). İnsan, hayvan, bitkiler ve
diğer varlıklarda canlılığı vâr eden de HAZRET
yok eden de Allah’tır. Sözlükte “yakında ve yanında
bulunmak, önünde olmak” anlamına
Allah’ın canlı-diri oluşu kendin-
gelen hazret, bir tasavvuf terimi olarak
dendir. O ölmez. “Ölmeyen diriye
varlığın genel mertebeleri ve âlemdeki
güven... ” (Furkân,25/58). Hayy kelimesi 5
bütün tecellileriyle birlikte İlâhî veya
âyetin üçünde kayyûm sıfatıyla birlikte kevnî hakikât anlamında kullanılmak­
geçmiştir: “O Allah ki O’ndan başka tadır. Allah’ın her sıfatı, her ismi ve her
ilah yoktur. O, diridir, kayyumdur...” fiili bir hazret meydana getirdiği gibi
(Bakara, 2/255), “O diridir. O ’ndan başka belli bir sıfatın, ismin ve fiilin her bir
İlâh yoktur. ” (Mü’min, 40/65). tecellisine de hazret denilir. Bu kav­
Varlığı vacib olan Allah’ın hayy ram daha sonraları sûfi olmayan din
sıfatı, O’nun ezelî ve ebedî olduğu­ ve devlet adamları için de kullanılma­
nu ifade eder. O’nun evveli ve sonu ya başlanmıştır. Edebî metinlerde ise
yoktur. O hep diridir, diri olmaya daha çok Allah, Peygamber ve veliler
hakkında kullanılmıştır. (M.C.)
devam edecektir. O’nun sonu yoktur.
Diğer canlıların evveli ve sonu var­ HEBÂ
dır. “Yeryüzünde bulunan her şey yok Sözlükte “toz, zerre” anlamına
olacaktır. Yalnız celal ve ikram sahibi gelen hebâ kelimesi, Kur’ân’da iki
Rabb 'inin zatı bâki kalacaktır ” (Rahmân, yerde âhirette hiçbir karşılık verilme­
55/26-27). Bütün yaratıklar fâni sadece yip boşa giden, geçersiz kabul edilen
Allah bakidir. O’nun dışında her canlı ameller için kullanılmıştır (Furkân, 25/23;
ölecek ve O’na dönecektir. Vâkfa, 56/6). (M.C.)

Hayy ismi, Tirmizî ve İbn Mâce’nin HEDİYE


el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetlerin­ Yol göstermek, doğru yola iletmek
de geçmiştir (Tirmizî, Deavat, 83; İbn Mâce, anlamındaki “h-d-y ” kökünden türeyen
Dua, 10). (Î.K.) hediyye sözlükte armağan; İslâmî lite-

249
ratürde ise insanlar arasında sevgi ve ları ve Kâbe’ye ve Harem bölgesinde
dostluk nişanesi olarak veya muâşeret hediye olmak üzere kesilen kurbanı
kaidesi gereği karşılıksız verilen nesne ifade etmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de
demektir. Kur’ân’da Sebe Melikesinin beş yerde geçen hedy kelimesi ıstılah
Hz. Süleyman’a bazı hediyeler gönder­ manasında kullanılmıştır (Bakara, 2/196;
diği, ancak siyasî amaçla gönderildiği Mâide, 5/2, 95, 97; Fetih, 48/25).
için Hz. Süleyman tarafından reddedil­ Hedy kurbanları, vacip ve nafile
diği anlatılır (Nemi, 27/35-36). olmak üzere ikiye ayrılır. Kıran veya
Hz. Peygamber, hediyeleşmenin Temettü’ haccı yapanların hedy kesme­
insanlar arasındaki sevgi ve dostluk leri ile ceza kurbanları, ihsar kurbanı
bağlarını güçlendirdiğini, cimrilik, ve harem bölgesinde kesilmesi ada­
kıskançlık ve bencillik gibi kötü duy­ nan kurbanlar vaciptir. Hac veya umre
guları giderdiğini ve rızkın genişleme­ yapılırken, bir yükümlülük bulunmadı­
sine vesile olduğunu belirterek hediye- ğı halde kesilen kurbanlar ise nafiledir.
leşmeyi teşvik etmiş (Malik, Hüsnü’i-Huiuk, Hedy kurbanları, ister vacip olsun,
16; Müsned, 11, 405; Tirmizî, Velâ, 6) Verilen isterse nafile olsun, Harem bölgesi
hediyelerin haklı bir sebep bulunma­ içinde kesilir. Harem bölgesinde kesil­
dıkça geri çevrilmemesini istemiştir. mez ise, nafile olarak kesilenlerin yeni­
Kendisi de çeşitli fertlere hediyeler den kesilmesi gerekmez. Ancak vacip
vermiş, temiz ve helâl olduğu müd­ olanların Harem bölgesinde yeniden
detçe verilen hediyeleri kabul etmiş kesilmesi gerekir. (Î.P.)
ve hediyelere yine hediye ile karşılık HELÂK
vermiştir (Buhârî, Hibe, 7). Hediyeden kar­
şılık beklemek veya verilen hediyeyi Sözlükte “ölmek, mahvolmak”
geri istemek doğru değildir. Nitekim anlamına gelen helâk, dinî bir kavram
bir hadiste, bu şekilde davranabilecek olarak, fert ve toplumların yok edilmek
kimselerden hediye almanın uygun suretiyle cezalandırılması demektir.
olmayacağı belirtilmiştir (Tirmizi, Menakıb, Kur’ân’da geçmiş kavimlerin, işledik­
73). Hz. Peygamber, hediyeleşmeyi teş­
leri bazı suçlar nedeniyle helâk edildik­
vik ederken haksız kazanç yollarını ve leri açıklanmaktadır. Helâk oluş neden­
bunlardan biri olan rüşvetçiliği ağır leri arasında, zulüm (En’âm, 6/47,131), aşırı
bir dille kınamış, devlet memurlannın gitmek (Enbiyâ, 21/9), fisk (Ahkâf, 46/35),
görev suiistimali olarak nitelenebile­ refah ve bolluk içinde şımarmak ve
azmak (îsrâ, 17/16; Kasas, 28/58) zikredilmiş­
cek mahiyetteki hediyeleri almalarını
yasaklamıştır (Buhârî, Hibe, 17; Ahkâm, 24, tir. Hadislerde ise helâk ediliş neden­
41; Müslim, İmâre, 26-29; Ebû Dâvûd, îmâre, 11).
leri olarak, tefrika ve çekişme (Tirmizî,
Kader, 1), aŞlH cimrilik (Ebû Dâvûd, zekat,
(M.C.)
46), peygamberlere çok soru sormak
HEDY (Müslim, Hac, 412), derin ihtilâflara düşmek
Sözlükte “hediye etmek, gönder­ (Ahmed, 2/457) Ve Şİrk (Buhârî, Hac, 57) gös­
mek, yol göstermek, izinden gitmek” terilmektedir. Bir toplum kendilerine
anlamlarına gelen hedy, bir fıkıh peygamber gönderilmeden cezalandı­
terimi olarak, hac ve umre sırasında rılmaz (isrâ, 17/15). İnsanlar, kendi ben­
Harem’de kesilen kurbanlık hayvan­ liklerindeki özelliklerini değiştirme-

250
dikçe, Allah da onların bu özelliklerini kıldığına helâl demek büyük günahtır.
değiştirmez (Ra’d, 13/11). Vücutta ortaya (İ-P)
çıkan hastalıklar, beden sağlığı için ne HEMZE VE SÜKUN
kadar tehdit oluşturuyorsa, Kur’ân ve
Sünnet’te ifade olunan zulüm, isyân, Hemze harekeli elife, sükun da
tefrika, ihtilâf vb. gibi sosyal hastalık­ harekesiz harfe denir, (bk. Med) (Î.K.)
lar da toplumlar için o nispette tehlike HERVELE
oluşturmaktadır. (M.C.) Kısa adımlarla koşarak, canlı ve
HELÂL çalımlı yürümek anlamına gelen her-
Dinen yapılması veya yenip içil­ vele, sa’yin sünnetlerindendir. Safa ile
mesi yasaklanmayan, serbest bırakılan Merve tepeleri arasında sa’y yaparken
şey demektir. Allâh ve Rasûlü’nün bir erkeklerin, yeşil ışıkla aydınlatılmış
şeyin helâl olduğunu belirtmesi veya sütunlar arasında hervele yapması sün­
işlenmesinde günah olmadığını bildir­ nettir. Kadınlar ise hervele yapmazlar.
mesi, o fiilin helâl olduğunu gösterdiği (Î.P.)
gibi, o fiil veya şeyin yasaklandığına
HESAP
dair bir delil bulunmaması da helâl
olduğunu gösterir. Zira eşyada aslolan Sözlükte “saymak, hesap etmek,
helal oluşudur. Buna göre bir şey, dinin hesaba çekmek, sayım ve sayma” gibi
açık bir hükmüne, yasağına ve ilkesi­ anlamlara gelen hesap, dinî literatürde,
ne aykırı olmadıkça helâldir, meşru- mükellef insanların dünyadaki inanç ve
dur. Helâl kavramının, meşru, caiz, davranışlarından dolayı âhirette hesaba
mubah tabirleri ile yakın ilişkisi var­ çekilmeleri demektir.
dır. Çoğu zaman da eş anlamlı olarak Kur’ân’da hesap kelimesi, türev­
kullanılmaktadır. leriyle birlikte kırk âyette geçmiştir:
Yüce Allâh, iyi, temiz ve insan sağ­ “Muhakkak ki Allah hesabı pek çabuk
lığına yararlı olan şeyleri helâl; kötü, görür. ” (Âl-i imrân, 3/81-89); “Ey Rabbimiz!
pis ve zararı olan şeyleri de haram kıl­ Hesap gününde, beni anamı, babamı ve
mıştır (Mâide, 5/4). Haram kılma yetkisi bütün mü ’minleri affeyle ” (İbrahim, 14/41);
ise sadece Allâh’a aittir. Kur’ân’da; “Hesap görücü olarak biz yeteriz. ”
“De ki: Allah’ın kulları için yarattı­ (Enbiyâ, 21/47); “O Allâh hesaba çekenle­
ğı süsü ve temiz rızıkları kim haram rin en sür ’adisidir ” (En’âm, 6/62)
kıldı? De ki: Onlar, dünya hayatında,
özellikle kıyamet gününde mü ’minle- Peygamberimiz, “Hesaba çekilme­
rindir. İşte bilen bir topluluk için âyet­ den kendinizi hesaba çekiniz. ” buyur­
leri böyle açıklıyoruz. ” buyurulmuştur muştur (Tirmizî, Kıyamet, 14). Kıyamet günü
(Ar’âf, 7/36). Peygamber de, Kur’ân’a ve insan, bütün inanç, söz, fiil ve davra­
Kur’ân dışı Allâh’tan aldığı bilgiye nışlarından; namazından, ömründen,
dayanarak bazı şeyleri haram kılmıştır. malından, vücudundan, ilminden...
Ancak bunu da, Allâh’ın denetimi altın­ hesaba çekilecektir. Bu yüzden âhiret
da yaptığı için, Allâh’ın haram kılması Kur’ân’da, yevmü ’l-hisab (hesab günü)
içerisinde mütalaa edilir. Bu nedenle, olarak isimlendirilmiştir (İbrahim, 14/41).
Allâh’ın helâl kıldığına haram; haram (F-K.)

251
HEVÂ lı uygunsuzluk durumu doğuran ciddi­
Sözlükte “istek, meyil, heves, yetsizlik demektir. “Sözü sırf oyun,
sevme, düşme” gibi anlamlara gelen eğlence ve şaka olarak söylemek” veya
hevâ, bir terim olarak, nefsin, akıl ve “sözün hakikî veya mecazî anlamına
din tarafından yasaklanan kötü arzulara delaletini kastetmeyip sahih olmayan
karşı olan eğilimi demektir. Kur’ân’da bir şeyi kastetmek” ya da “hiçbir şey
hevâ kelimesi on âyette tekil, on sekiz kastetmemek” şeklinde tanımlanabilir.
âyette çoğul (ehvâ) olarak geçmekte­ Prensip olarak gayr-i ciddî yapı­
dir. Kur’ân’da, bayağı arzularına esir lan hukukî işlemler sahih ve bağlayıcı
olan kişi “hevâsını tanrı edinen” diye değildir. Ancak, Hz. Peygamber’in “üç
tanitllmiŞ (Furkân, 25/43; Câsiye, 45/23) ve şeyin şakası da ciddidir, ciddisi de...:
hevâ başlıca sapıklık sebeplerinden Nikâh, talâk ve Itk" (îbn Mâce, Talak, 13;
biri sayılmıştır. Hevâlarına uyanlar tam Ebû Davûd, Talak, 9) hadisinden hareketle
bir sapıklığa düştükleri gibi, bunların bu gibi tasarruflarda hezlin etkili olma­
peşinden gidenler de Allah’ın yolun­ yacağı, tasarrufun geçerli olduğu kabul
dan sapmış olurlar (Mâide, 5/77; En’âm, 6/56). edilmiştir. Hezlin etkisi bakımından
Kur’ân’da, mü’minler hem kendi hevâ- tasarruflar öncelikle ikiye ayrılmıştır;
larına hem de kâfir, zalim, hak yoldan alım-satım, icâre gibi fesih ihtimali
sapmış, kalpleri mühürlenmiş kimsele­ bulunan malî tasarruflarda hezl, kural
rin hevâlarına uymamaları emredilmiş­ olarak akdi fasit yapacağı kabul edil­
tir (bk. Bakara, 2/120). Allâh Teâlâ “Eğer miş, ancak fesih ihtimali bulunmayan
hak onların hevâsına uysaydı gökler, talak, yemin gibi tasarruflarda hezl
yer ve bunlarda bulunanların düzeni geçerli kabul edilmeyip, tasarruf geçer­
bozulurdu" (Mü’minûn, 23/71) buyrulmak li sayılmıştır. (İ.P.)
suretiyle hevâya uymanın doğuracağı HIDÂD
zararlara dikkat çekmiştir. Tasavvuf!
Sınır koymak, ayırmak, menetmek,
hayatın en önemli ilkeleri olan riyâzet
bilemek ve kızmak anlamındaki “h.d.d”
ve mücahedenin temel amacı, nefsi
her türlü dünyevî tutkulardan arındırıp kökünden türeyen hıdâd, “hâdde” fiili­
nin mastarı olup sözlükte; muhalefet
mânevi hazlara yöneltmektir. Hadis,
etmek, düşmanlık etmek, karşı çık­
akaid, kelâm ve mezhepler tarihi litera­
mak, tartışmak ve sınıra tecavüz etmek
türünde, genellikle sünnet çizgisinden
demektir. Kur’ân’da fiil şeklinde 4
saparak inanç ve davranışları beşerî
görüş ve arzular doğrultusunda oluş­ âyette geçmiş, münafıkların (Tevbe, 9/63)
ve kâfirlerin (Mücâdele, 58/5, 20) Allah’a
turma eğilimleri için “ehvâ”, bu eği­
ve Peygamberine karşı çıkmaları ve
limleri birer akım haline getirenler için
düşmanlık etmeleri anlamında kulla­
de “ehl-i ehvâ ” tabiri kullanılmaktadır.
nılmıştır. Bu kimselerin; en alçaklar
(M.C.)
arasında olacakları ve cehenneme atı­
HEZL lacakları; mü’minlerin, babaları, oğul­
Sözlükte “şaka yapmak, eylenmek, ları, kardeşleri yahut akrabaları da olsa
ciddiyetsizlik, zayıflık, cılızlık” gibi Allah’a ve Rasûlüne düşman olanlarla
anlamlara gelen hezl, bir fıkıh kavramı dostluk edemeyecekleri bildirilmiştir.
olarak, iç irade ile beyan arasında kasıt­ (Mücâdele, 58/22)

252
Hıdâd kavramı, şikâk ve muhâ- kaçınan kişiden çocuğu alarak diğer
lefet kelimeleri ile anlamdaştır, (bk. yakınlarına verebilir. Çocuğun, bakıma
Muhâlefet ve Şikâk) (Î.K.) ihtiyacı kalmayıp kendi işlerini görebil­
HIDÂNE diği çağa gelince, babasına verileceği
genel olarak kabul edilmiştir. (Î.P.)
Sözlükte “göğüs, kanat; çocuğu
kucağına almak, beslemek; bir şeyi HIFZ
yanına almak” anlamlarına gelen Sözlükte “korumak” anlamına gelen
hıdâne, bir fıkıh terimi olarak, küçük hıfz, tasavvufta Allah’ın veli kullarını
çocukları yanında bulundurma, bakım, günahta ısrar etmekten koruması anla­
gözetim ve terbiye etme hak ve vazifesi mında kullanılmaktadır. Sûfilere göre,
demektir. Allah Peygamberleri günah işlemekten
Kur’ân’da çocukların bakım, göze­ koruduğu gibi veli kullarını da günah
tim ve terbiyesi ile ilgili genel hüküm­ işlemekte ısrar etmekten öylece korur.
ler bulunmakla birlikte, hıdane konu­ Allah, koruyan (hâfız), velî de koru­
sunda özel bir hüküm bulunmamak­ nan (mahfuz) dur. Allah’ın dostluğunu
tadır. Hz. Peygamber’in hadisleri ve kazanmış takvâ sahibi bir mü’min olan
uygulamalarında da sınırlı açıklamalar velinin beşer olması hasebiyle günah
getirilmiştir. Bu nedenle fıkıh kitapla­ işlemesi ve hata yapması mümkündür.
rında yer alan hıdâne ile ilgili görüşler, Ancak sık sık günah işlemesi salâh ve
fakihlerin bu sınırlı açıklamalardan takva sıfatına aykırıdır. Allah’ın sâlih
hareketle, şahsî müşahade ve tercihleri kullarının işlerini üstleneceğini (A’râf,
ile dönemlerindeki tecrübe birikimleri­ 7/196.), şeytanın Hakk’ın dostu olan
ni yansıtmaktadır. kulları azdıramayacağını (bk. Hicr, 15/42)
Klasik fıkıh kaynaklarında, çocuk bildiren ve günah işlemekte ısrar etme­
üzerinde, şahıs, mal ve terbiye bakı­ yenleri öven (Âi-i imrân, 3/135) âyetler veli­
mından üç çeşit hak ve sorumluluk söz lerin mahfuz olduğuna sûfılerce delil
konusudur. Bu hak ve sorumluluklar, olarak gösterilmiştir. (M.C.)
çocuğun maddeten ve manen gelişti­ HINS
rilmesi, korunması amacına matuftur. Sözlükte “meyletmek ve yeminini
Bu nedenle, çocuğun bakım ve terbi­ bozmak” demektir. Kur’ân’da bu keli­
yesini üstlenecek kişinin en azından me iki âyette geçmiş, yemini bozma
akıllı, buluğ çağına ulaşmış, güvenilir (Sâd, 38/44) ve büyük günah (Vâkfa, 56/46)
ve güç yetirebilir olması şarttır. Bunun anlamında kullanılmıştır. “el-Hınsü’l-
yanında, çocuğun hayat, sıhhat ve ahlâ­ azîm” ile maksat, âhireti inkâr, hak­
kını koruyacak, dinî eğitimini sağlaya­ tan sapma, hakkı yalanlama ve şirk
cak durum ve kıvamda olması gerekir. (Allah’a ortak koşma) dır. (Î.K.)
Erkeğin Müslüman olması aranırken,
HIRKÂ-İ SAÂDET
annede bu şart koşulmamıştır. Fakihler
evliliğin sona ermesi halinde önceli­ Saadet hırkası demek olan hırka-i
ğin kadına ait olduğu, annenin bulun­ saadet Peygamberimiz (a.s.)’in hır­
maması halinde babaya ait olduğunu kasına verilen bir isimdir. Bu hırka,
belirtmişlerdir. Ancak hâkim, görevi­ İstanbul Topkapı Sarayında mukaddes
ni hakkıyla ifa etmeyen veya bundan emanetler dairesinde altun bir sanduka

253
içerisinde saklanmaktadır. Bu hırkaya HIRSIZLIK
“saadet” ismini müslüman Türk milleti Mülkiyet hakkına karşı işlenen
vermiştir. (Î.K.) temel suçlardan biri olan hırsızlık;
HIRS başkasına ait bir malı, korunduğu yer­
Sözlükte “bir şeyi şiddetle arzu den sahibinin bilgisi dışında gizlice
etme, ona aşırı derecede tutkun olma, almaktır. İslâm’a göre insanın hayatı,
sonu gelmeyen istek, aç gözlülük” gibi ırz ve namusu gibi malı da muhterem­
anlamlara gelen hırs, bir ahlâk terimi dir. Bu nedenle hırsızlık, hem hukuk
olarak, belli bir amaca erişme hususun­ düzeni açısından suç kabul edilerek
da kişinin bütün benliğini saran arzu ve cezalandırılmış, hem de dînen ve ahlâ-
tutku demektir. Kur’ân’da hırs kelimesi ken büyük günah ve ayıp sayılmıştır
geçmemekte ise de hırs kökünden türe­ (Mâide, 5/38). (Î.P.)
yen kelimeler yer almaktadır. Meselâ
HIYANET
Yahudilerin dünya hayatına olan aşırı
düşkünlükleri hırs kökünden gelen keli­ Sözlükte “sözünde durmamak,
melerle anlatılmıştır (Bakara, 2/96). Hz. eksiltmek, emaneti yerine getirmemek”
Peygamber, yöneticilik ihtirası taşıyan­ gibi anlamlara gelir. Hıyanet eden
ları yermiş (Buhârî, Ahkâm, 7; Müslim, İmâre, kimseye hâin denir. Kur’ân’da hıya­
14; Müsned, n/148), '"İnsanoğlu yaşlansa da neti yasaklayan pek çok âyet vardır.
onda iki şey, hırs ve haset genç kalır” Bunlardan bazıları şunlardır: “Ey îmân
(Ahmed, ın/115, 119, 169), ""İnsanoğlunun edenler! Allah "a ve Peygamber ’e karşı
iki vadi dolusu altını olsa mutlaka bir hainlik etmeyin, size güvenilen şeyle­
üçüncüsünü ister, onun gözünü ancak re bile bile hıyanet etmiş olursunuz”
toprak doyurur, tevbe edenlerin tev- (Enfâl, 8/27), ""...Allah hainleri sevmez”
besini Allah kabul eder” (Buhârî, Rikâk, (Enfâl, 8/58). Hz. Peygamber de hıyaneti,
10; Müslim, zekat, 116, 119; Tirmizî, Menâkıb, 32) nifâk (iki yüzlülük) alâmeti saymıştır
buyurarak hırsın olumsuz yönüne dik­ (bk. Buhârî, îmân, 24). MÜ’mİnİn İÇİ Ve dlŞl
kat çekmiştir. Ancak Hz. Peygamber’in birdir; kötülük ve hainlik düşünmez.
hırsı olumlu anlamda kullandığı da Fâcir ise hilekârdır ve düşük duygula­
olmuştur. Meselâ iyilik peşinde koşan ra sahiptir (bk. Ebû Dâvûd, Edeb, 5). Ayrıca
bir kişiye ""Allah hırsını arttırsın ” diye Hz. Peygamber, ""Müslüman müslü-
dua etmiştir (Buhârî, Ezan, 114; Ebû Dâvûd, manın kardeşidir. Ona hıyanet etmez,
Salât, ıoo; Müsned, v/39). İnsanın gerçekçi
dara düşünce yardımsız bırakmaz, ona
olması ve isteklerine bir sınır çekmesi
karşı yalan söylemez...” (Tirmizî, Bin-,
gerekir. Başkalarının canına, malına,
18), ""Bir kardeşin seni doğru söylüyor
mevkiine, namus ve şerefine zarar veri­
ci sonuçlar doğuran hırs sadece ferdin sandığı halde senin ona yalan söyle­
dinî, ahlâkî ve psikolojik hayatına zarar men çok büyük bir hâinliktir” (Ahmed,,
vermekle kalmaz, aynı zamanda sosyal iv, 183), ""Güvenilir olmayanın îmânı
hayatın düzenini bozar, toplumda barış, da yoktur. ” (Ahmed,, III, 135, 154, 210, 251)
kardeşlik, adalet, eşitlik, özgürlük gibi şeklindeki sözleriyle müslümanın asla
yüce değerleri öldürür, haksızlık ve başkalarına hıyanet edemeyeceğini
zulümlere yol açar. (M.C.) belirtmiştir. (M.C.)

254
HİBE HİCÂB
Sözlükte “bağışlamak, lütfetmek, Sözlükte “perde, örtü, iki şey arası­
karşılıksız vermek” anlamına gelen na konan engel” anlamına gelen hicâb,
hibe, fıkıh ıstılahında, bir malın bedel­ bir kavram olarak, hakka ve hakikate
siz olarak bir başkasına mülk olarak ulaşmaya, âhiret gününde Allah’ı gör­
verilmesini ifade etmektedir. Karşılık meye engel olan perde anlamına gelir.
şart koşulmaksızın bir malın hayatta Bir hadiste ifade olunduğuna göre,
iken başkasına temlik edilmesi şeklinde Allah Teâla cennet ehline “Benden
de tanımlanabilir. Fıkıh kaynaklarında daha başka bir şey istiyor musunuz? ”
hibe, iki taraflı bir akit olup, tarafların diye soracak, onlar da, “Yüzümüzü
irade beyanı ile kurulur, hibe edilen ağartmadın mı, bizi cennete koyup
malın teslim-tesellümü ile tamamlanır. ateşten kurtarmadın mı?” diyecekler,
Hibenin geçerli olması için, bağışlama bunun üzerine Allah perdeyi kaldıracak
anında akit konusu malın mevcut olma­ ve cennettekiler, o güne kadar mazhar
sı, malum ve belirli bulunması, bağış­ olmadıkları en büyük nimet olarak
layana ait olması, tarafların rızalarının Rab’lerine bakacaklardır (Müslim, îmân,
bulunması ve bağışlayanın eda ehliyeti­ 297). Tasavvufta, sâlikle Hak arasında
ne sahip olması gerekir. Ancak bağışla­ bulunan ve O’nu tanımaya (mârifet)
nan kimsede tam edâ ehliyeti aranmaz; engel olan her şeye hicâb adını verirler.
eksik edâ ehliyeti bulunan mümeyyiz (M.C.)
çocuk ve bunağın hibeyi kabul etmeleri
Hicap kelimesi Kur’ân’da 7 âyette
geçerlidir. geçmiş ve hepsi perde anlamında ancak
Usulüne uygun olarak yapılan ve farklı bağlamlarda kullanılmıştır. A’râf
kabz ile tamamlanan hibe akdinden sûresinin 46. âyetindeki hicâp âhirette
dönmek kural olarak caiz değildir. cennet halkı ile cehennem halkı ara­
Hz. Peygamber bunu kınamıştır (bk. sında bulunan sûru, Şûrâ sûresinin 51.
Buhârî, Hibe, 14; Müslim, Hibât, 1,2, 6-8). Ancak âyetindeki hicâp, vahyin geliş şekil­
Hanefîler hibeyi kabul eden kişinin lerinden birini, İsrâ sûresinin 45 ve
rızası veya hâkim kararı ile hibeden Fussilet sûresinin 5. âyetinde hicâp,
dönülebileceğini kabul etmişlerdir. mecâzî anlamda perdeyi, Ahzap sûre­
Bununla birlikte, hibenin kan hısımla­ sinin 53. âyetindeki hicâp, kapı yerine
rı ve sihri hısımlar arasında yapılma­ kullanılan perdeyi, Sâd sûresinin 32.
sı, bir karşılık veya şarta bağlanması, âyetindeki hicâp, gün sonunda güneş
bağışlanan malda ayrılmaz bir fazlalık ışığının batmasını ve perdelenmesini
meydana gelmesi, malın hibeyi kabul ifade etmektedir.
edenin mülkiyetinden çıkması, helâk
Türkçe’de “hicap”, utanma ve sıkıl­
olması, taraflardan birinin ölümü, hibe­ ma anlamında kullanılmaktadır. (Î.K.)
nin sevap amacıyla yapılması ve hibe­
nin borcun ibrası şeklinde yapılması HİCRET
durumlarında rücû hakkı bulunmamak­ Sözlükte “terketmek, ayrılmak,
tadır. Şartlı bağışlarda ise, şartın yerine bir yerden başka bir yere göç etmek”
getirilmemesi halinde hibe edenin rücu demektir. İslâm terminolojisinde hic­
hakkı saklıdır. (Î.P.) ret kavramı ile Hz. Muhammed (a.s.)

255
ve arkadaşlarının M. 622 yılında HİCR İ KÂ’BE
Mekke’den Medine’ye göç etmeleri Kâ’be’nin kuzey-batı duvarı ile
kastedilir. Mekkeli müşriklerin baskı­ Hatim arasındaki boşluğa denir.
larına dayanamayan müslümanlar daha Buraya Hatîra ve Hicr-i İsmail de
önce de iki kâfile halinde Habeşistan’a denir. Burada namaz kılıp dua edilir,
hicret etmişlerdir. fakat kıble olarak buraya karşı namaz
Kur’ân’da bu kimseler muhacir­ kılınmaz. Hz. İbrâhim ile oğlu İsmail
ler olarak anılmış ve Allah’ın onların (a.s.)’ın yaptığı Kâ’be binası bu kısmı
kötülüklerini örteceği (Âi-i imrân, 3/195), da içine alıyordu. M. 605 yılında yapı­
onlardan razı olduğu, onlar için cen­ lan tamirde bu kısım inşaat malzemesi
netler hazırladığı (Tevbe, 9/100), onların yetmediği için Kâ’be dışında bırakıl­
hakîkî mü’minler olduğu (Enfâi, 8/74), mıştır. Bu boşluk Hatîm adı verilen
Allah katındaki derecelerinin büyük yarım daire şeklinde bir duvar ile çev­
olduğu (Tevbe, 9/20) ve Allah’ın rahmeti­ rilidir. Tavaf bu duvarın dışından yapı­
ne mazhar olacakları (Bakara, 2/218) bil­ lır. (İ.K.)
dirilmiştir. Çünkü muhacirler; îmanları HİCR-İ İSMÂİL
uğruna yurtlarını terk etmişler, Allah Kâ’be’nin kuzey batı duvarı ile
yolunda eziyetlere uğramışlar, müşrik­ Hatim arasındaki boşluğa denir, (bk.
lerle savaşmışlar (Âı-i imrân, 3/195), mal­ Hicr-i Kâ’be) (İ.K.)
larını ve canlarını ortaya koymuşlardır
HİDÂYET
(Enfâl, 8/72).
Allah’a kulluk etmesi için yaratı­ Sözlükte “yol göstermek, doğru
lan (Zâriyat, 56/51), ancak bulunduğu bir yola iletmek ve gerçeğe ulaştırmak”
yerde bu görevini yerine getiremeyen, anlamına gelen hidâyet, AllâhTn kitap
ve peygamberleri vasıtasıyla insanla­
ibadet edebileceği bir yere de hicret
ra doğru yolu göstermesi ve onları bu
etmeyen böylece nefsine zulmeden
yola ulaştırması demektir. Allâh ken­
insan Kur’ân’da kınanmıştır (Nisâ, 4/97).
disini bu vasfından dolayı hâdî olarak
“Allah yolunda hicret eden kimse yer­
nitelendirmiştir, (bk. Hâdî)
yüzünde gidecek çok yer bulur, bolluk
bulur...” (Nisâ, 4/100). Çünkü “Allah’ın Kelâm ilminde hidâyet kavramı,
arzı geniştir” (Zümer, 39/10). daha çok kulların fiilleri açısından
değerlendirilmiştir. Selef âlimleri
Hicret kavramı, Kur’ân’da göç
hidâyet için, Allah’ın peygamber ve
etmenin dışında Allah’a eş koşmak ve
kitap göndermesini yeterli görmekle
puta tapmak gibi çirkin davranışlardan
beraber, asıl hidâyeti, kulun gerçeğe
(ricz) kaçınmak (Müddessir, 74/5) ve bir
ulaşmasını sağlayan İlâhî irade, kulu
insanın yanından ayrılmak (Meryem, 19/46; hidâyete muvaffak kılması ve ilhamı
Nisâ, 4/34) anlamında da kullanılmıştır.
kalbinde yaratıp hayn kolaylaştırması
Hz. Peygamber (a.s.), “muhâcir, olarak açıklamışlardır. Eş’arî âlimler
Allah ’ın yasakladığı şeyleri terk eden hidâyeti, AllâhTn doğru yolu göste­
kimsedir” (Buhârî, îmân, 4-5) sözü ile hic­ rip ona ulaştırması; îmânı müminlerin
ret kavramına mecâzî bir anlam da kalbinde yaratılması olarak izah etmiş­
yüklemiştir. (İ.K.) lerdir. Mâturidî bilginleri ise, hidâyetin

256
“doğru yolu gösterip açıklama” ve “ona hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet
ulaştırma” olmak üzere iki anlama gel­ verilmişse, şüphesiz ona çok hayır
diğini benimsemişler ve ilkine hidâyet- verilmiş demektir. Bunu ancak akıl
i mûsile, İkincisine de hidâyet-i gayr-i sahipleri anlar” (Bakara, 2/269), “Ancak
mûsile, adını vermişlerdir. Mu’tezilî iki kimseye gıpta edilir: Biri;Allah ’ın
alimler Ehl-i Sünnet bilginlerinin hidâ­ servet verdiği ve servetini hak yolda
yeti “îmân” manasına anlayıp Allah harcayabibne imkânı lütfettiği kimse,
tarafından kulda yaratıldığını kabul diğeri ise Allah ’ın hikmet verdiği ve bu
etmelerini irade hürriyetine, ceza ve hikmetle hüküm veren ve onu başkala­
mükafat anlayışına aykırı bulmuşlardır. rına öğreten kimse” (Buhârî, î’tisâm, 13)
Çünkü onlara göre, kul iradesinde hür Peygamberimiz (a.s.), Allah’tan hik­
olmalıdır. (F.K.) met İStemİŞ (Buhârî, Fedâilü’s-sahâbe, 34) Ve
HİKMET “Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede
Hükmetmek, hâkim olmak, hikmetli bulursa alır” buyurmuştur (Tirmizî, ilim,
19). (İ.K.)
olmak, yönetmek, düzeltmek amacıyla
men etmek, dönmek ve sağlam yap­ HİLÂF (İlmi)
mak anlamındaki “h-k-m” kökünden Sözlükte “hilâf, karşı gelmek,
türeyen hikmet kavramı terim olarak; aykırı davranmak, muhalefet etmek,
adalet, ilim, amel, nübüvvet, Kur’ân, zıtlaşmak” gibi anlamlara gelmekte­
Allah’a itaat, dinî anlayış, Allah korku­ dir. Hilâf ilmi veya hilafiyat ise, bazı
su, akıl, söz ve işte isabet, hakkı bilme dinî ilimlere, özellikle fıkıh konula­
ve hayır işlemek demektir. rına uyarlanmış cedel tekniği, fıkıh
Hikmet kavramı Kur’ân’da; mezhepleri arasındaki ihtilafları konu
Öğüt (Bakara, 2/231; Âl-i İmrân, 3/48; Nisâ, edinen ilim dalını ifade etmek için
4/54; Kamer, 54/5), kullanılmaktadır.
Anlama (En’âm, 6/89; Meryem, 19/12; Hilâf ilmi, kendine has bir konu­
Enbiyâ, 21/79; Lokmân, 31/12), su, ilkeleri ve amacı bulunan bir ilmin
veya tekniğin adı olarak kullanılmakla
Bilgi ve aklî deliller (Lokman, 31/12),
birlikte, fakihler arasında ortaya çıkan
Kur’ân (Nahl, 16/125),
görüş farklılıklarını anlatmak için de
Kur’ân’in yorumu (Bakara, 2/269); kullanılmıştır. Buna göre, başlangıçtan
Sünnet (Bakara, 2/151, 231; Nisâ, 4/113) itibaren fakihler arasında ortaya çıkan
Peygamberlik (Bakara, 2/251; Âl-i İmrân, farklı görüşlerle ilgilenme ve onları
anlamlarında
3/48; Nisâ, 4/54; Sâd,38/20)
bilme işinin hilafiyat ve mevcut farklı
kullanılmıştır. görüşleri derleyen eserlerin de hilafiyat
literatürü olarak anılması mümkündür.
Hikmetin özü; anlayış, gerçeği (İ.P.)
bilme, düşünme yeteneği, sezgi gücü,
iş ve sözlerde isabetli olma, düşünce HİLÂFET
planında kalmayıp eyleme dönüşen Sözlükte “birinin yerine geçmek,
yararlı ve derin bilgi, ilim ve akıl ile bir kimseden sonra gelip onun yerini
doğruyu bulmadır. Âyet ve hadislerde almak, vekalet etmek, temsil etmek”
hikmet sahipleri övülmüştür: “Allah gibi anlamlara gelen hilafet, bir kav-

257
ram olarak, Hz. Peygamber’den son­ parmaklarının aralanması müstehaptır.
raki devlet başkanlığı kurumunu ifade (İP)
eder. Halife de, bir kimsenin yerine HİLE
geçen, onu temsil eden kimse demek
Sözlükte “çare, maharet, kurnazlık,
olup İslam tarihinde terim olarak devlet
aldatmak, düzenbazlık” gibi anlamlara
başkanı için kullanılmıştır.
gelen hile^ bir fıkıh kavramı olarak, bir
Kur’an-ı Kerim’de halife (çoğulu kimseyi istenen yönde irade beyanın­
halaif, hulefa) kelimesi tarihsel süreçte da bulundurmak için yanlış bir kanaat
kazandığı terim anlamıyla geçmeyip uyandırarak veya mevcut bulunan hata­
bu kelime ile, insanoğlunun Allah’ın lı fikrin devamını sağlayarak yanıltma­
yeryüzündeki halifesi olduğu, insa­ yı ifade eder. Klasik fıkıh kitaplarında,
nın yeryüzünde iyi ve güzeli temsil bir akit veya hukukî işlem yapmak iste­
etme, yararlı işler yapma ve bu şekilde yen kimsenin iradesine yönelik yapılan
Yaratanın huzuruna çıkma göreviyle hile, tağrîr, tedlîs veya aldatma anlamı­
yükümlü olduğu anlatılır. Hadislerde na gelen hud’a, hılâbe. gibi kelimelerle
devlet başkanı, yönetici, lider anla­ ifade edilmiştir. Bu manadaki hilenin,
mında hilafet kelimesi ve halife, imam, gabn ve garar kavramlarıyla yakından
emir kelimeleri sıkça geçmektedir. ilişkisi vardır. Doğruluk ve dürüstlüğü
Halife ve hilafet konusunda klasik temel ilke olarak benimseyen İslâm’da
literatürde yer alan ayrıntılı bilgiler ve Müslüman’ın özüne ve sözüne güveni­
görüşler, o güne kadarki geleneğin ve lir dosdoğru olması, elinden ve dilin­
o günün hilafet ve saltanat sisteminin den herkesin emin olması istenmiştir.
olumlu veya olumsuz tesirleri altında Hz. Peygamber, sattığı buğdayın ısla­
ortaya çıkmış tespit, öneri ve bakış ğını yığının altına gizleyen bir saha-
açılan olup mevcut şartlar içinde yöne­ bîye, (<bizi aldatan bizden değildir”
timde adaleti, iç denetimi ve toplumsal (Buharî, îmân, 164) buyurmuş, hileye baş­
uzlaşıyı sağlamaya matuf çabaları da vuranın ateşte olduğunu bildirmiştir
içinde barındırır. (İ.P.) (Buharî, Buyu, 60).

HİLALLEMEK Fıkıh kaynaklarında, karşı tarafın


zarara uğramasına yol açan hilenin akdi
Abdest alırken, el ve ayak par­
feshetmek için yeterli gerekçe olduğu
makları ile sakalın arasına parmakları
kabul edilerek, kayda değer ölçüde
sokarak hareket ettirmek suretiyle suyu
zarar gören tarafa akdi feshetme ve
ulaştırmaya hilallemek denir. Abdestte
uğradığı zararın tazminini talep hakkı
el ve ayaklar yıkanırken parmakların
verilmiştir. Ayrıca hile yapan, bu eyle­
arasını hilallemek abdestin sünnetle-
miyle emanet ve adalet vasfını yitirir.
rindendir. Eller yıkanırken parmaklar
Bunun yanında hile, şartlara ve ihtiyaca
birbirine geçirilmek suretiyle, ayaklar
göre belirlenen uygun bir ceza ile teczi­
yıkanırken de el parmaklanndan birinin
ye de edilebilir. (İ.P.)
ayak parmaklarının arasına sokulma­
sıyla yapılır. Ayak yıkanırken, sol elin HİLE-İ ŞER’İYYE
küçük parmağıyla, sağ ayağın küçük Kelime anlamı itibariyle “meşru
parmağından başlayarak sırasıyla ayak çare, hukukî çözüm yolu” demektir.

258
Aynı anlamda, mahreç ve hile keli­ ru neticelere ulaşma kastıyla yapılan
mesinin çoğulu olan hiyel de kulla­ hile caiz değildir. Bu tür hilelerle ilgi­
nılmaktadır. Dinî bir kavram olarak, li olarak İmam Azam, insanlara hile
yasaklanmış bir sonucu elde etmek öğreten müftünün hacr altına alınıp bir
amacıyla, şekil bakımından kurallara daha fetva vermesine mani olunması
uygun bir işlemi vasıta etmek; fiil ve gerektiğini, talebeleri Ebû Yusuf, zekatı
işlemleri dış görünüş ve şekil itibariyle iptal etmek amacıyla hileye başvurma­
kurallara uygun hale getirmek şeklinde nın helal olmadığını, Muhammed de,
tanımlanabilir. hakkı iptale götüren hilelerle Allâh’ın
Dinî ve hukukî kurallar, toplumsal hükümlerinden kaçmanın mü’minin
hayatı düzenlemek amacıyla, bireyle­ ahlâkından olmadığını söylemişlerdir.
rin davranış ve hareketlerine birtakım (İ.P.)
kısıtlamalar getirmiş; bazı yükümlü­ HİLL BÖLGESİ
lükler koymuştur. Ancak fert çeşitli Dışarıdan Mekke’ye gelen kişile­
düşüncelerle bu hükümlerden kaçmak rin ihrama girmek zorunda oldukları
isteyebilir. Bu ihlalin doğrudan meyda­ sınırlar içinde (mîkat) olduğu halde,
na gelmesi dinî ve kanunî müeyyideyi harem bölgesi dışında kalan yerlere
de gerektirdiğinden, fert hem isteğine verilen isimdir, (bk. Harem) Hill böl­
ulaşmak ve hem de müeyyideye çarptı­ gesinin Mekke’ye en yakın olan yeri,
rılmamak için kanuna karşı hileyi çıkar Ten’îm’dir. Harem bölgesi içerisinde
yol olarak görür. yapılması yasaklanan bitkilerin kopa­
Kurallara karşı hile, genel olarak rılması, av hayvanlarına zarar verilmesi
meşru vasıtaları kullanarak gayri­ gibi şeyler burada helal olduğu için hill
meşru sonuçlara ulaşmak ve meşru ismi verilmiştir. Bu bölgede yaşayanla­
vasıtalarla meşru sonuçlara ulaşmak ra hillî veya mîkâtî denir.
şeklinde olabilir. Hanefîlere göre, bir Hill bölgesinde yaşayanların, hac
hakkı veya dinî bir hükmü iptal etme­ ve umre kastı olmadan harem bölge­
yen, meşru yollarla meşru neticelere ve sine ihramsız olarak girmeleri caizdir.
helallere ulaştıran, günaha düşmekten Buralarda ikâmet edenler hac ve umre
kurtaran hileler caiz kabul edilmiş­ için bulundukları yerden ihrama girer­
tir. Meselâ, “şunu yaparsam eşim üç ler. Mekke’de ikâmet edenler, hac için
talakla boş olsun” diye yemin eden bir Mekke’de ihrama girerler, umre için
kişinin yemin ettiği bu şeyi yapması ise, hill bölgesine çıkarak burada ihra­
zarûrî olursa, bir talakla eşini boşayıp ma girerler. Mekkeli olmayıp dışarıdan
bu eylemi yaptıktan sonra tekrar eşine gelen kişiler, umre yapıp ihramdan çık­
dönmesi böyle bir hiledir. Üç talakla
tıktan sonra, umre için yeniden ihrama
boşanması halinde tekrar geri dönme­ girmek istediklerinde, aynı şekilde
si mümkün olmadığından, bir talakla
harem dışına çıkarak ihrama girerler.
boşanmak suretiyle iki hakkını muhafa­ (İ-P)
za etmek amacıyla yapılan bu hile caiz­
dir. Zira, yapılan bu hilede hem ulaşılan HİLM
sonuç, hem de vasıta helaldir. Ancak Sözlükte “sabırlı ve hazımlı, akıllı
meşru vasıtalar kullanılarak gayrimeş­ ve ağırbaşlı olmak” anlamlarına gelen

259
hilm, bir ahlâk kavramı olarak, akıllı HİMMET
ve kültürlü olmakla elde edilen, beşerî Sözlükte “meyil, arzu, istek, azim”
ilişkilerde bağışlayıcı, hoşgörülü ve anlamına gelen himmet (çoğulu
uygarca davranmayı sağlayan ahlâkî himem), terim olarak, kendini veya
erdem demektir. Kur’ân’da “akıl” başkasını kemale erdirmek için kalbin
anlamında olmak üzere bir âyette çoğul bütün ruhanî güçleriyle Allah’a yönel­
şekliyle (ahlâm) (Tûr, 52/32), onbir âyet­ mesi demektir. Tasavvufta bilme gücü
te de esmâ-i hüsnâdan biri olan halîm şeklinde anlaşılmaktadır. Allah’ın kulu­
(hilim sahibi) kalıbıyla geçmektedir na olan ihsanının, kulun himmeti ölçü­
(bk. Halîm). Hz. Peygamber, Eşec sünde olacağına ve yüce mertebelere
el-Abdî adlı sahabiyi överken şöyle ancak himmetin yüceliğiyle ulaşılaca­
buyurmuştur: “Sende Allah fın sevdiği ğına inanan sûfıler, çevresindekilere
iki haslet vardır; biri hilim, diğeri de büyük himmet sahibi olmalarını öğüt-
teennidir ” (Müslim, îmân, 25, 26; Ebû Dâvûd, lemişlerdir. (M.C.)
Edeb, 149). Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir’in
HİSBE
devlet başkanlığına kendisinden daha
layık olduğunu ifade etmek üzere, “O Sözlükte “hesap etmek, zannet­
benden daha halim (akıllı, deneyim­ mek, saymak, yeterli olmak, sevabını
li, Olgun) dur” demiştir (Buhârî, Hudûd, Allah’tan beklemek” gibi anlamla­
3 i). Hilm; sabır, sekinet ve vakardır, ra gelen hisbe, îslâm tarihinde genel
ağır başlılık ve yumuşak huyluluktur, ahlâkı ve kamu düzenini koruma faa­
öfkeye, ihtiraslara ve bencil duygulara liyetleri ile bu faaliyetleri yürüten ve
hâkim olmaktır, güçsüzlük ve onur­ denetleyen teşkilatı ifade eder. Bu işle
suzluktan kaynaklanan bir zillet ve acz görevli memura muhtesib denir.
değildir. Kur’ân’da baştan sona kadar Dinî-örfî ilkeler ışığında ve dengeli
hilim ruhu mevcuttur. Bu sebeple bir şekilde fert, toplum, devlet hakları
İslâm ahlâkının, dolayısıyla müslüma- ile kamu ahlâk ve düzeninin korun­
nın karakterini belirleyen temel erdem ması demek olan hisbe, İslâm dininde
hilmdir. (M.C.) farz-ı kifaye olarak kabul edilmiştir.
HİLYE-İ NEBEVÎ (Hilye-i Saâdet, Kur’ân’da ve hadislerde iyiliği tavsi­
Hilye-i Şerîf) ye ve kötülüğü yasaklama önemli bir
Sözlükte “süs, zinet, kolye ve yer tutmaktadır (bk. Âı-i îmrân, 3/104, 110,
güzellikler; mecâzî olarak yaratılış, 114; Tevbe, 9/71, 112; Hac, 22/41; Buhârî, İsti’zan,

portre ve sıfat” anlamına gelen hilye, 2, Mezâlim, 22; Müslim, İmân, 83, 85, Libas, 114;

terim olarak, Hz. Peygamberin yara­ Ebû Dâvûd, Edeb, 12; Tirmizî, Birr, 15).

tılış güzellikleri; hilye-i saâdet ise, Âyet ve hadislerde geçen emr-i bi’l-
Peygamberimiz’in huylarını, güzel ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker (iyili­
ahlâkını, yaşayış tarzını, dış görünü­ ği emr etmek ve kötülüğü yasaklamak)
şünü ve kişisel özelliklerini (şemâili- prensibine dayanan hisbe, Hz. Ömer
ni) anlatan rivâyetleri, güzel ve süslü zamanında teşkilatlanarak bir kurum
yazı ile yazılarak oluşturulan levhalara haline gelmiştir. Osmanlı Devletinde
denir. Bu levhalar, hilye-i nebevi ve hil­ muhtesipler kadı (hâkim) yardımcısı
ye-i şerîf adı ile de anılır. (Î.K.) olarak görev yapmışlardır. Hisbe faa-

260
liyetleri, kişi, toplum ve devlet hakları rin defedilmesi, borcun kolayca öden­
ihlallerini oluşturan fiillere yöneliktir. mesi, yol güvenliği, düşman şerrinden
Hisbeye konu olacak fiilin, hakkında korunma vb. amaçlarla düzenlenmiş
ihtilaf bulunmayan bir münker olması, hizbler vardır. Selef âlimleri hizb oku­
kişilerin özel hayatlarını araştırmayı mayı hoş karşılamamış, bunun yerine
gerektirmeyecek kadar alenî yapılma­ Kur’ân ve hadislerde geçen duaların
sı ve halihazırda gerçekleşmiş olması okunmasını öğütlemişlerdir. Kur’ân’da,
gerekir. Hisbe konusu üç grupta topla­ bir cüzün (20 sayfa) 1/4’ine de hizb
nabilir: a) dinî hayatla ilgili olanlar, b) denilmiştir. (M.C.)
adaletle ilgili olanlar, c) ekonomik ve
HİZBULLAH
sosyal hayatla ilgili olanlar.
“Hizb” ve “Allah” lafzından oluşan
Günümüzde hisbe faaliyetlerini
hizbullah tabiri, sözlük anlamı itiba­
zabıta teşkilatı ve güvenlik kuvvetleri
riyle “Allah taraftarları” demektir. Bu
ifa etmektedir. (İ.P.)
tabir, Kur’ân’da Allah’ın dostları, taraf­
HİTAP tarları, dininin yardımcıları; Allah’ı,
Sözlükte “söz, mektup” anlamına Rasûlullah’ı, mü’minleri sevenler ve
gelen hitap, tasavvufta, Allah’ın insa­ dost edinenler anlamında üç yerde
nı muhatap alan sözü demektir. Buna geçmektedir (Mâide, 5/56; Mücadele, 58/22-
hitâb-ı İlâhî de denir. İnsanlar Allah’ın 23).Kur’ân’da bu terkibin zıddı olarak,
hitâbına ilk defa ruhlar âleminde iken Allah’ın gazab ettiği bir kavimle dost­
mazhar olmuşlar, bu esnada Allah luk kuranlar, şeytanın etkisinde kalarak
kendilerine “Ben sizin Rabbiniz değil Allah’ı unutanlar, Rasûlüne düşman
miyim?” diye sormuş, onlar da “Evet, olanlar ve İlâhî mesaja sırt çevirip şey­
sen bizim Rabbimizsin” diye cevap tanın oyuncağı haline gelen kimseler
vermişlerdir (A’râf, 7/172; Tirmizî, Tefsir, anlamında hizbü’ş-şeytan tabiri kulla­
8). Tasavvufta insanın gönlüne gelen nılmıştır. Hizbullah tabiri, Kur’ân’da
hitaplara havâtır adı verilmiştir. Hitap geçen evliyaullah (Allâh’ın dostları)
fıkıhta, Allah’ın mükelleflerin fiilleriy­ (Yûnus, 10/62), ensarullah (Allâh’ın yar­
le ilgili olan sözleri anlamında kullanıl­ dımcıları) (Âli-i imrân, 3/52) ve ibadullah
maktadır. (M.C.) (Allâh’ın has kulları) (sâffât, 37/40) tabir­
HİZB leriyle eş anlamlıdır.
Sözlükte “parça, kısım, bölük, Bu tabir, 19. yüzyılın sonlarına
cemaat, taife, silah” gibi anlamlara doğru, siyasî bir kavram olarak da
gelen hizb (çoğulu ahzâb) tasavvufta, kullanılmaya başlanmıştır. Günümüz
maddî ve manevî bir amaca ulaşmak Arap dünyasında bu tür siyasî oluşum­
için düzenlenmiş, genellikle tarikat ların ortaya çıktığı görülmektedir. Bu
mensupları tarafından okunan dualar teşebbüsün bir örneği olarak 20. yüz­
demektir. Hizbler, Arapça kısa ve seci­ yılda Lübnan’da kurulan “Hizbullah
li cümlelerden oluşan, derin hikmetler örgütü” gösterilebilir. Siyasî anlamda
içeren, edebi değeri yüksek metinlerdir. kullanılan Hizbullah ile Kur’ân’da kul­
Beden ve ruh hastasının şifa bulması, lanılan Hizbullah tabiri, tamamen farklı
sıkıntı ve üzüntünün, afet ve musibetle­ anlamlar ifade eder. (F.K.)

261
HOŞGÖRÜ (Müsamaha) alanlarda dinî hayatta söz konusu değil­
Hoşgörü genelde kusurlara göz dir. (F.K.)
yummak ve aldırmamak demektir, HRİSTÎYAN
îslâm, prensip olarak affı, sevgiyi, bk. Nasranî.
hoşgörüyü ve uzlaşmayı tercih etmiş­

tir. Müslümanın kendisi, ailesi ve çev­
resiyle uyumlu olması esastır. Yüce Arapça’da üçüncü tekil şahıs zami­
Allâh, her şeye gücü yettiği halde, ri olan hû (hüve), Kur’ân’da sıkça
insanların pek çok kusur ve hatasını Allâh’a işaret etmesi sebebiyle tasav­
bağışlamaktadır. Şu âyetler hoşgörülü vufta, Allâh anlamında kullanılmış­
olmayı öngörmektedir: “Ey îmân eden­ tır. Sûfılere göre zikrin en faziletlisi,
ler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan bir şey isteme anlamı taşımayan ve
size düşman olanlar vardır Onlardan Allah’ın zâtî ismi olan hû ile anmaktır.
(M.C.)
sakının. Ama hoş görür, kusurlarını
affeder ve bağışlarsanız, bilin ki Allah HÛB
çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. ” Sözlükte “deveyi alıkoymak, menet­
(Teğâbûn, 64/14). “(Ey Peygamberim!) mek” demektir. Sahibini sevaptan alı­
Allah ’ın merhameti sayesinde, onlara koyduğu için günaha “hûb” denmiştir.
yumuşak davrandın! Şâyet kaba, katı Hûb, ism ve zenb ile aynı anlamdadır.
yürekli olsaydın, hiç şüphesiz etrafın­ Kur’ân’da bir âyette geçmiş ve yetimin
dan dağılıp giderlerdi. Şu halde onla­ malını haksız yere zulmen yemenin
rı affet; bağışlanmaları için dua et. ” büyük günah olduğu “hûben kebîren”
(Âl-i İmrân, 3/159). şeklinde ifade edilmiştir. (Nisâ, 4/2) (İ.K.)
İslâm’ın hoşgörü anlayışında aşı­ HUBB
rılık, haksızlık, zulüm olmadığı gibi, Sözlükte “sevmek, beğenmek, rağ­
tabiî hakkından vazgeçmek ya da ger­ bet etmek, istemek, meyletmek, hoşlan­
çek değerlerinden ödün vermek de söz mak ve tercih etmek” anlamlarına gelir.
konusu değildir. Buna göre; kötülüğün Sevgi iradeden daha geneldir. Her sevgi
cezası, ancak dengi bir cezâ olabilir. iradedir, ancak her irade sevgi değildir.
Nefsi savunma, yasal bir haktır. Fakat Canlı, anlayışlı ve bilgili varlıkların
kişinin şahsına yapılmış bir kötülüğü bir özelliği olan sevgi, kalp ve duyu
affedip uzlaşması daha güzeldir. Allah organlarının zevk aldığı ve hoşlandığı
haksızlık edenleri sevmez, affedip uzla­ şeylere meyletmesidir. Sevgi, bilgiye
şanları sever ve ödüllendirir. Zira hoş­ ve tanımaya bağlıdır. İnsan bilmediği,
görülü olmak, insanları affetmek büyük tanımadığı, görmediği, anlamadığı ve
meziyettir; büyüklerin işidir. Allah’ın duymadığı şeyleri sevemez.
elçisi hiçbir zaman nefsi için öfkeye Kur’ân’da sevgi; hubb, mehabbet,
kapılmamış, intikâm almamıştır. Ancak vüdd ve meveddet kelimeleri ile ifade
Allah’ın yasaklarının çiğnenmesine edilmiştir. Kur’ân ve hadislerde Allah’ı
ve adaletin bozulmasına da müsaade (Bakara, 2/165), Peygamberi (Buhârî, îmân, 8.1,
etmemiştir. Bu da gösteriyor ki hoş­ 9),aile fertlerini (Ahmed, 111,128), mü’min-
görü, kişisel durumlarda olur, kamusal leri (Müslim, îmân, 93. V, 74), İnsanlan (Tirmizî,

262
imânı (Hucurât, 49/7), dünya
zühd, 2. iv,551), sûresinin 24. âyetinde eş, çocuk, baba-
ve âhiret nimetlerini (Âl-i imrân, 3/92), yar­ oğul, mal-mülk gibi hiçbir şeyin Allah
dım görmeyi (saf, 61/13), bağışlanmayı ve Peygamberinden daha sevimli olma­
(Nûr, 24/22), hayırlı şeyleri (Bakara, 2/216) ması gerektiği bildirilmiştir.
sevmek övülmüş ve teşvik edilmiş; Peygamber sevgisi, îmânın gereğidir
Allah’tan başka tapılanları (Bakara, 2/165), (Ahmed,iv, ıi). Buhârî, el-Câmi’us-Sahîh
âhireti unutup sadece dünyayı, (Kıyamet, adlı hadis kitabında îmân bölümünün
75/20; İbrahim, 14/2-3) küfrü, (Tevbe, 9/23) top­
8. bahsinin başlığını “Peygamberi
lumda kötülüklerin yayılmasını, (Nûr, Sevmek îmândandır” şeklinde koy­
24/19) hak etmediği şeylerle övülmeyi,
muş ve şu hadisleri kitabına almıştır:
(Âl-i imrân, 3/188) hiç ölmeyecekmiş gibi
“Biriniz ben kendisine (ana-)babası,
yaşamayı, (Bakara, 2/96. Tirmizî, Zühd, 28. IV,
çocukları ve bütün insanlardan daha
570) Allah ve mü’minlerin düşmanları­
sevimli oluncaya kadar îmân etmiş
nı (Mümtehine, 60/1)... sevmek yerilmiştir.
olamaz. ” (Buhârî, îman, 8), “Kimde şu üç
Sevginin zıddı, kızmak, nefret etmek,
şey bulunursa (o kimse) îmânın tadı­
kin tutmak, hoşlanmamak ve düşman­
lık beslemektir. nı bulmuştur. (Bu üç şey); Allah ve
Peygamberinin kendisine bu ikisinin
Kur’ân’da özellikle Allah sevgisine
dışında her şeyden daha sevimli olma­
ve Allah’ın sevdiği insanların nitelikle­
sı, kişinin sevdiğini Allah için sevmesi
rine sıkça vurgu yapılmıştır. Allah sev­
gisinin iki boyutu vardır. Biri Allah’ı ve ateşe düşmekten hoşlanmadığı gibi
sevmek, diğeri Allah’ın insanları sev­ küfre dönmekten hoşlanmamasıdır. ”
(Buhârî, îmân, 9).
mesidir. İnsanların, en çok Allah’ı sev­
meleri gerekir. Çünkü insanı yaratan, Kur’ân’da, '"Peygamber, mü’min-
yaşatan ve rızık veren O’dur. Allah’ı lere canlarından daha ileridir (evla),
sevmek, O’na îmân etmenin gereğidir. peygamberin eşleri de onların annele-
(Buhârî, îman, i) Kur’ân’da îmân eden kim­ ridir” buyurulmuştur (Ahzâb, 33/6).
selerin en çok Allah’ı sevdikleri bildi­ Peygamberi sevmek, Kur’ân ve
rilmiştir. (Bakara, 2/165) (İ.K.) Sünnette yer alan hükümleri uygula­
HUBBÜ’N-NEBÎ mak, Hz. Muhammed (a.s.)’i kendine
Peygamber sevgisi demektir. örnek ve önder, Kur’ân’ı da rehber
Allah’ın müjdeleyici ve uyarıcı ola­ edinmekle mümkün olur. Peygamberi
rak gönderdiği Peygamberleri özel­ seven âhirette onunla beraber olur.
likle bütün insanlığın Peygamberi Hz. Birisi Peygamberimiz (a.s.)’e,
Muhammed (a.s.)’i sevmek, mü’minle­ - Kıyamet ne zaman kopacak diye
rin Peygamberlere karşı görevlerinden sormuş, Peygamberimiz (a.s.) de ona,
biridir. Peygamberi sevmek, Allah’ı - Kıyamet için ne hazırlığın var?
sevmenin sonucudur. Çünkü Allah, diye karşılık vermiştir. Adam,
bizi sevmesini, bizim Peygambere
uymamıza bağlamıştır (Âl-i imrân, 3/31). - Allah ve Peygamberinin sevgisini
Peygambere uyabilmek için, onu tanı­ demiş, bunun üzerine Rasûlüllah (a.s.),
mak, onun peygamberliğini tasdik - Öyle ise, sen sevdiğin ile beraber­
etmek ve onu sevmek gerekir. Tevbe sin buyurmuştur (Müslim, Birr, 161).

263
Mü’min, Peygamberini Allah için nan Hubeyb ve Zeyd’e; “eğer yerinize
sevmelidir. Çünkü Peygamberimiz Muhammed’in öldürülmesini isterseniz
(a.s.); “Beni Allah sevgisinden ötürü ölümden kurtulacaksınız” denilmişti.
seviniz. ” buyurmuştur (Tirmizî, Menâkıb, İki sahâbî, ölümü tercih etmişler ve
33. V, 664). “değil onun öldürülmesine, ayağına
Mü’min, kendisi Peygamberi sev­ Medine sokaklarında bir dikenin bat­
diği gibi çocuklarını da bu sevgi ile masına bile râzı olmayız, müslüman
yetiştirmelidir. Şu hadis bunun delili­ olarak ölmek dinimizi terk etmekten
dir: “Çocuklarınızı üç özelliğe sahip daha hayırlıdır” demişlerdir. (İ.K.)
olarak yetiştirin: Peygamber sevgisi, HUBBÜLLAH
Ehli beyt sevgisi ve Kur "ân okumak. ”
Allah sevgisi demektir. Allah’ı sev­
(Deylemî, bk. Hâşimî, No: 48).
mek; O’nun sevap, nimet, rıza, hoşnut­
Peygamberimiz (a.s.), bu sevgi­ luk ve yakınlığını arzu etmektir.
ye layıktır. Çünkü O, Allah’ın sev­
Bir insanın Allah’ı seviyor olabilme­
gilisi ve Allah’ın nurudur (Mâide 5/15).
si için îmân etmesi, sâlih ameller işle­
Peygamberimiz (a.s.), “Biliniz ki ben
mesi, Allah yolunda çalışması, İslâm’ı
Allah'ın sevgili kuluyum, dostuyum,
yaşama konusunda hiçbir kınayıcının
(Ancak) övünme yoktur (övünmüyo­
kınamasından korkmaması, mü’minle-
rum) ” demiştir (Tirmizî, Menakıb, 1).
re karşı mütevâzî olması (Mâide,5/54), son
Peygamberi seven Allah’ı sev­ Peygamber Hz. Muhammed (a.s.)’e
miş, ona uyan Allah’a uymuş olur. O uyması (Âı-i imrân, 3/31) gönlü, zihni ve
şefkatli ve merhametlidir (Tevbe, 9/128). dili ile daima Allah’ı anması, Allah’tan
Peygamberi (a.s.) çok seven kıyamet gelene razı olması, Allah için sevmesi,
gününde ona yakın olacaktır (Tirmizî, Birr, Allah için kızması (Ebû Dâvûd, Sünnet, 16)
71. IV, 370).
ve Allah’ın rızasını her şeyin üstünde
Bir insanın Peygamberi seviyor ola­ tutması gerekir. Kur’ân’da, Allah’ın
bilmesi için; onun hak peygamber ve muhsinleri (Bakara, 2/195), muttakileri
tebliğ ettiği İslâm’ın hak din olduğunu (Âı-i imrân, 3/76), söz, fiil ve davranışların­
kabul etmesi, gücü nispetinde Kur’ân da âdil olanları (Mâide, 5/42), sabırlı olan­
ve Sünnete uyması, isyân etmemesi, ları (Âı-i imrân, 3/146) Allah’a güvenenleri
onu kendine örnek ve rehber edinmesi, (Âl-i İmrân, 3/159), ÇOk temİZ Oİanlan (Tevbe,
ona salât ü selam getirmesi gerekir (Âi-i 9/108), tevbekârları (Bakara, 2/222), Allah
îmrân, 3/132; Ahzâb, 33/21, 36-37, 56). yolunda çalışanları (Saff, 61/4) ve Hz.
Allah’ı Peygamberini ve hak dini Muhammed (a.s.)’e uyanları (Âı-i imrân,
inkâr eden Allah’a ve Peygambere ezi­ 3/31) sevdiği bildirilmiştir. Anlaşılan o
yet etmiş; îmân edip İslâm’ın emir ve ki; Allah, imân edip Kur’ân ve sünnete
yasaklarına uyan kimse de Allah’ı ve uyanları sevmektedir. Allah’ın güzel
Peygamberi sevmiş olur. isimlerinden biri vedûddur. (Hûd, 11/90)
Kadın ve erkeği ile sahabe, Vedûd, çok seven demektir. Allah’ın
Peygamber (a.s.)’i çocuklarından, bir insanı sevmesi; O’nun inanç, söz,
yakınlarından ve mallarından çok sevi­ fiil ve davranışlarından razı olması ve
yorlardı. Müşrikler tarafından esir alı­ amellerine sevap vermesi demektir.

264
“Allah, her işte yumuşak davranışlı yasalar, hüküm ve tavsiyeler, emir ve
olmayı sever” (Müslim, Selâm, 15), “Allah, yasaklar, farzlar, helal ve haramlardır.
kulunun helal rızık elde etmek için çalı­ İlâhî hükümler, insanların inanç,
şarak yorulmasını sever ” (Münâvî, Feyzü’l- söz, fiil ve davranışlarını sınırladığı
Kadir, n/193); “Allah, sizden birinizin yap­ için hudud denilmiştir.
tığı işi, ameli ve görevi sağlam ve iyi Kur’ân’da Allah’ın sınırlarının
yapmasını sever ” (Münâvî, Feyzü’l-Kadir, korunması, çiğnenmemesi istenmiş­
11,286-287); “Allah, affedicidir, affetmeyi tir. (Bakara, 2/187, 229) Allah’ın sınırları­
sever. ” (Tirmizî, Deavat, 85)... gibi birçok nı koruyanlar övülmüş (Tevbe, 9/112) ve
sözünde Peygamberimiz (a.s.) Allah’ın mükâfat va’dedilmiş (Nisâ, 4/13), sınırla­
sevdiği insanlan ve davranışlan bildir­ ra tecâvüz edenler yerilmiş ve bunla­
miştir. (Î.K.) rın zâlim oldukları bildirilmiştir. “Kim
Allah ’ın sınırlarına tecavüz ederse işte
HUD’A onlar zalimlerdir ” (Bakara, 2/229), “Kim
Bir başkasını kandırmak, dolandır­ Allah ’ın sınırlarına tecavüz ederse nef­
mak, yanıltmak, hile ve tuzak kurarak sine zulmetmiştir" (Talâk, 65/1) âyetleri
oyuna getirmek demektir. Doğruluk ve bunun açık delilidir.
dürüstlük mü’minin ayrılmaz vasıfla­ Allah’ın emir ve yasaklarına uyan
rından, başkalarını aldatmak ise müna­ Allah’ın sınırlarını korumuş, uymayan
fığın ayıncı vasıflanndandır. Kur’ân’da sınırlara tecavüz etmiş olur.
münafıklar bu çirkin davranışlarından
Fıkıh terimi olarak hudud, hırsız,
dolayı yerilmişlerdir (Nisâ, 4/142-143). Hz.
eşkıya, yol kesen, zina eden ve içki
Peygamber de; “bizi aldatan bizden içen kimselere uygulanan ceza anla­
değildir” buyurmuştur. (M.C.) mındaki had kelimesinin çoğuludur.
HUDÛ (Î.K.)
bk. Huşû HUKNE
HUDUD (Hudûdullah) Şırınga, enjeksiyon, tenkıye ve lav­
man edevatı gibi anlamlara gelmek­
“Hadd” kelimesinin çoğuludur.
tedir. Şırınga yaptırmaya de ihtikan
Hadd sınır koymak, menetmek, vaz­
denilmektedir. Bu kavram, fıkıh ve
geçirmek, iki şeyin birbirine karışma­
ilmihal kitaplarının oruç bölümünde
ması için aralarına konan engel ve sınır geçmektedir.
anlamındadır.
İmam-ı Azam’a göre, iğne yaptır­
Kur’ân’da 9 âyette hudûdullah mak orucu bozup kazayı gerektirmek­
(Allah’ın sınırları) tâbiri geçmiştir. le birlikte, Ebû Yûsuf ve Muhammed’e
Oruç (Bakara, 2/187), evlenme-boşanma göre orucu bozmaz. İmâm-ı Azam, her
(Bakara, 2/229-230), mîras (Nisâ, 4/13), keffâret ne şekilde olursa olsun vücuda giren
(Mücâdele, 58/4), İddet (Talâk, 65/1) İle İlgili şeyin; İmâmeyn ise, ancak normal
hükümler zikredildikten sonra, bunla­ yollardan vücuda giren şeylerin orucu
rın “hudûdullah” olduğu bildirilmiş­ bozacağı görüşündedir. Bu nedenle,
tir. Buna göre hudûdullah ile maksat; İmâmeyn’e göre enjeksiyon orucu boz­
Allah’ın insanlar için koyduğu kural ve maz. Ancak açlık, susuzluk ve sıkıntı

265
hissetmeden oruç tutmak amacıyla, le, hukuk kaideleri, bir yandan bireyler,
gıda için iğne vurulmak veya serum diğer yandan bireylerle toplum arasın­
yaptırmak caiz değildir. daki ilişkileri düzenlemek, insanların
Dinimiz, hasta olan ve tedavi süre­ özel ve genel çıkarlarını korumak, ara­
cinde bulunan kişilerin oruç tutmama­ larında adaleti gerçekleştirip düşman­
larına ruhsat vermektedir. Bu nedenle, lıklara mani olmak amacıyla konulmuş
tedavisi devam eden kimseler, sağlık­ kurallardan oluşur. Bu kurallara uygun
larına kavuşup, tedavileri tamamlanın­ hareket etmek, fertlerin hem ahlâkî hem
caya kadar oruçlarını erteleyebilirler. de hukukî vazifeleridir. Ancak, insan­
Bununla birlikte, Ramazan ayında her­ lar her zaman hukuk kurallarına uygun
kesle birlikte oruca devam etmeyi arzu hareket etmemektedirler. Bu sebeple,
ediyorlar ve oruç tutmalarına başka bir mükelleflerin hukuk kurallarına uyma­
engelleri de bulunmuyorsa, iğneleri­ larını temin etmek amacıyla, hukukun
ni iftardan sonra yaptırmaları yerin­ aslî kaideleri yanı sıra, insanları hukuk
de olur. Bu imkâna sahip olmayanlar, kurallarına uymaya zorlayan birtakım
tedavi ve aşı amaçlı iğne yaptırabilirler; tedbirler de tesis edilmiştir ki bunlara
oruçları bozulmaz. Ancak, oruçlu iken hukukun müeyyideleri denilmektedir.
gıda ve vitamin iğneleri yaptırmak, Bir kurum olan hukukun konusunu
damardan serum ve kan almakla oruç teşkil eden ve haklar anlamına gelen
bozulur. Daha sonra bu oruç kaza edilir. hukuk kavramı, hakkın konusu, mahi­
(İP) yeti gibi çeşitli yönlerden tasnife tabi
HUKUK tutulmuştur. Bu çerçeveden olarak,
Sözlükte “gerçek, doğru, sabit, var­ şahsa bağlı haklara şahsî hak, eşyaya
lığı kesin olan şey, gerekmek, bir şeyi bağlı haklara ise aynî hak; kişiyi sade­
gerçekleştirmek, bir şeye yakînen mut­ ce vicdanen, uhrevî hayat itibariyle
tali olmak” gibi anlamlara gelen hak ilgilendiren haklara dinî haklar, dinen
kelimesinin çoğulu olan hukuk, kavram mevcut olsun olmasın mahkemede
olarak iki anlamda kullanılmaktadır: ispat edilebilen haklara kazâî haklar;
Birincisi, insanların birbirleriyle veya siyasî hak ve hürriyetler, fikrî haklar
meydana getirdikleri topluluklarla ve gibi müşahhas bir mahalde yerleşik
yine insan topluluklarının diğer top­ olmayan haklara mücerret haklar; mül­
luluklarla olan ilişkilerini düzenleyen, kiyet ve irtifak hakkı gibi bir mahal­
kamu gücü ile desteklenmiş zorlayı­ de yerleşik haklara mütekarrir haklar
cı özellikteki kurallar bütünüdür. Bu denilmiştir.
anlamdaki hukuk kelimesi, tekil gibi Dinî literatürde en çok rastlanan hak
işlem görmektedir. Hukukun ikinci taksimi ise, Allâh hakkı ve kul hakkı
manası ise, dinin, aklın ve hukuk düze­ ayrımıdır. Haklar temelde Allâh hakkı
ninin tanıdığı yetki, güç ve imtiyazlar (hukukullah) ve kul hakkı (hukuk-i
demektir. ibâd) olarak ikiye ayrılmakla birlikte,
Birinci anlamdaki hukukun, düze­ bir kısım fiiller hem kul hem de Allâh
ni ve adaleti sağlama, fertlerin hak ve hakkını ilgilendirdiğinden müşterek
sorumlulukları arasında denge kurma haklar şeklinde üçüncü bir haktan da
fonksiyonu bulunmaktadır. Bu neden­ söz edilebilir. Hakların Allâh hakkı ve

266
kul hakkı şeklindeki ayrımı, hakkın ise, kamuya açık olmayıp ferdin şah­
mahiyeti ve sağladığı yararın özel veya sına ait olan, esasında kişilerin özel
genel oluşu ölçü alınarak yapılmış bir yararlarını korumayı hedef alan hak­
ayrımdır. Bir kısım hakların Allâh’a, lardır. Kişi bu haklarda, kötüye kullan­
bir kısım hakların da insanlara izafe mamak kaydıyla dilediği gibi tasarrufta
edilmesi, daha çok fiillerin dünyevî bulunabilir. (Î.P.)
hükümleri, ibadet anlamı taşıması, HUKUKU’L-IBÂD
kamu yararı ve hukuk düzenini yakın­
Kul hakları anlamına gelen “huku­
dan ilgilendirmesi, hakların fertler
ku 9l-ıbâd” kavramı; temel insan hak­
tarafından düşürülebilir veya değiştiri­
ları ifadesinin karşılığıdır. Kul hakları,
lebilir olması bakımından yapılan bir
başkalarına ait olan ve dokunulmaz
ayrımdır.
kabul edilen maddî ve manevî imkân­
Hukukullah; öncelikle îmân ve iba­ lara denir.
det gibi sadece Allâh’a yöneltilebilen,
Temel insan haklarından önemli
sadece onun layık olduğu haklar ile
olanlarını şöyle sıralayabiliriz:
belirli bir kişi veya zümreyi değil kamu
yarar ve düzenini ilgilendiren haklar­ Yaşama ve vatandaşlık hakkı,
dır. Allâh hakları bu yönüyle, günümüz Çalışma, ticaret yapma ve mülk
hukukundaki kamu hukuku kavramı edinme hakkı,
ile paralellik arz eder. Bu haklar, af, Eğitim ve öğretim hakkı,
sulh gibi yollarla ıskat edilemeyece­
İnanma ve ibadet etme hakkı,
ği gibi değiştirilmesi de caiz değildir.
Bu hakları toplumda bütün fertlerin ve Düşünce ve düşündüğünü ifade
onları temsilen savcı gibi kamu otori­ etme hakkı,
tesine sahip kişilerin koruma, kollama Bilgi edinme ve haber alma hakkı,
ve kovuşturma hak ve sorumlulukları Kişilik ve onurunu korunma hakkı,
vardır. Seçme ve seçilme hakkı,
Hukuk-i ibâd ise, sonuçta kamu Özel hayatın gizliliği ve dokunul­
yararını ilgilendirse bile, ilk planda mazlığı hakkı,
ferde ait bir menfaatin korunması­
Dilediği bir yerde ikâmet etme ve
nı hedef alan ve ferdin söz hakkının
seyahat hakkı,
bulunduğu haklardır. Bu haklar da,
genel ve özel olmak üzere ikiye ayrı­ Kanun karşısında eşitlik ve savun­
lır. Genel kul haklan, toplumda herkesi ma hakkı.
ilgilendiren ve fertlerin ortaklaşa sahip İslâm, insan haklarına saygı gös­
bulundukları menfaat ve imkânlardır. terilmesini ve bu hakların ihlal edil­
Bu hakların yetki veya kamu hukuku memesini istemektedir. Hz. Adem
alanıyla sınırlı bir hak ve özgürlük peygamberden itibaren süregelen, Hz.
olarak algılanması gerekir. Allâh hak­ Muhammed (a.s.)Tn peygamber ola­
larından farklı olarak, kamu otoritesini rak gönderilmesi ve Kur’ân’ın indiril­
elinde bulunduranlar bu hakları, kamu mesi ile kemale eren hak din İslâm’ın
yararı gerekçesiyle sınırlandırabilir temel amacı; malın, canın, ırzın, aklın
veya ıskat edebilirler. Özel kul hakları ve dinin korunmasıdır. Bu beş esas,

267
kul haklarını korumaya yöneliktir. Kul nimete nankörlük gibi haramları terk
haklarını ihlal etmek büyük günahtır. etmek Allah haklarına riayet etmek­
Sözgelimi bir insanı dövmek, öldür­ tir. Allah haklarına riayet eden kimse
mek, malını çalmak, gıybetini yapmak, Allah’ın rızasını, sevgisini, cennet ve
evine izinsiz girmek kul haklarını ihlal nimetlerini kazanmış olur. Allah hak­
etmektir. Kul hakkı ihlal eden kimse­ larını ihlal eden kimse ise O’nun gaza­
nin, bu haktan kurtulabilmesi için hak bını ve cezasını hak eder. (Î.K.)
sahibine hakkını ödemesi ve onunla
HUL’
helalleşmesi gerekir. Aksi takdirde
âhirette sevabından vermek veya hak Sözlükte “çekip çıkarmak, soymak,
sahibinin günahını yüklenmek sûre- soyunmak” gibi anlamlara gelen hul9
tiyle kısas yapılacaktır. Bu tür kim­ ve muhâla9a kelimesi, bir fıkıh terimi
selere Peygamberimiz (a.s.) “müflis” olarak, kadının kocasına bedel ödeye­
demektedir: rek boşanması demektir. Klasik îslâm
hukukunda kocaya tek taraflı boşama
Sahabeden Ebû Hüreyre (r.a.) anla­
hakkı verilmiştir. Dinî kayıt ve sınırla­
tıyor: Rasûlüllah (a.s.), ashabına,
malar hariç tutulursa, kocaya neredeyse
- “Müflis kimdir, biliyor musunuz? ” bu konuda mutlak nitelikte bir hâk ve
diye sordu. Ashâb: yetki tanınmıştır; bu hakkını, hâkimin
- Bize göre müflis, parası ve malı veya karşı tarafın huzur veya rızasına
olmayan kimsedir, dediler. Bunun üze­ bağlı olmaksızın tek taraflı kullanabi­
rine Rasûlüllah (a.s.), lir. Kadın ise, belirli bazı durumlarda
- “Bir insan; âhirete namaz, oruç boşanma için mahkemeye başvurma
ve zekât sevabıyla gelir, bununla bir­ hakkına sahiptir. Bunun yanında koca­
likte bu kimse birine sövmüş, bir baş­ sının boşama hakkını kendisine ver­
kasına zina isnât edip iftira etmiş, bir mesi halinde boşanma hakkına sahiptir
diğerinin malını çalıp yemiş, bir insanı (tefvîz-i talak).
dövmüş veya öldürmüştür. Bu sebeple Bunların dışında kadının, kocası
bu kimsenin iyiliklerinin sevabı hak ile anlaşarak evliliği sona erdirmesi de
sahiplerine verilir. Eğer üzerindeki kul mümkündür; kadın bir bedel vermek
hakları bitmeden sevapları tükenirse, veya birikmiş nafaka, mehir, iddet
hak sahiplerinin günahları alınır bu nafakası gibi alacaklarından vazgeç­
kimsenin üzerine yüklenir sonra da mek suretiyle kocasını boşanmaya razı
cehenneme atılır. İşte müflis bu kimse­ eder. İşte bu tür ayrılığa muhâla’a veya
dir” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 59. Ayrıca hul’ denir.
bk. Tirmizî, Kıyâmet, 2) (Î.K.) Kur’ân-ı Kerim’de hul’ ile ilgili
HUKUKULLAH olarak; “Kadınlara verdiklerinizden
Allah hakları demektir. Allah hakkı, (boşanma esnasında) bir şey almanız
yaratan ve rızık veren Allah’a karşı size helâl olmaz. Ancak erkek ve kadın
kulların yapmakla yükümlü oldukla­ Allah'ın yasalarını koruyamamak­
rı görev ve sorumluluklarıdır. îman, tan korkarlarsa bu durum müstesna.
namaz, oruç, hac, zikir ve tevekkül Şâyet karı ile kocanın, Allah ’ın çizdi­
gibi ibadetleri yapmak; içki, kumar ve ği sınırlarını hakkıyla muhafaza ede-

268
meyeceklerinden korkarsanız, kadının HULÛL İNANCI
(erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf Başta Hinduizm olmak üzere, çeşitli
için de günah yoktur ” buyurulmuştur beşerî nitelikli dinlerde, Allah’ın veya
(Bakara, 2/229). O’nun kudretinin bazı insanlara ve var­
Muhâla’anın geçerli olabilmesi lıklara geçtiğini, o varlıklarda da bu tür
için, kadının reşit olması, kocanın da güçlerin ve özelliklerin mevcut olduğu­
boşama ehliyetini haiz olması gerekir. nu benimseyen inanç biçimidir.
Muhâla’ada bedel iki tarafın karşılıklı Temeli beşerî kaynaklı dinlere ve
anlaşmalarıyla belirlenir. Ancak âyet­ bâtıl itikatlara dayanan bu sistem,
te de belirtildiği gibi kocanın vermiş İslâm tarihinde bazı bâtıl inanışlara da
olduğu mehri geri almak amacıyla geçmiştir. Akaidle ilgili eserlerde bu tür
huzursuzluk çıkarması helal değildir. inanışlar reddedilmiştir. (Î.U.)
Geçimsizliğe kadının sebep olma­ HUMUS
sı halinde ise, erkeğin kadına ver­ Sözlükte “beşte bir” manasına gelen
diği mehirden fazlasını alması hoş humus, bir fıkıh terimi olarak, elde edi­
karşılanmamıştır. len ganimetlerden 1/5’inin kamu yara­
Muhâla’a bir bâin talak sayılır, her rına kullanılmak üzere hazîneye alın­
ikisi de tekrar evlenmeyi istemeleri masını ifade etmektedir. Kur’ân’da,
halinde, usulüne uygun yeni bir nikâh­ “Bilin ki, Allah ’a ve kulumuza indir­
la, yeniden evlenebilirler. (Î.P.) diğimize inanmışsanız, iki ordunun
HULD birbiri ile karşılaştığı hak ile bâtılın
ayrıldığı gün (Bedir savaşında) gani­
Ebedîlik, sonsuzluk ve dâimi sürek­
met olarak aldığınız bir şeyin beşte biri
lilik anlamına gelir. Terim olarak; âhi-
Allah ’a, Resûlüne, onun akrabalarına,
ret yurdu ve bu hayatın temel özelliğini
yetimlere, yoksullara ve yolcuya ait­
(sonsuzluk) ifade için kullanılır. Âhiret
tir. Allah, her şeye hakkıyla kadirdir. ”
(cennet) dârü’l-huld’dur. Dünya ise buyurulmaktadır (Enfâl, 8/41).
geçici olup; dârü’l-fenâ’dır. (İ.K.)
Buna göre, ganimetler ve ganimet
HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN hükmündeki define gibi şeylerden, beşte
Hz. Peygamber’in vefatından sonra bir oranmda vergi tahsil edilir. Alman bu
632-661 yılları arasında İslâm âleminin vergi âyette belirtildiği üzere, yetimlere,
yönetimini üstlenen ilk Dört Halife anla­ miskinlere ve yolda kalmışlara dağıtılır.
mına gelmektedir. Bu halifeler sırasıyla Ayrıca kamu yararına sarf edilir. Zira
Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve âyette, humusta hak sahibi olanlar sıra­
Hz. Ali’dir. Râşid kavramı, doğru yolda lanırken öncelikle Allâh ve Rasûlü zik­
olan, doğruya ve hakka sımsıkı sanlan, redilmektedir. Bu da kamu yaranna har­
kemale ermiş gibi anlamlan ifâde ede­ canmasına işaret eder. Hz. Peygamber’in
rek o dört seçkin insanın sıfat ve özel­ uygulaması da bu yöndedir. Rasûl-i
liklerini belirtmektedir. (F.K.) Ekrem bu yetkiye dayanarak, ilk zaman­
larda humusu öncelikle toplumun kar­
HULK şılaştığı sıkıntılara harcamış, arta kalanı
bk. Ahlâk. âyette geçen kişilere dağıtmıştır. (İ.P.)

269
HÜRMET lannı Allah’tan başka kimsenin bileme­
Haramlık, haram kılma anlamına yeceğini söylemişlerdir. Bazı âlimler
gelmektedir. Delalet ve sübut yönünden ise bu harflere çeşitli anlamlar yükle­
kesin bir delille, Şâri’in yapılmamasını meye çalışmışlardır. Ancak bu harfle­
kesin ve bağlayıcı bir ifade ile yasak­ rin anlamını açıklayan sarih bir hadis
ladığı fiile haram; yasaklama işine yoktur. (İ.K.)
tahrîm; yasaklanan şeye muharrem, HUSÛF NAMAZI
haram; bu yöndeki hüküm ve vasfa da
Husûf kelimesi Arapça’da ay tutul­
hürmet denir, (bk. Haram) (Î.P.)
ması anlamına gelmektedir. Husûf
HURMET-İ MUSAHERE namazı ise, ay tutulduğu zaman kılı­
Evlilik sebebiyle meydana gelen nan iki veya dört rek’atlik bir namaz­
hısımlıktan dolayı doğan haramlığı dır. Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in
ifade eder. İslâm dininde, evlilikten öldüğü gün güneş tutulması üzerine,
doğan hısımlık sebebiyle kendileriyle halk İbrahim’in vefatı sebebiyle güne­
evlenilmesi yasak olanlar iki ana grupta şin tutulduğunu söyler. Bunun üzerine
incelenebilir. Birincisi devamlı evlenil­ Rasûlullah; “Güneş ve ay kimsenin
mesi yasak olanlar, İkincisi ise geçici ölümünden veya doğmasından dolayı
olarak yasak olanlar. Üvey anne ve tutulmaz. Bunu gördüğünüzde namaz
üvey nineler, gelinler, kayınvalide, eşin kılın, dua edin. ” buyururlar (Buhârî, Küsûf,
nineleri, üvey kızlar ve eşin torunlarıy­ i; Müslim, Küsûf, 5). Ay tutulduğunda namaz
la evlenmek ebedîyyen yasaklanmıştır. kılmak müstehaptır. Ancak bu genelde
Bu haramlığın doğması için nikâh şart
gece meydana geldiğinden, güneş tutul­
değildir; zina sebebiyle de bu yasaklık
masında olduğu gibi cemaatle değil,
meydana gelir.
ferdî olarak kılınır.
Eşlerin kardeşleri, teyze, hala ve
Fırtına, deprem, salgın hastalık gibi
yeğenleriyle evlenmek ise, geçici ola­
korkutucu olaylarda da ay tutulmasında
rak yasaklanmıştır. Eşinden ayrılma­
olduğu gibi namaz kılmak müstehaptır.
dıkça veya eşi vefat etmedikçe bunlar­
(İP)
la evlenemez. Ayrılık veya ölüm sebe­
biyle nikâh sona ermiş ise, eski eşin bu HUŞUN VE KUBUH
sayılan akrabaları ile evlenilebilir. (Î.P.) Sözlükte “güzel ve çirkin, iyi ve
HURÛFU MUKATTA’A kötü” anlamlarına gelen, huşun ve
kubuh tabiri, dünyada övgü ve yer­
Kur’ân’da 114 sûreden 29’u nun, kaf,
sâd, yâsîn, tâhâ, tâsîn, tâsîn mîm, elif lâm giyi, âhirette de mükafaat ve cezayı
mîm, elif lâm râ, elif lâm mîm râ, elif lâm gerektiren şey demektir. Kelam ilmin­
mîm sâd, hâmîm, hâmîm ayın sîn kâf, de “huşun ve kubuh” beş farklı şekilde
kef hâ yâ ayn sâd harfleriyle başlamak­ tanımlanmıştır:
tadır. İşte bu harflere hurufu mukatta’a 1- Maksada uygun olana huşun,
(kesik harfler) denilmektedir. Bu harfler olmayana kubuh denir. Adaletin huşun,
müteşâbihattandır. (bk. Müteşâbih) zulmün kubuh olması gibi.
Bir kısım âlimler, bu harflerin 2- Tabiatı mülayim olana huşun,
Kur’ân’ın esrarından olduğunu, anlam- olmayana kubuh denir.

270
3- Kemal sıfatı olana huşun, kusur­ dir. Kur’ân’da bu vasıf ile, îmân edip
lu ve eksik olana kubuh denir. îlmin itâat eden, Allah’ın emir ve yasaklanna
güzel, cehaletin çirkin oluşu gibi. karşı saygılı olan, asla kibirlenmeyen,
4- Medh ve senâya değer olana Allah’a karşı gelmekten sakınan ve
huşun, kötülenmeyi ve yerilmeyi korkan, Allah’ın va’d ve vaîdini doğ­
gerektirene kubuh denir. Cömertliğin rulayan mü’minler kastedilmiştir.
güzel, cimriliğin çirkin oluşu gibi. Huşû’un aslı, kalpte; tezâhürü,
5- Allah’ın medhine ve mükafatına bedende olur. Kalp Allah’a boyun
konu olan şey huşun, kötülemesine ve eğerse azalar da boyun eğer. Hadîd
azabına vesile olan şey ise kubuhtur. sûresinin 16. âyetinde “kalbin huşûu”,
İlk dört manada güzelliğin ve çirkinli­ Mü’minûn sûresinin 2. âyetinde
ğin (hüsn ve kübhün) aklî olduğu konu­ “namazda huşû” söz konusu edilmiş­
sunda İslâm âlimleri arasında ihtilaf tir. Kalbin huşûu, imân edip Allah’a
yoktur. İhtilaf sadece beşinci manadaki saygı duyması, onu övmesi, anması
güzelliğin ve çirkinliğin şer’î veya aklî ve ona karşı gelmekten sakınmasıdır.
olması konusundadır. Zıddı katı kalplilik yani dinî değerler
Mu’tezile bir şeyin iyi (husn) veya karşısında duyarsız, dinî öğütler karşı­
kötü (kubh) olduğunun aklen bilinme­ sında vurdum duymaz olması ve İslâmî
si gerektiğini savunur. Eş’arîlere göre, inanç ve düşünceyi savunmamasıdır.
huşun ve kubuh akıl ile anlaşılamaz; bir Namazda huşûu, namazı Peygamberin
şey Allâh emrettiği için iyi, yasakladı­ bildirdiği şekilde, farz, vacip, sünnet ve
ğı için de kötüdür. Maturîdî bilginlere adabına uyarak, kemal-i edep, huzuru
göre, eşyada huşun ve kubuh vardır. kalp ve ihlâsla kılmaktır. “Dağ ve arzın
Allâh, iyi olanı emreder, kötü olanı da huşûu” (Haşr, 59/21; Fussilet, 41/39); İlâhî
yasaklar. Dolayısıyla huşun ve kubuh yasalara uymasıdır. Dünyada kibir­
akıl ile de bilinebilir. (F.K.) lenip Allah’a boyun eğmeyen, İlâhî
HUŞÛ emir ve yasaklara uymayan, Allah ve
Peygamber’e baş kaldıran kâfirlerin;
Sözlükte “sâkin olmak, gözünü ve
suçluluğun göstergesi olarak âhiret-
boynunu eğmek”, sesini kısmak ve
te zilletten boyunlarını ve gözlerini
tevâzu göstermek anlamına gelen huşu,
öne eğecekleri ve seslerini kısacakla­
din ıstılahında, mütevâzi, sâkin, saygılı,
rı “huşû” kavramı ile ifade edilmiştir
ihlaslı ve itâatkâr olmak, boyun eğmek
(Kamer, 57/7-8; Kalem, 68/43; Me’âric, 70/44; Tâ-hâ,
ve söz dinlemek, Allah’a yönelmek ve
20/108; Şûrâ, 42/45). (Î.K.)
ibâdet etmek demektir. Huşû’ sahibine
hâşi ’ denir. Çoğulu, hâşiûn ve hâşiîn- HUTBE
dir. Huşû kavramı Kur’ân’da; mü’min- Sözlükte “bir topluluk karşısın­
leri, dağlan ve yeryüzünü övme, âhiret- da yapılan konuşma” anlamına gelen
te kâfirlerin durumunu bildirme bağla­ hutbe, dinî bir kavram olarak, Cuma
mında kullanılmıştır. ve bayram namazlarında, genel ola­
Zekeriya ve Yahya Peygamberler, rak, Allâh’a hamd, Rasûlüne salât
(Enbiyâ, 21/90)îmân eden kitap ehli (Âı-i ve Müslümanlar’a nasihatten oluşan
imrân, 3/99) hâşiîn vasfı ile övülmüşler­ konuşmayı ifade eder.

271
Hutbe Cuma namazının sıhhat şart- kesin delil için kullanıldığı gibi batıl ve
larındandır. Bayram namazlarında ise zannî delil için de kullanılmıştır (Bakara,
sünnettir. Hutbe, Cuma namazından 2/76, 150; Âl-i İmrân, 3/73; Nisâ, 4/165; En’âm,
önce, bayram namazlarında ise, namaz­ 6/83).Hedefe ulaşan, sonuca götüren
dan sonra okunur. İki hutbeden oluşur. kesin delilin Allâh’a mahsus olduğunu
Hanefîlere göre hutbenin rüknü, Allâh’ı belirten âyette (En’âm, 6/149), kesinliği
zikirden ibarettir. Allâh’ı hamd, teşbih belirtmek için bâliğa sıfatı ile birlikte
veya tekbir getirmekle hutbenin farzı
geçmiştir.
yerine getirilmiş olur; ancak sünnet
terk edildiğinden mekruhtur. Hüccet kavramı özellikle kelâm
literatüründe, delil ile aynı anlamda
Hutbe, bir mekânda toplanmış
mü’minlerin, başta dinî konular olmak kullanılmış, hak olsun, batıl olsun her­
üzere, onların hayatlarını kolaylaştıra­ hangi bir görüşü kanıtlamak için geti­
cak, ilişkilerini uyumlu ve düzenli bir rilen delile denilmiştir. Hatta, tartışma­
hale getirecek her konuda aydınlatılma­ larda kullanılan şiir, safsata dahi hüccet
sı için bir vesiledir. Hz. Peygamber’in olarak adlandırılmıştır.
uygulamaları da bu yöndedir. îslâm hukukunda, özellikle Osmanlı
Hutbenin sahih olması için, Cuma hukuk sisteminde ise, şahitlik, yemin,
vaktinde, namazdan önce okunma­ yeminden nükul (imtina) gibi bir dava­
sı, hutbe niyetiyle, cemaat huzurunda yı ispata yarayan delil ve bir hüküm
okunması, hutbe ile namazın arası, ihtiva etmeyen mahkeme tarafından
yemek, içmek gibi namaz ile bağdaş­ düzenlenen bir nevi tutanak manaları­
mayan bir işle ayrılmaması gerekir.
na gelmektedir. Mahkemede hâkimin
Hutbenin cemaat huzurunda okunma­
huzurunda, taraflardan birinin ikra­
sı şartının gerçekleşmesi için, Hanefî
rını, diğerinin de tasdikini içeren ve
mezhebine göre, kendisiyle Cuma
bir hüküm ihtiva etmeyen belgelerdir.
sahih olan en az bir kişinin bulunması
yeterlidir. (İ.P.) Belgelerin üst tarafı hâkim tarafından
imzalanarak mühürlenir.
HÜCCET
Hadis terimi olarak hüccet, hafızdan
Sözlükte “delil, burhan, senet” anla­
daha üst mertebede, üçyüzbin hadisi
mına gelen hüccet, ıstılahta, bir hük­
senet ve metinleriyle ezberlemiş, bu
mün doğruluğunu kanıtlamak ve mua­
rıza karşı galip gelmek amacıyla ileri hadislerin her türlü değerlendirmesini
sürülen delil; mahkemede düzenlenen bilen kimseye denir. Ayrıca güvenilir
hukukî belge demektir. olarak kabul edilip rivâyet ettikleri
hadisleri delil sayılan ravîye de hüccet
Hüccet kelimesi türevleriyle birlikte
Kur’ân-ı Kerim’de, tartışma, muhase- denir. Hüccet olan bir râvînin rivâyet
me, çekişme (Bakara, 2/139, 258; Âl-i İmrân, etmiş olduğu hadisler ve râviler hak-
3/20, 61, 65, 66; En’âm, 6/80); delil Ve delil kındaki değerlendirmeleri, dinî ve İlmî
getirmek anlamlarında kullanılmıştır. yönden güvenilir olması sebebiyle,
Herhangi bir sıfat bulunmaksızın yalın başka bir desteğe ihtiyaç duyulmaksı-
halinde geçtiği âyetlerde, doğru ve zın delil olarak kabul edilir. (İ.P.)

272
HÜKÜM fiillerine ilişkin hitabına hüküm denir.
Sözlükte “iyileştirmek amacıyla Usulcülere göre hüküm, teklîfî hüküm
menetmek, düzeltmek; karar vermek; ve vaz’î hüküm olmak üzere ikiye
ilim, derin anlayış; siyâsî anlayış” gibi ayrılmaktadır. Teklîfî hüküm, bir işin
anlamlara gelen hüküm, dinî kavram yapılması veya yapılmamasını talep
olarak farklı şekillerde kullanılmıştır. etmeyi ya da ikisi arasında serbest
bırakmayı ifade eder. Namaz ve oruç,
Kelam ilminde hükümler genel ola­
rak dinî hükümler ve aklî hükümler yapılması istenen; içki içmek, yapıl­
olarak ikiye ayrılmıştır. Dinî hükümler, maması istenen, yeyip içmek de ser­
âyet ve hadislerden çıkarılan sonuçla­ best bırakılan hükümlerdendir. Teklîfî
rı ifade etmekte olup, genelde itikadî hükümler, Farz, Vacip, Mendub,
hükümler, amelî hükümler ve ahlâkî Mubah, Tenzihen Mekruh, Tahrimen
hükümler şeklinde tasnif edilmiştir. Mekruh ve Haram olmak üzere yedi­
İtikadî hükümler, temelde îmân esas­ ye ayrılır. Vaz’î hüküm ise, bir şeyin
larından oluşmaktadır. Bunlar dinî başka bir şey için sebep, şart veya
hükümlerin temelini teşkil ettiğinden, mânî teşkil etmesi hususunda Şâri’in
aslî hükümler de denir. Amelî hüküm­ iradesidir. Örnek verilecek olursa,
ler, dinin uygulamalan ve ayrıntılarıyla namazın farz olması için vakit sebep,
ilgili hükümlerdir. Bireylerin dış dün­ namaz kılmak için abdest almak şart­
yaya yansıyan davranışlarına bağlana­ tır. Kâtilin murisini öldürmesi, mirastan
cak sonuçları ve bunlarla ilgili kural­ pay almasına manidir. (İ.P.)
ları konu edinir. Bu hükümler, itikâdî HÜKÜMET-İADL
hükümlere nispeten ikinci derecede
Şahıs aleyhine işlenen suçlardan
olduklarından, fer ’î hükümler de denir.
ölümle sonuçlanmayan yaralama ve
Bunlar genel olarak ibâdet ve mua­
sakatlamalarda mağdura ödenmesi
melât olmak üzere ikiye ayrılır. Ahlâkî
gereken ve miktarı belirlenmiş olan
hükümler, insanı kötü huylardan arın-
bedele erş, erşin dışında kalan ve mik­
dınp, güzel huylarla donatmak amacıy­
tarı belirlenmeyip yetkili mercilerce
la, nefsin eğitilmesine yönelik, insanın
takdir edilecek olan diyete de hükûmet-
diğer varlıklarla ilişkilerini düzenleyen
i adi denir, (bk. Diyet)
kurallardır. Dinî hükümlerin hepsinin,
birbirleriyle yakın ilişkisi vardır. Aklî Aynca ihramlı iken veya harem böl­
hükümler ise, aklın varlıklar ve kav­ gesinde avlanan av hayvanı ile kesilen
ramlar hakkındaki değerlendirmelerini kendiliğinden yetişen bitki ve ağaçların
ifade eder. değerinin takdir edilmesine de hükü-
met-i adi denir. (İ.P.)
Hüküm kelimesi, bir fıkıh terimi
olarak, hâkimin yargılama sonucunda HÜLLE
vermiş olduğu kesin ve bağlayıcı kara­ Sözlükte “helâl kılma” anlamına
rı ifade ettiği gibi, siyasî otorite, dev­ gelen halle fiilinden türetilen hülle
let idaresi ve yönetim anlamlarına da kavramı, üç talakla boşanan bir kadı­
gelmektedir. nın ayrıldığı kocasına dönebilmesi
Fıkıh usulünde ise, Şâri’in, yani amacıyla bir başka erkekle evlenmesi
Allâh ve Rasûlünün, mükelleflerin anlamına gelmektedir. Bu işlem tahlîl

273
veya tahlîl-i şer’î tabirleriyle de ifade evliliğin haram olduğunu kabul etmiş­
edilmektedir. ler; Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf ve
îslâm dini boşama suretiyle kadın­ Muhammed ile İmam Şafiî bu nikâhın
lara zarar vermeyi yasaklamış ve buna ilk koca ile evlenmeyi helal kılma­
yol açan sonsuz sayıdaki boşama hak­ yacağını, İmam Malik ve Ahmed ibn
kını da sınırlandırmıştır. Kur’ân’da Hanbel de, hülle şartıyla yapılan evlili­
“Boşama iki defadır. Bundan sonrası ğin fasit olduğunu söylemişlerdir.
ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salı­ Ancak, üç talak ile eşinden ayrılan
vermektir. (...) Eğer tekrar (üçüncü kadın, hilesiz, muvazaasız, sahih bir
defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir şekilde ve evlilik amacına uygun ola­
başka erkekle evlenmedikçe onunla rak başka bir eşle evlenir ve ölüm veya
evlenmesi kendisine helâl olmaz. Eğer geçimsizlik nedeniyle ayrılık meydana
bu kişi de onu boşarsa ve her ikisi de gelirse, ilk eşle evlenmesi helal olur.
Allah ’ın sınırlarını muhafaza edecek­ (ÎP)
lerine inandıkları takdirde, yeniden HÜMEZE-LÜMEZE
evlenmelerinde sakınca yoktur. Bunlar
Bir insanı gıyabında ayıplamak,
Allah ’ın sınırlarıdır. Allah bunları bil­
çekiştirmek, gıybetini yapmak, gam­
mek, öğrenmek isteyenler için açıklar. ”
mazlık yapmak ve ta’n etmek anlamın­
buyurulmaktadır (Bakara, 2/229, 230).
daki “hemz” kökünden türeyen hüme­
Üç talakla boşanan eşlerin tekrar ze, çok ayıplayan, gıybet eden, arkadan
evlenebilmeleri için boşanan kadının çekiştiren kimse demektir.
başka biriyle evlenmesi ve bu evliliğin
Yaralamak, bir şeyi şiddetle yaka­
hilesiz, muvazaasız, sahih bir şekilde
lamak, almak, bir insanı yüzüne karşı
ve evlilik amacına uygun olarak yapıl­
ayıplamak, gözle, kaşla, baş ve dudakla
ması ve zifafın gerçekleşmesi gere­
işaret ederek ayıplamak ve alaya almak
kir. Hz. Peygamber, ikinci eşiyle zifaf
anlamındaki “lemz” kelimesinden türe­
olmadan birinci eşiyle evlenmesinin
yen lümeze ise insanları daima ayıpla­
helal olmadığını belirtmiştir (Buhârî, Talâk,
yan ve alaya alan kimse demektir.
4; Ebû Dâvûd, Talâk, 49).
Bu iki kelime Hümeze sûresinin
İlk eş ile evlenmeyi helal kılmak
birinci âyetinde geçmiş ve “her hüme­
için yapılan ve hülle adı verilen hileli
evlilik, îslâm ilkelerine, kadının hak­ ze lümeze kişinin vay haline ” buyurul-
muştur. Abdullah İbn Abbas; “Bunlar,
kını ve itibarını korumak amacıyla
boşamanın üç ile sınırlandırılması­ nemime ile yürüyen, dostların arasını
na ters düşmektedir. Bu yüzden Hz. açan ve suçsuz insanlarda kusur arayan
Peygamber, hülle yapan ve yaptıran kimselerdir” demiştir.
erkeği Allâh’ın lânetine uğramış kişi­ Müfessirlerin beyanlarına göre
ler olarak ilan etmiş (Ebû Dâvûd, Nikâh, hümeze, insanların gıybetlerini yapan,
15; ibn Mâce, Nikâh, 33), hülle yapan erke­ onları ayıplayan, dili ile vuran, kıran,
ği kiralık teke olarak aşağılamıştır eli ile mahmuzlayan, gözü ile işaret
(ibn Mâce, Nikâh, 33). Ashab-ı kiram da edip alay eden, kötü sözle eziyet eden
hüllenin helal olmadığını belirtmiştir. ve insanlara gülen; lümeze ise, insan­
İslâm mezhepleri, hülle şartıyla yapılan ları ayıplayan, gıybet eden, dilleri ile

274
çekiştiren, neseplerini tenkit eden, göz, Hünsâ-i müşkil olduğuna hükmedil-
kaş ve baş hareketleri ile alay eden mesi halinde, dinî konularda ihtiyatlı
kimselere denir. davranılır. Cemaatle namaz kıldığın­
“Lemz” kelimesi Kur’ân’da 4 âyet­ da, erkeklerin en arkasında, kadınların
te geçmiştir. Münafıkların, sadakaların önünde yer alır, kadınların arasında
dağıtımı konusunda Peygamber (a.s.)’i kılması halinde namazını iade eder.
ve sadaka veren mü’minleri çekiştir­ Namazda başını örter. îpek ve altın
meleri (Tevbe, 9/58,79) bu kelime ile ifade giyinmez. Mirastan, kadın ve erkek
edilmiştir. Hucurât sûresinin 11. âye­ hissesinden az olanı alır. Öldüğünde,
tinde, "... Birbirinizi çekiştirmeyin, kadın veya erkek olduğu bilinmediğin­
ayıplamayın, diliniz ile yaralamayın... ” den, yıkanmaz, teyemmüm ettirilerek
buyurulmuştur. kefenlenir.
“Hemz” kelimesi ise hümeze, hem- Ancak günümüzde, teknolojik geliş­
mâz (Kalem, 68/11) ve hemezât (Mü’minûn, meler ve tıbbî imkânlar sayesinde, cin­
23/97) şeklinde üç âyette geçmiştir. siyetinin tespiti mümkün olabilecektir.
“Hemmâz”, “hemz” kelimesinden Bu nedenle kararı tabiplere bırakmak
türeyen mübalâğalı isim olup “hüme­ yerinde olacaktır. (İ.P.)
ze” ile aynı anlamdadır. “Hemezât” HÜSRAN
ise şeytanın insana vesvese vermesi
Sözlükte “alış-verişte aldanmak,
ve kötülüğe teşvik etmesidir. “De ki: helâk olmak, sapıtmak, helâk etmek,
Rabb "imi Şeytanın hemezâtından sana zayi etmek, tartıyı eksik yapmak,
sığınırım. ” (Mü’minûn, 23/97). Hümeze ve eksiltmek ve zarara uğramak” anlamına
lümeze, günahkâr, fâsık ve âsi insanla­ gelir. Hüsrana uğrayan kimselere hâsir
rın vasfıdır. (Î.K.) denir.
HÜNKÂR MAHFİLİ Bu anlamı ifade eden Kur’ân
Selatin camilerinde padişahlar kavramlarından biri de “haybe” dir.
için yapılmış olan mahfillere verilen “Haybe” kelimesi ise; istediğini elde
bir isimdir. Bu mahfillere mahfil-i edemeyip emeği boşa gitmek, ziyana
hümâyûn da denir. (Î.K.) uğramak, mahrum olmak ve ümidi­
HÜNSÂ ni kesmek demektir. Bu kimselere de
“hâib” denir.
Hünsâ, erkek veya kadın olduğu
belli olmayan kimseye veya kendisin­ Bu kavram; mal, mülk ve itibar gibi
de hem erkeklik, hem de dişilik organ­ dünyevî kazançların; akıl, sıhhat, îmân
ları bulunan kimseye verilen addır. Bu ve sevap gibi rûhî / manevî kazançların
uzuvlardan birisinin galebe çalıp da kaybedilmesinde kullanılır. Kur’ân’da
tercihte bulunma imkânı bulunmaması daha çok manevî ziyanı ifade etmekte
halinde, böyle kimseye hünsâ-i müşkil kullanılmıştır.
denir. Ancak organların işlevleri bakı­ İnsan ömrü, sermaye gibidir. Kim
mından biri diğerine tercih edilebilir ise bununla Allah’ın rızasını, sevgisini ve
veya buluğ çağına erip de ihtilam olur rahmetini satın alırsa kazançlı, kim de
ya da âdet görür ise, buna göre erkek Allah’ın gazabını ve lanetini satın alır­
veya kadın olarak kabul edilir. sa hüsrandadır.

275
“Nefsini (şirk, küfür, nifak ve isyân- Allah’a ortak koşanlar (zumer, 39/65),
dan takva ile) temizleyen kurtuluşa Allah’ı unutan fasık ve münafıklar
ermiş, onu (fücur) ile kirleten ziyana (Tevbe, 9/67-69), Allah’ın yolunu eğriltmek
Uğramıştır” (Şems, 91/10-11). isteyenler (Hûd, 11/19-21), insanları Allah
Allah, her nefse “fücur” ve yolundan menetmek için mallarını har­
“takva”yı ilham etmiştir (Şems, 91/9). cayanlar (Enfâl, 8/36-37), dünyayı âhirete
Takva, her türlü iyiliğin ve güzelliğin; tercih edenler (Nahi, 16/107-109), Allah’tan
fücur ise, bütün çirkinlik ve kötülük­ başkasına ibadet edenler (zumer, 39/15),
lerin ortak adıdır. Yukarıdaki âyet, Allah’a verdiği sözü bozanlar (Bakara,
2/27), batıla dalanlar (Mü’min, 40/78), batı­
muttakîlerin kurtuluşa erdiklerini,
fâcirlerin de hüsrana uğradıklarını bil­ la inanıp Allah’ı inkâr edenler (Ankebût,
29/52), zalimler (Hûd, 11/18-21), gafiller
dirmektedir. Asr sûresinde yüce Allah,
asra yemin ederek insanların hüsranda (Nahi, 16/108-109), şeytana taraftar olanlar

oldukların bildirmekte, bunlardan dört (Mücadele, 58/19), şeytanı dost edinenler

sınıf insanı istisna etmektedir. Bu dört (Nisâ, 4/119),Allah’ın huzuruna çıkmayı

sınıf insan; îmân edenler, sâlih amel yalanlayanlar (En’âm, 6/31), çocuklarını
işleyenler, hakkı tavsiye edenler ve öldürenler (En’âm, 6/140), Allah’ın mek-
sabrı tavsiye edenlerdir. Bu dört sını­ rinden emin olanlar (A’râf, 7/99), sıla-i
fın içine giremeyenler hüsrana uğrayan rahmi terk edenler (Bakara, 2/27), malı ve
insanlardır. Allah, Kur’ân’da hüsrana çocukları kendisini Allah’ı anmaktan
uğrayan insanların özelliklerini tek tek alıkoyanlar (Teğâbûn, 63/9), yeryüzün­
saymıştır. Özet olarak bunları şöyle de bozgunculuk yapanlar (Bakara, 2/27),
sıralayabiliriz: zorba ve inat insanlar (İbrahim, 14/15), kötü
arkadaş edinenler (Fussilet, 41/25), iftira
Allah’ın sevmediği, hoşlanmadığı,
edenler (Tâ-hâ, 20/61), Allah’ın kendile­
kızdığı ve lanet ettiği insanlar hüsrana
rine verdiği rızkı, Allah’a iftira ederek
uğramış insanlardır. Kur’ân’da ziya­
haram kılanlar (En’âm, 6/140), Allah’a bir
na uğramış insanlar “hâsir” (çoğulu,
kenarından (dinin bütününe îmân etme­
hâsirûn) ve “hâib” (çoğulu, hâibûn)
den) ibadet edenler, bir hayra ulaşınca
kelimeleri ile ifade edilmiştir.
sevinip bir kötülük gelince yüz üstü
îmân etmeyenler (En’âm,6/12, 20),
dininden dönenler (Hac, 22/11), mizanda
âhireti, (Nemi, 27/5) Allah’ın kitabını tartıları hafif gelenler (Mü’minûn, 23/103).
(Bakara, 2/121) ve âyetlerini inkâr eden­
(İ-K.)
ler (Kehf, 18/103-105), Allah’ın âyetlerine
zulmedenler (A’râf, 7/9) ve yalanlayan­ HÜZÜN
lar (Yûnus, 10/95), Allah’ın âyetleri ve Sözlükte “keder, üzüntü” anlamına
Peygamberi ile alay edenler (Kehf, 18/103- gelen hüzün, bir ahlâk terimi olarak,
106), Allah’a düşmanlık edenler (Fussilet, insanın maddî veya manevî kayıp ve
41/19-23), dini terk edenler (mürtedler) eksikliklerinden duyduğu üzüntü ve
(Mâide, 5/21), haktan sapanlar (A’râf, 7/178), keder anlamında kullanılmaktadır.
İslâm’dan başka din arayanlar (Ân Îmrân, Kur’ân’da iki âyette hüzün, üç âyette
3/85), din konusunda kâfirlere itaat eden­ aynı anlamı taşıyan hazen, otuz yedi
ler (Âı-i imrân, 3/149), îmân esaslannı inkâr âyette de aynı kökten fiiller geçmek­
edenler (Mâide, 5/5), îmân ve ibadetinde tedir. Birçok âyette mü’minlerin âhi-

276
rette üzüntü duymayacaklan (bk. Bakara, vı, 157), Allah’ın musibetler dolayısıyla
2/38) bildirilmekte; Hz. Peygamber ve yaş döken gözleri, hüzünlenen kalp­
mü’minlerin, başlarına gelen musibet leri azaba uğratmayacağı (Buhârî, Cenâiz,
ve sıkıntılar sebebiyle veya mâruz kal­ 45. Merdâ, 1; Müslim, Cenâiz, 12; Birr, 52) İfade
dıkları baskı ve zulümlerden dolayı olunmuştur. Hz. Peygamber de acı ve
üzülmemeleri öğütlenmektedir (bk. Âl-i üzüntü veren sıkıntılara uğramaktan
imrân, 3/139,153; Hicr, 15/88). Hadislerde ise, Allah’a sığınmıştır (Buhârî, Cihâd, 74; Deavat,
ölüm gibi acı veren olaylar karşısında 35, 40; Ebû Dâvûd, Vitir, 32). SÛfiler, hÜZÜnÜ
üzülmenin normal olduğu (Buhârî, cenâiz, daha çok âhiret kaygısı veya hayırlı bir
44; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 24), Kur ’ ân ’ in hÜZÜn- işi başaramamaktan duyulan üzüntü
1Ü bir ortamda İndiği (İbn Mâce, İkâme, 176), için kullanırlar ve olumlu bir anlam
insanları üzüntüye sevkeden sıkıntıla­ yüklerler. (M.C.)
rın günahlara keffâret olacağı (Ahmed,

277
IRZ ISKAT VE DEVİR
Sözlükte “kişinin bedeni, ruhu, Sözlükte “ıskat, düşürmek; devir
övgüye değer yaratılışı, soyu sopu” ise, döndürmek, çevirmek” anlamına
gibi anlamlara gelen ırz (çoğulu a’râz), gelmektedir. Dinî literatürde, kişinin
bir kavram olarak, insanın mânevi kişi­ sağlığında edâ edemediği namaz, oruç,
liği, haysiyet, şeref ve saygınlığı, her kurban, adak, keffâret gibi ibadetleri­
türlü tecavüz karşısında dokunulmaz­ nin, vefatından sonra fakirlere fidye
lığı bulunan kişilik değerleri demek­ ödenerek düşürülmesine ıskat; bu mak­
tir. Kur’ân’da ırz kelimesi geçmezse satla ayrılan meblağın kâfi gelmeme­
de, insanın başka varlıklar arasındaki si durumunda uygulanan yönteme de
üstün ve şerefli konumu açıkça vurgu­ devir denmektedir.
lanmaktadır (Bakara, 2/30; İsrâ, 17/70). Hz. Kur’ân’da, oruç tutmaya gücü yet­
Peygamber vedâ hutbesinde müslü- meyen çok ihtiyar veya iyileşme umudu
manların kanları, malları ve ırzlarının kalmayan hastaların, fidye vermeleri
dokunulmaz (haram) kılındığını belirt­ gerektiğine dair hüküm bulunmaktadır
miş (Buhârî, ilim, 9), başka bir hadislerinde (Bakara, 2/184). İslâm bilginlerinin çoğun­
ise, “Kişiye kötülük olarak müslüman luğu, bu âyetten hareketle, mazeretli
kardeşini küçük görüp aşağılamasının veya mazeretsiz orucunu tutmamış ve
yeterli olacağını” ifade etmiştir (Müslim, kaza etmeden vefat etmiş olan kimse­
Birr, 32; Ebû Dâvûd, Edeb, 35). Hadislerde Can, lerin oruç borçları için fidye ödenebi­
mal ve ırz dokunulmazlığının birlikte leceğini ifade etmişler; oruç borcu olan
anılması, İslâm’ın yaşama hakkına, kişilerin ölmeden önce bu konuda vasi­
mülkiyete ve mânevi kişiliğe ilişkin yette bulunmalarını tavsiye etmişlerdir.
bütün hakları aynı ölçüde güvence Çünkü ölenin bu konuda vasiyetinin
altına aldığı anlamına gelir. Diğer bir bulunması, bu kıyas hükmünü daha da
hadiste, şüpheli şeylerden kaçınan kuvvetlendirecektir. Bu şekilde vasi­
müslümanın dinini ve ırzını korumuş yette bulunulmuşsa, defin masrafı ve
Olacağının belirtilmesi (Buhârî, îmân, 39; varsa borçları düşüldükten sonra, teri-
Müslim, Müsâkât, 107), kişilik değerlerinin kenin üçte birinden bu vasiyyetin ifâsı
dinî değerler için hakikî zemini teşkil gerekir. Vasiyet yoksa mirasçılar, ister­
edebileceğini, sağlam bir dindarlığın lerse, miras malından, miras bırakma­
sağlam ve korunmuş bir kişilikte olu­ mışsa veya yetmezse kendi mallarından
şabileceğini ifade eder. İslâm’da ırza teberru olarak da verebilirler.
yönelik saldırılar kul haklarını ihlâl Namaz borcunun düşürülmesi
sayıldığından, o kimseden helâllik anlamındaki ıskat-ı salât, Kur’ân ve
dilenmesi gerekir (Buhârî, Mezâlim, 10). Sünnetten herhangi bir delile dayan­
(M.C.) mamaktadır. Ancak, oruçtaki fidye

278
hükmünü göz önünde bulunduran bazı memiştir. İnsanın yaşama hakkı, erkek
alimler, en azından namaz için verilen spermi ile kadının yumurtasının birle-
fidyelerin günahların silinmesine vesi­ şip döllenmenin başladığı andan itiba­
le olacak bir iyilik olduğu düşünce­ ren Allah tarafından verilmiş temel bir
siyle, mükellefin, vaktinde kılamadığı haktır. Artık bu safhadan itibaren anne-
ve sonra da kaza edemediği namazlar baba da dahil hiç kimsenin bu hakka
için fidye verilmesi konusunda vasi­ müdahale etme hakkı yoktur.
yette bulunmasını yararlı görmüşlerdir. İslâm âlimleri, ruh üflendikten
Vasiyet edilen fidyeler, ölünün geriye sonra çocuk düşürmenin veya aldırma­
bıraktığı malının 1/3’ünden verilir.
nın haram olduğunda ittifak etmişlerdir.
Ölenin vasiyeti olmaması halinde,
Ancak, bazı fakihler 120 günden veya
varislerinin fidye vermeleri gerekmez.
40 günden önce çocuğa ruh üfürülme-
Ancak, teberru olarak fidye verebilirler.
diği için kürtajın caiz olduğunu ileri
Iskat için ayrılan paranın yetmemesi sürmüşlerdir. Ancak günümüzde tıb
halinde, bir miktar paranın fidye ola­ sahasındaki ulaşılan bilgiler göstermek­
rak fakire verilmesi, onun da bunu alıp tedir ki, cenin döllenmeden itibaren bir
kabul ettikten sonra tekrar iade etmesi, canlılık ve bütünlük kazanmakta, safha
aynı paranın tekrar fakire fidye olarak
safha oluşum ve gelişimini tamamlayıp
verilmesi ve bu işlemin fidye meblağı­
ilk birkaç haftadan itibaren organları
na ulaşıncaya kadar devam etmesi şek­
teşekkül etmektedir. Hatta kalp atışla­
linde cereyan eden devir usulü, tama­
rının hissedildiği belirtilmektedir. Bu
men asılsız olup, dinde yeri yoktur.
nedenle, ceninin canlılığının, mahiye­
(İ-P)
tini hiçbir zaman kavrayamayacağımız
ISKAT-I CENÎN ruhun üflenmesiyle aynı şey olduğunu
Iskat-ı cenin, döllenme gerçekleş­ ileri sürerek kürtajın bu döneme kadar
tikten sonra rahimde oluşan ceninin caiz olduğunu söylemek mümkün
dış etki ve müdahale ile düşürülmesi; değildir. Nitekim İslâm hukukçularının
yani çocuk düşürme demektir. Bu da çoğunluğu da bu görüştedir.
iki şekilde olabilir. Birincisi anne ve Ancak annenin hayatını kurtarmak
babanın rızasıyla gerçekleşen kürtaj; gibi tıbbî ve kesin bir zarûret orta­
İkincisi ise, darp, korkutma ve benze­ ya çıkması halinde, anne karnındaki
ri fiillerle çocuğun düşmesine sebep ceninin tıbbî bir müdâhale ile alınması
olmak şeklindeki, cenine karşı işlenen caizdir. Fakat bu konuda uzmanlığına
cinâyetlerdir. Hamile kadının karnın­
güvenilen bir tabibin karar vermesi
daki çocuğun düşmesine neden olan
gerekir. (Î.P.)
müessir fiilde, gurre denilen bir tazmi­
nat ödenmesi gerekir, (bk. Gurre) ISLAH
Ceninin dış etki ve müdahaleler­ Sözlükte “layık olmak, iyi olmak,
le düşürülmesi, yani kürtaj, çok eski barıştırmak, iyilik yapmak, düzeltmek
dönemlerden beri dinin, ahlâk ve ve onarmak” demektir. Kur’ân’da 34
hukukun tasvip etmediği bir davranış­ âyette geçen bu kavram ile Allah’ın,
tır. Yahudilik ve Hristiyanlıkta olduğu Peygamberlerin ve insanların ıslah
gibi İslâm dininde de kürtaj caiz görül­ etmesi söz konusu edilmiştir.

279
Allâh’ın insanları îmana ve sâlih madıkça, geçmişte sabit olan bir duru­
amellere muvaffak kılması (Ahkâf, 46/15), mun varlığını koruduğuna hükmetmek
amellerini kabul edip mükâfat verme­ demektir. Buna göre, daha önce varlığı
si (Ahzâb, 33/70), din ve dünya işlerinde bilinen bir durumun, aksini gösteren
başarılı kılması ve onlara yardım etme­ bir delil bulunmadığı sürece varlığının
si (Muhammed, 47/2,4,5), Allah’ın insanı, devam ettiğine; daha önce yok oldu­
amellerini ve işlerini ıslah etmesi; yer­ ğu bilinen bir durumun da, daha sonra
yüzünü yaşamaya elverişli yaratma­ meydana geldiğine dair bir delil bulun­
sı, kitap ve Peygamberler göndererek madıkça halihazırda da mevcut olmadı­
insanları sulh ve sükûna, îman ve ita­ ğına hükmedilir.
ate, kötülükleri ve zulmü terk etmeye Istıshâb, fıkıh usulünde hüküm
çağırması yeryüzünü ıslah etmesidir. çıkarmada kullanılan fer’î delillerden
(A’râf, 7/85-86). olup dört kısma ayrılır; berâet-i asliyye
Peygamberlerin kavimlerini ıslahı; ıstıshâbı, varlığına din veya aklın delâ­
onları şirk, küfür, nifak, isyân, kötülük let ettiği ıstıshâb, hüküm ıstıshâbı ve
ve zulümden kurtarmaya çalışmaları, vasıf ıstıshâbı.
onlara doğru yolu göstermeleri, îman Berâet-i asliyye ıstıshâbı, bir delil
ve sâlih amellere davet etmeleridir (Hûd, bulunmadıkça kişinin zimmetinin
11/88; A’râf, 7/142; Şû’ara, 26/151-152). sorumluluktan arınmış kabul edilmesi­
İnsanların kendi hallerini ıslah dir. Bu metod üzerine, ‘berâet-i zimmet
etmeleri; inanç, amel, ahlâk, söz, fiil asildir (borçsuz ve suçsuzdur)’ kaidesi
ve davranışlarını İslâm’a uygun hâle inşa edilmiştir, (bk. Berâet) Varlığına
getirmeleri (Nisâ, 4/146; Mâide, 5/38), baş­ din veya aklın delâlet ettiği ıstıshâb,
kalarını ıslah etmeleri ise kavgalı olan aklın veya dinin hükmü ile sabit olan
kan kocayı (Nisâ, 4/35), savaşan iki grubu durumun, değiştirici bir delil ortaya
ve dargınları (Hucurât, 49/9-10) barıştırıp çıkana kadar devam etmesidir. Meselâ
aralarındaki sorunu çözmeleri, kavga borç alan bir kimsenin, borcunu öde­
ve nizaları sona erdirmeleri, yetimle­ diğine veya alacaklı tarafından ibrâ
ri güzelce yetiştirmeleri ve mallarını edildiğine dair bir delil getirmedikçe
koruyup geliştirmeleri (Bakara, 2/220) borçluluğuna hükmedilir. Nikâhın fes­
ve vasiyette hata edenlerin hatalarını hedildiği veya boşandıkları bir delil ile
düzeltmeleridir (Bakara, 2/182). sabit olmadıkça, evlilik hayatı meşru
olarak devam eder. Hüküm ıstıshâbı,
Islah kavramı; insanları, aileleri,
bir konuda yasaklayıcı veya helâl kılı­
toplumu, kurumlan, işleri, ahlâkî dav­
cı bir hüküm bulunması halinde, helâli
ranışları ve çevreyi iyi, güzel, yararlı
harama, haramı helâle çeviren bir delil
hale getirmeyi, sulh, barış, huzur ve
ortaya çıkıncaya kadar önceki hükmün
sükûnu sağlamayı ifâde eder. (Î.K.)
aynen devam etmesi halidir. Kur’ân’da,
ISTISHÂB “yeryüzünde ne varsa hepsini sizin
Sözlükte “birlikte olmak, ayrılma­ için yaratan O ’dur. ” buyurulmakta-
mak, beraberliğin devamını istemek” dır (Bakara, 2/29). Buna göre, hakkında
anlamlarına gelen ıstıshâb, fıkıh usu­ haram olduğuna dair delil bulunmayan
lünde, değiştiğine dair bir delil bulun­ bütün yiyecekler ve içecekler helâldir.

280
Bu delile dayanılarak, ‘eşyada aslo- kap gibi sipariş verilerek yaptırılabilen
lan ibahadır’ kaidesi benimsenmiştir. bir şey olması, bu konuda halk arasında
Vasıf ıstıshâbı ise, mevcut bir vasfın teamül bulunması gerekir.
değiştiğine dair delil bulunmadık­ Istısnâ’ akdi, iki taraf için de bağla­
ça aynen devam etmesi, şüphe ile bu yıcı olmayan bir akittir. Sipariş verilen
vasfın ortadan kalkmaması anlamına şey yapılmadan önce her iki taraf da
gelir. Meselâ, abdest alan bir kimse­ bu akitten dönebilir. Yapılması tamam­
nin, abdestini bozduğunu hatırlama­ landıktan sonra da, yapan sanatkâr
ması, abdestsizliği için yeterli değildir; başkasına satabilir. Ancak bu durum­
abdestini bozan bir şey sebebiyle veya da, sipariş veren kişiye tekrar yenisini
galip zan ile abdestsiz olduğuna hük­ yapmakla yükümlüdür. Ismarlanan şey
medilir. Gaib olan kimsenin, öldüğü tamamlanıp da alıcıya arz edildiğinde,
sabit olmadıkça hayatta olduğuna hük­ belirlenen vasıflara uygun bir şekilde
medilir. Bu delilden hareketle, ‘şüphe imal edilmesi halinde, Ebû Yûsuf’a
ile yakîn zail olmaz’ kaidesi konmuştur. göre alıcının, yani sipariş veren kim­
(İ-P-) senin tercih hakkı bulunmamaktadır;
ISTISLÂH kabul etmek zorundadır. (Î.P.)

Barışmak, sulh olmak anlamlarına ITÂK (Itk)


gelen ıstıslâh, fıkıh usûlü terimi olarak, Kölenin hürriyetine kavuşturulması
mesâlih-i mürsele delilini benimseyip anlamına gelen bir fıkıh terimidir, (bk.
kullanmak demektir, (bk. Maslahat) Azât Etmek) (Î.P.)
(İ-P.) IYÂL
ISTISNÂ’ Bir kimsenin bakmakla yükümlü
Sözlükte “yaptırmak, bir şeyi yap­ olduğu, eşi, çocukları, ana-babasına
masını istemek” anlamlarına gelen denir, (bk. Nafaka) (İ.P.)
ıstısnâ ’, bir fıkıh terimi olarak, bir sanat IZDIBÂ
sahibinden belirli bir şeyi yapması için
Sözlükte “bir şeyi koltuğun altına
kurulan akdi ifade eder. Bu akitte,
sokmak” anlamına gelen ızdıbâ, hac
ısmarlanan şeyin malzemesi veya ham­ ve umrede erkeklerin, sağ omuzları­
maddesi yapan kişiye aittir. Şâyet, mal­ nı dışarıda bırakacak şekilde ihram
zeme veya hammade ısmarlayan kişiye giymelerine denir. Erkekler, giymiş
ait olursa akit, ıstısnâ’ değil icâre akdi oldukları iki parça ihramdan, vücu­
olur. Meselâ, kumaşı ve dikişi terziye dun belden üstünü örten parçasının bir
ait olmak üzere elbise diktirilmesi için ucunu, sağ kolun altından geçirip, sol
yapılan akit bir ıstısnâ’dır. omuz üzerine atmak suretiyle sağ kol
Istısnâ’ akdi, Hanefîlere göre istih- ve omuzu ridânın dışında bırakırlar.
sanen caiz kabul edilmiş olup, icap ve Remel (tavafta kısa adımlarla koşarak
kabul ile kurulur. Istısnâ’ın caiz olma­ ve omuzları silkerek çalımlı bir şekil­
sı için, ısmarlanan şeyin cinsi, çeşidi, de yürümek) yapılması gereken tavaf­
miktarı ve sıfatının belirlenmiş olması ların bütün şavtlannda ızdıbâ sünnettir.
gerekir. Ayrıca ısmarlanan şeyin, elbise Şafîîlere göre, Safâ ile Merve arasında
diktirmek, ayakkabı yaptırmak, çanta, sa’y edilirken ızdıbâ yapmak da sün-

281
nettir. Tavaf bitince omuz örtülür ve iki harfin arasını ayırmak, uzak tutmak
tavaf namazı omuzlar örtülü olarak demektir, izhar harfleri elif, he, ha, hı,
kılınır. Remel yapılan tavaflar dışında ayn ve ğayn’dır. Tenvin (iki üstün, iki
ızdıbâ yapmak mekruhtur. (Î.P.) esire ve iki ötüre) ve sakin (cezimli)
IZDIRÂR nun bu harflerden önce gelirse izhar
olur. “Men âmene” gibi. Tenvin ve
Zarûret hali anlamına gelen fıkhî bir sâkin nun, vav ve ye harflerden önce
terimdir, (bk. Zarûret) (İ.P.)
gelir ve aynı kelimede bulunursa yine
İZHAR “izhâr” olur. “Kınvânün” gibi. Sakin
Tecvit kurallarından biridir. Sözlük mim, mim ve be harflerinin dışında bir
anlamı; beyan etmek, açıklamaktır. harfin önüne gelirse yine “izhâr” olur.
Tecvit ilminde; her harfi ğunnesiz ola­ “Em lehüm” gibi. (Î.K.)
rak kendi mahrecine göre çıkarmak,

282
İ’CÂZ cinin, o hadisleri rivâyete izinli olup
bk. Mucize. olmadığı konusunda herhangi bir ifade
yer almaz. Hadis âlimlerinin çoğunlu­
Î’CÂZÜ’L-KUR’ÂN
ğuna göre, İ’lâm yolu ile rivâyet mak­
İ’caz; âciz bırakma, acze düşürme, buldür. (A.G.)
şaşırtma demektir. İ’câzü’l-Kur’ân;
t’TÎBÂR
Kur’ân’ın, insanları bir benzerini getir­
mekten âciz bırakması, eşsiz ve mucize Sözlükte, “bir şeyi araştırmak,
oluşu anlamına gelir. Kur’ân, en büyük saymak, kıyaslamak, imtihan etmek”
mucizedir. Söz sanatında, edebiyatta anlamlarına gelen itibâr, bir hadis teri­
zirveye çıkmış, indiği devirdeki muha­ mi olarak, bir hadisin başka yollardan
taplarına meydan okumuş, bir mislini rivâyet edilip edilmediğini ortaya koy­
(isrâ, 17/88) veya kendisi gibi 10 sûre (Hûd, mak için yapılan araştırmaya denir.
n/13) veya 1 sûre (Bakara, 2/23) getirmele­ Araştırma neticesinde eldeki mev­
rini istemiş, ancak bugüne kadar buna cut hadisi destekleyen şâhid ya da
hiçbir insan muvaffak olamamıştır. Bu mütâbî’nin olup olmadığı tespit edilir.
meydan okuyuş, onun Allah sözü ve Ferd sanılan bir hadisin gerçekte ferd
taklid edilemez olduğunun delilidir. olmadığını anlamak ve sıhhat yönün­
Kur’ân’ın mucize oluşunun; dil ve den bu hadisi kuvvetlendirmek, itibâr
üslubu, telif edilişi, içerdiği ilimler; sayesinde sağlanır. (A.G.)
insanların ihtiyaçlarını karşılama, tabiat Î’TİSÂM
ilimleri, gayp ile ilgili haberleri, oku­ Sığınmak, sarılmak ve korumak
nuşu, öğrenilmesi, ezberlenmesi, din­
anlamlarındaki “asm” kökünden gelen
leyenleri etkileyişi gibi pek çok yönü
i’tisâm, bir şeye yapışmak, tutun­
vardır. Keşfedilen pek çok İlmî buluşla­
mak, sığınmak ve sarılmak demek­
rın Kur’ân’da öz olarak mevcut olması,
tir. Kur’ân’da beş âyette geçmiştir.
Kur’ân’da bildirilen gerçeklerin bilim­
Allah’a ve Allah’ın ipine (dinine, kita­
sel verilerle örtüşmesi, zaman geçtik­
bına) sarılmak, yönelmek söz konusu
çe tazeliğini ve güncelliğini koruması
edilmiştir. Allah’a ve dinine sarılmak;
onun muciz ve eşsiz oluşunun sonucu­
îmân edip sâlih ameller işlemek, Allah
dur. (İ.K.)
ve Peygamberin emir ve yasakları­
İ’LÂM na uymaktır. “Hep birlikte Allah ’ın
Bildirmek anlamına gelen i’lâm, ipine sarılın... ” (Âl-i imrân, 3/103) buyuran
hadis ilminde, hocanın, elinde bulunan Allah, Allah’a sarılan kimsenin doğru
kitabı veya hadisi, “bu benim filanca yola iletileceğini (Âı-i imrân, 3/31) ve bu
kimseden işittiğimdir” diyerek öğren­ kimseleri rahmetine dahil edeceğini
ciye göstermesidir. Bu metodda öğren­ (Nisâ, 4/175) bildirmiştir. (İ.K.)

283
İANE sâlih amel (Nisâ, 4/172,173), Allah’ı teşbih
Yardım etmek, desteklemek, koru­ ve secde (A’râf, 7/206), Allah’ı bilmek ve
mak, mâlî-parasal katkı sağlamak vb. tanımak gibi (Zariyât, 51/56) geniş bir anla­
anlamlara gelen iane, terim olarak; mı vardır. Dolayısıyla Kur’ân’da ibâdet
hayrat, tasadduk ve himâye gibi koru­ kavramı; Allah’ın varlığını ve birliğini
ma faaliyetlerini kapsayan ve “genel ikrar etmek, kitap ve Peygamberlerini
yardım” hizmetlerini ifade eden bir doğrulamak, Allah’ın razı olduğu şey­
kavramdır. îâne ve iâşe terimleri çoğu leri yapmak, Allah’ın hükmüne razı
zaman birlikte kullanılır. (Î.U.) olmak, nimetlerine şükretmek, musi­
betlere sabretmek, insan haklarına
İÂRE
saygı göstermek, onlara şefkat ve mer­
bk. Ariyet. hamet etmek gibi îman, ahlâk, namaz,
İBÂDET hac, zekat, oruç, cihad, evlenme,
boşanma, helâl-haram, mîras, ticaret,
Sözlükte “itâat etmek, boyun
ahde vefa, yemin, keffâret vb. İslâm’ın
eğmek, kulluk etmek, tevazu göster­
bütün ahkamını uygulamayı, emir ve
mek, ilâh edinmek; din ıstılahında,
yasaklarına riâyeti ve Allah’ın sınırla­
mükellef insanın nefsinin arzusu hila­
rını korumayı ifâde eder.
fına Rabb’ına tazim için yaptığı fiil ve
niyete bağlı olarak yapılmasında sevap Uygulama itibariyle ibadetler, 4
olan ve Allah’a yakınlık (kurbet) ifade kısma ayrılır: 1- îmân, ihlas, niyet,
eden şuurlu itâat” anlamına gelir. tefekkür, marifet, sabır, takva, havf
ve reca gibi kalbî-batinî ibadetler.
İbâdet; boyun eğmenin, itâat etme­
2- Namaz, oruç dil ile zikir, teşbih, teh-
nin, saygı göstermenin ve kulluğun en
lil, tekbir, tahmid ve dua, ana-babaya
son noktasıdır.
iyilik, insanlara iyi muamele ve sıla-i
Kur’ân’da Allah’a ve Allah’tan rahim gibi vücut azalarıyla yapılan iba­
başkalarına ibâdet söz konusu edil­ detler. 3- Zekat, sadaka, yakınlara ve
miştir. 82 âyette Allah’a ibâdet kavra­ fakirlere yardım, Allah yolunda infak
mı kullanılmıştır. İnsan, Allah’a iba­
gibi mal ve servetle yapılan ibâdetler.
det için yaratılmış (Zâriyat, 51/56), bütün 4- Hacca gitmek, malı ve canı ile cihat
Peygamberler, insanları Allah’a ibâdet etmek gibi hem mal ve hem de bedenle
etmeye davet etmişler (Bakara, 2/83), ken­ yapılan ibâdetler.
dileri de Allah’a ibâdet etmişlerdir (Ra’d,
Bir amelin ibâdet olabilmesi için;
13/36). Kur’ân’da hem “ey insanlar”
kişide îmân, niyet ve ihlâs olması ve
(Bakara, 2/21) hem de “ey mü’minler” (Hac,
ibadetin İslâm’a uygun olması gerekir.
22/77) hitabı ile Allah’a ibâdet edilmesi
(Î-K.)
emredilmiş ve ibâdetin ihlasla (Beyyine,
98/5) ve hiçbir şeyi O’na ortak koşma­ İBADİYYE
dan yalnız Allah’a yapılması istenmiş­ Haricîlerin günümüzde yaşayan
tir (Nisâ, 4/36). bir kolu olup, kurucusu Abdullah ibn
Kur’ân’da ibâdet kavramının; tevhid îbâd el-Murri et-Temîmî‘ye nispetle
İtaat (Bakara, 2/172), dua (Mü’min,
(Nisâ, 4/36), İbâdiyye adını almıştır. Bu fırkanın
40/60), boyun eğmek (tevâzu, tezellül, mensupları, sahip oldukları görüşle­
huşû ve istikân) (Fâtiha, ı/5), îman ve rinden dolayı kendilerine “ehli’l-adl

284
ve’l-istikâmet” ile “ehlu’l-istikâmet Birincisi, alışveriş ile faizin aynı şey­
ve’l-îmân” unvanları ile anılmışlardır, ler olmadığı; İkincisi ise, alışverişin
îbadiyye’nin temel itikadî görüşleri; helâl, faizin ise haram kılınmasıdır.
Kur’ân’ın lafzına sımsıkı sarılmak, Bu iki hüküm de lafızdan ve ibareden
îmân ve İslâm’ı bir bütün olarak ele çıkmaktadır. Çünkü âyet, bunları açık­
almak, ameli îmânın bir cüz’ü kabul lamak için gelmiştir ve lafzın zâhiri bu
etmek, Kur’ân’ın mahluk olduğuna iki hükmü de içermektedir.
inanmak, Allah’ın yegane sıfatının Nassın ibaresi, delâlet yollarının
“kıdem” olduğunu kabul etmek ve en kuvvetlisidir. Bunu sırasıyla, nas-
emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-mün- sın işareti, nassın delaleti ve iktizânın
ker ilkesini uygulamak” gibi hususlar­ delâleti takip etmektedir. Eğer nassın
dır. îbadiyye’nin, halen Umman, Libya, delâleti, diğer bir delalet ile çatışırsa,
Madagaskar ve Cerbe adası ile Kuzey kuvvetli olduğundan tercih edilir, zayıf
Afrika ülkelerinde mensubları bulun­ olana itibar edilmez. (Î.P.)
maktadır. (F.K.)
İBLÎS
İBÂHA
bk. Şeytan.
Sözlükte “salıvermek, açıklamak,
ÎBNÜ’S-SEBİL
helâl kılmak” gibi anlamlara gelen
ibâha, bir fıkıh terimi olarak, mükel­ Kelime anlamıyla “yol oğlu”
lefin bir fiilin yapılması veya yapılma­ demek olan ve Araplar arasında yolcu,
ması konusunda serbest bırakılması, uzun süredir yolda olan anlamları­
başka bir ifadeyle fiilin yapılıp yapıl­ na gelen ibnü’s-sebîl, dinî bir kav­
mamasının eşit tutulup herhangi birinin ram olarak, yolda kalmış kimse için
tavsiye edilmemesini ifade etmektedir. kullanılmaktadır.
Bu şekilde serbest bırakılan fiile de Kur’ân-ı Kerim’de, zekattan ve
mubah denir, (bk. Mubah) (Î.P.) ganimetin 1/5’inden yolda kalmışlara
İBÂRENİN DELÂLETİ verileceği belirtilmiş (Tevbe, 9/60; Enfâi,
8/41; Haşr, 59/7); ayrıca bunlara yardım
Bir fıkıh usulü kavramı olan ibare­ edilmesi tavsiye edilmiştir (Bakara, 2/177,
nin delâleti; lafzın sevk edildiği mana­ 215; Nisâ, 4/36; İsrâ, 17/26; Rûm 30/38).
ya delalet etmesi demektir. Başka bir
Fakihlerin çoğunluğuna göre,
ifadeyle, lafzın, nassın gelişindeki aslî
ibnü’s-sebîl, kendi memleketinde malı
maksat olan veya ona tâbî olarak kas-
olmakla birlikte, bulunduğu yerde malı,
dedilen hükme delâlet etmesidir. Buna
parası olmayan, bu nedenle yolda kalan
nassın ibaresi de denilmektedir.
kimseyi ifade etmektedir. Gurbette,
Allah Tealâ, “Faiz yiyenler (kabir­ herhangi bir sebeple muhtaç duruma
lerinden), şeytan çarpmış kimselerin düşen kimse, memleketinde malı da
cinnet nöbetinden kalktığı gibi kal­ olsa, bundan yararlanamadığı sürece,
karlar Bu hal onların “Alışveriş tıpkı fakir olarak kabul edilir ve kendisine
faiz gibidir” demelerindendir Halbuki zekattan hisse verilir. Yolda kalan kim­
Allah, alışverişi helâl, faizi haram kıl­ seye, yolculuğuna devam etmeye veya
mıştır (...) " buyurmaktadır (Bakara, 2/275). malının bulunduğu yere dönmeye yete­
Bu âyet iki hükme delalet etmektedir: cek kadar zekat verilebilir.

285
Yolcuya zekat verilebilmesi için İbrâ edilen, ibrâyı reddetmesi halinde
memleketine dönebilecek kadar parası ibra hükümsüz olur.
bulunmaması ve yolculuğa meşrû bir İbrânın gerçekleşmesi halinde, hak
amaçla çıkması gerekir. Malı bulun­ düşer ve dava konusu olmaktan çıkar.
duğu halde, çeşitli baskılar sonucunda Bunun sonucunda ibrâ eden ile ibra
ülkesini terk etmek zorunda kalan mül­
edilen arasındaki borç münasebeti sona
tecilere de, ibnü’s-sebil olarak zekat
ermiş olur. Hakkın düşmesinden sonra,
verilir. (İ.P.)
ibra edenin bunu talep etmesi veya
ÎBNÜLVAKT ibradan vazgeçmesi mümkün değildir.
Vaktin oğlu anlamına gelen ibnül- (İP)
vakt, tasavvufta, sûfınin her vakit için­
İBRET
de bulunduğu zamana en uygun düşen
ibadet ve amelle meşgul olması anla­ Sözlükte “geçmek, aşmak” anla­
mında kullanılmaktadır. (M.C.) mındaki abr kökünden gelen ibret, kav­
ram olarak görünenden görünmeyene
İBRA
geçmek, olayların dış yüzüne bakıp
Sözlükte “arındırmak, temize çıkar­ onlardaki hikmeti kavramaya çalışmak,
mak, yükümlülükten kurtarmak” gibi
olaylardan ders alıp davranışlannı buna
anlamlara gelen ibrâ, bir fıkıh kavra­
göre düzenlemek demektir. Kur’ân’da
mı olarak, bir kimsenin başka birinde
Peygamberlere, gönderildikleri top-
bulunan alacak veya hakkından karşı­
lumlara ve kendilerine karşı gelenlere
lıksız olarak vazgeçmesini ifade eder.
genişçe yer verilmiş olması ibret alın­
îbrâ, dinimizde mendûb kabul edil­
ması içindir. Meselâ Bedir Savaşında
miştir. Kur’ân-ı Kerim’de, borçlunun
sayıca az oldukları halde galip gelme­
sıkıntı içinde olması halinde borcun
leri hatırlatılarak mü’minlerin bundan
ertelenmesi veya bağışlanması tavsiye
ibret almaları istenmiş (Âı-i imrân, 3/13.),
edilmiştir; “Eğer (borçlu) darlık için­
gece ile gündüzün peşpeşe gelişi (Nûr,
de ise, eli genişleyinceye kadar ona
24/44) ve hayvanlar âlemi (Nahi, 16/66;
mühlet vermek (gerekir). Eğer bilirse­
Mü’minûn, 23/21) ibret alınacak konular
niz, bunu sadaka olarak bağışlamanız
arasında zikredilmiştir. Bir âyette “...
sizin için daha hayırlıdır. ” (Bakara, 2/280).
Hz. Peygamber de, bu yönde teşvik ve Ey basiret sahipleri ibret alın ” (Haşr,
tavsiyelerde bulunmuştur. 59/2) buyrulmak suretiyle mü’minlerin
meydana gelen olaylardan ders alma­
îbrânın sahih olması için, ibrada
ları istenmiştir. Hz. Peygamber de ibret
bulunan kimsenin tam edâ ehliyetine
sahip olması gerekir. İbrâ hak sahibinin alınması için kabirlerin ziyaret edil­
bizzat kendisi tarafından yapılabileceği mesini tavsiye etmiştir (Ahmed, v, 356.).
gibi, vekili tarafından da gerçekleştiri­ Kişinin ibret alabilmesi için hem evren­
lebilir. îbrâ iki taraflı bir akit olmakla de meydana gelen tabii olaylara, hem
birlikte, hâkim olan görüşe göre, sade­ de sosyal hayatın çok farklı tecellileri­
ce ibrâ edenin tek taraflı irade beyanı ne derin bir sezişle bakması, doğuştan
ile gerçekleşir. Ancak ibra edilenin sahip bulunduğu kalbi ve zihnî yete­
kabul etmeme, reddetme yetkisi vardır. neklerini kullanması gerekir. (M.C.)

286
İBTİLÂ edâ ehliyetine sahip kişilerin irade
bk. Belâ. beyanlarının sonuç doğurması için,
akdin hibe gibi tamamen zararına bir
ÎCÂB
akit olmaması ve vasî veya velîsinin
Sözlükte “bir şeyi gerekli kılmak, izni gerekir. (İ.P.)
bir öğün yemek yemek, korku ve endi­ İCÂBET
şeyle yüreğini oynatmak, cennet ve
cehennemi gerektiren iş işlemek” gibi Sözlükte “cevap vermek, kabul
anlamlara gelen îcâb, fıkıh usulünde, etmek” anlamlarına gelen icabet, dinî
Şâri’in bir fiilin yapılmasını kesin ve bir terim olarak, Allâh’ın duaları kabul
bağlayıcı tarzda istemesini; akitlerin etmesi; fıkıhta ise, bir akitte tarafların
kuruluşunda, akit yapmak isteyen tara­ akdi kabulü manalarına gelmektedir.
fın teklifte bulunmasını, bu yöndeki Yüce Allâh, Kur’ân-ı Kerim’de
arzusunu belirten irade beyanını ifade kendisine yapılan duaları kabul edece­
eder. ğini müjdelemekte ve “Kullarım sana,
Şâri’in bir fiilin yapılmasını kesin beni sorduğunda (söyle onlara): Ben
ve bağlayıcı bir şekilde istemesine çok yakınım. Bana dua ettiği vakit dua
îcâb, yapılması istenen fiile de vâcip edenin dualarını kabul ederim. O halde
denir. Fakihlerin çoğunluğuna göre farz (kullarım da) benim davetime uysunlar
ile vâcib arasında fark bulunmamakta­ ve bana inansınlar ki doğru yolu bula-
dır. Hanefîlere göre ise, sübut ve dela­ lar. ” buyurmaktadır (Bakara, 2/186). Allâh
let bakımından kesin olan bir delille Teâlâ, yapılan bütün dualara karşılık
yapılması kesin ve bağlayıcı bir şekil­ verecektir. Ancak bu, yapılan duanın
de istenen fiiller farz, zannî bir delil ile aynen kabul edileceği anlamına gel­
istenen ise vaciptir, (bk. Vâcib; Farz) mez. Allâh, bazen değişik hikmetlerle
kulun duasını aynen kabul etmez, fakat
îslâm fıkhında akitlerin kuruluşun­
kul için daha uygun ve hayırlı olacak
da tarafların rızası önemli bir unsur
şekilde, bu dünyada veya âhirette kar­
oluşturmaktadır. Akdin gerçekleşme­
şılığını vermek üzere kabul eder.
si için karşılıklı rızanın olması şarttır.
Ancak rıza, insanın iç âleminde cere­ Fıkıh literatüründe icâbet, akit yap­
yan eden gizli bir husus olduğundan, mak isteyen tarafın teklifte bulunma­
bunun yerine rızayı ortaya koyan irade sına karşılık, diğer tarafın buna uygun
beyanı esas olarak alınmıştır. Akit olarak yapmış olduğu irade beyanın­
yapmak isteyen taraflardan ilk olarak da bulunmasına, akdi kabûl etmesine
teklifte bulunan kimsenin, bu yöndeki denir, (bk. Kabul) (İ.P.)
arzusunu belirten irade beyanına îcâb; İCÂRE (îcâr)
karşı tarafın buna uygun olarak yap­ Sözlükte “kiralamak, iş karşılığı
mış olduğu irade beyanına da kabûl verilen şey” anlamlarına gelen icâre,
denir. Karşılıklı irade beyanı olan îcâb fıkıhta da sözlük anlamına uygun ola­
ve kabûlün vaki olması üzerine akit rak menfaatin bedel karşılığı satımını
kurulmuş olur. konu alan iş ve kira akdini ifade etmek­
îcâbta bulunan kimsenin tam edâ tedir. Kiralayana müstecir, kiraya vere­
ehliyetine sahip olması gerekir. Nakıs ne âcir, icâre akdine konu olan işçiye

287
ecîr ve menfaate karşılık verilen bedele mesi gerekir. Kira süresinin dolmasıyla
ücret denir. kira akdi sona erer; kiralanan şeyin tah­
Fıkıh literatüründe icâre akdi, hem liye edilmesi gerekir. Ancak kira süre­
gayrimenkul ve menkul eşyanın kira­ si sona ermekle birlikte, tarlada ekinin
lanmasını, hem de insanın çalışması­ olgunlaşmaması gibi haklı mazeret ve
nı konu alan iş akdini kapsar. îcâre, ihtiyaç sebebiyle, akit makul bir süre
ticarî ve günlük hayatta en çok ihtiyaç uzatılır ve emsal bedel (ecr-i misil)
duyulan akitlerden olup, karşılıklı borç ödenmesi gerekir.
doğuran iki taraflı ve bağlayıcı bir Klasik fıkıh literatüründe icâre-
akittir. İcâre akdinin şekli, işleyişi top­
i âdemi olarak isimlendirilen iş akdi,
lumsal anlayışlarla ve şartlarla yakın­
işçinin ücret karşılığında belli bir süre
dan alakalı bulunduğundan, Kur’ân ve
çalışması veya belli bir işi yapması
sünnette ayrıntılı hükümler konulmak
üzerine kurulan akittir. İş gören kim­
yerine, genel çerçeveler çizilmiş, belli
seye ecîr, iş verene de müstecîr denir.
ilkeler konulmuşutur.
İş akdinin kurulmasında, kira akdin­
İcâre akdi, menfaatin kaynağı bakı­
de aranan şartların bulunması gerekir.
mından, ayn icâresi ve insan icâresi
İşçinin sarf edeceği emeğin akit esna­
olmak üzere iki ana gruba ayrılır. Ayn
sında belirlenmesi, yapılacak işin ifa­
icâresi, günümüz hukuk literatüründe
sının hukuken ve fiilen mümkün olma­
kira akdi; insan icâresi ise, iş akdi ola­
sı, hukuken ve dinen serbest olması
rak isimlendirilmektedir.
gerekir. Namaz, oruç, Kur’ân okumak
Kira akdinin geçerli ve sağlam bir
gibi sırf ibadet sayılan dinî mükellefi­
şekilde kurulabilmesi için, tarafların
yetlerde icâre caiz değildir, (bk. Ecîr,
edâ ehliyetine sahip olmaları, akdin
Ecr) (İ.P.)
konusunun, süresinin ve ücretin sözleş­
me esnasında açıkça belirlenmesi gere­ İCÂRE-İ VÂHİDE
kir. Kira akdinin konusu, yani kiralanan Kelime anlamıyla “bir defalık kira
şey gayrimenkul veya menkul olabilir. akdi, tek kira bedeli” demek olan icâre-
Ancak kiralanan şeyin kullanımının i vâhide, bir fıkıh terimi olarak, vakıf
mümkün, mutat ve mubah olması akarlarının, mütevellisi tarafından
gerekir. Akit esnasında kiralanan şeyin belirli bir süre tayin edilerek kiralan­
kullanım şeklininin ve kira bedelinin masını ifade etmektedir.
tartışmaya yol açmayacak şekilde belir­
lenmesi gerekir. Akdin kurulması üze­ Vakıf malları işletilmeleri bakımın­
rine, kiraya veren kimsenin kiralanan dan üçe ayrılır: icâreteynli vakıflar,
şeyi kullanıma elverişli olarak kiracıya mukataalı vakıflar ve icâre-i vâhide-
teslim etmesi ve kira süresince kulla­ li vakıflar. Bunlardan icâreteynli ve
nıma elverişli bulundurması, ihtiyaç mukataalı vakıflar uzun süreli, icâre-
olduğunda bakım ve onarımını yaptır­ i vâhideli vakıflar ise kısa süreli kirâ
ması, kiraya verenin yükümlülüklerin- akdiyle işletilen vakıflardır. Kiralama
dendir. Buna karşılık kiracının, kira­ süresinin belirli ve kısa olması icâre-i
lanan şeyi akdin ve örfün gerektirdiği vâhideli vakıfların en belirgin özelliği­
gibi kullanması ve kira bedelini öde­ dir. (İ.P.)

288
İCÂRETEYN icâza en çarpıcı örnektir. Bu âyet,
Sözlükte “çifte kiralama veya iki hayır ve şer, iyi ve kötü, doğru ve yan­
kira bedeli” anlamlarına gelen icare- lış olan bütün inanç, söz, fiil ve davra­
teyn, bir fıkıh terimi olarak, vakıf akar­ nışları ifade etmektedir. 2- îcâz-ı hazf:
larının, biri peşin ve diğeri de vadeli Bu, kelimenin yani harf veya fiil veya
olmak üzere çift kira bedeli ile uzun isim veya cümlenin veya daha çoğunun
süreli olarak kiraya verilmesini ifade düşmesiyle yapılır. Düşen kelimeye
etmektedir. bir karine vardır. “Câe Rabbüke ve’l-
OsmanlIlarda vakıf akarlarında Melekü saffen saffen” (ve melekler saf
uygulanan bu kiralama usulünde, aka­ saf iken Rabbin’ (in emri) geldiği vakit
rın gerçek kıymetine yakın veya eşit bir (Fecr, 89/22) âyetinde “câ’e” (geldi) fii­
ücret peşin olarak verilir, ayrıca her ay linden sonra “rabbüke” (senin Rabbin)
veya yıl sonunda cüz’î bir kira ödenir. terkibinden önce “emrü” kelimesi haz-
Böyle kiralanan vakıf akarlarına, icâre- fedilmiştir. Gelen, Allah’ın zatı değil
teynli vakıflar, kiralayana da icâreteyn emri, fermanıdır.
mutasarrıfı denir. îcâz sanatı, Kur’ân’da çok kullanıl­
Bu kiralama şeklinin en önemli mıştır. Kur’ân’ı anlayabilmek için icâz
özelliği, ferağ ve intikalin câri olma­ ve diğer edebî sanatların bilinmesi şart­
sıdır. İcâreteyn mutasarrıfı, mülkiyet tır. (İ.K.)
hakkına benzer sonuçlar doğuran bir İCÂZET
tasarruf hakkına sahiptir; kullanma,
faydalanma ve rakabe üzerinde tasarruf Sözlükte “izin vermek, müsaade
hakkı vardır. Akarın rakabesi vakfa ait etmek” anlamına gelen icâzet; med­
olmakla birlikte, icâreteyn mutasarrıfı­ resede eğitim öğretimini bitirenlere
nın sahip olduğu tasarruf hakkı müeb- hocalar tarafından verilen belge ve bu
bed bir kira ile pekişmiştir, akardaki icazeti belgeleyen kağıda denmiştir.
tasarruf hakkı intikal eder. Cumhuriyet İcâzetnâme, Arapça ruhsat anlamın­
döneminde 2762 sayılı Vakıflar Kanunu daki icazet ile Farsça mektup, kağıt
ile icâreteynli vakıflar bir tâviz bedeli anlamındaki nâme kelimelerinden
karşılığında tasfiye edilmiştir. (İ.P.) oluşmuştur. İzin kağıdı anlamına gelir.
Hattatların hocalarından aldıkları ehli-
ÎCÂZ
yetnâmelere de icâzetnâme denir.
Veciz ve özlü söz söylemek, az
Hukuk dilinde borç altına girmeye
lafızla çok anlam ifade etmek, birçok
ehil olmayan, fakat iyiyi kötüyü ayırt
anlamı az lafızda toplamak demektir,
îcâz, belâğat ilminde bir sanat olup, edebilme yeteneğine (temyiz) haiz olan
itnab sanatının zıddıdır. îcâz, iki kısım­ bir kimsenin yapmış olduğu, hukûkî
dır: 1- Icâz-ı kasr: Bu, lafzı ile veciz işleme yasal temsilcisinin sonradan
olan ifade yani kelime düşmesi (hazf) olur vermesine icazet denir. (Î.K.)
olmadan az sözle çok anlam ifade Hadis usulünde icâzet, hadis öğren­
etmektir. Bu îcâzda manaya nispetle me yollarından biridir. Öğrencinin
lafız, bilinenden az olur. “İnnallahe hocadan hadis öğrenme ya da elindeki
ye’mürü bi’l-adli ve’l-ihsâni...” diye hadisleri hocaya okuma imkânı olmadı­
başlayan Nahl sûresinin 90. âyeti bu ğı takdirde hocanın, hadislerini, öğren-

289
cinin rivâyet etmesi için belirli şartlar­ birbirinden ayrılmıştır ” buyurulmak-
da izin vermesine denir. Bu yolla hadis tadır (Bakara, 2/256). Ayrıca Yüce Allâh,
rivâyeti gerekli şartları taşıması şartıy­ Hz. Peygamber’e hitaben, “(Resulüm!)
la, çoğunluk âlimler tarafından kabul Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekile-
edilmiştir.(A.G.) rin hepsi elbette îmân ederlerdi. O halde
ÎCAZÜ’L-KUR’ÂN sen, inanmaları için insanları zorlaya­
cak mısın?” buyurmuştur (Yûnus, ıo/99).
Sözü kısa ve çabuk söylemek anla­
Esasen îmân kalp ile tasdik demek olup,
mındaki “v.c.z” kökünden gelen îcâz;
inanmaksızın zorlama yoluyla inandığı­
az, öz, kısa ve özlü konuşma, az sözle
nı söylemek geçerli de değildir. Aynı
çok mâna anlatma, eşsiz olma demek­
şekilde ibadetlerin ve diğer dinî görev­
tir. Îcâzü’l-Kur’ân, Kur’ân’ın veciz ve
lerin zorlama ile yerine getirilmesi de
özlü oluşuna, kelime ve cümlelerinin
dünyevî sonuç doğursa da, uhrevî yön­
derin ve eşsiz anlamlar taşımasına,
den bir sonuç doğurmaz.
içerdiği manaları en az lafızla ifade
Hukuk alanında zorlamayı ise,
etmesine ve eşsizliğine denir.
müeyyideler oluşturmaktadır. Hukuk
Lafzın azlığı ve anlamın çokluğu kurallarına uygun hareket edilmesini
nispetinde söz îcâz derecesine ulaşır. sağlamak amacıyla, hukuk kuralları­
Kur’ân’ın, birkaç kelime ve cümle nı ihlal eden kişinin canına, malına,
ile ifade ettiği ancak açıklaması uzun hürriyetine veya itibarına yönelik ceza
süren veciz cümleleri vardır. 30, 40, uygulanması; hukukî yükümlülükleri­
50 ciltlik tefsirler yazılması Kur’ân’ın ni yerine getirmeyenlerin, kamu gücü
îcâzının sonucudur. Mesela bir satırlık harekete geçirilerek cebri icra vasıtala­
îhlas sûresi, iki satırlık Nahl sûresinin rıyla bu yükümlülüklerini zorla yerine
90. âyeti, bir satırlık Bakara sûresi­ getirmelerinin sağlanması veya başka­
nin 179. âyeti ancak onlarca sayfa ile sına verdiği zararın giderimi hukukun
izah edilebilir. Bu, Kur’ân’ın icazının maddî müeyyidelerini oluşturmaktadır,
sonucudur. (İ.K.) (bk. Müeyyide) (Î.P.)
İCBÂR İCMÂ’
Sözlükte “zorlamak, zor kullanarak Sözlükte “birleştirmek, derleyip
bir kimseyi bir işe sevk etmek” anlamı­ toparlamak, bir işi sağlam yapmak,
na gelen icbâr, bir terim olarak, meşru fikir birliği etmek” gibi anlamla­
bir yetki kullanılarak kişinin dinen ra gelen icmâ\ fıkıh usulünde, Hz.
veya aklen caiz ya da gerekli bir işi Peygamber’in vefatından sonra herhan­
yapmaya zorlanmasını ifade eder. gi bir devirde âlimlerin, dinî bir mese­
Dinin temelini teşkil eden îmân esas­ lenin hükmü hakkında ittifak etmeleri
ları ile ikinci önemli halkasını oluşturan manasına gelir.
ibadetlerin ve diğer bütün dinî ödevle­ İcmâ’ın meydana gelmesi için, Hz.
rin yerine getirilmesinde, hür irade ve Peygamber’in vefatından sonra mey­
bilinçli davranış esastır. Bunun için, dana gelmiş olması, görüş beyan eden­
bu konularda zorlama hoş karşılanma­ lerin Hz. Muhammed’in ümmetinden
mıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, “Dinde zor­ müçtehitler olması, icmâ’ edilen konu­
lama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik nun şer’î bir hüküm olması ve o devir-

290
de yaşayan bütün müçtehitlerin fikir olduğuna inanır ve tasdik ederim anla­
birliği etmiş olmaları gerekir. mındaki “eşhedü en lâilâhe illallah ve
îcmâ, teşekkülü bakımından sarih eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
icmâ’ ve sükûtî icmâ’ olmak üzere Rasûlühû” cümlesidir.
ikiye ayrılır. Sarih icmâ ’, herhangi bir İslâm’ın ilk temel direği ve ima­
zamanda yaşayan bütün müçtehitlerin nın ilk derecesi bu imandır. Yüce
bir meselenin hükmüne dair görüşlerini Allah’ın varlığını ve birliğini, Hz.
tek tek açıklamaları suretiyle meydana Muhammed’in O’nun elçisi olduğunu
gelen fikir birliğidir. Sükûtî icmâ ’ ise, kabul eden kimse diğer iman esaslarını,
bir veya birkaç müçtehidin görüş belirt­ Allah ve peygamberin bildirdiklerini
tikten sonra bu görüşe muttali olan o de kabul eder. Çünkü diğer iman esas­
devirdeki diğer müçtehitlerin açıkça bu larını bize bildiren Allah ve peygam­
görüşe katıldıklarını beyan etmemekle
berdir. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in
birlikte itiraz da etmeyip sükut etmeleri
Peygamberliğini tasdik eden kimse
suretiyle oluşan icmâ’dır.
onun getirdiği hükümleri de kabul eder,
Âlimlerin çoğunluğuna göre sarih (bk. iman) (İ.K.)
icmâ’, kesin delil teşkil eder; ona
İÇTİHÂT
uymak vaciptir. Sükûtî icmâ’ın, sarih
icmâ’ gibi kesin delil olup olmayacağı Sözlükte “bir konuda elden gelen
konusunda ise ihtilaf vardır. Mâlikîler çabayı sarf etmek, bir şeyi elde ede­
ve Şâfiîlere göre, âlimlerin sükutu ile bilmek için olanca gücü harcamak”
icmâ’ gerçekleşmeyeceğinden, bunla­ anlamlarına gelen içtihâd, bir fıkıh
ra göre, ayrıca Hanefîlerden Kerhî’ye terimi olarak, fakihin tafsîlî delillerden
göre sükûtî icmâ’ kesin bir delil olma­ şer’î-amelî hükümleri çıkarmak için
yıp, zannî bir delildir. Hanefilerin bütün imkânını harcaması manasına
çoğunluğu ve Ahmed b. Hanbel’e göre gelir.
ise, sarih icmâ’ gibi kesin bir delildir.
îslâm dininde hükümlerin aslî kay­
(Î.P.)
nağı âyetler ve hadislerdir. Ancak bu
İCMALİ İMAN iki kaynağın sınırlı olması, olayların ise
İman edilecek şeylere kısaca ve sonsuz olması, bu iki kaynağa dayana­
toptan iman etmek demektir. Şahâdet rak içtihad etmeyi, yani hüküm çıkar­
kelimesini veya tevhit kelimesini dili mayı zarûrî kılmaktadır. Zamanın ve
ile söyleyip kalbi ile tasdik eden kimse çevrenin şartlarına bağlı olarak ortaya
icmali iman etmiş olur. çıkan yeni hadiselere nassların uygu­
Tevhit kelimesi; Allah’tan başka lanmasında, nassların zamana göre
hiçbir tanrı yoktur, Muhammed yorumlanmasında etkin rolü içtihat
Allah’ın elçisidir anlamındaki “lâ ilâhe müessesesi oynamaktadır. Nassların
illallah Muhammedü’r-Rasûlüllah” teşri sebebini araştırmak, âdet ve şart­
cümlesidir. ların durumunu takdir etmek, yeni
Şahâdet kelimesi ise; Ben Allah’tan hadiselere, nassların ruhuna uygun
başka hiçbir tanrı olmadığına, hükümler bulmak içtihat alanına giren
Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi problemlerdendir.

291
İçtihâtla sabit olan hükümler, âli­ Sonuç olarak, fıkıh melekesini
min kendi gayreti ile elde ettiği görüş kazanmış samimi ve bu bilgilere ulaşa­
olduğundan, kesinlik ifade etmez. Bu bilecek İslâmî ilimlerde temayüz etmiş
nedenle her zaman tartışılabilir ve yan­ şahıslar ile iktisat, hukuk, sosyoloji,
lışlığı ileri sürülebilir. Her içtihât, kendi psikoloji, antropoloji, tıp gibi ilimler­
devri ve şartları içinde doğru ve geçerli den ihtiyaç duyulan bir veya birkaçın­
sayılır. da mütehassıs kişilerden oluşturulacak
Nasslardan hüküm çıkaracak kim­ içtihat şûrâsı sayesinde günümüz prob­
seye müçtehit denilir. Her devirde, lemlerine çözümler getirilebilir, ihtiyaç
Müslümanların problemlerini çözüm­ duyulan hükümler konulabilir. (Î.P.)
leyecek müctehidleri yetiştirmeleri dinî ÎD
bir görevdir. Fıkıh usulcüleri müçtehid Arapça bir kelime olan îd,
olmak için farklı şartlar koşmuşlardır, Türkçe’de bayram anlamına gelmekte­
(bk. Müçtehit) dir. (bk. Bayram) (İ.P.)
Mezhep imamları gibi mutlak müç­ İDDET
tehit olmak için ileri sürülen şartların
günümüzde bir kişide bulunması zor Sözlükte “saymak, miktar, adet”
görülmekle birlikte, teknolojik ve İlmî anlamlarına gelen iddet, bir fıkıh kav­
gelişmeler sonucunda ulaşılan imkân­ ramı olarak, herhangi bir sebeple evli­
lar sayesinde, şer’î delilleri anlama liğin sona ermesi halinde, kadının yeni
ve yorumlamada ve onlardan hüküm bir evlilik yapabilmek için beklemek
çıkarmada günümüz âlimleri daha zorunda olduğu süreyi ifade eder.
şanslı hale gelmişlerdir. Tefsîr, hadis, İddetin, kadının hamile olup olma­
fıkıh konularında günümüze kadar pek dığının anlaşılarak nesebin karışmasını
çok çalışmalar yapılmıştır. Ayetlerin önleme, taraflara düşünme ve tekrar bir
nüzul sebepleri, delaletleri konusunda araya gelme fırsatı verme, kadın için
araştırmalar gerçekleştirilmiş, hemen yeni hayata ruhen hazırlanma, evlilik
bütün hadislerin tespiti, tahrici, tenki­ bağını yok etmemek gibi hikmetleri
di konusunda çalışmalar yapılmıştır. bulunmaktadır.
Ve bu çalışmalar halâ sürdürülmek­ Sahih evlilikte zifaf veya sahih
tedir. İletişimin ve teknolojinin çok halvet gerçekleşmiş ise, fâsit evlilikte
ileri bir düzeye ulaştığı günümüzde, ise zifaf meydana gelmiş ise ayrılma­
bu çalışmalara ulaşmak çok kolay hale ları halinde kadının iddet beklemesi
gelmiştir. Diğer taraftan bu çalışmalar gerekir. Ancak evlilikten sonra erke­
bilgisayar ortamına aktarılmış, CD’lere ğin ölmesi halinde, zifaf veya halvet
kaydedilmiştir. Bir - iki tuşa basmakla şartı aranmaksızın kadın iddet bekler.
bir konudaki bütün âyet ve hadislere Kur’ân-ı Kerim’de, evliliğin sona eriş
ve o konu üzerinde yapılan çalışmalara şekline ve kadının hamile olup olma­
ulaşılabilmek imkânına kavuşulmuştur. masına göre iddet süreleri farklı olarak
Aynı şekilde tıp, ekonomi, iktisat, belirlenmiştir.
sosyoloji, psikoloji gibi ilim dallarında Evlilik boşanma veya fesih yoluyla
müstakil enstitüler, fakülteler kurul­ sona ermiş ve kadın da hamile değil ise,
muş, çalışmalar hızlanmıştır. âdet gören kadın üç hayız süresi iddet

292
bekler (Bakara, 2/228); herhangi bir sebep­ mesi için, boşadığı kadının iddetini
le âdet görmeyenler ise, üç ay süreyle tamamlamasını bekler. (Î.P.)
iddet beklerler (Talâk, 65/4). Evlilik erkeğin İDĞAM
ölümü ile sona ermiş ve kadın da hami­
Bir harfi kendisinden sonra gelen
le değilse, iddet süresi dört ay on gün­ harfte gizlemektir. İki harf şeddeli bir
dür (Bakara, 2/234). Evlilik ne şekilde sona harf olarak okunur. İdğam telaffuzda
ererse ersin, hamile olan kadının iddeti, kolaylık sağlamak maksadıyla yapılır.
doğum yapıncaya kadardır; doğum yap­ Tevcid ilminde 6 çeşit idğam vardır:
masıyla iddeti sona erer (Talâk, 65/4).
Tenvin (iki üstün, iki esire, iki ötre)
İddet bekleyen kadınların nafaka­ veya sakin nun’dan sonra ye, mim, nun,
ları belirli şartlarla ayrıldığı kocaları vav harfleri gelirse idğam mea ’l-ğun-
üzerinedir. Hanefîlere göre boşanma ne (ğunneli idğam) olur. Men ya’mel =
sebebiyle evliliğin sona ermesi halinde, meyya’mel, heyran yerehu = hayrayye-
iddet süresince kadının yiyecek, giye­ rehû gibi.
cek, barınma gibi ihtiyaçları, boşayan Tenvin veya sâkin nun’dan sonra
koca tarafından karşılanır. Ölüm sebe­ “lam” ve “ra” harfleri gelirse idğam
biyle evliliğin sona ermesi halinde, bila ğunne (ğunnesiz idğam) olur.
vefat eden kocanın vücup ehliyeti sona Gafurun rahim = gafûrurrahîm gibi
erdiğinden nafaka borcuna muhatap Çıkış yerleri ve sıfatları aynı olan
olması söz konusu değildir. Ancak, iki harften birincisi sâkin İkincisi hare­
kocanın bir yıl süreyle evden çıkarıl­ keli ise idğam misleyn olur. İz zehebe
mamasını vasiyet etmesi, Kur’ân-ı = izzehebe, yuhıbbü gibi.
Kerim’de tavsiye edilmiştir: “Sizden
Sakin mim’den sonra mim ve sakin
ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, nun’dan sonra nun gelirse idğam mis­
zevcelerinin, evlerinden çıkarılmadan, leyn mea ’l ğunne olur. Min nâr = min-
bir yıla kadar bıraktıkları maldan fay­ nâr , em men = emmen gibi mim ve
dalanmaları hususunda (sağlıklarında) nun’un dışındaki iki harfin idğamına
vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, (ken­ idğam-i misleyn bila ğunne denir. Bel
diliklerinden) çıkıp giderlerse, kendile­ leccû = Belleccû gibi.
ri hakkında yaptıkları meşru şeylerden Çıkış yerleri aynı, sıfatları farklı
size bir günah yoktur. Allah azizdir, olan iki harften birincisi sâkin, İkincisi
hakimdir. ” (Bakara, 2/240). harekeli olup peşpeşe gelirse idğam-ı
îddet esas itibariyle kadının bek­ mütecâniseyn olur. Bu idğamın 6 çeşidi
lemek zorunda olduğu süre olmakla vardır.
birlikte, bazı durumlarda erkeğin de 1- Sâkin te (^) harfinden sonra
beklemesi gerekir. Erkeğin boşandığı harekeli dal (i) ve tı (J>) harfleri gelir­
eşinin kız kardeşi, halası, teyzesi veya se. Eskalet de’ava’llâhe = eskaled-
yeğenleriyle evlenmek istemesi halin­ de’ava’llâhe, kâlet tâifetün = kâlettâi-
de, boşadığı eşinin iddetini tamamla­ fetün gibi.
masını bekler. Aynı şekilde, dört kadın­ 2- Sâkin dal (i) harfinden sonra
la evli iken bunlardan birisini boşaması harekeli te (o) harfi gelirse, Abedtüm
halinde, tekrar bir kadınla evlenebil­ abettüm gibi.

293
şeyin verilmesi, bir şeyin yapılması
3- Sâkin zel (i) harfinden sonra zı
(i) harfi gelirse. İzzâlemû = izzâlemû veya yapılmaması olabilir. Borç ne ise,
kural olarak onun ifâ edilmesi gerekir.
gibi.
Borçlunun asıl edimin yerine başka bir
4- Sâkin tı (i) harfinden sonra te şey teklif etmesi halinde, alacaklının
(o) harfi gelirse, ehattü = ehattü gibi. bunu kabul etme zorunluluğu yoktur.
5- Sâkin se (^) harfinden sonra Ancak alacaklı bunu kabul edebilir
harekeli zel (i) harfi gelirse. Yelhes veya borçlu ile anlaşma yapabilir. Akit
zâlike = yelhezzâlike gibi. esnasında şart koşulmadığı sürece veya
6- Sâkin be G—>), harekeli mim Q) bir ressama tablo sipariş verilmesi gibi
den sonra gelirse, birinci harfler ikinci borcun konusunun borçluyla bağlantı­
harflere katılarak okunur. Irkeb maanâ sı bulunmaması halinde, îfânın bizzat
= irkemmeana gibi. borçlu tarafından yerine getirilmesi
Mahreç ve sıfatlarında yakınlığı şart değildir; üçüncü kişiler tarafından
olan harflerden birincisi sâkin İkincisi da borç îfâ edilebilir. Borcun ifâ yeri,
harekeli olarak arka arkaya gelirlerse taraflarca diledikleri gibi belirlenebi­
idğamü mütekâribeyn olur. Bu harfler lir. Taraflarca belirlenmemesi halinde,
lem, ra ve kaf, kef harfleridir. Kul rabbi akdin mahiyetine göre ifa yeri tayin
= kurrabbi, elem nahluk küm = elem- edilir. îfâ yerinden başka yerde sunu­
nahlükküm gibi. Ancak sâkin ra harfin­ lan îfâyı alacaklı kabul etmek zorunda
den sonra harekeli lam gelirse idğam değildir. (İ.P.)
değil izhar olur. İgfîr lena gibi. (Î.K.) İFFET
İDRAC Sözlükte “haramdan uzak durmak,
bk. Müdrec. helâl ve güzel olmayan söz ve davranış­
lardan sakınmak” anlamına gelen iffet,
ÎFÂ
ahlâkî bir terim olarak, kişiyi bedenî
Sözlükte “bir şeyi tam yapmak, ve maddî hazlara aşırı düşkünlükten
eksiksiz vermek, gereğini yerine getir­ koruyan erdem demektir. Kur’ân’da
mek” anlamlarına gelen îfâ, bir fıkıh iffet kelimesi geçmez. Ancak aynı kök­
kavramı olarak, dinî mükellefiyetlerin ten gelen isim ve fiiller yer almakta ve
ve borçlanılan edimin gerektiği şekilde iffetli davrananlar övülmektedir (Bakara,
yerine getirilmesini ifade etmektedir. 2/273). Bekâr olup da evlenme imkânı
Dinî, ahlâkî ve hukukî bütün bulamayanların Allah’ın lütfü ile yeter­
yükümlülüklerin yerine getirilmesin­ li imkâna kavuşuncaya kadar iffetlerini
de îfâ kavramı kullanılmakla birlikte, korumaları emredilmektedir (Nur, 24/33).
günümüz hukuk literatüründe daha çok Hz. Peygamber, "Yâ Rabbi! Senden
borçlanılan edimin gereği gibi yerine hidâyet, takvâ ve iffet istiyorum ” (Ahmed,
getirilmesi manasında kullanılmaktadır. 1/389,439) diye dua etmiş, "Allah, yoksul
îfâ, borç ilişkisini sona erdiren olmasına rağmen iffetini korumaya
sebeplerden biridir. îfânın konusu, çalışan mü ’min kulunu sever” (ibn Mâce,
borcun konusundan ibaret olup, borç­ zuhd, 5) buyurarak mü’minleri iffetli
lanılan şeyin yerine getirilmesi gere­ olmaya davet etmiştir. Ayrıca Bakara
kir. îfâ edilmesi gereken edim, bir sûresinin 273. âyetini delil göstererek

294
yardıma en lâyık kimselerin iffetini Malikîlere ve Hanefîlerden îma-
korumaya çalışan yoksullar olduğu­ meyne göre, alacaklı veya alacaklı­
nu bildirmiştir (Müslim, zekat, 2). İnsanın ların hacr davası açmaları halinde,
aşın zevklerden uzak durmasının iffet müflis borçluya hacr tedbiri konulabi­
sayılabilmesi için bu tutumun kişinin lir. Borçluya hacr konulduktan sonra,
bilinçli tercihine dayanması ve güçlü hacr hükmü borçluya bildirilir. Hacr
bir iradî çaba ile gerçekleşmesi gere­ konulan borçlunun, hibe, sadaka kabul
kir. Buna göre bedensel veya psikolo­ etmesi gibi, sırf menfaat kabul edilen
jik bir zafiyetten, korkaklık, bilgisizlik tasarruftan caizdir. Buna mukabil, sırf
ve âcizlikten yahut başka bir engelden zarar kabul edilen hibe etmek, sada­
dolayı zevklerini terkeden kimse iffet­ ka vermek gibi tasarrufları geçerli
li sayılmaz. Olgun mü’min sayılabil- değildir.
mek için sadece îmân edip dinin bazı İnsanın hem zararı, hem de men­
şeklî kurallarını yerine getirmek yeterli faati muhtemel olan alım-satım gibi
değildir. İnsanın hayâ, edep, iffet, zühd tasarruflarına gelince; akit değeriyle
ve kanaat gibi ahlâkî erdemlerle donan­ yapılmış ise veya alacaklıların men­
ması ve dinin günah saydığı, akl-ı seli­ faatine ise tasarrufu geçerlidir. Fakat,
min de ayıp ve kötü kabul ettiği tutum pahalıya alması, ucuza satması gibi,
ve davranışlardan uzak durması gere­ alacaklıların zararına olan tasarrufla­
kir. Hz. Peygamber’in “Her kim ağzı­ rı geçersizdir. Özet olarak, borçlunun
na ve cinsel arzularına hâkim olacağı ve alacaklının lehine olan tasarrufları
konusunda bana söz verirse ben de geçerli, zararına olan tasarrufları ise
onun cennete girmesine kefil olurum ” geçersizdir. Bundan hareketle, mahcur
(Buhârî, Hudûd, 19; Rikâk, 23; Tirmizî, Zühd, 61) borçlunun ödünç alması, lehine olduğu
hadisi iffet erdeminin önemini ortaya için geçerlidir. Mahcur borçlunun ikrarı
koymaktadır. (M.C.) ise geçerli olmakla birlikte, alacaklılar
arasına dahil olmaz, hacr kalktıktan
İFK
sonra alacağını alabilir.
bk. İftira.
Mahcur borçlu nikâh akdi yapabi­
İFLÂS lir, ancak bu durumda, karısına mehr-i
Sözlükte malı tükenme, bozuk mislinden fazla mehir ödeyemez.
paraya muhtaç hâle gelme anlamlarına Ayrıca, mahcur borçlunun hul’, talak
gelen iflâs, bir fıkıh kavramı olarak, gibi tasarrufları da geçerlidir.
kişinin ağır borç yükü altında kalıp Borçlunun fiilî tasarruflarına hacr
borçlarını ödeyemez hâle gelmesi konulması söz konusu değildir. Zira
manasına gelir. Hanefîlere göre, borç­ fiilî tasarruf bir kere meydana geldik­
lunun muaccel borçlannın mal varlığı­ ten sonra geri çevirmek mümkün olma­
na eşit veya daha fazla olması, diğer dığı için, fiilî tasarruflar hacre müsa­
mezheplere göre ise, borcun maldan it değildir. Dolayısıyla; borçlu, hacr
fazla olması halinde iflas söz konusu­ altına alındıktan sonra, bir başkasının
dur. İflas eden borçluya müflis, mahke­ malını haksız yere itlaf etse, itlaf ettiği
me tarafından böyle bir kimsenin ifla­ malın kıymetini tazmîn etmek zorun­
sına hüküm verilmesine de teflis denir. dadır. Malı telef olan şahıs, mahcur

295
borçlunun alacakları arasına katılarak veya hukukî işlemi sakatlayan fiil veya
hakkına düşen payı alır. Aynı şekilde, eksikliğe de müfsid denir.
hacr altında işlediği suçlardan dolayı Genel olarak âyet ve hadislerde ifsât
üzerine terettüp eden diyeti ödemesi kelimesi, sözlük anlamına uygun ola­
gerekir. (İ.P.) rak, bozgunculuk yapmak anlamında
İFRAD HACCI kullanılmıştır.
Hac aylarında sadece hac yapmak
İbadetler alanında ifsât, usul ve ada­
üzere ihrama girilip umresiz olarak bına uygun olarak başlanmış bir ibade­
tin, buna münafî bir fiil veya eksiklikle
yapılan hacdır. Bir hac mevsiminde
bozulması demektir. Meselâ, namazda
sadece hac yapıldığı için “tek yapma”
konuşmak namazı, oruçlu iken yemek-
anlamında ifrad denilmiştir, (bk. Hac)
içmek orucu ifsât eder. (İ.P.)
(İ-K.)
İFTÂ
İFRAT-TEFRİT
Fıkhî bir meselenin dinî-hukukî
Sözlükte “söz veya işte haddi
hükmünü açıklama, fetvâ verme anla­
aşmak, aşırı gitmek” anlamına gelen mına gelir, (bk. Fetvâ) (İ.P.)
ifrat, ahlâkî bir kavram olarak, ahlâkî
davranışların kaynağı olan psikolojik İFTAR
yeteneklerin işleyişinde itidal nokta­ Dinî bir kavram olarak iftar, orucu
sının ilerisine geçen sapmalar demek­ açmak, oruçluya orucunu açtırmak,
tir. İfratın karşıtı tefrittir. İfrat, söz ve başlanmış orucu bozmak veya hiç oruç
fiillerde ileri gitmek, tefrit de gevşek tutmamak anlamlarına gelmektedir.
ve ihmalkâr davranmak, çabukluk­ Genel olarak iftar oruca aykırı davra­
ta çok geri kalmak demektir. Her iki nışta bulunma manasına gelmekle bir­
aşırı ucun ortası ise itidaldir. Kur’ân likte, yaygın olarak, oruçlu kimsenin
ve Sünnette ifrat ve tefrit yasaklanmış, vakti gelince usulüne uygun biçimde
dengeli davranılması istenmiştir. Bir orucunu açması için kullanılmaktadır.
âyette “...Bizi anmasını kendisine unut­ İslâm’ın beş esasından birisi olan
turduğumuz ve işi aşırılık olan kimseye oruç; imsak vaktinden iftar vaktine
itaat etme” (Kehf, 18/28.) buyrulmuştur. kadar yemek, içmek ve kan-koca ilişki­
Ayrıca pek çok âyette israf ve cimri­ lerinden uzak durmaktır. İftar vakti ise,
lik yasaklanarak harcamalarda dengeli “Sonra akşama kadar orucu tamamla­
olmak emredilmektedir (isrâ, 17/26,27,29; yın. ” âyetinde de (Bakara, 2/187) belirtil­
A’râf, 7/31). İsraf, ifrat hâli, cimrilik ise
diği gibi akşamdır. Herhangi meşru bir
mazeret bulunmaksızın, iftar vaktinden
tefrit hâlidir. Bu ikisinin ortası ise den­
önce orucun bozulması helâl değildir;
geli olmaktır. (M.C.)
bozan kişi günah işlemiş olur. Ancak
İFSÂT hastalık, düşkünlük, ihtiyarlık, zorla­
Sözlükte “bozmak, bozgunculuk ma, yolculuk gibi durumlarda orucun
yapmak, fesat, karışıklık çıkarmak” bozulmasına izin verilmiştir.
gibi anlamlara gelen ifsât, bir ibadet Hz. Peygamber, iftar vakti girdikten
veya hukukî işlemi sakatlamak, boz­ sonra, oruçlunun iftarda acele etmesini
mak anlamlarına gelmektedir. İbadet ve oruçlarını hurma veya tatlı bir şeyle,

296
ya da su ile açmalannı tavsiye etmiştir 4/112.) buyrulmak suretiyle iftiranın ne
(Buhârî, Savm, 45; Müslim, Siyam, 48; Ebû Dâvûd, denli büyük bir günah olduğuna dikkat
Savm, 21). Oruç açılırken dua etmek sün­ çekilmiştir. Hadislerde, büyük günah­
nettir. Hz. Peygamber, iftar esnasın­ lar arasında, kötülükten habersiz iffetli
da yapılan duaların kabul edileceğini bir kadına zina iftirasında bulunmak da
müjdelemiş ve kendisi de, “Allâh ’ım! sayılmıştır (Buhârî, Vesâyâ, 23). Mü’minleri
Senin rızân için oruç tuttuk, Senin ver­ kötü huy ve davranışlardan uzak tutma
diğin rızıkla orucumuzu açtık, bizden gayreti içinde olan Hz. Peygamber
kabul buyur; çünkü Sen her şeyi işiten onları iftira konusunda da uyarmış,
ve bilensin” şeklinde dua etmişlerdir iftiranın insanın âhiret hayatını iflasa
(İbn Mâce, Sıyâm, 48; Dârekutnî, 11/185). götürecek olan kul hakları arasında
îftar konusunda Hz. Peygamber’in yer aldığını belirtmiştir (Müslim, Birr, 60).
sünnetinden hareketle, İslâm toplum- İslâm’da iftira haram kılındığı gibi asıl­
larının kültürel birikim ve farklılık­ sız olması muhtemel haberler doğruy­
larından kaynaklanan çeşitli âdet ve muş gibi kabul edilerek bunları araştır­
gelenekler oluşmuştur. Rasûlullah’ın madan inanmak da yasaklanmıştır (isrâ,
“oruçluya iftar ettiren kimse, onun 17/36; Hucurât, 49/6). (M.C.)
alacağı kadar sevap kazanır; oruçlu­ İFTİTAH TEKBİRİ
nun sevabında da bir eksilme olmaz” Kelime anlamıyla başlangıç tekbi­
hadisinden (ibn Mâce, Sıyâm, 45) hareketle, ri demek olan iftitah tekbiri, namazın
halkımız arasında iftar konusunda çok farzlarından birisi olup, namaza başlar­
güzel gelenekler gelişmiştir. (İ.P.)
ken alınan tekbirdir. Buna tahrime de
İFTİRA denir.
Sözlükte “yalan söylemek, uydur­ Namazın on iki farzından biri olan
mak, asılsız isnatta bulunmak gibi” iftitah tekbiri, namaza “Allâhu Ekber”
anlamlara gelen iftira, ahlâk terimi şeklinde tekbir alarak başlamaktır.
olarak bir kimseye işlemediği bir suçu İftitah tekbirinin “Allâhu Ekber” cüm­
isnat etmek demektir. Hukuk ve ahlâk­ lesiyle yapılması namazın vaciplerin­
ta iftira yerine daha çok ifk ve bühtân dendir. Bunun yerine Allâh’ı yücelt­
terimleri, zina iftirası için de kazf keli­ me anlamını taşıyan “Allâhu Kebîr”,
mesi kullanılır. Kur’ân’da iftira ve aynı “Allâhu Azîm” sözleriyle tekbir alın­
kökten gelen kelimeler elli dokuz yerde ması halinde, farz yerine getirilmiş
geçmektedir. Bu âyetlerden birinde olur. Ancak vacip terk edilmiş olur.
Allah’ın, kendisine ortak koşma dışın­ Tekbiri, kişinin kendisi işitecek kadar
da dilediği kimselerin bütün günahları­ bir sesle alması gerekir. Tekbirde, Allâh
nı bağışlayacağı ifade edildikten sonra, kelimesinin ilk harfi olan (A) harfinin
‘‘Allah ’a ortak koşan kimse yanlış bir veya tekbirin son hecesi olan (ber)
inanç uydurup büyük günah işlemiş hecesinin uzatılarak okunması caiz
olur” denilmektedir (Nisâ, 4/48). Bir değildir. Bu şekilde okunması halinde,
diğer âyette ise “Kim bir hata yapar iftitah tekbiri sahih olmayacağından,
veya kasıtlı günah işler de onu bir suç­ namaz da geçersiz olur. Aynca iftitah
suzun üzerine atarsa büyük bir bühtan tekbirinin sahih olması için, tekbi­
ve apaçık bir günah işlemiş olur” (Nisâ, rin niyetten sonra ve ayakta alınması,

297
tekbir ile niyet arasına namaza aykırı “ihlas” kalbe ait bir ameldir (Buhârî, îmân,
bir şey girmemesi, cemaatle kılarken 39). Bunu ancak kişinin kendisi ile Allah
imamdan sonra alınması gerekir. bilebilir. İhlasın irade, kasıt ve niyyetle
Tekbir alırken erkekler, ellerini, baş doğrudan ilgisi vardır. Amel, ihlassız ve
parmakları kulak memelerine değecek niyetsiz ibâdete dönüşmediği gibi ihlas-
şekilde kaldırır ve avuç içlerini kıble­ sız ve niyetsiz ibâdet de makbul değil­
ye gelecek tarzda açarlar. Bayanlar ise, dir. Ameller niyetlere göre değer kazanır
avuçları kıbleye doğru gelecek şekilde veya kaybeder. (Buhârî, îmân, 22, Rıkâk, 31),
göğüslerinin hizasına kadar kaldırırlar. İbâdetleri ihlasla yapmak Allah’ın kesin
(ÎR) emridir (Beyyine, 98/5).
İHFÂ Bir amel sırf Allah için yapılırsa
“ihlâs”, sırf gösteriş için yapılırsa hâlis
Sözlükte “gizlemek” anlamına
riya olur. Riya ise gizli şirktir. Allah
gelen ihfâ, tecvit ilminde, harfi, ken­
rızasının dışında bir amaçla yapılan
dinde gizlemeye denir. İhfâ idğam ile
ibâdetlerin Allah katında bir değeri
izhâr arası bir haldir. İdğamsız gunne-
yoktur. (Münzirî, ı/64,66) Ameli ile dünya­
dir. Tenvîn veya sâkin nûn’dan sonra 15
lık isteyene Allah istediğini verir, ancak
harften (te, se, cim, dal, zel, ze, sin, şın,
onun âhirette nasibi yoktur. Âhireti
sâd, dât, tı, zı, fe, kaf, kef) biri gelirse
isteyene de mükâfatını verir (isrâ, 17/18-
ihfâ olur. Entüm, fe sabrün Cemil gibi.
20; Hûd, 11/15-16).
Bunun uygulaması ancak tecvidi iyi
bilen birinden duyarak öğrenilebilir. Kur’ân’ın ilk sûresinde “iyyâke
(İ-K.) na’büdü” (ancak sana ibâdet ederiz)
(Fatiha, ı/5) âyetiyle ihlasa ve görev­
İHLAS
lerin Allah rızasını kazanmak ama­
Saf ve hâlis olmak, karışık ve şâibe- cıyla yapılmasına dikkat çekilmiş ve
li olmamak ve kurtulmak, anlamındaki bu husus Kur’ân’ın pek çok âyetinde
“h-l-s” kökünden türeyen ihlas keli­ ısrarla vurgulanmıştır. “(Ey Rasûlüm!)
mesi sözlükte, bir şeyi hâlis kılmak, De ki; bana dini yalnız Allah ’a halis
halis olmak, özünü almak ve seçmek; kılarak O ’na ibâdet etmem emredildi”
din ıstılahında ise îmân, ibâdet, itâat, (Zümer, 39/n) âyeti ve benzerleri İhlasın
ahlâk, amel, dua... gibi her türlü dinî dindeki önemini ve gerekliliğini ifade
görevleri, halkın övme ve beğenmesi­ etmektedir.
ni, yerme ve kınamasını düşünmeksizin
Allah’ın vahdâniyetini anlatan
sırf Allah için iyi ve halis bir niyetle
Kur’ân’ın 112. sûresinin adı da “ihlas
yapmak, şirk, nifak, riya (gösteriş) ve
sûresi” dir. Kelime-i tevhide (lâilâhe
süm’a (duyurma) vb. şâibelerden uzak
illâllah = Allah’tan başka ilâh yoktur)
durmak, söz, fiil ve davranışlarında
kelime-i ihlas denir (Ahmed, ı/4). (İ.K.)
samimi ve dosdoğru olmak demektir.
Bu şekilde hareket edenlere muhlis İHRAM
denir, (bk. Muhlis) Hac veya umre yapmaya niyet eden
İhlas, Allah ile kul arasında bir sır­ kişinin, diğer zamanlarda helâl olan
dır. Öyle bir sır ki onu melek bilip yaza­ bazı fiil ve davranışları, hac veya umre­
maz, şeytan bilip ifsat edemez. Çünkü nin rükünleri tamamlanıncaya kadar

298
kendine haram kılmasıdır. İhramın, Mubah mal, herhangi bir kimsenin
niyet ve telbiye olmak üzere iki rüknü mülkiyetinde bulunmayan, yol, akarsu,
vardır. Niyet, hac veya umre yapmaya mera ve orman gibi kamu yaranna veya
karar vermektir. Niyetin dil ile yapılma­ vakıf gibi bir hayra tahsis edilmemiş
sı müstehaptır. Telbiye ise, “Lebbeyk, menkul ve gayrimenkullere denir. Buna
Allahümme lebbeyk, lebbeyke lâ şeri­ göre, av hayvanlan, kaynak ve yağmur
ke leke lebbeyk. İnneT-hamde ve’n- sulan, sahipsiz arazide biten otlar, mey­
ni’mete leke veT-mülk, lâ şerike lek veler, ölü arazî mubah mallardan bazdan­
(Allâh’ım, davetine isteyerek uydum, dır. Mubah mallardan yararlanmada her­
emrine amadeyim. Senin eşin ve orta­ kes eşit hakka sahiptir. Şahıslar mubah
ğın yoktur. Sana yöneldim, hamd senin, malı elde etmekle, kullanım ve fiilî
nimet senin, mülk de şenindir. Eşin ve hâkimiyet kurmakla, başka bir ifadeyle
ortağın yoktur)” demektir. ihraz ile mülkiyetini kazanmış olur. Hz.
İhrama girmeden, tırnakları kes­ Peygamber, mubah olan bir malın, ilk
mek, temizlik için gusletmek, güzel önce ele geçirenin olacağını belirtmesi
kokular sürünmek, ihram denilen iki buna işaret etmektedir (Ebû Dâvûd, imâre, 36).
parça örtüye bürünmek ve ihram elbi­ İhraz, av hayvanını yakalamak, otu biç­
sesini giydikten sonra iki rekat namaz mek, meyvayı veya odunu toplamak şek­
kılmak sünnettir. Namazı kıldıktan linde mala bizzat elkoymakla olabileceği
sonra niyet eder ve telbiye söyleyerek gibi, av için tuzak kurmak, av köpeğini
ihrama girer. İhramda bulunduğu süre­ salmak şeklinde de olabilir.
ce fırsat buldukça yüksek sesle telbiye İhrazda başkasının bir hakkının
getirmesi de sünnettir. zarar görmemesine ve kamu düzeninin
Niyet ve telbiye ile birlikte ihramın bozulmamasına dikkat edilmesi gere­
yasakları başlar. İhramlıya, vücudunda­ kir. Usulüne uygun olarak ihraz edilen
ki saç ve kılları kesmesi, yolması veya mubah mal, ihraz eden kişinin mülki­
tıraş etmesi; tırnak kesmesi; dikişli yetine girer. Bundan sonra diğer şahıs­
elbise giymesi (erkekler için); güzel ların bu mal üzerindeki ihraz hakkı
koku sürünmesi; süslenmek için yağ, sona ermiş olur. (İ.P.)
boya vb. makyaj malzemesi kullanma­ İHSÂN
sı; başını (erkekler için) ve yüzünü ört­ Sözlükte “bir şeyi iyi ve güzel yap­
mesi, eldiven, çorap ve topukları örten mak, iyi, güzel ve yararlı fiil işlemek
ayakkabı giymesi; cinsi münasebette “ilâ” ve “be” harfi çerleriyle kulla­
bulunması; avlanması; harem bölge­ nıldığı zaman iyilik etmek, ikram ve
sindeki bitkileri kesmesi yasaktır. (İ.P.)
in’am’da bulunmak” anlamlarına gelir.
İHRAZ İhsân kavramı, Kur’ân’da sözlük
Sözlükte “nail olma, kazanma, el anlamına paralel olarak iyilik etmek ve
koyma, koruma, koruma altına alma, iyi davranmak (Yûsuf, 12/23,100; isrâ, 17/23),
saklama” gibi anlamlara gelen ihraz, iyi ve güzel fiil işlemek (Nahi, 16/30; Yûnus,
bir fıkıh terimi olarak, malik olmak 10/26), bir ameli, bir fiili ve bir görevi
kastıyla başkasının mülkiyetinde en iyi bir şekilde ve hakkıyla yapmak
bulunmayan mubah bir mal üzerinde (Bakara, 2/112; Nisâ, 4/125) anlamlarında
zilyetlik kurmayı ifade eder. kullanılmıştır.

299
Cibril (a.s.)’ın “ihsân nedir?” soru­ anlamlara gelen ihsâr, dinî bir kavram
suna Hz. Muhammed (a.s.), “...Allah’ı olarak, hac veya umre yapmak üzere
görüyormuşsun gibi ibâdet etmen”; ihrama girdikten sonra, hac ve umrenin
her ne kadar sen O ’nu görmesen de O, tamamlanmasının engellenmesi; her­
seni görüyordur... ” cevabını vermiştir hangi bir sebeple tavaf ve vakfe yapma
(Buhârî, îmân, 37. I, 18). imkânının ortadan kalkması demektir.
Allah’a kulluk olan her görevi en Hanefîlere göre düşmanın engelleme­
iyi bir şekilde, önemseyerek, hakkıy­ si, savaş sebebiyle yoların kapanması,
la ve layıkı vechiyle yapmak. i(Allah hastalık, parasız kalmak gibi yolculuğu,
her şeye karşı ihsânı farz kılmıştır... ” dolayısıyla hac veya umreyi tamamla­
(Müslim, Sayd, 57) hadisinde de ifâde
maya mani her türlü engel, ihsâr sebebi
edildiği gibi, ihsân kavramı; îmân, iş, sayılmıştır. Hac ve umreden alıkonulan
ibâdet, muâmelât, yönetim, yargı vb.... kişiye muhsar denir.
insanın yaptığı her işi ve görevi şart­ Muhsar, hacc-ı ifrat veya umre için
larına, kurallarına ve tekniğine uygun ihrama girmişse, bir koyun; hacc-ı
olarak estetik, sağlam, güzel, kaliteli, kıran için ihrama girmişse biri umre,
en iyi ve en mükemmel bir şekilde diğeri de hac için olmak üzere iki
yapmayı ifade eder. “îhsân” Allah’ın koyun kurban ederek ihramdan çıkar.
kullarına kesin bir emridir (Bakara, 2/195). Kur’ân-ı Kerim’de; <(Haccı ve umreyi
Allah’ın nimetleri (Kasas, 28/77) ve her Allah için tamamlayın. Eğer (bunlar­
şeyi en güzel bir şekilde vâr etmesi de dan) alıkonursanız kolayınıza gelen
(Secde 32/7; Mü’minûn, 23/14) îhsân kavramı kurbanı gönderin. Kurban, yerine
ile ifâde edilmiştir. İnsanlar açısın­ varıncaya kadar başlarınızı tıraş etme­
dan ihsân, üç kısımda zikredilebilir: yin. Sizden her kim hasta olursa yahut
1) Allahla karşı ihsân. Bu, şartlarına başından bir rahatsızlığı varsa, oruç
uygun îmân etmek, emir ve yasaklara veya sadaka veya kurban olmak üzere
uymaktır. 2) İnsanlara karşı ihsân. fidye gerekir. (...)” buyurulmaktadır
Bu, insanın ana-babasına, eş ve çocuk­ (Bakara, 2/196).
larına, komşu ve akrabalarına, insan­ Hanefîlere göre, ihsar hedyi ismi
lara iyilik yapmak, iyi davranmak, verilen bu kurbanın, harem bölgesin­
haklarına riâyet etmek ve kusurlarını de kesilmesi gerekir. Harem bölgesi
bağışlamaktır. 3) Kişinin kendisine dışında ihsar durumuyla karşılaşan kişi,
karşı ihsânı. Bu, îmân edip sâlih amel­ harem bölgesinde kesilmek üzere kur­
ler işleyerek Allah’ın rızasını, rahmet, banını gönderebileceği gibi, harem böl­
mağfiret, nimet ve cennetini kazanma­ gesinden alınarak kesilmesi konusunda
sıdır. Allah’a ve insanlara yapılan ihsân birisine vekalet de verebilir. Kurban
da aslında kişinin nefsine karşı ihsânı- kesildikten sonra ihramdan çıkar.
dır. îmân, sâlih ameller ve ihsân hep
Kurban kesilmeden ihramdan çıkması
insanın kendisi içindir (îsrâ, 17/7; Fussiiet, veya ihram yasaklannı işlemesi halinde
41/46). (Î.K.)
ceza vermesi gerekir.
ÎHSÂR îhsar hali ile karşılaşıp da kur­
Sözlükte “alıkoymak, men etmek, ban gönderen kişi, ihramdan çıkma­
engellemek, daralmak, âciz olmak” gibi dan engelin kalkması halinde, kurban

300
kesilmeden ve vaktinde yetişebilecek­ ruhî yapısını Hz. Peygamber şöyle
se ihramdan çıkmaz, hac veya umre­ açıklar: “Karaborsacı ne kötü insan­
sini tamamlar. Bunlara yetişememesi dır! Allâh Teâlâ fiyatları ucuzlatırsa
halinde ihramdan çıkar. îhsar sebebiyle üzülür; fiyatlar yükseldiğinde ise sevi­
tamamlanamayan hac ve umrenin daha nir. ” (Tecrid-i Sarih, VI/449)
sonra kaza edilmesi gerekir. (Î.P.)
Dürüstlük ve ahlâkî değerlerle bağ­
İHTİDA daşmayan, din kardeşliği anlayışına
bk. Hidâyet, Hâdi. ters düşen karaborsacılık, Müslümana
asla yakışmayan çirkin bir iş ve kötü
İHTİKAN
bir davranıştır. Bu davranış Allah’a ve
Hukne yaptırmak anlamına gelen topluma karşı işlenen o derece büyük
bir fıkıh terimidir, (bk. Hukne) (İ.P.) bir suçtur ki, ihtikârdan kazandığı para­
İHTİKAR nın tamamını sadaka olarak dağıtsa,
İhtikâr veya karaborsacılık; halkın Allâh katında makbul olmaz; üstelik
ihtiyaç duyduğu malları toplayıp, fiyat­ karaborsacılığının günahına da keffâ-
ları yükselsin diye satmayıp saklamak ret olmaz. (İ.P.)
demektir. İhtikâr, malı stok ederek tale­ İHTİLÂM
bi artırmak suretiyle malın pahalanma­ Sözlükte “rüya görmek, ergenlik
sına sebep olmak ve fiyatlar yükselin­ çağına ulaşmak” anlamlarına gelen
ce malı satarak aşırı ve haksız kazanç ihtilâm, dinî bir kavram olarak, buluğ
elde etmek olduğundan bütün dinlerde çağına ulaşmak ve yetişkin erkek veya
ve hukuk düzenlerinde yasaklanmıştır. kadının uykuda orgazm olması, rüya­
İslâm dininde ihtikâr, tahrimen sında cinsel tatmine ulaşmasını ifade
mekruh olup, bunu yapan kimse Allâh eder.
katında sorumludur. Rasûlullah, “Kim Kur’ân-ı Kerîm’de ihtilâm kelimesi
karaborsacılık yaparsa, o, âsîdir, geçmemekle birlikte, kendisinin türe-
günahkârdır^ buyurmuşlardır (Müslim, tildiği hulum kelimesi ve çoğulu olan
Müsakât, 26). ahlâm, 5 âyette 6 defa geçmektedir.
Karaborsacılık haksız bir kazanç Bunlardan ikisi buluğ çağına ulaşmak
yoludur. Karaborsacılık yapan kimse, (Nûr, 24/58-59), ÜÇÜ IÜya (Yûsuf, 12/44; Enbiyâ,
kendi menfaati için başkalarını sıkın­ 21/5) ve biri de akıl (Tûr, 52/32) anlamında
tıya sokan ve içinde yaşadığı topluma kullanılmıştır.
haksızlık eden sömürücü bir zâlimdir. İhtilâm, guslü gerektiren mânevî
Bu sebeple Hz. Peygamber; “uzakyer­ kirlilik hallerinden biridir. İhtilâm
den mal getirip piyasaya süren rızık- olan kişi, gusletmeden namaz kıla­
lanmış, karaborsacı ise lânetlenmiştir” maz, Kur’ân-ı Kerim veya Kur’ân’dan
buyurmuşlardır (İbn Mâce, Ticaret, 12). âyet okuyamaz ve bunlara dokuna­
Toplumun sıkıntılı anlarında, hal­ maz, Kabe’yi tavaf edemez, camiye
kın ihtiyaç duyduğu maddeler üzerinde giremez. Oruçlu iken ihtilâm olmak,
karaborsacılık yaparak vurgun vurmak oruç, itikaf, hac gibi ibadetlere zarar
isteyen; mutluluğunu insanların sıkın­ vermez. Ancak, en kısa zamanda gus­
tısında arayan karaborsacının karanlık letmesi gerekir. Bir kimse, rüyasında

301
cinsel münasebette bulunduğunu görse vereni tercih etmiştir. İşte yapmış oldu­
de, uykudan uyandığında ıslaklık ğu bu ihtiyar fâsittir.
görmemesi halinde gusletmesi gerek­ Hanefîler, zorlanan kişinin ihtiya­
mez. Buna karşılık, rüya gördüğünü rı bulunması sebebiyle, ikrah yoluy­
hatırlamamakla birlikte, uyandığında la yapmış olduğu evlenme, boşama,
meni görmesi halinde gusletmesi gere­ köle azat etme, ric’î talakta eşine
kir. Ancak görülen ıslaklığın meni mi
dönme, adak ve yemin gibi muamele­
yoksa başka bir şey mi olduğu husu­
lerinin geçerli olduğunu söylemişlerdir.
sunda şüpheye düşülmesi halinde ise,
Halbuki, böyle zorlama altında mağdur
fakihlerin çoğunluğuna göre yıkan­
olan kimselerin durumlarının ağırlaş­
ması gerekir, fakat Hanefîlerden Ebû
tırılması yerine hafifletilmesi uygun
Yûsuf’a göre, rüyasında ihtilam oldu­
olandır. Bu da, İslâm hukukçuları­
ğunu hatırlamaması halinde gusletmesi
gerekmez. nın çoğunluğunca kabul edildiği gibi,
hukukî işlemler arasında fark gözet­
îhtilâm, kişinin çocukluk dönemin­
meksizin zorlananın sözlerini geçersiz
den çıkıp, ergenliğe ulaştığının bir ala­
saymaktır. (İ.P.)
meti olarak kabul edilmiştir. Böylece,
akıllı olmak şartıyla, bütün hukukî ve İHVAN
dinî hükümler açısından tam ehliyete Sözlükte “erkek kardeş, arkadaş,
sahip olur. (Î.P.) yoldaş, dost, ortak, meslektaş” anlam­
İHTİRAS larına gelen ah kelimesinin çoğulu­
bk. Hırs. dur. Tasavvufta, aynı şeyhe bağlı olan
müridler, aynı tarikatın veya tarikat
İHTİSAB
kolunun mensupları anlamında kulla­
bk. Hisbe. nılmaktadır. Kur’ân’da mü’minlerin
İHTİYAR birbirinin kardeşi olduğu ifade edilmiş
Sözlükte “seçmek, bir şeyi diğerine (Hucurât, 49/10.), Hz. Peygamber de müslü-
tercih etmek” anlamına gelen ihtiyar, manları din kardeşliğine bağlı kalmaya
fıkıh terimi olarak, bir şeyi yapıp yap­ çağırmıştır (Buhârî, Nikâh, 45). Sûfîler, ilk
mama hususunda tercihte bulunmak dönemlerden itibaren birbirlerine kar­
demektir. Esas olarak insanlar dav­ deş gözüyle bakmışlardır. (M.C.)
ranışlarında hürdürler ve yaptıkları İHVÂN-I SAFÂ
bütün işlerde ihtiyar mevcuttur. Zira
insan, kendisi için yapılmasını yapıl- Sözlükte “safa kardeşleri” anlamına
mamasından daha iyi görmedikçe, o gelen bu terim, Milâdi onuncu yüzyıl­
işi yapmaya yönelmez. Fakat bu tercih da Basra kentinde ortaya çıkan, daha
her zaman sağlam olmayabilir. Bir şeyi sonra Abbâsî Devletinin büyük mer­
yapmayı bizzat kendisi istemişse, ihti­ kezlerine yayılan felsefî fikir hareketi­
yar sağlamdır. Ancak iki zarardan daha dir. Bu fikir hareketi, İslâm toplumunu
hafif olana katlanmak için yapılmış ise, yeniden derleyip toparlamayı hedef
ihtiyar bozuktur. Mesela, kişi kötü olan almıştır. Görüşleri, 52 risale halinde,
iki şeyden birini yapmaya zorlanmıştır; “Resâil-i îhvân-ı Safâ” adlı eserde top­
o da bunlardan kendisine daha az zarar lanmıştır. (Î.U.)

302
İKAB demektir. Tenvîn veya sâkin nûndan
Eza, cefa, eziyet, şiddetli azab ve sonra harekeli “be” harfi gelirse tenvîn
ceza anlamına gelmektedir, (bk. Azab) ve nün, mim harfine çevrilir, bu arada
(F.K.) dudaklar hafifçe birleştirilerek mim
harfi ğunne ile okunur. Min ba’di =
ÎKÂLE
mimba’di, semîun besîr = semîumbe-
Sözlükte “ahdi veya alışverişi boz­ sîr gibi. (Î.K.)
mak, affetmek” gibi anlamlara gelen
İKRAH
ikâle, bir fıkıh terimi olarak, karşılıklı
irade beyanı ile mevcut bir akdin bozul­ Sözlükte “bir şahsı hoşlanmadığı
ması demektir. İkâlede taraflar, bir bir işi yapmaya zorlamak” anlamına
baskı olmaksızın, tam olarak akdi boz­ gelen ikrah, bir fıkıh terimi olarak, teh­
maya razı olmaları gerekir. Taraflardan dit etmek suretiyle hukuken yapmakla
birinin akdi bozmak yönündeki teklifi­ mükellef olmadığı bir işi, istemediği
nin, diğer tarafın aynı mecliste kabul halde yapmaya zorlamak demektir.
etmesi üzerine ikale gerçekleşir. îkale Zorlayan kimseye mükrih, zorlanana
yapılabilmesi için, akdin konusunun da mükreh denir.
mevcut olması gerekir. Mesela satı­ İkrahtan söz edilebilmesi için, zor­
lan şey helâk olursa ikale yapılamaz. layanın yaptığı tehdidi yerine getirebi­
Akdin konusunun bir kısmının helâk lecek güçte olması gerekir; bu güçte
olması halinde, mevcut kısmında ikale olmaması halinde ikrah hukuken itiba­
yapılabilir. Bedelin helak olması ise, ra alınmaz. Zorlanan kişinin de, tehdit
akdin ikalesine mani değildir. eden kişinin tehdit ettiği şeyi yapaca­
İkâle ile akit bağı çözülür. Bunun ğına dair içine korku düşmesi ve bu
sonucu olarak da, akdin doğurduğu korkunun etkisiyle fiili işlemesi gere­
neticeler ortadan kalkmış olur. îmâm-ı kir. Tehdidin zorlananın canına, malına
Azam’a göre ikale, taraflar açısın­ veya yakınlarına yönelik olması ve zor­
dan fesih, üçüncü kişiler için ise yeni lanan fiilin yasak veya mükrehi külfet
bir akittir. İmâm Ebû Yusuf’a göre, altına sokan bir eylem olması gerekir.
herkes için yeni bir akittir. İmam îslâm hukukunda ikrah iki çeşittir;
Muhammed’e göre ise fesihtir. (İ.P.) ikrah-ı mülci’ ve gayr-i mülci’Jkrah-ı
İKÂMET mülci’, ölüm veya bir uzvunu kesmek
gibi, kişinin canına veya bir uzvuna
Sözlükte “ikâmet etmek, oturmak,
yönelik bir tehditle zorlamadır. Buna
doğrultmak, tatbik sahasına koymak”
tam ikrah da denir. Bu çeşit ikrah, ihti­
gibi anlamlara gelen ikâmet^ dinî
yarı bozar ve rızayı ortadan kaldırır;
bir kavram olarak, yolculuğun zıddı,
zorlananı, zorlayanın elinde bir alet
mukim olmak ve müezzinin kamet
durumuna sokar. İkrah-ı gayr-i mülci9
getirmesi manalarına gelmektedir, (bk.
Kamet; Mukîm) (İ.P.) ise, öldürme veya bir organı yok etme
tehdidini içermeyen, dövme, hapis, bir
İKLÂB kısım malı telef etmekle tehdit gibi
Sözlükte “bir şeyi değiştirmek, tec­ zorlamalardır. Bu çeşit ikrah, rızayı
vit ilminde ise, bir harfi diğer bir har­ ortadan kaldırmakla birlikte, ihtiyarı
fin yerine getirip ğunne ile korumak” bozmaz. Buna nakıs ikrah da denir.

303
Muteber olan ikrah, ister tam ister­ hakkın bulunduğunu itiraf etmesi, bil­
se nâkıs olsun, sözleri iskat eder. Buna dirmesi demektir.
göre, yapmış olduğu ikrarları sahih İkrâr yargılamada kullanılan ispat
değildir, akitleri de muteber olmaz. vasıtalarının başta gelenlerinden biridir.
Fiilleri bakımından ise, ikrah-ı mülci’ Şahit, yazılı delil ve belge, hak ve suçun
ile gayr-i mülci’ birbirinden ayrılır. ispatında objektif delillerden olmakla
İkrahın konusu, haksız yere adam birlikte, bu tür delilleri her zaman elde
öldürme, içki içme, başkasının malını etmek mümkün değildir. Bu sebeple,
telef etme gibi fiil nevinden ise, gayri ilgilinin doğru sözü ve ikrarı önemli bir
mülci’ ikrah sorumluluğu düşürmez. ispat vasıtası olarak ortaya çıkmaktadır.
Ancak mülci’ ikrahın fiillere etkisi Kur’ân-ı Kerim’de, “Ey îmân edenler!
bakımından fiiller üçe ayrılır: Birinci Kendiniz, ana-babanız ve akrabanız
kısım fiillerde, hem dünyevî ceza, hem aleyhine de olsa, Allah için şahitler
de uhrevî ceza kalkar (Bakara, 2/173). İçki olarak adaleti gözetin. Zengin olsun,
içmeye zorlanan kişi gibi. Bu durumda fakir olsun Allah onlara daha yakındır.
zorlanan fiili işlemediğinden öldürü­ Hislerinize uyup adaletten sapmayın,
lürse, günah işlemiş olur. İkinci kısım (şahitliği) eğer, büker yahut şahitlik
fiillerde, yasaklık ortadan kalkmamak- etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah
la birlikte, zorlanana işleme ruhsatı yaptıklarınızdan haberdardır. ” buyurul-
doğurur. Allâh’ı inkâr için zorlanmak maktadır (Nisâ, 4/135).
böyledir. Tam ikrah ile Allâh’ı inkâra
İkrar, şahitlikten daha kuvvetli bir
zorlanan kişi, bunun tesiriyle, kalbin­
ispat vasıtasıdır. Bu nedenle, ikrar­
den inanmaksızın Allâh’ı inkâr ederse
dan dönülemez; ikrardan döndüğünü
kâfir olmaz (Nahi, 16/106); ancak inkâr
belirtmesi mahkemece itibara alınmaz.
etmeyip de ölürse sevap kazanmış
Halbuki şahitlikte, hüküm verilmeden
olur. Üçüncü kısım ise, zorlanan kim­
şahitlikten dönülebilir. İkrar ispat vası­
senin işlemesine müsaade edilmeyen, talarının en başında gelmesine rağmen,
bu konuda ruhsat verilmeyen fiillerdir. sadece ikrarda bulunanı bağlayan kâsır
Zorlanan bunlan yaparsa günah işlemiş bir delildir. İkrar itirafta bulunanın
olur. Başkasını öldürmeye veya anne- dışında başkasının aleyhine delil teşkil
babasını dövmeye zorlanmak böyledir. etmez. (İ.P.)
Bunları işleyen günahkâr olur. Ancak
İKRAZ
ikrah bulunduğundan, dünyevî cezası
tam olarak tatbik edilmez. Meselâ ikrah Borç vermek anlamında gelen bir
sebebiyle adam öldüren kişiye kısas kavramdır, (bk. Karz) (İ.P.)
tatbik edilmez. Adam öldürmenin ceza­ İKTİDA
sı, zorlayan kimseye uygulanır. (İ.P.)
Sözlükte “tabi olma, uyma” mana-
İKRÂR lanna gelen iktidâ, dinî bir kavram ola­
Sözlükte “itiraf etmek, hakikati rak, cemaatle namaz kılınırken imama
yazı, söz ve işaretle açığa çıkarmak” uymayı ifade eder. İmama uyan kimse­
anlamlarına gelen ikrar, fıkıh literatü­ ye de muktedî denir.
ründe, sözlük anlamına yakın olarak, İmâma uymanın sahih olmasi için,
bir kimsenin üzerinde başkasına ait bir muktedinin hem namaza, hem de

304
imama uymaya niyet etmesi gerekir. kılınan namazlarda kıraati imam yapar.
Kadınların imama uymalarının sahih İmam açıktan kıraat ederken cemaat
olması için kendilerinin böyle niyet susarak dinler. Ancak, cemaat teşbihle­
etmelerinin yanında, imamın da imam­ ri ve duaları kendisi yapar. İlk oturuşu
lığa niyet etmesi gerekir. Ayrıca muk- imamın unutarak üçüncü rekata kal­
tedî imamdan geride olmalı; imamın ması halinde, cemaat de imama uyarak
önüne geçmemelidir. İmam, kıldığı ayağa kalkarlar ve namazın sonunda
namazın durumu itibariyle cemaatten birlikte sehiv secdesi yaparlar.
aşağı olmamalıdır; yani nafile namaz Birinci oturuşta, muktedî tahiyyatı
kılan imama farz kılan kimse uyamaz, bitirmeden, imam üçüncü rekate kal­
ancak farz namaz kılan imama nafile karsa, muktedî dilerse tahiyyatı tamam­
namaz kılan uyabilir. İmam ile cema­ layarak üçüncü rekate kalkar, isterse
at her ikisi de farz namaz kılıyor ise­ tamamlamadan hemen kalkar. Namazm
ler, aynı farzı kılmaları gerekir. Birisi aslından olmayan bir hususta mukte­
öğlenin farzını, diğeri ikindinin farzını dî imama uyması gerekmez. Meselâ,
kılamaz. İmam ile cemaat arasında, namaz tamamlandıktan sonra imamın
aşırı mesafe bulunmamalıdır. İmam şaşırarak ayağa kalkması halinde veya
ile cemaat arasından, yol veya nehir fazladan secde yapması halinde imama
geçecek kadar mesafe, başka bir deyiş­ uyması gerekmez. Bir miktar bekledik­
le iki saf kadar mesafe bulunmamalı­ ten sonra, “sübhanallah” diyerek imamı
dır. Ancak cami içerisinde, imam veya ikaz eder. (İ.P.)
öndeki saf ile arada birkaç saf mesafe­
İKTİSAT
sinde açıklık bulunması iktidâya mani
değildir. Aynı şekilde, imam ile erkek Sözlükte “aşırılıktan uzak orta
saflarının arasına kadın saflarının gir­ yolda olmak, doğru yolda olmak, bir
memesi gerekir. İmama uyanlann, ima­ şeye yönelmek” anlamlarına gelen ikti­
mın sesini işiterek veya kendisini göre­ sat, bir fıkıh terimi olarak, harcamalar­
rek namazdaki hareketlerini anlamaları da israf ve cimrilik korunup, gereken
gerekir. İmamın kendisini göremedik­ yerde gerektiği kadar harcama yapmak
leri halde, cemaati görerek buna göre anlamına gelmektedir. Ayrıca servetin
uyması veya cemaatten birisinin getir­ üretim, dağılım ve tüketimini inceleyen
diği tekbiri duyarak imama uyması da bilim dalına da iktisat denir. İktisadın
caizdir. Kendi mezhebine göre namazı konusunu, insan faaliyetlerinin, ihti­
bozan bir şeyin imamda bulunmaması yaçları karşılamak amacıyla mal ve
gerekir hizmet elde etme bakımından incelen­
Cemaatle kılınan namazlarda, mesi oluşturur. Malî iktisat, tarımsal,
imama uymuş kişilerin namazı ima­ ticârî ve sınâî iktisat, beslenme ikti­
mın namazına bağlı olduğu için, sadı, matematik iktisat, siyasî iktisat,
imamın namazının bozulması halin­ sosyal iktisat gibi dalları ve alanları
de, kendisine uyanların namazları da mevcuttur.
bozulur. İmama uyan kişi, namazdaki Yüce Allâh, harcama ve tüketim
fiilleri imamla birlikte yapması gere­ konusunda iktisatlı davranmaya ve
kir; imamdan önce secde ve rükuya sonucu düşünmeden şuursuzca ve bil­
gidemez ve önce kalkamaz. Cemaatle gisizce harcama yapmaktan kaçınmaya

305
çağırır. Kur’ân-ı Kerim’de, “Elini boy­ dıkları kaldırılmıştır. ” hadisinin anlaşı­
nuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün labilmesi için bir takdirde bulunulması
de açarak saçıp savurma! Sonra kınan­ gerekir. Zira, hata ve unutma, ümmet
mış, pişman bir halde oturup kalırsın. ” arasında vaki olmaktadır, kaldırılma­
(isrâ, 17/29), “Onlar ki, harcadıkları vakit mıştır. Buna göre hadisin doğru anla­
israf da, cimrilik de yapmazlar; ikisi şılabilmesi için bir şey takdir etmek
arasında orta bir yol tutarlar. ” buyu- gerekir ki, o da “günah” veya “ceza”
Hllmaktadir (Furkân, 25/67). kelimesidir. Bu takdire göre hadis,
Gerek bireysel hayatta ve gerekse ümmetimden hatanın günahı veya hata
ülke çapında kalkınma veya çöküş, ve unutmanın cezası kaldırılmıştır, şek­
İktisâdi yaklaşımlara göre olacaktır. linde olur.
Kur’ân’da malların bilgisiz, hesapsız b) Sözün doğru olarak anlaşılabil­
ve tam bir şımarıklık içinde harcanma­ mesi için aklen takdir edilmesi gereken
sının, ülkenin yıkımına sebep olacağı­ şeyler. Kur’ân’da, “köye sor. ” denil­
na işaret edilmektedir (îsrâ, 17/15). Hz. mektedir (Yûsuf, 12/82). Halbuki köye
Peygamber de, “İktisat yapanı Allâh soru sorulması aklen mümkün değildir.
zengin eder. Saçıp savuranı da Allâh Bu nedenle, aklen sözün doğru olabil­
fakirleştirir. ” buyurmuştur (Kenzü’i- mesi için, “ahali” kelimesi takdir edil­
Ummâi, n/13). Zenginlikte de, fakirlikte de mesi gerekir. Buna göre âyetin manası,
iktisattan ayrılmayıp, tüketim ve har­ “köyün ahalisine sor” şeklinde olur.
camaların bir plan dahilinde yapılması c) Sözün doğru olması için şer’an
gerekir. Hz. Peygamber, “Zenginlikte takdir edilmesi gereken şeyler. Buna
iktisat ne iyi şeydir! Fakirlikte iktisat örnek olarak, bir kimsenin, köle sahi­
ne iyi şeydir! İbadette iktisat ne iyi bine “Köleni azat et, benden 1.000
şeydir! ” buyurmuştur (Kenzü’l-Ummâi, ıı, dirhem al.” demesi örnek verilebilir.
7). (Î.P.) Bu sözün şer’an doğru olabilmesi için
İKTİZÂNIN DELÂLETİ bir takdirde bulunmak gerekir. Çünkü,
köleyi ancak sahibi azat edebilir. Bu
Bir fıkıh usulü kavramı olan iktizâ­
sebeple, geçen söz, “Köleni 1.000 dir­
nın delâleti; sözün aklen yahut şer’an
heme bana sat ve onu benim adıma azat
doğru olması için takdir edilmesi
et.” şeklinde takdir edilir.
gerekli olan manaya delaleti demektir.
Bu mana hesaba katılmazsa maksat İktizanın delaleti, delâlet yollarının
doğru olarak anlaşılmaz. Bu durum­ en zayıfıdır. İbarenin delaleti, işaretin
da takdir edilen manaya muktezâ, bu delaleti ve nassın delâleti, iktizanın
yolla sabit olan hükme de muktezânın delaletinden önce gelir. Aralarında bir
hükmü denir. çelişki olduğunda diğerleri buna tercih
edilir. (İ.P.)
Usulcüler iktizanın delaletini üçe
ayırırlar: ÎLÂ
a) Sözün doğru bir mana ifade Sözlükte “yemin etmek, ağlarken
etmesi için takdir edilmesi gereken elinde mendil tutmak” gibi anlamla­
şeyler. Meselâ, Rasûlullah’ın (a.s.) ra gelen îlâ, bir fıkıh kavramı olarak,
“Ümmetimden hata, unutma ve zorlan­ erkeğin hanımına dört ay veya daha

306
fazla yaklaşmayacağına dair yemin “Lâ ilâhe illâ ente”, senden başka
etmesi ya da bunu, eşime yaklaşırsam İlah yoktur (Enbiyâ, 21/87),
haccedeyim, kölem azad olsun gibi bir “Lâ ilâhe illâ hû”, O’ndan başka
ibadet veya yükümlülüğe bağlamasıdır. İlah yoktur (Duhân, 44/8),
Kur’ân’da, “Kadınlarınayaklaşma­ “Hüvallâhü’l-vâhid”, O Allah tek-
maya yemin edenler dört ay beklerler. tir (Zümer, 39/4),
Eğer (bu müddet içinde) kadınlarına
“İlâhüne ilâhun vâhid”, ilahımız
dönerlerse, şüphesiz Allah çokça bağış­
bir tek ilahtır (Nahl, 16/22),
layan ve esirgeyendir. ’’ buyurulmakta-
“İlâhüküm ilâhün vâhid”, ilahınız
dir (Bakara, 2/226).
bir tek ilahtır (Bakara, 2/163),
Bu şekilde yemin eden kişi, dört
ay içerisinde eşine dönerse, şâyet yak­ “İnne ilâheküm levâhid”, gerçek­
laşmayacağına dair yemin etmiş ise ten ilahınız elbette tektir, (Sâffât, 37/4),
yemin keffareti vermesi gerekir, bir “Ennemâ ilâhüküm ilâhün vâhid”,
şarta bağlamış ise, bu gerekli olur; bir ilahınız ancak bir tek ilahtır (Fussilet,
ibadet adamışsa bunu yerine getirir, 41/6),
eşinin boş olması gibi bir yükümlülü­ “İnnemâ hüve ilâhün vâhid” O,
ğe bağlamış ise, bu gerçekleşmiş olur. ancak bir tek İlahtır (Nisâ, 4/171; En’âm,
Dört ay içerisinde eşine yaklaşmazsa, 6/19),
Hanefî mezhebine göre, başka herhangi
“İnnemallâhü ilâhün vâhid” ger­
bir işleme gerek olmaksızın hanımı bir
çekten Allah, ancak bir tek ilahtır
bâin talakla boşanmış olur. Diğer mez­
(Nisâ, 4/171),
heplere göre, bu sürenin sonunda erke­
ğin bir tercihte bulunması gerekir. Bir “Mâ min İlâhîn illâ ilâhün vâhid”
tercihte bulunmaması halinde, kadın bir tek ilahtan başka ilah yoktur, (Mâide,
mahkemeye müracaatı üzerine hâkim 5/73),
evliliğe son verir. (İ.P.) “Mâ leküm min İlâhîn ğayruhü”
İLÂH sizin için O’ndan başka ilah yoktur
(A’râf, 7/73),
İbadet etmek anlamındaki “e-l-h”
kökünden türeyen ilâh ma’bud demek­ “Mâ min İlâhîn illâllâh”Allah’tan
tir. Çoğulu âlihedir. Hak veya batıl her başka ilah yoktur (Âı-i îmrân, 3/62),
ma’buda ilâh denir. “E ilâhün maşallah”, Allah ile bir­
Kur’ân’da ilâh kelimesi 111 defa likte başka ilah mı var? (Nemi, 27/63),
tekil, 2 defa ikil, 15 defa çoğul olarak “Allahü lâ ilâhe illa hû”, Allah ’tan
geçmiştir. başka ilah yok sadece O vardır (Teğâbun,
Allah’tan başka ilah olmadı­ 64/13),
ğı, Kur’ân’da; “Lâ ilâhe illâllâh”, “Hüvallâhüllezîlâ lâhe illâ hû”, O
Allâh ’tan başka ilâh yoktur (Muhammed, Allah ki O’ndan başka ilah yoktur (Haşr,
47/19) cümlesi ile ifade edildiği gibi; 59/23),

“Lâ ilâhe illâ ene”, benden başka “Hüvellezî fissemâi ilâhün ve


ilah yoktur (Nahi, 16/2), firardı ilâhün”, gökte tek ilah O’dur,

307
yerde tek ilah O’dur” (Zuhruf, 43/84), lerle dua edin. O ’nun isimleri hakkında
cümleleriyle de ifade edilmiştir. eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yap­
Hamdi Yazır, “lâ ilâhe illâ hu” makta olduklarının cezasına çarptırıla­
mukallitlerin tevhidi, “lâ ilâhe illâ caklardır. ” (A’râf, 7/180) (F.K.)
ente” âriflerin tevhidi, “lâ ilâhe Dinden çıkma sonucunu doğuracak
illâ ene” Allah’ın tevhidi olduğunu inanç ve görüşleri savunmak anlamında
söylemiştir. felsefî bir terim olan ilhâd; İslâm kül­
“İlâh” kelimesi; Kur’ân’da; türünde, İslâm dışı sapık, inkârcı görüş
Allah’ın isim-sıfatı olarak kullanılmış ve yönelişleri ifâde eden geniş bir kap­
ve “ilâh” kelimesi hep nekre olarak sama sahiptir. Bazen, bu anlamda zın­
zikredilmiş “el-ilah” şeklinde marife dıklık tâbiri de kullanılmıştır. Allah’ın
olarak geçmemiştir. Yerde ve göklerde varlığı ve birliği, îmân esasları, dini
Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı, yer zâruretler ve kutsal değerler konusunda
ve göklerin fesada uğrayacağı (Enbiyâ, inkârcı, bunları hafife alıcı veya saygı­
21/22) bildirilmiş, Allah’tan başka tanrı sızca tavırlar sergileyen kişilere mülhid
edinenlerden söz edilmiş (En’âm, 6/74) ve denir. (İ.U.)
bu kimseler kınanmıştır. (Î.K.) İlhâdî Tefsir: Doğruyu yansıtma­
İLÂHÎ yan, hakkı örtbast edip, kabul etme­
yen veya dinden irtidat eden birtakım
Allah’a ait anlamına gelen ilâhı,
kimselerin; Kur’ân ve Sünnet bütün­
dinî düşünceyi içeren, Allah’ı öven,
lüğünü ve İslâm’ın temel ilkelerini
O’na yalvarmak için yazılan ve tek
esas almadan, gerçekleri ters yüz eden
kişi veya bir grup tarafından makamla
ve keyiflerine uygun düşen bir tarzda
okunan şiirlere denir. İlâhî kelimesi, yâ
âyetleri yorumlamaları ilhâdî tefsirdir.
Rabbi! anlamına da gelir. (Î.K.)
İlhâdî tefsirde iyi niyet, ihlâs ve sami­
İLÂHÎ HADİS miyet yoktur. Bu tefsiri yapanların
bk. Kudsî Hadis. amacı Kur’ân’ı kötülemek, mü’minle-
ri Kur’ân’dan soğutmak ve müslüman
İLHAD
olmayanların Kur’ân’a yönelmelerini
Çukur anlamındaki “lahd” kökün­ engellemektir.
den gelen ilhâd, sözlükte haktan
Ra’d’ı (gök gürültüsünü) Hz.
ayrılmak ve sapmak demektir. Dinî
Ali’nin sesi, berki (şimşek çakması­
literatürde ise ilhad, Allah’ın varlığı­
nı) kamçısının parlaması; zekatı, nefsi
nı ve birliğini inkâr etmek, hakikatten
temizlemek; namazı, dua; Ka’beyi,
sapmak, inançsızlık ve dinsizlik gibi
Peygamber, Kâ’be kapısını Hz. Ali şek­
anlamlara gelmektedir. İslâm’ın ilk
lindeki yorumlar birer ilhâdî tefsirdir.
yıllarında dine ters düşen davranışlara
(Î.K.)
ilhad denirken çağımızda ortaya çıkan
bu tür hareketlere kelâm ve felsefe açı­ İLHAM
sından ateizm denmektedir. Kur’ân’da Sözlükte “yutturmak” anlamına
ilhad kelimesi, türevleriyle birlikte altı gelen ilhâm, terim olarak, Allah’ın
yerde geçmektedir: <(En güzel isimler doğrudan veya melek aracılığıyla iyi­
Allahfindir O hâlde O ’na o güzel isim­ lik telkin eden bilgileri insanın kalbine

308
ulaştırması, feyz yoluyla kalbe gelen İlim kelimesi türevleriyle birlikte
özel bir anlam ve bilgi, kalbe konulan Kur’ân’da 750 yerde geçmekte olup,
iyilik hissi, hayır duygusu demektir. Allâh ve O’nun yarattıklarından şuur
İlhamın kaynağı Allah veya melektir. sahibi olan insan ve melekler için kul­
Veliler, ilhamı Peygamberlere vahiy lanılmıştır. Bununla birlikte, okumak,
getiren meleğin aldığı kaynaktan alır­ düşünmek, ibret almak, akıl, nazar,
lar. İlham, bilgi kaynaklarını kullanma­ hikmet, fikir, âyet gibi ilim ile ilgi­
dan insanın zihninde (kalbinde) âniden li kelimeler de dikkate alındığında,
ortaya çıkar. Bir âyette, Allah’ın insan Kur’ân’daki her dört âyetten birinin
benliğine hem takvâyı hem de fücuru ilimle ilgili olduğu görülür.
ilham ettiği belirtilmektedir (Şems, 91/8). Kur’ân’da ilim ile ilgili âyetlerden
Hz. Musa’nın annesine yapılan vahyin bazıları şöyledir: “Siz hiçbir şey bil­
doğrudan Allah tarafından kalbine ulaş­ mezken Allah, sizi analarınızın kar­
tırılan ilham anlamına geldiği genellik­ nından çıkardı; şükredesiniz diye size
le müfessirlerce kabul görmüştür. Hz. kulaklar, gözler ve kalbler verdi. ” (Nahi,
Peygamber, Allah’ın kendisine ilham 16/78); “Allah Adem’e bütün isimleri
ettiği övgülerle O’na hamdettiğini
öğretti, sonra onları önce meleklere
açıklamış (Buhârî, Tevhîd, 36), bir sahabiye
arzedip “eğer siz sözünüzde sâdık ise­
“Allah ’ım! Bana gerçeği bulma yete­
niz, şunların isimlerini bana bildirin”
neğini ilham et” şeklinde dua etmesi­
dedi. ” (Bakara, 2/31) Böylece insana nes­
ni öğretmiş (Tirmizî, Deavat, 69), “Sizden
nelerin adlarını kullanma yeteneği bah­
önceki ümmetler içinde ilham olunan
şedilmiş olmaktadır. Diğer bir ifâde ile
kimseler vardı. Eğer ümmetimin ara­ insana meleklerin bile sahip olamadık­
sında böyle birisi varsa o Ömer ’dir ” ları bir bilgi verilmiştir. Çünkü Cenab-ı
buyurmuştur (Buhârî, Enbiyâ, 54). İnsan Hak Hz. Adem’e bütün eşyanın kendi­
kalbine bazı bilgilerin ilham edilmesi sini, sıfatını ve ne iş yapabileceğini,
mümkün olmakla birlikte bunlar genel neye yaradığını öğretti. Bu İlâhî ikrâm,
geçerliliği bulunan kesin bilgi kayna­ Hz. Adem’le başlamış ve zamanımıza
ğı teşkil etmez ve dini konularda delil kadar artarak devam etmiştir. İnsanlar
olarak kullanılamaz. Zira ilhama daya­ çok çeşitli yollardan, özellikle pey­
lı bilgiler kontrolü mümkün olmayan gamberler ve onların getirdiği kitaplar
sübjektif bir nitelik taşır. (M.C.) aracılığı ile bilgilendirilmiş ve aydın­
İLİM latılmıştır. Kur’ân’da vurgulandığı gibi
Sözlükte “bilmek, şuurda hasıl kendilerine hikmet verilenlere gerçek­
olmak, sağlam ve kesin bir biçim­ te büyük hayır verilmiştir (Bakara, 2/269).
de, bir şeyin gerçeğini bilmek” gibi Zira anlamak insanı şereflendirir. Aklın
anlamlara gelen ilim, kelâm ilminde, ideali doğruyu yanlıştan ayırdetmektir.
vakıaya uygun olan kesin inanç; aklın Aklını kullanmayanlar sağır, dilsiz ve
ve duyuların mevzuuna giren her şeyin kör gibidirler (Bakara, 2/171).
tanınmasını sağlayan sıfat; zıttına ihti­ İlim, Allah’ın subutî sıfatlarından
mal verilmeyecek şekilde mânaları biri olup olmuşu, olanı, olacağı, gizliyi,
birbirinden ayırdetme sıfatı şeklinde açığı, kısacası her şeyi bilmesi demek­
tanımlanmıştır. tir. (bk. Âlim) (F.K.)

309
İLLET rin tespiti ve bu illetler doğrultusunda
Sözlükte “hastalık, özür, bahane, nassların zaman ve şartlara göre okun­
sebep, kusur, asıl, menşe” gibi anlam­ masıyla gerçekleşir.
lara gelen illet (çoğulu ilel), fıkıhta, İlleti veya onun Şâri’ tarafından
hüküm çıkarmada önemli bir yer tutan muteber sayılıp sayılmadığını tes­
ve temel şer’î delillerden biri olan kıya­ pit yollarına mesâlik-i illet denir.
sın dayandığı esastır. Kıyas, hakkında Hükümlerin illetleri bazen nasslarla
nass bulunmayan bir meselenin hük­ belirlenmiştir. Ancak çoğu zaman araş­
münü, aralarındaki illet birliği sebebiy­ tırma ile bulunur. (İ.P.)
le, Kitap veya sünnette hükmü bilinen
Hadis terimi olarak illet, görünüşte
meseleye göre açıklamaktır. İllet ise,
sahih olan bir hadisi; çoğu kere zayıf­
zâhir, mazbut ve hüküm için münasip
lığa götüren, anlaşılması güç olan gizli
bir vasıf şeklinde tanımlanmıştır.
kusur veya sebeptir. İllet çoğu kez
Âlimlerin çoğunluğu, nassların belli
hadisin isnâdında, bazen de metninde
sebep ve illete dayandığı, bunun tespit
bulunur, (bk. Muallel Hadis) (A.G.)
edilebileceği ve diğer hükümler için de
ölçü olarak kullanılabileceği görüşün­ İLME’L-YAKÎN
dedirler. Bu nedenle, illetin tespitinde Kesin ve şüphesiz bilgi demek­
bazı şartlara uyulması gerekir. Bu şart­ tir. Yakın, ilmin sıfatı olup kesinliğe
lardan birincisi, illetin zâhir bir vasıf ulaşmış, kendisinde hiç şüphe bulun­
olmasıdır. Başka bir deyişle illet, bir mayan, vakıaya uygun ilim anlamına
şeyi ispat etmeye elverişli olmalıdır. gelir. Akıl ve naklin, nazar ve haberin
İkincisi mazbut olması gerekir. Yani ifade ettiği, gerçeği yansıtan, içinde
illet, kişilere, durumlara ve çevrele­ yalan bulunmayan, kesin olan bilgiye
re göre değişmemeli, belirli, istikrar­ ilmel-yakîn denir. Mesela âyet ve sahih
lı bir vasıf olmalıdır. İllet ile hüküm
hadislerde âhiret ahvali ile ilgili verilen
arasında uygun bir bağıntı bulunma­ bilgiler ilmel-yakîn bilgilerdir. İnsan
lıdır. Dördüncüsü, kıyas yapılabilmesi
bunları dünyada, kesin bilir, inanır,
için illet teşkil eden vasfın, ait olduğu
öldüğü, kıyamet koptuğu zaman görür,
hükme münhasır kalmayıp, geçebilir,
müşahade eder ki bu aynel-yakîndir.
sirâyet edici olması gerekir. Son ola­
"'Hayır, ilmel-yakîn bilseydiniz, elbet­
rak, vasfın muteber olmadığını göste­
te cehennemi görürdünüz, (gözünüzle
ren bir delil bulunmamalıdır. Nasslara
aykırı olan her türlü sebep veya masla­ görmüş gibi kabul ederdiniz.) sonra
hat, hükmü ispat için elverişli bir illet elbette onu aynel-yakîn göreceksiniz. ”
sayılmaz. (Tekâsür, 102/5-7)

İllet, hükümlerin tespitinde ve Her insanın öleceği Kur’ânda bil­


geçerliliğinde önemlidir. Zira, hüküm­ dirilmektedir (Âl-i İmrân, 3/185). Bunun
ler illetleri ile birlikte mevcuttur. İllet doğru ve kesin olduğu, ölen insanlar­
değiştiğinde veya ortadan kalktığında, la anlaşılmaktadır. Bu teorik ve pra­
hüküm de buna uygun olarak değişir tik bilgi ilme’l-yakîndir. İnsan öldüğü
veya ortadan kalkar. İslâm’ın evrensel­ zaman bu ilim, ayne’l-yakine dönüşe­
liği ve her çağa hitap etmesi, bu illetle­ cektir. "Sana yakın (ölüm) gelinceye

310
kadar Rabbine ibadet et” (Hicr, 15/99) Kur’ân’da fıkıh, kelâm, ahlâk,
âyeti bu gerçeğin ifadesidir. hukuk, tasavvuf ve tarih ile ilgili bil­
Îlme’l-yakîn; “şu şöyledir” diye gilerin yanında tıp, astronomi, jeoloji,
kesin olarak bilinip kabul edilen ve fizik, psikoloji ve felsefe gibi bilim dal­
bunun başka türlü olması mümkün larıyla ilgili bilgilerin bulunması bir­
olmayan ve vakıaya uygun olan bilgi­ çok bilim adamını bu açıdan Kur’ân’a
dir. İlme’l-yakîne, îkân ve istikân da yönelmeye ve yorum yapmaya sevk
denir. etmiştir. Bu yöneliş de İlmî tefsiri
Bir insanın, birisinden bir şehir hak­ ortaya çıkarmıştır. Kur’ân’a bilimsel
yöneliş ilk önce İslâm felsefesiyle baş­
kında doğru, kesin ve gerçeğe uygun
bilgiler edinmesi ilme’l-yakîn, o şehre lamıştır. Bu ilmin ilk öncülüğünü de
gidip yerini, suluetini görmesi, ayne’l- İmam Gazali yapmıştır. Bu sahada ilk
yakîndir. (İ.K.) tefsir yazan, Mefâtihu ’l-Gayb müellifi
Fahruddin er-Râzî olmuştur. Son asrın
İLMÎ TEFSİR
ilmi tefsir alanında en büyük temsilcisi
Kur’ân’da gayp âlemi ile ilgili bil­ ise el-Cevâhir fi Tefsiri’l-Kur’ân adlı
gilerin yanında varlık / şahâdet âlemi eseri yazan Tantâvî Cevherî’dır. (0.1940)
ile ilgili bilgiler de vardır. Bu bilgiler, (İK.)
insan ve diğer varlıkların bilgilerini de
İLMÜ’L-MÜNÂSEBET
kapsamakta ve insanın insanla ve kâi­
natla olan ilişkilerini çeşitli yönlerden Âyetler ve sûreler arasındaki uyumu
ele alarak açıklamaya çalışan bilim dal­ konu edinen bir ilim dalıdır. Kur’ân’ın
larının konuları içinde yer almaktadır. sûre, âyet ve kelimeleri arasında, kendi
İşte bu konularla ilgili âyetlerin, tecrü­ içlerinde, başlangıç ve bitişlerinde ince
beye dayalı bilim dallarının verileriyle ve derin manalar vardır. Buna tenâsüb
açıklanmasına İlmî tefsir denmektedir. = uyum denir.
Bu ilim dalında âyetlerdeki İlmî terim­ Kur’ân âyetleri, farklı zamanlar­
ler açıklanır, oradan çeşitli ilim ve fel­ da inmesine rağmen aralarında eşsiz
sefî görüşler çıkarılır. Kâinâtın yaratı­ bir bağ vardır. Bir kelimeyi yerinden
lışı, dünyanın oluşumu, çekim kanunu, oynatmak mümkün değildir. Kur’ân,
yedi kat gök, kâinatın genişlemesi, ay bu yönü ile de mûcizedir.
ve güneş ışığı, ay ve güneşin yörünge­ Âyetler ve kelimeler arasında;
leri, dünyanın yuvarlaklığı ve dönüşü
âmm-has (genel-özel), aklî-hıssî,
gibi astronomi; yeryüzündeki denge
sebep-müsebbep, illet-ma’lül, benzer-
ve kömürün oluşumu gibi jeoloji; hava
zıd, rahmet-azap, rağbet-rahbet (özen-
basıncı, eşyanın çift oluşu, demir ve
dirme-sakındırma) va’d-vaîd, emir-
atomun zikri gibi fizik; botanik ve
nehiy, îman-küfur, hayır-şer, iyi-kötü...
genetik gibi biyoloji; sağlık, zararlı
vb. münâsebetler mevcuttur.
yiyecek ve içeceklerden sakınma gibi
tıb; insanın yaratılışı gibi atropoloji; “Sana doğan aylardan soruyor­
din duygusu, dinî şuur, mizaç, karakter lar, De ki: Onlar, insanlar ve hac için
ve kişilik gibi psikoloji ilim dallarıyla vakit ölçüleridir. Evlere arkasından
ilgili âyetler, bu ilim dallarının verile­ girmek iyilik (birr) değildir. Fakat
rinden yararlanılarak yorumlanır. iyilik, Allah ’a karşı gelmekten sakın-

311
maktır. (takva)... ” (Bakara, 2/189) âyetin­ iltimas anlamındadır. Yine bir âyette,
deki, “doğan aylar” ile “evlere arka­ yargı işlerinde iltimas yasaklanmıştır
sından girmenin” ilgisi nedir? Âyette (Nisâ, 4/135). Hz. Peygamber de çeşit­
soruyu soranların ters soru sorduğu li vesilelerle iltiması hem yasaklamış
bir misal ile anlatılıyor. Ayın tam ve hem de böyle bir davranışın helâk sebe­
noksan halinden değil, ne işe yaradı­ bi Olduğunu belirtmiştir (Buhârî, Hudûd, ıı,
ğından sorulması gerekir. Bu sebeple 12). Kur’ân’da “emanet” olarak nitele­
sorulması gereken soruya cevap veri­ nen görevlerin ehil olanlara verilmesi
liyor. Evin arkasından girmek iyilik ve emredilirken (Nisâ, 4/58), aynı zamanda
doğru olmadığı, ters olduğu gibi soru görev taksiminde iltiması onaylama­
da doğru değil, terstir. Ay, hac için vakit yan genel bir ilke de konulmuştur. Hz.
ölçüsüdür. Konu hacdan açılmışken Peygamber, görev dağıtımında talepten
câhiliyye döneminde ihramlı iken evle­ ziyade liyakât aramıştır. (M.C.)
re arkasından girmenin hayır olmadığı ÎMÂ
bildiriliyor.
Sözlükte “el veya diğer organlar­
Mü’minûn sûresi, “Mü ’minler kur­ la işaret etmek” anlamına gelen imâ,
tuluşa ermiştir” diye başlıyor “kâfir­ ilmihalde mazereti bulunan kimselerin
ler kurtuluşa eremez” diye sona eriyor. işaretle namazlarını kılmalarını ifade
Başlangıç ve bitişte bir simetri var. etmek için kullanılmaktadır. İslâm dini
Aynı şekilde Sâd sûresi, “Sâd, zikir kolaylık üzerine bina edilmiştir. Ayrıca
sâhibi (şerefli, öğüt veren) Kur ’ân ’a sorumluluklar ve kulluk da kulun gücü­
yemin ” olsun diye başlıyor. “O Kur ’ân ne göredir. Bu nedenle hastalık, genel
ancak âlemler için bir zikirdir (öğüt) ” olarak meşakkat ve sıkıntı bulunduğun­
şeklinde sona eriyor. dan hafifletme, kolaylaştırma sebebi
İlmü’l-münâsebet, işte böyle keli­ sayılmıştır. Buna göre, ayakta namaz
meler, cümleler ve sûreler arasında kılmaya güç yetiremeyen veya ayak­
anlam ilgisini konu ediniyor. (İ.K.) ta durmakta zorlanan kimse oturarak
namazını kılabilir. Rükû veya secde
İLTİMÂS
etmeye güç yetiremeyen kimse ima
Sözlükte “istemek, aramak” anla­ ile namazı kılar. İmâ, namazda rükû
mına gelen iltimas, bir ahlâk kavramı ve secde yerine başla işaret etmektir.
olarak adam kayırma anlamında kulla­ Bu şekilde namaz kılan kişi rükû için
nılmaktadır. îltimâs, dinlerin ve hukuk başı biraz eğer, secde için ise rükûdan
sistemlerinin genellikle yasakladığı bir biraz daha fazla eğer. Secdede başını
davranıştır. Kur’ân’da yer alan hak, yere koyamayan kimsenin, bir şeyi
adalet, dürüstlük gibi ahlâkî konulara başına kaldırarak ona secde etmesi caiz
ilişkin pek çok âyet iltimas yasağını değildir. Böyle kişi imâ ile namaz kılar.
da içerir. Ayrıca insanların belli bir Oturarak namaz kılamayan, sırt üstü
amaca ulaşmak için birbirlerine aracı yattığı yerde imâ eder. Bir kişi ayakta
olmaları anlamına gelen şefaat kelime­ durmaya gücü yettiği halde, rükû ve
si Kur’ân’da şefaat-i seyyie ve şefa- secdeye güç yetiremiyorsa, ayakta veya
at-i hasene şeklinde ikiye ayrılmıştır oturarak imâ edebilir; ancak oturarak
(Nisâ, 4/85). Şefaat-i seyyie Türkçe’deki imâ etmesi daha uygundur.

312
Başı ile de imâ edemeyecek durum­ olarak ifâ edilirken, zamanla mescit
da hasta olan kişi, namazını sonraya ve camilere bu işle görevli kimseler
bırakır. Göz, kaş veya kalp ile imâ ede­ atanmaya ve devlet bütçesinden maaş
rek namaz kılınmaz. Hastanın bu duru­ bağlanmaya başlanmıştır.
mu bir gün ve geceden fazla devam İmâm olacak kimsenin Müslüman,
etmesi halinde kılamadığı namazları akıllı, buluğ çağına erişmiş ve erkek
kaza etmesi gerekmez. (Î.P.)
olması, ayrıca namaz sıhhatli olacak
İMÂLE kadar ezbere Kur’ân bilmesi, özürlü
Tecvîd ilmi ile ilgili bir kuraldır. Bu olmaması, namazın sıhhat şartların­
kural; med harfi olan elif ile ye’nin bir dan birisini yitirmiş olmaması gerekir.
arada bulunduğu kelimede uygulanır. Buluğ çağına erişmeyen mümeyyiz
Meselâ; (mecraha Uly«) ”mecrehâ” çocuk, kendi gibi çocuklara imamlık
kelimesindeki “ra” harfi ne tam yukarı edebilir. Aynı şekilde kadınlar, kadın­
(â) şeklinde, ne de tam aşağı (î) şek­ lara imamlık edebilirler. Ancak bu
linde çekilir. Ra’dan sonra takdîren vâr mekruhtur. Özürlü olan kişi de, sıhhat­
olan med harfi elif, yine med harfi olan li kimse bulunmadığında kendisi gibi
ye’nin foksiyonunu yapmaya meylede­ özürlülere imamlık edebilir.
rek okunur. (Î.K.)
Günümüzde imamlık ve müezzinlik
İMÂM bir meslek haline geldiğinden, camide
Sözlükte “kendine uyulan, önder, namaz kıldırmak bunların görevleri­
halife, ordu komutanı, delil” gibi dir. Ancak cami dışında veya görev­
anlamlara gelen imâm, dinî bir kavram lisi bulunmayan camilerde, namaz
olarak, devlet başkanı, bir ekolün veya hükümlerini en iyi bilip Kur’ân’ı daha
hareketin önderi, cemaate namaz kıldı­ güzel okuyan, daha müttaki olan, yaşça
ran kimse demektir. İmâmet de, imam­ büyük olan, ahlâken daha üstün olan
lık yapmak demektir. imamlık için tercih edilir. (Î.P.)
Fıkıh literatüründe imâm, devlet İMÂME
başkanı, halîfe anlamında kullanıl­
İmâme, sarık anlamına geldiği gibi,
makta olup, cemaate namaz kıldıran
imamdan aynlması için imâmet-i kübrâ teşbih veya çubuk gibi şeylerin baş
denilmiştir, (bk. Halife; Hilâfet) tarafına geçirilen uzunca kısım, başlık
anlamına gelmektedir. (İ.P.)
Cemaatle namaz, İslâm’ın ilk
dönemlerinden itibaren teşvik edilmiş, İMÂMET
Hz. Peygamber’in sağlığında bizzat İmam olma, imamlık yapmak anla­
Rasûlullah tarafından namazlar kıldı- mına gelir, (bk. İmâm) (İ.P.)
rılmıştır. Ondan sonraki dönemlerde
İMÂMEYN
de, Hulefa-i Râşidin bu görevi yapmış­
lardır. Bunun yanında, İslâm devletinin Sözlükte “iki imam” anlamına gelen
genişlemesiyle yeni açılan mescitler­ imameyn, Hanefî fakihlerinden İmam-ı
de, cemaat içerisinden en âlim kimse Azam’ın talebeleri İmam Ebû Yusuf
imamlık yapmaya başlamıştır. İlk ve İmam Muhammed için kullanıl­
dönemlerde imamlık fahrî bir görev maktadır. (İ.P.)

313
İMÂN ÎMÂRET
Sözlükte “birini söylediği sözde “A-m-r” kökünden türeyen ve söz­
tasdik etmek, söylediğini kabul etmek, lükte “büyük bina, küçük kabile, yapı­
gönül huzuru ile benimsemek, karşı­ cılık, ma’mur (imar edilmiş, yapılmış)”
sındakine güven vermek, şüpheye yer anlamlarına gelen “imaret” kelime­
vermeden kalpten tasdik etmek; eman si; talebe ve fakirlere yemek pişirilip
vermek, emin kılmak” anlamlarına yedirilen aşevine / aşhaneye verilen bir
gelen imân, ıstılahta, Hz.Peygamber’in isimdir. (Î.K.)
Allah’tan getirdiği ve zarûrât-ı diniyye İMSÂK
olarak bilinen hükümleri, haber verdiği Sözlükte “kendini tutmak, engelle­
şeyleri tereddütsüz kabul ile bunların mek, el çekme, geri durma” anlamları­
gerçek ve doğru olduğuna inanmak na gelen imsâk, dinî bir kavram olarak,
demektir. imsak vaktinden, iftar vaktine kadar
İslâm bilginleri arasında îmânın yemeden, içmeden, cinsî münasebetten
tanımı ve mahiyeti konusunda bazı ve diğer orucu bozan şeylerden uzak
farklılıklar bulunmaktadır. İmânı sade­ durmak, el çekmek demektir. İmsakin
ce kalp ile bilmek veya dil ile ikrardan zıttı iftardır.
ibaret şeklinde tanımlayanlar olmuş­ İslâm’ın temel esaslarından biri olan
tur. Ancak Ehl-i Sünnet âlimlerinden orucun, tek rüknü imsâktır. Kur’ân-ı
Eş’arî ve Maturîdîler îmânın, kalp ile Kerim’de, ‘‘Artık (Ramazan gecelerin­
tastik olduğunu, Ebû Hanîfe ise kalp de) onlara yaklaşın ve Allah ’ın sizin
ile tasdik ve dil ile ikrar olduğunu söy­ için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın
lemiştir. Buna karşılık bazı âlimler de, beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğin­
kalp ile tasdik, dil ile ikrar ve organlar­ den (karanlığından) ayırt edilinceye
la amel etmek olarak kabul etmişlerdir. kadar yiyin, için, sonra akşama kadar
orucu tamamlayın. ” buyurulmakta-
îmânın esasları Allâh’ın varlığına
dır (Bakara, 2/187). İmsak vakti, başka
ve birliğine, meleklerine, kitaplarına,
bir deyişle oruç yasaklarının başlama
peygamberlerine, âhiret gününe, kader
vakti, fecr-i sâdık, yani tan yerinin
ve kazaya, yani hayır ve şerrin Allâh
ağarmasıdır. Bununla yatsı namazının
tarafından yaratıldığına inanmaktır.
vakti çıkmış, sabah namazının vakti
İmânın Allâh katında makbul olabil­
girmiş olur. Bu vakit aynı zamanda
mesi için; İmânda şüphe bulunmayıp sahurun sona erip, orucun başladığı
kalben kesin olarak inanılması, bütün­ vakittir. İftar vakti ise, oruç yasakları­
lük olması (inanılması gereken şeylerin nın sona erdiği, güneşin batma vaktidir.
tamamına inanılması), imân ve ibade­ Bu vakitle birlikte akşam namazının
te şirk karıştırılmaması, yeis halinde vakti girmiş olur. Gündüz ve gecenin
olmaması (ölümden ve İlâhî azapla kar­ tam olarak teşekkül etmediği yerlerde,
şılaşmadan önce olması), dince kutsal imsak ve iftar vakitleri, buralara en
sayılan şeyleri, âyetleri, dinî hükümleri yakın normal bölgelere göre belirlenir.
küçümsememesi gerekir. (F.K.) (İ-P-)

314
İN’AM lidir. Akdin konusu, mal, menfaat veya
Sözlükte “ihsânda ve lütufta bulun­ fiil olabilir. Akdin konusu olan mal,
mak, iyilik etmek” manasına gelen ayn veya deyn, fiil de yapmak veya
in’âm; îslâm medeniyet tarihinde kaçınmak olabilir. Akde konu olan
hükümdarların; bilgin, sanatkâr ve şeyin; mümkün olması, mevcut, belir­
yoksullara veya başarı gösteren kişile­ lenmiş ve akde konu olmaya elverişli
re kendi servetinden veya devlet büt­ yani meşru olması gerekmektedir.
çesinden yaptıkları yardım ve bağışları Akdin kuruluş şartlarının yanın­
ifade eden bir terimdir. îslâm bilginleri, da, sıhhat, nefaz ve lüzum şartları da
bu tür harcamalarda hassas olunmasını bulunmaktadır. Bunlar bulunmadığın­
öngörmüşlerdir, (bk. Nimet) (Î.U.) da, akit kurulmuş olmakla birlikte,
sıhhat şartlarının bulunmaması halinde
IN’İKÂD
akit fâsit olur; nefâz ve lüzum şartları­
Sözlükte “düğümlenmek, dolaşık­ nın bulunmaması halinde de akit bağ­
laşmak, katılaşmak ve akdolunmak” layıcı olmaz. (Î.P.)
anlamlarına gelen in’ikâd, bir fıkıh
İNAN ŞİRKETİ
terimi olarak, bir hukukî işlem, söz­
leşme, mukavele veya kontratın, iki Klasik fıkıh kaynaklarında, ortak­
veya daha çok kimsenin veya kurulu­ ların birbirlerinin vekili oldukları,
şun karşılıklı ve birbirine uygun irade aralarında kefalet bulunmayan ve kâr
beyanlarıyla gerçekleşmesi, kurulması payları taraflarca tespit edilen bir şirket
çeşitidir. (bk. Şirket) (Î.P.)
demektir.
Bir akdin kurulabilmesi için taraflar İNÂYET
ve akdin mevzuu gerekir. Bunlara ve Sözlükte “istemek, önemsemek ve
bunlarda aranan şartlara akdin kuruluş (özel olarak) ilgilenmek” anlamlarına
şartları denir. gelen inâyet, terim olarak, Cenâb-ı
Akdin meydana gelmesi için, en Hak’kın kâinat ve âlem hakkında küllî
az iki tarafın bulunması ve akitte taraf bilgisini ve takdirini, yardım, lütuf ve
ihsanını ifade etmektedir. (Î.U.)
olan şahısların hukukî ehliyete sahip
olmaları gerekir. Yaş küçüklüğü, akıl ÎNCÎL
hastalığı, akıl zayıflığı, bunama, sar­ Hz. İsa’ya verilen İlâhî ve Kutsal
hoşluk gibi sebeplerle temyiz kud­ Kitâbın Kur’ân-ı Kerim’deki ismidir.
retinden mahrum olan kişilerin irade İncil kelimesi; iyi haber ve müjde anla­
beyanları muteber değildir. Mahcur, mına gelir. Latinceye: “Evangelium”
mümeyyiz çocuk gibi tam ehliyete olarak geçmiştir. Hristiyan dünyasın­
sahip olmayan kişilerin irade beyanları da genel kabul gören; Matta, Markos,
geçerli olmakla birlikte, bu beyanları, Luka ve Yuhanna İncillerinden başka;
hibe, talak gibi sırf zarar kabul edilen Barnaba İncili ve Saint Thomas İncili
akitlerde sonuç doğurmaz; yarar ve de meşhur İncil metinleridir. (Î.U.)
zarara ihtimali bulunan akitlerde ise, Havariler, va’zlarında ve gönder­
velî veya vasisinin iznine bağlıdır. miş oldukları mektuplarda, Hz. İsa’nın
Her akitte, akdin kurulabilmesi için, hayatını ve sözlerini nakletmişlerdir.
hükmünü kabul eden bir mevzu gerek­ Hz. İsa’nın öğretilerini yazan pek çok

315
risale yazılmıştır. Miladî 325 yılında yapılan harcamalar infâk kavramıyla
toplanan îznik Konsülü’nün kararıyla ifade edilmiş ve bu tür harcamaların
incelemeye tabi tutulan bu risaleler­ sadakaların en hayırlısı olduğu belir­
den, yeni ahdi (Ahd-i Cedîd) oluşturan tilmiştir (Ahmed, V, 277; Müslim, zekat, 38, 39).
dört kitap seçilmiştir. Bunlar Matta, Kur’ân’da genellikle iyiliklerin sevabı
Markos, Luka ve Yuhanna’dır. bire on olarak gösterildiği halde, Allah
Bu İncillere çeşitli din, kültür ve yolunda infâkın sevabının bire yedi yüz
felsefelerden pek çok şey girmiştir. Olduğu bildirilmiştir (Bakara, 2/261). Bu
Bununla birlikte, bu İncillerde Hz. infâkın Allâh katındaki değerini göste­
İsa’nın öğütleri, güzel sözleri ve pren­ rir. (M.C.)
sipleri de bulunmaktadır. (F.K.)
ÎNFÎSÂH
İNFÂK
Sözlükte “bozulmak, hükümsüz
Sözlükte “bitirmek, yok etmek; ve geçersiz olmak” anlamına gelen
yoksul düşmek; malı veya parayı elden infisâh, bir fıkıh kavramı olarak, bir
çıkarmak” anlamlarına gelen infâk, akit veya hukukî işlemin kendiliğin­
dinî bir terim olarak, Allah’ın hoş­ den bozulması demektir. Fesih yetki­
nutluğunu kazanma amacıyla kişinin
li ve ilgili kişilerce bir akdin ortadan
kendi servetinden harcamada bulun­
kaldırılmasını, bozulmasını ifade eder­
ması, ihtiyaç sahiplerine aynî ve nakdî
ken, infisah herhangi bir işleme gerek
yardım etmesi demektir. Bu yönüyle
olmaksızın kendiliğinden akdin sona
infâk, hem farz olan zekatı hem de
ermesi anlamını taşır. Meselâ kiraya
gönüllü olarak yapılan her çeşit hayrı
içerir. İnsanın sahip olduğu servetin verilen bir evin yıkılması, satılan bir
gerçek sahibi Allah’tır. O’nun emanet malın tesliminden önce helâk olması
olarak verdiği bu servetten başkalarına hâlinde akdin devamı mümkün olma­
vermek gerekir (Nûr, 24/33). Kur’ân’da dığından kendiliğinden akit bağı çözül­
Allah’a karşı sorumluluğunun bilin­ müş olur. (bk. Fesih) (Î.P.)
cinde olan müttaki mü’minlerin özel­ İNŞÂALLAH
likleri sayılırken bunlar arasında infâk
Allah isterse, Allah dilerse anlamına
da zikredilmiştir (Bakara, 2/2-3). İnfâk ve
gelen bir şart cümlesidir. Kâinatta her
tasadduk gösterişten uzak, yalnız Allah
şey, Allah’ın irâde ve takdiri ile cereyan
rızası için yapılmalı; infâkta bulu­
eder. Allah, izin vermeden ve istemeden
nan kimse, infâkta bulunduğu kişinin
hiçbir şeyin olması mümkün değildir.
onurunu zedeleyecek davranışlardan
kaçınmalı, malın iyisi ve kalitelisinden Mü’minler, gelecekte bir iş ve bir görev
vermeli; verirken özellikle gerçek ihti­ yapmak istediklerinde bunu ifade eder­
yaç sahiplerini arayıp bulmalıdır (Bakara, ken “inşâallah şöyle yapacağım, böyle
2/261-274). Varlıklı müslümanların mal­ yapacağım” derler. Böylece Allah’ın
larında yoksulların hakları bulunduğu­ irade ve gücünü ikrar edip O’ndan
nun İfade edilmesi (Zâriyât, 51/19; Me’âric, müsaade ve yardım istemiş olurlar. Bu
70/24-25) zenginlerin, ihtiyaç sahiplerine davranış, Kehf sûresinin 23-24. âyet­
yardım yapmakla yükümlü olduğunu lerinden kaynaklanmıştır. Âyette şöyle
gösterir. Hadislerde aile fertleri için buyurulmuştur: (<Hiçbir şey için, (bunu

316
yapacağım deme ’, ancak "Allah dilerse vasfı olduğu bildirilmektedir (Bakara,
(inşâallah) yapacağım de’... ” 2/155-157, 177; Hac, 22/35).

Bu âyetler, Peygamberimiz Bir insanın ne kendini ne de bir


(a.s.)’e ruh, Ashab-ı Kehf ve ZüT- başkasını öldürmeye hakkı yoktur.
karneyn hakkında soru sorulması ve Yüce Allâh, Kur’ân-ı Kerim’de hak­
Peygamberimiz (a.s.)’in “yarın bunlara sız yere cana kıymayı haram kılmış,
cevap veririm” demesi üzerine inmiştir. cezasının ebedî kalınacak cehennem
olduğunu bildirmiştir (Nisâ, 4/93). Aynı
“İnşâallah” ve aynı anlama gelen
şekilde haksız yere bir kişiyi öldürme­
(tlev şâellahu” tabiri Kur’ân’da 20 yi bütün insanlığı öldürmek, bir kişiyi
küsür âyette geçmiştir (Meselâ Bakara, 2/20, kurtarmayı da bütün insanlara hayat
70). (Î.K.) vermek olarak kabul etmiştir (Mâide,
İNTİHAR 5/32). Hz. Peygamber de, intihar eden
kimsenin cehenneme gireceğini haber
Kendini öldürmek anlamına gelen
vermiş (Buhârî, Tıb, 56) ve işlediği günahın
intihar, îslâm dininde kesinlikle yasak­
büyüklüğü nedeniyle, intihar edenin
lanan büyük günahlardandır.
cenâze namazını kendisi kıldırmamıştır
Yaşama hakkı, Allâh tarafından (Müslim, Cenâiz, 37).
insana bahşedilmiş en temel hak olup, İntihar eden kimse büyük günah
kimsenin Allâh’ın verdiği canı almaya işlemiş olmakla birlikte, dinden çıkmış
hakkı yoktur. Allâh’a kulluk için yaratı­ olmaz; kâfir olduğu söylenemez. Bu
larak, imtihan için yeryüzüne gönderi­ sebeple, ihtihar edenin cenâzesi, diğer
len insanın dünyaya gelmesi kendi elin­ Müslümanlar gibi yıkanır, kefenlenir,
de olmadığı gibi dünyadan ayrılması da cenâze namazı kılınır ve Müslüman
yetkisinde değildir; dünyaya gelmesi mezarlığına gömülür. (Î.P.)
de, ölümü de İlâhî iradenin elindedir,
İNTİSAP
însan, Allâh’ın verdiği ömrü sonuna
kadar muhafaza etmek ve onu en iyi Sözlükte “kendisini nispet etmek,
ait göstermek” anlamına gelen inti­
şekilde değerlendirmekle mükelleftir.
sap, tasavvufta, bir tarikata girmeyi,
İntihar, ümitsizliğin, çaresizliğin, bir şeyhe biat etmeyi ifade etmek için
acının ve ızdırabın dramatik bir sonu­ kullanılmaktadır. (M.C.)
cudur. Kendisinin imtihan için dünya­
İNZÂLVE TENZİL
ya gönderildiğine inanan ve inancının
gereği Allâh’a güvenip dayanan insan Kur’ân’ın M. 610 yılında Ramazan
ise, asla ümitsizliğe, karamsarlığa düş­ ayında Kadir gecesinde toptan dünya
mez. Sıkıntılara göğüs germek, acıya semasına, Beytü’l-İzze’ye indirilme­
ve kedere karşı sabır göstermek, şartlar sine inzal, parça parça âyetler hâlinde
vahiy yolu ile Hz. Muhammed (a.s.)’e
ne olursa olsun Allâh’a olan inanç ve
indirilmesine ise tenzil denir, (bk. Vahy
güveni yitirmemek, Müslüman’ın temel
ve Kur’ân) (Î.K.)
karakteridir. Kur’ân-ı Kerim’de hayat­
ta karşılaşılan sıkıntı ve problemlerin İNZÂR
birer sınav aracı olduğu, bunlara karşı Bir şeyi üzerine gerekli kılmak, bir
sabır göstermenin iyi Müslüman’ın şeyi bilip ondan sakınmak ve ihtiyatlı

317
davranmak anlamındaki “nezr” kökün­ Hz. Muhammed (a.s.), sadece içinde
den türeyen inzâr sözlükte; bir şeyi yaşadığı toplumu değil bütün insanla­
bildirip sakınmasını istemek, dikkatini rı Kur’ân’la uyarır. “Bu Kur ’ân, bana
çekmek ve uyarmak anlamlarına gelir. vahyolundu ki, onunla sizi ve onun
İnzâr, içinde korku bulunan bir haber­ ulaştığı herkesi uyarayım. ” (En’âm, 6/19)
dir. İçinde sürür / sevinç bulunan tebşi­ âyeti bu gerçeğin ifadesidir. Kur’ân,
rin (müjdelemenin) zıddıdır. kıyamete kadar uyarı görevini sürdü­
Din dilinde inzâr; Allah’ın, kitapları recektir. (Î.K.)
ve Peygamberleri vasıtasıyla insanla­ İNZİVA
rı, inkâr, şirk, nifâk ve isyân gibi, İlâhî
bk. Uzlet.
azaba ve cehenneme girmeye sebep
olacak her türlü inanç, söz, fiil ve dav­ İRADE
ranışlardan sakındırması, gelecek tehli­ Sözlükte “istek, arzu, dilek, emir,
keyi önceden bildirmesi, böylece onları sevk ve güç” gibi manalara gelmek­
îmân, ibâdet ve itâate yöneltmesidir. tedir. İradenin insanların iş ve davra­
Peygamberler, kavimlerini dünya nışlarını etkilemesi bakımından çeşitli
veya âhirette İlâhî azap ve cezaya, tanımları yapılmıştır. Buna göre irade;
âfet ve musibetlere karşı uyarmışlardır bir şeyin yapılmasına da yapılmama­
(Fussilet, 41/13; Leyi, 92/14; Nebe’, 78/40). sına da muktedir olan hayat sahibi­
Uyarıcılara Kur’ân’da nezir (çoğu­ nin bu iki şıktan birine kendi isteğiy­
lu nüzür) ve münzir denilmiş; Allah’ın le hükmetmesidir. Ya da düşüncenin
(Duhân, 44/3), Peygamberlerin (En’âm, 6/48; ortaya koyduğu bir gayeye doğru gitme
Fâtır, 35/24)ve Kur’ân’in (Furkân, 25/1; Ahkâf, hareketidir.
46/12) uyarıcı olduğu bildirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de irade kavramı
Allah, her ümmete bir nezîr gön­ toplam 138 yerde geçmektedir. Bu hem
dermiştir. (Fâtır, 35/24) Son Peygamber Allah’ın iradesini hem de kulun irade­
Hz. Muhammed (a.s.) bütün insanlar sini kapsamaktadır. İrade Cenab-ı Hak
için müjdeci ve uyarıcıdır (Sebe’, 34/28). için olunca küllî, kul için olunca cüz’î
Bütün Peygamberler sadece birer müj- olur. İnsandaki irade akıl ve düşünce
deleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiş­ kabiliyetine göre şekillenir.
tir (Bakara, 2/213; En’âm, 6/48; Kehf, 18/56). Bu Kelâm ekolleri ve bilginleri arasın­
husus, Kur’ân’da ısrarla vurgulanmış da iradenin kaynağı ve fiile dönüşmesi
ve Peygamberlerin apaçık bir uyarıcı ya da eyleme yansıması hakkında farklı
olduğu bildirilmiştir. Nezîr ve mün­ görüşler ortaya çıkmıştır. Bunun iki uç
zir kelimeleri tekil ve çoğul şekliyle noktasını Cebriye ve Kaderiye ekol­
Kur’ân’da 78 defa kullanılmıştır. Din leri oluşturmaktadır. Cebriye, insanın
bilginlerine de toplumu uyarma görevi iradesinin tamamen Allâh’ın iradesine
verilmiştir (Tevbe, 9/122). bağlı olduğunu, ancak O’nun dediğini
Peygamber, ancak Kur’ân’a uyan, yaptığını, Kaderiye ise, insan iradesin­
görmeden Allah’tan korkan ve nama­ de tamamen müstakil olduğunu, kendi
zını kılanları uyarabilir (Yâsin, 36/11; Fâtır, fiilinin yaratıcısı olduğunu iddia etmiş­
35/18). Kâfirler, Peygamberin uyarısına lerdir. Buna karşılık Ehl-i Sünnet kelam
kulak vermezler. (Bakara, 2/6; Mülk, 67/8-9) bilginleri, insanda cüz’î irade bulundu-

318
ğunu, insanın kâsip, Allâh’ın ise halik veya kâfir herhangi bir insanın malına,
olduğunu söylemişlerdir. İnsan diler, canına, evladına, maddî veya manevî,
Allâh da onun isteği doğrultusunda sözlü veya fiili hoşuna gidecek veya
yaratır. Bunun sonucu olarak da, herke­ gitmeyecek, iyi kötü her şey; acı bir
sin yaptığı iyilik kendi yararına, kötü­ hadise, belâ, felâket ve musibet dokun­
lük de kendi zararınadır. Allah kulları­ ması... hep Allah’ın izni ile olur. (Âı-i
na haksızlık etmez. Yapmadıkları veya İmrân, 3/145, 166, 167)
iradeleri dışında geçen işlerden dolayı Allah insanlara, güç, kuvvet ve
onları cezalandırmak suretiyle onlara irâde vermiştir. İnsan iradesinde hürdür,
zulmetmez. dilediği gibi hareket eder, îmân veya
Allah’ın sübutî sıfatlarından biri de inkâr eder, iyi veya kötü fiil işleyebilir.
irade sıfatıdır. Allâh, dilediğini, diledi­ Bunları yapmak istediği zaman Allah
ği zaman, dilediği şekilde yapar. O, bir kuluna izin verir. Eğer izin vermezse
şeyi murad ettiğinde, ona mani olacak insan hiçbir şey yapamaz. Kâinat ve
hiçbir güç yoktur. Bir şeyin olmasını insan Allah’ın tasarrufu ve iradesi dahi­
dilediği zaman, ona “ol” de, o da hemen linde cereyan eder. (bk. İrade, Kader,
olur (Yasin, 36/82). Kur’ân’da Allâh’ın ira­ Kaza, Meşîet) (İ.K.)
desiyle ilgili olarak “Allah dilediğini İRFAN
yaratır.” (Âl-i imrân, 3/47) denilmiştir. Hz.
bk. Marifet.
Peygamber de, “Allah ’in dilediği olur,
dilemediği olmaz. ” demiştir (Ebû Dâvûd, İRŞAD
Edeb, 110). (F.K.) Sözlükte “doğru yolu göstermek”
Gerek insanların bir şeyi yapıp anlamına gelen irşat, dinî bir kavram
yapamamaları gerekse kâinatta olup olarak, mü’minleri dinî görevlerini
bitecek her şey Allah’ın izni ve irade­ yerine getirmeye çağırmak demek­
sine bağlıdır. Kâinatta var olan ve var tir. Hidâyet ile eş anlamlı olan irşad,
olacak her şey Allah’ın izni, dilemesi, Allah’ın kulunun fiilini kendi rızası­
istemesi, takdiri ve yaratması ile olur. na uygun şekilde yaratması anlamına
Allah, izin vermeden hiçbir şey vuku gelen tevfik kelimesi ile anlam yakın­
bulamaz. (Nisâ, 4/64; Enfâi, 8/66) Allah’ın lığı bulunmaktadır. Ancak irşad, hem
izni olmadan bitkiler bitemez, (A’râf, 7/58) mü’min hem de kâfire yönelik olduğu
ağaçlar meyve veremez, (ibrâhim, 14/25) halde, tevfik sadece mü’minler için söz
kâinatın düzeni devam edemez. (Hac, konusudur. İrşad eden kimseye mürşid
22/65) Kimse imân edemez (Yûnus, 10/100), denir. Bir âyette “...Allah kime yol gös­
şefaat edemez (Bakara, 2/255), zafer kaza­ terirse doğru yolu bulan odur ve kimi
namaz (Bakara, 2/249-250). Kimse ÖlemeZ de sapıklık içinde bırakırsa, artık onun
(Âı-i imrân, 3/145), Peygamber mucize gös­ için doğru yolu gösteren (mürşid) bir
teremez (Ra’d, 13/38), hiçbir şey mü’mine dost, bir koruyucu bulamazsın ” (Kehf,
zarar veremez (Mücâdele, 58/10), kimseye 18/17) buyrulmak suretiyle gerçek irşad
sihir-büyü dokunamaz. (Bakara, 2/102), edicinin Allah olduğu belirtilmektedir.
Göklerin, yerin, bitkilerin, hayvan­ Hadislerde Reşîd (râşid) (bütün işle­
ların ve insanların varlığı Allah’ın izni ri isabetli ve hedefe ulaşıcı) kelimesi
ve dilemesi ile var olduğu gibi mü’min esmâ-i hüsnâdan biri olarak Allah’a

319
nispet olunmuştur (İbn Mâce, dua, 10; Tirmizî, dönmektir. Bu da büyük bir günahtır.
Deavat, 82). Hz. Ali’ye “Senin aracılığın­ Fakat Kur’ân-ı Kerim buna dünyevî
la tek bir kişinin müslüman olması sana bir ceza, yani önleyici bir yaptırım
en değerli malların (kızıl develerin) koymamıştır. Çünkü îmân gönül işidir.
verilmesinden daha hayırlıdır” (Buhârî, Zorlama ve baskı ile îmân olmaz. Bu
Cihâd, 102) demesi İslâm’da irşad faaliye­ sebeple dinden dönen kimseyi zorla
tinin önemini ortaya koymaktadır. İrşad dine sokmak mümkün değildir. “Dinde
faaliyetinde bulunan kimsenin samimi zorlama yoktur. ” (Bakara, 2/256) âyeti de
ve iyi niyet sahibi olması, insanları bunu ifade etmektedir. (F.K.)
Allah yoluna hikmetle ve güzel öğütle İRTİFAK HAKKI
çağırması yapılan irşadın etkili olması
Sözlükte “irtifak kelimesi yaslan­
için zaruridir (Nahi, 16/125). Ayrıca irşad
faaliyetinde, fiilî irşad (yaşayarak gös­ mak, faydalanmak; dayanılan, fayda­
terme) yöntemi de önemlidir. İslâm’ın, lanılan şey” anlamlarına gelmekte­
dir. İrtifak hakkı ise, fıkıhta bir gayri
doğuşundan itibaren insanların gön­
lünde yer etmesi ve oldukça geniş bir menkul üzerine, diğer bir gayri men­
coğrafyaya yayılmasında, başta Hz. kul veya şahıs lehine kurulan ve hak
Peygamber olmak üzere mensuplarının sahibine sınırlı bir yararlanma sağla­
dinin gereklerini yerine getirmesi, söz­ yan aynî haktır. İrtifak hakları, istifa­
leriyle fiillerinin birbirine uymasının de edenler bakımından şahsî irtifaklar
rolü büyüktür. (M.C.) ve aynî irtifaklar şeklinde ikiye ayrılır.
İrtifak hakkı kısmen ferdîleştirilmiş,
İRTİDÂD
belirli bir kişiye tahsis edilmiş ise bun­
Sözlükte “geldiği yoldan geri dön­ lara şahsî irtifak denir. Şahsî irtifaklar­
mek, bir şeyden yüz çevirmek veya dan intifâ ve süknâ hakkı gibi, zarûrî
başka bir şeye dönmek” gibi mânâlara olarak şahsa bağlı kurulan irtifak hak­
gelen irtidâd, dinî bir terim olarak, bir ları başkasına devredilemez ve miras
Müslüman’ın dinini terk etmesi demek­ bırakılamaz. Bunların dışındaki şahsî
tir. Bu duruma riddet; İslâm’ı terk eden haklar ise, şahsa bağlı olarak kurulabi­
şahsa da miirted denir. leceği gibi, devri ve mirasçılara intikali
İslâm kaynaklarında irtidâd ve mür- mümkün olarak da kurulabilir. Hakk-ı
ted hakkında itikadî, hukukî ve amelî teallî de denilen üst hakkı bu tür irti­
yönden çok tartışmalar yapılmıştır. Hz. faklardandır.
Peygamberin hayatının son yıllarında, İrtifak bir diğer gayri menkul lehine
Hz. Ebûbekir ve Hz. Ömer döneminde de kurulabilir. Bu takdirde aynî irtifak
toplam on bir Arap kabilesinin irtidâd söz konusudur. İrtifak hakkı, lehine
ettiği belirtilmiştir. İslâm’ın ilk yılların­ kurulan gayri menkulün mülkiyetin­
da dinden dönenler, daha çok zekat ver­ den ayrılmaz; irtifak hakkına sahip
memekte direnenlerdir. Ancak irtidâd gayri menkulün mülkiyetine sahip olan
olaylannın bu dönemle sınırlı olmadı­ aynı zamanda irtifak hakkına da sahip
ğı, her çağda dinden dönenlerin bulun­ olur. İrtifak hakları, akit içinde koşu­
duğu görülmüştür. lan şart, satım sözleşmesi, vasiyet, izin,
Olaya başka bir açıdan yaklaştığı­ umumî ortaklıktan istifade gibi yollarla
mızda irtidâd; Allah’a verilen sözden kurulur.

320
Fıkıh literatüründe geçen irtifak can ile îsârın en güzel
Menâkıbü’i-Ensâr, 18.)
hakları, şirb, mecrâ, mesîl, mürûr, teallî örneklerini oluşturur. (M.C.)
ve civar haklandın (bk. Hakk-ı Civâr; İSFÂR
Hakk-ı Mecrâ; Hakk-ı Mesîl; Hakk-ı
Sözlükte “sabah yerinin açılıp
Mürûr; Hakk-ı Şirb; Hakk-ı Teallî)
aydınlanması, ortalığın aydınlanması”
(İ.P.)
anlamlarına gelen isfâr, bir fıkıh teri­
ÎSÂR mi olarak, sabah namazının ortalığın
Sözlükte “bir kimseyi veya bir şeyi aydınlanmasına kadar geciktirilmesi
diğerine tercih etme, üstün tutma” demektir. İsfâr, müstehaptır. Bu aydın­
anlamına gelen îsâr, bir ahlâk kavramı lığın ölçüsü, atılan okun düştüğü yerin
olarak kişinin kendisi ihtiyaç içinde görülebileceği bir aydınlıktır. Ancak
bulunsa bile sahip olduğu imkânları namazın veya abdestin bozulması ihti­
başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak mali göz önünde bulundurularak, tekrar
üzere kullanması, başkalarının yararı abdest alıp namaz kılınabilecek kadar
için fedakârlıkta bulunması demektir. bir vakit bırakmak gerekir. Hanefîlerin
Türkçe’de îsâr karşılığı olarak diğer­ dışındaki üç mezhebe göre, sabah
kâmlık ve özgecilik terimi kullanılır, namazının vakti girdikten sonra, ortalık
îsâr Kur’ân’da dört âyette (Yûsuf, 12/91.) henüz ağarmadan (tağlîs) kılmak daha
evlâdır. Hanefîlere göre, sadece kur­
sözlük anlamında, bir âyette de (Haşr,
ban bayramının ilk günü Müzdelife’de
59/9) terim anlamında kullanılmıştır,
îsâr cömertliğin en yüksek derecesidir. bulunan hacılann, sabah namazını orta­
lık ağarmadan kılmaları daha faziletli­
Bir kimsenin sıkıntı içinde bulunması­
dir. (İ.P.)
na rağmen imkânlarını başkaları için
kullanıp nefsini mahrum bırakması, İSLÂM
halinden şikâyet edecek ya da başkala­ İslâm, “silm” ve “selam”; kökün­
rına el açabilecek duruma düşmemesi den türeyen bir kelimedir. Bu şekliyle
ile kayıtlıdır. Çünkü Hz. Peygamber, Kur’ân’ın 105 yerinde geçmektedir,
bir kişinin elindeki imkânların tama­ “îslâm” kelimesi, isim ve fiil halinde
mını ihtiyaç sahiplerine verip sonra da 10 kadar âyette geçmektedir. Silm;
başkalarından yardım istemesini kına­ barış, güven ve huzur, selam da; mut­
mıştır (Dârimî, zekat, 25). Aynca bir mÜS- luluk, esenlik ve güvenlik demektir.
lümanın aile fertlerini maddî sıkıntıya İslâm ise; Allah’a teslim olmak, boyun
sokacak derecede tasaddukta bulun­ eğmek ve itaat etmek mânâsınadır.
ması da doğru değildir (Buhârî, Vesâyâ, 2; İslâm’ı benimsemiş erkeğe müslim,
Müslim, Vasiyye, 5, 8). îsâr mal İle olduğu kadına da miislime denir.
gibi can ile de olabilir. Kişinin sevdiği Kur’ân’a göre İslâm, kişinin kendi­
bir kimse için kendi rahatını, huzurunu, sini yalnız Allah’a teslim etmesi, yal­
hatta hayatını feda etmeyi göze alması nız O’na kul olması, yalnız O’na iba­
can ile îsârdır. Başta Ebû Talha olmak det etmesi demektir. Tevhidin gereği de
üzere sâhabenin Resûlullah’ı korumak budur. Bu anlamıyla İslâm, yalnız son
üzere kendisini O’na siper etmesi ve peygamber olan Hz. Muhammed’in
bu uğurda yaralanması (Buhârî, cîhâd, 80; getirdiği dinden ibaret değil, bütün

321
peygamberlerin insanları tek Allah’a uzaklaştıran, işlendiğinde kötüleme,
kulluk etmeye, âhir ete îmân etmeye kınama ve cezalandırmayı gerektiren,
ve sâlih amel işlemeye davet etmele­ vicdan ve kalbin rahatsız olduğu, dinen
rinin özünde olan bir inanç sistemidir. yasaklanmış fiilleri işlemeye “ism”
Bu bakımdan insanlığı tevhid inancına denmiştir. Peygamberimiz (a.s.); biri­
davet noktasında, bütün Allah elçile­ nin “ism” ve “birr”in ne olduğunu sor­
rinin vazifesi aynıdır. “O'nun ortağı ması üzerine; “Birr, güzel ahlâktır. İsm
yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ise; vicdanını rahatsız eden ve insan­
ben Müslümanların ilkiyim." (En’âm, ların haberdar olmasını istemediğin
6/163); “Allah katında din İslâm'dır.” Şeydir" demiştir (Müslim, Birr, 14-15).
(Âl-i imrân, 3/19); “Kim İslâm 'dan başka “İsm” kavramı ve çeşitli türevleri
bir din ararsa, bilsin ki (O din) ondan Kur’ân’da 48 defa geçmiş ve insanın
kabul edilmeyecek ve âhirette kaybe­ günah olan inanç, söz, fiil ve davra­
denlerden olacaktır.'' (Âl-i îmrân, 3/85) bu nışlarını ifade etmekte kullanılmış­
gerçeği ifade etmektedir. tır. Günah işleyen kimseye “âsim”
Hz. Peygamber İslâm’ı, kelime-i Ve “eSÎm” denmiştir (Bakara, 2/276, 283).
Kur’ân’da;
şehadet getirmek, namaz kılmak, oruç
tutmak, zekat vermek ve hacca git­ Küfür, (inkâr etmek) (Âl-i imrân,3/178)
mek (Müslim, îmân, 5); Müslüman’ı ise, Şirk, (Allah’a ortak koşmak) (Nisâ,
“Müslüman, dilinden, elinden, müslü- 4/48),
manların selâmette kaldığı kimsedir." Allah’a yalan isnat etmek, (Nisâ, 4/50),
(Buhârî, îmân, 3) şeklinde tanımlamıştır. Bu
Yalan (Nûr,24/ıi),
duruma göre İslâm, insanlık için vaz­
Yalan yere yemin etmek (Nisâ, 4/112),
geçilmez değerler olan inanç, ibadet,
muamelat ve ahlâk gibi temel pren­ Yalan söylemek, hakkı gizlemek
sipleri sosyal hayatın gereği olarak (Mâide, 5/107),

kabul eden ekmel ve evrensel bir din­ Hırsızlık etmek (Nisâ, 4/111),
dir. Nitekim Cenab-ı Hak da kullarına İçki İçmek (A’râf, 7/33),
en uygun din olarak İslâm’ı seçtiğini
Kumar oynamak (Bakara, 2/219),
beyan etmiştir: “Bugün size dininizi
Faiz almak (Bakara, 2/276),
ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamam­
ladım ve sizin için din olarak İslâm 'ı İnsan öldürmek (Mâide, 5/29),
beğendim.'' (Mâide, 5/3) (F.K.) Şâhitliği gizlemek (Mâide, 5/106),
İSM Yalancı şahitlik yapmak, yalan yere
yemin ederek haksızlıkla insanların
Sözlükte “geri bırakmak ve gecik­
mallarını alıp yemek (Bakara, 2/188),
mek” demektir. Sâhibini hayır ve
sevaptan geri bıraktığı için günaha vasiyette haksızlık etmek, yapılan
“ism” denmiş ve “esime” fiili, “günah vasiyyeti değiştirmek (Bakara, 2/181-182),
işledi, yasak ve haram şeyleri yaptı” İftira etmek (Nisâ, 4/20),
anlamında kullanılmıştır. Ölü eti, kan ve domuz eti gibi yenil­
Din ıstılahında; şer’an ve tab’an mesi haram olan şeyleri yemek (Mâide, 5/3),
kaçınılması gereken, insanı sevaptan Zina etmek (En’âm, 6/120),

322
Kötü zanda bulunmak (Hucurât, 49/12), temsil edilmişlerdir. Günümüzde ise
Yasaklanan fiilleri işlemek (Bakara, İsmâilîlik Ağa Hanlar tarafından sür­
2/206), dürülmektedir. (F.K.)
Zulmetmek (Bakara, 2/85), İSMET
İnsanlara eziyet etmek (Ahzâb, 33/58), Sözlükte “dikkat ve temkin içinde
Va’za iltifat etmemek ve kulak ver­ isyândan korunmak” anlamına gelen
memek (Bakara, 2/203), ismet, terim olarak Peygamberlerin
Küçük büyük her türlü ma’siyet hatadan ve günahtan korunmuş
fiilleri işlemek (şûrâ, 42/37), “ism” olarak olması demektir. Şiiler, “ismet” teri­
ifade edilmiştir. mini “imam”a da isnat etmişlerdir.
“İsm” kavramı; büyük (azîm) (Nisâ, Peygamberlerin vahiyden önce de,
4/48), apaçık (mübîn) (Nisâ, 4/50), açık
sonra da küfürden masum oldukla­
(zâhir) ve gizli (batın) (En’âm, 6/120), keli­ rı hakkında ümmet icma etmiştir.
meleri ile nitelenmiştir. İsm olan söz, Peygamberler, Peygamberlikleri zama­
fiil ve davranışlar, haramdır (A’râf, 7/33). nında mutlak olarak büyük günahlar­
Günah (ism) işleyen cezasını çekecek­ dan, kasten de küçük günahlardan
tir (Nûr, 24/11). Allah günahkâr insanı korunmuşlardır. (F.K.)
(esîm) sevmez (Nisâ, 4/107). (İ-K.) İSM-İA’ZAM
İSMAİLİYYE “İsm-i A’zam”, Allah ’ın en yüce
Şia inancına göre altıncı İmam ismi demektir. Kur’an’da “Yüce
Cafer-i Sâdık’ın oğlu İsmail ve onun Rabb 'inin adını teşbih et ” (Vâkfa, 56/74,
soyundan gelenlerin imametini kabul 96; Hâkka, 69/52;A’lâ, 87/1), “Azamet ve
eden ve aşırı görüşleriyle tanınan bir ikram sahibi Rabb ’inin adı yücedir ”
Şii mezhebidir. Bâtıniyye fırkası ola­ (Rahmân, 55/78) buyurulmuş; bazı hadis­
rak da anılır. İsmailiyye’ye göre dinin lerde Allah’ın ism-i a’zam’ından söz
esasını teşkil eden hususlar şunlar­ edilmiştir. Allah’ın en yüce ismi hangi­
dır: Dinin direği kabul edilen velâyet,
sidir? Allah’ın gerçekten ism-i a’zamı
Allah’tan başka ilâh olmadığı, Hz.
var mıdır? Allah’ın isim ve sıfatlarını
Muhammed’in O’nun elçisi olduğu
birbirinden ayırmak ve derecelendir­
ve Hz. Ali’nin Allah’ın dostu ve pey­
mek mümkün müdür? Bu konuda İslâm
gamber vasisi olduğunu içeren kelime-i
bilginleri farklı görüşler ileri sürmüş­
şehadettir. En önemli ibadetleri ise üç
vakit namaz, oruç, hac, zekat ve cihad- lerdir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
dır. Ancak kişinin bütün imkânlarını 1. Müminin ruhunu mâsivâdan
cihada tahsis etmesi farzdır. arındırarak Allah’a yönelip dua etti­
îsmailiyye mezhebi mensubları, ğinde her isim, ism-i a’zam’dır. Mesela
kurdukları Fâtımîler devletinin 1171 Taberî (0.310/922), Eş’arî (0.324/936), İbn
yılında Selahattin Eyyübî tarafın­ Hıbbân (0.345/965) ve Bakıllânî (0. 403/
dan ortadan kaldırılmasıyla Nizârî ve 1013) bu görüştedir. Bu görüşte olanlara
Müstail olmak üzere iki kola ayrılmış­ göre Allah’ın isim ve sıfatlarının hepsi
lardır. Daha sonra Nizârî İsmâilîler, yücedir, dolayısıyla aralarında üstünlük
Haşan Sabbah ve taraftarlarınca İran’da mukayesesi yapılamaz.

323
2. Allah’ın ism-i a’zamı vardır, Bu iki rivayette “hüve” zamirinin
ancak Allah, bu ismi bildirmemiştir. dışında Allah’ın beş ismi geçmekte­
Dolayısıyla ism-i a’zam’ın hangisi dir: İlâh, Rahmân, Rahîm, Hayy ve
olduğunu ve gerçek mahiyetini insan­ Kayyûm. “İlâh” ismi “vâhid” (tek)
lar bilemez. sıfatı ile nitelenmiş ve Allah’ın bir tek
3. Allah’ın ism-i a’zamı vardır ve ilâh olduğu “lâ ilâhe illâ hû” (O ’ndan
insanlar tarafından bilinebilir.Bu isim­ başka ilah yoktur) cümlesi ile teyit
ler hangileridir? Bu konuda bir isim edilmiştir. Bu beş isim, Allah’ın tekli­
üzerinde ittifak edilememiştir. Farklı ğini, diri olduğunu, kâinatı yöneten ve
isimlerin ism-i ‘azam olduğu söylen­ bütün yaratıklara merhamet eden oldu­
miştir. Hadislerde de farklı isimler ğunu ifade etmektedir.
geçmektedir. îsm-i a’zam olarak ifade îbn Mâce’nin Sünen adlı eserinde
edilen isimler şunlardır: Allah’ın yüce isminin Bakara, Al-i
îmrân ve Tâhâ sürelinde olduğuna dair
a) Allah lafzı ve O’na işaret eden
bir rivayet vardır. (İbn Mâce, Dua, 9, II, 1267,
huve zamiri.
No: 3858) Bakara ve Âl-i îmrân sûresinde
b) Lâ ilâhe illâ hû (O Allah "tan ism-i a’zamın olduğu bildirilen âyetler
başka ilah yoktur), hayy ve kayyûm yukarıda zikredilmişti. Tâhâ sûresinde
(diri ve kayyûm) ve rahman ve rahîm. ism-i a’zamın olduğu bildirilen âyet
Bu isimler, şu hadiste geçmektedir: ise “Bütün yüzler diri olan, yaratıkla­
Peygamberimiz, “Allah ’ın ism-i rına hakim ve onları koruyup gözeten
a’zamı şu iki âyettedir” buyurmuş ve Allah ’a boyun eğmiştir ...” (Tâhâ, 20/111)
Bakara sûresinin “İlâhınız bir tek ilah­ anlamındaki âyettir.
tır O ’ndan başka ilah yoktur. O, rah­ Hz. Aişe validemiz
mandır, rahimdir” anlamındaki 163. Peygamberimizden kendisine ism-i
âyeti ile Âl-i îmrân sûresinin “O Allah a’zamı öğretmesini istemiş ancak
ki O ’ndan başka ilah yoktur O, diridir, Peygamberimiz bu isteğe karşılık
kayyûmdur” anlamındaki 2. âyetini vermemiştir. Bunun üzerine Hz. Aişe
okumuştur, (bk. Tirmizî, Deavat, 65, V, 517; îbn validemiz namaz kılmış ve “Allah ’ım!
Mâce, Dua, 9, II, 1267; Ahmed, VI, 461). Ben sana Allah (isminle) dua ediyo­
Ka’b oğlu Übey, Peygamberimizden rum. Sana Rahman (isminle) dua edi­
ism-i a’zamı kendisine öğretmesi­ yorum. Sana Berr ve Rahîm (isminle)
ni istemiş Peygamberimiz de Bakara dua ediyorum. Sana bildiğim ve bilme­
sûresinin 255. âyetinin başında geçen diğim tüm güzel isimlerinle dua ediyo­
“Allah, kendisinden başka hiç ilah rum. Beni bağışlamanı ve bana mer­
olmayandır, O diridir, kayyûmdur” hamet etmeni (diliyorum)” şeklinde
cümlesi ile Âl-i îmrân sûresinin dua etmiştir. Hz. Aişe validemiz, “Hz.
“Allah kendisinden başka hiç ilah Peygamber beni dua ederken gördü ve,
bulunmayandır, O diridir, kayyûmdur” ‘ism-i a ’zam, mutlaka dua ettiğin isim­
anlamındaki ikinci âyetini okumuş ler arasındadır ’ buyurdu” demiştir. (îbn
ve ism-i a’zam, bu iki âyette gizlidir Mâce, Dua, 9, No: 3859, II, 1268)
buyurmuştur. (Müslim, SalâtüT-müsâfîrîn, 258; c) Mennân, Bedî’u’s-semâvâti
Ahmed, III, 120, 158; V, 142, 350) ve‘l-ard, Zü’I-celâli ve’l-ikrâm

324
Enes b. Malik (r.a.) diyor ki; Hz. muş ve bunun üzerine, “şüphesiz
Peygamber (a.s.) bir gün camiye gir­ sana icabet olundu, artık iste " demiş­
diğinde bir sahâbî namaz kılıyordu. tir. (Tirmizî, Deavat, 100. V, 550) Bu SÖZÜ İle
Bu sahâbî namazdan sonra dua etmeye Peygamberimiz anılan isimlerin ism-i
başladı ve duasında şöyle diyordu: azam olduğuna işaret etmiştir.
“Allah’ım! Senden başka ilah yok­ d) “Allâh”, “lâ ilâhe illâ hû”,
tur. (Sen), mennân I çok nimet veren­ “ehad”, “samed”, “ellezî lem yelid ve
sin, gökleri ve yeri yokken vâr edensin, lem yûled ve lem yekûn lehû küfüven
celâl ve ikram sahibisin”. Sahâbînin ehad”
yaptığı bu duayı işiten Hz. Peygamber Büreyde el-Eslemî diyor ki:
(a.s.) bize, “Bu kimsenin nasıl bir dua Peygamber (a.s.) bir sahâbînin,
ettiğini biliyor musunuz?” diye sordu Allah’ım! “Şüphesiz ben tanıklık
ve kendisi şu açıklamayı yaptı: “Bu ederim ki gerçekten Sen Allah’sın,
kimse, Allah'ın ism-i a’zamı ile dua Senden başka ilah yoktur. (Sen) teksin,
etti ki ism-i a 'zam ile dua edildiğinde samed’sin, çocuğu olmayansın, doğrul-
Allah bu duayı kabul eder ve bu isimle mayansın ve hiçbir dengi bulunmayan­
İstenince Allah verir'' (Tirmizî, Deavat, 100, sın” (isimlerinle) Senden istiyorum”
V, 550) diye dua ettiğini duydu. Bunun üzerine,
Aynı konudaki Nesâî’nin rivayeti, “Nefsim elinde olan Allah 'a yemin ede­
“Allah 'ım şu isimlerin ile senden istiyo­ rim ki bu kimse Allah 'a ism-i a 'zam ile
rum. Şüphesiz her türlü övgü şenindir" ile dua etti ki ism-i a 'zam ile dua edil­
cümleleriyle başlamakta “Ey diri olan, diği zaman Allah bu duayı kabul eder
her şeyin yöneticisi olan (Allah’ım!) ve bu isimle dua edildiği zaman (iste­
Senden istiyorum " cümleleriyle sona nileni) verir" buyurdu. (Tirmizî, Deavat, 64.
No: 3475. V, 516. İbn Mâce, Dua, 9. No: 3857. II,
ermektedir. (Nesâî, Sehv, 58, in, 52)
1367-1368.)
Bu hadisin îbn Mâce’nin Sünen
adlı eserindeki rivayeti şöyledir: Enes Bu hadiste de Allah’ın; ilâh ve
bin Malik anlatıyor. Hz. Peygamber samed olduğu, anası-babası ve çocu­
bir adamın; “Allah’ım! ‘Hamd sana ğu olmadığı ve dengi bulunmadığı
zikredilmiştir.
mahsustur’, ‘Senden başka ilah yok­
tur, sadece Sen varsın, Senin eşin yok­ Yukarıdaki hadislerde Allah’ın ism-i
tur’, ‘Sen mennansın’, gökleri ve yeri a’zamı olarak birden çok ismi geçmek­
yaratansın’, ‘celal ve ikram sahibisin’ tedir. Bu isimlerin başında lafza-i celal
isim ve niteliklerin ile istiyorum” dua gelmektedir, sonra rahman, rahim,
ettiğini duydu ve “Bu adam Allah 'tan, mennân, ehad, samed, hayy, kayyûm,
O'nunyüce ismiyle istedi ki Allah ism-i bedî’u’s-semâvâti ve’lerd, zû’l-celâli
azami ile istenildiği zaman verir ve bu ve’l-ikrâm, lâ ilâhe illallah, lâ ilâhe illâ
isim ile dua edildiği zaman kabul eder” ente isimleri gelmektedir. (Î.K.)
buyurmuştur. (İbn Mâce, Dua, 9. No: 3858. İSNÂD
II, 1268) Sözlükte “dayandırmak, aşağıdan
Peygamberimiz (a.s.) birinin “yâ yukarıya doğru yükselmek” anlamla­
ze'l-celâli ve'l-ikrâm" dediğini duy­ rına gelen isnâd (çoğulu esânid), bir

325
hadis terimi olarak, senetteki râvîler lik iddiada bulunana, yemin ise savun­
zincirini bazı özel terimlerle sıralamaya ma yapana aittir, (bk. Şahitlik, îkrâr,
denir. İsnad, sözün asıl sahibine aracı­ Yemin, Karine, Beyyine, Delîl) (İ.P.)
lar vasıtasıyla ulaştırılmasıdır. İsnadla ÎSRÂ
senet birbirinin yerine de kullanılır.
Geçmek, gitmek, geceleyin yürü­
İsnadla, dinin ana kaynaklarından mek anlamındaki “s-r-y” kökün­
biri olan hadis, muttasıl bir şekilde, den gelen isrâ kelimesi, sözlükte
güvenilir kimseler tarafından, Hz. gece yürütmek demektir. Din dilin­
Peygamber’e ulaşıncaya kadar rivâyet
de, Peygamberimiz Hz. Muhammed
edilir. Bu uygulama sahabeden itibaren
(a.s.)’in, hicretten bir buçuk sene
başlamıştır. İslâm Tarihi’nde isnad-
önce, Recep ayının 27. gecesinde
sız hadis rivâyeti kabul edilmemiştir.
Mekke’deki Mescid-i Haram’dan
Tabîun’dan bazıları dinin aslî kaynak­
Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya, bir
larından olan hadisleri koruması sebe­
mucize olarak geceleyin götürülme­
biyle isnad" ı, din olarak nitelemişler si olayına denir. Bu husus, Kur’ân’da
ve “dinini kimden aldığına dikkat et”
açıkça bildirilmiştir (isrâ, 17/1). Kur’ân’ın
diyerek isnâda verilen önemi vurgula­ 17. sûresinin adı da îsrâ’dır.
mışlardır. İsnadın bu denli öneminden
dolayı hadis rivâyet eden kimsele­ Cebrail (a.s.) Hz. Muhammed
rin hal ve gidişatları tespit edilmiştir. (a.s.)’i Burak adında bir binitle
Her bir râvi hakkında “ricâl kitapları” Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya
denen biyografik eserlerde bilgi veril­ götürmüş, oradan da birlikte semalara
miş; kimin güvenilir, kimin yalancı ya yükselmişlerdir. Peygamber, Sidretü’l-
da zayıf olduğu hususları hadis ilmiyle Münteha’ya ulaşmış ve miraç mucizesi
uğraşanların istifâdesine sunulmuştur. gerçekleşmiştir, (bk. Mirâc) (İ.K.)
Herhangi bir isnadda adalet ya da zabt İSRAF
yönünden tenkid edilen bir râvî bulu­ Sözlükte “aşın gitmek, gafil ve cahil
nuyorsa veya makbul nitelikteki rivâyet olmak, yanılmak” gibi anlamlara gelen
lafızları kullanılmamışsa, o isnad kabul israf, dini bir kavram olarak, insanın
edilmemiştir. (A.G.) sahip bulunduğu nimetleri gereksiz
İSPAT ve aşırı tüketmesi demektir. İslâm,
Sözlükte “sabit ve payidar eyle­ insanoğlunun yeme, içme ve harcama
mek, bir şeyin hakikatini anlayıp bil­ konusunda dengeli davranmasını iste­
mek, hapsetmek, teyit etmek, delil miştir. Bir âyette, “Ey Âdemoğulları,
getirmek” anlamlarına gelen ispat, bir her mescide gidişinizde temiz ve güzel
fıkıh terimi olarak, muhakeme usulün­ elbiselerinizi giyiniz. Yiyiniz, içiniz,
de, tarafların delil getirerek davalarının fakat israfetmeyiniz. Çünkü Allah israf
haklılığını ortaya koymaları demektir. edenleri sevmez” (A’râf, 7/31) buyrularak
İspat vasıtaları, şahitlik, yemin, yazılı israf yasaklanmış; başka bir âyette de,
vesika, ikrar, kuvvetli karine, bilirkişi “Elini bağlı olarak boynuna asma.
görüşü, keşif şeklinde sıralanabilir. En Onu büsbütün de açıp savurma. Sonra
genel anlamıyla ispat vasıtası şahitlik, kınanmış pişman bir halde oturup
ikrâr ve yemin olup, kural olarak, şahit­ kalırsın” (isrâ, 17/29) buyrulmak sure-

326
tiyle hem israftan, hem de cimrilikten İSRÂİLİYYÂT
kaçınılması öğütlenerek dengeli dav- “İsrâiliyye” kelimesinin çoğulu­
ranılması istenmiştir. Cimrilik, kişinin dur. Sözlükte “İsrâilî bir kaynaktan
nefsini meşru olan şeylerden yararlan­ aktarılan kıssa veya hâdise” anlamın­
maktan mahrum bırakmasıdır. İsraf ise dadır. “İsrâîl” kelimesi İbranice’dir.
gereğinden fazla harcama ve tüketimde “İsrâ”, kul, “îl” ise Allah demektir.
aşın gitmektir. İsraf, fert, aile ve top­ “İsrâîl”, Allah’ın kulu anlamına gelir.
lum hayatında onulmaz yaralar açar ve İsrâîl, Yakup (a.s.)’ın adıdır. Kur’ân,
toplumsal bozulma ve çürümeye götü­ Yahudilerden “Beni İsrâîl” (İsrail oğul­
rür. Bir müslüman dünya üzerindeki ları) şeklinde söz eder.
maddî ve mânevi imkân ve nimetleri Terim olarak İsrâiliyyât; İslâm’a,
kendisine emanet edildiği bilinciyle özellikle tefsîr ve hadis ilmine girmiş
tüketmeli, bu nimetler üzerinde kendi­ olan Yahudi, Hristiyan ve diğer dinle­
sinin olduğu kadar toplumun da hakkı re ait kültür kalıntılarıyla, dinin lehine
bulunduğunu unutmamalıdır. İsraf eden veya aleyhine uydurulmuş, Peygamber
kimseye müsrif denilir. (M.C.) (a.s.)’e, sahâbe ve daha sonra gelen
nesillere izâfe edilen her türlü haber­
İSRÂFÎL lere denir. İslâm’ın özüne ve ilkelerine
Allah’ın emri ile kıyamet kopacağı uymayan her şey bu kelimenin kapsa­
zaman sûra üflemekle görevlendirilen mına girer. Tefsîr ve hadise daha çok
İsrafil, dört büyük melekten biridir. Bir Yahûdi kültüründen girdiği için bu keli­
hadiste İsrâfîl, sahibu’l-karn (sûr’un me kullanılmıştır.
sahibi, borunun sahibi) olarak isim­ İsrâiliyyât, senet ve metin yönünden
lendirilmiştir (Tirmizî, Kıyamet, 8). İsrafil sahîh ve sağlam veya zayıf veya uydur­
sûr’u iki defa üfleyecektir. Birinci ma olabildiği gibi inanç, ibâdet, dinî
defa üfürdüğünde, göklerde ve yerde ahkâm, va’z ve nasihatla ilgili de ola­
bilir. İsrâiliyyât, İslâm’a uyup uyma­
bulunan her şey yok olacaktır: “Sûr ’a
ma bakımından üç kısımdır. İslâm’a
üfürüldüğü gün, Allah ’ın diledikleri
uygundur veya İslâm’a zıttır veya doğ­
müstesna, göklerde ve yerde bulunan­
rulama ya da yalanlama imkânı yoktur.
lar hepsi dehşete kapdır ve boyunla­ İslâm’a uygun olmayan söz, kıssa ve
rı bükük olarak O’na gelirler. ” (Nemi, haberlerin değeri yoktur. (İ.K.)
27/87); “Artık Sûr ’a bir defa üflendiği,
İSTİ’ZÂN
yeryüzü ve dağlar kaldırıp birbirine tek
“İzin” kökünden gelen isti’zân,
çarpışla çarpılıp darmadığın edildiği
izin istemek demektir. Bu kavram,
zaman, işte o gün olacak olur. (Kıyamet
Kur’ân’da 9 âyette geçmiş ve Uhud
kopar) ” (Hâkka, 69/13-15). İkinci defa üfür­
savaşı öncesi savaşa katılmamak için
düğünde, bütün insanlar tekrar dirile­ Allah’a ve âhiret gününe îmân etme­
cek ve mahşer yerinde toplanmak üzere yen, kalpleri kuşkuya düşmüş ve
sevk edileceklerdir: “Nihâyet sûr’a şüphe içinde bocalayıp duranların,
üfürülecek, bir de bakarsın ki onlar servet sahiplerinin ve münafıkların
kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine Peygamberden izin istediği, Allah’a
giderler. ” (Yâsîn, 36/51) (F.K.) ve âhiret gününe îmân eden, malları ve

327
canlarıyla cihad edenlerin izin isteme­ ilminde söz sanatlarından birinin adı­
diği (Tevbe, 9/44,45,83,86,93) mü’minlerin, dır. İstiâre teşbih (benzetme) sanatının
Hz. Muhammed (a.s.)’in yanına izin ana öğelerinden sadece biri ile yapılan
alarak girdikleri (Nûr, 24/62) bildirilmiştir. benzetmedir. Benzetme sanatında 4
Nûr sûresinin 58-59. âyetlerinde bu öğe vardır: 1- Benzeyen (müşebbeh)
kavram ile aile hayatında ana-baba ve 2- Kendisine benzetilen (müşebbehün
çocuklar arasında bir kural anlatılmış­ bih), 3- Benzetme edatı, 4- Benzetme
tır. Mü’minlere seslenen Yüce Allah, yönü (vechi’ş-Şebeh).
hizmetçilerin ve buluğa eren ve erme­ “Ali, parlaklıkta güneş gibidir.”
yen çocukların sabah namazından önce, (Ali ke’ş-Şemsi fî’z-ziyâi) cümle­
öğleden sonra istirahata çekilince ve si gibi. İstiâre’de; teşbih sanatında­
yatsı namazından sonra ana-babalannın ki ilk iki unsurdan sadece biri vardır.
yatak odalarına izin alarak girmelerini Kendisine benzetilen ile yapılan istiâre
emretmektedir. Bu üç vaktin dışında “açık istiâre” (tasrihiyye, müşarraha),
izin almadan girebilirler. Bir başkası­ benzeyen ile yapılan istiâre ise “gizli-
nın evine girebilmek için de izin alın­ kapalı istiâre” (mekniyye) adını alır.
ması gerekir. İzin; seslenerek, kapıya “Semanın kandilleri yanmıştı” cümle­
vurularak veya zil çalınarak alınır. İzin sinde açık istiâre vardır. Gökyüzündeki
verilirse selam verilerek girilir, izin yıldızlar kandillere benzetilmiş ancak
verilmezse girilmez (Nûr, 24/27-28). (İ.K.)
yıldızlar zikredilmemiştir. “Kandiller”,
İSTİÂNE kendisine benzetilen, “yıldızlar” ise
Dua, istemek ve yardım talep etmek benzeyendir. “Yürüyordum, ağlıyordu
anlamlarına gelen istiâne, terim olarak ırmaklar” cümlesinde kapalı istiâre var­
tek başına yapamayacağı bir işte baş­ dır. Irmaklar, insanlara benzetilmiştir.
kasından yardım talep etmek demektir. Kendisine benzetilen, “insanlar” düşü­
Bu yardıma maûnet denir. Aynı anlamı rülmüş sadece benzeyen “ırmaklar”
ifade etmek üzere, yardıma koşulması­ zikredilmiştir.
nı talep etmeye istinsâr, sıkıntıyı gider­ îstiâre sanatında mecazî anlam
meyi istemeye de istigâse denir. İstiâne da vardır. Bu sebeple istiâre, hakîkî
konusunda Kur’ân’da şöyle denilmek­ ma’na ile mecâzî ma’nâ arasındaki
tedir: “(Rabbimiz!) Ancak sana kulluk alâka müşâbehet olan sanattır diye
ederiz ve yalnız senden yardım is teriz.,‘> de tanımlanır. “Mecâz”, “teşbih” ile
(Fâtiha, ı/5); “Kullarım sana beni sordu­ eşleşmiş, ikisinden istiâre doğmuştur,
ğunda (söyle onlara): Ben çok yakınım. îstiâre, mecâz-i lüğüvîdir, alaka ise
Bana dua ettiği vakit dua edenin dileği­ muşâbehettir.
ne karşılık veririm. O halde (kullarım İstiârede bilinen bir şeyden bir keli­
da) benim davetime uysunlar ve bana me borç alınır, bilinmeyen şeye verilir.
inansınlar ki doğru yolu bulalar. ” Bununla amaç gizli ve açık olmayanı
(Bakara, 2/186) (bk. İstiğase) (F.K.) izah etmek, mübalâğa yapmak ve anla­
İSTİÂRE mı kuvvetlendirmektir.
Sözlükte “birinden ödünç bir şey îstiâre’nin aslî, tebeî, müreşşeha,
istemek” anlamına gelen istiâre belâgat mücerrede, temsiliyye, tahkikiyye,

328
tahyîliyye, tasrîhiyye ve mekniyye büyücülerin, hasetçilerin, insanlara
kısımları vardır. kötü düşünceler fısıldayan sinsi vesve-
Kur’ân’da birçok âyette istiâre sana­ secilerin şerrinden Allah’a sığınılması
tı kullanılmıştır. Meselâ; “(Zekeriyya), tavsiye edilmiştir.
Rabbim! dedi, baş ihtiyarlık aleviyle Kur’ân’da Musa (a.s.)’ın, hesap
tutuştu... ” (Meryem, 19/4) âyetinde ateşin gününe inanmayan mütekebbirlerden
ışığı, saçın beyazlığına benzetilmiştir. (Mü’min, 40/27) ve cahillerden olmaktan
Benzeyen “ateş (nâr) kelimesi zikre- (Bakara, 2/67); Nuh (a.s.)’in bilmediği bir
dilmemiştir, ancak buna “tutuşmak” şeyi Allah’tan istemekten (Hûd, ıı/47),
kelimesi delalet etmektedir. Bu istiâ­ Yusuf (a.s.)’ın kendisine yapılan zina
re, istiâre-i tasrîhiyye (açık istiâre) teklifinden (Yûsuf, 12/23) ve suçsuz bir
dir. “ihtiyarladım, saçlanm beyazladı” insanı cezalandırmaktan (Yûsuf, 12/79)
yerine “baş ihtiyarlık aleviyle tutuş­ Allah’a sığındığı bildirilmiştir.
tu” ifadesinin kullanılması, denilmek Bütün bunlardan anlaşılan o ki
istenileni daha beliğ bir şekilde ifâde insanın; hem kendisinin kötü ve haram
etmektedir. Bu cümle ile insan; yanan olan söz, fiil ve davranışlardan hem
ateşin alevini ve ihtiyar insanın beyaz de insan, şeytan ve diğer varlıkların
saçlarını gözünün önüne getirmektedir. şerrinden, hoşlanmadığı şeylerden ve
(İ-K.) sahip olduğu nimetleri kaybetmekten
İSTİÂZE Allah’a sığınması gerekmektedir.
Yegâne sığınılacak ve kendisi­
Sığınmak, korunmak ve sarılmak
ne sığınanları koruyabilecek olan
anlamındaki “a-v-z” kelimesinden türe­
Allah’tır. Bunun için mü’minin; her
yen istiâze; şeytanın ve kötü insanla­
söz, iş ve görevine Allah’ın adı ile
rın şerrinden, her türlü zarar, bela, âfet
başlar. “Eûzü billâhimineş-şeytâni ’r-
ve musibetlerden Allah’a sığınmak
racîm” (Kovulmuş şeytandan Allah ’a
demektir. “Teavvûz” ve “iltica’ ” ile
sığınırım) cümlesi ile Allah’a sığınır.
aynı anlamdadır.
Peygamberimiz Hz. Muhammed
Kur’ân’da istiâze; “eûzû billâhi”
(a.s.); nimet ve sıhhatin yok olmasın­
(Allah’a sığınırım) (Bakara, 2/67), “eûzü
dan, İlâhî azap ve gazaptan (Müslim, zikir,
bi’r-Rahman” (Rahman’a sığını­
96), delirmekten, hastalıklardan (Ebû
rım) (Meryem, 19/18), “eÛZÜ bî Rabbİ’l-
Dâvud, vitr, 32), cehennemden, zenginli­
felâk” (Sabah’ın Rabbına sığınırım)
ğin, kulak, göz, kalp ve cinsel organın
(Feiâk, 113/1), “eûzü bi Rabbi’n-nâs”
şerrinden (Ebû Dâvud, Deavat, 68, 74), açlık
(İnsanların Rabb’ına sığınırım) (Nâs, ve hıyanetten (Ebû Dâvud, vitr, 32), âcizlik,
114/1) ve “meâzallah” (Allah’a sığını­ tembellik, korkaklık, bunaklık ve cim­
rım, Allah korusun) (Yûsuf, 12/31,58) cüm­ rilikten, kabir azabından, hayat ve ölüm
leleri ile ifade edilmiştir. fitnesinden, ağır borçtan, düşmanların
Kur’ân okunacağı zaman (Nahi, 16/98) galip gelmesinden (Buhârî, Deavat, 35), can­
ve şeytan kötü bir düşünce telkin ettiği lıların ve her şeyin şerrinden (Müslim,
zaman (A’râf, 7/200) Allah’a sığınılması zikr, 6i, 62), zulmetmekten ve zulme
emredilmiştir. Felak ve Nâs sûrele­ uğramaktan (Ahmed, v, 19i) sapmaktan ve
rinde; yaratıklann, karanlık gecelerin, saptırmaktan (Ebû Dâvud, Edeb, 103), küfur-

329
den (Nesâi, istiaze, 16), huyların, amellerin sızıntısı abdesti bozar. Bu nedenle,
ve arzuların kötüsünden (Tirmizî, Deavat, sızıntı olmaması, idrarın iyice boşal­
126), boğulmaktan, yanmaktan (Nesâi, ması için beklemek, biraz hareket
İstiaze, 61) ve kederden (Buhârî, Deavat, 36) etmek, yürümek veya öksürmek yerin­
Allah’a sığınmıştır. de olur. Küçük abdestini bozduktan
Namaz dışında Kur’ân okumaya sonra hemen abdest alınmayacak olsa
başlarken, namaz içinde ‘sübhâneke’ da, istibrâ yapılması gerekir. Zira istib-
duasından sonra, ‘besmele’den önce ra yapılmadığında geriye kalan idrar
‘eûzü’ çekilmesi sünnettir. Atâ İbn Sirîn sızarak elbiseyi kirletebilir. (İ.P.)
ve Nehâî gibi bazı âlimler Nahl sûresi­ İSTİDLÂL
nin 98. âyetindeki “Kur ’ân okuduğun Bir fıkıh kavramı olarak istidlâl,
zaman Allah ’a sığın (eûzü çek)” emri­ delil getirmek, delil göstermek anla­
ni vücûb kabul ederek Kur’ân okumak mına gelmektedir, (bk. Delîl, Delâlet)
isteyen kimsenin mutlaka eûzü çekmesi (I-P.)
gerektiğini söylemişlerdir.
ÎSTİDRÂC
Kur’ân okumaktan maksat, Kur’ân’ı
anlamak, emir ve yasaklarına uymaktır. “Dere” kökünden türemiş bir kav­
Kur’ân okumaya başlanacağı zaman ram olup derece derece yükselmeye
“istiâze” emredilmesi buna yöneliktir. çalışmak demektir. Ancak bu yüksel­
Şeytan’ın vesvesesinden kurtulmak, me düz bir satıh üzerinde değil de tıpkı
Kur’ân’ı iyi düşünüp anlayabilmektir. bir merdivenin basamaklarında yüksel­
mek anlamına gelmektedir. Istılahta ise
Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm
istidrac, inkârcılann tedricî olarak fela­
cümlesi Kur’ân’dan bir âyet değildir.
kete yaklaştırılırken geçici bazı başa­
Bu cümlenin dayanağı Nahl sûresinin
rılar kazanması anlamına gelmektedir.
98. âyetidir. (Î.K.)
Allah’ın emir ve yasaklarını hiçe sayıp
İSTÎBRÂ inkâr edenlerin rızıkları hemen kesil­
Sözlükte “idrar ve necasetten temiz mez ve onlar helâk da olmazlar. Tersine
olmak, kurulanmak, borç ve günahtan Allah onların bir kısmına bolca imkân
beraetini istemek, hayız müddeti geçin­ ve nimet vermesine karşılık onlar şıma­
ceye kadar kadına yaklaşmamak” gibi rırlar. Sonra Allah’ın azabı bilmedikleri
anlamlara gelen istibrâ, bir fıkıh teri­ bir taraftan ansızın kendilerine gelir ve
mi olarak, özellikle erkeklerin küçük helâk olurlar. îşte bu duruma “istidrac”
abdest bozduktan sonra, idrar yolunda denir. “Ayetlerimizi yalanlayanları,
kalabilecek idrar damla ve sızıntıları­ hiç bilmeyecekleri yerden yavaş yavaş
nın tamamen kesilmesi için bir süre helâka götüreceğiz. ’’ (A’râf, 7/182). Çoğu
bekleme ve daha sonra bu sızıntıların zaman kul bu gidişini kendi menfaatine
temizlenmesini ifade eder. uygun bir gelişme ve ilerleme zannet­
İslâm’ın beş temel esasından biri mektedir. Oysaki bu durum onun için
olan namazın şartlarından ikisi, hükmî felaket ve helâke sürüklenmekten başka
kirlilik olan hadesten ve maddî pis­ bir şey değildir. Fakat onlar bunun far­
lik olan necasetten temizlenmektir. kında değildir. Konu Kâlem sûresinde
Herhangi bir özür bulunmaksızın idrar de şöyle açıklanmıştır. “(Rasûlüm!)

330
Sen bu sözü (Kur "ân ’ı) yalan sayanı ları azaltmaya gayret etmesi demek­
bana bırak (kendini üzme). Biz onları, tir. Aynı kökten gelen “Gufran” ve
bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş “Mağfiret” kelimeleri, Allah’ın kulun
azaba yaklaştırıyoruz. Onlara mühlet hata ve günahlarını örtmesi, ona azap
veriyorum. Doğrusu benim tuzağım çok etmemesi, günahlarını bağışlaması
sağlamdır. ” (Kâlem, 68/44-45) (F.K.) anlamına gelir. İstiğfar ile “günahtan
vazgeçme” anlamına gelen tevbe ara­
ÎSTİFTÂ
sında bazı farklar vardır. Kişi ancak
Fıkhî bir meselenin dinî-hukukî kendi günahından dolayı tevbe edebilir­
hükmünün açıklanmasını istemek, ken, başkalarının günahından dolayı da
fetvâ sormak demektir, (bk. Fetvâ) istiğfar edebilir. Yani başkasının affını
(Î.P) Allah’tan dileyebilir. Allah’ın güzel
ÎSTİĞÂSE isimlerinden olan “gaftır” ve “gaffar”,
Sözlükte “yardım istemek” anla­ günahları örten, bağışlayan, affeden
mına gelen istiğâse, tasavvufta, müri­ demektir (bk. Gafir). Kur’ân’da pek
din sıkıntılı durumlarda şeyhinden ve çok âyette istiğfarda bulunmak emre­
zamanın kutbundan himmet etmesini dilmiş, Allah’ın mağfiret edici olduğu
dilemesi demektir. Kendisinden yar­ ısrarla vurgulanmış, özellikle seher
dım istenen kimsenin, yardım istenilen vakitlerinde olmak üzere istiğfar eden­
konuda gerekli yardımı yapabilecek ler övülmüştür (Meselâ bk. Âl-i İmrân, 3/17;
güçte olması gerekir. Bu sebeple beşer ez-Zâriyât, 51/18). (M.C.)

kudretinin üstünde olan bir şeyi insan­ ÎSTÎĞNÂ


lardan istemek caiz olmaz. Kur’ân’da, Zengin olmak ve bir şeyle iktifa
"‘iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın ” edip başkasına muhtaç olmamak anla­
(Mâide, 5/2) buyrulmak suretiyle mü’min- mındaki “ğınâ” kelimesinden türeyen
lerin birbirlerine yardımcı olmala­ istiğnâ sözlükte; zenginlik istemek,
rı emredilmiştir. Yardım, Cenab-ı zengin olmak ve kendini kendine yeter­
Hak’tandır; mürşid, şeyh vb. kimseler­ li görmek demektir.
den değildir. Burada mürşidden isteni­
Bu kelime Kur’ân’da 4 âyette geç­
len duadır. Bu itibarla ister ölmüş olsun
miştir. Bu âyetlerden biri Allah ile,
ister yanımızda hazır bulunsun veya
diğerleri insanlarla ilgilidir. Allahsın
bulunmasın, sâlih olsun veya olmasın
istiğnâsı; insanların îmân ve ibadet­
herhangi bir kimseden Allah’tan iste­
lerine ihtiyacının olmamasıdır (Teğâbün,
nilecek bir şeyi istemek îslâm inancına
64/6). İnsanın istiğnâsı ise kendi­
aykırıdır. (M.C.)
ni yeterli görmesi, büyüklenmesi,
İSTİĞFAR Allah’ın kulu ve yaratığı olduğunu
Sözlükte “örtmek, örtbas etmek” unutması, bu yüzden îman ve ibâdete
anlamına gelen istiğfâr, dinî bir kav­ Allah ve Peygambere itâate tenezzül
ram olarak, hata ve günahların Allah etmemesidir. İnsanın azmasının sebebi
tarafından af ve mağfiret edilmesini de kendini müstağni görmesidir. (Aiak,
istemek; kulun işlediği iyi ve güzel 96/7) “Men istağnâ” (kendini zengin ve
amelleri azımsayıp bunları artırmaya yeterli görüp Allah’a tenezzül etmeyen)
çalışması, günahlarını çok bulup bun­ İfadesi, (Abese, 80/5; Leyi, 92/8) İki âyette

331
kâfir insanı zemmeden bir nitelik ola­ Hz. Peygamber, istihârede şöyle dua
rak zikredilmiştir. Zıddı, hak dini tasdik edilmesini tavsiye etmiştir:
eden, muttaki ve Peygamberin daveti­ “Allahım! Senden, ilminle hak­
ne koşan ve Allah’tan korkan mü’min kımda hayırlı olanı bana bildirmeni,
insandır (Abese, 80/8-9; Leyi, 92/5-6). (İ.K.) kudretinle bana güç vermeni istiyo­
İSTİĞRAK rum. Senin büyük fazlu kereminden
ihsan etmeni istiyorum. Senin her şeye
Sözlükte “dalmak, gark olmak, bat­
gücün yeter, ben ise âcizim; sen her
mak, bir şeyi baştan aşağı kaplamak”
şeyi bilensin, ben ise bilmem; çünkü
anlamına gelen istiğrak tasavvufta,
sen bütün gizli şeyleri en iyi bilen­
kulun Allah’tan başka her şeyden ilgi­
sin. Allâh’ım! Yapmayı düşündüğüm
sini kesip yalnızca Hakk’a bağlanması,
bu iş, benim dinim, yaşayışım, dün­
maddî âlem ve mâsivâ hakkında hiç­
yam ve âhiretim bakımından hakkım­
bir his, idrak ve şuura sahip olmaması
da hayırlı olacaksa, bunu bana takdir
neticesinde vecde ve hale dalması anla­
eyle, onu bana kolaylaştır, uğurlu ve
mında kullanılır. Bu halde olana mus-
bereketli eyle! Yok eğer bu iş, benim
tağrak denir. (M.C.)
dinim, yaşayışım, dünyam ve âhiretim
İSTİHÂRE bakımından kötü ise, onu benden, beni
Sözlükte “hayır ve iyilik istemek, ondan uzaklaştır. Hayır nerede ise, onu
bir şey hakkında hayır talep etmek” bana takdir et ve onunla beni hoşnut
anlamlarına gelen istihâre, bir kimse­ eyle!” (Buhârî, Teheccüd, 25)
nin yapmayı istediği bir şeyin kendisi İbadet ve sevap işlemek gibi iyi
için hayırlı olup-olmayacağını Allâh’ın olduğu, haram ve günah gibi kötü oldu­
kendisine bildirmesi maksadıyla yat­ ğu bilinen şeylerde istihâre yapılmaz.
madan önce iki rek’at namaz kılarak İstihâre, yapılmasının doğru olup-olma-
Allâh’a dua etmesidir. dığında tereddüt edilen şeylerde yapı­
İnsanlar, bazen kendileri için önem­ lır ve yedi kere tekrarlanır. îstihâreden
li bir karar verecekleri veya bir seçim sonra, insanın gönlüne bir açıklık gelir
yapacağı zaman dünya ve âhiret bakı­ ve ilk defa kalbe doğan şeyin hayırlı
mından kendileri için hangisinin daha olduğu kabul edilerek ona göre hareket
hayırlı olacağını kestiremezler. Bunu edilir. Çeşitli nedenlerle istihare nama­
anlayabilmek için istihâre ederler ve zının kılınamaması halinde, sadece
Allâh’tan yardım dilerler. Bu bakım­ duası okunmakla yetinilir. (İ.P.)
dan istihâre, bir bakıma yapılacak işin İSTİHÂZE
hayırlı olmasını; hayırlı ise gerçekleş­ Kadınların görmüş oldukları âdet
mesini Allâh’tan dilemek ve O’ndan ve loğusalık kanı dışında, rahim içi
tercih konusunda yardım istemek damarlardan bir hastalık veya yapısal
demektir. bozukluk sebebiyle gelen kana istihâze
İstihâre namazı menduptur. denir. Daha genel bir ifadeyle, bayanla­
Namazın birinci rekatında Fatiha’dan rın âdet ve loğusalık dışındaki kanama­
sonra Kâfirûn sûresi; ikinci rekatında larının tümüne verilen addır. Âdet çağı
Fatiha’dan sonra îhlas sûresi okunur. içerisinde bulunan bayanların (yakla­
Namazdan sonra istihâre duası yapılır. şık 9-55 yaş arası), üç günden az ve on

332
günden fazla gördüğü, doğum yapan veya maslahattır. İstihsân, dayanağı
loğusanın 40 günden fazla gördüğü, bakımından, genel olarak ikiye ayrılır;
9 yaşından küçük kızlann veya mena- kapalı kıyas sebebiyle istihsân, şer’î bir
poz dönemindeki kadınların gördükleri delil sebebiyle istihsân.
kanlar istihâze kanıdır. Kapalı kıyas sebebiyle istihsân;
îstihâze kanı, hayız ve nifas gibi hakkında birbiriyle çatışan ve biri açık
büyük hades kabul edilmemiştir. diğeri kapalı iki kıyas imkânı bulunan
Dinmeyen burun kanaması, bir yaradan meselede gerçekleşir. Bir konuda ilk
kan sızması, idrar tutulamaması gibi bakışta akla bir hüküm gelir, ancak bu
özür olarak sayılmıştır. Diğer özürlüler konuda tesir bakımından daha kuvvetli
gibi, her vakit için abdest alır; bundan gizli bir kıyas daha mevcuttur. İşte bu
başka abdest bozan bir hal meydana
gizli kıyasa göre hüküm vermeye istih­
gelmedikçe bu abdestle o vakit içerisin­
sân denir. Bu şekilde istihsân yoluyla
de dilediği gibi namaz kılar, Kur’ân-ı
verilen hüküm daha kuvvetli olmakla
Kerim okur, Kabe’yi tavaf eder. Ayrıca
birlikte benzeri her mesele için geçerli
bu durumdaki kadın, orucunu tutmaya
değildir. Meselâ, vakfedilen bir mal,
devam eder. (İ.P.)
ilk bakışta satım akdine benzemekte­
İSTİHSÂN dir. Buna göre kişi irtifak haklannı ken­
Sözlükte “güzel saymak, bir şeyi dinde bırakarak satış yapabilir. Ancak,
güzel görmek” anlamlarına gelen vakıf malları menfaatlerinden istifade
istihsân, fıkıh usulünde, müçtehidin edilmek amacıyla vakfedilirler. Bu
daha kuvvetli gördüğü bir delil veya yönüyle de kiraya benzerler. Halbuki
bir husustan dolayı, bir meselede ben­ kira akdinde, irtifak hakları olmadan
zerlerine verdiği hükümden vazgeçip istifade etmek mümkün olmadığı için,
başka bir hüküm vermesidir. Bazen bu hakların istisna edilerek kiralama
bir mesele nassların genel çerçevesi­ caiz değildir. îşte vakfın ilk bakışta
ne veya mezhepte yerleşmiş genel bir
benzediği satım akdine göre hüküm
kuralın kapsamına girmekle birlikte,
vermeyip, kiraya kıyaslanarak irtifak
buna göre hüküm vermeyi engelleyen
haklarının istisnasının caiz olmayaca­
başka bir gerekçe veya delil bulunur.
ğına hükmetmek böyle bir istihsândır.
İşte müçtehidin bu ikinci delile daya­
narak, genel kaideye göre hüküm ver­ Şer’î bir delil sebebiyle istihsânda,
mekten vazgeçip, ikinci delile göre kıyasın illeti ile, şer’î bir delil arasında
hüküm vermesine istihsân denir. Bu çelişki vardır. Kıyasa göre verilecek
yolla sabit olan hükme, kıyasa aykırı hüküm, nass, icma, örf, maslahat gibi
olarak sabit olmuş hüküm denir. bir delile aykırı düşmektedir. Müçtehit
Müçtehidin kıyasa göre veya genel bu delili esas alarak, kıyası terk eder.
kurala uygun olarak hüküm vermek­ Meselâ, kural olarak mevcut olmaya­
ten vazgeçip başka bir hüküm ver­ nın satımı caiz değildir. Ancak mevcut
mesinin dayanağını teşkil eden delile, olmayanın satımı anlamına gelen selem
vechü’l-istihsân denir. Bu gerekçe, ya akdi hadis ile istisnâ edilmiştir. îşte bu
bu konuda mevcut özel bir nasstır ya hadis sebebiyle, kaideye muhalif olarak
da bir icmâ, zarûret, kapalı kıyas, örf selem akdi caiz görülür.

333
îstihsân, îslâm hukukunun esnek İSTİKAMET
yapısını gösteren önemli bir metottur, Sözlükte “kalkmak, ayakta durmak,
îstihsân, îslâm hukukçularının kaide ve düzeltmek, bir iş mutedil olmak, devam
şeklî şartlara boğulup kalmadan, gerek­ ve sebat etmek, bir işi üzerine almak,
tiğinde genel kaideyi terk etmeyi haklı hak zuhur etmek, sabit olmak” anlam­
kılacak yeni kaideler üretebildikleri- larındaki “k-v-m” kökünden gelen
nin, böylece hukuk kuralları ile hayat istikâmet doğru ve mutedil olmak
ve ihtiyaçlar arasında uyum sağlamaya demektir. Eğri olmanın zıddıdır.
çalıştıklarının açık bir göstergesidir. Din ıstılahında istikâmet; hakka tabi
(Î.P.) olmak, adâleti yerine getirmek, doğru
İSTİHZA yola girmek, itaat olan şeyleri yapıp
isyân olan şeylerden sakınmak, verdiği
Sözlükte “alay etmek” anlamına
sözü tutmak ve haktan meyletmemek
gelir. Kur’ân’da ‘"inananların kardeş demektir. Bu kimseye ve hiçbir yerinde
olduğu” bildirilmiş ve İslâm kardeşli­ meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz
ğine ters düşecek her türlü davranıştan ve dosdoğru şeye müstakim denir.
uzak durulması ısrarla istenmiştir. Bir
Müstakim kelimesi Kur’ân’da; tartı­
âyette, “Ey îmân edenler! Bir topluluk nın (îsrâ, 17/35), Allah yolunun (Şûrâ, 42/52)
diğer bir toplulukla alay etmesin; olur ve Allah yoluna giren insanın sıfatı
ki, alay edilenler alay edenlerden daha olarak kullanılmıştır. îbn Abbas’ın
hayırlı olabilirler. Kadınlar da kadınla­ beyanına göre îslâm Dini de “Sıratı
rı alaya almasınlar; olur ki, alay edilen Müstakim” olarak ifade edilmiştir.
kadınlar alay edenlerden daha hayırlı (Î.K.)
olabilirler. Birbirinizi ayıplamayın ve İSTÎKBÂL-Î KIBLE
birbirinize kötü lakaplar takmayın,
Kelime olarak “Kıble’ye yönelmek”
imândan sonra /âşıklıkla adlanmak
anlamına gelen istikbâl-i kıble, nama­
ne kötü isimdir. Kim tevbe etmezse, zın şartlarından olup namazı kıbleye
işte onlar zâlimlerin ta kendileri­ yönelerek kılmak demektir.
dir” (Hucurât, 49/11) buyrulmak suretiyle Müslümanların kıblesi, Mekke’de
mü’minlerin birbirleriyle alay etmele­ bulunan Kâbe’dir. Namazların Kabe
ri yasaklanmıştır. Bir başka âyette ise cihetine yönelerek kılınması gerekir.
‘/İnsanları) diliyle çekiştiren, kaş ve Mekke’de bulunup da Kâbe’yi gören
gözüyle işaretler yapıp alay edenlerin kimse bizzat Kâbe’nin kendisine
vay haline!” (Hümeze, 104/1.) buyrulmuş- yönelir. Kâbe’yi görmeyen kimse ise,
tur. însan onurunu rencide eden her Kâbe’nin bulunduğu tarafa yönele­
türlü söz ve davranış İslâm’da yasak­ rek namazını kılar. Kur’ân’da, “(Evet
lanmıştır. Ayrıca Kur’ân’da inançlarla Resulüm!) Nereden yola çıkarsan çık
ve mukaddes değerlerle alay edenler (namazda) yüzünü Mescid-i Haram ’a
de yerilmiştir (Bakara, 2/206; Münâfikûn, 63/5- doğru çevir. Nerede olursanız olun,
6; Tevbe, 9/79,124-125-127; Muhammed, 47/16). yüzünüzü o tarafa çevirin. ” buyurul-
(M.C.) mUŞtur (Bakara, 2/149, 150).

334
Kıblenin ne tarafta olduğunu bilme­ Kâbe’yi tavafa Hacerü’l-Esved’in
yen kimsenin, yanında kıble yönünü bulunduğu RüknüT-Yemânî köşesin­
bilen birisi varsa ona sorması gerekir. den başlanır. Tavafa başlamadan önce,
Sormadan kılar ve sonra da yanlış yöne hangi tavafın yapılacağına niyet edilir,
kıldığını öğrenirse namazını yeniden Hacerü’l-Esved istilâm edilir ve Kâbe
kılması gerekir. Yanında soracak kimse sol tarafa alınıp dua okuyarak tavafa
bulunmuyorsa, güneş, yıldız gibi bir­ başlanır. Hatîmin dışından, Kâbe’nin
takım doğal alametlere bakıp araştıra­ etrafı dolaşılır. Hacerü’l-Esved’in hiza­
rak bir yön belirler ve namazını kılar;
sına gelindiğinde, tekrar istilâm edilir.
kapıları çalarak sorması gerekmez.
Hz. Peygamber, tavaf ederken bazen
Namazı kıldıktan sonra, yanlış yöne
Hacerü’l-Esved’i öpmüş, bazen eliyle
kıldığını öğrenirse yeniden kılmasına
dokunmuş, bazen de eliyle veya elin­
gerek yoktur. Namaz kılarken kıblenin
başka bir yön olduğunu öğrenen kişi, deki asasıyla selamlamıştır (Buhârî, Hac,
şâyet bir araştırmayla bu yöne dönmüş­ 57-62). Hacerü’l-Esved’i öpmek, müm­

se, namazını bozmadan o yöne döner. kün değilse işaret ederek selamlamak
sünnettir. Fakat öpmek için zorlaya­
Kâbe’nin bulunduğu noktadan 450
sağa ve sola sapmalar kıbleden sapma rak insanlara zarar vermek, incitmek
sayılmaz. Bundan daha fazla sapmalar caiz değildir. Yaklaşmak için insan­
ise, kıbleye yönelme şartını aksatır. Bir ları itip kakmaya gerek yoktur. Hz.
kimse namazda iken, bir özür olmaksı­ Peygamber’in de yaptığı gibi işaretle
zın göğsünü kıbleden çevirirse, namazı selâmlamak yeterlidir.
bozulur. Hastalık veya düşman korkusu Hacerü’l-Esved’i istilâm etmek,
gibi bir sebeple kıbleye yönelemeyen Allâh’a beyat etmek gibi kabul edil­
kimse, gücü yettiği tarafa doğru nama­ miştir. İstilâm eden sanki, Allâh’a karşı
zını kılar. (İ.P.) bezm-i elestte vermiş olduğu sözünü
İSTİKBAR yenilemiş ve elini Hacerü’l-Esved’e
Kibirlenmek, büyüklenmek demek­ dokundurmakla Allâh’a bağlılık yemi­
tir. (bk. Kibir) (İ.K.) nini tazelemiş olur. (İ.P.)
İSTİKRAZ İSTİMLÂK
İstikrâz borç almak, borç istemek Özel mülkiyete ait bir gayr-i men­
anlamına gelen bir kavramdır, (bk. kulü (bina, arsa, akar) Devlet/Kamu
Karz) (İ.P.) mülkiyeti haline getirmek anlamı­
İSTİLÂM na gelen hukukî bir terimdir. Malın
Sözlükte “selâmlamak, başak çık­ korunması İlâhî dinlerin, gözetilmesi­
mak” anlamlarına gelen istilâm, dinî bir ni öngördüğü beş temel husustan biri
kavram olarak, Kâbe’yi tavaf ederken olmakla birlikte; zaruret ve genel ihti­
Hacerü’l-Esved’i öpmek, yaklaşmak yaç sebebiyle, özel mülkiyete ait bir
mümkün olmaması halinde HacerüT- taşınmaz mal, Devlet tarafından bedeli
Esved’e karşı el kaldırıp işaret ederek verilmek sûretiyle kamusal mülk haline
selamlamak demektir. getirilebilir. (Î.U.)

335
İSTİMNÂ kapalılık yönünden delaletini, delalet
İstimnâ mastürbasyon, kişinin kendi ettiği umum ve hususunu anlama esa­
kendini tatmin etmesi, el ile tatmin sına dayanır, (bk. Delâlet, İçtihât) (Î.P.)
manasına gelmektedir. İslâm meşru İSTİNCÂ
yollarla nefsini tatmin etmesi için evli­
Sözlükte “taharetlenmek, kurtul­
liği teşvik etmiş, zinâ ve diğer gayri
mak, kurtuluşunu istemek, yüksek
meşru yollan ise yasaklamıştır. Diğer
yerin arkasına gizlenmek, ağaçtan
taraftan harama götüren yolları tıka­
yemiş devşirmek” gibi anlamlara gelen
mış ancak, zorda kalanların kötüden
hafif olanını tercih etmelerine müsaade istincâ, dinî bir kavram olarak, abdest
etmiştir. Bu sebeple, Hanefî mezhebi­ bozduktan sonra necasetin izalesi, taha­
ne göre, istimnânın zevk için yapılması ret anlamına gelmektedir.
tahrimen mekruh kabul edilmiş; ancak Necasetten temizlenmek namazın
zinaya düşme tehlikesi bulunduğunda, şartlarından biridir. İslâm dini temiz­
aşırıya kaçmamak şartıyla caiz görül­ liğe büyük önem vermiştir. Yüce
müştür. (İ.P.) Allâh, "Orada temizlenmeyi sevenler
İSTİNBAT vardır. Allâh da çokça temizlenenleri
Sözlükte “kuyu kazmak suretiy­ sever” buyurmaktadır (Tevbe, 9/ıos). Hz.
le su çıkarmak, çalışıp düşünerek bir Peygamber de, "Temizlik îmânın yarı­
şeyi meydana çıkarmak, gizli ve örtülü sıdır” buyurmuştur (Müslim, Tahare, 1). Bu
bir şeyi ortaya çıkarmak” anlamlarına sebeple, toplum ve kişilerin sağlığı,
gelen istinbat, bir fıkıh terimi olarak, sosyal ilişkiler açısından, çevre temiz­
nasslardan hüküm çıkarmak anlamına liği, beden ve elbise temizliği tavsiye
gelmektedir. İstinbat tabiri Kur’ân-ı edilmiş, günde beş defa kılınan namaz
Kerim’de de, bu manaya uygun olarak, için bu temizlik şart koşulmuştur. Bu
kapalı, düşünmeye muhtaç bir haber çerçeveden olmak üzere, abdest boz­
üzerinde düşünerek kastedilen mana­ duktan sonra, bedene bulaşan necase­
ya ulaşmak anlamında kullanılmıştır tin temizlenmesi ibadetin sıhhati açı­
(Nisâ 4/83). sından önem taşımaktadır. Aslolan bu
Fıkıh usulünde, deliller ikiye ayrı­ temizliğin su ile yapılmasıdır. Su ile
lır; nasslar ve nass olmayanlar. Nasslar temizlik îslâm toplumlarının en belir­
Kur’ân âyetleri ve Hz. Peygamber’in gin özelliklerinden birisi olduğundan,
hadisleridir. Nass olmayanlar ise, Batıklar tarafından da hayranlıkla
kıyas, istihsan, örf gibi delillerdir. karşılanmıştır. Taharet için su bulun­
Esasen fıkıhta her türlü istinbat Kur’ân madığında, imkânlar ölçüsünde uygun
ve sünnete dayanmaktadır. temizlik araçlarıyla taharet yapılmalı­
Nasslardan hüküm çıkarma metotla­ dır. Su ile temizlik yapıldıktan sonra,
rı iki grupta toplanır; manevî metotlar, avret yerinin bez veya tuvalet kağıdı ile
lafzî metotlar. Manevî metotlar, kıyas, kurulanması sağlık ve temizlik açısın­
istihsan, mesâlih-i mürsele, zerâyi dan daha uygundur. Temizlik sol el ile
gibi, nass olmayan delillerden hüküm yapılmalı, tuvalete girmeden ve çıktık­
çıkarma yollarıdır. Lafzî metotlar ise, tan sonra ellerin sabunla yıkanmasına
nassların lafızlarını, bunların açıklık dikkat edilmelidir. (İ.P.)

336
İSTİNKÂ amel işleyenlerin zıddı olarak zikredil­
Sözlükte “tertemiz, pak olmayı miştir. (İ.K.)
istemek” anlamına gelen istinkâ, dinî İSTİNŞÂK
literatürde, taharetlenirken hiç pislik Sözlükte “su ve benzeri şeyle­
kalmadığına kanaat getirinceye kadar ri burna çekmek” anlamına gelen
temizlenmeyi, ayrıca erkeklerin istib- istinşâk, dinî bir kavram olarak, abdest
râ yapmasını ifade eder. Temizliğin en veya gusülde burna su çekmek demek­
güzel bir şekilde yapılması için, su ile tir.
iyice taharetlendikten sonra, avret yeri­
Hanefîlere göre istinşâk guslün
nin bir bez parçası veya tuvalet kağı­
farzlarındandır. İstinşâkta mübalâğa
dıyla kurulanması gerekir.
etmek ve üç defa tekrar etmek ise sün­
Klasik fıkıh kitaplarında kağıdın nettir. Abdestte burna su çekmek ve
eğitim ve ilim aracı olduğu için taha­ bunu üç defa yapmak sünnettir. İstinşâk
retlenmede kullanılması hoş karşılan­ yapılırken sağ el ile burna su verilir, su
mamıştır. Ancak bu, o günün imkân­ burna çekildikten sonra, sol el ile süm-
larına göre kâleme alındığından günü­ kürülerek iyice temizlenir. Her burna
müz için geçerlilik arz etmemektedir. su çekişte yeniden su alınması gerekir.
Günümüzde özellikle bu iş için kulla­ (İ-P-)
nılmak üzere tuvalet kağıtları imal edil­
İSTİRCÂ
mektedir ve bunlann ilim ve eğitim için
kullanılması da söz konusu değildir. Dönmek anlamındaki “rücû” keli­
Bu itibarla, tuvalet kağıdının taharette mesinden türeyen istircâ sözlükte;
kullanılmasında dinen bir sakınca yok­ geri dönmek, verdiği şeyi geri almak
tur. Ancak Batı toplumlarında olduğu demektir. Din ıstılahında; bir musibe­
gibi, sadece tuvalet kağıdı ile temizlen­ te uğrayan, bir ölüm haberini duyan
mek yeterli değildir. Su ile de temizlik kimsenin, “innâ lillâhi ve innâ ileyhi
yapılmalıdır. Ayrıca tuvalete girme­ râciûn” (Biz Allah’ın kuluyuz. O bizi
den ve çıktıktan sonra ellerin sabunla vâretti ve biz tekrar O ’na döneceğiz)
yıkanması temizlik ve sağlık açısından cümlesini söylemesine denir. İstircânın
önem taşımaktadır. Tuvalette necasetin dayanağı şu âyettir: “....Sabredenleri
elbiselere ve çevreye sıçratılmaması da müjdele ki onlara bir musibet isabet
sağlık ve temizlik açısından önemlidir. ettiği zaman “innâ lillâhi ve innâ iley­
(İ-P.) hi râciûn derler.” (Bakara, 2/155-156)
İSTİNKÂF İstircâ eden, Allah’ın hükmüne
îmtina etmek, çekinmek, tenezzül itiraz etmeden râzı olduğunu, O’nun
etmemek demektir. Kur’ân’da iki âyet­ iradesine boyun eğdiğini ve kulluğunu
te geçmiş ve Allah’a îmân, ibâdet ve ikrar etmiş olur.
itâatten çekinmek anlamında kullanıl­ Musibetlere uğrayıp istircâ eden
mıştır. Peygamber ve Allah’a yaklaştı­ kimseye Allah’ın musibetle kaybet­
rılmış meleklerin Allah’a kul olmaktan tiği şeyden daha hayırlısını vereceği­
çekinmedikleri bildirilmiştir. (Nisâ, 4/172- ni Peygamberimiz (a.s.) bildirmiştir
173) İstinkâf edenler, îmân edip sâlih (Müslim, Cenaiz, 2) (İ.K.).

337
İSTİSKÂ İSTÎŞÂRE
Sözlükte “birinden su isteme, bede­ Sözlükte “birine bir konuyu danış­
nin herhangi bir yerinde su birikmesi mak, görüşünü sormak” demektir.
şeklindeki hastalık ve bu hastalığa “Şûra” ve “müşâvere” kelimeleri ile eş
yakalanma” gibi anlamlara gelen istis- anlamdadır.
kâ, dinî bir kavram olarak, yağmur İşleri danışarak yapmak İslâm’ın
yağması için istiğfarda bulunup, dua temel ilkelerinden biridir. Kur’ân’da
etmek demektir. Hz. Muhammed (a.s.)’e, dolayı­
Bir bölgede kuraklık olması halin­ sıyla bütün mü’minlere hitâben;
de, o bölge sakinlerinin topluca açık (((Yapacağın) iş (ler) hakkında onla­
bir alana çıkıp tövbe-istiğfardan sonra, ra (ashabına) danış. Azmedip karar
Allâh’tan bolluk ve berekete vesile ola­ verince de Allah "a dayanıp güven... ”
cak yağmur göndermesini istemeleri, (Âi-i imrân, 3/159) buyurulmuştur.
bunun için dua etmeleri sünnettir. Bu Peygamberimiz (a.s.), bu emre uyarak
duaya yağmur isteme anlamına gelen yapacağı işleri ashabı ile görüşmüş,
istiskâ duası denir. Üç gün ardarda onların fikirlerini almış, alınan karar­
yağmur duasına çıkılması müstehaptır. ları uygulamıştır. Mesela Uhud savaşı­
Hz. Peygamber, bizzat kendisi yağ­ nı, müdafaa veya meydan savaşı yapma
mur duası etmiş, ayrıca kuraklıktan konusunda arkadaşlarına danışmış,
sıkıntıya düşüldüğünde yağmur dua­ kendi fikri, Medine’de kalıp savunma
sında bulunulmasını tavsiye etmiştir savaşı yapmak olduğu halde, istişâre
(Buhârî, îstiskâ, 6; Müslim, îstiskâ, 2, 8; Ebû Dâvûd, sonucu sahâbenin çoğunun görüşüne
Salât, 260). uyarak Medine dışına çıkılması kararını
Duaya çıkmadan önce küsler barış­ uygulamıştır. Halifeler de Peygamberin
tırılır, yetimler ve yoksullar gözetilir, yolunu izlemişlerdir.
bolca sadaka dağıtılır. Duaya çıkılırken Danışılacak kimsenin; akıllı, tec­
eski, yamalı elbiseler giyilir; boyunlar rübeli, sağlam fikirli, ihlaslı ve dost
bükülerek zelil ve huşu içinde olmaya insan olması gerekir. Akılsız, tecrübe­
çalışılır. Çocuklar ve hayvanlar da bir­ siz, bozuk fikirli, sahtekâr ve düşman
likte duaya çıkarılır. Zayıflara, çocuk­ insandan danışman olmaz.
lara, ihtiyarlara dua ettirilir. Böylece Kur’ân’ın 42. sûresinin adı da
Allâh’ın rahmetinin tecelli etmesi Şûrâ’dır. Bu sûrenin 36-39. âyetlerinde
arzulanır. Allah’ın mükâfât va’dettiği insanların
İstiskâ Namazı; Yağmur duasına 10 özelliği zikredilmiştir. Bu özellikler­
çıkıldığında cemaatle namaz kılmak den biri de (<onların işlerini aralarında
sünnettir. Bu namaza istiskâ namazı danışarak yapmalarıdır ” (Şûrâ, 42/38)
denir. İmam cemaate iki rekat namaz İşlerini istişare ile yapan insan,
kıldırır ve bu namazda kıraati açık­ yanılma ve başarısızlığını en alt düze­
tan yapar. Namazdan sonra, imam ve ye indirmiş olur. Atalarımız “işlerini
cemaat birlikte dua edip tövbe eder ve danışarak yapan dağları aşar, danışma­
Allâh’tan yağmur isterler. (İ.P.) yan düz yolda şaşar” diyerek konunun

338
önemini çok güzel dile getirmişlerdir. Cibril’in doğrulması, kendi
(Necm, 53/6)
(Î.K.) suretinde ortaya çıkıp görünmesi
ÎSTİTÂAT anlamındadır.
Sözlükte “güç, kudret, gücü yet­ “.... Onların (müzminlerin)
mek ve yapabilmek” anlamlarına gelen Tevrat ’taki vasıfları ve İncil ’deki vasıf­
istitâat, bir kelâm terimi olarak, kulun ları şöyledir. Bir ekin gibidirler ki o
irâdî fiillerini gerçekleştirmesini sağla­ ekin filizini çıkardı, onu güçlendirdi,
yan yetenek ve güç anlamında kullanılır. kalınlaştı ve gövdesinin üstüne dikil­
İstitâatm tam oluşması için gücü kullana­ di. (Festeva) . (Fetih, 48/29). Ekinin
cak vasıta ve aletler konumundaki organ­ doğrulması, dikilmesi; düzgün olma­
ların arızalardan sâlim olması ve iş yapa­ sı, eğilmeden dimdik sapı üzerinde
cak durumda bulunması gerekir. (F.K.) durmasıdır.
İSTİVA 3- Yerleşmek binmek, oturmak
Düzgün olmak anlamındaki “s-v- ve karar kılmak; “(Ey Nuh!) Sen ve
y” kökünden türeyen istivâ sözlükte, yanında bulunanlar gemiye yerleştiği­
iki şey birbirine eşit olmak, düzgün niz zaman (feize’steveyte) bizi o zâlim
olmak; “ala” edatıyla kullanıldığında kavimden kurtaran Allah Za hamd olsun
yükselmek, tahta çıkmak; “ilâ” edatı ile de. z’ (Mü’minûn, 23/28), “O Allah ki bütün
kullanıldığında yönelmek, kastetmek; çiftleri yarattı ve size bineceğiniz gemi­
“be” edatıyla kullanıldığında helâk ler ve hayvanlar var etti ki onların sır­
olmak anlamlarına gelir. İstivânın asıl
tına binesiniz (li testevfu ala zuhuri-
anlamı, bir şeyin eşit ve düzgün olma­
hi)... zz (Zuhmf, 43/12-13), “Ey arz! Suyunu
sını istemektir.
yut ve ey gök! suyunu tut denildi. Gemi
İstiva kelimesi Kur’ân’da fiil kalı­
Cûdi dağına oturdu, (ve’stevet ale’l-
bıyla “istevâ-yestevî” şeklinde 35
cudiyyi)... ” (Hûd, 11/44).
âyette geçmiştir. Bunlardan dokuzu
Allah ile, diğerleri insan, canlı ve can­ 10 âyetteki “istivâ” kelimesi
sız varlıklarla ilgili olup şu anlamlarda Allah ile ilgili olup şu anlamlarda
kullanılmıştır; kullanılmıştır:
1- İki şey eşit olmak, yirmi âyette a) Yönelmek, şu âyetlerde bu
geçen yestevi-testevi, yesteviyani ve anlamdadır: “O Allah ki yeryüzün­
testeviyâni fiillerinin tamamı bu anlam­ de ne varsa hepsini sizin için yarattı,
dadır. “De ki: Temizle pis eşit olmaz..." sonra göğe yöneldi(istiva ileZs-semai)
(Mâide, 5/100), “De ki, gören ile görmeyen onları yedi gök olarak düzenledi. O her
eşit olur mu?... ” (Ra’d, 13/16), “Ölüler ile şeyi bilir. ” (Bakara, 2/29), “Sonra duman
diriler eşit olmaz... ”(Fâtır, 35/22), “De ki: halinde bulunan göğe yöneldi (isteva
Bilenlerle bilmeyenler eşit olur mu?... ” ile’s-semai) arza ve göğe; isteyerek ve
(Zümer, 39/9). istemeyerek (varlığa) gelin dedi, isteye­
2- Bir şey doğru düzgün ve mutedil rek geldik dediler. Z’ (Fussilet, 41/11). Bu İki
olmak, dikilmek ve doğrulmak; “Üstün âyette Allah’ın önce yeryüzünü yarat­
akıl/kuvvet sahibi olan melek, yüksek tığı, sonra yaratmak, düzene koymak
ufukta iken doğruldu (Festevâ)...” üzere duman halindeki göğe yöneldiği

339
“istivâ” kelimesiyle ifade edilmiş ve bu ten çıkmak, inatla imtina etmek, çekin­
kelime “ilâ” edatı ile kullanılmıştır. mek ve azmak” anlamlarında olup ita­
b) îstila etmek, kuşatmak: “O Allah atin zıddıdır. Araplar, köle, efendisinin
ki gökleri, yeri ve bunlar arasında emrine muhalefet ettiği, itaatten çıktığı
zaman “asâ” (isyân etti, söz dinlemedi)
bulunanları 6 günde (evrede) yarattı,
fiilini kullanmışlardır. İsyân kelimesi­
sonra arşı istiva etti, (isteva ale’l-arş) ”
nin; zelle, hatîe, ma’siyet, seyyie, fısk,
(Secde, 32/4); “Rabb "iniz o Allah ki gök­
cürm ve zenb kelimeleriyle eş anlam
leri ve yeri 6 günde yarattı sonra arşı
ilişkisi vardır.
kuşattı, (isteva ale’l arş) ” (Yûnus, 10/3);
“O Allah ki gökleri görebileceğiniz Dinî anlamda isyân; Allah ve
bir direk olmadan yükseltti, sonra arşı Rasûlünün emirlerine uymamak, itaat
etmemek demektir. Bu anlamda isyân
kuşattı, güneşi ve ayı iradesine boyun
iki kısma ayrılır: a) Dininin ahkamını,
eğdirdi.... ” (Ra’d, 13/2)
Allah’ın emir ve yasaklarını reddetmek
Âyetlerde Allah’ın yeri ve gökleri
ve kabulden imtina etmek. Bu, inkârdır,
yarattıktan sonra arşı istiva ettiği bil­ b) îmân edilmesi gereken şeylere îmân
dirilmiştir. îstivâ fiili “alâ” edatı ile etmekle birlikte emir ve yasakları ihlal
kullanılmıştır. îstiva kavramı Allah’ın etmek, itaatsizlik etmek. Bu, fısk ve
bir makama kurulup oturmasını değil, hatadır, itaatten isyân ederek sapmaktır.
mekân ve cihet olmaksızın O’nun yüce­ Dolayısıyla isyânın bazısı küfür bazısı
lik ve üstünlüğünü, âlemi yönettiğini, değildir. Allah ’a ve Peygambere isyân,
her şeyi hâkimiyeti altına aldığını ifade mutlak olarak zikredildiği zaman buna,
eder. “İstevâ alâ arşihî” tabiri Allah’ın küfür de fısk da dahildir.
bütün yaratıkların Rabb’i, yöneticisi ve
Cin sûresinin 23. âyetinde, "...
koruyucusu olmasından gücü, kudreti
Kim Allah ’a ve Rasûlüne isyân eder­
ve iradesinin mutlak yerine gelme­
se ona, içinde ebedî kalacağı cehen­
sinden kinayedir. Arşı istiva ettiğini
nem ateşi vardır” buyurulmuştur.
beyandan sonra yüdebbirü’l-emre
Âyetteki, “Allah ve Rasûlüne isyân”,
(işleri idare eder), “O geceyi durma­
Peygamberin Allah’tan alıp haber ver­
dan onu kovalayan gündüze bürüyüp
diği İlâhî gerçekleri, âyetleri kabul
örten, güneşi, ayı ve yıldızları buyruğu­
etmemek, şirk ve küfürde ısrar etmektir.
na boyun eğmiş vaziyette yaratandır. ”
Allah’a ve Rasûlüne isyân eden kimse
(A’râf, 7/54) âyetleri buna karinedir.
“îmân etmeyen kimse” anlamındadır.
Arşı da mekânı da yaratan Allah’ tır.
Ahzab sûresinin 36. âyetinde isyân
Allah’ın arşa istivasının gerçek mahi­ edenin, Haktan saptığı bildirilmiştir:
yetini insan bilip idrak edemez. Çünkü
“Allah ve Rasûlü, bir işte bir hüküm
bu konuda Kur’ân’da bilgi verilmemiş
verdiği zaman artık mü ’min erkek ve
sadece Rahmân’ın arşı istiva ettiği
mü ’min kadına, o işi kendi isteklerine
bildirilmiştir (Tâ-hâ, 20/5). (bk. Zü’l-arş)
göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ’a
(Î.K.)
ve Rasûlüne isyân ederse apaçık bir
İSYÂN sapıklığa düşmüş olur. ” Bu âyetteki
Sözlükte “emre itaatsizlik etmek, isyân, küfrü de fışkı da içine alır. Eğer
inat edip emre muhalefet etmek, itaat­ Allah ve peygamberin emir ve yasak-

340
larını kabul etmeyip inkâr ederse bu lere sokar, orada onlar ebedî kalır­
kimse kâfir olur. îmân eder de uygu­ lar ve işte büyük kurtuluş budur” 14.
lamazsa fâsık olur, hata etmiş, günaha âyette ise “Kim de Allah'a ve O'nun
girmiş olur. Rasûlüne isyân ederse ve O 'nun sınır­
îsyân kelimesi Kur’ân’da; larını aşarsa, Allah onu ebedî kalaca­
Küfür, inkâr etme (Nisa, 4/42), ğı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir
azap vardır. ” buyurulmuştur. Âyette
Cühûd, bile bile hakkı kabul etme­
geçen isyân; bu hükümleri inkâr etmek,
me (Hud, 11/59),
Allah’ın mirasla ilgili taksimine razı
Gavâ^ azma (Tâ-hâ, 20/121), olmamak demektir.
Fısk. itaatsizlik etme (Hucûrât, 49/7), Hucûrât sûresinin 7. âyetinde,
Kizb, Allah’ın âyetlerini yalanlama küfür, fısk ve isyân, îmânın mukabi­
(Nâzi’ât, 79/21), linde zikredilmiştir: “Allah, size îmânı
İsm ve udvan^ günah işleme ve düş­ sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süs­
manlık yapma (Mücâdele, 58/8-9), ledi ve size küfrü, fışkı ve isyânı çirkin
İ’tidâa’, haddi aşma (Âl-i imrân, 3/112) gösterdi... ”
ve îsyânın bazısı küfür bazısı küfür
Cebbâr, zorba (Meryem, 19/14) kavram­ olmayınca, Allah aralarını ayırıp bun­
ları ile birlikte kullanılmıştır. ları üç çeşit olarak zikretmiştir: Küfür
olanlar, fısk olup küfür olmayanlar ve
Hûd sûresinin 59. âyetinde, “İşte Ad
isyân olup küfür ve fısk olmayanlar.
kavmi Rablerinin âyetlerini inkâr etti­ Allah bunların üçünü de mü’minlere
ler, peygamberlerine isyân ettiler ve her çirkin göstermiştir. İtaatler îmâna dahil
inatçı zorbanın emrine uydular” denil­ olduğu için “Size îmânı, farzları ve
miştir. Âyette geçen peygamberlere sair itaati sevdirdi” şeklinde zikretme-
isyân\ olanları yalanlamak, davet ettiği yip sadece “size îmânı sevdirdi” denil­
şeyleri kabul etmemek anlamındadır. miştir. Dolayısıyla bütün itaatler îmâna
Kur’ân’da, Firavun’un (Yûnus, 10/91), dahildir. Bu sebeple mü’minin îmân ve
Yahudilerin (Bakara, 2/61), Nuh kavminin itaat olan şeyleri sevmesi; küfür, fısk
(Nuh, 71/21) ve helâk edilen bütün kavim- ve isyân olan şeyleri de kerih ve çir­
lerin (Hâkka, 69/9-10) peygamberlerine kin görmesi; hasenattan hoşlanması,
isyân ettikleri bildirilmiştir ki bu isyân seyyiâta (kötülüklere, kötü söz, fiil ve
da inkâr anlamındadır. davranışlara) kızması, hasenatı işle­
Nisa sûresinin 14. âyetinde geçen mek kendisini sevindirmesi, seyyiâtı
“Allah'a ve peygamberine isyân işlemek de üzmesi îmânının gereğidir.
eden” ifadesi, 13. âyetteki “Allah”a Küfrü, fışkı ve isyânı kerih ve çirkin
ve peygamberine itaat eden ” ifadesinin görmemek îmânla bağdaşır bir davranış
mukabili olarak zikredilmiştir. 11 ve değildir.
12. âyetlerde miras ile ilgili hükümler İsyân olan küfür, fısk ve günahlar,
anlatıldıktan sonra, 13. âyette, “Bunlar küçüğü ve büyüğü ile üç kısma ayrılır:
Allah'ın sınırları” denilmiş ve “Kim 1. Allah’tan başkasına meyletmek,
Allah'a ve elçisine itaat ederse Allah îmân ve ibadette Allah’a ortak koşmak,
onu altından ırmaklar akan cennet­ âyetleri yalanlamak, Kur’ân hüküm-

341
lerini beğenmemek ve küçümsemek, etmek isyân olduğu gibi Peygambere
îmân esaslarını kalp ile tasdik etmediği muhalefet emek de isyândır.
halde sadece diliyle inandığını söyle­ İsyân Allah ve peygamberin emir ve
mek ki buna şirk, küfür ve nifak denir. yasaklarını, helâl ve haramlarını kabul
2- Gadabî kuvvetlere, nefse ve şey­ etmemek şeklinde olursa küfür; bun­
tana itaat etmek ki, bu zulümdür, büyük ları kabul ettiği ve îmân ettiği halde
günahtır adam öldürmek, içki içmek, emir ve yasaklara uymamak, itaatsizlik
hırsızlık etmek, namaz kılmamak, oruç etmekten ibaret olursa, fısk olur.
tutmamak gibi, İster küfür, ister fısk anlamında
3- Şehevî kuvvetlere itaat etmek olsun isyân, zulümdür. Her âsî nefsi­
ne zulmetmiştir. Çünkü âsî isyânı ile
ki buna fevâhış denir, zina etmek
kendisine zarar vermiş, kendini, İlâhî
gibi. Furkân sûresinin 68. âyeti buna
cezaya mahkum etmiştir.
işaret etmektedir: “(Allah ’ın hoş kul­
ları) Allah ile beraber başka tanrıya Her kâfir, âsîdir, ancak her âsî,
kâfir değildir. Fakat her âsî, zâlimdir.
yalvarmazlar. Allah'ın haram ettiği
Asî, isyânı ile her hâlükârda nefsine
canı haksız yere öldürmezler ve zina
zulmetmiştir, isyânı ile başkalarına da
etmezler... ”
zulmedebilir. Hülasa, emir ve yasakla­
Mücadele sûresi, 9. âyetinde, “Ey rın hilafına vuku’ bulan fiil isyândır. Bu
mü’minleri (Kendi aranızda) gizli isyân kasten yapılırsa günah, kasıtsız
konuştuğunuz zaman (münafıkların olursa zelle adını alır. (Î.K.)
yaptıkları gibi) günah, düşmanlık ve ÎŞÂRETÎN DELÂLETİ
peygambere isyân etmek üzerinde
Bir fıkıh usulü kavramı olan işâre-
konuşmayın, iyilik ve takva üzerinde
tin delâleti; lafzın ibaresinin dışında,
konuşun... ” buyurulmuştur. Bir önceki fakat ibarenin bir neticesi olarak delâ­
âyette münafıkların günah, düşmanlık, let ettiği şeydir. Nassın işareti ile sabit
zulüm ve peygambere isyân konusun­ olan hüküm, sözün kendisi için söylen­
da gizli gizli konuştukları bildirilmiş­ mediği; fakat, ekleme ya da eksiltme
tir. Bu şekilde davranmak mü’minlere yapılmadan lafzın manası düşünmek
yasaklanmış, buna mukabil iyilik (birr) suretiyle anlaşılan hükümdür.
ve takva emredilmiştir. Nassların işaretleri, iltizamî ve
Uhud savaşında Hz. Muhammed mantıkî mânâlar olup, ibârenin delâlet
(a.s.)’in bir geçide yerleştirdiği ve “her ettiği şeylere dahildirler. Nassın işaret
ne olursa olsun buradan ayrılmayın” ettiği bu mânâları ancak, nassları anla­
dediği müslüman okçuların, müşrik­ mada ihtisas sahibi olan, fıkıh nosyo­
lerin hezimete uğradıklarını görmeleri nuna sahip ve Arapça’nın inceliklerini
üzerine ganimet toplamak için, komu­ bilenler anlayabilirler. Halbuki ibârenin
tanları Abdullah îbn Cübeyr’in emri­ manası, herkes tarafından anlaşılabilir.
ni dinlemeyip ayrılmaları Âl-i îmrân, îşâretin delâletine “Emzirmeyi
sûresinin 152. âyetinde, “isyân ” kav­ tamamlamak isteyen (baba) için anne­
ramı ile ifade edilmiştir. Dolayısıyla ler çocuklarını tam iki sene emzirir­
Allah’ın emir ve yasaklarına muhalefet ler... ” âyeti örnek olarak verilebilir

342
(Bakara, 2/233). Bu âyet ibaresiyle, anne­ İnsanların ve cinlerin itaat ve isyân
lerin yiyeceklerinin ve giyeceklerinin edebilmelerine karşılık meleklerin ve
karşılanması yükümlülüğünün çocuk- diğer varlıkların sadece itaatleri söz
lann babasına ait olduğuna delâlet eder. konusudur.
Çünkü âyet, bu mana için sevk edil­ Kur’ân’da itaat, övme ve yerme
miştir. Âyet işaret yoluyla da, çocuğun ifadesi olarak kullanılmıştır. İtaat edi­
nesebinin babaya ait olduğuna delâlet lenler açısından itaat emredilmiş veya
eder. Çünkü, âyetteki “çocuk kendine yasaklanmıştır. Allah’a, Peygambere ve
ait olan kimse” ibaresinde, çocuk baba­ emir (yönetim gücü) sahiplerine itaat
ya nispet edilmiştir. Böylece âyet, işa­ edilmesi emredilmiş (Nisâ, 4/59), bu emre
ret yoluyla çocuğun nesebinin babaya uyanlar övülmüş ve kendilerine mükâ­
ait olduğuna delâlet etmiş olur. fat va’d edilerek itaat teşvik edilmiştir.
Hanefîlere göre, işâretin delâleti, Allah’a ve Peygamberine itaat:
kuvvet bakımından ibârenin delale­
Allah ve Peygamberin emir ve yasak­
tinden sonra gelir. Bu sebeple, ibare­
larına, tavsiye ve hükümlerine, helâl
nin delaleti ile çeliştiği zaman, ibâre-
ve haramlarına uymaktır. Allah’a ve
ye itibar edilir; işaret terk edilir. Buna
Peygambere itaati birbirinden ayırmak
karşılık nassın delâleti ve iktizanın
mümkün değildir. Allah’a itaat eden
delâletinden, kuvvetli olup, bunlarla
Peygambere, Peygambere itaat eden
çelişmesi halinde nassın işâreti tercih
de Allah’a itaat etmiş olur (Nisâ, 4/80).
edilir. (Î.P.)
Peygamberler itaat edilsinler diye gön­
İŞRÂK VAKTİ derilmişlerdir (Nisâ, 4/64). Peygambere
Güneş doğduktan sonra, ufuk hat­ itaat eden doğru yolu bulur ve merha­
tından 50 yükselmesinden itibaren baş­ mete mazhar olur (Nûr, 24/54,56).
layan zamana işrak vakti denir. Halk Allah’a ve Peygambere itaat; îmâ­
arasında güneşin bir mızrak boyu yük­ nın (Tevbe, 9/71), itaatten yüz çevirmek ise
selmesi şeklinde tabir olunan bu vakte nifakın (Nûr, 24/47-48; Nisâ, 4/81) Sonucudur.
dahve-i suğrâ da denmektedir. Kur’ân’da; Allah ve Peygambere itaat
Güneşin doğmasından işrak vakti­ edenlerin kurtuluşa erecekleri (Nûr,
ne kadar farz ve nafile hiçbir namazın 24/51), itaat etmeyenlerin ise pişman
kılınması caiz değildir. İşrak vaktiyle olacakları bildirilmiştir (Ahzâb, 3/66).
birlikte, her türlü namazın kılınması Emir sahiplerine itaat: “Ey
helâl olur. Bayram namazlarının kılın­ Mü’minler! Allah’a itaat edin,
ma vakti de bu zamandır. (Î.P.)
Peygambere ve sizden (olan) ülû ’l-
İTAAT emre itaat edin ” (Nisâ, 4/59) âyetinde
Sözlükte “boyun eğmek, yumuşak geçen “ülû’l-emr; iş, emir ve buyruk
davranmak, birinin isteğine, emir ve sahibi demektir. “Ülû’l-emr” ile kast
yasağına isteyerek uymak; dîn ıstıla­ edilenlerin; râşit halifeler, devlet baş-
hında ise, Allah ve Peygamberin emir kanları, komutanlar, yöneticiler ve
ve yasaklarına isteyerek uymak, yapıl­ bilginler olduğu söylenmiş ise de bu
masından dolayı sevap elde edilen her tabir; askerî, resmî ve sivil her seviye­
hangi bir ameli yapmak” anlamındadır. de yönetmek, idare etmek ve emretmek

343
durumunda bulunan bütün yöneticileri anlamlara gelen itikâf, dinî bir kavram
kapsar. olarak, ibadet niyetiyle ve kurallarına
Ma’ruf olan şeylerde emir sahibi­ uyarak inzivaya çekilmek demektir.
ne itaat, peygambere itaat gibidir. Bu Kur’ân’da, itikâf kelimesi geçme­
sebeple Peygamber (a.s.), “Allah’a mekle birlikte, aynı kökten türeyen
isyân konusunda insana itaat olmaz. âkif - âkifîn kavramı, itikâf kavra­
İtaat ancak ma ’ruf (İslâm ’a ve aklı seli­ mının sözlük ve ıstılah manalarına
me uygun olan şeylerde) olur” (Müslim, uygun olarak, müşriklerin putlara
îmare, 39; Buhârî, Ahkâm, 4)j “Bana İtaat tapmaları (A’râf, 7/138; Tâ-hâ, 20/97; Enbiyâ,
eden Allah ’a itaat etmiştir. Bana isyân 21/52; şû’arâ, 26/71) için kullanıldığı gibi,
eden Allah ’a isyân etmiştir. Emire itaat Mescid-i Haramda ibadete kapanan
eden bana itaat etmiştir. Emîre isyân (Bakara, 2/125) ve Ramazan’da mescid-

eden de bana isyân etmiştir” buyur­ lerde ibadete çekilmiş olan (Bakara, 2/187)
muştur (Buhârî, Ahkâm, 1; Müslim, İmare, 32-33) Müslümanları ifade etmek için de
kullanılmıştır.
Ana-babalar, öğretmenler, ustalar, iş
verenler ve yönetmek durumunda olan­ Özellikle Ramazan ayında itika-
lar, “ülü’l-emr” kavramına dahildirler. fa girmek sünnettir. Hz. Peygamber,
Medine’ye hicret ettikten sonra her yıl
İtaatin söz konusu olabilmesi için
Ramazan ayının son on gününde itika-
bir emrin, isteyin, telkinin ve tavsiye­
fa girmişlerdir (Buhârî, i’tîkâf, 3). Bundan
nin veya bir yasağın bulunması gerekir.
hareketle Hanefîler, Ramazan’ın son on
Emir, telkin, tavsiye veya yasak olma­
gününde itikafı, kifaî nitelikli müekket
dan bir insanı taklit etmek, ona uymak
sünnet kabul etmişlerdir. Cemaatten biri
vb. davranışlar Kur’ân’da ittibâ’ kav­
itikafa girince bu görev diğerlerinden
ramı ile ifade edilmiştir.
düşer.
Kur’ân’da Allah’a, Peygambere ve
Hanefilere göre itikâfın makbul
emir sahiplerine itaatin emredilmesine
olması için, itikâfa girenin niyet etme­
karşılık, dînî konularda kâfir (Kalem, 68/8-
si, oruçlu olması, itikâfı beş vakit
14), müşrik (En’âm,6/121), münafık (Ahzâb,
namaz kılınan camide yapması gere­
33/48) ve ehl-İ kitaba (Âl-i İmrân, 3/100),
kir. Kadınlar, camide değil, evlerinde,
bozguncu, günahkâr, müsrif, yalancı
namaz kıldıkları odada itikafa girerler;
ve yalanlayıcı insanlara itaat edilmesi
ancak ay halinde ve loğusa olmamaları
yasaklanmıştır. “Rabb ’inin hükmü­
gerekir.
ne sebat et ve onlardan (kâfirlerden)
îtikâfa giren kimse, camide yer içer,
hiçbir günahkâra veya nanköre itaat
uyur. Bunlar için camiden dışarı çıka­
etme ” (insan, 76/24) âyeti bütün kâfir ve
maz; çıkarsa itikâf bozulur. Tuvalete
günahkârları kapsamaktadır (En âm,
6/116). (İ.K.)
gitmek, abdest almak ve gerektiğinde
gusletmek için camiden dışan çıkabilir.
İTİKÂF İtikâfa giren kimse, bu süre içinde ken­
Sözlükte “ibadet veya başka bir disini dünya işlerinden ayırarak Allâh’a
gaye için bir yerde kendini tutmak, yönelir; ibadetle meşgul olur, tefekkür
kalmak; insanlardan tenha bir yerde eder, zikir yapar. İtikafta iken cinsî
kalmak, bir şeye bağlanmak” gibi münasebette bulunmak itikafı bozar.

344
Fakat, rüyada ihtilâm olmak itikafa önceden beyan edilmiş olması da şart
mani değildir. (Î.P.) değildir; malın itlafından sonraki rıza
İTİKAT da tazminatı düşürür.
Eşya tam olarak itlaf edilmişse ve
Sözlükte “inanmak, doğruluğuna
misli mallardan olup, fiilen de emsa­
kalben kararlı olmak, gönülden tas­
li bulunuyorsa, bunun tazmini mislini
dik ederek inanmak ve zihnin kesin
vermek suretiyle olur. Tazmini gere­
olarak hüküm verdiği şey” anlamına
ken mal kıyemî, yani çarşıda, pazarda
gelir. Kelâm ilminin ortaya çıkmasın­
emsali bulunmayıp kıymetle takdir edi­
dan sonra îmân konularıyla ilgili olarak
len bir malsa veya misli olduğu halde
itikad kavramı daha fazla kullanılmış­
emsali bulunamamış ise değeri nakit
tır. Nitekim İslâm dininin ihtiva ettiği
olarak ödenir. Fukahanın çoğuna göre,
konularla ilgili genel sınıflandırma
bazı hallerde zarar verilen eşyanın
yapılırken, itikad, ibadet, ahlâk ve
tamir edilerek eski haline getirilmesi de
muamelat olarak açıklanmıştır. Buna
tazmin yerine kabul edilmiştir. Haksız
göre itikad; îmân esasları ve buna iliş­
fiil sonucunda telef edilen eşyanın,
kin tasdik, inkâr, küfür vs. hususların
telef tarihindeki kıymeti üzerinden taz­
detaylı bir biçimde tartışılmasını sağla­
min edilmesi gerektiği ittifakla kabul
yan hüküm ve prensiplerdir. (F.K.)
edilmiştir.
İTLÂF Zarar verilen eşya tamamen işe
İtlâf, bir malı tamamen veya kısmen yaramaz, kullanılmaz hale gelmeyip
telef etme anlamına gelmektedir. Bazen de, sakatlamış veya değeri azalmış
uzuvlar için de itlaf tabiri kullanılır. ise, tazmin meydana gelen eksikliğin
İzni olmadan ve kanundan kaynak­ karşılanması şeklinde olur. Şöyle ki,
lanan bir yetki bulunmaksızın hiç kim­ mal sağlam durumda ve zarar gördük­
senin bir başkasının malında ve hakkın­ ten sonraki kıymeti değerlendirilir ve
da tasarruf salahiyeti yoktur. Bu sebep­ aradaki fark tazmin edilir. Ancak zarar
le, haksız bir fiil sonucu bir başkasına büyük veya önemli ise, bu takdirde ter­
zarar veren kişi, zararın fahiş olmasına cih edilen içtihada göre, zarara uğrayan
bakılmaksızın, verdiği zararı tazminle kişi, eksilen değeri tazmin ettirmek ile
mükelleftir. Ancak, itlaf veya ifsat edi­ malı olduğu gibi zarar verene bırakıp
len, yani tamamen veya kısmen zarar bedelini almak arasında muhayyerdir.
gören şeyin, mal olması, mütekavvim (İ-P)
olması ve muhterem olması gerekir. İTNÂB
Maddî değeri bulunmayan ve dinen Edebiyat, / Beleğat ilminde bir
muhterem olmayan, yani dokunulmaz­ sanatın adıdır. Bir şeyin mübalâğa ile
lık vasfı taşımayan şeyin tazmini söz nitelenmesi, bir faydaya binaen lafzın
konusu değildir. manadan çok olmasıdır. îtnâb; ya cüm­
Gerek malın itlafında ve gerek­ lenin çokluğu ile ya da elâ, emâ, inne...
se vücudun yaralanması veya uzvun gibi tekit edatlarının; in, en, lam, fe...
kesilmesinde, sahibinin izni ve rızası gibi harflerin ziyadesiyle; “küllühüm
tazmînâtı düşürür. Aynı şekilde, taz­ ecmeîn” (hepsi) (Ra’d, 13/30) gibi te’kid-i
minatın düşmesi için, izin ve rızanın sınâîile, “irciû verâeküm” (Hadid, 57/13)

345
(geri dönün) gibi te’kid-i lafzı ile, layanların ve bilmeyenlerin hevâ ve
“dekken dekkâ” (Fecr, 89/21) gibi ismin, heveslerine (En’âm, 6/56, 150; Ra’d, 13/37;
“fe mehhilil-kâfirine emhilhüm” (Târik, Câsiye, 45/80), insanın kendi hevâsına
86/17) gibi fiilin, “hey hâle heyhâte...” (İslâm’a uygun olmayan arzu ve istek­
(Mü’minûn, 23/36) gibi İSİm fiilin, “fe fil- lerine) şehvetlerine (Nisâ, 4/27,133), bâtıla,
cenneti hâlidine fîhâ” (Hûd, 11/108), “ve Yahudilik ve Hristiyanlığa (Bakara, 2/120)
hiim bil-âhireti hüm kâfirûn” gibi Allah’ı kızdıran şeylere (Muhammed,
zamirin; “fe inne maal asri yusren 47/28), zâlimlerin emirlerine (Hûd, 11/59),
inne meal asri yusren ” (inşirah, 94/5-6) bozguncuların yoluna (A’râf, 7/142), zanna
gibi cümlenin tekrarı ile... vb. şekiller­ (Yûnus, 10/66) ve mü’minlerin yolundan
de olur. İtnâb sanatı Kur’ân’da çok kul­
başka yollara (Nisâ, 4/115)... uymak neh-
lanılmıştır. İtnâb birçok faydaya binaen
yedilmiş ve yerilmiştir.
yapılır. Meselâ âmm lafızlardan sonra
hâss lafzın zikri hâssın faziletini tenbih Ayetlerin ifade ettiği gerçek;
içindir. Hâss lafızdan sonra âmm laf­ İslâm’a uymak; İslâm’ın inanç, ahlâk
zın zikredilmesi hâssın şanına işaret­ ve ilkeleriyle örtüşmeyen hiçbir
le birlikte umum ifade etmesi içindir. şeye uymamaktır. Bu, Allah’a kul ve
Kapalılıktan sonra izah, dinleyenin zih­ mü’min olmanın gereğidir. Aksi dav­
nine manayı yerleştirmek içindir. (İ.K.) ranış isyân ve başkaldırıdır. (İ.K.)
İTTİBÂ Bir fıkıh terimi olarak ittibâ’, bir
Sözlükte “bir kimseye uymak, biri­ konuda dinin hükmünü bilmeyen kişi­
nin peşinden gitmek; din ıstılahında nin, konuyu bir bilenden sorup onun
ise Allah ve Peygamberin uyulması­ gösterdiği delillere bakarak görüşünü
nı emrettiği şeylere uymak” demek­ benimsemeye denir.
tir. Uyan kimseye tâbi denir. Çoğulu, Kitap, sünnet, icmâ’dan dayandığı
tebe’, tevabi’ ve tübbâ’dır. İttibâ kav­ delili bilinmeksizin, bir müçtehit veya
ramı itâat kavramını da içine alır. Her mukallidin sözünü alıp onunla amel
ittibâ, itâattir. Kur’ân’da ittibâ, tâbi etmeye taklîd denir. Mukallit, deli­
olunana göre emredilmiş veya yasak­ le değil, hükmü çıkaran âlime itimat
lanmış, övülmüş veya yerilmiştir. etmektedir. Buna karşılık, görüşünü
Allah’ın rızasına (Âı-i imrân, 3/162), aldığı müçtehidin deliline bakarak,
Allah’ın yoluna (Mü’min, 40/7), Allah’ın delilini sağlam ve sahih bularak buna
hidâyetine (Tâ-hâ, 20/123), Allah’tan indi­ dayalı hüküm ve fetvayı kabul etme­
rilene / vahye (En’âm, 6/50), Kur’ân’a sine ise, ittibâ’ denir, (bk. Taklîd) (İ.P.)
(Bakara, 2/170), âyetlere (Tâhâ, 20/134),
İTTİKÂ
Şeriata (Câsiye, 45/18), Hakka (Muhammed,
47/3), Zikre (Yâsîn, 36/1), Nur’a (A’râf, 7/15), Bir şeyi korumak, zarar verecek
dine (Âi-i imrân, 3/95), Sırat-ı müstakime şeylerden sakınmak, bir şeyi başka bir
/ İslâm’a (En’âm, 6/153) ve Peygambere şeyle tehlikelere karşı korumaya almak
(Bakara, 2/143) uymak emredilmiş ve anlamındaki “vikâye” kökünden gelen
övülmüştür. ittikâ; sözlükte; kuvvetli bir himayeye
Buna mukabil Şeytana (Bakara, 2/168), girerek korunmak, sakınmak, kendini
kâfirlerin, ehl-i kitabın, âyetleri yalan­ muhafaza altına almak, bunun gereği

346
olarak korkmak ve çekinmek demektir. ifade ettiği bütün anlamları içermekte­
İttikânın isim şekline takva denir. dir. Takva-ittikâ kavram adalet ve zul­
Din ıstılahında ittika ve takva; mün Zlddldir (Mâide, 5/2, 8; Bakara, 2/189,
imân edip emir ve yasaklarına uyarak, 237). “Takva, azıkların en hayırlısıdır. ”
Allah’a karşı gelmekten sakınmak, (Bakara, 2/197). (İ.K.)
dünya veya âhirette insana zarar vere­ İTTÎSÂL
cek, İlâhî azaba sebep olabilecek inanç Sözlükte “bitişik olmak” anlamı­
söz, fiil ve davranışlardan ve her türlü
na gelen ittisâl hadis terimi olarak,
günahtan sakınmak anlamına gelir.
senetteki her bir râvînin, kendi hoca­
Takva sahibine muttaki denir, (bk.
larıyla görüştüğünü ifade eden lafız­
Muttaki)
larla rivayet edebilecek şekilde hadisi
Kur’ân, baştan sona kadar takva- almasına denir. İttisâl, senetteki râvîler
ittikâ kavramı ile örülmüş, çeşitli form­ arasında, kopukluğun olmadığını ifade
larda 250 defa kullanılmıştır. 54 defa eder. Hoca ile görüşmeye işâret eden
(ittekullah’a) şeklinde Allah’a karşı rivâyet lafızları, kesinlik bildiren söz­
gelmekten sakınılması emredilmiştir. lerdir. Bunlar; dinleme ve görme gibi
Peygamberler de ümmetlerine hep tak­ beş duyudan birinin eylemini belirten
vayı tavsiye etmişlerdir (Âı-i imrân, 3/138). ifadelerdir. Râvi bu durumu, “semi’tu”
Kur’ân’da ittikâ kavramı; îmân (işittim), “raeytii” (gördüm), “kale”
tevbe (Mâide, 5/65), İtâat (Nahl,
(Şu’arâ, 26/11), (dedi), “haddesenî” (bana rivâyet etti),
16/52), ma’siyetleri terk etmek (Bakara, “enbeenî” (bana bildirdi) gibi lafızlarla
2/189), korkmak (haşyet) (Hac, 22/1), ibâdet aktarır.
etmek (Nahl, 16/2) ve İhlas (Tevbe, 9/108. Hac, İttisâl, herhangi bir hadisin kabul
22/37) anlamlarında kullanılmıştır. edilebilmesi, başka bir ifade ile hasen
Takvanın üç mertebesi vardır; ya da sahih olabilmesi için o hadiste
1 - Şirk, küfür ve nifaktan korunarak bulunması gereken özelliklerden biri­
îmana sarılmak. (Fetih, 48/26) Kelime-i sidir. İttisâl şartını taşımayan hadis,
tevhid, (Lâilâhe illallah=Allah ’tan zayıf kabul edilir ve dinde delil olmaz.
başka ilâh yoktur cümlesi) kelime-i İttisâl özelliğini taşıyan isnâda “mutta­
takvadır (Tirmizî, Tefsir, 48). sıl isnat” denir. (A.G.)
2- Büyük günahları işlemekten, İYÂL
küçük günahlarda ısrar etmekten kendi­ Bir kimsenin bakmakla mükellef
ni alıkoymak ve dini görevleri, farzları olduğu eş, çocuk, hizmetçi gibi kimse­
yerine getirmek (A’râf, 7/96). lerdir. (bk. Nafaka) (İ.P.)
3- Kalbi, Hak’tan meşgul edecek İYAS
her şeyden temizleyip bütün varlığı ile
bk. Ayise.
Allah’a yönelmektir (Âl-i imrân, 3/102).
İttikâ ve takva kavramının kapsa­ İZ’ÂN
mına îmân, ihsân, ihlas, ibâdet, itâat, Boyun eğmek, itâat etmek ve hakkı
sâlih amel, birr ve adalet gibi övme ikrar etmek anlamına gelen iz’ân
ifade eden bütün kavramlar girmekte­ (isim şekli müz’ın; çoğulu müz’ınîn),
dir. Yani takva kavramı, bu kavramlann Kur’ân’da bir âyette geçmiştir. Âyetin

347
meâli şöyledir: ''Münafıklar, ara­ Hac veya umre için ihrama giren
larında hükmetmesi için Allah'a ve kimselerin dikişli elbise giymeleri
Rasülüne çağırıldıkları zaman, hemen yasaktır. Bu nedenle ihrama girdikle­
onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer rinde, halk arasında ihram denilen iki
hüküm kendi lehlerine olursa itâat parçalı bir elbiseye (kumaş veya peşte-
ederek (müz ’ınîn) gelirler. " (Nûr, 24/48-49) male) bürünür. Bunlardan belden aşa­
Iz’ân kelimesi Türk diline de gir­ ğısını örten parçaya izâr; vücudun üst
miş, ancak anlam değişmesine uğra­
kısmını örten parçaya ise ridâ denir.
mıştır. Türkçe’de “iz’ân”, anlayış, Ölen erkek veya kadının, bedenleri
düşünce, “izanlı” anlayışlı düşünceli örtülecek şekilde kefenlenmesi farz-ı
demektir. (Î.K.) kifayedir. Erkeğin kefeni, kamîs, izâr
ve lifâfe olmak üzere üç parça; kadının
İZÂR
kefeni de bunlarla birlikte bir baş örtü­
Sözlükte “belden aşağı giyilen peş­ sü ve bir göğüs örtüsü olmak üzere beş
tamal, peştamal gibi örten elbise, iffet, parça bezden oluşur. Bunlardan izâr,
eş” gibi anlamlara gelen izâr, dinî bir baştan ayağa kadar uzanan bir bezdir.
kavram olarak, ihrama giren kişinin (İ.P.)
giydiği, belinden altını örten dikişsiz
elbise ve cenâzenin kefenlerinden bir
parçasının ismidir.

348
KÂBE yerine İbrâhim ve İsmâil (a.s.) tarafın­
Sözlükte “küp” anlamına gelen dan yeniden inşa edilmiştir.
Ka’be, Mekke’de Mescid-i Haram Ka’be günümüze kadar bir çok kere
denilen Cami-i Şerifin ortasında yakla­ yıkılmış ve tamir edilmiştir. Ka’be, her
şık 13 m. yüksekliğinde, 11-12 m. enin­ sene, üzerinde hac âyetlerinin yazılı
de taştan yapılmış dört köşe bir binadır. olduğu siyah ipek örtü ile örtülür.
Kur’ân’da Ka’be; bu ismin (Mâide, 5/97) İslâm’ın beş temel esasından biri
dışında, el-beytü’l-haram (saygı evi) olan ve imkânı olanlara farz kılınan (Âı-i
(Mâide, 5/2), el-beytü’l-muharrem (haram imrân, 3/96) haccın iki rüknünden biri olan
evi) (İbrahim, 14/37; Mâide, 5/2), el-beytÜ’l- tavaf, Kâ’be’nin etrafında yedi defa
atîk (eski ev) (Hac, 22/29,33), ei-beytü’l- dönülerek yapılır. Ka’be yer yüzün­
mamûr (imar edilmiş ev) (Tûr, 52/4) ve deki bütün Müslümanların kıblesidir.
“el-beyt” (ev) (Bakara, 2/125, 127) isim­ Namazlar Ka’be’ye yönelerek kılınır.
leri ile zikredilmiştir. Halk arasında Mescid-i Haramda namaz kılanlar her
Beytullah (Allah’ın evi) ismi ile anılır. cihetten Ka’be’ye yönelirler. Namazda
Kâ’be’nin doğu köşesine Rüknü saflar tam bir daire şeklini alır.
Hacer-i Esved, güney köşesine Rüknü Allah, Ka’be’ye Kur’ân’da evim
Yemânî, batı köşesine Rüknü Şâmî, (beyti) demiştir (Hac, 22/26). (bk. Hac,
kuzey köşesine Rüknü Irâkî (Irak köşe­ Tavaf, İstilam, Harem, Mescid-i
si) denir. Kuzey batı tarafindan Hatim
Haram, Hacer-i Esved, Makam-ı
ve Mîzâb-ı Ka’be, kuzey-doğu duva­
İbrâhim, Zemzem) (İ.K.)
rında kapı, kuzey-doğu duvarı karşı­
sında Makam-ı İbrâhim ve Zemzem KA’DE
kuyusu, doğu köşesinde Hacer-i Sözlükte “oturmak” anlamına gelen
Esved vardır. ka’de, dinî bir kavram olarak, namazın
Kur’ân’da Kâ’be’nin İbrâhim ve ikinci rekatında ve namazın sonun­
İsmail (a.s.) tarafından yapıldığı bil­ da oturmak anlamına gelmektedir.
dirilmiştir (Bakara, 2/124-129). Ancak Namazdaki bu oturuşta, erkekler sağ
Kâ’be’nin ilk defa Âdem (a.s.) tara­ ayaklarını parmaklar kıbleye gelecek
fından yapıldığını söyleyenler de şekilde dikerler ve sol ayaklarını yaya­
olmuştur. Kur’ân’da yeryüzünde ilk rak üzerine otururlar. Kadınlar ise iki
mabedin Mekke’deki Ka’be olduğu­ ayaklarını da sağ taraftan çıkarıp, kaba
nun beyan edilmesi (Âı-i imrân, 3/96) ve etlerini yere koymak suretiyle oturur­
Ka’be’ye eski ev denilmesi (Hac, 22/29) lar. Ka’dede elleri uyluklar üzerine
bu görüşü desteklemektir. Bu görü­ koymak ve kucağa bakmak namazın
şe göre Ka’be Adem (a.s.) tarafından adablarındandır. Ka’de-i ûlâ ve ka’de-i
yapılmış, zamanla yıkıldıktan sonra âhire olmak üzere ikiye ayrılır.

349
Ka’de-i ülâ; kelime anlamıyla ilk lara ihsân, nimet ve rızkı bir hikmete
oturuş demek olup, iki rekatten fazla binaen kısar, daraltır, az verir demektir.
namazların ikinci rekatinde tahiyyata Kur’ân’da bu anlam, “kadr” ve
oturmaya denir. Ka’de-i ûlâ, namazın “katr” kelimeleriyle de ifade edilmiş­
vaciplerindendir. Unutularak terk edil­ tir: “Allah'ı gereği gibi bilemediler.
mesi halinde sehiv secdesi yapılması Halbuki kıyamet günü yer, tamamen
gerekir. Bu oturuşta Tahiyyât duasını O ’nun avucu içindedir. Gökler de sağ
okumak sünnettir. Tahiyyatı okuduk­ elinde dürülmüştür... ” (Zümer, 39/67). Bu
tan sonra beklemeden üçüncü rekata âyet, Allah’ın kıyamet günü yer ve
kalkılması gerekir. gökleri gücü ve kudretiyle yok edece­
Ka’de-i âhire; kelime anlamıyla son ğini beyan etmektedir. Yeri yok etmesi
oturuş demek olup, namazın sonunda ile ilgili olarak “kabza” kelimesi kul­
teşehhüd miktarı oturmaktır. Teşehhüt lanılmıştır.
miktarı, Tahiyyat duasını okuyacak Allah’ın ruhları kabzettiği
kadar bir süredir. Bu oturuşta tahiyyatı Kur’ân’da “kabz” kelimesiyle ifade
okumak vaciptir. Tahiyyatı okuduktan edilmemiş, bu husus hadislerde zikre­
sonra Salli ve Bârik dualarını ve bir dilmiştir. (Buhârî, Mevâkît, 35; Ebû Dâvud, Salat,
11; Nesaî, îmâme, 47). (İ.K.)
dua (Rabbenâ duası) okumak sünnettir.
Dualar bitirildikten sonra selam verilir. KABİLÜ’T-TEVB
(Î.P.) Allah’ın sıfatlarından biri olup
KÂBIZ (Kâbid) tevbeleri kabul eden demektir, (bk
Tevvâb) (İ.K.)
Bir şeyi eliyle tutmak, avucuna
almak, daraltmak, cimrilik etmek, KABİR
sür’atle sevketmek, bir şeyi toplayıp Cenâzelerin gömüldüğü yerlere
düşmek, almak, gidermek, öldürmek kabir denir. Türkçe’de ziyaret edilen
anlamındaki “k-b-d” kökünden türeyen yer anlamına gelen mezar kelimesi,
kâbid sür’atle sevkeden, alan, ruhları ayrıca makber ve makbere kelimesi
kabzeden demektir. de kabir anlamında kullanılmaktadır.
Allah’ın sıfatı olarak kâbid, dile­ Kabirlerin bulunduğu yere kabristan
diğine rızkı daraltan, ölüm zamanı denir.
gelenlerin ruhlarını alan, kıyamet günü, Kabir 100-150 cm. derinliğinde,
âlemi gücü ile yok eden demektir. kıbleye dik açı oluşturacak şekilde
kazılır ve kıble tarafına ölünün konu­
Allah’ın bu sıfatı isim şeklinde el-
labileceği şekilde oyularak lahit açılır.
esmâü’l-hüsnâ ile ilgili Tirmizî’nin
Ölü kıble tarafından kabre indirilerek
rivâyet ettiği hadiste geçmiştir (Deavat,
bu lahde konur. Çeşitli sebeplerle lahit
83. IV, 531).
yapılması mümkün olmaması halinde,
Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da “kaba- cenâzenin kabrin tabanına konulup,
da-yakbidu” fiiliyle ifâde edilmiştir: üzerine toprak dökülmesini önleyecek
“Allah rızkı kısar da açar da... ” (yak- tedbir alınabilir. Lahit kapatıldıktan
bidu ve yebsütu) (Bakara, 2/245). Âyette sonra kabre toprak dökülerek dolduru­
geçen “yakbidu” fiili fert ve toplum- lur ve kabir balık sırtı şeklinde yerden

350
bir karış veya daha fazla yükseltilir. kimse, kıbleye veya ölülerin yüzüne
Orada bulunanların da kabre toprak karşı dönerek “es-selâmu aleyküm yâ
atması müstehaptır. (bk. Defin) ehle kubur. Ve innâ inşâallahu biküm
Kabirlerin yükseltilmesi, üzerine le-lâhikûn” (Ey kabir halkı! Allah’ın
kubbeli binalar yapılması, taşına övücü selâmı üzerinize olsun. înşâallah biz
veya kaderden şikâyet edici sözler de size (bir gün) kavuşacağız.) diyerek
yazılması yasaklanmıştır. Buna karşı­ selamlar.
lık, bir - iki karış yükseltilmesi, isra­ Kabir ziyaretinde bulunan, sevabı­
fa kaçmadan ve tevhid inancına zarar nı ölülere bağışlamak üzere Kur’ân-ı
vermeyecek şekilde yapılmasında bir Kerim okur, onlar ve kendisi için duada
sakınca yoktur. bulunur. Kabir ziyaretinde, mezar taş­
Kabir Hayatı; ölümle başlayıp tek­ larına el-yüz sürülmez, kabirler çiğnen­
rar dirilinceye kadar devam edecek mez, üzerine oturulmaz ve yatılmaz.
hayata denir. Kabir hayatına berzah da Ayrıca kabirlere karşı namaz kılınmaz
denilmiştir. Hz. Peygamber, “Kabir ve ölülere adak yapılmaz. (Î.P.)
âhiret duraklarının ilkidir. Bir kimse KABUL
eğer o duraktan kurtulursa, sonrası îki taraflı akitlerin kuruluşunda, tek­
daha kolaydır Kurtulamazsa, sonraki­ lifte bulunanın beyanına uygun irade
leri geçmek daha zordur. ” buyurmuştur beyanına kabul denir. İslâm huku­
(Tirmizî, Zühd, 5; îbn Mâce, Zühd, 32). kunda akitlerin kuruluşunda tarafların
İnsan ölüp de kabre konulunca, rızası önemli bir unsur oluşturmakta­
Münker ve Nekir ismi verilen iki melek dır. Akdin gerçekleşmesi için karşı­
gelerek sorgulayacaktır. îmân ve güzel lıklı rızanın olması şarttır. Ancak rıza,
amel sahipleri sorulan sorulara doğru insanın iç âleminde cereyan eden gizli
cevaplar verirler, daha sonra cennet bir husus olduğundan, bunun yerine
kapıları açılarak cennetin nimetle­ rızayı ortaya koyan irade beyanı esas
ri kendilerine gösterilir. Kâfirler ve olarak alınmıştır. Akit yapmak isteyen
münafıklar ise sorulan sorulara doğru taraflardan ilk olarak teklifte bulunan
cevap veremezler, bunun üzerine kimsenin, bu yöndeki arzusunu belir­
cehennem kapıları açılarak kendilerine ten irade beyanına îcâb; karşı tarafın
cehennem gösterilir. Kabir hayatında, buna uygun olarak yapmış olduğu irade
kabir nimetlerinin ve kabir azabının beyanına da kabul denir. Birbirine
hak olduğuna işaret eden pek çok âyet uygun karşılıklı irade beyanıyla akit
ve hadis bulunmaktadır. kurulmuş olur.
Kabir Ziyareti; erkek ve kadın Hibe ve vasiyetin kabulü gibi sırf
Müslümanlar için menduptur. Hz. yararına olan akitlerde, kabulde bulu­
Peygamber, “Kabirleri ziyaret ediniz. nanın mümeyyiz olması yeterlidir; tam
Çünkü kabirleri ziyaret, size âhireti edâ ehliyeti aranmaz. Ancak, kâr ve
hatırlatır” buyurmuştur (ibn Mâce, Cenâiz, zarar muhtemel olan akitlerde kabulde
47). Kabirlerin haftada bir gün, özel­ bulunan kimsenin tam edâ ehliyetine
likle Cuma veya Cumartesi günleri, sahip olması gerekir. Nakıs edâ ehli­
ayrıca arefe ve bayram günleri ziyaret yetine sahip kişilerin bu yöndeki irade
edilmesi iyidir. Kabirleri ziyaret eden beyanlarının sonuç doğurması için,

351
akdin hibe gibi tamamen zararına bir ve takdir etmesine denir. Bu durumda
akit olmaması ve vasî veya velisinin kader Allah’ın ilim sıfatını ilgilendir­
izni gerekir. (İ.P.) mektedir. O halde kader, Allah’ın ilmi
KABZ doğrultusunda, kainatı ve ondaki her
Sözlükte “almak, bir şeyi el ile çeşit yaratığı belli bir düzen ve ölçü­
almak, yakalamak, bir şeyi dürüp dev­ ye göre idare eden İlâhî bir kanundur.
şirmek” gibi anlamlara gelen kabz, bir Bu konuda Kur’ân’da şöyle buyurul-
fıkıh terimi olarak, akdin konusunun maktadır: “Biz her şeyi bir ölçüye göre
teslim alınmasını ifade etmektedir. yarattık. ” (Kamer,54/49); “O ’nun katın­
Hibe ve rehin gibi akitlerde, icap ve da her şey bir ölçüyledir. ” (Ra’d,i3/8);
kabul akdin tamamlanması için yeterli “Kâinatta mevcut her şeyin hâzinele­
görülmemiş, ayrıca akdin konusunun ri ancak bizim yanımızdadır. Biz onu
kabz edilmesi de şart koşulmuştur. ancak belli bir miktar ile indiririz.”
Bunun dışında fasit akitlerde kabz, bazı (Hicr,15/21); “Her şeyi yaratıp ona bir
hukukî sonuçların doğmasında etkili
nizam veren ve mahlûkatın mukadde­
olmaktadır. (İ.P.)
ratını tayin eden Allah, yüceler yücesi­
Bir tasavvuf terimi olarak kabz, bast
dir. ” (Furkân,25/2) (F.K.)
kavramı ile birlikte kullanılır. Kabz ve
bast, korku ve ümit (havf-recâ) halleri­ KADERÎYYE
nin üstünde, neşe ve endişe (üns-hey- Mabed el-Cüheynî ve Gaylân el-
bet) hallerinin altında iki manevî haldir. Dımeşkî’nin, insana hiçbir güç ve irade
Kabz halinde kul tutuk ve zihnen kısır hakkı tanımayan Cebriyye mezhebine
bir haldedir. Aklına ve gönlüne bir şey karşı bir tepki olarak kurmuş oldukları
gelmez. Kabz ve bast âriflere mahsus itikadî bir mezhebin adıdır. Bu mez­
bir haldir. Kabzın sebebi, sâlikin kal­
hebin temel görüşü, insanın fiillerinde
bine sitem yollu bir tecellinin gelmesi
tamamen özgür olması şeklinde özetle­
ve edeplendirildiğine ilişkin bir işaret
nebilir. Buna göre kişi, istediğini yapar,
almasıdır. (M.C.)
hatta Rabb’inin murad etmediği şeye
KADDESELLÂHU SIRRAHU bile kadirdir. (F.K.)
“Allah sırrını kutsal (pak-temiz) kıl­ KADÎM
sın” anlamındadır. Vefat etmiş veliler
için kullanılır. Kuddise sırruhû (sırrı Önlerine geçmek, cesur olmak, eski
kutsal olsun) da denilir. (M.C.) olmak, bir işe yönelmek ve razı olmak
anlamındaki “k-d-m” kökünden türe­
KADER
yen kadîm, eski, evveli olmayan, her
Sözlükte “ölçmek, tahmin etmek
şeyin önü ve evveli demektir.
ölçüp takdir ederek tayin etmek; gücü
yetmek ve kudret” anlamlarına gelen Allah’ın zâtî sıfatlarından biri olup
kader, din ıstılahında, Allah’ın ebede İbn Mâce’nin el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgi­
kadar olacak şeyleri zaman ve yeri­ li rivâyetinde geçmiştir (Dua, ıo). Kadîm;
ni, özellik ve niteliklerini, nasıl ve ne Allah’ın evvelinin, başlangıcının olma­
zamanda olacaklarsa onların tamamı­ dığını, yaratılmadığını ve ezelî olduğu­
nı ezelde bilip o şekilde sınırlaması nu ifade eder. (İ.K.)

352
KÂDİR (Kadir - Muktedir) 75/4),mucize ve gökten azap indirmeye
Bir şeyi bir şeye kıyaslamak, ölçü­ (En’âm 6/37, 65),suyu yer yüzünden yok
lü yapmak, tedbir almak, bir şeyi etmeye (Mü’minûn, 23/18), bir toplumu yok
planlamak, miktarını beyan etmek, edip yerine yenisini getirmeye (Meâric,
hükmetmek ve taksim etmek; bir şeye 70/40-41)... gücü yeter. O’nun âciz oldu­
gücü yetmek, güçlü olmak, yüceltmek ğu, gücünün yetmediği hiçbir şey yok­
anlamlarındaki “k-d-r” kökünden türe­ tur. Hiç kimse ve hiçbir şey O’nu âciz
yen kâdir, Allah’ın sıfatı olarak güçlü, bırakamaz. “O, bilendir (alîm), gücü
kuvvetli, istediğini istediği gibi yapabi­ yetendir (kadir) ” (Fâtır, 35/44).
len, âciz olmayan demektir. Muktedir Allah’ın bir şeye “ol” demesi ile o
kelimesi kâdir kelimesi ile aynı anlam­ şey hemen var olur. Yok olmasını iste­
dadır. Kadir kelimesi ise “kâdir” keli­ diği şey de yok olur. Allah için “imkân­
mesinin mübalağalı şekli olup çok sız” diye bir şey yoktur. Mutlak mana­
güçlü, istediğini istediği gibi eksiksiz, da kâdir Allah’tır. Yaratıkların kudreti
kusursuz ve tam yapan demektir. Allah’ın kudret verdiği nispettedir.
Kur’ân’da 7 âyette “kâdir”, 5 âyet­ Kâdir ismi Kur’ân’da ölçen, biçen,
te çoğul şekli olan “kâdirûn-kâdirîn”, biçim veren, takdir eden, programlayan
45 âyette “kadir”, 3 âyette “muk­ anlamında da kullanılmış ve bu anlam
tedir”, bir âyette çoğul şekli olan daha çok “kaddere-yukâddirü” fiili ile
“muktedirûn” Allah’ın sıfatı olarak ifade edilmiştir: “Ölçtük, biçtik. Ne
kullanılmıştır. Kâdirîn-kâdirûn ve
güzel biçim vereniz biz. ” (Mürselât, 77/23).
muktedirûn, çoğulları azamet çoğu­
Gökleri, yerleri, nehirleri, dağları,
ludur. “Kâdir” ve “kadir” kelimeleri
geceyi, gündüzü, ayı, güneşi... bütün
çoğunlukla “alâ” edatı ile kullanılmış­
varlıkları düzene koyan, görevlerini
tır: “Gerçekten Allah, her şeye gücü
^programlayan Allah’tır (Fussilet, 41/9-12;
yetendir.” (Bakara, 2/20,106); “Gerçekten
Müzzemmil, 73/21; Yûnus, 10/5).
senin her şeye gücün yeter. ” (Âi-i tmrân,
3/26); “O her şeye gücü yetendir. ” (Mâide,
“...(O>) her şeyi yaratmış, ona
5/120); “Allah affedicidir (afüvv) kadir­
düzen vermiş, mukadderatını (yete­
dir.” (Nisâ, 4/149); “Allah alimdir, kadir­ neklerini, özelliklerini, görevlerini)
dir. ” (Nahl, 16/7); “Allah, her şeye muk­ tayin etmiştir ” (Furkân, 25/2); “Hiçbir
tedirdir. ”(Kehf, 18/45); “O, muktedir aziz, şey yoktur ki, O ’nun hâzineleri, bizim
muktedir meliktir. ” (Kamer, 54/42,55); “Biz yanımızda olmasın, ama biz onu bili­
kadiriz. ” (Meâric, 70/40). nen bir ölçü/miktar ile indiririz. ” (Hicr,
15/21); “Gökten belli ölçü ve miktar­
34 âyette Allah’ın “her şeye” gücü­
da su indirdik. Onu yerde tutuyoruz.
nün yettiği bildirilmiştir. Her şey­
den maksat nedir? Başka bir ifade ile Biz onu (indirmeye kâdir olduğumuz
Allah’ın nelere gücü yeter? Bu sorula­ gibi) gidermeye de kâdiriz. ” (Mü’minûn,
rın cevaplarını Kur’ân’da bulabiliyo­ 23/18) âyetleri Allah’ın bu vasfını
ruz. Bunlardan bir kısmını şöyle sırala­ anlatmaktadır.
yabiliriz; yaratmaya (Yasin, 36/81), ölüleri Allah’ın rızkı, dilediğine ölçü ile
diriltmeye (Kıyame 75/40), ölülerin parmak vermesi, kısması, Kur’ân’da “kade­
uçlarını bile yeniden yaratmaya (Kıyame re - yekdiru” fiiliyle ifade edilmiştir.

353
"'Allah dilediğine rızkı açar, bol verir, dua edilmesini tavsiye etmiştir (Tirmizî,
dilediğinden kısar, az verir... ” (yebsütû Deavat, 84). (İ.K.)
ve yekdiru) (Ra’d, 13/26). (İ.K.) KADİRİLİK
KADÎR GECESİ Abdulkadir-i Geylânî’ye (0.561/
“Kadir” güç yetirmek, hüküm, kaza, 1165-1166) nispet olunan tarikatın adı­
takdir, şeref, azamet ve tazyik; leyle- dır. Abdulkadir-i Geylânî Hazar deni­
i kadir ise takdir, hüküm, şeref, aza­ zinin güneybatısındaki Gîlân eyalet
met ve tazyik gecesi demektir. Çünkü merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu.
Dindar bir kimse olan babası Ebû Salih
her hikmetli iş bu gecede tefrik edilir,
Musa hakkında fazla bir bilgi bulun­
bin aydan hayırlıdır, Kur’ân bu gece­
mamaktadır. Soy şeceresi Hz. Ali’ye
de indirilmiştir. Yeryüzü, meleklerle
ulaşmaktadır. Dönemin tanınmış zâhid
dolup sıkışır. Kadir gecesi mübarek
ve sûfilerinden olan Ebû Abdullah es-
gecelerden biridir. Ramazan ayının
Savmâî’nin kızı olan annesi Ümmü’l-
27. gecesinde olduğu (Müslim, Sıyâm, 207)
Hayr Emetü’l-Cebbâr Fâtıma’nın
genel kabul görmüş olmakla birlikte kadın velilerden olduğu kabul edilir.
Ramazanın son yedi gecesinde aran­ Henüz küçük yaşta iken babasını kay­
ması ile ilgili hadisler de vardır (Müslim, beden Abdulkadir, annesi ve dedesi
Sıyâm, 219; Buhârî, Leyletü’l-Kadr, 3; Tirmizî, Savm, Savmâî’nin himayesinde büyüdü. 18
72).Ancak asırlardır bütün İslâm ülke­ yaşına gelince Bağdat’a gitti. Orada
lerinde Kadir gecesi Ramazanın 27. dönemin ileri gelen âlimlerinden hadis,
gecesinde kutlanmaktadır. fıkıh ve edebiyat gibi ilimleri okudu.
Kur’ân’ın Ramazan ayında (Bakara, Kısa zamanda usul, fürû ve mezhep­
2/185)ve Kadir gecesinde indirildiği ler konusunda geniş bilgi sahibi olan
âyetle sabittir (Kadr, 97/1). Dolayısıyla Geylânî Ebu’l-Hayr Muhammed b.
Kadir gecesinin Ramazan ayında oldu­ Müslim ed-Debbâs vasıtasıyla tasv-
ğu kesindir. vufa intisap etti. Hocası Ebû Saîd’in
kendisine tahsis ettiği Bâbü’lerec’teki
Kur’ân’ın 97. sûresi Kadr sûresi­
medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh
dir. Bu sûrede Kur’ân’ın Kadir gece­
ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz
sinde indirildiği ve kadir gecesinin vermeye başladı. Fakat bir süre sonra
bin aydan hayırlı olduğu, meleklerin bütün bunları bırakarak inzivaya çekil­
ve Cebrail’in bu gecede Allah’ın izni di. Ebû Saîd el-Muharrimi ile başlayan
ile her bir iş için yer yüzüne indikleri, tarikat silsilesi, Cüneyd-i Bağdâdî’ye
fecre kadar bu gecenin esenlik olduğu ve nihayet Hz. Ali’ye kadar ulaşır.
bildirilmiştir. Bağdat’ta vefat eden Abdulkadir-i
Bu geceye özgü bir ibadet ve namaz Geylânî’nin türbesi buradadır.
yoktur. Bu gece, dua, tevbe, istiğfar, Abdulkadir-i Geylânî’ye nispet olu­
zikir, Kur’ân kıraati ve namaz ile ihya nan pek çok eser vardır. Eserlerinden
edilebilir. Bu geceyi ihya eden bağışla­ bazıları şunlardır: “el-Gunye li-Talibin
nır (Dânmî, Savm, 54). Peygamberimiz (a.s.) Tariki ’l-Hak ”, “el-Fethu ’rabbânî”,
bu gecede "Allah'ım! Sen affedicisin, “Futuhu ’l-gayb ”, “es-Sirâcü ’l- Veh-
affetmeyi seversin, beni de affet" diye hâc fi Leyleti’l-Mirâc” “ed-Delâil”,

354
“Sırrü ’l-Esrâr ve Mazharü ’l-Envâr ”, kendi ismini taşıyan bir eser yayınla­
“Mektûbât” dı. Bu şöhretini sürdürürken bir takım
Abdulkadir-i Geylânî’nin tasavvuf ilham, kehanet ve keramet iddiaları ile
anlayışı Kur’ân ve Sünnete dayanır. kendisinin asrının müceddidi olduğu
Kâdiriliğin beş temel kuralı vardır: izlenimini uyandırmaya çalıştı.
Himmeti (niyet ve düşünceyi) yücelt­ Genel olarak XIX. asrın sonlarına
mek, haramlardan kaçınmak, hizme­ kadar Hindistan sınırları içinde kalan
ti güzelleştirmek, azmi arttırmak ve Kadiyânîlik XX. asrın başından itiba­
nimete saygı göstermek. Himmeti yüce ren Avrupa ülkeleri, Amerika Birleşik
olanın derecesi yükselir. Haramdan Devletleri, Asya, Pasifik adaları ve
kaçınanları Allah korur. Hizmeti güzel­ Afrikanın hemen her yerinde teşki­
leştiren, keramet sahibi olur. Azmi art­ latlanmaya başladı. Bugün dünyada
tıranın hidayeti sürekli olur. Nimete mevcut Kadiyânîlerin sayısının iki
saygı gösterenin nimeti artar. milyon ile on milyon arasında olduğu
Abdulkadir-i Geylânî tarafından tes­ sanılmaktadır.
pit olunan mensuplarının vakit namaz­ Kadiyânîlik daha çok âhiret ile
larının ardından okudukları günlük ilgili haber ve yorumlar yapmak sure­
virdleri vardır. tiyle tanınmıştır. Ancak îmân esasları
Bu tarikatta zikir sesli yapılır. Semâ ve diğer bazı itikadî konularda Eş’arî
ve devrâna önem verilir, halvet ve ile Matüridiyye, amelî konularda ise
rabıta vardır. Hanefî mezhebine yakın düşüncelere
sahiptirler. Tek evliliğe ve kadınların
Fas’tan Endonezya’ya kadar çok
kapalı, peçeli gezmelerine önem verir­
sayıda mensubu bulunan Kadirilik tari­
ler. Neshin önceki kitaplar için geçerli
katının pek çok kolu vardır.
olduğunu, ayrıca cihadın kılıç ve sert­
Kâdirilik Anadolu’ya XV. yüzyıl­ likle değil, kalem ve kağıtla yapılması
da Hacı Bayram-ı Veli’nin bir müri­ gerektiğini savunmaktadırlar. (F.K.)
di olan Eşrefoğlu Rûmî aracılığıyla
getirilmiştir. (M.C.) KÂFİ

KADİYÂNÎLİK Yetmek, korumak, yetiştirmek, yeri­


ne geçmek anlamındaki “k-f-y” kökün­
Kadiyânîlik XIX. yüzyılın sonları­ den gelen kâfi, yeten, koruyan demek­
na doğru Hindistan’da Mirza Gulam tir. Allah’ın sıfatı olarak bir âyette geç­
Ahmed öncülüğünde kurulmuş bir
miştir: “Allah kuluna kâfi değil mi?... ”
mezhep veya belli konuları içeren fikrî
(Zümer, 39/36)
bir harekettir. Mirza Gulam Ahmed
memleketi olan Hindistan’da çocuk­ Allah’ın bu vasfı “kefâ - yekfî” fiili
luk döneminden sonra bir mahkeme­ ile de ifade edilmiştir: “O alay eden­
de memur olarak çalıştı. İslâm dini, lere karşı biz sana yeteriz. ” (Hicr, 15/95);
Hristiyanlık ve Hint kültürü üzerinde (t...Onlara karşı Allah yeter... ” (Bakara,
incelemelerde bulundu. Daha sonra 2/137).
resmi görevini bırakarak İngiliz ve Allah’ın kuluna kâfi olması; hem
Hindular aleyhine yazılar yazdı. yardım etmesi, vekil olması, yol göster­
Kişiliğinin ön plana çıkması üzerine mesi, hem de yaptığını bilmesi, görme-

355
si, şahit olması, günahından haberdar fidye olarak dünya dolusu altın verecek
olması ve hesaba çekmesi demektir. olsa dahi kabul edilmeyecektir. Onlar
Kur’ân’da, dost ve yardımcı olan, için acı bir azap vardır; hiç yardımcı­
bilen, şâhit olan, vekil olan, hesap ları da yoktur. ” (Âl-i imrân, 3/91). Kazib
soran (Nisa, 4/6, 45, 70, 8i, 166), kulların­ (âyetleri yalanlayan), mülhid, münafık
dan haberdar olan, günahlarını bilen ve müşrik kimseler de kâfir kavramının
(îsrâ, 17/65, 95) Ve yol gösteren (Furkân, kapsamına girmektedirler. (F.K.)
25/31) olarak Allah yeter (kefâ billah) KÂHİR - KAHHÂR
denilmiştir. (Î.K.)
Birine galip gelmek, üstün olmak,
KÂFİR yenilmez güce sahip olmak, zorla
Bir şeyi örtmek, perdelemek, gizle­ istediğini yapmak anlamındaki “k-h-
mek, uzak durmak ve nimete nankörlük r” kökünden türeyen kâhir kelimesi,
etmek anlamlarındaki “k-f-r” kökünden Allah’ın sıfatı olarak gâlip gelen, zelil
türeyen kâfir, sözlükte, bir şeyi örten, eden, istediğini yapan, üstün gelen,
gizleyen ve nimete, iyiliğe nankörlük gücü her şeyi kuşatan, kuvvet ve kudre­
eden demektir. Bu kelimenin asıl anla­ tine güç yetirilmeyen, yaratıkları dile­
mı bir şeyi örtmek, gizlemektir. Bu diği gibi yöneten, dilediğini yapmak­
sebeple, gündüzü örtüp gizlediği için tan hiçbir şey kendisini aciz bırakama­
geceye, tohumu toprağa gömdüğü için yan anlamına gelir. Kahhâr kelimesi
çiftçiye ve kılıcı örttüğü için kınına ise “kâhir” kelimesinin mübalağalı
kâfir denmiştir. şeklidir.
Din ıstılahında ise, Hz.Peygamberi Kur’ân’da “kâhir” kelimesi,
ve onun Allah’tan getirdiği kesinlikle Allah’ın sıfatı olarak iki âyette geçmiş­
sabit olan şeyleri yalanlayan, tevatür tir: “O kullarının üstünde tam galiptir,
yoluyla bize ulaşmış bulunan hüküm­ hakimdir... ” (En’âm, 6/18, 61).
lerden birini ya da bir kaçını inkâr eden Kahhâr ismi, “vâhid” ismi ile birlik­
kişiye kâfir, bu eyleme ise küfür denir. te 6 âyette geçmiştir: “O Allah, tektir,
Eş’arî ve Mâturîdîlerin de içinde bulun­ kahhârdır. ” (Zümer, 39/4); “De ki: Allah
duğu kelâm bilginlerinin çoğunluğuna her şeyin yaratıcısıdır. O, tektir, kah-
göre küfür; zarurât-ı diniyyeden oldu­ hârdır. ” (Ra’d, 13/16).
ğu kesinlikle bilinen şeylerin tamamını
Allah, her şeyi zıddı ile kahreder,
veya bir kısmını kalben tasdik etme­
yok eder; hayatı ölümle, varlığı yok­
mek demektir. İmam Gazzâlî küfrü,
lukla, zenginliği fakirlikle, aydınlığı
Hz.Peygamberin getirmiş olduğu şey­
karanlıkla, sevinci üzüntü ile... yok
leri yalanlamak şeklinde tarif etmiştir.
eder: “(Ey Peygamberim!) De ki:
Kâfirler hakkında Kur’ân’da şöyle “Ben ancak uyarıcıyım. Tek ve kah­
denilmektedir: “(Âyetlerimizi) inkâr
hâr Allah "tan başka ilah yoktur. ” (Sâd,
etmiş ve kâfir olarak ölmüşlere gelince, 38/65); “O (kıyamet) gün (ü) onlar orta­
işte Allah ’ın, meleklerin ve tüm insan­ ya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey O fna
ların lâneti onların üzerindedir. ” (Bakara, gizli kalmaz (ve onlara) bu gün mülk
2/161); “Gerçekten, inkâr edip kâfir ola­
kimindir? (denir). O tek ve kahhâr
rak ölenler var ya, onların hiçbirinden

356
Allah ’ındır cevabı verilir. ” (Mü’min, 40/16) rek veya sarsarak çıkarmaktır. Kalkale
(İ-K.) harfleri kaf, tı, dal, cim ve be harfleridir.
(Kutbu ced) Bu harfler, kelimenin orta­
KAHR
sında veya sonunda sakin (harekesiz)
Sözlükte “ezmek, mahvetmek, peri­ olarak bulunursa kalkale yapılır. Abdü,
şan etmek” anlamına gelen kahr, bir haleknâ, fecri, ehad gibi. Uygulanışı iyi
tasavvuf terimi olarak, Hakk’ın yardı­ bir okuyucudan öğrenilir. (İ.K.)
mıyla nefsi ezmek, arzularını kırmak
KÂLÛ BELA
ve onu dizginlemek demektir. Bazı
veliler kahr, bazıları da lutf sıfatına bk. Bezm-i Elest.
mazhar olurlar. (M.C.) KÂMET
KÂÎM Sözlükte “ayağa kalkmak, durmak,
Allah’ın sıfatlarından biri olup, her düzgün ve itidal üzere olmak” gibi
şeyi görüp gözeten, koruyan demektir, anlamlara gelen kâmet, dinî bir kavram
(bk. Kayyûm) (İ.K.) olarak, farz namazlardan önce, nama­
KÂL zın başladığını bildiren ve ezan lafızla­
rına benzeyen sözlerdir. Ezandan farklı
Sözlükte “dedi, söyledi” anlamına olarak, “hayya ale’l-felâh” cümlesin­
gelir. Tasavvufta ilm-i kâl, zâhir ve den sonra, “kad kâmeti’s-salât” cümle­
şer’i ilimler anlamında kullanılan ilm-i si eklenir. Kâmet kelimesi Arapça’dan
hâlin karşıtı olarak kullanılır. İlm-i hâl değişikliğe uğrayarak dilimize geçmiş­
ise, batınî ilim, tasavvuf anlamındadır. tir. Aslı ikâmettir.
Kâlde kalmak; lafızda takılıp kalmak,
İster cemaatle, isterse tek başına
anlamını kavrayamamak, inceliklerini
kılınsın, erkeklerin her farz namaz­
idrak edememek. Kâl dili, zâhirden ve
dan önce kâmet getirmeleri sünnettir.
şer’i hükümlerden söz etmek. (M.C.)
Kazâ namazlarında da kâmet getir­
KALB mek sünnettir. Kâmet ezana göre daha
Sözlükte “çevirme, döndürme, hızlı okunur. Ezan ile kâmetin arasının
değiştirme, kalp” anlamlarına gelen bir miktar ayrılması gerekir. Ezan ile
kalb, tasavvufta, İlâhi hitabın mahalli kâmet arasında sünnet bulunmayan
ve muhatabı, marifet ve irfanın kayna­ akşam namazında, ezan okunduktan
ğı, keşf ve ilham mahalli, kalb gözü; sonra Fâtiha sûresini okuyacak kadar
insan-ı kâmil demektir. Tasavvufun beklemek uygun olur. Bir camide
konusu, kalb temizliğidir. (M.C.) cemaatle vaktin namazı kılındıktan
sonra, aynı vakit namazı cemaatle veya
KALB-İ SELİM
tek başına kılınması halinde tekrar ezan
Kur’ân’da yer alan (Şuarâ, 26/89) bu ve kâmet okunmasına gerek yoktur.
tabir, temiz vicdan, saf kalp, sağduyu Camide cemaatle kılınan namazlarda
anlamlarına gelir. (M.C.) kadınların, delilerin ve abdestsiz kişi­
KALKALE lerin kâmet getirmesi mekruhtur. (İ.P.)
Sözlükte “sarsmak, sallamak” KANÂAT
demektir. Tecvit ilminde kalkale harf­ Sözlükte “verilene razı olmak” anla­
lerinin sesini mahrecinde tahrik ede­ mına gelen kanaat, dinî bir kavram ola-

357
rak kişinin elinde bulunanla yetinmesi, sonu “te” ile biten yukarıdaki kelime­
dünya nimetlerinden kısmetine düşene den tamamen farklı anlamdadır. Kânit
razı olması demektir. Kur’ân’da, insan­ “ümidini yitiren kimse” demektir.
lar dünya hayatının süs ve cazibesine Kur’ân’da Allah’ın rahmetinden ümit
aldanarak âhireti unutmamaları için kesilmemesi (Zümer, 39/53) emredilmiş
uyarılmış, dünya hayatının değersizli­ ve ancak Allah’ın rahmetinden sapık­
ği ve geçiciliği vurgulanmış ve âhiret ların (dâllîn) ümit kestiği bildirilmiştir.
hayatının tercih edilmesi gerektiği sık (Hicr, 15/56) Bir şer ve kötülük dokununca
sık anlatılmıştır (Âl-i İmrân, 3/14; Ankebût, ümitsizliğe düşenler kınanmıştır (Rûm,
29/64). Hz. Peygamber de bu gerçeği 30/36; Fussilet, 41/49). (Î.K.)
şöyle dile getirmiştir. “Kanaatkar ol KAPLAMA MESH
ki insanların Allah "a en çok şükredeni Sözlükte “mesh, dokunmak, sil­
olasın” (îbn Mâce, Zühd, 24). (M.C.) mek” gibi anlamlara gelmektedir. Dinî
KÂNÎT literatürde ise, abdest alırken ıslak elin,
Tevâzu ile itâat etmek, boyun başa ya da mestlerin veya sargının
eğmek ve alçak gönüllü olmak anla­ üzerine dokundurulması; teyemmüm­
mındaki “kunut” kökünden ism-i fail de toprağa vurulan ellerle kolların ve
olan “kânit cjü” (te harfi ile) sözlük­ yüzün sıvazlanması demektir.
te “itaatkâr ve mütevâzı” demektir. Kaplama mesh ise, abdestte başın
Kur’ân’da bu kök, ll’i isim olmak tamamının, kulakların ve ensenin bir
üzere 13 defa geçmiş ve kulluğu ikrar, su ile meshedilmesini ifade etmek için
itaat ve boyun eğme anlamında kulla­ kullanılır. Kaplama mesh abdestin sün-
nılmıştır. Çoğulu kânitîn, kânitûn ve netlerindendir. Eller ıslatıldıktan sonra
kânitât ’tır. işaret ve baş parmaklar ayrılır, diğer par­
maklar ile başın üst tarafı, avuç ayası ile
Göklerde ve yerde bulunan bütün
başın yanları olmak üzere başın ön tara­
varlıkların Allah’a boyun eğdikleri bu
fından enseye doğru tamamı meshedilir.
kelime ile ifade edilmiştir (Bakara, 2/116;
Daha sonra işaret parmakları ile kulak­
Rûm, 30/26).
lar, baş parmak ile de kulakların arkası,
İnsanlardan îmân edip Allah’ın parmakların üstü ile de ense meshedilir.
emir ve yasaklarına uyanlar, ibâdet Boyun mesh edilmez. Baş mesh edil­
edip kulluğunu ikrar edenler “kânitîn dikten sonra ellerde yaşlık kalmamışsa
ve kânitât” olarak nitelenmişlerdir (Âı-i kulakları ve enseyi mesh etmek için
İmrân, 3/17; Tahrîm, 66/5, 12). Ahzâb SÛreSİ- yeniden eller ıslatılır. (Î.P.)
nin 35. âyetinde kendilerine mağfiret
KARABORSACILIK
ve büyük mükâfat va’dedilen kimse­
lerin on niteliğinden birisi; Al-i İmrân bk. îhtikâr.
sûresinin 15-17. âyetlerinde kendilerine KARİA
cennette temiz eşler ve Allah’ın rızası Kapıyı çalmak, vurmak, ansızın
va’dedilenlerin sahip olduğu 8 nitelik­ gelmek, saçı dökülmek, bir yer boşalıp
ten birisi “kânit” vasfıdır. tenha kalmak anlamlarındaki “k-r-a”
Kur’ân’da aynı formda ancak sonu kökünden türeyen kâria kelimesi söz­
“tı” harfi ile biten “kânit kli” kelimesi, lükte; musibet, felaket, ansızın gelen

358
bela, yolun ortası demektir. Kur’ân’da istiğfarı kabul etmesi, doğru yolu gös­
5 âyette geçmiş, kıyamet (Hâkka, 69/4; termesi itibariyledir. A’râf sûresinin 56.
Kâria, 101/1-3) ve ansızın gelen bela, fela­ âyetinde Allah’ın rahmetinin, Bakara
ket (Ra’d, 13/31) anlamında kullanılmış­ sûresinin 214. âyetinde yardımının
tır. Kur’ân’ın 101. sûresinin adı da yakın olduğu bildirilmiştir.
“kâria”dır. (Î.K.) Kur’ân’da 15 âyette ism-i tafdîl
KARÎB (Akrab) şekli olan akrab kelimesi geçmiş bun­
Yaklaşmak, yakın olmak, böğrün­ lardan ikisi ile Allah tasvir edilmiştir:
den şikâyet etmek, kılıca kın yapmak, "Andolsun insanı biz yarattık ve nefsi­
kılıcı kına koymak, cima yapmak nin ona ne fısıldadığını biliriz. Çünkü
anlamlarındaki “k-r-b” kökünden türe­ biz ona şah damarından daha yakınız.”
yen karîb, hısım, yakın demektir. (Kâf, 50/16); "Biz ona (ölmek üzere olan
insana) sizden daha yakınız, fakat siz
Allah’ın sıfatı olarak karîb; zaman,
mekan ve cihet itibariyle değil kulları­ göremezsiniz ”, (Vâkfa, 56/85) âyetlerinde­
na onların hallerini, yaptıklarını, söy­ ki yakınlık da maddi anlamda değildir.
(İ.K.)
lediklerini, düşündüklerini, dualarını
bilmesi, görmesi, duyması, şahit olma­ KARÎNE
sı, yardım etmesi, koruması itibariyle Sözlükte “maksadı gösteren işaret,
yakın demektir: "Nerede olursanız eş, nefis” gibi anlamlara gelen karine,
olun, O sizinle beraberdir Allah yap­ Arap dilinde, lafızla gerçek anlamının
tıklarınızı görendir. ” (Hadîd, 57/4). kastedilmesine engel olup, ondan neyin
Karîb kelimesi Kur’ân’da 25 âyet­ kastedildiğini gösteren durum, alâ­
te geçmiş ve bunlardan beşi Allah’ı met; bir fıkıh kavramı olarak, gizli bir
nitelemede kullanılmıştır: "(Ey durumla birlikte olup kendisine delâ­
Peygamberim!) Kullarım, sana ben­ let eden her türlü açık belirti, alâmet
den sorarlarsa (onlara bildir ki): Ben demektir.
(onlara) yakınım (karîb). Bana dua Arap dilinde karine, lafzı anlam­
edince, dua edenin duasına icâbet ede­ landırmada zihni, hakiki anlamından
rim... ” (Bakara, 2/186); "...O’ndan mağ­ vazgeçirip mecazi anlama yönlendiren
firet dileyin, sonra O’na tevbe edin. durumdur. Karine lafızdaki bir unsur
Çünkü Rabbim (rahmet ve mağfiretiy­ oluğunda, lafzî karine; lafzın dışında
le) yakındır (duaları) kabul edendir, olduğunda aklî, manevî, hâlî karine söz
(karîb, mücîb)” (Hûd, ıı/6i); "De ki: konusudur.
Eğer saparsam, kendi aleyhime sap­ Klasik fıkıh kaynaklarında ise,
mış olurum. Eğer doğru yolu bulur­ yargılama hukukunun yardımcı ispat
sam, bu da Rabbimin bana vahyettiği vasıtalarından biri olup, iki farklı olay
(bu Kur’ân) sayesindedir. Şüphesiz arasında aklî çıkarsama yoluyla bağ­
O, işitendir, yakındır, (semî, karîb) ” lantı kurularak elde edilen ve bilinme­
(Sebe’, 34/50). yen bir durumun ispatına yarayan delil
Âyet meâllerinden de anlaşılacağı demektir.
üzere Allah’ın yakın olması, duala­ Kur’an’da, Hz. Yusuf’un elbisesinin
rı duyması ve icabet etmesi, tevbe ve arkasından yırtılmasının suçsuz oldu-

359
ğuna delil gösterilmesi (Yûsuf 12/25-28); karşılanır, yazılı olduğunu gördüm.
hadiste çocuğun nesebinin aksi ispat Cebrâil 'e, "ödünç vermenin sadakadan
edilmedikçe anne ve evli bulunduğu üstün olmasının sebebi nedir" diye sor­
erkekten sabit olduğunun bildirilme­ dum. Cebrâil: ‘Çünkü dilenci, yanın­
si (Buhârî, Husumât, 6), buluntu malı tarif da olduğu halde dilenir. Halbuki borç
eden kişiye verilmesi (Müslim, Lukata, 6) isteyen kimse ancak muhtaç olduğu için
karine ile hüküm verilebileceğine işa­ borçlanır ’ diye cevap verdi. ” (ibn Mâce,
ret etmektedir. Karinenin ispata elveriş­ Sadakât, 19).
li olması için, hükme delaletinin açık,
Karz akdinde, karz olarak verilen
kesin veya kesine yakın olması gerekir.
şeyin altın, gümüş, para veya ölçülen -
Açık durum ile gizli olan arasındaki
tartılan cinsten mislî şeylerden olması
bağın kuvvetine göre karine ikiye ayrı­
gerekir. Akar veya hayvan gibi mislî
lır; kuvvetli karineler, zayıf karineler.
olmayan malların verilmesi ise karz
(İP)
değil âriyettir. (bk. Ariyet)
KARZ Ödünç Allah rızası için yapılmalı,
Birinin diğerine, kullanılmak­ bir şeye karşılık olmamalı, bir menfaat
la tükenen misli bir malı, daha sonra şart koşulmamalıdır. Borç karşılığında
emsalini geri ödemek üzere vermesi­ sağlanan menfaat faizdir; helal değil­
ne karz denir. Buna göre karz, altın, dir. Ancak borç verirken böyle bir şart
gümüş, para veya buğday, arpa gibi koşulmadığı halde, borçlu daha iyisi­
misli bir malın, bir müddet sonra mis­ ni öderse veya hediye verirse, o böl­
linin geri verilmesi üzere ödünç olarak gede böyle bir gelenek bulunmaması
verilmesidir. Tam olarak karşılama­ şartıyla bu fazlalık caiz olur. Hatta
makla birlikte aynı manayı ifade etmek Hz. Peygamber bunu tavsiye etmiştir
üzere Türkçe’de, ödünç ve borç kav­ (Müslim, Müsakat, 22).
ramları da kullanılmaktadır.
Diğer taraftan enflasyonun yüksek
Kur’ân’da karz, Allah rızasını olduğu yerlerde, ödünç verilen para
kazanmak amacıyla, ihtiyaç sahiplerine önemli ölçüde değer kaybettiğinden,
ödünç vermek anlamına kullanılmakta­ bu kayıp telafi edilmelidir. Karz akdi­
dır (Bakara, 2/245; Mâide, 5/12; Hadîd, 57/11, 18; nin, mislî mallarda cereyan etmesi ve
Müzzemmil, 73/20). ödemede mislinin yapılmasının şart
Muhtaç olan kişinin borç alması olması, alınan malın değeri bakımından
mubah, ihtiyacı olana borç vermek ise da aynen iadesinin gerektiğini göster­
menduptur. Karşılıksız yardım güzel mektedir. Diğer taraftan kaybın telafi
bir davranış olduğu gibi, ihtiyacı olan­ edilmemesi, ihtiyaç sahibine yardımda
lara borç ve ödünç vermek faziletli bulunan borç verene, hak etmediği bir
bir davranış olarak kabul edilmiştir. zararı yüklemek olacaktır. Bu da, kişi­
Hatta borç vermek, sadaka vermekten lerin borç vermekten kaçınmalarına
daha güzel sayılmıştır. Hz. Peygamber sebep olacaktır. Bu itibarla, enflasyon
bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: sebebiyle meydana gelen değer kaybı­
“Miraç gecesi Cennetin kapısı üze­ nın telafisi faiz olmayıp, borcun güzel
rinde, "sadaka on misli sevapla karşı­ bir şeklinde ödenmesi olarak kabul
lanır. Borç ise onsekiz misli sevap ile edilmelidir. (İ.P.)

360
KASÂME Kısaltmanın nasıl olacağı âyette
Sözlükte “güzellik ve cemâl, sulh, açık değildir. Namazı kısaltmak iki
bir şey hakkında yemin edip onun hak­ şekilde olabilir; a) Sayısından kısalt­
kında şahitlik eden” anlamlarına gelen mak. Bu, dört rekat yerine iki rekat
kasâme, bir fıkıh kavramı olarak, kılmaktır. Ancak bu, sefer halinde üç
muhakeme usulünde yaptırılan bir tür rekatlı olan akşam namazında cere­
yemin şeklidir. yan etmez, b) Vasfından/keyfıyetinden
kısaltmak. Bu, namazı ayakta kılmak
İslâm tarihinde hakimin, kim tara­
yerine oturarak veya rüku ve secde
fından öldürüldüğü bilinmeyen mak-
yerine imâ ile kılmaktır.
tülün, katilini bulmak veya diyetine
hükmetmek amacıyla başvurduğu bir Seferle ilgili âyet; kasr-ı salât’ın
yargılama usulüdür Bir mahallede veya “kemiyet” itibariyle mi “keyfiyet”
yakınında böyle bir ceset bulunduğun­ itibariyle mi olacağını, güven halinde
da, velisi, elinde bir delil olmadığı caiz olup olmadığını, ne kadar uzak­
halde o mahalle halkı tarafından öldü­ lıktaki mesafeye gidilince ve orada ne
rüldüğünü iddia ederse, hakim o mahal­ kadar kalınınca “kasr” yapılabileceğini,
le halkından 50 kişiyi seçer. Bunlardan “kasr”ın zorunlu veya ihtiyârî mi oldu­
her biri öldürülen şahsı kendilerinin ğunu açıkça beyan etmemektedir. Bu
öldürmediğine ve kimin öldürdüğünü hususlar, hadislerle belirlenmiştir.
de bilmediğine yemin ederler. Bunun Hanefî ve Ca’ferîlere göre seferde
üzerine hakim, o mahalle halkının ölen dört rekatlı namazları iki rekat ola­
kişinin diyetini vermesine hükmeder. rak kılmak azimettir, yani dört rekatlı
O mahallede, 50 kişi bulunmaması namazlar seferilikte iki rekat olarak
halinde yemin tekrar ettirilerek 50’ye farz kılınmıştır, dolayısıyla iki rekat
tamamlanır. Kasâmede delilere ve olarak kılınması zorunludur, dört rekat
çocuklara yemin ettirilmez. (İ.P.) kılınamaz. Hanbelî ve Şafiîlere göre
KASEM ruhsattır, yani ihtiyâridir, iki de dört
de kılınabilir. Malikîlere göre seferde
Bir şeyi yapmak veya yapmamak
dört rekatlı namazları iki rekat olarak
üzere Allah’ın ismini vererek söz ver­
kılmak sünnet-i müekkededir.
mek anlamına gelir, (bk. Yemin) (İ.P.)
Hadis kaynaklarında zikredilen
KASR-I SALÂT
rivâyetlerin çoğu, Hz. Peygamber
“Namazların kısaltılması” anlamı­ (a.s.)’in, sahabe ve tabiîlerin dört rekat-
na gelen “kasr-ı salât”; fıkıh ıstılahı lı farz namazları iki rekat olarak kıldık­
olarak, seferde öğle, ikindi ve yatsı ları şeklindedir.
namazlarının farzlarını iki rekat olarak Seferde dört rekatlı farz namazları
kılmak demektir. iki rekat olarak kılmanın illeti, dinen
Bu konuda Kur’ân’da “Yeryüzünde misafir sayılacak bir yolculuğa çıkıl­
sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size ması; hikmeti ise, çoğu kez yolcuya
eziyet ve kötülük etmesinden (fitne) ârız olan zorluğun giderilmesi ve dinî
korkarsanız, namazı kısaltmanızda size görevlerin yerine getirilmesinde kolay­
günah yoktur... ” denilmiştir (Nisâ, 4/101). lık sağlanmasıdır.

361
Misafir, mukim olan imama uyarsa kullanılmıştır. Hakkı kabul etmemek­
namazını tam kılar. Mukim, iki rekat te, inkâr ve isyânda ısrar eden, Allah’a
kılan misafir imama uyarsa namazını verdikleri îmân ve ibâdet sözünü (misa-
dört rek’ate tamamlar. kl) bozan Yahûdîler (Bakara, 2/74; Mâide,
Misafir, mukim kimselere imam 5/13), Allah’a îmân edip ona kulluk
olduğu zaman namazı tam kılarsa etmeyen, yalvarmayan ve kendilerine
İmam Şafiî’ye göre hepsinin nama­ yapılan uyarıyı unutan toplumlar (En’âm,
zı tamam olur. Ebû Hanîfe’ye göre 6/43) katı kalpli olmakla yerilmişlerdir.
mukim olanların namazı fasit, imam Kalpleri katılaşanlar gibi olunmama­
ve misafirlerin namazı ise sahih olur. sı istenmiştir (Hadîd, 57/16). Katı kalpli
olanların, kalplerinde hastalık bulunan
Bir kimse mukim iken bir namazı­
münafıklarla birlikte şeytanın vesvese
nı kılmasa, seferde ittifakla dört rekat
ile müptela edildikleri (Hac, 22/53) bil­
olarak kaza eder. Yolcu iken bir nama­
zı kılmasa hazarda İmam Malik ve dirilmiş, "Allah’ı zikre karşı kalpleri
katılaşmış olanlara yazıklar olsun. ”
Hanefîlere göre iki rekat olarak kaza
(Zümer, 39/22-23; Hadîd, 57/16) denilmiştir.
eder. İmam Ahmed ve bir görüşünde
İmam Şâfiî’ye göre ihtiyaten tam ola­ “Kalbi katılaşanlar”, mümin olmayan­
rak kaza eder. ların niteliği olarak kullanılmış ve bu
kimseler zulüm (Hac, 22/53) ve sapıklık
Sonuç olarak yolculukta dört rekat-
içinde olmakla nitelenmişlerdir (Zümer,
lı farz namazların iki rekat olarak
39/22). Katı kalpliliğin zıddı, Allah’a
kılınmasında bütün müçtehitler ittifak
saygılı ve mütevâzi olmak (huşû ve
etmişlerdir. Tam kılınmasında ise itti­
ihbât), Allah’tan korkmak ve derileri
fak yoktur. Hanefîler, iki rekat olarak
ürpermektir (Haşye ve ikşi’râr) (Hac,
kılınmasının vacip, Malikîler sünnet,
22/53-54; Zümer, 39/22-23; Hadîd, 57/16). (bk.
Şafiî ve Hanbelîler ise efdal olduğu Havf, Haşye ve Muhbit md.) (Î.K.)
görüşündedir. Hükmü ister sünnet ister
Bir tasavvuf terimi olarak kasvet,
vacip veya efdal olsun, yolculukta dört
kulun işlediği amel ve ibadetleri ken­
rekatlı farz namazlar iki rekat olarak
kılınır. Peygamberimiz (a.s.), sahabe
dinden bilmesi anlamına gelir. (M.C.)
ve tabiîlerin büyük çoğunluğu seferde KÂŞİF
öğle, ikindi ve yatsı namazının farzla­ Açmak, açığa çıkarmak, üzüntü­
rını iki rekat olarak kılmışlardır. (Î.K.) yü ve sıkıntıyı gidermek anlamındaki
KASVET “k-ş-f ’ kökünden türeyen kâşif, keşfe­
den, açan demektir.
Sert ve kuvvetli olmak, kalbi taş
gibi olmak anlamındaki “k-s-v” kökün­ Allah’ın sıfatı olarak kâşif,
den gelen kasvet, katı kalplilik, taş Kur’ân’da iki âyette, çoğul şekli olan
yüreklilik, kabalık ve şiddet demektir. “kâşifun” ise bir âyette geçmiştir: "Biz,
Kur’ân’da kalbin taş gibi katı olması sizden azabı birazcık kaldıracağız,
ile insanın îmân, ibâdet, dua, Allah’ı ama siz yine (inkârınıza) döneceksi­
zikir, saygı ve merhametten uzak niz. ” (Duhân, 44/15), “Allah, size bir azap
olması, Allah’tan korkmaması kaste­ dokundursa, onu yine O ’ndan başka
dilmiştir. Kasvet, zem ifadesi olarak açacak yoktur. ” (En’âm, 6/17; Yûnus, 10/107).

362
Âyetlerden anlaşılacağı üzere, kâşif Aynı şekilde haksız yere bir kişiyi
4/93).
sıfatı, Allah’ın azabı, sıkıntıları, bela­ öldürmeyi bütün insanlığı öldürmek,
ları ve dertleri kaldıran, gideren oldu­ bir kişiyi kurtarmayı da bütün insanla­
ğunu ifade etmektedir. ra hayat vermek olarak kabul etmiştir
Allah’ın bu vasfı, “keşefe - yekşifu” (Mâide, 5/32).

fiiliyle de ifade edilmiştir: “...Eyyûb, Hz. Peygamber ise, bırakın bir


Rabbına "dert, hastalık bana dokundu, Müslüman’ın kanını akıtmayı savaş
sen merhametlilerin en merhametlisi- ortamında bile Müslümanlarla savaş­
sin ’ diye dua etti. Biz de onun duasını mayan gayri Müslim kadınların, çocuk­
kabul ettik, kendisine bulaşan derdi ların, yaşlıların, ibadetleriyle meşgul
kaldırdık (keşefnâ)... ” (Enbiyâ, 21/83, 84). olan din adamlarının öldürülmesini,
(Î.K.) hatta ibadethanelerinin yıkılmasını,
ağaçların kesilmesini, hayvanların
KATİL (Kati)
öldürülmesini dahi yasaklamıştır. (Î.P.)
Katil adam öldürme demektir.
KAVED
Öldürene kâtil^ öldürülene de maktul
veya katıl denir. Taammüden adam öldürene kısas
uygulanması anlamına gelir, (bk.
İnsanı en güzel bir şekilde yaratıp
Kısas) (Î.P.)
ruhundan üfleyerek şan ve şeref sahibi
kılan ve içindeki sayısız nimetleriyle KAVÎ (Zü’l-Kuvve)
birlikte yeryüzünü emrine amade kılan Güçlü .olmak anlamındaki “k-v-
Yüce Allah, insanın yaşama hakkını da y” kökünden türeyen kavî kelimesi
muhterem sayarak korunmasını dinin sözlükte; güçlü, kuvvetli demektir.
temel amaçlarından biri saymıştır. Hz. “Kaviye” fiili alâ edatı ile kullanıldı­
Peygamber vedâ haccı hutbesinde, ğında “gücü yetti” anlamına gelir. Zül-
bütün insanlığa hitap ederek, “Şüphesiz kuvveti terkibi ise kuvvet sahibi, güçlü
bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün, demektir. Allah’ın sıfatı olarak “kavî”
bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ve ve “zü’l-kuvveti”, kâdir, çok güçlü,
bu şehriniz nasıl mukaddes bir şehir kuvveti tam olan, asla âcizliği bulun­
ise, canlarınız, mallarınız ve namusla­ mayan demektir.
rınız da öyle muhteremdir, tecavüzden Allah’ın gücünün yetmediği hiçbir
korunmuştur. ” demiştir (Tecrid, ıv/412, şey yoktur: “...Zalimler azabı gördük­
VI/334, X/389, 395). leri zaman gerçekten bütün kuvvetin
Allah’ın özenerek yarattığı ve Allah "a ait olduğunu ve Allah ’m aza­
sayısız nimeti emrine verdiği insanın, bının çetin olduğunu keşke bilseler. ”
dünyaya gelmesi de, ölümü de İlâhî (Bakara, 2/165) âyeti bu gerçeğin ifade­
iradenin elindedir. Allah’tan başka hiç sidir. Yaratıklara güç-kuvvet veren
kimsenin bu haktan onu mahrum etme­ de Allah’tır: “Güç ve kuvvet ancak
ye yetkisi yoktur. Bu nedenle adam Allah ile vardır... ”(Kehf, 18/39). Allah’ın
öldürmek büyük günah kabul edilmiş­ gücünün çokluğunu ifade etmek için
tir. Yüce Allah Kur’ân’da haksız yere Kur’ân’da “eşeddü kuvveten” terkibi
cana kıymayı haram kılmış, cezasının kullanılmıştır: “Ad kavmi yeryüzünde
cehennem olduğunu bildirmiştir (Nisâ, haksız yere büyüklendiler ve "bizden

363
daha kuvvetli kim var? "dediler Onları secdeye gitmeden önce iyice doğrul­
yaratan Allah ’ın kendilerinden daha mak demektir. Kavme, fakihlerden
kuvvetli olduğunu görmediler mi?"" bazılarına göre namazın sünnetlerin­
(Fussilet, 41/15). den kabul edilmiş, bazılarına göre de
ta’dîl-i erkândan sayılarak vacip kabul
Zü’l-kuvveti, Kur’ân’da Allah’ın
edilmiştir.
sıfatı olarak sadece '"Gerçekten rızık
veren, sağlam, kuvvet sahibi olan Ebû Hüreyre şöyle anlatmaktadır:
ancak Allah "tır ” (Zariyat, 51/58) âyetinde Hz. Peygamber bir gün mescide girdi,
geçmiştir. Bu tabir, îbn Mâce’nin el- peşinden de bir adam gelerek namaz
esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde de kıldı. Sonra gelip Hz. Peygamber’i
geçmiştir (Dua, ıo, ıı, 1270). Bu tabir bir selâmladı. O da selamını aldı ve "dön ve
yerde vahiy meleği Cebrail’in sıfatı namazını yeniden kıl" dedi. Bu durum
olarak da kullanılmıştır (Tekvîr, 81/20). üç kez tekrar etti, sonuncusunda şöyle
buyurdu: ""Namaz kılacağın zaman tek­
“Kavi” kelimesi 7 yerde “azîz”, 2
bir al, sonra Kur "ân "dan bildiğin kolay
yerde “şedîdü’I-ikâb” (azabı şiddetli)
gelen bir yeri oku, sonra rukuya eğil
sıfatı ile birlikte geçmiştir. “Gerçekten
ve uzuvların yerleşip rahatlayıncaya
Rabb "ın kuvvetlidir, azizdir?" (Hûd, 11/66),
kadar rukuda kal. Daha sonra ruku-
“Gerçekten Allah, güçlüdür, azizdir?" dan kalk ve iyice doğrul. Sonra sec­
(Hac, 22/40), “O güçlüdür, azizdir"" (Şûrâ,
deye git ve orada uzuvların yerleşip
42/19), “Gerçekten Allah çok güçlü ve
rahatlayıncaya kadar kal. Daha sonra
azabı şiddetlidir ” (Enfâl, 8/52). iyice yerleşinceye kadar otur, sonra
“Kavî” kelimesi bir yerde bir tekrar secdeye kapan ve orada uzuv­
cinin (Nemi, 27/39), bir yerde de (Kasas, ların yerleşip rahatlayıncaya kadar
28/26) Yusuf peygamberin vasfı olarak bekle. Bütün namazlarında böyle yap.""
kullanılmıştır. (Tac, I, 175-176). (Î.P.)
Kur’ân’da Allah’ın güçlü ve kuvvet­ KAVRAM
li olduğunun bildirilmesi ve “şedîdü’l-
Bir fikri, bir düşünceyi ve bir siste­
‘ıkab” ve “azîz” sıfatlarıyla birlikte
mi anlatmak için kullanılan, o fikrin, o
kullanılması; inkâr ve isyân edenleri,
düşüncenin ve o sistemin ifade edilme­
müşrikleri ve âyetleri yalanlayanları
sinde önemli ve baş rolü oynayan söz­
cezalandırmasının ve azabını savmada cüklerdir. Kavrama terim ve mefhum
O’na kimsenin galip gelemeyeceğinin da denir. Kavramların iki özelliği var­
bilinmesine yöneliktir. (İ.K.) dır: 1- Seçikliği / niteliği. Bu, var olanı
KAVLİ SÜNNET diğer var olandan ayırır. 2- Açıklığı /
Peygamberimiz (a.s.)’ın dinî konu­ içeriği. Kavramların seçikliği değiş­
lardaki sözlerini ifade eden bir kavram­ mez, açıklığı /içeriği ise fert ve toplum­
dır. (bk. Sünnet) (A.G.) lar ile zaman ve mekana göre değişe­
bilir. Değişme, kavramların içeriğinin
KAYME insanlar tarafından doldurulması veya
Sözlükte “boy, kalkınma” anlam­ anlamının genişletilmesi veya daraltıl­
larına gelen kavme, dinî bir kavram ması veya farklı anlaşılması şeklinde
olarak, namazda rükudan kalkarken, olur.

364
Bir şeyin kavramı o şeyin bilgi­ Allah’ın sıfatı olarak her şeyi görüp
si demektir. Kur’ân bilgileri de kav­ gözeten, koruyan demektir.
ramlarla ifade edilmiştir. Kavramların Kur’ân’da Allah’ın sıfatı ola­
anlamları yalnız başlarına değil dâima rak bir âyette geçmiştir: “Her nefsin
bir sistem veya sistemler içinde değer kazandığını görüp gözeten, koruyan
kazanır. Her kavramın kendine özgü (Allah), hiç böyle olmayan gibi olur
bir anlamı vardır ki o sözcük bulundu­ mu" (Ra’d, 13/33) “Kâim” ismi, insanlar
ğu sistem dışında kullanılsa yine aynı için de çeşitli anlamlarda kullanılmış­
manayı taşır. Kavramların bu sürekli tır (Âl-i İmrân, 3/18-39; Meâric, 70/23). Çoğulu
anlamına esas mana / sözlük anlamı kıyâmdır.
denir. Kavramların içinde bulunduğu
Kayyûm, “kâim” kelimesinin müba­
sistemden doğan manaya ise izâfî mana
lağalı şeklidir. Allah’ın sıfatı olarak
/ özel mana / terim anlamı denir.
“kayyûm”, zeval bulmayan, devamlı
Kur’ân kavramları, Kur’ân bütünlü­ kâim olan, başlangıcı bulunmayan, zâti
ğü içinde anlaşılır. Kur’ân kavramları­ ile kâim olan, uykusu ve uyuklama­
nın içeriğinin değiştirilmesi veya daral­ sı olmayan, yaratıklarını dilediği gibi
tılması veya genişletilmesi gerçeğin yöneten, onların rızıklarını, ihtiyaçla­
ortaya çıkmamasına sebep olur. (İ.K.) rını ve korumalarını üstlenen demektir.
KAYLÛLE Allah’ın bu sıfatı, Kur’ân’da “hayy”
Kaylûle öğle uykusu veya istirahati kelimesi ile birlikte üç âyette geçmiş­
anlamına gelir. Hz. Peygamber, fırsat tir (Bakara, 2/255; Âl-i İmrân, 3/2; Tâ-hâ, 20/111).
bulduğunda öğle uykusuna yatmış ve “Kayyûm” ismi Allah’a özgüdür.
ashabına da gece ibadetine kalkabil- Yaratıklar için kullanılmaz.
meleri için öğle uykusuna yatmalarını “Kayyûm” ismi Tirmizî ve İbn
tavsiye etmişlerdir (ibn Mâce, Sıyâm, 22). Mâce’nin, “kâim” ismi ise sadece İbn
Gece ibadeti alışkanlığı olanların, gün­ Mâce’nin el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgili
düz vazifelerini aksatmamak şartıyla rivâyetinde geçmiştir (Tirmizî, Deavat, 83;
Hz. Peygamber’in uygulamasına ben­ İbn Mâce, Dua, 10). (İ.K.)
zemek niyetiyle öğle uykusuna yatma­ KAZÂ
sı sevaba vesile olacaktır. Ancak, öğle
Sözlükte “hükmetmek, emretmek,
uykusunun sünnet olduğunu düşünerek,
ifâ etmek, ödemek, kazâ etmek, ölçüp
görevini terk etmek caiz değildir. Diğer
biçip yapmak, ihtiyacını gidermek,
taraftan Hz. Peygamber’in bu uygula­
ölmek, mahkeme etmek” gibi anlam­
masında iklimin ve bölgenin de etkili
olduğu unutulmamalıdır. (İ.P.) lara gelen kazâ, fıkıh literatüründe üç
anlama gelmektedir: 1) Yargılama,
KAYYÛM (Kâim) kadılık makamı ve memuriyeti,
Ayak üzerinde kalmak, kalkmak, 2) Zamanında yerine getirilmeyen dinî
düzelmek, bir işi yürütmek, mutedil veya hukukî vazifenin, zamanı çıktık­
olmak, hak zâhir ve sâbit olmak, bir tan sonra yerine getirilmesi, 3) Allah’ın
işi denetlemek, başlamak anlamların­ ezelî ilmiyle takdir ettiği şeyin vakti
daki “k-v-m” kökünden türeyen kâim, gelince meydana gelmesi.

365
îster geniş, ister dar zamanlı olsun KAZF
edası için belli bir vakit tayin edilen Sözlükte “atmak, sözü düşünüp
ibadetlerin, bu vaktin içinde yapılması taşınmaksızın savurmak, iftira atmak”
gerekir. Meşru bir mazeret bulunmadık­ gibi anlamlara gelen kazf, bir fıkıh teri­
ça vaktinden sonraya bırakılması caiz mi olarak, namuslu kadına zina suçu
değildir. Vakti içinde edâ edilmeyen isnat etmek demektir.
ibadetler, zimmette borç olarak kalır. Dinimizde ağır bir suç ve ahlâksız­
Bu borcun sonradan ödenmesine kazâ lık olarak nitelenen zinanın, masum
denir. Hz. Peygamber Hendek sava­ ve iffetli insanlara isnat edilmesi de
şında, düşmanların taarruzu nedeniyle büyük günah olarak kabul edilmiş;
namazlarını kılamamış ve daha sonra şahitsiz, delilsiz iffetli kadınlara isnat­
cemaatle kazâ etmiştir (Buhârî, Mevâkit, ta bulunmayı ise had cezası gerektiren
36,38). Kur’ân-ı Kerim’de, hastalık ve bir suç sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de,
yolculuk sebebiyle orucu tutmayanla­ “Namuslu kadınlara zina isnadında
rın daha sonra gününe gün oruç tutma­ bulunup, sonra (bunu isbat için) dört
ları emredilmiştir (Bakara, 2/184). Bunun şahit getiremeyenlere seksener sopa
yanında, orucunu bozan kimse de ya vurun ve artık onların şahitliğini hiçbir
keffaretle birlikte ya da keffaretsiz ola­ zaman kabul etmeyin. Onlar tamamen
rak bozduğu orucu kaza eder. Hac için bozguncudurlar. Ancak bundan sonra
ihrama giren, bunu tamamlayamazsa tövbe edip ıslah olanlar müstesnadır.
veya haccı bozulursa daha sonra bunu Allah çok bağışlayıcı ve merhametli­
kazâ etmesi gerekir, (bk. Faîte, İhsâr, dir. ” buyurulmaktadır (Nur, 24/4-5).
Cinâyet, Keffâret) (Î.P.) Bir kadına zina isnadında bulunup
Kelam ilminde kazâ, Cenab-ı da, bunu dört adil şahitle ispatlaya-
mayan kimse, iffete iftira suçu işlemiş
Hakk’ın ezelde irade etmiş olduğu
olur. Suçun teşekkül etmesi için ayrıca
ve takdir buyurduğu şeylerin, zamanı
isnatta bulunan kimsenin akıllı, buluğ
gelince her birisini ezelî ilim, irade
çağına erişmiş olması; kadının da iffetli
ve takdirine uygun bir biçimde mey­
olması gerekir. (Î.P.)
dana getirmesi ve yaratmasıdır. Bu
KEBÂÎR
takdirde kazâ, Allah’ın tekvin sıfatı­
nı ilgilendiren bir konu olmaktadır. bk. Kebire.
Bu tanım, Mâtüridî ve taraftarlarına KEBÎR (Mütekebbir)
göredir. Eş’arîler ise bunu daha fark­
Yaşça büyük olmak, büyümek,
lı bir şekilde tarif etmişlerdir: Kazâ; yaşlanmak, iri olmak, mevkide ulu
hüküm mânâsınadır. Allah’ın eşyayı olmak, şerefli olmak, iş zor gelmek
sonradan nasıl olacaksa ezelde öylece anlamlarındaki “k-b-r” kökünden
irade etmesidir. Kader ise, Allah’ın her gelen kebîr, büyük olan, miktarı çok
şeyi vakti gelince, ezelî ilmine uygun olan, çok önemli, kadri yüce olan
olarak, irade ettiği şekilde yaratması­ demektir. Çoğulu, kibâr ve küberâdır.
dır. Görüldüğü gibi Matüridîlerin kazâ Mütekebbir kelimesi de aynı kökten
dediğine Eş’arîler kader, kader dediği­ gelen bir isim olup büyük ve büyük­
ne de kazâ demektedirler. (F.K.) lenen demektir. Büyüklük ve küçüklük

366
itibâridir. Bir şey, diğerine göre küçük anlamda büyüklük ifade etmektedir.
veya büyük olur. Büyüklük, kemiyet, Allah’ın büyüklüğü de maddî anlamda
keyfiyet, cisim ve aded itibariyle söz değildir. Yaş bakımından büyük insan­
konusudur. lara (Yûsuf, 12/80) önder olan, önde giden
“Kebîr” kelimesi Allah’ın sıfa­ insanlara da (Ahzâb, 33/76) kebîr denilmiş­
tı olarak Kur’ân’da beş âyette “alî” tir. Allah’ın büyüklüğü bu anlamda da
ve “müteâl” kelimeleriyle birlikte değildir.
geçmiştir: "‘Gerçekten Allah, yüce­ Mütekebbir kelimesi, Allah’ın sıfatı
dir, büyüktür" (Nisâ, 4/34); “Gerçekten olarak bir âyette geçmiştir: “O Allah...
ancak Allah yücedir, büyüktür. ” (Hac, azizdir, cebbardır, çok uludur. ” (el-
22/62); “(Allah) görüleni ve görülmeyeni mütekebbir) (Haşr, 59/23).
bilendir, büyüktür, yücedir. ” (Ra’d, 13/9) Allah’ın sıfatı olarak mütekebbir,
Allah’ın sıfatı olarak kebîr; şanı, ihtiyaç ve noksanlığı gerektiren her
şerefi, celâl ve izzeti, değeri, gücü ve şeyden münezzeh, pek yüce ve ulu
sıfatları yüce, büyük demektir. Allah, demektir.
her şeyden yücedir, kibriyâ’ sahibidir: Mütekebbir kelimesi Kur’ân’da 6
“Göklerde ve yerde ululuk (el-kibriyâ) âyette insanı zemmeden bir vasıf ola­
yalnız O ’na aittir. ” (Câsiye, 45/37) âyeti rak kullanılmıştır (Mü’min, 40/27). İnsanın
bu gerçeği ifade etmektedir. Gerçek sıfatı olarak mütekebbir; kendinde
anlamda ululuk Allah’a özgüdür. Bu büyüklük izhar eden kimsedir. Allah
anlamda ululuk insanlar için yerilen yücedir, uludur, hiçbir şeye muhtaç
bir vasıftır. değildir. İnsan yaratılmıştır, her şeye
“Kebîr” vasfı, Allah’ın zatının gücü yetmez, muhtaçtır. Bu itibarla,
yüceliğini ifade ettiği gibi nimet ve insanın mütekebbir olması mümkün
cezasının büyüklüğünü, çokluğunu da değildir. Kendini ulu, yüce göstermesi
ifade eder: “Rab ’lerinin yanında onla­ tekellüftür, gerçeği örtmektir. Bu yüz­
ra (îmân edip sâlih amel işleyenlere) den insan için yerilen bir vasıftır. Allah
diledikleri her şey vardır. İşte büyük böyle değildir. O zatı ve sıfatlarıyla
yücedir. (İ.K.)
lütuf budun ” (Şûrâ, 42/22); “Sizden kim
zulmederse ona büyük bir azap vardır. ” KEBÎRE
(Furkân, 25/19) Sözlükte “büyük” anlamına gelen
Kebîr kelimesi, Allah’ın dışında­ kebîre, dinî bir kavram olarak, cezayı
ki diğer objeler için de kullanılmıştır. gerektiren günah, büyük günah demek­
Büyük günah (Bakara, 2/219), büyük fesat tir. Çoğulu, kebâirdir. (bk. Büyük
(Enfâi, 8/73), büyük gün (âhiret) (Hûd, ıı/3), Günah) (M.C.)
büyük mükâfat (Hûd, ıı/ıi), çok yaşlı KEFÂET
(Yûsuf, 12/78), büyük dalalet (Mülk, 67/9),
Evlenecek eşlerin birbirlerine denk
büyük kurtuluş (Burûc, 85/11), büyük
olması demektir, (bk. Küfuv). (İ.P.)
azgınlık (İsrâ, 17/60), büyük Cİhad (Furkân,
25/52), büyük lânet (Ahzâb, 33/68), büyük
KEFÂLET
mülk (insan, 76/20) gibi. Görüldüğü üzere Sözlükte “bir şeyi başka bir şeye
kebîr, maddi anlamdan çok mecazi eklemek; birine kefil olmak, bakmak,

367
beslemek, taahhüt etmek, garanti meleriyle veya borcun diğer yollarla
etmek” anlamlarına gelen kefâlet, bir sona ermesiyle kefâlet de sona erer.
fıkıh kavramı olarak, hak sahibinin bir Bunun yanında, alacaklının kefili ibrâ
şeyi talep etmesi konusunda, yüküm­ etmesi de kefâleti sona erdirir. (Î.P.)
lünün zimmetine üçüncü kişinin zim­
KEFEN
metinin eklenmesini ifade eder. Kefâlet
akdinde yükümlüye asil, ifâ edilmesi Cenâzenin yıkanıp kurulanmasın­
gereken borç veya haktan, asîl ile bir­ dan sonra, bedenini örtecek şekilde
likte sorumlu tutulacak kişiye ise kefil sarılan beze denir. Cenâzenin kefenlen-
denir. mesi farz-ı kifâye olup, bu işleme tek­
Kefâlet akdi, teberru akitleri gru­ fin denilir. Erkek ve kadınlar için farklı
bunda ele alınmıştır. Bu nedenle kefil olmak kaydıyla kefenler üçe ayrılır:
olacak kimsenin, tam edâ ehliyetine Sünnet olan kefen; bu erkekler için
sahip olması gerekir. Kefâlet akdinin gömlek, izâr ve lifâfe olmak üzere üç
kurulması için, kefilin irâde beya­ parça; kadınlar için bunlarla birlikte,
nı, alacaklının kabûlü gerekir. Bunun baş örtüsü ve göğüs örtüsü olmak üzere
yanında borçlunun kefâleti reddetme beş parça bezdir.
hakkı vardır.
Kefen-i kifâye; ihtiyaç halinde
Kefaletin konusu, şahıs ve mal ola­
yeterli olan kefen anlamına gelmekte
bileceği gibi, teslim ve gerektiğinde
olup, erkekler için izâr ve lifâfe olmak
istirdat da olabilir. Bir kişinin şahsına
üzere iki parça; kadınlar için de bun­
kefil olmaya nefse kefâlet denir. Bu
kefâlet bir kimsenin belirli bir tarihte larla birlikte baş örtüsü olmak üzere üç
mahkeme veya yetkili bir makam huzu­ parça bezden ibarettir.
runda hazır bulundurulmasına garanti Kefen-i zaruret; zorunluluk halin­
vermek şeklinde yapılan bir kefâlettir. de, başka bir şey bulunmadığında,
Günümüz bazı hukuk sistemlerinde bütün vücudunu örtecek bir bezdir.
de, sanıkların kefâletle bırakılmaları Bunda erkek ve kadın aynıdır.
uygulanmaktadır. Bir borcun ödenme­ Kefenlemede kullanılan kamîs,
sine kefil olmaya mala kefâlet denir. gömlek anlamına gelmekte olup,
Mala kefâlette, kefâlet konusunun
boyundan ayaklara kadar cenâze­
teslim edilmesi mümkün olmalı, borç
yi örten bezdir. İzâr, baştan ayakla­
ise sahih bir borç olmalıdır. Ayrıca bir
ra kadar örten bir bezdir. Lifâfe ise,
malın teslim edilmesine kefil olmaya
baştan ayağa kadar olan ve kefenin en
teslime kefâlet, satılan malın başka
sahibinin çıkması halinde bedelin iade üstüne gelen parçasıdır. Bu ayak ve baş
edilmesine kefil olmaya da derek kefâ­ tarafından bağlanması için biraz daha
leti denir. uzundur.
Kefâlet akdinin sahih olarak kurul­ Kefenin beyaz renkli pamuk bezin­
masıyla, alacaklı hem borçludan, hem den olması daha faziletlidir. Kefen ola­
de kefilden alacağını isteme hakkını rak kullanılacak bez, çok basit ve adî
elde eder. Borçlu veya kefil, borcu ya veya çok pahalı olmamalı, ölünün mal
da diğer yükümlülüklerini yerine getir­ varlığına uygun olarak alınmalıdır. (Î.P.)

368
KEFFÂRET iki ay, daha sonra başlamış ise 60 gün
Örtmek anlamına gelen “kefr” ara vermeden oruç tutar. Kadınlann ay
kelimesinden türetilen keffâret, söz­ halleri dışında ara verilmesi halinde
lükte kusur veya günahı örten, izâle yeniden başlar. Kadınlar ise, ay halle­
eden şey anlamına gelmektedir. Aynı rinde oruca ara verirler ve biter bitmez,
kökten türeyen keffere fiili, Kur’ân-ı ara vermeden kaldığı yerden devam
Kerim’de günahları örtmek anlamında ederler.
kullanılmıştır (Âl-i İmran, 3/193; Mâide, 5/45, b) Zıhar, bir erkeğin eşini veya bir
65; Muhammed, 47/2). Allah Teâlâ, kullan- uzvunu, kendisine ebediyen haram olan
nın işledikleri hata ve günahları çeşitli bir kadına veya uzvuna benzetmesi­
vesilelerle affetmektedir. İstiğfar ve dir. Böyle zıharda bulunan kişi, eşiyle
keffâret, bunlardandır. Bu çerçeveden münasebette bulunmadan oruçta oldu­
olarak Kur’ân’da, iyiliklerin kötülük­ ğu gibi keffâret ödemesi gerekir, (bk.
leri sildiği haber verilmektedir (Hud, Zıhar)
n/114). Hz. Peygamber de, kılınan c) Hac veya ihram cinâyetlerinden
namazın, büyük günahlardan kaçınmak birini işleyenler, cinâyetin şiddetine
şartıyla bir önceki namazla arasında göre keffâretle yükümlü olurlar, (bk.
işlenen günahlara keffâret olacağını, Cinâyet, Bedene, Dem)
Cuma namazının iki Cuma arasında d) Bilerek yapılan yeminlerin
işlenen günahlara keffâret olacağını bozulmasında, keffâret olarak on fakir
bildirmiştir (Müslim, Taharet, 5). sabah akşam doyurulur veya giydirilir.
Bir fıkıh terimi olarak keffâret, Buna gücü yetmeyen ise, üç gün peşpe-
sözlük anlamına yakın olarak, oruç ve şe oruç tutar, (bk. Yemin)
yeminin bozulmasında, zıharda, hac e) Hata ile adam öldüren kimse de,
cinâyetlerinde ve hata ile öldürmelerde, keffâret olarak Müslüman bir köle azat
günahı affettirmek için meşru kılınan etmesi gerekir. Bunu bulamayan kimse
ibadet mahiyetindeki davranışlardır. iki ay ara vermeden oruç tutar (Nisâ,
Kur’ân-ı Kerim’de, keffâret kelimesi 4/92). (Î.P.)
ıstılah manasında iki yerde geçmekte­
KEFÎL
dir (Mâide, 5/89, 95):
Kefâlet akdinde, asıl yükümlü ile
a) Ramazan ayında, farz olan orucu
birlikte, ifâ edilmesi gereken borç veya
tutarken, meşru bir mazereti olmaksızın
haktan sorumlu tutulacak kişiye kefil
bilerek ve isteyerek orucu bozan kişi,
denir, (bk. Kefalet) (Î.P.)
keffâret olarak köle azat eder, bunun
mümkün olmaması halinde iki ay üst KELÂM
üste oruç tutar, buna da gücü yetmez Sözlükte “söz, deyiş, cümle, hat
ise altmış fakiri sabah ve akşam doyu­ ve işaret” gibi anlamlara gelmektedir.
rur veya yemek parasını verir. Yemek Sesle ifade edildiğinde lafz veya kavi;
parasını 60 günde bir fakire verebile­ yazıyla ifade edildiğinde hat veya kita­
ceği gibi, bir günde 60 fakire de vere­ bet; işaretle ifade edildiğinde ise, remz
bilir. Bir günde hepsini bir fakire ver­ veya resm adını alır. Kelâm, Allah’ın
mesi caiz değildir. Keffâret olan oruca bir sıfatı ve Kur’ân’ın lafızları için de
kamerî ayın ilk gününde başlamış ise kullanılır.

369
Yüce Allah’ın sübûtî ve kemal sıfat­ KELÂMÎ TEFSÎR
larından olup Allah’ın zatı ile kaimdir. Allah-insan ilişkisinin îmânî boyu­
Kelâm, Allah’ın seslere, harflere ve bu tu, Allah ve O’nun sıfatları, peygam­
harflerden meydana gelen kelime ve berlik, âhiret hayatı, büyük günah
cümleleri tertip etmeye muhtaç olmak­ işleyenin durumu... vb. konular Kelam
sızın mütekellim olmasıdır. Nitekim ilminin alanını oluşturmaktadır.
O, hem peygamberlerine kitap indir­ Kelam bilginleri, bu ilim dalı ile
miş, hem de bazı peygamberler ile de ilgili Kur’ân âyetlerini yorumlamış­
konuşmuştur: “Musa tayin ettiğimiz lar, değişik görüşler serdetmişler ve
vakitte gelince Rabbi onunla konuştu. ” Cebriyye, Matürîdiyye, Eş’arîlik,
(Â’raf, 7/143); “De ki; Rabbimin sözleri­ Mûtezile, Hâricilik ve Şi’a gibi fark­
ni yazmak için denizler mürekkep olsa lı ekoller oluşturmuşlardır. Bu mez­
ve bir o kadarını da katsak, Rabbimin heplerden her birinin Kur’ân’la ilgili
sözleri tükenmeden denizler tükenirdi. ” yorumlarına genel olarak kelâmî tefsir
(Kehf, 18/109). denir. İmam Mâturîdî’nin “Tevîlâtü ’l-
Kur’ân Allah kelamıdır ve mahluk Kur ’ân ” adlı eseri, bu usûlle yazılmış
değildir. Kelâm sıfatı, nefsi ve lafzî tefsirlerden biridir. (İ.K.)
olmak üzere ikiye ayırılmıştır. Nefsi KELÂMULLAH
kelâm Allah’ın Zâtı ile kâim, mahiye­
Allah’ın sözü demektir. Bundan
tini idrak edemediğimiz ezelî bir sıfat­ maksat, Tevrat, İncil ve Kur’ân gibi
tır. Lafzî kelâm ise nefsî kelâma delâlet
vahiy ile Peygamberlere verilen kitap­
eden ses ve harflerden müteşekkil olan lar, sahifeler ve âyetlerdir. Kur’ân’da
Kur’ân’ın lafzıdır. Bu lafzî kelâm ezelî bu tâbir üç âyette geçmiş ve Tevrat
olmayıp, hadistir. (Bakara, 2/75), Kur’ân (Tevbe, 9/6) ve
Kelam, İslâmî bilim dallarından Allah’ın hükmü, va’di (Fetih, 48/15) anla­
biridir. İlk dönem İslâm bilginlerine mında kullanılmıştır, (bk. Kelime)
göre Kelâm, Allah’ın zatını mebde’ (İ-K.)
ve meâda ilişkin sıfat ve fiilleri bakı­ KELİME
mından İslâmî ilkelere göre konu edi­
nen bir ilimdir. Son dönem İslâm bil­ Yaralamak anlamındaki “kelm”
kökünden türeyen “kelime” sözlükte;
ginlerine göre ise kelâm, ma’lumun
bir ma’nâ ifade eden tek bir lafız ve
(bilinenin) hallerini, dinî inançların
söz anlamına gelir. Kelime; isim, fiil
yakinî delillerden çıkarılmasına vesi­
ve harf olabilir. Dil bilimcilerine göre
le olması bakımından, konu edinen
kelime, müfret bir ma’nâ için konulmuş
bir ilimdir. İnançlardan maksad, amelî
bir lafızdır. Çoğulu kelim ve kelimâttır.
konular olmayıp bizzat inanılması iste­
nen hükümlerdir. Örneğin Allah vardır, Bu lafız Kur’ân’da, tekil, çoğul,
birdir, ortağı yoktur. Alim, kâdir, işiten yalın ve terkip olarak 46 defa geçmiş
ve görendir. Kainatı yaratan, insanlığa ve farklı anlamlarda kullanılmıştır:
peygamberleri gönderip kitapları indi­ “Kelimetu’llah”, Allah’ın sözü
rendir ve ölüleri diriltendir. (F.K.) (Tevbe, 9/40),

370
“Kelimetün tayyibetün”, güzel söz “Kelimât”, sözler (Bakara, 2/37) Adem
(İbrâhim, 14/24), (a.s.)’ın Allah’tan alıp nasıl tevbe ede­
ceğini öğrendiği sözler;
“el-Kelimü’t-tayyib”, güzel sözler
(Fâtır, 35/10), “Kelimetü ’l-küfr”, Küfür
sözü (Tevbe, 9/74), Münafıkların Hz.
“Kelimetün bâkiyetûn”, kalıcı söz
Muhammed (a.s.) hakkında söyledik­
(Zuhruf, 43/28),
leri ve kendilerini küfre götüren sözler;
“Kelimetil ’t-takva ”, takva sözü
“Kelimetün minallah”, Allah’ın
(Fetih, 48/26),
sözü, îsâ (a.s.);
“Kelimet sevâ”, eşit /doğru söz (Âl-i “Kelimetüllah ” Allah sözü Allah’ın
kelime-i tevhid (Allah-ı bir­
imrân, 3/64), geniş ilmi (Lokmân, 31/27);
leme sözü = lâilahe illâllâh);
“Kelimât”, sözler, Allah’ın emirleri
“Kelimetün habîsetün”, kötü / çir­ Ve İlâhî kitaplar (A’râf, 7/158)
(Bakara, 2/124)
kin SÖZ (İbrâhim, 14/26), anlamında kullanılmıştır. (Î.K.)
“Kelimetü’llezine keferû”, kâfirle­ KERAHET
rin sözü (Tevbe, 9/40), şirk ve küfür ilkesi; Şâri’in, bir fiilin yapılmamasını
“Kelimetü’l-fasl”, hüküm sözü (Şûrâ, kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda
42/21), istemesine denir. Yapılmaması istenen
fiile mekruh denir, (bk. Mekrûh) (İ.P.)
“Kelimetün sebekat min Rabbike”,
Rabbin’den geçen söz (Hûd, ıı/ııo) İlâhî KERÂMET
ve ezelî prensipleri Allah’ın insanlar Sözlükte “değer, kıymet” gibi
hakkındaki hüküm ve cezasını âhirete anlamlara gelen kerâmet, dinî bir kav­
bırakma kararı; ram olarak peygamberlik iddiasıyla bir
“Kelimetü Rabbike”, Rabb ’ın sözü ilgisi olmaksızın bir müminde hari-
kulâde (olağan üstü) bir halin meydana
(Hûd, n/119) Allah’ın hükmü, bilgisi;
gelmesi demektir. Şâyet bu hâl kendi­
“Kelimetü’l-azâb”, azap kelimesi sinde meydana gelen kimse amelleri
(Zümer, 39/71), sâlih olan biri değilse, o harikulâde
“Kelimetü Rabbike”, Rabbinin sözü hale istidrâc adı verilir. Keramet,
(Mü’min, 40/6) Allah’ın kâfirleri cezalan­ Allah’ın veli kuluna bir ikramıdır. îki
dırma kararı; çeşit kerâmet vardır:
“Kelimâtullah”, Allah’ın sözle­ Büyük kerâmet (kerâmet-i kübrâ);
ri (En’âm, 6/34; Yûnus, 10/62-64) Allah’ın kişinin istikâmet üzere bulunması, hal
ve hareketlerinin Kur’ân ve Sünnet’e
Peygamber ve mü’minlere dünya ve
uygun düşmesi.
âhirette yardım va’di;
Küçük kerâmet (kerâmet-i suğrâ);
“Kelimetü Rabbike”, Allah ’ın sözü,
Su üzerinde yürüme, ateşte yanma­
(Yûnus, 10/33)
ma, uzun mesafeyi kısa zamanda alma
“Kelimâtihi”, sözler (En’âm, 6/115, vb. durumlar. Sûfıler, bu tür kerâmete
Kehf, 18/27) Kur’ân ve ahkamı, emir ve önem vermezler. “Kerâmet zâhir olur,
yasakları, Allah’ın mükadderatı; izhâr edilmez” (Hakk’ın dilemesi ile

371
meydana gelir, istenildiğinde ortaya lük durumu karşısında Allah’ın kerem
çıkarılamaz, gösterilemez). Bir mümi­ vasfı zikredilmiştir. Bu, insanın, pek
nin veli olması için bu tür kerâmeti çok ikramda bulunan Allah’a isyânı ve
olması şart değildir. (M.C.) nimetlerine nankörlük etmemesi gerek­
KEREM tiğini ifade eder. Peygamberimiz (a.s.)
“Allah, kerîmdir, keremi sever?" demiş­
Sözlükte “iyi, cömert, iyilik,
tir (Tirmizî, Edeb, 41).
cömertlik, af, bağış” anlamlarına gelen
kerem, dinî bir kavram olarak ihsan, Ekrem vasfı bir âyette geçmiştir:
lütuf, kolay ve rahat bir şekilde mali “Oku, Rabb ’in en büyük kerem sahibi­
yardımda bulunma, karşılıksız yardım dir ” (Alak, 96/3)
demektir. Cömert ve mert kişiye kerîm Zü’l-ikrâm vasfı, “Yer üzerinde
denir. (M.C.) bulunan her şey yok olacaktır Yalnız
KERÎM (Ekrem, Zü’l-İkrâm) celal ve ikram sahibinin zâtı baki
kalacaktır ”; “Celal ve ikram sahibi
Bir şey aziz ve kıymetli olmak,
Rabb 'inin ismi ne yücedir ” (Rahmân,
cömert olmak, iyi ve ahlâklı olmak,
55/25-26, 78) âyetlerinde geçmiştir.
kerem sahibi olmakta üstün gelmek
anlamlarındaki “k-r-m” kökünden Allah çok kerim; değerli, şerefli,
türeyen kerîm (çoğulu; kirâm, küre- hem de çok ikram ve in’am sahibidir.
mâ’) cömert, kerem sahibi, hoşgörülü, Lütfü ile kullarına ikramda bulunur.
kıymetli, asil, nazik, şerefli, iyi, fay­ Allah’ın bu vasfı “ekreme” fiiliyle de
dalı, erdemli, bol demektir. Allah’ın ifade edilmiştir (Feci, 89/15). (Î.K.)
sıfatı olarak kerîm; yaratıklarına nimet KESB
veren, bağışta bulunan, tevbe edenleri Sözlükte “kazanma, çalışma, top­
affeden, ihsanı bol olan anlamına gelir. lama, rızık arama, isteme, elde etme,
Ekrem, “kerîm” kelimesinin ism-i taf- gayret gösterme ve kazanç yolu” gibi
dili olup Allah’ın kerem sahibi olmada anlamlara gelir. Kesb, Kur’ân’da geçen
üstünlüğünü ifade eder. bir kavram olup bazen kalbin bir kesbi
“Kerîm” kavramı, Kur’ân’da şeref­ ve azmi (Bakara, 2/225), bazen ticarette
li, değerli anlamında Cibril’in (Tekvîr, mal kazanmak (Bakara, 2/267), bazen de
81/19), Hz. Muhammed’in (Hâkka, 69/40) ve sa’y ve amel manasında (Bakara, 2/286;
Kur’ân’ın (Vâkıa, 56/77); iyi ve bol anla­ Â’raf, 7/39) kullanılmıştır.
mında bitkilerin (Şuarâ, 26/7), nzkin (Enfâl, Kelâm literatüründe kesb daha çok
8/4) ve mükâfatın (Yasîn, 36/11); değerli
kulun fiil ve amelinin yaratılışı konu­
anlamında makamın (Şuarâ, 26/58) sıfatı sunda farklı görüşlerin ortaya çıkma-
olarak kullanılmıştır. siyle gündeme gelmiştir. Bu mezhep
Allah’ın sıfatı olarak iki âyette geç­ mensupları kulların fiillerinin Allah’a
miştir: “Ey insan! Kerîm Rabb’ine nisbet edilmesini reddetmiştir. Mâtüridî
karşı seni aldatan nedir? ” (infitar, 82/6); ekolüne göre kesb insan için bir sıfat­
"... Kim nankörlük ederse (bilsin ki) tır. Onun irade ve kudretine bağlıdır.
Rabb’im ganî (zengin, müstağnidir) Allah’ın yarattığı fiili, insan iradesi­
kerimdir. ” (Nemi, 27/40). Her iki âyette ni kullanarak kesbeder. Dolayısıyla
insanın Allah’a karşı isyân ve nankör­ insanın fiili yaratma değil kesb olarak

372
adlandırılır. Allah’ın fiili ise yaratma İsrailoğullannın çocuklarını öldürmele­
olarak isimlendirilir. Yaratma Allah’a ri, işkence ve zulüm yapmaları (Mü’min,
ait olup araçsız olur. Kesb ise kula ait 40/25,37), Ebrehe ve ordusunun Kâ’be’ye
olmakla araç ve aletle meydana gel­ saldırısı (Fil, 104/2), Mısır hazine bakanı­
mektedir. Eş’arîlere göre, iktisab hare­ nın eşi Zeliha’nın Yusuf Peygamberle
keti insanda meydana gelen zorunlu zina etmek istemesi (Yûsuf, 12/33-34),
hareket gibidir. Allah fiili yarattığı gibi, Yusuf (a.s.)’ın bunu kabul etmemesi
iktisabı da yaratır. İnsanın görevi sade­ üzerine ona zina isnatında bulunması
ce iktisab etmektir. (F.K.) (Yûsuf, 12/22,28,50), Yusuf (a.s.)’ın kardeş­
lerinin Yusuf (a.s.)’a kötülük etmeleri
KEŞİŞ
(Yûsuf, 12/5), Şeytanın, insanları aldat­
Hristiyanlıkta manastırlarda bir mak, küfür ve isyâna, kötülük ve zulme
tarikata bağlı olarak hiç evlenmeden sevketmek için yaptığı vesvese (Nisâ,
ibadetle meşgul olan papazlara verilen 4/76) “keyd” kavramı ile ifade edilmiştir.
bir isimdir. Arapça karşılığı “kıssîs”dir.
Keyd kavramının isim şekli mekîd
Kur’ân-ı Kerim’de aynı anlama gelen
çoğulu mekîdûn’dur. Kur’ân’da kâfir­
“ahbâr”, “ruhbân”, “ribbiyyûn” ve
ler, mekîdin (hilekârlar) olarak nitelen­
“kıssiyyûn” kelimeleri bulunmaktadır
miştir (Tûr, 52/42). (Î.K.)
(Mâide, 5/63; Tevbe, 9/34). (F.K.)
KEYLÎ
KEYD
Sözlükte “keyl ölçek” anlamına
Hile yapmak, aldatmak, tuzak
gelmektedir. Keylî ise, kile, şinik gibi
kurmak, hak veya bâtıl sebeple ted­
ölçeklerle hesaplanıp satılan, buğday,
bir almak demektir. Keyd çoğunlukla arpa, pirinç ve benzeri mallara denir.
yerilen bir fiil ve davranıştır. İnsanların
Keylî tabiri, fıkıh kitaplarında ribâ
başkalarına zarar vermek veya kendile­ bahsinde geçmektedir. Hanefîlere göre
rine menfaat sağlamak için yaptıkları ribanın illeti, cins ve ölçü-tartı birli­
hile kötü, Allah’ın hile yapanların hile­ ği olarak kabul edilmiştir. Buna göre,
lerini boşa çıkarması ve tedbir alması tartı ile alınıp satılan altın gümüş gibi
İyidir (A’râf, 7/183. Târik, 86/16). malların birbirleriyle değişiminde ve
“Keyd” kavramı Kur’ân’da 35 defa ölçekle satılan buğday, arpa, pirinç
geçmiş ve azab etmek (A’râf, 7/183), insan gibi malların birbirleriyle değişimin­
öldürmek (Tûr, 52/42), tuzak kurmak de meydana gelmektedir. Ebû Hanîfe
(Yûsuf, 12/52), aldatmak (Mürselât, 77/39), ve Muhammed, bu konuyla ilgili Hz.
insanı ateşte yakmak (Sâffât, 37/98), kin Peygamber’in, “altın ile altını, gümüş
(Hac, 22/39), insanları dinden men etmek ile gümüşü, buğday ile buğdayı, arpa
(Tânk, 86/15-16) ve çare (Yûsuf, 12/76) anlam­ ile arpayı, hurma ile hurmayı, tuz ile
larında kullanılmıştır. tuzu ancak eşit miktarda ve peşin ola­
Müşriklerin, mü’minlere yaptıkları rak satın. Her kim artırır veya eksil­
zulümler (Enfâi, 8/18), Peygamberimizi tirse faiz alıp vermiş olur. Bunda alan
öldürmek istemeleri (Hac, 22/15), Kur’ân da veren de aynıdır. ” (Buhârî, Büyü, 77-81;
ve İslâm’ın nurunu söndürmek ve Müslim, Müsâkât, 79-85) hadisinde geçen
insanları dinden men etmek istemele­ vezin ve keyl kelimelerinden hareketle,
ri (Tânk, 86/15-16), Firavun ve taifesinin altın ve gümüşün veznî; buğday, arpa,

373
hurma ve tuzun keylî olduğunu kabul KIRAAT
etmişler ve bunların kıyamete kadar Sözlükte “okumak” anlamına gelen
da böyle kalacağını ileri sürmüşlerdir. kıraat, dinî bir kavram olarak Kur’ân
Ebû Yûsuf ise, Hz. Peygamber’in bu okumak, özellikle namazda Kur’ân’dan
hadisi zamanında carî örfe göre söyle­ bir miktar okumak demektir. Kıraat
diğini, dolayısıyla bir malın veznî veya namazın rükünlerinden biridir. Farz
keylî olmasının örf ile alakalı olduğunu namazların ilk iki rekatında, diğer
söylemiştir. Ebû Yûsuf’un bu görüşü, namazların ise, her rekatında kıyamda
bütün zamanlara hitap etmesi bakımın­ iken Kur’ân’dan bir miktar okumak
dan daha uygundur. Zira günümüzde, farzdır. Farzın yerine getirilebilme­
arpa, buğday, hurma gibi malların si için, en az kısa üç âyet veya buna
ölçülmesinde, ölçekten ziyade tartı denk uzun bir âyet okunması gerekir.
kullanılmaktadır. (İ.P.) Kıraatin sahih olabilmesi için, okuya­
nın kendinin işitebileceği bir yüksek­
KIBLE likte okuması gerekir. îmama uyan
Sözlükte “cihet, yön” gibi anlam­ kimseden kıraat düşer. Hanefîlere göre
lara gelen kıble, dinî bir kavram ola­ farz namazların ilk iki rekatında ve
rak, Müslümanların namazda yönelmiş diğer namazların her rekatında fati­
oldukları yön, Kâbe manasına gelir. ha ve zammı sûre okumak vaciptir.
Müslümanların kıblesi, Mekke’de Unutulması halinde sehiv secdesi gere­
bulunan Kâbe’dir. Kur’ân-ı Kerim’de kir. Namazda kıraat ise farz olup, unu­
‘‘Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet tulması halinde namaz bozulur. (İ.P.)
kaynağı olarak insanlar için kurulan Hadis terimi olarak kıraat, hadis
ilk ev (mâbet), Mekke "deki (Kâbe) dir. ” öğrenme yollarından biridir. Râvînin,
buyurulmaktadır (Âi-i İmrân, 3/96). Kâbe’yi hocasından dinlediği hadisleri yine
görenler için kıble, Kâbe’nin bizzat hocasına okumasına “kıraat” veya
kendisidir. Kâbe’yi görmeyenler için, “arz” denir. Öğrenci bu hadisleri ezbe­
Kâbe’nin bulunduğu taraftır. Kâbe’nin rinden veya kitabından okuyabilir.
göğe doğru ve dünyanın merkezine Hoca da kendisine okunan hadisleri
doğru uzantısı da kıbledir. Namazda bu ya ezberinden ya da elindeki kitabın­
cihete yönelmeye istikbâl-i kıble denir, dan takip eder. Bu yolla hadis rivâyeti,
(bk. İstikbâl-i Kıble) (İ.P.) hadis âlimlerince kabul edilen yöntem­
lerden biridir. (A.G.)
KIDEM
Ayrıca, Kur’ân-ı Kerim’in med
Allah’ın zâtî sıfatlarından biri olup, (uzatma), kasr (uzatmama), hare­
ezelî olması, varlığının başlangıcının ke, sükun, nokta ve i’râb (kelimenin
bulunmaması demektir. O’nun varlığı, üstün, esre ve ötre oluşu) bakımından
zâtının gereği olduğundan sonradan değişik şekillerde okunmasına kıraat
olma O’nun için sözkonusu değildir. denir. Meselâ, Fatiha sûresinin dör­
Çünkü Yüce Allah için, kadîm olmak düncü âyeti, “mâliki yevmi’d-din”
vacip, sonradan olmak mümteni ve (din gününün sahibi), “meliki yev-
muhal olmak ise imkânsızdır, (bk. mi’d-din” (din gününün meliki) şek­
Kadîm) (F.K.) linde okunmuştur. Her iki kıraat, Hz.

374
Peygamber’den rivâyet edilmiştir. Hamza (0. 156/773) râvîleri Halef el-
Mâide sûresinin 6. âyetinde geçen, Bezzâr (0.229/844) ve Ebû îsâ Hallâd el-
“ve’msehû bi-ruûsikum”den sonra Kûfî (ö. 220/835);
gelen kelime, “erculikum” ve “ercu- Kisâî (0. 189/805) râvîleri Ebû Haris
lekum” şeklinde okunmuştur. el-Leys (0.240/854) ve Ebû Amr Hafz ed-
Kur’ân’ın bir âyetini inkar etmek DÛrî (ö. 246/860);
küfür olmasına karşılık, bir kıraatini Halef (0. 229/844); Yakub İbn İshâk
inkar etmek küfür değildir. Çünkü kıra­ (ö.?).
at sünnettir. Kıraat, mütevatir ve şâzz Bunların ilk yedisi kıraat-ı seb’a
olmak üzere iki kısımdır. Sahabenin imamlarıdır. Günümüzde sadece Ebû
icmaına ve tevatür derecesine ulaşan Amr Nâfî ve Âsim kıraati okunmakta­
kıraatlara mütevatir denir ki, bunların dır. Müslümanların büyük çoğunluğu
sayısı on’dur. Bunlara kıraat-ı aşare, ve bizim kırâatımız Âsim Kırâatının
bunların içinden daha çok revaç bulan Hafs rivâyetidir. Kırâat ilmi konusun­
yedisine de kıraat-ı seb’a denir. Sahabe da yazılmış en meşhur eser, îbnü’l-
icmaına dayanan, fakat tevatür derece­ Cevzî’nin (0. 833/1430) en-Neşrü fî
sine ulaşmayan veya Arap dili grameri­ Kırâati’l-Aşr adlı eseridir. (İ.K.)
nin kaidelerine dayanan kıraatlara şâzz KİRÂAT-İ AŞERE
kıraat denir. Şâzz kıraatin dinî bakım­
On kıraat, Kur’ân’ın 10 farklı oku­
dan kıymeti yoktur. Kıraat imamlarının
nuşu demektir, (bk. Kırâat) (İ.K.)
aralanndaki ihtilafa kıraat; kendilerine
mahsus râvîlerinin ihtilaflarına, rivâ­ KIRÂAT-İ SEB’A
yet; diğer ihtilaflara ise vecih denir. Yedi kıraat, Kur’ân’ın 7 farklı oku­
Kıraat imamlarına kâri’, çoğulu kurrâ nuşu demektir, (bk. Kırâat) (İ.K.)
veya mukri’, çoğulu mukriûn, bunların KIRAN HACCI
kıraatlarını rivâyet edenlere râvî denir.
Bir hac mevsimi içerisinde umre
On kıraat imamı şunlardır: ile hac ihramını birleştirmek suretiy­
Nâfi’ (ö. 169/785), râvîleri Kâlûn le yapılan hacdır. Hanefî mezhebine
(ö. 205/820) ve Verş (ö. 197/823); göre en faziletli hac şekli budur. Kıran
İbn Kesir (ö. 120/738), râvîleri Ahmed haccı için ihrama girecek kimse, umre
el-Bezzî (0.250/864) ve Kunbul Ebû Amr ve hacc yapmaya niyet ederek ihrama
(ö. 291/904); girer. Böylece kıran haccı için ihrama
girmiş olur.
Ebû Âmir (0. 154/771), râvîleri Ebû
Kıran haccına niyet eden kişi
Amr Hafs el-Ezdî (0. 246/860) ve Ebû
Mekke’ye ulaştığında, umre yapar.
Şuayb Sâlih es-Sûsî (0. 261/875);
Umresini tamamladıktan sonra ihram­
İbn Âmir (0. 118/736), râvîleri Hişam
dan çıkmaz. Zilhiccenin 8. günü
es-Sülemî (0. 246/860) ve Abdullah el- Arafat’a gider ve daha sonra hac
Kuraşî (0.242/856); vazifelerini yerine getirir. Arafat ve
Âsim (0.127/745) râvîleri Hafs el-Kûfî Müzdelife vakfesinden sonra, bayram
(ö. 180/796) ve Ebû Bekr Şu’be el-Kûfî günü Akabe cemresini taşlar, kurban
(ö. 193/809); keser ve tıraş olarak ihramdan çıkar.

375
Kıran haccı için ihrama giren kimse, vermektir. Bu sebeple kıssalar, bir sûre­
umreyi tamamladıktan sonra isterse, de değil farklı sûrelerde yeri geldikçe
nafile bir tavaftan sonra haccın sa’yini anlatılmış ve tekrar edilmiştir. Adem ile
de yapabilir. Bu takdirde ızdıbâ ve ilk melekler ve şeytan, Adem ile Havva,
üç şavtta remel yapar. (Î.P.) Adem ve oğulları Habil ve Kabil,
KISÂR Lokman ve oğluna öğütleri, Yusuf’u
kardeşlerinin kıskançlığı, kuyuya
Kur’ân’ın Leyi sûresinden Nâs
atılması, Zeliha ile arasında geçen
sûresine kadar olan 32 kısa sûresine
hadise, hapse girmesi, maliye bakanı
denir, (bk. Mufassal) (Î.K.)
olması, Musa Peygamber, Firavun ve
KISÂS Yahûdîlerle olan olaylar, inek ve Hızır
Sözlükte “ödeşme, ikap, ceza” gibi hadisesi, Süleyman (a.s.) ve Belkıs, İsâ
anlamlara gelen kısâs, bir fıkıh terimi (a.s.) ve annesi Meryem, İsrailoğullan,
olarak, yaralama, sakatlama ve öldür­ Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, İbrahim
me suçlarında uygulanan ve genellikle (a.s.) ve Nemrut, Ashab-ı Uhdud,
misilleme esasına dayanan cezâ mana­ Ashab-ı Fil gibi bir çok kıssa ve olay
sına gelmektedir. Kur’an-ı Kerim’de anlatılmaktadır. Bu kıssalar, hayal
"Ey inananlar! Öldürülenler hakkında ürünü değil, bizzat hayatta yaşanmış,
size kısas farz kılındı: Hür ile hür, köle gerçek olaylardır. (Î.K.)
ile köle, kadın ile kadın. (...) Ey akıl KİST
sahipleri! Kısasta sizin için hayat var­ Sözlükte “zulüm, adalet, mizan,
dır. Artık Allah ’a karşı gelmekten sakı­ hisse, nasip, nzık, miktar, ölçü” anlam­
nırsınız.” (Bakara, 2/178-179); "Tevrat’ta larına gelir. Zıt anlamlı kavramlardan
onlara, cana can, göze göz, buruna biridir. Ölçü anlamındaki kıstas ve
burun, kulağa kulak, dişe diş ve yara­ borcu belirli zamanlarda vermek üzere
lara karşılık kısas yazdık. Kim bunu belirli parçalara bölmek anlamındaki
(kısası) bağışlarsa, bu onun günahla­ taksit aynı kökten gelmektedir. îsim
rına keffâret olur. ” (Mâide, 5/45) buyurul- şekli olan kâsıt, zalim, aynı kökten
maktadır. Kısâsta kul hakkının hakim gelen iksat, âdil olmak, muksıt ise âdil
olması sebebiyle, mağdur veya yakın­ demektir.
larının affetmesiyle ceza düşer veya
Kur’ân’da kist ve türevleri 25 defa
mahiyeti değişir. Kur’ân-ı Kerim’de,
geçmiş, iki yerde zulüm (Cin, 72/14-15),
"Öldüren, ölenin kardeşi tarafından
23 yerde adâlet (Enbiyâ, 21/47; Yûnus, 10/4)
bağışlanmışsa, artık kendisine örfe anlamında kullanılmıştır.
uymak ve bağışlayana güzellikle diyeti
Allah’ın îmân edip sâlih amel işle­
ödemek gerekir. ” denilmektedir (Bakara,
2/178). (bk. Diyet) (Î.P.)
yenlere adâletle karşılık vereceği (Yûnus,
10/4), kıyamette insanların arasında
KISASU’L-KUR’ÂN adâletle hükmedileceği (Yûnus, 10/47,54),
Kur’ân kıssaları, hayat öyküleri amelleri tartmak için adâlet terâzileri
demektir. Kur’ân’da geçmiş peygam­ kurulacağı (Enbiyâ, 21/47), kutsal kitap­
berlere ve milletlere dair kıssalar vardır. ların insanların adâleti yerine getirme­
Kur’ân kıssalannın amacı, tarihi olay­ leri için gönderildiği (Hadîd, 57/25), ölçü
ları anlatmak değil, insanlara ibret dersi ve tartının adâletle yapılması (Hûd, ıı/85;

376
Rahman, 55/9) ve insanlar arasında adâlet- bir şeye muhtaç değildir. Şâyet muhtaç
le hükmedilmesi emri (Mâide, 5/42) “kist” olsaydı yaratıcı olamazdı. Bu hususta
kavramı ile Allah’ın âdil insanları sev­ Kur’ân’da şöyle buyurulmaktadır: “Ey
diği muksıt kavramı (Mümtehine, 60/8) ile insanlar! Siz hepiniz Allah ’a muhtaç­
ifâde edilmiştir. (İ.K.) sınız. Allah ise (her şeyden) müstağni
KIYÂM (muhtaç değil)dir. O öğülmeye layık
olandır. ” (Fatır, 35/15), “Şüphe yok ki
Sözlükte “ayakta durmak, dikil­
Allah bütün âlemlerden müstağnidir. ”
mek, doğrulmak” gibi anlamlara gelen
(Ankebût, 29/6). (F.K.)
kıyâm, dinî bir kavram olarak, namazda
ayakta durmak demektir. Kıyâm nama­ KIYÂMET
zın rükunlanndan, yani ana unsurların­ Sözlükte “dikilmek, ayağa kalkmak,
dan biridir. Farz ve vacip namazlarda durmak ve canlıların Allah huzurunda
kıyâm, yani ayakta durmak farzdır; saygıyla duracakları gün” anlamla­
ayakta durmaya gücü yeten kimsenin rına gelen kıyâmet, dinî kavram ola­
bu rüknü yerine getirmemesi halinde, rak, Yüce Allah’ın ezelde takdir ettiği
meselâ oturarak kılması halinde nama­ zaman gelince, dünyadaki bütün canlı­
zı bozulur. Ancak meşru bir sebeple ların ölmeleri, sonra bütün ölmüşlerin
rükuya ve secdeye gücü yetmediği için Allah tarafından diriltilmeleri, mahşer
îmâ ile namaz kılan kimsenin, kıyâmda yerinde toplanmaları, hesaba çekilme­
durması farz değildir. Dilerse oturduğu leri ve dünyadaki işlerinin karşılıkları­
yerden îmâ ile namazını kılabilir. nın verilmesidir.
Hasta veya ayakta durmaya gücü Kur’ân-ı Kerim’de kıyâmet anla­
yetmeyen kimse, namazını oturarak mına gelen başka ifâdeler de vardır.
kılabilir. Ayakta namaz kılan kimse Bunlardan “yevmu’l kıyamet” (kıya­
namaz esnasında rahatsızlanır da ayak­ met günü) 70, “âhiret” 26, “ğâşiye” 2,
ta durmakta güçlük çekerse namazını “saat” 42, “hâkka” 2, “kâri’a” 4, kulak­
oturarak tamamlar. Aynı şekilde nama­ ları sağır eden gürültü anlamına gelen
zını oturarak kılan kimse de, ayağa “sâhha” bir ve dönülüp gidilecek yer
anlamına gelen “me’âd” bir, herkesi ve
kalkmaya gücü yeterse, namazının
herşeyi kuşatacak büyük felâket anla­
kalan kısmını ayağa kalkarak tamamlar.
mına gelen “et-tâmmetu ’l-kührâ” bir,
(Î.P.)
ansızın kopacak olan kıyamet anlamı­
KIYÂM Bİ-NEFSİHÎ na gelen “vâkıa” bir yerde olmak üzere
Allah’ın zâti sıfatlarından biri olup, toplam yüz elli ayrı yerde geçmektedir.
O’nun başka bir zata veya mekana Yine Kur’ân’da kıyâmetin kesin
muhtaç olmayarak, bizzat kaim olması olduğu ve yakın bulunduğu (isra, 17/51)
demektir. Bu sıfatın zıddı olan mutlak şiddet ve dehşeti hakkında bilgi veril­
ihtiyaç Allah hakkında düşünülemez. mektedir. Kıyâmet ve onunla ilgili
Kâinatta bulunan her şey sonradan diğer haller îmân konusunu da ilgilen­
olmadır. Hâdis olan varlıkların hepsi bir dirdiğinden bu hususa işaret eden âyet­
yaratana muhtaçtır. Yüce Allah ise var­ ler daha çok Mekke’de nazil olmuştur.
lığı zatının gereği olduğu için kadimdir, Bu âyetlerin bir kısmında konunun
varlığında ve varlığının devamında hiç­ önemine dikkat çekmek için kıyâmet

377
gününe yemin edilmektedir (Kıyâme, Büyük alametler ise şu hadiste bildi­
75/1). Ay’ın ve Güneş’in bir araya top­ rilmiştir: “On alamet meydana gelme­
lanıp, insanın kaçacak yer arayacağı dikçe kıyâmet kopmaz. Deccal’ın çıkışı,
bildirilmekte (Kıyâme, 75/9-10), kıyâmetin Hz. Isâ ’nın yeryüzüne inmesi, Ye ’cuc ve
büyük bir sarsıntıyla peş peşe iki kez Me ’cucun çıkışı, Dâbbetü "l Arz "in çıkı­
geleceği, emzikli kadınların bile çocuk­ şı, güneşin batıdan doğması, doğuda,
larını atacağı, göğün yarılıp, yıldızların batıda ve Arap yarım adasında meyda­
dökülüp saçılacağı, insanın anasından, na gelmek üzere yerin batışı, duman ve
babasından, eşinden, çocuğundan kaça­ insanları mahşer yerine sürecek olan
cağı, kabirlerin içindekilerini dışarı ve Aden çukurundan çıkan bir ateşin
atacağı, dağların renkli pamuklara zuhuru. ” (Müslim, Fiten, 13). Bu hadiste
döneceği, herkesin yaptığının karşı- geçen alametlerin hepsi Kur’an’da yer
lığını-zerre kadar bile olsa-göreceği almaktadır. Bu nedenle söz konusu ala­
anlatılmaktadır (Hac, 22/1, 2; Kıyâme, 75/1,
metlerin tahakkuku konusunda îslâm
15; Mürselât, 77/7,19; Nebe’; 78/38,40; Nâzi’at 6/9,
bilginleri farklı görüşler ileri sürmüş­
34, 42; Abese, 80/33,42; Tekvîr, 81/1,13; Mutaffifın,
lerdir. Her biri için ilgili kaynaklara
83/1, 15; Zilzal, 99/1,8; Kâri’a, 101/1,11).
başvurulması gerekmektedir. (F.K.)
Kıyâmet İsrafil adındaki meleğin
KIYAS
sura üfürmesiyle başlayacaktır. Buna
nefha-i ulâ denir. Bunun olabilmesi Sözlükte “bir şeyi diğer bir şeyle
için yeryüzünde hiçbir iyi insanın kal­ ölçmek, karşılaştırmak, iki şeyi birbi­
maması gerekir. Bu hususta bir hadiste rine eşitlemek” gibi anlamlara gelen
şöyle buyurulmuştur. “Kıyâmet ancak kıyas, fıkıh usulünde, hakkında nass
kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopa­ bulunmayan bir meselenin hükmünü,
caktır ” (Müslim, Fiten, 131). İsrafil İkİn- Kitap veya sünnette hükmü bilinen
ci kez sura üfürünce, bütün insanlar bir meseleye göre açıklamak manası­
yeniden dirileceklerdir. Buna da ikinci nı ifade etmektedir. Başka bir tanımla,
nefha denilmektedir. hakkında nass bulunmayan bir mese­
leye, aralarındaki ortak illet sebebiyle,
Kıyâmetin alametleri9 . Kıyâmetin
hakkında nass bulunan meselenin hük­
ne zaman kopacağı bilinmemekle bir­
münü vermek demektir.
likte Hz. Peygamber, o ana işaret eden
bazı önemli olay ve belirtiler hakkında îslâm hukukçularının çoğunluğu,
açıklamalarda bulunmuştur. Bu işaret­ kıyasın amelî hükümlerin bilinmesin­
ler büyük ve küçük olmak üzere iki de bir delil ve îslâm hukukunun esas­
kategoride gösterilmiştir. Kıyâmetin larından biri olduğu konusunda ittifak
küçük alametleri olarak, din ve inanç etmişlerdir. Kıyasın delil olabileceğine
hakında bilgisizliğin yaygınlaşması, delalet eden âyet ve hadisler bulun­
içkinin çokça içilmesi, fitne, öldürme maktadır (bk. Nisâ 4/59; Sâd 38/28; Muhammed
ve kargaşanın çoğalması, maddî refah­ 47/10; Haşr 59/2; Tirmizî, Ahkam, 3; Daremî,
la birlikte kanaatsizlik ve nankörlü­ Mukaddime, 19).
ğün artması, Allah rızası yerine çıkar İslâm dini, son dindir, kıyamete
ve menfaatlerin ön plana çıkması gibi kadar başka bir din gelmeyecektir. Bu
olayları saymak mümkündür. nedenle, kıyamete kadar ortaya çıka-

378
cak bütün olayların hükümlerini kap­ de, mislî mallarda gerçekleşir. Ayrıca
sayacak zenginlikte olması gerekir. telef edilen bir malın tazmininde de,
Halbuki, Kur’ân ve sünnetteki nasslar eşyanın mislî olması halinde misli­
sınırlıdır ve başka nass da gelmeyecek­ nin verilmesi, mislî olmaması halinde
tir. Buna karşılık, karşılaşılan olaylar ise kıymetinin verilmesi gerekir, (bk.
ise sınırsızdır. Sınırlı kaynaklarla, sınır­ Tazmin) (İ.P.)
sız olaylar karşılanamayacağına göre, KİBÎR
yeni ortaya çıkan olayların hükümlerini
Sözlükte “büyüklük ve büyüklen­
elde etme yolu, hakkında nass bulunan
me” anlamına gelen kibir bir ahlâkî
hükümlerin hangi gerekçelerle kon­
kavram olarak, kendini büyük görme,
duğunu belirleyerek, benzeri olaylara
büyüklenme, başkalarını küçük görme
uygulama şeklinde olacaktır. Bu da
demektir. Kur’ân’da tekebbür ve istik-
kıyastır.
bar kelimeleri de kibir anlamında kul­
Kıyasın, asıl, fer’, hüküm ve ortak lanılmıştır. Kibirli kimselere mütekeb-
illet olmak üzere dört rüknü bulun­ bir, müstekbir denilir. Kibir, Kur’ân’da
maktadır. Asıl, kendisine kıyaslanan, yasaklanmış, kibirli kimseleri Allah’ın
hükmü nass ile belirlenmiş mesele sevmediği belirtilmiştir. Kibiri ve kibir­
demektir. Buna makîsun aleyh de denir. li kimseleri yeren âyetlerden bazısı şun­
Fer ’, hakkında nass bulunmayan mese­ lardır: “...Doğrusu Allah böbürlenerek
leyi ifade eder. Hüküm, asıl hakkında küstahça davrananları sevmez” (Nisâ,
nassla sabit olan ve kıyas yoluyla fer’e
4/36), “...O’na kulluk yapmaktan vazge­
uygulanmak istenen hükümdür. İllet
çecek kadar gurura kapılanlar ve küs­
ise, hem asıl, hem de fer’de bulunan
tahça böbürlenenler (bilsinler ki Hesap
ortak vasıftır, (bk. İllet) (İ.P.)
Günü) Allah hepsini kendi katında top­
KIYEMÎ layacaktır. ” (Nisâ, 4/172), “...içinde ebedi
Çarşıda pazarda benzeri bulun­ kalmak üzere cehennemin kapılarından
mayan, bulunsa da aralarında önemli girin. Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür. ”
farklılıklar olan mallara kıyemî denir. (Nahi, 16/29), “Allah her kibirli zorbanın
Ölçek veya tartı ile satılan ya da piya­ kalbini böyle mühürler. ” (Mümin, 40/35)
sada benzeri bulunan mallara misli Hz. Peygamberde “... Cehennemlikleri
denir. Buna karşılık, adet veya uzun­ haber vereyim mi? Onlar kaba, katı
luk birimiyle satılan ve cinsleri arasın­ kalpli, insanlara iyiliği dokunmayan ve
da önemli farklılıklar bulunan mallar kibirli kimselerdir. ” (Buhârî, Tefsir, 68, Edeb,
da kıyemîdir. Arazi, ev, hayvan kıyemî 61, Eyman, 9). “Kalbinde zerre kadar kibir
mallardandır. Klasik fıkıh kitaplarında bulunan cennete giremez. ” (Müslim, imân,
kıyemî olarak zikredilen ekmek, kumaş 147-149; Ebû Dâvûd, Libas, 26; Tirmizî, Birr, 61.)
gibi mallar günümüzde mislî hale gel­ şeklindeki sözleriyle gerçek bir mü’mi-
miştir. (bk. Mislî) nin kibirli olamayacağını ifade etmiştir.
Malların kıyemî veya mislî olması, Kibirli kimse, rûhen sağlıklı bir yapıya
bazı akitlerde etkili olmaktadır. Şöyle sahip değildir. Zayıf ve âciz bir varlık
ki, para peşin ve mal vadeli şeklinde olduğu bilincinde olan bir kimse ne
yapılan selem akdi, ancak mislî mallar­ Allah’a ne de insanlara karşı büyüklen­
da olmaktadır. Aynı şekilde karz akdi me duygusuna kapılamaz. (M.C.)

379
KİLİSE kinâye lafızlar. Sarih lafızlar, boşama­
Birlik, topluluk, cemaat vb. anlam­ dan başka bir anlama gelmesi mümkün
larına gelen; “eklisya” kelimesinden olmayan ve örfte boşanmak için kulla­
türeyen kilise, bir terim olarak, Hz. nılan sözlerdir. “Seni boşadım”, “boş
îsâ’nın getirdiği inanç sistemini benim­ ol” gibi sözler sarih lafızlardandır.
seyenlerin dinî törenleri, yaptıkları Kinâye lafızlar ise, boşanma anlamı­
tapınak ya da mabed demektir. Ayrıca na gelebileceği gibi, başka anlamlara
bu kavram ilk dönemlerde oluşmuş da gelebilen sözlerdir. “Annenin evine
Hristiyan mezheplerini de ifade eder. git”, “iraden elinde olsun”, “artık ser­
(Î.U.) bestsin” gibi sözler böyle lafızlardan­
Kilise amaç, anlam ve fonksiyon dır. Kinâye lafızlarla boşanmanın mey­
bakımından mezheplere göre fark­ dana gelmesi için, bu sözlerin boşama
lılıklar gösterir. Katolik anlayışına niyetiyle söylenmiş olması gerektiği
göre kilise, Hz. İsâ tarafından kurulan, belirtilmiştir. Lafızların sarih veya
temeli Hz. îsâ olan ve O’na inananların kinaye olmasına bağlanan sonuçlar­
oluşturduğu topluluktur. Bu durumda dan biri de, boşamanın bâin (üç talak­
katolik düşüncesine göre kilise birlik, la boşanmamış ise yeni bir nikâhla
kutsallık, genellik ve hidâyete götü­ dönülebilen) veya ric’î (yeni bir nikâh
ren bir emniyet (Apostolluk) yolu olmaksızın dönülebilen) olmasıdır, (bk.
gibi bazı özelliklere sahiptir. Ortodoks Bâin Talâk; Ric’î Talâk) (Î.P.)
mezhebine mensup olanlar da kilisenin KIRA
hem bu dünyaya hem de görünmeyen
bk. İcâre.
öteki âleme ışık tuttuğuna inanmakta­
dırlar. Protestan ilâhiyatını tercih eden KİRAMEN KÂTÎBÎN
Hristiyanlar ise kiliseyi Allah’ın emir­ Değerli, dürüst, görevini kusursuz
lerinin sunulduğu ve dinî ibadetlerin yapan yazıcılar anlamına gelen kirâ-
yapıldığı bir mekân ve mabed olarak men kâtibin tabiri, insanların hayır ve
kabul etmektedirler. Başlangıçta tek bir şer, iyi ve kötü bütün yaptıklarını amel
kurum olan kilise daha sonra tapınma defterlerine kaydedip korumakla görev­
biçimleri, inanç şekilleri ve yaşayış li meleklerin unvanıdır. Bunlara hafa-
ilkeleri bakımından doğu ve batı kol­ za melekleri de denir. Kirâmen kâtibin
larına ayrılmıştır. Kiliselerin disipline tabiri, Kur’ân’da bir âyette geçmiştir:
edilmiş ayin ve dua törenleri vardır. “Üzerinizde yaptıklarınızı koruyucu
Bu törenler orada görevli din adamları
melekler vardır. Onlar şerefli, değerli
tarafından icra edilir. (F.K.)
kâtiplerdir. Her yaptığınızı bilirler. ”
KİNÂYE (înfitâr, 82/10-12) İnsanların sağında ve
Sözlükte “bir fikri, düşünceyi kapalı solunda bulunurlar. “İnsanın sağında
olarak söyleme” anlamına gelen kinâ­ ve solunda oturan iki alıcı melek, onun
ye, klasik fıkıh literatüründe, boşanmak sözlerini ve yaptıklarını kaydetmekte­
için kullanılan, boşanmaya da, başka dir. İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanın­
anlamlara da muhtemel sözlerdir. da onu gözetleyen, dediklerini zapteden
Klasik fıkıh kaynaklarında boşama bir melek bulunmasın. ” (Kâf, 50/17-18) Bu
lafızları ikiye ayrılmıştır; sarih lafızlar, yazıcı meleklerin insanın söz ve amel-

380
lerini kaydedip zaptettikleri deftere, kölenin belirli bir ücreti ödemek karşı­
amel defteri/kitap denir. Bu kitap kıya­ lığında azat olması konusunda efendisi
met gününde, insanlara ön veya arkala­ ile arasında yapılan akit; muhakeme
rından (inşikâk, 84/10), sağ veya sol elleri­ usulü hukukunda da, mahkemede delil
ne (Hâkka, 69/19-25) verilir. “Oku kitabım ” olarak kullanılan yazılı belgeler ve bir
(isrâ, 17/14) denir, insan bu kitapta her mahkemenin diğerine yazdığı belge
şeyi hazır bulur (Kehf,18/49). (Î.K.) anlamlarına gelmektedir.
KİSVE Klasik dönem fıkıh kitaplarında,
Giyecek, libas anlamlarına gelmek­ yazılı belgelerin, yazı ve mührün, bir­
tedir. Giyinmenin dışardan gelecek birlerine benzemeleri veya taklit edile­
tesirleri engellemek ya da azaltmak bilmeleri gerekçesiyle mahkemede delil
ve örtünmek gibi iki ana gayesinin olmayacağı ileri sürülmüştür. Halbuki,
yanında güzel görünmek de hedefle­ Kur’ân-ı Kerim’de borç ilişkilerinin ve
rindendir. Asıl olarak giyim ve kıyafet hukukî muamelelerin yazıya geçiril­
insanların tercihlerine ve örfe bırakılan mesi tavsiye edilmektedir (Bakara, 2/282).
mubah şeylerdendir. Ancak insanların Bununla birlikte günümüzde, krimino-
bu konudaki zaafları, sapabilecekleri lojik araştırmalar sonucunda yazıların
aşırılıklar ve olumsuz etkileşimlerin sahipleri tespit edilmekte, özellikle sicil
insanın aslî yapı ve kimliğini, cinsler ve ve resmî mühür yazıların güvenirliğini
insanlar arası münasebetlerin dengesini sağlamada önemli bir faktör olmaktadır.
bozabileceği dikkate alınarak, insanla­ Bu nedenle, günümüzde yazılı belgeler
rın zaaflarını kontrol etmek, toplumsal ve bir resmî kurum veya diğer bir mah­
bünyenin bozulmasını önlemek ama­ kemenin göndermiş olduğu yazılar kuv­
cıyla bazı temel ölçüler ve kısıtlamalar vetli bir delil teşkil etmektedir.
getirilmiştir. Bunun dışında, giyinmek Klasik fıkıh literatüründe kitâbet
ve süslenmek insanların kendi zevk, kavramından daha çok, köle ile sahi­
imkân ve kültürlerine bırakılmıştır. bi arasında, kölenin bir bedeli kaza­
Örtünmede getirilen sınırların başın­ nıp ödemesi karşılığında özgürlüğüne
da avret mahallini örtmek gelmektedir. kavuşması üzerine kurulan akit anla­
Giyişinin içini gösterecek kadar ince ve şılmaktadır. Anlaşma yapılan köleye
vücut hatlarını ortaya koyacak kadar mükâtep denir, (bk. Mükâtebe) (Î.P.)
dar olmaması gerekir. Ayrıca erkeklerin Bir hadis terimi olarak kitâbet, bir
ipekli giyinmesi veya altın takınması
hadis hocasının, rivâyet hakkına sahip
yasaklanmıştır. Bunun yanında kıyafe­
olduğu hadisleri, bizzat kendisi yazarak
tin temiz ve örfe uygun olması; dikkati
ya da başkasına dikte ettirerek huzurda­
çekecek derecede paspal, çirkin veya
ki öğrencisine vermesine ya da uzak­
süslü olmaması gerekir. (Î.P.)
taki öğrencisine göndermesine denir.
KİTÂBET Uzakta bulunan öğrencinin, kendisine
Sözlükte “yazı, yazı sanatı, yazışma, gönderilen hadislerin hocasına ait bir
kâtiplik” gibi anlamlara gelen kitâbet, yazı ile yazıldığını bilmesi gerekir.
dinî bir kavram olarak, hadis usulünde Hadislerin başkasına dikte ettirilmesi
yazı ile rivâyet etme; îslâm hukukunda durumunda ise, kâtibin hoca tarafın-

381
dan görevlendirilen güvenilir bir kimse Kelimeyi Peygamberin nasıl anla­
olması şartı aranır. dığı araştırılır. Kullanıldığı bağlam
Kitâbet bazen icâzetle birlikte, dikkate alınarak Kur’ân’daki anla­
bazen de icâzetsiz olur: İcâzetle birlikte mı tespit edilir. Terkipler aynı usulle
kitâbet, kuvvet ve değer olarak icâzetli ele alınır. Evlenme, boşanma, zekat,
münâveleye benzer. Bu yolla rivâyet namaz, îmân, içki, hırsızlık vb. konu­
edilen hadisler makbul hadisler arasın­ lar Kur’ân bütünlüğü içinde anlatılır,
da yer alır. İcâzet bulunmayan kitâbet âyetlerin âyetle ve hadislerle tefsirine
yolu ile rivâyet edilen hadisler konu­ dikkat edilir. Bu tür çalışmada âyetler,
sunda hadisçiler, farklı görüşlere sahip bağlamından koparılarak, aynı konu­
olmuşlardır. (A.G.) daki diğer âyetler dikkate alınmadan
yorumlanmaz. Her konuya bir bütün
KİTÂP
olarak bakılır. (İ.K.)
Sözlükte “yazmak, nikâh kıymak,
dikmek, bağlamak ve farz kılmak, ıstı­ KORKU NAMAZI
lahta ise yazılmış sayfalardan oluşan Nisa sûresinin 101. âyetinde beyan
eser” demektir. Çoğulu kütüb’dür. edildiği şekilde savaş esnasında kılı­
Kur’ân’da bu kelime, tekil ve çoğul nan namaza denir. Düşman saldırısı
şekliyle 261 defa geçmiş ve Levh-i gibi ciddi bir tehlike anında cemaat
mahfuz (Kâf, 50/4), Tevrât (Âl-i İmrân, iki gruba ayrılır, iki rekatlı bir nama­
3/78) İncil (Âl-i İmrân, 3/64), mektup (Nemi, zın ilk rekatını, dört rekatlı bir nama­
27/29), Kur’ân (Bakara, 2/2), rahmet ve zını ilk iki rekatını imamla birlikte
mağfiret (Enfâi, 8/68), insanların sevap kılan birinci grup, ilk oturuştan sonra
ve günahlarının yazıldığı amel defteri cemaatten ayrılıp görev başına gider,
(isrâ, 17/14), ömür ve müddet (Hicr, ıs/4), ikinci grup gelir, imamla birlikte kalan
farz olan ibâdet (Nisâ, 4/103) ve delil (Hac, rekatları tamamlar ve göreve dönerler,
22/8) anlamlarında kullanılmıştır. Kitap imam kendi başına selam verir. Daha
kelimesi Kur’ân’da çoğunlukla Kur’ân sonra birinci grup Kur’ân okumadan,
anlamına gelmektedir. İslâm terminolo­ ikinci grup Kur’ân okuyarak nöbetleşe
jisinde kitap denince de ilk akla gelen namazlarını tamamlar, böylece namaz
Kur’ân’dır. (İ.K.) hem cemaatle ifa edilmiş hem de görev
aksatılmamış olur. (İ.K.)
KONULU TEFSİR
KÖLE
Kur’ân’ı, konu konu, kavram kav­
ram ele alıp tefsir etmektir. Buna Köle, tarihte hukukî, İktisadî ve sos­
“edebî metot9’ da denir. Bu tür çalış­ yal bakımdan hür insanlara göre daha
mada; Kur’ân’ın indirilişi, yazılması, aşağı bir statüde bulunan bir sınıfın adı
toplanması, mushaf haline getirilme­ olup, bu sınıfı ifade etmek için abd,
si, Kur’ân’ın indiği çevrenin ve nuzûl rakabe, memlûk kavramları da kulla­
sebeplerinin araştırılması yapılmakla nılmaktadır. Kadın köleler için ise, özel
birlikte asıl araştırma Kur’ân içinde olarak câriye, eme, memlûke denir.
yapılır. Kur’ân kelimelerinin sözlük, Tarihin eski çağlarından beri yeryü­
terim ve izâfi anlamları incelenir. zünde mevcut ve yaygın bir olgu olan
Kelimenin semantik tahlili yapılır. kölelik, İslâm’ın öngördüğü ve teşvik

382
ettiği bir durum değildir. İslâm’ın gel­ seni takdis ederiz dediler ” (Bakara, 2/30)
diği devrede kaynağı itibarıyla köleler, âyeti bunun delilidir. “Teşbih” ve “tak­
harplerde esir alınanlar, hür oldukları dis”, eşi, çocuğu, anası, babası, orta­
halde zorla kaçırılıp hürriyetten yoksun ğı olmak; noksanlık, âcizlik, kötülük,
bırakılanlar ve köle soyundan gelen­ ayıbı, eksiği ve kusuru bulunmak gibi
lerden oluşmaktaydı. Bunun dışında, O’na layık olmayan sıfatlardan Allah’ı
borçları sebebiyle köleleştirilenler de tenzih etmektir. Meleklerin teşbi­
bulunmaktaydı. hi “Sübbûhün kuddûsün Rabbûl-
İslâm, geldiği dönemde sosyal Melâiketi ve’r-Ruh” (Ruh ve melek­
bir gerçeklik olan bu olguyu tedricen lerin Rabb ’i kuddüstür, sübbûh ’tür-çok
tasfiye etmeyi planlamış, bu arada, temiz, mukaddes ve noksanlıklardan
kölelerin durumlarını iyileştirmeyi Uzaktır) Şeklindedir (Müslim, Salat, 223).
sağlayacak ön tedbirleri almış ve alt­ Cibril’in sıfatı olan “Ruhu’l-Kuds”
yapıyı kurmaya öncelik vermiştir. Bu terkibindeki kuds kelimesi,
(Bakara, 2/87)
amaçla, köleliğin sun’î kaynaklarını temiz; “mukaddes vadi” (Tâ-hâ, 20/12)
kaldırmıştır. ve “mukaddes arz” (Mâide, 5/21) tabir­
Köleliğin ıslah ve zamanla tasfiyesi lerindeki mukaddes kelimesi ise temiz,
amacıyla İslâm’da, kölelerin eğitilme­ bereketli anlamındadır. Kuds kökü
si, hürriyete hazırlanarak faydalı bir temizliğe delâlet eder. (Î.K.)
kimse haline getirilmesi ve hür kılın­ KUDRET
ması konusunda teşvik ve tedbirler
Allah’ın sübûtî sıfatlarından biri
getirilmiştir; sürekli olarak ve değişik
olan kudret, O’nun sonsuz güç sahibi
vesilelerle köle azat edilmesi tavsiye
olması ve bütün mümkünata irade ve
edilmiş, hatta keffaretlerde olduğu gibi,
ilmine uygun olarak te’sir ve tasarruf
bazı durumlarda bunu dinî bir zorunlu­
etmesi demektir. O’nun kudretinin
luk haline getirmiştir. (İ.P.)
yetmeyeceği hiçbir şey yoktur. O âciz
KUDDÛS değildir. Zira kudretinin zıddı olan acz
Temiz olmak anlamındaki “k-d-s” Allah hakkında düşünülemez, (bk.
kökünden türeyen kuddûs kelimesi Kâdir) (F.K.)
sözlükte temiz, mukaddes ve mübarek KUDSÎ HADÎS
olan demektir. Hz. Peygamber’in Allah Teâlâ’ya
Kur’ân’da iki âyetle Allah’ın sıfatı nispet ettiği hadislerdir. Bu hadis­
olarak geçmiştir: “O, kendinden başka lerin manası Allah’tan, sözleri Hz.
ilâh bulunmayan Allah dr, meliktir, Peygamber’dendir. Hz. Peygamber
kuddüstür... ” (Haşr, 59/23; Cum’a, 62/1) bunları, “Allah Teâlâ şöyle buyuru­
Allah’ın sıfatı olarak “kuddûs”; her yor” diye rivâyet eder. Kudsî hadisler­
türlü çirkinlik, noksanlık ve ayıplardan de, çoğunlukla Allah’ın rahmetinden ve
uzak, tertemiz, bütün kemal sıfatları sıfatlarından söz edilmektedir.
kendisinde toplayan, güzellik, iyilik Kudsî hadisleri toplayan eser­
ve faziletlerle övülen demektir. Takdis, ler yazılmıştır. Ali İbn Balaban el
teşbihin eş anlamlısıdır: ‘"(Melekler).... Makdîsî’nin (0. 611/1214) “el-Makası-
ve biz seni hamd ile teşbih ederiz ve du s-Seniyye fi ’l-Ehâdisi ’l-İlâhîyye ’)

383
Abdurrauf el-Münavî’nin (Ö.1031/I621); haccında olduğu gibi umre tavafıdır,
“İthâfu s-Seniyye bi ’l-Ehâdîsi ’l-Kud- (bk. Hac) (İ.K.)
siyye”; Muhyiddin Arabi’nin (0.638/1240) KULLETEYN
((Mişkâtu ’l-Envâr” adlı eserleri bunlar­
Sözlükte “testi anlamına gelen
dandır. (A.G.)
külle kelimesinin tesniyesi (ikili) olup,
KUDÜM TAVAFI iki testi” anlamına gelir. Eni, boyu ve
Sözlükte “bir yere gelmek veya var­ derinliği 60 cm. olan veya yaklaşık 210
mak” anlamına gelen “kudüm” kelime­ litre su alan kap veya havuza kulleteyn
si, bir hac terimi olarak; “ifrad haccı” denilmiştir. Şâfıîlere göre, bu ölçüdeki
yapanların Mekke’ye vardıklarında bir kaba sıvı veya katı bir necaset düş­
yaptıkları ilk tavaftır. Bu tavafın yapıl­ tüğünde, kokusu, rengi ve tadı değiş­
ması sünnettir. medikçe suyu temiz sayılır. Hanefîlere
göre ise, kulleteyn necasetin etkili ola­
İfrad haccı niyetiyle ihrama giren
mayacağı kadar büyük kabul edilme­
ancak Mekke’ye uğramadan doğru­
miştir. Kulleteyn ölçüsündeki bir kaba
dan Arafat’a çıkan kimseler ile Arafat
necaset düştüğünde, rengi, kokusu, tadı
vakfesinden önce âdetleri kesilmeyen
değişmese de içerisindeki su necis olur.
kadınlar, kudüm tavafı yapmazlar. Bir suya necasetin etki edemeyecek
İhrama girip Mekke’ye vardıktan kadar çok olabilmesi için, 10x10 arşın
sonra hemen kudüm tavafı yapılma­ (680 x 680 cm) genişliğinde bir havuz
yıp Arafat’a çıkıncaya kadar maze­ veya gölet olup, avuçlandığı zaman altı
retsiz olarak geciktirmek caiz ise de açılmayacak derinlikte olması gere­
Mekke’ye varır varmaz yapılması daha kir. Böyle bir havuza necaset düşmesi
faziletlidir. Çünkü Peygamberimiz halinde, suyun rengi, kokusu ve tadı
(a.s.), Mekke’ye vardığında ilk iş ola­ değişmedikçe temiz kabul edilmiştir.
rak abdest almış, sonra da Ka’be’yi (Î.P)
tavaf etmiştir. (Buhârî, Hac, 62. II, 162) KUNÛT
Mekkeliler ile Hıll ve Harem böl­ Sözlükte “Allah’a ihlasla kulluk
gelerinde ikamet edenler, kudüm tavafı etmek, namaz ve duayı uzatmak, sükut
yapmazlar. etmek, dua etmek, ibadet kastıyla
Şafiî mezhebine göre kıran haccı ayakta durmak” gibi anlamlara gelen
yapacak olanların da Mekke’ye var­ kunût, dinî bir kavram olarak, namaz­
dıklarında yapacakları ilk tavaf kudüm da rukûdan önce veya sonra ayakta dua
tavafıdır. Çünkü Kıran haccına niyet etmeyi ifade eder.
edenlerin hem hac, hem de umre için Kur’ân-ı Kerim’de kunût sözlük
bir tavaf ve sa’y yapmaları yeterlidir. anlamında, ibâdet etmek, boyun eğmek
(Tirmizî, Hac, 102) (Rûm, 30/26; Ahzâb, 33/120; Zümer, 39/9), İbadet
“Kıran haccı yapan” kimse, hem maksadıyla ayakta durmak (Âı-i imrân,
umre hem de hac menasikini hac ayla­ 3/43), sükut etmek (Bakara, 2/238) manala­
rı içinde aynı ihramla ayrı ayrı yapar. rında kullanılmıştır.
Dolayısıyla bu kimsenin Mekke’ye Hanefîlere göre, vitir namazının
vardığında yapacağı ilk tavaf, temettü üçüncü rekatında kunut yapmak vacip-

384
tir. İmam-ı Azam’a göre kunutta tekbir hak bir kitaptır. Allah’ın basairi (gönül
almak ve kunut dualarım (Allahümme gözlerini açan) (Â’raf, 7/203), apaçık nuru
innâ neste’înuke ve Allahümme iyyâ- (Nisâ, 4/174) ve burhanıdır (En’âm, 6/155).
ke na’büdü dualarını) okumak vacip­ Allah’ın emrinden bir ruhtur (Şûrâ, 42/52).
tir. Ancak İmam Muhammed ve Ebû Ayetleri insanların muhtaç oldukları
Yûsuf’a göre ise, tekbir almak vacip, şeyleri beyan edicidir (mübeyyinat)
kunut dualarını okumak ise sünnet­ (Nur, 24/34,46). Öğüt alanlar, anlayanlar
tir. Bu duayı okuyamayan kimse (En’âm 6/98,126), bilenler (Â’raf, 7/32), düşü­
“Rabbenâ” duasını okur veya üç defa nenler (Yûnus, ıo/24) ve aklını kullananlar
“Allahümmağfir lî” der. Namazda (Rûm, 30/28) için âyetleri tafsîl edilmiştir
kunûtu unutan kişi, namazın sonunda (En’âm, 6/55).
sehiv secdesi yapar. îcaz, sağlamlık ve güzellikte birbi­
Şâfiî ve Mâlikîlere göre ise, sabah rine benzeme bakımından âyetlerinin
namazının ikinci rekatinde, rükudan tamamı, muhkem (Hud, ıı/i), mufassal
sonra kunût yapılır. Sabah namazın­ (En’âm, 6/114) ve müteşabih (Zümer, 39/23),
da kunût duası yapmak Şâfiîlere göre hüküm ifade etme ve uygulama iti­
sünnet, Mâlikîlere göre ise müstehap- bariyle bir kısmı muhkem, bir kısmı
tır. Şâfiî veya Mâlikî imamın arkasında müteşabihtir (Âl-i İmran, 3/7).
sabah namazı kılan bir Hanefî, imam Kurbân; insanlar ve cinler bir araya
kunût yaparken sessizce bekler. (İ.P.)
gelseler bir benzerini meydana geti­
KUR’ÂN remeyecekleri bir kitaptır (îsra, 17/88).
Yüce Allah tarafından (Hakka, 69/43) Kendinden önceki kitapları doğrulayıcı
vahiy yolu ile (Yûnus, 10/12) Arapça (musaddık) ve gözeticidir (müheymin)
olarak (Yûsuf, 12/2) peyder pey (Furkân, (Mâide, 5/48). Müjdeleyici ve uyarıcıdır
25/32) Peygamberimiz Hz. Muhammed (beşîr ve nezir), özellikle zalimleri
(a.s.)’a indirilen (Şûarâ, 26/192-195), nesil­ (Ahkâf, 46/12), inkâr edip isyân edenleri,
den nesile bize kadar tevatüren gelen, ilahi azap ile uyarır. Muhsinleri (Ahkaf,
mushaflarda yazılı, Fatiha sûresi ile 46/12), îmân edip sâlih amel işleyenleri
başlayıp Nas sûresi ile sona eren, cennetle müjdeler (Kehf, 18/1-4). İnsanlara
okunması ile ibadet edilen ve sevap bir açıklama (beyan) ve bir duyurudur
kazanılan, 323.015 harf, 77.439 keli­ (belâğ) (Âı-i imran, 3/138). Genelde bütün
me, 6.236 âyet ve 114 sûreden olu­ insanlar (Bakara, 2/185), özelde mü’min-
şan muciz bir kelamdır. Allah sözü ler (Yûnus, 10/57), muttakiler (Bakara, 2/2) ve
olduğunda hiç şüphe yoktur (lâ raybe) muhsinler için yol göstericidir (hüdâ)
(Bakara, 2/2). Kendisinde hiçbir eğrilik (Lokman, 31/2-3) Allah’ın, insanlara (Yâsîn,
ve tezat mevcut değildir (Kehf, ıs/i). 36/69) özellikle mü’minlere (Yûnus, 10/57),
Önünden ve arkasından ona bir batıl Allah’tan korkanlara (Taha, 20/3) ve mut-
gelip karışmaz (Fussilet, 41/42). Dosdoğru takilere (Âı-i imran, 3/138) bir öğütüdür
(kayyim) (Kehf, 18/1), aziz (Fussilet, 41/41), (zikir, tezkire ve mev’ıze) (Sad, 38/87).
kerim (Vakıa, 56/77), hakîm (çok hik­ Öğüt almak isteyenler için kolay­
metli) (Yâsîn, 36/1), mecîd (çok şerefli) laştırılmıştır (Kamer, 54/17). Mü’mİnler
(Hakka, 50/2), mübarek (Sâd, 38/29), mübîn (Yûnus, 10/57), mÜSİÜmanlar (Nahl, 16/89)
(apaçık) (Yusuf, 12/1) ve Allah’tan gelen ve muhsinler (Lokman, 31/2) için bir

385
rahmet, müjde (büşra) (Nemi, 27/2) ve Kur’ân’ın Amacı: Kur’ân, insanın
göğüslerdeki sıkıntılara şifadır (Yûnus, dünya ve âhiret saadetini sağlamasını
10/57). İnsanları karanlıklardan aydınlı­ amaç edinmiştir. Kur’ân, insanlığın
ğa çıkarır (ibrâhim, 14/1) ve en doğru yola rehberi ve mutluluk kaynağıdır.
iletir (isra, 17/9). İnsanlar için gerekli olan Kur’ân’ın amacı; hangi milletten
her şeyi açıklayıcı (Nahi, 16/8), tafsil edici olursa olsun bütün insanları aydın­
(Yûsuf, 12/ni) ve apaçıktır (mübîn) (Hıcr, latmak, yer yüzünde cehalet, sefahat,
15/1). Hakkı batıldan, doğruyu yanlış­ küfür ve sapık inançlara kapılarak
tan, helali haramdan ayıran fürkândır karanlıklar içinde kalan, nereden gelip
(Bakara, 2/185). İnsanlar için gerekli her nereye gittiğini bilemeyen bütün insan­
türlü misal / örnek anlatılmıştır (isra, ları sapıklık ve dalaletten, sefahat ve
17/89). Kıssalarında akıl sahipleri için rezaletten kurtarıp îmân nuru ile doğru
ibretler vardır (Yûsuf, 12/1 ıi). İnsanları yola sevk etmektir.
hakka, dosdoğru yola (sırat-ı müstaki­ İnsana Allah ve kâinat hakkında
me) götürür (Ahkâf, 46/30). bilgi veren, manevî ve maddî ihtiyaç­
Kur’ân, tamamen Allah sözüdür. larını bildiren Kur’ân’dır. Kur’ân bu
Kelimelerinin seçilişi, cümlelerinin amaçla cüz’î ve küllî kurallar, emir ve
kuruluşu, âyetlerinin tertibi, lafız­ yasaklar getirmiştir. Bu kuralların, emir
ları ve manası ile tamamen Allah’a ve yasakların amacı; aklı, canı, malı,
aittir. Bu konuda, vahiy meleği ve nesli ve dini korumak, böylece insanın
Peygamberimiz (a.s.) sadece birer huzur ve mutluluğunu; kişisel, ailevî ve
vasıtadır. sosyal nizamını sağlamak; iyi insan ve
Kur’ân, sadece Hz. Peygamber iyi bir toplum oluşturmaktır.
dönemine ait bir kitap değil, varlığını İnsanları en doğru yola ileten
ve rehberliğini dünya durdukça sür­ Kur’ân’dır (isra, 17/9). Peygamberimiz
dürecek olan, çağları aşan ve kucakla­ (a.s.), “Size sımsıkı sarıl(ıp ahkamını
yan bir kitaptır. Sadece ilk indiği Arap uygula) dığınızda asla sapıtmayacağı­
toplumunun değil bütün insanların nız (iki şey) bıraktım. Allah'ın Kitabı
kitabıdır. ve Peygamberinizin Sünneti. ” buyur­
Kur’ân, zamanın geçmesiyle eski­ muştur. (el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, I, 80).
yen değil daima tazeliğini ve güncel­ Kur’ân’ın ana konusu Allah ve
liğini koruyan, insanları geriye değil insandır. Kur’ân Allah’ı ve insanı tanı­
daima ileriye götüren, ilim, teknik tır. Allah’ın emir ve yasaklarını, helal
ve gelişmelerle çatışan değil örtüşen ve haramlarını, öğüt ve tavsiyelerini
ve kucaklaşan bir kitaptır. Emir ve hüküm ve sınırlarını, va’d ve vaidini,
yasakları, helal ve haramları, hüküm îmân, ahlâk ve ibadet kurallarını, îmân
ve tavsiyeleri, öğüt ve ilkeleri, misal edip sâlih amel işleyenlerin mükâfatla­
ve kıssaları, va’d ve vaidleri, geçmi­ rını, inkar ve isyân edenlerin âhiretteki
şe, geleceğe, Allah’a, insana ve diğer cezalarını, ibret alınması için geçmiş
varlıklara dair bildirdiği gerçekler, kavimlerin kıssalarını ve âhiret ahvalini
bilgiler ve tanımlar, zamanın geçme­ anlatır. İnsanın kendisine, Yaratıcısına,
siyle değişmez ve değerini yitirmez insanlara, çevreye ve diğer varlıklara
(Kehf, 18/27; En’âm, 6/115). karşı görevlerini bildirir.

386
Kur’ân; insanın işlerini ve görev­ neticesi olan ceza ve mükafat da birey­
lerini, dinî ve dünyevî diye ayırmaz. seldir. Bu nedenle, dinen zengin olan
İnsanın her inanç, söz, fiil ve davranı­ karı-kocadan her birinin ayrı ayrı
şının hem bu dünya hem de âhiret ile kurban kesmesi uygun olur. Kurban
ilgili boyutu vardır. Allah’a, fertlere, kesmekle mükellef olan şahsın, satın
topluma, canlılara ve çevreye karşı alacağı hayvanın ücretini kredi kartıy­
görevleri insanın hem dünya hem de la ödemesi, kurbanın sıhhatine engel
âhiret mutluluğu içindir. Ferdî görev­ teşkil etmez.
lerin, topluma, toplumsal görevlerin de Kurban; koyun, keçi, sığır, manda
ferde etkisi vardır. ve deveden olur. Bunların dışındaki
Kur’ân’ın bildirdiği Hak Din; sade­ hayvanlar kurban olarak kesilemezler.
ce ferdin özel ve aile hayatı ile ilgili Kurban olabilmesi için, kurbanlık hay­
değildir. Çünkü insan, tek başına veya vanın süt dişlerini değiştirmiş olma­
sadece ailesi ile birlikte değil, toplum sı gerekir. Bu da genel olarak, deve
içinde yaşar. İnsan, sosyal bir varlıktır. 5; sığır ve manda 2; koyun ve keçi 1
Bunun için Kur’ân ve Sünnet; toplu yaşını doldurunca gerçekleşir. Bunun
olarak yaşamak durumunda olan insan­ yanında, 6 ayını tamamlayan koyun, bir
ların; sosyal, ekonomik, ahlâkî, İdarî ve yaşını doldurmuş gibi gösterişli olması
hukukî ilişki ve görevleri; inanç, amel, halinde kurban edilebilir.
iş, söz, fiil ve davranışları ile ilgili
Kurban edilecek hayvanın, sağlıklı,
temel kurallar getirmiştir. (İ.K.)
azalan tam ve besili olması, hem ibadet
KURBAN açısından hem de sağlık bakımından
Sözlükte “yaklaşmak, Allah’a önem arz eder. Bu nedenle, kötürüm
yakınlaşmaya vesile olan şey” anlam­ derecesinde hasta, zayıf ve düşkün, bir
larına gelen kurban^ dinî bir terim ola­ veya iki gözü kör, boynuzları kınk, dili,
rak, ibâdet maksadıyla, belirli şartları kuyruğu, kulakları ve memesi kesik,
taşıyan hayvanı usulüne uygun olarak dişlerinin tamamı veya çoğu dökük
kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı hayvanlardan kurban olmaz. Ancak,
ifade eder. Arapça’da bu şekilde kesi­ hayvanın doğuştan boynuzsuz olması,
len hayvana ayrıca udhiye de denir. şaşı, topal, hafif hasta, bir kulağı delik
Kurban kesmek, akıllı, büluğ çağı­ veya yırtılmış olması, kurban edilmesi­
na ermiş, dinen zengin sayılacak kadar ne mani teşkil etmez.
mal varlığına sahip ve misafir olmayan Kurban edilecek hayvana acı çek-
Müslüman’ın yerine getireceği mali tirilmemeli ve eziyet verilmemelidir.
bir ibadettir. Temel ihtiyaçlarından ve Hayvanlar ehil kişiler tarafından kesil­
borcundan başka 20 miskal (80.18 gr.) meli ve kesim işlemi süratli bir şekil­
altın veya bunun değerinde para veya de yerine getirilmelidir. Ayrıca, çevre
eşyaya sahip olan kişi dinen zengindir; temizliği ve ekolojik dengenin korun­
dolayısıyla Allah’ın kendisine bahşet­ ması için gerekli tedbirler alınmalıdır.
miş olduğu nimetlere şükran ifadesi Kurban kesimi esnasında, psikolojik
ve Allah yolunda fedakarlığın nişanesi açıdan etkilenmemesi için çocukların
olarak kurban kesmelidir. İbadetlerde kesim mahallinden uzak tutulmalarına
sorumluluk ve bu sorumluluğun bir dikkat edilmelidir. Aynı şekilde, hay-

387
yanların diğerinin kesimine şahit ola­ kavuşmak; “fevz” ve “mefâz” bir şeyi
cak şekilde yan yana bulundurulmaları elde etmek, şerden kurtulmak demek­
da uygun değildir. (Î.P.) tir. Kur’ân’da kurtuluşa eren kimseler,
KURBET “müflih” (çoğulu müflihûn), “fâiz”
(çoğulu fâizûn) olarak nitelenmişlerdir.
Sözlükte “yakınlık, akrabalık”
anlamına gelen kurbet, dinî bir kav­ Bir insanın kurtuluşa erebilme­
ram olarak, Allah’a yakınlaştıran her si için en başta mümin olması gere­
türlü iyilik ve taatı ifade eder. Kur’ân-ı kir. Mümin olmak kurtuluşa ermenin
Kerim’de kurbet kelimesi ibadet anla­ Ön şartıdır (Mü’minûn, 23/1; Bakara, 2/3-4;
Â’raf, 7/157). Kur’ân’da “müflihûn” ve
mına kullanılmıştır: “Bedevilerden,
“fâizûn” (kurtuluşa erenler) olarak
Allah "a ve âhiret gününe inanan, sarf
nitelenen insanlar; şirk, küfür ve nifak­
ettiğini, Allah katında ibâdet (kurbet)
tan arınan (ÂTâ, 87/14; Şems, 91/9), Allah’a
ve peygamberin dualarına nâil olmağa
karşı gelmekten sakınan (muttaki)
vesile sayanlar da vardır Bilin ki, ver­
(Bakara, 2/189; Âl-i îmrân, 3/130, 200;), Sabirll
dikleri onlar için ibadettir (kurbettir).
(Âı-i imrân, 3/200), mallarıyla ve canlarıyla
Allah onlara rahmet edecektir. Allah
Allah yolunda çalışan (Mâide, 5/35; Tevbe,
şüphesiz bağışlar ve merhamet eder. ”
9/88), Allah’a yaklaşmaya yol arayan
(Tevbe, 9/99).
(Mâide, 5/35), içki, kumar, şans oyunları
Sevap kazandıran her türlü fiil kur­ ve putlara tapmaktan sakınan (Mâide,
bettir. Buna göre, Allah rızası için yapı­ 5/90), Allah’ın nimetlerini hatırlayan,
lan her türlü ibadet, kurbettir, taattır. nimetleri verenin Allah olduğunu bilen
Ayrıca, mubahlar da ibadet niyetiyle, (Â’râf, 7/69), Allah’ı çok zikreden (Enfai,
sevap kazanma kastıyla yapılırsa kur­ 8/45; Nur, 24/31), İbadet eden (Hac, 22/77),
bet olur. Meselâ, ibadete kuvvet kazan­ hayır işleyen (Hac, 22/77), tevbe edip
mak niyetiyle yemek-içmek, gece iba­ Allah’a yönelen (Nur, 24/31), Allah’ın
dete kalkmak için erken yatmak mubah verdiği rızkı Allah yolunda harcayan
olan yeme-içmeyi, uyumayı kurbete (Bakara, 2/4), insanları hayra çağıran (Âı-i
dönüştürür. (Î.P.) îmrân, 3/104), iyiliği emredip kötülüğü
KURRÂ men eden (Âl-i İmrân, 3/104; Tevbe, 9/71-72),
Peygamberi destekleyen ve dinine yar­
“Kâri” kelimesinin çoğuludur.
dım eden (Â’râf, 7/157), Kur’ân’a uyan
Kur’ân okuyucuları demektir, (bk.
(Â’râf,7/157), Allah’a ve peygamberine
Kırâat md.) (Î.K.)
itaat eden (Nisâ, 4/13; Tevbe, 9/71-72; Nur, 24/51-
KURTULUŞA ERENLER 52), Allah’tan korkan (Â’râf, 7/157), güzel
Kurtuluşa erenler, Kur’ân’dafelah, amelleri en iyi bir şekilde yapan (muh-
iflah, fevz ve mefâze kavramlarıyla sin) (Lokman, 31/3-5), lağviyattan (dünya
ifade edilmiştir. Yeri ziraat için sür­ ve âhirette işe yaramayan, İslâm’ın
mek, hile yapmak, arzusuna nail olmak hoş görmediği söz, fiil ve davranışlar­
anlamındaki “f-l-h” kökünden gelen dan) yüz çeviren (Mü’minûn, 23/3), ırzla­
“iflâh” kelimesi istediğini elde etmek, rını koruyan (zina etmeyen) (Mü’minûn,
kurtuluşa ermek, korktuğu şeyden, tasa 23/5), nefsini cimrilikten arındıran (Haşr,
ve zorluklardan kurtulmak, nimet ve 59/9), Allah yolunda savaşan (Tevbe, 9/100),
rahatta daimî olmak, âhirette cennete farz, vacip, sünnet ve âdaplarına riâyet

388
ederek ve hiç ara vermeden namazları­ ni işlemiş olacağı gibi, birini hatta bir
nı kılan (Mü’minûn, 23/2,9), zekatını veren âyette yer alan bir hükmü, bir helali,
(Lokman, 31/4-5; Tevbe, 9/71-72), emanetlere bir haramı, bir emri veya bir yasağı
ve ahitlere (Allah’a ve insanlara verdi­ inkâr etse, yalanlaşa, hatta beğenmese,
ği sözlere, sözleşmelere) uyan (Mü’minûn, küçümsese veya alay konusu etse yine
23/8), Allah taraftan Olan (Mücadele, 58/22), küfre düşmüş olur. (bk. kâfir) (İ.K.)
ve mizanda (amellerin tartıldığı âhiret KÜFÜV
terazisinde) sevabı ağır gelen (Â’râf, 7/8,
23/102) müminler olarak tanıtılmıştır. Sözlükte “eş, denk, nazîr, misil”
gibi anlamlara gelen küfuv, İslâm aile
Özet olarak verdiğimiz bu nitelik­
hukukunda, evlenecek eşlerin birbirle­
ler bütün olarak değerlendirildiğinde
rine denk olması manasına gelmektedir.
“kurtuluşa erenlerden” olabilmek için
îmân edip sâlih ameller işlemek, Allah Toplumu oluşturan aileye dinimiz
ve Peygambere itaat etmek, haram ve büyük önem vermiştir. Sağlam bir
günahlardan kaçınmak gerektiği ortaya toplum için, ailenin sağlıklı ve sağlam
çıkar. (Î.K.) temeller üzerine bina edilmesi gerekir.
Eşler arasında uyumun sağlanması ve
KUŞLUK NAMAZI
huzurlu bir yuvanın kurulması için,
Güneşin doğmasından yaklaşık evlilikte tarafların dinî, İktisadî ve sos­
45-50 dakika geçmesinden, zeval vakti­ yal bakımdan birbirlerine denk olmala­
ne kadar olan süre içinde kılınan nafile rı önemli rol oynamaktadır. Bu nedenle
namaza denir, (bk. Duhâ Namazı) (Î.P.) îslâm âlimleri kefâet (denklik) başlığı
KUŞLUK VAKTİ altında bu konuyu inceleyerek, önem­
Güneşin doğduktan sonra 5° (bir li bir kısmı, özellikle evlenecek kızın
mızrak boyu) yükselmesinden, başka haklarını koruyabilmek için evlilikte
bir deyişle güneşin doğmasından takri­ denkliği şart koşmuşlardır.
ben 45-50 dakika geçmesinden, zeval Esasen Kur’ân ve Sünnette denkli­
vaktine kadar olan süreye kuşluk vakti ğin şart olduğu hususunda bir hüküm
denir. (Î.P.) bulunmamaktadır. Bu şart, âlimlerin
KÜFÜR daha ziyade evlilikte uyumu ve kalı­
cı bir mutluluğu sağlamak amacıyla
Sözlükte “bir şeyi örtmek, perde­
kabul ettikleri bir tedbirdir. Bu nedenle,
lemek, gizlemek ve nimete nankörlük
günümüzde evliliğin devamı ve huzur­
etmek” anlamlarındaki “küfür” kavramı
lu bir yuvanın temini bakımından denk­
dini bir terim olarak; Hz. Peygamberi
liğin aranması, faydalı bir unsur olarak
ve onun Allah’tan getirdiği kesinlikle
kabul edilmelidir. Ancak bunun bir
sabit olan şeyleri yalanlamak, tevatür
fesih gerekçesi olarak kabul edilmeyip
yoluyla bize ulaşmış bulunan hüküm­
nihaî seçimin taraflara bırakılması daha
lerden birini ya da bir kaçını inkâr
uygun olacaktır. (Î.P.)
etmek demektir. Bu anlamda “küfür”,
“imân” kavramının zıddıdır. KÜSÛF NAMAZI
Küfür, en büyük günahtır. Bir insa­ Küsûf kelimesi Arapça’da güneş
nın iman edilmesi gereken hususların tutulması anlamına gelmektedir. Küsûf
hepsini inkâr ettiğinde küfür eylemi­ namazı ise, güneş tutulduğunda cema-

389
atle kılınan iki rekatlik bir namazdır. güneş tutulmasında olduğu gibi namaz
Güneş tutulduğunda namaz kılmak kılmak müstehaptır. (İ.P.)
müstehaptır. Hz. Peygamber’in güneş KÜTÜB-İ SİTTE
tutulduğunda, mescide giderek namaz
Hz. Peygamber’in hadislerini top­
kıldığı rivâyet edilmiştir (Müslim, Küsûf,
layan meşhur eserlerden altısına veri­
3-5). Küsûf namazı için ezan okunmaz,
len isimdir. Kütüb-i Sitte diye anılan
kamet getirilmez. Namazı, Cumâ’yı
kıldıran imam kıldırır. İmam yoksa, bu eserler şunlardır: Buhârî (0. 256/869)
cemaat kendisi ferdî olarak namaz ve Müslim (0. 2i6/83i)’in el-Câmi’u’s-
kılar. İmam kıraati içinden yapar. Sahih'i, Ebû Dâvûd (0. 275/888), Nesâî
(ö. 303/915), Tirmizî (0. 279/892) ve İbn
Hz. Peygamber’in oğlu İbrahim’in
Mâce (V. 273/886)’nin es-Sünen'leri.
öldüğü gün güneş tutulması üzerine,
(A.G.)
halk İbrahim’in vefatı sebebiyle güne­
şin tutulduğunu söylemiş; bunun üzeri­ KÜTÜB-İ TİS’A
ne Rasûlüllah; “Güneş ve ay kimsenin Kütüb-i Sitte’ye üç eser ilavesiyle
ölümünden veya doğmasından dolayı anılan meşhur dokuz hadis mecmuası­
tutulmaz. Bunu gördüğünüzde namaz na verilen isimdir. İlave edilen eserler;
kılın, dua edin. ” buyurmuştur (Buhârî, Dârimî (0.255/868)’nin es-Sünen ’i, İmam
Küsûf, 1; Müslim, Küsûf, 1, 3). Mâlik (ö. 179/795)’in Muvatta’ı, Ahmed
Ay tutulması, fırtına, deprem, salgın ibn Hanbel (0.24i/855)’in el-Müsnedf dir.
hastalık gibi korkutucu olaylarda da (A.G.)

390
LAĞV YEMİNİ da imam sehiv secdesi yaparsa, imamla
Sözü kuvvetlendirme amacı taşıma­ sehiv secdesi yapmadan ayağa kalkar
yan, kasıtsız olarak edilen yemin anla­ ve namazın sonunda sehiv secdesi
mına gelir, (bk. Yemin) (İ.P.) yapar.
LÂHİK Abdest alıp döndüğünde, imam
namazı tamamlamış ise, imamın arka­
Sözlükte “birinin ardından yetiş­
sında namaz kılıyormuş gibi namazını
mek, tâbi olmak; birinci meyveden
tamamlar; yani Kur’ân-ı Kerim oku­
sonra gelen ikinci meyve” gibi anlam­
maz, yaklaşık olarak imamın bekle­
lara gelen lâhik, namaza imam ile baş­
yeceği kadar bekler, rüku ve secdede
layıp, namaz esnasında başına gelen bir
durum sebebiyle namaza ara vermek teşbihleri, oturuşlarda da tahiyyat ve
zorunda kalan ve bu sebeple namazın diğer duaları okur. (İ.P.)
bir kısmını imam ile birlikte kılamayan LAHİT (LAHD)
kimse demektir. Lahit, kabirde kıble tarafında açı­
İmamla birlikte namaza başlayıp lan oyuğa verilen isimdir. Kabirlerin
da abdesti bozulan kimse, dünya işle­ lahit şeklinde kazılması sünnettir. Hz.
riyle meşgul olmadan ve namazı boza­ Peygamber, “Lahit bizim içindir, düz
cak bir fiil yapmadan hemen çıkıp en olarak yarmak ise bizim dışımızdakiler
yakın yerden abdest alarak geri döner içindir. ” buyurmuştur (Tâc, 1/371). Kabir,
ve bıraktığı yerden namazını tamam­ boyu cenâzenin boyu kadar, genişliği
lar. İmamla birlikte başladığı namaza, de insan boyunun yarısı kadar olmak
uyku, gaflet, sıkışıklık gibi sebeplerle üzere, 100-150 cm. derinliğinde, kıb­
ara vermek zorunda kalan kimse, bu leye dik açı oluşturacak şekilde kazı­
mazeretleri ortadan kalktığında namazı lır. Kıble tarafına, ölünün yan olarak
bozan bir fiil yapmadan kaldığı yerden konulabileceği şekilde lahit açılır. Ölü
namazını tamamlar. Lâhik, mümkünse kıble tarafından kabre indirilerek, yüzü
önce kaçırdığı rekatları veya rükünleri
kıbleye gelecek şekilde bu lahde konur.
yapar, sonra imama uyar ve imam ile
Lahit kapatıldıktan sonra kabre toprak
birlikte selam verir. Kaçırmış olduğu
dökülerek doldurulur. (İ.P.)
rekatlarda Kur’ân okumaz ve kendi­
sinin yaptığı bir hatadan dolayı sehiv LAHN
secdesi yapmaz. Sözlükte “kıraatte hata etmek, baş­
Kaçırmış olduğu rekatları önce kıl­ kasının anlayamayacağı şekilde birine
ması halinde, imama yetişemeyeceği- konuşmak, irabda hata ederek konuş­
ni anlarsa, hemen imama uyar. İmam mak, lehçe, lügat, dil, makam, nağme,
namazı bitirince kaçırdığı rekatları melodi, ses, nota” gibi anlamlara gelen
veya rükünleri yerine getirir. Bu esna­ lahn, dinî bir kavram olarak, Kur’ân-ı

391
Kerim okurken yapılan hatayı ifade etmesi gerekir. Ancak dilindeki peltek­
etmektedir. Buna zelletü’l-kârî de denir. lik veya diğer sebeplerle, çalışmaları­
Namazda yapılan kıraat hatalarının na rağmen bunu yapamaması halinde
namazı bozup bozmayacağı konusunda okuyabildiği kadarıyla namazını kılar;
fakihler bir takım ölçüler getirmişler­ fakat başkasına namaz kıldırması caiz
dir. Bunlar şöyle özetlenebilir; değildir. (Î.P.)
Kur’ân kasten manası değişecek LÂİKLİK
derecede yanlış okunursa namaz bozu­ Lâik sözlükte “ruhanîlerin yoluna
lur. Hata veya unutarak yanlış okunma­ ve cemaatına mensup olmayan kimse,
sı halinde ise; dinî olmayan şey, fikir, müessese, sis­
a) Yanlışlık kelimelerin harekelerin­ tem ve prensip” demektir. Lâiklik ise
de ise, manada bir değişiklik olsa da Fransızca kökenli bir kavram olup
olmasa da namaz bozulmaz. günlük literatürde kiliseleri her türlü
b) Yanlışlık durak yerlerinde yapı­ siyasî ve İdarî gücü kullanmaktan dış­
lırsa; yani durulacak yerde geçilip, layan sistem anlamına gelmektedir.
Hukuk dilinde lâiklik, devletin din ve
geçilecek yerde durulursa, manasında
mezheplere karşı tarafsız bir vaziyet
değişiklik olup olmadığına bakılmak­
almasıdır. Bu durumda lâiklik, önce­
sızın namaz bozulmaz.
likle devlet hayatına ait bir hareket ve
c) Bir harf yerine başka bir harf faaliyet prensibi olarak benimsenmiştir.
okunması şeklindeki meydana gelen Ferdin özel ve manevî hayatına müda­
yanlışlıkta, mananın değişip değişme­ hale etmediği gibi dindarlığı da dışla­
diğine bakılır. Buna göre; bir harf deği­ maz. Tersine, çağımızda doğduğu yer
şir de bu değişiklikle kelimenin manası olan Avrupa’da görüldüğü gibi, diğer
değişmez ve Kur’ân’da da o kelimenin temel hak ve hürriyetlerin yanında,
benzeri varsa namaz bozulmaz. Şâyet din ve inanç hürriyetini güvence altına
harf değişmekle kelimenin manası almaktadır.
bozulmaz ve fakat bu kelimenin bir
Lâikliğin özünde, dinin ilgi alanı­
benzeri Kur’ân’da yoksa, İmam Ebû
nı sınırlandırma söz konusu değildir.
Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre
Özellikle toplumun barış, huzur ve
namaz bozulur, İmam Ebû Yûsuf’a
mutluluğuna katkıda bulunması bek­
göre bozulmaz. Eğer harfin değişme­
lenmektedir. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil
siyle mana değişir ve Kur’ân’da da
lâiklik konusunda şöyle demiştir: “Bu
benzeri yoksa, namaz bozulur.
sistemde ne devlet dine, ne de din dev­
Namaz esnasında az veya çok mik­ lete bağlanır. Sadece din ve devlet bir­
tarda âyet atlamakla namaz bozulmaz. birinden ayrılarak her biri muhtar bir
Namazda önemli bir hata ile okuduktan vaziyet alır. Ruhanî kuvvetin merkezi
sonra, dönüp yeniden düzgün bir şekil­ mabedtir. Cismanî kuvvetin merke­
de okursa namaz caiz olur. zi de, bugünkü demokratik nizamda,
Bir kimsenin, Fatiha sûresi ile parlamentodur. İşte ruhanî ve cismanî
birlikte, namaz sahih olacak kadar iki kuvvetin bu suretle ayrılması ve
Kur’ân’dan âyetler ezberlemesi ve her birinin kendine mahsus sahada
buraları doğru okumak için gayret hükümran olması cemiyette bir itidal

392
ve muvazene ortamı sağlar. Her ikisi istismar edilmelerini önlemek ve bir
de insanın iyiliği, emniyeti, huzur ve aile sıcaklığı içerisinde yetişmelerini
rahat içinde yaşaması içindir. Mabed sağlamak için, bu kuruluşlar aracılığıy­
bu hedefe, ferdin iç âlemini, hükümet la devlet gözetiminde ailelerin yanına
ise dış münasebetlerini tanzim etmek verilmeleri yerinde olur. (İ.P.)
suretiyle yürür. Ne mutlu o memleket­ LÂNET
lere ki, toprakları üstünde mabed ile
Sözlükte “kovma, hayırdan uzak­
hükümet, aynı yolun bir yolcusu ve iki
laştırma” anlamına gelen lânet, dini bir
dost gibi kol kola gider.”
kavram olarak dünyada Allah’ın rahmet
Aslında İslâm Dini de tevhid ilke­ ve yardımını kesmesi, âhirette ise ceza­
siyle, varlığı ve beşerî ilişkileri bir landırması demektir. Allah’ın dışında­
bütün olarak algılamaktadır. Onlar ara­ ki varlıkların lâneti ise, genelde bed­
sında kutsal olan ya da olmayan ayı­ dua anlamını taşımaktadır. Kur’ân’da
rımını yapmaz. Bütün evren kıymetli beyan edildiği üzere Allah’ın lânetine;
ve bir mescid kadar kutsaldır. İnsanın kâfirler (Bakara, 2/89, 161) YahÛdîler (Nisâ,
gerek düşüncesi gerekse davranışları 4/46), zâlimler (Â’râf, 7/44), şeytan (Hicr,
bir disiplin ürünüdür. O, bireyleri tek 15/35), Allah’ın indirdiklerini gizleyen­
bir özde birleştirmek yoluyla insanlar ler (Bakara, 2/159), namuslu kadınlara zina
arasında, toplum halinde yaşama sonu­ iftirasında bulunanlar (Nisâ, 4/93), müna­
cu ortaya çıkan eşitsizlikleri kaldıran, fıklar (Tevbe, 9/68), Âd kavmi (Hûd, 11/60),
başlı başına bir inanç sistemidir. (F.K.) Firavun ve adamları (Hûd, 11/99), Allah’a
LAKÎT ve Rasûlüne eziyet edenler (Ahzâb, 33/57),
Sözlükte “yerden alınıp kaldırılan Allah’a verdikleri sözde durmayanlar
şey, sokağa bırakılmış ana-babası bilin­ ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar
(Ra’d, 13/25), yalan haber yayanlar (Ahzâb,
meyen çocuk” gibi anlamlara gelen
33/60-61) uğrayacaklardır. Hadislerde
lakît, bir fıkıh terimi olarak, anne baba­
Allah’ın Peygamberinin veya melek­
sı bilinmeyen, sahipsiz buluntu, çocuk
lerin lânetine uğradığı ifade olunanlar­
demektir.
dan bir kısmı şunlardır: Ana-babasına
Sokakta bulunup annesi babası şovenler (Müslim, Edâhi, 44), hırsızlar
bilinmeyen çocuğun nafakası hâzine­ (Buhârî, Hudûd, 7, 13; Müslim, Hudûd, 7), arazi-
den karşılanır; öldüğünde mirası da ler arasındaki sının değiştirenler (Müslim,
hâzineye kalır. Aynı şekilde bir cinâyet Edahi, 44), İçki İçenler (Ebû Dâvûd, Eşribe, 2;
işler de diyet ödemesi gerekirse hâzi­ Müsned, 1/316), livâta yapanlar (Ahmed, 1,309-
neden ödenir; kendisinin öldürülmesi 317).Hz. Peygamber’in lânetlediklerin-
halinde de diyetini hazine alır. den bir kısmı şunlardır: Faiz yiyenler
Daha sonra bir kimse, böyle bulu­ (Buhârî, Libas, 86, 96), atışlarda canlıları
nan çocuğun kendisinin olduğunu hedef yapanlar (Müslim, Sayd, 60), hay­
iddia ederse, nesebi ondan sabit olur. vanların organlarını kesenler (müsle)
Günümüzde anasız, babasız bakıma (Buhârî, Zebaih, 25), kadına benzemeye
muhtaç çocukların bakım ve yetiş­ çalışan erkeklerle, erkeğe benzemeye
tirilmeleri için devlet kuruluşları ve çalışan kadınlar (Buhârî, Libas, 6i), vücut­
vakıflar bulunmaktadır. Bu çocukların larına dövme yapanlarla yaptıranlar

393
(Buhârî, Libas, 82), ölünün arkasından ağıt rın rüyasını yorumlaması ve neticede
yakıp üstünü başını yırtanlar, ağıt ala­ Mısır’a hazine bakanı olması Allah’ın
meti olarak saçını kazıtanlar veya bağı­ lâtif isminin tecellisidir. “(Lokman
rıp çağıranlar. (M.C.) oğluna): Yavrum, (yaptığın iyilik veya
LATÎF kötülük) hardal tanesi ağırlığınca
olsa, bir kayanın içinde, göklerde veya
Kibar, nâzik, ince, şeffaf ve küçük
yerde bulunsa, Allah mutlaka onu geti­
olmak; merhametle ve şefkatle davran­
rir. Çünkü o latiftir, habîrdir. ” (Lokman,
mak; yaklaşmak ve iyilik yapmak anla­
31/16), “Sözünüzü ister gizleyin ister
mındaki “1-t-f” kökünden türeyen latîf
onu açığa vurun (farketmez). Çünkü O,
zarif, ince; kesif olmayan, ince anlamlı,
manası gizli, kapalı olan söz demektir. göğüslerin özünü bilir. O, yarattığını
bilmez mi? O, latiftir, habîrdir. ” (Mülk,
Allah’ın sıfatı olarak latif, yaratık­
67/13-14) Bu âyetlerde de “latîf’ ismi;
lara yumuşak davranan (refik, leyyin),
Allah’ın küçük-büyük, gizli ve âşikar
merhametli, lütufkâr, insanlara bilme­
her şeyi bildiğini, O’nun ilminden gizli
dikleri ve ummadıkları yerlerden ihsan­
hiçbir şeyin olmadığını ifade eder.
da bulunan; onları güçlerinin üstünde
bir şeyle sorumlu tutmayan, hak ettik­ “Görmedin mi Allah gökten su
lerinden fazlasını veren, itaat ettikle­ indirdi de arz yeşeriyor, gerçekten
rinde kullarını öven, isyân ettiklerinde Allah latiftir, habîrdir. ” (Hac, 22/63) Bu
nimetini kesmeyen; ince işleri, gizli âyetteki “latîf’ ismi, hem Allah’ın eşsiz
sırları, her şeyin detayını en iyi bilen, ilmine hem de lütfuna delalet eder. “O
işleri çok hassas düzenleyen ve gözle gökleri ve yeri yoktan var edendir.
görülmeyen demektir. O ’nun nasıl çocuğu olabilir ki? O ’nun
eşi yoktur, her şeyi O yaratmıştır ve O
Latîf ismi, Kur’ân’da beşi “habîr”
ismiyle birlikte yedi âyette geçmiş ve her şeyi bilendir. Rabbiniz Allah işte
budur. O ’ndan başka ilah yoktur. O
üç farklı anlamda kullanılmıştır: “Allah
her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise O ’na
kullarına lütufkârdır (latîf), dilediğini
ibadet edin. O her şeye vekildir. Gözler
rızıklandırır. O, güçlüdür, gâliptir. ”
O "nu görmez, o gözleri görür. O latif­
(Şûrâ, 42/19) Bu âyette geçen “latîf’ ismi;
Allah’ın kullarına ihsanının bol oldu­ tir, her şeyi haber alandır (habîr) ”
(En’âm, 6/101-103) Bu âyetteki “lâtîf ’ ismi,
ğunu itaâtkâr veya isyânkâr herkese
Allah’ın gözlerin idrak edemediğini
lütufta bulunduğunu ifade eder. "...
idrak eden, gören, bilen olduğunu veya
Rabbim gerçekten dilediği şeyi çok
gözlerin kendisini göremediğini, çünkü
ince düzenleyendir (latîf). O çok bilen
O’nun latîf bir varlık olduğunu ifade
(alîm), her şeyi yerli yerinde yapan­
eder. (Î.K.)
dır. (hakîm). ” (Yûsuf 12/100), Bu âyetteki
“latîf’ sıfatı Allah’ın işlerinin incelikle­ LEDÜN İLMÎ
rini, gizliliklerini çok iyi bilen ve ona Ledün, zaman ve mekân zarfı­
göre tedbir alıp uygulayan olduğunu dır, “...de,..da, yanında, nezdinde,
ifade eder. Yusuf peygamberin kuyuya zamanda” anlamına gelir. Tasavvufta
atılması, tüccarların onu Mısır meliki­ Allah’tan vasıtasız gelen bilgi, ilhamı
ne satmaları, hapse girmesi, hükümda­ ifade etmektedir. Bir âyette şöyle buy-

394
rulmaktadır: “Ve orada kendisine katı­ taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa
mızdan üstün bir bağışta bulunarak hepsi apaçık bir kitaptadır. ” (En’âm, 6/59)
(özel) bir bilgiyle (ilm-i ledün) donat­ Gerçekten bu âyetlerden de anlaşıldığı
tığımız kullarımızdan birine rastladı­ gibi; göklerde ve yerde insan ilminin
lar” (Kehf, 18/65). Mutasavvıflar bütün keşfedip henüz insanlığın istifadesine
ilimlerin Allah katından geldiğine ina­ sunamadığı nice hazineler vardır ki,
nırlar. Ancak, zâhiri ilimler melek ve Allah bunları bilir, zamanı geldiğinde,
Peygamber aracılığı ile gelirken, ilham dilediğini insanlığın istifadesine sunar,
doğrudan aracısız olarak Hak’tan gelir. dilediğini de kendi ilminde saklı tutar.
Bu sebeple ilhama da ledün ilmi denil­ (F.K.)
miştir. İlm-i ledün, çalışmakla öğre­
nilmez, tamamen İlâhi bir mevhibedir. LEVM
(M.C.) Sözlükte “kınamak, azarlamak”
LEVH-İ MAHFUZ demektir. Kur’ân’da da aynı anlamda
kullanılmıştır. Levm kınanan, beğenil­
Levh, üzerinde yazı yazılan tahta,
meyen, eleştiri konusu olan ve yanlış
masa veya düz yüzey demektir. Çoğulu
olan söz, fiil ve davranışlar nedeniy­
elvahtır. Bu tabir Kur’ân’da da geç­
le yapılır. Meselâ Kur’ân’da Allah’a
mektedir: “Hakikatte o, levh-i mahfuz­
başka ilahları eş koşmak, malı saçıp
da bulunan şerefli Kur ’ân ’dır. ” (Buruc,
savurmak (isrâ, 17/29,39) kınamayı gerek­
85/21-22). Böylece Kur’ân’ın korunmuş
bir levhada bulunduğu belirtilmiştir. tiren bir davranış olarak zikredilmiştir.
Zira levh-i mahfuz yüce Allah’ın olmuş Rabbinden izinsiz olarak kavmin-
ve olacak her şeyi tesbit ettiği bir kitap den ayrılıp bir gemiye binen Yûnus
ya da bilgi hâzinesidir. O’nun bilgisi (a.s.) (Sâffât, 37/142) ve denizde boğul­
bizim anladığımız manada bir levhaya mak üzere iken Firavun, yaptıklarına
veya tahtaya yazılmaktan münezzehtir. pişmanlık duyarak kendilerini kınamış­
Fakat katındaki planda, ezelî bilgisin­ lardır (Zâriyât, 51/40).
de her varlık ismiyle, ömrüyle ve diğer Levm kavramı, Kur’ân’da olum­
bütün davranışlarıyla mevcuttur. Bu
lu ve olumsuz anlamda kullanılmıştır.
İlâhî kitap bizim anladığımız manada,
Nefsini kınayan kimse övülmüş ve bu
kalemle, mürekkeple yazılmış bir kitap
kimse üzerine yemin edilmiştir (Kıyame,
değil, kainatın taslağıdır ki hadislerde
75/2). Kınama, göreceli bir kavramdır.
bundan levh-i mahfuz diye söz edil­
İnançlara göre değişir. İnsanların kına­
mektedir. Nitekim şu âyetler de bütün
bilgi ve gerçeklerin levh-i mahfuzda dığı bir davranış Allah katında kınan­
kayıtlı olduğunu te’yid etmektedir: “... mayabilir. Meselâ kınayıcının kınama­
Biz her şeyi bir kitapta (levh-i mah­ sından korkmadan Allah yolunda çalı­
fuzda) sayıp yazmışızdır. ” (Yâsîn, 36/12), şan ve dinî görevlerini yapan mü’min-
“Gaybın anahtarları Allah ’ın yanın­ lerin Allah’ın sevgisine mazhar olduğu
dadır. Onları ondan başkası bilmez. O bildirilmiştir (Mâide, 5/54).
karada ve denizde ne varsa bilir. O ’nun Levm kelimesinin isim şekli lâim,
ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. mülim; mübalağa şekli ise levvâmedir.
O yerin karanlıkları içindeki tek bir (İ.K.)

395
LIHYE-İ SAÂDET na hükmeder. Bu boşanma İmam Ebû
Lıhye sakal demektir. Saâdet saka­ Hanîfe ve İmam Muhammed’e göre
lı anlamına gelen “Lıhye-i Sadet”, bir bâin talaktır. Ebû Yûsuf ve diğer
Peygamberimizin sakal-ı şerifine mezhep imamlarına göre ise, taraflar
verilen isimdir. Peygamberimiz (a.s.) birbirlerine ebedî olarak haram olurlar;
sakalını kısalttığında veya saçını tıraş hiçbir şartla bir daha evlenemezler. Bu
ettirdiğinde sahabe bunları almış ve yemin ve lânetleşme erkeğe kazf ceza­
titizlikle korumuştur. Bu sakallardan sı, kadına da zina cezası uygulanmasını
bazı camilerde cam fanuslar içinde sak­ düşürür. (İ.P.)
lanmakta ve mübarek gün ve gecelerde LİFÂFE
tekbir ve salavatla ziyaret edilmektedir.
Sözlükte “sargı, dolak, kapçık” gibi
Sakal-ı şerifi ziyaret, Peygambere yapı­
anlamlara gelen lifâfe, dinî bir kavram
lan temsili bir saygıdır. Ancak öpmek,
olarak, cenâzeyi baştan ayağa kadar
eğilmek vb. davranışlar doğru değildir.
örten ve kefenin en üstüne gelen par­
(İK.)
çasıdır. (bk. Kefen, Tekfin) (İ.P.)
LİÂN
LİKÂ
Sözlükte “lânetleşme, birbirine
Sözlükte “bir kimse ile görüşme,
lânet etme” gibi anlamlara gelen Hân,
karşılaşma, sohbet etme” anlamlarına
bir fıkıh terimi olarak, karısının zina
gelen likâ, hadis ilminde, bir râvînin
ettiğini veya çocuğunun kendine ait
hadis alma maksadıyla hocasıyla bir
olmadığını iddia eden ve bu iddiasını
araya gelmesine “likâ” denir. Herhangi
gerektiği şekilde ispat edemeyen koca
bir hadisin kabul edilebilmesi için, o
ile karısının, mahkeme huzurunda özel
hadisi rivâyet eden kimsenin, hadisi
bir şekilde yemin ve lânetleşmeleri
kendisinden aktardığı hoca ile görüş­
üzerine hakim tarafından evliliklerine
tüğünün bilinmesi zorunludur. Aksi
son verilmesini ifade eder.
halde senedinde kopukluk olması ihti­
Kur’ân-ı Kerim’de, Nûr sûresinde malinden dolayı hadis kabul edilmez.
düzenlenen liânın yapılış şekli şöy- Hoca ile görüşmeyi ifade eden lafızlar,
ledir (Nûr, 24/6-9): Eşinin zina ettiğini “semi’tu”, “haddesenâ”, “enbeenâ”
veya çocuğunun kendisine ait olmadı­ gibi beş duyudan birisiyle alındığını
ğını iddia eden ve bu konuda şahitleri ortaya koyan ifadelerdir. Hocasıyla
bulunmayan koca, hakim huzurunda karşılaştığı kesin olmayan bir râvî, bu
dört defa Allah’ı şahit göstererek eşi­ ifadelerle hadis aktarırsa yalancı kabul
nin zina ettiğini veya çocuğun kendi­ edilir ve hadisi reddedilir. “An” gibi
sine ait olmadığını söyler, beşincisinde görüşme ihtimali ifade eden lafızlarla
de “yalan söylüyorsam Allah’ın lâne- yapılan rivâyetler, görüşmenin gerçek­
ti üzerime olsun” der. Bundan sonra leştiği tespit edilmedikçe kabul edil­
kadın da, dört defa Allah’ı şahit gös­ mez. (bk. Muan’an Hadis) (A.G.)
tererek kocasının bu isnadında yalan
söylediğini belirtir ve beşincisinde LİVÂ-İ HAMD
“Kocam doğru söylüyorsa Allah’ın Livâ, bayrak ve sancak demektir.
gazabı üzerime olsun” der. Bunun Askerî anlamda livâ iki alaydan mey­
üzerine hakim tarafların ayrılmaları­ dana gelen askerî birliği ve bu birliğin

396
başındaki komutanı ifade eder. Ayrıca fakat deve gibi kendisini koruyabilen
OsmanlIlarda idari yapılanmada muta­ ve bir zarar gelmeyeceğinden emin olu­
sarrıf idaresinde bulunan memleket nan malların ise bırakılmasını, sahibi­
parçasına verilen bir addır. Bunun diğer nin onu bulacağını belirtmiştir (Buhârî,
adı da sancaktır. Bu nedenle Livâ-i İlim, 28; Şürb, 12; Lukata, 2, 3, 4,11; Talâk 22; Edeb
Osmanî denilince Osmanlı sancağı, 75; Müslim, Lukata, 1; Muvatta, Akdiye, 46; Ebû
Livâ-i zafer denince de, zafer bayrağı Dâvud, Lukata, 1; Tirmizî, Ahkâm, 35). Başka
anlamı çıkmaktadır. Livâ-i saadet ter­ bir hadislerinde de; <(Kim bir buluntu
kibi, Hz. Peygamber’in bayrağı için ele geçirirse, buna adâlet sahibi birini
kullanılan bir tabirdir. Buna “Livâ-i
şâhid tutsun, ne buluntuyu gizlesin ne
Şerif’ de denilirdi. Topkapı sarayında
de nazardan kaçırsın. Sahibini bulunca
“emanet-i mubareke” arasında korunan
hemen ona versin. Sahibini bulamaz­
bu bayrak, savaş ve olağanüstü haller­
de törenle çıkarılır ve tekrar yerine sa (bilsin ki) bu mal Allah "indir; onu
konurdu. dilediğine verir. ” buyurmuşlardır (Ebû
Dâvud, Lukata, 1).
Livâ-i hamd kavramı ise, Hz.
Peygamberin bayrağı ve sancağı anla­ Hz. Peygamber’in koymuş olduğu
mındadır. Hadislerdeki açıklamalara bu ilkelerden hareketle, fakihler bulun­
bakılırsa Allah’a yakın olma mertebe­ tunun durumu ve yapılması gerekenler
sini elde eden insanlar için, Livâü’l- konusunda kurallar koymaya çalış­
hamd, şefaati kübra makamıdır. Zira mışlardır. Buna göre, yitiği bulanın,
Hz. Peygamber’e inanan ve onun sahibine vermek üzere alması tavsiye
sünnetini eksiksiz yerine getirenler, edilmiştir. Hatta zayi olması endişe­
kıyamet gününde bu bayrağın altında si var ise alınması vacip olarak kabul
toplanacaklardır. Çünkü Allah kıyamet edilmiştir. Yitik malı bulan kimse,
gününde Hz. Muhammed’i şefaat ede­ bunu sahibine vermek üzere aldığına
cek bir makama ulaştıracaktır. Şu âyet bir şahit tutması gerekir. Şahit tutarsa,
buna delil olarak gösterilmektedir: bulduğu mal yanında emanettir; bir
<(Gecenin bir kısmında uyanarak, sana kusuru olmadan telef olması halinde
mahsus bir nafile olmak üzere namaz tazmin etmesi gerekmez. Ancak şahit
kıl. Böylece Rabbinin, seni, övgüye tutmazsa, malın telef olması halinde,
değer bir makama gönderebileceğini sebebine bakılmaksızın tazmin etmesi
umabilirsin. ” (îsrâ, 17/79) (F.K.) gerekir.
LUKATA Lukatayı alan kişi, malın durumu­
Sözlükte “yerden kaldırılan buluntu, na göre uygun bir şekilde ve uygun
yitik, başak, madendeki altın parçaları” bir süre ilan eder. Hadislerde bu bir yıl
gibi anlamlara gelen lukata, bir fıkıh olarak belirlenmiştir. Sahibinin ortaya
kavramı olarak, sahibinin koruma­ çıkması ihtimali kalmayınca, fakirlere
sı altında olmayan, sahibi tarafından onun adına sadaka olarak verir. Daha
kaybedilen şeyi ifade etmektedir. Yitiği sonra sahibinin çıkması halinde, sada­
alan kimseye mültekıt denir. ka olarak verdiğini söyler. Mal sahibi
Hz. Peygamber, buluntu malın emâ­ bunu kabul ederse, sevabı kendisinin
net olarak alınıp bir yıl ilan edilmesini, olur. Kabul etmemesi halinde bu mal

397
fakirin yanında olduğu gibi bulunursa LÜTUF
onu geri alır, yoksa bulan tazmîn eder. Sözlükte “iyilik, başarı, yumuşak ve
Kıymetsiz şeylerin uzun süre ilan nazik davranma” gibi anlamlara gelen
edilmesi gerekmez. Buluntu malların lütuf, dinî bir kavram olarak, Allah’ın
devlet yetkililerine verilmesi de caizdir. kullarına olan yardımı, onları başarıya
Günümüzde, kayıp eşyalar için bürolar ulaştırması, koruması anlamında kul­
kurulmuş olup, buralarda mallar daha lanılır. Lütuf sahibi anlamında latîf
güvenli bir şekilde muhafaza edilebil­ Allah’ın güzel isimlerinden biridir, (bk.
mekte, ayrıca buralar kaybeden için Latîf) (M.C.)
de müracaat mekanı olmaktadır. Bu
nedenle, kayıp bir malı bulan kişinin
bunu alıp devlet yetkililerine vermesi
daha uygun olur. (İ.P.)

398
M

MA’BED MÂAZALLAH
İbadet edilen yer demektir. Bununla Allah korusun, Allah’a sığınırım
maksat, camiler, kiliseler ve havralardır. demektir. Gelecek bir tehlikeye karşı
Kur’ân ve hadislerde ma’bed kelimesi Allah’a sığınmak için söylenen, yegâne
geçmemektedir. Yeryüzünde ilk yapılan sığınılacak varlığın Allah olduğu ikrar
ma’bed, Mekke’de, ortasında Kâbe bulu­ edilerek Allah’dan yardım istenmekte
nan Mescid-i Haram’dır. (Âi-i imrân, 3/96) kullanılan bir dua cümlesidir.
(bk. Mescid, Cami, Kilise, Havra) (İ.K.)
Bu cümle, Kur’ân’da iki âyette
MA’BÛD geçmiş ve Yusuf (a.s.)’ın evinde kal­
Kendisine ibâdet edilen varlık dığı bakanın karısı Zeliha’nın kapıla­
demektir. Ma’bûd, hak da batıl da ola­ rı kapatıp muradına ermek için, “hadi
bilir. Meselâ putlara, ateşe, Şeytana gel” demesine ve kardeşi Bünyamin’i
tapanların ma’bûdu put, Şeytan ve ateş­ yanında alıkoymak için yüküne su tası
tir. Hak ma’bûd tektir. O da her şeyi koydurup sonra yükleri aratması, tas
yaratan Yüce Allah’tır. (İ.K.) bulununca Bünyamin’i alıkoyması üze­
MA’DÛM rine üvey kardeşlerinin “onun yerine
birimizi alıkoy” demelerine karşılık bu
Sözlükte “kaybolmuş, yok olmuş,
istekleri red ifadesi olarak “Mâazallah”
mevcut olmayan” anlamına gelen
dediği bildirilmiştir (Yûsuf, 12/23,79).
mahdum, fıkıh kitaplarının bey’ ve
akitler bölümünde geçmektedir. İslâm (bk. İstiâze) (Î.K.)
hukukunda, her akdin kurulabilmesi MÂCÎD-MECÎD
için bazı şartların bulunması gerekmek­ Şerefli, soylu ve şanlı olmak, şeref­
tedir. Bunlardan birisi de, akde konu te birinci ve üstün gelmek ve genişlik
olan şeyin; mümkün olması, mevcut, anlamındaki “m-c-d” kökünden türe­
belirlenmiş ve akde konu olmaya elve­ yen mâcid, şan ve şeref sahibi, iyi
rişli yani meşru olması gerekmektedir. ahlâklı, nazik ve kerem sahibi ulu kişi
Buna göre, mevcut olmayanın satımı
demektir. Çoğulu emcâddır. Mecîd,
veya hibe edilmesi, mevcut olmayan
mâcid kelimesinin mübalağalı şeklidir.
bir akarın kiraya verilmesi caiz değildir.
Genel kaide bu olmakla birlikte, insan­ Kur’ân’da mâcid kelimesi geçme­
ların ihtiyacının bulunması ve hakkında miştir. Tirmizî’nin rivâyet ettiği hadis­
nas bulunması sebebiyle, istisnâî olarak, te zikredilen Allah’ın 99 ismi arasında
selem akdinde mevcut olmayan malın geçmiştir (Deavat, 83). Mecîd safatı ise
satımına izin verilmiştir. Aynı şekilde bir âyette Allah’ın sıfatı olarak kul­
ısmarlamaya da müsaade edilmiştir, lanılmıştır: “O hamîddir, mecîddir. ”
(bk. Selem, ıstısnâ’) (Î.P.) (Hûd, 11/73)

399
Allah’ın sıfatı olarak “mâcid” ve MAĞFİRET
“mecîd”; şan ve şeref sahibi, hayrı, bk. İstiğfar.
ihsanı, keremi ve lütfü bol olan demek­ MAHÂRİCİ HURÛF
tir. “Gerçekten Rabb ’imizin şanı yüce­
Harflerin çıkış yerleri demektir.
dir... ” (Cin, 72/3) âyeti de Allah’ın mecîd
Harflerin çıkış yerleri, boğaz, dil ve
olduğunu ifade etmektedir.
dudaklar ile boğaz boşluğu ve geniz­
Mecîd lafzı, şerefli ve eşsiz anla­ dir. (İ.K.)
mında Kur’ân’ın (Kâf, 50/1), büyük anla­
MAHCÛR
mında Allah’ın arşının (Burûc, 85/15) sıfatı
olarak da kullanılmıştır. (İ.K.) Hacr konulmuş kişi demektir, (bk.
Hacr) (İ.P.)
MÂCİN (Müfti Mâcin)
MAHFİL
Sözlükte “utanması az olup lâubali
Camilerde etrafı parmaklıkla çevri­
hareket eden, lâubali konuşan; sert ve
li, yahut yerden yüksek yapılmış olan
galiz olan” anlamlarına gelen mâcin,
yerlere verilen bir isimdir. (İ.K.)
fıkıh literatüründe daha çok müftî
mâcin şeklinde terkip olarak geçmek­ MAHFÛZ
tedir. Müftî mâcin ise, halka dine karşı Sözlükte “korunmuş, muhafaza altı­
hileleri öğreten, hilelerle haramı helal na alınmış” anlamına gelen mahfuz,
helali haram kılmaktan çekinmeyen, tasavvufta, velinin Allah tarafından
bilmediği konularda fetva veren müftî günaha düşmekten değilse bile, düş­
(fetva veren kişi) anlamına gelmektedir. tüğü günahta ısrar etmekten korunma­
Meselâ kadının kocasından boşanması sı demektir. Veli, peygamberler gibi
için kendisine dinden çıkmayı tavsiye masum değildir, ama mahfuzdur. Veli
eden veya zengine zekatını vermemesi beşer olması dolayısıyla günah işleye­
için malını eşine hibe edip sonra geri bilir, ancak, tevbe eder ve günahta ısrar
almasını öneren müftü böyledir. etmez. (M.C.)

Bu şekilde fetva veren kişiye hacr MAHMASA


konulması, topluma zarar vermesini Sözlükte “açlık” anlamına gelen
önlemek, halkı ifsat etmesini engelle­ mahmasa, dinî bir kavram olarak da,
mek amacıyla, onun fetva vermekten sözlük manasına uygun olarak şiddet­
men edilmesi vaciptir. Vermiş olduğu li açlık demektir. Şiddetli açlık halin­
fetvalarla amel etmek de caiz değildir. de bulunup da tehlikeye düşen kişi­
(İP) ye, gönülden harama meyletmemek
kaydıyla haram kılınan yiyeceklerden
MADDİ TEMİZLİK yemelerine izin verilmiştir. Yüce Allah,
İslâm dini temizliğe önem vermiş, “Kim, açlık halinde (mahmasa) dara
temizliği dinin yarısı kabul etmiştir düşerse, gönülden günaha meyletme­
(Müslim, Taharet, i). Bedendeki, elbisedeki mek kaydıyla (bu haram kılınanlardan
ve çevredeki necasetin temizlenmesi yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışla­
ve bunların temiz tutulması anlamına yıcı ve esirgeyicidir. ” buyurmaktadır
gelmektedir, (bk. Necâset) (İ.P.) (Mâide, 5/3). Genel bir kural olarak

400
benimsenen “zarûretler yasakları helal lar ve eşin kız kardeşleri ve bunların
kılar” kaidesi de bunu ifade etmektedir, çocukları ile eşin teyze ve halalarıdır.
(bk. Zarûret) (İ.P.) Mahrem kavramı, devamlı olarak
MAHREÇ evlenilmesi yasak olan birinci gruptaki
Harflerin çıkış yerleri demektir. kimselere denir. Kadınların örtünme­
leri konusunda, bunların yanında bir
Harflerin çıkış yerleri, boğaz, dil ve
kolaylık esneklik getirilmiştir. Aşırıya
dudaklar ile boğaz boşluğu ve geniz­
dir. (İ.K.) gidilmemek kaydıyla, bunların yanında
başlarını, kollarını açabilirler. (Î.P.)
Ayrıca hadis ilminde hadislerin tah-
ric edildiği yere de mahreç denir, (bk. MAHZUR
Tahric) (A.G.) Mahzur kelimesi, haram, yasak
anlamına gelen hazr kelimesinden türe­
MAHREM
tilmiş olup, haram kılınan, yasaklanan
Sözlükte “haram, haram kılmak demektir, (bk. Haram) (İ.P.)
ve haram kılınmış” anlamlarına gelen
MÂ-İ CÂRİ
mahrem, dinî bir kavram olarak, genel­
de Allah’ın haram kıldığı, yasakladığı Akarsu anlamına gelmektedir. Bir
şeylere, özelde ise, evlenilmesi ebedî suyun akarsu olarak kabul edilebilme­
olarak haram olan kişilere denir. si için, en azından bir saman çöpünü
İslâm’da evlilik engelleri devam­ taşıyacak kadar akıntısı bulunmalı ve
lı ve geçici olmak üzere ikiye ayrılır. devamlı olmalıdır. Akarsuyun hükmü,
Devamlı evlilik engelleri üçe ayrılır; a) büyük havuzda bulunan suyun hükmü
kan hısımlığı: Bunlar usul (anne, baba, gibidir; rengi, kokusu ve tadı bozulma­
dedeler ve nineler), furû (çocuklar ve dıkça necis olmaz. Ancak günümüzde,
torunlar), kardeş ve kardeş çocukları ile suların tahlil edilerek sağlığa zararlı
anne ve babanın kardeşleridir, b) sıhrî olup olmadığı tespit edilebilmektedir.
hısımlık: Bunlar, eşlerin anne veya Bu nedenle, akarsuların da tahlil edil­
babaları; eşlerin çocukları ve çocukla­ mesi ve buna göre kullanılmasında
rın eşleridir, e) süt hısımlığı: Bunlar süt yarar vardır. (İ.P.)
bakımından usul (süt anne, baba, dede MÂ-İ MEŞKÛK
ve nineler), süt furû (emzirilen veya Kelime anlamıyla şüpheli sular
eşin emzirdiği çocuklar ve torunları), demektir; bir fıkıh terimi olarak ise,
süt anne ve babadan olma süt kardeş­ temizleyici olup olmadığı konusunda
ler, süt anne ve babanın kardeşleri ile şüphe bulunan sular anlamına gelmek­
eşlerin süt bakımından usulü (süt anne­ tedir. Ehlî eşek ve katırın artığı böyle-
leri, babaları, dede ve nineleri), eşin süt dir. Bu sularla necasetin temizlenmesi
çocukları ve torunlarıdır. caizdir. Ancak, başka temiz su bulun­
Geçici olarak evlenilmesi yasak duğunda bu sularla abdest alınması ve
olanlar; evli kadınlar, üç kere boşanmış gusledilmesi caiz değildir. Başka su
olanlar, kadınlar için mü’min olma­ bulunmadığında ise, bu sularla abdest
yan erkekler, erkekler için Müslüman, alınır veya gusledilir ve daha sonra da
Hristiyan ve Yahudî olmayan kadın­ ihtiyaten teyemmüm edilir. (İ.P.)

401
MÂ-Î MUKAYYED giderilmesinde kullanılabilir. Ancak,
Kelime anlamıyla kayıtlı sular tekrar abdest veya gusülde kullanıla­
demektir. Herhangi bir maddenin karış­ mazlar. Abdest veya gusülde kullanı­
masıyla, yaratılmış olduğu tabii halin­ lan su, uzuvdan ayrılmakla kullanılmış
den çıkan ve özel bir isim alan sular­ su hükmünü alır. Ancak, abdestsiz veya
dır. Kavun, karpuz, üzüm, gül suyu cünüp olan kimsenin suyu almak için
gibi sularla, aslında mutlak su olduğu veya sıcaklığına bakmak kastıyla elini
halde, içine başka şeylerin karışma­ suya sokması halinde, elinde necaset
sı ile incelik ve akıcılığını kaybeden, bulunmamak kaydıyla suyu kirletmez
et suyu, yemek suyu gibi sulardır. Bu ve su kullanılmış su olmaz. (İ.P.)
sular, kendileri temiz olmakla birlikte, MAKÂM
abdest alınmada, gusledilmekte kulla­ Sözlükte “ayakların bastığı yer,
nılmazlar. (Î.P.) oturulan yer, menzil, merhale, konak”
MÂ-Î MUTLAK anlamlarına gelen makâm kelimesi
Kelime anlamıyla, herhangi bir tasavvufta, kulun tekrar etmek sure­
şeyle kayıtlanmamış sular demektir. tiyle kazandığı ve kendisinde özellik
haline getirdiği edebler ve ahlâk veya
Dinî bir kavram olarak ise, yaratıldığı
kulun riyazet ve mücahede ile ulaştığı
tabii halini koruyan, mahiyetini değiş­
derece demektir. Haller, Allah vergisi
tirecek başka maddeler karışmamış
(vehbi) iken, makâmlar kulun çalışması
suya mutlak su denir. Kaynak, pınar,
ile (kesbi)dir. Hal geçicidir, makâm ise
kuyu, yağmur, kar suları, akarsu nor­
süreklidir. Ayrıca velilerin mezarları­
mal halinde mutlak sulardandır. Mutlak
na veya hatıralarını taşıyan yerlere de
suyun üç özelliği vardır; bunlar rengi,
makâm denilmektedir. (M.C.)
kokusu ve tadıdır. Ayrıca mutlak sular
yaratılışları gereği akıcı ve incedirler. MAKÂM-I İBRAHİM
Bu özellikleri değişmemiş, içerisin­ îbrâhim’in makâmı demektir.
de necaset karışmamış olan ve hükmî Bununla maksat, Hz. îbrâhim (a.s.)’ın
necaset giderilmeyen yani abdest veya Kâ’be’yi inşâ ederken iskele olarak
gusül alınmayan sular temizdir ve kullandığı veya halkı hacca da’vet
temizleyicidirler. Mutlak sular, temiz­ ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu
leyicilik bakımından beş kısma ayrılır, yerdir. Bu yer, Kâbe’nin doğu tarafın­
(bk. Sular) (Î.P.) da, zemzem kuyusu ile Kâbe’nin kapı­
MÂ-İ MÜSTA’MEL sı arasındadır. Tavaftan sonra kılınan
namazın bu makamın arkasında kılın­
Kelime anlamıyla kullanılmış su
ması sünnettir. Buradaki taşta ayak izi
demektir. Dinî bir kavram olarak ise,
vardır. Taş, cam bir fanus içine alınmış­
hükmî necasetin giderilmesinde kul­ tır. (Î.K.)
lanılan, yani kendisiyle abdest alınan
veya gusül edilen sulardır. Bu sular MAKÂM-I MAHMÛD
kendileri temiz kabul edilmiştir. Bu Övülmüş makâm demektir.
sebeple, özelliklerini kaybetmemek Kur’ân’da bir âyette geçmiş ve şöyle
ve içinde necaset bulunmamak kay- denilmiştir: “(Ey Rasûlüm!) Gecenin
dıyla temizdirler ve maddî necasetin bir kısmında sana mahsus bir nafile

402
namazı kılmak üzere uyan. Belki böy- nisbet edilmesi”, “hadisin meşhur olan
lece Rabbin seni övülmüş bir maka­ isnadı yerine, bilinmeyen bir isnadın
ma ulaştırır.” (îsrâ, 17/79) Makâm-ı getirilmesi”, “metindeki sözcüklerin
Mahmûd; Peygamberimizin âhirette yerlerinin değiştirilmesi”, “senetteki
ümmetine şefaat makâmıdır (Tecrid, bir râvinin babası ile kendi ismi ara­
xi/128). Peygamberimiz (a.s.), “Bu, sında takdim tehir yapılması”, “râvinin
ümmetime şefaat edeceğim makâmdır” kendi isminde takdim tehir yapılması”
demiştir (Tecrid, II/574). Ezandan sonra şeklinde olabilir.
okunan duada geçen makâm-ı mah­
Hadislerdeki değiştirme işlemi,
mûd da bu makamdır. Peygamberimiz
hata sonucu oluşabileceği gibi, kendini
(a.s.) “Kim müezzinin ezanını işitti­
beğendirme, farklı görünme veya râvi-
ği zaman, “ey bu tam çağrının (eza­
yi imtihan etme gibi amaçlarla kasıtlı
nın) ve dünya durdukça duracak olan
olarak da yapılmış olabilir. Hata ile
namazın Rabbi Allah ’ım! Muhammed’e
yapılan değişiklikten dolayı, dinî bir
vesileyi (cennette özel bir makâmı) ve
sorumluluk yoktur. Ancak bu tür hata­
fazileti ver, onu kendisine vadettiğin
makâm-ı mahmûd’a eriştir” diye dua lar sıkça oluyorsa, bu durum râvîde
ederse, kıyamette şefaate müstahak zabt noksanlığı olarak yorumlanır ve
olur. ” demiştir (Tirmizî, Salat, 175. No: 211; hadis zayıf kabul edilir.
Ebû Dâvûd, Salat, 38). Bu makâmda bütün Başkalarından farklı görünmek,
halk Peygamberimizi över (Tecrid, xı/i28). kendini beğendirme veya yeni bilgi
(Î.K.) ortaya koyma gibi amaçlarla hadis­
MAKBUL HADİS lerde değişiklik yapmak haramdır.
Muhaddisler bu durumu hırsızlık ola­
Senet ve metin itibariyle kabul
rak değerlendirmişler ve bu amaçlarla
edilen, dinde delil olan ve kendisiyle
amel edilmesi gereken hadislere mak­ değiştirilen hadisleri reddetmişlerdir.
bul hadis denir. Sahih ve hasen hadis­ Muhaddisin hadis ilmindeki sevi­
ler makbul hadislerdir. Makbul hadisin yesini ölçerek buna göre hadis alış­
karşıtı merdûd hadistir. verişinde bulunmak amacıyla yapılan
Makbul hadis; ceyyid, kavı, sâlih, değişiklik, hemen o mecliste düzeltil­
ma ’ruf mahfuz, mücevved, sâbit isim­ mesi şartıyla bazı âlimlerce câiz görül­
leriyle de anılır. Bunlardan ceyyid ve müştür. îmam Buhârî, Bağdat âlimleri
kavi hadîsin sahîh olduğuna delalet tarafından bu şekilde imtihan edilmiş­
ederken diğerleri hadisin sahih ya da tir. Bazı âlimler ise imtihan amacıyla
hasen olabileceğini gösterir. (A.G.) da olsa, geçici olarak bile olsa hadisle­
MAKLUB HADÎS ri değiştirmenin câiz olmadığını ifade
etmişlerdir.
Râvîsi, metni ya da senetleri değiş­
tirilmiş hadise maklub hadis denir. Hadislerdeki değişiklik düzeltilmiş
Hadislerdeki değişiklik; “râvîlerden bir ise, diğer kabul şartlarını dinde delil
ya da bir kaçının aynı tabakadaki başka olarak kabul edilir. Aslına döndürülme­
râvilerle değiştirilmesi”, “herhangi bir yen maklub hadis ise, zayıf olduğundan
metne ait olan isnadın, başka bir metne reddolunur. (A.G.)

403
MAKTÛ’ HADİS (Maktû’ Haber) kullanmışlardır. Bu anlam karineler
Senedi muttasıl olsun veya olma­ yoluyla anlaşılabilir. (A.G.)
sın, tâbiun ve etbâu’t-tâbiine dayandı­ MAKTÛL
rılan söz ve fiillerdir. Hz. Peygamber’e Maktûl öldürülen anlamına gelmek­
dayandığı (merfû olduğu) konusunda tedir. Adam öldürmeye katil, öldürene
bir karine bulunmadıkça maktû haber de kâtil denir, (bk. Katil) (Î.P.)
delil olarak kabul edilmez. Hakkında
MAL
böyle bir karine olan maktû haber,
merfû hükmündedir. Tâbiun’un, îmân Sözlükte “kişinin veya toplumun
ve Kur’ân-ı Kerim’in nuzûlü gibi kendi sahip olduğu eşya, para ve diğer şey­
ler, rızık” gibi anlamlara gelen mal, bir
görüşü olmasına imkân olmayan konu­
fıkıh terimi olarak, mutad bir şekilde
lardaki sözleri merfû hükmündedir.
edinilmesi ve faydalanılması müm­
Bu konulardaki sözleri tâbiûn, ancak
kün olan her şeydir. Bir şeyin mal
sahabe vasıtasıyla Hz. Peygamber’den
olabilmesi için, edinilme ve mutad bir
almış olabilir. Bundan dolayı tâbiunun
şekilde faydalanma imkânının bulun­
bu kapsamdaki sözlerine, merfû mür-
ması gerekir. Buna göre güneş ışığı
sel hükmünde maktû haber denir.
gibi kendisinden faydalanmak herkes
Sahabeye dayandığı konusunda bir için mümkün olduğu halde edinilmesi
karine olan maktû habere mevkuf hük­ mümkün olmayanlar ile bir avuç top­
münde maktû haber denir. Tâbiunun rak, bir damla su gibi fiilen edinilen
“şu da sünnettendir” şeklinde ifade fakat mutad şekilde faydalanılmayan
ettikleri haberler, Nevevî ve Irâki şeyler mal sayılmaz.
tarafından mevkûf hükmünde maktû Hanefîlere göre evlerde oturmak,
olarak kabul edilmiştir. Tâbiunun, “şu arabalara binmek gibi eşyanın inti-
şekilde emrolunduk” şeklinde ifade faı mal sayılmaz. Buna karşılık Şafiî,
ettikleri haberlerin, mevkûf hükmün­ Malikî ve Hanbelî mezheplerine göre,
de maktû veya merfû mürsel hükmün­ menfaatler, yani intifa hakları da mal­
de maktû olduğu konusunda değişik dır. Bunlara göre, binefsihi malı elde
görüşler ileri sürülmüştür. etme ve edinme imkânı gerekli değil­
Maktû haber bazen, “mevkûf’ veya dir; menfaatin aslını ve kaynağını elde
türeyenlerinin bir Tabiî ismiyle birlikte etme ve edinilme imkânı yeterlidir.
kullanılmasıyla ifade edilir. Örneğin, Yeni ortaya çıkan patent hakları ile
“mevkûfun ale’l-Ata’” veya “vekâ- intifa hakları, hukukçulara göre mal iti­
fahû ale’l-Mücâhid” ifadeleri, sözün bar edilmiştir. Bu sebeple onlara göre
Ata’ya veya Mücâhid’e ait olduğunu mal, fakihlerin nazarındaki maldan
ifade eder. Burada “mevkûf’ ve bundan daha umumi ve şümullüdür.
türetilen lafızlar sözlük anlamında kul­ Mal çeşitli bakış açılarından kısım­
lanıldığından böyle bir haber “mevkûf’ lara ayrılmıştır;
değil, “maktû” dur. Bu şekilde ifade Malın hukukî değerinin bulunup
edilen maktû habere “lüğavî mevkûf bulunmaması açısından mütekavvim
haber” de denir. Mütekaddimûn hadis- veya gayri mütekavvim şeklinde ikiye
çiler “maktû”yu, “munkatı” anlamına ayrılır. Hukukî değeri bulunan mallara

404
mütekavvim mallar, domuz, leş, akan (Tirmizî, Kıyame, i) buyrulmak suretiyle bu
kan gibi hukukî bir değeri bulunma­ konuya dikkat çekilmektedir. (M.C.)
yan mallara ise gayri mütekavvim mal MÂLİK (Melik, Melîk, Mâlikü’n-
denir. Nas, Mâlikü’l-Mülk)
Malın çarşı ve pazarda benzerinin Mâlik olmak, istila etmek ve hük­
bulunup bulunmaması yönünden mislî metmek anlamlarındaki “m-l-k” kökün­
ve kıyemî şeklinde ikiye ayrılır. Ölçek den türeyen mâlik, mülk sahibi hüküm­
ve tartıyla satılan, ayrıca tane veya ran; melik ise, emir, hükümdar, yöne­
metreyle satılıp da benzerleri bulunan tici ve sahip demektir. Mülk, üzerinde
mallara mislî; çarşı ve pazarda benzeri tasarruf yetkisi bulunan şeye denir.
bulunmayan ya da aralarında önemli Melekût da aynı anlamdadır. Ancak bu
farklılıklar bulunan mallara da kıyemî kelime sadece Allah’ın mülkünü ifade
mal denir. eder. Her melik, mâliktir, ancak her
Taşınması mümkün olan mallara mâlik melik değildir. Melik ismi, sade­
taşınır veya menkul mallar, bir yerden ce şuurlu varlıklara mahsustur. Melîk,
başka bir yere nakli mümkün olmayan “melik”in mübalağalı şeklidir.
mallara da taşınmaz veya gayrimenkul Kur’ân’da Allah’ın bu sıfatları,
denir. el-melikü’l-hakk (hak melik) (Tâ-hâ,
Ayrıca mallar tüketilen mallar - 20/114), el-melikü’l-kuddüs (kuddüs
kullanılan mallar; bölünebilen mallar melik) (Haşr, 59/23), meliki’n-nas (insan­
- bölünemeyen mallar; özel mülkiyete ların meliki) (Nâs, 114/2), mâliki yev-
tabi mallar - kamu malları gibi kısım­ middin (din gününün mâliki) (Fâtiha
lara ayrılabilir. (Î.P.) ı/4), mâlikû’l-mülk (mülkün mâliki)
(Âı-i imrân 3/26), melikin muktedir (güçlü
MÂLÂYA’NÎ
melik) (Kamer 54/59) şeklinde geçmiştir.
Sözlükte “kişinin kendini ilgilendir­
"Hak/gerçek melik Allah, yücedir. ”
meyen şey” anlamına gelen mâlâya’nî,
"Göklerde ve yerde olanla­
(Tâ-hâ 20/114),
insanın ne kendisine ne de başkalarına,
rın hepsi melik, mukaddes, azız, hakim
dünyada ve âhirette yarar sağlamaya­
Allah ’ı teşbih eder. ” (Cum’a, 62/1) âyetle­
cak olan gereksiz, boş söz ve davranış­
rinde Allah’ın melik oluşu, “hak” keli­
larına denir. Bir hadiste "Kişinin mâlâ-
mesi ile nitelenmiştir. Çünkü O, gerçek
yanîyi (yararsız şeyleri) terketmesi,
meliktir. O hiçbir şeye muhtaç değil­
Müslümanlığının güzel oluşandandır ” dir. Diğer melikler O’na muhtaçtır. O
(Tirmizî, “Zühd”, ıi) buyrulmuştur. Kişinin
dilediğini yapar, yaptırır. Vadi umulur,
yararsız şeylerle uğraşması, zamanını vaidinden korkulur. İnsanların, melik/
ve gücünü abes şeylerle tüketmesi bir hükümdar olması mecâzi anlamdadır.
israftır. Bir hadiste "Kişi dört şeyden Çünkü insanlar, Allah’a, O’nun lütfü
hesaba çekilmedikçe Allah "in huzurun­ keremine ve yardımına muhtaç, âciz
dan ayrılmaz. Ömrünü nerede tüketti­ ve zayıftırlar. Allah ise hakiki melik­
ğinden, malını nereden kazanıp nereye tir. Çünkü O, güçlü ve kuvvetlidir, âciz
harcadığından, gençliğini ne ile geçir­ değildir. Allah’ın sıfatı olarak mâlik,
diğinden, bedenini ne ile eskittiğinden.” bütün varlıkların sahibi; melik ise

405
bütün varlıkları, âlemleri yöneten, dile­ mülk Rahmanındır... ” (Hac, 22/56) âyetleri
diğini yapan ve dilediği gibi hükmeden bu gerçeğin ifadesidir.
demektir. Mâlik ve melik Allah’ın en önemli
“Her türlü noksanlıklardan münez­ iki vasfıdır. Mâlik ve melik olmayan
zeh olan Allah ki her şeyin hüküm­ ma’bud olamaz (Nahi, 16/73). Melik keli­
ranlığı O’nun elindedir...” (Yâsîn, mesinin mübalağalı şekli olan melik
36/83), “Mülk (mutlak hükümranlık ve ismi bir âyette geçmiştir: “Muttakîler,
yönetim) elinde bulunan Allah yüce­ cennetlerde ırmaklar (ın kenarların)
dir, O, her şeye kadirdir. ” (Mülk, 67/1), dadırlar. Güçlü melik (Allah ’ın) huzu­
“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulu­ runda doğruluk koltuklarında (huzur
nan her şeyin mülkü kendisine ait olan içinde) dirler. ” (Kamer, 54/54-55) Allah,
Allah ne yücedir. ” (Zuhruf, 43/85) âyetleri hem dünya’da hem âhirette gerçek
bütün mülkün Allah’a ait olduğunu ve mâlik ve meliktir. Dünya ve âhiretin
Allah’ın gerçek melik ve mâlik oldu­ bütün mülkü O’nundur. Her şeyin sahi­
ğunu ifade ediyor. İnsanlara mülkü bi O’dur.
veren de Allah’tır. “De ki: Allah’ım! Cehennem bekçileri olan zebânî-
Ey mülkün sahibi! Sen dilediğine mülkü lerin başkanlarının adı da Mâlik’tir.
verirsin, dilediğinden mülkü alırsın... ” Malik ismi Kur’ân’da Zuhruf sûresi­
(Âl-i îmrân, 3/26). nin 77. âyetinde geçmiştir: “Ey Mâlik”
Dünyanın bütün mülkü O’nündür Rabbin bizim işimizi bitirsin’diye ses­
(Furkân, 25/21),mülkünde ortağı yoktur lenirler. Mâlik onlara, (Siz cehennemde
(îsrâ, 17/ni). Dünyada bu mülkünden
kalacaksınız, der. ” (bk. Melek) (Î.K.)
dilediğine verir (Bakara, 2/247). Âhirette Bir fıkıh terimi olarak mâlike eşya
ise mülk sadece O’nun olacaktır üzerindeki hakimiyet ve tasarruf yetki­
(Mü’min, 40/16). Din gününün sahibi de si demektir. Bu yetki sayesinde mâlik,
O’dur (Fâtiha, ı/4). Nâs sûresinin 2. âye­ sahibi olduğu mal veya menfaatten biz­
tinde geçen “meliki’n-nâs”; insanları zat faydalanabileceği gibi, başkasına
yaratan, terbiye eden, yetiştiren, akıl, devredebilir veya faydalanma hakkın­
güç, kuvvet ve mülk veren, dilediğini dan vaz geçmesine karşılık alabilir. Bu
âziz, dilediğini zelil edebilen melikler yetki ve iktidarı veren hukukî hükme
meliki demektir. mülkiyet denir, (bk. Mülkiyet) (İ.P.)
Fatiha sûresinin 4. âyetinde geçen MÂLİKÎ MEZHEBİ
“Din gününün mâliki”; hüküm günü­ Fıkıh mezheplerinden biri olan
nün, her işin karşılığı verilip bitirile­ Maliki Mezhebi, ismini kurucusu
ceği mükâfat ve cezanın gerçekleşe­ sayılan İmam Malik ibn Enes’ten
ceği son günün sahibi ve mutasarrıfı almaktadır. Medine’de doğan Mâlik,
demektir. Âhiret günü, tek söz sahi­ Medine halkının âlimi ve imamıdır.
bi, tek mülk sahibi, tek hükümdar İmam Malik, Medine’de kadı ve dinî
Allah’tır. (Âhirette).... Bugün mülk liderdi. Bu mezhebe mensup fakih-
kimindir? (diye sorulur) “O, tek ve lere ve bu mezhebin görüşüyle amel
kahhar olan Allah ’ındır (cevabı veri­ edenlere Maliki denir. Maliki mezhe­
lir). ” (Mü’min, 40/16), “İşte o gün gerçek bi, Hicaz’da, Afrika’da ve Endülüs’te

406
yayılmıştır. Yukarı Mısır’da ve olan menü ’ ve mennâ ’ kelimeleri kul­
Sudan’da bu mezhep mensupları lanılmıştır ki; hayra ve iyiliklere çok
bulunmaktadır. engel olan ve çok cimri olan demektir.
İmam Malik, ehl-i hadisten olarak (İ-K.)
şöhret bulmasına rağmen, kıyas ve Fıkıh usulünde mâni’, sebebe bir
re’yi de kullanmıştır. “Dinin 9/10’u hüküm bağlanmasına veya sebebin ger­
istihsandır” sözü ona aittir. İmam çekleşmesine engel olan durum demek­
Mâlik’in kullandığı deliller, Kitap, tir. Başka bir ifadeyle, hükmün ortaya
sünnet, icma’, kıyas, Medinelilerin çıkmasına emâre teşkil eden sebebe
ameli, sahabe kavli, mesâlih-i mürsele, veya bizzat hükme aykırı düşen başka
istihsân, sedd-i zerâi, muraât-ı hilaf, bir sebep anlamına gelir. Meselâ, zeka­
istıshab, öncekilerin şeriati şeklinde tın sebebi nisâptır, fakat nisâp miktarı
sıralanabilir. (Î.P.) mala sahip olan kimsenin borcunun
MÂLIKÛ’L MÜLK olması, zenginliğine mânidir ve zekat
farz olmaz.
Allah’ın sıfatlarından biri olup,
Mâni’ hükmün mâni’i ve sebe­
bütün mülkün sahibi demektir, (bk.
Mâlik) (Î.K.) bin mâni’i olmak üzer ikiye ayrılır.
Hükmün mâni’i, sebep gerçekleşti­
MÂNİ’ ği ve şartları bulunduğu halde, sebe­
Vermemek, mahrum etmek, alı­ be hükmün bağlanmasını engelleyen
koymak, önlemek, savmak, korumak, mâni’e denir. Varisin mûrisini öldürme­
savunmak anlamındaki “m-n-‘a” si böyledir. Hükmün sebebi olan akra­
kökünden türeyen mâni’, cimri, engel balık bulunmakta ve mirasın intikali
olan, koruyan demektir. Allah’ın sıfat­ için gereken mûrisin vefatı da gerçek­
larından biridir. Bu sıfat, Tirmizî’nin leşmiştir. Ancak varisin mûrisi öldür­
el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde mesi mâni’ olduğu için miras öldüre­
geçmiştir (Deavat, 83). ne intikal etmez. Sebebin mânimi ise,
Allah’ın sıfatı olarak mâni’, himaye sebebin gerçekleşmesine engel olan
eden, koruyan, kurtaran, yardım eden mâni’dir. Başka bir ifadeyle bu, sebe­
demektir. Bir hadiste Peygamberimiz bin şartlarından birisinin ortadan kalk­
(a.s.) Allah’ın bu vasfını şöyle bil­ masıdır. Nisâp miktarı mala sahip olan
dirmiştir: “Allah bir kulunu sevdiği kimsenin borcunun olması böyledir.
zaman, sizden biriniz hastasını (soğuk) (İP)
sudan koruduğu gibi Allah da onu dün­ MANTÛK
yadan (onun sıkıntılarından) korur. ” Sözlükte “söylenen, konuşulan,
(Tirmizî, Tıb, 1; Ahmed, V, 427).
sözden anlaşılan mana gibi” anlamlara
Peygamberimiz “Allah'ım! Senin gelen mantûk, fıkıh usulünde, lafzın,
verdiğine mâni olacak, menettiğini söylendiği alanda delalet ettiği mana
de verecek yoktur ” diye dua etmiştir demektir.
(Buhârî, Ezan, 155, Deavat, 18; Müslim, Salât, 193). Fıkıh usulünde iki ana ekol bulun­
İnsanın sıfatı olarak Kur’ân’da maktadır; Hanefîlerin metodu ve
mâni’, kelimesinin mübalağalı şekli kelâmcıların metodu. Bu iki ekolden

407
kelâmcılar delaletleri, mantûk ve mef­ konulacağı kabul edilmiştir. Bunlar
hum diye ikiye ayırırlar. Onlara göre şöyle özetlenebilir:
mantûk, lafzın, kelimeleriyle, sözleriy­ Borcu malvarlığına denk olan
le delalet ettiği şeydir. Meselâ, “Allah hasta, her türlü teberru ve vakıf konu­
alışverişi helal, faizi ise haram kılmış­ sunda kısıtlıdır. Bu nevi tasarrufları
tır. ” (Bakara, 2/275) âyeti, mantûğu ile alış­ alacaklıların rızasına, iznine bağlı­
verişin helalliğine, faizin de haramlı- dır. Borcundan fazla malı bulunması
ğına delalet eder. Bu delalet, söylenen halinde, bunlardan yaptığı teberrular
lafızdan ve bu sözü meydana getiren bu malın üçte birinde geçerlidir.
harflerden anlaşılır.
Ölümcül bir hastalığa yakalanan
Mantûk genel olarak, açık man­ kocanın, eşini, onun rızasını almadan
tûk ve açık olmayan mantûk olmak bâin talakla boşaması halinde, eşini
üzere ikiye ayrılır. Açık mantûk, laf­ mirastan mahrum etmek maksadıyla
zın, gönderiliş gayesine uygun olarak boşadığı kabul edilir. Böyle bir boşa­
delâlet ettiği manadır. Açık Olmayan mada erkeğin, hakkını kötüye kullan­
Mantûk ise, lafzın kendisi için vaze- dığı kabul edilerek, boşama geçer­
dilmediği ve fakat iltizam yoluyla li sayılır, fakat kadının iddet süresi
delalet ettiği hükme delalet etmesidir. içinde erkeğin ölmesi halinde, kadın
Meselâ, “Onların, örfe uygun olarak sanki boşanmamış gibi mirastan his­
giyim ve beslenmeleri babaya aittir. ” sesini alır. Ancak herhangi bir sebeple
(Bakara, 2/233) âyeti, iltizam yoluyla çocu­ kadının ölmesi halinde boşama geçerli
ğun babasına nispet edileceğine dela­ olduğundan koca mirasçı olamaz. (İ.P.)
let etmektedir. Bu âlimlere göre açık
olmayan mantûkun delaleti üçe ayrılır; MARİFET
işaretin delâleti, imâ yoluyla delâlet ve Sözlükte “tanınmak, bilmek”
iktizanın delâleti. (Î.P.) anlamına gelen marifet, tasavvuf­
MARAZ-I MEVT ta, Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkında
şüphe götürmeyecek bir bilgiye sahip
Sözlükte maraz hastalık; mevt de
olmak demektir. Marifetin kaynağı
ölüm demektir. Kelime anlamıyla kalp, ruh, ilham ve keşiftir. İlmin kay­
“ölüm hastalığı veya ölümcül hasta­
nağı ise, akıl, duyu organları ve nakil­
lık” anlamına gelen maraz-ı mevt, bir
dir. Bu sebeple ilim ile marifet birbi­
fıkıh terimi olarak, kişiyi normal işle­
rinden farklıdır. İlim sahiplerine âlim,
rini yapmaktan alıkoyacak şekilde ağır
marifet sahibi olanlara da ârif denir.
ve araya sıhhat hali girmeden hastanın
İlmin zıddı cehâlet, marifetin zıddı
ölümüyle sonuçlanan hastalıktır.
inkârdır. (M.C.)
Maraz-ı mevt, genel olarak hastanın
vücup ve edâ ehliyetine mani değildir. MARUF
Allah’a karşı ve kanuna karşı sorumlu­ Sözlükte; bilinen, tanınan, iyi mua­
lukları düşmez, tasarrufları geçerlidir. mele, tatlı dil, ihsan ve İslâm’ın hoş
Ancak fıkıh literatüründe, varisler ve gördüğü her şeydir. Dinî terim olarak
alacaklılar aleyhine tasarrufta bulunup, Ma’ruf; İslâm’ın hükümleri, genel
bu sebeple zarar görmelerini engelle­ prensipleri ve emirleri uyarınca yapıl­
mek amacıyla bazı tasarruflarına hacir ması ve söylenmesi gereken her söz

408
ve fiildir. Isfehânî’ Ma’rufiı: “Akıl ile ancak, dünyaya ve içindekilere kalben
dinin hoş ve uygun gördüğü her ame­ bağlanmamaktır. (M.C.)
lin adı”, Râzî; “Allah’a îmân”, Hamdi MÂSİYET
Yazır ise “Muktezây-ı din olan tâatul-
Günah ve isyân olan inanç, söz, fiil
lah” olarak tanımlamışlardır. İyiliği
ve davranışlara denir, (bk. İsyân) (İ.K.)
emretmek bütün peygamberlerin ortak
görevidir. Çünkü her peygamberin MASLAHAT
risaletini kavmine tebliğ zorunluluğu Sözlükte “menfaat, fayda, yarar, bir
vardır. Böylece iyiliği emretme göre­ şeyin düzgün, doğru ve uygun olması”
vi nübüvvetin odak noktasını oluştur­ anlamlarına gelen maslahat, fıkıh usu­
muştur. Nitekim şu âyetler de iyiliği lünde, âyet ve hadislerin yorumlanma­
emretmenin önemini vurgulamaktadır. sında veya hakkında nass bulunmayan
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emre­ konularda içtihad edilirken gözetilen
dip kötülüğü meneden bir topluluk ve din açısından muteber olan yararla­
bulunsun. İşte onlar kurtuluşa eren­ ra denir. Başka bir ifadeyle maslahat,
menfaatin celbi yahut zararın gideril­
lerdir. ” (Âl-i imrân, 3/104) “Siz, insanların
mesi demektir. Çoğulu mesâlihtir.
iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten İslâm dininin getirmiş olduğu kural­
ların tamamı insanların yararınadır.
meneder ve Allah ’a inanırsınız. ” (Âl-i
Ancak bu kuralların anlaşılabilmesi
imrân, 3/110), “Uygun olanı emreden,
için, dinin esas almış olduğu yararların
fenalığı yasaklayan ve Allah ’ın yasa­
fert ve toplum dengesi içerisinde müta­
larını koruyan mü ’minleri de müjdele. ”
laa edilmelidir. Toplumun yararı için
(Tevbe, 9/112) “İyilik ve fenalıktan sakın­
ferdin ezilmemesi, ferdin yararı için
makta yardımlaşın, günah işlemek ve toplumun menfaatlerinin feda edilme­
aşırı gitmekte yardımlaşmayın. ” (Mâide, mesi gerekir. Usulcüler maslahatları,
5/2). (F.K.) Şâri’in muteber sayıp saymaması bakı­
MARUF HADİS mından üçe ayırırlar:
Zayıf râvînin rivâyeti karşısında a) Mesâlih-i Mu’tebere. Bunlar;
tercih olunan sika râvînin hadisidir. dikkate alınması gerektiğine dair hak­
Münker hadisin zıttıdır. (bk. Münker kında şer’î bir delil bulunan maslahat­
Hadis) (A.G.) lardır. Kıyası delil olarak kabul eden
fıkıh bilginleri, bu maslahatların itibara
MÂSİVÂ alınması ve buna göre ta’lil yapılması
Sözlükte “başka, gayr” anlamı­ konusunda ittifak etmişlerdir. Dinin,
na gelen mâsivâ, tasavvufta, Allah’ın canın, aklın, neslin ve malın korunması
dışındaki her şey demektir. İnsanı muteber maslahatlardandır. Bunlar üç
Allah’tan uzaklaştıran her şey mâsivâ- mertebeye ayrılır:
dır. Mâsivâdan ilgiyi kesmek, dünya 1. Zarûriyyât, insanların dini ve
ve dünya nimetlerine değer vermemek, dünyevî hayatlarının kendisine bağlı
toplumdan uzaklaşmak demek değildir. olduğu maslahatlardır. Zarûriyyât,
Tam aksine toplum içinde yaşayarak maslahatların en kuvvetli mertebesi­
dünya nimetlerinden faydalanmak, dir. Bunlar, temin edilmediği takdirde

409
toplumda bozulma ve dağılmalar baş­ hatlara göre ta’lil yapılamayacağı ve
layabilir. îslâm dini, bu maslahatların bunlar üzerine hüküm kurulamayacağı
korunmasına önem vermiştir, dinin, konusunda ittifak vardır. Şâri tarafın­
canın, aklın, neslin ve malın korun­ dan kendisine itibar edilmeyen mas­
ması, bunların zayi olmasına yol aça­ lahatlar incelendiğinde, bunların ya
cak şeylerin giderilmesi zaruridir. Bu kuvvetli maslahatlara aykırı oldukları
maksatla dinin korunması için cihat veya yanlış algılanma sonucu mas­
emredilmiş; canın korunması için lahat olarak düşünüldüğü görülür.
adam öldürmek ve intihar etmek; aklın Buna tarihte geçen şu hadise örnek
korunması için uyuşturucu ve alkol verilebilir: Endülüs hükümdarların­
kullanmak; neslin korunması için zina dan Abdurrahman ibn el-Hakem’in
ve iffete iftira etmek; malın korunması Ramazan ayında orucunu bozması üze­
için hırsızlık ve dolandırıcılık yapmak rine, orada bulunan alimlerden Yahya
haram kılınmıştır. ibn Yahya, zengin olduğundan her
2. Hâciyyât. dinin, canın, aklın, nes­ zaman bir köle azat ederek bu şekilde
lin ve malın korunması için tedbir alın­ orucunu bozacağı mülahazasıyla iki ay
ması, zorluğun giderilmesi ve genişli­ üst üste oruç tutması gerektiği konu­
ğin temin edilmesi ile ilgili insanların sunda fetvâ vermiştir. Bu alim, fetva­
muhtaç olduğu maslahatlardır. Bu sını kendisine göre bir maslahata bina
maslahatlar gözetilmediğinde sıkıntı­ etmiştir. Halbuki Allâh, orucunu bozan
ya düşülür veya zarûri maslahatların kimsenin öncelikle bir köleyi azat
korunması tehlikeye düşer. Mesela ederek özgürlüğüne kavuşturulmasını
yolculukta tanınan ruhsatlar; selem ve murat etmiştir. Bu ise, daha önemli ve
istisna’ (sipariş) akdinin geçerli olması; önde gelen bir maslahattır. Dolayısıyla
alkollü içkilerin üretilmesi ve satılma­ Yahya ibn Yahya’nın itibar ettiği mas­
sının, ihtikâr kastıyla malı stoklamanın lahat, Şâri’ tarafında muteber kabul
yasaklanması bu tür maslahatlardır. edilmeyen bir maslahattır.
5. Tahsîniyyât (kemâliyyât). Bunlar; c) Mesâlih-i Mürsele; insanlara bir
maslahatların aslını gerçekleştirmediği fayda sağlayan veya onlardan bir zararı
gibi, onlar için tedbir mahiyetinde de gideren, fakat muteber sayıldığına veya
değildir; ancak dinin, canın, aklın, nes­ geçersiz olduğuna dair bir delil bulun­
lin ve malın korunması amacına yöne­ mayan maslahatlardır. Buna göre mesâ­
lik maslahatlardır. Mesela güzel giyin­ lih-i mürsele, hükmü nassla açıklanma­
mek ve ahlakî kurallara uymak bu tür yan ve kendisine kıyas edilebilecek bir
maslahatlardır. hüküm bulunmayan durumlarda söz
Zarûriyyât birinci, hâciyyât ikinci, konusudur. Bunun yanında, kendisin­
tahsîniyyât ise üçüncü mertebeyi teş­ de, şer’î bir hükmün gerekçesi olmaya
kil eder. Bunlar birbirleriyle çelişirse, elverişli ve üzerine hüküm bina edile­
mertebe sırasına göre, önce gelen son­ bilecek münasip bir vasıf bulunmalıdır.
rakine tercih edilir. Mesâlih-i mürseleye göre hüküm
b) Mesâlih-i Miilgâ. Hakkında, verilebilmesi için, maslahatın varlığın­
muteber olmadığına dair şerî bir delil dan emin olunması, ayrıca genel, mahi­
bulunan maslahatlardır. Bu masla­ yeti itibariyle makul olması ve şer’î bir

410
delil tarafından geçersiz sayılmaması getirmiştir. Yaşadığı dönemde Ehl-i
gerekir. Hz. Ömer’in fethedilen toprak­ Sünnet inancını, sapık ve bid’at ehli
ları mücahitler arasında ganimet olarak unsurlara karşı koruyarak zengin bir
dağıtmayıp, Müslümanlar’a sürekli kelâm ekolünün oluşmasına imkân
gelir kaynağı teşkil etmesi için eski hazırlamıştır. İmam Mâturidî, Kitabu ’t-
sahiplerinin elinde bırakması ve haraç Tevhid adlı eserinde kelâmdaki görüş­
vergisi koyması mesâlih-i mürseleye lerini yazmıştır.
göre verilen hükümlerdendir. (İ.P.) Akıl ve nakli temel alan İmam
MASNÛ HADİS Maturîdî’nin görüşleri şöyle özetlene­
Uydurma hadis demektir, (bk. bilir: İnsan dinî tebliğ kendisine ulaş­
Mevzû Hadis) (A.G.) mamış olsa bile aklıyla Allah’ı bilebilir.
Allah’ın “tekvin” diye ayn bir sıfatı var­
MAŞAALLAH
dır. Peygamberlerin erkek olması şart­
Bu terkip üç kelimeden oluşmak­ tır. Kâfirler ibadetle mükellef değildir,
tadır: “Şey” anlamına gelen “mâ”, îmân bir bütündür, artması eksilmesi
“istedi, diledi” anlamına gelen “şâe” söz konusu değildir. Âhirette ru’yetullah
fiili ve Allah ismi. Terkip olarak, nasslarla sabittir. İnsanın cüz’î bir irade­
“Allah’ın istediği şey” demektir. Bu si vardır. İnsan, fillerinde seçme hürri­
tâbir, “Allah’ın istediği şey olur, iste­ yetine sahiptir; bir şeyi yapmaya karar
mediği şey olmaz” cümlesinin kısal­ verince Allah onda bu fiili işleme kud­
tılmış şeklidir. Bu anlam, Türk toplu- reti yaratır. Bu kudret fiil ile beraberdir.
munda “Allah’ın dediği olur” şeklinde Çünkü istitaat yenilenen bir kudrettir.
ifade edilmektedir. “Maşaallah” tâbi­
Mâturidî ekolü daha sonra, Hakim
ri halkın dilinde bir güzellik, iyilik,
es-Semerkandî, Pezdevî, Nesefî,
nimet ve başarı karşısında hayret ve
Sabûnî, İbnu’l Hümâm, Hızır Bey ve
takdir ifadesi olarak ve göz değmeme­
Kemâluddin el-Beyâdî gibi meşhur
si dileği ile söylenmektedir. Bu kulla­
âlimler tarafından desteklenerek geliş­
nım şu âyetlere dayanmaktadır. “(Ey
tirilmiştir. Genelde Maveraünnehir böl­
Rasûlüm!) De ki: Ben kendime Allah ’ın
gesinde ve Türkler arasında yayılmıştır.
dilediğinden başka ne bir fayda ne de
Amelde Hanefî mezhebine tabi olanlar
bir zarar verme gücüne sahip değilim.
itikadda da Mâturidî mezhebini benim­
Eğer gaybı bilseydim elbette çok hayır
semişlerdir. (F.K.)
elde ederdim ve bana kötülük dokun­
mazdı... ” (A’râf, 7/188), “Bağına girdiğin MAZLUM
zaman maşaallâh, kuvvet yalnız Allah Zulmedilen, haksızlığa uğrayan,
iledir demen gerekmez miydi?... ’’ (Kehf, suçsuz yere cezalandırılan demektir.
18/39). (Î.K.) Kur’ân’da bir âyette geçmiş, bu âyette
MÂTURİDÎYYE haksız, sebepsiz yere bir insan öldürül­
mesinden söz edilmiştir (isrâ, 17/33). (bk.
Muhammed ibn Muhammed Ebû Zülüm) (İ.K.)
Mansur el-Mâturîdî’nin kurucusu ola­
rak kabul edilen itikâdî bir ekoldür. MAZMAZA
Mâturidî, Maveraunnehir’de ehl-i sün­ Sözlükte “suyu ağızda çalkalamak”
net kelam ilmini sistematik bir hale anlamına gelen mazmaza, dinî bir kav-

411
ram olarak, abdest veya gusülde ağıza mesi kelimesine, hiçbir anlamını eksik
su vererek çalkalamak demektir. bırakmadan başka bir dile çevirmek
Hanefîlere göre mazmaza guslün mümkün olmadığı için Kur’ân’ın başka
farzlarındandır. Mazmazada mübala­ dillere çevirisine meâl ismi verilmiştir.
ğa etmek, gargara yapmak ve üç defa Bu kelime ile yapılan çevirilerde eksik
tekrar etmek ise sünnettir. Abdeste ağza olabilir, bu anlam, âyetin, kelimenin
su vermek ve bunu üç defa yapmak yaklaşık manasıdır demek istenir, (bk.
sünnettir. Mazmazada sağ el ile ağza Terceme) (Î.K.)
su verilir ve iyice çalkaladıktan sonra MEBÎ’
tükürülür. Mazmazada ağza alınan
Alışverişte satılan mal demektir,
suyu yutmak mekruhtur. (Î.P.)
(bk. Bey’) (Î.P.)
MEÂD
MECAZ
Sözlükte “dönüş, iade, tekrar etmek
Bir kelimenin hakiki anlamının
ve dönülüp gidilecek yer” anlamına
dışında bir anlamda kullanılmasına
gelen meâd, dinî bir kavram olarak
denir. Kelimenin hakiki anlamda kulla­
bakıldığında, âhiret âlemine ve öldük­
nılmadığını gösteren bir alâka veya bir
ten sonra dirilmeye denir. Kur’ân
karine vardır. Alâka sözü duyan kişinin
Rasûlüllah’ın zulme uğratılarak çıka­
zihninde hakiki mana ile mecâzi mana
rıldığı Mekke’ye tekrar dönüşünü
arasında kurulan bağlantı demektir.
ya da âhirette en yüksek makama
Alâka’nın bir çok çeşidi vardır. Alâka,
erişmeyi meâd olarak ifâde etmiştir.
teşbih (benzetmeli) veya gayr-i teşbih
“(Rasûlüm!) Kur’ân’ı (okumayı, teb­
(benzetmesiz) olabilir. Birincisi istiâre,
liğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz İkincisi mecâz-i mürsel olur. Karine,
kılan Allah elbette seni (yine) dönüle­ lafzın hakiki manada kullanılmadığını
cek yere döndürecektir ” (Kasas, 28/85). gösteren belirtiye denir. Karine, duyu
Öldükten sonra dirilmeye meâd denil­ organlarıyla elde edilen bilgiye, lafzı
diği gibi ba’s, haşır ve nüşûr da denir. kuşatan şartlara veya şer’î esaslara
Nitekim şu âyetler de bu hususu te’yid dayalı olabilir. Mecaz iki kısımdır:
etmektedir: “îlkin mahlukunu yaratıp
Mecâz-ı Aklî: Buna mecâz-ı terkib
(ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tek­
veya mecâz-ı isnad da denir. Bu mecâz-
rarlayan O ’dur ki bu, O ’nun için pek
da alâka mülâbesedir. Mülâbese; fiili
kolaydır ’’ (Rûm, 30/27); “De ki: Onları
ilgisinden dolayı bizzat işleyene değil
ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü işleyenden başkasına nispet etmek­
O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir. ’’
tir. Meselâ; “...Mü’minlere Allah’ın
(Yâsîn, 36/79). (F.K.)
âyetleri okunduğu zaman o âyetler,
MEÂL onların imanlarını artırır. ” (Enfâl, 8/2)
Sözlükte “bir şeyin varacağı gaye, âyetinde Allah’ın fiili olan “artırma”
bir şeyi eksiltmek” demektir. Istılahta, âyetlere nispet edilmiştir. Âyetler
Kur’ân âyetlerini her yönü ile aynen imanın artmasına sebep olmuştur,
çevirme iddiası olmaksızın, başka bir ancak fiil, Allah’ın’dır. “Firavun
dile aktarmak anlamında kullanılır. îsrâiloğullarının erkek çocuklarını
Kur’ân’ın kelime ve cümlelerini keli­ boğazlıyordu...” (Kasas, 28/4) âyetinde

412
kesme fiili, Firavuna nispet edilmiş­ ile yapılan mecâzdır. Cümlede mahzufu
tir. Halbuki kesme işini bizzat Firavun belirleyen bir karine bulunur, (bk. îcâz)
değil adamları yapmıştır. Ancak kesti­ İstiâre ise, teşbih (benzetme) sana­
ren Firavun’dur. Mecâz-i Aklî’de fiil; tının ana öğelerinden sadece biri ile
fiilin sebebine, mekânına, zamanına, yapılan benzetmedir, (bk. İstiâre)
masdarına, fâiline veya mef’ûlune isnat
edilebilir. Hakiki mana mümkün oldukça
mecâzi manaya gidilmez. Sözde asıl
Mecâz-ı Lügavî: Buna mecâz-ı
olan hakiki manadır. Alâka ve karine
müfred de denir. Bu mecâz lafzın ilk
varsa mecâzi manaya gidilir. (İ.K.)
konulduğu mananın dışında bir mana­
da kullanılmasıdır. Üç çeşidi vardır: MECELLE (Mecelle-i Ahkâm-i
Mecâz-i mürsel, hazf ve istiare. Adliyye)
Mecâz-ı Mürsel: Alâka gayr-ı Sözlükte “mecmua, dergi, broşür,
müşabehdir. Yani “teşbih” ve “istiâ- magazin” gibi anlamlara gelen mecelle,
re” sanatındaki benzetme olmaksızın fıkıh literatüründe, Osmanlı döneminde
bir kelimeyi asıl anlamından başka bir hazırlanan bir kanun mecmuasının özel
anlamda kullanmaktır. Meselâ; “soba­ ismi olarak kullanılmaktadır. Kanunun
yı yaktım” cümlesinde soba zikredil­ tam ismi, Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye
miş içindekiler kastedilmiştir. Bu tür olup Tanzimatın ilanından sonra Ahmet
mecâz Kur’ân’da çok geçmektedir. Bu Cevdet Paşa’nın başkanlığında bir
mecâzda; bir şeyin bütünü zikredilir
komisyon tarafından hazırlanmış ve
bir parçası kastedilir. “...Parmaklarını
57 yıl süreyle Osmanlı ülkesinde yürür­
kulaklarına tıkarlar... ” (Bakara, 2/19) âye­
lükte kalmıştır. Mecelle, söz konu­
tinde parmakların tamamı zikredilmiş,
su heyet tarafından bölümler halinde
ancak iki parmağın ucu kastedilmiştir.
hazırlanmış ve tamamlanan bölümler, o
Bir şeyin cüz’ü zikredilir, bütünü kas­
devrin usulüne göre kanunlaştırılmıştır.
tedilir. Meselâ “...Rüku edin. ” (Bakara,
Mecelleyi hazırlayan komisyon, 1869
2/43) âyetinde namazın cüz’ü zikredil­
- 1889 yılları arasında faaliyet göster­
miş, tamamı kastedilmiştir. Tekil lafız
miş, bunun ilk yedi yılında Mecelleyi
zikredilir, bununla çoğul kastedilir.
hazırlamış, bundan sonra da eksiklik­
Meselâ “İkiniz Firavun "a gidin ve ‘biz
leri tamamlama, ta’dil gibi faaliyetler
âlemlerin Rabbının elçisiyiz’ deyiniz. ”
âyetinde (Şuarâ, 26/16) “rasûl” kelimesi yürütmüştür.
tekil olarak zikredilmiş, bununla iki Mecelle bir mukaddime ve 16
elçi kastedilmiştir. Müsebbeb zikre­ bölümde 1851 maddeden oluşmaktadır.
dilir, sebep kastedilir. “...Sizin için Mukaddimesinde 100 maddelik umumi
gökten rızık indiriyor... ” (Mü’min, 40/13) hükümlere ve kaidelere yer verilmiştir.
âyetinde “rızık” zikredilmiş, bununla Diğer bölümler ise, buyû’, icâre, kefâ-
rızka sebep olan yağmur kastedilmiştir. let, havale, rehin, emanet, hibe, gasp ve
Süyûtî, el-Itkân adlı eserinde 20 çeşit itlâf, hacr, ikrah ve şuf’a, şirket, veka­
mecâz-ı mürsel zikretmiştir. let, sulh ve ibrâ, ikrâr, da’vâ, beyyinât
Hazf: Bir cümlede harf, fiil ve ve tahlif ile kazâ bölümlerinden oluş­
ismin veya mahzuf ismin hazfedilmesi maktadır.

413
Mecelle; taksimatında mantıkî bir heves lekesinden temizlenen ve bu
sistem gözetilmediği, medenî kanunun sayede manevi makam ve mertebele­
aile, miras gibi bölümlerini almadığı, re ulaşan ermiş kimselere mezcûp adı
meseleci (kazuistik) bir metod takip verilmektedir. Ancak bazı meczuplar­
ettiği, tek mezhebe bağlı kalındığından da cezbe ve vecdin etkisiyle şathiyyat
ihtiyaca cevap vermediği, küllî kaide­ adı verilen İslâm’a aykırı sözler ortaya
lerin içinde cüzî kaidelere de yer veril­ çıkabilmektedir. Söyledikleri sözler
diği şeklinde tenkide tabi tutulmuştur. bazen abuk sabuk deli saçması gibidir.
Mecellenin diğer dillere tercümesi (M.C.)
yapılmış, Arapça ve Türkçe çeşitli şerh­ MEÇHUL HADİS
leri yazılmış, küllî kaideleri, indeksi ve Cerh ve ta’dil konusunda durumu
tarihi üzerinde çalışmalar yapılmıştır. bilinmeyen râvinin rivâyet ettiği hadise
Bunlardan, Ali Haydar Efendi’nin denir. Durumu bilinmeyen râviye meç­
Dürerü’l-Hükkâm Şerhu Mecelletil- hul, râvinin cerh ve ta’dilinin bilinme­
Ahkâm, Mes’ûd Efendi’nin Mir’âtü’l- mesi haline de cehâlet denir. Cehâlet
Mecelle ve Serkiz Orpelyan’ın hadiste ta’n sebeplerindendir. Sahabe
Miftâhu ’l-Mecelle tanınmışlarındandır. için meçhullük söz konusu değildir.
(İ.P.) Çünkü sahabe hadis rivâyetinde adil
MECÎD kabul edilmiştir, (bk. Sahabe)
Allah’ın sıfatlarından biri olup, şan Râvînin hadis imamları tarafından
ve şeref sahibi, hayrı, ihsanı, keremi bilinmemesinin nedeni, râvînin bilin­
ve lütfü bol olan demektir, (bk. Mâcid) meyen bir isim veya lakapla anılması
(Î.K.) yahut râvînin az sayıda hadis rivâyet
etmesi olabilir. (A.G.)
MECNÛN
MED
Sözlükte “aklı bozuk, deli, cin tut­
muş” gibi anlamlara gelen mecnûn, bir Sözlükte “uzatmak” anlamına gelen
fıkıh terimi olarak, ehliyet arızaların- med; tecvit ilminde uzatmayı gerekti­
dan cinnet geçiren kimse demektir, (bk. ren harflerden birisi ile bir harfin sesini
Cünûn) (Î.P.) uzatarak okumaya denir.
MECRÛH Med Harfleri, üç tanedir. Vav, yâ ve
elif. Bunlar aynı zamanda illet harfle­
Hadis ilminde ta’n (suçlama, itham) ridir. Vav, sâkin olup kendisinden bir
sebeplerinden herhangi biri ile tenkid
önceki harfin harekesi ötre ise, yâ sâkin
edilen râviye mecruh denir, (bk. Cerh
(harekesiz) olup kendisinden bir önceki
ve Ta’dil) (A.G.)
harfin harekesi esre ise, elif sakin olup
MECZÛP kendisinden bir önceki harfin harekesi
Sözlükte “cezbeli, deli, divane” üstün ise med harfi olurlar. Ûtînâ gibi.
anlamına gelen meczup, tasavvufta, Sebeb-i Med, med harfinden sonra
Allah tarafından kendisine cezbedil- uzatılması gereken harfi daha fazla
miş, yüce mertebelere erişmiş demek­ uzatarak okutana denir. Sebeb-i med iki
tir. Allah’ın rızasını kazanan ve yakın­ tanedir. Hemze ve sükûn. Hemze hare­
lığına lâyık görülen, her türlü heva ve keli elife; sükûn ise harekesiz harfe

414
denir. Ekber kelimesindeki “e” harfi MEDD-İ LAZIM
hemze, “kef’ harfi sükûndur. Sükûn Zorunlu uzatma demektir. Harf-i
da iki kısma ayrılır. Sükûn-u lazım ve medden sonra sükûn-u lazım gelirse
sükûn-u ânz. Sükûnu lâzım, durulunca medd-i lazım olur. Dört elif miktarı
da geçilince de vâr olan sükûna, sükû­ uzatılması zorunludur. Medd-i lazım,
nu ânz ise durulunca var, geçilince yok kelime veya harf üzerinde olur ve dört
olan sükûna denir. İn küntüm kelime­ kısma ayrılır. Kelime-i müsakkale,
sindeki “nun” ve “me” harflerindeki (ağır kelime, şeddeli) hâkka, hâssa
sükûnlar, sükûnu lazımdır. Âlemin gibi. Kelime-i muhaffefe (hafif kelime,
kelimesindeki “ne” harfindeki sükûn, cezimli) âl’âne gibi. Harf-i müsakka­
sükûnu ârızdır. Bu sükûn durulunca le (ağır harf, şeddeli) elif lâmmîm’in
var olur, geçilince “âlemine” şeklinde lâmm’ı gibi. Harf-i muhaffefe (hafif
üstünlü okunur. (İ.K.) harf, cezimli). Nûn gibi. (Î.K.)
MEDD-İ ARIZ MEDD-İ LÎN
Arızî uzatma demektir. Harf-i med- Yumuşak uzatma demektir. Harf-i
den sonra sebeb-i medden sükûn-u ânz lînden sonra sebeb-i medden sükûn
gelse medd-i ânz olur. Rabb’i’l-âlemîn gelse medd-i lîn olur. Vav ve yâ harf­
kelimesindeki “mîn” gibi. “Âlemine” leri sakin olur, kendilerinden önce
diye geçilirse o zaman medd-i ânz gelen harfin harekesi de üstün olursa,
olmaz. Medd-i tabiî olur. Uzatılması bu takdirde vâv ve yâ harf-i lîn olur.
caizdir. Bir elif ile dört elif miktarı Medd-i lîn olabilmesi için sebeb-i
arasında uzatılır. Bir elif miktarı, bir meddin, kelime sonuna gelmesi ve
parmak kaldıracak kadar uzatmaktır. harf-i lîn ile aynı kelimede bulunma­
Kelimenin son harfinin harekesi üstün sı gerekir. “Nevm”, “aleyk”, “havf’
ise üç türlü uzatılabilir: a) Dört elif gibi. Medd-i lîn’in uzatılması caizdir.
miktarı uzatılır. Buna tûl denir. Âlemin
Medd-i lîn olan kelimenin son harfinin
gibi, b) İki-üç elif miktarı uzatılabilir. harekesi üstün ise üç vecih caiz olur:
Buna tevassut denir, c) Bir elif miktarı Tûl (dört elif miktarı), tavassut (2-3
uzatılır. Buna da kasr denir. Kelimenin elif miktarı), kasr (bir elif miktarı),
son harfinin harekesi esre ise dört vecih esre ise dört vecih caiz olur. Tul, tavas­
çekilebilir: Tûl, tavassut, kasr ve revm. sut, kasr ve revm; ötre ise yedi vecih
Revm, gizli bir ses ile harekeyi söyle­ caiz olur: Tûl, tavassut, kasr, revm, tûl
meye denir. Revm sadece kasr ile yapı­ ile işmâm, tavassut ile işmâm, kasr ile
labilir. Kelimenin son harfinin harekesi işmâm. (Revm ve işmam kelimelerinin
ötre ise yedi vecih çekilebilir: a) Tûl, anlamları için bk. Medd-i Arız) (İ.K.)
b) Tavassut, c) Kasr, d) Revm, e) Tûl
ile işmâm, f) Tavassut ile işmâm, MEDD-İ MUNFASIL
g) kasr ile işmâm. İşmâm, sessiz­ Ayrı med demektir. Harf-i medden
ce harekeye işaret etmeye, sükûndan sonra hemze gelir ve ikisi ayn ayrı keli­
sonra dudakları yummaya denir. Ötre mede bulunursa meddi munfasıl olur.
ile telaffuz edildiğinde dudakların aldı­ Kâlû âmennâ, innî ehâfü ve mâ ünzi-
ğı şekildir. (İ.K.) le kelimelerinde olduğu gibi. Dört elif

415
miktarı uzatılır. Bir, iki elif miktarı da medreseyi açan Orhan Gazi’dir. Orhan
uzatılabilir. Uzatılması caizdir. (İ.K.) Gazi, saltanatının daha üçüncü yılında
MEDD-İ MUTTASIL fethettiği İzmit’te, daha sonra İznik’te,
Bursa’da ve diğer şehirlerde medrese­
Bitişik med demektir. Harf-i med-
ler açmıştır. Diğer Osmanlı sultanları
den sonra sebeb-i medden hemze gelir
da Orhan Gazi’nin yolundan gitmişler­
ve ikisi bir kelimede bulunursa medd-i
dir. Medreseler, Fatih Sultan Mehmet
muttasıl olur. Melâike, cîe ve sûe keli­
ve Kanûnî Sultan Süleyman dönemle­
melerinde olduğu gibi. Meddi muttasıl
rinde önemli aşama ve gelişmeler kay­
dört elif miktarı uzatılır, en az iki elif
detmiştir. (İ.K.)
miktarı uzatılması zorunludur. Kasr
yapılamaz. (İ.K.) MEDYÛN
MEDD-İ TABİÎ Borçlu anlamına gelmektedir, (bk.
Deyn) (İ.P.)
Tabiî uzatma demektir. Bir keli­
mede, med harflerinden biri bulunur, MEFÂZ
sebeb-i med bulunmazsa, meddi tabîî Kurtuluş demektir, (bk. Fevz) (İ.K.)
olur. “Ûtînâ” kelimesi gibi. Medd-i
MEFHÛM
tabîî bir elif miktarı yani bir parmak
kaldıracak kadar uzatılır. (İ.K.) Sözlükte “anlaşılan, kalple bilinen”
anlamına gelen mefhûm, fıkıh usulün­
MEDENÎ MÜEYYİDE
de lafzın, sözde zikri geçmeyen ve ifade
Hukuka aykın bir davranış nedeniy­ edilmeyen bir hükme delalet etmesidir.
le haksız bir durumun ortadan kaldırıla­
Usulcüler mefhûmu, mefhûmu
rak eski halin iadesi, hukuk kaidelerine
muvâfakat ve mefhûmu muhâlefet
aykın olan muamele ve akitlerin iptali,
olmak üzere ikiye ayırmışlardır.
bu gibi muamelelerden doğan zararın
tazmîni şeklindeki müeyyidelerdir. Bu Mefhûmu Muvâfakat; lafzın,
müeyyideler ihlal edilmiş olan bir hak­ manadaki ortaklık sebebiyle, lafızda
kın tamirini hedefler, (bk. Müeyyide) geçen hükmün, ispat veya nefy bakı­
(İP) mından, sözde zikri geçmeyen mesele
için de geçerli olduğuna delalet etmesi­
MEDRESE dir. Mefhûmu muvâfakat, herhangi bir
Sözlükte “ders okutulan, eğitim- araştırma ve çabaya gerek olmaksızın,
öğretim görülen yer” anlamına gelen sadece dil bilmekle lafızdan anlaşıla­
“medrese” kelimesi özel anlamıyla, bilir. Sözde zikri geçmeyen durumun,
üniversite kelimesi yerine kullanılan hükümde sözde zikri geçene denk
bir tabirdir. Medreselerde öğretim üye­ olması sebebiyle, mefhûmu muva-
liği yapan hocalara “müderris” unvanı fakât olarak isimlendirilmiştir. Meselâ,
verilmiştir. “o ikisine (anne ve babana) “öf"
İslâm âleminde ilk medreseyi bile deme. ” âyeti (isrâ, 17/23), mefhûmu
kuran, Türk emirlerinden Nisâbur muvafakat yoluyla dövmenin yasak-
hâkimi Emir Nasr ibn Sebüktekin’dir. lığına delalet eder. Zira dövmek, “öf’
Anadolu’da ilk medreseyi Selçuklular demekten daha fazla eziyet verir. Eğer
kurmuştur. Osmanlı Devletinde ise ilk sözde zikri geçen durum, hüküm bakı-

416
mından zikri geçenden daha öncelikli edilir. Kazanılması hayatta olmasına
ise, bu delâlete fahve’l-hitab; denk ise bağlı bulunan haklar bakımından ise
lahne’l-hitab denir. ölü sayılmıştır. Bu sebeple vefat eden
Mefhûmu Muhalefeti, lafzın hük­ yakınına mirasçı olamayacağı, ancak
münde itibara alınan bir kaydın bulun­ daha sonra sağ olarak dönerse, bunları
maması sebebiyle, lafzın delalet etmiş alacağı ifade edilmiştir.
olduğu hükmün zıddının, sözde zikri Hanefîlere göre, yaşadığı veya öldü­
geçmeyen durum için sabit olduğu­ ğü kesin olarak bilinmeyen mefkûdun
na delalet etmesidir. Meselâ, mefhû­ ölümüne hükmedilebilmesi için, yaşıt­
mu muhâlefeti kabul edenlere göre, larının hayatta kalmamış olması gere­
“içinizden mümin hür kadınlarla kir. Bunun tespitinin mümkün olmama­
evlenmeye gücü yetmeyen kimse, elle­ sı halinde, 90 yaşına ulaşmış da hala
rinizin altında bulunan, mümin câriye- dönmemiş ise, ölümüne hükmedilir.
lerinizden alsın. ” âyeti (Nisâ 4/25), mef­ Mahkemece ölümüne hükmedilince,
hûmu muhalefet yoluyla, hür kadınlarla ölüm hükmen gerçekleşmiş ve şahsiye­
evlenmeye gücü yeten kimsenin, câriye ti sona ermiş olur. Malı mirasçılarına
ile evlenmesinin haramlığına delalet taksim edilir, eşi iddetini bekledikten
eder. Hanefîler mefhûmu muhâlefeti sonra başkasıyla evlenebilir.
delil olarak kabul etmezler. Diğer müç- Ancak Osmanlı Aile Hukuku
tehitlere göre ise, müstakil bir delildir. Kararnamesinde, mefkûdun eşinin bu
Mefhûmu muhâlefet, itibara alınan kadar uzun müddet beklemesi, kadın
kaydın çeşidine göre, mefhûmu lakap, aleyhine katlanılması güç bir durum
mefhûmu vasf, mefhûmu şart, mefhû­ olduğundan, Maliki mezhebinde kabul
mu gâye ve mefhûmu adet olmak üzere edilen, kaybolan kişinin hayat veya
beşe ayrılır. (İ.P.) ölümünden haber alma ümidi kesilince
dört yıl beklenip bir haber alınamazsa,
MEFKÛD
kadının müracaatıyla hakim tarafından
Sözlükte “kaybolan, zayi olan, yiti­ boşanmaları görüşü benimsenmiştir.
rilen” gibi anlamlara gelen mefkûd, bir Bundan sonra kadın iddet bekler ve
fıkıh terimi olarak, kaybolmuş, hayatta başkasıyla evlenebilir. (İ.P.)
olup olmadığı bilinmeyen şahıs mana­ MEGÂZÎ
sına gelir.
Hz. Peygamber’in savaşlannı konu
Klasik fıkıh kaynaklarında mef-
edinen bir disiplin (ilim dalının) adıdır.
kûd ile ilgili hükümler, onun yaşadığı
Konuyla ilgili literatür daha çok, siyer
kadar ölmüş de olabileceği ihtimaline
ve megâzî başlığı altında toplanmıştır.
bina edilmiştir. Buna göre mefkûd;
Megâzî ile ilgili müstakil kitaplar oldu­
kaybolmadan önce elde ettiği hakların
ğu gibi, hadis kitaplarında, bu konuy­
korunması bakımından sağ sayılmıştır.
la ilgili müstakil bölümler de vardır.
Bu sebeple malının varislerine dağıtıl-
(A.G.)
mayacağı, eşinin başkasıyla evleneme-
yeceği kabul edilmiştir. Malları kendisi MEHDÎ
tarafından bırakılan veya mahkemece Sözlükte “hidâyete eren, hidâyete
tayin edilen bir vekil tarafında idare vesile olan, doğru yolu bulan, hak yola

417
giren, yol göstermek veya tarif etmek” MEHİR
gibi anlamlara gelen mehdi, din ıstı­ Erkeğin evlenirken eşine verdiği
lahında, kendisinden önce zulüm ve veya vermeyi taahhüt ettiği para veya
haksızlıkların alıp yürüdüğü yeryüzü­ başka bir mala mehir denir. Kur’ân-ı
nü adaletle dolduracak kimse demektir. Kerim’de, evlenen erkeğin kadı­
Mehdi kelimesi Kur’ân’da geçmediği na mehir vermek zorunda olduğu ve
gibi, Buhârî ve Müslim’de de geçmez. bunu zorla geri almasının caiz olma­
Diğer hadis kaynaklarında mehdî ile dığı konusunda âyetler bulunmaktadır
ilgili bazı rivâyetler vardır. Ancak bu (Bakara, 2/237; Nisâ, 4/4, 20, 24, 25; Mâide, 5/5).

hadislerin sıhhat derecesi tartışmalı Hanefîlere göre mehir nikâhın sonuçla­


rından biridir. Bu nedenle nikâh esna­
olup genel kanaat, bunların itikadî ve
sında belirlenmemiş olsa, hatta nikâh
amelî yönden delil kabul edilmeyeceği
esnasında verilmeyeceği şart koşulsa
şeklindedir.
bile evlenen kadın mehre hak kazanır.
Yaygın olarak mehdi inancının
Mehir nikâh anında belirlenip belir-
ortaya çıkması iki sebebe bağlanmış­ lenmemesine göre ikiye ayrılır. Mehir
tır. Birincisi Yahûdî ve Hristiyanlıkta nikâh anında belirlenmişse buna mehr-i
var olan inançlardır. Bu iki dinin men­ müsemmâ, nikâh esnasında belirlen­
supları mehdî ve mesih gibi iki şahsi­ memişse mehr-i misil denir. Evlilik
yeti gelecekte insanlığın kurtuluşunu sırasında mehrin belirlenmemesi veya
sağlayacak bir müjde ve hakikat ola­ belirlenen mehrin bir sebeple geçer­
rak gündemde tutmaya çalışmışlardır. siz sayılması halinde, evlenen kadın
İkincisi de Müslüman topluluğun kendi mehr-i misile hak kazanır. Mehr-i
içindeki siyasî kavga ve çekişmelerdir. misil, evlenen kadının, akrabaları ara­
Özellikle Sıffin Savaşı’ndan sonra sında her bakımdan kendi konumunda
İslâm aleminde resmen ortaya çıkan olan kadına verilen mehir demektir.
fırkalarda Şia bu husustaki iddiasını Mehir, ödenme zamanına göre,
ifrat noktasına vardırmıştır. “Masum mehr-i muaccel ve mehr-i müec­
İmam, Gaybî İmam ya da İmamu’l- cel olmak üzere ikiye ayrılır. Mehr-i
Muntazar” düşüncesi son kurtarıcı ola­ muaccel, peşin olarak ödenen mehirdir.
rak kabul edilmiştir. Bu inanç tasavvuf Kadın mehr-i muacceli almadan ken­
disini kocasına teslim etmeme hakkına
alanında da destek görmüş ve böylece
sahiptir. Mehr-i müeccel ise, veresiye,
ehl-i sünnet âlimlerinin de ilgi alanına
yani ödenmesi sonraya bırakılan mehir­
girmiştir. Ancak mehdî inancı İslâm
dir. Bu mehrin ödenmesi için herhangi
itikadının konuları arasında yoktur.
bir zaman belirlenmişse, bu tarih geldi­
Çünkü Hz.Peygamber ile birlikte ğinde kadın mehre hak sahibi olur. Bir
nübüvvet kapısı kapanmıştır. Fakat vakit belirlenmemişse, nikâhın sona
bu husus, Müslümanların çalışmasına, ermesiyle mehir muacceliyet kazanır
ictihad yapmalarına en üst düzeyde ve ödenmesi gerekir. Başka bir deyiş­
İslâm’ı tebliğ etmelerine ve insanların le, boşanma halinde kocanın bu mehri
hidâyetine imkân hazırlamalarına engel ödemesi gerekir; ölüm halinde de,
değildir. (F.K.) bırakmış olduğu terikeden ödenir. (İ.P.)

418
MEKÎL tuzak kurarlarken Allah da tuzak kuru­
Mekîl, kile, şinik gibi hacim ölçü­ yordu. Allah tuzak kuranların en hayır­
leriyle alınıp satılan mallardır. Buğday, lısıdır. (Vallâhü hayru’l-mâkirîn). ”
arpa, pirinç gibi mallar bu tür mallar­ (Enfâi, 8/30) Allah’ın tuzak kurması, hile
dan olup, bunlara keylî de denilmekte­ yapmak ve aldatmak anlamında değil,
dir. Ölçek ile değerlendirilen bu mallar, tuzak kuranlann tuzaklarını boşa çıkar­
mislî mallardandır ve ribâ cereyan eder, ması ve onları cezalandırmasıdır. (Î.K.)
(bk. Keylî, Ribâ) (İ.P.) Bir tasavvuf terimi olarak mekr,
MEKKÎ VE MEDENÎ ÂYETLER Allah’ın emirlerini dinlemeyen bir
kuluna nimet üzerine nimet vermesi,
Bu konuda üç farklı görüş vardır:
kusurlarına rağmen durumunu olduğu
a) Mekke ve civarında nazil olan âyet­
gibi bırakması ve olağanüstü hususları
ler Mekkî, Medine ve civarında nazil
başarmayı ona nasip etmesi demektir.
olan âyetler ise Medenîdir, b) Hicretten
Bu anlamda mekr istidrac yani dere­
önce nazil olan âyetler Mekkî, hic­
ce derece helâke götürmedir. Sûfîler,
retten sonra nazil olan âyetler ise
kendilerinden zuhur eden kerametlerin
Medenîdir. Bu görüşe göre hicretten
mekr-i İlâhi olmasından endişe ederler.
sonra Mekke’de nazil olan âyetler de
(M.C.)
Medenîdir. Meşhur olan görüş budur.
c) Mekkelilere hitab eden âyetler MEKRUH
Mekkî, Medinelilere hitap eden âyet­ Sözlükte “mihnet, şiddet, şer, sevil­
ler Medenîdir. Kur’ân inme sürecinde meyen” anlamlarına gelen mekruh,
Mekke halkının çoğu kâfir olduğu için dinî bir kavram olarak, Şâri’ tarafından
onlara genelde “ey insanlar” şeklinde, kesin ve bağlayıcı olmayan bir tarzda
Medîne halkının çoğu Müslüman oldu­ yapılmaması istenen fiil demektir.
ğu için onlara da “ey müminler” şeklin­
Bu tanım fakihlerin çoğunluğuna
de hitap edilmiştir. (Î.K.)
göredir. Hanefîler ise mekrûhu, tahri-
MEKR men mekrûh ve tenzîhen mekrûh olmak
Hile ile aldatmak ve gizlice bozgun­ üzere ikiye ayırırlar.
culuk yapmak demektir. Bu kelime ve Tahrîmen mekrûh, zannî bir delil
türevleri, Kur’ân’da 42 defa geçmiş ve ile kesin olarak yapılmaması iste­
peygamberleri yalanlamak (En’âm, 6/123) nen şeydir. Bu yasak aslında, haram
şirk (Allah’a ortak koşmak) (Fâtır, 35/10), gibi yapılmaması kesin ve bağlayı­
dedikodu yapmak (Yûsuf, 12/31) anlamla­ cı olarak istenmiştir. Ancak, bu talep
rında kullanılmıştır. Mekr, insan için haber-i vahit gibi sübut bakımından
kötü olan, yerilen ve cezalandırmayı kesin olmayan bir delile dayandığın­
gerektiren bir davranıştır. “Mü’şâkele” dan veya delaletindeki bir kapalılık­
yolu ile Allah’ın mekr yapanları ceza­ tan dolayı haramlığı kesin olarak sabit
landırmasına da mekr denilmiştir. "(Ey olmamıştır. Bu sebeple Hanefîlerin
Peygamberim!) inkâr edenler, seni açıklamış oldukları bu mekrûh türüne
tutup bağlamaları, öldürmeleri ya da amelî haram da denilmiştir. Yani bu
(yurtlarından) çıkarmaları için sana davranışların yapılması haram hük­
tuzak kuruyorlardı. (Yemkürü). Onlar mündedir. Bunları işlemek, haram bir

419
fiili işlemek gibi cezayı ve kınanma­ korktukları için bu isim verilmiştir, (bk.
yı gerektirir; bunlardan uzak durmak Melek) (Î.K.)
ise övülmeyi ve sevabı müştekimdir. MELÂİKE-Î MU’AKKIB
Ancak inanç yönünden farklılık vardır;
haram olmadığını söyleyen kimse kâfir Takipçi melekler demektir.
olmaz. Meselâ, sigara içmek, erkeğin İnsanları, önlerinden ve arkalarından
altın takması, ipek giymesi böyledir. izleyen meleklere denir. Kur’ân’da bu
Tenzîhen Mekruh ise, Şâri’in bağ­
melekler hakkında; “O insanın önün­
layıcı ve kesin olmayan bir tarzda den ve arkasından onu izleyen (mu ’ak-
yapılmamasını istediği fiildir. Başka bir kıb) melekler vardır Onu Allah'ın
ifadeyle, yapılmaması yapılmasından emriyle korurlar. ” buyurulmuştur (Ra’d,
daha iyi olan davranıştır. Bu tür fiilleri B/ıi). Bu meleklerin kirâmen kâtibin
işlemek cezâ ve kınamayı gerektirmez. (hafaza) melekleri ile aynı melek­
Ancak bunlardan kaçınmak, övülme­ ler olduğunu söyleyen âlimler vardır.
yi ve sevabı gerektirir. Dinî salabeti Bu meleklere, gece ve gündüz nöbet
olan, faziletli kişiler bundan kaçınırlar. değiştirmek üzere birbirlerinin peşine
Cemaate giden kimsenin soğan sarım­ geldikleri, insanların işlerini dikkatle
sak yemesi, ikindi namazından sonra, takip edip yazdıkları için bu isim veril­
kerahat vaktine kadar nafile namaz kıl­ miştir. Bu melekler gece ve gündüz
mak bu tür mekrûhtur. (Î.P.) nöbeti tutarlar. Gece görevli melekler,
MEKZÛB gündüz vakti olunca göğe çekilirler,
Hadis uyduran râviye ya da onların yerine gündüz melekleri gelir.
uydurma olduğu tespit edilen hadise Gece olunca gündüz melekleri gider,
“mekzûb” denir. (A.G.) yerine gece melekleri gelir. Böylece
sürekli birbirlerini takip ederler, (bk.
MELÂİKE-İ HAZENE
Melek) (Î.K.)
Cennetin kapılarında müminleri kar­
şılayan, onlara iltifat eden melekler ile MELAİKE-İ MUKARRABÛN
cehennemin kapılarında kâfirleri karşı­ Yaklaştırılmış, yakınlaştırılmış
layıp onları horlayan bekçi meleklere melekler demektir. Mukarreb melek­
denir. Kur’ân’da bu meleklerden Zümer ler, şerefi, değeri ve fazileti itibariy­
sûresinin 71 ve 73, Mümin sûresinin 49 le Allah’a yakın olan meleklerdir.
ve Mülk sûresinin 8. âyetlerinde söz Kur’ân’da, ((Ne Mesih ne de mukarreb
edilmiştir. Cennet bekçilerine Rıdvân, melekler Allah ’ın kulu olmaktan asla
cehennem bekçilerine Zebânî denir, yüksünmezler. ” (Nisâ, 4/172) denilerek
(bk. Melek, Rıdvân ve Zebânî) (Î.K.)
bu melekler övülmüştür. Allah’ın arşı­
MELÂÎKE-t KERİBÎYYÛN nı taşıyan ve arşın etrafında bulunan
Keribiyyûn, şiddet ve hüzün anla­ melekler, Cebrail, Mikail ve İsrafil
mına gelen kerb kökünden türeyen mukarreb meleklerdir. Bunlara mele-
kerûbî kelimesinin çoğuludur. Arşın i a’la (en yüce topluluk) refîk-ı a’lâ
etrafında bulunan meleklere verilen (yüce dostlar) da denir, (bk. Melek)
bir isimdir. (Mümin, 40/7,9) Allah’tan çok (İ-K.)

420
MELEK katindakiler O ’na kulluk etmekten asla
Sözlükte “haberci ve kuvvet” kibirlenmezler. O’nu teşbih eder ve yal­
anlamına gelmektedir. Çoğulu nız O’na secde ederler” (A’râf, 7/206).
“Melâike”dir. İslâmî ilimler termino­ 3- Melekler bir anda Allah’ın emret­
lojisinde ise nurdan yaratılmış, yeme­ tiği bir mekândan diğer bir mekâna
yen, içmeyen, erkeklik ve dişiliği olma­ intikal edecek, hatta yerleri ve gökleri
yan, uyumayan, gençliği ve ihtiyarlığı dolaşacak bir kabiliyette yaratılmışlar­
bulunmayan ve günah işlemeyen, ağır­ dır. Onların kanatları vardır. Bu konuda
lığı olmayan, latif, ruhanî ve nuranî Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmak-
varlıklardır. tadır: "Gökleri ve yeri yaratan, melek­
Meleklere îmân İslâm’ın temel şart­ leri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler
larından biridir. Çünkü onların varlığı yapan, Allah ’a hamdolsun. O, yarat­
nass ile sabittir. Onlara îmân etmek, mada (istediğine) dilediği kadar fazla
aynı zamanda gayba da îmân etmek verir... ” (Fâtır, 35/1) Melekler çok az bir
demektir. Her ne kadar onları gözle­ zamanda çok uzak yerlere gidebilirler.
rimizle görmek mümkün değilse de, Ancak onların gelip gitmesi, inmesi
aklen inkârını gerektirecek bir sebep ve çıkması bizim durumumuza benze­
de yoktur. mez. İnsanların hareketleriyle muka­
yese edilmez. Kur’ân bu konuda da
Meleklerin varlığı ve onlara inan­
şöyle haber veriyor: "Melekler ve Ruh
manın farziyeti ile birlikte özelliklerini,
(Cebrâil) oraya miktarı (dünya senesi
görevlerini ve çeşitlerini de şöyle açık­
ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip
lamak mümkündür:
çıkar. ” (Meâric, 70/4).
1- Melekler, nurdan yaratılmış,
4- Melekler, Allah’ın emirleriyle
nuranî ve ruhanî varlıklardır. Onlarda;
farklı şekillere girebilirler. Örneğin
yemek, içmek, erkeklik, dişilik, evlen­
Cebrâil Peygamber’e gelirken bazan
mek, uyumak, gençlik ve ihtiyarlık
ashab-ı kiramdan Dıhye adındaki
gibi insanlara ait özelliklerden hiç biri
sahabi gibi görünmüş, bazen de kim­
yoktur. Kur’ân’da şöyle buyurulmakta-
senin tanıyamadığı bir yabancı gibi
dır: "'Göklerde ve yerde kimler varsa,
gelmiştir. (Müslim; îmân; i). Hz. İbrahim
O’nun hizmetindedir. O’nun huzurun­ ve Hz. İsâ’ya gönderilen meleklerin de
da bulunanlar, O ’na ibadet hususunda birer insan şeklinde göründükleri yine
kibirlenmezler ve yorulmazlar. Onlar, Kur’ân’da haber verilmektedir.
bıkıp usanmaksızın gece gündüz teşbih
5- Melekler gözle görülmezler.
ederler. ” (Enbiyâ, 21/19-20)
Gözle görülmeyişleri onların yok
2- Melekler Allah’a isyân etmez­ olduklarından değil, gözlerimizin o
ler. Hangi iş için yaratılmış iseler o işi kabiliyette yaratılmamış olmasındandır.
yaparlar. Daimi olarak Allah’a ibadet Melekleri gözlerimizle müşahade ede­
ve itaat ederler. Kur’ân’da bu hususa meyişimiz onları inkâr etmemizi gerek­
şöyle işaret edilmiştir: "Çünkü onlar tirmez. Zira gözümüzle görmediğimiz
üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve halde varlığını kabul ettiğimiz çok şey
kendilerine ne emrolunursa onu yapar­ vardır. Akıl, ruh, zekâ, sevinç ve üzün­
lar. ” (Nahi, 16/50), "Kuşkusuz Rabbin tü gibi halleri bunlardan sayabiliriz. O

421
halde meleklerin varlığına da ruhumuz Allah ’ın şanı yücedir... ” (Yâsîn, 36/83).
ve aklımız gibi inanmak zorundayız. Bu kelime, gayp âlemi anlamına da
Melekler, gaybı yalnız başlarına gelir. (Î.K.)
bilemezler. Ancak Allah tarafından MELİK
kendilerine gaybla ilgili bir bilgi veril­ Allah’ın sıfatlarından biri olup, kai­
mişse, bu bilgileri ölçüsünde bilebi­ natın malik ve yöneticisi demektir, (bk.
lirler. Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle Mâlik) (Î.K.)
buyurmaktadır: “Allah Adem ’e bütün
MELİK
isimleri, eşyanın adlarını ve ne işe
yaradıklarını öğretti. Sonra onları önce Allah’ın sıfatlarından biri olup,
meleklere arzedip “Eğer siz sözünüzde “melik” isminin mübalağalı şeklidir,
sâdık iseniz, şanların isimlerini bana (bk. Mâlik) (Î.K.)
bildirin”dedi. Melekler, “YâRab! Seni MEMLÛK
noksan sıfatlardan tenzih eder, kemal Mülk edinilen şey, birinin malı veya
sıfatları ile tavsif ederiz ki, senin bize köle anlamlarına gelmektedir, (bk.
öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz Köle, Mülk) (İ.P.)
yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan
MEMNÛ’
ancak sensin ” dediler. ” (Bakara, 2/31-32)
Melekler görevleri yönünden bir kaç Yasaklanmış, menedilmiş şey anla­
gruba ayrılır. Melekler yerde, arşta mına gelir, (bk. Haram) (İ.P.)
veya semada bulunurlar. Yerde bulu­ MENÂKIB
nanlara arzî, gökte bulunanlara semavî, Menkıbenin çoğulu olan menâkıb,
arşta bulunanlara ise arşî denir. tanınmış kimselerin üstünlüklerini dile
Melekler yüklendikleri görevler getiren ve hayatları övgü ve eksiği iti­
itibariyle farklı isimlerle anılmışlardır. bariyle anlatan rivâyet veya eserlere
Bunlardan dördü, büyük melek olarak denir. Hadis terimi olarak menâkıb,
bilinmektedir: Cebrail, Mikail, İsrafil hadis kitaplarındaki Hz. Peygamber,
ve Azrail. Bilinen diğer melekler de diğer peygamberler ve ashabın yaşa­
şunlardır: Münker-Nekir, Kirâmen yış, davranış ve üstünlüklerinin konu
Kâtibin (Hafaza), Hamele-i Arş, edildiği bölümdür. (A.G.)
Hazin, Zebani, Malik, Rıdvan. (F.K.) MENÂSİK
MELEKÛT îbadetgah, ibadetin-zühdün yolu,
Sözlükte “izzet, saltanat ve büyük­ usulü, kurban boğazlanacak yer, bir
lük” anlamına gelen melekût, bir adamın alıştığı yer anlamlarına gelen
Kur’ân kavramı olarak, Allah’ın mensek kelimesinin çoğuludur. Dinî
mülkü, hükümranlığı ve âlemdeki bir kavram olarak, en geniş anlamda
nizamı demektir. Melekût kelimesi, ibâdet, Allah’a yakınlaşmak için yapı­
Kur’ân’da “göklerin ve yerin mülkü lan her türlü taat; hac ibadeti esnasında
/ hükümranlığı” (En’âm, 6/75; A’râf, 7/185) yerine getirilmesi gereken vazifeler;
ve “her şeyin mülkü / hükümranlığı” kurban kesmek ve kurban kesilen yer
(Müminûn, 23/88) şeklinde geçmektedir. anlamına gelmektedir. Aynı kökten
“Her şeyin hükümranlığı elinde olan türeyen nüsük kelimesi de aynı anlam-

422
lardadır. Ayrıca hac menâsiki anlamına gerekir. ” buyurulmaktadır (Bakara, 2/196).
meşâir de denilmektedir. (İ.P)
Nüsük ve menâsik kelimele­ MENDÛB
ri Kur’ân’da geçmektedir: “De ki: Sözlükte “elçi, delege, davet edilen
Namazım, ibadetlerim (nüsiikî), haya­ şey” gibi anlamlara gelen mendûb, dinî
tım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah bir kavram olarak Şâri’in yapılmasını
içindir. ’ ” (En’âm, 6/162). (bk. İbadet) bağlayıcı olmaksızın istediği fiillerdir.
Menâsik kelimesi en yaygın kulla­ Başka bir ifadeyle, kesin olmayan bir
nımıyla hac ibadetini oluşturan uygula­ tarzla yapılması istenen davranışlar­
maların tamamı, hac esnasında yerine dır. Bu iki şekilde olabilir; ya fiilin
getirilmesi gereken vazifeler anlamına yapılmasının istendiği ifade bağlayıcı
gelmektedir. Hz. İbrahim’in, Kâbe’nin değildir; ya da ifade bağlayıcı olmak­
inşasını tamamlayınca menâsiki ken­ la birlikte, onun bağlayıcılık niteliği­
disine öğretmesi hususundaki duası ni kaldıran bir karine mevcuttur. Bu
Kur’ân’da anlatılmaktadır (Bakara, 2/128). karine bir nass olabileceği gibi, fıkhın
Hz. İbrahim Kâbe’nin inşasını tamam­ genel kaideleri de olabilir. Mendûbu
layınca “Yâ Rab! Kâbe’nin inşasını işleyen sevap ve mükafata hak kaza­
tamamladım, şimdi bana menâsiki nır; terk eden ise kınanmaz. Mendûb
öğret. ” diye dua eder. Bunun üzerine için, sünnet, müstehab kavramları da
Allah Teâlâ Cebrail’i gönderir. Cebrâil kullanılmaktadır.
de, Hz. İbrahim’e haccın nasıl yapı­ Mendûb üçe ayrılır:
lacağını öğretir. Peygamberimiz de, Sünnet-i Müekkede; dinî vecibe­
“Hac menâsikini benden alın, benden lerin birer tamamlayıcısı konumunda
gördüğünüz gibi yapın. ’’ buyurmuştur olan fiiller ile Hz. Peygamber’in devam
(Müslim, Hac, 310). Buna göre, Kâbe’yi ettiği, fakat bağlayıcı olmadığını gös­
tavaf etmek, Safâ ile Merve arasın­ termek maksadıyla bazen terk ettiği
da sa’y etmek, Arafat ve Müzdelife veya bizzat edasının vacip olmadığına
vakfeleri, şeytan taşlama, kurban hac işaret ettiği sünnetlerdir. Ezan, sabah
menâsikindendir. namazının sünneti, mazmaza-istinşak
Kurban ibadetine de, menâsik veya böyle sünnetlerdendir. Bu tür sünnetle­
nüsük denmektedir. Kesilen kurbana re sünnet-i hüdâ da denilmektedir.
nesîke denir. Kur’ân-ı Kerim’de, “Her Bu kısma giren mendûbu yerine
ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık getirmek sevabı gerektirir, terk etmek
olarak verdiği kurbanlık hayvanla­ ise, cezayı gerektirmemekle birlikte,
rın üzerine O ’nun adını anarak kur­ hoş karşılanmaz.
ban kesmeyi (mensek) meşru kıldık. ” Sünnet-i Gayr-i Müekkede; Hz.
buyurulmaktadır (Hac, 22/34). Nüsük, Peygamber’in bazen yapmış olduk­
özel olarak, hacda kesilen kurbana ları ibadet nevinden fiilleridir. îkindi
denir. Kur’ân’da, “İçinizde hasta olan namazının sünneti ile yatsı namazının
veya başından rahatsız bulunan varsa, ilk dört sünneti bu sünnetlerdendir.
fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka Bunlara müstehab da denir. Bu kısma
vermesi, ya da kurban kesmesi (nüsük) giren mendûbu işleyen sevabı hak eder;

423
terk eden ise kınanma ve azarlanmaya mülkiyettir. Evde oturma, tarlayı ekme
müstehak olmaz. bu tür mülkiyettir.
Sünnet-i Zevâid; Hz. Peygamber’in, Menfaat mülkiyeti, şahsa bağlı
dinî tebliğ ve açıklama niteliği taşıma­ menfaat mülkiyeti ve ayna bağlı men­
yan, bir insan olarak yapmış olduğu faat mülkiyeti olmak üzere ikiye aynlır.
fiillerdir. Hz. Peygamber’in yemesi, Menfaat mülkiyeti, sahibi veya selahi-
içmesi, giyinmesi böyledir. Bazı âlim­ yetli kişi tarafından izin verilmesiyle,
ler, onun bu davranışlarını da mendûb kiralamak suretiyle, ariyet akdiyle,
olarak kabul etmişlerdir. Ancak bun­ vakıf veya vasiyet yoluyla elde edilir.
lar mendûb dahi olsalar, diğerlerinin Menfaat mülkiyeti, zaman, mekan
derecesinde değillerdir. Bir kimse, Hz. ve vasıf bakımından sınırlandırılabi­
Peygamber’e olan sevgisi ve bağlılı­ lir. Üç ay süreyle evde oturma, dört
ğından dolayı, ona benzeme ve uyma kişiden fazla binmemek kaydıyla ara­
niyetiyle Hz. Peygamber’in bu tür bayı kullanma gibi kayıtlar konulabi­
davranışlarını işlerse sevap kazanır. Bu lir. Kullanım süresi dolduğunda men­
fiilleri terk eden ise, kötü bir davranışta faat konusu mal sahibine iade edilir.
bulunmuş sayılmaz. (İ.P.) Menfaat konusu mal, kullananın elin­
de emanet hükmündedir; bir kusuru
MENFAAT
olmaksızın telef olması halinde kulla­
Sözlükte “fayda, yarar” anlamına nan tazmin etmez. Menfaat, kiralama
gelen menfaat, fıkıhta genel olarak akdinde olduğu gibi bir bedel karşılığı
fayda anlamına geldiği gibi, özel olarak elde edilmişse, malın masrafları mal
da bir malın kullanımı, maldan istifade sahihinedir; menfaat ariyet akdinde
etmek manasına da gelmektedir. olduğu gibi ücretsiz olarak elde edil­
Fıkıh usulünde, delillerden biri mişse, masraflar eşyadan istifade eden
olarak kabul edilen maslahat, menfaat kişiye aittir. (Î.P.)
prensibi üzerine kurulmuştur. Bu esas, MENİ
zararın def’i, menfaatin celbi şeklinde
Erlik suyu veya sperm anlamı­
ifade edilmiştir. İslâm dininin getirmiş
na gelir. Sarımtırak beyaz renkte ve
olduğu hükümler ve kurallann tamamı
yumurta akına benzeyen kaygan bir
insanların yararınadır. Ancak bunların
mayidir. Kuruduğunda kül renginde bir
anlaşılabilmesi için, dinin esas almış
leke bırakır. Meninin şehvetle vücuttan
olduğu yararların fert ve toplum denge­ çıkması, başka bir ifadeyle lezzetle ve
si içerisinde mütalaa edilmesi gerekir. süratle dışarıya çıkması kişiyi cünüp
Toplumun yararı için ferdin ezilmeme­ eder. Bu durumdaki bir kişi yıkanma­
si, ferdin yararı için de toplumun men­ dıkça namaz kılamaz, mescide gire­
faatlerinin feda edilmemesi gerekir. mez, Kur’ân okuyamaz, Kur’ân’a
Özel olarak menfaat, fıkıhta kabul dokunamaz, Kâbe’yi tavaf edemez.
edilen mülkiyet şekillerinden biridir. Meninin, hastalık, darbe, yüksekten
Menfaat mülkiyeti, eşyanın aynına atlama ve benzeri sebeplerle vücuttan
değil de bunlardan istifade etmeye, fay­ çıkması ise, cünüplüğü gerektirmez,
dalanmaya ait olan ve bunu sağlayan (bk. Cünüp) (İ.P.)

424
MENKIBE zaman (istenileni) verir, ism-i azami ile
Sözlükte “dağların arasındaki geçit” dua edildiği zaman duaya icabet eder. ”
anlamındadır. Çoğulu menâkıbtır. buyurmuştur. (İbn Mâce, Dua, 9) (Î.K.)
Terim olarak bir kimsenin güzel huy ve MERAH
davranışları; olgun ve büyük kimsele­ Şımarma ve sevinmede aşırı git­
rin örnek hâl ve hareketleri, hayat tarz- mektir. Ferah Tn ileri şeklidir. Merah
lan anlamında kullanılmaktadır. (M.C.) kavramında; böbürlenmek, kibirlen­
MENNÂN mek ve kendini beğenmek anlamı da
Sözlükte “birine nimet vermek, iyi­ vardır. Merah kelimesi Kur’ân’da üç
lik yapmak ve yaptığı iyiliği başa kak­ âyette geçmiş ve şımarmak ve büyük­
mak” anlamındaki “m-n-n” kökünden lenmek anlamında kullanılmıştır. Yüce
türeyen mennân; Allah’ın güzel isim­ Allah, “Yeryüzünde böbürlenerek
lerinden biri olup, îbn Mâce’nin rivâ- (merah) yürüme... ” (İsrâ, 17/37; Lokman,
yet ettiği bir hadiste geçmiştir (Dua, 9). 31/18) buyurmuştur. Cehenneme atılan

Mennân, Allah’ın kullarına olan ihsa­ kâfir ve müşriklerin, cehenneme atılma


nının çokluğunu ve sayısız nimetler gerekçeleri arasında “merah” da zikre­
verdiğini ifade eder. Allah’ın bu vasfı dilmiştir (Mü’min, 40/75). (İ.K.)
Kur’ân’da “menne - yemünnü” fiiliyle MERDÛD HADİS (Merdûd
ifade edilmiştir: “...Allah, kullarından Rivâyet)
dilediğine nimetini lütfeder (yemün­ Merdûd, makbulün zıddı olarak,
nü)...” (îbrâhim, 14/11); “Allah, mü'min- reddedilen anlamına gelir. Dinde
lere büyük lütufta bulundu. Zira, daha delil olarak kabul edilmeyen rivayete
önce açık bir sapıklık içinde bulunuyor- merdûd rivâyet denir. Adalet ve zabt
larken onlara kendi içlerinden, kendi­ yönünden ta’n edilen bir râvînin rivâ­
lerine Allah "in âyetlerini okuyan, ken­ yet ettiği veya senedinde kopukluk
dilerini temizleyen ve kendilerine kitap bulunan ya da zayıflığa düşürücü illet
ve hikmeti öğreten bir elçi gönderdi. ” bulunan hadisler merdûd rivâyetlerdir.
(Âl-i imrân, 3/164). Ayetlerden de anlaşıla­ Genel olarak bunlar zayıf hadisler ya
cağı üzere Allah’ın mennân vasfı, kul­ da mevzu rivâyetlerdir. (A.G.)
larına maddî ve manevî nimetleri veren MERFÛ HADİS
anlamını ifade etmektedir.
Sahabe, tabiûn veya daha sonra­
Enes bin Malik’in bildirdiğine ki nesillerin, senedi muttasıl olsun
göre Peygamberimiz (a.s.) bir adamın veya olmasın, Hz. Peygamber’e izâfe
“Allah'ım! Hamd (her türlü övgü) ederek rivâyet ettikleri hadise denir.
senin içindir, senden başka ilâh yoktur, Merfu hadis, Hz. Peygamber’e ait söz,
sadece sen varsın, senin ortağın da fiil, takrir ya da sıfatlar olabilir. Merfu
yoktur, sen mennânsın, yeri ve gökleri hadisler, sarih ve hükmî merfû hadis
vâr edensin, celâl ve ikram sahibisin olmak üzere ikiye ayrılır:
diyerek “senden istiyorum” dediğini Sarih merfû hadis; râvînin, “Hz.
duymuş ve (bu kimse dileğini) ism-i Peygamber şöyle buyurdu” veya “Hz.
azami (en büyük ismi) ile Allah 'tan iste­ Peygamber şöyle yaptı” şeklindeki açık
di ki, Allah ism-i azami ile istenildiği ifadesi ile rivâyet edilen hadise denir.

425
Hükmî merfû hadis; hadisin doğ­ MESÂLİH-İ MÜRSELE
rudan Hz. Peygamber’e dayandırılması Şâri’ tarafından muteber veya
yerine sahabenin, “şu şekilde emrolun- geçersiz sayıldığına dair hakkında
duk”, “bize haram kılındı” veya “bize delil bulunmayan maslahatlardır, (bk.
farz kılındı” gibi meçhul kiplerle haber Maslahat) (İ.P.)
verdikleri hadise denir. MESÂNÎ
Merfu hadis, sahih, hasen, zayıf ola­
Kur’ân’ın âyet sayısı yüzden az
bilir. (A.G.)
olan sûrelerine denir. Ahzâb (73 âyet),
MERHAMET (Rahmet) Hac (78 âyet), Nemi (93 âyet), Kasas
Merhamet ve rahmet kelimeleri; (88 âyet) gibi. (İ.K.)
acımak, esirgemek, korumak, affet­ MESBÛK
mek, bağışlamak, nimet vermek, ika­ Sözlükte “geride kalan, yenilen,
met etmek ve kadının rahminden şika­ sonradan yetişen” gibi anlamlara gelen
yet etmesi anlamlarına gelen “r-h-m” mesbûk, dinî bir kavram olarak, cema­
kökünden türemiştir. İsim olarak; hayır, atle kılınan namaza baştan yetişeme-
iyilik, ihsan, nimet ve kalp inceliği yip, ilk rekatin rükuundan sonra imama
demektir. Kur’ân’da daha çok rahmet uyan kimse demektir.
kelimesi kullanılmış (114 âyet); merha­
İmam ile birlikte rükuu yapama­
met kelimesi ise birer âyette geçmiştir
yan, yani imam ile birlikte sübhanal-
(Beled, 90/17). Cennet, Kur’ân’da “rah-
lah diyecek kadar rükuda bulunma­
metü’llah” olarak nitelenmiştir. (Âı-i
yan kimse o rekatı kaçırmış sayılır.
tmrân, 3/107). Aynı kökten türeyen “erha-
Mesbûk, imam selam verince, sehiv
mu’r-rahimîn”, “rahmân”, “rahîm”
secdesi yapmazsa, beklemeden ayağa
ve “zü’r-râhmeti” kelimeleri, Allah’ın
kalkar ve cemaatle kılamadığı rekatları
sıfatı olarak kullanılmıştır. (Î.K.)
tek başına tamamlar.
MERVÎ Mesbûk, imamla birlikte kılamadı­
Rivâyet edilen demektir, (bk. ğı rekatları kazaya başladıktan sonra,
Rivâyet) (A.G.) tek başına namaz kılan kimse gibidir.
MES’Â Sübhaneke duasını, fatiha ve zammu
sûreleri, tek başına kıldığı namazlarda­
Hac veya umre yapan kimselerin, ki gibi okur. İlk rekatı kaçıran, ayağa
Safâ ile Merve arasında, sa’y ettikleri kalkar ve bir rekati kıldıktan sonra
yere verilen isimoir. (bk. Sa’y) (İ.P.) tahiyyata oturarak namazını tamam­
MESÂLİH-İ MU’TEBERE lar. İkinci rekatı kaçıran, iki rekatı da
Şâri’ tarafından muteber (makbul, kaza ettikten sonra, tahiyyata oturur
geçerli) olduğuna dair bir delil bulunan ve selam vererek namazını tamamlar.
maslahatlardır, (bk. Maslahat) (İ.P.) Ancak üç rekatli bir namazda iki rekatı
kaçırmış ise, bir rekat kıldıktan sonra
MESÂLİH-İ MÜLGÂ tahiyyata oturur, tahiyyatı okuduktan
Şâri’ tarafından muteber olmadığına sonra ayağa kalkarak bir rekatı da kıla­
dair delil bulunan maslahatlardır, (bk. rak namazını tamamlar. Dört rekatli
Maslahat) (İ.P.) namazlarda üçüncü rekatı kaçıran ise,

426
bir rekatı kıldıktan sonra tahiyyata olup içine ayakkabılar çıkartılarak
oturur, daha sonra ayağa kalkar ve iki girilir.
rekatı kıldıktan sonra tahiyyata oturur Peygamberimizin beyanı ile mes­
ve namazını tamamlar. cidler cennet bahçeleri (Tirmizî, Deavat, 82)
Tek başına kıldığı bölümlerde sehiv ve Allah’ın en çok sevdiği mekanlardır
secdesi gerektiren bir hata yaptığında, (Müslim, Mesâcid, 288).
namazın sonunda sehiv secdesi yapar, Mescidler; ibâdet, zikir, dua, eğitim,
îmam sehiv secdesi gerektiren bir dav­ öğretim, sosyal kaynaşma, disiplin,
ranışta bulunmuşsa, kaçırdığı rekatları eşitlik, kardeşlik, birlik ve beraberlik
kaza etmek için kalkmadan önce, imam mekânları, bir beldede Müslümanların
ile birlikte sehiv secdesi yapar ve daha varlığının işaretleri, minarelerinde
sonra ayağa kalkarak kaçan rekatları günde beş defa tevhid inancının ilan
kaza eder. (Î.P.) edildiği huzur yuvalarıdır, (bk. Cami)
MESCİD (Î-K.)

Sözlükte “secde edilen yer” anla­ MESCİD-İ AKSÂ


mına gelen mescid, Müslümanların En uzak mescid demektir. Mescid-i
mabetlerine verilen bir isim olup, cami Aksâ, Küdüs’dedir. Beyt-i Makdis
kelimesi ile eş anlamdadır. Kur’ân’da (kutsal ev) ismiyle de anılan ve
mescid kelimesi, çoğul şekli olan Mescid-i Haram’dan sonra yeryüzün­
mesâcid ile birlikte 28 defa geçmiştir. de İlk yapılan meSCİddİr (Buhârî, Enbiyâ,
Türkiye’de küçük mabetlere mes­ 10,40; Müslim, Mesâcid, 1-2). MeSCİd-İ Aksâ,

cid, büyüklerine cami denilmekte­ Müslümanların ilk kıblesi (Bakara, 2/144),


dir. Yeryüzünde ilk yapılan mescid, Hz. Muhammed (a.s.)’in îsra olayın­
Mekke’deki, ortasında Kâ’be’nin de da geldiği (isrâ, 17/1), miracın başladığı,
bulunduğu Mescid-i Haramdır (Âi-i imrân, Hz. îsâ’ya kadar bir çok peygamberin
3/96). İslâm tarihinde ilk mescid, M.
namaz kıldığı ve Allah’tan vahiy aldığı
bir mesciddir.
622 tarihinde Mekke’den Medine’ye
hicret sırasında Medine yakınındaki Günümüzde Mescid-i Aksâ
Küba köyünde yapılan Mescid-i Küba, Kudüste, Süleyman Mabedi’nin güney
daha sonra Medine’de yapılan Mescid-i tarafındaki camiye denilmektedir.
Nebî’dir. Peygamberimiz ibâdet amacıyla seya­
hat edilebilecek üç mescidden birinin
Mescidlerde; va’z edilen kürsü,
Mescid-i Aksâ olduğunu bildirmiştir.
imam-hatibin öne geçip namaz kıl­
Diğerleri, Mescid-i Haram ve Mescid-i
dırdığı mihrab, hutbenin okunduğu
Nebevî’dir (İbn Mâce, Salât, 197). (İ.K.)
minber, ezanların okunduğu minâre,
sonradan gelenlerin namaz kılması MESCİD-İ CİN
için parmaklık ile bölünmüş mahfil, Hz. Muhammed (a.s.) hem bütün
asıl mekândan bir duvarla ayrılan arka insanların hem de cinlerin peygam­
cemaat bölümü, bahçesi, bazı büyük beridir. M. 619 yılında İslâm’ı tebliğ
mescidlerin çevresinde, kütüphane, için gittiği Taif şehrinden dönüşünde,
hamam, aşevi, okul, mezarlık ve loj­ Mekke’de Batn-ı Nahle denilen yerde
man vardır. Mescidler halı ile örtülü namaz kılmıştı. Bir grup cin burada

427
Peygamberimizin okuduğu Kur’ân’ı “savaş sonrası gelirim” dedi. Savaştan
dinlemiş ve Müslüman olmuştu. sonra yine davet ettiler. Bunun üzerine
Cinlerin Kur’ân’ı dinleyip Müslüman Tevbe sûresinin 107-108. âyetleri indi.
oldukları. Cin sûresinin 1-16. âyetle­ Bu âyetlerde, sözü edilen mescidin,
rinde bildirilmiştir. Peygamberimizin zarar vermek, inkâr etmek, mü’minler
namaz kılıp Kur’ân okuduğu, cinlerin arasına tefrika sokmak, önceden Allah
Kur’ân’ı dinleyip Müslüman olduğu ve peygamber ile savaşmış olan (Ebû
yerde bir mescid yapılmış ve bu mes­ Âmir adlı) kişinin gelmesini gözlemek
cide Cin Mescidi denilmiştir. Hacıların için yapıldığı, bu mescidi yapanların
ziyâret ettiği yerlerden biridir. (Î.K.) iyilikten başka bir niyetlerinin olma­
MESCİD-İ CUMA dığına yemin ettikleri, ancak yalancı
oldukları bildirilmekte ve Peygamber
Peygamberimiz (a.s.), M. 622 yılın­
(a.s.)’e orada asla namaz kılmaması
da Mekke’den Medine’ye hicreti esna­
emredilmektedir. Bu âyetin inmesi üze­
sında Küba köyünde 14 gün kaldıktan
rine Peygamberimiz (a.s.) bu mescidi
sonra bir Cuma günü Medine’ye hare­
yıktırdı, yeri çöplük oldu. (İ.K.)
ket etti. Yolda Rânûna denilen yerde
ashâbı ile birlikte ilk defa Cuma nama­ MESCİD-İ HARAM
zı kıldı ve hutbe okudu. Daha sonra Mekke’de ortasında Kâ’be’nin
burada bir mescid yapıldı ve bu mesci­ bulunduğu Cami-i Şeriftir. Halk ara­
de, Mescid-i Cuma denildi. (Î.K.) sında Harem-i Şerif de denir. “Harem”
MESCİD-İ DIRAR denilmesi bu camiye saygının zorunlu
Amr ibn Avf oğulları Küba’da bir olması sebebiyledir. Mescid-i Haram,
mescid yaptılar ve Peygamberimizi emniyet ve güven yeridir, oraya giren
davet edip mescidlerinde namaz kıl­ güvendedir (Âı-i imrân, 3/97). Yer yüzün­
masını istediler. Peygamberimiz de de ilk yapılan mesciddir (Müslim, Mesâcid,
i). Mescid-i Haram ismi, Kur’ân’da
Küba’ya gitti ve bu camide namaz
kıldı. Bunların amcazadeleri olan 15 defa geçmiş, namazda Mescid-i
Ganem ibn Avf oğulları da Küba Haram cihetine yönelinmesi (Bakara,
2/144-150), müşriklerin Mescid-i Haram’a
mescidinin yanına bir mescid yaptı­
lar. Amaçları, câhiliyye döneminde sokulmaması (Tevbe, 9/28) emredilmiştir.
Hristiyan olup rahipliğe yükselen, Mü’minlerin Mescid-i Haram’dan men
Hz. Muhammed’in Peygamber olma­ edilmesi (Bakara, 2/217) ve burada sava­
sı üzerine kabile reisliğini kaybe­ şılması yasaklanmıştır (Bakara, 2/191).
den, bu yüzden İslâm’a düşman olan, Mü’minlerin Mescid-i Haram’a gelme­
Uhud’dan Huneyn’e kadar bütün lerine engel olunmasının zulüm olduğu
savaşlarda müşrikleri Müslümanlara bildirilmiştir (Hac, 22/25).
karşı kışkırtan, Huneyn’de Havazin Mescid-i Haram, Peygamberimiz
kabilesinin yenilmesi üzerine Şam’a (a.s.)’in devrinden itibaren zaman
kaçan fâsık ve kâfir Ebû Amir’in zaman tamir edilmiş veya yeniden
liderliğinde bu mescitte fesat planları yapılmıştır. Kâ’be’nin çevresinde­
kurmaktı. Tebük Savaşı öncesi gelip ki revaklı, kubbeli kısım Osmanlı
Peygamberimizden burada namaz kıl­ Padişahı II. Selim zamanında, mescidin
masını istediler. Peygamberimiz (a.s.), son genişletilmesi ise Suudlular tara-

428
fından yapılmıştır. Mescid-i Haram’da gibi sevap kazanacağını bildirmiştir
kılınan namaz diğer mescidlerde kılı­ (ibn Mâce, Saiat, 197). Peygamberimizin
nan namazlardan yüz bin kat daha fazla zamanında bu mescidde Cuma nama­
sevaptır (ibn Mâce, Saiat, 195). (bk. Haram, zı kılınmazdı. Bu cami garip kalmasın
Kâ’be, Beledü’l-Emîn) (İ.K.) diye Cumartesi günleri bu camiye gider
MESCİD-İ HAYF ve namaz kılardı. (Buhârî, Fadlü’s-Salati fîT-
Mescid-i Mekke veT-Medîne, 3-4. II, 57). (Î.K.)
Suudî Arabistan’da Mekke yakının­
daki Mina’da birinci cemrenin (Şeytan MESCİD-İ NEBEVİ
taşlanan yerin) güneyinde bulunan Peygamber Mescidi demektir.
caminin adıdır. (İ.K.) Peygamberimiz (a.s.) Mekke’den
MESCİD-İ KIBLETEYN Medine’ye hicret ettiğinde devesinin
çöktüğü arsayı satın alıp buraya mescid
İki kıbleli mescid demektir. yaptırmıştır. Mescid’in yapımında biz­
Namazlar önceleri Kudüs’teki Mescid-i zat çalışmıştır. Mescidin üzeri hurma
Aksâ cihetine yönelerek kılınıyordu. dallarıyla örtülmüştü, zemini kumdu.
Peygamberimiz kıblenin Mekke’deki,
Sonra kendisine mescide bitişik ev yap­
ortasında Kâ’be bulunan Mescid-i mıştır. Ölünce bu eve defnedilmiştir.
Haram cihetine çevrilmesini arzu Daha sonra yanına Ebû Bekir ve Ömer
ediyordu (Bakara, 2/144). Hicretin 2. yılı (r.a.) da defnedilmiştir. Cami zamanla
Şaban ayının 15’inde ashâbı ile birlikte genişletilmiş, Peygamberimiz ve iki
Medine’de Seleme oğullan Mescidinde halifesinin kabri cami içinde kalmıştır.
öğle namazı kılıyordu. Namazın iki
Şu andaki mescid, Osmanlılar tarafın­
rekatını kılmıştı. Bu esnada namazın
dan yapılmış, bu günkü genişletilmiş
Mescid-i Haram cihetine dönülerek
şeklini ise, Suudîler inşâ etmiştir.
kılınması ile ilgili Bakara sûresinin
144. âyeti indi. Peygamberimiz hemen Peygamberimiz (a.s.), mescidini,
yönünü Kâ’be cihetine çevirdi. Son iki ibadetin dışında okul, meclis, idare
rekatı da bu şekilde kıldı. Bu mescide yeri ve misafırhâne gibi kullanmıştır.
Bu mescidde kılınan namaz, Mescid-i
iki kıbleli mescid denildi. Bu mescidin
Haram hariç diğer mescitlerde kılınan
yerine şimdi büyük bir mescid yapıl­
mıştır. (Î.K.) namazlardan bin kat daha sevaptır (ibn
Mâce, Saiat, 195). (Î.K.)
MESCİD-İ KÜBA
MESCİD-İ NEMÎRE
Peygamberimizin M. 622 yılında
Mekke’de Arafat bölgesinin kuzey­
Hicret esnasında Medine yakınındaki
Küba köyünde yaptırdığı, Kur’ân’da batı tarafında Müzdelife istikametinde
“takva mescidi” olarak anılan (Tevbe, Ürene vadisi sınırları içinde bulunan
9/108) îslâm tarihinin ilk mescididir.
mescidin adıdır. Hacda arefe günü
arefe hutbesi bu mescitte okunur. (İ.K.)
Zaman zaman tamir edilmiş, yıkı­
lıp yeniden yapılmıştır. Son şeklini MESH
Suudlular yapmıştır. Sözlükte “silmek, gidermek, su
Peygamberimiz (a.s.); evinde abdest veya yağla ovuşturmak, yeri ölçmek,
alıp, namaz kılmak için Küba mesci­ seyahat etmek, vurmak” gibi anlam­
dine giden kimsenin umre yapmış lara gelen mesh, dinî bir kavram ola-

429
rak, abdestte elin ıslaklığıyla bir uzuv, gibidir... ” (Âl-i îmrân, 3/59); ""Mesih îsâ
mest veya sargı üzerinde gezdirilmesi; ibn Meryem Allah "in rasûlüdür. O ’nun
teyemmümde, toprağa vurulan ellerle Meryem ’e attığı kelimesi ve O ’ndan bir
kolların ve yüzün ovulması anlamına ruhtur... ” (Nisâ, 4/171).
gelir. îsâ’nın (a.s.) anası Meryem’in
Sağlıklı kişinin abdest alırken başı­ hamile kalması ve doğumu Meryem
nı, ense ve kulaklarını meshetmesi aslî sûresinde şöyle anlatılmaktadır:
hükümdür. Başın meshedilmesi farz, “(Ey Muhammed!) Kitapta
diğerleri ise sünnettir. Ancak sargı veya Meryem'i de an. Hani O, ailesinden
mestlerin üzerinin mesh edilmesi veya ayrılarak doğu tarafında bir yere çekil­
bir uzuvda yara veya hastalık bulundu­ miş ve (kendini onlardan uzak tutmak
ğundan yıkanamaması sebebiyle mesh için) onlarla arasına bir perde germiş­
edilmesi bedel bir işlemdir. Mest üzeri­
ti. Biz ona Cebrail'i göndermiştik de
ne meshetmek ayağın yıkanması yerine
ona tam bir insan şeklinde görünmüştü.
geçer, sargı üzerine mesh etmek veya
Meryem, ona "senden Rahman 'a sığı­
yıkanamadığı için bir uzvu meshetmek
nırım. Eğer Allah 'tan çekinen biri isen
ise, o uzvun yıkanması yerine geçer,
(bana kötülük etme)' dedi. Cebrail, "Ben
(bk. Abdest, Cebîre, Mest) (Î.P.)
ancak Rabb 'inin elçisiyim. Sana terte­
MESİH miz bir çocuk bağışlamak için gönderil­
Silmek, suyu uzuvlara sürmek, dim ' dedi. Meryem, "Bana hiçbir insan
akıtmak, el ile izini gidermek, hasta­ dokunmadığı ve iffetsiz bir kadın olma­
lığı gidermek, saçı taramak, kesmek, dığım halde, benim nasıl çocuğum ola­
vurmak, yorup zayıflatmak, gönlünü bilir? 'dedi. Cebrail, "Evet, öyle. Rabbin
almak, yeri ölçmek, seyahat etmek diyor ki: O benim için çok kolaydır. Onu
anlamlarındaki “m-s-h” kökünden insanlara bir mucize ve katımızdan bir
türeyen sözlükte; tek gözlü, yüzden rahmet kılmak için böyle takdir ettik.
silinen ter, sert mendil, deccal, doğru Bu, zaten (ezelde) hükme bağlanmış
söyleyen insan, yalancı kimse, vaftiz bir iştir' dedi. Böylece Meryem çocuğa
edilmiş kişi, yağ ile yağlanmış şey ve hamile kaldı ve onunla uzak bir yere
kese demek olan mesih, din ıstılahında çekildi. Doğum sancısı onu bir hurma
Hz. îsâ Peygambere verilen bir isimdir. ağacına yöneltti. "Keşke bundan önce
Hz. îsâ’nın (a.s.) adı Kur’ân’da îsa, ölseydim de unutulup gitmiş olsaydım'
îsa ibn Meryem, el-Mesih, el-Mesih ibn dedi. Bunun üzerine (Cebrail), ağacın
Meryem ve el-Mesih îsâ ibn Meryem altından ona şöyle seslendi: "Üzülme,
şeklinde 36 defa geçmekte (Bakara, 2/87, Rabbin senin alt tarafında bir dere
136; Nisâ, 4/45,157,171) ve özellikle ismi­ akıttı. Hurma ağacını kendine doğru
nin el- Mesih îsâ ibn Meryem olduğu silkele ki sana taze hurma dökülsün.
bildirilmektedir (Âı-i îmrân, 3/45). Ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan
Allah, Adem’i (a.s.) anasız-baba- birini görecek olursan, "şüphesiz ben
sız yarattığı gibi İsâ’yı da (a.s.) baba­ Rahman'a susmayı adadım, bugün
sız olarak yaratmıştır (Âı-i îmrân, 3/47). hiçbir insan ile konuşmayacağım' de.
""Allah yanında îsâ ’nın durumu Adem (Meryem), kucağında çocuğu ile halkın

430
yanına geldi. Onlar şöyle dediler: ‘Ey haram kılınan bazı şeyleri helal yapa­
Meryem! Sen çok çirkin bir şey yaptın. yım diye gönderildim. Size Rabbinizden
Ey Harun "un kız kardeşi! Senin baban bir mucize getirdim. Allah ’a karşı gel­
kötü bir kimse değildi. Annen de iffet­ mekten sakının, bana itaat edin. Allah
siz değildi. ’ Bunun üzerine Meryem, benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir.
(çocukla konuşun diye) ona işaret etti.. O ’na ibadet edin, doğru yol budun ’’
Beşikteki bir bebekle nasıl konuşuruz? (Âl-i İmrân, 3/49-51)*
dediler. Bebek şöyle konuştu: ‘Şüphesiz “Allah İsâ’ya şöyle demişti: “Ey
ben Allah'ın kuluyum. Bana (Allah) Meryem oğlu İsâ! Sana ve annene ver­
kitabı (İncir i) verdi ve beni bir peygam­ diğim nimetimi hatırla! Hani seni kut­
ber yaptı. Nerede olursam olayım, beni sal ruh (Cebrail) ile desteklemiştim.
kutlu ve erdemli kıldı ve bana yaşadığım Bu sayede sen beşikte iken de yetişkin
sürece namazı ve zekatı emretti. Beni çağında iken de insanlara konuşu­
anama saygılı kıldı. Beni azgın bir zorba yordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat
yapmadı. Doğduğum gün, öleceğim gün ve Incil’i öğretmiştim. Benim iznimle
ve diriltileceğim gün bana selâm (esen­ çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor­
lik verilmiştir). Hakkında şüpheye düş­ dun da ona üflüyordun, hemen benim
tükleri hak söze göre Meryem oğlu İsâ iznimle o bir kuş oluyordu. Yine benim
İşte budun ” (Meryem, 19/16-34) iznimle anadan doğma körü ve alaca
îsâ Mesih’e (a.s.) İncil (Mâide, 5/46) ve hastalığını iyileştiriyordun. Ölüleri
açık deliller (beyyinat) verilmiş ve o, benim iznimle hayata çıkarıyordun.
Ruhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile desteklen­ Hani İsrail oğullarını (seni öldürmek­
miştir (Bakara, 2/187, 257). O, dünyada ve ten) engellemiştim, kendilerine apaçık
âhirette değerli, şerefli, Allah’a yak­ delilleri (mucizeleri) getirdiğin zaman
laştırılmış (mukarrab) ve salihlerdendir içlerinden inkâr edenler, ‘bu apaçık bir
(Âi-i imrân, 3/45-46). İsrail oğullarına pey­ sihirden başka bir şey değildir’demiş­
gamber olarak gönderilmiş, kendisine lerdi” (Mâide, 5/110).
kitap, hikmet, Tevrat ve İncil öğretil­ “Hatırla ki Meryem oğlu İsâ; Ey
miştir (Âl-i İmrân, 3/48-49). İsrail oğulları! Ben size Allah ’ın elçisi­
Kur’ân’da îsâ Mesih şöyle tanıtıl­ yim, benden önce gelen Tevrat ’ı doğru­
maktadır: layıcı ve benden sonra gelecek Ahmed
“Onu İsrail oğullarına şöyle diyen adında bir peygamberi de müjdeleyici
bir elçi yaptık: “Ben size Rabbinizden olarak geldim ’ demişti. O kendileri­
bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş ne açık deliller getirince, bu açık bir
şeklinde bir şey yapar, ona üflerim, büyüdür dediler. ”
Allah ’ın izniyle o hemen kuş oluverir. İsrail oğulları İsâ Mesih ’i (a.s.)
Körü ve alacayı iyileştiririm. Allah ’ın yalanladılar, ona tuzak kurdular, anne­
izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne sine iftira ettiler (Nisâ, inse), mucizelere
yiyip ne bitirdiğinizi size haber veri­ büyü dediler (Mâide, 5/110), ona eziyet
rim. Eğer müminler iseniz bunda sizin ettiler (Saf, 61/5). İsrail oğullarından bir
için bir ibret vardır. Ben, benden önce grup ona îmân etti. (Saf, 61/14) Ona îmân
gelen Tevrat ’ı doğrulayıcı olarak size ve ittiba edenler şefkatli ve merhametli

431
idiler (Hadîd, 57/23). Ona havariler yar­ bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin,
dımcı oldular (Âl-i İmrân, 3/52-53; Mâide, halbuki ben senin zatında olanı bil­
5/111; Saf, 61/14). ''Havariler îsâ Mesih'e mem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnız
Rabbine dua et de bize gökten bir sofra sensin. Ben onlara ancak bana emretti­
indirsin dediler İsâ Mesih Allah fa dua ğini söyledim: 'Benim de Rabbim sizin
etti ve onlara gökten bir sofra indi. ” de Rabbiniz olan Allah ’a ibadet edin ’
(Mâide, 5/113-115). dedim. İçlerinde bulunduğum müd­
İsrail oğulları, îsâ Mesih’i çarmıha detçe onlar üzerinde kontrolcü idim.
gerip öldürmek istediler ancak başarılı Beni vefat ettirince artık onlar üzerine
olamadılar. îsâ Mesih yerine ona ben­ gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her
zeyen birini çarmıha gerdiler, sonra da şeyi hakkıyla görensin. ” (Mâide, 5/116-117).
ihtilaf ettiler. Allah îsâ Mesih’i kendisi­ îsâ Mesih’ten sonra Hristiyanlar,
ne yükseltti. Kur’ân’da bu husus şöyle îsâ Mesih’e, Allah ve üç ilahın üçün-
bildirilmektedir: "...Allah, inkârların­
cüsü dediler. Kur’ân’da bu husus şöyle
dan ötürü Beni İsrailin kalplerinin üze­
bildirilmektedir: "Andolsun ki, 'Allah
rini mühürlemiştir. Artık pek azı hariç
kesinlikle Meryem oğlu Mesih’tir’
onlar inanmazlar. Küfürleri, Meryem 'e
diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki
büyük iftira atmaları ve 'biz Allah ’ın
Mesih, 'Ey İsrail oğulları! Rabbim ve
elçisi Meryem oğlu İsâ Mesih ’i öldür­
Rabbiniz olan Allah ’a ibadet ediniz.
dük’ demelerinden ötürü (Allah kalp­
Biliniz ki kim Allah’a ortak koşarsa
lerini mühürlemiştir). Halbuki onu
muhakkak Allah ona cenneti haram
öldürmediler ve asmadılar. Fakat
kılar, artık onun yeri ateştir ve zalim­
(başka birini öldürdüler ve bu öldür­
ler için yardımcılar yoktur ’ demişti.
dükleri kimse) kendilerine İsâ’ya
Andolsun 'Allah, üçün üçüncüsüdür,
benzer gösterildi. Onun hakkında
diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki
anlaşmazlığa düşenler, tam bir şüphe
içindeler. Sadece zanna tabi oluyor­ bir tek Allah ’tan başka hiçbir tanrı yok­
lar. Onu yakînen öldürmediler. Bilakis tur. Eğer dediklerinden vazgeçmezler­
Allah onu kendisine yükseltti... ” (Nisâ, se onlardan kafir olanlara acıtıcı bir
4/157-158); "Tuzak kurdular, Allah da
azap vardır (...) Meryem oğlu Mesih
onların tuzaklarını boşa çıkardı... Allah ancak bir rasuldür. Ondan önce de bir
İsa’ya demişti ki: Ey İsâ! Ben seni çok rasuller gelip geçmiştir. Anası çok
öldüreceğim. Seni inkâr edenlerden doğru bir kadındı. Her ikisi de yemek
temizleyeceğim. ” (Âı-i imrân, 3/54-55) İsa yerlerdi. Bak onlara delilleri nasıl
Mesih’in ölümü ile ilgili Mâide sûre­ açıklıyoruz, sonra bak nasıl haktan yüz
sinde de şöyle denilmektedir: "Allah, çeviriyorlar. ” (Mâide, 5/72, 73, 75).
'ey Meryem oğlu İsâ! İnsanlar, Beni ve Âyetlerden anlaşılacağı üzere îsâ
anamı Allah ’tan başka iki tanrı bilin ’ Mesih, babasız dünyaya getirilmiş,
diye sen mi dedin buyurduğu zaman İsrail oğullarına peygamber gönderil­
O, 'Hâşâ! Seni tenzih ederim, hakkım miş, încil verilmiş, sağlığında diğer
olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. peygamberler gibi kendisine îmân
Hem ben söyleseydim Sen onu şüphesiz edenler de, onu yalanlayanlar da

432
olmuştur. Sonraki nesillerden ona ilah MEŞ’ARU’L-HARÂM
diyenler olmuştur (bk. Teslis) (İ.K.) Mekke’de, Arafat ile Mina arasında,
MEST Müzdelife’nin sonunda Kuzah tepesi­
Mest, ayakları topuklarıyla bera­ nin civanna verilen isimdir. Bu yer hür­
ber örten ayakkabıya verilen isimdir. metli olması ve burada haccın şiarla­
Abdest alırken ayağa giyilen mestlerin rından olan gecelemek, vakfe yapmak,
üzerine meshetmek caizdir. Ancak üze­ namaz kılıp dua etmek gibi ibadetler
rine mesh edilebilmesi için mestin; a) yapıldığından Meş’aruT-Haram diye
ayaklar yıkanarak alınan bir abdestten isimlendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de,
sonra giyilmiş olması, b) ayağa giyil­ “...Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde
miş olarak normal bir yürüyüşle on iki Meş ’ar-i Haram ’da Allah ’ı zikredin ve
bin adım veya daha fazla yürüyecek O’nu size gösterdiği şekilde anın... ”
kadar dayanıklı olması, c) mestlerin buyurulmaktadır (Bakara, 2/198). Hz.
bağsız olarak ayakta durabilecek kadar Peygamber de, burada sabaha kadar
sağlam ve kalın olması, d) mestlerin kalarak dua etmişlerdir (Müslim, Hac, 148).
her birinde, ayak parmağının küçükle­ Bu âyet ve Hz. Peygamber’in
rinden üçünün gireceği kadar genişlik­ uygulamasından hareketle Hanefîler,
te delik bulunmaması, e) hemen suyu Müzdelife’de vakfe yapılmasının vacip
emerek ayağa geçirmemesi gerekir. olduğunu söylemişlerdir. Hacılar Arefe
Abdestli olarak ayağına mest giyen günü güneş battıktan sonra Arafat’tan
kimse, mest giydikten sonra ilk defa Müzdelife’ye gelirler ve burada akşam
abdestinin bozulmasından itibaren, ile yatsı namazını cem ederek, yatsı
mukim ise bir gün, yolcu ise üç gün namazının vaktinde kılarlar. Sabaha
mestleri üzerine mesh edebilir. Mesh kadar burada kalıp dua ederler. Bayram
ile abdest aldıktan sonra, abdestli iken günü sabah namazını burada kıldıktan
ayağından mestlerini veya birini çıka­ sonra Mina’ya hareket ederler. (l.P.)
rırsa, hades ayağına geçmiş kabul edi­ MEŞAKKAT
lir ve abdestini bozmadan ayaklarını
Güçlük, zor ve zahmetli olmak
yıkayıp tekrar mestleri giymesi gerekir.
anlamlarına gelmektedir. İslâm’da
Abdestsiz çıkarmışsa, ayağını yıkaya­
genel olarak hükümlerin dayandığı
rak abdest alması gerekir. Süresi dol­
prensipler; temîn-i maslahat (maslahatın
duğunda, abdestli ise mestleri çıkarıp
sağlanması), tevzî-i adâlet (adaleti ger­
ayaklarını yıkaması yeterlidir; abdest­
çekleştirmek), adem-i haraç (zorluğun
siz ise ayağını da yıkayarak tam abdest
bulunmaması), az teklif ve tedrice riâyet
almalıdır. (Î.P.)
şeklinde açıklanmaktadır. Diğer taraftan
MESTUR mükellefin bir fiille sorumlu tutulma­
Dış görünüşü itibariyle adil zan­ sı için; fiilin mükellef tarafından tam
nedilen, fakat gerçek anlamda adalet olarak bilinebilmesi ve yapmak veya
ve zabtı bilinmeyen, cehâlet dışındaki yapmamak açısından mükellefin gücü
diğer ta’n sebepleriyle de tenkid edil­ dahilinde olması gerekir. Ancak, bazı
meyen râviye denir. Mesturun rivâyet- fiiller vardır ki, bunlar mükellefin yapa­
leri zayıftır, dinde delil olmaz. (A.G.) bileceği işler olmakla birlikte, yapılması

433
veya muntazam bir şekilde sürdürülmesi gününe meşhed-i yevm denilmiştir.
meşakkate yol açar. Şâhidliğe de meşhed denir. (İ.K.)
İnsanın karşılaştığı meşakkat ikiye MEŞHÛD
ayrılır: a) İnsanın tahammül edebilece­
Şâhid olunan demektir. Kur’ân’da
ği ve sürekli katlandığında hiçbir işine
üç âyette geçmiştir. Kıyamet gününe,
zarar getirmeyecek olan meşakkatler­
bütün insanlar o günde hazır bulunaca­
dir. Bu tür meşakkatler teklife mani
ğı ve melekler ile insanın uzuvları yap­
değildir. Hac, oruç böyle meşakkatleri
tıklarına şâhitlik edeceği için “yevm-i
içeren ibadetlerdir. Yüce Allah, mükel­
meşhûd” (Hûd, 11/103), gece ve gündüz
lef tuttuğu bu fiillerdeki meşakkatin
melekleri, sabah namazı vaktinde top­
kendisini değil, meşakkate katlanma­
lanıp cemâate şahit oldukları için sabah
nın sonunda ortaya çıkacak olan fay­
namazına da “meşhûd” (isrâ, 17/78) denil­
dalı sonucu murat etmektedir, b) Gücü
miştir. (İ.K.)
sonuna kadar sarf etmedikçe taham­
mül edilip yerine getirilmesi mümkün MEŞHUR HADİS
olmayan meşakkatler. Bu meşakkatle­ Her tabakada râvîleri üçten aşağı
re sürekli katlanılması mal veya canın düşmeyen hadise “meşhur hadis ” veya
telef olmasına, bir çok faydalı işin “müstefîz hadis” denir. Sahih, hasen ya
kesintiye uğramasına yol açar. İftar da zayıf olabilen meşhur hadis tâbiun
etmeden peş peşe oruç tutmak, gece­ döneminde tevatür derecesine ulaşmış­
leri devamlı olarak ibadetle geçirmek tır. Sahih ve hasen olan meşhur hadis,
böyle meşakkatlerdendir. Yüce Allah, dinde delildir, hükmü bağlayıcıdır.
insana böyle meşakkatlere katlan­
ma sorumluluğu yüklemez ve böyle Hanefîlere göre meşhur hadis, ilmi
meşakkat içeren bir fiille sorumlu tut­ yakine yaklaşık bir değerde, kuvvetli
maz. Ancak bazı istisnaî hallerde, daha zan ifade eder. Buna ilm-i tuma’nî-
önemli yararların korunması için böyle ne denir. İlm-i tuma’nîne, bir bilginin
meşakkatler de teklif edilebilir. Fakat doğruluğunun kesin olduğu konusun­
bu devamlı olarak istenmeyeceği gibi, da gönlün yatıştığı bilgidir. Bunun için
farz-ı ayın şeklinde herkese de şamil Hanefîlere göre meşhur hadis, delil
olmaz. (İ.P.) olması ve hükmünün bağlayıcılığı
yönünden mütevatir haber gibidir.
MEŞHED
Hadisçilere göre meşhur hadis özel­
Şehâdet kökünden gelen bir isim
likleri taşımadığı veya hiçbir isnâdı da
olup sözlükte hazır olunacak yer ve
bulunmadığı halde, insanlar arasında
meclis anlamındadır. Çoğulu, meşâ-
yaygın hale gelmiş sahih veya zayıf
hiddir. Kur’ân’da bir âyette geçmiştir:
rivâyetlere de meşhur ya da “müstafîz”
‘‘...Büyük bir günü görmekten ötürü
denmiştir. (A.G.)
vay kâfirlerin haline” denilmiştir
(Meryem, 19/37). MEŞÎET
İnsanların günahlarına melekler Dilemek, istemek, irade, arzu,
ile kendi elleri, ayakları, dili ve derisi murad, matlup ve sevketmek anlamla­
şâhitlik edeceği, herkes ameli ile bera­ rına gelir. Meşîet kelimesi Kur’ân’da
ber o günde hazır olacağı için kıyâmet geçmemekle birlikte, aynı kökten türe-

434
yen şâe fiili 236 yerde geçmiştir. Bazı MEŞRÛ’
âyetlerde Allah’ın dilemesi, bazı âyet­ Kanuna uygun, dine uygun, dinin
lerde ise kulun dilemesi olarak zikredil­ kabul ettiği, caiz gördüğü şey demek­
mektedir. Bu durumda meşîet Allah’a tir. Ayrıca Hanefîlere göre, mendûb ve
ait ise icad, insanlara ait ise isâbet etme vacip olmaksızın dinin koymuş olduğu
anlamına gelir. Kimi kelamcılara göre veya kabul etmiş olduğu şey anlamına
“irade” kelimesiyle eş anlamlı, kimile­ gelmektedir. (Î.P.)
rine göre de bir şeyi icad etmek anla­ METÂ’
mına gelmektedir: Sözlükte “faydalanılan şey anla­
“Sîzler ancak Rabbinizin dileme­ mına gelen meta, Kur’ân-ı Kerim’de
si (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) faydalanma (Bakara, 2/240; A’râf, 7/24),
dileyebilirsiniz. Şüphesiz Allah herşeyi fayda, menfaat (Yûnus, 10/23), her türlü
bilendir. Hikmet sahibidir. ” (insan,76/30); kendisinden faydalanılan şey (Âı-i imrân;
“Bu kasabaya girin, orada bulunanlar­ 3/14), İktisâdi değeri olan şey, mal (Nur,
24/29) anlamlarında kullanılmıştır. Fıkıh
dan dilediğiniz şekilde bol bol yeyin. ”
terimi olarak, bu sonuncu mana daha
(Bakara, 2/58) “(Rasûlüm!) De ki: Mülkün
çok kullanılmaktadır. Bazı âlimler metâ
gerçek sahibi olan Allah "im! Sen mülkü
veya mut’a kelimesinin İktisâdi değeri
dilediğine verirsin ve mülkü dilediğin­
olan mal anlamına gelmesinden hare­
den geri alırsın. Dilediğini yüceltir, ketle, mehirin mal olması gerektiğini
dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik söylemişlerdir. (Î.P.)
senin elindedir. Gerçekten sen herşeye
METÂF
kadirsin. ” (Âl-i İmrân, 3/26) (F.K.)
Tavaf edilen yer anlamına gelir.
MEŞÎHÂT Mescid-i Haram içerisinde, tavaf etmek
Sözlükte “yaşlılık, önderlik, hoca­ için tahsis edilen yeri ifade eder. (bk.
lık, şeyhlik” demektir. Çoğulu meşâ- Tavaf) (Î.P.)
yih’tir. Meşihat kelimesi Osmanlı METİN
döneminde Şeyhü’l-İslâmlık makamı
Bir hadisin isnaddan sonra gelen,
anlamında kullanılmıştır. Bu makam, konuyu bize aktaran ifade kısmına
daha sonra Şerîyye ve Evkâf Vekâletine denir. Metin, merfû, mevkuf ya da
çevrilmiştir. Cumhuriyet döneminde maktû denilen; Hz. Peygamber’e, saha­
bu bakanlığın kaldırılmasıyla yerine beye ya da tabiûna ait sözler olabilir.
Diyanet îşleri Başkanlığı ve Vakıflar
Hadisler, senet yönüyle tenkid edi­
Genel Müdürlüğü kurulmuştur, (bk. lip incelendiği gibi, metin yönüyle de
Şeyhu’l-îslâm) (Î.K.) tenkid edilmişlerdir. MuhtelifuT-hadis,
MEŞREB muhkem, müdrec, maklub, musahhaf,
muharref, muallel, münker gibi kav­
Sözlükte “içmek, içecek yer, çeşme,
ramlar metin tenkidiyle ilgilidir. (A.G.)
kişinin arzu ve eğilimi” anlamına gelen
meşreb, terim olarak, hayat tarzı, METÎN
duyuş, tutum biçimi, anlayış tarzı Bir yerde ikamet etmek, şiddet­
demektir. (M.C.) le vurmak, bir şeyi uzatmak, bir yere

435
gitmek, sert ve kuvvetli olmak anlam­ gerekli olan rükünler ile sıhhat şartla­
larındaki “m-t-n” kökünden türeyen rı bulunduğu halde, nefâz (yürürlük)
metîn sözlükte kuvvetli, dayanıklı, şartlarını taşımayan akitlere denir.
salabetli ve sabit demektir. Mevkuf akitler kurulmuş olmakla bir­
Allah’ın sıfatı olarak Kur’ân’da likte, hüküm ve sonuçlarını başlangıçta
sadece, “Gerçekten rızık veren, kuvvet meydana getirmez. Ancak başlangıçta
sahibi ve metîn olan ancak Allah "tır. ” eksik olan bu şartların tamamlanmasıy­
(Zariyât, 51/58) âyetinde geçmiştir. Metîn la akit, hukuki sonuçlarını tam olarak
sıfatı, Allah’ın çok kuvvetli, dayanıklı meydana getirir.
ve sağlam olduğunu, gevşemesi, zafi­
Hükümleri bakımından mev­
yeti ve âcizliği bulunmadığını ifade
kuf akitler iki gurupta incelenebilir;
eder. Allah’ın yaptığı işlere hiçbir var­
1) Ehliyet eksikliğinden dolayı mev­
lığın gücü yetmez.
kuf akitler, 2) Akdin konusu üzerinde
îki âyette metîn kelimesi, Allah’ın
başkalarının da hakkı bulunduğu için
keydinin yani cezalandırmasının sıfa­
mevkuf olan akitler.
tı olarak kullanılmıştır: “Ayetlerimizi
yalanlayanları, hiç bilmeyecekleri yer­ Temyiz çağındaki çocuklar ile böyle
den yavaş yavaş helâke yaklaştıraca­ sayılan mahcurların yapmış olduğu
ğız. Onlara mühlet veriyorum. Çünkü satım ve kira akdi gibi hem fayda, hem
benim tuzağım / azabım (keydî) çetin­ de zarar getirmesi muhtemel olan tasar­
dir. ” (A’râf, 7/182-183). (Î.K.) ruflar böyledir. Bu tasarruflar mevkuf
METRUK HADİS olarak meydana gelirler; velî veya vasi­
nin izni üzerine, akit hükümleri işlerlik
Hadisteki ta’n sebeplerinden yalan­
kazanır. İzin vermemeleri halinde, akit
cılıkla itham, söz veya fiilde fâsıklık,
batıl olur ve hukuki sonuç doğurmaz.
fazla gaflet veya fazla vehim gibi ten­
Veli veya vasî hiçbir açıklama yapmaz­
kitler yöneltilen râvînin, tek başına
rivâyet ettiği hadise “metruk hadis” sa, zaman sınırı olmaksızın akit mevkuf
denir. Bütün muhaddisler metruk hadi­ olmaya devam eder. Bu arada sebebin
sin şiddetli zayıf olduğunu kabul etmiş­ ortadan kalkması ile hacir kaldırılırsa,
lerdir. Bundan dolayı terk edilen hadis veli veya vasinin iznine gerek olmak­
anlamına gelen metruk hadis dinde sızın bizzat kendisi akdi geçerli kılar.
delil olmaz. (A.G.) Temsil yetkisi ve bir zaruret bulun­
MEVÂLÎ madığı halde, başkası namına tasarruf­
bk. Mevlâ. ta bulunan fuzulinin tasarrufu, rehin
olarak verilen mal üzerinde, rehin alan
ME VAT ARAZÎ
kişinin izni olmaksızın sahibinin yap­
bk. Arâzî (Arâzî-i Mevât). mış olduğu tasarruf, ölüm hastalığında
MEVKUF AKİD bulunan bir şahsın, varislerinin zara­
Mevkuf sözlükte “vakfedilen, işin­ rına veya bir kısım varislerinin lehine
den alınan, hapsolunan, durdurulan” yapacağı tasarruflar da bu şekilde mev­
gibi anlamlara gelmektedir. Bir fıkıh kufturlar. Hak sahibi kişilerin izniyle
terimi olan mevkuf akid ise, akit için yürürlük kazanırlar. (Î.P.)

436
MEVKUF HADİS (Mevkuf bir yerde de uygun olan, yaraşan anla­
Haber) mında kullanılmıştır.
Senedi muttasıl olsun veya olmasın Bir fıkıh terimi olarak mevlâ, azat
sahabeye dayandırılan söz, fiil ve tak­ edilen köleler ile azat eden sahipleri
rirlere mevkuf hadis denir. Bu hadis için kullanılmıştır. Köle ile azat eden
merfû hükmünde olmadığı sürece kesin arasında yakınlık ve yardımlaşma
delil olarak kabul edilmemiştir. devam ettiği için her ikisine de mevlâ
denilmiştir. Fıkıh kaynaklarında, azat
Merfû hükmünde olan mevkuf
edilen kölenin ashab-ı ferâiz veya
hadisler; sahabenin, “şöyle emrolun-
asabeden bir yakınının bulunmama­
duk”, “şöyle nehyolunduk”, “bize
sı halinde, köleyi azat eden kişi veya
mubah kılındı”, “bize farz kılındı”; onun asabesi köleye mirasçı olacağı
“şöyle söylerdik”, “şöyle yapardık”, ifade edilmiş olup buna “sebebi asabe”
“şöyle yaparlardı”, “şöyle söylerlerdi”, denilmiştir. (Î.P.)
“şöyle yapılmasında bir beis görmez­
Bir tasavvuf terimi olarak mevlâ,
dik”; “şu da sünnettendir”, “sünnette
şeyh, pir, mürşid, velî demektir.
şöyle buldum”, “sünnet şöyle idi” gibi Mevlânâ, sahibimiz, efendimiz anla­
sözlerle verdikleri haberlerdir. mına gelir. Mevlânâ kelimesi yalnız
Sahabenin, îmân, Kur’ân-ı Kerim’in kullanıldığında Celâleddin Rûmî anla­
nuzülü, gaybî konular ve bir fiilin şılır. (M.C.)
Allah’a itaat ya da isyân olduğunu MEVLE’L-MUVÂLÂT
bildirmek gibi kendi görüşleri olması
Kelime anlamıyla “yardımlaşma
muhtemel olmayan naklî konulardaki
sözleşmesi” demek olan mevle’l-
sözleri de merfû hükmündedir.
muvâlât, fıkıhta, bir gayrimüslimin
Yukarıda sayılanların dışında, direkt îmân ederek, bir Müslümanla, ihtiyaç
olarak sahabeye dayandırılan sözler, olursa Müslüman’ın diyet borcunu öde­
merfû hükmünde olmadığından, dinde mesi, buna karşılık kendisine mirasçı
delil olmaz. (A.G.) olması üzerine yapılan bir anlaşma­
MEVLÂ dır. Bu bir nevi yardımlaşma akdidir;
böylece İslâm’a girip de akraba çevre­
Sözlükte “Rab, efendi, seyyit,
si bulunmayan bir kimse, Müslüman
komşu, malik, kul, köle azad eden, bir
toplumda kendine yardımcı ve çevre
işi gören, idare eden, azat olmuş köle, edinmiş olur. Müslüman’ın akdi kabul
yakın, hısım, yardımcı, ihsan eden etmesi üzerine, İslâm’a giren kişinin
adam, ihsan olunan adam, dost, sev­ diyet ödemesi gerektiğinde, anlaşma
diği kimse, antlaşma yaptığı kimse” yaptığı mevlâsı diyetini öder; öldü­
gibi anlamlara gelen mevlâ (çoğulu ğünde de geride mirasçısı bulunmaz ise
mevâlî), Kur’ân-ı Kerim’de yirmiden mirası himayeyi kabul eden Müslüman
fazla yerde zikredilmiş ve daha çok alır. Böyle bir kimsenin muvâlât yoluy­
Rab manasında kullanılmıştır. Bunların la mirası alabilmesi için, İslâm’a girip
da çoğu Allah Teâlâ’nın sıfatıdır, (bk. muvâlât akdi yapan kimsenin; a) hür
Velî) Bir yerde putlar için (Hac, 22/13); bir olması; köle veya azat edilmiş bulun­
yerde köle (Nahi, 16/14); bir yerde dost ve maması, b) karı veya kocası dışında

437
asabe, ashab-ı ferâiz ve zevi’l-erhâm- Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya gel­
dan mirasçı olacak bir akrabası bulun­ mesi, Mevlana için bir dönüm nokta­
maması, c) akdi yapanların akıllı ve sı olmuştur. Onunla yaptığı sohbetler
büluğ çağına ermiş bulunmaları şart Mevlana’nın üzerinde derin tesirler
koşulmuştur. (Î.P.) bırakmış, İlâhi aşk ve vecdi teren­
nüm eden asıl Mevlana bu dönem­
MEVLEVİLİK
de doğmuştur. Mevlana 17 Aralık
Mevlana Celaleddin-i Rumi’ye (ö. 1273’te vefat etti, yerine halifesi olan
672/ 1273) nispet edilen tarikatın adı­ Hüsâmeddin Çelebi geçti. Onun vefa­
dır. Mevlana Celaleddin-i Rumi, tı üzerine de Mevlana’nın oğlu Sultan
Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya Veled geçti.
geldi. Babası, ilk tasavvuf eğitimini Kâmil manada âlim, sûfî ve şair­
kendisinden aldığı “sultânü’l-ulemâ” lik özelliklerine sahip olan Mevlana,
lakabıyla tanınan Bahâeddin Veled’dir. Mevlevi silsilenamesinde tarikatın pîri
Bahâeddin Veled’in Kübreviyye tari­ olarak sayılır. Mevlana’nın dini-tasav-
katının kurucusu olan Necmeddin-i vufı düşüncesinin kaynağı Kur’ân ve
Kübrâ’nın halifesi olduğu söylendiği sünnettir.
gibi, Ahmed el-Gazzâli’den gelen tari­
“Canım tenimde oldukça Kur’an’ın
kat silsilesinden hilafet aldığı da belir­
kölesiyim ben. Seçilmiş Muhammed’in
tilmektedir. Mevlana, henüz küçük
yolunun toprağıyım...” beytiyle bu
yaşta iken babası Bahâeddin Veled’in gerçeği dile getiren Mevlana, “Pergel
Belh’ten ayrılması üzerine onunla bir­ gibiyim; bir ayağımla şeriat üstünde
likte îslâm dünyasının çeşitli yerleri­ sağlamca durduğum halde öbür aya­
ni dolaştıktan sonra Konya’ya geldi. ğımla yetmiş iki milleti dolaşıyorum”
Bahâeddin Veled Konya’da Altınapa diyerek bir müslümanın bütün insanlığı
medresesinde iki yıl müderrislik yap­ kucaklayabilecek büyüklüğü gösterme­
tıktan sonra 628/1231 tarihinde vefat si gerektiğini ifade eder.
etti. Mevlana babasının yerine geçip
Mevleviliğe göre tasavvufı eğitimin
müderrislik yapmaya başladı. Bu
amacı insanın kendine gelmesini, ken­
arada babasının bir müridi olan Seyyid dini bulmasını sağlamaktır. Gerçeğe
Burhâneddin ’e mürid olup dokuz yıl ulaşmak için insan fıtratına aykırı yön­
hizmetinde bulundu. Bu arada Şam’a temlere başvurmaktan kaçınmalıdır.
gidip orada Muhyiddin Îbnü’l-Arabi, Esasen gerçeğe ulaşmanın asıl yolu
Sa’deddîn-i Hammûye, Osmân-ı Rûmî aşk ve cezbedir. Zikir ve çile gerçeğe
ve Sadreddin Konevî ile uzun müddet ulaşmanın temel yöntemi olarak görül­
sohbette bulundu. Daha sonra tekrar memelidir. Zikir ancak düşünceyi hare­
Konya’ya döndü. kete geçirebildiği ölçüde yarar sağlar.
Mevlana’nın şiirleri ve mektup­ Cenabı Hakk’ı gerçek anlamda tanı­
ları arasında Arapça olanlar varsa da mayanlar dünyanın, altın ve gümüşün
eserlerini Farsça yazmıştır. Meşhur kulu, kölesi olurlar. Bu kölelikten kur­
eserleri şunlardır: “Dîvân-ı Kebîr”, tulmanın yegane yolu da Allah aşkıdır.
“Mesnevi”, “FîhiMâFîh”, “Mecâlis-i Mevlevilik başlangıçta Anado­
Seb’a” ve “Mektûbât”. lu’daki diğer tasavvuf akımları gibi

438
âdâp ve erkanı belirlenmiş ve tekke Bektaş-ı Veli ve Mevlana türbeleri
düzeni kurulmuş klasik bir tarikat nite­ müze olarak ziyarete açılmıştır. (M.C.)
liğinde değildi. Çünkü Mevlana tari­ MEVLİD
katlara özgü birtakım kurallar koyma­
mıştır. Örneğin, kendisine bağlananlar Sözlükte “doğmak, doğum yeri
için ne bir giriş töreni düzenler, ne de ve doğum zamanı” anlamına gelen
belli bir zikir öngörürdü. Mevlevilik’te mevlid, ıstılahta, Peygamberimizin
tarikatın esası aşk, marifet ve hiz­ doğumuna ve bunu anlatan Süleyman
mettir. Bunun içindir ki Mevlana, her Çelebi’nin (0. 752/1351) manzum eseri­
Mevlevinin bilmesi gerekli hafi ve dev- ne denir. Süleyman Çelebi’nin ese­
râni zikir olan semayı da yalnızca aşk rinin adı Vesîletü’n-necât (kurtuluş
ve cezbe için yardımcı bir öğe sayardı. vesilesi) tır. Eser, Allah Adı, Velâdet
Sultan Veled (0.712/1312), babasının (Peygamberin doğumu), Merhaba,
düşüncelerini sistemli bir hale getire­ Mîrac ve Dua bölümlerinden oluşmak­
rek Mevleviliği kendine özgü kural­ tadır. Bu mevlid, asırlardır, mübarek
ları, törenleri olan bir tarikat durumu­ gün ve gecelerde, ölüm, düğün ve sün­
na getirdi. Bu sebeple Sultan Veled, net merasimlerinde okunur ve okutulur.
Mevleviliğin asıl kurucusu ve ikinci Mevlide, halk arasında mevlid-i şerif
piri sayılır. Anadolu’da siyasal ve sos­ de denir. Süleyman Çelebi eserini, Hz.
yal sıkıntıların had safhada olduğu bu Muhammed (a.s.)’in diğer peygamber­
dönemde yetiştirdiği halifeleri Amasya, lerden üstün olduğunu ispat etmek için
Kırşehir ve Erzincan’a yollayarak bura­ yazmıştır. (Î.K.)
larda zaviyeler kurdurmak suretiyle MEVSÛL HADİS
Mevleviliği yaymaya başlamıştır.
Muttasıl hadis demektir, (bk.
Sultan Veled’in, yerine oğlu Ulu
Muttasıl Hadis) (A.G.)
Ârif Çelebi’yi bırakması tarikatın tari­
hinde bir dönüm noktası olmuş ve böy- MEVT
lece Mevlevilik “Çelebi” unvanlarıyla Ölüm demektir. Ölüm, tıbbî ve
anılan Mevlana soyuna mensup şeyhler hukukî olarak bir insanın hayatının
tarafından temsil edilmeye başlamıştır. sona ermesidir. Ölüm hadisesi, ölüme
Mevleviliğin Türk düşünce ve sanat şahit olmak, ölüm haberini almak ve
hayatına oldukça önemli etki ve katkı­ bazen de mahkeme kararı ile sübut
ları olmuştur. Mevlevi tekkeleri, tari­ bulur. Bir şahıs ölünce, cenazesine
kat faaliyetlerinin yanında bir sanat yönelik teçhiz, tekfin işleminden sonra
ve kültür kurumu gibi çalışarak bir­ cenaze namazı kılınır ve defnedilir.
çok şair, yazar ve bestecinin yetiştiği Malı ise öncelikle cenaze işlemlerine
merkez işlevini görmüştür. Osmanlılar harcanır, sonra borçları ödenir, artarsa
döneminde imparatorluğun en yaygın varislerine intikal eder. (Î.P.)
tarikatlardan birisi olan Mevleviliğin
MEVZÛ HADİS
faaliyetlerine, diğer tarikatlarla birlik­
te, tekke ve zaviyelerin kanunla kapa­ Peygambere (a.s.) ait olmayan ve
tılmasıyla birlikte son verilmiş, ancak bazı insanlar tarafından uydurularak
1926’da çıkarılan bir kanunla Hacı ona nispet edilen sözlere denir. Masnû

439
hadis, muhtelak hadis veya uydurma MEVZUN
hadis de denilmektedir. Kilogram, gram gibi ağırlık ölçüle­
Hz. Peygamber adına hadis uydur­ riyle alınıp satılan mallara denir. Altın,
mak şu hadislerle şiddetle yasaklanmış­ gümüş, demir vb. bu tür mallardan
tır: "Kim bana kasden yalan söz isnad olup, bunlara veznî de denilmektedir.
ederse, cehennemdeki oturacağı yere Tartıyla ölçülen bu mallar, mislî mal­
hazırlansın. ” (Buhârî, İlim, 38; Müslim, Zühd, lardandır ve bunlarda ribâ (faiz) cere­
72); "Kim yalan olduğu bilinen bir sözü yan eder. (bk. Keylî, Ribâ) (Î.P.)
benden rivâyet ederse, o (hadis uydu­ MEYTE
ran) yalancılardan biridir. ” (Tirmizî, ilim,
Ölmüş veya îslâm’a uygun olarak
9; Ahmed ibn Hanbel, V, 20).
kesilmeyen, öldürülen hayvan, leş,
Buna göre, Hz. Peygamber adına murdar demektir. Meytenin yenmesi ve
söz uydurmak ve öğretim veya ihbar akde konu olması dinen haram kılın­
dışında uydurulan sözü nakletmek, mıştır. Yüce Allah, "Leş, kan, domuz
sebep, amaç ya da konusu ne olursa eti, Allah ’tan başkası adına boğazla­
olsun kesinlikle haram kılınmıştır.
nan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vuru­
Hadis uyduran kimsenin itikadî lup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp
durumu, ulema arasında çeşitli mütala­ ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar
alara sebep olmuştur. Bazı âlimler kas­ ile) yırtıcı hayvanların yediği hay­
ten hadis uyduranın küfre düştüğünü vanlar -ölmeden yetişip kestikleriniz
ifade etmişler, bazıları da hadis uydur­
müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine
mayı helâl kabul edenin küfre düşeceği
boğazlanmış hayvanlar vefal oklarıyla
görüşünü savunmuşlardır.
kısmet aramanız size haram kılındı. ”
Dinî tahrif etme ya da müntesip- buyurmaktadır (Mâide, 5/3). Ancak zarûret
lerini ifsât etme, kendi görüş ya da halinde bunların yenmesine izin veril­
mezhebine destek olma, başkan ya da miştir; "Şüphesiz (Allah) size ölü hay­
idarecilere yakın olma, kazanç sağla­
van etini, kanı, domuz etini, Allah ’tan
ma veya mal pazarlama, şöhret ve rütbe
başkası için kesilen hayvanı haram
sahibi olma, dinî emirlere teşvik etme
kılmıştır. Fakat darda kalıp da yemek
veya haramlardan uzaklaştırma sûretiy-
zorunda kalana, arzu etmemek ve zarû­
le sevap kazanma ve benzeri amaçlarla
ret miktarını aşmamak kaydıyla günah
hadis uydurulmuştur.
sayılmaz. ” buyurulmuştur (Bakara, 2/173).
Uydurma hadisler; hadis uyduranın Meytenin îslâm’a göre ekonomik değe­
itirafı, anlam ve ifade bozukluğunun
ri olmadığından, alışverişte konu olma­
bulunması, Kur’ân’a, sahih hadislere, sı da caiz değildir. (İ.P.)
dinin temel kurallarına aykırı olması,
az amele büyük mükâfât ya da küçük MEYYİT
suça büyük cezâ verileceğini ifade Tıbben ve hukuken hayatı sona
etmesi, tarihî olaylara aykırı olması ile ermiş insan, ölü anlamına gelmektedir,
bilinir. (A.G.) (bk. Mevt, Cenâze) (Î.P.)

440
MEZHEP Fıkhî mezheplerin ortaya çıkı­
Sözlükte “gidilecek yol, gidile­ şı ise, dinî sebeplere dayanmaktadır.
cek yer, görüş, doktrin, akım, gitmek Hz. Peygamber döneminde bir ihtilaf
ve takip etmek” gibi anlamlara gelen söz konusu değildi. Zira bir problem
mezhep, dinî bir kavram olarak, kendi olduğunda Hz. Peygambere sorularak
içinde tutarlı bir metot ve düşünce çözümleniyordu. Hz. Peygamberden
sistemine sahip itikâdî ve amelî dok­ sonra, sahabe ve tabiûn döneminden
trin manasına gelir. Mezhep kurucusu itibaren görüş ayrılığı başlamış, asr-ı
imam veya müçtehit, hüküm çıkarma­ saadetten uzaklaştıkça da bu ihtilaflar
da kullanılan deliller ile aslî deliller­ çoğalmıştır. Bu görüş ayrılıklarının
den hüküm çıkarma metotlarını belir­ sebepleri şöyle sıralanabilir; a) Kitap
leyen kimselerdir. Bu usûl farklılıkları ve sünnette geçen bazı kelime ve cüm­
ile bunlara dayalı olarak ortaya çıkan lelerin farklı anlaşılması ve yorum­
hükümlerdeki farklılıklar mezhepleri lanması, b) sözün hakikat veya mecaz
oluşturmuştur. anlamlarına çekilebilmesi, c) hadislerin
İslâm literatüründe mezhepler iti­ bilinmemesi, sıhhat derecesi ve ölçüsü
kadî mezhepler ve amelî (fıkhî) mez­ konusundaki farklı telakkiler, d) içtihat
hepler olmak üzere ikiye ayrılır. Tarih usûl ve gücünün farklılığı, e) sosyal ve
sahnesine çıkışı bakımından itikâdî tabiî çevrenin tesiri.
mezhepler daha önce olup, oluşma­ Bu sebeplerden kaynaklanan görüş
sının arkasında siyasî sebepler yat­ ayrılıkları bulunmakla birlikte, müçte­
maktadır. Hz. Osman’ın şehadetiyle hit imamlar devrine kadar mezhepler­
başlayıp Hz. Ali’nin Cemel ve Sıffın den söz edilmemektedir. Her merkezde
savaşlarıyla devam eden siyasî olaylar birçok âlim ve müçtehit bulunmakta,
sonucunda siyasî ağırlıklı olan Haricî soruları cevaplandırmakta ve davaları
ve Şiî mezhepleri ortaya çıkmıştır. halletmektedirler; fakat bunlara izafe
Bir müddet sonra da; fikir yönünden edilen bir mezhep yoktur. Bu devirde,
Cebriyye ve Mutezile gibi akımlar fıkhın ve fıkıh usulünün tedvin edil­
doğmuştur. İtikâdî mezheplerin ihti­ mesi, nazari konularda içtihat edil­
laf noktalarını; hilâfet, büyük günah, meye başlanması, fıkıh mekteplerinin
kader, Allah’ın sıfatları ru’yetullah, teşekkül ederek münazara ve münaka­
insanın fiilleri, husun-kubuh, şefa­ şaların başlaması gibi sebeplerle mez­
at, nübüvvet, rızık, ecel gibi konu­ hepler oluşmuş, bir çok fıkhî mezhep
lar oluşturmaktadır. İtikâdî mezhepler ya da düşünce sistemi ortaya çıkmıştır.
ehl-i sünnet mezhepleri ve ehl-i sünnet Bunlardan büyük bir bölümü, taraftar
dışı olmak üzere ikiye ayrılır. Ehl-i bulamadığı için zamanla yok olmuştur.
sünnet mezhepleri; Maturîdiyye, Ancak dört büyük amelî mezheb hala
Eş’ariyye ve Selefiyye’dir. Ehl-i sün­ devam etmektedir. Bunlar; Hanefi,
netin dışındaki itikâdî mezheplerden Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleridir.
Hâriciyye, Mutezile, Şîa, Mürcie, Ehl-i sünnet akidesine mensup olanlar
Müşebbihe, Cebriyye ise, bunların bu dört mezhebi benimsemişlerdir.
meşhurlarındandır. Şiiler ise Caferîliği tercih etmişlerdir.

441
Dördüncü asra kadar bir kimsenin, dilediği müçtehidi taklit edebilir, zira
dinî-amelî hayatında bir mezhebe bağ­ ümmetin ihtilafı rahmettir.” demek de
lanmasının gerekliliğini ortaya atan o derece yanlıştır.
olmamıştır. Tatbikatta, müçtehit olma­ Öncelikle ileri sürülen bu hadis
yanlar, herhangi bir müçtehitten mese­ sahih olmayıp, munkatı’dır. Ayrıca
lesinin hükmünü sorar, aldığı fetvaya bu hadis, ittifakla ilgili pekçok âyet
uyabilir; fakat artık bütün meselelerini ve hadisle de çelişmektedir. Bu hadi­
aynı müçtehide sorma mecburiyetini sin Hz. Peygamber’den varit olduğu­
hatırına bile getirmezdi. Âlimler de, nu kabul etmiş olsak bile, bu anlamda
mezhep hükümlerine, imamın görüşle­ söylenmediği, belki, değişik görüşlerin
rine göre değil, kitap ve sünnet delille­ tartışılmasından, gerçeğin ortaya çıka­
rine göre hüküm verirlerdi. cağına, fikir ve düşünce özgürlüğüne,
Mezheplerin teşekkülünden bir farklı görüşlerin tartışıldığı bir ortamda
müddet sonra, içtihat terbiye ve kül­ düşünürlerin ufkunun daha geniş olaca­
türünün değişip zayıflaması, hazır ğına işaret ettiği söylenebilir.
hükümlerin çoğalması, siyasî baskı Doğru sadece bir tanedir. Bütün
gibi çeşitli nedenlerle mezhep taassu­ müçtehitler bu doğruya ulaşmak, onu
bu meydana gelmiştir. Bununla birlikte bulmak için gayret sarf etmişlerdir.
bir mezhebe bağlılığın lüzumu da gün­ Eğer doğruya ulaşabilmişlerse iki
deme gelmiştir. Sonra gelen âlimler­ sevap, hata etmişlerse bir sevap kazan­
den mezhep mukallit ve mutaassıpları, mışlardır. Aynı şekilde, mukallitlerin
her mükellefin dört mezhepten birine de, doğruya ulaşmak için gayret sarf
bağlanmasının vacip olduğunu ve mez­ etmeleri gerekir. Dolayısıyla, delilsiz
hebini terk edene ta’zir tatbik edilme­ olarak, körü körüne taklit etmek yerine,
si gerektiğini iddia etmişlerdir. Buna delillerine bakılarak kanaat getirilmesi,
mukabil, diğer bazı usulcüler ise, bir yani ittiba edilmesi gerekir. “Pek çok
mezhebe bağlanmanın gerekli olmadı­ müftü fetva verse de, kalbine danış. ”
ğını, belki caiz olabileceğini, gerekti­ (Süyûtî, Câmi’u’s-Sağîr, ı/40) sözü buna işaret
ğinde o mezhebi bırakıp başka bir mez­ etmektedir. Vicdanen doğru olduğu­
hebe geçilebileceğini kabul etmişlerdir. na inanmadan bir fetvaya uymak caiz
Herhangi bir mezhebe bağımlı kal­ değildir.
manın gerekli olmadığını kabul eden­ Sonuç olarak; herkesin, hükmü asıl
ler, bunun bir kolaylık, genişlik ve rah­ kaynaklarından, Kur’ân ve sünnetten
met olduğunu ileri sürmüşler ve Hz. alması gerekir. Buna gücü yetmeyen­
Peygambere atfedilen “Ümmetimin ler ise, bir imama veya müçtehide itti­
ihtilafı rahmettir. ” mealindeki hadisi ba edebilir. îttiba ise körü körüne taklit
delil olarak göstermişlerdir (Suyûtî, el- anlamına gelmeyip, müçtehidin deliline
Câmi’u’s-Sağîr, 1/13; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, 1/64). bakarak tercihte bulunmak, onun görü­
Herhangi bir mezhebe bağlılığın şünü paylaşmak anlamını taşımaktadır.
gerekliliğini savunmak ne kadar hatalı Bir mezhebe bağlılığın gerekliliğini
ve yanlış ise, “içtihat edemeyen kişinin savunmak kadar, “kişi muhayyerdir,
karşılaştığı bütün meselelerde belirli dilediği müçtehidi taklit eder” demek
bir imamı taklit etmesi vacip değildir; de doğru değildir. Verilen fetvanın,

442
kişinin vicdanını tatmin etmesi gere­ Mi’rac hakkında otuz iki kadar hadis
kir. (Î.P.) rivâyet edilmiştir. Bunlar arasında
MEZt farklılıklar olsa bile temelde M’iracın
vukuu hakkında bir tereddüt yoktur.
Dokunma, düşünme veya bakma Sadece oluş biçimi ve safahatı nok­
gibi sebeplerle intişar halinde erkekle­ tasında görüş ayrılıkları vardır. Asıl
rin tenasül uzvundan gelen ince beyaz tartışılan yönü onun ruhen mi yoksa
sıvıya denir. Bunun dışarı çıkışında ruhen ve bedenle birlikte mi gerçek­
şiddet olmadığı gibi, geldikten sonra leştiği hususudur. Bazı îslâm âlimleri;
teskin olması da söz konusu değildir. miracın ruh ve rüya halinde gerçekleş­
Mezinin gelmesi kişiyi cünüp etme­ tiğini, bunun da birkaç kez meydana
mekle birlikte abdesti bozar. Namaz gelmiş olabileceğini ileri sürmüşlerdir.
kılmak isteyenin gusletmesi gerekmez, Alimlerin çoğunluğu ise; Mi’racın uya­
abdest alması yeterlidir. (Î.P.) nık halde ruh ve cesetle birlikte gerçek­
Mİ’RAC leştiği görüşü üzerinde birleşmişlerdir.
Bu görüşü benimseyenler îsrâ âyeti ve
Dinimizde yaygın şekliyle “Mi’rac
mucizesi” olarak bilinen olay; îsrâ ve Mi’rac hakkındaki hadisleri delil göste­
rerek; “Nassların, aklen bir imkânsızlık
Mi’rac olmak üzere iki bölümden mey­
söz konusu olmadığı müddetçe, zâhiri
dana gelmektedir. Birincisi Kur’ân’da,
üzere bırakılması vaciptir” kaidesini
İkincisi de hadislerde bildirilmiştir.
ileri sürmüşlerdir. (F.K.)
Mucize bir bütünlük içinde ele alındı­
ğında ilk bölümü olan îsrâ, Kur’ân’da MÎHNE
şöyle açıklanmıştır: “Bir gece, kendisi­ Sözlükte “sınamak, denemek,
ne âyetlerimizden bir kısmını göstere­ işkence etmek, zorluğa düşmek, şiddet,
lim diye (Muhammed) kulunu mescidi sıkıntı, belâ, eziyet, zahmet ve dert”
haramdan çevresini mübarek kıldığımız gibi manalara gelen mihne, îslâm tari­
Mescid-i Aksa ya götüren Allah, nok­ hinde, daha çok hadis, fıkıh ve kelâm
san sıfatlardan münezzehtir. ” (îsrâ, 17/1) bilginleri arasında “Halkul-Kur’âri”
Görüldüğü gibi mucizenin Mescid-i (Kur’ân’ın mahluk olması) iddiası
Haram’dan Mescid-i Aksa’ya kadar etrafında çıkan tartışmalar sonucunda
olan kısmı bu âyette anlatılmaktadır, uygulanan tehdit, belâ, sıkıntı, işkence
îsrâ, gece yürütmek demektir. O halde ve cezalandırmaya kadar varan imtiha­
Hz. Peygamberin geceleyin bu iki şehir na çekilme olayıdır.
ve mescid arasındaki mesafeyi katettiği Kur’ân’ın mahluk olup olmadığı
anlatılmaktadır. konusunda çeşitli görüşler ortaya atıl­
Mi’rac ise sözlükte merdiven, yuka­ mıştır. Emevîler hanedanı döneminde
rı çıkmak, yükselmek, yükselme aracı tırmanan bu olayın arka planında, buna
ve yükselme yeri gibi anlamlara gel­ göre Hristiyanların rolünün olduğu da
mektedir. Dinî literatürde ise Mi’rac; söylenmektedir. Hristiyan toplumunun
îsra olayının Mescid-i Aksa’dan sonra başında bulunan Yuhanna ed-Dımışkî
gerçekleşen Rasûlullah’ın semaya yük­ ile diğer İslâm âlemindeki Hristiyan
selmesidir. Mi’rac, hicretten yaklaşık âlimlerin organizeli bir “Halku’l
bir buçuk yıl önce olmuştur. îsrâ ve Kur’ân” iddiasını sürekli gündemde

443
tuttukları, böylece Müslümanlar ara­ en değerli mekânı olduğu için bu isim
sında ihtilaf çıkartmaya çalıştıkları ve verilmiştir. Mihraplar, mimari tarzına
Mutezile ekolüne mensub olan kişile­ göre değişik şekillerde süslenmiş ve
rin Kur’ân’ın mahluk olduğu fikrini tezyin edilmiştir. Mihrapların üzerinde
bu yolla benimsedikleri iddia edil­ genellikle Âl-i îmrân sûresinin 37. veya
miştir. Hadisçiler başta olmak üzere Bakara sûresinin 144. âyeti yazılıdır.
ehl-i sünnete mensub olan diğer İslâm
Kur’ân’da bu kelime; İsâ (a.s.)’ın
âlimleri Kur’ân’ın yaratılmış olduğu
iddiasına karşı çıkmışlardır. Önceleri annesi Hz. Meryem’in Mescid-i
fikri planda kalan bu tartışma, Abbasî Aksada kaldığı oda (Âi-i îmrân, 3/37),
halifelerinden Me’mun’un iktidara gel­ Dâvûd (a.s.)’ın odası (Sâd, 38/21) ve
mesiyle şiddet ve resmiyet kazanmış­ mabed (ibâdet edilen yer) (Âl-i îmrân, 3/39;
tır. Böylece Kur’ân’ın mahluk olduğu Meryem, 19/11) anlamında kullanılmıştır.
düşüncesi devletin resmî görüşü haline (İ.K.)
gelmiştir. Bu düşüncenin karşısında MİKAİL
yer alan âlimler için bir nevi mahke­
Dört büyük melekten biri olup,
me oluşturulmuş, ceza ve işkence ön
plana çıkmıştır. Ahmed ibn Hanbel, tabiat olaylarını düzenlemekle görev­
Ebû Müslim, Ahmed ibn Devrakî ve lendirilmiştir. Kelime olarak, “Allah’ın
Yahya ibn Main gibi hadis ehli âlimle­ küçük ve sevgili kulu” anlamına
ri imtihana tabi tutulmuşlar, Kur’ân’ın gelen Mikail Kur’ân’ın bir yerinde
mahluk olmadığı şeklindeki görüşlerin­ Cebrail ile birlikte geçmektedir: “Kim
de ısrar edince büyük sıkıntı, işkence Allah "a meleklerine, peygamberlerine,
ve hapis cezasına maruz kalmışlardır. Cebrail "e ve Mikail "e düşman olursa,
Halife Me’mun’un ölümü üzeri­ bilsin ki Allah da inkarcı kâfirlerin düş­
ne, idareyi ele alan Mu’tasım da aynı manıdır. ” (Bakara, 2/98). (F.K.)
görüş ve politikayı benimseyerek imti­ MÎKÂT
han, baskı ve cezaî işlemlere devam
etmiştir. Bazı âlimler de korkuların­ Sözlükte “bir işi görmek için veri­
dan dolayı istemeyerek Kur’ân’ın len zaman, bir işin yeri” anlamlarına
mahluk olduğunu söylemişlerdir. On gelen mîkât, dinî bir kavram olarak,
yıl daha devam eden resmi ve baskı­ Harem bölgesine dışarıdan gelenle­
cı uygulamadan sonra iktidara gelen rin, ihrama girmesi gereken yerlerdir.
Mütevekkil, bu konunun tartışılmasını İhramsız olarak bu sınırları geçmek
yasaklamıştır. (F.K.) caiz değildir. Ancak Harem bölgesine
MİHRÂB giden kişiler mîkât yerlerinden önce
Sözlükte “oda, çardak, evin veya de ihrama girebilirler. Mîkât yerleri,
odanın yüksek ve kıymetli yeri, baş Mekke’ye Medine yönünden gelenler
köşesi” anlamına gelen mihrâb, ıstı­ için Zülhuleyfe; Şam istikametinden
lahta, camilerin kıble tarafında bulu­ gelenler için Cuhfe; Irak cihetinden
nan, cemaatle namaz kılınırken ima­ gelenler için Zat-ı Irak; Necid tarafın­
mın durduğu, genellikle duvardan dışa dan gelenler için Kam; Yemen yönün­
doğru çıkıntılı olan yere denir. Caminin den gelenler için de Yelemlem’dir (Î.P.)

444
MİLLET vaciptir. Zilhicce ayının 10. günü saba­
“Millet” kelimesi; “m-1-1” kökünden hı hacılar Müzdelife vakfesinden sonra,
din, şeriat, yol ve sünnet anlamlarında Meş’arü’l-Haram’dan Mina’ya intikal
bir isimdir. Kökü olan “melel” bık­ ederler ve burada teşrik günlerinde
mak, usanmak; “imlâl” ise usandırmak ikamet ederler. Hacılar Minâ’ya gelin­
demektir. Mecâzi olarak “ehl-i mil­ ce Akabe cemresine yedi taş atarlar,
let” manasına gelen “millet” kavramı kurban keserler ve traş olarak ihram­
Kur’ân’da “din” (Hac, 22/78) Türkçe’de dan çıkarlar. Zilhiccenin 11, 12 ve 13.
ise “ulus, topluluk ve sınıf’ anlamında günleri ise, üç cemreye yedişer taş atı­
kullanılmaktadır. lır. Ancak, dördüncü gün orda kalarak
şeytan taşlamak zorunlu değildir. (Î.K.)
Millet kelimesi Kur’ân’da 15 âyet­
te geçmektedir. 8 âyette “İbrahim’in MİNARE
milleti” (İbrahim’in dini) söz konusu Bir şey parlamak ve aydın olmak
edilmiştir (En’âm, 6/16i; Nahi, 16/123). Diğer anlamındaki “nevr” kelimesinden
7 âyette ise Hristiyan ve Yahudîlerin türeyen menâr kelimesi, ışık, ışık yeri,
dinleri (Bakara, 2/120) ile Medyen halkının yol işareti, sınır, geniş cadde, bu keli­
(A’râf, 7/88-89) Yusuf (a.s.)’ın kavminin menin dişil şekli olan menâre ise kan­
(Ra’d, 13/37), Önceki kavimlerin (İbrahim, dil demektir. Minâre kelimesinin aslı
14/13; Kehf, 18/20) ve Mekke müşriklerinin menâredir. Istılahta, şerefesinde günde
(Sâd, 38/7) şirk dinleri söz konusu edil­ beş vakit ezanın okunduğu camilerin
miş, hak dine de (Bakara, 2/128-132) batıl yanında genellikle yuvarlak olarak
dine de (Yûsuf, 12/37-38; Sâd, 38/7) millet yapılan yüksek yapılara denir. Diğer bir
denilmiştir. adı da /ni^dir. Minâreler, ezan sesi­
Allah’ın, Hz. Musa (a.s.) ve Hz. nin olabildiğince uzaklara ulaşmasını
îsâ (a.s.) ile gönderdiği hak dini tahrif sağlamak için yapılmıştır. Bazı büyük
eden (A’râf, 7/88-89; İbrahim, 14/13; Mâide, 5/13) camilere birden fazla minâre yapılmış­
Yahudi ve Hristiyanların dinlerine de tır. Zamanla minâreler, şehirlerin silü-
millet denilmiştir (Bakara, 2/120). (Î.K.) eti, İslâm’ın sembolü olmuştur. Kaide,
MİNA gövde, şerefe, külah ve alem’den
oluşur. Bazı minârelerin birden fazla
Mekke’ye 4,5 km. mesafede, şerefesi vardır. Müslüman sanatkârlar,
Arafat’a giden yol üzerinde, Müzdelife mimâri ve süsleme sanatlarını minâre-
ile Mekke arasında, Harem sınırları lerde icra etmişler, şaheser minâreler
içerisinde bir bölgenin ismidir. Büyük, yapmışlardır. (Î.K.)
orta ve küçük cemreler buradadır.
Terviye günü (Zilhiccenin 8. günü) MİNBER
güneş doğduktan sonra ihramlı olarak Sözlükte “yüksek yer” anlamı­
Mekke’den Mina’ya gelip burada öğle, na gelen minber, ıstılahta camilerde
ikindi, akşam ve yatsı namazını kılmak, imam-hatiplerin Cuma ve bayram hut­
burada gecelemek, arefe günü sabah belerini okudukları, basamakla çıkılan
namazını kıldıktan sonra Arafat’a git­ yüksek yerlere denir. Peygamberimiz
mek sünnettir. Hanefîlere göre şeytan (a.s.) önceleri hurma kütüğü üzeri­
taşlama günlerinde Minâ’da gecelemek ne çıkarak hutbe okumuş, daha sonra
sünnettir. Diğer mezheplere göre ise minber yapılmıştır. Her caminin bir

445
minberi vardır. Camilerimizde ağaçtan, berlerin görevlerini yapmaları (Ahzâb,
taştan ve mermerden yapılmış, çeşitli 33/7) konusunda kesin söz aldığını ifade
şekillerde süslenmiş ve tezyin edilmiş etmek için kullanılmıştır. Meselâ, İsrail
muhteşem birer sanat eseri niteliğinde oğullarından aldığı mîsâk şöyle bildi­
minberler bulunmaktadır. rilmiştir: ((Vaktiyle biz İsrail oğulların­
Hadislerde bu kelime, cennette dan: "Yalnızca Allah 'a kulluk edeceksi­
kurulacak tahtlar anlamında da kulla­ niz, ana-babaya, yakınlara, yetimlere
nılmıştır. Allah için birbirlerini seven­ ve fakirlere iyilik edeceksiniz ’ diye söz
lerin, âdil olanların ve cömertlerin nur­ almış ve "insanlara güzel söz söyleyin,
dan minberler üzerinde oturacakları namazı kılın ve zekatı verin ’ diye de
bildirilmiştir (Tirmizî, Zühd, 53; Ahmed, V, 236, emretmiştik. Sonunda azınız müstesna
328; Müslim, İmâre, 18; Nesâî, Kudât, 1). (Î.K.) yÜZ Çevirip dönüp gittiniz. ” (Bakara, 2/83)
MÎNHAC Peygamberlerden alınan mîsâk
Ahzâb sûresinin 7. âyetinde şöyle
Doğru yol demektir, (bk. Şeriat)
ifade edilmiştir: ""Bizpeygamberlerden
(F.K.)
(elçilik görevini yapmaları hususunda)
MÎRAS sözlerini almıştık, senden, Nuh'tan,
Vefat eden kimsenin geride bırak­ İbrâhim 'den, Musa 'dan ve Meryem
tığı mallarda hakkı olan şahıslar ile oğlu Isâ'dan (evet) onlardan sağlam
her birinin payını ve bu paylarla ilgili söz almıştık."
hesap şekillerini gösteren hükümler ve Bunun dışında mîsâk, toplumlar
kaidelere denir. îslâm hukukunda bu arasında yapılan antlaşma (Nisâ, 4/90, 92)
ferâiz başlığı altında İncelenmektedir. ve karı-koca arasındaki nikâh akdi (Nisâ,
Ölünün geride bırakmış olduğu ve tak­ 4/21) anlamında da kullanılmıştır.
sime konu olan maddî değere terike;
Verilen sözde durulması istenmiş,
mirasta hak sahibi olana vâris; vefat
sözünü tutmayanlar lanetlenmiş, kendi­
edip mal bırakana muris denir. Miras,
lerine ceza olduğu (Mâide, 5/13, Ra’d, 13/25)
ferâiz manasına kullanıldığı gibi, teri­
ve akıllı insanların sözünde durdukları
ke, vâris olmak anlamlarına da kulla­
(Ra’d, 13/19-21) bildirilmiştir.
nılmaktadır. (bk. Ferâiz) (Î.P.)
Kâlü belâ olarak da bilinen, âlem-i
MÎRÎ ARAZÎ ezelde, Yüce Allah’ın kendisini rab ola­
bk. Arazi (arâzî-i mîriyye). rak kabul etmeleri hususunda insanlar­
MÎSÂK dan almış olduğu söze de mîsâk den­
miştir (A’râf, 7/172). (bk. Bezm-i Elest)
Ahd, sözleşme ve bir şeyi bağla­
(Î.K.)
yacak ip demektir. Kur’ân’da bu keli­
me 25 âyette geçmiş ve çoğunlukla MISKAL
Allah’ın insanlardan özellikle İsrail Bir çeşit ağırlık ölçüsü birimidir.
oğullarından, ehl-i kitaptan (Âl-i imrân, Şer’î ve örfî olmak üzere iki ayrı hesap­
3/187; Mâide, 5/14) îmân, ibâdet, itâat ve lanma şekli vardır. Örfî miskal 24 kırat;
insanlara iyilik etmeleri; şirk, küfür, şer’î miskal ise 20 kırattır. Bir kırat ise
nifâk, isyân, zulüm, azgınlık vb. dav­ beş arpa ağırlığındadır. Günümüzde
ranışlardan vaz geçmeleri ve peygam­ kabul edilen ondalık sisteme dayalı

446
gram, kilogram gibi ölçülere göre, bir MÎSLÎ
örfî miskal 4,8105 gr.; şer’î miskal ise Çarşıda pazarda benzeri bulunan,
4,009 gr.’dır. Ülkemizde nisapların tes­ aralarında önemli farklılıklar olma­
pitinde, Din îşleri Yüksek Kurulu kara­ yan mallara mislî denir. Ölçek veya
rıyla şer’î miskal esas alınmaktadır. tartı ile satılan ya da piyasada benzeri
Buna göre zekat nisabı olan 20 miskal bulunan mallar misildi. Buğday, arpa,
altın 80,18 gr.’dır. (Î.P.) demir bu tür mallardandır. Buna karşı­
MİSKÎN lık, adet veya uzunluk birimiyle satılan
ve cinsleri arasında önemli farklılıklar
Fakir ve düşkün olan kimse anla­ bulunan mallar da fanidir. Arazî,
mına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de ev, hayvan kıyemî mallardandır. Fıkıh
pekçok yerde, yardıma muhtaç fakir kitaplarında, ekmek, kumaş gibi mallar
anlamında geçmektedir. Bunlardan kıyemî olarak zikredilmektedir. Ancak
zekatın sarf yerleri ile ilgili olan, Tevbe bu, o kitapların kaleme alındığı zaman­
sûresinin 60. âyetinde miskîn kelimesi daki şartlara göre yazılmıştır. Zira o
fakir ile birlikte geçmektedir. Bundan dönemlerde, kumaşlar el ile dokun­
hareketle fakihlerden miskîn ile fakirin makta, ekmeklerde de bir standart
birbirinden farklı olduğunu söyleyenler bulunmamaktaydı. Halbuki günümüz­
olmuştur. Hanefîler, âyette geçen fakiri, de fabrikasyonun gelişmesi ve mallara
ev ve ev eşyası gibi aslî ihtiyaçlarını çeşitli standartlar konulması sebebiyle
karşılayabilecek imkâna sahip olduğu o devirlerde kıyemî olan bu tür şeyler
halde, gelirleri ihtiyaçlarını karşılama­ mislî hale gelmiştir. Buna göre, ekmek,
yan, nisap miktarı mala sahip olmayan kumaş mislî kabul edileceği gibi, aynı
kimse olarak tanımlamışlardır. Miskîn marka ve model buzdolabı, çamaşır
ise, hiç geliri olmayan ve malı bulun­ makinası gibi eşyalar da mislî kabul
mayan kimsedir. Malikîler de buna edilebilir.
yakın düşünmektedirler. Hanefîlerden Malların kıyemî veya mislî olması,
Ebû Yûsuf ve Muhammed’e göre fakir bazı akitlerde etkili olmaktadır. Şöyle
ile miskîn aynı manadadır; ikisi arasın­ ki, para peşin ve mal vadeli şeklinde
da bir fark yoktur. Şafiî ve Hanbelîlere yapılan selem akdi ancak mislî mallar­
göre ise, kendisinin ve bakmakla da olmaktadır, (bk. Selem) Aynı şekilde
yükümlü olduğu kişilerin ihtiyaçları­ karz akdi de, mislî mallarda gerçekle­
nı gidermeye yeterli malı ve kazancı şir. Ayrıca telef edilen bir malın tazmi­
olmayan kimse fakir; kazancı kendisine ninde de, eşyanın mislî olması halin­
ve bakmakla yükümlü olduğu kişilere de mislinin verilmesi, mislî olmaması
yeterli olmamakla birlikte, sahip oldu­ halinde ise kıymetinin verilmesi gere­
kir. (bk. Tazmîn) (Î.P.)
ğu kazançla kıt kanaat geçinebilen kişi­
ye miskîn denir. Hanefî ve Malikîlere MÎSVÂK
göre, miskîn fakirden daha muhtaçtır; Sözlükte “ovmak, sürtmek” anla­
bunlara göre ise, fakir miskinden daha mındaki “s-v-k” kökünden gelen mis-
fazla ihtiyaç içindedir. Ancak her halü­ vâk ovma aleti demektir. Istılahta, belli
karda miskîn, zekattan pay alan yardı­ ağaçların dal ve köklerinden yapılan
ma muhtaç kimsedir. (İ.P.) ve diş fırçalanmasında kullanılan âlete

447
denir. Misvâk, genellikle erak ağacın­ ra öğretin, onları eğitin. ” (Matta, 28/18-20)
dan yapılır. Bu ağacın dal ve kökleri, emrini kendilerine hareket noktası ola­
küçük parçalar halinde kesilir, bir tara­ rak almışlardır. Havariler ilk misyoner­
fından dış kabuğu soyulur, ıslatılır, lif­ ler olarak kabul edilmişler, daha sonra
lenir ve fırça haline getirilir. Bu ağacın da misyonerlik kilisenin bir görevi
mikrop öldürücü kimyevi madde taşı­ olarak kabul edilmiştir. Asırlardır deği­
dığı, temiz tutulduğunda içinde bakteri şen şartlara uygun metotlar bulunarak
taşımadığı, içindeki maddelerin tük- devam ettirilen misyonerlik, bu gün de
rükteki kimyevi dengeyi bozmadığı, kilisenin en önemli varoluş sebebi ve
içindeki anizotrop billur kristaller ve görevi olarak kabul edilmekte, dün­
kalsiyum oksalat vasıtasıyla dişlerin yanın sonuna veya herkes Hristiyan
mekanik temizliğinde önemli rol oyna­ oluncaya kadar da bu görevin devam
dığı söylenmektedir. edeceği kilise liderleri tarafından ifade
“Ümmetime zor gelmeyeceğini bil­ edilmektedir. Çeşitli kiliseler tarafından
seydim, her namazdan önce dişlerini kurulan ve sayıları binlerle ifade edi­
temizlemelerini emrederdim. ” (Buhârî, len misyonerlik cemiyetleri, çok büyük
Cuma, 8), “Misvâk ağzı temizler, Rabbi,
bütçeler oluşturarak dünyanın her tara­
fında misyonerlik yapmak üzere ele­
râzı eder ” (Buhârî, Savm, 27) “Misvak,
man yetiştirmekte ve göndermektedir.
Peygamberlerin sünnetlerindendir. ”
(Tirmizî, Nikâh, 1), “Cibril diş temizliği Her din mensubunun kendi dinini
üzerinde o kadar çok durdu ki, farz yaymaya çalışması onun tabii hakkı­
olacak diye korktum. ” (Ahmed, v, 263) dır. Ancak misyonerler, Hristiyanlığın
hadisleriyle Peygamberimiz (a.s.) diş devlet dini haline gelmesinden itibaren
temizliğini teşvik etmiştir. Bununla masum tebliğ anlayışından uzaklaşmış­
amaç, dişlerin temizliğini ve ağız sağ­ lar ve başka çıkarlara alet olmuşlardır.
lığını korumaktır. (Î.K.) Özellikle XVIII ve XIX. yüzyıllarda
Batının tüm dünyaya yayılmış sömür­
MİSYONERLİK geciliğinin birinci aracı misyonerlik
Latince “missio” kelimesinden olmuştur. Başka bir ifade ile, batılı dev­
türemiş olan misyon kelimesi sözlük­ letler koloni haline getirmek istedikle­
te; görev, yetki, aracılık yapma, gön­ ri bölgelere önce misyonerler gönder­
derme ve bir kişiye bir işi yapması için mişler, oraları koloni haline getirdikten
verilen özel vazife anlamlarına gelmek­ sonra da yönetimlerini devam ettirebil­
tedir. Sözlük anlamına uygun olarak mek için misyonerlerin hizmetlerinden
Hristiyanlığı yayma işine misyon, bu yararlanmışlardır. Misyonerlerin tebliğ
işi yapmayı kendisine vazife edinen ve anlayışının dışına çıktıkları diğer bir
kilise tarafından görevlendirilen kişi­ nokta da; yalan, iftira ve karalamaya
ye de misyoner, bu işe de misyonerlik başvurmaları, fakirlik, mahrumiyet,
denilmektedir. tabii afet vb. zor şartları istismar etme­
Misyonerler, Hz.İsâ’dan rivâyet leridir.
edilen “Öyleyse gidin, Baba, Oğul ve Günümüzde misyonerlere, gidecek­
Kutsal Ruh adına bütün insanları vaftiz leri toplumun dil, din, tarih, milli kül­
edin; size emrettiklerime uymayı onla­ tür, sosyal yapı ve diğer önemli özel-

448
liklerini iyice öğrenme imkânı veril­ Akıl bunun keyfiyetini idrak etmek­
mekte, gideceği bölgede misyonerlik ten acizdir. Mahiyetini ancak Cenab-ı
yapma usulleri iyice kavratılmaktadır. Hakk bilir. Nitekim Kur’ân’da da yüce
Bölgelere göre hazırlanmış çalışma Allah’ın kıyamet gününde adalet tera­
metotları tespit edilmiştir. Meselâ zileri koyacağı, insanların iyilik ve
“Müslümanlar Arasında Misyonerlik kötülüklerinin adaletle tartılacağı, hiç
Yapma Metodu” adlı kitaplar yazıl­ kimseye, haksızlık edilmeyeceği bil­
mıştır. Ayrıca bölgelerin durumları dirilmektedir: "‘(Yapılan iş) bir hardal
göz önünde bulundurularak sadece din tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet
adamı değil, doktor, insan hakları göz­ terazisine) getiririz. Hesap gören ola­
lemcisi, barış gücü gönüllüsü, mühen­ rak biz (herkese) yeteriz. ” (Enbiyâ, 21/47);
dis, dil kursu öğretmeni, bilgisayar “ O gün kimin tartılan ameli ağır gelir­
programcısı ve sportif bir faaliyetin se işte o, hoşnut edici bir yaşayış içinde
organizatörü gibi çeşitli meslek men­ olur. Kimin tartıları hafif gelirse, işte
supları misyoner olarak gönderilmekte onun anası (yeri, yurdu) hâviye ’dir. ”
ve çalışılmaktadır. (M.C.) (Kâria, 101/6-9).
MİŞNA Dünyada da hak ve adalet, terazi
îbranice kökenli bir kelime olup, ile sembolize edilmektedir. Herhalde
tekrar yoluyla öğretme anlamına gel­ bu âyetlerde geçen terazi kavramı ile
mektedir. Yahûdîlik inancına göre âhirette Allah’ın gerçek adaleti anlatıl­
Tur dağında Hz. Musa’ya gönderilen maktadır. Bu teraziyi belki dünya tera­
Tevrat önce Hz. Harun’a sonra kavmin zisi gibi düşünmek doğru olmayabilir.
diğer ileri gelenlerine öğretilmiştir. İşte Asıl amaç, amellerin birbiriyle karşı­
Mişna, Tevrat’ın hükümlerini açıklayan laştırılıp iyi ve kötülerinin ayırt edilme­
şifahî beyanların yazıya geçirilmiş şek­ sidir. Akli yönden de insanların iyilik
lini belirtmek için kullanılan bir kav­ ve kötülük, hayır ve şer bakımından
ramdır. (F.K.) bir değerlendirmeye ve karşılaştırmaya
MİÛN tabi tutulması mümkün görünmektedir.
Kur’ân’da mizanın kurulacağını haber
Kur’ân’ın âyet sayısı yüzden fazla
vermektedir. “O gün (amelleri tarta­
olan sûrelerine denir: Bu sûreler şun­
cak) terazi haktır, kimin (sevap)tartıları
lardır: Tevbe (129 âyet), Yûnus (109
ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa eren­
âyet), Hûd (123 âyet), Yûsuf (111
âyet), Nahl 128 âyet), îsrâ (111 âyet), lerdir. Kimin de (sevap) tartıları hafif
Kehf (110 âyet), Mâide (120 âyet), gelirse, işte onlar, âyetlerimizi inkâr
Enbiyâ (112 âyet), Mü’minûn (118 ettiklerinden dolayı kendilerini ziyana
âyet), Tâ-hâ (135 âyet), Enbiyâ (112 sokanlardır. ” (A’râf, 7/8-9) (F.K.)
âyet). (Î.K.) MONOTEİZM
MİZAN Tek Tanrıcılık anlamına gelen bir
Sözlükte “terazi, ölçü ve tartı aleti” terimdir. Bunun İslâmî terminolojideki
anlamına gelen mîzân, din ıstılahın­ karşılığı, tevhiddir.
da, mahşerde herkesin amellerini tart­ Hz. Âdem Peygamberden itibaren
mağa mahsus bir adalet ölçüsüdür. insanlığın ilk dini tevhit esasına daya-

449
nır. Tek Tanrı inancı dinlerin zaman mişler, bu yüzden, “ayrılanlar ve yan
içinde çarpıtılması ve temel özelliğini çizenler” anlamında Mu ’tezile denmiş­
yitirmesi sonucunda bâtıl ve muharref tir. Kendilerini ehl-i adi ve ehl-i tevhîd
dinler ortaya çıkmıştır. (İ.U.) diye isimlendiren Mu’tezile, kaderi ve
MU’DAL HADİS Allah’ın sıfatlarını reddettikleri için
Kaderiyye ve Muattıla isimleriyle de
Senedinde, birbiri ardına iki râvîsi
anılmıştır.
düşen hadise denir. Hadisin bu şekilde
rivâyet edilmesine i’dal denir. Etbâu’t- Mu’tezile ekolü ilk kez ciddî anlam­
tabiînin veya daha sonraki râvîlerin, da hicrî ikinci asrın başlarında İslâm
sahabîyi ve tabiîyi zikretmeksizin aleminin içte ve dışta itikâdî, siyasî,
direkt olarak Hz. Peygamberden rivâ­ felsefî, kültürel ve fikrî hareketlerle
yet ettikleri hadisler de mu’dal olarak yoğun biçimde çalkalandığı bir dönem­
isimlendirilmiştir. de ortaya çıkmıştır. Mu’tezile Yahûdî,
Hristiyan, İran, Hind dinleri ve Yunan
Mu’dal hadis, munkatı 'hadis çeşit-
felsefesi ile temas etmiş, bunların kar­
lerindendir. Ancak iki râvîsi peşpeşe
şısında îslâm akaidini savunmuştur.
düşdüğü için daha zayıftır. Mu’dal
hadis, isnadından düşürülen râvîler ve Bütün Mu’tezile mensublarının genel
bunların adalet ve zabt yönünden güve­ olarak üzerinde birleştikleri ve kendi
nilirlikleri ortaya konmadıkça merdud- düşüncelerinin sistematik hale gel­
dur, delil olmaz. (A.G.) mesinde temel ilke kabul ettikleri beş
önemli ilke bulunmaktadır. Bunlar;
MU’ÎD
“tevhid”, “adi”, “va’d ve vaîd”, “el-
Allah’ın sıfatlarından biri olup, menzile beyne ’l-menzileteyn " ve “emr-i
ölümlerinden sonra da tekrar diriltecek bi fl-ma ’rûf ve nehy-i ani’l-münker”^,
ve hayatlarını iade edecek olan demek­
Mu’tezile ekolünün İslâm toplumu-
tir. (Bk. Mübdî) (İ.K.)
na, özellikle kelâm ilminin temellen-
MU’ÎZZ dirilmesine katkıları olmuştur. Cedel
Allah’ın sıfatlarından biri olan metodunu kullanan, tefekkür ve muha­
mu’izz, dilediğini azîz kılan demektir, keme kabiliyetine önem veren, mua­
(bk. Azîz) (İ.K.) rızlarına karşı kesin deliller kullanan,
MU’TEMİR akla ve nakle aynı ölçüde değer veren
ve bilim adamları arasında tartışma
Umre yapan kişi demektir, (bk.
yöntemlerini geliştiren hep Mu’tezile
Umre) (İ.P.)
olmuştur. Ayrıca Mu’tezile mensup­
MU’TEZİLE ları İslâm dünyasında içte türeyen
Sözlükte “ayrılmak, uzaklaşmak ve Müşebbihe, Mücessime, Haşviyye ve
bir tarafa çekilmek” manasına gelen Râfıza gibi sapık cereyanların iddiala­
Mutezile, itikadî İslâm mezheplerin­ rını çürüttüğü gibi dıştan gelen ulûhiy-
den birinin adıdır. Kurucusu Vâsıl İbn yet ve Nübüvvet münkirlerine karşı da
Ata’dır. Vâsıl büyük günah mese­ kelâmî metodlarla karşı çıkmışlardır.
lesinde hocası Haşan Basrî ile aynı Bu anlamda Mu’tezile İslâm toplumu-
görüşü paylaşmadığından, arkadaşla­ nun bilim, akıl, mantık, felsefe ve kül­
rıyla birlikte O’nun meclisini terket- tür hayatına olumlu katkılarda bulun-

450
muştur. Ancak zamanla Mu’tezile’nin gerekse insanlara verilen ahdin yerine
de kendi içinde bölünüp fikir ayrılığı­ getirilmesi tavsiye edilmiş, sözünde
na düşmesi, kendi düşüncelerini kabul duranlar övülerek mükâfatla müjde-
ettirmek için devlet gücünü kullanma­ lenmiştir (A’râf, 7/179; Mü’minûn, 23/8; Fetih,
sı, bu davranışın tabiî uzantısı olarak 48/10; Nahl, 16/95).
halktan uzaklaşması, fıkıh ve hadis İslâm dini, ahde vefa konusuna çok
ehlini gereğinden fazla incitmesi gibi önem vermiştir. Sağlıklı bir toplumun
tutumlar, Mu’tezile’nin eleştirilmesine oluşması, insanlar arası ilişkilerde
ve etkinliğini yitirmesine sebep olmuş­ güven duygusunun hakim olmasıy­
tur. (F.K.) la mümkündür. Bu da ahde vefânın
MU’TÎ toplumda yerleşmesiyle gerçekleşir.
Bir şeyi almak anlamındaki “a-t-v” Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim’de olgun
kökünden türeyen, verdi ve “takdim müminin vasıfları sayılırken ahde vefâ
etti anlamındaki” “a’ta” fiilinin ism-i gösterdikleri, sözünde duran güvenilir
faili olan mu’tî, veren demektir. kişi oldukları zikredilir (Mü’minûn, 23/8).

Allah’ın güzel isimlerinden biri olup Uluslar arası ilişkilerde bir terim
îbn Mâce’nin el-Esmâü’l-hüsnâ ile ilgi­ olarak muahede, antlaşma manasına
li rivâyetinde geçmiştir (Dua, 10). Nimet gelmektedir. Bu muahedenin bir çok
veren, ihsanda bulunan demektir. şekilleri vardır. îslâm hukukçuları, Hz.
Peygamberin Hudeybiye sulhünü esas
Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da “a’tâ
alarak, gayrimüslimlerle on yılı geçme­
- yu’tî” fiiliyle ifade edilmiştir: “(Ey
mek kaydıyla barış antlaşması yapılabi­
Muhammed!) Biz sana Kevseri verdik. ”
leceğini söylemişlerdir. Bununla birlikte,
(Kevser, 108/1); “(Ey Muhammed!) Rabbin
devlet başkanının gerekli görmesi halin­
sana verecek ve sen de razı olacaksın. ” de, uzun süreli antlaşmalar da yapılabilir.
(Duhâ, 93/5). (Î.K.)
Fakihler süresiz antlaşmaların, dört
MUACCEL ay önce haber verilmek kaydıyla feshe­
Peşin olarak verilen, hemen ödenen, dilebileceğini söylemişlerdir. Barış ant­
acele edilen şey anlamlarına gelmekte­ laşmasının sonunda, savaşın başlaması­
dir. Muaccel kavramı, fıkıh kitapları­ na neden olan problem çözüme kavuş­
nın bey’ (alışveriş) bahsinde bedel ve muş olur ve savaşın serbest hale getir­
satıma konu olan şeyin peşin ödenme­ diği davranış ve muameleler sona erer;
sini, nikâh bölümünde de peşin olarak dokunulmazlıklar başlar. Antlaşmada
ödenen mehri ifade etmek için kulla­ aksine bir şart koşulmamışsa, savaştan
nılmaktadır. Bey’ başlığı altında incele­ önceki duruma dönülmüş olur. Esirlerin
nen sarf akdinin sahih olması için, her ve zaptolunan malların durumu antlaş­
iki bedelin, selem akdinde de semenin ma şartlarına bağlanır. Genellikle esir­
peşin olarak ödenmesi gerekir. (İ.P.) ler karşılıklı değiştirilir veya serbest
MUÂHEDE bırakılır. (İ.P.)

Karşılıklı antlaşma, ahitleşme, söz­ MUAHHÎR


leşme anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Allah’ın sıfatlarından biri olup,
Kerim’de, gerek Allah Teâlâ’ya ve geriye kalan, birini geride bırakan,

451
alçaltan demektir, (bk. Mukaddim - Buhârî, Ahmed b. Hanbel, Yakub
Muahhir) (İ.K.) b. Şeybe, Ebû Hatem, Ebû Zür’a,
MUALLAK HADİS Dârakutnî gibi âlimler, yukarıdaki nite­
liklere sahip muhaddislerdendir.
Senedinin başından bir veya daha
çok râvîsi hazfedilerek, “kâle fulân”, Zayıflığa sebep olan illeti bulunan
“zekera fulân” gibi kesinlik ifade eden, hadis merduddur, dinde delil olmaz,
ya da “yurvâ”, “yüzker” gibi yarı kafi (bk. Sahih Hadis)
ifadelerle rivâyet edilen hadislere denir. Hadislerin illetlerini açıklayan
Hadisin bu şekilde rivâyet edilmesine kitaplara “ilel” ya da “kitabu’l-ilel”;
de talik denir. Senedin tamamının hadislerdeki illetleri inceleyen hadis
kaldırılması halinde hadis, direkt ola­ bilim dalına da “ilelu’l-hadis” denir.
rak ilk kaynağına dayandırılır. Merfû, Tirmizî, Ebû Hâmid Râzî, Ali b.
mevküf ya da maktu ’ hadislerin tama­ Medinî, Darakutnî, Buhârî gibi muhad­
mı için ta’lik söz konusudur. Özellikle dislerin bu alanda yazılmış eserleri var­
daha sonraki devirlerde, herhangi bir dır. (A.G.)
sahih ve maruf hadisin Hz. Peygambere MUÂMELÂT
kadar uzanan senedinin düşürülerek,
Sözlükte “bir kimse ile bir işi pazar­
“Hz. Peygamber şöyle buyurdu” denil­
laşmak, alışveriş etmek” anlamlarına
mesi ta’liktir.
gelen muâmele kelimesinin çoğulu
îsnadı bilinen ve kabul şartlarını
olan muâmelât^ bir fıkıh terimi olarak,
haiz olarak hadisçiler tarafından tanı­
alışveriş, kira, şirketler, evlilik, miras,
nan muallak hadisler, sahih veya hasen
vasiyet gibi insanlar arası ilişkileri
hükmündedir. Ancak, bu şartları taşı­
düzenleyen kuralların tamamını ifade
mayan muallak hadisler, senedinden
eder.
kaldırılan râvîlerin durumu bilinmediği
için zayıftır. (A.G.) İlk dönemlerde fıkıh, ibâdât, muâ-
melât ve ukûbât şeklinde bir tasnife tabi
MUALLEL HADÎS tutulmuştur. Namaz, oruç, zekat, hac,
Dış görünüşü itibariyle kusursuz cihat gibi konular ibâdetler bölümünde
gibi görünen, gerçekte dikkatli hafız ele alınmıştır. Muâmelât kısmında ise,
muhaddisin anlayabildiği kusuru bulu­ alışveriş, kira, şirketler, hibe, vekalet,
nan hadise muallel hadis denir. kefalet gibi hukukî ilişkiler; aile huku­
Muallel hadis, kendisinde gizli bir kunu ihtiva eden nikâh, talak; devlet­
illet dolayısıyla kusurludur. İllet ise, ler hukukundan bahseden siyer, cihat;
ileri düzeydeki muhaddislerin anla­ muhakeme usulünü içeren kazâ, vasi­
yabileceği kadar gizli olan ve çoğu yet ve miras bölümleri incelenmiştir.
kere hadisi zayıflığa götüren kusurdur. Ukûbât kısmında ise, ceza hukukun­
Çoğunlukla isnadda yer alır. Hadislerin dan bahseden hudud, kısas, cinayât
illetlerini anlamak; yaratılışta veri­ gibi konular işlenmiştir. Ancak gerek
len derin anlayış, geniş hafıza, güçlü modern hukuk dallarındaki gelişmeler
meleke, râvîlerin tabakaları ile isnad ve gerekse fıkıh çalışmaları sonucunda,
ve metinleri hakkında tam bilgi sahibi ibâdât, muâmelât ve ukûbât şeklindeki
olmakla mümkün olur. Ali b. Medinî, klasik ayrımda değişiklikler olmuştur.

452
Bunun yerine, ibâdât, ahvâl-i şahsiy- imkân, râvî ile hocanın mutlaka görüş­
ye, muâmelât, ahkam-ı sultaniyye ve müş olmalarını beraberinde getirir.
siyâset-i şer’iyye, ukubât ve siyer şek­ Sahihân’daki muan’an hadisler, Buhârî
linde detaylı bir tasnif benimsenmiştir. ve Müslim’in kendi şartlarına uygun
Bu son kabule göre, muâmelât daha olarak gelmiş, bunların muttasıl olduğu
çok günümüzdeki borçlar hukukunu muhaddislerce ispatlanmıştır. Bundan
içermektedir. (Î.P.) dolayı Sahihân’ın muan’anları sahihdir.
MUÂNAKA Müdellesin Muan9anı: Rivâyetle-
rinde tedlis olduğu bilinen bir râvînin
Sözlükte “kucaklaşmak, boynuna
“an” ile rivâyet ettiği hadistir. Bu hadis,
sarılmak” anlamındadır. Kucaklaşma
esas itibariyle zayıftır. Başka isnadlarla
mü’minler arasında sevginin bir ifa­
muttasıl olarak rivâyet edildiği takdirde
desi olmak üzere yerleşmiş bulunan
sahih kabul edilir. Buhârî ve Müslim’e
muâşeret kurallarından biridir. Hz.
göre, rivâyetlerinde tedlis bulunan bir
Peygamber, uzaktan gelen sahabilerle
râvînin “an” la rivâyet ettiği hadis,
ve sevdiği kimselerle kucaklaşmıştır.
aynı râvînin, hocasından bizzat işite­
Nitekim Zeyd ibn Hârise bir seferden
rek rivâyet ettiği sabit olmadıkça kabul
Medine’ye dönünce Hz. Peygamber
edilmez. (A.G.)
kendisini kucaklayıp öpmüştür (Tirmizî,
İsti’zân, 32.). (M.C.) MUAVVÎZETEYN

MUAN’AN HADÎS İki koruyucu demektir. Bundan


maksat, Kur’ân’ın Felak ve Nâs sûrele­
Senedinde tahdis, ihbar, semâ gibi ridir. İhlas, Felak ve Nâs sûrelerine ise
kesinlik belirten rivâyet sıygaları kul­ muavvizât (koruyucular) denir. İhlas
lanılmayıp “an” edatı kullanılan hadise sûresi, Allah’ı anlatmaktadır. Felak
“muan’an hadis”, “an”la rivâyet eden ve Nâs sûrelerinde ise; yaratıkların,
râvîye de “muan’ın” denir. Muan’an; karanlık gecelerin, büyücülerin, haset
metnin değil, senedin özelliğidir. edenlerin, insanların göğüslerine kötü
Muan’an hadis, muhaddislerin, düşünceler fısıldayan cin ve insan ves-
fıkıhçıların ve usulcülerin çoğunluğuna vesecilerinin şerrinden insanların ilahı,
göre, râvîsinin tedlisten uzak olması ve meliki ve Rabbi olan Allah’a sığınılma­
hocasıyla karşılaştığının bilinmesi şar­ sı tavsiye edilmektedir.
tıyla muttasıl kabul edilmiştir. Râvînin Peygamberimiz (a.s.), “Akşam ve
hocasıyla karşılaşması “likâ” ya da sabah olunca İhlas, Felak ve Nâs sûre­
“mülâkât” terimleriyle ifade edilir. lerini üçer kere oku, onlar her şeye
Buhârî, hocası Ali ibn Medinî ve karşı sana yeter ” buyurmuş (Tirmizî,
diğer bazı hadisçilere göre “likâ”nın Deavat, 117) kendisi veya ailesinden biri
gerçekleşmesi için, râvînin, hocasıy­ hastalandığı zaman (Buhârî, FedâilüT-Kur’ân,
la görüştüğünün bilinmesi gereklidir. 14; Müslim, Selâm, 50-51) ve göz değmesine
Buhârî el-Câmi’u’s-Sahih adlı eserinde (Nesâi, İstiaze, 37; Tirmizî, Tıb, 17) karşı muav-
bu kuralı uygulamıştır. Müslim’e göre vizeteyn’i okumuştur. Yatmadan önce
ise “likâ” için, râvi ile hocasının aynı üç kere muavvizâtı okumuş, eline üfle­
asırda yaşayıp, görüşme imkânlarının miş ve elleriyle bütün vücudunu mes-
bulunması yeterlidir. Çünkü böyle bir hetmiştir (Buhârî, FedâilüT-Kur’ân, 14). (Î.K.)

453
MUAZZİB ması da o şeyin mubahlığının delilidir.
Suçluları, günah işleyenleri, zalim­ Fıkıhta, “eşyada aslolan ibahadır” küllî
leri cezalandıran, azap eden demektir. kaidesi bunu ifade etmektedir.
Allah’ın sıfatı olarak Kur’ân’da tekil Mubahın işlenmesinde veya terk
ve çoğul şekliyle 4 âyette geçmiştir: edilmesinde bir mükâfat veya ceza
“Hiçbir ülke yoktur ki biz kıyamet bulunmamakla birlikte, mubah olan
gününden önce onu helak edecek, şeylerin iyi niyetle ve ibadet kastıyla
yahut ona şiddetli bir şekilde azap ede­ işlenmesi halinde işleyen ecir kazanır.
cek olmayalım. ” (îsrâ, 17/58; A’râf, 7/164). Meselâ, ibadete hazırlanmak ama­
Allah, elçi göndermeden (îsrâ, 17/15) cıyla yemek, içmek böyledir. Ayrıca
ve kendisinden af dilerlerken (Enfâi, 8/33) tamamen terk etmek suretiyle, zarara
insanlara azap etmez. sebebiyet vermesi halinde ise günah
kazanır. Vücut zayıf düşünceye kadar
Allah’ın suçlulara azap ettiği,
yememek içmemek böyledir. (Î.P.)
“azzebe - yüazzibu” fiiliyle de ifade
edilmiştir: ‘"Dilediğini bağışlar, diledi­ MUCİB
ğine azap eder. ” (Âl-i imrân, 3/129), Allah İki taraflı herhangi bir akitte, teklif
müşrik, münafık ve kâfirlere azab eder sunan kişiye denir, (bk. Bey’) (Î.P.)
(Ahzâb, 33/24, 73; Fetih, 48/6). (Î.K.)
MUCİZE
MUBÂH
Sözlükte “aciz bırakan, güçsüz
Sözlükte “açıklanan, açığa konan, kılan, karşı konulmaz, harika olay, kud­
salıverilen, helal kılınan” gibi anlam­ retsizlik ve takatsizlik veren iş” anlam­
lara gelen mubaha dinî bir kavram larına gelen mucize, ıstılahta, insanla­
olarak, dinen mükellefin yapıp yap­ rın benzerini meydana getirmekten aciz
mamakta serbest bırakıldığı fiillerdir. kalacakları ve âdeta meydan okuma
Mükellefin bu fiilleri yapması veya şeklinde, peygamberlik iddiasında
terk etmesi halinde, övgü veya kına­ bulunan zattan adetin hilafına ve tabiat
mayı, sevap veya günahı gerektirmez. kanunlarının aksine olarak zuhur eden
Yemek, içmek, uyumak böyle fiiller­ harikulâde olaylara denir. Asıl maksadı,
dendir. Helal, caiz gibi kavramlar da peygamberin nübüvvet davasını ispat
genelde aynı manayı ifade etmek için ve doğrulamaktır. Herhangi bir olayın
kullanılır. Bazı usulcüler, Şâri’in yapıl­ mucize olabilmesi için onun nübüv­
masına izin verdiği fiiller şeklinde tarif vet görevi verilmiş kişilerin elinde
etmiştir. zuhur etmesi gerekir. Mucize gerçekte
Bir fiilin mubah olduğu, o şeyin Allah’ın fiilidir, “peygamber mucizesi”
mubah veya helâl olduğunun bildiril­ denilmesi mecazîdir. Bu nedenle olayın
mesiyle (Bakara, 2/187; Mâide, 5/5), İşlenmesi onun aracılığıyla olması, tabiat kanun­
halinde bir günah ve bir sakınca bulun­ larının çok üstünde ve onlara aykırı
madığının İfade edilmesiyle (Bakara, 2/173; olması, iddiaya uygun olarak ortaya
Nur, 24/60,6i) veya herhangi bir yasaktan konulması, bir tekzip ya da inkârdan
sonra gelen emirle (Cum’a, 62/10) anlaşı­ sonra meydana gelmesi ve insanoğlu­
labilir. Ayrıca bir konuda hiçbir dini nun aciz kaldığı bir olay türünden ger­
yasaklama ve kısıtlamanın bulunma­ çekleşmesi gerekir.

454
Peygambere verilen mucizeler, bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun
bir yönüyle îmânın temel esasların­ benzeri bir süre getirin, eğer iddianız­
dan olan nübüvvetle, diğer yönüyle da doğru iseniz, Allah 'tan gayri şahit­
de vahiy ile alâkalıdır. Dolayısıyla lerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın."
mucizeye inanmak gerekir: “Ona, (Bakara, 2/23). Bir hadiste de şöyle buyu-
“Rabbinden (başka) mucize indirilmeli rulmuştur: “Hiçbir peygamber yoktur
değil miydi? ” derler. De ki: “Mucizeler ki, onlara kendi zamanlarındaki insan­
ancak Allah'ın katindadır Ben sadece ların inandıkları bir mucize verilmiş
apaçık bir uyarıcıyım. ” (Ankebût, 29/50) olmasın. Bana mucize olarak verilen
Akıl bakımından da mucize imkânsız ise ancak Allah 'ın bana vahyettiğidir. "
değildir. Çünkü her an insanın çevre­ (Buhârî, i’tisâm, i). Hissî mucize olarak Hz.
sinde meydana gelen olaylar, haya­ Peygamber’in nübüvvet mührü, Ay’ın
tın kendisi ve her sahası mucizelerle ikiye bölünmesi, parmaklarının arasın­
doludur. Varlıkların yaratılması, ömrü dan suyun akması, bir ziyafet esnasında
tamamlanınca yok olması ve hayatın zehirlenmek istenince olaydan haberdar
kesintisiz olarak devam etmesi bunun olması, bir hurma kütüğünün teessü­
en güzel örneğidir. Sürekli müşahe­ rünü inilti şeklinde duyurması; haberî
de ettiğimiz ve bu nedenle değişmez mucizeler için de Hz. Peygamberin
sandığımız tabiat kanunlarını var eden Mekke’nin fethi, İslâm’ın tebliği ve
Allah’tır. Allah bu kanunları diledi­ meydana gelen savaşlarla ilgili açık­
ği zaman, peygamberleri vasıtasıyla ladıkları olay ve haberler örnek olarak
değiştirebilir. Bu değişiklik bir muci­ gösterilebilir. (F.K.)
zedir. Bu durumda mucizenin vukuu MUDÂRABE
için aklî bir engel yoktur. Aksine akıl, Sözlükte “vuruşmak, dövüşmek,
mucizenin meydana gelmesini kabul birinden ticaret için mal alıp kazandık­
edip benimser. tan sonra kâra ortak olmak” gibi anlam­
Peygamberlerden istenen mucize­ lara gelen mudârabe, bir fıkıh kavra­
ler genelde o dönemde meşhur olan mı olarak, bir taraftan sermaye, diğer
olaylarla ilgilidir. Hz. Musa’nın döne­ taraftan emek ve çalışma olmak üzere
minde sihir, Hz. îsâ devrinde tıp ilmi, kurulan şirkettir. Taraflar bir veya daha
Hz. Muhammed devrinde de şiir ve fazla kişi olabilir. Mudârabe şirketi,
edebiyatın önemli bir mevkiye ulaş­ mutlak ve mukayyet olmak üzere ikiye
ması gibi. Hz. Peygamberin nübüvveti ayrılır. Mutlak mudârabe^ herhangi bir
esnasında ortaya koyduğu mucizeleler, kayıtla sınırlanmayan; mukayyet ise,
manevî (aklî), hissî (maddî) ve haberî zaman, mekan veya bir çeşit ticaretle
olmak üzere üç şekilde sınıflandınlmış- sınırlandırılan mudârabe şeklidir.
tır. Manevî mucizeye en büyük örnek Mudârabe akdinin sahih olması için,
Kur’ân’dır. Çünkü Kur’ân her çağdaki tarafların vekâlet verme ve vekil olma
akıl sahibi insana hitap eden, akıllara ehliyetini haiz olmaları, sermayenin şir­
durgunluk veren, başkalarının benzeri­ ket sermayesi olabilecek cinsten olma­
ni meydana getirmekten aciz kaldıkları sı, emek ve çalışmayı üstlenen tarafa
büyük ve ebedî bir mucizedir: “Eğer teslim edilmesi ve kârın aralarında
kulumuza indirdiklerimizden her hangi nasıl taksim edileceğinin belirlenmesi

455
gerekir. Kârın taksiminde 1/3, 1/2 gibi rak, Mekke’den Habeşistan’a veya
hisse belirlenmesi gerekir; 1.000 YTL. Medine’ye hicret eden sahabilerden her
gibi belirli bir miktarın şart koşulması birine denir. Mutlak olarak ifade edil­
caiz değildir. diğinde, Mekke’den Medine’ye hicret
Mudârabe akdinin usulüne uygun eden sahabiler kasdedilir.
olarak kurulmasıyla, işi yürütecek İslâmiyet’in giderek yayılmasın­
ortak, sermaye sahibinin vekili hük­ dan endişe eden Mekke müşriklerinin,
mündedir, şirketin sermayesi de bu Müslümanlara uyguladıkları işkence­
ortağın elinde emanet hükmündedir; lerin dayanılmaz bir hal alması üze­
yani bir kusuru olmaksızın helak olma­ rine Hz. Peygamber; Müslümanlarla
sı halinde tazmin etmez. İş sonucunda birlikte doğup büyüdükleri, mal-mülk
kâr meydana gelirse, elde edilen kârı ve yakınlarının bulunduğu öz yurtla­
ortaklar aralarında daha önce belir­ rı olan Mekke’den Medine’ye miladî
ledikleri hisseye göre taksim ederler. 622 yılında hicret etti. Kur’ân-ı Kerim
Şirket kurulma esnasında bir kayıt de muhacirlerden söz edilerek şöyle
konulmamış ise, işi yürüten ticaretin buyurulur: “İnanan, hicret eden ve
gerektirdiği şekilde tasarrufta bulun­ Allah yolunda malları ve canları ile
makta serbesttir. Akit esnasında bir savaşanların Allah katında dereceleri
kayıt ve şart konmuş ise, bunlara riâyet daha büyüktür. İşte kurtuluşa erenler
edilir. (Î.P.) bunlardır. ” (Tevbe: 9/20); “...Hicret eden­
MUFASSAL ler, yurtlarından çıkarılanlar, benim
yolumda işkence edilenler, (Allah
Kur’ân’ın sonundaki kısa sûrelere
yolunda) çarpışanlar ve (Allah yolun­
denir. Hucurât sûresinden Bürûc sûre­
da) öldürülenleri... Andolsun ki onların
sine kadar 36 sûreye tıval-ı mufassal,
günahlarını örteceğim ve onları altla­
Bürûç’tan Leyi sûresine kadar olan 7
rından ırmaklar akan cennetlere koya­
sûreye evsat-ı mufassal, Leyi’den Nâs
cağım. Bu mükâfat Allah tarafındandır.
sûresine kadar olan 22 sûreye de kısar-ı
mufassal denir. (Î.K.)
Allah, mükâfatın en güzeli kendi katın­
da olandır/’ (Âl-i İmrân, 3/195) (A.G.)
MUFÂVADA ŞİRKETİ
MUHADDİS
îslâm hukukunda, eşitlik üzerine
Hadislerin senet ve metinlerini,
kurulan bir tür ortaklıktır. Ortaklar bir­
râvîlerin isim ve durumlarını bilen
birlerinin vekili ve kefili oldukları bu
kimseye muhaddis denir. Muhaddisin
şirkette, sermaye ve alınan kâr payları
eşittir, (bk. Şirket) (İ.P.) hadis ilmindeki rütbesi, talibden daha
ilerdedir. Her muhaddis râvîdir, ama
MUĞNÎ her râvî muhaddis değildir. Şeyh unva­
Allah’ın sıfatlarından olup, mal- nıyla da anılan muhaddis, hadis ilminin
mülk veren, zengin yapan demektir, çeşitli konularını iyi bir şekilde öğren­
(bk. Ganî) (İ.K.) miş kimsedir. (A.G.)
MUHÂCİR MUHADRAM
Sözlükte “hicret eden kimse” Sözlükte “karışık” anlamına gelen
anlamına gelen muhâcir, terim ola­ muhadram, hem cahiliye devrinde hem

456
de Hz. Peygamber devrinde yaşayan, daima istikbale dönüktür. Durgunluğa,
ancak Peygamberi göremeyip saha­ ihmale ve tembelliğe kapalıdır. Bu
be ile görüşen Müslümanlara verilen durumda muhafazakârlık, maziyi ve
isimdir. Çoğulu “Muhadramûn” dur. mazideki tutum ve davranışları, eko­
Muhadram, tâbiî kabul edilmiş, ancak nomik, siyasî ve kültürel unsurları
diğer tâbiûn’dan üstün tutulmuştur. olduğu gibi muhafaza etmek düşünce­
Muhadramundan en meşhurları şunlar­ si değil, bir takım manevî değerleri ve
dır: Ebû Recâ el-Utâridî, Ebû Vâil el- toplumun sosyal ve siyasal misyonunu
Esedî, Uveys ibn Âmir el-Karânî, Ebû çağın icaplarına ve şartlarına göre ıslah
Osman en-Nehdî, Ahmed ibn Kays, ve ihya etme fikir ve idealidir. (F.K.)
Ebû Âmir eş-Şeybânî. (A.G.)
MUHAL
MUHAFAZAKÂR bk. Mümteni.
Bu kelimenin ilk bölümü olan
MUHALAA
“muhafaza” Arapça, son eki “kâr” ise
Farsça’dır. Çağımızda sıkça kullanılan Kadının kocasına ödediği bir bedel
“muhafazakâr” terkibi siyasî, kültürel, karşılığında evlilik bağının sona ermesi
örf, adet, hatta ekonomik konularla anlamına gelir, (bk. Hul’) (I.P.)
ilgili farklı anlamların yüklendiği bir MUHALEFET
kavramdır. Bu durumda muhafaza; Birisinden sonra gelmek, arkasın­
saklama, kayırma, koruma, zarar ve da olmak, birine halef ve bedel olmak
ziyandan sakındırma, gözetleme ve bir anlamlarındaki “h-l-f ’ kökünden türe­
şeye devam etme gibi anlamlara gel­ yen muhalefet sözlükte; aykırı davran­
mektedir. Dinî literatürde ise; dinî amel mak, isyan etmek, karşı çıkmak, yüz
ve işlere muhabbet eden, inancında çevirmek ve izinsiz ayrılmak demektir.
sağlam olan, dürüst ve prensip sahibi Bu kelime Kur’ân’da iki âyette geçmiş
insan demektir. Bu itibarla geçmişe ve ve emre karşı çıkmak anlamında kul­
ortak değerlere saygılı ve muhafazakâr lanılmıştır: (Allah ve Rasûlünün)
tutumlara sahip olan kimse; gelişmeleri
emrine aykırı davrananlar kendilerine
ve yenilikleri ihtiyatlı olarak benimse­
bir belanın gelmesinden, yahut onlara
mektedir. Çünkü muhafazakâr düşün­
acı bir azabın uğramasından korksun­
ce, millî ve manevî değerlerin sosyal
lar. ” (Nûr, 24/63) meâlindeki âyeti, muha­
değişme sürecinde imha edilmemesini,
lefet kelimesinin anlamını açıkça ifade
onun yerine çağın ve bilimin icabına
etmektedir. Türk örfünde de bu kelime
uygun olarak ıslah ve ihya edilmesini
birisinin görüş ve uygulamalarına karşı
amaçlamaktadır. Aksi halde bu bağ­
çıkmak anlamında kullanılmaktadır.
lamda dürüst, çalışkan ve son derece
Hidâd ve şikâk kelimeleri ile aynı
duyarlı olan muhafazakâr kimseleri
anlamdadır. (İ.K.)
gerici, tutucu ve kapalı olarak nitelen­
dirmek doğru değildir. MUHALEFETÜN
Hedef, plan ve programlarında sos­ Lİ’L-HAVÂDİS
yal değişmeyi amaçlayan, radikal, libe­ Yüce Allah’ın, gerek zatında gerek­
ral, ilerici ve gerici gibi yelpazelerin se diğer özelliklerinde hiçbir yaratığa
içinde yer alan muhafazakârlığın yüzü benzememesidir. Sonradan olanlara

457
benzememek, yüce Allah hakkında ni ifade eder. Bu da iki şekilde olabilir;
vacip, bu sıfatın zıddı olan mümaselet birincisi münavebeli olarak kullanabi­
ve müşabehet ise müstahildir. O, hâdis lirler, İkincisi ise malın kullanımını ara­
varlıkların özelliği olan cisim, cevher, larında taksim edebilirler. Meselâ, bir
araz, şekil, zaman, mekân, sayı, mahi­ evde ortak olan kişilerin bir yıl birinin,
yet ve organ gibi özelliklerden münez­ ertesi yıl diğerinin kullanması; arabada
zehtir. Şayet Allah sonradan var olan ortak olan kişilerin bir hafta biri, erte­
şeylere benzeseydi, onun gibi hâdis ve si hafta diğerinin kullanması şeklinde
başkasına muhtaç fâni bir varlık olma­ kullanımı taksim etmeleri münavebeli
sı gerekirdi. Bu ise muhaldir. Çünkü olarak kullanımdır. İki katlı bir evin
kadim ve bâki olduğu sabit olan bir birinci katının bir ortak, ikinci katının
varlık hâdis ve fâni olamaz. Kur’ân-ı da diğer ortak tarafından kullanılması
Kerim bu hususa şöyle işaret etmiştir. da malın kullanımının taksimidir. (İ.P.)
“O ’nun benzeri yoktur. O her şeyi işiti- MUHAYYERLİK
ci ve görücüdür. ” (Şûra, 42/11). (F.K.)
Sözlükte “bir işi yapıp yapmamakta
MUHARREF HADİS serbestlik” anlamına gelen muhayyer­
bk. Musahhaf ve Muharref Hadis. lik, bir fıkıh terimi olarak, tarafların
MUHARREM kendi anlaşmaları üzerine veya akdin
kendisinden kaynaklanan sebeplerle,
Sözlükte “haram kılınmış, saygı­
bazı akitlerin bağlayıcı olmayıp taraf­
değer” anlamlarına gelen muharrem,
lardan birisi için seçim hakkının veril­
dinî bir kavram olarak, dinen haram
mesini ifade etmektedir.
kılınmış, yasaklanmış olan şeyler (bk.
Haram), evlenilmesi yasak olan kişiler Bazı akitlerin tabiatı ve yapısı
(bk. Mahrem) demektir. Ayrıca kamerî gereği taraflardan birini veya ikisini
ayların birincisine verilen isimdir. de bağlamaz, bazı akitler ise muhay­
İslâm’dan önce de bu ay muhterem yerlik sebebiyle bağlayıcı olmaz.
kabul edilip, bu ayda savaşmak haram Vekalet, şirket, vedia, ariyet ve hibede
olduğu için muharrem ismi verilmiştir, akitler iki taraf için de bağlayıcı değil­
(bk. Eşhur-i Hunim) (İ.P.) dir. Akitlerde tarafları bağlamayan
sebeplerden biri de muhayyerliklerdir.
MUHARREMÂT
Muhayyerliklerden bazıları şunlardır:
Sözlükte “yasaklananlar” anlamı­
Şart muhayyerliği; akit esnasında
na gelen muharremât, terim olarak,
veya akitten sonra tarafların anlaşma­
genelde haram kılınan, yasaklanan şey­
sıyla, tarafların veya birinin akdi kabul
lere, özelde ise, evlenilmesi haram olan
veya feshetme hususunda muhayyer
kadınlara denir, (bk. Mahrem). (İ.P.)
kılınmasına denir. Şart muhayyer­
MUHÂYEE liği için akdin fesih kabul eden tür­
Sözlükte “birine bir hususta muva­ den olması gerekir; bu nedenle nikâh
fakat etmek, nöbetleşme” gibi anlam­ akdinde şart muhayyerliği söz konusu
lara gelen muhâyee, bir fıkıh kavramı değildir. Muhayyerlik müddeti içinde,
olarak, ortaklann, ortak olduklan malın muhayyer olan taraf akdi feshedebile­
kullanımını aralannda taksim etmeleri­ ceği gibi kabul de edebilir. Süre sona

458
erdiği halde, bir görüş belirtmemişse ineği satın alsa ve fakat ineğin bol süt
akit kurulmuş kabul edilir. vermediği ortaya çıksa alıcı muhayyer­
Tayin muhayyerliği; birbirinden dir; dilerse akdi fesheder, dilerse konu­
farklı değerlerdeki malları gösterip şulan fiyat üzerinden malı alır.
fiyatlarını belirledikten sonra, satın Muhayyerliğin sabit olması için,
alanın bir müddet düşünüp dilediğini şart koşulan vasfın meşru olması, âde-
almasıdır. Bu muhayyerliğin akit esna­ ten istenilen bir vasıf olması, bu vas­
sında belirtilmesi ve malların fiyatları­ fın sınırlanması tartışmaya götürecek
nın ayrı ayrı zikredilmiş olması gerekir. şekilde belirsiz veya tartışmaya götü­
Muhayyerlik süresi dolunca, muhayyer recek mahiyette bulunmaması gerekir.
olan tarafın alacağını belirlemesi gere­ İfa etmemekten kaynaklanan
kir. Seçimini yapınca akit kesinleşir ve muhayyerlik (nakd muhayyerliği);
iki taraf için de bağlayıcı olur. şart muhayyerliğinin bir bölümü ola­
Görme muhayyerliği; bir kimsenin rak kabul edilmiştir. Şöyle ki, belirli
görmediği bir malı alması halinde, malı bir zamana kadar borcun ifa edilme­
görünceye kadar akitle bağlı olmayıp mesi halinde akdin sona erdirilmesi
bozma yetkisinin bulunmasıdır. Malı şartıyla akdin kurulmasında bu muhay­
görünce, akdi dilerse kabul eder, diler­ yerlik söz konusudur. Hıyar-ı nakd ile
se reddeder. Malı görünce, akdi feshet­ şart muhayyerliği arasındaki en önem­
mezse, akit bağlayıcı hale gelir. li fark, şart muhayyerliğinde asıl olan
Kusurlu çıkma muhayyerliği; her­ bağlayıcılıktır, müddet dolduğunda
hangi bir şart bulunmaksızın yapılan akit otomatik olarak yürürlüğe girer,
satım akdinde, satılan malın eski bir halbuki nakd muhayyerliğinde bunun
kusurunun ortaya çıkması halinde, satın aksidir.
alan muhayyerdir, dilerse reddeder ve Gabn muhayyerliği; taraflardan
dilerse konuşulan fiyat üzerinden kabul birinin diğerini, sözlü olarak veya fiili
eder; yoksa malı alıkoyup da kusuruna olarak aldatması halinde, aldanana
karşılık bedelinden kesinti yapamaz. verilen bir muhayyerliktir. Aldatma,
Kusurlu çıkma muhayyerliği, feshi fiyatta olabileceği gibi, bir vasıfta da
kabil olan akitlerde geçerlidir. Kusurlu olabilir. Tarafların bu muhayyerlikten
çıkma muhayyerliğinin muteber olma­ istifade edebilmesi için, aldatmanın
sı için dört şartın bulunması gerekir; gabn-ı fahiş derecesine ulaşması gere­
a) kusurun malın değerini düşürme­ kir.
si, b) kusurun akit, yahut teslimden Hıyanet muhayyerliği; maliyeti
önceye ait olması, c) alanın, gerek akit söylenerek yapılan akitlerde söz konu­
anında ve gerekse teslim alırken kusuru sudur. Malın, belirli bir fiyata malol-
görmemiş olması, d) kusursuzluk söz­ duğunu söyleyerek, buna belirli oranda
leşmesi yapılmamış olması gerekir. kâr koymak, maliyetine veya maliye­
Vasıf muhayyerliği; akit anında tinden ucuza satılma şeklinde yapılan
belirlenen veya akitten istenilen bir emanet alış verişlerinde maliyetini
vasfın kaybolması nedeniyle müşteri­ fazla göstermesi halinde, bunun orta­
nin akdi bozma muhayyerliğidir. Şöyle ya çıkması üzerine, müşteri muhayyer
ki; bir kişi bol süt vermek üzere bir olur, dilerse belirlenen bedeliyle akdi

459
kabul eder, dilerse akdi bozar. Fakat kadının aralarında perde, boşluk veya
maliyetine satışlarda, fiyattan indirim yükseklik farkı olmaması gerektiği
de yapabilir. (Î.P.) belirtilmiştir. Şafiîlere göre ise, kadının
MUHÂZÂT-I NİSÂ erkeklerin hizasında namaza durması,
erkeğin namazına zarar vermez.
Kelime anlamı itibariyle “kadınlar­
Bu konudaki görüşler ve gerekçeleri
la aynı hizada olmak” anlamına gelen
muhâzât-ı nisâ, dinî bir kavram olarak,
incelendiğinde, bunun kadınların ikin­
cemaatle kılınan bir namazda, kadının ci sınıf konuma indirgenmesi anlamına
erkeklerle aynı safta veya aynı hizada olmayıp, herkesin anlayabileceği tabii,
ya da erkeklerin önünde namaza dur­ fıtri bir takım sebepler yüzünden, hem
masına denir. kadınların hem de erkek cemaatin daha
fazla huşu ve sükûn içerisinde namaz
İster cuma, ister bayram, ister cena­
kılmalarını sağlamayı hedeflediği
ze namazı, isterse başka bir namaz
görülmektedir. Bu nedenle, hac mev­
olsun, kadınlar erkeklerle birlikte
siminde Kabe’de olduğu gibi, zaruret
namaz kıldıkları takdirde, erkeklerden
halinde karışık şekilde namaz kıl­
ayrı, uygun bir yerde namaza durmaları
mak, erkeklerin namazlarına bir zarar
gerekir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)
vermez. Ancak zaruret bulunmadığı
namaz saflarını önce erkekler, sonra
durumlarda, Hz. Peygamber’in gös­
erkek çocuklar en arkada da kadınlar
termiş olduğu şekilde safların tertibini
olmak üzere düzenlemiş; “Namazda
yapmak yerinde olacaktır (Buhârî, Salât 20;
erkek saflarının en faziletlisi en önde
Müslim, Mesâcid 266-268). (Î.P)
olanı, fazileti en az olanı ise en arkada
bulunanıdır. Kadın saflarının en fazilet­ MUHDÎS
lisi ise en arkada kalanı, en az fazilet­ Sözlükte “bir şeyi yeniden meyda­
lisi ise en önde olanıdır.” (Müslim, “Saiat” na getirmek, icat etmek, pasını silip
, 132; Ebu Dâvud, “Salat”, 97. Tirmizi, “Mevakıt”, cilalamak, zina etmek, büyük abdest
52; Nesai, “İmame”, 32; îbn Mace, “İkame”, 52) bozmak” gibi anlamlara gelen muhdis,
buyurmuştur. dinî bir kavram olarak, namaz abdesti
Bir kadının erkek safları arasın­ olmayan, abdestini bozan demektir.
da veya aynı hizada namaza durması Sözlük manasına uygun olarak
halinde, Haneliler, kadının iki yanın­ Allah Teâlâ’ya, yaratan, icat eden anla­
daki ve arkasındaki erkeklerin namaz­ mına Muhdis denir. Yaratılan, sonradan
larının bozulacağını söylemişlerdir. olan herşey ise hâdis veya muhdestir.
Onlara göre namazın bozulması için, Dinî literatürde, namaz abdesti
imamın kadınlar için imamlığa niyetet- olmayan kişiye muhdis denir. Muhdisin
miş olması, erkeklerle aynı hizada veya namaz kılması, Kâbe’yi tavaf etmesi
daha önde namaza duran kadının akıllı caiz değildir. (Î.P.)
ve buluğ çağına erişmiş olması, kılı­
nan namazın ruku ve secdeli bir namaz MUHÎT
olması ve bu muhâzâtın bir rükün Kuşatmak, himaye etmek, korumak,
boyunca devam etmiş olması, erkek­ görüp gözetmek anlamlarındaki “h-v-t”
lerin ve kadının aynı imama uyarak kökünden türeyen “ehata” fiilinin ism-i
aynı namazı kılıyor olmaları, erkek ile faili olan muhit sözlükte; kuşatan, bir

460
işi bütün yönleriyle bilen, meneden ve bütünüyle ateş içinde kalmışlardır. Ateş
helak eden demektir. onları, her taraflarından çepe çevre sar­
Muhit kelimesi Kur’ân’da sekiz mıştır. İşte bunun gibi Allah’ın ilmi,
âyette Allah’ın, iki âyette (Tevbe, 9/49, gücü ve murakabesi insanları tamamen
Ankebût, 29/54) cehennemin, bir âyette kuşatmıştır. Bunun dışında kalmak,
de azabın (Hûd, ıı/84) sıfatı olarak kulla­ gizlenmek ve unutulmak asla mümkün
nılmıştır. Allah’ın sıfatı olarak muhit, değildir.
ilminin ve gücünün, her şeyi kuşattı­ Muhît kelimesi; Allah’ın ilminin ve
ğını, O’ndan kaçıp kurtulmanın müm­ kudretinin genişliğini beyan etmekte­
kün olmadığını, hiçbir şeyin O’ndan dir. Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da, “ehâta
gizli kalmadığını ve O’nun gafil ve - yuhîtu” fiilleriyle de ifade edilmiştir.
aciz olmadığını ifade eder: “...Allah Şu âyetleri örnek olarak zikredebiliriz:
kâfirleri tamamen kuşatmıştır. ” (Bakara, “...Allah, her şeyi ilmi ile kuşatmıştır. ’’
2/19); “Allah (ın, bilgisi) onların (kâfir­ (Talâk,65/12), “Birzaman sana: “Rabb’ın
lerin) yaptıklarını kuşatmıştır. ” (Âi-i insanları kuşatmıştır, ” demiştik... ” (isrâ,
îmrân, 3/120); “İyi bilin ki onlar (kâfirler) 17/60).

Rablerine kavuşmaktan kuşku içinde­ Birinci âyette, Allah’ın ilminin


dirler, iyi bilin ki, O’(nun ilmi) her şeyi her şeyi kuşattığı açıkça bildirilmiştir.
kuşatmıştır." (Fussilet, 41/54); “Bir zaman Allah’ın bilgisi dışında kalan hiçbir şey
sonra; Rabb’ın insanları kuşatmıştır yoktur. İkinci âyette Allah’ın insanla­
demiştik... " (isrâ, 17/60); “Allah, her şeyi rı kuşatmasından maksat, herkesin
ilmi ile kuşatmıştır. ” (Talâk, 65/12) O’nun gücü ve hükmü altında olma­
sıdır. Anlaşılan o ki, muhît vasfı ile
“Allah insanları kuşatır” demek;
Allah’ın her şeyi, insanların inanç, söz,
onların bütün inanç, söz, fiil, amel ve
fiil ve davranışlarını bildiği, ona göre
davranışlarını, iyi ve kötü bütün yap­
davrandığı, itaatkârları ödüllendirdiği,
tıklarını bilir, O’ndan hiçbir şey gizli
isyânkârları cezalandırdığı, ilminin ve
kalmaz, O’nun gücü ve hükmünden
gücünün her şeyi kuşattığı ifade edil­
kimse kaçıp kurtulamaz demektir.
mektedir. (Î.K.)
Meallerini verdiğimiz âyetlerde
MUHKEM HADÎS
özellikle Allah’ın kâfirleri, onların
yaptıklarını kuşattığı bildirilmekte­ Her türlü çelişkiden uzak, hiçbir
dir. Bu, onların yaptıklarının yanları­ şüphe ve tereddüde yer olmaksızın
na kâr kalmayacağını, Allah’ın onları kabul edilip amel edilen hadise “muh­
suçları sebebiyle cezalandıracağını kem hadis” denir. (A.G.)
beyan etmek içindir. Böylece Allah, MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH
insanları küfür, isyân ve kötülüklerden Sözlükte “sağlam, esaslı ve daya­
sakındırmaktadır. nıklı” anlamına gelen muhkem, terim
“...Cehennem kâfirleri tamamen olarak, manası kolaylıkla anlaşılan,
kuşatmıştır. ” (Tevbe, 9/49; Ankebût, 29/54) haricî bir yoruma ihtiyaç göstermeyen
meâlindeki âyetlerden “muhît” keli­ ve tek anlamı olan, ne anlama geldiği,
mesinin anlamı net bir şekilde anlaşıl­ ne anlatmak istediği ilk bakışta anlaşı­
maktadır. Cehenneme atılan kâfirler, lan, manası açık ve net olan, niteliği ve

461
içeriği (seçikliği ve açıklığı) belli olan Abbas’tan bu konuda yapılan rivâyetle-
Kur’ân’ın sarih lafızlarına ve âyetlerine rin en sahihi de bu istikamettedir (Süyûtî,
denir. el-İtkan, 1/ 642).

Sözlükte benzeyen anlamına gelen Hangi âyetler muhkem, hangi âyet­


müteşâbih ise terim olarak; manası ler müteşâbihtir? Bu husus Kur’ân’da
kolaylıkla anlaşılmayan, bir çok mana­ belirtilmemiştir. îbn Abbas, İkrime ve
ya ihtimali olup bunlardan birini tayin Katade gibi Kur’ân yorumcuları âyet­
edebilmek için haricî bir delile ihtiyaç lerin, îmân edilip amel edilenleri muh­
duyulan, ne anlama geldiği, ne anlat­ kem; sadece îmân edilen, ancak amel
mak istediği ilk bakışta anlaşılmayan, edilme imkânı olmayanları ise müteşa-
manası açık ve net olmayan, niteliği bihtir demişlerdir (îtkan, 1/640). Bu görüş,
(seçikliği) belli olsa da içeriği (açıklı­ “ilimde derinleşenler, müteşâbihe îmân
ğı) belli olmayan, şaban ayında değil ederiz derler. ” (Âl-i îmrân, 3/7) âyeti ile
de ramazan ayında oruç tutulması ve uyuşmaktadır. Peygamberimiz (a.s.)
namazların sayısı gibi manası akılla de müteşâbihe tabi olanlara uymaktan
kavranamayan lafızlara ve âyetlere sakınılmasını emretmiştir (Buhârî, vı, 42).
denir. Rağıb el-İsfehânî (ö. 502/664), anla­
Muhkem ve müteşâbih kavramları mına vakıf olup olmama bakımında
Kur’ân’da geçmektedir. Sağlamlığı, müteşâbih âyetleri üç kısma ayırmıştır;
nazmının güzelliği, şek, şüphe ve kusu­ a) kıyametin ne zaman kopacağı gibi
runun olmayışı, lafzı ve anlamında bir ancak Allah’ın bilebileceği müteşâ-
zayıflığın olmayışı itibariyle Kur’ân’ın bihler, b) garîb kelimeler gibi anlamı
tamamı muhkemdir (Hûd, ıı/i). Âyetleri, ancak bir araştırma ve inceleme sonu­
güzel, beliğ, doğru, adil, vecîz ve muciz cunda bilinebilen müteşâbihler, c) ilim­
olma bakımından Kur’ân’ın tamamı de derinleşenlerin bilebileceği müteşâ­
müteşâbihtir (Zümer, 39/23). Anlamının bihler.
açıklığı ve kapalılığı bakımından âyet­ Fıkıh usulü bilginleri Ku’ân lafız­
lerin bir kısmı muhkem bir kısmı da larını konulduğu manaya delaletlerinin
müteşâbihtir (Âı-i imrân, 3/7). Âl-i İmrân açıklığı ve kapalılığı bakımından iki
sûresinin 7. âyetinde muhkem âyet­ kısma ayırmışlardır. Manaya delale­
lerin, Kur’ân’ın anası (temeli, esası) ti açık olanlar (zâhir, nass, müfesser
olduğu, kalplerinde sapma bulunanla­ ve muhkem). Manaya delaleti kapa­
rın, fitne çıkarmak ve tevilini yapmak lı olanlar (hafi, müşkil, mücmel ve
için müteşâbihe uydukları, müteşâbih- müteşâbih). Fıkıh usulü ilminde muh­
lerin tevilini ancak Allah’ın bildiği, kem; manası / hükme delaleti açık olan
ilimde derinleşenlerin, “bunların hep­ lafızdır. Bu lafzın, tevil, tahsîs ve neshe
sinin Allah’tan olduğuna îmân ederiz” ihtimali yoktur. Müteşâbih ise manası /
dedikleri bildirilmiştir. İlimde derinle­ hükme delaleti kapalı olan, ne anlama
şenlerin de müteşâbih âyetlerin tevilini geldiği ancak Allah tarafından biline­
bilebileceğini söyleyenler olmuşsa da bilen lafızdır.
İslâm bilginlerinin çoğunluğu bu âyete Müteşâbih genel olarak üç kısımdır:
dayanarak müteşâbihi ancak Allah’ın a) Lafızda olur. Bu da ya tek kelimede
bilebileceğinde ittifak etmişlerdir. İbn veya cümlede olur. Kelimenin müteşâ-

462
bih olması; kelimenin ilk anda anla­ 139), özünde, sözlerinde, fiil ve davra­
şılması zor olmasından kaynaklanır. nışlarında dosdoğru olması (Hûd, 11/112;
Sâffât sûresinin 94. âyetindeki “yezif- Ahmed, in, 198), güzel amelleri en iyi bir
fun” kelimesi gibi. Veya kelimenin çok şekilde yapması, iyiliksever olması (Hac,
anlamlı olmasından kaynaklanır. Sâffât 22/37), doğru SÖzlÜ, dürüst (sâdlk) (Müslim,
sûresinin 93. âyetindeki “yemin” keli­ îmân, 107,109) ve muttaki (Hac, 22/37) olma-
mesi gibi. Cümlenin müteşâbih olması sı, kâfir, nankör, gaddar (Lokman, 31/32),
ise, sözün muhtasar olmasından kay­ âsi, azgın, mücrim, kibirli, zalim, sapık
naklanır. Enfâl sûresinin 24. âyetinde­ ve fâsık (Sâffât, 37/22-40, 69, 74) olmaması
ki “yehûlü beyne’l-mer’i ve kalbihî” gerekir, (bk. îhlas) (İ.K.)
(Allah, kişi ile kalbi arasına girer) âyeti MUHRİC
gibi. Veya sözün dizilişinden kaynakla­
nır. Kehf sûresinin 1-2. âyetleri gibi, b)
Bir yerden dışarı çıkmak, ilim ve
sanatta becerikli olmak, alacaklı olmak
Manada olur. Allah’ın eli (Fetih, 48/10),
yÜZÜ (Kasas, 28/88), gÖZÜ (Tâ-hâ, 20/39) gibi
anlamındaki “h-r-c” kökünden türeyen
muhric, bir şeyi dışarı çıkaran, ibraz
sıfatların ve “elif lam mim” gibi kesik
eden demektir. Allah’ın sıfatı olarak
harflerin anlamlarının kapalı olması
gibi, c) Hem lafız hem manada olur. Kur’ân’da üç âyette geçmiştir: “Allah
"Müşrikleri öldürün ’’ (Tevbe, 9/5) âyetin­ gizlediğinizi ortaya çıkarandır, (muh­
de olduğu gibi emrin genel veya özel ric) ” (Bakara, 2/72); "Allah, ölüden diriyi
olup olmayışı veya “evlenin” (Nisâ, 4/3) çıkarır (yuhricü) ve diriden de ölüyü
âyetinde olduğu gibi emrin vücup veya çıkarı, (muhric). ” (En’âm, 6/95); "Allah
nedb ifade edip etmemesi gibi. (İ.K.) çekindiğiniz şeyi ortaya çıkarıcıdır”
(Tevbe, 9/64). Bu âyetlerden de anlaşıla­
MUHLİS
cağı üzere Allah’ın muhric sıfatı; bir
Sözlükte “ihlaslı olan” anlamına varlıktan başka bir varlık var eden,
gelen muhlis, din ıstılahında, îmân ve gizli şeyleri ortaya çıkaran demektir.
ibadetlerinde şirk, küfür, nifak, riya ve Allah’ın bu özelliği Kur’ân’da daha
süm’ayı (halka duyurmayı) terk edip çok "ahraca”, "yuhricu”, “nuhricu”
dinî görevlerini sırf Allah rızası için şeklinde fiil kipiyle ifade edilmiştir.
yapan, özünde, sözünde, fiil ve davra­ Meselâ, gökten su indirip yerde bit­
nışlarında dosdoğru olan insana denir. kiler, yeşillikler, meyveler üretmesi
Kur’ân ve sünnete göre bir insa­ (En’âm, 6/99; A’râf, 7/57; Tâ-hâ, 20/53; Fâtır, 35/27),
nın muhlis vasfını kazanabilmesi için; insanları karanlıktan kurtarıp aydınlı­
şartlarına uygun îmân edip Allah’ı bir ğa çıkarması (Bakara, 2/257), öldükten
olarak kabul etmesi, zatında, sıfatların­ sonra insanı yeniden yaratması (A’râf,
da, Rab ve İlâh oluşunda ve ibâdetinde 7/57) bu fiil ile anlatılmıştır. Özellikle,
hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi O’na ortak bitkilerin, yeşilliklerin kuruduktan
koşmaması (En’âm, 6/82; İhlâs, 112/1-4), İki sonra onların üzerine yağmur yağdırıp
yüzlülüğü (Nisâ, 4/142; Hicr, 15/40), riya­ yeniden var etmesi, insanın ölümünden
yı (gösterişi) ve ibadetlerini insanlara sonra diriltilmesine örnek olarak göste­
duyurmayı bırakması (Kehf, 18/no; Ahmed, rilirken “ahraca - yuhricü” fiili kullanıl­
v,i24,428-429), ibâdetlere devam etmesi, mıştır. Bu isim ve fiil, Allah’ın yaratıcı,
sâlih ameller işlemesi (Bakara, 2/136,138- var edici olduğunu ifade eder. (İ.K.)

463
MUHRİM larını, olup biten her şeyin miktarını
Hac veya umre ibadetini yapmak bilen ve bunları koruyan demektir.
için “ihram”a giren (niyet edip telbiye Kur’ân’da Allah’ın bu vasfı "ahsâ ”
getiren) kimseye ihramda bulunduğu fiili ile ifade edilmiştir: "'Göklerde
sürede verilen isimdir, (bk. Hac) (Î.K.) ve yerde bulunan herkes (kıyamet­
MUHSAN te) Rahmana kul olarak gelecektir.
Gerçekten Allah onları bilmiş, koru­
Sözlükte “muhkem, sarp kılınan
yer; korunan, himaye edilen; evli gibi” muş ve saymıştır. ” (Meryem, 19/93-94);
anlamlara gelen muhsan, bir fıkıh "(Kıyamet) günü Allah onların hepsi­
terimi olarak iki manaya gelmekte­ ni diriltir ve onlara yaptıklarını haber
dir; a) akıllı, bulûğ çağına erişmiş, verir. Allah onların yaptıklarını sayıp
hür, Müslüman ve iffetli kişi, b) aklı zapdetmiştir. Onlar ise unutmuşlardır.
başında, hür, Müslüman ve sahih evli­ Allah her şeye şahittir. ” (Mücadele, 58/6);
lik içinde cinsî münasebette bulunmuş "Biz ölüleri diriltiriz, yaptıklarını ve
kimse. bıraktıkları eserleri yazarız. Biz her
Kur’ân-ı Kerim’de muhsan kelime­ şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz­
sinin müennes çoğulu olan muhsanât, da) sayıp kaydetmişizdir. ” (Yâsîn, 36/12);
bir yerde evlenilmesi yasak kadınlar "Biz her şeyi bir kitapta yazıp saymı-
arasında evli kadın manasında; dört Şizdir. ” (Nebe’, 78/29).
yerde yedi defa da iffetli manasında Âyet meallerinden de anlaşılacağı
geçmiştir. üzere muhsî vasfı; Allah’ın bütün yara­
İki muhsan tanımından evli olması, tıklarını, onların yaptıklarını, eserleri­
nikâhta; iffetlilik de iffete iftira (kazf) ni ve sözlerini bildiğini, gördüğünü ve
suçunda sonuç doğurmaktadır. Birisiyle onları bir kitaba kaydedip sakladığını,
evli olan kadının, bir başkasıyla evlen­ kıyamette bunları ortaya çıkaracağını
mesi haramdır. Ancak nikâhın sona ifade eder. İnsanlar, kıyamette küçük-
erip, iddetini tamamladıktan sonra büyük her amelinin bir kitapta tek tek
başka biriyle evlenebilir (Nisâ, 4/24). Kazf yazılıp sayılmış olduğunu görecekler­
suçunda, iftira atana hadd cezasının tat­ dir (Kehf, 18/49). (Î.K.)
bik edilebilmesi için, iftira atılan kadı­ MUHSİN
nın muhsan olması şart koşulmuştur,
Sözlükte “iyilik eden, iyi davra­
(bk. Kazf) (Î.P.)
nan, iyi ameller işleyen ve yaptığını iyi
MUHSÎ yapan kimse” demektir.
Bir şeyde iz bırakmak, menetmek, Kur’ân’a göre bir insanın muhsin
çakıl taşı çok olmak anlamındaki “h-s- niteliğini kazanabilmesi için; mümin,
v” kökünden türeyen muhsî bir şeyin Müslüman (Mâide, 5/83-84), muttaki (Âl-i
miktarını bilen, sayan, ezberleyen, îmrân, 3/134-135; Zâriyât, 51/15-16; Mürselât, 77/43-
anlayan demektir. Allah’ın sıfatlanndan 44), sâlih ameller işleyen (sâlih) (Tevbe,
biridir. Tirmizî’nin el-esmâü’l-hüsnâ ile 9/120), hayır ve hasenât sahibi (ahyâr)
ilgili rivâyetinde geçmiştir (Deavat, 83). (Hûd, n/114-115), inancında, özünde,
Allah’ın sıfatı olarak muhsî, insan­ sözünde, ahlâkında, söz, fiil ve davra­
ların, inanç, söz, fiil, amel ve davranış­ nışlarında dosdoğru (müstakim), sabırlı

464
Ve İhlasll (Hac,
(Hûd, 11/112, 115; Yûsuf, 12/90) MUHTAZAR
22/37)olması gerekir. Kur’ân’da muhsin- Ölümü yaklaşmış olan kişiye denir.
ler şöyle tanımlanmıştır: “Bunlar, hik­ (İH)
metli kitabın âyetleridir Muhsinler için
MUHTEDÎ
yol gösterici ve rahmettir Muhsinler;
namazlarını dosdoğru kılan, zekat­ Hidâyete eren kimseye denir, (bk.
larını veren ve âhirete yakînen (kesin Hidâyet, Hâdî) (İ.K.)
olarak) îmân eden kimselerdir. Onlar MUHTEKİR
Rableri tarafından gösterilen doğru yol İhtikar yapan anlamına gelir, (bk.
üzerindedirler ve onlar kurtuluşa eren İhtikar) (İ.P.)
kimselerdir. ” (Lokmân, 31/2-5).
MUHTELAK HADİS
Kur’ân yorumcuları muhsinle-
ri; îmân edip sâlih ameller işleyen, Uydurma hadis demektir, (bk.
Allah’ın emrettiği şeyleri yapıp yasak­ Mevzû Hadis) (A.G.)
larından kaçınan, iyilikleri yapıp kötü­ MUHTELÎFU’L-HADİS
lükleri terk eden, zulüm ve haramlar­
Hadislerdeki anlaşılması zor olan,
dan kaçınan, farzları eda eden, yaptı­
ya da birbirine çelişkili gibi görünen
ğı her işi ve görevi en iyi bir şekilde
ifadeleri konu edinen hadis bilim dalı­
yapan kimse olarak tanımlamışlardır.
na denir, (bk. Müşkilu’l-Hadis) (A.G.)
Kur’ân’da “muhsin insan”, çok
övülmüştür: “Allah muhsinleri sever. ” MUHTELİT
(Bakara, 2/195), “Kim muhsin olarak, Sözlükte “aklı bozulan kimse” anla­
yüzünü / özünü Allah "a teslim ederse, o mına gelelen muhtelit, hadis usulünde,
en sağlam kulpa yapışmıştır... ” (Lokman, hastalık ya da yaşlılık gibi sebeplerle
31/22), “Din yönünden muhsin olarak rivâyet ettiği hadisleri karıştıran kim­
yüzünü / özünü Allah "a teslim eden seye denir. Bu karıştırmaya ise ihti-
ve Allah ’ı birleyen olarak İbrahim "in lat denir. Zamanı biliniyorsa râvînin,
dinine uyan insandan daha güzel kim ihtilaf başlamadan önceki hadisleri
olabilir? ” (Nisâ, 4/125) ve “Evet kim muh­ makbuldür. îhtilalat dönemine girdik­
sin olarak yüzünü / özünü Allah "a tes­ ten sonra rivâyet edilen hadisler kabul
lim ederse ” onun mükâfatı Rabb "inin edilmez. îhtilalatın zamanı ayırt edi-
yanındadır. Onlara korku yoktur ve lemiyorsa muhtelitin bütün rivâyetleri
onlar üzülmeyeceklerdir. ” (Bakara, 2/112) reddedilir. îhtilat sebebiyle kabul edil­
âyetleri bu gerçeğin ifadesidir. (İ.K.) meyen rivâyetler konusundaki başka
MUHTÂL isnadların rivâyeti ile uyumlu olduğu
anlaşılırsa, hadis makbul hale gelir.
Mütekebbir ve kendini beğenmiş
demektir. Kur’ân’da fâhûr kelimesi Muhtelitin rivâyeti az zayıf olarak
ile birlikte üç âyette geçmiştir. Her üç nitelenmiştir. Aşırı derecede muhtelit
âyette de Allah’ın böbürlenen ve kendi­ olan râvînin hadisleri çok zayıf olarak
ni beğenenleri sevmediği bildirilmiştir. kabul edildiğinden, başka isnadların bu
(Nisâ, 4/36; Lokmân, 31/18; Hadîd, 57/23) (İ.K.) rivâyetlere olumlu etkisi olmaz. (A.G.)

465
MUHTESIP “O'nun varlığının delillerinden biri
îslâm tarihinde toplumda iyiliği de (şudur:) Sen toprağı boynu bükük
emredip, kötülüğü yasaklayan ve top­ (kupkuru) görürsün, onun üzerine suyu
lumda güzel ahlâk ve faziletin korun­ döktüğümüz zaman, titreşir ve kabarır.
masına ve dinî hükümlerin uygulanma­ Onu (yeri) dirilten Allah, elbette ölüleri
sına, çarşı ve pazarların düzenine bak­ de diriltir (muhyî’l-mevta). Çünkü O
makla vazifeli kimse anlamına gelir, her şeye gücü yetendir. ” (Fussilet, 41/39).
(bk. Hisbe) (Î.P.)
Allah’ın yaşatması, diriltmesi ile
MUHYÎ - MÜMÎT ilgili olarak Kur’ân’da “ahyâ-yuhyî”
Yaşamak anlamındaki “h-y-y” fiili 48 defa, öldürmesi ile ilgili “emâ-
kökünden türeyen muhyî varlıklara te-yümîtü” fiili ise 21 defa kullanıl­
hayat veren, onları ölümünden sonra mıştır: “Öldüren de O 'dur, dirilten de
dirilten, canlandıran; ölmek anlamında O'dur. " (Necm, 53/44). (İ.K.)
“m-v-t” kökünden türeyen mümît ise,
varlıkların hayatlarına son veren, öldü­ MUHZÎ’L-KAFİRÎN
ren demektir. Zillete düşürmek, rezil rüsvay
Muhyî isim şeklinde Kur’ân’da iki etmek ve utandırmak anlamındaki
âyette (Rûm, 30/50; Fussilet, 41/39) geçmiş, “h-z-y” kökünden türeyen muhzh zil­
mümît ise isim şeklinde Kur’ân’da geç­ lete düşüren ve rezil eden demektir.
memiştir. Allah’ın bu vasfı Kur’ân’da Allah’ın sıfatı olarak Kur’ân’da
daha çok “yuhyî ve yümît” fiilleriyle bir âyette geçmiştir: “...Biliniz ki siz
ifade edilmiştir. Allah 'ı aciz bırakamazsınız ve şüphesiz
İnsanlara, hayvanlara ve bitkile­ Allah kâfirleri rezil-rüsvay edecektir. "
re hayat veren, yeryüzünü canlandı­ (Tevbe, 9/2).
ran, onları öldüren ve tekrar dirilten
Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da “ahzâ -
Allah’tır. Kur’ân’da Allah’ın hem
yuhzî” fiiliyle anlatılmıştır: “Rabbimiz!
insanları hem de diğer canlıları öldür­
mesi ve diriltmesinden söz edilmiştir: Sen birini ateşe soktun mu, onu perişan
“Ölümü ve hayatı yaratan Allah "tır ” etmİŞSİndİr... ” (Âl-i İmrân, 3/192).
(Mülk, 67/2); “O ’ndan başka ilâh yoktur Allah, müşrikleri (Nahi, 16/27), kâfirle­
O yaşatır ve diriltir... ” (Duhân, 44/8); “O ri (Mâide, 5/44), fasıkları (Haşr, 59/5), mescit­
Allah ki sizi yarattı, sonra sizi rızıklan- lerde Allah’ın adının anılmasına engel
dırdı, sonra sizi öldürecek, sonra (tek­ olanları (Bakara, 2/114), kitabını inkar
rar) diriltecek. ” (Rûm, 30/40); “Sadece edenleri (Bakara, 2/85), Allah ve Rasûlüne
biz yaşatır ve öldürürüz... ” (Hicr, 15/23). karşı koyanları (Tevbe, 9/63), insanları
İnsanları yaşatan, öldüren ve diril­ Allah yolundan saptıranları (Hac, 22/9),
ten Allah olduğu gibi diğer varlıkları peygamberleri yalanlayanları (Zümer,
yaşatıp öldüren de O’dur: “Allah'ın 39/26) dünya ve âhirette perişan, rezil ve
rahmetinin eserlerine bakın ki nasıl rüsvay ettiğini, peygamber ve mümin­
yeri ölümünden sonra diriltiyor? Şüphe leri âhirette rezil etmeyeceğini (Tahrim,
yok ki O, ölüleri de diriltendir (muhyî). 66/8) bildirmiştir. Allah’ın bu sıfatı kâfir
O her şeye gücü yetendir. ” (Rûm, 30/50); ve asilere yöneliktir. (Î.K.)

466
MUKADDÎM - MUAHHÎR rin faziletli olanlarıdır. Sihirleriyle Hz.
Öne geçmek, eski olmak, cesur Musa (a.s.)’ya galip geldikleri takdir­
olmak, gelmek, dönmek, bir işe yönel­ de Firavun’a yakın olma anlamında
mek, razı olmak anlamlarındaki “k-d- sihirbazlar (A’râf, 7/114; Şûarâ, 26/42) ile
m” kökünden türeyen mukaddim, öne âhirette Allah’ın lütfuna yakın olanlar
geçen, birini öne geçiren, yükselten; anlamında nebiler, sıddıklar, şehidler
muahhir ise mukaddimin zıddı olup ve salihlerin (Vâkıa, 56/ıı, 88) ve Hz. İsâ
geri, geriye kalan, birini geride bırakan, (a.s.)’ın (Âı-i imrân, 3/145) sıfatı olarak
alçaltan demektir. kullanılmıştır. Mukarrabûn, insanla­
Her iki kelime de Allah’ın sıfatı rın ulaşabilecekleri en yüksek merte­
olup, Tirmizî’nin el-esmâü’l-hüsnâ ile bedir. Kıyâmet kopunca insanlar, üç
ilgili rivâyetinde geçmiştir (Deavat, 83). sınıf olurlar: “Ashab-ı meymene”,
“ashab-ı meş’eme” ve “sabikûn”.
Allah’ın sıfatı olarak mukaddim ve
Sâbikün (öncüler) için; ((îşte onlar
muahhir, dilediğini önce, dilediğini
mukarrabûn (yüksek derecelere ulaş­
sonra yaratan, dilediğini öne geçiren
dilediğini geride bırakan, itaâtkar- tırılmış) olanlardır (Onlar), nimet
ların itibarını, derecesini yükselten, cennetlerindedirler (Bunların) çoğu
isyankârların derecelerini ise düşüren önceki (ümmet)lerden, birazı da sonra­
demektir. (Î.K.) kilerden (ümmet-i Muhammed’den olan
mutlu insanlardır). ” denilmiş ve bun­
MUKALLİD
lara ikram edilecek nimetler sayılmıştır
Mukallid, hüccetsiz ve delilsiz ola­ (Vâkıa, 56/15-23, 88-89; Mutaffıfîn, 83/27-28).
rak başkasının sözünü kabul eden; sözü
Anlaşılan o ki mukarrebûn; dünyada
hüccet olmayanın sözüne göre, delilsiz
imân, ibadet, itaat ve hayırlarda önde
olarak amel eden anlamına gelmekte­
olan, İlâhî iradeye tam teslim olan pey­
dir. (bk. Taklîd, Mezheb) (İ.P.)
gamber ve salih müminlerdir. Bunların
MUKARREB sayısı azdır. Peygamberlerin çok olma­
Yaklaşmak ve yakın olmak anla­ sı sebebiyle çoğu önceki ümmetlerden
mındaki “kurb” kökünden türeyen olacaktır. (Î.K.)
mukarreb kelimesi sözlükte, yaklaştı­
MUKAVELE
rılmış demektir.
Sözlükte “mücadele, münakaşa
Yakınlık; zaman, mekan, nesep,
etmek, kontrat yapmak” anlamlarına
itibar, riâyet ve güç itibariyle olur.
gelen mukavele^ bir fıkıh terimi olarak,
Mukarreb kelimesi çoğul şekliyle
akit yapmak, yazılı sözleşme demektir,
(mukarrabûn, mukarrebîn) Kur’ân’da
(bk. Akit) (Î.P.)
8 âyette geçmiş ve izzet, şeref, itibar
ve nimete nail olma itibariyle yakın­ MUKAYAZA
lık anlamında melek, peygamber ve Sözlükte “değişmek, değiştirmek”
müminlerin sıfatı olarak kullanılmıştır. gibi anlamlara gelen mukâyaza, bir
Mukkarrabûn melekler (Nisâ, 4/172), fıkıh kavramı olarak, ikisi de nakit
arş-ı â’lâda bulunan melekler, Cibril, veya semen cinsinden olmamak üzere
Mikail, İsrafil ve Azrail gibi melekle­ bir aynı, diğeri ile değiştirmek demek-

467
tir. Türkçe’de bu işlem, trampa kavra­ ve “peşpeşe” ile kayıtlanmıştır; bu
mı ile ifade edilmektedir. şekilde tutulması gerekir.
Mukâyaza akdinde, alınıp veri­ Mukayyet tasarruf; akdin kuruluş
len nesnelerin ikisinin de mal olması esnasında bazı şartlar ileri sürülerek ger­
gerekir. Meselâ, bir evin, araba karşılı­ çekleştirilen sözleşme ve hukukî muâ-
ğında satışı mukâyazadır. Her ikisinin melelerdir. Meselâ, bir kimsenin kendisi
de nakit veya altın, gümüş gibi semen bir ay oturmak şartı ile evi satması böyle
cinsinden olması halinde akit, sarf mukayyet akillerdendir. Hanefîlere göre
olur. Birinin nakit diğerinin mal olması fasit şartlar, yani taraflara yarar sağlayan
halinde ise, bey’ olur. şartlar akdi fasit eder.
Mukâyaza akdinde, akde konu Mukayyet vâcip (farz); edâ edilmesi
malların akit esnasında belirlenmesi için belirli bir vakit tayin edilen vâciptir.
gerekir. Ancak akdin bağlayıcı olması Bu vâcibin edâsı için bir başlangıç ve bir
için kabz edilmesi, teslim alınması şart de bitiş vakti vardır. Mükellef, bu vâcibi
değildir; akit kurulduğu andan itibaren belirlenen vakti içinde tam olarak, yani
iki tarafı da bağlar. Akit kurulduktan bütün şart ve rükünlerini taşır şekilde ifa
sonra, belirlenen malın kendisinin tes­ ederse, edâ olur. Vakti geçtikten sonra
lim edilmesi gerekir; yeni bir anlaşma yapılması ise, kazâdır. (Î.P.)
olmaksızın benzeri veya değeri veri­
MUKAYYET SU
lemez. Alınan veya verilen şeylerden
birisinin istihkak yoluyla geri alınması Herhangi bir maddenin karışma­
halinde akit batıl olur. (Î.P.) sıyla, yaratılmış olduğu tabii halinden
çıkan ve özel bir isim alan sulardır, (bk.
MUKAYYET Mâ-i Mukayyed) (İ.P.)
Sözlükte “bağlanmış, yazıyla tespit MUKILLÛN
edilmiş, tescil edilmiş” gibi anlamla­
ra gelen mukayyet, fıkıh usulünde ve Sözlükte “bir şeyi, bir işi az yapan”
muâmelâtta farklı anlamlarda kullanıl­ anlamına gelen mukillûn, hadis ıstıla­
mıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: hında, Hz. Peygamberden, binden daha
az sayıda hadis rivâyet eden sahabîle-
Mukayyet lafız; mutlak olmayan,
re denir. Bunlar, Hz. Peygamber’den
bir sıfat, hal, gaye veya şartla bağlı olan
binden daha fazla hadis rivâyet eden
lafız demektir. Bir nassda mukayyet
yedi sahabî dışında kalan sahabîlerdir.
olarak yer alan bir lafzın, kaydın kal­
(A.G.)
dırıldığına dair bir delil bulunmadık­
ça, mukayyet haline göre amel edilir; MUKİM
bu kaydın kaldırılması doğru olmaz. Sözlükte “bir yerde ikamet eden
Meselâ, zıhar keffareti ile ilgili âyet­ kimse” anlamına gelen mukim, din ıstı­
te; <(Buna imkân bulamayan kimsenin, lahında, asıl vatanında ikamet eden veya
hanımıyla temas etmeden önce aralık­ 90 km. uzaklıkta bir yere gidip orada
sız olarak iki ay oruç tutması gerekir. ” Hanefîlere göre 15 gün ve daha fazla,
denilmektedir. (Mücadele, 58/4) Buna göre Şafıîlere göre giriş ve çıkış günleri hariç
keffaret olarak tutulacak oruç, “iki ay” 4 gün ve daha fazla; Caferîlere göre 45

468
km. uzaklıkta bir yere gidip orada 10 Muksit kavramı Kur’ân’da, mümin
günden fazla kalan kimseye denir. insanın vasfı olarak da geçmiş, mümin,
Belirli bir yere gitmeyi amaçlama­ kâfir herkese karşı adil olunması emre­
dan seyahate çıkan kimse mukim sayı­ dilmiş ve Allah’ın adil olanları sevdiği
lır. (İ.K.) bildirilmiştir: “Allah sizi din hakkında
sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınız­
MUKÎT
dan çıkarmayan kimselere iyilik etmek­
Rızık vermek, geçindirmek anla­ ten, onlara adaletli davranmaktan
mındaki “k-v-t” kökünden türeyen men etmez. Çünkü Allah âdil olanları
mukît^ herkese rızık veren, herşeye (muksıtîn) sever. ” (Mümtehine, 60/8) âyet­
gücü yeten ve muktedir olan demektir. leri bunun delilidir, (bk. Adil, Adâlet ve
Allah’ın sıfatı olarak mukît, her Kist) (İ.K.)
şeye gücü yeten, yaratıklarına rızık MUKTEDÎ
veren, kullarının amellerine şahit olan,
onları koruyan ve mükâfatlarını veren Cemaatle namaz kılınırken, imama
uyan kimseye muktedî denir, (bk.
demektir.
İktidâ) (Î.P.)
Kur’ân’da bir âyette geçmiştir:
“...Allah her şeyi gözetip, karşılığını MUKTEDİR
verendir ” (Nisâ, 4/85). (İ.K.) Allah’ın sıfatlarından biri olup, her
şeye gücü yeten demektir, (bk. Kâdir)
MUKSÎT
(Î.K.)
Sözlükte “adil” anlamına gelen
MUKTESİD
muksit^ Allah’ın sıfatı olarak,
Tirmizî’nin “el-esmâü’l-hüsnâ” ile Bir şeye yönelmek, azmetmek,
ilgili rivâyet ettiği hadiste geçmiştir güvenmek, adaletle hükmetmek, mute­
(Deavat, 83). dil olmak anlamındaki “kasd” kökün­
Kur’ân’da isim şekli geçmemekle den türeyen mukteside sözlükte, ifrat
ve tefritten sakınan, orta halli hareket
birlikte adaletli olmayı emreden âyet­
eden, mutedil olan demektir. îktisad
ler O’nun adil olduğunu ifade eder:
iki kısımdır; 1- Övülen îktisad: îfrat ve
“...Eğer hüküm verirsen aralarında
tefritten uzak davranışlardır. Cömertlik
adaletle (kist) hüküm ver Çünkü Allah
gibi. Cömertlik israf ile cimrilik arası
âdil olanları sever. ” (Mâide, 5/42); “Ölçü
bir davranıştır. Cesaret / şecâet de
ve tartıyı adaletle tam yapın. ” (En’âm,
böyledir. Cesaret; korkaklık ile hiddet
6/152); “De ki: Rabbim bana adaleti
ve saldırganlık arası bir davranıştır.
(kist) emretti... ” (A’râf, 7/29); “Ey mümin­ Lokmân sûresinin 19. âyetinde zikre­
ler! Adaleti (kist) tam yerine getirerek dilen yürüyüş şekli bu tür bir hareket­
Allah için şahitlik edenler olun... ” (Nisâ, tir. Ne hızlı ne yavaş, ikisi arası sakin
4/135); “...Adil olun, şüphesiz Allah âdil ve vakarlı, kibirli ve miskin olmayan
olanları sever. ” (Hucurat, 49/9). bir yürüyüş. 2- Ne övülen ne yerilen
Allah’ın sıfatı olarak muksit, hakla iktisadı Adalet ve zulüm arası bir dav­
ve adaletle hükmeden, mazlumun hak­ ranış, uzak ile yakın arası bir mesafe
kını zalimden adaletle olan demektir. (Tevbe, 9/42) gibi.

469
Bu kelime, Kur’ân’da üç âyette geç­ bölücülüktür. Kur’ân’ı terk etmektir.
miş ve mutedil hareket eden insan ve "'Peygamber; 'Ya Rabbi! Kavmim bu
toplumun sıfatı olarak kullanılmıştır. Kur ’ân ’ı terk edilmiş bıraktılar ’ der. ”
Fâtır sûresinin 32. âyetinde mümin­ (Furkân, 25/30) âyeti bu hususa işaret
ler, “nefislerine zulmeden” “muktesid” etmektedir. (İ.K.)
ve “sâbık” olarak üç vasıfla anılmış­
MUNKATI’ HADÎS
lardır. “Muktesid” emir ve yasaklara
bazen uyan bazen uymayan, günahı da Sözlükte “kesik, kopuk hadis” anla­
sevabı da bulunan müminlerin vasfıdır. mına gelen munkatı9 hadis, senedin
Lokmân sûresinin 32. âyetinde başından ya da sonundan olmaksızın,
geçen muktesid; sözünü tutan, adil peş peşe olmamak kaydıyla, bir ya da
olan, doğru yolda sebat eden, îmân ve birden fazla râvîsi düşen hadise denir.
ihlas üzere olan kimse; Mâide sûresinin Munkatı’ hadis, senetten düşen râvî­
66. âyetinde geçen “ümmet-i muktesi­ nin durumu bilinmediği için zayıf ve
de” ise Müslüman toplum anlamında­ merduddur, delil olmaz. Ancak aynı
dır. (Î.K.)
hadis başka bir senetle muttasıl olarak
MUKTESİM gelir ve kopuk senette düşen râvînin
Bölücü, parçalayıcı, taksim edici güvenilir olduğu anlaşılırsa, bu tak­
demektir. Kur’ân’da muktesimîn dirde evvelden munkatı’ bilinen hadis
şeklinde bir âyette geçmiştir: "(Ey kabul edilir ve dinî hükümlerde delil
Rasûlüm!) De ki, ben ancak apaçık bir olarak kullanılır. (A.G.)
uyarıcıyım, (imân etmezseniz) o bölü­
MURÂBAHA
cülere (muktesimîn) indirdiğimiz gibi
(size de azap iner) ” onlar ki Kur ’ân-ı Sözlükte “bir şeye alındığı fiyattan
bölük bölük (idin) yaptılar. ” (Hicr, 15/89- fazla fiyat vermek” anlamına gelen
9i) Bu âyette geçen “muktesimîn” ile murâbaha, bir fıkıh terimi olarak, bir
murat, Yahûdî ve Hristiyanlar’dır. kimsenin almış olduğu malı, kendisine
Çünkü onlar, Kur’ân’ın Tevrat ve kaça mal olduğunu söyleyerek, aldığı
Incil’e uygun olanlarına hak, uygun fiyattan fazla bir fiyata satmasına kârlı
olmayanlarına bâtıl demişlerdir. satışına denir. Meselâ, bir malı 100 lira­
Veya Kureyş müşrikleridir. Çünkü ya mal eden bir kimsenin, 120 liraya
onlar, Mekke’ye dışarıdan gelenlere satması böyledir.
Kur’ânTn bir kısmına şiir, bir kısmına
büyü ve kehânet, bir kısmına eskile­ Murâbaha yoluyla satışta, satıcının,
rin masalları derler, böylece insanları kendisine malolan fiyattan daha yük­
imândan men ederlerdi. sek bir fiyata malolduğunu belirtmesi
Anlaşılan o ki, Kur’ân’ın emir ve halinde, alıcının dilerse fiyatın tama­
yasaklarının, hüküm ve tavsiyelerinin mıyla akdi kabul edebileceğini, diler­
bir kısmını alıp bir kısmını almamak, se reddedeceğini söylemişlerdir. Ebû
bir kısmını güzel, doğru ve uygulanabi­ Yûsuf ise, aldatma miktarınca fiyattan
lir bulup bir kısmını ise uygulanamaz, indirim yapabileceğini kabul etmiştir.
değişmesi gerekir nitelikte bulmak (Î.P.)

470
MURAKÂBE MUSADDIK
Sözlükte “denetlemek, gözetle­ Doğrulayıcı/tasdik edici demek­
mek, korumak ve kendi iç âlemine tir. Kur’ân’da; Kur’ân, peygamber ve
bakmak” anlamlarına gelen murâka- müminlerin sıfatı olarak kullanılmıştır.
be, tasavvufta kulun, nefsini kontrol Kur’ân, Tevrat’ı, İncil’i ve kendin­
altında bulundurması, Allah ile birlikte den Önceki kitapları (Bakara, 2/41, 89, 91);
olma bilincini diri tutması, Allah’tan Muhammed (a.s.) Tevratı, İncili, diğer
kitapları ve peygamberleri (Bakara, 2/101;
feyiz beklemesi demektir. Allah’ın
Âı-i imrân, 3/81; sâfiât, 37/37); İsâ (a),Tevrat’ı
güzel isimlerinden biri “Rakîb” olup,
(Âi-i imrân, 3/50); müminler ise din gününü
Allah’ın yaratıklardan bir an bile gafil
(Mearic, 70/26) Ve Kur’ân’l (Zümer, 39/13; Leyi,
bulunmaması ve kendisinden hiçbir
92/6) doğrulayıcı olarak nitelenmiştir.
şeyin gizli kalmaması demektir, (bk.
Bütün peygamberler, kendinden
Ragîb) Murakâbe, kulun Allah’ı görür­
önceki kitap ve peygamberleri tasdik
müşçesine ibadet etme mertebesine
edicidirler. Bu onların bir özelliğidir
ulaşmasıdır. Sûfilere göre her türlü iyi­
(Sâffât, 37/50).
liğin kaynağı murakâbedir. Çünkü kul
Mümin kelimesi de sözlük anlamı
murakâbe sayesinde kendisini her türlü
itibariyle musaddık (= tasdik edici)
kötülükten uzak tutabilmekte ve işledi­
demektir. Müminler, Kur’ân’m bütün
ği hatalardan dönebilmektedir. (M.C.)
âyetlerini, âyetlerde ve sahih hadisler­
MURDAR de geçen emir ve yasakları, helal ve
Kendiliğinden ölmüş veya kasten haramları, hüküm ve tavsiyeleri, kıssa
besmelesiz kesilmiş olan hayvan, leş ve ve haberleri doğrularlar. (İ.K.)
domuz eti gibi yenmeleri kesin olarak MUSAFAHA
yasaklanan, haram kılınan şeylerdir, Sözlükte “tokalaşmak” anlamına
(bk. Meyte) (İ.P.) gelen musafaha, hadis ilminde, muteber
MÛRİS hadisçilerden birinin rivâyet ettiği bir
hadisin senedindeki râvî sayısının, aynı
Miras bırakan demektir, (bk. Ferâiz)
hadisi rivâyet eden bir başka kimsenin
(İ.P.)
senedindeki ravî sayısı ile eşit olmasıdır.
MURÛR-İ ZAMAN Musafaha, muteber hadis kitabına göre
Zaman aşımı, zaman geçmesi anlamı­ kıyaslanan hadisin isnadının âlî olduğu­
na işaret eder. (bk. Âlî îsnad)
na gelen murûr-i zaman, hukukta, dava
konusunun meydana gelmesi üzerinden Ahlâkî bir terim olarak, karşılaşan
uzun müddet geçmesi sebebiyle mah­ iki insanın selâmlaştıktan sonra, toka­
kemede davaya bakılmaması demektir. laşmasına denir. (A.G.)
Yargılama usulünde, davaya bakılma­ MUSAHHAF VE MUHARREF
sı için bir zaman belirlenebilir. Ancak HADİS
İslâm’a göre, murûr-i zamanla, bir kim­ Yazının şekli değişmeksizin, keli­
senin malı diğerine helal olmaz. Yani melerindeki harflerin noktaları değişti­
mahkeme karşısında dava görülmese de, rilen hadise musahhaf hadis, bu şekil­
kişi dinî sorumluluktan kurtulamaz. (İ.P.) deki değişikliğe tashif denir. “Halil”

471
yerine “Çelil” getirilmesi, bunun bir denir. Kütüb-i Sitte’de yer alan eser­
örneğidir. Yazının şeklinde ve nokta­ ir bu türdendir. Musannef tertibiyle
larında hiçbir değişiklik olmaksızın, oluşturulan hadis eserleri içerisinde,
kelimelerindeki harekeleri değiştirilen camiler, sünenler, müstedrekler, müs-
hadise muharref hadis, bu şekildeki tahreçler ve zevâidler yer almaktadır.
değişikliğe de tahrif denir. “Kilâb” Musannefler, tariften de anlaşılacağı
yerine “Külâb” getirilmesi bunun bir üzere “ale’l-ebvâb tasnif’ üzere oluş­
örneğidir. İlk devirlerdeki muhaddisle- turulan eserlerdendir. Merfû, mevkûf
rin çoğunluğu, musahhafla muharrefi ve maktû haberleri içerirler.
aynı anlamda kabul etmişlerdir.
“Musannef’ adıyla eser meyda­
Tahrif ve tashif senet ya da metinde na getiren bazı müellifler şunlardır:
yer alabilir. Hadislerdeki bu tür deği­
Hammad ibn Seleme (0.167/783), el-Vekî
şikliklerin sebebi, işitirken lafzı ya da
Îbnu’l-Cerrâh (0. 196/811), Abdürrezzat
manayı hata sonucu olarak karıştırmak­
ibn Hemmam (0. 211/826). (A.G.)
tır. Hadis ilminin mübhemleri arasında
yer alan musahhaf ve muharref konu­ MUSÂVÂT
sunda büyük muhaddislerce eserler Sözlükte “eşitlik” anlamına gelen
kaleme alınmıştır. müsavat, belagat ilminde bir sanat adı
Musahhaf ya da muharref durumda olup manaların lafızlar kadar, lafızla­
olan hadisi düzeltmeden okumak veya rın da manalar kadar olması, birbirine
aktarmak caiz değildir. Bunların düzel­ fazla olmamasına denir. "... Kendiniz
tilmesi zorunludur. (A.G.) için yapıp gönderdiğiniz her hayrı,
MUSALLÂ Allah ’ın yanında bulursunuz... ” (Bakara,
Sözlükte “seccade, namaz yeri” 2/110) âyeti örnek olarak verilebilir.
anlamına gelen musalla, dinî bir kav­ (Î.K.)
ram olarak, daha çok bayram namazları MUSAVVİR
için hazırlanan, kıble tarafında mihrap
Çok ses çıkarmak, yaklaşmak, mey­
veya bunun yerine dikili bir taş bulu­
letmek, eğilmek, yönelmek anlam­
nan, üstü açık mescide; cami ve mezar­
larındaki “s-v-r” kökünden türeyen
lık civarında cenaze namazı kılınan
musavvir kelimesi, bir şeye şekil, suret
yere verilen isimdir. Musallâ namazın
veren, resim ve boya yapan, vasfeden
edâsı konusunda mescit hükmünde­
dir. Bayram namazları için hazırlanan ve niteleyen demektir. Allah’ın sıfatı
musallâya ülkemizde namazgâh da olarak musavvir, varlıklara şekil ve
denmektedir. (Î.P.) suret veren demektir. “Musavvir” vasfı
Kur’ân’da bir âyette geçmiştir (Haşr,
MUSALLÎ
59/24). Kur’ân’da “savvara” fiili kulla­
Namaz kılan anlamına gelmekte nılarak Allah’ın insana en güzel şekli
olup, beş vakit namaza devam eden verdiği bildirilmiştir: ‘"Rahimlerde sizi
kişiye verilen addır. (Î.P.)
dilediği gibi şekillendiren (yüsavviru)
MUSANNEFLER O’dur... ” (Âi-i imrân, 3/6), ""...Sizi şekil­
Hadisleri konularına göre tertiple­ lendirdi (savvaraküm), şekillerinizi
yen eserlere genel olarak musannef de güzel yaptl... ” (Mü’min, 40/64), ""Sizi

472
yarattık, sonra size şekil verdik... ” (A’râf, ileyhi raciûn = (Biz Allah ’ın kuluyuz
7/11). (Î.K.) ve yine O’na döneceğiz)” demiştir.
MUSEVÎLİK (Bunun üzerine kendisine); “Bu bir
musibet midir ki, istirca eylediniz” diye
bk. Yahûdîlilik.
sorulmuş, Peygamberimiz (a.s.) “Evet
MUSHAF mü’mini üzen, ona eziyet veren her
Bir araya toplanıp bağlanmış şey musibettir” demiştir (Buhârî, Merda, 1;
sayfalar demektir. Bununla maksat, Müslim, Birr, 52).
Kur’ân’ın bütün sûre ve âyetlerinin Musibet, kelimesi daha çok şerri
yazılıp bir araya toplanmış, ciltlenmiş
ifade eder. Ancak musibette, hayır da
ve iki kapak arasına alınmış halidir.
olabilir (Bakara, 2/216).
Kur’ân, Hz. Peygamberin sağlığında
çeşitli malzemelere yazılmış, ancak Hastalık, yara, bere, kırık, çıkık,
mushaf haline getirilmemiştir. Hz. Ebû zulüm, işkence, açlık, susuzluk, yok­
Bekr’in (r. a.) devlet başkanlığı zama­ sulluk gibi doğrudan insanlara isabet
nında mushaf haline getirilmiştir. İlk eden musibetler (En’âm, 6/65; Hadid, 57/22);
mushafa el-îmam (asıl) denilmiştir. hayvanlara, ürünlere ânz olan âfetler,
Hz. Osman zamanında bu ilk nüshadan zelzele, kuraklık, sel felaketi, tufan vb.
sekiz adet çoğaltılmıştır. Yer yüzündeki âfetler yeryüzüne isabet eden musi­
bütün mushaflar bu nüshalarla aynıdır. betler; yangın, gasp edilme, çalınma,
(Î.K.) bozulma, kırılma vb. zararlar mala
MÛSÎ’ isabet eden musibetler (Bakara, 2/155);
şirk, nifak, küfür ve isyan gibi kişi­
Allah’ın sıfatlarından biri olup,
nin inancına, dinine gelen musibetler
genişleten demektir. Bu kelime
olmak üzere dört çeşit musibet vardır.
Kur’ân’da tekil ve çoğul olarak iki
En büyük musibet şirktir, dinsizliktir.
defa geçmiştir. Bakara sûresinin 236.
âyetinde zengin, imkânı bol kimse Musibetler insanlara, Allah’ın izni,
için kullanılmıştır. Zâriyat sûresinin İrâdesi ve takdiri (Hadîd, 57/22-23; Teğabün,
47. âyetinde “Göğü kendi ellerimiz­ 64,ıi), hatalı davranış ve kötü ameller
le (gücümüzle) bina ettik ve biz (onu) (Şûrâ, 42/30), nimetlere nankörlük (Nahl,
genişletmekteyiz. ” denilmiştir. Bu âyet­ 16/112-113), insanlara zulüm (Nahl, 16/33-34),
te geçen müsiûn Allah’ın gücünü ifade İlâhî kurallara uymama (isrâ, 17/15,16,17)
etmektedir. Allah gökleri sürekli geniş­ ve imtihan edilme (Bakara, 2/155) sebebiy­
letmektedir. (bk. Vâsi’) (Î.K.) le gelebilir.
MUSİBET Musibetler, günahlara keffâret olur:
Ansızın gelen bela, sıkıntı, hoşla­ “Müslümana; fenalık, hastalık, keder,
nılmayan şeyler, hedefine isabet eden hüzün, eza, can sıkıntısı ânz olmaz,
mermi gibi insana şiddetle dokunan hatta vücuduna bir diken batırılmaz
hâdise ve felaketler demektir. Mümini ki, Allah bu musibetler sebebiyle onun
üzen her şey musibettir. Peygamberimiz hatalarını ve günahlarını bağışlamış
(a.s.) yanmakta olan mumu sönün­ olmasın ” (Buhârî, Merdâ, 1; Müslim, Birr, 14)
ce istirca etmiş “inna lillâhi ve inna hadisi bunun delilidir. (Î.K.)

473
MUSKA âyetinde “mütesaddikîn” ve “mütesad-
Halk arasında hastalığa, nazara, dikât” vasıflarıyla övülmüşler ve ken­
cinlerin saldırısına, canavarların teh­ dilerime, “ecri kerîm (= değerli ve kıy­
likesine, hasedin etkilerine ve benzeri metli mükâfat)”, “ecri azîm (= büyük
musibetlere karşı korunmak amacıyla mükâfat)” ve “mağfiret (= bağışlan­
bir kağıda yazılıp muşambaya sarılan ma)” vadedilmiştir. (İ.K.)
bir takım dua ve sözler muska adı ile MUT’A
anılır.
Sözlükte “kendisinden faydalanılan
Muskacılık İslâm öncesi toplum- şey” anlamına gelen mut’a, bir fıkıh
larda yaygındı. Özellikle çok erken terimi olarak, boşanma veya evliliğin
tarihlerde Mısır’da dilek, şans, çare feshinden sonra kocanın, kadına ver­
ve kurtulma sembolü olarak yaygın diği elbise ve benzeri hediyeye denir.
bir biçimde kullanıldığı sanılmaktadır. Ayrıca bir ücret karşılığı, belirli bir süre
Müslüman toplumlara da muhteme­
için yapılan nikahlanmaya da mut’a
len, cahiliyye döneminde yaygın olan
denmektedir.
sihir, şans ve fal okları gibi batıl örf
ve adetlerin bir uzantısı olarak girmiş­ Zifaftan sonra meydana gelen
tir. Aslında İslâm dinî hastalık, korku, boşanmalarda, mehir belirlenip de
musibet gibi durumlardan korunmak peşin olarak verilmemişse tamamı­
için aklî tedbir ve çareler önermiştir. nın, belirlenmemişse mehr-i mislin
O’nun meşru kıldığı bazı yollar ve kadına ödenmesi gerekir, (bk. Mehir)
yöntemler de vardır. Bunlar, usulune Ancak, zifaftan önce boşanma halinde,
uygun tedavi olmak, ilaç kullanmak, şâyet mehir belirlenmişse, belirlenen
muhtemel olaylara karşı önceden tedbir mehrin yarısı, mehir belirlenmemişse
almak gibi hususlardır. Nitekim sevgili mut’a ödenmesi gerekir. Mut’a, elbi­
Peygamberimiz de hastalıklara karşı se, başörtüsü, manto veya benzeri bir
tedavi olmayı ve ilaç kullanmayı emret­ takım giyecekten oluşur. Zifaftan önce
miştir. Bazı çevreler veya kişilerce dinî ve mehir belirlenmeksizin yapılan
duyguları sömürerek kazanç elde etme boşamanın dışındaki, boşanmalarda ise
aracı olarak kullanılan muska, bilgisiz mut’a verilmesi müstehabtır.
kişilerin mesleği, çıkarı ve inancı hali­ Mufa nikahı; bir ücret karşılı­
ne gelmiştir. Naklin yanında akıl ve ğında, belirli bir müddet bir kadın­
tecrübeye de büyük değer veren yüce la nikahlanmaya denir. Bir kısım Şiî
îslâm dinî bilimsel değeri olmayan bu fakihin dışında, bütün îslâm bilginleri
tür davranışları yasaklamıştır. (F.K.) mut’a nikahının haram olduğunda itti­
MUSSADDIK VE MÜTESADDIK fak etmişlerdir. Mut’a nikahı ve belirli
Mütesaddık ve mussaddık keli­ bir zaman için kıyılan nikah batıldır.
meleri “sıdk” kökünden ismi fail olup Mü’minûn sûresinin 6 ve 7. âyetleri­
zekat ve sadaka veren demektir. Bu nin nazil olması üzerine, mut’a nika­
vasıflar, müminlere özgü birer nitelik­ hı haram kılınmıştır. îbn Abbas, şöyle
tir. Mümin erkek ve kadınlar; Hadîd anlatmaktadır:
sûresinin 18. âyetinde, “mussaddikîn” “İslâm’ın evvelinde mut’a vardı.
ve “musaddikât”, Ahzâb sûresinin 35. Kişi, tanımadığı bir beldeye gelin-

474
ce, oradan yerli bir kadınla, kalaca­ yetinde mâhir, titiz, dikkatli ve güve­
ğını tahmin ettiği müddet miktarınca nilir olduğunu belirtir. Ta’dil lafızla­
nikah yapardı. Kadın, böylece onun rından biridir, “sika”, “hüccet”, “sebt”,
eşyasını muhafaza eder, gerekli işle­ kavramları ile aynı anlama gelir. Bu
rini görürdü. Bu hal, “Onlar namus­ sıfatlarla nitelenen bir râvînin hadisi
larını korurlar. Ancak hanımlarına ve sahihtir. (A.G.)
câriyelerine karşı müstesna, bunlarla MUTLAK
olan yakınlıklarından dolayı kınan­
Sözlükte “çözülmüş, bırakılmış,
mazlar. ” (Mü’minûn, 6) meâlindeki âyet salıverilmiş, mubah kılınmış” gibi
nazil oluncaya kadar devam etti. (Bu anlamlara gelen mutlak, fıkıh usu­
âyet gelince mut’a haram ilân edildi.)” lünde, teklik, çokluk veya herhangi
(Tirmizî, Nikâh, 27) bir sıfat, hal, gaye veya şartla kayıtlı
Ayrıca Hz. Ali, “Rasûlüllah aleyhis- olduğuna dair delil bulunmayan lafız
salâtu vesselâm, Hayber Gazvesi günü, demektir. Mesela, adam veya adam­
kadınlarla mut’ayı, ehli eşek etlerinin lar sözü, belirli bir fert veya fertleri
yenmesini haram kıldı.” demiştir (Buhari, ifade etmediği ve herhangi bir kayıt­
Megazi, 38; Müslim, Nikâh 29; Nesai, Nikah, 71). la da sınırlandırılmadığı için mutlak­
Hz. Ömer de, hilafeti döneminde mut’a tır. Mutlak, mukayyedin zıddıdır. (bk.
nikahını zina gibi kabul ederek, yasak­ Mukayyet)
lamıştır. (I.P.) Bir nassda lafız, mutlak olarak geç­
MUTAFFÎF tiğinde, takyit edildiğine dair bir delil
Eksik ölçmek, eksik ölçek ile ver­ bulunmadıkça, mutlak haline göre
mek anlamındaki “tatfîf ’ kelimesin­ amel edilir; herhangi bir şekilde takyit
den türeyen bir isim olup, eksik ölçen, edilmesi doğru olmaz. Meselâ, evlenil-
eksik tartan kimse demektir. Kur’ân’da mesi haram olan kadınlar sıralanırken
bu kimse şöyle tanıtılmıştır; “Ölçü ve “eşlerinizin anneleri” (Nisâ, 4/23) denil­
miş, herhangi bir kayıt getirilmemiştir.
tartıda hile yapanların (mutaffifin)
Bu nedenle, eşlerle zifafa girilmiş olsa
vay haline! Onlar, insanlardan bir
da, olmasa da anneleri ile evlenmek
şey ölçüp aldıkları zaman ölçüyü tam
haramdır. (Î.P.)
yaparlar. Kendileri onlara bir şey ölç­
tükleri veya tarttıkları zaman (ölçü ve MUTTAKİ
tartıyı) eksik yaparlar. ” (Mutaffifîn, 83/1-3) Takva sahipleri demektir, (bk.
“Mutaffifin”, aynı zamanda Kur’ân’ın Takva) Kur’ân’da muttaki insan olun­
83. sûresinin adıdır. (Î.K.) ması konusunda ısrarla durulmuş, cen­
net ve nimetleri muttakîler için hazır­
MUTASAVVIF
landığı bildirilmiştir (Âl-i İmrân, 3/133; Ra’d,
bk. Tasavvuf. 13/35; Furkân, 25/15; Muhammed, 47/15).
MUTKİN Allah, muttakîleri cehennem aza­
Sözlükte “mâhir, titiz, dikkatli” bından koruyacağını (Tûr, 52/18), onla­
anlamına gelen mutkin, hadiste, ada­ rın dostu olduğunu (Câsiye, 45/19), onları
let ve zabt özelliklerini taşıyan râviye sevdiğini (Âl-i imrân, 3/76), onlarla beraber
denir. Bu kavram râvînin, hadis rivâ- olduğunu (Tevbe, 9/36) ve onlar için güzel

475
bir gelecek bulunduğunu (Sâd, 38/49), kurallara (şeriata / sırat-ı müstakime)
onları ummadıkları yerden rızıklandı- uyması gerekmektedir. Aksi davra­
racağını, işlerinde kolaylık sağladığını nanlar zalim insanlardır (Mâide, 5/27, 29).
ve onlar için daima bir çıkış yolu var (İ.K.)
ettiğini (Talâk, 65/2-5) bildirilmiştir. MUTTASIL HADÎS
Kur’ân’a göre muttakîler; Allah’a, Muttasıl bir senetle rivâyet edilen
meleklerine, kitaplarına, peygamber­ merfû veya mevkuf hadislere mut­
lerine, âhiret gününe ve gayba îmân tasıl hadis veya mevsûl hadis denir.
eden, hidâyet üzere olan, namazlarını Muttasıl hadis, sahih, hasen ya da zayıf
kılan, zekatlarını veren, malından Allah olabilir. (A.G.)
yolunda harcayan, fakirlere, yetimlere,
yoksullara ve yakın akrabaya yardım MUTTASIL İSNAD
eden, sözleşmelerini yerine getiren, Her râvînin, senedin başından sonu­
sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında na kadar, görme ve işitme gibi kesin­
sabreden, özünde, sözünde fiil ve dav­ lik ifade eden lafızlarla, birbirlerinden
ranışlarında dosdoğru olan, (Bakara, 2/3-5, nakilde bulundukları isnada Muttasıl
14,177), insanlara iyilik yapan, darlıkta isnad denir. (A.G.)
ve bollukta Allah için harcayan, öfke­ MUVÂLÂT
lerine sahip çıkan, insanları bağışlayan,
bk. Mevle’l-Muvalât.
kötülük yaptıkları veya nefislerine zul­
mettikleri zaman hemen Allah’ı hatır­ MUZÂRA’A ŞİRKETİ
layıp günahlarının bağışlanmasını dile­ Sözlükte “ziraatte biriyle ortakçılık
yen, bile bile yaptığı kötülüklerde ısrar yapmak” anlamına gelen muzâra’a, bir
etmeyen (Âi-i imrân, 3/134, 135), malı ve fıkıh kavramı olarak, kelime manasına
canı ile Allah yolunda cihad eden / çalı­ uygun bir şekilde, bir taraftan toprak,
şan (Tevbe, 9/44), geceleri az uyuyup seher diğer taraftan zirâî faaliyeti yürütmek
vakitlerinde Allah’tan af-bağış dileyen üzere kurulan ziraat ortaklığı demektir.
(Zâriyat, 51/17-18), Allah’tan ve kıyamet Muzâra’a şirketi, diğer akitlerde oldu­
gününden korkan (Enbiyâ, 21/48-49), her ğu gibi icap ve kabul ile kurulur. Şirket
işini iyi ve sağlam yapan, güzel ameller kurulurken akit esnasında, sürenin belir­
işleyen, Allah’ı görüyormuş gibi iba­ lenmesi, arazinin tanma elverişli olması,
det eden (Zümer, 39/32-33; Zâriyât, 51/15-16), tohumun cinsinin, miktarının ve çıkan
sâlih ameller işleyen (Meryem, 19/60-63) üründen ne kadar hisse alacaklarının
Müslüman (Kalem, 68/34-35) kimselerdir. belirlenmesi ve arazinin çiftçiye teslim
Buna göre bir insanın muttaki ola­ edilmesi gerekir. Şirket sahih olarak
bilmesi için; 1- îmân edip şirk, nifak ve kurulduktan sonra, çıkan ürün arala­
küfürden sakınması, 2- Allah ve pey­ rında anlaştıkları şekilde taksim edilir.
gamberin emirlerini yapması, yasakla­ Alınacak hisselerin dışında bir miktar
rından kaçınması, haramları, günahları taraflardan birisine verilmesi şart koşu-
terk etmesi, dünya ve âhirette nefsine lursa akit fasit olur. Toprak ve tohum
zarar verecek şeyleri yapmaktan sakın­ bir taraftan, emek ve tanm aletleri diğer
ması; kısaca hem kainattaki nizama, taraftan veya toprak bir taraftan, tohum,
kurallara (sünnetullaha) hem de İslâmî emek ve tanm aletleri diğer taraftan ya da

476
emek bir taraftan, toprak, tohum ve tarım eden, inanan, boyun eğen, itaat eden;
aletleri diğer taraftan olmak üzere muzâ- güven veren, emin kılan demektir.
ra’a şirketi kurulabilir. Bunun dışında Kur’ân’da hem Allah’ın hem de
başka bir şekilde yapılan muzâra’a fasit insanların sıfatı olarak kullanılmıştır.
olur. Muzâra’anm fasit olması halinde, İnsanlar için; peygamberin bildirdikle­
çıkan mahsûl tohum sahibinin olur ve rini doğrulayan; Allah için, yaratıkları­
diğer tarafa ecr-i misil ödenir. (Î.P.) na güven veren, onları zulümden berî
MUZDARİB HADÎS kılan, îman, emniyet ve eman veri­
ci, şek ve şüpheleri gideren, korkuda
Bir râvînin aynı değerdeki birden
olanlara güven veren demektir. Mucize
çok rivâyetinin ya da birden çok râvî­ vererek peygamberleri tasdik eden
nin aynı değerdeki rivâyetlerinin, ara­ anlamında olduğu da söylenmiştir.
larında cem, tercih ve tevil yapılamaya­
Allah’ın sıfatı olarak Kur’ân’da
cak şekilde çelişkili olmasına ızdırab,
bir âyette geçmiştir: “O... selam"dır,
böyle çelişkili hadislere de muzdarib
mü’mindir, müheymindir... ” (Haşr, 59/23)
hadis denir.
Âyetteki “mü’min” kelimesi “mü’men”
Izdırab metin ya da senetler arasın­ şeklinde de okunmuştur. Bu takdirde
da olabileceği gibi, metin ve senetlerin anlamı, kendisine îmân edilen, güveni­
ikisinde birden de görülebilir. Çelişkili len demektir.
olan rivâyetler arasında cem, tercih
Bir âyette de fiil şekli kullanıl­
veya tevil mümkün olursa, hadisler
mıştır: “Bu Kâbe ’nin Rabbine ibâdet
muzdarib olmaz.
etsinler. O Rab ki onları yedirip açlık­
Muzdarib hadisler zayıf olup, bun­ tan kurtardı ve onları korkudan güvene
ların hükmüyle amel edilmez; üzerle­ kavuşturdu. ” (Kureyş, 106/3-4). (Î.K.)
rinde tavakkuf edilir.
İnsanın sıfatı olarak müzmin;
Muzdarib hadisteki çelişki, sadece Allah’a, O’nun emirlerine, âhiret
sika bir râvînin ismi, nesebi veya baba­ gününe, kitaplarına, meleklerine, pey­
sının ismi hakkında ise, bu durum hadi­ gamberlerine ve kadere îmân edip itaat
sin sıhhatine zarar vermez. Nitekim eden demektir. Mü’min, sözlük anla­
Buhârî ve Müslim’in Sahihlerinde bu mına da uygun olarak, hem inandığı
tür hadisler vardır. (A.G.) kudretin sağladığı güvenin içinde olan,
MUZTARR hem de kendisi başkasına güven veren
kimsedir: “Allah, sizlerden îmân edip
Muztarr, muhtaç ve çaresiz kalmak,
iyi davranışlarda bulunanlara, ken­
mecbur olmak, muhtaç ve çaresiz
dilerinden öncekileri sahip ve hakim
kalan, mecbur olan anlamlarına gelir,
kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip
(bk. Zarûret) (Î.P.)
ve hakim kılacağını, onlar için beğenip
MÜ’MİN seçtiği (İslâm ’ı) onların iyiliğine yer­
Korkusuz, emin ve güvenli olmak; leştirip koruyacağını ve (geçirdikleri)
inanmak, güvenmek ve güvenilir olmak korku döneminden sonra bunun yerine
anlamındaki “e-m-n” kökünden türeyen onlara güven sağlayacağını vadetti.
mü’min kelimesi tasdik eden, itimat Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiç

477
birşeyi bana eş tutmazlar, artık bundan Karşılıklı mal mübâdelesi ise, akit
sonra kim inkâr ederse, işte bunlar asıl çerçevesi içinde mütalâa edilmekte
büyük günahkârlardır ” (Nûr, 24/55). olup, alınıp verilen malların her iki­
Âyet ve hadislerde mü’minlerin bir sinin de nakit veya altın, gümüş gibi
semen cinsinden olması halinde akit,
çok özellikleri ve sorumlulukları zikre­
sarf; bir evin, araba karşılığında satı­
dilmiştir. Mü’min Allah’a, gayba, âhi-
şında olduğu gibi nesnelerin ikisinin
rete ve O’nun emirlerine boyun eğerek
de mal, eşya olması halinde mukâyaza
gönderdiği bütün vahiy mahsulüne ina­ (trampa); birinin nakit, semen, diğeri­
nıp Hz.Muhammed başta olmak üzere nin mal olması halinde ise, bey’ olur.
gelip geçmiş bütün peygamberleri tas­ (Î.P)
dik eden (Bakara, 2/2-4), Allah anıldığı
MÜBAREK
zaman kalbi ürperen ve O’nun âyetleri
okunduğunda îmânı mükemmelleşen Sözlükte “bereketli, uğurlu, feyizli,
ve sadece Rabbine dayanıp güvenen kutlu, mutlu, hayırlı” anlamlarına gelen
(Enfâi, 8/2); ibadetini huşû içinde yerine
mübarek, dinî bir kavram olarak, İlâhi
getiren, boş ve yararsız işlerden yüz hayrın içinde bulunduğu şey demek­
tir. Mübarek kelimesi Kur’ân’da sekiz
çeviren, zekatını veren, iffetini koru­
yerde geçmiş ve bu anlamda kullanıl­
yan, her türlü aşırılıklardan kaçınan,
mıştır (Duhân, 44/3). (M.C.)
ahidlerine ve emanetlerine riâyet eden
(Mü’min, 22/2-8), Allah’ı, peygamberi, MÜBDİ’-MU’ÎD
mü’minleri seven, yaratılanları hoş Bir şeyi önce yapmak, takdim
gören, insanların haklarını koruyan, etmek, yaratmak, icad etmek anlamın­
dost ve kardeşlik duygularına bağlı daki “b-d-e” kökünden türeyen mübdi’
olan, îmânın kendisine verdiği sade­ bir şeyi ilk defa icad eden, var eden;
lik, temizlik, dürüstlük ve samimiyetle geri dönmek tekrar etmek, hastayı ziya­
dünyadaki birlik ve İslâm’ın menfaatini ret etmek anlamındaki “a-v-d” kökün­
korumak amacıyla düşmana karşı sert den türeyen muîd ise, bir şeyi geri
ve çetin, kendi kardeşine karşı ise son döndüren, tekrarlayan, yeniden yapan
demektir.
derece yumuşak ve merhametli olan
kimsedir. (F.K.) Mübdi ve mu’îd, Allah’ın sıfatla­
rından ikisidir. Tirmizî’nin el-esmâü’l-
MÜBÂDELE
hüsnâ ile ilgili rivâyetinde geçmiştir
Sözlükte “bir şeyi diğer şey ile (Deavat, 83).
değiştirme, karşılığını verme” anlamı­ Allah’ın sıfatı olarak mübdî’ ve
na gelen mübadele, bir fıkıh kavramı mu’îd, varlıkları ilk defa icâd eden,
olarak, mal değişimi ve esir değişimi yaratan, ölümlerinden sonra da tekrar
için kullanılmaktadır. diriltecek ve hayatlarını iade edecek
Savaş esnasında ele geçirilen esirle­ olan demektir.
re nasıl muamele edileceği, düşmanın Allah’ın bu vasfı Kur’ân’da “yüb-
Müslüman esirlere yaptığı muameleye, diü” ve “yüîdü” fiilleriyle ifade edil­
hal ve şartlara göre devletin takdirine miştir: "'Görmediler mi Allah nasıl
bırakılmıştır. yaratmayı başlatıyor, sonra onu iade

478
ediyor. Bu, Allah’a göre kolaydır." 2/187) âyetindeki ‘mine’l-fecri’ (saba­
(Ankebût, 29/19);“O gün göğü, kitap­ hın) kelimesi, öncesindeki kapalılığı
ları dürer gibi (toplarız). İlk yarat­ açıklamaktadır. Beyaz ve siyah ipliğin,
maya nasıl başladıksa onu, yine öyle aydınlık ve karanlık anlamına geldiğini
iade eder (ölümünden sonra dirilti­ de Peygamberimiz (a.s.) açıklamıştır.
riz.) Üzerimize söz, biz bunu mutlaka Açıklama ayrı ayrı âyetlerle olabilir.
yapacağız. ” (Enbiyâ, 21/104); “O Allah ki Meselâ Târik sûresinin birinci âyetin­
yaratmaya başlayandır, sonra onu iade deki “tarik” kelimesinin ne olduğu 3.
edecektir. Bu, O’na daha kolaydır... ” âyetinde karanlığı delen yıldız olarak
(Rûm, 30/27)
açıklanmıştır. Açıklama âyetle oldu­
ğu gibi hadisle de olabilir. Meselâ
Meâllerini verdiğimiz âyetlerde
Kur’ân’da namaz emri mücmel olarak
geçen “yübdiü” ve “yüidü” fiilleri; bir
verilmiş, detayı nasıl ve ne zaman kılı­
şeyi ilk defa var etmeyi, ölümünden,
nacağı Peygamberimiz (a.s.) tarafından
yok olmasından sonra onu tekrar yarat­ yapılmıştır. (Î.K.)
mayı ifade eder. Melekleri, insanları,
cinleri, hayvanları yok iken var eden MÜBEYYÎNÂT
de bunların ölümünden sonra kıyamet bk. Beyyine.
kopunca diriltecek, hayatlarını iade MÜBEYYİNE
edecek olan da Allah’tır. Allah, yer­
bk. Beyyine.
yüzünde ağaç, meyve, bitki vb. bütün
varlıkları yaratıyor, bunlar yok olunca MÜBHEM HADİS
benzerini yeniden var ediyor. Bunlar Senedinde ya da metninde bulunan
da Allah’ın mübdi ve müîd oluşunun bir kadın ya da erkeğin, ismiyle ya da
sonucudur. (Î.K.) meşhur künyesi ile anılmayıp genel
mübeşşir bir sözle ifade edilen hadise mübhem
hadis denir. Hadisin isnadında veya
Müjdeleyici demektir, (bk. Beşîr)
metninde söz konusu olabilen mübhem
(Î.K.)
ifade, “bir kadın”, “bir adam”, “fulan”
MÜBEYYEN VE MÜBEYYÎN gibi sözler olabilir.
Sözü söyleyenin bir açıklaması Hadisin metnindeki mübhemlik,
olmadan ne anlama geldiği bilineme­ başka kusurlar yoksa hadise zarar ver­
yen mücmel, manası, hükme delaleti mez. Örneğin; “Peygambere (a.s.) bir
kapalı olan hafi ve müşkil lafızlar, adam geldi ve dedi ki...” ifadesinde,
anlamı açıklanınca, manasındaki kapa­ gelen adamın isminin belirsiz olması
lılık giderilince mübeyyen (anlamı hadise zarar vermez.
beyan edilmiş, açıklanmış) adını alır. Senetdeki mübhem râvî sahabi ise
Mücmeli açıklayan âyet veya hadise ve hadis diğer kabul şartlarını da taşı­
de mübeyyin (beyan edici, açıklayıcı) yorsa, hadis makbuldür. Çünkü sahabe
denir. Açıklama aynı âyette olabilir. adil kabul edilmiştir. Senetteki müb­
"... Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) hem râvî sahabe dışında bir kimse ise
siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt bu hadis zayıfdır, delil olmaz. Mübhem
edilinceye kadar yiyin için, sonra akşa­ râvî, bir başka tarikten öğrenilir ve
ma kadar orucu tamamlayın... ” (Bakara, râvînin güvenilir olduğu anlaşılırsa,

479
bu takdirde hadis makbul hale gelir. bulasınız (Âı-i imrân, 3/103), şükredesiniz
Hadislerde tespit edilen mübhem râvî- (Mâide, 5/89). (İ.K.)
ler hakkında mübhemât unvanıyla MÜBRİM (ÛN)
eserler yazılmıştır. (A.G.)
îpi ikiye bölmek, işi sağlam yap­
MÜBÎN mak, bıkmak, usanmak anlamındaki
Ayrılmak, uzaklaşmak, boşanmak, “b-r-m” kökünden türeyen mübrim,
ayırmak, evlenmek; açık ve zâhir bıktıran, usandıran, ipi sağlam büken,
olmak, açıklamak ve izah etmek anlam­ işi sağlam yapan, bir işe kesin karar
larındaki “b-y-n” kökünden türeyen veren demektir.
“ebane” fiilinin ism-i faili olan mübîn Allah’ın sıfatı olarak azamet çoğu­
açık, vâzıh, âşikâr; açıklayan, beyan lu ile mübrimûn şeklinde Kur’ân’da bir
eden demektir.
âyette geçmiştir: “Yoksa onlar (müş­
Allah’ın sıfatı olarak mübîn, varlığı rikler) bir işe (hakka karşı koymaya
gizli olmayan, apaçık olan, hakkı izhar Peygambere tuzak kurmaya) mi karar
eden, gerçeği beyan eden demektir. verdiler? (Bilsinler ki) biz de (hakkı
Mübîn kelimesi Kur’ân’da 119 defa yerleştirmeye ve onları cezalandırma­
geçmiş, “apaçık” anlamında, düşman ya) kararlıyız. ” (Zuhrûf, 43/79).
(Bakara, 2/186), dalâlet (Âl-i îmrân, 3/164),
Allah’ın bu vasfı, hile ile kötülük
kitab (Mâide, 5/15), tebliğ (Mâide, 5/92), Sİhİr
yapmaya karar verenleri bildiğini,
(Mâide, 5/110), kurtuluş (En’âm, 6/16), Kur’ân
onların bu kötülüklerini boşa çıkara­
(Hicr, 15/1), peygamber (Duhan, 44/13), uya­
cağını, onları kesin olarak cezalandıra­
rıcı (Hûd, ıı/25), Hakk (Nûr, 24/25), saptırıcı
cağını ve işini sağlam yapacağını ifâde
(Kasas, 28/15), nimet (Nemi, 27/16), hüsran
etmektedir. Âyette müşâkele sanatı
(Hac, 22/11), iftira (Nûr, 24/12) vb. bir çok
vardır. Allah’ın bu sıfatı, kötülük yap­
şeyin sıfatı olarak kullanılmıştır.
mak, hakka karşı çıkmak isteyenlere
Allah’ın sıfatı olarak bir âyette geç­ yöneliktir. (Î.K.)
miştir: “...Ve bilirler ki Allah haktır,
MÜBTELÎ
apaçıktır. (Mübîn) ” (Nûr, 24/25).
Denemek, tecrübe etmek anlamın­
Bu âyette geçen “el-mübîn”, “el-
Hakk” isminin sıfatı olabileceği gibi daki “b-l-v” kökünden türeyen müb-
telî sınayan, deneyen, imtihan eden
Hakk gibi ikinci bir isim de olabilir.
Sıfat ise anlamı; varlığı zâhir, apaçık demektir.
demektir. Ayrı bir isim ise varlığı apa­ Allah’ın sıfatı olarak Kur’ân’da
çık anlamına gelebileceği gibi gerçeği azamet çoğulu ile “mübtelîn” şeklinde
açıklayan anlamına da gelebilir. iki âyette geçmiştir: “...Biz elbette imti­
Allah’ın açıklama, beyan etme vasfı han edenleriz. ” (Mü’minûn, 23/30); “Talut,
Kur’ân’da “yübeyyinü” fiiliyle de ifade askeriyle ayrılınca Allah bizi nehirle
edilmiştir: “Allah insanlara âyetle­ deneyecektir dedi. ” (Bakara, 2/249).
rini böyle açıklıyor ki onlar korunup İmtihan, imtihan edilenin duru­
sakınsınlar. ” (Bakara, 2/187), öğüt alsın­ munu bilmek için yapılır. Bu anlam­
lar, düşünesiniz (Bakara, 2/221, 266), aklı­ da Allah’ın imtihan etmeye ihtiyacı
nızı kullanasınız (Nûr, 24/61), doğru yolu yoktur. Çünkü O, geçmişi bildiği gibi

480
geleceği de bilir, açığı, âşikâr olanı nefisle yapılan savaş en büyük savaştır
bildiği gibi, gizli olanı, sırları da bilir. (cihâd-ı ekber). Mücahede genellikle;
Allah’ın kullarını imtihan etmesi, onla­ takva sahibi, müstakim, keşf ve ilham
rın durumlarını, inançlarını, içlerinde sahibi olmak için yapılır. İslâm, keşf ve
olanları ortaya çıkarmak, âşikâr yap­ ilham sahibi olmak amacıyla nefisle
mak içindir. savaşmayı öğütlemez. (M.C.)
Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da daha MÜCÂZEFE
çok “belâ - yeblû”, “ibtelâ - yebtelî” Bir şeyi tartmadan, saymadan veya
ve “fetene - yeftinü” fiilleriyle anla­ ölçmeden satmak yahut satın almak
tılmıştır. Allah, mü’min-kâfır herkesi demektir. İslâm hukukunda satılan
çeşitli şekillerde kimini nimetle kimini malın miktarının belirlenmesi esas ola­
minnetle imtihan eder. Her şeyden önce rak kabul edilmekle birlikte, ihtiyaca
ölümü ve hayatı insanların hangisi daha binaen malın bazı şartlar doğrultusunda
güzel amel yapacak diye yaratmıştır götürü (kabala) usulle satılmasına izin
(Mülk, 67/2). Allah, Kur’ân’da insanla­
verilmiştir.
rı iyilik ve kötülük (A’râf, 7/168), hayır
ve şer (Enbiyâ, 21/35), mallar ve çocuk­ Götürü usulle satışta, malın satış
lar (Enfâi, 8/28), cihad / çalışma ve sabır anında hazır bulunması gerekir. Satılan
(Muhammed, 47/31), açlık, korku, mallar­
malın tane, ölçek veya tartı ile belirle­
dan, canlardan ve ürünlerden eksiltme nebilir olması, akdin gerçekleşmesine
(Bakara, 2/155), verilen maddi ve manevi
mani teşkil etmez. Ancak faize konu
nimetler (Mâide, 5/48; Kehf, 18/7; Kalem, 68/17) olan ribevî malların, kendi cinsleriyle
konusunda imtihan ettiğini bildirmiştir. götürü olarak değişimi caiz değildir.
Zira bu tür malların kendi cinsleriy­
Uhud Savaşı’nda Müslümanların
le değişiminde eşit ve peşin olarak
başına gelenlerle ilgili olarak şöyle
mübadelesi gerekir; fazlalık faiz ola­
buyurulmuştur: “...Allah, göğüs leri-
rak kabul edilir. Götürü usulle satışta
nizdekini denemek ve kalplerinizdekini malın tahmin edilen miktardan az veya
açığa çıkarmak için (bunları) başını­ fazla olması ihtimali bulunduğundan,
za getirdi. ” (Âl-i imrân, 3/154). Bu âyet, bu malların kabala satımı caiz değildir.
Allah’ın imtihanının ne anlama geldi­ Bu nedenle altının altın ile, gümüşün
ğini ifade etmektedir. Nimet de külfet gümüş ile götürü usulle değişimi caiz
de birer İmtihandır (Bakara, 2/49; A’râf, 7/141) değildir. (Î.P.)
(İ.K.)
MÜCBİR VELÎ
MÜCAHEDE
Velâyeti altında bulunan kimsenin
Sözlükte “savaşmak, mücâdele rızasını almaksızın, onun hakkında
etmek” anlamına gelen mücahede, veya mallarında tasarrufta bulunma
dinî bir terim olarak, Allah yolunda yetkisine sahip velî demektir, (bk.
yapılan her türlü çaba ve gayreti içe­ Velâyet) (Î.P.)
rir. Tasavvufta, kişinin rûhî olgunluğa
erişmek için İslâm’ın emrettiği, ancak MÜCEDDİD
nefse zor gelen şeyleri nefs-i emmâre- Sözlükte “yenilemek, tekrarlamak
ye yükleyerek onunla savaşması anla­ ve yenileştirmek” gibi anlamlara gelen
mında kullanılmaktadır. Sûfılere göre tecdid kelimesinden türemiş bir isim-

481
dir. “Teceddüd” ve “Tecdid” de “Cidd” cisim ve mekan izafe eden düşünceye
kökünden gelir. Birincisi yenilenmek, denir. Kerramiyye ve Müşebbihe fır­
İkincisi de yenilemek manasında kul­ kaları, bu yanlış düşünceyi savunmuş­
lanılır. Hz. Peygamberin bir hadisinde lardır. Kelâm ve felsefe alanında naklî
tecdid kavramına işaret edildiği için delillerin sadece zâhirine göre hareket
îslâm literatüründe müceddid kavramı edenler, bu tür sapık fikirlere düşmüş­
sık sık kullanılmaktadır: “Şüphe yok lerdir. Allah’ın bir cisim olduğunu ileri
ki Allah, her devirde bu ümmete dinî sürdüklerinden dolayı kendilerine bu
durumunu yenileyen birisini göndere­ ad verilmiştir. (F.K.)
cektir. ” (Ebû Davut, Melâhim, 1, No: 4291). MÜCÎB
Peygamberlerin getirdikleri din­ Yere düşmek, kesmek, yırtmak,
ler tevhid, nübüvvet ve sem’iyyat delmek, oymak anlamındaki “c-v-b”
(âhirete ait hususlar) gibi değişme­ kökünden türeyen ve ecabe fiilinin ismi
yen esaslar yanında zamanla değişen faili olan mücîb, soruya cevap veren,
hukukî hükümler de getirmişlerdir. ihtiyacı ve isteği gideren ve karşılayan
Artık peygamber gelmeyecek ve îslâm
demektir.
dinî kıyamete kadar devam edecektir.
Değişmeyen ile değişenin birbirini Allah’ın sıfatı olarak mücîb, kulla­
zedelemeden yaşaması gerekir. Bunun rının dualarını, dileklerini, isteklerini
için kitap, sünnet, icmâ gibi kaynaklar, kabul eden, ihtiyaçlarını karşılayan,
hayatın değişen, değişmesi zarûri olan darda ve sıkıntıda kalanların sıkıntıla­
taraflarını serbest bırakmış, bunları rını gideren demektir.
durdurucu ve bağlayıcı hükümler getir­ Mücîb sıfatı, tekil ve çoğul şek­
memiştir. Böylece içtihad ve tecdid, liyle birer âyette geçmiştir: “(Sâlih,
ilim ve ehliyet sahibi Müslümanlara kavmine)....O’ndan mağfiret dileyin,
bırakılmıştır. O halde genel batlarıy­ sonra O ’na tevbe edin. Çünkü Rabbim,
la açıklamak gerekirse tecdid; esasını (rahmetiyle, mağfiretiyle) yakındır
bozmadan dinî korumak, toplumun (duaları, tevbeleri) kabul edendir
ihtiyaçlarını, onun katkısız ve tüken­ (demiştir.)” (Hûd, 11/61); “Andolsun,
mez kaynaklarından karşılamak, İlâhî Nuh bize yalvarmıştı da ne güzel
ölçülerde olacak sapmaları düzeltmek, kabul buyurmuştuk, (fele ni’mel-
önlemek ve İslâm’ı asrın anlayışına mücîbûn) ” (Sâffât, 37/75). Mücîbûn, aza­
söyletmektir. Tecdid, toplumun kalkın­ met çoğuludur.
ması, dünya ve âhiret mutluluğu için
Mücîb sıfatı, Allah’ın dualara, istek­
gereken her tedbirin alınması amacıy­
lere, tevbe edenlere, sıkıntıdan kurtul­
la nazarî, fikrî ve amelî faaliyetlerin
mak isteyenlere cevap veren, dilekle­
icrasıdır. (F.K.)
ri ve tevbeleri kabul eden, sıkıntıları
MÜCESSİME gideren olduğunu ifade eder. Bu husus,
Sözlükte “büyütmek, irileştirmek, Kur’ân’da “ecâbe - yücîbü” fiiliyle de
mübalağa etmek ve cisimleştirmek” beyan edilmiştir. Şu âyetleri örnek ola­
anlamlarına gelen mücessime, dinî rak zikredebiliriz: “(Ey Peygamberim!)
literatürde Allah’a sıfat nispet ederken Kullarım bana senden sorarlarsa,
aşırılığa düşerek, yüce Allah’ın zatına (Allah şöyle buyuruyor de): Ben (onla-

482
ra) yakınım. Bana dua edince, dua ede­ b) bilinen sözlük manasından, özel bir
nin duasına icâbet ederim (ücîbü)... ” manaya nakledilmiş olması; c) lafzın
(Bakara, 2/186); “Yahut dua ettiği zaman kullanıldığı manadaki garabet.
darda kalmışa, kim yetişiyor (yücîbü) Kur’ân’daki namaz, oruç gibi teklîfî
ve kötülüğü ondan kim savıyor, kaldırı­ hükümlerle ilgili ibarelerin çoğu müc­
yor... ” (Nemi, 27/62) Her iki âyet, Allah’ın meldir. Bunlar sünnetle açıklanmıştır.
dualara karşılık verdiğini, sıkıntıları Meselâ, Kur’ân’da geçen “salât” keli­
giderdiğini ifade ediyor. Bu, O’nun mesi, sözlükte dua etmek anlamına
“mücîb” olmasının sonucudur. gelmektedir. Halbuki, Allah Teâlâ’nın
Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da bundan kastettiği, özel bir ibadet şek­
“ecâbe - yücîbü” fiiliyle ifade edildiği lidir. Hz. Peygamber de, namazın nasıl
gibi, “istecâbe - yestecîbü” fiiliyle de kılınacağını ve vakitlerini öğretmiş;
ifade edilmiştir: “Rabbiniz buyurdu ki: “Namazı ben nasıl kılıyorsam, o şekil­
Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. de kilin. ” buyurmuştur (Buhârî, Ezân, 18).
(estecib lekûm) ” (Mü’min, 40/60); “Siz zekat, hac, oruç, diyet, riba gibi kav­
Rabbinizden yardım istiyordunuz. O ramlar da Hz. Peygamber tarafından
da: “Ben size birbiri ardınca bin melek açıklanmıştır. Böylece, Kur’ân’ın müc­
ile yardım edeceğim diye duanızı kabul mel olan her ifadesi ya yine Kur’ân-ı
etmişti, (festecâbe) ” (Enfâl, 8/9); “Eyyüb Kerim ile, ya da ve çoğunlukla Hz.
Rabbine: Bu dert bana dokundu. Sen Peygamberin sünneti ile açıklanmış ve
merhamet edenlerin en merhametlisi- kapalı bir tarafı bırakılmamıştır.
sin ” diye dua etmişti. Biz de onun dua­ Mücmel olan lafız açıklandıktan
sını kabul ettik (festecebnâ) ve kendi­ sonra, müfesser hükmünü alır ve bun­
sine bulaşan derdi kaldırdık... ” (Enbiyâ, dan sonra te’vîl ve tahsis kabul etmez.
21/83-84). (Î.K.) (Î.P.)

MÜCMEL MÜCRİM
Sözlükte “veciz söz, özet ve kısa Asıl anlamı, ağaçtan meyveyi
söz, teenni ve itidal ile hareket etmek, olgunlaşmadan önce kesmek, kopar­
güzelleştirmek” gibi anlamlara gelen mak anlamındaki “cürm” kelimesin­
mücmel, fıkıh usulünde, manasında den türemiş bir isim olan mücrim,
birkaç hal ve hükmü ihtiva eden, ne suç, cinâyet, yalan vb. her türlü çirkin,
kastedildiği ibaresinden anlaşılama- zulüm ve günah olan söz, fiil ve davra­
yacak derecede kapalı olan, ancak bir nışları işleyen kimseye denir.
açıklayıcı ile anlaşılabilen nassdır. Bu kavram, Kur’ân’da 55 defa geç­
Mücmel lafız sırf içtihat ile anlaşıl­ miş ve şer, suç, günah ve zulüm fiil­
mayacak kadar kapalıdır; anlamak için lere sevk etmek (Mâide, 5/2, 8; Hûd, 11/89),
mutlaka bir açıklayıcıya ihtiyaç vardır. suç işlemek (Sebe’, 34/25) çoğunlukla
Lafzı mücmel yapan, kapalılığa yol şirk, küfür, nifak ve isyan anlamında
açan sebepler üçe ayrılır: a) Lafzın bir­ kullanılmıştır.
birine eşit birden fazla manaya gelip Âyetlere inanmayanlara (En’âm, 6/124),
bunlardan hangisinin kastedildiğini âyetleri (A’râf, 7/40), peygamberleri (En’âm,
belirleyen bir karine bulunmaması; 6/147), hakkı (Mürselât, 77/45), âhireti (A’râf,

483
7/40, 44-45) ve Cehennemi (Rahmân, 55/43) Fıkıh usulü bilginleri, fakihleri
yalanlayanlara, âyetlere (Yûnus, 10/75) ve yedi tabakaya ayırmışlardır; müstakil
imana (Câsiye, 45/31) karşı büyüklenen- müçtehit (şeriatte müçtehit), müntesip
lere, peygamberle alay edenlere (Hicr, müçtehit, mezhepte müçtehit, tercih
15/11-12) ve onlara düşmanlık edenlere yapan müçtehit, istidlal yapan müç­
(Fürkân, 25/31), Allah’tan (Hûd, ıı/52) ve tehit, hafızlar tabakası ve mukallitler
Kur’ân’dan (Secde, 32/22) yüz çevirenle­ tabakası. Bunlardan ilk dört tabakayı
re, müminlerle alay edenlere (Mutaffifîn, teşkil edenler müçtehittir; diğerleri ise
83/29-30), kâfirlere (Enfâi, 8/7-8), müşrikle­
içtihat derecesine ulaşmamışlardır.
re (En’âm, 6/55), münafıklara (Tevbe, 9/66),
zâlimlere (A’râf, 7/40-41), Firavun ve taife­ Müstakil müçtehit, bütün içtihat
sine (Yûnus, 10/75,82) ve helâk edilen, top- şartlarını kendisinde toplayan ve uygun
lumlara (Yûnus, ıo/i3; Hûd, n/116) “mücrim” gördüğü bütün istidlal yollarına başvu­
denilmiştir. ran ve bu konuda kimseye tâbi olmayan
Mücrim kelimesinin geçtiği âyetle­ müçtehittir. Müntesip müçtehit, hüküm
re bütün olarak bakıldığı zaman, Allah çıkarmada imamın usul ve prensipleri­
ve peygamberin yasakladığı her türlü ne uyan, fakat furûda imama tabi olma­
sapık inanç, kötü ve günah olan söz, yan müçtehittir. Mezhepte müçtehit,
fiil ve davranışları işleyenlere, İlâhi usul ve furûda mezhep imamına uyan,
irâdeye başkaldıranlara, îslâm’ı kabul fakat hakkında herhangi bir rivâyet
etmeyenlere mücrimler (mücrimin) bulunmayan meselelerin hükümlerini
denildiği anlaşılmaktadır. Kur’ân’da açıklayan müçtehittir. Tercih yapan
mücrimlerin; âhirette yüzü koyun ateşe müçtehit, rivâyet edilen görüşler ara­
sürülecekleri (Kamer, 54/47-48), cehennem­ sında tercihte bulunan müçtehittir.
de (Tâ-hâ, 20/74) şiddetli bir azap içinde İstidlal yapan müçtehit, görüş ve rivâ-
(En’âm, 6/12) kalacakları ve yüzleri kap­
yetleri karşılaştırıp açıklamalar yapan
kara olacağı (Tâ-hâ, 20/102) bildirilmiştir. müçtehittir. Hafızlar tabakası, bu taba­
(Î.K.)
ka mukallit olup, öncekilerin tercihle­
MÜÇTEHÎT rini iyi bilirler. Mukallitler tabakası
Âyet ve hadislerden hüküm çıkar­ ise, kitapları anlayabilirler, fakat görüş
ma ve yeni hukukî ve dinî meseleleri ve rivâyetleri tercih edemezler, (bk.
halletme kudretine sahip olan bilgin îçtihât) (Î.P.)
demektir. Böyle bir kimseye fakih veya
MÜDD
müftî de denmiştir. Şer’î hükümleri bil­
mekle beraber, onları kaynaklarından Müdd, eskiden kullanılan bir tür
bizzat çıkarabilme gücüne sahip olma­ ölçeğin ismidir. Ülkelere göre mikta­
yan kimseye müçtehit denmez. rı değişmektedir. Hicazlılara göre bir
Bir kimsenin müçtehit olabilmesi müdd, bir rıtıl ve 1/3 rıtıldan oluşmak­
için, Kur’ân-ı Kerim’i, sünneti, kitap tadır. İraklılara göre ise, iki rıtıl bir
ve sünnetin nasih ve mensuhunu, İslâm müdd eder. Ülkelere göre ve anlayış­
hukukunun ana gayelerini, fıkıh usulü­ lara göre farklılıklar olmakla birlikte,
nü bilmesi, ayrıca Arapça’ya tam bir günümüz ölçü birimiyle yaklaşık 0,73
şekilde vakıf olması gerekir. litredir. (Î.P.)

484
MÜDEBBEC HADÎS kökünden gelen “tedlis”, sözlükte,
Sözlükte “süslenmiş hadis” anlamı­ müşteriden malın kusurunu gizlemek
na gelen müdebbec hadis, hadis ilmin­ anlamına gelir.
de, yaşça ya da öğrenim dönemi olarak Tedlis, “tedlîsu’ş-şuyûh” ve “ted-
birbirine akran olan râvîlerin, birbirle­ lîsu’l-isnad” olmak üzere iki şekilde
rinden karşılıklı olarak rivâyet ettikleri ortaya çıkar:
hadise denir. Sahabe, tabiun, etbâu’t- Tedlîsu’ş-şuyûh; râvînin, hocasını
tabiîn veya bunlardan sonraki tabaka­ meşhur olmayan isim veya sıfatlarıyla
ların her biri, aynı tabaka içerisinde yer anarak hadisi rivâyet etmesidir. Râvîyi
alan râvîlerdir. Örneğin herhangi bir buna götüren sebepler, hocasının zayıf­
hadisi, Ebû Hureyre Hz. Âişe’den, Hz.
lığını gizlemek, hocalarının çok oldu­
Âişe’de Ebû Hureyre’dan rivâyet etme­
ğunu zannettirerek değerini artırmak
si durumunda, bu hadis müdebbec olur. ve çok öğrenci çekmek, hadis aldığı
Aynı şekilde Tabiun’dan; Zührî’nin
kimsenin yaşının kendisinden küçük
Atâ’dan, Atâ’nın da Zührî’den rivâyeti
olduğunu gizlemek veya kendisinden
müdebbec olur.
hadis almak isteyen öğrencisini imtihan
Herhangi bir hadisin müdebbec ola­ etmek olabilir.
rak rivâyet edilmesi, isnadının artması
Sebebi ne olursa olsun, hocanın bili­
anlamına geldiğinden, o hadisi kuvvet­
nen isim ve sıfatlarının dışında anılarak
lendirir. Müdebbec, isnad için bir tercih
tedlis yapılması kötü karşılanmıştır.
ve tezyin sebebidir. (A.G.)
Bu şekildeki tedlis, râvînin hocasının
MÜDEBBER bilinmemesine yol açar. Bu bilinmezli­
Sözlükte “işi idare etmek, sonu ği muhaddis gideremezse, hadis kabul
düşünmek, tedbîr etmek, idare edilen edilmez.
iş” gibi anlamlara gelen müdebber, Tedlîsu’l-isnâd*, râvînin, karşılaşıp
tarihte, azât edilmesi sahibinin ölü­ da hadis dinlemediği bir kimseden ya
müne bağlanan köle anlamında kul­ da aynı çağda yaşadıkları halde bazı
lanılmıştır. Cariyeye ise, müdebbere muhaddislere göre karşılaşmadığı bir
denmiştir. kimseden hadis dinlediğini zannetti­
Klasik fıkıh kaynaklarında sahibi­ recek şekilde hadis rivâyet etmesidir.
nin, ‘ölümümden sonra hürsün’ demesi TedlîsuT-isnad’da “an fülân”, “kâle
gibi tek taraflı irade beyanıyla, kölenin fülân”, “enne fülânen faale kezâ”,
müdebber olacağı, müdebber kölenin, “enne fülânen kâle kezâ” gibi, hadisin
satılamayacağı, başkasına hibe edile­ işiterek alındığı zannını veren ifadeler
meyeceği ve mirasçılarına kalmayaca­ kullanılır.
ğı; bir nevi vasiyet olduğu için, ölenin
Râvî, aynı çağda yaşamadığı bir
malının 1/3’inden azat olacağı ifade
kimse ile karşılaşarak o kimseden hadis
edilmektedir. (Î.P.)
aldığını belirten ifadelerden birisiyle
MÜDELLES HADÎS rivayette bulunuyorsa, bu rivayet açık
Tedlis şekillerinden biriyle rivâyet bir yalan olduğundan; böyle bir davra­
edilen hadise “müdelles hadis” denir. nış kesinlikle haram, râvî mecruh, akta­
Alaca karanlık anlamına gelen “deles” rılan haber de mevzûdur.

485
Hoca ile karşılaşarak alındığı ihti­ miştir. Bu kısımda yer alan müdrec
malini veren lafızlarla rivayet edilen hadisler zayıftır, hükmüyle amel edil­
bir hadis; râvîsinin hoca ile karşılaştığı mez. (A.G.)
ortaya konamadığı takdirde, munkatı MÜDRİC
kabul edilerek reddedilir.
Bir hadisin, senet veya metnine
Sika bir râvî, tedlisle rivâyet ettiği ilave yapan râvîye denir. (A.G.)
hadisini, başka isnadlarla “semi’tu”,
MÜDRİK
“haddesena” gibi sıygalarla muttasıl
olarak ayrıca rivâyet ediyorsa, tedlis­ Sözlükte “anlayan, kavrayan, yeti­
le gelen rivâyeti de sahih hale gelir. şen, erişen, elde eden” gibi anlamlara
Buhârî, Müslim ve diğer sahihlerdeki gelen müdrik, dinî bir kavram olarak,
tedlis ifade eden lafızlarla gelen hadis­ namazın tamamını imam ile birlikte
ler bu türdendir. kılan kimseye denir.
Herhangi bir rivâyette tedlisin olup Cemaatle kılınan namazlarda, imam
olmadığı ve hangi türden olduğu ricâl ile birlikte rükuu yapamayan, yani
kitaplarından öğrenilir. (A.G.) imam ile birlikte sübhanallah diye­
cek kadar rükuda bulunmayan kimse
MÜDREC HADİS o rekatı kaçırmış sayılır. Buna göre,
Sözlükte “ilave yapılan şey” anla­ imam ile birlikte, birinci rekatın rükn­
mına gelen müdrec hadis ıstılahında, ünü yapan ve namazın sonuna kadar
senet ya da metnine aslından olmayan imam ile birlikte namazı kılıp onunla
sözler katılarak rivâyet edilen hadise beraber selam veren kimseye müdrik
denir. Hadise yapılan ilaveye idrac, denir.
bunu yapan râvîye de müdric denir. Namazı cemaatle kılmanın seva­
Hadisi rivâyet eden râvi, sonradan katı­ bı fazla olduğundan, camiye gelen
lan sözleri hadisin aslından zanneder. kimse, öğle, ikindi ve yatsı namaz­
Metnin başında, ortasında ve sonunda larında cemaatle namazın kılınmaya
yer alabilen idrac, senette de değişik başladığını görürse, vaktin sünnetini
şekillerde meydana gelebilir. kılmadan hemen imama uyar. Öğlenin
Mtîcirec hadisteki ilave sözün, ilk dört rekat sünnetini imamla birlikte
hadisten olmadığının belirtilmesi şar­ farzı kıldıktan sonra kaza eder; yatsı-
tıyla, tefsir amacıyla getirilmesinde nınkini de dilerse kaza edebilir. Ancak
bir beis görülmemiştir. Kasıt olmadan ikindi namazının sünnetleri kaza edil­
hatayla, hadise ilave edilen sözün râvîsi mez. Sabah namazında camiye gelen
cerh edilmemiştir. Ancak hata artarsa kişi, cemaatin namaza durmuş oldu­
bu râvî, zabt yönünden mecruh olur, ğunu görür de, cemaate yetişebilece­
neticede rivâyetleri kabul edilmez. ğini umarsa dışarıda veya bir kenarda
sünneti kılar; yetişemeyecekse hemen
Kasten yapılan idrac, gizleme, göz
imama uyar. (Î.P.)
boyama ve ifsad etme anlamına gel­
diğinden, bütün çeşitleriyle haramdır. MÜECCEL
Hadislere kasten ilaveler yapan bir Tecil edilmiş, ertelenmiş, sonra­
râvînin adaleti düşer. Bu eylem, hadis­ ya bırakılmış, ileride yapılmak üzere
leri tahrif etmek olarak değerlendiril­ vakti belirlenmiş gibi anlamlara gel-

486
mekte olup, fıkıhta vadeli sözleşmeler İslâm’ı tam benimsememiş kimselere
için kullanılmaktadır. Peşin verilme­ zekat verilerek, Müslümanlarla daha
yip daha sonra verilmesi kararlaştırı­ iyi kaynaşmalarını; sınır bölgelerinde
lan mehre, mehr-i müeccel denir. Aynı görev yapan müslümanlara bu fondan
şekilde vadeli alışverişlerde, ileriki bir yardım yapılarak toplumun genel asa­
tarihte ödenmesi kararlaştırılan bedele yiş ve güvenliğini teminde aktif katkı­
müeccel denilmiştir. (İ.P.) larını; önemli mevkide olan insanların
ve çevresinde sözü geçen kimselerin
MÜEKKET SÜNNET
İslâm’ın ve Müslümanların genel yara­
Kelime anlamıyla kuvvetli sünnet rına uygun davranmalarını sağlamak
demek olan müekket sünnet, bir fıkıh amaçlanmıştır.
terimi olarak, dinî vecîbelerin birer
Hz. Peygamber ve ilk halife Hz.
tamamlayıcısı konumunda olan fiil­
Ebû Bekir, müellefe-i kulûba zekattan
ler ile Hz. Peygamberin devam ettiği,
hisse vermişlerdir. Fakat Hz. Ömer,
fakat bağlayıcı olmadığını göstermek
İslâm’ın buna ihtiyacı kalmadığı gerek­
maksadıyla, bazen terk ettiği veya biz­
çesiyle bu uygulamayı kaldırmıştır.
zat edasının vacip olmadığına işaret
Ancak Hz. Ömer’in yapmış olduğu
ettiği sünnetleri ifade etmektedir, (bk.
bu işlem, her zaman için geçerli ve
Mendûb, Sünnet) (Î.P.)
bağlayıcı değildir. İhtiyaç olduğunda,
MÜELLEFE-İ KULÛB müellefe-i kulûb denilen bu sınıfa zekat
Sözlükte “müellefe, alıştırılan, sevi­ verilebilir. (İ.P.)
len, birleştirilen, bir araya getirilen, MÜENNEN HADİS (Müen’en
kalbi ısındırılan” anlamına gelmek­ Hadis)
tedir. Dinî bir terim olan müellefe-i
Senedinde, “haddesenâ fülânün
kulûb ise, zekat verilecek sınıflardan
enne fulânen haddesehû” gibi “enne”
biri olup, kalpleri kazanılmak, İslâm’a
edatıyla ifade edilen sıygalarla rivâyet
ısındırılmak veya kötülüklerinden emin
edilen hadise “müennen hadis” ya da
olunmak istenen ya da Müslümanlara
“müen’en hadis” denir. “Enne” edâtıy-
faydalı olacakları umulan kişileri ifade
la rivâyet edilen hadisin muttasıl olup
etmektedir.
olmadığı hadis ilminin konusu olmuştur.
Müellefe-i kulûb, Müslümanlardan Ahmed ibn Hanbel, İbn Salah ve Nevevî
olabileceği gibi, gayrimüslimlerden de gibi hadisçiler, “enne” ile rivâyet edilen
olabilir. Gayrimüslimlerin kalplerinin hadisin muttasıl olmadığını; sika bir
kazanılması ile, kendilerinin veya onla­ râvînin müenneninin, başka senetlerle
ra tabi olan fertlerin İslâm’a girmele­ sema, ihbar ve tahdis sıygalanyla rivâyet
ri ya da onlardan veya yakınlarından edilmedikçe zayıf kabul edilmesi gerek­
gelebilecek kötülüklerin engellenme­ tiğini ileri sürmüşlerdir. Hadisçilerin
si hedeflenir. Uluslar arası arenadaki çoğunluğu ile birlikte îmam Malik ise,
lobi faaliyetleri bu çerçevede mütalaa müennen hadisin, muan’an hadiste oldu­
edilebilir. ğu gibi, râvîsi tedlisten uzak ve hocası
Müslüman olanlara bu payın veril­ ile karşılaştığı bilindiği takdirde muttasıl
mesinden ise, İslâm’a yeni girmiş olduğunu, dolayısıyla makbul olduğunu
olanların İslâm’da sebat etmelerini; kabul etmişlerdir. (A.G.)

487
MÜEYYİDE Nitelikleri bakımından müeyyi­
Sözlükte “kuvvetlendiren ” mana­ deler, maddî müeyyideler ve manevî
sına gelen müeyyide, ıstılahta, kanun, müeyyideler olmak üzere ikiye ayrılır.
ahlâk gibi kurumların buyrukları­ Maddî müeyyideler, fertlerin hukuka
nın yerine getirilmesini sağlayan güç uygun davranmalarını sağlamak ama­
anlamına gelmektedir. Türkçe’de aynı cıyla fizikî kuvvetle zorlanmalarıdır.
manaya gelen yaptırım kelimesi de kul­ Manevî müeyyideler ise, bireylerin,
lanılmaktadır. hukuk kurallarına uymalarını temin
Din kurallarının müeyyidesi daha etmek maksadıyla, ruhî olarak zorlan­
çok uhrevi olup, Allah korkusu, Cennet, malarıdır. Manevî müeyyideler, maddî
Cehennem gibi aşkın tasavvurlardır. müeyyidelerden daha etkili ve daha
Bunun yanında, din kurallarına riâyet yaygındır. Hukukî manada, manevî
etmeyenler, inananların sosyal baskısı müeyyideden daha çok, maddî müey­
ile karşılaşırlar. Aynı şekilde, ahlâk kai­ yide tehdidi anlaşılmaktadır. Ancak,
deleri de devletin maddî müeyyidesin­ hukukun kaynakları arasında ahlâkın
den mahrumdur. Bununla birlikte ahlâk da bulunması ve hukuka aykırı davra­
kuralları, sadece bir nasihat, tavsiye nışlar toplumca da hoş karşılanmaması
olmayıp, cemiyetin manevî müeyyidesi sebebiyle efkar-ı umumiye de müey­
ile desteklenmiştir. Bu kaidelere riâyet yide olarak etkili olmaktadır. Ayrıca
etmeyenleri cemiyet hoş görmez, bu kaynağı din olan hukuklarda, Allah ve
gibileri takbih eder, bazen adeta cemi­ âhiret inancı da manevî müeyyide ola­
yet dışına atar. Bu gibi müeyyideler rak karşımıza çıkmaktadır.
tamamen manevî mahiyette olmakla Hukuki maksatları bakımından
birlikte, bazen bunlar devletin maddî müeyyideler, ikiye ayrılabilirler; caydı­
müeyyidesinden daha etkili olmaktadır. rıcı müeyyideler ve teşvik edici müey­
Hukukî müeyyide ise, cebir ve yideler. Mahiyetleri bakımından ise,
zorlamadan ibaret olup, hukuk kaide medenî ve cezâî müeyyideler olmak
ve esaslarının kabul ve tatbik edilme­ üzere ikiye ayrılır.
sini zorlamak için kanunlara konu­ Medenî müeyyideler; haksız bir
lan hükümler şeklinde tarif edilebilir. durumun ortadan kaldırılarak eski halin
Hukuk kaidelerinin en önemli özellik­ iadesi, hukuk kaidelerine aykırı olan
lerinden biri, ihlâl edilmesi hâlinde, muamele ve akitlerin iptali, bu gibi
ihlâl edene fiilî bir karşılığın uygu­ muamelelerden doğan zararın tazmini
lanmasıdır. îhlal, eden sadece ayıplan­ gibi müeyyidelerdir. Bu tür müeyyide­
makla, hor görülmekle kalmaz, fiili bir ler, ihlâl edilmiş olan bir hakkın telafi­
karşılığa maruz kalır. sini hedefler.
Hukuka uygunluğu sağlamak ama­ Cezaî müeyyideler ise, hukuka
cıyla, genel olarak, devlet otoritesi­ aykırı davranan kişinin tedip edilmesi,
nin elinde bulunan müeyyideler; ceza gerektiğinde toplumdan tasfiye edilme­
verme, zorla yaptırma, tazminat ödet­ si, mağdurun tatmini ve hukuka aykırı
me, geçerli saymama, iptalini isteme davranmak isteyenleri caydırma ama­
şeklinde sıralanabilir. cıyla, hukuka aykırı davranışta bulunan

488
kişinin cismine, hürriyetine, hukukuna şekilde müfesser olan lafıza, mübey-
ve malına yönelik yaptırımlardır. yen, mufassal da denir. Meselâ, namazı
Eğer fiilin husule getirdiği zarar, top­ emreden nassları, Hz. Peygamber sün­
lum düzenini direk olarak etkilemişse, netiyle açıklamıştır. Böylece daha önce
kamunun düzenini ve sükununu muha­ mücmel iken, müfesser olmuştur, (bk.
faza için cezaî müeyyideye müracaat Mücmel) Müfesser lafızlar tevile ve
edilmesi gerekir. Buna karşılık fertler başka bir şekilde anlaşılmaya müsait
arasındaki muameleleri tanzim eden olmadığı için, kesin olarak delalet etti­
bir kaidenin, yani medenî hukuk kaide­ ği manaya uygun şekilde amel edilmesi
lerinin ihlâli cezalandırılmaz. Zira, bu gerekir. (Î.P.)
gibi muhalefetlerden doğan zarar şahsi MÜFESSİR
olduğundan cemiyeti alakadar etmez. Müfessir sözlükte “açıklayan, izah
Diğer taraftan bu gibi zararların telafisi eden, yorumlayan” demektir. Istılahta
de mümkündür. Bu nedenle daha ileri Kur’ân’ı tefsir eden, yorumlayan bilim
gidilerek cezâ tatbik edilmesinde içtimai adamlarına denir. En büyük müfessir
fayda ve lüzum yoktur. (Î.P.) Hz. Muhammed’dir. (a.s.) (bk. Tefsir)
MÜEZZİN (Î.K.)
Ezan okuyan demektir. Ezan okuya­ MÜFLİS
cak kimsenin, erkek, akıllı, takvâ sahibi Müflis, ağır borç yükü altında kalıp
ve namaz vakitlerini bilen biri olma­ borçlarını ödeyemez hâle gelen kişi
sı gerekir. Kadınların, aklı ermeyen demektir. Başka bir ifadeyle, vadesi
çocukların, delilerin, sarhoşların, cahil­ gelen borçları mal varlığına eşit veya
lerin ve fasıkların ezan okumaları veya daha fazla olan borçluya müflis denir.
kamet getirmeleri mekruhtur. Ezan Mahkemece kişinin iflasına hükmetme­
okuyan kişinin abdestli olması gerekir; ye ise teflîs denir, (bk. îflâs) (Î.P.)
abdestsiz okunan ezan geçerli olmakla
birlikte mekruhtur. Müezzinlerin güzel MÜFSİT
ve gür sesli olmaları uygundur. (Î.P.) Bir şey az veya çok itidal hâlinden,
MÜEZZÎN MAHFİLİ kendisine lâyık olan durumdan fayda­
lanılır olmaktan çıkmak, fâsit olmak,
Camilerde müezzinlere mahsus bozulmak, çürümek, yaramaz olmak ve
mahfillere verilen bir isimdir. (İ.K.) mahvolmak anlamındaki fesâd kökün­
MÜFESSER den gelen müfsid sözlükte, ifsat eden,
Sözlükte “tefsir edilmiş, açıklan­ bozan, mahveden istikametten ve iti­
mış” gibi anlamlara gelen müfesser, bir dalden sapan kimse demektir.
fıkıh usulü terimi olarak, hükme açık bir Müfsid kelimesi Kur’ân’da 21 defa
şekilde delalet eden, tevîl ve tahsis ihti­ geçmiş ve kâfirlere (Yûnus, 10/40), müna­
maline kapalı bulunan lafızdır. Müfesser fıklara (Bakara, 2/ıi), ilâhlık iddia eden,
lafızlar, hükme delaletindeki açıklığı âsi, azgın, kâfir, kâtil ve zalim Firavun
bakımından, zâhir ve nasstan daha kuv­ ve taifesine (A’râf, 7/103), homoseksüellik
vetlidir. Müfesser lafız, bazen aslında yapan Lût kavmine (Ankebût, 29/30), serve­
mücmel iken, başka bir nass tarafından ti ile şımarmış, azgın ve zâlim Karun’a
açıklanarak kapalılığı giderilmiştir. Bu (Kasas, 28/77), müşrik ve âsi Semud kav-

489
mine (A’râf, 7/73-74), imân edenleri Allah bu işlem ya da ibadete de fâsit denir,
yolundan meneden, ölçü ve tartıda hile (bk. Fesât) (Î.P.)
yapan zalim Medyen halkına (A’râf, 7/85- MÜFTÂ BİH
86), Allah’ın sözünü değiştiren, ahdi­
Sözlükte “kendisiyle fetvâ verilen”
ni bozan, yakınlarıyla ilgiyi kesen,
anlamına gelen müftâ bih, dinî bir kav­
Allah’a cimri diyen, azgın, fâsık, kâfir
ram olarak, bir mezhebin imamları ara­
Ve Zâlim YahÛdîlere, (Mâide, 5/64; A’râf,
sındaki farklı görüşlerden, daha sonraki
7/142), “îsâ, Allah’ın oğludur ve ilâhtır”
âlimlerce delil bakımından tercih edil­
diyen Hristiyanlara (Bakara, 2/60), insan­
miş olanı veya bu görüşlerden belirli
ları imân edip dinî görevlerini yapmak
bir zaman için geçerli ve fetvâ vermeye
isteyenlere mâni olan (Nahl, 16/88) fert ve
daha uygun olduğu kabul edilen görüş
toplumlara müfsitler denilmiştir. anlamına gelir. (Î.P.)
Müfsitler, imân edip sâlih ameller
MÜFTÎ
işleyenlerin (Sâd, 38/28) ve muslih (ıslah
eden, düzelten) insanların (Şuarâ, 26/151- Fıkhî bir meselenin dinî-hukukî
152) zıddı olarak zikredilmiştir. hükmünü açıklama, fetvâ verme ehli­
yetine haiz kişi, fetvâ veren anlamına
Kur’ân bütünlüğünden anlaşılan
gelmektedir, (bk. Fetvâ) (Î.P.)
o ki, Kur’ân’da hem inkâr edenlere
hem de isyan edenlere, Allah’ın emir MÜHÂKALE
ve yasaklarına uymayanlara, Allah ve Başağındaki buğdayın, hasat edil­
insan haklarını ihlâl edenlere müfsit miş buğdayla tahmini bir ölçüyle
denilmektedir. alışverişine denir. Hanefîlere göre, bu
Müfsit kelimesinin geçtiği âyetle­ şekildeki bir alışveriş caiz değildir,
rin çoğunda, yeryüzünde fesat çıkarıl­ akit fasit olur. Zira Hz. Peygamber,
maması istenmektedir. Kur’ân’a göre mühâkaleyi yasaklamıştır (Buhârî, ştirb,
17; Müslim, Buyû’, 53; Tirmizî, Buyû’, 55). Diğer
yeryüzünde fesat çıkarmak; inkâr edip
isyan etmek, din ve vicdan özgürlü­ taraftan bu alışveriş, hakkında riba
ğünü ve insan haklarını ihlâl etmek, cereyan eden aynı cins şeylerin, götürü
çevreyi kirletmek, İlâhî iradeye uygun
usulle satışı olduğundan caiz değildir.
(Î.P.)
olan nizamı bozmak, helal-harama
uymamak, ahlâk dışı davranışlarda MÜHEYMİN
bulunmak, zulmetmek, günah işlemek, Sevmek, şiddetli susamak anla­
kısaca Îslâmî kuralları uygulamamaktır. mındaki “h-y-m” kökünden türeyen
Allah, bu davranışları sergileyen insan­ muheymin sözlükte, gözetici ve koru­
lara müfsit demektedir. (Î.K.) yucu olan, hükmü altına alıp kontrol
Fıkıh ıstılahında müfsit, bir ibadeti eden demektir.
veya bir hukukî işlemi sakatlayan fiil Bu kelime Kur’ân’da iki âyette
ve eksikliğe denir. Başka bir ifadeyle, geçmiştir: Biri koruyucu ve gözetleyi-
usul ve adabına uygun bir şekilde baş­ ci anlamında Kur’ân’ın niteliği (Mâide,
lanmış bir ibadeti bozup, geçersiz hâle 5/48) diğeri de; gücü ve kudretiyle
getiren davranış ve eksikliktir. Hukukî yaratıklarını istila eden, onların bütün
işlem veya ibadetin bozulmasına fesât. yaptıklarını, söz, fiil ve davranışlarını

490
görüp gözeten, kendisinden hiçbir şey den (Hac, 22/45), SUÇ (Duhân, 44/37) ve günah
gizli olmayan rakîb, şehîd, hafîz, emin, işleyen (Enfai, 8/54) toplumları, peygam­
güvenilir anlamında Allah’ın vasfı ola­ berle uyardıktan sonra (Şuarâ, 26/208)
rak kullanılmıştır: ((O Allah ki O’ndan helak etmektedir. (Î.K.)
başka ilah yoktur. O meliktir, kuddüstür, MÜKÂŞEFE
selamdır, mü’mindir, müheymindir...”
Sözlükte “açığa çıkarmak, âşikâr
(Haşr, 59/23). Müheymin, Allah’ın kulla­
hâle getirmek” anlamına gelen mükâ~
rının bütün amellerini bilen, koruyan
şefe, tasavvufta, sâlikin nefsiyle yaptığı
ve âhirette mükâfatını eksiksiz veren,
savaş neticesinde manevî merhaleleri
asla zulmetmeyeceğinden emin olunan
(yolları) aşarak ulaştığı yüksek manevî
anlamını ifade eder. (Î.K.)
mertebe; kalb gözünün açılması, gayb
MÜHLİK âleminin görülmesini sağlayan hâl
Ölmek, yok olmak, helak olmak, bir anlamında kullanılmaktadır. Sûfılere
şeye ihtirasla yönelmek anlamındaki göre bu mertebeye erişen sâlikten artık
“h-l-k” kökünden türeyen mühlik öldü­ perde kalkar, akıl ve duyu organlarıy­
ren, yok eden, helak eden demektir. la elde edemediği bilgileri elde eder.
Allah’ın sıfatı olarak mühlik (çoğu­ (M.C.)
lu, mühlikûn, mühlikînf isyân eden, MÜKÂTEBE
azan, günaha dalan ve zulmeden fert Sözlükte “yazışmak, mektuplaş­
ve toplumları yok eden, helak eden mak” anlamına gelen mükâtebe, îslâm
demektir.
tarihinde, kölenin çalışarak belirli bir
Kur’ân’da tekil şekli üç, çoğul bedeli ödemesi üzerine azat olması
şekli 4 âyette geçmiştir: “...Rabbin konusunda efendisi ile arasında yapılan
halkı habersiz iken, ülkeleri zulüm akdi ifade eder. Buna kitâbet de denir.
ile helak edici değildir. ” (En’âm, 6/131); Anlaşma yapan köleye mükâtep, cari-
(i...Biz halkı zâlim olmadan ülkele­ yeye de mükâtebe denir.
ri helak edici değiliz. ” (Kasas, 28/59); Islâm’ın indiği dönemlerden çok
((Hiçbir ülke yoktur ki biz kıyamet önceleri yeryüzünde mevcut ve yaygın
gününden önce helak edecek, yahut bir olgu olan köleliği, İslâm dini ted­
onu şiddetli bir şekilde azap edecek ricen tasfiye etmeyi planlamıştır. Bu
olmayalım...” (isrâ, 17/58). amaçla, sürekli olarak ve değişik vesi­
Allah’ın bu sıfatı, “ehleke-yühli- lelerle köle azat etmeyi teşvik etmiştir.
kü” fiili ile de ifade edilmiştir: (<Sizden Mükâtebe de Kur’ân-ı Kerim’de tav­
önce, zulmettikleri ve peygamberleri siye edilen, köle azat yöntemlerinden
kendilerine açık deliller getirdikleri biridir. Yüce Allah, “Kölelerinizden
halde imân etmedikleri için nice nesil­ hür olmak için bedel vermek isteyen­
leri helak ettik. İşte suçlu toplumu lerle, onlarda bir iyilik görürseniz,
böyle cezalandırırız. ” (Yûnus, 10/13); “Biz mükâtebe akdi yapın. Onlara Allah ’ın
refah içinde şımarmış nice şehri helak size verdiği mallardan verin. ” buyur­
ettik... ” (Kasas, 28/58). maktadır (Nûr, 24/33). (İ.P.)
Meâllerini verdiğimiz âyetlerden de Hadis usulünde mükâtebe, bir hadis
anlaşılacağı üzere, Allah ancak zulme­ hocasının, rivâyet hakkına sahip oldu-

491
ğu hadisleri, bizzat kendisi yazarak ya MÜKRİH
da başkasına dikte ettirerek, huzurdaki Bir kimseyi, haksız olarak istemediği
öğrencisine vermesine ya da uzaktaki bir şeyi yapmaya zorlayan, tehdit eden
öğrencisine göndermesine denir, (bk. kişi anlamına gelir, (bk. İkrâh) (Î.P.)
Kitâbet) (A.G.)
MÜLÂANE
MÜKEBBİR
Kocanın eşine zina isnat etmesi
Kibirli kimse demektir, (bk. Kibir) sebebiyle, hakim huzurunda yemin
(Î.K.) edilerek yapılan lânetleşme ile evlilik
MÜKELLEF bağının sona ermesidir, (bk. Liân) (İ.P.)
Dinî hükümlerle yükümlü tutulan, MÜLCİ İKRÂH
düşünce, söz ve davranışlarına bir takım Bir kimseyi, ölüm veya bir uzvunu
dünyevî, uhrevî, dinî ve hukukî sonuçlar kesmek gibi, kişinin canına veya bir
bağlanan insan demektir. Mükellefiyetin uzvuna yönelik bir tehditle, istemediği
temel şartı ehliyet, yani kişinin dinî, bir şeyi yapmaya zorlamadır. Bu çeşit
hukukî sorumluluk taşımaya elverişli ikraha tam ikrah da denir, (bk. İkrâh)
olmasıdır. Mükellefin ehil olması ise, (İP)
kendisine yöneltilen hitabı anlayabile­
MÜLK
cek ve bu hitabın anlamını tasavvur ede­
bilecek güçte bulunması ile olur. Hitabı Mülk kelimesi Arapça’da, insanlar
anlayabilme ise akıl ile mümkündür. üzerinde hakimiyet, tasarruf salahiyeti
Ancak aklın varlığı gizli ve seviyeleri anlamına gelmektedir. Türkçe’de ise,
de farklıdır; bu nedenle her seviyedeki eşya üzerinde tek başına tasarruf yetki­
akıl mükellefiyet için yeterli olmaz. Bu sini ifade etmektedir. Bunu Arapça’da
sebeple, aklın kişinin mükellef tutulabil­ milk veya melk kelimeleri karşılar.
mesi için yeterli olgunlukta kabul edil­ Eşya üzerindeki bu yetkiyi ifade etmek
mesi için buluğ ölçü kabul edilmiştir. için mülkiyet kavramı da kullanılmak­
tadır. (bk. Mülkiyet) (İ.P.)
Kişinin dinî, hukukî sorumluluk
taşımaya elverişli olması için ne gibi MÜLK ŞİRKETİ
şartların aranacağı hususu, iman, iba­ İslâm hukukunda, iki veya daha
det, toplumsal ödevler ve sorumluluk­ fazla kişinin maldaki ortaklığını ifade
lar gibi farklı alanlarda bazı farklılıklar eden basit ortaklığa verilen isimdir.
göstermektedir. Bunlar da fıkıh kitapla­ Mülk ortaklığı zorunlu ve ihtiyarî
rında ehliyet başlığı altında incelenmiş­ olmak üzere ikiye ayrılır. Zorunlu
tir. (bk. Ehliyet) (Î.P.) mülk ortaklığa iki veya daha fazla
MÜKEZZÎB kişinin mallarının, kendi istekleri dışın­
Âyetleri ve dinî hükümleri yalanla­ da, birbirinden ayrılmayacak şekilde
yan kimse demektir, (bk. Tekzîb) (Î.K.) birbirine karışması sonucunda veya
miras yoluyla meydana gelen ortaklık­
MÜKREH tır. İhtiyari mülk ortaklığı ise, birkaç
Haksız olarak istemediği bir şeyi kişinin bir malı ortak satın almaları,
yapmaya zorlanan, tehdit edilen kişi kendilerine hibe edilen bir malı kabul
demektir, (bk. İkrâh) (Î.P.) etmeleri, mallarını kendileri karıştırma-

492
lan gibi kendilerinin istek ve fiilleriyle nin, yani alacaklının sahip olduğu mül­
meydana gelen ortaklıktır. kiyet hakkıdır.
Ortaklar arasında vekalet veya kefa­ Başka bir açıdan mülkiyet, tam ve
let söz konusu değildir. Bu nedenle, eksik olmak üzere ikiye ayrılır. Bir
ortakların, diğer ortağının hissesinde şeyin hem rakabesini, hem de menfa­
tasarruf yetkisi yoktur. Ortaklar kendi atini kapsayan mülkiyete tam mülki­
hissesini, ortaklarına satabilir. Üçüncü yet; bunlardan sadece birini içine alan,
kişilere satımı hususunda ise; şâyet sadece menfaat veya sadece ayna ait
ortaklık malların karışması veya karış­ mülkiyet ise eksik mülkiyettir. Ayrıca
tırmasıyla meydana gelmişse, ortağı­ bağımsızlığı bakımından, müstakil ve
nın izni olmaksızın hissesini üçüncü şâyi olmak üzere ikiye ayrılır.
kişilere satamaz; ancak miras, ortak Mülkiyet, sahipsiz mubah malın
olarak satın alma, hibeyi kabul etme ihrazı, define bulmak gibi aslen kaza­
gibi sebeplerden meydana gelmişse nılabileceği gibi, alışveriş, miras gibi
ortağının izni olmaksızın üçüncü şahıs­ devren de kazanılabilir. (Î.P.)
lara satabilir. Bu durumda, ortak mal, MÜLTEZEM
akar gibi şuf’a cari olan bir mal ise,
Kâbe’nin kuzey doğu duvarında
ortaklar şuf’a hakkına dayanarak malı
yerden 2 m yükseklikte Kâbe’nin kapısı
alabilirler. (Î.P.)
vardır. Hacer-i Esved’in bulunduğu köşe
MÜLKİYET ile Kâbe kapısı arasında kalan kısma
Bir ayn veya menfaat üzerinde var­ mültezem denir. “Mültezem” kelimesi,
lığı kabul edilen ve bir engel bulunma­ bir şeyi üzerine gerekli kılmak, sarıl­
dıkça yalnızca sahibine tasarruf imkânı mak, sarmaşmak anlamına gelen ilteze-
veren, ayrıca herkese karşı ileri sürüle- me fiilinden türemiş bir isimdir. (Î.K.)
bilen bir haktır. îslâm hukukunda mül­ Harem bölgesine dışarıdan gelenler,
kiyet hakkının konusu sadece mallar Mekke’den ayrılmadan yapması vacip
olmayıp, bir kısım haklar ve menfaatler olan sadr/vedâ tavafının yedi şavtını da
de mülkiyet kapsamına girmektedir. tamamladıktan sonra, zemzem kuyu­
Konusu bakımından mülkiyet, ayn, suna giderek zemzemden içerler, daha
menfaat ve deyn mülkiyeti olmak sonra imkân bulurlarsa Kâbe’nin kapı­
sına gelir ve eşiğini öperler. Sonra da
üzere üçe ayrılır. Ayn mülkiyeti, şeyin
mültezeme gelerek vücudunu Kâbe’ye
kendisi, aslı, kökü üzerinde söz konu­
yapıştırır, sağ yanağını da koyar ve
su olan mülkiyettir. Prensip olarak, bir
Kâbe’nin örtüsüne yapışıp ağlayarak
şeyin aynına sahip olan onun menfaa­
dua ederler. Ağlayamayan, ağlıyormuş
tine de sahip olur. Tarla, ev, araba ve
gibi yapar. Geri geri giderek Kâbe’den
benzeri mal üzerindeki mülkiyet böyle-
çıkar. (Î.P.)
dir. Menfaat mülkiyeti, eşyanın aynına
değil de bunlardan istifade etmeye, fay­ MÜMEYYİZ
dalanmaya ait olan ve bunu sağlayan Sözlükte “ayıran” anlamına gelen
mülkiyettir. Evde oturma, tarlayı ekme mümeyyiz, dinî bir kavram olarak, iyiyi
bu tür mülkiyettir. Deyn mülkiyeti ise, kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt ede­
birisinin zimmetindeki borcun sahibi­ bilen kişi demektir. Mümeyyiz olma-

493
yan çocukların eda ehliyeti yoktur. Bu MÜN’AKİD
nedenle, yapmış oldukları tasarrufları Sözlükte “bağlanmış, düğümlenmiş,
geçersizdir. Buna karşılık buluğ çağına kararlaştırılmış, katılaşmış, akdolun-
ulaşmayan mümeyyiz çocuklar, nakıs muş” gibi anlamlara gelen mün9akid^
edâ ehliyetine sahiptirler. Sırf ken­ bir fıkıh kavramı olarak, unsurları tam
dilerinin menfaatlerine olan, hibenin olan ve kuruluş şartlarını taşıyan akit
kabul edilmesi gibi tasarrufları geçer- demektir.
lidir. Başkasına hibe etmek, vakıf gibi Akitlerde temel kurucu unsur,
tamamen zararına olan tasarrufları ise tarafların karşılıklı irade beyanlarıdır.
İrade beyanı; bir kişinin bir hakkı veya
geçersizdir. Alışveriş, kira gibi, yararı­
hukukî ilişkiyi kurma, değiştirme veya
na da zararına da olma ihtimali bulunan
ortadan kaldırma iradesini, dış dünyaya
tasarrufları ise, veli veya vasisinin izni­
yansıtması, açıklaması veya bildirmesi
ne bağlıdır. (İ.P.)
yahut da bunu doğrudan doğruya icra
MÜMÎT ederek yürürlüğe koymasıdır.
Allah’ın sıfatlarından biri olup, Kuruluş şartları ise, bir akdin kuru­
canlıların hayatına son veren demektir, labilmesi için gerekli olan taraflar ile
(bk. Muhyî) (Î.K.) akdin mevzuunda aranan şartlardır.
Bunlar şöyle açıklanabilir:
MÜMKİN
Akdin meydana gelmesi için, en
Varlığı ile yokluğu zatının gereği az iki tarafın bulunması ve taraf olan
olmayan, zatına nispetle varlığı ile yok­ şahısların hukukî ehliyete sahip olma­
luğu eşit olan, yokluğu muhal olmayan, ları gerekir. Yaş küçüklüğü, akıl hasta­
var olmak için bir sebebe muhtaç olan lığı, akıl zayıflığı, bunama, sarhoşluk
diye tanımlanır. Mümkinin iki özelliği gibi sebeplerle temyiz kudretinden
vardır; birincisi var olmak için bir sebe­ mahrum olan kişilerin irade beyanları
muteber değildir. Mahcur, mümeyyiz
be muhtaçtır, İkincisi de sebebinden
çocuk gibi tam ehliyete sahip olmayan
önce ve sebebiyle beraber var olması­
kişilerin irade beyanları geçerli olmak­
nın düşünülemez olmasıdır. Bu nedenle
la birlikte, bu beyanları, hibe, talak gibi
mümkin hâdistir. (F.K.) sırf zarar kabul edilen akitlerde sonuç
MÜMTENÎ doğurmaz. Alışveriş gibi kâr ve zararı
muhtemel tasarruflarda ise velî veya
Yokluğu zatının gereği olandır ki
vasisinin iznine bağlıdır.
varlığı düşünülemeyendir. Allah’ın
yokluğunun düşünülememesi, dört Akdin kurulabilmesi için, hükmünü
kabul eden bir mevzu bulunması gere­
sayısının tekliğinin ileri sürülememesi
kir. Akdin konusu, mal, menfaat veya
böyledir. Mümteninin özelliği hiçbir
fiil olabilir. Akdin konusu olan mal,
suretle var olmamaktır. Bu onun mahi­ ayn veya deyn; fiil ise yapmak veya
yetinin gereğidir. Mümteni’yi aklen var kaçınmak olabilir. Akde konu olan
olan bir nesne gibi tasavvur etmek dahi şeyin; mümkün olması, mevcut, belir­
mümkün değildir. Buna muhâl veya lenmiş ve akde konu olmaya elverişli
müstahil de denir. (F.K.) yani meşru olması gerekmektedir (Î.P.)

494
MÜNÂCÂT 63/1-4).Hz. Peygamber de, münafıkların
Sözlükte “gizlice konuşmak, fısıl- konuştuklarında yalan söylediklerini,
daşmak” anlamına gelen münâcât, verdikleri sözde durmadıklarını, ema­
tasavvufta, kulun yüce Mevlâsına nete hıyanet ettiklerini, düşmanlıkta
yalvarması (dua), yakarması (niyaz), aşırı gittiklerini bildirmiştir (Müslim,
dileklerini O’na arzetmesi, O’nu övme­ iman, 107; Buhârî, iman, 24). Münafıklar görü­
si ve bağlılığını bildirmesi demektir. nüşte mümin oldukları için, dünyada
Ayrıca Cenab-ı Hakk’ın af ve mağfi­ Müslüman muamelesi görürler. Ancak
retini dilemeyi konu alan şiir ve düz âhirette cehennemin en alt tabakasına
yazılara da münâcât denir. (M.C.) atılacaklardır (Nisâ, 4/145). (İ.K.)
MÜNÂFESE MÜNAKEHAT
bk. Haset. Fıkhın, evlilik, boşanma, nafaka
gibi bölümlerini içeren kısmına verilen
MÜNÂFIK
isimdir, (bk. Nikâh, Boşanma, Nafaka)
Kaybolmak, eksilmek, geçmek ve (Î.P.)
tükenmek anlamındake “n-f-k” kökün­
MÜNÂVELE
den türeyen münâfık, din ıstılahında,
kalbi ile inanmadığı halde inkârını Hadis öğrenme yollarından biridir.
saklayıp, dili ile inandığını söyleye­ Hocanın, kitabını veya hadis/yazılı
rek mümin görünen kimseye denir. birkaç sayfayı öğrencisine elden ver­
Münafığın bu davranışına nifak denir. mesine denir. Münâvelede rivâyet izni
Yüce Allah Kur’ân’da münafıkla­ bazen vardır, bazen yoktur. Rivâyetine
rı; “İnsanlardan bazıları da vardır ki, izin verilmeyen hadislerin rivâyet edil­
inanmadıkları halde “Allah ’a ve âhi- mesinin uygun olmayacağı görüşü,
ret gününe inandık ” derler. ” (Bakara, hadisçiler arasında ağırlık kazanmıştır.
2/8), “Ey Resûl! Kalpleri iman etmediği İcâzetli münâvele yolu ile aktarı­
halde ağızlarıyla “inandık” diyen kim­ lan hadislerin rivâyetinde, “haddesena
selerden ve Yahûdîlerden küför içinde münâveleten ve icâzeten” şeklinde ifa­
koşuşanlar (ın hâli) seni üzmesin. ” delerin kullanılması da uygun görül­
(Mâide, 5/41) şeklinde tanımlar ve onların müştür. (A.G.)
özelliklerini şöyle bildirir: Münafıklar, MÜNECCÎ
Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinir­ Kurtulmak, çabuk olmak, kurtar­
ler, Allah’ı aldatmaya çalışırlar, nama­ mak, sözü sır olarak söylemek, fısılda­
za tembel tembel kalkarlar, Allah’ı pek mak anlamlarındaki “n-c-v” kökünden
az zikrederler, ne müminlerden yana ne türeyen müneccim kurtaran demektir.
de kâfirlerden yana olurlar, ikisi ara­
Allah’ın sıfatı olarak Kur’ân’da iki
sında bocalayıp dururlar (Nisâ, 4/139,142);
kötülüğü emreder, iyiliğe engel olurlar, âyette geçmiştir: (<...Biz onların (Lut
elleri de sıkıdır (Tevbe, 9/67); yalancıdır­ ailesinin), karısı hariç hepsini (azap­
lar, yeminlerini kalkan edinirler, insan­ tan, helak olmaktan) kurtaracağız... ”
ları Allah yolundan akkorlar, gösteriş­ (Hicr, 15/59-60).
lidirler, süslü konuşurlar, her gürültüyü Allah’ın bu vasfı Kur’ân’da daha
kendi alayhlerine zannederler (Münafikûn, çok “enca - yüncî” ve “neccâ - yüneccî”

495
fiiliyle anlatılmıştır: '"İçinizden oraya Dinimizde ma’rûfun emredilmesi,
(cehenneme) girmeyecek hiç kimse yok­ münkerin ise nehyedilmesi istenmiş­
tur. (Oraya girmeleri) Rabbinin üzeri­ tir: ""Sizden iyiye çağıran, doğruluğu
ne aldığı kesinleşmiş bir hükümdür. emreden ve fenalıktan men eden bir
Sonra muttakileri kurtarırız (müneccî) cemaat olsun. İşte başarıya erişen­
ve zalimleri diz üstü çökmüş olarak ler yalnız anlardır. ” (Âl-i imrân, 3/104);
bırakırız. ” (Meryem, 19/71-72); ""Ondan ""Mümin erkekler ve mümin kadınlar
(karanın ve denizin karanlıklarından) birbirlerinin velileridir; iyiyi emre­
ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurta­ der kötülükten alıkorlar... ” (Tevbe, 9/71);
rıyor... ” (En’âm, 6/64). ""...İyilikte ve fenalıktan sakınmakta
İnsanları, özellikle müminleri, mut­ yardımlaşın, günah işlemek ve aşırı
takileri felaketlerden koruyan, kur­ gitmekte yardımlaşmayın... ” (Mâide, 5/2);
taran, Allah’tır. Korumak, kurtarmak ""Sizden her kim bir münker görürse,
Allah’ın bir özelliğidir. (İ.K.) onu eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü
MÜNÎB yetmezse, diliyle değiştirsin. Buna da
Birinin yerine geçmek, sık sık gidip gücü yetmeyen, kalbiyle nefret etsin. Bu
gelmek, tevbe etmek anlamına gelen ise îmânın en zayıfderecesidir. ” (Müslim,
“nevb - niyab” kökünden gelen münîb îmân, 20). (F.K.)

sözlükte, yönelen, sık sık gidip gelen MÜNKER - NEKİR


ve çok yağmur anlamlarına gelir. Sözlükte “bilmemek ve tanımamak,
Kur’ân’da 7 âyette geçmiş ve iman, güç ve şiddetli olmak, hoş olmamak”
ibadet, itaat, zikir, istiğfar, tevbe ve dua anlamlarındaki “n-k-r” kökünden türe­
ederek Allah’a yönelmek anlamında yen münker, bilinmeyen, tanınmayan,
kullanılmıştır. İbrahim Peygamber’e aklın ve dinin çirkin gördüğü şey;
(Hûd, ıı/75), Allah’a yönelen insana ve nekir ise inkar, güç iş, ceza ve sağ­
imanlı kalbe (Kâf, 50/8,33) münîb denil­ lam demektir. Bu iki kelimeden oluşan
miştir. Bir zarar dokununca Allah’a münker - nekir, terkip olarak kabirde
yönelip, bir nimete ulaşınca Allah’ı insanları sorgulayacak olan melekle­
unutan ve O’na ortaklar koşan kimseler re verilen bir isimdir. Mezarda ölüye
kınanmıştır (Rûm, 30/33; Zümer, 39/8). (İ.K.)
görmediği, bilmediği, tanımadığı bir
münîr şekilde görüneceği ve yadırganacağı
Allah’ın sıfatlarından biri olup, için bu isim verilmiştir. Bu meleklere
aydınlatan, nurlandıran demektir, (bk. münkereyn ve fettanü’l-kabir (kabir
Nûr) (İ.K.) sorucusu) da denilmiştir. (Î.K.)
MÜNKER MÜNKER HADİS - MARUF
Sözlükte “çirkin, kötü, yadırganan HADİS
şey” anlamına gelen münker, dinî bir Tercih edilen tanıma göre münker
kavram olarak, Allah’ın râzı olmadığı, hadis, adalet ve zabt yönünden zayıf
İslâm’ın çirkin, kötü, kabâhat, günah bir râvînin, sika râvîye aykırı olarak
ve haram olarak bildirdiği davranışlar­ rivâyet ettiği ve rivâyetinde tek kaldığı
dır. Münker, masrafın zıddıdır. hadisdir. Münker hadis zayıf hadisler

496
arasında yer aldığından reddolunur, âyette de “zû intikâm”, vasfı “aziz”
karşıtı olan maruf hadisle amel edilir. ismi ile birlikte geçmiştir: “...Allah'ın
Maruf hadis, zayıf râvînin rivâyeti âyetlerini inkâr edenler (varya işte)
karşısında tercih olunan sika râvînin onlar için mutlaka şiddetli bir azap
hadisidir. Münker hadisin karşıtıdır. vardır. Allah azizdir (hükmünde galip­
Münker hadis karşısında maruf hadis tir) ve intikam alandır. ” (Âi-i İmrân, 3/4);
delil olarak kabul edilir. (A.G.) “...Kim düşmanlık ederse Allah ondan
münkir intikam alır. Allah azizdir, intikam
alandır. ” (Mâide, 5/95); “Sakın Allah 'ı,
Güç, şiddetli ve muğlak olmak, hoş
peygamberlerine verdiği sözden cayar
olmamak, bilmemek ve tanımamak
anlamındaki “nekr” kökünden türe­ sanma. Çünkü Allah azizdir, intikam
yen münkir kavramı sözlükte; bir şeyi alandır." (İbrahim, 14/47); “...Biz müc­
bilmeyen, bir hakkı ve gerçeği inkâr rimlerden intikam alırız. ” (Secde, 32/22);
eden, bir şeyi hoş ve iyi görmeyen “Büyük yakalama ile yakaladığımız
demektir. Bu kelime Kur’ân’da isim gün, biz intikamımızı alırız. ” (Duhân,
olarak 4 âyette geçmiş ve bir âyette 44/16); “Allah aziz ve intikam sahibi
sözlük anlamında “tanımayanlar” (Yûsuf, değil mi? ” (Zümer, 39/37).
12/58); üç âyette Kur’ân’ı (Enbiyâ, 21/50), Meâllerini zikrettiğimiz âyetlerden
Peygamberi (Mü’minûn, 23/69) ve ahîreti anlaşılacağı üzere, Allah’ın “münte-
(Nahi, 16/22) “inkâr edenler” anlamında kim” ve “zû intikam” sıfatları, inkâr ve
kullanılmıştır. Bu kullanımı ile “mün­ isyân edenlere yöneliktir. Allah1; kâfir­
kir” (çoğulu münkirûn), kâfir kelimesi leri, müşrikleri, münafıkları, mücrimle­
ile eş anlamdadır. ri, günah işleyenleri cezalandırır. Allah
“Nekr” kökü, Kur’ân’da çeşitli zalim değildir. Hak etmeden hiçbir
formlarda 34 defa farklı anlamlarda kuluna ceza vermez. îsyan eden fert ve
kullanılmıştır. (İ.K.) toplumlara dünyada afetler, müsibetler
MÜNTEKÎM, ZÛ-ÎNTÎKAM ve belalar vermesi Kur’ân’da Allah’ın
intikamı olarak ifade edilmiştir (A’râf,
Öç almak, cezalandırmak, bir işi
7/136; Hicr, 15/79; Rûm, 30/47)
kerih görüp ayıplamak, yadırgamak,
çabuk yemek anlamlarındaki “n-k-m” Allah’ın “zû intikam” sıfatının
kökünden türeyen müntekîm, suçluyu “aziz” ismi ile birlikte geçmesi, suç /
cezalandıran, zû-intikâm, intikam sahi­ günah işleyenleri cezalandırmaya
bi demektir. Allah’ın sıfatı olarak mün- kâdir olduğunu, bundan âciz olmadı­
tekîm ve zü-intikam”; zâlimleri, zorba­ ğını beyan içindir. Allah’ın bu vasfı
ları, azgınları, suç ve günah işleyenleri, Kur’ân’da, “intekame - yentekimü” fii­
önce bu davranışlarından sakındıran, liyle de ifade edilmiştir. Şu âyeti örnek
hallerini düzeltmeleri için onlara mühlet olarak zikredebiliriz: “Andolsun ki, biz
veren, sonra isyana ve azgınlığa devam senden önce peygamberleri kavimleri-
edenleri şiddetle cezalandıran, mazlu­ ne gönderdik. Onlara deliller getirdiler
mun hakkını zalimden alan demektir. ve biz suç işleyenlerden intikam aldık.
Kur’ân-ı Kerim’de 3 âyette azamet Müminlere yardım etmek, üzerimize
çoğulu ile “muntekimûn” şeklinde, 4 borç idi. ” (Rûm, 30/47) (İ.K.)

497
MÜNZİL (Münezzil - Hayru’l- âyette “münzil”, Allah’ın ikram sahibi
Münzilîn) olduğunu ifade etmektedir.
Yukarıdan aşağıya inmek, bir yere Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da daha
konaklamak, misâfir olmak, yolcu­ çok “enzele - yünzilü” fiiliyle anla­
luk yapmak, nezleye tutulmak ve tılmıştır. Allah’ın peygamberlerine
ekin gelişmek anlamlarındaki “n-z- kitap (Âi-i imrân, 3/3-4, 7), yeryüzüne su
1” kökünden türeyen münzil, indiren, (Bakara, 2/22), melek (Hicr, 15/8), mümin­
misafir eden demektir. Münezzil de lere sekinet (İÇ huzuru) (Tevbe, 9/26) ve
aynı anlamdadır. Hayru’l-münzilîn Benî İsrail’e men ve selva (A’râf, 7/160)
ise, indirenlerin, misafir edenlerin en indirmesi söz konusu edilmiştir. “Zikri
hayırlısı demektir. (Kur 'ân 'ı) biz indirdik ve onu biz koru­
Allah’ın sıfatı olarak “münzil” yacağız. " (Hicr, 15/9) (Î.K.)
kelimesi Kur’ân’da; azamet çoğulu ile MÜNZİR
“münzilûn - mûnzilîn” şeklinde 3 âyet­
te, “hayru’l-münzilîn” ve “münezzil” Adamak ve sakınmak anlamındaki
ise birer âyette geçmiştir: “n-z-r” kökünden türeyen münzir, kor­
kutup sakındıran demektir.
“Meryem oğlu îsâ; “Allah'ım!
Rabbimiz! Üzerimize gökten bir sofra Allah’ın sıfatı olarak münzir, kulla­
indir ki, bizim için, önce ve sonra rına fayda ve zarar veren şeyleri bildi­
gelenlerimiz için bir bayram olsun ve ren, inkâr ve isyan edenlerin âkibetinin
bu senden bir âyet / delil olsun. Bizi kötü olduğunu haber vererek onları bu
rızıklandır. Sen rızık verenlerin en davranışlardan sakındıran ve azabı ile
hayırlısısın” dedi. Allah buyurdu ki: korkutan demektir. x
“Ben onu sizin üzerinize indireceğim ” “Münzir” kelimesi Kur’ân’da 15
(innî münezzilühâ)... ” (Mâide, 5/114-115). âyette geçmiştir. Sadece bir âyette aza­
Âyette, geçen “münezzil”, Allah’ın İsâ met çoğulu ile “münzirîn” şeklinde
Peygamber’e nimet vermesini ifade Allah’ın; diğer âyetlerde ise peygam­
etmektedir. berlerin sıfatı olarak kullanılmıştır.
“Biz, itaatsizlik etmeleri sebebiyle “Hâmîm. Apaçık kitaba yemin olsun
şu ülke halkının (Lut kavminin) üze­ ki; biz onu mübarek bir gecede indir­
rine gökten bir azap indireceğiz (innâ dik. Çünkü biz uyarıcıyız. " (Duhân, 44/1-
münzilûn) ” (Ankebût, 29/34), “Siz mi suyu 4). Bu âyette Kur’ân-ı indirme gerek­
buluttan indirdiniz, yoksa indiren biz- çesi olarak Allah, “münzir” vasfını
miyiz (nahnü’l-münzilûn) ” (Vâkfa, 56/69) zikretmiştir. Kitapları da peygamberleri
Âyetlerin ilkinde azap, İkincisinde de uyarıcı “nezîr / münzîr” (En’âm, 6/48;
su indirilmesi söz konusu edilmiştir. Furkan, 25/1; Kehf, 18/1-2) olarak gönderen
Âl-i İmrân sûresinin 124. âyetinde ise Allah’tır. Bu, Allah’ın kullarına olan
Allah’ın müminlere yardım için melek merhametinin sonucudur.
indirdiği bildirilmektedir. Allah, insanları kitap ve peygam­
“(Nuh) dedi ki: “Rabbim, beni berleri vasıtasıyla uyarır, kötü, âkibeti
bereketli bir yere indir. Sen indirenle­ hüsran ve ceza olan inanç, söz, fiil ve
rin en hayırlısısın. ” (Mü’minûn, 23/29). Bu davranışlardan sakındırır, onları iman,

498
ibadet, güzel amel ve iyi ahlâka teşvik ren ve onu tasdik eden... ” (Zümer, 39/33)
eder. âyetinde olduğu gibi kamil bir vasıfla
Kur’ân’da “enzere - yünzirü” fii­ anmak için müphem olur. Veya “Asıl
liyle de Allah’ın bu vasfı anlatılmıştır: sonu kesik olan sana kin besleyendir, d
(Kehf, 18/4; Yâsîn, 36/70) (İ.K.) (Kevser, 108/3) âyetinde olduğu gibi nok­

MÜPHEMATÜ’L-KUR’ÂN san bir vasıfla tahkir ifade etmesi için


müphemdir.
Müphem^ kapalı, ne olduğu, kim
Kur’ân’daki müphemlerden bir
olduğu belli olmayan, isimleri bilin­
kısmının ismi bilinmektedir. Mesela
meyen demektir. Kur’ân’ın müphem­
“(Peygamber) âmâ geldi diye yüzü­
lerinden maksat, Kur’ân’da isimleri
nü ekşitti Ve yÜZ Çevirdi. “ (Abese, 80/1-2)
açıkça zikredilmeyip de ism-i mevsul
âyetindeki âmâ, Abdullah ibn Ümmi
veya zamirle zikredilen kadın, erkek,
cin, melek, topluluk, kabile ve varlık­ Mektum’dur. Kureyş sûresindeki,
lardır. Kur’ân’da müphemlerin bulun­ ashab-ı fil, Ebrehe ve ordusudur. (Î.K.)
masının bir çok hikmeti ve sebebi var­ MÜRÂHIK
dır. Mesela, başka bir âyette açıklandığı Buluğ çağına yakınlaştığı halde,
için müphemdir. Fatiha sûresinde “ken­ henüz ergen olmayan çocuğa denir.
disine nimet verilenlerdin kimler oldu­ Kızlarda 9 yaşına ulaştığı halde henüz
ğu belli değildir. Bu husus, Nisâ sûre­ âdet görmeyen; erkeklerde ise 12 yaşı­
sinin 69. âyetinde açıklanmış ve bun­ na ulaştığı halde henüz ihtilam olma­
ların; peygamberler, sıddıklar, şehitler yan çocuklar mürâhıktır. (Î.P.)
ve sâlihler olduğu bildirilmiştir. Veya
MÜRCİE
meşhur olduğu için müphemdir. Bakara
sûresinin “Ey Âdem! Sen ve eşin cen­ îrca kelimesinden türemiş olup
nette otur d anlamındaki 35. âyetinde, te’hir etmek ve geriye bırakmak anla­
Adem’in eşinin adı zikredilmemiştir. mına gelen mürcie, mezhepler tarihin­
Çünkü Ademin eşinin Havva olan adı de, büyük günah işleyen müminlerin
meşhurdur, bilinmektedir. Veya ifade azaba maruz kalmayacağını, onların
daha beliğ olduğu için müphemdir. durumlarının olduğu şekliyle, Allah’a
Bakara sûresinin, “İnsanlardan öylele­ irca edilmesi gerektiği yolundaki düşün­
ri vardır ki, dünya hakkında söyledik­ ceyi savunan ekolün adıdır. Bunlar
leri senin hoşuna gider... ” anlamındaki Haricilerden sonra ortaya çıkmıştır.
204. âyetinde, sözü edilenin kim oldu­ Mürcie’ye göre, bir kişi mümin olduk­
ğu zikredilmemiştir. Bu şekilde isimsiz tan sonra işlediği günahlar ona zarar
ifade daha beliğdir. Veya zikrinde bir vermez. Zira imanın bulunduğu yerde
yarar olmadığı için müphemdir. Bakara günahın bir değeri yoktur. Günah işle­
sûresinin 259. âyetinde geçen karye mekle iman eksilmez. Böylece Mürcie,
(belde, şehir) hangisidir, belirtilmemiş­ günah işleyenler için daha tolerans­
tir. Belirtilmesinde bir yarar da yoktur. lı bir tavır sergilemekte ve âhirette de
Veya “Muhacir olarak evinden çıkan onların bağışlanacağı hususunda ümitli
kimse... d (Nisâ, 4/100) âyetinde olduğu bulunmaktadır.
gibi umumiliğe dikkati çekmek için Mürcie’ye göre iman kalp ile Allah’ı
müphem olur. Veya “Doğruyu geti­ ve Hz. Peygamber’in haber verdiklerini

499
bilmekten ibarettir. Ebû Hanife, mür- hadisler içerisinde kabul edilmiştir, (bk.
cie’nin bu görüşünü kabul etmemiştir. Müdelles Hadis)
Ona göre iman sadece bilme değil, dil ile Mürsel hadisin hükmü konusunda
de ikrar edilmesi gerekir. Mürcie kendi üç görüş vardır:
içinde beş fırkaya ayrılmıştır. Bunlar,
a) Mürsel hadisi rivâyet eden tabiî,
Yûnusiyye, Gassâniyye, Tûmaniyye
cerh edilmemişse mutlak olarak kabul
Sevbâniyye ve Merîsiyye’dir. (F.K.)
edilir. Ebû Hanîfe ile îmam Mâlik’in
MÜREKKEB HADÎS görüşü, Ahmed ibn Hanbel’in meşhur
Herhangi bir hadise ait metnin, hata- görüşü ve bunların ekollerini benimse­
en, başka bir hadisin senediyle rivâyet yen diğer fakih, muhaddis ve usul bil­
edilmesine terkibe böyle hadislere de ginlerinin görüşleri böyledir.
mürekkeb hadis denir. Mürekkeb ola­ b) Mürsel hadis zayıftır, delil olarak
rak rivâyet edilen hadisler kabul edil­ kabul edilmez. Çünkü ismi açıklanma­
mez. (A.G.) yan râvî, sahabî dışında biri olabilir.
MÜRÎD Nevevî, “Takrib” adlı eserinde muhad-
dislerin, fakihlerin ve usul bilginlerinin
Sözlükte “irade ve talep eden, isteyen,
çoğunluğunun bu görüşe sahip oldukla­
arzu eden” anlamına gelen mürîd, tasav­
rını söylemiştir. îmam Müslim de mür­
vufta, kendisi için Allah’ın irade ettiğin­
sel hadisi delil olarak kabul etmemiştir.
den başka bir şey istemeyen, Allah’ın
iradesi karşısında kendi iradesini hiçe c) Mürsel hadis, başka bir yoldan
sayan; tarikate giren ve şeyhe bağlanan, desteklenmiş ise delil olarak kabul edi­
derviş, bende demektir. (M.C.) lir. îmam Şâfıî’ye göre, mürsel hadis
şunlardan birisi ile desteklendiğinde
MÜRSEL HADÎS
delil olarak kabul edilir: a) Mürsel
Tâbiînin, sahabeyi atlayarak doğru­ hadisin, diğer bir yoldan müsned olarak
dan Hz. Peygamber’den rivâyet ettikle­ yani muttasıl senetle rivâytet edilmesi,
ri hadislere denir. Hadisin mürsel ola­ b) aynı konuda başka bir yoldan gelen
rak rivâyet edilmesine de irsal denir. mürsel bir rivâyetin daha bulunması,
Mürsel hadise “zahir mürsel" de denir. c) sahabeden bazılarının, o mürselle
Senetde ismi geçmeyen râvinin sahâbî amel etmeleri ve d) âlimlerin çoğunun
olduğu biliniyorsa, bu mürsel ittifak­ o mürselle amel etmeleri. (A.G.)
la makbul sayılmıştır. Çünkü Sahabe,
ismi bilinsin veya bilinmesin, hadis MÜRSİL
rivâyeti konusunda adaletlidir, cerh ve Saç salıverilmiş olmak, deve müla­
ta’dile tâbi tutulmaz. yim ve rahvan olmak anlamındaki “r-s-
Sahabeden birinin, başka bir sahabi- 1” kökünden türeyen mürsil, gönderen,
den işittiği hadisi, Hz. Peygamber’den serbest bırakan, tahliye eden, musallat
rivâyet etmesine sahabenin mürseli eden demektir.
(mürsel-i sahabe) denir. Sahabenin Allah’ın sıfatı olarak mürsil,
mürseli sahih olarak kabul edilmiştir. Kur’ân’da azamet çoğulu ile üç âyet­
Râvînin, çağdaşı olup karşılaşmadı­ te geçmiştir. İkisi peygamber ve vahiy
ğı bir râvîden rivâyet ettiği hadise de göndermesi, biri de Semûd kavmine
mürsel-i hafi denir. Bu hadis, müdelles imtihan için bir dişi deve gönderme-

500
siyle (Kamer, 54/27) ilgilidir: “...Biz elçi­ tavsiyeleri beğenmez, küçümser, alaya
ler göndericiyiz. ” (Duhân, 44/5); "... (Ey alır veya reddederse irtidat etmiş, din­
Musa!)... Sen Medyen halkı arasında siz, kâfir olmuş olur. Kur’ân’da Mâide
oturup, âyetlerimizi onlardan okuyup sûresinin 54. âyetinde irtidat eden kim­
öğrenmedin. Fakat onları biz gönderi­ seden söz edilmektedir. (İ.K.)
ciyiz. ” (Kasas, 28/45). MÜRÜVVET
Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da “erse­ Sözlükte “kişilik, erkeklik, insan­
le - yürsilü” fiiliyle de ifade edilmiş­ lık, adamlık” anlamına gelen mürüv-
tir: “O Allah ki, Rasûlünü hidâyetle vet, tasavvufta, din ve akıl bakımından
ve hak dinle gönderdi... ” (Tevbe, 9/33); öğülmeye değer güzel davranışların
“(Ey Peygamberim!) Senden önce hiç­ ortaya çıkmasını sağlayan nefsin bir
bir peygamber göndermedik ki ona; kuvveti, ruhî yetenek; dostların eksik­
“Benden başka tanrı yoktur, bana iba­ liklerini görmezlikten gelmek; Allah
det edin ” diye vahyetmiş olmayalım. ” için yapılan işleri gözünde büyütme­
(Enbiyâ, 21/25). mek; sağlam, güçlü ve ahlâkî haslet ve
Bu âyetlerde olduğu gibi bir çok erdemlerle donatılmış kişilik demektir.
âyette “ersele - yursilü” fiili ile pey­ (M.C.)
gamber gönderdiği bildirilerek, MÜSÂVEME
Allah’ın bu vasfı anlatılmıştır. Ayrıca
Sözlükte “bir eşyaya kıymet artıra­
müjde (Ankebût, 29/48) Ve aŞllayiCl (Hicr,
rak pahalandırmak, pazarlamak” gibi
15/22) olarak rüzgâr, bol yağmur (En’âm,
anlamlara gelen müsâveme, bir fıkıh
6/6), koruyucu melekler (En’âm, 6/61), azap
terimi olarak, satılan malın maliyeti ve
(A’râf, 7/162) ve yıldırımlar (Ra’d, 13/13) gön­
kâr oranı açıklanmadan, pazarlık usu­
derdiği de bildirilmiştir. Mürsil sıfa­
lüyle satışına denir. îslâm hukukunda,
tı, Allah’ın hem cemal hem de celal
malın maliyetini belirterek bir miktar
yönünü anlatır. Peygamber, vahiy, bol
kâr koymak suretiyle satımı caiz oldu­
yağmur, aşılayıcı rüzgarlar, koruyucu
ğu gibi, müsâveme yoluyla da caizdir.
melekler göndermesi, insanlar için bir
Bu durumda, malın maliyetine konulan
rahmet ve nimet; azap, yıldırımlar vb.
kâr haddinde herhangi bir sınır yoktur.
âfetler göndermesi ise âsiler için bir
Ancak fiyat gabn-ı fâhiş derecesinde
ikâzdır. (Î.K.)
bir pahalılığa sahip ise, alıcıya muhay­
MÜRŞİD yerlik hakkı doğurur. (Î.P.)
Sözlükte “yol gösteren, kılavuz, MÜSELSEL HADİS
delil, rehber” anlamına gelen mürşid,
Senetteki râvîlerin, bazen de rivâye-
tasavvufta, insanlara hak yolu gösteren;
tin sıfat ve hallerini aynen devam etti­
şeyh, velî, er, eren, pir demektir. (M.C.)
rerek naklettikleri hadise denir. Râvînin
MÜRTED sıfat ve halleri sözle veya eylemle
“Mürted”, dinden çıkan kimse olduğu gibi, değişik şekillerde de ola­
demektir. Bir kimse iman esaslarından bilir. Bu şekildeki rivâyete de teselsül
birini veya daha fazlasını inkâr eder, denir. Teselsül sözlükte birbirini takip
kabul etmez veya dini hükümleri, helal etmek anlamına gelir. Müselsel hadisin
ve haramları, emir ve yasakları, öğüt ve isnadında bulunan her bir râvi, hadisi

501
alırken hocasından duyduğu ilâve sözü Müselsel hadisleri toplayan,
veya gördüğü bir davranışı hadisle bir­ “müselselât” unvanıyla müstakil eser­
likte aynen aktarır. Hadisin rivâyeti ler yazılmıştır. (A.G.)
esnasında hoca ve öğrencinin, parmak­ MÜSKİR
larını birbirine geçirmeleri; hocanın,
“ben seni seviyorum” gibi bir ifade
Sarhoşluk veren, şuuru kaplayıp
ile söze başlaması; musafaha etmeleri, aklı gideren şey anlamına gelmektedir.
hocanın, elini öğrencinin başına koy­ Bütün alkollü içkiler ve uyuşturucular
ması, hocanın kendi sakalını tutması; müskir kavramı içerisine girmektedir.
râvîlerin tamamının fakih olması; aynı Hz. Peygamber, “Her sarhoş edici
isnad lafzını kullanmaları; aynı mem­ hamrdır. Ve her hamr da haramdır. Kim
leketten veya aynı isimde olmaları gibi dünyada hamr içer ve tevbe etmeden,
durumlar teselsül örneklerindendir. onun tiryakisi olduğu halde ölürse,
Meselâ, Hz. Peygamber’in sakalını âhirette şarap içemez. ” buyurmuştur
avucunun içerisine alarak, “Kaderin (Buhârî, Eşribe 1; Müslim, Eşribe, 73). Yüce
hayrına ve şerrine, acısına ve tatlısına Allah, alkollü içki ve uyuşturucuyu
iman ettik” sözünü bütün râvîler, sakal­ şiddetle yasaklamış ve şeytan işi pis­
larını avuçlarının içerisine alarak sözlü lik olarak nitelendirmiştir (Mâide, 5/90).
ve eylemli olarak rivâyet etmişlerdir. Müskirât içmek, büyük günahlardan
kabul edildiği için, içene had cezası
Teselsül bazen de bütün râvîle­
tatbik edilmesi öngörülmüştür. (Î.P.)
rin bayram günü rivâyet etmeleri gibi
zamana; yahut mescidde rivâyet etme­ MÜSLİM
leri gibi mekana bağlı rivâyet olarak bk. îslâm, Selem.
ortaya çıkabilir.
MÜSNED
Teselsüle konu olan hal ve sıfatların
Hadislerin ilk râvîsinin ismine
kaynağı Hz. Peygamber’dir. Sahabe, Hz.
göre tertip edilerek toplanan kitapla­
Peygamber’de gördüğünü veya duydu­
ra müsned denir. Hadis edebiyatında
ğunu aktarır. Daha sonraki tabakalar da
“Müsned” adıyla eser veren müellif­
rivâyet esnasında aynısını uygularlar.
lerden bazıları şunlardır: îmam Ebû
Teselsül, hadis rivâyetinde zorun­ Hanîfe (0. 80/150), îmam Şafiî (0.204/819),
lu bir uygulama olmamakla birlikte, Ahmed ibn Hanbel (0. 241/855), Tayalîsî
devam ettirilmesi güzel karşılanmıştır. (0.204/819), Humeydî (0.219/834), Ebû Ya Ta
Teselsülün kendisi hadis değil, isnada el-Mevsılî (0.307/919), Abd ibn Humeyd
ait bir sıfattır. Zayıflıktan uzak olan (ö. 249/863), Müsedded (ö. 228/842), İbn
teselsül, zabtın kuvvetine, dolayısıyla Ebî Amr (0. 243/857), Ebûbekir ibn Ebî
hadisin sıhhatine ve Hz. Peygamber’e Şeybe (0. 235/849), Harîs ibn Ebî Üsâme
uymanın önemine işaret eder. Bununla (ö. 282/895), Bezzâr (ö. 292/902) (A.G.)
birlikte teselsül, hadisin sahih olması
için gerekli bir şart değildir. Hadisin MÜSNED HADÎS
metni ve isnadı sahih olabilir, ancak Tercih edilen görüşe göre, muttasıl
isnaddaki teselsül zayıf olabilir. isnadla Hz. Peygamber’e kadar bütün
Teselsülün zayıf olması hadise zarar râvîleri açıkça zikredilen merfû hadise
vermez. denir. Bununla birlikte, muttasıl ya da

502
munkatı bir isnadla, Hz. Peygamber’e MÜSTEÂN
dayandırılan hadislere ve isnadı mut­ Yardım etmek anlamındaki “a-v-n”
tasıl olan merfu, mevkuf ya da maktû kökünden gelen müsteân, kendisinden
hadislere de müsned hadis denilmiştir. yardım istenen demektir.
Müsned hadis, sahih, hasen ya da zayıf Allah’ın sıfatı olarak müsteân
olabilir. (A.G.) Kur’ân’da iki âyette geçmiştir: “...
MÜSRİF Nitelemelerinize karşı Allah, yardım
İsraf eden kimse demektir, (bk. istenendir ” (Yûsuf, 12/18).
İsraf) (Î.K.) Namaz / dua ve sabırla Allah’tan
yardım istenmesi emredilmiştir (Bakara,
MÜSTAHREC
2/45; A’râf, 7/128). Gerçek yardım istenen
Bir hadis âliminin, kitabında belir­ varlık, herşeye gücü yeten, merha­
li bir isnadla topladığı hadislerin, bir met edenlerin en merhametlisi olan
başka hadis âliminin, diğer isnadlarla Allah’tır. Fatiha sûresinde bu, mümin­
toplamasıyla oluşturulan eserlere denir. lere öğretilmiştir: “Ancak sana ibadet
Yapılan bu çalışmaya istihraç, çalışma­ eder, yalnız senden yardım isteriz. ”
yı yapana da müstahric denir. İstihraç (Fâtiha, 1/5). (İ.K.)
yapan kimse, verdiği isnadda önceki
MÜSTECİR
hadis âliminin hocasında ya da hocası­
nın hocasında birleşir. Kiracı demektir, (bk. îcare) (İ.P.)
İstihraç çalışmasıyla hadislerin MÜSTEDREK
değişik senetlerinin ortaya çıkarılma­ Sözlükte “gözden kaçmış bir şeyin
sı sonucunda, hadislerin kuvveti artar. hatırlanması, yapılan bir hatanın düzel­
Sahih hadislerin sıhhati pekişir, hadis­ tilmesi, eksik bir bilginin tamamlanma­
lere “âlî isnad” kazandırılmış olur. sı” anlamlarına gelen istidrak kelime­
Müstahrecdeki her senet sahih olmaya­ sinden türeyen müstedrek, terim ola­
bilir. Çıkarılan senet, istihracı yapana rak, herhangi bir hadis âliminin hadis
göre sahihdir ama, bir başkasına göre almak için ileri sürdüğü şartları taşıdığı
zayıf kabul edilebilir. Müstahrecdeki halde, kitabına almadığı hadislerin, bir
senetlerden birinin zayıf olması, asıl başkası tarafından toplanarak oluşturu­
kitaptaki hadisin sıhhatine zarar vermez. lan eserlere denir. Yapılan çalışmanın
Çünkü hadisin, sahih olan başka isnad- adı istidraktır. Tetîmme, zeyl, ek, lâhi-
ları vardır. ka birer istidrak çalışmasıdır.
Müstahrecler daha çok Buhârî ve Müstedrekin en açık örneği,
Müslim’in Câmiu’s-Sahîh’lerinden biri Hâkîm en-Nisâbûrî (ö. 4O5/ıoi4)’nin,
veya her ikisi üzerine yapılmıştır. Diğer Buhârî ve Müslim’in sahihleri üzerine
hadis eserlerine ait telif edilen müstah­ “Müstedrek ale’s-Sahîhayn” ismiy­
recler de vardır. (A.G.) le yazdığı, konulara göre tertiplen­
miş eseridir. Bu eserde Buhârî ya da
MÜSTAMEL SU Müslim’in şartlarına uygun olduğu
Kullanılmış su demektir, (bk. Mâ-i halde, “Sahih”lerinde yer almayan
Müstamel) (Î.P.) hadisler toplanmıştır. Ancak bu eserde

503
yer alan hadislerin bir kısmı, Buhârî ve MÜSTEZ’AF
Müslim’in sıhhat şartlarına uymadığı Sözlükte “zayıf düşürülmüş, zayıf
konusunda tenkit edilmiş, dolayısıyla bırakılmış, ezilmiş, zayıf görülenler”
müstedrek’te zayıf hadislerin de bulun­ anlamına gelen müstez’af, dini bir kav­
duğu ifade edilmiştir. (A.G.) ram olarak, zalimler tarafından zayıf
MÜSTEFÎZ düşürülmüş, ezilmiş, güçsüz görülen
demektir. Buna göre inançları sebebiy­
bk. Meşhur Hadis.
le kâfirler ve zalimler tarafından ezi­
MÜSTEFTÎ len, horlanan, zor ve baskı kullanılmak
Fıkhî bir meselenin dinî-hukukî suretiyle hakları ellerinden alınan, bütün
hükmünün açıklanmasını isteyen, fetvâ bunlara karşı ellerinden bir şey gelme­
soran kişi demektir, (bk. Fetvâ) (Î.P.) yen kişi ve topluluklar müstez’aftırlar.
MÜSTEHAB Baskı ve zulümlere karşı koyma gücü
bulunduğu halde, ezilmeye rıza göste­
Sözlükte “sevilen, sevimli olan, renler müstez’af değillerdir. (M.C.)
tercih edilen” anlamlarına gelen müs­
tehab, dinî bir kavram olarak, Hz. MÜŞAHEDE
Peygamber’in bazen yapıp, bazen terk Sözlükte “görme, temâşa ve seyr”
ettikleri, âlimlerin tavsiye ettikleri fiil anlamına gelen müşahede, tasavvufta,
ve davranışlardır. Müstehablar, ibadet­ Hakk’ın gönüllerde hazır olması; zâtî
lerin ve beşerî ilişkilerin daha güzel tecelli; eşyayı tevhid diliyle görmek;
ve verimli olmasını sağlayan âdâp ve hakka’l-yakîn hâli demektir. (M.C.)
ahlâk kurallarıdır. MÜŞEBBÎHE
Müstehab, mendub, nâfıle, âdâp gibi Sözlükte “benzetmek, yerine koy­
tabirlerle eş anlamlı olarak da kullanıl­ mak ve bir şeyin başka bir şey ile karış­
maktadır. Müstehabın terk edilmesi, dinen tırmasına sebep olmak” gibi manalara
kınanmayı gerektirmeyip, sadece daha iyi gelen müşebbihe, Allah’ı yaratıl­
ve güzel olanın terk edilmesi anlamına mışlara benzeten itikâdî ekole denir.
gelmekte olup, yapılması terk edilme­ Bu görüş sahipleri, Kur’ân’da Allah
sinden evlâ olan fiillerin en alt sırasında için zikredilen el, yüz, arş ve kürsü
yer alır. Sıcak mevsimlerde öğle namazı­ gibi şeyleri, hakiki anlamında ala­
nı biraz geciktirmek, iftarda acele etmek rak, Allah’ı yaratılmışlara benzetirler.
müstehaba örnek olarak verilebilir. (Î.P.) Aynı görüşü destekleyen, Mücessime,
MÜSTEKBÎR Sebe’iyye, Beyâniyye, Muğiriyye ve
Kibirlenen, büyüklenen kimse Haşeviyye gibi başka mezhepler de
demektir, (bk. Kibir) (Î.K.) vardır. Bunların hepsinin ortak yönü,
Allah’ı yaratılmış varlıklara benzetmiş
MÜSTEMÎ’ olmalarıdır. (F.K.)
Allah’ın sıfatlarından biri olup işi­ MÜŞKÎL
ten demektir, (bk. Sâmi’) (İ.K.)
Sözlükte “bir iş karışık, problemli
MÜSTE’MİN olmak, hangi cinsten olduğu bilinme­
Eman isteyen anlamına gelir, (bk. mek” gibi anlamlara gelen müşkil, bir
Eman) (Î.P.) fıkıh usulü terimi olarak, bizzat lafzın-

504
da bulunan bir sebep veya başka bir Âsâr; İbnü’l-Cevzî’nin (0. 597/1200) et-
nassla karşılaşmasından dolayı manası Tahkîk fi Ehâdisi’l-Hılâf (A.G.)
kapalı olan ifadedir. Müşkil lafız ile MÜŞRİK
kastedilen mana, ancak onu kuşatan
Bir şeyde ortak olmak anlamındaki
karine ve emâreler üzerinde inceleme­
şirk kökünden türeyen müşrik, sözlük­
de bulunma ve derinlemesine düşünme
te, ortak koşan, ortak yapan demektir.
yoluyla anlaşılabilir. Istılahta ise; Allah’a, ilâh, rab, ma’bûd
Müşkil için birden fazla manaya oluşunda, sıfat ve fiillerinde eşi ve orta­
gelen müşterek (müteradif) kelimeler ğı bulunduğunu kabul eden kimseye
örnek olarak verilebilir. Meselâ, ayn denir. Başka bir deyişle müşrik, ulûhi-
kelimesi, göz, pınar, casus gibi anlam­ yet özelliklerinden birini, bir başkasına
lara gelmekte, kuru ’ kelimesi de kadın­ veren kimsedir. Müşrik kâfirdir, ancak
ların hem temizlik, hem de âdet döne­ her kâfir müşrik değildir. Örneğin,
mini ifade etmektedir. Lafızda geçen mecûsîlikte olduğu gibi iki ilâhın var­
bu kelimelerin hangi anlama geldiği, lığını kabul etmek hem şirktir, hem de
bazen sözün gelişinden, akışından; küfürdür. Halbuki âhiret gününe inan­
bazen de başka harici bir delil vasıtı- mamak sadece küfürdür, şirk değildir.
sıyla anlaşılır. (İ.P.) Nitekim Kur’ân’da da müşriklerle ehl-i
kitap, kâfirlerin iki ayrı zümresi olarak
MÜŞKÎLU’L-HADİS açıklanmıştır; <(Apaçık delil kendilerine
Hadislerdeki anlaşılması zor olan ya gelinceye kadar, ehl-i kitaptan ve müş­
da birbirine çelişkili gibi görünen ifadele­ riklerden inkârcılar (küfürden) ayrıla­
ri konu edinen hadis bilim dalına müşki- cak değillerdi. ” (Beyyine, 98/1)
lü’l-hadis denir. Muhtelifu’l-hadis veya Allah’a şirk koşmak en büyük
ihtilâfu’l-hadis kavramlan da aynı anla­ günahlardandır. Hatta şirkin Allah
ma gelir. Hadisleri doğru anlamak için bu tarafından bağışlanmayacağı ve onun
ilmin bilinmesi zorunludur. Aksi halde en büyük bir zulüm ve haksızlık olduğu
tek bir hadis ele alınıp, konu bütünlüğü bildirilmiştir (Nisâ, 4/48; Lokman, 31/13).
olan diğer hadisler ve bunların yorumu Şirk beş kısma ayrılır; a- Şirk-i
bilinmezse, hadislerde kastedilmeyen İstiklâl: birden fazla ilâhın varlığını
yanlış çıkarımlar elde edilebilir. kabul etmek. Mecûsîlerin ve Müşriklerin
Hz. Peygamberden sahih olarak şirkleri ile Seneviyye (dualistler) buna
rivâyet edilen iki hadis, bazen ilk örnek gösterilebilir, b- Şirk-i Teb’iz:
bakışta aralarında çelişki varmış gibi Hristiyanların teslis inancında olduğu
gibi, Allah’ın bir olduğunu söylemek­
görülebilir. Bu tür hadisler ya ortak bir
le birlikte, O’nun ilâhlardan meydana
yorumla birleştirilir ya da biri diğeri­
geldiğine inanmak, c- Şirk-i Takrib:
ne tercih edilir. Bu değerlendirmelerin
Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmekle
hadis ilminde özel kuralları vardır.
birlikte, O’na yaklaştırır veya şefaatçi
Müşkilu’l-hadis dalında yazılan olur ümidiyle başka varlıklara tapmak.
bazı eserler şunlardır: ibn Kuteybe’nin Mekke müşriklerinin putlara tapmaları
(ö. 276/889), Tevîlu Muhtelifi’l-Hadis, gibi, d- Şirk-i Taklid: Başka birini taklid
Tahâvî’nin (0.321/933) Tevîlü Müşkili’l- ederek, Allah’tan başkasına, putlara iba-

505
det etmek ve onları ilâh olarak tanımak, bilim adamlarını ifade etmek için kul­
e- Şirk-i Esbâb: Eşyanın ve tabiatın lanılmaktadır. (F.K.)
hakikî müessir olduğuna inanmak, tabi­ MÜTEÂL
atı yaratıcı olarak kabul etmek. Ancak
Allah’ın sıfatlarından biri olan
meydana gelen şeylerin sebep sonuç
müteâl, pek yüce ve noksan sıfatlardan
ilişkisine bağlı olduğunu söylemekle
münezzeh olan, gücü ile her şeyden
birlikte, bunları yaratanın Allah oludu-
üstün olan demektir, (bk. A’lâ) (İ.K.)
ğunu kabul etmek şirk değildir. (F.K.)
MÜTEKADDİMÛN
MÜŞTERİ
Sözlükte “öne geçenler” anlamı­
Müşteri, alışverişte malı satın alan
kişiyi ifade etmektedir, (bk. Bey’) (Î.P.) na gelen mütekaddimûn, terim ola­
rak, İslâm’ın ilk dönemlerinde yaşa­
MÜTÂBAAT (Mütâbi’) yan özellikle ilim ve İslâm’a hizmet
Rivâyette tek kaldığı sanılan bir noktasında önemli görüş beyan eden
râvînin, hocasından veya hocasının veya eser bırakan âlimler için kullanı­
hocalarından, başka bir râvînin de aynı lır. Bu kavram, genelde kelâm ilmin­
hadisi rivâyet etmesine mütâbaat denir. de Gazzali’ye kadar, Hanefî fıkhında
Destekleyici durumda rivâyet edilen Kerhî’ye kadar olan dönemi ve bu
ikinci hadise veya râvîsine mütâbî, dönemde geçen bilim adamlarını ifade
desteklenerek güçlenen ilk hadise de etmek için kullanılmaktadır. (F.K.)
mütâba’ aleyh denir. MÜTEKAVVİM
Fert kaldığı sanılan râvî ile, des­ Sözlükte “kıymetli, fiyatı belirlen­
tekleyen râvinin aynı hocadan rivâyet miş” anlamına gelen mütekavvim, bir
etmeleri durumuna tam mütâbaat; des­ fıkıh kavramı olarak, dinen İktisadî
tekleyen râvinin desteklenen râvînin
değeri olan mal demektir. Bu kavram
hocasının hocasından ya da daha üst­ iki manada kullanılmıştır: Birincisi,
teki râvîlerden rivâyet etmeleri duru­ Müslümanların faydalanmaları helal ve
muna ise nakıs mütâbaat ya da kâsır serbest olan ve İktisadî bir değeri olan
mütâbaat denir. mal. Buna göre akan kan, domuz eti
Mütâbaat sayesinde zayıflığı hafif mütekavvim mal değildir. İkincisi, elde
olan hadis “hasen li gayrihî”, fert olan edilmiş, kazanılmış, tasarruf konusu
hadis “aziz”, hasen li-gayrihî olan hadis olabilecek mal. Meselâ denizdeki balık,
de “sahih” derecesine yükselir. (A.G.) havadaki kuş mütekavvim mal değildir.
MÜTEAHHÎRÛN Ancak yakalandıklarında mütekavvim
mal olur.
Sözlükte “geri kalan, geciken
ve sonradan gelenler” anlamlarına Mütekavvim olmayan malın itlafı,
gelen müteahhirûn, terim olarak, son tazmini gerektirmez. Ayrıca alışveriş­
dönemlerde yaşayan ve ilme hizmet te akdin konusunun mütekavvim mal
eden kimseler demektir. Bu kavram, olması gerekir. Mütekavvim olmaması
genelde Kelâm ilminde Gazzali’den hâlinde, kurucu şartlarını taşımadığın­
sonraki, Hanefî fıkhında Kerhî’den dan akit batıl olur. (Î.P.)
sonraki dönemi ve bu dönemde gelen

506
MÜTEKEBBÎR üzere dinî bütün konularda delil teş­
Allah’ın sıfatlarından biri olup, ulu, kil eder. Hz. Peygamber’in mütevâtir
yüce, büyük demektir. (Bk. Kebîr) (İ.K.) olan hadislerini inkar eden kâfir olur.
Hükmünün bağlayıcılığı yönünden
MÜTEKELLÎMÛN
Kur’ân âyetleriyle aynı konumdadır.
Sözlükte “söyleyen ve konuşan Mütevâtir hadisler, bazı hadis
kimseler” anlamına gelen mütekel- mecmûalarında diğer hadis çeşitle­
limûn, dinî literatürde, iman esasları­
riyle birlikte bulunurken, bazı eser­
nı kelâm metoduyla açıklayan bilim lerde de müstakil olarak derlenmiştir.
adamlarına denir. Bunlar akaid alanın­ Mütevâtir hadislere tahsis edilen eser­
da nassı esas almakla beraber, akla da lerden bazıları şunlardır: Suyûtî’nin
önem veren ve akıl ile çelişkili görünen
(ö. 911/1505) “el-Fevâidü’l-Mütekâsi-
hususların, aklın ışığı altında yorum­
re fi ’l-Ahbâri ’l-Mütevâtîra ”; Ebû
lanmasından yanadırlar. Mâturîdî,
Abdillâh Muhammed ibn Ali ibn
Eş’arî ve Mu’tezile kelâm bilginleri
Talûn’un (0. 953/1546) “El-Leâli’l-
bunlara örnek gösterilebilir. Ayrıca
Mütenâsıra fı’l-Ahbari’l Mütevâtîra”;
fıkıh usulünde, Şafıîlerin benimsemiş
Ebû Abdillâh Muhammed ibn Ebi’l-
oldukları ekole mensup âlimlere de
Feyz el-Kettânî’nin (0. 1345/1926)
mütekellimûn denilir. Bunlar, hüküm­
“Nazmü ’l-Mütenâsır fi ’l-Ehâdîsi ’l-
leri çıkarmada öncelikle fıkıh usulünün
Mütevâtîr”; Ebû’l-Feya Zebîdî’nin (0.
kurallarını ortaya koyarlar ve bunlara
1205/1790) <(Laktu İ-Leâli ’l-Müntenâsıra
göre hükümleri çıkarırlar. (F.K.)
fi ’l-Ehâdîsi ’l-Mütevâtîra ”. (A.G.)
MÜTEVÂTİR HADİS
MÜTEVEKKİL
Aklın yalan üzerine ittifak etmeleri­
ni kabul etmeyeceği kalabalık bir top­ Sözlükte “güvenen, dayanan, vekil
luluğun, aynı şekilde kalabalık bir top­ tutan” demektir. Kur’ân’da bu keli­
luluktan rivâyet ettikleri hadise denir. me üç âyette geçmiş ve Allah’ın rızık
Mütevâtir hadisin bu şekilde aktarılma­ veren, çalışanın emeğini zayi etmeyen,
sına da tevâtûr denir. şartlarına uygun yapılan iman, ibadet
ve duaları kabul eden, haksızlık etme­
Mütevâtir hadis lafzî ve manevî
yen, yardım eden, sözünde ve va’din­
olmak üzere iki çeşittir: Lafzî mütevâ­
de duran olduğuna güvenen mü’min
tir: Bütün râvîler tarafından aynı lafız­
kimse anlamında kullanılmıştır: (i...Bir
larla rivâyet edilen haberlere denir.
işe karar verdiğin zaman Allah ’a tevek­
Mânevi mütevâtir: Lafızları değişik
kül et. Çünkü Allah, mütevekkil olan­
olduğu halde aynı hükmü ifade eden
ları sever. ” (Âi-i îmrân, 3/159) âyetinden
rivâyetlere denir.
anlaşıldığı üzere “mütevekkil” vasfını
Mütevâtir haber, ilm-i zarûrî ifade kazanabilmek için insanın; önce kendi
eder. İlm-i zarûrî, reddi mümkün iradesini ortaya koyması, gereken her
olmayan, kabul edilmesi zorunlu olan şeyi yapması, Allah’ı devre dışı bırak­
bilgi demektir. Böyle bir bilginin doğ­ maması, kul olduğunu itiraf etmesi,
ruluğundan şüphe edilmez. Mütevâtir işinin hayır ve başarı ile sonuçlanması
hadisler, Kur’ân’dan sonra en güçlü için Allah’tan yardım istemesi, O’na
dinî delildir. İnanç esasları dahil olmak

507
sığınması ve O’nun yardımına güven­ MÜZ’İN
mesi gerekmektedir. Boyun eğen, itâat eden ve hakkı
însan; iradesini, gücünü ve çalış­ ikrar eden mümin kimseye denir, (bk.
masını ortaya koymadan mütevekkil îz’ân) (Î.K.)
olamaz, (bk. Tevekkül) (Î.K.) MÜZÂBENE
MÜTREF Müzâbene, ağaçtaki taze hurma­
Nimetin ve zenginliğin şimartıp nın, yerdeki kuru hurmaya karşılık
azdırdığı, şehvetlerine dalmış, zorba, tahmini bir ölçüyle satışına denir.
istediğini yapan, büyük günah işlemek­ Hanefîlere göre, bu şekildeki bir alışve­
te ısrar eden, âhireti yalanlayan, sapık, riş caiz değildir, akit fasit olur. Zira Hz.
yalancı, fasık ve kâfir kimselere denir, Peygamber, müzâbene yoluyla alışve­
(bk. Teref) (İ.K.) rişi yasaklamıştır (Buhârî, Şürb, 17; Müslim,
Buyû’, 53; Tirmizî, Buyû’ 55). Diğer taraftan
MÜTTEFEKUN ALEYH
bu alışveriş hakkında riba cereyan eden
Sözlükte “üzerinde ortak karara aynı cins şeylerin, götürü usulle satışı
varılan şey” anlamına gelen mütte- olduğundan caiz değildir. (İ.P.)
fekun aleyh tabiri, hadis ıstılahında
Buhârî ile Müslim’in Câmi’u’s-Sahih MÜZDELÎFE
adlı eserlerinin her ikisinde de yer alan Mekke’de Arafat ile Mina arasında
hadislere denir. Bu tür hadisler, sahih Harem sınırları içinde bulunan bir böl­
hadisler arasında ilk sırayı alır. (A.G.) genin adıdır. Arafat’ta vakfe yapıldık­
MÜTÛNU ERBA’A tan sonra Müzdelife’ye gelinir. Burada
vakfe yapılır. Bayram gecesini burada
Kelime anlamı itibarıyla dört metin geçirmek, vakfeyi Meş’ar-ı Harem’in
demek olan mütûnu erba’a, Hanefî fık­ yakınında yapmak sünnet, bu mevkide
hında muteber kaynak olarak kabul edi­
vakfe yapmak ise vaciptir. Müzdelife’de
len, özet halindeki dört kitaba verilen vakfe, arefe günü güneşin batmasından
addır. Bunlar Ebû’ 1-Berekât Nesefî’nin kurban bayramının birinci günü güneşin
Kenzü’d-Dekâik; EbûT-Fadl Abdullah doğmasına kadar ki zaman diliminde
ibn Mahmûd el-Mevsılî’nin Muhtâr; yapılır. Bu zaman diliminden, Hanefıler,
Tâcu’ş-Şerîa Mahmûd’un Vikâye; Kurban bayramının birinci günü fecr-i
Ahmed ibn Saâtî’nin Mecma’ adlı sâdıktan güneşin doğmasına kadar olan
eserleridir. Bu eserlerin pek çok şerhi zamanı, Şâfiî ve Hanbeliler, arefe günü
yapılmıştır. (İ.P.) gece yarısından fecr-i sâdık’a kadar ki
MÜVEKKEL zamanı, Malikiler ise arefe günü güne­
Vekalet verilen, vekîl anlamına gel­ şin batmasından fecr-i sâdık’a kadar olan
mektedir. Müvekkelin tam edâ ehliyetini zamanı tercih etmişlerdir. Bu zaman dili­
haiz olması gerekir, (bk. Vekâlet) (Î.P.) minde bir müddet Müzdelife’de kalan
kimse vakfe yapmış sayılır. Gecenin
MÜVEKKİL
tamamını Müzdelife’de geçirmek sün­
Vekalet veren anlamına gelmekte­ nettir. Arefe günü akşam ile yatsı namazı
dir. (bk. Vekâlet) (Î.P.) Müzdelife’de yatsı vaktinde birleştirile-

508
rek kılınır (cem-i te’hîr). Cemerata atıla­ Allah’ın aziz ve muizz (şerefli,
cak taşlar, buradan toplanır. (Î.K.) üstün, güçlü olan; şeref ve üstünlük
MÜZİLL veren) olmasına karşılık O, “müzill”
dir ancak asla zelil, güçsüz ve yardıma
Hor, hakir, zayıf olmak, itaat etmek, muhtaç değildir.
boyun eğmek anlamındaki “z-1-1”
kökünden türeyen müzill^ zelil eden, <((Ey Peygamberim!) De ki: Çocuk
boyun eğdiren demektir. edinmeyen, mülkte ortağı olmayan,
zilletten, âcizlikten ötürü yardımcısı
Allah’ın sıfatı olarak mUziH,
bulunmayan Allah'a hamdolsun...”
Tirmizî’nin el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgi­
(îsrâ, 17/111). Allah, kâfirleri (Kalem, 68/43;
li rivâyetinde geçmiştir (Deavat, 83).
Meâric, 70/44) ve günahkârları âhirette zil­
Kur’ân’da bu sıfat “tüzillü” fiili ile
let içinde bırakacak; iman edip güzel
ifade edilmiştir: "De ki: Allah ’ım! (Ey)
amel işleyenlere zillet bulaştırmaya­
mülkün sahibi! Mülkü dilediğine verir,
caktır (Yûnus, 10/26-27).
dilediğinden de alırsın. Dilediğini aziz,
dilediğini de zelil yaparsın, bütün hayır Allah’ın yeryüzündeki bütün var­
lıkları, insanlara boyun eğdirmesi de
senin elindedir... ” (Âl-i îmrân, 3/26).
“zelle” fiili ile ifâde edilmiştir (Yâsîn,
Allah’ın aziz ve zelil yapması; kul­ 36/72; Mülk, 67/15). Bütün bu açıklamalar­
larından dilediğine üstünlük, şeref, dan; “müzill” vasfının Allah’ın kâfir
itibar vermesi, onu güçlü, onurlu ve ve isyânkârları zelil ettiği ve varlıkla­
kuvvetli; dilediğini de hakir, değersiz, rı insanlara boyun eğdirdiği anlamına
itibarsız, zayıf ve güçsüz yapmasıdır. geldiğini söyleyebiliriz.(İ.K.)
Allah, dostlarını aziz, düşmanlarını
zelil eder. “Sadece Allah fa ve Rasûlüne MÜZNİB
düşman olanlar en zeliller arasındadır­ Günah işleyen kimse demektir, (bk.
lar. ” (Mücadele, 58/20). Kur’ân’da buzağıyı Zenb) (Î.K.)
tanrı edinen Yahûdileri, Allah’ın dün­
yada Zelil ettiği bildirilmiştir (Bakara, 2/61;
A’râf, 7/152).

509
NÂDÎRU’R-RÎVÂYE Nafaka denilince, mükellefin bak­
Kelime olarak rivâyetin az olanı makla yükümlü olduğu kişinin yiyecek,
anlamına gelen nâdiru’r-rivâye, giyecek, mesken, tedâvi masrafları,
Hanefîlerden îmam Muhammed ibn ayrıca gerektiğinde hizmetçisi anla­
el-Hasen eş-Şeybânî’nin yazdığı eser­ şılmalıdır. Nafaka alacaklısının baba
lerden bir bölümüne verilen özel bir veya oğul olması ve bunların da evlen­
isimdir. meye ihtiyaçlarının bulunması hâlinde
İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin tale­ evlendirme de nafakaya dahil olabilir.
belerinden biri olan îmam Muhammed, Kur’ân-ı Kerim’de nafaka borcunun,
Hanefî mezhebinde çok sayıda eser yükümlünün ekonomik gücüne göre
vermiştir. Bu nedenle kendisine, tespit edileceği belirtilmektedir; Yüce
Hanefî mezhebinin nâkili denilmiş­ Allah, <( Varlıklı olan kimse, nafaka­
tir. İmam Muhammed’in tevâtür veya yı varlığına göre versin; rızkı ancak
şöhret derecesinde nakledilen eserleri­ kendisine yetecek kadar verilmiş olan
ne zâhiru’r-rivâye denilmiştir. Bunlar kimse, Allah "in kendisine verdiğinden
kadar sağlam olmayan bir rivâyet versin; Allah kimseye, verdiği rızkı
yoluyla nakledilen eserlerine ise, nâdi- aşan bir yük yüklemez. Allah güçlük­
ru’r-rivâye denilmektedir. Bu şekilde ten sonra kolaylık verir. ” buyurmakta­
rivâyet edilen kitaplar arasında; Rakka dır (Talâk, 65/7).
kadısı iken, kendisine sorulan mesele­ îslâm dini, kocaya vermiş olduğu
lerle ilgili yazmış olduğu er-Rakkiyyât, hak ve yetkilerin yanında, bir takım
el-Keysânî’nin rivâyet ettiği el-Keysâ- görev ve sorumluluklar da yüklemiş­
niyyât, el-Curcâniyyât, el-Hârüniyyât, tir. Bunlardan birisi de kocanın, eşinin
el-Hiyel ve’l-Meâric zikredilebilir. temel ihtiyaçlarını mâkul ve normal
(İ.P.) ölçülerde karşılama ve giderme göre­
NAFAKA vidir. Bu evlilik akdinden doğan bir
Sözlükte “infak edilen şey, harç, sorumluluk olup, kadının zengin veya
yaşamak için gerekli azık, mal, aile rei­ fakir olması, müslim veya gayrimüslim
sinin ev halkı için bulundurması gere­ olması etkili olmaz.
ken yiyecek, giyecek ve benzeri şeyle­ Eşlerin dışında çocuğun nafakası
ri” ifade eden nafaka^ bir fıkıh kavra­ da babaya aittir. Kur’ân’da çocukla­
mı olarak, kişinin bakmakla yükümlü rın ve annelerinin nafakalarının temel
olduğu şahısların, sosyal seviyesine ihtiyaçlarının normal ölçülerde karşı­
göre normal bir hayat sürdürebilmeleri lanmasının, babaya ait bir görev oldu­
için ihtiyaç duyduğu ve mükellefin de ğuna işaret edilmektedir (Bakara, 2/233).
temin ile yükümlü bulunduğu şeylerin Kız çocuğu büyük de olsa, evleninceye
tümüne denir. kadar nafakası babaya aittir; evlendik-

510
ten sonra koca karşılar. Erkek çocuklar NÂFÎ’
ise, çalışıp kazanır hâle gelinceye kadar Allah’ın sıfatlarından biri olup,
baba nafakalarını temin eder; çalışıp fayda veren demektir, (bk. Dârr) (Î.K.)
kazanabilecek hâle gelince nafaka
NÂFÎLE
sorumluluğu sona erer. Ancak çocuğun
muhtaç olması hâlinde, nafakası babaya Sözlükte “ganimet malı, bağış, hibe,
aittir. Torunların nafakaları da çocuklar gerekli olmaksızın yapılan, torun” gibi
gibidir. Babaları veya çocukları yoksa anlamlara gelen nafile, dinî bir kavram
veya bunlar nafakayı temin edemiyor­ olarak, farz ve vacip olmayan, yapıldı­
larsa, dede nafakayı temin eder. Anne, ğında mükafat verilen, fakat terk edil­
baba veya dede ve ninelerin nafakaları diğinde ceza gerektirmeyen şeylerdir.
çocukların üzerinedir. Zira Kur’ân’da, Farz ve vacip dışında kalan sünnetlere
anne-babaya iyilik edilmesi (isra, 17/23); de nâfıle denilir. Nâfıle, mendubun eş
kâfir bile olsalar onlara iyi davranıl- anlamlısı olarak da kullanılmaktadır,
ması emredilmektedir (Lokman, 31/15). (bk. Mendûb) (İ.P.)
Bu sebeple, bütün âlimler, anne-baba­ NAFİLE TAVAF
nın nafakasının çocuklara ait olduğu Mekke’de bulunulan süre içinde
konusunda ittifak etmişlerdir. Bunların farz ve vacip tavaflar dışında yapılan
dışında, amca, hala, dayı, teyze gibi, tavaflara nafile tavaf denir.(Î.K.)
kan hısımı olup da, aralarında evlenme
NAFİZ
caiz olmayan akrabalar, şartlar gerçek­
leştiğinde karşılıklı olarak nafaka ala­ Sözlükte “kullanılan yol, nüfuz eden,
caklısı ve borçlusu olurlar. delen, işleyip öte geçen şey, nüfuzlu-
kuvvetli adam” gibi anlamlara gelen
Bir kimsenin nafakaya hak sahibi
nâfiz, bir fıkıh terimi olarak, unsurları
olabilmesi için, eşler ve küçük çocuk­
tam olarak bulunan, kuruluş ve sıh­
lar dışında, muhtaç olmaları, nafaka
hat şartlarının yanında nefaz şartlarını,
borçlusu ile aralarında akrabalık ilişkisi
başka bir deyişle, yürürlük şartlarını da
bulunması gerekir. Nafakayı ödeyecek
taşıyan akde denir. Akdin yürürlük şart­
kimsenin de, başkasına muhtaç olma­
ları; salahiyet ve başkasının hakkının
ması gerekir. Eşler ile çocukların nafa­
bulunmaması şeklinde özetlenebilir.
kaları zorunlu olduğundan, ödeyeme­
mesi hâlinde, onun adına borç alınarak Akdin nefaz şartları, şahısların hak­
yapılır; daha sonra imkânı doğduğunda larını korumak için getirilen sınırlama­
öder. lardır. Bu şartları taşımayan akitler,
hemen yürürlüğe girmez; zarar görmesi
îslâm dini, nafaka borcu ve alaca­
muhtemel olan şahsın iznine bağlanır.
ğını sadece aile çevresinde ele alma­
İcazet vermesi hâlinde, akit anından
yarak daha geniş bir çevreye yaymış,
itibaren geçerli olarak kabul edilir ve
böylece toplumda sosyal dengenin
hükümlerini doğurur. (Î.P.)
ve barışın temininde önemli bir adım
atmıştır. Hatta, bir bölgede aç ve muh­ NAHR
taç bir kimsenin bulunması hâlinde, o Sözlükte “hayvanı boğazından kes­
mahallin halkı dinen sorumlu tutulmuş­ mek, boğazına vurmak, göğüs göğüse
tur. (Î.P.) karşı olmak, karşılamak” gibi anlam-

511
lara gelen nahr, bir dinî kavram ola­ Arifân’da (eski adı Kasr-ı Hinduvan)
rak, bir hayvanın göğsü üstünden bıçak doğdu. Nakşibend henüz üç günlük bir
vurup boğaz damarlarını kesmek sure­ çocuk iken Muhammed Baba Semmâsî
tiyle kesilmesini ifade eder. (0. 740/1339) tarafından mânevi evlatlığa
Kur’ân-ı Kerîm’de nahr kelime­ kabul edildi. Semmâsî, çocuğun ile­
si, Kevser sûresinde geçmekte olup, rideki tasavvufi terbiyesini, yanında
manasında âlimler ihtilaf etmişler­ bulunan Seyyid Emir Külâle’ye hava­
dir. Hanefîler bunun kurban kesmek le etti. Nakşibend, her ne kadar Emir
anlamına geldiğini söylerken, bazıla­ Külâle intisap etmiş ise de, muteber
rı, namazda kıbleye yönelmek, elleri kaynakların verdiği bilgiye göre, onun
göğüs üzerinde bağlamak, rükudan gerçek şeyhi, kendisinden yıllar önce
sonra tamamen doğrulmak, namaz vefât etmiş olan Abdulhâlik Gücduvânî
kılarken göğsünü gererek dik durmak (ö. 617/1220)’dİr.
gibi anlamlara geldiğini söylemişlerdir. Nakşbend, Semmâsî’nin vefâtından
Hayvan kesiminde kullanılan metot­ sonra Semerkant’a gitmiş, oradaki der­
lardan biri olan nahr, deve kesimi için vişlerle sohbette bulunmuş, kısa bir süre
sünnet olduğu, diğer hayvanların nahr içerisinde onlann saygısmı kazanmış ve
yoluyla kesilmesinin mekruh olduğu tekrar memleketi olan Kasr-ı Arifân’a
kabul edilmiştir. Aynı şekilde boynu­ dönmüştür. Hanefî mezhebine men­
nun kesilmesi şeklinde yapılan zebihin sup olan Nakşibend, halka her fırsatta
deve kesiminde uygulanması mekruh­ sohbet eder, va’z ve nasihatte bulunur
tur. Hayvan kesiminde, hayvana eziyet ve “bizim tarikimiz sohbet üzerinedir”
edilmemesi, kıbleye karşı sol tarafına diyerek müritlerini buna teşvik ederdi.
yatırılarak “Bismillahi Allahu Ekber”, Nakşibend, ölümünden bir gün önce
diyerek kesilmesi gibi kurallara uyul­ müritlerine, kendisinden sonra halifele­
ması müstehaptır. (bk. Zebh) (İ.P.) rinden Muhammed Parsa’ya tabi olma­
NÂİB larını vasiyet etti. Nakşibend’in evrâd’m-
dan başka bir eserine rastlanmamıştır.
Vekil, birinin yerine geçen, kadı,
Nakşibend’in vefatından sonra, tari­
kadı vekili, dini hükümlere göre hüküm
kat Alaüddin Attar, Zahid Bedahşi ve
veren hakim, nöbet bekleyen, nöbetle
Muhammed Parsa tarafından geniş bir
gelen, işleri yürüten anlamlarına gel­
alâna, özellikle İmam Rabbânî’nin gay­
mektedir. Mazereti sebebiyle hacca
retleriyle Hindistan ve çevresinde yayıl­
bizzat kendisi gidemeyip de yerine
dı. Bu tarikat, Fatih Sultan Mehmed
bedel gönderilmesi hâlinde, bedel ola­
zamanında, Molla İlâhî Simâvî
rak giden kişiye de nâib denir, (bk.
(0. 896/1490) aracılığıyla İstanbul’a girdi.
Bedel) (İ.P.)
XVIII. yüzyılda Mevlana Ziyaeddin
NAKŞİBENDÎLİK Bağdadî ile OsmanlIlarda genişledi
Nakşibendilik, Bahâuddin ve istikrar kazandı. Osmanlı padi­
Nakşibend Muhammed b. Muhammed şahları Nakşibendiliği himâye ettiler.
el-Buhârî’ye (ö. 718/1318) nispet edilen Daha sonraki yıllarda Nakşibendiyye
tarikatın adıdır. Nakşbend, Buhara’ya tarikatının Mevlâna Halid-i Bağdâdî
9 km. uzaklıkta bulunan Kasr-ı (0. 1242/1826) tarafından kurulan

512
Halidiyye kolu, Anadolu’nun çeşitli NAMAZ
yerlerinde, Suriye ve Irak yörelerinde Namaz Farsça bir kelime olup,
yayıldı. Arapça’daki salât kelimesinin karşılığı­
Kaynaklarda bu tarikatın üç koldan dır. Sözlükte, dua, istiğfar, övgü anlam­
Hz. Peygamber’e kadar ulaştığı ifade larına gelen salata dinî bir kavram ola­
edilir. Nakşibendiyye tarikatının esas­ rak, İslâm’ın beş temel esasından biri
larını şu şekilde özetlemek mümkün­ olup, belli eylemler ve rükünleri bulu­
dür: Dini kurallara uyarak zahiri, tari­ nan özel bir ibadettir. Namaz, içerisin­
kat ile batını temizlemek, hakikat ile de zikir, teşbih, dua, kıyam, rüku, secde
İlâhî yakınlık elde etmek ve marifet ile gibi alt ibadetleri toplayan önemli bir
Allah’a ulaşmak. Bu tarikatta Kur’ân ibadettir. Namaz amellerin Allah’a
ve sünnete bağlı kalmaya büyük önem en sevimli olanı, müminin miracıdır.
verilmiş, haramlardan ve kötü alışkan­ Namaz, insana devamlı olarak Allah’ı
lıklardan korunmak için tövbe, istiğfar, hatırlatır, kalplere sorumluluk duygu­
zikir, tefekkür, nafile namazlar, Kur’ân sunun yerleşmesini sağlar, kötülük ve
okuma ve ilimle meşgul olmak tavsi­ günahla, kişi arasında bir perdedir.
ye edilmiştir. Bu şekilde nefsi yenerek Namaz insanın maddî ve manevî temiz­
kalbi kontrol altında tutmaya muraka­ liğinin vasıtasıdır.
be adı verilir. Bu tarikatta zikir sessiz Hanefîlere göre namazlar; farz,
yapılır. Topluca yapılan zikre “hatm-i vacip ve nâfîle olmak üzere üçe; farz
hâcegân” denir. (M.C.) namazlar ise, farz-ı ayın ve farz-ı kifâ-
ye olmak üzere ikiye ayrılır. Farz-ı ayın
NÂMAHREM
olan namazlar, her gün beş vakit kılınan
Farsça olumsuzluk eki olan nâ ile namazlar ile Cuma namazı olup, buluğ
Arapça haram kılınan şey anlamına çağına erişmiş, akıllı her Müslümana
gelen mahrem kelimesinin birleşi­ farzdır. Terk edilmesi, kılınmaması
minden oluşan nâmahrem^ kelime büyük günahtır. Günlük farz namaz­
anlamıyla haram olmayan demektir. lar, sabah namazı 2 rekat, öğle namazı
Dini bir kavram olarak ise, evlenil- 4 rekat, ikindi namazı 4 rekat, akşam
mesi haram kılınmayan, evlenmesi namazı 3 rekat ve yatsı namazı 4 rekat
helal olanlar için kullanılmaktadır. olmak üzere toplam 17 rekattır. Cuma
Evlenilmesi yasak olan için ise, mah­ günleri öğle vaktinde kılınan Cuma
rem tabiri kullanılmaktadır. Türkçe’de namazı, cemaatla kılınmakta olup 2
bu kelime, sözlük anlamından hareket­ rekattır. Farz-ı kifaye olan namaz ise,
le bazen yanlış kullanılmaktadır. Ancak Müslüman öldüğünde kılınması gere­
burada kastedilen evliliğin haram kılın­ ken cenaze namazıdır. Müslümanlardan
masıdır; bakılması veya dokunulması bir kısmı kıldığında diğerlerinden bu
yönünden haramlık kastedilmemiştir. farz düşer. Kılınmadığında, o bölgede­
Nâmahrem olan kadının, yüzü ve elleri ki bütün Müslümanlar günahkar olur.
dışındaki uzuvlarına bakmak ve bunla­ Vacip namazlar, vacip oluşu kulun
ra dokunmak helal değildir. Kötü niyet­ fiiline bağlı olmayan (li aynihî vacip)
le ve şehvetle yüz ve ellerine bakmak ve vacip oluşu kulun fiiline bağlı olan
da caiz olmaz, (bk. Mahrem) (İ.P.) (li gayrihî vacip) olmak üzere ikiye

513
ayrılır. Li aynihî vacip, vitir namazı ve türeyen nâr (çoğulu nîrân ve envâr)
bayram namazlarıdır. Li gayrihi vacip sözlükte ateş, görüş, alâmet, gövdeye
ise, adak namazı, bozulan nâfile nama­ basılan damga demektir. Bu kelime
zının kazası ve sehiv secdesidir. Bunlar Kur’ân’da 145 âyette geçmiş ve âhiret­
aslında vacip olmamakla birlikte, ya te günahkârların atılacağı cehennemin
kişinin adamasıyla ve nafile olarak bir adı olarak “alevli ateş ” anlamında
başladığı bir namazı bozmasıyla veya kullanılmıştır.
namazda yapmış olduğu bir hata sebe­ Kur’ân’da, cehennemin kâfirler
biyle vacip olmuştur. için hazırlandığı, yakıtının kâfir insan­
Farz ve vacip namazların dışın­ lar ve taş olduğu (Bakara, 2/24; Âl-i İmrân,
da kalan namazlar ise nâfiledir. 3/10-131); bu ateşin kâfirlerin yüzlerini
Namazlardan önce ve sonra kılınan yalayacağı (Mü’minûn, 23/104); altlarından
sünnetler; tahiyyatü’l-mescit, kuşluk, ve üstlerinden onları saracağı (Zümer,
teheccüt gibi müstehablar ve kişinin 39/16); kızdırılmış, tutuşturulmuş, şid­
kendisinin kılmış olduğu fazladan detli alev saçan bir ateş olduğu bildi­
namazlar nâfile kapsamında yer alır. rilmiştir (Kâria, 101/14; Hümeze, 104/6; Leyi,
92/14; Tevbe, 9/68). İnkâr edenler, âyetleri
Namazın kişiye farz olmasının
yalanlayanlar (Bakara 2/30), müşrikler,
şartları, Müslüman olmak, buluğ çağı­
münafıklar ve büyük günah işleyenler
na ulaşmak ve akıllı olmak üzere üç
cehennem halkı (ashabü’n-nâr) olarak
tanedir. Buna namazın vücup şartları
nitelenmiş ve bunların nâr içinde, ebedî
denir. Namazın sahih ve eksiksiz bir
olarak kalacakları haber verilmiştir.
şekilde kılınabilmesi için, bir takım
farzları, vacipleri, sünnetleri ve âdâbı Nâr, Kur’ân’da yalın halde cehen­
bulunmaktadır. Farzları yerine getirme­ nemin adı olarak zikredildiği gibi nâr-ı
mek namazın bozulmasına sebep olur. cehennem şeklinde, cehennemin ateşi
Vaciplerin terki ise, eğer unutma veya anlamında da zikredilmiştir (Tevbe, 9/68-
hata ile yapılırsa sehiv secdesi yapılma­ 81). Ayrıca “azâbü’n-nâr” (ateş azabı)

sı gerekir; bilerek terk edilmesi hâlinde “siyâbün min nâr" (ateşten elbise),
namazın yeniden kılınması vacip olur. “me’vâhümü’n-nâr” (sığınacakla­
Sünnetlerinin ve âdâbının terk edilmesi rı yer olan ateş), “en-nâru’l-kübrâ”
ise, namazı bozmadığı gibi, sehiv sec­ (büyük ateş) ve “nârun hâmiye” (kızış­
desi veya kazası da gerekmez. Ancak mış ateş) tabirleriyle, âhirette ki nâr\n
bunların fazilet ve sevabını kaçırmış dehşeti anlatılmıştır (Enfâi, 8/14; Hac, 22/19;
olur. (Î.P.) Secde, 32/20; ATa, 87/12; Ğaşiye, 88/4).

NANKÖR “Biz zalimlere öyle bir ateş (nar)


hazırladık ki, çadırı (dumanı veya
Yapılan iyiliğin kadir ve kıymetini
duvarı) onları kuşatmıştır Eğer susuz­
bilmeyen kimseye denir, (bk. Şükür)
luktan feryat edip yardım isteseler,
(Î.K.)
erimiş maden gibi yüzleri haşlayan
NÂR bir su ile kendilerine yardım edilir
Bir şey parlak ve aydın olmak, bir O ne kötü bir içecektir../' (Kehf, 18/29);
şeyden kaçmak, devenin üzerine damga “Gömlekleri katrandandır, yüzlerini de
koymak anlamındaki ‘n-v-r’ kökünden ateş kaplar/ (ibrâhim, 14/50); “Yüzlerini

514
ateş yalar, öyle ki ateşin içinde dişleri fiyattan satmaya zorluyorsa veya helal
sırıtıp kalır. ” (Mü’minûn, 23/104); "İnkâr kılınan bir kârı yasaklıyorsa, bu narh
edenlere cehennem ateşi vardır, onlara zulüm olan narhtır; haramdır. Tüccarın
ne ölümle hükmedilir ki ölsünler ne de emsal fiyattan daha fazlaya satmalarını
onlardan cehennem azabı hafifletilir.” yasaklayıp, emsal fiyatla satış yapmaya
(Fatır, 35/36) âyetleri, ateş azabının dehşe­ zorluyorsa, narh koymak adaleti ger­
tini ifade etmektedir. (Î.K.) çekleştirdiğinden caizdir; hatta vaciptir.
NARH Hz. Peygamber’in razı olmadığı
narh, zulüm olan narhtır. Onun narh
Çarşıda, pazarda satılan her türlü
koymaktan imtina etmesi, narhın
mal için, resmî makamlarca fiyat
yasak olmasından değil, o durum­
belirlenmesi anlamına gelmektedir.
da narh koymanın zulüm olmasın­
Fiyatlara narh konması, karaborsayı
dan kaynaklanmıştır. Hz. Peygamber
önleyici bir müeyyide olarak kabul
dönemindeki fiyat artışı, malın azlığı
edilebilir.
sebebiyle arz-talep ilişkisinden doğ­
îslâm fıkhında, prensip olarak alış­ muştur. Dolayısıyla tâcirler, mallarını
verişlerin karşılıklı rızaya dayandığı emsal fiyattan sattığı için, narh koymak
ve kimsenin razı olmayacağı bir akde zulüm olacaktı. Bu sebeple de, Hz.
zorlanamayacağı kabul edilmiştir. Hz. Peygamber narh koymaktan kaçınarak,
Peygamber’e halk müracaat ederek, durumu Allah’a havale etmiştir. (İ.P.)
fiyatlara narh koymasını istemişler;
NÂSIR (Naşir, Hayrü’n-Nâsırîn)
bunun üzerine Rasûlüllah, "'Fiyatları
Allah belirler; rızkı veren de, artırıp Yardım etmek, kurtarmak, zafer
eksilten de O "dur. Ben ise, Allah'a vermek anlamındaki “n-s-r” kökünden
kavuştuğumda hiç kimsenin benden ne türeyen nâsır yardım eden demektir.
kan ne de mal hususunda hak talebin­ Nasır, nâsır kelimesinin mübalağalı
de bulunmasını istemiyorum. ” şeklin­ şekli olup, çok yardım eden, sürekli
de cevap vermiştir (Tirmizi, Büyü’, 69; Ebû yardım eden; “hayru’n-nâsırîn” ise
Dâvûd, Büyü’, 5i). Ancak, tüccarın hakla­
yardım edenlerin en hayırlısı demektir.
rını kötüye kullanarak fiyatları fahiş Kur’ân’da nâsır sıfatı, Allah hak­
ölçüde yükseltip de halkın zarar gör­ kında sadece; "Hayır Allah mevlanız-
mesi halinde, fiyatlara narh koyulması dır. O, yardım edenlerin en hayırlısı­
kabul edilmiştir. Hanefîler ve Mâlikîler, dır. ” (Âı-i imrân, 3/150) âyetinde geçmiş­
tacirler haddi aşarak, fiyatları fahiş bir tir. Allah da insanlar da yardım eder.
şekilde artırdıklarında, insanların uğra­ Ancak Allah’ın yardımı sınırsızdır,
dıkları zararı kaldırmak maksadıyla, bu hayırlı ve iyi olan her alana şâmildir.
konudaki uzmanların görüşlerini aldık­ İnsanın yardımı ise sınırlıdır.
tan sonra narh koyulmasında bir sakın­ Nâsır kelimesi Kur’ân’da hem
ca olmadığını kabul etmişlerdir. insanlar hem de Allah için kulla­
îbn Teymiyye narhı zulüm olan nılmıştır. Allah hakkında bir âyet­
narh ve adalet olan narh şeklinde ikiye te “hâdî”, 11 âyette “velî”, 2 âyette
ayırmıştır. Narh satıcılara haksızlık “mevla” kelimesi ile birlikte geçmiştir:
getirip, onları razı olmayacakları bir "... Rabbin yol gösteren (hâdî) ve yardım

515
eden (nasîr) olarak yeter. ” (Furkân, 25/31); tır. Yahûdîlere cumartesi günü çalışmak
“...Dost olarak Allah yeter, yardım yasaklanmış iken, İncil’in gönderilme­
eden olarak da Allah yeter. ” (Nisâ, 4/45); siyle bu yasak kaldırılmıştır. Kur’ân’da
“...Sizin Allah'tan başka ne dostunuz neshin var olup olmadığı konusun­
ne de yardımcınız vardır. ” (Tevbe, 9/116); da İslâm bilginleri ihtilaf etmişlerdir.
“...Allah'a sarılınız. O mevlanızdır. O Çoğunluğun görüşüne göre Kur’ân’da
ne güzel mevla ne güzel yardımcıdır. " nesh vardır. Bu görüşte olanlardan
(Hac, 22/78). bazılarına göre bir âyetin hükmü ancak
daha sonra gelen bir âyetin hükmü ile;
Allah bütün yaratıklarına, özellikle
bazılarına göre hem âyet ile hem de
peygamberlere (Enbiyâ, 21/27) ve mümin­
sahih hadisle kaldırılabilir. Mensuh
lere (Bakara, 2/286) yardım eder. Başarı
âyetler konusunda da ittifak yoktur.
ve muvaffakiyet ancak O’nun yardımı
Beş âyet ve daha fazla olduğunu söy­
sayesindedir. O’nun yardım ettiğine
leyenler vardır. (İ.K.)
kimse galip gelemez (Âi-i îmrân, 3/160).
Allah’ın yardım eden olduğu; “nasara Nasih, sadece vahiy devam ederken
- yansuru” fiiliyle de ifade edilmiştir Hz. Peygamber’in sağlığında gerçek­
(Âi-i imrân, 3/123): “Elbette biz, elçilerimi­ leşmiş ve sona ermiştir. İnanç esasla­
ze ve iman eden kimselere hem dünya rında, dinî asıllarda ve haberlerde nash
hayatında hem de şahitlerin (şahitliğe) olmaz. Sadece emir ve yasaklarda nesh
duracakları (kıyamet) gününde yardım olabilir.
ederiz. " (mümin, 40/51) Hadislerde de nash ve mensuh söz
konusudur. Buna göre âyet, sünneti
Allah, müminlere yardımı kendisine
yani dinine yardım şartına bağlamıştır: nesh edebilir veya sünnet sünneti nesh
edebilir.
“Ey iman edenler! Eğer Allah 'a (dini­
ne) yardım ederseniz Allah da size yar­ Hadiste nasih mensuhu bilmek
dım eder...'' (Muhammed, 47/7), “...Allah oldukça önemlidir. Hadislerde nasih ve
kendine (dinine) yardım edene, elbette mensuhun bilinmemesi, yanlış sonuçla­
yardım edecektir. Şüphesiz Allah güçlü­ ra ulaştırabilir. Hadiste nasih mensûh,
dür, azizdir.'' (Hac, 22/40) (İ.K.) araları yorumla birleştirme imkânı
bulunmayan, birbirine zıt hadisler için
NASİH VE MENSUH söz konusudur. (A.G.)
Sözlükte “izale etmek, gidermek, NASÎR
yok etmek, değiştirmek ve nakletmek”
anlamına gelen nasih; ıstılahta, bir nas- Allah’ın sıfatlarından biri olup,
sın hükmünü daha sonra gelen bir nasla çok yardım eden demektir, (bk. Nâsır)
(Î.K.)
kaldırmak, dinî bir hükmü bir şerî delil
ile kaldırmak demektir. Hükmü kaldı­ NASRANÎ
rılan âyete de mensuh denir. Hz. îsâ’nın doğduğu yer olan
Peygamberden peygambere hüküm­ Nasira’ya mensubiyet veya yardım
lerde değişme olmuştur. Mesela Adem anlamındaki nusret kelimesinden türe­
(a.s.)’ın çocuklarının birbirleriyle miş bir kavramdır. Hristiyan veya yar­
evlenmelerine dinen izin verildiği dımcı demektir. Çoğulu “Nasârâ”dır.
halde bu hüküm sonradan kaldırılmış­ Bu kavram Kur’ân’da tekil olarak

516
bir yerde geçmektedir. “İbrahim, ne lık sebebiyle, lafızda geçen hükmün,
Yahudi, ne de nasrani (Hristiyan) idi; lafızda zikri geçmeyen mesele için
fakat o, Allah ’ı bir tanıyan dosdoğru de geçerli olduğuna delalet etmesidir.
bir Müslüman idi; müşriklerden de Buna mefhûmu muvafakat veya delâ-
değildi. ” (Âi-i imrân, 3/67) Çoğulu olan let-i evlâ dendiği gibi, celi kıyas da
“Nasâra” ise Hz. îsâ’ya inananların adı denilmektedir.
olarak on dört ayrı yerde geçmektedir. Daha açık bir şekilde şöyle tanım­
(F.K.) lanabilir: Nass, ibaresiyle önce bir
NASS hükme delâlet eder ve bu hüküm başka
Sözlükte “metin, yazardan varit bir olaya da tamamen tatbik edilebi­
olan asıl söz, diksiyon, bir şeyin nihâ- lirse, nassın bu ikinci hükmü ifade
yeti, bir manaya ihtimali olan yahut etmesine nassın delâleti denir. Meselâ,
tevile ihtimali olmayan, haber, delil” anne ve babaya öf demeyi yasaklayan
gibi anlamlara gelen nass, İslâm lite­ îsrâ sûresinin 23. âyeti nassın delâleti
ratüründe genel olarak âyet ve hadis­ yoluyla, hakaret etmeyi, dövmeyi de
leri ifade etmektedir. Fıkıh usulünde yasaklamaktadır.
ise, gönderiliş gayesine uygun olarak,
Delâlet bakımından nassın delâleti,
manasına açık bir şekilde delalet eden
iktizanın delâletinden daha kuvvetli,
lafızdır.
ibarenin delâleti ve nassın işaretinden
Fıkıh usulünde lafızlar açıklık bakı­ ise daha zayıftır. Bu sebeple, iktizanın
mından zâhir, nass, müfesser ve muh­
delâleti ile çatıştığında nassın delâleti;
kem olmak üzere dörde ayrılır. Nass
ibârenin delâleti veya nassın işaretiyle
hükme delaleti bakımından, zâhirden
çeliştiğinde de bunlar tercih edilir. (Î.P.)
daha kuvvetlidir. Bu sebeple zâhirle
çatışırsa nass tercih edilir. Nass, delalet NASSIN İBARESİ
bakımından açık ve kesin olmakla bir­ Fıkıh usulünde, lafzın, nassın sevk
likte, tahsis ve te’vîl ihtimaline açıktır. edildiği manaya delalet etmesidir, (bk.
Ayrıca neshi de kabul eder. İbarenin Delâleti) (Î.P.)
Meselâ, “Namuslu ve hür kadınlara NASSIN İŞARETİ
zina iftirası atan, sonra da dört şahit
Fıkıh usulünde, lafız bu maksat için
getiremeyen kimselere seksen değnek
gönderilmemekle birlikte, dil ve man­
vurun. Onların şahitliklerini ebedî
olarak kabul etmeyin. Onlar fasıkların tık kurallarına göre lafızdan dolaylı
ta kendileridir. ” âyeti (Nûr, 24/4), iffete olarak çıkarılabilen bir manaya delalet
iftira atanın cezasını açıklamakta olup, etmesidir, (bk. İşaretin Delâleti) (İ.P.)
kendisi de bunun için gönderilmiştir. NAZAR
Bu sebeple âyet, nasstır. (Î.P.) Bir şeye bakmak anlamına gelen
NASSIN DELÂLETİ nazar tasavvufta şeyhin, mürşidin
Kelime anlamı itibariyle “metin müridine, salikine, manevi yolla bak­
veya sözün bir manaya delâlet etme­ ması, feyiz vermesi; Türk kültüründe
si” manasına gelen nassın delâleti, ise göz değmesi, bir olayı ve belli bir
fıkıh usulünde, lafzın, manadaki ortak­ biçimde ele alma demektir.

517
Îslâmî kaynaklarda “isabet-i ayn” larda devayı var edenin Allah olduğu
olarak geçen ve kültürümüzde daha unutulmamalıdır. Göz değmesi, kork­
çok “nazar değmesi”, nazara gelmek, ma vb. psikolojik hastalıklarda kişi
nazara uğramak, göz değmek tabirle­ dua ederek, Allah kelamı olan Kur’ân
ri kullanılan “nazar", özellikle açık âyetlerini ve sûrelerini okuyarak kur­
mavi gözlü, keskin bakışlı kimsele­ tulmaya çalışabilir. Ancak nazar değ­
rin bir insana, hayvana veya güzel bir mesin diye muska, gök boncuk, ağaç
eşyaya, alete, işe vb. şeye bakması ile parçası, at nalı, kafa tası vb. şeyler tak­
ona etki etmesi, zarar vermesi, insanın mak, nazardan kurtulmak için kurşun
hastalanması, eşlerin, ailenin,ortak iş döktürmek, tütsü yapmak doğru değil­
yapanların huzursuz ve geçimsiz olma­ dir. Bunların din ile tedavi ile bir ilgisi
sı, düzenin bozulması, işlerin kötüye yoktur. Peygamberimiz bu tür şeyleri
gitmesi anlamında kullanılmaktadır. hoş görmemiş, nazarlık takılmasını
Kötü gözle, kıskançlıkla bakmanın menetmiştir (Nesai, Zinet 17; İbn. Mace, Tıb,
etkili olduğu, insanın olumsuz yönde 39). (Î.K.)
etkilendiği, hatta hastalığa sebep oldu­ NAZÎF
ğu yaşanan, bilinen, görülen, göz­
Temiz olmak, temizlemek anlamın­
lenen bir olgudur. Peygamber (a.s.)
daki “n-z-f” kökünden türeyen nazîf
“Göz değmesi gerçektir" (Buhari, Tıb, 36; temiz, pak, terbiyeli, iffetli, ahlâklı ve
Ebû Dâvûd, Tıb, 15) buyurmuştur. Fatiha,
namuslu demektir.
İhlas, Felak ve Nâs sûreleri okunmak,
Mzzz/kelimesi Allah’ın sıfatı olarak,
Allah’a dua etmek suretiyle, nazar
Tirmizî’nin rivâyet ettiği bir hadiste
değmesinden kurtulmak mümkündür.
Göz değmesi ve psikolojik hastalık­ geçmiştir: “...Allah nazîftir, nezafeti
lara karşı rukye ile (okuyup dua ede­ Sever... ” (Edeb, 41)
rek) tedavi edebileceğine dair hadisler Allah’ın nazîf olması; isim, fiil ve
vardır (Ebû Davut, Tıb, 18). Peygamberimiz sıfatları itibariyledir. Allah’ın her sözü,
(a.s.), “Allah "im! Ey insanların Rabbi! fiil ve davranışları temizdir, iyidir,
Ey acıyı, sıkıntıyı,hastalığı gideren güzeldir. Onun hiçbir şeyi çirkin, kirli,
Allah, bu hastaya şifa ver, çünkü sen kötü, bozuk ve zararlı değildir. (Î.K.)
şifa verensin, senden başka kimse şifa NÂZİL ÎSNAD
veremez. Bu hastaya öyle bir şifa ver bk. Âlî Îsnad-Nazil îsnad.
ki, onda hiçbir hastalık kalmasın. ”
NEBEVÎ HADİS
diye dua etmiştir (Ebû Davut, Tıb, 19; Buhari,
Tıb, 38). Yine Peygamberimiz kötülük­ Nebevî, peygambere ait olan
lere, kötü insanların şerlerine karşı, demektir. Hz. Peygamber’e ait söz,
“Yarattıklarının şerrinden tam kelime­ fiil, takrir ve sıfatlar nebevî hadisdir.
leriyle Allah "a sığınırım ’’ şeklinde dua Bu çeşit hadiste sözün mesnedi Hz.
edilmesini, Allah’a sığınılmasını tavsi­ Peygamber’dir. (A.G.)
ye etmiştir (Ebû Davut, Tıb, 19). NEBÎ
Maddî manevî her türlü hastalık Yüksek olmak ve haber vermek
için, tedaviye başvurmak, doktora git­ anlamındaki “n-b-e” kökünden türe­
mek asildir. Ancak şifayı verenin, ilaç­ yen nebi (çoğulu enbiyâ) sözlükte,

518
haber veren, yüksek ve düz olmayan lara Allah ’ı bırakıp, bana kullar olsun
yer, çok ve geniş yol demektir. Terim desin... ” (Casiye, 45/16; Ankebût, 29/27; Hadîd,
olarak Allah’ın, dini kurallarını, emir 57/26).
ve yasaklarını, öğüt ve tavsiyelerini Nisâ sûresinin 163. âyetinde nebile­
insanlara bildirmesi için görevlen­ re vahiy indirildiği bildirilmiş, bir son­
dirdiği insanlara denir. Bu insanlara, raki âyette bunlara resul denilmiştir:
peygamber, nebî dendiği gibi resul ve “Nuh ’a ve ondan sonra gelen nebilere
mürsel (elçi) de denir. vahyettiğimiz gibi (Ey Muhammedi)
îslâm bilginleri resul ile nebi arasın­ sana da vahyettik. Nitekim İbrahim ’e,
da fark olduğunu, yeni bir kitap ve yeni İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, torunları­
bir şeriatla gönderilen peygamberlere na, İsâ ya, Eyyub ’a, Yunus ’a, Harun ’a,
resul-mürsel, yeni bir kitap ve yeni bir Süleyman’a da vahyetmiş ve Dâvûd’a
şeriatla göndermeyip, önceki bir resu­
Zebur vermiştik. Daha önce sana anlat­
lün kitap ve şeriatını tebliğ etmekle
tığımız ve sana anlatmadığımız elçilere
görevli peygamberlere ise nebi dendiği­
(resul) de vahyetmiştik. ”
ni söylemişler ise de, Kur’ân’da böyle
bir ayırım bulunmamakta, aksine nebi­ Kur’ân’da nebilere kitap verildiği­
lere kitap, hüküm, hikmet verildiği ve nin bildirildiği gibi, resullere de kitap
vahyedildiği bildirilmektedir. Bakara verildiği bildirilmiştir (Hadid, 57/25).
sûresinin 213. âyetinde nebilerle bera­ Bir âyette resul ve nebi kelimeleri
ber kitap indirildiği bildirilmektedir: atıf harfi ile peş peşe zikredilmiştir:
“İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah, “Senden önce hiçbir nebi ve resul gön­
nebileri müjdeciler ve uyarıcdar ola­ dermedik ki, o bir şey arzu ettiği zaman
rak gönderdi, anlaşmazlığa düştükleri şeytan, onun arzusu içerisine mut­
konularda insanlar arasında hükmet­ laka (bir düşünce) atmış olmasın...”
sinler diye, O nebilerle beraber gerçek­ (Hac, 22/52).
leri içinde taşıyan kitap indirdi... ” Ebû ZerriT-Gifârî; Ya Rasûlallah!
Âl-i îmrân sûresinin 81. âyetinde Nebilerin evveli hangisidir diye sor­
nebilere kitap ve hikmet verildiği ifade muş, Peygamberimiz “Âdem’dir”
edilmektedir: “Allah, nebilerden şöyle demiştir. “O nebî mi idi?” diye sor­
söz almıştı: Bakın size kitap ve hikmet muş, “Evet nebi idi” cevabını ver­
verdim, sonra yanınızda bulunan kitap­ miştir (Ahmed, v/178). “Ya Rasûlallah!
ları doğrulayıcı bir rasül geldiğinde Nebilerin sayısı kaçtır” diye sormuş,
ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka “124.000’dir” diye cevap vermiştir
yardım edeceksiniz. Bunu kabul ettiniz (Ahmed, v/179). “Ya Rasûlallah! Onlardan
mi ve bu hususta ağır ahdimi üzeri­ kaçı resuldür” diye sormuş, “315’i”
nize aldınız mı? demişti. Kabul ettik cevabını vermiştir (Ahmed, v/179).
dediler... ” Rasûl ve nebi kelimelerinin geçtiği
Âl-i îmrân sûresinin 70. âyetinde âyetler birlikte değerlendirildiğinde her
kitap, hüküm ve nübüvvet verilmesi ikisinin de ortak vasıflara sahip oldu­
birlikte zikredilmiştir; ‘‘Hiçbir insana ğu görülmektedir. Bu vasıflar; kitap,
yakışmaz ki, Allah ona kitap, hüküm hikmet, nübüvvet ve hüküm verilme­
ve nübüvvet versin de sonra o insan­ si, vahyedilmesi, uyarıcı ve müjdeciler

519
olarak gönderilmiş olması ve mücrim­ aynı zamanda, namazın sahih olması
lerin düşmanlığına maruz kalmaktadır. için gerekli olan temizliğin alt sınırıdır.
(Âl-i îmrân, 3/79, 81; Nisâ, 4/63-165; Ahzap, 33/45; Namazın sıhhatine mani olup
Hadîd, 57/25-26). (İ.K.) olmaması bakımından necâsetler ikiye
NEBÎZ ayrılır:
Sözlükte “elden bırakılıp atılmış Necâset-i galîza; ağır necâset anla­
değersiz şey, küpe basılarak elde edi­ mına gelmekte olup, insan dışkı ve
len hurma veya üzüm şarabı yahut idrarı, vücudun herhangi bir yerinden
şırası” anlamına gelmektedir. Fıkıh akan kan, irin, kusmuk, meni, âdet veya
literatüründe ise, hurma veya üzüm lohusalık kanı; eti yenmeyen hayvan­
ıslatıldıktan sonra, kaynatılarak elde ların dışkı, idrar ve salyaları, eti yenen
edilen bir içecektir. Bunun yapılış hayvanlardan kümes hayvanlarının
şekilleri ve sertliği, tadı dikkate alı­ pislikleri, akan kan; şarap, leş, bu grup
narak hüküm verilmeye çalışılmıştır. necâsettendir. Namaz kılanın vücu­
Bu konuda birbirinden farklı pek çok dunda, elbisesinde veya namaz kıldığı
görüş bulunmaktadır. Ancak ölçü, diğer yerde bir dirhemden (2,08 gr.) fazla
içkilerdeki gibi sarhoş etmesi olmalı­ bulunması halinde namaza manidir.
dır. Şayet yapılan bu içecek mayalanır Mayi olması hâlinde, avuç ayası kadar
da, alkollü bir içki hâline gelirse haram bir sahayı kaplarsa namaz sahih olmaz.
olur; aksi halde helaldir. Başka bir ölçü, Necâset-i hafife; hafif olan necâ­
Hz. Peygamber’in belirttiği gibi, çoğu set anlamına gelmektedir. At ve kümes
sarhoş ederse azı da haram olur (Buhârî, hayvanları dışındaki eti yenen ehlî hay­
Eşribe 1; Müslim, Eşribe, 73). (Î.P)
vanların dışkı ve idrarları ile kuşların
NECASET (Necâsetten Taharet) pislikleri bu tür necasettendir. Bunların
Necâset, hakîki ve maddî pislik, beden veya elbisenin 1/4 ‘inden fazla­
kirlilik anlamına gelir. Bundan temiz­ sına bulaşması hâlinde namaz sahih
lenmeye de necâsetten taharet denir. olmaz. Bundan az ise namaz kılmak
Namazın şartlarından birisi de necâ­ caiz olmakla birlikte mekruhtur.
setten taharettir. Namazın sahih olması İnsanın bedeninde, elbisesinde veya
için, beden, elbise ve namaz kılınacak namaz kılacağı yerde, namaza mani
yerlerin temiz olması şarttır. olmayacak kadar az pislik bulunmasıy­
İslâm dini temizliğe büyük önem la namazın sahih olacağı düşüncesiyle,
vermiştir. Vücut, elbise ve çevredeki temizliği ihmal etmek yanlıştır. Bu pis­
necâsetin, her bir zerresinin en iyi bir likleri tamamen temizlemek mümkün
şekilde temizlenmesi arzu edilmektedir. iken, bunlarla namaz kılmak mekruh­
İdeal olan bu olmakla birlikte, böyle bir tur. Diğer taraftan, yeryüzünün tama­
temizlik her zaman mümkün olmayabi­ mının Müslüman toplum için mescit
lir. Bu sebeple, dindeki kolaylık ilke­ kılındığı, yani her yer potansiyel olarak
sinden hareketle, ibadetler için gerekli namaz kılınacak yer olduğu göz önün­
maddî temizliğin alt sınırını belirleme­ de bulundurularak, çevrenin de kirletil-
de ölçüler getirilmeye çalışılmıştır. Bu memesine dikkat edilmelidir. (Î.P.)

520
NECEŞ gelir. Klasik fıkıh kaynaklarında bir
Müşteri kızıştırarak fiyatın yük­ akdin işlerlik kazanması için, unsurla­
selmesini sağlamak; bir malın fiyatını rının, kuruluş ve sıhhat şartlarının tam
yükseltmek amacıyla, o malı almaya olarak bulunmasının yanında, yürür­
niyetli olmadığı halde alacakmış gibi lük şartlarını da taşıması gerektiği
davranmak demektir. belirtilmektedir.
Hz. Peygamber neceşi, yani müşteri Akdin nefâz şartları, şahısların hak­
kızıştırmayı yasaklamıştır (Buhârî, Büyü, larını korumak için getirilen sınırlama­
58; Müslim, Büyü ıi). Bu nedenle îslâm lardır. Bu şartları taşımayan akitler,
âlimleri, müşteri kızıştırmanın haram hemen yürürlüğe girmez, zarar görmesi
olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. muhtemel olan şahsın icazetine bağla­
Fakat bu şekilde yapılan alışverişin nır. İcazet vermesi halinde akit anından
geçerli olup olmadığı konusunda ise itibaren hükümlerini doğurur. Yürürlük
ihtilaf etmişlerdir. Hanefî, Şafiî ve şartlarını taşıyan akde, nafiz denir, (bk.
Hanbelîlere göre böyle gerçekleştirilen Nâfiz) (İ.P.)
bir akit, haram olmakla birlikte geçer-
NEFS
lidir. Başka bir deyişle, dünyada karşı­
lığı olmamakla birlikte, âhirette cezayı Çok kıymetli olmak, cimrilik etmek,
gerektirir. Malikîler ise, böyle bir satı­ haset etmek, nazar etmek, kadın âdet
şın haram olduğunu söylemekte, müş­ görmek, layık görmemek anlamların­
teriye de muhayyerlik tanımaktadırlar. daki “n-f-s” kökünden türeyen nefs
(Î.P.) (çoğulu, enfüs ve nüfûs) sözlükte ruh,
can, akıl, insanın şahsı, bir şeyin varlı­
NECÎS
ğı, zatı, içi, hakikati, beden; ceset, kan,
Kirli, pis anlamına gelir. İslâm’da, azamet, izzet, kötü söz, bir şeyin cev­
bir şeyin temiz olması asıl; kirlilik ise heri, arzu ve istek demektir.
arızîdir. Bu sebeple, dinen necis sayı­
İnsandaki nefsin mahiyeti hakkın­
lan şeylerin sayılmasıyla yetinilmiştir.
Genel olarak, leş, kan, domuz eti, sar­ da ihtilaf edilmiştir. Nefsin, rûhânî bir
hoş edici içkiler, insan idrar ve dışkı­ cevher ve gözle görülmeyen latîf bir
sı, kusmuk, eti yenmeyen hayvanların varlık olduğunu, nur ve ziyadan yara­
eti, idrarı ve dışkısı dinen necistir. (bk. tıldığını söyleyenlerin yanında latîf bir
Necâset) (Î.P.) cisim, kan ve araz olduğunu söyleyen­
ler de olmuştur. Bilginlerin çoğunluğu­
NEDB na göre ruh ile nefis ayrı şeylerdir. Ruh
Şâri’in, bir fiilin yapılmasını, kesin ve nefsin aynı şeyler olduğunu söyle­
olmayan bir tarzla istemesidir. Bu yenler de olmuştur.
şekilde yapılması istenen davranışa
Nefs kavramı Kur’ân’da tekil ve
mendûb denir, (bk. Mendûb) (Î.P.)
çoğul olarak 295 defa geçmiş ve Âdem
NEFÂZ (a.s.) (Nisâ, 4/1; En’âm, 6/98), anne (Nûr, 24/12),
Sözlükte “nüfuz etmek, delmek, İnsan (Mâide, 5/45), ehl-İ din (Nûr, 24/61), can
işleyip öte geçmek” gibi anlamlara (Nisa, 4/66), ruh (En’âm, 6/93), beden (Âl-i İmrân,
gelen nefâz, bir fıkıh terimi olarak, 3/185), bedenle beraber ruh (Bakara, 2/286),
akdin işlerlik kazanması anlamına Allah’ın zatı (Âl-i İmrân, 3/28), kişi (Bakara,

521
2/286), kendisi (Fussilet, 41/46), hem cins “Nefse zulüm” ifadesi Kur’ân’da
İnsanin İÇ âlemi (Bakara, 2/248),
(Tevbe, 9/128), 29 defa geçmektedir. İnkâr etmek (Nahl,
İlâhî tekliflere, emir ve yasaklara, müjde 16/28), İki yüzlülük (nifâk) (Nisâ, 4/64),
ve uyarıya muhatap olan insanın manevi Allah’a ortak koşmak, günah olan ve
varlığı (Yûsuf, 12/53; Kıyame, 75/12; Fecr, 89/27) nefse zarar veren söz, fiil ve davranış­
kalp, gÖğÜS (Bakara, 2/77, 109) Ve CİnS (A’râf, lar (Âl-i İmrân, 3/135; Nisâ, 4/110), İlahî Sınır­
7/118) anlamlarında kullanılmıştır. lan çiğnemek (Talâk, 65/1), İslâm’ın emir
ve yasaklarına uymamak (Tevbe, 9/36)
Nefs, hem insanın maddî varlığı­
nefse zulümdür.
nı ve hem de insanda var olan fakat
gözle görülmeyen, iyi ve kötüyü arzu Kâfir, münâfık ve müşrikler, inkâr,
eden manevî varlığını ifade eder: “O nifak, şirk ve isyan sebebiyle nefisle­
Allah ki, sizi bir tek nefisten inşa etti... ” rine zulmettikleri gibi, müminler de
(En’âm, 6/98); “Gerçekten nefis kötülüğü
Allah ve Peygamberin farz olan emir­
lerine uymadıkları, yasakları ihlal ettik­
emreder” (Yûsuf, 12/53); “Hayır daima
leri, haram-günah olan söz, fiil ve dav­
kendini kınayan nefse yemin ederim. ”
ranışlarda bulundukları zaman nefis­
(Kıyame, 75/2); “Ey huzura eren nefisi ”
lerine zulmetmiş olurlar. Her günahın
(Fecr, 89/29); “Andolsun insanı biz yarat­
ve kötülüğün cezasını kişinin kendisi
tık ve nefsinin ona ne fısıldadığını bili­ çeker. Namaz kılmayan, oruç tutma­
riz... ”(Kaf, 50/16) âyetleri ve “İnsanın en yan, yalan söyleyen insan, nefsine zul­
büyük düşmanı nefsine (heva ve heve­ metmiş olur.
sine) uymasıdır” (Aciûnî, i, 160) hadisinde
Fâtır sûresinin 32. âyetinde mümin­
geçen “nefs” kelimesi bu manayı ifade
ler, üç kısım olarak zikredilmiştir:
eder.
“Nefsine zulmeden”, “muktesid” ve
Tasavvufta nefs kavramı, kendisin­ “sâbık”. “Nefsine zulmeden”; kötü­
de irâdî hareket, duygu ve hayat kuv­ lükleri iyiliklerinden fazla olan, büyük
veti bulunan latîf bir cevher şeklinde günah işleyip tevbe etmeden ölen,
tanımlanmaktadır. Kötülüğü emreden inkâr etmeksizin nimetlere nankör­
anlamına geldiği gibi, Allah tarafın­ lük eden, helal-haram demeden mal
dan insana üflenen ve ruh-i Rahmani, kazanan, ibadetlerini gafletle yapan,
İlâhî ben anlamında da kullanılmıştır. Kur’ân’ı okuyup onunla amel etme­
Mutasavvuflar nefsi; nefs-i emmâre, yen, amelinde kusuru olan, emir ve
nefs-i levvame, nefs-i kâmile, nefs-i yasaklara uymayan kimsedir, şeklinde
râziye, nefs-i merdıyye, nefs-i mut- tanımlanmıştır.
mainne, nefs-i mülheme, nefs-i zâki- Küçük-büyük, kişinin kendisine veya
ye ve nefs-i sâfiye kısımlarına ayırmış­ başkalanna yönelik bütün günah, söz, fiil
lardır. (İ.K.) ve davramşlan nefse zulümdür. (İ.K.)
NEFSE ZULÜM NEFS-İ EMMÂRE
“Nefse zulüm”; bir insanın dünya Sözlükte “emredici nefis” anlamı­
veya âhirette kendisine zarar verecek na gelen nefs-i emmâre, dini bir kav­
inanca sahip olması, söz, fiil ve davra­ ram olarak, kötülüğü ve şerri şiddetle
nışlarda bulunmasıdır, (bk. Zulüm) emreden nefis demektir. Kur’ân’da Hz.

522
Yusuf’un dilinden şöyle buyrulmakta- hesaba çeker ve yaptığı kötülüklerden
dır: “Ben nefsimi temize çıkaramam. tevbe eder. (M.C.)
Kuşkusuz nefis, kötülüğü durmadan NEFS-İ MARDİYYE
emreder... ” (Yûsuf, 12/53). Nefs-i emmâ-
Sözlükte “hoşnut olunan nefis”
re, kötü fiil ve davranışların kaynağı­
anlamına gelen nefs-i mardiyye, tasav­
dır. Gerçekte insan nefsi tek bir şeydir.
vufta, bütün benliği ile Hakk’a teslim
Ancak o bulunduğu duruma göre çeşitli olan, Allah’ın kendisinden razı olduğu
sıfatlarla nitelenebilmektedir. Şehvete nefis demektir. Bu niteliğe kavuşan
tabi olup, üzerine gazap hakim oldu­ nefis, insanları sırf Allah rızası için
ğu zaman sahibine kötülük yapmasını sever, onların kusurlarını affeder, şefkat
emreder. Kötülüğü şiddetle arzulama, ve merhamet sahibidir, nefis muhasebe­
nefsin tabiatındandır. Ancak Allah’ın sini en iyi şekilde yapar, cömert, hassas
emir ve yasaklarına riâyet ederek, ilahi ve ince düşünceli bir yapıya sahiptir.
rahmetin gölgesi altına sığınanlar, nef­ Böyle nefisler için Allah kıyamet günü
sin arzuladığı haram şeyleri işlemekten şöyle buyuracaktır: “Ey huzura eren
kaçınırlar. İyiliğe yönelen kimselerin nefis, sen Allah tan ve O da senden razı
üzerinde nefsin yaptırım gücü azalır. olarak Rabbine dön! (İyi) Kullarımın
(M.C.) arasına gir! Cennetime gir! ” (Fecr, 89/27-
NEFS-İ KÂMİLE 30) (M.C.)
Sözlükte “olgun nefis” anlamına NEFS-Î MUTMAİNNE
gelen nefs-i kâmile, tasavvufta, bütün Sözlükte “doyuma, huzura, rahata
olgunluk özelliklerini elde etmiş, irşâd kavuşmuş nefis”anlamına gelen nefs-
durumuna geçmiş nefis demektir. Buna i mutmainne dini bir kavram olarak,
nefs-i kudsiyye, nefs-i sâflyye ve nefs-i iman eden, Islâm’ın emir ve yasakla­
zekiyye de denilir. (M.C.) rına uyan, bu konularda hiçbir şüphe
NEFS-İ LEVVÂME ve tereddütü olmayan, neticede Allah
Sözlükte “kınayıcı nefis” anlamına ile manevî bir bağ kuran ve bunun
lezzetine ulaşan nefis demektir. Fecr
gelen nefs-i levvâme tasavvufta, kal­
sûresinin son âyetlerinde bildirilen
bin nuru ile bir parça nurlanmış, o nur
ölçüsünde uyanıklık kazanmış nefis ve “Cennetime gir” hitabına mazhar
olan bu nefistir (Fecr, 89/27-30). Bu nite­
demektir. Bir âyette şöyle buyrulmak-
liğe kavuşan nefis, cömertlik, doğru­
tadır: “Hayır, daima kendini kınayan
luk, alçak gönüllülük, güler yüzlülük,
nefse and içerim. ” (Kıyame, 75/2). Bu
tatlı dillilik gibi güzel huy ve sıfatları
nefis, kıyamet günü dünyada iken yap­
kazanmıştır. Daima tevekkül, tefviz,
tığı kötülüklerden ve elindeki imkân
teslim, sabır ve rıza halleri içindedir.
ve fırsatları en iyi şekilde değerlendir­
(M.C.)
mediğinden dolayı pişmanlık duyar.
Levvâme sıfatını alan nefis, yaptığı NEFS-İ MÜLHEME
kötü işlerin farkındadır, gafletten bir İlham edilmiş nefis demektir.
nebze sıyrılmıştır. Yeterince olgunlaş­ Bundan maksat, insana iyiliği ve kötü­
madığı için kötülükleri işlemeye devam lüğü, hayır ve şerri birbirinden ayırde-
eder. Ancak bununla birlikte nefsini debilecek yeteneğin verilmiş olması

523
demektir. Kur’ân’da, “Kişiye ve onu NEHİY
şekillendirene, sonra da ona iyilik ve Sözlükte “bir işin yapılmasını men
kötülüğü ilham edene and olsun." (Şems, etme, fiilin yapılmamasını talep” gibi
91/7) denilmektedir. (M.C.) anlamlara gelmektedir.
NEFS-İ RADİYE Fıkıh usulünün önemli konuların­
Sözlükte “razı olan, hoşnut kalan dan biri olan nehiy, otoriter bir tarzda
nefis” anlamına gelen nefs-i radiye, ve kesin olarak bir işin yapılmamasının
tasavvufta, her yönüyle Hakk’a yöne­ istenmesi için vazedilen sözdür. Dinin
len, Allah’tan gafil olmama şuuruna bir fiili nehyetmesi değişik şekillerde
eren ve O’ndan razı olan nefis demek­ olabilir: “Mallarınızı, aranızda hak­
tir. Bu mertebedeki nefis, kendi irade­ sız sebeplerle yemeyin ” (Nisâ, 4/29) şek­
sinden vazgeçip Hakk’ın iradesine tabi linde sarih olabileceği gibi, “Ribâdan
olur. Hiçbir şeyden şikâyetçi olmaz. artakalandan vaz geçin ” (Bakara, 2/278);
Nefs-i radiye, Allah için ibadet, zikir “Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da
ve tâat ile meşgul olarak dünyaya yasaklar" (Nahi, 16/90); “Kadınlara ver­
gönül vermeyen, hayvâni nefsin arzu miş olduğunuz mehirlerden bir şey
ve isteklerini terkeden, Allah’ın sevgi almanız helal değildir" (Bakara, 2/229)
ve rızası dışında bütün arzu ve istek­ şeklinde gayri sarih de olabilir.
lerini bırakan kamil kimsenin ruhudur. Âlimlerin çoğunluğuna göre nehiy,
Bu makama erişmiş olan kimse, şüp­ kural olarak nehyedilenin haram kılın­
heli şeylerden uzak durur (vera), keşif dığına delalet eder; ancak özel bir kari­
ve keramet sahibi olur. Allah Teâlâ bu ne olması hâlinde kerâhete delalet eder,
mertebeye erişenlere, “Ey huzura eren (bk. Haram, Mekrûh)
nefis! Razı olmuş ve (Allah tarafından)
Nehiy, nehyedilen fiilden hemen ve
razı ve hoşnut olunmuş olarak Rabbine
sürekli olarak el çekme talebine delâ­
dön! ” (Fecr, 89/27-28) diye hitap edecektir.
let eder. Fakat vakitle sınırlandırılabilir.
(M.C.)
Nehiy sığası zaman yönünden mutlak
NEFS-İ SÂFİYYE ve herhangi bir nass, karine ve örf ile
bk. Nefs-i Kâmile. sınırlandırılmamışsa süreklilik bildirir.
NEFS-İ ZEKİYYE İbadet, muamelât ve benzeri konu­
larda bir nehiy bulunursa, Hanefîlere
bk. Nefs-i Kâmile.
göre, nehyedilen şeyin diğer şartları
NEHÂR-İ ŞER’Î tam ise, nehiy sebebiyle fâsit olmaz;
Şer’î gündüz anlamına gelmekte sadece mekruh olur. Meselâ, yevm-i
olup, imsak vaktinden başlayıp, güne­ şekte veya bayram günlerinde oruç tut­
şin batışına kadar geçen zaman dilimi­ mak, Cuma vaktinde alışveriş böyledir.
nin ismidir. İmsak vakti, fecr-i sâdık Bu konularda yasak bulunmakla birlik­
da denilen tan yerinin ağarmasıdır. te, yapılan ibadet ve alışveriş geçerlidir.
Orucun tek rüknü olan imsak, nehâr-i Ancak mekruhtur. Buna karşılık, böyle
şer’îde, yani fecr-i sâdıktan, güneşin bir durumda, hem ibadetin, hem de
batışına kadar yemek, içmek ve cinsî muamelatın fasit olacağını söyleyenler
münasebetten uzak durmaktır. (Î.P.) olduğu gibi, ibadetlerin fasit olacağını

524
ve fakat muamelâtın fasit olmayacağını Bütün bunlardan hareketle, naslarda
söyleyenler de bulunmaktadır. (Î.P.) adı geçmemiş olsa da nemâlı her malın
NEMÂ zekata tabi olduğu söylenebilir. Buna
göre, ticaret veya gelir getirmesi için
Sözlükte “artmak, çoğalmak, geliş­ alınan ev, daire, dükkan gibi akarların
mek” anlamlarına gelen nemâ, dinî bir gelirleri ile fabrika gelirlerinden de
kavram olarak, bir malın zekata tabi zekat verilmesi gerekir. (Î.P.)
olabilmesi için aranan şartlardan biri­
NEMÎME
dir; zekat alınacak malın bilfiil nemalı
veya nemalanması mümkün olması­ Sözlükte “hafif ses, gürültü, söz
dır. Günümüz İktisadî anlayışına göre taşıma” anlamına gelen nemime, dini
nema, malın sahibine kazanç ve fayda bir kavram olarak, kırıcı, üzücü ve dar­
sağlar durumda olması veya kendiliğin­ gınlığa sebebiyet veren sözleri birinden
den çoğalma ve artma özelliğine sahip diğerine taşıma demektir. Türkçe’de
olmasıdır. Günümüz vergi sistemlerine buna koğuculuk denilir. Söz taşıyan
göre, kazanç, üretim veya irat temin kimseye nemmâm (koğucu) denir.
İnsanların arasının açılmasına, toplum­
etmesi veya malın kendisinin artması,
da fitne ve fesadın çıkmasına ve kar­
çoğalması yeni irat hâline gelmesi şek­
deşlik bağlarının kopmasına sebebiyet
linde tanımlanabilir.
verdiği için, îslâm koğuculuğu haram
Dinî literatürde nemâ, hakiki ve kılmıştır. Kur’ân’da kendilerine itaat
takdiri olmak üzere iki çeşittir. Hakiki edilmemesi (sözlerinin dinlenmemesi)
nema doğum, üreme, ticaret ve ben­ istenilen kimseler arasında koğucular
zerleri ile çoğalmaktır. Takdiri nema da zikredilmiştir (Kalem, 68/10-14). Hz.
ise, potansiyel olarak bir malın nemâ Peygamber de, i(Koğucu (cezasını çek­
imkânının bulunması, artıp çoğalması, meden) cennete giremez. ” buyurmuş­
sahibinin veya vekilinin elinde olması tur (Buhârî, Edeb, 50; Müslim, îmân, 169, 170).
demektir. İnsanların arasını bulmak, dargınları
Nasslarda ve klasik fıkıh kitapla­ barıştırmak amacıyla söz taşımak ise
rında zekata tabi mallar, para (altın, dinen yasaklanmamıştır. Bu konuda
gümüş, döviz vb.), ticaret malları, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
toprak ürünleri, hayvanlar, define ve “Halkın arasını düzelten ve bunun için
madenler şeklinde sıralanmıştır. Bu hayır niyetiyle söz ulaştıran veya hayır
mallar incelendiğinde hepsinin namî maksadıyla yalan söyleyen, yalancı
olduğu görülür. Sayılmaz. ” (Buhârî, Sulh, 2; Müslim, Birr, 101).
(M.C.)
Zekata tabi malda nemânın şart
koşulması sebebiyle, tahıl ve meyve­ NESEP
den bir defa zekat alındıktan sonra, Sözlükte “akrabalık, baba tarafın­
malikinin elinde senelerce kalsa bile, dan olan hısımlık” gibi anlamlara gelen
artık bir daha ondan zekat alınmaz. nesep, bir fıkıh terimi olarak çocuğun
Halbuki hayvanlar daima nemalan- ana babasıyla hısımlık ilişkisidir. İslâm
maktadır; bunun için her yıl zekatının hukukunda nesep ve hısımlık ilişkisi
verilmesi gerekir. miras, nafaka, hukukî temsil, evlenme

525
manileri gibi konularda önemli roller NİFAS
oynamakta, birçok hüküm ve meseleye Loğusalık hâli, doğum yapan kadı­
esas teşkil etmektedir. nın rahminden gelen kan anlamına
Çocuğun, kendisini doğuran kadınla gelmektedir. Böyle kadına nüfesâ veya
nesep ilişkisi kendiliğinden sabit olur. loğusa denir.
Babasıyla olan nesep bağı ise; a) sahih Doğumdan ve uzuvları belirmiş
bir evlilik, b) fasit evlilik veya evlilik ceninin düşürülmesinden sonra görülen
şüphesiyle ilişki, c) ikrar yoluyla sabit kan, nifas kanıdır. Loğusalık hâlinin alt
olur. sınırı olmamakla birlikte, en çok kırk
gün sürer. Kırk günden fazla görülen
Çocuğun babasının bilinmesi hâlin­
kan, nifas kanı değildir. Loğusalık
de, tarafların irade ve rızalarına bakıl­
günlerinde akıntı bir süre kesilip sonra
maksızın hısımlık bağı meydana gelir.
devam ederse, akıntının kesildiği gün­
Bunun reddi veya ortadan kaldırılması
ler de loğusalık hâlinden sayılır.
mümkün değildir. Sahih bir evlilikte
Kadınlar nifas hallerinde, cinsel
doğan çocuğun nesebi kocaya bağlanır.
ilişkide bulunamaz (Bakara, 2/222); namaz
Ancak bunun için çocuğun evlilikten en
kllmaz, OrUÇ tutmazlar (Buhârî, Hayz, 1;
az altı ay sonra dünyaya gelmiş olma­
Müslim, Hayz, 14,15). Bu konuda müçtehit-
sı gerekir. Ayrıca koca, çocuğun baş­
ler görüş birliği içindedirler. Kadınlar
kasından olduğunu iddia ederse, liân
hayız ve nifas hallerinde kılmadıkla­
yoluyla mahkemede çocuğun nesebini
rı namazları daha sonra kaza etmez,
reddetme imkânına sahiptir, (bk. Liân) ancak, oruçları kaza ederler. Kadınların
Eşi olduğunu zannederek veya fasit bu hallerinde, namaz ve oruçtan muaf
bir nikâh akdinde meydana gelen bir­ tutulmaları, onların pis olmalarından
leşme sonucunda doğan çocuğun nese­ dolayı değil, psikolojik ve fizyolojik
bi, erkekten sabit olur. Bunların dışın­ yüklerini hafifletme amacına yöneliktir.
da, bir şahsın bulunduğu yerde veya Diğer taraftan kadınlar, bu hallerinde
başka bir yerde nesebi bilinmiyorsa, müçtehitlerin büyük çoğunluğuna göre
yaş itibariyle babası olabilecek bir Kabe’yi tavaf edemezler.
kimse babalık iddiasında bulunabilir. Loğusalık halinde kanın kesilmesiy­
Nesebi bilinmeyen bu şahsın da bunu le kadın yıkanır ve ibadetlerini yapma­
kabul etmesi hâlinde nesep sabit olur. ya başlar; kırk gün geçtiği halde kan
(Î.P.) kesilmemişse, özürlü kabul edilir; kırk
gün dolunca yıkanır ve ibadetlerini
NEZİR
yapar. Çocuk doğurduktan sonra kan
bk. Adak. gelmeyen kadın ise, yıkanır ve ibadet­
NEZİR TAVAFI lerine devam eder. (Î.P.)
Kâ’be’yi tavaf etmeyi adayan kim­ NİKÂH
senin yapması gereken tavafa denir. Sözlükte “evlenmek ve cinsi ilişki­
Bu adağın, yerine getirilmesi vaciptir. de bulunmak” anlamına gelen nikâha
Adak tavaf, belli bir zaman ile kayıt­ bir fıkıh terimi olarak, karşı cinsten iki
lanmış ise bu kayda uyulur. (Î.K.) kişinin, birlikte yaşamalarına ve karşı-

526
lıklı yardımlaşmalarına imkân veren ve nimet (çoğulu, ni ’am ve en ’âm) terim
taraflara karşılıklı hak ve sorumluluklar olarak insanın sahip olduğu ve kendi­
yükleyen bir sözleşmedir. Medenî bir sine dünya ve âhirette yararı dokunan
sözleşme olan nikahı Hz. Peygamber maddî ve manevî varlıklar, imkânlar ve
tavsiye etmiş ve “Nikâh benim sün- ihsanlar anlamında kullanılır. İnsanın
netimdir. ” buyurmuştur (ibn Mâce, Nikâh, eşi, işi, evi, çocukları, itibarı ve maka­
i). Evlilik, kişiyi zinadan korur, insan mı, malı ve mülkü, aklı, görme, duyma,
neslinin devamını sağlar. okuma, anlama, dileme ve benzeri
yetenekleri, aklı, yiyip içtikleri, giyip
Kişinin gayri meşru ilişkiye girme
kullandığı eşyası, sağlığı ve benzeri
tehlikesi bulunması halinde evlenmesi
imkânlar birer nimettir.
vaciptir. Buna karşılık, eşlerin birbirine
karşı olan hak ve sorumluluklarını yeri­ Nimet kelimesi ve türevleri
ne getiremeyeceği ve haksızlık yapa­ Kur’ân’da 122 defa geçmiş ve Allah’ın
cağı kanaatinin ağır basması halinde lütfü, minneti (Mâide, 5/ıi), din, kitap
ise mekruhtur. Bunların dışında evlilik (Bakara, 2/211), Hz. Muhammed (İbrâhim,

sünnettir. 14/82), sevap (Âl-i imrân, 3/171), nübüvvet


(Fâtiha, ı/6), rahmet (Hucurât, 49/8), iyi­
Nikâhın, iki şahit huzurunda taraf­
lik, ikram, ihsan (Leyi, 92/19), geçim,
ların irade beyanında bulunmak sure­
hayat, rızık bolluğu (Lokmân, 31/20) ve
tiyle akdedilmesi gerekir. Buluğ çağı­
İslâm (Ahzâb, 33/37)... anlamlarında
na erişmiş kadının velisi olmaksızın
kullanılmıştır.
kendisinin nikâhlanabilmesi mümkün
olmakla birlikte, velisinin de bulun­ Yeryüzü, gökyüzü, yerde ve gök­
ması menduptur. Nikâhın sahih olması lerde bulunanlar, ay, güneş, yıldız­
lar, gezegenler, hava, su, toprak, ateş,
için, evlenecek kişilerin evlilik engel­
hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, meyveler,
leri bulunmamalıdır.
sebzeler, madenler, maddî ve manevî
Şartlarına uygun olarak gerçekle­ nice varlıklar Allah’ın insanlara birer
şen evlilik; dinin izin verdiği ölçüler nimetidir. “Allah'ın nimetlerini say­
içinde eşleri birbirine helâl kılmakta, mak isteseniz sayamazsınız. ” (ibrâhim,
hısım akrabalığı, nesep, miras, mehir, 14/34); “Görmediniz mi Allah göklerde
nafaka gibi hukukî sonuçlar doğurmak­ ve yerde bulunan her şeyi size boyun
tadır. Hukuken tanınmayan evlilikte, bu
eğdirdi ve size zâhir ve batın (iç ve
sonuçlar güvence altına alınamadığın­
dış, görülen ve görülmeyen, bildiği­
dan, resmen tescil ettirilmeyen evlilik
niz ve bilmediğiniz) nimetlerini bol
kanunen suç olduğu gibi, dinen de
bol verdi..y (Lokmân, 31/20); “O Allah ki
doğru değildir. (Î.P.)
yeryüzünde bulunan her şeyi sizin için
NİMET yarattı. ” (Bakara, 2/29) âyetleri ve benzer­
Hayatı güzel ve hoş olmak, müref­ leri Allah’ın sayısız nimetlerine dikkat
feh olmak, yumuşak olmak, dal yeşil çekmektedir.
ve taze olmak anlamlarındaki “n-a-m” İnsanlar Allah’ın verdiği nimetler
kökünden türeyen sözlükte mal, refah, sayesinde varlıklarını sürdürebilmekte­
rahmet, iyi hal, insana lütfedilen şey, dirler. Bu nimetler karşısında insanlara
iyi durum, iyilik, zenginlik demek olan düşen görev, bu nimeti veren Allah’ı

527
tanımak, O’na ibadet ve itaat etmek, muhtaç durumda bulunan fakirden
verdiği nimetlerine şükretmek, nime­ bir zekat almanın manası yoktur. Zira
tin kadir ve kıymetini bilmek, nimetle­ Hz. Peygamber, “Zekat ancak gerçek
re nankörlük etmemektir. (Nahi, 16/14,72, anlamda zengin olandan alınır.” buyur-
83, 114) (İ.K.) muştur (Ahmed, No: 7155; Fethu’l-Barî, III/189).

NİSÂP Bu nedenle, kişinin zekat mükellefi


olması için, toplumda zenginlik sınırı­
Sözlükte “her şeyin aslı, kökü, önü;
nın, asgarî hayat ve geçim standardı­
bıçak sapı, güneşin battığı yer, bulun­
nın belirlenmesi ve Nisâpta bunun esas
ması gereken asgari miktar, adet” gibi
alınması gerekir. Modern vergi sistem­
anlamlara gelen Nisap, dinî bir kavram
lerinde fakirlerin ödeme kudretlerinin
olarak, zekat, sadaka-i fıtır, kurban
yokluğunun dikkate alınarak dar gelir­
gibi ibadetler için konulan bir zengin­
lilerin vergiden muaf tutulması, aynı
lik ölçüsüdür. Nisâba, zengin olma­ gayeye yöneliktir. (İ.P.)
nın asgari sınırı veya asgari zenginlik
ölçüsü de denilebilir. Borcundan ve aslî NÎSYÂN
ihtiyaçlarından fazla olarak bu kadar Sözlükte “bir şeyi unutmak, kasten
mala sahip olan kişi dinen zengin sayı­ terk etmek ve gâfıl olmak” anlamları­
lır. Böyle bir kişinin zekat veya sadaka na gelen nisyân kavramı ve türevleri
alması helal değildir. Sadaka-i fıtır ver­ Kur’ân’da 45 defa geçmiş ve bir şeyi
mesi ve kurban kesmesi gerekir. Fazla kasıtsız olarak unutmak ve çoğunluk­
olan bu malın nâmi olması ve üstünden la bir görevi bilinçli olarak terk etmek
bir yıl geçmesi halinde zekatının veril­ (Kehf, 18/24, 63) ve İhmal etmek (Kasas,
mesi gerekir. 28/77) anlamlarında kullanılmıştır.
Zenginliğin asgari sınırı olan Nisâp İnsan; bir şeyi, bir bilgiyi, bir olayı
Hz. Peygamber tarafından gösteril­ ya iyice öğrenmediği, kavramadığı ve
miştir. Bu asgarî sınırlar, bir açıdan zihnine yerleştirmediği için unutur ya
o dönem îslâm toplumunun ortalama da tekrarlamadığı için zamanla hafıza­
hayat standardını ve zenginlik ölçüsünü sından silinir. “Hafıza-i beşer nisyân ile
göstermektedir. Hadislerde belirlenen malûldür” özdeyişi unutmanın insanda
Nisâp miktarları şöyle sıralanabilir; tabiî bir vâkıa olduğunu ifade eder.
80,18 gr. altın veya bunun tutarında Unutma, insan için bazen iyi bazen
para, ticaret malı, 40 koyun veya keçi, kötü olabilir. Bilgilerin ve görevlerin
30 sığır, 5 deve. Nisâp miktannın belir­ ifasının unutulması kötü; buna muka­
lenmesinde kullanılan bu malların, o bil üzücü olayların, öfke, kızgınlık, kır­
dönemin en yaygın zenginlik aracı gınlık vb. şeylerin unutulması ise iyidir.
olduğu açıktır. Nisâbın bu mallar üze­ Peygamberimizin beyanına göre; insan,
rinden belirlenmesi, sosyal ve ekono­ unutarak bir şeyi yapmasından veya
mik şartların fazla değişmediği ileriki terk etmesinden dolayı dinen sorumlu
dönemlerde de aynen korunmuştur. değildir (Münâvî, 11/219, No: 1705). Çünkü
Zekat, İslâm ve Müslümanların unutma irade dışı bir olaydır.
menfaatine olmak üzere, fakirler için Kur’ân’da “nisyân” kavramı Allah
bir yardım olarak sadece zengin­ ve insan için söz konusu edilmiş­
den alınır. O halde, yardım edilmeğe tir. Allah’ın, hiçbir şeyi unutmadığı

528
ancak kendisini unutan­
(Meryem, 19/64) ihtiyacını bildirmek” gibi anlamlara
ları unuttuğu (Tevbe, 9/67) bildirilmiştir. gelir. Türkçe’ye de aynı anlamda geç­
Allah’ın unutması; bir şeyi hatırlaya­ miştir. (M.C.)
maması, bilgilerinin kaybolması anla­ NİYET
mında değil, müşâkele yoluyla kendi­
sini unutanları nimet, ihsan ve rahme­ Niyet, kastetmek, karar vermek,
tinden mahrum etmesidir. kalbin bir şeye yönelmesi, ne yaptığını
bilerek yapmak anlamına gelir. Niyette
ı insanın unutması; Kur’ân’da çoğun­
kişinin kalpteki bir tercihi söz konusu­
lukla bir görevi, bir gerçeği kasten
dur. Bu nedenle niyet, ancak sahibinin
ve bilerek terk etmesi, ihmal etmesi,
açıklaması veya davranış haline dönüş­
görmezlikten gelmesi anlamında kul­
lanılmıştır. Mesela, kâfirlerin; yaratı­ türülmesiyle belli olur.
lışlarını (Yâsîn, 36/78), âhireti (A’râf, 7/51), Niyet her şeyin özü ve başıdır; adeta
hesap gününü (sâd, 38/26) kitabı (A’râf, amellerin ruhu gibidir. Yapılan amel­
7/53), Allah’ın âyetlerini, (Tâ-hâ, 20/126) ler niyetine göre değer kazanır. Hz.
Allah’ı anmayı (Furkân, 25/18) ve yap­ Peygamber, (iAmeller niyetlere göre­
tıklarını (Mücadele, 58/6); münafıkların, dir. Her kişi için niyet ettiğinin karşılı­
Allah’ı (Tevbe, 9/67), Yahûdîlerin; cumar­ ğı vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasûlü
tesi günü balık avlama yasağını (A’râf, için ise, o Allah ve Rasûlü için hicret
7/165); cezalandırılan zalim toplumların etmiştir. Kim de, dünyalık elde etmek
kendilerine yapılan uyarıları (En’âm, 6/44) veya bir kadınla nikâhlanmak niyetiy­
ve Allah’ı anmayı (Furkân, 25/18), zalim le hicret etmişse, hicreti bunlaradır. ”
insanın isyân ve günahlarını (Kehf, 18/57);
buyurmuştur (Buhârî, îmân, 41; Müslim, İmâre,
insanların başkalarına iyiliği emredip
155). Kişinin ibadet veya iyilik kastıyla
nefislerini unutmaları (Bakara, 2/44) “nis-
yapmış olduğu mubah şeyler kendisine
yân” kavramı ile ifade edilmiştir. Bu
sevap kazandırır, aksine gösteriş veya
anlamda nisyân; îmân etmemek, farz
başka dünyalık bir amaç uğruna yapı­
görevleri yapmamak, haramları işle­
lan ibadetler de makbul değildir. Bu
mek, isyân ve günah içinde olmayı
nedenle niyet, ibadetlerde şart koşul­
ifade eder. Allah’ı unutmak, itaati terk
muştur. İbadetlerde niyet ise, kişinin
etmektir. Hesap gününü unutmak âhi­
ne yaptığını ve hangi niyetle yaptığını
reti inkâr etmek ve âhireti için hazır­
lık yapmamaktır. Âyetleri unutmak, bilmesi şeklindedir. Bu niyetin dil ile
îmân etmemek veya emir ve yasakları yapılması ise, sünnet olarak kabul edil­
tavsiye ve ahkamı uygulamamaktır. miştir. (İ.P.)
Günahları unutmak, tevbe etmemektir. NÛR - MÜNÎR
Dünya’da Allah’ı, emir ve yasaklarına Bir şey parlamak, aydın olmak,
uymayı unutanlar, âhirette unutulacak­ bir şeyden kaçmak anlamındaki “n-v-
lar, yani nimetten mahrum bırakılacak­
r” kökünden türeyen nûr, aydınlık,
lardır (Tâ-hâ, 20/126). (İ.K.)
ışık, ziya demektir. Zulmetin zıddıdır.
NtYÂZ Çoğulu esrardır. Alev, ateş, görüş, alâ­
Farsça bir kelime olup “dua etmek, met ve cehennem anlamına gelen “nâr”
yalvarmak, tevâzu göstermek, istemek, da aynı kökten gelir.

529
Nur; dünyevî veya uhrevî olur. Maddenin en küçük parçası olan
Dünyevî nûr, akıl ve Kur’ân nuru gibi atom, pozitif ve negatif elektrik yük­
basiretle anlaşılan, gözle görülmeyen lüdür. Bu, bütün varlıkların, Allah’ın
nûr veya ay ve güneş ışığı gibi cisim­ nurunun bir tecellisi olduğunu ifade
lerden yayılan ve gözle görülebilen nûr eder. “Allah, göklerin ve yerin nuru­
kısımlarına ayrılır. Uhrevî nûr, Hadîd dur” yani nurlandırıcısıdır demektir.
sûresinin 12-13. âyetlerinde bildirildiği
Her şeyin zuhuru, ortaya çıkışı
gibi müminlerin âhirette manevi ışığı,
Allah’ın izharıyla, maddî veya mecâzî
aydınlığıdır.
anlamda nurlandırmasıyladır. Nurun
Nur kelimesi, Kur’ân’da 43
yokluğu karanlık demektir. Kur’ân’da
âyette geçmiş ve îslâm (Tevbe, 9/32);
nûr, zulumâtın, karanlıkların zıddı ola­
Kur’ân (A’râf, 7/197), îman (Bakara, 2/257),
rak kullanılmıştır (En’âm, 6/1). Varlıklarda
Peygamber (Nûr, 24/35), adalet (Zümer,
nur’un yokluğu, o varlığın yokluğu
39/69), hak (Bakara, 2/257), günün aydınlığı
(En’âm, 6/1), ayın ışığı (Nuh, 71/16), âhiret­
demektir. Varlıklara nurunu veren nur-
te müminlerin ışığı (Hadîd, 57/12), beyan, nurlandırıcı olan Allah’tır. (Î.K.)
açıklama (Mâide, 5/44) anlamlarında kul­ NUR VE ZULMET
lanılmıştır. Bir âyette Allah’ın, yer ve Zulmet, karanlık, nûr ise aydınlık
göklerin nuru olduğu bildirilmiştir (Nûr, demektir. Çoğulu zulümât ve envâr’dır.
24/35).
Zulmet ve nûr birbirinin zıddıdır. (Fâtır,
Ragıb el-îsfehânî’nin beyanına göre 35/20) Her iki kelime Kur’ân’da hakîki
Allah’ın sıfat olarak nur; “münevvir” anlamında (En’âm, 6/1) ve mecâzî olarak
yani nurlandırıcı, aydınlık ve ışık verici îmân ve küfür (Bakara, 2/257; Ahzâb, 33/43)
demektir. îbn Mâce’nin el-esmâüT-hüs-
anlamında kullanılmıştır. Nûr keli­
nâ ile ilgili rivâyetinde Allah’ın sıfat­
mesinin tekil, zulmet kelimesinin ise
ları arasında “nur” ile birlikte “münîr”
çoğul şekli kullanılmıştır. Nûr hakkı,
kelimesi de geçmiştir (Dua, 10). Münir
zulümât; bâtılı temsil eder. Bu itibarla
de aydınlatan demektir. Yeri, gökleri
hak, tek, bâtıl ise çoktur. Nûr îman ve
ve içindekileri nurlandıran, aydınla­
hidâyet, zulümât ise küfür, şirk, nifak,
tan Allah’tır. “Yer Rabb "inin nuru ile
isyân, sapıklık, cehalet ve dalalettir.
parladı. ” (Zümer, 39/69), “Görmediniz mi
Küfür karanlıklara, îman da aydınlığa
Allah nasıl yeri, göğü birbiri üstünde
benzetilmiştir. Karanlık, gözün eşyayı
tabaka tabaka yarattı ve ayı bunların
içinde nur yaptı, güneşi de bir lamba görmesine engel olduğu gibi küfür ve
yaptı. ” (Nuh, 71/15-16) âyetleri bu gerçeği isyân da kalp gözünün îman gerçeğini;
ifâde eder. hakkı ve doğruyu görmesine engel olur.
Allah’ın kendisini “nûr” olarak Allah, Kur’ân ve Peygamber, insan­
isimlendirmesi ışık verme ve aydın­ ları, özellikle îman edip sâlih amel
latma fiilinin çokluğunu ifade etmesi işleyenleri, rızasına uyanları karanlık­
içindir. Allah’ın “nûr” sıfatı, zatının nur lardan aydınlığa çıkarır. Buna mukabil
= ışık olduğu anlamına gelmez. Çünkü tağutlar, kâfirleri aydınlıktan karanlığa
nuru ve zulümâtı var eden Allah’tır götürür (Bakara, 2/257; Mâide, 5/16; îbrâhim,
(En’âm, 6/1). 14/1; Talak, 65/10-11).

530
Allah (Nûr, 24/35), Kur’ân (Teğabûn, 64/8) Nusayrilerde Hz. Ali sevgisi önem­
ve îslâm (Tevbe, 9/32) nurdur. Dolayısıyla lidir, imamlar yer yüzünde Ali’yi tem­
Allah’ın îslâm ile ortaya koyduğu her sil ederler. On sekiz yaşını dolduran
ilke nurdur. Allah’ın nuruna uyanlar erkekler bir törenle Nusayriliğe girer­
nurludur âhirette de nur içinde ola­ ler. Mezhebin bir alt bir üst / seçkinler
caklardır (Hadîd, 57/12). Buna mukabil tabakası vardır, alt tabakadan üst taba­
Kur’ân’a uymayan her şey; küfür, şirk, kaya sınavla geçilir. Üç sınıf din adamı
nifak, isyân, dalalet, cehâlet, zulüm vardır; imam, nakîb ve necîb (Î.K.)
ve günah olan söz, fiil ve davranışlar NÜBÜVVET
karanlıktır. Kâfirler, münafıklar ve
Peygamberlik, nebîlik demektir,
zalimler karanlık yoldadır. Âhirette de
(bk. Nebî) (Î.K.)
karanlıklar içinde kalacaklardır (Hadîd,
57/13; Müslim, Birr, 56-57). (İ.K.)
NÜKÛL

NUSAYRÎLÎK Sözlükte “bir işten korkmak, çekin­


mek, kaçınmak” anlamlarına gelen
Şiî fırkalardan biri olan “Nusayrîlik”;
nükûl, fıkıh kaynaklarında, ispat yol­
Muhammed b. Nusayr en-Nemîrî larından biri olup, mahkemede dava­
(ö. 270/883) tarafından kurulmuştur. îbn
lının yeminden kaçınması anlamına
Nusayr, kendisinin on birinci imam gelmektedir.
Haşan el-Askerî’nin (0. 280/873) “bab'\
Klasik fıkıh kaynaklarında, Hz.
Haşan el-Askerî’nin oğlu Muhammed’in
Peygamber’in, “Beyyine davacıya,
ise “mehdi” olduğunu kabul etmiştir. îbn
yemin ise davayı reddeden davalıya
Nusayr’den sonra mezhebin görüşlerini
düşer. ” (Buhârî, Rehin, 6). hadisinden hare­
Hüseyin b. Hamdân el-Hasbî devam ettir­
ketle, davacının iddiasını ispat edeme­
miştir. el-Hasbî’nin “Kitabü’l-Mecmû”
mesi halinde, davacının talebi üzerine
adlı eseri vardır.
davalıya yemin teklif edileceği, dava­
Nusayrîlere göre Ali mana, lının yemin etmesi halinde, davacının
Muhammed isim, Selman Farisî iddiasının sabit görülmeyeceği, fakat
“bap”tır. Bu görüş, “ayn-mîm-sîn” davalının yeminden nükûl etmesi, yani
sembolüyle anlatılır. Ayn, Ali-mana, kaçınması halinde davacının ileri sür­
mim, Muhammed-isim, sin, Selman- müş olduğu iddia sabit görülerek dava­
bap/kapıdır. Babın altında beş “aytâm” cının lehine karar verileceği belirtil­
vardır. mektedir. Ancak Şafıîlere göre, sadece
Namaz sesli yapılan bir dua olup davalının yeminden kaçınması üzerine
iki çeşittir: a) Ferdî namaz, bu, kalben hüküm bina edilmez, ayrıca davacının
Ali’ye dua etmektir, b) Cemaatle kılınan da iddiasının doğruluğu konusunda
namaz, bu, bayramlarda ve kutsal günler­ yemin etmesi gerekir. Yemin genellik­
de yapılan duadır. Oruç ve Zekat Yoktur. le iddiada bulunan tarafın isteği üzeri­
Nusayrîlerin bayramları Şiîlerin bay- ne teklif olunur. Ancak bazı hallerde
ramlan ile aynıdır. Dört sınıf din adamı bizzat hakim de yemin teklif edebi­
vardır: Ali’yi temsil eden büyük şeyh, lir. Yemin sadece hukuk davalarında
şeyhler, nüvvâp ve imamlar. geçerli bir delil kabul edilmiştir. (Î.P.)

531
NÜSÜK Evlilik hayatında asıl olan eşlerin
Sözlükte “kulluk, ibadet, taat; kur­ karşılıklı olarak birbirlerine saygılı
ban, kan” gibi anlamlara gelen nüsük, olmaları, birbirlerinin haklarına riâyet
dinî bir kavram olarak da, sözlük etmeleri ve iyi geçinmeleridir. Allah
manasına uygun olarak, ibadet, Allah’a kadınların, saliha, itaatkâr ve iffeti­
yakınlaşmak için yapılan her türlü taat; ni koruyan olmalarını, erkeklerin ise
kurban ve kurban kesmek demektir, eşleri ile iyi geçinmelerini, onlarla dost,
(bk. Menâsik) (İ.P.) sevgili, olmalarını, ünsiyet edinmeleri­
ni, hoşlanmadığı davranışlarına sabret­
NÜŞÛZ
melerini tavsiye etmiştir (Nisâ, 4/19-25,34).
Sözlükte “kadının kocasına, buğz Bununla birlikte eşler arasında huzur­
etmesi ve asi olması; kocanın eşine eza, suzluk çıkarabilir. Huzursuzluğu baş­
cefa ve zulmetmesi, yüksek ve tümsek latan tarafa göre, Allah bunu çözecek
yer” anlamına gelir. öneriler sunmuş, taraflara sabrı ve evli­
Nüşûz kavramı Kur’ân’da 5 defa lik birliğini kurmada fedakâr olmayı,
geçmiş ve üst üste koymak (Bakara, 2/257), olumlu ve iyimser davranmayı, eşiyle
bir yerden kalkmak (Mücadele, 58/11), kadı­ iyi geçinmeyi, bütün bunlar mümkün
nın kocasına isyanı, baş kaldırması ve olmuyorsa güzellikle ayrılmayı tavsiye
kocanın eşine eziyet etmesi (Nisâ, 4/34, etmektedir. (Nisâ, 4/34-35, 128). (Î.K.)
128) anlamlarında kullanılmıştır.

532
o

ORTODOKS başka bir deyişle oruç yasaklannın baş­


Kilisenin kararlarına bağlı, batıl lama vakti, fecr-i sâdık, yani tan yeri­
inançlara karşı, doğru inancı benimse­ nin ağarmasıdır. Bununla yatsı namazı­
yen muhafazakâr kimselerin oluştur­ nın vakti çıkmış, sabah namazının vakti
duğu Hristiyanlığın üç büyük mezhe­ girmiş olur. Bu vakit aynı zamanda
binden birisidir. Yunanca “doğru inanç sahurun sona erip, orucun başladığı
üzerinde olanlar” şeklinde vasıflandırı­ vakittir. İftar vakti ise, oruç yasakları­
lan bu dinî topluluk, Doğu Kilisesinin nın sona erdiği, güneşin batma vaktidir.
öğretisini benimsemiştir. Bu vakitle birlikte akşam namazının
Ortodoks kilisesi, îsâ inancının vakti girmiş olur.
ana geleneğinin gerçek prensiplerini Akıllı, buluğ çağına erişmiş
ilk yedi genel kurultayda temellendir- Müslüman’ın Ramazan orucunu tut­
miştir. Bunlar; İznik (325), İstanbul ması farzdır. Ancak oruç tutamayacak
(381), Efes (431,) Kadıköy (451), II. kadar hasta olanlar ile yolculukta bulu­
İstanbul (553), III. İstanbul (680) ile nanlar oruç tutmayabilirler. Hastalar
II. İznik (768) kurultayları olup, tes­ iyileştiklerinden, yolcular da memle­
lis akidesi başta olmak üzere İsâ’nın ketlerine döndükten sonra tutmadıkları
kişiliği, öğretileri, resim ve heykeline oruçları kaza ederler. Hasta olan kişi­
varıncaya kadar tartışmalar yapılmış nin iyileşme ihtimali yoksa, tutmadığı
ve kararlar alınmıştır. Ortodoksluk için her gün için bir fidye verir; yani bir
Doğu ve Ortadoğu’da en önemli kilise­ fakiri bir gün doyurur. Hayız ve nifas
ler, İstanbul, İskenderiye, Antakya ve halindeki kadınlar, bu günlerinde oruç
Kudüs’te bulunmaktadır. Tarih boyun­ tutmayıp daha sonra gününe gün kaza
ca Ortodoks Kilisesi, Doğu Roma veya ederler.
Bizans kilisesi olarak varlığını sürdür­ Ramazan orucunu kasten ve iste­
müştür. Benimsediği en yüksek yetki yerek bozan kişi, bozduğu orucu kaza
mercii, kilise çevrelerinin bütünüyle eder ve keffaret öder. Orucun keffareti,
temsil edildiği genel kurultaylardır. iki ay üst üste oruç tutmak, buna gücü
Ortodokslar, Papa’yı baş gözetmen ola­ yetmezse 60 fakiri doyurmaktır.
rak kabul etmekle birlikte, piskoposlar Adak oruçların tutulması ile bozulan
kurulunda eşitlik ilkesini benimseyerek nafile oruçların kaza edilmesi vacip­
Papa’nın üstün ve evrensel karar yetki­ tir. Bunların dışında kalan ve mekruh
sini tanımazlar. (F.K.) olmayan oruçlar ise nafile oruçlardır.
ORUÇ Ramazan Bayramının birinci günü
İmsak vaktinden iftar vaktine kadar ile Kurban Bayramının dört günün­
yemek, içmek ve cinsî münasebetten de oruç tutmak tahrimen mekruh­
uzak durmak demektir. İmsak vakti, tur. Muharrem ayının sadece onuncu

533
gününde, yalnız cuma veya cumartesi ekber diyerek başlamak), kıyam (gücü
günlerinde oruç tutmak, yılın tamamını yetenlerin namazda ayakta durması),
oruçlu geçirmek ve akşam iftar etmek­ kıraat (namazda Kur’ân okumak),
sizin birleştirerek oruç tutmak ise ten- rüku (namazda rükua eğilmek), sücut
zihen mekruhtur. (Î.P.) (namazda secdeye kapanmak) ve
OTUZ İKİ FARZ ka fde-i âhire (namazın sonunda selam
vermeden önceki oturuş)
İslâm bilginleri, önemlerine binaen
aşağıda sayacağımız farzları “otuz iki 5 İslâm’ın esası: Savum (Ramazan
farz” olarak isimlendirmişler, bununla orucunu tutmak), salât (beş vakit
bu farzların kolayca öğrenilmesini ve namaz kılmak), hac, zekat ve kileme-i
zihinlerde kalmasını amaçlamışlardır. şahadet getirmek.
Otuz iki farz şunlardır: 6 İmanın esası: Allah’a, melekleri­
12 Namazın farzı: Hadesten taha­ ne, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret
ret (gusletmek veya abdest alma), gününe ve kaza-kadere iman etmek.
necasetten taharet (bedeni, elbiseleri 4 Abdestin farzı: Elleri ve yüzü
ve namaz kılınacak yeri her türlü pis­ yıkamak, kolları dirsekler ile birlikte
liklerden temizlemek), setrü’l-avret yıkamak, başı meshetmek, ayakları
(namazda erkeklerin en az göbek­ küçük topuklarla birlikte yıkamak.
le diz kapakları arasını, hanımların 3 Guslün farzı: ağzı, burnu ve
elleri, yüzleri ve ayakları hariç bütün bütün bedeni yıkamak.
bedenlerini ve uzuvlarını örtmeleri),
2 Teyemmümün farzı: Niyet edip
istikbali kıble (namazları, Mekke’deki elleri iki defa temiz toprağa vurmak,
Ka’be yönüne doğru kılmak), vakit birincisinde yüzü, İkincisinde kolları
(her namazı kendi vaktinde kılmak), meshetmek (bk. namaz, abdest, gusül,
niyet (hangi namazı kılacağına niyet teyemmüm, iman ve îslâm) (Î.K.)
etmek); iftitah tekbiri (namaza Allâh’ü

534
ÖDÜNÇ kabul edilmektedir. Kitap ve sünnetin
Ödünç verme, Türkçe’de karz ve bir ölçü getirmediği yerlerde geçerli
âriyet olmak üzere iki anlamda kulla­ olup, fetva ve hüküm vermede kendi­
nılmaktadır. Karz, altın, gümüş, para sine dayanılan kaynaklardan biridir.
veya buğday, arpa gibi mislî bir malın, Bu nedenle fıkıhta, “adet muhakkem-
bir müddet sonra mislinin geri veril­ dir”; “örfle sabit olan nassla sabit gibi
mesi üzere verilmesidir. Ariyet ise, kabul edilir” kuralları, küllî kaide ola­
bir malın kullanımının, geçici sürey­ rak kabul edilmiştir. Kitap, sünnet gibi
le, ücretsiz olarak başkasına verilmesi kesin bir nassa aykırı düşen fâsit örf
demektir, (bk. Karz, Âriyet) (Î.P.) ise, geçerli değildir. Meselâ içki kul­
lanımının bir toplumda çok yayılması
ÖRF
onun meşru hale gelmesini sağlamaz.
Örf kelimesi sözlükte “ibtidâî tabii Bu gibi durumları örf olarak değerlen­
örf, ıstılah, ma’rûf, ihsan, cûd, sahâ, dirmek doğru değildir.
kerem, vergi, atıyye, tanıma, bilme, Örf, kapsamı bakımından âmm ve
ikrar eyleme, yüksek kumluk, yüksek
hâss olmak üzere ikiye ayrılır. Herhangi
yer, at yelesi, horoz ibiği, deniz dalga­
bir devirde, bütün Müslümanların
sı, sabır” gibi anlamlara gelmektedir.
bir davranışı veya bir lafzın özel bir
Fıkhın kaynaklarından biri olan örf,
anlamda kullanılmasını adet haline
insanların çoğunluğunun benimseyip getirmelerine örf-i âmm (genel örf);
alışkanlık haline getirdiği işler ile lafız­ belirli bir bölge veya ülke halkınınkine
ların, duyulduğunda hatıra başka anlam
ise örf-i hâss denir.
gelmeyecek derecede özel bir anlamda
îslâm hukukuna göre hüküm veri­
kullanılmasının teamül haline getiril­
lirken örfün dikkate alınmasının tabiî
mesi demektir.
sonucu, örf üzerine bina edilen hüküm­
İnsanların alışkanlık haline getirdiği
lerin zaman içerisinde örfün değişme­
işlere, amelî örf; lafızların özel anlam­ siyle değişikliğe uğramasıdır. (Î.P.)
da kullanılmasının teamül haline geti­
rilmesine ise, kavlî örf denir. Meselâ ÖŞÜR
kira sözleşmesinde, henüz faydalanma Sözlükte “onda bir” anlamına gelen
gerçekleşmeden ücretin peşin olarak öşür, dinî bir kavram olarak, zirâi
alınmasının adet haline getirilmesi mahsullerden alınan vergi veya zekata
amelî örf; et sözünün kullanımda balığı denir. Ayrıca bu kavram, onda bir ve
ifade etmemesi ise kavlî örftür. katları oranında alınan gümrük vergisi
Örf, kitap ve sünnete aykırı olup için de kullanılmıştır.
olmaması bakımından sahih örf ve Odun, kamış (şeker kamışı hariç)
fâsit örf olmak üzere ikiye ayrılır. ve ottan başka topraktan elde edilen
Sahih örf, muteber bir delil olarak her türlü ürünün, nisâp miktarına ulaş-

535
ması halinde (yaklaşık 650 kg.) zeka­ ÖTENAZİ
tının verilmesi gerekir. Yüce Allah; Sözlükte “iyi ölüm, güzel ölüm,
“Ey îmân edenler! Kazandıklarınızın kolay ve rahat ölüm” anlamına gelen
iyilerinden ve rızık olarak yerden size “ötenazi terim olarak; iyileşmesi
çıkardıklarımızdan infak edin... ” (Bakara, imkânsız bir hastalığa yakalanmış ve
2/267); “Çardaklı ve çardaksız (üzüm) dayanılmaz acılar içerisinde kıvranan
bahçeleri, ürünleri çeşit çeşit hurmala­ bir kişinin hayatını, kendi veya kanunî
rı, ekinleri, birbirine benzer ve benze­ temsilcisinin isteği üzerine, acı verme­
yen bir yöntemle sona erdirilmesine
mez biçimde zeytin ve narları yaratan
denir. Ötenazi iki kısma ayrılır:
O "dur. Herbiri meyve verdiği zaman
meyvesinden yiyin. Devşirilip toplan­ a) Aktif Ötenazi; iyileşmesi tıbben
mümkün olmayan bir hastanın, acı ve
dığı gün de hakkını (zekat ve sadaka­
ıstırabını gidermek amacıyla, hayatına
sını) verin, fakat israf etmeyin; çünkü
son verecek maddelerin, kendisinin
Allah israf edenleri sevmez. ” (En’âm,
veya kanunî temsilcisinin isteği üzerine
6/141) buyurmaktadır. Hz. Peygamber
bilerek kullanılmasına denir. Hastanın,
de, “Yağmur ve nehir sularıyla sula­ zehirli iğne ile öldürülmesi gibi.
nan toprak mahsullerinde onda bir;
b) Pasif Ötenazi; hastanın hayatının
kova ile sulananlarda ise yirmide bir
devâmı için zorunlu olan tıbbî tedavi­
Vardır. ” buyurmuştur (Buhârî, zekat, 55). nin durdurulması ve böylece ölüme
Hadiste de belirtildiği gibi, mahsulün terk edilmesine denir.
zekatının verilmesinde toprağın işlen­ Ötenazi, intihar etmenin bir çeşi­
mesi ve su kullanımı esas olarak alın­ didir, intihar ise dinen kesin olarak
maktadır. Buna göre toprak emek sarf yasaklanmıştır. (Müslim, İman, 175; Tirmizî,
edilmeden yağmur, nehir, dere, ırmak ve Tıb,7; Nesâî, Cenâiz, 68). Kişinin kendi canı-
bunların kanallarıyla sulanıyorsa, çıkan na kıyma hakkı yoktur. Ötenazi yönte­
mahsulün 1/10’i; kova, dolap, motor, mi ile bir insanın canına kıyması şöyle
emekle veya ücretle alınan su ile sula­ dursun, Allah’tan ölüm istemesi bile
nıyorsa 1/20’i zekat olarak verilir. hoş karşılanmamıştır. Hz. Peygamber
Günümüzde gübre, mazot, işçilik (a.s.), “içinizden hiç kimse, sakın ölümü
gibi masraflar da üretimin maliyetinde temenni etmesin... ” buyurmuştur (Buhârî,
Temenni, 6; Müslim Zikr, 13; Nesâî, Cenâiz, 1)
önemli bir yekun oluşturmaktadır. Bu
nedenle, tarımsal ürünlerin zekatında, Aktif ötenazi, intihar ile aynı anla­
elde edilen hasılattan (gayr-i safî), ürün ma gelir ve bu yöntemle hayatını sona
için yapılan günümüz tarım şartlarının erdiren kimse günaha girdiği gibi,
getirmiş olduğu ekstra masraflar çıka­ böyle bir eylemi onaylayan ve hastanın
rıldıktan sonra, geriye kalan ürünün yaşaması için gerekli tedaviyi uygula­
mayan kimseler de günahkâr ve sorum­
nisâp miktarına ulaşması halinde, tabiî
lu olurlar. (Î.K.)
yollarla sulanan arazîde 1/10, kova,
tulumba, su motoru vb. usullerle mas­ ÖZÜR
raf veya emekle sulanan arazide 1/20 Dinmeyen burun kanaması, yaradan
oranında zekat verilmesi gerekir. (Î.P.) kan sızması, idrar tutamama, devamlı

536
kusma, hayız ve nifas dışındaki kadın­ kılar, Kur’ân-ı Kerim okur ve diğer
ların akıntısı gibi bedenî rahatsızlıklar, ibadetlerini yaparlar. Namaz vaktinin
en az bir namaz vakti süresince devam çıkmasıyla veya başka abdest bozan bir
etmesi halinde özür olarak kabul edil­ halin meydana gelmesiyle özürlü kim­
miştir. Böyle olan kimseye de mazûr senin abdesti bozulur.
denir. Şayet özür, bir namaz vakti boyun­
îslâm dini kolaylık dinidir; kişiye ca hiç meydana gelmezse, özür ortadan
gücünün üstünde yük yüklemez. Bu kalkmış olur ve o kimse özür sahibi
nedenle özürlü sayılan kişilerin ibadet­ olmaktan çıkar. Özürlü kimseden akan
lerini yerine getirebilmeleri için onlara kan, irin, idrar gibi şeylerin çamaşı­
kolaylıklar getirmiştir. Bu çerçeve­ ra dokunması halinde, şâyet bundan
den olmak üzere özürlüler, her vakit kaçınması mümkün değil ve temizle­
için abdest alır ve mazeret teşkil eden diğinde tekrar bulaşacaksa yıkamadan
rahatsızlığından başka abdest bozan bir namaz kılabilir. Fakat tekrar dokunma­
hal meydana gelmedikçe bu abdestle yacaksa, yıkanması gerekir. (Î.P.)
o vakit içerisinde dilediği gibi namaz

537
PANTEİZM insan, fizik âlemin bir parçası, ahlâk da
Allah ile âlemi bir ve aynı, hatta tabiat düzenine zarurî ve pasif bir itaat
Allah’ı âlemin yegane cevheri sayan olur. (F.K.)
düşünce akımına verilen bir isimdir. PAPALIK
Panteizm düşüncesinde madde ve ruh Hristiyanlığın en büyük mezhe­
bağımsız varlığa sahip değildir. Ancak bi olan Katolikliğin başkanlığı ve bu
bütün varlıkların tek sebebi olan üstün ruhânî devletin merkezi olan Vatikan’ın
bir cevherin sıfatları ve görünüşleridir. devlet başkanlığı görevine tekabül eden
Bu kavram ilk kez 18. asırda îrlandah J. ve Katolik Hristiyanların en büyük
Tolanda tarafından kullanılmıştır. O’na dinî-ruhânî liderliğini ifade eden bir
göre Allah’ın âlemden ayrı ve müstakil terimdir. Papa, havarilerden Saint
bir varlığı yoktur. O, bir kanundur, bir Petros’un vekili sayılır. En üst düzey­
kuvvettir. deki Kardinallerce bu göreve seçilir,
Panteizm kendi içinde sudurcu, (î.u.)
idealist ve tabiatçı olmak üzere üç PATRİKLİK
kısma ayrılmıştır. Genel olarak pante­
Hristiyanlıkta, Doğu Kiliselerinde
ist düşünce; tanrı anlayışının aşkınlık
o mezhebe bağlı din adamlarının en
fikrini inkar ederek ateizme yardımcı
yüksek rütbesi ve temsil makamıdır.
olduğu, “Tanrı her şeydedir” demek
Rum Ortodoks Patriği, Ermeni Patriği,
suretiyle, varlık dereceleri arasındaki
Yakubî Patriği, Türk-Ortodoks Patriği
ayırımı ortadan kaldırdığı, örneğin taşla
Doğu Kilisesinin belli başlı liderleridir.
insanı bir tuttuğu gerekçesiyle eleştiril­
(Î.U.)
miştir. Ayrıca sonlu olanla sonsuz ara­
sındaki bağlantıyı sağlam bir temele PEYGAMBER
oturtamadığı ve belli bir birliğe ulaş­ Peygamber kelimesi, Farsça kökenli
mada da başarılı olamadığı görülmek­ olup “haberci”, yani “Allah’tan haber
tedir. Daha açık bir ifade ile panteizm getiren demektir. Dilimizde bu kelime­
muhtemelen vahdet-i vucüd prensibin­ yi “elçi” sözü karşılamaktadır. Yüce
den yola çıkarak “îttihadiyye”, Allah Allah’ın lütfunun ve rahmetinin bir
ile âlemin karışması gibi bir çıkmazın sonucu olarak, beşeriyete O’nun ülû-
içine düşmüştür. Dolayısıyla varlıklar hiyetini tanıtmak, insanları hakka irşad
arasındaki bütün değerler yerinden etmek ve kemale ulaştırmak için kendi
oynamıştır. Böylece Panteizm, kötü­ içlerinden peygamber seçip gönder­
lük problemini de daha karmaşık hale mesi son derece uygundur. Bu durum
getirmiştir. Çünkü günah ve kötülükle akl-ı selime de aykırı değildir. Zira
mücadele için ahlâkî sorumluluk esası­ Allah insanları kendisine ibadet etmek
nı kaybetmiştir. Çünkü bu sisteme göre için yarattığını açıklamıştır: <(Ben cin-

538
leri ve insanları ancak bana kulluk nin ismi Kur’ân’da zikredilmektedir.
etsinler diye yarattım. ” (Zâriyât, 51/56) O Bunlar; Hz. Âdem, Hz. îdris, Hz. Nuh,
halde insanların Allah’a nasıl ibadet Hz. Hud, Hz. Sâlih, Hz. İbrahim, Hz.
ve itaat edecekleri hususunda rehber­ Lut, Hz. İsmail, Hz. İshak, Hz. Yakup,
lik yapmak üzere kendi içlerinden bir Hz. Yusuf, Hz. Eyyub, Hz. Şuayb,
peygamber seçilmesi kadar tabiî bir şey Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. Davut, Hz.
olamaz. Peygamberlik Allah vergisidir. Süleyman, Hz. İlyas, Hz. Zülkifl, Hz.
Çok çalışmakla elde edilemez. İmam Yunus, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya,
Gazzalî insanların peygamberlere olan Hz. İsa ve Hz. Muhammed’dir. Ayrıca
ihtiyacını hastaların doktorlara olan Kur’ân’da haklarında bilgi verilen
ihtiyacına benzetmiştir. Şu kadar ki tıb­ Üzeyr, Lokman ve Zülkarneyn adla­
bın doğruluğu tecrübe ile, peygamber­ rında üç kişinin de peygamber olup
lerin doğruluğu ise, Allah’ın görevlen­ olmadıkları İslâm âlimleri arasında
dirmesi ve bu görevlendirilenin mucize tartışmalıdır. Peygamberlerin görevle­
izhar etmesiyle bilinir. rini tam anlamıyla yerine getirmeleri
Hz. Adem’den Hz. Muhammed ve gönderildikleri kavimler üzerinde
(a.s.)’a kadar insanlara gönderilen güven telkin etmeleri için beş önemli
peygamber sayısında ihtilaf olmakla sıfatları vardır. Bunlar; sıdk, emanet,
beraber bazı kaynaklarda 124 bin oldu­ tebliğ, fetanet, ismettir. (F.K.)
ğu bildirilmiştir. Bunlardan 25 tanesi­

539
R

RAB ve Hristiyanlar) Allah ’ı bırakıp haham­


Terbiye etmek, yetiştirmek, ıslah larını ve rahiplerini rablar edindiler.
ve tamir etmek, yönetmek, sorumluluk Meryam oğlu Mesihi de (Rabb edindi­
almak, istediğini yapabilmek, başkan ler). ” (Tevbe, 9/31) ve "... Allah’ı bırakıp
olmak, toplamak, yığmak, hazırlamak; da kimimiz kimimizi rablar edinmeye­
malik ve sahip olmak, nimeti artırmak, lim... ’’ (Âi-i imrân, 3/64) âyetlerinde geçen
üstünlük ve efendilik anlamlarındaki “erbab”; emir ve yasaklarına boyun
“r-b-b” kökünden türeyen Rabb, efen­ eğilen, koyduğu kurallara uyulan, İlâhî
di, malik, sahip, terbiye eden, yetiş­ vahye dayanmadan helal ve haram
tiren, düzene koyan, düzelten, tedbir dediklerine inanılan, ilahlık mertebe­
alan, sorumluluk üstlenen, yöneten, sine yükseltilen kimseler anlamında
nimet veren, ihtiyaçları gideren, kefil kullanılmıştır.
olan, seçkin, sözü dinlenen, otorite 3. Melik ve sahip, yaratma, hidâ­
sahibi reis, melik, efendiliği ve üstün­ yet etme, yedirme, içirme, şifa verme
lüğü kabul edilen kişi demektir. Çoğulu ve bağışlama anlamında Allah’ın sıfatı
erbâbtır. Arap dilinde “rabb” kelimesi; olarak kullanılmıştır. Meselâ “Onlar
itaat edilen efendi, bir şeyi ıslah eden, bu Beytin Rabbine ibadet etsinler. ”
bir şeyin maliki ve sahibi anlamların­ (Kureyş, 106/3-4) âyetindeki “rabb” keli­
da kullanılmıştır. Rabb kelimesi, ter­ mesi bu anlamdadır.
biye anlamında mastar iken mübalağa
Allah’ın sıfatı olarak “Rabb”, bütün
kastı ile terbiye ediciye (mürebbî) isim
varlıkları yaratan, yetiştiren, terbiye
olmuştur.
eden, ihtiyaçlarını gideren, rızık veren,
Kur’ân’da 969 defa geçen rabb keli­ görüp gözeten (Şu’arâ, 26/77-82), insanlara,
mesi, Allah ve insanların sıfatı olarak yerlere, göklere, gezegenlere, hayvan­
şu anlamlarda kullanılmıştır: lara, bitkilere, ağaçlara, çiçeklere, top­
1. İhtiyaçları gideren efendi, rağa, suya, havaya... her şeye nizamını,
malik anlamında insanın sıfatı. Yusuf güzelliğini, yeteneklerini veren, yaşa­
Peygamber, gayr-ı meşru ilişki teklif malarını sağlayan, her şeyin maliki ve
eden Zeliha’ya, "... Allah "a sığınırım, sahibi demektir.
gerçekten o (eşiniz Aziz Kıtfir) benim Rabb kelimesi; Kur’ân’da “er-
efendimdir (bana ikramda bulunmuş­ Rabb” şeklinde hiç kullanılmamış,
tur, ona hainlik edemem) dedi. ” (Yûsuf, “çok merhametli Rabb ” (Yâsîn, 36/58) ve
12/23) âyetinde geçen “rabb” Mısır azi­ “çok bağışlayan Rabb” şeklinde iki
zinin sıfatı olarak kullanılmıştır. yerde nekre, bunun dışında; “âlem­
2. İtaat edilen, sözü geçen, otori­ lerin Rabbi” (Fâtiha, 1/2), “ulu arşın
te sahibi, reis, efendilik ve üstünlüğü Rabbi” (Tevbe, 9/129), “göklerin, yerin ve
kabul edilen kişiler. Meselâ; “(Yahudi ikisi arasında olanların Rabbi ” (Meryem

540
19/65), “Musa ve Haru’nun Rabbi” (Tâ- lanılmıştır (Naziât, 79/6). Bununla maksat;
hâ, 20/70),“yedi göğün Rabbi ” (Mü’minûn, kıyametin kopacağı zaman sûr’a üfü-
23/86), “doğu, batı ve ikisin arasın­ rülmesi ile yerlere ve göklere ârız olan
da olanların Rabbi” (Şu’arâ, 26/28), şiddetli sarsıntı ve korkunç sestir. (Î.K.)
“Kâbe ’nin Rabbi ” (Kureyş, 106/4), “saba­ RADÂ’
hın Rabbi” (Felak, 113/1), “insanların
Süt emme ve süt kardeşliği anlam­
Rabbi” (Nâs, 114/1), “her şeyin Rabbi”
larına gelmektedir. Süt emen çocuğa
(En’âm, 6/164) ve daha çok “Rabbin”
râdı’ veya radı9; süt anaya murdic
(243 defa), “Rabbiniz” (118 defa) ve
denir, (bk. Süt Akrabalığı) (İ.R)
“Rabbimiz” (111 defa) terkipleriyle
kullanılmıştır. (İ.K.) RAFIZÎ
RABBANÎ HADÎS Sözlükte “reddetmek, kabul etme­
mek, kumandanını terkeden bir ordu
bk. Kudsî Hadis.
veya askeri birlik” anlamına gelen
RABITA rafızî, mezhepler tarihinde, yaygın
Sözlükte “bağ, ilişki” anlamına şekliyle Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in
gelen rabıta^ tasavvufta, müridin, zihni hilafetlerini kabul etmeyip reddeden­
planda, tefekkür ve muhayyile gücünü ler için kullanılan bir kavramdır. Bu
kullanarak mürşidiyle beraberlik halin­ yönüyle Şia’ya yakınlığı söz konusu­
de olmasına denir. Mürid şeyhinden dur. Çoğulu revâfızdn. Kendi iddiala­
feyz almak için bazen kendisini onun rına göre râfıza, kötülüğü terk edenler
şeklinde tahayyül eder. Buna rabıta-i demektir. Buna göre Hz. Muhammed
muhabbet denir. Rabıta manevi birlik­ vefat edince Müslümanların bir kısmı
teliktir, gönüllerin bir olması ve kay­ İslâm’dan uzaklaşmaya başladılar;
naşmasıdır. Buna da rabıta-i kalbiye sadece Şiîler kötülüğü reddettiler ve
denir. Bu mana birliği, müridi şeyhinde Hz. Musa’ya nisbetle Harun ne ise,
fâni olmaya yani onun hâli ile hallen­ Hz. Muhammed katında aynı olan
meye götürür. Rabıta, Nakşibendiye Ali’ye bağlandılar. Böylece Şiîler râfı-
ıstılahlarındandır. Diğer tarikatlarda za adını kendileri için bir iftihar vesi­
ismen olmasa da anlam olarak rabı­ lesi yaptılar.
ta vardır. Sûfîlere göre “...sâdıklarla Tarihi yönden ise Râfıza akımı ilk
beraber olunuz ” (Tevbe, 9/119) gibi âyetler kez Hz. Hüseyin’in torunu Zeyd ibn
ve kişinin sevdiği ile beraber olacağını Ali zamanında Küfe’de ortaya çık­
bildiren hadisler (Buhârî, Edeb, 96) rabıta­
mıştır. Emevîlere karşı bir ayaklanma
nın câiz olduğunu gösterir. (M.C.)
anında kendisine ilk iki halife hakkın-
RACÎFE daki kanaati sorulunca Zeyd; onlar hak­
Şiddetli sallanmak, titremek, hare­ kında hayır ve iyilikten başka bir şey
ket etmek ve sarsılmak anlamındaki bilmediğini ve cedlerinden de farklı
“reci” kökünden türeyen racife keli­ bir şey işitmediğini söyleyince O’nu
mesi, sözlükte şiddetli sallanan, titre­ terketmişler ve bunlardan dolayı da
yen ve sarsıntı demektir. Kur’ân’da bir onlara râfıza denmiştir. Böylece bu
âyette geçmiş ve insanları korkutucu, kelime, Zeydiyye tarafından, Zeyd’i
şiddetli ses ve sarsıntı anlamında kul­ terk edenler; ehl-i sünnet tarafından ise

541
ilk iki halifeyi reddedenler anlamında dır. “(O) dereceleri yükselten Arş’ın
kullanılmıştır. (F.K.) sahibi (Allah ’ın) emrinden olan ruhu,
RÂFİ’ - REFÎ’ (vahyi) kullarından dilediğine indirir
ki, buluşma gününe kadar (insanları)
Kaldırmak, taşımak, nakletmek,
uyarsın. ” (Mü’min, 40/15) âyetinde geçen
yükselmek, yüksek sesli olmak, kadri
“rafî’u’d-derecât”; gökleri tabaka
ve kıymeti yüksek olmak, şerefini ve
tabaka yükselten veya kullarının dün­
itibarını artırmak anlamlarındaki “r-f-
yada derecelerini veya cennetteki mev­
a” kökünden türeyen râfi’ kaldıran
kilerini yükselten demektir. Allah’ın
yükselten ve şerefini artıran demektir.
kendisi, yüce, yücelerin yücesi olduğu
Allah’ın sıfatı olarak râfi’,, göğü gibi kullarından dilediklerini de yücel­
yükselten, peygamber ve itâatkâr tir. Onlara çok yüksek dereceler verir.
müminlerin itibar, şan ve şerefini
artıran demektir. Allah’ın bu sıfatı; Bu yücelik, hissi ve manevî anlam­
dadır. İnsanların Allah katında amelle­
Tirmizî’nin el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgi
rivâyetinde geçmiştir (Deavat, 83). rine göre dereceleri vardır (En’âm, 6/132).
(ÎK.)
Kur’ân’da İsâ (a.s.)’ı kendisine
yükseltmesi ile ilgili olarak; “Ben seni RAHÎM
vefat ettirecek ve seni kendime yüksel­ Merhamet etmek, acımak, esirge­
teceğim. ” (râfi’üke ileyye) meâlindeki mek, korumak, affetmek, bağışlamak,
âyette (Âl-i imrân, 3/55) ism-i fail olarak nimet vermek, ikamet etmek ve kadının
geçmiş 16 âyette ise “refe’a - yerfe’u” rahminden şikâyet etmesi anlamların­
fiili kullanılmıştır. daki “r-h-m” kökünden türeyen rahîm
Kur’ân’da Allah’ın; peygamberle­ kelimesi sözlükte, çok merhametli olan
rin (Bakara, 2/253), bilginlerin ve mümin­ demektir.
lerin (Mücadele, 58/11), derecelerini, Hz. Kur’ân’da 114 defa geçen rahîm
Muhammed’in şanını yükselttiği kelimesi, bir âyette “rahîm” şeklinde
(inşirah, 94/4), rızık ve nimet bakımından (Tevbe, 9/128) Hz. Muhammed’in (a.s.),
insanların bir kısmını diğerlerinden bir âyette “ruhamâ’ ” şeklinde (Fetih,
üstün yaptığı (En’âm, 6/165) bildirilmiştir. 48/29) Hz. Peygamber ve müminlerin
“Dilediğimizin derecelerini yüksel­ sıfatı olarak kullanılmıştır.
tiriz. ” (Yûsuf, 12/76); “Allah dereceleri Rahîm ismi rahman ismine göre
yükseltendir. ” (mümin, 40/15). daha özeldir. Sadece imân edip sâlih
Göğü yükseltmesi (Ra’d, 13/2) ve amel işleyenlere, muttaki ve muhsinle-
Yadûdîlerin üzerine Tur Dağını kal­ re yöneliktir. Dünyada sadece mümin­
dırması (Bakara, 2/63) da “refe’a” fiiliyle lerin güzel amellerine sevap verir, âhi-
ifade edilmiştir. ret nimetlerinden yararlandırır, onlar­
Kıyamet ile ilgili olarak, “O, yük­ dan razı olur ve onları cennetine koyar.
seltendir, alçaltandır. ” (vakfa, 56/3) Mümin olmayanlar, Allah’ın dünyadaki
denilmiştir. Bundan maksat kıyamette nimetlerinden yararlanırlarsa da âhiret-
Allah’ın, müminlerin itibarını yüksel­ teki nimetlerinden mahrum kalırlar.
tip cennete koyması, kâfir ve âsilerin “Rahmân” ve “rahîm” kelimeleri­
itibarını alçaltıp cehenneme atması­ nin bu anlamı sebebiyle Allah, dünya

542
ve âhiretin, mümin ve kâfir herkesin yapanlara (Tevbe, 9/71), Allah yolunda
rahmanı, âhiretin ve müminlerin rahî- cihat edenlere (Bakara, 2/218), kötülükler­
mi denilmiştir. den korunanlara (Mü’min, 40/7-9), okunan
Allah’ın rahmetinin her şeyi kuşat­ Kur’ân’ı dinleyenlere (A’râf, 7/204) ve âhi-
tığı, âhirette ise sadece müminlere mer­ retten korkanlara (Zümer, 39/9) merhamet
hamet edeceğini âyetlerde bildirilmiştir edeceğini bildirmiştir.
(A’râf,7/156). Peygamberimiz (a.s.) de, “Allah,
Peygamberimiz (a.s.), yüce Allah’ın ancak merhametli olanlara rahmeti­
cennete, “...Sen benim rahmetimsin”, ni İhsan edecektir. ” (Buhârî, Cenâiz, 33),
cehenneme de “sen de benim azabım- “Rahman, merhamet edenlere mer­
sın... ” dediğini bildirmiştir (Buhârî, Tevhid, hamet eder. Yer yüzündekilere mer­
25. VIII, 186). hamet edin (o zaman) göktekiler de
Allah’ın azabı da merhameti de size merhamet eder. ” (Ebû Dâvûd, Edeb,
66), “İnsanlara merhamet etmeyene
çoktur. Bu hususu, Peygamberimiz
(a.s.), şöyle bildirmiştir: “Eğer, Allah Allah merhamet etmez. ” (Buhârî, Tevhît,
katındaki cezayı bilseydi, hiçbir mümin 2), “Küçüklerimize merhamet etme­

cennete gireceğini ummazdı. Eğer rah­ yen, büyüklerimizin hakkını tanıma­


metinin çokluğunu bilseydi, hiçbir kâfir yan bizden değildir (bizim sünneti­
cennetten ümidini kesmezdi. ” (Müslim, mizi terk etmiştir). ” (Ebû Dâvûd, Edeb, 66)
Tevbe, 23); “Allah, rahmeti yüz parça
buyurmuştur. (Î.K.)
yapmış, bunun doksan dokuzunu kendi­ RAHMAN
sinde tutmuş, bir parçasını yer yüzüne Merhamet etmek, acımak, esirge­
indirmiştir Bu bir parça rahmet sebe­ mek, korumak, affetmek, bağışlamak,
biyle yaratıklar birbirlerine merhamet nimet vermek, ikamet etmek ve kadının
ediyorlar O kadar ki hayvanlar, yav­ rahminden şikâyet etmesi anlamların­
rularına zarar verir korkusuyla ayak­ daki “r-h-m” kökünden türeyen rah­
larını kaldırmaktadırlar. ” (Müslim, Tevbe, man kelimesi sözlükte, çok merhametli
17, 19; Buhârî, Edeb, 19). olan demektir.
Allah, merhametlilerin en hayırlısı Kur’ân’da 57 defa geçen rahman
ve en merhametlisidir
(Mü’minûn, 23/118) kelimesi, Allah’a özgü bir sıfat olup
(Yûsûf, 12/64). Allah’tan başkaları için kullanılma­
Allah, dilediğine rahmetini mıştır. Bu isim, “sıfat-ı gâlibe” olup
ihsan eder (Bakara, 2/105). Ancak Allah Allah’ın güzel isimlerinin İkincisidir.
Kur’ân’da; muttakilere (Hadîd, 57/28), Bu kelimenin ikili ve çoğulu yoktur.
sâlihlere (Câsiye, 45/30), Kur’ân’a sarı- Kur’ân’da da sadece tekil olarak kul­
lanlara (Nisâ, 4/175) itaakârlara (Âı-i imrân, lanılmıştır. Rahmân kelimesi Allah’ın
3/132), namaz kılanlara (Nur, 24/56), zeka­ ismi-sıfatı olarak; pek merhametli, çok
tını verenlere (A’râf, 7/156), muhsinlere merhamet sahibi, çok nimet verici ve
(A’râf, 7/56), mallarından Allah yolunda çok müşfik şeklinde anlamlandırmak
infak edenlere (Tevbe, 9/99), musibetle­ mümkün ise de Allah’ın ismi olarak
re sabredenlere (Bakara, 2/155-157), emr-i bu kelimeyi tam karşılayacak Türkçe
bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker bir sözcük yoktur. Türkçe’deki “esirge-

543
yen”, “bağışlayan”, “acıyan” ve “yarh- dığımız pek çok hayvanı ve daha nice
ğayan” kelimeleri “rahman” kelime­ nimetleri insan emeği olmadan bizle-
sinin anlamını karşılamamaktadırlar. re merhameti sebebiyle vermiştir. Bu,
“Esirgeyen” sözcüğünde “kıskanma” Allah’ın rahmân olmasının sonucudur.
anlamı vardır ki “rahmân” kelimesin­ Bu konuda mümin, kâfir, ibadet eden
de bu anlam yoktur. “Acıyan” sözcü­ ve etmeyen ayırımı da yapmamaktadır.
ğü, “rahmân” kelimesinin anlamını tam Allah, insanın dünya ve âhiret-
ifade etmemektedir. Çünkü “merha­ te mutlu olmasını istemektedir. Bunu
met” sadece acımak değil; acıyı, musi­ sağlayacak yolu göstermek için pey­
beti, sıkıntıyı, derdi ve belayı giderip gamberler ve kitaplar göndermiştir.
yerine sevinci, nimeti, sıhhati, deva­ İlâhî kitaplar, insanlar için bir rah­
yı, ferahı ve rahatlığı getiren bir hayır mettir (En’âm, 6/154; A’râf, 7/52; 103; Hûd,
ve iyiliktir. “Bağışlayan” sözcüğü ise n/17). Kur’ân, müminler için bir rah­
“rahmân” kelimesinin değil “vehhâb” mettir (Yûnus, 10/57; Nahl, 16/89; îsrâ, 17/82).
ve “afüvv” kelimelerinin karşılığıdır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.)
Allah’ın rahmân sıfatı, rahim sıfa­ âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir
tından daha kapsamlıdır. Yüce Allah, (Enbiyâ, 21/107). (İ.K.)
rahmân sıfatının gereği olarak yarat­ RAHMET
tığı bütün varlıklara merhamet eder. bk. Merhamet.
Bu konuda mümin-kâfır ve itâatkâr-âsi
ayırımı yapmaz. O’nun merhameti her RAKÎB
şeyi kuşatmıştır (A’râf, 7/156). O, rahmeti Gözetmek, beklemek, bir şeyi koru­
kendisine farz kılmıştır (ketebe) (En’âm, yup muhafaza etmek, sakınmak, göz
6/12,54). Bütün insanları yaratan, yaşa­ önüne almak anlamlarındaki “r-k-b”
tan, sıhhat, akıl, irade ve rızık veren kökünden türeyen rakîb gözcü, mura-
Allah’tır. Dünyayı, içindekileri, ayı, kıb, bekçi, koruyucu demektir. Çoğulu
güneşi, yıldızları, gezegenleri, havayı, rukabâ "dır.
suyu, rüzgarı, bitkileri, ağaçları, hay­ Allah’ın sıfatı olarak rakîb, insanla­
vanları, geceyi, gündüzü... kısaca her rın bütün hallerini, yaptıklarını, davra­
şeyi insan için yaratmış, insanın hizme­ nışlarını, sözlerini görüp gözeten, habe­
tine sunmuş (teshir) (Bakara, 2/29; İbrâhim, ri olan, bilen, murakabe eden, koruyan,
14/32-33; Lokmân, 31/30) ve insana sayılama­ hiçbir şey kendisine gizli kalmayan
yacak kadar çok nimet vermiştir (ibrâhim, anlamlarına gelir.
14/34). “Rakîb” kelimesi Kur’ân’da beş
Allah, dünyada insana emeğinin yerde geçmiş, 3 âyette Allah’ın, bir
karşılığını verdiği gibi (Necm, 53/39), âyette de yazıcı-koruyucu meleklerin
insanın emeği olmadan da bildiğimiz sıfatı olarak (Kâf, 50/18) kullanılmış­
ve bilmediğimiz pek çok nimet de tır. "'Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde
vermiştir. gözetleyicidir (rakîb) ” (Nisâ, 4/1), “(İsâ)
Yüce Allah, oksijeni, suyu, güneş ben onlara benim ve sizin Rabbiniz
enerjisini, ağaçları, bitkileri, bir çok olan Allah ’a ibadet edin diye Senin
meyveyi, etinden, sütünden, yünün­ bana emretmiş olduğundan başka bir
den, derisinden ve gücünden yararlan­ şey söylemedim. Ben onların içinde

544
olduğum sürece onlara şahit idim. Sen “Râşid” ve “reşîd”, doğru yolda
beni vefat ettirince onları görüp göze­ olan kimse demektir. Şirk, küfür, nifak,
ten (rakîb) Sen oldun. Sen her şeye fısk (itaatsizlik) ve isyanı terk edip
şahitsin.” (Mâide, 5/117), “...Allah, her îmân eden ve sâlih ameller işleyen
şeyi gözetleyicidir (rakîb)” (Ahzâb, 33/52) kimse doğru yoldadır, râşiddir (Hucurât,
anlamındaki âyetlerde geçen “rakîb” 49/7). (bk. Rüşd). Allah’ın sıfatı olarak,
kelimesi; hafîz, şehîd, alîm, basîr ve söz ve fiillerinde isabetli olan, hakîm,
semî kelimeleriyle anlamdaştır. doğru yolu gösteren, öğreten; yardım­
Allah, yaratıklarından asla gafil, cısı olmadan bütün işleri en güzel bir
habersiz değildir. En gizli sırlara bile şekilde yöneten, tedbirli olan demektir.
muttali olur. Bu itibarla O’na karşı gel­ Allah, akıl ve idrak vererek, ilham
mekten sakınılması, azabından korkul­ ederek, peygamber ve kitap göndererek
ması gerekir. (Î.K.) insanlara doğru yolu, (mümin, 40/38) gös­
RASİH terir. Her ne kadar Kur’ân’da “Allah
reşiddir” şeklinde bir âyet yoksa da,
Sözlükte “yerinde, sâbit ve sağlam
Allah’ın doğru yolu gösterici olduğu bir
olmak, gölün suyu çekilip yere batmak,
çok âyette bildirilmiştir. Örnek olarak
sağlam bilgiye sahip olmak” anlamın­
şu âyetleri zikredebiliriz: “De ki: Bana
daki “rusûh” kelimesinden türeyen
vahyolundu ki, cinlerden bir topluluk
râsih, ıstılahta, şüpheye yer vermeye­
Kur "ân ’ı dinlediler ve şöyle dediler:
cek derecede sağlam bilgisi olan kimse
Biz harikulâde güzel bir Kur ’ân dinle­
demektir. Kur’ân’da iki âyette geçmiş­
tir (Âl-i îmrân, 3/7; Nisâ, 4/162). Her İki âyette dik, O doğru yola (rüşd) iletiyor... ” (Cin,
72/1-2); “Kim Müslüman olursa doğru
de ilimde derinleşenler, sağlam bilgisi
olanlar anlamında kullanılmıştır. Râsih yolu (reşâd) aramış (bulmuş)tur” (Cin,
vasfına erebilmek için bilgiyle birlik­ 72/14); “...Bana icâbet etsinler ve bana

te kişinin; Allah’a, Kur’ân’a ve âhiret îmân etsinler, tâ ki onlar doğru yolu


gününe îmân etmesi, namazını kılıp bulalar. ” (Bakara, 2/186); “Dinde zorla­
zekatını vermesi ve hidâyete ermiş ma yoktur. Doğruluk (rüşd) sapıklıktan
olması gerekir (Âl-i îmrân, 3/7-8; Nisâ, 4/162). seçilip belli olmuştur... ” (Bakara, 2/256).
(Î.K.) (Î.K.)
RÂŞİD-REŞÎD RAÛF
Doğru yolu bulup girmek, doğru Şefkat ve merhamet göstermek,
yolu göstermek, öğretmek anlamın­ esirgemek, acımak anlamındaki “r-e-
daki “r-ş-d” kökünden türeyen râşid, f ’ kökünden türeyen ve “râif ’ kelime­
doğru yolda olan, akıllı, bâliğ demek­ sinin mübalağalı şekli olan raûf çok
tir. Reşîd, râşid kelimesinin mübala­ merhametli, çok şefkatli, çok acıyan,
ğalı şeklidir. Bu iki kelime, Allah’ın esirgeyen demektir.
sıfatlarındandır. Allah’ın sıfatı olarak raûf,
Râşid sıfatı, îbn Mâce’nin el- Kur’ân’da 10 âyette genellikle “rahim”
esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde (Dua, sıfatı ile birlikte geçmiştir: “Allah raüf-
10), reşîd ise, Tirmizî’nin rivâyetinde tur, rahimdir. ” (Nûr, 24/20), “Allah, ger­
geçmiştir (Deavat, 83). çekten insanlara çok şefkatli (raûf), çok

545
merhametlidir. ” (Bakara, 2/143), “Allah RAVZA-İ MUTAHHARÂ
kullarına çok şefkatlidir. ” (Bakara, 2/207; Temiz bahçe demektir. Bu tâbir;
Âl-i imrân, 3/30), “O Allah müminlere Medine’de Mescid-i Nebevî’de
karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. ” Peygamberimiz (a.s.)’in kabri ile
(Tevbe, 9/117). minberi arasındaki bölüme denir.
Allah’ın şefkati; mümin olan ve 10x20 = 200 metrekarelik bir alandır.
Peygamberimiz (a.s.), "Evimle min­
olmayan, âsî veya itaatkâr herkesi
berim arası, cennet bahçelerinden bir
kuşatır. “Raûf’ isminin geçtiği âyet­
bahçedir. ” demiştir (Buhârî, Fadlü’s-Salat. 6).
lerde; Allah’ın, kulların îmânlarını,
(Î.K.)
ibadetlerini zayi etmeme (Bakara, 2/143),
Allah rızası için çalışanlara sevap RÂZİK (Rezzâk, Hayrü’r-
verme (Bakara, 2/207), azabından sakındır­ Râzikîn)
ma (Âı-i imrân, 3/30), tevbeyi kabul etme Rızık vermek, nimete teşekkür
(Tevbe, 9/117), nimet Verme (Nahl, 16/5-8), etmek anlamındaki “r-z-k” kökünden
müminlerin kalplerinin kinden arın­ türeyen râzık, rızık veren, bu kelimenin
dırılması (Haşr, 59/10), insanların karan­ mübalağalı şekli olan rezzâk, çok rızık
lıklardan aydınlığa çıkarılması (Hadîd, veren, hayru’r râzikîn ise rızık veren­
57/9) dile getirilmiştir. Bütün bunlar, lerin hayırlısı demektir.
Allah’ın “raûf’ olmasının sonucudur. Rızık Allah’ın canlı varlıklara,
Kur’ân’da bir âyette “raûf’ kelimesi hayatlarını sürdürebilmeleri için kâi­
Hz. Muhammed’in (a.s.) sıfatı olarak natta var ettiği şeylerdir. Bunlar; temiz
kullanılmıştır: “O, çok şefkatli, çok hava, su ve gıda maddeleridir. Bütün
merhametlidir. ” (Tevbe, 9/128). (İ.K.) hayvanların, insanların, cinlerin ve
diğer canlıların muhtaç olduğu rızık-
RÂVÎ
ları var eden Allah’tır. Bir yaratığın
Sözlükte “sözü nakleden, aktaran, rızık elde etmesine vasıta olan, sebep
rivâyet eden veya sulayan” anlamlarına olan insana da râzık denir. Ancak bu
gelen râvî, hadis terimi olarak, hadisi mecazi anlamdadır. Gerçek anlamda
hocadan alıp, edâ lafızlarından biriyle rızık veren sadece Allah’tır. İlim, şeref,
kendinden sonrakilere aktaran kimseye makam gibi manevi nimetler de rızıktır.
denir. Râvîler adalet ve zabt yönünden Allah’ın bu ismi Kur’ân’da rez-
incelemeye tâbî tutulmuşlardır. Adalet zâk şeklinde bir âyette, hayrü’r-
ve zabt özelliklerini taşıyan râvîye razikîn şeklinde beş âyette geçmiştir:
sika veya mutkın denir. Râvilerin sika "'Şüphesiz rızık veren, kuvvet sahibi
olması hadisin kabul şartlarından biri­ olan ancak Allah'tır.” (Zariyât, 51/58);
dir. Adalet ya da zabt yönünden tenkid "Gerçekten Allah, rızık verenlerin en
edilen râvîler mecruhtur. Mecruh bir hayırlısıdır. ” (Hac, 22/58)
râvînin rivâyet ettiği hadis, kendisinde Allah’ın rızık verdiği Kur’ân’da
diğer sıhhat şartlarını bulundursa bile daha çok “razaka - yerzükü” fiili ile
makbul olmaz. Hadis rivâyet eden bir ifade edilmiştir: "Allah ki sizi yarattı,
kimsede, muhaddis olma şartı aranmaz. sonra sizi rızıklandırdı... ” (Rûm, 30/40),
(A.G.) "Allah 'tan başka size gökten ve yerden

546
rızık verecek bir yaratıcı mı var? ” (Fâtır, hüküm vereceğini sorması üzerine,
35/3), “Nice canlı var ki rızkını taşıya­ Muaz “kendi reyimle içtihat ederim”
maz, onlara da size de Allah rızık veri­ şeklinde cevap vermiş, Hz. Peygamber
yor... ” (Ankebût, 29/60), “...Allah dilediği­ de bunu memnuniyetle karşılamıştır
ne rızkı genişletiyor ve daraltıyor...” (Tirmizî, Ahkam, 3; Darimi, Mukaddime, 19). Bu
(Ra’d, 13/26), “Allah rızıkta kiminizi manada re’y, içtihat ve kıyas karşılığı
kiminizden üstün kılmıştır. ” (Nahl, 16/71), olarak kullanılmaktadır, (bk. İçtihat,
Allah dilediğine hesapsız derecede Kıyas) (İ.P.)
çok rızık verir. ” (Bakara, 2/212). RECÂ
İnsanlara rızkı farklı verişi Sözlükte “ummak, ümit etmek, arzu
Kur’ân’da şöyle anlatılıyor: “Allah etmek, iyi bir beklenti içinde olmak”
kullarına rızkı bol verseydi, yeryüzünde anlamına gelen recâ, din ıstılahında,
azarlardı. Fakat (rızkı) dilediği ölçü­ insanın, dünya ve âhirette Allah’ın nza,
de indiriyor. O kullarının halini haber rahmet, nimet ve sevabını umması;
alandır, görendir. ” (Şûrâ, 42/27). azap, gazap, lanet ve cezasından uzak
Allah, kullarından verdiği rızık olmayı, af ve mağfiretine mazhar olma­
karşılığında kendisine teşekkür etme­ yı arzu etmesi demektir.
lerini istiyor: “...Size rızık verdi tâ ki, İnsanın ümitvar olabilmesi için
şükredesiniz.'” (Enfâi, 8/26), “Allah ’in size kendisine düşen bütün görevleri yap­
verdiği rızıktan helal, hoş olarak yiyin ması gerekir. Allah’ın rızası, cennet ve
de Allah'ın nimetine şükredin, eğer, nimetlerini umabilmesi için îmân edip
O’na ibadet ediyorsanız. ” (Nahl, 16/114), sâlih ameller işlemesi, haramlardan,
“...Rızkı Allah ’inyanında arayın, O ’na kötü olan söz, fiil ve davranışlardan
ibadet edin, O’na şükredin... ” (Ankebût, uzak durması; günahlannın af ve bağış­
29/17). lanabilmesi için tevbe edip halini ıslah
etmesi ve Allah’a yönelmesi gerekir.
İnsanlar gibi diğer canlılara rızık
Çorak, verimsiz, susuz, bakımsız ve
veren de Allah’tır; “Yeryüzünde hiçbir
işlenmemiş araziden ürün beklemek
canlı yoktur ki, rızkı Allah ’a ait olma­
beyhude olduğu gibi, îmân edip sâlih
sın...” (Hûd, ıı/6), “...Allah besleyen, ameller işlemeden Allah’ın rızası ve
fakat kendisi beslenmeyendir... ” (En’âm, cennetini, Allah’a yönelip tevbe etme­
6/14). (İ.K.)
den af ve mağfiretini beklemek de bey-
RE’Y hudedir. Çünkü Allah, Kur’ân’da îmân
Sözlükte “görmek ve görüş” anla­ edip sâlih amel işleyenlere mükâfat,
mına gelen re'y^ bir fıkıh terimi olarak, inkâr edip isyan edenlere ise ceza oldu­
müçtehitlerin, Kur’ân ve hadiste açıkça ğunu bildirmiştir (Bakara, 2/81-82; Tevbe,
bildirilmeyen bir mesele hakkında dinî 9/67-68, 71-72).
delillerden çıkarmış oldukları hüküm­ Hiç pişmanlık duymadan, günah­
leri ifade etmektedir. Hz. Peygamber, lara devam edip Allah’ın mağfiretini,
Muaz ibn Cebel’i Yemen’e kadı olarak itaat etmeden rızasını ummak, cehen­
gönderirken, önüne gelen problemin nem amelleri işleyip cenneti bekle­
çözümü konusunda kitap ve sünnette mek, isyan edip itaatkârların sevabını
bir hüküm bulamadığında neye göre istemek, “recâ” değil gaflet ve hüsran-

547
dır. Kur’ân’da, “Allah’a kavuşmayı kemale ermiş bulunan insanlara denir.
arzu eden kimse sâlih amel işlesin ve Ricâlüllah; ehlullah, evliyâullah, Allah
Rabbine yaptığı ibadette hiç kimseyi adamları anlamına gelir. (M.C.)
ortak etmesin” denilmiştir (Kehf, 18/no). REDDİYE
Recânın zıddı Kur’ân’da “yeis” ve îslâm miras hukukunda, ashab-ı
“kunut” kavramları ile ifade edilmiştir. ferâiz diye adlandırılan hisse sahiple­
Her iki kelime de ümitsizlik anlamında­ rinin mirastan paylarını aldıktan sonra,
dır. Kur’ân’da Allah’ın rahmet ve mağ­ terikenin artıp da kalanı alacak asabe
firetinden ümit kesilmemesi istenmiştir bulunmaması halinde, artan kısmın
(Yûsuf, 12/87; Zümer, 39/53). Çünkü Allah’ın
eşler dışındaki aynı mirasçılar arasın­
rahmeti her şeyi kuşatmıştır (A’râf, 7/156). da hisselerine göre taksim edilmesine
Allah’ın rahmetinden ancak sapıklar reddiye denir. (Î.P.)
(Hicr, 15/56) Allah’ın âyetlerini ve O’na
REFÎK
kavuşmayı inkâr edenler (Ankebût, 29/23)
ümit keserler. Yumuşak davranmak, yoldaş olmak,
İnsanın yaratılışında ümitsizliğe işi yumuşak yapmak ve faydalandır­
düşme duygusu vardır (Hûd, ıı/9; Fussilet, mak anlamındaki “r-f-k” kökünden
41/49; îsrâ, 17/83). Bu duygu ancak, îmân türeyen refik, arkadaş, yoldaş, dost,
ve ibadetle aşılabilir. Allah Kur’ân’da; nâzik, faydalı ve eş demektir. Bir hadis­
îmân edip gece gündüz ibadet eden, te Allah’ın “refik” olduğu bildirilmiştir:
Allah yolunda çalışan ve âhiret aza­ “Allah refiktir. Her işte rıfkı /yumuşak­
bından sakınan insanların Allah’ın lığı Sever. (Müslim, Selam, 15; Buhârî, Edeb, 35;
rahmetini ümit edeceklerini bildirmiştir Ebû Dâvûd, Edeb, 15).
(Bakara, 2/218; Zümer, 39/9). (Î.K.) Allah’ın sıfatı olarak refik, O’nun
RECM her işinde yumuşak olduğunu, sert, kaba
ve merhametsiz olmadığını ifade eder.
Sözlükte “taşla öldürmek, birine
Kur’ân’da “refik” kelimesi Allah ve
taş atmak, taşa tutmak, sövmek, lanet
Peygambere itaat eden müminlerin sıfatı
etmek, kovmak, birinin namusuna ifti­
olarak bir âyette geçmiştir (Nisâ 4/69).
ra etmek” gibi anlamlara gelen recm,
klasik fıkıh kitaplarında zina eden evli Allah, müminlerin dostudur, refiki­
erkek ve kadınlara uygulanan bir nevi dir, onlara yumuşak davranır ve yardım
eder. (İ.K.)
cezayı ifade etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de recm cezası ile REFÎ’U’D-DERECÂT
ilgili bir hüküm bulunmamakta; bu Allah’ın sıfatlarından biri olup
ceza hadis kaynaklarında yer alan bazı insanların manevî derecelerini yüksel­
rivayetlere dayanmaktadır. (Î.P.) ten demektir, (bk. Râfi’) (İ.K.)
RECÜL REFORM
Sözlükte “adam, kişi, merd” anla­ Fransızca kökenli bir kelime olan
mına gelen recül, tasavvufta, erkek reform, sözlükte “ıslahat, dinde düzelt­
olsun kadın olsun Hakk’ın dostluğu­ me, çürüğe çıkarma” demektir. Reform
nu kazanmış faal, hakşinas, adaletli sözcüğü ilk kez 16. Yüzyılda günde­
ve erdemli şahsiyetler, rûhen yücelip me gelmiş ve Avrupa Hristiyanlığının

548
bir bölümünün Roma kilisesinin ege­ ilerlemeyi, büyümeyi ve evrenin sırrını
menliğinden çıkmasına ve Protestan çözmeyi teşvik eden bir dindir. Bu çer­
Kiliselerinin kurulmasına zemin çeve içinde İslâm’ın öngördüğü çalış­
hazırlayan dinî hareketin adı olmuş­ ma ve bilimin gereklerini yerine getir­
tur. Felsefî ve dinsel akımlar, çeşitli mek bir zorunluluktur. Nitekim yeni
ekonomik ve toplumsal sorunlar ile buluş ve teknolojiye uyum sağlamak
yerleşik kiliseden memnun olmayan amacıyla yapılan çalışmaları da dinî
Hristiyanların tedirginliği, bu hareketi değerlere aykırı olarak değerlendirmek
doğuran başlıca etkenlerdir. mümkün değildir. Esasen reform kav­
îlk reform hareketi Alman düşünür ramını sadece dinlerin özünü değiştir­
Martin Luther’in kilise uygulamaları­ meye tahsis edilmiş bir eylem olarak
na karşı çıkmasiyle başlamıştır. Luther, görmek de doğru değildir. Asıl reform,
para ile günah çıkartılmasının yanlış ağır ve hantal seyreden ekonomik
olduğunu, papalığın dokunulmazlığının ve sosyal kurumlardaki durgunluğu
kaldırılmasını, bütün Hristiyanların her gidermek, özellikle ülkenin her alanda
birinin tanrının nezdinde bir papa oldu­ uygarlık düzeyine ulaşması için gerekli
ğunu, Yeni Ahdi kabul eden meclisin bütün düzeltmelere ve iyileştirmelere
hata edebileceğini, papalığın încil’deki önem vermektir. (F.K.)
asıl Hristiyanlık öğretisinden saptığını,
REGÂÎB GECESİ
kiliseyi düzeltmek için elindeki serve­
ti almak gerektiğini söylemiştir. Kısa Regâib, çok bağış ve bol ihsân anla­
sürede Luther’in va’z ve telkinleri mına gelen “rağîbe” kelimesinin çoğu­
kabul görmüş; Almanya, Polonya ve ludur. Regâib gecesi, Recep ayının ilk
İskandinav ülkelerinin resmî desteğini Cuma gecesine denir. Bu gecede Allah
almıştır. Böylece reform Hristiyanlığın müminlere rahmet ve mağfiretini bolca
yeniden ıslahı, onarılması, gerekiyorsa verir. Bu geceye özgü bir namaz yok­
değiştirilmesi, bazı hükümlerin konul­ tur. Diğer mübarek geceler gibi bu gece
ması, çıkarılması ve kilise disiplini de; tevbe, dua, namaz Kur’ân okuma,
gibi konularda etkili olmuştur. Artık zikir, salavat vb. ibadetlerle ihya edilir.
Hristiyanlık bir kez daha orijinal din (Î.K.)
olmaktan çıkarılmış, onun yerine pren­
REHİN
sipleri İktisadî ve sosyal şartlara uyar­
lanan “mevzu” bir din düzenlenmiştir. Sözlükte “hapsetmek, alıkoymak,
Bilimsel açıdan îslâm dinî için devamlı olmak, sabit olmak” gibi
reform kavramını kullanmak doğru anlamlara gelen rehin, bir fıkıh kav­
değildir. Çünkü İslâm ekmel, evren­ ramı olarak, bir hak karşılığında temi­
sel bir din olup vahye dayanmakta­ nat olarak bir malı tutmak, bir alacağı
dır. O’nun îmân esasları, ibadet şekli, güvence altına almak için teslim alı­
ahlâkî değerleri, dünya ve ahirete bakı­ nan mal demektir. Rehin verene râhin,
şı farklıdır. Özellikle İslâmiyet, bütün rehin alana mürtehin, teslim alınan
varlıkların merkezine insanı yerleşti­ mala da merhûn veya rehin denir.
rerek, onu dünya ile ilgili faaliyetlerin Kur’ân-ı Kerim’de, '"Yolculukta olur
sorumlusu kılmıştır. İslâm gelişmeyi, da, yazacak kimse bulamazsanız (borca

549
karşılık) alınmış bir rehin de yeterli- iki secdeden oluşan kısımlarından her
dir” buyurulmaktadır (Bakara, 2/283). birine bir rekat denir. (İ.P.)
Rehin akdi, icap ve kabul ile kurulur REMEL
ve rehnedilen şeyin teslim edilmesiyle Sözlükte “süratli gitmek, koşmak,
kesinleşir. Rehin olarak verilecek şeyin bir şeyde ziyadelik, ilave” gibi anlam­
muayyen, teslime ve satılmaya elverişli lara gelen remel, dinî bir kavram ola­
olması ve sözleşme esnasında mevcut rak tavafta kısa adımlarla koşarak ve
olması gerekir. Zira borç ödenmediği omuzları silkerek çalımlı bir şekilde
takdirde, alacaklı bunu sattırarak ala­ yürümek demektir. Ardından sa’y yapı­
cağını bedelinden alabilir. lacak tavaflann ilk üç şavtında erkekle­
Rehin hakkı alacaklıya, rehin ola­ rin remel yapması tavafın sünnetlerin-
rak verilen malı, hakkını alıncaya dendir. Remel müşriklere müminlerin
kadar elinde tutma yetkisi verir. Bunun kuvvet, azim ve sabırlarını göstermek
yanında, borçlunun iflas etmesi veya için sünnet kılınmıştır. Müşrikler,
ölmesi halinde öncelik sağlar. Rehin Medine hummasının Müslümanları
olarak verilen mal üzerinde alacaklılar zayıflattığını söylemeleri üzerine Hz.
veya mirasçılar hak iddia edemezler. Peygamber, Müslümanlara tavafın ilk
Rehin satılıp alacaklı bundan hakkını üç şavtında remel yapmalarını emret­
aldıktan sonra kalan olursa mirasçılara miştir (Buharî, Hac, 55; Müslim, Hac, 240; Tirmizî,
veya diğer alacaklılara verilir. Hac, 39). Gerekçe ortadan kalkmakla bir­
Rehin alan kişi, rehin veren borçlu­ likte, sünnet olarak günümüze kadar
nun izni olmadan rehin almış olduğu devam etmiştir.
malı kullanamaz, ondan yararlana­ Tavafın sünneti olduğu için terk
maz; sadece alacağını vadesinde öde­ edilmesi durumunda bir ceza gerek­
memesi halinde, sattırarak alacağını mez; ancak mazeretsiz olarak terk edil­
bunun bedelinden alabilir. Rehin ola­ mesi mekruhtur, (bk. Sa’y) (Î.P.)
rak verilen malın helak olması halinde REMY-Î CÎMAR
değeri alacağından düşürülür. Rehin
Sözlükte remy atmak, ayıplamak
verilen malın değerinin borçtan daha
ve yönelmek; cimar ise, çakıl taşları,
fazla olması halinde, rehin alan, borç­
kor parçaları gibi anlamlara gelmek­
tan fazla olan kısmı tazmin etmez; ne
tedir. Kelime anlamı itibariyle remy-i
alacak ne de borç kalmaz. Ancak rehin
cimar, “taş atmak” demektir. Dinî bir
verilen mal, mürtehinin kusuru ile
kavram olarak, haccedenlerin kurban
helak olursa, borçtan fazla kısmını taz­
min eder. (İ.P.) bayramı günleri Mina’da, halk arasında
şeytan diye isimlendirilen yerlere, usu­
REKAT lüne uygun olarak, küçük küçük taşlar
Sözlükte “bir defa rükû etmek, beli atmalarını ifade etmektedir. Atılan taş­
bükülüp yüz üstü kapanmak” anlamı­ lara ve bu taşların atıldığı üç ayrı yere
na gelen rekat, dinî bir kavram olarak, de cemre denmektedir. Cemrelerden
namazın bölümlerinden her birini ifade Mekke yönündeki ilkine büyük cemre
etmektedir. İslâm’ın beş temel esasın­ veya Akabe cemresi, İkincisine orta
dan biri olan namazın, kıyam, rükû ve cemre ve üçüncüsüne de küçük veya

550
birinci cemre adı verilir. Halk arasında REVAK
şeytan taşlama olarak da isimlendirilen Sıra ayaklar veya sütunlar üstüne
bu fiil, haccın vaciplerindendir. (Î.P.) tavan veya tonoz veya kubbe yapılarak
RESUL üstü örtülü ve önü açık sütunlu yerle­
Sözlükte “risalet görevini yerine re denir. Selâtin camilerin avlularının
getiren elçi” anlamına gelen resul, dinî kenarlarında genellikle revaklar vardır.
literatürde, Allah tarafından yeni bir (İ.K.)
kitap ve yeni bir şeriat ile bir topluma REVÂTİB SÜNNETLER
veya bütün insanlığa gönderilen kim­ Revâtib sözlükte “aylık maaş, rütbe,
sedir. Buna mürsel de denir. Çoğulu
menzile, derece, makam” gibi anlam­
rusüldür. Rasûl kelimesinin kökü olan
lara gelen râtib kelimesinin çoğulu­
“risl”, yumuşaklık ve kolaylık üzere
dur. Dinî bir kavram olarak revâtib
göndermek veya yumuşaklıkla yürü­
sünnetler, belirli vakitleri bulunan
mek ve yol almaktır.
ve düzenli bir şekilde kılınan sünnet
Resul kavramı nebi kavramına oran­ namazları ifade eder. Bunlar beş vakit
la daha kapsamlıdır. Zira her resul aynı farz namazlarla birlikte kılınan sünnet­
zamanda bir nebidir. Fakat her nebi bir ler olup, bazıları müekked, bazıları da
resul değildir. Hz. Muhammed hem gayr-i müekkeddirler.
resul hem de nebidir. Çünkü o müsta­
kil ve mükemmel bir din olan İslâm ile Revâtib sünnetler, sabah namazının
onun hükümlerini ihtiva eden Kur’ân’ı farzından önce kılınan iki; öğle nama­
getirip açıklamıştır. Resul kelimesi zının farzından önce dört sonra iki;
bazen melekler için de kullanılmıştır. ikindi namazının farzından önce dört,
Her resul insanları irşad, ıslah ve hak akşam namazının farzından sonra iki;
yola davet etmek için kendi kavminin yatsı namazının farzından önce dört,
dilini konuşacak şekilde gönderilmiştir. sonra iki olmak üzere toplam 20 rekat­
Şu âyet de bu hususu ifade etmektedir: tır. Bunlardan ikindi ve yatsı namazın­
^(Allah'ın emirlerini) onlara iyice dan önce kılınan dörder rekat namaz
açıklasın diye her peygamberi yalnız gayri müekked, diğerleri ise müekked-
kendi kavminin diliyle gönderdik Artık dir. Hz. Peygamber müekked sünnetler
Allah dilediğini saptırır, dilediğini de hakkında şöyle buyurmaktadır: “Bir
doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hik­ günde oniki rekate kim devam ederse,
met sahibidir. ” (İbrâhim, 14/4) (İ.K.) Allah ona cennette bir ev bina eder: Bu
REŞÎD oniki rekatın, dördü öğleden önce, ikisi
öğleden sonra, ikisi akşamdan sonra,
Allah’ın sıfatlarından biri olup,
ikisi yatsıdan sonra, ikisi de sabahtan
söz ve fiillerinde isabetli olan, hakîm,
Öncedir. ” (Tirmizî, Salât, 206; Nesâî, Kıyamu’l-
doğru yolu gösteren, öğreten; yardım­
Leyl, 66; İbni Mâce; İkâmet, 100). Cuma nama­
cısı olmadan bütün işleri en güzel bir
zının farzından önce ve sonra kılınan
şekilde yöneten, tedbirli olan demektir.
dörder rekatlık sünnetler de, farzla­
(Bk. Raşîd) (İ.K.)
ra tâbi nâfileler kapsamında yer alır.
REVAFIZ Ayrıca Ramazan ayında yatsı nama­
bk. Rafızî. zından sonra kılınan terâvih namazı

551
da, sünnet-i müekkede olup, Ramazan Hz. Muhammed (a.s.)’a açacaktır, (bk.
ayına mahsus revâtibdendir. (İ.P.) Melek) (Î.K.)
REZZÂK RIFK
Allah’ın sıfatlarından biri olup, çok Sözlükte “yumuşak davranmak, iyi
rızık veren demektir, (bk. Râzık) (Î.K.) muamele etmek” anlamına gelir. Zıddı
RIDVAN şiddet, kabalık ve sertliktir. Allah rıfk
sahibidir. Kullarının da birbirlerine rıfk
Cennet kapılarında bekçilik yapan,
cennete girecek müminleri selamla kar­ ile muamele de bulunmasını ister. Bir
şılayan ve cennette müminlere hizmet âyette "İyilikle kötülük bir değildir.
eden meleklerin başkanının ismidir. Sen kötülüğü en güzel olan iyi hare­
Bu meleklerle ilgili olarak Kur’ân’da ketle önle. O vakit görürsün ki, senin­
şöyle denilmiştir: "Rablerinin azabın­ le arasında düşmanlık bulunan kimse
dan sakınanlar, bölük bölük cennete sıcak bir dost gibi olmuştur. ” (Fussilet,
sevk edilirler Oraya varıp da cenne­ 41/34.) buyrulmak suretiyle sosyal iliş­
tin kapıları açıldığında cennet bekçi­ kilerde rıfk ile muamelenin önemine
leri onlara, 'selam size, ne hoşsunuz, dikkat çekilmiştir. Hz. Peygamber de,
buyurun sonsuza kadar kalmak üzere "Yumuşaklıktan mahrum olan hayırdan
girin cennete, derler. ” (Zümer, 39/73); mahrum olur. ” (Müslim, Birr ve Sıla, 74, 76);
Ra’d sûresinin 20-22. âyetlerinde akıllı "Kuşkusuz Allah, her hususta yumu­
kimseler; Allah’a verdiği sözü tutan ve şaklıkla muâmele edilmesini sever. ”
mîsakını bozmayan, akrabalarla ilişki­ (Buhârî, Edeb, 35); "Yumuşaklıkla muâmele
yi devam ettiren, Allah’tan ve âhirette hangi şeyde bulunursa, onu zinetlendi-
kötü hesap ile karşılaşmaktan korkan, rip güzelleştirir. Çekilip alındığı şeyi de
Allah için sabreden, namazlarını dos­ çirkinleştirir. ” (Müslim, Birr ve Sıla, 78, 79.)
doğru kılan, fakir ve yoksullara gizli buyurarak ısrarla müminlerin bu ahlâkî
ve âşikâr infakta bulunan ve kötülük­
fazilete sahip bulunmalarını istemiş,
leri iyilikle savan kimseler olarak tanı­
kendisi de hayatı boyunca çevresindeki
tılmış; 22-24. âyetlerinde şöyle buyu-
insanlara, hatta hayvanlara karşı yumu­
rulmuştur: "İşte bunlar varya dünya
şak ve merhametli davranmıştır. (M.C.)
yurdunun güzel sonu sadece onların-
dır. Onlar; babalarından, eşlerinden ve RIZA
çocuklarından salih olanlarla birlikte Sözlükte “hoşnud ve memnun olma,
Adn cennetlerine girerler. Melekler de kabul etme, seçme” gibi anlamlara
her kapıdan onların yanlarına varırlar, gelen rıza, tasavvufta, kaderin acı tecel­
‘selamün aleyküm, sabretmenize kar­ lileri karşısında kalbin huzur ve sükun
şılık dünya yurdunun sonu olan cennet halinde bulunması demektir. Genelde
ne güzeldir. ’ derler. ” rıza, hüküm ve kazaya itirazda bulun­
Allah’ın cennetliklerden razı oldu­ mamayı ifade eder. Bâtıl bir şeye rıza
ğuna işaret etmek ve cennetliklere göstermek gerekmez. Zira zulme rıza
müjde olmak için cennet bekçileri­ zulüm, küfre rıza da küfürdür. Bazıları
nin başkanına bu isim verilmiştir. rızayı hâl saymışlar, bazıları da makâm
Rıdvan cennetin kapısını ilk olarak olarak görmüşlerdir. (M.C.)

552
Rıza iki türlüdür; Allah’ın kulun­ edinmeyen, (Mücadele, 22) özünde, sözün­
dan razı olması, kulun Allah’tan razı de, fiil ve davranışlarında dosdoğru
olmasıdır. Allahın kulundan razı olan (sâdık) (Mâide, 5/119), kalbi, dili ve
olması; onun inanç, amel, söz, fiil ve uzuvlarıyla nimetlere şükreden (Zümer,
davranışlarını kabul edip sevap verme­ 39/7), sâlih ameller işleyen (Beyyine, 98/7-8),
si, onu affedip cennet ve nimetleriyle Allah’a karşı gelmekten sakınan (mut­
mükâfatlandırması demektir. Kulun taki) (Âı-i imrân, 3/15), kalbi, dili ve uzuv­
Allah’tan razı olması ise, Allah’ın larıyla Allah’ı daima zikreden (ibn Mace,
emir ve yasaklarını, helal ve haramla­ Edeb, 53, ıı, 1245), Allah’a ve Peygambere
rını, kaza ve kaderini iyi, güzel ve hoş itaat ederek huzura eren (mutmain)
karşılamasıdır. (Fecr, 89/27-30), Allah’a ortak koşmadan
Allah’ın bir kulundan razı olması, ibadetlere devam eden, Kur’ân’a sarı­
o kul için dünya ve âhirette en büyük lan (Müslim, Akdıye, ıo. ıı, 1340), ana-baba-
bahtiyarlık ve en büyük nimettir. Sini hoşnut eden (Tirmizi, Birr, 3. IV, 311),
Kur’ân-ı Kerim’de Süleyman (a.s.)’ın; temizliğe riâyet eden (Buhârî, Savm, 27.11,
“Rabb "im! Bana ve ana-babama lütfet­ 234), müminlerden razı olduğu bildi­
tiğin nimete şükretmemi ve senin razı rilmiştir. “Allah kendi rızasına uyan
olduğun sâlih ameller işlememi bana kimseleri, Kur ’ân vasıtasıyla selamet
nasip eyle ve beni rahmetinle sâlih yollarına eriştirir. ” (Mâide, 5/16).
kullarının arasına dahil et. ” diye dua Allah’ın rızasını kazanacak söz,
ettiği bildirilmektedir (Nemi, 27/19). fiil ve davranışlar sergilemeye çalış­
Peygamberimiz (a.s.), “...Allah'ım! mak müminin en başta gelen görevi
Gazabından rızana, azabından affına ve amacıdır. Söylediği küçük bir sözle
sığınırım. ” diye dua etmiştir (ibn Mâce, insan Rabbinin rızasını kazanabilir.
Dua, 3. II, 1263). Peygamberimiz (a.s.); “Kul, önem ver­
mediği, (ancak) Allah’ın razı olduğu
Allah’ın rızasını aramak, mümi­
bir söz söyler, Allah bu söz sebebiyle
nin özelliğidir (Fetih, 48/29). Kur’ân’da;
o kulun derecesini yükseltir. Bir kul da
müminler, Allah’ın rızasına uymakla,
kâfirler ise Allah’ın gazabına dönmek­ önemsemediği, (fakat) Allah ’ın kızdı­
le nitelenmiştir: “Hiç Allah ’ın rızasına ğı bir söz söyler, bu yüzden Allah onu
uyan (mümin) kimse, Allah ’ın gazabına cehenneme atar. ” buyurmuştur (Buhârî,
Rikak, 23. VII, 185).
uğrayan ve yeri cehennem olan (kâfir)
kimse gibi olur mu? ” (Âl-i İmrân, 3/162). Allah’tan razı olan ve Allah’ın da
Allah ve Peygamberi razı edilme­ kendisinden razı olduğu nefse, nefs-i
razıye ve nefs-i marziye denir. En yüce
ye layıktır (Tevbe, 9/62). En büyük nimet
Allah’ın rızasıdır (Buhârî, Rikak, 51. VII, 200). makam ise ndvânullah’tır. Rab olarak
Allah’tan, din olarak İslâm’dan, resûl
Âyet ve hadislerde Allah’ın; muha­
olarak Hz. Muhammed (s.a.s)’den razı
cir ve ensardan, mallarıyla ve canlarıy­
olanlar îmânın tadına ererler. (Î.K.)
la Allah yolunda çalışan, (Tevbe, 9/20-22,
62, 100) Hudeybiye’de Peygamberimize RIZIK
(a.s.) biat eden (Fetih, 48/18) Allah ve Sözlükte “nasip, pay ve şans”
Peygambere düşman olanları dost anlamlarıma gelir. Ayrıca maddî ihtiyaç

553
için gerekli olan nimet, insanın yararla­ ğini vurgulamaktadır: “Hiçbir kimse,
nabildiği her türlü mal ve varlık olarak elinin emeği ile kazandığını yemekten
da tanımlanmıştır. Kur’ân’da, Allah’ın daha hayırlı bir kazanç yememiştir. İşte
insana maddî ve manevî yönden sayıl­ Allah ’ın peygamberi Dâvud da kendi
mayacak kadar nimet verdiğine dik­ elinin emeğini yerdi. ” (Buhârî, Büyü’, 15)
kat çekilerek şöyle buyurulmaktadır: (F.K.)
“Allah "in nimetini saymaya kalksanız,
RİBA
onu sayamazsınız. Hakikaten Allah çok
bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Nahl, Sözlükte “artmak, çoğalmak, yük­
16/18). Mu’tezile ve ehl-i sünnet men­ selmek, şişmek, fazlalaşmak” anlam­
supları rızkı, farklı tanımlamışlardır. larına gelen riba^ İslâm terminoloji­
Ehl-i sünnete göre rızık, kendisinden sinde, akitlerde şart koşulmuş bulu­
yararlanılmak üzere, Allah’ın canlılara nan karşılıksız fazlalık veya ribevi
verdiği şeydir. Kul ondan faydalandığı mallardan aynı sınıfına dahil olanların
(yediği) zaman bu, kendisine nzık olur. birbirleriyle veresiye olarak satılması
Helal veya haram olması onun rızık anlamında kullanılmaktadır. Kur’ân’da
olmasına engel değildir. Mu’tezile ise riba konusu dört yerde geçmektedir.
rızkı, sahip olunan ve üzerinde tasarruf İçki yasağında olduğu gibi riba da
hakkı bulunan şey olarak tanımlamıştır. aşamalı bir şekilde yasaklanmıştır.
Bu durumda Mu’tezileye göre haram, Mekke döneminde konuyla ilgili inen
nzık değildir. Ancak meşru yoldan elde ilk âyette riba açıkça haram kılınma-
edilip yenen şey rızık kabul edilebilir. makla birlikte Allah katında çirkin
İnsanın helal ve meşru bir şekilde görüldüğüne ve bereketsizliğine deği­
nzık temin etmesi emredilmiştir. Çünkü nilerek dolaylı olarak reddedilmekte
ibadetin yerine getirilmesi ancak vücu­ ve müminler bu yönde uyarılmaktadır
dun sağlıklı olmasıyla mümkündür. (Rûm, 30/39). Medine döneminde nazil
Bu da gıda, su, örtünme vs. gibi temel olan Nisâ sûresinin 160-161. âyetlerin­
ihtiyaçların önceden hazırlanması­ de ise Yahudilere faizin haram kılındı­
nı gerektirmektedir. O nedenledir ki ğı, fakat onların bunu helal sayıp faiz
Cenab-ı Hak bizi çalışıp kazanmaya alıp-vermeye devam ettiği, bu yüzden
teşvik etmiştir: “Namaz kılınca artık de bir çok ceza ve azaba uğradıkları ve
yeryüzüne dağılın ve Allah "in lutfundan uğrayacakları haber verilerek dolay­
isteyin... ” (Cum’a, 62/10), “Allah içinizden lı da olsa faiz yasağına temas edilmiş
hasta olanları, Allah "in lütfundan rızık ve bu konuda Müslümanlar yönlendi­
aramak üzere yeryüzünde dolaşacak rilmiştir. Üçüncü aşamada, “Ey îmân
olan kimseleri ve Allah'ın yolunda edenler, kat kat faiz yemeyin ...” (Âl-i
savaşacak olanları şüphesiz bilir. ” imrân, 3/130) buyrularak faiz açıkça ve
(Müzzemmii, 73/20) Allah’ın emir ve yasak­ kesin bir dille yasaklanmıştır. Bakara
larına riayet eden peygamberler de sûresinde ise faiz şiddetli bir üslup­
çalışmaya, sanat ve meslek edinmeye, la yasaklanmış, faizi bırakanlara bazı
özellikle el emekleri ve alın terleriyle imkanlar gösterilirken ısrar edenlere
geçinmeye dikkat etmişlerdir. Şu hadis dünya ve ahirette karşılaşacaklan kötü
de çalışıp rızık kazanmanın gereklili­ sonuçlar bildirilmiştir. (Bakara, 2/275-279).

554
Hz. Peygamber de Kur’ân’da geti­ lığı yoktur. Buna mukabil paranın ve
rilen “faiz yasağı”nı açıklamış, uygula­ gıda maddelerinin peşin olarak, fakat
masını göstermiş, ayrıca Kur’ân’da işa­ fazlalıkla değişiminin (ribe’l-fadl)
ret edilmeyen bazı işlemleri faizli işlem yasaklanmış olmasının illeti ve gerek­
olarak gördüğünden yasaklamıştır, (bk. çesi üzerinde farklı görüşler bulundu­
Buhârî, Büyü’, 77-81; Müslim, Müsâkât, 79-85, 96, ğundan, bu yasağın ölçüsü, sınırı ve
101-103).Veda haccında Hz. Peygamber hangi cins ve nevi malları kapsadığı
(a.s.) şöyle buyurmuştur: (iDikkat edin. konusunda âlimler farklı görüşler ileri
Cahiliye döneminin faizlerinin hepsi sürmüşlerdir.
kaldırılmıştır. Ana paranız sizindir. İslâm’ın faizi yasaklamasının bir­
Bu suretle ne haksızlığa uğratılmış, ne çok sebep ve hikmeti vardır. Bunlardan
de haksızlık yapmış olursunuz...” (Ebû bazılarını şöylece sıralamak mümkün­
Dâvud, Büyü’, 5).
dür: Faiz sermaye sahiplerinin ihtiyaç
Kur’ân’da yasaklanan faizin dışın­ sahiplerini sömürmesine, sermayenin
da Hz. Peygamber; altın ve gümüşün; belli ellerde birikip sınıfların doğma­
hurma, buğday, arpa ve tuzun (bu özel­ sına ve sınıflar arasındaki gelir dağılı­
likte bulunan gıda maddelerinin) bir- mındaki farklılığın büyüyerek sosyal
birleriyle veresiye veya fazla karşılıkla dengenin bozulmasına yol açar. İslâm
değişimini yasaklamıştır. Altın, gümüş Dini, servetin âtıl bırakılmamasını,
ve bu özellikte olanlardan veya buğday, üretim ve yatırım dışında tutulmama-
arpa, hurma, tuz ve bu özellikte olan­
sını isteyerek faiz ortamının doğuşunu
lardan farklı cinslerin peşin olması kay-
engelleyici bir ortamı hazırlamıştır.
dıyla mübadelesine izin vermiştir. Aynı
İslâm’da temel üretim faktörü ola­
şekilde kuru hurma ile yaş hurmanın,
rak “emek” kabul edilip, sermayenin
iyi cins hurma ile kötü cins hurmanın
risk ve zarara katlanmadan tek başı­
fazlalıkla değişimini, gümüşün vadeli
na kazanç aracı olması önlenmiştir.
olarak altın karşılığı satımını yasakla­
İslâm’daki sosyal dayanışma ve yar­
mış, altının altınla, gümüşün gümüşle
dımlaşma ilkesi, zekat ve infak emri,
değişimine ancak peşin ve tartıları­
nın eşit olması halinde izin vermiştir. emek ve sermayenin birlikte üretime ve
(Buhari, Büyü’, 77-81; Müslim, Müsâkât, 79-85).
yatırıma yönelmesi, kâr ve zararı bir­
likte göğüslemesi prensibi ve benzeri
Kur’ân, kesin bir dil ile cahiliye
düzenlemeler, bir bütünün parçalarıdır.
faizi, borç faizi (ribe’d-deyn) veya
ribe’n-nesie denilen, “vade karşılığın­ Esasen, sabit bir oran ve miktar olan
da alacağın miktarının artırılması” şek­ faiz, sermayenin verimliliğine sınır
lindeki faizi yasaklamış, sünnet de bu koymakla, onu çoğu zaman kısa vade­
yasağı teyit etmiştir. Buna ilave olarak li yatırımlara yönlendirmekte, emeğin
sünnet, Araplar arasında cari olup faizli üretimden yeterli payı almasını önle­
işlem grubunda görülmeyen bir kısım mektedir. Bu yüzden îslâm, sermaye­
ticari işlemleri ve mübadele şekille­ nin üretim ve kârdan sabit bir pay ola­
rini de yasaklamıştır. Vade sebebiyle rak bütün risk ve sorumluluğu emeğe
tahakkuk ettirilen fazlalığın haramlığı yüklemesine karşı çıkmış, sermayenin
konusunda âlimler arasında görüş ayrı­ payını değişken bir oran/miktar üze-

555
rine oturtarak emek-sermaye arasında Ric’î talâkta evliliğin iddetin sona
makul bir denge kurmuştur. (M.C.) ermesine kadar devam ettiği kabul edil­
RİBÂT diğinden, bu süre içinde eşlerden biri­
sinin ölmesi halinde diğerine mirasçı
Sözlükte “bağ” anlamına gelen
olur, ayrıca müeccel (vadeli) mehirde
ribât, ıstılahta, sınır ve karakollarda
iddetinin sonunda mehrin vadesi dol­
düşmanın tecavüzünden ülkeyi koru­ muş olur. (Î.P.)
mak için nöbet tutan askerlere, sınır
boylarında askerlerin ikâmet ettiği kışla RİCÂLÜ’L-HADİS (Rical
ve karakollara ve at sürüsüne denir. Kitapları)
“Rebata” kökü Kur’ân’da 5 âyette geç­ Hadisleri rivâyet eden râvîlere
miş ve bu âyetlerde, Allah’ın Ashab-ı ricâlü’l-hadis denir. Hadis tarihin­
Kehfın kalbini îmân ve ibadete bağ­ de sırf râvîlerin hayat ve durumlarını
ladığı, itaatte daim kıldığı (Kehf, 18/14), konu edinen ricâl kitapları yazılmış­
çocuğunu bir sandık içinde ırmağa tır. Bu kitaplardan bazıları sika râvî-
bırakan Musa (a.s.)’ın annesinin kalbi­ leri, bazısı zayıf râvîleri, bazısı da
ni (Kasas,28/10), Uhud Savaşı’nda mümin­ sika ve zayıf râvileri birlikte ele alır.
lerin kalplerini teskin ettiğini, güven ve Tarih, tabakat, tevârih, vefeyât gibi
huzur verdiğini (Enfâi, 8/60) bildirilmiş ve unvanlarla yazılan hadis ricâli eserleri
ribât yapılması (Âl-i imrân, 3/200) emredil­ de vardır. Hadis ricâli alanında yazı­
miştir. “Râbıtû” emri; Allah yolunda lan eserlerden bazıları şunlardır: îbn
cihat yapmayı güçlü, kuvvetli ve birlik Hacer el-Askalânî’nin Tehzîbü ’t-Tehzîb,
içinde olmayı, dini ve vatanı savunma­ Lisânü’l-Mîzân', Zehebî’nin El-Kâşif,
yı, bu konuda gereken her türlü hazır­ Mîzânu’l-Î’tidâl adlı eserleri. (A.G.)
lığı yapmayı ifade eder. (Î.K.) RİCS
RİC’Î TALÂK Bir şey pis olmak, çirkin iş işlemek
Fıkıhta geçen boşama türlerinden anlamındaki “r-c-s” kökünden türeyen
birisi olup, erkeğe, yeni bir nikâha ihti­ rics kelimesi sözlükte; pislik, mur­
yaç olmadan tek taraflı irade beyanı ile dar, necis, çirkin iş, cezayı gerektiren
boşadığı eşine dönebilme imkânı veren amel, işkence, ceza, gazap, küfür, lanet,
talâktır. Bir boşanmanın ric’î talâk ola­ günah ve şeytanın vesvesesi demektir.
bilmesi için, boşanmanın zifaftan sonra Çoğulu erektir.
meydana gelmesi, şiddet veya müba­ Bir şeyin rics oluşu; insan tabia­
lağa ifade etmeyen bir tarzda yapılmış tı veya akıl veya şerîat veya her üçü
olması, ayrıca bu talâkın üçüncü boşan­ sebebiyle olur. Meselâ kumar ve alkol-
ma olmaması gerekir. lü-uyuşturucu, içkilerin pisliği, çirkinli­
Koca, açık bir beyanla eşine geri ği, cezayı gerektiren günah bir davranış
döndüğünü söylemek suretiyle boşadı­ oluşu din sebebiyledir. Akıl yönünden
ğı eşine dönebileceği gibi, bir beyanda de bunlar pis ve çirkindir. Çünkü akıl
bulunmaksızın fiilen evlilik hayatına da bunların zararlı olduğunu idrak eder.
dönebilir. Bu dönüşün, kadının iddeti Ölü etini (meyteyi, leşi) yemek tab’an,
içerisinde olması gerekir. aklen ve şer’an pis ve çirkindir.

556
Kur’ân’da rics kavramı 17 âyette hıfzını tamamladıktan sonra, başta Ali
geçmiş; şirk (Hac, 22/30), günah (Ahzâb, Ebu’l-Fazl el-Vâsıtî olmak üzere döne­
33/33), Öfke, azab (En’âm, 6/125; A’râf, 7/71; min âlim ve mutasavvıflarından Îslâmî
Yûnus, 10/100), Şekk (Tevbe, 9/125), Çİrkİn İŞ ilimleri öğrendi. “Herkes hocası ile ben
(Tevbe, 9/95), kumar, alkollü içki, dikili ise talebem Rifaî ile iftihar ederim”
taşlar (putlara tapmak), şans oyunları diyen hocası Vâsıtî ona icazet verdi ve
(Mâide, 5/90), ölü eti/leş, akmış kan ve hırkasını giydirdi. Ahmet Rifaî, hocası
domuz eti (En’âm, 6/145) anlamlarında Vâsıtî’nin ölümü üzerine dayısı Mansur
kullanılmış, münafıkların (Tevbe, 9/95), el-Batâihî’nin terbiye ve irşad halkasına
putların (Hac, 22/30) ve kalplerinde has­ girdi. Mansur el-Batâihî, Rifaî’ye hilâ­
talık olanların ve kâfirlerin (Tevbe, 9/125) fet ve “şeyhu’ş-şuyûh” (şeyhlerin şeyhi)
“rics” olduğu bildirilmiştir. unvanını vererek kendisine bağlı bütün
Rics; leş ve akmış kan gibi hakîki tekkelerin şeyhliğini tevdi etti.
anlamda olur ya da münafıkların nifakı, Ahmet Rifaî’nin; “el-Hikemü’r-
müşriklerin şirki ve putlar gibi mecâzi Rifâiyye ”, “el-Burhânü ’l-müeyyed”,
anlamda olur. “el-Mecâlisü s-seniyye ”, “Erbeûne
Rics, Kur’ân’da azap ve ceza anla­ hadisen”, “en-Nizâmü’l-hâs li ehli’l-
mında da kullanılmıştır. (A’râf, 7/71) ihtisâs”, “Hâletü ehli’l-hakîka” i(el-
Allah’ın; azabı, cezayı, rezilliği ve Eş’âr” ve (iel-Ahzâb ve’l-Evrâd” adlı
pisliği aklını kullanmayanlara ve îmân eserleri vardır.
etmeyenlere verdiği bildirilmiştir (En’âm, Alim, fakih ve müfessir bir sûfi olan
6/125; Yûnus, 10/100). (İ.K.) Ahmet Rifaî’nin tasavvuf ve tarikat
RÎDÂ anlayışı, Kur’ân ve sünnete dayanır.
Ona göre îslâm, “zâhir” ve “bâtın” ile
Umre veya hac yapmak isteyen
bir bütündür. Bâtın zâhirin özü, zâhir
kimsenin ihrama girmek için mutat
de bâtının zarfıdır. Zâhir olmasa bâtın
elbiselerini çıkararak büründükleri
da olmazdı.
iki parça havlu türü örtüden baş hariç
vücudun belden yukarı kısmını örten Rifaîlik’te de tarikata giriş, belir­
parçaya denir. Belden aşağısını örten li kurallara bağlı olarak gerçekleşir.
kısma da “izâr” denir, (bk. Hac) (Î.K.) Rifaîler, Allah’a ulaşmanın, nefsin tez­
kiyesiyle mümkün olabileceğini kabul
RİFAÎLİK ederler ve bunun için dokuz merhale­
Ahmet Rifaî’ye (ö. 578/1182) nis­ den oluşan bir riyazet ve zikir programı
pet edilen tarikatın adıdır. Ahmet Rifaî, uygularlar. Her bir merhaleye kendisine
Bağdat’la Basra arasında kalan Batâih ait olan zikirle geçilir. Tasavvuf baştan
bölgesinde Ümmüabîde köyünde sona edepten ibarettir ve bütün edepler
doğdu. Ahmet Rifaî’nin babası sey- Hz. Peygamber’in sünnetine tabi olarak
yid Ali Hz. Hüseyin, annesi Fatıma elde edilir. Rıfaîlerin, havârık adını ver­
Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin soyandandır. dikleri ve senenin belirli zamanlarında
Babası öldüğünde yedi yaşında olan bazı dervişlerin, vücutlarına şiş sokmak,
Ahmet Rifaî’yi devrinin büyük sûfıle- kızgın demir yalamak, ateş ve cam yut­
rinden biri olan dayısı Mansur el-Batâihî mak gibi gösterdikleri olağanüstü hal­
himayesine aldı. Kur’ân öğrenimini ve leri vardır. Bu tür davranışların dini

557
bir dayanaktan yoksun olması bir yana manasını bozmadan, kısaltarak ya da
Müslümanlara sağlayacağı bir yararı da kelimeleri eş anlamlıları ile ifade ede­
yoktur. rek rivâyet edilmesidir. Mana ile rivâ­
Ahmet Rifaî, 578/1182’de vefat yetin kabul edilebilmesi için râvînin,
etmiştir. Türbesi Bağdat’ın güneyinde­ rivâyet ettiği hadiste kast olunan mana­
ki Vâsıt yakınlarındadır. yı bozan incelikleri bilmesi gerekir.
Muhammed ibn Sîrin ve İmam Mâlik
Bu tarikat daha çok, Ortadoğuda ve
gibi âlimler, mana ile rivâyetin kabul
Araplar arasında yayılmıştır. (M.C.)
edilmemesi gerektiğini ileri sürmüş­
RİKAZ lerdir. Muhaddislerin çoğunluğu ise,
Maden, define ve hazine gibi ken­ hadisin manasını bozmamak şartı ile,
diliğinden yer altında bulunan veya değişik lafızlarla rivâyet edilmesinde
insanlar tarafından yer altına gömülüp bir sakınca görmemişlerdir.
gizlenen her türlü kıymetli maden ve RİVÂYET TEFSİRİ
eşyaya denir, (bk. Define) (Î.P.)
Rivâyet tefsiri, Kur’ân âyetlerini,
RİKK âyetlerle, hadislerle ve sahabe sözleriy­
Rikk, kölelik anlamına gelmekte le açıklamak ve îzâh etmek demektir.
olup, köleye de rakîk denir, (bk. Köle) Rivâyet tefsirine, mensur ve nakli tefsîr
(Î.P.) de denir.
RİVÂYET Rivâyet tefsirinde en sağlıklı yol,
Sözlükte “sözü nakletmek, aktar­ âyetleri ve sahih hadisleri birlikte ele
mak, sulamak” anlamlarına gelen riva­ almak, sahih olmayan rivâyetlere ve
yet, terim olarak, hadis ve benzeri söz­ isrâiliyâta yer vermemektedir.
lerin isnadıyla birlikte nakledilmesine Rivâyet tefsirine En’âm sûresinin
denir. Rivâyet eden kimseye râvi, rivâ­ 82. âyetinde geçen “zulüm” kelime­
yet edilen söze mervî denir. Rivâyetin sinin âyet ve hadisle tefsirini örnek
en önemli gayesi, Hz. Peygamberin verebiliriz. Bu âyetteki zulüm “şirk
sünnetini gelecek nesillere aktarmak­ (Allah’a ortak koşmak)” anlamındadır.
tır. Sünnetin kaynağı olan hadislerin Buhârî, (îmân, 23) Ve Müslim’in (îmân,
hatasız ve noksansız olarak rivâyeti 197) rivâyet ettiği sahih bir hadise göre
oldukça önemli olduğundan, hadislerin Peygamberimiz (a.s.) bu âyetteki zulüm
rivâyeti âlimlerce özel ve ciddî kuralla­ kelimesinin “şirk” anlamında olduğu­
ra bağlanmıştır. (A.G.) nu söylemiş ve bu anlama delil olarak
Rivâyet iki türlüdür: a) Rivâye biT- “şirk büyük bir zulümdür” (Lokmân, 31/13)
lafz: Bu, hadislerin orijinal lafızlarıyla âyetini zikretmiştir. Söz konusu âyet­
rivâyet edilmesidir. Bu tür rivâyette, teki zulüm kelimesinin şirk anlamın­
hadislerin sözlerinde hiçbir değişik­ da olduğuna bir önceki âyet de dela­
lik yapmadan, Hz. Peygamberin (a.s.) let etmektedir. îbn Cerir et-Taberî’nin
ağzından çıktığı şekliyle yapılma­ Câmiu ’l-Beyân an Te ’vîli Ayı ’l-Kur ’ân
sı esastır, b) Rivâye bi’l-mâ’nâ: Bu, ve îbn Kesîr’in Tefsîru’l-Kur’âni’l-
hadislerin Hz. Peygamberin ağzından Azîm adlı eserleri rivâyet tefsirlerinin
çıktığı şekliyle değil de, hadisin asıl en meşhurlarındandır. (İ.K.)

558
RİYA bu hususa işaret etmektedir. Çile çek­
Sözlükte “göstermek, gösteriş yap­ mek, erbain çıkarmak, inzivaya çekil­
mak” anlamlarına gelen riya, dinî bir mek, sefere çıkmak riyazet şekilleridir.
kavram olarak, sırf Allah rızası için Riyâzet yapanlara ehl-i riyâzet denilir.
yapılması gereken ibadetleri ve güzel Kişi riyazet yoluyla içindeki kibir ve
davranışları kendini beğendirmek ve kendini beğenme duygusunu kaldı­
insanlara göstermek amacıyla yapmak rıp atar, halkı hakir görmeyi onulmaz
demektir. Riya, yapılan ibadet ve güzel bir illet olarak görür, nefse uymanın
amellerin sevabını ortadan kaldırır
Allah’a giden yolda en büyük engel
(Bakara, 2/264). Riyanın iki sebebi vardır:
olduğu bilincine ulaşır. Riyazet saye­
îmândaki zayıflık; mal, mülk, makam
ve şöhret gibi dünyalık hırsı. sinde kul nefsine hâkim olur, bayağı
arzularını dizginler, aşırılıkları bertaraf
Gerçek îmân sahipleri, ibadet, fiil ve
ederek kendisini disiplin altına sokar.
davranışlarını Allah rızası için yaparlar,
insanlann şöyle ya da böyle değerlendir­ Riyazetten maksat güzel ahlâka sahip
melerine itibar etmezler (Mâide, 5/54). Bir olmaktır. (M.C.)
hadiste riyanın gizli şirk olduğu belirtil­ RUH
miştir (Ahmed, v, 428). Riya daha çok nâfıle
Sözlükte “can, nefs, hayatın ken­
ibadetlerde olursa da farzlarda olması da
mümkündür. Hz. Peygamber, âhirette, disine bağlı olduğu varlık, madde­
kahraman desinler diye savaşanların, nin zıddı” anlamlarına gelen ruh,
cömert desinler diye infak edenlerin, Kur’ân’da yirmi dört yerde geçmiş ve
âlim desinler diye ilim öğrenen ve şu anlamlarda kullanılmıştır: Rahmet,
öğretenlerin, güzel okuyor desinler diye melek, Cibril, vahiy ve Kur’ân, ilham,
Kur’ân okuyanların yüzüstü cehenneme Hz. îsâ ve ruh. Ruhun çeşitli tanımla­
atılacaklarını bildirmiştir (Müslim, imâre, rı yapılmıştır. Kur’ân’da, “Sana ruh­
152; Nesâî, Cihâd, 22; Müsned, 2/322). (M.C.) tan soruyorlar. De ki; Ruh, Rabbimin
RİYAZET emrindedir. Size ilimden pek az bir şey
Sözlükte “terbiye etmek, eğitmek, verilmiştir" buyurulmaktadır (îsrâ, 17/85).
ıslah etmek, boyun eğdirmek, idman” Buna göre ruhun mahiyetini bilmemiz
anlamlarına gelen riyazet, tasavvufta, mümkün değildir, mahiyetini sadece
nefsin çekici ancak zararlı olan istek­ Allah bilir. Biz ancak onun varlığı­
lerinden uzak kalmaya, faydalı ama nı yaptığı işlerden ve hareketlerinden
zor olan şeyleri yapmaya kişinin ken­ anlayabiliriz. însan, beden ve ruhtan
disini alıştırması demektir. Sûfîler, az
müteşekkil bir varlıktır. însan öldükten
yemeye, az konuşmaya, az uyumaya,
sonra ruh yaşamaya devam eder. Îlâhî
yalnız kalmaya, sürekli zikir ve tefek­
kür etmeye alışan nefsin kurtuluşa hitâba muhatap olan, sorumluluk yük­
ereceğine inanırlar. Nefsi terbiye için lenen ve mükellef olan ruhtur. însan
bazen onu ağır ve zor işlere koşarlar. ruhu dünyaya gelmeden önce ruhlar
Nefis, ancak mücâdele ve riyazetten âleminde idi. Bu âleme geldikten sonra
sonra arınır. “Nefsini eğiten kurtulur, ise asli vatanı olan o âleme kavuşmanın
kirleten hüsrana uğrar"'(Şems, 91/9) âyeti hasret ve iştiyâkı ile yaşar. (M.C.)

559
RUH GÖÇÜ RUHSAT
Tenasüh, reenkarnasyon, hulul Sözlükte “izin, kolaylık, hisse, pay,
kavramlarıyla da ifade edilen ruh permi, lisans” gibi anlamlara gelen
göçü, ruhların beden değiştirerek dün­ ruhsat, bir fıkıh terimi olarak, meşak­
yaya tekrar tekrar gelmelerine denir. kat, zaruret, ihtiyaç gibi özürler göz
önünde bulundurularak, yalnız bu geçi­
Ruh göçü inancı, Hindistan ve Çin’in
ci durumla sınırlı bulunan hafifletilmiş
büyük bir bölümü başta olmak üzere
ve geçici hükmü ifade eder. Meselâ,
bazı ülke ve bölgelerde varlığını sür­
namazlarda ayakta durmaya güç yetire-
dürmektedir. Bu inanca sahip olanlara meyenin oturduğu yerde namaz kılma­
göre, ruhun bir defa dünyaya gelme­ sına izin verilmesi; hasta ve yolcunun
siyle evreni tanıması mümkün değil­ Ramazan’da oruç tutmayıp daha sonra
dir. Bunun için bir beden ölünce ruhu kaza etmelerine müsaade edilmesi birer
yenisine geçer. Bu yeni bedende ruh ruhsattır.
öncekine oranla daha da olgunlaşır. Buna göre azimet, asıl ve genel
Söz konusu intikal her ömrün sonunda olan hükümdür; herkesi ilgilendirir ve
başka bedende ve varlıkta gerçekleşe­ her mükellef buna uymak zorundadır.
bilir. Nitekim su, bulut ve gök gürültü­ Ruhsat ise, asıl hüküm değildir; bu
süne dönüşüyor. Yumurta, kuş biçimine asıl hükmün yerine getirilmesi imkân­
geliyor. Palamut, meşe ağacı oluyor. sız veya meşakkatli olduğu için ikinci
Odun, ateş ve kül halini alıyor. derecede gelen bir hükümdür.
îslâm bilginleri bu inanç tarzı­ Ruhsat genel olarak, yapma ruhsatı
ve terk etme ruhsatı olmak üzere ikiye
nı reddetmişlerdir. Ancak Gulât-ı
ayrılır. Yapma ruhsatı, asıl hükmün bir
Şia’dan Mezdekiyye ve Berahime ile
şeyi haram kıldığı yerlerde söz konusu­
Nusayrîler ruh göçünü kabul etmiş­
dur. Zaruret ve zaruret derecesine varan
lerdir. İslâm inancına göre ruh, ezelî ihtiyaç hallerinde haram olan şeyleri
olmayıp sonradan yaratılmıştır. O, yapmak mubah, hatta bazen vacip olur.
bedenin tamamlayıcısıdır. Ahirette Yapma ruhsatında, bazen mükellef asıl
beden yeniden yaratılınca ruh tekrar hükme uymakla, ruhsattan yararlanmak
ona iade edilecektir. Dolayısıyla dünya­ arasında serbest bırakılır. Kişinin küfrü
daki ameline göre mükâfat veya ceza­ gerektiren söz söylemesi konusunda
ya muhatap olacaktır. Kur’ân’da ruh ölüm tehdidi altında bulunması böy-
göçünün olmadığı kesin olarak ifade ledir. Bu durumdaki kimsenin îmânını
edilmektedir: “Onlardan birine ölüm gizleyip küfrü gerektiren sözleri söy­
lemesinde ruhsat bulunmakla birlikte,
gelince: Rabbim! Yapmadan bıraktı­
söylememekte direnmesi de caizdir;
ğımı tamamlayıp iyi işler yapmam için,
küfrü gerektiren sözü söylemediği için
beni geri çevir". Hayır; kesinlikle bu öldürülürse şehit olur. Bazı durumlar­
söylediği sadece kendi lafıdır Tekrar da ise, mükellefin aslî hükmü terke-
dirilecekleri güne kadar, arkalarında dip ruhsattan yararlanması vacip olur.
geriye dönmekten onları alıkoyan bir Açlıktan ölüm tehlikesiyle karşılaşan
engel Vardır. ” (Mü’minûn, 23/99-100) (F.K.) kimsenin domuz veya ölü eti yeme-

560
si böyledir. Böyle kimse, yemeyip de istemeleri için bazı dualar öğretmiştir.
ölmesi halinde dinen sorumlu olur. Öyle ki şifa bulmak için bu dualar­
Terketme ruhsatı, asıl hükmün bir şeyi la Allah’a yönelmek sünnettir. Onun
yapmayı gerektirdiği durumlarda veri­ dışında âyetlerden ve geçmiş büyük­
len ruhsatlardır. Farz veya vacip olan lerden iktibas edilmiş duaları okumak
bir fiilin yerine getirilmesinde ek bir da caizdir. Ancak şunu da belirtmek
meşakkat bulunduğunda, bu farz veya gerekir ki, sağlık konusunda dinimiz,
vacibi terk etme ruhsatı tanınır. Meselâ, hastalanmadan önce sağlığı korumayı,
hasta veya yolcunun, Ramazan orucu­ hastalandıktan sonra da tıbbî tedâvilere
nu, günlerinde tutmayıp daha sonra başvurmayı istemektedir. Şifayı veren
kaza etmesi böyledir. Allah olduğundan, hastalıktan kurtul­
Bunun dışında bazı fıkıh usulcüle- mak için dua da edilmesi uygundur.
ri, genel kurallara aykırı olmasına rağ­ (F.K.)
men insanların ihtiyaç duydukları bazı
RU’YETULLAH
akitlerin meşru kabul edilmesini ve
önceki ümmetlere yüklenilen bazı zor­ Allah’ın görülmesi demektir.
lukların Hz. Muhammed’in ümmetin­ İnsanların dünya gözü ile Allah’ı gör­
den kaldırılmasını da ruhsat içerisinde mesi mümkün değildir. Çünkü göz
değerlendirmişlerdir. Ancak bunların O’nu görecek kabiliyette yaratılma­
geçici olmaması ve arızî bir mazerete mıştır: “Gözler O’nu göremez, hal­
dayanmaması sebebiyle, bunlara ger­ buki O, gözleri görür. ” (En’âm, 6/103).
çek manada ruhsat denmeyip, kolaylık Âhirette ise, mezhepler arasında ihti­
anlamında mecaz bakımından ruhsat laflar olmakla birlikte, konu ile ilgili
denilebilir (Î.P.) âyet ve hadisler görülebileceğine işaret
RUHU’L-KUDÜS (Ruhu’l-Emîn) etmektedir.
Ruh; can ve canlılık, kudüs, Kur’ân’da şöyle denilmektedir:
mukaddes, temiz ve nezih, emin, güve­ “Musa tayin ettiğimiz vakitte (Tur’a)
nilir demektir. Ruhu’l-kudüs, mukad­ gelip de Rabbi onunla konuşunca,
des ruh; rûhu’l-emîn ise, güvenilir ruh “Rabbim! Bana (kendini) göster, seni
anlamına gelir. Bu tabirlerle, vahiy göreyim!” dedi. (Rabbi): “Sen beni
meleği Cibril (a.s.) kastedilmiştir. Her asla göremezsin. Fakat şu dağa bak,
iki tabir de Kur’ân-ı Kerim’de geçmiş­ eğer o yerinde durabilirse sen de beni
tir (Bakara, 2/87, 253; Nahl, 16/102; Şuarâ, 26/193). göreceksin!” buyurdu...” (A’râf,7/143).
(bk. Cebrâîl). (İ.K.) Ehl-i sünnet bilginleri, bir peygambe­
RUKYE rin Allah’tan mümkün olmayan bir şeyi
Hastalara dua okumak anlamına istemeyeceğinden hareketle, Allah’ı
gelir. Kişinin kendisi veya başkasının görmenin mümkün olabileceği kanaatı-
sağlığı sıhhati için dua etmesi Yüce na varmışlardır. Şayet Ru’yet mümkün
Allah’a yalvarması, şifa dilemesi caiz­ olmasaydı, Musa (a.s.), O’nu görme
dir. Nitekim Peygamberimiz hastala­ isteğinde bulunmazdı. Çünkü Allah’ın
rın şifa bulması için hem Allah’a dua görülemeyeceğini bilir ve muhal olanı
etmiş hem de kendilerine Allah’tan şifa istemezdi.

561
Şu âyet de Allah’ın cennette görü­ le ayların hesapla tespit edilebileceğine
lebileceğini te’yid etmektedir. “Yüzler işaret etmiştir.
vardır ki, O gün ışıl ışıl parıldayacak- Hz. Peygamberin, hilal görülünce
tır. Rablerine bakacaklardır. ” (Kıyâme, oruç tutulması ve hilal görülünce bay­
75/22-23). ram yapılması konusundaki tavsiyele­
Peygamberimiz ayın on dördü­ ri (Buhari, Savm, 5; Müslim, Siyam, 3-4), “BİZ
ne rastlayan bir gecede aya bakarak ümmî bir toplumuz; hesabı ve okuma
şöyle buyurdu: “Şu ayı görüyorsanız, yazmayı bilmeyiz. Ay kah şöyledir, kah
Rabbinizi de öylece göreceksiniz... ” böyledir. Yani bazen 29 çeker, bazen
(Buhârî, Mevâkıtü’s-Salat, s. 14). Bu âyet VC 30. ” (Buhari, Savm, 11, 13; Müslim, Siyam, 15)
hadislerin ışığında, müminler, kıya­ hadisi ile birlikte değerlendirildiğinde,
met gününde Allah’ı, mahiyeti bizce kameri aybaşlarının hesapla belirlene-
bilinmeyen bir biçimde rü’yete nail bileceği, o zamanki toplumun hesap
bilmemesi ve o günün teknik imkânla­
olacaklardır. (F.K.)
rının yetersiz olması sebebiyle bu tav­
RU’YET-İ HİLAL siyede bulunduğu anlaşılacaktır.
Hilalin görülmesi anlamına gelen Günümüzde ayın bütün hareket ve
ru^yet-i hilal, dinî bir kavram ola­ menzillerinin en ince teferruatına kadar
rak, kameri ayların tespitinde ayın bilinip kolaylıkla hesap edilebildiğin­
gözetlenmesi ve görülmesi anlamına den, kameri ayların tespit ve ilanında
gelmektedir. astronomik verilere itibar edilmelidir.
Namaz vakitlerinin belirlenmesinde (İP)
güneşin hareketleri; oruç, hac, zekat, RÜCÛ’
fıtır sadakası, kurban gibi ibadetlerle Sözlükte “dönmek” anlamına gelen
bayram günlerinin tespitinde ise ayın rücû’, Kur’ân-ı Kerim’de, yüzden
hareketleri esas alınmaktadır. Bu iba­ fazla yerde sözlük manasına uygun
detlerin zamanlarının doğru olarak belir­ olarak kullanılmıştır. Bir fıkıh kavra­
lenmesi, kameri aybaşlarını, özellikle mı olarak, ricî talâkla boşanan erkeğin,
Ramazan, Şevval ve Zilhicce aylarının yeni bir nikâha ihtiyaç olmadan boşa­
ilk günlerinin doğru tespitine bağlıdır. dığı eşine dönmesi; şahitlikten dönmek
Kameri ayların tespitinde hilalin ve hakkını veya alacağını almak üzere
gözlenmesi önemlidir. Ancak günü­ ilk borçluya dönmek gibi anlamlara
müzde, atmosfer olayları ve gezegen­ gelmektedir, (bk. Ricî Talâk) (Î.P.)
lerin durumları çok ince bir şekilde RÜKN
hesaplanabildiğinden, ayların başlan­ Sözlükte “bir şeyin kuvvetli, sağlam
gıcı tam olarak tespit edilebilmekte­ olan yanı, köşesi; büyük iş; mal, mülk
dir. Dinin özüne uygun olan da budur. gibi medârı kuvvet olan şey, direk, des­
Zira Yüce Allah; "... yılların sayısını tek, bir şeyin aslını oluşturan parçalar­
ve hesabını bilmeniz için aya konak dan her biri; cüz, unsur” gibi anlamla­
yerleri düzenleyen O’dur. "(Yûnus, ıo/5); ra gelen rükn, dinî bir kavram olarak,
“Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba ibadetlerin ve akitlerin aslî unsurlarını
göredir. ” (Rahmân 55/5) buyurmak suretiy­ ifade etmektedir.

562
Halk arasında namazın içindeki limen hamideh ” diyerek doğrulur. Bu
farzları diye adlandırılan ve namazı doğruluş vaciptir. (İ.P.)
oluşturan kıyam, kıraat, rükû, secde, RÜŞD
ka’de gibi fiil ve davranışlar, namazın
Sözlükte “erginlik, reşitlik, olgun­
rükünleridir. Hacda Arafat vakfesi ve
luk” gibi anlamlara gelen rüşd, ıstılahta
ziyaret tavafı, oruçta imsak bu ibadet­
maddî veya manevî olarak doğru yola
lerin rükünleridir. Genel olarak icap
girmek ve doğru yol demektir. Doğru
ve kabul de akitlerin rüknünü oluştu­
yola giren kimseye râşid denir. Rüşd
rur. İbadet ve hukukî işlemlerde rük­
kavramı ve türevleri Kur’ân’da 19 defa
nün bulunmaması, onun bâtıl olmasını
geçmiş ve îmân, hak ve hidâyet (Bakara,
doğurur, (bk. Bâtıl, Butlân, Fesât) 2/250), fayda (Cin, 72/21), hayır (Cin, 72/10),
Ayrıca sözlük manasına uygun ola­ doğru yol (Kehf, 18/66), çıkış ve kurtuluş
rak, Kâbe’nin her bir köşesine de rükn yolu, doğru (Kehf, 18/10) akıl ve olgunluk
denilmektedir. Hacerü’l-esvedin bulun­ (Nisâ, 4/6) anlamlarında kullanılmıştır.
duğu köşeye Rüknü Haceri’l-Esved Kur’ân, insanları doğruya (rüşde)
denir. Diğerlerine de o yöndeki ülkelere iletir. (Cin, 72/2) îmân edip Müslüman
nispetle Rüknü Irakî, Rüknü Şâmî ve olan doğru yolu (rüşd) bulur (Bakara,
Rüknü Yemânî isimleri verilmiştir. (I.P.) 2/136; Cin, 72/14).
RÜKÛ “Rüşd” kavramı, sırat-ı müstakim,
Sözlükte “eğilmek, beli bükülmek, sebîlü’r-reşâd, hüdâ ile eş, sebîlü’l-
yüz üstü kapanmak, boyun eğmek” ğayy (sapıklık yolu) ile zıt anlamdadır.
gibi anlamlara gelen rükû, dinî bir Doğru yol ile kasıt, Allah yolu olan
kavram olarak, namazın rükünlerinden İslâm Dini’dir. (İ.K.)
birisi olup kıraatten sonra elleri dizle­ Bir fıkıh terimi olarak rüşd, dinî
re koyacak şekilde eğilmek demektir. vazifeleri yerine getirme ve malı kon­
Rükû edene de râki’ denir. Bu kelime trol edebilme çağını ifade etmektedir.
türevleriyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de Kişinin dinî vazifelerini yerine
rükû manasında kullanıldığı gibi (Bakara, getirmekle sorumlu tutulacağı yaş,
2/43, 125; Tevbe, 9/112; Hac, 22/26, 77), eğilmek buluğ çağına erişmesidir. Akıllı olarak
(Âl-i İmrân 3/43; Mürselât, 77/48), emre boyun buluğ çağına ulaşan kişi, dinî görevleri
eğmek (Mâide, 5/55) ve yere kapanmak (Şad, açısından reşittir; bunları yerine getir­
38/24) anlamlarında da kullanılmıştır. mesi gerekir, (bk. Bulûğ)
Hz. Peygamberin uygulamalarına Malını kontrol edebilmesi ve mal­
göre rükûda, eller dizler üzerine konur, larının kendisine teslim edilmesi anla­
sırt ve baş düz bir şekilde tutulur; sırt mındaki rüşd konusunda da, bulûğ çağı
kamburlaştırılmaz, baş yukarı doğru ölçü olarak alınmıştır. Ancak bunda
dikilmez. Vücut sükunete erişince- ayrıca, kârını ve zararını hesap edip
ye kadar rükûda kalır. Bunun süresi akıllıca tasarrufta bulunacak şekilde
“sübhanallahi ’l-azîm ” diyecek kadar olgunluğa erişmesi de aranır. Bu anlam­
beklemektir. Rükûda üç defa “sübha- daki rüşd, fakihlere ve hukuk anlayış­
ne rabbiye’l-azîm" demek sünnettir. larına göre değişmektedir. Kur’ân-ı
Rükû’u tamamlayınca “semi’allahu Kerim’de, ‘‘Allah’ın geçiminize daya-

563
nak kıldığı mallarınızı aklı zayıf olup ettiklerini gördüm ’ demişti. (Babası)
da saçıp savuranlara (reşit olmayan­ Yavrucuğum! dedi; rüyanı sakın kar­
lara) vermeyin; o mallarla onları bes­ deşlerine anlatma; sonra sana bir tuzak
leyin, giydirin ve onlara güzel söz söy­ kurarlar! Çünkü şeytan apaçık bir düş­
leyin. Evlilik çağına gelinceye kadar mandır ” (Yusuf, 12/4-5). Sâdık rüya, bazen
yetimleri deneyin, eğer onlarda akılca imtihan için de olabilir: ""Her ikisi de
bir rüşd görürseniz, hemen mallarını teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca;
kendilerine verin. ” buyurulmaktadır Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin.
(Nisâ, 4/5-6). Biz iyileri böyle mükafatlandırırız..”
Fakihlerin tamamı rüşdün alt sınırı­ (Saffat, 37/103-105). Peygamberlerin gör­
nı bulûğ olarak kabul etmekle birlikte düğü rüyalar doğru ve gerçek olduğu
üst sınırı konusunda ihtilafa düşmüş­ gibi, sâlih insanların gördüğü rüya­
lerdir. Bazı fakihler rüşdün üst sınırı lar da doğru ve gerçek olabilir. Hz.
için bir yaş belirlemezlerken, îmam-ı Peygamber de buna işaret etmiştir:
Azam, 25 yaşını en üst sınır olarak ""Her kim rüyasında beni görürse,
kabul etmiştir. Bu yaşa ulaştığında, muhakkak o, hak ve gerçek olarak beni
tasarruflarında normal davranmasa da, görmüştür. Çünkü şeytan benim şekil ve
rüşd çağına ulaştığı için malı kendisine hilkatime giremez. ” (Tecrid, No: 2105).
teslim edilir ve tasarrufuna hacr konul­ Mahiyeti kesin olarak bilinmemekle
maz demiştir. Kanunlarda da rüşd yaşı, beraber insan rüya gerçeği ile sık sık
ülkelere göre 17-21 arasında farklı yaş­ karşılaşmaktadır. îslâm bilginleri iyi
lar belirlenmiştir. (İ.P.) rüyaların Allah’tan, kötü olanların şey­
RÜYA tandan geldiğini, bazılannın da bedenin
fizyolojik ihtiyaçlarından dolayı orta­
Sözlükte “görmek” anlamına gelen
ya çıktığını belirtmişlerdir. Ayrıca rüya
rüya, terim olarak, düş, uykuda görü­
sahibi sevdiği bir rüya görürse bunun
len şeyler demektir. Uykuda görülen
Allah’tan olduğuna güvenmeli ve baş­
şeyler, gerçeğe işaret olabileceği gibi,
kalarına da söylemelidir. Hoşlanmadığı
gerçek dışı şeyler veya uyanık iken
bir rüya gördüğünde de onun şeytandan
zihnini meşgul eden şeyler, arzu edip
olduğunu düşünmeli, onun şerrinden
de ulaşamadığı şeyler de olabilir. Bu
Allah’a sığınmah, başkalarına da açık-
itibarla rüyalar, rüyayı sâdıka ve rüya­
lamamahdır. Görülen rüyaların bilgili
yı kâzibe olabilir. Sâdık rüyalar, Allah
ve sâlih kişilere tabir ettirilmesi, onla­
veya melekten; yalancı rüyalar ise, şey­
rın da rüyayı hayra yormaları tavsiye
tan veya nefistendir.
edilmiştir. Bununla birlikte rüyalar bir
Peygamberlere vahiy geliş yol­ delil değildir; bunlarla amel edilmez.
larından biri de, rüyayı sâdıkadır. (F.K.)
Peygamberimizin nübüvvetinin ilk yıl­
larında gördüğü rüyalar gerçek hayatta
aynen vaki olmuştur. Rüyaların gerçek
olacağına Kur’ân’da da işaret edilmek­
tedir: ""Yusuf babasına: "Babacığım!
Onbir yıldız, güneş ve ayın bana secde

564
SÂ’ lanmak üzere, yedi defa gidip gelmeyi
Sâ’, eskiden kullanılan bin dirhem- ifade eder. Safâ ile Merve arasındaki
lik bir ölçeğin ismidir. Genellikle buğ­ mesafeye, sa’y edilen yer anlamına
day, arpa gibi hububâtın ölçüldüğü sâ’, mes’â denir.
günümüzde kabul edilen ondalık siste­ Sa’y, hac ve umrenin vaciplerinden
me dayalı gram, kilogram gibi ölçülere olup, geçerli olması için, ihramlı ola­
göre, 2,917 gr. gelmektedir. (Î.P.) rak yapılan muteber bir tavaftan sonra
SA’ÎD yapılması, Safâ’dan başlayıp Merve’de
son bulması gerekir. Sa’y hac için yapı­
Sözlükte “Allah’ın rızasına ermiş, lıyorsa, hac ayları başladıktan sonra
mutlu, ahireti için çalışan, şanslı ve yapılmalıdır.
bahtiyar insan” anlamına gelmektedir.
Sa’yi yedi şavta tamamlamak ve
İnsanın dünya hayatında iken mutlu­
bir mazeret bulunmadıkça yürüyerek
luğu veya mutsuzluğu ya da öldük­
yapmak sa’yin vaciplerini oluşturur.
ten sonraki durumu, “saîd” ve “şakî”
Sünnetine uygun olarak sa’yin yapılı­
kavramları ile ifade edilmiştir: “O
şı şöyledir: Tavaftan sonra ara verme­
gün geldiğinde Allah'ın izni olmadan
den Hacerü’l-Esved istilâm edilerek
hiç kimse konuşamaz. Onlardan kimi
Safâ tepesine çıkılır, sa’y yapmaya
bedbahttır, kimi mutlu. Mutlu olanlara niyet edip, tekbir, tehlil, zikir ve dua
gelince; onlar da cennettedirler. ” (Hûd, okuyarak Merve’ye doğru yürünür.
11/105,107). Erkekler yeşil ışıklı sütunların arasın­
İnsanın saîd veya şaki olması, insa­ da hervele yaparlar. Merve’ye varınca
nın dünyada îmân edip itaat etmesine Kâbe’ye yönelinerek tekbir, tehlil geti­
veya inkâr edip isyan etmesine bağlı­ rilir. Böylece sa’yin ilk şavtı yapılmış
dır. Aklını kullanarak, Allah ve pey­ olur. Aynı şekilde, Safâ’dan Merve’ye
gamberin rehberliğinde güzel amelleri dört gidiş, Merve’den Safâ’ya üç
işleyen, kötülüklerden ve haramlardan dönüş olmak üzere yedi şavt bitince
sakınan insan, dünyada da âhirette de sa’y tamamlanmış olur. Sa’yin abdest­
mutlu olur. (F.K.) li olarak yapılması, elbise ve bedende
SAY namaza mani pisliğin bulunmaması da,
sa’yin sünnetlerindendir. (Î.P.)
Sözlükte “çalışmak, çalışıp kazan­
mak, gayret etmek, kastetmek, koş­ SABIK
mak, yürümek” gibi anlamlara gelen Birinin ilerisine, önüne geçmek,
sa9y^ dinî bir terim olarak, hac ve umre gâlip gelmek, üstün olmak anlamındaki
esnasında Kâbe’nin doğusundaki Safâ “sebeka” fiilinin ism-i faili olan sâbık^
ve Merve denilen iki tepenin arasında, öne geçen, üstün ve gâlip gelen demek­
Safâ’dan başlayıp Merve’de tamam­ tir. Kur’ân’da iki âyette tekil şekli, 5

565
âyette de çoğul şekli (sâbikîn, sâbikûn SABIR
ve sâbıkât) geçmiştir. Fâtır sûresinde Sözlükte “dayanma, dayanıklılık”
amel bakımından müminler üç kısma gibi anlamlara gelen sabır, ahlâkî bir
ayrılmıştır. “Nefsine zulmeden”, “muk- kavram olarak, başa gelen musibetler­
tesıd” ve “sâbık”. den dolayı Allah’tan başka kimseye
Sabık, îmân edip sâlih ameller şikayetçi olmamak, yakınmamak, sız­
lanmamak; nefse ağır gelen ve hoşa
işleyen, haram ve günahlardan sakı­
gitmeyen şeyler karşısında dünya ve
nan kimselerdir. Kıyamet kopunca
âhiret yararını düşünerek, ruhi dengeyi
insanlar yine üç kısım olacaklardır.
bozmamak için insanın kalbinde bulun­
Ashab-ı Meymene, Ashab-ı Meş’eme makta olan sükûnet ve dayanma gücü
ve Sâbikûn (Vâkıa, 56/8-10) “Sâbikûn”, demektir. Sabır kavramı Kur’ân’da yet­
“mukarrebûn” olarak tanımlanmış­ mişten fazla âyette geçmektedir. Diğer
tır. (Vâkıa, 56/11) Bunlar, nimet cenneti­ ahlâkî faziletlere de kaynaklık etmesi
ne girecek olan (Vâkıa, 56/12) en değerli sebebiyledir ki Kur’ân’da müminlere
insanlardır. Müminûn sûresinin 57-61. ısrarla sabırlı olmaları emrolunmuştur
âyetlerinde “sâbikûn” şöyle tanıtılmış­ (Kehf, 18/28). Mümin belâ ve musibet­
tır: “Onlar ki; Rablerinin korkusun­ lere karşı sabırlı olduğu kadar dinin
dan titrerler ve onlar ki, Rablerinin emirlerini yerine getirme ve yasakla­
âyetlerine îmân ederler ve onlar ki, rından kaçınma konusunda da sabır­
lı olmalıdır (Bakara, 2/249; Meryem, 19/65).
Rablerine ortak koşmazlar. Verdiklerini
Peygamberler çevresindekilere daima
Rablerinin huzuruna dönecekler diye
sabrı tavsiye etmişlerdir. Meselâ, Hz.
kalpleri korku ile ürpererek verirler.
Musa îsrailoğullarına, “Allah "tan yar­
İşte onlar hayır işlerinde yarış eder­
dım dileyin ve sabredin” (A’râf, 7/128.)
ler ve onlar hayır için önde giderler. tavsiyesinde bulunmuş, Hz. Lokman
(sâbikûn) ” da oğluna; “Yavrucuğum! Namazı kıl,
Muhacir ve Ensâr’dan ilk îmân doğru ve yararlı olanı emret, kötü ve
edenlere “sâbikûn” (Tevbe, 9/100), bazı eğriden vazgeçir, başına gelebilecek
meleklere “sâbikât” (Naziât, 79/4) denil­ her belaya sabırla katlan; bu azim ve
miştir. (İ.K.) kararlılık göstermeye değer bir şeydir.”
(Lokmân, 31/17) diye öğütte bulunmuş­
Bir hadis terimi olarak sâbık, aynı
tur. Ayrıca Cenab-ı Hak, başına gelen
hocadan hadis rivâyet eden, vefat tarih­
belalara sabırla katlandığı için Hz.
leri arasında uzun zaman farkı bulunan
Eyyub’u, “O ne güzel kul. ” (Sâd, 28/44.)
iki râvîden önce vefat eden anlamına buyurarak övmüştür. Hz. Peygamber
gelmektedir. Sonra vefat edene ise de müminlere başlarına gelen bela ve
lâhık denir. Bu iki râvînin vefat tarih­ musibetlere karşı sabırlı olmaları tavsi­
leri arasındaki uzun zaman farkının yesinde bulunmuş, kendisi de “Sabret
bilinmesi, senedi, âli isnad değeri­ ve senin sabrın ancak Allah "in yardı-
ne yükselttiği gibi isnadda kopukluk mıyladır. ” (Nahi, 16/127). İlâhi buyruğuna
bulunduğu zannını da ortadan kaldırır. uyarak hayatı boyunca sabır konusunda
(A.G.) ümmetine örneklik etmiştir. (M.C.)

566
SABÛR SADAKA
Birini bir şeyden alıkoymak, hapset­ Allah Teâlâ’nın rızasını kazan­
mek, tutmak, dayanmak, kefil olmak, mak niyetiyle, karşılıksız olarak fakir
kefil vermek anlamlarındaki “s-b-r” ve muhtaçlara yardım etme, iyilik ve
kökünden türeyen ve “s âb ir” keli­ ihsanda bulunma demektir. Farz, vacip
mesinin mübalağalı şekli olan sabûr, ve mendub kısımları vardır. Zekat ve
çok sabırlı demektir. Allah’ın sıfat­ zaruret derecesinde ihtiyaç içerisinde
larından biridir. Bu sıfat, Tirmizî’nin bulunan kimseye yardım etmek farz,
el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde sadaka-i fıtır vacip, diğerleri ise men-
geçmiştir (Deavat, 83). duptur. (bk. Zekat, Sadaka-i Fıtır)
Allah’ın çok sabırlı olması; yarat­ Hz. Peygamber sadaka ile ilgili
tığı, terbiye edip yetiştirdiği, rızık ver­ olarak şöyle buyurmuştur: “Güneşin
diği kullarının isyanlarına, itaatsizlik­ doğduğu her yeni günde kişiye, her bir
lerine karşı aceleci olmaması, hallerini mafsalı için bir sadaka vermesi gere­
düzeltmeleri için onlara fırsat ve mühlet kir. İki kişi arasında adalet yapman bir
vermesidir. Bu O’nun, vedûd (kullarını sadakadır. Kişiye hayvanını yüklerken
çok seven), gafûr (çok bağışlayan) ve yardım etmen, bir sadakadır. Güzel
rahmân (çok merhametli) olmasının
söz sadakadır, namaza gitmek üzere
sonucudur. Allah mühlet verir, ancak
attığın her adım, sadakadır. Yoldan
ihmal etmez. Suç işlemekte ve isyan
rahatsız edici bir şeyi kaldırıp atman,
etmekte ısrarlı olanları cezalandırır. Şu
sadakadır. ” (Buhârî, Cihâd, 72, 128; Müslim,
âyetler bu gerçeğin ifadesidir: “Rabbin
Müsâfırûn, 84). Başka bir hadislerinde de,
çok bağışlayandır, merhamet sahibidir.
“Kardeşine karşı izhar edeceğin tebes­
Eğer onları (zâlimleri) hemen ceza­
sümün bir sadakadır. Emr-i bi ’l-mâ "ru­
landıracak olsaydı onlara ceza ver­
fun ve nehy-i ani ’l-münkerin sadakadır.
mekte acele ederdi. Fakat onlar için
Yolunu kaybeden kimseye yolu gösteri-
vadedilen bir zaman vardır ki ondan
vermen, sadakadır; gözü sakat kimse
(kaçıp) sığınacak bir yer bulamaya­
caklardır. ” (Kehf, 18/58); “Eğer Allah için görüvermen, sadakadır (yardım­
yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cı olman); yoldan taş, diken, kemik
cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir (gibi şeyleri) kaldırıp atman, sadaka­
canlı bırakmazdı. Fakat Allah, onları dır; kovandan kardeşinin kovasına su
belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. boşaltman, sadakadır. ” buyurmuştur
(Tirmizî, Birr, 36). (Î.P.)
Süreleri geldiği zaman Allah kullarını
görmektedir. (Onları yaptıkları işlere SADAKA-İ FITIR
göre cezalandıracaktır.)" (Fâtır, 35/45); Halk arasında fitre de denilen sada-
“Nice ülke var ki zulmederken ona ka-ifıtır, sadaka kelimesi ile iftar etme,
biraz mühlet vermişiz, sonra onu yaka­ Ramazan Bayramı, yaratılış anlamına
lamış izdir... ” (Hac, 22/48) gelen fıtır kelimesinin bileşiminden
Allah çok sabırlı olup aceleci olma­ meydana gelmiştir. Sadaka-i fıtır, dinen
dığı gibi peygamber ve müminlere de zengin olarak Ramazan ayının sonuna
böyle olmalarını emretmiştir (Ahkâf, yetişen Müslümanın belirli kimselere
46/35; Nahl, 16/96). (Î.K.) vermesi vacip olan bir sadakadır.

567
Sadaka-i fıtır, borcundan ve aslî veya daha fazla âyet okunduğu zaman
ihtiyaçlarından fazla olarak nisâp mik­ “sadakallahü’l-azîm” denir. Bu tabi­
tarı mala sahip olan her Müslümana ri söyleyen kimse, Kur’ân’ın hak ve
vaciptir. Bunda, zekatta olduğu gibi, doğru bir kitap olduğunu, Allah’ın her
malın nâmî olması ve üzerinden bir emir ve yasağının, helal ve haramının,
yıl geçmesi gibi bir şart söz konusu hüküm ve tavsiyesinin, bütün sözleri­
değildir. Dinen zengin olan çocuk ve nin doğru olduğunu ikrar ve ilan etmiş
delinin malından velî veya vasisinin olur. Allah en doğru sözlü olduğu gibi,
vermesi gerekir. Bu sadakanın vacip Allah kelamı olan Kur’ân da hem
olma zamanı Ramazan bayramının adalet hem de doğruluk bakımından
birinci günü olmakla birlikte, bayram­ tamamlanmıştır. (İ.K.)
dan önce de verilebilir. Hatta bu daha SÂDIK
iyidir. Bununla birlikte, bayram günü
veya daha sonra da verilebilir. Doğru sözlü olmak, gerçeği söy­
lemek, doğru haber vermek, sözünü
Sadaka-i fıtır, Hz. Peygamber dev­
(va’d ve vaîdini) yerine getirmek, öğüt
rinde 1 sa’ (2917 gr.) buğday, arpa, kuru
ve sevgide samimi, iş ve işlemlerde
üzüm ya da hurma olarak verilmektey­
dürüst ve güvenilir olmak, hükmün
di. Bunlar o dönemde, toplumun temel
vâkıaya uygun olması anlamlarındaki
tüketim maddeleri olup, miktarlar ara­
“s-d-k” kökünden türeyen sâdık doğru
sında da denklik bulunmaktaydı. Diğer
sözlü, samimi, dürüst, ihaneti ve yalanı
taraftan fitrenin hedefi, bir fakirin için­
bulunmayan demektir.
de yaşadığı toplumun hayat standardına
göre bir günlük yiyeceğinin karşılan­ Allah’ın sıfatı olarak sâdık, söz, iş,
ması, böylece bayram sevincine iştirak va’d ve vaîdinde doğru olan; her sözü­
etmesidir. Bu sebeplerle, günümüzde nü yerine getiren, yalanı, yanlışı, hilesi,
sadaka-i fıtırın sayılan bu maddelerden aldatması, bulunmayan demektir.
ve belirtilen ölçülere göre verilmesi, Allah’ın bu sıfatı, Kur’ân’da azamet
sadakanın gayesini gerçekleştireceği çoğulu olarak “sâdıkûn” şeklinde bir
söylenemez. Bu nedenle, günümüzde âyette geçmiştir: “...Biz şüphesiz sâdık
sadaka-i fıtrin belirlenmesinde, bir kişi­ olanlarız. ” (En’âm, 6/146).
nin bir günlük normal gıda ihtiyacını Allah’ın bu vasfı, Kur’ân’da “sada­
karşılayacak miktarın ölçü alınması ka” fiili ile de ifade edilmiştir: “(Ey
gerekir. Peygamberim!) De ki: Allah doğru söy­
Dinen zengin sayılanlara, usul ledi. Öyle ise Allah ’ı birleyici olarak
(anne, baba, dedeler ve nineler), furua İbrahim'in dinine uyun..." (Âi-i imrân,
(oğul, kız ve torunlar) ve bakmakla 3/95), “(Cennettekiler); Bize verdiği
yükümlü olduğu kimselere sadaka-i sözü yerine getiren ve bizi dilediğimiz
fıtır verilmez. Bir kimse, fitresini bir yerde oturacağımız bu cennet yurduna
fakire verebileceği gibi, birkaç fakire vâris kılan Allah 'a hamd olsun, çalı­
de dağıtabilir. (Î.P.)
şanların ücreti ne güzeldir. ’ dediler. ”
SADAKALLAHÜ’L-ÂZİM (Zümer, 39/74).
“Allah doğru söyledi” demektir. En doğru sözlü olan Allah’tır. Şu
Kur’ân-ı Kerim veya Kur’ân’dan bir âyet, bu gerçeği ifade etmektedir:

568
“imân edip sâlih amel işleyenleri zemi­ ve yeminlerinde (Ahzâb, 33/23), ticaretin­
ninden ırmaklar akan cennetlere koya­ de (Rahmân, 55/9), amellerinde, bütün iş ve
cağız, onlar orada ebedî kalacaklardır işlemlerinde (Tirmizî, Büyü’, 4) doğru olma­
Bu, Allah'ın gerçek vadidir. Allah'tan sı, sâdık olmasının sonucudur.
daha doğru sözlü kim olabilir?" Bir insan îmân edip Allah’ın emir
(Nisâ, 4/122). ve yasaklarına uyar, Allah ve insan
Kur’ân, Allah’ın sözüdür. Sözlerin haklarına riâyet eder, söz, sözleşme,
en doğrusu ve âdil olanıdır: “Rabbinin yemin, ticaret, görev, iş ve işlemlerinde
sözü sıdk ve adalet bakımından tamam­ dürüst olursa “sâdık” vasfını kazanmış
landı... " (En’âm, 6/115). olur. (İ.K.)
Kur’ân’da Allah’a sâdık denildiği SADÎK
gibi, peygamberlere (Yûsuf, 12/51), melek­ Sadîk, “sıdk” kökünden gelen dost
lere (Hicr, 15/64) ve müminlere (Ahzâb, 33/24) anlamında bir isimdir. Kur’ân’da iki
de sâdık denmiştir. âyette geçmektedir. Şu’arâ sûresinin
Mümin olmayan insanlar da doğru 101. âyetinde ahirette azgınların sıcak
konuşabilir, iş ve işlemlerinde dürüst bir dostlarının olmadığı; Nûr sûresinin
olabilir, söz ve sözleşmelerine uyabilir, 61. âyetinde ise bir insanın dostunun
bunlann verdiği haberler vakıaya uygun evinden bir şey alıp yemesinde bir
olabilir. Ancak bir insanın sâdık vasfını günah olmadığı bildirilmiştir. (İ.K.)
alabilmesi için her şeyden önce mümin
SAF
olması gerekir. Çünkü Kur’ân’da,
müminlere sâdıklar denilmiş (Ahzâb, 33/35; Saf, cemaatle kılınan namazlarda,
Hucurât, 49/15) ve sâdık insanlar; Allah’a, cemaatin aynı hizada durmalarını ifade
ahiret gününe, meleklere, kitaplara ve etmektedir. Cemaatle namaz kılınırken,
peygamberlere îmân eden, (Bakara, 2/177), imama uyan sadece bir erkek ise, topu­
Allah’a ve Peygamberine yardım eden ğu imamınkinden biraz geride olacak
(Haşr, 59/8), Allah yolunda malı ve canıyla şekilde imamın sağında durur. Bir özür
cihat eden, (Hucurât, 49/15), beş vakit nama­ bulunmaksızın solunda veya arkasında
zını kılan, malının zekatını veren, akra­ durması mekruhtur. Kadın ise imamın
balarına, yetimlere, fakirlere, yolculara arkasına durur. Bir erkek ve bir kadın
(Allah yolunda çalışanlara) dilencilere, olması halinde, erkek imamın sağına,
özgürlüğüne kavuşmak isteyen esir­ kadın ise arkasına durur. İmama uyan­
lere maddî yardımda bulunan, sözleş­ lar birden fazla ise, imamın arkasına
me yaptığı zaman sözleşmesine uyan, aynı hizada dururlar. Cemaatin çok
sıkıntı, hastalık ve savaş zamanların­ sayıda erkek ve kadınlardan oluşma­
da sabreden, Allah’a karşı gelmekten sı halinde, önce erkekler, daha sonra
sakınan (muttakî), iyi, hayırlı, güzel ve erkek çocuklar ve daha sonra da kadın­
sâlih ameller işleyen, insanlara iyilik lar saf tutarlar. Kadınların erkeklerle
eden (berr) (Bakara, 2/177) kimseler olarak aynı hizada durmaları uygun değildir,
tanıtılmıştır. (bk. Muhâzât-ı Nisâ)
İnsanın, îmânında (Ankebût, 29/2-3), Safların arasında boşluk bırakılma­
niyetinde (Muhammed, 47/20-21), sözlerin­ ması ve düzgün olması gerekir. Hz.
de (Ahzâb, 33/70), sözleşmelerinde, adak Peygamber, “Safları düzeltin! Çünkü

569
saffı düzeltmek namazın tamamın- nu ifade etmişlerdir. En son sahabî hicrî
dandır. ” buyurmuşlardır (Müslim, Salât, 110 yılında vefat etmiştir.
124). Erkekler için safların en faziletlisi Ehli sünnet âlimleri Kur’ân ve
birinci saftır, daha sonra ikinci, ondan hadisle ilgili konularda her sahabî-
sonra üçüncü ve böylece devam eder. nin adaletli olduğunu kabul etmişler­
(Î.P.) dir. Çünkü sahabenin adaleti Allah ve
SAFÂ VE MERVE Rasûlü’nün işaretiyle sâbit olmuştur.
Hadis rivâyet edip de zabt yönünden
Kâbe’nin doğusunda bulunan iki
kusurlu olan bir sahabîye de rastlan­
küçük tepeciğin isimleridir. Bugün
mamıştır. Bundan dolayı sahabe, hadis-
Mescid-i Haramın duvarı ile bitişik
haldedir. Kur’ân-ı Kerim’de Safâ ve çiler tarafından cerh ve ta’dil işlemine
tâbi tutulmamıştır.
Merve ile ilgili olarak; “Şüphe yok ki,
Safâ ile Merve Allah "in koyduğu nişan­ Kur’ân-ı Kerim’de, sahabenin ada­
lardandır Her kim Beytullah ’ı ziyaret letine şu âyet işaret etmektedir: “(Islâm
eder veya umre yaparsa, onları tavaf Dinî’ne girme konusunda) ilk öne
etmesinde kendisine bir günah yok­ geçen Muhacirler ve Ensarla birlikte,
tur Her kim gönüllü olarak bir iyilik güzel amelde onlara tâbi olanlardan
yaparsa, şüphesiz Allah kabul eder ve Allah razı olmuştur. Onlar da Allah ’tan
(yapılanı) hakkıyla bilir ” buyurulmak- razı olmuşlardır... ” (Tevbe: 9/100).
tadır (Bakara, 2/158). İki tepe arasındaki Bu ve benzeri âyetler, sahabenin
mesafe 350 m. olup, hac menasikinden adaletli olduğu konusunda kesinlik
olan sa’y, bu iki tepe arasında yapılır, ifade etmektedir. Hz. Peygamberin
(bk. Sa’y) (İ.P.) bir çok hadisi de bu konuyu pekiştir­
SAHABÎ mektedir: “İnsanların en hayırlısı,
benim yaşadığı devirde yaşayanlardır.
Sözlükte “arkadaş, dost” anlamla­
Sonra onlardan sonra gelenler, sonra
rına gelir. Çoğulu sahabe veya ashab-
da onlardan sonra gelenlerdir. ” (Buhârî,
dır. Terim olarak, Hz. Peygamber dev­
Şehâdât, 9; Fedâil-ü Ashabı’n-Nebî, 1).
rine yetişmiş, Müslüman olarak Hz.
Peygamber’i görmüş, O’nun sohbe­ Gerek hadis rivâyetinde, gerekse
tinde bulunmuş ve Müslüman olarak Kur’ân’ın sonraki nesillere muhafaza
ölmüş olan kimselere şahabı denir. edilerek aktarılıp öğretilmesinde, ilk
Sahabî kadın olursa, sahabiyye ismini kaynak olmaları bakımından sahabenin
alır. önemi büyüktür. Onlar İslâm’ın korun­
Hz. Peygamberin sohbetinde bulu­ ması ve yayılması yolunda hayatlarım ve
her türlü değerlerini ortaya koymuşlardır.
nan görme özürlü kimselerle, iyiyi
kötüden ayırt edebilen henüz ergenlik Allah Rasûlü ile omuz omuza cihat ede­
yaşına ulaşmadığı halde Peygamber rek fedakârlıkta bulunmuşlardır. Bundan
(a.s.)’i gören çocuklar da sahabîdir. dolayı Müslümanların en hayırlı nesli
olma şerefine ermişlerdir. (A.G.)
Sahabenin sayısı hakkında kesin bir
rakam söylenmemekle beraber çoğu SAHİB-İ TERTÎB
kaynaklar, Hz. Peygamberin vefatında Tertîb sözlükte düzenli, sıralı anla­
yüz binin üzerinde sahabî bulunduğu­ mına gelmektedir. Sahib-i tertîb ise,

570
sıra, düzen sahibi demektir. Dinî bir SAHİH
kavram olarak ise, üzerinde kazaya Sözlükte “her türlü hastalık veya
kalmış namaz borcu bulunmadığından kusurdan uzak” anlamına gelen sahih,
veya kazaya kalan namazlarının top­ hadis usulünde, adalet ve zapt bakı­
lam sıyısı beş vakti geçmediğinden, mından güvenilir olan ravilerce mut­
namazda sıra gözetmesi gereken kimse tasıl olarak rivayet edilen, şaz ve illet
demektir. bulunmayan hadislere; fıkıh usulünde
ise, şartlarını, rükünlerini ve vasıfları­
Tertîb sahibi olan kimsenin günlük
nı eksiksiz bulunduran ibadet, akit ve
namazlarını kılarken veya kaza ederken benzeri fiillere denir. Bu şartları taşıma
namazın tertibini bozmaması, vakitleri durumuna da sıhhat denir.
sırasına göre kılması gerekir. Ayrıca Sıhhat, ister teklifi, isterse vaz’î
sahib-i tertîb olan kimse, bir farz nama­ olsun dinî ve hukukî hükümler için kul­
zı vaktinde kılamadığı zaman, önce bu lanılan bir niteliktir. İbadetlerin sahih
namazını kaza eder, sonra vaktin nama­ olması için, şart ve rükünlerinin tam
zını kılar. olarak yerine getirilmesi gerekir. Şart
Kazaya kalan namazların sayısının veya rükünlerinden birisi eksik olursa
altı vakit veya daha fazla olması, kaza ibadet geçerli olmaz. Sahih olmayan
namazı kılınması halinde vaktin nama­ ibadetler konusunda, bâtıl veya fâsit
şeklinde bir ayrım söz konusu değildir.
zını kılacak kadar vakit bulunmaması
Akitlerde ise, akdin sahih olabilmesi
veya kılınmayan namaz olduğunun
için, unsur ve kuruluş şartlarının yanın­
hatırlanmaması halinde tertibe riâyet
da, bir takım vasıfların da bulunması
etmek zorunlu değildir. (Î.P.) gerekir. Bu vasıflara, akdin sıhhat şart­
SAHİFELER ları denilmektedir. İşte bu şartlardan
birisi bulunmazsa, akit asıl itibarıyla
Genellikle Hz. Peygamber ve asha­
kurulmakla birlikte, vasıf bakımından
bı zamanında yazılmış olan küçük
meşru olmaz ki buna fasid akit denir
hacimli hadis kitaplarına sahife denir.
(bk. Fesâd).
Sahabeden bazılarının hadis sahifeleri
Her bir akdin kendine mahsus sıh­
vardır. Örneğin, Abdullah ibn Amr’ın,
hat şartları bulunmakla birlikte, genel
Hz. Peygamberin kendisine izin ver­ olarak sıhhat şartları; akdin konusu ve
mesinden sonra yazdığı Sâdıka isimli bedelinin bilinmesi; ikrah, akdin konu­
hadis sahifesi bunlardandır. Sahabeden sunda garar, zarar, fasit şart ve ribâ
Câbir ibn Abdullah, Ali ibn Ebî Tâlib, şüphesinin bulunmaması şeklinde sıra­
Semûre ibn Cündeb, Abdullah ibn lanabilir. (Î.P.)
Ömer, Enes ibn Mâlik, Sâd ibn Ubâde, SAHİH HADİS
Ebû Hüreyre’nin de birer hadis sahi­
Adalet ve zabt özelliklerini taşıyan
fesi vardır. Ebû Hüreyre’nin bir kısım râvîler tarafından muttasıl bir isnatla
hadislerini ihtivâ eden “es-Sahife- rivâyet edilen, şaz ve illetli olmayan
tü’s-Sahiha”, öğrencisi Hemmam hadislere denir. Bu tarife göre sahih
ibn Münebbih tarafından yazılmıştır. hadiste şu beş şartın bulunması gerek­
(A.G.) tiği anlaşılmaktadır.

571
Senedi muttasıl olmalıdır. Yani baş­ olabilir. îlletli hadise muallel hadis
tan sona kadar senette bulunan her râvî­ denir.
nin, hadisi bizzat hocasından görüşerek Sahih hadisler kendi aralarında
almış olması gerekir. Bu durum hadisin ikiye ayrılır; a) Sahih li-zâtihi: Sahih
kesin rivâyet sıygaları ile aktarılmasını hadiste bulunması gereken şartları
zorunlu kılar. Kesin rivâyet sıygaları,
en üstün derecede kendisinde taşıyan
hadisin beş duyu ile alındığını ifade
hadislere denir. Bu tür bir hadisin sıh­
eden lafızlardır.
hati için destekleyici bir isnada ihtiya­
Râvîler adaletli olmalıdırlar. cı yoktur, b) Sahih li-gayrihi: Sahih
Adalet, râvînin her türlü günahtan ve hadiste bulunması gerekli olan şartları
mürüvvete aykırı olan hallerden uzak
en üstün derecede kendisinde bulun­
olması demektir. Buna göre râvî takva-
durmadığından, aslında hasen olduğu
h olmalıdır. Her türlü şirk, fısk, bid’at
halde, başka isnadlarla desteklendiği
ve küçük günahlardan sakınmalıdır.
için sahih rütbesine yükselen hadise
Muttakî olduğu bilinmeyen râvînin
denir. Hadislerin bir üst dereceye yük­
hadisi sahih olmaz.
selmeleri şahid ve mütâbî denen des­
Râvîler zabt sahibi olmalıdırlar.
tekleyici hadisler sayesinde olur.
Zabt, râvînin gaflet içerisinde olmayıp,
uyanık ve dikkatli olması; hadisi ezbere Hadis usulü ilmine göre yukarıda
rivâyet ediyorsa istediği anda okuyabi­ kısaca açıklanan beş şartı taşıyan hadis
lecek ve hatasız aktarabilecek şekilde sahihtir. Bazen bir hadisin sahih olup
ezberlemesi; kitaptan rivâyet ediyorsa, olmadığı hadisçiler arasında tartışmalı
hadisi aldığı andan itibaren başkasına olabilir. Bunun sebebi, sahih hadiste
aktarana kadar değişikliğe uğratmadan bulunması gereken şartların farklı ola­
koruyabilmesi; mana ile rivâyet ediyor­ rak değerlendirilmesidir.
sa, manayı bozacak durumları bilme­ Sahih hadisin hükmü: Âlimler, iba­
si demektir. Zabt niteliğini taşımayan det, muamelat gibi bütün dini hüküm­
râvînin hadisi sahih olmaz. lerde sahih hadisin delil olduğunu ve
Hadis şaz olmamalıdır. Şaz hadis, onunla amel etmenin gerekli olduğunu
sika bir râvînin, kendisinden daha sika ittifakla kabul etmişlerdir. înanç esasla­
bir râvînin rivâyetine veya kendi dere­ rında ancak mütevatir hadis delil olur.
cesindeki birden çok sika râvînin ortak
Sahih hadislerin isnâdında yer alan
rivâyetlerine aykırı olarak rivâyet etti­
râvîlerin adalet ve zabt özellikleri ile
ği hadisdir. Bu durumda daha güvenilir
olan râvînin ya da güvenilir olan râvîle- sıhhatte esas alınan diğer niteliklerin
rin ortak rivâyeti tercih olunur. Bunlara farklı düzeylerde olması nedeniyle,
aykırı olan şaz rivâyet ise sahih olma sahih hadisler kendi aralarında derece-
özelliğini kaybeder. lendirilmiştir. Sahih hadislerin sıhhat­
Hadis illetli olmamalıdır. îllet, teki üstünlükleri açısından sıralamaları
hadisi çoğu kere zayıflığa götüren, zor şöyledir:
anlaşılabilen kusurdur. Bu kusur tespit Birinci Derece: Buhârî ve
edilince hadis sahih olmaktan çıkar, Müslim’in birlikte rivâyet ettikleri
îllet hadisin senedinde veya metninde (muttefekun aleyh olan) hadisler.

572
İkinci Derece: Buhârî’nin rivâ­ SAHV
yet ettiği Müslim’in rivâyet etmediği Sözlükte “ayıklık, uyanıklık, kendi­
hadisler. ne gelme” anlamına gelen sahv, tasav­
Üçüncü Derece: Müslim’in rivâ­ vufta, hislerini yitiren ve kendinden
yet edip, Buhârî’nin rivâyet etmediği geçen ârifın hissine dönmesi, kendine
hadisler. gelmesi demektir. Sahvın karşıtı sekr
yani manevî sarhoşluktur. Sûfı, vecd
Dördüncü Derece: Buhârî ve
ve istiğrak halinde kendisinden geçer.
Müslim’in ortaya koyduğu sıhhat şart­
Sûfinin bu halden çıkmasına sahv (uya­
larına uygun olan hadisler. nıklık hâli) denir. (M.C.)
Beşinci Derece: Buhârî’nin sıhhat SÂÎ
şartlarına uygun olan hadisler.
Sözlükte “tahsildar, müvezzi,
Altıncı Derece: Müslim’in sıhhat koğucu” gibi anlamlara gelen sâî, dinî
şartlarına uygun olan hadisler. bir kavram olarak, zekat toplayıcısı
Yedinci derece: Buhârî ya da demektir. Sâî, emvâl-i zâhire denilen,
Müslim’in sıhhat şartlarına uygun hayvan ve toprak mahsullerinin zeka­
olmadığı halde, diğer muteber hadis tını toplamak üzere görevlendirilen
âlimlerince sahih kabul edilerek rivâyet tahsildardır. Söz konusu malların orta
edilen hadisler. (A.G.) hallilerinden zekatını toplayarak, zekat
sarf yerlerine harcanmak üzere hâzine­
SAHÎHÂN
ye irat kaydeder. Sâînin ücreti, toplanan
îki sahih eser anlamına gelen zekattan verilebilir. Kur’ân-ı Kerimde,
“Sahîhân”, Buhârî ve Müslim’in “el- "'Sadakalar (zekatlar) Allah "tan birfarz
Câmiu’s-Sahih” isimli eserlerinin iki­ olarak ancak, yoksullara, düşkünlere,
sine birden verilen unvandır. (A.G.) zekat toplayan memurlara, gönülleri
SAHUR (İslâm "a) ısındırılacak olanlara, (hür­
riyetlerini satın almaya çalışan) köle­
Oruç tutacak kişilerin imsak vaktin­
lere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp
den önce gece yedikleri yemeğe sahur
cihad edenlere, yolcuya mahsustur
denir. Sahur oruca dayanma gücü ver­
Allah pek iyi bilendir, hikmet sahibi­
diğinden, sahura kalkmak müstehaptır.
dir. ” buyurulmaktadır (Tevbe, 9/60). (Î.P.)
Hz. Peygamber, “Sahur yiyiniz; çünkü
SÂÎME
sahurda bereket vardır ” buyurmuştur
(Buhârî, Savm, 20; Müslim, Siyam, 9). İftarda Sözlükte “kendi başına olup istedi­
acele etmek, sahuru geciktirmek sün­ ği yere giden, serbest, otlamaya bırakı­
nettir. Ayrıca sahur vakti, duaların mak­ lan” gibi anlamlara gelen sâime, dini
bul olduğu vakitlerden biridir. (İ.P.) bir kavram olarak, senenin çoğunu
meralarda otlayarak geçiren hayvanları
SAHÎ
ifade etmektedir. Bunun karşıtı olarak,
Allah’ın sıfatlarından biri olup, yemle beslenen hayvanlara ma’lûfe;
cömert anlamına gelmektedir, (bk. ziraat, nakliyat gibi işlerde kullanılan
Cevâd) (İ.K.) hayvanlara da âmile denir.

573
Üretmek, süt veya yün almak ama­ Kur’ân’da daha çok bu kökten türe­
cıyla beslenen sâime, nisâp miktarına yen sulh, sâlih, sâlihîn, sâlihât, ıslâh
ulaştıkları takdirde zekata tabidirler. ve muslih kelimeleri kullanılmıştır.
Hz. Peygamber, hangi hayvanlardan Allah’ın emrettiği, razı olduğu,
ne kadar zekat alınacağı ve nisâplarını hayırlı, yararlı ve mutedil her şey
bildirdiği hadisinde, zekatın sâimeden salahtır. İnsanın; ifrat ve tefritten uzak,
alınacağına işaret etmektedir (Buhâri, itidal, istikamet ve güzel bir hal üzere
zekat, 33, 34, 35, 37, 38, 39, 40; Ebû Dâvûd, zekat 4; bulunması, îmân edip emir ve yasaklara
Buna göre senenin çoğu­
Nesâi, zekat, 5). uyması, isyan, aşırılık ve bozgunculuk­
nu meralarda otlayarak geçiren koyun, tan kaçınması salahtır. Salah, müminin
keçi, sığır, manda ve develer nisâp güzel vasıflarından biridir. (İ.K.)
miktarına ulaşınca zekatları verilmesi
SALÂT
gerekir. Devenin nisâbı 5, sığırın nisâbı
30 ve koyunun nisâbı da 40’dır. bk. Namaz.
Yılın çoğunu yemle beslenen SALAVÂT
ma’lûfe, başka bir ifadeyle besi hay­ Hz. Peygamber için okunan ve
vanları ile ziraat, nakliyat gibi işlerde Allah’ın rahmet ve selamının O’nun
kullanılan âmile hayvanlar için zekat üzerine olması dileğini dile getiren
gerekmez. Ancak ticaret için besi hay­ dualara denir. Salavât, salât kelimesinin
vancılığı yapılması halinde, hayvan­ çoğuludur ve genellikle “Allahümme
ların edinilmesinin üzerinden bir sene salli...” diye başlar. Kur’ân’da “Allah
geçmiş ve değeri nisap miktarına ulaş­ ve melekleri şüphesiz Peygambere
mış ise, diğer ticaret mallarında oldu­ salat ediyorlar (O halde) ey îmân etmiş
ğu gibi harcamaları düşürülerek zekatı olanlar, siz de onu kutsayın (salavât
verilir. (Î.P.)
getirin) ve tam bir teslimiyetle selâm
SALÂ verin (kendinizi O nun rehberliğine tes­
Salâ, Cuma ve cenaze namazlarını lim edin) (Ahzâb, 33/56.) buyrulmaktadır.
ilan etmek amacıyla minarelerden, Hz. (M.C.)
Muhammed ve diğer peygamberler SÂLÎH
için okunan salavâta denir. Bu uygula­
Sözlükte “iyi, elverişli, yararlı,
ma Hz. Peygamber ve ilk dönemlerde
dürüst, ahlâklı ve güzel” anlamına
bulunmadığı halde, daha sonra ortaya
gelen sâlih kavramı Kur’ân’da amelin
çıkmıştır. (İ.P.)
ve insanın sıfatı olarak kullanılmış­
SALAH tır. Sâlih amel; iyi, güzel ve yararlı,
Sözlükte “iyi olmak, iyi hal üzere Kur’ân ve Sünnete uygun amel demek­
bulunmak, durumu düzeltmek, uygun tir. (bk. amel-i sâlih) Sâlih insan, iyi
olmak, fesadın yok olması ve istikâmet” insan demektir. Kur’ân’da peygamber­
anlamlarına gelir. Fesadın zıddıdır. lere (Bakara, 2/72,130) ve müminlere (Âl-i
Kur’ân’da bu kelime “salaha” şek­ îmrân, 3/114) sâlih denilmiştir. Çoğulu,

linde iki âyette geçmiş ve îmân etmek sâlihün, sâlihîn ve sâlihâttır.


anlamında kullanılmıştır (Ra’d, 13/23; Bir insan, îmânında, amellerinde,
Mümin, 40/8). ahlâkında, söz, fiil ve davranışlarında

574
dosdoğru ise, hayırlı ve faydalı amel­ SALİP
ler işliyor, Allah’ın emir ve yasaklarına bk. Ehl-i Salip.
riâyet ediyorsa “sâlih” vasfını kazanır.
SALVELE
Sâlih insan olmanın iki şartı var­
“Allahümme salli alâ
dır; îmân etmek, sâlih ameller işlemek.
Muhammedin...” demek suretiyle Hz.
Allah ve peygambere itaat etmek.
Peygambere salâtu selam getirmeye
“imân edip sâlih ameller işleyenleri
denir. (M.C.)
elbette sâlihler arasına dahil edece­
ğiz”. (Ankebût, 29/9) ve “Kim Allah'a ve SAMED
peygambere itâat ederse işte onlar, Bir şeye yönelmek, azmetmek, biri­
Allah ’ın nimet verdiği peygamberler, ne güvenmek, adaletle hükmetmek,
sıddîklar, şehitler ve sâlihlerle bera­ mutedil ve doğru olmak anlamındaki
berdirler. Onlar ne güzel arkadaştır­ “s-m-d” kökünden gelen samed, bir
lar. ” (Nisâ, 4/69) âyetleri bu gerçeği ifade toplumun önde geleni, en şerefli ve şanı
etmektedir. (Î.K.) en yüce olanı, iş ve ihtiyaç konusunda
Hadis ilminde makbul hadislere de kendisine başvurulan, üstünde kimse
sâlih denir. Hadisler hakkında ceyyid, bulunmayan ulu kişi, seyyid; eksiği,
kavî, ma’ruf mahfuz, mücevved, şâhit deliği, boşluğu ve ihtiyacı olmayan,
gibi terimler de “sâlih”le aynı anlama nüfuz edilmeyen içi dolu şey demektir.
gelir. Bu sıfatlarla nitelenen hadisler Samed, Allah’ın güzel isimlerin­
dinde delil olarak kabul edilirler. Ayrıca den biri olup, Kur’ân’da sadece îhlâs
sâlih, râvîler hakkında ta’dil lafzı olarak sûresinin 2. âyetinde geçmiştir: “Allah,
da kullanılır. Herhangi bir râvî hakkında samed’dir. ”
“sâlih” veya “sâlihu’l-hadis” denmişse,
Allah’ın ismi olarak samed, her
o râvî ta’dilin en alt mertebesinde bulu­
şeyin kendisine muhtaç olduğu, yönel­
nuyor demektir. Bu sıfatla nitelenen bir
diği, her dilek ve isteğin mercii; hiç
râvînin hadisi az zayıftır. Bu haliyle
eksiği, kusuru ve ihtiyacı olmayan
dinde delil olmaz. Destekleyici isnadla-
ulu, şanlı, dosdoğru, âdil ve güvenilir
rı bulunduğu takdirde hasen li gayrihi
demektir, “samed”, Allah’ın sübûtî ve
derecesine yükselebilir. (A.G.)
selbî sıfatlarındandır.
SÂLİK
Müfessirler, “samed” kelimesi­
Sözlükte “yolcu” anlamına gelen ni farklı şekillerde tanımlamışlardır.
sâlik, tasavvufta, Allah’a giden yolu Bunlardan bazıları şöyledir:
tutana, seyr halinde bulunduğu sürece
“İçi boş olmayan” (Lâ cevfe leh)
müride denildiği gibi, ilim ve tasavvur
yani eksiği, kusuru ve ihtiyacı olma­
ile değil de mücerret hâl ile makam­
yan, yemez, içmez, her şeyden müs­
larda seyreden kimseye de sâlik denir.
tağni (İbn Abbas, Mucahid, Said b. Cüber, Dahhâk,
Sâlike, ehl-i sülük de denir. Allah’a
Hasen, İkrime).
erişmesi için sâlikin ahlâkî olgunluğa
ulaşması gerekir. Bu da kulun nefsini “Yemez, içmez” (Şa’bî, Âmir).
kötülüklerden arındırması, ahlâkî fazi­ “Hişvesi” yani işe yaramaz tarafı
letlerle donatmasıyla olur. (M.C.) olmayan (Said bin el-Müseyyeb).

575
“Kendisinden hiçbir şey çıkma­ Allah’tır. Bu sıfatlar O’ndan başkasına
yan, doğurmayan ve doğurulmayan” layık olmaz (Taberi, IV, 30/346).
(îkrime, Ebû’l-Âliye). “Samed” lafzı bütün bu anlam­
“Fani olmayan, sonu bulunmayan ları ifade eder. “Ehad” olan Allah,
bâki, dâim” (Katade, Haşan Basri). samed’dir; yaratıklara muhtaç değil­
dir, yaratıklar O’na muhtaçtır. O, âleme
“Ululuk ve şeref kendisinde son
muhtaç değil, âlem O’na muhtaçtır. Her
bulan, yani ondan daha ulusu ve şeref­
şeyin maksudu O, kendisinin maksu­
lisi bulunmayan” (A’meş, Şakîk b.
du kendisidir. O başkasıyla tekemmül
Seleme, Süfyan).
etmez, başkası O’nunla tekemmül
“Kendisine afet arız olmayan” eder. “Allah, âlemlerden müstağnidir
(Rabî’ îbn Enes). (Onlara muhtaç değildir) (Ankebût, 29/6),
“Kendisinde hiç ayıp ve eksik­ “Hiçbir şey yoktur ki O ’nun hâzineleri
lik bulunmayan, kâmil” (Mukatil îbn bizim yanımızda olmasın... ” (Hicr, 15/21)
Hayyan). âyetleri Allah’ın “samed” olduğunu
“Yaratıklardan hiç birinin niteliği ile ifade eder.
nitelenmeyen” (îbn Keysân). Mekke müşrikleri, Allah’ı ve ilah-
“Herkesten müstağni, herkes O’na lığını tanıyorlar, ancak ilahlıkta birli­
muhtaç” (Ebû Hüreyre). ğini tanımıyorlardı. Putları aracı yapı­
yorlar, ihtiyaçlarını çeşitli ilahlarda
“Bütün sıfat ve fiillerinde kâmil
arıyorlar, tek samedin Allah olduğu­
olan” (Said b. Cübeyr).
nu bilmiyorlardı. Bu sebeple lâ ilâhe
“Galip olan, mağlup olmayan” illallah=Allah’tan başka ilah yoktur
(Cafer-i Sâdık). denildikçe, “(Muhammed) tanrıları
“Dilediğini yapan, istediği hükmü bir tanrı mı yaptı? Bu cidden tuhaf bir
veren” (Hüseyin bin el-Fudeyl). şeydir! ” (Sâd, 38/5) diyerek şaşırıyorlardı.
“İstenilen şeylerde kendisine yöne­ Allah onlara tanıtılırken “Allahu
lmen, musibetlerde kendisine sığınılan” ahad” şeklinde ahad kelimesi nekre ola­
(Süddî). rak haber veriliyor. Bilin ki Allah tek­
tir; deniliyor. Bir tek ilahın bütün mah-
“İhtiyaçlarda kendisine yönelmen”
lukatın ihtiyacını nasıl karşılayabilir?
(Dahhak, İbn Abbas).
diye bir tereddüt olmaması için ve her
“Kendisinin üstünde kimse bulun­ şeyin O’na muhtaç olduğunu bildirmek
mayan” (Ali). ve hasr ifade etmek için lam-ı tarif ile
“Yüceliğinde, kemale ermiş seyyid, “Allahü’s-Samed” buyruluyor ki, böy­
şerefinde kâmil olan şerif, azametinde lece tam anlamıyla samed olmak, tek
kâmil olan azîm, hilminde kâmil olan olan Allah’a mahsustur, ortağı olan tek
halim, zenginliğinde kemale ermiş olmayan, samed olamaz, samed olma­
ğanî, ceberutlukta kemale ulaşmış ceb- yan da ilah olamaz denilmiş oluyor.
bâr, ilminde kâmil olan alîm, hikmetin­ “Samed” ismi, Tirmizî ve îbn
de kâmil olan hakîm, velhasıl O, şeref Mâce’nin el-esmâü’l-hüsna ile ilgi­
ve ululuğun her çeşidinde en mükem­ li rivâyetlerinde de geçmiştir (Tirmizî,
mel olandır. Bu sıfatlara sahip olan Deavat, 83; İbn Mace, Dua, 10). (Î.K.)

576
SÂMİ’ (Semî’, Müstemi’) dinliyoruz (müstemi’ûn)” (Şû’arâ, 26/15).
İşitmek, kulak vermek, dinlemek, buyurmuştur.
itaat etmek, kabul etmek anlamında­ Kur’ân’da “semî’a - yesme’u” fiili
ki “s-m-‘a” kökünden türeyen senti’, kullanılarak da Allah’ın işitme vasfı
işiten, dinleyen, duyan anlamındaki anlatılmıştır: “Allah, fakir biz zen­
sânti’ isminin mübalağalı şekli olup işi­ giniz diyenlerin sözlerini Allah işitti
ten, her sözü duyan; aynı kökten gelen (semî’a)”. (Âi-i İmrân, 3/181), “Yoksa biz
müstemi’ ise dinleyen, duyan demektir. onların sırlarını ve gizli konuşmalarını
Allah’ın sıfatı olarak sâmi’ ve işitmez miyiz sanıyorlar... ” (Zuhruf, 43/80),
semi’, sözlerin açığını da gizlisini de “Korkmayın dedi, ben sizinle berabe­
işiten demektir. Allah, insanların fısıltı­ rim, işitir (esmeu) ve görürüm. ” (Tâ-hâ,
larına varıncaya kadar iyi veya kötü her 20/46), “...Allah konuşmanızı işitir, (yes­
sözlerini işitir ve gereğini yapar, dua ve me’u) çünkü Allah semî’dır, basîrdir. ”
niyazları duyar ve icabet eder. (Mücâdele, 58/1).

Sâmi’ ismi îbn Mâce’nin el- Semî’ kelimesinde, ödüllendir­


esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde me ve cezalandırma anlamı da vardır.
(Dua, 10); semî’ ismi ise, Kur’ân’da 47 Meselâ; “Kim işittikten sonra vasiyeti
âyette geçmiştir. 35 âyette “alîm”, 8 değiştirirse, günahı onu değiştirenle­
âyette “basîr”, bir âyette “karîb” ismi rin boynunadır. Şüphesiz Allah işiten­
ile birlikte, iki âyette de “semî’u’d- dir, bilendir. ” (Bakara, 2/181) âyetindeki
düâ ” (duaları işiten) terkibiyle geçmiş­ Allah’ın günah işleyeni görmesi ve
tir: “Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir bilmesinden maksat, onu cezalandırma­
(semî, alîm)” (Bakara, 2/181), "‘Şüphesiz sıdır. “...Kim dünya sevabını isterse,
Allah, işitendir, görendir (semî basîr)” (bilsin ki) dünya ve âhiret sevabı Allah
(Hac, 22/75), “Şüphesiz O, işitendir,
katindadır. Allah işitendir, görendir. ”
(Nisâ, 4/134) âyetindeki Allah’ın işitmesi
yakındır (Semî’, garîb)” (Sebe’, 34/50),
ve görmesi ise, iyi iş yapanın karşılığı­
“Şüphesiz Rabbim duaları işitendir.
nı vermesidir. (Î.K.)
(semî’ud-dua) (İbrahim, 14/39).
Semi’ ismi bir âyette insanların
SANAYİ ŞİRKETİ (Şirket-i
sıfatı olarak kullanılmıştır (Hûd, 11/24). A’mal)
Allah da insanlar da işitir. Ancak İslâm hukukunda, iki veya daha
Allah’ın işitmesi, vasıtasız ve sınırsız­ fazla şahsın belli bir işi yapmak üzere
dır. İnsanlar kulak vasıtasıyla ve sade­ kurdukları emeğe dayalı iş gücü ortak­
ce belli frekanstaki sesleri duyabilirler. lığıdır. (bk. Şirket) (İ.P.)
Gizli ve kısık sesleri duyamazlar, Allah SANEM
ise hepsini duyar.
Tapınmak amacıyle taştan, tahtadan,
Müstemi’ kelimesi Allah’ın sıfatı madenden yapılmış değişik büyüklük­
olarak azamet çoğulu ile müstemi ’ûn te ve kutsallık atfedilen put, heykel vs.
şeklinde bir âyette geçmiştir: Allah, cisimlere denilmektedir. İbnüT-Kelbi
Hz. Musa ve Harun’a; “İkiniz de Kitabü ’l Asnâm isimli eserinde cahiliy-
âyetlerimizle (Firavun’a) gidin. Biz ye dönemi Araplarının put, heykel vs.
sizinle beraberiz, (konuşmalarınızı) cansız varlıklara tapınma, ibadet etme

577
ve kurban kesme gibi törenlerle ilgili başbaşa misliyle, peşin olarak satılır.
geniş bilgi vermektedir. Yerine göre Kim artırır veya artırılmasını taleb
her kabilenin, bazen de her ferdin özel ederse, ribâya girmiştir. Bu işte alan da
bir putu vardı. Bunların en büyükleri veren de birdir. ” buyurmuştur (Müslim,
ve herkesin değer verdiği Lat, Menat Müsâkât, 82). Ancak bu şart, altının altın­
ve Uzza’dır. Sanem kelimesi türevle­ la, Türk lirasının Türk lirasıyla veya
riyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’in beş doların dolarla değişiminde olduğu
yerinde geçmektedir. “Hz. İbrahim gibi aynı cinslerin birbirleriyle değişi­
babası Azer ’e “sen bir takım putları minde söz konusudur. Farklı cinslerin
tanrı mı ediniyorsun? Doğrusu ben değişiminde, peşin olarak değiştiril­
seni de kavmini de apaçık bir sapıklık mesi gerekmekle birlikte, miktarlarının
içinde görüyorum ” demişti. ” (En’âm, eşit olması şart değildir. (Î.P.)
6/74) Cahiliyye dönemindeki bu yaygın SARİH
tapınma sonucunda Kâbe duvarlarına Sözlükte “açık, vâzıh, zâhir, halis”
360 kadar putun asıldığı bilinmektedir. gibi anlamlara gelen sarîh^ bir fıkıh
Mekke’nin fethi esnasında bu putlar usulü terimi olarak, kendisinden kas­
Hz. Muhammed’in emriyle yerlerinden tedilen mana açıkça anlaşılan lafızla­
sökülüp atılmıştır. (F.K.) rı ifade eder. Fıkıh usulünde lafızlar,
SARF delâlet bakımından, apaçık lafızlar ve
Sözlükte “çevirmek, döndürmek, bu şekilde açıklığa sahip olmayan lafız­
halis yapmak, harcamak, para boz­ lar şeklinde ikiye ayrılır. Açık lafızlar,
durmak” gibi anlamlara gelen sarf^ hükme apaçık bir şekilde delâlet etti­
bir fıkıh kavramı olarak, altın, gümüş ğinden, bunların gereğine göre teklif
veya nakit paraların kendi cinsleriyle mümkündür. Lafızlar, açıklığına ve
veya diğer para cinsleriyle değişimini delâletlerinin kuvvetlerine göre dörde
ifade eder. ayrılır; zâhir, nass, müfesser ve muh­
kem. Delalet bakımından en kuvvetlisi
Sarf akdinde, faiz amaçlı kulla­
muhkem, en aşağı mertebede olanı da
nılması ihtimalinden hareketle, iki zâhirdir. (bk. Zâhir, Nass, Müfesser,
bedelin de peşin olarak ödenmesi şart Muhkem) (Î.P.)
koşulmuştur. Hz. Peygamber, altının
SÂRÎK
gümüş mukabilinde veresiye satılma­
sını yasaklamış (Buhârî, Büyü’, 80; Müslim, Hırsızlık yapan demektir. Hırsızlık
Müsakât, 87; Nesâî, Büyü’, 49)* “Altın altınla yapmaya ise sirkat denir, (bk. Sirkat)
peşin olmazsa ribâdır. ” buyurmuşlardır (Î.P.)
(Müslim, Musâkât, 79; Ebû Dâvud, Büyü’, 12). SATANİZM
Bunun yanında altının altınla, Şeytana tapıcılık anlamına gelmek­
gümüşün gümüşle veya aynı cins tedir. Satanizm, başlangıç itibariyle
paranın kendi cinsleriyle değişimin­ ortaçağ büyücülerine ve Hıristiyanlıktan
de, miktarların eşit olması da şarttır. uzaklaşan ayrılıkçı gruplara (here-
Hz. Peygamber, “Altın altınla, gümüş tiklere) kadar dayandırılmış bulunan
gümüşle, buğday buğdayla, arpa ve 19. Asrın sonlarında Amerika ve
arpayla, hurma hurma ile, tuz tuzla Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde ortaya

578
çıkan ve günümüze kadar düzensiz Ancak şeytanın bu emri yerine getir-
olarak da olsa devam ettirilmiş olan bir meyişi Allah’a “isyan” ve insana da
inanış ve uygulamadır. “düşmanlık’Ta sonuçlanmıştır. Bu,
Satanizm; Şeytan’a, diğer bir ifadey­ bütün kutsal dinlerin ittifakla kabul
le Yahûdî-Hristiyan geleneği tarafından ettiği bir husustur. Dolayısıyla Şeytan;
Tanrı’nın tam karşısında mutlak kötülük bütün dinler açısından en uç nokta­
veya mutlak kötülüğün temsilcisi olarak da bulunan, kendisinden sakınılması
tecessüm ettirilen şahsiyet veya prensi­ gereken, dînin ve insanın karşısında
be ibadet etmek demektir. Aynı zamanda yer alan bir yaratıktır. Bu özellikleri
bu ibadet; Yahûdî-Hristiyan dinî tahak­ onu kötünün ve kötülüğün sembolü,
kümüne karşı bir başkaldın hareketi ola­ temsilcisi ve tahrikçisi haline getirmiş­
rak da tanımlanmaktadır. tir. îslâm dîni Şeytana uymayı ve onun
peşinden gitmeyi şiddetle yasaklamış­
Geleneksel satanizm; Hristiyanlığın
tır: "... Şeytanın peşine düşmeyin; zira
Şeytan anlayışını, Hristiyan ahlâk ve
felsefesini, Hristiyanlığın hayat ve Şeytan sizin açık bir düşmanmızdır O
dünya görüşünü temel alan ve fakat size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah
tamamen Hristiyanlık karşıtı bir görüş hakkında bilmediğiniz şeyleri söyleme­
ve düşünceye sahip bulunan bir grubun nizi emreder ” (Bakara, 2/168-169) (İ.K-Î.P)
temsil ettiği satanist anlayıştır. SAVM
“LaVeyan Satanizm” diye de adlan­ bk. Oruç.
dırılan modern satanizm ise, Anton
SAVM-I DAVUD
Szandor LaVey tarafından kurulan ve
organize bir teşkilat haline getirilen Bir gün oruç tutup ertesi günü oruç
satanist grubun adıdır. LaVey 1966’da tutmamak şeklinde gün aşırı tutulan
San Fransisko’da Şeytan’ın Kilisesi’ni oruçlara “savm-ı DâvûcF yani Davut
kurmuş ve onun baş rahibi olmuştur. orucu denir. Peygamberimiz (a.s.) bu
LaVey, organize faaliyetlerinin çoğunu oruç hakkında şöyle buyurmuştur:
kilise mensuplan dışındakilere çevirmiş “(Ramazan ayından sonra nafile olarak
ve kitaplar yazmaya başlamıştır. îşte bu tutulan) en faziletli oruç, Dâvud pey­
tür faaliyetlerinin bir sonucu olarak “The gamberin tuttuğu oruçtur O, bir gün
Satanic Bible (Şeytan’ın Kutsal Kitabı)” oruç tutar bir gün tutmazdı ” (Müslim.
1969 yayınlanmış, onu 1972’de “The Savm, 187-192) (Î.K.)
Satanic Rituals(Satanist Ayinler)” takip SAYD
etmiştir. Üçüncü kitabı “The compleat
Sayd avlanma anlamına gelmekte
Witch” ise Avrupa’da basılmıştır.
olup, tabiatı itibariyle yabanî, insan­
Özetle söylemek gerekirse modern dan kaçan ve normal yollarla elde
satanizm, sembolizm, modernizm, edilemeyen hayvanların yakalanma­
bireycilik, ateizm, hedonizm, natu- sını ifade eder. Eti yenen hayvanların
ralizm ve hümanizm gibi unsurlara eti ve diğer cüzleri için, eti yenmeyen
dayanmaktadır. hayvanların ise deri, kıl, diş gibi cüzle­
Bütün kitabî dinlere göre, Şeytanın rinden yararlanmak ya da zararlarından
insanla münasebeti Hz. Adem’e secde kurtulmak için avlanılmaları caizdir.
etme emrinin verilmesiyle başlar. Ancak bununla birlikte, avlanmanın

579
çevre ve ekolojik dengeye zarar verme­ denilmektedir. Her âyet için bir nüzul
mesi, hayvan neslini yok etmemesine sebebi yoktur. Nüzul sebeplerini bil­
özen gösterilmelidir. Bu konuda yetki­ menin yolu sahih hadislerdir. Bir olay
li mercilerin almış oldukları tedbirler bir çok âyetin inmesine sebep olabilir.
ve kısıtlamalar hukuken ve dinen de Nüzul sebeplerinin bilinmesi, âyetlerin
bağlayıcıdır. anlamının ve emredilen şeyin hikmeti­
Avlanan hayvanın etinin yenebilme­ nin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır.
si için; av yapan kişinin, dinen hayvan (Î.K.)
kesmeye ehil olması gerekir, müşrikle­ SEBEBÛ VURUDİ’L-HADİS
rin avladıkları ve temyiz gücüne sahip
bk. Esbâbu Vurudi’l-Hadis.
olmayan çocuk ve delilerin avladıkları
helal olmaz. Ayrıca, avcının ihramlı SEBEP
olmaması, ava niyet etmiş veya avın Bir fıkıh terimi olarak sebep, Allah
üzerine avcı hayvanını salmış olması, Teâlâ’nın, hükmün varlığı için bir
silahı kullanırken veya hayvanı salar­ emare olarak belirttiği mazbut ve açık
ken besmele çekmesi gerekir. Avcı hay­ bir şeydir. Sebepler, teklîfî hükümlerin
vanın kendisinin yakalaması halinde ve varlığına etkili değildir; sadece onla­
avlananın kasten besmeleyi terk etme­ rın ortaya çıkması için birer emaredir.
si halinde avın eti yenmez. Avcının, Sebep bulunduğunda veya teşekkül
silahını attıktan veya avcı hayvanını ettiğinde hüküm mevcut olur; bulun­
saldıktan sonra oyalanmadan av hay­ madığında ise mevcut olmaz. Meselâ,
vanının peşine gitmesi gerekir; ölme­ nisap miktarı mala sahip olmak, zeka­
den yetişmesi halinde dinî usule göre tın farz olmasının sebebidir. Nisap mik­
boğazlamalıdır. tarı malın mevcut olması halinde zekat
Avlanan hayvanın yenebilmesi için, farz olur; böyle mal yok ise zekat farz
eti yenen hayvanlardan olması, yaratılış olmaz.
bakımından vahşi olması, avlanan hay­ Sebep mükellefin fiili olup olmama­
van yaralı olarak ele geçirilir ve kesme sı açısından ikiye ayrılır: a) mükelle­
imkânı bulunursa, dinî usule göre fin fiili olmayan sebep, b) mükellefin
kesilmesi, avlanılan hayvanın kesim­ fiili olan ve onun gücü dahilinde bulu­
den önce ölmesi halinde, ölümünün bu nan sebep. Namazın farz olması için
avlanmadan olması gerekir. (İ.P.) vakitler, miras için akrabalık mükel­
SEBEB-Î NÜZUL lefin fiili olmayan sebeplerdendir. Bir
İndirme sebebi demektir. malın mülkiyetinin kazanılması için
İndirmeden maksat Kur’ân’ın Hz. alışveriş akdi ise mükellefin fiili olan
Peygamber (a.s.)’e verilmesidir. Allah sebeplerdendir.
her şeyi bir sebebe bağlamıştır. İnsanlar Sebep, Allah Teâlâ’nın hükmü ve
bu sebeplerin bazısını görebilir ve anla­ iradesi ile olması sebebiyle, kişiler
yabilir, bazılarını ise göremez ve anla­ sonucu arzu etmemiş olsalar, kastet­
yamaz. Kur’ân âyetlerinin bir kısmı bir meseler de, sonuç sebebe bağlanır.
hadise veya bir soru üzerine inmiştir. Meselâ, kişi mülkiyetin kendisine geç­
Sûre ve âyetlerin inmesine sebep olan mesini kastetmemiş olsa da, alışveriş
bu hadise ve sorulara nüzul sebebi akdinde mülkiyet kendine intikal eder.

580
Aynı şekilde, nikâh akdi, karı koca iliş­ kural (Nisâ, 4/15), kurtuluş (Şûrâ, 42/42, 46)
kisinin helal olmasının sebebidir. Bunu ve davranış (isrâ, 17/32) anlamlarında da
kastetmeden, hatta istemeden nikâhlan- kullanılmıştır.
mış olsalar da sonuç sebebe bağlanır; Allah yolu, müminlerin yolu ve
yani birbirlerine helal olurlar. (Î.P.) doğru yoldan maksat İslâm’dır. Doğru
SEBÎL yol tektir. O da Hak Din İslâm’dır.
(Î.K.)
Sözlükte “yol” anlamına gelen sebîl,
ıstılahta, hayır için parasız su dağıtılan, SEBÎLÜ’R-REŞAD
etrafı parmaklıklı ve çoğunlukla kubbe Doğru yol demektir. İki âyette geç­
ile örtülü binalar hakkında kullanılan miştir. Mümin sûresinin 38. âyetinde
bir tâbirdir. “Sebilhâne” kelimesi de geçen “doğru yol” ile maksat, Musa
aynı anlamdadır. (a.s.)’ın insanlığa tebliğ ettiği hak yoldur.
“Sebil”, Allah rızası için insanlara Aynı anlamda “Sebîlü’r-rüşd” tabiri de
verilen yiyecek ve içecekler için de kullanılmıştır. Sapıklık yolunun (sebîlü’l-
kullanılır. ğayy) zıddıdır (A’râf, 7/146). Mümin sûresi­
nin 29. âyetinde geçen “sebilü’r-reşâd”
“Sebil” kelimesi Kur’ân’da; yalın
da doğru yol demektir. Ancak bu doğru
olarak (Furkân, 25/17) veya
yol ile maksat, Firavun’un Musa (a.s.)’ı
“Sebîlüllah”, Allah yolu (En’âm, yalanlama ve îmân etmemede insanlara
6/116), önerdiği yoldur. (Î.K.)
“Sevâü’s-sebîl”) doğru yol (Bakara,
SECDE
2/108),
Sözlükte “itaat ve tevâzu içinde
“İbnü’s-sebîl”, yol oğlu, yolcu
eğilmek, boyun eğmek, yere kapan­
(Bakara, 2/177),
mak, yüzü yere sürmek” gibi anlam­
“Sebîlü’l-müminîn”, müminlerin lara gelen secde, dinî bir kavram ola­
yolu (Nisâ, 4/115), rak, Allah’ın emirlerine boyun eğmek,
“Sebîlü ’l-mücrimîn ”, mücrimlerin Allah’a kulluk etmek maksadıyla ayak­
/ kâfirlerin yolu (En’âm, 6/55), lar, dizler ve ellerle beraber alnın yere
“Sebîlü ’l-müfsidin ”, bozgunculann konması demektir.
yolu (A’râf, 7/142), Kur’ân-ı Kerim’de secde kelimesi,
“Sebîlü’l-ğay”, sapıklık yolu, (A’râf, hem ıstılah anlamında, hem de sözlük
7/146),
manasına uygun olarak itaat etmek,
boyun eğmek anlamında kullanılmış­
“Sebîlü’r-rüşd” doğru yol (A’râf,
tır. Yüce Allah, “Görmez misin ki, gök­
7/146),
lerde olanlar ve yerde olanlar, güneş,
“Sebîlü’r-reşad”, doğru yol (Mümin, ay, yddızlar, dağlar, ağaçlar, hay­
40/29), vanlar ve insanların birçoğu Allah "a
“Sebîlü’llezine lâ ya’lemün”, bil­ secde ediyor; birçoğunun üzerine de
meyenlerin yolu, (Yûnus, ıo/89) şeklinde azap hak olmuştur Allah kimi hor ve
terkip halinde 176 defa geçmiştir. hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak
“Sebîl” kelimesi; izin (Tevbe, 9/93), bir kimse yoktur Şüphesiz Allah dile­
imkân (Âl-i îmrân, 3/97), çare, çözüm, diğini yapar. ” (Hac, 22/18); ((Göklerde ve

581
yerde bulunanların hepsi, ister iste­ Kelime-i tevhîd (lâilâhe illâllah)
mez Allah'a secde ederler. ” (Ra’d, 13/15) da, kavl-i sedîd’dir.
buyurmuştur. Sedîd özünde, sözünde, şahitliğin­
Istılah manasında, Allah’a ibadet de, verdiği hükümde, fiil ve davranışın­
etmek maksadıyla alnı yere koymak da dosdoğru olan, içi ve dışı aynı olan
namaz içerisinde ve müstakil olmak kimseye denir. (İ.K.)
üzere ikiye ayrılır. Namaz içerisinde SEFÂHET
secde yapmak namazın rükunlarından
Sözlükte “câhil olmak, malı saçıp
olup farzdır. Tilâvet secdesiyle sehiv
savurmak” anlamına gelen sefâhet,
secdesi ise, müstakil olarak yapılan
fıkıh usulünde, semâvî olmayan ehli­
secdeler olup vaciptir. Ayrıca, bir nime­ yet ârızalarından olup, aklî melekeleri
te nail olmaktan veya bir felâket ve yerinde olmakla beraber, kişiyi aklın
musibetten kurtulmaktan dolayı yapı­ ve dinî esasların gereğine aykırı tarz­
lan şükür secdesi de müstakil bir secde da davranmaya sevk eden tedbirsizlik
olup, müstehaptır. (bk. Sücût, Sehiv halidir. Fakihler arasında daha çok, aklı
Secdesi, Tilâvet Secdesi) (İ.P.) selimin normal saymayacağı şekilde
SEDD-t ZERAYÎ’ malı saçıp savurma anlamında kullanıl­
Sedd kelimesi, kapatmak, engelle­ mıştır. Bu şekilde malını saçıp savuran
mek; zerîa kelimesi ise, sebep, vesile kimseye de sefih denir.
anlamlarına gelmektedir. Bir fıkıh teri­ Sefihin aklî melekeleri yerinde
mi olarak sedd-i zerâyi9 ise, harama olduğundan, ehliyeti ortadan kalkmaz.
vesile olan şeylerin yasak olmasını Bu nedenle, namaz, oruç, zekat gibi
ifade eder. (bk. Zerâyi’) (İ.P.) ibadetlerle yükümlüdür; işlemiş oldu­
ğu suçlardan dolayı cezâî sorumluluğu
SEDÎD
tamdır; malî olmayan tasarrufları mute­
Bir şey müstakim ve doğru olma berdir. Ancak sefih, malının korunması
anlamındaki “seded” kökünden türeyen ve kendisinin bir süre sonra başkalarına
sedîd sözlükte, doğru demektir. Sıdk, muhtaç hale gelmemesi için, mâlî akit
reşâd, adi, savâb ve istikamet keli­ ve tasarrufları bakımından hacir altına
meleri ile eş; kizb ile zıd anlamdadır. alınır. Fakihlerin çoğunluğu; ister sefih
Kur’ân’da sözün (kavi) sıfatı olarak olarak buluğ çağına ulaşsın, isterse
iki âyette geçmiştir. Her iki âyette de reşid olarak buluğa erdiği halde daha
“doğru söz” (kavl-i sedîd) söylenmesi sonra sefih olsun, hacir konulacağını
emredilmiştir (Nisâ, 4/9; Ahzâb, 33/70). kabul etmişlerdir. Ancak Ebû Hanîfe
Kavl-i sedîd, gerçeği ortaya koyan, ve talebesi Züfer’e göre, daha sonra­
insanı hakka ve doğruya götüren, yala­ dan sefih olan kimseye hacir konula­
nı ve kaksızlığı bulunmayan, yerinde maz. Fakat sefih olarak ergenlik çağına
söylenmiş isabetli, sağlam ve doğru ulaşan kimsenin, yirmibeş yaşına kadar
söze denir. Kişinin kendisi ve akraba­ malı kendine teslim edilmez.
ları aleyhine bile olsa, doğru söz söyle­ Sefihe hacir konması halinde, malî
mek Allah’ın kesin emridir. Aksi davra­ tasarrufları açısından mümeyyiz çocuk
nış yasak ve günahtır. gibidir; tamamen menfaatine olan

582
tasarrufları geçerlidir, tamamen zara­ Dinen misafir sayılan insanlar; dört
rına olan tasarrufları ise geçersizdir. rekatlı farz namazları iki rekat ola­
Buna karşılık alışveriş gibi, hem zarara, rak kılarlar, mestlere, üç gün üç gece
hem de yarara ihtimali olan tasarrufları süreyle mesh edebilirler, Ramazan
ise kanûnî temsilcisinin iznine bağlıdır. ayında oruç tutup tutmamakta ve sün­
(İ.P.) net namazları kılıp kılmamakta muhay­
SEFER yerdirler, öğle ve ikindi, akşam ve yatsı
namazlarını birleştirerek kılabilirler.
Sözlükte “bir mesafeyi katetmek”
demek olan sefer, din ıstılahında, belirli Cuma namazının farz, bayram
bir mesafeye gitmek ve orada belirli bir namazlarının ve kurban kesmenin
süre kalmak üzere yola çıkmak anla­ vacip (veya sünnet) oluşu düşer. Binit/
mına gelir. 90 km veya daha fazla bir vasıta üzerinde namaz kılmak caiz olur.
(Î.K.)
mesafeye Hanefîlere göre 15 günden
az, Şafîlere göre giriş ve çıkış günle­ SEFERÎ
ri hariç 4 günden az bir süre kalmak Sefere çıkan kişi demektir, (bk.
üzere giden kimse seferi olur. Sefer) (İ.K.)
Seferin; gezip görmek ve ibret SEFİH
almak, hac ve umre için Mekke’ye git­
mek, İslâm’ı anlatmak, cihad etmek, Sözlükte “ahmak, cahil, malını israf
iş bulmak,, ticaret yapmak, mukaddes edip savuran” anlamına gelen sefih, bir
yerleri gezip görmek, dostlarını ve fıkıh usulü terimi olarak, malını yerli
akrabalarını ziyaret etmek ve eğitim- yersiz saçıp savuran kimse demektir.
öğretim... gibi bir çok çeşidi vardır. Bu duruma sefâhet denir, (bk. Sefâhet)
(Î.P)
Yüce Allah; <(De ki: Yer yüzünde
gezip dolaşın da Allah "in yaratmaya SEHİV SECDESİ
nasıl başladığını görün...” (Ankebût, Sehiv sözlükte “yanılma, gaflet” gibi
29/20) emriyle insanların, “gözlem” anlamlara gelmektedir. Dinî bir kavram
yapıp bilgi edinmelerini; “...Yeryüzün­ olarak sehiv secdesi ise, namazda yapı­
de yürüyün de yalanlayıcıların âkıbeti lan yanılmadan dolayı, namazın sonun­
nasıl olmuş bakın. ” (Nahi, 16/36) emriyle da secde etmek demektir.
ibret almalarını istemekte ve seferi teş­ Namazda, unutarak bir rüknün
vik etmektedir. geciktirilmesi, tekrarlanması, bir vaci­
Seyahatte; sıhhat, hareket ve bereket bin terk edilmesi veya geciktirilmesi
vardır. Hz. Peygamber (a.s.), “Seyahat halinde, noksanlığın telafi edilmesi
eden sağlık bulur. ” buyurmuştur (Ahmed, için sehiv secdesi yapılması vacip olur.
ıı, 380). Seyahat eden insanın bilgisi, Farzlardan birinin unutularak veya
görgüsü artar ve düşünce ufku geniş­ bilerek yapılmaması veya vaciplerden
ler. Bu sebeple îslâm, bir anlamda yol­ birinin bilerek terk edilmesi durumun­
culuğu teşvik amacıyla misafirlere bir da sehiv secdesi yapılmaz; namazın
takım kolaylıklar ve ruhsatlar tanımış­ tekrar kılınması gerekir.
tır. Seyahat, kişinin temel hak ve hürri- Namazda sehiv secdesi gerektiren
yetlerindendir. bir hata yapılırsa, namazın son otu-

583
ruşunda yalnız “Ettehiyyatü” duası cesini daha çok yükseltmek istedik­
okunarak sağ tarafa selam verildikten lerine ölüm anında ızdırap çektirir.
sonra; “Allahu Ekber” diyerek secdeye 2- Günahlarını affetmek istediği mümin
varılır. İki defa secde yapıldıktan sonra kullarının günahlarına keffaret olsun
oturulur ve Ettehiyyatü, Allahümme diye sekerât-ı mevtlerini şiddetli kılar.
Salli, Barik ve Rabbenâ duaları okuna­ 3- Sekerât-ı mevti şiddetli olanlardan
rak selam verilir. bir kısmı da baştan başa bir imtihan
Cemaatle namaz kılınırken, imam olan dünya hayatlarının sonunda bir
sehiv secdesi gerektiren bir şey yapar­ kez daha denenir ve son imtihana tabi
sa, hem imamın, hem de kendisine tutulurlar. 4- Ebedî cezanın başlangıcı
uyan cemaatin sehiv secdesi yapması olarak ölüm sekerâtı şiddetli olur. Tabi
vacip olur. Fakat, imama uyan bir kim­ bunlar sadece bir kanaat ve yorumdur.
senin sehiv secdesi gerektiren bir hata­ Kesinlik ifade etmez. Ancak ölüm anı­
sından dolayı, ne kendisinin ne de ima­ nın ciddiyeti, güçlüğü ve ızdırabının
mın sehiv secdesi yapması gerekmez. varlığı inkâr edilemez. (F.K.)
Sehiv secdesi yapması gereken kişi, SEKÎNET
selam verip namazdan çıktıktan sonra Sözlükte “vakar, ağırbaşlılık, huzur,
aklına gelirse, göğsünü kıbleden çevir­ güven, rahatlık” gibi anlamlara gelen
mediği ve konuşmadığı sürece bu sec­ sekînet, tasavvufta, gaybın ve manevî
deyi yapması gerekir. (İ.P.) feyzin gelişi anında kalbin buldu­
SEKERAT-I MEVT ğu itminân (iç barış) ve huzur haline
denir. Sekînet, peygamberlerin ve
Sekr, kişi ile aklı arasına giren, aklı
Allah’ın seçkin kullarının kalplerine
gideren bir haldir. Aklı gideren sarhoş
iner. Kur’ân’da, îmânlarının pekişmesi
edici maddelere de genel olarak müs-
(Fetih, 48/4), sıkıntılı ve korkulu anlarda
kir veya müsekkir denir, bazen de;
kalplerinin yatışıp iç huzura kavuşma­
gazap, aşk, elem, dalgınlık veya bay­
ları için Allah’ın müminlere sekînet
gınlık anlamına da gelmektedir. Çoğulu
indirdiği (Fetih, 48/8) belirtilmektedir.
sekerât olup ölüm anındaki ızdırap ve
Ayrıca Hz. Peygamberle ilgili olarak da
dalgınlık kastedilmektedir. Kur’ân’ın
şöyle buyrulmaktadır: "... Hani onlar
şu âyeti de bu anlamda kullanılmıştır:
mağaradaydı, O, arkadaşına; “üzülme,
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir; (ey
Allah bizimle beraberdir^, diyordu ve
insan!) işte bu, senin öteden beri kaç­
derken Allah O ’na katından bir sükûnet
tığın şeydir denir. ” (Kaf, 50/19). Nitekim
/ bir güven duygusu bahşetti... ” (Tevbe,
Hz. Peygamber de hastalığının ağırlaştı­
9/40). Hz. Peygamber de “Allah Teâlayı
ğı bir anda ellerini yanındaki su kabına
daldırıp yüzüne sürdükten sonra şöyle anmak için toplanan kimseleri melekler
dua etmiştir: “Allah ’ım, sekerât-ı mevt­ kuşatır, onları rahmet kaplar ve onlar
te bana yardım et. ” (îbn Mâce Cenâiz, 64). üzerine sükûnet ve vakar iner... ” buyur­
muştur. (Müslim, Zikir, 25). (M.C.)
îslâm kaynaklarına göre ölüm
anında insanların acı, ızdırap ve dal­ SEKR
gınlığa maruz kalmalarının sebepleri Sekr sarhoşluk demek olup, sıvı
farklıdır: 1- Yüce Allah manevî dere­ veya katı alkollü içki ya da keyif verici

584
bir madde kullanılmasıyla aklın örtül­ ğu zararları tazmin etmekle mükelleftir.
mesi anlamına gelmektedir. (Î.P.)
Yüce Allah, sarhoşluk veren şey­ SELÂM
lerin kullanılmasını kesin bir şekil­ Bir işten kurtulmak, ayıp, âfet,
de haram kılmıştır (Mâide, 5/90). Hz. noksanlık, acizlik, hastalık vb. şeyler­
Peygamber de, “Çoğu sarhoşluk veren den beri olmak anlamındaki “s-l-m”
şeyin, azı da haramdır” (Tirmizî, Eşribe, 3); kökünden türeyen selâm, Allah’ın sıfatı
‘‘İçkiden sakının, çünkü içki kötülükle­ olarak, insanlara ârız olan ayıp, kusur,
rin anasıdır. ” (Tac, v, 103) buyurmuştur. eksiklik, âfet, hastalık, acizlik, ölüm
Sarhoşluğun toplum hayatına ve insan vb. şeylerden beri olan; yaratıklarını
sağlığına verdiği zararların yanında âfet ve belalardan kurtaran, zulmetme­
insanın aklını örtüp, ne dediğini bilmez yen, güven arayanları güvene erdiren
bir hale getirdiğinden, Hulefâ-i Raşidin demektir.
döneminden itibaren sarhoşa had cezası Allah’ın sıfatı olarak Kur’ân’da
tatbik edileceği kabul edilmiştir. sadece, “O... selâmdır, mümindir,
Sarhoşun ne yaptığını bilmemesi müheymindir...” (Haşr, 59/23) âyetinde
sebebiyle, sarhoşluğun kişinin ehliye­ geçmiştir.
tine tesir edip etmeyeceği de fıkıhçılar “Onunla (kitapla) rızasının peşin­
arasında tartışılmıştır. Bu bakımdan den gidenleri selâm yollarına iletir... ”
sarhoşluk, haram olan ve haram olma­ (Mâide, 5/16), “Onlar (müminler) için
yan yoldan meydana gelen sarhoşluk Rableri katında selam yurdu vardır,
olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Haram yaptıkları işlerden dolayı O, onların
olan yoldan meydana gelen sarhoşlu­ dostudur. ” (En’âm, 6/127), “Allah selâm
ğun ehliyete bir etkisi yoktur. Böyle yurduna çağırır... ” (Yûnus, 10/25) âyetle­
sarhoş olan kimse, sarhoşluk veren rindeki “selâm” kelimesinin de Allah’ın
şeyi kullanmanın günahı yanında ismi olduğunu söyleyenler olmuştur.
sorumlu olduğu ibadetleri zamanında Namazların sonunda okuduğumuz
yerine getirmemenin de günahını üst­ şu hadis, Allah’ın selâm isminin anla­
lenir. Ayrıca bu kişinin yapmış oldu­ mını ifade etmektedir: “Allahümme
ğu tasarrufları geçerli, işlemiş olduğu ente’s-Selâmû ve min ke’s-Selam...”
suçlardan dolayı da cezai sorumluluğu (Allah’ım! Sen selâmsın ve selamet de
bulunmaktadır. şendendir) (Müslim, Mesacîd, 135-136).
Haram olmayan yoldan sarhoşluk, Allah’ın zat, sıfat ve fiilileri, O’na
bir ilacın kullanılması, susuzluktan öle­ layık olmayan her şeyden sâlimdir.
cek kimsenin alkollü içki içmesi veya (Î.K.)
tehdit altında zorla alkollü madde kul­ Ayrıca müminlerin birbirleri ile kar­
lanılması şeklinde olabilir. Bu şekilde şılaştıklarında, “es-selâmü aleyküm”
sarhoş olan kimse, alkollü maddeyi ve “selâmun aleyküm” cümleleriyle
kullanmaktan dolayı sorumlu, günah­ birbirlerine dua etmelerine denir. Bu
kâr olmaz. Bunun yanında sözlü tasar­ kullanımda selâmın anlamı, “Allah
rufları geçersiz ve cezai sorumluluğu seni esenliğe kavuştursun” demektir.
yoktur. Ancak, başkasına vermiş oldu­ Allah Teâlâ, peygamberlere, mümin-

585
lere ve cennetliklere selâm eder (esen­ anlamındaki ayet Allah’ın bu vasfını
liğe kavuşturur) (Ra’d, 13/24; Hicr, 15/46). ifade etmektedir.
Melekler ve cennet bekçileri, cennete Mülkünde, ilah ve mabut oluşun­
giren müminlere selâm verecekleri da ortağı yoktur. “Onun hiçbir ortağı
gibi, müminler de cennette birbirleri­ yoktur... ” (En’âm, 6/163), “Ondan başka
ne selâm vereceklerdir (A’râf, 7/46; Zümer, hiçbir ilah yoktur O, onların ortak koş­
39/73). Cennetin bir adı da Daru ’s-Selâm tukları her şeyden uzaktır” (Tevbe, 9/31),
(barış ve esenlik yurdu)dur; Allah da anlamındaki âyetler Allah’ın bu niteli­
kullarını bu güzel yurda çağırmaktadır ğini beyan etmektedir.
(En’âm, 6/127; Yûnus, 10/25). Uykusu ve uyuklaması yoktur.
Allah müminlerin selâmlaşmaları­ “O’nu ne uyuklama tutabilir ne de
nı istemektedir: “Size selâm verildi­ uyku ” (Bakara, 2/253) anlamındaki ayet
ği zaman siz de ondan daha güzeliy­ ile “Allah uyumaz ve uyumaya da
le selâm verin, yahut verilen selâmı ihtiyacı yoktur” (Müslim, îman, 293) anla­
aynıyla mukabele edin... ” (Nisâ, 4/86). mındaki hadis Allah’ın bu sıfatını
Selâm vermek sünnet, selâm almak ise bildirmektedir.
farzdır. Sünnet olan, yürüyenin otura­ Beslenmeye ihtiyacı yoktur. Bu
na, binitlinin yayaya, küçüğün büyüğe husus Kur’an’da şöyle ifade edilmek­
selâm vermesidir. Hutbede, yüksek tedir: “O (yaratıkları) besleyendir ve
sesle Kur’ân okurken, ders okuturken, (kendisi) beslenmeye ihtiyacı olmayan­
ezan ve kamet esnasında selâma cevap dır” (En’âm, 6/14).
verilmez. Tuvalet ve banyo gibi yerler­ Gafil değildir. Kur’ân’da 12 âyette
de bulunan kimselerle içki ve kumar yüce Allah’ın, insanların yaptıkların­
gibi bir günahı işlemekte olan kimseye dan gâfıl olmadığı bildirilmektedir:
bu günahı işlediği esnada selâm veril­ “...Allah, yaptıklarınızdan gafil değil­
mesi uygun değildir. (M.C.) dir ” (Bakara, 2/74, 85)
SELBÎ SIFATLAR Zalim değildir. Kur’ân’da 43 âyet-i
kerîme’de Allah’ın dünyada da âhiret-
Allah’ın sübûtî sıfatları, Allah’ın ne te de insanlara, toplumlara ve âlemlere
olduğunu, hangi niteliklere sahip oldu­ zulmetmediği bildirilmektedir: “Allah,
ğunu, neler yaptığını ifade etmelerine kullarına asla zulmedici değildir” (Âl-i
karşılık selbî / tenzihi sıfatlar, Allah’ın İmrân, 3/182),
ne olmadığını ve neler yapmadığı­
Korunmaya ve yardıma muhtaç
nı, hangi niteliklere sahip olmadığını
değildir. Bu husus Kur’an’da şöyle
ifade eder. Allah’ın selbî sıfatlarından
bildirilmektedir. “...O her şeyi koru­
bir kısmını şöyle özetleyebiliriz:
yup kollayan fakat kendisi korunma­
Allah’ın anası, babası, eşi, çocuğu yandır....” (Müminûn, 23/88)
ve benzeri yoktur. O, hiçbir şeye muh­ Ölümlü değildir. Bu husus
taç değildir. îhlas sûresi, Allah’ın bu Kur’an’da şöyle bildirilmektedir:
niteliklerini bize bildirmektedir. “Yeryüzünde bulunan her canlı öle­
Allah hiç bir şeye benzemez. “Onun cektir. Ancak azamet ve ikram sahibi
benzeri hiçbir şey yoktur... ” (Şûrâ, 42/11) Allah ’ın zatı baki kalacaktır. ” (Rahmân,

586
“Allah "in zatından başka her
55/26-27) hususları aynen kabul etmekte, yorum
şey helâk olacaktır” (Kasas, 28/88) ve te’vilden kaçınmaktadırlar. (F.K.)
Gökleri ve yeri koruyup gözetmek SELEFİYYE
ona zor gelmez. Bu sıfat,Kur’an’da Sözlükte “eskiden olmak, evvel­
şöyle bildirilmektedir: (<Gökleri ve ce bulunmuş olmak, yerine geçilmek,
yeri koruyup gözetmek O ’na güç gel­ önde olmak, ileri geçmek ve önce gel­
mez.... ” (Bakara, 2/255) mek” gibi anlamlara gelen selefiyye,
Yaptığından dolayı sorgulanamaz. dinî literatürde, sahabe, tabiûn ve onla­
“O, yaptığından dolayı sorgulanamaz rın yolunu benimseyip onlar gibi düşü­
fakat onlar sorgulanırlar” (Enbiyâ, 21/23) nen ilk dönem îslâm anlayışını yansı­
anlamındaki ayet Allah’ın bu niteliğini tan ekolü ifade etmektedir. Selefiyye
beyan etmektedir. ekolüne mensup olan âlimler; Allah’ın
Hükmünü kimse bozamaz. “Allah isimleri, sıfatları ve îmân esaslarıyla
hükmeder. O’nun hükmünü bozacak ilgili hususları te’vile gitmeden kitap
ve Sünnette açıklandığı şekliyle kabul
hiçbir kimse yoktur... ” (Ra’d, 13/41)
etmektedirler. Zira Selefiyyeye göre
Kimse onu aciz bırakamaz. Bu te’vil akıl ile yapılır. Îtikadî mesele­
husus Kur’an’da ısrarla belirtilmekte­ lerde ise akıl hüküm veremez. “Allah
dir: “Ne göklerde ne de yerde Allah ’ı
Arş üzerine istiva etti. ” (Tâ-hâ, 20/5) ve
âciz bırakacak hiçbir şey yoktur... ” "... Rabbin geldi.” (Fecr, 89/22) gibi
(Fâtır, 35/44)
müteşabih âyetlerin anlamı üzerinde
Kendisine hiç bir şey gizli kalmaz. fikir beyan edilmemelidir. Çünkü bu
“Şüphesiz göklerde ve yerde hiçbir şey âyetler ancak akıl ile yorumlanabi­
Allah "a gizli kalmaz” (Âı-i imrân, 3/5) lir. Oysa ki, akıl bu hususlarda yetkili
Sözü değişmez, va’dinden ve ahdin­ değildir. înanç konularında akla çok
den dönmez, “Allah verdiği sözden önem vermeyen ve aklî yorumlara
asla dönmez ” (Bakara,, 2/80) “Şüphesiz kapalı olan Selefiyyenin temel prensip­
Allah va’dinden dönmez. ” (Âı-i imrân, leri şunlardır. 1- takdis: Allah’ı şanına
3/9) (Î.K.) layık olmayan şeylerden tenzih etmek,
2- tasdik; kitap ve sünnetin haber ver­
SELEF diği şekliyle Allah’ı vasıflandırmak,
bk. Selefıyye. 3- aczi itiraf; nasslarda geçen müteşa­
SELEFÎ bih hükümlerin bilinemeyeceğini itiraf
etmek, 4- sükût; müteşabihlerin tevi­
bk. Selefiyye.
lini sormamak ve bu hususta susmak,
SELEF-t SÂLİHÎN 5- imsak; söz konusu nassları te’vil
Ashab, tabiîn ve tebe-i tabiîn gibi ve tefsîr etmekten kaçınmak, 6- keff;
Rasûlüllahın asrına en yakın yaşayan müteşabih ile kalben dahi meşgul olma­
Müslümanlardır. Bunlar inanç, ibadet mak, 7- marifet ehline teslim; kişinin
ve diğer yaşantılarıyla bütün sapık ve kendisine kapalı görünen müteşabih
bid’at sayılabilecek düşünce ve dav­ nassların herkese kapalı olduğunu
ranışlardan uzak kimselerdir. Kur’ân-ı düşünmemesidir. Peygamberin, büyük
Kerim’in lafız olarak işaret ettiği din âlimlerinin, sıddîk ve velilerin zor

587
görünen bazı hususları bildiğini kabul SEMÂ
etmek gerekmektedir. Günümüzde Sözlükte “dinleme, işitme, kulak
amelî konularda Hanbelî mezhebine verme” anlamına gelen semâ, tasav­
mensup olanlar çoğunlukla itikadî yön­ vufta, makam ve nağme ile okunan
den selefi düşünceyi benimsemektedir­ dini metin ve İlâhileri ve dini musikiyi
ler. (F.K.) dinleme; raksetme, devrân etme, din­
SELEM lenen dini musikînin etkisiyle coşup
dönme demektir. Mevlevi zikir mecli­
Sözlükte “boyun eğme, harpsiz esir
sine semâ, bu âyine katılan dervişlere
alma, palamut ağacı” gibi anlamlara
semâ-zen, âyinin icra olunduğu yere
gelen selem, bir fıkıh kavramı ola­
semâhâne denir. (M.C.)
rak, peşin para ile veresiye mal almak
demektir. Selem akdi, vadeli alışverişin Hadis usulünde semâ, hadis öğren­
tersidir; vadeli alışverişte bedel veresi­ me yollarından biri ve en üstün ola­
ye, selemde ise, mal veresiyedir. nıdır. Bu metodda hoca, hadisleri ya
ezberinden ya da kitabından okur.
Selem akdi, tasarruf ehliyetine
Öğrenci bunları dinleyerek ezberler
sahip taraflar arasında, karşılıklı irade
beyanı ile kurulur. Selem akdinin sahih veya yazar. (A.G.)
olması için, konusu olan malın sıfatı SEMEN
ve miktarı tam olarak belirlenebilen Alışverişte mala karşı verilen para
bir mal olması, başka bir deyişle mislî veya para yerini tutan mislî mal demek­
olması gerekir. Sıfat veya miktarı belir­ tir. Semenin ekonomik değerinin bulun­
lenemeyen bir malda selem akdi caiz ması ve alışveriş esnasında miktarının
değildir. Buna göre sıfat ve miktarı belirlenmesi gerekir. Mal ile semenin
belirlenebilen buğday ve pirinçte selem peşin olarak değişimi bey’; malın peşin
akdi kurulabilirken, birbirinden farklı semenin veresiye olmak üzere değişimi
olan hayvanda, mücevherde selem caiz vadeli satış; semenin peşin malın vere­
değildir. siye olarak değişimi ise selem akdidir.
Akit esnasında, malın cinsinin, (bk. Bey’, Büyü’, Selem) (Î.P.)
çeşidinin, sıfatının, miktarının, teslim SEMİ’
zamanının ve yerinin belirlenmesi,
Allah’ın sıfatlarından biri olup işit­
ayrıca bedelin akit meclisinde teslim
mek anlamına gelmektedir, (bk. Sâmi’)
edilmesi gerekir. Hz. Peygamber, "Kim
(Î.K.)
selem akdi yapmak isterse, satın aldığı
malın ölçü ve tartısı ile teslim zamanı­ SENET
nı belirleyerek yapsın. ” buyurmuşlar­ Sözlükte “dayanak” anlamına gelen
dır (Buhârî, Selem, i). Günümüzde, fabri­ senet, terim olarak, bir hadisi, Hz.
kasyon mamul olan buzdolabı, çamaşır Peygamberden itibaren bize kadar ulaş­
makinası gibi mallar da sıfatları tam tıran yola denir. Senette, hadisi rivâyet
olarak belirlenebildiğinden, bunlarda eden râvîlerin isimleri sıralanmıştır.
da selem akdi caizdir. Ön ödemeli satış Senetteki râvîler zincirini sıra ile oku­
şekilleri selem içerisinde mütalâa edi­ maya isnâd denir. Senet ve isnad bir­
lebilir. (Î.P.) birlerinin yerlerine de kullanılır. Tarik

588
veya vecih de denilen senet, hadîsin bir Allah’ın bu sıfatı, settâr olarak da ifade
bölümüdür. Hadisin diğer bölümünü edilmektedir.
ise metin teşkil eder. Hadiste geçen setir, Allah’ın insan­
Hadisler bir ya da birden fazla ların ayıplarını, kusurlarını, rezillik­
senetle rivâyet edilebilir. Her bir senet lerini örten, gizliyen, açığa vurmayan
sağlamlık yönünden farklı olabilir. demektir. Peygamberimizin (a.s.);
Hadisin sıhhatini belirleme de senedin “Kim, bir Müslümanın ayıbını, kusu­
önemli bir yeri vardır. Senetteki râvîle- runu örter, gizlerse, Allah da kıya­
rin eksik olması, râvîlerin gerekli şart­ met günü onun bir ayıbını, kusurunu
ları taşımamaları veya hadisin bizzat örter, gizler. ” (Buharî, Mezâlim, 3) hadisi de
hocadan alındığının sabit olmaması, Allah’ın setîr vasfını ifade etmektedir.
hadisin zayıf kabul edilerek reddedil­ (Î.K.)
mesinin sebebleri arasında yer alır. SETR-İ AVRET
Senetlerin muhaddislerce incelen­ Namazın şartlarından birisi olan
mesi neticesinde, mütevâtir, meşhur, setr-i avret, avret mahallinin örtülmesi
aziz, garib, müsned (muttasıl, mevsul), anlamına gelmektedir, (bk. Avret) (Î.P.)
munkatı, mu’dal, mürsel, muallak,
muanan ve müdelles gibi hadis çeşitleri SEV’ETEYN
ortaya çıkmıştır. (A.G.) Kadın ve erkeğin galîz yani, kaba
SERÎ’U’L-HİSÂB avret mahalline sev’eteyn denilir. (Î.P.)

Allah’ın sıfatlarından biri olup, SEVM-İ NAZAR


çok süratli hesap gören demektir, (bk. Kelime anlamı bakımından sevm
Hâsib) (İ.K.) pazarlık etmek; nazar da bakmak
demektir. Bir fıkıh terimi olarak sevm-
SERİYYE
i nazar ise, bir malı görmek veya gös­
Asr-ı saadette, Hz. Peygamberin termek üzere almak anlamına gelir.
bizzat katılmadığı, sahabenin yaptığı Bakmak veya birine göstermek ama­
savaşlara denir. İslâm tarihi kaynakla­ cıyla alınan mal, alan kişinin elinde
rında kırk yedi kadar seriyyenin gön­ emanettir. Bu mal için bir bedel belir­
derildiğinden söz edilir. Hz. Hamza lenmiş olsun veya olmasın, teslim alan
Seriyesi, Abdullah ibn Cahş Seriyyesi kişinin herhangi bir kusuru olmaksızın
bunlardandır. (A.G.) helak olması halinde tazmin etmesi
SETÎR / SETTÂR gerekmez. (Î.P.)
Bir şeyi örtmek, gizlemek anla­ SEVM-İ ŞİRÂ
mındaki “s-t-r” kökünden türeyen Sözlükte sevm pazarlık etmek; şirâ
setir, iffetli, örten ve gizleyen demek­ da alış-veriş demektir. Sevm-i şirâ ise,
tir. Allah’ın sıfatı olarak bir hadiste fıkıhta, bir malın değeri belirlenerek
geçmiştir. “Allah, halimdir, setir­ satın almak üzere müşteri tarafından
dir. Hayayı ve edep yerlerinin örtü­ teslim alınıp götürülmesini ifade eder.
lü olmasını, kötü, çirkin ve edep dışı Meselâ, satıcı “şu arabanın fiyatı beş
sözlerin söylenmemesini sever. ” (Nesâî, milyar liradır; götür beğenirsen al”
Gusl, 7; Ebû Dâvûd, Hammam, 2; Ahmed, IV/224) diyerek müşteriye teslim etmesi, müş-

589
terinin de bu şartla arabayı kabzetmesi günahlara ve insanlara yapılan kötülük­
sevm-i şirâ yoluyla almaktır. Bu şekil­ lere de seyyie denir. Çoğulu, seyyiâtdır.
de fiyatı belirlenerek alınan malın müş­ “Seyyi’-seyyie” kelimesi Kur’ân’da
terinin elinde helak olması halinde, mal 62 defa geçmiş ve şirk (Allah’a ortak
mislî ise mislini, kıyemî ise kıymetini koşmak) (Nisâ, 4/18), azap, ceza (Ahzâp,
müşteri satıcıya öder. (Î.P.) 33/51), zarar (A’râf, 7/168), çirkin fiiller
SEYR (fevâhış, livâta) (Hûd, 11/78), şer (Mümin,
40/45), küfür, büyük-küçük günah (A’râf,
Sözlükte “yürümek, bakmak” anla­
7/153) ve küçük günah (Nisâ, 4/31) anlamla­
mına gelen seyr, tasavvufta, Hakk’a
rında îmân, sâlih ameller ve hasene’nin
ermek için manevî yolculuk yap­
zıddı (Fussilet, 41/34; Câsiye, 45/21); hatîe’nin
mak demektir. Seyr iki çeşittir: Seyr
(Bakara, 2/81) Ve ZUİmÜn (Zümer, 39/51) SİnO-
ila İlah: Hakk’a doğru yürümek. Sâlik
nimi olarak kullanılmıştır. (Î.K.)
Hakk’ı tanıyınca bu yolculuk sona erer.
Seyr fi İlâh: Hakk’ta yürümek. Birinci SIBĞATULLAH
seyr sona erince başlar ve sonsuza Sıbğa, boya demektir. Sıbğatullah,
kadar sürer. Hak yolda yürüyenlere şâir Allah boyası anlamına gelir. Kur’ân’da
veya seyyâr denilmektedir. bir âyette geçmiş ve şöyle denilmiştir:
Seyru sülük ise, Hakk’a ermek için "'Allah’ın boyası (ile boyan), Allah’ın
bir rehberin öncülüğünde ve deneti­ boyasından daha güzel boyası olan kim
minde çıkılan manevî ve ruhî yolculuk (var) dır? Biz ancak O’na ibadet ede­
demektir. Seyru sülükün gayesi sâli- riz. ” (Bakara, 2/138).
kin kişisel arzu ve isteklerini yok edip Allah’ın boyası ile maksadın;
kendisini bütünüyle İlâhi iradenin hâki­ Allah’ın insana verdiği akıl, Allah’ın
miyeti altına sokması, bu suretle diğer âdeti, Allah’ın yaratması ve hak dini
insanlara rehberlik yapmasına imkân olduğu söylenmiştir. Sıbğatullah’ın
sağlayan kâmil insan mertebesine yük­ Rûm sûresinin 30. âyetindeki fıtratul-
selmesidir. (M.C.) lah gibi hak din îslâm olduğu görüşü
daha isabetlidir. (İ.K.)
SEYYÎE
“Birisine kötülük etti, zarar verdi ve SIDDÎK
bir şeyi kötü yaptı” anlamındaki “esâe” Sözlükte “çok doğru olan, doğrulu­
fiilinden türeyen ve seyyV kelimesinin ğun zirvesinde bulunan, sözünü amel­
müennes (dişil) şekli olan seyyie söz­ le ve uygulama ile doğrulayan kimse”
lükte kötü ve çirkin olan şeylere denir. anlamındadır. Sıddîk kelimesi, sâdık
Istılahta; sıkıntı, bela, musibet, afet... kelimesinin mübalağalı şeklidir.
vb. insanı üzen ve ona zarar veren Hz. Meryem (Mâide, 5/75) ve Hz. Aişe
olumsuz ve nahoş olan şeylere seyyie “sıddîka”, Hz. Ebû Bekir (Ebû Dâvûd,
dendiği gibi, şirk, küfür, nifak ve isyan Cihâd, 136) “sıddîk” vasfı ile şöhret bul­
gibi İlâhi irâdeye ters düşen, insanın muştur. Kur’ân’da; İbrahim (a.s.), İdris
dünya veya âhirette cezalandırılması ­ (a.s.) (Meryem, 19/41, 56) Ve YÛSuf (a.S.)’in
na sebep olan her türlü çirkin (fevâhış) (Yûsuf, 12/46) “sıddîk” olduğu bildirilmiş­
ve isyan olan (meâsî) inanç, söz, fiil tir. Bütün peygamberler, hiç şüphesiz
ve davranışlara; küçük ve büyük bütün “sıddîk” insanlardır. Allah ve pey-

590
gamberine îmân edip itaat eden, sâlih amellerinde kusur ve eksiklik olmama­
ameller işleyen, haram ve günahlardan sı şeklinde de tanımlanmıştır.
sakınan müminlerin de “sıddîk” insan­ “Sıdk” kavramı Kur’ân’da; îmân
lar olduğu bildirilmiştir (Hadîd, 57/19). ve sâlih ameller (Mâide, 5/119), ahde vefa
((Kim Allah "a ve peygambere itaat (Ahzâb, 33/23-24), doğru söz söylemek
ederse, işte onlar, Allah ’ın nimet ver­ (Âli İmrân, 3/95), doğruluk, (En’âm, 6/115),
diği peygamberler, sıddîklar, şehitler Allah’ın va’dinî yerine getirmesi (Âli
ve sâlihlerle beraberdir Onlar ne güzel İmrân, 3/152), Kur’ân (Zümer, 39/32-33), hak,
arkadaştırlar! ” (Nisâ, 4/69). “Sıddîklar”, gerçek (Zariyat, 51/5), değerli, şerefli, kıy­
peygamberleri tasdîk eden, onların metli ve yüce (Meryem, 19/50) anlamların­
gösterdiği yolda yürüyen, Allah ve da kullanılmıştır.
peygamberin emir ve yasaklarına uyan
“Sıdk” kavramı Kur’ân’da “kizb”
kimselerdir. (Î.K.)
(= yalan) (Yûsuf, 12/26-27) ve “nifak”
SIDK (= iki yüzlülük) (Tevbe, 9/43) kavramla­
Yalan söylemenin zıddı olan sıdk rıyla zıd; “birr” (iyilik, hayır, güzel
kavramı sözlükte; doğru sözlü olmak, amel) (Bakara, 2/177), “takva” (= Allah’a
gerçeği söylemek, doğru haber vermek, karşı gelmekten sakınma) (Zümer, 39/33),
sözünü yerine getirmek, öğüt ve sevgi­ “ihsan” (güzel amelleri en iyi bir
de samimi, iş ve işlemlerinde dürüst ve şekilde yapmak ve iyilikte bulunmak)
güvenilir olmak, hükmün vakıaya uygun (Zümer, 39/34), “sedîd” (doğru) (Nisâ, 4/9;
olması anlamlarına gelir. Sıdk kelimesi­ Ahzâb, 33/70), “adi” (= adalet, hakkani­
nin Arap dilindeki asıl anlamı, güç, sert, yete uygun davranmak) (En’âm, 6/152) ve
katılık ve şiddettir. Doğru sözlülüğe sıdk “istikamet” (= dosdoğru olmak) kav­
denmesi, yalanın za’fıyeti karşısında
ramlarıyla eş anlamda kullanılmıştır.
doğruluğun güçlü olması sebebiyledir.
“Sıdk” kavramında, “ihlâs” ve
Sıdk kavramı Arap dilinde övgü ifa­
“samimi” olma anlamı da vardır.
desi olarak kullanılmıştır. Bir şey sıdk
kavramına izafe edilince o şey övülen Kur’ân’da Allah’ın, (Ahzâb, 33/22),
bir şeydir. Kur’ân’ın (En’âm, 6/115), Peygamberlerin
(Yasîn, 36/52) ve müminlerin doğruluğun­
Din ıstılahında sıdk, kişinin inan­
dan söz edilmiştir, (bk. Sâdık) (İ.K.)
cında, amelinde, niyetinde, söz, fiil
ve davranışlarında samimi ve dürüst Sıdk aynı zamanda peygamberlerde
olmasına, hile ve hud’ası bulunmama­ bulunması gereken vasıflardan biridir.
sına denir. Bu vasıf, peygamberlerde fıtrîdir. Hiç
Peygamber (a.s.), “sıdk”ı, nefsin bir peygamber için, sıdkın zıddı olan
yapılanlardan huzur ve sükûn duyması, kizb düşünülemez. Çünkü kizbin nor­
şüphe içerisinde olmaması (tuma’nîne) mal bir insanda bile bulunması hoş
(Ahmed, i, 200) ve birr (iyilik, hayır, güzel karşılanmaz. Doğruluk, dürüstlük,
ameller) olarak tarif etmiştir. (Müslim, sadakat her insan için aranan bir özel­
Birr, 104; Ahmed, 1/393). “Sldk”, kişinin liktir. Ancak bu sıfat peygamberler için
davranışlarında şaibe, inancında şüphe, vaciptir. (F.K.)

591
SILA-İ RAHİM koparan kimse ile ise ilişkiyi keseceği­
Akraba ilişkileri anlamına gelen ni bildirmiştir (Buhârî, Edeb, 13). (Î.K.)
“sıla-i rahim" kavramı ile; amca, hala, SIRAT KÖPRÜSÜ
teyze, dayı ve bunların çocukları, kayın Sözlükte “yol” manasına gelen sırat,
valide, kayın peder ve kayın birader gibi cehennem üzerinde bulunan bir yol veya
yakınlara karşı insânî, ahlâkî ve sosyal köprüdür. Müminler cennete bu yoldan
görevler ifade edilir. Bir çok âyet ve geçerek ulaşacaklardır. Onun gerçek
hadiste akraba ile ilişkilerin sürdürül­ mahiyetini ise ancak Allah bilir. Bir
mesi ve onların haklarının gözetilme­ rivâyete göre iyi veya kötü amel sahibi
si emredilmektedir: “...Kendisi adına olan herkes cehenneme uğrayacak, fakat
birbirinizden dilekte bulunduğunuz Yüce Allah iyileri cezalandırmayıp ora­
Allah "a karşı gelmekten ve akrabalık dan kurtaracaktır. Müfessirlere göre şu
bağlarını koparmaktan sakının... ” (Nisâ, âyet-i kerime de buna işaret etmektedir.
4/1), “Allah, adaleti, ihsanı ve yakınlara “İçinizden, oraya uğramayacak hiçbir
yardım etmeyi emreder... ” (Nahi, 16/90), kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleş­
‘Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış miş bir hükümdür. ” (Meryem, 19/71).
yolcuya haklarını ver... ” (isrâ, 17/26) Cehennem üzerinde cennete uzanan
anlamındaki âyetler ve “Akrabalık bu köprü, belki de insanın dünya haya­
bağını koparan (cezasını çekmeden) tı boyunca güzel amellerle inşa ettiği
cennete giremez” (Buhârî, Edeb, 11; Müslim, bir köprüdür. İnsanın bu dünyadaki iyi
Birr, 18-19), “Faziletli işlerin en üstünü amelleri, öteki dünyada onun önüne
senden ziyareti kesen akrabanı ziyaret bir köprü olarak gelir. Onu cehenne­
ederek ilişkiyi sürdürmendir” (Ahmed, m, me düşmeden cennete ulaştırır. Öyle
438) anlamındaki hadisler sıla-i rahmin anlaşılıyor ki sırat, Allah ve Rasûlünün
önemini ve bu görevin nasıl yapılacağı­ haber verdiği şekilde ve yalnız Allah’ın
nı ifade etmektedir. Sıla-i rahim görevi bildiği ve takdir ettiği keyfiyette mutla­
genelde iki şekilde yapılır: ka olacaktır. Bu hususta şu hadisler de
a) Ziyaret etmek, maddî ve manevi rivâyet edilmiştir. “Daha sonra cehen­
yardımda bulunmak, sevinçli ve acılı nem üzerine bir köprü kurulur. ” (Müslim,
günlerinde yanlarında olmak. îmân, 8) Müminlerden bazıları şimşek

b) Onlara fiilî veya sözlü olarak misâli, bazıları esen bir rüzgar gibi,
her hangi bir zarar vermemek, onları bazıları da cins atlar gibi üzerinden
kötülememek, unutmamak ve dargın geçer. Münafıklar ise emekleyerek geç­
durmamak. meye çalışır ve ateşe düşerler. Kâfirlere
gelince köprüden hiç geçemeyip ateşe
Akrabalık ilişkilerini sürdürmek
yuvarlanırlar. (F.K.)
farz, bu ilişkileri koparmak ise haram­
dır. Akrabasını unutmayan, onlar ile SIRAT-I MÜSTAKİM
ilişkisini sürdüren kimse sevap, aksi İnişi ve yokuşu olmayan, dümdüz,
davranan kimse ise günah kazanmış işlek, açık, doğru ve büyük yola /cad­
olur. Bir kutsî hadiste yüce Allah, deye denir. İstiâre-i temsiliye ile emir
akrabalık ilişkisini sürdüren kimse ile ve yasaklarında, helal ve haramlarında,
ilişkiyi sürdüreceğini, akrabalık bağını hüküm, öğüt ve tavsiyelerinde en doğru

592
olan îslâm Dinine de sırat-ı müstakim “Sebîli’l-müfsidin", bozguncuların
denmiştir. yolu (A’râf, 7/142),

Tarîk, sebil ve sırat kelimeleri yol “Sebîlü’l-ğay", sapıklık yolu, eğri


demektir. Ancak genel olarak yola, yol (A’râf, 7/146),
tarîk; işlek yola sebîl; işlek, doğru, “Sırâtü’l-cahîm", cehennem yolu
büyük ve açık yola ise sırat denir. Bu (Saffât, 37/23),
doğru yolun diğer isimleri rüşd, hüdâ,
“Tarîk-ı cehennem", cehennem
minhâc, şeriat, sünnet ve dindir. Sebîl,
yolu (Nisâ, 4/169),
tarîk, sırat ve din kelimeleri Kur’ân’da
müstakim, rüşd, kıyem ve sevâ kelime­ “Sebîlü’llezîne lâya’lemûn", bil­
leriyle nitelenmiştir. meyenlerin yolu (Yûnus, ıo/87) ve
“Ğayri sebîli’l-müminîn", mümin­
Kur’ân’da “Sırat-ı müştekim”;
lerin yolundan başka yol (Nisâ, 4/115)
“Sırâtullah”, Allah’ın yolu
tabirleri kullanılmıştır.
(İbrahim, 14/1),
Sırâtı Müstakim, bütün peygam­
“Sebîlüllah”, Allah’ın yolu (Bakara,
berlerin insanlara tebliğ ettikleri Allah
2/154),
yolunun, bir tek Allah’ı kabul esasına
“Sırâtü’l-Hamîd”, Hamîd olan dayalı tevhîd dininin en bariz niteliği­
Allah’ın yolu (Hac, 22/24), dir; bütün peygamberlerin, sâlih, sâdık,
“Sırâtı’l-azîzi’l-hamîd”, Azîz ve muttaki ve Allah’ın hidâyete erdirdiği
Hamîd Allah’ın yolu (İbrahim, 14/1), insanların izlediği yoldur.
“Sırâtı’s-Seviyyi”, doğru yol, (Tâ-hâ, Kur’ân’da; Allah’ın (Hûd, ıı/56), Hz.
20/135), Muhammed (a.s.)’in (Zuhrûf, 43/43) diğer
“Sebîlür-rüşd”, doğru yol (A’râf, 7/46), Peygamberlerin (En’âm, 6/87), îmân edip
sâlih amel işleyen (Hac, 22/23), Kur’ân’a
“Sebîlü’r-raşâd”, doğru yol (Mümin,
sarılan (Âı-i îmrân, 3/101) ve adaletle
40/29),
emreden (Nahl, 16/76) müminlerin doğru
“Sebîlü Rabbike”, Rabbinin yolu yolda oldukları; Allah’ın (Hac, 22/54),
(Nahl, 16/125),
Peygamberin (Şura, 42/52-53) ve Kur’ân’ın
“Sevâü’s-sebîl”, doğru yol (Mâide (Ahkâf, 46/30, isra, 17/9). insanları doğru yola
5/12), ilettikleri bildirilmiştir.
“Sevâü’s-Sırât”, doğru yol (Sâd, Gerçekte insanları hidâyete, doğru
38/22), yola götüren Allah’tır. Ancak Allah, pey­
“Tarîk-ı müstakim", dosdoğru yol gamberini insanları doğru yola çağırma­
ve “kendilerine nimet veri­
(Ahkâf, 46/30) sı için, Kur’an’ı da doğru yola iletmede
lenlerin yolu ” (Fâtiha, 1/7) kavramlarıyla rehber olması için göndermiştir.
da ifade edilmiştir. Doğruyu bulmak isteyen kimse,
Doğru yolun zıddı olarak Kur’ân’da; kendine Kur’ân’ı rehber, Peygamberi
“Sebîlü’t-tâğût”, tağut yolu (Nisâ,
(a.s.) önder edinerek, îmân edip sâlih
ameller işlemesi gerekir. (Î.K.)
4/76),
“Sebili’l-mücrimîn ", mücrimlerin SİYAM
yolu (Mâide, 5/55), bk. Oruç.

593
Sİ‘R SİGORTA
Si’r, fiyat, kıymet, yetkili makam­ Sigorta, sigortacının, bir prim karşı­
larca belirlenen fiyat, narh anlamına lığında diğer bir kimsenin para ile ölçü­
gelmektedir. Narh koymaya da tesir lebilir bir menfaatini halele uğratan bir
denir, (bk. Narh) (Î.P.) tehlikenin (rizikonun) meydana gelme­
SÎDRETÜ’L MÜNTEHA si halinde tazminat vermeyi yahut bir
veya birkaç kimsenin hayat müddetleri
Sidre, Arabistan kirazı denilen nebk
ağacıdır. Sidretü’l-münteha; son sidre, sebebiyle veya hayatlarında meydana
yani son ağaç demektir. Çünkü mün- gelen belli bir takım hadiseler dolayı­
teha son yer veya son sınır anlamına sıyla bir para ödemeyi veya diğer eda­
gelmektedir. Buna göre bir sıra ağacın larda bulunmayı üstlendiği bir akittir.
en sonundaki ağaca atfen kullanılır. Sigorta, İslâm’ın ilk dönemlerinde
Tüm bilgiler sidretü’l-mütehada son bilinmeyen, yakın zamanlarda ortaya
bulur. Ötede bulunanı ancak Allah çıkmış bir akittir. Bu nedenle sigorta
bilir. “Andolsun onu, sidretü ’l münte- konusunda fıkıh kaynaklarımızda bir
hanın yanında önceden bir defa daha açıklama bulunmamaktadır. Çağdaş
görmüştü. Cennetü’l Me’va da onun araştırmacılar sigorta konusunu ince­
yanındadır Sidreyi kaplayan kaplamış­ lemişler ve sosyal sigortalar ve karşı­
tır ” (Necm, 53/13-16). lıklı sigortanın caiz olduğu konusunda
îslâm bilginleri bu âyetleri yorum­ ittifak etmekle birlikte, ticarî sigortanın
larken iki görüş ileri sürmüşlerdir. hükmü konusunda ayrılığa düşmüşler­
Birincisine göre sidre-i müntehâ, dir. Bir kısım bilginler, ticarî sigorta­
yedinci kat semada bir ağaçtır ve cen­ ların hiçbir çeşidinin caiz olmadığını
netteki dört ırmak bu ağacın altından söylerken, bir kısmı hayat sigortasının
kaynamaktadır. İkinci görüşe göre, sid- caiz olmadığını, mal ve eşya sigorta­
re-i müntehâ, akılların hayrette kaldı­ sının ise esas itibariyle caiz olduğunu,
ğı, bunun üstünde bir hayret tasavvur ancak dinen hoş olmadığını söylemiş­
edilemeyeceği şey demektir. Diğer bir lerdir. Diğer bir kısım bilginler ise,
ifade ile bunun tarifi ve tavsifi mümkün sigortayı yasaklayan kesin bir nass
değildir. Elmahlı Hamdi Yazır ise sidre-i bulunmadığından, faiz karışmaması ve
müntehâ hakkında şunları söylemiştir: genel ahlaka aykırı olmaması şartıyla
“Arşın sağından yedinci veya altıncı sigortanın bütün çeşitlerinin caiz oldu­
semada bir nebk ağacıdır ki, muttakile- ğunu kabul etmişlerdir.
re mev’ud olan cennetteki nehirler onun
altından kaynar... Ya da sidre-i müntehâ Akitlerde asıl olan caiz olmaktır;
cennetin uçlarındandır. Üzerinde sün- îslâmTn öngördüğü temel prensiplere
düs ve istebrekin etekleri vardır.” îbn aykırı bir husus içermeyen ve akdin
AbbasTn anlattığına göre sidre-i mün­ dinen aranan bütün unsur ve şartları­
tehâ arşın tahtında bir sidredir ki melek, nı taşıyan her akit sahihtir. Asr-ı saa­
nebi veya insanlardan âlim olanların dette ve müçtehit imamlar döneminde
ilmi nihayet ona müntehi olur. Ondan bilinmeyen ve yakın zamanda ortaya
ötesi gaybtır. Allah’tan başkası bilmez. çıkan sigorta akdi, bu genel prensipler
(F.K.) doğrultusunda değerlendirildiğinde,

594
söz konusu unsur ve şartları taşıması emeklilik tasarruf ve yatırım sistemi­
halinde caizdir. ne dahil olmak ve bunların verdiği kar
Sigorta, meydana gelen zararın paylarını almak caiz; helal olmayan
yalnızca riske maruz kalanın üzerinde alanlarda nemalandırılması halinde ise
kalması yerine, sigortalıların ödedikle­ caiz değildir. Diğer taraftan, belli bir
ri primlerden ödenen tazminat yoluy­ süre prim ödendikten sonra, sigorta
la bütün sigortalılara dağıtılmasını ve şirketinin maktu bir meblağ ödemesi
böylece felaket ve kazaların zararının veya aylık bağlaması şeklinde yapıla­
hafifletilmesini gaye edinmiş karşılık­ cak hayat sigortası; paranın vadeli ola­
lı taahhüt ve yardımlaşmaya dayanan rak satışı olacağından faiz kapsamında
bir sistemdir. İslâm’ın, sosyal ve İkti­ değerlendirilir.
sadî hayata dair bütün düzenlemeleri­ Buna göre, konusu din tarafından
nin hedefi, hak ve görevlerde, mutlak yasaklanmış olan sigorta caiz değildir;
manada karşılıklı yardımlaşma ve kefâ- kâr payı esasına dayalı çalışan birikim­
let esasına dayanan bir toplum meyda­ li hayat sigortası ile bireysel emeklilik
na getirmektir. Buna göre sigorta îslâm tasarruf ve yatırım sistemi, yatırılan
dinindeki bu yüce hedefe aykın değildir. primlerin, dinen helal olan alanlarda
İslâm’ın ilk dönemlerinde mevcut değerlendirilmesi durumunda caizdir.
olan ve ileriki dönemde sosyal yapı­ Bunun dışında kalan sosyal sigortalar,
daki değişikliğe paralel olarak yeni karşılıklı sigortalar ve ticarî sigortalar
formlar kazanan âkile sistemi; Hz. ise, böyle bir kayıt söz konusu olmak­
Ömer, İbn Mes’ûd, İbn Abbâs, İbn sızın caizdir. (Î.P.)
Ömer gibi büyük sahabe fakihlerinin
SİHİR
ve Hanefîlerin kabul etmiş oldukla­
rı muvâlât akdi; Hanefî, Maliki ve bk. Büyü.
Hanbelîlere göre geçerli kabul edi­ SİKA
len meçhul bir borca kefil olmak; Adalet ve zabt sıfatlarını tam olarak
Malikîlerin kabul ettiği borçlu kılan taşıyan râvîye denir. Bir başka deyişle,
vaat, sigorta sisteminin örneğini ve caiz metân-i aşera denen on kusurdan birini
olduğunu göstermektedir. kendisinde bulundurmayan râvî &dır.
Ancak ticarî sigorta çeşitlerinden Çoğulu sikâtdır. Sika râvî, mutkın, sebt,
birikimli hayat sigortası ile bireysel hüccet isimleriyle de anılır. Hadis ede­
emeklilik tasarruf ve yatırım siste­ biyatında müstakil olarak sika râvîleri
minde, genel olarak primler şirketler toplayan eserler yazılmıştır. (A.G.)
tarafından nemalandırılarak, iştirak­
SİLSİLETU’Z-ZEHEB
çilere kâr payı dağıtılmaktadır. Bu da
bir nevi ortaklık olduğundan, yatırılan Altın zincir anlamına gelen bu terim,
primlerin değerlendirilme alanları dini hadiste, içerisindeki râvîlerin güvenilir­
hüküm bakımından önem kazanmak­ liğinin en üstün düzeyde olduğu senedi
tadır. Bunun için yatırılan primlerin, ifade eder. Bu senet, “esahhu’l-esânid”
dinen helal olan alanlarda değerlen­ içerisinde de en sahih olandır. Bazı hadis
dirilmesi durumunda, bu tür birikimli âlimlerince “silsiletu’z-zeheb”; Ahmed
hayat sigortası yaptırmak ve bireysel ibn Hanbel, îmam Şâfıî, İmam Mâlik,

595
Nâfî, îbn Ömer’den oluşan isnad olarak Ayrıca, fıkıh kaynaklarında, ulus­
kabul edilmiştir. (A.G.) lar arası ilişkileri inceleyen bölüme de
SİNAGOG siyer ismi verilmiştir. (A.G.)
Yahûdîlikte, toplu olarak ibadet ve SÛ’
dinî merâsimlerin icrâ edilmesi için Sözlükte “birisine hoşlanmayacağı
tesis edilen dinî mekân / ibadet mahal­ bir şeyi yapmak ve üzücü davranışta
li demektir. Ülkemizde ve Türk kültü­ bulunmak” anlamına gelen sû’, ıstı­
ründe sinagog yerine (havra) kelimesi lahta, malını, mülkünü, evini, eşini,
daha çok bilinir ve yaygın olarak kul­ çocuklarını, dostlarını, sıhhatini, maka­
lanılır. (Î.U.) mını ve itibarını.... kaybetmesi gibi psi­
SİNN-İ BULUĞ kolojik ve fizyolojik olarak insanı üzen
her şeye dendiği gibi; inanç, söz, fiil ve
Buluğ çağına erme yaşına sinn-i
buluğ denir, (bk. Buluğ) (Î.P.) davranış itibariyle ma’siyet olan, aklın
ve dinin çirkin gördüğü, dünya veya
SÎRE âhirette fâilini üzen, zarara sokan ve
bk. Siyer. cezaya maruz bırakan her türlü inanç,
SİRKAT söz, fiil ve davranışlara da sû’ denir.
Hırsızlık demektir. Mülkiyet hak­ Sû kelimesi Kur’ân’da küfür, şirk
kına karşı işlenen temel suçlardan biri (Nahl, 16/28) günah, meâsî (Bakara, 2/169),
olan sirkat; başkasına ait bir malı, küçük günah-zelle (Nemi, 27/11), dövme,
korunduğu yerden sahibinin bilgisi öldürme (Mümtehîne, 60/28), hırsızlık,
dışında gizlice almaktır. İslâm’a göre insanlara verilen her türlü zarar (Nisâ,
insanın hayatı, ırz ve namusu gibi malı 4/110), zina (Yûsuf, 12/51), hiyânet (Yûsuf,
da muhteremdir. Bu nedenle hırsızlık, 12/24), çirkin SÖZ, sövme (Nisâ, 4/148),
hem hukuk düzeni açısından suç kabul baras hastalığı (Hac, 22/20), zillet, azap
edilerek cezalandırılmış, hem de dinen (Nahl, 16/27), ceza, helâk, musibet (Âl-i
ve ahlâken büyük günah ve ayıp sayıl­ îmrân, 3/174), şer (Âl-i îmrân, 3/30) ve ZUİÜm
mıştır (Mâide, 5/38). (Î.P.) (Nisâ, 4/149) anlamlarında kullanılmıştır.

SİYER Sû’ kavramı, kötü anlamında azaba


(Bakara, 2/49),amele (Tevbe, 9/37), hesaba
Sîre kelimesinin çoğulu olan siyer,
(Ra’d, 13/18) ve yurda (Mümin, 40/52) Slfat
sözlükte, iyi ya da kötü tutulan yol,
yapılmıştır. Azabın kötüsü (sûü’l-azab),
hayat tarzı, gidişat anlamlarına gelir.
amelinin kötüsü (sûü’l-amelihi), hesa­
Hz. Peygamberin doğumundan vefa­
tına kadar hayatını konu alan ilmin bın kötüsü (sûü’l-hisâb), yurdun kötüsü
adı “siyer” dir. Tarihin belli bir bölü­ (sûü’d-dâr) gibi.
münden bahsettiği için tarih ilmiyle; Hayrın, nimetin (Âl-i îmrân, 3/30,174),
Hz. Peygamber (a.s.)’in söz, fiil ve rahmetin (Ahzâb, 33/17) ve hasenenin
takrirleriyle ilgilendiğinden dolayı da (Nemi, 27/11) zıddı olan sû ’ kavramı, hem
hadis ilmi ile alâkalıdır. Hadiste, Hz. insanın diğer insanlara her türlü kötü­
Peygamber’in hayatı ile ilgili hadislere lüklerini, ezâ, cezâ ve zararlarını hem
“siyer” dendiği gibi, bu hadisleri konu Allah’a karşı inkâr ve itâatsizliğini
edinen hadis dalına da “siyer” denir. hem de Allah’ın kullarına suç işleme-

596
leri sebebiyle verdiği dünyevî ve uhrevî olmak üzere peygamberlere toplam yüz
cezaları ifade eder. (Î.K.) sayfa verilmiştir (Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr,
VIII, 489) (Î.K.)
SUÇ
Dinen ve hukuken yasaklanmış, SULH
mal veya cana karşı işlenen eylemle­ Sözlükte “iyi olmak, iyi hal üzere
re denir. Bir suçtan söz edilebilmesi bulunmak, durumu düzeltmek ve fesa­
için, din ve hukuk tarafından yasak­ dın yok olması” anlamlarındaki “s-l-h.”
lanması, kanun ile belirlenmiş bir ceza kökünden türeyen “sulh”; anlaşmak,
karşılığının bulunması gerekir. Ayrıca barışmak ve barış demektir. Kur’ân’da
suçun oluşması için, eylemi yapan kişi “sulh” kelimesi bir âyette geçmiştir. Bu
mükellef olmalıdır. âyette, karı ile kocanın aralarında çıkan
Bir fiilin suç olabilmesi için, suçun anlaşmazlığa son verip barışmaları söz
kanunla belirlenmiş olması ve bunun konusu edilmiş ve sulhun hayırlı oldu­
hukuka aykırı olması gerekir. Ayrıca ğu bildirilmiştir. Karı-koca arasında
suçun bir fiil veya söz ile işlenme­ olduğu gibi fert ve toplumların ara­
si şarttır. Klasik fıkıh kaynaklarında larındaki sorunları çözüp barış içinde
suçlar; genel olarak, kısas veya diyet olmaları hayırdır. “Sulh”; daima kavga,
gerektiren suçlar, had cezası gerektiren savaş ve anlaşmazlıktan iyidir. İnsanın
suçlar ve ta’zîr gerektiren suçlar şek­ Rabbi, kendisi, ailesi, komşuları ve
linde tasnif edilmiştir, (bk. Cezâ) (Î.P.) insanlarla barışık olması sulh’tur. (Î.K.)
SÛFÎ Bir fıkıh terimi olarak sulh, iki
Sözlükte “yün ve abâ giyen” anla­ ülke arasında yapılan barış anlaşmasını
mına gelen süfi, tasavvufta, gönlü saf ifade ettiği gibi (bk. Muahede), davalı
kişi, eren, ermiş, nefsinden fâni, Hak ile tarafların aralarında anlaşmalarını da
bâkî; zâhirde halk ile, bâtında Hak ile ifade eder. Sulh karşılıksız olarak yapı­
olan; nefsinde ölen Hak ile diri kalan labileceği gibi, bir bedel karşılığında da
demektir. Türkçe’de sofu kelimesi sûfî yapılabilir. Bu takdirde alınan bedele,
anlamında kullanıldığı gibi mutaassıp, sulh bedeli denir.
ham ruhlu, dinin özünden habersiz, Sulh ikrar veya sükut ya da inkar ile
şekilci ve katı kişi, softa anlamında da birlikte olabilir. Yani taraflardan biri,
kullanılmaktadır. (M.C.) haksızlığını kabul etmek suretiyle sulh
SUHUF yapabileceği gibi, haklılığını savundu­
“Sahîfe” kelimesinin çoğul olup ğu, karşı tarafın iddiasını inkar ettiği
“sayfalar” anlamına gelen “suhuf\ halde mahkemeyle uğraşmamak için
Peygamberlerden bazılarına verilen sulhü kabul edebilir. Ya da, herhangi
küçük kitapçıklara, risalelere denir. bir açıklamada bulunmadan, sadece
Kur’ân’da Hz. İbrahim ve Hz. Musa’ya sulh yapabilir.
sayfalar verildiği bildirilmektedir (Necm, Hukuk davalarında karşılıksız veya
53/36-37; A’lâ, 87/14, 19). bir bedel karşılığında sulh caizdir.
Ebû Zer’den yapılan bir rivayete Amden veya hata ile işlenen cinayet­
göre; Hz. Adem’e, on, Hz. Şife elli, lerde, sulh yapmak caizdir. Kur’ân-ı
Hz. îdris’e otuz ve Hz. İbrahim’e on Kerim’de, “...Öldüren, ölenin kardeşi

597
tarafından bağışlanmışsa, artık kendi­ dan, kısmen de sahabenin içtihadı ile
sine örfe uymak ve bağışlayana güzel­ meydana getirildiği şeklinde üç fark­
likle diyeti ödemek gerekir. ” buyurul- lı görüş vardır. Her sûrenin bir ismi
maktadır (Bakara, 2/178). Fakat had ceza­ vardır. Bu gün dünyada mevcut bütün
larında sulh caiz görülmemiştir. (İ.P.) mushaflarda sûrelerin tertibi ve isimleri
SÛR aynıdır. (Î.K.)

Sözlükte “boru veya boynuz” gibi SÜBÛTÎ SIFATLAR


üfurülen şey anlamına gelen sûr, dinî Sübûtî sıfatlar; Allah’ın hangi
terim olarak kıyametin kopuşunu nitelik ve özelliklere sahip olduğunu
belirtmek ve kıyamet koptuktan sonra anlatan sıfatlardır. Bunlar; hayat, ilim,
bütün insanların dirilip mahşer yerinde semî’, basar, irade, kudret, kelam ve
toplanmalarını sağlamak üzere İsrafil tekvîn olmak üzere sekiz tanedir.
tarafından üflenecek boruya denir. Hayat, Allah’ın sübûtî sıfatların­
Hz. Peygamber bir hadislerin­ dan biridir. Allah’ın diri ve yaşıyor
de sûrun, kendisine üflenen bir boru olması demektir. Allah’ın bu sıfatı,
veya boynuz olduğunu haber vermiş­ âyet ve hadislerde “hayy” kelimesi ile
tir (Tirmizi, Kıyamet, 8). Ancak bu boru- ifade edilmektedir. Allah’ın sıfatı ola­
nun mahiyeti bilinmez. Ahiret halle­ rak “hayy”, yaşayan, kemal manasıyla
ri ile ilgili bütün işlerde olduğu gibi hayat sahibi ve sürekli vâr olan, ölümlü
sûr da dünyadakilerine benzetilemez. olmayan, bâkî, ebedî ve dâim demektir.
Kur’ân âyetlerinden anlaşıldığına İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve diğer
göre İsrafil sûra iki defa üfleyecek- varlıklarda hayatı vâr eden ve yok eden
tir. İlkinde Allah’ın diledikleri hariç, de Allah’tır. Allah’ın diri oluşu kendin-
yerde herşey yıkılıp helak olacak ve dendir, O ölümlü değildir. "'Ölmeyen
kıyamet kopacaktır (Nemi, 27/87; Hâkka, diriye güven... ” (Fürkân, 25/58), “O diri­
69/13-16). İkincisinde de insanlar diri­ dir. O’ndan başka ilâh yoktur” (Mü’min,
lecek ve mahşer yerinde toplanmak 40/65), "O Allah ki O’ndan başka ilâh
üzere Rablerine doğru koşacaklardır yoktur. O, diridir, kayyümdur... ” (Bakara,
(Yâsîn, 36/51). (F.K.) 2/255), “Yer yüzünde bulunan her şey yok
SÛRE olacaktır. Yalnız celal ve ikram sahibi
Sözlükte “yüksek rütbe, mevki, Rabb ’inin zatı bâki kalacaktır” (Rahmân,
şeref, binanın kısım ve katları” anlamı­ 55/26-27) ânlamındaki âyetler, Allah’ın bu

na gelen sûre (çoğulu süver) tefsir ilim sıfatını anlatmaktadır.


dalında başı ve sonu belli, farklı sayıda Allah’ın bu sıfatı; O’nun ezelî ve
âyetler içeren Kur’ân’ın bölümlerine ebedî olduğunu ifade eder. O’nun evveli
denir. Kur’ân’da 114 sûre vardır. En ve sonu yoktur. O, hep diridir, diri olma­
uzun sûresi 286 âyeti bulunan Bakara, ya devam edecektir. O’nun varlığının
en kısa sûresi de 3 âyeti olan Kevser sonu yoktur. Diğer canlıların ise evveli
sûresidir. Sûrelerin bu günkü tertibinin ve sonlan vardır. Bütün yaratıklar, fâni
Hz. Peygamber tarafından yapıldığı sadece Allah bakidir. O’nun dışında her
(tevkifi) veya sahabenin içtihadı ile canlı ölecek ve O’na dönecektir. O, asla
veya kısmen Hz. Peygamber tarafın­ ölmeyecek ve yok olmayacaktır.

598
İlim, Allah’ın sübûtî sıfatlarından gizli olanı da bilir” (Tâhâ, 20/7) anlamın­
biridir. Allah’ın ilim sahibi olması daki âyetler Allah’ın ilminin eşsizliğini
demektir. ve çokluğunu ifade etmektedir.
Allah’ın bu sıfatı; Allah’ın gizili Zikrettiğimiz bu âyetler ve benzer­
ve âşikâr olanları, olmuşu ve olacağı, leri Allah’ın hudutsuz, eşsiz ve muaz­
görünen ve görünmeyen âlemi, yerde zam ilmini dile getirmektedir. Her
ve göklerde olup bitenleri, geçmişi, hâli şeyi bilen olması Allah’ın en önemli
ve geleceği, canlı ve cansız bütün var­ niteliğidir.
lıkları, insanların gizli ve âşikâr bütün
Semî, Allah’ın sübûtî sıfatların­
yaptıklarını, küçük ve büyük her şeyi
dan biridir, sözleri, konuşulanları ve
bildiğini ifade eder.
duaları işitmesi demektir. Allah; gizli
“Allah, göklerin ve yerin gaybını
veya âşikâr, iyi veya kötü insanların
bilendir. O göğüslerin özünü çok iyi
bütün konuşmalarını ve sözlerini hatta
bilendir” (Fâtır, 35/38),
fısıltılarını bile işitir, dua ve niyazları
“O Allah ki O ’ndan başka ilâh yok­ duyar. Allah da insanlar da işitir. Ancak
tur, görülmeyen ve görülen varlıkları Allah’ın görmesi ile insanın görmesi
bilendir” (Haşr, 59/22), aynı değildir. Allah’ın işitmesi, vasıtasız
“Bir şeyi açığa vursanız da gizlese- ve sınırsızdır. İnsanlar kulak vasıtasıyla
niz de (fark etmez) çünkü Allah her şeyi ve sadece belli frekanstaki sesleri işitip
ÇOk İyi bilir” (Ahzâb, 33/54), duyabilirler. Gizli ve kısık sesleri duya­
“Gaybın anahtarları O ’nun yanın­ mazlar, Allah ise hepsini duyar. însan,
dadır Onları O’ndan başkası bilemez. nerede ne söylerse söylesin, en gizli yer­
O karada ve denizde olan her şeyi bilir. lerde, yerin altında ve göklerde bile bir
Düşen bir yaprak ki mutlaka O’nu bilir, şey konuşsa Allah o konuşulanı duyar,
yerin karanlıkları içine gömülen tane, işitir. Çünkü Allah insanlara yakındır. Şu
yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık ayet bu gerçeği ifade etmektedir:
bir kitapta olmasın... ” (En’âm, 6/59), “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi
“Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, Allah ’ın bildiğini görmüyor musun? Üç
deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi kişi gizlice konuşmaz ki dördüncüleri
deniz daha ona katılsa, Allah ’ın sözle­ Allah olmasın. Beş kişi gizlice konuş­
ri (ilmi, yazmakla) yine tükenmez... ” maz ki altıncıları Allah olmasın. Bundan
(Lokman, 31/27), daha az, yahut daha çok da olsalar,
“Bilmiyorlar mı ki Allah onların nerede olurlarsa olsunlar Allah mut­
gizlediklerini ve açığa vurduklarını bili­ laka onlarla beraberdir. Sonra onların
yor” (Bakara, 2/77), yaptıklarını Kıyamet günü haber vere­
"... Biliniz ki Allah içinizden geçeni cektir. Allah her şeyi hakkıyla bilir”
bilir... ” (Al-i İmrân, 3/29), (Mücadele, 58/7)

"... Allah sizin gizlinizi, açığınızı ve Kur’an’da pek çok âyette Allah’ın
ne kazandığınızı bilir” (En’âm, 6/3), bu sıfatı bildirilmektedir:
“Sözü açık söylesen de gizli söylesen “ŞüphesizAllah, işitendir, bilendir”
de muhakkak O, gizliyi de ondan daha (Bakara, 2/181),

599
"‘Şüphesiz Rabbim duaları işiten­ İnsanlar nerede ne yaparlarsa yap­
dir" (İbrahim, 14/39), sınlar, en gizli yerlerde, yerin altında
“Yoksa biz onların sırlarını ve gizli ve göklerde bile bir şey yapsalar Allah
konuşmalarını işitmez miyiz sanıyor­ onları görür. Çünkü Allah insanlara
lar... " (Zuhruf, 43/80), yakındır, Şu ayetler, bu gerçeği ifade
etmektedir:
“Korkmayın dedi, ben sizinle bera­
berim işitir ve görürüm ” (Tâ-hâ, 20/46), “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi
“...Allah konuşmanızı işitir, çünkü Allah'ın bildiğini görmüyor musun?
Allah işitendir, görendir" (Mücadele, 58/1) Üç kişi gizlice konuşmaz ki dördün­
anlamındaki âyetler Allah’ın her sesi cüleri Allah olmasın. Beş kişi gizlice
işiten, her konuşulanı duyan olduğunu konuşmaz ki altıncıları Allah olma­
ifade etmektedir. sın. Bundan daha az, yahut daha çok
Allah’ın bu sıfatında, ödüllendir­ da olsalar, nerede olurlarsa olsun­
me ve cezalandırma anlamı da vardır. lar Allah mutlaka onlarla beraberdir.
Mesela; “Kim işittikten sonra vasi­ Sonra onların yaptıklarını Kıyamet
yeti değiştirirse, günahı onu değişti­ günü haber verecektir. Allah her şeyi
renlerin boynunadır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilir" (Mücadele, 58/7)
işitendir, bilendir. " (Bakara, 2/181) anla­ “...Nerede olursanız olun O, sizinle
mındaki âyette Allah’ın günah işleyeni
beraberdir. Allah yaptıklarınızı gören­
görmesi ve bilmesinden maksat, onu
dir" (Hadîd, 57/4).
cezalandırmasıdır.
Kur’an’da pek çok âyette Allah’ın
“Kim dünya sevabını isterse (bilsin
bu sıfatı bildirilmektedir:
ki) dünya ve âhiret sevabı Allah katin­
dadır. Allah işitendir, görendir" (Nisa, “ŞüphesizAllah işitendir, görendir"
4/136) anlamındaki âyette geçen Allah’ın (Mümin, 40/44),
işitmesi ve görmesi ise, iyi iş yapanla­ “Şüphesiz Allah kullarının (her
rın mükafatlarını vermesi anlamındadır. halini) haber alandır, görendir" (Fâtır,
Basar, Allah’ın sübûtî sıfatların­ 35/31),
dan biridir. Basar, aydınlık ve karan­ “...Allah kullarını görendir" (Ai-i
lıkta küçük ve büyük her şeyi görme­
İmrân, 3/15, 20),
si demektir. Allah, gizli veya âşikâr,
küçük veya büyük bütün varlıkları, “...Allah, onların yaptıklarını
bütün yapılanları görür. görendir" (Bakara, 2/227),
Allah da insanlar da görür. Ancak “O her şeyi görendir" (Mülk, 67/19).
Allah’ın görmesi ile insanın görme­ Allah’ın bu sıfatında, ödüllendir­
si aynı değildir. İnsan göz vasıtasıyla me ve cezalandırma anlamı da vardır.
ancak belirli bir uzaklıkta, büyüklükte Mesela;
ve aydınlıkta olanı görebilir. Allah’ın
“...Dilediğiniziyapın O, yaptıkları­
görmesi ise, vasıtasız ve sınırsızdır.
Allah küçük, büyük, aydınlıkta ve nızı görmektedir" (Mümin, 40/41),
karanlıkta, vasıtasız ve sınırsız olarak “Nuh 'dan sonra nice nesilleri helal
her şeyi görür. ettik. Kullarının günahlarını haber

600
alan ve gören olarak Allah yeter” bitkiler bitemez, ağaçlar meyve vere­
(İsrâ, 17/17), mez, kainatın düzeni devam edemez.
“Kim dünyanın sevabını isterse (bil­ Teşrii irade. Allah’ın bu iradesi
sin ki) dünya ve âhiretin sevabı Allah sebep ve şarta bağlı olup insanlann ira­
katindadır. Allah, işitendir, görendir” deleri ile birlikte cereyan eder. Bu irade,
(Nisa, 4/134) anlamındaki âyetlerde geçen insanlann işlerini yürütmeleri ve fiille­
Allah’ın görmesinden maksat, kuluna rini yapmaları için onlara güç ve izin
yaptıklarının mükafatını vermesidir. verme anlamındadır. însan bir iş yap­
İrade, Allah’ın sübûtî sıfatlarından mak, bir davranışta bulunmak isterse
biridir, Allah’ın dilemesi demektir, Allah o insana izin ve güç verir. îstek
îrade, bir şeyin olup olmamasını, şöyle insandan olduğu için sorumluluk insana
veya böyle olmasını dilemek ve diledi­ aittir. Allah’ın bu iradesi Allah’ın rıza­
ği gibi yapmaktır. Dünyada var olan her sını gerektirmez. İnsanın istediği şeye
şey Allah’ın dilemesi ile var olmuştur, Allah izin verir fakat insanın bu yap­
O’nun dilediği zaman da yok olacaktır. tığından razı olmayabilir. Bu anlamda
O’nun dilediği olur dilemediği olmaz. Allah’ın teşrîî iradesinin meydana gel­
İnsanların da iradeleri vardır. Ancak mesi zorunlu değildir. Allah insanlardan
Allah’ın iradesi ile insanların iradeleri bir şey yapmalarını, bir şeyden kaçın-
tamamen farklıdır. İnsan her istediğini malarını ister, yani insana bir şeyi emre­
ve dilediğini yapamaz. Allah ise her der veya yasak eder, fakat insanların,
istediğini ve dilediğini yapar. İnsanlara bu emir ve yasaklara uyup uymamaları
irade gücünü veren Allah’tır, Allah’ın kendi isteklerine bırakılmıştır.
iradesi ise kendindendir. İnsanın iste­
diği şeyin olması için çalışıp ve çapa Kuran-ı Kerim’de Allah’ın bu sıfa­
sarf etmesi, aynı zamanda insanın iste­ tını ifade eden pek çok âyet vardır.
diğinin olmasına Allah’ın izin vermesi Bunlardan bir kaçının meali şöyledir:
ve yardım etmesi de gerekir. Allah iste­ “Allah, dilediğine hesapsız rızık
medikçe insanların istedikleri olmaz. verir” (Bakara, 2/212),
Allah’ın iradesi tekvini ve teşrii “Allah, mülkü dilediğine verir”
olmak üzere iki kısma ayrılır. (Bakara, 2/247)
Tekvini irade. Bu irade, Allah’ın “Allah dilediğini bağışlar” (Bakara,
yaratması ile ilgilidir. Bu iradeyi hiçbir 2/284)
sebep ve şart geçemez, yani bu irade
bir sebep ve şarta bağlı değildir. Allah “Hikmeti dilediğine verir” (Bakara,
2/269),
neyi dilerse o olur, O’nun dilemedi­
ği bir şeyin olması mümkün değildir. “Dilediğiniyaratır” (Mâide, 5/17),
Kainatta olup biten olayların hepsi “Dilediğini hidayete erdirir” (Yunus,
Allah’ın dilemesi ile olmaktadır. Allah 10/25),
dilemeden, izin vermeden hiçbir şey
meydana gelmez; sözgelimi Allah izin “Dilediğiniyapar” (Ra’d, 13/27),

vermeden peygamber mucize göstere­ Kudret, Allah’ın sübûtî sıfatlarından


mez, kimse ölemez, kimse başarı elde biridir, Allah’ın her şeye gücünün yet­
edemez, kimse kimseye zarar vermez, mesi anlamına gelir. Yüce Allah; güçlü,

601
kuvvetli, istediğini istediği gibi yapabi­ dir. “Ölçtük, biçtik, biz ne güzel biçim
len, asla âciz olmayandır. vereniz ” (Mürselât, 77/23) anlamındaki âyet
Allah’ın da insanların da gücü ve bu gerçeği ifade etmektedir.
kudreti vardır. Ancak Allah’ın gücü ve Gökleri, yeryüzünü, nehirleri, dağ­
kudreti ile insanın gücü ve kudreti aynı ları, geceyi, gündüzü, ayı, güneşi...
değildir. İnsanların güç ve kudretleri kısaca bütün varlıkları düzene koyan,
sınırlıdır, her şeye güçleri yetmez, insan­ görevlerini programlayan Allah’tır
lar her istediğini yapamazlar. İnsanlara (Fussilet, 41/9-12)
güç ve kudreti veren de Allah’tır.
“...(O,) her şeyi yaratmış, ve her
Allah’ın gücü ve kudreti ise, son­ şeye düzen ve intizam vermiş, mukad­
suz ve sınırsızdır. Allah’ın her şeye deratını yani yeteneklerini, özellikleri­
gücü yeter, O’nun gücünün yetmeye­
ni ve görevlerini tayin etmiştir” (Furkân,
ceği hiçbir şey yoktur. O, mutlak güç
25/2).
sahibidir. İstediğini istediği zaman ve
istediği şekilde yapabilir. Kelâm, Allah’ın sübûtî sıfatlarından
biridir. Kelâm, Allah’ın harf ve sese
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın güç ve
ihtiyaç olmadan konuşması demektir.
kudretini anlatan pek çok âyet vardır.
Allah’ın konuşması insanların konuş­
Bunlardan bir kaçının anlamı şeyledir:
ması gibi değildir, O’nun harfe, sese,
“Gerçekten Allah, her şeye gücü dile ihtiyacı yoktur. İnsanlara konuş­
yetendir. ” (Bakara, 2/20, 106), ma yeteneği veren de Allah’tır. Allah,
“Gerçekten Senin her şeye gücün peygamberlerine konuşmuş, onlara
yeter ” (Âl-i İmrân, 3/26), hitap etmiş, emir ve yasaklar vermiş­
“O her şeye gücü yetendir ” (Mâide, tir. Allah peygamberlerle ya doğrudan,
5/120), ya elçi vasıtasıyla ya da vahiy yoluyla
“Allah, her şeye muktedirdir” (K.ehf, konuşmuştur:
18/45). “Allah insanlara ancak vahiy
O’nun aciz olduğu, gücünün yet­ yoluyla, yahut perde arkasından konu­
mediği hiçbir şey yoktur. Hiç kimse şur. Yahut bir elçi gönderip, izniyle
ve hiçbir şey O’nu âciz bırakamaz. O, ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O,
bilendir (alîm), her şeye gücü yetendir yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir”
(kadîr) (Fâtır, 35/44). (Şûrâ, 42/51)

Allah’ın bir şeye “ol” demesi ile o ((Biz Nuh 'a ve ondan sonra gelen
şey hemen olur. Yok olmasını istediği peygamberlere vahyettiğimiz gibi
şey de yok olur. Allah için “imkansız” (ey Muhammed!) sana da vahyettik.
diye bir şey yoktur. İbrahim "e, İsmail'e, İshak’a, Yakbub "a,
Mutlak manada kâdir Allah’tır. torunlarına, İsa "ya, Eyyub "a, Yunus "a,
Yaratıkların kudreti, Allah’ın verdiği Harun'a ve Süleyman'a da vahyet­
kudret nispetindedir. tik... ” (Nisâ, 4/163) ve “Allah Musa ile
Allah’ın “kâdir” ismi Kur’an’da doğrudan konuştu” (Nisa, 4/164) anla­
ölçen, biçen, biçim veren, takdir eden ve mındaki âyetler bu gerçeği beyan
programlayan anlamlarına da gelmekte­ etmektedir.

602
Allah’ın kelâm sıfatı ezelî ve ebe­ O ’nundur. ” (A’râf, 7/54) anlamındaki âyet
dîdir. Kuran-i Kerîm, Allah kelâmıdır. bunu ifade etmektedir
(Tevbe, 9/6) Allah’ın en güzel ve en mükem­
Tekvin; Allah’ın sübûtî sıfatlarından mel yaratıcı, takdir ve tasvir edenle­
biridir, Allah’ın yaratıcı olması demek­ rin en güzeli, en iyisi olduğu demektir
tir. Allah, yaratan, varlıkları örneği Kur’an’da ahsenü’l-hâlikîn sıfatı ile
olmadan îcat eden, vâr edendir. beyan edilmiştir. Bu sıfat; Allah’ın
İslâm âlimleri; rızık vermesi, yarat­ mutlak ve mükemmel yaratıcı, takdir
ması, canları alması, yağmurları yağ­ edici olduğunu ifade eder.
dırması, otları bitirmesi, sebze ve mey­ Allah, dilediğini yaratmaya, yok
veleri var etmesi gibi fiili sıfatlarının iken var etmeye gücü yeter. Rızık ve
tamamını bu sıfat ile ifade etmişlerdir. nimet vermesi, yaşatması, canları alma­
Kur’an’da bir çok âyette Allah’ın sı ve ölüleri Kıyamet kopunca yeniden
yaratıcı olduğu bildirilmektedir: Şu diriltmesi gibi fiilleri bu sıfata racidir.
âyet meallerini örnek olarak verebiliriz: (İ.K.)
‘‘De ki Allah, her şeyin yaratıcısı­ SÜCÛD
dır” (Ra’d, 13/16), Sözlükte “itaat ve tevazu ile eğil­
‘‘O Allah yaratan, var eden, şekil mek, boyun eğmek, yere kapanmak,
verendir... ” (Haşr, 59/24) alnını yere koymak” gibi anlamlara
Yerleri, gökleri, gezegenleri, yıl­ gelen sücûd, dinî bir kavram olarak,
dızları, havayı, suyu, toprağı, insan­ secde etmek, yani ibadet kastıyla ayak­
ları, hayvanları, bitkileri kısaca her lar, dizler ve ellerle birlikte alnın yere
şeyi yaratan ve yaratmaya devam eden konması demektir.
O’dur. Allah tek yaratıcıdır, O’ndan Sücûd namazın rükünlerinden biri­
başka yaratıcı yoktur. si olup, her rekatında rükûdan sonra
‘‘Allah’tan başka yaratıcı mı var?” iki defa secde etmek farzdır. İki secde
(Fâtır, 35/3), arasında bir miktar oturmak vaciptir.
“Allah, dilediğini yaratır” (Nûr, Sadece alın üzerine secde edilip, burun
24/45),
yere konulmazsa secde geçerli olur.
Ancak bir özür olmaksızın bu şekilde
“Her canlıyı sudan yaratmıştır”
secde etmek mekruhtur. Fakat bir özür
(Nur, 24/45),
bulunmaksızın sadece burnun yere
“O, gökleri ve yeri hakla yaratan­ konulup, alın yere konulmadan secde
dır... ” (En’âm, 6/73), yapılması caiz değildir. Bununla birlik­
“O, yeryüzünde olanların hepsini te bir özür sebebiyle yapılırsa sakıncası
sizin için yaratandır ” (Bakara, 2/29) anla­ yoktur.
mındaki âyetler, Allah’ın bu sıfatını Bir zaruret bulunmadan, ayakların
beyan etmektedir. bulunduğu seviyeden 32 cm.’den daha
Yaratmak Allah’a mahsustur. yüksek yere secde edilmesi caiz değil­
İnsanlar ancak yaratılan varlıklardan dir. Secde edilecek yerin sert zemin
icatlarda bulunabilirler, yoktan yara­ olması gerekir. Yün, pamuk gibi şeyle­
tamazlar “İyi bilin ki yaratma ve emir rin üzerine secde edildiğinde, alnın yerin

603
katılığını hissedip yerleşmesi halinde lü olduğu şahsın ikamet edeceği yeri
caiz olur; bunların içinde kaybolup yerin temin sorumluluğunu ifade etmektedir.
katılığını hissetmez ise caiz olmaz. Bir fıkıh kavramı olarak ise, bir kim­
Secdeye gidilirken önce dizle­ senin, mülkiyeti kendinde kalmak kay-
ri, sonra elleri ve daha sonra da alın dıyla, yaşadığı sürece ücretsiz olarak
ve burnu yere koymak ve secdede üç ikamet etmek üzere bir meskeni diğeri­
defa “sübhâne rabbiyel a’lâ” (Yüce ne vermesidir. Sadaka, ihsan kabilinden
Rabbimi noksan sıfatlardan tenzih ede­ olan bu işlem, bir nevi ariyet akdi olup,
rim) demek sünnettir. (Î.P.) temlik ifade etmez. İkâmet edenin vefat
SÜFTECE etmesi üzerine ev, sahibine veya miras-
çılarına geri döner. (İ.P.)
Sözlükte “poliçe, tahvil, kambi­
yo senedi” anlamına gelen suflece, SÜLÜK
bir fıkıh terimi olarak, başka bir şehir bk. Seyr.
veya ülkede kendisine ya da vekiline
SÜNENLER
geri verilmek üzere birisine borç verip
karşılığında senet alınmasını ifade eder. Fıkıh konularına göre tertiplenmiş
ahkam hadislerini içeren hadis kitap­
Hanefîler, paranın naklinde, kaybol­
larına denir. Sünenler genellikle merfu
ması veya çalınmasına karşı güvence
hadislerden oluşur. Sünen ayrıca sün­
altına almak maksadıyla süftece usulü­
net kelimesinin de çoğuludur.
nün yapıldığı, bunun borç olarak kabul
edilmesi halinde, alacaklıya menfaat Ebû Dâvûd (ö. 275/888), Tirmizî (0.
sağlayan bir şart bulunduğu için süfte- 279/892), Nesâî (0. 279/892), İbn Mâce (ö.
cenin tahrimen mekruh olduğunu kabul 275/888), Dârimî (ö. 255/868), Beyhakî (0.
etmişlerdir. 458/1065) ve Dârakutnî’nin (0. 358/995)
sünenleri bulunmaktadır. Bunlardan,
Ancak Hanbelîlerin de dedikleri
Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizî ve İbn
gibi, bu hem borç verenin hem de ala­
Mâce’nin sünenlerine, sünen-i erbaa
nın menfaatine olup, ayrıca iki tarafin da
denir. (A.G.)
buna ihtiyacı bulunmaktadır. Şöyle ki,
borç alanın bulunduğu yerde bu paraya SÜNNET
ihtiyacı vardır; borcu ödeyeceği yerde Sözlükte “iyi ya da kötü tutulan yol,
de bunu ödeyecek malı bulunmaktadır. gidişat, davranış, hüküm, adet, kanun”
Borç veren de hem borç alanın ihtiyacı­ gibi anlamlara gelen sünnet, (çoğulu
nı karşılamakta hem de malını güvence sünen) ıstılahta, Hz. Peygamberden
altına almaktadır. Bununla birlikte, süf- sâdır olan söz, fiil ve takrirlerle, O’na
tecede, ayrıca ücret veya bir menfaatin ait sıfatlara denir. Bu manada sünnet,
şart koşulması caiz değildir. (İ.P.) hadis-i nebevi ile eş anlamlıdır.
SÜKNÂ Bir fıkıh terimi olarak sünnet, farz
Sözlükte “mesken, menzil; ücret­ ya da vacib kabilinden olmaksızın, Hz.
siz, kirasız iskân etme” gibi anlamlara Peygamberden naklolunan nafile ibadet­
gelmektedir. Bu anlamda süknâ fıkıh lerdir. (bk. Mendub) Fıkıh usulünde sün­
kitaplarında nafaka bahsinde geçmek­ net, Kur’ân’dan sonra şerî delillerin İkin­
te olup, mükellefin bakmakla yüküm­ cisi olup, Hz. Peygamberin söz, fiil ve

604
takrirleridir. Kelâm bilim dalında sünnet, olur. Haramı, helali ortaya koyma
bid’atın karşıtı olup, Hz. Peygamberin konusunda Kur’ân’la sahih sünnet ara­
düşünce ve davranışlarına uygun bir sında fark yoktur. Sünnet, hiçbir zaman
hayat tarzı olarak tanımlanmıştır. Kur’ân’a aykırı düşmez.
Gerek hadisçilere, gerekse fıkıh Kur’ân’da ve hadislerde, sünnetin
usulü âlimlerine göre sünnet, üç bölüm­ değeri konusunda şöyle buyurulmak-
de ele alınmıştır: a) Kavli Sünnet: Hz. tadır: ''Allah'a ve Peygambere itaat
Peygamberin herhangi bir konu hak­ edin ki merhamet olunasınız. ” (Âli-imrân,
kında sözlü olarak yaptığı açıklamalar­ 3/132), "Kim Peygambere itaat ederse
dır. b) Fiili Sünnet: Hz. Peygamberin Allah'a itaat etmiş olur...'' (Nisâ, 4/80),
herhangi bir konudaki fiillerinin, "(Rasûlüm) De ki: Eğer Allah'ı sevi­
sahabe tarafından görülüp nakledildi­ yorsanız, bana tabî olunuz ki, Allah da
ği haberlerdir, c) Takriri Sünnet: Hz. sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.
Peygamberin, huzurunda sahabe tara­ Allah son derece bağışlayan ve acı­
fından söylenen sözleri ya da işlenen yandır. '' (Âli-İmrân, 3/31), "...Şüphesiz kİ,
fiilleri reddetmeyip susması, onayla­
sen insanları dosdoğru yola, göklerin
ması veya güzel karşılamasıyla oluşan
ve yerin sahibi olan Allah 'ın yoluna
sünnettir.
iletirsin...'' (Şûrâ, 42/52, 53); "Size iki şey
Delil değeri açısından sünnetler, sün- bıraktım. Bunlara sımsıkı sarıldığınız
net-i hudâ ve sünnet-i zevâid kısımlarına müddetçe asla sapıklığa düşmezsi­
ayrılır: Sünnet-i hüdâ, İslâm Dini’nde niz: Allah'ın kitabı ve benim sünne­
alamet olarak kabul edilen ve olduk­ tim. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; Tirmizî, Menâkıb,
ça önem verilen ezan, ikâmet, cemaa­
31; Ahmed, ıv/127), "Haberiniz olsun ki,
ta devam etmek gibi sünnetlere denir.
bana Kur'ân ve onunla birlikte bir
Bunlar sünnet-i müekkede hükmün­
benzeri daha verildi. Dikkatli olun ki,
dedir, yapana sevap verilir. Yapmayan
koltuğu üzerindeki karnı tok bir ada­
cezalandınlmaz ama kınanır. Sünnet-i
mın, "size şu Kur 'ân yeter, onda helal
zevâid, Peygamber (a.s.)’in yeme, içme,
olarak bulduğunuzu helâl bilin, haram
giyinme, uyuma adabı gibi ibadet kasdı
olmadan, insan sıfatıyla yaptığı mutad olarak bulduğunuzu da haram bilin."
davranışlarına denir. Bu gibi hususlar­ diye konuşması oldukça yakındır...''
(Ebû Dâvûd, Sünnet, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 2;
da Peygamber (a.s.)’e uymak müstehap
Tirmizî, İlim, 10; Ahmed, IV/131).
ve şefaatine vesiledir. Sünnet-i zevâide
uymayan bir kimse, cezalandınlmayı ya Kur’ân’a göre sünnetin yeri şöyle
da kınanmayı da hak etmez. ifade edilebilir: a) Sünnet, Kur’ân’ın
Sünnet, dini hükümler için kapalı ifadelerini açıklar, b) Kur’ân’da
Kur’ân’dan sonra gelen ikinci ana temelleri var olan tamamlayıcı hüküm­
kaynaktır. Kur’ân’daki hükümlerin ler getirir, c) Kur’ân’da hiç bulunma­
açıklaması ve Kur’ân’da bulunmayan yan müstakil bazı hükümler koyar,
hükümler için sünnete bakılır. Sahih d) Kur’ân’daki hükümleri te’yid eder.
sünnet, ibadet, muâmelât, ukubat ve Buna göre sünnetin açıkladığı veya
ahlâk da delil teşkil eder. İtikâdi konu­ bağımsız olarak koyduğu hükümle­
larda yalnızca mütevatir sünnet delil ri Kur’ân’da arayıp da bulamayınca,

605
“bunlar Kur’ân’da yoktur, dinî hüküm süt anneyi emmesi gerekir. Hanefîlere
değildir...” gibi bir anlayış tamamen göre, çocuğun emdiği sütün miktarı­
yanlıştır. (A.G.) nın önemi yoktur; az veya çok olsun
SÜRYÂNİLİK akrabalık meydana gelir. Süt akrabalı­
ğı, miras hakkı doğurmamakla birlikte,
Sami ırkından Hristiyan bir top­ evlenme engeli teşkil eder. Süt akraba­
luluğun adıdır. Süryânîler, Suriyeli lığı gerçekleşmesi halinde süt emen,
Aramîlerdir. Bunlar Hz. İsa’nın havari­
süt anne veya babasıyla; bunların nesep
lerinden Şemnun Petrus ve Thomas’ın veya sütten olan çocuk ve torunlarıyla,
telkinleriyle Hristiyanlığı kabul ederek anne ve babaları ile dede ve nineleriyle;
Aramîlerden ayrıldılar ve MS. 38 yılın­ ayrıca bunların nesep veya süt kardeş­
da Süryânî adı altında yeni bir mezhep leri ile evlenemez. Bu evlenme engeli
kurdular. İlk Hristiyan topluluğu olma­
sürekli olup, hiçbir zaman birbirleriyle
larından dolayı kendilerine Süryani evlenmeleri mümkün değildir. (İ.P.)
Kadîm adı verildi. İlk dini merkezle­
ri Antakya’dır. Bugün dinî merkez­ SÜTRE
leri Şam’dır. Türkiye’de Gaziantep, Sözlükte “perde, örtü, ceket” gibi
Midyat, Diyarbakır ve Mardin’de anlamlara gelen sütre, dinî bir kavram
Süryânîler vardır. Mardin İlinin doğu­ olarak, önünden insan veya hayvanların
sunda dağın eteğinde Zaferen Manastın geçmesi muhtemel olan açık bir yerde
(Deyru’z-Zaferan) faal durumdadır. namaz kılan kişinin, önüne değnek veya
1782 yılında Mihayel Çevre, başka bir şey dikmesini ifade eder.
kurallara aykırı olarak patrik tayin Namaz kılan kişinin önünden geç­
edildi. Piskoposlar tarafından red­ mek doğru değildir; ancak iki saf kadar
dedilince Roma Kilisesi’ne katıldı. önünden geçilebilir. Bu nedenle, önün­
Süryanî-i Kadim Kilisesi’nden ayrılan den insan veya hayvan geçmesi muhte­
Süryanilere ve kiliselerine papa tarafın­ mel olan açık yerlerde namaz kılan kişi­
dan patrik tayin edildi. Bunlara Katolik nin önüne sütre dikmesi uygun olur. Hz.
Süryâniler dendi. Katolik Süryanilerin Peygamberin uygulaması ve tavsiyeleri
merkezi Mardin’deki Meryem Ana bu yöndedir. Sütre, namaz kılanın önüne
Kilisesi’dir. (Î.K.) dikilmeyip, uzatılmak suretiyle de yapı­
SÜT AKRABALIĞI labilir. Önüne koyacak bir şey bulun­
madığında çizgi çekmek de sütre yerine
İslâmî hükümlere göre devamlı
geçer. Cemaatle kılınan namazlarda,
evlenme engellerinden birisi de süt sadece imamın sütre edinmesi yeterlidir;
akrabalığıdır. Bu fıkıh kitaplarında diğerlerinin sütre koyması gerekmez.
radâ’ başlığı altında İncelenmektedir.
Sütreye karşı namaz kılarken, biraz sağ
Emziren süt anaya murdi9, süt emene
veya soluna doğru namaza durmak daha
de radı9 denir.
uygundur. Namaz kılarken önünde sütre
Süt akrabalığının meydana gelme­ bulunan kişinin önünden geçmekte bir
si için, çocuğun ilk iki yaş içerisinde sakınca yoktur. (İ.P.)

606
ŞABAN ORUCU hadisleri Allah’ın şâfî
(Müslim, Eşribe, 12)

Şaban ayında oruç tutmak müste- olduğunu beyan ettiği gibi şu sözü de
haptır. Peygamberimiz (a.s.), Ramazan bunu ifade eder. Hz. Aişe’nin bildirdi­
ayının dışında en çok bu ayda oruç tut­ ğine göre, Peygamberimiz, bir hasta
muştur, bazen bu ayın tamamını oruçla ziyareti yaptığı veya birisi hastalanıp
geçirdiği olmuştur. (Î.K.) kendisine getirildiği zaman şöyle dua
etmiştir: “(Ey) insanların Rabbi! Bu
ŞÂFÎ
(kulundan) sıkıntıyı gider ve ona şifa
Şifa vermek, hastalığı iyileştirmek ver. Sen Şâfîsin (ente’ş-şâfî). Ancak
ve şifa istemek anlamındaki “ş-f-y” Senin şifan vardır. Öyle şifa ki, hiçbir
kökünden gelen şâfî şifa veren demektir. hastalık bırakmaz. ” (Müslim, Eşribe, 12).
Allah’ın sıfatlarından biri olup İnsan hastalanınca doktora gider,
Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Ebû ilaç kullanır, tıbbî tedbirleri alır. Ancak
Dâvud’un rivâyet ettiği bir hadiste geç- gerçek şifayı veren Allah’tır, diğerleri
miştir (Buhârî, Merda, 20, Tıb, 40; Müslim, Selam, vasıtadır, sebeptir. (Î.K.)
46, 47,48; Ebû Dâvud, Tıb, 17; Tirmizî, Deavat, 10).
ŞAFİ’Î MEZHEBİ
Şâfî, Allah’ın şifa ve deva veren,
hastalıkları iyileştiren, manevî sıkıntı­ Dört büyük fıkıh mezhebinden
ları gideren ve ferahlık veren olduğunu biri olan Şafiî Mezhebi, büyük fakih
Ebû Abdullah Muhammed ibn İdrîs
ifade eder. Allah’ın bu vasfı Kur’ân’da
“yeşfi” fiiliyle ifade edilmiştir: eş-Şâfiî’nin görüşleri etrafında oluş­
muştur. Mezhep imamının yaşadığı
“Hastalandığım zaman bana şifa veren
dönem ve mezhepleşme süreci bakı­
O’dur. ” (Şu’arâ, 26/80), “Onlarla (müşrik­
mından Hanefî ve Malikî mezhe­
lerle) savaşın ki Allah sizin ellerinizle
binden sonra ortaya çıkmış üçüncü
onlara azap etsin, onları rezil etsin,
büyük Ehl-i Sünnet mezhebidir. Bu
sizi onlara üstün getirsin ve müminle­
mezhebe mensup olan fakihlere ve
rin göğüslerini ferahlandırsın (yeşlî). ” bu mezhebin görüşüyle amel eden
(Tevbe, 9/14).
kişilere Şâfiî denir. Şâfiî mezhebi
Âyetler, Allah’ın maddî ve manevî halen, Mısır, Güney Arabistan, Doğu
anlamda şifa veren olduğunu beyan Afrika, Doğu Anadolu’da yaygındır.
ediyor. Allah kelamı Kur’ân’da şifadır Kısmen Hindistan ve Endonezya’da
(Yûnus, 10/50; İsrâ, 17/82). bulunmaktadır.
Derdi veren de dermanı veren de Şâfiî mezhebinin hüküm çıkarma­
Allah’tır. Peygamberimizin; “Allah da kullandığı kaynak ve deliller kitap,
hiçbir dert vermemiştir ki, şifasını da sünnet, kıyas ve icmadır. Sünnetin her
vermiş olmasın. ” (Buhârî, Tıb, i), “Allah çeşidini delil olarak kabul eder. Mürsel
her derde bir deva var etmiştir.” hadisleri ise bazı şartlarla delil olarak

607
alır. Şâfîîler, istihsan ve mesâlih-i mür- sizinle beraberdir ve Allah yaptıkları­
seleyi delil olarak almazlar. Sahabe kav­ nızı görür ” (Hadîd, 57/4) âyetinin ifade
lini de delil olarak kabul etmezler. (Î.P.) ettiği manayı ifade eder.
ŞÂHİD - ŞEHÎD Şehîd kelimesi, çoğul şekli olan
Tanıklık yapmak, haber vermek, “şühedâ” ile birlikte Kur’ân’da 35
muttali olmak, bilmek, bildirmek, idrak defa geçmiş, 18 âyette tekil şekli
etmek, yetişmek, hazır bulunmak, sözle Allah’ı nitelemede kullanılmıştır: “(Ey
veya fiilen delil olmak, yemin etmek Peygamberim!) De ki: Ey Kitap Ehli!
anlamlarındaki “ş-h-d” kökünden türe­ Allah yaptıklarınıza şâhid iken niçin
yen şâhid, tanık, bilen, muttali olan, Allah ’ın âyetlerini inkâr ediyorsu­
hazır olan ve delil demektir. Çoğulu, nuz? ” (Âı-i îmrân, 3/98) Bu âyette Allah’ın
şühûd, eşhâd ve şühheddir. Şehîd; şâhid olması; kitap ehlinin yaptıklarına
şâhid kelimesinin mübalağalı şekli­ muttali olması, bilmesi, görmesi ve bu
dir. Çoğulu şühedâ ve eşhâddır. Allah sebeple onları tecziye etmesi demektir.
yolunda öldürülene şehîd denildiği gibi Yedi âyette “Allah’ın her şeye şâhid
şahide de şehîd denir. olduğu” bildirilmiştir (Nisâ, 4/33; Mâide,
Allah’ın sıfatı olarak şehîd, her şeye 5/117). “Allah, onların hepsini dirilttiği
muttali olan, gören, bilen, haberdar gün, yaptıklarını kendilerine bildirir.
olan her yerde hazır ve nazır olan, ken­ Allah onların yaptıkları işleri hep sayıp
disinden hiçbir şey gizlenmeyen, bütün zaptetmiştir. Onlar ise unutmuşlardır.
sırlara vâkıf olan, her şeyi murakabe Allah her şeye şâhiddir. ” (Mücadele, 58/6)
eden demektir. Şehîd kavramı; rakîb, âyeti Allah’ın her şeye şâhid olmasının
hafız, alîm, semi, habîr, karîb kelime­ anlamını açıkça ifade etmektir. İnsanlar
leriyle anlamdaştır. nerede, ne zaman iyi veya kötü, küçük
Kur’ân’da şâhid kelimesinin çoğul veya büyük, gizli veya aşikâr ne yapar­
lar, ne söylerlerse hepsini Allah bilir,
şekli olan; şâhidûn, şâhidin, şühûd ve
görür, şâhid olur.
eşhâd ile birlikte 20 âyette geçmiştir.
İki âyette (Âl-i İmrân, 3/81; Enbiyâ, 21/78) Dokuz âyette “Şâhid olarak
“şahidin”, bir âyette “eşhâd” şeklinde Allah’ın kâfi geleceği” bildirilmiştir
azamet çoğulu olarak Allah hakkın­ (Nisâ, 4/79, 166; Yûnus, 10/29).
da kullanılmıştır: “...Biz de onların “De ki: Benimle sizin aranızda
(Dâvûd ve Süleyman "in) hükümlerine şâhid olarak Allah yeter. Çünkü O kul­
şâhitler idik. ” (Enbiyâ, 21/78); “Ne işte larının hallerini haber alan ve gören­
bulunsan, Kur ’ân ’dan ne okusan ve siz dir. ” (îsrâ, 17/96) “...Allah’a karşı gel­
ne iş yapsanız mutlaka biz, içine daldı­ mekten sakının. Çünkü Allah her şeye
ğınız an üzerinizde şâhitleriz... ” (Yûnus şâhiddir. ” (Ahzâb, 33/55) âyetlerinde oldu­
ıo/6i) Bu âyetlerde Allah’ın “şâhid” ğu gibi Allah’ın şâhid olarak kâfi gel­
olması; kullarının bütün yaptıklarını, mesi, O’nun, insanların bütün yaptıkla­
davranışlarını görmesi, bilmesi, mut­ rını bilmesi, görmesi ve zaptetmesidir.
tali olması, sözlerini duyması, onları Hiç kimse, yaptıklarını inkâra imkânı
murakabe etmesi, hazır ve nazır olma­ yoktur. Çünkü Allah, yaptıklarını yaz­
sı demektir. “Nerede olursanız olun O, dırmıştır (Kâf, 50/17), kişinin uzuvları da

608
kendisine şâhidlik edecektir (Fussiiet, farklı olduğu halde manası aynı olan
41/20-25). hadisdir. Şâhid hadisin desteğiyle fert
Bir hakkı, bir olayı ispatta bilgi olan bir hadis, aziz, az zayıf olan bir
ve görgüsüne müracaat edilen kişi­ hadis hasen, hasen olan bir hadis de
ye şâhid denildiği gibi inanç, söz, sahih derecesine yükselir. (A.G.)
fiil ve davranışlarıyla insanlara güzel ŞAKÎ
örnek olan müminlere de şâhid denil­ Sözlükte “asi, haydut, yol kesen, hay­
miştir. Peygamberin şâhid olması bu laz ve her çeşit günahı işleyebilen kişi”
anlamdadır. demektir. Şakî anlam bakımından said
Müminlerin; îmân, ibâdet, güzel kelimesinin zıddıdır. (bk. Sa’îd) (F.K.)
ahlâk, adalet, doğruluk, ilim, irfan ve ŞAKÎK (Şakîka)
çalışmaları ile diğer insanlara nümûne-
i imtisal, güzel örnek (şühedâ) olma­ Şakîk ve şakîka tabiri, fıkıh kitap­
ları İstenmiştir (Bakara, 2/143; Hac, 22/78). larının miras bölümlerinde geçmek­
Müslümanlar; kıyamette diğer pey­ te olup, anne-baba bir erkek kardeşe
gamberlerin hak dini toplumlarına teb­ şakîk; anne-baba bir kız kardeşe ise
liğ ettiklerine de tanıklık edeceklerdir. şakîka denir. (İ.P.)

Yüce Allah, dosdoğru ve âdil şâhid- ŞÂKİR-ŞEKÛR


ler olunmasını emretmektedir: “Ey Nimet vereni bilip onu düşünmek
müminler! Adaleti tam yerine getire­ ve övmek, teşekkür etmek; işin, ame­
rek Allah için şâhidlik edenler (şühe­ lin, çalışmanın karşılığını vermek,
dâ) olun, kendinizin, ana-babanızın dolu olmak, cömert olmak anlamındaki
ve yakınlarınızın aleyhine olsa bile, “ş-k-r” kökünden türeyen şâkir, nimet
(şâhidlik ettiğiniz kimseler) zengin veya verene, iyilik yapana teşekkür eden;
fakir olsalar yine (adaletten ayrılma­ çalışanı ödüllendiren demektir. Şekûr,
yın)... ” (Nisâ, 4/135). “şâkir” kelimesinin mübalağa ve sürek­
lilik ifade eden şeklidir.
Bir kimsenin ancak iyi bildiği, tam
gördüğü ve muttali olduğu konularda, Allah’ın ismi-sıfatı olarak şekûr,
şâhidlik yapması gerekir. Şehâdette, kullarına yaptıkları ibâdetlerinin karşı­
bilgi, görgü, adalet ve doğruluk şarttır. lığı olarak çok mükâfat ve nimet veren,
(İ-K.) az veya çok her itaati ödüllendiren,
bol, çok ve devamlı nimet ihsan eden
Bir hadis terimi olarak şâhid hadis,
demektir.
fert olduğu sanılan bir hadis, mana ya
da lafız olarak bir başka sahâbi tara­ Şâkir ve şekûr kelimeleri Kur’ân’da
fından rivâyet edilmişse, bulunan bu hem Allah’ı hem de insanlan nitelemek
ikinci rivâyete denir. Aynı hükmü ifade için kullanılmıştır.
eden diğer rivâyetlerin destekleyicisi Verdiği sayısız nimetlere karşı
durumunda olan şâhid hadis, lafzî ve Allah’ı öven, O’na îmân edip itâat eden
manevî olmak üzere iki kısımdır: Lafzî ve sâlih ameller işleyen insanın vasfı
şâhid hadis, desteklenen hadisle lafız­ olarak “şâkir” kelimesi 12 âyette (insan,
ları aynı olan hadisdir. Manevî şâhid 76/3; Nahl, 16/121); “şekûr” kelimesi ise beş
hadis ise, desteklenen hadisle lafızları âyette geçmiştir (İbrahim, 14/5).

609
Allah’ın sıfatı olarak “şâkir” vasfı, ŞÂRİ’
iki âyette geçmiştir: “Kim bir hayır Şeriat koyan anlamına gelmektedir,
işlerse bilsin ki gerçekten Allah, şâkir- (bk. Şeriat) (F.K.)
dir, alimdir. ” (Bakara, 2/158), “Siz şükre­ ŞART
der ve îmân ederseniz Allah size niçin
Sözlükte “yerine getirilmesi gerekli
azap etsin? Allah şâkirdir, alimdir. ” olan şey” anlamına gelen şart, bir fıkıh
(Nisâ, 4/147). usulü kavramı olarak, hükmün varlığı
Âyetlerden anlaşılacağı üzere kendisine dayanan şeydir; şart bulun­
Allah’ın şâkir vasfı îman eden, hayır mazsa hüküm de bulunmaz, ancak
işleyen, şükreden kullarına yöneliktir. şartın bulunması hükmün bulunmasını
Şâkir vasfının “alîm” vasfı ile birlikte gerektirmez. Meselâ abdest namazın
geçmesi; Allah’ın yapılan her ameli bil­ şartlanndandır; abdestsiz namaz geçer­
diğini, onu zayi etmeyeceğini ve karşı­ li olmaz, ancak her abdest alan kişinin
lığını vereceğini ifade eder. namaz kılması gerekmez.
Şartlar bağlandığı şeye göre, sebe­
Şekûr lafzı ise 4 âyette geçmiş­
bin şartı ve hükmün şartı olmak
tir. Fâtır sûresinin 29-30. âyetlerinde
üzere ikiye ayrılır. Bazen şarta, vaz’î
Allah’ın kitabını okuyan, namazını
bir hüküm olan sebep bağlanabilir;
kılan, gizli ve âşikâr infakta bulunan
bu durumda şart, sebebin şartı olur.
kimseye Allah’ın ücretlerini eksiksiz Meselâ, nisap zekat ile mükellef olma­
vereceği ve lütfundan onlara fazlası­ nın sebebidir. Fakat nisap miktarı mala
nı ihsan edeceği bildirildikten sonra; sahip olan kişinin bu malın zekatını
“Çünkü o gafurdur, şekûrdur”; ahi- vermekle yükümlü olması için, üzerin­
rette cennete girenler “Bizden tasayı den bir yıl geçmesi gerekir. Bu şart ger­
gideren Allah ’a hamdolsun. Doğrusu çekleşmemişse, sebep de yok sayılır ve
gerçekten Rabbimiz ğafurdur, şekûr­ nisap miktarı mala sahip olduğu halde
dur. ” (Fâtır, 35/34); “Kim bir iyilik güzel zekatla mükellef olmaz. Bazen de şarta
amel (hasene) işlerse, onun iyiliğini bağlanan, bir hüküm olabilir. Meselâ,
abdest namazın şartıdır. Burada teklîfî
artırırız. Gerçekten Allah ğafurdur,
bir hüküm olan namaz, abdest şartına
şekûrdur” (Şûra, 42/23) ve “Eğer Allah
bağlanmıştır.
rızası için güzel borç verirseniz, Allah
Şartlar belirleyen tarafından, şer’î
onu sizin için kat kat yapar ve sizi
şart ve ca’lî şart kısımlarına ayrılır.
bağışlar, Allah şekûrdur, halimdir. ”
Şer 7 şart, sebep veya hükmün gerçek­
(Teğâbun, 64/17) âyetleri şekûr vasfının
leşmesi için Şâri’ tarafından belirlenen
anlamını açıkça ortaya koymaktadır. şartlardır. Evlenme akdinde şahitlik,
Allah; güzel ameller işleyen, hayır namaz için abdest şer’î şartlardandır.
ve iyilik yapan müminleri bağışlar, Ca’lîşart ise, insanlar tarafından kendi
onlara lütfundan bolca mükâfat verir. hukukî muameleleri ile ilgili olarak ileri
Amellerini karşılıksız bırakmaz. Bu, sürülen kayıtlardır. Meselâ bir kimsenin,
Allah’ın şekûr olmasının sonucudur. “Şu işim olursa fakirlere yüz milyon
(İ-K.) lira sadaka dağıtacağım” demesi, ya da

610
sadece odun taşımak üzere kamyonun Allah ’ındır. Şüphesiz Allah, azabı şid­
kiralanması böyle şartlardandır. (Î.P.) detli olandır. ” (Bakara, 2/165) Kur’ân’da;
Allah’ın âyetlerini inkâr eden kâfirle­
ŞATAH
rin (Âi-i imrân, 3/56), suç işleyen ve hile
Sözlükte “hareket, kıpırdama,
yapanların (En’âm, 6/124), inkâr edenlerin
köpürme” anlamına gelen şatah, tasav­
(Yûnus, 10/70), âhirete îman etmeyenlerin
vufta, üzerinde benlik ve dava kokusu
(Muminûn, 23/74-77), kötülük yapanların
bulunan söz; zâhiren dinî hükümle­
(Fâtır, 35/10), insanları Allah yolundan
re aykırı düşen söz; ne kasd edildiği
saptıranların (Sâd, 38/26), münafıkların
kolaylıkla anlaşılamayan kapalı veya
(Mücadele, 58/14-16), Allah ve peygamberin
sembolik ifade demektir. Aşırı tecelli
emirlerine baş kaldıranların (Talâk, 65/8-
ve feyz gelen velilerden, şeriata aykı­
ıo) şiddetli azap ile cezalandırılacağı
rı gibi görünen sözler zuhur eder. Bu
bildirilmiştir. Bir âyette, Allah’ın daha
sözlerin sahipleri kendilerine geldikle­
kuvvetli, cezasının daha çetin olduğu
ri zaman o sözlerinden dolayı pişman
bildirilmiştir. (Nisâ, 4/84) (İ.K.)
olup tevbe ederler. Bu kâbil sözler
kabul edilemez. Ancak bu söz sahiple­ ŞEDÎDÜ’L-‘İKÂB
rini anlamaya çalışmak gerekir. Şeriata Cezalandırması çok şiddetli olan
aykırı bu sözleri ayıklık halinde söyle­ demektir. Bu vasıf, Kur’ân’da 14 âyet­
mek ise asla caiz değildir. (M.C.) te geçmiştir: “Biliniz ki, şüphesiz Allah,
ŞAVT cezalandırması şiddetli olandır... ”
(Mâide, 5/98), “Allah, kuvvetlidir, azabı
Sözlükte “tur, bir turluk koşu, işin
bir kısmı, gaye, mesafe” gibi anlamla­ şiddetlidir. (Kavî, şedîdu’l-‘Ikâb)”
(Enfâl, 8/52), “...Allah’a karşı gelmek­
ra gelen şavt, dinî bir kavram olarak,
tavafta Hacer-i Esved’den başlayıp ten sakının. Çünkü O, cezalandırması
Hatîmin dışından Kâbe’nin etrafında şiddetli olandır. ” (Haşr, 59/7), “O ’nun
bir defa dolaşmayı; sa’yde ise, Sâfâ ile yakalaması (ahzebû) çok acı ve çok
Merve arasındaki her bir gidiş ve gelişi şiddetlidir, (elîm, şedîd)” (Hûd, 11/102),
ifade eder. Bir tavaf yedi şavttan oluş­ “Şüphesiz senin Rabbin cezalandır­
maktadır. Hâcer-i Esved’den başlayıp ması şiddetli olandır. ” (ibrâhim, 14/2),
yedi defa Kâbe’nin etrafında dönmek “Şüphesiz Rabbinin tutması (batşa)
bir tavaf, her bir dönüş de bir şavttır. şiddetlidir (şedîd). ” (Mümin, 40/22).
Sa’yde Safâ ile Merve arasındaki her Mâide sûresinin 98, Râ’d sûresi­
bir gidiş ve geliş birer şavttır. Sa’y yedi nin 6 ve Mü’min sûresinin 3. âyetinde
şavttan oluşmaktadır. (İ.P.) Yüce Allah, hem cezalandırmasının
ŞECCE şiddetli olduğunu hem de çok bağışla­
yan, çok merhametli, günahları affeden
Baş ve yüzdeki yaralara ve yarala­
ve tevbeleri kabul eden olduğunu bil­
malara denir. (İ.P.)
dirmiştir ki bu ancak inkâr ve isyanda
ŞEDÎDÜ’L-AZÂB ısrar edenleri cezalandırdığının beyanı­
“Azabı şiddetli olan” demek­ dır. Nitekim Kur’ân’da, şiddetli cezaya;
tir. Allah’ın sıfatı olarak Kur’ân’da zalimlerin (Bakara, 2/165), Allah’ın nimeti­
bir âyette geçmiştir: “Bütün kuvvet ni değiştirenlerin (Bakara, 2/211), Allah’ın

611
âyetlerini inkâr edenlerin (Âi-i imrân, 3/11), Hz. Peygamber bir hadislerinde
6/51)
Allah ve Rasûlüne karşı gelenlerin ümmetinin günahkârlarına şefaat ede­
(Enfai, 8/13), nankörlük edenlerin (İbrahim, ceğini haber vermiştir (Tirmizî, Kıyamet 11;
14/7), peygamberleri, mucizeleri inkâr îbni Mace, Zühd, 37).
edenlerin (Mü’min, 40/22), Allah’a karşı Hz. Peygamberin bir de genel
gelenlerin (Haşr, 59/7) şiddetli cezalandı­ ve kapsamlı bir şefaati olacaktır.
rılacağı bildirilmiştir. (Î.K.) Mahşerde bütün insanlar heyecan ve
ŞEDÎDÜ’L-MİHÂL ızdırap içinde bulundukları bir sırada
Allah’ın sıfatlarından biri olan bunların hesaplarının bir an önce görül­
şedîdü’l-mihâl, kuvveti, cezalandır­ mesi için Hz. Peygamber şefaat dile­
ması, hilesi, tuzağı (kayd, mekr) çok yecektir. Buna “şefaat-i azma” (büyük
şiddetli demektir. Bir âyette geçmiştir: şefaat) adı verilir. Hz. Peygamberin bu
“O pek kuvvetli / azabı, hilesi çok şid­ anlamdaki şefaat yetkisi Kur’ân’da
detli olandır. ” (Ra’d, 13/13). ^Makam-ı Mahmut (övülen makam)
Dilciler; mihâl kelimesine ikab, adıyla anılır. (F.K.)
kuvvet, keyd, mekr, hile anlamlarını ŞEFÎ’
vermişlerdir. Allah’ın hilesinin/tuzağı- Aracı olmak, yardım etmek,
nın şiddetli olmasından maksat, azabı­ çift / ikili yapmak anlamındaki “ş-f-
nı insanlara bir hikmete binaen gizli­ 6 a” kökünden türeyen şâfi’ kelimesinin
ce ulaştırması, hile yapanları misliyle
mübalağalı şekli olan şefi’, şefaat eden,
cezalandırmasıdır. (Î.K.)
yardımcı olan demektir.
ŞEFAAT Şefi’ (çoğulu şüfeâ) Kur’ân’da
Sözlükte “bir başkasını desteklemek Allah ve insanların (Yûnus, ıo/3) (bk.
üzere ona katılmak, yardımcı olmak ve Şefaat) vasfı olarak kullanılmıştır:
aracılık yapmak” gibi manalara gelen “...O’nun (dünya hayatı kendini alda­
şefaat, ıstılahta, ahirette günahkâr tan, dinini oyun ve eğlence yerine
müminlerin affedilmesi, günahı olma­ koyan kimsenin) Allah ’tan başka dostu
yanların daha yüksek derecelere eriş­ da yardımcısı da (şefi) yoktur... ” (En’âm,
meleri için peygamberlerin, Allah’a
6/70), "... Sizin O’ndan başka ne bir
yalvarmaları, dua etmeleri ve günahla­
dostunuz (velî) ne de bir yardımcınız
rının bağışlanmasını istemeleri demek­
tir. Allah’ın izni olmadan bir kimsenin (şefi) vardır...” (Secde, 32/4), “De ki:
şefaat etmesi veya Allah’ın razı olma­ Şefaatin hepsi Allah’ındır...” (Zümer,
dığı birine şefaatte bulunması mümkün 39/44). Allah’ın şefi’ vasfı; dünyada

değildir. ((Hiçbir şefaatçi yoktur ki, özellikle âhirette müminlerin yâr ve


O ’nun izni olmadan şefaat edebilsin. ” yardımcısı, azap ve sıkıntılardan koru­
(Yûnus, ıo/3), “Bunlar Allah "in rızasına yanı olduğunu ifade eder. (İ.K.)
ermiş olandan başkasına şefaat ede­ Bir fıkıh terimi olarak şefi’, şuf’a
mezler. ” (Enbiya, 21/28). Kâfir ve müna­ hakkı ile gayrimenkul veya gayri­
fıklar için şefaat söz konusu değildir. menkul hükmündeki yeri cebren alma
"‘Onlara (kâfirlere) şefaatçıların şefa­ hakkına sahip olan kişi demektir, (bk.
ati fayda vermez. ” (Müddessir, 74/48; En’âm, Şuf’a) (Î.P.)

612
ŞEFKAT 2/185,283), ikrâr etmek (Nûr, 24/6) ve haber
Sözlükte “merhamet etmek, acı­ vermek (Yûsuf, 12/81) anlamlarında kul­
mak” anlamına gelen şefkat, ahlâk lanılmıştır. Gözle görülmeyen, ancak
kavramı olarak, Allah’ın yarattığı Allah’ın bildiği gayb âleminin zıddı­
canlılara karşı insanda varolan acıma, na şehâdet denilmiştir. Şehâdet, gözle
merhamet etme duygusu demektir. görülebilen, insanlar tarafından bilinip
İnsandaki şefkat duygusunun kaynağı, idrak edilebilen varlıklardır (Haşr, 59/22;
Mâîde, 5/106). Allah, şâhidliğin, adaletle
İlâhi rahmettir. Bir âyette “Rahmetim
yapılmasını, gizlenmemesini, şâhidlik-
her şeyi kuşatmıştır ” (A’râf, 7/156) buyu-
ten imtina edilmemesini, bunun günah
rulması bu gerçeği ifade etmektedir.
ve zulüm olduğunu bildirmiştir (Bakara,
Hz. Peygamber, “Allah rahmeti yüz
2/140, 282-283). Hukuk dilinde şehâdet;
parçaya ayırdı; doksankokuzunu kendi
mahkemede her hangi bir olay veya
katında tuttu, birini dünyaya indirdi. bir konu hakkında bildiği, gördüğü ve
Bütün canlılar bu bir parçadan istifade muttali olduğu şeyleri birinin lehine
ederek hem cinslerine şefkatle davra­ diğerinin aleyhine olarak söylemesi,
nırlar At, yavrusu memesini emerken anlatması ve haber vermesidir. Bir kim­
başına değmesin diye ayağını kaldı­ senin kendi lehine başkasının aleyhine
rır ” (Buhârî, Edeb, 19) buyurarak şefkat şâhidlik yapmasına da ’va, kendi aley­
duygusunun bütün canlılarda bulun­ hine başkası lehine şâhidlik yapmasına
duğunu ve bu duygunun kaynağının ise ikrâr denir. Şâhidlik yapmak dinen
İlâhi rahmet olduğunu haber vermek­ farz, şâhidlik yapmamak veya yalancı
tedir. “İnsanlara açmayana, Allah da şâhidlik yapmak ise büyük günahtır.
acımaz. ” (Müslim, Fedâil, 66), “Merhamet Bir Müslümanın, Allah yolun­
etmeyene merhamet edilmez. ” (Buhârî, da, İslâm uğrunda öldürülmesine de
Edeb, 18), “Müminler birbirlerini sev­ şehâdet denir. Bu anlamda şehâdet
mede, acımada, korumada bir vücut kavramı “Allah yolunda öldürülmek^
gibidir Vücudun herhangi bir organı (yüktel fî sebîlillah) şeklinde de ifade
rahatsızlanınca, diğerleri de bu yüz­ edilmiştir (Bakara, 2/154).
den rahatsız olur; ateşlenir ve uyku­ Kıyamette kulak, göz, dil, el, ayak
suz kalır ” (Buhârî, Edeb, 18) meâlindeki ve derilerin kişinin aleyhinde konuşma­
hadisler, şefkat ve merhamet duygusu­ larına, yaptığı kötülükleri söylemeleri­
nun müminde bulunması gereken yüce ne (Fussilet, 41/20-21; Nûr, 24/24; Yâsîn, 36/65);
duygulardan biri olduğunu göstermek­ kâfirlerin küfürlerini ikrar etmelerine
tedir. (M.C.) de (En’âm, 6/130) şehâdet denilmiştir.(İ.K.)
ŞEHÂDET ŞEHÎD
Sözlükte “tanıklık etmek, huzurda Sözlükte “bilen, gören, hazır olan,
olmak, hazır bulunmak, idrak etmek, haber veren, muttali ve tanık olan”
haber vermek, muttali olmak ve bil­ demektir. Şehîd, şâhid, kelimesinin
mek” anlamlarına gelir. Kur’ân’da; bu mübalağasıdır. Şehîd kelimesinin
kelime çeşitli formalarda 160 defa geç­ çoğulu şühedâ ve eşhâddır. Bu kelime­
miş ve bilmek (Âi-î imrân, 3/18,70,86), hazır ler, aynı zamanda şâhid kelimesinin de
olmak, yetişmek, tanıklık etmek (Bakara, çoğuludur.

613
Kur’ân’da şehîd kelimesi, 35 defa, b) Gerçekleri gören, dinleyen,
şühedâ kelimesi ise 20 defa geçmiştir. duyan ve gâfıl olmayan kimselere (Kâf,
Bu kavram, Allah’ın, Peygamberin, 50/37),
meleklerin ve insanların sıfatı olarak c) Nankörlüğünü bilmesi, anlaması
kullanılmıştır. ve görmesi itibariyle her insana (Âdiyât,
Allah’ın sıfatı için bk. Şâhid. 100/70),

Peygamberin sıfatı olarak şehîd; d) înanç, söz, fiil ve davranışlarıy­


Hz. Muhammed (a.s.), kıyâmet günü la, âdil, müstakim, numune-i imtisal,
her ümmetin şâhitlerine (Nisâ, 4/41. güzel ahlâk sahibi, ilim ve irfan sahi­
Nahl, 16/89)Ve MÜSİÜmanlara (Hac, 22/78) bi olmaları hasebiyle Müslümanlara
şâhidlik edecektir. “Her ümmet için­ şehîd-şühedâ denilmiştir. îlgili âyet­
de kendilerinden kendi üzerlerine bir te şöyle buyrulmuştur: “Böylece sizi
şâhid (şehîd) getirdiğimiz gün (Ey orta bir toplum yaptık ki siz insanlara
Muhammed!) seni de bunların üzerine şâhidler (şühedâ = güzel örnekler) ola­
şâhid (şehîd) getirmiş olacağız... ” (Nahl, sınız, Peygamber de size şâhîd (şehîd)
16/89) “...Allah önceki kitaplarda da bu olsun... ” (Bakara, 2/143). Hz. Muhammed
Kur "ân "da da size Müslümanlar adını (a.s.)’in inanç, söz, fiil, davranış ve
verdi ki Peygamber size şâhid (şehîd) yaşantısıyla insanlara örnek olması
olsun, siz de insanlara şâhidler (şühe­ “şehîd” kelimesi ile, müminlerin de
dâ) olasınız.... ” (Hac, 22/78). aynı şekil de diğer insanlara numune-i
imtisal olması “şühedâ” kelimesi ile
Her ümmetin Peygamberi kavmine
ifade edilmiştir.
şâhidlik edecek, Hz. Muhammed (a.s.)
e) Allah yolunda öldürülen mümin­
ve Müslümanlar da Peygamberlere
lere, “şühedâ” denilmiştir (Âl-i îmrân,
Şâhidlik edecektir (Bakara, 2/143; Nahl, 16/84,
3/140; Nisâ, 4/69; Zümer, 39/69). Örfümüzde
89; Hac, 22/78) îsâ (a.s.)’ın dünyada kav-
“şehîd” kelimesi bu anlamda kulla­
mini kollayıp gözetlemesi anlamında
nılmaktadır. Allah yolunda öldürü­
şehîd olduğu (Mâide, 5/117) ve âhirette
len müminlere, şehîd denilmesi, ölen
ehl-i kitap aleyhine şâhidlik edeceği
kişinin cennetlik olduğuna dünyada
bildirilmiştir. (Nisâ, 4/159).
şâhidlik edilmesi, gerçekte ölü olma­
Hafaza meleklerinin sıfatı ola­ yıp yaşaması (Bakara, 2/154) sebebiyle­
rak şehîd; “Her insan (kıyamet günü) dir. “Şehîdler, âhirette gördüğü nimet
yanında bir sürücü (sâik) ve şâhid ve mükâfat sebebiyle dünyaya tekrar
(şehîd) ile gelir. ” (Kâf, 50/21) âyetinde dönüp on defa öldürülmeyi temenni
geçen “şehîd”, insanın yaptıklarına ederler” (Buhârî, îmân, 26; Müslim, İmare, 103)
ve söylediklerine şâhid olan yazıcı Şehîdler âhirette peygamberler, sıd-
melektir. dîklar ve sâlihlerle beraber olurlar (Nisâ,
İnsanın sıfatı olarak şehîd kelimesi 4/69). “Şehidin kul hakkından başka
farklı anlamlarda kullanılmıştır: bütün günahlarını Allah bağışlar”
a) Bir olaya tanıklık eden kimselere (Müslim, İmare, 32)

(Bakara, 2/282; Nisâ, 4/35; Mâide, 5/8; Nûr; 24/4, 6), Şehîdler üç kısımdır:

614
1- Hakîki şehîd: İslâm’ın yücel­ ŞEMÂİL
mesi (îlâ-i kelimetüllah) vatan müda- Huy, tabiat, karakter, hal ve hare­
fası için savaşırken ölen Müslümanlar. ket, tavır ve davranış anlamlarına gelen
Bu kimseler, yıkanmaz, kefenlenmez, şemile ve şimâl kelimesinin çoğulu
namazları kılınıp kanlı elbiseleri ile olup, ıstılahta, huyu, karakteri, ahlâkî,
defnedilir. Uhud, Bedir ve Çanakkale yaşayış tarzı, dış görünüşü, kıyâfeti
şehîdleri gibi. gibi Peygamberimizin beşeri yönü­
ne, hayat tarzına ve kişisel özellikle­
2- Hükmî şehîd. Hakîkî şehidin
rine ve bunları kendine konu edinen
şartlarından birini taşımaması sebe­ bilim dalına denir. Bu konuda bir çok
biyle yıkanıp kefenlenen ve âhiret iti­ eser yazılmıştır. Tirmizî’nin (0. 279/892)
bariyle şehit olanlardır. Savaşta yara­ Şema ’il, Kadı lyaz’ın (0.544/1149) eş-Şifa
landıktan sonra yiyip içen, uyuyan, bi Ta ’rifi Hakîki ’l-Mustafa adlı eserleri
tedâvi gören, başka bir yere nakledilen en meşhurlarıdır. (İ.K.)
ve daha sonra ölen kimseler; deprem ŞER
yangın, sel felaketi, âfet ve benzeri
Sözlükte “kötülük, fenalık ve kötü
musibetlere maruz kalarak ölen, mide
iş” anlamına gelen şer, dinî literatürde
ağrısından ölen, doğum sırasında ölen,
Allah’ın hoşnut olmadığı, sevmediği,
suda boğularak ölen, kolera, veba ve meşru olmayan, işlenmesi durumunda
veremden ölen, göçük altında kalarak kişinin ceza ve kınamaya müstehak ola­
ölen, ilim yolunda ölen Müslümanlar cağı davranışlar demektir. Kur’ân, şer
da hükmen şehittirler. (Buhârî, cihâd, 30, Tıb, kapsamına giren davranışlar için fesad,
30; Ebû Dâvûd, Cenaiz, 11, 16; Nesâi, Cenaiz, 14; münker, seyyie, habis ve haram kav­
Malik, Cenaiz, 36; Müslim, îmâre, 164-166) ramlarını da kullanır. Ehli sünnete göre
3- Dünya hükümleri bakımından âlemlerin yaratıcısı olan Allah, hayrı
yarattığı gibi şerri de yaratır. Çünkü
şehîd’, Müslümanların yanında sava­
âlemde herşey onun irâde, takdir ve
şırken ölen münafıklardır. Bunlar da kudreti altındadır. Âlemde ondan başka
yıkanıp kefenlenmeden cenaze namaz­ gerçek mülk, kudret ve tasarruf sahibi
ları kılınır, kanlı elbiseleri ile defnedi­ başka varlık yoktur. Şerrin Allah’tan
lir. Ancak îmânları bulunmadığı için olması fiilin meydana gelmesine ilişkin
âhirette şehîdlik sevabı alamazlar. iradesini ifade eder, yoksa Allah kulla­
Şehîdlik, Müslümanlara özgü bir nite­ rın kötü fiilleri yapmalarından hoşnut
liktir. Müslüman olmayanlar şehîd ola­ olmaz. (F.K.)
mazlar. (İ.K.) ŞER’Î
ŞEKÛR Şeriate uygun, dinî; dine/hukuka
Allah’ın sıfatlarından biri olup, kul­ uygun anlamlarına gelmektedir, (bk.
larına yaptıkları ibadetlerinin karşılığı Şeriat) (Î.P.)
olarak çok mükâfat ve nimet veren, ŞEREFE
az veya çok her itaati ödüllendiren, Minarelerde gövdeden dışarı­
bol, çok ve devamlı nimet ihsan eden ya çıkık ve dört cihete dönülerek
demektir, (bk. Şâkir) (Î.K.) ezan okunan yere denir. Şerefenin alt

615
tarafı gövde, üst tarafı ise külahtır. bu hususu şöyle açıklamıştır: “Biz
Minarelerde genelde tek, bazılarında peygamberler baba bir kardeşleriz.
2-3 şerefe vardır. (İ.K.) Dînimiz birdir. ” (Buhârî, Enbiyâ, 48)
ŞERİAT “Tarih Deyimleri ve Terimleri
Şeriat kelimesi, “ş-r-‘a” kökünden Sözlüğü”nde bu terim şöyle açıklan­
gelmekte olup türevleriyle birlikte mıştır: “Şeriat, dîn manasında da müs­
Kur’ân’ın dört ayrı yerinde geçmekte­ tameldir. Bu takdirde hem ahkâm-ı
dir. Sözlükte “su yolu, bir ırmak veya asliyye denilen itikadıyyatı, hem de
herhangi bir su kaynağından su içmek ahkâm-ı fer’iyye denilen ibadetleri,
ve almak için gidilen yol, doğru yol, ahlâkı ve muamelatı ihtiva etmektedir.”
Hak din yolu, büyük ve geniş cadde, (F.K.)
aydınlık ve ışık” gibi manalara gelmek­ ŞER’U MEN KABLENÂ
tedir. Toplumlar için amelî hükümler,
Kelime anlamı itibariyle “bizden
emir ve yasaklar anlamına gelen şeriat,
öncekilerin dinleri/şerîatları” anlamına
bütün İlâhî dinlerde peygamberlerin
gelen şer ’u men kablenâ, fıkıh usulün­
aracılığıyle gönderilen ortak bir unsur­
de, fer’î delillerden biridir.
dur: “Sonra da seni din konusunda bir
şeriat sahibi kddık. Sen ona uy; bilme­ “Öncekilerin dinî hükümlerinin,
yenlerin isteklerine uyma. ’’ (Câsiye, 45/18), bizim için de geçerli” olup olmadığı
“(Ey ümmetler) Her birinize bir şeriat konusunda ihtilaf edilmiştir. Bir kısım
ve bir yol verdik. Allah dileseydi, sizi bilginler, eski dinlerin hükümlerinin
tek bir ümmet yapardı... ” (Mâide, 5/48). îslâm ile ortadan kaldırıldığını, bunlar­
dan sadece İslâm’da da devam ettiğine
İslâm bilginlerinin bu âyetlere getir­
dair delil bulunanların geçerli olduğunu
dikleri yorumlara göre din; esasa iliş­
söylemişlerdir. Bir kısım bilginler ise,
kin inanç, usul ve prensip, şeriat ise her
açıkça hükmünün ortadan kaldırıldığı­
peygamberin kendi devrinde bu usule
na dair bir delil bulunmayan konulur­
dayalı olarak ortaya koyduğu amelî
da İslâm’dan önceki ilahi vahye dayalı
kurallar ve tatbikatın adı olmuştur.
dinlerin hükümleriyle amel edilmesi
Geniş yol anlamına gelen minhac da
gerektiğini kabul etmişlerdir.
ilk insandan bu yana, Allah’ın dininde
değişmeden gelen îmân esasları olarak Semâvî dinlerin hepsi bir bütündür.
açıklanmıştır. Bu durumda minhac Nitekim Kur’ân’da, ‘“Dini dosdoğru
ile şeriat dinin içeriğini ve sınırlarını tutun ve onda ayrılığa düşmeyin! ’diye
oluşturmaktadır. Nûh ’a emrettiğini, sana vahyettiğini,
Toplumların ihtiyaçlarına göre İbrahim ’e, Mûsâ ’ya ve îsâ ’ya emretti­
gönderilen dinlerde tedricî değişiklik­ ğini size de din kıldı... ” buyrulmaktadır
ler olmuştur. Önceki dinde yasak olan (Şûrâ2/13). Semâvî dinlerin aslı bir oldu­
bazı fiiller, sonraki dinde helâl kılın­ ğuna göre, hükümleri de herkese şâmil
mış veya bunun tersi olmuştur. Ancak olmalıdır. Ancak belirli bir millet veya
inanç esasları hepsinde birdir. İsimleri zamana ait olduğuna veya neshedildi-
ve hükümleri farklı da olsa bütün İlâhî ğine dair bir delil varsa, o zaman bizim
dinlerin özü birdir. Peygamberimiz, için delil teşkil etmez. (Î.P.)

616
ŞEVK insan, rehber, delil, mürşid demektir.
Sözlükte “özlem” anlamına gelen Gerçek şeyh, Allah’ı kullarına, kulla­
şevk, tasavvufta gönlün sevgili ile rını da hem Allah’a hem de birbirleri­
buluşma arzusu; Allah’a kavuşma özle­ ne sevdirebilen kâmil insandır. Şeyh,
mi demektir. Kur’ân’da “Kim (kıya­ mürîd ve müntesiplerini bir annenin
met günü) Allah ’a kavuşmayı (ümit ve çocuğunu eğitip yetiştirdiği gibi terbiye
korku ile) beklerse (o güne hazırlıklı edip yetiştirir. (M.C.)
olsun), çünkü Allah'ın takdir ettiği Bir hadis terimi olarak şeyh, muhad-
vade mutlaka gelip çatacaktır... ” buyu- dis ile eş anlamlıdır (A.G.)
rulmaktadır (Ankebût, 29/5). (M.C.) ŞEYHAYN (Şeyhân)
ŞEVVAL ORUCU Sözlükte “iki hoca, iki yaşlı adam”
Ramazan ayından sonra gelen şev­ anlamlarına gelen şeyhayn (şeyhân),
val ayında tutulan altı gün oruca "‘şev­ bir kavram olarak hadiste, en makbul
val orucu" denir. Bu orucu tutmak iki hadis kitabının yazarı olan îmam
müstehaptır. Bu oruç peş peşe tutula­ Buhârî ve îmam Müslim’e; Hanefî
bileceği gibi ara verilerek de tutula­ fıkıh literatüründe ise, İmâm-ı Azam
bilir. Peygamberimiz (a.s.), Ramazan Ebû Hanîfe ve îmam Ebû Yûsuf’a veri­
ayından sonra gelen şevval ayın­ len unvandır. Ayrıca dört halifeden Hz.
da altı gün oruç tutmuş (Tirmizî, Savm, Ebû Bekir ve Hz. Ömer’e de Şeyhayn
43-44, m, 120-122) ve tutulmasını tavsiye denir. (Î.P.)
etmiştir. Bu orucu tutmanın sebebini
ŞEYHU’L-İSLÂM
Peygamberimiz (a.s.), şöyle açıkla­
mıştır: “Kim Ramazan orucunu tutar, Sözlükte “îslâm büyüğü” anla­
sonra şevval ayından altı gün oruç mına gelen Şeyhu’l-îslâm; Osmanlı
tutarsa bütün yıl boyunca oruç tutmuş İmparatorluğunda fetva işlerine bakan,
gibi olur '' (Tirmizî, Savm, 53, III, 132) protokolde padişah ve başbakan­
dan sonra gelen en büyük görevliye
“Kim iyi bir amel işlerse, kendisi­ verilen unvandır. Önceleri müftüle­
ne bunun on katı sevap vardır'' (En’âm, re Şeyhu’l-îslâm denilmekle birlikte
6/160) anlamındaki âyet esas alındığın­
1425 yılına doğru ülkenin en büyük
da bir ay oruç tutan müslüman, on ay
müftüsüne bu unvan verilmeye başlan­
oruç tutmuş gibi sevap kazanır. Şevval mıştır. Şeyhu’l-lslâmlık, ilmiyye sını­
ayından da altı gün oruç tuttuğunda ki
fının en yüksek makamı idi. Osmanlı
bu oruç on katıyla altmış gün, iki ay
Devletinde 175 Şeyhu’l-îslâm görev
yapar, böylece bir yıl oruç tutmuş gibi
yapmıştır. îlki Molla Şemseddin Fenârî
olur. (Î.K.)
(1424-1431) sonuncusu ise Medenî
ŞEYH Mehmet Nuri Efendi’dir (26/09/1920-
Sözlükte “yaşlı, pîr, ihtiyâr, bey, 04/11/1922). Cumhuriyet döneminde
önder, kabile başkanı” anlamına gelen 1920’de Şer’iyye Vekâleti kurulması
şeyh, tasavvufta, nefsinden fâni Hak’ta ile Şeyhu’l-îslâm’lık kurumuna son
bâkî, velî, Allah dostu; isteklilere reh­ verilmiştir. Şer’iyye vekâleti de kal­
berlik etmek ve onları irşad etmek ehli­ dırılmış yerine 03/03/1924’te Diyanet
yet ve liyâkatına sahip bulunan kâmil İşleri Başkanlığı kurulmuştur.

617
Kazaskerliğin ihdasına kadar kadı gibi eylemleri sevdirmekle sürekli
ve müderrisler Şeyhu’l-İslâmlar tara­ hale getirmiştir (Mâide, 5/91-92). Onun
fından teklif edilir, başbakan ve padi­ gücü daha çok kendisine dost olan­
şahın onayı ile, müftüler ise doğrudan larla Allah’a şirk koşanlara yetmek­
Şeyhu’l-İslâm tarafından atanırdı. tedir (Nahi, 16/100). Kulluk vecibelerini
Önceleri eğitim ve adalet işlerine de yerine getirenlerle Allah’a sığınanlara
Şeyhu’l-İslâmlar bakardı. zarar veremez (Nahi, 16/99). Yarın kıya­
Şeyhu’l-İslâmlar genellikle Rumeli met gününde gerçek ortaya çıktığında
Kazaskerleri arasından seçilip padi­ şeytan aczini ve iflasını itiraf ederek
şahlar tarafından atanırdı. Padişahlar, gerçekleri ortaya koyacak (İbrahim, 14/22),
Şeyhu’l-İslâmı ayakta karşılarlardı. ancak bu gecikmiş bir itiraf ve beyan
(İ.K.) olduğundan kimseye faydası olmaya­
caktır. (F.K.)
ŞEYTAN
Şeytan kelimesi “şatn” kökünden ŞÎA (Şiîlik)
ele alındığı zaman, uzak olmak, muha­ Sözlükte “taraftar, yardımcı ve
lefet etmek, toprağa girmek ve ipe fırka” demektir. Kur’ân’da da bu
bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. anlamda kullanılmıştır (Hicr, ıs/ııo;
“Şayt” kelimesinden türetilmiş bir cins Meryem, 19/69; Rûm, 30/32). Mezhebler tari­
isim kabul edildiğinde ise, yanmak ve hinde Şîa; Hz. Peygamberin vefatından
helak olmak demektir. İbranice kökenli sonra Hz. Ali ve Ehl-i Beytini halife­
olduğu kabul edildiğinde habis, İslâm lik (imamet) için en layık kişi olarak
öncesi Arap telakkisinde ise, insanüs­ gören, onu nass ve tayinle “meşru”
tü varlık anlamına gelmektedir. İblisin halife kabul eden; ondan sonraki halife­
kuvvetine, faaliyetine verilen bir ad lerin de onun soyundan gelmesi gerek­
olarak bazan iblis yerine de kullanılır. tiğine inananların ortak adı olmuştur.
Kur’ân’da şeytan tekil olarak 70, çoğu­ Şîanın, Rasûlüllah’ın vefatından
lu “şeyatin” olarak 18 olmak üzere top­ sonra veya Hz. Osman’ın şehadeti ya
lam 88 yerde geçmektedir. Kur’ân’daki
da Cemel ve Sıffin vak’alanndan sonra
diğer adı olan iblis ise 11 yerde zikre­
ortaya çıktığı şeklinde görüşler vardır.
dilmektedir.
Hz. Ali’nin İlmî ve ahlâkî cesareti,
Allah insan neslinin ilki Hz. Adem’i Rasûlüllah’a yakınlığı ve diğer meziy-
yaratınca meleklere, ona secde etmele­ yetleri de dikkate alındığında, Hz.
rini emretti. İblis (şeytan) hariç hepsi Ali’ye karşı, tâ Hz. Peygamberin sağ­
secde ettiler. Böylece ilk isyan, kibir, lığında bile Şîa anlamında manevî bir
ayrılık ve düşmanlık başladı (A’râf, bağlılığın olduğu söylenebilir. (F.K.)
7/11-22). Artık şeytan insan nesline
ŞİKÂK
karşı olan bu tavrını, düşmanlık (Fâtır,
35/5), saptırmak (Kasas, 28/15), vesvese Yarmak anlamındaki “şakk” keli­
vermek (Nâs, 114/1-4), aldatmak (Lokmân, mesinden türeyen şikâk sözlükte;
31/33), nankörlük etmek (tsrâ, 17/27), isyan muhalefet ve düşmanlık etmek demek­
etmek (Meryem, 19/44), şüpheye düşürmek tir. Kur’ân’da 14 defa geçmiş ve hak
(Sebe’, 34/20), kötü işleri güzel göstermek yoldan sapmak, ayrılmak (Bakara, 2/176),
(Ankebût, 29/38), içki, kumar ve fuhuş ayrılığa düşmek (Bakara, 2/137), düşmanlık

618
etmek (Nahl, 16/27) ve muhâlefet etmek ŞİRKET
(Enfâi, 8/13) anlamlarında kullanılmıştır. Ortaklık anlamına gelen şirket kla­
Allah’a ve Peygambere karşı çık­ sik fıkıh kaynaklarında genel olarak,
mak bu kavram ile ifade edilmiştir (Nisâ, mülk şirketi ve akit şirketi olmak üzere
4/115; Muhammed, 47/32), karı-kocanın ayrı­ ikiye ayrılır.
lığa düşmeleri (Nisâ, 4/35) hariç “şikâk” Mülk şirketi, satın alma, hibe, vasi­
kavramı, Kur’ân’da hep Allah’a ve yeti kabul, mirasçılık gibi sebeplerle
Peygambere karşı koymak, onlara bir mal veya hak üzerinde iki veya
düşmanlık etmek ve ayrılığa düşmek daha fazla kişinin ortaklığını ifade eder.
anlamında kâfirlerin özelliği olarak Buna emlâk şirketi de denir, (bk. Mülk
zikredilmiştir. Hıdâd ve muhâlefet Şirketi)
kelimeleri ile anlamdaştır. Kur’ân’da Akid şirketi ise, iki veya daha fazla
Allah’a ve Peygamberine karşı çıkan­ kimsenin, sermaye, emek veya kredi
lara şiddetli azap olduğu bildirilmiştir imkânlarını belirli ölçüler içinde bir­
(Haşr, 59/4). (İ.K.) leştirmelerini ve elde edecekleri kârı
ŞİRÂ aralarında paylaşmak üzere yaptıkları
akiddir. Akid şirketi, diğer akitlerde
Sözlükte “satın almak ve satmak” olduğu gibi, ehliyet sahibi kişilerce,
anlamına gelen şirâ, bir fıkıh terimi icap ve kabul ile kurulur. Şirkette kâr­
olarak alışveriş akdini ifade etmektedir, dan hisse alabilmesi için ortağın ya
(bk. Bey’, Büyü’) (Î.P.) çalışması, ya sermayeye katkıda bulun­
ŞİRK ması, yahut da tazmin sorumluluğu
taşıması gerekir. Ortaklar birbirlerinin
Sözlükte “bir şeyi ortak yapmak,
eminidirler; bu nedenle elinde bulunan
birden fazla kişiye tahsis etmek, ortak
sermayenin kusursuz olarak tamamen
kabul etmek ve ortak saymak” manala­
veya kısmen helak olması halinde taz­
rına gelen şirk, ıstılahta, Yüce Allah’ın
min sorumluluğu yoktur.
ilahlığında, sıfat ve fiillerinde ve Rab
oluşunda ortağı, benzeri ve eşinin oldu­ Akid şirketi, sermaye ve kârın pay­
laşımı konusunda eşit olup olmaması
ğunu kabul etmeyi ifade eder. Yapılan
ve ortakların yetki ve sorumlulukları
ibadetlerde Allah’tan gayrisini gözetme
bakımından mufâvada ve inân şirketi
ve riya gibi kötü hasletler için de şirk
kısımlarına ayrılır.
kelimesi kullanılmıştır.
Mufâvada şirketi; eşitlik üzerine
Allah’a şirk koşmak günahların en
kurulan bir tür ortaklıktır. Tarafların
büyüğüdür (Buharı, Edeb, 6; Müslim, îmân,
şirkete sermaye olabilecek bütün mal­
38). Şirk ve küfrün Allah tarafından
larını ortaklığa dahil ederek sermaye ve
bağışlanmayacağı bildirilmektedir: hisselerinin eşit olması ve kârın da ara­
“Şüphesiz ki Allah, kendisine eş koşul­ larında eşit olarak paylaşılması şartıy­
masını asla bağışlamaz, bundan baş­ la kurulan şirkettir. Bu şekilde kurulan
kasını (günahları) dilediği kimse için şirkette ortaklar birbirlerinin vekili ve
bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa, kefili olurlar. Ancak, bu şekilde bir şir­
gerçekten pek büyük bir günah işlemiş ketin kurulabilmesi ve devam ettirile­
olur. ” (Nisâ, 4/48,116). (bk. Müşrik) (F.K.) bilmesi imkânsız denecek kadar zordur.

619
Belki babalarından miras kalan mal suretiyle ticaret yaparlar ve bundan
dışında malları bulunmayan ve bunu elde ettikleri kân aralarında paylaşırlar.
şirketlerine sermaye yapan kardeşlerin Vücûh şirketinde veresiye olarak alınan
kurabileceği bir şirkettir. malda ortakların hisselerinin eşit olma­
İnân şirketi ise, sermaye ve kârda sı şart değildir; tazmin sorumluluğu ve
eşitlik şartı bulunmayan ortaklıktır. kârdan alacakları hisseler de hisse nis­
İnân şirketinde ortaklar birbirleri­ petine göre olur. (Î.P.)
nin vekili olmakla birlikte, aralarında
ŞUF’A
kefalet bulunmaz. Kâr payları taraflar­
ca tespit edilen oranda taksim edilir. Bir fıkıh kavramı olan şuf’a, satılan
İçlerinden birine oranın dışında, kâr­ bir mülkü, satın alana kaça mal oldu
dan muayyen bir miktar verilmesi caiz ise, o miktar karşılığında mülkiyetine
değildir. geçirme yetkisi veren bir haktır. Buna
Akit şirketi, ortaya konan sermaye göre bir şahıs bir akârını, şuf’a hakkı
bakımından emvâl, a’mâl ve vücûh şir­ bulunmayan birisine satsa, şuf’a hak­
keti şeklinde üçe ayrılır. kına sahip üçüncü şahıs, satım bedeli­
ni ve diğer masrafları ödeyerek akârı
Emvâl şirketi; ortaklardan her biri­
nin, sermaye olmak üzere bir miktar cebren satın alabilir. Hak sahibine şefi9,
mal ortaya koyup, bununla yapacak­ satılan mala da meşfû’ denir. Şuf’a
ları ticaretten doğacak kârı paylaşmak hakkı şefî’e mülkiyeti zorla alma hakkı
üzere kurdukları şirkettir. Sermaye ve vermenin yanında, akârın maliki ya da
kârda eşitlik üzerine kurulan mufâva- müşterisine, bu akârı bedeli karşılığın­
da şirketi şeklinde kurulabileceği gibi da şuf’a hakkı sahibine teslim etme
farklı sermaye ve farklı kâr oranları mükellefiyeti de yükler.
tespit etmek suretiyle inân şirketi şek­ Şuf’a hakkı yalnızca akârlarda söz
linde de kurulabilir. Emvâl şirketinde konusudur; mülk akâr dışındaki mallar
sermayenin nakit olması gerekir. Nakit şüf’a hakkına konu olmaz. Bir akârda
değil de bir mal ile ortaklık kurulmak şuf’a hakkının doğmasının sebepleri,
istenirse, bunlar satılır ve sermaye ola­ malda ortaklık, irtifak haklarında ortak­
rak konur. lık, bitişik komşuluk şeklinde sıralana­
A’mal şirketi (sanayi şirketi), iki bilir. Farklı gruplardan şuf’a hakkına
veya daha fazla şahsın belli bir işi yap­ sahip kişiler bir arada bulunması halin­
mak üzere kurdukları emeğe dayalı iş de, öncelikle ortak olanın hakkıdır.
gücü ortaklığıdır. Bu şirkette ortaklar Bundan sonra irtifak haklarında ortak
işlerini sermaye eder ve başkalarından olanlar, daha sonra da bitişik komşular
iş alarak elde edecekleri kazancı arala­ hak sahibidirler. Şuf’a hakkının doğ­
rında paylaşırlar.
ması için, akârın bir bedel karşılığında
Vücûh şirketi (itibar şirketi), ortak­ sahibinin mülkiyetinden çıkmış olma­
ların sermayesiz, sadece kredileriyle sı, şuf’a hakkı sahibi kişinin satışa rıza
kurdukları kredi ve itibar ortaklığıdır. göstermiş olmaması gerekir. (Î.P.)
Bu şirkette, ortakların sermayeleri
bulunmamakla birlikte, kendi itibarlan- ŞÜHEDÂ
nı kullanarak veresiye mal alıp satmak bk. Şehîd ve Şâhîd.

620
ŞÜKÜR şekûr denir. Kulları arasında Allah’a
Sözlükte “karşılığını vermek, yapı­ hakkıyla şükreden (şekûr) azdır (Sebe,
lan iyiliği dile getirmek ve sahibini 34/13). Şükür, nimetin artmasına vesile
övmek” anlamına gelen şükür, ahlâk olur (ibrâhim, 14/7). Azap edilmeme sebe­
kavramı olarak, yapılan iyiliğin kadir bidir (Nisâ, 4/147). Bir kimsenin yaptı­
ve kıymetini bilip makbule geçtiğini ğı iyiliğe karşı teşekkür etmek ahlâkî
dile getirmek, iyilik edeni övmek; nan­ bir görevdir. İyilikte bulunanı övmek
kör olmamak demektir. Kul, Allah’ın ve ona dua etmek te bir teşekkürdür.
lütuf ve nimetlerini dile getirir ve O’nu İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da
överse şükretmiş olur. Ancak esas Şükretmemiş Olur (Ebû Dâvûd, Edeb, 12).
şükür verilen nimetleri yerli yerince (M.C.)
kullanmaktır. Bu da nimeti bilme, elde ŞÜKÜR SECDESİ
edilen nimetten dolayı sevinç duyma, Şükür secdesi, bir nimete kavu­
nimete karşılık olarak yapılması gere­ şulması veya bir musibet geçirilmesi
keni dil, beden ve kalp ile yerine getir­ sebebiyle yapılan secdeye denir. Şükür
mek suretiyle olur. Bir organın şükrü, secdesi şu şekilde yapılır: Abdest alınır,
onu iyi ve güzel şeylerde kullanmak, kıbleye dönülür, tekbir alınır ve secde­
günaha götürücü şeylerden uzak tut­ ye gidilir, secdede üç defa “sübhâne
makla olur. Şükredene şâkir, Allah’a Rabbiye’l’a’lâ” denir, sonra Allahü
yeterli şükürde bulunamayacağının ekber denir ve ayağa kalkılır. (İ.K.)
idrakine erip çok şükreden kimseye

621
TA’DÎL-İ ERKÂN TA’ZÎR
Rükünlerin düzeltilmesi, düzgün, Sözlükte “azarlamak, kınamak, ter­
yerli yerinde ve doğru yapılması anla­ biye etmek, birine yardım etmek” gibi
mına gelen ta’dîl-i erkân, dinî bir kav­ anlamlara gelen ta’zîr^ bir fıkıh kavra­
ram olarak, namazın rükünlerinin düz­ mı olarak, kısas-diyet ve had cezaları
gün ve kıvamında yerine getirilmesini dışında kalan cezaların genel adıdır.
ifade etmekte olup, namazın vaciple­ îslâm hukukunda bazı suçlar ve
rindendir. Bu anlamda ta’dîl-i erkân, bunlara tatbik edilecek cezalar nasslar-
ayakta iken dosdoğru durmak, rükûda la belirlenmiştir. Bunlara had cezaları
dümdüz olmak ve uzuvlar sakinleşin­ denir. Adam öldürme ve müessir fiil­
ceye kadar rükûda beklemek, rükûdan lerde ise, fiilin şekline veya mağdu­
kalkınca iyice doğrulmak, secdede run ya da velisinin tavrına göre kısas
uzuvlar sakinleşinceye kadar bekle­ veya diyet ceza olarak kabul edilmiş­
mek, iki secde arasında tam olarak tir. Bunların dışında kalan suçların ve
oturmayı ifade etmektedir. (Î.P.) bunlara uygulanacak cezaların belir­
TA’LİK lenmesi, kanun koyucunun takdirine
bırakılmıştır. Daha kapsamlı ve çeşitli
Sözlükte “bir şeyi asmak, dayanak­ ta’zîr suçları ve cezaları, zamana ve
sız yapmak” anlamlarına gelen talika şartlara göre değişebilen bir karakter
hadis terimi olarak, râvînin naklettiği arz ederler.
bir hadisin Senedinden, kendi hocası­
Cezaî müeyyide olan ta’zîrlerin
nı veya kendi hocası ile birlikte birkaç
nitelik ve ilkeleri, kanûnî ve şahsî
râvîyi, yahut da bütün seneti kaldırarak,
olması; genel ve sürekli olması; yetkili
hadisi Hz. Peygambere dayandırmaya
kişiler tarafından uygulanması; cay­
denir, (bk. Muallak Hadis) (A.G.)
dırıcı olması ve uygulanabilir olması;
TA’N suç-ceza dengesinin gözetilmesi ve
Sözlükte “yaralamak, kusurlu yap­ cezalandırmada adalet ve hakkaniyet
mak, dürtmek, vurmak ve dili ile ayıp­ ölçülerine riâyet edilmesi şeklinde sıra­
lamak” demektir. Kur’ân’da iki âyette lanabilir. (İ.P.)
geçmiş, Yahûdî (Nisâ, 4/46) ve müşriklerin TAASSUP
(Tevbe, 9/12) İslâm’ı ayıplamaları, kötüle­
Sözlükte “bir dine, bir görüş ve
meleri, alaya almaları ve eleştirmeleri düşünceye veya bir partiye aşırı ve
bu kavram ile ifade edilmiştir. Dini ta’n; körü körüne bağlanmak, taraf olmak,
insanı küfre götüren bir davranıştır. (Î.K.) akraba ve kavminin fertlerine yardım
Bir hadis kavramı olarak ta’n, râvî­ etmek ve onları aşırı biçimde kayır­
nin cerh edilmesine denir, (bk. Cerh ve mak” anlamlarına gelen taassup, terim
Ta’dil) (A.G.) olarak, din, ahlâk, âdet gibi konularda

622
haksızlık ve husumet derecesine vara­ benzeyen isimlerin ayırdedilmesi, kim­
cak kadar saplantıya düşmek demektir. lerden hadis rivâyet ettiklerini ve kim­
Olumsuz anlamda kullanılan bu tür lerin kendilerinden hadis aldıklarının
taassup bilgisizlikten, muhakemesizlik- bilinmesi, tabakalar sayesinde sağlanır.
ten ve aşırı inatçılıktan kaynaklanmak­ Bundan dolayı râvîleri tanıtan tabakat
tadır. Bu bakımdan taassubun aşırılığı, kitapları yazılmıştır. Müslim’in Kitâbu ’t-
toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik Tabakât adlı eseri bunlardandır. (A.G.)
kalkınmasına en büyük engeldir.
TÂBİÎ
İnancının gereği ve dininin icabı
Sahabe’den herhangi birisiyle kısa
olarak görevini yerine getirmeye gay­
ya da uzun karşılaşıp Müslüman ola­
ret göstermek, içinde yaşadığı toplu­
rak vefat eden kimselere tâbiî” denir.
mun ortak değerlerine saygılı olmak,
Çoğulu tâbîun-tabiîndir. Büyük ve
onları korumak ve savunmak taassup
küçük olmak üzere iki sınıf tâbiîden
sayılmaz. Böylesine bir gayret ve taraf­
tarlığa taassup değil, “salâbet-i diniyye söz edilir: Büyük tâbiî: Rivâyet ettik­
veya salabet-i milliyye ve ahlâkiyye” leri hadislerin çoğunu sahabeden, azını
denir. Bu tarz bir taassup toplumun da tâbiûndan rivâyet edenlerdir. Said
kanı hükmündedir. Kendi dinine, millî ibn Müseyyeb bunlardandır. Küçük
ve ahlâkî örfüne karşı bu duyarlılığını tâbiî: Rivâyet ettikleri hadislerin çoğu­
kaybeden bir millet, tarih sahnesinde nu Tâbiûn’dan, azını da Sahabeden
söz sahibi olamaz. (F.K.) alanlardır. Ebû Hanife bunlardandır.
Gerek hadis rivâyetinde, gerekse
TABAKA
sonraki nesillere İslâm’ın aktarılarak
Sözlükte “birbirine benzeyen, yük­
öğretilmesinde Tâbiûn’un büyük rolü
sek rütbe” anlamlarına gelir. Çoğulu olmuştur. İslâmî ilimler alanında bir­
tabakâttır. Hadiste, sahabeden baş­
çok kitap Tâbiûn döneminde yazılma­
lamak üzere daha sonraki devirlere
ya başlanmıştır. Metodolojiye ait bir
kadar, hadis rivâyeti ile meşgul olanla­
çok kurallar da onlar tarafından ortaya
rın meydana getirdikleri gruplara denir.
konmuştur.
Hadisleri rivâyet eden râvîler tabakası­
nın ilk üçünü sahabe, tabiun ve etbau’t- Hz. Peygamber (a.s.) tâbiûn’un
tâbiîn oluşturur. fazileti ile ilgili olarak, “İnsanların
en hayırlısı benim yaşadığım devirde
Tabakat ayrıca, değişik meslek
yaşayanlar, sonra onların peşinden
gruplarında, esas kabul edilen belli bir
tertibe göre, hayat hikayelerinin toplan­ gelenler (tâbiûn), sonra bunları takip
dığı kitaplara verilen isimdir. Örneğin, edenlerdir (etbâu’t-tâbiin).’’ (Buhârî,
Şehâdât, 9, Fedâil-u Ashabı’n-Nebî, 1, Rikak, 7, İmân,
Muhammed ibn Sâd’ın et-Tabakâtu ’l-
Kübra, Tacuddin Sübki’nin Tabakâtu ’ş- 10, 27). (A.G.)
Şafiiyyetü ’l-Kübrâ, Taşköprülü TAFSÎLÎ İMAN
Zâde’nin Tabakâtu ’l-Hanefîyye adlı İman edilecek esasların her birine
eserleri bunlardandır. ayn ayrı, açık ve geniş bir şekilde iman
Hadis ilminde râvîlerin tabakalarının etmeye tafsîlî iman denir. Bu imanın üç
bilinmesi önemli bir konudur. Birbirine mertebesi vardır:

623
Birinci mertebe; Allah’ın varlığına dır. Hadis tahammül yolları şunlardır:
ve birliğine, Hz. Muhammed’in pey­ Semâ, kıraat (arz), icâzet, münâvele,
gamberliğine ve âhiret gününe iman kitâbe, i’lâm, vasiyye, vicâde. (A.G.)
etmektir. TAHARET
İkinci mertebe; Allah’ın varlığına
Taharet temizlenme, temizlik anla­
ve birliğine, meleklerine, kitaplarına,
mına gelmektedir. Dinî literatürde
peygamberlerine, âhiret gününe, öldük­
taharet, maddî ve manevî pisliklerden
ten sonra dirilmeye, cennet ve cehen­
temizlenmek demektir. Fıkıh kitap­
nemin, sevap ve azabın hak olduğuna,
larında, maddî pisliklerden temizlik,
kaza ve kadere iman etmektir.
necasetten taharet; manevî pisliklerden
Üçüncü mertebe; Hz. Muhammed temizlik ise, günah kirinden kurtulmak
(a.s.)’in Allah’tan alıp getirdiği ve bize manasında tevbe ve abdestsizlik kirin­
kadar tevatür yolu ile ulaşan bütün den kurtulmak anlamında hadesten taha­
haberleri, bütün âyetleri, âyetlerde ret başlıkları altında işlenmiştir. Temiz
açıkça bildirilen hükümleri, mütevâtir olan şeye tâhir, temizleyici olan şeye
hadislerle sabit olan hususları Allah ve tahûr ve mutahhir, temizlemeye de tathîr
peygamberin bildirdiği şekilde doğru­ denir, (bk. Hadesten Taharet, Necasetten
lamaktır. Mesela namaz, oruç, zekat, Taharet, îstincâ, Tevbe) (Î.P.)
hac, Allah’ı zikir ve O’na tevekkül
etmenin farz; içki, kumar, zina, faiz, TAHDÎS
hırsızlık, zulüm, cana kıyma, yalan ve Hadislerin “haddesenâ” veya “had­
iftiranın haram olduğuna iman etmek desem” lafızlarıyla rivâyet edilmesine
bu mertebeye girer. (Î.K.) “tahdis” denir, (bk. Semâ). (A.G.)
TAĞUT TÂHÎR
bk. Tuğyan. Temiz ve pâk olan, ayıplardan ârî
TAHALLÜL demektir. (Î.P.)

Sözlükte “haram iken helâl olmak” TAHİYYETÜ’L-MESCİD


anlamına gelen “tehallül”, ihram NAMAZI
yasaklarının sona ermesi, ihram’dan Kelime anlamı bakımından mesci­
çıkma demektir. îki tehallül vardır. din selamlanması, saygı gösterilmesi
Kurban bayramının birinci günü tıraş demektir. Dinî bir kavram olarak, cami­
olduktan sonra birinci tehallül gerçek­ ye giren kimsenin, mescidlerin sahibi
leşir. Bu durumda cinsel ilişki dışın­ olan Allah’a saygı ve ta’zîm amacıyla
da bütün ihram yasakları sona erer. iki rekat namaz kılması anlamına gelir.
Ziyaret tavafından sonra ikinci tehallül Hz. Peygamber, “Biriniz mescide girdi­
gerçekleşir. Bununla cinsel ilişki yasağı ğinde, oturmadan önce iki rekat namaz
da kalkar, (bk. Hac) (Î.K.) kilsin. ” buyurmuştur (Müslim, Salatü’l-
TAHAMMÜL VE EDÂ Müsâfırîn, 11).

Hocadan hadisi almaya tahammül, Namaz kılınması mekruh olan vakit­


öğrenciye rivâyet etmeye edâ denir. lerin dışında mescitlere giren kimsenin,
Edâ ve tahammül yöntemleri aynıdır. oturmadan önce tahiyyetü’l-mescid
Çünkü her ikisi de birer rivâyet olayı­ kılması menduptur. Normal vakitlerde

624
mescide girdiği halde tahiyyetü’l-mes- medhden daha özel, şükürden daha
cid kılamayan kimsenin, bunun yerine geneldir. Her şükür hamddir, ancak her
dört defa “sübhanallahi ve’l-hamdü lil- hamd şükür değildir. Her hamd medh-
lahi velâ ilâhe illallahu vallahu ekber” tir, ancak her medh hamd değildir.
demesi menduptur. Hamd, bir nimet verilsin verilme­
Camiye herhangi bir namazı kıl­ sin, övüleni sahip olduğu nitelikleriyle
mak için veya farz kılmak ve imama övmek; şükür, verilen nimet sebebiy­
uymak niyetiyle girmek ve oturmadan le şükredileni övmek; medh ise kişiyi
o namaza başlamak da tahiyyetü’l-mes- cömertliği veya güzelliği veya becerisi,
cid yerine geçer. (Î.P.) yeteneği vb. sebeplerle övmektir.
TAHÎYYETÜ’L-MESCİD TAVAFI Kur’ân, besmeleden sonra el-hamdü
Kudüm, ziyaret, umre, veda ve nezir li’llah cümlesi ile başlamakta ve deği­
tavafının dışında Mescid-i Haram’a her şik sûrelerde 21 defa tekrarlanmaktadır.
gidildiğinde yapılan tavafa denir, bu Yüce Allah, bu cümle ile hem her türlü
tavafın yapılması müstehaptır. (Î.K.) övgünün kendisine ait olduğunu haber
vermekte, hem de kullarından bu cümle
TAHKÎKU’L-MENÂT
ile kendisini övmelerini istemektedir.
Kelime anlamı itibariyle,”sebebi
“el-Hamdü” kelimesindeki tarif
tahkik etme” anlamına gelen tahkîku 'l-
lamı olan “el” istiğrak için olup, “her
menât, bir fıkıh usulü terimi olarak,
türlü övgü, bütün övgü” anlamını
herhangi bir yolla illet tespit edildikten
“li’llâh” kelimesindeki “lam” ise istih-
sonra, o illetin kapsamına giren uygun
kâk yani her türlü övgünün Allah’a
nitelikleri belirlemektir. Örneğin, şara­
mahsus olduğunu ifade eder.
bın yasak oluşunun illeti sarhoş etmesi­
dir; diğer içeceklerde bu niteliğin bulu­ Kur’ân’da, yerde ve gökte (Rûm,
nup bulunmadığını araştırarak ortaya 30/18), dünya ve âhirette (Kasas, 28/70)
koymak, tahkîku’l-menâttır. (bk. Kıyas, her türlü övgünün Allah’a ait olduğu
İllet) (İ.P.) bildirilmiştir. el-Hamdü lillah cümle­
sinin ifade ettiği anlam lehû’l-hamd,
TAHLİL
(her türlü övgü O’na aittir) (Sebe’, 34/1)
bk. Hülle. fe-lillâhi’l-hamd (her türlü övgü O’na
TAHMÎD (Hamd) aittir) (Câsiye, 45/36) cümleleriyle de ifade
Övmek, razı olmak, hakkını öde­ edilmiştir.
mek ve teşekkür etmek anlamındaki el-Hamdü lillah; medh, zikir, şükür,
“h-m-d” kökünden gelen tahmîd kav­ nimeti ikrar, minnet ve dua cümlesidir.
ramı sözlükte; tekrar tekrar övmek, el-Hamdü lillah diyen insan, yaratan,
“el-hamdü lillah” demek, Allah’ı çok yaşatan, bütün nimetleri var eden ve
övmek demektir. kemal sıfatlarıyla muttasıf olan Allah’ı
“el-Hamdü lillah”, her türlü övgü anmış, övmüş, nimetlerini ikrar etmiş,
Allah’a özgüdür, anlamına gelir. Arap minnet duymuş, O’na dua ve şükretmiş
dilinde hamd, medh ve şükür kelimele­ olur.
ri eş anlamlı kelimeler olmakla birlikte Peygamberimiz (a.s.); “el-Hamdii
aralarında az da olsa fark vardır. Hamd, lillah dediğin zaman Allah ’a şükretmiş

625
olursun. ” (Taberî, ı/60), “Duanın en efda- Allah’a hamd ederler. Hamd görevini
li el-Hamdü lillah diye dua etmektir” yapan müminler, Kur’ân’da “el-hâmi-
demiştir (Tirmizî, Dua, 9). dûn” olarak nitelenmiştir (Tevbe, 9/112).
îmân edip sâlih amel işleyen cen­ Bazı insanlar, dünyada hamd görevi­
net ashabının âhiretteki duaları da, “el- ni ifa etmeseler de kıyamet koptuktan
Hamdü lillahi Rabb’il-âlemîn” (her sonra mahşer yerinde toplanmak üzere
türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah’a çağrıldıklarında Allah’ı överek bu çağ­
mahsustur) şeklindedir (Yûnus, 10/10). rıya uyacaklardır (isrâ, 17/52).
Hamd, nimet mukabilinde yapılır. İnsanların; kendilerini yarattığı
Allah’ın insanlara olan nimetleri sayıl­ (Bakara, 2/21), yeri, göğü, geceyi, gündü­
mayacak kadar çoktur (İbrâhim 14/34). zü, ayı, güneşi kısaca her şeyi hizmet­
Bütün kâinât güzelliklerle ve nimet­ lerine sunduğu (Bakara, 2/29) Ve SayiSIZ
lerle dolu olup bütün bunlar övgüye nimetler verdiği için (ibrâhim, 14/32-34)
değer mahiyettedir. Bütün bu güzel­ Allah’a hamd ettikleri gibi bela, has­
likler, nimetler ve övgüler, gerçekte talık, üzüntü, zülüm vb bir musibet­
Allah’a yöneliktir. Çünkü bunları var ten kurtuldukları (Mü’minûn, 23/28) ve bir
eden O’dur. İnsan, neyi ve kimi överse nimet elde ettikleri zaman da Allah’a
övsün neticede Allah’ı övmüş olur. hamd etmeleri gerekir.
el-Hamdü lillah cümlesi Allah’ın Peygamberimiz (a.s.), bir şey yiyip
hayat, ilim, irade ve kudret sıfatlarıy­ içtiği zaman; ‘‘Bizi yediren, içiren ve
la muttasıf olduğuna delalet eder. “el- bizi Müslümanlardan yapan Allah ’a
Hamdü lillah” cümlesinde “lâ ilâhe hamd olsun. ” diye dua etmiş (Tirmizi,
illallâh” anlamı da vardır. Bu sebeple Deavat, 56) ve ‘‘Bir şey yiyip içip de o
bazı İslâm bilginleri el-Hamdü lillah nimet sebebiyle Allah ’a hamd eden
cümlesi, lâ ilâhe illa’llah cümlesinden kuldan Allah razı olur. ” buyurmuştur
daha faziletlidir. Çünkü “el-hamdü lil­ (Müslim, Zikir, 89.)
lah” cümlesi tevhîd ve hamd, “lâ ilâhe
Allah’a hamd edebilmek için,
illallah” cümlesi ise sadece tevhîd cüm­
O’nun varlığına, birliğine peygamber
lesidir demişlerdir.
ve kitaplarına, Kur’ân’da bildirdikleri ­
“el-Hamdü lillah” cümlesi ile Allah
ne îmân etmek, sâlih ameller işlemek,
övüldüğü ve anıldığı gibi varlığı, birli­
emir ve yasaklarına uymak, Allah’ın,
ği, ilmi, iradesi, gücü ve nimetleri ikrar
insanların ve diğer varlıkların haklarına
edilmiş olmaktadır. Dolayısıyla hamd
riâyet etmek gerekir. (Î.K.)
ile Allah’ın kemal sıfatları dile getiril­
mektedir. TAHRİC
Meleklerin (Bakara, 2/30),müminle­ Sözlükte “çıkarmak” anlamına
rin (Secde, 32/15) ve kâinatta bulunan her gelen tahric9 hadis terimi olarak, bir
şeyin (isrâ, 17/44) hamd ile Allah’ı teş­ hadisi isnadıyla birlikte bir kitapta
bih ettikleri bildirilmiştir. Yüce Allah, nakletmeye denir. Ayrıca herhangi bir
“Rabbini hamd ile teşbih et. ” (Hicr, 15/98) kitapta bulunan hadislerin her birini,
âyetinde insanlara hamd etmeyi emret­ bütün isnadları ile birlikte göstermek,
mektedir. Müminler, hem namazların­ bu hadis ve senetlerinin sıhhatlerini
da hem de hayatlarının her fırsatında açıklamak, eksik ve ziyadelerini belirt-

626
mek, Senedin ilk râvîsini belitmek TAHRİME
suretiyle yapılan çalışmaya da tah- Namaza başlama tekbirine (iftitah
ric denir. Tahric yapana muhric veya tekbiri), fahrîme denir. Bu tekbirle
“muharric” hadisin alındığı kaynak namaza girilip, namazı bozan şeyler
veya râvîye mahreç denir. yasaklanmış olduğundan bu isim veril­
Tahric ikiye ayrılır: a) Tahric-i miştir. (bk. İftitah Tekbîri) (İ.P.)
icmâlî, hadisin senetsiz olarak topla­ TAHRİMEN MEKRUH
nan aslî olmayan hadis kaynaklarına
bk. Mekruh.
dayandınlarak rivâyet edilmesine denir,
b) Tahric-i tafsili, hadisin aslî kaynak­ TAHSİNİYYÂT
lara dayandırılarak rivâyet edilmesine Muteber maslahatlardan üçüncü
denir. mertebeyi teşkil eden maslahatlardır,
Hadis ilminde tahric son derece (bk. Maslahat) (İ.P.)
önemlidir. İslâmi ilimlerdeki çoğu TAHSİS
kitapların tahricleri yapılmıştır. Bu Sözlükte “bir kimseyi diğerlerinden
kitaplar hadis, tefsîr, fıkıh, akaid gibi üstün tutup tercih etme, husûsîleştirme
dallarda yazılmış birer eser olabi­ ve özelleştirme” anlamlarına gelen tah­
lir. Tahric çalışmalarından bazıla­ sis, fıkıh usulünde, umum ifade eden
rı şunlardır: Süleyman ibn İbrâhim bir lafzın, bu genel anlamından çıka­
el-İsbahânî’nin (ö. 486/1093) et-Tahric rılıp kapsamına giren bazı fertlerine
ale ’s-Sahîhayn, Zeylaî’nin (0. 762/1263) hasredilmesin! ifade eder. Tahsis eden
Nasbu ’r-Râye li-Ehâdisi ’l-Hidâye, delile muhassıs denir. Meselâ “Ey îmân
Irakî’nin (0.806/1404) Tahrîcü Ehâdîsi’l- edenler! Mümin kadınları nikâhlayıp
İhyâ adlı eserleri. (A.G.) da, kendilerine dokunmadan boşarsa­
TAHRÎCU’L-MENÂT nız, artık sizin için onları bekleteceği­
niz bir iddet yoktur ” âyeti (Ahzâb, 33/49),
Kelime anlamı itibariyle “sebebi
“Boşanmış kadınlar kendi kendilerine
çıkarma” anlamına gelen tahricu’l-
üç hayız süresi iddet beklerler... ” âye­
menât, bir fıkıh usulü terimi olarak,
tindeki (Bakara, 2/228) “boşanmış kadın­
kıyasta illet belirleme yollarından biri
lar” lafzını umum manasından çıkara­
olup, nassla veya icma’ ile belirtilme­
rak sadece zifafa giren kadınlara has
yen ve hüküm için illet olmaya elverişli
kılmıştır; yani tahsis etmiştir.
olan niteliği tespit etmektir, (bk. Kıyas,
îllet) (İ.P.) Fakihlerin çoğunluğu, umum ifade
eden lafzı tahsis eden delil için bir
TAHRÎM
şart koşmamıştır. Hanefîlere göre ise,
Sözlükte “haram kılmak, yasak­ muhassısın müstakil olması, zaman
lamak, men etmek” anlamına gelen bakımından umum ifade eden lafızla
fahrim, dinî bir kavram olarak, bir aynı olması, kat’îlik ve zannîlik bakı­
fiilin kesin bir delille, açık bir şekilde mından âmm ile aynı derecede veya
yapılmamasının istenmesi demektir. daha kuvvetli olması gerekir. Buna göre,
Yapılmaması istenen fiile ise haram müstakil olmayıp da aynı söz içerisin­
denir, (bk. Haram) (İ.P.) deki sınırlandırma, tahsis değil hasrdır.

627
Zaman bakımından muhassısın âmmdan Bütün mezhepler, ciddi bir can
sonra olması halinde, tahsis değil, nesh korkusu ile karşılaşıldığında, inancın
söz konusudur. Ayrıca Hanefîlere göre gizlenebileceği kanaatine varmışlardır.
umum ifade eden lafız, bütün fertlerine Çoğu kaynaklarda; Ammar bin Yasir’in
kat’î olarak delâlet ettiği için, ilk defa müşriklerin eza ve cefasına karşı haya­
tahsis eden muhassısın da kat’î delil tını kurtarmak için takiyye yaptığını ve
olması gerekir. Ancak bir defa tahsis bu hususu Rasûlüllah’a arzetmesi üze­
edildikten sonra delâleti zannî olduğu rine yaptığı işi Rasûlüllah’ın tasvip etti­
için, zannî delil ile de tahsis edilebilir. ği örnek gösterilmektedir. Ancak hayatî
Muhassıs akıl, örf-âdet ve zaman tehlike arzetmeyen, sadece maddî
menfaatinden dolayı İslâmî hakikatle­
bakımından âmm ile aynı olan müsta­
rin gizlenmesi caiz değildir. Fakat Şiî
kil nass olabilir. Akıl ve örfün, nassla-
fırkalarda takiyye ifrat derecesinde
rı tahsis eden birer delil olarak kabul
tatbik edildiğinden, vacip olarak kabul
edilmesi, İslâm’da akla verilen önemi
edilmiştir. Şiî düşüncesine göre, îmânı
göstermesinin yanısıra, dinî hükümle­
tehlikeden korumak için değişik kanaat
rin zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına
izhar edilebilir. Böylece takiyye, zorun­
uygun şekilde yorumlanmasına imkân
lu ve geçerli bir sebep olmaksızın,
sağlar. (İ.P.)
nassların ve dinî metinlerin tevili için
TAKDÎS de bir vesile yapılmıştır. (F.K.)
Temizleme, arındırma, kudsama, TAKLÎD
mukaddes kılma anlamına gelen takdis,
Bir şeyi, meselâ gerdanlığı boyna
tasavvufta, Allah’ı şanına yakışmayan
takmak, bir şeyi meselâ kılıcı omuzu­
her türlü kusurdan mutlak olarak ten­
na asmak anlamına gelen taklîd, fıkıh
zih etmek (temiz kılmak, yüce tutmak)
usulünde, “hüccetsiz ve delilsiz ola­
demektir. Başta şirk olmak üzere her
rak başkasının sözünü kabul etmek.”,
türlü ayıp ve eksiklikten Allah’ın beri “sözü hüccet olmayanın sözüne göre,
ve uzak olduğunu kabul etmek, O’nu delilsiz olarak amel etmek” demektir.
takdîs etmek demektir. (M.C.) Taklîd edene mukallîd denir.
TAKİYYE Buna göre, Kitap, sünnet ve
Vikaye kelimesinden gelen takiy- icmâdan dayandığı delili bilinmeksizin,
ye sözlükte; korunmak ve sakınmak bir müçtehit veya mukallidin sözünü
demektir. Istılahta ise; kendisine zor alıp onunla amel etmekle taklîd meyda­
kullanılan kimsenin canını, malını ve na gelmiş olur. Mukallîd, delile değil,
koruması gerekli varlığını mutlak bir hükmü çıkaran âlime itimat etmektedir.
tehlikeden kurtarmak için gerçekte Buna karşılık, görüşünü aldığı müçte-
benimsediği görüş ve kanaatin aksini hidin deliline bakarak içtihadına iştirak
izhar etmesi, karşı tarafla aynı fikirde etmek suretiyle reyini benimsemeye
imiş gibi görünmesidir. Mezhepler tari­ ise, ittiba’ denir.
hi kavramı olarak da takiyye, yine açık îslâm dininde asıl olan, taklidin
ve muhtemel tehlikelerden korunmak yerilmesidir. Çünkü taklit, delilsiz ola­
maksadıyla insanın saklanması ve giz­ rak başkasına uymak ve tâbi olmak­
lenmesi manasındadır. tır. Her mükelleften istenen Allah

628
ve Rasûlü’ne itaat etmesidir. Bu da, tarafların anlaşarak evlilik birliğine son
Kur’ân ve sünnette belirtilen hüküm­ vermeleri, hem de mahkeme kararıyla
lere uymakla olur. Bir meseleyle ilgi­ meydana gelen boşanma anlamlarına
li Kur’ân ve sünnete müracaat edilip gelmekle birlikte, genellikle tek taraflı
de orada açık hüküm bulunduğunda irade beyanı ile yapılan boşamayı ifa­
onunla amel edilir. Mükellef bu naslar- dede kullanılır.
da sarih olarak hükmü bulamazsa, usu­ Eşler arası geçimsizlik bazen ileri
lünce içtihatta bulunur. Eğer mükellef dereceye ulaşır ve boşanma tek çare
içtihat yoluyla hükümleri anlamaktan olarak görülebilir. Ancak, boşanma en
âciz kalırsa, hükmünü bilmek ve anla­ son başvurulması gereken bir çaredir.
mak istediği meseleyi, ilim ehlinden, Zira Hz. Peygamber, “Allâh katında
âlimlerden sorar ve delillerine bakarak en sevimsiz helâl, boşanmadır” buyur­
aldığı cevaba göre amel eder. muşlardır (Ebû Dâvûd, Talâk, 3). Kur’ân-1
Önceki devirlerde halk, dinî prob­ Kerim’de de, boşanmadan önce evlili­
lemlerini istediği müçtehide sorar ğin devam ettirilmesi için fedakârlıkta
ve aldığı cevaba göre amel ederdi; bulunulması, hoşnutsuzluk veya soğuk­
devamlı olarak bir müçtehide bağlan- luk halinde bile tarafların meselelerini
mazdı. Âlimler de, mezhep hükümle­ konuşarak halletmeleri öğütlenmiş (Nisâ,
rine, imamın görüşlerine göre değil, 4/19,34, 128); aralarındaki anlaşmazlık
kitap ve sünnet delillerine göre hüküm daha ileri safhaya gittiğinde, kadının ve
verirlerdi. Mezheplerin teşekkülünden erkeğin ailelerinden seçilen hakemler
bir müddet sonra, içtihat terbiye ve vasıtasıyla eşler arasındaki anlaşmazlı­
kültürünün değişip zayıflaması, hazır ğın giderilmesi yolu tavsiye edilmiştir
hükümlerin çoğalması, siyasî baskı (Nisâ, 4/35).
gibi çeşitli nedenlerle mezhep taassubu Bununla birlikte bütün anlaşma
meydana gelmiştir, (bk. Mezhep) (İ.P.) yolları kapanmış ve evlilik hayatının
TAKRÎRÎ SÜNNET sürdürülmesi imkânsız hale gelmişse,
boşanma en makul bir yol olarak meşru
bk. Sünnet.
görülmüştür. Kur’ân’a göre, eşler en
TAKSİR fazla iki defa boşanıp tekrar evlenebi­
Umre veya hac yapmak için ihrama lirler; üçüncü defa boşanırlarsa, tekrar
giren kimsenin belli menasiki yaptıktan evlenmeleri helal olmaz. Ancak kadın,
sonra ihramdan çıkması için saçlarını başka bir erkekle evlenip, eşinin ölümü
kısaltmasına denir, (bk. Hac) (İ.K.) veya geçimsizlik sebebiyle aynlmaları
halinde, önceki kocası ile evlenebilir
TAKVA
(Bakara, 2/228-230).
bk. İttika.
Boşanan kadınların, başka bir
TALÂK erkekle evlenebilmeleri için belli
Karı - koca arasındaki evlilik bağı­ bir süre (iddet) beklemeleri gerekir.
nın sona ermesi klasik fıkıh literatü­ Boşamadan sonra erkek, boşadığı
ründe talâk şeklinde ifade edilmiştir. karısına vadeli olan mehrini (mehr-i
Fıkıhta talâk kelimesi hem tek taraflı müeccel) ödemekle, bazı durumlarda
irade bayanıyla yapılan boşama, hem da mut’a vermekle yükümlüdür. Ayrıca

629
erkeğin belli bir süre nafaka borcu gibi munu içeren bilgiler de verilmiştir.
bir takım hak ve sorumlulukları da Hz. Musa bu bilgileri Hz. Harun ve
bulunmaktadır. onun çocukları vasıtasıyla kavminin
Kur’ân’da boşamada iki şahit ileri gelenlerine aktarmış, onlar da
bulundurulmasından söz edilir (Talâk, daha sonrakilere aktarmak suretiyle
65/2). Ancak bu âyette yer alan ifade, büyük bir birikim meydana gelmiştir.
fakihlerin çoğunluğu tarafından men- M.S. I. ve II. yüzyılda da devam eden
dub olarak kabul edilmiş, bazı fakih- bu faaliyetin sonunda, “Mişna” ortaya
ler de bunu dinen uyulması gerekli bir çıkmıştır. Mişna şu bölümlerden mey­
emir (vâcip) olarak anlamışlardır. Emir dana gelmektedir: 1- Zirâî hayatla ilgili
olarak kabul edilmesi halinde birçok kanunları ihtiva eden Tohumlar, 2- dinî
problemi çözeceği, beklenmedik ve ani gün ve bayramları belirleyen, ayrıca bu
boşamaları önleyeceği düşünülmek­ günlerde yapılması gereken ibadetleri
tedir. Boşamanın şekli ve kullanılan düzenleyen Bayramlar, 3- aile hayatın­
ifadelere göre, ric’î talâk ve bâin talâk daki sorumluluğun açıklamasını konu
olmak üzere ikiye ayrılır, (bk. Ric’î edinen Kadınlar, 4- ceza ve muamelat
Talak; Bâin Talak) konularında yol gösteren Zararlar, 5-
Günümüzde kadının ve çocukla­ Kudüs mabedinin günlük ibadet prog­
rın haklarının korunması, haksızlığın ramı ile diğer varlıklardan kıymetlerini
ve fevri davranışların önlenmesi, aile belirleyen Kutsal Şeyler, 6- her türlü
kurumunun saygınlığının artırılabilme­ eşya ile ilgili genel temizlik kurallarını
si için mahkeme yoluyla boşanma sis­ ihtiva eden Temizlik Kuralları’dır.
temine geçilmiş olup tavsiyeye şayan
Yahûdî okullarında genelde bu
olan da budur. (İ.P.)
kitaplar ders olarak okutulmaktadır.
TALEBÜ’L-HADİS “Mişna” üzerinde yapılan yorumlara
Sözlükte “hadis öğrenmek” anla­ “Gamera” da denmektedir. Ancak daha
mına gelir. Hadis işitmek ve öğrenmek çok Talmud olarak anılırlar. Kudüs
maksadıyla, hadis rivâyet eden hocaya Talmud’u ve Babil Talmud’u olmak
gitmek, gerektiğinde bu amaç için gidi­ üzere iki Talmud vardır. (F.K.)
len yerde bekleyerek, hadis öğrenmeye
TÂMM
denir. (A.G.)
Tam ve kamil olmak anlamında­
TALMUD
ki “t-m-m” kökünden türeyen tâmm,
Bu kelime îbranice kökenli olup, eksiksiz ve mükemmel demektir.
tetkik anlamına gelmektedir. Yahûdî
Allah’ın sıfatı olarak İbn Mâce’nin
inancına göre Tevrat’ın biri yazılı diğe­
rivâyet ettiği el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgili
ri sözlü olmak üzere iki şekli vardır.
İşte bu sözlü Tevrat’ın yazıya geçiril­ hadiste geçmiştir (Dua, ıo).
miş şekli daha sonra Mişna olarak ifade Bu kelime; Allah’ın zat, isim, sıfat
edilmiş, onun üzerine yapılan tefsîr ve ve fiilleriyle mükemmel olduğunu,
yorumlara da Talmud denilmiştir. Hz. eksiği, kusuru, acziyeti ve za’fiyeti
Musa’ya Tevrat verildiği gibi, ilaveten olmadığını, her şeyi ile tam olduğunu
Tevrat’taki hükümlerin detaylı yoru­ ifade eder. (İ.K.)

630
TARAFEYN layan tarikat; tarîk-i şuttâr, aşk ve
Sözlükte “iki taraf’ anlamına gelen vecd ile kurtuluşa erişmeyi amaçlayan
tarafeyn, bir fıkıh kavramı olarak, tarikat.
Hanefî mezhebinin kurucusu İmâm-ı Tarikatlar zamanla çeşitli kollara
Azam Ebû Hanîfe ile talebelerinden ayrılarak sayıları artmıştır. Tarikatların
İmam Muhammed’e verilen unvan­ bir kısmı zikri, gizli (sessizce) kalp ile,
dır. Herhangi bir meselede bu ikisinin bir kısmı da açıktan dil ile yapmakta­
görüşlerinin ittifak etmesi halinde, iki­ dırlar. Tarikatlar, kurucusu olan şeyh­
sinin görüşünü ifade etmek için tara­ lerin adlarıyla anılırlar. Meselâ, Hacı
feyn tabiri kullanılmıştır. (Î.P.) Bayram Veli’nin kurduğu tarikata
TARÎK Bayramiyye, Hacı Bektâş Veli’ninkine
Bektaşiyye denilir. (M.C.)
bk. Senet.
TASADDUK
TARÎKAT
Sadaka vermek anlamına gelmek­
Sözlükte “yol, hal ve gidiş, kat, tedir. Allah Teâlâ’nın rızasını kazan­
tabaka” gibi anlamlara gelen tarikat, mak amacıyla ihtiyacı olana para, mal
bir tasavvuf kavramı olarak, Hakk’a veya duruma göre herhangi bir şeyi
ulaşmak için tutulan, bir takım kuralları vermek, yardımda bulunmak demektir.
bulunan yol demektir. Mutasavvıflara Tasadduk kavram olarak sadakanın her
göre tüm insanlar, hatta bütün yara­ çeşidini kapsamakla birlikte, daha çok
tıkların alıp verdiği nefesler sayısınca nafile sadakalar için kullanılmaktadır,
Allah’a giden yol vardır. îlk devirde (bk. Sadaka) (Î.P.)
sûfiler, kendilerinden daha deneyim­
li durumda olanlardan faydalanmak­ TASARRUF
la birlikte, bugün bildiğimiz şekliyle Sözlükte “bir işin içine girip idare
teknik anlamda tarikat kurmamışlar, etmek, halden hale sokmak, çalışıp
herbiri kendine göre bir yol tutmuş­ kazanmak” manalarına gelen tasarruf,
tu. Bunlar, görüşlerini ve manevî tec­ bir fıkıh kavramı olarak, kişiden irade­
rübelerini sohbet yoluyla çevresinde siyle sadır olan ve üzerine hukukî neti­
bulunanlara aktarıyorlardu. Bugünkü ce bağlanan hukuka uygun ve hukuka
anlamda tarikatlar (organize tasavvuf aykırı her türlü fiil ve sözleri ifade
hareketi), yaklaşık VI/XII. yüzyılda etmektedir.
ortaya çıkmaya başlamış ve daha sonra Klasik fıkıh literatüründe tasarruf,
da müesseseleşmiştir. Buna göre şeyh genel olarak, kavli tasarruf ve fî’li tasar­
adı verilen bir öğretmen gözetiminde, ruf olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Fiilî
müridin (manevî arınmayı isteyen), tasarruf; kişiden sadır olan, sözlü olma­
Allah’a ulaşma konusunda takip etti­ yan maddî fiiller şeklinde tarif edilebi­
ği usûle veya metoda tarikat adı veri­ lir. Fiilî tasarruflara misal olarak; mubah
lir. Tarikatlar genel olarak üçe ayrılır: malları mülkiyete geçirmek, başkasının
Tarîk-i ahyâr, ibâdet ve takvâ yolu­ malını telef etmek, satın alınan malı tes­
na ağırlık veren tarikat; tarîk-i ebrâr, lim almak, alacağı kabzetmek gibi fiiller
çile çekerek ve nefse karşı savaşarak zikredilebilir. Kavli tasarruf ise, akitler,
Hakk’a ve kurtuluşa ulaşmayı amaç­ tek taraflı irade beyanlan ve kendisine

631
hukukî neticeler bağlanmış sözlerden dir”, “tasavvuf, baştan başa edebtir”,
oluşan tasarruflardır. “nefisten fânî, Hak ile bâkî olmaktır”,
Kavlî tasarruflar da kendi arasın­ “HakkTn seni sende öldürmesi ve ken­
da, akdi tasarruflar ve akdi olmayan disiyle diriltmesidir”, “temiz bir kalp,
tasarruflar şeklinde ikiye ayrılır. Akdi pâk bir gönül sahibi olmaktır”, “her­
tasarruflar, alışveriş, kira sözleşmesi kesin yükünü çekmek, kimseye yük
gibi iki tarafın iradesinin uyuşmasıy­ olmamaktır”, “kimseden incinmemek,
la meydana gelen tasarruflardır. Akdi kimseyi incitmemektir.” Tasavvufu
olmayan tasarruflar ise; bir hak doğu­ her sûfi içinde bulunduğu hâle göre
ran veya mevcut bir hakkı düşüren tek tanımlamıştır. Tasavvufu kısaca şöyle
taraflı irade beyanları ile dava, ikrar, tanımlamak mümkündür: “Kişiye
inkâr gibi sözlerden oluşmaktadır. Allah’ı görürmüşçesine ibâdet etme
hazzına erişmesinin yolunu gösteren
Ayrıca kavli tasarruflar bağlayıcı olup
ilim.” Tasaavvufu bir hayat tarzı ola­
olmaması bakımından, bağlayıcı tasarruf­
rak benimseyen kimselere de sûfi veya
lar, bağlayıcı olmayan tasarruflar; tasar­
mutasavvıf denir. (M.C.)
rufu yapan taraflar bakımından, tek taraf­
lı tasarruflar, çok taraflı tasarruflar; ivazlı tasavvuf! tefsîr
olmaları bakımından, başlangıç ve neti­ Tasavvuf, Kur’ân’ın sezgisel ve
ce itibanyla ivazlı tasarruflar, başlangıç duygusal yönünü temsil eder. Tasavvuf
itibanyla teberru, netice itibariyle ivazlı kavramı, Kur’ân’da lafız olarak yoksa
tasarruflar, başlangıç ve netice itibanyle da ilke, amaç ve hayat tarzı olarak var­
teberru tasarrufları şeklinde değişik tas­ dır. Kur’ân’ın ahlak, tefekkür, zikir,
niflere tabi tutulmuştur. (İ.P.) teşbih, tahmid, tekbir... vb. kavram­
Bir tasavvuf terimi olarak tasarruf larını mutasavvıflar kendilerine konu
insanlara, eşyaya çeşitli şekillerde etki edinmiş, ilgili âyetleri tefsîr etmişlerdir.
etmek, onları idare etmek, onlara hük­ Mutasavvıflar, yaptıkları tefsîre “işârî
metmek, kerâmet göstermek; Allah’ın tefsîr” ismini vermişlerdir. İşârî tefsîr;
eşyayı ve bütün varlıkları velisine ilk anda akla gelmeyen fakat tefekkürle
musahhar kılması (ona boyun eğdir­ âyetin işaretinden kalbe doğan ma’nâ-
mesi) anlamlarına gelir. "Attığın zaman dır. Sûfîler, riyazet ve ibadetle ledün-
sen atmadın, fakat, Allah attı... ” (Enfâi, nî/vehbî ilmi elde ettiklerini, bu ilim
8/17) âyetinde ifade edildiği gibi, ger­ sayesinde zihinlerine doğan yorumları
çek fâil Allah’tır. Sûfılere göre veliler kapalı bir üslupla, remiz ve işaretlerle
de himmetleriyle tasarrufta bulunurlar. ifade ettiklerini söylediler. İşârî tefsîre,
(M.C.) sûfî ve tasavvufî tefsîr de denir.

TASAVVUF Sûfî Tefsîr iki kısma ayrılır:


Sözlükte “yün giymek, saf olmak” 1- İşârî sûfî tefsîr: Zâhirî anlam
anlamına gelir. Tasavvufun pek çok ile uyuşan gizli anlamlara ve işâretlere
tanımı yapılmıştır. Bunlardan bazıla­ göre Kur’ân T tefsîr etmektir.
rı şunlardır: “Kötü huyları terk edip 2- Nazarî sûfî tefsîr: Kur’ân T bir
güzel huylar edinmektir”, “Hakk ile takım nazariyelere ve felsefî görüşlere
birlikte ve O’nun huzurunda olma hâli­ uygun düşecek biçimde yorumlamaktır.

632
Bu yorumda sûfîlikle felsefe birleştiril­ TAVADDU
miştir. bk. Abdest.
İşârî sûfî tefsir; sûfînin riyazatına, TAVAF
nazarî sûfî tefsîr ise sûfînin zihninde
Sözlükte “bir şeyin çevresini dolaş­
önceden var olan düşüncelere dayanır.
mak, dönmek” gibi anlamlara gelen
Îşârî sûfî tefsîr yapan, işârî anlamın tavaf dinî bir kavram olarak, Hacer-i
dışında bir ma’nâ olmadığını ileri sür­ Esved’in hizasından başlayarak
mez. Zâhirî mana asıl, işârî ma’nânın Kâbe’yi sola almak suretiyle, yedi defa
ise âyette mündemiç olduğunu söyler. Kâbe etrafında dönmek demektir. Her
Nazarî sûfî tefsîr yapan ise kendi verdi­ dönüşe “şavt” denir. Tavaf, yedi şavt-
ği ma’nânın âyetin tek anlamı olduğu­ tan oluşur. Tavafın Hatîm’in dışından
nu iddia eder. (bk. Bâtınî Mana) (Î.K.) dolaşılarak yapılması gerekir. Hatîm’in
TASFİYE içinden yapılması halinde iadesi gere­
kir. Hacer-i Esved’in hizasına her geliş­
Sözlükte “saflaştırma, pâk ve temiz
te, istilam edilir.
hâle getirme, arındırma” anlamına gelen
tasfiye tasavvufta, şeriat ve ma’rifet
Hacla ilgili olarak “kudüm tavafı”,
“ziyaret tavafı” ve “veda tavafı” olmak
esasları çerçevesinde kalbi temizleme
üzere 3 tavaf vardır: Kudüm Tavafı,
demektir. Tasavvuf ehline göre insan
Mekke’nin dışından gelenlerin yaptı­
rûhu, bu âleme melekût âleminden ter­
ğı ilk tavaf olup, yapılması sünnettir.
temiz olarak gelmiş, ancak bu âlemde
Ziyaret Tavafı, haccın iki rüknünden
nefis hırkasını giyince, o temizliği gidip
biri olup, yapılması farzdır. Arafat
kirlenmiştir. Şâyet nefis bu kirlilikten
vakfesinden sonra yapılan bu tavafa,
arındırılırsa, ruhu ve kalbi örten kirler ifada tavafı da denir. Zamanı Kurban
ve perdeler kalkar, manevî âlemde İlâhî Bayramının ilk günü başlar. Bayramın
ve ezelî hakikatler kavranır. Buna tarik-i ilk üç günü içerisinde yapılması daha
tasfiye de denir. (M.C.) iyidir. Veda Tavafı, Mekkeli olmayan
TATAVVU’ ve Mekkeli hükmünde sayılmayan,
uzak bölgelerden gelmiş hacıların,
Sözlükte “teberru” anlamına gelen
Mekke’den ayrılmadan önce yapma­
tatavvu ^ dinî bir kavram olarak, farz
ları gereken en son tavaftır. Yapılması
ve vacip olmayan ibadetleri ifade
vaciptir.
etmektedir. Hanefilere göre tatavvu’,
farz ve vaciplerin dışında meşru kılı­ Umrede yapılan tavafa, umre tavafı
denir.
nan ibadet ve taatlardır. Nafile, men-
dûb, müstehab tatavvu’un kapsamına Hac ve umre ile ilgili olmayan diğer
girmektedir. (İ.P.) tavaflar ise; nezir tavafı, tavaf etmeyi
adayan kişinin, nezrini yerine getirmesi
TATLÎK
vaciptir. Tavaf için, zaman belirlenmiş­
Sözlükte “serbest bırakmak, terk se, bu zamanda, belirlenmemişse, uygun
etmek” anlamına gelen tatlîk, bir fıkıh bir zamanda adanan tavaf yerine getiri­
kavramı olarak, boşamak demektir, lir. Nafile olarak yapılan tavafa tatavvu
(bk. Boşanma) (İ.P.) tavafı denir. Mekke dışından gelenlerin,

633
nafile namaz kılmak yerine tavaf yap­ TAYY-I MEKÂN
ması daha iyidir. Mescide girildiğinde Tayy, dürülmek, tayy-ı mekân da
kılınması sünnet olan tahiyyetü’l-mes- yerin dürülmesi demektir. Tasavvufta,
cid yerine Mescid-i Haram’a girince “mesafenin kısalması şeklinde gerçek­
yapılan nafile tavafa da tahiyyetü’l-mes- leşen kerâmet” anlamında kullanılmak­
cid tavafı, denir. (Î.P.) tadır. (M.C.)
TAVAF NAMAZI TAYYÎB
Tavafın hangi çeşidi olursa olsun, Bir şey lezzetli olmak, güzel, temiz
tavaftan sonra iki rekat tavaf namazı ve helâl olmak, yer bereketli ve bolluk
kılmak vaciptir. Tavaf namazı vacip olmak anlamındaki “t-y-b” kökünden
olmakla birlikte, haccın veya tavafın türeyen tayyib, hoş, güzel, iyi, lez­
zetli, faziletli, helâl, hayrı çok, nefsin
vacibi sayılmadığından, terk edilme­
ve duyu organlarının lezzet aldığı şey
si hac cinâyeti sayılmaz ve bir ceza
demektir. Çoğulu; tayyibûn, tayyibîn,
gerekmez. Bununla birlikte, arada tavaf
dişil şekli tayyibe çoğulu tayyibât’tır.
namazı kılmadan peş peşe tavaf yap­
Habis’in zıddıdır.
mak mekruhtur.
Tayyib, Tirmizî’nin rivâyet ettiği bir
Tavaf namazının ilk rekatında hadiste Allah’ın sıfatı olarak kullanıl­
Kâfırûn, ikinci rekatında da îhlas sûre­ mıştır: “Allah, iyidir, güzeldir, iyiliği,
lerinin okunması müstehaptır. güzelliği Sever... ” (Tirmizî, Edeb, 41).
Tavaf için kerahet vakti olmadığı Allah’ın tayyib olması, isim, fiil ve
halde, tavaf namazı mekruh olan vakit­ sıfatları itibariyledir. Allah’ın her sözü,
lerde kılınmaz. Kerahet vakti değilse, fiil, iş ve davranışı iyidir, güzeldir, fay­
tavafın hemen peşinden bu namazı dalıdır.
kılmak müstehaptır. Ancak, çeşitli Tayyib kelimesi Kur’ân’da tekil
sebeplerle tavafın hemen arkasından ve çoğul şekliyle 46 defa geçmiştir:
kılınmayıp, daha sonra kılınsa yerine Kur’ân’da tamamen olumlu anlamda
getirilmiş olur. kullanılan bu kavram ile malların (Nisâ,
Tavaf namazının Makam-ı 4/2), yenilecek, içilecek, infâk edilecek

îbrâhim’in arkasında kılınması müs- şeylerin (Bakara, 2/168, 267) ve rızkın (Mâide,
5/88), iyi, temiz ve helâl olanı, sözlerin
tehaptır. Burada yer bulunmaması
doğru, güzel ve hak olanı (Hac, 22/24),
halinde, Mescidin içinde uygun olan
lâilahe illallah (Allah’tan başka ilâh
başka bir yerde kılınır. Özellikle dün­
yoktur) SÖZÜ (Fâtır, 35/10; îbrâhim, 14/24),
yanın çeşitli bölgelerinden kalabalık
toprağın münbit, verimli (A’râf, 7/58) ve
toplulukların hac etmek üzere toplan­ temiz olanı (Nisâ, 4/43) neslin mümin,
dığı günümüzde, tavaf alanının kala­ itaâtkâr ve faydalı olanı (Âl-i imrân, 3/38)
balık olması sebebiyle, burada namaz evlerin geniş, kullanışlı ve güzel olanı
kılmak için ısrar edip de, tavafa mani (Tevbe, 9/72), rüzgarın faydalı ve zarar­
olmamak daha uygundur. Bu namazın sız olanı (Yûnus, 10/22), ağacın meyveli
Harem bölgesinin dışında kılınması ise ve güzel olanı (ibrâhim, 14/24), hayatın
mekruhtur. (Î.P.) nimetli, zararsız ve hoş olanı, cennet

634
insanların; îmân edip sâlih
(Nahi, 16/97), hukuka veya akde aykırı davranışıyla
ameller işleyenleri, güzel ahlâklı, doğru başkasına zarar veren kimseye mey­
sözlü, itaâtkâr olanları, helâl-harama dana getirmiş olduğu zararı ödetmeyi
riâyet edenleri, şirk, küfür, nifâk, fısk, ifade eder. Meselâ, gerekli özeni gös­
isyan ve kötü amellerden kendini arın­ termemesi sebebiyle emanetin helak
dıranları (Nahl, 16/32; Nûr, 24/26), amellerin olmasına sebebiyet veren emanetçiye,
iyi, sâlih ve güzel olanları (Nisâ, 4/2) kas­ helak olan mal tazmin ettirilir.
tedilmiştir. Hadis-i şerifte de belirtildiği gibi,
Yenilecek, içilecek ve kullanılacak haksız olarak ve doğrudan doğruya
şeylerin tayyib olanları helâl kılınmış zarar vermek yasak olduğu gibi, zara­
(A’râf, 7/157), bunların haram kılınmaması ra zararla mukabele etmek de yasak­
istenmiş (Mâide, 5/87), özellikle temiz ve tır (Muvatta, KitabuT-Akdiye, No: 1426, s. 529).
helâl olan şeylerden yenilmesi emredil­ Zarara misli ile veya başka bir şekilde
miştir (Bakara, 2/172). (Î.K.) zarar vererek mukabele etmek, intikam
almak caiz değildir; ancak zarara uğra­
TAZARRU
yanın hâkime başvurup tazminat talep
Sözlükte “boyun eğmek, yalvar­ etmesi halinde, zarar giderilebilir, telafi
mak” anlamına gelen tazarru dini bir edilebilir.
kavram olarak, Allah’a boyun eğme ve
Verilen zararla, eşyanın tam olarak
O’na huşû içinde yalvarma demektir.
itlaf edilmesi halinde, eşya misli mal­
Kur’ân’da yedi yerde geçmektedir. Bu
lardan ise, bunun mislini vermek gere­
âyetlerde, insanların kibir ve gurura
kir; tazmini gereken mal kıyemî, yani
kapılmamaları, İlâhî emirlere teslimi­
çarşıda, pazarda emsali bulunmayan bir
yet göstermeleri ve Allah’a yalvararak
malsa veya misli olduğu halde emsali
ve içtenlikle dua ve niyazda bulunma­
bulunamamış ise değeri nakit olarak
ları emredilmiştir (A’râf, 7/55, 205). Allah
ödenir. Fukahanın çoğunluğuna göre,
Teâlâ, inkârcı ve azgın toplulukları,
bazı hallerde zarar verilen eşyanın
hatalarından dönüp Allah’a teslim
tamir edilerek eski haline getirilmesi
olsunlar, acizliklerini kavrayıp tazzar-
de tazmin mahiyetinde kabul edilmiştir.
rûda bulunsunlar diye çeşitli sıkıntılara
uğratır. Şeytanın amellerini kendilerine Zarar verilen eşya tamamen işe
süslü gösterdiği ve kalpleri katılaşmış yaramaz ve kullanılmaz hale gelmeyip
bulunan bu insanlar, Allah’a tazar- de, sakatlanmış veya değeri azalmış ise
rûda bulunmazlar (En’âm, 6/42, 43). Hz. verilen zararın miktarı önem kazan­
Peygamber de tazarru ile dua etmiş, maktadır. Şâyet, verilen zarar az ise,
müminlere de tazarru ile dua etmele­ meydana gelen eksiklik ödenir. Buna
göre; mal bir kere sağlam durumda, bir
rini tavsiye etmiştir (Ebû Dâvûd, îstiskâ, 1;
Tirmizî, Cuma, 43; Nesâî, îstiskâ, 3; İbn Mâce, İkame,
kere de zarar gördükten sonra değerlen­
dirilir ve zarar veren aradaki farkı taz­
153). (M.C.)
min eder. Fakat zarar fazla veya önemli
TAZMİNAT ise, bu takdirde tercih edilen içtihada
Sözlükte “ödetmek, tazmin ettir­ göre, zarara uğrayan, eksilen değeri
mek, boynuna yükletmek” anlamlarına tazmin ettirmek ile malı olduğu gibi
gelen tazminat, bir fıkıh terimi olarak, zarar verene bırakıp bedelini almak

635
arasında muhayyerdir. Verilen zararın laması bu konuda açık bir örnektir. Öte
önemi, eşyanın yapılma ve edinilme yandan evlilik kişiyi, haramdan koru­
maksadına göre tespit edilir. (Î.P.) ması ve nesli muhafaza etmesi bakı­
TE’VÎL mından ibadet manası olmakla birlikte,
bk. Tefsir. hukukî sonuçlar doğuran bir akittir. Bu
nedenle, çok evliliğin meşru sayılma-
TEADDÜD-Î ZEVCÂT
dığı hukuk düzenlerinde, çocuklarının
Çoğalmak anlamına gelen teaddüd nesebi, miras gibi konularda haksızlık­
ile eşler anlamına gelen zevcât kelime­
lar söz konusu olduğundan ikinci evli­
lerinden oluşan teaddüd-i zevcât, bir
lik uygun değildir. (Î.P.)
fıkıh terimi olarak, birden fazla hanımı
nikâh altında bulundurma, çok eşlilik, TEAMMÜDEN
poligami manasına gelmektedir. bk. Amden.
İslâm’dan önce Arap Yarımadasında
TEÂMÜL
sınırsız olarak çok kadınla evlilik kabul
edilmekteydi. İslâm’ın indiği dönem­ Sözlükte “birbiriyle iş, alışveriş”
lerden çok önceleri mevcut ve yaygın gibi hukukî işlemler yapmak anlamına
olan bu olgu hakkında, Hicretten bir gelen teamül, bir fıkıh kavramı olarak
müddet sonra nazil olan Nisâ sûre­ insanların alışkanlık haline getirdiği
sinde bazı düzenlemeler getirilmiştir. işleri, amelî örfü ifade etmektedir, (bk.
Bu sûrenin 3. âyetinde Yüce Allah; Örf) (Î.P.)
<(Eğer yetimlerin haklarına riâyet ede­
TEÂTÎ
memekten korkarsanız size helâl olan
kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Sözlükte “bir şeyi almak, bağış
Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir hususunda yarışmak” anlamlarına
tane alın; yahut da sahip olduğunuz gelen teâtî, bir fıkıh kavramı olarak,
(cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten alışverişte sözlü icap ve kabul bulun­
ayrılmamanız için en uygun olanıdır. ” maksızın malın alınıp bedelinin veril­
buyurmaktadır. Bu âyetle daha önce mesini ifade etmektedir. Teâtî yoluyla
sınırsız olan çok evlilik, adalet şartına alışveriş dinen caizdir. Çünkü icap ve
bağlı olarak dört sayısıyla sınırlandırıl­ kabulün meşru kılınmasının gerekçesi,
mış; ayrıca tek evlilik teşvik edilmiştir. tarafların rızalarını ortaya koymaları,
Diğer yönden, evlenen taraflar açıklamalardır. Teâtî de, fiilî olarak
nikâh esnasında tek evliliği şart koşa­ alışverişe rızanın olduğunu göstermek­
bilecekleri gibi idareciler de sınırlan­
tedir. Günümüzdeki mağaza ve market­
dırma getirebilirler. Zira İslâm huku­
lerde yapılan alışverişlerin çoğunluğu
kunda, caiz ve mubah kapsamına giren
teâtî şeklinde yapılmaktadır. Şöyle
hükümlerde idarecilerin belli gerekçe­
lerle sınırlandırma yapabileceği kabul ki, satılan eşyanın fiyatları üzerlerine
edilmektedir. Hz. Peygamberin, kızı yazılmakta, alıcı da istediği şeyi alarak
Fatıma’yı Hz. Ali’ye nikâhlarken üzeri­ bedelini kasaya ödemektedir. Bu esna­
ne evlenmemesini şart koşması ve Hz. da herhangi bir sözlü icap veya kabul
Ömer’in ehl-i kitapla evlenmeyi yasak­ olmamaktadır. (İ.P.)

636
TEBERRÎ hangi bir ilavede bulunmadan aynen
Özellikle Şiîler ve Haricîler tarafın­ insanlara bildirmesine denir.
dan kullanılan bir kavramdır. Sözlükte Peygamberler, Allah’ın vahyettik­
bir şeyden beri olmak, uzak durmak leri hakkında, susma, gizleme, naklet­
manasınadır. Şiîler bu anlayışa bağlı meme veya başka bir tercih kullanma
kalarak Hz. Ali’yi ve imamları kabul hakkına sahip değillerdir. Hiçbir şeyi
etmeyenleri dost kabul etmez ve onlar­ eksiltmeden ve gizlemeden usulüne
dan teberrî edip uzaklaşırlar. Onlara uygun olarak bildirmek zorundadırlar.
göre bu tür insanlardan uzak olmak Herhangi bir peygamberin Allah’tan
dinin bir emridir. Şiî inancına göre; Hz. aldığı İlâhî mesajı insanlara tebliğ
Muhammed ile kızı Fatıma ve damadı etmemesi söz konusu değildir. Konuyla
Ali’yi ya da onların soyundan gelenleri ilgili Kur’ân’da şöyle denilmektedir:
sevmeyenleri ve sevmeyenleri seven­ “Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni
leri sevmemeye “tebberrî” denilmiştir. tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O ’nun
Türçe’de söz konusu bu kavram “teber- elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni
ra” şeklinde kullanılmaktadır. (F.K.) insanlardan koruyacaktır... ” (Mâide,
5/67). (F.K.)
TEBERRU’
TEBRÎK
Sözlükte “istemeden gönülden
koparak vermek, karşılıksız vermek” Kutlamak anlamına gelen tebrik,
anlamlarına gelen teberru \ bir fıkıh eriştiği maddî ve manevî nimetlerden
kavramı olarak, iyilik ve ibadet mak­ dolayı bir kimseye “Allah mübarek
kılsın; hayırlı, uğurlu olsun” gibi ifa­
sadıyla kişinin karşılıksız olarak bir
delerle sevincini bildirmek demektir.
mal veya menfaati peşin veya ileriye
Tebrikleşme sayesinde sevinç payla­
dönük başkasına vermesini ifade eder.
şılmış olur; insanlar arasındaki sevgi
Bu manada, vasiyet, hibe, vakıf, âri-
ve saygı artar. Bayramlar, bir çocuğun
yet birer teberru’ akdidir. (Î.P.)
doğumu, nikâh akdi, hac ibadetini yeri­
TEBERRÜK ne getirme vb. durumlar tebrikleşmek
Bir şeyi kudsi sayıp ondan veya için birer vesiledir. Hz. Peygamber de
onun vesilesiyle hayır, uğur, fayda ve bu gibi durumlarda insanları hem tebrik
bereket ummak demektir. (M.C.) etmiş, hem de hediye vermiştir (Buhârî,
Hibe, 11). (M.C.)
TEBEU’T-TÂBİÎN
TEBYÎN
bk. Etbâu’t-Tâbiîn.
Sözlükte “beyan etmek, açıklamak,
TEBLİĞ
izah etmek, gerçeği ortaya koymak”
Taşımak, götürmek, ulaştırmak, bil­ demektir. Tebyîn, Hz. Muhammed
dirmek ve eriştirmek anlamına gelen (a.s.)’in Kur’ân ile ilgili görevlerinden
tebliğ, ıstılahta, peygamberlerde bulun­ biridir (Nahl, 16/44). Allah, Kur’ân-ı, pey­
ması gereken vacip sıfatlardan biri gambere insanlara açıklasın diye indir­
olup, peygamberlerin, vahiy yoluyla miştir (Nahl, 16/44). Peygamberimiz (a.s.)
Allah’tan gelen İlâhî hükümlerin hiç­ bu görevini, sözlü ve uygulamalı ola­
birini gizlemeden, eksiltmeden ve her rak en iyi bir şekilde yerine getirmiştir.

637
Allah da âyetlerini insanlara açıklamış, parçalanmış, Musa (a.s.) bayılmıştır
beyan etmiştir. Kur’ân’da bir çok âyet­ (A’râf, 7/142). Bundan da anlaşılmaktadır
te bu huSUS anlatılmıştır (Bakara, 2/187, 219, ki, dünya gözüyle Allah’ın görülmesi
221,242,266). (İ.K.) mümkün değildir. (M.C.)
TECDİD TECESSÜS
bk. Müceddid. Sözlükte “dikkat ve gayretle araştır­
TECDİD İ ÎMÂN mak” anlamına gelen tecessüs, dinî bir
kavram olarak, başkalarının gizli taraf­
îmân esaslarının yenilenmesi, taze­
larını, kötülük ve kusurlarını araştır­
lenmesi ve tekrar eski haline dönüş­
mak demektir. Bir âyette, “...Tecessüs
türülmesi demektir. Şüphesiz ki îmâ­
etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini
nın tazelenmesinden öncelikli olarak
araştırmayın)...” buyurulmak sure­
anlaşılması gereken, dinden çıkan
tiyle tecessüs yasaklanmıştır (Hucurât,
bir kişinin yeniden mümin olmasıdır.
49/12). Hz. Peygamber de, başkalarının
Zira çeşitli sebeplerle îmânın izalesine
gizli yönlerinin araştırılmasını yasakla­
sebep olacak bir teşebbüste bulunan
mış, îslâm kardeşliğine halel getirecek
kimse, pişmanlık anında tekrar îmân
her türlü davranıştan uzak durmalarını
ederek Müslüman olur. Ayrıca kelime-i
İstemiştir (Ebû Dâvûd, Edeb, 40; Tirmizî, Birr,
tevhidi sık sık getirmek ve mevcut îmâ­
84). İnsanların dokunulmaz hak ve hür­
nına süreklilik kazandırmak amacıyla
riyetleri vardır. Bunlardan biri de gizli
zaman zaman tecdid-i îmân yapılması
yönlerinin araştırılmamasıdır. İslâm’da
Müslümanlar arasında teamül haline
insana, insan onuruna yaraşır bir şekil­
gelmiştir. Hz. Peygamberin “îmânla­
de davranma emredilmiş, onun şeref ve
rınızı yenileyiniz” sözü üzerine, “nasıl
haysiyetine saldırılmasına izin verilme­
yenileyeceğiz?” diye sorulmuş, ceva­
miştir. (M.C.)
ben, “kelime-i tevhidi çokça söyleye­
rek yenileyiniz. ” buyurmuştur (Ahmedibn TECHÎZ
Hanbel, 2/359). (F.K.) Sözlükte “hazırlamak, donatmak,
TECELLÎ geline çeyiz hazırlamak” anlamları­
na gelen techîz, bir dinî kavram ola­
Sözlükte “ortaya çıkma, görünme”
rak, vefat eden kişinin yıkanmasından
anlamına gelen, tecellî, tasavvufta
kabre defnedilinceye kadar yapılması
gaybden gelen ve kalpte ortaya çıkan
gereken şeylerin tamamını ifade etmek­
nurlar; Allah’ın isim ve sıfatlarıyla
tedir. Bu çerçeveden olmak üzere, ölü­
sûfınin kalbinde tezâhür etmesi demek­
nün yıkanması (gasil), kefenlenmesi
tir. Bu hal sûfînin nefsini arındırmasın­
{tekfin), tabuta konulup musallâya ve
dan sonra gerçekleşir. Mutasavvıflara
cenaze namazından sonra da kabrista­
göre Allah’la kulları arasında yetmiş
na taşınması {teşyî’) ve kabre konması
bin perde (hicab) vardır. Gerçekte
{defin) techîz içerisinde yer almaktadır.
Allah her an tecelli etmektedir. Ancak (Î.P.)
bunu yalnızca kalp aynasını arıtan, par­
latan kimseler anlayabilir. Kur’ân’da TECVÎD
Allah’ın dağa tecellisinden bahsedil­ Sözlükte “iyi ve güzel yapmak”
mektedir. Bu tecelli esnasında dağ anlamına gelen tecvîd, ıstılahta; yerine

638
göre uzatmak (med), lazım gelen yer­ miştir; “(Ey Muhammed!) Sana bu
lerde durmak (vakf), sesleri birbirine Kur ’ân ’ı indirdik ki, kendilerine indiri­
katmak (idğam) veya kesmek (sekte), leni insanlara açıklayasın. Belki onlar
titretmek (kalkale), ayırmak (izhar) ve düşünürler ” (Nahl, 16/44). Yerin ve göğün
tutmak (ihfa) gibi Kur’ân’ı düzgün ve yaratılışını, gece ve gündüzün birbirini
güzel okuma kurallarını öğreten bilim takip edişini düşünenler, akıl sahipleri
dalının adıdır. (Î.K.) olarak nitelenmiştir: (< Göklerin ve yerin
TEDLÎS yaratılışında, gece ve gündüzün gidip
gelişinde, elbette akl-ı selim sahipleri
bk. Müdelles Hadis.
için ibret verici deliller vardır ” (Âi-i
TEDVÎN imrân, 3/190), Geçmiş toplumların hayat
Sözlükte “toplamak, bir araya getir­ hikayeleri, göklerin yaratılışı, güneş,
mek” anlamlarına gelen tedvin, hadis ay, gece, gündüz, yer, gök, kara, deniz
ilminde, sahabe tarafından yazılmış ve diğer varlıkların insanın hizmetine
olan sahifeleri bir araya toplayıp bir verilmesi, kâinatın düzenli olarak yöne­
kitap oluşturmaya, sözlü olarak rivâyet tilmesi, yerin hayata elverişli oluşu,
edilen hadisleri yazıp bir kitapta topla­ dağların, ovaların, nehirlerin, meyve­
maya denir. lerin, bitkilerin, hayvanların var edilişi,
Hz. Peygamberin vefatından sonra insanın topraktan yaratılışı, evlilik ile
sahabenin değişik şehirlere dağılması eşler arasında sevgi ile şefkatin oluş­
neticesinde binlerce sahabenin bulun­ ması, uyku gerçeği ve benzeri misâl­
duğu yerlere giderek, onların ilminden ler anlatıldıktan sonra bütün bunlarda
yararlanmanın tabiûn için zor olması düşünen toplumlar için ibretler bulun­
ayrıca; farklı siyasî ve itikâdî görüşleri duğu bildirilmiştir (A’râf, 7/176; Yûnus, 10/24;
olan fırkaların hadis uydurmaya yelten­ Ra’d, 13/3; Nûh, 16/11-69; Rum, 30/21; Zümer,

meleri tedvini zorunlu hale getirmiştir. 39/42; Câsiye, 45/13; Haşr, 59/21).

Bu çalışma, Ömer b. Abdülaziz (ö. 101 / Kur’ân’da, bu varlıkların, özellik­


719)’in isteği ile gerçekleştirilmiştir. İbn le yer ve göklerin yaratılışı, arının bal
Şihab ez-Zührî (0. 124/741) tedvin göre­ yapması, bütün yaratıkların insanın
vinin verildiği âlimlerden birisi olarak, hizmetine sunulması, kevnî ve kita­
kaynaklarda hadisi ilk tedvin eden zât bî âyetler, darb-ı meseller ve geçmiş
olarak anılır. (A.G.) toplumların kıssaları üzerinde düşü­
nülmesi istenmektedir. Bütün bunlar
TEFEKKÜR
üzerinde düşünen insan gerçeğe ulaşır.
Düşünmek ve hatırlamak anlamın­ Bu âlemin, bir yaratıcısının olduğuna
daki fikr kökünden türeyen tefekkür, ve O’na kulluk edilmesi gerektiğine
düşünme demektir. inanır. Nahl sûresinin 11-14. âyetlerin­
Tefekkür, insanı diğer varlıklar­ de tefekkür, aklı kullanma, öğüt alma
dan farklı kılan ayırıcı bir özelliktir. ve Allah’a şükrün 4 âyette peş peşe
Kur’ân’da bu kavram fiil şeklinde 18 zikredilmesi önemli bir gerçeğe işaret
âyette geçmiş, düşünülmesi teşvik edil­ etmektedir. Bu gerçek şudur: Tefekkür
miş ve düşünenler övülmüştür. Kur’ân, eden aklını kullanır, düşünüp aklını
gerçekleri düşünsünler diye gönderil­ kullanan kevnî ve kitabî delillerden

639
öğüt alır, düşünen, aklını kullanan ve müminlere “Topluca / hepiniz Allah ’ın
öğüt alan insan Allah’ı tanır. O’na îmân ipine (Kur "ân "a /İslâm "a) sarılın, ayrı­
eder ve sayısız nimetlerine şükreder. lığa düşmeyin..T buyurmuştur (Âl-i îmrân,
Bütün başarıların, buluşların, bilim­ 3/103). Birlikte rahmet, ayrılıkta azap
sel, teknik ve teknolojik gelişmelerin vardır. (İ.K.)
temelinde tefekkür vardır. Düşünen, TEFRİT
aklını kullanan, ibret alan ve nankör­ İfrat kelimesinin zıddı olup, gevşek
lük etmeyen fert ve toplumlar gelişir,
ve ihmalkâr davranmak demektir, (bk.
huzurlu ve mutlu olur. Bu sebeple İfrat) (İ.K.)
tefekkürü îslâm, ibadetler arasında say­
mıştır. însan, son İlâhî kitap Kur’ân ve TEFSİR USULÜ
kâinat kitabı olan tabiat ve tabiat kanu­ Usul; metot, yöntem, ilke, esas,
nu üzerinde düşünmeye teşvik edilmiş­ kural demektir. Tefsir usulü, Kur’ân-ı
tir. Düşüncenin, kötüye, kötümserliğe, anlamak, yorumlamak, açıklamak ve
zarara ve ümitsizliğe değil; iyiye, iyi­ îzah etmek için takip edilmesi gereken
liğe ve faydalı olana yönelmesi gere­ esas ve yöntemleri konu edinen bir
kir. Düşünen insan, akıllı, üretken ve metodoloji bilim dalıdır. Tefsir usulü;
verimli olur. Bu sebeple, bütün çağ­ Kur’ân tarihi, Kur’ân’ın inişi, vahiy ve
daş toplumlar, düşünceye ve düşünce çeşitleri, âyet, sûre, Kur’ân’ın yazılışı,
özgürlüğüne çok önem vermişlerdir. toplanması, çoğaltılması, tefsîri, tefsirle
(Î.K.) ilgili ilimler, tefsîr, te’vil, meal, tercü­
TEFRİKA me kelimeleri tefsîr çeşitleri, tefsîr tari­
hi... vb. konularını işler. (İ.K.)
İki şey arasını ayırmak, yol çatal-
TEFSÎR VE TE’VÎL
lanmak anlamındaki “f-r-k” kökünden
türeyen tefrika, parçalara ve bölük­ Tefsîr kelimesi “fesr” veya “sefir”
lere ayırmak, bölücülük ve ayrıcalık kelimesinden türemiştir. Fesr; sözlük­
yapmak demektir. Kur’ân’da ferreka te doktorun hastalığı teşhis için suya
(ayırdı) fiili 17 defa kullanılmıştır. (idrara, kana, balgama) bakması, bir
Dinde tefrika şiddetle reddedilmiştir. şeyi beyan etmek, keşfetmek, üzeri
Tefrika, İslâm’ın temel ilkesi olan tev- kapalı bir şeyi açmak; sefr ise, kapalı
hîd (birlik) ilkesi ile ters düşmektedir. bir şeyi açmak, aydınlatmak ve keş­
Şirk (Allah’a ortaklar koşmak), îmân fetmek anlamlarına gelir. Istılahta;
esaslarının, âyetlerin, dinî hükümlerin anlamı kapalı olana, manası zor anla­
arasını ayırmak, birini kabul edip öte­ şılan sözden ne kastedildiğini açıkla­
kini etmemek (Bakara, 2/85), İslâm’dan ma demektir. Tefsîr kelimesi daha çok
başka yollara uymak (En’âm, 6/153) tef­ Kur’ân kelime, terkip ve cümlelerinin
rikadır. Allah ve elçilerinin arasını ne anlama geldiğini açıklamak, müşkül
ayırmak isteyenler, “Bir kısmına ina­ ve garîp lafızları izah etmek, Kur’ân T
nır, bir kısmına inanmayız. ” diyenler yorumlamak anlamında kullanılır.
hakiki kâfirler olarak nitelenmiştir Te’vîl; geri dönme anlamında­
(Nisâ, 4/150-151). Ayrılığa düşen Hristiyan ki “evi” kökünden gelir. Bu kavram
ve Yahûdîler gibi olunmamasını tavsiye sözlükte; açıklamak ve beyan etmek;
eden Allah (Âl-i îmrân, 3/105; Beyyine, 98/4), ıstılahta, çok anlamlı kelime ve cüm-

640
lelerdeki anlamlardan birini tercih dir. Tefsir, “sâibe” ve “bahir” (Mâide,
etmek demektir. Tefsir ilminde te’vîl, 5/103) kelimeleri gibi garîb lafızları izah
âyetlerdeki olası anlamlardan birini, etmede veya Kur’ânT veciz cümlele­
âyetin bağlamı ve Kur’ân bütünlüğü rini şerhetmede veya “nesîe küfürde
dikkate alınarak tercih etmek anlamın­ artmadır” (Tevbe, 9/37) âyetinde olduğu
da kullanılır. gibi mahiyeti ancak tanımla bilinebilen
îlk önceleri tefsir kelimesi kullanıl­ cümleleri izah etmede olur.
mış, Kur’ânT savunma döneminden Fıkıh usulü ilminde te’vîl, lafzı
itibaren de te’vîl kelimesi kullanılma­ zâhir anlamından çıkarıp bir delile
ya başlanmıştır. Zamanla bu iki keli­ dayanarak ona zâhir olmayan bir mana
me birbirlerinin yerine kullanılmıştır. vermektir. Bir lafzı te’vil edebilmek
Meselâ Kur’ân yorumcusu Taberî (ö.
için o lafzın zâhir ve nas olması gere­
310) te’vili, tefsir anlamında kullan­
kir. Müfesser ve muhkem bir lafızda
mıştır. îmam Matürîdî, tefsir ile te’vîlin
te’vil olmaz. Te’vîl, lafzın olası anlam­
farklı anlamlarda olduğunu söylemiştir.
larından biri olmalı ve bu konuda şer’î
Ona göre tefsir; peygamberin ve asha­
bının yorumu, te’vîl ise îslâm âlimleri­ bir delil bulunmalıdır. Lafızda bulun­
nin yorumudur. mayan bir anlamı o lafza yüklemek
te’vîl değildir.
Tefsir ile te’vîl arasında farklar var­
dır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Tefsîr ve te’vîl, bir ilim dalıdır. Bu
bilim dalında, Kur’ân yorumlanır, keli­
Tefsir’de kesinlik, te’vîlde ise ihti­
me ve cümlelerin anlamları, hüküm ve
maller vardır. Tefsir te’vîlden daha
geneldir. Tefsir, lafızlarda, te’vîl ise hikmetleri açıklanır. Bu konuda çeşitli
manalarda olur. Tefsir rivâyetle, te’vîl bilim dallarından faydalanılır.
ise dirâyetle ilgilidir. Tefsîr ve te’vîl yapılırken önce
Tefsir, lafzın konulduğu mana­ Kur’ân’a müracaat edilir. Âyetler,
yı hakîkî veya mecâzî olarak beyan âyetlerle tefsîr edilir. Sonra peygam­
etmektir. Te’vîl ise iç anlamını, lafız­ berin hadislerine, sonra varsa sahabe
dan murat edilen gerçeği açıklamaktır. sözlerine bakılır. Garip kelimeler için
Meselâ inne Rabbeke le bi’l-mirsâd sözlüklere bakılır, semantik tahlil yapı­
(Rabbin gözetleme yerindedir) (Fecr, lır. (Î.K.)
89/14) âyetindeki; “mirsâd”, gözet­ TEFVİZ
lemek anlamındaki rasd kökünden
Sözlükte “bir işi bir kimseye hava­
gelir, mif’âl formunda mekân ismi­
dir, “gözetleme yapılan yer” demektir le etme, teslim ve tevekkül” anlamına
şeklinde yapılan açıklama tefsirdir. gelen tefviz, tasavvufta, kulun, bütün
Allah’ın gözetleme yerinde olduğunun işlerini Allah’a havale etmesi ve O’nun
bildirilmesinden maksat; “Allah’ın yaptığı her işi gönül hoşluğu ile kar­
insanların bütün yaptıklarını görmesi, şılaması, O’na hiçbir konuda ne dil
bilmesi ve onları denetlemesi, böyle- ne de kalp ile itiraz etmemesi, sızlan­
ce, Allah’ın emir ve yasaklarına uyma­ maması, içinde bir rahatsızlık duyma­
sı konusunda gevşeklik ve gafletten ması demektir. Tefviz, tevekkülün en
uyarmasıdır” şeklindeki izah ise te’vîl- mükemmel şeklidir. Bir âyette “...İşimi

641
Allah'a tefviz (havale) ediyorum..." İslâm Dini, tevhit esasına dayanan
buynilmuştur (Mü’min, 40/44). (M.C.) bir dindir. îmân ve İslâm’a bu tevhit
TEHECCÜD NAMAZI cümlesini söylemek ve ifade ettiği
manayı tasdik etmekle girilir. Bu tevhit
Arapça bir kelime olan teheccüd^ cümlesinin zımnında “Muhammedü’r-
hem uyumak, hem de uyanmak mana­ Rasûlüllâh” cümlesi de vardır. Her
larına gelmektedir. Dinî bir kavram iki cümle de Kur’ân’da geçmekte­
olarak teheccüd namazı ise, gece kılı­ dir; “Lâilâhe illâllâh” cümlesi Saffat
nan namaz demektir. Yatsı namazından sûresinin 35 ve Muhammed sûresi­
sonra, terâvîh ve vitir namazının dışın­ nin 19. âyetlerinde, “Muhammedü’r-
da, uyumadan veya bir süre uyuduk­ Rasûlüllah” cümlesi ise Fetih sûresinin
tan sonra kalkılıp kılınan gece namaz­ 29. âyetinde aynen geçmektedir.
larının tamamı için teheccüd ifadesi “Lâilâhe illâllâh” cümlesinde iki
kullanılmaktadır. unsur vardır. Birisi, “olumsuzluk” ifade
Hz. Peygamberin sürekli olarak eder, Bu, cümlenin “lâilâhe” (ilah yok­
devam ettiği teheccüd namazı, sevabı tur) kısmıdır. Diğeri “olumluluk” ifade
çok bir ibadet olup müminler için men- eder. Bu da cümlenin “illâllâh” (ancak
duptur. Kur’ân-ı Kerim’de, "Gecenin Allah vardır) kısmıdır. “Lâilâhe illal-
bir kısmında uyanarak, sana mah­ lâh” diyen kimse mabud ve ilah ola­
sus bir nafile olmak üzere namaz kıl. rak sadece Allah’ı kabul etmiş, yara­
(Böylece) Rabbinin, seni, övgüye değer tıklardan ilah edinilenleri, putları ve
bir makama göndereceğini umabilir­ Allah’tan başka tapılanları reddetmiş
sin. ” buyurulmaktadır (isrâ, 17/79). Hz. olur. Allah’tan başka ilahlar reddedil­
Peygamber de, "Kim gece uyanır, hanı­ meden tevhit inancına ulaşılamaz.
mını da uyandırır ve iki rekat namaz “Lâilâhe illâllâh” demek; bütün
kılarsa, Allah ’ı çok zikreden erkekler ilahlara, kendini ilah yerine koyan­
ve kadınlardan yazılır. ” buyurmuştur lara, tağutlara, putlara hayır, sadece
(Ebû Dâvûd, Salât, 307).
Allah’a, O’nun gücü ve hâkimiyetine
evet demektir.
Teheccüd namazı dört veya sekiz
Tevhit; îmânın ve İslâm’ın ilk
rekat kılınabileceği gibi, iki rekat da
şartıdır (Müslim, îmân,ı, 21). Kur’ân’da
kılınabilir. îki rekatta bir selam verile­
“Allah’ın çok zikredilmesi” emredil­
rek kılınması daha faziletlidir. (İ.P.)
miş (Enfâi, 8/45), Peygamberimiz (a.s.)
TEHLİL de “Zikrin en efdalinin lâ ilâhe illâllah
Yeni ay görünmek, yağmur şiddetli demek” olduğunu bildirmiştir (Terğîb, 11/
yağmak, sevinmek ve bağırmak anla­ 415).
mındaki “h-1-1” kökünden türeyen ve Yüce Allah, "Ancak Müslümanlar
sözlükte, bir işten geri durmak, düşman olarak ölün ” buyurmuştur (Bakara, 2/132).
üzerine atılıp sonra korkudan kaçmak Müslüman olarak ölebilmek için insa­
anlamına gelen tehlil, din ıstılahında, nın son nefesine kadar tevhit üzere
(Allah’tan başka ilah yoktur) anlamın­ bulunması gerekir. Peygamberimiz
daki “lâ ilâhe illâllah” tevhit cümlesini (a.s.); "Lâ ilâhe illâllah, cennetin
söylemeye denir. anahtarıdır. ” (Tergîb, n/416); "Bir kul lâ

642
ilâhe illâllah der sonra bu ikrar üzere İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed
ölürse cennete girer. ” buyurmuştur bayram namazlarına giderken tekbir
(Müslim, îmân, 47,154. I, 58, 95). getirilmesi içtihadında bulunmuşlardır.
Lâ ilâhe illâllah cümlesi, önemine Ramazan ve kurban bayramı namazın­
binaen ilk doğan insana, ölmek üzere da birinci rekatta Fâtihadan sonra 3
olan insana, kabre konan insana telkin defa, ikinci rekatta zamm-ı sûreden
edilir. Günde beş vakit okunan ezanda sonra üç defa, Allahü ekber diyerek
5 defa tekrarlanır. (Î.K.) tekbir alınır. Bunlara “zevaid” tekbir­
leri denir. Selamdan sonra, hutbe içinde
TEKBİR
ve hutbe sonrasında “Allah, en büyük­
Yaşça büyük olmak, yaşlanmak, tür, Allah en büyüktür, O’ndan başka
büyüklenmek, şerefli olmak, iş zor ilah yoktur, sadece O vardır. Allah
ve ağır gelmek anlamındaki “k-b-r” en büyüktür ve her türlü övgü Allah’
kökünden gelen ve sözlükte, bir şeyi içindir” anlamındaki “Allahü ekber,
büyük yapmak, ululamak, büyük gör­ Allahü ekber, lâilâhe illâllâhu vallâhu
mek anlamlarına gelen tekbir kavramı, ekber, Allahü ekber ve lillâhi’l-hamd”
din ıstılahı olarak, “Allah’ı yüceltmek, denilerek tekbir alınır. Bu tekbirlerin
Allahii ekber (Allah en büyüktür, Allah dayanağı da bu âyettir.
her şeyden daha büyüktür) diyerek Kurban bayramının bir gün önce­
Allah’ı azamet ve kibriya ile anmak”
si olan arafe günü sabah namazından
demektir.
Bayramın dördüncü günü ikindi nama­
“Tekbir”, Allah’ın bir emridir zına kadar 23 vakit farz namazlarda
Bu emri yerine
(Müddessir, 3; isrâ, 17/111). selamdan sonra bir defa yukarıda met­
getiren insan; eş, çocuk ve ortak edin­ nini zikrettiğimiz uzun tekbir alınır ki
me, âcizlik, noksanlık, haksızlık, zulüm buna teşrik tekbirleri denir. Bu şekilde
vb. O’na layık olmayan sıfatlardan tekbir getirmek îmam Ebû Yusuf ve
Allah’ı tenzih etmiş olur. İmam Muhammed’e göre vaciptir. Ebû
“Allahü ekber” cümlesi, Allah’ı Hanîfe’ye göre teşrik tekbirleri, arafe
tazim etmede en beliğ bir ifadedir. günü sabah namazından başlar, ertesi
Dinin direği ve ibadetlerin başı olan günü ikindi namazında son bulur ve
namaza “tekbir” ile başlanır. Beş vakit sadece cemaatle kılınan farz namazlar­
okunan ezanda günde 30 defa Allahü dan sonra getirilir.
ekber cümlesi tekrar edilmektedir. Bakara sûresindeki “tekbir” emri,
Kur’ân’da geçen “kebbir” emrinde “bayram namazı kılınız”, Hac sûresi­
“namaz kıl” anlamı da vardır. Namaza nin 37. âyetindeki “tekbir” emri ise,
giriş tekbiri, namazın farzlarından biri­ “hayvanları keserken tekbir getirin”
dir. Namazın cüzü zikredilmiş, tamamı anlamına da gelebilir. Bunu, “O halde
kastedilmiştir. Allah ’ın âyetlerine inanıyorsanız (kesi­
Bakara sûresinin 185. âyetinde lirken) üzerine O ’nun adı anılan (hay­
geçen “tekbir” emri ile bayramlarda vanların etin)den yiyin. ” (En’âm, 6/118)
tekbir getirilmesinin kastı da söz konu­ âyeti ile, “(Kesilirken) üzerine Allah’ın
sudur. Bu âyete dayanarak İmam Şafiî, adı anılmayan (hayvan)lar(ın etlerin)
İmam Malik, İmam Ahmed ibn Hanbel, den yemeyin. Çünkü o(nu yemek) yol-

643
dan çıkmaktır." (En’âm, 6/121) âyeti teyit serilir, ölü kamîs denilen parçanın içe­
eder. risinde buraya konur. Şayet ölü erkek
Eti yenen hayvanlar kesilirken “bis- ise, izâr önce soluna, sonra sağına
millâhi Allahu ekber” (Allah’ın adıyla, getirilerek sarılır, sonra lifâfe de aynı
Allah en büyüktür) denir. şekilde sarılır. Kefenin açılmaması
için kefen bir kuşak ile ve iki ucundan
“Allahü ekber” sözü aynı zamanda
bağlanır. Bu bağlar kabre konulduğun­
Allah’ı zikirdir. Tekbir getiren kimse
da çıkarılır. Cenaze kadın ise, saçları
“Allah'ı çok zikredin” (Ahzâb, 33/41)
ikiye ayrılarak kamîs üzerinden göğsü
emrini de yerine getirmiş olur.
üzerine konur, bunun üzerine başını
Tekbir ile Allah’ı tazim / yüceltme yüzüyle beraber örten başörtüsü konur,
üç şekilde; kalp, söz ve amel ile yapılır. daha sonra da izâr sarılır. îzârın üzerin­
Kalp ile tazim; Allah’ın varlığına, den göğüs örtüsü bağlanır, daha sonra
birliğine ve âdil olduğuna şeksiz ve da lifâfe sarılır. Göğüs örtüsü lifâfeden
şüphesiz inanmak ve Allah’ı lâyıkı veç- sonra da bağlanabilir. (Î.P.)
hiyle tanımaktır. Sözle tazim; Allah’ın TEKLÎFÎ HÜKÜM
yüce sıfatlarını ve güzel isimlerini ikrar
Teklifi hüküm, fıkıh usulü kitapla­
etmektir. Amel ile tazim; namaz, oruç,
rında, “Şâri’in iktizâ ve tahyir bakımın­
hac, zekat, dua... gibi İslâm’ın yapılma­
dan mükelleflerin fiillerine ilişkin hita­
sını istediği sâlih amelleri işlemek ve
bıdır” şeklinde tanımlanmaktadır. Buna
ibadet etmektir. (Î.K.)
göre bir işin yapılmasını veya yapılma­
TEKEBBÜR masının talep edilmesi ya da yapılıp
bk. Kibir. yapılmama arasında serbest bırakılması
teklifi hüküm içinde mütalâa edilmek­
TEKFİN
tedir. Namaz ve oruç yapılması iste­
Cenazeye karşı yapılan görevlerden nen, içki içmek yapılmaması istenen,
biri olan tekfin, ölünün kefenlenmesi yeyip içmek de serbest bırakılan teklifi
anlamına gelmektedir. Savaşta düş­ hükümlerdendir.
man tarafından şehit edilen müminler Teklifi hükümler, farz, vacip, men-
yıkanmaz, kanlı elbiseleri ile defnedi­ dub, mubah, tenzihen mekruh, tahri-
lirler. Bunun dışında ölen erkek veya men mekruh ve haram olmak üzere
kadınların bedenleri örtülecek şekilde yediye ayrılır. Farz, açık ve kati bir
kefenlenmesi farz-ı kifâyedir. Kefen delille yapılması istenen fiiller olup,
cenazenin yıkanıp kurulanmasından Müslümanların öncelikli olarak yeri­
sonra sarıldığı bez demektir. Sünnet ne getirmekle mükellef oldukları, terk
olan kefen, erkek için üç, kadın için edilmesinin dünyevî ve uhrevî kınan­
beş parça bezden meydana gelir, (bk. mayı gerektirdiği emirlerdir, (bk. Farz)
Kefen) Vacip, amel bakımından farz gibi olan,
Cenaze kefenlenmeden önce, kefen fakat katî ve açık delillere dayanma­
birkaç defa güzel kokularla tütsülenir. yan emirlerdir, (bk. Vacip) Mendûb
Tabut içine veya cenazenin kefenlene- ise, kesin olmayan bir tarzla yapılması
ceği hasır, kilim gibi bir şey üzerine istenen davranışlardır, (bk. Mendûb)
önce lifâfe yayılır, onun üzerine izâr Tenzihen mekruh, kesin olmayan bir

644
tarzla yapılmaması istenen davranışlar­ rini (En’âm, 6/21), kıyameti (Furkân, 25/11),
dır. Tahrimen mekruh, delil yönünden peygamberleri (Ankebût, 29/18), doğruyu,
katî olmamakla birlikte, kesin olarak vahyi (Zümer, 39/32), kitabi (Mü’min, 40/70),
yapılmaması istenen şeylerdir. Bunlar hakkı (Kâf, 50/5) ve ceza gününü (Müddessir,
amel bakımından haram gibi olan, 74/46) yalanlamak söz konusu edilmiş­
fakat kaf î ve açık delillere dayanma­ tir. Bu anlamda ‘‘tekzîb” insanı inkâra
yan yasaklardır, (bk. Mekruh) Haram götürür ve kişiyi kâfir yapar. Kur’ân’da
ise, açık ve katî bir delille yapılmaması bir de nimetleri “tekzîb” (Rahmân, 55/13)
istenen fiile denir, (bk. Haram) (İ.P.) zikredilmiştir. Bu, nimetin kadrini, kıy­
TEKVİN metini bilmemek demektir. Kur’ân’da
yalanlayıcılara mükezzib denilmiştir.
Allah’ın sübûtî sıfatlarından biridir.
Çoğul şekli olan “mükezzibîn” 20
Mümkinata taalluk eden ve iradeye
âyette geçmiş ve bununla Allah’ı, pey­
uygun olarak icad ile tesirde bulunan
gamberini ve âyetlerini yalanlayan­
bir sıfattır. Bu duruma göre tekvin,
lar kastedilmiştir. Yalanlayıcılık kâfir
ilim, kudret ve irade sıfatlarından
ve münafıkların vasfıdır. Kur’ân’da,
farklıdır. Mâtüridîlere göre, müstakil,
yalanlayıcıların cezasının cehennem
Allah’ın zatı ile kaim, ezelî ve subutî
(Zümer, 39/32), alevli ateş (Furkân, 25/11),
bir sıfat olan tekvin, icad, tesir, ihdas,
acıklı ve alçaltım azap olduğu (Hac,
ihtira gibi kelimelerle de ifade edi­
22/57), bunların amellerinin boşa gitti­
lir. Tekvin, yaratmak ve rızık vermek
ği (A’râf, 7/147), hüsrana uğrayacakları
gibi fiilî sıfatların merciidir. Böylece
(Yûnus, ıo/45), âhirette karanlıklar içinde
Mâtüridîlere göre tekvin; ilim, irade ve
kalacakları (En’âm, 6/39), yüzlerinin sim­
kudret sıfatlarından başka olup kudret
siyah olacağı (Zümer, 39/60), boyunların­
ve irade gibi mümkünata taalluk eder.
da demir halkalar ve zincirler olduğu
Eşarîler ise tekvinin hakikî bir halde cehenneme sürüklenecekleri bil­
sıfat olmayıp itibarî, izafi ve diğer fiilî dirilmiştir. (Mü’min, 40/71-73). (Î.K.)
sıfatlar gibi hâdis olduğunu, Allah’ın
TELBÎYE
zatiyle kaim olmadığını belirtmişler­
dir. Çünkü onlara göre tekvine verilen Sözlükte “birine, ‘buyur, emrine
rol, yaratmaktır. Halbuki kudret sıfatına amadeyim’ diye cevap vermek” anla­
iradenin katılmasıyla aynı sonuç hasıl mına gelen telbiye, dinî bir kavram
olmakta ve başka bir sıfata gerek kal­ olarak, ihramın iki rüknünden biri olup,
mamaktadır. (F.K.) ihrama girerken “Lebbeyk, Allahümme
lebbeyk, lebbeyke lâ şerike leke leb­
TEKZÎB
beyk. înne’l-hamde ve’n-ni’mete leke
Yalan söylemek anlamındaki kizb ve’l-mülk lâ şerike lek (Allah’ım,
kökünden türeyen tekzîb yalanlamak davetine isteyerek uydum, emrine
ve bir haberi doğrulamamak demek­ amadeyim. Senin eşin ve ortağın yok­
tir. Tasdik (doğrulamak) kelimesinin tur. Sana yöneldim, hamd senin, nimet
zıddıdır. senin, mülk de şenindir. Eşin ve ortağın
Tekzîb kelimesinin fiil şekli (kez- yoktur)” demektir. İhrama girerken bir
zebe - yükezzîbü) Kur’ân’da 177 defa defa telbiye söylemek farzdır. Bunun
geçmiştir. Bununla, Allah’ın âyetle­ dışında erkeklerin ihramda bulunduğu

645
müddetçe yüksek sesle telbiye okuma­ Müteahhirûndan olan mutaassıp
ları sünnettir. Kadınlar ise telbiyede mezhep mukallitleri, her mükellefin
seslerini fazla yükseltmezler. (İ.P.) dört mezhepten birine bağlanmasının
TELFÎK vâcip olduğunu ve mezhebini terk
edene ta’zir tatbik edilmesi gerekti­
Sözlükte “bir işi talep edip ulaşa­ ğini iddia etmişlerdir. Buna mukabil
mamak, kumaşın iki yanını yan yana çoğunluk diyebileceğimiz başka bir
getirip dikmek, sözü batılla karıştırıp grup usulcüler ise, belirli bir mezhebe
süsleyip püslemek” gibi anlamlara bağlanmanın şart olmadığını; kişilerin
gelen telfîk, bir fıkıh kavramı olarak, dilediği müçtehidi taklit edebileceğini
bir mesele veya amelde birkaç müç- söylemişlerdir. Hatta bu konuda icma’
tehidin görüşlerini birleştirerek taklid meydana geldiği söylenebilir.
etmek demektir.
Halkın bir mezhebi iltizam etmesi­
Telfîk en geniş anlamıyla, değişik nin İlmî ve dinî hiçbir değeri yoktur.
mezheplerin görüşlerinden yararlan­ Delillerine bakarak tercihte bulunan
mayı ifade eder. Dar anlamda ise, bir âlim için bir mezhep veya görüşe itti-
meselede birden fazla mezhep veya ba etmenin belki bir anlamı olabilir.
müçtehidin görüşünü birleştirerek, bu Bu sebeple, “avamın mezhebi yoktur;
görüş sahiplerinin hiçbirinin benim­ onun mezhebi kendisine fetva veren
semeyeceği mürekkep bir durum müftinin mezhebidir.” denilmiştir.
meydana getirmeyi ifade etmektedir. Mezheplerin ancak üçüncü asır­
Meselâ, namaz kılacak bir kimsenin, dan sonra teşekkül etmesi, müçtehit
abdest aldıktan sonra bir yeri kanayınca imamların taklitle ilgili görüşleri ile
Şafıîlere göre abdest bozulmaz demesi, sahabe ve tabiûn devri uygulamaları
sonra kadına dokunup Hanefîlere göre göstermektedir ki, bir imam veya mez­
abdest bozulmaz diyerek bu abdest- hebe bağlanmak, onun görüşlerinden
le namaz kılması böyle bir telfîktir. ayrılmamak gerektiği iddiası yerinde
Her iki mezhebe göre abdesti olma­ değildir.
dığı halde namaz kılmış olur. Telfîk Diğer yandan herhangi bir mezhe­
denildiğinde daha çok bu anlam akla be bağlılığın gerekliliğini savunmak ne
gelmektedir. kadar hatalı ve yanlış ise, “içtihat ede­
Dördüncü asra kadar bir kimsenin, meyen kişinin karşılaştığı bütün mese­
dinî hayatında bir mezhebe bağlan­ lelerde belirli bir imamı taklit etmesi
masının gerekli olduğu söylenmemiş­ vacip değildir; dilediği müçtehidi taklit
tir. Tatbikatta, müçtehit olmayanlar, edebilir. Zira ümmetin ihtilafı rahmet­
herhangi bir müçtehitten karşılaştığı tir.” demek de doğru değildir.
problemini sorar, aldığı fetvaya uyabi- Zira bir mesele hakkında doğru olan
lirdi; fakat artık bütün meselelerini aynı hüküm sadece bir tanedir. Birbirine zıt
müçtehide sormaya mecbur olduğunu iki görüşün çatışması halinde her iki­
aklına bile getirmezdi. Ancak mezhep sinin de belki yanlış olması muhtemel
taassubu başladıktan sonra, bir mezhe­ olmakla birlikte, her ikisinin de doğru
be bağlılığın gerekliliği de gündeme olduğunu söylemek mümkün değildir.
gelmiştir. Bütün müçtehitler bu doğruya ulaşmak,

646
onu bulmak için gayret sarf etmişler­ tevhîd getir” şeklinde bir yaklaşımda
dir. Eğer doğruya ulaşabilmişlerse iki bulunulmamak, yanında bunları söy­
ecir, hata etmişlerse bir ecir kazanmış­ lemekle yetinilmelidir. Bunun yanın­
lardır. Müçtehitlerin doğruyu bulmaya da ölmek üzere olan kişinin yanında
çalıştıkları gibi, fetvâ soran kişinin de, Kur’ân-ı Kerim, özellikle Yâsîn sûresi
doğruya ulaşmak için gayret sarf etme­ okunur.
si gerekir. Hz. Peygamber, “Pek çok Cenaze kabre konduktan ve başında
müftü fetva verse de, kalbine danış. ” Kur’ân okuma tamamlandıktan sonra,
derken (Süyûtî, Câmi’u’s-Sağîr, c.ı, s. 40) buna kalabalık orayı terkedince, orada kalan
işaret etmektedir. Bu nedenle vicdanen bir kimsenin kabrin başında yüksek
doğru olduğuna inanmadan bir fetvaya sesle ve ölüye hitaben îmân esasla­
uymak veya telfîk caiz değildir. (Î.P.) rını hatırlatmasına da telkin denir.
TELHİS Hanefîlerden bazı âlimler, defnedil­
Manasında eksiklik olmadan, hadi­ dikten sonra telkinin meşrû olmadığı­
sin metninin özetlenmesine “telhis” nı söylemişlerdir. Buna mukabil bazı
denir. (A.G.) âlimler ise, tavsiye edilmediği gibi
yasaklanmadığını, bu nedenle mükel­
TELKİN
lef olduktan sonra vefat eden kimsenin
Sözlükte “anlatmak-anlamak, öğret- mezarının başında telkin verilebilece­
mek-öğrenmek, vermek-almak” gibi ğini söylemişlerdir. (Î.P.)
anlamlara gelen telkin, tasavvufta,
TEMENNİ
tarikata yeni giren kimseye şeyhin zikir
öğretmesi anlamında kullanılmaktadır. Sözlükte “bir şeyi dilemek, ummak”
Müridin bunu öğrenmesine telekkün demektir. Belagat ilminde inşa cümlesi­
denir. (M.C.) nin çeşitlerinden biridir. Bu ilim dalın­
da temenni; mümkün olmadığı veya
Son nefesine yaklaşmış, ölmek
elde edilmesi umulmadığı için meyda­
üzere olan kişinin yanında kelime-i
na gelmesi beklenmeyen, ancak arzu
tevhid ve kelime-i şehâdet okunmasına;
edilen şeyi istemeye denir. Temennî
cenaze defnedildikten sonra, kabirde
harfleri keşke (leyte) eğer (lev), mi, mı
sorulması muhtemel soruları ve cevap­
(hel) ve umulur ki (lealle) dir.
ları ölüye hatırlatma konuşmasına da
telkin denir. “(Kıyamette).... Kâfir, keşke ben
Ölmek üzere olan kişinin, sağ tara­ toprak olsaydım (da dirilmeseydim)
fına çevrilerek yüzünü kıbleye gele­ der’" (Nebe’, 78/40). “(Kâfirler)... Bizim
cek şekilde yatırmak müstehaptır. Bu için şefaatçiler var mı ki bize şefaat
durumda olan kişinin yanında, hatırlat­ etsinler, yahut geri döndürülmemiz
mak amacıyla kelime-i tevhid ve keli­ mümkünmü ki yaptıklarımızdan baş­
me-i şehâdet okunur. Hz. Peygamber, kasını yapsak...” (A’râf, 7/53), “Keşke
“Ölülerinize (ölüme yaklaşanlara) lâ bir daha dünyaya dönüşümüz olsa
ilâhe illallah demeyi telkin ediniz. ” da, müminlerden olsak. ” (Şuarâ, 26/102);
buyurmuştur (Müslim, Cenâiz 1, 2; Tirmizî, “Keşke Karun ’a verilen bize de veril­
Cenâiz 7). Telkin yapılırken, “lâ ilâhe seydi ” (Kasas, 28/79) âyetlerinde temen­
illallah” de, “kelime-i şehâdet, kelime-i nî vardır. 1, 2 ve 3. âyetlerde temenni

647
edilen şeyin olması mümkün değildir. TEMLİK
4. âyette temenni edilen şeyin olma­ Sözlükte “bir şeyi birine mülk ola­
sı mümkündür; ancak elde edilmesi rak vermek, birini kral, melik yap­
umulmaz. (Î.K.) mak” anlamlarına gelen temlik, fıkıhta
TEMETTÜ’ HACCI sözlük anlamına uygun olarak, malın
birine mülk olarak verilmesini ifade
Temettü’ kelimesi “yararlanmak,
etmektedir. Bu anlamdaki temlik, zekat
istifade etmek” anlamına gelmektedir. olarak verilecek malda şart koşulmuş­
Temettü^ haccı ise, bir hac mevsimi tur. Bu nedenle alacağın ıskatı bir tem­
içerisinde ayrı niyet ve ihramlarla umre lik olmadığı için zekat vermek olarak
ile hac yapılmasına denir. Hanefîlere kabul edilmemiştir.
göre temettü’ haccı ifrat haccından; Temlik ivazlı ve ivazsız olmak
kıran ise her ikisinden daha faziletlidir. üzere ikiye ayrılır, ivazlı temlik, alış­
Temettü’ haccı yapmak isteyen verişte olduğu gibi bir bedel karşılığı
kişi hac mevsimi içinde umre yapma­ verilen maldır, ivazsız temlik ise, zekat,
ya niyet ederek ihrama girer. Kâbe’yi sadaka, hibe gibi tasarruflardır. Bunun
tavaf eder, sa’y yapar ve traş olarak dışında, temlik kavramı mecaz olarak,
ihramdan çıkar. Daha sonra aynı hac erkeğin boşama hakkını eşine vermesi
mevsimi içinde, terviye günü hac için için de kullanılmaktadır. (Î.P.)
ihrama girer. Bundan önce ihrama gir­ TEMYİZ
mesi daha faziletlidir. Zilhiccenin 8. Sözlükte “ayırmak, bir kimseyi
günü Arafat’a gider ve daha sonra hac diğerlerinden üstün tutmak, hükmü
vazifelerini yerine getirir. Arafat ve temyiz mahkemesine göndermek, ara­
Müzdelife vakfesinden sonra, bayram larındaki farkı anlayıp idrak etmek”
günü Akabe cemresini taşlar, kurban gibi anlamlara gelen temyiz, bir fıkıh
keser ve tıraş olarak ihramdan çıkar. kavramı olarak, kişinin derinliğine
(İ.P) olmasa da, iyi ile kötüyü, faydalı ile
temkin vakti
zararlıyı ayırt ve idrak edebilmesini
ifade eder. Bu idrak ve ayırt etme gücü­
Temkin vakti güneşin doğuş, batış ne sahip olan kimseye mümeyyiz denir,
vakti ile namaz vakitlerinin hesaplan­ (bk. Ehliyet, Mümeyyiz) (Î.P.)
masında, vakitlere eklenen veya çıkarı­
TENEŞİR
lan zamanı ifade etmektedir. Bu vakit­
lerin hesaplanmasında bulunulan yerin Teneşir, cenazenin üzerinde yıkan­
dağlık veya tepelerle kaplı olması, düz dığı masa şeklindeki uzun serîre denir.
ova veya deniz seviyesi olması etkili (Î.P.)
olmaktadır. Bunun yanında yerleşim TENKİHU’L-MENÂT
yerinin en doğusu ile batısı arasındaki Kelime anlamı itibariyle “nitelik
zaman farkı, saatlerin yanlış olma ihti­ seçme” anlamına gelen tenkîhul-
mali de göz önünde bulundurularak, menât, bir fıkıh usulü terimi olarak,
imsak ve güneşte bir miktar zaman kıyasta illet belirleme yollarından biri
çıkarılır; öğle, ikindi, akşam ve yatsı olup, hüküm için illet olmaya elverişli
vakitlerinde de bir miktar eklenir. (Î.P.) olan vasfı, hükümle ilgili bulunan ve

648
fakat illet olmaya elverişli olmayan müstehabdır. Bu dinlenmelerde tehlîl
diğer vasıflar arasından seçip ortaya (lâ ilâhe illallâh demek) ve salavât ile
koymaktır, (bk. Kıyas, İllet) (İ.P.) meşgul olunur.
TENZİH Terâvih namazını kıldıran imamın,
Sözlükte “arındırma, takdis” anla­ okuyuşu uzatarak cemaati bıktırıp
mına gelen tenzih, dinî bir kavram ola­ dağıtmamak; çabuk kıldırarak nama­
rak Allah’ı insana özgü niteliklerden za noksanlık getirmemelidir. Namazda
uzak tutmak demektir. Bu da Allah’ın kıraatin gereği gibi yapılmasına ve
zatı, sıfatları ve isimleriyle birlenme- ta’dil-i erkana riâyet edilmesine özen
siyle olur. (M.C.) gösterilmelidir. (İ.P.)

TENZÎHEN MEKRUH TERCİH EHLİ


bk. Mekruh. Tercih ehli, fıkıh usulcülerinin,
müçtehitlerin tabakalarıyla ilgili yap­
TERAVİH
mış oldukları tasnifte, dördüncü taba­
Sözlükte “rahatlatmak, dinlendir­ kayı oluşturan müçtehitlere verilen
mek” anlamlarına gelen tervîha keli­ addır. Dördüncü tabakayı teşkil eden
mesinin çoğulu olan terâvih, dinî bir bu müçtehitler, üçüncü tabakada bulu­
kavram olarak, Ramazan ayında, yatsı nan müçtehitlerin (mezhepte müçtehit)
namazından sonra kılınan nafile nama­ tespit etmiş olduğu tercih esaslarına
za verilen isimdir. Namazın her dört dayanarak mezhep imamlarından rivâ­
rekatinin sonunda bir miktar oturulup yet edilen görüşler arasında tercihte
dinlenmek müstehap olup buna tervîha bulunurlar. Bunlar, kendileri yeni bir
denilmiştir. Sonra bu kelimenin çoğu­ görüş beyan etmeyip, rivâyet edilen
lu olan terâvih kılınan bu namaza isim bazı görüşleri, dayandığı delil kuvvetli
olmuştur. olduğundan ya da tatbik edilmesi mev­
Terâvih namazı yirmi rekat olup, cut şartlara daha uygun olduğu için
erkek ve kadınlar için sünnet-i müek- tercih etmişlerdir, (bk. Müçtehit) (Î.P.)
kededir. Hz. Peygamber, ((Kim inana­
TERCÜME
rak ve sevabını Allah "tan bekleyerek
Ramazan namazını (terâvih namazını) Arapça “terceme” fiilinin mas­
kılarsa, onun geçmiş günahları bağış­ tarı olan “tercemetün” kelimesinin
lanır. ” buyurmuştur (Buhârî, Salâtü’t-Terâvih, Türkçe’de kullanılan şeklidir. Sözlükte;
i; Müslim, Müsâfırîn, 174). Nafile namazların
bir sözü söylendiği dilde açıklamak,
münferid olarak kılınması daha faziletli bir sözü başka bir dilde açıklamak, bir
olduğu halde, terâvih namazının cema­ sözü bir kimseye ulaştırmak, bir sözü
atle kılınması sünnettir. Hz. Peygamber başka bir dile nakletmek, bir sözün
terâvih namazını iki defa cemaatle anlamını diğer bir dilde dengi bir sözle
ashaba kıldırmış, ancak daha sonra aynen ifade etmek demektir.
farz olur düşüncesiyle cemaatle kıldır- Tercüme aslın anlamına tamamen
mamiŞtir (Buhârî, Salâtü’t-Terâvih, 1; Müslim, uygun olması için açıklıkta, delâlet
Müsâfirîn, 177). Terâvih namazını iki etmede, mücmel ve mufassal, genel ve
rekatte bir selam vererek ve dört reka- özel, mutlak ve kayıtlı olmada, kuvvet­
tin sonunda biraz dinlenerek kılınması te, güzel edada, üslupta, ilim ve sanatta

649
asıldaki ifadeye denk olması gerekir. günah işlemekte ısrar eden, âhire-
Aksi takdirde eksik bir tercüme olur. ti yalanlayan, sapık, yalancı, fâsık ve
Bu itibarla böyle bir tercüme yapmak kâfir kimselere “mütref ’ denir. Çoğulu
oldukça zordur. Tercümeye, günümüz “mütrefîn” dir. Bu kelime ve türevle­
Türkçe’sinde “çeviri” denmektedir. ri Kur’ân’da 8 âyette geçmiş ve nimet
Tercüme, harfi veya lafzî, manevî ile şımarmak, azmak ve taşkınlık
veya tefsîrî olmak üzere iki kısımdır. yapmak anlamında kullanılmıştır
Harfî-lafzî tercüme^ bir cümleyi keli­ (Enbiyâ,21/12-14). “...Zâlimler, kendilerine
mesi kelimesine tercüme etmektir. Yani verilen nimet, bolluk ve refahın peşine
bir dildeki ifadeyi inceleyip, aktarıla­ düşüp şımardılar ve mücrim oldular. ”
cak dildeki tam karşılığını bulmak ve
(Hûd, n/116) âyeti, “teref’ kavramının
anlamı aynen aktarmaktır. Manevî-
zulüm ve günah bir davranış olduğunu
tefsîrî tercüme ise; aktarılan sözün
ifade etmektedir.
aslına benzemesi gözetilmeyen, sade­
ce asıldaki anlam ve gayeleri güzel bir Nimetleriyle azanlar (mütrefin),
şekilde aktarmaktır. Günümüzde, daha Kur’ân’da, “ashab-ı şimâl” olarak nite­
çok bu tür tercüme yapılmaktadır. lenen cehennemlik insanlardır. Bunlar;
Kur’ân’ın lafzî tercümesini yapmak büyük günah işlemekte ısrar eden,
mümkün değildir. Tercüme yapan­ öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden,
lar tefsîrî tercüme yapmaktadırlar. sapık, yalanlayıcı, fâsık, zâlim, azgın,
Yaptıklarına “tercüme” kelimesi yeri­ âsî ve kâfir kimselerdir (Vâkıa, 54/45-51; isrâ,
ne “meâl” kavramını kullanmaktadırlar, 17/16; Mü’minûn, 23/63; Sebe’, 34/34; Zuhrûf, 43/23).
(bk. Meâl) (Î.K.) Teref kavramının; batar, ferah,
TERECCÎ merah ve eşir kelimeleri ile eş anlam
Sözlükte “dilek, ümit ve niyaz” ilişkisi vardır. (Î.K.)
demektir. Belagat ilminde inşa cüm­ TERGİB-TERHİB
lesinin çeşitlerinden biridir. Bu ilim İyiliklere teşvik ve kötülüklerden
dalında tereccî; olması mümkün olan
sakındırma konulu hadisleri içeren
şeyi arzu etmektir. Tereccî harfle­
hadis edebiyatı türüdür. Münzirî’nin
ri, umulur ki (lealle ve asâ) ve keşke
“Tergib ve Terhib” bunlardandır. (A.G.)
(leyte) dir. “...Ne bilirsin, belki kıyâmet
saati yakındır. ” (Şûrâ, 42/17); “Umulur ki TERİKE
Rabbiniz size merhamet eder... ” (isrâ, Terike, ölünün geride bırakmış
17/18) âyetlerini örnek olarak zikredebi­ olduğu ve hak sahipleri arasında tak­
liriz. (bk. Haber ve înşa) (Î.K.) sime konu olan maddî değere denir.
TEREF Ölenin geride bıraktığı mal ve haklar­
“Terife” fiilinin mastarı olan teref dan, teçhiz ve tekfin masrafları çıktık­
rahat, refah ve bolluk içinde yaşamak tan, borçları ödendikten ve vasiyeti de
demektir. Nimet ve bolluğun bir insanı terikenin 1/3’ini geçmemek kaydıyla
azdırmasına itrâf nimetin ve zengin­ yerine getirildikten sonra geriye kalan
liğin şımartıp azdırdığı, şehvetlerine mirasçılarına intikal eder. (bk. Ferâiz)
dalmış, zorba, istediğini yapan, büyük (Î.P.)

650
TERTİL den türeyen teşbih kavramı, din ıstılahı
Bir şey düzgün, düzenli, güzel ve olarak; “Sübhanallah” (Allah’ı noksan
muntazam olmak anlamındaki “retel” sıfatlardan tenzih ederim) demek ve
kökünden türeyen tertil kelimesi söz­ namaz kılmak” (Tâ-hâ, 20/130; Rûm, 30/17)
lükte; sözü güzel, düzgün, yerinde ve anlamına gelir. Arap dilinde teşbih;
itinalı söylemek, bir şeyi düzenlemek, bir şeyi tazim ederek kötülüklerden ve
sıralamak demektir. Istılahta, Kur’ân-ı noksanlıklardan tenzih etmek demektir.
yavaş yavaş, anlamını düşünerek, harf­ “Sübhanallah”, eş ve çocuk isna­
lerin mahreçlerine ve tecvit kurallarına dı, zulüm, âcizlik, ortağı bulunma vb.
dikkat ederek, anlama göre sesini yük­ ilahlıkla bağdaşmayan her türlü nok­
seltip alçaltarak ve itina ile okumak san sıfatlardan Allah’ı tenzih ederim,
anlamına gelir. demektir.
Bu kelime Kur’ân’da iki âyette Kur’ân’da bu kavram çeşitli form­
geçmiştir. Yüce Allah, Furkân sûre­ larda 92 âyette kullanılmış ve bu kav­
sinin 32. âyetinde, Kur’ân-ı ağır ağır ramla bütün meleklerin (A’râf, 7/206),
okuduğunu (parça parça indirdiğini) müminlerin (Secde, 32/15), akıllı insan­
bildirmiş ve Müzzemmil sûresinin 4. ların (Âı-i imrân 3/191), göklerde ve yerde
âyetinde ise Peygamberimize, dolayı­ bulunan her şeyin (isrâ, 17/44) Allah’ı teş­
sıyla her mümine, “...Kur ’ân ’ı tertil ile bihleri söz konusu edilmiştir.
oku" buyurmuştur. (İ.K.) İnsanların teşbihi gibi meleklerin
TERVİYE GÜNÜ teşbihi de, sübhanallah diyerek Allah’ı
takdis ve tenzih etmek (Müslim, zikir, 84)
Terviye kelimesi sözlükte “bir
ve namaz kılmaktır (Taberî, i, 1/211).
işi aceleye getirmeyip enine boyuna
düşünmek, sulamak, suya kandırmak, Teşbih kavramı, Kur’ân’da
rivâyet ettirmek” gibi anlamlara gel­ “Sübhanallah”, “sübhaneke”, “sübha-
mektedir. Terviye günü ise, Zilhicce nehu”, “sübhane Rabb’î”, “sübhane
ayının 8. günü, yani Kurban Bayramı Rabb’ina”, “sübhanellezî..”, ifadeleri
arafesinden bir önceki gündür. ile; Allah’tan başka ilahları (Tevbe, 9/3,
Enbiyâ, 21/22), Allah’a çocuk isnadını
Terviye gününde hacı adayla­
(Bakara, 2/116; Yûnus, 10/68), Allah İle cin­
rı Arafat’a gitmek üzere Mekke’den
ler arasında soy birliği iddiasını (En’âm,
Mina’ya doğru hareket ederler. Hacı
6/100; Saffât, 37/160), Hristiyanların İsa (a)T
adayları sıcak bir iklimde susuz bir
ve rahiplerini, Yahûdîlerin hahamları­
sahayı kat edeceklerinden, genel­
nı Allah’tan ayrı rab kabul etmele­
de hazırlık olmak üzere hayvanlarını
rini reddetmek (Tevbe, 7/31), maddî ve
iyice sulayıp kandırdıkları için bu isim
verilmiştir (İ.P.) manevî nimetler karşısında Allah’a
şükretmek ve O’nu yüceltmek için
TEŞBİH (Zuhrûf, 43/13); söylenmeyecek, yapılma­
Yüzmek, akmak, gitmek, bir işi yacak ve olmayacak bir söz, iş ve isnat
bitirmek, geçimi için çalışıp çabala­ karşısında “hâşâ”, “hayır” anlamında
mak, koşuşturmak, uyumak, sakınmak, ‘reddetme ifadesi’ (Mâide, 5/116; isrâ,17/90-
dinlemek, yeri kazmak ve çok söz söy­ 93) ve dua cümlesi olarak (Tevbe, 9/10)
lemek anlamlarındaki “s-b-h” kökün­ kullanılmıştır.

651
Bir çok âyette Allah’ın teşbih edil­ tesettür, dinî bir kavram olarak, kişi­
mesi emredilmiştir (Ahzâb, 33/42). (İ.K.) nin bir zarûret olmaksızın açılması ve
TEŞBİH NAMAZI bakılması helâl olmayan uzuvlarını ört­
mesi demektir. Bu kavramdan daha çok
Teşbih namazı, her rekatinde yet­ kadınların, yabancı erkeklere karşı, eli
miş beş olmak üzere toplam üçyüz ve yüzü dışındaki uzuvlarının örtünme­
defa teşbih okunan dört rekatli ve si anlaşılmaktadır.
ömürde bir defa da olsa kılınması tav­
îslâm bilginleri âyet ve hadislere
siye edilen mendûb bir namazdır. Hz.
dayanarak avret mahallini (örtülme­
Peygamber, teşbih namazı kılınması­
si zorunlu yerlerini) erkekler için diz
nı tavsiye etmiş, bu namazın pek çok
kapağı ile göbek arasının; kadın için;
günahın affına sebep olacağını haber
Müslüman kadınlara karşı göbek ile
vermiş; her gün kılınmasının zorluğu
diz kapağı arasının; mahremlere yani
sebebiyle, haftada bir, ayda bir, yılda
dinen evlenemeyeceği erkeklere karşı;
bir veya ömürde bir defa kılınmasının
yüzü, başı, saçı, göğsü (sadrı), ayak­
yeterli olacağını belirtmiştir (Ebû Dâvûd,
ları, bacakları, elleri ve kolları hariç
Salât, 303; Tirmizî, Salât, 350).
diğer uzuvlarının; namahremlere yani
Teşbih namazının kılınışı şöyledir: dinen nikâhlanması helâl olan erkekle­
Namaz kılmaya niyet edilerek iftitah re karşı; yüzü, elleri ve ayakları hariç
tekbîri ile namaza başlanır. Sübhâneke bütün uzuvlarının avret yeri olduğunu
duasını okuduktan sonra 15 defa söylemişlerdir.
“Sübhanallâhi veT-hamdü lillâhi velâ Kur’ân-ı Kerim’de kadınların örtün­
ilâhe illallâhu vallâhu ekber” denir. meleri ile ilgili olarak Ahzâb sûresin­
Sonra eûzu besmele çekilerek Fâtiha de, “Ey Peygamber! Hanımlarına,
ve zammu sûre okunduktan sonra 10 kızlarına ve mümin kadınlara (dışarı
defa daha bu teşbih okunur. Daha sonra çıktıkları zaman) örtülerini üstlerine
rukûa eğilip ve üç defa sübhâne rabbi- salmalarını söyle. Onların tanınması
yeT-azîm dedikten sonra 10 defa aynı ve incitilmemesi için en elverişli olan
teşbih okunur. Rükûdan doğrulunca 10
budur. Allah bağışlayandır, esirge­
defa, secdede 10, iki secde arasında 10
yendir. ” buyurulmuştur (Ahzâb, 33/59).
ve ikinci secde de 10 defa aynı şekilde Bu âyetten sonra inen Nûr sûresinin
teşbih okunur. Böylece bir rekatte 75
31. âyetinde ise; “Mümin kadınlara
defa teşbih tamamlanmış olur. İkinci
da söyle, gözlerini (harama bakmak­
rekate kalkınca 15 defa teşbihle başlar
tan) sakınsınlar; ırzlarını korusunlar.
ve kalanını birinci rekatte olduğu gibi
Kendiliğinden görünen kısmı hariç,
kılar. Bu şekilde 4 rekat namaz kılınır.
zinetlerini açmasınlar. Baş örtülerini,
Teşbih namazı nafile bir namaz oldu­
yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini;
ğundan, terâvih dışındaki diğer nafile­
kocaları, babaları, kayınpederleri,
lerde olduğu gibi tek başına kılınması
oğulları, kocalarının oğulları, erkek
gerekir. (Î.P.)
kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğul­
TESETTÜR ları, kız kardeşlerinin oğulları, mümin
Sözlükte “bir şeyin içinde veya kadınlar, ellerinin altında bulunan
arkasında gizlenmek” anlamına gelen köleleri, erkekliği kalmamış hizmetçiler

652
yahut henüz kadınların mahrem yerle­ tesettür evrensel, sürekli bir hüküm;
rini anlamayan çocuklardan başkasına örtünmenin şekli ise yereldir. (İ.P.)
göstermesinler Gizlemekte oldukları TESLİS
zinetleri bilinmesi için ayaklarını yere
bk. Ekânim.
vurmasınlar Ey müminler! Hep birden
Allah'a tevbe ediniz ki kurtuluşa ere­ TEŞBİH
siniz. ” büyütülmüştür. Kur’ân’daki bu Bir şeyi başka bir şeye benzetmek
hükümlerin yanında Hz. Peygamber suretiyle arzu edilen anlamı en kısa
de, vücut hatlarını belli edecek tarzda ifade ile beyan etme sanatına denir.
giyinmeyi, karşı cinsi tahrik edecek Teşbihte dört öğe vardır. Benzeyen
şekilde, dar ve şeffaf giyinmeyi yasak­ (müşebbeh), kendisine benzetilen
lamıştır. Bu âyetler ve Hz. Peygamberin (müşebbehün bih), benzetme edatı ve
hadislerinden, avret mahallinin namaz­ benzetme yönü (vechü’ş-şebeh = iki
da olduğu gibi namaz dışında da örtül­ taraf arasındaki ortak nitelik) Bu nite­
mesinin gerektiği anlaşılmaktadır. Bu liğin kendisine benzetilende benzeyen-
âyetlere bakıldığında, başka bir delile dekinden daha kuvvetli ve açık olması
gerek olmaksızın, tesettürün emredil- gerekir.
diği anlaşılır. Çünkü, açılması yasakla­ Ali güneş gibi parlaktır. Ali = ben­
nan uzuvların örtülmesi emredilmeyip zeyen, güneş = kendisine benzetilen,
sadece tavsiye edilmiş olsaydı, daha gibi = benzetme edatı, parlaklık = ben­
sonra kimlerin yanında ziynetlerin açı­ zetme yönüdür. Teşbihin bir çok çeşidi
labileceğinin sayılması anlamsız olur­ vardır. Bütün öğeler varsa mufassal
du. Bu da, örtünme ile ilgili bu âyetle­ ve mürsel, benzetme edatı düşmüşse
rin emir ifade ettiğini göstermektedir. müekked, benzetme yönü düşmüşse
mücmel, benzetme yönü ve edatı düş­
Ayrıca ^Evlenme ümidi kalmamış
müşse beliğ adını alır.
yaşlı kadınların zinetlerini (bütünüyle)
açmaksızın (dış) elbiselerini bırakma­ Benzeyen veya kendisine benze­
larında kendileri için bir günah yoktur tilenden biri düşerse istiâre olur. (bk.
Ama iffetli olmaları onlar için daha îstiâre) Teşbihin müfred, mürekkep,
dımnî, maklub, hissi ve aklî gibi
hayırlıdır... ” (Nûr, 24/60) âyeti, evlenme
kısımları da vardır. Kur’ân’da teşbih
ümidi olan kadınların avret mahalleri­
sanatı çok geçmektedir. (Î.K.)
ni açmalarının günah olduğuna işaret
etmektedir. Peygamberimiz, sahâbe, TEŞEHHÜD
tâbiîn ve daha sonraki nesillerde asır­ Sözlükte “şehâdet kelimesini söyle­
lardır, örtünme ve başörtüsü uygulana mek, şehâdet talep etmek” anlamlarına
gelmiştir. gelen teşehhüd, dinî bir kavram olarak,
îslâm dini tesettüre böyle önem ver­ namazın her oturuşunda ettahiyyâtü
mekle birlikte, örtünmenin şekli konu­ duasını okumak veya bunu okuyacak
sunda ayrıntıya girmemiş, bunu örf ve kadar oturmak demektir.
adete bırakmıştır. Böylece her çağda Namazın son oturuşunda teşehhüd
ve her bölgede bu emrin yerine getiril­ miktarı oturmak farz, teşehhüd vacip­
mesine imkân verilmiştir. Sonuç olarak tir; üç ve dört rekatli namazların ikinci

653
rekatında ise, teşehhüd miktarı oturmak İmam Ebû Yusuf ve îmam
vaciptir. (Î.P.) Muhammed’e göre bu tekbirlerin söy­
TEŞMÎT lenmesi kadın-erkek her Müslümana
vaciptir. Ebû Hanîfe’ye göre bu tek­
Teşmît, aksıran kimseye “yerhamu-
birin; arefe günü sabah namazından
kellâh” (Allah rahmet etsin) demek­
itibaren bayramın birinci günü ikindi
tir. Hz. Peygamber, “ Müslümanın,
namazına kadar sekiz vakit, cemaatle
Müslüman üzerinde altı hakkı vardır;
kılınan farz namazlardan sonra söylen­
karşılaştığında selâm vermek, davetine
mesi vaciptir.
icâbet etmek, nasihat istediğinde nasi­
hat vermek, aksırıp da hamdettiğinde Bu tekbirleri söylemek, Şâfiî ve
teşmîtte bulunmak, hastalığında ziya­ Hanbelî mezheplerine göre sünnet,
ret etmek ve cenazesinde bulunmaktır. ” Mâlikî mezhebine göre müstehaptır.
buyurmuştur (Tâc, v/16). (Î.K.)

Aksıran kişinin el-hamdü li’llah TEŞYÎ’


demesi üzerine, teşmîtte bulunulur. Cenâzeye karşı yapılan görevlerden
Zirâ Rasûlüllah, hamdetmeyene teşmît­ birisi olan teşyî’, cenazenin yıkanıp
te bulunmamıştır (Buhari, Edeb, 127; Müslim, kefenlenmesinden sonra, tabuta konu­
Zühd, 53). (Î.P.)
lup musallâya ve cenaze namazından
TEŞRÎ’ sonra da kabristana taşınmasına denir.
Teşri’ kanun koymak, din - şeriat Cenazenin yıkanıp kefenlenmesi
koymak anlamlarına gelir, (bk. Şeriat) ve cenaze namazının kılınması farz-ı
(Î.P.) kifaye olduğu gibi, bundan sonra kabre
TEŞRİK TEKBÎRİ kadar taşıyarak defn edilmesi de farz-ı
kifayedir. Hz. Peygamber Müslümanın
“Teşrik" Arap dilinde etleri doğ­ Müslüman üzerindeki haklarını sayar­
rayıp kurutmak demektir. Vaktiyle ken, bu haklar arasında cenazede hazır
bayramın birinci günü Mina’da kesi­
bulunmayı ve kabre kadar takip etmeyi
len kurbanların etleri, bayramın 2., 3.
de saymıştır (Tâc, v/16). Cenazenin dört
ve 4. günlerinde güneşte kurumaya
tarafından kırk adım taşınması sün­
bırakılırdı. Bu sebeple bu üç güne et
nettir. Önce sağ ön tarafından, sonra
kurutma günleri anlamında “eyyam-ı
sağ arkasından, daha sonra da sol ön
teşrik / teşrik günleri” denilmiştir.
ve arkasından taşınır. Cenazenin koşar
“Tekbir” ise Allah’ı ululamak, yücelt­
adımla olmaksızın, hızlı bir şekilde
mek demektir. Kurban bayramının
defnedileceği yere taşınması uygundur.
arefe günü (9 zilhicce) sabah nama­
Cenazeyi kabre götürenlerin bu esnada
zından başlayarak bayramın 4. günü­
ne ikindi namazına kadar (13 zilhicce) ölümü, âhireti düşünüp, Allah’ı zikret­
ikindi namazı dahil farz namazlardan meleri, dünya ile alakalı şeyler konuş­
sonra toplam 23 defa “Allâhü ekber mamaları îslâm adâbındandır.
Allâhü ekber lâ ilâhe illallâhü vallâhü Cenaze merasimlerinin ölen bir
ekber Allâhü ekber ve lillâhi’l-hamd” Müslümana yapılması gereken son
cümlesini söylemeye “teşrik tekbiri” bir vazife olması yanında, yaşayanla­
denir. ra yönelik ölümü hatırlatmak, âhireti

654
düşünerek ibret almak gibi amaçları TEVAZU
vardır. Bu nedenle cenaze törenlerinde Sözlükte “alçak gönüllü olmak”
bağırıp çağırmak, yüksek sesle ağla­ anlamına gelen tevazu, ahlâk kavramı
mak, ölen kişileri alkışlamak, slogan olarak,“kişinin nefsini HakkTn huzu­
atmak, ıslık, zılgıt, tezahürat yapmak runda kulluk mevkiine koyması, insan­
caiz değildir. Bunlar dinimizin aslında lara karşı kibirli ve gururlu olmaması”
bulunmayan bid’atlar; özden sapma demektir. Allah’ın iyi kullarından söz
tezahürleridir. îslâm âlimleri, değil bu eden bir âyette en başta tevazu erde­
gibi taşkınlıkları, cenaze merasimlerin­ mine işaret edilerek şöyle buyurulmuş-
de yüksek sesle tekbir getirmeyi bile tur: “Onlar yeryüzünde tevazu içinde
hoş karşılamamışlar, mekruh kabul yürürler. ” (Furkân, 25/63). Bir başka âyet­
etmişlerdir. Bu itibarla cenaze mera­ te “Allah katında en değerliniz takva
siminde hazır bulunanların sükûnet ve (Allah "a karşı sorumluluk bilinci) bakı­
vakarla cenazeyi takip etmeleri gerek­ mından en üstün olanınızdır. ” (Hucurât,
lidir. Bu ölen kimseye gösterilecek say­ 49/13) buyrulmak suretiyle insanların
gının da bir gereğidir. (Î.P.) kendilerini üstün görmelerinin yanlışlı­
TEVÂ ğına dikkat çekilmiştir. Hz. Peygamber
de hem kendisi insanlara karşı müteva-
Sözlükte “helâk olmak, mal helâk
zi davranmış, hem de müminleri müte-
olmak, malın bir daha geri dönmesin­
vazi olmaya çağırmıştır. Konuyla ilgili
den ümit kesmek” anlamlarına gelen
bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: “Kim
tevâ, bir fıkıh kavramı olarak, havale
Allah için alçak gönüllü davranırsa,
akdinde, alacaklının (muhtâl), havale
kuşkusuz Allah ta onun derecesini yük­
eden asıl borçludan (muhil) alacağını
seltir. ” (Müslim, Birr ve’s-Sıla, 69; Tirmizî, Birr,
isteme hakkı doğuran sebepleri ifade
82). Mümin hem alçak gönüllü, hem de
etmektedir.
vakar sahibi olmalıdır. Ancak kişiyi zil­
Havale akdinde, borç eski borçlu­ let ve meskenete düşürecek derecede­
nun zimmetinden yeni borçlunun zim­ ki bir tevazu da dinin özüne aykırıdır.
metine geçer. Bu nedenle havale edilen (M.C.)
alacaklı, hakkını yeni borçludan ister;
TEVBE
birinci borçludan alacağını talep etme
yetkisine sahip değildir. Ancak tevâ Sözlükte “pişmanlık, dönme, nedâ-
durumunda alacaklı, hakkını havaleyi met” anlamına gelen tevbe, İslâmî bir
yapan eski borçludan talep edebilir. kavram olarak, kulun işlediği kötülük
Tevâ hali ise, havale edilen yeni borç­ ve günahlara pişman olup, onları ter-
lunun havale işlemini inkâr ederek kederek Allah’a yönelmesi, emirleri­
yemin etmesi ve alacaklının da elinde ne uymak ve yasaklarından kaçınmak
bu konuda bir delilinin bulunmaması; suretiyle Allah’a sığınarak bağışlan­
yeni borçlunun iflas etmiş olarak vefat masını dilemesi demektir. Tevbe, kula
etmesi ya da sağ olduğu halde iflasına nispet edilince, arızî olan günah hali­
hükmedilmesi durumlarıdır. (Î.P.) ni bırakıp aslî olan salâh haline dön­
mek; Allah’a nispet edilince de tâli
TEVÂTÜR olan gazab bakışından, aslî olan rah­
bk. Mütevâtîr Hadis. met bakışına dönmek anlamına gelir.

655
Günahlardan dolayı tevbe etmek farz­ tevekkül edene Allah yeter... ” (Talak,
dır. Kur’ân’da tevbe ve türevleri sek­ 65/3) denilmiş, peygamberlerin (Tevbe,
sen altı defa geçmektedir. Tevbe, Hz. 9/129; Hûd, ıı/56) ve gerçek müminlerin
Âdem’le başlar ve kulluğun bir göster­ Allah’a tevekkül ettikleri (Enfâi, 8/2-3)
gesidir. Bir âyette tevbenin nasûh olma­ bildirilmiştir.
sı istenmiştir (Tahrîm, 88/8). Nasûh tevbe Allah’a tevekkül; Allah’ın yardımı­
ise samimi, ciddi ve günaha bir daha
na, çalışanın emeklerini boşa çıkarma­
dönmemek üzere yapılan tevbedir. Hz.
yacağına, sevabını, ücretini tam vere­
Peygamber de her konuda olduğu gibi
ceğine, duaları kabul edeceğine, âdil
tevbe konusunda da ümmetine örnek­
olduğuna ve haksızlık etmeyeceğine
lik etmiş, hem de müminleri tevbe
inanmak ve güvenmektir. Tevekkül,
etmeye davet etmiştir (Buhârî, Deavat, 4;
çalışmadan, sebeplere sarılmadan işi
Müslim, Tevbe, ı, 78). Küfürden îmâna dön­
mek kâfirlerin, kötülüklerden iyilikle­ Allah’a havale etmek değildir. İnsan
re dönmek fâsıkların, kötü huylardan her ne iş yapıyorsa yapsın, o işini
iyi ahlâka dönmek ebrârın (iyilerin), kurallarına uygun olarak yapacak,
mâsivâdan Hakk’a dönmek nebi ve çalışacak, sabredecek, Allah’tan başa­
velilerin tevbesidir. Tevbenin bir kısım rısı için yardım isteyecek ve Allah’ın
şartları vardır. Günaha pişmanlık duy­ kendisini muvaffak kılacağına itimat
mak, günahı derhal terk etmek ve bir edecektir. Bu husus, Ankebût sûresinin
daha eski hâle dönmemeye azmetmek. 58-59. âyetlerinde açıkça ifade edil­
Tevbenin rükünleri ise, farzların yerine miştir. “Çalışanların ücreti ne güzel­
getirilmesi, borçların ödenmesi, helâl dir. Onlar ki sabrederler ve Rablerine
lokma yenilmesidir. Tevbe edene tâib, tevekkül ederler. ” Buna göre, çalış­
tevbekâr denir. însanı yeniden hayata ma, sabır ve tevekkül birlikte olacak­
bağlayan, ona ümit ve yaşama iste­ tır. Çalışmadan işleri Allah’a havale
ği veren, onu Allah’a yöneltip inanç etmek doğru olmadığı gibi Allah’ı
ve îmânını kuvvetlendiren, doğru ve devre dışı bırakmak da doğru değildir.
dürüst davranmasını sağlayan, herke­ Allah’ın izni ve yardımı olmadan başa­
sin hakkını gözeten ve kendi hakkına rılı olmak mümkün değildir. Bir çiftçiyi
razı olan bir kişi haline gelmesine vesi­ düşünelim. Toprağı sürecek, işleyecek,
le olan tevbenin insan hayatındaki rolü
zamanında ve kurallarına uygun olarak
büyüktür. (M.C.)
tohumu ekecek, gerektiğinde sulaya­
TEVEKKÜL cak, gübreleyecek, koruyacak, kendine
Sözlükte “dayanmak, güvenmek, düşeni yaptıktan sonra gerisini Allah’a
vekil tutmak” anlamlarına gelen tevek- havale edecek, iyi ürün vermesini
kül, din dilinde; her hususta Allah’a Allah’tan bekleyecek, Allah’ın emeğini
güvenmek, dayanmak, teslim olmak zayi etmeyeceğine inanacaktır. Bunları
işlerini Allah’a havale etmek demektir. yapmadan Allah’a tevekkül etmek,
Tevekkül kavramı Kur’ân’da türev­ tevekkül değil miskinliktir. “Ben gere­
leriyle birlikte 69 defa geçmiştir. Israrla ken her şeyi yaptım, iyi ürün alırım,
Allah’a tevekkül edilmesi emredil­ Allah ne yapacak”, demek de Allah’ı
miş (Mâide, 5/11; Tevbe, 9/51), “...Allah’a tanımamaktır. Allah yağmur vermeyi-

656
verse, ne olacak? Bir âfetle mahsulü yorumlamak doğru değildir. Zira mür-
yok ediverse, kim engel olacak? şid, insana Allah’a giden yolları göste­
Tevekkül edene mütevekkil denir, rebilir, onu Hakk’a yöneltebilir; hatta
(bk. Mütevekkil) (Î.K.) İslâm ahlâkını temsilde örnek olabilir.
Fakat Allah ile kul arasında vasıta ola­
TEVELLÎ
maz. Gerçek vesile; insanın Allah rıza­
Sözlükte “dost edinmek ve dost sı için ibadet yapması ve yasaklardan
olmak” demektir. Bir mezhepler tari­ kaçınarak Allah’a yaklaştıran sebepleri,
hi ıstılahı olarak daha çok Şiîler ve gerçekleştirmesidir.
Haricîler tarafından kullanılmıştır. Bu
Vesilenin arşa yakın bir makam
durumda tâbi olduğu lideri sevmek,
veya cennette bir derece olduğu ifade
onu seveni sevmek ve ona dost olmak
edilmiştir. Peygamberimizin ezandan
demektir. Şiîlere göre bu önderlik, Hz.
sonra okunmasını tavsiye ettiği duada
Muhammed başta olmak üzere kızı
da buna işaret edilmektedir. “Kim ki
Fatıma ve damadı Hz. Ali vasıtasıyla
ezan okunduktan sonra, Allah'ım,
devam eden soy ve nesle aittir. İşte bu
ey bu çağrının ve başlayan namazın
soydan gelenleri sevmek “tevellî”dir.
Türkçemizde ise bu terim daha çok sahibi! Muhammed'e vesile, fazilet
tevellâ şeklinde kullanılmaktadır. (F.K.) ver; onu; kendisine söz verdiğin yüce
makama ulaştır!' derse, ona şefaatim
TEVESSÜL
hak olur. " (Buhârî, Ezan, 8). (F.K.)
Sözlükte “yaklaşmak, sarılmak,
TEVFÎK
başvurmak, sebep aramak ve maksa­
da ulaşmak için birşeyi vasıta kılmak” Sözlükte “başanya erdirme, uyumlu
anlamına gelen tevessül, dinî literatür­ kılma, ahenkli hale getirme” anlamına
de, bir isteğin, bir işin veya arzunun gelen tevfik, tasavvufta, Allah’ın, kulu­
yerine gelebilmesi için ilim, amel, nun yaptığı işi, rıza ve sevgisine uygun
ahlâk veya bazı şahısları aracı kılmayı hale getirmesi, iradesi ve rızasına
ifade etmektedir. uygun işler yapmayı ona nasib etmesi
demektir. Buna inayet de denir. Sonucu
Kur’ân’da vesile kelimesi iki ayrı
belirleyen takdir, irade ve kuvvet yal­
yerde zikredilmiştir: “Ey îmân eden­
nızca Allah’a ait olduğundan ulaşılan
ler! Allah "a karşı gelmekten sakının.
her başarıyı Allah’tan bilmek gere­
O ’na yaklaşmaya yol arayın ve yolun­
kir. Bir âyette buna işaret edilmiştir:
da cihad edin ki kurtuluşa eresiniz"
“...Benim başarım ancak Allah ile­
(Mâide, 5/35), “Onların yalvardıkları bu
dir..." (Hûd, 11/88). (M.C.)
varlıklar Rablerine hangisi daha yakın
olacak diye vesile ararlar; O ’nun rah­ TEVHİD
metini umarlar ve azabından korkar­ Sözlükte “bir şeyin tek olduğuna
lar. ” (isrâ, 17/57) Bu âyetlerde aranması hükmetmek ve onun böyle olduğunu
istenen vesile, îmân, itaat, sâlih amel­ bilmek” anlamına gelen tevhîd, ıstılah­
ler, cihad ve diğer Îslâmî görevlerdir. ta, Allah’ın zatını bütün tasavvurlardan,
“O’na vesile arayınız” hükmünü, mür- zihinlerdeki hayal ve evhamdan tecrid
şidler arayınız veya kendinizle Allah etmek (soyutlamak)tir. Tevhid üç şekil­
arasında bir vasıta bulunuz anlamında de olur; Yüce Allah’ın ulûhiyetini tanı-

657
mak, birliğini tasdik etmek ve O’na hiç TEVRAT
bir eş ve ortak kabul etmemektir. Sözlükte “kanun, talim ve şeriat”
Bütün peygamberlerin ilk daveti anlamına gelen Tevrât, ıstılahta, Yüce
tevhidi. Çünkü o, Hak yoluna girme­ Allah’ın vahiy yoluyla Hz. Musa’ya,
nin başlangıcı ve Allah’a inanmanın kavmine tebliğ etmesi için indirdiği
ilk basamağıdır. Cenab-ı Hak gönder­ kitabın adıdır. Kur’ân-ı Kerim toplam
diği her peygambere ilk hareket tar­ 17 yerde bu kitaba atıfta bulunmakta,
zının ümmetini tevhide davet olduğu­ ancak onun Yahûdîler tarafından tahrif
nu bildirmiştir: "‘Senden önce hiç bir edildiğini de bildirmektedir (Bakara, 2/75;
Rasûl göndermedik ki ona: “Benden Âl-i İmrân, 3/3,48,50,56, 93; Mâide, 5/43, 44, 46, 66,
başka ilâh yoktur; şu halde bana kul­ 68, 110; A’râf, 7/157; Tevbe, 9/111; Fetih, 48/29; Sâf,
luk edin. ” diye vahyetmiş olmayalım. ” 61/6; Cum’a, 62/5).
(Enbiyâ, 21/25). Yahûdîler Tevrat’ın birbirinin
Allah’ın vahdaniyetini konu eden tamamlayıcısı olduğuna inandıkları
bilin dalına, ilm-i tevhid denir. Bu ilim beş kitaptan oluştuğunu kabul etmek­
başlangıçta daha çok Allah’ın birli­ tedirler. Bunlar; Tekvin, Huruç, Tevrat,
ğinden ve sıfatlarından bahsediyordu. Sayılar ve Tesniye’dir. Tarihî kayıtla­
Daha sonra nübüvvet ve ahiret konula­ ra göre ilk kez Asur Kralı Buhtunnasr
rını kapsamına almış olsa bile aynı ismi Kudüs’ü işgal edince Tevrat nüshalarını
yine korumuştur. Çünkü tevhid ve sıfat yakmıştır. Yahûdîlere göre Azra isimli
daima akâid ilminin en önemli nok­ biri yüz sene sonra Tevrat’ı ezberinden
talarını teşkil etmiştir. îslâm tefekkür tekrar yazmıştır. Bu nedenle Yahûdîler
tarihinde “ilm-i tevhid”, “ilm-i kelâm” Azra’yı da peygamber olarak kabul
yerine de kullanılmıştır. (F.K.) ederler. Bu zatın Kur’ân’da zikrolunan
Hz. Üzeyr olabileceğini düşünenler de
TEVKÎL
vardır. Yine Yahûdî kaynaklarına göre
Birini bir işte yerine vekil kılmak Roma Kralı Artiokus da Filistin’i işgal
demektir. Vekil kılana müvekkil, bu işle­ ettikten sonra Tevrat nüshalarını ikin­
me de vekâlet denir, (bk. Vekâlet) (Î.P.) ci kez yaktırmıştır. Böylece Tevrat’ın
TEVLİYE nasıl yazıldığı hususunda net bilgi
Sözlükte “birini bir işe idareci yoktur. Ancak Müslümanlar, Allah’ın
kılmak, bir şeyden yüz çevirip uzak­ Hz. Musa’ya bir kitap verdiğine ve
laşmak” gibi anlamlara gelen tevliye, bunun Tevrat olduğuna inanırlar. Fakat
bir fıkıh kavramı olarak, bir kimsenin o Tevrat’ın bugünkü Tevrat olmadığı da
almış olduğu malı, kendisine kaça mal bir gerçektir. (F.K.)
olduğunu söyleyerek, kendisine mal TEVVÂB (Kâbilü’t-Tevbi)
oluş fiyatına satmasına denir. Tevbe etmek, pişman olmak, dön­
Tevliye yoluyla satışta, satanın müş­ mek, tevbesini kabul etmek, günahını
teriyi aldatmaması gerekir. Satıcının silmek anlamındaki “t-v-b” kökünden
aldattığı, yani akit esnasında kendisine türeyen tevvâb “tâib” isminin müba­
mal olan fiyattan daha yüksek bir fiya­ lağalı şekli olup, çok tevbe eden anla­
ta mal olduğunu belirttiyse, bu miktar mında insanın, tevbeleri çok kabul
malın bedelinden düşürülür. (Î.P.) eden anlamında Allah’ın sıfatıdır.

658
Tevbe kelimesinin asıl anlamı rücû Su âyetleri örnek olarak zikredebiliriz.
etmektir. İnsanlar, tevbe ile günahı “Şüphesiz Allah kullarından tevbeyi
bırakıp Allah’a dönerler. Allah tevbeyi kabul eder. ” (Tevbe, 9/104); “O kulların­
kabul ile cezalandırmaktan vazgeçip dan tevbeyi kabul eden ve seyyiatlarını
bağış ve affa döner. affedendir...” (Şwy 42/25); “Allah, dile­
Kur’ân’da insanlar hakkında “tâib” diğinin tevbesini kabul eder... ” (Tevbe,
ve “tevvâb”, Allah hakkında ise sadece 9/15); “Allah, sizin tevbelerinizi kabul
“tevvâb” kelimesi kullanılmıştır. etmek istiyor... ” (Nisâ, 4/27), “Kim yaptı­
Allah’ın ismi olarak tevvâb, ğı zulmünden sonra tevbe eder, halini
Kur’ân’da 11 âyette geçmiştir. Allah’ın düzeltirse, Allah onun tevbesini kabul
tevbeyi kabul ettiği bildirilirken “tâbe” eder. Çünkü Allah bağışlayan, merha­
fiili hep “alâ” harfi cerri (edatı) ile met edendir. ” (Mâide, 5/39); “...Dönüş,
kullanılmıştır: “Ben tevbeleri çok yalnız O nadir. ” (ve ileyi metab) (Ra’d,
kabul eden, çok merhametli olanım. ” 13/30).
(Bakara, 2/160). Şartlarına uygun tevbe ile Allah’ın
Allah’ın tevvâb ismi; duadan veya affetmeyeceği hiç bir kulu yoktur. Kul
tevbeden veya tevbe emrinden sonra ne zaman tevbe etse, Allah onun tevbe­
zikredilmiştir: “Adem Rabbından bir sini kabul eder. (İ.K.)
takım kelimeler aldı ve O ’na tevbe etti. TEYEMMÜM
Çünkü O Allah, tevbeyi çok kabul eden, Sözlükte “kastetmek, yönelmek”
çok merhametli olandır ” (Bakara, 2/37), anlamına gelen teyemmüm, dinî bir kav­
îbrâhim ile İsmail "... Bize ibadet yerle­ ram olarak, su kullanma imkânı bulun­
rimizi göster, tevbemizi kabul et. Çünkü madığında, abdestsizlik, cünüplük gibi
sen tevbeleri çok kabul eden, çok mer­ hükmî kirliliği gidermek maksadıyla
hamet edensin. ” diye dua etmişlerdir. temiz toprağa sürülen ellerle yüz ve iki
(Bakara, 2/128); “Rabbını hamd ile teşbih kolun meshedilmesi şeklinde yapılan
et ve O ’ndan mağfiret dile. Çünkü O, hükmî temizliği ifade etmektedir.
tevbeleri kabul edendir. ” (Nasr, no/3). Kur’ân-ı Kerim’de, “...Eğer hasta
Allah’ın tevvâb ismi çoğunlukla (9 iseniz, yolculukta bulunuyorsanız,
âyette) “rahim” ismi ile birlikte kulla­ tuvaletten gelmişseniz veya kadınlara
nılmıştır ki bu, Allah’ın tevbe eden kul­ yaklaşmışsanız ve de su bulamamışsa­
larını hem bağışladığını hem de onlara nız, temiz bir toprağa yönelip, onun­
merhamet edip ihsanda bulunduğunu la yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin
ifade eder. "... Çünkü Allah tevbe eden­ (teyemmüm edin)... ” buyurulmaktadır
leri sever... ” (Bakara, 2/222). (Nisâ, 4/43; Mâide, 5/6).
Allah’ın tevbeleri kabul eden Teyemmüm belirli mazeretlerin
olduğu “kâbilü’l-tevbi” tabiri ile de bulunması halinde, abdest ve guslün
ifade edilmiştir ki bu, tevbeyi kabul yerine geçen bir bedeldir. Bu mazeretler
eden demektir. Bir âyette geçmiştir suyu temin etme veya kullanma imkânı­
(Mü’min, 40/3). nın bulunmaması şeklinde özetlenebilir.
Allah’ın bu vasfı Kur’ân’da “tâbe Abdest veya gusle yetecek miktarda su
- yetûbü” fiiliyle de ifade edilmiştir. bulunmaması, suyu kullanmanın sağlık

659
açısından tehlikeli oluşu, suyu elde etme TEZKİYE
araç ve gerecinin bulunmaması, su ile Sözlükte “temizlemek, arıtmak”
arasında yırtıcı hayvan, düşman bulun­ anlamına gelen tezkiye, tasavvufta,
ması, vücudunun yarısından fazlasının nefsi, ona bulaşan kir ve pastan temiz­
yaralı olması bu tür mazeretlerdendir. leyerek nefs-i emmâre mertebesinden
Abdest alacak kimsenin abdest uzuvları­ nefs-i mutmainne mertebesine çıkar­
nın, gusül edecek kimsenin ise vücudu­
mak, ruhu manevî kirlerden arındırmak
nun çoğunluğunun yaralı olması halinde
demektir. Kur’ân’da ((Nefsini kirleten
teyemmüm eder. Uzuvlarının yansından
hüsrana uğrar, nefsini arıtan da felah
azında yara olması halinde sağlam olan
bulur ” (Şems, 91/9-10.) buyrulmaktadır.
organlannı yıkar, yaralı olanlan ise mes-
heder. Abdest ile teyemmüm bir arada Fıkıh ilminde ise iki anlama gelir;
yapılmaz. mahkemede tanıklık yapacak kimse­
lerin durumunu öğrenmek için yapılan
Teyemmümün farzları; niyet etmek
soruşturma, ölülerin peşlerinden iyilik­
ve temiz bir toprağa veya toprak cin­
leriyle anılması. (M.C.)
sinden bir şeye eller vurularak yüzü
ve kolları dirseklerle birlikte meshet- TEZVÎC
mektir. Teyemmüm edecek kimse, ne Tezvîc evlendirme, nikâhlama anla­
için teyemmüm edeceğine niyet eder. mına gelmektedir, (bk. Nikâh) (Î.P.)
Parmakları açık olarak ellerini temiz
TIVÂL
bir toprağa veya toprak cinsinden bir
şeye vurur, ileri ve geri hareket ettire­ Kur’ân’ın 7 uzun sûresine denir.
rek kaldırır, hafifçe birbirine vurarak Bakara (286 âyet), Âl-i îmrân (200
ellerini silkeler. Ellerinin içiyle yüzü­ âyet), Nisâ (176 âyet), En’âm (165
nün tamamını bir kere mesheder. Sonra âyet), Â’râf (206 âyet), Şû’arâ (227
ikinci defa ellerini aynı şekilde vurur âyet), Sâffât (182 âyet). (Î.K.)
ve sol elin içi ile sağ kolunu dirseği ile TİLÂVET
birlikte mesheder; daha sonra da sağ
elinin içiyle sol kolunu aynı şekilde Sözlükte “kitabı okumak, takip
mesheder. etmek, ardından gitmek, tâbi olmak ve
uymak” anlamlarına gelen tilâvet, ıstı­
Teyemmüme başlarken besmele
lahta, Kur’ânT usulüne uygun olarak
çekmek, sıraya riâyet etmek, eller top­
rağa vurulduğunda ileri geri hareket okumak demektir.
ettirmek, eller kaldırıldığında parmak­ Kur’ân’da “telâ” fiili 61 defa geç­
taki toz ve toprakları silkelemek teyem­ miş ve takip etmek (Şems, 91/2), okumak
mümün sünnet ve âdabındandır. (Enfâl, 8/2), ilim ve amel ile tâbi olmak

Abdesti bozan şeyler teyemmümü (Bakara, 2/121), İndirmek (Âl-i îmrân, 3/58)
de bozar. Bunun dışında, abdest veya ve uydurmak (Bakara, 2/102), anlamların­
gusle yetecek suyun bulunması, hasta­ da kullanılmıştır. Bu kelime daha çok
lığın iyileşmesi, suyu kullanma imkânı­ âyetleri, Kur’ânT okuma anlamındadır.
nın elde edilmesi gibi teyemmüm etme­ Ancak, tilâvet kıraatten daha özeldir.
yi mubah kılan mazeretlerin ortadan Her tilâvet kıraattir, fakat her kıraat
kalkması da teyemmümü bozar. (İ.P.) tilâvet değildir. Tilâvette, ittiba, bildir-

660
me ve duyurma anlamı da vardır (En’âm, Meryem sûresinin 58, Hac sûresi­
6/151). (Î.K.) nin 18, Furkân sûresinin 60, Nemi
TİLÂVET SECDESİ sûresinin 25, Secde sûresinin 15, Sâd
sûresinin 24, Fussilet sûresinin 37,
Kur’ân’da on dört yerde geçen Necm sûresinin 62, İnşikak sûresinin
secde âyetlerinin okunması veya işitil­ 21, Alâk sûresinin 19. âyetleridir. Bu
mesi halinde yapılan secdeye denir. âyetlerden sadece Sâd sûresinin 24.
Hanefîlere göre vacip, Şafiî ve âyetinde “rükû”, diğerlerinde “secde”
Hanbelîlere göre sünnet-i müekkede- kelimesi geçmektedir. Hac sûresinin
dir. Bir mecliste, aynı secde âyeti bir­ 77. âyetinde de “rükû edin ve secde
den fazla okunursa bir secde yapmak edin” denilmektedir. Hanefîler, bu âyeti
yeterlidir. Namaz dışında secde âyetini secde âyeti saymamışlardır. İmam Şâfıî
okuyan veya secde âyetini işiten kişi, ve îmam Ahmed bu âyeti secde âyeti
tilâvet secdesine niyet ederek tekbir saymış buna mukabil Sâd sûresinin 24.
alır ve secdeye gider. Üç defa “sübhâ- âyetini secde âyeti saymamışlardır. Hac
ne rabbiye’l-a’lâ” dedikten sonra tekbir sûresinin 77. âyeti hariç diğerlerinde
alarak secdeden kalkar ve “semi’nâ ve secde âyetleri işaretlenmiştir.
ata’nâ gufrâneke rabbenâ ve ileyke’l- A’râf, Ra’d, Nahl, İsrâ, Meryem,
masîr” der (Bakara, 2/286). Hac ve Sâd sûrelerindeki âyetler oku­
Namazda secde âyeti, okunması nunca secde etmenin “farz”; Furkân,
halinde, kıraat eden kişi en çok üç âyet Secde ve Fussilet sûrelerindeki secde
daha okuyup rükû’a eğilecekse, tilâvet âyeti okununca secde etmenin “vâcib”;
secdesine niyet ederek rükûa gider. Nemi, Necm, İnşikâk ve Alâk sûrele­
Yapmış olduğu bu rükû aynı zamanda rindeki secde âyeti okununca secde
tilâvet secdesi yerine de geçer. Şayet etmenin “sünnet” olduğu da söylen­
rükûa eğilmeyip de kıraata devam ede­ miştir. (İ.K.)
cekse, tilâvet secdesine niyet ederek TÖVBE NAMAZI
direk olarak secdeye gider ve secdeyi
Günah işleyen insanın günahından
tamamladıktan sonra doğrudan ayağa
hemen tövbe etmesi Allah’ın kesin
kalkar ve kaldığı yerden kıraata devam
emridir (Nisâ, 4/17-18). Yüce Allah. “Ey
eder. Namaz içerisinde tilavet etmeye
iman edenler! Allah'a içtenlikle tövbe
niyet etmek aklından tilâvet secdesi
edin...” (Tahrîm, 66/8). ayetinde günah
yapacağını geçirmekle yapılır; dil ile
işleyen müminlerin nasûh tövbesi ile
söylenmez.
tövbe etmesi istenmektedir. Nasûh
Namazda okunan secde âyetini tövbesi, şartlarına uygun olarak içten­
namazda olmayan bir kimse işitirse tilâ­ lik ve ihlas ile yapılan tövbeye denir.
vet secdesi yapar. Namazda olan kimse, Tövbenin şartları; kişinin yaptığı güna­
namaz dışından bir kimsenin okuduğu hına pişman olması, Allah’tan af ve
secde âyetini işitirse, namazını tamam­ mağfiret dilemesi ve günahı terk etme­
ladıktan sonra secde yapar. (İ.P.) sidir. Yüce Allah, günahına tövbe etme­
Kur’ân’daki secde âyetleri; Â’râf yen kimseyi zâlim olarak nitelemiştir:
sûresinin 206, Ra’d sûresinin 15, “Kim tövbe etmezse işte onlar, zalimle­
Nahl sûresinin 49, İsrâ sûresinin 107, rin ta kendileridir” (Hucurât, 49/11).

661
İşlediği bir günahtan tövbe etmek musunuz? Temelli kalacağınızı uma­
isteyen kimse her zaman ve her mekan­ rak sağlam yapılar mı ediniyorsunuz?
da bunu yapabilir, ancak abdest alıp iki Yakaladığınız zaman, zorbalar gibi
rekat veya daha fazla namaz kıldıktan mi yakalıyorsunuz? ” (Şu’arâ, 26/128-130)
sonra tövbe etmesi müstehaptır. İşte bu (tAzana ve dünya hayatını ahirete tercih
namaza tövbe namazı denir. (Î.K.) edene, şüphesiz cehennem tek barınak­
TUĞYAN tır ” (Nâzi’ât, 79/37-39) âyetleri buna işaret
etmektedir. Kur’ân, azgın ve başkaları
Sözlükte “haddi aşmak, çok azgın­
üzerinde ilahlık iddiasında bulunacak
lık göstermek, su taşmak, çoğalmak,
kadar sapıtanlara ve kendisini Nemrud
deniz coşmak, mizaçta kan galebe
etmek, zulüm ve küfürde çok ileri git­ ve Firavun örneğinde olduğu gibi
yeryüzünün hükümdarı ve tek hâki­
mek” anlamlarına gelir. Bu kavram
türevleriyle birlikte Kur’ân’ın kırk ayrı mi kabul edenlere tağut demektedir.
yerinde geçmiştir. İnsan belli nimetlere “...înkâr edenlere gelince, onların
kavuşup, kendisinde istediğini yapabi­ dostları da tağuttur Onları aydınlık­
lecek bir güç, bilgi ve yetenek vehmet­ tan alıp karanlığa götürür İşte bun­
tiği an gurur, kibir ve gaflete kapılarak lar, cehennemliklerdir... ” (Bakara, 2/257)
tuğyan kapısını aralar, bir adım daha (F.K.)
öteye geçince Allah’a ortak koşmaya, TÛL-Î EMEL
nefsini O’nun yerine geçirip heva ve Sözlükte “uzun emel, aç gözlülük,
heveslerinin peşinden gitmeye baş­ tama, bitmez tükenmez bir hırs” anla­
lar. îşte bu hal tuğyan halidir. Bu tür mına gelen tûl-i emel, ıstılahta, insanın
insanlar da Kur’ân’ın ifadesiyle Zâtidir. hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış­
Nitekim geçmiş toplumların karakteri ması demektir. Mukabili kasr-ı emel
ve onları helaka götüren sebepler anla­ olup, hemen ölecekmiş gibi âhiret için
tılırken tuğyan felaketine dikkat çekil­ çalışmak anlamındadır. (M.C.)
miştir. Firavun’un tavrı, Nûh kavmi-
nin inkârı, Lût kavminin taşkınlığı ve TURUKU’L-HADİS
Semûd kavminin zevk ve sefa içinde Hadisin senetleri manasına gelen
yaşadıkları halde nankör davranma­ turuku’l-hadis, hadis edebiyatında, her­
ları bir zulüm ve tuğyan hareketi ola­ hangi bir hadisin rivâyet edildiği deği­
rak değerlendirilmiştir. ((Siz her yük­ şik isnadları sıralayan hadis kitaplarına
sek yere bir alâmet dikerek eğleniyor denir. (A.G.

662
UBÛDÎYET sında “Uhud Gazası” diye anılan savaş
Sözlükte “kulluk, kölelik, aşın bağlı­ yapılmıştır. Bu savaşta müşrik ordusu
lık, itaat” anlamına gelen ubudiyet^ ıstı­ 3000 kişi idi. 700’ü zırhlı, 200’ü atlı
lahta, ahidlerde vefalı olmak, İslâm’ın idi. 3000 de deve vardı. îslâm ordusu
çizdiği sınırları muhafaza etmek, elde ise sadece 700 kişi idi. 100’ü zırhlı, ikisi
olana razı olmak, elde olmayana da atlı idi. Savaşın başında Müslümanlar
sabretmek demektir. İnsan Allah’a karşı başarı gösterdi. Müşrikler 20 ölü ver­
yapmış olduğu kulluk göreviyle sadece diler, ilk etapta bozguna uğradılar.
O’nun emirlerini yerine getirmiş olmaz, Müslümanlar, kaçan müşrikleri takip
aynı zamanda her türlü söz ve davra­ yerine ganimet toplamaya başladılar.
nışlarında gösterdiği saygı ve sevgi ile Ayneyn geçidinde görev alan Müslüman
de O’nun hoşnutluğunu kazanmış olur. askerlerin bir kısmı görev yerlerini terk
Ubudiyet^ ibadetten üstündür. Ubûdet edip ganimet toplamaya indiler. Pusuda
ise kullukta kemâl hâlidir. (M.C.) bekleyen Halit ibn Velid, 250 kişilik
süvari ile hücuma geçti, kaçan düşman
UCB geri döndü. Müslümanlar dağıldı. Hz.
Sözlükte “kendini beğenme, kibir, Peygamber (a.s.)’in alt dudağı yarıldı,
böbürlenme ve şımarma” anlamına dişi kırıldı. Müslümanlar 70 şehit verdi­
gelen ucb, dinî bir kavram olarak, ler. Müşrikler savaşı kazanmıştı, ancak
kişinin sahip olduğu amel, mahâret, bir netice alamadan dönüp gittiler. Uhud
san’at, mal, makam, güzellik ve ilim şehitlerini Peygamberimiz kanlı elbise­
gibi nimetleri büyük görerek bunla­ leri ile Uhud’da ikişer ikişer defnetti.
rın gerçek sahibinin Allah olduğunu Cenaze namazlarını da 8 yıl sonra kıldı.
unutması, bir gün yok olup gideceğini (Î.K.)
düşünmemesi demektir. Çok kötü bir
UKAB
huy olan kendini beğenme, kibir ve
gururun sonucudur, ruhî yükselmeye Sözlükte “kartal ve karakuş” anla­
ve manevî kurtuluşa engeldir. (M.C.) mına gelen ukab, Peygamberimizin
savaşlarda kullandığı bayrak veya san­
UDHÎYE cağın adıdır. Hz. Peygamberin bayrak
Udhiye, Allah’a yakınlaşmak ama­ ve sancaklarının siyah ve beyaz olduğu
cıyla, usulüne uygun olarak kurban hakkında rivâyetler vardır. Beyaz san­
edilen, belirli şartları taşıyan hayvan cağın üzerinde kelime-i tevhid yazılı
demektir, (bk. Kurban) (İ.P.) idi. (Î.U.)
UHUD UKÛBÂT
Medine yakınında bir dağın adıdır. Ukûbât cezâlar anlamına gelmek­
Burada 27 Mart 625 Cumartesi günü tedir. Genel olarak furû-ı fıkıh, ibadet,
Mekke müşrikleriyle Müslümanlar ara­ muâmelât ve ukûbât şeklinde üç ana

663
bölüme ayrılmış olup, ukûbât bölü­ ve kavminin (Yûnus, 10/83; Mü’min, 23/46)
münde ceza hukuku işlenmiştir, (bk. Allah’a karşı büyüklendikleri bu kav­
Ceza) (Î.P.) ramla ifade edilmiştir. Âlîye, yüksek
ULEMÂ (Hâkka, 69/22), (yerin) ÜStÜ (Hûd, 11/82); ulâ
(Tâ-hâ, 20/4, 75) ve ulyâ yüce (Tevbe, 9/40);
Sözlükte “bilginler” anlamına gelir,
alâ en üstün (Tâ-hâ, 20/68) demektir, “el-
îslâm Dininde bilginler toplum içinde
alîyyü” yüce anlamında Allah’ın güzel
muayyen bir sınıf ve zümre oluştur­ isimlerinden biridir.(bk. Âlî) (Î.K.)
mazlar. Âyet ve hadislerde bilginin ve
âlimlerin değerini yücelten pek çok ifa­ ULYÂ
deler yer almaktadır. “.. .Bilmiyorsanız, bk. Ulüvv.
bilenlere sorunuz!” (Nahi, 16/43). UMRÂ
Dört halife döneminin sona erme­ Umrâ, bir kimsenin, mülkiyeti
sinden sonra îslâm toplumunun mânevi
kendinde kalmak kaydıyla, yaşadı­
liderliği ve İslâm’ın tebliği, büyük
ğı sürece ücretsiz olarak kullanmak
ölçüde bilginlerin şahsi ve özveri­
üzere bir akarı diğerine vermesidir.
li gayretleriyle gerçekleştirilmiştir.
Malikîlere göre sadaka, ihsan kabilin­
Selçuklu Veziri Nizâmülmülk’ün med­
den olan bu işlem, bir nevi ariyet akdi
reseleri kurmasından önce, yaklaşık ilk
olup, temlik ifade etmez. İkâmet ede­
dört asırda Îslâmî eğitim, bilginlerin
nin vefat etmesi üzerine ev, sahibine
özel eğitim imkânlarıyla sağlanmış­
veya mirasçılarına geri döner. Ancak
tır. Osmanlı döneminde din bilginleri
içerisinde Hanefîlerin de bulunduğu
düzenli bir hiyerarşik ve bürokratik
fakihlerin çoğunluğuna göre, “evimi
yapıya kavuşmuşlardır. (Î.U.)
sana umrâ yaptım” şeklinde sadece
ULÛHÎYET umrâ lafzının kullanılması halinde, bu
îlâhlık sıfatı veya tanrılık vasfı bir hibedir, dolayısıyla ölümden sonra
demektir. Bu vasfa sahip olan, ibadet hibe edene geri gelmesi söz konusu
ve itaat edilmeğe müstehak olan sade­ değildir. Ancak, umrâ lafzını açıklayan
ce Yüce Allah’dır. Çünkü O, her türlü bir kayıt getirilirse, sadece kullanımını
kemâl sıfatına sahip, her türlü noksan veya evin ikâmetini verdiğini belirtirse
sıfatlardan da münezzehtir. îhlâs sûresi geçerli olur ve ölümünden sonra geri
de O’nun ulûhiyyetini en güzel şekil­ döner. (İ.P.)
de ifâde etmektedir: "O, Allah birdir. UMRE
Allah sameddir. O, doğurmamış ve
Sözlükte “ziyaret etmek” anlamına
doğmamıştır. O’nun hiçbir dengi yok­
gelen umre, dinî bir kavram olarak,
tur. ” (EK.)
özel bir şekilde Kâbe’nin ziyaret edil­
ULÜVV mesini ifade etmektedir. Arafe, nahr ve
“Alâ” fiilinin mastarı olup büyük­ teşrik günleri dışında senenin her zama­
lenmek, azmak, taşkınlık etmek, zorba­ nında yapılabilen bu ibadetin ömürde
lık yapmak, üstüne çıkmak ve yüksel­ bir defa yapılması sünnet-i müekkede-
mek demektir. îsim şekli olan âlî, ulu, dir. Ömürde bir defa yapılması sünnet-i
yüce, kibirli demektir. Çoğulu âlındır. müekkede olmakla birlikte daha fazla
Kur’ân’da İblis (Sâd, 38/75), Firavun da yapılabilir. Hz. Peygamber, "Umre,

664
kendisiyle diğer umre arasında işle­ at ve kümes hayvanları dışındaki eti
nilen (küçük) günahlara keffarettir yenen ehlî hayvanların dışkı ve idrarla­
Hacc-ı mebrûrun karşılığı ise ancak rı ile kuşlann pisliklerinin, beden veya
Cennettir. ” buyurmuştur (Buharî, Umre, 1; elbiseye bulaşması halinde, 1/4’ine
Müslim, Hac, 437). kadar müsamaha ile karşılanması;
Umre için dışarıdan gelenlerin kedi, fare, serbest dolaşan tavuk gibi
mîkât mahallerinde, Mekke’de bulu­ evlerin çevresinde insanlarla yaşayan
nanların ise hill bölgesinde ihrama hayvanların artıklarının mekruh olmak­
girmesi gerekir. İhram umrenin şartla- la birlikte temiz kabul edilmesi bundan
rındandır. Umre yapmak isteyen kişi, dolayıdır. (İ.P.)
umre yapmaya niyet eder ve telbiye URBÛN
okuyarak ihrama girer. Bundan sonra Kaporalı alışveriş ve cezâî şart anla­
Kâbe’yi tavaf edip Safâ ile Merve ara­ mına gelmektedir. Aynı zamanda piş­
sında sa’y ettikten sonra tıraş olarak manlık akçesi için de kullanılmaktadır.
ihramdan çıkar. Umrenin tek rüknü, Urbûn, akdi kuvvetlendirmek maksa­
Kâbe’yi tavaf etmektir. Sa’y ve tıraş dıyla, satıcının müşteriden bir meblağ
olmak ise umrenin vaciplerindendir. alması ve müşterinin akdi yerine getir­
(İ-P) mesi halinde, alınan bu meblağın malın
UMRE TAVAFI fiyatından düşülmesi; şayet müşteri
Umre tavafı bütün mezheplere göre infaz etmezse, alınan bu paranın satı­
umrenin farzlarından biridir. Bu tava­ cıya kalmasını ifade etmektedir. Urbûn
fın ilk dört şavtı rükündür. Yedi şavta olarak isimlendirilen bu tür kapo-
tamamlanması ise vaciptir. Umre tava­ ralı satış, Hanbelî mezhebinde caiz
fının vakti, umre ihramına girilmesin­ görülmektedir. Tabiinden, Mücahid,
İbn Şirin, Nafi’ ibn Hars ve Zeyd ibn
den sonra başlar. Son vakti için bir sınır
yoktur. Umre, hac günlerinin dışında Eşlem de bu uygulamayı caiz görmüş­
her hangi bir vakitte yapılabilir. (İ.K.) lerdir. Hanbelîlerin caiz görmüş olduğu
bu şart, Hz. Ömer’in tasvip ettiği bir
UMÛM-İ BELVÂ uygulamaya dayanmaktadır.
Belvâ kelimesi musibet, tecrübe Hanbelîlerin caiz gördüğü urbun
anlamına gelmektedir. Vmûm-i belvâ uygulaması, hem pişmanlık akçesine,
ise, bir musibet veya sıkıntının herkesi hem de cezâi şarta uygun düşmektedir.
kapsayacak şekilde yaygın hale gelme­ Alacaklı, borçlunun edimi hiç veya
si demektir. gereği gibi ifa etmemesi ihtimaline
İslâm dini, kolaylık ve rahmet dini­ karşı alacağını kuvvetlendirme yolları
dir. Bu nedenle zarûret ve ihtiyaç halle­ arayabilir. Bu amaçla alacaklı rehin ve
rinde zarûretin derecesine göre hüküm­ kefalet gibi teminatlara başvurabileceği
lerde esneklik sağlanarak bazı istisnalar gibi akdin hiç veya gereği gibi ifa edil­
getirilmiştir. Zarûret ve ihtiyaç durum­ memesi halinde borçluya belirli mik­
larında olduğu gibi, bir sıkıntının her­ tar para ödeme taahhüdünü de kabul
kesi kapsayacak hale gelip neredeyse ettirebilir. Bu son halde cezâi şart söz
kaçınılması imkânsız olması durumun­ konusu olur. Günümüz ticarî işlemle­
da da kolaylıklar tanınmıştır. Meselâ, rinde bir teminat olarak kullanılan bu

665
uygulama, modern hukukta da kabul Fıkıh usulü eserlerinin kaleme alını­
edilmektedir. Bu bir manada, kişinin şı konusunda, mütekellimîn metodu ve
diğerine bekletmek ve işinden alıkoy­ Hanefîyye metodu olmak üzere iki ayrı
mak sebebiyle vereceği zararı tazmin metod ortaya çıkmıştır. Mütekellimîn
etme taahhüdüdür. (İ.P.) metoduna göre yapılan çalışmalar
URÛZ tamamen nazarîdir. Bu metodu benim­
seyen usulcüler, bir mezhebi dikkate
Sözlükte “genişlik, en” anlamına
almaksızın kaideleri ortaya koyma­
gelen uruz, terim olarak, altın ve gümüş ya çalışırlar. Bu kaideleri belirlerken,
dışında her sınıf malı ifade etmektedir.
çıkacak neticenin kendi mezheplerinin
İslâm mâliyesiyle ilgili ilk eserlerden
görüşüne uyup uymadığına bakmaz­
birini yazan bilginlerden Ebû Ubeyd
lar. Bu metoda Şafıiyye metodu adı
Kasım İbn Sellâm, urûz kelimesini;
da verilmektedir. Hanefîyye metodu
hayvan, gayr-i menkul; ölçü ve tartı ile
ise, usulcüler, mezhep imamlarından
alınıp, satılmayan bütün mal ve emtia
nakledilen fıkhî çözümlere dayanarak,
anlamında kullanmıştır.
mezhep imamlarının içtihat ederken
Mecelle’nin 131. maddesinde ise ve fıkhî meselelerin hükmünü verirken
urûz terimi; para, hayvan, ölçü veya takip ettikleri usul kurallarını tespit
tartıya tâbi malların dışındaki bütün etmeye çalışmışlardır. Hanefî mezhebi
emtia için kullanılmıştır. İslâm fıkhında imamları fıkıh usulünü tedvin etmedik­
şirketlerle ilgili bahislerde de bu konu leri için, daha sonra gelenler bu metod­
işlenmiştir. (İ.U.) la imamlarının usulünü belirlemeye
USÛL-Î FIKIH çalışmışlardır. Her iki metodla eserler
Usûl metod, yöntem, kâide, asıllar yazıldıktan sonra, bu iki metodu birleş­
ve kökler gibi anlamlara gelmekte­ tiren eserler de yazılmıştır. Bu kitaplar­
dir. Usûl-i fıkıh ise, özel bir ilmin adı da önce usul mücerret olarak ele alın­
olup, müçtehidin dinî amelî hüküm­ makta, sonra onun tatbikine geçilerek
leri tafsîlî delillerden çıkarabilmesine Hanefîlerin yolundan gidilmektedir.
(İ.P.)
yarayan kuralların tümünü ifade eder.
Türkçe’de buna fıkıh usulü, İslâm UŞR
hukuk metodolojisi de denilmektedir. Arapça onda bir manasına gelen
Fıkıh usulü ilmi, Hicrî ikinci asrın ‘uşr kelimesi, Türkçe’de, ziraat mah­
sonlarında ortaya çıkmış olup, deliller­ sulünden alınan zekat ile gümrük ver­
den hüküm çıkarma metodunu, delil­ gisini birbirinden ayırmak amacıyla
lerin hüccet olma bakımından derece farklı olarak okunmuştur. Ziraat mah­
ve durumlarını inceler. Delilleri tertib sûlünden alınan zekat için öşür deni­
edip, kimlerin şer’î hükümlere muha­ lirken, gümrük vergisi için ise uşr şek­
tap olduğunu, kimlerin hüküm çıkar­ linde okunmuştur. Buna göre bir fıkıh
ma ehliyetine sahip olduğunu açıklar. kavramı olarak uşr, gümrükten geçen
Kısaca fakihin doğru yoldan sapmama­ ticârî mallardan alınan vergiye denir.
sı için hüküm çıkarırken bağlı kalması Bu vergiyi toplayana ise âşir adı veri­
gereken metodla ilgili bütün hususlar lir. (Ziraat mahsûlünün vergisi hakkın­
fıkıh usulünün konusuna dahildir. da bk. Öşür)

666
Klasik fıkıh kitaplarında, gümrük­ gümrük vergilerindeki oran, ülke men­
ten mal geçiren kişinin statüsüne göre, faatleri ve günün şartlanna göre düzen­
uygulanacak vergi oranları farklı ola­ lenebilir. (İ.P.)
rak belirlenmiştir. Buna göre, gümrük­ UZLET
ten mal geçiren kimsenin Müslüman
Sözlükte “ayrılmak, bir köşeye
olması halinde, ticaret malından kırkta
çekilmek” anlamına gelen uzlet, tasav­
bir oranında vergi alınır. Bu vergi aynı
vufta, günaha girmemek ve daha çok
zamanda, ticaret malının zekatı yerine
de geçmektedir. Bu verginin alınabil­ ibadet etmek gayesiyle toplumdan ayn-
hp ıssız ve kimsesiz yerlere çekilmek,
mesi için, zekatta olduğu gibi ticaret
tek başına yaşamak demektir. Buna
malının nisap miktarına ulaşması ve
halvet, inziva, vihdet adı da verilir.
üzerinden bir yıl geçmesi şartı aranır.
Gümrükten geçen şahsın zimmî olma­ Esasen uzlet, kötü ahlâktan ayrılmak
sı halinde, yirmide bir oranında vergi içindir. Vatanı değil, sıfatları değiş­
alınır; yabancı ülke vatandaşı ise, tirmektir. Kur’ân’da uzleti anlatan
o ülkenin aldığı oranda vergi alınır. âyetlerden bazıları şunlardır: "Sizi ve
Ancak, söz konusu ülkenin ne kadar Allah ’tan başka çağırdıklarınızı ter-
vergi aldığı bilinmiyor ise, onda bir kediyorum’’ (Meryem, 19/48), "Onları ve
oranında gümrük vergisi alınır. Bu, Hz. tapmakta olduklarını terkediniz... ”
Ömer’in yapmış olduğu uygulamaya (Kehf, 18/16). Uzletin karşıtı ihtilat olup
dayandırılmaktadır. halka karışmak anlamına gelir. Uzlet,
hayatın akışı içinde küçük zaman
Günümüzde de uluslar arası ilişki­
dilimlerinde, iç murakabe, iç muha­
lerde mütekâbiliyet esastır ve gümrük
sebe için yapılır. İslâm’da asıl olan
oranlan karşılıklı anlaşmalarla belirlen­
insanlardan uzaklaşmak değil, onlarla
mektedir. Hz. Ömer’in yapmış olduğu
kaynaşmaktır. (M.C.)
bu uygulama da göstermektedir ki,

667
ÜCRET ülfet edilendir. Ülfet etmeyen ve kendisi
İcâre akdinde menfaatin karşılığı ile ülfet edilmeyen kimsede hayır yok­
olarak ödenen şeye denir, (bk. İcâre) tur... " (Ahmed, II, 4, 5, 335). (M.C.)
(Î.P.) ÜLÜ’L-‘AZM
ÜÇ AYLAR Azim, aksiyon, karar, irade ve sabır
Hicrî aylardan Recep, Şabân ve sahipleri demektir. Bu tabir Kur’ân’da
Ramazan aylarına denir. Kandil gecele­ bir âyette geçmiş (Ahkâf, 46/35) ve bunun­
rinden dördü bu aylardadır. Recep ayı­ la Hz. Nuh, Hz. İbrâhim, Hz. Musa,
nın ilk Cuma gecesi Regâib gecesi, 27. Hz. İsâ ve Hz. Muhammed (a.s.) kas­
gecesi Miraç gecesidir. Şabân ayının tedilmiştir. (Î.K.)
15. gecesi Berat gecesi, Ramazan ayı­ ÜLÜ’L-EBSAR
nın 27. gecesi Kadir gecesidir. İslâm’ın Basiret sahibi kişiler demektir.
beş temel esasından biri olan oruç da Ebsar, basiret kelimesinin çoğuludur.
Ramazan ayında tutulur. Kur’ân’da 4 âyette geçmiştir, (bk.
Üç aylar, arınma, bağışlanma Basiret) (İ.K.)
ve ibâdette yoğunlaşma aylarıdır. ÜLÜ’L-ELBÂB
Peygamberimiz (a.s.) Recep, Allah'ın
Ülû sahip demektir. Elbâb. lübb
ayı, Şa'bân benim ayım, Ramazan
kelimesinin çoğuludur. Lüb, bir şeyin
ümmetimin ayıdır. ” demiş, (Aciûnî,
özü, halisi, içi, şâibelerden arınmış,
Keşfü’l-Hafa, 1/423) ve ‘Allah'ım! Recep
zekî, keskin akıl anlamlarına gelir.
ve Şabânı bize mübarek kıl ve bizi
Her lüb akıldır, her akıl lüb değildir.
Ramazana yetiştir.'' diye dua etmiştir Ülü’l-elbâb, çok akıllı olanlara denir.
(Ahmed, 1/259). (İ.K.)
Bu tabir Kur’ân’da 16 defa geçmiştir.
ÜLFET Akıl sahiplerine seslenilerek Allah’a
Sözlükte “dostluk, arkadaşlık, kay­ karşı gelmekten sakınılması emredil­
naşma, alışma ve anlaşma” anlamına miş (Bakara, 2/197); ancak akıl sahiplerinin
gelen ülfet, tasavvufta, samimi olmak, gerçekleri anlayabileceği (Bakara, 2/269,
insanlarla ünsiyet etmek, iyi geçinmek, Âl-i İmrân, 3/7), Öğüt alacağı (Ra’d, 13/19;
herkesle anlaşmak demektir. İnsan, sos­ Zümer, 39/9) ve Kur’ânTn, akıl sahiple­
yal bir varlıktır. Toplum içinde, fakat ri öğüt alsın diye gönderildiği (ibrâhim,
onlarla hoşça geçinerek hayatını sür­ 14/52; Sâd, 38/29) bildirilmiştir.
dürmelidir. Hz. Peygamber, insanlardan Akıl sahipleri, Kur’ân’da övülmüş
kaçmamış, tam aksine onlarla beraber ve müjdelenen insanlar arasında sayıl­
yaşamış; ayrıca bir müminin de böyle mıştır: “ ...Kullarımı müjdele. Onlar
olmasını arzu ederek şöyle buyurmuş­ ki sözü dinlerler ve sözün en güzeline
tur: “Mü 'min ülfet eden ve kendisi ile uyarlar. İşte bunlar Allah'ın kendile-

668
rini doğru yola ilettiği kimselerdir. Ve Hak dine de (Enbiyâ, 21/92), batıl dine
onlar ancak akıl sahibi olanlardır. ” de (Zuhmf, 43/22) ümmet denilmiştir.
(Zümer, 39/17-18; Ra’d, 13/20-22) âyetlerin­ İnsanlar başlangıçta bir tek ümmet idi
de akıllı kimseler, şöyle tanıtılmıştır: yani tevhit dini üzere idiler. Sonradan
Akıl sâhipleri Allah’ın ahdini (îmân şirk ve küfür zuhur etti (Yûnus, 10/19).
sözünü) yerine getiren ve mîsakı boz­ Allah, isteseydi insanlar tek ümmet,
mayan, akrabalarıyla ilişkisini sürdü­ yani tek din, tevhit dini İslâm üzere
ren, Allah’a karşı saygılı olan, hesabın olurlar, ihtilaf etmezlerdi (Hûd, 11/118).
kötüsünden korkan, Allah için sabırlı Kur’ân’da tekil ve çoğul olarak 64
olan, namazını kılan, gizli ve âşikâr defa geçen “ümmet” kelimesi daha
Allah yolunda infâk eden ve kötülüğü çok toplum/cemaat anlamında kulla­
iyilikle savan kimselerdir. Bunlar cen­ nılmıştır. Cemaat olma canlılara özgü
netlere gireceklerdir. bir özelliktir. Bu itibarla hem insanlara
Anlaşılan o ki, iilü’l-elbâb, aklını hem de diğer canlılara “ümmet” denil­
çalıştırıp gerçeklere kulak veren, Allah miştir.
ve Peygamberin emir ve yasaklarına Kendilerine peygamber gönderilme,
uyan kimselerdir. (İ.K.) belli bir amaçla bir mekânda bulunma,
belli niteliklere sahip olma, îmân, şirk,
ÜLÜ’L-EMR
küfür ve nifak gibi insanları ümmet
İş, emir, buyruk sahipleri demek­ yapan unsurlar vardır.
tir. Kur’ân’da bir âyette Allah ve
Kur’ân’da kendilerine peygamber
Peygamberle birlikte ülü’l-emre itaat gönderilen toplumlara “ümmet” denil­
edilmesi emredilmiştir (Nisâ, 4/50). Ülü’l- miştir. (Enâm, 6/42; Ra’d, 13/30) Bu manada
emr ile maksat; askerî, resmî ve sivil “ümmet” kelimesi, mümin-kâfır bütün
her seviyede yönetmek ve emretmek insanları ifade etmektedir. Kendilerine
durumunda bulunan kişilerdir, (bk. peygamber gönderilen ümmetlerden
İtâat) (İ.K.) îmân edenler de etmeyenler de olmuş­
ÜLÜ’L-ERHAM tur. îmân edenlere ümmet-i icabe
Rahim sahipleri demektir. Erham, (peygamberin davetini kabul eden
ümmet / toplum), îmân etmeyenlere
rahim kelimesinin çoğuludur. Rahim,
anne tarafından akrabalara denir. İki âyet­ de ümmet-i dave (îmâna davet edilen
ümmet/toplum) denir.
te geçmiştir (Enfâl, 8/75; Ahzâb, 33/6). (İK.)
Hem hak dine îmân eden bütün
ÜMMET
insanlara hem de müminler içinde belli
Ümmet kelimesi “e-m-m” kökün­ niteliklere sahip olan bir gruba, meselâ
den bir isim olup asıl anlamı, sınıf ve insanları hayra çağıran, iyiliği emredip
cemaat demektir. Bu kelime Türkçe’de; kötülüğü men eden belli bir mümin
bir peygambere inananlar ve semâvi grubuna da ümmet denilmiştir (A’râf,
dinlere mensup kavimler topluluğu; 7/181, Âl-i İmrân, 3/104, 110; Bakara, 2/143). Bu
Kur’ân’da ise genel olarak din, müd­ manada insanları ümmet yapan ortak
det, zaman, (Hûd, ıı/8), önder (İbrahim değer îmân ve İslâm’dır. Yüce Allah;
Peygamber) (Nahi,i6/i20) ve topluluk Müslüman ümmeti (Bakara, 2/128), Allah’a
anlamlarında kullanılmıştır. ve âhiret gününe îmân eden (Bakara,

669
2/143),doğru ve adil (kaime) (Âl-i imrân, birer ümmet olduklarını bildirmiştir
3/113),mu’tedil (mukteside) (Mâide, 5/66), (Ebû Dâvûd, Edahi, 22; Müslim, Selam, 148).
îmân edip iyilik yapan, iyi davranan ve Hadis-i şeriflerde ümmet kelimesi;
Allah’ı görüyormuş gibi ibadet eden cemaat, bir peygambere uyan insanlar,
(muhsin) (Saffât, 37/113), insanları hakka İslâm toplumu, kendilerine peygamber
ileten ve hakla hükmeden (A’râf, 7/181), gönderilen insanlar manalarında kul­
iyiliği emredip kötülüğü nehyeden ve lanılmıştır. “Muhammed ümmeti” ifa­
hayırda yarışan (Âl-i imrân, 3/104,110, 113) desi bazen sadece müminleri bazen de
vb vasıflarla nitelendirmiştir. mümin-kâfir bütün insanları ifade eder
Diğer peygamberlere îmân edenle­ (Ebû Dâvûd, Sünne, 1; İbn Mace, Mukaddime, 15,
re (Âl-i imrân, 3/H3-H4), kâfir toplumlara Zühd). (İ.K.)

(A’râf, 7/38), az veya çok herhangi bir top­ ÜMMÎ


luluğa da (Kasas, 28/23) ümmet denilmiştir. Sözlükte “ümm”, anne, bir şeyin
“Ümmet” kelimesi toplum, cemaat aslı, bir toplumun reisi; ümmî ise anne-
anlamıyla; taife, fırka (Tevbe, 9/122), ferîk ci, anne tarafını tutan, anneye mensup
(Enfal, 8/5), kavim (Hucurât, 49/6), hizb (Fâtır, demektir. Istılahta; ümmî, kitâbî bilgi­
35/6), fevc (Nemi, 27/83), kam (İsrâ, 17/17), lerle zihni doldurulmamış, doğal hali
fie (Enfal, 8/45), zümer (Zümer, 39/71), mele’ üzerine kalmış, okuyup yazarak tahsil
(A’râf, 7/103) ve reht (Nemi, 27/48) kelimele­ görmemiş kimseye denir. Kur’ân’da
rinin sinonimidir. tekil ve çoğul şekli ile 6 yerde geç­
İnsanlar gibi diğer canlılar da renk­ miştir. Ümmî olmak Hz. Muhammed
leri biçimleri, yapılan, görünüşleri... ile (a.s.)’in Kur’ân’da geçen bir vasfıdır
(A’râf, 7/157). Peygamberin ümmî olma­
farklı gruplara, sınıflara ve toplumla­
ra (ümmetlere) ayrılmıştır (En’âm, 6/38). sı; onun insanlara aktardığı bilgilerin
akıl, tecrübe ve duyu organlarıyla elde
Diğer canlılar da yaratılışta, ölümde,
ettiği bilgiler olmadığını, çünkü onun
yeniden dirilişte ve rızkta insanlar
bu anlamda bir tahsil görmediğini, teb­
gibidir. Ecelleri ve rızkları takdir edil­
liğ ettiği bilgilerin yüce kudrete, ilmi
miştir. Her cins hayvan birer ümmettir,
sınırsız Yaratıcı’ya dayandığını ifade
ayn birer sınıftır. Farklı isimleri vardır
eder. Peygamber, entelektüel bilgiye
ve isimlerini bilirler. Allah’ı hamd ile
sahip bir insan olsa idi, muhatapları
tespih ederler (isrâ, 17/44). Her biri kendi
üzerindeki etkisi azalır, kendi bilgile­
duasını, ibadetini ve tespihini bilir (Nûr,
rini aktardığı ileri sürülürdü. Nitekim
24/41), Allah’ın varlığını ve birliğini
Kur’ân’da bu gerçek şöyle dile geti­
tanır, birbirleriyle ünsiyet eder ve anla­
rilmiştir: “(Ey Muhammed!) Sen
şır. Doğar, yer, içer, yaşar ve ölürler.
bundan önce bir kitap okumuyordun,
Kıyamet kopunca dirilirler. Aralarında
elinle de onu yazmıyordun, öyle olsay­
hesaplaşma yapılır. “Kıyamet günü
dı, (Allah ’ın sözünü boşa çıkarmaya
bütün haklar sahiplerine verilir. Hatta
çalışan) iptalciler şüphelenirlerdi. ”
boynuzsuz koyunun hakkı, boynuzlu (Ankebût, 29/48). Hiçbir tahsil görmemiş
koyundan alınır. ” (Müslim, Birr, 60). insanın, bilimsel gerçekleri söylemesi,
Peygamberimiz (a.s.) karıncaların söylediklerinin vahye dayalı olduğunun
ve köpeklerin de diğer ümmetler gibi kanıtıdır.

670
Cibril (a.s.), ilk vahyi getirip “oku” ÜSLÛBÜ’L-KUR’ÂN
dediğinde Hz. Peygamber (a.s.) “Ben Üslûp; tarz, yol, biçim, metot, usul;
okuyan biri değilim. ” demesi (Buhârî, uslûbü’l-Kur’ân ise, Kur’ân üslûbu
Bed’u’i-vahy, 3) onun ümmî olduğunu demektir. Bununla maksat; Kur’ân’ın
ortaya koymaktadır. Hz. Muhammed hem içerik ve anlam hem de şekil ve
(a.s.)’in, yetiştiği toplumda tahsil lafız yönünden kendine özgü bir meto­
görecek bir imkânı da yoktu. Çünkü dunun olmasıdır. Kur’ân ne şiirdir ne
O toplum da ümmî idi. Kur’ân’da bu de nesir. Secili ifadeleriyle şiire benzer,
husus açıkça bildirilmektedir (Cum’a, ancak şiir kalıplarına uyan bir vezni
62/2). (Î.K.) yoktur. Nesir yazılarına benzer ancak
ÜMMÜ VELED tam bir nesir yazı da değildir. Kur’ân’ın
kendine özgü bir ifade tarzı vardır.
Kelime anlamı bakımından “çocuk
Mümini müjdelerken kâfiri inzâr eder,
annesi” demek olan ümmü veled, bir
helâla teşvik ederken haramdan sakın­
fıkıh kavramı olarak, efendisinden
dırır. Konu içinde konu anlatır. Kıssa
çocuk doğuran cariyeyi ifade etmekte­
anlatırken hüküm ortaya koyar, geçmi­
dir. Ümmü veled, câriyeye tanınan özel
şi anlatırken geleceğe yöneltir. Hasılı
bir statü olup, bundan sonra satılması
Kur’ân, her yönüyle bir şaheserdir.
veya başkasına temlik edilmesi caiz
(İ.K.)
değildir ve efendisinin ölümünden
sonra hürriyetine kavuşur, (bk. Câriye)
(İ-P.)

671
VA’D VE VAÎD VA’Z
Va’d lügatte “söz verme veya söz Nasihat ve öğüt anlamına gelen
verilen şey” demektir. Istılahta ise; bir va’z, İslâmî bir kavram olarak, kalbi
kimsenin bir işi yapacağına veya yap­ yumuşatacak konularda iyiliği hatır­
mayacağına dair söz verdiği hususdur. latma demektir. Yapılan va’zlardan
Buna göre bir şeyi yapmak üzere söz amaç, insanları dinî yönden aydınlat­
ve güvence vermek va’d’dır. Va’d ve mak, onları, ibadetlerini eksiksiz ve
aynı kökten gelen kelimeler; Allah’ın yanlışsız yapabilmelerini sağlayacak
mükâfat va’di ve ceza va’di manası­ şekilde bilgilendirmektir. İnsanları iyi­
na olmak üzere toplam Kur’ân’ın 100 liğe çağırıp, kötülüklerden sakındırmak
ayrı yerinde geçmektedir. Aynı kavram dinî bir görev olduğundan (Âı-i imrân,
ile söz verdiği halde şeytanın va’dini 3/104.) Müslümanlıkta va’zın önemi
yerine getirmediğine de dikkat çekil­ büyüktür. Kur’ân’da, “Rab binin yolu­
mekte ve bu husus üç ayrı âyette belir­ na hikmet ve güzel öğütle davet et. ”
tilmektedir. Vaîd ise, iyiliğe sevk veya (Nahi, 16/125) buyrulmak suretiyle yapı­
kötülükten kurtarmak için ilerde olacak lan va’zlarda uyulması istenilen metod
kat’î hadiseleri haber vererek korkut­ ortaya konmuştur. Hz. Peygamber de
mak veya bir azabı haber vermektir. bir hadisinde peşi peşine üç defa, “Din
nasihattir... ” (Buhârî, Ahkâm, 43; Müslim, İmân,
Va’d ve vaîd, kelam ilmi açısından
22) buyurarak samimi olmanın ve anla­
Mutezile ile Ehl-i Sünnet mensubları-
tılan hususlara öncelikle kişinin kendi­
nın üzerinde görüş ayrılığına düştükle­
sinin uymasının yapılan va’zların etki­
ri bir husustur. Zira Mutezile’ye göre
li olmasındaki önemine işaret etmiştir.
büyük günah işleyen, tevbe etmeden
Va’z eden kimseye vâiz denir. (M.C.)
ölürse ebedî olarak cehennemde kala­
caktır. Ona şefaat bile yapılmayacak­ VÂCİB
tır. Çünkü büyük günah ebedî olarak Sözlükte “lazım, gerekli, lüzumlu”
cehennemde kalmayı gerektirir. Büyük anlamına gelen vâcib, bir fıkıh kavra­
günahlardan kaçınanların küçük günah­ mı olarak, yapılması kesin ve bağla­
ları da affolunur. Mutezile bu tutumu yıcı bir şekilde istenen fiildir. Talebin
ile hem Mürciye’ye karşı çıkmış, hem kesin ve bağlayıcı oluşu, talep sigası-
de ameli îmândan cüz saymış, şefaati nın kendisinden anlaşılabileceği gibi,
daraltmış ve kısmen de inkâr etmiştir. bir fiilin terk edilmesi halinde ağır ceza
Ehl-i Sünnet ise, büyük günah konu­ terettüp edeceğinin bildirilmesinden de
sunda daha mutedil bir görüşü benim­ anlaşılabilir.
seyerek bu tür insanların cezalarını Fakihlerin çoğunluğuna göre farz
çektikten sonra cennete gireceklerini ile vâcip arasında bir fark yoktur.
söylemiştir. (F.K.) Hanelilere göre ise, farz ve vâcibin

672
her ikisi de, bağlayıcı ve kesin olarak VADELİ ALIŞVERİŞ
yapılması istenen şeydir. Ancak farz, Vadeli alışveriş, veresiye usulü
delâlet ve sabit olması bakımından satım, başka bir ifadeyle bedelin belir­
kesin delille sabit olmuştur; vâcip ise, lenen bir süre sonunda ödenmesi şek­
kesin olmayan, zannî bir delille sabit linde yapılan alışveriş şeklidir. Ticarî
olmuştur. işlemlerin en yaygını olan bey’, mülki­
Farzda olduğu gibi vâcibin de, kesin yeti nakleden, bağlayıcı, iki taraflı, tam
olarak yapılması gerekir, yerine getiren bir akittir. Satılan malın bedeli peşin
sevabı, özürsüz olarak terk eden ise olarak ödenebileceği gibi, vadeli veya
taksitli de olabilir. Özellikle günümüz
cezayı hak etmiş olur. Yerine getirilme­
ekonomik şartlarında, alıcıya kolaylık
sinin gerekliliği bakımdan ikisi arasın­
sağlamak, sürümü artırmak, malı elin­
da bir fark bulunmadığından Hanefîler
den çıkarmak amacıyla sıkça başvuru­
buna amelîfarz da demişlerdir. Ancak,
lan bu alışveriş usulünde, taksit şekil­
farzı inkâr eden kâfir olmakla birlikte,
lerinin ve vadenin taraflarca bilinmesi
vâcibi inkâr eden, zannî delille sabit
gerekir.
olduğu için kâfir olmaz. Ayrıca dinî
Bu tür alışverişlerde vade farkı
bir işte farzın terk edilmesi o ameli
alınıp alınamayacağı bir problem ola­
bâtıl yapmasına rağmen, vâcibin terk
rak önümüze çıkmaktadır. Bazı âlim­
edilmesi ameli iptal etmez, bir keffaret
ler bunun bir akit içinde iki alışveriş
veya ceza ile telâfi edilebilir. Meselâ,
olduğunu ve bunun da Hz. Peygamber
haccın farzı olan Arafat vakfesinin terk
tarafından yasaklandığını ileri sürerek
edilmesi halinde hac bâtıl olur. Ancak caiz olmadığını söylemekte (Ahmed ibn
vacip olan sa’yin terk edilmesi haccı Hanbel, Müsned, 1/394); bunda faiz ihtimali
bâtıl etmez; dem, yani bir koyun veya olduğunu belirtmektedirler. Buna kar­
keçi kurban edilmesi gerekir. (Î.P.) şılık çoğunluk ise, vadeli satışlarda,
VÂCÎD vade farkının alınabileceği görüşün­
dedir. Günümüzün karmaşık ekono­
Bilmek, bulmak, isteğini elde
mik sistemi içerisinde ve enflasyonun
etmek, çok sevmek, üzülmek, öfke­
hızla yükseldiği ticari ortamda, paranın
lenmek, zengin olmak, mâlik olmak
değeri devamlı olarak düşmekte, eşya­
anlamlarındaki “v-c-d” kökünden türe­
nın fiyatı ise artmaktadır. Satıcıların
yen vâcid bilen, bulan, seven, zengin
vadeli veya taksitli satışlarında, bunu
olan, malik olan demektir. Allah’ın göz önünde bulundurmamaları halinde,
sıfatlarından biri olup, İbn Mâce ve sattığı malının yerine yenisini alamayıp
Tirmizî’nin el-esmâü’l-hüsna ile ilgili zarara girmesine sebep olacaktır.
rivâyetinde geçmiştir (Tirmizî, Deavat, 83;
Günümüzde benimsenen kağıt para
İbn Mâce, Dua, 10).
rejiminde, paranın üzerinde yazılı
Allah’ın sıfatı olarak vâcid; zengin, rakam değil, her birinin temsil ettiği
hiçbir şeye muhtaç olmayan, bütün değer esas alınmaktadır. Dolayısıyla,
varlıkların sahibi, her şeye gücü yeten, borçların ödenmesinde de, alınan
kendisine hiçbir şey gizli olmayan değer ile verilen değer arasında denk­
demektir. (İ.K.) lik sağlanması gerekir. Buna göre,

673
paranın değer kaybetmesi halinde sadece yetişkinlerin vaftiz edilmesini
yapılacak ödemelerde, rakam olarak benimsemişlerdir.
fazla ödemek suretiyle değer olarak Batı ve doğu kiliselerinde vaftiz
eşitlik sağlanmış olacaktır. Bu şekil­ uygulamasında detayda farklılıklar
de bir anlayışla, paradaki değer kay­ olsa bile genel olarak ortak yönler
bının ödettirilmesi, Islâm hukukunun daha fazladır. Buna göre rahip, Matta
kabul ettiği prensiplere ters düşmez. încil’inde belirtildiği gibi, baba, oğul
Zira, paranın satın alma gücü düştüğü ve kutsal ruh gibi kavramları kullana­
halde, alacaklıya eski değer üzerinden rak merasime başlar. Vaftiz edilen kişi
ödemede bulunmak ona zarar vermek kısmen veya tamamen bir vaftiz kabına
demektir. Halbuki zarar vermek de, batırılmak, su dökmek veya serpmek
zarara karşılık zarar vermek de yasak­ biçiminde yapılır. Bugün vaftiz daha
lanmıştır (Mâlik, Kitabu’l-Akdiye, No: 1426). da pratik olarak haftanın belirli gün ve
Diğer taraftan Hz. Peygamberin bir akit saatlerinda kiliselerin giriş ve iç kısım­
içinde iki satış yasağı, akit içerisinde larında düzenlenen özel bölümlerde
iki fiyatın belirlenmesinde söz konu­ yapılmaktadır. Bazı Hristiyan mezhep­
su olur. Halbuki vadeli alışverişlerde, lerince zaman zaman toplu vaftiz tören­
akit kurulmadan önce peşin ve vadeli leri de düzenlenmektedir. (F.K.)
fiyatı belirtilmekte ve daha sonra akit VAHDANİYET
bunlardan birisi üzerinde tahakkuk
etmektedir. Akdin bu şekilde kurulma­ Cenab-ı Hakk’ın zatında, sıfatla­
sı ve akit kesinleştikten sonra fiyatlar­ rında ve fiillerinde bir ve tek olması,
da bir belirsizlik söz konusu olmaması yaratma ve uluhiyette ortağının bulun­
durumunda vade farkında bir sakınca maması anlamındadır: “Eğer yerde ve
bulunmamaktadır. (Î.P.) gökte Allah'tan başka tanrılar bulun­
saydı, yer ve gök, kesinlikle bozulup
VAFTİZ gitmişti... ” (Enbiyâ, 21/22) meâlindeki âyet
Hristiyanlıkta günahlardan arın­ de O’nun birliğine işaret etmektedir.
mak amacıyla düzenlenen dinsel tören Mümin olabilmek için Allah’ın varlığı
anlamına gelmektedir. îlk günahı sil­ yanında, O’nun birliğine de inanmak
mek amacıyla kişinin temsilî olarak gerekir. Çünkü tevhid, îmân esaslarının
yıkanması şeklinde yapılır. Hristiyanlık ve bütün dinî inançların temelini teşkil
öncesi eski Yunan dinlerinde de ben­ eder. Allah birdir ve tektir. Bu teklik,
zeri uygulamaların olduğu sanılmak­ sayı yönüyle değil, O’nun zatında,
tadır. Bu amaçla Yunan ve Romalılar sıfatlarında ve fiillerinde eşi ve benze­
yeni doğan çocukları yıkayarak rinin olmayışı yönüyledir. Kur’ân’da
kutsamışlardır. Allah’ın birliğinden bahseden ve bu
Musevîlerde de buna benzer gele­ hususu açıklayan âyetlerden bir kaçı­
nekler vardır. Ancak onlarda fark­ nın anlamı şöyledir: “...O münezzehtir
lı olarak bu tören ilk günahı silmek (eksikliklerden uzaktır), yücedir, O öyle
ve hüküm gününe hazırlanmak için Allah 'tır ki (eşi ve benzeri yoktur), bir
önerilmiştir. Hristiyanlığın ilk yıl­ ve her şeye hâkimdir. ” (Zümer, 39/4); “De
larında çocuklara vaftiz uygulama­ ki; O Allah bir tektir. O Allah 'tır, samet-
sına başlanmış, bazı mezhepler ise tir. O doğurmamıştır, doğrulmamıştır.

674
Hiçbir şey O fnun dengi değildir ” (ihlâs, VAHDET-İ VÜCÛD
112/1-4). (F.K.) Vücudun birliği anlamına gelen
VAHDET Vahdet-i Vücûd, tasavvufî bir terim
olarak, bütün varlıkları Cenab-ı
Sözlükte “birlik” anlamına gelen
Hakk’ın isim ve sıfatlarının zuhur
vahdet, tasavvufta, her şeyi bir ola­
mahalli kabul edip gerçek vücûd ola­
rak ve bir içinde, nesneleri Allah ile
rak Allah’ı bilme ve tanıma esasına
görmek demektir. Tasavvufta üç türlü
dayanan bir düşünce anlayışının adı­
vahdetten söz edilmiştir: a) Vahdet-i
dır. Vahdet-i Vücûd, bu âlemde gerçek
kusûd: Murat ve maksatların birliği
varlık olarak sadece Hakkı kabul edip,
demektir. Bununla, kulun kendi irade, öteki varlıkların vücudunu, O’na nis­
düşünce ve arzusunu Allah’ın irade, petle bir takım hayal ve gölgelerden
düşünce ve arzusuyla birleştirmesi, ibaret görmektedir.
O’na bağlaması, iki iradenin birleşip
Tasavvuf anlayışına göre Vahdet-i
tek irade haline gelmesi kastedilir.
Vücûd mertebesine ancak hal ile ulaşı­
Böylece Allah’ın iradesi geçerli ve
labilir. Hal ile ulaşmak, nefs ile mücâ-
etkili yapılmış olur, b) Vahdet-i şuhûd:
hede, sâlih amellere devam, dünyaya
Görmenin birliği demektir. Bu durum­
karşı meyil ve muhabbeti azaltmak,
da kul, her yerde Allah’ın tecellisini
zikre devam etmek, gönlü mâsivâ
görür. Bu hâl, vecd ve istiğrak halin­ kirinden temizlemek ve bu suretle kalbi
de meydana gelir. Ancak vecd hali Allah’ın isim ve sıfatlarının nurlarına
geçtikten sonra kul kendisinin farkına ayna olacak bir duruma getirmekle
varır, Hak ile halkı ayrı görür. Vahdet-i mümkün olur. Vahdet-i Vücûd dere­
şuhûda ayn-ı cem,fenâ ve cem adı da cesine ulaşan kimse; kalbî keşiflere
verilir, c) Vahdet-i vücûd: Varlığın bir­ ve manevî olgunluklara nail olsa bile
liği demektir. Bununla Allah’tan başka bunları Hakk’tan bilir ve kendisinde bir
varlık olmadığının idrak ve şuuruna varlık görmez. Bu düşünce tarzı bütün
sahip olmak kastedilir. Vahdet-i şuhûd- tasavvuf erbabınca kabul edilmiştir.
da sâlikin her şeyi bir görmesi, geçi­ (F.K.)
cidir, birlik bilgide değil, görmededir. Vahdet-i Vücûd fikirinden ilk defa,
Vahdet-i vücûdda ise, birlik bilgidedir. Bâyezıd-i Bestâmî, Cüneyd-i Bağdâdî
Sâlik, gerçek varlığın bir tane olduğu­ ve Hallac-ı Mansûr söz etmiş ise de,
nu, bunun da Hakk’ın varlığından iba­ bu anlayışı ilk kez sistemleştiren İbn-i
ret bulunduğunu, Hak ve O’nun tecel­ Arâbî olmuştur. İbn Arabi’ye göre, var­
lilerinden başka hiçbir şeyin gerçek bir lık bir tek hakikatten ibaretti. Çeşitlenme
varlığı olmadığını bilir. Vahdet-i vücûd ve çoğalma dış duyuların oluşturduğu
fikrini savunanlar, bu bilgiye ancak zâhiri bir şeydir. Allah, mutlak varlıktır.
yaşayarak ve manevî tecrübe ile ulaşı­ Varlığının sebebi yoktur. O kendi zatıy­
labileceğini söylerler. Kur’ân’da varlık la vardır. O’nu bilmek varlığını bilmek­
yaratan-yaratılan şeklinde ikiye ayrıl­ tir. Zatının hakikatini bilmek mümkün
dığından bazı îslâm âlimleri vahdet-i değildir. Allah ezelde vardı ve kendisiy­
vücûd anlayışını küfür olarak nitelen­ le birlikte hiçbir şey yoktu. Allah bizi
dirmişlerdir. (M.C.) bu şeklimizle yaratacağını biliyordu.

675
Eğer bilmeseydi yaratamazdı. Bu şekli VAHİY
başka yerden de almadı. Çünkü kendi­ Sözlükte “gizli konuşmak, emret­
sinden başka bir varlık yoktu. Demek mek, ilham etmek, îma ve işâret etmek,
ki Allah’ın bilgisinde bizim şeklimiz seslenmek, fısıldamak, mektup yaz­
vardı. O halde biz bilkuvve O’nda var­ mak ve göndermek” anlamlarına gelen
dık. Düşünce halindeki varlığımız, yani vahiy, ıstılahta, Allah’ın peygamberle­
Allah’ın bizim hakkımızdaki bilgisi rine iletmek istediği mesajlarını, doğ­
kendi kıdemiyle kadimdir. Çünkü bilgi rudan doğruya veya Cebrail vasıtasıyla
O’nun sıfatıdır. Kendisi gibi sıfatı da bildirmesine denir.
ezelîdir. Allah bizi yaratacağını ve şek­ Kur’ân ve diğer kutsal kitaplar,
limizi sonradan bilmiş olamaz. Allah vahiy ürünüdür. Vahiy, İlâhî ve gayr-
âlemi yaratmak isteyince kendisinden i İlâhî olmak üzere iki kısma ayrılır.
heba denilen bir hakikat tecelli etti, İlâhi vahiy, Allah’ın vahyi demek olup
göründü, taştı. Sonra Allah kendi nuru 5 çeşittir:
ile bu heba’ya tecelli etti. Bütün âlem
1- Cebrail’e (Necm, 53/10) ve diğer
bilkuvve bu heba’da vardı. Hebâ’da
meleklere vahyi (Enfâi, 8/12).
bulunan her şey Allah’ın tecelli nuru­
2- Cansız varlıklardan yeryüzü­
nu yeteneği nispetinde aldı. Bu nuru en
ne (Zilzâl, 99/4-5) ve gökyüzüne (Fussilet,
çok alan akıl oldu. Bu suretle Allah’ın
41/12) vahyi. Bu vahiy, “emretmek”
nurunun tecellisinden heba, heba’nın
tecellisinden âlem meydana geldi. îbn anlamındadır.
Arabi’ye göre kâinat işte bu şekilde 3- Canlılardan bal arısına vahyi
Allah’tan sudur etmiştir. Fakat Allah ile Bu vahiy, ilham, içgüdü
(Nahl, 16/68-69).
aynı mâhiyette değildir. Mümkün var­ anlamındadır.
lıklar önce yok iken sonradan Allah’tan 4- İnsanlardan Hz. Musa (a.s.)’ın
sadır olmuştur. İbn A’rabî’ye göre âlem annesine (Kasas, 28/7) ve Hz. îsâ (a.s.)’ın
beş mertebede meydana gelmiştir: havarilerine (Mâide, 5/111) vahyi. Bu vahiy,
Alem-i lâhut, âlem-i ceberut, âlem- fıtrî ilham, îma, emir anlamındadır.
i melekût, âlem-i şuhûd ve insan-ı 5- Peygamberlere vahiy (Nisâ, 4/162;
kâmil. Allah’ın isim ve sıfatlarının Bu vahiy, ıstılâhî anlam­
A’râf, 7/117,160).
sonu olmadığı için âlemin de sonu yok­ daki gerçek vahiydir. Vahiy denince ilk
tur. Kainat Allah’ın isim ve sıfatlannın akla gelen bu vahiydir. Bu vahiy, sözlü,
yekunu olduğu gibi insan da kâinatın sözsüz ve Cebrail vasıtasıyla olur. Sözlü
küçük bir örneği olarak Allah’ın isim vahiy, Allah’ın perde arkasından pey­
ve sıfatlannın yekunudur. Allah mutlak gamberine hitap etmesidir. Sözsüz vahiy',
gizlilik derecesinden mertebe mertebe rüyada veya uyanık iken vahyin peygam­
inerek varlıkları meydana getirmiştir. berin kalbine ilkası şeklinde olur.
Bazı kelâmcılar Vahdet-i Vücûd anlayı­ Cebrail vasıtasıyla vahiy;
şına karşı çıkmışlardır. (Î.K.)
a) Peygamber uyanık veya uykuda
VÂHİD iken vahyi peygamberin kalbine ilkası
Allah’ın sıfatlarından biri olup, ile,
O’nun bir tek olması demektir, (bk. b) Cebrail’in melek veya insan sure­
Ehad) (İ.K.) tinde vahiy getirmesi ile,

676
c) Cebrail görünmeden vahyin çın­ VAHY İ GAYRİ METLÜV
gırak sesi şeklinde gelmesi ile olur. Okunmayan vahiy demektir.
Vahyin geliş şekillerinden bir kısmı, Bundan maksat, Peygamberin Kur’ân
Şûrâ sûresinin 51. âyetinde bildirilmiş­ dışı aldığı vahiydir. Hz. Muhammed
tir. Vahiy, Allah ile peygamber ara­ (a.s.)’in Kur’ân dışı vahiy aldığı­
sında bir sırdır. Mahiyetini insanların nın, âyet ve hadislerden bir çok delili
tam anlaması imkânsızdır. Vahiy gel­ vardır. Bakara sûresinin 144, Tahrîm
diği anda peygamber titrer, rengi deği­ sûresinin 3, Necm sûresinin 3-4, Nisâ
sûresinin 113, Ahzâb sûresinin 34.
şir, alnı terler ve nefesi sıkışırdı. Hz.
âyetleri; Cibril hadisi diye meşhur olan
Muhammed (a.s.) gelen vahyi aynen
hadis (Ebû Dâvûd, Kader, 17) buna delildir.
hafızasına alır (Kıyame, 75/16-19), sonra
Cibril, Kur’ân için indiği gibi sünnet
vahiy katiplerine yazdırırdı. Her sene
için de iniyordu (Tecrid, n/460-464). Hz.
Ramazan ayında inen âyetleri ve sûre­
Muhammed (a.s.), “Bana Kur ’ân ve
leri Cebrail’e okuyup arz ederdi.
onun gibi bir misli verildi. ” demiş­
Gayr-i İlâhî vahy ise, İlâhî olma­ tir (Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Ahmed, IV/131). Hz.
yan, cin ve insanlar arasında cereyan Peygamber Kur’ân dışı vahiy almakla
eden vahye denir. Zekeriyya (a.s.)’ın birlikte, bütün hadislerin vahiy ürünü
kavmine vahyi gibi (Meryem, 19/11), bu olduğunu söylemek de mümkün değil­
vahiy, imâ ve işâret etmek anlamında­ dir. Çünkü Peygamberimiz, Kur’ân
dır. Şeytanın şeytana vahyi gibi (En’âm, âyetlerini tefsîr ve teyit sadedinde,
6/121); bu vahiy, fısıldamak ve gizli öğüt vermek amacıyla, kendi re’yini
konuşmak anlamındadır. (Î.K.) beyan sadedinde sözler de sarf etmiş­
tir. Bunlar dinde delil olmakla birlik­
VAHİY KATİPLERİ
te, vahiy ürünü olarak kabul etmemek
Vahiy katipleri, Hz. Muhammed gerekir; ancak, vahyin kontrolünde
(a.s.)’a inen âyetleri yazanlara denir. îlk söylenmişlerdir. (İ.K.)
vahiy katipliğini Mekke’de Abdullah VAHY-İ METLÜV
İbn Sa’d, Medine’de Zeyd ibn Sabit
Okunan vahiy demektir. Bundan
yapmıştır. 40 kadar vahiy katibi vardı.
maksat Kur’ân’dır. “...Bu Kur’ân
Bunlardan bazılarının isimleri şunlar­
bana sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam
dır; Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Ömer,
için vahyolundu... ” (En’âm, 6/19); “Sana
Hz. Ebû Bekir, Muaviye, Amr ibn
vahyedilmesi henüz tamamlanmadan
el-As, Muaz ibn Cebel, Übey ibn Ka’b,
Kur’ân-ı acele okuma... ” (Tâ-hâ, 20/114)
Muğire ibn Şu’be, Şurahbil ibn Hasene,
vb. âyetler, Kur’ân’ın vahiy ürünü
Halid ibn Velid... olduğunu ifade etmektedir. (İ.K.)
Vahiy katipleri, âyetleri ince beyaz VÂİZ
taşlara, kürek kemiklerine, işlenmiş
bk. Va’z.
derilere, bez parçalarına, hurma dal­
larına yazıyorlardı. Hz. Ebû Bekir’in VAKFE
halifeliği zamanında bu malzemeleri Sözlükte “durmak, ayakta dikilmek,
Zeyd ibn Sabit bir kitap halinde cem şüphe, duraksama, yaya sarılan kiriş”
etmiştir. (Î.K.) gibi anlamlara gelen vakfe, dinî bir

677
kavram olarak, hac yapan kimselerin, imamın öğle namazından önce hutbe
belirli vakitte Arafat ve Müzdelife’de okuması da sünnettir.
durmasını ifade eder. Müzdelife vakfesi, haccedenle-
Arafat vakfesi, hac yapan kişinin rin arefe gününü, bayrama bağlayan,
Zilhicce ayının 9. arafe günü, zeval Zilhicce ayının 9’unu 10’una bağlayan
vaktinden bayramın ilk günü tan yeri gece, Mina ile Arafat arasında, Harem
ağarıncaya kadar, Arafat’ın Urane sınırları içindeki Müzdelife denilen
vâdisi hariç herhangi bir yerinde mekânda vakfe yapmaları vaciptir. O
bulunmasıdır. Arafat vakfesi, haccın geceyi burada geçirmek ise sünnettir.
iki rüknünden biri olup, farzdır. Hz. Hacılar arefe günü güneş battıktan
Peygamber, “Hac Arafat ’tır. ” buyur­ sonra Arafat’tan Müzdelife’ye gelir­
muştur (Ebû Dâvûd, Menâsik, 57). Arefe ler ve burada akşam ile yatsı namazını
günü zevalden bayramın birinci günü cem ederek, yatsı namazının vaktinde
tan yeri ağarıncaya kadar, kısa bir süre kılarlar. Sabaha kadar burada kalıp dua
de olsa Arafat’ta bulunmayan kimse ederler. Bayram günü sabah namazını
hacca yetişmemiş olur. Daha sonraki burada kıldıktan sonra Mina’ya hare­
yıllarda yeniden hac yapması gerekir. ket ederler. Müzdelife vakfesinin sahih
Vakfe zamanı içerisinde çok kısa bir an olması için; vakfe yapanın hac için
da olsa Arafat’ta bulunması yeterlidir. ihrama girmiş olması, Arafat vakfe­
Vakfe yapan kimsenin, vakfeye niyet sini yapmış olması, Müzdelife sınır­
etmiş olup olmaması, bilerek veya bil­ ları içinde yapılması ve Zilhicce’nin
meden, uyanık veya uyku, baygınlık 9’unu, 10’una bağlayan gece yapılması
halinde de olsa vakfe yapılmış olur. gerekir. (İ.P.)
Hatta yürüyerek veya bir vasıtayla VÂKIA
geçmek bile vakfe yerine geçer. Ancak
güneş batıncaya kadar Arafat’ta bekle­ Bir iş vukû bulmak, düşmek, bir
mek, Hanefîlere göre vacib, Şafıîlere yere doğru süratle gitmek anlamların­
göre ise sünnettir. daki “v-k-a” kökünden türeyen vakıa
kelimesi, sözlükte, bela, musibet, olay,
Zeval vaktinden önce Arafat bölge­
şiddetli hâdise ve çarpışma anlamın­
sinde bulunmak, mümkünse vakfe için
dadır. Kur’ân’da iki âyette geçmiş ve
gusletmek, öğle ile ikindi namazlarını
kıyâmet anlamında kullanılmıştır (Vâkıa,
cem’-i takdim yaparak öğle namazı­
56/1; Hâkka, 69/15). Kur’ân’ın 56. sûresinin
nın vakti içinde birlikte kılmak, vakfe
adı da Vâkıa’dır. (İ.K.)
esnasında abdestli bulunmak, müm­
kün ise vakfeyi Cebel-i Rahme denilen VAKIF
tepenin yakınında yapmak, Arafat’ta Sözlükte “durmak, ayakta dikilmek,
bulunduğu sürece ibadetle meşgul ayağa kalkmak, birini bir işe muttali
olmak, telbiye, tekbir, tehlil, salavât kılmak, şüphe etmek, incelemek, alı­
getirip, istiğfarda bulunmak, kendisi, koymak” gibi anlamlara gelen vakıf
anne-babası ve bütün müminler için bir fıkıh kavramı olarak, çıplak mülki­
dua etmek, vakfeyi namazın peşinden yeti kamuya, menfaati ise lehine vakıf
yapmak, vakfeyi kıbleye dönerek yap­ tesis edilmiş bulunan hak sahiplerine
mak vakfenin sünnetlerindendir. Aynca ait olmak üzere bir malı bağışlamak

678
veya bırakmak demektir. Vakfedilen den türeyen vâki, düzelten, himaye
mala mevkûf, vakfedene ise vâkıf eden ve koruyan demektir.
denir. Allah’ın sıfatlarından biri olup îbn
Fıkıh literatüründe bir vakfın caiz Mâce’nin el-esmâüT-hüsnâ ile ilgili
olması için, vakıfta bulunan kişinin rivâyetinde geçmiştir (Dua, ıo).
akıllı ve buluğ çağına erişmiş olması ve Vâkî^ Allah’ın yaratıklarını teh­
vakfın ebedî olması gerekir. Devamlı
likelerden koruduğunu ifade eder.
olmaksızın belirli bir süre için vakıf
Bu kelime, “Dünya hayatında onlar
caiz değildir. Bunun dışında vakfedi­
(kâfirler) için azap vardır Ahiret azabı
len malın gayrimenkul ve değişikliğe
ise daha zordur Onları Allah "in aza­
uğramayan mal olması gerekir. Ancak
bından koruyacak (vâk) kimse yoktur ”
menkul olan mal, gayrimenkule bağlı
olarak vakfedilebilir veya bunun vak- (Ra’d, 13/34) ve “...Senin için Allah'ın

fedilmesinde örf bulunması gerekir. azabından koruyan ne bir velî ne de


Meselâ, arazi ile birlikte ekip biçmeye bir koruyucu (vâk) vardır ” (Ra’d, 13/37)
yarayan alet ve gereçler vakfedilebi­ âyetlerinde geçen “vâk” ile aynı anlam­
lir. Aynı şekilde, vakfedilmesinde örf dadır. Vâki sıfatı müminlere yöneliktir.
bulunan, savaş silahı ve eğitim gereç­ Onları dünya ve âhirette Allah koruyup
leri ile nakil vasıtaları ve otomobil kollayandır. (İ.K.)
vakfedilebilir. VAKT
Tarih boyunca vakıflar toplum Zaman anlamına gelen vakt, tasav­
hayatında önemli roller üstlenmiştir.
vufta, sâlikin içinde bulunduğu hâl,
Müslüman toplumlarda vakıflar, dev­
yapma (mec’ül) olmayan, istidadın
letin yetişemediği alanlarda, kamu
gerektirdiği hâl demektir. Kulun üzeri­
hizmet ve yatırımlarını tamamlayıcı
ne gelen İlâhî vâridât ve Rabbânî tecel­
sivil inisiyatif ve örgütlenmeler olarak
lilerin zamanıdır ki, o vârid gelince,
faaliyet göstermişlerdir. İslâm medeni­
kulu tasarrufu altına alıp etkiler. Vârid^
yetinin adetâ simgelerinden biri olan
korku ve hüzün gerektirirse kul, korkar
vakıflar, ilk dönemlerden beri, ordu­
ve üzülür; neşe gerektirirse kul sevinir.
nun donatımına yardımcı olma, fakir
Vakt. sâlikin üzerinde gâlib ve hâkim
ve kimsesizlere yiyecek ve barınak
sağlama, hastaları tedavi ettirme, ilmin durumda bulunan duygu ve düşüncedir.
yayılmasını sağlayıcı araçları temin Halin tasarrufu altında bulunan kula
etme, öğrencileri destekleme, hayvan­ rıza göstermek ve teslim olmak gere­
ları koruma, ibadethane ve diğer kamu kir. İçinde bulunduğu vaktin icaplarını
tesislerinin inşa, bakım ve onarımı gibi yerine getiren sâlike ibnü’l-vakt (vak­
kamu hizmetleri kapsamına giren alan­ tin oğlu) denir. (M.C.)
larda faaliyet göstermişlerdir. (Î.P.) VÂLÎ
VÂKİ Allah’ın sıfatlarından biri olup, dost,
Bir şeyi ıslah edip düzene sokmak, seven, yardım eden, koruyup gözeten,
himaye etmek, bir şeyi korumak, görüp bakan, birinin işini üzerine alan, idare
gözetmek anlamındaki “v-k-y” kökün­ eden demektir, (bk. Velî) (Î.K.)

679
VALLAHİ (A’râf, 7/128), “...Göklerin ve yerin mirası
Allah’a yemin ederim demektir. Allah'ındır... " (Âl-i imrân, 3/180) buyrul-
Vallâhi diyerek bir şeyi yapmaya veya muştur. Bunun anlamı; bütün mülk
yapmamaya, bir sözü söylemeye ve Allah’a aittir. Mülkünden dilediği
söylememeye yemin eden mümin; kadar kullarına veren O’dur. Bütün
dinen yeminini bozması gereken bir insanlar öldükten sonra bütün mülk
şey değilse yeminine sadakat eder. yine sadece O’na kalacaktır, demektir.
Yeminini bozarsa keffâret gerekir, (bk. Kıyamet günü “...Bu gün mülk kimin?
Yemin) (Î.K.) (diye kullarına sorar, onlar da) mülk,
VARİS - HAYRU’L-VARİSÎN tek ve kahhâr olan Allah 'indir (diye
Bir şeye varis olmak, ilim elde cevap verirler). " (Mü’min, 40/16). Şu âyet
etmek, kitabı korumak anlamındaki de bu gerçeği ifade ediyor: “Arza ve
“v-r-s” kökünden türeyen varis, vefat üzerinde bulunanlara biz varis olaca­
eden kimsenin geride bıraktığı mal­ ğız ve (onlar) bize döndürülecekler."
larda hak sahibi olanlara denir, (bk. (Meryem, 19/40). (Î.K.)
Ferâiz) VASÎ
Allah’ın sıfatı olarak varis, bütün
Bir kimsenin, vasiyetini yerine
varlıklar yok olduktan sonra bâki ve
getirmek veya mallarında ya da çocuk­
daim olan, göklerin, yerin ve bunlar­
larının işlerinde tasarruf etmek üzere
da bulunanların gerçek sahibi olan, her
şey kendisine dönen demektir. tayin ettiği kişiye denir.

Allah’ın sıfatı olarak vâris, Bir kimse sağlığında borçlarını öde­


Kur’ân’da azamet çoğulu ile “varisin " mek, vasiyetini yerine getirmek üzere
şeklinde iki âyette geçmiştir: “Elbette veya küçük çocuğuna bırakacağı malı
sadece biz yaşatır ve öldürürüz ve biz muhafaza etmek ve çocuğunun ihtiyaç­
gerçek varisleriz. ” (Hicr, 15/23); “...Biz larına sarf etmek üzere bir vasî tayin
vârisleriz. ” (Kasas, 28/58). edebilir. Vasî olarak belirlediği kimse,
vasiyette bulunan şahsa huzurunda
Bir âyette de varislerin en hayırlısı
vasiliği kabul etmediğini belirtmesi
anlamında hayru’l-varisîn vasfı geç­
halinde vasiyet reddedilmiş olur, ger­
miştir: “Zekeriyya’ya (da lütfettik). O
Rabbine; ‘Rabbim, beni tek bırakma çekleşmez. Ancak böyle bir red bulun­
(çocuk ver.) Sen varislerin en hayırlısı- madığı takdirde vasî olarak belirlenmiş
sın' diye dua etmişti. " (Enbiyâ, 21/89) olur.

Allah’ın varis olması, insanların Vasî olarak tayin edilen kişi, güve­
varis olması gibi değildir. İnsanın ancak nilir ve kendisine vasiyet edilen husus­
kendisine başkasından bir mal-mülk larda tasarruf gücüne sahipse, bu vesâ-
kaldığı zaman varis olması söz konu­ yet tasdik edilir. Zira vefat eden kimse
sudur. Allah böyle değildir. Bütün mülk güvenerek malını ona emanet etmiştir.
O’nündür. Bu mülkünden insanlara Vasî güvenilir, fakat tasarruf gücüne
veren de Allah’tır. Nitekim Kur’ân’da, sahip değilse, hâkim bunun yanında
“...Yeryüzü Allah'ındır. Onu kulla­ tasarruflarında yardımcı olacak ikinci
rından dilediğine verir, varis kılar... ” bir kişi belirler. Ancak vasî fâsık, kâfir

680
ya da köle ise onu azlederek yerine rahmet sahibidir.” (En’âm, 6/147); "...
başkasını vasî olarak atar. Rabbin mağfireti geniş olandır. ” (Necm,
Vasî, yetimin malında, onun men­ 53/32), “Allah mülkü dilediğine verir.
faatine tasarrufta bulunmalı, haklarını Allah(ın lütfü) geniştir. (O her şeyi
korumalıdır. Bu nedenle vasinin, hibe bilendir.) ” (Bakara, 2/247), “Allah dilediği­
ve vasiyyetin kabulü gibi sırf yetimin ne kat kat verir. Allah fin lütfü geniştir
menfaatine olan tasarrufları geçerlidir. (O her şeyi) bilir. ” (Bakara, 2/261).
Buna karşılık tamamen yetimin zara­ Âyet meallerinden anlaşılaca­
rına tasarrufta bulunamaz. Bu çerçe­ ğı üzere vâsi’ sıfatı; ağırlıklı olarak
veden olarak çocuğun malından borç Allah’ın ilminin, rahmetinin, mağfi­
veremez, hibe yapamaz. Fayda ve zara­ retinin, nimet, ihsan, rızık ve fadl u
ra muhtemel olan alışveriş gibi tasar­ kereminin çokluğunu ifade etmektedir.
rufları ise, çocuğun yararına olmak Allah’ın bu vasfı “vesia” fiiliyle de
kaydıyla geçerlidir. Vasinin muhtaç ifade edilmiştir: “İlahınız ancak kendi­
olması halinde, aşırıya kaçmamak sinden başka ilah bulunmayan Allah ’tır.
kaydıyla yetimin malından yiyebilir. O’nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır.”
Ancak ihtiyacı bulunmaması halinde, (vesia) (Tâ-hâ, 20/98), “Rahmetim her şeyi
çocuğun malından yemesi caiz değildir kuşatmıştır. ” (vesiat) (A’râf, 7/156).
(Nisâ, 4/6). (Î.P.)
Aynı kökten gelen mûsi’ kelime­
VÂSİ’ - MÛSÎ’ si, genişleten demektir. Bu kelime
Geniş olmak, dar olmamak, gücü Kur’ân’da tekil ve çoğul olarak iki
yetmek, kuşatmak, bollaştırmak, rız­ defa geçmiştir. Bakara sûresinin 236.
kını genişletmek anlamlarındaki “v-s- âyetinde zengin, imkânı bol kimse
a” kökünden türeyen vâsi’, kelimesi için kullanılmıştır. Zâriyat sûresinin
Allah’ın sıfatı olarak, güçlü, kuvvetli, 47. âyetinde “Göğü kendi ellerimiz­
ilmi ve rahmeti her şeyi kuşatan, bütün le (gücümüzle) bina ettik ve biz (onu)
yaratıklara rızık veren, nimet ve ihsanı genişletmekteyiz ” denilmiştir. Bu âyet­
bol olan demektir. te geçen mûsiûn Allah’ın gücünü ifade
etmektedir. Allah gökleri sürekli geniş­
Allah’ın vâsi9 sıfatı Kur’ân’da
letmektedir. (İ.K.)
“alîm” sıfatı ile birlikte yedi, “hakîm”
sıfatı ile birlikte bir âyette geçmiş­ VÂSİ’U’L-MAĞFÎRE
tir. “Gerçekten Allah vâsi’dir, alim­ Allah’ın sıfatlarından biri olup,
dir.’’ (Bakara, 2/115), “Allah vâsi’dir, mağfireti bol olan demektir, (bk. Gâfir)
hakim’dir.” (Nisâ, 4/130). (Î.K.)
Vâsi ’ kelimesi genişliği, çokluğu, VASİYYET
bolluğu, fazlalığı ifade eder. Allah Bir kimsenin vefatından sonraya
hangi bakımdan vâsidir? Kur’ân’da bağlı olmak üzere bir malı veya men­
bu husus çeşitli âyetlerde açıklanmış­ faatini bir veya birkaç kişiye ya da bir
tır: “...O’nun kürsüsü gökleri ve yeri hayır işine bırakmasına vasiyyet denir.
kuşatmıştır... ” (Bakara, 2/255), “...Rabbin Ayrıca bir kimsenin kendisinin ölü­
ilim cihetinden her şeyi kuşatmıştır... ” münden sonra veya yokluğunda yapıl­
(En’âm, 6/80), “...De ki: Rabb’in geniş masını istediği şeye de vasiyyet denir.

681
Vasiyyette bulunana mâsı, kendisine olur. Hac sûresinin 73. âyeti gibi, veya
vasiyyet yapılan şahsa mûsâ leh, vasiy- iki cümle arasında anlam bakımından
yet edilen mala da mûsâ bih denir. bir ilgi yoktur. 3- İkinci cümle, birinci
Mirastan payları belirlenen kişiler cümleden anlaşılan bir soruya cevaptır.
dışındaki kişilere vasiyette bulunmak Hûd sûresinin 70. âyeti gibi. (Î.K.)
mendûb olup, kişinin malının üçte VATAN
birinde geçerlidir. Malının üçte birin­ Sözlükte “v-t-n” kökü, bir yerde
den azını vasiyet etmek müstehaptır. ikâmet etmek, vatan kelimesi ise, insa­
Hz. Peygamber, malının tamamını, üçte nın ikâmet ettiği yer demektir. Hanefî
ikisini, yarısını ve üçte birini vasiyyet bilginlere göre vatan; vatan-ı aslî,
etmek isteyip de kendisine soran kim­ vatan-ı ikâme ve vatan-ı süknâ olmak
seye; <(Üçte birini ver. Hatta üçte biri
üzere üç çeşittir.
de çok. Senin varislerini zenginler
Vatan-ı aslî: Bir insanın doğup
olarak bırakman, halka ihtiyaçları­
büyüdüğü yer veya çalışıp geçimini
nı açan fakirler olarak bırakmandan,
sağladığı, ev alıp çoluk çocuğu ile yer­
daha hayırlıdır. ” buyurmuşlardır (Buhâri,
leştiği ve sürekli kalmaya niyet ettiği
Vesâyâ, 2, 3, Ferâiz, 6; Müslim, Vesâyâ, 5).
yerdir. Vatan-ı aslî, sadece başka bir
Bununla birlikte bir kimse malının yeri vatan-ı aslî edinmekle değişir.
üçte birinden fazlasını vasiyyet ederse, İnsan başka bir yere göç edip eşini ve
bu vasiyyetin geçerli olması mirasçıla­ çocuklarını buraya naklederek yerle­
rının iznine bağlıdır. Vârislerin, vasi­ şirse, burası vatan-ı aslî olur. Önceki
yette bulunan kişinin sağlığında vasi­ vatanı, vatan-ı aslî olmaktan çıkar.
yeti kabul etmeleri geçerli değildir; Daha sonra buraya misafir olarak
vefatından sonra kabul etmesi gerekir. gelirse, dört rekatlı farz namazlarını
Aynı şekilde, küçük yaştaki çocuğun iki rekat olarak kılar. Peygamberimiz
icazeti de muteber değildir. Vasiyyet (a.s.) ve arkadaşları vatan-ı aslîleri
ancak teberruu sahih olan mallarda olan Mekke’yi terk edip Medine’ye
geçerlidir. (Î.P.) yerleştiler ve Medine “vatan-ı aslî”leri
VASLVEFASL oldu. Daha sonra Mekke’ye gittikle­
Belagat ilmi ile ilgili iki kuraldır. rinde 4 rekatlı farz namazları iki rekat
Vasi, bir cümlenin atıf harfi ile diğer olarak kıldılar. Peygamberimiz (a.s.),
cümleye bağlanmasına; fasl, ise bu atfı Mekkelilerle namazı kıldıkları zaman,
terk etmeye denir. İki cümle arasında ((Ey Mekke halkı! Siz namazınızı tam
vasi üç şekilde olur. 1- îki cümle ara­ kılın, çünkü biz misafir bir cemaatiz. ”
sında tam bir birlik vardır. İkinci cümle demiştir (Beyhakî, Salat, III, 135-136; Malik,
birinci cümleyi tekit eder, Bakara sûre­ Kasru’s-Salâti, 6).
sinin 6. âyeti gibi veya beyan eder. Vatan-ı aslî, bir veya birden fazla
Necm sûresinin 3-4. âyetleri gibi veya olabilir. Bir insanın iki veya daha fazla
ikinci cümle birinci cümleden bedeldir; yerde evi ve eşi olsa ve eşini buradan
İbrâhim sûresinin 6. âyeti gibi. Bu üç bir başka yere nakletmeye niyeti de
duruma, tam birlik (kemalül-ittisal) yoksa - buralardaki evlerine yılda bir
denir. 2- îki cümle arasında tam bir defa gitse bile yine- bu yerler o kim­
ayrılık vardır. İki cümle haber ve inşa senin vatan-ı aslîsidir. Buralara gittiği

682
zaman mukim olur ve namazlarını tam iddeti doğum yapmasıyla sona erer.
kılar. Ancak eşinin vefat etmesinden dolayı
Bir insanın iki yerde, meselâ, iddet bekleyen kadın, doğum ile dört
Ankara ve İstanbul’da evi ve eşi bulun­ ay on günden hangisi daha çok ise onu
sa sonra İstanbul’daki eşini Ankara’ya bekler, (bk. İddet) (İ.P.)
getirse ve İstanbul’daki evi dursa, VÂZİRE
aynı zamanda burada gelir getiren Günahkâr, günah yüklenenler
(dükkan, tarla, bahçe vb.) akarı olsa, demektir, (bk. Vizr) (İ.K.)
İstanbul’un vatan-ı aslî olup olmadığı
konusunda iki görüş vardır. Bir görü­ VECD
şe göre İstanbul, vatan-ı aslî olarak Sözlükte “bulma, var olma, hâsiî
kalır. Çünkü vatan-ı aslî evlenme ve ev olma, buluş” anlamına gelen vecd,
edinmekle olur. Bunlardan birinin yok tasavvufta, kulun istek ve çabası
olması ile orası vatan-ı asli olmaktan olmaksızın onun kalbine tesadüf eden
çıkmaz. Diğer görüşe göre İstanbul şey (his, ilham, feyz, vârîd); Hak’tan
vatan-ı aslî olmaktan çıkar. Çünkü gelen tecelliler demektir. Sâlikin dinî
vatan-ı aslî mal-mülk ile değil, eşiyle his ve heyecanı yaşadığı mistik hâl
birlikte bir yere yerleşmekle olur. “vecd” kelimesi ile ifade edilir. Vecd
zorlama ve yapmacık olmaksızın kalbe
“Vatan-ı aslî”; “vatan-ı ikâme” ve
gelen şeydir. O, kalpte şimşek gibi par­
“vatan-ı sükna” ile değişmez. Çünkü
layıp soma aniden sönen parıltılardır.
her ikisi de “vatan-ı aslî”nin dûnunda-
Vecd, karşılaşma, yüz yüze gelme,
dır. Vatan-ı aslî, sefer niyeti ve yolcu­
buluşmadır. Kalbin karşılaştığı hüzün
lukla da değişmez.
ve neşe gibi şeylerin hepsi birer vecd-
Vatan-ı ikâme: Bir insanın ikâmete dir. Vecd, daha çok kendinden geçme
elverişli bir yerde 15 gün ve daha fazla ve istiğrak anlamında kullanılmaktadır.
kalmaya niyet ettiği yerdir. Vatan-ı Vecdin çoğulu mevâciddir. Vecde gele­
ikâme; vatan-ı aslî, vatan-ı ikâme ve ne vâcid denir. (M.C.)
sefer ile değişir, fakat vatan-ı süknâ
VEDÂ HACCI (Vedâ Hutbesi)
ile değişmez. Vatan-ı ikâmede yaşayan
insanlar mukim sayılır. “Haccetü’l-belâğ” da denen vedâ
Vatan-ı sükna: Bir insanın vatan-ı haccı, Hz. Peygamberin Medine’ye
aslîsinin dışında 15 günden az kalmak hicretinin 10. yılında (632) yap­
üzere gittiği yerdir. Vatan-ı sükna; mış olduğu ilk ve son haccıdır. Hz.
vatan-ı aslî, vatan-ı ikâme, vatan-ı Peygamber, yüz bini aşan sahabiye bu
sükna ve sefer ile değişir. Vatan-ı sük- hac sırasında yaptığı konuşma ile vedâ
nada yaşayanlar misafir sayılır. (İ.K.) etmiş, İslâm’ın temel ibâdetlerinden
biri olan hac ibâdetinin yapılış şeklini
VAZ’U’L-HAML öğretmiştir. Hac sırasında Rasûlüllah
Va’z’ul-haml, doğum yapmak anla­ (a.s.)’ın ashabına yaptığı tarihi konuş­
mına gelir. İslâm hukukunda, kadı­ masına vedâ hutbesi denir. Temel hak
nın doğum yapmasına bazı hükümler ve hürriyetler açısından, çok önem­
bağlanmıştır. Bunlardan en önemlisi li olan bu hutbe, hadis kitaplarında
iddet konusundadır. Hamile kadının bölümler halinde nakledilmiştir (Buhârî,

683
Hac, 133; Müslim, Hac, 19; Ebû Dâvûd, Menâsik, VEDA TAVAFI
23; Tirmizî, zekat, 34, Buyû, 39, Vesâyâ, 5; îbn Âfâkî hacıların, Mekke’den ayrıl­
Mâce, Vesâyâ, 6; Nesâî, Hac, 16; Ahmed ibn Hanbel,
madan yapmaları gereken son tavafa
v/267).İslâm tarihi kaynakları, hadis
veda veya sader (ayrılma) tavafı denir.
kaynaklarından toplanmış şekilde hut­
Veda tavafı, haccın aslî vaciplerinden
benin bütününü aktarırlar (ibn Hişâm, es-
biridir. İmam Malik’e göre veda tava­
Sîretü’n-Nebeviyye, IV/250-253).
fı sünnettir. Hac menasikini tamamla­
Hz. Peygamber, İslâm’ın özeti ola­ yıp Mekke’den ayrılacak olan hacılar,
rak sunduğu vedâ hutbesiyle; câhiliye Kâbe ile vedalaşmak üzere veda tava­
devrine ait bütün kötü adet ve gelenek­ fını yaparlar. Peygamberimiz (a.s);
leri yıkmıştır. Temel hak ve vazifeler­ ‘‘(Sizden) biri, son olarak Kâ’be’yi
le ilgili hükümleri bildirmiştir. Bütün
ziyaret etmeden (Mekke ’den) ayrılma­
insanların Adem’in çocukları olduğu­
sın ” buyurmuştur. (Müslim, Hac, 379,1, 963)
nu ifade ile, evrensel insan kardeşliği­
ni ortaya koymuştur. Irk, renk ve sınıf Harem ve Hıll bölgesi sakinlerinin
üstünlüğünü reddederek, tüm insanlığa “veda tavafı” yapmaları gerekmez.
rehber olacak örnek bir eşitlik anlayı­ Yapmaya başlamaları durumunda da bu
şını tarihe kaydetmiştir. Zinânın ve tavafı tamamlamaları gerekir. Çünkü
aile hayatına zarar verecek her şeyin başlanan bir ibadeti -nafile bile olsa -
yasaklandığını haber vermiştir. Aile tamamlamak vaciptir.
hayatında erkek ve kadının birbirlerine Âfâkî olup da Kurban bayramı­
karşı hak ve vazifelerinin bulunduğu­ nın üçüncü gününden önce Mekke’de
nu, kadınlara iyilik ve şefkatle mua­ sürekli ikâmete niyet edenler de veda
mele edilmesi gerektiğini açıklamıştır. tavafı yapmazlar. Ebû Hanîfe’ye göre
Ekonomik ve sosyal hayatı felce uğra­ bayramın üçüncü gününden sonra
tan fâizin haram kılındığını, her türlü Mekke’de sürekli ikâmete niyet eden
kan davasının kaldırıldığını ilân etmiş­ âfâkîlerin de “veda tavafı” yapmaları
tir. Vasiyet, borç ve kefâlet, takvim vaciptir.
düzeni hakkındaki hükümlerle birlik­
Şafii mezhebine göre, veda tavafı­
te; nesebin öz babadan başkasına nispet
nın, bütün işler bitirildikten sonra tam
edilmesinin kötülüğünü ifade etmiştir.
yola koyulmak üzere iken yapılması ve
Herkesin can, mal ve haysiyetinin her
yapıldıktan hemen sonra dönüş yolcu­
türlü tecâvüzden korunduğunu, her
luğuna başlanması vaciptir.
türlü haksızlığın yasaklandığını ve
cezaların şahsî olduğunu belirtmiştir. Tavaftan hemen sonra yola çıkma­
Kısaca, önemli dinî kuralları, temel hak yıp mazeretsiz olarak bekleyen veya
ve görevleri, duygusal, etkili ve veciz eşya satın almak, borç ödemek, arka­
bir şekilde orada bulunan insanlara daşa uğramak, hasta ziyaret etmek gibi
öğütleyerek, kendilerine emanet olarak yolculukla ilgili olmayan bazı işlerle
bıraktığı Kur’ân ve sünnete sarıldıkları meşgul olan kimsenin veda tavafını
müddetçe sapıklığa düşmeyeceklerini yeniden yapması gerekir. Fakat tavaftan
müjdelemiştir. En sonunda orada hazır sonra, erzak satın almak, eşyayı bagaja
bulunanların, dinlediklerini başkalarına vermek gibi yolculukla ilgili bazı işler­
aktarmalarını taleb etmiştir. (A.G.) le meşgul olan kimsenin -araya fasıla

684
girmiş olsa bile- yeniden tavaf yapması taşımaktan da gelebilir. Vedy abdesti
gerekmez, (bk. Tavaf) (İ.K.) bozmakla birlikte, guslü gerektirmez.
VEDÎA Hanefî mezhebine göre vedy necaset-
i galiza, yani kaba pislik olduğundan,
bk. Emânet.
bir dirhemden çok çamaşıra bulaşma­
VEDÛD sı halinde namaza manidir; yıkanması
Sevmek, temenni etmek, arzu gerekir. (İ.P.)
etmek, dilemek anlamındaki “v-d-d”
VEFA
kökünden türeyen vâdd ism-i fâilinin
mübalağalı şekli olan vedûd, Allah’ın Sözlükte “bir şeyi yerine getirmek,
güzel isimlerinden biri olup mümin sözünde durmak, bağlılık” gibi anlam­
kullarını çok seven, güzel amelleri lara gelen vefa, ahlâkî bir terim olarak,
sebebiyle onlardan razı olan, onlara görülen iyilikleri unutmama, iyilikte
ihsânda bulunan ve onları öven demek­ bulunanlara misliyle veya daha fazla­
tir. Vedûd kelimesine sâlih kulları tara­ sıyla karşılık verme demektir. Vefalı
fından çok sevilen anlamı verilmiş ise davrananlara vefakâr denir. En büyük
de doğrusu ilk verilen anlamdır. vefakârlık, yüce yaratıcıyı tanımak, ver­
Kur’ân’da iki âyette geçmiştir: diği nimetlerin kıymetini bilmek, kulluk
“Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra görevlerini eksiksiz yerine getirmektir.
O’na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim En büyük nankörlük ise kulun Rabbini
rahimdir, vedûddur.” (Hûd, ıı/90), “O inkâr etmesidir. Tasavvufta vefa “ezel­
ğafördur, vedûddur. ” (Bürûc, 85/14). de, bezm-i elestte Allah’a verilen söze,
mîsaka bağlı kalmak” şeklinde tanım­
Ayetlerde vedûd isminin, “rahim”
lanmaktadır. Bir âyette Allah “Bana
ve “gafur” isimleriyle birlikte geçmesi,
bu kelimenin anlamını ortaya koymak­ verdiğiniz sözde durunuz ki, size verdi­
tadır. Çok seven, sevdiğine merhamet ğim sözde durayım. ” (Bakara, 2/40) buyur­
eder, onu bağışlar. maktadır. Yapılan akitlere, verilen söz­
lere bağlılığın bulunmadığı toplumlarda
Kur’ân’da Allah’ın sevdiği insan­
güvensizlik doğar ve sosyal çözülme
lar bildirilirken “habbe - yuhibbü”
fiili kullanılmıştır. Kur’ân’da Allah’ın; meydana gelir. Hz. Peygamberin hayatı
muhsin (sâlih amelleri en iyi bir şekilde vefa örnekleriyle doludur. (M.C.)
yapan, iyilik eden) (Bakara, 2/195), mut­ VEHHÂB
taki (Allah’a karşı gelmekten sakınan) Karşılıksız vermek, bağışlamak,
sabırlı, mütevekkil (Âı-i imrân, 3/76, 146, hibe etmek anlamındaki “v-h-b”
159), âdil (Mâide, 5/42), temiz (Tevbe, 9/100),
kökünden türeyen ve vâhib kelimesi­
tevbe eden (Bakara, 2/222) ve cihad eden
nin mübalağalı şekli olan vehhâb çok
(Sâf, 61/4) müminleri sevdiği bildirilmiş­
bağışlayan, çok hibe eden demektir.
tir. (İ.K.)
Allah’ın sıfatı olarak vehhâb, yara­
VEDY tıklarına karşılık beklemeden maddî-
İdrardan sonra gelen ve prostatın manevî pek çok nimet veren, ikramında
salgılarından olan yapışkan, beyaz ve devamlı olan, lütfü, ihsan ve rahmeti
bulanık sıvının ismidir. Bazen ağır yük bütün varlıkları kuşatan demektir.

685
Allah’ın bu sıfatı Kur’ân’da üç Hanbelî Mezhebinin daha muhafazakâr
âyette geçmiştir. “(Aklı selim sahip­ bir görüntüsüyle ortaya çıkmışlardır.
leri); Rabbimiz! Bizi doğru yola illet- Kısa sürede Suudî hânedânının deste­
tikten sonra kalbimizi eğriltme, bize ğini alarak hızla gelişmiş ve bir müd­
katından bir rahmet ver, çünkü sen det sonra Suudî Arabistan’ın resmî
vehhâbsın ’ (derler). ” (Âl-i imrân, 3/8), mezhebi haline gelmiştir. Daha çok
“Yoksa, aziz, vehhâb olan Rabbinin îbn-i Teymiyye’nin genel olarak da
rahmet hâzineleri onların yanında Hanbelî mezhebinin görüşlerini pay­
mı? ” (Sâd, 38/9), “(Süleyman); Rabbim! laşan Vehhâbîler bazı konularda bu
çizgiden daha da aşırılığa kaçmışlar­
Beni affet, bana benden sonra kimseye
dır. İtikât ve ibadette ısrarla üzerinde
nasip olmayan bir mülk ver, çünkü sen
durdukları hususlar şunlardır: “Akıl
vehhâbsın (çok lütfedensin)' (dedi).’’
dinde delil olamaz. Müteşabih âyetler
(Sâd, 38/35) îlk iki âyette vahhab ismi zik­
tevil edilmemelidir. Tevhidden maksad
redilerek Allah’tan rahmet, son âyette
amelî tevhiddir. Amel îmâna dahildir.
mülk/saltanat istenmiştir.
Kesin delil Kur’ân’dır. Allah’ın sıfat­
Kur’ân’da Allah’ın bu vasfı “vehe- ları hakiki sıfatlardır. Tevessül küfür­
be - yehebü” fiiliyle de ifade edilmiştir. dür. Namazların cemaatle kılınması
Bu fiillerin geçtiği âyetlerde Allah’ın farzdır. Zekat vergidir. Sigara ve nar­
evlat (İbrahim, 14/39; Şura, 42/49), hüküm gile de içki derecesinde yasaktır. Vakıf
(Şuarâ, 26/21) ve dost (Meryem, 19/5) verme­ müessesesi batıldır. Hz. Peygamberin
si söz konusu edilmiştir. Bunlardan hatırasını taziz için hırkasını ve saka­
Allah’ın vehhâb sıfatının, kullarına lını ziyaret şirktir. Şiîlerin taş üzerine
her türlü maddî ve manevî nimetlerini secde etmeleri, Kerbelâ ve Meşhedi
bolca ihsan etmesi anlamında olduğunu ziyaretleri şirktir. Mehdi gelecek, ya da
anlıyoruz. Hızır ve İlyas sağdır demek küfürdür.
Allah, cömerttir, ikram, ihsan ve Üçler yediler ve kırklara inanmak, ölü­
lütfü devamlıdır, karşılıksızdır. Yerin lerin diriler üzerinde tasarrufunu kabul
ve göğün hâzineleri O’nun katindadır. etmek, zamana (dehre) ve rüzgara söv­
Her şeyin sahibi O’dur. Dilediğine bol mek küfürdür.” (F.K.)
nzık, mal-mülk, hidâyet, sıhhat, afiyet, VEKÂLET
şöhret, makam, itibar, ilim, basiret,
Sözlükte “muhafaza etme, koruma”
hikmet ve hidâyet verir. Bütün bunlar,
anlamına gelen vekâlet, bir fıkıh terimi
O’nun vehhâb olmasının sonucudur.
olarak, hakkında niyabet geçerli olan
(İ-K.)
konularda, bir kimsenin bizzat kendi­
VEHHÂBÎLÎK sinin de yapabileceği bir hukukî işlem
Genel olarak 18. Asrın başların­ için başkasını yetkili kılmasını ifade
da Arabistan’ın Necd bölgesi Teym etmektedir. Vekâlet verene müvek­
kabilesine mensup Muhammed ibn kil, hukukî temsilciye vekil, vekaletin
Abdülvehhâb ismindeki zatın itikâdî konusuna ise müvekkel bih denir.
düşüncelerinin çevre halkı tarafından Vekâlet akdi, diğer akitler gibi îcâb
benimsenmesiyle oluşmuş bir ekol­ ve kabul ile kurulur. Vekâlet veren
dür. Bu ekolün mensubları başlangıçta kişinin ve vekilinin ehliyetli olmala-

686
rı gerekir. Ayrıca müvekkil vekâle­ sı veya belirli bir marka ya da renkte
tin konusunda yetkili olmalı; vekilin bir otomobil alması konusunda verilen
de bunu yerine getirmeye gücü yeter vekâlet böyledir.
olmalıdır. Vekâlet akdinin sahih olma­ Vekîl, kendisine vekâlet veren
sı için, vekâletin konusunun dinen caiz kimsenin belirlemiş olduğu kayıtlara
ve hakkında niyabet geçerli olan bir uymakla mükelleftir. Bunun dışında,
husus olması gerekir. Bu nedenle, şarap alışveriş, kira gibi muavazalı işlem­
satışı konusunda vekâlet caiz olmadığı ler dışındaki hukukî işlemlerde vekil,
gibi, hakkında niyabet geçerli olmayan tasarrufu müvekkili adına yaptığını
namaz kılmak, oruç tutmak gibi ibadet­ belirtmesi gerekir. Bu şartlara uymadı­
lerde de vekâlet söz konusu değildir. ğı takdirde, vekilin tasarrufu müvekkili
Vekâlet, konusu bakımından umumî bağlamaz. Bunun dışında vekilin şart­
vekâlet ve hususî vekâlet kısımlarına larını taşıyan tasarruflarının hakları
ayrılır. Umumî vekâlet, genel olarak müvekkile ait olur. (Î.P.)
verilen bir vekâlet olup, vekîl, alışve­ VEKÎL
riş, kira, hibe, borç gibi bütün hukukî
Bir işi birine havale etmek, teslim
işlemlerde ve mahkemede temsil
etmek ve güvenmek anlamındaki “v-k-
konusunda yetkilidir. Boşaması veya
1” kökünden türeyen vekîl; avukat,
malını vakfetmesi konusunda ise ihti­
temsilci, koruyucu, denetleyici, bekçi,
laf bulunmaktadır. “Aksi ispat edilme­
birinin işini üzerine alan demektir.
dikçe geçerlidir” görüşünde bulunanlar
olduğu gibi bu konularda yetkili olma­ Allah’ın sıfatı olarak vekîl, koru­
dığını söyleyenler de vardır. Hakkın yucu (hafız), güvenilen (emîn) yardım
zayi olmaması ve telâfisi güç hatalara eden (muîn), görüp gözeten (şehîd,
yol açmaması için, bu konularda sarih rakîp) yaratıklarının rızkına kefil olan,
vekâletin aranması ve müvekkilin işler kendisine havâle edilen (müvek-
sözünün itibara alınması daha uygun kel), her şeyin mâliki ve yöneticisi olan
olacaktır. Husûsî vekâlet ise, belirli demektir. Vekîl kelimesi Kur’ân’da 24
bir konuda müvekkili temsil etmektir. defa geçmiş Allah ve insanın sıfatı
Sadece arabanın satışına vekâlet ver­ olarak kullanılmıştır. însan hakkında
mek, mahkemede temsil yetkisi ver­ kullanılan vekîl; bekçi koruyucu, avu­
mek böyledir. kat (Şûra, 42/6) anlamındadır: “Allah her
şeyin yaratıcısıdır. O her şeye vekildir. ”
Vekâlet, bir kayıtla sınırlandırılma­
(Zümer, 39/62), “...Ondan başka ilah yok­
sı bakımından da mutlak ve mukayyed
tur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyle ise
şeklinde ikiye ayrılır. Mutlak vekâlet,
herhangi bir zaman, mekân veya ben­ O ’na ibadet edin ve O herşeye vekil­
zeri şeyle sınırlandırılmayan bir vekâ­ dir. ” (En’âm, 6/102).
lettir. Meselâ, bir araba alması konu­ Allah’ın her şeyin vekîli olması
sunda birine vekâlet verme böyledir. hasebiyle insanların O’nu vekil edin­
Mukayyed vekâlet ise, zaman, mekân, meleri istenmiştir: “...Allah’a güven,
fiyat, marka veya benzeri kayıtlarla vekil olarak Allah yeter. ” (Nisâ, 4/81);
sınırlandırılan vekâlet şeklidir. Meselâ, “Göklerde ve yerde olanların hepsi
Ankara oto pazarından bir araba alma­ Allah ’ındır. Vekil olarak Allah yeter. ”

687
“O doğunun ve batının
(Nisâ, 4/132); rızaları aranmaksızın hukukî işlemde
Rabbidir. O’ndan başka ilah yok­ bulunma yetkisi anlamına gelmektedir.
tur. Öyle ise sadece O ’nu vekil tut. ” Bu yetkiye sahip kimseye velî denir. Bu
(Müzzemmil, 73/9). manada velâyet genel olarak velâyet-i
Allah’ın her şeyin vekili olması; her âmme ve velâyet-i hâssa olarak ikiye
şeyin mâliki, sahibi, yöneticisi, koru­ ayrılır. Ayrıca bu iki kısımdan biri
yucusu, rızık vericisi, görüp gözeteni; içerisinde olmakla birlikte, yetki ala­
O’nu vekil edinmek ise; yardım etmesi, nına veya konusuna göre de velâyet
koruması, zararları defetmesi, emeğin çeşitli isimler almıştır. Meselâ, velâ­
karşılığını vermesi, zulmetmemesi, yet-i cerâim, velâyet-i kazâ, velâyet-i
insanlara şahit olması vb. her konuda kısas, velâyet-i nikâh, velâyet-i zatiyye
O’na güvenmektir. “Vekil” kelimesi bunlardandır.
Allah’ın her şeye şâhit olması, bilme­ Velâyet-i âmme; umum mallara ve
si, görmesi anlamında da kulanılmış- fertlere şamil olan velâyettir. Devlet
tır. Meselâ, "...Söylediğimize Allah başkanı, onu temsil eden, onun adına
vekildir. ” (Yûsuf, 12/66) âyetin de bu iş gören vali, hâkim gibi genel ola­
anlamdadır.
rak velâyet hakkına sahip kişilerdir.
"...Allah bize yeter, O ne güzel Velâyet-i hâssa ise, kâsır olan kişinin
vekildir. ” (Âl-i imrân, 3/173), "Eğer mümin­ mâlî ve şahsî işlerini yürütmek üzere,
ler iseniz sadece Allah’a güvenin.” kanunla veya mahkeme kararıyla tayin
(Mâide 5/23), “.. .Kim Allah ’a güvenirse edilen velînin velâyet hakkını ifade
O, ona yeter... ” (Talâk, 65/3), "...Allah eder. Babanın, dedenin, amcanın velâ-
kendine güvenenleri sever. ” (Âl-i imrân, yeti böyledir. Velâyet-i hâssa, velâyet-i
3/159) âyetleri; mütevekkil insan ile icbâr ve velâyet-i ihtiyar olmak üzere
vekil Allah arasındaki ilişkinin boyu­ ikiye ayrılır. Velâyet-i icbâr, velâye-
tunu ifade etmektedir. ti altında bulunan kimsenin rızasını
Bir fıkıh terimi olarak vekil ise, almadan hakkında tasarrufta bulunma
sözlük anlamına uygun olarak, kanûnî yetkisini, velâyet-i ihtiyâr ise, zorla­
temsilci, birisi adına iş yürüten kişi yıcı olmayan, velâyeti altında bulu­
demektir, (bk. Vekâlet) (İ.K.) nan kimsenin rızasıyla onun hakkında
VELÂYET tasarrufta bulunabilme yetkisini ifade
Sözlükte “idare etmek, düzenlemek, etmektedir.
yaklaşmak, işini üzerine almak, yardım Vesayet sadece malî tasarruflarda
etmek, sevmek, salâhiyet” gibi anlam­ söz konusu iken, velâyet kâsırın, yani
lara gelen velâyet, dinî bir kavram çocuk, deli, bunak ve diğer mahcûr
olarak, velilik, ermişlik, Allah dostu kişilerin mallarında ve şahsî işlerin­
olmak, dostluk, sadakat, başkası üze­ de tasarruf yetkisine sahip olmaktır.
rinde söz ve tasarruf hakkı manalarını Velâyette öncelik hakkı babaya aittir.
ifade etmektedir. Bundan sonra babanın belirlemiş oldu­
Fıkıh alanında velâyet, başkası üze­ ğu vasî gelir. Daha sonra sırasıyla dede,
rindeki tasarruf ve söz hakkını ifade dedenin belirlediği vasî, hâkim, hâki­
etmekte olup, başkaları adına onların min atamış olduğu vâsi gelir. (İ.P.)

688
Tasavvufta velayet ise, HakkTn Allah yeter, yardımcı olarak Allah
kulunu, kulun da Mevlâsını dost yeter. ” (Nisâ, 4/45).
edinmesi, Allah ile kulu arasındaki Allah’ın velî vasfı sadece müminle­
karşılıklı sevgi ve dostluk; Allah’ın re yöneliktir. "Zâlimlerin ne velîleri ne
kulun, kulun da Allah’ın velisi (vekili) de yardımcıları vardır. ” (Şûra, 42/8).
olması demektir. Kur’ân’da, Allah’ın
Vâli ismi sadece bir âyette geçmiş­
müminlerin velisi (dostu), takvâ sahibi
tir: “...Onların O’ndan başka koruyup
müminlerin de Allah’ın velisi olduğu
kollayanı (vâli) yoktur. ” (Ra’d, 13/H).
belirtilmektedir (Bakara, 2/227; Enfâl, 8/34).
Allah’ın kulunu dost edinmesi, kulun Mevlâ kelimesi Kur’ân’da 21 âyet­
tüm işlerini yönetmesi, kulun Allah’ı te geçmiş olup bunlardan 12’si Allah
dost edinmesi ise yalnız O’na kulluk ile ilgilidir: "Biliniz ki şüphesiz Allah,
etmesi ve boyun eğmesidir. Bir âyette mevlanızdır. O ne güzel mevlâ, ne güzel
Allah’ın dostlarına korku olmadığı ve yardımcıdır. ” (Enfâl, 8/40), "...Allah mev-
onların üzülmeyecekleri bildirilmiştir lânızdır. O alîmdir, hakimdir. ” (Tahrim,
(Yûnus, ıo/62). Hemen peşinden gelen 66/2), "...Allah, îmân edenlerin mev-
âyette ise Allah dostlarının nitelikleri lâsıdır. Kâfirlerin ise mevlâları yok­
sıralanmıştır. Bunlar inanmak ve takva tur. ” (Muhammed, 47/11), "...BİZİ affet, bİZİ
Sahibi Olmaktır (Yûnus, 10/63). bağışla, bize merhamet et. Sen bizim
Mutasavvıflara göre dört türlü mevlâmizsin... ” (Bakara, 2/286).
velâyet vardır; velâyet-i azma; son Nasîr, hamîd, şefi’, hakim, alîm,
Peygamber’in velâyeti, velâyet-i kübrâ^ rahmet, mağfiret ve afüvv kelimeleri
diğer Peygamberlerin velâyeti, velâyet- ile birlikte geçmesi mevlâ ve velî keli­
i vüstâ; Evliyanın velâyeti, velâyet-i melerinin anlamını ortaya koymaktadır.
suğrâ; müminlerin velâyeti. (M.C.) Allah’ın velisi ve mevlâsı demek; Allah
VELÎ (Vâli, Mevlâ) müminleri sever, korur, görüp gözetir,
onlara yardım eder, sâlih amellerinin
Birine yaklaşmak, birinin işini üze­ karşılığını eksiksiz verir, lütfundan
rine almak, idare etmek, birine iyi­ ihsanda bulunur demektir. (Î.K.)
lik etmek, yardım etmek ve bakmak
Müminin sıfatı olarak velî kav­
anlamlarındaki “v-l-y” kökünden türe­
ramı, Allah’ın dostu ve sevgili kulu
yen veli (çoğulu evliya) dost, seven,
demektir. Kur’ân’da sâlih ve muttaki
yardım eden, koruyup gözeten, bakan,
olan müminlerin Allah’ın dostu (velî)
birinin işini üzerine alan, idâre eden
olduğu bildirilmiştir (Yûnus, 10/62-63; A’râf,
demektir. Vâli ve mevlâ kelimeleri de
7/196). Müminlerin velisi ancak Allah,
aynı anlamdadır.
O’nun Resûlü, müminler ve melekler­
Velî ve mevlâ kelimeleri Kur’ânda dir (Mâide, 5/55; Fussilet, 41/31). Bu Sebeple
hem insanlar (Fussilet, 41/34) hem de Allah müminler, şeytanı ve avanesini, kâfir­
için, “vâli” kelimesi ise sadece Allah leri, Yahûdi ve Hristiyanları, Allah’ın
için kullanılmıştır: "'Yoksa Allah "tan dinini eğlence ve alay konusu edinen­
başka veliler mi edindiler? Veli yal­ leri, îmâna, küfrü tercih ediyorlarsa
nız Allah dr... ” (Şûrâ, 42/9), "...O velîdir, -baba ve kardeşlerini bile- dost edin­
hamîddir. ” (Şûrâ, 42/28), "Veli olarak mezler (Âl-i İmrân, 3/28; Nisâ, 4/28, 76, 119;

689
Bit kudsİ hadiste
Mâide, 5/51; Tevbe, 9/23). evlendirmiştik. Rasulüllah (a.s.); (Ey
Allah’ın veli kullarına olan yardımı Aişe! Eğlenceniz yok mu? Zira ensâr
şöyle anlatılmıştır: “Allah bir kulunu eğlenceyi sever! ’ buyurdular. ” (Buhari,
sevdiği zaman onun gören gözü, duyan Nikâh, 63). (Î.P.)
kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur ” VERA
(Buhârî, Rekâik, 38).
Takva, korunma, sakınma, şüpheli
Veliler; masum değillerdir, günah şeylerden kaçınma, mubah ve mek­
işlerler, ancak ısrar etmezler; son nefes­ ruhlarda bile titiz davranma demektir.
te îmânla vefat etme garantileri yoktur. Gereksiz şeyleri (mâlayânî) terketmek
(M.C.) de verâ sayılır. Hz. Peygamber de kişi­
Bir fıkıh terimi olarak velî, başka­ nin gereksiz şeyleri terketmesinin o
larının üzerinde veya onların hakkında kimsenin İslâm’ı (iyi ve doğru anlayışı)
tasarruf etme yetkisine sahip kişi anla­ nın güzelliğinden olduğunu belirtmiştir
mına gelmektedir. Bu yetkiye ise vela­ (Tirmizî, Zühd, 11; İbn Mâce, Fiten, 12). Verâ İle
yet denir, (bk. Velâyet) (İ.P.) zühd arasındaki fark şudur: Verâ şüp­
VELÎME heli şeyleri, zühd ise ihtiyaç fazlasını
terketmektir. (M.C.)
Her türlü mutluluk veren hadi­
se sebebiyle verilen ziyafet anlamı­ VERÂSET
na gelen velîme, terim olarak, düğün Verâset, vefat eden kimsenin geri­
yemeğinin özel ismi haline gelmiştir. de bıraktığı malların, miras yoluyla,
Nikâhın alenî olması ve halka ilan edil­ bu malda hakkı olan şahıslara intikal
mesi esastır. Bu nedenle şahitsiz nikâh etmesine denir, (bk. Ferâiz) (İ.P.)
muteber kabul edilmemiştir. Nikâhı VERESİYE
ilan etmenin ve bu mutluluğu pay­
laşmanın en güzel yollarından biri de Veresiye vadeli alışveriş anlamına
gelir, (bk. Vadeli Alışveriş) (İ.P.)
evlenenlerin eş, dost, yakın ve akraba-
lannın davet edilerek ziyafet verilme­ VESİLE
sidir. Bu nedenle velîme, yani düğün Sözlükte araç, vasıta, sebep gibi
yemeği müstehab kabul edilmiştir. anlamlara gelen vesile, dinî bir kavram
Hz. Peygamber, “Bir koyunla da olsa, olarak, Allah’a yaklaşmak veya bir
düğün yemeği verin. ” buyurmuştur dileğin kabul edilmesini ya da bir musi­
(Buhârî, nikâh, 68). betin defedilmesini sağlamak amacıyla
Düğün yemeğinde, içki, dinin dua esnasında Allah’ın güzel isimlerin­
yasaklamış olduğu aşırılıklar ve eğlen­ den veya yüce sıfatlarından birini, işle­
ce şekli bulunmamalı; davette sınıf ve diği güzel bir ameli veya yaşamakta
makan ayrımı yapılmayıp toplumun her olan salih bir insanın duasını vasıta kıl­
kesimi çağırılmalıdır. Düğünde dinin mak demektir. Vesilenin çoğulu vesâil-
yasakları çiğnenmeksizin eğlenilme­ dir. Vesile kelimesi Kur’ân’da iki yerde
sinde bir sakınca bulunmadığı gibi, Hz. geçmektedir (Mâide, 5/35; isrâ, 17/57). Mâide
Peygamber de bunu hoş karşılamıştır. sûresindeki âyette müminlerin Allah’a
Hz. Aişe validemiz şöyle anlatmakta­ yaklaşmak için vesile aramaları isten­
dır: “Bir kadını, ensârdan bir erkekle mektedir. Ayette geçen vesileden mak-

690
sat da Allah’a boyun eğip O’nun hoş­ nı (boşamasını) geçerli saymamıştır
nutluğunu kazandıracak güzel ameller (Buhârî, Talâk, ıi). Visvâs da aynı anlam­
işleyerek O’na yaklaşmaktır. Güzel dadır. (M.C.)
amellerin vesile kılınması (Buhârî, icâre, VİCÂDE
12; Müslim, zikr, ıoo), yaşamakta olan salih
bir kişinin duasıyla tevessül caizdir Sözlükte “bulmak” anlamına gelen
(Buhârî, Cuma, 34; İstiskâ, 3; Tirmizî: Deavat, 118; vicâde, hadis ıstılahında, bir râvînin
Vefat etmiş zâtlarla,
ibn Mâce, ikâme, 189). kendisi ile aynı ya da farklı bir çağda
makamla, hürmet, büyüklük ve benzeri yaşayan hocaya ait hadisleri, o hocaya
şeylerle tevessül ise bid’attir. Allah’tan ait el yazısıyla bulmasına ve elde etme­
istenecek şeyleri yatırlardan isteme ise sine denir. Bu hadisleri bulan kimse,
şirk ve küfürdür. (M.C.) hocadan dinlemediği gibi kendisine
rivâyet izni de verilmemiştir. Herhangi
VESK
bir hadis kitabı elde eden kimse, müel­
Eskiden kullanılan bir ölçeğin ismi lifin çağdaşı olsun veya olmasın, o
olup, bir deve yükü anlamına gelmek­ kitaptaki hadisleri rivâyet ederse,
tedir. Genellikle ziraat mahsûllerinin vicâde yolu ile rivâyet etmiş olur. Bu
ölçüldüğü bu ağırlık ölçüsü, 60 sa’dır. tür rivâyette, hadisi vicâde yoluyla elde
Sâ’ın bölgelere göre farklı olması sebe­ ettiğini belirtmesi gerekir. Ahmed ibn
biyle bir vesk Hicazlılara göre 320 rıtl; Hanbel’in müsned’inde, oğlu Abdullah
İraklılara göre ise 460 rıtl gelmektedir. tarafından bu şekilde rivâyet edilen
Buna göre bir vesk, yaklaşık 130 kg. hadisler vardır.
gelmektedir. (İ.P.)
Vicâde yolu ile rivâyet edilen hadis­
VESVESE lerle amel edilip edilmeyeceği konu­
Sözlükte “fısıltı, hışırtı gibi gizli sunda farklı görüşler ileri sürülmüştür,
söz, fiskos, kuruntu, işkil” gibi anlam­ îmam Mâlik ve bir çok hadisci bunlar­
lara gelen vesvese, ıstılahta, şeytanın la amel etmenin caiz olmadığını kabul
ilkâı, kötü bir işin yapılması, iyi bir işin ederken; İmam Şâfıî ve diğer Şafiî
terkedilmesi veya geciktirilmesi ya da imamlar, İbn Salah ve İbn Kesir gibi
eksik yapılması için insanı kışkırtma­ âlimler, kitaba güvenildiği ya da sika
sı, aklını çelmesi, nefsin bayağı arzu­ bir hocanın yazısı olduğu kesin olarak
larına uymaya teşvik etmesi demektir. anlaşıldığı takdirde, makbul bir isnadla
Vesvese kelimesi Kur’ân’da dört yerde gelen hadislerle amel etmenin gerekli
geçmektedir. Vesvesecinin (vesvâs) olduğunu ifade etmişlerdir. (A.G.)
şerrinden Allah’a sığınılması emredil­
miş (Nâs, 114/1-6), şeytanın Hz. Âdem ile VİCDAN
eşini cennetten vesvese yoluyla çıkar­ Sözlükte “bulma, bir şeyi bir halde
dığı bildirilerek müminlerin bu konu­ görme, duygu ve kalb ile hissetme”
da duyarlı olmaları ısrarla istenmiştir gibi manalara gelen vicdan, terim ola­
(A’râf, 7/20). Hz. Peygamber de mümin­ rak, insanın kalbine doğan gizli bir his
lere vesvese ile hareket etmemelerini olup iyilik işlemekten hoşlanan, kötü­
tavsiye etmiş, vesvesenin dinî-hukukî lük etmekten huzursuz olan, iyiyi kötü­
bir hüküm doğurmayacağını bildirmiş den ayıran ve seçici bir yapıya sahip
ve vesvese ile hareket edenin talâkı­ olan duygudur. Yüce Allah insanın

691
yaratılışına, iyi ile kötüyü, güzel ile Bir fıkıh terimi olarak vitr, yatsı
çirkini ve yararlı ile zararlıyı birbirin­ namazından sonra kılınan üç rekatli
den ayıracak bir meleke vermiştir (Şems, namaza denir. Buna vitir namazı anla­
91/8). îşte insandaki bu seçici ve ayırt mına salât-ı vitr de denir.
etme melekesine vicdan denir. İnsanın Vitir namazı, Ebû Hanîfe’ye göre
fiilleri ve davranışlarının olumlu ya da vâcib; diğerlerine göre ise sünnet-i
olumsuz olmasında rolü vardır. Vicdan müekkededir. Hz. Peygamber, “Vitir
kişinin içe ve dışa dönük işlerinde bir her Müslüman üzerine bir haktır (vazi­
“oto kontrol” görevini yapar. Bununla fedir). ” buyurmuştur (Ebû Dâvud, Salât, 338;
birlikte İslâm bilginlerine göre vicdan Nesâî, Salâtu’l-Leyl, 40).
yalnız başına bir delil olamayacağı
Vitir namazının her rekatinde fatiha
gibi, hakkı bulmada da yeterli değildir.
ve zammu sûre okunur, ikinci rekatin
Çünkü herkesin vicdanı kendi anlayışı­
sonunda oturularak sadece tahiyyât
na ve iradesine bağlı olduğundan, çıka­
duası okunur; üçüncü rekatte kıraat
cak sonuç ve değerlendirmeler de farklı
tamamlandıktan sonra kunut yapılır.
olacaktır. Dolayısıyla hüküm ve sonuç
Vacib olan bu namaz, yatsı namazın­
bakımından bağlayıcı olamaz. (F.K.)
dan sonra sabah namazının vakti girin­
VİRD ceye kadar kılınabilir. Gecenin sonunda
Sözlükte “gelmek, getirilen su, uyanabileceğine inanan kimsenin vitir
su hissesi” gibi anlamlara gelen vird, namazını gecenin sonunda, yani imsak
tasavvufta, günlük dualar, düzenli bir vaktinden bir müddet önce kılması
şekilde belli zamanlarda okunmak daha İyidir (Müslim, Müsafirin 162; Tirmizî,
üzere âyet, hadis ve ermişlerin sözle­ Salât, 334). Ancak uyanamayacağı endi­
rinden derlenmiş dualar, ahzab, hizb, şesinde bulunan kimse yatsıdan hemen
ezkâr, zikir demektir. Her tarikatın ken­ sonra da kılabilir. Vitir namazını kıla-
dine özgü bir evrâdı (virdleri) vardır. mayan daha sonra kaza eder. (Î.P.)
Bu duaların çoğu Kur’ân-ı Kerim’e ve VİZR
hadislere dayanır. (M.C.)
Ağır yük yüklenmek ve günah işle­
VİTR mek anlamındaki “v-z-r” kökünden
Sayıyı tek yapmak, korkutmak, türeyen vizr, sözlükte, ağırlık ve yük
hakkını noksan vermek anlamındaki demektir. Din ıstılahında; sahibinin sır­
“v-t-r” kökünden türeyen vitr, tek ve tında ağırlık ve yük olduğu için günah­
eşsiz demektir. Allah’ın sıfatlarından lara vizr denmiştir. Çoğulu evzardır.
biri olup, O’nun tek ve eşsiz olduğu­ “Vizr” kökü ve türevleri, Kur’ân’da 27
nu ifade eder. Bu sıfat İbn Mâce’nin defa geçmiştir. Günahkâr insana, vâzi-
el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetinde ra (En’âm, 6/164), Musa (a.s.)’a peygam­
geçmiştir (ibn Mâce, Dua, 10). Buhârî ve berliğinde yardımcı ve destek olması
Müslim’in rivâyet ettikleri bir hadiste için görevlendirilen Harun (a.s.)’a
Peygamberimiz (a.s.), “Şüphesiz Allah “vezîr” denmiştir (Tâ-hâ, 20/29; Furkân,
tektir, teki sever. ” buyurmuştur (Buhârî, 25/35). Vezer sığınacak yer (Kıyâme, 75/11),
Deavat, 68; Müslim, Zikr, 5-6). Vitr, vâhid ve evzâr günahlar (En’âm, 6/164) ve yükler
ehad sıfatlan ile aynı anlamı ifade eder. (Tâ-hâ, 20/87), anlamında kullanılmıştır.
(Î.K.) Beş âyette hiçbir günahkârın diğerinin

692
günahını çekmeyeceği bildirilmiştir mesi demektir. Yapılması istenen fiile
(En’âm, 6/164). Ancak insanları hak yol­ vacib denir, (bk. Vacib) (İ.P.)
dan saptıran, onları küfre, günaha ve VÜCÛB EHLİYETİ
harama sürükleyen kimse bu insanların
bk. Ehliyet.
günahlannın bir kısmını yüklenecektir
(Nahi, 16/25). Bununla birlikte sapan ve VÜCÛH ŞİRKETİ (Şeriket-i
günaha dalanlar da cezalarını çekecek­ Vücûh)
lerdir. Çünkü Kur’ân’dan yüz çeviren Ortakların sermayesiz, sadece kre­
(Tâ-hâ, 20/100), îmânı ve sâlih amelleri dileriyle kurdukları kredi ve itibar
terk edenler (En’âm, 6/31) günahı yüklen­ ortaklığıdır, (bk. Şirket) (İ.P.)
mişler ve ziyana uğramışlardır. (İ.K.)
VÜCÛH VE NEZÂİR
VUDÛ’
Vücûh, çeşitli anlamlarda kulla­
bk. Abdest. nılan müşterek (çok anlamlı) lafız­
VURÛDÜ’L-HADİS lara; nezâir ise, bir çok kelimenin
bk. Esbâbu Vurudi’l-Hadis. aynı anlamda kullanılmasına denir.
Sâlat kelimesinin Kur’ân’da beş vakit
VUSLAT namaz (Bakara, 2/3), ikindi namazı (Mâide,
Sözlükte “ermek, erişmek, varmak, 5/106), Cuma namazı (Cum’a, 62/9), cenaze
kavuşmak” anlamına gelen vuslat, namazı (Tevbe, 9/84), dua (Tevbe, 9/103), din
tasavvufta Allah’a ulaşarak O’nunla (Hûd, ıı/87), kırâat (isrâ, 17/110), rahmet ve
birlikte olma hâli demektir. Vasi, visâl, istiğfar (Ahzâb, 33/56), namaz kılınacak
vüsûl kelimeleri de aynı anlamdadır. yer (Hac, 22/40) anlamlarında kullanılma­
Vuslat halinin zıddı ise hicran, firkat, sı vücûha; sakar, nâr, hutame, cahim,
fasl, infisal ve inkıta diye isimlendiri­ hâviye, sair kelimelerinin cehennemi
lir. Vuslata erenlere vâsıl-ı Hak denir. ifade etmek için kullanılması ise nezâi-
Burada Hakk’a erişmek madden değil, re örnektir. (İ.K.)
manendir. (M.C.)
VÜCÛB
Vücûb, Şâri’in, kesin ve bağlayıcı
bir şekilde bir fiilin yapılmasını iste­

693
YAĞMUR DUASI lama, haksız yere karşı koyarak canla­
bk. İstiskâ. rına kıyma (Âi-i imrân, 3/21) dahil bir çok
sapma, isyân ve taşkınlıklarda bulun­
YAHÛDÎLİK
muşlardır (Bakara, 2/60, 61). (F.K.)
Hz. Musa’nın peygamber olarak
YE’CÜC VE ME’CÜC
gönderildiği kavmin adıdır. Bu kavim
Kur’ân’ın en çok kendisinden bahsetti­ Ateş ve kıvılcım anlamında­
ği İsrâiloğullarıdır. Hz. Musa’nın tebli­ ki “ecic” kökünden türeyen ye’cüc
ğine muhatap oldukları için kendilerine ve me’cüc kelimeleri Kur’ân’da iki
“Musevî” de denmiştir. Kutsal kitapla­ âyette geçmektedir. Âyetlerde şöyle
rında yer alan ifadelere göre Yahûdîler denilmektedir: “(Zülkarneyn) Nihayet
kendilerini; dünya milletleri arasından iki dağ arasına ulaştığında onların
seçilmiş bir kavim olarak görmektedir­ önünde, hemen hiçbir sözü anlama­
ler. Yüce Tanrı bu kavmi Tûr-i Sina’da yan bir kavim buldu. Dediler ki: “Ey
kendine muhatap kılarak onlarla ahid Zülkarneyn! Bu memlekette Ye ’cüc ve
ve akidde bulunmak suretiyle emirle­ Me ’cüc bozgunculuk yapmaktadırlar.
rine uyacakları hususunda söz almış, Bizimle onlar arasında bir sedyapman
sonra da Hz. Musa’nın şahsında onlara için sana bir vergi verelim mi? ” (Kehf,
Tevrat’ı göndermiştir. Yahûdî dininin 18/93-94) “Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc
odak noktası olarak Kudüs’teki mabed (sedleri) açıldığı ve onlar her tepeden
gösterilmektedir. Sembolleri yedi kollu akın ettiği zaman... ” (Enbiyâ, 21/96).
Şam’dan (menara) ve içiçe girmiş iki Her iki âyetin tefsir ve yorumların ­
üçgenin meydana getirdiği altı köşeli da Ye’cüc ve Me’cüc’ün bozgunculuk
yıldızlardır. Bugün İsrâil bu sembolleri yapan bir topluluk olduğuna ve çevre­
devlet arması olarak kullanmaktadır. lerindeki milletlere zulüm ve haksızlık
İsrâiloğullarına peygamber olarak yaptıklarına işaret edilmektedir. Birinci
gönderilen îshak’ın oğlu Yakub’un âyette, bu kavmin Zülkarneyn’e şika­
on iki oğlu vardı. Dördüncü oğlunun yet edilmesi üzerine Zülkarneyn’in
adı Yuda veya Yahuda idi. Dolayısıyla de aralarına sed çekerek Ye’cüc ve
onun adına izafeten İsrâiloğullarına Me’cüc’ün fesadlarını izale ettiği bil­
Yahûdî denilmiştir. Yahûdîlerin kut­ dirilmektedir. îkinci âyette, bu şeddin
sal kitaplarının başında, kutsal yazı­ yıkılıp Ye’cüc ve Me’cüc’ün yeryüzü­
lar mecmuası niteliğinde olan Eski ne dağılması kıyamet alameti olarak
Ahid gelmektedir. Yahûdîler bu kutsal zikredilmiştir. Ye’cüc ve Me’cüc’ün
mecmuayı Tevrat, Nebiler ve Katipler hangi topluluk olduğu Kur’ân ve sahih
olmak üzere üç bölümde toplamışlar­ hadislerde bildirilmemiştir. Bazı kay­
dır. Yahûdîler Hz. Musa başta olmak naklarda Ye’cüc ve Me’cüc’ün İskitler,
üzere kendilerine gelen elçileri yalan­ Moday Medleri veya Türk asıllı Moğol

694
ve Tatarlar olduğu ileri sürülmüş ise de, metinden ve yardımından ümit kesmek
doğru değildir, herhangi bir dayanağı ve karamsar bir çizgide sürekli bekle­
yoktur. (F.K.) mek kınanmaktadır: "(İbrahim:) dedi
YEDİ harf ki: Rabbimin rahmetinden, sapıklardan
başka kim ümit keser? ” (Hicr, 15/56), "De
Yedi harften maksadın, Kur’ân’ın
ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi
“yakın anlamda olan muhtelif lafızları”
aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden
“yedi çeşit okunuşu” (kıraat-i seb’a),
ümit kesmeyin" Çünkü Allah bütün
“emir, nehiy, va’d, vaid, kısas, müca­
günahları bağışlar..." (Zümer, 39/53),
dele ve emsal” veya “zecr (yasaklama),
"İnsan hayır işlemekten usanmaz.
emir, helâl, haram, muhkem, müteşâ­
bih ve emsal” gibi manaları, yedi lehçe Fakat kendisine bir kötülük dokunursa
ve yedi lügat oluşu, lafzı ve maddesi hemen ümitsizliğe düşer, üzülüverir. ”
değişik, fakat aynı anlama gelen keli­ (Fussilet, 41/49) Görülüyor ki yeis kişiyi

meler olduğu bilim adamlarınca ifade felaket sınırına doğru çekmektedir. Bu


edilmiştir. karamsarlık hali tembelliğe, rehave­
te ve gaflete zemin hazırlar. Bedende
Yedi harf konusu, "'Şüphesiz bu
mücadele ve hareket kabiliyetini keser.
Kur "ân yedi harf üzerine nazil olmuş­
Böylece hem dinin hem dünyanın elden
tur. Size kolay geleni okuyun. ” anla­ gitmesine yol açmış olur. Mümin böyle
mındaki hadislerde geçmiştir (Müslim, bir tehlike ile karşılaşması durumunda
Salâtü’l-Misâfırin, 270-274). (Î.K.)
derhal tövbe ederek Allah’a sığınma-
YEDİ MESCİDLER lıdır. Azim, sabır, irade ve tevekkül
Milâdî 627 yılında Mekke müşrik­ ile inancını ve güvenini tazelemeye
leri on bin kişilik bir ordu ile Medine çalışmalıdır.
üzerine yürüdüler. Müslümanlar kendi­ İslâm bilginleri îmân açısından da
lerini savunmak için Medine’nin çev­ yeis üzerinde durmuşlardır. Bu anlam­
resine hendek kazdılar. Bu savaşa hen­ da yeis, kişinin ölümle karşı karşıya
dek savaşı denildi. Bu savaşın yapıldığı kaldığı son an demektir ki bu anda
yerde birbirine yakın 7 küçük mescid îmânın sahih olamayacağı görüşü ağır­
yapılmıştır. Bu mescidlere 7 mescid- lık kazanmıştır (Yûnus, 10/90-92; Mü’min,
ler denir. Hacıların ziyaret yerlerinden 40/84-85). Çünkü îmân yakîn ifade eder.
biridir. (Î.K.) Şüphe ve yeis ile îmân mertebesine eri-
YEİS şilemez. (F.K.)
Ümitsizlik, istek ve arzunun tüken­ YEMÎN
mesi manâsınadır. İnsan yaşadığı sos­ Sözlükte “kuvvet, sağ taraf, sağ
yal hayatın içinde daima olumlu, olum­ el, and içmek, kasem” gibi anlamlara
suz, küçük, büyük, acele ve gecikmeli gelen yemin, dinî bir kavram olarak,
bir takım olaylarla iç içe yaşamaktadır. bir kimsenin Allah’ın adını veya sıfatı­
Bu nedenle bazan bir ümitsizlik ve nı zikrederek sözünü kuvvetlendirmesi
kötümserlik psikolojisi olan yeis ile demektir. Yemîn, sözü kuvvetlendirme­
karşılaşmak mümkündür. Yeis kelimesi si ve yalan yere yeminin büyük günah
türevleriyle birlikte Kur’ân’ı Kerim’in olması sebebiyle mahkemelerde başka
on ayrı yerinde geçmekte; Allah’ın rah­ bir delil bulunmadığında delil olarak

695
kabul edilmiştir, (bk. Nükûl) Bunun na sebep oldu ise, bu zararı tazmin edip
dışında köle azât etme ve boşama­ onlardan helâllik istemelidir.
ya bağlı olarak yapılan ve bazı fıkhî Yemîn-i mün9akide; mümkün olan
sonuçlar doğuran sözlere de yemin ve geleceğe ait bir şeyi yapmak veya
denilmiştir. yapmamak üzere yapılan yemindir. Bir
Sözün kuvvetlendirilmesi için kimsenin şu işi yapacağım veya “yap­
Allah’ın adı veya sıfatı anılarak yapılan mayacağım” diye yemîn etmesi böyle­
yemin üç çeşittir: Yemîn-i lağv, yemîn-i dir. Yeminin sahih olması için yemîn
gamûs ve yemîn-i mün’akide. edenin akıllı, buluğ çağına erişmiş ve
Müslüman olması gerekir. Ayrıca bu
Yemîn-i lağv; bir şeyin öyle olduğu
sözüyle yemini kastetmiş olmalıdır.
zannedilerek veya ağız alışkanlığıyla
Bunun yanında yeminin Allah’ın isim­
yapılan yemindir. Kişinin birini gör­ lerinden biriyle veya O’nun sıfatlarıy­
mediği halde gördüğünü zannederek la yapılmış olması gerekir. Allah ve
“vallahi gördüm” demesi böyledir. sıfatları dışında başka şeylere yapılan
Ayrıca sözünü kuvvetlendirme niyeti yemîn, bu yemîn kapsamına girmez.
bulunmaksızın, yemin kastı olmaksızın
Bu yemîn ileride yapılacak bir işe
yemin sözlerini söylemek de yemîn-i
Allah’ın şahit tutulması olduğundan,
lağv olarak kabul edilmiştir. Bu şekil­
yerine getirilmelidir. Yerine getirilme­
de yapılan yeminden dolayı keffaret mesi halinde yemîn bozulmuş olur;
gerekmez. Kur’ân-ı Kerim’de, kasıtsız keffâret ödenmesi gerekir. Yeminin
olarak ağızdan çıkıveren yeminlerden keffâreti ise, on fakiri doyurmak veya
dolayı sorumlu tutulmayacağı bildiril­ giydirmek ya da köle azât etmektir.
miştir (Bakara, 2/225; Mâide, 5/89). Bununla Buna gücü yetmeyen kimse üç gün
birlikte, ağız alışkanlığıyla konuşurken peşpeşe oruç tutar. Yüce Allah, “Allah
ikide bir yemîn edenlerin bu alışkan­ sizi kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıve-
lıklarından vaz geçmek için çalışmaları ren yeminlerinizden dolayı değil, fakat
gerekir. kalplerinizin kastettiği yeminlerden
Yemîn-i gamûs; geçmiş zamanda dolayı sorumlu tutar. Yeminin keffâreti,
meydana gelmeyen bir işin olduğu­ ailenize yedirdiğinizin ortalamasından
na veya yapılan bir şeyin olmadığına on fakiri yedirmek yahut giydirmek ya
bilerek yalan yere yemîn etmektir. da bir köle azât etmektir. Bulamayan
Bu yemîn büyük günah olup, sahibini üç gün oruç tutmalıdır; yeminini­
günaha daldırdığı için bu isim veril­ zin keffâreti budur. Yemîn ettiğinizde
miştir. Bilerek ve Allah’ın adını anarak yeminlerinizi tutun. Şükredesiniz diye
yalan yere yapılan yeminin bağışlan­ Allah size böylece âyetlerini açıklıyor. ”
ması için keffaret yeterli olmadığından; buyurmaktadır (Mâide, 5/89).
keffâret vacip kılınmamıştır. Gamûs Farz veya vacip olan bir şeyi yap­
yemini yapan kimsenin gerçekten piş­ mamaya; haram ve günah olan bir şeyi
man olarak ve bir daha böyle bir hataya yapmaya edilen yeminin yerine geti-
düşmemek üzere Allah’tan af dilemesi rilmeyip keffâret verilmesi gerekir.
gerekir. Yalan yere yaptığı yemîn sebe­ Mendûb olan bir şeyi yapmamaya veya
biyle başkasının hakkının zayi olması­ mekrûh olan bir şeyi yapmaya yemîn

696
eden kimsenin yeminini bozup keffâret îslâm dini, yetimlerin korunup göze­
vermesi daha uygundur. Mubah konu­ tilmesi, onların yetiştirilerek topluma
larda yapılan yeminlerde ise, yeminin kazandırılması için gerekli tedbirleri
bozulmaması gerekir. Şayet yemini­ almış, bunlarla ilgili özel hükümler
ni bozar ise keffâret vermesi gerekir. koymuştur. Kur’ân-ı Kerim’de, devlet
Yeminin bilerek veya unutarak ya da hâzinesinden ve savaş gelirlerinden
baskı altında bozulması arasında fark yetimlere pay ayrıldığı bildirilmekte­
yoktur; keffâret verilmesi gerekir. (Î.P.) dir (Enfâl, 8/41; Haşr, 59/7). Bunun dlŞinda
YESEVÎLÎK inananların da malî yönden yetimlere
destek olmaları tavsiye edilmiş (Bakara,
“Yesevîlik”; Türkistanlı Ahmet
2/215) ve yetimlere iyi muamele edenler
Yesevî’ye nispet olunan tarikatın adı­
övülmüştür (insan, 76/8). Hz. Peygamber,
dır. Ahmet Yesevî, şimdiki Çimkent’in
“Kendisine veya başkasına ait her­
doğusunda Sayram kasabasında doğdu.
hangi bir yetimi görüp gözetmeyi üst­
Babası İbrahim adında devrinin şeyh­
lerinden biri idi. Babasını yedi yaşında lenen kimse ile ben, cennette işte şöy-
iken kaybetti, ablası ile birlikte Yesi leyiz. ” diyerek şehâdet parmağıyla orta
şehrine gitti ve buraya yerleşti. İlk tah­ parmağını işaret etmişlerdir (Müslim,
Zühd, 2). Buna karşılık, yetime kötü dav­
silini burada yaptı. Devrinin en ünlü
âlimlerinden şeyh Yusuf Hemedanî’ye ranıp, yardım elini uzatmayanlar kınan­
intisap etti, eğitim ve öğretimini ondan mıştır (Fecr, 89/17; Mâûn, 107/2).
aldı ve hocasının ilk üç halifesi arasına îslâm dini, sadece yetimlere iyi dav­
girdi, ilk iki halifeden sonra şeyhinin ranmakla kalmamış, onların mallarını
postuna oturdu. Yesevî, bilgin ve şair korumayı ve yetimleri yetiştirerek rüşt
bir insandı. Ahmet Yesevî’nin “Divan-ı çağına ulaştıklarında mallarını kendile­
Hikmet” ve “Fakr-Nâme” adlı eserle­ rine vermeyi, onların evlilikleriyle de
ri vardır. Ahmet Yesevî’nin genellikle ilgilenmeyi bir vazife olarak yüklemiş­
milâdî 1166 veya 1167 yılında öldüğü tir (Nisâ, 4/2, 3, 5, 6, 10; En’âm, 6/152). (İ.P.)
kabul edilir. YEVM-İ AREFE
Nakşibendîlik gibi sahabeden Arefe günü demektir. Zilhicce ayının
Hz. Ali ve Hz. Ebu Bekir’e dayanan 9. günüdür. Haccın bir rüknü olan vakfe,
Yesevîlik tarikatı; Orta Asya’da ve Arafat’ta, bu günde yapılır. (İ.K.)
Türkler arasında yayıldı, özellikle
Türklerin manevî hayatı üzerinde asır­ YEVM-İ NAHR
larca etkili oldu. Bu tarikatın esasları Kurban kesim günü demektir.
şunlardır: 1. Tevhidi esas alan tasav­ Çoğulu eyyâm-ı nahrdir. (bk. Eyyâm-ı
vuf anlayışı, 2. Kur’ân’a ve Sünnete Nahr) (İ.P.)
bağlılık, 3. Şeriata dayanan tarikat, YEVM-İ ŞEKK
4. Riyazet ve mücadele, 5 Halvet ve
Şüpheli gün demek olan yevm-i
zikir. (Î.K.)
şekk, dinî bir kavram olarak, Şaban
YETİM ayının 30’u mu, yoksa Ramazanın 1.
Babası ölmüş ve henüz ergenlik günü mü olduğunda şüphe edilen güne
çağına ulaşmayan çocuk demektir. verilen addır.

697
Ramazan ayı kameri bir ay oldu­ Yezidiliğin iman esasları;
ğundan, başlangıcı ve bitişi ayın hare­ a) Allah’ın varlığına, birliğine ve
ketlerine göre belirlenmektedir. Bu kudretine inanmak, b) Şeyh Adiy b.
konuda Hz. Peygamber; i(Ramazan Musafır’in Yezidîlerin mürşidi ve yol
hilalini görünce oruca başlayınız ve göstericisi olduğuna inanmak, c) Yezid
Şevval hilalini görünce de bayram edi­ b. Muaviye’nin yer yüzünün nuru ve
niz. Hava bulutlu olursa, içinde bulun­ insanlığın sevinci olduğuna inanmak,
duğunuz ayı 30"a tamamlayın. "buyur­ d) Melek Tavus’un Allah’ın elçisi
muşlardır (Buhari, Savm 5; Müslim, Siyam olduğuna inanmak şeklinde sıralanır.
3-4). Bundan hareketle, Şaban ayının Yezîdîlere göre Allah’ın 1001 ismi var­
29’unda, havanın bulutlu olması sebe­ dır, en çok Hâdî ismi "kullanılır.
biyle hilal görülemez de, bir sonraki İbadetleri: a) sabah ve akşam
günün Ramazana ait olduğunda şüphe olmak üzere iki vakit namaz vardır.
meydana gelirse, bu güne “yevm-i Namazdan önce eller ve yüzler yıka­
şekk” denilmiş ve bu günde oruç tut­ nır. Sabah ve akşam güneşin doğuşu ve
mak mekruh sayılmıştır. Fakat Şaban batışı esnasında güneşe dönülür, ayak­
ayının tamamını oruçla geçiren kimse­ ta dua edilir, ibadetlerini gizli yapar­
nin bu günde oruç tutmasında sakınca lar. b) Özel ve genel olmak üzere iki
yoktur. çeşit oruç vardır: a) Özel oruç, 20 gün
Ancak, günümüzde ayın ve güneşin Aralık ayında, 20 gün Temmuz ayında
hareketleri tam olarak tespit edilmekte; olmak üzere 40 gün din adamları tara­
hilâlin nerede, hangi saatte, kaç dere­ fından tutulur. Din adamları, Laleş’de
ceyle görüleceği önceden bilinmektedir. Şeyh Adî b. Musâfır’in türbesini ziya­
Bu nedenle Ramazan ayının tarihi tam ret edip 40 gün daha oruç tutarlar, b)
olarak tespit edilebilmekte ve bir günün Genel oruç. Bu orucu her Yezîdî Aralık
Ramazana mı, yoksa Şaban ayına mı ayında 3 gün tutar. Oruç, güneşin sarı­
ait oduğu konusunda şüpheye düşül- lığının görülmesiyle başlar, batması
memektedir. Dolayısıyla günümüzde ile biter. Oruçlu iken yemek, içmek
yevm-i şekk söz konusu değildir. (Î.P.) yasaktır. Ancak oruçluya ikram yapı­
lırsa reddedilmez yenir, c) Hac ibadeti,
YEZİDLİK
Adî b. Musâfır’in türbesini 20-30 Eylül
Yezid ismi, Yezid b. Muaviye’den arası Lâleş’te ziyaret etmekten ibarettir,
(ö. 64/683) gelir. Kurucusu Emevî soyun­ d) Zekat, Yezidîlerin en alt tabakasını
dan gelen Adî b. Musafır (0.555/1 i60)’dır. oluşturan müritler tarafından ifa edilir.
Adî, Sûriye’de Baalbek civarında doğ­ Müritler, gelirlerinin %10’nu şeyhlere,
muştur. Hakkari’ye irşat için gelmiş, %5’ini PirTere %25’ini fakire verirler,
Laleş’de bir zaviye kurmuş ve ehl-i e) Nevruzda ve yazın (24-29 Temmuz)
sünneti savunmuştur. “Îtikadü Ehli s- olmak üzere iki bayramları vardır.
Sünne ve’l-Cemâ’a” adında bir eseri
Yezidilikte, mîr, ihtiyar, pîr, şeyh,
vardır. 90 yaşında Lâleş’te ölmüştür.
fakir, kavval, kuçek ve mürid adın­
“Kitâbü’l-Cilve” ve “Mushaf-ı Reş”
da sınıflar vardır. Mirler, din işleri ile
adlı eserler, Yezîdîlerce kutsal kabul
meşgul olurlar, dünya işlerinde söz
edilir.
sahibidirler, diğer sınıflardan kız alıp

698
vermezler. İhtiyarlar, mirlerin danış­ toprakla ilgili işler yapmak, yine nisa­
manları olup ruhani liderlerdir, iste­ nın ilk çarşambası banyo yapmak ve
yenlere dini görevleri gösterirler. Pir çalışmak, e) koyu mavi elbise giymek,
ve şeyhler ancak kendi sınıflarından hamamda yıkanmak, d) şeytan, kaytan
kız alıp verebilirler. Kuçekler, Şeyh (ip), sat (sel), ser, melun, lanet ve nal
Adî’nin türbesine ve tunçtan yapıl­ kelimelerini söylemek yasaktır.
mış Melek Tavus’un heykeline hizmet Yezidîler, ruh göçüne inanırlar,
ederler. Kavallar, belirli yerlerde belli akranları arasında bir erkek ve bir
zamanlarda Melek Tavus’un helke- kadın olmak üzere âhiret kardeşi edi­
li karşısında şarkı söylerler. Müritler, nirler, yeni doğan çocuğu vaftiz ve
Yezidiliği benimseyen kimselerdir. sünnet ettirirler, nisan ayında evlen­
Her Yezidinin bir şeyhe bağlanması ve meyi uygun bulmazlar, Melek Tavus,
kayıtsız şartsız onun sözünü dinlemesi Yezid ve şeyh Adî üzerine yemin eder­
gerekir. Fakirler, başkalarının sadakası­ ler. Yezidî kadınlar renkli ve ipek elbise
na muhtaç olan Yezidîlerdir. giymezler. (Î.K.)
Yezidilikte; a) marul, bakla, laha­ YOLCU
na, balık, geyik, ve horoz eti yemek,
bk. Misafir.
b) kutsal sayılan nisan ayının ilk haf­
tasında evlenmek, alış-veriş etmek,

699
ZABT Zabtı bu şekilde olan râvînin hadisi,
Sözlükte “korumak” anlamına gelen sahih li-gayrihi veya hasen olur. (A.G.)
zabt, bir hadis terimi olarak, râvînin ZAHİD
gaflet içerisinde olmayıp uyanık ve Küçümseyip terkeden, rağbet etme­
dikkatli olması; hadisi ezbere rivâyet yen anlamına gelen zahid, tasavvufta,
ediyorsa, istediği anda okuyabilecek dünyaya rağbet etmeyen, dünyadan el-
ve hatasız aktarabilecek şekilde ezber­ etek çekerek kendini bütünüyle âhirete
lemesi; kitabından rivâyet ediyorsa, ve Hakk’a veren, mala, mülke, maka­
hadisi aldığı andan itibaren başkasına ma ve şöhrete değer vermeyen, âhire-
aktarana kadar değişikliğe uğratmadan ti dünyaya tercih eden kimse demek­
koruyabilmesi; mana ile rivâyet edi­ tir. Kur’ân’da bir yerde geçen zahid
yorsa, manayı bozacak durumları bil­ kelimesi rağbet etmeyen anlamında
mesi demektir. Kısaca râvînin, hadisi kullanılmıştır (Yûsuf, 12/20). (M.C.)
başkasına rivâyet edinceye kadar aldı­
ğı gibi koruması zabttır. Gaflet sahibi ZAHİR
olan kimsenin, vehim ve hatası çok Sözlükte “açık, âşikâr, dış, gâlip, bir
olan kimsenin zabtı yok olacağından şeye vâkıf olan” gibi anlamlara gelen
rivâyeti kabul edilmez. zahir, bir fıkıh terimi olarak, delâlet
Koruma yöntemine göre zabt iki bakımından açık olan lafızlardan biri
çeşittir: Zabt-ı sadr: Tarifde verildi­ olup, kendisinden çıkarılan hüküm
ği gibi, râvînin, ezbere rivâyet etmesi sözün asıl sevk sebebi olmamakla bir­
halinde, istediği zaman hatırlayabilecek likte, haricî bir karineye ihtiyaç duy­
ve hatasız olarak aktarabilecek şekilde mayacak şekilde bu manaya delâlet
ezberlemesidir. Zabt-ı kitab: Râvînin, eden lafızdır. Meselâ, “Faiz yiyenler
kitabından rivâyet etmesi halinde, kıyamet günü ancak şeytan çarpmış
hadisi aldığı andan itibaren, başkasına gibi kabirlerinden kalkarlar. Bu onla­
aktarma anına kadar değişikliğe uğrat­ rın, faizi alışveriş gibidir demelerin-
madan koruyabilmesidir. dendir. Oysa Allah, alışverişi helâl,
Mertebesine göre de zabt iki çeşit­ faizi ise haram kılmıştır ” âyeti (Bakara,
tir: Zabt-ı tam: Hadisi, hiçbir kusur 2/275), faizin haram oluşunu ve faiz ile

olmayacak şekilde korumaktır. Sahih alışveriş arasında fark bulunduğunu


li-zâtihi hadiste bulunması gerekli bildirmek için gönderilmekle birlikte,
zabt, bu türdendir. Zabt-ı gayr-ı tam: lafzın zâhiri, alışverişin helâl olduğuna
Mükemmel derecede olmayan, hadise delâlet etmektedir.
zarar vermeyecek oranda küçük kusur­ Aksine delil bulunmadıkça, lafızdan
ları bulunan zabttır. Ara sıra küçük çıkan zâhir manaya göre amel etmek
hatalar yapan kimsenin zabtı böyledir. gerekir. Zâhir, lafzın ifade ettiği mana-

700
ya ve içine aldığı teklifi hükme açık bir ZÂHİRÎ MEZHEBİ
şekilde delâlet etmekle birlikte, tahsis, Ebû Sülaymân ez-Zâhirî diye bili­
tevil ve neshi kabul eder. Bu nedenle nen Dâvûd bin Ali el-İsfehânî’ye nis­
zâhirde ihtimal bulunduğundan delâlet pet edilen bir mezheptir. Bu mezhepte;
bakımından kesinliği, nass, müfesser Kur’ân ve sünnetin zahiri esas alındığı
ve muhkemden daha azdır. (İ.P.) için bu isimle tanınmıştır. Dâvûd ez-
ZÂHİR - BÂTIN Zâhirî, ümmetin bütün âlimlerinden
sadır olanlar dışında icma’ı, âyet ve
Bir şey gizliyken açığa çıkmak, açık
hadise dayananların dışında da kıya­
olmak, yüksek ve gâlip olmak, üzerine
sı delil olarak kabul etmemiş, bunun
çıkmak, bir şeye vâkıf ve nâil olmak,
dışında kalan, içtihat, istihsan ve benze­
kahretmek, yardım etmek anlamların­
ri delillerle amel etmekten kaçınmıştır.
daki “z-h-r” kökünden türeyen zâhir,
açık, vâzıh ve âşikâr; gizli olmak, içer­ Zâhirî mezhebi özellikle Endülüs’te
de olmak, içine nüfuz etmek, girmek ve yayılmış ve beşinci asra kadar da var­
lığı sürdürmüştür. Daha sonra yavaş
bir şeyin iç yüzünü bilmek anlamında­
yavaş çözülmeye başlamış ve nihayet
ki “b-t-n” kökünden türeyen bâtın ise
hicrî sekizinci asırda mensubu kalma­
gizli, açık olmayan demektir.
dığından sona ermiştir. İbn Hazm diye
Allah’ın sıfatlarından olan zâhir ve meşhur olan, Ebû Muhammed Ali bin
bâtın, “O zâhirdir ve bâtındır... ” (Hadîd, Hazm el-Endelûsî bu mezhep imamla­
57/3)âyeti ile Tirmizî ve İbn Mâce’nin rından biridir.
el-esmâü’l-hüsnâ ile ilgili rivâyetlerinde
Bu mezhep, âyet ve hadislerin zahi­
geçmiştir (Tirmizî, Deavat, 83; İbn Mâce, Dua, 10).
rine sarılarak, içtihat ve kıyastan şid­
Allah’ın sıfatı olarak zâhir, varlığı detli bir şekilde kaçınmasına rağmen,
her şeyden âşikâr olan, her şeye galip bazen teorilerinde tek başına kalmıştır.
gelen, her şeyden yüce olan; bâtın ise, Bazı görüşleri diğer İslâm mezheple­
hakikati akılla idrak olunamayan, hayal rinden intikal eden görüşlere uyma­
ile tahayyül edilemeyen, duygularla makla birlikte, çağdaş batıda kabul
hissedilmeyen, her şeyin iç yüzünü, edilen görüşlere yakındır. Meselâ, bu
sırlarını bilen demektir. mezhepte zengin kadının fakir kocasına
Allah; fiilleriyle zâhir, açık, bilinen, nafaka vermesi gerektiği kabul edilmiş­
inkârı mümkün olmayan varlıktır. Her tir. (İ.P.)
şey O’nun varlığına delâlet eder. Zâhir ZÂHİRU’R-RİVÂYE
ismi bunu ifade eder. Ancak Allah’ın
Rivâyetin açık olanı anlamına gelen
zâtını bilmek, künhüne vakıf olmak
zâhiru’r-rivâye, Hanefîlerden İmam
mümkün değildir. İnsan aklı buna yet­
Muhammed ibn Hasen eş-Şeybânî’nin
mez. Bâtın ismi de bunu ifade eder.
yazdığı eserlerden bir bölümüne veri­
(İ-K.)
len özel bir isimdir.
ZÂHİRÎ MÂNÂ İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin tale­
Batınî mânânın zıttı olup, Kur’ân belerinden biri olan İmam Muhammed,
lafızlarının zâhirinden anlaşılan mana­ Hanefî mezhebinde çok sayıda eser
ya denir, (bk. Batınî Mana) (İ.K.) veren biridir. Bu nedenle kendisine,

701
Hanefî mezhebinin nâkili denilmiştir. 135 defa, zulmeden kimseler (ellezî-
İmam Muhammed, el-Asl (el-Mebsût), ne zâlemû) ifadesi 33 defa geçmiştir.
el-Câmiu s-Sağîr, el-Câmiu ’l-Kebîr, Bunlardan bir âyette Allah’ın zâlim
es-Siyerü s-Sağir, es-Siyerü ’l-Kebîr. olmadığı bildirilmiştir (Şûarâ, 26/209).
ez-Ziyâdât ve Ziyâdâtü ’z-Ziyâdât adlı “Zâlim”, “zâlimler” ve “zulmeden
eserleriyle, Hanefî fıkhının görüşlerini kimseler” ifadeleri ile; kâfirler (Bakara,
nakletmiştir. Hanefî fıkhının temelini 2/254), âhireti inkâr edenler (A’râf, 7/44),
teşkil eden bu kitaplar tevâtür veya cehennem ateşini yalanlayanlar (Sebe’,
şöhret derecesinde nakledildiğinden, 34/42), âyetleri inkâr edenler (En’âm, 6/33)
bunlara zâhiru’r-rivâye denilmiştir. ve yalanlayanlar (Âl-i îmrân, 3/94), İlâhî
İmam Muhammed’in yazmış oldu­ kitaplara inanmayanlar (Sebe’, 34/31),
ğu bu altı kitabı, Hâkim-i Şehîd Ebû ilahlık iddia edenler (Enbiyâ, 21/29), insan­
Fazl Muhammed Mervezî, Kâfi isim­ ları Allah yolundan/dinden men eden­
li kitapta toplamıştır. Hanefî fakih- ler (Nisâ, 4/168-169), Allah’a ortak koşanlar
lerinden Şemsüleimme Serahsî, bu (müşrikler) (Furkân, 25/8), Allah’tan baş­
kitabı Mebsût ismiyle şerh etmiştir. kasına yalvaranlar (Yûnus, 10/106), Allah’a
Bunun dışında İmam Muhammed’in üçün üçüncüsüdür diyenler (Mâide, 5/72),
yazmış olduğu kitaplardan Asi veya şeytan ve zürriyetini dost edinip onlara
diğer ismiyle Mebsût, Şeyhülislam tapanlar (Kehf, 18/50), heva ve hevesine
Hâherzâde, Şemsüleimme Hulvânî, tapanlar (Rûm, 30/29), münafıklar (Nûr,
Şeyhülislâm Îsbîcâbî, Fahrulislâm Ali 24/50), Allah’ın sınırlarına (hudud) teca­
Pezdevî ve Sadrulislâm Muhammed vüz edenler (Bakara, 2/229), hırsızlar (Mâide,
Pezdevî tarafından şerh edilmiştir. Bu 5/39), fuhuş yapanlar, hainler, kötü­
şerhler yazarlarının isimlerine nis­ lük edenler (Yûsuf, 12/24), kâtiller (Mâide,
petle Mebsût-ı Hâherzâde, Mebsût-ı 5/27-29), fakirin hakkını vermeyenler,
Hulvânî, Mebsût-ı Pezdevî şeklinde malını haram yolda harcayanlar, ada­
anılırlar. ğını yerine getirmeyenler (Bakara, 2/270),
İmam Muhammed, bu kitaplarıyla yalan yere yemîn edenler, hakka teva-
Irak fıkhını toplamış ve bunları ilim cüz edenler, başkalarına zarar verenler,
ehline nakletmiştir. Bu kitaplar Hanefî yalancı şahitlik yapanlar (Mâide, 5/106-107),
fıkhının ana kaynaklarıdır. (I.P.) insanlara eza, cefa ve kötülük edenler
(Şûra, 42/40), suçsuz insanı cezalandıran­
ZÂKÎR
lar (Yûsuf, 12/79), fakirleri kovanlar (En’âm,
Anan, hatırlayan, zikreden anlamına
6/52), kâfir, Hristiyan ve Yahûdîleri dost
gelen zâkir, tasavvufta, zikir meclisle­
edinenler, bunların arzu ve isteklerine
rinde zikir âyinini idare eden, İlâhîler
uyanlar (Tevbe, 9/23), Allah’ın indirdiği
okuyup zikredenleri coşturan kimse
ahkam ile hükmetmeyenler (Mâide, 5/45),
demektir. (M.C.)
insanlarla alay edenler, insanları çekiş-
ZÂLİM tirenler, onlara kötü lakap takanlar ve
Zulüm olan inanç, söz, fiil ve dav­ günahlarına tevbe etmeyenler (Hucûrat,
ranışları işleyen kimseye denir, (bk. 49/11) kast edilmiştir. Anlaşılan o ki,
Zulüm) Kur’ân’da zâlim kelimesi tekil Allah’ın emir ve yasaklarına uymayan­
ve çoğul şekliyle (zâlîmin ve zâlimûn) lara zâlim denilmektedir.

702
Allah’a yalan uyduranların (En’âm, ZAMAN
6/21), âyetleri yalanlayanların (En’âm, Zaman mefhumu insanın fiil, ibadet
6/157), âyetlerden yüz çevirenlerin (Secde, ve davranışlarıyla iç içedir. Bu yönüyle
32/22) ilâhlık ve yalancı peygamberlik zaman sözlükte devir, çağ, mevsim, ay,
iddia edenlerin (En’âm, 6/93), isyanla­ hafta, gün, saat, mehil, uzun veya kısa
rını unutanların (Kehf, 18/57), şahitliği olan vakit demektir. Kur’ân ve sünnet
gizleyenlerin (Bakara, 2/uo), camilerde zamana sık sık atıfta bulunmaktadır.
Allah’ın adının anılmasına engel olan Her ne kadar Kur’ân’da zaman keli­
ve camilerin harap olmasına çalışanla­ mesi geçmiyorsa da aynı anlamı ifade
rın (Bakara, 2/114) daha zâlim (Men ezla- eden asr, dehr, ahkab, kam, kurûn,
mü) oldukları Kur’ân’da bildirilmiştir. saat, lemhu’l-basar, hîn, huld, ebedi­
yet, sene, sermed, yevm, leyi, fecr ve
Nemrut ve kavmi (Bakara, 2/258),
vakt gibi kelimeler toplam 513 yerde
Mekke müşrik toplumu (En’âm, 6/144),
geçmektedir.
Medine münafıkları (Tevbe, 9/109),
Zaman takvimle ve saatle ölçü­
Medine Yahûdîleri (A’râf, 7/150), Firavun
lür. Takvim bize namaz, oruç, hac ve
ve kavmi (Yûnus, 10/80), Nuh’un kavmi
zekat gibi farz ibadetlerin yerine geti­
(Hûd, ıı/44) helâk edilen Hûd, Sâlih ve
rilmesiyle ilgili vakitleri bildirmek­
Şuayb (a.s.)’ın kavimleri (Hûd, ıı/ıoi;
tedir. Yüce Allah bu hususta şöyle
Nahl, 16/113; Hac, 22/45; Ankebût, 29/31) zâlim
buyurmuştur: “Gökleri ve yeri yarat­
toplumlar olarak nitelenmişlerdir.
tığı günde Allah ’ın yazısına göre Allah
İnsanların ve toplumlann zâlim olma­
katında ayların sayısı on iki olup, bun­
ları, İlâhî iradeye uymayan inanç, söz,
lardan dördü haram aylardır. İşte bu
fiil ve davranışları sebebiyledir.
doğru hesaptır... ” (Tevbe, 9/36) Cenab-ı
Kur’ân’da, zâlimlere dünya ve âhi- Hak gökleri ve yeri yarattığı zaman
rette ceza olduğu bildirilerek zulümden Ay’ın hareketini öyle ayarlamıştır ki
sakındırılmışlardır. (İ.K.) ay sistemine göre bir yılda on iki ay
ZALÛM meydana gelmiş ve bir yıl 355 gün
olmuştur. Yine başka bir âyette de hila­
Çok zâlim demektir. Kur’ân’da 2
lin doğuşunun, gelişmesinin ve batışı­
âyette geçmiş ve insanın çok zâlim nın, hac takvimi için bir ölçü olduğunu
olduğu bildirilmiştir (İbrâhim, 14/34; Ahzâb, bildirilmiştir. “Sana hilal şeklinde yeni
33/72).
doğan ayları soruyorlar. De ki: Onlar,
Zulüm işlemek insanın yapısın­ insanlar ve özellikle hac için vakit
da vardır. Bu; îmân, ibâdet, ahlâk ve Ölçüleridir... ” (Bakara, 2/189).
terbiye ile yok edilebilir. İnsan; inkâr, Zamanın insan için çok kıymetli bir
şirk, nifak ve isyan ettiği, Allah’ın nimet olduğu bildirilmiştir. Kişi ömrü­
nimetlerine karşı nankörlükte bulundu­ nün her anını daha verimli ve bereketli
ğu, yüklendiği İlâhî emanetleri yerine hale getirebilir. Genelde insan ömrü
getirmediği zaman zulme düşmüş olur. çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık
Peygamberler ve itaâtkâr müminler çok ve düşkünlük olmak üzere beş safhaya
zâlim vasfı ile nitelenemez. (bk. Zulüm ayrılmıştır. Bu safhaların her birinde
ve zâlim) (İ.K.) ayrı görev ve sorumluluklar olduğu şu

703
hadiste açıklanmıştır: "Kişi kıyamet ZAN
gününde şu hususlardan sorulacak­ Sözlükte “sanma, sezme, şüphe ve
tır. Bunların cevabını vermeden hiç­ kesin olmayan bilgi” anlamına gelen
bir yere adım atamayacaktır. Ömrünü zan, kesin olmayan bilgiye denir.
nerede tükettiğinden, gençliğini ne işte İzmirli İsmail Hakkı’ya göre, %1 ihti­
harcadığından, malını nereden kaza­ mali olan şeye vehim, %2-50 ihtimali
nıp nerelere harcadığından, öğrendiği olan şeye şüphe, %50 den sonraki ihti­
ile ne derece amel ettiğinden. ” (Tirmizi, male zan, %90 ihtimale zann-ı galib,
Kıyamet, 1). (F.K.) %100 olana kesin bilgi denir.

ZÂMÎN Kur’ân-ı Kerim’de kesin olmayan


bilgi ile hareket edilmesi hoş görülme­
Birine veya bir şeye kefil olmak miştir: “Ey inananlar, zannın çoğun­
demektir, (bk. Kefalet) Ayrıca başka­ dan sakının, zira zannın bir kısmı
sına verdiği zararı veya sebep olduğu günahtır. ” (Hucurât, 49/12), “Bilmediğin
zararı telâfi eden, ödeyen anlamına da bir şeyin ardına düşme. Çünkü kulak,
gelmektedir. Zararın ödenmesine ise göz ve gönül bunların hepsi, o yaptı­
tazmînât denir. (Konuyla ilgili daha ğından Sorumludur. ” (îsrâ, 17/36).
geniş bilgi için bk. Tazmînât, Haksız
Zan, taşıdığı değer itibariyle birkaç
Fiil, îtlâf, Diyet, Gurre) (İ.P.)
kategoriye ayrılmaktadır. 1- Zannın
ZAMM-I SÛRE bir kısmı ahlâken beğenilmiş ve dinen
Sûre bitiştirmek anlamına gelen makbul görülerek övülmüştür. Allah,
zamm-ı sûre, dinî bir kavram olarak peygamber ve müminler hakkkında iyi
zammu sûre, namazda ayakta iken, niyet beslemek ve hüsn-ü zanda bulun­
Fâtiha sûresinden sonra bir sûre veya mak gibi, 2- Mahkemelerde şahitler
üç âyet ya da bir kısa sûre, uzun bir hakkında gerekli inceleme yaptıktan
sonra galip zanna göre hüküm verme­
âyet okumak demektir. Hanefî mezhe­
ye mesned teşkil eden zandır. Böylece
bine göre farz namazların ilk iki reka-
insanlar arasında karar verme zorunlu­
tinde, diğer namazların her rekatinde
luğu olan birçok muamelede, mutlak
Fâtiha sûresinden sonra bir sûre veya
gerçeği bilmek mümkün olmadığı tak­
en az üç âyet okumak vaciptir. Kasıtlı
dirde galip zanna dayanılarak hüküm
olarak terk edilmesi halinde namazın verilir. 3- Bir kimse veya zümrenin
tekrar kılınması vaciptir. Ancak unuta­ yaşayış ve hareketlerinde yahut davra­
rak veya yanılıp da terk edilirse, sehiv nışlarında hüsn-ü zanna layık olmayan
secdesi yapılması gerekir. Namazın görüntüler ve kendileri su-i zan duy­
yeniden kılınmasına gerek yoktur. mak için makul sebepler var ise, işte o
Cemaatle kılınan namazlarda imamın zaman bu zan günah değildir. 4- Birinin
kıraati, kendisine uyanların kıraatinin herhangi bir söz ve hareketinde iyilik
de yerine geçtiğinden, cemaat Fâtiha ve ve kötülük ihtimali eşit olup, bizim
zamm-ı sûreyi okumaz. İmam açıktan de sırf su-i zandan hareket ederek onu
okuyorsa susarak onu dinler; içinden kötülüğe yorumlamamızdan kaynakla­
okuyorsa bir şey okumadan bekler. nan zandır. Bu zan günahtır. Meselâ iyi
(Î.P.) bir insan bir topluluktan kalkıp gider-

704
ken kendi ayakkabı, yerine başka biri­ ortadan kaldıracak meşru başka bir yol
nin ayakkabısını giyse, bizim de onun bulunmaması gerekir.
mutlaka çalmak niyeti ile böyle bir işe İslâm dini, kolaylık ve rahmet dini­
teşebbüs ettiğine karar vermemiz gibi. dir. Bu nedenle zarûret ve ihtiyaç halle­
(F.K.) rinde zarûretin derecesine göre hüküm­
ZARÛRÂT-I DİNİYYE lerde esneklik sağlanarak bazı istisna­
lar getirilmiştir. Ancak bunda haddi
“Dini zarûretler” anlamına gelen
aşmamak ve gönülden meyletmemek
“zarûrât-ı dînîye” Hz. Peygamberin
gerekir. Kur’ân-ı Kerim’de; ‘‘Şüphesiz
Allah’tan alıp tebliğ ettiği ve haber
Allah size ölüyü (leşi), kanı, domuz
verdiği kesin olarak belli olan dinî
etini ve Allah "tan başkası adına kesileni
esaslara, hükümlere ve haberlere denir.
haram kıldı. Her kim bunlardan yeme­
Mesela Kur’ân, Allah sözüdür ve son
peygamber Hz. Muhammed (a.s.)’e ye mecbur kalırsa, arzulamaksızın ve
indirilmiştir, beş vakit namaz, Ramazan haddi aşmadan bir miktar yemesinde
orucu, hac ve zekat farzdır; içki, kumar, günah yoktur. Şüphe yok ki Allah çokça
hırsızlık, zina ve yalan söylemek bağışlayan, çokça esirgeyendir. ” buyu-
haramdır. Bunlar, tevatür ile sabittir. rulmaktadır (Bakara, 2/173). Zarûret veya
Dolayısıyla her Müslümanın bütün ihtiyaç hallerinde yasakları yapmaya,
bunları bilmesi ve kabul etmesi gerekir, farz ve vacipleri terk etmeye izin veren
bunları kabul etmeyen veya şüphe eden bu istisnaî hükümlere ruhsat denir, (bk.
kimse mümin olamaz. (Î.K.) Ruhsat, îkrâh, Umûmu Belvâ) (Î.P.)

ZARÛRET ZARÛRİYYÂT

Sözlükte “meşakkat, ihtiyaç, çare­ Muteber maslahatlardan birinci


sizlik” anlamına gelen zaruret, dinî bir mertebeyi teşkil eden maslahatlardır,
(bk. Maslahat) (İ.P.)
kavram olarak, insanın defetme imkânı
olmayan ve nefsine veya bazı uzuvları­ ZÂTÎ SIFATLAR
na zarar getirecek bir tehlike içerisine Zâtî sıfatlar; Allah’ın zatını nite­
düşmesi halidir. Ayrıca îslâm hukukun­ leyen sıfatlardır. Bunlar; “vücut”,
da ihtiyaçlar da zarûret menzilesinde “kıdem”, “bekâ”, “vahdâniyet”,
kabul edilmiştir. Buna göre zarûret, “muhâlefetün lilhavâdis” ve “kıyâm
insanın canına, uzuvlarına, kişiliğine, binefsihî” olmak üzere altı tanedir.
aklına, malına veya bunların tabiilerine Vücut; Allah’ın zâtî sıfatlarından
bir zararın veya eziyetin gelmesinden biridir, Allah’ın vâr olması demektir.
korkulan tehlike veya şiddetli meşakkat Allah vardır, varlığı kendiliğindendir,
halidir. Ölümle tehdit, hastalık, çölde yani Allah yaratılmış değildir. Her şeyi
aç ve susuz kalmak böyledir. O yaratmıştır, O olmasaydı hiçbir şey
Zarûret halinin tespitinde, ibadet olmazdı. Allah’ın dışındaki hiçbir var­
ve muâmelâtın ayrı ayrı göz önünde lık kendiliğinden meydana gelmemiştir,
bulundurularak örfe itibar edilmesi hepsi Allah’ın yaratmasıyla var olmuş­
gerekir. Ayrıca zarûret halinin oluşma­ tur, hayatlarını Allah’ın lütfü ve kere­
sı için tehlikenin mevcut olması, tehli­ miyle devam ettirmektedirler. Mesela
kenin mülzim olması ve zarûret halini insanların ve hayvanların gıda mad-

705
delerine, suya, temiz havaya ve güneş başlangıcı, yaratıldıkları ve var olmaya
enerjisine ihtiyaçları vardır. Allah ise başladıkları bir zamanlan vardır. Çünkü
böyle değildir. O, varlığını devam etti­ bu varlıklar önceleri yok iken sonra­
rebilmesi için hiçbir şeye muhtaç değil­ dan Allah’ın yaratmasıyla var olmuş­
dir. Diğer varlıkların muhtaç oldukları lardır. Halbuki Allah böyle değildir.
şeyleri de yaratan O’dur. O’nun varlığının evveli ve başlangıcı
Yüce Allah vardır, varlığında asla yoktur. Çünkü O, varlığı zorunlu var­
şüphe yoktur. Aklını, mantığını ve lıktır. Geriye doğru ne kadar gidilirse
muhâkeme gücünü kullanan, gökle­ gidilsin O’nun bulunmadığı bir zaman
ri, yıldızları, yeri, bitkileri, hayvanla­
düşünülemez. Allah’ın varlığının bir
başlangıcının bulunması, O’nun yara­
rı, ormanları, meyveleri ve daha nice
tılmış olması anlamına gelir ki bu Allah
varlıkları düşünen insan, bütün bunla­
için muhaldir, çünkü yaratılmış olan
rı yaratan, onları yöneten bir varlığın
ilah olamaz. Allah yaratılmış değildir,
olduğunu anlar. Şu anlamdaki âyetler
ezelîdir, kadimdir. îşte Allah’ın kıdem
insanları Allah’ın varlığı konusunda
sıfatı bu anlamdadır.
düşünmeye davet etmektedir:
Bekâ) Allah’ın zâtî sıfatlarından
“Deveye bakmıyorlar mı nasıl yara­
biridir. Allah bâkîdir, ebedîdir, sonsuz­
tılmıştır?
dur, ölümsüzdür ve varlığının sonu yok
Göğe bakmıyorlar mı nasıl yüksel­ demektir. Sonlu olmak, ölümlü olmak,
tilmiştir?... bir gün yok olmak, yaratılmış varlıkla­
Dağlara bakmıyorlar mı nasıl dikil­ rın özelliğidir. Kâinatta gördüğümüz ve
mişlerdir? görmediğimiz, küçük ve büyük bütün
varlıklar sonludur, ölümlüdür, bir gün
Yeryüzüne bakmıyorlar mı nasıl
yok olacaklardır. Allah ise böyle değil­
yayılmıştır?” (Ğaşiye, 17-20)
dir. O, yaratılmadığı için fâni, sonlu ve
Kâinatta vâr olan her şey O’nun ölümlü değildir. O, varlığı zorunlu var­
varlığına delalet etmektedir, (bk. Rûm, lıktır, sonsuz hayat sahibidir. “Her canlı
30/20-24) ölecek” O, ebedî olarak kalacaktır.
Kıdem; Allah’ın varlığını niteleyen, Rahman sûresinin “Yeryüzünde (ve
O’nu tanıtan zâti sıfatlardan biridir. âlemde) bulunan her canlı fanidir, yok
Kıdem, Allah’ın varlığının evveli ve olacaktır, ancak azamet ve ikram sahibi
başlangıcının bulunmaması, Allah’ın Rabbanin zâtı bâki kalacaktır” anla­
ezelî ve kadîm olması demektir. mındaki 26-27. âyetleri ile îhlas sûresi
Bu sıfat, Allah’ın yaratılmamış Allah’ın bu sıfatlarını ifade etmektedir.
olduğunu, O’nun yok olduğu hiçbir Vahdâniyet, Allah’ın zâtî sıfatların­
zamanın bulunmadığını ifade eder. dan biridir. Allah’ın bir ve tek olması
Çünkü zamanı ve mekanı yaratan da demektir. Allah; zatında, sıfatların­
Allah’tır. da ve işlerinde tektir, eşi, benzeri ve
Allah’ın dışındaki bütün varlıkla­ ortağı yoktur. îhlâs sûresinin “De ki
rın sözgelimi güneşin, ayın, dünyanın, O Allah bir, tektir” anlamındaki âyeti
yıldızların, gezegenlerin, insanların, Allah’ın bu sıfatını ifade etmektedir.
hayvanların, bitkilerin bir evveli, bir Her şeyi yaratan, yaşatan ve nzık veren

706
Allah’tır. O, tek yaratıcı, tek mabût ve değildir, her şey O’na muhtaçtır, ezelî
tek ilahtır. ve ebedîdir.
Bütün peygamberler, O’nun vahdâ- Allah; zatı, sıfatları ve fiilleriy­
niyetini, tekliğini anlatmışlardır: “(Ey le hiçbir yaratığa benzemez. Mesela
Peygamberim!) Senden önce gönderdi­ insanların gücü, görme, işitme ve
ğimiz bütün peygamberlere, ‘şüphesiz bilme gibi yetenekleri vardır. Allah’ın
benden başka hiçbir ilah yoktur, öyley­ da gücü, görmesi, işitmesi ve bilmesi
se bana ibadet edin ’ diye vahyetmişiz- vardır. Ancak insanların gücü, görmesi,
işitmesi ve bilmesi Allah’ın gücü, gör­
dir ” (Enbiya, 25) ânlamındaki âyet, bu
mesi, işitmesi ve bilmesine benzemez.
gerçeği ifade etmektedir.
Allah’ın her şeye gücü yeter, insan­
îslâm dinin tevhit dîni olması,
ların ise her şeye gücü yetmez. Onlara
Allah’ın tek ilah ve tek mabut olma­
görme yeteneğini veren de Allah’tır.
sı esasına dayanır. O’ndan başka ilah
Allah her şeyi görür, insanlar her şeyi
kabul etmek, çok tanrıcılık şirktir,
göremez, onlara görme organı veren de
Allah’a ortaklar koşmaktır. Şirk ise en
Allah’tır. Allah her şeyi işitir, en gizli
büyük zulüm, en büyük günahtır. olan sesleri de işitir. İnsanlar ise her
Kur’ân baştan sona Allah’ın birli­ sözü işitemezler, ancak belirli frekans­
ğini anlatan âyetlerle doludur: “Eğer taki sesleri işitebilirler. Allah her şeyi
yerde ve göklerde Allah’tan başka ilah­ bilir, O’nun ilminden hariç hiçbir şey
lar olsaydı, kesinlikle yerin ve göklerin yoktur. İnsanlar ise her şeyi bilemezler,
düzeni bozulurdu” (Hac, 22) ânlamındaki bilgileri sınırlıdır. Mesela gaybı, gele­
âyet Allah’ın vahdâniyet sıfatını anlat­ ceği bilemezler. Allah ise geçmişi de
maktadır. Allah’ın tek olması, îman geleceği de bilir. Dolayısıyla ne zatı ne
esaslarından biridir. Mümin olabilmek de sıfatları itibariyle Allah hiçbir şeye
için sadece Allah’ın varlığını kabul benzemez.
etmek yetmez, Allah’ın varlığı ile bir­ “O ’nun benzeri hiçbir şey yoktur.
likte tek ilah, tek mabut ve tek yaratıcı O, hakkıyla işiten, hakkıyla gören­
olduğuna ve Kur’ân’da bildirilen bütün dir. Göklerin ve yerin anahtarları
nitelerine îman etmek gerekir. Ofnündür. Dilediğine rızkı bol verir
Muhâlefetün lilhavâdis, Allah’ın ve dilediğinden kısar. Şüphesiz O, her
yaratıklardan hiç birine benzememesi şeyi hakkıyla bilendir” (Şûrâ, 42/11-12)
demektir. Biz, Allah’ı nasıl düşünürsek anlamındaki âyet, Allah’ın bu sıfatını
düşünelim O, bizim düşündüğümüz­ ifade etmektedir.
den, aklımıza, hayalimize ve hatırımıza Kıyam binefsihî. Allah’ın varlığının
gelen şeylerden farklıdır, başkadır, hiç­ kendiliğinden olması, başkaları tara­
birine benzemez. Çünkü bizim Allah’ı fından var edilmemiş, yaratılmamış
benzetmek istediğimiz şeylerin hepsi ve doğmamış olması demektir. Her
yaratılmış, ölümlü, muhtaç ve âciz şeyi yaratan O’dur, O haliktır, yegane
varlıklardır. Halbuki Allah, yaratıl­ yaratıcıdır, ama O, yaratılmış değildir.
mış, âciz, muhtaç ve ölümlü bir varlık Yaratılmış varlıklar, varlıklarını sürdü­
olmadığı gibi cisim, cevher ve araz da rebilmeleri için, Allah’a muhtaçtırlar.
değildir. O samettir, hiçbir şeye muhtaç Allah ise hiç bir şeye muhtaç değil-

707
dir. Zaman ve mekandan münezzehtir. ZEBH
Zamanı da mekanı da diğer varlıkları Kesmek, boğazlamak demektir.
da yaratan O’dur. (Î.K.) Eti yenen kara hayvanlarının etlerinin
ZAYIF HADİS helâl olması için, usulüne uygun ola­
rak kesilmesi gerekir. Usulüne uygun
Sahih ve hasen hadisin şartlarını
olarak kesim, hayvanın yemek ve nefes
taşımayan hadislere denir, (bk. Sahih
boruları ile iki şah damarının veya iki
Hadis, Hasen Hadis) Zayıf hadis­
şah damarından birinin kesilmesi şek­
ler, zayıflığının derecesi bakımından,
linde yapılır.
zayıflığı ağır olan ve zayıflığı ağır
Hayvanı kesecek kimsenin, akıl ve
olmayan hadisler kısımlarına ayrılır.
temyiz gücüne sahip, Müslüman veya
Hadis, râvîsinin günahkâr, yalancı
Ehl-i kitap olması gerekir. Hayvanı
veya yalancılıkla itham edilmiş, zındık,
kesenin ergenlik çağına gelmiş olması
gafleti fazla, çok hata sahibi ve hadis
şart değildir. Mümeyyiz olan, yani yap­
uyduran bir kimse olması halinde, çok
tığını ve söylediğini bilen çocuğun kes­
zayıf olur. Adaletli olmakla birlikte
tiği helâldir. Hayvanı kesen kimsenin
hafızası iyi olmayan, vehim veya gaf­ kadın veya erkek olması fark etmediği
let sahibi olan ya da yaşlılık nedeniyle gibi, temiz olmakla cünüp veya hayızlı
rivâyetleri karıştıran râvînin rivâyet olması arasında da bir fark yoktur; hep­
ettiği hadisler ile mürsel ve müdelles sinin kestiği yenir.
hadisler az zayıf hadislerdir.
Her işte güzeli öngören İslâm, hay­
Zayıf hadisler şu şekilde tasnif edil­ van kesiminin de, en iyi bir şekilde
miştir: a) Senedi muttasıl olmadığından yapılmasını emretmiştir. Kesilecek hay­
dolayı zayıf kabul edilenler; muallak, vana eziyet verilmemelidir. Hayvanlar
mürsel, munkatı, mu’dal, (muttasıl ehil kişiler tarafından kesilmeli, kesim
olduğu bilinmeyen) muan’an, müdel­ işlemi süratli bir şekilde gerçekleştiril-
les. b) Râvîsinde adalet şartı bulun­ melidir. Aynı şekilde, kesimde, gelişen
madığından dolayı zayıf kabul edi­ teknolojiden istifade edilmeli, temizli­
lenler; meçhul, mübhem, (yalancılık ğe ve ekolojik dengenin korunmasına
ve günah işleme dolayısıyla) metrûk, özen gösterilmelidir. (İ.P.)
münker. c) Râvîsi zabt özelliğini taşı­ ZEBÛR
madığı için zayıf kabul edilen hadisler;
Zebr veya Zebûr sözlükte; kitap,
(gaflet ve fazla hata dolayısıyla) met­
cüz, kitap yaprağı, yazı yazma, söz,
ruk, muzdarib, muallel, şaz.
yazı, akıl, mektub, kuvvetli ve sağlam
Zayıf hadisle amel etme konusunda gibi manalara gelmektedir. Dinî lite­
âlimler üç farklı görüş ileri sürmüşler­ ratürde ise Zebûr, Yüce Allah’tan Hz.
dir; a) mutlak olarak amel etmek caiz Dâvûd’a vahy ile gelen mukaddes kita­
değildir, b) Mutlak olarak amel edilebi­ bın adıdır. Peygamberlere gönderilen
lir, c) İnanç esasları ve dinî hükümler dört büyük kitaptan biri olan Zebûr’un
dışında, amellerin faziletleri gibi konu­ da asıl nüshası yoktur. Ancak eski
larda, çok zayıf ya da mevzû olmamak Ahid’de yer alan Mezamir’in Zebûr
kaydıyla amel edilebilir. (A.G.) olabileceği söylenmektedir. Bunlar şiir

708
şeklinde, manzum ahlâkî öğütler ve bu malın nâmi olması ve üstünden bir
nasihatlardan ibarettir. yıl geçmesi gerekir. Nâmi olması ise,
Kur’ân’da üç ayrı yerde “Zebûr” malın, sahibine kazanç ve fayda sağlar
dan söz edilmektedir. " ...Dâvûd'a durumda olması demektir, (bk. Nemâ)
Zebur'u verdik..." (Nisâ, 4/163), Zekâta tabî mallar Kur’ân-ı
"Andolsun zikirden sonra Zebur'da Kerim’de, altın ve gümüş (Tevbe, 9/34),
da "yeryüzüne iyi kullarım varis ola­ tahıllar ve meyveler (En’âm, 14i), ticaret
caktır. " diye yazmıştık. " (Enbiyâ, 21/105), ve benzeri işlerden elde edilen kazanç­
“...Gerçekten biz, peygamberlerin kimi­ lar (Bakara, 2/276), madenler ve benzeri
ni kiminden üstün kıldık; Dâvûd'a da yer altı servetleri (Bakara, 2/276) ve diğer
Zebûr 'u verdik.'' (isrâ, 17/55). Görüldüğü mallar (Tevbe, 9/103; zâriyât, 51/19) şeklinde
gibi her üç âyette de Hz. Dâvûd ve belirlenmiştir.
O’na gönderilen İlâhî kitap Zebûr’dan Genel olarak malların zekâtı kırkta
söz edilmektedir. (F.K.) bir oranındadır. Ancak tarım ürünle­
ZEKAT rinde masraflı olup olmamasına göre
yirmide bir veya onda bir oranındadır.
Sözlükte “artma, çoğalma, temizlik,
Hayvanlarda ise özel olarak hayvanın
bereket, iyi hal ve övgü” anlamlarına
cinsine göre ayrı ayrı belirlenmiştir.
gelen zekâta dinî bir terim olarak, belirli
bir malın bir kısmının Allah rızası için Zekât Tevbe sûresinin 60. âyetinde
muayyen kişilere verilmesi demektir. belirtildiği gibi fakirlere, miskinlere,
Zekât, İslâm’ın beş temel esasın­ borçlulara, yolda kalmışlara, Allah
yolunda olanlara, kalbi İslâm’a ısın-
dan biri olup, hicretin ikinci yılında
Medine’de farz kılınmıştır. Kur’ân-ı dırılanlara, esir ve kölelikten kurtul­
Kerim’de; "Namazı dosdoğru kılın, mak isteyenlere verilir, zekât bunların
tamamına taksim edilebileceği gibi,
zekâtı verin... '' (Bakara, 2/43, 110; Hac, 22/78;
bunlardan bir veya bir kaçına da verile­
Nûr, 24/56; Mücadele, 58/13; Müzzemmil, 73/20);
bilir. Zekât; anne, baba, büyükanne ve
"Onların mallarından, kendilerini
büyükbabalara, çocuklara ve torunlara
temizleyeceğin, arıtıp yücelteceğin bir
verilemez. Aynı şekilde gayrimüslim
sadaka al ve onlar için dua et; çünkü
ile zengine de verilmez. (Î.P.)
senin duan onlara huzur verir. Allah
işitendir, bilendir. ” buyrulmaktadır ZELLE
(Tevbe, 9/103). Sözlükte “sürçme, sürçüp kayma,
Bir kimsenin zekât vermekle yanılma, yanlış, ufak suç, ayrılmak
mükellef olması için müslüman, akıl­ ve uzaklaşmak” demektir. Dinî litera­
lı, büluğ çağına erişmiş olması ve hür türde ise bu terim daha çok peygam­
olması; borcundan ve aslî ihtiyaçla­ berlerin hataları için kullanılmaktadır.
rından fazla nisap miktarı mala sahip Peygamberlerin kendilerine has bazı
olması gerekir. Nisap zekât, sadaka-i sıfatları vardır. Bu sıfatlarla normal
fıtır, kurban gibi ibadetler için konulan insanlardan seçilip ayrılırlar. Onlar
bir zenginlik ölçüsüdür, (bk. Nisap) nübüvvetten önce bile hırsızlık, yalan­
Ayrıca nisap miktarı mala sahip olan cılık, dolandırıcılık, putlara tapma,
kimsenin zekâtla mükellef olması için, ahlâk dışı ilişkiler ve benzeri şeyler-

709
den uzak tutulmuşlardır. îşte onlar için ZEMZEM
öngörülen sıfatlardan biri de ismet Kâbe’nin doğusunda Yüce Allah’ın
sıfatıdır. Buna göre peygamberlerin Hâcer ile oğlu İsmail’e ihsan ettiği suya
suçsuz ve günahsız olmaları gerekir. denir. Yeryüzündeki suların en fazilet­
Zira günah işlemek nübüvvet makamı lisidir. Bu su içilir, abdest ve gusülde
ile bağdaşmaz. Onların kem gözlü ve kullanılabilir. Ancak istincada ve neca­
hain bakışlı olmaları bile caiz değildir. setlerin temizlenmesinde kullanılma­
sı mekruhtur. Peygamberimiz (a.s.);
Kelâm ekolleri genel anlamda “Zemzem hangi maksatla içilirse, o
peygamberlerin masum ve günahsız maksat içindir. ” buyurmuştur (îbn Mâce,
oldukları hususunda görüş birliği için­ Menâsik, 78). Hacılar, bu sudan çokça içer­
dedirler. Bazı âyet ve hadislerde geçen ler ve memleketlerine götürüp ziyaret­
ifadelerden ötürü peygamberlerin çilerine ikram ederler. Hacda özellikle
küçük günah işleyip işlemeyecekleri veda tavafından sonra Kâbeye dönerek
konusunda ihtilaf söz konusu olmuştur. ayakta bolca zemzem içmek, başa ve
Mutezile ve Şia’ya göre peygamberle­ vücuda dökmek sünnettir. Zemzem içi­
rin ismeti tam ve mükemmeldir. Büyük lirken “Allahümme inni es’elüke ilmen
ve küçük bütün günahlardan uzaktırlar. nâfıan ve rızkan vâsiân ve şifâen min
külli dâin ve sakam” (Allah’ım senden
Mâtüridîlere göre peygamber, küçük
faydalı ilim, bol rızık ve her türlü dert
büyük bütün günahlardan, her türlü
için şifa niyaz ediyorum) duası okunur.
küfür ve şirkten uzaktır. Bununla birlik­ (Î.K.)
te çok küçük, hafif hatalar, zelle türün­
den sürçmeler onlardan sadır olabilir. ZENB
Ancak tebliğde kesin olarak günahsız­ Günah demektir. Çoğulu zünûb’tur.
dırlar. Râzî ve Cürcanî’ye göre, dal­ Günah işleyen kimseye müznib denir.
Akıbeti kötü olan her söz ve fiil, zen-
gınlık veya unutkanlıkla bazı küçük
bür. Zenb, ism, cürm ve mahiyet kav­
hataların peygamberden sadır olması
ramları ile eş anlamdadır.
mümkündür. Her peygamberin biri
Kur’ân’da zenb kavramı, 37 yerde
kulluk, diğeri de peygamberlik olmak
geçmiş ve Allah’ın âyetlerini yalanla­
üzere iki vasfı vardır. Peygamberlik
mak, inkâr etmek (Enfâi, 8/52,54), itâat-
vasfında hata etmezler. Çünkü vahyin sizlik etmek (Mâide, 5/49), büyüklen­
kontrolündedirler. Ancak kulluk vas­ mek (Ankebût, 29/39-40), Allah’a ortaklar
fında hata edebilirler. Bununla birlikte koşmak (şirk) (Mâide, 5/18), zina etmek,
yaptıkları hatalarda kasıt söz konusu iftirada bulunmak (Yûsuf, 12/23,29), adam
değildir. (F.K.) öldürmek (Şû’arâ, 26/14), insanlara kötü­
ZELLETÜ’L-KARÎ lük yapmak (Yûsuf, 12/97), Allah yolun­
da cihattan geri kalmak (Tevbe, 9/102)
Okuyucunun sürçmesi ve yanılması gibi yasaklanan, haram ve kötü olan
anlamına gelen zelletü’l-kârî, dinî bir her türlü inanç, söz, fiil ve davranış­
kavram olarak, namazda kıraatte yanıl­ lar zenb olarak ifade edilmiştir. Helâk
mayı ifade eder. Buna lahn da denir, edilen, cezalandırılan fert ve toplum-
(bk. Lahn) (İ.P.) ların zenbleri yüzünden helak edildiği,

710
cezalandırıldığı bildirilmiştir (En’âm, 6/6; önünde bulundurulması gerektiğine
Ankebût, 29/40). şu âyet-i kerimede işaret etmektedir:
Küçük, büyük bütün günahlar zen- “Allah’tan başkasına tapanlara (ve
btir. Zenb sahiplerinin, bundan kurtul­ onların putlarına) sövmeyin; sonra
mak için Allah’tan bağış, af istemeleri onlar da bilmeyerek Allah’a söverler.
gerekir. Çünkü Allah bütün zenbleri Böylece biz her ümmete kendi işleri­
bağışlayan ve affedendir (Âı-i imrân, 3/135; ni cazip gösterdik. Sonunda dönüşleri
Zümer, 39/53; Mü’min, 40/3). Günahlarının Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını
bağışlanması için af ve mağfiret dile­ kendilerine bildirecektir. ” (En’âm, 6/108).
yenler Övülmüştür (Âl-i İmrân, 3/16, 143, Zerâyi, özellikle sedd-i zerâyi (haram
193). ve kötülüklere vesile olanın haram
Günaha zenb denilmesi, insanı olması), fakihlerin çoğunluğuna göre
hayırdan, sevaptan, yüksek dereceler­ delil olarak kabul edilmiştir. (Î.P.)
den geri bıraktığı, sonunda rezil ettiği ZEVÂİD
içindir. Kelimenin aslında, bu anlam
Sözlükte “artan, fazlalık, ilave”
vardır. Bu yüzden kuyruğa, bir şeyin
anlamına gelen zâid kelimesinin çoğu­
sonuna zeneb, hisse, nasibe ve zenûb
lu olan zevâid, dinî literatürde, zevâid
(Zâriyât, 51/59) denir. (Î.K.)
kitapları, zevâid sünnetleri ve zevâid
ZENGİN tekbirleri şeklinde terkip halinde kul­
Nisap miktarı mala sahip kişiye lanılmıştır.
zengin denir, (bk. Nisâp) (Î.P.) Zevâid sünnetler (sünnet-i zevâid),
ZERÂYİ’ Hz. Peygamberin, dinî tebliğ ve açık­
Sözlükte “vesile, sebep” anlamına lama niteliği taşımayan, bir insan
gelen zerîa kelimesinin çoğulu olan olarak yapmış olduğu fiillerdir. Hz.
zerâyi9, bir fıkıh terimi olarak, hüküm Peygamberin yemesi, içmesi, giyinme­
çıkarmada kullanılan fer’i delillerden si böyledir. (bk. Mendûb)
olup, harama vasıta olan şeyin haram, Zevâid tekbirleri. Bayram namazla­
helâle vasıta olan şeyin helâl, vacip için rının birinci rekatında iftitah tekbiri ve
zarûrî olan şeyin vâcip olmasını ifade “sübhaneke” duasının okunmasından
eder. sonra, Fâtiha sûresinin okunmasından
îslâm hukukunda hükümler, mak­ önce üç ve ikinci rekatte rükudan önce
satlar ve vesileler olmak üzere ikiye üç olmak üzere fazladan alınan altı tek­
ayrılırlar. Maksatlar (Mekâsıt), masla­ bire denir, (bk. Bayram Namazı) (Î.P.)
hat ve mefsedetleri teşkil eder. Vesileler Zevâid kitapları, bir hadis kitabının,
(Vesâil), maslahat veya mefsedetlere başka bir hadis kitabı ile karşılaştırıla­
yol açan şeylerdir. Vesileler hüküm rak birincinin İkinciden fazla olarak
bakımından vasıta oldukları şeylere içerdiği hadislerden oluşan eserlere
benzerler; harama vesile olan haram, denir. Zevâide esas alınan kaynak­
helâle vesile olan helâldir. lar genelde “kütübü sitte” de yer alan
Zerâyi’dc asıl olan fiillerin sonu­ kitaplar olmuştur.
cunun göz önünde bulundurulmasıdır. Hadis literatüründe bir çok hadis
Allah Teâlâ da, işlerin sonucunun göz eserinin zevâidi hazırlanmıştır.

711
Bunlardan ikisi şunlardır: a) Ali ibn hala, kızın oğlu, annenin babası gibi
Ebûbekir Nureddin el-Heysemî’nin akrabalardır.
Mecmeu’z-Zevâid ve Menbeu’l- Bu grupta yer alan akrabaların
Fevâid adlı eseri. Bu eserde, kütübü mirasçılıkları ve mirastan ne kadar
sittede rivâyet edilen hadisler dışın­ hisse alacakları konusunda açık bir
da kalan şu altı eserdeki hadisler, delil bulunmadığından, bu konuda
isnadsız olarak konulara göre ter­ müçtehitler ihtilaf etmişlerdir. Bir kıs­
tiplenmiştir: Taberânî’nin el-Mec- mına göre, vefat edenle zevi’l-erham-
meu d-Kesir, el-Mecme ’ul-Evsat, dan olan kişiyi bağlayan vasıta itibara
el-Mecmeu s-Sağîr, Ebû Ya’lâ el-Mev- alınır ve bunun alacağı pay verilir. Bir
sılî’nin Müsned. Ahmed ibn Hanbel’in kısmına göre ise asabe gibi mirasçı
Müsned, Bezzâr’ın Müsnedleri b) İbn olurlar. Hanefîlere göre bu ikinci metot
Hacer el-Askalânî’nin el-Metâlibud- tercih edilmiştir. Buna göre zevi’l-
Âliye adlı eseri. Bu eserde şu müel­ erham asabe gibi mirasçı olur; yakın
olan uzak olanı düşürür. Eşit oldukla­
liflerin “Müsned”lerinde bulunup da
rında aralarında eşit olarak paylaştırılır.
kütübü sittede bulunmayan hadisleri
Erkek ile kadın karışık olması halinde
isnadsız olarak konular halinde ter­
ikili birli taksim edilir. (I.P.)
tiplenmiştir: Ebû Dâvûd et-Tayâlisî,
Humeydî, İbn Ebî Amr, Müsedded, ZEVİ’L-KURBÂ
Ahmed ibn Meni’, Ebûbekir ibn Ebî Zevî sahip; kurbâ ise, yakınlık,
Şeybe, Abd ibn Humeyd, Harîs ibn Ebî akrabalık demektir. Terkip olarak
Üsâme.(A.G.) zevi’l-kurbâ, yakın akraba anlamına
ZEVAL gelir. Buna karîb, (çoğulu akraba) de
denir. însanın rahim ve nesep cihetiy­
Güneşin tepe noktasını geçmesine
le yakınına verilen bir isimdir. ZeviT-
denir. Zeval, örfî gündüzün tam ortası­ kurbâ, Kur’ân’da zi’l-kurbâ (Nisâ, 4/36)
na denk gelir. Meselâ, örfî gündüz 12 ve ülî’l-kurbâ (Nûr, 24/22), el-akrab
saat ise, bunun yarısı olan 6’nın güne­ (çoğulu el-akrabûn ve el-akrabîn) (Nisâ,
şin doğuş vaktine eklenmesi ile bulu­ 4/7, 135) olarak da ifade edilmiştir. Bu
nan zaman zevâl vaktidir. Görünüşe tabirler de aynı anlamdadır. Kur’ân’da
göre güneş, gökteki yolunun yarısını yakın akrabaya iyilik yapılması (Bakara,
kat etmiştir; o zamana kadar her şeyin 2/83) ve haklarının verilmesi (isrâ, 17/76)
gölgesi batıya doğru düşerken, bundan emredilmektedir. (Î.K.)
sonra doğuya doğru düşmeye başlar.
ZEYDÎYYE
(Î.P.)
Dördüncü imam Zeynelabidin’in
ZEVİ’L-ERHAM
oğlu Zeyd’e tabi olan ve imametin
Yakın akrabalar anlamına gelen Hz. Fatıma’nın çocuklarına ait olduğu­
zevid-erham, bir fıkıh terimi olarak, nu benimseyen Şia’nın bir fırkasıdır.
mirasta asabe ve belirli hisse sahibi Daha sonra Zeyd’in oğlu Yahya da bu
(ashab-i ferâiz) olmadıkları halde, bun­ düşünceye tabi olmuştur. Zeydiyye, Şia
lar bulunmadığında mirastan pay alan arasında en mu’tedil ve Ehli Sünnete en
kimselere verilen addır. Bunlar teyze, yakın olan bir koldur.

712
Bilindiği gibi Şia fırkalarının ortak karnı, baldırı gibi bakılması haram olan
fikri olarak imamet nassa dayanmakta­ bir uzvuna benzetmesi zıhârdır. Zıhâr
dır. Ayrıca imamette veraset ve vesayet yapan kimsenin keffâret ödemeden
geçerlidir. Fakat Zeydiyye bu görüşe eşiyle cinsî münasebette bulunması,
katılmamış, imamın Hz. Fatıma’nın ona dokunması ve öpmesi helâl değil­
neslinden olması, âlim, zâhid, cesur, dir. Zıhârın keffâreti, imkân dahilinde
cömert ve imamlık davasında bulun­ ise zıhârda bulunan kişinin köle azâd
ması gibi temel şartları yeterli kabul etmesi, bunu bulamaması halinde 60
etmiştir. Zeydiyye’ye göre, Hz. gün peşpeşe oruç tutması, buna da güç
Peygamber’den sonra en faziletli insan yetiremez ise 60 fakiri doyurmasıdır
Hz. Ali’dir. Rasûlüllah onu ismen değil (Mücâdele 58/3-4). Keffâret olarak tutula­
vasfen tayin etmiştir. Ancak fazilet cak oruç günlerinin arasında Ramazan
yönünden Hz. Ali kadar olmasalar da, günlerinin, Ramazan Bayramının birin­
ilk iki halifenin tayini de caizdir. Onlara ci ve Kurban Bayramının dört gününün
biat eden ashab-ı kiram sebbedilemez. bulunmaması gerekir. (İ.P.)
Büyük günah hususunda Mutezile ve ZINDIK
Hariciler gibi düşünmektedirler. Bu
Müslüman olmadıkları halde
durumda büyük günah işleyen kimse
Müslüman görünen, müminleri inan­
tövbe etmedikçe cehennemliktir. Amelî
dıkları dinî değerlerden soğutup uzak­
konularda Hanefî mezhebine daha
laştırmaya ve onları ifsat etmeye çalı­
yakındırlar. Mest üzerine meshetmek,
şan kimseler hakkında kullanılan bir
âdil olsun zâlim olsun herkesin arka­
terimdir. Bazen halkı kendi görüşlerine
sında namaz kılmak ve Ehl-i Kitabın
çekmek için hadis uydurdukları, bazen
kestiğini yemek caizdir. Mut’a nikâhı
de muteber kaynak ve şahıslara dine
ise yasaktır. Görüldüğü gibi Zeydiyye
aykırı fikirler isnad ettikleri görülür. Bu
genel olarak usûl-i dinde Mutezileye,
kimselerin rivâyetleri “mevzû” olduğu
fürû’da ise Hanefî mezhebine yakın
için reddedilir. Bid’atçılar hakkında da
hareket etmiştir. (F.K.)
bazen “zındık” kavramı kullanılmıştır.
ZIHÂR (A.G.)
Sözlükte “iki elbise birbirine uyup, ZÎ RAHÎM
birini diğeri üzerine giymek, yardım
Nesep yönünden akraba demektir.
etmek” anlamlarına gelen zıhâr, ıstılah­
Bunlardan evlenilmesi haram olanlara
ta erkeğin eşine, onu kendisine haram
ise zî rahim-i mahrem denir. Bunlar
kılmak maksadıyla “sen bana anamın
anne, baba, dedeler ve nineler; çocuk­
sırtı gibisin” demesidir.
lar ve torunlar, kardeşler ve kardeş
Zıhâr cahiliye döneminde erkekle­ çocukları ile amca, hala, dayı ve teyze­
rin eşlerini boşamak için kullandıkları lerdir. Bunların dışında kalan kuzenler
bir usuldü. Ancak İslâm dini, bu sözü
zî rahim olmakla birlikte, zî rahim-i
asıl manasına çevirerek, yeniden bir mahrem değildir. (Î.P.)
düzenleme yapmıştır. Buna göre; bir
kimsenin eşini, annesi, kız kardeşi, ZİKİR
halası, teyzesi gibi kendisiyle evlenme­ Sözlükte “anmak, hatırlamak, yad
si ebedî yasak olan bir kimsenin, sırtı, etmek” anlamına gelen zikir, ıstılah-

713
ta, Allah’ı anmak ve hatırlamak, O’nu ZİMMÎ
unutmamak ve gaflet halinde olmamak, İslâm tarihinde Müslüman ülkesin­
Allah kelimesini ve tekbir, tehlil, teş­ de, devletle yaptığı bir anlaşma ile dev­
bih, tahmid cümlelerini tekrarlamak letin himâye ve güvencesi altında yaşa­
demektir. Zikir, Allah’ın yüceliğini dile yan gayrimüslim vatandaşı ifade için
getirmek ve manevî yetkinliğe ulaşmak kullanılan bir terim. Bütün insanlara
amacıyla yapılır. Zikrin çoğulu ezkâr kucak açan İslâm dini, Müslümanlarla
ve zükûrdür. Zikir, aynı kökten gelen gayrimüslimlerin bir arada yaşamaları­
kelimelerle birlikte, Kur’ân’da üç yüze nı temel ilke olarak kabul etmiştir. Bu
yakın yerde geçmektedir. Bu âyetler­ çerçeveden olmak üzere, îslâm tarihi
de “Allah’ı zikir” emredilmiş (Bakara, boyunca gayrimüslim vatandaş statü­
2/152), Allah’ı zikreden müminlerden sünde bulunan zimmîler, Müslümanlar
övgüyle söz edilmiş ve kendileri için gibi devletin vatandaşı olup, bütün
mağfiret ve büyük mükâfatlar bulundu­ temel hak ve sorumluluklar bakımın­
ğu müjdesi verilmiştir (Ahzâb, 33/35). Hz. dan Müslümanlarla eşit olarak kabul
Peygamber de zikrin en faziletlisinin lâ edilmiştir. Bunun dışında zekât, kef­
İlâhe İllâllâh Olduğunu (İbn Mâce, Edeb, 25) fâret gibi dini karakterli sorumluluklar
söyleyerek tevhid kelimesi ile zikirde yüklenmemiş, bunun yerine cizye deni­
bulunmanın önemine dikkat çekmiş­ len bir tür vergi alınmıştır.
tir. Zikir, dil, kalp ve beden ile olmak Tarihsel süreçte devletinin himâye­
üzere üç çeşittir. Dil ile zikir, Allah’ı si altında bulunan zimmîler, dinlerinde,
güzel isimleri ile anmak, O’na ham- dinlerinin gereği olan ibadetleri yerine
detmek, teşbihte bulunmak, dua etmek getirmede, hatta kendi aralarındaki yar­
ve Kur’ân okumaktır. Beden ile zikir, gılanmada ve diğer bütün temel insan
bütün organların Allah’ın emirlerine hak ve hürriyetlerini kullanmada ser­
uyması ve yasaklarından kaçınması ile besttirler. Hz. Peygamber, zimmîye
zulüm ve haksızlık yapmayı, gücünün
olur. Kalp ile zikir ise Allah’ı gönülden
üstünde vergi yüklemeyi, arzusu dışın­
çıkarmamaktır. (M.C.)
da bir şeyini almayı yasaklamış; hak­
ZİLHİCCE ORUCU sız yere bir zimmîyi öldürenin cennetin
Zilhicce ayının ilk dokuz günün­ kokusunu bile duyamayacağını bildir­
de tutulan oruca demektir. Zilhicce miştir (Sahih-i İbn Hibbân, XI/238, H. No: 4880-
ayının onuncu günü kurban bayramı­ 4881). Bu sebeple tarih boyunca îslâm
nın ilk günüdür. Zilhicce ayının ilk toplumları içerisinde gayrimüslimler
dokuz günü Peygamberimizin oruç varlıklarını devam ettirmişler, dinlerini
tuttuğu rivayetlerine binaen bu gün­ muhafaza etmişlerdir. (İ.P.)
lerde oruç tutmak müstehaptır. Ancak ZİNÂ
hacdakiler arefe günü oruç tutmazlar. Evlilik dışı cinsel ilişki anlamına
Peygamberimiz arefe günü orucu hak­ gelmekte olup, dinen kesinlikle yasak­
kında şöyle buyurmuştur: ”Arefe günü lanmış büyük günahlardandır. Îslâmî
tutulan orucun bundan önce ve sonra hükümlerin gerçekleştirmeye çalıştığı
birer yıllık günahları örteceği Allah "tan ve nassların açıkladığı hakîkî ve gerçek
umulur ” (Müslim, Savm, 196-197). (Î.K.) 5 maslahattan birisi de neslin muhafa-

714
zasıdır. Neslin korunması, bütün insan ZİYARET TAVAFI
türünü korumak ve yeni nesillerin Ziyaret veya diğer adıyla “ifâza”
yetiştirilmesi anlamına gelir. Bu ise, tavafı, haccın rüknüdür. “Ve Beyt-i
ancak evlilik hayatının düzenlenme­ Atîk’i (Kâbe’yi) tavaf etsinler” (Hac,
si ve evlilik hayatına, kişilerin ırz ve 22/29) anlamındaki âyette kast edilenin,
namuslarına yönelik saldırı ve tecavüz­ bu tavaf olduğu hususunda din bilgin­
lerin önlenmesiyle gerçekleşir. leri arasında görüş birliği vardır. Âyette
Bu nedenle zinâ, en şiddetli bir geçen “tavaf etsinler” emri genel bir
şekilde yasaklanmıştır. Çünkü zinâ, ifade olduğu için, Mekkeli olan ve
sadece tarafları ve onların yakınlarını olmayan her hacı adayının mutlaka bu
ilgilendiren şahsî bir suç değil, bütün tavafı yapması gerekir.
toplumu ilgilendiren; toplumun temel
Ziyaret tavafının geçerli olabilmesi
taşını oluşturan aileyi kökünden sarsan,
için; Arafat vakfesinin yapılmış olması
insanlardaki namus ve iffet duygusu­
ve belirli vaktinde yapılması gerekir.
nu rencide eden, ahlâksızlığın yaygın­
Ziyaret tavafının vakti; Kurban bay­
laşmasına neden olan sosyal bir suç,
ramının ilk günü fecr-i sadığın doğması
cinayettir. Kur’ân-ı Kerim’de, “Zinâya
ile başlar. Daha önce yapılması halin­
yaklaşmayın, çünkü o bir hayasızlıktır.
de geçerli olmaz. Çünkü bayramın
O ne kötü bir yoldur. ” (îsrâ, 17/32) denil­
mek suretiyle zinânın çirkinliği ve ilk gecesi fecrin doğuşuna kadar olan
kaçınılması gerektiği bildirilmiştir. zaman, aslında Arafat vakfesine tah­
sis edilmiştir. Bir rükne tahsis edilen
Zinânın önlenebilmesi için sadece
zaman içinde başka bir rüknü yerine
zinâ değil, zinaya götüren sebepler de
getirmek caiz olmaz.
yasaklanmıştır. Nitekim Yüce Allah,
“Ahlâksızlığın açığına da gizlisine de Şafiî ve Hanbelî mezheplerine göre
yaklaşmayın. ” buyurmaktadır (En’âm zilhicce ayının dokuzunu onuna bağla­
6/151). Bu çerçeveden olarak, zinaya yan gecenin yarısından itibaren yapıla­
götüren ve zinayı kolaylaştıran yol­ bilir.” (Ebû Dâvûd, Menasik, 66, II, 481)
lardan uzak durulmalı, cinsel duygu­ Ebu Yusuf ve İmam Muhammed
ları tahrik edici ve sömürücü yayın ile Şâfıî, Mâlikî ve Hanbelî mezhep­
ve telkinlerden küçükler ve gençler lerine göre ziyaret tavafının bayramın
korunmalıdır. Ayrıca fertlerin manevî ilk üç günü içinde yapılması sünnet­
eğitiminin sağlanması ve evlilik mües- tir. Ömrün sonuna kadar her hangi bir
sesesinin korunması zarûrîdir. (İ.P.) vakitte de yapılabilir. Ancak mazeretsiz
ZÎRA’ olarak üçüncü günden sonraya bırakıl­
ması mekruhtur. (Buhârî, Eymân ve’n-Nüzûr,
Sözlükte “kol, insanın dirseğinden
15, VII, 226)
elinin orta parmağının ucuna kadar
olan kısmını ifade eden” zirâ’, ıstılah­ Ebu Hanife’ye göre farz tavafın,
ta, eskiden kullanılan bir çeşit uzunluk bayramın ilk üç gününde yapılma­
ölçüsü biriminin adıdır. Günümüzde sı vaciptir. Bu günlerde yapılamayan
kabul edilen ondalık sisteme dayalı farz tavaf daha sonra yapılabilir, ancak
santimetre, metre gibi ölçülere göre, vacip terk edildiği için dem gerekir.
bir zirâ’ 64 cm.’dir. (İ.P.) (İ.K.)

715
ZUHR-Î ÂHİR NAMAZI Zuhr-i âhir ile ilgili olarak tarafla­
Son öğle namazı anlamına gelen rın ileri sürdükleri görüşlerin delilleri
zuhr-i âhir; bir fıkıh terimi olarak, göz önünde bulundurulduğunda, bu
Cuma namazının sahih olmaması ihti­ namazı kılmanın gerekli olmadığı anla­
malinden dolayı ihtiyaten kılınması şılmaktadır. Hz. Peygamber zamanın­
kabul edilen öğle namazıdır. da Cuma namazının sadece bir yerde
kılınmış olması, bir yerleşim biriminde
Bir kısım İslâm bilginleri, Cuma
birden fazla yerde Cuma namazı kılı­
namazının toplanılması ve hutbe
namayacağı anlamına gelmez. Zira o
okunması için meşru kılındığı gerek­
dönemde böyle bir ihtiyaç söz konusu
çesine, Hz. Peygamber ve hulefa-i
değildi. Ayrıca yeni inen âyetleri Hz.
raşidîn döneminde tek bir yerde Cuma
Peygamber’in ağzından işitme iştiya­
namazı kılınmış olmasına dayanarak,
kı içinde bulunan sahabenin, başka bir
bir zorunluluk bulunmadıkça, bir yer­
yerde Cuma namazı kılmalarını düşün­
leşim yerinde sadece bir yerde Cuma
mek mümkün değildir.
namazı kılınabileceğini ileri sürmüş­
lerdir. Böyle düşünen bilginlere göre Bir yerleşim biriminde bir yerde
ihtiyaç yokken, birden fazla yerde Cuma namazı kılınmaması sebebiyle
kılınması halinde, namaza ilk başla­ Cumanın sahih olmayacağını söyleyen
yanların Cuma namazları sahih olur, müçtehitlerin tamamı, ihtiyaç halin­
diğerlerinin o gününün öğle namazını de birden fazla yerde Cuma namazı­
kılmaları gerekir. Cuma namazını kim­ nın kılınabileceğini kabul etmişlerdir.
lerin önce kıldığının tespit edilememesi Günümüzde ise, çoğunlukla bir yerle­
durumunda ise, ihtiyaten hepsinin öğle şim biriminde tek camide Cuma nama­
namazını kılmaları bir çözüm olarak zı kılınması mümkün olmadığından
öngörülmüştür. birden fazla yerde Cuma namazı kılın­
ması kaçınılmaz olmuştur.
Bir kısım bilginler ise, şüphe ile
yapılan ibadetin geçerli olmayacağı Diğer taraftan Cuma namazının farz
düşüncesinden hareketle, zuhr-i âhir olduğunu ifade eden ayet ve hadisle­
namazının kılınmaması gerektiğini re karşı, birden fazla yerde kılınması­
söylemişlerdir. Bunlara göre, “belki nın caiz olmayacağı konusunda dinî
Cuma namazı sahih olmamıştır” diye bir delil bulunmamaktadır. Bir yerde
zuhr-i âhir kılmak doğru olmaz. Ayrıca kılınması şartını ileri sürenlerin, ihtiyaç
zuhr-i âhir namazı kılınması gerek­ bulunduğunda kılınabileceğini belirt­
tiğini ileri sürmek, halkın gözünde, meleri de bunu göstermektedir. Kaldı ki
Cuma namazının farz olmayıp, sadece Kur’ân-ı Kerim’de, “Allâh bir kimseyi
öğle namazının farz olduğu ya da bir ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü
vakitte ikisinin de farz olduğu zannını kılar" (Bakara, 2/286); “Allâh dinde üze­
uyandırır. rinize hiçbir güçlük yüklemedi. ” (Hac,
Diğer bir kısım bilginler ise, daha 22/78) buyrulmaktadır.

da ileri giderek, Hz. Peygamber, sahabe İbadetler, kabul edileceği inancı


ve tabiîn döneminde böyle bir namaz ile kılınmalıdır. Hz. Peygamber Yüce
bulunmadığından hareketle, zuhr-i âhir Allâh’ın, “Ben kulumun benim hakkım-
kılmayı bidat kabul etmişlerdir. daki zannına göre muamele ederim ’’

716
(Müslim, Zikir, 1; Tirmizî, Zühd, 51), “Ameller anlamında kullanılmıştır. Zulüm kavra­
niyetlere göredir” (Buhârî, Bed’üT-vahy, 1) mı Kur’ân’da tamamen olumsuz anlam
buyurduğunu bildirmektedir Bu itibar­ ifade etmektedir. En büyüğünden en
la Cuma namazının kabul olunacağına küçüğüne kadar her türlü günah, isyan
inanarak kılınması ve bunda şüpheye ve itaatsizlik zulümdür. Allah’a ortak­
düşülmemesi gerekir. lar koşmak, âyetleri yalanlamak, içki,
Buna göre bir yerleşim yerinde bir­ kumar, zina, hırsızlık... zulüm olduğu
den fazla camide Cuma namazı kılı­ gibi, namaz kılmamak, mazeretsiz oruç
nabileceğinden, zuhr-i âhir namazının tutmamak gibi ibadetleri terk etmek,
kılınmasına gerek yoktur. Ancak, her­ hatta işlenen günahlara tevbe etmemek
kes dilediği kadar nafile ibadet yapabi­ (Hucûrât, 49/11) dahi zulümdür. En büyük
leceğinden zuhr-i âhir namazını kılmak zulüm şirktir (Lokmân, 31/13).
isteyenler kılabilirler, bunun yadırgan­ însan zulmü ya başkalarına karşı ya
maması gerekir. (Î.P.)
da nefsine karşı işler. Zulüm üç kısım­
ZULÜM dır: 1- însan ile Allah arasında vuku
Sözlükte “bir şeyi kendine mahsus bulan zulüm. Bu şirk, küfür, nifak ve
yerinden başka bir yere koymak, nok­ isyandır. 2- Kişi ile insanlar arasındaki
san yapmak, sınırı aşmak, doğru yoldan zulüm. Haksızlık, hırsızlık, öldürme,
sapmak, meyletmek, hakkını eksilt­ iftira vb. günahlar. 3- Kişi ile nefsi ara­
mek, hakkını vermemek, men etmek sında zulüm. Bu, Allah’a karşı görev­
ve yapılmaması gereken bir davranışta lerini yapmayan ve insanlara zulmeden
bulunmak” anlamlarına gelir. kimsenin neticede nefsine zulmetme­
Zulüm kavramı, Kur’ân öncesi miş olmasıdır, (bk. Nefse Zulüm)
Arap toplumunda İnsanî ilişkilerde her Kur’ân’da 23 âyette Allah’ın dünya
türlü olumsuz söz, fiil ve davranışları ve âhirette insanlara, toplumlara ve
ifade etmekte kullanılmıştır. Kur’ân’da âlemlere zulmetmediği bildirilmiştir
bu kavram insanlar arasındaki olumsuz (Âl-i İmrân, 3/108, 117, 182; Nisâ, 4/40).
ilişkiyi ifade etmekle birlikte çoğun­
İslâm’ın emir ve yasaklarına uyma­
lukla Allah’a karşı görevlerde inkâr ve
yan insan zulüm fiilini işlemiş ve zâlim
isyan olan söz, fiil ve davranışları ifade
etmektedir. Kur’ân’da zulüm kavramı vasfını kazanmış olur. (bk. Zâlim)
58 sûrede 266 âyet-i kerimede 289 defa (İ.K.)
geçmiş ve şirk (En’âm, 6/82), küfür (Bakara, ZÜ İKÂB
2/254), nifak (Nisâ, 4/64), günah (Bakara,
Ceza sahibi, suçluları, günahkârları
2/231), insanlara yapılan haksız muame­
cezalandıran demektir. Kur’ân’da bir
le (Nisâ, 4/10), noksan yapmak (Kehf, 18/33),
âyette geçmiştir: “...Şüphesiz Rabbin
azap, işkence (Nûh, 16/41), insan öldür­
hem mağfiret sahibidir hem de acı azap
mek (Bakara, 2/35), hirSIZİlk (Mâide, 5/39),
Sahibidir. ” (Fussilet, 41/43).
zarar vermek (Şûrâ, 42/40-42), haksızlık
etmek (Âı-i îmrân, 3/182), nefse zarar ver­ Allah suçu ve günahı olmayan hiç
mek (Bakara, 2/57), insanlara eziyet etmek kimseyi cezalandırmaz. Af ve mağfiret
(Şûrâ, 42/41) vb. İlâhî iradeye ters düşen dileyen günahkârları bağışlar, güna­
her türlü inanç, söz, fiil ve davranışlar hında ısrar edenleri cezalandırır. Bu,

717
O’nun âdil olmasının gereğidir. O, asla nanlar, Rablerini överek teşbih eder­
zâlim değildir. (Î.K.) ler...” (Mü’min, 40/7), "Melekler de
ZÜ İNTİKAM O ’nun (göğün) kenarlarındadır. O gün
Rabbinin arşını bunların da üstünde
Allah’ın sıfatlarından biri olup,
sekiz melek taşımaktadır. ” (Hâkka, 69/17).
günahkârlardan intikam alıcı demektir,
(bk. Müntekım) (İ.K.) "O Allah ki gökleri ve yeri altı günde
(evrede) yarattı. (Bunları yaratırken)
ZÜ MAĞFİRE
Arş’ı su üzerinde idi... ” (Hûd, ıı/7).
Allah’ın sıfatlarından biri olup, Âyetlerde, gökler yaratılırken arş’ın
mağfiret sahibi demektir, (bk. Gâfir) su üzerinde durduğu, gökleri ve yeri
(Î.K.)
yarattıktan sonra Allah’ın arş üzerine
ZÜ’L-ARŞ istiva ettiği, arşı meleklerin taşıdığı,
Gölgelik, çardak, ev, taht vb. şey kıyamet kopunca da 8 meleğin taşıya­
yapmak, ikâmet etmek, borçluyu sıkış­ cağı, arşın etrafını kuşatan meleklerin
tırmak, meyletmek ve sapmak anlam­ bulunduğu, bu arşın büyük ve şerefli
larındaki “a-r-ş” kökünden gelen arş olduğu, arşın sahibi ve Rabb’inin de
kelimesi sözlükte, mülk, izzet, şeref, Allah olduğu bildirilmektedir. “Arş”
şöhret, saltanat, iktidar; çadır, ev tavanı ve “arşı Allah’ın istivası” nedir?
ve padişah tahtı; zül-arş ise arş sahibi Kur’ân’da bu konuda bir açıklık yoktur.
demektir. Aslında tavanlı şeye arş denir. Bir
“Arş” kelimesi Kur’ân’da 26 âyette eve nispetle tavanı, tavanına nispetle
geçmiştir. Bunlardan biri (Yûsuf, 12/100) üstündeki çatısı, kubbesi, tepesinde­
Yusuf Peygamberin, dördü (Nemi, 27/23, ki köşkü arştır. Arş kavramı yücelik
38,41,43) Sebe Melikesi Belkıs’ın tahtı, ve yükseklik ifade eder. Padişahların
diğerleri Allah’ın arşı ile ilgilidir. oturduğu yere, yüksekliğine itibarla arş
Yüce Allah için; "...arşın sahibi... ” ismi verilmiştir. Bununla şerefi, gücü
(îsrâ, 17/42), "...Şerefli arşın sahibi...” ve mülkü murad edilmiştir. Allah’ın
(Bürûc, 85/15), "'...arşın Rabbi... ” (Enbiyâ, arşının hakikatini insan bilemez.
21/22) "...O, büyük arşın Rabbi...” Kişinin mülkü kıvamında, işi yolun­
(Tevbe, 9/129), "...O kerim arşın Rabbi... ” da ve emri muntazam olduğu zaman
(Mü’minûn, 23/116) denilmiştir. “isteva alâ arşihi” ve “istekarra alâ
"Rabbiniz O Allah ’tır ki gökleri ve serîri mülkihi” denir.
yeri altı günde (evrede) yarattı, sonra “îstivâ” sözlükte müsâvi olmak,
arş üzerine istiva etti...” (A’râf, 7/54), karar kılmak, kararını bulmak, yüksel­
“O Allah ki, gökleri görebileceğiniz mek, yüksek olmak, üstün olmak, istila
bir direk olmaksızın yükseltti, sonra etmek anlamlarına gelir. “Arş”, bütün
arş üzerine istiva etti...” (Ra’d, 13/2), âlemi kuşatan, mahiyetini insan aklının
"'Rahman arşı istiva etmiştir. ” (Tâ-hâ, kavrayamadığı, altında gökler, cennet,
20/5), "Melekleri görürsün ki onlar sidre ve kürsü bulunan bir varlıktır.
arşın etrafını çevirmiş olarak Rablerini Allah’ın arşa istivâsını selef âlimleri
övgü ile anarlar... ” (Zümer, 39/75), "Arş ’ı yorumlamadan kabul edip îmân etmiş­
taşıyanlar ve onun çevresinde bulu­ lerdir. İmam Mâlik, “İstivâ malum,

718
keyfiyeti gayr-i ma’kul, buna îman ZÛ’L-İKRÂM
vacîp ve bundan sual etmek bid’attir” Allah’ın sıfatlarından biri olup,
demiştir. Hanefî bilginler, “Arş üzerine ikram sahibi demektir, (bk. Kerim)
istivâ, Allah’ın bila keyf bir sıfatıdır” (Î.K.)
demişlerdir. ZÛ’L-KUVÂ
Allah’ın arşa istivasını yorumlayan­ Allah’ın sıfatlarından biri olup,
lar bununla, Allah’ın yaratıkları hükmü güç, kuvvet sahibi demektir, (bk. Kavî)
altına almasının, onları muntazaman (Î.K.)
yönetmesinin, istila etmesinin, zaman ZÛ’L-MEÂRİC
ve makamdan münezzeh ve yüce olma­
Yukarı çıkmak, yükselmek, yüksek
sının kastedildiğini söylemişlerdir.
olmak anlamlarındaki “urûc” kökün­
(Î.K.) den türeyen meâric^ mi’rac kelime­
ZÛ’L-CELÂL sinin çoğulu olup sözlükte merdiven,
Allah’ın sıfatlarından biri olup, asansör, yükseğe çıkma vasıtası veya
celal sahibi demektir, (bk. Celîl) (İ.K.) çıkılacak dereceler, mertebeler, yüksek­
likler, zû’l-meâric ise bunların sahibi
ZÛ’L-FADL (Zû’l-Fadli’I-Azîm) demektir.
Terkiplerde geçen fadl, artık, fazla­ Bu tabir Kur’ân’da sadece, Meâric
lık, ziyade, şeref, fazilet, nimet, bağış, sûresinin 3. âyetinde geçmiştir.
ihsan, ikram ve af demektir. Allah’ın Meâriçten maksat îbn Abbas’a göre
sıfatı olarak zû’l-fadl, lütuf, bağış, semalar, Katade’ye göre, yükseklik­
ikram, ihsan, nimet ve af-bağış sahibi ler ve yüksek lütuflar, nimetlerdir.
demektir. Azîm kelimesi, bu lütuf ve Veya meâric; cennette Allah, dostları­
bağışının büyüklüğünü ve çokluğunu na ihsan ettiği dereceler veya manevî
ifade eder. Bütün yaratıklar, Allah’ın mertebelerdir.
lütfü ve nimeti sayesinde varlıklarını Meâric maddî ve manevî bütün
sürdürmektedirler. dereceleri, Cibril ve meleklerin inip
çıktığı cismânî ve rûhânî âlemi, zû’l-
Allah’ın bu sıfatı Kur’ân’da 13
meâric ise, Allah’ın bunların hepsinin
âyette geçmiştir: “...Allah, rahmeti­ sahibi, maliki, mercîi ve müntehası
ni dilediğine tahsis eder Allah büyük olduğunu, bunların hepsinden yük­
lütuf sahibidir ” (Bakara, 2/105), “.. .Allah sek ve yüce oluşunu ifade eder. Zû ’l-
insanlara karşı lütuf sahibidir Ama meâric, vasfı, zü’l-arş vasfı gibidir.
insanların çoğu şükretmezler ” (Bakara, (İ.K.)
2/243), “...Allah, bütün âlemlere karşı ZÛ’R-RAHME
lütuf sahibidir ” (Bakara, 2/251), “...Allah, Allah’ın merhametini ifade etmekte
müminlere karşı lütuf sahibidir ” (Âl-i kullanılan kavramlardan biri olup söz­
imrân, 3/152), “...Bütün lütuf Allah'ın lükte merhamet sahibi anlamına gelir.
elindedir O’nu dilediğine verir... ” (Âl-i “Rabbin zengin rahmet sahibidir..."
İmrân, 3/73). (Î.K.) (En’âm, 6/133) (bk. Rahman) (İ.K.)

719
ZÛ’T-TAVL ve eğlenceden ibaret olduğunu, malla­
Tavl iyilik, zenginlik, kolaylık, güç, rın ve çocukların birer imtihan vesilesi
varlık ve nimet; zû’t-tavl ise nimet, olduğunu bildiren âyetler (En’âm, 6/32;
ihsan ve fazl sahibi demektir. Bu sıfat, Enfâi, 8/28) zühd hayatını destekler mahi­
Allah’ın; mülk, nimet, güç, ikram ve yettedir. Hz. Peygamber de zühdün
ihsan sahibi oluşunu ifade eder. helâlları haram kılmak veya malı telef
etmek değil, elde bulunana güvenme­
Kur’ân’da bir âyette geçmiştir:
mek olduğunu bildirmiştir (Tirmizî, Zühd,
“(O,) günahı bağışlayan, tevbeyi kabul
29; İbn Mâce, Zühd, 1). (M.C.)
eden, azabı şiddetli olan, lütuf sahibi­
dir... ” (Mü’min, 40/2). (Î.K.) ZÜNNÂR

ZÜHD Hristiyan rahiplerin bellerine taktık­


ları bir tip kuşaktır. Hz. Ömer dönemin­
Sözlükte “ilgisiz davranmak, yüz
de, gayrimüslimlerin Müslümanlardan
çevirmek, rağbet etmemek” anlamına
ayırdedilebilmesi için zünnâr takma­
gelen zühd, tasavvufta, âhirete yönel­
ları mecbur kılınmıştır. Bu nedenle o
mek, dünyaya dolu dizgin dalmamak;
dönemlerde zünnâr, gayrimüslimlerin
elde mevcut bulunsa bile gönülde
alameti haline gelmiştir. Bundan hare­
mal ve mülk sevgisine yer vermemek
ketle klasik fıkıh kitaplarında zünnâr
demektir. Zühd, dünyayı tamamen terk
takanların kâfir olacağı kaydedilmiştir.
edip çalışmayı bırakmak, dünya lezzet­
Ancak günümüzde, böyle bir ayrım ve
lerine sırt çevirip, kuru ekmek yiyerek
alamet söz konusu değildir. (Î.P.)
aba giymek değil, lezzet verici şeyleri
azaltmak, onlara dalmamaktır. Diğer ZÜYÛF
bir ifadeyle âhireti unutup dünyaya esir Kalp para, katkısı çok olduğu için
olmamaktır. Zühd kelimesi Kur’ân’da reddedilen altın ve gümüş anlamlarına
geçmezse de, dünya hayatının bir oyun gelmektedir. (Î.P.)

720
İÇİNDEKİLER

TAKDİM.....................................................V AHİLİK...................................................... 12
ÖN SÖZ................................................... VII ÂHİR.......................................................... 12
ÂHİR ZAMAN.......................................... 12
A
ÂHİRET..................................................... 13
A’LÂ (Alî, Müte’âl)..................................... 1
AHKÂM.................................................... 13
A’LEM......................................................... 1
AHKÂM-I HAMSE................................... 13
A’MÂ...........................................................2
AHKÂMÜ’L-KUR’ÂN.............................13
A’RÂF..........................................................2
AHLÂK...................................................... 14
A’RÂZ..........................................................2
AHMED..................................................... 14
A’YÂN-I SÂBÎTE...................................... 3
AHSEN-İ TAKVİM................................... 14
ABD.............................................................3
AHSENÜ’L-HÂKİMÎN............................ 14
ABÂDİLE................................................... 3
AHSENÜ’L-HÂLİKÎN..............................14
ABDÂL....................................................... 3
AHZ........................................................... 15
ABDEST......................................................3
AKABE...................................................... 15
ABES...........................................................4
AKÂİD İLMİ............................................. 15
ABESE.........................................................4
ÂBİD............................................................5 AKAR........................................................ 15
ÂCİR............................................................5 AKIL.......................................................... 15
ÂDÂB..........................................................5 AKÎKA....................................................... 16
ADAK (Nezir).............................................5 Âkil.......................................................... 17
ADÂLET......................................................6 ÂKİLE........................................................ 17
ADÂVET.....................................................6 AKİT.......................................................... 17
ADEM..........................................................7 AKL-I SELİM............................................ 19
ÂDEM..........................................................7 AKSÂMÜ’L-KUR’ÂN.............................. 19
ÂDET...........................................................7 AKSIRMA................................................. 19
ÂDİL............................................................7 ALEM........................................................ 19
ADL............................................................. 8 ÂLEM........................................................ 19
ADÜV.......................................................... 8 ALEVİ(LİK)............................................. 20
ADVENTİZM............................................. 8 ALEYHİ’S-SELÂM................................. 21
AF (Afv).......................................................8 ALIŞVERİŞ...............................................21
ÂFÂK-ÂFÂKÎ............................................ 9 ALÎ.............................................................21
ÂFET............................................................9 ÂLÎ.............................................................21
AFOROZ......................................................9 ÂLÎ İSNAT - NÂZİL İSNAT.................... 21
AFÜVV...................................................... 10 ÂLİM (Alîm, Allâm, ATem)..................... 21
AĞ YÂR..................................................... 10 ALLAH......................................................23
ÂHAD HABER......................................... 10 ALLÂHÜMME......................................... 23
AHBÂR...................................................... 11 ALLÂM.....................................................24
AHDE VEFÂ............................................. 11 ALTIN OLUK........................................... 24
AHİD.......................................................... 11 AMD(EN)................................................. 24
AHİDNÂME.............................................. 12 AMEL........................................................24

721
AMEL DEFTERÎ........ ............................. 25 ASHÂB-I UHDÛD................................... 39
AMEL-Î KALÎL....................................... 25 ASHÂB-I YEMÎN.................................... 39
AMEL-İ KESÎR....................................... 25 ÂSÎ.............................................................39
AMEL-Î SÂLÎH....................................... 25 ÂSÎM..........................................................39
ÂMENTÜ................................................ 26 ÂSİTÂNE..................................................39
ÂMİL....................................................... 26 ASR............................................................ 39
ÂMÎN....................................................... 27 AŞERE-İ MÜBEŞŞERE........................... 40
ÂMM........................................................ 27 ÂŞİR..........................................................40
ÂMME..................................................... 27 AŞÎRET..................................................... 40
ANGLİKANİZM..................................... 27 AŞK........................................................... 40
ANÎD........................................................ 27 AŞR-I ŞERİF............................................ 40
ARAFAT.................................................. 27 AŞÛRÂ ORUCU...................................... 41
ARASÂT.................................................. 28 ATÂ........................................................... 41
ARÂYÂ................................................... 28 ATEİZM.................................................... 41
ARAZÎ..................................................... 28 ATVÂR-I SEB’A...................................... 43
AREFE GÜNÜ........................................ 30 AVÂLÎ....................................................... 43
ÂRÎF........................................................ 30 AVAM....................................................... 43
ÂRİYET................................................... 30 AVLANMAK............................................ 43
ARRÂF.................................................... 31 AVLİYE.................................................... 43
ARŞ.......................................................... 31 AVRET...................................................... 43
ASABE.................................................... 32 ÂYET.........................................................44
ASABİYET.............................................. 32 ÂYETÜ’L-KÜRSÎ................................... 44
ASHAB.................................................... 33 AYIP...........................................................44
ASHAB-I A’RÂF..................................... 33 ÂYİN..........................................................45
ASHAB-I BEDİR.................................... 33 ÂYİSE........................................................45
ASHÂB-I CAHÎM................................... 33 AYN.......................................................... 45
ASHÂB-I CENNET................................. 33 AYNE’LYAKÎN....................................... 46
ASHÂB-I EYKE...................................... 34 AZÂB.........................................................46
AZÂT ETMEK......................................... 47
ASHÂB-I FERÂÎZ.................................. 34
AZÂZİL.................................................... 47
ASHÂB-I FÎL.......................................... 34
ÂZİFE....................................................... 47
ASHAB-I HADÎS.................................... 34
AZİL.......................................................... 48
ASHÂB-I HICR....................................... .34
AZÎM........................................................ 48
ASHÂB-I KARYE................................... .35
AZÎMET.................................................... 49
ASHÂB-I KEHF...................................... .35
AZÎZ......................................................... 49
ASHÂB-I KUBÛR.................................. .35
AZİZ HADİS.............................................50
ASHÂB-I MEDYEN............................... .36
AZRÂÎL.....................................................50
ASHÂB-I MEŞ’EME.............................. 36
ASHÂB-I MEYMENE............................ .36 B
ASHÂB-I NÂR........................................ .37 BÂ’İS.........................................................51
ASHÂB-I RESS....................................... .37 BÂB ..........................................................51
ASHÂB-I SA’ÎR...................................... .37 BÂBÎLİK...................................................51
ASHÂB-I SEBT....................................... .38 BÂCİYAN-IRÛM.................................... 52
ASHÂB-I SEFÎNE................................... .38 BÂĞY........................................................52
ASHÂB-I SUFFE.................................... .39 BAHÂÎLİK................................................52
ASHÂB-I ŞİMAL.................................... .39 BÂİN TALÂK............................................53

722
BÂKÎ..........................................................54 BEZM-İ ELEST........................................ 71
BÂLİĞ.......................................................54 Bİ’SET.......................................................72
BÂRÎ..........................................................54 BİD’AT.......................................................72
BÂRR.........................................................54 BİRR.......................................................... 72
BASAR......................................................54 BORÇ.........................................................73
BÂSIT........................................................54 BUĞZ.........................................................73
BASÎR........................................................55 BUHL......................................................... 74
BASİRET...................................................55 BULÛĞ......................................................74
BAST.........................................................56 BURHAN...................................................74
BAŞLIK.....................................................56 BURHAN-IİNNÎ...................................... 75
BATAR.......................................................56 BURHAN-I LİMMÎ.................................. 75
BÂTIL........................................................56 BURHAN-I TEMÂNU’............................ 75
BÂTIL DİN................................................57 BUTLÂN...................................................76
BÂTIN.......................................................57 BUYÛ’....................................................... 76
BÂTINÎ MANÂ-ZÂHİRÎ MANÂ........... 57 BÜYÜ........................................................76
BATÎNIYYE (Bâtınîlik)............................ 57 BÜYÜK GÜNAH..................................... 77
BAYRAM..................................................58
BAYRAM NAMAZI................................ 59
c
CÂ’İL.........................................................79
BEDÂ.........................................................59 CÂHİL.......................................................79
BEDDUA...................................................60 CÂHİLİYYE..............................................79
BEDEL.......................................................60 CAHÎM...................................................... 80
BEDENE....................................................61 CÂİFE........................................................ 80
BEDÎ’ (Bedîu’s-Semâvâti ve’l-Ard)........ 61 CÂİHA.......................................................81
BEDİR........................................................61 CÂİZ.......................................................... 81
BEKÂ.........................................................62 CÂLİYET...................................................81
BEKTÂŞÎLİK........................................... 62 CÂMİ......................................................... 82
BELÂ.........................................................64 CÂRİYE.....................................................83
BELEDÜ’L-EMÎN................................... 64 CEBBÂR....................................................83
BELVÂ.......................................................65 CEBEL-İ NÛR...........................................83
BERÂET....................................................65 CEBEL-İ SEVR.........................................83
BEREKET................................................. 66 CEBERÛT.................................................84
BERÎ (Berî’ün Min’el-Müşrikîn).............. 66 CEBÎRE..................................................... 84
BERR.........................................................66 CEBR......................................................... 84
BERZAH....................................................67 CEBRÂİL...................................................85
BESMELE.................................................67 CEBRİYYE................................................85
BEŞÎR........................................................68 CEFÂ......................................................... 86
BEY’...........................................................68 CEHÂLET.................................................86
BEY’AT.....................................................69 CEHENNEM.............................................87
BEYNE’L-HAVFİ VE’R RECA............... 69 CEHMİYYE..............................................88
BEYT.........................................................69 CEHRÎ - CEHREN................................... 88
BEYTULLAH........................................... 70 CEHRÎ ZÎKİR............................................88
BEYTÜ’L-İZZE....................................... 70 CELÂBÎB..................................................88
BEYTÜ’L-MA’MÛR............................... 70 CELDE....................................................... 88
BEYTÜ’L-MAL....................................... 70 CELÎL .......................................................89
BEYYİNE..................................................70 CELLE CELÂLUH ................................. 89

723
CELLE ŞÂNUH....................................... 89 CUMHÛR................................................ 107
CELSE.......................................................89 CUMHURİYET....................................... 107
CELVET.....................................................90 CÜNÂH .................................................. 107
CELVETİLİK............................................ 90 CÜNDULLÂH......................................... 107
CEM’..........................................................90 CÜNÛN................................................... 107
CEM’U’L-KUR’ÂN................................. 91 CÜNÜPLÜK............................................ 108
CEM’U’ S-SALÂTEYN............................ 91 CÜRÜM................................................... 108
CEMAAT.................................................. 92 CÜZ.......................................................... 109
CEM-İ TAKDİM....................................... 93 CÜZÂF.................................................... 109
CEM-1 TE’HÎR......................................... 93
CEMİL.......................................................93
Ç
ÇİLE......................................................... 110
CEMRE......................................................93
CENABET................................................ 94 D
CENÂZE....................................................94 DÂBBETÜ’L-ARZ.................................. 111
CENÂZE NAMAZI.................................. 94 DAHVE-İKÜBRÂ.................................. 111
CENİN.......................................................95 DAHVE-İ SUĞRÂ.................................. 111
CENNET....................................................96 DÂİM....................................................... 111
CENNETÜ’L-BAKÎ’................................ 96 DALÂLET............................................... 111
CENNETÜ’L-MUALLÂ.......................... 96 DARB-I MESEL...................................... 112
CERH VETA’DÎL.................................... 96 DÂRR-NÂFİ’........................................ 112
CERH-İ MÜBHEM ................................. 98 DÂRU’L-ÂHİRE..................................... 113
CERH-İ MÜFESSER................................ 98 DÂRU’L-BEKÂ...................................... 113
CEVÂD (Sahıyy)...................................... 98 DÂRU’L-BEVÂR.................................... 113
CEVÂMİU’L-KELİM.............................. 98 DÂRU’L-FÂSİKÎN................................. 113
CEVAZ.......................................................98 DÂRU’L-HADÎS..................................... 113
CEVHER....................................................98 DÂRU’L-HULD...................................... 113
CEVR......................................................... 98 DÂRU’L-KARÂR................................... 114
CEZA.........................................................99 DÂRU’L-MÜTTEKÎN............................ 114
CEZBE.......................................................99 DÂRU’S-SELÂM.................................... 114
CİBT...........................................................99 DÂRÜL-EYTÂM.................................... 114
CİHÂD..................................................... 100 DÂVÂ...................................................... 114
CİLBÂB................................................... 102 DAVET..................................................... 115
CİMRİLİK............................................... 102 DÂYİN..................................................... 115
CİN........................................................... 103 DECCAL.................................................. 115
CİNÂS..................................................... 103 DEFİN...................................................... 115
CİNÂYET ............................................... 104 DEFİNE................................................... 116
CİNNET................................................... 104 DEHR....................................................... 116
CİRAH..................................................... 104 DEHRİYYE............................................. 116
CİZVİTLER............................................. 105 DELÂLET................................................ 117
CİZYE...................................................... 105 DELİL...................................................... 118
CÖMERTLİK.......................................... 105 DELK....................................................... 118
CUÂLE (Ödül)......................................... 105 DEM......................................................... 119
CÛD......................................................... 106 DEMOKRASİ.......................................... 119
CUMA...................................................... 106 DERGÂH................................................. 120
CUMA NAMAZI..................................... 106 DERVİŞ................................................... 120

724
DESTUR................................................ 120 EHL-İ KİTAB.......................................... 138
DEVİR................................................... 120 EHL-İ SALÂT......................................... 139
DEVRAN............................................... 120 EHL-İ SALÎB........................................... 140
DEYN.................................................... 120 EHL-İ SUFFE.......................................... 140
DİĞERGÂMLIK................................... 121 EHL-İ SÜNNET...................................... 140
DİLENCİLİK......................................... 121 EHL-İ VUKUF........................................ 140
DÎN........................................................ 121 EHL-İ ZİMMET...................................... 141
DÎN GÜNÜ (Yevmü’d-din)................... 122 EHLİYET................................................. 141
DİN VE VİCDAN HÜRRİYETİ........... 123 EHLÜ’L-HAL VE’L-AKD......................142
DİNLER ARASI DİYALOG................. 125 EHLÜ’L-MAĞFİRE................................ 142
DİRÂYET TEFSİRİ.............................. 125 EHLÜ’T-TAKVÂ.................................... 142
DİRHEM................................................ 126 EHVEN-İ ŞER......................................... 142
DİYET VE ERŞ..................................... 126 EİMME-İ ERBAA................................... 143
DOGMATİZM....................................... 126 EİMME-İ SELÂSE.................................. 143
DOĞRULUK......................................... 127 EİMME-İ SİTTE...................................... 143
DOSTLUK............................................. 127 EKÂNİM-İ SELÂSE...............................143
DÖVME................................................. 128 EKREM.................................................... 143
DUA....................................................... 128 ELEST...................................................... 143
DUHÂ NAMAZI................................... 129 ELFÂZ-I KÜFÜR.................................... 143
DÜNYA.................................................. 129 ELHAMDÜLİLLÂH (el-Hamdü lillâh). 144
DÜRZÎLİK............................................. 129 EMÂN...................................................... 144
E EMANET................................................. 144
EBÂBÎL................................................. 131 EMÂRE.................................................... 145
EBED...................................................... 131 EMEL....................................................... 145
EBEDÎ.................................................... 131 EMİR (Emr)............................................. 146
EBRU..................................................... 131 EMİR........................................................ 146
ECEL...................................................... 131 EMÎR-İ HAC........................................... 147
ECÎR...................................................... 132 EMR-İ Bİ’LMA’RUF.............................147
ECR........................................................ 132 EMSÂLÜ’L-HADİS................................147
EDÂ....................................................... 133 EMSÂLÜ’L-KUR’ÂN............................147
EDEP...................................................... 134 EMVÂL ŞİRKETİ (Şirket-i Emval)...... 147
EDİLLE-İ ERBEA................................. 134 EMVÂL-İ BÂTINA................................. 148
EDİLLE-İ ŞER’İYYE............................ 134 EMVÂL-İ ZÂHİRE.................................148
EF’ÂL-İ MÜKELLEFİN....................... 134 EMVÂT................................................... 148
EFLAKİYYE......................................... 135 ENÂNİYET............................................. 148
EĞLENCE............................................. 135 ENDÜLJANS.......................................... 148
EHAD-VÂHİD...................................... 136 ENE.......................................................... 149
EHİL....................................................... 137 ENFÜSÎ.................................................... 149
EHL-İ BEYT.......................................... 137 ENSÂB.................................................... 149
EHL-İ HADÎS (Ehl-i Eser).................... 137 ENSÂR.................................................... 149
EHL-İ HAK........................................... 138 ERBAÛN................................................. 149
EHL-İ HÂL............................................ 138 ERGENLİK.............................................. 149
EHL-İ HEVÂ......................................... 138 ERHAMÜ’R-RÂHİMÎN.........................149
EHL-İ HİBRE........................................ 138 ERŞ.......................................................... 150
EHL-İ KIBLE........................................ 138 ESBÂBU VURÛDİ’L-HADİS............... 150

725
ESER........................................................ 150 FÂTIR...................................................... 172
ESÎM........................................................ 150 FÂTİHA................................................... 172
ESÎR......................................................... 150 FAZİLET (Fazl)....................................... 172
ESMÂ-Î HÜSNÂ (el-Esmaü’l-Hüsnâ)151 FECR........................................................ 173
ESREU’L-HÂSÎBÎN................................ 162 FEDÂİLÜ’L-KUR’ÂN............................173
EŞ’ARİYYE............................................ 162 FEHVÂ.................................................... 174
EŞHÂD.................................................... 162 FEKK....................................................... 174
EŞHURU’L-HURUM FELÂH..................................................... 174
(el-Eşhuru’l-Hurum)................................162 FELAK..................................................... 174
EŞİR......................................................... 163 FENÂ....................................................... 174
ETBÂU’T-TÂBÎÎN FER’......................................................... 175
(Tebeu’t-Tâbiîn)....................................... 163 FERAĞ.................................................... 175
EVÂMÎR.................................................. 163 FERAH.................................................... 175
EVKAF.................................................... 163 FERÂİZ.................................................... 176
EVLÂ....................................................... 163 FERT HADİS........................................... 176
EVRENSELLİK...................................... 163 FESÂD..................................................... 176
EVVABÎN NAMAZI............................... 164 FESİH (Fesih-İnfisah)...........................178
EVVEL - ÂHİR....................................... 164 FETÂNET................................................ 178
EVZÂR.................................................... 165 FETİH...................................................... 179
EYYÂM-I BÎD........................................ 165 FETRET................................................... 179
EYYÂM-I MA’DÛDÂT..........................165 FETTÂH (HayruT-Fâtihîn).................... 180
EYYÂM-I MA’LÛMÂT..........................165 FETVÂ..................................................... 180
EYYÂM-I MİNA..................................... 165 FEVAİT.................................................... 181
EYYAM-INAHR....................................165 FEVASILÜ’L-ÂYÂT...............................181
EYYAM-I TEŞRİK.................................. 165 FEVÂT..................................................... 181
EZAN....................................................... 165 FEVÂTİHU’S-SÜVER............................182
F FEVZ........................................................ 182
FA’ÂL (Fa’âlun limâ yürîd).....................167 FEY’(Fey’-i Zevâl)................................. 182
FÂCİR...................................................... 167 FEYİZ...................................................... 183
FAHİŞ FİYAT.......................................... 167 FIKHÎ TEFSİR......................................... 183
FAHŞÂ..................................................... 168 FIKHU’L-HADİS.................................... 183
FAHÛR.................................................... 168 FIKHU’R-RÂVÎ...................................... 184
FÂİLÎN-FA’ÂLÜN LİMÂ YÜRÎD........ 168 FIKIH....................................................... 184
FÂİTE...................................................... 168 FIRKA...................................................... 184
FAKD....................................................... 169 FISK......................................................... 185
FAKÎH...................................................... 169 FISKU’R-RÂVÎ....................................... 185
FAKR (Fakir)........................................... 169 FITR BAYRAMI..................................... 185
FÂLİK...................................................... 170 FITRAT.................................................... 185
FÂNÎ........................................................ 170 FITRATULLAH...................................... 186
FARİZA.................................................... 170 FİDYE...................................................... 186
FARK....................................................... 170 Fİ SEBÎLİLLÂH...................................... 186
FARZ........................................................ 170 FİTNE...................................................... 187
FÂSIK...................................................... 171 FİTRE...................................................... 187
FÂSIL - HAYRU’L-FASILÎN................ 171 FUÂD....................................................... 187
FÂSİT....................................................... 172 FUKAHÂ................................................. 187

726
FUKAHÂ-1 SEB’A..................................187 G
FURKÂN................................................. 188 ĞAFFÂR................................................. 205
FUZÛLÎ................................................... 188 ĞUFRÂN................................................ 205
FÜCÛR.................................................... 188 ĞULÜVV................................................ 205
FÜRÛ’...................................................... 188
FÜTÜVVET............................................. 189 H
HABER................................................... 206
G HABER VE İNŞÂ.................................. 206
GABN...................................................... 190 HABER-İ ÂHÂD.................................... 206
GÂFİL...................................................... 190 HABERÎ SIFATLAR.............................. 206
GÂFİR (Gafur, Gaffar, HABER-İ VÂHÎD................................... 207
Zü Mağfıre, Ehlü’l-Mağfıre, Vâsiu’l HABÎBULLAH....................................... 207
Mağfire, Hayrü’l-Ğâfirin)........................191
HABÎR.................................................... 207
GAFLET.................................................. 192
HABİS..................................................... 208
GAFÛR.................................................... 193
HABLULLAH........................................ 208
GALAT..................................................... 193
HAC.........................................................209
GALEBE.................................................. 193
HACAMAT............................................. 209
GÂLİB..................................................... 194
HACB..................................................... 209
GALLE.................................................... 194
HACER-İ ESVED.................................. 210
GANÎ-MUĞNÎ...................................... 194
HACET NAMAZI.................................. 210
GANİMET............................................... 195
GARÂMET.............................................. 196
HACİR (Hacr)..........................................211
HÂCİYYÂT.............................................211
GARAR.................................................... 196
GARÎB HADİS........................................ 197 HACİZ (Hacz).........................................211
GARÎBÜ’L-HADÎS................................. 197 HAÇ........................................................ 212
GARÎBÜ’L-KUR’ÂN.............................. 197 HAD CEZALARI .................................. 212
GARÛR.................................................... 198 HADDİ AŞMAK.................................... 212
GASİL...................................................... 198 HADES................................................... 212
GASP....................................................... 199 HÂDÎ........................................................213
GAYB....................................................... 199 HADİS.................................................... 214
GAYBET..................................................200 HADİS USÛLÜ...................................... 214
GAYR-İ İLAHÎ VAHİY.......................... 200 HADR..................................................... 214
GAYR-İ MEŞRU.................................... 200 HAFÂ...................................................... 214
GAYR-İ MÜEKKET SÜNNET.............. 200 HAFAZA MELEKLERİ......................... 214
GAYR-İ MÜSLİM.................................. 200 HÂFIZ - HAFÎZ..................................... 214
GAZAP................................................... 200 HAFÎ........................................................215
GÂZÎ........................................................201 HÂFİD.....................................................216
GAZVE................................................... 201 HAFÎ ZİKİR............................................ 216
GIPTA......................................................201 HAFÎZ..................................................... 216
GIYBET.................................................. 201 HAHAMBAŞILIK................................. 216
GURRE................................................... 202 HÂİN....................................................... 216
GURUR................................................... 203 HAK DÎN................................................ 216
GUSÜL................................................... 203 HAKEM.................................................. 217
GÜNAH.................................................. 204 HAKÎKAT............................................... 217
GÜNAH ÇIKARMA.............................. 204 HAKÎKAT-İ MUHAMMEDİYYE........ 217

727
HÂKİM (Hakîm, Hakem, Hayru’l-Hâkimîn, HARS (Harrâs)........................................ 233
Ahkemü’l-Hâkimîn)................................ 217 HASEN HADİS...................................... 233
HAKÎM................................................... 219 HASENE................................................. 234
HAKK......................................................219 HASET.................................................... 234
HAKKA’L-YAKÎN................................. 219 HÂSİB - HASÎB,
HAKK-I CİVÂR..................................... 220 (SerîuT-Hisâb - Esre’ül-Hâsibîn).......... 235
HAKK-I MECRÂ................................... 220 HASİSLİK.............................................. 236
HAKK-I MESÎL..................................... 221 HÂSS.......................................................236
HAKK-I MÜRÛR................................... 221 HAŞR...................................................... 236
HAKK-I ŞEFEH..................................... 221 HAŞVİYYE............................................ 236
HAKK-I ŞİRB........................................ 222 HAŞYE................................................... 237
HAKK-I ŞÜRB....................................... 222 HAT SANATI.......................................... 237
HAKK-I TEALLÎ................................... 222 HATA...................................................... 237
HAKSIZ FİİL.......................................... 222 HATÂYA................................................. 238
HAKSIZ KAZANÇ................................ 223 HÂTI’...................................................... 238
HÂL.........................................................224 HATÎE..................................................... 238
HALEF (Halefıyyet)............................... 224 HÂTİF..................................................... 238
HALÎFE.................................................. 225 HATİM.................................................... 238
HÂLİK (Hallâk, Ahsenü’l-Hâlikîn)....... 225 HATÎRA.................................................. 238
HALÎLULLAH....................................... 226 HATTÂR................................................. 238
HALÎM................................................... 226 HAVAİC-İ ASLİYYE............................. 238
HALKU’L-KUR’ÂN.............................. 226 HAVÂLE................................................. 239
HALLÂK.................................................226 HAVÂRÎ.................................................. 239
HALVET................................................. 226 HAVÂRİC............................................... 240
HAMDELE............................................ 227 HAVÂS....................................................240
HAMELE-İ ARŞ..................................... 227 HAVÂTIR............................................... 240
HAMELE-İ KUR’ÂN............................. 227 HAVELÂN-İ HAVL................................ 240
HAMÎD....................................................227 HAVF VE HAŞYE.................................. 241
HAMİYET.............................................. 227 HAVKALE.............................................. 244
HAMR......................................................228 HAVRA....................................................244
HANBELÎ MEZHEBİ............................ 228 HAVZI-KEVSER................................... 245
HANEFÎ MEZHEBİ............................... 229 HAYÂ..................................................... 245
HANÎF.....................................................229 HAYAT.................................................... 245
HÂNİS.....................................................230 HAYIZ.....................................................246
HANNÂN................................................230 HAYİY.....................................................247
HARAÇ................................................... 230 HAYR.......................................................247
HARAM...................................................231 HAYRÂT................................................ 247
HARAM AYLARI.................................. 231 HAYRET................................................. 248
HAREM...................................................231 HAYRU’L-FÂSILÎN.............................. 248
HAREMEYN.......................................... 232 HAYRU’L-ĞÂFİRÎN............................. 248
HAREM-İ ŞERÎF.................................... 232 HAYRU’L-HÂKİMİN............................ 248
HARF-İ MED......................................... 232 HAYRU’L-MÂKİRÎN............................ 248
HARİCÎLER............................................232 HAYRU’N-NÂSIRÎN............................. 248
HÂRİKULÂDE...................................... 233 HAYRÜ’R-RÂHİMÎN............................ 248
HARÎM....................................................233 HAYRÜ’R-RÂZİKÎN............................ 248

728
HAYY.......................................................248 HÛB........................................................ 262
HAZRVEİBÂHA.................................. 249 HUBB......................................................262
HAZRET..................................................249 HUBBÜ’N-NEBÎ.................................... 263
HEBÂ...................................................... 249 HUBBÜLLAH........................................ 264
HEDİYE.................................................. 249 HUD’A.....................................................265
HEDY.......................................................250 HUDÛ..................................................... 265
HELÂK....................................................250 HUDUD (Hudûdullah)............................ 265
HELÂL.....................................................251 HUKNE................................................... 265
HEMZE VE SÜKUN.............................. 251 HUKUK.................................................. 266
HERVELE............................................... 251 HUKUKU’L-IBÂD................................ 267
HESAP.....................................................251 HUKUKULLAH..................................... 268
HEVÂ..................................................... 252 HUL’.........................................................268
HEZL.......................................................252 HULD......................................................269
HIDÂD.....................................................252 HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN............................. 269
HIDÂNE................................................. 253 HULK..................................................... 269
HIFZ.........................................................253 HULÛL İNANCI.................................... 269
HINS........................................................253 HUMUS.................................................. 269
HIRKÂ-İ SAÂDET................................ 253 HÜRMET................................................ 270
HIRS....................................................... 254 HURMET-İ MUSAHERE...................... 270
HIRSIZLIK............................................. 254 HURÛFU MUKATTA’A........................ 270
HIYANET................................................254 HUSÛF NAMAZI.................................. 270
HİBE........................................................255 HUŞUN VE KUBUH............................. 270
HİCÂB ................................................... 255 HUŞÛ...................................................... 271
HİCRET.................................................. 255 HUTBE................................................... 271
HİCR-İKÂ’BE....................................... 256 HÜCCET................................................. 272
HİCR-İ İSMÂİL...................................... 256 HÜKÜM................................................. 273
HÜKÜMET-İ ADL................................. 273
HİDÂYET............................................... 256
HÜLLE................................................... 273
HİKMET................................................. 257
HÜMEZE-LÜMEZE.............................. 274
HİLÂF (İlmi).......................................... 257
HÜNKÂR MAHFİLİ.............................. 275
HİLÂFET.................................................257
HÜNSÂ................................................... 275
HİLALLEMEK....................................... 258
HÜSRAN................................................ 275
HİLE.........................................................258
HÜZÜN................................................... 276
HİLE-İ ŞER’İYYE.................................. 258
HİLL BÖLGESİ...................................... 259 I
HİLM.......................................................259 IRZ...........................................................278
HİLYE-İ NEBEVİ (Hilye-i Saâdet, Hilye-i ISKAT VE DEVİR.................................. 278
Şerif)........................................................260 ISKAT-I CENİN...................................... 279
HİMMET................................................ 260 ISLAH..................................................... 279
HİSBE......................................................260 ISTISHÂB............................................... 280
HİTAP......................................................261 ISTISLÂH............................................... 281
HİZB....................................................... 261 ISTISNÂ’................................................ 281
HİZBULLAH.......................................... 261 ITÂK (Itk)............................................... 281
HOŞGÖRÜ (Müsamaha)........................ 262 IYÂL........................................................281
HRİSTİYAN........................................... 262 IZDIBÂ....................................................281
HÛ............................................................262 IZDIRÂR................................................ 282

729
İZHAR......................................................282 İFTİTAH TEKBİRİ................................. 297
î İHFÂ....................................................... 298
İHLAS..................................................... 298
İ’CÂZ.......................................................283
İHRAM................................................... 298
Î’CÂZÜ’L-KUR’ÂN.............................. 283
İHRAZ.................................................... 299
İ’LÂM......................................................283
İHSÂN.................................................... 299
İ’TİBÂR.................................................. 283
İHSÂR......................................................300
İ’TİSÂM................................................. 283
İHTİDA................................................... 301
İÂNE........................................................284
İHTİKAN................................................ 301
İÂRE........................................................284
İHTİKÂR................................................ 301
İBÂDET...................................................284
İHTİLÂM.................................................301
İBADİYYE............................................. 284
İHTİRAS..................................................302
İBÂHA.....................................................285
İHTİSAB..................................................302
ÎBÂRENİN DELÂLETİ......................... 285
İHTİYAR................................................. 302
İBLİS........................................................285
İHVAN.....................................................302
İBNÜ’S-SEBİL....................................... 285
İHVÂN-I SAFÂ...................................... 302
İBNÜLVAKT.......................................... 286
İBRÂ....................................................... 286 İKAB........................................................303
İBRET......................................................286 İKÂLE......................................................303
İBTİLÂ....................................................287 İKÂMET................................................. 303
ÎCÂB........................................................287 İKLÂB.....................................................303
İCÂBET...................................................287 İKRAH.................................................... 303
İCÂRE(îcâr)........................................... 287 İKRÂR.................................................... 304
İCÂRE-İ VÂHİDE.................................. 288 İKRAZ.....................................................304
İCÂRETEYN.......................................... 289 İKTİDA....................................................304
ÎCÂZ........................................................289 İKTİSAT.................................................. 305
İCÂZET ................................................. 289 İKTİZÂNIN DELÂLETİ........................ 306
ÎCAZÜ’L-KUR’ÂN............................... 290 İLÂ...........................................................306
İCBÂR.....................................................290 İLÂH........................................................307
İCMÂ’......................................................290 İLÂHÎ......................................................308
İCMALİ İMAN....................................... 291 İLÂHÎ HADİS........................................ 308
İÇTİHÂT..................................................291 İLHAD.....................................................308
ÎD.............................................................292 İLHAM....................................................308
İDDET......................................................292 İLİM.........................................................309
İDĞAM................................................... 293 İLLET.......................................................310
İDRAC.....................................................294 İLME’L-YAKÎN..................................... 310
İFÂ...........................................................294 İLMÎ TEFSÎR.......................................... 311
İFFET.......................................................294 İLMÜ’L-MÜNÂSEBET......................... 311
İFK......................................................... 295 İLTİMÂS................................................. 312
İFLÂS.................................................... 295 ÎMÂ..........................................................312
İFRADHACCI....................................... 296 İMALE.....................................................313
İFRAT-TEFRİT...................................... 296 İMÂM......................................................313
İFSÂT.......................................................296 İMÂME....................................................313
İFTÂ.........................................................296 İMÂMET................................................ 313
İFTAR......................................................296 İMÂMEYN............................................. 313
İFTİRA.....................................................297 İMÂN......................................................314

730
ÎMÂRET................................................ 314 İSTİHÂRE.............................................. 332
İMSÂK.................................................... 314 İSTİHÂZE............................................... 332
İN’AM.................................................... 315 İSTİHSÂN.............................................. 333
ÎN’İKÂD................................................ 315 İSTİHZA................................................. 334
İNAN ŞİRKETİ..................................... 315 İSTİKÂMET........................................... 334
İNÂYET................................................. 315 İSTİKBÂL-İ KIBLE............................... 334
İNCİL..................................................... 315 İSTİKBAR.............................................. 335
İNFÂK................................................... 316 İSTİKRÂZ.............................................. 335
İNFİSÂH................................................ 316 İSTİLÂM................................................ 335
İNŞÂALLAH......................................... 316 İSTİMLÂK............................................. 335
İNTİHAR............................................... 317 İSTİMNÂ................................................ 336
İNTİSAP................................................ 317 İSTİNBAT............................................... 336
İNZÂL VE TENZİL............................... 317 İSTİNCÂ................................................. 336
İNZÂR................................................... 317 İSTİNKÂ..................................................337
İNZİVA................................................... 318 İSTİNKÂF.............................................. 337
İRADE................................................... 318 İSTİNŞÂK.............................................. 337
İRFAN.................................................... 319 İSTİRCÂ................................................. 337
İRŞAD.................................................... 319 İSTİSKÂ................................................. 338
İRTİDÂD............................................... 320 İSTİŞÂRE................................................338
İRTİFAK HAKKI.................................. 320 İSTİTÂAT............................................... 339
ÎSÂR...................................................... 321 İSTİVÂ....................................................339
İSFÂR.................................................... 321 İSYÂN.....................................................340
İSLÂM................................................... 321 İŞÂRETİN DELÂLETİ.......................... 342
İSM........................................................ 322 İŞRÂK VAKTİ........................................ 343
İSMAİLİYYE........................................ 323 İTAAT......................................................343
İSMET.................................................... 323 İTİKÂF....................................................344
İSM-İ A’ZAM........................................ 323 İTİKAT.....................................................345
İSNÂD................................................... 325 İTLÂF......................................................345
İSPAT..................................................... 326 İTNÂB.....................................................345
İSRÂ...................................................... 326 İTTİBÂ....................................................346
İTTİKÂ....................................................346
İSRAF.................................................... 326
İTTİSÂL...................................................347
İSRÂFÎL................................................. 327
İYÂL........................................................347
İSRÂİLİYYÂT...................................... 327
İYAS.........................................................347
İSTİ’ZÂN............................................... 327
İZ’ÂN.......................................................347
İSTİÂNE................................................ 328
İZÂR........................................................348
İSTİÂRE................................................ 328
İSTİÂZE................................................ 329 K
İSTİBRÂ................................................ 330 KÂBE.......................................................349
İSTİDLÂL.............................................. 330 KA’DE......................................................349
İSTİDRÂC............................................. 330 KÂBIZ (Kâbid)....................................... 350
İSTİFTÂ................................................. 331 KABİLÜ’T-TEVB.................................. 350
İSTİĞÂSE.............................................. 331 KABİR.....................................................350
İSTİĞFAR.............................................. 331 KABUL....................................................351
İSTİĞNÂ................................................ 331 KABZ.......................................................352
İSTİĞRAK............................................. 332 KADDESELLÂHU SIRRAHU.............. 352

731
KADER................................................... 352 KEFÂLET................................................367
KADERİYYE......................................... 352 KEFEN.....................................................368
KADÎM....................................................352 KEFFÂRET............................................ 369
KÂDÎR (Kadîr - Muktedir)..................... 353 KEFİL......................................................369
KADÎR GECESİ..................................... 354 KELÂM...................................................369
KÂDİRİLİK............................................ 354 KELÂMÎ TEFSÎR................................... 370
KADİYÂNÎLİK...................................... 355 KELÂMULLAH..................................... 370
KÂFİ........................................................ 355 KELİME................................................. 370
KÂFİR......................................................356 KERAHET.............................................. 371
KÂHİR - KAHHÂR............................... 356 KERAMET............................................. 371
KAHR......................................................357 KEREM................................................... 372
KÂİM.......................................................357 KERÎM (Ekrem, ZüT-İkrâm).................. 372
KÂL.........................................................357 KESB...................................................... 372
KALB.......................................................357 KEŞİŞ......................................................373
KALB-İ SELİM...................................... 357 KEYD......................................................373
KALKALE.............................................. 357 KEYLÎ......................................................373
KÂLÛ BELA.......................................... 357 KIBLE......................................................374
KÂMET...................................................357 KIDEM................................................... 374
KANÂAT.................................................357 KIRAAT.................................................. 374
KÂNİT.....................................................358 KİRÂAT-İ AŞERE.................................. 375
KAPLAMA MESH................................. 358 KIRÂAT-İ SEB’A................................... 375
KARABORSACILIK............................. 358 KIRAN HACCI...................................... 375
KÂRİA.....................................................358 KISÂR......................................................376
KARÎB (Akrab)...................................... 359 KISÂS......................................................376
KARİNE..................................................359 KISASU’L-KUR’ÂN............................. 376
KARZ.......................................................360 KİST.........................................................376
KASÂME.................................................361 KIYÂM................................................... 377
KASEM....................................................361 KIYÂM Bİ-NEFSİHÎ............................. 377
KASR-I SALÂT..................................... 361 KIYÂMET.............................................. 377
KASVET..................................................362 KIYAS.................................................... 378
KÂŞİF......................................................362 KIYEMÎ................................................. 379
KATİL (Kati)........................................... 363 KİBİR.......................................................379
KAVED....................................................363 KİLİSE.....................................................380
KAVİ (ZüT-Kuvve).................................363 KİNÂYE................................................. 380
KAVLİ SÜNNET....................................364 KİRÂ........................................................380
KAVME...................................................364 KİRAMEN KATİBİN............................ 380
KAVRAM................................................364 KİSVE......................................................381
KAYLÛLE.............................................. 365 KİTÂBET................................................ 381
KAYYÛM (Kâim).................................. 365 KİTÂP......................................................382
KAZÂ......................................................365 KONULU TEFSÎR................................. 382
KAZF.......................................................366 KORKU NAMAZI................................. 382
KEBÂİR...................................................366 KÖLE.......................................................382
KEBÎR (Mütekebbir).............................. 366 KUDDÛS.................................................383
KEBÎRE...................................................367 KUDRET.................................................383
KEFÂET..................................................367 KUDSÎ HADİS....................................... 383

732
KUDÜM TAVAFI.................................. 384 MAHCÛR............................................... 400
KULLETEYN........................................ 384 MAHFİL................................................. 400
KUNÛT.................................................. 384 MAHFÛZ................................................ 400
KUR’ÂN................................................ 385 MAHMASA............................................ 400
KURBAN............................................... 387 MAHREÇ............................................... 401
KURBET................................................ 388 MAHREM............................................... 401
KURRÂ.................................................. 388 MAHZUR............................................... 401
KURTULUŞA ERENLER..................... 388 MÂ-İ CÂRİ............................................. 401
KUŞLUK NAMAZI.............................. 389 MÂ-İ MEŞKÛK...................................... 401
KUŞLUK VAKTİ.................................. 389 MÂ-İ MUKAYYED............................... 402
KÜFÜR.................................................. 389 MÂ-İ MUTLAK..................................... 402
KÜFÜV.................................................. 389 MÂ-İ MÜSTA’MEL................................ 402
KÜSÛF NAMAZI................................. 389 MAKÂM................................................. 402
KÜTÜB-İ SİTTE................................... 390 MAKÂM-I İBRÂHİM............................ 402
KÜTÜB-İ TİS’A.................................... 390 MAKÂM-I MAHMÛD.......................... 402
MAKBUL HADİS.................................. 403
L
MAKLUB HADİS.................................. 403
LAĞV YEMİNİ..................................... 391
MAKTÛ’ HADİS (Maktû’ Haber)......... 404
LÂHİK.................................................... 391
MAKTÛL................................................ 404
LAHİT (LAHD)..................................... 391
MAL........................................................ 404
LAHN..................................................... 391
MÂLÂYA’NÎ.......................................... 405
LÂİKLİK............................................... 392
MÂLİK (Melik, Melik, Mâlikü’n-Nas,
LAKÎT..................................................... 393
Mâlikti T-Mülk)....................................... 405
LÂNET.................................................... 393
MÂLİKİ MEZHEBİ............................... 406
LATÎF...................................................... 394
MÂLİKÛ’LMÜLK................................ 407
LEDÜN İLMİ........................................ 394
MÂNİ’..................................................... 407
LEVH-İ MAHFUZ................................ 395
MANTÛK............................................... 407
LEVM.................................................... 395
MARAZ-I MEVT................................... 408
LIHYE-İ SAÂDET................................ 396
MARİFET............................................... 408
LİÂN...................................................... 396
MARUF.................................................. 408
LİFÂFE.................................................. 396
MARUF HADİS..................................... 409
LİKÂ....................................................... 396
MÂSİVÂ................................................. 409
LİVÂ-İ HAMD...................................... 396
MÂSİYET............................................... 409
LUKATA................................................ 397
MASLAHAT........................................... 409
LÜTUF................................................... 398
MASNÛ HADİS..................................... 411
M MAŞAALLAH....................................... 411
MA’BED................................................ 399 MÂTURİDÎYYE.................................... 411
MA’BÛD................................................. 399 MAZLUM............................................... 411
MA’DÛM............................................... 399 MAZMAZ A.............................................411
MÂAZALLAH...................................... 399 MEÂD..................................................... 412
MÂCİD-MECÎD.................................... 399 MEÂL..................................................... 412
MÂCİN (Müfti Mâcin).......................... 400 MEBÎ’...................................................... 412
MADDİ TEMİZLİK.............................. 400 MECÂZ................................................... 412
MAĞFİRET........................................... 400 MECELLE
MAHÂRİCİ HURÛF............................. 400 (Mecelle-i Ahkâm-i Adliyye).................. 413

733
MECÎD.................................................... 414 MERFÛ HADİS...................................... 425
MECNÛN............................................... 414 MERHAMET (Rahmet).......................... 426
MECRÛH............................................... 414 MERVÎ.................................................... 426
MECZÛP................................................ 414 MES’Â.................................................... 426
MEÇHUL HADİS................................... 414 MESÂLİH-İ MU’TEBERE.................... 426
MED.........................................................414 MESÂLİH-İ MÜLGÂ............................ 426
MEDD-İARIZ........................................ 415 MESÂLİH-İ MÜRSELE........................ 426
MEDD-Î LAZIM.................................... 415 MESÂNÎ................................................. 426
MEDD-İ LÎN.......................................... 415 MESBÛK................................................ 426
MEDD-İ MUNFASIL............................. 415 MESCİD................................................. 427
MEDD-İ MUTTASIL............................. 416 MESCİD-İ AKSÂ................................... 427
MEDD-İ TABİÎ....................................... 416 MESCİD-İ CİN....................................... 427
MEDENÎ MÜEYYİDE........................... 416 MESCİD-İ CUMA.................................. 428
MEDRESE.............................................. 416 MESCİD-İ DIRAR................................. 428
MEDYÛN............................................... 416 MESCİD-İ HARAM............................... 428
MEFÂZ................................................... 416 MESCİD-İ HAYF................................... 429
MEFHÛM............................................... 416 MESCİD-İ KIBLETEYN....................... 429
MEFKÛD................................................ 417 MESCİD-İ KÜBA................................... 429
MEGÂZÎ................................................. 417 MESCİD-İ NEBEVİ............................... 429
MEHDÎ................................................... 417 MESCİD-İ NEMÎRE.............................. 429
MEHİR.................................................... 418 MESH..................................................... 429
MEKÎL.....................................................419 MESİH.................................................... 430
MEKKÎ VE MEDENÎ ÂYETLER........ 419 MEST.......................................................433
MEKR..................................................... 419 MESTUR................................................ 433
MEKRÛH............................................... 419 MEŞ’ARU’L-HARÂM........................... 433
MEKZÛB................................................ 420 MEŞAKKAT........................................... 433
MELÂİKE-İ HAZENE........................... 420 MEŞHED................................................ 434
MELÂİKE-İ KERİBİYYÛN.................. 420 MEŞHÛD................................................ 434
MELÂİKE-İ MU’AKKIB...................... 420 MEŞHUR HADİS................................... 434
MELAİKE-İ MUKARRABÛN.............. 420 MEŞÎET.................................................. 434
MELEK................................................... 421 MEŞÎHÂT............................................... 435
MELEKÛT.............................................. 422 MEŞREB................................................. 435
MELİK.....................................................422 MEŞRÛ’.................................................. 435
MELÎK.....................................................422 METÂ’.................................................... 435
MEMLÛK............................................... 422 METÂF................................................... 435
MEMNÛ’................................................ 422 METİN.................................................... 435
MENÂKIB.............................................. 422 METİN.................................................... 435
MENÂSİK.............................................. 422 METRUK HADİS.................................. 436
MENDÛB............................................... 423 MEVÂLÎ................................................. 436
MENFAAT.............................................. 424 MEVAT ARAZİ...................................... 436
MENİ.......................................................424 MEVKUF AKİD..................................... 436
MENKÎBE.............................................. 425 MEVKUF HADİS (Mevkuf Haber)...... 437
MENNÂN............................................... 425 MEVLÂ.................................................. 437
MERAH...................................................425 MEVLE’L-MUVÂLÂT.......................... 437
MERDÛD HADİS (Merdûd Rivâyet).... 425 MEVLEVİLİK........................................ 438

734
MEVLÎD................................................. 439 MUAVVİZETEYN................................. 453
MEVSÛL HADİS................................... 439 MUAZZİB.............................................. 454
MEVT..................................................... 439 MUBÂH.................................................. 454
MEVZÛ HADİS..................................... 439 MUCİB................................ 454
MEVZÛN............................................... 440 MUCİZE................................................. 454
MEYTE................................................... 440 MUDÂRABE.......................................... 455
MEYYİT................................................. 440 MUFASSAL............................................ 456
MEZHEP................................................. 441 MUFÂVADA ŞİRKETİ.......................... 456
MEZİ........................................................443 MUĞNÎ................................................... 456
Mİ’RAC.................................................. 443 MUHÂCİR.............................................. 456
MİHNE................................................... 443 MUHADDİS........................................... 456
MİHRÂB................................................. 444 MUHADRAM........................................ 456
MİKAİL.................................................. 444 MUHAFAZAKÂR.................................. 457
MÎKÂT.....................................................444 MUHÂL.................................................. 457
MİLLET.................................................. 445 MUHALAA............................................ 457
MİNA.......................................................445 MUHALEFET........................................ 457
MİNÂRE................................................. 445 MUHALEFETÜN Lİ’L-HAVÂDİS...... 457
MİNBER................................................. 445 MUHARREF HADİS............................. 458
MİNHAC................................................ 446 MUHARREM......................................... 458
MİRAS.....................................................446 MUHARREMÂT.................................... 458
MÎRÎ ARAZİ........................................... 446 MUHÂYEE............................................. 458
MÎSÂK.....................................................446 MUHAYYERLİK................................... 458
MİSKAL................................................. 446 MUHÂZÂT-I NİSÂ................................ 460
MİSKİN.................................................. 447 MUHDİS................................................. 460
MİSLİ.......................................................447 MUHİT.................................................... 460
MİSVÂK................................................. 447 MUHKEM HADİS................................. 461
MİSYONERLİK..................................... 448 MUHKEM VE MÜTEŞÂBİH................ 461
MİŞNA.....................................................449 MUHLİS................................................. 463
MİÛN.......................................................449 MUHRİC................................................. 463
MİZAN................................................... 449 MUHRİM................................................ 464
MONOTEİZM........................................ 449 MUHSAN............................................... 464
MU’DAL HADİS................................... 450 MUHSÎ.................................................... 464
MU’ÎD......................................................450 MUHSİN................................................. 464
MU’İZZ................................................... 450 MUHTÂL................................................ 465
MU’TEMİR............................................ 450 MUHTAZAR.......................................... 465
MU’TEZİLE........................................... 450 MUHTEDİ.............................................. 465
MU’TÎ..................................................... 451 MUHTEKİR........................................... 465
MUACCEL............................................. 451 MUHTELAK HADİS............................. 465
MUÂHEDE............................................. 451 MUHTELÎFU’L-HADİS........................ 465
MUAHHİR............................................. 451 MUHTELİT............................................ 465
MUALLAK HADİS............................... 452 MUHTESİP............................................. 466
MUALLEL HADİS................................ 452 MUHYÎ - MÜMÎT................................. 466
MUÂMELÂT.......................................... 452 MUHZÎ’L-KÂFİRÎN.............................. 466
MUÂNAKA............................................ 453 MUKADDİM - MUAHHİR................... 467
MUAN’AN HADİS................................ 453 MUKALLİD........................................... 467

735
MUKARREB.......................................... 467 MÜ’MİN................................................. 477
MUKAVELE........................................... 467 MÜBÂDELE.......................................... 478
MUKÂYAZA.......................................... 467 MÜBAREK............................................. 478
MUKAYYET.......................................... 468 MÜBDİ’-MU’ÎD.................................... 478
MUKAYYET SU.................................... 468 MÜBEŞŞİR............................................. 479
MUKILLÛN........................................... 468 MÜBEYYEN VE MÜBEYYİN............. 479
MUKİM.................................................. 468 MÜBEYYİNÂT...................................... 479
MUKÎT.................................................... 469 MÜBEYYİNE......................................... 479
MUKSÎT................................................. 469 MÜBHEM HADİS................................. 479
MUKTEDÎ.............................................. 469 MÜBÎN................................................... 480
MUKTEDİR........................................... 469 MÜBRİM (ÜN)...................................... 480
MUKTESİD............................................ 469 MÜBTELÎ............................................... 480
MUKTESİM........................................... 470 MÜCAHEDE.......................................... 481
MUNKATI’HADÎS................................ 470 MÜCÂZEFE........................................... 481
MURÂBAHA......................................... 470 MÜCBİR VELÎ....................................... 481
MURAKÂBE.......................................... 471 MÜCEDDİD........................................... 481
MURDAR............................................... 471 MÜCESSİME......................................... 482
MÛRİS.................................................... 471 MÜCÎB................................................... 482
MURÛR-İ ZAMAN................................ 471 MÜCMEL............................................... 483
MUSADDIK........................................... 471 MÜCRİM................................................ 483
MUSAFAHA........................................... 471 MÜÇTEHİT............................................ 484
MUSAHHAF VE MUHARREF HADİS 471 MÜDD.................................................... 484
MUSALLÂ............................................. 472 MÜDEBBEC HADİS............................. 485
MUSALLÎ............................................... 472 MÜDEBBER.......................................... 485
MUSANNEFLER................................... 472 MÜDELLES HADİS.............................. 485
MUSÂVÂT............................................. 472 MÜDREC HADİS.................................. 486
MUSAVVİR............................................ 472 MÜDRİC................................................. 486
MUSEVÎLİK........................................... 473 MÜDRİK................................................ 486
MUSHAF................................................ 473 MÜECCEL.............................................. 486
MÛSİ’...................................................... 473 MÜEKKET SÜNNET............................ 487
MUSİBET............................................... 473 MÜELLEFE-İ KULÛB.......................... 487
MUSKA.................................................. 474 MÜENNEN HADİS (Müen’en Hadis)...487
MUSSADDIK VE MÜTESADDIK...... 474 MÜEYYİDE........................................... 488
MUT’A.................................................... 474 MÜEZZİN............................................... 489
MUTAFFİF............................................. 475 MÜEZZİN MAHFİLİ............................. 489
MUTASAVVIF....................................... 475 MÜFESSER............................................ 489
MUTKİN................................................. 475 MÜFESSİR............................................. 489
MUTFAK............................................... 475 MÜFLİS.................................................. 489
MUTTAKİ.............................................. 475 MÜFSİT.................................................. 489
MUTTASIL HADİS................................ 476 MÜFTÂ BİH........................................... 490
MUTTASIL İSNAD................................ 476 MÜFTÎ.................................................... 490
MUVALÂT............................................. 476 MÜHÂKALE.......................................... 490
MUZÂRA’A ŞİRKETİ........................... 476 MÜHEYMİN.......................................... 490
MUZDARİB HADİS.............................. 477 MÜHLİK................................................. 491
MUZTARR............................................. 477 MÜKÂŞEFE........................................... 491

736
MÜKÂTEBE.......................................... 491 MÜSKİR..................................................502
MÜKEBBİR........................................... 492 MÜSLİM................................................. 502
MÜKELLEF........................................... 492 MÜSNED.................................................502
MÜKEZZİB............................................ 492 MÜSNED HADİS.................................. 502
MÜKREH............................................... 492 MÜSRİF...................................................503
MÜKRİH................................................ 492 MÜSTAHREC........................................ 503
MÜLÂANE............................................. 492 MÜSTAMEL SU.................................... 503
MÜLCÎ İKRÂH...................................... 492 MÜSTEÂN............................................. 503
MÜLK......................................................492 MÜSTECİR............................................ 503
MÜLK ŞİRKETİ.................................... 492 MÜSTEDREK........................................ 503
MÜLKİYET............................................ 493 MÜSTEFÎZ............................................. 504
MÜLTEZEM........................................... 493 MÜSTEFTÎ............................................. 504
MÜMEYYİZ........................................... 493 MÜSTEHAB........................................... 504
MÜMÎT....................................................494 MÜSTEKBİR......................................... 504
MÜMKİN............................................... 494 MÜSTEMÎ’............................................. 504
MÜMTENİ............................................. 494 MÜSTE’MİN.......................................... 504
MÜN’AKİD............................................ 494 MÜSTEZ’AF.......................................... 504
MÜNÂCÂT............................................ 495 MÜŞAHEDE.......................................... 504
MÜNÂFESE........................................... 495 MÜŞEBBİHE......................................... 504
MÜNÂFIK.............................................. 495 MÜŞKİL................................................. 504
MÜNAKEHAT....................................... 495 MÜŞKİLU’L-HADİS............................. 505
MÜNÂVELE.......................................... 495 MÜŞRİK..................................................505
MÜNECCÎ.............................................. 495 MÜŞTERİ............................................... 506
MÜTÂBAAT (Mütâbi’).......................... 506
MÜNÎB................................................... 496
MÜNİR................................................... 496
MÜTEAHHİRÛN................................... 506
MÜTEÂL.................................................506
MÜNKER............................................... 496
MÜTEKADDİMÛN............................... 506
MÜNKER-NEKİR................................ 496
MÜTEKAVVİM..................................... 506
MÜNKER HADİS - MARUF HADİS... 496
MÜTEKEBBİR....................................... 507
MÜNKİR................................................ 497
MÜTEKELLİMÛN................................ 507
MÜNTEKÎM, ZÛ-İNTİKÂM................. 497
MÜTEVÂTİR HADİS............................ 507
MÜNZİL
MÜTEVEKKİL...................................... 507
(Münezzil - HayruT-Münzilîn)............... 498
MÜTREF................................................ 508
MÜNZİR................................................. 498
MÜTTEFEKUN ALEYH....................... 508
MÜPHEMATÜ’L-KUR’ÂN................... 499
MÜTÛNU ERBA’A................................ 508
MÜRÂHIK............................................. 499
MÜVEKKEL.......................................... 508
MÜRCİE................................................. 499
MÜVEKKİL........................................... 508
MÜREKKEB HADİS............................. 500
MÜZ’İN.................................................. 508
MÜRÎD....................................................500
MÜZÂBENE...........................................508
MÜRSEL HADİS................................... 500
MÜZDELİFE.......................................... 508
MÜRSİL...................................................500
MÜZİLL...................................................509
MÜRŞİD..................................................501
MÜZNİB..................................................509
MÜRTED.................................................501
MÜRÜVVET.......................................... 501 N
MÜSÂVEME.......................................... 501 NÂDİRU’R-RİVÂYE............................. 510
MÜSELSEL HADİS............................... 501 NAFAKA.................................................510

737
NÂFÎ’...................................................... 511 NEMİME.................................................525
NÂFÎLE.................................................. 511 NESEP.....................................................525
NAFİLE TAVAF.................................... 511 NEZİR......................................................526
NÂFÎZ..................................................... 511 NEZİR TAVAFI....................................... 526
NAHR..................................................... 511 NİFAS......................................................526
NÂİB....................................................... 512 NİKÂH.....................................................526
NAKŞİBENDÎLİK................................ 512 NİMET.....................................................527
NÂMAHREM........................................ 513 NİSÂP......................................................528
NAMAZ................................................. 513 NİSYÂN..................................................528
NANKÖR.............................................. 514 NİYÂZ.....................................................529
NÂR....................................................... 514 NİYET......................................................529
NARH.................................................... 515 NÛR - MÜNİR....................................... 529
NÂSIR (Nasîr, Hayrü’n-Nâsırîn)........... 515 NUR VE ZULMET................................. 530
NASİH VE MENSUH........................... 516 NUSAYRÎLİK........................................ 531
NASÎR.................................................... 516 NÜBÜVVET............................................531
NASRANÎ.............................................. 516 NÜKÛL....................................................531
NASS..................................................... 517 NÜSÜK....................................................532
NASSIN DELÂLETİ............................. 517 NÜŞÛZ....................................................532
NASSIN İBARESİ................................. 517
O
NASSIN İŞARETİ................................. 517
ORTODOKS............................................533
NAZAR.................................................. 517
ORUÇ......................................................533
NAZÎF.................................................... 518
OTUZ ÎKİ FARZ.................................... 534
NÂZİL İSNAD...................................... 518
NEBEVİ HADİS.................................... 518 Ö
NEBİ...................................................... 518 ÖDÜNÇ...................................................535
NEBİZ.................................................... 520 ÖRF.......................................................... 535
NECÂSET (Necâsetten Taharet)............ 520 ÖŞÜR.......................................................535
NECEŞ................................................... 521 ÖTENAZİ................................................536
NECİS.................................................... 521 ÖZÜR.......................................................536
NEDB..................................................... 521 P
NEFÂZ................................................... 521
PANTEİZM..............................................538
NEFS...................................................... 521
PAPALIK.................................................538
NEFSE ZULÜM.................................... 522
PATRİKLİK.............................................538
NEFS-İ EMMÂRE................................. 522
PEYGAMBER........................................ 538
NEFS-İ KÂMİLE................................... 523
NEFS-İ LEVVÂME............................... 523 R
NEFS-Î MARDİYYE............................. 523 RAB.........................................................540
NEFS-İ MUTMAİNNE......................... 523 RABBANİ HADİS................................. 541
NEFS-İ MÜLHEME.............................. 523 RABITA...................................................541
NEFS-İ RADİYE................................... 524 RACİFE...................................................541
NEFS-İ SÂFİYYE................................. 524 RADÂ’.....................................................541
NEFS-İ ZEKİYYE................................. 524 RÂFIZÎ.....................................................541
NEHÂR-İ ŞER’Î.................................... 524 RÂFİ’-REFÎ’......................................... 542
NEHİY................................................... 524 RAHİM ...................................................542
NEMÂ.................................................... 525 RAHMÂN...............................................543

738
RAHMET.................................................. 544 RUH GÖÇÜ.............................................. 560
RAKÎB...................................................... 544 RUHSAT................................................... 560
RÂSİH....................................................... 545 RUHU’L-KUDÜS (RuhuT-Emîn).......... 561
RÂŞİD-REŞÎD.......................................... 545 RUKYE..................................................... 561
RAÛF........................................................ 545 RU’YETULLAH...................................... 561
RÂVÎ......................................................... 546 RU’YET-İ HİLAL..................................... 562
RAVZA-İ MUTAHHARÂ........................546 RÜCÛ’...................................................... 562
RÂZİK (Rezzâk, Hayrü’r-Râzikîn)........ 546 RÜKN....................................................... 562
RE’Y......................................................... 547 RÜKÛ....................................................... 563
RECÂ........................................................ 547 RÜŞD........................................................ 563
RECM....................................................... 548 RÜYA........................................................ 564
RECÜL.....................................................548 $
REDDİYE................................................. 548 SÂ’............................................................ 565
REFİK................... .................................. 548 SA,ÎD........................................................ 565
REFTU’D-DERECAT..............................548 SAy 565
REFORM.................................................. 548 sÂBIK....................................................... 565
REGÂİB GECESİ.................................... 549 SABIR....................................................... 566
REHİN...................................................... 549 sabûr..................................................... 567
REKAT...................................................... 550 sadaka.................................................. 567
REMEL.....................................................550 SADAKA-İ FITIR.................................... 567
REMY-İ CİMAR.......................................550 SADAKALLAHÜ’L-ÂZİM..................... 568
RESUL...................................................... 551 SÂDIK...................................................... 568
REŞÎD....................................................... 551 SADÎK...................................................... 569
REVAFIZ.................................................. 551 SAF........................................................... 569
REVAK..................................................... 551 SAFÂ VE MERVE................................... 570
REVÂTİB SÜNNETLER......................... 551 SAHABÎ 570
REZZÂK................................................... 552 SAHİB-İ TERTÎB..................................... 570
RIDVAN.................................................... 552 SAHİFELER............................................. 571
RIFK......................................................... 552 SAHİH...................................................... 571
RIZA......................................................... 552 SAHİH HADİS......................................... 571
RIZIK........................................................ 553 SAHÎHÂN................................................. 573
RİBA......................................................... 554 SAHUR..................................................... 573
RİBÂT....................................................... 556 SAHÎ......................................................... 573
RİC’Î TALÂK.......................................... 556 SAHV........................................................ 573
RİCÂLÜ’L-HADİS (Rical Kitapları).... 556 SÂÎ............................................................ 573
RİCS.......................................................... 556 SÂİME...................................................... 573
RİDÂ......................................................... 557 SALÂ........................................................ 574
RİFAÎLİK..................................................557 SALAH..................................................... 574
RİKAZ......................................................558 SALÂT...................................................... 574
RİKK......................................................... 558 SALAVÂT................................................ 574
RİVÂYET.................................................558 SÂLİH....................................................... 574
RİVÂYET TEFSİRİ................................ 558 SÂLİK....................................................... 575
RİYA......................................................... 559 SALİP........................................................ 575
RİYAZET..................................................559 SALVELE................................................. 575
RUH..........................................................559 SAMED..................................................... 575

739
SÂMİ’ (Semî’, Müstemi’)....................... 577 SEYYİE.................................................. 590
SANAYİ ŞİRKETİ (Şirket-i A’mal)...... 577 SIBĞATULLAH..................................... 590
SANEM....................................................577 SIDDÎK....................................................590
SARF........................................................578 SIDK........................................................591
SARİH......................................................578 SILA-İ RAHİM....................................... 592
SÂRİK......................................................578 SIRAT KÖPRÜSÜ.................................. 592
SATANİZM..............................................578 SIRAT-I MÜSTAKİM............................. 592
SAVM......................................................579 SİYAM.....................................................593
SAVM-I DAVUD.................................... 579 Sİ‘R..........................................................594
SAYD.......................................................579 SİDRETÜ’L MÜNTEHA....................... 594
SEBEB-İ NÜZUL................................... 580 SİGORTA.................................................594
SEBEBÛ VURUDİ’L-HADİS............... 580 SİHİR.......................................................595
SEBEP......................................................580 SİKA........................................................595
SEBİL.......................................................581 SİLSİLETU’Z-ZEHEB........................... 595
SEBÎLÜ’R-REŞÂD................................ 581 SİNAGOG............................................... 596
SECDE.....................................................581 SİNN-İ BULUĞ...................................... 596
SEDD-İ ZERÂYİ’................................... 582 SÎRE.........................................................596
SEDÎD......................................................582 SİRKAT....................................................596
SEFÂHET................................................582 SİYER......................................................596
SEFER......................................................583 SÛ’...........................................................596
SEFERİ....................................................583 SUÇ..........................................................597
SEFİH......................................................583 SÛFÎ.........................................................597
SEHİV SECDESİ.................................... 583 SUHUF....................................................597
SEKERÂT-I MEVT................................ 584 SULH.......................................................597
SEKÎNET.................................................584 SÛR..........................................................598
SEKR.......................................................584 SÛRE.......................................................598
SELÂM....................................................585 SÜBÛTÎ SIFATLAR............................... 598
SELBÎ SIFATLAR.................................. 586 SÜCÛD................................................... 603
SÜFTECE............................................... 604
SELEF......................................................587
SÜKNÂ....................................................604
SELEFİ....................................................587
SÜLÜK................................................... 604
SELEF-İ SÂLİHÎN................................. 587
SÜNENLER............................................ 604
SELEFİYYE............................................587
SÜNNET..................................................604
SELEM....................................................588
SÜRYÂNİLİK........................................ 606
SEMÂ......................................................588
SÜT AKRABALIĞI............................... 606
SEMEN....................................................588
SÜTRE.....................................................606
SEMİ’.......................................................588
SENET.....................................................588 Ş
SERÎ’U’L-HİSÂB................................... 589 ŞABAN ORUCU.................................... 607
SERİYYE.................................................589 ŞÂFÎ.........................................................607
SETİR/SETTÂR................................... 589 ŞAFÎ’Î MEZHEBİ.................................. 607
SETR-İ AVRET........................................589 ŞÂHİD - ŞEHÎD..................................... 608
SEV’ETEYN............................................589 ŞAKÎ........................................................609
SEVM-İ NAZAR.................................... 589 ŞAKÎK (Şakîka)...................................... 609
SEVM-İ ŞİRÂ......................................... 589 ŞÂKİR-ŞEKÛR...................................... 609
SEYR.......................................................590 ŞÂRİ’.......................................................610

740
ŞART....................................................... 610 TAHAMMÜL VE EDÂ.......................... 624
ŞATAH................................................... 611 TAHARET.............................................. 624
ŞAVT 611 TAHDİS...................................................624
ŞECCE................................................... 611 TÂHİR.....................................................624
ŞEDÎDÜ’L-AZÂB................................. 611 TAHİYYETÜ’L-MESCİD NAMAZI.... 624
ŞEDÎDÜ’L-‘İKÂB................................. 611 TAHİYYETÜ’L-MESCİD TAVAFI...... 625
ŞEDÎDÜ’L-MİHÂL............................... 612 TAHKÎKU’L-MENÂT........................... 625
ŞEFAAT................................................. 612 TAHLİL................................................... 625
ŞEFÎ’...................................................... 612 TAHMÎD (Hamd)................................... 625
ŞEFKAT................................................. 613 TAHRÎC.................................................. 626
ŞEHÂDET............................................. 613 TAHRÎCU’L-MENÂT............................ 627
ŞEHÎD.................................................... 613 TAHRÎM................................................. 627
ŞEKÛR.................................................. 615 TAHRİME............................................... 627
ŞEMÂÎL................................................. 615 TAHRİMEN MEKRUH......................... 627
ŞER........................................................ 615 TAHSİNİYYÂT...................................... 627
ŞER’Î..................................................... 615 TAHSİS................................................... 627
ŞEREFE................................................. 615 TAKDİS............................................ 628
ŞERİAT.................................................. 616 TAKİYYE......................................... 628
ŞER’U MEN KABLENÂ...................... 616 TAKLÎD.................................................. 628
ŞEVK..................................................... 617 TAKRİRİ SÜNNET................................ 629
ŞEVVAL ORUCU................................. 617 TAKSİR.................................................. 629
ŞEYH..................................................... 617 TAKVA.................................................... 629
ŞEYHAYN (Şeyhân)............................. 617 TALÂK....................................................629
ŞEYHU’L-ÎSLÂM................................. 617 TALEBÜ’L-HADİS.....................................
ŞEYTAN................................................ 618 630
ŞÎA (Şiîlik)............................................. 618 TALMUD................................................ 630
ŞİKÂK................................................... 618 TÂMM.................................................... 630
ŞİRÂ...................................................... 619 TARAFEYN............................................ 631
ŞİRK...................................................... 619 TARÎK..................................................... 631
ŞİRKET.................................................. 619 TARİKAT................................................ 631
ŞUF’A.................................................... 620 TASADDUK........................................... 631
ŞÜHEDÂ............................................... 620 TASARRUF............................................ 631
ŞÜKÜR.................................................. 621 TASAVVUF............................................ 632
ŞÜKÜR SECDESİ................................. 621 TASAVVUFÎ TEFSİR............................ 632
T TASFİYE................................................ 633
TA’DÎL-İ ERKÂN.................................. 622 TATAVVU’.............................................. 633
TA’LİK................................................... 622 TATLÎK................................................... 633
TA’N....................................................... 622 TAVADDU.............................................. 633
TA’ZÎR................................................... 622 TAVAF......................................................633
TAASSUP.............................................. 622 TAVAF NAMAZI.................................... 634
TABAKA............................................... 623 TAYY-I MEKÂN.................................... 634
TÂBİÎ..................................................... 623 TAYYİB.................................................. 634
TAFSİLİ İMAN..................................... 623 TAZARRU.............................................. 635
TAĞUT.................................................. 624 TAZMİNAT............................................ 635
TAHALLÜL........................................... 624 TE’VİL.....................................................636

741
TEADDÜD-İ ZEVCÂT.......................... 636 TENZİHEN MEKRUH.......................... 649
TEAMMÜDEN....................................... 636 TERÂVİH............................................... 649
TEÂMÜL.................................................636 TERCİH EHLİ........................................ 649
TEÂTÎ...................................................... 636 TERCÜME............................................. 649
TEBERRÎ.................................................637 TERECCÎ................................................ 650
TEBERRU’............................................. 637 TEREF.....................................................650
TEBERRÜK........................................... 637 TERGİB-TERHİB.................................. 650
TEBEU’T-TÂBİÎN................................. 637 TERİKE.................................................. 650
TEBLİĞ.................................................. 637 TERTİL................................................... 651
TEBRİK...................................................637 TERVİYE GÜNÜ................................... 651
TEBYÎN...................................................637 TEŞBİH................................................... 651
TECDİD...................................................638 TEŞBİH NAMAZI.................................. 652
TECDİD-İ ÎMÂN.................................... 638 TESETTÜR............................................. 652
TECELLİ.................................................638 TESLİS................................................... 653
TECESSÜS............................................. 638 TEŞBİH................................................... 653
TECHÎZ.................................................. 638 TEŞEHHÜD........................................... 653
TECVÎD.................................................. 638 TEŞMÎT.................................................. 654
TEDLİS....................................................639 TEŞRİ’.....................................................654
TEDVİN...................................................639
TEŞRİK TEKBİRİ.................................. 654
TEFEKKÜR............................................ 639
TEŞYİ’.....................................................654
TEFRİKA.................................................640
TEVÂ.......................................................655
TEFRİT....................................................640
TEVÂTÜR.............................................. 655
TEFSÎR USULÜ..................................... 640
TEVAZU................................................. 655
TEFSÎR VE TE’VÎL............................... 640
TEVBE.....................................................655
TEFVİZ................................................... 641
TEVEKKÜL........................................... 656
TEHECCÜD NAMAZI.......................... 642
TEVELLÎ................................................ 657
TEHLİL................................................... 642
TEVESSÜL..................................................
TEKBİR...................................................643
657
TEKEBBÜR............................................644
TEVFİK.................................................. 657
TEKFİN...................................................644
TEVHİD.................................................. 657
TEKLİFİ HÜKÜM................................. 644
TEVKİL.................................................. 658
TEKVİN...................................................645
TEKZÎB...................................................645 TEVLİYE................................................ 658
TELBİYE.................................................645 TEVRAT................................................. 658
TELFÎK................................................... 646 TEVVÂB (Kâbilü’t-Tevbi)..................... 658
TELHİS................................................... 647 TEYEMMÜM......................................... 659
TELKİN...................................................647 TEZKİYE.................................................660
TEMENNİ................................................647 TEZVÎC.................................................. 660
TEMETTÜ’ HACCI............................... 648 TIVÂL......................................................660
TEMKİN VAKTİ.................................... 648 TİLÂVET.................................................660
TEMLİK..................................................648 TİLÂVET SECDESİ............................... 661
TEMYİZ..................................................648 TÖVBE NAMAZI.................................. 661
TENEŞİR.................................................648 TUĞYAN................................................ 662
TENKİHU’L-MENÂT............................ 648 TÛL-İ EMEL.......................................... 662
TENZİH...................................................649 TURUKU’L-HADİS............................... 662

742
u VAHİY.....................................................676
UBÛDİYET............................................ 663 VAHİY KATİPLERİ............................... 677
UCB.........................................................663 VAHY-İ GAYRİ METLÜV.................... 677
UDHİYE................................................. 663 VAHY-İ METLÜV.................................. 677
UHUD......................................................663 VÂİZ....................................................... 677
UKAB......................................................663 VAKFE.................................................... 677
UKÛBÂT................................................ 663 VÂKIA.....................................................678
ULEMÂ.................................................. 664 VAKIF..................................................... 678
ULÛHİYET............................................ 664 VÂKÎ....................................................... 679
ULÜVV................................................... 664 VAKT...................................................... 679
ULYÂ.......................................................664 VÂLÎ........................................................679
UMRÂ......................................................664 VALLÂHİ............................................... 680
UMRE......................................................664 VARİS - HAYRU’L-VARİSİN.............. 680
UMRE TAVAFI....................................... 665 VASÎ.........................................................680
UMÛM-İ BELVÂ................................... 665 VÂSİ’-MÛSİ’........................................ 681
URBÛN................................................... 665 VÂSİ’U’L-MAĞFİRE........................... 681
URÛZ.......................................................666 VASİYYET............................................. 681
USÛL-İ FIKIH........................................ 666 VASLVEFASL...................................... 682
UŞR..........................................................666 VATAN.................................................... 682
UZLET.....................................................667 VAZ’U’L-HAML.................................... 683
VÂZİRE.................................................. 683
ü VECD.......................................................683
ÜCRET.....................................................668 VEDÂ HACCI (Vedâ Hutbesi)............... 683
ÜÇ AYLAR............................................. 668
VEDA TAVAFI....................................... 684
ÜLFET.....................................................668
VEDÎA.................................................... 685
ÜLÜ’L-‘AZM......................................... 668 VEDÛD................................................... 685
ÜLÜ’L-EBSAR...................................... 668
VEDY.......................................................685
ÜLÜ’L-ELBÂB...................................... 668
VEFA........................................................685
ÜLÜ’L-EMR........................................... 669
VEHHÂB................................................ 685
ÜLÜ’L-ERHAM..................................... 669
VEHHÂBÎLİK........................................ 686
ÜMMET...................................................669
VEKÂLET.............................................. 686
ÜMMÎ......................................................670
VEKÎL..................................................... 687
ÜMMÜ VELED...................................... 671
VELÂYET.............................................. 688
ÜSLÛBÜ’L-KUR’ÂN............................ 671
VELÎ (Vâli, Mevlâ)................................. 689
V VELÎME................................................. 690
VA’D VEVAÎD....................................... 672 VERA.......................................................690
VAZ.........................................................672 VERÂSET............................................... 690
VÂCÎB.....................................................672 VERESİYE............................................. 690
VÂCÎD.....................................................673 VESİLE................................................... 690
VADELİ ALIŞVERİŞ............................. 673 VESK.......................................................691
VAFTİZ....................................................674 VESVESE............................................... 691
VAHDANİYET....................................... 674 VİCÂDE................................................. 691
VAHDET..................................................675 VİCDAN................................................. 691
VAHDET-İ VÜCÛD............................... 675 VİRD........................................................692
VÂHİD.....................................................676 VİTR........................................................692

743
VİZR........................................................692 ZÂTİ SIFATLAR.................................... 705
VUDÛ’.................................................... 693 ZAYIF HADİS........................................ 708
VURÛDÜ’L-HADİS.............................. 693 ZEBH.......................................................708
VUSLAT................................................. 693 ZEBÛR................................................... 708
VÜCÛB................................................... 693 ZEKÂT.....................................................709
VÜCUB EHLİYETİ............................... 693 ZELLE.....................................................709
VÜCÛH ŞİRKETİ (Şeriket-i Vücûh).... 693 ZELLETÜ’L-KÂRÎ................................ 710
VÜCÛH VE NEZÂİR............................ 693 ZEMZEM.................................................710
ZENB.......................................................710
ZENGİN...................................................711
YAĞMUR DUASI.................................. 694
ZERÂYİ’..................................................711
YAHÛDÎLİK........................................... 694
ZEVÂİD...................................................711
YE’CÜC VE ME’CÜC........................... 694
ZEVÂL.....................................................712
YEDİ HARF........................................... 695
ZEVİ’L-ERHAM.................................... 712
YEDİ MESCİDLER............................... 695
ZEVİ’L-KURBÂ.................................... 712
YEİS................................. 695
ZEYDİYYE.............................................712
YEMİN................................................... 695
ZIHÂR.....................................................713
YESEVİLİK............................................ 697
ZINDIK....................................................713
YETİM.................................................... 697
ZÎ RAHİM.............................................. 713
YEVM-İ AREFE..................................... 697
ZİKİR.......................................................713
YEVM-İ NAHR...................................... 697
ZİLHİCCE ORUCU............................... 714
YEVM-İ ŞEKK....................................... 697
ZİMMÎ.....................................................714
YEZİDLİK............................................. 698
ZİNÂ........................................................714
YOLCU................................................... 699
ZİRÂ’.......................................................715
z ZİYARET TAVAFI.................................. 715
ZABT.......................................................700 ZUHR-İ ÂHİR NAMAZI....................... 716
ZAHİD.....................................................700 ZULÜM...................................................717
ZÂHİR.....................................................700 ZÜ‘İKÂB............................................... 717
ZÂHİR-BÂTIN..................................... 701 ZÜ İNTİKAM..........................................718
ZÂHİRÎ MÂNÂ...................................... 701 ZÜ MAĞFİRE........................................ 718
ZÂHİRÎ MEZHEBİ................................ 701 ZÜ’L-ARŞ...............................................718
ZÂHİRU’R-RİVÂYE............................. 701 ZÛ’L-CELÂL..........................................719
ZÂKİR.....................................................702 ZÛ’L-FADL (ZûT-FadliT-Azîm).......... 719
ZÂLİM.....................................................702 ZÛ’L-İKRÂM......................................... 719
ZALÛM...................................................703 ZÛ’L-KUVÂ.......................................... 719
ZAMAN...................................................703 ZÛ’L-MEÂRİC....................................... ”19
ZÂMİN....................................................704 ZÛ’R-RAHME ...................................... U9
ZAMM-I SÛRE...................................... 704 ZÛ’T-TAVL............................................. ”20
ZAN......................................................... 704 ZÜHD......................................................'20
ZARÛRÂT-I DİNİYYE.......................... 705 ZÜNNÂR................................................ '20
ZARÛRET...............................................705 ZÜYÛF....................................................'20
ZARÛRİYYÂT....................................... 705

744
DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI - 589
Kaynak Eserler - 31

Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel SALMAN

Yayın Koordinatörü
Yunus AKKAYA

Redaksiyon
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Dr. İbrahim PAÇACI

Tashih
Mehmet Ali SOY

Grafik & Tasarım


Recep KAYA

Baskı
Kalkan Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti.
Tel: (0312) 341 92 34

7. Baskı
Ankara - 2017

Din İşleri Yüksek Kurulu Kararı: 11.12.200T 183

2017-06-Y-0003-589
ISBN: 978-975-19-3683-7
Sertifika No: 12931

© T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı

İletişim
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Basılı Yayınlar Daire Başkanlığı
Üniversiteler Mah. Dumlupınar Bulvarı
No:147/A 06800 Çankaya/ANKARA
Tel: 0 312 295 72 93 - 94
Faks: 0 312 284 72 88
e-posta: diniyayinlar@diyanet.gov.tr

Dağıtım ve Satış
Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü
Tel: 0 312 295 71 53 - 295 71 56
Faks: 0 312 285 18 54
e-posta: dosim@diyanet.gov.tr
DİNÎ KAVRAMLAR
SÖZLÜĞÜ

Yayına Hazırlayan
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ

Madde Yazarları
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ
Doç. Dr. Fikret KARAMAN
Dr. İbrahim PAÇACI
Dr. Mehmet CANBULAT
Dr. Ahmet GELİŞGEN
İbrahim URAL

ANKARA-2017
TAKDİM

İçinde yaşadığımız son yüzyılda İslâm dünyası da dahil farklı kültür ve mede­
niyetlerin hızlı bir etkileşim ve değişim süreci yaşadığına, bunun da genelde Batı
merkezli bir dönüşüm ve kültürel değişim şeklinde cereyan ettiğine şahit olmak­
tayız. Ekonomik ve sosyal değişimlerin yanında kültürel ve entelektüel özellikleri
ağır basan bu değişim sürecinin insanlar üzerindeki en büyük tesirlerinden biri de
kavramlar ve değerler üzerinde olmaktadır. Batıda pozitif bilimlerdeki gelişimler
ve ona bağlı olarak modernitenin kültürel etkileri devam etmekte, hatta az gelişmiş
ve fakir ülkelerde tahripkâr olmakta, kültürel yabancılaşmaya ve özgüven kaybı­
na yol açmaktadır. Gerek bu ortamın gerekse sahip olduğumuz zengin kültürel,
manevî ve dinî mirasa dair bilginin zayıflamasının sonucu olarak ortaya çıkan
kavram kargaşasının, farklı nesiller ve sosyal gruplar arasındaki iletişim kopuklu­
ğunun, güven kaybının ve içe kapanmanın da en büyük amilidir. Din ile, özellikle
îslâm Dini ile ilgili temel kavramların alfabetik bir tarzda işlenerek eser halinde
yayınlanması; millet olarak huzur, güven ve istikrar içinde yaşamamız, birlik ve
bütünlüğümüzü korumamız, fikir birliğini ve bilgilenmeyi sağlamamız açısından
büyük önem arz etmektedir. Asgarî müşterekler üzerinde birleşme noktasında
“ansiklopedik” sözlüklerin önemli bir ihtiyacı karşılayacağı izahtan vârestedir.
İslâm kültür tarihinde, kavramları konu edinen “ta’ rifat”, “kâmus” ve “müfre-
dât” başlıklı eserlerin yazımı, çok eskilere dayanmaktadır. Ragıb el-Isfehânî’nin
Müfredât’ı, Seyyid Şerif Cürcânî’nin Ta’rifat ’ ı, Ebu’l-Beka’nın Külliyyat’ı ve îbn
Ebi’d-Dünya’nın risaleleri bunların meşhurlarındandır.
Kavramların yalnız bilim açısından değil, düşünme ve mantıkî muhâkeme
açısından da önemli olduğu aşikârdır. Doğru ve isabetli düşüncenin alt yapısını
ancak doğru anlaşılan ve doğru ifade edilen kavramlar oluşturur. Kavramlara
hakim olmak eğitim ve öğretim açısından da büyük önem taşımaktadır.
İşte elinizdeki eser, bu düşüncenin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Âdeta
küçük bir ansiklopedi mahiyetinde olan eserde dinî kavramlar, İlmî bir üslûp
ve anlaşılır bir dil ile kaleme alınmış ve geniş bir topluluğa hitap etmesi
hedeflenmiştir.
Böyle bir eserin hazırlanması, 2 5-29 Temmuz 2000 tarihleri arasında
Saraybosna’da düzenlenen “Avrasya İslâm Şûrası Teşkilatı” toplantısında dile
getirilmiş ve bir öneri olarak karara bağlanmıştır. Bunun üzerine eserin telifi, Doç.
Dr. Fikret KARAMAN, Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ, Dr. Mehmet CANBULAT,

V
Dr. İbrahim PAÇACI, İbrahim URAL ve Dr. Ahmet GELÎŞGEN’den oluşan bir
heyete tevdi edilmiştir.
İki bin civarında kavramın yer aldığı eserin; öğrenciler, din görevlileri ve dinin
temel kavramlarını öğrenmek isteyen herkes için faydalı bir kaynak olacağına
inanmaktayız.
Eserin hazırlanmasında emeği geçenlere teşekkür eder, çalışmanın hayırlara
vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ederiz.
Diyanet İşleri Başkanlığı

VI
ÖN SÖZ

Yüce Allah’a ibadet için yaratılan, akıl, fikir ve irade ile donatılan, kendilerine
sayısız nimetler verilen, peygamberler ve kitaplarla doğru yol gösterilen insanlar
ya kendi iradeleri ile îmân edip ibadet ve itaat ederler veya inkâr edip isyân eder­
ler. Allah katında önemli ve değerli olan; kişilerin Allah’a olan bağlılıkları, O’na
duydukları sevgi ve saygının davranışlara yansıması, bireysel ve toplumsal hayatta
ahlâkî erdemlerin yaşatılmasıdır. Bu itibarla insanlar dilleri, renkleri, ırkları ve
cinsiyetlerine göre değil; îmân, ibadet, güzel amel ve ahlâkî davranışlarına göre
değer kazanırlar. Dolayısıyla samimî dindarlıkta; niyet, duygu, eylem ve davra­
nışın yanı sıra din hakkında doğru bilgi edinilmesi, dinin ana kaynaklarının ve bu
kaynaklar etrafında üretilen zengin İlmî mirasın bilinmesi de önemlidir.
Din, terim olarak akıl sahiplerini kendi arzu ve istekleriyle bizzat hayır, iyi,
güzel ve yararlı olan şeylere sevk eden İlâhî nizam; ilkeleri Allah tarafından belir­
lenmiş ve insanları mutluluğa ve Allah’ın rızasına ulaştıran, onları kötülüklerden
alıkoyan doğru yol demektir. Din; iman, tevhîd, ibadet, sâlih amel, ahlâk, takvâ,
ihsân ve İslâm kelimelerinin ifade ettiği anlamları da içeren, Allah ve peygamberin
bildirdiği bütün ilkeleri ve değerleri ifade eden bir kavramdır. Dinî kelimesi ise
“din ile ilgili olan” anlamını ifade eder.
Kavram; bir fikri, bir bilim, sanat ve meslek dalını, bir konuyu anlatmak için
kullanılan, o fikrin ve o konunun ifade edilmesinde öne çıkan, sözlük anlamına
ilave olarak yeni ve farklı bir anlam yüklenmiş olan sözcüklere denir. Dinî kav­
ramlar; Kur’ân ve hadislerde geçen iman, itâat, ibâdet, tefsîr, fıkıh, hadis, kelam,
tasavvuf, felsefe, ahlâk, iktisat, siyer, tarih, kırâat, tecvid gibi bilim dallarında
kullanılan dinî içerikli kelimeleri ifade eder. Dinî kavramlar; bir anlamda dinî
bilgiler demektir. İnsan ne kadar çok dinî kavram biliyorsa dinî bilgileri o nispet­
te sağlam temellere oturacaktır. Dinî kavramların ifade ettiği anlamlar ne kadar
sağlıklı kavranıp öğrenilir ve anlaşılırsa dinî bilgi ve düşünce de o nispette sağlıklı
kavranıp öğrenilmiş ve anlaşılmış olacaktır. Bu husus, dinî kavramları öğrenmenin
önemini ortaya koymaktadır.
Fert ve toplumlar, dinden ve dinî düşünceden isteseler de kurtulup soyutla-
namazlar. Çünkü din duygusu, insanın fıtratında var olan bir şeydir. Doğrusu ve
sağlıklısı öğrenilmeyen dinî düşüncenin, dinî bilgilerin ve dinî uygulamaların
yerini yanlışı, batılı, sahtesi, bidat ve hurafe olanı alır. Bunun için dini ve dinî
kavramları öğrenme, doğruyu ve gerçeği bulma ve birliği sağlama zorunluluğu
vardır. İşte dinî kavramlar sözlüğü bu amaca yönelik bir düşüncenin ürünü olarak

VII
ortaya çıkmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 25-29 Temmuz 2000 tarihleri ara­
sında Saraybosna’da düzenlediği “Avrasya İslâm Şûrası Teşkilatı” toplantısında
“dinî kavramlar sözlüğü” hazırlanması kararlaştırılmış ve bu görev, uhdemize
verilmiştir.
Eserin hazırlanması ile ilgili olarak yapılan toplantılarda sözlük hazırlanırken
Kur’ân ve sahih hadislerin esas alınması, referans olarak sûre ve âyet numaraları
ile hadis kaynaklarının metin içerisinde gösterilmesi, bunun dışındaki kaynakların
ise belirtilmemesi kararlaştırılmıştır. Eser hazırlanırken sözlükler, ansiklopediler,
tefsir, hadis, fıkıh, kelam, felsefe, tarih, tasavvuf ve ilgili diğer kitaplardan yarar­
lanılmıştır. Maddeler yazılırken prensip olarak önce sözlük anlamı, sonra terim ve
Kur’ân’daki anlamı verilmiştir. Herhangi bir kavram işlenirken konu içerisinde
yer alan diğer kavramlar, ayrıca müstakil bir madde olarak ele alındığına işaret
olmak üzere, koyu olarak yazılmıştır. Birden fazla kavram ile ifade edilen içerik­
ler, aynı kökten gelen farklı kelimeler veya birbiriyle yakın ilişkili kavramlar bir
maddede yazılmış ve diğer kavramlar bu maddeye atıfta bulunulmuştur. Maddeyi
kimin yazdığını belirtmek amacıyla her maddenin sonuna parantez içerisinde o
maddeyi yazanın ad ve soyadının ilk harfi yazılmıştır.
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
Doç. Dr. Fikret KARAMAN (EK.)
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeleri;
Doç. Dr. İsmail KARAGÖZ (İ.K.)
Dr. İbrahim PAÇACI (İ.P.)
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanları; /
Dr. Mehmet CANBULAT(M.C.)
Dr. Ahmet GELİŞGEN (A.G.)
İbrahim URAL(İ.U.)
Çalışmamızın; dinimiz, ülkemiz ve halkımız için yararlı olmasını yüce
Allah’tan temenni ederiz.
Yazarlar
Ankara

VIII

You might also like