You are on page 1of 191

——————————————————————————

Mollaları da vururlar
24.09.2022
ORHAN GÖKDEMIR

"Nerde petrol orda dur


Mefailün Failün
Gâvura benzin gerek
Failatün Failün
Gâvura benzin gerek..."

İran tarihi ile Türkiye tarihini ayıran ender şeylerden biridir petrol. İran’da petrol vardır, modern
tarihini bu şekillendirmiştir. Türkiye’de petrol yoktur, modern tarihini bu şekillendirdi. Gerisi ortak
bir hikayedir.

“Hürriyet” ile başlayalım. 1904’te başlayan olaylar 1905’te büyük bir ayaklanmaya dönüşmüş,
isyan kısa zamanda başka kentlere yayılmıştı. Muzafereddin Şah, sokağın baskısına daha fazla
dayanamayarak Kanun-i Esasinin ilanını kabul etti. “1906 hareketi” böyle ortaya çıktı; İnkılab-ı
Meşrutiyet, Anayasa Devrimidir.

İran üzerinde esen bu devrimci rüzgârda Osmanlı'da 1876’da Kanun-ı Esasi’nin ilan edilmesinin
rolü büyüktür. Ortak görüşe göre Osmanlı aydınının başarısıdır anayasa. Bu uğurda verilen
mücadeleler, Abdülhamit'in anayasayı önce kabul edip sonra rafa kaldırması İran’da fırtınalar
estirmişti. Tuhaf, hürriyet bize, buna rağmen, İran’dan sonra gelmiştir.

İnkılab-ı Meşrutiyet, Rusya ve İngiltere’nin İran’ı aralarında paylaşma planının da açığa çıkmasına
neden olmuştu. Plan İran’ı iki nüfuz bölgesine ayırıyordu. Ülkenin güneydoğusu İngiltere'nin,
kuzeyi ve Azerbaycan Rusya'nın nüfuzuna bırakılacaktı. İranlılara, ortada, tarafsız bir bölge uygun
görülmüştü. Ne kadar tanıdık değil mi?

İran ve Türkiye’deki gelişmeleri dikkatle izleyen Lenin’in yazdıklarına göre, 1908 Devrimi, tıpkı
İran’daki gibi koalisyonun Türkiye’yi paylaşma planlarını da akamete uğratmıştı. Demek, İran’ı ve
Türkiye’yi emperyalist saldırılara karşı ayakta tutan devrimleridir. Biri yıkılabilseydi, belki öbürü
de yıkılabilirdi ama iki halk devrimine tutunmuş ve yıkılmamayı başarmıştır.

***

Sonrası da benzerdir. 1917’deki Bolşevik Devrimi’nin ardından Rusya sendeleyince fırsatı


değerlendiren İngilizler İran’ın hemen hemen tamamını ele geçirdi. Büyük aydınımız Ferhan
Şensoy’un dediği gibi, gavura benzin gerekiyordu ve İran’da benzin boldu. 1920’li yılların eşiğinde
İran halkı, tıpkı Türk halkı gibi işgalcilerinin baskısı altında eziliyor ve kurtuluş yolları arıyordu.

Yıkılmayan yolunu bulur. Genç asker Rıza Han, ordu içindeki ileri unsurları örgütleyerek 1921'de
küçük bir kuvvetle Tahran'ı ele geçirdi. Bu zaferinin ardından önce ordunun başına, sonra savaş
bakanlığı koltuğuna oturdu. 1923'te başbakan oldu. Ancak mecburiyetten İngilizlerin varlığına ses
çıkarmamıştı. 1925'te İngilizlerin teşvik etmesiyle darbe yaparak Kaçar Hanedanlığı'na son verdi.
İktidara yerleşen Rıza Han’ın, tıpkı Mustafa Kemal gibi cumhuriyet kurmak niyetinde olduğu
söyleniyordu. İngilizler ve tabii onlarla dirsek teması içindeki mollalar cumhuriyete karşıydı. Bu
yolun kapalı olduğunu anlayan Rıza Han, cumhuriyet kurmak yerine kendini şah ilan etti.
Farklarımızdan biridir.

Taç giyen ve Şah olan Rıza Han, Rıza Şah Pehlevi, başbakanlığı sırasında başlattığı reformları
sürdürdü. 1928'de yabancı devletlerle imzalanmış tek yanlı anlaşma ve sözleşmeleri yürürlükten
kaldırdı. Trans İran demiryolunu inşa ederek büyük kentlerin birbirine bağlanmasını sağladı.
Bankaları ve ulaşım sistemini millileştirdi. Okullar, yollar, hastaneler yaptırdı, üniversite kurdu. İran
yolunu bulmuştu.

Yeni şah, 1934’te, fırsat bulup Türkiye’nin yolunu tutu. Bu ziyareti aynı zamanda iki rejim
arasındaki benzerliği simgelemekteydi. Milliyetçilik, modernleşme, laiklik ve tabii Batılılaşma iki
ülkenin ortak özellikleriydi. Şah, İranlıların modern görünmesini istiyordu. Kılık kıyafet reformu
yapmış, şapka giymeyi şart koşmuştu. Dil reformuna girişmişti. O da Mustafa Kemal gibi kadınları
ayağa kaldırmak istiyordu. Peçeyi yasaklamış, kız okullarını yaygınlaştırmıştı. Türkiye ziyaretinden
bir yıl sonra ülkenin adını da değiştirdi; ülke artık “Persia” değil İran olarak anılacaktı.

Tabii bütün bunlar gerici kuvvetlerin, “ulemanın”, kabul edebileceği şeyler değildi. İran
modernleşmesi, İran karşı devrim tarihinin de fitilini ateşlemişti. Aydınlık karanlığı doğuruyordu.

***

“Şah Rıza kılmaz namaz


Mefailün failün
Kafiyesi zor biraz
Failatün Failün
Kafiyesi zor biraz
Pilâv üstü kuru az
Şah Rıza kılmaz namaz
Fuhuştan vakti kalmaz
Failatün tenasül Failatün tenasül”

Rıza Şah büyük bir reformistti ama aynı zamanda acımasız bir tirandı. Halk nezdindeki
popülaritesini hızla tüketiyordu. İngiltere ve SSCB'yi birbirine karşı kullanmaya dayanan dış
politikası II. Dünya Savaşı nedeniyle çökünce yolun sonu göründü. Müttefikler ülkedeki Alman
etkisini kırma bahanesiyle İran'ı işgal etti. Kaldı ki İran petrolleri savaşın seyri açısından büyük
önem taşıyordu. İşgalin ardından Rıza Şah iktidardan çekilmek zorunda kaldı. 1941’de oğlu
Muhammed Rıza Şah tahta oturdu, kendisi de sürgüne gönderildi.
Fakat Muhammed Rıza babasına hiç benzemiyor, olup bitenleri izlemekle yetiniyordu. Başbakan
Muhammed Musaddık’ın temsil ettiği ve büyük savaşın neden olduğu nev-zuhur demokrasiden
nefret ediyordu fakat onu ezmek için bile bir şey yapmadı.

Musaddık, 1951’de, Ulusal Cephe’nin desteğiyle başbakan oldu. Ulusal Cephe bağımsız bir İran
hedefliyordu. Bunun yolu da petrolü ulusallaştırmaktan geçiyordu. Musaddık bu yönde adımlar attı,
İran petrollerini ulusallaştırdı, yabancı şirketlerin imtiyaz haklarını içeren anlaşmaları iptal etti. Çok
uluslu petrol şirketleri teyakkuzdaydı. İngilizler İran petrolüne ambargo koydu, Suudiler ambargoyu
destekledi. ABD, Musaddık’ı destekleyen Komünist Tudeh Partisi vesilesiyle Sovyetlerin bölgedeki
nüfuzunun artmasından endişeliydi. Sonuçta CIA ve MI6 1953’te gavurun benzinini tehlikeye atan
Musaddık’ı devirdi. Bu darbe Muhammed Rıza Şah’ın mutlak iktidarı için yolu açmıştı. Bu İran’da
ikinci Rıza Şah dönemidir.

38 yıl hüküm süren II. Rıza’nın dönemi de pek huzurlu sayılmazdı. Türkiye 27 Mayıs hareketiyle
sarsılırken o da halka bir kurtuluş programı açıkladı. İnkilap-ı Sefid, ak devrim, toprak, seçim ve
eğitim reformu vaat ediyordu. Fakat bunların büyük toprak sahibi din adamlarını ve dini vakıfları
rahatsız etmeden yapılması imkansızdı. Eşitsizlik büyümüştü, sokaklar hareketliydi. İran’daki
çalkantılar yakıt fiyatlarında artışa yol açmış, dünya yeni bir petrol krizine sürüklenmişti. Sokak
eylemlerinin etkili ismi Ayetullah Humeyni 1964’te Şah Rıza tarafından sürgüne gönderdi. Fakat bu
yıkılışına engel olamadı. Aleyhindeki gösterilerin iç savaşa dönüşmesi üzerine 16 Ocak 1979’da
ülkeden kaçtı. İran’da 50 yıllık Pehlevi Hanedanı sona ermişti. Humeyni bir ay sonra Tahran’a
döndü, kontrolü ele aldı, İslam Cumhuriyeti kapıyı çalmıştı. İran modernleşmesi böylece sona erdi.

İran karşı devriminden bir yıl sonra Türkiye’de generaller darbe yaptı. Cuntanın başı bir imamın
oğlu olmakla övünüyor ve Kuran’dan ayetler okumayı pek seviyordu. Darbeyle birlikte din yeniden
bir düzenleyici olarak kamu yaşamına geri döndü. İran’daki dinci karşı devrimle paralel olarak
Türkiye’de de dinci bir program yürürlüğe konulmuştu. İran ve Türkiye aynı anda yeni bir yol
tutturmuştu. Kadına açılan kapılar sesiz sedasız kapanıyordu. İran’a peçe, Türkiye’ye baş örtüsü
geri dönmüştü.

***

Bir yüzyıl önce Persya idi, Rıza Şah eliyle İran oldu; Aryan köklere bir göndermedir. Mustafa
Kemal’in Türklere “Eti”li bir kök imal etmesi türündendir, esası ulus inşasıdır. Fakat ne var ki bu
derme çatma ulus inşası girişimleri İslam karşısında bocalamış, tutunmakta zorlanmıştır. İran’ın bir
kısmı Persyalı veya Aryan olmayı, Türkiye’nin bir kısmı Türk olmayı reddetmektedir. Rıza Han da
Mustafa Kemal de yenilmiştir haliyle. Zaten girişimlerini bir son değil bir başlangıç saymak gerekir.
Biliyoruz, devrimler yıkılsa bile yolunu bulur.

***

“İran'da bir yangın var


İtfaiye Failün
Faili belli değil
Failatün Failün
Faili belli değil
Herkes tutuklanıyor
Mefailün Failün
Sebebi belli değil
Failatün faşizma…”

Ferhan Şensoy İran için yazmıştı bu satırları, şimdi Türkiye’yi de içine katabiliriz. Karşı devrim bir
yangına yol açtı. İran halkı, önde kadınlar, ayakta. İran ayaklanmışsa mutlaka Türkiye’de de karşılık
bulur, tartışmasızdır.

Yangın başlayınca, “İran karışsa kimler sevinir” diye sordu “milliyetçi” gazetecilerimizden biri.
Aklınca baş örtüsü dayatmasına karşı isyanı bir emperyalist oyun sayıyordu. Ama biliyoruz,
karışmadan devrim olmaz. Arkasında Amerika varsa önünde molla rejimi var. İran halkı ikisinden
de kurtulmalıdır. Yani karışıklık şarttır!

Yangına bakıyoruz. Şimdilik bir öfke patlamasıdır. Öfke ezilenlerin refleksidir, eksiği akıl ve
örgütlülüktür. Öfke akıl ve örgütlülükle birleştiğinde karışıklık devrime dönüşecektir...

Aydınlık karanlığı doğuruyorsa, karanlık da aydınlığı doğurur. İran'da bir yangın var. Varsayalım
faili belli değil. Bu işler yangın çıkmadan olmaz, belli olan bu.

——————————————————————————
Terra incognita
01.10.2022
ORHAN GÖKDEMIR

“Türkiye’ye ne yapacağız?” 19. yüzyılın ortalarında Marx “Doğu Sorunu” üzerine yazılarında
soruyu böyle formüle etmişti. Sadece Marx değil, bütün Avrupa 19. yüzyıl boyunca Türkiye’yi ne
yapacağını tartışmıştı. Sonunda onu bölüşmeye karar verip, imparatorluk topraklarını didiklemeye
başladıklarında, sorunun da artık ortadan kalkacağı sonucuna vardılar. Türkiye köksüzdü ve
yıkılınca silinecekti. Cevabı bu kadar basittir.

Ama soru 150 yıl sonra, 21. yüzyılın başında, tarihe meydan okurcasına güncelliğini korumaktadır.
Batı, Türkiye’yi ne yapacak? Yeterince terbiye edip “uygar kolları” ile saracak mı, yoksa Asya’nın
ve Afrika’nın yoksul ülkeleri arasına mı itecek?

Hatırlatalım, Batı “Türkiye’yi ne yapacağız” diye düşünürken Türkiye çoktan Batılı olma yoluna
girmişti. Osmanlı İmparatorluğu Batılı olma çabası uğruna acılar içinde kıvranarak yok olduktan
sonra, yerine kurulan Cumhuriyetin yöneticileri de çarenin Batılı olmada yattığından hiç kuşku
duymadılar. Bugünden bakıyoruz; iki yüzyıllık umarsız bir çaba görüyoruz.

Osmanlı'dan sonra cumhuriyetin de ipini çektiler, İslamcıları, ölüyü kaldırması için görev çağırdılar.
Gövdesi Batı'da aklı Doğu'da yeni Türkiye böyle ortaya çıktı. Şimdi ölü de soru da ortada: Batı
Türkiye’yi ne yapacak?

***

Marx, “Türkiye’yi ne yapacağız?” diye sorduğunda Avrupa’nın Türkiye hakkında hiçbir bilgisi
yoktu. “Yunan isyanına kadar, Türkiye, niyet ve amaç ne olursa olsun, bir terra incognita
(bilinmeyen toprak) idi ve halk arasındaki alelade bilgiler, tarihsel gerçeklerden çok, Arap usulü
gece eğlentilerine dayanmaktaydı…” Marx, şöyle devam ediyor; “Türkiye’nin ilerleme yoluna
engeller koymanın dışında bir rolü yoktur... Gerçek şu ki çarelerine bakılmalıdır.” Demek ki
Türkiye’nin silinmesinde Marx açısından da bir sakınca yoktur, öyle anlaşılıyor.

Yine de daha soğukkanlı olduğu yerler var ve soğukkanlı olduğu yerde değerlendirmesi daha
gerçekçidir. “İstanbul, Batı ile Doğu arasına kurulmuş altın bir köprüdür” diyor, “Batı uygarlığı, bu
köprüden geçmeksizin dünyanın çevresini güneş gibi dolaşamaz; bu köprüyü de Rusya ile mücadele
etmeksizin geçemez…” Çok açık, önemli olduğunda bile bir Rus barajı var. Hâlâ böyledir.

Fakat o tarihte “devrim kelebeği” Doğu'nun üzerinde uçuşmaktadır. Marx da yazısında bu


varsayıma dayanarak ilerlemektedir. Dediğine göre “sultan” bu köprüyü yaklaşan devrim için
emanet tutmaktadır. Nitekim kehaneti gerçekleşmiştir, cumhuriyet köprüyü sultanın elinden çekip
almıştır.

Ama şimdi “altın köprü” cumhuriyetin de elinden kayıp gitti. Devrim ihtiyacı ise hâlâ var ve
kuşkusuz, bu durumda, Marks’ın sorusunu bir parça daha ilerletmemiz gerekiyor. Devrim
Avrupa’yla mı, yoksa Avrupa’ya karşı mı olacak? İşte, güncel sorumuz budur.

***

Bir soru da bizden: Burjuvazi tarihi boyunca gerçekten bugün anladığımız anlamda devrimci oldu
mu?

Bu sınıfın damgasını vurduğu yeni toplum modeli, Seküler Yeni Düzen (Novus Ordo Seclerum),
kuşkusuz burjuva karakterliydi. Bunu aynı zamanda düzenin iki karakterli olduğu anlamında
kullanıyorum. Yeni düzenle birlikte otorite dünyevileşmiş, ancak dinsel-mistik kabuk olduğu gibi
kalmıştı. Bir yanda yerleşik dine karşı radikal bir duruş ama öte yandan burjuva karakterli bir dinsel
yeniden kuruluş. Bu konum, eski dinlere karşı konumlanmış kilise babalarının tersine, yeni sınıfa,
hem evrensel kültürün bütününü sahiplenme şansı veriyor, hem de savunma konumunda olan dinsel
otoriteye karşı onu silahlandırıyordu. Bu yüzden eski orijinal dine geri dönüş sloganının hem
Rönesans’ta ve hem de Aydınlanma'da sıkça duyulması şaşırtıcı olmamalıdır. Burjuva sınıfı bir
kurum olarak dine karşı değildi, ona yalnızca sınırları daha esnek bir din gerekiyordu.

Ancak bütün devrimci görünümüne rağmen burjuvazi böyle bir din oluşturmaya teşebbüs
edememiştir. Fransız Devrimi'nin hararetli günlerini ihmal ederek söylersek, bu eğilim onda
potansiyel bir sapkınlık olarak kalmıştır. Sapkınlık, Heretizm, her zaman içinden türediği dinin
halesindedir. Bu yüzden, Heretik eğilimlerine karşın Aydınlanmacı Batı düşüncesi Hıristiyan
karakterini korudu. Braudel’in dediği gibi, Batı Hıristiyanlığı Avrupa düşüncesinin esas
oluşturucusudur. Bir Avrupalı tanrısız olsa da hâlâ kökleri Hıristiyan geleneği içinde olan bir
etikanın, psişik tutumların eseridir.

Braudel, bu sürekliliğin Rönesans’la Orta Çağ arasında da var olduğunu, Rönesans’ın Orta Çağ
felsefesinin zıddı olmadığını belirtir. Tıpkı yeni sınıfın yaptığı gibi Rönesans da Orta Çağ'dan
fikirler alanından çok hayatın kendisi düzleminde uzaklaşmıştır. Düşüncesi değil, eylemi radikaldir.
Erken “devrimci demokrasi” belirtisidir.

***
Biliyoruz, siyasal radikalizm her zaman ideolojik bir radikalizmin arkasından gelmez. Beslendiği
kaynak ideoloji değildir. Yeni sınıf, genellikle siyasal olarak radikaldi ama ideoloji alanında bulanık
ve eski olandan ayrılması her zaman mümkün olmayan bir haldeydi. Aydınlanmışlar istisnasız
kilisenin içinden çıkmıştı ve tartışmasız bir biçimde Hristiyan’dı. Yenilikleri, dindarlıkları yanında
sapkın düşüncelere de açık olmalarından kaynaklanıyordu. Sapkın düşünceler ise elbette Doğu
kaynaklıydı ve yeni gelişen Batı düşüncesi henüz Doğu'ya arkasını dönmeyi aklından bile
geçirmiyordu.

Doğu ise büyük ölçüde Mısır demekti ve Batı'da bütün burjuva siyasal eğilimlerin Mısır’dan
etkilenmiş olması anlaşılabilir bir durumdu. 19. yüzyılın başında, yeni düzen ile eski düzen yeniden
karşı karşıya geldiğinde mücadelenin büyük ölçüde Mısır üzerinden yürütülmüş olmasını da böyle
anlamalıyız. Simgeler önemlidir ve bu Batı'da, Mısır ile Yunanistan üzerinden yürütülen
mücadelenin eski ile yeni arasındaki mücadeleyi simgelediğini artık biliyoruz. Bir tarafında bir
burjuva süngüsü olan Napolyon vardır; bir imparatordu ama ayakları daima Aydınlanma çağının
içindeydi. Mısır hayranıdır. Kaybetmesinin tarihsel nedenleri var. Diğer tarafta kilise ve
romantizmin ittifakı vardır. Aydınlanma ve Mısır düşmanlığının kaynağıdır.

Kavgayı şöyle özetleyebiliyoruz; Batı için Mısır’a vurgu devrimci bir döneme işaret ediyorsa,
Yunanistan’a yapılan vurgu siyasal gericiliğin işaret eder. Yunanistan vurgusu ise Türkiye’yi bir kez
daha Avrupa’nın karşısına diker. Uygarlığın kaynağını barbarlardan kurtarmak gerekir!

***

Yeni Seküler Düzen’in anlamı budur; renklerini ve silahlarını Doğu'dan edinmekle birlikte,
geliştikçe kendi içine dönen ve sonunda kendini bütün borçlarının dışında Hıristiyan ve Hint-
Avrupalı olarak tanımlayan bir kültür... Bugün hâlâ din ve ırk düşüncesinin şekillendirdiği bu kültür
böylece kendi sınırlılıklarını da ortaya koymuş olur. Marksizmin siyaset sahnesine çıktığı
zamanlarda, Fransız İhtilali'ni eski Avrupa halklarının, yani Gallo-Romenlerin fetihçi aristokrasi
Franklara karşı bir intikam hareketi olarak görenlerin çok olduğunu biliyoruz. Tiers Etat, üçüncü
sınıf, Gallo-Romanlardı ve sınıf savaşı aslında Avrupa ırkının iç bölmeleri arasındaki bir savaştı.
Gallo-Romanler ile çağdaş köleler arasındaki mesafe kısadır, aşılabilir. Avrupa’nın kodları bellidir;
özel mülkiyet, burjuvazi ve işçi sınıfı, eski Yunan dünyası ve modern Hıristiyanlık.

***

Şimdi hikâyenin sonuna yaklaşıyoruz. Avrupa kurgusu çözülüyor. Büyük İtalyan Rönesansı sıradan
bir faşizme teslim oldu. Büyük Fransız Devrimi kendi üzerine çöküyor, bir kara deliğe dönüşmek
üzere. Aydınlanmanın ışığı Batı’da her yerde söndü. Sanayi Devrimi’nin İngiltere’si ölen
monarkının ardından göz yaşları döküyor. Bu ilkel ayinde ağlayanlara cumhuriyeti hatırlatanlar ite
kaka göz altına alınıyor. Rus korkusu nüksetti, Türkiye nevzuhur bir Abdülhamit’in eline geçmiş
pimi çekilmiş bir bomba. Ayağa kalkmış İran’a, Türkiye’ye, Suriye’ye bakın göreceksiniz, devrim
kelebeği istikbalini Doğu’da arıyor yeniden.

Soruyu güncelliyoruz öyleyse: Avrupa’yı ne yapacağız?

Doğu kendi duvarlarını yıkmadan, Batı kendi sınırlarını aşamaz; bu belli olmuştur. Doğu’nun
duvarlarını yıkması ise baştanbaşa bütün eşitsizlikçi ilişkileri dinamitlemesi ile mümkün olacaktır,
bu da bellidir. Bütün mesele kelebeği yakalamaya hazır olup olmadığımızda!
——————————————————————————
Kılıçdaroğlu projesinin alamet-i farikaları
08.10.2022
ORHAN GÖKDEMIR

Hekimdi aslında. Ama nedense reklamcılığa merak saldı. Bu işe girmek için MHP en iyi kapıydı.
Ülkücü harekette “Cemal amca” olarak tanınan ve Muhsin Yazıcıoğlu'nun kankası olan Cemal
Bölücek'in oğluydu nihayetinde. Ağabeyi Hasan Bölücek de tanınmış bir ülkücü militandı. Küçük
partilerde “reklamcılık” stajını yaptıktan sonra MHP’nin kapısını çaldı. Referansları yeterliydi,
Devlet Bahçeli’ye danışman oldu, MHP’nin seçim kampanyasını da o yürütecekti. Yıl 1999’du.
Onun yürüttüğü kampanyanın ardından MHP oylarını yükseltti. Artık “yaratıcı yönetmen” olmuştu.

Genetik ülkücü Rasim Bölücek, 2011’de, demek ki Kılıçdaroğlu’nun parti genel başkanı koltuğuna
oturmasının hemen ardından CHP’ye davet edildi. Artık danışmanlık hizmetini Kemal
Kılıçdaroğlu’na verecekti. Kolları sıvadı, değişik sağ partilerde görev almış kişilerden profesyonel
bir ekip oluşturdu. Hoş zaten CHP’de herhangi bir tanıdığı yoktu. Sağdan gelmişti, sadece sağcıları
tanıyordu. Transferin amacı da “sağ seçmenle CHP arasında ortak bir dil oluşturarak, bu kesimdeki
seçmen sayısını artırmak” olarak açıklanmamış mıydı? İş, solcunun bileceği iş değildi yani.

Danışmanın yol göstermesiyle önemli adımlar attı çiçeği burnunda CHP başkanı. Bunlardan biri
ülkücü Mansur Yavaş’ın Ankara Belediye Başkanlığı’na aday gösterilmesiydi. Yavaş o seçimde,
ülkücü-tilkici-dinci Melih Gökçek’e yenildi. Yenilginin ardından CHP’den istifa edip ülkücü
hareketin şefkatli kollarına geri döndü.

Danışmanımız 2015 Ağustosu'ndaki AKP-CHP koalisyon görüşmelerine de Kılıçdaroğlu’nu


temsilen katıldı. Bu da CHP tarihindeki ilklerden biriydi. Bundan daha büyüğü yine bir MHP’li olan
Ekmeleddin İhsanoğlu’nu cumhurbaşkanı adayı yaptırmaktı. MHP zaten dünden razıydı.
Kılıçdaroğlu ise ülkücü danışmanı ne diyorsa tereddütsüz yerine getiriyordu. Şu meşhur “Ekmek
için Ekmeleddin” saçmalığını da ülkücü danışman bulmuştu. Güya Ekmeleddin seçilirse ekmeği
“bölücek”ti. Fakat sol-laik seçmen ayağını sürüyerek gitti sandığa, Tayyip Erdoğan açık ara kazandı
haliyle. Ekmek başka zaman bölünecekti. Ekmeleddin İhsanoğlu seçimi kaybedince de peşini
bırakmadı Kılıçdaroğlu, CHP’den milletvekili adayı yapmak istedi. Ancak Ekmeleddin ekmeğini
MHP’nin kapısında aramayı tercih etti. Rasim Bölücek ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun tarihi
başarısıdır.

Kemal Kılıçdaroğlu o gün bugündür bir yolunu bulup sağ seçmeni tavlamaya çalışıyor. Başarılı
olamadığı kesin ama vazgeçmediği de bir o kadar kesin. Sağcı, dinci, Fethullahçı danışmanlar
ordusu harıl harıl çalışıyor bunun için.

***

Biz ekmeği bölüşmeyi sürekli ertelesek de bölüşenler var bu vesileyle. Rasim Bölücek CHP’den
danışman maaşı alıyordu almasına ama o maaş verdiği akılları karşılayamazdı. Mansur Yavaş ikinci
kez aday olup kazanınca yeni bir kapı da açılmış oldu. Yavaş’ı CHP’den aday yapan Bölücek’ti, çok
yakınlardı. Kılıçdaroğlu’nun talimatı üzerine, bizim “yaratıcı yönetmen”i Ankara Belediyesi’nin en
akçalı işlerinin döndüğü Metropol İmar A, Ş.’nin yönetim kuruluna üye atadılar. Yalnız bir sorun
vardı, Ankara’da olması gereken elemanın adresi Manhattan, New York olarak görünüyordu.
Yandaş basın basınca, oralara kulis için değil tedavi için gittiği açıklandı. Hastaydı.

Buruda bir paranteze ihtiyaç var: Hikâyeye palas pandıras giriş yapan Metropol İmar A.Ş. yakın
dönem siyasi tarihimizin en önemli şirketlerinden biri. Benim “Öteki İslam” kitabımda var, bu
şirket 1980’li yıllarda “psikolojik harp” ile iştigal eden Genelkurmaya bağlı Toplumla İlişkiler
Başkanlığı (TİB) şebekesinin örtülü adresiydi. Kapısından giren belediye adına ucuz konut yapan
şirkete geldiği izlenimine kapılıyordu. İçeride sivil giyimli subaylar Genelkurmay adına psikolojik
harbe komuta ediyorlardı. Psikolojik harp dedikleri toplumun dinselleştirilmesi girişimiydi. Toplum,
Metropol İmar AŞ’deki karargâhtan bombalanmış, sağcılaştırılmış ve yobazlaştırılmıştı. Şimdi
Kemal Kılıçdaroğlu’nun sağcı-ülkücü danışmanını finanse ederek halkımızın bu sağcılıktan ve
yobazlıktan bir kurtuluş yolu bulmasına yardım ediyordu!

***

Danışmanın izini takip ediyoruz. İki yıl önce eski MİT’çi ve daimî ülkücü Enver Altaylı gözaltına
alındı. Hakkındaki yakalama kararı “FETÖ” mensubu ve eski MİT görevlisi Mehmet Barıner'in
ifadeleri üzerine verilmişti. Kararı duyup iki gün boyunca kaçmayı başaran Altaylı, yakalanınca
ifadesinde “biri iki gün dinledikten sonra teslim olacaktım” dedi. Altaylı’nın telefonunda yapılan
incelemede yakalanıncaya kadar geçen iki günde ABD’deki 12 ayrı kişiyle 152 görüşme yaptığı
belirlendi. Bu görüşmelerin 53’ü CIA’nın eski yöneticilerinden Alan Fiers ile, 14’ü ise bizim
danışman ve “yaratıcı yönetmen” Rasim Bölücek ile yapılmıştı. Araştırma genişletildi, Altaylı ile
Bölücek arasındaki görüşmelerin 1159 adet olduğu anlaşıldı. Bölücek mahkeme safahatında
görüşmeleri doğruladı, “Enver Altaylı hiperaktiftir, günde 10 kez arar” diye gerekçelendirdi
durumu. Pek sıkı fıkıydılar.

Hoş, hangi ülkücü değildi ki? Bir başka ülkücü şöyle özetledi durumu: “Enver Altaylı'yla bir şekilde
görüşmüş olanlar bir adım öne çıksın talimatı verseniz, milliyetçilerin arasında arka sıralarda kalan
pek çıkmaz. Sadece milliyetçiler değil, özellikle sağın diğer partilerinin yönetici takımının pek çoğu
için geçerlidir bu…” Fethullah Gülen için de geçerliydi aynı bağlantı. Gülenle görüşmeyen sağcı
yoktu. Kemal Kılıçdaroğlu’nu, şimdilik, hariç tutuyoruz. Tabii, “görüşmesine gerek var mı” bir
sorudur. Yalnızca Rasim Bölücek değil, Kılıçdaroğlu'nun başka pek çok danışmanı “FETÖ
bağlantısı” iddiasıyla yargılandı, sorgulandı. Ülkede bunun pek çok davada mahkûmiyet için yeterli
bir illiyet bağı sayıldığını biliyoruz. Bakarız.

***

Gelelim danışmanın kankası Enver Altaylı’ya. O da bir ülkücü ve eski ünlü bir MİT’çi. 1977-1980
arasında MHP’nin Hergün gazetesinin başyazarı. Orta Asya cumhuriyetlerine Türkçülük yaymakla
görevlendirildi vaktiyle. Fakat Orta Asya’da onun yaymaya çalıştığı Türkçülüğü benimsemeye hazır
kimse olmadığını çabuk anladı. Orta Asya’da çalışırken CIA ile, belli ki Fethullahçılarla da,
yakınlaşmıştı. Bu bağları hiç koparmadı, korudu.

Orta Asya’daki CIA sorumlusu ise Ruzi Nazar’dı. Onun da çok ilginç bir hikayesi var. Nazar, bir
Özbek’ti, gençliğinde Komünist Parti üyesiydi. 1941’de Kızılordu’ya alındı. Kısa bir eğitimin
ardından Nazilere karşı cepheye yollandı. Savaşta Nazilere esir düştü. Naziler Ruzi’deki saf
değiştirme eğilimini görmüştü. Üzerinde çalıştılar, Nazi saflarına geçti ve Kızılordu’ya karşı
savaşmaya başladı. Hitler’in Türkistan Lejyonlarının en parlak isimlerinden biri olmuştu. Savaştan
sonra da Sovyet düşmanlığına devam etti. Amerika’ya yerleşti. Columbia Üniversitesi’ndeki
Ortadoğu Enstitüsü’nde çalışmaya başladı, burada birçok Türk diplomat ve devlet adamı ile tanışma
imkânı buldu. 1959’da Türkiye’ye atandı, uzun yıllar Ankara’da çalıştı. Sovyetler Birliği’ne karşı
Türkiye üzerinden yürütülen soğuk savaş faaliyetlerin planlayıcısı ve uygulayıcısı oldu.

Nazar, Enver Altaylı ile de bu dönemde tanıştı. Altaylı, Harp Okulu öğrencisiyken okul komutanı
Albay Talat Aydemir’in darbe girişiminden dolayı 1963’te okuldan atılan subay adaylarından
biriydi. Eğitimine İstanbul Hukuk Fakültesi’nde devam etti. Bir taraftan da Yeni İstanbul
gazetesinde çalışıyordu. “Baba dostu” dediği Ruzi Nazar ile de burada tanıştı. 1968’de onu MİT
Müsteşarı Fuat Doğu’ya tavsiye eden Ruzi Nazar’dı. Ülkücü Altaylı böylece CIA tavsiyesiyle MİT
ajanı olmuştu. Altaylı, 2013’te “Ruzi Nazar: CIA’nın Türk Casusu” adıyla bir de kitap yazdı,
komünizmle mücadele serüvenlerini anlattı. Bütün sağcıları birleştiren ortak paydadır.

Bütün bu tuhaf, ipten kazıktan kurtulmuş karakterler yıllar sonra cumhuriyetin kurucu partisi
CHP’yi yönlendirmenin bir yolunu buldu. Baş sorumlusu Kemal Kılıçdaroğlu’dur.

***

Malum, CHP’nin mevcut başkanı halka kurt işareti yapmayı çok seviyor. Yakın zamana kadar bunu
bir politikacı hoşluğu veya gevşekliği sananlar çoğunluktaydı. Fakat geçen gün “türbanı
yasalaştırma” videosunda masa üzerine özenle “Türkçülüğün Esasları” ve tesbih yerleştirildiği
görülünce anlaşıldı gevşeklikten kaynaklanmadığı. Bunlar Kılıçdaroğlu projesinin alamet-i
farikalarıydı. Bu Bölücekler, Ekmeledinler, Mansurlar, Akşenerler falan normal işler değil. CHP
genel merkezinde kime el atsak ya ülkücü ya Fethullahçı çıkıyor, rastlantı saymamız imkansızdır.

Adaylığa soyundu ya, Türk ve Müslüman olduğunu ispat etmeye çalışıyor aklı sıra. Peygamber
sülalesindenmiş de Türk soyluymuş da… Ama farkında değil, camiye imam, ülkü ocaklarına stajyer
militan aramıyor halk. Yaralanmış cumhuriyete merhem, tecavüz edilmiş laikliğe ilaç arıyor.

Öyle “Türkçülüğün Esasları”yla, türbanla falan olmaz o da. Danışman arıyorsa Zafer Toprak’ın
veya Taner Timur’un kapısını çalsın. Bizim Korkut Hoca var, müthiş çalışkandır. CHP genel
başkanına biraz laiklik, cumhuriyet, devrim tarihi ve solculuk öğretir. Yoksa biz vura vura
öğreteceğiz!

——————————————————————————
Çökmüş düzenin çürümüşleri
15.10.2022
ORHAN GÖKDEMIR

Cihat Yaycı… “Müstafi” general. “Eski rejimin” parlak bir subayıydı. Ama, talihsizliği, yükselişi
eski rejimin çöküş zamanlarına denk geldi. 2012'de Tuğamiralliğe terfi etti, aynı yıl Moskova askeri
ataşesi görevine getirildi. 2016'da Tümamiral oldu. Bir yıl sonra Deniz Kuvvetleri Komutanlığı
Kurmay Başkanı görevine atandı. Saray, neden bilinmez, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay
Başkanlığı görevinden alıp Genelkurmay Başkanlığı'nın emrine verince istifa edip ayrıldı.

Aslında parlaması da istifasının ardından ortaya çıktı. “Mavi Vatan” doktrinin iki teorisyeninden
biri oldu. Yanı sıra Türkiye-Libya arasındaki tartışmalı “Deniz Yetki Anlaşması”nın da mimarı.
Görevdeyken TSK’daki “FETÖ” yapılanmasını tespit etmek amacıyla “FETÖMETRE” adını
verdiği bir uygulama icat etmişti. İcadını “silah arkadaşlarına” uyguladılar, metresine uyan dört bin
kadarını kapı önüne koydular. Tasfiyecilerinin tasfiye memurudur.

Adı geçen “renkli vatan” teorileriyle ilgilenmediyseniz eğer, Sedat Peker’in açıklamalarından
hatırlayacaksınız; görevinden istifa edince soluğu Cihan Ekşioğlu’nun Paramount Oteli’ndeki
makamında almıştı. O ziyaretin fotoğrafında bir de yerli yersiz ulumasıyla ünlü eski MHP
Milletvekili Cemal Erginyurt vardı. Malum, otelin patronu Cihan Ekşioğlu, AKP’nin korumasındaki
seçilmiş patronlardan biri. Rusya’dan Dubai’ye, Libya’da Çeçenistan’a pek çok kritik bölgede
önemli yatırımları var. Sahibi ve yöneticisi olduğu EKBA holding iktidar tarafından kollanıyor.
İnşaat işlerinin yanında savunma sanayiine el atmış. Otel en önemsiz yatırımı anlayacağınız ama
nedense çok önemsiyor. Oteli eski sahiplerinden almak için tankla basmış mekânı, iddialar böyle.
Neden, önemi nereden kaynaklanıyor bilemeyiz?

Tahmin edebiliriz, burası diğer işlerini etkileyecek unsurlar için bir buluşma noktası. Oteli tank
marifetiyle fethettikten sonra “dünyaca ünlü” birçok ismin katıldığı doğum günü partileri, sosyete
eğlenceleri ve ağırlamalar gerçekleştirmiş. Belli ki fotoğraf çektirmeyi de seviyor; Süleyman Soylu,
Binali Yıldırım, Tuğrul Türkeş, eski Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit o davetlere katılıp yanında
poz verenler arasında. O tarihte günlüğü 100 bin liranın üzerinde olduğu söylenen otelden yolu
geçmeyen “Çok Ünlü Kişi” yok gibi. Konukları arasındaki Cihat Yaycı’yı “savunma sanayii”
işlerinden tanıdığını tahmin edebiliriz, otelin müdavimleri arasındadır, dostlukları mümkün ve
mantıklıdır.

İşte o Cihat Yaycı geçen hafta çıktı, durup dururken “ABD, Türkiye’yi NATO’dan çıkarıp, işgal
planı yapıyor” deyiverdi. Delili ne? Yunanistan’ın mülkiyeti tartışmalı bazı adaları silahlandırması.
Dediğine göre bu adalar Türkiye'yi işgal için silahlandırılıyormuş. “Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı
ABD kışkırtıyor” demeye getiriyor aklı sıra. Halbuki kendisi de Amerika’da eğitim aldı, o eğitim
sayesinde yükseldi. Yükseldiği yer ABD’ye bağlı bir NATO ordusudur. Egenin iki kıyısında da işler
uzun zamandır böyle yürüyor. Eğittikleri subayları birbirlerine karşı kışkırtırlar, tabii öncelikle
kendi halklarına karşı kışkırtırlar. NATO ordularının ilk görevi halklarının ayaklanmasına engel
olmaktır.

***

İddiasının bir temeli olsa bile sorumlusu yine Cihat Yaycı’nın “şanlı ordusu”dur. Şu kadarını
hatırlatalım; Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a askeri müdahalesinden NATO’yu sorumlu tutan
Yunanistan NATO’nun askeri kanadından ayrılmıştı. NATO için bu sıkıntılı bir durumdu, geri
döndürmek istediler ama dönüş için Türkiye’nin onayına ihtiyaç vardı. Yolu 12 Eylül cuntası açtı.
Evren ve Özal kafa kafaya verdiler, ABD’nin verdiği emrin gereğini yaptılar. Yunanistan böylece
yeniden NATO’nun askeri kanadına dönmüş oldu. Demek ki Yunanistan’ı, Türkiye’yi işgal
planlarının içinde rol alsın diye, NATO’ya şanlı ordumuz sokmuştur!

***

Kaldı ki Türkiye 1950’li yıllardan bu yana ABD tarafından işgal edilmiş ve NATO’ya dahil edilmiş
durumda. İşbirlikçi iktidarların onayı ve rızası sizi yanıltmasın, Türkiye işgal altındaki talihsiz bir
ülkedir. İşgal edilmiş olanın yeniden işgal edilmesi ise saçmadır.
Sovyetler Birliği her yeri işgal etmek üzereydi, ABD öyle iddia ediyordu. Amerikancı Adnan
Menderes hükümeti buna inanmaya pek hevesliydi. Ancak Türkiye bu açıdan henüz pek önemsiz
görünüyordu. NATO’ya giriş dilekçesi niyetine 1950'de Kore Savaşı'na asker göndermeye karar
verdiler. Sonra ülkedeki bir avuç Komünisti büyük tehlike olarak göstermek için uyduruk davalar
oluşturdular. 1951’de ülkede okur yazar kim varsa Komünist diye tutup cezaevine tıktılar. Türkiye,
Kore’de ölüme gönderilen evlatlarının ve tutuklanan bir avuç Komünistin yüzü suyu hürmetine
1952'de NATO'ya üye olmayı başardı. Ülkenin en talihsiz en karanlık günlerinden biridir.

Yalnızca 10 yıl sonra ülkedeki NATO haber alma tesislerinin sayısı 112'ye ulaşmıştı. Ülkenin 35
kilometrekarelik alanı NATO'nun denetimindeydi, Türk görevlilerin buralara NATO komutasından
izinsiz girmesi yasaktı. Dedikleri gibi Sovyetler Birliği’ni gözetlediler. Ama asıl eylemlerini
halkımıza karşı yaptılar. NATO ve yerli işbirlikçileri, ülkeyi işgal ettikleri günden bu yana on
binlerce yurttaşımızın öldürülmesinde doğrudan rol oynadı. Yani ABD, Türkiye’yi NATO’ya
sokarak da işgal etmeyi başarmış bir güçtür.

Peki nedir bu yersiz açıklamanın nedeni? Malum, “Mavi Vatan” teorisyeni generalimiz uluslararası
suları işgal ederek “vatanın” sınırlarını genişletme düşü kuruyor. Bir nevi “karadan yapamadık,
denizden deneyelim bari” tutumu bu. Demek ki denizlerin ve adaların silahlandırılmasında değil
sorun. İşgal eden, silahlandıran ABD olsa gıkını çıkarmayacak. Yunanistan’ı gözüne kestiriyorlar
oldum olası, oradan yürütmek istiyorlar emperyal planlarını. Bu çıkışlar bir yandan da bu “müstafi”
eski rejim bakiyelerine düzenle yeniden bağ kurma olanağı doğuruyor. Rejim değişti ama
Amerikancılık baki kaldı çünkü. Amerika Türkiye’yi zaten işgal etmemiş gibi konuşmak zorunda
haliyle. Bir tür “hizmete hazırım” dilekçesi veriyor yeni düzene. Mavi Vatan yolu açmadıysa, ABD
işgal planı açar. Zaten Tayyip Erdoğan da “bir gece ansızın geliriz” demiyor mu karşı yakadaki
muhataplarına? Eski generaller gerekçe yaratmak üzere görev başında!

***

Düzene açılan bir yol hep var yani. Ergenekon Davasında en direngeni Mehmet Ali Çelebi’ydi.
Ödüllendirdiler, CHP’den vekil atadılar. Sonra her tarafı oynamaya başladı, devlete muhalif rolü
oynamayı bünyesi kaldırmıyordu çünkü. Önce, “Bu kriz ortamında zaman kaybetmemek, güçlü
liderlik için Cumhur İttifakı dedim” dedi, sonra AKP’nin kapısını çaldı, tutarlılık arıyordu. Normal
bu da. Artık devlet AKP veya Cumhur İttifakı’dır. Çelebi’nin temsil ettiği değerler açısından tutarlı
olan da bu devlet ittifakıdır. Böylece kendi tutarsızlığından da arınmış oldu. Orduyu eski ordu,
devleti eski devlet sanıyordu çünkü. Ordu ayaktaymış gibi davranıyor, her gün şehit sayımı
yapıyordu. Öyle olmadığını anlayınca ordusu olanın safına geçti. Devletten geldi devlete döndü,
emir eridir. Ne cumhuriyeti bilir ne laikliği, başka türlüsünü düşünemeyiz.

***

Aralarında başından tutarlı olanlar da var. CHP’de mikro iktidarı ele geçirdikten sonra “laiklik
tehlikede diyemem” diyen Kılıçdaroğlu haklıydı aslında. O iktidarını kurduğunda, laiklik çoktan
cami avlusuna terk edilmişti. Laiklik yıkılınca cumhuriyete de ihtiyaç kalmadı, İslamcılar gelip son
kazmayı vurdu. Yıkıcı kazmaların gürültüsünde oturmuştur kurucu partinin genel başkanlık
koltuğuna. Kazmalara borçludur. Ne yapsın, yıkılmamış gibi mi davransın, “anayasaya aykırı ama
evet diyeceğiz” demesinden belliydi yeni döneme uyum sağladığı.
Artık yıkılmış cumhuriyetin üzerine dikilmeye çalışılan gecekondunun bir uzantısıdır. O
gecekonduya, sahibine ve rejimine bir itirazı yok haliyle. Aslında hiç kimseye bir itirazı yok. Sırf
ABD’de olduğu için Ukrayna’nın yanında savaşa girecek kadar itirazsızdır. Yeni rejim itirazsızlar
rejimidir.

Uyumda eksiklikleri var, tamamlamaya çalışıyor. Bir elemanına “seyit” ilan ettiriyor kendini, diğer
elemanı halis Türk olduğuna yemin ediyor. Utanmasa çıkıp Alevi olduğunu da inkâr edecek. Hoş
sorun kalmadı zaten, bir kültürel renkten ibarettir artık.

***

“Her gün bir yerden göçmek ne iyi. / Her gün bir yere konmak ne güzel. / Bulanmadan, donmadan
akmak ne hoş. / Dünle beraber gitti, cancağızım, / Ne kadar söz varsa düne ait. / Şimdi yeni şeyler
söylemek lazım.” Söylenenlere bakılacak olursa bu dizeler Mevlana’nındır, aslına bakılırsa
bugünün “diline” çeviren A. Kadir’indir. Nazım Hikmet, “Harikulade güzel, değil mi? Büyük
Celaleddin Rumi ilk defa Türkçe konuştu. Hem de nasıl konuştu” diyerek selamlıyor bu dizeleri.
Ama biliyoruz, Mevlâna hiç Türkçe konuşmamıştır.

Buradayız şimdi; düne ait sözler dünle gitti, rejim değişti, cumhuriyet yıkıldı, laiklik sizlere ömür.
Yıkılanı onaramazsınız, gideni geri döndüremezsiniz, çökeni oylarınızla ayağa kaldıramazsınız.
Oyalanmaya, ayak sürümeye, kurtarıcı beklemeye gerek yok öyleyse. Demek ki şimdi yeni şeyler
söylemenin tam zamanıdır.

Yenisi ise şu: Eskiye geri dönemezsiniz ama ileriye, yeniye sıçramanız mümkündür. Oy vermeniz
yetmez yalnız, dizlerinizin üzerinde doğrulacaksınız, yan yana geleceksiniz, örgütlenip devasa bir
organizmaya dönüşeceksiniz.

Çökmüş düzenin çürümüşlerine umut bağlamayı bırakın, ayağa kalkın. Laik cumhuriyet yıkıldı,
yenisini kurmak isteyen buyursun gelsin.

——————————————————————————
Sis burnu!
22.10.2022
ORHAN GÖKDEMIR

Abdülhamitlerin ikincisi, tahta çıkmadan önce ülkeyi meşrutiyetle yöneteceği yolunda “senet”
vermişti. Senedin sebebi basit, aydınlarımız iktidar olmuştu, senet vermezse tahta çıkması mümkün
değildi. Tahtını aydınlarımıza borçludur.

Saltanatının ilk günlerinde senede uyar gibi davrandı. Anayasayı, Kanun-i Esasi, ilan etti, iktidarının
sınırlandırılmasına razı oldu. Ne var ki koltuğa yerleştikçe ikiyüzlülüğü ortaya çıkmaya başladı. İlk
işi meşrutiyetin mimarları Mithat Paşa’yı sürgüne göndermek oldu. Sonra anayasayı rafa
kaldırmanın bir yolunu buldu, az zamanda bir otokrata dönüştü. Evleri bastırdı, itiraz edenleri
sürgüne gönderdi, gazeteleri kapattırdı, toplantıları yasakladı. Kimsenin nefes almasına imkân
vermeyen bir baskı rejimi kurmuştu, şimdi “istibdat” diyoruz.
Çok güçlü sanabilirsiniz, diktatörlüğünün kaynağı sınırsız korkusuydu. Çok korkaktı, haliyle çok
kuruntuluydu. Kendinden önce gelen Aziz’i öldürmüşler, Murat da ölüm korkusuyla aklını
yitirmişti. Haliyle o da gölgesinden korkarak yaşadı. Korkusunu elinin yettiği her yere yaydı.
Rejiminin dayanağı hukuksuzluğa dayalı özel mahkemeleri ve “zaptiye” örgütüydü. Alabildiğine
yaygınlaştırdığı “jurnal” mekanizması, Cimer, bütün ülkeyi sımsıkı sarmıştı. Ancak bu zalim sultan
kan dökmekten de korkuyordu. Saltanatı boyunca az sayıda idam cezasına onay verdi, öldürmek
yerine muhaliflerini maaşa bağlayıp memuriyet verdi. Memuriyet verdiklerini mülkünün en uzak
köşelerine yollamaya özen gösterdi. Maaşa bağlamanın öldürmekten daha verimli bir yol olduğunu
fark etmişti. Ülkeyi sızdırmaz bir “istibdat” rejimi altında yönetmekle tahtını ve mülkünü
koruyabileceğini düşünüyordu.

Tabii rejiminin en önemli dayanağı sansürdü. Onun döneminde zaten dedelerinden bakiye saray
sansürü akıl almaz boyutlara ulaştı. Yalnız gazeteler, dergiler ve kitaplar değil tramvay biletleri,
ilanlar, konyak şişesi etiketleri sansürünün ilgi alanındaydı. Dönemin tek haberleşme aracı telgraf
da sansürden kaçamamıştı. İddiasına göre böylelikle Osmanlı toplumunu dışarıdan gelecek mikrop
ve hastalıklara karşı koruyacaktı.

O sırada yandaşa basınını da kanatları altına aldı. Ismarlama yazılar yazan saray gazetecileri el
üstünde tutuluyordu. Bugünkü RTÜK’e benzer bir dizi sansür kurulu oluşturdu. İlki “Matbuat
Müdürlüğü”ydü. Bu müdürlük, Dahiliye (İçişleri Bakanlığı) ve Hariciye Nezareti’ne (Dışişleri
Bakanlığı) bağlı birimlerden oluşuyordu. Kurulun üye sayısı sansür ihtiyacına paralel olarak arttı.
Görevli sayısı arttıkça sansür arttı, basılı gazete ve kitap sayısı azaldı. Üyeler boş kalınca sigara
kâğıdı ve kibrit kutusu kapaklarındaki resimleri sansür etmeyi iş edindiler. Ne var ki bir süre sonra
kitap sansürü kurulu da yeterli gelmemeye başladı. 1897’de “Tetkik-i Müellefat Komisyonu”,
1903’te “Kütüb-ü Diniyye ve Şeriyye Tetkik Heyeti” oluşturuldu. Bu kurullar sansürden geçmiş
kitapları bir kez daha incelemekle görevliydiler. Denetim ve sansür çok basamaklı bir yapıya
kavuşmuştu artık.

***

Ne oldu peki ne elde ettiler bu yolla? Sansür memurları reislerinden daha korkaktı. İşi dolaylı
sözcükleri yasaklamaya vardırdılar. Neredeyse dildeki sözcüklerin yarısı sakıncalılar listesindeydi.
Hürriyet, vatan, millet, zulüm, adalet zaten yasaktı. Bunlara suikast, anarşi, dinamit, dinamo,
infilak, kargaşalık, Kanun-u Esasi, müsavat, istibdat, beynelmilel, veliaht, cumhuriyet, mebus,
yıldız ve burun eklendi. “Burun”un padişahın büyük burnuna bir gönderme olduğundan
şüpheleniliyordu. “Tahtakurusu”, “tahtı kurusun” biçiminde okunabilirdi, üstü çizildi. Devletin
resmî gazetesi Takvim-i Vekayi, “Hollanda kraliçesine bir nişan itası”nı (verilmesini) konu alan
haberdeki “nişan itası” sözü “nişan hatası” olarak çıktığı için kapatılmıştı. Saraya verilen jurnale
göre, böylelikle 12 yaşındaki bir çocuğa nişan verilmekle hata edildiği ima ediliyordu. Resmî gazete
hürriyetin ilanına kadar bir daha çıkmayacaktı. Eserlerini sansürün kuşa çevirdiğini gören yazarlar
yazmayı, gazeteciler gazeteciliği bırakmıştı.

“Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için


yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmayan vaatler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetli kuşkularla duygusu körleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gelmeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...
Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!”

Büyük şairimiz Tevfik Fikret’in Hamit istibdadına isyanıdır bu. Şair, Sis’le sisi dağıtmış, istibdada
direnişin türküsünü yazmıştır. Her yasak beraberinde direnişi getirir çünkü. Sansürün ağır ikliminde
yetişen kuşak da gizli toplantılarda “evrak-ı muzırra” sayılan yayınları okuyarak direnişi bir ayine
dönüştürecektir. Sonunda ayaklanacak, silahı “burun”a dayayacak, Meşrutiyet’i ilan ettirecek ve
Cumhuriyet’in kurucu kadroları arasında yer alacaklardır.

***

24 Temmuz 1908’de kırdılar istibdadın burnunu. Derdest edip Selanik’e Alatini Köşkü’ne
postaladılar. Yaklaşık otuz yıl süren hafiye düzeni, hürriyetin ilan edilmesiyle sona ermişti.
Gazeteciler o gün Sirkeci Garı’nın karşısında toplanarak, sansür memurlarını gazetelere sokmama
kararı aldı. Sabaha kadar gazetelerde sansüre karşı nöbet tutuldu. Ertesi gün hürriyet gelmişti
ülkeye, sansür yasaklanmıştı, basın hürdü artık. O gün bugündür istibdadın burnunun kırıldığı o
günü basın bayramı olarak kutluyoruz.

Bitti mi peki baskının sisi istibdat yıkılınca. Ne gezer. Bir gerici sınıf yıkıldı, yeni bir gerici sınıf
geldi oturdu koltuğuna. Yeniler de tıpkı eskileri gibi aydınlıktan dehşetli korkuyordu. Yazarlar,
çizerler yine kovuşturuldu, kovalandı. Nazım Hikmetler, Aziz Nesinler, Hasan İzzettin Dinamolar
kaldı bu kez sisler içinde. Abdülhamit çoktan kavuşmuştu tanrısının cennetine ama onunkine
benzeyen bir burun arada uzanıp karalamaya çalışıyordu yazılanın, çizilenin üstünü. Fikret’in şiirini
gizlice okuyanlar gitti, Nazım’ın şiirini gizlice okuyanlar geldi yerine, baskı da direniş de hep
sürdü. Burun hâlâ arada uzuyor, basına, yazara, düşünüre yasak getirmeye çalışıyor. Aynı sistir bu,
biliyoruz, bileniyoruz.

***

Görüyorsunuz, içinden geçtiğimiz gericilik döneminin bütün uygulamalarının kökeni mutlaka


münasebetsiz bir buruna dayanıyor. Yolsuzluk, uğursuzluk, baykuşluk ayrı, hafiye düzeni ve sansür
de çok benziyor o dönemin uygulamalarına. Burun demek suç, koruma ordun var demek, sarayının
büyüklüğünü hatırlatmak kabahat. Bir sürü sansür kurulu vardı, yetmedi, nefes alamayalım diye bir
de yasa çıkardılar üstüne. Neyi neden yasakladığını yasayı çıkaranlar bile bilmiyor. Sistir.
Ama biliyoruz, Temmuz fırtınası gelir yine, sis eninde sonunda dağılır. Özgürlük döner gelir
vatanımıza, son verir aklın tutsaklığına. “Burun”un talihsizliğidir bu.
Tarihimizin dediğidir; İstibdat varsa, sansür varsa hürriyet de vardır. Monarşi varsa eninde sonunda
cumhuriyet çıkar karşısına. Her kralın bir Robespierre’i, her sultanın bir Talat’ı, her çarın bir
Lenin’i vardır. Gün olur, devran döner, yıkılır bu saraylar, bu saltanatlar.

Haykırıyoruz öyleyse; “Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; Örtün, ve sonsuz uyu,
ey dünyanın koca kahpesi!” Dağılacak sis, sis burnuna aydınlık gelecek. Öyleyse kahrolsun istibdat
ve yaşasın hürriyet!

——————————————————————————
İslam cumhuriyeti!
29.10.2022
ORHAN GÖKDEMIR

İran’da gördünüz, Şeriatçı İran İslam Cumhuriyeti'nin muktedirleri başı örtme zorunluluğuna
direnen kadınlar karşısında ne yapacağını şaşırdı. Kadınlar yırtıp attı İslamcıların başlarına
geçirmek istedikleri çadırı. Mollalara bakılacak olursa kadınların direnişi Allah’a karşı bir savaş.
Çünkü, onlara göre, kadınlardan başlarını örtmelerini Allah istiyor. Direnişçileri, bu savaştan dolayı,
idam cezası ile yargılayacaklar ömürleri yeterse. Her şeye muktedir tanrıları, bırakın emirlerini
uygulatmayı, kendine savaş açanları cezalandırmayı bile mollalara bırakmış durumda yani. Bu iş
bölümü, İran’da gerçek muktedirin kim olduğunu gösteren güçlü bir işarettir.

Molla neden tanrısının temsilcisi gibi davranıyor peki? Çünkü molla sadece dinde önde gelen değil,
Allah’ın gücünü kullanan bir iktidar odağı. İran’ın toplumsal hayatını düzenleyen Allah aslında
molladır. Biliyoruz dinde vasal ilişkisi hep var. Baş örtüsü savaşı gibi görünün şey aslında bir
iktidar savaşıdır demek bu. Tabii her durumda dinsel anlamları var, haliyle mollalar yenilirse
tanrıları da yenilecektir, kesindir.

Sınıf savaşının din savaşı gibi görünmesi yeni değil. Ortaçağ’da her şey, İran’da olduğu gibi, dinsel
bir kabuğa bürünmüştü. Kilise dini bir kurum olarak görünse bile gerçekte acımasız toprak sahipleri
sınıfını temsil ediyordu. Sonunda, Fransa’da devrim patlak verdiğinde, devrimciler en sert
müdahaleyi kiliseye yaptı. Ellerinde avuçlarında ne varsa el koydular ve papazları ahır temizlemeye
gönderdiler. Devrim ile dinin karşı karşıya gelmesi iş olsun diye değildir. Din her zaman egemen
sınıfın saflarındadır. Cumhuriyet işte bu yüzden laiktir. Onun temel ilkelerinden biri olan “din ve
vicdan özgürlüğü” de halkın kiliseye karşı güvencesidir. Kilise bundan böyle kimin neye
inanacağına karar veremeyecek, halkı kendi inancına katılmaya zorlayamayacaktır.

Bu durumda tekrar sormalıyız; Şeriat ile cumhuriyet yan yana gelebilir mi? İran’dan yola çıktık
madem, şöyle somutlayalım: bir İslam cumhuriyeti mümkün olabilir mi? Olmaz, mümkün değildir.
Olsa olsa, şeriatçı veya İslamcı, teokrasi olur. Ne demek? Siyasetin yerine din geçecek, iktidar
yetkisini dinden alacak. Egemenlik halkın değil, sözde, tanrının olacak. Halktan değil ümmetten
yola çıkılacak. Cumhuriyet ise dinden özgür, “vicdanı hür”, yurttaşları varsayar. Vicdanı hür yurttaş
olmadan halk olur mu? Ümmetten halka varamazsınız. Demek ki cumhuriyet ile şeriatı yan yana
getirmemiz mümkün değildir.

Sırf monarşinin iktidarının kırılması cumhuriyet için yeterli değildir öyleyse. Bunun yanında dinin
iktidarının da kırılması gerekir. Sadece İslam cumhuriyeti değil, Hıristiyan veya Budist cumhuriyeti
de imkansızdır. Cumhuriyet “aklı hür, vicdanı hür” yurttaşları varsayar. Anlamı şu; İnansa bile
inancını herkese dayatabileceği bir dogma saymayacak, vicdanı özgür olacak, neye neden
inanacağına kendisi karar verecek. Devlet de yurttaşını herhangi bir dine inanmaya zorlamayacak.
Bu durumda cumhuriyetin mümkün olabilmesi için, her yurttaşın dilediğine inanabileceği ortamın
yaratılması, her yurttaşın din karşısında özgür kılınması gerekir. Şartı ümmet olmayı, kulluğu
reddetmektir. Demek ki laiklik olmadan cumhuriyet mümkün değildir.

***

Laik cumhuriyetin arkasında uzun toplumsal-siyasal mücadeleler var. 1908, hürriyet, bir ara
aşamaydı, monarşiyi sınırlandırdılar, sultanı derdest edip sürgüne gönderdiler ve dinin etkisini
kırdılar. Arkasından kadının özgürleşmesi adımları geldi. Üniversiteler akılcı ve bilimsel bir yol
tutturmaya çalıştı. Sosyoloji çağıdır. İktidar yönünü halka dönmüştü. Halka dönmek, modern
sınıfların olgunlaşmadığı tarihsel şartların zorunlu bir sonucudur.

İyi ama halk nerede? İşçi sınıfı henüz ortada yoksa halk da yoktur. Halkçılık, imkansızı yaratma
girişimidir, büyük çaresizliktir ve büyük bir cesaret gösterisidir.

Halkçılığın kaynağı olan Rus popülizmi, Narodnizm, bir köylü devrimi ideolojisiydi. Narodnikler
otokrasinin kaldırılmasından ve toprağın köylüye verilmesinden yanaydı. Kapitalizmin Rusya'da bir
sapma olduğuna, gelişme olasılığı bulunmadığına inanıyorlardı. Bu nedenle devrimci güç olarak
köylüyü görüyorlardı. “Halka doğru” gidiyorlardı ama gerçekte gittikleri halk köylülerden ibaretti.

Çaresizlik, silaha sarılmak şeklinde nüksetti. Narodnik Dimitri Karakozov, 1866’da, Çar’a karşı bir
suikast girişiminde bulundu, başarısız oldu, bedelini hayatıyla ödedi. Beklediklerinin tersine,
köylüler bu Narodnik eylemle pek ilgilenmiş görünmüyorlardı fakat gençler etkilenmişti. Binlerce
öğrenci sosyalizm propagandası yapmak için Rusya’nın kırsalına akın etti. Köylüler şaşkın,
kendileri gibi olmaya çabalayan şehirli çocukları izliyordu. Daha cevvalleri polise koştu, kendilerini
kurtarmaya gelen gençleri ispiyonladı. Gençlerin çoğu polis tarafından avlandı, yıllarca hapis yattı.
Dramatiktir ama cüretlidir.

Sonra öğrendiler, monarşiyi devirmek için başka türlü bir irade ve başka türlü bir malzeme
gerekliydi. Kurtuluş köylerde değil, şehirlerde, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi
olmayan işçilerdeydi. 1908 ve 1923, 1905 ve 1917 ve tabii Çin’de 1949 Narodnizmin paltosundan
çıkmıştır.

Cumhuriyet, 1908’de yarım kalanı devraldı, tamamlamaya koyuldu. “Köycülük”le başlaması,


“halka doğru” yönelmesi pek manidardır. Ne yazık ki halkçılık her zaman halktan öncedir.
Hikâyesini Yakup Kadri yazmıştır; “Yaban” bir halk yaratmak üzere yönünü köye ve köylüye
dönmüş aydının trajedisidir.

***

Ne tuhaf; İslamcılık ve Türkçülük de 1908 devriminin paltosundan çıktı. Cumhuriyet de öyledir,


aynı ortamın, aynı hürriyetin ürünü oldular. Fakat İslamcılar ve Türkçüler 1908 ve 1923’e hep şaşı
baktılar. Karşı devrimci 31 Mart gerici ayaklanması onlar için devrimden daha ilham verici oldu.
Bugün de kol kola cumhuriyetin mezarını kazmayı sürdürüyorlar.
“Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar, eğildi, durdu.
Bıraksalar ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı…”

Unutulmasın, Sosyalist-Komünist hareket de 1908’in paltosundan çıktı. Selanik’te yayınlanan


“Amele” dergisi bir başlangıçtı. İlk 1 Mayıs orada kutlandı. İstanbul’daki muadili “İştirak”ti.
Batıcılık, ilericilik ve gericilik gibi kavramlar Abdullah Cevdet’in “İctihad” dergisinin getirisiydi.
İctihad kadın haklarını ve ailenin modernleşmesini savundu, medreseye karşı tavır aldı, laik bir
toplum anlayışını savundu. Arap abecesinin Latin abecesi ile değiştirilmesi İctihad’da tartışılmıştı
ilk, müthiş bir fikri sıçramadır. Bununla birlikte Sosyalist-Komünist hareket, İslamcıların ve
Türkçülerin tersine, hep cumhuriyetçi oldu. Kurtuluş Savaşı’nın şiirini Komünist şair Nâzım
Hikmet’in yazmasını rastlantı sayamayız.

Hürriyetle cumhuriyet arasında bütün dengeleri altüst eden Balkan Savaşı var. İslamcılara göre,
Balkan Savaşı ile Hıristiyanlık Müslümanlığa saldırmaktaydı. Bu harp, İslamiyet’in prensiplerinden
ayrılmış olan Türklere Allah’ın verdiği bir cezaydı. Türkçülere göre bu savaş kolektif vicdanı
uyandıracak ve yaratacak bir şoktu. Türklerin ölümden kurtulmasının tek yolu milliyetlerini idrak
etmesiydi. Batıcılara göre asıl düşman Balkanlar'da değil içerideydi; perişanlığımızın sebebi
cehalet, gerilik, uyuşukluk ve hurafelere inanıştı. Bugünkü uzantılarından farklı olarak, bu
tartışmaları yapanlar, bu tartışmada taraf olanlar, yol açanlar, dövüşenler, düşenler meşrutiyet
aydınlarıdır. Varlığımız onlara borçluyuz. Cumhuriyetin yıl dönümünde her birini minnetle,
saygıyla selamlıyoruz.

***

Geldik bugüne. Cumhuriyet, hükûmet başkanının, halk tarafından belli bir süre için ve belirli
yetkilerle seçildiği yönetim biçimi. Demek ki usul şu: Yönetimi herhangi bir âdeme
vermeyecekseniz. Hiç kimse orada sonsuza kadar kalmayacak. Kendisini ülkenin sahibi
sanmayacak…

Gerekçesi sağlamdır. Kant tanrıyı tahtından indirmişti, Robespierre buna dayanarak kralı tahtından
indirdi. Cumhuriyet ortaya çıkışından bu yana bir taht devirme işidir. 16. Louis ve Kraliçe Marie
Antoinette’in bıraktığı boşlukta yeşerir cumhuriyet. Kral varsa, kraliçe varsa, sultan varsa
cumhuriyet yoktur. Haliyle Fransız Devrimi ile başlayan dönemi, dünyada bir halk olma döneminin,
mücadelesinin başlangıcı sayıyoruz. Bir kamusal alan yaratma ve o alanda aristokrasinin, kilisenin,
dinin etkisini sıfırlama mücadelesidir cumhuriyet. Demek ki cumhuriyet “fıtratı gereği” laiktir. Biz
de cumhuriyeti kurarak, sarayın, sultanın, şeyhülislamın alanından çıkıp seküler yeni bir alanda bir
araya gelerek “respublic” olduk. Cumhuriyetimizin özeti budur.

***

Peki, İslam cumhuriyeti olur mu? Monarşinin alternatifi teokrasi değildir. Aklı ve vicdanı
özgürleştirmeden, esası hürriyettir, cumhuriyet olmaz. Ümmetçiliği, bağımlılığı, kulluğu
dağıtmadan yurttaş yaratamazsınız çünkü.
Ama evet yıktılar cumhuriyeti. Yıkılmış imparatorluğu ayağa kaldırdıkları, kovalanmış padişahı
canlandırdıkları, hilafet ruhunu uyandırdıkları ise tartışmalıdır. İmkânı var mı? Yıkılan yıkılmıştır
ve çöken çökmüştür. Yenisini kurmak için ise sadece yeni bir sınıfın devrimci dehasına ihtiyaç var.

Yüzüncü yılında cumhuriyet bizi çağırıyor. Kutlu olsun!

——————————————————————————
Benim üniversitelerim
05.11.2022
ORHAN GÖKDEMIR

İlk baskısı 1968’de. Ben aldığımda “1984 Yaz” notu düşmüşüm üzerine. Demek ki kapısına
dayanmamız üniversite yıllarındadır. 12 Eylül karanlığı çökmüştü ülkenin üzerine. Üniversitede
üniversiteyi arıyorduk. Yalçın Küçük’ü bulmuştuk, tek başına üniversiteden fazlasıdır. Oradan
Doğan Avcıoğlu’na uzandık. “Osmanlı toplumu” tartışıyorduk, “Türklerin Tarihi” bu konuda da çok
farklı şeyler söylüyordu, üniversite kalitesindedir. Haliyle bizler, üniversiteyi karanlıkta el
yordamıyla bulanlar, Doğan Avcıoğlu ve Yalçın Küçük üniversitelerinden mezun olmayanın vatanı
anladığına inanamayız. Üniversitelerimizdir ve tabii aydın tarihimizin iki önemli basamağıdır.
1968’li “Türkiye’nin Düzeni” ise hâlâ yaşsızdır. Düzenin alt başlığı “dün, bugün, yarın”dır ve
biliyoruz, yazılanlar dünden çok yarına ilişkindir.

Yazarak olmaz tabii bunlar, yazdığına inanmak, haliyle uygulamaya teşebbüs etmek gerekir. Bizim
için üniversite, aynı zamanda pratik bir iştir çünkü. İkisi de teşebbüs etmiştir, başarıp
başarmadıkları konusu ayrı, tartışırız, vaktimiz var. Bunun ötesinde iki portredir ve şimdi tek portre
olarak okuyabileceğimizi biliyoruz.

“Doğan’la bir tarihte


Bu, şimdi yaşadığım mor sahillerde
Üçer beşer yaşındaki oğullarını gördüydüm
Dudaklarında birer kibrit çöpü
Ve elleri arkalarında
Yürüyorlardı kumları tekmeleyerek
Babalarının arkasından…

Babaları da arkasında olup bitenden habersiz


Dudaklarının ucunda cigara, sarkmış öyle külü
Elleri arkasında yürüyordu kumsal boyunca
Düşünceli düşünceli
Memleketi nasıl kurtarayım diye
Ölmek için…”

Portresinin Can Yücelcesidir bu, memleketi kurtarmak için ölmeye hazır bir aydın portresidir,
yerindedir.

Tabii, memleketi kurtarırken ölmeyi düşleyenler kurşunla ölmeyi hayal eder. Ama Doğan
Avcıoğlu’nu kurşundan önce kanser yakalamıştır. “Hep cepheden bir kurşuna karşı önlem aldım,
kanserle arkamdan hançerlendim” demiştir öğrenince. Arkadan hançerleyen düzendir, kanser,
yapılmamış, yapılamamış devrimlerin bedelidir.

Ama devrim yapılamamış olsa bile hazırlıkları var. Hazırlıkları ise bizim üniversitelerimizdir.

***

Devrimsiz üniversite olur mu? Doğan Avcıoğlu bir devrimciydi. Yönünü kaybetmiş ülkesine yön
arayışıydı hayatı. Sonunda yönü bulmuş ve vatanın yola ancak devrimle sokulabileceğini görmüştü.

Çok çalıştı, çok üretti. Sadece kitapları ile değil kurucusu ve yazıcısı olduğu dergilerle bir döneme
damgasını vurdu. “Yön” ile büyük bir aydın hareketinin öncüsü ve taşıyıcısı oldu. “Devrim” ile bir
aydın hareketi yaratmaya koyuldu. Araştırırken ve yazarken hep devrimi düşünüyordu. Genç
cumhuriyetin eksik bıraktığı “Türklere bir tarih oluşturma” işini neredeyse tek başına omuzlamıştı.
Kurtuluş Savaşı'nın tarihini yazmak gibi devasa bir işin altından başarıyla kalkmış, “Türkiye’nin
Düzeni” ile Tanzimat’tan bu yana ülkenin yön arayışının çarpıcı bir tablosuna yapmıştı. Bütün bu
dönem boyunca sadece yazdıkları ile değil, yaptıkları ile de aydın hareketinin en önemli
figürlerinden oldu. 1960’lı yıllar, ancak Doğan Avcıoğlu ile birlikte bakıldığında anlaşılabilir.

***

Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinde doğdu. Nüfus kütüğüne göre adı Mehmet Erdoğan. Babası
ve annesi öğretmendi. Bursa Erkek Lisesi’ni ve İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Paris Siyasal
Bilimler Okulu’nda mastır yaparken bir yandan da Aydın Yalçın’ın “Forum” dergisine yazdı.
Paris’ten sonra bir süre Londra’da kaldı. Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde asistan
oldu dönüşte. 1956’dan itibaren Metin Toker’in haftalık “Akis” ve “Kim” dergilerinde, sonra
“Ulus” gazetesinde makaleler yazdı. 1957’de CHP Araştırma Bürosu’nda çalıştı. 27 Mayıs 1960
askeri müdahalesinden sonra Kurucu Meclis’in Temsilciler Meclisi’ne üye seçildi. 1961
Anayasası’nın hazırlanmasına katkıda bulundu. 1961’de Mümtaz Soysal ve Cemal Reşit
Eyüpoğlu’yla birlikte kurduğu haftalık Yön dergisiyle siyasal düşünce ortamının yeniden
şekillenmesinde etkin rol oynadı. Yön dergisi “Kemalist Sosyalizm”in izindeydi. Kemalist devrimin
kazanımlarını savunan ve bunu sosyalizme taşımayı amaçlayan görüşleri büyük bir aydın hareketine
dönüştü. 20 Aralık 1961’de, derginin ilk sayısı için hazırlanan ve 1042 kişinin imzaladığı “Yön
Bildirgesi” ülkenin siyasal tarihinin en önemli aydın çıkışlarındandır. 1962’de kurulan Sosyalist
Kültür Derneği’nin önde gelen isimlerinden biriydi. Ona göre “Yön” bir arayıştı; zamanla yönün ne
olduğu belli olmuştu. Ülkeye yeni bir devrim gerekiyordu. 1969’da haftalık “Devrim” dergisini
çıkarmaya koyuldu. Devrim’de, devrimin Kemalist aydınların yol göstericiliğinde ve Kemalist
“genç subayların” öncülüğünde geniş bir cephe tarafından Milli Demokratik Devrim olarak
gerçekleştirilebileceğini söylüyordu.

Ancak, o sırada, Kemalizm çoktan tarihin dehlizlerinde yitip gitmişti. Avcıoğlu devrime hazırdı, ne
var ki ülke bambaşka bir yöne doğru meyletmeye başlamıştı. Karşıdevrimci güç daha hazırlıklıydı,
1960’ların ilerici dalgası, 12 Mart’ta bir askeri darbeyle durduruldu. Darbenin ardından orduyu
başkaldırmaya teşvik ettiği iddiasıyla tutuklandı, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’ne tıkıldı. Yattı,
çıktı. O hayal kırıklığıyla, 1973’te, “pratik” işlerden çekildi. 1960’lı yılların dalgası henüz geri
çekilme noktasında değildi. Gelişmeler o askeri darbenin setini de yıkıp geçecekti. Bambaşka bir
isyandı bu. Arkasından 12 Eylül geldi; devrimci doğanları yutacak uzun gericilik döneminin kapısı
sonuna kadar aralanmıştı. Doğan’ı işte o karanlık yıllarda kaybettik. Demek ki benim bulmam
kaybedişimizin ardındandır.

***

Üniversite dememiz abartı değil. Hep yol açarak ilerledi. Cumhuriyetin devrimci döneminin
kapanmasıyla baş gösteren ağır bir gerici karanlık dönemin içinden sıyrılıp geldi. Solcu olmanın,
ilerici bir tutum takınmanın cezasının işkence, işsizlik, açlık, sürgün, hapis olduğu o dönemde bize
Sosyalizmi, Kürt sorununu, Nâzım Hikmet’i öğretti. Cumhuriyetin yarım bıraktığı işleri hırsla,
inatla, ölümüne çalışarak tamamlaya çalıştı. “Milli Kurtuluş Tarihi”, “Türkiye’nin Düzeni”,
“Türklerin Tarihi”, bunlar bir halk yaratmanın, ulus olmanın büyük entelektüel arayışıydı.

Avcıoğlu cumhuriyetin ilerici birikimlerinin bir temsilcisiydi. Gericiliğin Türkiye’deki egemen


sınıfların temel tercihlerinden biri olduğunu her fırsatta söylüyor, yazıyordu. O bunları anlatmak
için çırpınırken ülke hızla gericileşiyor, düzen cumhuriyetin kazanımlarından vazgeçiyordu. Çünkü
kapitalizmin yoluna girmiş, emperyalizme bağımlı olmuştu. Öyleyse gericileşmenin
durdurulmasının yolu emperyalizme ve kapitalizme direnmekten geçiyordu. O şartlarda istiklal ve
cumhuriyeti müdafaa mecburiyeti doğmuştu, müdafaa etti. Doğan Avcıoğlu fikriyatı ve pratiği
budur.

Şöyle demişti yıllar önce: “Atatürk devrimleri hızını kaybettiğinden beri, Türkiye’yi, başta
bulunanlar kim olursa olsun, toplumun en muhafazakâr kuvvetleri idare etmektedir. İsmine ister
kasaba eşrafı deyin ister toprak ve sermaye ağası deyin mutlu azınlık deyin, bu kuvvet siyasi
hayatımıza hâkim. Çok partili hayat bir dereceye kadar halka sesini duyurma imkânı getirdiği için
ilerici bir adım olmakla beraber, esas itibariyle muhafazakâr kuvvetlerin durumunu
sağlamlaştırmıştır. Bütün siyasi partiler onların nüfuzları altında. Parlamentoda onların türküleri
çağrılıyor.”

İçinden geçtiğimiz karşı devrim, tezlerinin ne kadar güncel olduğunun delilidir. Bugün de bütün
siyasal partiler gericiliğin nüfuzu altında, parlamentoda, okulda, sokakta, kışlada, camide onların
türküleri çalınıyor. Bugün de istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyeti yakıcı bir sorun olmayı
sürdürüyor. Ve dün olduğu gibi bugün de bu gerici dalgayı durdurmanın yolu emperyalizme ve
kapitalizme karşı direnmekten geçiyor. Yarının Türkiye’si işte bu amansız mücadeleden çıkacak. Ya
savrulan, duraklayan, gerileyen devrim tamamlanacak, ya da gericilik devrime galebe çalacak.

***

Doğan Avcıoğlu devrimci doğmuş bir cumhuriyetçiydi. Yazarken ve yaparken, devrimin izinden hiç
ayrılmadı haliyle.

“Devrim” ne hoş bir kelime. 1876’dan bu yana gericileşmiş, çürümüş düzenleri devirmek istedik.
Fakat hazır değildik ve düzen düşündüğümüzden daha dirençliydi. 1908’de Hamit’i devirenlerin
İstanbul’da bir bağlantıları yoktu. Talat devrimden sonra koştu geldi, İstanbul’da örgüt kurdu. Şaka
değil, başkentte örgüt devrimden sonra kurulmuştur. Kurtuluş Savaşı dağılmış bir ordu ile kazanıldı.
Cumhuriyet, kurucularının çoğu için bile büyük bir sürprizdi. Tarihimiz hazırlıksız yapılmış
devrimlerin tarihidir. Doğan Avcıoğlu da devrim istiyordu ancak örgütsel bir hazırlığı yoktu, haliyle
karşı devrim çaldı kapıyı.
Bıraktığı yerdeyiz ve başladığı noktadayız şimdi. Gericilikle mücadele ediyoruz ve sosyalist bir
cumhuriyet istiyoruz. Yine yeni bir “yön” tayinine ve yeni bir “devrime” ihtiyacı var vatanın. Bir de
tabii dört başı mamur bir hazırlığa.

Dün, Eskişehir’de bir müze-kütüphane açtık adına. Müze anısını, kütüphane fikirlerini yaşatmak
içindir. Devrimi yaşatmanın ise, ne yazık ki, böyle bir yolu yok. Onun için sınıfa yaslanmak ve
örgütlenmek gerekir. Hazırlanmanın, bildiğimiz, biricik yoludur.

Şansımız ise aydınlarımızdır. Işıklı, çalışkan, cüretkâr ve inatçı aydınlarımız hep oldu. Doğan
Avcıoğlu bu türün en parlak örneklerinden biridir. Biliyoruz, devrim saati yaklaştığında o da yattığı
yerden kalkıp aramıza katılacaktır!

——————————————————————————
Truva'nın öcü
12.11.2022
ORHAN GÖKDEMIR

Milattan önce 1180 yılında Truva kenti bir kez daha yıkıldı. Bu sonuncu yıkılışın sebebi belli ki bir
savaştı. Ama bu kez yıkımın etkisi umulandan büyüktü. Truva’nın yıkılışıyla birlikte o tarihte var
olan bütün bir uygarlık da çökmüştü. Ege’nin iki yakasında yaklaşık 400 yıl boyunca yazı dahil
herhangi bir medeniyet işareti bir daha görünmeyecekti.

Truva’nın tarihteki rolünü yeniden tartışmaya açan Dr. Eberhard Zangger’e göre “Truva savaşı”
diye bildiğimiz destansı olay bir “sıfırıncı” Dünya Savaşı. Truva’da, Yunanlıların başını çektiği
koalisyon güçleri ile Truvalıların başını çektiği koalisyon güçleri karşı karşıya geldi. Truva safında
savaşanlar Anadolu’daki site devletlerin askeri güçleriydi. Sonunda Truva yenildi ve savaşı
Yunanistan koalisyonu kazandı. Bu aynı zamanda erken bir Asya-Avrupa karşılaşmasıdır. Savaş,
Bronz Çağı sonunda Ege’yi o güne kadarki tüm uygarlık birikimini yok eden 300-400 yıl sürecek
büyük bir karanlığa sürükledi. Homeros’un İlyada ve Odysseia destanları aslında Ege’deki bu
müthiş yıkımı anlatıyordu.

Bu karanlık çağ yeni bir tarih yazımı için de olanaklar yaratıyordu. “Kendi kendisinin babası olan
Yunan uygarlığı” tezi de bu olanağı kullanmıştı. Batılı tarih anlayışı “Sıfırıncı Dünya Savaşının” yol
açtığı o karanlığın içinden çıkıp geliyordu. Celil Denktaş’ın Dr. Eberhard Zangger ile yaptığı
soL’daki söyleşiden aktarıyorum; “Avrupalı arkeologlar uzunca bir süre Batı uygarlığının doğuşunu
M.Ö. 776’daki ilk Olimpiyatla ve Homeros destanlarının derlenmesiyle eş zamanlı gördüler ve
böyle bir algı yarattılar. Bu model, kabul edelim ki, 150 yıl önceki tek gerçeklikti ve insanların
kafalarına bu şekilde yerleştirildi. Ama Yunan kültürü yoktan var olmadı herhalde, mutlaka bir
önceli vardı. Benim üzerinde durduğum da bu. Soru şu: Ege’de, Erken Demir Çağı’nda, M.Ö.
1200’den 800’e, hatta daha öncesinde, Orta ve Geç Bronz Çağı’nda, M.Ö. 2000’den 1200’e ne
yaşandı?”

Ne yaşandığı ayrı ama o tarihlerdeki siyasi haritanın yapılmak istenen kurguya ters olduğu açıktı.
Çünkü karanlık çağda bölgede Anadolu kültürlerinin hâkimiyeti söz konusuydu. Kökleri
Anadolu’da olan bir Yunan Uygarlığı ise bu tarih yazımı için uygun bir malzeme değildi.
Görmezden gelmek en iyi yoldu.
Bununla birlikte yaygın Truva hayranlığını silmek o kadar kolay olmadı. “Hileci-kaypak” Yunan
koalisyonu karşısında Truvalılar bir kahramanlar topluluğuydu. Avrupa çok uzun zamandır
Truvalıların yanında saf tutmuştu haliyle. Herodot’un yazdığına göre, Etrüsk kültürünün yükselmesi
Anadolu’dan İtalya’ya göç edenler sayesinde mümkün olmuştu. Romalılar kentin kurucusu
Romulus ve Remus’un Truva savaşından kurtulan kahramanlar olduğuna inanıyordu. Haliyle
Yunanlılara pek hayırhah bakmıyorlardı. Romalı aristokrat aileler soy kütüklerini Truva’ya
bağlamaya pek meraklıydılar. Sezar’ın ailesinin adı “Julius”, İlion’dan (Truva) geliyordu örneğin.
Pek çok Avrupa kenti Truva modeline göre şekillendirilmişti. Avrupa’da soylu sayılmak için Truvalı
bir ata gerekiyordu.

Roma Truva’ydı, İstanbul ise yıllar sonra “Nea Roma” olarak kurulacaktı. Asya ve Avrupa’nın
kucaklaştığı iki boğazdan ikincisine, Karadeniz kıyısına kurulacaktı Yeni Roma. Şehre esinini veren
ilk Truva’nın harabeleri Ege’nin kıyısında ayaktaydı daha. Truvalıların ve Yunanlıların karşılaşma
alanıydı burası, Avrupa ve Asya hep bu topraklarda karşılaşacaktı.

***

İstanbul’un 1453’teki fethiyle Avrupa’nın Truva hayranlığı da aniden bitti. İmrozlu Kristovulos adlı
Rum Tarihçinin yazdıklarına göre Fetihten sonra Fatih Mehmet “Truvalıların öcünü aldım” demişti.
Dünya Savaşı 0.1’dir. Osmanlılar şehre girdiğinde okuryazarlar kenti çoktan terk etmişlerdi. Çoğu
İtalya’ya kaçtı, böylece Avrupa’nın entelektüel merkezi de yer değiştirmiş oldu. Doğal olarak bu
göçmenlerle birlikte köklü bir Osmanlı karşıtlığı da Avrupa’ya taşındı. Barbarların eline geçen
İstanbul ve Anadolu’da saygı duyacak hiçbir şey kalmamıştı. Böylelikle Avrupa için Truva’sız bir
tarih yaratma ihtiyacı hasıl oldu. Avrupa’nın Antik Yunan ve Romalı kökleri masalı böyle ortaya
çıkmıştır.

Fakat tarih 19. yüzyıla doğru ilerlerken ortam yeni tarih tezi için, hâlâ, uygunsuzdu. Yunanlılar
Osmanlıların tahakkümünden kurtulamamıştı. Üstelik Mısır da uyanış emareleri gösteriyordu.
Memluk yönetimindeki Mısır’da, 1808’de, Britanyalılar sürüldü ve iktidar Türk kuvvetlerinin
Arnavut asıllı generali Mehmet Ali’nin eline geçti. Mehmet Ali, birkaç yıl sonra Memlukleri de
bertaraf etti ve genel vali oldu. Gerçekte Osmanlıdan hemen hemen bağımsızdı.

Mehmet Ali Paşa, Mısır ekonomisinde, toplumunda ve devlet yönetiminde bir modernleşme
hareketi başlattı. Bu, ancak Rusya’da Büyük Petro’nun ve Japonya’da Meiji İmparatorluğu’nun
modernleşme hareketleri ile kıyaslanabilir bir hareketti. O kadar ki, 1830’lu yıllarda, Mısır modern
sanayi kapasitesi bakımından İngiltere’den sonra ikinci geliyordu. Gelişmenin Avrupa tarafından
Mısır’ın yeniden dirilmesi olarak algılandığı kuşkusuzdur. Yunan bağımsızlık savaşı da tam bu
yıllarda patlak verdi. Mehmet Ali kuvvetleri Yunan ayaklanmasına karşı mücadele eden Osmanlı'nın
yardımına koştu. Ne var ki, Avrupa’da Yunan hayranlığı doruklarındaydı. 20 Ekim 1827’de İngiliz,
Fransız ve Rus donanmalarından oluşan birleşik Avrupa kuvvetleri, bir savaş hali olmamasına
rağmen, Navarin’de demirlemiş birleşik Osmanlı-Mısır donanmasına saldırdı. Saldırıda elli iki gemi
batırıldı ve 6000 denizci öldü. Birleşik Avrupa donanması Navarin’de Osmanlı donanmasını yok
ederek, Yunanistan’ın bağımsızlığı için yolu açmıştı. Rusya, Navarin yenilgisinden iki yıl sonra
Edirne’yi alıp İstanbul’a doğru ilerledi. Dünya Savaşı 0.2’dir, Osmanlı'nın ve Mısır’ın yok oluşunun
başlangıcıdır.

***
Bu iki kuvvet 1. Dünya Savaşı’nda Truva kıyılarında, Çanakkale’de, bir kez daha karşı karşıya
gelecekti. Tarihin tortusunun yaşayanların zihnine çöktüğünün güçlü işaretleri var. Çanakkale
kıyıların bombalayan gemilerden biri Truva’ya saldıran orduların komutanı Agamemnon’un adını
taşıyordu örneğin. “Mondros Ateşkes Anlaşması” da Agamemnon zırhlısında imzalanmıştı. HMS
Agamemnon ateşkesten sonra, Kasım 1918’de, İstanbul'a giderek işgalci İngiliz filosunun bir
parçası oldu. Osmanlı parçalanmıştı parçalanmasına ama Anadolu’da Türk-Yunan Savaşı yeniden
patlak vermişti. Yunan kuvvetlerinin arkasında yine Avrupa koalisyonu vardı. Anadolu düşmek
üzereydi.

Anadolu’da amansız bir savaş sürerken bölgede büyük tarihsel yerleşim yeri olarak Truva, Miken,
Knossos ve Hattuşaş bilinmekteydi. Bu şehirler veya uygarlıklar tablosu, Batı uygarlığının temelini
M.Ö. 800’li yılların Yunan kültürüne bağlayan teze uygun değildi. Haliyle alanın ihtiyaca göre
yeniden düzenlemesi gerekiyordu. Bu işi Knossos’un kâşifi İngiliz Arkeolog Arthur Evans üstlendi,
bu amaçla “Minos Sarayı” başlıklı altı ciltlik bir kitap serisi yazdı. Kitabında büyük yerleşim yerleri
sıralamasının en başına, Girit’teki Minos kültürünün merkezi Knossos’u oturttu. Yunanistan’daki
Miken ikinci sırayı aldı. Evans, Truva ve Hatuşaş’ın adını bile anmamıştı. Kurgu artık fiziki Avrupa
haritası ile uyum içindeydi. Sir Evans,1877’de, şöyle yazıyordu: “Karşılaştığım her barbarın kendini
bir insan ve benim kardeşim olarak nitelendirmesi beni bağlamaz. Ben bazı ırkların daha düşük
düzeyde olduğuna inanıyorum ve yok olup gittiklerini görmek isterim.” Dillendirdiği kişisel görüşü
değil Avrupa ideolojisidir.

Arthur Evans, Ege’nin erken tarihinin kronolojisini oluştururken, Türkiye ile Yunanistan arasındaki
savaş da şiddetlenmişti. Bu şartlar altında, Antik Hellen kültürüne hayranlığı ile tanınan Evans’ın
Türk topraklarında yaşamış eski bir uygarlığı öne çıkarması beklenemezdi. Ölçüye uymayan Truva
tarihinden yalıtılıp küçük bir korsan sığınağına dönüştürülmeliydi. Luvili Troyalılar yalıtılınca,
Minoslar ve Mikenlerin kültürel hakimiyeti de tarihte daha gerilere gitmişti. Böylelikle Ege’nin
tarih öncesi politik bir ideolojinin gerekleriyle şekillenmiş olmaktaydı.

Yalnız sorun Ege sorunu değildir. Homeros’un İlyada’yı kayda geçirdiği dönemde Avrupa-Asya
terimleri ile kastedilen bugün anladığımız genişlikte bir coğrafya değil, Ege’nin doğu ve batı
kıyılarıydı. Truva önlerinde Avrupalılarla Asyalılar savaşıyordu. Truva Asya’ydı, Helenler Avrupa.
“Avrupa ideolojisi”, benim Aydınlanma Tarikatı’nın alt başlığıdır bu, saf bir “Yunan Medeniyeti”
imal etmişti böylelikle. Bu kültürün Anadolu kültürüyle bağı zaten silinmişti, Mısır ile bağı ise
silinmek üzereydi. Antik Yunan konusunda tanınmış bir otorite olan Alman Filolog Ulrich von
Wilamowitz-Moellendorff durumu şöyle özetliyordu; “Kadim kültürlerine rağmen, yüzyıllardır
çürümekte olan Sami ve Mısır halklarının ve devletlerinin, birkaç beceri ve teknik, bayağı giysiler
ve aletler, eskimiş süsler, mide bulandırıcı sahte tanrılar için mide bulandırıcı fetişler dışında
Yunanlara bırakacak hiçbir şeyi yoktu.”

***

Arthur Evans daha işini tamamlayamadan Anadolu’da Yunanlılar yenildi. Savaşın galibi, Mustafa
Kemal, Batıcı bir programda karar kılmıştı. Bu yüzden tarih tezini oluştururken Anadolu
halklarından Hititlerin Türk kökenine vurgu yapmaya özen gösterdi. Hititlerin Türk olduğunu
söylerken aslında Türklerin Hitit olduğunu vurgulamak istiyordu. Çünkü Avrupa, Hint-Hitit ve
giderek Hint-Avrupa köklerine aşağı yukarı 100 yıldan bu yana ırkçılığa kaçan bir tonda vurgu
yapıyordu. Kemalistler Anadolu dillerinin (Lidyaca, Karyaca, Palaca, Likyaca, Luvice, Hititçe)
Hint-Hitit çıkışlı olmasının işlerinin kolaylaştıracağını düşündüler. Ancak Türkçe, Anadolu
halklarının Hint-Hitit kökenine karşılık (Ermenice, Arnavutça, Slavca, Farsça, Kürtçe, Yunanca)
yabancı bir unsur olarak görünüyordu. “Anadoluculuk” akımı bu çaresizliğe bir cevaptır. Akraba
olmak istedik, ilan ettik, Truva-Luviler denklemde hep var.

***

Tarih saf bir bilim değil, tam tersine iktidar ve sınıf savaşlarının karşılaşma alanı. Başından beri
sınıflara yaslanıyor, ideolojiye dayanarak yol alıyor. Egemen sınıf egemen bir tarih kurgusu da
oluşturuyor haliyle. Mevcut tarih anlayışımızda kapitalizmin, tabii emperyalizmin tartışılmaz bir
etkisi var demek bu. Irkçılıkla sakatlanmış bir tarih tezi elimizdeki. Kendisini insanlık ailesinden
ayırarak yola çıktı, sonra ayırdıklarının üzerinde hak ve üstünlük iddia etti. İnsanlık tarihiyle
uzlaşmaz çelişkileri var haliyle, onun tarihine nesnel bakma şansı yok.

Yalnız kurtuluş salt bilimin işi değil. İnsanlık geçmişinden gelen tortulardan kurtulmak için harekete
geçtiğinde tarih de tarih bilimine dönüşecektir.

——————————————————————————
Şeyin şeyhi topumuzu neden çaldı?
19.11.2022
ORHAN GÖKDEMIR

Rüşveti mukabili Katar’a verilen son Dünya Kupası için yapılan inşaatlar sırasında 6 bin 500 işçi
hayatını kaybetti. Tabii, o işçiler Katar şeyhinin hâkimi olan ailenin mensupları değillerdi. Aslında
Katarlı da değillerdi. Hindistan, Pakistan, Nepal, Bangladeş, Mısır ve Sri Lanka kökenliydi hepsi.
10 yıl önce, kupa organizasyonun Katar’a verildiğini duyunca çalışmak için koşup gelmişlerdi.
Şeyhin şeyinde hep birlikte, ayrımsız öldürüldüler. İşçi sınıfının vatanı yoktur!

Dünya futbolunu yöneten ve haliyle son organizasyonu rüşveti mukabili Katar’a veren FİFA'nın bir
sözcüsüne sebebini sordular. Sözcü, işçilerin FİFA projelerindeki haklarını korumaya tamamen
kararlı olduğunu söyledi. “Şantiyedeki çok sıkı sağlık ve güvenlik önlemleriyle, FİFA Dünya
Kupası şantiyelerindeki kaza sıklığı, dünyadaki diğer büyük inşaat projelerine kıyasla düşüktür”
diye ekledi. 6 bin 500 düşük rakamdı yani. Bunun birkaç katı da ihtimal dahilindeydi. İşçi
öldürülmek içindir!

Hem bu ayaktopu organizasyonu için harcanan paranın yanında üç-beş bin işçinin sözü mü olur?
Katar şeyinde yarın başlayacak kupa organizasyonunun gerçekte ne kadara mâl olduğu belirsiz.
Hacının yağı bol, dilediği yere esirgemeden sürüyor. Bazı hesaplamalara göre maliyeti önceki 21
turnuvanın toplamından bile yüksek. ABD merkezli spor finansmanı danışmanlığı şirketi Front
Office Sports, maliyeti 220 milyar dolar olarak öngördü. Katar şeyinin yetkilileri de doğruladı
rakamı, 200 milyardan fazla dedi, yuvarladı. Bir iki milyarın lafı mı olur? Ancak tabii bu paranın
milyarda birini iş güvenliği için harcamaktan kaçındılar. İşçiye yatırım yapılmaz!

***

“Hacı” falan deyip küçümsedik biraz ama Katar şeyhi uzun bir zamandır ülkemizin de efendisi.
Hacının bol keseden dağıttığı o paralarda bizim de alın terimiz, gönülsüz katkımız var. Ayaktopuna
harcananların hepsi petro-dolar değil yani, keriz parası bir kısmı. AKP son 12 yılda ülkede ne
kaldıysa onlara sattı. Onlar da kazandıklarını Katar’a taşıdı. Satılanlar arasında hastane, banka, otel,
yalı, fabrika, AVM, TV kanalı-platformu, futbol yayın hakları, Borsa İstanbul, ne ararsan var.
Ülkenin en pahalı yalısını, Erbilgin Yalısı'nı, Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamed Al Sani'nin
kayınpederine sattılar birkaç yıl önce. Ederi 100 milyon avrocuk bir şeydir, şeyin şeyhi için çerez
parası bile değildir. Ayrıca 795 bin metrekarelik vatan toprağı da şeyin şeyhinin ailesinin
mülkiyetine geçti. İşçiyi öldürenler vatanı da böldü, gözümüzün içine baka baka ham yaptı.

Ancak bu renkli “ticaret hacmi”ne rağmen iki “ülke” arasındaki para akışı zaman zaman
açıklanamaz düzeylere çıkıyor. Bir iddiaya göre, Türkiye’de devlet tarafından verilen tüm
ihalelerden yüzde 25 komisyon alan etkili ve yetkili “birileri” bu yolla biriktirdikleri paraları
Katar’da tutuyor. Öyle böyle değil, bu paranın 400 milyar dolar civarında olduğu söyleniyor ki,
nereden baksan iki Katar usulü olimpiyat karşılığıdır.

Kara para, sermaye, din, futbol, emperyalizm, hırsızlık ve yağmanın iç içe geçtiği karanlık bir
dünyadır burası. Ve futbol sadece popüler bir gösteri değil, aynı zamanda etkili bir kara para aklama
aracıdır. Hacı yağı bolca sürer, bolca sürerken bir kısmını çalar. Türkiye’de yatırım yapar, yatırım
için taşıdıkları paraların bir kısmı el altından Hacıya döner. Böyle serseri mayın gibi dolaşırken
izleri kaybolur, yıkanır, tertemiz olur.

***

Katar’a “şey” dememiz, bir ülke olmaktan çok şeyhin oyuncağı olmasındandır. Gelin görün ki
şeyhin şeyi, 85 milyonluk koca ülkeyi esir almış gibi görünmektedir. Katar şeyinden söz ediyoruz
ama malum dünya globalleşmiştir. Haliyle hırsızlık da kozmopolit bir niteliğe bürünmüştür. Katar
şeyhi tek başına çalmaz, Ortadoğu’dan, Afrika’dan, Latin Amerika’dan, tabii Avrupa
demokrasisinin beşiğinden ortaklar bulur, organize olur. Kimisi kâr ortağıdır, kimisi rüşvetini alır
oturur. O rüşvetler seçim yarışında öne çıkmak için kullanılır. Demokrasi tıkır tıkır işler.

Eğer arada bir dava ile karşılaşmışsanız orada demokrasi bir sorunla karşılaşmış demektir. Şöyle
özetleyeyim, 10-15 yıl önce futbol endüstrisi kara para-şike-rüşvet sarmalında yuvarlanıp
palazlanırken yoldan sapma emareleri de göstermeye başlamıştı. Ayaktopunun arsadan borsaya
kayması iyiydi ama borsada da başı boş bırakılmamalıydı. Uluslararası küresel sermaye işareti
verdi, neoliberal sistem hemen önlemleri aldı. Futbol kara para, rüşvet ve şikeden arındırılacaktı.
Güney Kore’de, İtalya’da, Türkiye’de, Arjantin’de, Yunanistan’da devlet derhal işin içine daldı.
Polis operasyonları, şike düzenlemeleri havada uçuşuyordu. İtalya’da Juventus ve Milan,
Arjantin’de River Plate, Türkiye’de Fenerbahçe o arada itilip kakıldı. Futbol yoluyla yapılan
yolsuzluk ve hırsızlıklar düzenin çerçevesine uygun hale getirildi. Futbolda dönen kara para bu
yolla sistem içine kanalize edilmişti.

Ama öyle bir çürüme ki bu bir iki operasyonla düzelmesi imkânsız. Her adımında pis kokular
sarıyor ortalığı. Katar şeyindeki organizasyon da en pis kokanıdır.

2015’te, FIFA Kongresi için İsviçre’de bulunan FIFA yetkililerinden altısı ABD’nin talebiyle
yolsuzluk yaptıkları gerekçesiyle gözaltına alındı. Yetkililere yöneltilen suçlama 2018 Dünya
Kupası’nın Rusya’da ve 2022 Dünya Kupası’nın da Katar’da düzenlenmesi kararını verirken rüşvet
aldıkları ve para akladıklarıydı. Dünya Kupası’yla ilgili yayın hakları ve pazarlama konusunda da
yaklaşık 100 milyon dolarlık yolsuzluk yapıldığı öne sürülüyordu. Bunları yaparken şantaj ve
dolandırıcılık yoluna da tevessül etmişlerdi elemanlar. Dava mava derken hepsi aklandı, tertemiz
oldu, şerefli adamlar olarak aramıza karıştı. Sonuçtan FİFA yetkilileri de memnundu. Diego
Maradona’ya sordular nedenini, şöyle dedi: “FIFA sözcüsü soruşturmayı kendilerinin istediklerini
söylüyor. Bu büyük bir yalan. Skandala tamamen hazırlıksız yakalandılar. FIFA’nın futboldan nefret
ettiğine inanıyorum. Şeffaflıktan nefret ettiklerini biliyorum. Artık bu yalanlara bir son verin.
Blatter’i (FIFA Başkanı Sepp Blatter) yeniden başkan seçmek için süslü yemekler organize
etmekten vazgeçin. Elinizdeki parayı rüşvet için kullanacağınıza Afrika’da futbol oynamak isteyen
yoksul çocuklar için harcayın…”

Fransa’da da dava açtılar aynı konuda. Eski UEFA Başkanı Michel Platini, 2022 Dünya Kupası'nın
Katar'a verilmesiyle ilgili “kamu görevlisi olmadan aktif ve pasif rüşvette karışmakla” suçlandı.
Polis, Platini’yi alıp sorguladı. Eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin danışmanı Sophie
Dion ve dönemim İçişleri Bakanı Glaude Gueant aynı soruşturma kapsamında polise ifade verdi.
İddiaya göre Platini, oylamadan 9 gün önce, para akışını sağlayan FIFA eski Başkan Yardımcısı
Muhammed Bin Hammam ile görüşmüştü. Bu görüşmenin ardından Platini Elysee Sarayı’nda
dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Katar Emiri’nin oğlu Temim bin Hamed Al Sani
(şimdiki emir) ve Katar Başbakanı’nı buluşturmuş, Dünya Kupası 2022’yi konuşmuşlardı. Bu
buluşmanın ardından petro-dolarlar havada uçuşmuştu. Rus oligarkları ile Katarlı inşaatçılar FIFA
üyelerine hatırı sayılır ödemeler yapmıştı. Rusya futbolunu ve hatta sporunu Ukrayna gerekçesiyle
yalıttılar, Dünya organizasyonlarının dışına attılar. Katar’da katar yürüyor. Allah’ın ve petro-
dolarların inayetiyledir!

***

Emekçi cesetleri üzerinde oynanan yağmaya dayalı bir oyun bu. Sermayeye ve kara paraya
buladılar işçinin topunu. Ayaktopu ayaktakımının oyunu olarak doğmuştu halbuki. Sümerlileri ve
Çinlileri bir yana bırakıyoruz, FIFA'ya göre futbol, modern anlamda 1848 yılında İngiltere’de
doğmuş. İlk milli takım da adada kurulmuş. Demek ki sanayi devriminin kokusu var üzerinde. Kaba
bir oyundur, işçiler boş zamanlarında kendi aralarında böyle sosyalleşirlermiş, işçi sınıfı
eğlencesidir. Demiryolları bu sporun “lokomotifi” olmuştur. Sheffield bıçak üreticilerinin, West
Ham United demircilerin, Manchester United dokumacıların, Arsenal silah ve cephane fabrikasının
takımıdır. Yayıldığı yerlerde, İtalya ve Almanya'da da işçi sınıfının sporudur.

İngiltere’de bir işçi oyunu olarak doğmuştu ama zamanla içine sermaye kaçtı, kâr hırsıyla
yapılmaya başlandı. Oyundur ancak spor sayamayız. Artık işçi öğütme ve oyalama oyunudur. Bir
avuç asalak dünyayı ağmalarken soyulanlara ve sömürülenlere gösterilen bir yalancı kuştur.
Topumuzu çalan şeyin şeyhi değil, kapitalist düzendir.

***

İşçileri biner biner öldürdüler, çölün ortasında süper lüks statlar yaptılar. Ama şeyde şeriat hükmünü
sürdürüyor hâlâ. Sevgilinizle yatmanız yasak mesela. Aynı odada erkek erkeğe kalmanız sümme
haşa, Hasan Karaya sendromudur. Esnedi şeyh fakat, statta bira servisi yapılabilecek turnuva
boyunca. Gerisini getirip sarhoş olmak isteyen yallah lüks otellere, dışarıda külliyen yasak. Yani
şeyde şeyh usulü şeriat sokakta, evde geçerli ama statta ve lüks otellerde geçerli değil. Demek ki top
gibi şeriat da yuvarlaktır!

Haliyle şeriata şaşı bakan gavurlar pek rağbet etmedi şeye gelip ayaktopu seyretmeye. Şeyhte para
bol, işçi gani, göçmen emekçileri topladılar, üzerlerine katılımcı ülkelerin takımlarının formalarını
geçirip ellerine de birer bayrak tutuşturdular. İşçiler, ölen işçilerin yaptığı statların koltuklarına ilişip
eğlenmeye gelen varsıl seyirci rolü yapacaklar nasip olursa. Arada bira içebilecekler mi belirsiz.
Oyun sürecek nihayetinde, önemli olan bu. Şeriat İslamcının topudur, istediği gibi oynar ve sonunda
hep işçi sınıfının kalesinde son bulur serüveni.

Yarın başlıyor gösteri. Lüks statların parlak ışıklarından gözünüz kamaşacak yine. Yuvarlanan topa
bakarken yeşil sahaların altında yatan işçi ölülerini hatırlamayacaksınız. Kazanan sevinecek,
kaybeden üzülecek, yağma o sayede biraz daha sürecek.

——————————————————————————
Sosyalist Güç Birliği’nin tarz-ı siyaseti
26.11.2022
ORHAN GÖKDEMIR

Geçen yüzyılın başında, Osmanlı mülkü çökerken, o çöküntüde üç tarz-ı siyaset, üç siyaset tarzı
ortaya çıkmıştı. İlki Osmanlıcılık, ikincisi İslamcılıktır. En önemsizi ve üçüncüsü Türkçülüktür.
Bunlardan her biri, görünüşe göre, ayrı bir kurtuluş yolu tasavvur ediyordu. Osmanlıcılık tek
birleştirici akımdı, mevcudu olduğu gibi korumak ve bir “Osmanlı milleti” yaratmak istiyordu.
Diğer ikisi mevcut “millet”lerin bir kısmını sınırın dışında bırakıyordu, açık bir biçimde bölücüydü.
En güçlü görünen Osmanlıcılık tutmamıştır, inandırıcılığını çoktan yitirmişti. İslamcılık bölücülükle
maluldü, imparatorluğun gayrı-müslim milletlerini bütünüyle dışarıda bırakmak anlamına
geliyordu. Türkçülük ise o tarihte, birkaç erken aydının ham hayaliydi. Karşılıksız bir fikir olarak
görünüyordu, Türk yoktu ki Türkçülük olsun.

***

Osmanlının “fikir” akımlarına karakterini veren şey devletin çöküşünden duyulan endişeydi.
Haliyle, toplumun kurtuluşundan çok “devletin” kurtuluşu ile ilgilidirler. Bir bakıma imparatorluğu
parçalanmadan kurtararak geleceğe taşımayı hayal eden nafile fikir jimnastikleridirler.

Türkçülüğün kurucularından Yusuf Akçura da birer devlet kurtarma planı olan bu fikir akımlarını
“Osmanlı Devleti’nin temel devlet politikası” olarak ele alıyordu. Demek ki fikir de aslında, henüz,
Osmanlının mülkiyetindedir. Osmanlı çöküyordu, az Türk ve çok Müslüman görünmek istiyordu.
Akımlar bu isteğe göre sıralanmışlardı. Geçen yüzyılın başında tarz-ı siyasetlerimizin ya da fikir
hareketlerimizin özeti budur.

Her biri için imkanları veya imkansızlıkları 19. yüzyılın gelişmeleri hazırlamıştır. Osmanlıcılık,
Büyük Fransız Devriminin yıkıcı rüzgârları İmparatorluğun duvarlarını dövmeye başlayalı beri bir
ham hayalden ibaretti zaten. Bu nedenle devlet içindeki “milletleri” her eşitleme çabası, devleti
daha büyük sorunlarla karşı karşıya bırakacaktı. Rumların kopuşunun artçı sarsıntılarıydı bunlar.
Ancak henüz, milliyet ile din birbirinden ayrılmamıştı. Gayrimüslimler ilk milliyetçiler olarak
ortaya çıktı haliyle. Bunun anlamı imparatorluğun önemli bir bileşeni olan gayrı Müslim tebaanın
kaybedilmekte olduğuydu.

O halde uzun vadede elde kalan sadece Müslim tebaa olacaktı. Bakiye Müslümanlardan ibaret ise o
halde “İslamcılık cereyanı” da öne çıkması gereken kurtuluş yolu olmalıydı. Üstelik İslamcılığın,
devletin önüne serdiği imkânlar vardı. İmparatorluk parçalanmakta olsa da “büyük düşünme”
alışkanlığı sürmekteydi. Hazır İslamcılığa girişmişken, yeryüzündeki bütün Müslümanları
birleştirmek fena fikir değildi. Abdülaziz-Abdülhamit çizgisiydi bu, Batılılara göre “Panislamizm”
di. Fakat bu siyaseti gerçekleştirmek için elde kuru bir unvandan ibaret “hilafet”ten başka araç
yoktu. Öte yandan imparatorluğun parçalanması henüz tamamlanmadığından elde kalan malzeme
için yarattığı risk sürüyordu. Osmanlı bütünüyle yıkılmadıkça İslamcılık mümkün değildi.
Panislamizm, imkânsız bir akım olarak doğmuştur.

Türkçülük, tarz-ı siyasetlerin en cüretkârıydı. “Fikir” olarak çok yeniydi, hamdı; Rusya’da ve
Macaristan’da ortaya çıkmış tuhaf “Türkçülük” akımlarından başkaca dayanağı yoktu. O tarihte ırk
fikrine dayalı bir “Türk milleti” ütopya olmaktan bile uzaktı. Yalnız bu “fikir”in bazı kolaylıkları
vardı: İslam’ı birleştirme fikri, onu kontrol eden “düvel-i muazzama”yı, büyük güçleri, karşısına
almak anlamına geliyordu. Hâlbuki “Türkler” neredeyse sadece bir devletin, Rusya’nın kontrolü
altındaydı. Düşman büyüdükçe imkanlar azalıyordu. İslamcılığın Batı, Türkçülüğün ise Rus veya
Moskof düşmanlığının nedeni budur. Bununla birlikte en geride olanın öne çıkabilmesi en çaresiz
şartların oluşmasına bağlıydı. Sonucu iç içe geçen Balkan Harbi ve Birinci Dünya Savaşı belirledi.
İmparatorluk büyük bir hızla yıkıldı, sınırları iç Anadolu’ya sıkıştırıldı. Osmanlıcılık ve İslamcılık
bir ham hayaldi artık. Ama Türkçülüğe dayalı ulus-devlet için imkanlar vardı.

***

İmparatorluk 1. Dünya Savaşı ile paramparça olunca elde kalanla mümkün olan tek seçenek
“Türkçülük” gibi görünüyordu. Fakat “misak-ı milli” içinde yaşayanlar hâlâ homojen bir toplam
olmaktan çok uzaktı. Kendini Türk olarak adlandırmayan Müslümanlar, Kürtler, tabii azalmakla
birlikte Ermeniler ve Rumlar Türkçülüğün önündeki önemli engellerdi. “Türkçülük” hala parçalama
potansiyelini içinde taşımaktaydı; “ne mutlu Türküm diyene” mottosu işte o potansiyeli baskılama
çabasıdır.

Kemalist Türkiye, bu nedenle “milliyetçi” tonu bulanık bir “batıcılık” siyaseti izlemeye çalıştı.
“Milliyetçi Batıcılık”tı bu; İslamcılık ve Osmanlıcılık etkisinden kurtulma çabasıydı. Bu siyasetin
ayakları üzerinde durmasının tek yolu “sınıfsız-imtiyazsız” kaynaşmış bir “Türk halkı”
oluşturmaktan geçiyordu. Fakat eldeki malzeme bunun için pek elverişsizdi. “Türklük”, “din”
olmadan maya tutacağa benzemiyordu. Bu çaresizlik de “Milliyetçi Dincilik”in, Türk-İslam Sentezi
olarak biliyoruz, alt yapısını hazırladı. 27 Mayıs’a karşı 12 Mart-12 Eylül, 28 Şubat’a karşı
Ergenekon-Balyoz darbelerinin artalanıdır bu. Esası Türkçülükle yönetemeyeceklerini görenlerin,
duvardaki çatlakları İslamcılıkla kapatma girişimidir.

Çaresizliğin bir dışavurumu olan “Dinci Milliyetçilik” yetmedi tabii. Ülke sınırlarındaki nüfusu din
ile birleştirme çabası “Kürtçülük” tarafından engellendi. “Barış süreci” aslında “Kürt-İslamcılığı”
Türk İslamcılığına ekleme ve birleştirme çabasıydı. Böylece ülke “yönetilebilir” bir bütün haline
getirilmiş, gerici bir düzen için alan düzlenmiş olacaktı. Olmamıştır, bu nedenle şimdi “Milliyetçi
Dincilik” rejimindeyiz. Türk-İslam Sentezi, İslam-Türk Sentezine böyle dönüştü.

Yalnız, Yusuf Akçura’nın envanterine almadığı bir tarz-ı siyaset daha vardır; o da bütün bunların
kıyısında ve hepsinin hedefinde olan Komünizm tarz-ı siyasetidir. Tarz-ı siyasetler içinde devleti
değil, halkı-emekçileri kurtarmayı hedefleyen tek siyaset tarzıdır. Ayrıdır ve haliyle ayrı
tutulmuştur.

***
Üç tarz-ı siyasetle başlamıştık, üç tarz-ı siyasetle bitiriyoruz. Güncel hallerini not ediyoruz.
Bunlardan biri, ilki, Yeni Osmanlıcılık Suriye’de öldü, Halep’in banliyösüne gömüldü. Ölüyü cihat
gazıyla yürütme girişimiydi, arkasından rahmet okumak bile fazladır.

İkincisi, İslamcılık, birincisiyle iç içedir, Kahire’den, Bağdat’tan, Şam’dan sürülüp çıkarıldı.


Ankara’da, Türkçülüğü de beraberinde sürükleyerek dipsiz bir uçuruma doğru yuvarlanıyor. Yıktığı
cumhuriyetin üzerine, Necip Fazıl’ın “baş yücelik” zırvasından başka hiçbir şeyle
açıklayamayacağımız tuhaf bir diktatoryal yönetim gecekondusu dikmeye çalışıyor. Acelesi var,
uçurumun dibini görmek için çabalıyor. Geçen yüzyılın üç tarz-ı siyaseti; Osmanlıcılık, İslamcılık
ve Türkçülük ipini çektikleri Cumhuriyetin anaforunda dönüp duruyor. Üç tarz-ı siyasetle başlayan
dramatik bir tarih, hüzünlü bir biçimde nihayete eriyor.

Üç tarz-ı siyaset çökerken, tuhaf bir biçimde, kurtuluş yolu arayan üç tarz-ı siyaset ortaya çıktı. İlki
ve en güçlü görüneni “Millet İttifakı”dır, çöken düzenin bütün tortuları içindedir. Temelinde
cumhuriyeti yıkan bir sentez var, ortak noktaları cumhuriyete ve laikliğe şaşı bakmalarıdır. İkincisi
HDP’nin başını çektiği “Demokrasi İttifakı”dır. HDP’nin birincilerle İslamcılıkta bir anlaşmazlığı
yoktur. Kemal Kılıçdaroğlu’nun “baş örtüsü teklifi” karşısındaki hizalanmaları İslamcılığın ortak
paydaları olduğunu net bir biçimde ortaya çıkarmıştır. Bu ortak paydalarının cumhuriyete
düşmanlık olarak, eş başkanı cumhuriyeti yüz yıllık yıkım süreci olarak tarif etmiştir, nüksetmesi de
ittifaklarının mantığına uygundur.

Üçüncüsü, daha çok cumhuriyetçi bir aydın hareketi görünümündeki “Sosyalist Güç Birliği”dir.
Ayrı bir Türkiye tasavvur eden ve mevcut “millet”lerin tamamını kapsama iddiasını taşıyanı sadece
bu sonuncusudur. Bununla birlikte, karşılıksız bir “fikir” olarak görüldüğünü biliyoruz. İç
bütünlüğünü sağlayabildiğini söylemek zordur. Henüz yolun başındadır ve elbette en güçsüzü ve
iktidara en uzak olanıdır. İçinde bundan etkilenerek ayak sürüyenler olduğunu duyuyoruz. Sınıf yok
ki sosyalizm bir güç olarak ortaya çıksın, hakkında verilen hüküm budur.

Ama tarih ilerliyor. Cumhuriyetin eskisinin yıkılmasıyla birlikte ona yaslanarak büyüyen akımlar
için de alan daraldı. Osmanlıcık hayali nüfuz etmek istediği her yerden söküp atıldı. Ondan arta
kalan Türk-İslam sentezi tarihin tekerini geriye döndürmek isteyen bir ham hayalden ibaret. Artık
geri dönüş mümkün değildir. Haliyle çaresizlik büyüyor, seçenekler daralıyor. Çaresizlik eşitlikçi
bir cumhuriyet, sosyalist bir düzen ve işçi sınıfının iktidarı için alanı düzlüyor.

Bununla birlikte en geride olanın öne çıkabilmesi en çaresiz şartların oluşmasına bağlıdır, biliyoruz.
Şartlar ayrı, öne çıkmayı istiyor muyuz veya isteyecek miyiz, işte şimdi asıl sorun bu.

——————————————————————————
Örtünün arkasında
03.12.2022
ORHAN GÖKDEMIR

Ortaçağ Ortadoğu’sunda, doğu İran halklarından oluşan göçebe kabileler federasyonu olan Partlar
zamanından bu yana, Hindistan çevresinde Budizm’e, Semerkant, İran ve Ermenistan’da
Zerdüştlüğe, Mezopotamya’da Sâbiîlik’e, Suriye ve Küçük Asya’da Hıristiyanlık’a inanılıyordu.
Birbirine benzeyen bu dinler, 7. yüzyılda, özellikle dünyevi egemenliği amaç edinmiş olan
İslamiyet tarafından sindirildi. Çok değil iki yüzyıl içinde Ortadoğu bu materyalist ve menfaatçi
yeni dinden usandı, haliyle İslamiyet öncesi inançlar yeniden ortaya çıktı. Baskı varsa direniş de
olur.

O iki yüzyıl içinde İslamiyet yayılmış, Medine’den çıkmış, Şam’a yerleşmişti. Bu yeni din
monofizit Hıristiyan etkileriyle dolu olduğundan yayıldığı yerlerdeki Nasturi ve Parsi halka bir Batı
istilası gibi görünmüştü. İstilaya karşı ayaklandılar. Ayaklananlar Hariciler veya Karmatiler, İslam’a
karşı gelenler, olarak adlandırıldı. Karmatiler 869 yılında Abbasiler’e karşı düzenlenen “Zenc
isyanı”da, zenci kölelerin isyanıdır, ortaya çıktı. Sonra hızla yayıldı, kısa zamanda Suriye’yi, Irak’ı
ve Mekke’yi ele geçirdi. İsyancılar Mekke’yi yaktı, Hacer-ül Esved’i alıp götürdü. Sadece
savaşmakla yetinmediler, “Mutezile” adı altında, ayrılanlar-uzaklaşanlar-bir tarafa çekilenler
anlamındadır, Müslüman rasyonalizminin önderleri oldular. Akılcılık dinin panzehridir.

Sufizmin kökenleri bu direnişlerdedir. Sufiler tarikatın gerçek amacını çok ustaca, kutsallık ve
erdemlilik görüntüsü arkasına saklamayı beceriyorlardı. Bazıları işi Allah ve peygamber olduğunu
ilan edecek kadar, Hallac, ileri götürdü. Çarmıh, her zaman yeni inanç taşımanın bedelidir. Bazıları
ise Allah’a olan sevgilerinin kendilerini Sünniliğin diğer bütün kurallarından kurtardığını iddia
ediyordu. Şeriat artık hükümsüzdü. Şarkı, müzik, hatta içki ibadete geri döndü. Bazı tarikatlar
göğün görülen hareketinin sembolü olan kutsal bir dansı, Sema, müzik eşliğinde eda ediyorlardı.
Sufizm İslam’dır ama İslam değildir. Hayatı daraltan, boğan dünyevi resmi dine karşı mistik bir
direniştir.

Ama öte yandan İslamiyet bu etki ve direniş sayesinde Medine Araplarının inancı olmaktan çıktı,
şehirli, evrensel bir din düzeyine yükseldi. Yayıldıkları yerlerdeki kültürler ve inançlarca kabul
edilebilir bir şekle büründü. Bahriye Üçok çevirisi Ali Mazaheri’nin “Orta Çağ’da Müslümanların
Yaşayışları” ve imzasız “Hanif İsevilik ve Kuran” kitaplarından aktardım, inancın kısa evrim
tarihidir.

***

Abartı içermiyor, İslam gerçekten de dünyevi bir dindir. Tarihi boyunca en belirgin hedefi dünyevi
iktidardı. Haliyle inançları da kitapta durduğu gibi durmuyordu. Muaviye döneminde Mekke ve
Medine içki sofralarıyla ünlüydü. O sofralara her türlü müzik de eşlik ederdi. Emevi halifelerinin
çoğunun içkiye düşkün olduğu kaynaklardan anlaşılıyor. Emekli Müftü İhsan Özkes, CHP’ye biat
ettiği dönemde yazdığı kitabında hangi halifenin haftada kaç gün içtiğini ayrıntılarıyla anlatıyor. O
kadar ki aralarında sarhoş olmak için Cuma’yı seçenler de vardı. Demek, bugün kutsal ilan edilen
pek çok şey o günlerde sıradan kabul ediliyordu. Din de sıradan bir devlet işiydi. Şeriat kalabalıklar
içindir. Devleti yönetenler ise “şeribül leyli ven nehar”dı, şimdi müptela demeyi tercih ediyoruz.
Kabe’yi yakıp, kutsal kara taşı götürüp kıranlar da müslümanlardı, henüz bunların üstüne kutsallık
örtüsü serilmemişti. Örtü zamanın işidir. Din saltanata dönüştükçe, İhsan Özkes’in kitabının adıdır,
kutsallık örtüsü de genişlemiş her şeyin üzerini kaplamıştır.

Dinler tarihi, örtüye direnişin de tarihidir. Din doğuşundan itibaren gündelik hayatı belirlemek
iddiasına sahipti. Ama o sırada gündelik hayat da dini belirliyordu. Her inanç, her düşünce halkın
diline çevrilmekle maluldür. Saf inanç veya saf düşünce mümkün değildir. İslamiyet de yayıldığı
yere, kültürüne göre şekil alıyor, dönüşüyor haliyle. Arabistan’da başka, Suriye’de başka,
Türkiye’de başka bir din var. Halklar onu alıp kendi diline çeviriyor, yorumluyor, kültürüne,
yaşayışına uymayanı dışarıda bırakıyor. Fethedenler fethediliyor. Buna, uzun dönemde, evrim
diyoruz. Dinler de değişiyor, halkın kültürel süzgecinden geçiyor, şekilleniyor.
Tabii bu direnişe, bu evrime tepki de var. Selefilik diye biliyoruz. Selef; İslâm peygamberi,
sahabeler ve onları görerek tâbî olanlardan oluşan küçük grup bu adla anılıyor, dinde önde
olanlardır. Önde olduklarına göre hata yapmalarını da mümkün değildir. Peygamberin yanıldığı
düşünülemez. Öyleyse dini yozlaşmadan kurtuluş önde olanları rehber almak ve onların anlayış ve
icraatlarını hiçbir yorum, ilave veya eksiltme yapmaksızın uygulamaktadır. Selefiliğin evrimi yok
saymak üzere, o ilk çağa dönme iddiası var. Bu Şam’dan yeniden Mekke’ye dönüş anlamındadır.
Böylece Sufilikten IŞİD’e de dönmüş oluyoruz. Sonuçta ortaya çıkanın ilkel ve vahşi görünmesi,
üzerinden atlanan bin 500 yıl nedeniyledir.

***

İslam’da kölelik hep var. Bundan öte inanç tanrıya kulluğa dayanıyor zaten. Köleci toplumda
kölenin sadakat göstermesi beklenir. Kulluk köle için iyidir. Kadın için ise imanın şartlarından
biridir. Eğer üst sınıftan değilse, cariye olmasa bile köle gibi sadık olması beklenir. Örtü, olası
sadakatsizlikleri önlemek içindir.

İran’da gördünüz, kısa sürdü kulluğun hükmü. Kadınlar başlarına zorla geçirilen örtüyü yırtıp attı.
O vesileyle mollaların örtüsü de yırtıldı, dinin arkasına saklanmış zalim, sömürgen bir asalaklar
sınıfı göründü kavuğun altından. Sadece İran’da değil, bütün “İslam dünyasında” patlamaya hazır
bir bomba bu. İslamcı modern hayatla baş edemiyor, onu bin 500 yıl öncesinin kalıplarına
sığdıramıyor. Kadın kul değil artık, cariye değil. Kapitalizm onu kitleler halinde atölyelere,
fabrikalara sürdüğünde eski anlamında kul olma ihtimalini de ortadan kaldırdı. Başını zorla
örtemezsiniz artık, inanmaya zorlayamazsınız. Kaldı ki önde olanların, selef, modern hayatı
karşılayacak bir sözleri veya sünnetleri yok. Dünle beraber gitti düne ait ne varsa, zorlarsınız
kırılırsınız. İran şeriatının makus talihi budur.

Zorladılar, bir nefret objesine dönüştüler haliyle. İran’ın yeni milli sporu molla kavuğu tokatlamak.
Humeyni’nin resimlerini yıkıyorlar her yerde, evini kundaklıyorlar. Ali Şeriati öldü kurtuldu, yoksa
direnişçiler onun da kimyasını değiştirirlerdi. Direniş baş gösterdi mi kutsallığı kayboluyor eski
inançların ve eski masal kahramanlarının. Kıldan tüyden işlere dönüşür her şey. Bir kadının saçının
teli elinizi kolunuzu bağlar, inancınızı ve iktidarınızı yıkar.

***

Laiklik tepelenince bizde de saklandıkları mağaralarından çıkıp geldi selefi sürüler. Yedinci yüzyılın
ahlakını vaaz ediyorlar her yanda, önde gelenlerin sünnetine çağırıyorlar her birimizi. Onlardan biri
inancının üç yaşında beş yaşında bebelerle evlenmeye izin verdiğini söyledi birkaç yıl önce.
Direnişle karşılaştı haliyle. Olmaz, yapamazsınız, söyleyemezsiniz dedik. “Dinimizin gereğidir”
dedi. E dininde cariyelik de var, ne yapacaksın, köle pazarı kurup kadınları alıp satacak mısın?
Yapamadı, yapamaz. Diyelim ki dini öyle emrediyor, o şartta da yırtar, tarihin çöplüğüne atar hayat.
Bunun nasıl bir mücadele olduğu artık karar altındadır, ilgilenenler aşağıdaki adresten bakabilir.1

***

Selefi karanlığının sonun yaklaşıyoruz. Büyü bozuldu, kutsal halesi silindi yobazın. Hayat her yerde
yırtıp atıyor ahir zaman gericisinin kendine biçtiği donu. İddia ettikleri gibi inançlarında herhangi
bir huzur belirtisi yok. Tam tersine ölümcül bir virüs gibi girdiği toplumu bozuyor, geriyor,
karıştırıyor. Hariciler veya Karmatilerin ruhu dolaşıyor ortalıkta haliyle. Ama bu yolun da çıkmaz
yol olduğunu artık biliyoruz. Dine akıl yükleyemezsiniz. Laiklik farzdır!

İran’da gördünüz, kısa sürdü karanlığın hükmü. Kadınlar başlarına zorla geçirilen örtüyü yırtıp attı.
O vesileyle mollaların kavuğu da düştü, dinin arkasına saklanmış zalim, sömürgen bir asalaklar
sınıfı çıktı altından. Sadece İran’da değil, bütün “İslam dünyasında” patlamaya hazır bir bomba bu.
İlhamını dinden alan bütün gerici düzenler çökecek, kapitalizm dahil. Büyük insanlık ailesi, insan
olarak kalacaksa eğer, kendi aydınlanmasını yaratmaya mecbur. Örtülerini kaldıracağız bütün
eşitsizlikçi düzenlerin, kavuğunu tokatlayacağız bütün yobazların, zalimin kutsal keli görünecek
altından. Ama önce eşitlikçi, laik, özgür bir cumhuriyet...

——————————————————————————
Önce kadınlar ve çocuklar!
10.12.2022
ORHAN GÖKDEMIR

Ebubekir’in kızı Muhammed’le, Muhammed’in kızı Osman’la, Ömer’in kızı Muhammed’le,


Muhammed’in kızı Ali’yle, Ali’nin kızı Ömer’le evlendirildi. Yani “asrı saadetin” kahramanları
arasında çok karmaşık akrabalık ilişkileri var.

Muhammed kızlarından Fatma’yı Ali’ye, Ümmü Gülsüm’ü de Osman’a verdi. Ali ile Osman
bacanak oldu. Ömer kızı Hafsa’yı Muhammed’e verdi. Böylece Ömer Muhammed’in kayınbabası
oldu. Muhammed, torunu Ümmü Gülsüm’ü (bint Ali) Ömer’e verince, Ali, böylece Ömer’in
kayınbabası oldu. Ömer’in boşadığı Atike’yi Muhammed’in torunu Hüseyin aldı. Muhammed,
Ali’nin de Osman’ın da kayınbabası oldu. Ali ile Osman bacanak, Muhammed Ömer’in eniştesi,
Ömer ise Muhammed’in kayınbabasıydı. Ömer, Ali’nin damadı ve Ali Ömer’in kayınbabası oldu.
Ali, kayınbabası Muhammed’in kayınbabası olan Ömer’in kayınbabasıydı. Muhammed Zeyd’in
babalığıydı, karısı Zeynep de haliyle Muhammed’in geliniydi. Fakat Zeynep aynı zamanda Zeyd’in
de analığı oldu. Muhammed, evlatlığı Zeyd’in karısı Zeynep ile evlendi çünkü…

Anlamadınız biliyorum, zaten ortalıkta anlayacak bir şey yok. Milattan Sonra 7. yüzyılda Arabistan
yarımadasında yaşayan küçük bir kabiledeki iç evliliklerin şeması bu. Haliyle alınıp verilen kızların
yaşlarıyla da ilgili bugün anlaşılamayacak gibi görünen bilgiler var. Birkaç örneği sıralayalım…
Kaynaklara göre Muhammed’in kızı Fatma 10 yaşında iken Ömer 52 yaşındaydı. Ömer,
Muhammed’den kızı Fatma’yı istedi. Muhammed, “kızım henüz küçüktür, hem amcam oğlu Ali’ye
sözüm var” deyip vermedi. Fatma 12 yaşına geldiğinde 26 veya 27 yaşındaki Ali ile evlendirildi. Ali
ile Fatma’nın ilk çocukları Ümmü Gülsüm’dü. Ömer 62 yaşında halife olduğunda, Ümmü Gülsüm
9 yaşındaydı. Fatma’yı Ali’ye kaptıran Ömer bu kez Ali-Fatma’nın kızları ve Muhammed’in torunu
Ümmü Gülsüm’e talip oldu. 40 bin dirhem altına Ümmü Gülsüm’ü aldı. Ümmü Gülsüm on birinde
birinci, on üçünde ikinci çocuğunu doğurduğunda Ömer’in dokuz karısından yedincisiydi. Ümmü
Gülsüm, Ömer öldükten sonra, ileri yaşlardaki beş ayrı kişiyle daha evlendirildi ve dört çocuk daha
doğurdu. E haliyle 22 yaşında öldü.

Çok eşlilik yürürlükteydi, sınırı yoktu. O ilk dönemde kimin kaç kadınla evlenip boşandığını
bilmiyoruz. Rivayetler uçuşuyor ortalıkta. Turan Dursun’a göre Muhammed aynı anda dokuz
kadınla evliydi. Taberî gibi bazı tarihçiler bu sayının 15 olduğunu söylüyor ki eninde sonunda
cariyeler dahil değildir toplama. Arif Tekin, “Kuran’ın Tarihçesi ve Yazım Serüveni” adlı kitabında,
bu durumu şöyle açıklıyor: “İslam’da cariyelik, cinsellik ve ganimet-talan ticari sektör haline
gelmiş ve bunlar sayesinde İslam etrafa yayılmıştır.” İlk Müslümanlar birbirlerine küçük kızlarını
vererek bir sistem oluşturdular ve birbirlerine bu şekilde kenetlendiler. Küçük yaştaki kızlarla
evlenerek bir tür “çelik çekirdek” haline dönüştüler.

Bunlar yedinci yüzyıl Arabistan’ının kabile kültürüdür ve böyle bakıldığında anlaşılmayacak bir şey
yoktur. Engels’ten ödünç alarak söyleyeyim, bütün bu işlere ahlak zabıtası gözüyle baktıkça, ilkel
koşulları anlamak olanaksız bir şey olarak kalır. Tarihte kadının bir ticaret metaı olduğu zamanlar
vardır, bugün de var. Arap toplumu köleci toplumdan feodalizme geçişin sancılarını yaşıyordu.
Aralarında kanlı çatışmalar vardı, her kabile kendi tanrısına tapıyordu ve bu da var olan ayrılıkları
kışkırtıyordu. Kabileleri birleştirmek için yeni bir dine ihtiyaç vardı. Yeni ahlak ise ancak zamanın
getirisi olabildi. İç evlilikler, dinin eksik bıraktığını tamamlamıştır. Anlaşılması gereken budur.

***

Ancak tabii anlaşılması imkânsız sonuçlar da var. Yedinci yüzyılda küçük bir kabilenin sosyal
ilişkilerini “evrensel bir model”, uyulması gereken bir “sünnet” olarak alınca sıkıntılar da başlıyor.
Çocuk evlilikleri, çok eşlilik, cariyelik, sınırsız cinsellik inancın bir parçası haline getirildi mi
modern hayatla çatışmak da kaçınılmaz oluyor.

Arabistan yarımadası kölecilikten feodalizme geçerken, kölelerin çoğunluğunu kadınlar, cariyeler,


oluşturuyordu. Toplum kadınları almaya-satmaya alışıktı. “Takas” da bu çerçeve ile uyumluydu.
Kadın bir tür kamu malı sayılıyordu. Köleci toplum da feodal toplum da patriarkal-pederşahi bir
düzendi çünkü. Erkeğe bağlılar düzeni, toprağa-efendiye bağlılar düzenin bir yansımasıydı.
Soylular köylüleri de kadınları da alıp satabiliyordu.

İslamiyet feodalizmin ebeliğini yaparken eski toplumdan kalan köleliği kaldırma yoluna gitmedi.
Az çok bir düzene sokup kurallı hale getirdi. Tabii kural esasa değin değildi. Köleler her halükârda
efendinin malı olarak kabul edilmişti, ne “vasi” ne de “nâzır” olabilirlerdi. Bütün kazançları
efendileri içindi. Kadın köleler, efendilerinin malı olduğu için onların odalığı olabilirlerdi, haliyle
aralarında nikâha gerek yoktu. “Dini devrimin” serencamıdır.

***

Müslüman Osmanlıda da son dönemine kadar köle ticareti sürdü. Köle ticareti, “esirci taifesi”
denen meslek erbabınca yapılıyordu. Esirci esnafının başına “esirciler kethüdası” getirilmişti, esir
pazarlarının düzeni “esirciler emini”nce sağlanıyordu. Her biri çok saygın birer meslekti. Mehmet
Zeki Pakalın “Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü”nde Osmanlı’da bu parlak mesleğin
tuttuğu yeri şöyle anlatıyor: “Üçüncü Sultan Murat zamanı bu ticaretin en parlak bir devri olmuştur.
Saray böyle esirlerle dolup taştığı devlet erkanının, hatta içtimai mevkileri müsait olanların
konakları, evleri birer esir yatağı halini almıştı. Kendilerine esirci süsü veren bazılarının yanlarına
aldıkları kadınları satılık cariye diye esir pazarlarına getirip satanlar da oluyordu. Şehirli bazı
kadınlarla esirciler de hakiki cariyeleri sahiplerinden alıp pazara çıkarırlar, müşteri namına
leventlere tevdi ederlerdi. Leventler bu zavallıları odalarına götürür, günlerce tutar ve ‘hilaf-ı adet
şenaatlerde’ bulunduktan sonra beğenmediklerini söyleyerek geri getirirlerdi.” Demek ki ticaretin
bir de yan sektörü var. Günlük kiralama usulüdür, yaygındır.
Kafkasya, Sudan ve Habeşistan'dan getirilen çeşitli renklerdeki kölelerle cariyeler için,
imparatorluğun çeşitli bölgelerinde esir pazarları, Avrat Pazarı, vardı. En iyileri padişahın saray
hizmetine ve haremine ayrıldıktan sonra, kalanlar İstanbul'da Tavukpazarı semtinde bulunan Esir
Hanı'na getirilirdi. Kapalıçarşı ile Nuruosmaniye Camileri arasında yer alan ve tahta odacıklara
bölünmüş olan bu han birkaç katlıydı. Satışlar hanın ortasındaki büyük avluda açık arttırma
usulüyle yapılırdı. Tabii, bütün bunların İslam’a uygun olduğuna inanılıyordu. Temelinde organize
bir kadın ticaretidir. Köle pazarları yasaklanmaya başlanınca, yerine “evlat edinme” yöntemi geldi.
Ticaret bir süre evlatlıklar yoluyla yürütüldü.

Cumhuriyet geldi, bu kapıyı kapattı. Sınırları içinde yaşayan herkes yurttaştı artık, yurttaşın
alınması satılması ise düşünülemezdi. Bu utanç verici, kuralsız, insafsız insan ticaretinin kısa
tarihidir.

***

Laik cumhuriyet çökertildi, toplum hızla dinselleştiriliyor, Orta çağ bakiyesi tarikatlar ortalıkta fink
atıyor. IŞİD’le birlikte avrat pazarları yeniden kurulmuştu, tarikatlar da “evlatlık” müessesini ihya
etti. Cumhuriyeti ölü ele geçirenler çocukları götürüp tarikatlara teslim ediyor çünkü, modern esir
ticareti için yolu açıyor. Bunun kadınları ve çocukları “esirci taifesine” teslim etmekten bir farkı
yok. Ülkenin her yanından kadın ve çocuk çığlıkları yükseliyor haliyle.

Çocuk evliliği sadece dini sebeplerle değil kültürel sebeplerle de gizlice el altından sürüyordu zaten.
Bunu korkunç kılan bu arkaik kültürel geleneğin dinde kendine bir dayanak bulması. Sonuç ortada,
2020 yılında yapılan bir araştırmaya göre Türkiye çocuk yaşta evlilikte Avrupa birincisi.

Sonuncusu bir tarikat vesilesiyle düştü gündeme. Alçağın biri bebesine gelinlik giydirip teslim
etmişti bir başka alçağa. Karanlığın ve vahşetin fotoğrafı cumhuriyeti yıkanların marifetidir özetle.
Gelirler, önce kadınları ve çocukları öğütürler. Sonra toplumu karartırlar. O karanlıkta çocuk
ticaretine girişirler. Böyle inanç olur mu? Oluyor işte, var. Böyle ticaret olur mu? Oluyor işte, var…

Rastlantı değil, münferit değil. Üç beş yaşındaki bebeler yatağa atılabilir demeyi fikir özgürlüğü
sayan hakimler var bu ülkede. Bu da sapkınlık değil öyleyse, dinle tahkim edilmiş yeni AKP rejimi
yüzleştiğimiz. Cumhuriyetin birikimlerini sata sata bitirdiler, çoluk çocuğa geldi sıra. 20 yılda
altıncı yüzyıla, yedinci yüzyıla döndürdüler toplumu.

Hala bir inanç sorunu sananlar, öyle sunanlar var bunu. Halbuki vampirlerin, mezarlarından çıkıp
gelen yürüyen ölülerin halka saldırması esası. Eninde sonunda herkesi ısırırlar, mücadele etmezsen
kurtulamazsın...

Öyleyse önce kadınlar ve çocuklar, sonra bütün vatan!

——————————————————————————
Uçkur davası
17.12.2022
ORHAN GÖKDEMIR
Uçkur, şalvarı ya da iç donu bele bağlamak için kullanılan bir tür ipti. Dokuma ve lastikten
yapılıyor, şalvarı tutmaya yarıyordu. Tabii tuttuğu bölge itibariyle “sıkı” olması tercih edilirdi.
Uçkuru gevşek bıraktın mı, çözülebilir, tuttuğu bölge kontrolden çıkabilirdi. “Uçkuru gevşek”
deyimi de buradan türedi, cinsel isteklerinin tutkunu olmak durumuna karşılıktır. Osmanlı’da çok
rastlanır bir durumdu. Hedonism, Osmanlıcasıyla “Lezzetiye” veya “Şehvaniye” bu duruma karşılık
geliyordu. Saraydan başlayarak, silsile-i meratibe içinde, varlıklı sınıf şehvaniye felsefesine
yatkındı. Cariyelik müessesi yerindeydi, kaldı ki erkek aşkı da pek bir meşruydu. Osmanlının
uçkuru gevşektir, temelinde hazcılık ve şehvete düşkünlük var.

Hazzı, hedon, bir felsefe öğretisine temel yapan kişinin Kirene’li Aristippos olduğunu biliyoruz.
Sokrates de kullanmış kavramı, “bilgili adam ilerideki haz için şimdiki acıya katlanır. Bilgisiz ise
her durumda şimdiki hazzı tercih eder” demiş. Demek ki, bilgi, anlık hazdan vazgeçmeyi öğretir
insana.

19. yüzyılda İngiliz faydacılığına ilhamını vermiş bu felsefe okulu. İngiliz filozof Jeremy Bentham
faydacılığını bu kavramdan türetmiş. Bentham, insanları, rasyonel bir biçimde kendi çıkarlarını
izleyen ve faydalarını en yüksek noktaya getirmeye çalışan canlılar olarak görüyordu.
Anlayacağınız, Bentham’ın insanı piyasa toplumunun burjuvasıydı. Tek amacı fayda sağlamak olan
çıkarcı bir tipti bu. Ne var ki, Bentham bu kavramı ilahiyatçı Joseph Priestley’e borçlu olduğunu
söylüyordu. Priestley aynı zamanda bir bilgin ve mucitti. Ancak onun bilimi, teolojisinin ayrılmaz
bir parçasıydı, Aydınlanma rasyonalizmini Hristiyan teizmiyle birleştirmeye çalışıyordu. Belli ki
haz-şehvet ile inanç arasında dolaysız bir ilişki var, bakarız, öğreniriz.

Ama tabii tarih uçkur davasından ibaret değil. İnsanlığın serüveni, hazzı ve giderek şehveti kontrol
altına alma çabasıyla başlıyor. Topluluk halinde yaşamaya başlayınca kural getiriyoruz ve şehvetten
vaz geçiyoruz. Başka bir deyişle, hayvani dürtülerden kurtulup insan olmaya adım atıyoruz.
Bireysel içgüdülerimizi, toplumsal bir hayvana dönüşerek, bastırıyoruz; Sokrates’in bilgili insanına
dönüşüyoruz. Uçkuru giderek daha bir sıkı bağlıyoruz demek bu. İnsanlık davası uçkur davası
değildir.

***

Uçkur davası psikoanaliz olmadan olur mu? Psikoanalizin kurucu babası Freud’a göre insanlar ilk
zamanlarında zalim bir atanın sultası altında sürüler halinde yaşamaktaydı. Bu zalim ata, sürünün
bütün kadınlarını tekeline alıp, yetişkin oğullarını sürü dışına atıyordu. Atılmış oğullar bir fırsat
bulup babalarını öldürdüler ve yediler. Öfkelerini yatıştırdılar ama pişmanlıkla da tanışmış oldular
böylece. O pişmanlıkla ölmüş atayı temsil eden bir totem hayvanını atanın yerine koydular. Belli
zamanlarda, tıpkı atalarına yaptıkları gibi, totemi de öldürerek yiyorlardı. Ahlak ve dinin ilk
tezahürüdür

Zalim ata ölüp çekilince katil oğullar baba mirasına konmak üzere aralarında uzun ve amansız bir
mücadeleye girişti. Her biri mirasa tek başına sahip olup zalim ataya dönüşmek istiyordu. Ama ata
yenilmişti bir kez, bu mücadelenin durumu eski haline dönüştürmesi mümkün değildi. Ayrıca
oğullar, uzun bir dönem, sürünün dışında bir arada yaşamışlardı. Bütün bunlar kardeşler arasında bir
birliğin kurulmasını mümkün kılıyordu. Bu da bir çeşit toplumsal sözleşmenin doğmasını yol açtı.
Sözleşme, içgüdüleri bastırmayı gerektiriyordu, artık ataları gibi saldırgan olmayacaklar, anne ve
kız kardeşlere sahip olma arzusundan vaz geçeceklerdi. Psikoanalitik yaklaşıma göre yasak aşk ve
dış evlilik de böyle doğdu.
“Totem”in izinden giderek söylüyorum, demek ki dinde de saldırganlığın ve uçkur davasının etkileri
var. Kuralı inanca dönüştürüyoruz-çalmayacaksın, öldürmeyeceksin, zina yapmayacaksın-ve
uyulmasını inançla garanti altına almaya çalışıyoruz. Ama bu aynı zamanda insanın gerçeği
görmesini zorlaştırıyor. Din bir kez temellerinden koptuktan sonra insanla bağı kopuyor, tanrısal bir
emre dönüşüyor. Halbuki insanın sadece doğayla mücadelesinin izleri değil, sonsuzluk, adalet,
eşitlik gibi tüm arayışlarının ve çaresizliklerinin karşılığı dinde var. Din insanlara iyiliklerinde ödül,
kötülüklerin de ceza vaat ediyor. Rahatlatıcı ve tabii itaat talep eden bir vaat bu.

Demek ki karşılaştığımız her sorunla ve o sorunu çözmek için attığımız her adımla insan olmaya
daha bir yaklaşıyoruz. Freud’un dediği gibi, uygarlık, insan içgüdülerinin sürekli boyun eğdirilişine
dayanır. İçgüdüleri bastırıp yerine elastik davranışlar koyduğumuz bir tarihin ana hatları ortaya
çıkıyor böylece.

***

Ancak tabii “Şehvaniye” felsefesi de el altından hükmünü sürdürüyor. Üstelik bu felsefe dinde
kendine bir dayanak buluyor. Cennet, onlara bakılırsa bir tür ilkel cahiliye durumu. Bütün babaların
ve bütün oğulların, bütün kadınlara- kaynaklar sınırsız artık- sahip olabildiği bir hayvan sürüsüne
dönüş arzusu bu. Evrimin belli bir aşamasında takılıp kalma hali bir anlamda. Tabii dünyevi
tezahürleri de kaçınılmaz. İlkel dönemine geri döndürülmüş hazzın bir şekilde bu dünyada
karşılığını bulmayacağını düşünemeyiz. Duyduğunuz kadın ve çocuk çığlıklarının arka planı işte
bu.

“İslamcılar evrimin işte tam bu aşamasında takılı kaldılar. İslamcı, dürtüselliğin Allah korkusu
dışında (o da belki) hiçbir şekilde yönetilemediği, her an her yerden cinsel bir uyarımın gelebileceği
bir dünyaya inanır ve benliğini böyle örgütler. Bütün ödül-ceza mekanizmaları, (oruç, yanmak,
kurban kesip yemek, zina) her şey beden, haz, etrafında döner. Yedinci yüzyıl çöl dünyasının
duygulanımlarını benimser ve bu duygulanımların bedensel tatmin dışında çok az hedefi vardır.
Bütün mesele (içgüdüsünü) nasıl, hangi şartlarda, kimle tatmin edileceğidir.” Bu satırları Yasemin
Varlık’tan ödünç aldım. Varlık’ın dediği gibi bu zihniyetin öte dünyası da, cennet, sınırsız bedensel
tatmin umuduyla sınırlı. Oysa bu içgüdüyü ancak bilimle, sanatla, edebiyatla yaratıcı bir yeteneğe
dönüştürebiliriz. Eşit ve özgür bir toplum gibi, eşit ve özgür bir aşk mümkündür.

“Kötülük yapmamasının tek nedeni inancı olan insandan korkarım” demişti Suriyeli Şair Adonis.
Bağlarından kurtulmuş inançlı kötülükten daha korkunç bir şey yoktur. Olmamışlar inançlarına
sığınır. Ahlak ise laiktir, uygarlığın ürünüdür; dinle, imanla, tanrıyla hiçbir bağı yoktur. Ahlaklı
olmak için mümin değil, insan olmak gerekir.

***

Bu dinsel kötülük, dünyevi başka bir kötülükten besleniyor. Bentham’ın faydacı piyasa toplumudur
bu. Terry Eagleton, “Kötülük Üzerine Bir Deneme”sinde şöyle tarif ediyor o dünyevi kötülüğü;
“Kapitalizmi diğer tarihsel yaşam tarzlarından ayıran, onun doğrudan insan türünün istikrarsız,
kendiyle çelişen doğasına yönelmesidir. Sonsuz -bitmez tükenmez kâr arzusu, teknolojik gelişmenin
hiç durmayan ilerlemesi, sermayenin bitevi yayılmacılığı- hep sonluyu aşmaya ve onu yok etmeye
yöneliktir. Aristo’nun da söylediği üzere, nesnelerin değişim değeri potansiyel olarak sınırsızdır,
kullanım değerinin çok daha üzerindedir. Kapitalizm sırf varlığını sürdürebilmek için bile sürekli
hareket halinde olmak zorunda olan bir sistemdir. Sürekli ihlal onun özünde vardır. Başka hiçbir
tarihsel sistem, özünde iyi olan insanın kolaylıkla ölümcül amaçlara yöneltilebileceğini bu kadar
açık bir şekilde gözler önüne seremez.” Demek ki insanın uygarlık yolunda yürüyüşünü akamete
uğratan bir düzenle karşı karşıyayız.

Bu kötücül düzen toplumu dağıtıp onu iktisadi bir düzeneğe çevirmekle yetinmiyor, aynı zamanda
tarihinin insana kazandırdığı elastik davranışları parçalayıp onu içgüdüsel bir hayvana
dönüştürmeye çalışıyor. Hedonizmin ağırlığı yeniden insanın omuzlarında. Üretme ve tüketme
totemine tapınarak geçirilen ilkel ve vahşi bir hayat bu. Hedonizm yürürlükte olduğu için, arkaik
sapkınlıklara da imkân veriyor bu tepetaklak alem. Burjuvalar kadınları kiralıyor, din adamları
çocuklara dadanıyor. Mahkemeleri sapkınlığı fikir özgürlüğü olarak görüyor. Bentham’ın tarif ettiği
gibi, rasyonel bir biçimde kendi çıkarlarını izleyen ve faydalarını en yüksek noktaya ulaştırma
çalışan canlılar toplumu bu. Bu topluma yobazın bedeni etrafında dönen tuhaf, maddeci, hedonist
bir inanç pek yakışıyor.

Yozlaşmayı, sürü haline dönüşü, tek başına iktidar aygıtına bağlayamayız demek ki. Pedofili bir suç
olmaktan çıktı, çünkü devleti var eden karanlık güç öyle istiyor. Hayvanlara tecavüze hafifletici
sebep arıyor düzen, çünkü tabanda yaygın bir suç bu. Ensest bir tabu haline getirildi, çünkü o
karanlık meşru görüyor. Daha dün celallenmediler mi “anamızın diz kapağından tahrik oluruz” diye.
Sürü haline dönüştür bu.

***

Nedir bu sapkınlığın esası peki? Çok basit; insanı tükettiniz mi altından bir Ortaçağ canavarı çıkar.
Dini hesapsız çoğalttınız mı vicdan azalır, ahlak yitip gider, hayat kitapta yazana göre
düzenlenmeye başlanır. O da sizi yedinci yüzyılın eşiğine götürüp bırakır. Tabii, yedinci yüzyılda
uçkurlar gevşektir, insanların sınırı hazlarıdır. Sürüde böyle olur.

Döndük başa. Bu yola kendimize ve topluma sınır koyarak girdik. Kapitalizmde ve dinde sınır
yoktur, insanı öğüterek ilerler, başa dönmemizin sebebi bu. Oysa açık, sınırsızlıkla anca sürü oluruz.
Öyleyse uçkur davasının değil uygarlık davasının arkasında sıralanacağız. Laikliği ve uygarlığı
savunacağız. Direnmek ilkel sürüden topluma dönüşmemizin tek çaresi, tek yoludur…

——————————————————————————
Yoksulluğun ekonomi-politiği
24.12.2022
ORHAN GÖKDEMIR

Sadaka, ş-d-k kökünden türemiş, “doğruyu söylemek” anlamına geliyor. Dindarın sadaka vermesi
onun dininin doğruluğunu gösterir, İslami tarifi bu. Tabii İbranice olması daha yüksek ihtimaldir.
“Tsedaka”, Yahudilikte bir yardım mekanizmasıdır, İslami anlamından farklı olarak eşitlik-adalet
çağrışımı da var. Tsedaka, dindar Yahudilerin de görevleri arasındadır. Allah’ın hoşnutluğunu
kazanmak için ihtiyaç sahiplerine yapılan gönüllü veya dinen zorunlu maddi yardımları, bu
çerçevede verilen para ve eşyayı ifade ediyor. Zekât versiyonu var, sadaka ile aralarında önemli bir
fark yoktur. Demek ki muhtaç olmadan sadaka olmaz. Varsıl bu “iyiliği” yapabilmesini yoksulların
varlığına borçludur. Böylece varsıllığın ve yoksulluğun doğal, tanrı vergisi, kabul edildiği bir
düzleme ulaşmış oluyoruz. Sadaka düzenidir.
Son yıllarda yaygınlaşan “askıdaki ekmek” sadakasının izinden gidiyoruz, ekmek alamayacaklar
alsın diye askıya ekmek bırakmak iyilik midir, sadakada insani bir yan var mıdır, bunları soruyoruz.

“Gerek Eski Ahid’de, gerekse İnciller’de yoksullara karşılıksız yardımın özendirildiği ve bu


anlamda sadaka kavramının kullanıldığı görülür.” Diyanet üretimi “İslam Ansiklopesi”nden
aktardım. Tabii Kuran’da da var. Bu dinlerin yazılı kaynaklarında sadaka açık bir biçimde
özendiriliyor. Özendirilen kim? Zenginler, varsıllar. Sadaka söz konusu olduğunda tanrının
muhatabı bunlardır. “Neden zenginler ve yoksullar olarak ayrıldık” diye sormaz din, çünkü bunu
sorgusuz onaylar. “Üstteki el alttaki elden daha iyidir” diyor İslam peygamberi. Üstteki verendir,
alttaki dilenendir. Demek ki alttaki iyi olsa bile, üstekine göre kötüdür.

Demek ki her hâlükârda dinsel bir kavramla karşı karşıyayız. İslamiyet daha ileri gitti, cami, aşevi,
han, hamam gibi “hayır tesislerini” oluşturup bunlarla ilgili vakıflar kurarak sadakayı
kurumsallaştırdı. Şimdi yerlerine hızla tarikatlar geçiyor, yaygınlaşıyor. Bununla birlikte ayet ve
hadisler sadakayı teşvik ederken bunun insan onurunu kırmayacak biçimde gerçekleştirilmesini
talep eder. Demek ki İslamiyet de dilenmeyi insanın saygınlığıyla bağdaşır bulmamıştır. Sadakada,
dilencilikte, insan yoktur. Zorunlu ihtiyaçlarına indirgenmiş insan artık insan değildir.

Peki, sadaka ile eşitlik olur mu? İmkânsızdır. Sadakada merhamet bulabilir miyiz? Merhamet
zalimin erdemidir. Sadaka varsılın merhametine delil sayılır, dilenci zenginliği meşrulaştırır. Demek
ki sadakaya ve merhamete ihtiyaç duyan düzen yanlış, eksik, hatalı bir düzendir. Bunların birer
dinsel kavram olmasından yola çıkarak söylüyorum, zenginler ve yoksullar olarak ayrılmışsak “din
kardeşliği” imkansızdır. Veren el ile alan el asla kardeş değildir.

Tabii bu durumda “millet” de imkansızdır. Açlıktan tek bir çocuğun öldüğü yerde millet olmaz.
Açlık ve yoksulluk milletin kendini imha etmesidir. Yoksulluğun, açlığın, düşkünlüğün olduğu
yerde belli sınırlar içine hapsolmuş biçare canlılardan söz edebiliriz ancak.

***

- Ve onlara bir şey vereceksen, o zaman sadakadan başka bir şey verme ve bırak bunun için
yalvarsınlar!

- “Hayır” diye cevap verdi Zerdüşt, “ben sadaka vermiyorum. Sadaka verecek kadar fakir değilim.”

Sadaka vereni de alanı da yoksullaştırır; dediği budur. “Ecinniler’de denildiği gibi, sadaka
vermekten alınan zevk, kibirli, küstah, ahlaksızca bir zevktir. Zenginin zenginliğinden, gücünden,
kendi önem ve değerini yoksulun önem ve değeriyle karşılaştırmasından aldığı zevktir, vereni de
alanı da soysuzlaştırır. Nietzsche halk yığınlarından tiksiniyor, onları “ahmaklar sürüsü” olarak
tanımlıyordu. En büyük kötülük en büyük iyilik için gerekliydi, ahmaklar ancak böylesinden
anlardı. Yaratıcı olmak isteyen, önce yıkıcı olmak zorundaydı. Haliyle dinlerin “çalmayacaksın”,
“öldürmeyeceksin” kuralı da artık geçerli değildi. “Parçalayınız kardeşlerim, eski levhaları
parçalayınız” diye bağırıyordu büyük bir şehvetle. Kapitalizm çalarak ve öldürerek ilerliyordu
çünkü. Merhametin, iyiliğin, sadakanın ve tabii erdemin bir alemi kalmamıştı. Kapitalizm tanrıyı
öldürmüş, yerine parayı geçirmişti. Paranın hükmüyle birlikte zengin ve zalim üstün insan olmuştu.
Para-tanrının hükmünün sürdüğü yerde merhamete yer yoktur.
Merhamet yoksa ahlak da yoktur, kapitalizmde ahlak olmaz. Merhametsiz ve ahlaksız bir düzende
“iyilik” de olmaz. Kapitalizme itiraz etmeyen bir merhamet marazidir öyleyse, zulmün mümkün
olan bütün anlamlarında onaylanmasıdır.

***

Demek ki “askıda ekmek” sadece insanlığın değil kavramlarımızın da sınırıdır. Yoksulluk veya
fakirlik, günlük temel ihtiyaçların tamamını veya büyük bir kısmını karşılayacak yeterli gelire sahip
olmama durumudur. “Asgari ücret” yoksulluğun da sınırını çizmektedir. Bunun altı yoktur, altında
sadece düşkünlük vardır.

Birçok anlamı var “düşkün”ün. Tutkun, bağlı, aşık anlamına gelebiliyor yerine göre. Ama daha çok
“maddi” hallerle ilgili bir yanı var. Geçim sıkıntısına düşme, yoksulluk sebebiyle refahını veya
yaşlılık, hastalık vb. sebeplerle çalışma gücünü yitirmiş olma anlamındır. Bizi ise daha çok mecazi
anlamı ilgilendiriyor. Değer ve onurunu yitirmiş, kötü yola düşmüş, ahlaksız manasını içeriyor bu
yanıyla.

Toplumsal bir vaka haline kapitalizmin şafağında, piyasa toplumunun eski feodal ilişkileri
parçalayarak kendine yer açtığı bir zamanda geldi. Gelişme ile bağının kurulmasını Karl Polanyi’ye
borçluyuz. “Büyük Dönüşüm”de Sanayi Devrimi yıllarında İngiltere’de ortaya çıkan yaygın
düşkünleşmeyi inceliyor Polanyi. Dediği şu; o yılların İngiltere’sinde toprak sahipleri ve
kapitalistler işçi sınıfından önce örgütlenmişti. Bu örgütlü iki sınıf o şartlarda feodalizmden kalan
bütün ilişkileri düzlemeye girişti. Toplumu acımasızca parçaladı, köylüler topraktan kopardı ve
fırlatılıp attı. Topraktan koparılanlar da çareyi şehirlerin kapısına yığılmakta buldu. Bu yolla bir
emek piyasasının oluşması için şartlar hazırlanmış görünüyordu.

Fakat, 1785’ten 1834’e kadar bir emek piyasasının yaratılması “Speenhamland” yasası nedeniyle
mümkün olmadı. Türkçesi “düşkünler yasası”dır. Yasa, şehre göçmüş ama bir iş bulamayanlara
Kilise aracılığıyla verilen hizmetlerden yararlanma imkânı veriyordu. Kilise bu durumdakilere bir
öğün yemek veriyor ve yatacak bir yer gösteriyordu. Fakat sorun şu ki, bir iş bulmayı başaranlar
kilisenin yardımlarıyla yaşayan düşkünlerden daha sefil bir hayat sürebiliyordu. Bu durumda
çalışmayı bırakıp düşkün olmak daha iyiydi. Topraksız köylüler bir atölyede çalışmak yerine
kilisenin kapısında kuyruğa girmeyi tercih ettiği için bir “emek piyasası” oluşamamıştı. Hem bir
emek piyasasının oluşması hem de ilk sendikaların ortaya çıkması için düşkünler yasasının
kalkmasını beklemek gerekecekti.

Emek piyasasının akıbetinden çok bizi daha yakından ilgilendiren şey bu yasadan yararlanıp
kiliseye sığınanların durumudur. Şöyle özetleyebiliriz vaziyetlerini: Bu yasadan yararlanan hemen
herkes değer ve onurunu yitirmiş, kötü yola düşmüş, ahlaki değerlerinden vazgeçmiştir. Toplumu
çözmek ve insanı düşkünleştirmek; kapitalizmin tarihinin en yıkıcı eylemi budur.

Düşmüşsen düşkünleşirsin. Burada mesele yoksulluk değildir, düşkün olup olmamaktır. Bir işin var
ve aldığın ücretle geçinemiyor, kendi kendini yeniden üretmekte zorlanıyorsan bu yoksulluktur.
Kiliseye, dine, devlete, belediyeye sığınmış ve dilenerek geçiniyorsan, bu düşkünlüktür. Ülkedeki
çöl iklimine bir de böyle bakılmalıdır. Sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme, dinselleştirme bu
düşkünleştirmenin birer türevidir. Düşkünlük yükselmişse, orada ne insan kalır ne de sınıf. Orada
yalnızca ibadethanelere sığınmış zavallıları görürsünüz. Özetle, askıda ekmek kapitalizmin en yıkıcı
halidir.
***

Düşmüşsen düşkünleşirsin. Piyasa toplumu düşmüştür; düşmüşün ayakta tutulması için ise sadaka
şarttır. Askıda ekmek düşüşün ilanıdır. Öyleyse tekrarlayalım; Çocukların açlıktan öldüğü bir
düzende din kardeşliği olmaz. Düşkünlerden ulus yaratamazsınız. Açlığın dini yoktur, yoksulluğun
vatanı olmaz. Bu düzeni görmezden gelerek “hiçbir çocuk aç yatmayacak” demek sadakaya, marazi
merhamete davettir.

Komünizm düşüncesinin arkasında işte böyle bir tarih var. Marksizm, düşkünler toplumundan
esinlenen siyasal iktisada, Komünizm ise düşkünlüğü üreten piyasa toplumuna radikal bir
reddiyedir. İnsanı insan, toplumu ise birer insanlar toplumu haline getirmenin bulabildiğimiz biricik
yoludur bu. Ama hepsinden öte, Komünizm kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir.
İnsanı düşkünleştiren, dilenci yapan, değersizleştiren, kötü yola düşüren, onursuz ve ahlaksız kılan
bir düzeni değiştirme iradesidir. Sadaka zenginin, merhamet zalimin erdemidir; bunlara gerek
duyulmayan eşitlikçi düzene Komünizm diyoruz…

Öyleyse ne merhamet ne sadaka. Askıdaki ekmeği çoğaltmaya değil, ürettiğimiz ekmeği eşit bir
şekilde bölüşmeye ihtiyacımız var. Çocukları açlıkla ölüme iten bütün düzenleri yıkacağız.
Yurttaşların büyük bir kısmı açken tıka basa yiyenlerin yediklerini kursaklarında bırakacağız. Ve tek
erdemi eşitlik olan bir yeni cumhuriyet kuracağız.

——————————————————————————
2023’ü kazanmalıyız
31.12.2022
ORHAN GÖKDEMIR

Açık söyleyelim; 2023’e 1923’ün bütün kazanımlarını kaybederek girdik. 1876’dan beri uğruna
dövüşüp durduğumuz anayasa rafta, meclis bir figüranlar topluluğundan ibaret, laiklik sizlere ömür.
Bu durumda bir cumhuriyetten de söz edemeyiz. Cumhuriyetsiz bir döneminden içindeyiz.

Laiklik yıkılınca vatanın her yerinden tarikatlar fışkırdı. 1826’da Osmanlı sarayının Yeniçeri
güruhunun ideolojik önderi olan Bektaşiliğe karşı çözüm olarak bulup devlete sokuşturduğu
Nakşibendi tarikatı devletin her hücresine sızdı. Çocuklara tecavüz bu gelişimin en dramatik
sonucu. Bir kolu darbe yapmaya kalkıştı, öbür kolu koştu iktidara yapıştı. Birlikte, kol kola girerek,
laik cumhuriyetten geriye kalan ne varsa siliyorlar. Cumhuriyetin kurduğu Diyanet’in memurları,
kadınların yanında erkek olmadan 90 kilometreden fazla yol gidemeyeceğini vazediyor. Cumhuriyet
düşünce kadınlar ve çocuklar da düşmüş sayıldı çünkü. Ülkenin dört bir yanından yükselen kadın ve
çocuk çığlıkları yürek paralayıcı. Açık bir cumhuriyetsizliktir.

Abdülhamit’in ve ailesinin bakiyelerini derdest edip tarihin çöplüğüne atınca mülklerini de vatan
yapmış, devrimimizi “saltanatın sonu” ilan etmiştik. Fakat bu cumhuriyetsizlikte âlâyı vâlâ ile geri
döndü saltanat. Ortalık saraydan ve çakma sultanlardan geçilmiyor artık. Ne demişti Marx? Kral,
“mülk benim” derken aslında mülk sahibinin kral olduğunu söylemektedir. Haliyle vatan da hızla
yeniden mülke dönüştü, bir ailenin ve bir avuç asalağın elinde inim inim inliyor.

Hilafeti yıkmış, halifeyi işsiz bırakmıştık. Diyanet eliyle yeniden inşa ediliyor yıktığımız hilafet.
Başındaki zat, halka kılıç gösteriyor, emrindekiler şeriat istiyor.
Eğitimi millileştirmiş, dini eğitimi kaldırmıştık. Eğitim yeniden dinselleşti, milli bir yanı kalmadı.
Yargı da öyle, şerri hali kapımızı çaldı çalacak. Özetle 2023’e girerken 1923’ten hiçbir işaret yoktur.

***

Aslına bakılırsa 2023’e, 1908’in kazanımlarından da yoksun bir halde giriyoruz. Çok açık, sadece
Cumhuriyetten değil Hürriyetten de arınmış bir haldeyiz. Anadan üryanız demek bu.

Hatırlayın, tarih 1908’e doğru ilerlerken ülke parçalanıyordu. Yeni bir dünya kuracağı düşünülen
Osmanlı burjuvazisi kentlere yerleşmiş göçmen “ecnebiler” ve “gayrı müslimlerden” oluşuyordu.
Onlar da bir an önce ayrılma taraftarıydı. Bu durumda iş başa düştü, Osmanlı aydını siyasete
soyundu, ülke yönetmeye teşebbüs etti. Ama elde kalan eşraf, memur ve köylüden oluşan toplam
onları amaçlarına ulaştırmak için yeterli değildi, öyle inanıyorlardı. Mecburen halka yönelecekler, o
arada bir “milli iktisat” ve bir “milli burjuvazi” yaratacaklardı.

Amaçlarına ulaşıp ulaşamadıkları ayrı bir tartışma konusu. Ama halkçılığı, “Türkçülüğü” ve ulusu
böyle keşfettiler. Halkın yaşam tarzını değiştirmek istiyorlardı, bir “yeni hayat” kuracaklardı. Bunun
da yolu kadınlardan başlayarak eski zihniyeti ve eski yaşam tarzını yıkmaktan geçiyordu. Bugün
görüyoruz, II. Meşrutiyet Cumhuriyet’in laboratuvarıdır. 1908’in hemen ertesinde Mülkiye’nin ders
programı Fransız Devrim Tarihi ve Anaya Tarihi ağırlıklıydı artık. Aydınlar devrime yaslanmış
anayasal bir düzen istiyorlardı.

Elimizde 1908’in yolunu açtığı bu yeni zihniyet ve yeni hayatla ilgili muhteşem iki çalışma var.
Zafer Toprak’ın “Türkiye’de Popülizm 1908-1923” ve Türkiye’de Yeni Hayat 1908-1928”
eserleridir bunlar. 1908 ile 1928 arasındaki o 20 yılda yeni bir düşünme biçimi, yeni bir hayat ve
yeni bir ülke yaratmayı başardık. Yitirdiğimiz 1923’ün anlamı budur.

“Yeni Hayat”ta bunun nasıl ve hangi şartlarda başarıldığı şöyle anlatılıyor:

“İmparatorluğun çözüldüğü bu coğrafyada kendi iradesiyle yönünü çizen tek bölge ülkesi Türkiye
oldu. Cihan Harbi’ni yitirmesine karşın Sevr’i tanımamış, direnmiş ve Millî Mücadele’yle yeni bir
devlet kurmuştu. Ancak bağımlı ya da sömürge birçok ülkeye örnek olacak Türkiye, bağımsızlığı
için yüksek bir bedel ödemişti. Ülke on yılı aşkın savaşlar sonucu beşerî sermayesini büyük ölçüde
yitirmiş, Millî Mücadele sonunda bugünkü sınırlar dahilinde nüfusu 20 milyondan 12 milyona
düşmüştü. Yeni ulus devlet yoksul bir ülke olarak yola çıkıyordu. Sağlık koşulları son derece
kötüydü. Anadolu insanın yaşam umudu 30 yaşın altına düşmüştü. Çocuk ölümleri kimi hekimlere
göre neredeyse yüzde 90’a ulaşıyordu...” Savaşlar içinde yetişmiş yeni nesil ile savaşlarla
örselenmiş eski nesil arasındaki bağ kopmuştu. Yeni neslin dinle bağı gevşemiş - insanı bu hallere
düşüren tanrıya kim inanır? - içine kapanmıştı. Sıkıntı toplumda değil bireydeydi, öyle
inanıyorlardı. Bu şartların sonucu olarak Hürriyet’e kılavuzluk eden sosyolojinin yerini psikoloji
alıyordu. Geçmiş reddediliyordu ama kimse reddedilenin yerine ne koyulacağını bilmiyordu. Açık
olan bir şey vardı; yeni bir vatan için yeni bir insan türünün yaratılması şarttı. Cumhuriyet’in “10
yılda 15 milyon genç yarattık her yaştan” övünmesinin nedeni buydu.

Bugünün kaybedeni 1908-1928 arasına yaratılan yeni hayat ve yeni insandır. Abdülhamit’i
indirdiğimiz için kazanmıştık 1908’i. Ortalık çakma Hamitlerden geçilmiyor şimdi. “Yeni hayat”
her yerde gericiliğin saldırısı altında. 1908’in ürünü olan üniversiteler çoktan medreseye dönüştü.
Anayasa yok, meclis kapalı, meşrutiyet bitti. Daha kötüsü bir aydın hareketi de yok ortalıkta.
Anadan üryan bir haldeyiz demek bu.

***

Madem içinde bulunduğumuz “fakru zaruret”e bakıyoruz, bir paranteze ihtiyacımız var. 2023’in
eşiğinde 1917’nin kazanımlarından da mahrum haldeyiz. İnsanlık, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile
daha iyi bir dünya umudunu kaybetmiştir. Umutsuzluk parçalar, zayıflatır, yıkar. Haliyle sınıf
örgütsüz. Sosyalizm korkusundan kurtulan sermaye ölçüsüzce saldırıyor her yanda. Kölelik geri
döndü yeryüzüne. Emperyalizmin kanını emdiği yoksul ülkeler Orta çağın eşiğinde, utanç verici bir
sefalet hükmünü sürdürüyor. İnanılmaz bir zenginlik akıl almaz bir yoksulluğun yanı başında
semirip duruyor. Milyarca aç insan, milyarlarca issizden oluşan acınası bir dünya kurdular az
zamanda. Bunda Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin çözülüşünün payını ihmal edemeyiz. Sadece
varlığı bu tabloyu bambaşka yapardı, biliyoruz. Kaldı ki bizim cumhuriyetsizliğimizin de
sebeplerinden biridir bu. Cumhuriyetimiz, Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ne yaslanarak kuruldu ve
dayanağı çekilince büyük bir hızla yıkıldı. Tartışırız.

***

Tabii bu topyekûn geriye kaçmayı sermaye sınıfının ihtiyaçlarından ayrı düşünemeyiz. Sosyalizmin
ilerleyişinden dehşete kapıldıkları 1950’li yıllardan bu yana devleti yüklerinden kurtarmak,
hızlandırmak istiyorlardı. Fransa’da, 1958 Gaulle Anayasası bir işaret fişeği oldu. Bütün
emperyalist ülkeler aynı yola girdi, parlamento ve yargı güç kaybetti, idare güçlendi, devlet
hızlandı. Devlet hızlanınca özgürlük alanları daraldı. Parlamento ve yargı, bu durumda demek ki
demokrasi artık düzenin sırtındaki yüklerden ibarettir.

Ülkemizdeki karşılığı bir anlamda emperyalist kapitalizmin tarihine bir katkıdır. “Başkanlık
sistemi” tartışmaları 1970’li yıllarda Aydınlar Ocağı türü sağ oluşumlarda başlamıştı. 12 Eylül yolu
açtı, Turgut Özal karikatürünü yarattı. 2002’da İslamcılar onun açtığı yoldan ilerleyip, bütün
bağlarından kurtulmuş çıplak bir devlet aygıtı yarattı. Başında tek adam var, patronlar ne derse emir
telakki ediyor. Ölçüsüz ve kuralsız İslamcılar eliyle ölçüsüz ve kuralsız bir devlet yaratılmıştır.
Katkısı ölçüsüzlüğüdür.

***

Peki bu durumda soralım, neredeyiz? Daha iyisi, bu cumhuriyetsizlikte ve bu hürriyetsizlikte nereye


gidiyoruz?

“Fatru zaruret”imizin aslında buraya kadar yazdıklarımdan daha kötü olduğunu not edeyim.
Aydınlarımızın, Mithat-Namık Kemal-Ziya, Abdülhamit’i anayasayı ilan etsin diye bir darbeyle
tahta oturduğu şartlardayız aşağı yukarı. Malumunuz, tahta oturur oturmaz ilan ettiği anayasayı rafa
kaldırdı despot. Meclisi kapatmadı ama içini boşalttı ve hafiyeleri ile yönetmeye girişti mülkünü.
Tamı tamına o şartlardayız. 2023’e girerken tarihimizden tanık olduğumuz zifiri bir karanlık
içindeyiz yani. Yeni yıl o karanlıkta çalıyor kapımızı. Ama unutulmasın 1876, 1908, 1917 ve 1923
de böylesi bir karanlıkta doğmuştu. Karanlık varsa ışık da vardır, olur.
Işık biziz. Biz bu karanlığı yıkarız. Işıklı, aydınlık, eşitlikçi ve umutlu bir yeni dünya kurarız. Ama
önce 2023’ü kazanmalıyız. Yol burada, yürüyecek olan sizlersiniz. Ya ağlayıp yakınacaksınız ya
ayağa kalkacaksınız. Öyleyse nice aydınlık, umutlu yıllara!

——————————————————————————
Nakşi kardeşliği
07.01.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Kürt siyasal hareketinin “İslam açılımı” 1990’lı yıllarda başladı. PKK, Kürtlüğün merkezde olduğu
yeni bir tarih yazmaya çalışıyordu. Ama geçmiş umduklarının tersine pek dinsel görünüyordu.
Ulusun değil ümmetin işleriydi kayda geçenler. Şeyh Sait o yazım sırasında keşfedildi. Sait, her ne
kadar Nakşi Şeyhi olsa da sonuç itibariyle bir Kürt’tü. Cumhuriyet düşmanı bir yobaz olması ise bu
şartlarda rahatlıkla görmezden gelinebilirdi. Şeyh Sait oldu Kürt ulusal önderi Sait. Ümmetten ulus
yaratma girişiminin cilveleridir.

Nakşi Şeyhlerini rehabilite etmenin ötesinde, bazı diplomatik adımlar da atıldı. Murat Karayılan,
2011’de, Süleymaniye kentinde yaşayan Nakşibendi şeyhinin kapısını çaldı. Çıkışta açıklama yaptı,
“Şeyh Şebendi ile görüştüm. Nakşibendi tarikatının merkezi Süleymaniye’dir. Tarikatın en büyük
şeyhi de Şeyh Şebendi’dir” dedi. Bu bir tür Nakşi Tarikatını tanıma adımıydı. Karayılan,
Nakşibendilerin Kürtlerin haklarına sahip çıkmaları gerektiğine inanıyordu.

Bu görüşmeden birkaç yıl sonra Diyarbakır’da, Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla, “Demokratik İslam
Kongresi” toplandı. Kuran okunarak açılan kongrenin birinci gününde “Medine Sözleşmesi”,
“İslam’da zalim, mazlum ve adalet kavramları”, “Ortadoğu’da barış arayışı ve Kürt sorunu
çözümü”, “İslam’da savaş, hukuk, barışın inşası” ve “Kadının İslam’daki yeri” başlıklarında
oturumlar yapıldı. Oturumda söylenenlere göre Kuran'da ve peygamberin sünnetinde “çok
kimliklilik, çok dillilik ve çok renklilik” gibi kavramlar bulunuyordu. Medine Sözleşmesi, “bir
arada yaşama ve yönetime kolektif katılmanın” yazılı anayasasıydı. İslam Türkleri ve Kürtleri
birleştirebilirdi, ima edilen buydu.

Öcalan da kongreye üç sayfalık mesaj gönderdi. “Mümin kardeşlerim” diye başlayan mesajda
“bazılarının”, PKK’nın temsil ettiği Kürt hareketini “Ateist, Komünist, Materyalist olarak”
tanımladıklarını ama bu tanımların “Batılı kavramlar” olduğunu söylüyordu. O “bazıları”na
“kavram kölesi” demek daha uygun düşerdi. Kaldı ki İslam’ın dindarı ve ateisti olmuyordu. Zaten
ümmet birliği de millet birliği demekti. PKK hareketini, “Batı’nın ideolojik hegemonyasının bir
sonucu olan dini-laik ikilemine boğmamak” gerekiyordu. İslam’ın kendisini de “dini-laik bağlamına
sıkıştırmak” yanlıştı. Bu sıkıştırma İslam’daki yaşam bütünlüğünü bozuyordu. Kavram kölesi
olmayınca kavram cambazı olursun. Bunlar pek kıvrak ve oynak tanımlamalardır. Kavramların
belini kırmadan, ümmetten ulusa ulaşamazsınız. Kıvraklık şarttır!

***

Malum, Nakşibendilik şişede durduğu gibi durmaz, dal budak salar, kollara ayrılır. Süleymaniye’de
yerleşmiş olan tarikat Nakşiliğin Halidiye koludur. Bu kola adını veren Şeyh veya Molla Halid-i
Bağdadi, 1779’da Süleymaniye’de doğdu. Kadiri tarikatından olan Berzenci Ailesi’nin yanında
yetişti. 1809’da Süleymaniye’yi ziyaret eden Hindistanlı bir dervişin önerisiyle Hindistan’a gidip
Nakşibendî Şeyhi Abdullahi Dehlevi’den el aldı. Artık Kadiri değil, Nakşibendi’ydi. Ancak
Kadiriler ve Talabani Aşireti, Molla Halid’i “sahtekâr, sapık, yogi” olmakla suçladı. İşi zordu fakat
tanrısı Halid’in yüzüne gülmeye hazırlanıyordu. Süleymaniye’de kurduğu ilk Halidiye tekkesi
Kürtlerin geleceğini de şekillendirecekti.

Osmanlı Nakşiliğin Kürtleri bölmesinden memnundu, böylece “Kadiri” Kürt beyliği Berzenciler’e
karşı sadık bir müttefik bulmuştu. Molla Halid, bu ittifaka yaslanarak etkisini genişletti.
İmparatorluğun merkezinde de talih Nakşilere gülüyordu. Yeniçerileri ve Bektaşileri ezen Osmanlı,
Bektaşilerden doğan boşluğu onlarla doldurdu, Nakşibendiliği “resmi tarikat” olarak benimsedi.
Nakşiler imparatorluğun her tarafında etkisini arttırıyordu. Bunun en belirgin sonucu Kadiriliğin
Kürt bölgesinden silinmesi oldu.

Önü devlet marifetiyle açılan Halidiler, Osmanlının yıkılışına kadar sadece bir tarikat değil bir
siyasi parti gibi örgütlendi, bir idare aygıtı gibi davrandı. Osmanlının tasfiye ettiği aşiretlerin yerini
artık Halidiye dolduruyordu. Halidiye’nin desteklediği küçük aşiretlere de gün doğmuştu. Barzani
aşireti, Halid’in halifesi Şeyh Taceddin sayesinde Halidiye tarikatına katıldı. Barzani ailesi tarih
sahnesine böyle çıktı. Özerk Kürt Yönetiminin kökeninde bu tarikat-aşiret ortaklığının büyük payı
var.

***

Murat Karayılan, “Nakşiler Kürtlerin haklarına sahip çıksın” derken bu tarihe göndermede
bulunuyordu. Nakşibendi tarikatı, Kürtler ve Türkleri birleştiren somut bir bağ haline dönüşmüştü
çünkü. Sadece Süleymaniye’de değil, Ankara ve İstanbul’da da Nakşibendiliğin borusu ötüyordu
artık.

Bugün Türkiye’nin içine itildiği karanlığın sorumlusu olan pek çok tarikat, Menzil- İskenderpaşa-
Erenköy-İsmailağa-Süleymancılar-Işıkçılar, Süleymaniyeli Kürt Halid’in paltosundan çıktı.
Cumhuriyet döneminde isyan eden bütün Nakşi şeyhleri Molla Halid’in tohumlarını ekip yeşerttiği
Halidi-Nakşibendi geleneğine yaslanır. Turgut Özal’dan Necmettin Erbakan’a, Bülent Arınç’tan
Kemal Unakıtan’a, Abdullah Gül’den Tayyip Erdoğan’a, yakın tarihte dinci-sağcı kim varsa bir eli
Molla Halid’dedir.

Saltanatın-hilafetin ilgası ve Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle başlayan yeni dönem Halidiye için
karanlık bir dönemdi. Cumhuriyetle birlikte tarikat şeyhleri Osmanlı devlet ricalinden gördükleri
destekten mahrum kalmışlardı. Hilafetin kaldırılmasından bir yıl sonra Molla Halid’in halifesi Şeyh
Ali Septi’nin soyundan gelen Palulu Şeyh Said, yeni doğan cumhuriyete karşı işte bu saiklerle
ayaklandı. Şeyh Said’ten, Menemen’deki ayaklanmayı organize ettiği iddia edilen Şeyh Esad
Erbili’ye kadar Cumhuriyet Türkiye’sinde gerici isyana kalkışanların tamamı Nakşibendi-Halidiye
şeyhleriydi. Haliyle Cumhuriyet de Halidileri bulduğu her yerde kovaladı. Doğaldır. O kadar ki,
Büyük Millet Meclisi'nin 30 Kasım 1925'te çıkarttığı 677 sayılı kanunla tekke ve zaviyeleri
kapatmasından sonra, şiddetli bir şekilde izlenen tek tarikat, Nakşilerin Halidiye kolu oldu.

***

12 Eylül faşist darbesinden sonra denklem değişti, Türkiye’de tarikatlar için yol yeniden açıldı.
Nakşibendilik ülke sathına yayıldı, büyük ekonomik güç edindi. Etkileri Edirne’den
Mezopotamya’ya kadar uzanıyor. Haliyle ülke de bir yandan bu tarikatın kanlı karanlık tarihiyle
yüzleşiyor.

O karanlıkta gördüklerimizi özetleyelim: Nakşibendilerin aydınlığa yönelik düşmanlıkları devletle


anlaştıkları 1826 yılına dayanıyor. Abdülhamit bu ilişkiyi taçlandırdı, fırsatını buldukça bu tarikatı
muhaliflerine karşı kışkırttı. Nakşilerin en büyük ayaklanması, 1909'da Hürriyet’e karşı oldu. II.
Meşrutiyet ile hesaplaşma istekleri, İngilizlerin tahriki ve maddi yardımıyla İstanbul'da 31 Mart
gerici ayaklanması olarak adlandırılan büyük bir kalkışmaya dönüştü. Kurtuluş Savaşı’na karşı da
pek çok ayaklanma başlattılar. Şeyh Eşref, Birinci-İkinci Bozkır, Konya, Birinci-İkinci Anzavur, Ali
Batı, Birinci-İkinci Düzce, Birinci-İkinci Yozgat ve Zile ayaklanmalarında öncülük Nakşilerdeydi.
Şimdi yeniden devlette ve iktidardadır.

Haliyle HDP ile iktidar bülteni Akit gazetesini birleştirebilen bir çizgidir bu. İlkine göre Sait “Kürt
halkının kutsalıdır”, ikincisine göre “İslam alimi”dir. Ortak tarifleriyle “Türk Ordusu’na sızan
Kemalist Terör Örgütü’nün şehit ettiği” tarihsel bir karakterdir. Haliyle Şeyh Sait’ten AKP’ye
uzanan siyasi çizgide bir Nakşibendi rengi var. Nakşi kardeşliğidir.

Peki, Nakşibendilikten ulus çıkar mı? Mümkün değildir. Bu çizgide ulusal renk İslamcılığın
önemsiz bir dolgusundan ibarettir, gerisi zorlamadır.

***

Birkaç gün önce Karayılan’ın tarikat merkezi ilan ettiği Süleymaniye kentinde otomobil ve
motosiklet yarışına katılmak isteyen bir kadın, yüze yakın erkeğin saldırısına uğradı. Tekme tokat
dövülen kadın olası bir linçten kaçarak zor kurtuldu. Kürt bölgesi yöneticilerine göre göre, Barzani
ailesidir, saldırı barbarca bir tavrın ürünü.

Peki bu barbarlığı üreten ne? Tabii ki tarikatlar düzeni. Tarikat düzeni kadın ve çocukların
cehennemi, ipsiz sapsız erkeklerin cennetidir. Tarikatlar düzeni, moda deyimle bu barbar “erilliği”
yeniden üretiyor, kadını aşağılıyor, çocukları tarikata devşirilecek bir hammadde olarak görüyor.
Yayılmalarında ve yaygınlaşmalarında bu “erilliğin” tartışmasız bir etkisi var. Hem tarikatları
destekleyip hem barbarlıktan yakınamazsınız öyleyse.

İşte tarih, işte sonucu. Bu karanlığın Kürdü, Türkü yok. Kadınların, çocukların ve tabii insan olmak-
insan kalmak isteyen “erkeklerin” kurtuluşu ümmet olmakta değil eşit ve özgür yurttaş olmakta.
Nakşi kardeşliği değil, sınıf kardeşliği birleştirir bizi. Süleymaniye’de veya İstanbul’da bu tarikat
düzenini dağıtacağız. Herkes etrafına bu netlikte bakmalı, çizgisini bu netlikle oluşturmalıdır.

——————————————————————————
Zındık yazı
14.01.2023
ORHAN GÖKDEMIR

George Granville Monah James, şimdi adı unutulmuş bir mantık profesörü. Geride ancak
meraklılarının arayıp bulabildiği bir kitap bırakmış; başlığı “Çalınmış Miras…” James’in kitapta
söylediği şu; Bugün Yunan felsefesi diye bildiğimiz şey hemen hemen Büyük İskender’in Mısır’ı
fethi ve ardından İskenderiye Kraliyet Kütüphanesi’nin talan edilmesinden sonra ortaya çıkmış bir
külliyat. Yani Yunanlı filozofların yaptığı aslında o yağmada ele geçirilenler üzerinde yapılan bir tür
çeviri faaliyeti. Yunanlılar, İskenderiye Kütüphanesinde bulduklarını düşünceleri, bilgileri
yettiğince kendi dillerine çevirdiler sadece. Sert ve sarsıcı bir iddia.

Bu konuyla ve bu dönemle ilgili bilgimizin çok az olduğunu, ilgilenenlerin de bu az sayıdaki bilgiyi


yok sayma eğiliminde olduğunu biliyorum. Yunanlıların dehası, tarihin ve tabii felsefe tarihinin
büyük tabularından biridir. Buna karşılık, Yunan dehası dediğimiz şey yarım yüzyıl gibi kısa
sayılabilecek bir zaman aralığında parladı ve söndü. Bunun neden ve nasıl olduğu üzerinde pek çok
düşünür akıl yürütmüş. Marx, Yunanlıların bu ışığı toplumsal gelişimlerinin henüz çocukluk
aşamasında olmalarına bağlıyor örneğin. İskenderiye Kütüphanesinden alınan destek, böyle
bakınca, daha makul geliyor. İlla bir hırsızlık olması da şart değil ayrıca.

Bir de hatırlatma. Mısır seferinde Büyük İskender’e eşlik eden Aristotales, seferden sonra
Yunanistan’a dönüp sayısız kitap “yazdı”. Hocası Platon’un ona “okuyucu” dediği söyleniyor.
Okuyan elbette yazar da!

James’e göre, Aristotales’in askeri kitap seferinden önce Pisagor, Thales, Ksonofanes, Parmenides,
Zenon ve Melissus gibi birçok Yunan filozofu da Mısır’a eğitim amacı ile gitmişti. Bu filozofların
bir kısmı Mısır’da eğitimlerini tamamlayıp ülkelerine döndükten sonra ağır ithamlarla karşılaştı ve
ağır cezalarla yargılandı. Çünkü Mısır’dan dönüşte beraberlerinde Yunanlıların alışık olmadığı
inançlar ve tanrılar da getirmişlerdi. Mısır kültüründe uzak yıldızlar önemli yer tutuyordu. Belli ki
Güneş’in yanan bir küre olduğunu ve uzak yıldızların da birer güneş olduğunu biliyorlardı. Mısır’ın
kadim tanrılarından Tot’un marifetlerinden biri Güneş, ay ve yıldızların hareketlerini hesaplamak ve
mevsimleri düzenlemekti. Tarihi Yunanlılarla başlatan uygarlığımızın bunu keşfetmesine daha
binlerce yıl vardı.

James’in “Çalınmış Miras”ı bize alışık olduğumuzdan oldukça farklı bir fotoğraf gösteriyor. Haliyle
ortalama bakışın da hayli dışında. Biliyoruz bu terslik, bir yazarı önemsememek veya unutmaya
terk etmek için yeter sebeptir.

2013 yılında yitirdiğimiz Martin Bernal’in “Kara Atena”sı da benzer bir direnişle karşılaşmıştı.
Türkçesini arkadaşım Özcan Buze’ye burçluyuz. Aklıselim dünya, tarihimizin ve felsefemizin tek
kaynağının Yunanistan olamayacağı fikrini duymaya hazır değildir henüz.

***

Bu tür sarsıcı iddialardan birinin sahibi ile soL’da kapsamlı bir söyleşi yapıldı birkaç ay önce.
Truva’nın tarihteki rolünü yeniden tartışmaya açan Dr. Eberhard Zangger’e göre “Truva savaşı”
diye bildiğimiz destansı olay bir “sıfırıncı” Dünya Savaşıydı. Truva’da, aslında, Yunanlıların başını
çektiği koalisyon güçleri ile Truvalıların başını çektiği koalisyon güçleri karşı karşıya gelmişti.
Truva safında savaşanlar Anadolu’daki site devletlerin askeri güçleriydi. Sonunda Truva yenildi ve
savaşı Yunanistan koalisyonu kazandı. Fakat savaşın yol açtığı yıkım o kadar güçlü oldu ki, Bronz
Çağı sonunda Ege’yi o güne kadarki tüm uygarlık birikimini yok eden 300-400 yıl sürecek büyük
bir karanlığa sürükledi. Homeros’un İlyada ve Odysseia destanları aslında Ege’deki bu müthiş
yıkımı anlatıyordu.

Bu karanlık çağ yeni bir tarih yazımı için de olanaklar yaratıyordu. “Kendi kendisinin babası olan
Yunan uygarlığı” tezi de bu olanağı kullanmıştı. Yani Avrupa merkezli tarih anlayışı “Sıfırıncı
Dünya Savaşının” yol açtığı o karanlığın içinden çıkıp geliyordu. Dr. Eberhard Zangger şöyle
devam ediyor; “Avrupalı arkeologlar uzunca bir süre Batı uygarlığının doğuşunu M.Ö. 776’daki ilk
Olimpiyatla ve Homeros destanlarının derlenmesiyle eş zamanlı gördüler ve böyle bir algı yarattılar.
Bu model, kabul edelim ki, 150 yıl önceki tek gerçeklikti ve insanların kafalarına bu şekilde
yerleştirildi. Ama Yunan kültürü yoktan var olmadı herhalde, mutlaka bir önceli vardı. Benim
üzerinde durduğum da bu. Soru şu: Ege’de, Erken Demir Çağı’nda, M.Ö. 1200’den 800’e, hatta
daha öncesinde, Orta ve Geç Bronz Çağı’nda, M.Ö. 2000’den 1200’e ne yaşandı?”

Ne yaşandığı ayrı ama o tarihlerdeki siyasi haritanın yapılmak istenen kurguya ters olduğu açıktı.
Çünkü karanlık çağda bölgede Anadolu kültürlerinin hâkimiyeti söz konusuydu. Kökleri
Anadolu’da olan bir Yunan Uygarlığı ise bu tarih yazımı için uygun bir malzeme değildi.
Görmezden gelmek en iyi yoldu. Dr. Zenger’in Troya’nın aslında kayıp “Atlantis” şehri olduğunu
iddia etmesi bu yok saymayı kolaylaştırdı. İnsanlığın hayallerini süsleyen kayıp uygarlığın
köklerinin Anadolu’da ve merkezinin Troya’da olması kabul edilemez bir iddiaydı.

***

Felsefeden giderek uzaklaştığımız ve “kör inancın” içine giderek daha fazla battığımız bugünlerde
zındıklık ederek soralım: Bize dayatılmış tepetaklak alemlere bu kadar kolay alışmamız ve
inanmamız nasıl mümkün olabiliyor? Örnek olsun, uzaya binlerce uydu göndermiş ve kesintisiz
dünyayı izleyen bir uygarlığın ahfadı olarak, duvarlarımızı süsleyen haritaların çarpıtılmış
projeksiyonlar olduğu söylense şaşırmaz mısınız? Dünya haritalarına kaynaklık eden “Merkatör
Projeksiyonu”nundan söz ediyorum.

Özetleyeyim: Merkatör Projeksiyonu, Gerardus Mercator'ün silindirik projeksiyona verilen ad. İlk
Merkatör Projeksiyonlu Dünya haritası Mercator tarafından 1569'da çizildi. Bu yöntemle yapılan
haritalarda meridyen ve paraleller birbirini dik kesiyordu. Yani merkezinde bir ışık kaynağı bulunan
küresel dünyanın, ekvatoruna teğet olarak geçirilen bir silindir vasıtasıyla harita elde edilmesini
sağlayan bir projeksiyondu bu. Orantılı bir projeksiyondu ve şekil bozulmaları minimumdu. Ancak
ekvatordan uzaklaştıkça hızla artan alan bozulmaları söz konusuydu. Haliyle Merkatör
projeksiyonuna sahip olan haritalarda sadece ekvatora yakın olan bölgelerde doğru sonuçlar
alınıyor, kutuplara doğru gittikçe şekiller bozuluyordu. Öyle küçük bozulmalardan da söz
etmiyoruz. Örneğin 7.700.000 mil karelik bir sahaya sahip Güney Amerika ile 800.000 mil karelik
Grönland adası aynı büyüklükte görünüyordu. Afrika ile Grönland’ın büyüklükleri bu projeksiyona
göre aynıydı, oysa Afrika Grönland’ın 14 katı büyüklüğünde bir kıtaydı. (Grönland’ın yüzölçümü 2
milyon kilometrekareden biraz fazla. Afrika Kıtası’nın yüz ölçümü ise hemen hemen 30 milyon
kilometrekare.) Antarktika kıtası kıtalar arasında büyüklükte beşinci olmasına karşın bu haritayla
birlikte birinciliğe zıplamakta, Grönland Afrika kadar olmakta, Kuzey Avrupa ülkeleri ekvatordaki
ülkeleri toprak miktarları bakımından sollamaktaydı. Yani bu projeksiyonla elde edilen haritalar
gerçekte “yalan bir dünyanın” haritalarıydı.

Bu yalan dünya, 1973’te, Alman film yapımcısı ve tarihçi Peters’in itirazına kadar sorgusuz kabul
edilmişti. Peters, bu projeksiyonun yanlış olmaktan öte, ırkçı niyetlerle hazırlanmış olduğunu iddia
etti. Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinin olduklarından çok daha büyük görünmelerinin gerçek
nedeni buydu. Tuhaf bir rastlantı, Martin Bernal de tarihte Yunanistan’ın öne çıkarılması ve Mısır’ın
etkisinin görmezden gelinmesinde bu ırkçılığın rolüne dikkat çekiyordu.
Bugün kullandığımız pek çok haritanın merkezinde Avrupa’nın olması da böyle bir çarpık bakışın
ürünü. Oysa Dünya küreseldir, kürenin ne merkezi vardır ne de altı üstü. Merkatör projeksiyonunun
emperyalizmin bir simgesi haline geldiğini söyleyenler ortaya güçlü deliller sürüyor haliyle.
Örneğin Büyük Britanya’nın “topraklarında Güneş batmayan imparatorluk” olduğu dönemlerde
İngiliz üretimi Dünya haritaları başka alternatifleri olmasına karşın Merkatör izdüşümünden asla
vazgeçmemişlerdi. Çünkü bu projeksiyon hem İngiltere’yi hem de dominyonları olan Kanada ile
Avustralya’yı olduğundan daha büyük gösteriyordu. Ekvatora yakın olan İngiliz sömürgeleri
ihtiyaca uygun olarak daha küçüktü ve İngiltere de Dünya’nın tam merkezindeydi. Yani Merkatör
haritaları İngiltere’nin sömürge politikalarının ve yaratmak istediği algının görsel coğrafi zeminini
oluşturuyordu.

***

İnancı, bilimi, tarihi, sanatı, edebiyatı yaratanlar bizleriz. Haliyle kendi sınırlılıklarımızı,
hayallerimizi ve isteklerimizi de katıyoruz bu yaratının içine. Hepsi baştan sona insani işlerdir.
Demek ki herkes gibi iki göze sahip olmanız, gerçeği olduğu gibi göreceğiniz anlamına gelmiyor.
İnsanın görme eylemi tanık olduğumuz en ideolojik iştir. Tarih de saf bir bilim değildir, tam tersine
iktidar ve sınıf savaşlarının karşılaşma alanıdır. Başından beri sınıflara yaslanıyor, ideolojiye
dayanarak yol alıyor. Egemen sınıf egemen bir tarih kurgusu da oluşturuyor haliyle. Mevcut bakış
açımızda kapitalizmin, tabii emperyalizmin tartışılmaz bir etkisi var demek bu. Bu durumda gerçeğe
yaklaşmanız için kuşkuyu sürekli beslemeniz, sürekli öğrenip yeni sorular sormanız gerekir. Öyle
ya, bu kadar çarpık olan bir dünya neden çalınmış bir mirasın üzerinde duruyor olmasın!

Başka türlü bir tarihe ve başka türlü bir dünyaya ulaşmak için pek çok işaretler belirdi. Yeter ki, her
ne olursa olsun gerçeğin peşinden gitmekten korkmayın. Unutmayın, bu tutumun size yapabileceği
tek şey aklınızı özgür kılmaktır.

——————————————————————————
Tayyibizm’e karşı!
21.01.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Yeni rejimin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ açıklama yaptı, “bu reisimizin ikinci seçimi, aday
olmasında sakınca yok” dedi. Peki reislerinin ilk seçimine ne oldu?

Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesine 2007 anayasa değişikliği referandumuyla karar


verildi. Bu değişikliğin ardından ilk seçim 10 Ağustos 2014’te yapıldı ve Tayyip Erdoğan
cumhurbaşkanı seçildi. 2017’de bir anayasa değişikliği daha yapıldı, cumhurbaşkanı, 2018 yılından
beri, aynı zamanda iktidar partisinin ve hükûmetin başı. Bütün bunların anlamı Türkiye’de
2007’den bu yana yeni bir devlet yönetimi inşa edilmekte olduğu. Zaten sembollerini de
değiştirdiler, 1923’ten beri Cumhurbaşkanlarının ikamet ettiği Çankaya Köşkü’nü misafirhaneye
dönüştürdüler. Yeni rejim için Atatürk Orman Çiftliği'nde “kaçak” bir Cumhurbaşkanlığı Sarayı inşa
ettiler. Kaçaktan maksat saray denilenin bir tür gecekondu olduğudur; yeni rejimin kuralsızlığına bir
göndermedir. Saray cumhuriyetin yıkıldığının en önemli sembolü. Cumhuriyette kuralsızlık ve tabii
saray imkansızdır.
Haliyle, Türkiye’de, cumhuriyet artık bir “ancien régime”dir, 12 Eylül ve islamcılar tarafından
yıkılmış, yerine “Tayyibist” bir yeni rejim kurulmuştur. Ülkenin cumhuriyette geçen tarihini
sıfırladılar, “Ergenekon” davasıyla suçlu ilan ettiler. Cumhuriyeti yıkıp “cumhurbaşkanlığı sistemi”
adı altında yeni bir rejim kurdular. Yeni rejimin ikinci seçimine ilerliyoruz. Adalet Bakanı’nın
demek istediği bu.

Sorun şu, muhalefet de bunun böyle olduğunu kabul ediyor. Ana muhalefet partisinin bilmem nesi
Engin Özkoç, “Tayyip Erdoğan'ın adaylığının anayasaya aykırı olduğunu biliyoruz ancak Erdoğan
ve YSK hukuku çiğneyerek aday olacak ve bizim karşımıza çıkacak. Söz o zaman milletin olacak”
dedi. Bu eski rejimin anayasasının yürürlükte olmadığının kabulüdür. Zaten alışıklar, milletvekili
dokunulmazlıklarının kaldırılması adımında “anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” dedikleri
günden beri baş aşağı gidiyor ülke. Muhalefet, altılı masa, Tayyibist rejimin önemli bir parçası veya
ayağıdır. Onlarsız Tayyibizm imkansızdır.

“Girsin seçime, nasıl olsa kaybedecek” ne demek? Hukuksuzluğa göz yuman muhalefet kazansa ne
olur kazanmazsa ne? Anayasa ve hukukun yokluğunu “a priori” kabul etmek demek bu. Muhalefet
denilen şekilsiz toplam, cumhuriyetin yıkıntıları üzerine kurulan bu çarpık yeni rejime itiraz
etmiyor. Onun ayakta kalmasının Tayyibizmin frenlenmesine bağlı olduğunun bilinciyle, yeni rejimi
Tayyipsiz yürütmeye aday oluyor. Muhalefet artık Tayyipsiz Tayyibizmdir!

***

Rejim ne demek? Bir devletin yönetme biçimi. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçildiği bir
yönetme biçimi, onu meclisin seçtiği yönetme biçiminden bütünüyle farklıdır. Halkın seçtiği ve aynı
zamanda hükümetin başı olan bir cumhurbaşkanının artık meclisi önemsemeyeceği çok açıktır.
Üstelik iki yönlü bir hükümet başkanlığıdır bu. Bir yandan devlet başkanı olarak hükümetin başıdır,
öbür yandan iktidar partisinin genel başkanı olarak. Sınırsız, ölçüsüz ve kuralsız bir yeni rejimdir
bu. Bütün bağlarından kurtulmuş, denetimden azade, bir iktidardan söz ediyoruz.

Bu yeni rejim kuruluşunu Tayyip’ten çok Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeni CHP’sine borçludur. “Eskisi
neydi ki yenisi ne olacak” diyebiliriz ama CHP artık bütünüyle ideolojisiz, pragmatik, bir partidir.
Genel başkanının dili cumhuriyete ve laikliğe dönmemektedir. Genel başkan olduğunda
Almanya’da sordular, laiklik tehlikede diyor musunuz diye. “Diyemem” dedi. Hayatındaki tek
başarısı bir imamı İBB’ye atamak ve AKP-MHP ve MSP eskilerini bir masa etrafında toplayıp laik
halkımızın nezdinde meşrulaştırmak oldu. CHP’nin Tayyibizme eklemlenmesi ancak bu
biçimsizlikle veya ideolojisizlikle mümkündü çünkü. Kılıçdaroğlu, biçimsiz veya ideolojisiz
CHP’nin son genel başkanıdır. Tabiri caizse CHP’nin geç gelmiş Gorbaçov’udur!

***

Demek ki yeni rejim, artık olmayan adalete “bakan” Bekir Bozdağ’ın fantezisi değildir. Kabul
edelim, yeni bir rejim var. Size henüz tebligat gelmemiş olabilir, bana geldi, oradan biliyorum. İki-
üç gün önce karakoldan çağırdılar, ifade vermem gerekiyormuş. Kadınların burnunu göstermesinin
günah olduğunu vazeden şu yeni nesil imamlardan biri, bu vaazına “ihvan usulü IŞİD” yorumu
yapmamı hakaret kabul edip şikâyet etmesi sebebiyle gelmişti tebligat. “Bilişim savcısı” telefonuma
el koyulmasını da istemişti ilgili yazısında. İfadeyi allan türbanlı polis memuresi ile bakıştık. “İnkâr
etmiyorum bunu ben söyledim” dedim, ayrıca daha söyleyeceklerim var, dava açılarsa bakarız…
Cumhuriyet yıkılmış olabilir ama yasaları ayakta. Bu ancak cumhuriyetle ve laiklikle bağını
koparmış yeni bir rejimde mümkün olabilir. Sözün kısası, Tayyibist muhalefet cumhuriyetten arta
kalanları silmek için var. Bunu bileceğiz. Adımlarımızı ona göre atacağız.

İtirazlarımız azalıyor. Dinselleştirilen eğitimi daha az sorun ediyoruz örneğin. Tarikatlar düzenine
ancak bir çocuğa tecavüz haberi ile birlikte gündeme gelirse tepki gösteriyoruz. Bekir Bozdağ’ın
adalet bakanı, Süleyman Soylu’nun içişleri bakanı olması normal artık. Binali Yıldırım’ı ve aşırı
beslenmiş oğlunu sindirdik, gemiciklerini nereden ve nasıl edindiğini sormuyoruz. 418 milyar
Dolar’ın nasıl ve kimler tarafından çalındığını dert etmiyoruz. Damadın uzaktan kumandalı uçan
silahlarını düzenin kutsal kuşuna dönüşümü izliyoruz dehşetle. Bunları, hepsini, Tayyibist
muhalefete borçluyuz!

***

Tayyip Erdoğan yeniden aday olabilir mi? Olabilir. Bu hukuksuzlukta her şey mümkündür. Ve
hukuk yoksa eğer, seçimi mutlaka silahı ve parası olan kazanır. Bu muhalefet kazansın veya
kazanmasın, ağır, karanlık bir tünele doğru ilerliyoruz. Tayyibizmin halkımıza karanlıktan ve
açlıktan başka vaat ettiği bir şey kalmadı. Tayyibizm geleceksizliktir.

***

Hukuksuzluk sadece Tayyip Erdoğan’ın üçüncü kez aday olup olmayacağında değil zaten. Kemal
Kılıçdaroğlu’nun marifetiyle yepyeni bir sorunumuz oldu; Türbana anayasal güvence… Öyle
aptalca bir siyasal girişimdi ki bu, kendisi bile sahip çıkamıyor artık. Tuhaf-cahil danışmanlarının
marifeti desek, “kendisi iyi çevresi kötü”ye varacak iş. Hayır, siyasetçi yol açtığı bütün kötülüklerin
sorumlusudur. Bu düzeni yıktığımızda Kemal Kılıçdaroğlu da yargılanacak, yol açtığı tahribatın
hesabı sorulacaktır.

Onun attığı pası gole çevirmeye çalışıyor iktidar şimdi. Türbanı anayasaya sokma gayretinin
ardında devlete resmi din atama amacı var, bu açık. E, bu rejime, bu devlete bir resmi din de
gerekir. Olursa kahramanı Kılıçdaroğlu olacaktır, Tayyibist rejim heykelini dikse yeridir!

Az veya çok, cumhuriyetten monarşiye, ölçülerin ve kuralların dünyasından ölçüsüzlüğün ve


kuralsızlığın dünyasına geçtik. Yolsuzluk ve hırsızlık suç değil artık, nevzuhur sultanın izin
vermediği yolsuzluk ve hırsızlık suç. Cinayeti suç olmaktan çıkardılar, iktidara yarıyor mu
yaramıyor mu ona bakıyorlar. Her türlü korkudan kurtulmuş pür kapitalizme her türlü kuraldan
arınmış pür bir devlet gerekiyordu zaten. Binali Yıldırım’ın oğlunun önünde şamar oğlanı
kıvamında dizilenlere bakın, ne görüyorsanız yeni devlet ve yeni rejim odur. Devletin antetli
kağıdıyla memurları parti genel başkanının mitingine çağıran valiye bakın, devlet bundan ibarettir.
Ölçüsüz ve kuralsızdır.

Cumhuriyeti yıktılar, laiklik sizlere ömür, kural yok, seçim yok. Reis ne emrediyorsa kural o artık.
Bu düzenden sadece seçimle kurtulamazsınız demek ki. Size güçlü, kararlı, ilerici, laik,
cumhuriyetçi, eşitlikçi bir başka aygıt gerek. Size başka türlü bir parti gerek.

Enseyi karatmaya mahal yok. Hep dediğimiz gibi, o gün geldiğinde cumhuriyet sosyalizme,
sosyalizm cumhuriyete çok yakışacak!
——————————————————————————
Resneli Niyazi’den Dersimli Kemal’e
28.01.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Altılı masa mucidi Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın 3. kez aday olamayacağını kabul ediyor. Bu
durumda bu adaylığa itiraz etmesi gerektiğini hatırlatanlara, “Etsek ne olacak ki… YSK’yı atayan
o” diyor, “zaten Anayasa Mahkemesi de bu konulara bakmıyor” diyerek kapatıyor konuyu.
Gerekçelerini doğru kabul edersek, yüksek yargının bağlılığının Anayasaya değil Tayyip Erdoğan’a
olduğunu da kabul etmemiz gerek. Bağlılık kişiyeyse bu durumda Anayasa ölmüştür. Tayyip
Erdoğan’ın cevvalliğinden çok bu lakaytlıktan gitti gariban, ışıklar içinde uyusun!

2007 tarihli, talihsiz, cumhurbaşkanının halk tarafından seçileceğini düzenleyen referandumdan bu


yana fiilen III. Abdülhamit devrindeyiz. Her şey Abdülhamit’in 1908 Temmuz ayı başında bıraktığı
gibi; Anayasa rafta, yargı eş dost akraba topluluğu, Meclis’in adı var kendi yok. Geride kalan tek
şey seçim. Muhalefet bu sınırsız ve ölçüsüz “tek adam” rejimi karşısında çaresiz ama halkın bir
yolunu bulup oylarını onlara atacağından kuşku duymuyor. Peki, kime kaç oy verildiğine kim karar
verecek? Üyelerini III. Hamit’in atadığı YSK…

Muktedirin anayasaya uyup uymaması sorunu, öyle Kılıçdaroğlu’nun “ne yapalım yani”
kayıtsızlığıyla ele alabileceğimiz bir sorun değil demek ki. Bizim anayasa tarihimiz padişahın
yetkisini sınırlama tarihidir. Teokrasinin ve şeriatın kaldırılması hareketidir. Kimsenin dini kurallara
uymadığı için kovuşturulmaması, dışlanmaması, dini inanç ve vicdan özgürlüğüne sahip olması
mücadelesidir. Resneli Niyazi, 3 Temmuz 1908’de, bir avuç adamıyla dağa bu sınırsız yetkiye isyan
ettiği için çıkmıştı. Hürriyet kahramanıdır. Öyleyse “yapacak bir şey” her zaman vardır. Her
adımında nevzuhur padişahın yetkilerini artıran şeye anayasa diyemiyoruz demek ki.
Anayasalarımız, Hamit bir daha olmasın diye yapılmıştır. Eksik veya fazla, mevcut durumu
tartışmaya ancak buradan başlayabiliriz.

***

Sultan Abdülaziz alaşağı edildi ve kapatıldığı yerde akıbetini beklerken tırnak makası ile intihar
etti! Abdülhamit pek meşrutiyetçi görünüyordu, alıp sultan yaptılar, tırnak makasını hesaba
katmazsak kansız saray darbelerinden biridir. Bu sinsi saray oğlanı, etrafına güvensizlik saçmasına
rağmen Mithat Paşa’yı meşrutiyet yanlısı olduğuna inandırmayı başarmıştı. 1876’da artık II.
Abdülhamit dönemidir, Kanun-u Esasi ilan edildi.

Hamit ümmiydi ama pek kurnazdı. Osmanlı’nın çok bunalımlı bir dönemine denk gelmişti iktidarı.
Toprakları her geçen gün etrafındaki güçler tarafından kemiriliyor, yiyip bitiriliyordu. Sinsi sultanın
pek aldırdığı yoktu bu hale. O ilk anayasanın mimarı olan Mithat Paşa neredeyse tek başına devletin
onurunu korumaya çalışıyordu. Haliyle sinsi sultanın ilk işi bir bahane bulup Mithat Paşa’yı
vezirlikten azletmek ve anayasayı askıya almak oldu. Meclisi kapatmadı, vekiller maaş almaya
devam etti. İçeride böylece kısmi bir sessizlik sağlamış oldu.

Şimdi nefret ettikleri İttihat ve Terakki, 1889’da, Sinsi Sultanın bu baskı rejimine karşı kuruldu.
Okullar kaynıyordu, ordu rahatsızdı. Sinsi Sultan, ülke yanarken, Yıldız Sarayı'nda devşirmelerden
oluşturduğu korumalarının sağladığı güvenli ortamda keyif çatıyordu. Muhaliflere karşı acımasız
bir hafiye ağı kurmuştu. Topraklarına yaydığı zulmü yol, köprü, okul inşaatlarıyla örtmeye
çalışıyordu. Tabii bunları sınırsız bir borçlanma ile yapıyordu. O kadar borçlandı ve istikrarsızlık o
kadar arttı ki alacaklılar yeni borçlar vermeden önce eskilerinin ödeneceği yolunda garanti istedi.
1882’de bu amaçla Duyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. Gelen vergiler doğrudan borca yatırılacaktı.

Hamit, imparatorluğu kuruyup düşerken kendisinin kudretli bir sultan sanılmasını istiyordu. Resneli
Niyazi dağa çıkınca yarattığı sis dağıldı, birkaç telgrafla dizlerinin bağı çözüldü, çöküverdi. Zulmü,
1908 yazında sona erdirilebildi. Anayasanın yeniden ilanı, haliyle II. Meşrutiyettir.

Düşük Hamit’in taraftarları, 1909 Nisanı'nda, “padişahım çok yaşa” diyerek ayaklandı. Hareket
Ordusu koştu yetişti, Taksim’deki topçu kışlasında başlayan gerici ayaklanmayı bastırdı. Sinmiş
Hamit, anayasaya yeniden tecavüz edeceği korkusuyla alaşağı edildi. Zorunlu saray hapsindeyken,
1918’de, öldü. Gerçekte son Osmanlı padişahıdır ve sonunu Anayasa mücadelemiz getirmiştir.

***

Bütün “tek adamlar” gibi o da hırsızdı. Faize düşkünlüğü dillere destandı. Bu sayede muazzam bir
kişisel servet edinmişti. Saraydan ayrılırken unuttuğu bir defter sayesinde servetinin büyük kısmını
yabancı bankalarda sakladığı anlaşıldı. Suriye, Mezopotamya ve Arnavutluk’ta yüzbinlerce hektar
araziyi özel mülküne geçirmişti. Irak’ta petrol bulunan alanlar da buna dâhildi. Mirasçıları bu
muazzam serveti ele geçirmek için “The Sultan Abdülhamit Oil Wells” ve “The Sultan Hamit Han
Estates Ottoman” adlı iki şirket kurdu. Şirketlerin amacı Irak petrolünden hisse koparmak ve
milyonlarca lira tutarındaki gayrimenkullerini geri almaktı. İkinci Dünya Savaşının ardından 1,5
milyar lira değerinde bir serveti ele geçirmeyi başardılar. Gerçek torunlarına mirası budur.

Çakma torunlarına bıraktığı miras ise daha uğursuzdur. Osmanlı reformcuları, Tanzimat’tan bu
yana, cemaatlerden oluşan çürümüş yapıdan kurtulup, modern bir millete dönüşmek istiyorlardı.
1876 Kanun-u Esasi’si yetersizliklerine karşın, inanç bağları dışında, kanun önünde eşit bir yurttaş
statüsü tarif ediyordu. Yurttaş statüsü, millet olmanın ilk şartıdır. Hamit devri bu yoldaki talihsiz
duraklardan biridir. Onun istibdat rejiminde “uluslaşma” tartışması gündemden düşmüş, yeri
“İslamlaşma” politikasıyla doldurulmuştu. Kaybettiği topraklardan göçen biçare Müslümanlar işini
kolaylaştırdı. Uluslaşma-İslamlaşma salınımında bir göçmen kartı hep var. Ağırlığı değiştirmek için,
bugün uygulandığı gibi, göç en etkili yoldur.

***

Demek ki anayasa olmadan hürriyet olmaz. Anayasa olmadan cumhuriyet de olmaz. Cumhuriyet,
1921 ve 1924’te iki anayasa ile mümkün olmuştur. Menderes ve partisi geldi, anayasal düzeni
yeniden rafa kaldırdı, bir tür nevzuhur padişah gibi yönetmeye koyuldu. On yıllık Demokrat Parti
deneyimi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin ne kadar yaşamsal olduğunu ortaya koymuştu. Bu ayrılık
ilkesi, Montesquieu tarafından, 400 yıl önce, güç zehirlenmesine karşı bir önlem olarak ortaya
atılmıştı. Şimdi, odunu aday gösterse milletvekili seçtireceğine inanan ve seçtirdiği odunlarla
hilafeti geri getirebileceğini sanan bir kuralsız peydah olmuştu.

1961 Anayasası bu hukuksuzluğa ve ölçüsüzlüğe bir yanıttır. 27 Mayısçılar üniversiteye ve


hukukçulara saygı duyup güvendiler. Yeni anayasayı onlar yapacaklardı. Anayasa Mahkemesi
kuruldu, Cumhuriyet Senatosu ile Millet Meclisi’ni dengeleyecek bir organ daha oluşturuldu. Siyasi
partiler Anayasal düzenin temel unsurları olarak kabul edildi. Hak ve özgürlükleri güvence altına
alan birçok yeni hüküm getirildi. Hepsi seçtirdiği odunlarla hilafet hevesine kapılanları önlemek
içindir.

Gericiliğin buna yanıtı ise 12 Mart ve 12 Eylül darbesi oldu. Bunlar anayasal bir darbeydi aynı
zamanda, hedefleri 61 Anayasası’nı budamaktı. 20 yıllık AKP iktidarı ordu eliyle yürütülen bu
operasyonu devam ettiriyor. Tayyibizm’in arkasında 2007 Anayasa değişikliği var. O günden bu
yana anayasayı tırtıklayıp duruyorlar. Montesquieu’den 400 yıl sonra, iktidarın kuvvetler ayrılığı
konusundaki bilimsel görüşünü göçük Prof. Dr. Burhan Kuzu şöyle tercüme etmişti: “Oğlan bizim
kız bizim, denetime ne gerek var…”

Bunlar 200 yıllık hak ve özgürlük mücadelesine, tabii Anayasa tarihimize karşı organize bir
kalkışmanın işaretleridir. Böyle böyle cumhuriyetin kuruluş felsefesini ve yönetim ilkelerini tahrip
ettiler. “İtiraz etsek ne olacak” lakaytlığı, vurulan son darbedir.

***

Yönetenlerin anayasaya uyma zorunluluğu yoksa, ortalıkta anayasal bir düzen de yoktur. Bu
“olmayan düzen” iktidar ve muhalefet partilerinin oluruyla kuruldu. Haliyle AKP marifetiyle
yapılan referandumların tamamı anayasaya karşı bir kalkışmadır, onu rafa kaldırma girişimidir.
Bunları Kılıçdaroğlu’nun bilmediğini düşünemeyiz. Hatırlatalım; “partili cumhurbaşkanlığı”
düzenlemesinin Meclis Genel Kurulu’ndaki oylamasına katılmadı. Belediye Başkanı adayı oldu,
sandığa gitmedi. 2010’da yapılan anayasa değişikliği referandumunda da oy kullanmadı. Anayasa
Mahkemesi, Yargıtay, YSK, Kılıçdaroğlu’nun oy kullanmadığı o referandumla AKP’ye teslim
edildi. Haklı, artık bunlar yok hükmündedir ve bunda Kılıçdaroğlu’nun büyük payı vardır. “İtiraz
etsek ne olacak” lakaytlığı bu tavrının devamı, mantıki bir sonucudur.

Buna karşı alınacak tavır belli, Sosyalist Güç Birliği açıklaması yeterince açıktır; “Erdoğan’ı
sıkıştığı yerden çıkarmaya çalışmayın, iktidarı halkın örgütlü mücadelesinden kurtarmaya
çalışmayın. Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olamaz. Hiç kimse halkımıza ‘kaderine razı ol’
diyemez.” Anayasa hükümsüz ilan edilmediyse böyledir. İki yüzyıllık mücadele tarihinden geriye
ne kaldıysa sıfırladılar, biliyoruz.

Ama mücadele devam ediyor. Çok açık; bizim anayasa tarihimiz padişahın yetkisini sınırlama
tarihidir. Anayasa varsa Hamit olmaz, Hamit varsa anayasa hükümsüzdür. Eksik veya fazla,
mücadeleye ancak buradan başlayabiliriz.

——————————————————————————
Türbedeki seyit
04.02.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Marmaris'in Turgut köyünde halkın yıllardır dua ettiği “Çağ Baba” türbesinin gerçekte M.Ö. ikinci
yüzyılda yaşamış gladyatör Diagoras ve karısı Aristomakha için yapılan piramit mezar olduğu
ortaya çıkmıştı, hatırlayacaksınız. İşin aslı bir uzmanın mezardaki yazıtı okumasıyla anlaşılmıştı.
Belli ki eserin hala ayakta kalması da türbe sayılması sayesinde mümkün olmuştu. Türbenin
bulunduğu köyün muhtarının anlatımlarına göre yağmur yağmayınca “Aziz Diagoras Hazretleri”
nden yağmur yağdırmasını istermiş köylüler, çocuğu olmayanlar sorunu halledeceğine inanırlarmış.
Yeni değil, türbeye, yatıra, evliyaya çok meraklı halkımız. Doğa üstü güçleri olan ölü arıyor her
yerde, üstünde çatı olan bir mezar gördü mü dayanıyor kapısına. İçinde yatanının kim olduğuna,
dinine, inancına aldırış etmiyor. Mehmet Zeki Pakalın, sözlüğünde, türbe için “Ölünün gömülü
bulunduğu mezarın üstüne yapılan bina” tarifini veriyor. Belirleyici olan içinde yatandan çok
çatısıdır. O tarihlerde çatı ancak kubbe şeklinde örtülebildiğinden Araplar türbe yerine “kubba”yı
tercih etmiş. Üstü örtülü mezar demek bu da. Türkler, nedense, türbede ısrarcı olmuş. Azeriler ve
Farsiler “kunbad” demişler, “künbet” veya “kümbet” olarak kullanmayı sürdürüyoruz. Hepsi birdir.

Vakti zamanında, ileri gelenler ve zenginler kendileri için şatafatlı mezarlar-türbeler yaptırmayı
gelenek haline getirmişler. Hatta aralarında “türbedar” denilen hizmetliler tutup, temizlik ve dua
işini gördürenler de varmış. Belli ki yoksulların da bu güç ve zenginlik gösterisine karşı belirgin bir
zaafı var; kutsal bellemişler o mezarları.

Bu zaafın bir nedeni de halkımızın en eski inançları. “Ata veya ecdat ruhlarına tapınma” pek çok
halkla birlikte eski Türklerin de inancı. Diyanet’in işe yarar tek işi olan “İslam Ansiklopedisi”nin
“Atalar Kültü” maddesi “Özellikle ilkel dinlerde görülen ata ve ecdat ruhlarına tapınma” diye tarif
ediyor bunu. Dinin ilkeli-medenisi ne bilmiyoruz ama buradan türbeciliğin aynı zamanda en eski
din ve inancın bir yansıması olduğunu çıkarıyoruz. Bu kabileler ölen atanın ruhlarının yeryüzünde
kaldığına ve geridekileri etkileyebileceğine, ekinlerin ve hayvanların verimli olmasını, insan
neslinin çoğalmasını sağlayabileceğine inanırlar; bu yüzden onlara yemek, meyve ve çeşitli
hediyeler sunar, kurbanlar keser, adlarına ve anılarına büyük taşlar dikerlermiş. Özeti budur.

“Medeni” dinimizde durum ne peki? Diyanet ansiklopedisinin adı geçen maddesinde şöyle deniyor:
“İslâm dini tevhit inancı üzerinde ısrarla durmuş, şirkin ve putperestliğin her çeşidini yasaklamıştır;
ana babaya, ecdada saygıyı emretmişse de bu saygı ve sevginin onları putlaştıracak dereceye
vardırılmasını, onlara tapınılmasını şirkin bir çeşidi saymış ve kesinlikle haram kılmıştır.” Yani?
Türbe türbe dolaşmak, evliyalardan yardım ummak, onlara kurban kesmek İslam’a aykırıdır. Ama
gelenekleri öyle pat diye kaldırıp atmak mümkün değildir. Sürmekte olan türbe, yatır, evliya, kurban
işi bu kalemdendir. İslam’a aykırıdır ama pek İslami sayılmaktadır.

***

AKP iktidarının ilk yılları. Henüz “sade başbakan” olan Recep Tayyip Erdoğan, “Sarıkamış şehitleri
anması” için gittiği Kars'ta, Heykeltıraş Mehmet Aksoy tarafından yapılan “İnsanlık Anıtı”nı
gösterip “oraya bir ucube dikmişler” diye höykürüyor, yıkılmasını emrediyor. Gerekçesi, anıtın
“Ebul-Hasan el-Harakani Hazretleri”nin türbesinin yanına yapılması. Ağanın putunun yanına put
dikilir mi? Türkiye böylece “Harakani Hazretleri” ile tanışmış oluyor. O da bir “gladyatör” aslında,
bir Selçuklu askeri. Çapul için oradan oraya seğirtirken postu deldiriyor, gel vakit git vakit mezarı
“türbe”ye dönüşüyor. Müslüman mı değil mi emin değiliz ama bu kuşkuyu, türbede yatanı din ulusu
saymaya bir engel görmüyoruz.

Bu “ucube” çıkışından dört-beş yıl sonra Samsun’da mukim mermer ustası Hamit Yerişkin,
işyerinin yanındaki üç katlı inşaatın çatısına mermer bir mezar yerleştirdi. Amacı reklam yapmaktı.
Mezarı gören vatandaş hediyesini alıp mezarı ziyarete koştu. Üçüncü katın çatısındaki mezarda
yatan kişi olsa olsa bir evliya olabilirdi. Mermercinin işleri açıldı.

En renklisini en sona sakladım. Ahmet Özdemir, nam-ı diğer Jet Ahmet, Mersin’de yaşıyordu.
Aklına ölümü düştü, paraya kıyıp görkemli bir mezar yaptırdı. Süslü mezarı gören vatandaşlar, olsa
olsa türbedir deyip, şifa dilenmek üzere mezara akın etti. Birkaç yıl sonra mezarını kolaçan etmek
için gelen Jet Ahmet, “Jet Ahmet Türbesi” ile burun buruna geldi. Durup dururken “Hazreti Jet
Ahmet” olmuştu. Öfkelendi haliyle, şefaat dilenmek için kuyrukta bekleyenlere “öleyim de öyle
gelin bari” diye çıkıştı. Jet Ahmet’in dirilip mezarından çıktığını gören halkımız sayesinde türbenin
ünü şehrin sınırlarını aştı.

***

Gezip tozmasıyla ünlü “Süleyman Şah Türbesi”ni hatırlayanınız var mı? Suriye topraklarındaydı
türbe. Esad’ı devirsin, Müslüman Kardeşler için yolu açsın diye silahlandırılıp Suriye halkının
üzerine yolladıkları IŞİD çetesi girdikleri her yerde camileri ve türbeleri yıkmaya başladı.
İnançlarına göre peygamber zamanında var olmayan her şey Allah’a şirk koşmak anlamına
geliyordu. O tarihte cami ve türbe olmadığına göre, vur kazmayı beline… IŞİD’in ilerlediğini gören
yöneticilerimiz çareyi Suriye topraklarındaki türbeyi sınıra yakın bir yere kaçırmakta buldu. Tarihin
kaydettiği ilk yürüyen türbe vakasıdır.

Yeni değil bu vandalizm. Peygamberin ilk eşi Hatice’nin evini yıktılar, şimdi Hilton Otelinin
müştemilatı yükseliyor üzerinde. Halife Ebu Bekir’in evi de aynı otel kompleksinin altında kaldı.
İçinde Peygamberin torunlarından El Ureyd'in mezarının bulunduğu camiyi dinamitlediler, Suudi
Polisi yıkıntının etrafında kutlama yaptı. Peygamberin doğduğu evin etrafını düzlediler, otoparka
dönüştürdüler. Doğduğu eve de acımadılar, türbeye dönüşmemesi için burayı da yıkıp üzerine bir
kütüphane inşa ettiler. Kâbe, “Zam Zam Tower”in gölgesinde kaybolup gitti.

Türbe sakini gezgin Süleyman Şah kim peki? İddiaya göre Osmanlının kurucusu Osman Gazi’nin
dedesi. Osman’ın adından bile emin değiliz ama dedesinin Süleyman olduğundan eminiz! Bazı gafil
tarihçiler, elemanın dedesinin Süleyman değil “Gündüz Alp” olduğunu söylüyor misal. Önemi yok
tabi, Jet Ahmet mümkünse Süleyman Şah da mümkündür.

***

En eğlenceli türbe-yatır hikayesi “Bekri Mustafa Hazretleri”ninki. Sıkı durun, adını taşıyan türbede
yatan Hazreti Bekri, IV. Murad döneminin ünlü ayyaşlarından biri. Zaten “bekri”, içki düşkünü,
sarhoş gezen anlamına geliyor. Hazrete mal edilen “menkıbeler” de çok renkli haliyle. Bizim
Bekri’nin padişah Murat’la da muhabbeti vardı rivayete göre. Malum, Murat içer ama içenlere
engel olurdu. Bizim Bekri ara sıra kayıkçılık da yaparmış. Murat bir gün kılık değiştirip, içki teftişi
amacıyla, hazretin kayığına binmiş. Kayık denize açıldıktan sonra Bekri testisini çıkarıp başlamış
demlenmeye. Murat yasak-masak diye homurdanmış ama Bekri’nin aldırdığı yok. Çaresiz, “bir
yudum da bize ver bari” demiş. Bekri şöyle bir süzmüş yolcuyu, “beyzadesin, kaldıramazsın” deyip
geri çevirmiş isteğini. Yolcu ısrar edince uzatmış testiyi. İçkiden bir yudum alan Murat “padişahım
ben” demiş. Bekri, “beyzadem kaldıramazsın dedim sana, bir yudumla padişah oldun, ikinci
yudumda Allah ilan edersin kendini” demiş, basmış kahkahayı.

Uzatmayalım, Bekri 41 yaşında hastalanıp ölmüş, vasiyeti üzerine, meyhanelere yakın bir mezarlığa
gömülmüş. Gel zaman git zaman mezarı türbeye dönüşmüş. Eminönü'nde, Tarih Vakfı binası
yanındaki türbenin içinde yatmaya devam ediyor. Binanın kapısının üstüne yerleştirilmiş iki mermer
levha içeride yatanlardan birinin “Şeyh Abdürraif Şamadani Hazretleri”, ötekinin ise “Bekri
Mustafa Hazretleri” olduğunu haber veriyor.
***

Hal bu olunca, halkımızın zaafından faydalanmaya çalışanlara da rastlanıyor sıkça. Sadece AKP
cenahında değil CHP cenahında da. Dindar görünmek, ibadet ederken fotoğraf vermek,
konuşmasını dini terimlerle süslemek düzen siyasetçisinin olmazsa olmazları. Bunu en iyi
yapanlardan biri İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu. Şehir şehir dolaşıyor, Cuma namazı çıkışlarını,
tıpkı Tayyip Erdoğan’ın yaptığı gibi, bir siyasal şova dönüştürüyor. CHP Genel Başkanı Kemal
Kılıçdaroğlu ise bu konuda İmamoğlu kadar profesyonel değil. O da bu açığını türbede fotoğraf
vererek ve “seyit torunu” olduğunu iddia ederek kapatmaya çalışıyor.

Seyit, peygamber soyundan gelen kişi demek. Tuncelili bir Türkmen’in nasıl olup da peygamber
soyundan geldiği muamma. Zaten o bölgede o soydan gelmeyen kimse yok neredeyse. Tabii bu
iddiaların tamamı uydurma. Dinde soyu peygambere dayandırmak çok eski bir gelenek. El
çabukluğu ile muhalefet partisi lideri dedeliğine terfi ettirilen “Seyid Mahmut Hayrani” Anadolu
Selçukluları devrinde Akşehir’de yaşadığı iddia edilen bir sofu. Doğal olarak hayatı hakkında hiçbir
bilgi yok. Adının başındaki “seyit” unvanı onun peygamber soyundan olduğunu delil sayılıyor.
Bunun da bir yakıştırma olduğu belli. Sofu olup da seyit olmamak yakışık almaz.

CHP laikliği cami avlusuna bırakıp kaçınca genel başkanına bir miktar kutsallık atfetmek
kaçınılmazdı. Adı var kendi yok bir sofuyu bu nedenle buldular. CHP’nin laikliğe ve cumhuriyete
şaşı bakan genel başkanı seyit ilan ettiler. Seyit Kemal’le Mustafa Kemal arasındaki son bağ da bu
yolla koparılmış oldu. Hazreti Bekri’nin dediği gibi, daha iktidar olmadan seyit ilan etti kendini. Bir
de iktidar olursa üstüne, Allah sonumuzu hayretsin.

Malum, “Allah’ın bütün sıfatlarını üzerinde taşıyan bir liderin” marifetiyle bugünlere yuvarlandık.
Bir türbede iki sofu olmaz yalnız, fazla gelir ülkeye. Bari yatırlardan biri Bekri Mustafa soyundan
olsun. Aziz Diagoras Hazretleri duamızı kabul etsin, âmin!

——————————————————————————
Ölüm kokusunda, şiir tadında
11.02.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Bulabildiğimiz bir-iki aklı başında TV kanalından deprem bölgesinde olup bitenleri izliyoruz.
Gidenler koştu gitti halkımızın yarasına tuz basmaya, biz kaldık geride, çaresiziz. Arada malum
şahıs çıkınca kapatıyoruz ekranı, körleştiriyoruz çaresizliğimizi. Bunu yapan bir otomat bulunsa
halkımız teveccüh gösterir aslında. Kapatması şart değil, “Malum Şahıs Alarmı” da olabilir,
kabulümüzdür.

İşte o zorunlu mola anlarından birinde rastladım Ennio Morricone belgeseline. Orkestratör, şef,
trompetçi ve çeşitli tarzlarda müzik yazan bir İtalyan besteci Morricone. Sinema ve televizyon için
ürettiği yüzlerce eser vesilesiyle tüm zamanların en üretken ve en büyük film bestecisi sayılıyor.
Diyor ki belgeselinde, müzik yazmadan önce düşünülmelidir... Ses verince, notaya dökülünce,
duyunca ete kemiğe bürünen bir şey için ne düşüneceksin peki? Önünde bir boş sayfa var diyelim,
üzerine ilk ne yazacaksın? Kağıttaki o ilk nota hangi düşüncenin ürünü olarak şekillenecek?
Akıl var ama duygu da var yaratıcılıkta, dediğinden anladığım bu. Düşünürken duyacaksın da.
İnsanın iki önemli yeteneği. Ama bazen kifayetsiz kalıyor ikisi de. Aptallıklar, ahmaklıklar, hırslar,
kötülükler, akılsızlıklar yüzünden 19 bin yurttaşımızı çıkardık enkazın altından. Daha kaç binini
çıkarıp uğurlayacağız belli değil. Dondurucu soğukta çürüyen bir ülke görüntüsü bu. Aklını
kaybetmiş, duyarsızlaşmış, pis yöneticilerine esir düşmüş bir ülke...

Durduk yazıya. Önümde boş bir kâğıt, ölüler geçiyor önümden, tarifsiz bir koku dolaşıyor her
yanda, ne yazacaksın üstüne? O ilk kelime ne olacak “çürüme”den başka?

Kahramanmaraş’ın Dulkadiroğlu ilçesi Pınarbaşı Mahallesi Haydarlı Caddesi 12. Sokak’ta,


olmayacak şey, kurtarma ekibi koşup geliyor. Yetkililerin talimatı üzerine, Hicret Kuran Kursu’na
ait para kasasını sağ salim çıkarıyor yıkıntılar arasından. Kasa götürüldükten ve kasa kurtarmaya
gelen vinç çekildikten bir gün sonra yıkıntıda mahsur kalan birçok kişinin hayatta olduğu
öğreniliyor… Geçtik olayın absürtlüğünü, kuran kursunda para kasasının ne işi olur? Çürümeden
yola çıkmazsanız açıklamanız imkansızdır.

***

Durduk yazıya, tarifi imkânsız bir koku ortalıkta. “Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi
sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve servetiniz için sıklaştırın safları…” Hollandalı veya
Belçikalı Ressam Pieter Brueghel, “Para Çantalarıyla Kasaların Savaşı” adlı resminin altına yazmış
bunları. Rastgele değildir. Resmi yaparken dışarıda acımasız bir din savaşı vardı ve Brueghel, bu
din savaşlarının aslında birer “para” savaşı olduğunun farkındaydı.

Din savaşı varsa yaygın bir körlük de vardır. Brueghel’in en ünlü tablosundan biridir “Körler”…
Yaygın adıyla “Körün Kıssası” ya da “Körlerin Yürüyüşü”, 1568'de tamamlanmış. Körler’de
şöyledir manzara; Birbirlerinin sopalarına ve omuzlarına tutunan kör keşişler yürümektedir.
Körlerden ilki bir çukura düşmüş ve düştüğünün farkındadır. Ardındaki ikinci kör, önde giden kör
düştüğü için dengesini yitirmiş, çukurdaki körün üzerine kapaklanmak üzeredir. Üçüncü kör, bir
şeylerin ters gittiğinin farkındadır ama ters gidenin ne olduğunu henüz algılayamamıştır. Gerideki
üç kör, birkaç adım sonra başlarına geleceklerden habersiz, çaresiz öndekileri izlemektedir... Fonda
görünen köyde bu altı körün dışında hiç kimse yoktur. Ortalıkta bir kilise vardır. Belli ki körler
düşerken köy halkı pazar ayinindedir. Belki de hepsi, körlerin çukura yuvarlanmakta olduğu tam o
anda İsa’nın Farisiler hakkında söylediklerini dinlemektedir. Kiliseden çıktıklarında onlar da
birbirlerine tutunarak çukura doğru ilerleyeceklerdir...

Brueghel, Avrupa’da süren acımasız din savaşlarının ortasında yapmış bütün resimlerini. Orta çağın
cilaladığı din ulularını azizlik mertebesinden indirmiş ve halelerini silerek birer köylü suretinde
yeniden resmetmiş. Onun için “Köylü”ye çıkmış adı. Tablonun ilham kaynağı, İncil'deki Farisiler
hakkındaki bir söz. İsa, Matta İncilinde, Farisiler hakkında şöyle diyor: “Bırakın onları; onlar,
körlerin kör kılavuzlarıdır. Eğer kör köre kılavuzluk ederse, her ikisi de çukura düşer.” Farisiler
Hıristiyanlığın ilk yıllarında hüküm sürmüş yaygın Yahudi tarikatlarından biri. Bu bağnaz tarikat,
din ile çıkar arasındaki mesafeyi oldukça kısaltmış. Hırslarına tanık olan İsa, onları, “Kutsal yazıları
araştırıyorsunuz. Çünkü bunlarla sonsuz yaşama sahip olacağınızı sanıyorsunuz” diye azarlamış.
Çünkü çıkarcılıkları Farisiler kör etmişti ve körler çıkarcı diğer körlerin kılavuzluğuna
soyunmuşlardı. İsa Farisileri azarlıyor fakat kendisi de kısa zamanda bir çukur kazıcısına
dönüşüyor. Karatıyor yeryüzünü. Uzun Orta Çağ çukuru diyoruz adına, kazıcıları arasındadır.
Böyledir; dinin en yaygın olduğu zamanlar, ahlaki düşkünlüğün doruğa çıktığı zamanlardır. Ölçüsüz
dindarlık ve ahlaki düşkünlük körleştirir. Her şey koca bir çukura dönüşür. İnsanlığın çukurudur
bu…

***

Hollanda’nın kıyısında bir yerde doğmuştu Brueghel. Hollanda, kapitalizmin ortaya çıktığı ilk
ülkedir. Brueghel çizmeye durduğunda Hollanda gemileri çoktan beri denizaşırı sömürge
seferlerindeydi. Hâlbuki her şey hâlâ derinlemesine dinsel görünmekteydi. Çünkü insan, inançları
ve idealleri ile birlikte çökmüştü ve bir çıkış yolu da gözükmemekteydi. Çıkışsızlık körleştirir.
Körseniz çukura yuvarlanmanız kaçınılmazdır… O yüzden ilk bakışta gülünçtür tablo ama yüzlere
dikkatle baktığınız zaman tüyler ürpertici dramlar çıkar ortaya. Onun tablolarında güzel prensler
yerine ablak yüzlü köylüler vardır; melekler yerine dilenciler, kahramanlar yerine körler, sakatlar
vardır. Sanki Türkiye’nin son yirmi yılını resmetmektedir Brueghel. Kendi karanlık mağarasında
kör olmayı seçmişler ülkesidir görünen.

Benzerlikler şaşırtıcıdır. Körler’den altı yıl önce yaratmış “Ölümün Zaferi”ni Brueghel.
Gördüğümüz tam bir yıkımdır. Dindar ve ahlaksız bir toplumun resmidir bu da. Cesetlerle doludur
ortalık, çünkü sağduyu yitirilmiş ve zulüm olağanlaşmıştır. Bu çürümenin sonucudur kara ölüm.
Veba hiçbir zaman bir salgın olarak algılanmamıştır zaten. Bu korkunç hastalık tanrının insanların
ahlaksızlığına karşı biçtiği ağır bedeldir. Ölümün Zaferi’nde gördüğümüz panoramik bir ölüm
peyzajıdır. Gökyüzü yanan şehirlerin dumanıyla kararmıştır. Altındaki denize gemi enkazları
dağılmış, kıyıda bir ölüm ordusu toplanmıştır. Her yana ölümün ve yıkımın kokusu sinmiştir. Ölüm,
tabut kapaklarından yapılma kalkanlar taşıyan iskeletlerden oluşmuş ordusuyla ilerlemektedir. Bu
ordunun önüne kattığı insanlar, elindeki tırpanla insanları öldüren atlı bir iskelet tarafından,
üzerinde haç bulunan büyük bir kutunun içine doğru sürülmektedir. İnsanlar çaresizce kaçıp
kurtulmaya çalışmaktadır. Ama nafile; ölüm yaşayanı yakalayacaktır!

Gelin görün ki vebanın saldığı ölüm korkusu insanları eskisinden daha ahlaksız ve daha dindar
yapmıştır. Zulümden vazgeçmek yerine hastalığı kendilerinden uzak tutacağını umarak önce
evsizleri ve dilencileri, sonra Yahudi ve Müslümanları öldürecekler, hastaları ve hasta olduklarından
şüphelendiklerini yakacaklardır. Ancak bu zulüm, salgının ayrımsız herkesi telef etmesinin önüne
geçemeyecektir. Körseniz düşerseniz, korkaksanız ölürsünüz…Çok tanıdık değil mi? Bakın yeniden
o tablolara, Hatay’ı, Maraş’ı, Adıyaman’ı göreceksiniz.

Döndük başa. Salgın, açgözlülük ve yıkım ile yüzleşiyoruz yeniden. Dindar ama ahlaksız bir
dönemin içinden geçiyoruz yine. Salgını tanrının gazabı olarak algılayanlar çoğunlukta. Ama ölüm
kimsenin kuruntularına aldırmaksızın ilerliyor. Birbirine tutunan körlerin büyük bir çukura
düşüşüne tanıklık ediyoruz hep birlikte. Körler aynı körler, çukur aynı çukur. Tanrının değilse
tarihin gazabıdır.

Sanatın ve hayatın yüceliği işte burada. Salgın, azizlerin aslında sıradan faniler olduğunu ortaya
çıkarır. Ölüm korkusu yüze takılmış maskeleri parçalar, herkesi aslına döndürür. Dönüp tekrar bakın
varsılların, muktedirlerin suratlarına. Gerçekte hepsi birer kör keşiştir. Çukurdadır bir ayakları. Para
çantalarıyla kasaların savaşının hazin sonudur bu. Çürüyeni düşürür ve kalanı insan olmaya mecbur
bırakır. Demek ki ışığa çıkmamız yakındır...

***
“Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor, ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı…” Ülkü Tamer,
Bruegel'in “Karda Avcılar” adlı tablosuna bakarak yazar bunları. Tuhaf, Morricone müziğinin o ilk
notası tarif edilmeye kalkışılsa ona bu şiirin o ilk cümlesi denk düşer. “Gökyüzü ayaklarımın
ucunda başlıyor…” Onun müziği yeryüzüne galaksilerden bakmaktadır çünkü. Hüzünlü, kederli
ama buna rağmen umutvar bir gezegendir gördüğü. Sanatın ve hayatın dediği budur. Umudu
kesemeyiz yurdumuzdan öyleyse. Ağzımızın kemiğinde o dağınık şiir tadıyla gökyüzünü
fethetmekten vazgeçemeyiz. Yürüyeceğiz, mecburuz, fethedeceğiz gökyüzünü.

***

Gidenler koştu gitti halkımızın yarasına tuz basmaya, biz kaldık geride, çaresiziz. Önümde boş bir
kâğıt, ölüler geçiyor önümden. Körler kendi kazdıkları çukura düşüyor birbirlerine tutunarak. Ve
bütün ülkeyi saran ağır bir kokuda boğuluyoruz…

Yıkım bölgesinde görevli bir hekim “şehir kokuyor” diye başlıyor sözlerine. Gaz kokusu değil bu,
çürüme kokusu. Bu yazıyı yazmaya koyulduğumda insanlar çoktan çürümüştü, dondurucu soğuğa
rağmen hem de. Şehirler kokuyordu. Şehirler kokuyordu… Kangren kokuyordu ülke, ölü
kokuyordu.

Ama artık yaşayamayız böyle, izin veremeyiz Farisilere. “Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor,
ağzımın kemiğinde dağınık bir şiir tadı…” Yürüyeceğiz, mecburuz, fethedeceğiz gökyüzünü.

——————————————————————————
Keder planı
18.02.2023
ORHAN GÖKDEMIR

AKP Cumhurbaşkanı bir afetzedeyi, “Bunlar kader planının içerisinde olan şeyler” diye avutmaya
yeltendi, malum. Yani tanrı her “kulu” için ayrı bir plan yapıyor, o plan uyarınca bazılarının evini
başına yıkıyor, ezilerek ölmesine neden oluyordu. Geride kalanlara, plan ilahi olduğundan,
katlanmaktan başka çare kalmıyordu haliyle. Yaygın bir “inanç” bu. Hatta “İslam dünyası” dışında
da taraftarları var. İsrail Hahambaşılık Konseyi üyesi Rabbi İsmail Eliyahu, son depremi “ilahi bir
ceza” olarak niteledi örneğin, “Tanrı, çevremizde bizi işgal ederek denize dökmek isteyen tüm
milletleri cezalandırıyor” dedi. Tanrı farklı, plan farklı ama sonuç aynı. Filmin sonunda ölenler hep
fukara halkımızdandır.

Yabancımız değil bu. 1999 depremi Marmara bölgesini vurduğunda üniversiteler türban sorunu
tartışmasıyla çalkalanıyordu. İstanbul Üniversitesi önünde gösteri yapan türbanlı bir kadın bunu
fırsat bilip “7,4 yetmedi mi?” diye pankart açmıştı, oradan aşinayız plana. Deprem bölgesinde
yaşayanların tümünün türban-din karşıtı kafirler olduğunu varsayan, mantığı kadar imlası da bozuk
bir pankarttı bu. Ama gelin görün ki deprem Düzce gibi muhafazakâr yerleşimleri de düzleyip
geçmişti. Yobaz istediğini görür, istediğini seçer alır olaylar arasından. Kaldı ki bir tanrının böyle
dünyevi sorunlarda karşı tarafa yıldırımlarını veya depremlerini göndererek taraf olacağını sanmak
çocukça bir inanıştır.

Tanrılar ayrı ama doğanın üzerinde yaşayanların dinsel inançları ile ilgilendiğini sanmam. Yer
kabuğu hareket eder, gerilim üretir, kırılır, enerjiye dönüşür, açığa çıkar potansiyel güçleri. Üzerine
dayanıksız, kuralsız, bilimsiz barınak yaptıysan başka şeylerle birlikte seni de yıkıp geçer haliyle.
Doğa işini görürken senin de işini görmüş olur özetle. Planı, ilahı bilmem, işimizi gören o güç
doğaldır. Marifet yıkımını tanrıya bağlamak değil, sınıfa bağlamaktadır.

***

Bir eski Acem şairi :

«Ölüm âdildir» - diyor,-


«aynı haşmetle vurur şahı, fakiri.»

Hâşim,
neden şaşıyorsunuz?
Hiç duymadınız mıydı kardeşim,
herhangi bir şahın bir gemi ambarında
bir kömür küfesiyle öldüğünü?...

Böyle diyor Nazım Hikmet “Ölüme Dair”de. Ölüm adil değildir sanıldığının ve bir eski Acem
şairinin dediğinin tersine. Ölümün âdil olması için hayatın âdil olması lâzımdır çünkü; şiirin,
sonuçta, dediği budur. Bir “kader planı” da yoktur haliyle. Hep yoksulları öldüren şeyin ilahi bir
plan olduğuna inanamayız. Bir şahın kömür ambarında sırtında kömür küfesiyle öldüğü
görülmemiştir, evet. Depremin vurduğu patron da yoktur. Hayat bu kadar adaletsizse ölüm de adil
değildir. Hep yoksullar ölüyorsa sonuçta, hepimizi kapsayan bir kader planı değil, sadece yoksulları
vuran bir keder planıdır bu.

***

Peki neden böyle işliyor, böyle sonuçlanıyor plan? Bir yağma düzeni yürürlüktedir çünkü.
İnanılmaz bir zenginlik inanılmaz bir yoksulluktan beslenerek sınırsızca büyümektedir.
Kapitalizmdir bu evet ama arkasında onu daha dayanılmaz ve daha ölçüsüz kılan bir “siyasal cinci”
rejim vardır. Öyle ki, depremin yerle bir ettiği İskenderun’da, bundan tam bir yıl önce, bölgeyi afet
riski altındaki alan ilan eden kararın Cumhurbaşkanı tarafından bir kararnameyle kaldırıldığı
anlaşıldı örneğin. Eğer bu karar kaldırılmasaydı, bölgedeki evlerin boşaltılıp kontrollü bir biçimde
yıkılması gerekiyordu. Kararname ile yıkım durduruldu, deprem geldi içinde oturanlarla birlikte
yıktı bölgeyi.

Bu kararı veren Cumhurbaşkanı dün toplanan partisinin MYK’sına başkanlık ediyordu. Depremin
yıktığı bölgeleri görüşecekleri o toplantıda Kalyon İnşaat'ın sahibi Cemal Kalyoncu da hazır
bulundu. Haberlere göre Cumhurbaşkanı, partisinin ayrıcalıklı müteahhidine deprem bölgesindeki
konteyner kentlerin kurulmasında ve konutların inşasında aktif rol alması talimatı vermişti.
Yıkıldıysa yaparlar, büyük fırsattır. Ölen ölür, tanrıdandır. Kalanlardan hızla yeni kârlar elde etmek
gerekir. Deprem veya afet kapitalizmidir, yoksul ölümlerinden beslenir.

Ve daha keder vereni, bu yıkımın ortasında dinin çok ama ahlakın hiç olmamasıdır. Halkımızı
soyanları topladılar, sadaka şovu yaptırdılar canlı yayında. Ücretin asgari ücrete eşitlendiği bir
düzende milyonlar, milyarlar havada uçuştu. Üç milyar sadaka verene 6 milyar teşvik verdiler aynı
gece. Kamu bankalarını usulüne uygun soyanlar iyilik kuyruğuna girdi sırıtarak. Düzenlerinin,
rejimlerinin her yerinden ahlaksızlık fışkırmaktadır.
Ama halkımız ayaktadır her şeye rağmen. Türkler ve Kürtler, Müslümanlar ve Süryaniler, Ermeniler
ve Nesturîler hep birlikte öldük ayrımsız. Ekmeğimizi hep birlikte eşit bölüştük geride kalanlarla.
İnşaat işçileri ve madenciler, itfaiyeciler, temizlik işçileri, sağlık emekçileri, eczacı kardeşlerimiz
koştu yardıma ilk. Komünistler ve sosyalistler organize etti alanı. Piyasa toplumunun yıkımında
eşitlikçi bir toplumun ışıltısı görüldü. Kader planını da keder planını da yıkabileceğimizin işaretidir.

***

“Bir eski Acem şairi...


Dostlar beni bırakıp,
dostlar, böyle hışımla
nereye gidiyorsunuz?”

Ölen öldü, kurtarabildiklerimizi kurtardık, aymazlıktan arta kalanlar hırsız müteahhitlerin iş


makineleri ile düzlenmeyi bekliyor enkaz altında. Boşalıyor yıkılan şehirler. Keder planımız içimizi
dağlayarak işliyor. Öylesine korkunç ki tablo, kıyas kabul etmiyor. Kurtuluş Savaşında bugünkü
sınırlar dahilinde 10 bin kayıp verdik yaklaşık. Balkan harbinde 6 milyon kişi yerinden yurdundan
oldu. Son depremin tahribatı hepsini geride bırakmıştır. On binlerle ölüyoruz, eziliyoruz düzenin
yıkıntıları altında. Keder planımızdır.

Ama ölüm varsa mücadele de olur, başkaldırır ezilenler eninde sonunda. Siyasal cincilerinden, vahşi
kapitalizmden, kan emici patronlar sınıfından kurtulmak için ileri atılır. Duyduğunuz tüyler ürpertici
çığlıklar sadece kederin değil o mücadelenin de habercisidir.

Yıkıldı şehirlerimiz ama halkımız her şeye rağmen ayakta. Hep birlikte öldük ayrımsız ve
ekmeğimizi hep birlikte eşit bölüştük geride kalanlarla. İnşaat işçileri ve madencilerle, itfaiyeciler
ve temizlik işçileriyle, sağlık emekçileri ve eczacı kardeşlerimizle yeni bir düzen kurduk az
zamanda. Komünistler ve sosyalistler organize etti alanı. Çürümüş bir düzenin enkazında eşitlikçi
bir toplumun ışıltısını gördük.

Bir eski Acem şairi ne dediyse dedi artık… Çünkü ölümün adil olması için hayatın da adil olması
gerekir… Ayaktayız, adil bir hayat için direniyoruz, kader planını da keder planını da
yıkabileceğimizin işaretidir.

——————————————————————————
İstanbul nasıl kurtulur?
25.02.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Gecekondu affını içeren ilk yasayı 12 Eylül cuntası çıkardı. Solcular “konut hakkı” için gecekondu
bölgelerinde direnişler örgütlemiş, güya sorunu “istismar” etmişti. Af, istismar olanağını ortadan
kaldırılıyordu. Gecekondu artık yasaldı, yapan kazanıyordu. Konut hakkı talebini soysuzlaştırmanın
ilk adımıdır.

Buna “imar affı” ya da “imar barışı” demek ise tarihimizin büyük “iş bitiricisi” Turgut Özal’a nasip
oldu. 2981 sayılı İmar Islah Yasası, 1984’te, onun zamanında yapıldı. Yasa uyarınca, imar ve
gecekondu mevzuatına aykırı olarak yapılan yapıların yasallaştırılması, gecekondulara önce tapu
tahsis belgesi, daha sonra ıslah imar planları ile tapu verilmesi mümkün olacaktı. Bu düzenlemeyle
gecekondular yasalaştırılırken; planlamanın temel kuralları olan, nüfus projeksiyonları, donatı
standartları, kentsel işlev kararları göz ardı ediliyordu. Ayrıca kanun belli bir süre için çıkarılmıştı
ve süre sonunda yürürlükten kaldırılacağı öngörülmüştü. Ancak iki defa üçer yıllık uzatma ile
yürürlükte kalması sağlandı. Bir tür süreklileştirilmiş af yasasıdır.

Dedik ya, Özal iş bilir bir iş bitiriciydi. Tapu tahsis belgesi verdiği tek katlı gecekondulara bir
sonraki seçimde yeni katlar çıkma izni verdi. Bizim fakir gecekondular oldu 4-5 katlı apartman.
Liberal-muhafazakâr Turgut Özal bugünkü İstanbul’un mimarları arasındadır. Kentlerimizi, tabii
İstanbul’u o yasayla düşürmüş, yağmacılar adına fethetmiştir.

***

İstanbul’u yağmaya açmada ilk olma onuru ise “demokrat” Adnan Menderes’indir. Cumhuriyetin
bertaraf edemediği büyük toprak ağaları ve tarikat şeyhlerine yaslanarak iktidar olan bu adam,
ülkenin emperyalizmin kollarına atılmasının ve NATO’ya dahil olmasının da suç ortağıydı. Her
gerici gibi bilime arkasını dönmüştü. Üniversite hocalarına “kara cübbeliler” diye hitap ediyordu.
Aydınlar onun nezdinde birer hain, Said’i Nursi ve Necip Fazıl gibi karanlık tipler vatanseverlerdi.
Kafa böyle olunca demiryolları da Komünist işi oluyordu haliyle. 1950 de, Marshall Planı uyarınca,
karayolları ağını geliştirmeye koyuldu. Otomobil ve petrol tekelleri öyle istiyordu.

1956'da “İstanbul'u yeniden fethediyoruz” sloganıyla alelacele kentsel dönüşüm işine girişti. İmar
programı geniş caddeler açma fikri üzerinde şekillenmişti. Tarihi yarımada içinde ve dışında şehrin
merkezlerini birbirine bağlayan geniş bulvarlar açacaktı. Bunun için eski şehri yıkıp geçmek
gerekiyordu. Vatan ve Millet Caddeleri ile başlayan bu yıkım, Haliç'in etrafının imara açılması ile
devam etti. Kentin çeperlerinde gecekondulaşmaya göz yumulması da onun icadıydı. Yol yaptı ve
bu amaçla önüne ne çıktıysa yıktı. Camiler, mescitler, kiliseler, hamamlar dahil beş bin tarihi eser
onun yol yapma sevdasının kurbanı oldu. Hızını alamayınca Çorlu’da Mimar Sinan eseri bir külliye
ve camiyi de yıktırdı. Ona göre trafik sıkışıklığı giderilmeli, mevcut sokak dokusu yeniden
düzenlenmeli, yeni ve geniş caddeler yapılmalı ve nihayetinde İstanbul’un cazibesi artırılmalıydı.
Avrupa’dan gelen turistler Yeşilköy Havalimanı’nın çıkışında bir otoyolla şehir merkezine ulaşmalı,
İstanbul’un geri kalmış “orta çağ kasabalarına benzeyen” bölgelerinden geçmemeliydi. İstanbul
kasabıydı, bir tür kifayetsiz Haussmann’dı.

19. yüzyılın ikinci yarısında gelişen piyasa toplumunun ihtiyaçlarına uygun bir şehir planlaması
oluşturmak isteyen Hausssmann, “Büyüyen, güzelleşen ve temizlenen Paris” sloganıyla işe
koyuldu. Orta çağ bakiyesi kenti yıkıp dönüştürecekti. Bu dönüşümün ilk işareti geniş ve düz
caddelerdi. O caddeleri açmak için önüne ne çıkmışsa yıkmıştı. Gizli amaçlarından biri de Paris'te
sık görülen halk ayaklanmalarını önlemekti. Dar sokakların tersine geniş caddeler barikat
kurulmasına uygun değildi. Paris'in eski merkezinin yıkılarak yeniden düzenlenmesi direnmeyi ve
yeni mahallelere dağılan işçi sınıfının örgütlemesini zorlaştırmıştı.

Haussmann’ın Paris’e yaptığını, Menderes İstanbul’a yaptı. Tabii Menderes Haussmann’ın tersine
bir şehir plancısı değildi. Planı kafasındaydı. Kararlarını inşaat alanlarındaki çalışmalar ilerledikçe
duruma göre alıyordu. Mahkeme tutanaklarına göre işleri yanına aldığı bir iki yardımcısıyla şehrin
ikinci fatihi edasıyla yürütmüştü. Bu kuralsızlıkla ilgili gülünç hikayeler anlatılıyordu. Bunlardan
birine göre Menderes inşaatları gezerken hıçkırık tutmuş, etrafındakiler “hık” sesini “yık” olarak
anlayınca bir sokağı yanlışlıkla yıkmışlardı. Sağın ilk İstanbul fatihidir!
***

Menderes’in ve Özal’ın tezgahından geçerek geldik bugüne. Yollar ilerledikçe kent de büyüyor,
sınırsızlaşıyor. “İstanbul, üç yöndeki uzantıları ve 30-35 milyon nüfus hedefleriyle Ekümenopolis
(ucu olmayan şehir) sendromuna yönelmiştir…” Bu sözler, 2004’te İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanı Kadir Topbaş’ın isteğiyle İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi’ni
(İMP) kuran Prof. Dr. Hüseyin Kaptan’a ait. Kaptan, kendisi de bir mimar olan Kadir Topbaş’ın
danışmanıydı. Görev verdiler, aralarında 100 bilim insanının bulunduğu 650 uzmanı bir araya
topladı, aylarca çalıştırdı, bir şehir planı yaptı. Plan İBB Meclisi’nde oybirliğiyle onaylandı.
Hüseyin Kaptan planı kamuoyuna açıklamaya hazırlanıyordu.

Planla ilgili basın toplantısından birkaç gün önce dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan,
yanına Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım ile Kadir Topbaş’ı da alarak helikopterle şehir turuna çıktı.
Yukardan şehre bakarken parmağıyla işaret etti, “üçüncü köprü şuraya yapılsın” dedi. Yüzlerce
uzmanla aylarca çalışıp plan yapan Hüseyin Kaptan neye uğradığını şaşırmıştı. Yaptıkları planda
3.Köprü, 3.Havalimanı, Avrasya Tüp Tüneli ve Kanal Projesi yoktu. Plan tünellere de karşıydı.
Haydarpaşa’daki gökdelenler, Galataport, Levent’teki Dubai kuleleri de yoktu planda. Planın temel
kaygısı İstanbul’un kuzeyindeki su havzalarını ve ormanları korumaktı. Tayyip Erdoğan parmağıyla
köprü yeri işaret ettikten sonra şehrin kuzeyi yapılaşmaya açıldı. Üzerinden yol geçince plan yalan
olmuştu. Hüseyin Kaptan istifasını verip bir Ege kasabasına domates yetiştirmeye terfi etti
mecburen.

Dedi ki uzun yıllar sonra, “Nasıl 2. köprü su havzalarının olduğu noktalardan geçtiyse 3. köprü de
su havzalarından geçecek. 20 sene öncesine dönelim, Gebze’den yola çıkın, Ümraniye’yi geçin,
Üsküdar sırtına kadar gelin, tüm güzergâh su havzası. Tamamı ormanlık alandı. Şimdi yapılara
bakın, masum gecekondular mı? Değil. Birileri organize etmiş. Bir de fabrikalara bakın. İSKİ’nin
yönetmeliğine aykırı yapılar değil mi? 3. köprü de aynısını yapacak.”

E-5 ve TEM güzergâhı metropolün ana omurgaları oldu Menderes’in ve Özal’ın marifetiyle. TEM
güzergâhının inşasından bu yana, Gebze’den Büyükçekmece’ye kadar olan yasadışı gelişme
alanlarında sekiz-on milyon insanın yaşadığı hesaplandı. Kuralsız bir şehir çıktı ortaya. Kaldı geriye
şehrin su havzası olan kuzeyi. Ta Menderes zamanından bu yana kuzey ormanlarını bu amaçla
tırtıklıyorlar. Yemeden rahat edemeyeceklerdi. Üçüncü köprü, üçüncü havaalanı bu motivasyonun
sonucudur. Bursa’yı, İzmit’i, Tekirdağ’ı, Edirne’yi, Kırklareli’ni içine alan İstanbul merkezli ucu
olmayan şehri böyle kuruyorlar. Bu, bütün Marmara bölgesini kaplamış hormonlu bir
Ekümenopolis demek.

***

Yağmanın da ucu yok haliyle. Şimdi adı İstanbul olan kuzey ormanları üzerindeki 3. Havalimanı
Karadeniz doldurularak inşa edildi. Her kar veya yağmur yağışında işlemez hale gelen bu
Tayyipland’in büyük bir depremde ne hale geleceğini bilemiyoruz. Depremi beklerken Karadeniz
alıp götürmezse tabii. Ama liman AKP himayesindeki müteahhitler için önemli bir geçim kapısı.
Denizi doldurdukları hafriyattan bile büyük servetler kazandılar örneğin. Projedeki 90 metrelik pist
kotunu 30 metre düşürdüler. Bu kot indirimi sayesinde yüklenici firma 1.3 milyar dolar kazanç
sağladı. Diğer müteahhitlere gidenlerle birlikte 6 milyar doların cebe indirilmesi demek bu. Bu
hokus fokus, bedel üzerinde herhangi bir değişiklik yapılmaksızın teknik projede değişikliğe
gidilmesi sayesinde mümkün olmuştu. Normal şartlarda “ihaleye fesat karıştırmak”tır yapılan işin
adı.

Ayrıca pist 30 metre aşağıya indiği için çevredeki inşaatlar da 30 metre daha yüksek yapılabilecekti.
Bu araziler kimin, buralara inşaatları kim yapacak bilemiyoruz. Bir de “Kanal İstanbul” dedikleri
bir ucube proje attılar ortaya. Plan yok diyoruz ama tıkır tıkır işleyen bir planın işaretleridir bunlar.
Şehri, ormanları, su havzalarını, taşı, toprağı, kamu kaynaklarını yağmalama planı hep
yürürlüktedir.

***

Barınma hakkından meşruiyetini alan gecekondunun soysuzlaştırılmasının hikayesidir anlattığımız.


Soysuzlaşan gecekondular zamanla şehri ele geçirmiştir. Bunu da yağmacı sağ siyasilerle iş birliği
içinde yapmışlardır. Solcularla omuz omuza barınağını koruyan gecekondu sakinleri de yoksuldan
yağmacıya evrilmiştir bu yolla. Menderes’in, Özal’ın, Erdoğan’ın temsil ettiği “siyasi gelenek”in
iktisadi ve sosyal altyapısıdır bu. Öyle ki sonuncusunun küfesinde yedi ayrı imar barışı vardır.

Ne var ki son depremler ayaklarımızın altındaki zeminin çok kaygan olduğunu gösterdi.
İstanbullular dehşet içinde, harıl harıl sağlam zemin, yıkılmayacak bina arıyor çaresiz. Ama işte 70
yıllık yağmanın sonucu ortada. Çürümüş bir düzenin damgasını vurduğu çürümüş bir kent bu.
Demek ki kentler sınıfsal ilişkilerden azade değil. Kapitalizmin şekillendirdiği kentin esası da
yağma ve rant. İçinde kimin, ne kadar ve nasıl yaşadığı tali bir konu.

Binaları yıkıp, bilimsel bir planlamayla yıkılmayacak şekilde yeniden yapmak işin kolay tarafı. Asıl
mesele hikmeti kendinden menkul bu İstanbul fatihlerinden kurtulmak. Demek ki, ölmemek için
yıkmaya bu sağcı gelenekten başlamalısınız. Deprem öldürmez düzen öldürür. Zemini
değiştiremeyeceğinize göre düzeni değiştirin.

——————————————————————————
İnsanın parladığı anlar
04.03.2023
ORHAN GÖKDEMIR

“Bugün Türkiye’de de roman yok, dünyada da roman yazılmaz. İnsan kalmamıştır. Tekelli
düzenlerde insan kalmadığı için roman yazılmaz.” Kulakları çınlasın, Yalçın Küçük hocamızın
sözüdür bu. Piyasanın, giderek tekelci düzenin, sadece toplumu değil, onunla birlikte insanı da
öğüttüğü gerçeğinin dışa vurumudur romansızlık.

Peki ya 20. yüzyılın edebi şaheserleri? Üç büyük yazar ve romana atıf yapar hoca. Birincisi Kafka
ve Dönüşüm’üdür. Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı ve Orwell’ın Hayvan Çiftliği ikincisi ve
üçüncüsüdür. Hocaya göre bunlar romanın bittiğinin işaretleridir. Bu üç yazarla, özellikle Kafka ve
Huxley ile birlikte, dünyada roman bitmiştir. Çünkü ikisi de insan üzerine kurulu değildir. Birinin
kahramanı bir böcektir, öbürünün kahramanı fabrikalardır. İçlerinde insan, haliyle karakter yoktur.
Geriye sadece savaş romanları kalır ki, zaten roman diye yazılanlar savaşlara dairdir. Sovyet romanı
diye okuduklarınız sadece savaş romanıdır.
Rastlantı değil, tekellerin öğüttüğü insanın yeniden ortaya çıkması için böylesine büyük şoklara
ihtiyaç vardır artık. İnsanın ışığı ancak cephede ateş altındayken yeniden parlar, olanca güzelliği ile
ışıldar ve tabii çabucak söner. Çok basit bir sebebi var, cephede parayla alabileceğiniz hiçbir şey
yoktur, ölüm yakınınızdadır, yapabileceğiniz tek şey kahramanca savaşmak ve silah arkadaşlarınızla
dayanışmaktır. Bu yolla yaratıcı yeteneklerinizi geri almış ve onu kendi isteğinizle istediğiniz yönde
kullanma şansına sahip olmuş olursunuz. Demek ki kahramanlık ve dayanışma, tekeller çağında,
insanın yeniden ortaya çıkması için olmazsa olmazlardandır.

Hoca affetsin, savaş dışında da sarsıcı şoklarımız var artık. Gezi Parkı merkezli isyanımız bunlardan
biridir, insanımızın parladığı anlarımızdandır. Son deprem de böyle bir etki yarattı, yıkıntıların
ortasında insanın ışığı parladı. Kuşkusuz bunlar da kahramanlık ve dayanışma kaynaklıdır. Tabii,
romanlardaki savaşlardan farklıdırlar fakat ikisini birlikte bir savaş saymamıza yeterli işaretler var.
İkisinde de tekeller düzeni müdahildir ve kuşkusuz ikisi de bu düzene karşı kendiliğinden ortaya
çıkmış, ilan edilmemiş bir savaştır. Büyük bir bombardıman altındayız. Savaşıyoruz ve savaştıkça
insanlığımıza yaklaşıyoruz. Kanlı çatışmalar oldu ve kayıplarımız büyüktür. Haliyle insanı çok ama
ne yazık, henüz romanı yoktur.

***

İşaretlerin izinden gidiyoruz. Depremin ardından Antakya’ya ilk koşanlardan biri Almanya
Darmstadt Hastanesi Göğüs Hastalıkları Bölümü Başhekimi Türk kökenli Cihan Çelik’ti.
Gönüllüydü, sahra hastanesinde çalışıyordu, dramatik sahnelere tanık olmuştu haliyle,
kederlenmişti. Şaşkındı, “Para çektim, 5 TL bile harcamadım. Burada tam bir komünizm var.
Herkesin ne ihtiyacı varsa karşılanıyor” diye anlatıyordu DW muhabirine şaşkınlığını.

Hollanda’nın arama-kurtarma ekibiyle birlikte bir hafta boyunca Antakya’da kurtarma çalışmalarına
katılan gönüllü çevirmen Zeynep Alpar da benzer izlenimler edinmişti. “Evimden çıkıp deprem
bölgesine gidene, sonra da evime dönene kadar hiç para harcamadım, paranın geçmediği bir
dünyaydı” diye anlatıyordu şaşkınlığını. O da karşılıksız, hiçbir şey beklemeden koşmuştu yıkımın
ortasına. Orada en kritik, en hayati dakikaların, saatlerin nasıl heder edildiğini görmüştü, enkazdan
canlı çıkarmanın ne demek olduğuna tanıklık etmişti. Kahramanlık ve dayanışma, aynı gerçeğin
farklı iki yüzü gibidir. Öylesine ortaya çıkmakta, dokunduğu her insanı arındırmaktadır. Piyasanın,
haliyle paranın hükmünün sona ermesi insanın ortaya çıkması ile bağlantılıdır demek ki. İnsan varsa
para saçmadır. Sonsuz sayıdaki dolaşım odaklarından biri olmaktan çıkmışsak artık piyasa mümkün
değildir.

Demek ki insan ancak bu düzene karşı mücadelede ortaya çıkabilir. Parayı, piyasayı reddetmek
şartlarından biridir. Birbirimizle birer alıcı veya satıcı olarak değil insanlar olarak bağ kurabiliriz,
bu mümkündür. Gerisi “kafkaesk” bir çürümedir. Piyasa insanlıktan çıkarır, böcekleştirir; Samsa
mutlak bir insansızlaşma halidir.

***

Bu “parasızlık” halini bir de Gezi’den biliyoruz. O parkta, o parktan yayılarak ülke sathında bir
kardeşleşme ve dayanışma rüzgârı esmiş, direniş, başka türlü bir toplumsal ilişkiler ağının
kurulmasının yolunu açmıştı. Neoliberal İslamcılık ve kapitalizm bu yeni ilişkiler ağına çarpıp geri
çekilmişti. Bir araya gelerek parkı işgal eden, barikatlar kurarak savunan, neşeli, paylaşımcı,
eşitlikçi ve özgürlükçü bir halk hareketi çıkmıştı ortaya. İnsanlar kendinde fazla olanı parkın
merdivenlerine bırakmış, ihtiyacı olanla parayı aradan çıkararak paylaşmıştı. O sayede parkta
eşitlikçi yeni bir hayat kurulmuştu. Çadırları, bulvarı, caddesi, sokakları, meydanı, radyosu,
televizyonu, gazetesi, reviri, ambulansı, itfaiyesi, güvenlikçisi, psikoloğu, çarşısı, kahvehanesi, aş
evi, oteli, kuaförü, berberi, sineması, sanatçıları, kütüphanesi, forumu, çocuklar için atölyeleri,
müzesi, çöpçüsü, dilek ağacı ve futbol takımları ile yepyeni bir düzendi bu. Her şeyi var fakat
piyasası ve parası yoktu. Kimsenin aklına parka banka kurmak gelmemişti. Bu parasızlığı yeni bir
düzenin işareti sayıyoruz.

Haliyle burada da dayanışmaya kahramanlık eşlik etti. Sınırsız bir polis şiddetine olanca neşesiyle
göğüs geren bir kahramanlıktı bu. Direnenler “boyun eğmemeye” kararlıydı. Düzen bu kararlık
karşısında 15 gün boyunca çaresiz kalmıştı. Direnişle ve dayanışmayla yaratılan “Tayyipsiz hava
sahası”nda yeniden ortaya çıkmıştı insan.

Dayanışma, paylaşma ve tabii eşitlik olduğuna göre komünizan bir düzendi bu. İnsanın yitirdiği
insanlığı yeniden bulması haliydi bir tür. Demek ki, iddia edilenin tersine, dayanışma, paylaşma,
kahramanlık insanın fıtratında vardır. Komünizm insana en yakışan haldir.

***

Bu eşitlikçi fıtratın kitapta da yeri var! İlkel komünal toplum diyoruz, insanlığın ilk eşitlikçi sosyal
halidir. İlkel ve basittir. Topluluklarda herkes yiyecek bulmakla görevlidir, avcılık ve toplayıcılık
sonucu elde edilen her şey topluluktaki herkes tarafından paylaşılır. Kişisel eşyalar dışında özel
mülkiyet yoktur. Çünkü topluluk bir “artı değer” yaratamaz ve üretilen her şey biriktirmeksizin
tüketilir. Evler ve aletler bütün komün tarafından ortaklaşa kullanılır. Haliyle malları koruyacak bir
devlete de ihtiyaç yoktur. Basittir ancak önemlidir, insanlık büyük yürüyüşüne böyle başlamıştır.

Öyleyse bu durumda mülkiyet, insanın eşitliği kaybetmesi halidir. Aradığını, zaman zaman bulmaya
yaklaştığını biliyoruz. Kriz anlarında bu tür kolektif, dayanışmacı ve eşitlikçi yapıların ortaya
çıkmasında bu ortak geçmişte yitirdiklerimizin payı var. Paris Komünü böyleydi, Sovyetler böyle
ortaya çıkmıştır. Savaşta ve doğal yıkımlarda da insanlar dayanışmayı yeniden keşfeder. Bu aynı
zamanda insanın insanlığını keşfetmesi halidir.

Kaldı ki sosyalizm de, toplumculuk, bu keşfe dayanır. Kapitalizm, iktisadi bir toplumdur ve
toplumu insanın elinden çekip almıştır. Bu iktisadi düzen insanı yalıtır, tek başına bırakır,
insanlığından uzaklaştırır. Sosyalizm fikri bu uzaklaştırmaya tepkiden doğdu. Sosyalist sözcüğü,
Latince “sociare”den türetilmiştir, birleşmek ya da paylaşmak anlamındadır. 19. yüzyılın başında
İngiltere’de ortaya çıktı, oradan Avrupa’ya yayıldı. Endüstrileşme ile dağılan topluma bir ağıttı
esası. Piyasa toplumuna bir reddiyeydi ve işçi sınıfını içine düşürüldüğü durumdan kurtarma
ütopyasıydı. Ancak, tabii, ilk sosyalistler piyasanın elinin yetmediği adacıklar arıyordu, artık
olmadığını biliyoruz.

Evet kurtuluş zaman almıştır. Çok açık; “Devrimlerin, gerçekten de edilgin bir öğeye, maddi bir
temele gereksinmeleri vardır. Teori, bir halka, her zaman, sadece bu teori halkın gereksinmelerinin
gerçekleşmesi olduğu ölçüde gerçekleşir.” Demek ki düşüncenin kendini gerçekleştirmeye
yöneltmesi yetmez, gerçeğin de düşünce olmaya yönelmesi gerekir. Hegel’in Hukuk Felsefesinin
Eleştirisi’nden aktardım. Öyleyse devam edelim; “Köklü bir devrim, sadece köklü gereksinmelerin
devrimi olabilir…” İnsanı insanlığından çıkaran bu düzen çürüyor. Köklü gereksinmelerimiz var.
Piyasadan kurtulmak istiyoruz, eşit ve özgür yeni bir dünyaya ihtiyaç duyuyoruz. Ve artık biliyoruz
fıtratımız bunlara müsaittir.

***

Çürüyen yıkılıyor, düşüyor. Tekeller düzeni kasılıyor, kıvranıyor. Şoktan şoka sürükleniyoruz biz
de, sarsılıyoruz. Şoklar yeni direnişlerin fitilini ateşliyor, çürümenin ortasında insan yeniden
parlıyor, başkaldırıyor. Ancak farkındayız, bilimsel bir dokunuşa ihtiyacı var bu başkaldırışın.

İnsanın ışığı ancak cephede ateş altındayken yeniden parlar. Sebebi basit, ölüm yakınınızdadır,
dayanışmak ve savaşmaktan başka çıkar yol yoktur. Demek ki kahramanlık ve dayanışma, tekeller
çağında, insanın yeniden ortaya çıkması için olmazsa olmazlardandır. Çözüm de basit; Bunu
yaratıcı, kalıcı bir yeni düzene dönüştürmeliyiz.

Ne deniyordu kitapta? Teori, bir halka, her zaman, sadece bu teori halkın gereksinmelerinin
gerçekleşmesi olduğu ölçüde gerçekleşir. Teori artık halkın gereksinmelerinin gerçekleşmesi
olmuştur. Direniyoruz, istiyoruz ve ışıldıyoruz. Direnişimizin insanı çok ama ne yazık, henüz
romanı yoktur.

Yoldayız. Büyük bir bombardıman altındayız. Savaşıyoruz ve savaştıkça insanlığımıza


yaklaşıyoruz.

——————————————————————————
Biz şezlongda uzanırken
11.03.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Yıl 2014. Tayyip Erdoğan ilk kez cumhurbaşkanı adayı. MHP henüz muhalefette, Kılıçdaroğlu bu
partiye bir tür koalisyon ortağı gibi davranıyor. Oturup anlaştılar, Tayyip Erdoğan karşısında
adayları Ekmeleddin İhsanoğlu adında adı sanı duyulmamış bir zat olacaktı.

CHP’liler şaşkındı. Aradılar, sordular, bakındılar; bilinen tek işi “İslam İşbirliği Teşkilatı”
yöneticiliği. Haliyle aday yapılmasına bir gerekçe bulamadılar. Kılıçdaroğlu’na vahiy gelmediyse
eğer, aday yapılmasının başka bir nedeni olmalıydı. Sorunun cevabı Kılıçdaroğlu’nun MHP’den
devşirdiği danışmanındaydı. Danışman Rasim Bölücek, Muhsin Yazıcıoğlu ekibindendi. 12 Eylül
faşizmi kapıyı çalmadan önce sokaklarda solcu avlamaya birlikte çıkıyorlardı. Bir ara BBP ile
çalıştı, sonra işleri büyütüp MHP’ye geçti, partinin propaganda işleriyle falan ilgilendi. Başarılı
olmuş olacak ki MHP ile olan kan bağını CHP’ye taşımayı başardı. Mansur Yavaş’ı Kılıçdaroğlu ile
o tanıştırdı. 2015 Ağustosundaki AKP-CHP koalisyon görüşmelerine Kılıçdaroğlu’nu temsilen o
katıldı. O görüşmelerden bir şey çıkmayınca AKP iktidarı için kapı yeniden aralanmış oldu. Halbuki
AKP düştü düşecek sanılıyordu. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu öneren ve “Ekmek için Ekmeleddin”
sloganını icat eden de oydu. İki AKP zaferinin görünmez kahramanıdır.

Kılıçdaroğlu ikna olmuştu olmasına ama Ekmeleddin Bey laik tabanın asla sindiremeyeceği bir
kişilikti. MHP’ye yakın olmasının ötesinde bildiğiniz bir siyasal cinciydi. CHP seçmeni iki badem
bıyık arasında seçim yapmak zorunda bırakılınca ayak sürüme emareleri ortaya çıktı. Birçoğu yaz
ortasında yapılan seçim için tatilini yarıda kesmemeyi tercih etti. CHP Genel Başkanı bu pembe
götlü “şezlong solcularına” çok sinirlendi haliyle, ilk defa kürsüyü yumruklayarak konuşuyordu.
“Masalarda oturup 'Ben oy kullanmayacağım' diye ahkam kesmek demokrasiye uymaz. Bir gün
gelir sizin tatil yapmanız da engellenir” dedi, “Adam gibi tıpış tıpış sandığa gideceksiniz,
demokrasinin gereğini yapacaksınız” diye sürdürdü.

Tıpış tıpış gidenler oldu tabii fakat “Ekmeleddin için kılımı kıpırdatmam, isterse Tayyip seçilsin”
diyenler de hatırı sayılır oranlardaydı. Ekmeleddin’in kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu,
Tayyip Erdoğan ilk turda sıkıntısız ipi göğüsledi.

“Ekmek için Ekmeleddin” şeyinin mucidi danışman Rasim Bölücek hakkında “Fetöcü” olduğu
gerekçesiyle dava açıldı sonra. O günden sonra adını bir daha duyan olmadı. Kılıçdaroğlu, yaşattığı
hezimete rağmen, Ekmek için Ekmeleddin’in peşini bırakmadı, CHP’den milletvekili adayı yapmak
istedi. Ancak Ekmeleddin uzak durdu, ekmeğini MHP’nin kapısında aramayı tercih etti. Çünkü
CHP’yi solcu sanıyor, haliyle nefret ediyordu.

***

2018’deki seçim yine Haziran günlerine denk gelmişti. Kemal Kılıçdaroğlu bu kez tanınmış bir
siyasal cincide karar kıldı, Abdullah Gül’ü aday yapmak istiyordu. Şezlongcular yine
homurdanmaya başlayınca “Yulaf için Abdullah” faciasına ramak kala gönülsüzce vazgeçti. Artık
sandığa tıpış tıpış gidilmediğini öğrenmişti, bir rıza yaratmaya ihtiyaç vardı.

Aklına CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce geldi. Partide ara sıra çıkıntılık yapıyordu, hırsı
yeteneklerinden fazlaydı. Bir taşla iki kuş vurabilirdi aday yapılarak. Kazanırsa ne âlâ, kazanmazsa
sen sağ ben selamet. Yeni icadını açıklamak için kürsüye çıktı, bu kez şezlongçuları ikna edecek
adayı bulmuştu. “Gel bakalım Muharrem” dedi kameralar önünde. Kibar Bay Kemal’den
beklenmeyecek bir hareketti bu. Muharrem İnce, “Seçime 51 gün kala 'gel bakalım Muharrem'
dedi. Ne yapalım gittik. Bir cumhurbaşkanı adayı 'gel bakalım Muharrem' diye çağırılır mı?
Çağırılmaz ve o da biliyor bunu. Plan yok, program yok, fotoğrafın bile yok daha ortada” dedi o anı
anlatırken. Yediği tokadın acısını unutmamıştı.

Buna rağmen kabul etti, çalıştı, 65 ilde 107 miting yaptı. Maltepe’deki final mitingi cumhuriyet
tarihinin en kalabalık mitinglerinden biri oldu. Kalabalık “Türkiye'ye Güvence, Muharrem İnce”
diye bağırıyordu.

O seçimde “güvence” çoktu fakat, Meral Akşener ve Selahattin Demirtaş da adaydı. Buna rağmen
İnce’nin sonunda şeytanın bacağını kıracağından emindi herkes. Tayyip Erdoğan oy farkını
arttırarak o seçimi de kazandı. Muhalefet adaylarının üçünün toplamı yüzde 50’ye yaklaşamıyordu.
İnce de “gel bakalım Muharrem”in öcünü seçim gecesi daha sonuçlar kesinleşmeden “adam
kazandı” diyerek aldı. Ne var ki faturanın kendisine çıkarılacağını hesap edememişti. “Adam
kazandı” lafı bir teslimiyet emaresi olarak üzerine yapışıp kaldı, siyasi macerasının sonunu bu söz
getirdi. O da son çare CHP'den istifa edip kendi partisini kurdu. O sözünü hatırlattılar taze parti
genel başkanı olarak, “adam 20 yıldır kaybediyordu sanki” dedi, “20 seçim kaybetmişler, 'adam
kazandı' lafını bana bıraktılar” diye ekledi. Haklıydı.

***
Bıraksalar seçimlerden üçüncüsü de Haziran’a denk gelecekti. Tayyip Erdoğan erken davranıp
Mayıs’a çekti seçimi. Hacılar hacca gidiyormuş Haziran’a denk gelen o tarihte. Böylece dine göre
ayarlamış oldular seçim tarihini de. Fakat tatilcilerin de şezlonga koştuğunu unuttular o telaşla. Bu
sayede ana muhalefetin şezlong denklemini çözdüğü bir seçime gireceğiz nihayet. Bir önemi
kalmadı zaten, bu kez şezlong solcularının homurdanmayacağı bir muhalefet adayı da bulundu. Ne
ekmek ne güvence, herkes sevindi Bay Kemal’in görünce…

Fakat yine içi rahat değil şezlongçuların. Kılıçdaroğlu’nun kurduğu altılı masanın ayakları
gıcırdayıp duruyor. Koca ayak Meral Akşener gitti geldi ama yüzüne bir ihanet ifadesi takılı kaldı.
Her an yan çizebilir anlamına geliyor bu. Yarın “kalktım masadan, cumhura vardım” dese kimse
şaşırmaz. Çünkü masayı bir arada tutan ilkeler değil, kişisel hırslar, çıkarlar. Ekmeleddin’di,
Muharrem’di derken 10 yılı uçtu gitti ülkenin. Bu sefer de olmazsa beş yıl daha konacak üstüne.
Tayyibist rejim oturdu o sırada, “10 yılda 10 milyon cihatçı yarattık her yaştan” marşının tınıları
duyuluyor uzaktan.

***

Bay Kemal’e sevinelim sevinmesine ama masaya bakınca sevinci kursağında kalıyor insanın. Öyle
bir masa ki bu, altıda ikisi kaçkın AKP, altıda biri iyi MHP, altıda biri light Refah Partisi, altıda biri
gazı kaçmış Demokrat Parti. Geriye kaldı tartışmalı altıda bir, o da yeni şekil CHP’dir. Umut
dediğimiz işte o altıda birden ibaret.

Diyelim ki kazandınız seçimi, Tayyip tası tarağı topladı gitti. “Şu tarikatlardan kurtulalım artık”
deseniz masada tarikat müritleri çoğunlukta. Laikliği hatırlatsak Temel Karamolla yıkar masayı,
sola meyletsek Mehmet Ağar yetiştirmesi Gültekin Uysal. Bağımsızlık desek Ahmet Davutoğlu
ayaklanır, devletçilik desek Ali Bebecan kopar. Faşizme laf söylesek iyi MHP pusuya yatmış
bekliyor. Fethullah’a sövsek hepsi Bay Kemalci oldu. “Yetmez ama Evetçi” bile aklandı, sıyrıldı
suçlarından, CHP militanı cemi cümlesi. Peki HDP? Fesuphanallah, Demirtaş’tan daha önde
Kılıçdar.

Peki bu durumda ne çıkar bu masadan?

Şöyle özetleyeyim; Son yerel seçimlerde AKP’den kurtarılan İstanbul ilçelerinden birinde
oturuyorum. O seçime kadar mahalle komiteleri ayaktaydı, her hafta başka bir mevzu etrafında
toparlanılır, zaman zaman eyleme de dökülürdü iş. “Ensar” eylemi oldu bir iki defa hatırı sayılır bir
kalabalıkla. O eylemlerin enerjisiyle düştü AKP. Seçimin ertesi günü yaklaşık 10 bin kişi yürüdü
sevinç çığlıklarıyla. Sonra her şey bir anda bitti. İlk önce mahalledeki örgütlülük dağıldı, eylem bir
yana toplandığı görülmedi bir daha mahallelinin. AKP’li müteahhittin yerine bir CHP’li müteahhit
oturdu, değişen tek şey bu oldu. Geldi, yıllardır o koltukta oturuyor, AKP’li selefinin “basın ve
halkla ilişkiler müdürü” bile değişmedi, her şey seçimden önce olduğu gibi duruyor. Bu arada
AKP’li dönemde yerleşemeyen tarikatlar mahalleye yerleşti. Unutulmasın, deprem açısından en
riskli bölgeler arasında sayılıyor ilçe. Yapılmış bir çalışma, bir hazırlık bilmiyorum, duymadım. Her
yanda sınırsız bir inşaat manyaklığı kesintisiz sürüyor. Yani kurtuluş bir müteahhittin tasallutundan
diğerine geçmek şeklinde oldu bizde. Haliyle çok sevinemedik Bay Kemal’in adaylığına.

Adımı da ekleyerek, “Kılıçdaroğlu’nun adaylığına sevinmeyen solcular listesi” yapıldığından


yazdım bunları. Niye sevinmeyelim, seviniyoruz biz de. Şezlongta yan gelip yatan biz değiliz.
Hatta, olura 15 Mayıs’ta Tayyipsiz hava sahasına uyanırsak, biz de katılırız yürüyen halkımızın
arasına. Ama ikinci gün sevinç biter, acı gerçekler çalar kapıyı. Bir de bakmışsınız Tayyibist rejim-
düzen dimdik ayakta, aynı tas aynı hamam.

Biz de kurtulmak istiyoruz yani, biz de istiyoruz “çok şükür bugünü de gördüm, ölsem gam yemem
gayrı” demeyi. Ama öyle kolay değil o işler. Bize sırf seçim yetmez biliyoruz, bir de devrim gerekir.
Umuda ama akıllı bir umuda ihtiyacımız var özetle.

Ekmeleddinsiz, Abdullahsız, Muharremsiz gidiyoruz geleceğimize. Bu iyi. Seviniyoruz mecbur,


mırıldanıyoruz duyabileceğiniz şekilde: Ne ekmek ne güvence, herkes sevindi Bay
Kemal’in görünce…

——————————————————————————
Hizbul-Cumhur
18.03.2023
ORHAN GÖKDEMIR

“Komandolar” adını Türkiye 1960’lı yılların sonuna doğru duydu. 27 Mayıs müdahalesini yapan
Albaylar cuntasının bir üyesi olan Alparslan Türkeş’in kurduğu MHP’nin gençlik örgütü olarak
faaliyet gösteriyorlardı. Kamplarda eğitilip halkın üzerine salınan Komandolar, bu partinin vurucu
gücüydü aynı zamanda. İşledikleri cinayetler arttıkça Komandolar önce “Bozkurtlar”a, sonra
“Ülkücüler”e dönüştü. Komandolar, 31 Aralık 1968’de SBF Öğrenci Derneği’ni basmaları ilk şiddet
hareketleriydi. Bir yıl sonra Beşiktaş’taki Işık Mimarlık ve Mühendislik Yüksek Okulu’nu basarak
öğrencilere ateş açtılar. O saldırıda Mehmet Cantekin öldü, yedi öğrenci yaralandı. Bu tarihten
sonra “Komandolar”ın adı sık sık duyulacaktı. Saldırıları onların yaptığı belliydi ama kim oldukları
belirlenemiyordu. Katillerin toplu halde koruyucu bir şemsiye altına alındığı ilk defa o yıllarda
ortaya çıktı. O şemsiyenin adı “Kontrgerilla”ydı.

Solun yükselişi saldırıların dozunun artmasını da beraberinde getirdi. 70’li yılların ikinci yarısı bu
tür eylemlerde büyük bir sıçramaya tanıklık edecek, bireysel saldırılar ve cinayetler şeklinde gelişen
olaylar Kahramanmaraş Katliamı gibi kitlesel saldırılara dönüşecekti. Ardından “ses getirici”
suikastlar dönemi başladı. Gazeteci Abdi İpekçi, Prof. Ümit Yaşar Doğanay, Prof. Cavit Orhan
Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, Maden İş Genel Başkanı Kemal Türkler birbiri peşi sıra öldürüldü.
Mamak, Balgat, Bahçelievler, Piyangotepe’de katliamlar yapıldı. 1978-80 arasındaki o üç yıl içinde
ülke cinayetler, vahşi saldırılar ve gözü kara suikastlarla bir askeri darbenin eşiğine getirilmişti.

Bütün bu olaylarda aynı isimlerin geçmesi bir örgüte ve onun tetikçilik için eğitilmiş hücresine
işaret ediyordu. Ülkücü militan Ali Yurtarslan, itiraflarında, o hücrenin kuruluşunu şöyle
anlatıyordu: "(MHP yöneticisi) Şevkat Çetin, teşkilat başkanlarının aradan çıkmasını ve hücreler
kurulmasını önerdi. Böylece ETKO, TİT gibi örgütler ortaya çıktı. Şevkat Çetin şöyle diyordu: ‘Tek
bir mermiyi boşa atmayalım. Artık bunların beyin takımını hedef alalım… Emir verenleri,
yönlendirenleri vuralım. Sıradan devrimcileri vurunca onları militanlaştırıyoruz." Bu
konuşmalardan sonra devrimcilerin önderleri hedef alınmaya başlandı. Artık cinayetlere yeni
imzalar ortaya atılıyordu: Ülkü Ocakları, TİT (Türk İntikam Tugayı), ETKO (Esir Türkleri
Kurtarma Ordusu), İslami Cihat yeni faili meçhul faillerdi. Tetiği çekenler bir avuç militan
gurubuydu; Mehmet Ali Ağca, Oral Çelik, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Muhsin Yazıcıoğlu... Bunlar
o dönemin en acımasız tetikçileri olarak ünlenmişlerdi. Özel Harp Dairesi veya yaygın adıyla
Kontrgerilla’nın MHP içindeki uzantıları veya aynı anlama gelmek üzere bağlantılarıydı bunlar.
***

O hücrenin tetikçilerinden Muhsin Yazıcıoğlu, 12 Eylül’den sonra içeride yatarken, milliyetçiliğini


dinle takviye etmeye karar verdi. Çıkar çıkmaz Büyük Birlik Partisini, “Ülkü Ocakları”nın muadili
olarak da “Alperen Ocakları”nı kurdu. Alperen Ocakları BBP’nin militan gençlik teşkilatıydı.
Yazıcıoğlu, MHP çizgisinin temsil ettiği “Türk-İslam Sentezi”ni bir adım daha ileriye taşımış,
“İslam Türk Sentezi”ne dönüştürmüştü. Çizgisinde İslamcılık Türkçülüğün önüne geçmişti haliyle.
Tarikatlara MHP’den daha fazla yaklaşmıştı bunun sonucu olarak. İsmailağa Cemaati lideri
Mahmut Ustaosmanoğlu ile arasında bir baba-oğul ilişkisi vardı. Şimdi dillendirilmiyor
ama Fethullahçılarla da pek yakındı. Fethullahçılar Alperenleri birer manivela olarak kullanıyordu.
Tarikat, Emniyet’teki adamları vesilesiyle bu ocağa yakın pek çok ismi devşirmiş, devşirdiği bu
tiplerle alan düzlemeye girişmişti. Hrant Dink başta, o dönemin bütün önemli siyasi cinayetlerinde
Alperenlerin dahli vardı. Rahip Santoro Cinayeti, Danıştay Saldırısı, Zirve Katliamı gibi ülkeyi
sarsan cinayetlerin failleri ya BBP ya Alperen Ocakları üyesiydi.

Ama neden sonra işler birden bozuldu, Cemaatle Yazıcıoğlu’nun arası açıldı. Hatta ölümünde
Cemaatin dahli olduğu iddia edildi. Yazıcıoğlu ölüp sahneden çekilince koltuğuna Mustafa Destici
oturdu. Destici’nin ilk işi de halefi gibi cemaatlere koşup el etek öpmek oldu. İsmailağa Cemaati
lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nu ziyaret edip, olurunu aldı. Fethullahçılarla ilişkileri hepsinden
iyiydi. Parti içi muhaliflerin iddiasına göre gelir gelmez parti yönetimini Fethullahçılarla
doldurmuş, partiyi FETÖ’ye angaje etmişti. Alperen Ocakları Genel Başkanı Serkan Tüzün,
Destici'ye, “Cemaatini de alıp gideceksin” diyordu. Fethullahçılar devletten önce onlara nüfuz
etmiş, bu yolla onları cemaattin ülkücü koluna dönüştürmüştü. Kontrgerillanın alacakaranlığında
büyümüşler, ele ele verip karanlığı büyütmüşlerdi.

***

Kontrgerillanın kullandığı guruplar sadece bu “ülkücü tilkici” tayfa değildi. Dinci gericiler de aynı
kapıdan girmeye pek hevesliydi. 18 Kasım 1967’de üç imamla bir ilahiyatçı tarafından kurulan
Mücadele Birliği’nin “ideoloğu, teorisyeni, taktisyeni, perde arkasındaki fikir babası” Aykut
Edibali’ydi. 12 Eylül darbesinden sonra Islahatçı Demokrasi Partisi’ni kurdu. Edibali ve partisi
1990’lı yıllarda islamcıların iktidarı almasının yolu açmada çok etkili oldu. Mücadele Birliği, 1969
Şubat’ında “Huzur ve Asayiş Komitesi” adı altında bir vurucu güç oluşturmuştu, Komünizme karşı
mücadele edeceklerdi. Hevesli başka dinci gericiler de vardı. Komünizmle Mücadele Derneği, İlim
Yayma Cemiyeti, Türkiye Kuran Kursları Kurma Koruma ve İdame Ettirme Dernekleri, Milliyetçi
Kültür Birlikleri, Türkiye Yüksek Öğretim Huzur ve Dayanışma Cemiyeti, Anadolu Milliyetçiler
Derneği, Genç Kuvayı Milliye Derneği, Aydınlar Kulübü, Türkiye Din Adamları Yardımlaşma
Dernekleri Federasyonu, Konya Mücadele Birliği ve Sancakları, sonradan adını Türkiye
Milliyetçiler Birliği olarak değiştiren Türkçüler Birliği ve Vatansever Türk Teşkilatı bu hevesin
getirisiydi. Anlayacağınız, tarikatlar Kontrgerillanın doğal müttefiki, doğal militanı, doğal
uzantısıydı.

***

Hizbullah birliğe oyunun sonunda dahil oldu. Oysa Batman çıkışlı bu kanlı örgüt 30 yıl önce
hepsinden kararlı görünüyordu. Örgütün cinayet işlerken sergilediği vahşet bütün ülkeyi sarsmıştı.
Cinayetlerine Batman’da “PKK destekçisi” olarak tanımladığı isimleri kaçırarak başladı. Kentte
saldığı korku nedeniyle güneş batınca herkes evine çekiliyor, korku içinde akıbetini bekliyordu.
Kaçırılan kişiler işkenceli sorgulardan geçiriliyor, sorgu kayda alınıyor, kayıt örgüt yöneticilerine
iletiliyor, onların kararına göre kurbanın akıbeti belli oluyordu. Sorgulananlardan çoğu işkencede
can veriyordu, “domuz bağı”na uzun süre dayanmak imkansızdı. Ölenler evin bodrumuna veya
bahçesini gömülü veriyordu. Tarikatlar, inancını yetersiz bulduğu dinciler, PKK’ya yakın olduğuna
inandıkları herkes, doğal olarak gazeteciler, hedeflerindeydi.

2000’e Doğru dergisi Diyarbakır Temsilcisi Halit Güngen, Yeni Ülke muhabiri Cengiz Altun, Özgür
Gündem muhabirleri Hafız Akdemir, Yahya Orhan ve Çetin Ababay, Gerçek Dergisi Diyarbakır
Temsilcisi mesai arkadaşım Namık Tarancı bu örgüt tarafından öldürüldü.

Zamanla Hizbullah için cinayetle siyaset arasındaki fark ortadan kalktı. “İmanlı feminist” Konca
Kuriş’i kaçırıp işkence ederek öldürdüler. İmanını yeterli bulmamışlardı. Diyarbakır Emniyet
Müdürü Gaffar Okkan’ın İslam’a tehdit olduğuna inanıyorlardı, bir suikastla ortadan kaldırdılar.
Nakşi Zehra Vakfı Başkanı İzzettin Yıldırım’ı kaçırdılar. Nakşibendilerin kendilerinden rol
çalmasını istemiyorlardı. Hüda-Par işte bu kan banyosunda filizlendi, yıkandı, temizlendi. Cinayeti
öteledi, siyaseti ilerlemek için daha uygun bulmuşlardı.

***

Cinayet, “insan öldürme” anlamında Arapça bir sözcük. Cani oradan türemiştir. “Katl”i de bu
anlamda kullanıyoruz fakat “birden fazla cinayet” anlamını da yükleyebiliyoruz. Katl’in, İslam
hukukunda, bir de “ölüm cezası” anlamı var. Kılıç ile idam demektir, tanımlanmış bir suçun
karşılığı olarak, “meşru” bir öldürme biçimi anlamına geliyor.

Faili meçhul cinayet, bundan farklı olarak, öldürme eyleminin kim tarafından yapıldığının
bilinmemesi demek. Cari şeklinde, “siyasal bir amaçla” “faili belli olmayacak şekilde öldürme”
karşılığı olarak kullanılıyor. Siyasal bir amaç söz konusu olduğunda ise, fail olarak, basit bir sivil
suçlu değil, bir “şebeke”, cinayet işlemek üzere oluşturulmuş bir teşekküle atıf yapılmış oluyor. Bu
tür cinayetler, cinayetten çok siyasettir.

Nitekim, Osmanlı’da, bu tür siyasal cinayetler için “siyaseten katl” sözcüğü kullanılmış. Siyasetle
cinayet hep iç içedir, anlamındadır. Cinayet siyasal amaçlarla işlendiğinden failleri de siyasal
kimlikleriyle karşımıza çıkıyor haliyle. Bazen bu “siyaset”ten arınıyorlar, temizlenip seçim yarışına
giriyorlar.

Bunlar, anlattıklarımızın hepsi, ellerindeki kanı yıkayıp siyasete girdiler. Kontrgerilla ile
akrabalıkları silindi gitti o sayede. Hepsi “saygın” birer siyasal parti artık. İktidardaki AKP ile
ittifak kurdular, müttefik oldular. 14 Mayıs’taki seçime birlikte girecek, birlikte yarışacaklar.
Halbuki tarihleri, hepsinin, “derin devletin” dehlizlerinde filizlendiğine işaret ediyor. O devleti
tasfiye edecek, vesayeti kaldıracak diye desteklenen parti, AKP, iddia edilenin tam tersine “derin
devleti” iktidara getirmek üzere.

Hep olduğu gibi fethedenler fethedildi yine. Fethullahçılar, ülkücü tilkiciler, gündüz nizamcı gece
alemciler, Ağarlar, Eymürler, yeşil kuşak çöplüğünde boy veren her boydan tarikatlar, yolu AKP’ye
düşmeyen derin devlet unsuru kalmadı. Arada metastaz yaptılar, Millet İttifakı’na da yayıldılar. İyi
MHP, aksak AKP, gazı kaçık DP, burada anlattıklarımızın yakın siyasal akrabasıdır. Sade Cumhur
değil, kokuşmuş Hizbul-Cumhur ittifakıdır karşınızdaki. Size Takarof kurşunundan ve domuz bağı
işkencesinden başka vaat edeceği tek bir şeyleri yoktur.
Çözüm ne diyorsanız söyleyeyim, sol varsa yol da vardır. Oy mu verirsiniz yol mu verirsiniz
bilemem; Solu büyütmekle başlayacak her şey…

——————————————————————————
At hırsızı
25.03.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Suçlulara katran ve tüye bulama yoluyla verilen cezaya “Red Kit” çizgi romanlarından aşinadır
bizim kuşak. At hırsızlarına verilen gözde cezalardandır. Katrana bulanan suçlu tüye yatırılınca
uçamayan bir tür tuhaf kuşa dönüşür. Özellikle ABD’de petrol savaşlarını anlatan maceranın
unutulmaz sahnelerindendir bu. Karalama-tüyleme, orman kanununun geçerli olduğu durumlarda,
adalet veya intikam için başvurulan bir umumi aşağılama ve cezalandırma biçimidir. Bilmiyordum,
Feodal Avrupa'da çok yaygınmış. Yeni Dünya’ya oradan taşınmış sanırım, çoğunlukla bir tür çete
adaletidir.

Yöntem acımasızdır; Kurban çırılçıplak veya beline kadar soyulur. Odun katranı, tabii çoğunlukla
bazen sıcak sıcak, hareketsiz hale getirilen kurbanın üzerine dökülür veya sürülür. Daha sonra ya
kurbanın üzerlerine tüyler atılır ya da katrana yapışmaları için kurban bir tüy yığını üzerinde
yuvarlanır.

Çok acımasız görülebilir ama “vahşi Batı’da” at hırsızlığının cezası sorgusuz idamdı. Yani katrana
bulama bir tür hafifleştirilmiş idam cezasıdır. Eski, bozkır Türklerinde de at hırsızlığının cezası
idamdır. Bozkırda atı kaptırdı mı aç açık kalman kaçınılmazdır çünkü. Neslimizin ilk davası atı
hırsıza kaptırmama davasıdır.

Oradan kalan bir geleneğimiz var. Atı, “yılkı” olsa bile, keyfinizce alıp götüremezsiniz. Yargıtay’a
göre, otlanması ve beslenmesi için geçici olarak doğaya bırakılan işaretlenmiş yılkı atının çalınması
nitelikli hırsızlık suçunu oluşturur ve cezası 5 yıldan 10 yıla kadar hapistir. Hikayesi şudur;
Anadolu’da, at, eşek, keçi türü hayvanlar, ahırda bakımı zor olduğu için, kış aylarında işaretlenip
doğaya salınır, bahar aylarında yakalanıp yeniden zapturapt altına alınır. Bu şekilde geçici olarak
doğaya bırakılmış tek tırnaklı hayvanlara “yılkı” denilmektedir. Hayvan başıboştur ama sahipsiz
değildir, demektir bu. Alıp götürürseniz kaybolmuş mal üzerinde tasarrufta bulunmuş olmazsınız,
hırsızlık yapmış olursunuz. Yani, hukuk varsa, öyle kafanıza estiğinizde atı alıp Üsküdar’ı
geçemiyorsunuz!

***

Kırsal Osmanlı topraklarında at yetiştiriciliği en önemli meşgalelerden biriydi. Taycı köylüler,


saraya karşı yükümlülüklerini yerine getirdikten sonra, elinde kalan atları satıyor ve buradan gelir
elde ediyorlardı. Ayrıca imparatorluk topraklarında yaşayan konar-göçerler, yaygın olarak at
yetiştirip bunları ihtiyaç sâhiplerine satmaktaydı. At değerlidir. Hem tarımsal üretim hem ordunun
vazgeçilmezleri arasındadır çünkü. Osmanlı’da da at hırsızlığı sert bir şekilde cezalandırılıyordu
haliyle. Fâtih Mehmed devrinde cezası elin kesilmesiydi. XVI. yüzyılda at hırsızları “küreğe
konulma” cezasına çarptırılıyorlardı. Osmanlı hukukunda kayıp hayvan ve kaçak köle, bulunduğu
zaman, aynı uygulamaya tâbi tutulurdu. Köle ile at eşitti, anlamındadır İmparatorluğun son
döneminde, ordunun atlarının bakımını sağlamak üzere “Baytar Mektepleri” de açılmıştı. Halkalı
Baytar Mektebi, sonradan Ziraat Okulu, bunların en bilinenlerden biriydi. Mehmet Akif’ten Ziya
Gökalp’e, tabii bizim Baytar Salih-Salih Hacıoğlu dahil, pek çok ünlü mezunu-mensubu vardır.
Sanırım ilk komünist kongrelerinden biri de bu okulda yapılmıştır. İlerici geleneğimizin bildik
mekanlarından biridir.

Ama at hırsızlığını kutsayan kültürler de vardır. Çerkezler at çalmayı asla hırsızlıktan saymadılar ve
at çalıp getirmeyen delikanlıya kız vermediler. Kafkas-Rus savaşlarında, Çerkezler için en büyük
onur Rus askerlerinin bulunduğu yerleri basıp, atlarını çalmaktı. Zamanla gelenek oldu, evlenmek
isteyen delikanlıların Rus birliklerine baskın yapıp at getirmesi istendi. Göçtükleri yerlerde
adlarının at hırsızına çıkması bu gelenek nedeniyleydi.

***

At hırsızlığının olduğu yerde başka ve daha büyük hırsızlıklar da vardır. Halkın mallarına, varına
yoğuna el koymak bunlar arasındadır. Tabii bunların çoğu kılıfına uydurulmuş, yasal hırsızlıklardır.
Red Kit hikayelerinden biri bu tür organize hırsızlık olayı üzerinedir. Her şey Amerikan
hükümetinin, 1889’da Oklahoma’yı Kızılderililerin elinden alıp, soluk benizlilerin yerleşimine
açmaya karar vermesiyle başlar. Red Kit, yasal izinden önce gasp edilmiş topraklara girilmesini
engellemekle görevlendirilmiştir. Toprak usulüne uygun gasp edilecektir. Demek, yerleşimin adalet
ve düzeninden de o sorumludur.

Fakat daha ilk günün sabahında silahlar patlar. İpten kazıktan kurtulmuş kim varsa yağmadan pay
almaya, arazi kapmaya koşmuştur. Tabii gelenlerle birlikte her yerde mantar gibi kasabalar
türemektedir. Bu kasabalardan birinde, Red Kit’inkidir, hayatın normale dönmesi arzulanmaktadır.
Tez bir belediye başkanı seçilmelidir. Seçim yapılacağı duyurulur ahaliye. Yağmacıların pek çoğu
yağmadan payına düşeni arttırma arzusuyla aday olur. Sahtekârlar, kumarbazlar, katiller herkes
başkan adayıdır. Kumarbazların önde gideninin birinin, cüssesi büyük aklı küçük bir koruması
vardır. Adı “Kukla”dır. İleri görüşlü kumarbaz kendisi yerine Kukla'yı aday gösterir. Diğer adaylar
birbiriyle kavgalıdır, en mantıklı yol birbirleri yerine Kukla’ya oy vermektir. Seçim yapılır, Kukla
oybirliğiyle başkan seçilir. Kazanan Kukla değil, ipini elinde tutan büyük kumarbazdır aslında. Red
Kit’e Kukla ile çalışmaktan başka yol kalmaz.

Nedense seçimden sonra kasabada hayatın normale dönüp dönmediğini aklımda tutmamışım.
Dönmüşse bile, Red Kit tabancasıyla desteklenmiş Kukla normalliğidir bu. Haliyle ilk taşkınlıkta
bozulması kaçınılmazdır.

***

Bizim kasabanın da biraz huzura ve bir parça kurala ihtiyacı var şimdi. Çünkü vahşi Batı’daki gibi
yağmacılar sardı her yeri, at hırsızları cirit atıyor ortalıkta. Cezasız kaldıklarından halkı da
yıldırdılar az zamanda. Örgütlendiler o cezasızlıkta, sadece atları değil iktidarı da çaldılar. El
çabukluğuyla kuralsız-yasasız bir at hırsızı rejimi kurdular.

Neslimizin ilk davası atı hırsıza kaptırmamak davasıdır. Haliyle yılmış, yıldırılmış halkımızın bütün
konsantrasyonu at hırsızlarından kurtulmak üzerine yine. Bu şartlarda gidiyoruz seçime. Bir yanda
at hırsızları var, öbür yanda atları çalmayıp çalıştırmak isteyen “altılı ganyan”cılar duruyor. At
hırsızlarından kurtulmanın tek yolu altılı ganyancılara oy vermekten geçiyor, inanış böyle. Oysa
kuralsızlık ve hırsızlık düzenin bir anomalisi değil, temelindeki sınırsız yağma hırsının bir getirisi.
At hırsızları rejiminin yağma olmadan ayakta durması imkânsız. Her iki tarafta da büyük
kumarbazların kuklaları var kaçınılmaz olarak. Bu denklemden kasabaya huzur gelmesi ihtimali,
altılı ganyanda büyük ikramiyeyi tutturma ihtimali kadar ancak.

***

Kasabada işler karışık, yağmacılar, at hırsızları vuruşup duruyor. Herkes aday, herkes ötekinden
nefret ediyor. Bu hayhuy arasında bir avuç sosyalist-komünist de giriyor seçime. Kavganın
gürültüsünden ve kuklaların esintisinden sesleri duyulmuyor, biliyoruz. Ama gerçek tek seçenek de
işte burada.

Bakmayın kavgaya gürültüye, seçim falan hepsi hikâye. Bütün oyun Oklahoma’nın gerçek
sahibinin Kızılderililer olduğunu gizlemek üzerine kurulu.

Ey yoksul ve mazlum Kızılderililer, Oklahoma sizin, yağmalanan sizin varlıklarınız. Oyunuzu kime
neden verdiğiniz değil sadece mesele. Ya atlardan vazgeçeceksiniz ya da katranı ve tüyleri toplayıp
saflara geleceksiniz. Mesele bu işte!

——————————————————————————
Seçim terimleri sözlüğü
01.04.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Millet, Arapçada “topluluk” anlamına geliyor. Osmanlı’da bu anlamda kullanıldığını “millet başı”
ve “koca başı” terimlerinden biliyoruz. Buna göre Hristiyan köylerinin muhtarlarına “koca başı”,
azalarına da “millet başı” denilirdi. Tabii Müslümanlar yanında, diğer dinlere mensup olanlar da bir
millet sayılıyordu. Kutsal Kitap’a göre millet, İbrahim ve ilk peygamberlerin dinine ait olanlara,
giderek Müslümanlara karşılık geliyor. Ahmet Vefik Paşa’nın Lehçe-i Osmanî’sine göre millet,
“Asli din ve mezhep. Ümmet, kavim, cemaat” anlamındadır. Demek ki “millet” başlangıçta din
anlamındadır ve henüz etnik bir ayrımı içermemektedir. Kavramın etnik kökenle ilgisinin
olmadığının bir göstergesi de, Osmanlı Ermenilerinin tek bir millet sayılmak yerine, Ermeni Katolik
ve Ermeni Protestan milletleri olarak ayrılmalıdır. Buna karşın bütün Müslümanlar tek bir millet
sayılıyordu. Kuşkusuz “Müslüman milleti” de içinde birçok etnik topluluğu barındırıyordu.

Dini esas alan “Millet sistemi”, bütün yurttaşları kapsayan laik yasalar çıkarmaya başlanınca
dağılmaya yüz tuttu. Çünkü laik yasalar, “milletler”in yönetsel özerkliğini ortadan kaldırıyordu.
İmparatorluk içinde “ayrılıkçı” hareketlerin ortaya çıkması da işte bu döneme denk düşüyor.
Osmanlı İmparatorluğu içindeki “milletlerin” bugünkü anlamda millet oluşlarının laik yasalarla
birlikte ortaya çıkması, geliştiği çağın yönelimine uygundur. Milliyetçilik dinin içinden çıkar ve
çoğu zaman dinin yerini tutar.

Günümüz Türkçesinde millet, “nation”a karşılık olarak kullanılıyor. Latince kökenli nation, aynı
yerde doğmuş insan topluluğu demek. “Aynı yerde doğmak” ortak özelliği, “milliyetçilik” için ucu
açık bir payda. TDK sözlüğünde “millet”in karşılığını “ulus” olarak vermekle birlikte “topluluk”
anlamı da korunuyor. Buna göre, milletin anlamı “benzer özellikleri olan topluluk”, “bir yerde
bulunan kimselerin tümü, herkes”tir. Yani şoförlerden “şoför milleti” veya köylülerden “köylü
milleti” olarak söz etmemiz yerindedir. “Benzer özellikleri olmak” ve “bir yerde bulunmak” demek
ki millet olmak için yeterlidir. Herhalde bir yerde bulunanların, herkesin, zamanla ortak özellikleri
de olur.

Milleti oluşturan ana unsurun, hiç düşünülmemiş bir şey olması şaşırtıcıdır. Herkesi (milleti), bir
yerde (devlet sınırları içinde) bulunduran ve onlara ortak özellikler kazandıran şey, her durumda
bizi daha “kaba” bir olguya yaklaştırır; iktisada, yani üretim ve piyasaya. Millet, nation, dinden
doğar ama ona nihai şeklini piyasa verir.

***

Demek ki millet, başta dini topluluktu. Bu durumda “milli” dini anlamında kullanılıyordu.
Necmettin Erbakan, bu anlam kaymasını laik yasalara karşı bir takiye aracı olarak kullanmıştı.
Partisinin adı “Milli Selamet Partisi”ydi. Dışarıdan bakan milli sanıyordu, içeridekiler dini bir parti
görüyordu. Türkçesiyle “Dini Kurtuluş Partisi”dir.

Cumhuriyetin ilk döneminde millet yerine “ulus”u seçmesi rastlantı değildir. Ulus laiktir,
kurumsallaşmış dine karşı mücadelenin getirisidir, Fransız Devrimi icat etmiştir.

“Halk” da aynı tarihsel dönemin ürünüdür ama ulus burjuvadır, halk ise avam. Halkın içinde ulustan
farklı olarak ayak takımı ve işçi sınıfı baskın unsurdur. Eskiden, İstanbul’un plajlarına avam hücum
edince ortam biraz bozulurdu. Üst sınıftan olup da avam akınını görenler “halk geldi milletin
huzuru kaçtı” diye özetlemişti bu durumu. 1848’de ulus ile halk ayrıştı, sınıf o ayrışmada şekillendi.
1871’de yerini perçinledi. Ulusta, halkta ve sınıfta dini bir kök veya anlam yoktur.

***

Cumhuriyet, hükûmet başkanının halk tarafından belli bir süre için ve belirli yetkilerle seçildiği
yönetim biçimi demek. Egemenlik hakkının belli bir kişiye-aileye ait olduğu monarşi ve oligarşi
kavramlarının tersidir. Demek cumhuriyet olması için yönetimi herhangi bir âdeme
vermeyecekseniz. Hiç kimse orada sonsuza kadar kalmayacak, kendisini ülkenin sahibi
sanmayacak…

Ne yazık bir “cumhuriyet” kavramına sahip değiliz. Mevcudu Arapça kökten üretilmiş Osmanlıca
bir terim. Cumhur, “bir araya toplanma, topluluk oluşturma”, bu kökten türeyen “cumhūr” ise
“cemiyet, toplum, kamu” anlamına geliyor. “Respublica”nın Türkçe karşılığıdır ki o da “kamusal
alan” demek. 18. yüzyılda monarşi ile yönetilmeyen iki ülke, Hollanda ve İsviçre birer respublica
idiler. Erken kapitalist ülkelerdir. Buna Fransa katıldı. “Üçüncü sınıf”, içinde aristokrasi ve kilise
babaları dışında kalanlar, burjuvalar, işçiler ve köylüler vardı, ayaklandı. Monarşiyi, onunla birlikte
ona güç veren aristokrasi ve kilise babalarını devirdi. Bastille’de toplandılar, önlerine ne çıktıysa
sürüyüp attılar. Alanı temizlediler ve toplandıkları alan “respublic” oldu. Demek ki cumhur olmak
için bir kamusal alana ihtiyaç var.

***

“Irk”da durum biraz daha karışık. Eski Ahit’te, zamanında bilinen halkların Nuh’un oğullarının
ahfadı olduğu yönünde bir kurgu var. “Gemiden çıkan Nuh'un oğulları Sam, Ham ve Yafet idi. Ham
Kenan'ın babasıydı. Yeryüzüne yayılan bütün insanlar onlardan türedi.” Hikâye böyle. İnanış o ki,
Samiler ve Hamiler -Yahudiler ve Araplar- Nuh’un o iki oğlunun soyundan gelenlerdir. Yafet’in
soyundan gelenlerin kim olduğu ise biraz bulanık. Türkler at üzerinde yalın kılıç tarih sahnesine
dalınca Sam’ın ve Ham’ın çocukları “Yafet’inkiler de bunlar olmalı” diye düşünmüş olmalı.

Fakat gelin görün ki Türkler tarih sahnesine görece geç çıktı. Ondan önce “Yafet’in torunu” rolü
Ermenilere yakıştırılmıştı. “Amelek” diyorlardı. Amalek, İsrail oğullarının Mısır’dan çıkışında
Kızıldeniz’i aştıktan sonra artçılarını vuran zalim bir kavimin adıydı. Ermeniler ve Türkler tarihin
ergenlik döneminin küçük yaramaz çocuklarıdır.

Fakat etnisite ve milliyet yakın zamanların keşfidir. 19. yüzyılın ortalarına kadarki Osmanlı
yazılarında ve sonrakilerin birçoğunda, “Türkiye” sözcüğü kullanılmamıştır. Bu sözcük, “Türklerin”
genellikle “memalik-i İslam” veya daha yerel bir tanımlama gerektiğinde “diyar-ı Rum” dedikleri
bir ülkeyi belirtmek için Batılılarca kullanılan bir deyimdi. Bu başka bir gerçeğe, Türk etnik
kimliğinin Batılılarca icat edildiği gerçeğine götürür bizi. Her şeyden önce Türkoloji bir Batı
icadıdır ve Asya incelemeleri de bütünüyle Batı’nın Doğu’yla ilgili ihtiyaçlarının bir tezahürüdür.

Bugün bildiğimiz anlamıyla Irkçılığın icat eden 19. yüzyıl düşünürü olan Gobineau’dur. Kont
Joseph Arthur de Gobineau bir Fransız soylusuydu. Yaşadığı dönemde Fransız Devrimi’nin ateşi
harlıydı. Soyluların onurunu kırmıştı devrim; yoksullaşmışlar, alt sınıflara yaklaşmışlardı. O da
sınıfının kırılan onurunu, soyluluğu yücelterek onarmaya girişti. “İnsan Irklarının Eşitsizliği Üstüne
Bir Deneme” adlı kitabını işte bu ruh hali içinde yazdı. Cermenler ve Frankların soyluluğunu övdü.
Giderek beyaz ırkın renkli ırklara üstün olduğu kanısına vardı. Irkçılık esinini çürüyüp giden
soylular sınıfının hayal kırıklığından almıştır. “Beyaz adam” tam da renkli ırkları boyunduruk altına
almak için dünyanın en yoksul bölgelerine sefere çıkmışken, onların cephaneliğine yeni mermiler
yüklüyordu düşünürümüz. Irk, dünyanın odağıydı. Üstün ırklar üstünlüklerinin bilincine varmak
için öteki ırkları ezmeliydi. Zaten doğa da aşağı ırkları yukarıdakilere hizmet etsin diye yaratmıştı.
Avrupa Kont Gobineau’nun bu icadını sömürgecilikte etkili bir ideolojik argüman olarak kullandı.
Tahkim etti, bir “Avrupa Irkı”na dayanak yaptı. Nazizm bu icada yaslanarak gelişti. Bütün “ırk”lar
icat edilmişlerdir.

***

18. yüzyıl alt sınıfların aristokratik ayrıcalıklara karşı birleştiği bir dönemdi. Oysa burjuvazinin yön
verdiği tarihçiler Aristokrasi -Tiers Etat kavgasının aslında fetihçi kavimlerle (Cermenler) eski
halklar (Gallo-Romenler, Keltler vs.) arasında bir kavga olduğu kanısındaydı. Fransa Devriminde
ortaya çıkan büyük kapışma, aslında fetihler sırasındaki kapışmanın tekrarından ibaretti. Fransa
İhtilali, eski halkların-Gallo-Romenlerin, fetihçi aristokrasi Frenklere karşı bir intikamıydı.

Peki bu düğüm nasıl çözülecekti? Marx ve Engels Fransız yazarların etnik yönünü vurguladıkları
kavganın sınıfsal yönüne işaret ederek çözecekti düğümü. Frenkler aristokrasiyi, eski halklar ise
burjuvaziyi ve onun müttefiki olan diğer sınıfları teşkil ediyorlardı. Tabii zamanla yükselenler ve
düşenler vardı ve bunlar eninde sonunda bir sınıfa dahil oluyordu. Sorunun bu biçimde sunulması,
ırk ve etnik kaygıları ikinci plana itiyor; analiz yöntemini tamamen değiştiriyordu.

***

Burada bir tür “seçim terimleri sözlüğü” yaptık. “Cumhur” var elimizde, cumhuriyetle uzaktan
yakından ilişkisi yoktur. “Millet”te ise doğuşunda olduğu gibi ulustan çok din var, gerilemiştir ve
aslına dönmüştür. Bir de “memleket” var. Nazım'ın şiirlerinden biliyoruz, ayrı ve uzaktadır. Vatan
veya yurt kadar politik değildir, demek istiyorum. Bir tür terk edilmiş veya yitirilmiş sevgili gibidir
memleket.

Sosyalizm ve Komünizm ise halka ve sınıfa yaslanmıştır, nettir, kökeni ve gelişimi hakkında bir
bulanıklık bir kuşku yoktur. Sözcükler, onları tercih edenlerin kökeni gibi tarihsel ve sınıfsaldır. Siz
siz olun, “halk”ın ve “sınıf”ın izinden gidin. Doğru yolu bulduğunuzu göreceksiniz.

——————————————————————————
Bize lazım olan başka bir ömür
08.04.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Abbas Kiyarüstemi ünlü bir film yönetmeni. İran sinemasında Füruğ Ferruhzad, Sohrab Şahit Sales,
Behram Beyzayi ve Perviz Kimyavi gibi yönetmenlerin de dahil olduğu “İran Yeni Dalgası”
akımında başı çekenlerden biri o. Sinemaya 1970'te dahil olmuş, kısa film ve belgeseller de dahil
olmak üzere, 40'tan fazla filme imza atmış. Diyaloglara, film adlarına ve temalarına İran şiirinden
esintiler taşımış. Şiire yakın ve yatkın bir sinemacı anlayacağınız.

1979 “İran İslam Devrimi”nden sonra kaçmak yerine ülkesinde kalmayı tercih etti. “Bir ağacı kök
saldığı yerden ayırıp başka bir yere taşırsanız, ağaç meyve vermez olur” diye gerekçelendirdi bu
kararını. Kalmanın da bir bedeli vardı kuşkusuz. Acılı, sıkıntılı topraklardır burası, ezeni ezileni
çoktur, gevşekliğe izin vermez.

Çok değil, 10 yıl sonra büyük bir doğal yıkımla yüzleşmek zorunda kaldı. İran’da, 21 Haziran
1990'da, Tahran’ın 200 kilometre kuzeybatısında 7,4 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi.
Depremde üç şehir ve 700 köy zarar gördü, yüz bin kerpiç ev yıkıldı, 40 bin kişi öldü, 60 bin kişi
yaralandı, 500 bin kişi evsiz kaldı. Kiyarüstemi'nin “Köker Üçlemesi” filmleri (Arkadaşımın Evi
Nerede, Ve Yaşam Sürüyor, Zeytin Ağaçları Altında), o büyük depremin etrafında dolaşır. Belki
bunlara “Kirazın Tadı”nı eklemek gerek. Yaşam ve ölüm, değişim ve süreklilik iç içedir, filmlerinde
dediği budur. İnsanın yıkıma direnme ve hayata tutunma güdüsü eşsizdir; belki de türünü bu direnç
ve güdü sayesinde bugüne kadar taşıyabilmiştir.

Kiyarüstemi yakın zamanda, 2016’da, öldü. Hasta yatağındayken çok sevdiği bir şarkıyı son kez
dinlemek istedi. İranlı genç sanatçı Solmaz Neragi üç telli bağlamasını alıp koştu, “Nobahari”yi
yönetmene son kez söyledi. O anların kaydı var, işini layıkıyla yapmış yönetmene yakışır müthiş bir
final sahnesidir.

Nobahari’nin sözleri büyük İran şairi Sadi Şirazi’ye ait. Bestesini sürgündeki sanatçı Muhsin
Namcü yapmış. Türkçesi ilkbahar veya ilkyaza denk geliyor ancak anlamının tersine sözleri de
müziği de sonbahar esintilidir. Sözüyle ve müziğiyle içinden geçtiğimiz karanlık dönemin en
etkileyici şarkılarından biridir Nobahari.

***

“Söyle ey bahar yeli, nedir bu bahçenin hali?


Figan ettirir bülbülü böyle telaşlı, gamlı
Parlak çehrenin nispetinden solar güllerin güzelliği
Bütün çiçekler içinde sen dikenler arasında bir gülsün
Ey şifanın kaynağı, hastaların yüzüne bak
Merhem sendedir, bizi böyle koyarsın
Lazım olan başka bir ömür zamanımız tükenmişken
Şimdikinde, elimizdekinde, ümit içinde, ümit içinde…”

İran’ın Şiraz kentinde dünyaya gelmiş şair Sadi Şirazi. Çocukken babasını kaybedince dedesi ve
amcası tarafından yetiştirilmiş. 30 yıl Hindistan senin Kuzey Afrika benim dolaştıktan sonra
1256'da Şiraz'a dönmüş, şiirlerini yazmaya koyulmuş. Moğol ve Haçlılar arasında gerçekleşen
savaşlara da katılmış arada, Haçlılara esir düşmüşlüğü var. Mezarı Şiraz’da. Şiraz… Bir yitik
şairleri, bir de yitik şarabı ünlü adı şiire çalan bu İran şehrinin. “Nobahari”nin okuyanın-dinleyenin
damağında bıraktığı yıllanmış şarap tadı rastlantı değil yani.

***

Şarkıyı bestekarı Muhsin Namcü de seslendirmiş. Avrupa’da yaşıyor Namcü. Yani İran’dan
kaçmayı tercih edenlerden o. Sebepleri var. 1997 yılının sonuna yakın “İran şiiri ve müziğinin
modern birleşimi” temalı ilk konserini vermiş. Mollaların hoşuna gitmemiş yaptıkları, öğrencisi
olduğu üniversiteden atılmış. Atıldıktan sonra rock ve caza meyletmiş. Bu iki müzik türünü
geleneksel İran müziği ile birleştirmiş. Bu sentezin ilk verimi 2007 tarihli “Toranj”, turuncu,
albümü. İki yıl sonra “Şems” isimli bir şarkısında Kuran'dan alıntılar yaptığı gerekçesiyle hapis
cezasına çarptırılmış. Tahmin edebileceğiniz gibi İran’da ayetlerin müzik eşliğinde söylenmesi
yasak. O tarihten beri kaçak.

Geçen yıl konserler vermek üzere Türkiye’ye geleceği duyuruldu sürgün sanatçının. Şarkıcıları ve
müzik guruplarını hedef göstermeyi iş edinen “Müdafaa-i İslam Hareketi” adlı ilkel oluşum ve
Diyanet ve Vakıf Çalışanları Sendikası Genel Başkanı Mustafa Çopursuz, Namcü’nün konserlerini
iptal edilmesi için kampanya başlattı. Gerekçeleri, İran şeriat rejimininkiyle aynıydı. Kuran’a müzik
bulaştırmıştı bir parça. Gericiler “istemezük” diye kazan kaldırınca, AKP gericiliği emir kabul etti,
Namcü konserlerini yasakladı. İran’da ve Türkiye’de bir zifiri karanlık hükmünü sürdürüyor çünkü.
Birbirine komşu iki talihsiz halk, karakıştan ilkbahara çıkmak için çırpınıp duruyor.

***

Sadi Şirazi dindar bir ozandı, Şiraz’da bir türbede yatmaktadır. Gördüğünüz gibi Abbas Kiyarüstemi
de inançlı bir insan olarak öldü. Muhsin Namcü ise inançlı bir insan olduğunu anlatıp duruyor ama
nafile. Molla için, şeriatçı için, yobaz için inançlı olmak yeterli değil, onların tarif ettiği gibi inançlı
olmak gerekiyor mutlaka. Onlar gibi giyinmeli, onlar gibi düşünmeli, onlar gibi yaşamalısınız.
İnançtan veya inançsızlıktan kaynaklanmıyor yani sorun, kaynağı gericilik, yobazlık, cahillik, dar
kafalılık.

Bunun ötesinde ise insani bir hal var. Ölüm inançların ilgi alanında olduğu kadar bilimin ve
felsefenin de ilgi alanında. Her birimiz uçsuz bucaksız kozmosun bir parçası olarak var oluşumuza
bir anlam bulmaya veya bir anlam yüklemeye çalışıyoruz. Din öte dünya ile avunmayı öğütlüyor;
felsefe ölümle hiç karşılaşmayacağımızı, bilim eninde sonunda bir yıldız tozu olduğumuzu
söylüyor. Tıpkı bir parçası olduğumuz kozmosta olduğu gibi kişisel varlığımızda da ölüm ve yaşam
iç içe, mücadele ediyor birbirleriyle, galip gelmeye çalışıyor ötekine. Demek ki doğum ve ölüm,
aynı sürecin doğal bir parçası.

Ama yine de bu döngü içinde bizi insan olarak dehşete düşüren anlar var. Büyük savaşlar ve büyük
afetler o anların müsebbibi. Olmayacak işler oluyor o anlarda.

Geçen hafta telefonum çaldı, arayan Hatay’dan bir okurum. Bir hekimmiş, yazı ortaklığı dışında
tanışmıyoruz. Reşide Hanım bir depremzede olduğunu anlatıyor ağlayarak. “Eşimi ve kızımı
kaybettim” kısmını anlayabiliyorum ancak. Bir de yürek parçalayıcı bir çığlık… “Orhan Bey”
diyor, “sizi okuyorum, biliyorum inançlı değilsiniz ama bana lütfen tanrı var deyin, öte dünya var
deyin.” Dayanamadım, kapattım. Birkaç dakika sonra toparlanıp geri aradım. Söylenecek ne var
geride? Eşini ve çocuğunu kaybedene tanrı ne yapsın? Olmayacak işlerdir bunlar. “Ben bu tür
durumlarda iyi müziğe ve iyi şiire sığınıyorum” diyebildim. Bunlar acıyı dindirmez ama
taşınılabilir, katlanılabilir kılar…

Kılar mı gerçekten? Keşke tanrıyı gösterebilseydim, öte dünyanın anahtarını bırakabilseydim


ellerine… “Ey şifanın kaynağı, hastaların yüzüne bak. Merhem sendedir, bizi böyle koyarsın.”
Nobahari, o görüşmeden sonra takıldı kaldı dilime.

***

Lazım olan başka bir ömür, zamanımız tükenmişken…

Tükendi zamanımız. Karanlık çöktü ülkenin üzerine, izin verdik buna. Sanki toprak üzerinden
atmak istiyor bizi. Sanki deniz derinlerine çekmek istiyor, hava isyan ediyor, gök yıldırımlarını
gönderiyor üzerimize. Anlıyoruz, esirgeyici-bağışlayıcı bir tanrıya inanmak ister insan böyle
anlarda, çünkü doğa karşısında biçaredir. Öte dünya olsun ister, ömrü kısadır. Ama işte çaresiziz
vakitsiz ölümler karşısında. Talihsiz halkımız, karakıştan ilkbahara çıkmak için çırpınıp duruyor. İyi
müzikten ve iyi şiirden başka sığınacak neyimiz var böyle anlarda?

Bizim İlyas Salman’dan duydum, “umudun bitmeden ömrün bitmesin” sözünü. Ne güzel söz ne
güzel dilek. Umudunuz varsa ölmezsiniz, umudumuz var ve ölmeyeceğiz. Yeni bir ülke, yeni bir
dünya kuracağız o umuda yaslanarak.

Başka bir ömür ve başka bir hayat lazım bize şimdi. Çocukların analarından babalarından önce
ölmediği, daha insanca, pek insanca, çok insanca bir düzen. Umutsuz yaşanmıyor. İlkbahara,
nobahari, çıkacağız eninde sonunda, inanıyoruz. Hem, tanrının değil tarihin takdiridir bu.

——————————————————————————
Oy stratejisi
15.04.2023
ORHAN GÖKDEMIR

2007’de yapılan seçimlerde Denizli milletvekili olarak seçildi. 2009'daki kabine değişikliğinde
Devlet Bakanı olarak AKP hükümetine girdi, kadın ve aileden sorumluydu. Gündeme ilk gelişi,
memleketi Denizli’de, Nurculara bağlı bir cemaatin yemeğine katılması ile oldu. Yemeğe makam
otomobiliyle gitti. Şehrin valisi ve AKP’li vekiller arkasında sıralandı. “Dergâh evi” denilen yerin
önünde yemek için yaklaşık 20 bin kişi toplanmıştı. Ülke hızla bir tarikat çukuruna doğru
yuvarlanıyordu. Kadın ve aileden sorumlu bakan en önde yuvarlanıyordu.

Kadın ve aile işlerine gelince… Bakan atandıktan bir yıl sonra sorumluluğu altındaki çocuklar
Siirt’teki bir tarikat yurdunda tecavüze uğradı. Yazılı bir açıklama yaparak, “Sorunlar tek kurumla
çözülemez, topyekûn savaş vermek gerekiyor” dedi. Sakindi, “bunlar sadece bizde oluyormuş gibi
bir komplekse kapılmamak lazım” diye ekledi. Haklıydı, her yerde oluyordu ama “bizde” daha çok
oluyordu. Çocuklar tarikatlara teslim edilmişti çünkü. Tarikatlar için ise çocuklar basit birer cinsel
objeydi.

“Münferitçi” kadından sorumlu kadın bakan bir gün Kars’ı ziyaret etmeye karar verdi. Şehirde
konuşlanmış kadın ve aileye şöyle bir göz atıp dönecekti. Belli ki oradan da pis kokular geliyordu.
O Kars’a ulaşmadan patlak verdi akıl almaz rezalet. Bakanlığına bağlı “Sosyal Hizmetler Yurdu”
nda tecavüze uğrayan engelli kız hamile kalmıştı. Bakanın yetkilileri rezaleti Bakan görmesin diye
engelli kızı Siirt'e yollamaya ya da kaçırmaya karar verdi. Bakan görmeyince sorun olmuyordu.
Zavallı kurbanın bindirildiği araç yolda trafik kazasına karıştı. Yanına katılan iki temizlikçi kadın
kazada yaralandı, A.Y.'nin eli ve ayağı kırıldı. Bakana sordular, “Arkadaşlarımız ilgileniyor”
demekle yetindi. Bakandı ama bizzat bakamıyordu.

Çocuklara tecavüz edilmesini münferit buluyordu ama eşcinselliğin memleketi esareti altına
aldığından bir şüphesi yoktu. Sordular, “eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk olduğuna inanıyorum,
bir hastalık olduğuna inanıyorum, tedavi edilmesi gereken bir şey” dedi. Tarikatlar dışındaki her
konuda kesin bilgisi ve peşin hükmü vardı.

Bütün bu başarılarına rağmen 2015’te yapılan seçimlerde listeye giremedi. Onun yerine kız
kardeşini listeye eklediler. Böylece kız kardeşler arası bir hesap da görülmüş oldu. Çünkü onun başı
açıktı, kardeşi türbanlıydı. Laikliği henüz tepeleyememişlerdi, reisleri başı açık olan kardeşi tercih
etmişti. Şimdi sıra ona gelmişti; mağdur kardeş seçildi, üstüne “Kadın ve Aile Bakanı” atadılar.
İkinci kardeşin adı da ENSAR Vakfı'nın yurtlarında 45 erkek öğrenciye tecavüz edildiği haberleri
ile duyuldu. Sordular, “Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir
kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz” dedi.

Tek marifetleri ülkeyi yöneten aileye yakın olmaktan ibaretti. Emine Erdoğan bu abla kardeşi
sevmişti. Bu iki “kadın ve aile” bakanından ilki Selma Aliye Kavaf, ikincisi Sema Ramazanoğlu.
Ülkenin son 20 yılında kadının içine düşürüldüğü perişanlık bu iki abla kardeş sayesinde ortaya
çıktı. Baka baka çukura düşürdüler kadını.

Sonra ne olduysa Selma Aliye AKP’den ayrıldı, Deva partisine katıldı. Şimdi CHP listelerinden
Manisa 4. sıra adayı. Nasip olur da seçilirse bizi tarikatların tasallutundan o kurtaracak.

***

Kamuoyu, adını ülkücü mafya Sedat Peker’in açıklamaları ile duydu. Ordulu bir “işadamı”ydı
Cihan Ekşioğlu. Bir holdingi ve ünlü dolandırıcı Sezgin Baran Korkmaz’la akçeli ilişkileri vardı.
Saray tarafından himaye ediliyordu, haliyle özgüveni sınırsızdı. Kârlı bir sektör olan “savunma
sanayi”ye de el atmıştı, haliyle tanka topa falan ulaşımı vardı. Önüne bir fırsat çıktı, çok değerli bir
oteli yok pahasına kapatabilirdi. Tanklardan birine atladığı gibi otelin kapısına dayandı. Meşhur
Paramount Hotel’i tank marifetiyle fethettikten sonra “dünyaca ünlü” birçok ismin katıldığı doğum
günü partileri, sosyete eğlenceleri ve ağırlamalar gerçekleştirdi. Gösterişi, tabii fotoğraf çektirmeyi
seviyordu; Süleyman Soylu, Binali Yıldırım, Tuğrul Türkeş, eski Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü
Cirit o davetlere katılıp yanında poz verenler arasındaydı. O tarihte günlüğü 100 bin liranın
üzerinde olan otelden yolu geçmeyen “Çok Ünlü Kişi” yok gibiydi. Orhan Gencebay ve “mavi
vatan” mucidi Emekli General Cihat Yaycı otelde aynı fotoğraf karesinde görülüyordu. Generalin
bedavaya konakladığı otelin sahibi Cihan Ekşioğlu “Martebo Savunma Sanayi Şirketi” aracılığıyla
Avrupa’dan aldığı silahları Kuzey Afrika ülkelerine satıyordu gerçi ama olsun. Vatanı maviye
boyamayı akıl eden koca generalin mafyaya aracılık edecek hali yok ya.

O ziyaret fotoğrafında Cihat Yaycı’nın yanında bir de yerli yersiz ulumasıyla ünlü eski MHP
Milletvekili Cemal Enginyurt vardı. O da Paramount müdavimiydi. Ama otelin günlük ücreti bir
milletvekilinin birkaç aylık maaşına denk geliyordu. Sordular, nasıl ödediniz diye. “Ödemedim ki”
dedi. “Fiyatını biliyor musunuz” sorusunu da “ödemedim neden fiyatını sorayım” diye savuşturdu.

Cemal Enginyurt, otel fatihi Cihan Ekşioğlu ile hemşeri. O çocukluğunda farklı bir yol tutturmuş, iş
adamlığı yerine ülkücülüğe meyletmiş. Sonuçta sermayenin farklı yerlerinde tertip almışlar, biri
toplamış öteki kapısında beklemiş. Bu işler için uluma eğitim şart tabii. “Rusya’nın solcuların
çağrısıyla Türkiye’yi işgal edeceği iddiasının” palavra olduğunu 12 Eylül’de cezaevine tıkılınca
anlayabilmiş ancak. Peki akıllanmış mı? Ne gezer. Çıkınca yine soluğu “Ülkü Ocakları”nda almış.
“Sakallı, beş vakit namazında niyazında bir genç olarak İslami sohbetlere zemin hazırlıyor, Türk
milliyetçiliği için paneller düzenliyor”muş o yıllarda. “Alparslan Türkeş dünya tatlısı bir adamdı”
diyor bir söyleşinde, kızlarının isim babası oymuş.

Bu kadar deneyimden sonra değerli fikirler biriktirmiş ülkenin hali pür melali üzerine. HDP
PKK’nın siyasi kolu, CHP’liler hain, ülkücü katili. “CHP, HDP, TKP, İYİ Parti” bir araya gelmiş,
bir masa kurmuş, zilyet ittifakı oluşturmuş. Bilgisi eksik olsa bile ülküsü tam gördüğünüz gibi. “Bir
ülkücünün ülkücü katillerinin olduğu yerde yer alması ve onlara oy vermesi düşünülemez”, böyle
devam etmiş. Bu durumda nerede olunması gerektiğini sormuşlar; “Recep Tayyip Erdoğan ile bir
olmayıp da ‘kocam 1 kilo domuz etini 7 dakika yedi’ diyen dinsizlerle mi bir olacaktık?” diye
yanıtlamış. Bu sözlerin ardından bir de ulumuş olmalı, sözlerinin gelişi böyle.

Ama nedense MHP’den ayrılıp DP’nin yolunu tuttu bir gün. “CHP, HDP, TKP, İYİ Parti”den oluşan
zilyet ittifakına katıldı ayrıldıktan az bir süre sonra. Şimdi CHP listesinden İstanbul 1. Bölge 9.
sıradan milletvekili adayı. Oy vereceğiz AKP’den bizi kurtarsın diye.

***

CHP Ankara 1. Bölgede eski adalet bakanı Sadullah Ergin var. Deva partisi kontenjanından o da.
Kuruluşundan bu yana AKP’nin en önemli adamlarından biri oldu. Üç dönem grup başkanvekilliği
yaptı. 2009'da Adalet Bakanlığı görevine getirildi. Fethullahçı çetenin ele geçirdiği yargı eliyle laik
cumhuriyeti tasfiye operasyonuna giriştiği dönemde bakanlığın başındaydı yani. 12 Eylül 2010
referandumunda da aynı koltukta oturuyordu. Rastlantı değildi bu. Kilis Cumhuriyet
Başsavcılığı’nın düzenlediği FETÖ/PDY iddianamesinde bakan olmadan önce Fethullah Gülen’i
ziyaret ettiği öne sürülmüştü. İddianameye giren bir tanık ifadesine göre, yasal düzenlemeler için
“avukatlar imamı” öncülüğünde çalışmalar yapılmış, bakanın eline tutuşturulmuştu. Laik
cumhuriyetin tasfiyesi ile görevlendirilen Fethullahçı şebekenin içindeydi özetle. “Yargıdaki
Fethullahçı kadrolaşma” onun döneminde tamamına ermişti. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir
cemaatin yargıyı yönetir hale gelmesinin sorumlusu oydu. Sonra Fethullah’la Tayyip Erdoğan’ın
arası açıldı. 17 Aralık operasyonu sonrasında, 2013’te, Erdoğan tarafından görevden alındı. Genel
kanı bu görevden almanın Ergin’in cemaatle yakınlığı nedeniyle olduğuydu.

“Ali Dibo Skandalı”nın kahramanı olarak ünlendi bir de. AKP Gurup Başkanvekili iken, bir
bürokrata, Hatay ilinde yapılacak ihalelerin partililere verilmesi yönünde talimat vermişti. Hem de
yazılı olarak. Yapılan soruşturma sonucu ildeki 271 adet kamu ihalesinin tamamının 17 AKP'li yerel
yönetici tarafından kazanıldığı ortaya çıkmıştı.

İşte o Sadullah Ergin şimdi Deva Partisi kontenjanından CHP Ankara 1. bölgede milletvekili adayı.
Nasip olursa, cezaevinden mezara uğurladığı Balyoz ve Ergenekon davası kurbanları da zulümden
kurtulmak için oylarını ona verecek.

***

Karşı karşıya olduğumuz fecaatin bunlardan ibaret olduğu sanılmasın. Önüne geleni tokatlayarak
kendine yer açmaya çalışan tiktok fenomeni Mustafa Sarıgül son anda manevra yaparak
Kılıçdaroğlu’na yaklaştı. Erzincan adayı. “Türkiye'nin en büyük şanssızlığı CHP ve Kılıçdaroğlu”
dur diyen eski AKP’li Mehmet Emin Ekmen CHP listesinden Mersin adayı. Nakşibendi Tarikatı'na
ait Server Yaşam Vakfı yöneticisi Nedim Yamalı CHP’nin Ankara listesinde. Bu vakıf MEB’in
ayrıcalıklı tarikat vakıflarından biri. Halen çocuklarımızın geleceğini karartmaya devam ediyor.
Emine Erdoğan’ın özel kalem müdürü ve eski TÜİK Başkanı Muhammed Cahit Şirin’in eşi Elif
Esen CHP İstanbul listesinde. O kadar saraya yakınlar ki, çiftin nikâh şahitliğini Tayyip ve Emine
Erdoğan yapmıştı. CHP listelerinde 75 civarında ithal yobaz, tarikatçı, milli görüşçü ve AKP
kaçkını var. Bir o kadar yerli ve milli olduğunu düşünün, işte korkulması gereken asıl karanlık tablo
bu.

Peki buna seçim diyebilir miyiz? Hayır tabii. Burada adı geçenlerin çoğu daha seçim yapılmadan
vekil atandılar. Başkaları da var, örnek olsun Cengiz Çandar ve Hasan Cemal atanmıştır, seçim
formalitedir. AKP ve MHP vekilleri de üç aşağı beş yukarı bellidir. “Seçilecek yerden” aday
gösterilenlerin tamamı vekil atanmışlardır. Yani seçim meçim hepsi hikayedir. Hikâyenin stratejisi
olmaz. Stratejik oy kullanma diye de bir şey yoktur, bu tabloda sadece stratejik aptallık vardır.

Laik halkımızı Aliye’ye, Sadullah’a oy vermeye ikna ettiler AKP’den korkuta korkuta. Ama işte
tablo ortada, AKP CHP içinde AKP içindekinden daha güçlü. Bir “son seçime” daha gidiyoruz bu
hesapla.

Herkes susar, biz konuşuruz. Bütün sorunlarımız laik cumhuriyetin yıkılmasından kaynaklanıyor
ama tek bir laiklik tek bir cumhuriyet lafı yok ağızlarında. Nasıl ve neden olsun?

Aliye'den, Sadullah'tan kurtulmak istiyorsanız sola geleceksiniz, yönünüzü TKP'ye döneceksiniz


öyleyse. Biliyoruz, boğulacak gibi hissediyorsunuz, koşup vereceksiniz oyunuzu önünüze kurtarıcı
diye kim koyulduysa. Ama bugünün bir yarını da var. Tayyip'ten kurtulmak için bir oy Kılıçdar'a.
İkisinden de kurtulmak için bir oy TKP'ye. İşte gerçek strateji budur!

——————————————————————————
İfşa
22.04.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Örgüt üyesi olduğu şüphesiyle gözaltına aldıkları Cennet Değirmenci’yi çırılçıplak soymuşlardı.
Ellerini arkasından bağlayıp “Filistin askısına” aldılar sonra. Kolları kopacak gibiydi ama
sorgucularının öfkesini yatıştırmamıştı bu. Askıdayken bedeni şişip morarıncaya kadar tekmelediler
üstüne. Canlı girdiği Gaziantep sorgulama merkezinden, 1982 Mayıs’ında, ölü olarak çıkabildi 27
yaşındaki güzel Cennet. İşkencede can veren binlerce masumdan biri olarak not düşüldü tarihin
karanlık sayfalarına.

Sorgulayıcıları biri polis memuru Sedat Caner’di. “Gezici sorgulama timi” oluşturmuş, işkence
yapmakta ustalaşmışlardı. Arada ellerinde can verenler de oluyordu ama devlet koşup örtbas
ediyordu her seferinde. Ama Cennet’in ölümüne kaza süsü veremediler her nasılsa. Cinayet timden
Sedat Caner’in üstüne kaldı. Kaçaktı, bunalmıştı, bir çözüm yolu arıyordu. Dönemin etkili dergisi
Nokta’nın kapısını çaldı. Anlattı. Anlattıkları 2 Şubat 1986 tarihli Nokta dergisinde “Bir İşkenceci
Polisin İtirafları” başlığıyla verildi. Bir emniyet görevlisi çıkıyor ve ilk kez yaptığı işkenceleri ifşa
ediyordu.

Sonraki sayılarda da devam etti ifşaatları. 9 Şubat 1986 tarihli Nokta dergisinde yayınlanan
“İşkenceci polisin itirafları-2” dosyasında yer alan “Gözleri Bile Yara Olmuştu” başlıklı habere göre
Polis Caner gözaltındaki Cennet’e yaptıklarını şöyle anlatıyordu: “Kızı içeriye aldılar... soymuşlar
anadan doğma ve Filistin askısına almışlardı. Uğur elinde o copla ‘Bak kızlığın filan gidecek,
konuş’ diyordu. Uğur'u kenara çektim, kıza ‘Bacım bak beni tanıyorsun. Seni bunların ellerinden
kurtaracağım, anlat! Senden bir tek kelime istiyorum. Ali nasılsa yakalanacak... Boşu boşuna eziyet
çekme, hemen indirteyim seni buradan' dedim. 'Bilmiyorum' dedi. Bunun üzerine işkenceye devam
edildi…”

Bu ifşanın arkasında daha dramatik bir hikâye vardı. Evli olan Sedat Caner İskenderun’da
tutuklanan kayınbiraderi Ali Alparslan’a da işkence yapmıştı. Kayınbirader, gözleri bağlı olduğu
halde, sesinden, işkencecisinin eniştesini olduğunu anlamıştı. İtirafçı oldu, salındı. Başından
geçenleri ablasına anlattı sonra. Abla anlatılanları duyunca çılgına döndü, eşine boşanma davası
açtı.

Boşanma dilekçesini görünce bunalıma giren 1. Şube Polisi Sedat Caner, o zamana kadar 200 kişiye
işkence yapmıştı. Yerleri, tarihleri, isimleri ve olayları bütün ayrıntısıyla hatırlıyordu. Çok düzgün
konuşuyordu. Sadece “işkence” diyeceği yerde “şey” demeyi tercih ediyordu. Anlatımına göre, bir
örgüt elemanı yakalandığında onları çağırıyorlardı. İşkence haneye varır varmaz tezgâh kuruluyor,
“gereken muamele” başlıyordu. Gerekli araç ve gereç Filistin askısı, kasap askısı, falaka, “ameliyat
masası” gibi işkence aletlerinden ibaretti. Her polis birimi elinin altında böyle bir laboratuvar
bulundurmak zorundaydı. “Gereken muamele” falakadan elektrik vermeye, cop sokmaktan asmaya
kadar uzanan işkence yöntemleriydi.

İtiraflardan bildiklerimiz var; “Dev-Savaş” örgütü davası sanığı Hamit Kapan işkencenin en ağırına
değil aynı zamanda en uzununa uğramıştı. Hamit 200 gün "gözaltında” kalmış ve o 200 gün
boyunca işkence görmüştü. Şöyle devam ediyor Sedat Caner; “Hamit Kapan'ın sorgulaması
sırasında biz başarılı olamamıştık... Ankara'dan ayrı bir sorgulama timi geldi, üç memur gelmişti.
Biri emniyet amiriydi... Hamit Kapan'a öyle bir şey yapılmıştı ki, 8 saat bir tim giriyordu, onlar
çıkıyordu diğer tim giriyordu, 8 saat onlar çalışıyorlardı. Diğer 16 saat içerisinde onun şeyini bitiren
diğer timler istirahat ediyorlardı. Uyku uyumaksızın, şey yapmaksızın sorgulaması devam etti. Bu
böyle hemen hemen 6 aya yakın sürdü. Bu zaman zarfında Hamit Kapan'a uyku filan yoktu. Gözleri
kan çanağı gibi olmuştu, artık gözleri yara bağlamıştı. Haliyle gözleri sürekli açık kalmaktan
gözyaşı kuruma yapıyordu. Gözleri böyle kan çanağı gibi yara olmuştu. Ve öyle bir hale gelmişti ki,
kimse Hamit Kapan'ın yüzüne bakamıyordu…” Olmayınca Hamit’i fosseptik çukuruna atıp dokuz
gün orada tuttular. Çıktığında vücudunda yumruk iriliğinde irinli yaralar açılmıştı. Ama Hamit
direnmiş ve tek bir kelime etmemiş, işkencecilerinin iradesini kırmayı başarmıştı. Sedat Caner,
Hamit Kapan'a yapılanları “işkencecilerin bile gözlerini yaşartacak” bir olay olarak not ediyor.

Pazarcık Ortaokulunda okuyan küçük bir kıza yaptıklarını anlattı sonra. Copla tecavüz etmişlerdi
çocuğa. Ekibin başı, “Alevi bu kız, yarın öbür gün çocuk doğuracak. Doğurmasın. Bunun
zürriyetini yok edeceksin. Bunun doğuracağı çocuk da Komünist çıkacak” diye ikna etmişti mesai
arkadaşlarını. Erkeklere de uyguluyorlardı aynı yöntemi ama bir farkla, kola şişesine oturtmak daha
eğlenceli geliyordu ekibe…

Bir de Garbis Altınoğlu'nu çok iyi anımsıyordu. “Güvenini kırmak için burnuna zincir takıldı, tef
çalındı ve ayı gibi oynatıldı. Bu bir hafta devam ettikten sonra Garbis Altınoğlu’nun omuzları
çökmüştü. Kendisine olan güvenini yitirmişti. Ama yine de konuşmadı” diye anlatmaya başlıyor.
Hem büyük bir acı verdiği hem de onur kırıcı olduğu için “kaplumbağa hücresi”ne koymuşlar
sonra. Bu ancak çömelerek girebildiğiniz bir kafes. Kıpırdayamıyor, tuvaletinizi altınıza
yapıyorsunuz. Saatler geçtikçe eklemleriniz ağrımaya başlıyor, dayanılmaz bir acıyla
yüzleşiyorsunuz. Garbis’i bir hafta tuttular o kafeste. Garbis’i neredeyse ülkedeki bütün polis
merkezine, sıkıyönetim komutanlıklarına götürüp dolaştırdılar. Her gittiği yerde işkence tezgahına
yatırdılar, domuz bağıyla bağladılar. Sonunda pes ettiler, mahkemeye çıkardılar. Onun için
hazırlanan iddianamede Askeri Savcı şöyle diyordu: “Her nasılsa Türkiye’de doğan, Türk
tabiiyetinde olan, kolejlerde cemaat adına okuyan, Boğaziçi Üniversitesi’nde tahsil gören, hasılı
devlet ve milletin bahşettiği en büyük nimetleri nefsinde yaşayan bu Ermeni oğlu Ermeni…”

Sedat Caner bunları anlattıktan sonra teslim olmaya karar verdi. Polise değil savcıya teslim olmak
istiyordu. Polisten korkuyordu çünkü. Zamanın Başbakanı Turgut Özal’a sordular; “Bizim
zamanımızda o yazdığınız çeşit hiçbir şey olmamıştır” diye cevapladı. Ertesi gün, “itiraflar
kasıtlıdır” diye ağız değiştirdi. Hem adı geçen polis Dev-Yolcuydu, o sebepten meslekten atılmıştı.
Bu açıklamadan bir süre sonra, 25 Mart 1986’da, itirafçı Sedat Caner ile Nokta'nın Sorumlu Yazı
İşleri Müdürü Arda Uskan hakkında dava açıldı. Sanıkların “yayın yoluyla devletin emniyet
güçlerini alenen tahkir ve tezyif etmek”ten 1 ila 6 yıl arasında hapisleri isteniyordu.

***

Sedat Caner savcılığa teslim olduğunda “1. MİT Raporu” ifşa edilmek üzereydi. Rapor “2000’e
Doğru” dergisinde, 14 Şubat 1988, yayımlandı. Aynı yılın Eylül ayında Nokta dergisi raporun küçük
bir kitap boyutundaki eklerini de yayımladı. Bu ekler polis raporlarından oluşuyordu. Eklerde
devletin tepe yöneticilerinin iş, aşk ve siyaset trafiği ayan beyan anlatılıyordu. 12 Eylül cuntası
çürümüş devleti daha bir çürütmüştü. MİT’te, Emniyet’te çeteler ortaya çıkmıştı, birbirlerini izliyor,
birbirlerinin adamlarını öldürüyor, rüşvet alıyor, şantaj yapıyorlardı. Tahterevallinin bir ucunda MİT
Müsteşar Yardımcısı Hiram Abbas, MİT Güvenlik Dairesi Başkanı Mehmet Eymür ve yardımcısı
Korkut Eken, Emniyet Kaçakçılık ve İstihbarat Daire Başkanı Atilla Aytek vardı. Karşı tarafta
Emniyet Müdürü Şükrü Balcı, adamları Ünal Erkan, Mehmet Ağar, o dönemde MİT İstanbul Bölge
Başkanı Nuri Gündeş ve MİT elemanları Cengiz Abaoğlu gibi isimler vardı. Her iki taraf da
yeterince kirlenmiş ve birbirini yeterince yıpratmıştı. Mehmet Eymür karşı grubu tasfiye etmek
amacıyla bir rapor hazırladı. O rapor çok geçmeden basına sızdırıldı. Bu da bir tür ifşa hareketiydi.
Eymür ve arkasındaki güç odakları bu yolla yol almak istiyorlardı. Devlet çürümüştü, içinde çeşitli
derebeylikleri vardı, bunlar türlü çeşitli pislikler yapıyorlardı.

Ama rapor karşı tarafla birlikte hazırlayıcılarını da vurmuştu. Müsteşarlığın kapısından dönen
Hiram Abbas 1990’da arabasının içindeyken yapılan bir silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Mehmet
Eymür açığa alındı ve ABD’nin yolunu tuttu. Bir süre sonra ABD’den daha güçlü bir şekilde
dönecek, yine pek çok olaya karışacak ve yine kaçacaktı. Birinci MİT Raporu da kıyamet koparacak
gibi görünmesine rağmen zamanla unutulup gitmişti.

Tabii bütün bu olaylara işkence iddiaları da eşlik ediyordu. Eymür’e “Komünizmle mücadele
ederken” elektrikli işkence uygulayıp uygulamadığını sordular. “Samimi söyleyeyim mi, yaptım mı
yapmadım mı onu bilmiyorum. Gençken ataktım, zaman zaman yanlışlar yapmış olabilirim. Hiçbir
zaman elektrik kullanmadım. Klasik falaka” diye geçiştirdi. Devlet bir takım nahoş yöntemler
kullanabiliyordu gerektikçe. Sedat Caner’in işkenceyi ifşa etmesi hiçbir işe yaramamıştı
anlayacağınız.

***

Sedat Peker’in ifşalarının moda olduğu zamanlardı. Mehmet Eymür’e “ne diyorsunuz” diye
sordular. “Sedat Peker'in takipçisi çok, kendi söylediği gibi çok pirüpak bir insan değil, kan
akıtacağız öldürün kardeşlerim diye 15 Temmuz'da bağıranlardan biriydi. Ben bir kere karşılaştım.
Kendisinin iş adamı olduğunu söyledi, ben de iş adamı 30 kişi arkasında gezmez dedim. Bugünkü
iddiaları çok ilginç, canı yanmış, canı yanmadan bunları anlatsa daha makbule geçerdi tabii” diye
cevapladı soruyu. Zaten Peker’in ifşa ettiklerinin esası da 1. MİT raporunda anlatılanlardan ibaretti.
Erdoğan Demirören Milangaz’a el koyarak, Yorgi Papadolos'u haraca bağlayarak, şantaj yaparak,
kamu görevlilerine rüşvet vererek edinmişti servetini. Mehmet Eymür tarafından hazırlanan 1. MİT
Raporunda yer alan bilgilerden bir kısmını ballandırarak anlatıyordu özetle. O raporun başrol
oyuncusu Mehmet Ağar’ı da karşısına almıştı haliyle. AKP’yi de hedef alıyor gibi görünmesine
rağmen suçlamaların hiçbiri “Tayyip Abi” dediği Erdoğan'ı doğrudan ilgilendirmiyordu. Zaten o
kısmını açıklama vaadi hala yerine getirilmiş değil. Bu pek mümkün de değil. Varsa bir suç Sedat
Peker boylu boyunca o suçun içindedir çünkü.

Bir not daha: O meşhur MİT Raporu eklerini yayımlamaktan ceza alan tek kişiyim. Eklerdeki
iddialardan bir kısmını “Eymür” kitabına almıştım. Dava açıldı, ceza verdiler. “Daha önce
yayınlanmış olması sizin de yayınlayabileceğiniz anlamına gelmiyor” dedi mahkeme. Madalya
koleksiyonumun nadide parçalarından biridir!

***

Çok suç varsa çok ifşa olur. 12 Eylül’den sonra devlet hızla bir suç örgütüne dönüştü, haliyle
ifşadan geçilmiyor ortalık. Halbuki suç örgütlerinde “omerta” yasası geçerlidir. “Erkeklik” anlamına
gelen Omerta aynı zamanda mafya üyelerinin uymaları gereken kurallara işaret ediyordu. Mafya
ezilen Sicilyalıları koruma amaçlı bir kabadayı organizasyonuydu çünkü. Omerta buradan
doğmuştu. Sonra adanın adalet sistemi mafyaya kaldı bütünüyle. Haliyle mafya devlet olmuş, ada
dışındaki öteki devlete bilgi vermemek hayati bir kurala dönüşmüştü.
Sadece bizde değil, dünyanın her yerinde devletler hukuktan arındırılıyor, bir mafya
organizasyonuna dönüştürülüyor. Ara sıra kaçaklar oluyor haliyle, içlerinden biri ilişkilerini
açıklamaya karar veriyor. Ama tabii ancak bildiklerinin ucunu gösterebiliyorlar. Çünkü açıklayan da
sonuçta bir mafya üyesidir. Çamur ona da bulaşmıştır, suçun bir parçasıdır.

İtiraflardan, ifşalardan medet ummak boş iştir haliyle. Sedat Peker sustu, “delilerin delisi” adlı bir
karikatürü çıktı ortaya. O da selefi gibi boş dosya kağıdını sallıyor şöyle bir, “açıklarsam yerle bir
olursunuz” diyor muhataplarına. Sedat Peker de Mehmet Eymür’ün bir karikatürüydü zaten. Hepsi
zavallı birer Sedat Caner’dir. Bildiklerini açıklasa ne açıklamasa ne?

Hukuk yoksa devlet mafyalaşır. Devlet mafyalaştığında halk düşmanı bir organizasyon çıkar ortaya.
Bu durumda ifşalar bir işe yaramaz artık. Devlet mafyalaştığında güvenebileceğiniz tek şey halkın
örgütlülüğüdür.

——————————————————————————
Karakolda ayna var
29.04.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Aynasız, malumunuz, argoda polis memuru anlamına geliyor. Kelimenin kayda geçtiği ilk eser
olarak 1887 tarihli “Lugat-ı Garibe” gösteriliyor, ilk argo sözlüğümüzdür. Yazarı A. Fikri, “hoppa
karakterlilerin dilinde dolaşan sözlerin en meşhurlarını ve genel edebe aykırı düşmeyenlerini yazıya
geçirerek” oluşturmuş eserini. Anlaşılacağı gibi en alt sınıfın dilidir argo. “Aynasız”ın, “olumsuz,
kötü, uygunsuz, biçimsiz, çirkin” anlamlarına geldiğini not ediyor sözlüğünde. “Aynalı” ise “güzel-
yakışıklı”dır. “Büyük göz” yan anlamı da var ki onu da güzel buluyoruz öteden beri. “Ayinesi iştir
kişinin” diyoruz, ayine bir yansımadır, ayna da oradan geliyor. Demek ki polisin aynasında, eskiden
beri, iyi bir yansıma bulamıyoruz. Alt sınıflara göre ayinesiz bir iştir polislik.

Sonraları karakollara ayna da girmiş girmesine ama öyle polisler baksın, kendine çeki düzen versin
diye değil bu. Komiserin oda kapısının kenarına bir boy aynası iliştirilirmiş. Aynanın üstünde de
“üstünü düzelt” yazarmış. Belli ki halka yönelik bir emirdir. Biliyoruz, komiserin önüne
çıkarılmadan önce epey bir dağıtırlardı halktan kişilerin kılığı. Nezarethanelerde işler sık sık
“zıvana”dan çıkardı çünkü. “Zıvana” da karakoldan firar etmiş bir kelimedir. Farsça, iki ucu açık
boru demektir. Eskiden, trafik polislerinin içinde durduğu bir tür kabine verilen addı bu. Zıvanaya
giren polis el kol işaretleriyle trafiğin akışını yönlendirirdi. Tabii nahoş bir olay meydana geldiğinde
müdahale etmek üzere zıvanadan çıkardı. Polis zıvanadan çıkınca bu başınızın belada olduğu
anlamına gelirdi haliyle. Aynalı veya aynasız, ülkenin hali pür melaninin, kederli halinin, en iyi
göstergesidir karakollar. Oradan anlarsınız işlerin iyi gidip gitmediğini, devletin zıvanadan çıkıp
çıkmadığını.

“Karakolda ayna var /Kız kolunda damga var” … Karakolu aynalı şarkılarımızdan birinin sözüdür
bu. Yaşı yetenler bilir, Cevriyelerin makus talihidir, damgası varsa vesikası da olur. Karakola
düştüler mi önce kolları damgalanır, sonra ellerine bir vesika tutuşturulur. “Vesikalı yârim” de bu
halin ayinesidir. Bütün düşmüşlerin yolu bir biçimde karakoldan geçmektedir demek ki. Ülkeyi
yönetenlerin de ayinesidir karakollar öyleyse. Damgalılar ve vesikalılar çoğalıyorsa yoksulluk
artıyordur. Muktedirlerin niyetlerini de açık eder karakol misafirlerinin kimliği-kişiliği. Ve ta
1950’li yıllardan beri en sadık müdavimleri yazar-çizer-gazeteci tayfasıdır. Bu ülkede aydınların
hali Cevriyelerin halinden hallicedir!

***

Durumumuz budur, sebepleri değişir, sonuçları aynıdır. Son aylarda karakol mesaimin önemli bir
kısmı SADAT ile ilgiliydi. Önce 2016’da, 15 Temmuz şeyinden bir iki hafta önce, yazdığım bir
yazıyı şikâyet ettiler. Adları geçiyordu yazıda, tazminat istiyorlardı. Polis malımı-mülkümü ve
gelirlerimi soruyordu. “İlgisi ne” diye soramadım tabii. Emekli maaşımdan ibaretti zaten hepi topu.
Alacakları bir kol saati değerinde bile değildi yani. Kısa bir süre sonra aynı polis yeniden aradı, bu
kez Tele1’de Enver Aysever’in programında söylediklerime takılmışlardı. Bir miktar daha para
istiyorlardı. Polis tanıdık artık, “usulen arıyoruz zaten” dedi, kapattı.

Sonra mahkeme safahatı başladı. Tuhaf, yazarak ve konuşarak “şirket itibarlarına zarar verdiğimi”
iddia ediyorlardı. Halbuki kimse onların şirketleriyle ilgili değildi. Paramiliter yapıları, şeriatçı
çıkışları, anayasanın laiklik ilkesine düşmanlıkları, Sedat Peker gibi tiplerle iş tutmaları falandı
tartışılan. Bir şirket olsa bile, şeriatçı bir anayasa hazırlayan ve kabul edilsin diye iktidarın eline
tutuşturan yarı askeri bir organizasyondu konumuz. Şeriat getireceklerdi ve bunun için bir şirket
kurmuşlardı!

Bu “şeriat şirketi”nin açtığı davalardan Tele1 kaynaklı olanı mahkeme tarafından reddedildi yakın
zamanda. Mahkeme söylediklerimin fikir özgürlüğü çerçevesinde olduğuna karar vermişti. Diğeri
ise halen “Ticaret Mahkemesi”nde. Sevgili avukatlarım Özgür Murat Büyük ve Mert Doğan
mahkemede “madem şirket itibarı söz konusu, konu ticaret mahkemesinde görülmeli” deyince ilgili
mahkeme davayı üzerinden atıp kurtuldu. İtibarları var mı yok mu, varsa zarar görmüş mü, ticaret
mahkemesi karar verecek artık.

***

SADAT’tan önceki karakol mesaimin önemli bir bölümü Nurettin Yıldız vesilesiyleydi. 21 Mayıs
2016’da soL’da yayımlanan “Tuhafazakar Süslümanlığın Ekonomi Politiği” başlıklı yazımda
“pedofil” diyerek kendisine hakaret ettiğim kanısındaydı Nurettin Yıldız. Cezalandırılmamı
istiyordu. Ancak dinde evlilik yaşının sınırının olmadığını, üç-beş yaşındaki bebelerle de
evlenilebileceğini söylediği pek çok vaaz kaydı dolaşıyordu ortalıkta. Tepkiler yükselince bir şirket
kurmuş, bu vaaz kayıtlarını şirket üzerine tescillemişti. Bu yolla delil olarak kullanılmasını
engelleyeceğini sanıyordu.

Yargı safahatı uzun sürdü. Kayıtları bulduk, mahkemeye sunduk. Şirket-mirket kâr etmeyince,
avukatı mahkemede bize parmak sallayarak “bunlar Müslüman değil zaten, Kuran’a da inanmazlar”
deyiverdi. “Vurun kellesini” diye devam edemedi, laik cumhuriyet çökmüştü ama kâğıt üzerinde
hala yürürlükteydi çünkü. Böyle bir lafın, hadi diyelim hadisin, kutsallığı olur mu? “Yırtacağız
nerede yazıyorsa bu” dedim. Tarikatı yargıda örgütlüydü, ölçüp biçip ceza verdiler. Öyle ki verilen
cezanın temyizi yok. Israr ettik, Anayasa Mahkemesi verilen ceza temyize açık olmamakla birlikte
konunun düşünce özgürlüğü ile ilgili olması vesilesiyle kabul etti başvurumuzu. Sonunda lehimize
çıktı karar. “Orhan Gökdemir başvurusu” adıyla kayıtlıdır, göz atmanızı öneririm. Dinden referans
alarak bebeleri yatağa atmayı salık verenlere pedofil demek düşünce özgürlüğü çerçevesindedir
artık.
***

Araya Cüneyt Özdemir adlı gazeteci kılıklı eleman girdi sonra, o da bir miktar para istiyordu
bizden. Bu kez başka bir karakoldan arıyorlardı. Mesleğimi sordu arayan “aynasız”, “iş bulunca
gazeteci, işsiz kalınca yazar” dedim. “Ooo, sende mal mülk çoktur” edasında gelirimi sordu. Emekli
maaşımı söyleyince inanmadı, “başka geliriniz yok mu yani” diye tekrarladı, hayal kırıklığına
uğramıştı. Bu mesainin sebebi de soL’daki “Kaşıklı, kol saatli, fırıldaklı bir gazeteci portresi:
Cüneyt Özdemir” başlıklı yazıydı. Yazı sert mi değil mi ben karar vermeyeyim ama eninde sonunda
bir eleştiridir. Ne kadar sert olursa olsun, eli kalem tutan biri eleştiriye eleştiriyle yanıt verir. Öyle
veya böyle eleştiride sertlik tartışması gereksizdir. Ne kadar sertse o kadar iyidir. Ama bir
gazetecinin başka bir gazeteciden eleştirisi karşılığında para istemesi yeni bir haldir. Bizim kuşak
ayıp bulur, bu yola giren eleştiriden daha ağırını hak etmiş demektir çünkü.

Fethullah tarafından kol saati ile ödüllendirilmiş bir gazeteci karşımızdaki. Firari Fethullahçının biri
onun için “ağzında altın kaşıkla doğmuş” demişti vakti zamanında. Yıllarca aynı kanalda yan yana
çalıştık. Galiba bir kere de programına konuk oldum, bir kitap vesilesiyle. Onun dışında
merhabamız olmamıştır. Niye olsun, selam verilmeyecek tiplere selam vermek ayıptır! Şöyle
demişim yazıda; “Doğduğunda ağzında altın kaşık var mıydı bilinmez ama ağzını hep altın kaşığa
yakın tutmaya çalıştığı kuşku götürmez.” Davanın gidişine bakmaksızın bunda ısrar ediyorum.
Cüneyt Özdemir gazeteciliği kazanç kapısı gören o büyük çoğunluğa dahildir. Yelkenini hep rüzgâra
göre ayarladı haliyle, başarıyla sürdürdü kazanç elde etme işini. Servetini yoksul bir emekli maaşı
miktarında arttırmak için gün sayıyoruz şimdi!

***

Yakınlarda karakola çekildim yine. Bu kez şikayetçi Yıldız Teknik Üniversitesi’nin tuhafazakar
hocası Bedri Gencer’di. Gencer, Elâzığ depremini “Allah’ın helal kıldığı yaşta, çocuk yaşta demek
bu, evliliğe izin verilmemesine” bağlamıştı. Kıyamet koptu tabii. O paylaşımının altına “pedofili
suçtur” diye yazmışım, Nurettin Yıldız’dan antrenmanlıyım ya. Sordu polis, “valla pedofili suçtur”
diye tekrarladım. Zaten Gencer’in davası da buydu. Pedofilinin suç olmasını istemiyordu. Bebeler
yatağa serbestçe atılınca artık deprem de olmayacaktı. Polis sorgusu davaya dönüştü mü dönüşmedi
mi henüz bilmiyorum. Dönüşürse sıkı bir pedofili tartışması daha yapacağız mecburen. Üstelik bu
kez akademik düzeyde!

***

En şenliklisi İhsan Şenocak isimli şahsın şikâyeti üzerine yaptığımız zorunlu karakol ziyareti. Bir
yorumuna “İhvan usulü IŞİD” notu düşmüşüm, bunu hakaret saymış İhsan hoca efendi. İfade
vereceğim vermesine ama benim yorumum belli de onunki ne bilmiyorum. Ara tara buldum. Şöyle
diyor:

“İSLAMIN KIZI! Sen OYUN ALANLARININ değil, imanın, iffetin, ahlakın, hayanın, edebin
SUTANISIN; SEN ‘burnunu göstermekten utanan’ ANALARIN EVLADISIN. Ekranlara ve sakallı
ağabeylerinin popüler kültürün kurbanlarına "sultan" demesine aldanmayasın! Umudumuz da,
duamız da SENSİN!” Eleman bunları kadın milli voleybol takımının oyuncularına söylüyor. “Baldır
bacak açık oynuyorsunuz ama burnunuzu bile göstermeniz günah” demek istiyor, Türkçesinden
anladığımız bu. Dilekçesinde “ben sünneti tebliğ ediyorum” falan diyor üstelik. Biz ne diyoruz?
“İhvan usulü Işid!” İkisi arasındaki fark sünnette değil zaten, sünnete uymayana verilecek cezada.
IŞİD doğrudan kesiyor cezayı, kafayı gövdeden ayırıveriyor, İhvan takside bağlıyor… İddianamesi
geldi geçen hafta, duruşması on birinci ayda. Gitmezsem zorla götüreceklermiş, öyle yazıyor
devletin kağıdında. Gitmez miyim, antrenmanlıyım, hep hazırım.

***

Karakolda ayna var, evet. Ve ayinesi iştir kişinin. Anlattıklarım, unuttuklarım affetsin, karakol
ülkenin aynasıdır, yansımasıdır. Koşar adım zifiri bir karalığa doğru sürükleniyor ülke. Karakola
çekiliyor itiraz edenler, ilan edilmemiş bir şeriatın ayak sesleri duyuluyor devletin her yanında. Ama
saldırı varsa direniş de var, hep olur. Laiklik, aydınlanma, eşitlik ve özgürlük mücadelesi bu
topraklarda 200 yıllık bir davadır. Düşer, kalkar, eninde sonunda yolunu bulur. Dün başlamadık
mücadele etmeye, bugün bırakıp kaçmayız. 14 Mayıs’ta sandığa gittiğinizde, karakoldaki o ayna
gelsin aklınıza. Bu düzen böyle kalsın istemiyorsanız aydınlık için direnenlere basın mührü!

——————————————————————————
Abdülgoogle’ın son günleri
06.05.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Biliyorsunuz artık Abdülhamit kutsal, Vahdettin “Yıkılış Osmanlı”nın son kahramanı. Tayyiban
rejiminin panteonunda, Yavuz Selim’i de dahil edersek, bunlar var. Adı geçen elemanlar, Osmanlı
ailesinin en sofu tipleri aynı zamanda. Yavuz Selim, Şah İsmail korkusundan, halkını
Sünnileştirmeye girişmişti. Alevi Anadolu köylüsünün kendisine ihanet edeceğine inanıyordu.
Bugünkü tarikatlar düzeninde katkısı ve emeği var. Abdülhamit, çaresizliğinden İslamizme
sarılmıştı, devleti çözülüyordu, bu yolla birleştireceğine inanıyordu. Vahdettin ise korkusundan ne
yaptığını bilmez haldeydi. İhanetlerinin hesabını veremeyeceği için kaçtı, kendini İngiliz
emperyalizminin kollarına attı. “Milliyetçi dinci” Tayyiban rejiminin onları seçmesinin, kendi
açılarından, makul nedenleri var.

Yalnız tabii, eldeki malzeme öyle parlatmaya çok müsait değildi. Kutsallık için bunlara yeni
nitelikler atfetmek gerekiyordu. Ebubekir Sofuoğlu nam zat, profesördür, Abdülhamid için
“Google'ı icat eden kişi” dedi, malum. Sözlerinde mantık arayacak halimiz yok, kafası hurafelerle
şekillenmiş gerici güruh için tarih dediğin nedir ki nihayetinde? Eşeğe binemeyeni helikoptere
bindirir, çölde yıldız sayanın eline cep telefonu tutuşturur, okuma yazması olmayana arama motoru
icat ettirir.

Oysa “Abdülgoogle” Han varlığını üç-beş gözü pek aydınımıza borçlu. Selefi Abdülaziz’i alaşağı
ettiler ve tahtına Muratların beşincisi oturttular. Ancak Murat ruhlar alemindeydi ve Abdülhamit
sıranın kendine geleceğini umarak meşrutiyet ilan etmeye pek hevesli görünüyordu, alıp sultan
yaptılar. Kansız saray darbelerinden biridir. 1876’da, artık II. Abdülhamit dönemidir, Kanun-u Esasi
ilan edildi. Namık Kemal’in, Ziya ve Mithat Paşa’nın başını çektiği Genç Osmanlıların başarısıdır.
Aynı zamanda gericiliğin nev zuhur tarihine giriştir.

***

Abdülgoogle 1842 doğumlu. Kuşkulu bir tipti, tahsili yoktu ama pek kurnazdı. Bu sinsi saray
oğlanı, güvensizlik saçmasına rağmen bir yolunu bulup Mithat Paşa’ya meşrutiyet yanlısı olduğu
izlenimi vermeyi başarmıştı. Tahta çıktığı yıl ülkenin ilk anayasası ilan edildi. O artık yetkileri
sınırlanmış bir padişahtı. Bunalımlı bir dönemine denk gelmişti iktidarı, Osmanlı toprakları her
geçen gün etrafındaki güçler tarafından kemiriliyor, yiyip bitiriliyordu. Sinsi sultanın pek aldırdığı
yoktu bu hale, gözü içerdeydi. İlk icraatı bir bahane bulup Mithat Paşa’yı vezirlikten azletmek ve
anayasayı askıya almak oldu. Meclisi kapatmadı ama. Vekiller hiçbir iş yapmadan maaş almaya
devam etti. İçeride böylece kısmi bir sessizlik sağlamış oldu.

Yüreği meşrutiyet için atanlar yenilmişti. Abdülgoogle, Mithat Paşanın yargılanmasını da “yeni
rejimi”ni kurmak için bir basamak olarak kullandı. Yıldız’da özel bir saray mahkemesi kurdurdu.
Uyduruk suçlamalarla idamına ferman verdi. Adım adım ilerlemiş, paşanın arkasının boş olduğunu
görmüştü. Anılarında durumu şöyle not edecekti: "Mithat Paşa, bilgisi ve olgunluğuyla halk
üzerinde daha etkili olduğu halde onu Avrupa’ya sürdüğüm zaman kaç adam sesini çıkardı?” İdama
mahkûm edilen Paşa Taif’e sürüldü. Orada mahpusta gün sayarken saraydan gelen talimatla
öldürüldü. Birinci istibdat rejimi böyle kuruldu.

“Şanlı Plevne direnişi” türü “kahramanlıklar” onun zamanının keşfidir. Hep yeniliyor, hep
kaybediyorduk ama kahramanca direniyorduk. Bu kahramanlıklar yüzünden Rus Ordusu Tuna’yı
geçip İstanbul önüne kadar ilerlemişti. Ülkesi adım adım işgal edilirken sinsi sultanın yaptığı tek
şey Ruslara daha fazla ilerlememeleri için yalvarmaktan ibaretti. Krizi fırsata çevirmeyi de ihmal
etmedi, Rus ordusunun ilerleyişini bahane ederek Mebusan Meclisi'ne kilit vurmayı başardı. Bütün
suçlarının sorumluluğunu Mithat Paşa’nın ve meclisin omuzlarına yükleyip, bu sayede tek adam
yönetimi için kapıyı sonuna kadar aralamıştı. O bunlarla uğraşırken batıda sınırları Ege’de biten bir
Bulgaristan kurulmuştu. Doğu’da Batum, Kars ve Ardahan Rusların eline geçmişti. İstanbul elden
gitmediyse Rusların ilerlemesinden rahatsız olan Avrupalı güçlerin müdahalesi nedeniyleydi.

Fakat okullar kaynıyordu, ordu rahatsızdı. Abdülgoogle, ülke perişanlık içindeyken Yıldız
Sarayı'nda devşirmelerden oluşturduğu korumalarının sağladığı güvenli ortamda keyif çatıyordu.
Muhaliflere karşı acımasız bir hafiye ağı kurmuştu. Topraklarına yaydığı zulmünü yol, köprü, okul
inşaatlarıyla örtmeye çalıştı. Tabii bugün tanık olduğumuz gibi bunları sınırsız bir borçlanma ile
yapıyordu. O kadar borçlandı ve istikrarsızlık o kadar arttı ki alacaklılar yeni borçlar vermeden önce
eskilerinin ödeneceği yolunda garanti istedi. 1882’de bu amaçla Duyun-u Umumiye İdaresi, bir tür
Varlık Fonu, kuruldu. İdare görünüşte “milli”ydi ama gelirlerine ne yapacağına alacaklıları karar
veriyordu. Pul, tuz, ipek, balıkçılık ve benzeri sektörlerden gelen vergiler, hatta bazı özerk
vilayetlerin vergileri doğrudan borca yatırılacaktı. Böylece Abdülgoogle devletinin bir kısmını
alacaklıların yönetimine terk etmişti.

***

1908’de bu karanlık birdenbire dağıldı. Rusya’dan, İran’dan esen devrim rüzgârı despotun kapısını
tıklatıyordu. Köşeye sıkışan sultan 30 yıl önce rafa kaldırdığı anayasayı yeniden yürürlüğe
koyacağını ilan etti. II. Meşrutiyetimizdir.

Taraftarları 1909 Nisanı'nda “padişahım çok yaşa”, “şeriat isteriz” nidalarıyla ayaklandı.
Rumeli’deki Hareket Ordusu koştu yetişti, Taksim’deki topçu kışlasında başlayan gerici
ayaklanmayı bastırdı. Abdülgoogle anayasaya yeniden tecavüz edeceği korkusuyla alaşağı edildi.
Önce Selanik’e sürgüne, sonra İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayı'nda ikamete zorlandı.
1918’de öldü, nedense, Sultan Mahmut türbesine gömüldü.
Fakat 1909’da gerici ayaklanmanın bastırılmasıyla doğan iyileşme beklentisi 10 yıl içinde
bütünüyle dağılacak, ülke yeniden parçalanmanın eşiğine gelecekti. Bu uzun on yılda Balkanları
kaybetmekle kalmamış bir de kendimizi büyük bir dünya savaşının içinde bulmuştuk. Yıkılmakta
olan devletin son kurtarıcıları, İttihatçılar, vatanı ve halkı büyük güçlerin insafına bırakarak kaçıp
gitti. O sahipsizlikte kıyamet kapıya dayanmış, Anadolu’daki halklar geri dönülmez bir
boğazlaşmanın tam ortasına yuvarlanmıştı.

Abdülgoogle, uzun iktidarında muazzam bir kişisel servet edinmişti. Saraydan ayrılırken unuttuğu
bir defter sayesinde servetinin büyük kısmını yabancı bankalarda sakladığı anlaşıldı. Suriye,
Mezopotamya ve Arnavutluk’ta yüzbinlerce hektar araziyi özel mülküne geçirmişti. Irak’ta petrol
bulunan alanlar da buna dâhildi. Mirasçıları Dünya Savaşının ardından bu muazzam serveti ele
geçirmek için “The Sultan Abdülhamit Oil Wells” ve “The Sultan Hamit Han Estates Ottoman” adlı
iki şirket kurdu. Uzun uğraşlar sonunda 1,5 milyar lira değerinde bir serveti ele geçirmeyi başardı.
Onun geride bıraktığı tek mirasıdır.

***

Denildiği gibi tarihteki bütün büyük olaylar iki kere sahnelenir. Trajedi Abdülgoogle’dır, biz
komedi faslındayız. Abdülgoogle’ın hayal gücü genişti ama Rizeli bir akrabası olacağını düşünde
görse hayra yormazdı. Üçkâğıtçı bir borsa oyuncusuydu ama marangozluğa yeteneği, polisiye
edebiyata merakı vardı. Avrupa’dan getirdiği romanları çevirttirmiş, hatırı sayılır bir kütüphane
oluşturmuştu. Tanrıya inanır ama pek güvenmezdi. Peki, nedir bu Abdülgoogle hayranlığı. Çok
basit; iktidara tutunmak için kullandığı aletler arasında “Panislamizm” de vardı. Ahmak Batılılara,
çakma halife kavuğunu göstererek, şantaj yapmayı başarıyordu.

İki Abdülgogle arasında ülke sararıp soldu. Birincisinin yol açtığı yıkıntıdan, 1923’te, cumhuriyet
ilan ederek çıkabilmiştik. İkincisinde 1923’ün gerisine itildik. Artık 1908’in de çok gerisindeyiz.
1876’da olabiliriz. Tıpkı o gün olduğu gibi bugün de Meclis var ama artık yürürlükte olan bir
Anayasa yok. Ne yargı ne yasama ne yürütme ayakta kalabildi, cumhuriyet yıkıldı, hürriyet uçup
gitti. Abdülgoogle’ı sınırlandıran hiçbir kuvvet kalmadı; ikinci istibdattır ve iki Hamit arasındaki
kısa ülke tarihidir.

***
Bizim anayasa tarihimiz padişahın yetkisini sınırlama tarihidir aynı zamanda. Teokrasinin ve
şeriatın kaldırılması hareketidir. Kimsenin dini kurallara uymadığı için kovuşturulmaması,
dışlanmaması, inanç ve vicdan özgürlüğüne sahip olması mücadelesidir. Düştük, bugün yine
başladığımız yerdeyiz.

Ama enseyi karartmaya mahal yok. İlkinin kendisi gitti testisi kaldı yadigâr. Biliyoruz, yakındır,
testisi de silinir gider. İner çıkar hürriyet, cumhuriyet düşer kalkar. Özgürlük fikri bulaşıcıdır,
yayılır. Kayboldu sanırsınız, umulmadık bir zamanda çıkar gelir, çalar kapıyı. Paşalar
taşıyamıyorsa, işçiler omuzlar. Ortalıkta ne kadar çakma arama motoru mucidi varsa siler süpürür.

Abdülgoogle’ın son günlerindeyiz yine. Şimdi bize yeni bir anayasa gerek öyleyse. Şimdi bize yeni
bir Meclis gerek. Şimdi bize yeni bir meşrutiyet, yeni bir hürriyet gerek. Şimdi bize bir yeni
cumhuriyet gerek.
——————————————————————————
Sınıfın eli
13.05.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Ortaçağ toplumu bir din toplumuydu. Doğumdan ölüme, düğünden cenazeye kadar her şey dine
göre şekillendiriliyordu. Haliyle bütün toplumsal mücadeleler de dinsel bir kabuk altında
yapılıyordu. Köy cemaatine yön veren papazın arkasında toprak beyi vardı. Papazın kutsadığı
aslında arkasındaki beyin iktidarı ve mülkiyet hakkıydı. Haliyle papaz da sömürücü üst sınıfın bir
uzantısıydı. Devrimde, kiliselerin ahır yapılmasının arkasında işte bu sınıfsal ilişki vardır.
Ayaklananların öfkesi papazın inancına değil, kendisineydi. Kilise feodal devleti kutsuyordu. Bu
aslında feodal mülkiyet ve ayrıcalıkların kutsanması demekti. Feodalizm yıkılırken onunla birlikte
kilise de yıkıldı, mallarına ve topraklarına yoksul halkın eli değdi. Sonuç itibariyle her devrim bir el
koyma hareketidir ve içinde din olsa bile devrime eşlik eden savaş, her haliyle bir sınıf savaşıdır.

Büyük Fransız Devrimi’nde hedeflerden biri Katolik Kilisesiydi. Feodal ayrıcalıklar en çok bu
kuruma hizmet etmişti çünkü. Devrimde mallarına el koyuldu, din adamlarına verilen bütün
ayrıcalıklar kaldırıldı. Bir daha başkaldırmasınlar diye dinin devlet ve günlük yaşam üzerindeki
etkisi kırıldı. “Din özgürlüğü” Katoliklerin dini tekelini kırmak için ilan edilmişti. İsteyen istediğini
inanabilecek, Katolikler buna karışamayacaktı. Ama tabii el koyanlar hep halk değildi. Devrimden
önce güç kazanan burjuvazi marifetliydi, soyluların ve kilisenin el koyulan mallarının çoğu onların
eline geçti, böylece ekonomik ve siyasi güçleri daha da arttı. Öyle veya böyle, devrim, devrimci
sınıfın büyük el koyma hareketidir.

İngiltere’deki devrime de büyük bir mülksüzleştirme hareketi de eşlik etti. 16. yüzyılda başlayan bir
hareketle küçük toprak sahiplerinin toprakları ellerinden alındı ve ekilebilir büyük tarım arazileri
otlaklara dönüştürüldü. Mülksüzleşme topraktaki kapitalistleşmenin, kira sözleşmelerinin ve
rekabetin bir sonucuydu. Yünlü pamuklu dokuma çok karlıydı. Bunun için toprağın işlenmesine
gerek yoktu, çitle çevirip hayvanları salmak yeterliydi. Köylülere ihtiyaç kalmamıştı. Çitle çevirme
hareketi aynı zamanda yoksul köylülerin yaşadığı topraklardan kovulma hareketiydi. Kitleler
halinde şehirlere göçtüler. Artık ellerinde emek güçlerinden başka satacak bir şeyleri kalmamıştı.
Bunu satmaya razı olmaları için sadece açlığın yönlendiriciliği gerekiyordu.

Kapitalizm mutlak bir ahlaksızlık olarak tezahür etti. Feodal dönemde hırsızlık, dilencilik ve açlık
toplumsal birer utanç kaynağıydı. Aç kalan bir tas çorbayı her şartta bulurdu. Oysa kapitalizm her
şeyi alınır satılır hale getirmişti. Küçük köylülerin topraklarını zor yoluyla ele geçirmek bu sınıf için
meşruydu. Ekonomik çıkar ahlaki kaygıya galebe çalmıştı. Bu ahlak emekçilerin sefaletini
umursamıyor, kilise törenlerine, din adamlarının vaazlarına aldırmıyordu. Değerlerini sömürgelerin
yağmalanmasını, sermaye birikimini ve ticareti esas alarak inşa etmişlerdi. Onların zorla
topraklarından kopardığı köylülerin ise, din dahil, tutunacağı dal kalmamıştı. Thomas More’un
deyişiyle bu devrimle insanların koyunları yediği dönemden koyunların insanları yediği yeni bir
döneme geçmiştik. Devrim, devrimci sınıfın el koyarak büyük bir yıkıma yol açması hareketidir.

***

Koyunlar insanları yemeğe başladığında aydınlanırsınız. O nedenle dehşetli dönemler dehşetli


fikirler yaratır, eskimiş inançlardan kurtulmanın biricik yoludur bu. Önce Aydınlanma ve sonra
Büyük Fransız Devrimi ile büyük bir devrimci dalganın içinde bulduk kendimizi. Kant, teoride,
tanrının kellesini uçurmuştu, ondan esinlenen Robespierre, pratikte, kralın kellesini uçuruyordu.
Bunlar aslında bireysel kelleler olarak görülmekle birlikte, gerçekte eski rejimin kelleleriydi. Eski
rejimin kelleleri düşünce, o başsızlıkta, cumhuriyet fikri doğdu. İnsanlık ailesinin en büyük, en
devrimci icatlarından biridir. Fransız Devrimi, Ekim Devrimi ve Türk Devrimi, önce tanrının sonra
kralın-çarın-sultanın kellelerini uçurarak yola koyuldu. Başsızların mülke ihtiyaçları yoktur.
Öyleyse başsızlardan geride kalanlara el koymak muzaffer sınıfın hakkıdır. Demek, kelle uçurmanın
Aydınlanma kitabında yeri var.

Cumhuriyet başsızlığın sonucuysa, vatan da el koymanın bir ürünüdür. Kralın-çarın-sultanın


mülküne halk el koyunca, mülk vatana dönüşür.

***

“Vatan”, Namık Kemal’in 1872’de kaleme aldığı tiyatro oyunu. Oyun sahnelenince izleyenler
galeyana geldi, sokağa çıkıp feryat ettiler, nümayiş yaptı. Sultanın tebaası o gün o salonda vatanla
ilk defa karşılaşmıştı. Tabii sultan ürkmüştü, “Vatan” yazarını derdest edip Mağusa'ya sürdüler,
Vatan’ı sansürlediler. O da sansürden kaçmak için “Vatan”a “Silistire”yi ekledi. Yetmedi tabii,
yazarını sürgünde ölüme terk ettiler. İlk vatan kahramanımızdır.

Tabii vatanın mümkün olması için padişahın mülküne el koymak gerekiyordu. Bu da kelle alıp kelle
vermeden mümkün değildir. Büyük aydınımız Mithat Paşa, cüretli ve çalışkan olmakla birlikte,
henüz, sultan kellesi uçurmayı hayal edemiyordu. Bunun bedelini kendi kellesini vererek ödedi.
Bize de bedel ödetmiştir, tarihimizin en uzun istibdat dönemi onun almadığı kellelerin faturasıdır.

Mithat, Namık Kemal ve Ziya Paşayı ekleyerek söylüyorum, Vatanı ve Hürriyeti bize onlar öğretti.
Esası sultan düşürmesidir. Ne diyor ozan: “Nice sultanları tahtan indirdi, nicesinin gül benzini
soldurdu, nicesini dönmez yola gönderdi. Bir ayrılık bir yoksulluk biri de ölüm.” İndirdiler, gül
benizlerini soldurdular veya dönülmez yola gönderdiler ama kellelerini hep yerinde bırakmayı
tercih ettiler. Tarihimizin trajedisidir.

Abdülhamit, Namık Kemal’in vatan dediğini özel mülkü sayıyordu. Varsıldı, üzerine biraz dindardı.
Camiye gitti, çıkışta borsanın yolunu tuttu. Servetini çoğaltarak geçirdiği uzun hükmünde tek derdi
mülkünü elinde tutmaktı. Bunun için tehdit oluşturanlara zulmetti, yasakladı, kovaladı. Ama o
şartlarda bile ömrü ancak 30 yıl hükmetmesine yetti. Kendisine gönderilen tehdit telgraflarından
çok korkmuş, gül benzi sararıp solmuştu, haliyle kendiliğinden düştü. Enver, Talat ve Cemal
Rumeli’den koşup geldi, düşüğü derdest edip Selanik’te bir köşke kapattılar. Meşrutiyet’in
birincisinin icadı olan Vatan ve Hürriyet böylece hayat buldu. Anayasa raftan indi, meclis açıldı.
Fakat ikinci kuşak aydınlarımız da Mithat Paşa ekolündendi. Hamit’i indirip Reşat’ı bindirdiler.
Reşat, hükümsüz kellelerimizdendir ama nihayetinde kellesi vücudu üzerindedir.

Görüldüğü gibi bizim tarihimiz de padişahın mülküne el koyma mücadelesinden ibarettir. Mülke el
koymadan toprağı vatan yapamazsınız çünkü. Vatanın olgunlaşması, el koymada ne kadar cüretkâr
olduğunuza bağlıdır.

Sultanlar vatandan, hürriyetten ve cumhuriyetten işte bu nedenle korkarlar. Sultanların, kralların,


çarların vatanı yoktur. Bizim vatan bildiğimizi onlar mülkü bilirler. Vatan mülkse, devlet de
mülktür. “Adalet mülkün temelidir” derken söyledikleri budur. Marks’ın cümleleriyle
tekrarlayayım: Kral “devlet benim mülküm” derken aslında mülk sahibinin kral olduğunu söylemek
istemektedir. Demek ki bir toprağı vatana dönüştürmek için onu mülk edinenlerin elinden alma şartı
var. Alacaksınız ve mülksüzleştireceksiniz, toprağın vatana dönüşmesinin esası budur.

***

Cumhuriyet, Vatan ve Hürriyet’in getirisidir. 1908’de hürriyeti ve vatanı bulmuştuk, gericiler


1909’da bulduklarımızı geri almak için ayaklandılar. Şeriat istiyorlardı. Şeriat, vatansızlık ve
hürriyetsizlik halidir. 1910-1920 arasındaki uzun iç savaşta vatanı ve hürriyeti kaybettik. Kurtuluş
Savaşı vatan için yolu yeniden aralamıştı. Sultana bakıyorduk. Ama sultan, kellesi uçmasın diye
İngiliz gemisiyle sıvıştığından, bu vatanda bir sultanın olması artık anlamsız görünüyordu.
Kaçmayıp kalsaydı cumhuriyet bu kadar hızlı gelir miydi, hâlâ bir sorudur.

Sonra Cumhuriyet de düştü. Menderes kendisini yeni sultan ilan etmeye çok yaklaşmıştı. İkinci
istibdattaydık. Tabii, bu tarihten biliyoruz, sultan varsa kelle alma hareketi de vardır. Devirdiler ve
aldılar. Anayasayı yeniden ilan ettiler. Üçüncü meşrutiyetimizdir.

Şimdi istibdatların üçüncüsündeyiz. Vatan yeniden mülk ilan edildi, hürriyet tepelendi, cumhuriyet
imamların elinde defnedilmeyi bekliyor. Nevzuhur sultan “benim değil mi, kime ne” bile dedi
tarihine bakmadan. Ama sultan varsa, dönülmez yola göndermek isteyenler de vardır; Aydınlanma
tarihinde ve türkülerimizde yeri var.

***

Kapitalizm tarihin gördüğü en kapsamlı el koyma hareketidir. İşçilerin emek güçlerine el koyarak
işe koyuldular, semirdiler. Tekelci aşamasında mutlak bir mülksüzleştirme ortaya çıktı. Bütün
mülkiyet yeniden küçük bir zümrenin elinde toplandı, ortalıkta çıplak bir mülk ve çıplak bir devlet
kaldı. Demek ki ezilenler artık vatansızdır. Tanımımız çok basit: toprağın vatan olabilmesi
mülkiyetinin halka ait olması şarttır. Bu durumda vatan için, sultanı, aristokrasiyi veya burjuvaziyi
mülksüzleştirmek kaçınılmazdır. Ellerinden alırız, onların mülkü bizim vatanımız olur.

TKP, iktidarının ilk haftasında, yapacaklarını açıkladı. Büyük inşaat şirketlerinin elindeki konutları
ihtiyaç sahiplerine dağıtmak, tarikatlara ait yurt ve kursları kapatmak, yabancı askeri üslere el
koymak; elektrik şirketlerini, madenleri, bankaları, limanları, otoyolları, havaalanı işletmelerini,
petrol rafinerilerini, telekomünikasyon ve savunma sanayi kuruluşlarını devletleştirmek ilk haftanın
işleri arasındadır. Ellerinde ne varsa alacağız, halkın olanı halka geri vereceğiz, dediği özetle budur.
Bu, üzerinde yaşadığımız toprağı yeniden vatan yapma programıdır aynı zamanda. Pazar sabahına
bunları not ederek uyanın. Sınıfın eli üzerinizde olsun!

——————————————————————————
Yenilgi ile zafer arasında
20.05.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Aydınımız çöken bir imparatorluğun bağrında doğdu. Devlet sürekli yeniliyordu ve ülke sürekli
küçülüyordu. Osmanlı aydını bu kötü gidişi durdurmak için çırpınıyordu. Sultan devirmek bulduğu
yollardan biridir, deviriyordu ve her defasında, umutla, yerine bir başkasını oturtuyordu. Aziz’i
indirdiler, Murat’ı bindirdiler, sonra Murat’ı indirip yerine Hamit’i oturttular. Hamit kalktı, Mehmet
Reşat oturdu. Sonuncusu, Mehmet Vahdettin, korkup kaçmasa, koltuğu boşaltmak kimsenin aklına
gelmeyecekti. Sultanları ve saltanatı yıpratmışlardı, her biri aydınların elinde oyuncak olmuştu ama
bu halde bile sultansız ve saltanatsız yürünebileceğini hayal edemiyorlardı. İmparatorluğun tarihi ile
aydının tarihi özdeşleşmişti haliyle. Hep yeniliyorlardı ve her defasında, yeniden yenilmek üzere,
dizlerinin üzerinde doğrulup ayaklanıyorlardı. Demek, aydının ve ülkenin tarihi yenilgide
birleşmişti.

Yalçın Küçük, aydını bu tarihin şekillendirdiği kanısındaydı. Aydınımız “son tahlilde” “yenilgi
öğretmen”in öğrencisiydi. Yenilerek biçimlenmişti ve bakışına yenilgi damgasını vurmuştu. Ordusu
hep yeniliyordu, bu durumda yenilgilerden destanlar üretmek gerekiyordu. Gazi Osman Paşa
kaybetmiş ilk kahramanlarımızdandır. En büyük zaferi 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'ndaki
Plevne Savunmasıydı. 145 günlük direnmeden sonra yaralanmış ve esir düşmüştü. Yenilmişti ama
bu yenilgiye pek sevinmiştik. Silistre’de de kaybetmiş ama direnmiştik, artık Vatan yahut
Silistre’dir. Çanakkale Zaferi de nihayetinde bir direnme-yenilme hikayesidir, hâlâ kutluyoruz.
Yenilgi kokusu aydınımıza sinmiş haldedir.

Yenile yenile düşünme yetisini kaybetmiş haldedir ancak yine de yürümektedir. Hamit’e şantaj
yaparak meşrutiyete ulaşamayınca devirmek zorunda kalmıştır. Ama bu halde bile “saltanatı
kaldırmak” aklına gelmemiştir. Devamı da bu tarihle tutarlıdır. Birinci savaşta yenildik ve savaştan
çıktığımızda bir ülkemiz yoktu. Vatan ve cumhuriyet o ağır yenilgide el yordamıyla, yürüye yürüye
bulunmuştur. Türkiye aydını sonuçta bu öğretmene sevdalanmıştır. Bu çıkmaz yolda debelenmeyi
tutkuyla sürdürmektedir. Debelenme de sonuçta bir eylem biçimidir ve aydınımız da “eyleminin hep
çocuk kalmış bir çocuğu”dur.

İmparatorluğu kaybettik ve “misak-ı milli”yi bulduk. Bir tür elde kalanla yetinme halidir. Ancak
elde kalanı bir devrimle taçlandırdık. Bu ağır yenilginin tek kazancı belki de budur.

***

Solu bu tarihin dışında düşünemeyiz. 1960’lı yıllarda kazanmayı öğreniyorduk. Önde Doğan
Avcıoğlu yürüyordu, zaferin ordu-millet birleşmesiyle geleceğini umuyordu. Ancak ordu
sermayeden yana saf tuttu. 1968’de sol, dünyada, yenildi. Birkaç yıl sonra Yön açılımı dramatik bir
biçimde darbe duvarına çarpıp dağıldı. Cumhuriyetten, devrimden, Marksizm’den ve sınıftan
ümidini kesişin başlangıcıdır. 12 Eylül 1980’de Türk Devriminin yıkılışı ve bir on yıl sonra
Sovyetler Birliğinin çözülüşü üzerine geldi. Bunlar, devrime, sosyalizme ve cumhuriyete karşı bir
kuşku doğurdu. Yenilmişlerdi, öyleyse başarı için terkedilmeliydi.

Solun, ülkenin tarihinden kopuşunun arka planıdır bu. Sol, bu nedenle, aydın tarihimizden de
kopmuştur. Dönüp geriye baktığında orada sadece yenilmiş ve suça bulaşmış bir çete görmektedir.
İttihatçılara derin bir nefret beslemekte, Yeni Osmanlıları görmezden gelmektedir. Batıcı, Avrupacı,
işbirlikçi liberal sol böyle ortaya çıktı. Batıcılık, kapitalizmin başarılarına iman etmeden mümkün
değildi. “Uygarlık” ve tabii demokrasi onların bulduğu ve yaşattığı bir şeydi çünkü. Bu durumda
sınıflar mücadelesi bütünüyle gereksizdi, sosyalizm çoktan miadını doldurmuş başarısız bir fikirden
ibaretti. “Demokrasi mücadelesi” mümkün olan tek mücadele biçimiydi artık.
İddianız yoksa yenilmezsiniz, tutkunuz yoksa üzülmezsiniz. Başkalarının kuyruğuna takılmışsanız
hep kazanmış görünürsünüz. Solumuzun bir kısmı yenilmemek için yenilmeyecek bir yol tutturdu.
Şimdi bir dekorasyon unsurundan ibarettir. Dekorun ise yenildiği görülmemiştir.

***

Yalnız, yenilgi öğretmenin öğrencileri sadece biz değiliz. Perry Anderson’a göre Batı Marksizmi de
“yenilgi öğretmen” tarafından şekillendirilmiştir. Lukacs’ın “Tarih ve Sınıf Bilinci” Macar
Komünü’nün bastırılmasından sonra Viyana’da sürgünde yazılmıştır. Gramsci’nin “Hapishane
Defterleri” İtalyan işçi sınıfı hareketinin yenilgiye uğratılmasının ardından hapishanede kaleme
alınmıştır. Adorno’nun “Minima Moralia”sı Alman Komünist Partisi’nin resmi olarak yasaklanması
sürecinin başladığı yıl, Marcuse’in “Eros ve Medeniyeti” ise Amerika’da McCarthyizm histerisi
esnasında basılmıştır… Teorik yaklaşımları bir yana ruh halleri ile ruh hallerimiz örtüşmektedir.
Teorik temellerini Marcuse’in attığı yeni bir sol türemiştir bu ortak ruh halinden. Aydınlar sınıfa
arkasını dönmüştür artık. İşçi sınıfı kapitalist sisteme entegre olmuş, düzenin bir uzantısı haline
gelmiştir. Sınıfın devrimci olması ihtimali yoktur. Onun yerine azınlıklar, dışlanmış sosyal
kimlikler, öğrenciler ve radikal aydınlar sahnededir. Öyleyse pratik, örgütlü mücadele, teori lehine
terkedilmelidir.

***

Peki, başarı nedir? Yenilmemenin bir yolunu, kırılıp dökülmeden, nasıl bulabiliriz? Unutuluyor, bir
siyasal hareket için yenilgi, sadece mücadele ettiği güçler tarafından ezilmekten ibaret değildir. Asıl
yenilgi siyasal iddialardan vazgeçmek, arınmaktır. Devrimden ve sınıfa bağlılıktan vaz geçmiş bir
sol, yenilmiş bir soldur. Denildiği gibi “ihtiras ve bağlılık olmaksızın, tarih sadece ruha değil, akla
da sahip değildir.”

Tabii, başarı her durumda baskın bir haldir. Başarının dilini konuşmak, başarıdan yana tutum almak
kolaydır. Tarih galipleri yüceltmiştir çoğu zaman. Yenilenler, Spartaküs örnektir, her durumda buruk
bir tat bırakır damakta. Bu şu demektir; başarı kazanana kadar, bütün fikirler önemsizdir. 1917’de
devrim kapıyı çalana kadar Lenin’e kim dönüp bakmıştı ki?

“Yenilgi’nin Diyalektiği”nde Rusell Jacoby buna şöyle itiraz ediyor: “Eğer zafer doğruluğun kanıtı
değilse, yenilgi de değildir.” Başarı ve yenilgi tanınması gereken olgulardır, daha fazlası değil.
Onlar dilsizdir, size gerçeğe değin şeyler söylemez, yorumlama ve analiz gerektirir.

Bugün hala “yenilgi öğretmen”in öğrencileriyiz. Çok açık, yenilerek öğrendik. Bizim kuşak ilk
gençliğinde yakalandı 12 Eylül’e. O günden bu yana hırpalanıp duruyoruz. Birkaç gün önce
aldığımız yenilgi de bunlardan biri. Ancak bu yanlış olduğumuza bir kanıt değil. Bakıyoruz,
yorumluyoruz; bir kasaba ideolojisine yenildik biz. Bu ideolojinin temsilcileri çok başarılı olduğu
için değil bu, ülke büyük bir kasabaya dönüştüğü için. Kasabalılar hesap-kitap yaptılar ve
kazanacak eşrafa verdiler oyunu. Ülke kasabaya dönünce sınıf anlamını yitirir, kimin nasıl
yönettiğinin bir anlamı kalmaz. Kasabaya laiklik fazladır, kasabada cumhuriyet olmaz. Sosyalizm,
kasabanın doğasına uymaz.

***
İddianız yoksa yenilmezsiniz, tutkunuz yoksa üzülmezsiniz. Başkalarının kuyruğuna takılmışsanız
hep kazanmış görünürsünüz. Solumuzun bir kısmı yenilmemek için yenilmeyecek bir yol tutturdu.
Şimdi bir dekorasyon unsurundan ibarettir. Dekorun yenildiği görülmemiştir.

Sol ise yenilir. Önemli değil. Sorusu şu; başarı için iddialarımızdan, ilkelerimizden, hedeflerimizden
vazgeçecek miyiz? Laiklik, bağımsızlık, eşitlik için savaşıyoruz. Sosyalizm istiyoruz, yönümüzü
sınıfa çeviriyoruz. İktidarı almadan hiçbirini yapamayız. Bunlar, yenilgiden ve başarıdan bağımsız,
doğrularımızdır. Ancak, bu doğrularla birlikte kazanmanın, iktidarı almanın, bir yolunu bulmalıyız.

Wilhelm Reich, hocası Freud için, “o yanlış olduğu yerde dahi doğruydu” diyor. Bazen böyledir,
inatçı ve tutkulu yürürsünüz, sendelersiniz, boşa düştüğünüz olur. Yanlış görünür yolunuz ama o
halde bile doğrudur. Bazen de tersi doğrudur. Doğru görünürsünüz, yanlıştır. Aslında hep yanlıştır,
arada doğru olduğunda da artık çok geçtir.

Ülkeyi kasabaya çevirdiler ama kentli bir esinti yalıyor yüzümüzü. Önümüz Haziran direnişi, ardı
15-16 Haziran. Bu ülkede boyun eğmeyen bir halk da var, direnen bir işçi sınıfı da. Halkımızın ve
sınıfımızın, laikliğe, bağımsızlığa, cumhuriyete ve eşitliğe ihtiyacı var. Buradayız: Ya hep birlikte
kurtulacağız ya hep birlikte mahvolacağız.

——————————————————————————
Mayıs sıkıntısında, Haziran ferahlığında
27.05.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Eyüp Polis Karakolunun işçiler tarafından basılıp nezarethanedeki yoldaşlarını söküp almaları
sahnesi kalmış bende yalnız. Uzaklardan, şaşkın baka kalmıştık olup bitene. Çocuktuk daha. İşçi ne,
direniş neden, grev nasıl nerden bilelim?

15-16 Haziran bizim çocukluğumuzun Haziran Direnişidir. Daha bir işçi kokuludur yalnız, kirli
yüzlüdür, devrimci bıyıklıdır, kasklıdır, kömür kıvamında, ekmek arası zeytin tadındadır. Tabii, o da
Gezi’deki gibi hiç umulmadık bir zamandadır. Bizim çocuklar henüz kendi destanlarını
yazmamıştır, kaçaktır, dağlardadır, Nurhak’tadır, Kızıldere’dedir. Kalanlar hücrededir, ODTÜ’dedir,
Ankara’da Siyasalda, İstanbul Hukuktadır. Az sonra ipi çekilecek, sandalyesine tekme atılacaktır
Deniz Gezmiş’in. İsraillinin kafasına silahını dayayacaktır Mahir birazdan ve dudaklarının
arasından Conilere yakası açılmadık bir küfür savuracaktır.

İşçi sınıfı, onlar için, hatta yollarını gözleyen herkes için, ayağa kalkışıyla yeni bir dünya
kurulacağına inanılan eski, uzak bir efsanedir henüz. 1917 sonbaharında, uzak kuzey bölgelerinde
ortaya çıkmış ve yeni bir dünya kurarak gücünü ispat etmiştir gerçi. Ama az rastlanır bir şeydir tarih
yapmak üzere sahneye fırlayışı. İnanışa göre bizdekiler biraz geri, biraz yenidir ama zincirleri
kırabilecek tek güç onlardır nihayetinde.

İşte böylesine umutlu, cesur ve genç günlerin birinde gösterdi o sınıf devrimci pazılarını. Gezi’de
yürüyecek çocukların anneleri, babaları, teyzeleri, halaları, amcaları aralarındaydı. Faşizme karşı
omuz omuza, sırt sırta, yan yana amansız bir kavgaydı bu. Memleket savunulacaktı bir kez daha,
kurda kuşa yem yapılmayacaktı.
15 Haziran’da, yüzü aşkın işyerinden çıkan 75 bin işçi düştü yola. 16 Haziran’da iki yüze yakın
fabrikadan 150 bin işçi fırladı sokağa. İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te makinalar durdu, dişliler
dönmez oldu, fabrikalar doyumsuz bir şenliğe durdu sonra. Şehrin iki yakasında yürüyüşler,
mitingler yapıldı. Kartal’da, Levent’te, Topkapı tarafında çatışmalar çıktı haliyle, ateş açtı polisler
yürüyenlere doğru. Tanklarıyla, zırhlı birlikleriyle, süngü takmış tüfekleriyle ordu geldi ardından,
kesti işçinin önünü. Ama aştı işçiler askerlerin barikatlarını, kucaklaştılar halkın çocuklarıyla.
Usulca çekildi asker.

Hal böyle olunca yürüyenler polisi ezip geçti her yerde. Karakolların işçileri tutamayacağı o anda
anlaşıldı. Öfke sığmayacaktı karakollara. Kadıköy’de polisin açtığı ateş sonucunda ölenler,
yaralananlar oldu. İstanbul’un iki yakasındaki işçilerin bir araya gelmesini engellemek için vapur
seferleri iptal edildi. Levent yakasından gelen büyük işçi koluyla, Unkapanı-Eminönü’nde biriken
işçi kollarının birleşmemesi için Haliç üzerindeki iki köprü geçilmesin diye gündüz vakti açıldı.
Mutlu Akü Fabrikası işçisi Yaşar Yıldırım, Vinleks işçisi Mustafa Bayram, Cevizli Tekel Fabrikası
işçisi Mehmet Gıdak, Gıslaved işçisi Hüseyin Çapkan o ilk Haziran’da düştü yere…

Sonra sıkıyönetim, işten çıkarmalar, tutuklamalar, işkenceler, sonu gelmez davalar… Sandılar ki
bastırdılar Haziran kalkışmasını.

***

27 Mayıs’ı 28 Mayıs’a bağlayan gecede tutuştu ikincisi. Görünüşe göre üç ağaç içindi her şey.
Küçümseyen yanılır, üç ağaç vatandır bazen. Yağmacıların saldırısını duyanlar toplanıp parka el
koyana kadar Mayıs Haziran’a dönmüştü çoktan. Yeni bir Haziran’dı bu, halk kokuluydu. Çocuklar
toplanmıştı alana ki uçsuz bucaksız. Sonra bir namlu aydınlandı, bir cop havaya kalktı, su gibi duru
bir kız yüzüne çarpan suyla kapaklandı yere, bir çocuğun kanı aktı… Haziran’ın ikincisinde
çocuklar düştü toprağa en çok. Ağaçlarını alamayanlar, çocuklarını aldı götürdü vatanın.

Sonra OHAL, işten çıkarmalar, tutuklamalar, işkenceler, sonu gelmez davalar… Sandılar ki
bastırdılar Haziran kalkışmasını.

***

Diyor ki şair, “Adı karanfil ki suçu rengidir…” Suçunu renginden alan ne çok kaybımız var. Tuhaf,
çoğu Haziran’da. Sihirli sözcüklerin yaratıcısı Nazım Hikmet Haziran’da. “Tarihin akışını düze
çıkarmaya çalışan tüm güzel yüzlü çocuklara” unutulmaz şarkılar bırakan Kâzım Koyuncu
Haziran’da. Antakya direnişinde vuruldu, Abdullah Cömert Haziran’da. Ankara direnişinde vuruldu,
Ethem Sarısülük Haziran’da. Ümraniye’de düştü, Mehmet Ayvalıtaş Haziran’da. Eskişehir’de
dövülerek öldürüldü, Ali İsmail Korkmaz Haziran’da. Berkin Elvan da düştü Haziran’da, direndi,
Mart’a dayandı. Bir öfke seli oldu sonra.

***

Böyledir hayat işte. 15-16 Haziran bir daha olmaz sanırsın ama Gezi olur, şaşırtır seni. İşçi sınıfının
şanlı yürüyüşü ile haziran ortasında açtığı sayfa, haziran başında ayaklanan halkımızın mührüyle
damgalanır. 150 bin işçinin açtığı yoldan ellerinde bayraklarıyla 10 milyon insan yürür.
Böyledir hayat işte. “Özgür yurttaş ve köle, patrisyen ve plep, derebeyi ve serf, lonca ustası ve
kalfa, tek kelimeyle ezen ve ezilen, her an birbirlerine karşı olmuşlar, kimi zaman alttan alta, kimi
zaman açıktan açığa aralıksız bir kavgayı sürdürmüşlerdir; bu kavga, her seferinde, ya bütün
toplumun devrimci bir yeniden kuruluşa varmasıyla, ya da çarpışa sınıfların birlikte
mahvolmalarıyla sonuçlanmıştır.” Yani kavgada kazanma garantisi yoktur. İşçiler yenilmiştir,
yenilir. Ayaklanan halkların nadiren sonuç aldığı görülür. Ve ayaklananlar, aşılmaz bir barikat
kurduktan sonra gericiliğin önüne, her defasında, direnişi sürdürmek yerine, tarih bir daha göreve
çağırana kadar evlerine çekilir. Ortalık yeniden sessizleşir.

Tarihtir bu, devrimci sınıf düşer kalkar, halk olup bitene ilgisini yitirir. Ve bir halkın hikâyesi ezen
ve ezilenlerin kavgasında böyle toprağa vakitsiz düşenler tarafından yazılır. İsimler, yüzler yitip
gider, geride direniş geleneği, umudu ve inancı kalır.

***

İç içe geçmiş bir hikayedir bu öyleyse. İçindesindir, çünkü senin hikayendir. Haziran Direnişi
boşuna denilmemiştir. Mayıs’ta sıkılırsın Haziran’da feraha çıkarsın. Unutma, 28 Mayıs’ta oy
vermek üzere hareketlendiğinde işçiler fabrikalarda kafa kafaya vermiş olacak çoktan. İş makineleri
ağaçları sökmek üzere parka girmiş, polis direnenleri büyük bir şiddetle dağıtmış, çadırlarını
tutuşturmuş olacak. Yürürken, yanan direniş çadırlarının kokusu gelecek burnuna. Kırmızılı kadının
yüzünde patlayan gazın acısını hissedeceksin gözlerinde. Bir panzer aniden çıkıp, sokak arasından
su sıkacak üzerine. Derin, saf, dizginlenemez bir öfkeyle sarsılacaksın yeniden. Bu adaletsizliğe son
vermek, bu zulme direnmek isteyeceksin. Sokağa fırlatacaksın çaresizliğini. Ve sokakta başka
çaresizlikler bulacaksın. Böyle umulmadık bir zamanda isyan edebilmenin şaşkınlığı okunacak
suratında. Yürüyeceksin, tanımadığın insanları seveceksin, bilmediğin insanlarla kol kola
gireceksin, düşeni kaldıracaksan; suyunu, ekmeğini paylaşacaksın, yurttaş olacaksın, yoldaş
olacaksın, halk olacaksın...

Ve gün geceye döndüğünde bir uğultu yükselmişse vatanın her yerinden, unutma, direnişin
uğultusudur duyduğun. Sessizse vatan, sokak çoktan teslim alınmış demektir. 1970’ten ve 2013’ten
2023’e kalan tek derstir bu; Seçimler oy sayarak değil, sokak arşınlayarak kazanılır.

Unutma, kavgada kazanma garantisi yoktur. İşçiler yenilmiştir, yenilir. Ayaklanan halkların nadiren
sonuç aldığı görülür. Ve ayaklananlar, her defasında, direnişi sürdürmek yerine, tarih bir daha
göreve çağırana kadar evlerine çekilir. Ortalık yeniden sessizleşir. Ama unutma, Haziran Direnişi
boşuna denilmemiştir. Mayıs’ta sıkılırsın, Haziran’da feraha çıkarsın.

Mayıs rüzgâr gibi gelip geçti bir kez daha ama Haziran yolda. Umut, umut, umut… Umut insanda!

——————————————————————————
Kurtuluş düşü
03.06.2023
ORHAN GÖKDEMIR

3 Haziran 63, demek altmışıncı yılındayız şairsizliğimizin. Dile kolay, o yıl doğanlar altmışıncı
yaşını doldurdu bu yıl ki daha fenası ben de aralarındayım. Seneye şairin öldüğü yaşta olacağız
demek ki.
İnsanlar ölümlüdür evet ama aralarından bazıları ölümsüz ürünler bırakır arkasında. Büyük insanlık
ailesinin kutsanmış çocuklarıdır onlar. Aldığından daha fazlasını verdiklerindendir bu, çağının
ruhunu taşıdıklarındandır.

1902’de doğdu Nazım. Hürriyetle altısında, Sosyalizmle on beşinde, Cumhuriyetle yirmi birinde
kesişti yolu. Demek ki çağının ruhu kesif bir devrimden ibarettir. Haliyle Nazım da devrimden
ibarettir bir bakıma. Diyor ki o da;

Ben, bir insan,


ben, Türk şairi Komünist Nazım Hikmet ben,
tepeden tırnağa iman,
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret ben ...

Nazım Hikmet devrimin çocuğudur ama elbette birbirine benzer ve birbirinden farklı iki ayrı
devrimdir sözünü ettiğimiz. Biri burjuva karakterlidir, diğeri işçi kokuludur; biri her mahallede bir
zengin yaratmak istemektedir, diğeri yârin yanağından gayrı her şeyi eşitçe, kardeşçe paylaşmak
derdindedir. Tarihin cilvesi bu iki devrimi aynı cephede yan yana getirmiştir üstelik. İkisi de
emperyalizme karşı mazlum milletler safında savaşmaktadır çünkü. Kuzeydekiler koşar
Anadolu’ya, destekler bu burjuva karakterli devrimi. Ama o karakter, Anadolu’nun ilk
sosyalistlerini boğmak için harekete geçecektir az sonra.

Diyor ki şair;

Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu!


deme, bilirim!
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
o, bu dilden anlamaz pek.
O, ‘hey gidi kambur felek,
hey gidi kahpe devran hey’, der.

Böyledir, iki devrimini arasında duran şair görmektedir, yenenler yenilenlerin ak libaslarında siler
kılıçların kanını. Tarih, sınıf savaşlarının tarihidir çünkü, haliyle kafanızla yüreğinizin arasında bir
yerdedir bu tarihin gerçeği. Bilime de şiire de mecburuz o yüzden. Bilimle bakacağız ve şiiri eksik
etmeyeceğiz yanımızdan. Demek ki devrimsiz şiir olmaz, demek ki şiirsiz devrim imkansızdır.
Nazım özetle budur.

Ne hoş, bilimde devrim yapmaya kalkışanların yolu da şiire düşüyor mecburen. Fizikçi Niels Bohr,
atom altı fiziği hakkında şöyle diyor: “Konu atomlar olduğunda, dil ancak şiirde olduğu gibi
kullanılabilir.” Bilimin imgelere yasalanarak ilerlediği yerdir burası. Kelimeler yeni gerçeği ifade
etmekte yetersiz kalır çünkü. Bu durumda şiire başvurmak gerekir. Esası kelimeleri devrime
uymaya zorlamaktan ibarettir. Nazım’ın şiiri de özetle budur.

***

Nazım, 1921 yılında, demek henüz 19 yaşındayken, milli mücadeleye katılmak için Anadolu'ya
geçti. Yolda durdular, cepheye gönderilmek için yol aradılar, izin istediler. Ama Bolu'da
öğretmenlik düştü paylarına. Burjuva devrimi için yol kapanmıştı.
Aynı yılın eylül ayında Batum üzerinden Moskova'ya geçtiler, Doğu Emekçileri Komünist
Üniversitesi'ne öğrenci yazıldılar çaresiz. Bu bir devrimden ötekine geçiş anlamındadır aynı
zamanda, bir tür zamanda yolculuktur. Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra döndü şair, Aydınlık
dergisinde yazmaya başladı. Şiir ve yazıları artık öteki devrime meylediyordu, 15 yıl hapis istediler
hakkında. O da yeniden tuttu Moskova’nın yolunu. Üç yıl sonra, 1928'de, af çıkardılar. Döndü,
tutuklayıp attılar içeri. Sonra yeni davalar, yeni mahpusluklar. Ama aklına bile gelmedi devrime
küsmek, liderine sırtını dönmek. Mektup yazdı kendisini çaresiz hissettiği bir günde, şöyle diyordu:

“Türk inkılabına ve senin ruhuna and içerim ki suçsuzum. Askeri isyana teşvik etmedim. Deli,
serseri, mürteci, satılmış, inkılap ve yurt haini değilim ki bunu da bir an olsun düşünebileyim…
Başvurabileceğim en inkılapçı baş sensin. Kemalizm’den ve senden adalet istiyorum…” Doğaldır
bu da, Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı için en güzel dizeleri o kaleme almıştır. Devrime ihanet
eden şair değildir, şaire ihanet eden devrimdir. Çünkü devrim kuzeydekini artık düşman
bellemektedir. Şair burjuva düşmanlığının ne ilk ne de son kurbanı olacaktır haliyle…

Trabzon’dan bir motor açılıyor


Sa-hil-de-ka-la-ba-lık!
Motoru taşlıyorlar
Son perdeye başlıyorlar!
Burjuva Kemal'in omuzuna binmiş
Kemal kumandanın kordonuna
Kumandan Kahyanın cebine inmiş…

Böyle açıldı tarihimiz. Ateş ve ihanet var, kan var, verilmiş can var her yanında. Ama biliyoruz,
tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu! Devrim çocuklarını yer zaman zaman ve
Nazım da sonuçta bir devrimin çocuğudur.

***

Hatırlıyorum.
On sekiz yaşımdayım.
Anadolu’dayım.
Anadolu savaşmakta.
Yol boyunca gidiyoruz.
Sıcak. Gölge yok.
Diyor ki yol arkadaşım köylü Mehmed:
“Yakında acılarımız dinecek,
Bolşevikler yardım ediyor bize, Lenin ve Stalin.
Dökeceğiz gavuru denize.

Esası budur olup bitenin. Köylü Mehmed karar verir tarihin hızlı mı yoksa yavaş mı ilerleyeceğine.
Bir devrimden ötekine bir kapı açılır böylece. Eşitliğe yol vermese bile o kapı, ışıklı kelimeler sızar
arasından, halkların yüzüne vurur esintisi. Şiir diyoruz.

Ve o şiire esinini veren devrim, ne yazık, teoride durduğu gibi durmaz her zaman. Yozlaşır,
hedeflerinden vazgeçer, duraklar, hatta çöker. Tutkuyla bağlanmak gerekir yine de, şiirde olduğu
gibi eğilmek gerekir üzerine. Bu sadece iyi yaşamakla ilgili değildir çünkü, insan olma, insan kalma
maceramızla ilgilidir.
Bir inanca, bir düşe, bir umuda ihtiyacımız var o halde. “Komünizm sonsuz hayattır, sonsuz
gençliktir, sonsuz bahardır” diyor şair. Esası “kurtuluş düşü”dür.

***

Nazım 1962’de, demek ki ölümünden bir yıl önce, o düşü şöyle not düşüyor defterine:

Yaşım altmış
on dokuzumdan beri bir düş görürüm
yağmur çamur yaz kış
uykuda uyanık
takılmış düşümün peşine yürürüm…

Mapusanelerde ışığıydı hürriyetimin


ekmeğimin katığıydı sürgünde
her biten akşamdaydı, her başlayan günde:
ulu kurtuluş düşü memleketimin.

3 Haziran 63, demek altmışıncı yılındayız şairsizliğimizin. Dile kolay, o yıl doğanlar altmışıncı
yaşını doldurdu bu yıl ki daha fenası ben de aralarındayım. Seneye şairin öldüğü yaşta olacağız
demek ki. Bir düşümüz var ama, ilk günkü gibi genç, ilk günkü gibi taze. Ulu kurtuluş düşüdür bu,
memleketimizin. O düş ki hapislerde ışığıdır hürriyetimizin, ekmeğimizin katığıdır sürgünde, her
biten akşamdadır, her biten günde… Mecburuz, yok edeceğiz insanın insana kulluğunu!

——————————————————————————
Önce sütler bozuldu
10.06.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Yıl 1993. Haftalık haber dergisi “Gerçek”in haber müdürüyüm. Malum, 1993, ülkenin karşı devrim
yılı. Devlet gövdesinin büyük bölümüyle yasadışına çıkmış. O karalıkta “iyi saatlerde olsunlar”
isyancı Kürtleri ve laik cumhuriyette direten aydınları yok etme planını uygulamaya koymuş.
Bizimkisi gazetecilikten çok kelle koltukta gezinmek gibi bir şey haliyle. Tabii, bu ağır şartlar
“merkez medya”nın ilgilendiği şeylerden değil. Onların keyfi yerinde. Yel değirmenleri buluyorlar
kendilerine, halkı değirmenlerin canavar olduğuna inandırıp saldırıyorlar. Ortalık kahramandan
geçilmiyor o karanlıkta. Biz ise sadece yüksek maaşlı soytarılar görüyoruz baktığımız her yerde.

Öyle sıradan günlerden birinde çaldı merkez medyada çalışan bir gazeteci kapımızı. Çantasında o
zamanın teknolojisi tuğla büyüklüğünde kasetler var. Endişeli, paniklemiş biraz. Oturtup, çay ikram
ediyoruz, anlatıyor. Uğur Dündar’ın programında çalışıyormuş. Bir haber dosyası için
görevlendirmişler, “Mis Süt” adlı şirketi izlemiş günlerce, kayda almış, muhatapları ile söyleşiler
yapmış. Konu adı geçen şirketin piyasadan topladığı tarihi geçmiş ve bozulmuş sütleri puding yapıp
tekrar piyasaya sürmesi. Ancak haber tamamlanıp yayınlanacağı ilan edilmesine rağmen son anda
vazgeçilmiş. Emeklerinin heba olduğunu ve program yapımcılarının adı geçen şirketten haberi
yayınlamamak karşılığında rüşvet aldığını düşünüyor kapımızı çalan gazeteci. Biz yayınlarız
yayınlamasına ama gazeteci bu haber yayınlandığında güvenliğinin tehlikeye gireceğini düşünüyor.
Yurtdışına çıkaracak gücümüz yok, bir iki hafta saklanmasını sağlıyoruz. Haber bizim dergide
“Uğur Dündar'ın Gücü Mis Süt'e Yetmedi” başlığıyla yayınlanıyor. Sonuç? Koca bir hiç. Dönüp
bakan bile olmuyor habere. Bugün olduğu gibi o gün de merkez medya düzenin ormanında on
kaplan gücünde.

***

Madem adı geçti, bu süt işine de bir parantez açalım. Mutfağımızdaki işgalci emperyalist Nestle
ülke pazarına 1909'da Abdulhamit döneminde girdi, çocuk maması, süt ve çikolata ithal eden bir
şube açtı. 1927'de Feriköy'deki bir bira fabrikasını devralıp çikolata fabrikasına dönüştürdü. O
fabrikayı 1990'da Bursa'ya taşıdı, burada Nesquik, Maggi çorba, Bulyon, Noodles makarna ve
Nestle çikolatalarını üretmeye başladı. Süt ve süt ürünlerindeki devlet tekeli olan SEK’in, uzunu Süt
Endüstrisi Kurumu’dur, dağıtılmasının arkasındaki asıl güçtür Nestle.

Hikayesi şöyle; 1995’te SEK’e ait 32 işletme parçalanarak özelleştirildi. SEK’in isim hakkı ve
İstanbul İşletmesi de bir paket olarak o zamanın parasıyla 1.8 trilyona Koç Gurubu’na satıldı. Oysa
bu işletmenin sadece arazisi için 18 trilyon lira teklif edilmişti. Kurumun dört işletmesini Tekfen
Grubu’na bağlı Mis Süt 2 trilyona aldı. Özelleştirmeden aldığı payla piyasa payını arttıran Mis Süt
Nestle’ye devredildi. SEK’in geride kalan bazı işletmelerini Tikveşli aldı. Tikveşli de kısa süre
sonra Sabancı’ya satıldı. Satın alınan işletmelerin tamamı işçilerini “çalıştırma taahhüdüne” rağmen
kısa süre sonra kapatıldı. Zaten satın alanların amacı bu fabrikaları değil, fabrika arazileriydi. Ama
asıl önemlisi ülkenin en büyük süt üreticisi olan SEK’i yok ederek tekel oluşturmaktı. Ülkenin “sütü
bozuklara” esir düşmesinin tarihine kısa giriştir.

***

Hikâyenin öncesi var. 12 Eylül 1980 darbesini takip eden yıllar. Cunta başı Kenan Evren elde Kuran
il il dolaşıp halka nutuk atıyor. Din tamam ama halkı inandırmak için biraz da ahlak lazım.
Gözlerini Hatay’ın Soğukoluk mahallesine çeviriyor generaller. Soğukoluk o tarihte kadın ticareti
yapıldığı iddia edilen pek çok otele ev sahipliği yapıyor. Cunta bu ünlü “fuhuş üssü”ne bir huruç
hareketi düzenliyor tez zamanda. Jandarma mahalleyi basıyor, etrafta kuş uçurtmuyor. Otellerin
bodrum katlarında kilitli kadınlar bir bir kurtarılıyor seyretmek için toplananların alkışları arasında.
Uğur Dündar o dönemde TRT'de. Jandarma ile birlikte fuhuş operasyonuna çıkıyor, baskın yapıyor,
mikrofonunu ve kamerasını polis copu gibi kullanıyor. Yeni bir gazetecilik türü bu. Seyirci şaşırıyor,
gazetecimiz de çok ünleniyor haliyle.

Sonra “sahi, ne oldu o kadınlara” diye sorarsınız diye not edelim; Soğukoluk’tan ite kaka çıkarılan
kadınlar el altından Lübnan, Mısır, Tunus gibi Arap ülkelerine pazarlandı. Soğukoluk mahallesi
kurtuldu, orada köle gibi çalıştırılan kadınlar köleliğe devam etti. Zaten maksat kadıları kurtarmak
değildi. Nasıl olabilir başka türlü? Fuhuş kadınların alınıp satılabildiği bir düzeni varsayar. Sözde
kadınları kurtarma harekâtı düzenleyen cunta bizzat o düzeni korumaya gelmişti.

E memlekette her gün basacak Soğukoluk bulmak mümkün değildi tabii. O da mikrofon elde-
kamera yedekte küçük esnaf denetimine çıktı. Her hafta zabıtalar eşliğinde başka bir lokantayı veya
fırını basıyordu. O dükkâna girer girmez, hayatını sessiz sakin sürdüren hamamböcekleri çil
yavrusu gibi etrafa dağılıyordu. Böceklerin kaçışını büyük metanetle izleyen Dündar mikrofonu
zabıta kuşatması nedeniyle kaçamayan esnafın veya varsa emekçi garibanların burnuna dayıyordu.
Soruları polis sorgusundan halliceydi. O sırada 12 Eylül işkencehanelerinde akla hayale gelmez
işkenceler kesintisiz devam ediyordu. Biz parya gazeteciler dehşetle izliyorduk olup biteni.
Aramızda “küçük esnaf canavarı” diye kodlamıştık adını. Her hafta bir esnafı sorgusuz sualsiz
yutuveriyordu canavar.

Bir gün hızını alamayıp aynısını ABD’de yapmaya kalkıştı. Kaçak patron Halil Bezmen’in kapısını
çaldı, açılmayınca zorladı. İtiş kakışta yaralananlar oldu. Derhal gözaltına aldılar bizim elemanı.
Kefaletle serbest bıraktılar sonra. Yargı süreci başlamadan araya Ahmet Ertegün girdi, olay tatlıya
bağlandı. Son yurtdışı gazetecilik serüvenidir.

***

12 Eylül cuntasının ektikleri filizlenip karşı devrim ete kemiğe bürününce endişeli halkımızı
arasında Kenan Evren usulü “Atatürkçülük” moda oldu yeniden. Bunun alıcıları çoktu, vatan-
millet-hamaset yetiyordu o alıcıları “kafalamak” için. Uğur Dündar biçilmiş kaftandı bu role. Sonra
“Jak Şırrak” yaratıcılığı ile Yılmaz Özdil de katıldı aralarına. Laik halkımıza gereken afyon
bulunmuştu.

Geçen yıl araları fena halde bozuldu. Çünkü Yılmaz Özdil ABD’de kara para aklama davasında
yargılanan Sezgin Baran Korkmaz’ın, Türkiye’de bazı gazetecilere TV kurdurduğunu iddia etmişti.
Korkmaz bu girişimini adamı Ekim Alptekin aracılığı yürütmüştü. Alptekin de TV’nin kuruluşu için
Altan Ertürk’ü görevlendirmişti. Uğur Dündar bu karanlık girişimin ürünü olduğu iddia edilen “Artı
1” adlı TV kanalının kurucuları arasındaydı. Bunun üzerine Dündar, Özdil’e çok sert tepki gösterdi,
“Sen benim ne kadar namuslu olduğumu bilen bu ülkedeki iki üç insandan birisin. Sana 'kardeşim'
dedim. Sen nasıl olur da ‘değerli ağabeyim’ dediğin, yere göğe sığdıramadığın bir insana ima yollu
dahi olsa çamur atmaya yeltenirsin” dedi. Gerçek patronun kim olduğunu bilmiyorlardı dediğine
göre. Haziran Direnişi günlerinde Yayın Yönetmeni Tuncay Mollaveisoğlu'nun odasına eli cebinde
biri girmiş, ben buranın patronuyum demiş, patronun kimliği öyle öğrenilmişti. Sonra bu gizli
patron, Ekim Alptekin, kanalın kapatılmasını isteyip, herkesin acısına son verdi. Kahramanımız ise
atının üzerinde yeni maceraları için batıya doğru ilerledi…

***

Son macerası “Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'e yardım etmeliyiz” sözü üzerine patlak
verdi. Artık cumhuriyet yıkılmış, devlet bir parti devletine dönüşmüştü. Zamanımızın
kahramanlarına manevra alanı kalmadığı anlamına geliyordu bu. “Öylesine derin bir kutuplaşma ve
ayrışma yaşıyoruz ki karşı taraftan biri, ülke yararına bir şey yapsa bile ona mutlaka ‘kara’ dememiz
gerekiyor. ‘Ak’ diyen linç yiyor. Oysa hepimiz aynı gemideyiz. Akıbetimiz ortak. Asıl beka sorunu
işte bu!..” dedi ve yepyeni bir maceraya ilk adımını atmış oldu. Bu durumda “siyasi görüşlerimizi
bir yana bırakıp sorunu çözmeye odaklanmaktan” başka çıkar yol yoktu. Sıkışmışlığın işaretidir.

Son zamanlarda çoğaldı bu saf değiştirmeler. Çünkü eski rejime ve eski düzene geri dönme umudu
tükeniyor. Eski gazeteciye onu şefkatli koluyla saracak bir devlet, eski askere koruyucu kollayıcı bir
ordu gerekiyor. Güçlüden yana olmak, iktidarın yanında saf tutmak bu türün eski alışkanlığı. Karşı
durmanın, direnmenin maliyeti büyük çünkü. Artık zamanın ruhu böyle. Zamanımızın
kahramanlarını bu ruhtan bağımsız düşünemeyiz.

“Boş teneke çok ses çıkarır” diye şahane bir sözümüz var. Son zamanlarda ortalık boş teneke
sesinden toz duman. “İdeolojilerden uzak durun” diyen profesörü, “siyasi görüşlerimizi bir yana
bırakıp iktidara destek olalım” diyen gazeteci takip ediyor. “CHP’ye oy veren darbecidir,
yakalayın” diye polise yol gösteren yobazı, kuran okumayan çocukları şeytana benzeten Diyanetçi
tamamlıyor. Ülke derin bir krize sürüklendi, halk kabak gibi ortadan ikiye bölündü o sırada. Herkes
gardını buna göre alıyor haliyle. En iyi gemi hâlâ yüzen gemi. İçi boş olduktan sonra ha eski reis ha
yeni reis, ne fark eder!

Ama tabii sinirleri sağlam tutmak her zaman mümkün değil, biz de sürükleniyoruz ara sıra teneke
sesinin geldiği yöne doğru. Çaresiz, “bakmayın koca koca unvanlar taşıdıklarına, teneke bunlar”
demek zorunda kalıyoruz. Bu yazı da onlardan biri. Ama itiraf edeyim, geride tuhaf bir damak tadı
bırakıyor bu tür yazılar, gereksiz yere üzerine çamur sıçramış, ahmaklık bulaşmış gibi hissettiriyor.
Ama işte bizim de “vazifemiz” bu.

İktidara kaçmak basit bir öz savunma biçimi, kaçarlar, kaçmayanlara düşman olurlar, biliyoruz.
Sütler bozulmasın diye elde balta, bekliyoruz.

——————————————————————————
Ümmet, kul, acemi, mevali, şuubi
17.06.2023
ORHAN GÖKDEMIR

“Acem”, Arapların kendileri dışındaki yabancılar için kullandığı bir sözcük. “Acemi” oradan türedi,
“iş bilmez” anlamında halen kullanıyoruz. Arapçada “gayrı-arap” kavim ve tayfalardan birine
mensup olan, Arap soyundan olmayan, Arapçayı iyi konuşamayan, dil bilmeyen anlamlarına
geliyor. Haliyle dar anlamında İranlı veya Fars demek. “Yabancı”, “tecrübesiz” olarak
özetleyebiliriz, “barbar”ın Arap karşılığıdır. İslamiyet’teki kesintisiz ayrımcılığın bir bakiyesidir.

“Mevali”de bu kavganın izleri daha bir belirgindir. Mevali, Mevla’nın çoğuludur, kök hali “azat
edilen köle” anlamındadır. İlk İslami fetihlerin ardından kendi istekleriyle müslüman olan,
çoğunluğunu İranlılar, Türkler, Berberiler ve Kıptilerin oluşturduğu Arap olmayan müslümanları
ifade etmek üzere kullanılmaya başlanmış sonra. Anlaşılacağı gibi mevali iki gruba ayrılıyordu.
Birinci grubu, köleleştirilen savaş esirlerinden daha sonra efendileri tarafından serbest bırakılan
azatlılar, ikinci grubu ise fethedilen ülkelerin halkından, esir veya köle olmadıkları halde, bir Arap
ya da Arap kabilesi vasıtasıyla İslâm’ı kabul ederek onların himayesine giren mevaliyi tarif
ediyordu. Bunlar özgür olmakla birlikte miras hakkı dahil pek çok sınırlamaya tabiydi.

Emeviler devrinde köle kökenli olmayan mevalilerin sayıları giderek çoğalınca Arap kabilelerinin
himayesine ihtiyaç duymamaya başladılar. Irak’a ve özellikle Küfe’ye yerleştiler, giderek buralarda
çoğunluk oldular. Kayıtlara göre Muaviye zamanında sadece Küfe’de 20 bin mevali yaşıyordu.
Fethedilen bölgeler genişledikçe yeni inanç Berberiler ve Türkler arasında da hızla yayılmaya
başladı. Bir kısmı “tebliğ”e uyuyordu, tabii iknayı kolaylaştırmak üzere bir miktar kılıç zoru da her
zaman boyunlarına yakın tutuluyordu.

Her din başlangıçta eşitlikçidir, çünkü ilk müritleri genellikle yoksullardandır. Zamanla sınıflar
belirginleşir, dayandığı düzen oturur, eşitlik talebinin yerine sadaka türü hayırseverlik girişimleri
alır. Araplar da kurdukları şeriat oturdukça, kendilerini diğer müslüman milletlerden üstün saymaya
başladı. Azatlı mevaliyi kölelikten gelmeleri sebebiyle zaten kendilerine denk saymıyorlardı,
zamanla acemi müslümanları da azatlı mevali statüsünde kabul etmeye başladılar. Ülkelerini
fethettikleri halde onları köleleştirmeyip serbest bırakmak ve doğru yola girmelerine vesile olmakla
büyük lütufta bulunduklarını düşünüyorlar, kendilerini efendi, onları köle olarak görüyorlardı.
Arapların yolda mevali ile aynı hizada yürümediklerini, alaylarda önlerine geçmelerine izin
vermediklerini, onlarla aynı sofraya oturmadıklarını, camilerini ayırdıklarını, kızlarını mevalinin
erkeklerine vermekten kaçındıkları ve arkalarında namaza durmaktan çekindiklerini biliyoruz. Sert
bir sınıfsal ayrımın işaretleridir.

Bu erken Arap ayrımcılığı, bir süre sonra özellikle devletlerini yıktıkları İran asıllı mevalinin
isyanıyla sonuçlandı. Şii kırılmasının esası budur, kökeninde ayrımcılık ve tabii sınıf savaşı var.

***

Din tarihi yazmıyoruz, bölgemizdeki sınıf savaşının tarihteki izlerini takip ediyoruz. Kaynaklara
bakıyoruz; orada iktidardaki Emevi yöneticilerinin çoğunun müslümanların eşitliği ilkesini bir yana
bırakarak mevali ile Araplar arasında ayırım yaptığı, mevaliye dinde yeri olmayan bazı vergiler
yüklediği ve fetihlere katıldıkları halde bazı bölgelerde onları askeri maaş divanına kaydetmediği
not ediliyor. Demek, müminler arasındaki ayrım çok acımasızdır. Hatta dininden dönüp müslüman
olma hareketleri, ihtida, hızlanınca cizye ve haraç gelirinin azaldığını gören Emevi Valisi Haccac,
İslam’a girenlerden kaldırılması gereken cizye vergisini mevaliden almaya devam etmiş. Haccac
tarımı güçlendirmek için mevalinin şehirlere göçünü yasaklamış, önceden şehirlere gelmiş olanları
da zor kullanarak köylerine geri göndermiş. Zalimdir. Mevali, o nedenle “Haccac-ı Zalim” olarak
kaydetmiştir adını tarihe. Emevi valilerinin adaletsiz uygulamaları Kuzey Afrika’da da Berberi
isyanları ile karşılandı, II. Yezid’in valilerinden biri isyancılar tarafından öldürüldü. Bu isyanın
etkisiyle eşitlikçi Haricilik bölgede hızla yaygınlaştı.

Hal bu olunca, mevali İslamiyet’in ilk döneminden bu yana pek çok isyanın başını çekti, yönetimi
ele geçirmek isteyen grupları destekledi. Abbasilerin desteğinde Emeviler’in yıkılışında önemli
roller üstlendi. Bazı tarihçilere göre, Abbasi iktidarı, Acem mevalinin Araplara karşı ilk zaferiydi.

***

Zulüm varsa direniş olur, ayrımcılık varsa eşitlik fikri filizlenir. Arap ayrımcılığı eninde sonunda
kendi karşıtını, Arap düşmanlığını doğurur. Mevali başlangıçta Arap ayrımcılığına karşı
“müslümanların eşit olduğunu” fikriyle direnmeye çalıştı. Olmayınca, bu çaba Arap olmayanların
Araplara üstünlüğünü iddia eden “Şuubiyye” hareketine dönüştü. Acemi mevali arasında görülen bu
Arap karşıtlığı, Abbasiler devrinde güçlendi, giderek keskin bir Arap düşmanlığına dönüştü.

“Topluluk, cemaat, millet” anlamına gelen “şa‘b”ın çoğulu “şuub”dan türeyen “şuubiyye”, İslam’ı
zorla veya gönüllüce kabul eden Fars, Türk ve Berberi gibi milletlerin Araplardan üstün olduğunu
savunan milliyetçilik akımının adı. Bu düşünceyi benimseyenlere “şuubi” deniyor. İslam tarihindeki
bir alt sınıf hareketidir.

Bir tepki hareketi şeklinde ortaya çıkan Şuubiyye başlangıçta Araplar dışındaki milletlerin Araplarla
eşitliği fikrini savunuyor, bu nedenle görüşlerini desteklemek için, bugünkü “anti-kapitalist
müslümanlar” gibi, Allah katında üstünlüğün ancak takvada olduğunu bildiren ayete ve hadislere
atıfta bulunuyorlardı. Ama sınıflar ortada durduğundan gerçek ile niyet hiç örtüşmüyordu. Haliyle
onlar da adalet ve eşitlik demekten vaz geçip Arap olmayan müslümanların Araplardan daha üstün
olduğunu ileri sürdüler. Bu hareket giderek “Arapları dünya kavimlerinin en adisi sayan bir fırka”ya
dönüştü. Ayrımcılık ayrımcılığı doğurmuştu. Tabii İslamiyet de bu saflaşmadan payını aldı,
“Arap’ın dini Arap’ın olsun” diyenler çoğaldı.

İslam coğrafyası Şuubiye hareketinin isyanıyla çalkalanıyordu, Irak, Horasan ve Endülüs onların
kontrolüne geçmişti. Acemi şairler, Rum-Türk-Süryani, Nebati, Kıpti, Berberi, İspanyol, Slav
kökenli edip ve alimler Arapları aşağılamak için kol kola girmişti. Farslar ve Rumlar gibi milletlerin
köklü medeniyetlere sahip oldukları zamanlarda Araplar aç ve sefil durumdaydı, derin bir vahşet
içinde yaşayan kabilelerden ibaretti. Onların övünecek tek şeyleri şiirdi. Felsefe, astronomi, ipek
işçiliği gibi bilim ve sanatlar, çeşitli oyunlar ve birçok icat insanlığa Arap olmayanlar tarafından
kazandırılmıştı. Bunlar da İslam’da bir alt sınıf kültürünün ilk halleridir.

***

“İslam medeniyeti”nde, kullar-köleler dışındaki sınıfların hali böyledir. Kulları da hesaba katınca
geniş bir “proletarya” çıkar ortaya. Bütün tarihin olduğu gibi “islam tarihi”nin de gerçek anahtarıdır
bu.

Ümmetçilik ise bu anahtarı görmezden gelip İslam topluluğunun birleşmesinin sadece İslam
hukukunu uygulayan bir İslam hilafetinin geri getirilmesiyle mümkün olacağına olan inançtır.
Müslümanları “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” varsayar. Tabii, kitapta ümmet vardır ancak
ümmetçilik yoktur. Ümmetçilik adının çağrıştırdığının tersine modern bir siyasal harekettir. Onun
varsayımının tersine İslam ümmeti tarihinde hiçbir zaman tek bir parçadan ibaret olmamıştır. Ortaya
çıkan sınıfsal-ekonomik-siyasi ihtilaflar, sadece ümmet birliğinin siyasal coğrafyasını parçalamakla
kalmamış, ümmeti de bir daha birleşmemek üzere bölmüştür. Mezhep ya da siyasal görüş ayrılığına
dayalı ihtilaflar, çatışmalar, savaşlar, ayaklanmalar bugün de dünden farklı değildir. İslam’da
doğuşundan bu yana ayrımcılık, eşitsizlik ve sömürü hep var. Zaten, kulluğa dayanan bir ideolojinin
insanın insana kulluğunu ortadan kaldıracağını düşünemeyiz.

Bizde de örneği var; İslamcılar gelip cumhuriyetin çözemediği Kürt sorununu ümmetçilikle
çözeceklerdi. Sonuçta hepimiz din kardeşi değil miydik? Halihazırda bir de tarikat kardeşliği vardı,
Türkü-Kürdü, Nakşibendi müridiydi hepsi. Bugünkü boğucu havanın bir parçası bu iddianın
çökmesinin yol açtığı hayal kırıklığıdır.

Az zamanda çöktü ümmetçilik. İslam coğrafyası doğuşundan bu yana derin boğazlaşmaların kanlı
izlerini taşıyor. İnanç birleştirmiyor, tam tersine bölerek ilerliyor çünkü. Sınıf kardeşliğinden başka
bizi birleştirecek ortak hiçbir noktamız yok artık. O netlikte söylüyoruz marşımızı; Anamız amele
sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim!

——————————————————————————
Dolar tanrısının izinde
24.06.2023
ORHAN GÖKDEMIR

“In God We Trust”, 1 ABD Dolarının alamet-i farikasıdır bu, “Tanrıya güveniriz” demektir.
Amerikan düzeni tanrıya güvenir, ibare bu güvenin işaretidir. Bu inanç beyanı önce madeni
paraların üzerine, 1864’de, yazıldı. 1 Dolarlık banknotların üzerine yazılması ise yeni, 1955’te.
İkinci Dünya Savaşından güçlenerek çıkan Sosyalist dünyaya savaş açtıklarında geldi akıllarına.
Tanrıları, o savaşın etkili silahlarından biri olacaktı. 1 Dolarlık banknotlarda başka işaretler ve
ibareler de var. En dikkat çekeni içine bir göz yerleştirilmiş piramit. Piramidin altında Latince
“Novus Ordo Seclerum”, yeni dünya düzeni, ibaresi seçiliyor. Bütün bu tuhaf işaretler yan yana
gelince 1 Dolar öteki dünyaya doğru hareketleniyor. Illuminati, Aydınlanmışlar, Masonlar,
Yahudilik ve tabii “tek bir dünya devleti” arasında gidip geliyor yorumlar. Kapitalist emperyalizme
atfedilen “parasal enternasyonalizm”in diğer görüntüleri bunlar. Sermayenin enternasyonalizmi ne
kadar olursa artık!

Gerçekten de Masonlukla ilişkilidir işaretler. Fransız ve Amerikan devrimlerine Mason eli değmiştir
çünkü. Devrimlerin rüzgârı dinip, Masonluk bir burjuva ideolojisi olarak devrimci doğrultusunu
yitirince ortada sadece içi boşaltılmış sembolleri kalmıştır. “Novus Ordo Seclerum” özgürlüğün
hüküm sündüğü yeni bir çağı müjdelese de bildiğiniz tekelci kapitalizmdir artık. Karanlığı sever,
çürümenin ortasında boy verir bu düzen. Parası da tanrısı da ışığı sönmüş aydınlanmanın
kalıntılarıdır.

Işığı sönüktür ama tanrısı kuvvetlidir. Hüküm sürdüğü dünyanın mutlaka bir tanrıya ihtiyacı vardır
çünkü. O nedenle Amerikan Dolarının üzerine sıkıca tutturulmuştur. Doların iktidarı tanrısız
olamaz.

Tescillidir bu. ABD Anayasa Mahkemesi bir Ateistin Amerikan Dolarındaki “Tanrıya Güveniriz”
yazısının din ve vicdan hürriyetini ihlal ettiği gerekçesiyle kaldırılması için açtığı davayı reddetti.
Minnesota eyaletinde 29 ateistin aynı gerekçeyle yaptığı başvuru dikkate bile almadı. Tanrıya
inanmak Dolara inanmanın ilk şartıdır!

***

Masonluğu 1 Dolara harcamayalım diye açalım biraz. Mason kelimesi Fransızca, “duvar ustası”
anlamına geliyor. For-Mason’un köklerinde ise İngilizce “Free Mason” var. Ortaçağ İngiltere’sinde
katedral inşaatçısı meslek birliklerinin işareti aslında. Yani kökeninde gerçekten de duvarcılık var.
Ancak katedral inşaatı işi zamanla azaldı, ameli masonların oluşturduğu localar, üye sayılarını
koruyabilmek için başka meslek gruplarından kişileri kabul etmeye başladı. Kabul edilmiş,
spekülatif-“free”, masonluk da böyle doğdu. Bu gelişmenin ardından Masonlar “ameli” ve “kabul
edilmiş” olmak üzere ikiye ayrıldı. Zaman ilerledikçe kabul edilmiş masonların sayısı ameli
masonların sayısını geçti; masonlukla duvarcı ustalığının kopmasının tarihidir.

Haliyle “kabul edilmişler”, kendilerine tarihi bir kök uydurmak zorunda kaldı. Eski tarikatların ve
şövalye topluluklarının ayinlerini benimseyerek yola koyuldular, Kudüs’teki Süleyman Tapınağının
inşasını masonluk mesleğinin doğuşu için bir milat ilan ettiler. Bu tapınağın mimarı olduğu var
sayılan Hiram Usta masonluğun “kabul edilmiş” piriydi artık. Hepsi spekülatiftir!

1717’de, Londra’da, dört büyük mason locasının birleşmesiyle Londra Büyük Locası kuruldu.
İngiliz kraliyet ailesinin ve Anglikan Kilisesinin desteğini alarak hızla gelişti, İngiliz
sömürgeciliğine paralel olarak dünyaya yayıldı. Fransa’ya nüfuz etmeye başladığında burada çoktan
beri devrimci rüzgarlar esiyordu. Haliyle Masonluğun üzerine Aydınlanmanın ışığı düştü. Fransız
Masonları 1789 Büyük Fransız Devriminde yerlerini aldılar. Devrim başarılı olunca Masonluğun
“hürriyet-eşitlik-kardeşlik” ilkeleri ilk defa siyasi bir anlam kazanmış oldu.
Bu gelişme Anglo-Sakson masonluğu ile Fransız Masonluğunun ayrılmasıyla sonuçlandı. Fransız
Büyük Doğu Locası, 1877’de, üyelik için tanrıya imanın gerekli olmadığını kabul ederken, İngiliz
Masonluğu kurumsal dinlerle iyi geçinmenin bir yolunu buldu. Tanrıya inanmak, onlar için,
Masonluğun gerekli şartlarındandı.

Gelelim Osmanlıya. Sultan Abdülaziz’den sonra Mithat, Ziya ve Namık Kemal tarafından tahta
geçirilen V. Murad bir Masondu. Ancak kıçı oturtulduğu tahta pek uygun değildi, haliyle birkaç ay
sonra oturtulduğu gibi kaldırıldı, yerine Abdülhamit oturtuldu. Bu tasarruf yeni saray darbelerinin
fitilini ateşlemişti. Üstat mason Cleanti Scalieri darbeye bu nedenle kalkışmıştı. Ali Suavi ve
Çırağan Vakası gibi olayların arkasında da benzer bir saik vardı. Abdülhamid’in masonlardan
nefretinin arkasında işte bu Masonik saray darbelerinden duyduğu korku vardı.

Masonlar ilkelerini “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” olarak belirlemişti. Bunlar, onlar için, bir bütünün
parçalarıydı. Masonluğun simgelerinden biri olan “eş kenar üçgen” bu ilkelerden her birini temsil
ediyordu. 1 Doların arkasındaki piramidin ve gözün anlamı budur. Masonluk Aydınlanmışlığın
burjuva halidir, Büyük Fransız Devriminde etkileri var, “eşitlik-özgürlük-kardeşlik” ilkeleri oradan
geliyor. ABD’yi kuranların çoğu masondu. 1908 Devrimine yön veren “Hürriyet-Müsavat-
Uhuvvet” ilkeleri de Masonluktan esinlenmiştir. Demek ki 1 Dolar 1 Dolardan ibaret değildir!

***

Doların asıl sırrı Mason etkisine açık olmasında değil, aradan geçen sürede bir dünya parası ve
hayat ölçüsü haline gelmesinde. Günde 1 Dolar gelir, mutlak bir yoksulluğa ve tabii açlığa işaret
ediyor, 2 Dolar karnı tok yoksulluk demek. Çarp 30 ile, demek ki yoksul sayılmak için bile ayda 60
Dolar geliriniz olacak.

Peki nerede toplanıyor bunca Dolar? Elimizde verileri var; iklim değişikliği, enflasyon, Rusya-
Ukrayna savaşı ve Kovid-19 salgını gibi eş zamanlı krizlerle sarsılan yeryüzünde yoksullaşanların
yanında ölçüsüzce zenginleşenler de var. Son iki yılda dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesimi,
geriye kalan yüzde 99’luk kesimin toplamından neredeyse iki kat fazla servet edindi. Milyarderlerin
toplam serveti 2020’den bu yana günde 2 milyar 700 milyon Dolar arttı. Buna karşılık en az 1
milyar 700 milyon işçi gelirlerinin önemli bir kısmını kaybetti. Bu daha az Dolar demek. Bu
rakamlar, dünyada yaklaşık her on kişiden birinin açlık çektiği anlamına geliyor. 2020 yılında dünya
genelinde 70 milyondan fazla insan daha derin bir yoksulluğa doğru itildi. Dünya Bakasının
verilerine göre toplam 710 milyon insan derin yoksullukla mücadele ediyor. Sadece 1 Dolar değil
sözünü ettiğimiz. Bu grup içinde günde 2 Doların altında bir gelirle geçinmek zorunda olan insanlar
da bulunuyor. Şirketler, Rusya-Ukrayna savaşını büyük fiyat artışları için bahane olarak kullandı.
Gıda ve enerji sektörleri yoksullardan çalmanın en kolay yolu.

Günlük 1 Amerikan Doları… Bu ayda 30 dolar, yılda 360 Amerikan Doları demek. 1 Dolar,
eşitliğin özgürlüğün değil yoksulluğun işareti artık. Açlık ve susuzluk dünyadaki tüm savaşlardan
daha fazla can alıyor haliyle. Dünyada her yıl 11 milyon kişi açlık veya yetersiz beslenme sebebiyle
ölüyor.

***

Peki insanca yaşamanın standardı ne? Duruma ve ait olduğun sınıfa göre değişiyor bu. Demek ki alt
sınıftansanız günde 2 Dolar, ayda 60 Dolar, yılda 720 Dolar yetiyor. Peki ya üst sınıfa dahilseniz?
Elimizde en az bir veri var. Sabancı ailesinin seçkin mensuplarından Dilek Sabancı’ya, “bir insanın
rahat yaşaması için ne kadar para gerekli?” diye sordular. “Milyar Dolarlar değil yani, milyon
Dolarlar da yetebilir” diye yanıtladı. “Peki neden milyar Dolar kazanmak için bu hırs” diye
soramadıkları için “kaç milyon Dolar”, diye eklediler. Şöyle devam etti; “Milyon Dolarlar da
yetebilir veya bazı insanlara 1-2 milyon Dolar da yetebilir. Onun dışında istediği zaman seyahat
edebilecek. 50 milyon ile 100 milyon Dolarınız olsa rahat rahat yaşarsınız ama bence de 50-100
milyon Dolara değil de daha düşük rakamlarla daha çok mutlu olabilmek daha büyük başarı. İyi bir
işiniz olsun, eviniz olsun, arabanız olsun, hastalandığınızda hastaneye gidecek paranız olsun, denize
merakınız varsa tekneniz olsun, başka insan ne ister ki?” Müthiş gerçekten. Üst sınıf mensubu için
“bazı insanlardan” sayılabilmeniz için bile 1-2 milyon Dolarınız olması gerek. Bu öyle bir para ki
5500 ailenin günde 1 Dolardan bir yıllık gelirine denk.

Milyarder için 1 Dolar nedir? Servetinin 1 milyarda biri. Yoksul için 1 Dolar nedir? Bir günü diğer
güne bağlamak için mecbur kalınan çaresizlik. Günde 1 Dolara kitlendi kaldı insanlık. O çok
övdükleri piyasanın, o bayıldıkları kapitalizmin insanlık ailesine vadettiği bu. Burjuva sınıfının
eşitlik-özgürlük-kardeşlik idealinin özetidir açlık. E haliyle çalan da aç kalan da tanrıya inanmak
zorunda. Yoksa isyan çıkar, devrim çalar kapıyı.

Üzerinde “In God We Trust” yazıyor ama Dolar sadece zenginleri seviyor. Evet yoksullar da tanrıya
inanır ama tanrı yoksullara inanmaz. Kimin seçilmiş kul olduğuna Dolar aracılığıyla karar veriyor
çünkü. Demek ki zenginleri yemeden önce tanrılarını da yeryüzünden silip atmamız gerek.

“Ekmek bulamıyorsanız zenginleri yiyin” diyor bu duvar sözü. Gerçekten de bir avuç zengini yesek
herkese yetecek ekmek. Ekmeksizler bunun yolunu bulacak bir gün. Unutmayın, aslolan tanrının
inayeti değil sınıfın ferasetidir!

——————————————————————————
Ak-Koçlar ve İmamoğlu komplosu
08.07.2023
ORHAN GÖKDEMIR

AKP Cumhurbaşkanı Erdoğan, birkaç gün önce büyük patronlar Rahmi Koç ve Ali Koç'la
Beştepe'de bir araya geldi, mutlu aile fotoğrafı verdi. Görüşme sonrası herhangi bir açıklama
yapılmadı. “Muhalif”, “cumhuriyetçi”, “laik” sermayenin elimizdeki son fotoğrafı bu.

Bu mutluluk saçan fotoğraf bir de Mısır bağlantısı saklıyor içinde. Erdoğan’ın “Müslüman
Kardeşler”ini tepelediği için düşman ilan ettiği Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah Sisi ile barışmak
zorunda kalmasının ardından, 2022’de, Koç Holding şirketi Arçelik, Mısır'da beyaz eşya üretim
tesisi inşa etmek için harekete geçti. Erdoğan açtığı kapıdan ilk onlar girmişti. Kapitalistler için
barış da savaş da birer kâr kapısıdır. Devamında Türkiye ve Mısır arasındaki ilişkiler yeniden
büyükelçilik seviyesine çıkarılınca Koç ailesi için bir Saray ziyareti şart oldu haliyle. Konu “ne
olacak bu laikliğin hali” falan değildi tabii, ailenin talepleri ve iktidarın buna vereceği cevaplardı.

Muhaliflik, laiklik, cumhuriyetçilik falan hepsi hikâye tabii. Ülkenin gericilik kuyusunun dibine
itilmesinin baş sorumlusu Koç ailesi. Dinselleşmeyi onlar istedi, uygulamasının arkasında onlar
durdu. Onların istediği dinselleşmeyi silah zoruyla yürürlüğe koyan 12 Eylül cuntası özünde bir
sermaye organizasyonuydu. Unutulmasın, Turgut Özal tarafından hazırlanan ve darbenin ekonomik
programı olan 24 Ocak kararları ancak darbe ile solun ve işçi sınıfının direncinin kırılmasının
ardından uygulanabilmişti. Böyle bakıldığında cunta başı Kenan Evren bir zavallı ademdir. Darbeyi
emperyalist başkentler ve TÜSİAD el ele vererek yaptı. Vehbi Koç’un darbenin ardından Kenan
Evren’e gönderdiği ve “emrinize amadeyim” diye biten mektup bu iş birliğinin en açık kanıtıdır.

Bu desteğin ve işlerin semeresini hep aldılar ve almaya da devam ediyorlar. Koç Holding, AKP’li
yıllarda Türkiye’nin en büyük holdingi haline geldi. Kendi deyişleriyle holdingin üzerine birkaç
holding daha eklediler. E artık serde burjuvalık var, mallara çökerek, iktidara yalakalık yaparak
semiren bir Demirören ailesi değil karşınızdaki. Öyle fırçalayarak falan kimyasını
değiştiremezsiniz. Diplomasi şartı var ve Saraydaki buluşma vesilesiyle o şartın örneklerinden biri
ile karşı karşıyayız.

***

Peki, muhalefet iddiası neye dayanıyor? Elimizde birkaç örnek var. Yıl 2001. Tayyip Erdoğan,
Necmettin Erbakan’a isyan eden “Yenilikçiler” ile birlikte parti kurma hazırlığında. O tarihte ailenin
reisi olan Rahmi Koç’a bu girişim hakkında ne düşündüğü soruluyor. ‘‘Bu iş para meselesidir’’
diyor, ‘‘Tayyip Bey'de çok para olduğunu öğrendik, 1 milyar dolar biriktirmişler, nasıl
biriktirdilerse’’ diye devam ediyor. Rahmi Koç, Erdoğan'ın kendisini yenilediğine inanmadığını
söylemeyi ihmal etmiyor. Bir tür sermaye sınıfına has geleceği görme yeteneği diyebiliriz. Eline
“uluslar ötesi mahfillerde” bilgi notu tutuşturmuşlardır, tahmin edebiliriz. Söylediklerinde, düşük
yoğunluklu bir ön alma çabası sezebiliyoruz.

Bu beyan üzerine küçük bir sürtüşme de oluyor. Erdoğan, Koç’u, iddiasını ispata davet ediyor. Nasıl
ispat edecek? Koç Holding’den yapılan açıklamada, Rahmi Koç’un bu konuda özel bir bilgiye sahip
olmadığı, medyadaki haberleri aktardığı vurgulanıyor. O tarihte herkesin bildiği sırlardandır. Sonra
sulh sağlanıyor, AKP'li yıllara giriştir.

Kavgaya gelince, ailenin kavgaya karışan üyesi aslında Mustafa Koç’tur. Mustafa Koç, iş adamı
kimliğinin yanı sıra hayatının son döneminde politik tartışmalarla da anılıyordu çünkü. Bu nedenle
holding başına geçişinin ilk yıllarında iyi ilişkiler kurduğu AKP'nin hedefi haline geldi,
Fethullahçılara yakın olmakla suçlandı. Bir de “Beykoz Konakları toplantısı” var. İddiaya göre,
Haziran Direnişinin sıcağında Mustafa Koç’un başını çektiği bir ekip Hüsamettin Özkan'ın Beykoz
Konakları'ndaki evinde bir araya geldi. Konakta Aydın Doğan, Mustafa Koç ve o tarihte Şişli
Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül gibi isimler de bulunuyordu. Yandaş medya Mustafa Koç'un
AKP’ye karşı yeni bir siyasi oluşum peşinde olduğundan işkillenmişti. Direniş sırasında Divan
Otel’in kapılarını vatandaşlara açan da o değil miydi?

Bu itiş kakış 17-25 Aralık döneminde bir kez daha yaşandı. Fethullah Gülen ile Mustafa Koç
buluşmuş, ülke meselelerini konuşmuştu. Bu görüşme de kayda alınmıştı. Gülen, Mustafa Koç'a
Divan Otel nedeniyle yapılan vergi denetimleri ile ilgili “bir şey yapamazlar” diyor, görüşmelerini
de “büyük patrona duyurmaması” tavsiyesinde bulunuyordu. Bir de “ananas krizi”ne vesile oldu
tapeler. Telefonda Fethullah Gülen’e rapor veren kişi, Mustafa Koç’la görüştüklerini ve Gülen
tarafından gönderilen tesbihi teslim ettiklerini anlatıyordu. Telefondaki ses Mustafa Koç'a
gönderilen “ananası” da rapor etmeyi ihmal etmiyordu. Yandaşlara göre ananas, ballı ihalelerden
birinin kod adıydı. Tapelerden birinde Erdoğan'ın Koç Holding'in aldığı gemi ihalesini iptal
ettirmeye çalıştığı da anlaşılıyordu. Bir kavga emaresi sayabiliriz. Ancak öyle olsa bile bu da
Cemaat-AKP kavgasının uzantılarından biridir. Sadece Koç ailesi değil Aydın Doğan da bir ara
Cemaate meyletti, sır değildir.

Mustafa Koç bu kavgadan birkaç yıl sonra kalp krizi geçirerek öldü. Öldüğü günden önceki gece
Ankara’da Erdoğan’ın konuğuydu. Sarayda gerçekleşen kabulde, Mustafa Koç ile birlikte Ali Koç
da hazır bulunmuştu. Görüşmeden sonra İstanbul'a döndü, oldukça mutlu görünüyordu.
Mutluluğunun sebebi bilinmiyor. Tayyip Erdoğan’a sordular, şöyle anlattı: “Bir gün önce Mustafa
Bey ve Ali Bey bendeydiler. Hatta şakalaştık. Kilo verme sürecini kendisiyle paylaştık. Hatta latife
yaptık. ‘Ne yaptın alkolü azalttın mı’ dedim. ‘Azalttım’ dedi. ‘Bunu hepten bırak dedim’…” Bir de
komşu ülkelerle ticari ilişkiler ve Altay Tankı projesi konuşulmuştu. Demek ki düzenin zirvesinde
kavga tali, barış esastır.

***

Zirvede, kavganın yanı sıra bir de rastlantılara yer yoktur. AKP döneminin açılması ile birlikte
Rahmi Koç’un çekilmesi ve koltuğuna Mustafa Koç’un oturması da rastlantı değildir bu durumda.
Yalçın Küçük, “Rahmi Koç hâlâ gençti, dünyaları geziyordu. Böyleyken, 2003 yılında bir hanedan
kararıyla Koç krallığını bırakıyor, yerine Mustafa Koç getiriliyor. Bu, Koç ailesinin Cumhuriyet’e
bağlılığını bitirip, dindar bir politikanın savunucusu olduğu tarihtir” diyor. Demek ki AKP
iktidarıyla birlikte aile de bu iktidara uygun iç düzenlemeler yapmıştır.

Devamı var; Rahmi Koç AKP’nin iktidara gelmesinden ve Tayyip Erdoğan’dan hiç hoşnut
olmamıştı. Erdoğan’a yönelik “milyar dolarlık zengin oldu, nasıl oldu” sözü bir ön alma çabasıydı.
Bunun bir bedeli de olacaktı. Mustafa Koç ile Ali Koç babaları Rahmi Koç’u tahtan bu söz
nedeniyle indirdiler. 2003 yılında ve bir hanedan kararıyla indirileninin yerine Mustafa Koç
getirilmiştir. Verimli bir değişikliktir, Mustafa Koç, Koç’a bir Koç daha katmış, holdingi AKP’nin
holdingine dönüşmüştür. Yalçın Hoca’dan özetledim.

Koç, 2003’e kadar dayanıklı tüketim malları üretip satıyordu. Amerika’nın en büyük otomobil
üreticisi olan Ford’un Türkiye temsilcisiydi. Arada turizm alanına el atmıştı. Buzdolabı ve otomobil
üretiyordu. Fakat en büyük sermaye gurubu haline gelişleri AKP’li yıllarda oldu. Harp sanayine bu
dönemde girdiler. Nurol Holdingi çıkardılar Koç’ları aldılar, Tayyip Erdoğan sayesindedir.
Erdoğan’ın “Altay Tankı işini onlara vermiştik, onu konuştuk” lafının sırrı buradadır. Tüpraş, Yapı
Kredi gibi bonusları saymıyoruz bile. Bu inanılmaz kârlar dönemidir. Haliyle iki kardeş, Mustafa ve
Ali, babalarını dünya turuna gönderip AKP’ye biat ettiler. Kardeşlerin, birinin göçtüğü son akşamı,
Tayyip Erdoğan’ın sarayında geçirmesi de rastlantı değildir. Mustafa Koç’tan sonra yerine geçen
Ömer Koç da AKP iktidarıyla ilişkileri iyi tutmayı başardı. Holding AKP döneminde kârlılıkta
rekorlar kırdı. Yoksullar arttıkça kârlar da arttı.

Bunun karşılığı büyük basın aracılığıyla, ki amiral gemisi Hürriyet’ti, Tayyip Erdoğan’ın ve
dinselleşmenin desteklenmesidir. Tayyip Erdoğan’ı iktidara ve cumhurbaşkanlığına taşıyan Hürriyet
gazetesi ve Aydın Doğan’dı. Aramızda kalsın, Kemal Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin başına geçirenler de
onlardı. Aydın Doğan ise hep Koç ailesinin taşeronu oldu. Demek ki AKP iktidarını Koç ailesi
olmadan düşünemeyiz. Tabii muhalefette de seçilmişler var. Mustafa Sarıgül ve Hayri İnönü Kemal
Kılıçdaroğlu’nun eline aile tarafından tutuşturulmuştur. İstanbul Belediyesi’ne karşı hep bir
duyarlılıkları vardı. Yazdık, Ekrem İmamoğlu da ailenin adamlarından biridir. Hiçbirini sermayesiz
düşünemeyiz.
***

Mayıs zaferinden sonra Tayyip Erdoğan rejimi bazı tercihlerini değiştirdi. Merkez Bankası
Başkanlığına Özal ailesinden Hafize Gaye Erkan’ı atadı. Hafize Gaye Hanımı Erdoğan’ın eline kim
tutuşturdu bilmiyoruz ama tutuşturulmuştur bunu biliyoruz. Merkez Bankası başkanı uluslar ötesi
holdinglerden transfer, bu biliniyor. Bir özelliği de ABD Dış İlişkiler Konseyi (CFR) üyesi olması.
Koç bağlantısı da var mı, hâlâ bir sorudur.

ABD’nin “gölge dışişleri” olarak nitelendirilen CFR’nin beş bini aşkın seçkin üyesi bulunuyor.
Bunların çoğu devletle doğrudan ilişkilidir, devletten üye alırlar ve devlete yönetici verirler. CFR,
ABD merkezli Ford Vakfı, Rockefeller Vakfı gibi çok sayıda vakıf tarafından fonlanıyor. ABD
dışında da uzantıları var. Örnek, Koç Grubu bünyesinde faaliyet yürüten Global İlişkiler Forumu
(GİF), CFR’nin Türkiye şubesi olarak nitelendiriliyor. GİF’te de siyasetçiler, diplomatlar, büyük
patronlar, seçkin akademisyenler, hukukçular, sanatçılar, basın mensupları ve bürokratlar yer alıyor.
Bir tür minyatür CFR’den söz ediyoruz anlayacağınız. GİF'in kuruluşunda da doğrudan ABD’nin
dahli var. CFR'nin kurucusu ve tabii para babası David Rockefeller, 1999 yılında Koç Müzesi'nde
Koç Grubu'nun davet yemeğine katıldı. Rockefeller burada Rahmi Koç'un CFR'nin Dış İlişkiler
Uluslararası Grup Üyeliği'ne alındığını açıkladı ve kendisine madalya taktı. Rahmi Koç bu tarihten
sonra yıllarca CFR'de yöneticilik yaptı. Yani Rahmi Koç, Gaye Hafize Hanım’ın bu örgütten
lideridir.

Bir not daha… CFR’in sitesinde örgüte üyelik şartı şöyle tarif ediliyor; “Üyeler ABD vatandaşları
ve daimî oturma izni olan kişilerle sınırlıdır.” Örgütle bağ kurup da ABD vatandaşı olmayanları
Bilderberg Grup’a postalıyorlar haliyle. Yani bir anlamda Merkez Bankası AKP eliyle ABD’ye,
ABD eliyle CFR’e ve tabii CFR eliyle de Rahmi Koç’a bağlanmış oldu. AKP rejimi açısından
isabetli bir karardır.

***

Uzattım biliyorum ama bir hatırlatma daha yapmadan bu yazıyı bağlayamayız. Malum, Koç ailesi
Tayyip Erdoğan ve Kemal Kılıçdaroğlu yanında bir de Ekrem İmamoğlu’na yatırım yapıyor. Bu
yatırımı daha önce “TÜSİAD kokusu” ve “İktidar fısıltısı” başlıklı yazılarda ele almıştık. Şöyle
deniyordu o yazılardan birinde: “Ekrem İmamoğlu, galiba, ülkenin en hızlı yükselen politikacısı
olmaya aday. İstanbul’un kenarındaki bir ilçenin belediye başkanlığından Büyükşehir Belediyesinin
patronluğuna zıpladı. Şimdi oradan da Cumhurbaşkanlığına yatay geçiş yapmaya hazırlanıyor.
Tanrısı nasip ederse, ikinci tek adamımız o olacak. Tabii tek başına tanrının desteğinin bu iş için
yetmediğini biliyoruz, yanı sıra sermaye desteği şarttır. Tanrının ve sermayenin has adamıdır, bu
makama aday olacaklar arasında arkası en kuvvetli olandır, şansı yüksektir.” İmamoğlu, Koç
ailesinin üyeleriyle görünmekten hoşlanıyor. Erken göçen Mustafa Koç’un “yakın” arkadaşıydı.
Beylikdüzü’ne başkan seçildikten sonra da Koç ailesiyle ilişkilerini sürdürdü, fotoğrafları var.
Partisinin Genel Başkanı da çok seviyor aileyi. 2018 yılında Ali Koç'u aday yapmayı arzu etti
mesela. Ailenin kapısını çaldı. Aile Ali Koç yerine Ekrem İmamoğlu’nu işaret etti. İmamoğlu vakası
böyle ortaya çıktı. Hatırlatıp geçiyorum…

Geçen yıl İmamoğlu ile Ali Koç arasında Trabzonspor vesilesiyle bir Hacivat-Karagöz atışması
sahnelendi. İmamoğlu'nun Trabzonspor'un şampiyonluğunu kutlaması Fenerbahçe Spor Kulübü
Başkanı olan Ali Koç’u öfkelendirmişti, “umarım Fenerbahçelilerin Ekrem İmamoğlu'na hangi
şehrin belediye başkanı olduğunu hatırlatma günleri gelmez” dedi. İmamoğlu da, bunu fırsat bilip
Ali Koç'a sosyal medya hesabı üzerinden yanıt verdi, “İmamoğlu Koç Ailesi'nin Projesidir
komplosunu yıktığı için teşekkürler” dedi. Yalnız bu komplo sadece soL’da dillendirildi,
söyledikleri bize bir cevaptır. Aldık, kabul ediyoruz.

Komploysa komplo. Yalçın Küçük’ün saptaması; ülkemiz, sermaye birikiminden başka bütün
birikimlerin reddedildiği bir ucubeye dönüştü. Demek ki düzenin basamaklarından hızla tırmanan
kim varsa birikimi sermayedendir.

——————————————————————————
Ak-Koçlar 2: Laik değil dinci, Cumhuriyetçi değil Osmanlıcı
15.07.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Geçen haftaki “Ak-Koçlar” yazısında eksik bıraktıklarım oldu. Çok uzatmıştım ve haliyle bir
kısmını dışarıda bıraktım. Ömer Koç dışarıda bıraktıklarım arasındadır. Ancak ortanca oğul Ömer,
Koç ailesinin güncel halidir, görmezden gelemeyiz ve yazmayı ihmal edemeyiz.

Rahmi'nin oğlu, Mustafa’nın kardeşi, Ali’nin ağabeyi olan Ömer Koç, Robert Kolej'de lise eğitimini
tamamladıktan sonra yükseköğrenimi için ABD’ye gitti. Georgetown Üniversitesi’ne, ardından
Columbia College’a yazıldı. Yetenek sorunu yoktur. Bu üniversitede Antik Yunan Tarihi ve kültürü
alanında lisans eğitimini tamamladı. Aynı üniversitede işletme fakültesinden yüksek lisans derecesi
aldı. Halen Londra ve İstanbul'da yaşıyor. İstanbul'da iki yalısı, bir de şehrin merkezinde daha çok
sosyete partileri için kullandığı bir dairesi var. Parayı verimli harcamanın bir yolunu bulmuş;
koleksiyonculuğa merak salmış. Fransız Edebiyatı koleksiyonunun yanı sıra büyük bir İznik çinisi
koleksiyonuna sahip. Denildiğine göre yalısının her yeri gergedan figürleriyle kaplı. Seks ve ölüm
kavramları onu çok etkiliyormuş, topladığı sanat eserlerinin ortak teması da bu olmuş haliyle.
Ölümden korkan bir hedonist, diyebiliriz.

Tutkusu sadece gergedanla sınırlı değil, Asya fillerini korumak gibi fantezileri de var. Bu amaçla
herkesin hayvan maskeleriyle katıldığı davetler düzenliyor, İngiliz kraliyet ailesi ve yüksek
sermayesinin temsilcilerini konuk ediyor. Hepsini birden “yüksek sosyete” tabir ediyoruz.

Para ezmekten başka uğraşı olmayan “seks ve ölüm tutkunu” bu ortanca evlat, ağabeyi ölünce
ummadığı bir pozisyonda buldu kendini. Erken göçen Mustafa’nın koltuğuna daha “yerli ve milli”
Ali’nin oturacağı tahmin ediliyordu. Ancak baba Rahmi Koç, Mustafa'nın yerini, Ali'ye vermedi,
Ömer’i tercih etti. Şaşırtıcı ve belli ki politik bir karardır. Tahmin edebiliyoruz, Ali'nin kaybı çok
büyük olmuştur.

Şanslı evlat Ömer, 2016 yılından bu yana Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı haliyle. Aynı
zamanda Koç Üniversitesi ve Türk Eğitim Vakfı Mütevelli Heyet üyeliklerini sürdürüyor. Başta
TÜPRAŞ ve Tofaş olmak üzere Koç Holding'in tüm şirketlerinde Yönetim Kurulu başkanlığı,
Aygaz ve Arçelik’te Yönetim Kurulu başkan vekilliği yapıyor. Şöyle özetleyeyim, Türkiye
ekonomisinin yüzde onuna hükmeden bir krallığın başındadır.

Bir de Osmanlı merakı ve hayranlığı ile biliniyor. Osmanlı tarihi kitap koleksiyonu eşsiz. İstanbul,
Osmanlı, Türkiye ve Ortadoğu konulu seyahatname, hatırat, atlas, gravür ve fotoğraflardan oluşan
koleksiyonu, alanındaki en kapsamlı koleksiyonlardan biri olarak niteleniyor. Cumhuriyetle ilgili
bir merakı var mı, bilgi sahibi değiliz.

***

Haliyle bu devasa krallığı yönetmek ancak destek kuvvetlerle mümkün. Bankanız ve üniversiteniz
olacak, finans ve kültür alanını yönlendireceksiniz. TÜSİAD türü örgütler üzerinde gölgenizi eksik
etmeyeceksiniz. Bir de tabii, işçi sınıfını kontrol altında tutacaksınız.

Peki nasıl olacak bu iş? Tek şartı var; patron sendikalarının yanında işçi sendikalarını da kontrol
etmek. TİSK, MESS ve tabii Türk-Metal’den söz ediyoruz.

TİSK’in, Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’dur, çatısı altında 21 üye işveren sendikası
bulunuyor. Ulusal düzeyde sosyal taraf olarak üçlü temsil esasının, kamu-işveren-işçi, geçerli
olduğu tüm platformlarda, patron sınıfını temsil ediyor. “Azılı” bir patron örgütünden söz ediyoruz
anlayacağınız. Bu sendikanın başında Özgür Burak Akkol var. Endüstri Mühendisi. 2011 yılında
Koç Üniversitesi Executive MBA programından yüksek lisans derecesini almış, Koç’ta işe
başlamış. O sırada Harvard Business School ile Columbia Üniversitesi’ndeki “Yönetici ve Lider
Geliştirme” programlarına dahil olmuş. Belli ki bir Koç projesidir. Koç Holding’e 2003 yılında
İnsan Kaynakları Uzman Yardımcısı olarak katılmış, 2022’den itibaren Holdingin Turizm, Gıda ve
Perakende Grubu Başkanı. Bunun yanında Otokoç Otomotiv ve Türk Traktör şirketlerinde Yönetim
Kurulu Üyesi. İki önemli görevi daha var; TİSK ve MESS Yönetim Kurulu Başkanlığı. Yani
ülkenin iki önemli işveren örgütü Koç Holding'in bir CEO’su tarafından yönetiliyor. Akkol, TİSK’i
temsilen İŞKUR Yönetim Kurulu Üyesi olarak da görev yapıyor. Bir de Asgari Ücret Tespit
Komisyonu üyesi, o komisyonda patronları ve tabii Koç Holding'i temsil ediyor. Yani işçi sınıfının
taban ücretinin belirlenmesinde ağırlıklı söz sahibi.

Şöyle açalım söylediğimizi; Türkiye’de “asgari ücret” üçlü bir mekanizma olan “Asgari Ücret
Tespit Komisyonu” tarafından belirleniyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı'nın ev
sahipliğindeki toplantıya, işçi sınıfını temsilen Türk-İş, işveren sınıfını temsilen TİSK heyeti
katılıyor. Komisyonda beş hükümet, beş işveren ve beş işçi temsilcisi yer alıyor. Ağırlık iktidar ve
patron koalisyonunda. Bir tahmin değil bu. 2000-2017 arasında 18 kez toplanmış komisyon. Asgari
ücret miktarı 13 kez işveren ve hükümet ittifakı ile belirlenmiş. Sadece üç toplantı tarafların
uzlaşmasıyla sonuçlanmış. Taraf dediğimiz de Türk-İş’tir. Bir not daha; Komisyonu kararları oy
çokluğu ile alınıyor ve kesin nitelik taşıyor. Dolayısıyla hükümet ve işveren tarafı aynı doğrultuda
oy kullandığında işçi tarafı azınlıktadır. Demek ki hep patronların kazandığı bir masadan söz
ediyoruz.

***

Rastlantılara yer olmayan bir düzlemdeyiz. TİSK taban ücreti belirlerken bu konfederasyonun üyesi
olan MESS de tavan ücreti belirliyor. Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası, açılımı bu. Üyeleri
otomotiv, dayanıklı tüketim, demir-çelik gibi sektörlerde faaliyet gösteren 260 sanayi şirketinden
oluşuyor. Bu üyeler Türkiye imalat sanayi ihracatının yüzde 40'ını gerçekleştiriyor; doğrudan 200
bin, dolaylı olarak 1 milyondan fazla kişinin hayatına yön veriyor. Haliyle MESS’in işçi
sendikasıyla yaptığı grup sözleşmesi sadece metal işçilerinin değil, bütün işçilerin yaşam ve çalışma
koşullarına etki yapıyor. Unutulmasın, MESS demek neredeyse Koç Holding demek.
Bir parantez daha açalım. MESS Türkiye sınıf mücadeleleri tarihinde özel bir yere sahip. 1959’da
kuruldu, 1960-1980 arasında yükselen işçi hareketine karşı en uzlaşmaz, en sert tutumu gösteren
sermaye örgütü oldu. Militan, ideolojik olarak donanımlı bir patronlar gurubunu içinde
barındırıyordu. Nedeni basit; MESS’in karşısındaki Maden-İş, işçi sınıfının en güçlü, en militan işçi
sendikasıydı. Bu güçlü işçi sendikası ile mücadele güçlü bir patron örgütlenmesini zorunlu
kılıyordu. Metal işkolunda patronların da işçilerin de sınıf bilinci yüksektir haliyle. Maden-İş’in
MESS’le mücadelesinin doruğu 1977’deki MESS Grevi, bilinen adıyla “Büyük Grev”, dönemiydi.
Aziz Nesin aynı adla bir kitap yazmış, grevde sendikanın tavrına kuşkuyla yaklaşmıştı, hâlâ
günceldir. 30 Mayıs 1977’de başlayan ve toplamda 63 fabrikayı kapsayan grev sekiz aydan fazla
sürdü. Bu grevin meşhur sloganı “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te”ydi. İşçiler sadece MESS’i değil,
düzenin vurucu gücü DGM’yi, Devlet Güvenlik Mahkemesi, ezme niyetindeydi. İşçiler DGM’yi
ezmeden MESS’i ezemeyeceklerinin bilincindeydi. MESS greve dayanabilmek için seferberlik ilan
etti, Maden-İş’e karşı bilindik anti-komünist propaganda yöntemlerine başvurdu ve sonunda galip
gelmeyi başardı.

“Büyük Grev”in kaybedilmesi bugünkü karanlığı oluşturan kırılma anlarından biridir. MESS’in
üyesi olduğu TİSK’in o dönemki başkanı Halit Narin, 1983’te yeni İş Yasası’nın görüşmeleri
sırasında “Bugüne kadar onlar (işçiler) güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyerek özetlemişti
durumu. Cunta sınıfı bastırmak, örgütlerini dağıtmak için iş üstündeydi. Bir süre sonra DGM’ler de
solcu ve aydın öğütmeye koyulacaktı. Sınıfın yenilmesinin bedelidir.

Durum şimdi şudur; MESS, avucunda tuttuğu Türk-Metal yönetimiyle kapalı kapılar ardında
anlaşır. Anlaşmaya direnen işçiler mafyatik yöntemlerle sindirilir. Türk Metal, Türk İş’e bağlıdır,
başında Pevrul Kavlak bulunmaktadır. Sonra Türk Metal’le yapılan antlaşma DİSK’e bağlı Birleşik
Metal İş’e de dayatılır. Böylece, TİSK taban ücreti belirlerken MESS de tavan ücreti belirlemiş olur.
MESS’in imza attığı toplu sözleşmeler ülkede işçilere en fazla ne kadar ücret verileceğinin de
ölçüsüdür. Demek ki Koç-TİSK-MESS üçlüsünden oluşan bir öğütme mekanizma ile karşı
karşıyayız.

***

Peki aileyle ilgili bu laik duyarlılık ve cumhuriyete bağlılık lafları nereden kaynaklanıyor? Kurucu
Vehbi Koç Cumhuriyetin kuruluşunda ürkütülen “ekalliyetin” mallarını yağmalayarak semirmişti.
Devletin desteğiyle büyük bir sermaye devinin temellerini o attı. Ama denildiği gibi zengin
olduğunda bile halktan biriydi. Oğlu Rahmi bolluk içinde büyüdü, zevk ve kültürde son derece
Avrupai’ydi, elitti. Haliyle babası gibi halktan görünmeyi beceremiyordu. Bu aşırılığı Mustafa’nın
imanı ve Ömer’in Osmanlıcılığı ile telafi ettiler. Koç ailesinin AKP’ye uyum sağlama hikayesidir.

Tuhaf gösterilere de neden oldu bu uyum çabası. Mustafa ölünce özel müzelerinden birinden bir
Osmanlı sancağı getirdiler, tabutuna örttüler. Bu sancak daha önce de hala Sevgi Gönül'ün tabutu
üzerine konulmuştu, Osmanlıya bağlılık gösterisidir. Bordo kumaştan sancak üzerine altın sarısı
sırma iplikle boydan boya şunlar yazılıdır: “Allah'tan başka tanrı yoktur; O, kâinatın gerçek
sahibidir / Muhammed, O'nun elçisidir, o güvenilir ve doğrudur.” Çok Osmanlıcı ve çok dindar bir
işarettir.
Dikkat ederseniz göreceksiniz, bu “laik” ve “cumhuriyetçi” ailenin erkeklerinin isimleri ile
neredeyse eksiksiz bir İslam tarihi yazmak mümkündür. Rahmi, “merhametli, acıyan, koruyan,
esirgeyen” anlamındadır. Bunlar Allah’ın vasıflarıdır. Mustafa, Muhammed’in isimlerindendir.
Ömer, malum, halifedir. Ali ise bu tarihinin daimî mağdurlarındandır. Adına uygun olarak Ali’ye Ali
rolü düşmüştür, ailenin ezilmişi olma rolünü halen sürdürüyor. Fenerbahçe’yi alıp oynasın diye
vermeseler adını anan olmazdı. Koçların en mazlumudur!

***

Bizim mağdurumuz ve mazlumumuz ise Boji’dir. Boji, İstanbul’da birçok toplu ulaşım aracında
dolaşmasıyla ünlenmişti. Yobazlar rahatsız oldu, tramvayın koltuğuna pislediğini ve yolcuları
ısırdığını iddia ettiler. Sordular soruşturdular, itin birinin suçu Boji’ye atmak üzere koltuğu dışkı
bıraktığı görüntülere ulaştılar. Sonra Boji görünmez oldu. Akıbetini Ekrem İmamoğlu müjdeledi,
Ömer Koç sahiplenmişti.

İlişkileri ve sevinçleri Boji ile sınırlı değil. Hatırlayacaksınız Ömer Koç, Ekrem İmamoğlu seçilir
seçilmez makamında ziyaret etmişti. Çok sevinmişti. Sonra mazbatayı İmamoğlu’ndan aldılar,
yeniden seçime gittiler. İmamoğlu yeniden seçilince Ömer Koç da yeniden ziyaret etti. Açık bir
destek mesajdır, not ettik, geçtik.

Boji, İstanbul’un Boğaz kenarı yalılarından birinde esarette, çile dolduruyor şimdi. İşçi sınıfı
TİSK’i, MESS’i, Türk-İş’i yıkıp bu utanılası düzenin acılarına son verince o da kurtulmuş olacak.
Köpeğin, kedinin, doğanın, börtü böceğin kurtuluşu ile sınıfın kurtuluşu birbirine bağlıdır artık.

İşte düzen, işte sermaye, işte sınıf. Mümkün değil böyle gitmesi. Devrim kapıyı çalacak, her şey
kızıla çalacak, mecbur!

——————————————————————————
Akbelen Ormanındaki sülük
29.07.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Yıl 1970; biri Konyalı diğeri Diyarbakırlı okul arkadaşı iki kafadar kendilerine bir çıkış yolu arıyor.
12 Mart travmasını çabuk atlatmış sokaklar, üniversiteler kıpır kıpır, dağ taş sosyalizm rüzgarının
kollarına bırakmış kendini. Akademisyen veya aydın olmanın ilk şartı sosyalist olmak haliyle.
Sülükler için yol kapalı demek bu. Bakıyorlar olmayacak, asistanlığı bırakıp ortak bir şirket
kurmaya karar veriyor kafadarlar. “Lider Makine” söyle ortaya çıkıyor. Kısasıyla “Limak” tarihine
giriştir.

Şirket açmak kolay, işletmek zor. Para lazım, çevre lazım, hükümetle bağlantı lazım. İkisi de beş
parasız o yıllarda. Ortaklardan adı Nihat olanı Hocası Necmettin Erbakan’a açıyor durumu. Erbakan
teselli ediyor asistanını, “düzelir merak etme” diyor.

Meşhur “Güneş Motel” olayı o günlerde patlak veriyor. Olay şu, Ecevit, 1977’de, seçimi kazanıyor
ama hükümet kuracak çoğunluğa ulaşamıyor. Adalet Partili 11 vekile haber yolluyor, Güneş
Motel’de toplanıyorlar, bakanlık verme karşılığında CHP’ye geçmeye ikna ediyor. Ecevit
Hükümetinin kurulması ancak bu kirli pazarlıktan sonra mümkün oluyor.

Transfer karşılığı bakanlık koltuğu kapanlardan biri de Kürt kökenli İslamcı Şerafettin Elçi. Payına
Bayındırlık Bakanlığı düşüyor. Limak’ın ilk devlet ihaleleri Şerafettin Elçi zamanında Bayındırlık
Bakanlığı’ndan. Elçi ile tanışıklıkları Erbakan üzerinden olabilir, mümkündür. Arkalarında hep
siyasi bağlantılar var.

12 Eylül Cuntası pek çokları ile birlikte Şerafettin Elçi’yi de kapatıyor. Kafadarlar da yeni dönemin
yeni tipi Turgut Özal’a yaklaşıyor. İşini bilenin hızlı yükseldiği zamanlar, ihaleler giderek büyüyor,
bonkör Limak patronları para dağıta dağıta bürokraside tanınan simalar haline geliyor. Yalnızca
Limak değil, Mehmet Cengiz-Kolin gibi bugün bildiğiniz bütün ihale zenginleri Özalcı oluyor
haliyle.

Yalnız tek başına rüşvetle yükselmek mümkün değil o günlerde de; futbola el atıp rüşvetçiliği
perdelemek, dokunulmazlık kazanmak gerek. Cunta Ankara’nın bir takımının da birinci ligde
olmasını istiyor. İkinci lig takımı olan Ankaragücü Kenan Evren’in işaretiyle birinci lige terfi
ettiriliyor. Ediyor etmesine ama orada kalması için bol para lazım. Turgut Özal, Nihat Özdemir’den
rica ediyor, birkaç patronu yanına alarak Ankaragücü Yönetim Kuruluna giriyorlar. Kasaya onlarla
birlikte para da giriyor. Özdemir'in futbol yöneticiliği serüveni böyle başlıyor. Başlangıcında da şike
var.

***

Limak patronları Nihat Özdemir ve Sezai Bacaksız ikilisinin üniversiteden bir arkadaşları daha var;
NATO müteahhidi Aziz Yıldırım. Aziz Yıldırım aynı zamanda Fenerbahçe yöneticisi. Dönemin
önde gelen generalleri de Fener taraftarı. Bu kulübe yönetici olmak demek şeref tribününde
generallerle yan yana oturmak demek. Limak patronlarının gözü de ordu ihalelerinde.
Fethullahçılara yakın Şadan Kalkavan kulübün başkanı Ali Şen'e tavsiye etti, Nihat Özdemir o
tavsiyenin yardımıyla ve Ankaragücü tecrübesiyle Fener’e yöneticisi oldu. Ardından 17 yıl boyunca
kulüp içinde çeşitli görevlerde bulundu. 3 Temmuz sürecinde Fenerbahçe’nin Asbaşkanıydı, Aziz
Yıldırım’ın tutuklu olduğu dönemde kulübü o yönetti. Tabii bol bol askeri ihale aldı.

Yargılamalar da o askeri ihalelerin ardından geldi. 2004’te Muhafız Alay Komutanlığı binası
yapımında devletin zarara uğratıldığı iddiasıyla dava açılan sanıklar arasında Limak'ın dört
yöneticisi de vardı. Nasıl olduysa kafadarlar davadan cezasız sıyrılmayı başardı.

Birkaç yıl sonra, 2007’de, BOTAŞ yolsuzluğu olayı patladı. Açılan yolsuzluk davasında “ihaleye
fesat karıştırmak”, “rüşvet vermek”, “çıkar amaçlı suç örgütüne yardım etmek” suçlamalarıyla 11
kişi hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Limak patronu Sezai Bacaksız’ın da aralarında bulunduğu 8
kişi tutuklandı. Diğer patron Nihat Özdemir’e ise sadece yurt dışına çıkma yasağı kondu. Yine
kurtulmuştu. Yargılama sonucunda Sezai Bacaksız 9 yıl 2 ay ceza aldı, çünkü rüşvet verme işi
ondaydı. Çok yatmadı fakat. Her davadan sonra biraz daha zenginleştiler, biraz daha semirdiler.

***

2003 yılında TEKEL’in temelini oluşturan içki bölümü AKP tarafından yok pahasına Limak’ın
başını çektiği bir konsorsiyuma satıldı. İki kafadar, devletten 292 milyon dolara aldığı TEKEL
İçki’yi sadece iki yıl sonra Amerikalılara 810 milyon dolara satarak 518 milyon dolar kâr elde etti.
Amerikalılar da Tekel İçki’yi 2 milyar 100 milyon dolara başka bir şirkete sattı. 1 milyar üç yüz
milyon Dolar da onlar kar etti. Yağma böylesine büyüktür.

***
Nihat Özdemir Fenerbahçe başkan vekilliği koltuğunda otururken, 3 Temmuz 2011’de Şike
Operasyonu başlatıldı. Kamuoyu bunun Fethullahçıların Fenerbahçe’yi ele geçirme girişimi
olduğuna inanıyordu. Aziz Yıldırım tutuklanınca kulüp ona kalmıştı.

Operasyon var gücüyle devam ederken, 2012’de, kulüpten istifa etti. Kulübü yüz üstü bırakmıştı. O
günlerde, “Cemaat Fenerbahçe'yi ele geçirmek mi istiyor?” diye ona da sordular. “20 milyon
taraftardan 2-2.5 milyonu cemaat mensubudur ve onlar da başarı için benim kadar dua
etmişlerdir...” diye yanıtladı. Cemaate toz kondurmuyordu. İddialara göre istifasının nedeni de
Cemaate toz kondurulmak istenmesiydi. “Bu çatı altında Fethullah Gülen Hoca Efendimiz ile ilgili
en ufak bir olumsuzluk ya da ima duymak istemiyorum” demiş, muhataplarını “sonu kötü olur" diye
tehdit ederek istifa etmişti.

Gerçi o tarihlerde destekçisi çoktu. Ali Şen, “Cemaat neden Fenerbahçe'yi ele geçirme çabası
içerisinde olsun” diyordu mesela. “İş adamı” ve eski Fenerbahçeli yönetici Cihan Kamer’e göre
Hoca Efendi uzlaşmacıydı, suçlamalar insaf ölçüsünü aşıyordu. Şadan Kalkavan’a göre meyve
veren ağaç taşlanıyordu. Ağaçtan kastı cemaatti. Rixos Hotels sahibi Fettah Tamince’ye göre birileri
Hoca’ya tezgâh kuruyordu. Can Paker, “Cemaat Fenerbahçe'yi ele geçirse ne yapacak?” diye
soruyordu, ikna olmamıştı. Yetmez ama evetçi Halil Ergün’e bile sordular, dünyaya mal olmuş bir
hareketi bu tür tartışma ortamlarına çekmenin hoş olmadığını düşünüyordu. Cemaat ise o sırada
Tayyip Erdoğan’ı devirmeye hazırlanıyordu.

25 Aralık 2013’te Fethullahçıların organize ettiği yolsuzluk operasyonunda ortaklardan Nihat


Özdemir yine gözaltı listesindeydi. Tayyip Erdoğan direnince listedeki 41 kişi hakkındaki yakalama
kararı 16 Ocak 2014’te kaldırıldı. Özdemir, bir ay sonra konuyla ilgili olarak ifadeye çağrıldı.
İnternette yayınlanan ses kayıtlarına göre Sabah-ATV grubunun satın alımı için Recep Tayyip
Erdoğan’ın isteğiyle iş insanlarından oluşturulan para havuzunda yer almıştı. İfadesini alıp
bıraktılar. Çıkışta gazeteciler ile arasında şöyle bir sohbet gerçekleşti:

-Sabah ve ATV’yi satın aldınız mı?

-Hayır doğru değil.

-Sabah ve ATV’nin yeni patronuna 100 milyon dolar verdiniz mi?

-Evet verdim. Ama borç verdim.

-Nasıl ispatlayacaksınız?

-Her şeyi legal, her şeyi temiz yaptık. Ve karşılığında hisselerini aldım.

-Sabah-ATV hissesi mi aldınız?

-Hayır başka bir inşaattaki hisseleri aldık.

***
Kalkıştıkları darbe başarılı olmayınca, kafadarların “uzlaşmacı hizmet hareketi” oldu FETÖ!
Tarikatın kanarya sevenler derneği olmadığını artık herkes anlamıştı. Korgeneral Metin İyidil o
örgüt üyesi olarak darbeye kalkışmaktan yargılandı, müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Ancak bir
sürpriz oldu, mahkeme İyidil’i tahliye etti. Koşup itiraz ettiler, hakkında yeniden yakalama kararı
çıkarttılar. İyidil, beraberindeki beş kişi ile birlikte yakalanıp gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar
arasında Nihat Özdemir'in oğlu ve gelini de vardı. Özdemir ailesi İyidil ailesi ile akrabaydı, Metin
İyidil'in ablası Nihat Özdemir'le evliydi. Böylece Nihat Özdemir’in suç listesine birçok yolsuzluk
iddiasının yanı sıra bir de “FETÖ ile iltisak” iddiası eklenmişti. Ancak kaynağını bilmediğimiz bir
dokunulmazlığı vardı. Kamuoyu bu iddialarla çalkalanırken Çanakkale 1915 Köprüsü ihalesini de
Limak’a verdiler. Birkaç yıl sonra da “FETÖ”nün dizayn etmeye çalıştığı futbolun başına geçirdiler.
Futbol Fethullahçıların tasallutundan kurtarılmıştı!

Fakat tutunamadı, oradan da istifa etti. İddialara göre Federasyonda Erdoğan’ın kardeşi Mustafa
Erdoğan, oğlu Bilal Erdoğan, damadı Berat Albayrak’a yakın hizipler arasında çekişme vardı.
Emine Hanım’ın yakını Göksel Gümüşdağ da Süper Lig A.Ş.'yi kurup futbolu şirketleştirmek
istiyordu. Nihat Özdemir kavgada aradan çekilmeye karar vermişti…

***

Dokunulmazlığının kaynağı hakkında ipuçları veren bir olay gerçekleşti yakın zamanda. Nihat
Özdemir, Kuveyt’te mukim Kuveyt Öksüzler Vakfı'nı 20 milyon dolar dolandıran bir Türk
vatandaşı için devreye girmişti bu kez. Dolandırıcı, eski manken Ebru Şallı ile evlenen “iş insanı”
Uğur Akkuş’tu. “Kuveytlileri dolandırmak öyle kolay mı” diye soracaksanız, söyleyeyim, Akkuş’un
yolu sık sık Beştepe sarayına düşüyor.

Emine Hanım da Akkuş ailesi ile yakından ilgili. Ebru Şallı’yı dövdüğü iddia edilse de gölgesini
üzerlerinden eksik etmiyor. Akkuş eski eşini dövdüğü iddiasıyla da yargılandı, ceza aldı. Cezasını
açık cezaevinde geçirmesine karar verildi. Salgın patlayınca cezaevine girmekten kurtuldu.
Kuveytliler Akkuş’un ilk dolandırıcılık girişimi değil. O nedenle sık sık gözaltına alınıyor ama her
defasında paçayı kurtarmayı başarıyor. Bir tür Nihat Özdemir tüyü var onda da. Şaka değil, o da
futbol işine girmeyi denedi, Sakaryaspor Başkanlığına aday oldu. Ancak seçim öncesinde
şirketlerinin tamamının paravan olduğu ortaya çıkınca Sakaryaspor da şimdilik kurtulmuş oldu.

***

Futbolun para kazanmada ne kadar önemli olduğunu şöyle özetleyeyim; Barcelona Arda Güler’in
transferi için harekete geçince Nihat Özdemir de seferber oldu. Limak Nou Camp Stadı yenileme
ihalesini kazanmıştı çünkü. Bir elleri hala Fenerbahçe’nin üzerindeydi. Yapıp yapamamaları ayrı,
her işin içindedirler.

Bakın, Limak Akbelen Ormanına baltalarla dalarken Nihat Özdemir’in kızı ve Limak Yönetim
Kurulu Başkanı Ebru Özdemir’in “Doğal Hayatı Koruma Vakfı”nın mütevelli heyeti üyesi olduğu
ortaya çıktı. Bu şike direniş vesilesiyle fark edilmiştir, demek istiyorum. Ülkenin sırtına bir sülük
gibi yapışmışlardır, çaktırmadan kan emmekte, semirmektedirler. Bu basit gerçeği fark etmek için
bile direniş şarttır demek ki.

Ama umudumuz var. Üç ağacı savunmakla başlar her şey, sonra direniş orman olur, önüne gelen
bütün sülükleri, bütün yağmacıları siler süpürür.
——————————————————————————
Marketteki hayalet
05.08.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Gerici tarihçi Kadir Mısıroğlu, cinci Ayhan Altınbaş ve Erenköy tarikatı şeyi Osman Nuri Topbaş'ın
peygamberin ruhunu davet edip sohbet ettikleri bir “ruh çağırma seansı”nın ses kaydı yayınlandı
birkaç gün önce. Ses kaydından anlaşıldığı kadarıyla, peygamberin ruhu odada bulunan bir kadının
bedenine giriyor ve hazır huzura gelmişken sorulara cevap veriyor.

Sahne çarpıcı; içine ruh kaçan kadın derin derin nefes alıyor, korkmuş, ağlamaklı. Fesli Kadir
işkilleniyor, “niye öyle yapıyor” diyor. İçine peygamberin ruhu kaçmış, ne yapsın garip. Kadir’in
aklına soru da gelmiyor fakat, son çare “hizmetlerimizden memnun mu” diye top çeviriyor. Ne
desin, kalkmış gelmiş ta öteki dünyadan, memnunum diyecek mecbur. Eksik gedik? “İlme
yönelmesi lazım. Dini anlatmalı” diyor kadın bedenindeki ruh. Yani Fesli Kadir’in “ilminin”
olmadığı öte dünyada bile sır değil.

Erenköy Cemaati şeyi Osman Nuri Topbaş’ın da dili tutulmuş. Ne desin ne sorsun koca peygambere
şimdi? Üstüne ruh da politika işlerine girmez mi? “Erdoğan yanlış yapıyor, hak yiyor” diyor, iki
senelik ömrü kaldı diye ekliyor ki facia. Tarikat şeyi Osman Nuri Topbaş açıklama yaptı kaydın
dolaşıma sokulmasından sonra. Kayıt montaj, dublaj dedi. Peygamber ruhunun dublajı olur mu?
Montaja-dublaja inanmayan bir müridi bambaşka bir yorum getirdi olaya haliyle; “Topbaş hocanın
mana aleminde Efendimizle görüştüğünü söylediğimizde burun kıvıran ve alay edenlerin yüzüne
Allah delilini çarptı. Allah dostlarıyla alay eden olursa artık kendi bileceği iş” dedi. Görüşmenin
kaseti vardı elde, daha ne olsun!

Peki, İslam’da ruh çağırma var mı? Yok. Fes giymek, tarikata şey olmak, ilim için yeterli değil
demek ki. Her şartta ilme yönelmek lazım ruhun da dediği gibi.

Ruhlar aleminden gerçek dünyaya kesin dönüş yapalım. Fethullahçılar epey tepindi bu ruh çağırma
seansının üzerinde. Kayıtlarını onların sızdırmış olması da büyük ihtimal. Belli ki aralarında ruhani
ve ticari bir hesaplaşma var.

Hatırlatalım; Ruh çağırma seansının kahramanı Osman Nuri Topbaş’ın şey olduğu Erenköy Cemaati
Nakşibendiliğin Halidiye kolunun bir kolu. İçinde daha çok esnaf ve iş adamları var. Bir tür patron
cemaati anlayacağınız. Cumhuriyetin tekke ve tarikatları kapatmasından sonra ortaya çıkmış bir kol
bu. “Erenköy Cemaati” ismini, Menemen gerici ayaklanmasının müsebbiplerinden şey Esad
Erbili’den alıyor. Şey Esad Erbili, ayaklanmaya katıldıkları iddiasıyla, 1931 yılında oğluyla birlikte
Menemen’e götürülmüş ve idamla yargılanmış. Yaşı ileri olduğu gerekçesiyle idam kararı
ertelenmiş. Sonra Erenköy’deki evinde inzivaya çekilmiş, Erenköy’ün olaya dahil olması bundan
ibaret. Bir de tarikat şeylerinden biri Erenköy tren istasyonu yakınındaki Zihni Paşa Camii’nde
yapıyormuş propaganda faaliyetlerini. Tarikat şeylerinin tamamı devlet memurudur, malumunuz.
İstanbul-Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdai Camii ve Vakfı yeni üsleri. Devlet hem cami veriyor
hem besliyor bunları. Tarikat düzeninin meşhur sırrıdır.

Bir de hepimizin hayatında yeri olan BİM marketler zinciri var hikâyede. Bu ucuzcu market de
Erenköy kolunun kontrolünde. Hatırlayacaksınız, Erdoğan ve Bahçeli bir ara fahiş zamların bu
marketten kaynaklandığını iddia etmişti. BİM’in “siyo”su ve tarikatın şeylerinden biri olan Galip
Aykaç, iktidar zirvesinden gelen bu sinyali fırsat bilip marketine saldıran havuz medyasına, “bre
ahlaksızlar, sizlere bundan sonra sizin tonunuzda cevap vereceğim bilesiniz” diyerek tepki
göstermişti. Ancak Aykaç önce MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın’ın “salyalarını akıtmış
ahlaksız, edepsiz hortumcu” sözlerine maruz kaldı, sonra MHP vurucu tim komutanı Kürşad Yılmaz
tarafından tehdit edildi. Öylesine korktu ve sindi ki bu tehditlerden, Gıda Perakendecileri Derneği
Başkanlığı’ndan bile istifa etmek zorunda kaldı.

Devlet Bahçeli o tarihte zincir marketlerin “FETÖ” ile irtibatının araştırılmasını istemişti gerçi ama
17-25 Aralık’ta Topbaş ailesi de Fethullahçıların hedefindeydi. Belli ki BİM krizinin arkasında
damat Berat ve medya patronu olan kardeşi Serhat’ın parmağı vardı. Bu ruh çağırma seansı kaydı
ile bir taşla birkaç kuşu tepelemek istemişti Fethullahçılar, hem Erenköy’e hem Kısıklı’ya
çakmışlardı çaktırmadan.

***

Fethullahçılar, birkaç gün önce, başka bir tarikat atağı vesilesiyle de girdi gündemimize. Başında
Belçika’dan ithal bir bakan bulunan Aile Bakanlığı, koruması altındaki çocukları Suffa Vakfı’na ait
Mutlu Yuva Derneği’ne teslim etmişti. soL bu haltı haber yapınca Bakanlık açıklama yaptı, “sivil
toplum örgütleri ile protokol yapıyoruz”, uygulama normal dedi. Belli ki Bakanlık tarikatları sivil
toplum örgütü olarak tanımlıyordu.

Aile Bakanlığının çocukları teslim ettiği Suffa Vakfı Nurcu Mehmet Kırkıncı Cemaati’nin vakfı.
Tıpkı Fethullah Gülen gibi, Mehmet Kırkıncı da 12 Eylül darbesinin ardından darbeye ve
darbecilere övgüler düzmüş, akıl hocalığına soyunmuştu. Kırkıncılar, 12 Eylül 2010
referandumunda da militan “evetçiler” arasındaydı. İki kafadar şeyin cunta sevgisi Nurcuların
bölünmesine neden oldu haliyle.

Nakşibendi-Halidi artığı Nurcular, başlangıçta Said Nursi’nin risalelerini yaymak isteyen irili ufaklı
cemaatler topluluğuydu. Topluluk, önce, risalelerin Latin harfleri ile matbaalarda çoğaltılmasını
savunan “okuyucular” ile metinleri Arap abecesi ile ve elle çoğaltarak dağıtma taraftarı “yazıcılar”
olarak bölündü. Sonra o kollardan başka kollar türedi. Mehmet Kurtoğlu, Yeni Asya Grubu,
Mehmet Kırkıncı, İhlas Grubu, Nesil Grubu ve Fethullahçılar bu bölünmenin ürünü oldu. İkisi de
Erzurumlu olan Fethullah Gülen ve Mehmet Kırkıncı medrese arkadaşıydı. Fethullah Gülen
Nurculukla Mehmet Kırkıncı aracılığıyla tanışmıştı. Haliyle Kırkıncı’yı hocası olarak kabul
ediyordu.

Fethullah Gülen fırsatını bulur bulmaz Komünizmle Mücadele işine de girdi, aynı adlı derneğin
Erzurum Şubesinin kurucuları arasında yer aldı. Dolmabahçe’de 6. Filo’yu kıble kabul edip namaz
kılmaya vardırdı mücadele işini. O sayede devlet içinde yer edindi, meşruiyet kazandı. Hocası
Mehmet Kırkıncı bu tip gösteriler yapma konusunda çekingendi, Fethullahçılar onları pasiflikle
suçluyorlardı. Devir değişti, darbeye kalkışan Fethullahçılar başarısız olunca tası tarağı toplayıp
ülkeyi ve devleti terk etmek zorunda kaldı. Şimdi onlardan boşalan yerleri doldurmaya çalışan
tarikat kolları arasında Kırkıncılar da var. Aile Bakanlığından çocuk kapma vakası da bu yer
doldurma çabasıyla ilgili.

***
Tarikatları, daha dar anlamında Nurcuları devlet nezdinde meşrulaştırma başarısını “sosyolog” Şerif
Mardin’e borçluyuz. Bakanlık da tarikatlara “sivil toplum örgütleri” derken bir anlamda ona atıf
yapmış oluyor. Mardin, “Bediüzzaman Sait Nursi Olayı”, “Türk Modernleşmesi”, “Türkiye, İslam
ve Sekülerleşme”, “Türkiye’de Din ve Siyaset" gibi kitaplarıyla Said-i Nursi ve o vesileyle
Fethullah Gülen’e övgüler dizdi. Abdülhamit’in deli diye tımarhaneye kapattırdığı Said-i Nursi’yi
entelektüel bir kahramana dönüştürdü. Ona göre Nurculuk da bir tarikat değil İslami sivil toplum
kuruluşuydu. Bugün görüyoruz, cumhuriyet düşmanlığının en utanmaz ideoloğudur.

Ama o sivil toplum kuruluşu, 2016’da, silahlı bir kalkışmaya imza attı. Bildiğimiz silahlı-askeri bir
örgütlenme çıktı sivil toplumculuğun içinden. Şerif Mardin imzalı ne varsa çöpe dönüştü böylece.
Çıkarıp geride bıraktıklarını temizleme görevimiz var. Süpürüyoruz.

***

Nurcu, Fethullahçı, Kırkıncı, cinci, BİM’ci… Bunlar kafanızı karıştırmasın. Türkiye’de bir
“tarikatlar” sorunu değil, bir tarikat sorunu var. O tarikat Nakşibendiliktir. Nakşi Tarikatı Osmanlı
Sultanlarının kucağında büyüdü. Süleymaniye çıkışlı Nakşi-Halidi kolunun çıkışında da Osmanlı
parmağı var, ebesi Topkapı Sarayındadır. 31 Mart gerici ayaklanmasından Menemen Kalkışmasına
kadar bütün gerici isyanlarda Nakşi-Halidi kolunu teşhis etmemiz işte bu doğuş ile ilgili. Osmanlıda
kazandılar ve Cumhuriyette kaybettiler, kaybettirene derin bir kinleri var, özeti budur.

Tarikattan sivil toplum olur mu? Kaynağını dinden alan herhangi bir toplumsal hiyerarşi laik
cumhuriyet için imkansızdır, yasaktır. Bir bölümü babadan oğula geçen “manevi liderlik” iddiası ise
saçma olmanın ötesinde, normal bir hukuk düzeninde suçtur. Tarikatlara ve tarikat şeylerine
cumhuriyette yer yok. Bu durumda denklem basit: ya ülkeyi kapatacağız ya bu irili ufaklı
tarikatları.

***

Dönelim ruhlar alemine… Madem çağırdın peygamber ruhunu, erinmedi çıktı geldi o da, bir iki
ayet daha istesene kem küm edeceğine. “İslam aleminin” ve insanlığın hali ortada, bir el daha atsa
olmaz mı?

Olmayacağını onlar da biliyor tabii. Kadın kılığı da yanlış anlamalara bir önlem. Gerçek olsa
şahitliği bile mümkün değildir.

Vaziyet komedi filmi kıvamında olsa bile, şükür, inanç dimdik ayakta. Tarikat şeyleri kazanmaya ve
kazandırmaya devam ediyor. Arada hır gür olmasa ortam tarikatlar için bildiğin cennet. “Kahrolası
laiklik, keşke Yunan galip gelse” sözlerindeki keramet budur.

Bize gelince, ruh muh fayda etmedi, kriz derinleşiyor, bari BİM’e gidelim!

——————————————————————————
Karadeniz yolcuları için son çağrı
12.08.2023
ORHAN GÖKDEMIR
Biliyorsunuz Doğu Karadeniz’in fındık tarımı yapılan bölgesi artık İtalyan şirketi Ferrero’nun bir
sömürgesi. Bölgeye milliyetçilik ve tarikatçılık karışımı tuhaf bir karanlık çökerken, dağı taşı
Ferrero tarafından ele geçirildi. Ayrıntısını merak edenler soL’da “Fındık ağacındaki emperyalist”
ve “Ferrero Karadeniz’i nasıl işgal etti?” başlıkla yazılara bakabilir. Bütün bunlar basit bir “fındık
alım fiyatı” açıklamasının içinde saklı üstelik. Fındık kabuğunu doldurmayacak işlerde koca bir
emperyalist işgalin işaretleri var. Bu yazı o işaretler üzerinedir…

Tayyip Erdoğan fındık alım fiyatını açıkladı birkaç gün önce, Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) 50
randıman Giresun kalite fındığı 84 liraya alacaktı. “50 randıman Giresun kalite fındık” en yüksek
kaliteli fındık demek. Giresun dışına doğru bu kalite giderek düşüyor. Yani 84 lira fındığın tavan
fiyatı, bunun toplam içindeki payı yüzde 10 bile değil.

TMO dışında bir büyük fındık alıcısı daha var; İtalyan tekeli Ferrero. Fındıkçı Erdoğan’ın açıkladığı
fiyatın bir karşılığı olmadığını bildiğinden Ferrero’nun açıklayacağı fiyatı bekliyor haliyle. TMO
fındık alımında ayak sürüdüğünden ve çoğu üreticiyi çeşitli sebeplerle geri çevirdiğinden şirkete
mecbur fındıkçı. Beklemeye tahammülü yok çünkü. Fındık bir önce satılacak, işçinin parası
ödenecek, kalanıyla geçen yıldan bu yıla devreden borçlar kapatılacak, kalırsa, geriye kalanla da
ihtiyaçlar karşılanacak. Peşin para Ferrero’da ve tüccarda var. Onlar da bu durumu hep avantaja
çeviriyor. Geçen yıl 54 TL olarak açıklanan fındık fiyatı bu sebeplerle 46 liraya kadar inmişti. Bu
yıl da fındığın Ferrero alım fiyatının 70 lira civarında olacağı tahmin ediliyor. Fındıkta Erdoğan’ın
borusu ötmüyor demek bu.

Sömürgede durumlar pek parlak değil haliyle. Dünyadaki fındık alanlarının yaklaşık yüzde 75’ine
sahibiz ama ne fındıkçı ne de devlet para kazanabiliyor bundan. Bütün fındık ihracatımız sadece 2,5
milyar dolar civarında. Dünyanın önde gelen ilk 20 firması arasındaki Ferrero’nun cirosu ise 10
milyar avro. Yani bir tekelin geliri koca ülkenin gelirinden dört kat fazla. Fındık fiyatının
baskılanması bu düzenin olmazsa olmazı haliyle. Öyle bir sefillik ki bu, Türkiye’de en yüksek
fındık fiyatı 2,48 avroya (84 TL.) denk gelirken İtalya’da en düşük fındık fiyatı 7 avro (207 TL).
Çiftçi-Sen’e göre tavan fiyatı 84 olan fındığın kilo başı maliyeti 70 TL. Yani üreticiye kalan para
kilo başına en fazla 14 lira civarında. O da Ferrero’nun insafına bağlı.

Milliyetçi-tarikatçı Karadenizli hemşerilerimize hatırlatalım; bu düzenin temelleri tarikatçı-


milliyetçi AKP tarafından atıldı. Ferrero fındığı, AKP eli dokunmadan önce, yerli firmalardan
alıyordu. O firmaların en irisi Oltan Gıda adlı bir şirketti. Ferrero’nun ilk hamlesi o şirketi, 2015’te,
satın almak oldu. Artık en büyük alıcı oydu. Fındıkçıyı hizaya sokmaya öyle başladı. AKP fındık
fiyatını bunun için serbest bıraktı. Fiyat serbest kalınca Ferrero ipleri eline alma olanağı buldu.
Fındığınızı AKP ve Ferrero el ele vererek çaldı yani. Şimdi durum şöyle; ülke dünya fındığının
yüzde 75’ini üretiyor ama o fındığın da yüzde 75’ini tek başına Ferrero alıyor. O sayede fındık
fiyatını istediği gibi belirliyor. Yani ülkenin üretimden gelen gücü bir emperyalist şirkete
devredilmiş durumda.

***

Bu perişanlıkta tarikatçılığa ve milliyetçiliğe meyilli “fındık yağmacılarının” da etkisi var. Kim bu


yağmacılar? Şöyle anlatalım; Fındıkta iki “üretici” tipi var. Biri bölgede yerleşik üreticiler, diğeri
büyükşehirlerden fındığı yağmalamaya gelen eski köylüler. Bu ikinci kategorideki tipler yılın
sadece bir ayını Karadeniz’de geçiriyor, fındığı toplatıp, satıp büyük şehirlerinin banliyölerine
dönüyor. Haliyle onların zamanı sınırlı. Hasadı bittiğinde fındığı bir an önce elinden çıkarmak
istiyor. Bu da fındığın fiyatının aşağıya inmesi demek. Tek çaresi var buna direnmenin, satmayıp
elde tutmak. Nasıl tutacaksın? Yoksulun, muhtacın, tabii yağmacının bu büyük emperyalist oyuna
direnmesi mümkün mü? Küçük yağmacılar büyük yağmacıların arkasına diziliyor haliyle. Koca
bölge, tek kurşun atmadan, işgalcilere böyle teslim ediliyor. O dirençsizlikte tekelleşmeden
kartelleşmeye geçti şirket. Karadeniz’in kısa sömürgeleşme tarihidir.

***

Yağmacıları ilgilendiren kısma geldik. Bu karmaşık operasyonun içinde bir de “Ferrero Değerli
Tarım Programı” (FFV) var. Şirket, 2012 yılında başlattığı bu programla 100 bin dönüm alanda 50
bin fındık üreticisine ulaştı. Zaten 10 yıldır fındık alanlarında verimli arazilerin tespitini yapıyordu.
Şirket halen 53 örnek bahçede çalışma yürütüyor, FFV saha uzmanları model bahçelerde, iyi tarım
uygulamalarını hayata geçiriyor. Bu Ferrero’nun Güney Amerika’da hayata geçirdiği plantasyon
modelinin ilk adımları. Hedef, Karadeniz’deki küçük fındık üreticilerini yok ederek kendine bağlı
büyük fındık plantasyonları oluşturmak. Şirket artık üretimden pazarlamaya fındığın her alanına
egemen olmak istiyor çünkü. Arazi satın alıp fındık dikmek ve doğrudan üretime girmek de bu
programa dahil. Bunun için fındık üreticilerini proleterleştirmek ve geriye kalanları da tasfiye etmek
şart. “Değerli Tarım” uygulaması ile kendi ihtiyacını 100 bin dönüm arazideki 50 bin çiftçiden
karşılayacak. Geride kalan 650 bin dönüm arazide fındık üretimi yapan 450 bin çiftçinin ürettiği
fındık yok fiyatlara satılmak zorunda kalacak ve tasfiye edilecek. Plan bu. Gerçekleşirse, hikâyenin
sonunda, Karadeniz kökenli yağmacılar da ilelebet bölgeden silinecek.

Tekel o kadar pervasız ki kendisini hem ülkenin hem fındığının sahibi sayıyor artık. Bu da AKP
sayesinde oldu. Sıradan bir örnek; Ferrero, ülkede ihtiyaçtan 3 kat fazla fındık kırma tesisi varken,
Düzce'de kırma tesisi kurmaya karar verdi. Başlarken AKP iktidarından 680 milyon TL destek aldı.
Devlet desteğiyle kurulan o tesis bütün kırma sektörünün bir yılda yaptığı işi üç ayda yapacak
kapasitedeydi. Ferrero’ya “yerli ve milli” sanayiyi bitirsin diye teşvik veren hükumet fındık üreticisi
için verdiği teşviki dokuz yıldır bir lira bile arttırmadı. Sonuç şu; 120 milyar dolarlık dünya fındık
piyasasında ülkenin payına düşen sadece 2,5 milyar dolar. Yağmacıların zaferidir.

***

Fındıkta en az bir “yerli ve milli” yağmacı daha var; AKP kurucusu ve Tayyip Erdoğan’ın
danışmanı Cüneyt Zapsu. Sahibi olduğu Balsu Gıda şirketi, geçen yıl, fındık ihracatçıları
sıralamasında Ferrero’nun hemen arkasında ikinci sıradaydı. Ferrero’dan geriye kalanın
toplayıcısıdır. Demek ki bu kez organize bir yağmacı ile karşı karşıyayız.

Yerli ve milliliği şöyle açıklayayım; Zapsu’nun bir yanı Bedirhan aşiretine, bir yanı Nakşibendiliğin
Halidiye koluna dayanıyor. Babaannesi Fatma Hidayet Zapsu, aşiret reislerinden Bedirhan Bey’in
soyundan geliyor. Dedesi Abdürrahim Zapsu, Kürt Teali Cemiyeti’nin kurucularından. Sonradan
Necip Fazıl’ın Büyük Doğu Cemiyeti’nin de kurucuları arasında yer almış, eksiksiz bir Kürt-
İslamcıdır. Zapsu’nun hızlı yükselişine bu soy kütüğü yardımcı oldu, yolunu açtı. Örneğin BİM’i
Nakşi-Halidi kolunun uzantısı Erenköy Cemaati ile birlikte kurdu. Yasin El Kadı, Korkut Özal,
Mustafa Latif Topbaş, Mehmet Fatih Saraç gibi isimler de ortak oldu şirkete. Bir Nakşi-Halidi
girişimidir. 2003'te BİM'deki hisselerini Erenköy Cemaatine sattı, A101 Yeni Mağazacılık A.Ş.’yi
kurdu. Annesi Gaye Zapsu da Uzel Traktörlerinin kurucusu Uzel ailesindendi. Kahramanımız da
1986’dan beri TÜSİAD'ın üyesi. Tarikat sermayesiz mümkün değildir.
Zapsu’nun, fındık işinin yanında, bir de danışmanlık şirketi var; “Cüneyd Zapsu Danışmanlık A.Ş.”
Çok şaşırtıcı bir müşteri portföyü var şirketin. Vaktiyle, Tayyip Erdoğan’la savaş halinde olan Aydın
Doğan’ın Alman ortağı Axel Springer’in danışmanlığını üstlenmişti örneğin. Perde önünde kavga
sürerken, geride Zapsu aracılığıyla barış görüşmeleri devam etmişti. Türkiye Yahudisi Muhtar Kent
kâhya atanınca Coca-Cola’nın danışmanı oldu. AKP’nin en ballı özelleştirmesi olan Tekel’in içki
bölümünü alan Amerikalı Texas Pacific Group’un danışmanıydı. Amerikalı şirket o özelleştirmeden
milyar dolar kâr ederek satıp çekildi. Tekel’i ilk satın alan Limak’la da çok yakın ilişkileri vardı,
malum. Zapsu’yu danışman atamadan AKP iktidarından ihale almak neredeyse imkansızdır.

Fındığa dönelim. Zapsu, AKP eliyle üretici kooperatifi “Fiskobirlik’i tasfiye ederek fındık
üreticilerini tüccara mahkûm eden fındık politikasının da mimarıydı. Bu politikayı icra ederken
sadece basit bir fındık tüccarı değildi, Ferrero şirketi Nutella’nın Türkiye temsilciliğini de o
yapıyordu. Sonra Ferrero kontenjanından TÜSİAD Başkanı olan Kaslowski’nin, ardından da
doğrudan Ferrero’nun danışmanı oldu. Satış bilgisi sınırsızdır.

Doğu Karadeniz’i bir Ferrero sömürgesine dönüştüren kişi işte bu “süpürmeyin kullanın”
Cüneyt’tir. Her taşın altından çıkan AKP kara kutusudur, bir tür yeni nesil sömürge valisidir.

***

Bu rezil hikâye bir an önce bitsin istiyorsunuz, farkındayım. Ama bunun bir de Akdeniz ayağı var.
Yıl 2009. Akkuyu Nükleer Santral ihalesini Ruslar alıyor. Sürpriz, Cüneyd Zapsu Akkuyu Nükleer
A.Ş’de Yönetim Kurulu üyesi. Sırrını soruyorlar, “Beni Türk tarafı değil Ruslar Yönetim Kurulu’na
atadı” diyor. Yani “hatırlı” dostları arasında Ruslar da var. Sömürge valisidir, her şeyi herkese her
türlü pazarlamakta mahirdir.

Fakat geçen yıl Akkuyu Nükleer görevinden ayrıldı. Ayrılırken bir de dava açtı şirkete. Nükleer
santrale kurulması planlanan radar sisteminin Türkiye’nin güvenlik stratejisi bakımından sorun
yaratacağı inancındaydı. Birdenbire yerli ve milli olmuştu yani. O istifa etmeden az önce Rus
patronlar Akkuyu projesinde yer alan IC İçtaş A.Ş.’nin sözleşmesini feshetmiş, İçtaş yöneticilerinin
ve Türk işçilerin inşaat bölgesine girmesini yasaklamıştı. İçtaş kimin? Beşli çeteden İbrahim
Çeçen’in.

Bu itiş kakışın arkasında büyük bir paylaşım savaşı var. 17-25 Aralık soruşturmaları nedeniyle
Akkuyu hisseleri çete arasında pay edilemedi, o arada fırsat kaçtı. Ancak Kırım’ın ilhakı nedeniyle
Batı ambargosu başlayıp Ruslar “buranın yüzde 49 hissesini alın” demek zorunda kalınca, “beşli
çete”ye haber salındı, “Cengiz-Kolin-Kalyon” konsorsiyumunu harekete geçti ama nedense gereken
parayı bulamadılar. Bulduk dediklerinde de Rusya, İngiltere menşeli bir denetim firmasına bu çete
üyelerini denetlettirdi. Denetim şirketi, çetenin şeffaf olmadığı ve iktidara göbekten bağlı olduğu
kanısındaydı.

Bu savaş sürerken Akkuyu Nükleer’in tek Türk üyesi olan ve istifa ederek yerli ve milli bir tavır
sergileyen Zapsu, Akkuyu Nükleer Santrali Projesi'ni yürüten Rus Rosatom şirketine “danışmanlık”
hizmeti vermeye devam ediyordu. Rezilliğin dibidir!

Bir Akkuyu gerçeği daha; santral inşaatında çalışan “yerli ve milli” işçiler en düşük ücretle en kötü
koşullarda çalışmaya devam ediyor. Kaderleri ve kederleri fındık üreticileriyle ortaktır.
***

E, her hikâyeye mutlu bir son gerek. Buradaki mutlu son da şöyle; Toprağını, ağacını, bahçesini,
meyvesini, börtü böceğini savunamayan her halk ezilmeyi hak eder. Acımasız bir savaştır bu, boyun
eğenin böcek gibi ezilmesi kaçınılmazdır. Bırakacaksınız bu tarikat-marikat işlerini öyleyse,
toplanıp vatan savunmasına, emperyalizme karşı barikata geleceksiniz. Karadeniz yolcuları için son
çağrıdır bu!

——————————————————————————
Püsküllü Taner’in acayip hikayesi
19.08.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Yazar ile söyleşi yapan liberal haber portalı söyleşiye “Apartheid Cumhuriyeti” başlığını uygun
görmüş. Söyleşiye konu olan eser ise “Yüzyıllık Apartheid” başlığını taşıyor. Kitap cumhuriyetin
100. yılı tartışmalarına bir katkıymış, iddia bu yönde. Anlayacağınız gibi “Apartheid”le suçlanan
cumhuriyet, şimdi göçük, Türkiye Cumhuriyeti.

Haliyle bir tür ölüye sövme ayini bu. Söyleşinin her yanından mevtaya duyulan nefret fışkırıyor.
Yazar, AKP’nin resmi tarihçisi Püsküllü Kadir’in “keşke Yunan galip gelseydi” demesi gibi, “keşke
Kurtuluş Savaşı başarılı olmasaydı” diyor. 1918-1923 süreci Kurtuluş-Bağımsızlık Savaşı süreci
olarak değil “Apartheid rejiminin” inşa süreci olarak okunmalıymış çünkü. Şöyle devam ediyor;
“Türk Apartheid’ı, Osmanlı Millet Sistemi, sömürgecilik zihniyeti ve etnik Türk temelli uluslaşma
anlayışının üzerine bir hukuk sistemi ve politik pratik olarak inşa edildi ve hâlâ da böyledir. Artık
bu yüzyıllık Apartheid ile yüzleşmek ve 'Apartheid’a Son' demek zorundayız.” Nefret, yok etme
önerisine dönüşüyor haliyle. “Yüzleşmek” ve “son vermek” kelimelerinin arkasına yığılan laf
kalabalığını kaldırırsak özeti bu; Cumhuriyet yıkılmalıdır!

Ancak cumhuriyet zaten yıkıldı, sövecek veya nefret edilecek bir şey kalmadı ortalıkta. Yerine Neo
Osmanlıcı-İslamcı bir Tayyiban rejimi kuruldu. Ama bu liberal öfkeyi dindirmeye yetmiyor. Cesedi
mezarından çıkarıp tokatlamak istiyor yazar. Öfkeden gözünü kan bürümüş, gerçeğe dönüp
bakmıyor, bütün tarihi baştan sona yanlış okumakta ısrar ediyor.

Gerisi basit; Sünni-Türkler “Apartheid cumhuriyetinin” ayrıcalıklı beyazları, Aleviler, Hıristiyan ve


Yahudiler ise alt sınıf zenciler. Bundan kurtulmak için cumhuriyeti yıktık diyelim, ne yapacağız?
Eğer demokratik bir gelecek istiyorsak, “yeni kuruculara” ihtiyacımız var. Kim bu yeni kurucular?
Rejimin, eşitlikçi temelde değiştirilmesi için uğraş veren Midyatlı Malak Barşom, Şeyh Said,
Çerkes Ethem, İhsan Nuri, Seyid Rıza ve yakın tarihimizden Hrant Dink’le Tahir Elçi. Bu bir Taner
Akçam teorisidir.

Yalnız, tabii, bu kurmaca zencilerin de Püsküllü tarihinde zenci sayılması için cumhuriyete ve
laikliğe düşman olmaları şartı var. Aksi durumda derhal zencilikten Kemalist darbeciliğe terfi
ettiriliyorlar. Şaka değil bu. Püsküllü Taner 2015’te Fethullahçıların finanse ettiği cumhuriyet
düşmanı Taraf gazetesinde yazardı. Yeşiller Partisi için MHP raporu hazırlamasını istediler. Derhal
işe koyuldu, yazdı, verdi. Püsküllü’nün MHP raporunda Alevilerin ve CHP’nin “darbeci” olduğu
iddia ediliyordu. “Ne şeriat ne darbe” sloganlarının atıldığı Cumhuriyet mitingleriyle “darbe
çağrıları” yapılmıştı, Ergenekon Davası kanıtıydı.
Püsküllü Taner’in kardeşi Alper Akçam bunun üzerine bir yazı kaleme aldı, “Tüm Alevilerden ve
CHP’li dostlardan Akçam ailesi adına özür diliyorum” dedi. Alper Akçam’a göre, kardeşi
emperyalizmi temize çıkaran tezler ileri sürüyordu, “Taner Akçam, yakın zamanda epeyce büyük
çarklar çizerek emperyalizmin ‘siyasal İslam’ politikalarının uygulayıcısı cemaat ve AKP tezlerinin
yandan çarklı savunucusu durumuna geldi” diye devam etti. Gerisi şöyle; “Herkes artık iyice
bilmelidir ki, Taner Akçam, yıllardır Şarkiyatçı Batı politikalarının bakış açısıyla ülkesine ve
dünyaya bakıyor… Taner Akçam, yıllardır sap yiyip saman çıkarıyor! Hiç şaşırmamak gerek, hangi
ülkenin kimliğini taşıyor olurlarsa olsunlar, Şarkiyatçılara göre hem Doğu’da yaşıyor hem din
istismarına karşıysan, günlük yaşamın dinsel inançlar dışında da yaşanabileceğine ilişkin düşünceler
taşıyorsan, ‘darbeci’sindir. Onlara göre, Şark demek İslam demektir!”

Çok acıklı bir hikâye bu. Taner-Alper Akcam kardeşlerin anne babaları Cılavuz Köy Enstitüsü
mezunuydu. Oğullarından biri şimdi halkın dişiyle tırnağıyla kazıyarak var ettiği bu enstitüyü
“faşist bir müessese” olarak damgalıyordu. Mezunları da tartışmasız darbecilerdi. Soykırımdan
apartheide evrilen siyasi çizgide işte böyle bir nefret ve öfke var.

***

Bu yazının başlığına ilham veren kitap ise “Torosyan’ın Acayip Hikayesi” başlığını taşıyor. Konusu,
1.Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunda topçu yüzbaşısı olarak görev yaptığını söyleyen
Sarkis Torosyan’ın hatıralarıdır. Hatıranın yazarı bir Osmanlı subayı olarak savaşta yer aldığını,
soykırıma tanık olduğunu, saf değiştirerek Osmanlıya karşı savaşmaya koyulduğun anlatmaktadır.
Anı kitabı 2012’de İletişim Yayınları tarafından Türkçeye kazandırıldı, aralarında Püsküllü Taner’in
de olduğu bir dizi liberal yazar tarafından soykırıma yeni ve kuvvetli bir delil sayıldı. Hatta
içlerinden bazıları iddiasını resmi tarihin, Torosyan’ın ordudaki varlığını gizlemek üzere, yeniden
düzenlendiği noktasına vardırdı. Y. Hakan Erdem “Torosyan’ın Acayip Hikayesi” adlı kitabını
kaleme almasının nedeni bu sorgusuz ön kabül. Osmanlı ordusunda subay olduğunu iddia eden
Torosyan’ın ne 6. Topçu Alayı’nda ne de 3. Topçu Alayı’nda kaydı yoktur. İddialarının tersine
orduda hiç bulunmamıştır, asker değil bir badanacıdır. 1915’de Çanakkale Boğazı’ndaki Ertuğrul
tabyasına komutan olarak atandığını, hatta ilk düşman zırhlısını Ertuğrul’dan atılan mermilerle
batırdığını iddia etmesine karşılık savaşın en harlı zamanında, 1916’da, Amerika’da kardeşinin
yanındadır. Ancak ne gam, lazım olan belge bulunmuştur işte.

***

Zaten belgeye ihtiyacı yoktur yaşanan dramın. Aşağı yukarı bir yüzyılı aşan bir kapışmanın
dramatik sonucudur bunlar. Özetleyelim; 1821’de, önce isyan eden Osmanlı Rumları, sonra 1826
“hayırlı olayı” ile Osmanlı Yahudileri, pozisyonlarını kaybetti. Sonunda Rumlar, Fener Beyleri,
kazandı ve bir süre için Osmanlı’nın yönetiminin kendi ellerinde olduğuna inandı. Osmanlı’da
Hıristiyanlarla, Yahudi ve Türklerin karşı karşıya gelmesinin arka planıdır bu.

Washington Yakın Doğu Araştırmaları Enstitüsü’nde Türkiye Araştırmaları Programı’nın direktörü


Soner Çağaptay, ABD için yazılmış olan “Türk Kimdir?” adlı çalışmasında, çatışmada Osmanlının
Balkanlardaki toprak kaybının etkisine dikkat çekiyor. Birçok Osmanlı Müslüman’ı bağımsızlığını
yeni kazanmış devletlerin katline maruz kalmış ya da Anadolu’daki daralan Osmanlı topraklarına
sürülmüştür. Artık bütün Osmanlı toprakları bir iç savaş alanıdır. Çağaptay, Justin McCarthy’ye
dayanarak 1821 ile 1922 yılları arasında beş milyondan fazla Osmanlı Müslüman’ının yurtlarından
sürüldüğünü, beş buçuk milyonunun da savaş, açlık ya da hastalıktan ölmüş olduğunu ileri sürüyor
ki, verilen sayıların toplamı, 1922’de Küçük Asya’nın neredeyse toplam nüfusuna denk düşüyor.
Böylece, Anadolu’ya göçen muhacirler için, İslam, kimliklerinin önemli bir parçası olarak ortaya
çıktı. Anadolu’da Türkleşmeyi ve Müslümanlaşmayı, demek ki, tehcirden önce bu dış etkiye
borçluyuz. Osmanlı Balkanlarda geriledikçe Anadolu’daki muhacirlerin sayısı arttı. Gelenler,
Hıristiyanlar lehine olan dengelerin değişmesine yol açtı, düşmanlık her gelenle birlikte arttı. İttihat
ve Terakki son dokunuşu yaptı, Anadolu’daki Hıristiyan nüfusu mümkün olan en az sayıya indirdi.
Anadolu, artık Türk ve Müslüman’dı.

Chrıstos Teazıs ise, 1800’lü yıllarda Anadolu’daki nüfus hareketlerinin arka planı hakkında şu
bilgileri veriyor: “Türkiye’de kapitalizme girme süreci Tanzimat’la başlamıştır. O dönemde devletin
karar mekanizmalarında etkili olan İngilizlere karşı, tarım ve küçük el sanatlarıyla geçinen halk
katmanlarında bir tepki oluşmuştu. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun öngördüğü reformlarla birlikte
Hıristiyanlar Batı Anadolu’daki tarım alanına daha çok ilgi duymaya başladılar. Askerden dönen
Türklerin köylerini, köy evlerini tanınmayacak durumda buluyorlardı. Her yerde Türklerin yerini
Hıristiyanlar alıyordu.” Demek ki, bir yüzyıl içinde, şimdi Anadolu diye tanımlanan coğrafyada
yeni bir denklem kurulmuştu. Sürgünlerin son durağıydı ve gidecek başka yerleri kalmadığından
Anadolu yurt olmuştu. Muhacirlerin belleğinde Hıristiyanların zulmü tazeydi; bir yurt kaybettikleri
için bir yurt kazanmaya çalışıyorlardı ve düşmanlık budur. Çatışma var ve çatışma iç savaşın
uzantısıdır. Kaldı ki bütün vatanlar çatışmaların ürünüdür.

İşin başka bir yönü daha var. Osmanlı imparatorluğu güya Türk’tü ama ekonomik açıdan Türkler
eziliyordu. “İşçiler ve istifçiler Hıristiyanlardı; Türklerse askerler ve harcayanlar.” “Bozkurt”un
yazarı Harold Armstrong, ezilen “Türkler”in, ekonomik problemlerini refah sahiplerini öldürerek
çözmeye giriştiğini not ediyor ki, bu sınıf savaşının ruhuna uygun bir yöntemdir. Demek ki 1800’lü
yıllarda başlayan ve bir din savaşı gibi görünen çatışmanın arkasında tanıdık o tarihsel sebep var.

Evet, Osmanlıda egemen güç Hıristiyanlardı ve onların arkasına da Avrupalı emperyalistler


dizilmişlerdi. Bir gün, alttakilerin ellerinde ne varsa almaya kalkıştılar, Armstrong’un deyişiyle
kıyamet işte o gün koptu. Anadolu’daki o büyük trajediler işte böyle ateşlendi. İç savaşın son
hamlesi için artık alan hazırdı. “Bütün bu değişiklikler ve milletlerin ateşli çalışmaları esnasında,
Müslümanlar ve Hıristiyanlar en zalim yanlarını gösterdiler. Hangi taraf üstün gelirse diğerini
katlediyordu. Bağımsızlık ayaklanması sırasında Yunanlılar Mora’daki Türkleri öldürdüler. 1917’de
Türkler Yunanlıları katlettiler. 1919’da Yunanlılar İzmir’e misilleme yaptılar ve 1920’de ve
1921’de, 1922’de Türkler intikamlarını alarak, Osmanlı Rumlarını silip süpürdüler. 1915’te Türkler
Ermenileri katlettiler. 1916’da Hıristiyan Ermeni İntikam Ordusu Ruslarla birlikte gelerek, Van’daki
bütün Müslümanları öldürdüler; bu sırada saygın müttefiklerimiz olan Ruslar da Revandüz’deki
bütün Müslümanları öldürdüler. Bu liste uzatılabilir. Dışarıdan gelen müdahalelerin sonucu bu
vahşetin arması olmuştur.” İngiliz görevli Armstrong “Avrupa onları kendi hallerine bırakmış
olsaydı durum çok daha iyi olurdu” diye bitiriyor sözlerini.

1923’te Hıristiyanlar kaybettiler ve Müslüman-Yahudi partisi kazandı. Yahudiler pek azdılar ve


Müslümanlar ise “etnik” olarak pek bulanıktılar. Yeni devletin “Türkçülüğü” de işte budur. “Sözde”
bir Türkçülüktür ve “Ne mutlu Türküm diyene”den ibarettir. Çağaptay, bunu, “Türk dilinden
kaynaklanan etnik milliyet ile Anadolu’da yaşıyor olmaktan doğan toprağa bağlı milliyet birbiriyle
örtüşmüyordu” diyerek özetlemektedir. Kurucular Müslümanlığa bu nedenle mecbur olmuştur. Bir
trajedidir, Yakup Kadri “Yaban”ında tutanağa geçirmiştir.
Bunları şunun için anlattım, olup biten karşısında Batının “ajanları” bile Püsküllü Taner’den daha
insaflı veya daha temkinlidir.

***

Hürriyet ve giderek laik cumhuriyet fikri, ne yazık, bu büyük boğazlaşmanın ortasında filizlendi.
Emperyalistler yıkılan Osmanlıdan geriye kalacak bakiyeyi sıfırlamak istiyordu. Laik cumhuriyet o
sıfırlama girişimine direnişin getirisidir. Ancak ortaya çıkan şeye hep düşman oldular, içeride
işbirlikçiler buldular, saldırdılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin ileriye doğru sıçramasını hiç istemediler.
Giderek cumhuriyete cumhuriyet demek suç oldu. Korkunç bir nefret karşısındayız.

Püsküllü Taner’e kalırsa Türkiye bir soykırım veya apartheid cumhuriyeti. Haliyle bütün bir
cumhuriyet tarihi silinmeli, yeniden ele alınmalı, kirlerinden temizlenmeli. Bütün düşmanlarının
itibarı iade edilmeli. Bir başka ifadeyle “Türkiye kendisiyle yüzleşmeli”…

Hayır, aydınlanmacı geçmişimiz bir anomali değildir. Tarihimizde benzer süreci yaşayan ülkelerden
ne daha fazla kan var ne daha fazla nefret. Buradakiler de en fazla oradakiler kadar ırkçı. Dünya
savaşı bir Ermeni-Türk savaşı değil, emperyalist paylaşım savaşı. Haliyle 1918-1923 son
çözümlemede bir tarihsel-toplumsal ilerlemeye karşılık geliyor. Çok net; 1923, bizim
1789’umuzdur. Biz orada bir Apartheid rejimi değil, Ermeni halkına yapılan zulüm nedeniyle de,
çürümüş Osmanlı hanedanını tarihin çöplüğüne atan bir cumhuriyet iradesi görüyoruz.

Cumhuriyet yıkıldı, cesedini mezarından çıkarıp tokatlamak istiyor yazar. Biliyoruz; Mustafa
Kemal’e düşman olan laikliğe düşman olur. Mustafa Kemal’e ve laikliğe düşman olan Cumhuriyete
düşman olur. Mustafa Kemal’e, laikliğe ve cumhuriyete düşman olan halka düşman olur. Liberal
veya islamcı fark etmez, Püsküllü Kadir sendromudur bu.

——————————————————————————
Karanlıkla ışıklı bir gelecek kuramazsınız, kanla yeni bir tarih yazamazsınız. Püsküllülere
bakmayın siz, başka türlü bir hikâye var bütün hikayelerin içinde.

Kör olası İttihatçılar


26.08.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Hınçak komitesinin düzenlediği yürüyüş Babıali’ye doğru sürüyor. Komitacılar silahlı, yol boyunca
taşkınlıklar yapıyor, sivil-asker herkes hedeflerinde. Çemberlitaş civarında önlerine çıkan bir
jandarma binbaşısını vurup deviriyorlar. Askerler beş bin kişiye ulaşan kalabalığı durdurmak
isteyince bombalar patlıyor, yürüyüş ayaklanmaya dönüşüyor. Bu olayın ardından, 1895
sonbaharında, Müslümanlar ve Ermeniler arasında üç gün süren sokak çatışmaları patlak veriyor,
olaylarla ilişkisi olmayan pek çok Ermeni öldürülüyor. Padişah, Ermenilerin katlinden sorumlu
tutulan Said Paşa’yı azlediyor ama nafile, ayaklanma Anadolu kentlerine sıçrıyor. İsyanı bastırmak
için gönderilen Hamidiye Alaylarının uyguladığı şiddet öfke dalgasını büyütmekten başka bir işe
yaramıyor, Van’da işler tamamen kontrolden çıkıyor. Bir gurup Taşnak militanı, Ermenilere yapılan
eziyeti protesto etmek amacıyla Karaköy’deki Osmanlı Bankasını işgal edip çalışanları ve
müşterileri rehin alıyor. Bankanın pencerelerinden meydana bombalar atılıyor. Eylem içinden
çıkılmaz bir hal alınca Fransız diplomatlar araya giriyor, eylemcilerin Marsilya’ya gitmelerine izin
veriliyor.

Banka baskını İstanbul’da yeni olayların fitilini ateşliyor. Çünkü baskına öfkelenen güvenlik güçleri
Ermenilere yapılan saldırıları görmezden gelmeye başlıyor. Cesaret alan Kürt hamallar Ermeni
hamallara saldırıyor, beş yüz civarında Ermeni hamal öldürülüyor. Şehirdeki hamallık piyasası
yoksul Ermenilerden yoksul Kürtlerin eline geçiyor. Devam eden iki yıl boyunca İstanbul’da ve
Anadolu’da çoğu suçsuz binlerce Müslüman ve on binlerce Ermeni hayatını kaybediyor. Bazıları
din değiştiriyor, çoğunun mallarına el konuluyor. Demek tehcirden önce bir tehcir, kırımdan önce
bir kırım var.

***

İmparatorluğu ayaklanmalarla sarsılırken Jön Türk hareketinin güçlü bir muhalefete dönüşmesinden
endişelenen padişah kullarına işaret ediyor. 1897 kışında gizli örgüt üyesi olmakla suçlanan
yüzlerce talebe, genç subay, doktor, memur tutuklanıp Trablusgarp’a sürülüyor. Bu baskı aynı ortak
düşmana, Abdülhamid’e, karşı mücadele eden Jön Türklerle Ermeni örgütlerini güçlerini
birleştirmeye zorluyor. Artık ilk hedef Abdülhamit’tir. Ermeni militanlar, 1905’te, Cuma’dan çıkan
Abdülhamid’e bombalı suikast düzenliyor. 26 kişinin öldüğü saldırıdan Abdülhamid kurtulmayı
başarıyor.

“Silkip ukuud-u rikba-i a'sârı, en çetin


Bir uykudan uyandırır akvâmı dehşetin.
Ey şânlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın!
Atdın... fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın!”

Jön Türkler Ermeni militanların bu eylemini coşkuyla selamlıyor. Büyük şair Tevfik Fikret eylemin
başarısız olmasına çok üzülüyor. “Bir Lâhza-i Teahhûr”, bir anlık gecikme, adlı şiirinde, saniye
farkıyla avını elinden kaçıran avcıya övgüler düzüyor; Silkip yüzyılların boyunlarındaki ilmiklerini,
en çetin bir uykudan uyandırır milleti dehşetin. Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın! Attın...ama
yazık ki, yazıklar ki vuramadın!” Demek, geçen yüzyılın başında, devrimciler ve Ermeni militanlar
aynı saflardadır. Düşman saraydadır.

***

Ama biliyoruz devrim evlatlarını da yer. Kütahyalı bir ailenin çocuğu olan Soğomon Soğomonyan
onlardan biri. Erken yaşta öksüz-yetim kalıyor Soğomon. Babaannesi son çare ruhban okuluna
gönderiyor yetimi, 1895'te, papaz oluyor. Genç papaz, bir Ermeni halk ozanı olan Katolikos
Gomidas'ın ismini kendine uygun görüyor, onun da aklı müzisyenlikte çünkü. Sevenleri “Vardapet”,
papaz, diye sesleniyor ona. “Gomidas Vardapet” tarih sahnesine çıkmaya hazırdır. Tiflis’e müzik
eğitimine gidiyor, oradan bir hayırseverin yardımıyla Berlin'de müzikoloji öğrenmeye. Anadolu’ya
dönünce köy köy dolaşıyor, binlerce Ermeni halk şarkısını derleyip notaya geçiriyor. 1912-1915
yılları arasında İttihat ve Terakki’nin Türk Ocakları’nda müzik dersleri veriyor. İttihatçıların ileri
gelenlerinin ve Talat Paşa’nın katıldığı bir Türk Ocağı konserinde Hamdullah Suphi onu öven bir
nutuk atıyor. Gomidas piyanosunun başına geçiyor, konseri İttihatçılarca ayakta alkışlanıyor.

Gelin görün ki bu müzik dehası o konserden on gün sonra gözaltına alınıp, İstanbullu okur-yazar
180 Ermeni ile birlikte Çankırı'ya sürgün ediliyor. Talat Paşa'nın emriyle İstanbul'a dönmesine izin
verildiğinde iş işten çoktan geçmiş. Bir daha kendini toparlayamıyor Vardapet. Nasıl toparlasın?
Tanrısı, halkı büyük acılar çekerken, yardım eli uzatmamış. Yası ya da suskunluğu uzun sürmüş
haliyle. Hayatının kalan 20 yılını Paris'teki bir sanatoryumda tamamlamasının nedeni bu.

***

1898 sonbaharında Alman İmparatoru İstanbul-Kudüs yolculuğunda. Bu yolculuk, Afrika’nın


sömürgeleştirilmesi yarışında geç kalan Almanya’da nüksetmiş müthiş Mezopotamya tutkusunun
bir dışa vurumu. Almanya bölge için İngiltere ile savaş halinde. Ama bölge sadece onların değil,
1897’de Basel’de Dünya Siyonist Kongresini toplayan genç gazeteci Theodor Herzl’in de ilgi
alanında. Mezopotamya’da Mezopotamyalılardan başka herkes oyuncu.

Almanlar bu etki alanındaki halklardan Ermeniler konusunda karmaşık duygular içinde. Bazı
Almanlar için onlar faydalı yardımcılar, bazıları için kendilerine rakip olabilecek bir tehlikeli bir
unsur. Hıristiyan kardeşliği ile Doğuya sahip olma arzusu arasında bocalayan Almanlar sonunda
“Doğu Yahudileri” olarak tanımladıkları Ermenilerin Osmanlı ekonomisini elinde tutan güvenilmez,
cimri ve dolandırıcı bezirgânlar olduklarına kanaat getiriyor.

Almanların Hicaz ve Bağdat demiryolları projesi işte bu havanın getirisi. Alman sermayesi ve
Alman mühendisleri Almanya’nın Mezopotamya fethinin yollarını döşemek için harekete geçiyor.
1914 yılı itibariyle Osmanlı sınırları içinde 800 subay ve 20-25 bin askerden oluşan bir Alman
askeri misyonu var. Bu misyonlardan biri Zeytun bölgesinde kendilerini savunmaya çalışan
Ermenileri topa tutuyor. Demiryolu inşaatında zorla çalıştırılan Ermenilerin tehcir edilmesine de ses
çıkarılmıyor. Bunlar kayda geçenlerden sadece ikisi. Yunan ve Ermeni tanıklar tehcir sırasında
sahada Alman subay ve askerlerini gördüklerini anlatıyor. O dönemde Türkiye'de görev yapan
Alman subaylarının çoğu daha sonranın Nazileri olacak.

***

Gericiler, 13 Nisan 1909’da, alaylı askerlerin desteğinde Hürriyet’e karşı “şeriat isteriz”,
“padişahım çok yaşa” nidalarıyla ayaklanıyor. Hedeflerinde birkaç ay önce yürürlüğe konulan
anayasa var. Hareket Ordusu, bu gerici isyana karşı, 19 Nisan’da, Çatalca’da. Ordunun başında
Mahmut Şevket Paşa var, Enver Bey kurmay başkanı. Bir iki gün içinde Resneli Niyazi’nin Ohri
Milli Taburu, Arnavut Başkim Kulübü üyeleri, eski Bulgar Komitecileri Sandanski ve Paniçe, Rum
kaptanlar Keta Cevarablo ve Krayla, Arnavut Bayram Fehmi Çirçis birlikleriyle koşup geliyor.
Türk, Arnavut, Rum, Ermeni, Yahudi asker ve gönüllüler Hareket Ordusu’na katılıyor akın akın.
Darülfünun talebeleri, İstanbul’daki kıtalarından kaçan subaylar, İzmit’ten gelen Müslüman, Rum
ve Ermeni gönüllüler Yeşilköy’e koşuyor. Bir tür isyana isyanla karşılık verme hali bu.

22 Nisan’da Yeşilköy’e gelen bir grup Ermeni kadın, Hareket Ordusu yetkililerine, üzerinde
“Yaşasın Vatan, Yaşasın Kanun-ı Esasi” yazılı bir bayrak hediye ediyor. Vartkes Efendi kadınların
tutumunu öven konuşmasının ardından bayrağı alan Enver Bey ve diğer zabitlerle birlikte, “Yaşasın
Taşnaksutyun Cemiyeti!” diyerek alkışlarla karşılık veriyor.

24 Nisan’da birlikler İstanbul’a giriyor. Kâğıthane-Şişli üzerinden gelmekte olan birliğin


kumandanı Kurmay Kolağası Muhtar Bey, Taksim Topçu Kışlası’ndan, şimdi Gezi Parkı, açılan
ateşle düşüyor. Şiddetli çatışmaların ardından Babıali, Taşkışla, Taksim Topçu Kışlası ve Maçka
Kışlası gibi direniş merkezleri top ateşine tutularak ele geçiriliyor. Hareket Ordusu 25 Nisan’da
İstanbul’a hâkim oluyor. 31 Mart’ta başlayan gerici ayaklanmanın sonudur.

Hareket Ordusunun kayıpları, 44 ölü, kortej eşliğinde Şişli’ye götürülüyor, Hürriyet-i Ebediye adı
verilen bir tepeye defnediliyor. Toplu mezarların başında bir konuşma yapan Enver Bey,
“Müslümanların ve Hıristiyanların yaşarken ve ölürken, bundan böyle hiçbir ırk ve inanç ayrımı
tanımaksızın yurtsever arkadaşlar olduklarının nişanesi olarak yan yana yattıklarını” vurguluyor.

Fakat gelin görün ki “Hürriyet” davasının birleştirdiği insanlar çok değil üç-beş yıl sonra karşı
karşıya geliyor. Eski dünya hızla bir büyük savaşa doğru yuvarlanırken, şaşkın Osmanlı eliti ülkeyi
elinde tutmanın paniği içinde. Emperyalist güçlerin parmağı her yerde. Sonra yine bir Nisan
gününde, Hürriyet davası için İttihatçılarla birlikte omuz omuza savaşan Ermeniler bir bir toplanıp
sürgüne gönderiliyor. Hürriyetin ışığını ölümün karanlığı örtüyor. Sonra ne ülke kalıyor geride ne
devlet ne halk ne toprak. Kederli Anadolu’da her şey hiçbir şey yaşanmamış gibi yeniden başlıyor.

***

Bu acılı olaylardan 100 yıl sonra, 2016 yazı… Almanya'da Federal Meclisi "Ermeni soykırımı"
iddialarını tanıyan bir tasarıya onay veriyor. Oylamada ne yağmurlu bir Nisan günü evinden alınıp
Çankırı yollarına düşürülen Gomidas Vardapet’in acıklı hikâyesi, ne de Tevfik Fikret’in “Bir Lâhza-
i Teahhûr”u konuşuluyor. Abdülhamit’in rolü çoktan unutulmuş. Çemberlitaş’ta öldürülen jandarma
binbaşısını hatırlayan yok. Katledilen yoksul Ermeni hamalların acıklı hikayesi tarihin tozlu
raflarında silinip gitmiş. Ne Osmanlı Bankasını basanlar var kararda, ne bir sabah Trablusgarp’a
sürgün edilen Jön Türkler. Büyük güçlerin kışkırtmalarından eser yok. Kör olası İttihatçılar, bütün
kabahat onlarda!

“Ey kan içen kargalar,


bütün karanlıklar sizinle dolu!
Artık yeter fikri susturduğunuz,
yerini hiç bir şey tutamaz bu dünyada
zincirsiz, kelepçesiz yaşamanın.
Hadi gidin tarih korusun sizi,
-haydutlara en iyi sığınaktır gece-,
gidin, yok olun siz de o mezarlıkta.
İşte müjdelerin en güzeli,
işte en gerçek özgürlük
düşümüzdeki gelecek çağlarda:
Ne savaş, ne savaşan, ne salgın,
ne saltanat, ne yoksulluk, ne ezen, ne ezilen,
ne yakınma, ne de zulmün kahrı,
ne tapılan, ne tapan,
ben benim, sen de sen!”

Karanlıkla ışıklı bir gelecek kuramazsınız, kanla yeni bir tarih yazamazsınız. Püsküllülere bakmayın
siz, başka türlü bir hikâye var bütün hikayelerin içinde. 1915 yılının ağustos ayı ortasında
kaybettiğimiz Tevfik Fikret tutanakcısıdır o başka türlü hikayelerin. Bakın dizelerine, geçmişin
aydınlık yanından seslenir büyük insanlık ailesine. Milliyetçilik ve din davası böler, aydınlanma ve
özgürlük mücadelesi birleştirir; istediği ve dediği budur.
——————————————————————————
Turan Dursun aydınlığında
02.09.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Gezi Parkı hocası, bizim için böyle, İhsan Eliaçık, bilmediğim bir nedenle Turan Dursun ve Arif
Tekin’i koydu hedefe. Özellikle Turan Dursun’a çok yakışıksız bir biçimde saldırdı. “Müftülükten
maaş alıyordu, meslekten atılınca para kaynağı kesildi, ateist oldu” dedi. Yani çıkarı için dinden
göründüğünü ima etti. Halbuki Turan Dursun müftüyken de ateistken de inançlı bir insandı. Öyle ki
oğlunun adını Abit, tapan-kul olan, koymuştu. Sonra bu kesin inancıyla hesaplaşmaya koyuldu. Din
içinde bir yol aramıyordu, bütünüyle dışına çıkmıştı, kendisi gibi herkesin bu kıskaçtan
kurtulmasını istiyordu. Bunun için yazmaktan başka çaresi yoktu.

Turan Dursun inançta ısrar edenlere hiçbir zarar vermedi ama onun dinde çıktığını düşünenler, 4
Eylül 1990’da, arkasından yaklaşarak, demek ki kalleşçe, öldürdü. İhsan Hoca kabul etmese de
yarısını polisin alıp götürdüğü eksikli “Kuran Ansiklopedisi” bir tür “meal”dir. Bizdeki karşılığı,
“Kuran’ın harfiyen değil mana ve mefhum bakımından tercümesi”dir. Demek ki bir metin
yorumlaması, hermenötik, ile karşı karşıyayız. Eninde sonunda teorik ve metodolojik bir iştir bu.
Metninin sizi götürdüğü yere gidersiniz, ortaya çıkan şey artık metnin yeni bir anlamıdır.

Turan Dursun mealinde, metnin baştan sona uydurmacadan ibaret olduğunu söylüyor. Tuhaf,
aslında İhsan Eliaçık da benzer bir sonuca varıyor. Metinde söylenenlerin, yorumlamadan önce, bir
değerinin olmadığını, hatta söylenenlerin tam tersinin cari olduğunu iddia ediyor. Haliyle burada da
Turan Dursun mealinde olduğu gibi yoruma tabi tutulan metin hükümsüzleşiyor. Ortalıkta belirgin,
herkesin üzerinde anlaşacağı bir kural yoksa, bir sınır yoksa, şeriat yok demektir. E bu durumda
dine de gerek yoktur. Herkesin istediği gibi yorumlayabildiği bir metin yok hükmündedir.
Hermönetik teorik ve metodik bir iştir, böyle bir gevşekliğe izin vermez. Dinden yola çıkmıştır ama
artık felsefenin de dallarından biridir, mantıksız düşünemeyiz.

Burada “içeriden” din tartışmak niyetinde falan değilim. İhsan Hoca meale dayanarak yeni bir din
tarif ederken peygamberlik iddiasında utangaç davranıyor. Olabilir. Ama sonuçta duygum şu; bize
ne? Üstelik, bir mehdi arasaydım tercihimi Hasan Mezarcı’dan yana kullanırdım. Hem Mesihlik
iddiası var hem de yeterince radikal. Metni düzeltmeye çalışmıyor haliyle, tereddütsüz iptal ediyor.
Din zaviyesinden çok devrimci bir yaklaşımdır.

“Benim sevdiceğimde din var iman yok…” Bir Antakya türküsüdür bu. Din ayrı, inanç ise hep olur,
dini bir kavram değildir. Yeri geldiğinde ateist de sosyalist de bilinmesi gerekeni bilmek, inanması
gerekene inanmak durumundadır. Her birimiz yıldız tozlarından ibaretiz, evrenin sonsuz gücüne ve
insanın sınırsız iyiliğine inanıyoruz, yeterlidir.

***

Turan Dursun bir çürümeye karşı durduğu için öldürüldü. Onun öldürüldüğü yıl, faili meçhul
cinayetlerde bir patlama olmuştu. İki hedefi vardı katillerin. İlki isyancı Kürtlerdi. İkincisi
yürürlükte olan İslamileştirme-dinselleşme politikasına karşı çıkan laik aydınlardı. Işığı söndürüp o
karalıkta halkı-ülkeyi çürütmek istiyorlardı.
33 yıl geçti üzerinden. Halkı çürüttüler, ülke çürüyor. Ülke çürürken akıl ve beden sağlığını
korumak kolay değil. Saçma sapan bir gündem, o gündemin içinde debelenen saçma sapan insanlar.
İyi ve güzel olanı, yüce ve geliştirici olanı, bizi entelektüel olarak tamamlayanı ıskalıyoruz haliyle.
Sanata, müziğe sıra gelmiyor. Büyük insanlık ailesi ayın kutuplarında dolaşıyor o sırada, Mars’ta
uçuş denemeleri yapıyor. Kızıl Gezegenin büyüleyici yüzeyinden videolar yayımlanıyor her gün.
Yeryüzünün milyarlarca kilometre uzağında dönüp duran bir kayalığa olağan bakışlar atma
fırsatımız var ilk kez. Biz ise AKP ile, AKP artıkları ile, yönünü kaybetmiş CHP çöpleriyle, hadsiz
ulema karikatürleriyle, altıncı yüzyılın kabile kültürüyle uğraşıp duruyoruz. Oysa durmak,
soluklanmak, sanata ve hayata, tarihe ve felsefeye zaman ayırmak gerek. Işığa dönmek gerek…

Dinle ilgili uğraşlarımız bir mecburiyete karşılık geliyor. Yazmak, üzerimize boca edilen
karmakarışık yığını tasnif etmek zorunda kalıyoruz. Benim “Din ve Devrim” bu zorunluluğun bir
ürünü. İçinde Turan Dursun’dan esinlenmeler var. Artık aydınlanmamızı Turan Dursun’suz
düşünemeyiz.

***

Ama biz Turan Dursun’dan da farklıyız. Dışarıdan bakıyoruz soruna, içeride bir tarafımız, bir
tutumumuz yok.

Tabii işin “pratik” yanı var. Profesyonel gazeteciyken, çok sık kovulurdum, İşsizliğin yükü ağırdır
ama çalışma ücretli çalışmadan ibaret değil sonuçta. İşsizlik zamanlarım daha çok çalıştığım
zamanlar oldu haliyle. Kitaplarla uğraşma işini o kovulmalara borçluyum. Güncelin yükünden
kurtulduğum, felsefeye, tarihe, bilime zaman ayırabildiğim mutla zamanlarımdır.

O kovulma zamanlarının ürünü olan iki “dini” kitabım var. Önce gelen “Öteki İslam” 1990’lı
yılların ilk yarısında. Devletin toplumu İslamileştirme politikasını tartışıyordu, güncel uçları vardır.
“Din ve Devrim” ise daha teoriktir; “Düşmüş mahrumlara ve düşmüş mahrumları ayağa kaldırmak
için dikine yaşayan adı bizde saklı o eski adamlara” ithaf edilmiştir. Bu Eflatun’un bir sözüne
gönderme. Eflatun, “Kritias” adlı kitabında alt sınıfların, kuşaklar boyunca yaşamak için gerekli
olan şeylerden mahrum kaldıkları için, bütün uğraşlarını bu şeyleri karşılamaya adadıklarını ve bu
yüzden geçmiş zamanlarda olup bitenlere ilgi duymadıklarından söz eder. Bu durumda? Efsanelerin
veya eski şeylerin araştırılması şehirlerde ancak boş vakit ortaya çıktığı zaman, bazı kimseler ancak
doğal zorunluluklardan azat oldukları zaman mümkün olabilir. Bilginin, bilimin çıkmazıdır bu;
bilgiyi sınıfsal kılan işte tam da budur. Bilgili insan boş zamanın ürünüdür, boş zaman ise fiili
çalışmadan azade olmayı gerektirir. Boş zamanı o insanlara kim sağlıyorsa bilginin sahibi de o
demektir. Yine de bir takım eski insanlar, bu çıkmazın içinde bilgiyi yoksullara, ezilenlere taşımaya
çalışmıştır. Dikine yaşayan o eski adamlar işte onlardır. Turan Dursun’u onlardan sayıyoruz, bilimi
veya bilgiyi yoksullara taşımak isterken yitirdik.

Bu gereklilikten bir de “Aydınlanma Tarikatı” doğdu. Aydınlanma Tarikatı, tam tersi bir kanı
olmasına karşın, felsefenin henüz din ile bağını koparmadığını iddia ediyordu. Felsefenin seküler
bir bilgi alanı olduğu iddiası daha çok Aydınlanma dönemine dayanmaktadır. Halbuki Aydınlanma,
mistisizmin çocuğudur; kökenlerinde pagan inanışlar, Gnostisizm ve elbette Hermetizm var.
Buruno, kilisenin dogmalarına itiraz ettiği için değil, kilise için çok tehlikeli olan pagan inanışları
savunduğu için yakıldı. Hıristiyanlığın, Mısır dininin bir yanlış anlaşılmasından ibaret olduğuna
inanıyordu ve “Güneş Tanrı”nın, Aton-Adon-Adonay, izinde olduğunu saklamıyordu. Bütün
Aydınlanmacılar böyledir; inançlarının gereği olarak evrenin merkezine Güneş’i yerleştirdiler ve
Hıristiyan dogmalarına esaslı bir darbe vurdular. “Tarikat”tan kasıt da budur. Dediğim gibi, din ayrı,
inanç ise her zaman var.

***

Dindeki devrim nedir peki? Bizler, temel karakterini eşitsizlikten alan bir tarihsel dönem içindeyiz.
Dini veya siyasal, bütün devrimler ezilen sınıflara kurtuluş önerir, onların acılarına son vermeyi
taahhüt eder. O halde devrim mevcut durumu, insanların büyük bir kısmını acılar içinde bırakan
düzeni değiştirmekten ibarettir. Bu yönde cüretli denemeler oldu ama henüz, bu insanlık
sorunumuzu çözebilmiş değiliz. O yüzden din, kim bilir kaçıncı kez, bu acıları dindirme vaadiyle
ezilenleri yeniden toplanmaya çağırıyor. Oysa yeniden toplanmaya çağrılan o ezilenler, eski dini
çağrılardan kalan adları taşıyor. İsa’dan önce Musa var, Muhammet’ten önce İsa var, Şems var. Ve
hala çağrıya uyup yeniden toplanıyorlarsa eğer başka yol bilmediklerinden, Eflatun’un deyişiyle
“boş zaman”a sahip olmadıklarındandır.

Bu yoksunluk, bütün devrim girişimlerini çürüten şeydir aynı zamanda. Alıcıları böyle olduğu için,
gökyüzü altında söylenmiş bütün sözler mahrumiyetin diline dönüşür, yoksullaşır. Ezilenlerin
lanetidir bu; devrimini yapamamış hiçbir inanç ve hiçbir düşünce bu lanetten kaçıp
kurtulamamıştır.

***

Bilim ile bakıldığında bütün dinler senkretiktir. İstisnasız tamamı, kendinden önceki inançları
harmanlayarak yeni bir inanç ortaya çıkarmışlardır. Kayıp avcı toplayıcılar var arada. Tek tanrıcı
inançlardan önce, bütün tanrıları aynı inancın içinde toplama girişimleri olduğunu biliyoruz.
Nemrut Dağı bu girişimin bakiyelerinden biridir. Putlar her durumda sadeleşir, geriye tek bir put
kalır, tek tanrıcılığa giriştir.

Haliyle tarihçi için bir ören yeridir dini semboller, bütün geçmiş kuşakların inançlarının
hayaletleridir. Kâbe ve hacer-ül esved, İslamiyet’ten önce de oradadır. Doğu kiliselerinin ikonaları,
Hıristiyanlıktan önce de ikonadır. Konstantin’in emriyle Güneş günü, Sunday, Hıristiyanların ibadet
günü olmuştur. Ali, kapının bekçisidir, Allah’ın aslanıdır. Mısır’da büyük tapınağı aslan vücutlu
insan başlı sfenks bekler. Hepsi, aynı hikâyenin değişik versiyonlarıdır.

Haliyle dinler, dili çözülebildiğinde, şaşırtıcı biçimde dünyevidir. İslamiyet başından itibaren kavga-
çekişme dini olmuştur. Muhammed’in ölümüyle başlayan iktidar mücadelesi sonrasında Hulefa-i
Raşidun denilen 4 halife döneminin 4 halifesi cinayete kurban gitmiştir. Daha İslam’ın ilk asrı
tamamlanmadan, siyasi çatışmalar, toplumsal hareketlenmeler ve halk ayaklanmaları yükseldi. Bu
hareketlenmelerin ilk çıkış nedeni Ehlibeyte yapılan zulüm ve katliamlardı. Ezilen, hakkı yenilen ve
rejime muhalif tüm kesimler, Ehlibeyt davası güden Şia ve alt fırkalarında toplandılar.

Emevîlere karşı ehlibeyt davası adına ortaya çıkan, ezilenlerle ittifak kurarak iktidarı ele geçiren
Abbasiler, mazlum halkların beklentilerini gerçekleştirmedi. Halka karşı, zalim bir düzen kurdu.
Tarihte ve dinde zulüm ve ölüm hep var.

Dinler dünyevi oldukları için devletlerin etkisi peygamberlerinin etkisinden fazladır. Roma, bir
dinler-inançlar bahçesiydi. İmparator Konstantin İznik’te o bahçeyi yeniden tanımladı, resmi bir
Hıristiyanlık icat etti ve eski bahçedeki bütün inançları o bahçenin içine doldurdu. Doğu kilisesi
hala o renkli bahçenin hasadıdır. İslamiyet’i de devletsiz düşünemeyiz, tartışmasız bir Emevi-
Abbasi dinidir. Son şeklini devletin elinde almıştır.

Dinde, insanın acıları karşısında bir iç çekiş var ama bu sefil hayata karşı bir protesto da. Denildiği
gibi dine sarılan insan, acı çektiğini, ona bu acıları çektiren sefil hayatından kurtulmak istediğini de
beyan etmektedir. Bu durumda ya acılarımızı afyonla öteleyeceğiz ya da toplumu herkesin daha
insanca yaşamasını sağlamak üzere yeniden düzenleyeceğiz. Sadaka vererek eşitlik sağlayamazsınız
ama eşitliği sağlayarak sadakayı ortadan kaldırabilirsiniz. Bu yol, bilimin yoludur.

***
Turan Dursun’a dönüyoruz. Naziler, toplama kampındaki insanlıktan çıkarma uygulamasına
“müslümanlaştırma” diyorlardı. Açlık erimelerinin, bedensel-ruhsal çöküşün en ağır ve en son
evresine kampta verilen addı bu. Kamp sakinlerinin açlıktan, hastalıktan ve korkudan, ölüm ile
yaşam arasındaki o görünmez eşiği aştıkları, ölüm öncesi duruma yaklaştıkları, yazgılarına boyun
eğdikleri durumdu bu. Faşistler fiziksel ve ruhsal olarak insanlıktan çıkardıklarını
“müslümanlaştırılmış” olarak kabul ediyorlardı. Serol Teber’den aktarıyorum.

Nazi politikasının nihai amacıydı bu. Esirleri teslim olmaya zorluyorlardı. Teslim olanlarda tüm
bedensel ve ruhsal enerji sönüyor, yoğun ilgisizlik ortaya çıkıyordu. Bu hale gelmiş 400 esiri
yalnızca bir tek askerin güttüğüne tanık olmuştur kamptakiler misal. Kaçmaktan, isyan etmekten
söz etmeye hâlâ cüret edenlere tepki göstermiş, huzuru bozmakla itham etmişlerdir. Toplama
kampında huzur, yaşam ile ölümün sınırındaki o kısa andadır çünkü. İnsanlıktan çıkanlar hâlâ insan
kalanlara kin tutar, düşman olur. Tipik toplama kampı sendromudur…

1990’lı yıllarda toplum devlet eliyle müslümanlaştırılıyordu. Turan Dursun bu girişimi fark etmiş ve
kurtulmayı başarmıştı. Kurtulamayanlarda ise tüm bedensel ve ruhsal enerji söndü, yoğun ilgisizlik
ortaya çıktı. Acıyı yadırgama halidir. Ülke şimdi koca bir toplama kampı ve insanlıktan çıkarılanlar
kampı yöneten Nazi’yi tanrı sanıyor.

Turan dursun toplama kampında “müslümanlaştırmaya” isyan eden ilk Müslümanımızdır. Kamptan
firar etmeyi göze alabilmiş, böylece müftülükten aydınlığa terfi etmiştir. Kim ne derse desin,
bundan böyle aydınlanmamızı Turan Dursun’suz düşünemeyiz.

——————————————————————————
Mezarlarına tüküreceğiz
09.09.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Demek o zaman aklımızı “beşli çete” demek gelmemiş, verimli bir adlandırma, hakkını teslim
edeyim. Akılda kalıcı. Gerçi bugün olduğu gibi o gün de TÜSİAD’ı, Atlantik ötesi ve Batılı
destekçilerini dışarıda tutuyor ama olsun. Bizim ilk beşli çetemiz Milli Güvenlik Konseyi, MGK,
olarak adlandırılıyordu. Silah çekip, yönetime el koymuşlardı. Silah çekmişlerdi ama bunu bizi
kurtarmak için yaptıklarını iddia ediyorlardı. Çete üyeleri Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan
Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral
Nejat Tümer, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı
Orgeneral Sedat Celasun'dan oluşuyordu. Kısaca “cunta” tabir ediyorduk.
Darbe yaptıktan kısa bir süre sonra yeni bir anayasa yaptılar, eskisini rafa kaldırmışlardı. O sırada
on binlerce genç insan anayasayı rafa kaldırmaya yeltendikleri iddiasıyla yargılanıyor, hücrelerinde
çile dolduruyorlardı. 1982’de yenisi için referandum yaptılar, yüzde 92’ye yakın evet oyu aldılar.
Yine illegal olduğumuz zamanlardı, fabrika bölgesinde “anayasaya hayır” bildirileri dağıttığımızı
hatırlıyorum. Kelle koltukta bir işti bu, yakalansan kayıplara karışman garantiydi. İnanmayacaksınız
ama anayasa kabul oyu alınca beşli çetenin başı Kenan Evren de cumhurbaşkanı seçilmiş oldu.
Çetenin öteki üyeleri de Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyesi sayıldı. Referandumla cunta meşrulaşmış,
yönetime yerleşmişti. Artık ülkeyi beşli çete yönetecekti.

“Anarşi ve terörü durdurma” gerekçesiyle geldiler, sermaye düzenin önündeki bütün engelleri
kaldırdılar, gerici bir rejimin önünü açıp çekildiler. Milyonu aşkın insanımızın işkencelerden
geçirilmesi, binlercesinin öldürülmesi, onlarcasının idam edilmesi işte bunun içindi.

Ama onca şiddete rağmen arzuladıkları sessizliği hiçbir zaman sağlayamadılar. PKK militanları,
1984’de, cuntanın kendini en güçlü hissettiği zamanda Eruh ve Şemdinli’yi bastı. Asker süngüsüyle
huzur getirme masalı da o gün sona ermiş oldu. Resmi tabancalı terör şiddetli bir direniş
doğurmuştu, ülke yeniden kan gölüne dönecekti. Beşli çete için sonun başlangıcıdır.

***

Tarihin bize gösterdiği şu; halk düşmanları aynı zamanda sıradan hırsızlardır. İlk beşli çete de halkı
korkuttu, o korkudan faydalanarak silah çekip iktidara el koydu ve sınırsız çaldı. Halkımız “general
hırsız”la ilk defa tanışıyordu.

Beşli çetenin en cevval hırsızı Tahsin Şahinkaya’ydı. O kadar çok çaldı ki, sonunda dünyanın en
zengin generalleri ligine girdi. Öyle olunca bazı dergilere kapak oldu. O dergilerin ülkeye girişini
yasakladılar ama olay kulaktan kulağa yayıldı. Sonunda general hırsız saklanamaz oldu. SHP
milletvekili Cüneyt Canver, 1986’da, cesaret edip bir önergeyle bu iddiaların araştırılmasını istedi.
Canver şöyle diyordu bu çok temkinli önergesinde:

"Gerek Türkiye'de gerekse yurt dışında vatandaşlarla yaptığım temaslarda giderek artan bir tempoda
sürekli olarak işlenen bir konu ile karşılaştım. Konu eski Milli Güvenlik Konseyi üyesi Sayın
Tahsin Şahinkaya ile ilgilidir. Adı geçenin çeşitli dönemlerde bazı yolsuzluk olaylarına karıştığı
ısrarla öne sürülmekte ve bu meyanda:

1. Uçak alımında şahsi çıkar sağladığı iddiası

2. Nüfuzunu kullanarak dört büyük şirketin hissedarları arasında yer aldığı iddiası, bu şirketlerden
kendisi ve yakınları lehine büyük hisseler elde ettiği iddiası, sağladığı yararlar nedeniyle karısını
büyük bir şirkete ortak ettiği iddiası, aynı şekilde birbirine yakın olan bu şirketlerden bir diğerine
daha ortak ettiği iddiası

3. Hava Kuvvetleri'nin yaptırdığı tüm inşaatlarda belli bir şirketi kolladığı, tesisleri belli bir şirkete
döşettiği ve bundan menfaat elde ettiği iddiası

4. Bu yollardan elde ettiği haksız kazançla çok sayıda gayrı menkul sahibi olduğu iddiası
zikredilmektedir.
Yer yer sözlü yer yer de çeşitli broşürler kanalıyla ileri sürülen bu iddialar hep aynı şekilde
sonuçlandırılmakta ve "Bütün bu olaylar var ama Konsey Anayasa'ya madde koydu. Bu bakımdan
12 Eylül'de görev yapanların yolsuzluklarını araştırmak yasak. Anayasa değişmedikçe bu iddiaların
üzerine kimse gidemez," denilmektedir…”

“Denilmektedir” fazlaydı, hırsızlığı sağır sultan duymuştu, beşli çete anayasasında madde vardı,
general hırsızlar soruşturulamıyordu. Tabii silahlar da henüz ellerindeydi. Bu tür iddiaları
soruşturacak- araştıracak hiçbir güç yoktu. Yolsuzluk konuşulduğuyla kaldı.

Çetenin hırsız generali uzun yaşadı, 90’ınını gördü. Soruşturulamadığından halktan çaldıklarının
çıtır çıtır yedi, kalanı varislerine miras bıraktı. Tek sıkıntı ölmesine yakın hakkında açılan 12 Eylül
davasında müebbet hapis cezası alması ve rütbelerinin sökülmesiydi. Ama tarih rütbelerini çoktan
sökmüş, hırsız-zalim generaller listesine yazmıştı adını.

***

Hırsızlığın kısa tarihi şöyle: 12 Mart darbesi TSK’yı neredeyse yeniden şekillendirmişti.
Yurtseverler gitmiş yerine çıkarcı-hırsız generaller gelmişti. İlk büyük yolsuzluk 12 Mart’tan sonra
ortaya çıktı. Generaller Aeritalia şirketinden Lockheed-Martin lisansıyla üretilen 40 adet uçak satın
alınmasına karar vermişti. Tabii rüşveti mukabili. Lockheed-Martin’in yeminli denetçisi, 1976’da,
ABD Senatosu’na verdiği ifadede, şirketin uçak satabilmek için Hollanda, Japonya, İtalya ve
Türkiye’de askeri yetkililere 1971-1975 yılları arasında toplam 24 milyon dolar rüşvet verdiğini
açıkladı. Araştırma komisyonunun raporu üzerine, Lockheed’in Türkiye Temsilcisi Altay Kolektif
Şirketi’nin sahibi Nezih Dural, rüşvet verme suçundan tutuklandı. Rüşveti alanı ise bulamadılar.

Bizim beşli çetenin hırsız generalinin rüşvet işi ikinci sıradaydı. Türkiye’ye satılan F-16 uçaklarının
asıl üreticisi olan Lockheed General Dynamics’in Başkan Yardımcısı Takis Veliotis, 1981’te
sonuçlanan uçak alım ihalenin ardından, Türkiye’deki yetkililere 23 milyon dolar rüşvet verdiklerini
itiraf etti. Uzun zaman sonra rüşveti alanın beşli çete üyesi hırsız general olduğunu söyledi. Peki ne
oldu? Hiç!

Bu hiçliğin nedeni sadece ülkede hukukun tepelenmiş olması değildi. Hırsızı koruyan başka güçler,
etkili odaklar vardı. Örneğin hırsız generalin hayatı ABD’nin dokunuşlarıyla şekillenmişti. 1944
yılında pilotluk eğitimi almak için gittiği Amerika’ya birkaç yıl sonra fotoğrafçılık eğitimi almak
için döndü. Dersini almıştı, döndü Eskişehir’de Hava Fotoğraf Okulu’nu kurdu. Çeteyle birlikte
gerçekleştirdiği 12 Eylül darbesinden bir gün önce yine ABD’deydi. Dediğine göre Amerikan
Genelkurmay Başkanı’yla kahvaltı yapmış, geri dönmüştü. Sonuçta NATO ordusu subayıydı,
halkına, cumhuriyetine sadakat gösterme zorunluluğu yoktu. Sahibi kimse hizmeti onaydı. Sahipleri
hizmetten memnun olursa hırsızlığına da göz yumuyorlardı. Halk düşmanlığı ile hırsızlık arasındaki
bağın gerekçesi budur.

***

Beşli çetenin başı ne çaldı ne kadar çaldı bilmiyoruz. O da öldüğünde yüz yaşına dayanmıştı.
Tanrısı sanki bunları yanına almak istemiyor gibiydi, tiksiniyor olmalıdır. O da son nefesini verene
kadar rahat yaşadı. Giderayak açılan davada artık yatağından kalkamayacak haldeydi.
Son yıllarında resme merak salmıştı, ressam olduğunu sanıyordu. Herkesin yaltaklandığı, elini
eteğini öptüğü bu cahil generalde bir özgüven patlaması olmuştu haliyle. New York’ta bir müzeyi
gezerken karşılaştığı Picasso’nun resimleri için “bunları ben de yaparım” diyebilmişti.

Çete başının amatör sanat merakı, Türkiye burjuvazinin sanatla ve iktidarla ilişkisinin en somut
delili olmayı sürdürüyor. Bu cahil generalin çiziktirmeleri, düzenlenen özel müzayedelerde
patronlar tarafından peynir-ekmek gibi kapışıldı. İlk resmini büyük oligarklarımızdan Sakıp Sabancı
50 milyon lira vererek aldı. Bir başka tablosuna Koç Grubu tarafından 110 milyon lira ödendi.
Parayı bulunca olduğuna inandı, 1993’te, önce Marmaris’te, sonra İstanbul’da Aksanat Sanat
Galerisi’nde sergi açtı. Bu sergide yer alan “Anne Sevgisi” adlı tablosu Nuh Çimento’nun sahibi
Muharrem Eskiyapan tarafından 500 milyon liraya satın alındı. Bunu ölçü kabul etti, İstanbul’daki
serginin açılışında konuştu, iş adamlarından tablolarını bir an önce ve 500 milyondan aşağı
olmamak üzere satın almalarını istedi ve ekledi: “Bu satış muamelesini bugün burada hemen
yaparsak, ben de bir an önce Marmaris’e dönebilirim.” Emir demiri kesiyordu, 1998’de, “Denizli
Horozu” adlı tablosu bir açık artırmada Turizmci Mehmet Kayalıoğlu tarafından 10 milyar TL’ye
satın alındı. 1998’de, “Atatürk” tablosu 105 milyar liraya, dönemin kuru ile 422 bin dolar, satıldı.
Bu satış rakamı çete başını “yaşayan en pahalı Türk ressamı” yaptı. Boyacı Kenan resmi alanlar
arasında ENKA Holding, Ali Şen ve Ali Balkaner gibi isimler de vardı. Hatta Kültür Bakanlığı
Resim ve Heykel Müzesi de dayanamamış, “Begonvilli Duvar” adlı tablosuna 300 milyar lira
saymıştı.

Çete başının o resimleri nasıl yaptığı bir dava ile ortaya çıktı. Fikret Otyam, 1976’da çektiği “Sigara
İçen İhtiyar” adlı fotoğrafını resme dönüştüren çete başı hakkında, 1 liralık dava açtı. Çete başı bir
liralık dava konusu olan o tabloyu iş adamı Halis Toprak’a 2001’de 1 milyar 300 milyon liraya
satmıştı. Dava sonuçlandı, Boyacı Kenan 1 liralık tazminata mahkûm edilirken, hapis istemi “bir
daha yapmayacağı kanaati oluştuğu” gerekçesiyle reddedildi.

Baktı olmayacak, erotik resimde karar kıldı. 2002’de beşinci kişisel sergisini Antik Palace Hünkar
Salonu’nda açtı. Oyuncu Hande Ataizi ve buz pateni yıldızı Katerina Witt’in erotik resimlerini
yapmıştı. Birine 2,5 diğerine 10 milyar lira istiyordu. Egosu böylesine şişmiş bir utanmazdı. Başına
çuvalla para yağdırılıyordu, belki de hırsızlığa bu nedenle ihtiyaç duymamıştır, kim bilebilir?

***

O da öteki hırsız general gibi hayatının son yıllarında “Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı ortadan
kaldırmaya cebren teşebbüs etmek” suçlamasıyla yargılandı. Ama iş teşebbüs aşamasını çoktan
geçmişti. Anayasayı ortadan kaldırmış, laik cumhuriyetin yıkılmasına gidecek bir yolu açmıştı.
Öldü, cenaze namazı sırasında helallik istenirken, cami avlusundaki iki kadın “haram olsun” diye
bağırdı. Ödediği en ağır bedel buydu.

Onu mahkûm ettikleri suçu işlediği iddiasıyla 48 kişi idam edildi; halkın gözüne bak baka “asmayıp
da besleyecek miyiz” demişti, emir telakki edildi. Bir de asılmaktan kurtulup beslenenler vardı.
Onların çoğu da cezaevlerinde dayakla, işkenceyle, açlıkla beşer onar öldürüldü, sakat bırakıldı.
Hepsini istisnasız anayasayı ortadan kaldırmakla suçlamışlardı.

***
Şimdi beşli çetenin silah zoruyla yazdığı anayasa da rafta. Onların yarattığı çöplükte eşelenen
tarikatçıların, imamların eline geçti silah. Onlara ihtiyacı kalmadı haliyle. İtip kaktılar bir süre, ayak
sürüyenleri Ergenekon ve Balyoz davalarıyla toplayıp bir güzel patakladılar, rütbelerini söktüler.
Uslananlar uslandı, uslanmayanlar silindi gitti. Çetenin izinden gidenleri gençlerden boşalan
koğuşlara doldurdular. O koğuşlara doldurulan askerlerin çoğu korkudan, ümitsizlikten telef oldu.
Oysa onların silah arkadaşlarının her gün dayakla, işkenceyle hizaya getirmek istediği sıradan
insanlarımız gıklarını çıkarmadan yıllarca dayanmış, içeriden başları dik çıkmışlardı.

Beşli çete öldü ama fikri iktidarda. Yerlerini yeni ve daha becerikli hırsızlar aldı. Üstelik kendilerine
engel olacak ne yasa ne anayasa ne meclis bıraktılar ortalıkta. Silip süpürdüler cumhuriyetten arta
kalanı.

Sonra bir 12 Eylül daha girdi hayatımıza, “yetmez ama evet” kepazeliğidir. İki 12 Eylül’de yerle bir
ettiler ülkenin 150 yılda biriktirdiklerini. İşte yarattıkları karanlık ortada. Ama doğum günümüzdür
12 Eylül, haliyle biz de devam ediyoruz aynı inatla. Alınacak-verilecek ağır bir hesap var ortalıkta.
Öyle ölüp ölüp firar etmek yok. Mezarlarına tüküreceğiz, eninde sonunda.

——————————————————————————
Yazı erişim yasağından önceki haliyle ekte. Alleme-i cihan ile birlikte yayın yasağını da
uğurluyoruz bu vesileyle. İkisinin de gidişi olsun dönüşü olmasın…

Abdülhamit sansürü uğurlaması


16.09.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Yıllar önce bir tesadüf sonucu yazılmış bir yazıydı “Allame-i cihan uğurlaması”. Aslında içinde adı
geçenlerden çok AKP eliyle neredeyse bilimden üstün ilan edilen “alternatif tıp” eleştirisiydi. Belli
ki AKP, bu şarlatanlığa bir de kutsallık veya dinsellik gömleği giydirmeye çalışıyordu. Böylece yan
sokaklardan üniversite kürsülerine terfi ettirildi bu “kocakarı” usulü tedavi yöntemleri.

Nereye terfi ederse etsin, eldeki koca bir boşluktan ibarettir. Tıbbın alternatifi olur mu? Bilime
alternatif olduğunu iddia eden her neyse tartışmasız şarlatanlıktır.

Bu yazıya iki ayrı dava açtılar. İkisi de mahkemede reddedildi. İstinhafa götürdüler. O da reddedildi
ama yazıya konulan erişim yasağı kapı gibi duruyor. Yazıda beraat ile yasak arasındaki bağı
kopardılar. Haliyle yazının yasaklanması için içinde suç olması gerekmiyor artık. Otomatik sansür
bu. Abdülhamit'i tabana yaydılar özetle...

Muhataplarına rahatsızlık vermek her eleştirel yazının ilk görevidir. Demek ki yanlış iş yapanlar, bu
tür yazılara tahammül etmeyi de öğrenecek, mecbur. Suç yoksa, yasak da imkansızdır. Yazı erişim
yasağından önceki haliyle ekte. Alleme-i cihan ile birlikte yayın yasağını da uğurluyoruz bu
vesileyle. İkisinin de gidişi olsun dönüşü olmasın…

ALLAME-İ CİHAN UĞURLAMASI


Uzman. Dr. Mehtap Şahin. Tanımam etmem. Ankara’da, yol üstünde devasa bir pankartta gördüm
adını. Türbanlı da üstelik, haliyle değerli bir hekimimiz olduğundan eminim. Hasta kabulüne
başlamış, pankarttan öyle anlıyoruz. Mehmet Kuzulugil hızlı davranıp pankartın fotoğrafını
çekmeyi başardı. Yazıyı yazarken fotoğrafı tekrar inceliyorum ve bir kez daha idrak ediyorum; o
pankartın yanından saygı duruşunda bulunmadan veya fotoğrafını çekip belgelemeden geçip gitmek
TIP tarihine büyük saygısızlık olurdu.

Anladıklarımı sıralıyorum; Uzman hekimimiz Ankara Üniversitesi TIP Fakültesinden mezun olmuş.
Ardından, Yıldırım Beyazıt Üniversitesinde “Islak Kupa” eğitimi almış. “Islak Kupa”nın yanında
parantez içinde “Hacamat” yazıyor. Ardından Prof. Dr. Todor Todorov’dan “Manuel Terapi”
öğrenmiş. Bilmezsiniz, Bulgaristan’da pek meşhur profesörümüzdür. “Manuel Terapi”nin ne
olduğunu, nasıl bir uzmanlık gerektirdiğini öğrenemedim yalnız. Tahminim, “elle mıncıklama” gibi
bir şey olmalı. Sonra ver elini Gazi Üniversitesi’nde “Akupunktur” eğitimi. “Nöralterapi”yi Prof.
Dr. Hüseyin Nazlıkul’dan öğrenmiş. “Mezoterapi” yine Yıldırım Beyazıt Üniversitesinde. “Ozon”
Anabilim Dalı uzmanlığı da aynı üniversitede. “Proloterapi” uzmanlığı Dr. Hasan Oğuz ve Dr. İlker
Solmaz’dan. “Hirudoterapi” için dönmüş Yıldırım Beyazıt Üniversitesine. “Hirudoterapi”
kelimesine anlamsız anlamsız baktığınızın farkındayım, “sülük tedavisi” demekmiş. “Salıyorsun
sülüğü kola bacağa, emiyor kanını, ne uzmanlığı olacak?” diyorsanız öyle değil işte, okulu var.
Hekimimiz bunların yanında “Hipnoz” ve “Kinezyoterapi”de de uzmanlık yapmış.
Kinezyoterapi’nin karşısında parantez içinde “bantlama” yazıyor.

Bu kadar olağanüstü ve doğaüstü uzmanlığı bir koltuğa sığdıran Mehtap bacımız, büyük bir
alçakgönüllülükle doktorasını “Ftr” diye kodlamış. Bilemedim “ftr”nin neyin kısaltması olduğunu.
Tahminim “fizyoterapi” olduğu yönünde. Düşünsenize, sırt ağrılarınız var ve Uzman Dr. Mehtap
Şahin’in kapısını çalıyorsunuz. Hacamat mı istersin, sülük mü salarsın, mıncıklatır mısın, bantlatır
mısın, ne dilersen artık. Todor Todorov’dan Kırcaali yöresinden türküler eşliğinde hem de…

Bu nedir? AKP döneminde TIP biliminin aldığı şekil...

***

Kadir Sev haber verdi, Üniversitelerimizde “uygulama ve araştırma merkezleri” kuruluyormuş.


Diyor ki Kadir Sev, “Bazı üniversitelerin bünyesinde 'araştırma ve uygulama merkezi' adı altında
adeta 'din üniversiteleri' kuruluyor. Bunun en yeni iki örneği dünkü Resmi Gazetede yayımlandı.
Necmettin Erbakan ve Turgut Özal üniversitelerinde kurulan araştırma ve uygulama merkezleri,
akademinin 'inanç merkezlerine' dönüştürülmesi yolunda atılan yeni adımlar oldu.”

Necmettin Erbakan Üniversitesinde kurulanın adı “Kur’an-ı Kerim Çalışmaları ve Kırâat İlmi
Uygulama ve Araştırma Merkezi”ymiş. Turgut Özal Üniversitesindeki "Geleneksel ve Tamamlayıcı
Tıp Uygulama ve Araştırma Merkezi." “Geleneksel” dediği “kocakarı” yöntemleri olmalı.
“Tamamlayıcı TIP” Uzman Dr. Mehtap Şahin’in uzmanlık alanına giren her şey demek.
Yönetmeliğe göre artık üniversite değil, bildiğiniz eski usul medrese ile karşı karşıyayız. Zira
Necmettin Erbakan Üniversitesindeki merkezde “Kamu kurum ve kuruluşları ile özel sektör ve
kişilere yönelik olarak Kur’an-ı Kerim çalışmaları ve Kırâat ilmi ile ilgili alanlarda ulusal ve
uluslararası düzeyde eğitim programları, çalıştaylar, kurslar, seminerler, konferanslar ve
sempozyumlar düzenlemek ve projeler yapmak” amaçlanıyor. “Kur’an-ı Kerim çalışmaları ve
Kırâat alanında faaliyette bulunan ulusal ve uluslararası kuruluşlar ile iş birliği içinde bulunmak ve
onların faaliyetlerine akademik katkı sağlamak" gibi pek uhrevi işlerle iştigal edilecek
başarılabilirse. Bunlar “abdestsiz” yapılmayacak işler.

Turgut Özal’daki merkezi için ise sülük, hacamat gibi yöntemlerin, koruyucu hekimlik, tanı koymak
ve iyileştirmek gibi konularda ilgili meslek çalışanlarını (Mehtap Şahin kastediliyor olmalı)
bilgilendirmek ve hukuksal ortam oluşturmak amacıyla araştırmalar yapmak gibi bir dizi amaç
sıralanıyor.

Peki bu nedir? AKP döneminde üniversitelerin aldığı şekil...

***

Bir hafta önce Resmi Gazetede yayınlanan bir AKP Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle Saraya bağlı
“Türkiye Adalet Akademisi” kuruldu. Akademi, hâkim ve savcılara yönelik eğitim programları
düzenleyecek.

Tamam da akademi yasa ile kurulması gerekmiyor mu? Gerekiyor ama ne yasa bıraktılar geride ne
de anayasa. Ne dedi AKP’li Galip Ensarioğlu AKP’lileri avutmak için İstanbul’u kaybettikten
sonra? “Yasama bizde, yürütme bizde, yargı bizde…” Haliyle üniversiteye sülük de sokar, Sarayda
yargıya eğitim de verir.

Son yerel seçimlere doğru giderken apar topar bir kanun çıkararak YSK Başkanı ve üyelerinin
görev sürelerini uzattılar. Uzatmayı yaptıkları kanunun adı “Karayolları Trafik Kanunu ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” adını taşıyor. Görevi uzatılan başkan ve üyeleri
hangi eylemlerinden hatırlıyoruz peki? Anayasa referandumunda mühürsüz oyların geçerli
olduğuna karar verip tek adam rejimi için yolu açmalarından. 16 Nisan'da anayasayı ve kanunları
hiçe sayıp aldıkları kararla seçimi fiilen ortadan kaldırmış oldular. Bugün baş başa verip, o gün baş
başa vererek ortadan kaldırdıkları seçimi yeniden ortadan kaldırıp kaldırmamaya karar verecekler,
yüce tanrılarının izniyle.

Bu da AKP döneminde hukukun ve yargının aldığı şekildir. Bu sistemden yargı beklemek, Mehtap
Şahin’den şifa, Turgut Özal ve Necmettin Erbakan Üniversitesinden bilim beklemekten farklı
değildir. Ölmediyseniz, aklınızı yitirmediyseniz şükredeceksiniz.

Şöyle anlatayım yol açtığı travmalardan birini. 15 Temmuz dincinin dinciye darbe girişimi
sonrasında Kanun Hükmünde Kararname ile ihraç edilen öğretmen Kazım Durmaz’ın başına
gelenleri duydunuz mu bilmem, sizin için özetleyeyim. Bank Asya'daki hesabı ve Aktif Sen üyeliği
nedeniyle KHK ile öğretmenlikten atılan Kazım Durmaz, Düzce'de inşaatta çalışırken yaşamını
yitirdi. İhraç kararıyla ilgili davası ölümünden iki ay sonra sonuçlanan Durmaz’ın, Cemaat
üyeliğine ilişkin yeterli delil olmadığına karar verildi…

Ama bu arada Cemaatin finansörü olan bütün patronlar birer birer salındı. Makbul vatandaşlar
sayılıyorlar artık. Devlet desteğinde para kasalarını doldurmayı sürdürüyorlar.

***
Galip Ensarioğlu haklı; yasama bunlarda, yürütme bunlarda, yargı bunlarda. Ama ortalıkta ne yasa
bıraktılar ne de yargı. Haklarını teslim edelim, yürütmeyi başarıyorlar sadece!

Çürüttüler elleri neye değdiyse. “Büyük tarihçimiz” Fesli Kadir’i devlet töreniyle uğurluyoruz
haliyle. Düzen buysa Fesli Kadir allame-i cihandır!

——————————————————————————
Cumhuriyette saray olmaz, demek ki cumhuriyet olduğunda saray olmayacaktır. Devrimin işi
alaturka tuvalet taşlarını tarihin çöplüğüne kaldırmaktır.

Alaturka tuvalet taşının sırrı


23.09.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Karşıdevrim, devrimi yıkmayı ve sonuçlarını yok etmeyi amaçlayan harekete verdiğimiz ad.
Girişenler karşıdevrimcilerdir.

Biliyoruz, devrim varsa karşıdevrim de olur. Fransa’da devrime karşı Vendee bölgesi isyanı,
kraliyet yanlısı bir ayaklanmaydı, monarşiyi ihya etmek istiyordu. Ayaklanan Katolik köylüler
cumhuriyetçi güçler tarafından, 1796'da, çok acımasız bir şekilde bastırıldı. Bizde 31 Mart gerici
ayaklanması var, Hürriyet Devrimini yıkmayı amaçlıyordu. Hareket ordusu koştu yetişti,
karşıdevrimi Gezi Parkına gömdü. Cumhuriyet devriminden sonra da pek çok karşıdevrimci
kalkışma oldu. Hilafetin kaldırılmasından bir yıl sonra Palulu Şeyh Said, yeni doğan cumhuriyete
karşı ayaklandı. Şeyh Said’ten Menemen’deki ayaklanmayı organize ettiği iddia edilen Şeyh Esad
Erbili’ye kadar Cumhuriyet Türkiye’sinde gerici isyana kalkışanların tamamı Nakşibendi-Halidiye
şeyhleriydi. Haliyle Cumhuriyet de Halidileri bulduğu her yerde kovaladı. Doğaldır. Demek ki
tarikat kalkışmalarında bir karşıdevrim karakteri var. Daha yakınlarda 12 Mart ve 12 Eylül var, ikisi
de karşıdevrim hareketidir, sadece tarikatlar değil TSK da içindedir.

AKP eliyle kurulan “Tayyiban rejimi” de tartışmasız bir karşıdevrimdir. Cumhuriyetten geriye
kalanları yıkmak amacıyla geldiler, yıktılar, moloz kaldırma faaliyetleri sürüyor. Zaten bileşiminde
de 31 Mart’ın, Şeyh Sait’in, aynı koldan türeyen bilcümle tarikat artıklarının, oralardan beslenen
sağcılığın, laik cumhuriyet düşmanlığının, 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün uzantıları var. AKP, ülkenin
karşıdevrim tarihinin “mütemmim cüzü” ve güncel özetidir.

Demek ki yine bir karşıdevrimin tam ortasındayız.

İşaretlerini izliyoruz. Diyanetin şişirilmesi, tarikatların görünür kılınması ve devlete girişine isin
verilmesi, içki kültürünün baskılanması, milli eğitimin dinselleştirilmesi, yargıda baş gösteren inanç
hassasiyeti işaretler arasındadır. Minare hoparlörlerinin desibelinde ve hatta okul zillerinin
melodilerinde bile karşıdevrimin işareti var. Günlük hayatın yeniden dinselleştirilmesi
karşıdevrimin olmazsa olmazı. Mekânı ve demografiyi hızla değiştiriyorlar. Cumhuriyetin
sembollerini çeşitli gerekçelerle yıkmak, devrimin meydanlarına devasa camiler dikmek, Körfez
ülkelerinden karşıdevrimin tarifine uygun insan devşirmek, hepsi, birer karşıdevrim işareti.

***
Kentlerin İslamileştirilmesi bu işaretlerin en görünenlerinden biri. Karşıdevrimin ideolojik
kodlamalarını mekanların, caddelerin isimlerinde de görüyoruz. Boğaziçi Köprüsü “15 Temmuz
Köprüsü” oldu, GATA’yı “Sultan Abdülhamit Han Eğitim Araştırma Hastanesi” yaptılar. Millet
Bahçelerinin her birinin içinde bir kıraathane, merkezlerinde de cami var. Tarihi 1071’den başlatan
yeni kurucu mite uygun hale getirmeye çalışıyorlar her vesileyle. Ortalık Ertuğrul Gazilerden,
Abdülhamitlerden geçilmiyor. Atatürk Orman Çiftliği’ne dikilen “Kaçak Saray”, esasında
cumhuriyetle hesaplaşmanın mekânsal karşılığı. Taksim Meydanı, Gezi Parkı, AKM gibi tüm
modern yaşam mekânları bu dönüşümden payına düşeni aldı. Siyasal İslamcı karşıdevrim
neoliberalizmle kol kola girerek günlük hayatımızı kuşatıyor; evlerimizi, sokaklarımızı,
meydanlarımızı ele geçirmeye çalışıyor. Yıkmayı başardıkları, başaramadıkları var. Demek ki savaş
mekânda da sürüyor.

Sonucunda oluşan şeye “rövanşist kent” deniyor. Bu kavram da 19. yüzyılda, Paris’te ortaya çıktı.
Rövanşistler Paris Komününe karşı çıkan bir grup ulusalcı burjuvaydı. Ülkenin yeniden ele
geçirilmesini hedefliyorlardı. Bunun için şehri bir daha devrim olmayacak bir şekilde düzenlemek,
gerekirse yeniden inşa etmek, işçi sınıfını merkezden banliyölere sürmek gerekliydi. Tuhaf,
kutsadığımız görkemli şehirler alt sınıfları kontrol etmeyi kolaylaştıracak bir biçimde inşa
edilmişlerdir. Modern kentlerin temelini devrim korkusu atmıştır.

***

Türkiye’de rövanşist kent Batı ile Osmanlının tuhaf bir karışımından oluşuyor. Bu rövanşist-
karşıdevrimci mimarinin başyapıtı Atatürk Orman Çifliği arazisi üzerine dikilen “Ak Saray”dır.
Dediklerine göre bina “Osmanlı-Selçuklu mimarisi tarzında”dır. Ancak o tarzın ne olduğu
meçhuldür. Tarihte “Osmanlı mimarisi” tanımı 1873 Viyana Dünya Sergisi için hazırlanan “Usûl-i
Mimari-i Osmanî” ile ortaya çıktı. “Selçuklu mimarisi” de on dokuzuncu yüzyıl sonu ürünüdür.
Bunların elimizde bir örneği yoktur. Demek ki “Ak Saray”ın Osmanlı veya Selçuklu saraylarından
esinlenmesi imkansızdır.

Buna karşılık elimizde iki saray mimarisi örneği var. Biri Fatih Sultan Mehmet tarafından 15.
yüzyılda yaptırılan Topkapı Sarayı, diğeri 19. yüzyılda Abdülmecit tarafından yaptırılan
Dolmabahçe Sarayıdır. İlki bir gecekondular topluluğudur, ikincisi özentidir ve bir taklitten ibarettir,
bir mimari tarz oluşturmaları imkansızdır. Bini aşkın odası, bir devlet sırrı olan maliyeti falan
tartışılıyor ama Ak Saray'ın asıl tartışılması gereken yönü, demek ki, bir mimari vasfının
olmamasıdır. Olsa olsa neoliberal-islamcı TOKİ mimarisidir.

Daha iyisi var; Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan, binanın mimari
formunu “alaturka tuvalet taşı”na benzetmişti. Camilerin standart hela formudur, mümkündür.

Açık olan şu, cumhuriyette saray olmaz. Cumhuriyette saray, eğer yıkılmamışsa, müzedir. Atatürk
Çiftliğine dikilmiş devasa alaturka tuvalet taşının verdiği tek mesaj budur. Karşıdevrim devrime
galebe çalmıştır.

***

Mekan ve demografi değişiyor, elleri neye değdiyse alaturka tuvalet taşına dönüşüyor. Demek ki bir
karşıdevrimin tam ortasındayız.
Peki ne yapacağız?

Engels “Almanya’da Devrim ve Karşıdevrim”inde diyor ki, “karşıdevrimin başarı nedenlerini


aradığımız zaman, her yerden filanca bay ya da falanca yurttaşın halka ‘ihanet’ ettiği hazır yanıtını
alırsınız. Bu yanıt, duruma göre doğru ya da yanlış olabilir; ama hiçbir durumda hiçbir şeyi
açıklamaz ve ‘halk’ın nasıl olup da kendisine böyle ihanet ettirdiğinin anlaşılmasını sağlamaz.” O
halde? Yanıtı önderlerden bazılarının rastgele çabaları, yetenekleri, kusurları, yanılgı ya da
ihanetleri içinde değil, genel toplumsal durum ve allak bullak olan ulusların her birinin varlık
koşulları içinde arayacağız. Devrim de ve karşıdevrim de tek tek bireylerin işi değildir. Bunlar
gerçekleştiği ülkelerdeki birçok sınıf tarafından çok farklı bir biçimde duyulmuş ulusal zorunluluk
ve gereksinmelerin kendiliğinden, karşı konulmaz bir gösterisidir.

Cumhuriyet bütün kazanımları ile birlikte çöktü. Egemen sınıfın devrime ihtiyacı kalmadı çünkü,
kazanımları yük oldu. Yurttaştan kurtulmak istiyor haliyle ve yerine ümmeti geçirmeye çalışıyor. Aç
açık cumhuriyet yurttaşları ise ümmet olmaya meyletti. Karşıdevrim diyoruz.

Ama bu karanlık tablodan kaldırıp başınızı tarihe yeniden bakın. Ülkenin her yanının saray
yıkıntılarıyla dolu olduğunu göreceksiniz. Ne İskender, ne şah, ne sultan, göçüp gitmişler, gölgesiz.

***

Devrim varsa karşı devrim olur. Karşıdevrim varsa devrim kaçınılmazdır. Cumhuriyette saray
olmaz, demek ki cumhuriyet olduğunda saray olmayacaktır. Devrimin işi alaturka tuvalet taşlarını
tarihin çöplüğüne kaldırmaktır.

Şimdilik şu: Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey baştan başlamaktır. Ve hayat sürüyorsa
eğer, zaman hep vardır.

——————————————————————————
Alibaba ve haramilerine karşı
30.09.2023
ORHAN GÖKDEMIR

İstanbul’un Esenyurt ilçesinde 600 işçinin çalıştığı Trendyol deposunda küçülme ya da performans
gerekçe gösterilerek en az 54 sendika üyesi işçi, geçen ağustos ayı sonunda işten çıkarıldı. Bu
işçilerden 14’ü Esenyurt’taki depo önünde yaptıkları eylemi Trendyol’un Maslak’taki genel merkez
binasına önüne taşıdı. Yapacakları ne var, gidip şirket binasının önüne oturdular. Belki de dünyanın
en “barışçı” eylemiydi bu.

Ama Trendyol patronlarının işçilerin oturmasına bile tahammülü yoktu. Polis çağırdılar, oturan
işçileri işaret ettiler. Polis etraftaki üç beş gazeteciyi uzaklaştırdıktan sonra, oturan işçileri ablukaya
aldı. Kalkanların perdelediği alanda oturan işçileri teker teker yaka paça kaldırdılar, vura vura
gözaltı otobüsüne tıktılar. Dayak gözaltı otobüsünde devam etti. Dövülen işçiler ters kelepçe ile
zapturapt altına alınmıştı üstelik. Yani her birini bir tür kum torbası olarak kullandı polis. İşçiler
kum torbası değildi, kan revan içinde kaldı haliyle. İşçilerle birlikte gözaltına alınan bir sendikacı
üstünü başını işaret etti, “bunlar boya değil, kan” dedi, “kamuoyundaki sessizlikten güç alıyorlar"
diye ekledi.
Durum tam olarak böyleydi. Zaten suç mahallinde birkaç gazeteci vardı. Onları da uzaklaştırdıktan
sonra polis ablukasının ortasında bir avuç işçi kaldı. Polis, ablukadaki işçileri hınçla döverken
sadece işçilerin “işçiler kimsesiz” çığlığı duyuluyordu…

Eli kolu bağlı işçilere atılan dayak mı, yoksa bu çığlıkları mı daha acıtıcı bilemedim. İşçiler
kimsesizdir; tüyler ürpertici bir sınıf çığlığıdır bu. İşçiler kimsesizdir. İşçiler kimsesizse hepimiz
kimsesiz. Büyük zenginler, onların kurduğu kahrolası sermaye düzeni dişimizle tırnağımızla
yarattığımız bütün örgütlülükleri dağıttı çünkü. Üçer beşer yakalayıp dövüyorlar bir daha ayağa
kalkmayalım diye şimdi. İşçiler kimsesiz, hepimiz kimsesiz.

***

Polisin oturan bir avuç emekçiye bu kadar ölçüsüz bir şiddetle saldırmasının arkasında “Trendyol”
adında yeni nesil bir şirket var. Trendyol'un 2021 yılındaki piyasa değerinin 15 milyar dolar olduğu
tahmin ediliyor ki krizdeki bir ülke için akıl almaz bir miktardır. Şirket dediğimiz merkezi
İstanbul’da bulunan bir e-ticaret pazar yeri. Büyüyünce içine yabancı sermaye kaçtı. Çinli şirket
Alibaba, şirketin yüzde 86,5 ile en büyük hissedarı. Şirketin kalan yüzde 6,96'sının Demet Mutlu'ya,
yüzde 5,55'inin Evren Üçok'a, yüzde 0,78'inin Begüm Tekin'e, yüzde 0,21'inin Zeki Güçlü Kaya'ya
ait olduğu biliniyor. Tam bir Alibaba ve üç beş harami öyküsü bu anlayacağınız.

İşçilere üç kuruş vermemek için ayak sürüyen Trendyol, 700 milyon TL ödeyerek Süper Lig ve TFF
1. Lig sponsorluğunu üstlendi. Ardından Türkiye’nin önde gelen sanat etkinliklerinden olan
Contemporary İstanbul’un partneri oldu. Partnerliğin ederi ne bilemiyoruz. İşçilere vermeye
kıyamadığını, reklam aşkına oraya buraya bol keseden dağıtıyor özetle.

Trendyol, Türkiye'de e-ticareti tekeline geçirmiş, arkasına ünlüleri ve medyayı almış, bu devasa
gücü nedeniyle sendikaların ve muhalefet partilerinin eleştirmeye cesaret edemediği şişirilmiş bir
canavar. Muhalif bir gazeteyi ve ana muhalefet partisini rüşvetle hizaya sokacak kadar güçlü. İşçiler
bu canavara karşı tek başlarına. Sahipleri ta Çin’den akraba buldu kendilerine, 15 işçi 20 milyonluk
şehirde kendilerine destek olacak 1000 kişi bulamadı.

***

Kimsesizlik bizim sınıfımızın dramıdır biliyoruz, ama insanlığın da dramıdır artık. Zira insanlık
uzun bir süredir sınıfımızdan ibarettir. Burjuvazinin insanlık ailesi ile bir bağı kalmamıştır, demek
istiyorum. Bu teşhisin erken ortaya çıkmış örnekleri var: Geçen hafta köpeklerin önüne atılmaya
teşebbüs edilen Yılmaz Güney’in “Zavallılar”ı bunlardan biri. Zavallılar kimsesizlerdir. Brueghel’in
“Körler”i de zavallılardır. Her ikisinde de zavallı insanlar vardır, her ikisindeki insanlar da
kimsesizdir. Haliyle hikayeleri tüyler ürperticidir.

“Zavallılar” bir şekilde yolları kesişen, hayatın sillesini yemiş, rüzgâra kapılmış halde oradan oraya
sürüklenen üç yoksul adamı ve onlara bu zavallı hallerine aldırmadan çelme takmaya çalışan zalim
bir dünyayı anlatır. Abuzer, küçük yaşta babasını kaybetmiş, üvey baba zulmüne maruz kalmış,
annesi bu zulme son vermek için elini kana bulayınca sokaklarda büyümüştür. Arap, aylarca bedava
çalıştırılmış, hakkı olanı kendi usulünce tahsil etmiş bir suçludur. Hacı, bağlandığı hayat kadınını
öldürüp hapse düşen başka bir zavallıdır. Çile çeken bu karakterlerin her birinin karşısına pembe
popolu bir küçük burjuva çıkacak, hayatlarına dokunmadan çekip gideceklerdir. Küçük burjuvalar,
zavallıların hayatında bir seher yeli bile değildir. Açlığı, yoksulluğu, çaresizliği, zavallılığı,
kimsesizliği bilmeyenlere, moda deyimle “deneyimlemeyenlere” öneririm. Ürpermek için
birebirdir. 1974’ten bu yana ülkede zenginlik arttı ama çaresizlik de arttı. Arada her zaman tuzu
kuru cahil pembe popolular var, Yılmaz Güney’i bu nedenle tartışıyoruz.

Brueghel’in Körler’i ise ta 1568’de girmiş hayatımıza. Gördüğümüz şu; Birbirlerinin sopalarına ve
omuzlarına tutunan kör keşişler yürüyor. Körlerden ilki bir çukura düşmüş ve düştüğünün farkında.
Ardındaki ikinci kör, önde giden kör düştüğü için dengesini yitirmiş, çukurdaki körün üzerine
kapaklanmak üzere. Üçüncü kör, bir şeylerin ters gittiğinin farkında ama ters gidenin ne olduğunu
henüz algılayamamış. Gerideki üç kör ise birkaç adım sonra başlarına geleceklerden habersiz,
çaresiz öndekileri izlemekte... Fonda görünen köyde bu altı körün dışında kimse yok. Ortalıkta bir
kilise. Belli ki körler düşerken köy halkı pazar ayininde. Belki de hepsi, körlerin çukura
yuvarlanmakta olduğu tam o anda İsa’nın Farisiler hakkında söylediklerini dinlemekte. Kiliseden
çıktıklarında onlar da birbirlerine tutunarak çukura doğru ilerleyecekler... Zavallılığın arkasında hep
büyük bir çaresizlik var.

Brueghel, Avrupa’da süren acımasız din savaşlarının ortasında yapmış bütün resimlerini. Orta Çağın
cilalayıp kutsadığı insanı azizlik mertebesinden indirmiş ve birer köylü suretinde yeniden yaratmış.
Onun için “Köylü”ye çıkmış adı. Köylü mü, bilinmez ama tarihin dehlizlerinden süzülüp gelen bir
devrimci olduğunda kuşku yok. "Para Çantalarıyla Kasaların Savaşı" adlı resminin altına şunları
yazmış; "Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve
servetiniz için sıklaştırın safları…" İşte din savaşlarının aslında birer “para” savaşı olduğunun en
eski kanıtlarından biri daha. Din, soyulmuş zavallılar içindir!

Böyledir; dinin en yaygın olduğu zamanlar, ahlaki düşkünlüğün doruğa çıktığı zamanlardır. Ölçüsüz
dindarlık ve ahlaki düşkünlük körleştirir. Her şey koca bir çukura dönüşür. İnsanlığın çukurudur bu.
Körler’in ressamı Brueghel, işte o insanlık çukurunu resmetmekteydi. Çukur kapitalizmdir, çukura
düşürdükleri ise tartışmasız zavallılardır.

***

Sakın bırakmayın altın dolu küplerinizi sandıklarınızı, kumbaralarınızı... Altınlarınız ve servetiniz


için sıklaştırın safları… 500 yıllık bir hikâye bu. Altınları ve servetleri için safları sıklaştıranlar
kazandı, çünkü yoksullar onlara karşı saflarını gevşek bıraktı. Safı sıkı olmayan yoksullar
zavallılaşır, rüzgâra kapılmış bir yaprak gibi oradan oraya sürüklenir, itilir kakılır. Kimsesizlik, hele
saldırı altındaysan, ürkütücüdür.

İşçiler kimsesiz… Tüyler ürpertici bir sınıf çığlığıdır bu. İşçiler kimsesiz. İşçiler kimsesizse hepimiz
kimsesiz. Büyük zenginler, onların kurduğu kahrolası sermaye düzeni dişimizle tırnağımızla
yarattığımız bütün örgütlülükleri dağıttı çünkü. Üçer beşer yakalayıp dövüyorlar bir daha ayağa
kalkmayalım diye şimdi. İşçiler kimsesiz, işçiler kimsesiz, hepimiz kimsesiz.

Kimsesizliğimiz azlığımızdan değil ama, örgütsüzlüğümüzden. İşçinin kimsesi yanındaki öteki


işçidir çünkü. İşçiler birbirine yaslanarak, birbirine tutunarak güçlenir. Birbirine tutunamamışsa işçi,
kimsesizdir. İtilip kakılırken bakarsınız, çaresizlik bulaşıcıdır, durumuna en çok oturup ağlarsınız.

“…bir şafak vakti karanlığın kenarından


onlar ağır ellerini toprağa basıp
doğruldukları zaman…”
İşte o zaman, zavallılar, yeni bir dünya kuran şanlı devrimcilere dönüşür.

Onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman… Doğrulacağız öyleyse. Tarihe yön veren bir
güç olduğumuzu yeniden hatırlayacağız. Bir daha hiçbir işçi kimsesiz kalmayacak.

——————————————————————————
Sarayda adalet arıyoruz. Yok. Demek ki arka bahçeyi kurtararak koyulacağız işe. Önce
hürriyet gelecek sonra cumhuriyet. O günü el ele verip sarayları yıkarak kutlayacağız!

Sarayda adalet arayışı


07.10.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Çarşamba günü yine Çağlayan Adliye Sarayı’nın “C Kapısı”ndayız. Kapıda uzun bir arama tarama
kuyruğu var. Herkes üstünü başını arama pozisyonuna getirmeye çalışılıyor. Kemerler, cüzdanlar,
anahtarlar, telefonlar kirli plastik bir kaba boca ediliyor telaşla. Mümkün olduğu kadar soyunup
şeffaf kalmak şart. Kapıyı öttürmeden geçmek ilk zorlu sınav. Sonra ceplerden çıkanı geri doldur,
varsa kemerini, saatini yerlerine yerleştir, çıkardıklarını giy. Başardıysan içeridesin.

“İçeridesin” dememiz sözün gelimi, girdiğiniz yer “-2” olarak işaretlenmiş. Yani giriş katının iki kat
altındayız. Mahkeme salonu 4. katta, ekle üzerine ikiyi, 6 kat daha var aşılması gereken demek bu.
Eksi 1’e yürüyen merdivenlerle çıkılıyor. Oradan asansöre yöneliyorum. Karşıma ilk çıkan asansöre
“hâkim ve savcılara özel” uyarısı iliştirilmiş. Peki, halkın asansörü nerede? İleride solda, geride
sağda. Ama onların da müşterisi çok. Uzun bir bekleyişten sonra dört polis memuru ve bir avukatla
binmeyi başarıyoruz.

İnince bir polis barikatı çıkıyor önümüze. Orayı sorgu sual olmadan geçip kalabalığa doğru
hareketleniyoruz. Onların önü de başka bir barikat tarafından kesilmiş. Görevli içeri almıyor
kimseyi, talimat varmış. İtiş kakış avukatlara açılıyor barikat. Bir iki vekil de kimliklerini gösterip
sıyrılıyor aradan. Sonra büyük saraydan icazetli gazeteciler. Halka sıra gelmiyor bir türlü, onlara yer
yok. Kapıda öylece bekleşiyoruz, sarayda adalet, adliye ve mahkeme arıyoruz…

Sarayda adalet olur mu? Olmadığı için yıktık sarayları, olmadığı için kovaladık içindeki kralları,
sultanları. Peki nereden çıktı bu zamansız saray merakı?

Hukuku hiçe sayan, her fırsatta tecavüz eden AKP uydurdu bu lafı. Adliye yapılarını parçaladı,
hukuk güvenliğini yıktı ve olmayan hukuku saraylarla takviye etti. Adliyelerin saray yapılması,
hukukun tepelenmesi ile eşzamanlıdır. Ankara Adliye Sarayı veya İstanbul Adliye Sarayı birer AKP
icadıdır. Sonra bu saray ilan ettiği adliyelerin “Osmanlı-Selçuklu” mimari tarzı ile yeniden
yapılmasına karar vererek, tüm kentlerde geçmişe öykünen vasıfsız saray özentisi binalar dikti. Bu
saray adliyelerin inşa edildiği dönemin Adalet Bakanı, arkasındaki zihniyeti şöyle ifade etmişti;
“Bugün yabancı bir heyet gelse, elinden tutup da 'burası da Türk yargısıdır' diye götürebileceğimiz
ihtişamlı bir tek bina yok. Hukuk, adalet ihtişam demektir. Adam ister suçlu ister başka türlü olsun
kapıdan girerken önünü ilikleyip saygıyla bu binanın girişinden başlaması lazım.” İhtişam var
hukuk yok, önünü ilikleme var adalet yok. Sarayda adalet, adliye de mahkeme arıyoruz. Yok.
***

Binaları şekillendiren insanlardır evet ama insanları da binalar şekillendirir. Sarayların içi de dışı
gibi haliyle. Devasa, ulaşılmaz, ceberut, zalim, mantıksız, aşağılayıcı, gerici. İçeride bulabileceğiniz
tek şey umutsuzluk. Her şey içine düşene boyun eğdirmek üzere kurgulanmış. İstanbul Adliye
Sarayı sıradan bir kütle değil, AKP rejiminin ete kemiğe bürünmüş hali yani. Adına saray eklenen,
mimarisi ile kadılık sistemini hatırlatan, merkezden şehrin kıyılarına doğru itilen adalet yapıları
birer sembol.

12 Eylül 2010’da, “yetmez ama evet” kepazeliğinin desteğinde yapılan yargı karşı devriminde inşa
edildi bu saray adliyesi. Bir adalet dağıtma mekânı değil burası, kararı verilmiş yargıların onay
mekânı. Merdan Yanardağ’ı önce yargılayıp cezaya çarptırdılar. Verilen cezayı yatırdıktan sonra
getirip Çağlayan Sarayında halk içine çıkardılar. Halka göstermeden yattığı kadar cezaya hükmedip
saldılar. Biz mahkeme salonuna ulaşamadan oldu bitti her şey. İhtişam var hukuk yok, önünü
ilikleme var adalet yok. Sarayda adalet, adliyede mahkeme arıyoruz. Yok.

***

Peki kaynağı ne bu ucubelerin? Bizde adliyeler hükümet konağı içindedir. Bağımsız ilk adliye
1926’da inşa edilen Ankara Adliyesidir. 1949’da İstanbul Sultanahmet, 1973’te Ankara Sıhhiye,
1983’te Antalya, 1986’da Bursa ve 1990’te İstanbul Bakırköy Adliyelerinin yapımına girişildi.
İstanbul adliyesinin saray vasfı taşımayan eskisi Sultanahmet Meydanı'nda, İbrahim Paşa Sarayı'nın
arkasındaki mütevazı ama işlevsel bir binaydı. Ayasofya'nın doğu cephesinin karşısında yer alan
eski adliye 1933’te yanmıştı. Yenisinin nereye yaptırılacağı tartışıldı. En heyecan verici fikir
İbrahim Paşa Sarayı'nın yıkılıp binanın bu arsa üzerine yapılması fikriydi. Dedik ya cumhuriyette
saray olmaz. Bu amaçla, 1939'da, sarayın bir bölümü yıktırıldı. Ama araya savaş girdi. 1949’da
proje için yeniden yarışma açıldı. Yarışmayı Sedad Hakkı Eldem ve Ord. Prof. Emin Halid Onat'ın
projesi kazandı. 1951'de inşaatına başlandı. 1958'deki kazılar sırasında Bizans döneminden kalma
önemli arkeolojik buluntular ortaya çıktı. Sedad Hakkı Eldem, arkeolojik buluntuları da dikkate
alarak, bunların üstünü kısmen örten yeni bir proje geliştirdi. O da yarım kaldı. Ortaya çıkan yarım
bina, Sultanahmet Adliyesi olarak kullanıldı. Hatırası bende canlıdır, üst katta yargılanıp ceza alır, al
katta cezayı veren hakimle çay kahve içerdik. Bazıları okuyucumuzdu, “görev icabı, başka türlü
yapamazdık” derlerdi verdikleri karardan mahcup.

Bu mütevazı bina 2012'de kapatıldı. Yerine saray yapılmıştı ve tek vasfı Avrupa'nın en büyük
adliyesi olmasıydı. Şöyle tarif edelim; dört ila 19 kattan oluşan yeknesak bir yapı içerisindeki altı
ana bloktan meydana geliyor. Dört ana kapıdan girilebilen yapının içerisinde 326 duruşma salonu,
267 savcı odası, bir adet büyük konferans salonu, dört küçük seminer salonu, 73 asansör, 48
yürüyen merdiven ve -4. kattan itibaren depo, nezarethane ve otopark bölümleri yer alıyor. Kentten
uzak, çok yüksek, tek parçadan oluşan bir kütle bu. Belli ki bir kütleye ihtiyaç duyulmuş. Bu ihtiyaç
tüm kütlenin tek parça halinde üst üste yığılıp büyük bir meydanın ortasına dikilivermesi olarak
yorumlanmış. Önünde 22 bin metrekarelik bir alan bulunuyor. Adliye ile çevresindeki yapılar
arasına geniş bir mesafe koyan bu meydan, adliyenin insanla dolaysız temasını engelleyecek şekilde
tasarlanmış. Meydan polis barikatları ile çevrili ve bir TOMA her daim müdahaleye hazır bekliyor.
Bina yaklaşana “haddini ve mesafeni bil” diye haykırıyor.

Sadece adliyesi mi? Hastanesi de kültür merkezi de camisi de böyle. AKP ülkenin her yanına küçük
Beştepe Sarayları dikiyor. Bina ne kadar büyükse, dikilmesine yol açan amaç o kadar küçülüyor,
eziliyor, siliniyor. Çağlayan Sarayının bir adliye olduğunu bilmeseniz, yapıyı bir hastane, bir
hapishane, bir plaza veya otel sanabilirsiniz. O kadar vasıfsız ve o kadar kişiliksizdir. Cumhuriyetsiz
AKP rejiminin mimarisidir bu.

***

Mekân ideolojinin yansımasıdır. Atatürk Orman Çiftliği’ndeki saray, yeni rejimin ideolojisinin en
güçlü mekânsal örneklerinden biri. Sonra TOKİ’ler, okul ve hastane yapıları, millet bahçeleri,
hükümet konakları, adliye yapılarının mimarisi AKP iktidarının ideolojisinin mekânsal
temsiliyetlerine göre şekillendirildi. Bu mekânsal temsiliyet geçmişe öykünür, yok edici ve hafıza
silicidir, gericidir.

Nedeni basit; Cumhuriyette halk esastır, İslamcı yeni rejimde ümmet. İnsanı ezmeden, boyun
eğdirmeden ümmete ulaşamazsınız. Cumhuriyet insanı elinden tutup yükseltmeyi hedefler,
İslamcılık ezip kullaştırmayı. Kullaştırıcı bir mimaridir bu.

Çağlayan’da yeni nesil adalet sarayının koridorlarında yol bulmaya çalışıyoruz. Sarayda adalet,
adliye de mahkeme arıyoruz. İhtişam var hukuk yok, önünü ilikleme var adalet yok. Çünkü artık
adalete ihtiyaç kalmamıştır.

***

Araplarda, eskiden, davalar camilerde görülürdü. Adalet dinden kaynaklanıyordu çünkü.


Cumhuriyet ortaya çıkana kadar bizde de adalet dini bir iş olmuştur. Taşrada kadılar hem belediye
reisi hem ahlak zabıtasıydı. Ev basabilir, her türlü işi yasaklayabilirdi. Kazalara ise sıklıkla işinin
ehli olmayan kadılar, naip, atanırdı. Naip gerçekte kadıya tabi bir memurdu. Haliyle verdikleri
kararlar da ona göreydi. II. Mahmut zamanında Edirne Valisi Vezir Hakkı Paşa Silivri Naibinin bir
kararına çok kızmıştı. Oturup bir mektup yazdı. Şöyle diyordu mektupta. “Silivri Naibi şeriat haini.
İlamını gördüm. Kahkaha ile güldüm. Meali hezeyun, hükm-i hilaf-ı Kur’andır. Mühr-i müeyyedimi
basarım. Seni mahkeme kapısına asarım.” Tabi o zaman da asılması gereken sadece Silivri
Naibi’nden ibaret değildi. Asmak bozulanı onarmanın etkili yollarından biridir. Tanzimat geldi
yetkilerini ellerinden aldı. Artık yönetici veya belediye reisi değildiler. İlk mahkeme binaları o
zaman yapıldı. 1908’de Hürriyet’te birleşip adliye oldular. 1923’te şeri mahkemeler tarihin
çöplüğüne atıldı, laik adliyeler öyle ortaya çıktı. Cumhuriyetsiz adalet hayal edemiyoruz.

Çağlayan Adalet Sarayı cumhuriyetin yıkıldığını haber veriyor. Hürriyet ise sarayın arka bahçesidir
artık. Abide-i Hürriyet, yeni rejimin naiplerinin dinlence bahçesi olmuştur. Saraya iliştirdiler ve
girişe yasakladılar. Çünkü sevgili Abdülhamitlerini devirenler yatıyor orada. Anayasayı ilan etsin
diye bir darbeyle Abdülhamit’i tahta oturtan, sonrada tahta oturttuğu otokrat tarafından boğdurtulan
Mithat Paşanın mezarı orada. Otuz küsur yıl sonra Abdülhamit’i alaşağı eden Enver ve Talat Paşa
orada. 31 Mart’ta, Gezi’de ayaklanan gericilerle çarpışarak can verenler orada.

Sarayda adalet arıyoruz. Yok. Demek ki arka bahçeyi kurtararak koyulacağız işe. Önce hürriyet
gelecek sonra cumhuriyet. O günü el ele verip sarayları yıkarak kutlayacağız!

——————————————————————————
Siyonist
14.10.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Meclisi Mebusanda bütçe görüşmesi vesilesiyle, 1911’de, Siyonizm tartışması çıktı. Mebuslardan
bazıları, Siyonistlerin rüşvetle veya tehditle, Osmanlı yöneticilerini Filistin’e Yahudi göçü
konusunda ikna etmeye çalıştıkları kanısındaydı. İddialarına göre Osmanlı Devleti’ne borç veren
yabancı bankaların çoğu da Siyonizm’in destekçisiydi. Örneğin, İngiliz Yahudi bankeri Ernest
Joseph Cassel bütün varlığını Osmanlı topraklarındaki bankacılık uğraşlarından edinmiş, bu varlık
kendisine “Sir” unvanını kazandırmıştı. Halen İstanbul İngiliz Ticaret Odası başkanıydı. Alman
Yahudisi Banker Baron Hirsch varlığını Osmanlı’da uyguladığı tahvil spekülasyonundan elde
etmişti. Bu ünlü bankacı aynı zamanda “Yahudi Kolonizasyon Derneği”nin kurucusuydu. Vaat
edilmiş toprakları Arjantin’de bulmuşlardı. Hirsch, Osmanlı’yı dolandırarak kazandığı paralarla
Arjantin'e Yahudi göçlerini finanse ediyordu. Osmanlının budala yöneticilerini ikna ediyorlar,
onların yol vermesiyle devleti soyuyorlar, bu yolla edindikleri servetin bir bölümünü bir Yahudi
devleti kurulması için kullanıyorlardı. Üstelik Osmanlı Türkiye’si de o plana dahildi. Tanrının
seçilmiş kulları olan Yahudilere ne vaat ettiğini kim bilebilir?

Mebusan Meclisindeki o tartışma dönemin hayhuyu içinde unutuldu gitti. O tarihten bu yana,
Türkiye, Siyonist proje ile “iltisaklı”dır. Siyonizm’i Türkiyesiz düşünemeyiz.

Yalçın Küçük bu bağlantıyı şöyle özetlemişti vaktiyle; “İsrail ile Türkiye arasında metres ilişkisi
var.” Haliyle, İsrail’in kuruluşunda da katkımız büyüktür. 1948’de “İsrail Bağımsızlık Bildirisi”ni
okuyan İsrail'in ilk başbakanı Davut Ben Gurion eğitimini İstanbul’da tamamlamıştı. Ortalıkta
henüz bir İsrail Devleti olmadığına göre kendisini Osmanlı saydığını da tahmin edebiliriz. İkinci
Cumhurbaşkanı İshak Ben-Zvi İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunuydu. 1897 yılındaki
Siyonist kongresinin organizatörlerinden biri olan babası, 1952’de, Knesset tarafından “İsrail
Devleti'nin babası” olarak taltif edildi. Aile İsrail için o kadar önemlidir. İsrail’in ilk Dışişleri
Bakanı Musa Şaret İstanbul’da okudu, Osmanlı ordusunda subaylık yaptı, Çanakkale’de savaştı.
İsrail kurucuları Osmanlılardır.

“Panislamist” Abdülhamit’e de borçları var. Hamit, İsrail devletinin kuruluşunu finanse eden
Rothschild ailesi üyeleriyle defalarca görüştü, borç aldı, aile üyelerine birçok defa nişan taktı.
Rothschildlerin, Filistin'de kurdukları ilk koloniler onun rızasıyla mümkün oldu.

Sonra efsaneler uydurdular. Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl görüşme talep ettiğinde reddetmiş
ve “benim Filistin’de satacak toprağım yok” demişti güya. Herzl, İstanbul’a 1896 Haziran’ında
geldi, Sultan Hamit, dedikleri gibi, görüşmeyi kabul etmedi. Ama bir hafta sonra gazeteci kimliğiyle
Sadrazam Halil Rifat Paşa ile “Filistin sorunu”nu görüştü. Haziran sonunda Saray Herzl’e
“Mecidiye Nişanı” verilmesine karar verdi! 1901’de tekrar Abdülhamit’in huzuruna çıktı. Sultan
ona, “Ben daima Yahudilerin dostu olmuşumdur, daima da öyle kalacağım. Gerçekten ben sadece
Müslümanlara ve Yahudilere dayanmaktayım. Diğer tebaam hakkında aynı emniyeti besliyorum
diyemem” dedi. İmparatorluğun bütün sınırları Yahudilere açıktı. Ayrıca Herzl’e ikinci kez
“Mecidiye Nişanı” verilmesine karar verdi. Siyonizm’in kurucusu Herzl bir Osmanlı kahramanıdır.

Bir sonraki “iyi ilişki” dönemi yine bir sağcı iktidara, Adnan Menderes dönemine denk geldi. İsrail
Başbakanı Ben Gurion’un uçağı 1958 yılında gizlice Ankara’ya indi ve o ziyarette Menderes ile
gizli bir ittifak yapıldı. 1996’da Necmettin Erbakan’ın Başbakan, Tansu Çiller’in yardımcısı olduğu
dönemde bu ittifak yeni bir anlaşmayla perçinlendi. Yeni anlaşma askeri ve istihbari pek çok alanda
derin ilişkiler öngörüyordu. “Gizlidir” ve kapsamını bilemiyoruz.

Tayyip Erdoğan sık sık İsrail yöneticilerine hakaretler yağdırıyor, malum. Fakat askeri
anlaşmalarımız hakaretlerden hiç etkilenmiyor, kesintisiz sürüyor. Örneğin, birkaç gündür Gazze’yi
bombalayan uçakların yakıtı Azerbaycan’dan yola çıkıp Türkiye’yi boydan boya katederek İsrail’e
akıyor. İlişkilerin seyri ne olursa olsun vanayı kapatmaya kalkmıyor kimse. Türkiye’nin sağcı-dinci
siyasileri İsrail’e ne kadar küfür ederse ilişkileri o kadar iyi tutuyor. Metres ilişkisinden kasıt budur,
her kavganın sonunda mutlaka yatak var!

***

Şöyle tarif edelim Siyonizm’i; İsrail sınırları belli olmayan, haritasız bir ülkedir. Mevcut sınırları
gerçekte fiili sınırlarıdır. “Vaat edilmiş ülke” diye adlandırdıkları “teorik” sınırları var bir de. O
teoriye dayanarak ve ABD’nin inayetiyle Filistin topraklarını işgal ve ilhak ederek sürekli
genişliyorlar. Bu genişlemede önde gelen bölgesel destekçileri Körfezin Petro-Dolar şımarığı
Müslüman ülkeleri, tabii, Mısır ve Türkiye. Bunlar birleşip Suriye’yi düzlemek için kiralık
cihatçılarla sefere çıktıklarında da en büyük desteği İsrail’den aldılar. İsrail, “Müslüman
müttefikleri” pes edip çekilmesine rağmen hâlâ Şam’ı bombalayıp duruyor. Son “tufan”dan sonra
da yaptı bunu. Karşılığında o Müslümanların göz yummasıyla on yılda bir sınırlarını genişletiyor.

Peki vaat Filistin’de bitiyor mu? Hayır tabii. Yahudi tanrısı küçük küçük toprak parçalarıyla neden
uğraşsın. Aslı Türkiye topraklarını içerecek kadar geniştir.

1976’da yapılan Siyonizm ve Irkçılığa İlişkin Uluslararası Sempozyum’un sonuç bildirisinde şöyle
deniyor; “Siyonizm, yalnız sistematik bir ideoloji değil, Yahudi olmayanlara yönelik sistematik bir
ırk ayrımı bütünüdür. Siyonizm, İsrail’in kuruluşunun siyasal felsefesi, güncel ve geçmiş siyasal
pratiğinin temeli olarak kurumlaşmış ve devlet biçimine dönüşmüş ırkçılıktır.” Bunu teyit eden, bir
de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararı var. BM Genel Kurulu, 1974’te, Siyonizm’i “bir tür
Irkçılık” olarak mahkûm etmişti. Sonra ABD koştu yetişti, karar iptal edildi. Demek ki Siyonizm’i,
ABD’siz ve Türkiyesiz düşünemeyiz. Kaynağında ABD, hedefinde Türkiye var.

***

Irkçılık, sanılanın tersine, Avrupa’nın kucağında büyüdü. Batılı, dünyaya yayılıp daha fazla bölgeyi
işgal ettikçe “beyaz adamın” üstünlüğüne daha fazla inanmaya başlamıştı. Beyaz adam üstün bir
ırktı. Başlangıçta onun “saf halini” temsil eden Almanlardı, sonra Fransızlar öne çıktı,
pozisyonlarını kaybeden Almanlar kendi kültürlerinin aşağılanmış olduklarını düşündü. Irkçılığın
en katı biçiminin bu ülkede boy vermesi, en saf olanın aynı zamanda en geride kalmış olmasından
kaynaklanıyordu. Irkçılık tüm Batı’nındı, Nazizm yalnızca onun en saf haline işaret ediyordu.

Siyonizm de bir 19. yüzyıl hareketidir. Beslenme kaynağının, içinde geliştiği Avrupa emperyalizmi
olması bizi şaşırtmamalıdır. Ulus-devlet, ırkçı-milliyetçiliğin üstünde gelişiyordu ve nüfuz ettiği
hemen her yerde yeni ırklar ve yeni milletler keşfediliyordu.

Bir ırkçılık türevi olarak “Türkçülük” de, aynı zaman diliminde şekillenmiştir. Bütün ırkçı-
milliyetçi akımlarda olduğu gibi sancılı ve kuşkulu bir doğuştu bu. Kozmopolit bir imparatorlukta,
yeni bir millet yaratmanın bütün yıkıcılığı ile ilerledi. Siyonizm’le bulaşık doğmuştur. Sonuçlarını
hala tartışıyoruz.

“Türkçülük”ü iki isme, Fransız Yahudisi Leon Cahun ve Macar Yahudisi Arman Vambery’ye
borçluyuz. İkisi de yazdıklarında ısrarla Orta Asya’ya işaret etti, Türklerin kökeni oralarda bir
yerdeydi. Cahun’un “Asya derinliklerinden gelen savaşçı ruhlu barbarlar” teorisi tek başına Türk ırk
teorisini beslemeye yetmiştir. Vambery de tıpkı Cahun gibi Türklerin köklerine merak salmış, derviş
kıyafetleri ile Orta Asya’ya gidip gelmiş, bu arada Türkçe ile Macarcanın akrabalığını keşfetmişti.
Slavlarla Cermenler arasında kalan Macar aydınları kendilerinin Atilla Hunları ile aynı kaynaktan
olduğuna karar vermişler ve bu keşif üzerine bir de “Turan Cemiyeti” kurmuşlardı. 1913 yılından
itibaren Turan adını taşıyan bir de dergi çıkardılar. Bize oradan bulaşmıştır.

Tabii bunları sadece kişisel merakla açıklayamayız. O tarihte dünya Yahudilerinin yaklaşık yarısı
Rusya topraklarında yaşıyordu ve Rusya’da Yahudilere pek iyi davranılmıyordu. Köylerinin basılıp
toplu halde öldürülmeleri sıradanlaşmıştı. Rus ayısının durdurulması arka bahçesinde bir yangın
çıkarılmasına bağlıydı. Arka bahçede ise sadece Türkler vardı.

Vambery, Orta Asya gezilerinde öğrendiklerini İngilizlerin hizmetine vererek, unvanları arasına bir
de “İngiliz casusluğu”nu ekledi. Rusları, bir de, İngilizler durdurabilirdi. Dolayısıyla, bu iki Türk
tarihi meraklısının “siyasal misyonları” da vardır. Vambery, 1901’de Theodore Herzl’le birlikte
Abdülhamit’in huzuruna çıkanlar arasındaydı. Demek ki Türk ırkçılığını da Siyonizm’den ayrı
düşünemeyiz.

İdeologları, militanları, bankaları, bankerleri, örgütleri, okulları, uluslararası ilişkiler uzmanları ile
Filistin’i almak için Osmanlı’ya yüklendiler. Rastlantı veya değil, hem sultanın, hem de onun
istibdadının devrilmesi Siyonizm’in yükseliş dönemine denk geldi. Tersinden söyleyelim, bugün
İsrail diye bir devlet varsa, varlığını hem Osmanlı’nın varlığına hem de Osmanlı’nın yıkılmasına
borçludur.

Osmanlı devri kapandığında Filistin topraklarında artık bir Siyonizm sorunu vardı. Her yanda
Siyonist koloniler kurulmuş, İngiliz ve Fransız emperyalizmi için bölgede yeni bir ileri karakol
oluşmuştu. İngilizler, Filistin’de kuracakları bir Siyonist devlet aracılığıyla Süveyş Kanalı üzerinde
kontrol kurmak için harekete geçmişti. Sonra Amerikalılar geldi ve İngilizleri bölgeden çıkardı.
Artık ABD’nin kontrolünde olan Birleşmiş Milletler, 1947’de toprağın yüzde 5,7’sini elinde
bulunduran Siyonistlere ülkenin yüzde 57’sini öneriyordu.

***

Filistin sorunu, demek ki, bugünün sorunu değil, derin tarihsel kökleri var. Bir anlamda Yahudi
sorununun bir türevi. Onun da Osmanlı ve Rus imparatorluklarıyla ilgili yanları var. Onlar
yıkılmadan bunlar mümkün olmazdı. Topraksız bir halka, halksız bir toprak arıyorlardı, yıkıntıdaki
Filistin’i gözlerine kestirdiler. Yani Filistinlileri halk ve insan saymama da bugünün meselesi değil.
Siyonistler ve emperyalistler Filistinlileri, tabii hepimizi, insan saymamaktadır. İnsan olmayanın ise
bir vatan ihtiyacı yoktur.

Filistin’de 1948’den bu yana süren, adım adım genişleyen işgal hareketinin arka planı bu. Geriye
sadece bir Filistin hapishanesi bıraktılar. Orada Filistinliler bir açık hava toplama kampında yaşıyor.
Her gün açlıkla, susuzlukla, zulümle sınanıyor. O hapishanedeki son isyan Siyonizm’in ilerlemesi
açısından da bir eşiğin aşıldığını ortaya çıkardı. 19. yüzyılda ortaya çıkışından bu yana Siyonizm
hiç bu kadar meşruiyet kazanmamıştı.

Çok hoş, Ukrayna savaşı ile Nazizm’i, Filistin isyanı ile Siyonizm’i temize çektiler. Bunlar
doğduğu yere, Avrupa’ya geri döndü, orada suçlarından arındı, beyazladı. Demokrasiler artık her
ikisini de şefkatle kucaklıyor, bağrına basıyor.

Karamsar olalım diye söylemiyorum, bambaşka bir şeye, aydınlık bir geleceğe işaret ediyor bunlar.
Bize, ezilen halklara sosyalizmden başka çıkış yolu bırakmadılar. İnsanlık hanesinden bile sildiler
adımızı. Artık bütün dünya Filistin. Devrim kelebeği bu çaresizlik nedeniyle üzerimizde uçacak.

——————————————————————————
Toplanıyoruz, “kul olmayacağız, ümmet olmayacağız” demek için yan yana geliyoruz. İnsan
olmak ve insan kalmak için bir yeni cumhuriyet arıyoruz.

Cumhuriyet için pratik 100. yıl tarifleri


21.10.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Halka bir cumhuriyet gerek…

Çünkü halk ve cumhuriyet bir bütünün iki yarısı. Halk olmalı ki cumhuriyet olsun. Cumhuriyet
olmalı ki halk ortaya çıksın. Halksız bir cumhuriyet veya cumhuriyetsiz bir halk düşünemeyiz.

Sadece halkı değil, insanı da cumhuriyetsiz düşünemeyiz. Cumhuriyet, 1789’dan beri, aydınlıkta
esen bir rüzgâr, insanın boyun eğmekten vazgeçişi, omuz omuza gelişi, insan olma yolunda ilk
adımı atışı. Cumhuriyet insanın “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” için, birlikte ilk ayağa kalkışı. Bu,
“kul olmayacağız, ümmet olmayacağız” demek aynı zamanda. Demek ki, aklını kendine kılavuz
yapmış insan, cumhuriyetin ilk şartı. Önünde ve sonunda özgür bir insan ve bağımsız bir halk var.
Onun için halka ve insana her şartta bir cumhuriyet gerek…

***

Halka bir vatan gerek….

Halk cumhuriyetle buluştuğunda vatan da tarihin şafağında parıldar. Çünkü bir ailenin, bir
zümrenin, bir sınıfın el koyduğu, mülk edindiği toprak vatan değildir. Halk ayağa kalktığında ilk işi
sultanın mülkü olan toprağa el koymak oldu. Halkın el koyduğu toprak artık vatandır. Mülkün
vatana, monarşinin cumhuriyete dönüşmesinin kaynağında halkın çürümüş bir düzene karşı o ayağa
kalkışı var.

Demek ki vatan, padişahın el koyduğumuz mülküdür. Cumhuriyet ise mülküne el koymak üzere
halkın padişahın ve yancılarının pembe popolarına attığı tekmelerin bileşkesidir.

Aydınlarımız kafa kafaya verdi, akrabalarını tekmeleyip tahtan indirdi, II. Abdülhamit’i, tabii bir
darbe ile, tahta bindirdi. Oturmamış, oturtulmuştur, burası önemli. Bunun tek sebebi anayasayı ilan
etmeyi kabul etmiş olmasıydı. Sonra o da akrabalarının yoluna girdi, istibdat ile yönetmeye karar
verdi. 30 küsur yıl sonra onun da poposunu tekmeleyip indirdiler. Son tekmeyi atma onuru Mustafa
Kemal’in ve cumhuriyetin öteki kurucularınındır. Şanlı bir padişah mabadı tekmeleme tarihimiz var.
Devam ediyoruz.

***

Halka laik bir düzen gerek…

Laikliğin kaynağı ise devr-i sabıkın meşruiyetini dinden alıyor olması. Kilise ve saray el ele verip
tebaasını dinle uyuttu, boyun eğmesini sağladı, kullaştırdı. Dinle uyuttukları halkı elbirliğiyle
soydular, sömürdüler. Din uluları aynı zamanda eski rejimin sömürücü sınıflarından biriydi.
Cumhuriyet geldi, kurumsallaşmış dinin otoritesini yıktı, günlük hayatın üzerindeki kontrolüne son
verdi. Dini yargıya ve dini eğitime son vermek olmazsa olmazlarındandır. Bunlar olmadan insanı
özgürleştirmek mümkün değildi çünkü. Özgürlüğün temelinde bir de “inanç özgürlüğü” var. Yalnız,
sanılanın tersine, “inanç özgürlüğü” dinlere özgürlük değil, dinlerden özgürlük talep ediyordu.
Laikliğin gerekçesidir.

Laiklik ise vatan ve cumhuriyetin gerekçesidir. Kullardan veya cemaatlerden halk ve cumhuriyet
üretemiyoruz. İkisi için de aklını kendine kılavuz yapmış özgür insana ihtiyaç var. Yurttaşa,
vatandaşa böyle ulaşıyoruz. Vatandaş, vatanın ve cumhuriyetin esasıdır. Önünde ve sonunda özgür
bir insan ve bağımsız bir halk var.

***

Halka bir devrim gerek…

Cumhuriyet cemaatleri, tarikatları, kurumsallaşmış dini, aristokrasiyi, monarşiyi dağıtıp, onlardan


geriye kalanlardan bir yeni halk yaratmaya koyuldu. 1789’da Fransa’da, 1917’de Rusya’da, 1923’te
Türkiye’deki devrim budur.

Bağlarından kurtulmuş, özgürleşmiş insanlardan oluşan yeni bir sentez peşindeydi devrim. Paris’te,
Bastille’i basmak üzere meydanda toplananlar yeni bir halk olmuştu. Moskova’da, Kızıl Meydan’da
toplanıp Çarı kovalayanlar artık yeni bir halktı. Sivas’ta, yoksul Ankara’da toplanıp işgalcilerin
üstüne yürüyenler, Sultanı kovalayanlar, halifeyi alaşağı edenler artık ne kuldu, ne mürit. Onlar da
halktı.

Cumhuriyet özetle budur. Halkın bir alanda toplanıp, kendisini kul yapanlara meydan okumasıdır.
Demek ki, bütünün içinde halk ve cumhuriyetle birlikte laiklik de var. Halka laik bir cumhuriyet
ama mutlaka köklü bir devrim gerek…

1789’dan bu yana insanlığın tarihi halk olmak, laik cumhuriyet kurmak için verilen mücadelenin
tarihi. İki türü ortaya çıktı; burjuva cumhuriyeti ve sosyalist cumhuriyet. 1789’un halkı daha fazla
eşitlik istiyordu, sosyalizmin kaynağıdır. 1848 devriminde burjuva devrimini yapan devrimci
sınıfların yolları ayrıldı. 1871’de düşmanlık girdi araya, işçi sınıfı başka bir yolda yürüyordu artık.
1917’ye öyle ulaştık.
***

Tabii, karşı devrimlerle sarsılan, gerileyen, düşen, kalkan bir ilerleme sürecidir bu. Karşı devrim,
cumhuriyetle halk olmuş kalabalıkları yeniden biat etmeye çağırmak, tarikatların, cemaatlerin
içinde toplamaya çalışmaktır. Devrimde insan ve halk, karşı devrimde ümmet ve kul var.

Fransa’da cumhuriyet dört kez yıkıldı, beş kez yenisi kuruldu. Artık yürürlükte olan beşinci
cumhuriyettir. Rusya’da sosyalist cumhuriyet umulmadık bir zamanda çözüldü. Türkiye’de
cumhuriyet artık öksüz bir çocuktur.

Bizim cumhuriyetimizin devrimci dönemi de kısadır. 1923’te başladı, 1933’te bitti. Bu on yılda
devrime destek veren burjuvazi palazlanmıştı. Özgür insanlardan çok, itaat eden kullara ihtiyacı
vardı. Halk değil ümmet, bağımsızlık değil kulluk istiyordu.

1940’lı yıllarda cumhuriyetin kovaladığı tarikatlar teker teker geri dönmeye başladı. Şeyhler, şıhlar
artık devletin önde gelen müttefikleriydi. Burjuvazi geriye kaçmış, devrimi ve kurumlarını
budamaya girişmişti. Kemalizm’i gömüp yerine anti-Kemalist bir Atatürkçülük imal ettiler.
Yürürlükteki düzen Atatürk’ün önde göründüğü, arkada karşı devrimin hüküm sürdüğü yeni bir
düzendi. “Türk-İslam Sentezi” daha dindar bir rejimin habercisiydi. Sermayenin halka karşı eski
düzenin çürümüş sınıflarına ihtiyacı vardı. Düzene bir saray ve bir şeyhülislam gerekiyordu. Bunun
için dini yeniden anayasaya sokmak şarttı.

Bu karşıdevrimin silahlı başı Kenan Evren’dir. Dini Cumhuriyet’ten sonra yeniden kamu yaşamına
sokan oydu. Büyük patronların desteğiyle cumhuriyeti öldürmeyi başardı. Ama gücü ölüyü
kaldırmaya yetmedi. Bu yüzden imamları çağırdılar ölüyü kaldırsın diye. AKP’li yıllara girişin
başlangıcıdır.

***

Yıktılar mı? Evet. İşte yüzyıla yakın bir süre sonra yine vatanı kendi mülkü sanan sultan özentileri
türedi. Kurumsal din yine kılıç kuşandı. Yine sultanın tebaası olmaya teşne tuhaf kalabalıklar çıktı
ortaya. Cumhuriyetle var olmuş halklar ümmet olmaya meylediyor yine.

Diyorlar ki, “Kemalistler çok aşırı, çok radikal davrandı, cumhuriyet o yüzden yıkıldı.” Mümkün
mü? Kemalizm’i ancak yeterince radikal olmamakla eleştirebiliriz. Yeterince radikal olmamış,
olamamıştır. Kemalistler dini kullanabileceklerini sandılar. Sonra, cumhuriyetin yarattığı yeni
insandan korktular. Köy enstitülerinden, 1960’da parlayan soldan kaçtılar. İmam hatiplerle,
tarikatlarla halkın bu yükselişini engellemeye kalkıştılar. Kuruluşundan yüz yıl sonra anayasası
rafta. Meclisi bir ölü kabuktan ibaret. Devasa bir saray oturttular başkentinin orta yerine. Milli
eğitimi dağıttılar, yargıyı kapı kulu yaptılar. Tarikat fareleri cirit atıyor ortalıkta.

Tamama erdi mi? Hayır. Bir tarikatlar ve gericiler koalisyonu olan AKP bütün çabasına karşın halkı
cumhuriyet öncesine dönmeye ikna edemiyor. Halk ümmet olmaya, kul olmaya, boyun eğmeye
direniyor.

Cumhuriyet yıkıldı, laiklik azaldı. Cumhuriyetin bütün kazanımlarını çökerttiler. Yerine


koyduklarının kuralı yok, hukuku yok, kültürü bir ucubeden ibaret. Enkazın üzerine çöreklenmiş
dinci dinciye, tarikat tarikata darbe yapmaya kalkıştı. Cumhuriyetin ölüsünü paylaşamıyorlar çünkü.
Kendilerine teslim edilen cesede yaptıklarına bakın. Bunların azalmasının nasıl kanlı-karanlık bir
gelecek vaat ettiğini görüyor artık kalabalıklar.

Peki yıkılanı yeniden kurabilir miyiz? Evet.

Yüzyıl sonra, bir daha asla yıkılmayacak, eşit, özgür bir cumhuriyet kurabiliriz. Bunun için halka
cumhuriyet, cumhuriyete sosyalizm gerek.

Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılında, yeniden ümmet yapılmaya çalışılan halkımızı,


cemaatlerde-tarikatlarda kullaştırılmaya çalışılan insanlarımızı meydanlarda yeniden toplanmaya,
yeniden halk olmaya çağırıyoruz. Biliyoruz, bir yeni cumhuriyet için meydanları yeniden fethetmek
gerek. Toplanıyoruz, “kul olmayacağız, ümmet olmayacağız” demek için yan yana geliyoruz. İnsan
olmak ve insan kalmak için bir yeni cumhuriyet arıyoruz.

——————————————————————————
İnsan bir mucizedir ve cumhuriyet de yücelmiş insanların mucizelerindendir. Yalnız bunun
için insanın da cumhuriyetin de yüceltilmesi ve yükselmesi gerekir.

Cumhuriyet yürüyüşü: Zafer, Utku, Onur


28.10.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Heinrich Krippel Viyanalı bir heykeltraş. Yalnız doğduğu yerden çok ülkemizde icra etmiş sanatını.
Yerini bulan ilk çalışması Sarayburnu’ndaki anıt. Rastgele seçilmemiştir bu yer. Mustafa Kemal’in
Milli Mücadele’nin fitilini ateşleyen yolculuğu buradan başlar, Krippel’in bir diğer anıtının olduğu
yerde, Samsun’da biter. Ankara Ulus’taki “Zafer Anıtı” bu mücadelenin evi olan Meclis’in
karşısındadır. “Utku Anıtı” en zorlu savaşların yaşandığı Afyon’dadır. Özetle Krippel’in heykelleri
Milli Mücadele güzergâhındadır, temsil ettiği de bu mücadeledir. Sonuncusu “Onur”dur,
Samsun’dadır, temsil ettiği çıkışın onuru hepimizindir.

Birinci Dünya Savaşına topçu subayı olarak katıldı Krippel. 1925 yılında yeni cumhuriyete
heykeller yapması için Türkiye’ye davet edildi. 1938’e kadar on üç yıl Türkiye’de kaldı, pek çok
Mustafa Kemal heykeli yaptı. Galiba geride bıraktığı son eser Sümerbank binasındaki “oturan”
Mustafa Kemal heykeli oldu. 1938 yılında Viyana’ya döndü, İkinci Dünya Savaşı başlayınca
Türkiye ile bağlantısı kesildi, 1945’te öldü.

Mücadelenin ateşi söndü, cumhuriyeti cami avlusuna bırakıp kaçtı burjuvazi. Haliyle şimdi
Krippel’in anıtlarında birer put görüyorlar, bunlarla kurucunun tanrılaştırıldığını düşünüyorlar.
Tanrılar varsa putları da olur. Putlar put oldukları için değil, tanrıları temsil ettiği için saygı görür.
Ancak yozlaşma dönemlerinde put temsil ettiği tanrının yerine geçer, onu gölgeler. Böyle
dönemlerde putları kırmak gerekmiştir. Put kırıcılığının dinler ve sosyal mücadeleler tarihinde yeri
var. Putlaştırma gerçektir. Mustafa Kemal’in düşüncesini öldürdüler, sonra putlarını yerine
geçirdiler. “Atatürkçülük” anti Kemalist bir putçuluktur.

Ama her yerde put görmek de bir başka aşırılık. En aşırı hali cihatçılarla-Taliban, El Kaide vs.- baş
gösterdi, sonra oradan bizim ılımlı cihatçılara sirayet etti. Heykel görünce kırmızı görmüş boğa gibi
kuduruyorlar. Put sanıyorlar, puta tapındıklarını unutuyorlar. Putları yıkma girişimlerinin temsil
ettiği inancı da yerle bir etmesi, o nedenle, imkân dahilindedir. Ortodoks Hristiyanlıkta İkonaların,
İslam’da Hacerülesved-Kara taşın putların dönüşümü açısından öğretici bir tarihi var. Kaldı ki
heykel zamanla inançtan ayrılmış bağımsız bir sanat dalına dönüşmüştür. Heykelde put görmek bir
zorlamadır, yersizdir.

***

Peki bu heykellerde, bu sanatta bir sorun yok mu? İtirazlar var. Örneğin önemli ressamımız Orhan
Taylan, “Sanat Emeği” dergisinin 1 Mart 1978 tarihli sayısındaki “Türkiye’deki Nazi Heykelciliği”
başlıklı yazısıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan heykelleri faşizan ilan ediyor. Krippel’inkiler
de buna dahildir. Haliyle büyük, siyah, gösterişli, pazılı kütlelerdir yaptıkları. Hiçbirinin Türklükle
veya Atatürk’le bir ilişkisi yoktur. Taylan daha da ileri giderek bunların vücutlarının birer Alman
veya birer Romalı olarak tasarlandığını, Mustafa Kemal’in başının o vücutlara sonradan eklendiğini
iddia ediyor ki, mümkündür. Kaldı ki bu esintiler dönemin mimarisinde de izlenebilir. Her birine
insan üstü devler için hazırlandığı izlenimini veren devasa kapılardan girersiniz. Yüksek tavanlar,
geniş açıklıklar küçültür içine gireni. Ama tabii öznellik bu sanatın içinde hep var. Belki de amaç
içeri gireni yükseltmek, yüceltmektir, kim bilebilir?

Tabii cumhuriyet de, kuşkusuz, insana bu üstünlük duygusunu vermek istiyordu. Yeni bir halk ve
yeni bir ulus icat ediyordu çünkü. Düşmüşü yükseltmeden, ezileni yüceltmeden bunu yapmanın
imkânı yoktur. Unutulmasın, devrimci cumhuriyet sanatının eleştirileri artık oluşmuş bir şeyden,
Türk halkı, söz ediyor. Halbuki cumhuriyetin ilk yıllarında bu sanat o şeyi oluşturmak için icra
ediliyordu. Halkı, cumhuriyet icat etmiştir. Yükseltme veya yüceltme, bu icadın olmazsa
olmazlarındandır. Zaman bakışımıza belirliyor. O heykellere ve mimariye 1978’de bakmak ile
2023’te bakmak arasında büyük fark var haliyle. Bizler çöken bir dönemin içinden bakıyoruz
geçmişe. İnsanı ufaladılar, ezdiler, kullaştırdılar, birer yürüyen ölüye dönüştürdüler. Büyük kapılara
da gösterişli insanlara da artık yer yoktur.

İnsanı ufalama döneminin de mimarisi ve heykeli var. Beştepe sarayı mimari başyapıtıdır. Büyük
kapılar, geniş açıklıklar yine var ama amacı sadece içindekini yüceltmek içindir. Heykeline gelince;
bildiklerimiz, daha doğrusu muhatap olduklarımız var. Şanlıurfa’nın Harran İlçe Belediyesi
tarafından yaptırılan Tayyip Erdoğan’ın tanka eliyle “dur” işareti yaptığı heykel bunlardan biri.
Ankara’da Melih Gökçek'in yaptırdığı dinozor heykelleri, Dinocan, var. Diyarbakır kayyım
Belediyesi tarafından havalimanı kavşağında yapılan karpuz içinde çocuk ve kadayıf tepsisi taşıyan
adam heykelleri var. Samsun Vezirköprü’deki semaver heykeli, Çarşamba’daki yumurta topuk
ayakkabı ve kasket heykeli, Bursa İnegöl’deki köfte heykeli, Kızılcahamam'daki bazlama heykeli,
Amasya’daki “özçekim” yapan şehzade heykeli bu dönemin şaheserleri arasındadır. Hepsi
tartışmasız yerli ve millidir ama sanat değildir. Hiçbirinde bir yükseltme veya yücelik bulamıyoruz,
simidin, çayın, köftenin ne yüceliği olacak? Demek ki devrim ile karşıdevrim sanatı arasında
kıyasla ulaşabileceğimiz bir yer yoktur.

Orhan Taylan, 1 Mayıslardan aşina olduğumuz pazılı işçi afişlerinin yaratıcılarındandır. Bunlardan
birinde işçinin pazıları kafasından büyüktü. Sol ve emek düşmanı Murat Belge bu orantıya dikkat
çekip dalga geçmişti o afişlerle. Nazilik de buldu mu, hatırlamıyorum. Pazıya takılmıyoruz,
biliyoruz, yaratıcıları işçiyi yüceltmek, yükseltmek istemiştir. Başka türlüsünü düşünemeyiz. Murat
Belge gibi bakmayız; pazılı veya pazısız, o afişlerde dönemin devrimci ruhu var. İyi veya kötü,
eksik veya fazla Krippel’in heykellerinde de devrimci cumhuriyetin harcı var. Yerleri çok
yükseklerdedir.

***

Mimaride de durum aşağı yukarı böyle. Yükseltmeye ve yüceltmeye açık bir itiraz var. Aziz
Nesin'in oğlu Ali Nesin’e borçluyuz bu itirazlardan birini. Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve
Coğrafya Fakültesi binasıyla ilgili “Bu çirkin binayı yapan, yapmakla kalmayıp çok beğenip
aydınlatan, en az dört bayrakla donatan, Atatürk’ün oldukça basit bir cümlesini üniversite duvarına
kazımaya değer gören zihniyet elbette öğrenciler için bir masa, iki bank, üç güneşlik koymayı akıl
edemezdi. Çünkü bu dalkavuk sefiller için genç ile davar arasında bir fark yoktur” dedi bir
keresinde. Binayı beğenmemişti. DTCF binası, insana değer vermeyen “ceberut” devletin
simgesidir demeye getiriyordu. Duvara kazınmış basit cümle dediği ise “Hayatta en hakiki mürşit
ilimdir” sözüydü. Ali Nesin bunları yazdığında ilim çoktan tepelenmiş, yerine yeniden din
oturtulmuştu.

DTCF bu bilimsizliğin ilk belirtileri nedeniyle kazındı belleğimize. Cumhuriyet geriye kaçmıştı,
ülkede antikomünizm rüzgârları esmekteydi. Krippel’in ölüp dünyadan çekilmesinden birkaç yıl
sonra Behice Boran, Pertev Naili Boratav ve Niyazi Berkes fakülteden atıldı. Atılanların solcu
olduklarından şüpheleniliyordu. Gericiler hedefi büyüttü sonra, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali
Yücel’i, Rektör Şevket Aziz Kansu’yu da istemiyorlardı. DTCF hocalarının Ali Nesin’in
beğenmediği o kapıdan dışarıya atıldığı tarihte cumhuriyet de bitmişti aslında.

Cumhuriyet bitti bitmesine ama adı bile nefret üretmeye devam ediyor. Ali Nesin’in nefretinin
sebebi de DTCF binasının cumhuriyetin kurucu ideolojisini ve bilimi simgelemesi. DTCF’nin
mimarı Bruno Taut usta bir mimardı. Sosyalistti. Naziler iktidara gelince ülkesinden kaçmak
zorunda kaldı, Türkiye’ye davet edildi. 1930’larda bir kısmı bugün de kullanılan örnek yapılar
tasarlamıştı. DTCF projesini 1938’de çizmişti. Taut’un eserleri arasında Atatürk Lisesi, Trabzon
Lisesi, İzmir Cumhuriyet Kız Enstitüsü ve Atatürk'ün katafalkı gibi yapılar var. Mimarisi gösterişli
olmakla birlikte Nazi esintisi bulmamız imkansızdır. 1938’de öldü, İstanbul Edirnekapı Şehitliği’ne
kabul edilip gömülen tek gayrimüslimdir. Kısacası, DTCF binası öyle kolayca bir tarafa atılacak bir
yapı değil. Yolu o binadan geçenler bankların gölgelik arka bahçede olduğunu bilir ayrıca.
Banksızlık güneşli protokol girişine hastır. “İlimsiz” tartışamayız!

“Adam matematikçi, ne anlar mimariden” demeyin. Ali Nesin’in Şirince’deki Nesin Matematik
Köyü’nde, matematikle birlikte tasarım-mimarlık dersleri de veriliyor. Bir de Sevan Nişanyan
faktörü var; kural tanımaz bir alaylı mimardır. Ali Nesin ondan matematik köyünün mimarı diye söz
ediyor. Yalnız köyde herkes mimardır. İhtiyaç yoktur, anlamında kullanıyorum. Yine de tarihi bir
bölgede mimarlık sanatını icra etmek için ilgili yerlerden izin almak gerektiğini herkes bilir.
Kaçaktır, tek eylemi kaçak inşaat yapmak olan ilk siyasi suçlu olarak tanıyoruz.

Tabii DTCF mimarisi de sorunludur. Garip bir simetrisi vardır, kaplamaları savaş nedeniyle yarım
kalmıştır. Nazi etkisi de bulunabilir aranırsa. 1930’lu yılların ikinci yarısında Nazi etkisi bütün
Avrupa’da yaygınlaşmış, Mimari tarzlar birbirlerine yaklaşmıştı. Zamanın ruhudur bu. Tartışırız.
Tabii tartışırız derken, köy usulü bina yapan kaçak inşaatçıları bir yana bırakıyoruz.

***
Krippel II. Dünya savaşının son yılında öldü. Viyana’daki gömütünün üzerine güzel bir anıt mezar
yapıldı. Fakat kimsesizdi. Mezarı için gerekli ücret ödenmeyince anıt bulunduğu yerden kaldırıldı.
Anısı silinmişti. Devreye Türk toplumu girdi, anıtını yeniden yaptırdı. Türk toplumu temsilcisi
adına Prof. Birol Kılıç, Krippel’e olan saygılarını şöyle gerekçelendiriyor; “1920 yıllarında yaşayan
milyonlarca Alman, Avusturyalı ve Macar vatandaşları gibi o da bir Atatürk hayranıydı. Çünkü
Atatürk ülkesini işgal edenlere karşı Sevr Antlaşması’nı yırtarak Kurtuluş Savaşı vermişti ama
Almanya, Avusturya ve Macaristan işgalini sadece izlemişlerdi.” Krippel’in Türkiye ve Atatürk’e
olan sevgisinin nedeni de buydu. Gelip, laik Türkiye'nin kurulmasına sanatıyla katkıda bulunmuştu,
Avusturya Türk Toplumu da Krippel’i bundan dolayı seviyordu. Yükselten yükselir, artık Krippel’in
kimsesi Avusturya’da yaşayan cumhuriyetçilerdir.

***

İnsanlığın da cumhuriyetin de bir güzergahı var. Güzergaha bakıp onur devşiriyoruz. Cumhuriyet
insanı onurlandırmanın en yüce yollarından biridir. Cumhuriyetsiz insan düşünemiyoruz.

O onurlu güzergahlarından birinde Giordano Bruno yürümüştür. Hermetik vecize “magnum


miraculum est homo”u (insan büyük bir mucizedir) düstur edinmişti. İnsanı önemsiz ve değersiz
bulanlara kızgındı. Kendisini, mucizevi insanın yaşayan bir kanıtı olarak görüyordu. Almanya’da
“Giordanisti” adında gizli bir topluluk kurdu. Kısa zamanda İngiltere ve Fransa’da müritler edindi.
Avrupa’nın pek çok yerinde ateşli taraftarları vardı artık. Kiliseye ve yaslandığı düzene savaş
açmıştı. Yıkıcı faaliyetleri nedeniyle 1592’de Venedik’te Engizisyona teslim edildi. Beş yıl boyunca
sorgusuz hapiste tutuldu. 17 Şubat 1600’de yakılarak öldürüldü. İdama tanıklık eden Alman Caspar
Schoppe, Bruno’nun idamına gerekçe gösterilen aykırı görüşlerin listesini yapmıştı; Çok sayıda
dünyanın olduğuna, sihre, Kutsal Ruh’un ve “anima mundi”nin (dünyanın ruhu) bir ve aynı
olduğuna, Musa’nın Mısırlılardan sihir öğrenen sıradan biri ve İsa Mesih’in de bir Mecusi olduğuna
inanmaktaydı.

“Magnum miraculum est homo”… Yaşamıyla ve ölümüyle sonunda gerçekten de insanın bir mucize
olduğunu ispat etti. Bruno bir mucizedir. Yürüyüşüne bakıp onur devşiriyoruz, Cumhuriyetsiz insan
düşünemiyoruz.

Bruno’dan miras bir davamız var. İnsan bir mucizedir ve cumhuriyet de yücelmiş insanların
mucizelerindendir. Yalnız bunun için insanın da cumhuriyetin de yüceltilmesi ve yükselmesi
gerekir. Laik cumhuriyet o mucizeyi kuvveden fiile çıkarma girişimidir. Kutluyoruz, kutlu olsun.

——————————————————————————
Bünyamin’in tanrısı da Bünyamin suretinde haliyle; kör, cahil, işgalci, katliamcı, yalancı…
Bakın şimdi dönüp geriye, Musa’nın elindeki sihirli asa Tanrının asası değil, Firavun’un
imparatorluk asası.

Cinler savaşı
04.11.2023
ORHAN GÖKDEMIR
İsrail’in Siyonist Başbakanı Bünyamin Netanyahu, bir hafta önce, pis savaşını Tevrat’tan bir
alıntıyla gerekçelendirdi. Üç bin yıl önce gerçekleştiğine inanılan bir savaşta “Amalek kavminin”
İsrailoğulları'na yaptıklarına atıfla, “Tevrat bize Amalek'in sana yaptığını hatırla, der. Evet, biz de
hatırlıyoruz ve savaşıyoruz” dedi. Yürüttüğü aslında bir “din savaşı”ydı, Siyonistler de, haliyle, bu
üç bin yıllık savaşın bir parçasıydı. Talancıya yalan çok!

Bu, ırkçılığın din ile desteklendiği sıradan olaylardan biri. Bizdeki “Türk-İslam Sentezi”nin bir
benzeri anlayacağınız. Siyonist’e sadece ırkçılık yetmiyor, çünkü ortada bir ırkın olduğu kuşkulu.
Irkı din ile sarmalayıp desteklemek kaçınılmaz haliyle. “Yahudi ırkı” böyle ortaya çıkıyor.
Saçmalamanın doruğudur.

Netanyahu’nun gönderme yaptığı kitaplardan biri olan “Tesniye”de şöyle deniyor; “Mısır’dan
çıktığın zaman Amalekin yolda sana yaptığını, yolda seni nasıl karşıladığını, ve sen yorgun ve
bitkinken senin en geride kalanlarını, arkandaki bütün zayıfları vurduğunu hatırla; ve o Allah’tan
korkmadı. Ve vaki olacak ki, Allahın Rabbin mülk edinmek için sana miras olarak vermekte olduğu
diyarda, Allahın Rab çepeçevre bütün düşmanlarından sana rahat verdiği zaman, gökler altından
Amalekin hatırasını sileceksin, unutmayacaksın.” O halde? Amalek'e saldır! Onlara ait her şeyi yok
et, kadın erkek, çoluk çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini öldür! Kutsal kitap emridir…

Tabii Araplarla veya Filistinlilerle özdeşleştirilmesine karşın “Amalek”in kim olduğu bilinmiyor.
İsrailoğulları, Mısır'dan çıkışta, Kızıldeniz'i geçip çöle ayak bastıklarında ilk önce “Amâlika”
kavmiyle karşılaşmışlar. Bu kavim, nedense, yeni gelenlere saldırmış. İsrailoğulları, daha sonra bir
ordu kurup saldırganları bozguna uğratmış. Hikâye böyle. Son Filistin kalkışmasında yine o ilk
baskını hatırladılar. Irkçı tanrılarının vaat ettiği toprakların tamamına hâkim olmanın önündeki en
büyük engel, Gazze ve Batı Şeria’ya sıkıştırılmış Filistinliler. Kuşatılmış insanlara hışımla
saldırmalarının bir bölümü bu kör inançlarıyla ilgili. Dinden esinlenerek üretilmiş bir soykırım
teorisidir.

***

Yalnız, Ameleklerle savaşırken İsrailoğullarının dininin ne olduğunu, hangi tanrıya inandıklarını


tam olarak bilmiyoruz. Kitaplar, İsrailoğullarının varsayımsal yolculuğunu anlatmaktadır. Dine
yolculukları da bunların arasındadır. Din, demek ki, yolun başında henüz din değildir.

Din henüz din olmamakla birlikte, peygamber peygamberdir. Görünüşe göre henüz bir din
kurmamış olmasına rağmen Musa’dan kuşku duyamıyoruz. Önemi dinden bağımsızdır, demek
istiyorum. O halde bunu açıklamak üzere Mısır’a dönmemiz kaçınılmazdır.

Musa, savaşçı bir tanrının savaşçı peygamberidir. Dinleri savaşsız düşünemiyoruz. Çünkü din
savaşları aynı zamanda bir devletler savaşıdır. Dinleri savaşsız düşünmememizin nedeni, dinleri
devletsiz düşünmememizden kaynaklanıyor. Her durumda önünde ve sonunda devlet var.

Tabii başlangıçta Mısır devleti var, bütün Ortadoğu dinlerinin çıkış noktasıdır. Musa’yı da bir
“Mısır prensi” olarak biliyoruz, hikâyeye göre kölelikten oraya terfi etmiştir. Firavunluğu da
konuşulmakla birlikte, henüz çok yenidir.

“Musa peygamber aslında antik Mısır’da bir firavundu!” Tez, Mısır kökenli İngiliz yazar Ahmed
Osman’ın. Osman’ın “Musa ve Akhenaton”, “Kayıp Şehir”, “Krallar Vadisindeki Yabancı”,
“Hıristiyanlık: Bir Antik Mısır Dini” adlı kitaplarının Türkçeye kazandırılmasında katkım var.
Hepsi birlikte bir yeni “Mısır’dan çıkış” hikayesidir.

Sadede gelelim; Mısır’ın meşhur “Kâfir Kralı” Akhenaton, Mısır’ın eski din sisteminde köklü
değişiklikler yapan devrimci bir Firavundu. Eski tanrıların yerine, herhangi bir görüntüsü ve biçimi
olmayan tanrı Aton’u koyarak, ilk tek tanrılı dini kurmuştu. Dönemi, Musa’nın yaşadığı iddia edilen
dönemle birebir örtüşüyor.

Ahmed Osman’a göre, Çıkış’ta, İbranileri arkasından sürükleyen kişi Akhenaton’un ta kendisi.
Ayrıca, Musa’nın tanrısı tarafından Sina’da İsraillilere verilmiş olan “On Emir” de bir Mısır
geleneğiydi ve Mısırlıların “Ölüler Kitabı” ile ortak kökene sahipti. Mısırlılar öldükten sonra,
ahirette, “yargılama odası”nda Osiris ve 42 yargıcı önünde yargılamaya tabi tutulacaklarına
inanıyorlardı. Ölüler Kitabı’nın 125. bölümünde, ölü kişinin sorguda söylemesi gereken itiraflar
şöyle not ediliyor; Yalancılık yapmadım, hırsızlık yapmadım, çalmadım, insan öldürmedim, yalan
söylemedim... Musa’ya ait olduğu söylenen “On Emir” bunun bir tür pozitif halidir: Adam
öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, komşuna karşı yalan yere tanıklık etmeyeceksin, zina
yapmayacaksın…

Musa ve Akhenaton aynı kişiyse, bu durumda, kutsal kitaplardaki karakterlerin bazılarını Mısır
tarihinden bildiğimiz karakterlerle eşleştirilebilmesi gerekir. Elimizde bir eşleşme var; Mısır’dan
Çıkış kitabında Musa’nın bakıcısı olarak tanımlanan Levi kızı Yokevet, Amarna krallarının
sonuncusu Aye’nin eşi Tiye’dir. Nefertiti, İncil’deki Miryam karakteridir. 18. Hanedanın iki
hükümdarının veziri olan Yuya ile Yusuf da aynı kişidir. Bu kahramanların hepsi Amon-Aton
kavgasının sahnelendiği bir tarih aralığında yaşadılar. Musa’nın sihirli asasının da bir Firavun
imparatorluk asası olduğunu iddia eden Osman, böylece, peygamberin dinden önceki önemine de
bir açıklama getirmiş oluyor. Peygamberiniz bir Firavundur!

***

Firavun Akhenaton’un tanrıyı teke indirmeyi amaçlayan devrimi kısa sürdü, rahiplerin başını çektiği
bir darbe ile devrildi, yerini oğlu ve damadı Tutankamon’a bıraktı. Tutank-Amon, adında da
anlaşılacağı gibi, eski çok tanrılı dine geri döndü. Dinlerden önceki kısa dinler tarihidir.

Sigmund Freud da, hayatının son deminde yazdığı “Musa ve Tek Tanrıcılık” adlı çalışmasında,
Akhenaton’un ülkesine dayattığı yeni din ile Musa’ya mal edilen dini öğretiler arasında büyük
benzerlikler bulmuştu. Şöyle yazıyordu: “Yahudi inancında şöyle denir: ‘Schema Yisrael Adonai
Elohenu Adonai Echod’. (Dinle ey İsrail, Tanrımız tek Tanrıdır.) İbranice d harfi, Mısırca t harfinin
harf çevirisi olduğu ve e harfi de o harfine dönüştüğü için Yahudi inancından bu cümlenin şöyle
tercüme edilebileceğini açıklamıştır: ‘Dinle, ey İsrail, Tanrımız Aton tek Tanrıdır…”

Freud, ayrıca, bu iki din arasındaki kavganın Hıristiyanlığın doğuşu ile başka bir evreye geçtiğini,
Hıristiyanlık ile Amon rahiplerinin Aton dini karşısında bir kez daha galip geldiğini iddia etti.
Ahmed Osman, İsa’nın aslında Amon inancını yeniden yürürlüğe koyan Akhenaton’un oğlu
Tutankamon olduğu teziyle karşılık verdi buna. Baba Akhenaton, Oğul Tutankamon, Kutsal Ruh
ise, Aton, Güneştir. Yepyeni bir dinler tarihidir!
***
Tek tanrılı dinler, her şeyi kendilerinden başlatmak için, içinden çıktıkları eski inançları yıktılar
veya sildiler. Eskiden duydukları derin korku nedeniyle yeni oldular. Tarihsiz bir halk yaratıp, yeni
bir tarihin kapısını açtılar. O nedenle dinin gerçeği, inancın dışında bir yerlerdedir hep. Dinlerin
başlangıcında mutlaka bir devlet dokunuşu var, Mısır’dan başlatmış oluyoruz.

***

Gelelim Bünyamin’in dinine; başlangıcında İngiliz ve Amerikan emperyalizminin kesin dokunuşu


var. Onların desteği olmadan savaşı kutsaması, ezilenleri aşağılaması imkansızdır. Sadece onunki
değil, Ortadoğu dinlerinin tamamı antik köleliği kutsadı, Ortaçağ serfliğini yüceltti, çünkü dayanağı
kulluktur. Bugün de işçi sınıfının ezilmesini savunmaya hazırlar. Sadece bunlar değil; alçalmayı,
insanın kendisinden nefret etmesini, köleliği, alçak gönüllüğü, itaati, biati, özetle ayak takımının
tüm değerlerini yüceltiyorlar. Unutulmasın, dinlerin toplumsal ilkeleri yalancı sofuların ilkeleridir.
Kalabalıkları ezmede işe yarar çünkü. Yoksullar boyun eğer, mazlumlar aman diler, alçalmada bir
değer bulur. Din varsılın servetini, zalimin merhametini kutsamak içindir.

Peki ne yapacağız? Marx, “Yahudi Sorunu”nda diyor ki, “Bize göre din, bir temel değil, bir dünyevi
sınırlılık fenomenidir. Onun için özgür vatandaşların dini saplanmalarını, insanların genel
saplantılarından doğuyor sayıyoruz. Biz, insan sınırlılıklarını yok etmek için, insanların dini
saplantılarını yok etmeyi teklif etmiyoruz, Biz, insanların dünyevi meselelerini teolojik meseleler
olarak görmüyoruz. Tersine teolojik meseleleri dünyevi meseleler olarak görüyoruz. Tarih, şimdiye
kadar, hep kör-inançlarla yorumlandı; biz, kör-inançları tarihle yorumluyoruz.” Sebebi çok basit;
insanı yapan din değil, dini yapan insandır. Bu devlet, bu toplum, dünyanın tersine çevrilmiş bilinci
olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri de tersine çevrilmiş bir dünyadır. Bu durumda halkın
aldatıcı mutluluğu olarak dinin ortadan kaldırılması, halkın gerçek mutluluğunu beyan etmeden
mümkün değildir. Öte dünyadaki cennet aldatmacası, ancak bu dünyayı bir cennet haline getirilerek
ortadan kaldırılabilir.

İnsanı yapan din değil, dini yapan insan olduğundan herkes kendi putunu kendi yontar, herkes
tanrısını kendi suretinde yaratır. Bünyamin’in tanrısı da Bünyamin suretinde haliyle; kör, cahil,
işgalci, katliamcı, yalancı… Bakın şimdi dönüp geriye, Musa’nın elindeki sihirli asa Tanrının asası
değil, Firavun’un imparatorluk asası. Tek sihri fitne, zulüm, sömürü, savaş, işgal. Demek ki
Bünyamin ve tanrısının yürüttüğü savaş da bir dinler savaşı değil bir cinler savaşıdır.

Talancının işi yalanla. Bize ise daha çok gerçek gerek. Bu çarpık dünyayı yıkmalıyız, kapitalizmden
çıkış için gerçeğin izinden gidiyoruz. Kurtuluş Musa’nın asasına değil, sınıfın davasında, artık
biliyoruz.

——————————————————————————
Reisimin yargısı!
11.11.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Anayasa Mahkemesi’nin verdiği son karar, yürütmenin uygulanmasına ayak sürümesi nedeniyle
boşa düştü. Yüksek mahkemenin verdiği kararı uygulatacak bir gücü yok, dolayısıyla verdiği karar
da yok hükmünde. Kararı hükümsüz olan bir mahkeme yok hükmündedir, durum bundan ibaret.

Ama bu hükümsüzlükte AYM’nin katkısı büyük. Buraya giden yolu, AKP’yi irticai odak olarak
mahkûm edip, bu mahkumiyeti cezasız bırakarak açtı. O yoldan yürüyen AKP, Anayasa
Mahkemesinin dayanağı olan Anayasayı rafa kaldırdı. Anayasa raftaysa Anayasa Mahkemesi’nin ne
hükmü olacak?

Buna bir itirazı da yok aslında. 2015’te imam nikahı kıymak için resmi nikah şartını kaldıran
düzenlemeyi onaylayarak, 2018’de seçimlerinden önce seçim ittifakı yasasını anayasaya uygun
bularak, “mühürsüz oy”a onay vererek gösterdi bunu. AKP ile uyumlu olmak istiyor mahkeme,
isteklerine çoğunlukla cevap veriyor. “Çoklu baro” düzenlemesi ve infaz düzenlemesi için Meclis’te
nitelikli çoğunluk gerekmediğine ilişkin kararları da Anayasayla değil, AKP’nin işini
kolaylaştırmakla ilgili örneğin.

Arada sıkıntılar oluyor. 2016’da “casusluk iddiasıyla” tutuklanan dönemin Cumhuriyet Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül hakkında verdiği “hak ihlâli”
kararını beğenmeyen Erdoğan, “Bana göre medyanın sınırsız özgürlüğü olamaz. Ben AYM’nin
verdiği karara sadece sessiz kalırım ama onu kabul etmek durumunda değilim. Verdiği karara
uymuyorum, saygı da duymuyorum” demişti hatırlayacaksınız. Aslına bakarsanız hem saygı
duymak hem de uymak zorundaydı. Ortağı MHP’nin başı da aklına estikçe “kapatılsın” diye feryat
ediyor zaten. Bu durumda ya uyumlu olacak ya o da Anayasa gibi rafa kaldırılacaktı.

Uyumu erken yakalayanlar, RTE’nin danışmanı “Ata”sız Mehmet Uçum tarafından “milli yargı”
ilan edildi birkaç gün önce. Bu ayrım Erdoğan’ın Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay başkanlarını
toplayıp Rize’ye çay toplamaya götürmesiyle başladı. Orada verdiği fotoğrafla yargının reisinin kim
olduğunu dosta düşmana ilan etmiş oldu Erdoğan. 12 Eylül 2010’da yargıçların cübbesine ilik
açılmıştı, o gün o cübbeye düğme de eklendi. Unutulmasın, adli yıl açılış törenleri artık Beştepe’de
yapılıyor. Bütün yüksek mahkeme üyeleri törene katılmak için Saray kapısında sıraya giriyor.

Anayasa Mahkemesi buna direniyor mu? Asla. Can Atalay kararı gölgeledi ama aynı mahkeme,
“dezenformasyonla mücadele yasası” kanunu da tartışmasız onay verdi. AKP sansürüne bir itiraz
yok. Arada hakkaniyetli kararlar da verdiği oluyor. Böylesi anlarda “AYM kapatılsın” diye
höykürüyor iktidar ortakları. Denetimin hiçbir türünü istemiyorlar çünkü. Sınırsız bir “yürütme”
gücü istiyorlar özetle.

***

Yürütme gücünü sınırsızlaştırma, sadece AKP’nin değil sermaye sınıfının siyasi programı. İkinci
dünya savaşının ardından Fransa’da ortaya çıktı bu eğilim, De Gaulle anayasası ile ete kemiğe
büründü. Oradan yayıldı. “Başkanlık sistemi” olarak biliyoruz sonucunu. Yürütmenin başı olan
başkanları geniş yetkilerle donatıyorlar, icraatlarını meclisin ve yargının denetiminden kaçırıyorlar.
Bir de “Kanun Hükmünde Kararname” adında bir ucube yarattılar. Bu yolla meclisin yasama
yetkisini yürütmeye devretmiş oldular. Hepsi devleti, sermayenin ihtiyaçları uyarınca, hızlandırmak
içindir.

Hız ise kuralları esnetmeden imkansızdır. Esnetiyorlar. Yalnız Türkiye’de başka bir hal var. Siyasal
islamcılar ölçüsüzlükleriyle geldiler, kuralların tamamını ihlal ettiler, yıktılar, kaldırıp attılar. Artık
kuralsızlık yürürlüktedir. Türkiye’de kuralsız bir yürütme ve haliyle kuralsız bir devlet var. Devlet
kuralsız olunca çeteleşir, büyük bir suç örgütüne dönüşür. Karşı karşıya olduğumuz şey bundan
ibarettir.

***
Eskiden, savcılar “cumhuriyet savcısı”ydı, demek ki teorik olarak da olsa, cumhuriyet adına hareket
ediyorlardı. Cumhuriyeti düştü, artık hâkimler hâkim mi, savcılar savcı mı bilemiyoruz. Bağımsız
yargı halinden yürütmenin bir uzantısına dönüşme haline doğru bir gidiş var. Memur hâkim ve savcı
dönemindeyiz. Önüne gelen bütün dosyalara yol veriyorlar haliyle. Tuhaf bir dava yağmurunda
ıslanmamız bundan.

Kendimden örnek vereyim; İlahiyatçı Sadık Tanrıkulu: “İçinde kâinatın Rabbini inciten unsur
bulunan şeyler bin madalya alsa bütün dünyayı sevindirse bizi sevindirmez” diyerek kadın Milli
Voleybol Takımını kılık kıyafeti sebebiyle hedef gösterdi. “Kapa çeneni Sadık. Onlar alın teriyle
kazanıyor parasını, senin gibi rabbiyle değil!” dediğim için karakola çağrıldım biri iki gün önce.

Aynı şeyi daha ağır bir biçimde yapan İhsan Şenocak’a “İhvan usulü IŞİD” yorumu yaptığım için
Salı günü mahkeme karşısına çıkacağım.

Elâzığ depremini çocuk yaşta evliliklere izin verilmemesine bağlayan gerici “profesör” Bedri
Gencer’e “pedofili suçtur” dediğim için de bir dava açıldı hakkımda. Halbuki çocukların cinsel
istismarı suçunu düzenleyen TCK’nın 103. Maddesi hala yürürlükte. Bu maddeye göre pedofili suç,
hem de ağır suç.

Daha eğlencelisi de var; Çıkardığı “tarih” dergisinde Mustafa Kemal’in evlatlığı ile yattığını iddia
eden Mustafa Armağan’a “tarihçilikle pezevenkliği karıştırıyor” dediğim için de karakola çekildim.
Arabulucu aradı geçen hafta, “30 bin lira verirsen şikayetçi davadan vazgeçecek” dedi. Ben de
mahkemeye gelsin, daha diyeceklerim var, deyip kapattım. Bunlar, görünüşe göre birer davadır ve
hepsi savcıların onayı ile oluşuyor. Utanmaktan ve direnmekten başka çaremiz yoktur.

***

Eskisi ile kıyaslıyoruz madem, oradan devam edelim. Eskiden daha ciddi soruşturmalar, davalar
açarlardı. Örneğin DGM’ler, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, vardı. Savcılar kibardı, Ülkü Çoşkun’u
saymıyorum. Hakimlerinin bir kısmı cübbelerinin altında askeri kıyafetleri ile çıkardı duruşmaya.
Ama o askerler de birer hukukçuydu sonuçta. Hukuka uymayan işlerde ayak sürümezler, böyle
eften püften davalar açmaya yeltenmezlerdi. İşin bir ciddiyeti vardı, özetle.

Bana sorarsanız 12 Eylül Cuntasının emrindeki Sıkıyönetim Mahkemeleri bile bu dönemin


mahkemelerinden daha adildi. “Hukuka uymaya özen gösterirlerdi” demek istiyorum. “Yetmez ama
evet” kepazeliğinin desteğinde geldik bugüne.

***

Bugünün niteliği ne? Anayasa yok ki mahkemesi olsun, cumhuriyet yok ki savcısı olsun; böyle
ifade edebiliriz. Bunlar da “sembiyotik” hallerdir. Anayasasız cumhuriyet ve cumhuriyetsiz anayasa
imkansızdır. Birinci ve ikinci meşrutiyetin temeli anayasadır. İki arasındaki 30 küsur yıllık
mücadele de anayasayı ilan etme-rafa kaldırma mücadelesinden ibarettir. Bu mücadele sonunda
Abdülhamit’in başını yemiş, cumhuriyet için yolu açmıştır.

Cumhuriyet de anayasalar ile başladı. Kuruluşunu 1921 ve 1924 anayasalarına borçluyuz. Anayasa
istibdadı kaldırmak için şarttır çünkü. İstibdat dediğimiz, hiçbir kuralın olmadığı tek adam
yönetimidir. Anayasa kural koyar, istibadı ortadan kaldırır. Anayasa raftaysa, demek ki, istibdat
yürürlüktedir. İstibdatta ise Anayasa Mahkemesi imkansızdır.

İte kaka devleti kuralsızlaştırdılar, anayasayı rafa kaldırdılar. Devlet çeteleşiyor, istibdat yerleşiyor.
“Ata”sız Mehmet Uçum’un “milli yargı” dediği işte bu; Tek adamın yargısı.

Evrensel hukuk kurallarını tepeledin mi “milli yargıya” varırsın. Nedir bu? Reisimin yargısı.

Ama unutulmasın, o tepeledikleri hukuk bir gün tepeleyenlere de lazım olur. Gün olur devran döner,
ışık yırtar karanlığı, hiç kuşkumuz yok…

Öyleyse bir kez daha; Kahrolsun istibdat ve yaşasın hürriyet!

——————————————————————————
Siyaseten katl
18.11.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Cinayet, adam öldürme anlamında Arapça bir sözcük. Cani, adam öldüren kimse demek. Aynı
anlamda kullanılan katl-katil sözcüğü ise Türkçe kullanımındaki belirsizliğe karşın “birden fazla
cinayet” anlamını da yüklenebiliyor. Haksız yere öldürme fiilini içerdiği gibi, katl, “İslam
hukukunda” bir tür ölüm cezası olarak ta kullanılıyor.

‘İslam Ansiklopedisi’ne göre, katl, dar anlamda, kılıç ile idam anlamına geliyor. Yalnız adam
öldürme her durumda ağır suç oluşturan bir fiil niteliği taşımıyor. Dolayısıyla cinayet, yürürlükteki
yasalara göre haklı görülmeyen-suç sayılan adam öldürme eylemine karşılık geliyor.

Fark etmişsinizdir hem katl hem de cinayet, devletle değil, sivil kişilerle ilgili bir tanımlama. Bir de
devlet tarafından ceza olarak uygulanan katl var; tanımlanmış bir suçun karşılığı olarak “gizlisi-
saklısı” olmayan, “meşru” bir öldürme biçimidir.

Faili meçhul cinayet ise bundan farklı olarak, bir öldürme eyleminin kim tarafından yapıldığının
bilinmemesi demek. Bilinmemesi cinayetteki siyaset ile ilgilidir. Siyasal bir amaçla yapıldığına
göre, buna belki “siyasal faili meçhul cinayet” deyimi daha uygundur. Bu tür cinayetler, cinayetten
çok siyasettir.

Birleşip birbirini tamladıkları durumlar var. Osmanlıda, hükümdarın öldürme yetkisine “siyaseten
katl” deniyor. Kuşkusuz burada “siyaset” ile “devlet çıkarı” arasında bir bağ var. Hükümdar,
öldürme kararını, kendi kişisel çıkarı için değil, devletin bekası için vermiş oluyor. Katl’deki
“siyaset” budur. Hal böyle olunca, siyasetin, genel yerleşik anlamının tersine bir de “ölüm cezası”
anlamı kazanması manidardır.

Dayanağı Osmanlı tarihidir. Azınlıkla çoğunluğu yönetmeye çalıştılar, şiddetsiz ve cinayetsiz


imkansızdı. Osmanlı tarihi, bir bakıma uzun iç savaşlar tarihidir. Muhalefeti bir cinayet ile ortadan
kaldırmak, cinayet ile korkutmak ve yönetmek Osmanlı usulü bir tarz-ı siyasettir.
Böyle bakıldığında 1990’lı yıllar ile Osmanlı İmparatorluğunun çalkantılı dönemleri arasında hiçbir
fark yoktur, ikisinde de cinayetle siyaset iç içedir. Mahkemeler, yasalar, kadılar, kolluk kuvvetleri,
düzenli birlikler, “siyasetin” doğrudan eklentisi haline geldiğinde, bu iç savaş demektir. “Siyaseten
katl” iç savaş emarelerinden biridir.

Ama adı konulmamış bir iç savaştır bu. Moda deyime başvurarak “düşük yoğunluklu iç savaş” da
diyebiliriz.

Cinayetlerinde failin belirsiz oluşu, tetiği çekenin bilinmemesine işaret ediyor. Yoksa siyaset
açısından genellikle fail bellidir; sınıf veya iktidar savaşını kanla yürütme geleneğidir bu.

Uzun, kanlı bir iç savaştan çıktık ve ne yazık ki, siyaseten katl olanların bir bilançosu yoktur.
Tutulmamış, tutulmak istenmemiş ve tutulması da engellenmiştir. Katlin siyasetedir.

***

“Siyaseten katl”in yakın tarihinden ilerliyoruz. ABD ordusu İstanbul Boğazında demir atmıştı.
Gençler ayaklanmıştı, ülkede Amerikan askeri görmek istemiyorlardı. 6. Filo’yu protesto eylemine
katılan gençlerden Vedat Demircioğlu 24 Temmuz 1968’de öldürüldü. Polis tarafından dövüldükten
sonra kaldığı yurdun ikinci katından atılmıştı. Polis, ta Menderes döneminden bu yana özgürlük
isteyenlere karşı bir tahammülsüzlük gösteriyordu. Düzenin efendileri, özgürlük isteyenlerden
dehşetli korkuyorlardı.

Türkiye’de 1950’li yıllardan bu yana ellerinde pankartlarla özgürlük isteyenler dövülüyor,


pencerelerden atılıyor, işkence tezgâhlarında telef ediliyor, olmadı cinayete kurban gidiyor. Giderek
ellerinde pankartlıların sayısı azalıyor, elleri coplu yürüyenlerin sayısı çoğalıyor. Elleri coplular,
vatanı muhtemel bir özgülükten gençleri coplayarak kurtarıyor.

1980 cuntası, eli coplu siyasete çağ atlattı. Coplananlar, pencerelerden atılanlar, işkence görenler,
kıstırılıp kurşunlananlar, Demircioğlu Vedat’ın zamanındaki gibi sayılabilir olmaktan çıktı. Bu
dönemde bir takım devlet memurları gençlere vurulan copların sayısı üzerinden kariyer yapmaya,
yükselmeye başladı. Hınçla vuruyorlardı. Sistem geleceğini böyle güvence altına alıyordu. Sonra bir
gün Türkiye gençlere vurulan darbelerdeki o hırsın nedenini öğrendi ve haksız bir biçimde ona
Susurluk adını verdi. Oysa "düzen"in modern haliydi bu; “killerkapitalizmus”du, katiller
kapitalizmiydi. Bütün bu olanlar, düzenin sürmesini, ayakta kalmasını sağlamak içindi.

Düzeni artık karşı devrimsiz tarif edemiyoruz.

Haliyle faili meçhul cinayet devletsiz, ABD’siz, NATO’suz, Kontrgerillasız, MHP’siz ve BBP’siz
ele alınamaz, anlaşılamaz, açığa çıkarılamaz. Önünde ve sonunda antikomünizm var. Sonucu
devletin yerini organize, silahlı külahlı bir çetenin almasıdır.

Eskiden “kontrgerilla” tabir ediyorduk, halkımızı korkutmak ve aydınlığımızı öldürmek için bu adla
bir çete peydahlamışlardı. Gizlideydi, silahlıydı, NATO şemsiyesi altındaydı, devlet
korumasındaydı. Aydınlığımızı işaret eder, beklerlerdi, sorumlulukları varsa başka yöne bakarlardı,
öldürüp bazen öldürdüklerinin arkasından ağlarlardı.
1960’lı yılların sonunda, gençlik ayaklandığında, Vedat Demircioğlu’nu öldürerek koyuldular yola.
Büyük ozanımız Ruhi Su’ya düştü ağıt yakmak. Şöyle diyordu:

“Gencecik çocuklardı

Belki sizde gördünüz

Ellerinde pankartlar

Yolda gidiyorlardı

Özgürlük istiyorlardı”

Sonra çok öldürdüler. Sonra daha çok öldürdüler. Kimse özgürlük istemesin istiyorlardı.

Ancak halkımızı ayaktaydı daha, korkutup sindirilmemişti, aklı kirletilmemişti. Halkımızdan


korktuklarından açıktan işleyemiyorlardı cinayetlerini, pusuda bekleyip öldürüyorlardı
insanlarımızı. Gölgedeydi tetikçileri, “faili meçhul” kalıyordu cinayetleri.

Sonra 12 Eylül geldi, resmi tabancalı vampirler aldı götürdü gençleri. Gidenler bir daha geri
dönmedi. Artık failin poposu açıktaydı, resmi tabancası görülmekteydi. Cinayet kontrgerilladan
devlete terfi etmişti böylece. Kürt isyancıları ve laik cumhuriyetçi aydınlarımızı hedef aldılar sonra.
Halkı laiklikten ürkütmek, cumhuriyetten eksiltmek istiyorlardı. “Siyaseten katl”e dayalı planlı sınıf
kalkışmasıdır.

***

Hırant Dink cinayetini ayırıyoruz yalnız; o “faili meşhur” ilk cinayettir bir bakıma. O da siyaseten
katl’dir tabii. Göstere göstere işlenmiştir, tetikçisi gizlenmemiştir, fotoğrafları çekilip halka servis
edilmiştir. Faili meşhur olduğu için katili de içeride tutmanın bir anlamı kalmamıştı, iki gün önce
saldılar. Ogün Samast adlı bir zavallı çıktı içeriden, karıştı aramızda. İnsan görünümlü bir cinayet
aletidir.

Nasıl kör kör parmağım gözüne oluyor bunlar? Devleti ölü ele geçiren siyasal islamcı çete halktan
korkmuyor çünkü. Cumhuriyetle birlikte halkı da düşürmüşlerdir. Faili meçhullerin asıl kurbanıdır
halk.

Oysa ilk kez bir cinayette hep birlikte suçüstü yapılmışlardı. Fail AKP’ye yol veren Avrupa
Birliğiydi. Türkiye’yi işgal eden ABD’ydi, NATO’ydu. Onların peydahladığı Fetullahçılardı, AKP
ile sempati kuran liberallerdi, Alman vakıflarıydı, Hrant’ın dostlarıydı, Büyük Birlikçilerdi,
Milliyetçi Hareketçilerdi… Bu topraklara, bu halka kim düşmansa cinayete yol verenler onlardı…

***

Eskiden “kontrgerilla” tabir ediyorduk, halkımızı korkutmak ve aydınlığımızı öldürmek için bir çete
peydahlamışlardı. Gizlideydi, silahlıydı, NATO şemsiyesi altındaydı, devlet korumasındaydı.
Aydınlığımızı işaret eder, beklerlerdi, sorumlulukları varsa başka yöne bakarlardı, öldürüp bazen
öldürdüklerinin arkasından ağlarlardı. Aslı “siyaseten katl”dir.

Halkı düşürdüler önce. O düşürülmüşlükte çok öldürdüler. Sonra daha çok öldürdüler. Kimse
özgürlük istemesin, kimse ayağa kalkmasın istiyorlardı.

Fakat sürüyor kavga, özgürlük isteyenler çoğalıyor her şeye rağmen. Ozanın dediği gibi tıpkı;

“Kurtuluş savaşında

Belki siz de gördünüz

Demircioğlu bir değil

Halkımız gibi çoğul

Geliyor çağıl çağıl”

Katiller dışarıda cinayet düzenine itiraz edenler içeride. Çünkü siyaseten katl’de katil aranmaz.
Döndük başa, Cumhuriyeti tepelediler ve halkını düşürdüler çünkü. Osmanlı usulü bir savaştayız
haliyle. Ve savaşta mahpusluk olmaz, esir düşmek esastır. Düşenler düştü, geri kalanlar esir,
halimizin özetidir.

Düşenler bir değil yalnız, halkımız gibi çoğul. Bir fırtına geliyor, geliyor çağıl çağıl…

——————————————————————————
Frankfurt kıraathanesindeki hain
25.11.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Üçüncü dünya savaşına mı sürükleniyoruz? Ukrayna ve Gazze çatışmalarının ardından bu bir


sorudur. Tabii sorunun bir de örtük ön kabulü var; önceki iki savaş sona ermiştir ve buna karşılık bir
yenisi, üçüncüsü, ihtimal dahilindedir. Oysa üçüncü savaşın emaresi olarak görülen çatışmaların ve
cephelerin, sürmekte olan ve yüzyıla yayılan tek bir savaşın davamı olduğu yönünde işaretler var.
Savaş 1914’te patlak verdi, burada anlaşıyoruz. Ancak ne zaman bittiği konusunda kuşkularımız
var. Bitmemiş de olabilir, dediğimiz budur.

“Kesintisiz savaş” teorilerinden birini Hocamız Zafer Toprak’a borçluyuz. Birinci savaşı sona
erdirdiğine inanılan Paris Barış Antlaşmalarında barışın sözde kaldığını, galiplerin Versailles, Saint-
Germain, Neuilly, Trianon ve Sevr anlaşmaları ile barışı değil, mağlup olmuş ülkeleri çökertip,
onları bir daha ayağa kalkamayacak duruma sokmayı, soyup soğana çevirmeyi amaçlandığını ileri
sürdü. Birinci savaşın mağlupları bu anlaşmaları imza etmek için Paris’e çağrıldılar. Almanya 28
Haziran 1919’da Versaille’da, Avusturya 10 Eylül 1919’da Saint Germain’de, Bulgaristan 27 Kasım
1919’da Neuilly’de, Macaristan 4 Haziran 1920’de Trianon’da imzaladı. Osmanlı Devleti ile ilgili
olarak bir anlaşmaya varamadılar. Sonuçta bu plandan sadece Sevr’e uymayı reddeden genç
Türkiye Cumhuriyeti sıyrılabildi. Barış anlaşmaları aslında yeni bir savaşın fitilini ateşledi, dediği
budur. Bu antlaşmalar sonucunda Avrupa’da son derece “şoven, irredantist, rövanşist” rejimler
oluştu. Avrupa’da ortaya çıkan otoriter ve totaliter rejimlerin sorumlusu Paris Antlaşmalarıydı.
Hitler’i iktidara taşıyan Versailles antlaşmasının ta kendisiydi. Demek ki savaşlardan ikincisi
birincisinin kesintisiz devamıydı. Zafer Hocamızdan özetledim. Bu durumda, aslında 1914’te
başlayan ve 1945’te sona eren tek bir dünya savaşı söz konusudur.

Sonuçta ikili bir karakter taşıyan tek bir dünya savaşıyla, az çok, bir “statüko” oluşturulabilmişti.
Ortadoğu yeniden paylaşılmış ve sosyalizmin varlığına rıza gösterilmişti, statükodan kasıt budur.
Kapitalizm sınırlanmış ve Dünya paylaşılmıştı. Ancak ABD’nin Irak’ı işgali ile birinci savaşın,
Sovyetlerin çözülüşü ile ikincisinin oluşturduğu statüko parçalandı. Ortadoğu’da ve Dünyada
sınırlar ortadan kalkmıştı, yeniden çizilecekti. Ve kapitalizm dizginlerinden boşalmıştı. Bunlar,
savaşın devam ettiği anlamına geliyordu. Demek ki 1914’te başlayan ve halen devam eden uzun bir
savaştayız. Savaş yüzyılı henüz kapanmamıştır.

***

Tabii, ikincisinden sonra savaş ısısını kaybetmiş, soğumuştur. Artık savaş “soğuk savaş”tır ve soğuk
savaşta az mermi çok ideoloji vardır. Esası ideolojik bombardımanla kalabalıkları karşı devrim
yanında saf tutmaya ikna etmekten ibarettir. Demek ki soğuk savaş ile karşıdevrim arasında bir bağ
var.

Savaşın ikincisinin ardından hızla örgütlenen karşıdevrim üzerine yazan ilk kişi, savaşın faturasını
Amerika’ya göç ederek ödeyen bir Alman Yahudi’si olan Herbert Marcuse’dü. O, daha savaşın
dumanı tüterken “artık kapitalist sistemin savunulması karşıdevrimin ülke içinde ve dışında
örgütlenmesini zorunlu kılar” diye yazmıştı. “Kapitalizm bütün devrimler içinde en radikal olanın
tehdidine karşı örgütlenmektedir”, dediği budur, savaştır. Savaşın ikincisinden sosyalizmin başarıyla
çıkması, daha savaş bitmeden karşıdevrim için yeni ittifakların yolunu açmıştı. Nazi istihbaratçı
General Reinhard Gehlen, karşıdevrimin en acımasız örgütü olacak olan CIA’nın temellerini atmaya
başlamıştı. Amerikan imparatorluğunun bütün enerjisini yönelttiği tek bir hedef vardı artık;
Komünist yayılmanın durdurulması ve yok edilmesi.

Adını Kral Arthur’un efsanevi sarayından alan ve psikologları bir araya getirerek psikolojik harbi
formüle etmeye çalışan Camelot, psikolojik savaş taktiklerini geliştirmek amacıyla ordunun ve
CIA’nin güvenilir bulduğu seçkin sosyal bilimcileri bir araya toplayan Truva, “American Way of
Life”nı yaymayı amaçlayan Barış Gönüllüleri projeleri bu ihtiyaca bir cevaptı. Sosyal bilimlerin
soğuk savaşın emrine verilişini, 1965 yılıdır, Amerikan Kongresi şu başlık altında rapor ediyordu:
“Soğuk Savaş’ı kazanmak: ABD’nin İdeolojik Taarruzu.” Ama karşıdevrimin asıl başarısı bu savaşa
katılmaya geniş bir aydın kesimin “ikna” etilmiş olmasındaydı.

Karşı devrim teşhisini yapan Marcuse bile savaşa asker yazılanlar arasındaydı. Nazizm’den kaçıp
ABD’ye yerleşen bir zamanların Komünisti ve Frankfurt Okulu üyesi Antropolog Karl August
Wittfogel, Columbia’daki bir öğrenci çalışma grubunun üyelerini Komünist diye ihbar etmekten
geri durmamıştı. Wittfogel’in ifadeleri yüzünden yüzlerce öğretim üyesi işini kaybetmiş, birçoğu
ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve aralarından bazıları intihar etmişti. Savaş zaiyatıdır.

Anti-Marksizm veya “eleştirel teori” ucubesi işte bu iklimin getirisidir. ABD’de 1946’dan 1970’e
kadarki “Amerikan Antropologlarından Seçme Yazılar”da Karl Marks’a bir tek atıfta
bulunulmamıştır. Savaş korkusundandır.
Frankfurt Okulu’nun Columbia Üniversitesi’ne taşınmasından sonra bu korku belirleyici olmuştur.
Zeitschrift’teki makalelerde artık “Marksizm” ya da “Komünizm” yerine “diyalektik materyalizm”
ya da “materyalist toplum teorisi” sözcükleri kullanılmaya başlanmıştı. Enstitünün Amerika’da
hazırlanan bibliyografyasında Grossmann’ın kitabının başlığı “Kapitalist Toplumda Birikim Yasası”
(The Law of Accumulation in Capitalist Society) olarak değiştirilmiş; orijinalde yer alan “çöküş
yasası” sözcüklerine yer verilmemişti. Marksizm’le birlikte sınıf da literatürden silinenler
arasındadır. Sınıftan vazgeçme, karşı tarafa geçmenin ilk belirtisidir, özeti budur.

***

Savaşın önemli çatışmalarının izinden gidiyoruz. “Sovyet Marksizmi”ne ya da daha inceltilmiş bir
terim olarak “Stalinizm’e” yönelik eleştirilerin entelektüeller arasında birdenbire popüler olmasında
karşıdevrimin eylem planının doğrudan etkili olduğu yönünde başka işretler de var. Bunlardan biri
“psikolojik harp” için ABD devletince geliştirilen “Truva Projesi” ile ilgili. Proje kapsamında bir
araya getirilen sosyal bilimciler çok gizli nihai raporu 1951 yılında Dışişleri Bakanlığı’na
gönderiyor. Sosyal bilimciler Sovyetler Birliği’nden Batı’ya kaçanlarla ilgili şu önerilerde
bulunuyor: “Açıkça ya da ima yoluyla, Komünizmin kötü olduğu veya Komünizmi
küçümsediğimizi gösterecek bir konuma düşmekten kaçınmalıyız. Daha ziyade, Stalinizm’in,
Marksizm’in Batı’da aslında barışçı bir evrim geçirmiş olan belli ideallerine ihanet ettiği görüşünü
savunmalıyız. Sovyet toplumunun entelektüel temellerine açıktan ve topyekûn bir saldırı görüntüsü
verilmemelidir.”

Bilimlerin soğuk savaşın emrine verilmesinin yol açtığı çürüme belki de en trajik sonuçlarını
“Marksizm Kıraathanesi” olarak adlandırılan Frankfurt Okulu üyelerinde açığa vurdu. Artık
Marx’tan korkan Marksistler haline gelen kıraathane sakinleri giderek daha fazla psikanalize
yakınlaşacaklardı. Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün Neo-Marksist Eleştirel teorisine
psikanalizi katma girişimi cüret isteyen ve alışılmamış bir işti. Bu aynı zamanda Enstitünün artık
kendisine dar gelmeye başlayan gelenekselleşmiş Marksist anlayışları aşıp geride bırakmak isteğini
de gösteriyordu. Fromm “Özgürlükten Kaçış”ı tam da böyle bir zamanda yazdı. Kitabın özü,
karşıdevrimin ihtiyaçlarıyla çakışıyordu. Çünkü o sırada Amerika “otoriteryanizme” karşı savaş
açmıştı. Otoriter olan ise elbette ve kuşku götürmez bir biçimde Komünizmdi.

Marcuse, 1950’lili yıllarda yayınladığı bir çalışmasına amaca daha doğrudan hizmet edecek bir
başlık koymuştu: “Sovyet Marksizmi.” Amerikan Kapitalizmi “eleştirel teori” için kapıları sonuna
kadar açmıştı, çünkü “eleştiri”de artık Marksizm ve Komünizm yoktu.

Enstitü’nün savaş sonunda yeniden Frankfurt’a dönmesi doğrultusunu etkilemedi. Çünkü savaş
sonrasının Batı Almanya’sı politik ve kültürel bakımdan artık Avrupa’nın en gerici büyük kapitalist
ülkesiydi. Faşizm ve Anglo-Amerikan baskısı ülkenin Marksist geleneğini yıkmıştı, işçi sınıfıysa o
gün için eylemsiz ve edilgendi.

1930’lu yıllarda Horkheimer tarafından savunulan “eleştirel teori”nin sosyalist pratikle olan bağları
bütünüyle kopmuştu. Horkheimer, giderayak kapitalizmi açıkça savunacak kadar bayağılaştı.
Frankfurt Okulu artık savaşın bir uzantısıydı.

***
Unutulmasın, neredeyse yüzyıla varan bir zaman aralığından söz ediyoruz. Bu yüzyılda
yaşayanların dramı ölenlerden derindir. Jürgen Habermas yazıya bu vesileyle konuk oluyor.

Habermas, 1960’lı yılları takip eden iki on yılda “eleştirel teorisini” emekten vazgeçip, iletişim
üzerinden yeniden şekillendirdi. Sınıftan vazgeçme, karşı tarafa geçmenin ilk belirtisidir, gerekçesi
budur. Hayatı boyunca, dil, söylem ve müzakerenin doğasında bulunan akıl ve özgürleştirme
potansiyeli ile meşgul oldu. Şakulü kaymıştı. 1990’ların sonlarında NATO’nun Yugoslavya’yı
bombalamasını destekledi. Ukrayna’nın yanında saf tuttu. Tek çekincesi bu kışkırtmanın bir nükleer
savaşa dönüşmesi tehlikesi nedeniyleydi. Eleştirel teori onu Batı’nın çürümüş düzeninin yılmaz bir
savunucusuna dönüştürmüştü.

İsrail'in Gazze işgalinin en civcivli yerinde Frankfurt Goethe Üniversitesi'nden dört akademisyeni
yanına alarak, İsrail'in saldırılarını destekleyen bir açıklama yaptı. "Hamas'ın Yahudilerin
hayatlarına tamamen son verme niyetiyle başlattığı katliam, İsrail'in karşı saldırı yapmak zorunda
kalmasına yol açtı" denilen açıklamada, İsrail'in verdiği karşılığın “prensip olarak meşru” olduğu
iddia ediliyordu. İsrail'in eylemlerinin soykırım niyeti taşıdığına dair değerlendirmeler tamamen
yanlıştı.

Şaşırtıcı değil, Habermas'ın aralarında olduğu bazı Batılı entelektüeller, 2012 yılında da, Suriye'deki
iç savaşın birinci yıldönümünde açıkça Batılı saldırganlardan yana saf tutmuştu.

Marksizm dememek için “eleştirel kuram” diye bir şey uydurmuşlardı. Ömürleri Marksizm'in inkârı
ile geçti. Okulun son temsilcisi Habermas Marksist değildi, filozof olduğu da artık kuşkuludur.
Filozof tabir ediyoruz ama savaşta karşı tarafın silahlı külahlı bir neferidir.

***

Esat’a silah çekip teslim olma çağrısı yapan Orhan Pamuk’u, Siyonizm’e destek konusunda
Habermas’tan daha cüretkâr davranan Alman Gazeteci Deniz Yücel’i, “Kadir Mısıroğlu bilgili, zeki
ve ahlaklı biriydi. Kemalistler bunu anlayamaz. Onlarda ahlak anlayışı yok” diyen ve Mustafa
Kemal’in evlatlıklarıyla yattığını ima eden kaçak inşaat kaçkını Sevan Bedros Nişanyan’ı
yazacaktım aslında ama elim varmadı. Habermas’a tahammülüm yok, bunları yazarsam utanırım,
biliyorum. Aklını yitirmiş bir düzenin utanmaz militanlarıdır bunlar. Aklayamayacakları suç,
temizleyemeyecekleri pislik yoktur.

Uzun savaşın sonuna yaklaşıyoruz, çatışmanın ışığına yakalanan sineklerin hikayesidir


anlattıklarımız. Neredeyse yüzyıla varan bir savaştan söz ediyoruz. Savaşın sonuna yaklaşırken
taraflar birbirine kurşun yerine ideoloji fırlatıyor ve kayıplarımız artıyor. Tüyler ürpertici dramların
tanığıyız ve uzun savaşın sonunda yaşayanların dramı ölenlerden ağırdır.

Sayım yapıyoruz, kayıplarımızı ve hainlerimizi tasnif ediyoruz, tarihe not düşüyoruz. Savaş
bittiğinde herkes gideceği yere hak ettiği biçimde uğurlanacaktır.

——————————————————————————
KerizBank nereden koşuyor?
02.12.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Türkiye Denizciler Bankası 1938 yılında milli denizcilik sektörüne finansman sağlamak amacıyla
kurulmuş bir devlet bankasıydı. İttihat Terakki döneminde temeli atılan “milli iktisat” politikasının
getirilerinden biridir. Cumhuriyetin Osmanlı ile değil ama İttihat ve Terakki politikaları ile bir
devamlılığı var.

Denizcilik Bankası Anonim Ortaklığının kurulması erken cumhuriyet döneminde millî iktisat
fikrinin ayakta olduğunun da bir göstergesi aynı zamanda. Deniz ulaştırmasına yönelik girişimleri
önemli sermaye birikimi gerektiriyordu. Bir kamu bankası kurarak deniz ulaştırma sektörünün
finanse edilmesi hem bu fikri somutlaştırmış hem de denizciliğe önemli katkı yaptı. Denizcilik
Bankası denizciliğimiz için bir can suyu olmuştur.

Cumhuriyet kurumu Denizbank Türkiye’de sınırsız piyasa ekonomisine geçiş sürecini başlatan 24
Ocak 1980 kararlarının ilk kurbanlarından biri oldu. 1983’te bankanın tasfiye süreci başlatıldı,
1992’de tüzel kişiliği sona erdi, Emlak Bankası ile birleşti. 1997’de DenizBank adına bankacılık
lisansı yeniden tanımlanarak üç şube binasıyla satışa çıkartıldı. Zorlu Holding, 70 Milyon Dolar
karşılığında Özelleştirme İdaresinden lisansı satın aldı. Ölü ele geçirilen Cumhuriyet
kurumlarımızdan biridir.

Zorlu Holding ölü ele geçirdiği bankayı, 2006’da, Belçikalı Dexia’ya sattı. Dexia, 2012’de, Rus
Sberbank’a devretti. Sberbank da ölüyü Dubai merkezli Emirates NBD’nin kapısına bırakıp kaçtı.
Kapı kapı dolaştırılan ölülerimizdendir.
Satanın neden sattığın, alanın neden aldığını biliyoruz. Esası tasfiye edilen cumhuriyetten geriye
kalanları yağmalamaktan ibarettir.

***

Alan açısından durum şu; Emirates NBD, 1963'te Dubai “hükümdarı” Şeyh Rashid bin Saeed Al
Maktoum tarafından Dubai Ulusal Bankası (NBD) olarak kuruldu. Şeyh Rashid, Dubai'yi modern
bir liman kentine ve ticari merkezine dönüştürmek istiyordu. Çünkü petrolün birkaç nesil içinde
bitmesinden endişeleniyordu. Şöyle özetlemişti durumu: “Dedem deveye bindi, babam deveye
bindi, ben Mercedes kullanıyorum, oğlum Land Rover kullanıyor, oğlu Land Rover kullanacak ama
oğlu deveye binecek.” Dubai dediğimiz, tarihi deveden gelip deveye giden bir çöl yol hikayesinden
ibarettir. Haliyle başka ülkelerdeki bankalara, futbol kulüplerine dikmişti gözünü. Petrolün biteceği
döneme hazırlıktır.

Şeyh yalnız değil haliyle. DenizBank’ın Dubai şeyhine satılmasıyla birlikte 12 Türk bankası Arap
sermayesine geçmiş oldu. O tarihte Türkiye bankacılık sektöründeki yabancı payı yüzde 46’yı
buluyordu. Tasfiye bu kadar kapsamlıdır.

***

Ölü ele geçirilen DenizBank’ın içinde bir “milli banka” ölüsü daha var. “Tarişbank” ya da
kurulduğu zamanki adıyla “Milli Aydın Bankası”ndan söz ediyoruz. Osmanlı döneminde incir
üreticilerini desteklemek amacıyla Aydın'da kurulmuş bir bankaydı bu. Akşehir Bankası ile birlikte
tarihimizdeki bölgesel ikinci “milli iktisat” girişimidir.

Bu banka kurulmadan önce Londra merkezli “bir “incir tröstü”, uygun gördüğü fiyatı çarşıya ilan
eder ve üreticinin elindeki ürünü yok pahasına alır giderdi. İttihatçılar buna bir çözüm bulmak için
harekete geçti, banka 1914’de faaliyete geçti. İzmir'in işgali sırasında faaliyetlerini durdurdu, 1925
yılında tekrar açıldı. 1983’te merkezi Aydın'dan İzmir'e taşındı, 1987’de bankanın adı Tarişbank
olarak değiştirildi.

Dünya Bankası’nın peydahladığı ve 57. Hükümetin onayladığı “Tarım Reformu Uygulama Projesi”
tarımsal desteklerin düzenlenmesini, tarım satış kooperatifleri ve birliklerinin yeniden
yapılandırmasını istiyordu. 2000 yılında Dünya Bankasının istekleri doğrultusunda bir yasa
çıkarıldı, tarım satış kooperatifleri ve birliklerine tüm devlet destekleri kaldırıldı. Bundan böyle
birlikler bankalara kaynak aktaramayacaktı. Bu fiilen Tarişbank’ın batırılması demekti. Zor
durumda bırakılan bankaya, 2001’de, Tasarruf Mevduatı ve Sigorta Fonunca el konuldu. Banka el
konulduktan kısa bir süre sonra TMSF tarafından o dönem Zorlu Grubuna ait olan Denizbank’a
satıldı. Yani ölü ele geçirilen DenizBank’ın içinde bir cumhuriyet varlığı daha vardır.

***

Kamu bankaları belirli sektörleri geliştirme gibi özel amaçları olan, toplumsal faydayı gözeten
ihtisas bankalarıdır. Cumhuriyet döneminde kurulan kamu bankalarının önemli bölümü; Türkiye
Emlak Kredi Bankası (Emlak ve Eytam Bankası), Sümerbank, Etibank, Denizbank, Turizm Bankası
ya tasfiye edilmiş ya da özelleştirilerek yok edilmişlerdir. Geride kalan Ziraat Bankası, Halk Bank,
Vakıf Bank gibi bankalar ise iktidarın patronları yemleme kurumuna dönüştürüldü. Hiçbir toplumsal
faydaları yoktur. Tabii bu bankalar üzerinde iktidarın kontrolü halen devam ediyor. Kamu bankaları
artık iktidarı ayakta tutma aparatıdır.

“Nass” işte bu dönüşümün sonucu ortaya çıktı. Nass, Arapçada kesin emir anlamına geliyor. İslami
terminolojide, topu ayet ve hadislere atmak demek. Ayet hadis nere, piyasa toplumu nere? Faizleri
düşük tutmaları, piyasanın akışını sağlamaları gerekiyordu. “Nass uyarınca” kurlarla ve faizlerle
oynadılar. Kurlar akşam indi, sabah çıktı. Oyundan haberdar olanlar ucuzken aldı, pahalıyken sattı,
servetine servet kattı. Bu tür operasyonların, içeriden veya tepeden haber almadan imkânsız
olduğunu biliyoruz.

Bilmediğimiz haberin DenizBank’ın müdiresine Dubai üzerinden mi yoksa Aktepe’den mi


ulaştırıldığıdır. İki merkez arasında kısa bir tur yaparak da ulaşmış olabilir, yolu önemsizdir.
Şeyhten reise bir yol vardır bilinmez!

Özelleştirilen kamu kuruluşları ataletten kurtulup uçuşa geçecekti. Büyük karlar elde edecek, ülkeye
daha fazla kaynak yaratacaktı. DenizBank bu yalanın güncel örneğidir. Önce bir Türk patrona
zimmetlediler. Sonra Rus oligarkları el attı ölüye. Körfez’in utanmaz petro-dolar zenginlerin
kucağında kaldı en son. Koca Denizbank Fatih Terim Fonu’na dönüştürüldü sonunda.
DenizBank’tan KerizBank’a özelleştirme tarihimizin özetidir.

***
Devleti ve cumhuriyeti ölü ele geçirdiler. Geriye ne kaldıysa satıp savurdular. Satanın neden
sattığını, alanın neden aldığını biliyoruz. Esası tasfiye edilen cumhuriyetten geriye kalanları
yağmalamaktan ibarettir.

Özelleştirme ise sermaye sınıfı tarafından halka karşı işlenen ortak organize bir soygun girişimidir.
Ağır suçtur. Bu yağmaya halkın verebileceği tek cevap derhal kamulaştırmadır.

Zenginlikleri bizden çaldıklarından ibaret, hepsini, eksiksiz geri alacağız. Devrime zenginleri
yiyerek başlayacağız!

——————————————————————————
Bir devrim aletinin siyasal tarihi
09.12.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Fransa’da eski düzenin, ancien regime, sembolü XVI. Louis giyotine doğru yürüyordu.
Hapsedildiği yerden alınan kral, askerlerin eşlik ettiği bir atlı arabayla Paris sokaklarından
geçirilerek “Devrim Meydanı”na getirilmişti. On binlerce yurttaşın beklediği meydana erişimi
sağlayan köprü ve kavşaklarda topçu birlikleri konuşlandırılmıştı. Ulusal Muhafız taburlarının
çevrelediği sehpa ve giyotin monarşinin son sahnesini kapatmaya hazırdı. Giyotinin yanında Parisli
cellât yurttaş Charles-Henri Sanson duruyordu. Devrimden sonra “yurttaş Capet” diye hitap edilen
eski kral XVI. Louis arabadan indirildi. Üzerindeki palto çıkarıldı ve gömleğinin yakası açıldı.
Elleri bağlandı, sehpaya çıkmasına yardım edildi. Boynu kalın olduğundan giyotinin yarım ay
biçimindeki oyuğuna tam olarak oturmadı. İnen giyotin, çenesi ile kafasının arka kısmını ayırdı ama
tam olarak koparamadı. Cellât ağırlığını kullandı, işlemi tamamladı. 21 Ocak 1793’te, kralın
vücudundan ayrılan başı halka gösterildi. Meydanı dolduran kalabalık “yaşasın cumhuriyet” diye
karşılık verdi bu gösteriye.

XVI. Louis’nin infazı, monarşiyi ilga eden devrimin bir güç gösterisiydi. Mekân olarak eskide
monarşiyi temsil eden, ancak artık yeni Fransa’nın sembolü haline dönüşmüş olan Devrim
Meydanı’nın seçilmesi bile rastlantı değildi. Giyotine ve yaydığı dehşete takılmayın, bu aslında
devrimini yapmış bir sınıfın, burjuvazinin, bir güç gösterisidir. Öyleyse giyotin de önünde sonunda
bir devrim aletidir. Eski düzenle yenisinin bağını kesmek, geri dönüşü imkânsız hale getirmek için
iner eski rejimin başına. Yeni sınıfların elindeki giyotin eşitlikçidir, devrimcidir, cumhuriyetçidir.
Öyle ki uçurduğu en önemli kelle bile artık bir kralın değil yurttaş Capet’in kellesidir…

***

Louis'nin ölümünden dokuz ay sonra, artık eski Fransa kraliçesi olan eşi Marie Antoinette de,
Paris'te, Devrim Meydanında giyotinle idam edildi. Antoinette, Fransız halkı nezdinde bir nefret
objesiydi. Savurganlığı, kibri, kadınlı erkekli sevgilileri yol açmıştı bu nefrete. Paris sokaklarında
dolaştırıldıktan sonra Devrim Meydanı’na binlerce Fransız yurttaşının yuhalamaları eşliğinde girdi.
Kraliçe olarak girdiği meydandan rütbeleri sökülmüş ve meydandakilerle eşitlenmiş ölü bir yurttaş
olarak çıktı. Giyotin eşitlikçidir; eski düzenden kalan şan-şöhret ve rütbeleri kesip atar, geride sade
bir yurttaş kalır. Devrimdir.
Tabii irkiltir, dehşet salar, sindirir aynı zamanda. Teröristtir giyotin. Devrim biraz da bunlar değil
mi?

Fransız Devriminin lideri, beyni, bilinci Robespierre, “devrimsiz bir devrim mi istiyordunuz?” diye
sormuştu o hararetli günlerde. Sözü giyotinin yaydığı dehşet karşısında tereddüt edenlereydi. Çünkü
dehşet giyotinde değil, onun kesip atmaya çalıştığı eski düzende, monarşideydi. Haliyle giyotinsiz
devrim, devrimsiz bir devrimdir. Monarşinin, kralın, cumhuriyet düşmanlarının kafasını
koparmayan devrim imkansızdır çünkü. Her durumda bir düzleyiciye, kesiciye ihtiyacı var.

***

Ancak sonuçta bir alettir. Kötü ellere geçebilir, amacına aykırı kullanıldığı da olmuştur. Alet, adını
mucidi Joseph-Ignace Guillotin'den alıyor. Bir hekim olan Guillotin idam cezalarını infaz etmek
için bir makine tasarlamıştı. Amaç daha “insancıl”, daha modern, daha devrimsel bir idam cezası
uygulamaktı. İcadı ilk kez, 1792’de, Jacques Nicholas Pelletier adlı bir hırsızı idam etmek için
kullanıldı. Başarılı olunca kabul gördü. Devrimin ateşi yükseliyordu, “terör dönemi” olarak
adlandırılan Haziran 1793 - Temmuz 1794 arasında bolca kullanıldı. Hatta giyotinli idamlar
kalabalıklar için bir eğlenceye dönüştü.

“İnsancıl” dememiz şaka değil. Fransa'da giyotinden önce soylular genellikle kılıçla ya da baltayla
idam ediliyordu. Asılma da yaygın bir idam biçimiydi. Yakılma gibi daha acı verici yöntemler de
vardı. Bazı hallerde kurbanın yakınları ölüm acısız ve hızlı olsun diye cellatlara para teklif
ediyordu. Devrimci Fransa buna da bir son vermek, ölüm cezalarını daha hızlı ve acısız uygulamak
istemişti. 1792'de giyotin Fransa'nın idam aleti haline geldi. 1939'da rafa kaldırıldı, 1981'de idam
cezasının kaldırmasına dek resmi idam aleti olarak varlığını korudu.

***

Uluorta idam devrimci Fransa’ya özgü sanılmasın diye not ediyorum. Osmanlı’da ve Cumhuriyet
Türkiye’sinde de infazlar halka açıktı. Osmanlı’da infaz için Sultanahmet- Hipodrom, Çarşıkapı,
Beyazıt ve Eminönü gibi merkezi yerler seçilmekteydi. Asılarak idam, yaygın yöntemdi. Bunun için
bir ağaç veya ondan esinlenerek oluşturulan üç ayak bir “dar ağacı” yeterliydi. Cumhuriyetin
kuruluşundan sonra da halka açık infazlar devam etti. İstanbul’da Beyazıt, Eminönü, Sultanahmet
ve Ayasofya, Ankara’da ise Samanpazarı meydanları infaz meydanlarıydı. Uygulama, idamların
cezaevlerinde gizli olarak yapılmasını öngören 1965 tarihli 647 sayılı yasayla kaldırıldı.

***

Tabii amaç devrimse eğer, eskiyle bağı kesme, ilişkiyi koparma sadece giyotinle mümkün değildir.
Kesilenin yerinde yeşerene, yurttaşa-yoldaşa-halka, yeni bir tarih ve yeni bir takvim gereklidir.
Haliyle giyotine eşlik eden takvim değişiklikleri, Fransa’da, Rusya’da veya Türkiye’de, tarihte
büyük sıçramalara işaret eder.

Fransız Devriminden sonra eski toplumla bağların tamamen koparılması için takvim radikal
biçimde değiştirildi. Devrimciler kilisenin günlük hayat üzerindeki hegemonyasını kırmak için
takvimin de değişmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Ulusal Meclis, 1793’te, Halk Eğitim Komitesi
başkanı C. Gilbert Romme’a takvim değişikliği için yetki verdi. İki matematikçi Joseph-Louis
Lagrange ve Gaspar Monge’nin aralarında bulunduğu bilim insanları yeni takvimi oluşturması için
görevlendirdi. Fransızca adıyla “Calendrier Républicain de la Révolution de 1789”, 1789
Devrimi’nin Cumhuriyetçi Takvimi, 1793 yılı sonunda kabul edildi. Yeni takvimin ilk günü olarak
devrim günü değil Cumhuriyetin kurulduğu gün kabul edilmişti. Gregoryen takvimine göre 1792
yılı, birinci yıldı. O yılda Hıristiyanlık çağı kapanmış ve Cumhuriyet çağı açılmıştı. Cumhuriyetin
kuruluşu yeni takvimin miladıydı. Çağlar artık İsa’dan önce ve İsa’da sonra olarak değil,
Cumhuriyet’ten önce ve Cumhuriyet’ten sonra olarak tarif edilecekti. Çağımızın ruhuna uygundur.

Demek ki giyotin gibi, devrim takvimi de cumhuriyetçidir. Devrimciler, yeni takvim ile eski
düzenin tamamen yok edildiği bir çağ açmak istiyordu. Yenisini kurmak için eski ile bağları
koparmak şarttı. Giyotin veya takvim, bu işe elverişli aletlerdir. İhtiyaç keşfin anasıdır; unutulmasın
her iki alet de devrimin icadıdır.

***

Cumhuriyeti yıkan çakma kral Napolyon, 1801’de, Papa ile anlaştı, Cumhuriyetçi takvime pazar
günü ve paskalya geri geldi. Bu geri adımdan bir süre sonra da Cumhuriyetçi takvim kaldırıldı ve
Gregoryen takvime geri dönüldü.

Karşı devrimi devrim selamladı sonra. 1871’de kurulan Paris Komününün ilk kararlarından biri
Cumhuriyetçi takvimi geri getirmek oldu. 16 Floral 79’da, 6 Mayıs 1871, devrimci takvim tekrar
yürürlüğe konuldu. Devrim takvimini devrimsiz düşünemeyiz.

***

Abartıyor değiliz, giyotin ona doğru yürüyen insanla aynı seviyededir hep. Bir yüceliği yoktur,
demek istiyorum. Şiddet her defasında insan soyunu yükseldiği yerden aşağıya iter, düşürür,
küçültür, ezer. Ama devrim dediğimiz şey o düşürülmeye bir isyan değil mi zaten. Unutulmasın
şiddet giyotinden önce vardır ve giyotinden sonra da olacaktır.

Fransa’da, devrimden yüz yıllar sonra, halk düşmanı iktidara karşı eylemlerde giyotin maketleri
taşıdı direnişçiler. Zalimler ne zaman bizi aşağılasa, dövse, vursa giyotini hatırlamamız boşuna
değil. Şiddetin anası hüküm süren eşitsizlikçi düzendir çünkü. Bu düzene son vermek için yeni
aletlere ihtiyacımız var. Ve ihtiyaç keşfin anasıdır, dediğimiz bu.

Çok sıkıştık, çok daraldık, devrimsiz bir devrime rıza göstermeyeceğiz artık. Ne aletsiz ne öfkesiz
ne kinsiz yapabiliriz bunu. Öyleyse yeniden, yaşasın cumhuriyet!

——————————————————————————
Molla Halid Bulvarı’nın kadersizleri
16.12.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Diyarbakır’da kayyım belediye, geçtiğimiz hafta, bir bulvara Şeyh Sait adı vermeye karar verdi.
Kayyımın bu tasarrufunda şeyhin Kürt olmasının bir etkisi var mıdır bilmem. Ama bunu Nakşi-
Halidi şeyhini onurlandırmak için yaptığı kuşku götürmez. Çünkü Türkiye’nin tamamında Nakşi-
Halidi tarikatı iktidarda. Konuyu bu bağlamda tartışıyoruz. Kaldı ki kararı veren kayyımın da bu
tarikatın bir üyesi olması yüksek ihtimal. Malum Nakşi-Halidi iktidarındayız, tarikat erbabı
olmayanı devlet kapısından içeri sokmuyorlar artık. Bakarız, anlarız.

Nakşi-Halidi tarikatı Türk İslam Sentezi ile Kürt İslam Sentezinin karşılaşma alanı aynı zamanda.
Burada, bulvarda, her iki hareketin ortak paydası var. Yalnız paydanın bir tarikata mı yoksa ulusal
bir harekete mi tekabül ettiğine iki hareket de karar verebilmiş değil. Tartışmanın kaynağıdır.

***

“Hilafet ve Ümmetçilik Sorunu”, Mehmet Emin Bozarslan’ın 1969’da yayımlanmış kitabı.


Tartışmanın odağında bir şeyh olduğu için hatırlatıyorum. Liceli Bozarslan, medrese eğitimli bir
ilahiyatçı. İlkokulu dışarıdan bitirdikten sonra müftü olarak atanmış. 1964’te Kulp Müftüsüyken
yazdığı “İslamiyet Açısından Şeyhlik-Ağalık” adlı kitabı yüzünden görevinden uzaklaştırılmış.
“Kürtçülük ve solculuk yaptığı” iddia edilmiş sonra. Danıştay iadesine karar vermiş, Şarköy’e
sürülmüş. Sonra başka kitaplar, “Mem û Zîn” çevirisi, sürgünler, hapisler. İlerici bir din adamının,
bir Kürt aydınının verimi ve serüvenidir. Sol damardan gelmek ve hayatın her alanında ilerici bir
tutum almak kökenden bağımsız bir aydın geleneğimizdir. Bu ülkede gericiliğe, şeyhliğe, ağalığa,
kapitalizme, emperyalizme direnmek her zaman solun işidir.

Peki, ne var “Hilafet ve Ümmetçilik Sorunu”nda? Emperyalizmin dini kullanarak, dinin arkasına
saklanarak Ortadoğu’da çevirdiği dolaplar… Şöyle başlıyor: “Son yıllarda gerek Türkiye’de gerek
diğer Ortadoğu ülkelerinde etkisini iyice göstermeye başlamış olan Hilafetçilik ve Ümmetçilik
akımı, bazı yerlerde örgütlenmiş ve karşıdevrimci bir güç olarak eyleme dahi geçmiştir. Yüzyıllarca
sömürülen, ezilen Ortadoğu’nun ve özellikle Türkiye’nin mazlum halklarıyla emperyalizm-
komprador burjuvazi-ağa ittifakı arasındaki çelişkinin keskinleşip etkin duruma geldiği sırada bu
akımın böylesine güç kazanması ve eylem alanına geçme olanağına kavuşması bir rastlantı
değildir.” Bozarslan, bugünün ölçüleriyle bakıldığında, pek Kemalist’tir! Hilafetçiliğe ve
Ümmetçiliğe karşı olanın kaçınamayacağı bir haldir bu.

Ülkemizde 1969’dan bu yana yaşanan siyasal evrime dönüp yeniden bakmanızı öneririm. Hilafet,
şeyhlik, ağalık hatta Abdülhamit’in tımarhaneye kapattığı Said-i Nursi dokunulmazlık kazandı,
kutsandı. Tarihin çöplüğüne atılan bütün şeyhler, şıhlar, ağalar makbul adamlar oldu. Yobaz
dincilere etnik kimlikler vehmedildi, tarikat akrabalıkları keşfedildi, “Kürt sorunu”nu “Nakşibendi
kardeşliği” ile çözeceğini iddia eden aklı evveller türedi. Hepsinin kökeninde emperyalizmin
Ortadoğu’yu dinle şekillendirme projesi var. Başka bazıları da bu oyunda masada yer kaparlarsa
kazançlı çıkacaklarını sandı. Olabilir, mümkündür. Barzani ailesi örnek, kazançlı çıkanlar var. Biz
ise bakarız, başkaları bu çukura düşmesin diye uyarırız.

Başka bir çağın eşiğindeyiz, tuhaf adamlardan geçilmiyor ortalık. Öyle utanmazlar var ki aralarında,
Fidel Castro’yu “Kürt katillerinin dostu” ilan etti biri öldüğü gün. Bir tarihte Saddam Hüseyin’e
destek vermişmiş, iddiasına göre. Sonra Amerikalılar Suriye’den çıkmasın diye imza kampanyası
başlattı duyarlı elemanımız. Çukurdan kastımız budur. Mehmet Emin Bozarslan’ın yerini alan tipler
işte bunlardır. Ölçümüzdür, Bozarslan’dan daha geriye düşmeyi kabul etmeyiz.

***

“UKKTH” diye kodlanan bir siyasi ilkemiz var, malum. Açılımı ulusların kendi kaderlerini tayin
hakkıdır. Genel bir doğruya işaret ediyor ilke. Esası emperyalist işgale karşı direnen halkların
bağımsızlığıdır. Ancak tabii esası bağımsızlıksa, emperyalizme yedeklenenin tanınacak bir hakkı da
kalmamaktadır. Yancıda “kader” bulamayız çünkü. Bu durumda emperyalist işgal altında halklara
kalan sadece kendi “kederlerini” tayin hakkıdır. Kaderimizi emperyalistler belirleyemesin, ilkenin
dediği budur.

Emperyalistler Ortadoğu’da ve başka bölgelerde yüzyıllardır kimliklerle, inançlarla, geleneklerle,


sınırlarla oynar, amaçlarına ulaşmak için kullanır. Hiçbiri işe yaramazsa ajanlarını gönderir,
işbirlikçilerine para yağdırır, silahlandırır, kukla yönetimler kurar, darbelere girişir, suikastlar yapar,
halkları birbirine düşürür, kardeşleri birbirlerine düşman eder, kan döker, kan döktürür. Kendi
İslam’ını oluşturur, kendi cihatçısını yaratır, kendi devletlerini, kendi etnik bölgelerini oluşturur.
Elinden geldiğince bölgedeki bütün devletleri kullanır, kışkırtır, yönlendirir.

Buna direnmenin tek yolu “halkların kardeşliği”dir. O kardeşlik ise emperyalizmin ezdiği halkların
yanında saf tutmayı gerektirir. Yoksa acıklı dilekçeler yazarsın giden emperyalist orduların
ardından. Mesele, demek ki, kader tayininden ibaret değildir. Asıl olan ezilen halkların
birleşmesidir.

***

Bir hatırlatma daha; bu ülkenin, bu halkın Nakşi-Halidi tarikatı ile ilgili travmatik bir geçmişi var.
Bu tarikat ülkedeki her ilerici adıma gerici bir isyanla karşılık verdi. Aydınlığa yönelik
düşmanlıkları devletle anlaştıkları 1826 yılına dayanıyor. Yeniçerilik ve Bektaşilik kovalanınca
boşluğu doldurması için bunları görev çağırdılar. Abdülhamit bu ilişkiyi taçlandırdı, fırsatını
buldukça bu tarikatı muhaliflerine karşı kışkırttı.

Nakşilerin en büyük ayaklanması 1909'da Hürriyet’e karşı oldu. II. Meşrutiyet ile hesaplaşma
istekleri, İngilizlerin tahriki ve maddi yardımıyla İstanbul'da 31 Mart gerici ayaklanması olarak
adlandırılan büyük bir kalkışmaya dönüştü.

Kurtuluş Savaşı sırasında da pek çok ayaklanma başlattılar. Şeyh Eşref, Birinci-İkinci Bozkır,
Konya, Birinci-İkinci Anzavur, Ali Batı, Birinci-İkinci Düzce, Birinci-İkinci Yozgat ve Zile
ayaklanmalarında öncülük Nakşilerdeydi. Cumhuriyetin kurulmasından sonra da bu ayaklanma
girişimleri sürdü. Yeni iktidar, merkezi otoriteyi güçlendirmek, Osmanlı bakiyesi yerel güç
odaklarını dağıtmak istiyordu. Bir taraftan eski imtiyazlarını kaybetme endişesi, diğer taraftan
tarikatların güç aldığı hilâfetin ilgası Doğu Anadolu’da da karışık duygular yaratmıştı. Tarikatlar
rahatsızdı!
Gerici hareketlerin tarihi ortada. Nakşi-Halidi kalkışmalarının tamamı gerici kalkışmalardır, birini
diğerinden ayırmak için bir neden göremiyoruz.

***

Nakşibendilik Osmanlının çok önemli bir parçasıydı, bir tür yarı resmi tarikattı. Bu nedenle çok
politize oldular ve düzeni değiştirmeye yeltenen her harekete düşmanlık beslediler. Haliyle Şeyh
Sait’ten AKP’ye uzanan siyasi çizgide bir Nakşibendi rengi var.

Şeyh Sait’in bir ulusal önder olarak öne çıkarılması, 1990’lı yıllarda başladı. Esası yeni bir tarih
yazımı ihtiyacıydı; ulusal harekete ulusal kahramanlar gerekiyordu. Bu ihtiyaç nedeniyle ümmet
hanesinde yer alan kimi başlıklar, ulus hanesine yazılmaya çalışıldı. Sonra gerisi geldi. 2011’de
Süleymaniye’de yaşayan Nakşi-Halidi şeyhinin kapısını çaldılar, çıkışta “Şeyh Şebendi ile
görüştüm. Nakşibendi tarikatının merkezi Süleymaniye’dir. Tarikatın en büyük şeyhi de Şeyh
Şebendi’dir” yolu açıklama yaptılar. Şeyh Şebendi yaşayan Nakşi-Halidi şeyhiydi. Bu bir tür Nakşi
tarikatını tanıma adımıdır.

Sadece Süleymaniye’de değil, Ankara ve İstanbul’da da Nakşibendiliğin borusu ötüyordu artık.


Bugün Türkiye’nin içine itildiği karanlığın sorumlusu olan pek çok tarikat, Menzil-İskenderpaşa-
Erenköy-İsmailağa-Süleymancılar-Işıkçılar, Süleymaniyeli Molla Halid’in paltosundan çıktı. Turgut
Özal’dan Necmettin Erbakan’a, Bülent Arınç’tan Kemal Unakıtan’a, Abdullah Gül’den Tayyip
Erdoğan’a, yakın tarihte karşıdevrim safında kim varsa bir eli Molla Halid’dedir. Diyarbakır’da o
bulvara giden yol işte böyle döşenmiştir.

***

Halidiliğin yanında bir de Siyonizm sevgisinde kesişiyor yolları. "Yeni Yaşam" adlı mecrada "Meriç
Gök" imzalı, “Solun antisemitizmi” başlıklı bir Siyonizm ve Emperyalizm aklama girişimi yapıldı
birkaç gün önce. Yiğit Günay soL’da “Dekor” başlıklı bir yazıyla cevap verdi bu girişime.
Kelimeleri bilerek seçiyorum; ilki girişim, ikincisi cevap yazısıdır. Nitekim tepkiler üzerine girişim
akim kaldı, yazı yayından kaldırıldı. Ancak kaldırılması değil, böyle bir girişime teşebbüs
edilebilmesidir haber. Solu hizaya sokma girişimi hep oldu ama bu kadar kaba sabasına, bu kadar
cüretlisine ilk kez tanıklık ettik. Cahil cesareti deyip geçemeyiz. Dekor yapılmış soldan cesaret
aldıkları için oluyor bunlar. Unutulmasın diye not ediyoruz.

Ne diyor girişim? Filistin’i savunan sol antisemitisttir. Ne yapacağız? Filistinlileri katleden Siyonist
İsrail’in arkasında hizalanacağız… İsrail ile kutsal davaları arasında bir bağ buldular, utangaç
Siyonist tutumlarının gerekçelerinden biri budur. Daha fenası “Rojava duyarlılığı”nı da bu
hizalanma girişimine gerekçe yapmalarıdır.

Sadece Siyonizm yancılığı değil mesele. Şeyh, şıh, seyit severliğin arkasında da bu dekor olma
halinin etkisi büyük. Şeyhseverler Siyonizm’i ve emperyalizmi de seviyor. soL’da Yiğit Günay’ın
“Dekor” yazısında dediği gibi "Milliyetçilik, bölgede ulusal çıkarlar adına sırtını ABD’ye
dayamayı, İsrail’le yakın işbirliği kurmayı meşru göstermeye, liberalizm, İsrail karşıtlığını,
antiemperyalizmi mahkum etmeye çalışıyor."

Tabii bu ölçüsüzlüğün dramatik sonuçları da olur. Filistin'deki soykırıma karşı “ezilenler” cenahında
alınan tutum "ezilen halk" mitosunu yıprattı, eskitti. Bir kez daha anlaşıldı ki milliyetçilik ile
mağduriyet yan yana olmuyor. Çünkü milliyetçilik eninde sonunda başka halkları ezme niyeti, ezme
gerekçesidir... “Ezilen halk” ise ancak eşitlikçi-enternasyonal bir yaklaşımla mümkündür.

***

Peki, Nakşibendilikte ulusal bir renk bulunabilir mi? Mümkün değildir. Bu çizgideki ulusal renk
İslamcılığın önemsiz bir dolgusundan ibarettir. Molla Halid Bulvarında belirlenebilecek ulusal bir
kader bulamazsınız.

İşte tarih, işte sonucu. Bu karanlığın Kürdü, Türkü yok. Kadınların, çocukların ve tabii insan olmak-
insan kalmak isteyen “erkeklerin” kurtuluşu ümmet olmakta değil eşit ve özgür yurttaş olmakta.
Nakşi-Halidi kardeşliği değil, sınıf kardeşliği birleştirir bizi. El ele vereceğiz öyleyse,
Süleymaniye’de veya İstanbul’da, her neredeyse, bu tarikatları sileceğiz.

Bize yakın olan büyük görünür, ışık kırılmasıdır. Bu kırılmayı aşma olanağımız var. Biraz sola
dönmek, biraz sınıf seviyesinden bakmak yeterlidir…

——————————————————————————
Şeriat, petrol, futbol
23.12.2023
ORHAN GÖKDEMIR

Şeriat ne? Allah tarafından ve tabii peygamber vasıtasıyla tebliğ olunan hükümleri içeren ilahi
kanun. Haliyle bu kanun bir yandan da dine tekabül ediyor. Tarifleri aynıdır. Fakat gelin görün ki
hükümler ilahi olduğu söylense de, üzerinize afiyet, biraz tekinsizdir. Eğilip bükülmeye pek
müsaittir. Ne kadar mümin varsa o kadar değişik hüküm var haliyle. Ortalığın mezhepten, tarikattan
geçilmemesi biraz da bundan.

Şeriatla yönetilen ülke sayısı da hayli kabarık. Suudi Arabistan başı çekiyor. Afganistan, İran,
Brunei, Endonezya, Sudan, Pakistan, Nijerya, Katar arkasından geliyor. Bir de bizimki gibi
geçmeye niyet edenler var. Galiba içlerinde en dikkati çekenler Körfezin kuyu şeriatçıları. Burada
yerleşik kabile kültürü petro-dolarla harmanlanmış, tuhaf bir petrol-islam sentezi çıkmış ortaya.
Tabii dedikleri gibi her şey Allah’tan, petrol de dahil.

Bu sentezin tuhaflığını fıkrasız anlatamayız; Suudi şeyh eğitim için Avrupa’ya yolladığı oğlundan
acı dolu bir mektup almış. Mektupta, “Baba burada üniversiteye giden herkes trene biniyor. Kimse
bana aldığın altın kaplama Ferrari ile ilgilenmiyor. Çok mutsuzum…” diyormuş kederli oğul.
Şeyhin yüreği evlat acısına dayanamamış, oğluna şöyle bir cevap yazmış: “Oğlum, hesabına 100
milyon dolar yolladım. O tren denen şeyden bir tane de sen al.”

E okula gitmek için tren alan, maç seyretmek için futbol takımı da alır. Olmamış şey değil!
Avrupa’da ortalık kuyucu şeyh takımından geçilmiyor son günlerde. Malum 2022 Dünya Kupası da
Katar’a taşındı, hepsi petro-dolarlar sayesindedir. Futbolun uluslararası alanda idare organı olan
FIFA’nın üst düzey altı üyesine rüşvet verdiler bunun için. Hatta Avrupa Futbol Federasyonu
Başkanı Michel Platini de bu amaçla rüşvet aldığı iddiasıyla tutuklandı. Bazı Avrupa Parlamentosu
çalışanlarına da rüşvet yağdırmışlardı. O şanslılar arasında AP Başkan Yardımcısı ve PASOK vekili
Eva Kaili de vardı. Kaili rüşvetin teşvikiyle Katar'ın ateşli savunucularından biri olmuş, hatta işi
Katar’ın işçi hakları konusunda öncü olduğunu iddia etmeye kadar vardırmış, kupa için yapılan
statların inşaatlarında can veren binlerce işçiden utanmamıştı. Altı üstü 300 bin nüfuslu, dünya
futbolunda yeri olmayan, hava şartları uygunsuz, altyapı yoksunu ve şeriatla yönetilen bir ülkeye
böyle taşındı Dünya futbolu.

Petro-dolar zengini körfez ülkelerinin her biri aynı zamanda birer teokrasi. Krallar ulema ile
paylaşıyor iktidarını. Yönetim biçimleri de katı şeriat ile light şeriat arasında değişiyor. Tartışmasız
kadın düşmanı rejimler bunlar aynı zamanda. Malum dinde kadın yoktur. Bu koyu karanlığı bir
miktar futbolla parlatmak gerekiyor. “Sportswashing” Körfezin en gözde uğraşı haliyle.
“Sportswashing”, birtakım ülkelerin büyük spor organizasyonlarına ev sahipliği yaparak
uluslararası arenada kendilerini aklama-temizleme girişimleri için kullanılan bir terim. 2022 Dünya
Kupası ile Katar’ın kötü imajlı kupayı kaldıran cübbeli, bisht-jubba-cübbe, Messi ile yer değiştirdi.
Altından petrol çıkmış şeyh giysisidir cübbe… Suudi Arabistan da rakibinin bu atağına futbolu
petro-dolara boğarak karşılık verdi. Bunların sebebi kurdukları ve üzerinde oturdukları kanlı-
karanlık düzeni yağlama, parlatma ihtiyacıdır. Sportswashing, şeriat aklama monarşi paklama
operasyonunun diğer adıdır.

***

Ayaktopunu ayağa düşürmek için dolaşıma sokulan petro-dolar miktarını şöyle ifade edeyim; Suudi
ligi takımlarından Al Hilal, Fransız topçu Mbappe’yi transfer etmek için kulübü Paris Saint-
Germain’e 300 milyon avro bonservis ücreti, oyuncuya da yıllık 700 milyon avro maaş önerdi. Yani
bir futbolcu için gözden çıkardıkları para 1 milyar avroydu.

Suudi Arabistan dünyanın en büyük ham petrol ihracatçısı. Ancak bütün doğal kaynaklar gibi o da
bir gün bitecek ve çöl uyduruk petrol uygarlığına yeniden galebe çalacak. Yaratmaya çalıştıkları
spor ekonomisi o zamana bir hazırlık. Turizm ve eğlenceyi de içeriyor bu plan ama bunlar da
şeriatla olmuyor. Haliyle kral ha bire şeriatın vidalarını gevşetip duruyor.

Bir de halkın isyan etmesinden duyulan derin endişe var. Çünkü petro-dolarlardan halkın payına
düşen anca sus payı kadar. Plan basit; isyan mı edeceksin, al sana Ronaldo, al sana Dünya Kupası!

Katar’ın açtığı yoldan ilerleyen Suudiler, 2027 AFC Asya Kupası için başvuruda bulundu. 2030
Dünya Kupası’nı Yunanistan ve Mısır’la birlikte düzenlemek istiyorlar. İspanya Süper Kupa maçları
2029’a kadar Suudi Arabistan’da oynanacak. Riyad yönetimi bunun için İspanya Futbol
Federasyonu’na yılda 35 ila 45 milyon avro arasında bir ücret ödeyecek.

İç düzenlemelerini de buna göre yapıyorlar. Ülkenin 700 milyar dolar büyüklüğündeki varlık fonu
“PIF” ile devlet petrol şirketi “ARAMCO” çok sayıda futbol kulübünü satın aldı. Al-Ittihad, Al-
Ahli, Al-Hilal ve Al-Nassr futbol kulüplerinin hisselerinin yüzde 75’i varlık fonunda. Aramco da
Al-Qadisiyah takımına el attı. Suudi Arabistan bu yolla futbol ligini dünyanın en büyük 10 ligi
arasına sokmayı amaçlıyor. Yani yeşil sahaların asıl oyuncusu petrol kuyusu.

2018 yılında gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın akla gelebilecek en vahşi yöntemle öldürülmesinin
ardından oluşan imajlarını böyle düzelttiler akıllarınca. Cinayet nedeniyle Suudi Arabistan'ı “parya
haline getirme” sözü veren ABD Başkanı Joe Biden kuyuda sorun çıkma ihtimali doğunca koştu
gitti, “veliaht prens” Muhammed bin Selman’la yumruk tokuşturdu.

Ayaktopu ve oyuncuları böyle böyle futbol dışında her türlü işte kullanılabilen bir mala dönüştü.
Suudi ligini bu kadar çekici hale getiren şey ülkenin futbol kültürü, ateşli seyircisi, altyapısı veya
rekabetçi ortamı değil. Suudilerde her şeyi satın alabilecek kadar para vara var ve bu düzende her
şey satılık, sırrı bu.

***
Ortadoğu’da rejimlerin ve ülkelerin ömrü üç gün. Suudiler gibi “ülkemsiler” ise yerli yerinde
duruyor. Ellerinde Mekke ve ARAMCO gibi iki etkili silah var çünkü. ARAMCO’nun açılımı
“Arabian-American Oil Company”, yani Arap-Amerikan Petrol Şirketi. Suudi Arabistan’ın varlık
nedeni Mekke’den çok işte bu ARAMCO. ABD’nin kurduğu bu petrol şirketi zamanla
“ulusallaştırıldı”, hisselerinin tamamı Suudilere geçti. Ama gerçekte ARAMCO hâlâ bir Amerikan
petrol şirketi. Bu öyle bir şirket ki 2019’un ilk yarısındaki net geliri 47 milyar dolardı. Tabii şirketin
gerçek idare merkezi Amerika’da, Houston’da. ARAMCO’da görevli Amerikalılar, aileleri ile
kendilerine ayrılan özel yerleşim birimlerinde yaşıyorlar. Bu birimlerin her biri birer küçük
Amerika. Sinemalardan barlara, gece kulüplerinden oyun salonlarına kadar ne ararsan var. Suudi
Arabistan’da yasak olan her şey bu kamplarda serbest. Yani Suudi Arabistan içinde şeriatın
giremediği büyük özgürlük alanları var.

Hakkını teslim edelim, petrol kadar olmasa bile din de işe yarıyor. ABD dinin bu işlevini Soğuk
Savaş döneminde keşfetti. Suudiler ABD’nin teşviğiyle hem Sovyetlere karşı Afganistan’da
Taliban’ı hem de Pakistan’da gerici unsurları destekledi. Suudi ailesinden Usame bin Ladin şeriat
aşkına Afganistan’a gidip buradaki savaşa bizzat katıldı. Suudiler, ABD ile birlikte bu tür unsurları
Sovyetlere karşı mücadelesinde destekledi, kışkırttı. ABD, Suudi dini nüfuzunu Kafkaslarda
karışıklık yaratmak için de kullandı. Rusya’daki Müslüman çoğunluklu küçük otonom yapılarda
selefi ekolün etkisi bu müdahalelerle ortaya çıktı. Petrol ve din şişede durduğu gibi durmaz.

***

Bu yağlı sofraya bir tabak da Türk çerezi koydular; Türkiye ligi süper kupası. Türkiye Futbol
Federasyonu’nun (TFF) kararıyla Galatasaray ve Fenerbahçe’yi karşı karşıya getirecek Süper Kupa
finali Suudi Arabistan’da oynanacak. Neden? Adı “ümmet kupası” olarak değiştirilmediğine göre
petro-dolarlardan başka bir cevabı yok bunun. Ucuza getirdiler üstelik, birkaç milyon dolara
kapattılar işi. Cumhuriyetten önce kurulan bu iki futbol kulübü Suudi rejimini aklayıp gelecek bir
koşu.

E normal bunlar da. Cumhuriyete arkanı dönersen, paraya ibadet edersen, kendini şeriatın
kuyusunda bulursun. Şeriat karanlıkta görünmez olmak için lazım şeyhlere, şıhlara, reislere,
krallara. Bize ise mutlak aydınlık lazım.
Ayak takımının sporudur futbol, proleterdir, bizimdir, bizdendir. Cumhuriyet gibi, laiklik gibi onu
da korumamız lazım bu vampirlerden. Toplanın, topu da kurtaracağız!

——————————————————————————
Ey Türk annesi, titre ve utan!
30.12.2023
ORHAN GÖKDEMIR

“Bugün Kürt sorununun barışçıl yollarla çözülmesi ve Öcalan’ın rolünü oynayabilmesi için Kürt
annelerine ve politik tutsaklara Türkiyeli anneler, inanç cemaatleri ve Türkiye toplumu da destek
vermelidir.” Yeni Yaşam gazetesinde 27 Aralık 2023’te yayımlanan Cahit Kırkazak imzalı “Tecrit
sadece Kürtlerin mi gündemi olmalı?” başlıklı yazıdan aldım bu cümleyi. “Öcalan’a uygulanan
tecrit Nelson Mandela’ya ve Antonio Gramsici’ye uygulanan tecridin koşullarını kat be kat aşmış
durumda”dır, yazıdan anlıyoruz. Bu durumda Kürt annelerine ilave olarak Türkiyeli anneler, inanç
cemaatleri ve Türkiye toplumu destek için harekete geçmelidir. Tecridin kırılabilmesi için
“birilerinin” desteğine ihtiyaç var diyor yazar, biliyoruz, hep olur.

Yalnız destek çağrısının dilinde bir tuhaflık ya da tutarsızlık var. 60 yıldır bu ülkede yaşıyorum,
Kürt annelerinin dışında kalan “Türkiyeli anneler”in kim olduğunu bilmiyorum. “İnanç cemaatleri”
ve “Türkiye toplumu” hakkında da açık bir görüşe sahip değilim. Belli ki burada bir “jargon”
kullanılıyor, dili bozuktur ve argodur, demek istiyorum. Yoksa desteğe çağrılan “birilerinin” kim
olduğunu neden anlamamış olalım?

Şöyle açayım; “Kürt anneleri”nin karşılığı olsa olsa “Türk anneleri” olabilir. “Türkiyeli anneler”,
etnisiteden azadeyse eğer, ona Kürtlerin de dahil edilmesi gerekir zira. Bu durumda “Türkiyeli
anneler” deyip geçebilir, ayrıca bir “Kürt anneleri” ibaresine gerek duymayız. Ya da yazar “Türk
anne” demekten imtina ediyordur, “Türkiyeli anne” bir kaçınma yoludur. Neden, şimdilik
bilmiyoruz.

Peki yazıda sözü edilen “inanç cemaatleri” kim ola? İlki Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar
olabilir. Öyle ise kapsayıcı bir ibaredir, yerindedir. İkincisi, Müslümanlar içindeki bölmeler olabilir.
Sünnileri, Şiileri, Alevileri görev çağırıyordur yazar, mantıklıdır. Ya da daha güncel haliyle
tarikatlardan söz ediyordur, bu da olabilir. Neden “Türkiyeli inanç cemaatleri” demiyor peki? “Kürt
inanç cemaatleri” de olabilir, boş küme değildir. Örneğin Şeyh Sait’i ve tarikatını dahil edebiliriz,
içini doldurabiliriz.

Peki bu “Türkiyeli”nin içinde Türk de var mı? Bir sorudur. Ancak soru adı geçen yazarın ve
yazısının ötesindedir.

***

Ötesi ise kitaba dönüşmüş haldedir. “Türkiyeliliği” konu edinen bölümün başlığı “Antimilliyetçilik
Adı Altında Yapılan ‘Ultramilliyetçilik’, ‘Dağ Türkleri Kürtler’ ya da Anadolulu Bireyler” başlığı
ile açılıyor. Değerli kardeşim Taylan Kara yazıyor ve her yazdığını göndermeyi ihmal etmiyor.
Buradan gecikmiş bir teşekkür yolluyorum. Kitabı “Edebiyatla Ahmaklaştırma Felsefeyle
Çökertme” başlığını taşıyor. Dediği şudur; Almanyalı Alman, Fransalı Fransız, Japonyalı Japon
olabilmekte ama bu dilde Türkiyeli Türk olamamaktadır. Gerçekten de Türkiye’de milyonlarca
insan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğu halde etnik olarak Türk değildir. Bu bakış açısına göre
etnik olarak Türk olmayanlara Türkiyeli demek gerekir. Bu mantık kendi içinde tutarlıdır. Fakat bu
durumda bir soru daha ortaya çıkar. Türkiye’deki herkes etnik olarak Türk olmadığı için Türkiyeli
oluyorsa bu durum Almanya, Fransa, Japonya ya da İngiltere için geçerli olmaz mı? Dünyada farklı
etnik gruplardan oluşan tek ülke Türkiye midir?

Daha iyisi var; Türkiyeli Kürt Kürt olabiliyor da Türkiyeli Türk neden Türk olamıyor?

Bunun edebi karşılığı “Türkçe edebiyat”tır. Türkçe edebiyat, Türk edebiyatı dememek için
uydurulmuş bir sözcüktür. Şöyle devam ediyor; “Rus edebiyatı, İngiliz edebiyatı, Alman edebiyatı
derken sıra Türk edebiyatına gelince ‘Türkçe edebiyat’ ifadesini kullanmak ve ısrarla ‘Türk
edebiyatı’nın üzerinden atlamak, Türkçe yazan Kürtlere ya da Türkiye’deki diğer halklara saygı
göstermek değildir. ‘Türk edebiyatı’ demenin ‘Türk milliyetçiliği’ olduğunu düşünüyorsanız Rus
edebiyatı, Alman edebiyatı, İngiliz edebiyatı demek de sırasıyla Rus milliyetçiliği, Alman
milliyetçiliği ve İngiliz milliyetçiliği yapmak anlamına gelir. Milliyetçiliğe karşıysanız bütün
milliyetçiliklere karşı olmalısınız.” Bir tutarlılık çağrısıdır, Taylan Kara’dan aktardım.

E bu durumda “Kürt edebiyatı” da mümkün değildir. “Kürtçe edebiyat”, tutarlılık için


kaçınılmazdır. Hepsinin etnik aidiyetlerini silebiliriz ve edebiyatı diliyle sınıflandırabiliriz. Ama
sadece birini diliyle, diğerlerini etnik aidiyetiyle sınıflandıramayız. Tutarsızlık ortaya çıkar, demek
istiyorum. Hem kendine ait bir dili ve kendine özgü bir edebiyatı olan her halk bir halktır. Alman’sa
Alman, Japon’sa Japon, Kürt’se Kürt, Türk’se Türk’tür. Adını yerli yerince koymakta bir sakınca
yoktur.

***

Tabii “Türk”te fazladan bir egemen ulus olma sorunu var, ihmal edemeyiz. Kürtler, o ulusun
egemenliği altında yaşamak zorunda kalanlar arasındadır, zordur. Egemeni sorgulamakta ise asla bir
sakınca yoktur. Türkiye’de sorgulamak yasaktı, 1988’de Toplumsal Kurtuluş ile yıkmaya kalkıştık.
Kürt-Kürt halkı sözcüklerinin üzerindeki ambargonun kalkmasında katkımız var. Bir halkı, dilini,
kültürünü yok saymak kabul edilemez bir suçtur. “Ezilen halklar” “programımızın” önemli
parçalarındandır.

Ancak taa Fransız Devriminden beri “uluslaşma” dediğimiz bir süreç var. Bazı halklar bu yola
erken girdi, bazısı geç kaldı. Geç kalanların önünde din dediğimiz bir engel vardı. Ümmet veya
cemaat olmayı aşamayanlar yola geç girdi. Geç girenler erken girenlerin arkasında kaldı. Tarihtir,
içinden geçiyoruz.

“Türkler” de bu tür bir uluslaşma sürecinin getirilerinden biridir. 19. yüzyılın ikinci yarısında
belirdi, 20. yüzyılın başında ete kemiğe büründü. Tabii Türkler de coğrafyasındaki pek çok ulus gibi
bir imparatorluk bakiyesiydi. İmparatorluk yıkılırken toz duman içinde kaldı, eline yüzünü kan
bulaştı. “Sui generis” bir gelişme değildir. Uluslaşma sancılı ve yıkıcı bir süreçtir, alanı daraltır,
bazılarını kapsar, bazılarını dışarıda bırakır. Kendisi de yol açtıkları da tartışmaya açıktır.

Bakarız anlarız ama burada bir “sözleşmeye bağlı üstünlük” bulamayız. “Sınıflar-üstü, ideolojiler-
üstü bir Türklük hâli” mümkün değildir. Yani Türkler, sadece Kürtleri ve Ermenileri ezmek için
yeryüzüne fırlatılmış bir oluşum değildir. Onlar da diğer uluslar gibi sınıflara ayrılmıştır. Ulusa
dahil olanların büyük çoğunluğu ezilenler arasındadır. Haliyle Türklerden “kendinin Türk olduğunu
hissetmekten” utanmasını, “kendini çok Türk hissetme halini” sorgulamasını talep edemeyiz. “Tarih
ve sınıflar üstü bir devlet Türkleri sözleşme ile vatandaşlığına aldı, olmayanları ezip duruyor” yollu
bir fantezi kuramayız. Tarihi yapan sınıflar mücadelesidir. Ulus da o mücadelenin çıktılarından
biridir.

***

Bu tezin sahibi “Türklük Sözleşmesi’nin İmzalanışı (1915-1925)” adlı makalesinde diyor ki,
“Türklük, Türk olanların ve Türklüğe asimile olmuşların/edilmişlerin ezici çoğunluğunda görülen
belli düşünme, duygulanma, ilgilenme, bilgilenme, görme, duyma ve algılama halleridir. Bu haller
1910’lardan bugüne okul, aile, medya, cami, mahalle gibi aygıtlarda ve çevrelerde sürdürülen bir
düşünsel ve duygusal eğitim sonucu oluştu. Bu ikili eğitim, 1910’larda imha ve tasfiye edilen
Ermeniler (ve diğer gayrimüslimler) ve 1924’ten başlayarak imha ve inkâr edilen Kürtler hakkında
hiçbir şey öğretmedi. Türklere önemli imtiyazlar ve beklentiler sunan Türklük Sözleşmesi, bu iki
konuya girmeyi kesinlikle yasaklamıştı. Kişi, bu konular hakkında konuşmadığı, yazmadığı, siyaset
yapmadığı sürece sözleşmenin potansiyel ve reel faydalarından yararlanabilecekti.” Nereye gitsek,
ne yapsak kaçıp kurtulamayacağımız, sözleşme ile değişmez hale getirilmiş bir töhmettir bu. Şöyle
devam ediyor; “… ister Marksist, ister İslamcı, ister liberal, ister Kemalist olsun, ortalama bir Türk
aydını belli bir meseleye yaklaşırken bunu bir birey olarak evrenselci dünya görüşüyle
(enternasyonalist, ümmetçi, kozmopolit veya aydınlanmacı) yaptığını varsayar, bundan şüphe
duymaz. Nesnel bir noktadan baktığını düşünür. Türklüğünün düşüncelerini, duygularını ve
benliğini ne kadar gölgelediğini, yoksullaştırdığını ve duyarsızlaştırdığını idrak edemez. Ama bir
Ermeni veya Kürt’ün bir konuşmasını dinlediğinde ya da yazısını okuduğunda, o kişinin
düşüncelerinin Ermeniliği veya Kürtlüğü tarafından şekillendiğini varsayar.”

Peki ne yapacağız sözleşmenin ağırlığından kurtulmak için? Tek yol kalıyor geriye, birer Taner
Akçam olmak. Taner Akçam, yakınlarda çıkardığı kitabında 1918-1923 süreci Kurtuluş-Bağımsızlık
Savaşı süreci olarak değil “apartheid rejiminin” inşa süreci olarak okunmalı tezini ortaya atmıştı,
malum. Türkiye bir soykırım veya apartheid cumhuriyetiydi, haliyle bütün bir cumhuriyet tarihi
silinmeli, yeniden ele alınmalı, kirlerinden temizlenmeliydi. “Artık bu yüzyıllık Apartheid ile
yüzleşmek ve Apartheid’a son demek zorundayız” diye bağlıyordu konuyu. Türkiye’den nefreti,
yok etme önerisine dönüşüyordu.

“Türklük sözleşmesi” Türkiye’yi yok etmenin yetmeyeceğini, ayrıca Türklerin kendilerini imha
etmesi gerektiğini söylüyor ki, yepyeni bir durumdur.

***

“Türklük” ayrı, ancak cumhuriyet zaten yıkıldı, sövecek veya nefret edilecek bir şey kalmadı
geride. Yerine Neo Osmanlıcı-İslamcı bir Tayyiban rejimi kuruldu. Ama bu karşı devrim devrime
duyulan liberal-kimlikçi öfkeyi dindirmeye yetmiyor. Cesedi mezarından çıkarıp tokatlamak
istiyorlar elbirliğiyle. Öfkeden gözünü kan bürümüş tipler, bütün tarihi baştan sona yanlış okumakta
ısrar ediyor.

Laik cumhuriyet bu tarihin temiz yanıdır. Türk halkı da o devrimci cumhuriyetin, Türk devriminin
getirisidir. Bütün halklar gibi olup bitenden sorumludur kuşkusuz ancak halklara suç isnat
edemeyiz. Lafı dolandırmaya gerek yok, bütün devrim yapmış halklar gibi kendisi de devrimi de
şanlıdır!

Tecridi kırmak istiyorsan “Türk anneleri”ni de yardıma çağıracaksın demek ki, tereddüt
etmeyeceksin, kekelemeyeceksin. “Türkiyeli”nin içinde “Türkler” de var evet!

——————————————————————————
Hırsız kapanı
06.01.2024
ORHAN GÖKDEMIR

1839’da yola çıkmıştık. O yıl okunan ferman bir anayasanın ilanı ile sonuçlandı, Tanzimat diyoruz.
Devletin düzenlenmesi ve hukuka dayanması, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ve tabii
sekülerleşme 1839-1876 arasının yönelimleridir. Cumhuriyete giden yolun başlangıcı sayabiliriz.
Bu bir yakıştırma yollu tarif girişimi değildir. Tanzimat’ın mimarı Reşit Paşa, gericiler tarafından,
“cumhuriyetçi” olmakla suçlanmıştı. Birinci Meşrutiyet’in lideri Mithat Paşa’nın da cumhuriyetçi
olduğundan şüpheleniyordu. Demek ki cumhuriyetin, cumhuriyetten önceye dayanan bir tarihi var.

Ancak tabii bu yolda “aşamalar” var. Cumhuriyet yürüyüşünün ikinci aşaması birinci Meşrutiyettir.
Bu, 23 Aralık 1876'da II. Abdülhamid tarafından ilan edilen anayasal monarşi rejiminin ilk
dönemidir. Bu dönemin anayasası Kanun-ı Esasi, yürütme organı padişah Hamid, yasama organı ise
Meclis-i Umumi'dir. Meclisi, anayasayı ve kuvvetler ayrılığını öyle öğrendik. Yaratıcısı Yeni
Osmanlılar, bir siyasi yapıdan çok ortak noktalarla hareket eden aydın grubudur.

Birinci Meşrutiyet, II. Abdülhamid'in 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'ndaki yenilgiyi gerekçe


göstererek “Meclis-i Mebusan”ı kapatmasıyla 1878'de son buldu. Tabii böylece Anayasa da rafa
kaldırılmıştı. Artık biliyoruz, anayasa raftaysa ve meclisin kapısına kilit vurulmuşsa istibdat dönemi
açılmıştır.

Baskının ve şiddetin hüküm sürdüğü 30 yıllık bir gerileme dönemidir bu. Abdülhamit’in ve
islamcılığın yıllarıdır. 30 yıl boyunca aydınlar ve yazarlar tutuklanmış, sürgüne gönderilmiş ve
hapse attırılmıştır. Donanma Haliç’te esir tutulmuş, devlet Yıldız Sarayından hafiyeler marifetiyle
yönetilmiştir.

Derslerimiz var; Yeni Osmanlılar, iktidarı sınırlama ve mutlak monarşiyi sonlandırma noktasında
başarısız oldu. Anayasası, yurttaş hakları, özgürlükler ve hukuk alanında önemli değişiklikler
getirmesine rağmen sultana verdiği sınırsız yetkilerle kalıcı bir rejim değişikliği yaratamadı.
Yurttaşlık, her şeye rağmen o ilk aşamanın getirisi oldu. Bu 1876 Kanun-i Esasi’sinde şöyle ifade
ediliyordu; “Devlet-i Osmaniyye tâbiiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din ve mezhepten
olursa olsunlar bilâ istisna Osmanlı tâbir olunur.”

***

30 yıl süren istibdat dönemi 1908 Devrimi ile son buldu. Fransız Devrimi’nin 100. yılına denk
gelen tarihte, Tıbbiye öğrencileri tarafından İttihad-ı Osmani adıyla kurulan cemiyet, sonraki
yıllarda yaşanan çeşitli birleşmelerle bilindik adını aldı. İttihat ve Terakki Cemiyeti Fransız
Devrimi’nin düşünsel birikimine dayanarak yola çıkmıştı. “Birlik ve İlerleme” kendisinden önceki
modernleşme hareketine, Tanzimatçılara ve Yeni Osmanlılara, bir göndermeydi. Fakat İttihatçılar,
Genç Osmanlıların aksine disiplinli ve programlı siyasal yapı oluşturmayı başarmıştı. Bu
mücadelenin de yükselmesi anlamına geliyordu. Abdülhamit dönemi boyunca gerçekleşen çok
sayıda birlik denemesi, suikast girişimi ve halk isyanı bu yükselişin getirisidir. İkinci Meşrutiyet
Dönemi 23 Temmuz 1908’de Meclisi Mebusan’ın yeniden açılmasıyla başladı. Yürüyüşün üçüncü
aşamasıdır.

1908’in devrimini pekiştiren ise 1909 Anayasa değişikliği oldu. İkinci anayasal düzene karşı patlak
veren 31 Mart gerici ayaklanmasının bastırılması Abdülhamit’in tahtan indirilmesi ile
sonuçlanırken, İttihatçılar, yeni rejimi güçlendirmek üzere birtakım düzenlemeler yaptı ve siyasal
hamlelerde bulundu. Bunlardan en önemlisi Kanun-i Esasi’de yapılan köklü değişikliklerdir. Buna
göre Hükümet meclise karşı sorumlu olacaktı. Bakanların belirlenmesinde sadrazam etkili olacaktı.
Uluslararası antlaşmaları meclis onaylayacaktı. Halka toplantı, dernek ve parti kurma hakkı
veriliyordu. Padişah artık istediği kişiyi sürgüne gönderemeyecek ve hapse atamayacaktı. Yasa
teklifi için padişah izni kaldırılmıştı. Padişahın Meclisi açma-kapama yetkisi sınırlandırılmıştı.
Savaş ya da barış durumuna meclis karar verecekti. Bu değişiklikler mutlak monarşiyi hukuken
sona erdirerek meşruti monarşinin geri dönülemeyecek şekilde kalıcılaşmasını sağladı.

Üçüncü aşama cumhuriyetin gerçek kuruluşu mu, yoksa temellerinin atılışı mı, tartışabiliriz.
Eksiklikleri olmakla birlikte bir tür ilk cumhuriyet saymakta bir sakınca yoktur. Not edip geçiyoruz.

***

Fiili Cumhuriyetin resmi ilanı ise üçüncü aşamanın arkasından geldi. Osmanlı I. Dünya Savaşı’ndan
kaybeden olarak çıkmıştı. Yenilgi, Anadolu’da 1923 yılına kadar sürecek yeni bir mücadelenin
başlamasına neden oldu.

İstanbul’un işgali ve 23 Nisan 1920’de Ankara’da Meclis’in kurulması ile ülke ikili iktidar
dönemine girdi. Bir tarafta emperyalist işgale direnen Ankara, diğer tarafta işgalci kuvvetlerle
anlaşarak iktidarını devam ettirmeye çalışan saltanat yer alıyordu. İstanbul, Sevr Antlaşması’nı
imzalayarak iktidarını korumak istedi, ancak Ankara’da kurulan Meclis, bu anlaşmayı kabul
etmediğini bildirerek kurtuluş mücadelesine yöneldi. Cumhuriyet, ikili iktidar döneminin yarattığı
krizde şekillenmiştir. Ankara iktidarı radikalleşmek zorundaydı. Haliyle kurtuluş savaşı adım adım
saltanata ve emperyalistlere karşı yürütülen bir niteliğe büründü. Cumhuriyet ülkenin içinde
bulunduğu işgale ve krize devrimci bir yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Saltanat 1 Kasım 1922’de
kaldırıldı. Uzun yürüyüşümüzün dördüncü aşamasıdır.

***

Ancak her ileri sıçrama bir duraklama ve geriye itilme ile sonuçlandı. İkinci aşamanın ardından
istibdat, üçüncü aşamanın arkasından gerici kalkışma ve büyük bir savaş geldi. Dördüncü aşamanın
duraklama devri uzundur. Şimdi geriye itilme dönemindeyiz.

Türk modernleşmesi, kendinden önceki dönemlerin krizlerine üretebildiği yanıtlar ölçüsünde ileriye
atılabilmişti. Cumhuriyetin krizi ise sınıfsal konumundan kaynaklandı. Cumhuriyeti şekillendiren
sınıf, o sınıfın gericilere verdiği tavizler ve sermayenin saldırganlığı Cumhuriyeti ortadan kaldırdı.
Şimdi hilafet, saltanat, şeriat, istibdat heveslilerine, anayasasızlığa, meclissizliğe bakarsak 1876’nın
da gerisine itilmiş durumda olduğumuzu söyleyebiliriz. Hatta Tanzimatla tanıştığımız yurttaşlık da
ortadan kaldırılmak istenmekte, ümmetçiliğe geri dönülmeye çalışılmaktadır. Bir tür fiili mutlak
monarşi halidir bu. Artık geri çekilme sınırımız “Tanzimat” olmuştur.

***

Haliyle seçimle alınabilecek bir yol da kalmamıştır, demek bu. Peki seçimi gericilerle iş birliği
halindeki sermaye sınıfına karşı bir gerilla mücadelesine dönüştürebilir miyiz? Bu, her şeye rağmen
mümkündür.

Belediyeleri almaya talip olmak ayrı, Belediye Meclislerine girecek her devrimci, her Komünist bu
iki odağa karşı bir saldırı dalgasının işaret fişeği olabilir, yapabiliriz. Düzen partilerine, bu yolla,
“ensenizdeyiz, bütün pisliklerinizi halka açıklayacağız, sizi doğduğunuza pişman edeceğiz, kaçacak
delik arayacaksınız” diyebiliriz. Bizim bir tür yerel yönetim militanlarına ihtiyacımız var bunu
yapmak için. Bir “hırsız kapanı” kurmak olanaklarımız dahilindedir. Halkımıza çürümüş bir
mecliste yeni bir meclis için yol açmayı öneriyoruz.

Başka yollarımız da var tabii. Türkiye Halk Temsilcileri Meclisi yarın Ankara’da toplanıyor.
Türkiye’nin pek çok ilinde seçilmiş temsilcilerin ilk toplantısı olacak bu. Ne yazık, ilk toplantısı
başka bir seçimin öngünlerine denk geldi. Bu şartlarda parlak bir başlangıç yaptı, devamı daha
zordur. Ama kökleri Tanzimat’ta olan bir ilericilik mücadelesi geleneğinin son halkası olmayı
başarmış bir meclistir artık.

***

Ancak her ileri sıçrama bir duraklama ve geriye itilme ile sonuçlandı. İkinci aşamanın ardından
istibdat, üçüncü aşamanın arkasından gerici kalkışma ve büyük bir savaş geldi. Dördüncü aşamanın
duraklama devri uzundur. Cumhuriyetin eskisi yıkılmıştır, geriye itilme dönemindeyiz şimdi.
Karşılığı istibdattır; vatansızlık, anayasasızlık, meclissizlik, cumhuriyetsizlik halidir. İçinden
geliyoruz, içinden geçiyoruz, acısına aşinayız.

Düşeriz, kalkarız, tarihin cilveleridir bunlar. 200 yıldır yoldayız, durmadık, durmayız, dediğimiz bu.
İlerliyoruz kan revan içinde. Şimdi bize yeni bir vatan gerek. Şimdi bize yeni bir anayasa, yeni bir
meclis gerek. Şimdi bize yeni bir halk, yeni bir cumhuriyet gerek.

You might also like